text
stringlengths 3
198k
| metadata
dict |
---|---|
Cengiz Han, (doğum adıyla Temuçin ya da Timuçin, 1162 - Ağustos 1227), Moğol İmparatorluğu'nun kurucusu ve ilk Han'ı olan Moğol komutan ve hükümdardır. Hükümdarlığı döneminde gerçekleştirdiği hiçbir savaşı kaybetmeyen Timuçin, dünya tarihinin en büyük askerî liderlerinden birisi olarak kabul edilmektedir. Bu sebeple doğum ismi olan Timuçin'den çok, "güçlü hükümdar" anlamına gelen Cengiz Han ismiyle anılmaktadır. 13. yüzyılın başında Orta Asya'daki tüm göçebe bozkır kavimlerini birleştirip, bir ulus hâline getirerek Moğol siyasi kimliği çatısı altında toplamıştır. Cengiz Han, hükümdarlığı döneminde 1206-1227 arasında, Kuzey Çin'deki Batı Xia ve Jin Hanedanı; Türkistan'daki Kara Hıtay, Maveraünnehir; Harezm, Horasan ve İran'daki Harezmşahlar, Kafkasya'daki Gürcüler, Deşt-i Kıpçak'taki Rus Knezlikleri, Kıpçaklar ile İdil Bulgarları üzerine seferler yaptı. Bunların sonucunda Pasifik Okyanusu'ndan Hazar Denizi'ne ve Karadeniz'in kuzeyine kadar uzanan bir imparatorluk kurdu.
Bozkır geleneğinden gelen onlu teşkilatı kullanarak yetenek ve kişilerin bireysel üstünlüğüne dayanan meritokratik bir ordu oluşturan Cengiz Han'ın büyük bir asker olarak ün kazanmasının temelinde, kurduğu posta teşkilatı ve casus ağı ile istihbarat sanatına verdiği büyük değer önemli bir yer tutmaktadır. Yaptığı seferler sonucunda pek çok kent tahrip olmuş ve milyonlarca insan da katledilmiştir ancak "Cengiz Yasası" adı ile metinleştirilen kuralları ile işkenceyi, yalan söylemeyi, hırsızlık yapmayı ve zina etmeyi de yasaklamış; zanaatkârlar, doktorlar, belli bilgi becerisi olan eğitimli kişiler ve her dinden din adamlarına, hangi ulustan olursa olsun aralarında bir ayrım yapılmaksızın saygı gösterilmesi ve vergiden muaf tutulmalarını da yasalaştırmıştır.
Cengiz Han aynı zamanda, halkının yazıya sahip olmasını sağlamak için Uygurlardan önemli kişileri başkenti Karakurum'a çağırmış ve Moğolca için Uygur alfabesini uyarlatarak bunu çocuklarına da öğretmesini istemiştir. Bu sayede Moğol dilinin de yazılı duruma getirilmesini sağlamıştır.
Cengiz Han, 1227 yılında Kuzey Çin'deki Tangutlar'ı yendiği seferden dönerken bilinmeyen bir nedenle öldü. Mezarının yeri ise günümüzde hâlâ bilinmemektedir. Ünlü bir söylentiye göre, kendisi ölmeden önce mezarının gizli tutulmasını vasiyet etmiş, o ölünce de yakınları onu bilinmeyen bir yere gömmüş, daha sonra cenazeye katılan herkes mezarın yeri hiçbir biçimde bilinmesin diye kendilerini öldürmüştür. Fakat bu iddia, birçok kişi tarafından uydurma olarak kabul edilir. Günümüzde arkeologlar Cengiz'in gömüldüğü yere yaklaştıklarını düşünüyorlar. İlerleyen yıllarda modern Moğolistan'ın olağanüstü bir keşfe ev sahipliği yapması mümkündür.
Cengiz Han öldüğünde sahip olduğu topraklar, tahmini olarak Büyük İskender'in dört, Roma İmparatorluğu'nun ise iki katı büyüklüğündeydi. Kurmuş olduğu imparatorluk, günümüzde Rusya hariç tüm ülkelerden daha geniş topraklar üzerine yayılmış durumda olup, onun ölümünden sonra oğulları ve torunları döneminde daha da genişleyerek insanlık tarihinin gördüğü bitişik sınırlara sahip en büyük imparatorluk hâline geldi.
2003'te araştırmacılar "American Journal of Human Genetics"'te, yaklaşık 900 yıl önce yaşamış bir erkeğin genetik materyalinin günümüzde her 200 erkekten birinde bulunduğunu, yani Avrasya'da 16 milyon erkeğin bu genetik materyali paylaştığını iddia eden bir araştırma yayımladı. Bunun Avrupa'dan Afrika'ya kadar örnekleri vardır. Araştırmacılar, bu süper başarılı atanın kim olduğu sorusuna getirilebilecek en mantıklı açıklamanın Cengiz Han olduğuna karar verdiler. Çünkü Cengiz Han'ın, vaktinde Çin'den getirttiği Taoist bir bilgeden ömrünü uzatmak için yardım istediği ve bunun sonucunda, yaptığı seferlerle büyük kentleri ele geçirdiğinde oralarda yaşayan birçok kadını himayesine alıp onlarla cinsel ilişkiye girdiği bilinmektedir.
Ataları ve kökleri.
Cengiz Han'ın soyağacı yarı mitolojik bir biçimde sis perdesi arkasındadır. Onun atalarının ve kendisinin doğuş efsanesi, Moğol mitolojisinin önemli belgelerindendir. Yazılış tarihi itibarı ile Cengiz Han'ın yaşadığı döneme en yakın olanı Şamanizm etkilerinin görüldüğü, 1240 yılında Moğolca olarak kaleme alınmış olan Moğolların Gizli Tarihi adlı yapıta göre Cengiz Han'dan 10 kuşak önce yaşayan Alangoya, Cengiz Han soyunun efsanevi büyük annesi olarak kabul edilmiştir. Moğolların Gizli Tarihinde yer alan efsaneye göre Alangoya dul kaldıktan sonra evlenmediği hâlde üç oğlu daha olmuştur. Cengiz Han ve onun bağlı olduğu Börçiginler bu çocuklardan “Bodoncar” adlı en küçük olanının soyundan gelmektedir. Alangoya efsanesi yalnızca Cengiz Han'ı değil onunla birlikte “Nirun” yani ışığın çocukları adı verilen bir yığın boyu ilgilendirse de Cengiz Han soyunun en büyük efsanesi olarak kabul edilmiştir. Nirun boylarından öncelikle Cengiz Han'ın boyu Borciginler ardından Tayciutlar, Barlaslar, Derbenler, Salciutlar ve başka birkaç boy daha sayılabilir. 1140 yılında Moğol kabilelerinden Börçiginlere ilişkin Kabul, bütün Moğolların ilk lideri olarak “Han” sanını almıştır. Cengiz Han'ın babası Yesügey Bahadır onun torunudur.
Kabul Han ve onun ardılı Ambakay Han zamanında Moğollar, Çin'deki Jin İmparatorluğu ile mücadele edecek kadar güçlenseler de Tatarlar, Çinlileri hoşnut etmek için Ambakay'ı Çin'e teslim ettiler. Ambakay hiç alışılmadık bir biçimde, “tahta eşek şekli” denen bir duruma sokularak çarmıha gerilip infaz edildi. Cengiz Han'ın büyük amcası Kutua, bu hakarete Çin üzerine ve Tatarlara bir dizi saldırı düzenleyerek yanıt verdi ve bu akınlar sonunda “Moğol Herkülü” sanını kazandı. Ancak, 1160 yılında, ayrıntıları bilinmeyen bir dizi olay sonunda, Kuzey Çin'in egemeni Jin Hanedanı, Moğolları hezimete uğrattı. Moğollar bir süre karmaşa içinde dağıldılar. Sefalet içinde yüzen bu karmaşık durumdaki Moğollar'ın içerisindeki önemsiz liderlerden biri olan Kabul Han'ın torunu Yesügey Bahadır, ittifaklar kurarak Moğolları güçlendirmeye çalıştı. Moğolların batı komşularından biri olan Türk boylarından Keraitler idi. Keraitler 200 yıldan beri Nasturi Hristiyan'dı. Hristiyan Keraitlerin o zamanki lideri Tuğrul idi. Tuğrul, 1160 yılında iç sorunlar sonucu tahtını yitirmişti. Moğolların lideri Yesügey, Tuğrul'a kabilesinin önderliğini yeniden ele geçirmesi için yardım etti. Tuğrul ve Yesügey anda ile kardeşlik yemini ettikten sonra, daha sonraları Moğolların yeniden ortaya çıkışında olağanüstü önem taşıdığını kanıtlayacak olan bir ittifak kurdular.
Söylentilere ve efsaneye göre Yesügey Bahadır bir gün Onon Irmağı kıyılarında şahini ile avlanırken gelinleri taşımak için özel olarak ayrılmış, bir at arabasına rastladı. Yesügey, arabada oturan kıza ilk görüşte âşık olmuştu. Yesügey iki kardeşini yanına alarak ve birlikte ağır ağır giden düğün arabasına yetiştiler. Üç kardeş Onggirat boyunun Olkunat kabilesinden olan Höelin adındaki yeni evli gelini yakaladılar. Höelin başka seçme şansı olmadığı için Yesügey Bahadır'ı yeni kocası olarak kabullendi. Yesügey onunla, doğurduğu oğlan bir kahraman olacak diyerek evlenmişti.
Doğumu.
Evlilikten bir süre sonra Yesügey, Tatarlar üzerine yaptığı bir akından geri döndüğünde, karısı Höelin'in hamile olduğu haberiyle karşılandı. Kaynaklarda bebeğin doğumu sırasında Höelin'in kapısına bir yay ve ok asılarak şeytanın girmesinin engellendiği ancak yakın akrabalar ve bir kadın Şamanın ebe olarak görev yaptığı ileri sürülmektedir. Şaman, bebeği çok yakından inceleyerek, geleceği hakkında kehanette bulunabilecek bir im arayacaktı. Efsaneye göre sağ avucunun içinde sonraları gayet doğal olarak, gücün ve çok kan dökeceğinin simgesi olarak nitelendirilecek aşık kemiği biçiminde bir kan pıhtısı ile doğdu. Yesügey Bahadır düşman olduğu Tatar kabilelerinden birinin reisi olan Temuçin adlı bir kişiyi tutsak almıştı. İşte bu tutsak ve olay üzerine Yesügey Bahadır oğluna Temuçin adını verdi. Temuçin, katı, sağlam, sert, dayanıklı ve demir gibi anlamlarına gelmektedir.
Arap ve İranlı tarihçilere göre Temuçin'in doğum tarihi 26 Ocak 1155'tir. Ancak Çin kaynaklarınca Temuçin, 12 Hayvanlı Türk takvimine göre domuz yılının başında dünyaya gelmiştir. Bu hesapla 12 Hayvanlı Türk Takviminde 1 yıl 12 yılı kapsadığı için 1155 ile 1167 arasında sonu 2 ile biten bütün yıllardan yola çıkarak doğum tarihinin 1162 olabileceği kabul edilmektedir. Uzmanlar Temuçin'in doğum tarihini nasıl kanıtlamaya çalışıyorlarsa doğum yerinin de kesin olarak nerede olduğunu tartışmaktalar. Cengiz Han zamanından günümüze kalan tek kaynak olan “Moğolların Gizli Tarihi” adlı yapıtta bu yerin Onon yakınlarında Dülün-Boldak adıyla bilinen bölge olduğu yazmaktadır. Bu adın anlamı “Dalak Tepeciği” idir.
Çocukluk ve gençlik yılları.
Yesügey Bahadır ve Höelin'in Temuçin'den başka Hasar, Haçi ve Temüge adlarını taşıyan üç oğlu ile Temulun adında bir kızları olmuştur. Bunun yanı sıra Temuçin'in Bekter ve Belgütay adlı iki üvey kardeşi vardı. Temuçin 9 yaşındayken, babası Yesügey Bahadır onu evlendirmek için kendisini de yanına alarak Temuçin'in annesi Höelin'in kabilesi olan Onkıratların yanına gitti. Yesügey, kayın biraderinin kızı Börte'yi oğlu Temuçin'e istedi. Börte adındaki kız Temuçin'den bir yaş büyüktü. Anlaşma gereği Temuçin orada kalacaktı. Burada evlilik yaşı olan, 10 yaşına gelene kadar evin başkanına hizmet edecekti. Fakat Yesügey Bahadır evine dönerken yolda karşılaştığı ve konuk olduğu Tatarlar tarafından, eski husumetlerinin sonucu olarak zehirlendi. Yesugey Bahadır ne olursa olsun ölmeden önce Temuçin'in geri getirilmesi için emir verdi fakat Temuçin gelmeden öldü. Temuçin ve ailesi, ilk olarak akraba kabilelerden Tayciutlara katılmaya karar vererek yanlarına gittiler ancak, Tayciutlar Temuçin ile ailesini yanlarına almak istemediler. Yesügey'in erkek kardeşleri de Höelin ve çocuklarına yardım etmediler. Bir süre sonra da Yesügey'in kabilesi Temuçin'in annesi Höelin'in yani bir kadının emri altında kalmak istemeyerek göç etti. Höelin, kabilesinin sürülerinden hiçbir hak iddia etmeyerek Burhan Haldun Dağının eteklerindeki ormanlık yamaçlara ailesi ile birlikte yerleşti. Sürü sahibi olamadıkları için et yiyemeden, süt içemeden sadece ırmakda balıkçılık yaparak, ormanda yabani meyveler ve kökler toplayarak yaşamlarını sürdürebiliyorlardı. Temuçin, on-on bir yaşlarında iken çok iyi bir arkadaş edindi. Bu çocuk Cacırat boyundan Camuka adlı kendi yaşıtında birisi idi. Sonunda dostlukları o derece ilerlemişti ki "anda" yani kan kardeşi olmak için and içtiler. Temuçin, 13 yaşında iken üvey kardeşi Bekter ile arasındaki rekabet ileri boyutlara vardı ve Temuçin, Yesügey'in diğer hanımından doğan üvey kardeşi Bekter'i bir av sorunu sonucu çıkan kavgadan sonra öldürdü. Bekter, Höelin'in öz oğlu olmamasına karşın Tayciutlara karşı birlik olmak gerekirken böyle bir hareket yaptıkları için Temuçin'e çok sinirlendi. Nitekim Tayciutlar kısa bir süre sonra saldırarak Temuçin'i tutsak aldılar. Tayciutların lideri tarafından tutsak edilen Temuçin, bir köpek gibi boynuna bir tahtadan yapılmış tasma takarak kabilelere gösterildi. Ancak bir gün bekçisinin elindeki halatı birdenbire yeğinlikle çekerek başına vurduğu bir darbe ile saf dışı bırakıp koruluğa doğru kaçarak Onon Irmağı kıyısına doğru koştu. Irmakta boylu boyunca uzandı. Tahta boyunduruk başının soğuk sudan yeterince yüksekte durmasını sağlıyordu. Peşindekilerin tümü koruluğu araştırırken ırmağın aşağısındaki evine doğru giden bir adam Temuçin'i yattığı yerde görür görmez tanımıştı. Bu adam, Temuçin tutsak edildikten sonra evinde tutulduğu Sohan Şira idi. Uzaktan Temuçin'i arayan izleyenlerin bu tarafa geldiğini görünce Sohan Şira onlara engel olmak için herkese şimdiye kadar aradıkları yerleri bir kez daha kontrol etmelerini önerdi. Temuçin, tehlike geçtikten sonra Sohan Şira'nın gittiği yoldan sendeleyerek ilerledi ve bir önceki geceyi geçirdiği çadıra ulaştı. Üzerinden sular damlayan titreyen Temuçin'i gören Sohan Şira oradan uzaklaşmasını istedi. Buna karşın ailesi, karısı, iki çocuğu ve kızı Temuçin'e yakın davranarak boyunduruğu ve kelepçesini çıkararak Temuçin'in karnını doyurdular ve ıslak elbiselerini kuruttular. Daha sonra da Temuçin'i koyun yünüyle dolu bir arabanın içinde sakladılar. Ertesi gün Tayciutlar, Sohan Şira'nın çadırına gelerek her tarafı karıştırıp yatakların altına baktılar. Sıra yün dolu arabaya geldiğinde, tam Temuçin'in ayaklarını görecekleri sırada Sohan Şira, böyle sıcak bir havada bu kadar yünün altında kim saklanır diyerek izleyenlerin oradan uzaklaşmasını sağladı. Sonunda, Sohan Şira Temuçin'in kaçma şansını artırmak için yiyecek, içecek ve iyi bir at verdi. Temuçin, Annesinin Onon'un üst kesimlerindeki sığınağına giden yolu izleyerek sonunda ailesine geri döndü. Temuçin, ileride Cengiz Han olduğunda kendisine yardım edenleri hiç unutmamıştır ki bunlar arasında kendisini tutsaklıktan kurtaran Sohan Şira ve onun çocukları da vardır. Bu çocuklardan bir tanesine general rütbesi vermiştir.
Bu olayın üzerinden bir yıl geçmişti. Aile yalnızca bir sürüye ve dokuz tane ata sahipti. Bir gün Temuçin'in üvey kardeşi Belgütay'ın marmot avlamak için kamp dışına çıktığı sırada hırsızlar kalan sekiz atı çaldılar. Temuçin ellerinde kalan son ata atladı ve sonraki iki gün boyunca hırsızların izini sürdü. Üçüncü gün sabahı bir çadıra ve çadırın yanındaki ağıldaki oldukça büyük bir at sürüsüyle ilgilenen Bughurçi adlı bir gence rastladı. Bughurçi, Temuçin'in uzun süredir koşturduğu atının durumunu görünce Temuçin'e yorgunluktan neredeyse ölmek üzere olan atını sürüsündeki zinde atlardan biriyle değiştirmesi için ısrar etti. Temuçin atını değiştirip oradan ayrılırken Bughurçi aniden bir karar verdi ve at hırsızlığı hepimizin ortak sorunu bende seninle birlikte geleceğim dedi. Üç gün sonra Temuçin ve Bughurçi hırsızlara ve çalıntı atlardan oluşan sürülere yetişti. İki arkadaş anında harekete geçerek sürünün arkasına daldı ve Temuçin'e ait olan atların iplerini kesip yedeklerine alarak dörtnala uzaklaştılar. Bughurçi'nin babasının kampına yaklaştıkları sırada Temuçin, sen olmasaydın atlarımı nasıl bulurdum gel bunları üleşelim yalnızca hangilerini almak istediğini söyle yeter dedi. Babası varlıklı biri olan Bughurçi hayır diye yanıtladı. Temuçin gerçekten Bughurçi'nin asil davranışını unutmayacak ve Bughurçi ileride yanından ayırmadığı sağ kolu, atlarının baş seyisi, zırhlı tümen komutanı ve Moğolların en büyük generallerinden biri olacaktı.
Börte'nin kaçırılması Tuğrul Han ve Camuka ile birlikte Merkitler’e karşı sefer.
Temuçin, 9 yaşındayken nişanlandığı Börte ile babasının ölmeden önce kararlaştırdığı gibi evlilik düğünü yapmak için kayınpederini ziyaret etmeye ve evlilik anlaşmasına hâlâ razı olup olmadığını sormak için üvey kardeşi Belgütay ile birlikte Kongirat ülkesine doğru yola çıktı. Temuçin'i çok iyi karşıladılar ve evlilik gerçekleşti. Evlilik tarihi olarak kesin olmamakla birlikte 1178, 1180 ve 1181 tarihleri ileri sürülmektedir. Temuçin Börte ile evlendiği zamanlarda Merkit kabilesinin büyük bir saldırısına uğradı. Bu saldırıda Temuçin kendi canını ve karargahını kurtardığı hâlde henüz yeni evlendiği eşi Börte Merkitler tarafından kaçırıldı. Bataklıkları yararak düşmanı ağır yenilgiye uğratan Temuçin, karısını onların elinden alamamış ancak bu zafer ona çok büyük bir ün ve saygınlık kazandırmıştı. Temuçin'in doğumundan önce babası Yesügey Bahadır, Keraitlerin lideri Tuğrul ile kardeşlik yemini etmişti. Temuçin, kardeşi Kasar ve üvey kardeşi Belgütay'ı yanına alarak yeni bir müttefik kazanmaya gitti. Başlarına geleni Tuğrul'a anlattı. Önceden Temuçin'in babası tarafından yardım gördüğünü hatırlayan Tuğrul Han, Temuçin'i korumasına aldı. Tuğrul onu çok iyi karşıladı ve kendisine evladım diye hitap etti. Tuğrul, Temuçin'in Cungar kabilesi şefi Camuka'ya da uğramalarını ve onlarında desteğini almalarını söyledi. Üç kardeş Camuka'ya da giderek durumu anlattılar. Temuçin'in kan kardeşi olan Camuka, kendi namusu gibi öfkelendi ve Tuğrul'u verdiği söze uyacağını teyit etti.
Merkitlere karşı savaş hazırlıkları süratle tamamlandı. Camuka toplanma bölgesine üç gün önce gelerek Temuçin'e hazır olduklarını bildirmiş Tuğrul komutasındaki Keraitlerin de gelmesinden sonra saldırıya başlandı. Saldırı haberini alan Merkit kabileleri Selenge ırmağı akıntısı boyunca kaçmışlardı. Ama çoğu büyük baskında avlanmıştı. Temuçin ilk gece baskınında, Börte'nin kurtarıldığını Camuka'ya bildirdi ve saldırıyı yavaşlattı.
Cuci'nin doğumu.
Bu zamanın sürpriz olaylarından biri de, Merkitler elindeki tutsaklıktan kurtulan Temuçin'in karısı Börte'nin doğurması idi. Bu beklenmeyen bir çocuktu. Yeni doğan çocuğa, "konuk" anlamına gelen Cuci adını koydular. Cuci, Börte'nin Merkitlerden kurtarılmasından 9 ay sonra doğdu; böylece de babasının kim olduğu hakkında hep soruları da beraberinde getirdi Cuci ileriki zamanlarda Temuçin'in en büyük oğlu olarak anılacaktı. İleride Temuçin'in başka kadınlardan da çocukları olacaktı ancak ilk karısı ve imparatoriçesi Börte'nin doğurdukları Cuci, Çağatay, Ögeday ve Tuluy en sevdikleri oldu. Temuçin'in diğer eşlerinden olan çocukları onun yerini almaktan ayrı tutuldular.
Temuçin'e Kağan ünvanının verilmesi ve Camuka'nın başkaldırışı.
1189'da toplanan bir kurultay kararı ile Temuçin'e Kağan ünvanı verildi. Bu kurultayda Temuçin, teşkilatı için en güvenilen yakınlarından bir danışma meclisi oluşturmuştur. Ancak 1189 kurultayı kararlarını herkes tanımamıştı. Tatarlar bu dönemde Çin'in sınır bölgelerini yağma ediyor ve korku saçıyorlardı. Moğollar, Tatarların bölgelerinin ötesinde Çinlilere en yakın olanlardı.
Rakiplerin yenilmesi.
Kaynaklar Temüjin'in bozkırlara dönüşüyle ilgili olaylar konusunda hemfikir değil. 1196 yazının başlarında Jin'in çıkarlarına aykırı davranmaya başlayan Tatarlara karşı Jin ile ortak bir sefere katıldı. Ödül olarak Jin ona, Jurchen'deki anlamı muhtemelen "yüzlerin komutanı" anlamına gelen onursal cha-ut kuri ödülünü verdi. Aynı sıralarda Tuğrul'a, güçlü Naiman kabilesinin desteğiyle Tuğrul'un akrabalarından biri tarafından gasp edilen Kereit lordluğunu geri alma konusunda yardım etti. 1196'daki eylemler Temuçin'in bozkırdaki konumunu temelden değiştirdi; her ne kadar sözde hâlâ Tuğrul'un tebaası olsa da "fiilen" eşit müttefikti.
1198 yılında Kuzey Çin'deki Kin Hanedanı Tatarlara karşı Temuçin'den yardım istedi. Çünkü Tuğrul uluslararası alanda tanınan bir kişiliği ve onun Temuçin'e ile ittifak halinde olmasıyla Temuçin'in gücünü görmüşlerdi.
Temuçin de ataları ile olan husumeti ve babası Yesügey Bahadır'ı zehirleyerek öldürdükleri için Tatarlardan nefret ediyordu. Bunu fırsat bilerek Tuğrul ile birlikte Tatarlar üzerine bir sefer gerçekleştirdi. Önderleri öldürüldü, ülkeleri ve kampları yağma edildi. Fakat Çinliler Tatarlara karşı zaferin tümünü Tuğrul'a atfettiler. Çinli general ona Moğolların "Ong" olarak dile getirdikleri “Wang” yani kral ünvanını verdi. Tuğrul artık "Wang-han" olarak tanınacaktı.
Temuçin'in gücünün artması karşısında Temuçin'e ilk baş kaldıran kan kardeşi Camuka oldu. Tatarlar, Merkitler, Naymanlar, Oyradlar ve Taycutlar, Camuka'ya yakınlaştı ve bir ittifak kurarak 1201 yılında Camuka'yı "Gur Han" (evrensel lider) ünvanıyla liderleri yaptılar.
Camuka'nın kardeşi Taiçar'ın, Temuçin'in oğlu Cuci'nin sürüsünü çaldığı için Cuci tarafından öldürülmesi, Camuka'ya Temuçin üzerine sefere çıkma fırsatını verdi.
Camuka'nın üç tümenlik gücüne karşı Temuçin'in de üç tümen kadar gücü bulunuyordu. Savaş sırasında Camuka'nın izlediği strateji ile Temuçin tuzağa düşmüş ve ok yağmuru altında atılan bir ok Temuçin'i ıskalayarak atının boynuna saplanarak atının ölümüne neden oldu. Temuçin atını değiştirdikten sonra bu sefer başka zehirli bir ok kendi boynuna isabet etti. Kardeşi Haçiun ile yetmiş kadar adamı da Camuka'nın eline esir düştü.
Camuka, Dalan Baljut'taki zaferinin ardından zalimce davrandı; iddiaya göre yetmiş mahkûmu kaynayan kazanların içine attırarak feci biçimde öldürttü ve kendisine karşı çıkan liderlerin cesetlerini aşağıladı. Yesügei'nin takipçisi Münglig ve oğulları da dahil olmak üzere bir dizi hoşnutsuz takipçi, sonuç olarak Temuçin'e sığındı. Muhtemelen Temuçin'in yeni keşfettiği zenginlik de onları cezbetmişti.
Temuçin, daha önce bir ziyafette kendisini rahatsız eden ve Tatar seferine katılmayı reddeden itaatsiz Jurkin kabilesini bastırmayı başardı. Liderlerini infaz ettikten sonra, Belgutei'nin intikam amacıyla sahnelenen bir güreş maçında sembolik olarak önde gelen Jurkin'in sırtını kırmasını sağladı. Moğol adalet geleneklerine aykırı olan bu son olay, açıkça onaylamayan yalnızca Gizli Tarih'in yazarı tarafından not edildi. Bu olaylar y. 1197'de meydana geldi.
Temuçin'in kardeşi Haçiun'un ise başını kılıcı ile kesip, kellesini atının kuyruğuna bağladı. Ele geçirdiği okçuların parmaklarını kestirip, izcilerin gözlerine mil çektirdi. Böyle yaparak psikolojik olarak onları korkutmak istemişti. Yardımcısı Celme, Temuçin'in boynuna saplanan zehirli oku çıkararak yarayı emerek ateşten yarı baygın bir biçimde yatan Temuçin'in yarasını temizledi. Celme gece karşıda duran düşman denklerinin arasına giderek gizlice kaymak çalarak Temuçin'i doyurdu getirdi. Temuçin, gerçekten de doğduğu günden beri yanında olan yardımcısı Celme'nin iyiliğini hiç unutmamış ve onu ileride general rütbesi ile ödüllendirmiştir.
Temuçin eski sağlığına yeniden kavuştuğunda kardeşinin ölüm haberini alınca herhangi bir tepki göstermemiştir. Bu da onun kardeşinin ölümüne çok üzülmediğine ya da artık ölümlere alıştığına yorumlanmıştır. Ama intikam almak için iyice hırslanmıştır.
Temuçin'in vurulduğu halde ölmemesi, onun askerleri arasında saygınlığını daha da arttırmış ve bundan ruhsal bir güç kazanarak Camuka'ya yeniden saldırdılar. Sonuçta Camuka'nın ordusunu dağıldı.
Savaş kazanılıp Camuka kaçtıktan sonra, zamanında Tayciutlardan kaçmaya çalışırken Temuçin'e yardım eden Sorhan Şira bir arkadaşı ile Temuçin'in yanına geldi. Şimdi ona katılmakta serbest idi. Temuçin, Sorhan Şira'ya atını öldüren oku kimin attığını görüp görmediğini sordu. Bu sorunun yanıtı Sorhan Şira'nın arkadaşı Jirko'dan geldi. Oku atan kendisi idi. Temuçin kendisine neredeyse öldürecek olan bu düşman savaşçıyı idam edebilirdi ama genç, yaşamını kurtarmış olan adamın arkadaşı idi. Jirko, her buyruğuna boyun eğeceğine ilişkin söz verdi. Eğer beni öldürürsen toprak parçasında çürüyüp giderim fakat merhamet gösterirsen senin için dağları okyanusları aşarım dedi. Temuçin, onun dürüstlüğünden etkilendi ve bu adam benim dostumdur diyerek yaptığı hareketin anısına ona yeni bir ad verdi. Bundan sonra adı Cebe(okçu) olacak ve ben onu okum olarak kullanacağım dedi. Cebe'nin bir atı yoktu. Bir at istedi. Temuçin onun arzusunu yerine getirerek genç Cebe'ye burun delikleri beyaz bir at verdi. Cebe ata binince bir yolunu bulup kaçtı ama daha sonra geri dönerek Temuçin'e hizmet etmek arzusunda olduğunu söyledi. Gelecekte, Türkistan, İran ve Rusya'yı fethedecek olan Cebe Noyan işte budur. Epeyce sonra Cebe, Karahitaylar ile savaş sırasında Tiyan Şan yaylasından geçerken beyaz burunlu bin at toplayarak Cengiz Han'a armağan ederek yaşamını borçlu olduğu bu olayı unutmamış olduğunu gösterecekti.
Temuçin, Tatarlar'ın Camuka ile olan savaşta onun tarafında olması Temuçin'e onlara güvenmemesi gerektiğini göstermişti. Tatarlara karşı son darbeyi indirmek için 1202 yılında yeniden harekete geçti.
Sefer sonucunda Tatarlar, Temuçin tarafından yenilerek parçalandı ve bütün bağlıları da diğer boylar arasında paylaştırıldı. Tatar hanı Yekeçeren'in güzel kızı tutsak düşmüştü. Temuçin, Yesujen adlı bu güzel Tatar kızının nişanlısını kendi gözleri önünde öldürerek, ondan da güzel olan Yesui adlı ablası ile evlendi. Temuçin'in bu eşine şiddetle âşık olduğu belirtilmektedir.
Temuçin ile Tuğrul'un arasının açılması.
1203 yılı başlarında Temuçin ve Tuğrul Han güçlerini birleştirerek Naymanlara karşı sefere çıktılar. Naymanların hükümdarı Buyruk Han bu güç karşısında dayanamayarak Altay Dağlarına çekildi. Bir süre takipten sonra Temuçin'in güçleri ona yetişerek ve Buyruk Han'ı öldürdüler. Ancak Tuğrul'un oğlu Sangum tam düşmana tutsak düşmek üzere iken Temuçin'in güçleri tarafından kurtarılınca Tuğrul, Temuçin'e oğlunun onun gözetimine girmesini önerdi. Temuçin bununla da kalmayıp, en büyük oğlu Cuci'ye Tuğrul'un kızını isterken Tuğrul'un oğlu Sangum'a kendi ailesinden bir kız vereceğini söyleyerek aralarındaki bağı daha da güçlendirmek istiyordu. Ancak Tuğrul'un oğlu Sangum kendisini daha üstün gördüğünden bu öneriyi reddetti. Temuçin bu durumu hiç hoş karşılamadı. 1203 yılının baharında Tuğrul'un oğlu Sangum babasını bir hile ile Temuçin'i ortadan kaldırmaya ikna etti. Bu sırada yanlarında bulunan birisi Temuçin'den büyük ödül alacağını düşünerek bunu gelen adamlarına söylemişti. Bunu duyan Temuçin ve adamları hemen bulundukları yerden uzaklaştılar. Her iki tarafın orduları savaşa hazırlanmış ve Temuçin'e Halalhalcit çölünde Kerayitlerin geldiği haberi ulaşmıştı. Tuğrul ve Camuka birlikte idiler ve Tuğrul yaşlı olduğu için ordunun komutasını Camuka'ya vermişti. Savaş sonunda Kerayitler teslim olmak zorunda kaldı. Ancak ne Tuğrul ne de oğlu Sangum savaş alanında bulunamamışlardı. Savaş kazanıldıktan sonra Kerayit halkı boyun eğdirilmiş ve gruplara ayrılarak değişik boyların arasına dağıtılmışlardır. Tuğrul ile oğlu müttefikleri olan Camuka'nın ülkesine kaçmışlardı. Ancak Tuğrul bir karakol postasını Kerayit hanı olduğuna ikna edemeyince onun tarafından öldürüldü. Oğlu Sangum ise seyisinin ihanetine uğradı. Karısı seyise; altın elbiselerini giyerken, tatlı yemeklerini yerken iyiydi şimdi onu nasıl terk edersin demesine karşın, seyis Temuçin'in yanına giderek ona Sangum'un bulunduğu yeri söyledi. Ancak seyis umduğunu bulamamıştı, Temuçin; karısını ödüllendiriniz, öz hanına ihanet edenin ise kafasını kesiniz diyerek ihanet edenin cezasız kalmayacağını gösterdi.
Camuka’nın yakalanışı ve infazı.
Camuka'nın yanındakiler ile birlikte pek çok boy da Temuçin'in boyunduruğuna girmişlerdi. Camuka, Temuçin'in eline düşmekten kurtulan Nayman ve Merkit güçleri ile birleşerek Temuçin'e karşı harekete geçti ancak başarılı olamadı. Nayman ve Merkitler bu biçimde dağıtılıp tümüyle güçsüz duruma getirildikten sonra, onlarla birlikte Temuçin'e karşı savaşan Camuka desteğini yitirip yalnızca beş yakın arkadaşı ile birlikte kaldı. Ancak bu yakın arkadaşları onu satmaktan geri durmadılar ve yemek yerken onu yakalayıp Temuçin'e teslim ettiler. Böyle yapmakla da tıpkı seyis gibi Temuçin'den büyük ödül alacaklarını düşünmüşlerdi. Ancak Temuçin bütün ihanet edenlere acımadığı gibi onlara da acımamış ve öz hanlarına ihanet edenleri bütün kuşakları ile yok edin emrini vererek onları infaz ettirdi. "Gizli Tarih"'e göre, Temuçin Camuka'ya yeniden arkadaş olmalarını ve yanında olmasını önerdi. Camuka bunu reddetti ve kendisinin bir asile yakışır biçimde kanının dökülmeden öldürülmesini, cesedinin yüksek bir yere gömülerek saygıdan yoksun edilmemesini rica etti. Temuçin'de senin yaşamını bağışlamak istediğim hâlde bunu kabul etmiyorsun öyleyse seni kendi arzuna göre kanını akıtmadan öldürteceğim dedi ve onun (boyun) kemikleri kırılarak öldürülmesini emretti.
1206 kurultayı ve Temuçin'in Cengiz Han oluşu.
Tuğrul ile Camuka'nın ortadan kaldırılması ve Temuçin'in Merkitler'i, Naymanlar'ı, Keraitler'i, Tatarlar'ı ve diğer küçük boyları liderliği altında birleştirmesi onu Orta Asya bozkırlarındaki tek güç durumuna getirdi. 1206 yılının ilkbaharında Onon ırmağının kaynaklarında, kendisine bağlanmış olan bütün boyları bir araya getirerek büyük bir kurultay topladı. Tüm göçebe konfederasyonları birleştiren Temuçin tek bir ulus yarattı ve bu ulusa “Moğol Ulusu” adını verdi. Artık o Moğolların salt efendisi idi. 1206 kurultayının en önemli kararı Temuçin'in daha önce aldığı “Kağan” sanına ek olarak “Cengiz” sanını almasıdır. Bu tarihten sonra kendisine “Cengiz Kağan” ya da “Cengiz Han” diye söylenmesini istemiştir. Aslında bu o dönemin söyleyişi ile “Çinngiz Kan” biçiminde idi. Temuçin bu sırada 44 yaşında bulunuyordu. Moğol toplumu, Cengiz Han'dan önce örgütsüzdü. 1206 kurultayında devletin ordu ve toplumsal örgütü düzenlendi. Cengiz Han kurultayda Mukhulai'ı baş yardımcısı, süvari birliklerinin başındaki Bugurçi'yi de danışmanı olarak atadı. Celme ve Subutay kardeşleri ise binbaşı olarak atadı. Tayciutlardan kaçtığı sırada kendisini kurtaran Sorhan Şira, her iki oğlu gibi Cengiz Han'ın yaveri ve ok taşıyıcısı oldu. Bu atamalar göçebe imparatorluğun yönetiminde büyük değişiklilere damgasını vurdu. Moğol birliği geçmişte boy rekabetlerinden büyük zarar görmüştü. Cengiz Han şimdi atayacağı kişileri boy hiyerarşisine göre değil liyakate göre belirleyecekti. Anahtar sözcük ise içten bağlılık idi. Sorhan Şira ve oğulları hiçlikten yöneticiliğe gelmiş tek örnek değillerdi. Çobanlar, marangozlar vb. aynı haklara sahipti. Celme ve Subutay birer demircinin oğulları idi. Subutay, stratejik zekasından dolayı Cengiz Han'ın ailesinden olmadan Cengiz Han'a en yakın ad durumuna gelmiştir. Cengiz Han kendisi ile aynı yolda yürüyen herkese karşılığını fazlası ile vermiş ve bundan sonra yeni koruma ve gözetim birliğinin oluşturulmadı için çalışmalara başlamıştır. Cengiz Han, ordusunu göçebelerin yüzyıllardan beri kullandığı onluk sisteme göre düzenlemeye başladı. On askerlik birim arban, yüz askerlik birim jagun, bin askerlik birim minghan, on bin askerlik birim ise tümen olarak adlandırılmıştı. Askerî yararlarının yanı sıra, onluk sistemin kullanılmasının temel nedeni, Cengiz Han'ın, güçlü askerî birimler kurarak askerlerin kendi boylarına değil de, bu birimlere özellikle minghan düzeyinde bağlılık duymasını istemesiydi. Cengiz Han, aynı düşünceyle 1206 yılında hazır bulunan 10.000'e ulaşan "keshig" adındaki muhafız birliğini kurdu. Genişleyen imparatorluğa komutan ve yönetici yetiştiren ve Cengiz Han'a içten bağlılığı ön planda tutan keshig'e katılabilmek büyük bir onurdu. Boylara duyulan içten bağlılığı kendisine yönlendirmeyi başarabilmesi, Cengiz Han'ın yeteneğinin diğer bir göstergesiydi.
Gücün birleşmesi (1206–1210).
Cengiz, han seçilirken Şaman Kökçü onun lehine bir hayli kehanette bulunarak birçok boy yöneticisinin oyunu da etkilemişti. Kökçü, Cengiz Han'ın babası Yesügey ve annesi Höelin'in güvenilir adamı olan Şaman Münglik'in oğlu idi. Kerayitler ile olan savaşında Tuğrul'un oğlu Sengün tarafından hazırlanmış olan tuzak ile ilgili Cengiz Han'ı zamanında uyaran yine Münglik olmuştur. Kökçü'nün babası yaşlı ve bilge Münglik Cengiz Han'ın yaşamında çok önemli bir rol oynamış ve sonunda Cengiz Han'ın dul annesi Höelin ile evlenmişti. 1206 kurultayında Kökçü, Ulu Gök Tengri'nin Cengiz Han'a evrenin kağanlığını verdiğini ilan etmişti. Bu göksel onay Cengiz Han'a otoritesinin temelini sağlamıştı. Bu nedenle Kökçü'nün Cengiz Han'ın nazarında ayrı bir yeri vardı. Moğolların Gizli Tarihi'ne göre Kökçü ve kardeşlerinin değişik boylardan oluşan ve henüz Cengiz Han'nın egemenliğini tanımayan toplulukları kendi etraflarına toplamaya başladıklarından
söz etmektedir. Şaman Kökçü, Cengiz Han'a iktidarının temellerini atmasına yardımcı olmuştu. Ancak hem sihirli gücü ve hem de imparatorluk ailesi içinde babası Münglik'in durumundan dolayı kendisinin dokunulmaz olduğunu sanarak çok geçmeden küstahça davranmaya, doğaüstü etkisinden yararlanarak Cengiz Han'ı ve imparatorluğu yönetmeye kalkışmıştı. Cengiz Han'ın kardeşi Kasar ile kavga etmişti bu nedenle Kasar'ı yok etmek ereğiyle Han'a ruh bana Gök Tengri'nin bir buyruğunu esinletti, önce Temüçin hüküm sürecek ve ondan sonra Kasar gelecek, Kasar'ı yok etmezsen tehlikedesin diyerek Cengiz Han'ın ruhunda kardeşi Kasar için kuşku uyandırmıştı. Kasar, Cengiz Han'ın gazabından annesi Höelin sayesinde kurtulmuştu. Kökçü Cengiz Han'ın en küçük kardeşi Temüge Oçigin ile de bozuşmuş ve ona herkesin içinde hakaret etmişti. Cengiz Han'ın karısı Börte kocasını uyarmıştı. Bu kez Cengiz Han durumu anlamış ve Temüge'ye şamandan kurtulması için izin vermişti. Temüge tarafından görevlendirilmiş üç muhafız Kökçü'yü kanını dökmeden bel kemiğini kırarak öldürdüler. Kökçü'nün ortadan kaldırılması Cengiz Han imparatorluğunun dini temel üzerine kurulmayacağının habercisiydi.
Moğol İmparatorluğu bir devlet olarak gerçek oluşumunu ancak Uygurların tam katılımı ile sağlamıştır. Moğol İmparatorluğunun ilk öğretmenleri ve ilk memurları Uygurlar olmuştur. Uygular, yerleşik yaşama geçmişler, edebiyat, sanat açısından olduğu kadar ticaret açsından da parlak bir uygarlığa sahiplerdi. Bu nedenle bir devlet yönetimi için ne gerekiyorsa onu biliyor ve uyguluyorlardı. Cengiz Han, Naymanlara karşı savaşı sırasında tutsak aldığı bir Uygur mühürdarı yardımıyla Uygurların damga ve yazı kullandığını görünce, Uygur damgacısını emirlerini yazması için görevlendirdi ve damga bastıktan sonra koruması için emanet etti. Bunun ötesinde Cengiz Han, yazabilmenin ne kadar önemli olduğunu görmüştü. Uygurların kendilerine ilişkin bir abece'leri vardı. Yüzyıllardan beri gelişen bu yazı hemen Cengiz Han tarafından benimsendi ve Cengiz Han, Uygur damgacısındam bu yazıyı Moğolca için uyarlamasını ve dört oğluna da bu yazıyı öğretmesini istedi. Bu konuda aile içinde başlatılan eğitim ile Uygur yazısı sonrasında tüm Moğol İmparatorluğu'nda kullanılmaya başlandı. Moğollar'ın Uygurların kültürüne olan ilgileri Uygurlar ve Moğollar arasındaki karşılıklı bir çekime yol açtı ve Uygur hükümdarı Barçuk, Cengiz Han'ı kutlamak için elçilerini yolladı. Cengiz Han da bunun karşılığında onu Karakurum'a davet etti. Uygur hükümdarı Barçuk değerli mücevher ve kumaşlarla Cengiz Han'ın huzuruna geldiğinde görkemli bir biçimde karşılandı. Cengiz Han kızı Altun Beki'yi onunla evlendirildi. Böylece Uygurlar ile Cengiz Han arasında bir akrabalık kurulmuş oldu.
Uygur yazı sisteminin kullanılmaya başlamasından sonra Uygur okulunun ilk mezunu, aslı bir Tatar olan Cengiz Han'ın evlatlığı Şiki Noyan idi. Cengiz Han, onu yasalarını ve değerlerini yazıya geçirmesi için görevlendirdi ve onları mavi bir defterin beyaz sayfalarına kaydettirdi. İşte Şiki Noyan'ın bu defteri Cengiz Han öldükten sonra dahi Çin'den Doğu Avrupa'ya kadar birçok uludun yönetilmesine rehberlik eden ünlü "Yasa" idi. 33 defterden oluştuğu, çok hacimli olduğu için bir deve üzerinde taşındığı ve devlet hazinesinde korunduğu kabul edilen Cengiz Han Yasası, ilerleyen dönemlerde de geliştirilmiştir. Cengiz Han, Yasanın emirlerini uygulamaya oğlu Çağatay'ı vekil bıraktı. Çağatay sert idi ve yasayı harfi harfine uygulardı. Bu yasalar öylesine sert uygulanıyordu ki, “Cengiz ülkesinde bakire bir kız başında altından bir taç ile ülkenin bir ucundan diğer ucuna en ufak bir tacize uğramadan giderdi.” denilirdi. Yasa kapsamında zinanın, eşcinselliğin, kasten yalan söyleyenin, sihirbazlıkla uğraşanın, ormanları yakanın ve suyu kirletenlerin cezasının idam olduğu, alkol kullanan kişi eğer bırakamıyorsa bir ay içinde yalnızca üç kez sarhoş olabilmesi, bütün dinlere eşit olarak saygı gösterilmesi ve herhangi bir inancın anlayış ve görüşünün üstün tutulmaması, bütün yoksulların, din bilgelerinin, hekimlerin, bilginlerin ve Tanrıya adanmış tapınakların vergiden ayrı tutulması gibi kurallar yer almaktaydı. Daha çok askerî ve hukuksal içerikli olan bu Yasa'nın orijinal metni günümüze gelmemiştir. Yasa'nın içeriği 14. Yüzyıl Arap seyyahları, 13. Yüzyıl Ermeni tarihçileri ve 15. Yüzyıl İranlı tarihçilerin yapıtları sayesinde bilinmektedir.
Kurultay'dan bir süre sonra Cengiz Han 1207'de kuzeydeki ormancı boyları egemenliği altına alması için en büyük oğlu Cuci'yi, ordusunun sağ kanadını vererek görevlendirdi. Cuci burada diplomatik yetenek ile iyi bir yöntem sergileyerek orman halklarını, Sibirya'nın güneyini ve Kırgızları kendine bağlayarak geri döndü.
Kuzey Çin'deki Batı Xia ve Jin üzerine sefer.
Şi Şialara karşı savaşın başlangıcı.
Cengiz Han zamanında bugünkü Çin sahasında üç devlet vardı. Kansu dolayında Tangut Krallığı olarak bilinen Batı Şia veya Şi Şia hanedanı, kuzeyde Jin hanedanı ve güneyde Sung hanedanı bulunuyordu. Cengiz Han, Moğolların ezeli düşmanı Jin hanedanı üzerine bir sefer yapmadan önce büyük bir sefer için kaynak elde etmek hem de Jin ile olası bir ittifakın önüne geçmek için ilk olarak Tangut Krallığı olarak bilinen Batı Xia hanedanı üzerine bir sefer gerçekleştirdi. Kansu bölgesinde yaşayan Tibet ırkından ve Budist dininden olan Tangutlarla olan savaşı, Cengiz Han'ın yerleşik ve uygar bir ulusa karşı yaptığı ilk sefer oldu. 1205'te gerçekleştirilen ilk baskın küçük düzeyde olmuş ve birkaç tutsak almakla yetinilmişti.
1207'de gerçekleştirilen seferde Cengiz Han, Tangutların önemli kentlerinden Vulahay'ı kuşattı. Aşamadıkları surların önüne yerleşmiş olan Moğollar, Tangutlara kentin tüm kedileri ve kuşları karşılığında kuşatmayı kaldırmayı önerdi. Bu denli önemsiz bir koşul karşısında şaşıran Tangutlar, bunu yerine getirdi. Fakat Moğollar kedilerin kuyruklarına ve kuşların bacaklarına kıtık parçaları bağlamıştı. Ateşe verip hayvanları saldılar. Korkmuş ve alevler içerisindeki hayvanlar hemen yuvaları ve sepetlerine dönüp ambar ve mahzenleri ateşe verdiler. Savaş tam anlamıyla 1209 yılında başladı. Tangut kralı, Moğol ordusu karşısına veliaht prensi çıkardı ancak prens yenildi. Böylece Vulahay oldukça tuhaf bir kurnazlık sayesinde ele geçirilmiş oldu. 1209 yılında Tangutların başkenti günümüz Ningsia'sı kuşatıldı. Cengiz Han, Sarı Irmak'ın akıntısını taşırmak için yönünü değiştirmeye kalktı, ancak ele geçirdiği tutsak yığınlarına ırmağa dayanacak bir bent yaptırmayı başaramadı. Sonbahar yağmurları, taşkınları büyüttü ve bendi sürükledi. Moğol kampını su bastı. Kuşatmayı kaldırmak gerekiyordu. Ancak bir diğer yandan Moğol ordusu kırsal bölgeleri talan ediyordu. Tangut kralı barış istemeyi yeğledi. Kızı Çaka'yı Cengiz Han'a vererek onun sağ kolu olmak istediğini bildirdi. Tangut kralı Li An-şu an gereksinimleri olursa Moğollara yardım etmek için süvari birlikleri yollayacağına söz verdi. Bunun yanı sıra develer, av şahinleri, yün ve ipekli kumaşlardan oluşan basit bir haraç vermekle yetindi. Cengiz Han şimdilik büyük Jin seferinden önce Tangutları kendine boyun eğdirmiş oldu.
Jin’e karşı sefer (1211–1215).
Wanyan Yongji, 1209'da Jin tahtını gasp etti. Daha önce bozkır sınırında görev yapmıştı ve Cengiz ondan pek hoşlanmıyordu.
Kuzey Çin'deki Jin Hanedanına karşı savaş ilanı.
Moğol yurtlarında hiç kimse Pekin sarayında Cengiz Han'ın büyük dedesi Ambakay Han'ın uğradığı işkence ve aşağılamayı unutmamıştı. Moğollar yüzyıllardır Kuzey Çin'de egemenlik süren Jin Hanedanı hükümdarlarına, hanedanın adı olan Jin sözcüğü Çince altın demek olduğundan Altın Han demekteydiler. Cengiz Han gençliğinde Tuğrul ile birlikte Tatarlar ile savaşırken Jinler ile birleştiğinden beri onlar tarafından kendilerine bağlı bir hükümdar olarak görülüyor ve onlara haraç ödüyordu. Şimdi hem Tuğrul hem de bu bağlılık anlaşmasının yapıldığı Jin İmparatoru yaşamda olmadığı için Cengiz Han kendini bağımlılıktan özgür bırakılmış kabul etti. Çin memuruna haraç vermeyi reddeden Cengiz Han, protokol gereği elçiyi diz çökerek karşılaması gerekirken diz çökmeyi reddedip eskiden vermekte olduğu haracı vermedi. İmparator Wanyan Yongji bunu haber aldığında, öylesine sinirlendi ki Moğol elçisini idam ettirdi. Moğollar ile Jin hanedanı arasındaki gerginlikler tırmanmaya başladı. Cengiz Han Çin'e karşı sefer kararı vermeden önce kurultayı toplayarak komutanlara ve ileri gelenlere danışarak savaş kararı alındı. Mart 1211'de, Moğollar, Jin hanedanına karşı bir sefer için 90.000 asker toplamıştı. Bu durum Moğolistan'daki üslerini korumak için yalnızca yaklaşık 2.000 kişinin geride kalmasına neden olmuştur. Bu, Moğol güçlerinin %90'ından çoğunun sefer için harekete geçirildiği anlamına geliyordu. Sefere başlamadan önce, Cengiz Han, Moğolları zaferle kutsamak için Gök Tengri'ye dua etti ve 1146 yılında Jin İmparatoru Xizong emriyle çarmıha gerilen atalarından Ambagay'ın intikamını almak için simgesel bir yemin etti.
Yehuling Savaşı.
1211 yılının ilkbaharında Mukhulai, Cebe ve Subutay komutasındaki olağanüstü ordunun arkasında olduğu 30 bin kişilik öncü birlik kısa sürede Çin sınırına dayanmıştı. Çin Seddi'ne hiçbir zorlukla karşılaşmadan yaklaştılar. Jin ordusunun komutanı Wanyan Chengyu'nun amacı, Yehuling'deki dağlık araziyi Moğol süvarilerini engellemek için kullanmaktı. Çin ordusu Moğol ordusundan daha kalabalık ve silahlanmış durumdaydı. Khitan kökenli bir yetkili olan Shimo Ming'an'ı Cengiz Han'la tanışmak ve barış görüşmelerine başlamak için gönderdi. Bununla birlikte, Cengiz Han, Shimo Ming'an'ı kendi tarafına çekmeyi başardı. Shimo Ming'an, Jin ordusu hakkında Moğollara askeri gizli bilgi sağladı. Cengiz Han, General Mukhulai önderliğinde sürpriz bir süvari akını başlattı. Savaştan önce Mukhulai Cengiz Han'a söz verdi: "Jin ordusunu yenemezsem canlı olarak geri dönmeyeceğim!" Moral gücü yüksek olan Moğollar, Jin güçlerini yenerek Wanyan Chengyu'nun ana karargahına doğru savaştı. Sonunda, Jin ordusu dağınık duruma geldi, moralini yitirdi ve parçalanmaya başladı. 300.000 kişilik güçlü Jin Ordusu yok edildi. Bu savaş 1211 Ağustos'unda gerçekleşti. Bu o kadar korkunç bir savaştı ki toprağın üzeri cesetlerle doldu. Buradan dokuz yıl sonra geçen Taoist rahip Şang Şun sonsuzluğa uzanan beyazlaşmış insan kemiklerini seyrettiğini aktarır. Wanyan Chengyu, Yehuling Muharebesi'nden sonra dağılmış Jin güçlerini topladı ve Huihe Kalesi'nde bir araya geldi. Bununla birlikte, 12 Ekim 1211'de Moğol güçlerini izleyerek saldırıya geçti. Moğollar, Jin güçlerini hızla kuşattı ve üç gün boyunca yeğin bir savaşa girdiler. Cengiz Han kendisinin yönettiği 3.000 atlıyla bir süvari akını başlatırken kalan Moğol güçleri ise geride kaldı. Wanyan Chengyu zorlukla yaşamda kaldı ancak tüm Jin ordusu yok edildi. Yehuling Savaşı, Jin hanedanına 950.000 askerinin yarısına mal oldu. Yaklaşık olarak on Jin kenti Moğollar tarafından yağmalandı. Yehuling Savaşı'ndan sonra, Jin imparatoru Wanyan Yongji, Pekin'de generali Hushahu tarafından düzenlenen bir suikaste kurban gitti. Cengiz Han'ın en parlak komutanlarından bir diğeri olan Cebe Noyan, Çin Seddinin çevresinden dolaşarak donmuş Liao Irmak'ını geçip Mançurya'nın güneyindeki Mukden'i (bugünkü adı ile Shenyang) ele geçirdi. 2 Şubat 1212'de elde edilen bu zaferden sonra Mançurya'daki Liao hanedanı Jin'den ayrılarak Cengiz Han'a bağlı bir prenslik durumuna getirildi. Cengiz Han, Cebe'nin başarısından çok memnun oldu ve beklemeye çekildi. 1212 yılı, Çin İmparatoruna karşı isyanlar yılı oldu ve Cengiz'in casusları tarafından ülkede adeta bir iç savaş çıkarılması başarıldı. Pekin politik kargaşalarla sarsılıyordu. Cengiz Han, casus örgütü sayesinde fethedeceği ülkenin karşıt adamlarını, hoşnutsuzları kendi hizmetine almaya uğraşırdı. Ve onlara ganimetten pay ve yüksek görevler sözü verirdi. Çin ordusunda bulunan Ongut, Kongrat ve Tatar boyları saf değiştirerek soydaşları olan Moğolların tarafına geçtiler. Çin Seddi'nin neredeyse bütün kapıları ihanet edenler tarafından açılmıştı. Bu nedenle Moğol ordusu hızlı bir biçimde Çin Seddi'ni aştı.
Pekin'in fethi.
1212 yılının sonbaharında Cengiz Han, Pekin'e bir saldırı düzenleme kararı almış ancak bir çarpışma sırasında ok ile yaralanınca saldırıya ara verilmişti. Ertesi yıl tekrar Pekin'e giden geçidin üzerindeki iki kaleye saldırı düzenlenerek geri dönüldü. Çin güçleri Moğol ordusunun geçeceği yollara atları yaralamak amacı ile dört tarafında çivi olan toplar serpiştirmişlerdi. Cebe ve Sübedey kaleleri teslim almak için epey uğraşmışlar ve sonuçta Pekin yolunu yeniden açmayı başarmışlardır. 1214'te Cengiz Han üç ordusunu Çin başkenti Pekin duvarları önüne yığdı. Pekin kuşatması 1214 yılının ilkbaharına kadar yaklaşık bir yıl sürmüştü. Ancak Moğolların savaşta en geri oldukları konu kuşatmaydı. Sorunun öneminin farkına varan Cengiz Han atlıları ile orada kalamazdı. Kış Moğollar için oldukça zor koşullar altında geçmiş salgın hastalıklar ve kıtlık yaşanmıştı. Kent halkının da durumu hiç iyi değildi. Cengiz Han çaresizlik içerisinde ne yapacağını düşünüp, geri dönmeye niyetlenirken, Çin imparatorundan barış önerisi geldi. İmparator, altın, gümüş, ipekle bunların yanı sıra beş yüz oğlan, beş yüz kız ve üç bin at verdi ve on bin top kumaş verdi Ayrıca kızı Ki-Kuo'yu da Cengiz Han ile evlendirdi. Cengiz Han, imparatorun verdiklerini kabul eder gibi görünüp Karakurum'a geri dönünce Pekin sarayı bir an kurtulduğunu sanarak rahat nefes aldı. Bu Çin seferi, Cengiz Han'ın bu güne kadar en çaplı ve getirisi en çok olan seferi niteliğindeydi. Şimdi dünyanın belki en zengin ülkesinin çok büyük bir kısmı çok kısa sürede ele geçirilmişti. Ancak Çin'i gerçekten ele geçirmek için Pekin'i ele geçirmek gerekiyordu. Cengiz Han bir yıl önceki Pekin kuşatmasında Çin yöntemi bu sağlamlaştırılmış kenti atlı birliklerden kurulu göçebe ordusu ile düzenli bir kuşatma ile ele geçiremeyeceğini anlamıştı. Bu nedenle Çinli istihkâmcıları ordusuna aldı. Bu istihkâmcılar, Moğollara Çin mancınıklarını kullanmayı öğretti; Çin mancınıklarının hafif olanlarının kolunu kurabilmek için 40, ağır olanları için ise 100 kişi gerekiyordu. Mancınıkların menzili 100-150 metreydi, attıkları taşlar ise küçüktü 1-13 kilo arası. Artık Pekin'in burçlarını nasıl zorlayacaklarını biliyordu. Cengiz Han, kenti düşürebilmek için tutsak edilen Çinli mühendislerden yararlanma yoluna gitmişti. Hareketli saldırı kuleleri hazırlanmıştı. Mancınıklar ile ordunun gücü daha da pekiştirilmişti.
Haziran 1214'te imparator Pekin'i bırakıp Sarı Irmak'ın ötesine Kai-fong kentine çekildi. Ne var ki bu durum halkının gözünde bir kaçıştı. Pekin'deki devlete ilişkin belgeler ile maddi varlıklar 3 bin deve ve 300 araba ile Sarı Irmak'ın ötesindeki güvenli bölgeye taşınmaya başlanmıştır. Ancak imparatorluğun içerisindeki Mançurya'dan gelen 2000 Hitay askeri atalarından kalan topraklardan ayrılmak istemediler ve Pekin'den 50 km uzaklaştıktan sonra başkaldırdılar. Cengiz Han'a da bir haber göndererek onun emrine girmek istediklerini söylediler. Cengiz Han, Jin imparatorunun bu taşınma kararını; "sözüme güvenmedi, beni aldatmak için barış yaptı" diye yorumlayarak terk edilen Pekin'in güçsüz kaldığını düşünüp buraya yeniden sefer düzenleme kararı aldı. Şimdi daha hazır durumda olan ordusu ile Mart 1215'te Pekin surlarına dayandı. Pekin hücumunu Mukhulai yönetmekte idi. Subutay, Mukhulai'ın ordusunun bir kanadını koruyordu. Zamanın kendileri çıkarına olduğunu biliyordu. Kuşatma aylardan beri sürmesine karşın, surların üzerinde tam donanımlı Çin askerleri savaşmak için bekliyordu. 9 ay süren kuşatma boyunca yiyecek sıkıntısı çeken Pekinliler arasında yamyamlık yapanlar bile olmuştu. Çin askerleri duvarlara tırmanmaya çalışan Moğol askerlerinin üzerine ok yağdırıyorlardı. Saldırının en önemli anında Cengiz Han, Çinli tutsakları savaş arabaları ile surlara doğru sürdü. Cengiz Han aldığı binlerce tutsağı saldırılarda en önde savaşmaya zorladı. Şimdi Çin askerleri, arabaları itmekte olan Çinli tutsakları okluyordu. Sonrasında, ağır taş gülleri atan mancınıklar harekete geçmişti. Büyük taşlar, Pekin kentinin duvarlarını parçalıyordu. Çinliler de bu arada boş durmuyordu. İleri teknikleri kullanarak ürettikleri, petrol ve değişik kimyasal maddelerden yapmış oldukları yangın bombalarını Moğolların üzerine atıyordu. Cengiz Han. Durumun zorluğunun farkına varmış ve askerlerine, bedeli ne olursa olsun, surlardan gedik açılarak kentin içine girilmesi emrini vermişti. Çinli tutsaklar kentin surlarına uzun merdivenleri dayamayı başardığında, kuşatma altındakiler surların altında kızgın yağlarda kavurdukları yığınların kendi akrabaları olduklarını fark ettiklerinde onlara karşı dayanmaya dayanamayıp teslim oldular. Bu sırada Surlarda gedikler açılmıştı ve Moğol askerleri gediklerden, kentin içine sızmayı başarıyordu. Moğollar kentin surlarına kendi bayraklarını dikmeye başladığında, bayrakları gören Çinli komutanlar utançlarından kendilerini öldürmeye başlamışlardı. Artık zaferinden emin olan Cengiz Han atını kentin sokaklarından sürerek, kent merkezine ilerliyordu. Moğollar, kentte insanlık tarihinin en büyük yağmalarından birine bu biçimde başlamıştı. Batılı kaynaklarda; o donemde kentte bulunan Batılı diplomatlar ve gezginlerin tanıklığı ile şunlar yazacaktır:
Mukhulai, Pekin'de hazine ve cephane namına ne varsa toplatarak Cengiz Han'a gönderdi. Cengiz Han, kendisine meydan okuyan Pekin kentine vahşice bir ceza vermişti. Artık bütün dünyanın başkentleri Çin'de olanlarla yakından ilgilenmeye başlamıştı. Harezmşah hükümdarı Sultan Alaaddin Muhammed Harezmşah, kendi ideali olan Çin'in, Moğolların eline geçmesine inanamadı. Haberin doğruluğunu tetkik ettirmek için Seyyid Behâeddîn-i Râzî'nin idaresinde bir heyeti Çin'e gönderdi. Harezmşâh elçileri Çin hududuna vardıkları zaman, çok uzak mesafeden bembeyaz bir yığın gördüler. Önce bunu karla kaplı bir tepe zannettiler. Yerli halktan, burada bir tepe olmadığını, Cengiz askerlerinin öldürdüğü Çinlilerin kemikleri olduğunu öğrendiler. Bir müddet gittikten sonra toprağı insan kanından simsiyah kesilmiş bir bölgeye geldiler. Bu siyahlık kilometrelerce devam ediyordu. Pekin'e vardıklarında kale burçlarının dibinde bulunan kemik yığınlarının da, Cengiz'in Pekin'i ele geçirdiği zaman, zalim Moğol askerinin eline düşmemek için kendilerini burçlardan atarak ölen yirmi bin bakire kıza ait olduğunu öğrendiler.
Çin'in fethinin devamı ve yönetim işlerinin Mukhulai'a devredilmesi.
Pekin'in fethinin ardından Mukhulai ve Cengiz'in kardeşi Kasara baştan başa tüm Mançurya'yı geçtiler ve güneye doğru ilerlediler. Mukhulai kusursuz planlama yeteneği ile Cengiz Han'ın en büyük komutanlarından biriydi. Mançurya'da Liao'nun başkenti Pei Ching'i hiç alışılmadık bir biçimde ele geçirdi. Mukhali, Yesen adlı hem Çince hem de yerel Türk dillerini bilen bir Moğol subayını görevlendirerek kentin yönetimini devralmak için gelen yeni Jin komutanını tuzağa düşürmek için görevlendirdi. Yesen adlı casus Jin komutanının belgelerini alarak korumalara yeni gelen general olduğuna inandırdı. Daha sonra kentin yeni egemeni olarak tüm korumalara kalenin dışına çıkmalarını emrederek Mukhulai'ı kente davet etti. Mukhulai neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmadan yürüyerek kentteki 100 bin eve halkına silahları ve yiyecekleri ile birlikte el koydu. Kendisine karşı direnç gösteren iki ilçeyi cezalandırmak için marangozlar, kale ustaları ve sanatkarlar dışında her iki ilçede yaşayanların da öldürülmesini emretti. Cengiz Han, kuzeydeki durumu araştırmak için Subutay kumandasında başka bir kol gönderdi. Leao-dong körfezini kaplayan yarımadayı dönerek yeni bir ülkenin keşfine çıkmış gibiydi. 1216'da Yalu Irmağının geçilmesi Kore'ye girilmesine yol açtı. Subutay, burada Jin imparatoruna bağlı krallığı kendilerine egemenliği altına almak için kaçırılmaz bir olanak olduğunu gördü. Küçük bir ordu ile bugünkü Kuzey ve Güney Kore arasındaki sınırda bulunan zengin ve kozmopolit bir kent olan Kaesong'taki hükümdar sarayına bir yolculuk yaptı. Cengiz Han'ın başarısından etkilenen kral yeni ve korkutucu komşularına haraç ödemeyi kabul ettiler. Bu haracın kapsamında 100 bin yaprak en büyük boy Kore kağıdını da içeriyordu.
Cengiz Han artık bütün Kuzey Çin'in egemeniydi. Cengiz Karakurum'un ipek çadırını eski Çin'in başkentinin görkemine yeğledi. Cengiz Han, Çin'in maddi değeri çok ağırlıklarını Karakurum'a taşırken Ye-Liyu Çutsay gibi birçok bilgini de yanında getirdi. Onlardan dünya durumunu, ticareti, dilleri, dinleri, ulusları öğrendi. Uygur aydınlarını da bu bilginler aracılığı ile yüksek Çin teknolojisi ile tanıştırdı. Cengiz Han, Çin'i kendi adamları ile yönetme yolunu ömrünün sonuna kadar sürdürdü. Ye Liyu Çutsay'ın Ceniz Han'a verdiği; sen büyük bir imparatorluğu at üstünde ele geçirdin ama at üstünde yönetemezsin öğüdü üzerine ele geçirilen yerlere yerel yöneticiler atadı. Ye Liyu Çutsay, Cengiz Han'a kentleri yerle bir etmek yerine onları geliştirmeyi özedirmesi gerektiğini çünkü bunların zenginlik kaynağı olduğunu anlattı. Cengiz Han, Çin'in tümünün ele geçirilmesinin uzun süreceğini anlayıp, buranın ele geçirilme ve yönetim işlerini 1217'de Mukhulai'a devrederek Mukhulai'ı burada bırakıp kendi yurduna geri döndü. Mukhulai'a “Bütün ulusun Guyang’ı” sanı verilmişti. Reşidüddin bu sanının Farsçadaki Han-ı Buzurg ”Büyük han” olduğu ve onun Çin'deki görevi sırasında Çinliler tarafından kendisine verilen takma ad olduğu ileri sürülmektedir. Mukhulai, Moğol İmparatorluğu'nun kuruluşuna büyük katkıda bulunduğundan kendi adına ferman çıkarmak ve ortasında siyah ay bulunan dokuz ayaklı Beyaz Tuğ ve Büyük Han'ınki ile aynı olan süslü eyer, kemer, davul ve kendine has taht kullanma hakkına da sahip idi. Mukhulai yedi yıl boyunca başarılı savaşlar sonunda Kin krallığını Honan'a hapsetmeyi başarmış Çin topraklarını Cengiz Han adına yönetmiş ve 1223'te burada ölmüştür.
Harezmşah İmparatorluğu'nun İstilası (1219–1221).
Otrar olayı.
Harezmşahlar ile Moğollar'ın ilk kez karşı karşıya gelmesi 1218 yılında gerçekleşmişti. Kara Hıtaylara sığınan Naymanların son hükümdarı Güçlük üzerine karşı Cengiz Han 1218'de Cebe Noyan komutasında 20.000 kişilik bir güç yollamıştı. Cebe Noyan, Güçlük'ü öldürüp, Kara Hıtay devletine son vererek İli, Issık gölü, Talas ve bütün Türkistan'ı Cengiz Han'a bağlayınca Cengiz Han Harezmşahlar ile sınırdaş olmuştu. Kara Hıtay toprakları üzerinde her iki imparator egemenlik oluştururken birçok sınır olayı olmuş ve Cengiz Han'ın oğlu Cuci güçleri ile bizzat Harezmşah Alâeddin Muhammed'in de katıldığı bir çarpışma yaşanmıştı. Bu çarpışma sırasında oğlu Celâleddin, babası Alâeddin Muhammed'i ölümden kurtarmış ancak Harezmşah'ın saldırıda yaptığı zulüm sinirleri oldukça germiş Cengiz Han bu olayın ilk olması nedeniyle büyük bir tepki göstermemiştir. Cengiz Han'ın Çin'i fethettiğine olasılık vermeyenlerin başında Harezmşah hükümdarı Sultan Muhammed geliyordu. Bu nedenle Bahaaddin Razi adlı bir adamını Pekin'e kadar göndermiş ve bizzat Çin'in artık Cengiz Han'ın mülkü olduğunu tespit ettirmişti. Bahaaddin Razi Çin dönüşünde Karakurum'a gelerek Cengiz Han'ı ziyaret etti. Cengiz Han yaptıkları görüşmede ona kurulacak barış sonucunda her iki tarafın kervanlarının serbestçe gidip gelmelerini memnuniyetle karşılayacağını, tüccarların kendi ülkesi içinde tam bir güvenlik içinde bulunacağını söyledi.
Cengiz Han 1218 yılının başlarında Harezmşah tüccarları ile ticaret için tümüyle Müslüman üyelerden oluşan bir heyeti anlaşma koşulları için Harezm'e gönderdi. Sultan Muhammed, Cengiz Han'ın heyetini 1218 yılı baharında kabul etti. Heyet sözcüsü verdiği açıklamada Cengiz Han'ın Harezmşah Alâeddin Muhammed'i “en sevgili oğlu” olarak gördüğünü, onunla dost olmak istediğini, her iki ulusun ticaret yapanlarına kapılarını açık tutmasını istediğini bildirdiler. Harezmşah Alâeddin Muhammed heyetin yüzüne karşı; “Benim ülkemin genişliğini, ordularının büyüklüğünü biliyorsunuz; nasıl olurda Hanınız bana “oğul” diye hitap etmeye cesaret ediyor?” diyerek tehditler savurmuş ancak Mahmut Yalvaç onu sakinleştirerek iki devlet arasında bir ticaret anlaşması yapılmasını sağlayabilmişti.
Cengiz Han'ın Çin ülkesini fethederek çok zengin olduğunu duyan Harezmli tüccarlar satacakları malları Cengiz Han'ın ülkesine götürerek ticari ilişkiler içine girmeye başlamışlardı. Ardından o da oğulları ve komutanlarına bir talimat vererek sermayeyi hazineden oluşturup değerli mallar getirmeleri için seçilen 450 kişilik bir heyeti de Harezmliler ile birlikte o tarafa gönderdi. Müslümanlardan oluşan 450 kişilik bu kafilede toplam 500 deve yükü değerli mallar, ipek dokumalar, samur ve kunduz kürkleri, Çin sanat eserleri bulunuyordu. Cengiz Han'ın heyetinin ilk konaklayacağı yer Sir Derya üzerinde yer alan ve Maveraünnehir'in son noktası olan Otrar idi. Otrar valisi İnalcık, Harezmşah Muhammed'in annesi Terken Hatun'un da yakın akrabası idi. Otrar Valisi İnalcık, Cengiz Han'ın 450 kişilik heyetini tutuklattı. Ardından onları öldürtüp mallarına da el koydu. Cengiz Han bu olayı duyduğunda oldukça fazla hiddetlenmiş ve kendisini sakinleştirmek için Burhan Haldun'a çıkarak inzivaya çekilmiştir. Cengiz Han, İnalcık'ın cezalandırılarak, malların bedelinin ödenmesi için Harezmşahlara elçilik heyeti gönderdi. Ancak Harezmşah Alâeddin Muhammed elçiyle birlikte elçilik heyetini de öldürttü. Otrar olayı hakkında dönemin eserlerinde Müslüman yazarlar bile kabahati İnalcık ve Harezmşah Alâeddin Muhammed'in üzerine yıkmaktadırlar. Nesavi kervancıların öldürülmesini İnalçık'ın kişisel açgözlülüğüne bağlamakladır. Cuzcani bu hareketin üstü kapalı bir biçimde Alâeddin Muhammed tarafından onaylandığını düşünmektedir. İbn al-Alhir bu suçu tümüyle Harezmşah Alâeddin Muhammed'in üzerine atmaktadır.
Harezmşahlar ile savaş.
Otrar'da Cengiz Han'ın elçilik heyetinin öldürülüp mallarına el konulmasından sonra toplanan 1218 kurultayında Moğol elçilerine karşılık olarak Harezm'e saldırma kararı alındı. Seferde başına bir şey gelirse diye tahtın varisini belirlemek için oğullarını topladı, ancak Cuci ve Çağatay'ın Cuci'nin Cengiz Han'ın gerçek oğlu olup olmadığı konusunda birbirlerine girdiler. Cengiz Han, Çağatay'ın önerisiyle, Ögeday'ı tahtın vârisi olarak belirledi. En küçük kardeşi Temuge'yi, ocağı beklesin diye ordugah komutanı olarak Karakurum'da bıraktı. Harezm seferi Cengiz Han'ın yaşantısında bir dönüm noktası olacağı gibi tüm Avrasya hatta insanlık tarihi için bir dönüm noktası olmuştur.
1219 yazında Cengiz Han'ın ordusu Altay dağlarının güney yamacında yığınak yaptı. Zungan kapısını geçerek Yedi Irmak ilinin alt ovasına ulaştılar. Cebe, Subutay ve Tohoçar'ın öncü güçlerinin sayısı 100 binden çok idi. Bu arada egemenliği altındaki boylardan istediği askerler gelirken Tangut Krallığına da elçi yollamış ancak Tangut Kralının kendisi değil de askerî gücün lideri konumundaki Aşa adındaki kişi “Cengiz Han mademki bu kadar cılız, neden Han olmak için bu kadar sıkıntı çekiyor” biçimde aşağılayıcı bir yanıt göndermiştir. Cengiz Han o anda Harezmşahlar üzerine yürümekte olduğu için Tangutları cezalandırabilecek bir durumda değildi ama bu yapılanı unutmadı. Cengiz Han, bu seferinde kullanmak üzere ordusunun donatımını en iyi biçimde tamamlamış, yanında kuşatma malzemeleri, Çin'den getirttiği mühendisler ile askerî taşıma için pek çok deve getirmişti.
Cengiz'in orduları Aral Gölünün güneyinde Ceyhun Irmağı üzerinden Harezm sınırlarına yaklaştığında Harezmşah Muhammed, hazırlıklarına askerî bir danışma kurulu toplayarak başlamış, ordusunu Seyhun Irmağı ile Maveraünnehir'in sağlamlaştırılmış bölgelerine dağıtarak Moğol ordusunu Semerkant'ta karşılamaya karar vermişti. Güçlerini belli başlı kentlere dağıtması sayı üstünlüğüne karşın güçlerinin azalmasına yol açmıştır.
Cengiz Han ilk olarak Eylül 1219'da, elçilerinin ve ticaret kervanlarının katledildiği Otrar'a saldırma kararı aldı. Bu simgesel açıdan son derece önemliydi. Cengiz Han, Otrar önlerine geldiğinde Harezmşah Alaeddin Muhammed'in savaş planını öğrenerek kentlerin arasına girecek biçimde ordusunu düzenleyerek Maveraünnehir'deki kentlerinin birbirlerine yardım etmesini önlemeye karar verdi. Yaptığı plana göre orduyu üçe ayırdı. Oğulları Çağatay ve Ögeday, Otrar önlerinde kalarak kenti alacaklardı. Yanlardan gelebilecek bir karşı saldırıyı önlemek için Cuci, Sir Derya boylarına ilerleyerek Cend'i alacak, Cengiz Han ise Buhara'ya yürüyecekti. Böylece Harezmşah ordusunun birbirleriyle ilişkisi önlenecekti. Cengiz Han, Çağatay ve Ögeday'ı Otrar'da bırakıp Buhara'ya doğru yola çıktı. Yol boyunca konaklar yapılıyor ve posta merkezleri kuruluyordu. Kendi ülkesi Maveraünnehir'de bile Harezmşah Aleaddin Muhammed, 1216'da Sufi Kubravi tarikatından Şeyh Mecideddin Bağdadi'yi idam ettirmesinden dolayı Müslüman din adamlarının düşmanlığını çekmiş durumdaydı. Ailesi Harezmşah Alaeddin Muhammed tarafından öldürülmüş bir genç Cengiz Han'a katılarak Maveraünnehir hakkında bilmediği bilgiler veriyor, yolları ve bölgeleri bilen tüccarlar da Cengiz Han'a eşlik ediyorlardı. Cengiz Han'ın bu sefer sonucunda yaptığı yeniliklerden birisi de harita kullanmak olmuştur. Harita işini de oğlu Cuci'ye vermiştir. Topoğrafya'dan haberdar olmaları da Harezmlilerin elinden önemli bir kozu alıyordu. Buz tutmuş gölü hiçbir engelle karşılaşmadan geçti. Seyhun Irmağı Savunma hattına birliklerini yayan Harezmşah Alaeddin Muhammed karşısında Cengiz Han, kendi ordusunun ağırlık noktasının bilinmeyeceği bir yerleşik saldırı tuzağı kurmuştu.
Cengiz Han'ın yaptığı plan sonucunda üç ordusundan biri kuzeyden, Cebe komutasındaki diğeri doğudan gelirken Cengiz Han'ın kendisinin ve Subutay'ın yönettiği bir üçüncü ordu da Kızılkum Çölü'nü geniş bir daire çizip geçerek görünmez biçimde Buhara'ya ve Harezmşah Alaeddin Muhammed'in güçlerinin arkasına yöneldi. Cengiz Han çölden çıkıp göründüğünde ve Buhara yolunu tuttuğunda batıdan geliyordu. Aymaz avlanma öylesine etkilidir ki Harezmşah Alaeddin Muhammed, geri çekilme hattının kesildiğini ve Horasan'dan beklediği güçlerin gelmediğini görünce paniğe kapılarak Cengiz Han ile karşılaşmadan yanındakilerle birlikte Semerkant'ı terk etti. Cengiz Han Buhara önlerine geldiğinde Buhara eşrafı, egemenleri ve ulema durumu görüştükten sonra kentin anahtarlarını 10 ya da 16 Şubat 1220'de Cengiz Han'a teslim ettiler.
Cengiz Han, Buhara'da iki gün kaldıktan sonra sonra Semerkant'a ilerledi. Otrar'ı ele geçirmiş olan Çağatay ve Ögeday ile Cend'i ele geçirmiş olan Cuci de ona katıldı ve 22 Nisan 1219'da Cengiz'in üç ordusu da Harezmşahların başkenti Semerkant yakınında birleşti.
Otrar'ın ele geçirilmesinden sonra yakalanan İnalcık Cengiz Han'ın huzuruna getirilerek öç işkencesi olarak kulaklarıyla gözlerine eritilmiş gümüş dökülerek infaz edildi. Harezmşah Muhammed daha kalabalık olan ordularının başında savaşmak yerine asker toplamak gibi gerekçelerle sürekli kaçıyordu ve Cengiz Han, Semerkant önlerine geldiğinde Semerkant halkının gözü savaştan korktuğu için kenti teslim etmeye karar verdiler. Kentin kamu görevlisinden, Şeyhülislamından ve din bilgelerinden oluşan bir heyeti Cengiz Han'a yolladılar. İbnül Esir'e göre kent teslim olduğu için katliam olmadı. Cengiz Han'a Semerkant'ta verilen usta zanaatkâr sayısı 30 bin kişi kadardı. Onlara da aynı hoşgörü gösteriliyordu. Bu, Cengiz Han'ın ilim ve sanat adamlarını kendi tarafına çekerek onun ünü adına hizmet etmeleri için uyguladığı bir yöntemdi. Yağmalama ve haraçtan sonra kent halkı evlerine dönebildi.
1220 baharını Semerkand yakınlarında geçirip oradan Nahşeb bahçelerine geçen Cengiz Han Tirmiz' hareket doğru hareket ederek kenti ele geçirdi. Cuci, Çağatay ve Ögeday'ı 1220 yılının sonlarına doğru Harezm'in merkezi Gürgenç'i ele geçirmeleri için görevlendirirken Alâeddin Muhammed'i ne olursa olsun onu canlı yakalamaları için peşinden yetenekli generallerinden Cebe Noyan ve Subutay Noyan'ı gönderdi ve yol boyunca direniş olmadığı sürece savaşılmaması ve kesinlikle yağmaya girişilmemesini emretti. Alâeddin Muhammed kaçışını sürdürürken, Cengiz Han, Harezmşah Muhammed'in annesi Türkan Hatun'a kendisine karşı kötü bir niyeti olmadığını yalnızca oğlu ile görülecek bir hesabı olduğunu belirtmek için bir elçi gönderdi. Ancak Türkan Hatun yanıt vermemeyi yeğledi ve Harezmşah'ın kızları ve oğulları ile İran'ın kuzeyinde Hazar Denizi kıyısındaki Mazenderan'a kaçtı. Subutay, Alâeddin Muhammed'in ailesinin saklandığı Mazenderan'ı kuşattı ve kaleyi teslim olmak zorunda bıraktı. Türkan Hatun Moğolistan'a sürgün edildi. Harezmşah'ın çocukları öldürüldü, kızları ise Moğolların hizmetine girmiş kişilere dağıtıldı.
Subutay ve Cebe, Harezmşah'ın izini Eylül'de Batı İran'da Hemedan'da yitirmişlerdi. Harezmşah Muhammed batıya kaçarak Hazar Denizi üzerinde bir küçük adaya sığınmıştı. Aralık 1220'de bu adada neden olduğu bilinmez biçimde öldü.
Gürgenc kuşatmasına, Cengiz Han'in koruma kıtasının bir birliğini yöneten Bughurçi ile, sağ kanatta binbaşı olan Tolun-çerbi de katılmıştı. Bu zor kuşatma sırasında Cuci son derece cılız bir yönetim göstermişti. Kararsızlığını eleştiren Çağatay ile yaptığı kavgaları Cengiz Han'ı her ikisini birden kardeşleri Ögeday'in emri altına sokmaya zorlamıştı.
Gürgenç kuşatması 1221 ilkbaharına kadar, Reşîdüddîn'e göre 7 ay, İbnül Esir'e göre ise 5 ay sürdü. Bu Moğolların en zor savaşlarından biri oldu. Cüveynî, bu savaşta iki tarafın yitirdiği insan sayısını bana söyledikleri zaman inanamadım onun için de buraya yazmadım demektedir.
Zafer, 1221 yılının Nisan ayında geldi. Karşı koyan kalmayıp herkes teslim olunca, kentte bulunanları dışarıdaki boş alana sürdüler. Bunlar arasında meslek ve sanat sahibi yüz binden çok kimseyi ayırdılar kadınları ve küçük çocukları köle yapıp esir aldılar.
Gürgenç'in 1221'de Moğolların eline geçmesiyle Harezmşahlar Devleti resmen tarihe karışmış oldu.
Harezm'in zaptından sonra Cengiz Han, oğlu Cuci'ye, Harezm ülkesinin bu bölümü de içinde olmak üzere ele geçirdiği Batı Sibirya'yı vererek onu bölgeye yönetici olarak gönderdi. Alâeddin Muhammed'in ölüm haberini aldıktan sonra Ceyhun Irmağı'nı geçerek Horasan'a girdi ve Belh kentini ele geçirdi. Küçük oğlu Tuluy'u ise Horasan'daki kentleri ele geçirmesi için yolladı.
Horasan'da insanlık tarihinde eşine az karşılaşılır biçimde bir katliam gerçekleştirildi. Cüveynî, seferden sonra geriye halkın onda birinin bile kalmadığını söyler.
Nişabur'da Cengiz Han'ın en sevdiği damadı olan Toguçar bir Nişaburlunun attığı ok ile ölmüştü. Bu olayın Şubat 1221'de Tuluy'un kenti ele geçirdikten sonra yaşanan bir başkaldırı sırasında mı yoksa kuşatma sırasında mı olduğu açıklığa kavuşmuş değil. İki olasılıkla da kentteki insanların ölüm fermanının imzalanmasının bu olay sonucu olduğu biliniyor. Cengiz Han'ın kızı, kocasının ölüm haberini aldığı için acılıydı ve Nişabur'daki her insanın öldürülmesini istedi. Tuluy orduyu yönetiyordu ve bu görevi yerine getirdi. Kadınlar, çocuklar, bebekler üstelik köpekler ve kediler bile katledildi. Bazı kent sakinlerinin yaralı olup ölmemesinden endişelenen Cengiz Han'ın kızı söylenenlere göre herkesin kafasının kesilmesini istedi, kesilen kafalarla piramitler oluşturuldu. On gün içinde piramitlerin hepsi tamamlanmıştı. Nişabur'da kaç kişinin öldüğü her zaman tartışma konusu olsa da çok sayıda insanın öldüğü bilinmekte. Bu katliam yaşanırken Cengiz Han'ın kentte olmadığı tahmin ediliyor.
Nişabur'un ardından direnen Merv de ele geçirildikten sonra korkunç bir yıkıma uğradı. Kale yerle bir edilirken Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Sencer'in anıt mezarı yıkıldı. Horasan'ın en varsıl ve gelişmiş kentlerinden Merv yıkıntı durumuna dönüştü. Cüveyni'nin aktardığına göre Merv'de bir milyon üç yüz binden çok insan öldürüldü. Nişabur ve Merv'deki katliamlardan gözü korkan Herat ise teslim oldu. Böylece Tuluy üç ay gibi kısa bir sürede Horasan'ın Merv, Nişabur ve Herat kentlerini ele geçirdi.
Alâeddin Muhammed ölmeden birkaç gün önce oğlu Celaleddin'i veliaht ilan etmişti. Celaleddin bu devleti yeniden toparlamak istedi. Bunun için Moğollarla savaşı sürdürdü.
Celaleddin Harezmşah, Hindikuş'un güneyinde önemli bir ordu kurmuş ve tehdit oluşturmaya başlamıştı. Gazne'de 60 bin askerle yerleşmiş olan Celaleddin, Toharistan'da Valiyan'ı kuşatan Moğol ordusunu yendi.
Sultan Celaleddin'in sayısı az olan ve başka yerden yardım alamayan Moğol ordusunu yendiğini haber alınca Cengiz Han hiç zaman geçirmeden Gazne'ye geldi. Celaleddin'in on beş gün önce oradan Sind geçidini geçerek Hindistan'a gitmek için ayrıldığı haberini alması üzerine Celaleddin'in peşine düştü. Cengiz Han, 26 Kasım 1221'de İndus ırmağı kıyısında ona yetişti ve her taraftan Sultan'ın ordusunu kavis içine aldılar. Yeğin bir çarpışma yaşandı. Celaleddin yenilerek annesini ve karısını ırmağa attırdıktan sonra ırmağı geçip Hindistan'a kaçtı. Cengiz Han, Celaleddin'e karşı zaferinin etkisini güçlendirmek için Hindistan'a girip onu izlemedi. Hindistan çok büyüktü ve hakkında hiçbir bilgiye sahip değildi. Delhi Sultanlığı hatırı sayılır bir güce sahipti. 1223 yazını bugünkü Taşkent'in bulunduğu yerde geçiren Cengiz Han geri dönüş için hazırlıklara başladı.
Subutay ve Cebe 1221'de yakalamakla görevli oldukları Harezmşah Alaeddin Muhammed'in ölümünü öğrendiklerinde artık tek amaçları olan Harezmşah'ı ele geçirmek söz konusu olmadığı için serbest hareket etmeye başladılar. Bu serbestlik onlara insanlık tarihinin bugüne kadar bilinen en büyük süvarilik olağanüstülüğünün birini gerçekleştirmelerine olanak tanımıştı. Kafkasya'ya girerek Gürcüleri kış ortasında başkentleri Tiflis'te yenilgiye uğrattılar. Hazar Denizi ve Karadeniz'in kuzeyinde yaşayan Kıpçaklar, Moğollar ile tek başlarına başa çıkamayacaklarını anlayınca Ruslara çağrıda bulundular.
Cebe ve Subutay, 31 Mayıs 1223'te 80 bin kişilik Rus-Kıpçak ordusunu Kalka Irmağı kıyısında yenilgiye uğrattılar ve oradan Kırım'a doğru uzanarak Sudaka'yı ele geçirdiler. Dönüş yolunda Hazar Denizi kuzeyinde İdil Bulgarları tarafından kuşatıldılar. Subutay ve Cebe birçok tarihi kaynağa göre İdil Bulgarlarını yendi. Bazı tarihçiler, Moğolların yenildiğine ilişkin söylentileri İdil Bulgarlarının Ruslara, Moğolları yendiklerini ve onları topraklarından sürdüklerini söylemek için uydurdukları öykülerin oluşturduğunu iddia etmektedirler. Cebe ve Subutay, 1223'ün sonu ya da 1224'ün başında İrtiş Vadisi'nde, dönüş yolunda olan Cengiz Han'a katıldılar.
Son seferi ve ölümü.
Cengiz Han, Harezmşahlar üzerine sefere gitmeden önce yardım için asker istediği kendisine boyun eğmiş Tangut Krallığı olarak bilinen Batı Şia hanedanının tutumunu unutmamıştı. Karakurum'a döner dönmez bu sorunu çözmek için hazırlıklara başladı. Sefere yanında eşlerinden Yesüy ile birlikte 1225 sonbaharı ya da 1226 ilkbaharında çıktı.
Av sırasında attan düştü. Karın bölgesinde çok önemli ağrıları vardı ve ateşi çok yüksekti. Telaşlanan Yesüy, kazayı ve Cengiz Han'ın rahatsızlığını haber vermek için oğullarını ve komutanlarını topladı. Seferin ertelenmesi önerisi kabul edildi. Tam toplanıp gidilecekken Cengiz Han; "Eğer geri çekilirsek Tangutlar korktuğumuzu düşünür." diyerek karşı çıktı. Sorunu diplomasi yoluyla çözmek için Tangut kralına bir elçi gönderildi. Kral barıştan yanaydı ancak bakanı Aşagambu onu vazgeçirdi ve "Moğollar savaşmak istiyorlarsa gelsinler boy ölçüşelim, altın, gümüş ve ipek istiyorlarsa almak için ilerlesinler" diye yanıt gönderdi. Yüksek ateşten bitkin bir durumda olan Cengiz Han, "Ölmem gerekse bile artık geri çekilemeyiz" dedi ve Moğollar saldırıya geçti. Cengiz Han, Lipuan Dağları'nda gizli bir vadiye götürülerek ve şifalı bitkiler ile sağaltılmaya çalışıldı. Öbür taraftan Moğol ordusu bölgeyi öyle kötü yıkıp yağmalamıştı ki Tangut Kralı barış istemek zorunda kalmıştı ama Cengiz Han'ın huzuruna çıkarılmadı. Yalnızca otağının önüne gitmesine izin verildi. Gerçeği saklamak çok da olanaklı olamamıştır ancak bu haberin dışarı sızmaması gerekiyordu. Cengiz Han: “"Ölümümü kimsenin öğrenmesine izin vermeyin. Hiçbir zaman ağlamayın ve yas tutmayın, böylece düşmanlarımızın hiçbir şeyden haberi olmaz. Tangutlu yöneticiler ve halk belirlenen zamanda kenti terk ettiklerinde hepsini yok edin!”" demiştir. Sonrasında Tangut kralı öldürülmüş, Yinçuan kenti yağmalanmış, hükümdar mezarları açılmış ve halkı tümüyle ortadan kaldırılmıştı. Bu yüzdendir ki kaynaklarda bundan sonra Tangutlar hakkında bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Böylece Cengiz Han'ın emri yerine getirilmişti.
Cengiz Han 1227 yılının Ağustos ayının ortalarında ölmüştür. Neden öldüğü tam olarak bilinmemektedir. Ölüm nedeni ile ilgili çeşitli söylentiler vardır. Cengiz Han'ın ölüsüne ne olduğu ve nerede bulunduğu konusu günümüzde bile hala sırrını korumaktadır. Moğolların Gizli Tarihi'nde bu konu ile ilgili hiçbir kayıt yoktur. Ülkesinden yaklaşık 1600 km uzakta ölen Cengiz Han'ın ölüsünün ülkesine nasıl götürüldüğü konusunda soru işaretleri vardır. Moğollar mumyalama tekniklerini bilmedikleri için bazı yazarlar Cengiz Han'ın öldüğü yere gömüldüğünü iddia etmektedirler. Bazıları doğduğu yerde gizli bir yere gömüldüğünü, cenaze konvoyunda görev alan herkesin öldürüldüklerini ve mezarının gizli tutulması için birçok atın mezarın üstüne gezdirilerek mezarın belirginliğinin giderildiğini kaydederler. Çünkü bir Orta Asya inancına göre, Cengiz Han'ın mezarının bulunduğu gün, Dünya'nın sonu gelecekti. Bazıları ise naaşın Karakurum'a getirilerek Onon ve Kerulen nehirlerinin kaynakları dolayında bulunan kutsal Burhan Haldun Dağı'nda gizli bir yere gömüldüğünü söylemektedirler. Cengiz Han'ın mezarı bütün arkeolojik arama ve çalışmalara karşın hâlâ bulunamamıştır.
Kişiliği ve karakteri.
Cengiz Han'ın fiziksel görünümü hakkında 1221'de kendisine yollanan Song elçisi, Çinli general Meng-hung ve onu Horasan'da görmüş olan insanlardan bilgi alan İranlı tarihçi Cüzcani'nin anlattıkları dışında hiçbir bilgi yoktur. Meng-hung, onun uzun boyu, geniş yüzü ve uzun sakalıyla diğer Moğollardan farklı olduğunu söylerken Cüzcani, hanı yapılı, beyaz saçlı ve kedi gözleri olan biri olarak tasvir eder. Cengiz Han'ın, düşmanlarına ve kendisine ihanet edenlere karşı acımasız ve sert bir tavır sergilerken kendisine sadakat gösterenleri de o derecede mükafatlandırdığı görülmektedir. Küçük yaştan itibaren zorluklar ve yok olma tehlikesi içinde yaşamış bu nedenle kendine yardım eden herkesi kardeşi ve babası gibi görmüş ve davranmıştır. Hükümdar olduğu zaman gençlik yıllarında verdiği mücadele esnasında yanında olan herkesi mükafatlandırmıştı. Tayciutlara esir düştüğü zaman kaçarken onu evinde saklayan Sorhan Şira ve çocukları, çalınan atlarını bulmak için at hırsızlarının peşindeyken tanıştığı ve çok iyi dost olduğu Bughurçi, Camuka ile savaşı esnasında yaralandığı zaman onun yarasını iyileştiren ve karnını doyuran Celme ile yine Camuka ile savaşında atını öldüren oku atmasına rağmen gelip bağlılığını bildiren Cebe, her birini en yüksek mevkide rütbelerle mükafatlandırmıştır.
En karakteristik vasıflarından biri de hainlere karşı duyduğu nefretti. Kötü duruma düşen efendilerine ihanet ederek kendisine yaranacaklarını sananları derhal idam ettirir, düşmanı olan hükümdarlara sonuna kadar sadık kalanları da hizmetine alarak mükafatlandırmıştır. Mükafatlandırılacaklarını umarak Kerayitlerin lideri Tuğrul'un oğlu Sangum'u yerini söyleyen onun seyisi ile Camuka'yı yakalayıp Cengiz Han'a teslim eden beş arkadaşının da akıbeti felaket olmuş, öz hanlarına ihanet edenleri bütün nesilleri ile yok edin emrini vererek onları infaz ettirmiştir.
Pekin'in fethinden sonra ele geçirilen esirler arasında yer alan Jin Hanedanına hizmet etmiş Liyaso Tunglu bir prens te vardı. Ye Liyu Çutsay adındaki alim Cengiz Han'ın dikkatini çekmiş; asırlarca size düşman kesilmiş bir hanedana niçin hizmet ediyordun diye sorunca Ye Liyu Çutsay'ın, babam ve ailemden birçok kimse onların hizmetinde bulundu benim de başka türlü yapmam münasip olmazdı şeklinde cevap vermesi Cengiz Han'ın hoşuna gitmiş, demek ki bana da sadıkane hizmet edebilirsin demişti. Ye Liyu Çutsay, Cengiz Han'a sadakat yemini etti ve ölene kadar onu yanından ayırmadı.
Cengiz Han, insanları seçme ve onların yeteneklerini ortaya çıkarma konusunda da oldukça başarılıydı. Mukhuali, Cebe, Subutay her biri ayrı ayrı onunkilerle eşdeğer askerî zaferler kazansalar da hiçbir zaman bundan kişisel bir çıkar sağlamayı düşünmediler. Onları kendinden kopmayacak şekilde bağlamayı başardı ve hiçbir zaman ihanete uğramadı.
1206'dan sonra ölene kadar 21 yıl boyunca kimse onun hükümdarlığını sorgulamadı. Düşmanı olmayanlara karşı da oldukça lütufkârdı. Güney Çin'deki Song hanedanının elçisi Meng-hung yanından ayrılırken, her önemli şehirde birkaç gün durun, ona en güzel şaraplar, en güzel kokulu çaylar ikram edilsin, şerefine güzel yüzlü kadınlar çalgılarını tıngırdatırken yakışıklı gençler fülüt çalsın emrini vermişti. Her tür eğlenceyi çok severdi.
Büyük tutkusu avın yanı sıra ayak topundan da çok keyif alırdı. Song elçisi Meng-hung'un aktardığına göre bir gün haber yollayarak; bu gün top oynadık niçin gelmedin dedi. Elçi davet edilmedim dedikten sonra her şölende oyun ya da top oynandığında gelip bizimle eğlenmeni bekliyorum demişti.
Meng-hung, o gün şölene katılan sekiz kadınının göz kamaştıran beyaz yüzleri var ve çok güzeller diyerek onun zevkini över.
İçki içmekle birlikte ayda yalnızca üç kere sarhoş olunmasını öneriyordu.
Lüks giysilere ve gösterişe meraklı değildi.
Her türlü görkemli ünvanı reddetti. Uygurların verdiği şatafatlı ünvanları kullanmak istemedi. İranlı bir katibin onu tanıtmak için kullandığı süslü ifadeleri gülünç ve çirkin buldu.
Cüveynî ve Makrizî, onun eğitimli kişiler ve her dinden din adamlarına saygı duyduğunu, aralarında bir ayrım yapılmasını yasakladığını anlatmaktadırlar.
XIII. yüzyılın keşiş seyyahlarından Plano Carpini, Moğolların yaşadığı yerlere giderek Cengiz Han hakkında edindiği bilgileri raporlaştırmıştı. Cengiz'in savaş esnasındaki kararlılığı hakkında bilgiler sunan Carpini, Cengiz'in Kıtaylarla mücadelesinde ordusunun tüm yiyecekleri bitmesine rağmen saldırılarını sürdürdüğünü ifade eder. Öyle ki Carpini'nin aktardığına göre askerlerinin yiyecek bir şeyleri kalmaması üzerine Cengiz Han her 10 kişiden birinin kesilip diğer askerlere yiyecek olarak verilmesini dahi emretmişti.
Dinler ile ilişkisi.
Cengiz Han, Çinli Tao rahibi Çang Çuen'in ününü duyunca onunla görüşmek için kendisini davet etmiştir. Çang Çuen, Cengiz Han Harezmşahlara karşı seferde iken 1222 yılında huzuruna getirilmiştir. Cengiz Han; bana uzaklardan, ölümsüzlük için ne getirdin diye sormuş rahip de yaşamı uzatmanın çaresi var, ama ölmemek için ilaç yok diyerek yanıt vermiştir.
21 Ekim 1222'de Semerkant yakınlarında Cengiz Han'ın Çang Çuen'un öğretilerini dinleyeceği özel bir çadır kurulur. Bu, Babür İmparatoru Ekber döneminde görülecek olan konuşmaların yapıldığı göçebe felsefe evlerinin prototipidir. Çang Çuen Cengiz Han'a Taoizmi anlatır ve ona şehvetini köreltmeyi, zevki okşayan tatları reddetmeyi, taze ve hafif yiyecekler yemeyi, nefsin isteklerinden uzak durmayı öğütler. Bütün bir ay boyunca yalnızca uyumaya çalışmasını, ruhsal zenginlikleri ve enerjisi karşısındaki artışa şaşıracağını söyler. Cengiz Han ise bu öğütlerin yararlı olduğunu anlar, ancak Moğolları eski alışkanlıklarından vazgeçirmenin kolay olmayacağını söyler. Nitekim 10 Mart 1223'te Taşkent bölgesinde bir sürek avı sırasında attan düşerek yaralanır. Çang Çuen bu durumdan ona ilerlemiş yaşında avın oluşturduğu tehlikeleri göstermek için yararlanır. Ancak Cengiz Han ona öğütlerini takdir ettiğini ama avlanmanın asla vazgeçemeyeceği bir zevk olduğunu söyledi. Bu görüşmelerden en kârlı çıkan ise Taoistler olur. Cengiz Han, Çang Çuen adına, Taoizm üstadını vergiden ayrı tutma amacı taşıyan mühürlenmiş bir yarlık hazırlamıştı.
Cengiz Han yönetimde kaldığı süre içerisinde bu duruma dikkat etmiş, yönetiminde değişik dinlere ilişkin insanları önemli görevlere getirmekten kaçınmamıştır. Ona göre değişik dini grupları bir arada tutmanın ve itaatlerini sağlamanın en önemli yöntemi buydu.
Tarihe bıraktıkları.
Cengiz Han'ın imgesi askerî harekâtları sırasında sorumlu tutulduğu kıyımlar ve kültürel hazinelerin yerle bir edilişi gibi nedenlerden dolayı özellikle İslam dünyasında iyi değildir. Dönemin İran ve Arap kaynakları cani ve kana susamış bir adam portresi çizer. Kimi kaynaklara göre Cengiz Han'ın fetihlerinin yaklaşık olarak 40 milyon insanın ölümüne neden olduğu tahmin edilmektedir. Bu, o zamanki dünya nüfusunun %11'ine denk gelmekteydi. Nişaburlu bir askerin damadı Toquchar'ı öldürmesinden sonra; Cengiz Han Harezmşah İmparatorluğu'na saldırmış, yengi kazandığı bu savaş sonrası ise İran nüfusunun dörtte üçünü öldürmüş olduğu tahmin edilmektedir. Sadece damadının öldürüldüğü Nişabur'da, intikam almak için 1 milyondan fazla insan öldürdüğü düşünülmektedir.
Ancak onun büyük bir asker olarak ün kazanmasının temelinde o güne kadar birbirleri ile savaşmaktan başka bir şey yapmayan Moğol boylarını bir araya getirip 10'luk-100'lük-1000'lik gruplara ayırarak, liyakate bağlı bir ordu oluşturmuş olması, bununla birlikte askerlerini böyle gruplara ayırarak, askerlerin savaş alanında ilişkili oldukları kabilelere değil de savaş gruplarına karşı bağlılık duygusu benimsemelerini sağlamasında yatmakta idi.
Bu düşünceyle askerleri içerisindeki en seçkin 10.000 askerî seçerek, kendisine bağlılığı ön planda tutan "keshig" adındaki özel koruma ve kollama birliğini kurdu.
Tüm askerî seferleri, sağlam bir hazırlıktan sonra yöneten Cengiz Han'ın büyük bir asker olarak ün kazanmasının bir diğer önemli nedeni kurduğu posta örgütü ve casus ağı ile haber alma sanatına verdiği büyük değerdi. Casuslar, bilgi toplamakla, söylentiler yaymakla ve araziyi tanımakla görevlendirilirken bilgeler geçtikleri ırmakların ne zaman donacağını, balık veren gölleri ve çeşitli maden ocaklarının durumlarını kaydedip fethedilen yerler için haberleşme ağını oluşturmak için posta merkezleri kuruyorlardı.
Cengiz Han, koyduğu kuralları Yasa adını verdiği yasalarla metinleştirdi ve o öldükten sonra bile Japon denizinden Polonya içlerine ve Macar ovalarına kadar Çin, İran, Rusya içinde olmak üzere birçok ülke Cengiz Han Yasası adı verilen bu kurallara göre yönetildi.
Cengiz Han'ın Asya'yı birleştirmesiyle sınırlar ve gümrükler kalkmış, Asya'daki ekonomik yapı değişmiştir. Halklar arası ticaret artmıştır. Hem Asya hem de Avrupa'daki sınırları sayesinde iki kıta arasında bilgi ve deneyim akışını, kısa bir süre de olsa, sağlamıştır.
İpek Yolu'nun işlek ve güvenli bir duruma gelmesiyle doğu ile batı arasındaki ticaretin gelişmesindeki rolü ve ipek, ipekli kumaş, barut ve matbaa gibi Uygurlar ve Çinliler tarafından kullanılan pek çok öğenin Batıya taşınmasındaki etkisi Cengiz Han'ın başlattığı bu ilerleyiş ile ilgili olarak günümüzde, günümüz terminolojisinde globalleşme ya da küreselleşme adı verilen kavramın babası olarak Cengiz Han'ın kabul edilmesi gerektiği biçiminde görüşler ileri sürülmüştür. Bu nedenle Aralık 1995'te ABD'de, Washington Post gazetesi Cengiz Han'ı son bin yılın en önemli adamı olarak ilan etti. Cengiz Han aynı zamanda Michael H. Heart tarafından belirlenen 'tarihin en çok etki bırakan liderleri' arasında 29'uncu sırada yer alırken National Geographic tarafından tarihin en önemli 50 politika liderlerinden biri olarak seçilmiş, 1998'de Dr G. Ab Arwel'ın araştırması sonucunda bin yılın en büyük 10 kültürel efsanesinden biri olarak belirlenmiştir.
Cengiz Han Sovyetler Birliği tarafından desteklenen komünist yönetim dönemince ulusal duyguları ön plana çıkarmamak için geri plana itilmişti. Sovyet baskısı altındayken Moğollar Cengiz Han'ın adını yüksek sesle bile söyleyemiyorlardı.
Cengiz Han, Moğolistan komünist rejimden çıkınca bağımsız devletin bir simgesi hâline gelmiştir. Günümüzde Cengiz Han doğduğu topraklar olan Moğolistan'da, Moğolistan'ın gelmiş geçmiş en büyük ve efsanevi lideri olarak görülmektedir. Moğolistan'ın politik ve etnik kimliğinin var olmasında büyük önem taşır. Moğollar bu nedenle Moğolistan'a "Cengiz Han'ın Moğolistan'ı" kendilerine de "Cengiz Han'ın çocukları" demektedirler. Moğollar bu adı birçok ürüne, sokağa, binaya ve diğer yerlere de vermişlerdir. Ayrıca Cengiz Han'ın resmi para birimleri Tugrik'in ₮500, ₮1000, ₮5000 ve ₮10,000'in üzerinde bulunmaktadır.
Başkent Ulaanbaatar'daki hava alanının adı Cengiz Han Uluslararası Havalimanı'dır. Halk Cengiz Han'a büyük saygı duymaktadır.
2006 yılında, başkentte Cengiz Han'ın ve oğullarının heykelleri konmuştur.
Devlet resmi törenlerde Cengiz Han'ın askerleri ve süvarileri yer almaktadır.
2008 yılında Ulanbatur'a bir saat uzaklıkta Tsonjin Boldog bölgesinde çöl ortasında inşa edilen dev Cengiz Han heykeli 40 metre boyu ile dünyanın en büyük heykellerinden biri konumundadır. Heykelin içinden geçen bir asansörle atının kafasına ulaşan ziyaretçiler, buradan uçsuz bucaksız Moğol bozkırını izleyebilmektedirler.
Çin'de ise Cengiz Han Çinliler tarafından Çinli bir ulus kahramanı olarak ve Çin'in Moğollar tarafından fethinden sonra Çin'de torunu Kubilay Han tarafından kurulan ve 1271-1368 arasında yaklaşık 100 yıl Çin'i yöneten Kubilay Hanlığı olarak bilinen Yuan Hanedanının kurucusu olarak görülmektedir. Yuan Hanedanı, Çin hanedanları listesinde saygın bir yer edinmiştir. Cengiz Han yaşamında iken Çin'in kuzeyini ve Pekin'i fethetmişti ancak buraya yerleşmemişti. Torunu Kubilay Han Çin'in tümünü fethedip başkentini Karakurum'dan Pekin'e taşımıştır. Günümüzde bağımsız Moğolistan'ın yanı sıra Çin'de İç Moğolistan Özerk Bölgesi bulunmaktadır ve burada 5 milyon Moğol yaşamaktadır. 1962 yılında Cengiz Han anısına çıkarılan pullar ve bir bilim akademisi tarafından düzenlenen bir sempozyum ile Cengiz Han'ın 800. Doğum yıl dönümü Çin Halk Cumhuriyeti İç Moğolistan Özerk Bölgesinde kutlandı. Cengiz'in 10 metrelik bir heykelinin yapımının ardından Onon ırmağının Balj ile birleştiği Dadal dolayı resmi olarak Cengiz Han'ın doğduğu yer olarak belirlendi.
Günümüzde Cengiz Han yalnızca Moğolistan ve Çin'in sahiplendiği bir tarihi miras değil tüm Avrasya güzergahındaki birçok ulus için ortak değer konumundadır.
Cengiz Han, İmparatorluğunu Orta Asya'da yaşayan halkların desteği ile kurdu. Onlardan destek alarak olağanüstü bir imparatorluk inşa etti. Cengiz Han ve onun ardıllarının olmadığı bir modern devir Orta Asya Türk halklarının tarihi yazmak olanaklı değildir. Bu nedenle Cengiz Han Moğollar için olduğu kadar Uygurlar, Tatarlar, Nogaylar, Özbekler ve Kazaklar için de ortak değerdir.
Cengiz Han Uygur yazısını kullandı ve onun ardılları döneminde bile Uygurca diplomatik yazışmalarda kullanılan bir dil olarak bürokraside yerini korudu. Devletin oluşmasında Uygur devlet adamlarını yazmanlarını, sanat ve bilim adamlarını danışmanı olarak kullandı, onlardan yaşamın her alanında yararlandı.
Maveraünnehir'i kapsayan Batı Türkistan'ın yanı sıra Uygurların yaşadığı Kaşgar ve çevresindeki toprakları kapsayan Doğu Türkistan da Cengiz Han ölmeden yaptığı bölüştürmeler sonucu sonra oğlu Çağatay'a verilmişti. Çağataylılar 18. Yüzyılın sonuna kadar Doğu Türkistan'daki varlıklarını sürdürdüler. Uygurların Cengiz İmparatorluğunun kuruluşundaki rolleri ve Uygurların yaşadığı Doğu Türkistan'ın yaklaşık 500 yıl Cengiz Han kuşağından gelen hanlar tarafından yönetilmesi nedeni ile Uygurlar Cengiz Han'ı tarihlerinin bir parçası olarak görmüşlerdir. Bu nedenle 1933 yılında Muhammed Ali Tevpik tarafından Uygurca olarak kaleme alınan ve 1949'da Çin tarafından ilhak edilene kadar Uygurların millî marşı olarak kullanılan Doğu Türkistan Cumhuriyeti ulusal marşında "Attila, Cengiz, Timur dünyani titretken idi, kan birip nam alimiz biz unlarn evladi biz" dizeleri Uygurların Cengiz'i tarihlerinin en büyük kişiliklerinden biri olarak gördüklerini göstermektedir.
Cengiz Han'ın en büyük oğlu Cuci'nin soyundan gelenler tarafından yönetilen Altın Orda'nın ise Özbek, Kazak, Nogay, Kırım ve Kazan Tatar halklarının oluşmasındaki rolleri Orta Asya tarihi için çok önemli sonuçlardır. Cengiz Han'ın büyük oğlu Cuci'nin oğlu Batu Han'ın kurduğu Altın Ordu Hanlığının parçalanması ile ortaya çıkan Tatar Hanlıklarından Kırım Hanlığı, Kazan Hanlığı, Astrahan Hanlığı ve Kasım Hanlığı, Cengiz Han soyundan gelen hanlar tarafından yönetilmiştir.
Ruslar, Tatar Hanlıklarından Kazan Hanlığına 1552'de, Astrahan Hanlığına 1556'da, Kasım Hanlığı ise 1681'de ve son verirken içlerinde en uzun ömürlüsü olan Kırım Hanlığının kurucusu Hacı Giray, Cuci'nin küçük oğlu Tokay Timur soyundan gelmekteydi. Tokay Timur aynı zamanda Altın Orda'nın kurucusu Cuci'nin büyük oğlu Batu Han'ın da kardeşi idi. Kırım Hanlığı, Kırım’ın Ruslar tarafından ilhak edildiği 1783 yılına kadar Cengiz Han soyundan gelen Giraylar tarafından yönetilmiştir. Âl-i Cengiz olarak da anılan Girayların yönettiği Kırım Hanlığı 18. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti'nin herhangi bir etkisi değerlendirmeye alınmadığında bile Avrupa'nın en önemli güçlerinden biriydi. 18. yüzyıla kadar Rusya ve Polonya'nın hanlığa vergi ödemesi bunun en güçlü örneğidir.
Cengiz Han kuşağı modern Özbek halkının oluşumunda oynadığı rol nedeniyle bu halkın tarihinin en önemli kesitini oluşturmaktadır. Günümüzde Orta Asya'nın en kalabalık halkı olan Özbeklerin adı Altın Orda Hanı Özbek Han'dan gelmektedir. Özbek Han, Cengiz Han'ın büyük oğlu Cuci'nin soyundan Toğrılca'nın oğludur. Bozkırda genellikle tanınmış bir yöneticinin ya da kumandanın başında bulunduğu grubun zamanla onun adını taşıması geleneği uyarınca Cuci'nin ardıllarından Özbek Han’ı liderleri olarak kabul eden Cuci ulusu onun adını kendilerini tanımlamak üzere kullanmaya başlamış, böylece Özbekler denen topluluk ortaya çıkmış Özbek Ulusu deyişi bütün Altın-Orda’yı kapsar duruma gelmiştir.
Altın Orda’nın parçalanması ile Özbek ulusunun bağımsız bir duruma gelişi, 1428’de Cuci'nin 5. oğlu ve Batu'nun kardeşi olan Şeybân'ın (Şiban) sülalesinden Ebü'l-Hayr Han’ın, Batı Sibirya’da Tura ırmağının kıyısında Özbek ulusunun hanı olarak ilân edilmesiyle gerçekleşmiştir. Bu hanlık tarihe Şeybânî Hanlığı ya da Özbek Hanlığı olarak geçmiştir. Şeybânî Hanlığı 1561'de yönetim merkezini Buhara'ya taşıdığı için, Buhara Hanlığı olarak anılmaya başlamıştır. Buhara Hanlığı, 1753 yılına kadar Cengiz Han soyundan gelen hanlar tarafından yönetilirken Buhara Hanlığını işgal eden Cengiz Han soyundan olmayan Mangitler 1753'te Emirliğini ilan etmişti. Dönemin Orta Asya'nın töresine göre Cengiz Han soyundan gelmeyenler Han olamadığı için Mangit hanedanı 1920’de Buhara Cumhuriyeti kurulana dek tıpkı Timur gibi Emir ünvanını kullanmıştı.
Sadece Cengiz Han soyundan gelenlerin "Han" sanını kullanabildiği bir dünyada Cengiz Han'ın oğlu Çağatay'ın kurduğu Çağatay Hanlığı topraklarında Semerkand'da askeri bir lider olarak ortaya çıkan Timur (1370-1405) gibi bir askeri deha bile Cengiz Han soyundan olmadığı için “Han” sanını yerine “Emir” ünvanını kullanmıştır ve yaşamı boyunca “Han” olarak Cengiz Han soyundan birini yanında taşımıştır. Cengiz Han soyundan biri ile evlenerek han damadı anlamına gelen “küregen” sanını kullanmıştır. Tarihte Buhara ve Hokand Hanlığı ile birlikte "Üç Özbek Hanlıkları" olarak anılan hanlıklardan biri olan Hive Hanlığı da 20. yüzyıla kadar belli aralıklarla yine Şeybânîlerin değişik bir kolu olarak adı anılan, Cengiz Han soyundan gelen Yadigâroğulları tarafından yönetilmiştir.
Altın Orda'nın parçalanmasından sonra Cetisu Irmağı kıyılarında 1465 yılında kurulan ve günümüzde Kazakların kökenini oluşturan Kazak Hanlığı da Cengiz Han'ın oğullarından Cuci'nin ulusuna bağlı Toka Temür kuşağından Canibeg ve Kerey tarafından kurulmuştur. Günümüzde Kazakistan Cengiz soyunun hâlâ değerli olduğu ülkelerden biridir. Kazak biliminsanları yaptıkları genetik araştırmalar sonucunda Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in de soy olarak Cengiz Han’ın torunu olduğunu iddia etmişlerdir.
Rusya da Cengiz Han İmparatorluğunun en çok etkilediği ülkeler arasında yer alır. Moğollar Cengiz Han yaşamda iken 1223'te ilk olarak Ruslar'ı yenilgiye uğratmış, 1235-1242 arası Batu Han'ın, Moskova ve Kiev’i fethetmesiyle Rusların "Tatar Boyunduruğu" dediği yaklaşık 300 yıl sürecek dönem başlamıştır. Sovyet yönetiminin Rusya’da 80 yıl sürdüğü düşünülürse bu olağanüstü bir süredir. Günümüzdeki Rus devleti 1480 yılında kurulan Moskova Knezliği üzerine oluşturulmuştur.
1317 yılında Moskova Knezi Yuri Daniloviç, Cengiz Han soyundan gelen Altın Ordu hanı Özbek Han’ın kız kardeşiyle evlendi. Bu nedenle Moskova Rus Knezleri Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci kuşağı ile akrabalık oluşturulmuş oldu. Özbek Han, Moskova Knezi Yuri Daniloviç’i "büyük knez" ilan ederek Rusya’nın temelini oluşturacak olan Moskova Knezliğinin ön plana çıkmasını sağladı. Altı Ordu’nun parçalanmasından sonra ortaya çıkan Tatar Hanlıklarından biri olan Kasım Hanlığı hükümdarlarından Sayın Bulat Han 1573’te Hıristiyanlığı kabul etmiş ve Semön Bekbulatoviç adını almıştı.
Yaptığı çeşitli seferlerle Moskova Knezliği'ni genişletip bu durumdan yararlanarak kendini "Tüm Rusya'nın Çarı" ilan eden Rus Çarlığının kurucusu Korkuç İvan, İsveç ile yaptığı Livon savaşlarında zor duruma düşünce ülke içindeki boyar ve yerel knezlerin muhalefetini ancak Rus tahtına Cengiz Han soyundan biri geçtiği takdirde bastırabileceğini düşünüyordu. Korkunç Ivan, bu amacına ulaşmak için de 1574 yılında Simeon Bekbulatoviç ’den daha uygun aday bulamazdı.
Simeon, Cengiz Han’ın torunu Orda’nın soyundan geliyordu ve Altın Orda’nın son hanı Ahmet’in en büyük torunuydu. Böylece, Rus Çarı Korkunç Ivan hem Cengiz Han soyundan gelen hem de aynı zamanda Han olan Simeon ’u Rus tahtına çıkartarak, Rusya’nın merkezileşme ve çarın otoritesini artırmaya yönelik politikasını temellendirmek amacıyla onu tüm Rusya'nın Grandükü olarak atamış kendisini yalnızca "Moskova'nın Ivan'ı" olarak adlandırmıştı.
Simeon, Livonya Savaşı'nda Moskova ordusunun baş alayında (Bolşoi Polk) komutan olarak yer almıştır. Simeon, Moskova Kremlini'ndeki bir yıllık hükümdarlık süresinde, III. İvan'ın büyük büyük torunu Anastasya Mstislavskaya ile evlenmiştir. Simeon 1576'da da kıdemi düşürülerek "Tüm Rusya'nın Grandükü" iken "Tver' ve Torjok Kentlerinin Grandükü" oldu.1585 yılında, Çar Feyodor Ivanoviç onun "Tver' ve Torjok Kentlerinin Grandükü" sanını kaldırarak onu Kuşalov'daki kendi mülkünde hapse attırdı.
1616 yılında Moskova'da bir manastırda öldü. Ruslar da tıpkı Avrupalılar, Araplar ve İranlılar gibi Moğollara Tatar demekte idi. Moğol İmparatorluğu ve onun ardılı olan hanlıklar çöktükten ya da Rusya tarafından ilhak edildikten sonra onların yapısındaki halklara da Tatar demeyi sürdürdüler. Günümüzde Kırım Tatarları, Tataristan'daki Kazan Tatarları ve Başkurdistan'daki Tatarlar Rusya Federasyonu içerisindeki kendi özerk cumhuriyetleri içerisinde yaşamakta olup 10 milyonluk nüfusları ile Rusya Federasyonu içerisinde Ruslardan sonra en kalabalık ikinci etnik gruptur.
İskender'den sonra İran'ın ikinci büyük fatihi olarak kabul edilen Cengiz Han döneminden başlayan İran'daki Moğol egemenliği, onun torunu Hülagü Han tarafından kurulan başkenti Tebriz kenti olan İlhanlılar dönemi boyunca yaklaşık 110 yıl sürmüştür. Altın Ordu ve Çağatay Hanlığının aksine İlhanlıların çöküşünden sonra kapsadığı topraklarda Cengiz Han soyundan başka oluşumlar oluşmadı. Siyasal ve askerî yaşantısına Cengiz Han soyundan İlhanlılara bağlı bir beylik olarak başlayan Osmanlı Devleti döneminde Cengiz Han soyuna karşı herhangi bir olumsuz yaklaşım görülmemiştir. Üstelik Osmanlı padişahlarından II. Murad zamanında, yayınlanan bir tarihî takvimde Cengiz Han, Ögedey, Güyük, Mengü, Hülagü, Abaka, Keyhatu gibi Müslüman olmayan Cengiz Han soyundan kağanlar rahmetle anılmıştır.
Osmanlıların Cengiz Han soyundan gelenlerle yakın ilişkisi Kırım Hanlığını yöneten Âl-i Cengiz olarak anılan Giray Hanedanı ile olan müttefikliği sayesinde gelişmiştir. Kırım Hanlığı, Osmanlılar için daha çok müttefik devlet statüsündeydi. Kırım Hanları, kendi adlarına para bastırıyor ve kendi adlarına hutbe okutuyorlardı. Osmanlılar da Ukrayna bozkırlarının yalnızca Kırım yönetimine ilişkin olduğunu kabul ediyordu. Osmanlılar Kırım Hanlığı'ndan vergi almıyor, üstelik seferlerde başarılı olurlarsa onlara vergi bile ödüyorlardı.
Kırım hanlarının Osmanlı Veziriazam'ının ordudaki mevkiine karşın Kırım Hanlarının resmi toplantılardaki dereceleri veziriazamdan yukarı idi. Kırım Hanları padişah tarafından kabullerinde bir minder üzerinde otururlar oysaki veziriazam 17.yüzyıl ortalarından itibaren padişah huzurunda ayakta dururdu. Yine Kırım Hanı ata biner ya da attan inerken padişahlara özgü binek taşı üzerine basar veziriazamlar ise iskemle üzerine basardı. Kanuni Sultan Süleyman döneminde 1532 yılından sonra Kırım'ın hükümdar ailesi Giray Hanedanından bir ya da birkaç kişi İstanbul'da ve hemen yakınındaki mülkleri olan, avcılığıyla ünlü Çatalca'da yaşardı.
Osmanlı Devleti'nin 14. Padişahı Sultan I. Ahmet zamanında, Osmanlı Devleti'nin Altın Orda'nın varisleri Kırım Hanları ile yaptıkları antlaşmada Hanedan-ı Ali Osman'da erkek kalmazsa Kırım Hanları otomatikman Osmanlı Devleti'nin başına geçecekti. Cengiz Han soyundan gelen Kırım Hanları, Osmanlı İmparatorluğu’nun meşru varisi sayılmıştır. Yani Osmanlı soyundan bir erkek dünyaya gelmeseydi ya da öldürülüp de hanedanda kimse kalmasaydı, “Devlet-i Ali Osmaniye’yi” Kırım Hanların'dan, yani Cengiz Han soyundan gelen biri yönetecekti.
Osmanlının Cengiz Han'ın vârisleriyle ile ilişkisi bu kadar derindi. On sekizinci yüzyıl sonlarında Kırım Hanlığı'nın Ruslar tarafından yıkılmasından sonra II. Kaplan Giray Çatalca'ya gelerek Subaşı Köyü'ne yerleşti. Köyde Han'ın ve soyunun yaptırdıkları Han Camii, Selim Giray Sultan Çeşmesi ve mezar taşları vardır. Kırım Hanları'ndan Selim Giray Han da Kırımdan Çatalca'ya gelip yerleşenlerdendir. 19. yüzyılda Sultan II. Mahmud döneminde, Kırım Hanlığının yıkılışından 60 yıl sonra Osmanlının Kırım Hanlık sülalesi ile ilgili olarak "Selatin-i Cengiziyeden" hangileri yaşamda ve hangilerinin ölmüş olduğu saptanıp soyu sopu Cengiz Hana dayandırılan Kırım Hanlarından Devlet Giray Sultanın kanını taşıyanların maaşa bağlanmasıyla ilgili 1837 tarihli bir belge bulunmaktadır. Bugün torunların bir kısmı İstanbul, Ankara ve Bursa'da yaşamakta olup hanedanın İngiltere'de yaşayan bir kolu da bulunmaktadır.
Cumhuriyet döneminde ise Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı tarih ve Türkoloji çalışmaları ile oluşan Türklük literatürü ile birlikte Türkiye'de Cengiz Han ile çalışmalara ağırlık verildi. Bu yeni Türklük Literatüründe bu dönemden itibaren uzun süre Türklerin tarihinin Osmanlıdan oluşmadığı ve Müslüman olmadan önce de büyük bir ulus olduğu Cengiz Han ve Atilla gibi cihangirler çıkardığı kültü işlenmiştir. 1931 yılında Harold Lamb’in “Cengiz Han; Tüm İnsanların İmparatoru” adlı yapıtı ve 1950'de B.Y Vladamirov'un Cengiz Han adlı yapıtı millî eğitim bakanlığı tarafından Türkçeye çevrilerek basılmıştır. Profesör Zeki Velidi Togan'ın, 1941′de yayınladığı “Moğollar, Cengiz ve Türklük” adlı yapıtı, 1946′da yayınladığı “Umumî Türk Tarihine Giriş” adlı yapıtı Cengiz Han ile ilgili ayrıntılı çalışmalardır. Cengiz Han ve Moğollar ile ilgili en önemli ve çağdaş tek kaynak olan 1240 yılında yazılmış olan Moğolların Gizli Tarihi ise Türkolog Prof. Dr. Ahmet Temir tarafından Almanca ve Rusça çevirileri, Moğolca aslıyla karşılaştırılarak Türkçeye çevrilmiş ve 1948 yılında Türk tarih Kurumu yayınları arasında yayınlanmıştır.
Cengiz Han, ardıllarının yüzyıllarca egemenlik sürdüğü Rusya'dan Çin'e, Türkiye'den, İran'a ve Ukrayna'ya kadar geniş bir alanda büyük etkiler bırakmıştır. 2003 yılı Mart ayında, American Journal of Human Genetics dergisinde yayınlanan makaleye göre 23 genetik bilimciden oluşan bir grup bilim insanı, Avrasya'da 2000 kadar erkekten alınan DNA örneklerini inceleyerek günümüzde 16 milyon erkeğin ortak atasının Cengiz Han'ın soyundan geldiği kanısına varmıştır.
Cengiznâmeler.
Cengizname, Cengiz Han'ın yaşamı çerçevesinde oluşmuş bir destansı bir öyküdür. Bu destan'ın Kazan Tatarları tarafından oluşturulduğu ya da Tataristan'da oluştuğuna ilişkin güçlü belirtiler vardır. Yazıya geçirildiği zamana ilişkin işaretler ise 16. yüzyılı göstermektedir. 1551'de, "Ötemiş Hacı" adlı bir Kazak tarafından Çağatayca yazılmış olan "Cengiznâme", Cengiz Han destanının bilinen ilk yazma nüshası (kopyasıdır). Yine Çağatayca yazılmış olan ve 17. yüzyılda yazıldığı belirlenen diğer yapıt ise "Defter-i Çingizname"'dir. Defter-i Çingizname'nin Kazan Tatarlarına ilişkin olan nüshası araştırmacıların üzerinde en çok durdukları nüshadır. Defter-i Çingizname'nin Paris Millî Kütüphanesinde, Berlin Devlet Kütüphanesinde ve British Museum'da yazma nüshaları vardır. İlk basılı nüshası İbrahim Halfin tarafından 1822'de Kazan'da bastırılmıştır. Destan, Orta Asya'da Başkurtlar, Kırgız-Kazakları, Yakutlar-Tunguzlar arasında yayılmış ve değişik anlatımları ortaya çıkmıştır. Kendisi de Cengiz Han'ın soyundan gelen Özbek Hanlıklarından Hive Hanlığı hükümdarı Ebu'l Gazi Bahadır Han'ın 17. Yüzyılda kaleme aldığı “Şecere-i Türkî” ve “Şecere-i Terâkime” adlı yapıtlarında "Cengiznâme"nin 17 varyantını saptadığını söylemektedir. Cengizname'de anlatılan olaylar, Cengiz Han'ın ve çocuklarının tarihi öykülerine uygun bir ilerleyiş izlemektedir. Destan, Han'ın atalarını ve doğuşunu anlatarak başlar. Evlenmesi, kabileleri etrafında toplaması, yaptığı savaşlar ve fetihleri anlatıldıktan sonra kurduğu imparatorluğu çocukları arasında paylaştırarak ölmesiyle bitmektedir.
Ailesi.
Yirmi yıl boyunca kendisine devamlı birçok kız getirilmesine karşın büyük bir bağlılık ve sevgi gösterdiği eşleri Börte ve Yesüy olmuştur.
Cengiz Han'ın yasal mirasçıları yalnızca Börte'den olan oğulları idi. Başka kadınlardan da oğulları olsa da yasal olarak varislik haklarından yoksun bırakıldıkları için haklarında hiçbir bilgi yoktur.
Cengiz Han'ın Börte'den iki kızı olduğu bilinmektedir. Gerçekte Cengiz Han'ın birçok kızı olmuştur ancak birçoğunun adı bilinmemektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=10",
"len_data": 100468,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.65
}
|
Film şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=16",
"len_data": 28,
"topic": "ENTERTAINMENT",
"quality_score": 1.38
}
|
Mehmed Mustafa Subhi (), kısaca Mustafa Suphi veya bazı kaynaklarda kullanıldığı haliyle Osmanlıca yazıma göre Mustafa Subhi (4 Ağustos 1882 veya 4 Mayıs 1883 - 28 Ocak 1921), Türk komünist ve Türkiye Komünist Partisinin ilk Merkez Komitesi Başkanı.
Yaşamı.
Erken dönemler.
Ailesi.
Aslen Samsunlu bir aileden gelmektedir. 2 Şubat 1895 tarihli Sicill-i Ahvâl Defteri, No.: 57, sayfa 73'e göre babası, 26 Mart 1812 Giresun doğumlu Mevlevîzade Saadetlû Ali Rıza Efendi'dir. Yine Sicill-i Ahvâl Defteri kaydına göre 28 Kasım 1880 tarihinde 20 yaşında Giresun Rüsum-ı Sitte idaresi'nde mülâzemete (staja) başlamış, 30 Temmuz 1881 tarihinde 200 kuruş maaşla mubassırlığa alınmış, 5 Aralık 1883 tarihinde aynı maaşla ayrıca katib-i saniliğe nakiledilip Reji idaresi bidayet-i teşekkülünden istiğnaya çıkarılarak 14 Nisan 1884 tarihinde 250 kuruş maaşla memuriyet-i sabıkaya ricat ve ahiren 400 kuruşla Tirebolu memurluğuna tahvil ettirilse de adem-i kabulünden naşi açığa çıkmış, 13 Ağustos 1885 tarihinde Giresun Duyun-ı Umumiye Müdiriyeti'ne maa-mubassır (mubassırlıkla birlikte) katib-i saniliğe 200 kuruşa 3. defa tayin olunmuş, 13 Ekim 1886 tarihinde olduğu yerden ayrılmış, 15 Cemaziye'l-Evvel 1306 (Hicrî)/5 Kanun-u Sani 1304 (Rumi)/17 Ocak 1889 (Miladi) tarihinde aynı maaşla yeniden memuriyete girmiş, 4 Mayıs 1890 250 kuruş aylıkla yerine Düyun-ı Umumiye memurluğuna naklolunmuştur. Daha sonradan 1912 yılında Konya valiliği de yapan Ali Rıza Efendi, Cumhuriyet döneminde de bürokrat olarak hizmet vermiş, 1930'da Samsun valiliği yapmış ve 28 Mart 1953'te ölmüştür. Annesi, belediye başkanlığı döneminde Samsun'daki sıtma kaynağı görülen sazlığı kurutan Halil Hilmi Efendi'nin kızı Hikmet'tir. Ailenin 9 çocuğundan en son hayatta kalanı, Fitnat Hanım'dı.
Doğum tarihi.
Mustafa Suphi, Resmî Hâl Tercümesi'ne göre 4 Ağustos 1882 doğumludur. Buna karşılık Paris'te doldurduğu öğrenci formunda doğum tarihini, 4 Mayıs 1883 olarak yazmıştır. Zamanın Trabzon Vilayeti'ne bağlı olan Giresun kazasında doğdu.
Eğitimi.
İlk öğrenimini Kudüs ve Şam'da, idadi (lise) öğrenimini Erzurum'da gördü. 1905 yılında İstanbul Hukuk Mektebi'nden mezun olduktan sonra Paris'te Siyasal Bilgiler Okulu'nu kazandı.
Fransa.
Doldurduğu bir ankete göre Suphi'nin siyasi faaliyetlere girişimi, 1906 yılından itibaren başlamıştır. Mustafa Suphi, 1908 sıralarında Paris'te görülmektedir. Fransa'da bulunduğu dönem, Mustafa Suphi'nin Celestin Bougle gibi isimler başta olmak üzere burjuva sosyolog olarak nitelendirilebilecek düşünürlerin etkisinde kaldığı yıllardır. Bu yıllarda Suphi'nin İttihatçılar ile yakın ilişki içerisinde olduğu bilinmektedir. Dönemin hükûmet gazetesi olan "Tanin" gazetesinin muhabirliğini yapmıştır. Aynı zamanda Suphi, Osmanlı Talebe Birliği'nin başkanlığını da bu dönemde yürütmüştür ki bu birliğin kimi üyeleri muhalifleri gözetlemek şeklinde faaliyet yürütmektedir. Bu konu, Paris Emniyet Müdürü'nün hazırladığı 29 Haziran 1910 tarihli bir istihbarat raporuna şöyle yansımıştır:
Bu dönem Suphi, 1910 yılında "L'organisation du crédit agricole en Turquie" ("Türkiye'de tarım kredilerinin örgütlenmesi") isimli bir tez yazar ve bu tezi özet olarak "Bulletin du bureau des institutions economiques et sociales" ("Ekonomi ve Sosyal Enstitüleri Bürosu Bülteni") dergisinde yayınlanır. Üniversiteden mezun olduğunda Mustafa Suphi'nin akademik unvanı, Legum Doctor (LL.D.) idi.
İstanbul'a dönüşünden sürgüne kadar.
Eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul'a döner. Burada "Tanin", "Servet-i Fünûn" ve "Hak" gazetelerine yazılar yazar; Ticaret Mekteb-i Alisi'nde, Darülmuallimin-i Aliye ve Mekteb-i Sultani'de hukuk ve iktisat dersleri verir.
İttihat ve Terakki'ye muhalefet dönemi.
İttihat ve Terakki Fırkası'nın 1911 yılındaki genel kongresine Anadolu delegesi olarak katılır. İttihatçılıktan kopuşu bu kongreden sonra başlar ve 1912 Ağustos'unda partiden tamamen ayrılır ve fırkaya muhalefet etmeye başlar. 1912 yılında Ahmet Ferit'in başkanlığında kurulan ve kurucuları arasında Yusuf Akçura'nın da bulunduğu Millî Meşrutiyet Fırkası'nın kurucuları arasında yer alır.
Sürgün.
Suphi, muhaliflere karşı 1912 yılının sonlarında başlayan sürgün furyasından nasibini alır ve Sinop'a sürülür. Sinop'taki Rus konsolos yardımcısı V. Ciudiçi'nin (В. Джиудичи) 15 Haziran 1913'te (eski takvim) İstanbul'daki başkonsolosluğa ve 24 Haziran 1913'te (eski takvim) St. Petersburg'daki Dış İşleri Bakanlığı 1. Dairesine yazdığı raporlarında ""Vezir Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesine dahiliyet dolayısıyla 600 şüphelinin Sinop'a sürüldüğü ve içlerinde bir yüksek öğrenim ["liseum"] profesörü M. Subhi'nin olduğu[...]", "hepsinin mahkemesiz sürüldüğünü[...]" ve "17'sinin –tanınmış yetkililer ve görevliler- şehirde denetim altında tutulduğu[...]"" bilgisi geçmekteydi.
Rusya'ya kaçış ve komünizme geçiş.
1914 yılının başlarında kendisini komünist düşünceyle tanıştıracak olan süreç, bir grup arkadaşı ile birlikte bir tekne ile Rusya'ya kaçmalarıyla başlar. Kaçışı, merkezde gözetim altında yaşadığı için görece daha geniş imkanlara sahip olan sürgünler örgütler. 14 kişi, Rusya'dan dönen bir taka sahibiyle anlaşarak 24 Mayıs'ta (eski takvim) yola çıkıp, 29'unda Balıklava'ya, sonra da Sivastopol'a varırlar. Sivastopol Jandarma Ofisi yönetiminin bir raporuna göre, Temmuz 1914 başlarında Bakü'ye gitmek üzere Sivastopol'dan ayrıldı. Suphi bu dönemlerde Osmanlı'ya dönük çeşitli faaliyetlerde bulunur. Osmanlı'nın yaklaşan savaşa girmesine karşı çıkar. Bir dönem Rusya'daki Türklerin hayat standartları ile ilgilendiğinden, Batum'a geçer. Savaş başladıktan sonra Rus hükûmeti bütün Türk vatandaşlarını gözaltına aldı. 22 Ekim 1914 (eski takvim)'te 975 savaş esiri çeşitli işlerde çalıştırılacakları Kaluga'ya gönderildi, yine Kasım 1914 başlarında Kafkasya'dan başka bir tren daha geldi. Suphi, ayrı bir sivil gözaltı altında başta Starom Torg'da Orlov Podvorya'sına yerleşti, sonrasında Blagoveşçenskaya Caddesi'nde bir apartmana taşındı. Bu dönemde Suphi, Kaluga Valisi'ne siyasi sığınmacı pasaportu ve geçim kaynağı başvurusunda bulunsa da bu talepleri kabul edilmedi ve Suphi Fransızca dersi vererek geçimini sağladı. 9 Eylül 1915 (eski takvim) tarihli tüm Türklerin sürgünü emri üzerine Kaluga valisi, 1 hafta sonra içinde Suphi'nin de olduğu 741 kişiyi Urallar'a sürdü ve Suphi, iddiaya göre Urallar'da 1915 yılında Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi (Bolşevik) üyesi oldu. 1936 tarihli not tipi bir belgede ise Abid Alimof'un Suphi'ye 1917'de Urallar'da rastladığını, Suphi'nin Bolşevik devrimi sonrası etrafında komünist propagandası yaptığı iddia edilmektedir.
1918-1920 yılları arasında devrime katılımı.
1918.
Şubat Devrimi ile serbest kalan Suphi, Ekim Devrimi'nden sonra Şubat-Mart 1918 civarı Moskova'ya gider. Burada, Narkomants'a katılıp komite altında faaliyet yürütür, Stalin'in de onayıyla Narkomants'a bağlı Müskom (Müslüman Komiserliği) altında bir Türk Şubesi teşkil eder ve bunun yayın organı olarak Yeni Dünya'yı çıkarır. Bu dönemde daha çok Kırım ve Odessa'daki, Rusya kökenli ya da savaş esiri Türkler arasında çalışma yürütür. Kızılordu içinde örgütlenen Türk savaş esirlerinden bir birlik ile Rus İç Savaşına katılır.
Türkiye Sol-Sosyalistleri Konferansı.
17-23 Haziran 1918 tarihlerinde Kazan'da toplanan 1. Müslüman Komünistleri Konferansı sonucu kurulan Tüm-Rusya Müslüman Komünistleri (Bolşevik) Partisi'ne bağlı olacak bir Türkiye teşkilatının kurulması için konferansta alınan "Türkiye Sol-Sosyalistleri Konferansı toplanması" kararı sonucu 22-24 Temmuz 1918 tarihlerinde Moskova'da, Merkezi Muskom binasında Türkiye Sol-Sosyalistleri Konferansı toplanır; toplantıda Türk Sosyalist-Komünistleri Teşkilatı isimli bir yapı kurulur. Siyasi programın belirleneceği ikinci bir kurultay 3 ay sonrası için düşünülse de, iç savaşın ortasında kalması sonucu planlanan kurultay gerçekleştirilemez.
Sol-SR ayaklanması, Yeni Dünya Hakkında rapor ve Müslüman Komünistler Kongresi.
Temmuz 1918 Sol-SR ayaklanması sonrası, genelde sol-SR'lere de yakınlığı iddia edilen Suphi için zorlu bir süreç başladı. Bu dönem, bilhassa Suphi'nin rakipleri, Suphi'nin sol-SR ilişkili olduğu şaibesi yaratmışlardır.
Yeni Dünya hakkında rapor (Eylül 1918).
Yine bu dönemlerde, Eylül 1918'de Narkomnats, komiseri Stalin'e Mustafa Suphi'nin ve çıkarttığı Yeni Dünya'nın Bolşevik olmadığı, Bakü Komünü hakkında yanlış değerlendirmeler yaptığı, sosyal-patriyotizmi, Prusya gericiliğini vb.'ni savunan bir yayın olduğu temalı bir rapor yazıldı. Raporda şöyle deniyordu:
Müslüman Komünistler Syezdi (4-10 Kasım 1918).
4-10 Kasım 1918 tarihlerinde toplanan Müslüman Komünistleri Syezdi'nde Türkiye Sosyalist-Komünistleri Teşkilatı'nın (isminden yola çıkılarak) "sol-SR olduğu", "sosyal-şoven olduğu", "içinde ajanlar olduğu", "gerçek bir komünist teşkilatı olmadığı" vb. gerekçelerle syezd'den çıkarılması istenir. Suphi örgüt içinde çeşitli Osmanlı ajanları olduğunu kabul eder ve bunlar ihraç edilir ama sol-SR'lik, sosyal-şovenizm vb. suçlamalarını reddeder. TSKT syezdden atılmaz ama Suphi bu dönemde zorlanır.
Enternasyonalist Toplantı (19 Aralık 1918).
Suphi'nin şahsına dönük tüm bu saldırılara karşın, Suphi'nin korunduğu ve bu saldırıları atlattığı anlaşılmaktadır, zira Suphi'nin konumu bozulmaksızın kendisi, Komintern'in kuruluşuna giden yolda bir durak olan 19 Aralık 1918 tarihli Enternasyonalist Toplantı'ya Türkiye'yi temsil eden konuşmacı olarak katılıp burada Türkiye ve Rus devriminin önemi üzerine bir konuşma yapmıştır.
1920.
Taşkent.
Mustafa Suphi, B. Ömerov ve R. Şakirbeyov'un aktardığına göre, 17 Ocak 1920 tarihinde toplanan Türkistan Müslüman Komünist Örgütleri Merkezi Bürosu (Müsburo) 3. Bölgesel Konferansı'na ve 12-18 Ocak 1920 tarihleri arasında toplanan Türkistan Komünist Partisi 5. Genel Bölgesel Konferansı'na katıldı ve konferansları Türk komünistleri adına selamladı.
Bakü.
Bakü'ye geliş.
Mustafa Suphi, 27 Mayıs 1920 tarihinde Bakü'ye gelmiştir.
Birinci Doğu Halkları Kurultayı.
Birinci Doğu Halkları Kurultayı'nın başkanlık divanında yer almıştır.
TKP'nin kuruluşu.
10 Eylül 1920'de 15 bölgeden gelen 75 delegenin katılımı ile 10-16 Eylül 1920 tarihleri arasında Türkiye İştirakiyun Teşkilatı 1. Kongresi toplanmış, bu kongrede Rusya'daki ve Türkiye'deki tüm teşkilatların birleştirilmesi kararı alınmış ve Türkiye Komünist Fırkası kurulmuştur.
1920-1921.
Türkiye'ye geçiş evresi.
Sovyet hükûmeti tarafından güvenilen ve Anadolu'daki komünist hareketin gelecekteki lideri olarak görülen Suphi, partinin aldığı karar doğrultusunda Anadolu'ya geçme ve Türkiye'deki komünist harekete yön verme kararını alır. Bu kapsamda işgale karşı Anadolu'da savaşmak üzere Sovyetler Birliği'nde bulunan Türk askerlerden bir Bolşevik Tabur oluşturulur ve Anadolu'daki Kuvâ-yi Milliye hareketi komutanlığının emrine verilir. Ancak bu birliğin beraber savaşması mümkün olmayacak ve askerler değişik birliklere dağıtılacaktır. 1921 yılının Ocak ayında BMM'nin çağrılısı olarak Ankara'ya doğru yola çıkan Suphi ve arkadaşlarının Türkiye'de siyasi kargaşa çıkartmak istediğinden şüphelenen TBMM ve Doğu Cephesi Komutanlığı kendilerine koruma vermeyerek, Kars ve Erzurum'da linç girişimlerine uğramalarına ilgisiz kalırlar.
Ölümü.
1921 yılının 28 Ocağı'nı 29'a bağlayan gecesi 14 yoldaşı ile birlikte Trabzon'dan Sovyetler'e geri gönderilmek için bindirildikleri teknede Kayıkçılar Kahyası Yahya Kahya tarafından öldürüldüler. Daha sonra bindikleri tekne de batırılmış ve kimsenin cansız bedeni bulunamamıştır. Saldırıdan sadece Mustafa Suphi'nin karısı Meryem sağ olarak kurtulabilmiştir. O da Yahya tarafından önce seks kölesi yapılmış daha sonra ise bölgenin zenginlerinden Nemlizade Ragıp Bey'e satılmıştır.
Ölümü sonrası.
Cinayetin baş sorumlularından Yahya Kahya, bölgede yaptığı yolsuzluklar ve Enver Paşa'yı ülkeye sokma planları yüzünden daha sonradan Sivas'ta ağır ceza mahkemesinde yargılansa da, suçsuz bulunup salıverildi. Bunun üzerine Yahya Kahya'nın özellikle dost meclislerinde "Sanki bütün işlerde, ben tek başıma mı idim? Daha üstüme varırlarsa, her şeyi olduğu gibi ortaya dökerim." minvalli sözler söylemesi sonrası Yahya Kahya, kimliği belirsiz kişiler tarafından öldürüldü. Ölümünü gündeme getiren Trabzon mebusu Ali Şükrü de kısa bir zaman sonra (iddiaya göre) Topal Osman tarafından öldürüldü. Topal Osman da, işlediği iddia edilen cinayet yüzünden İsmail Hakkı tarafından öldürüldü. Böylece, cinayetin icracılarının başı Yahya Kahya, bir seri ölümler zincirinin kurbanı oldu.
20 Şubat 1921 tarihli RKP (B)'nin parti içi raporunda cinayetin ilk ulaşan haberleri üzerinden yapılan bir değerlendirmede, RKP (B)'nin TKP'nin ülkeye geçme çalışmasının eleştirisi olarak anlaşılabilecek kimi analizler yapılmış ve daha çok "sol sapmanın", "maceracılığın", "keyfiyetçiliğin" tehlikelerine dikkat çekilmiştir.
28 Mayıs 1923 tarihinde evlendiği, bir dönem New York Başkonsolosluğu da yapan Mehmet Ali Tevfik Yükselen (ö. 21 Eylül 1941)'in eşi ve Mustafa Suphi'nin kız kardeşi Jale İsmet hanım (1900-6 Ocak 1951) da, daha sonradan girdiği bir bunalım sonucu intihar etmiştir.
Ölümü üzerine tartışmalar.
Bazı kaynaklara göre Mustafa Suphi Enver Paşa'nın Moskova'daki siyasi faaliyetlerinden haberdardı ve Enver Paşa'nın Anadolu Hareketi'nin yenilgiye uğramasından sonra Bolşevikleri kullanarak Türkiye'deki otoriteyi ele geçirme planını biliyordu. Suphi'nin bu gizli planını ifşa etmesinden endişe edildiği için onun taraftarları tarafından öldürüldüğü iddia edilir. Ayrıca Murat Bardakçı; Yahya Kahya'nın Enver Paşa'ya bağlı olduğunu ve öldürme emrini ondan aldığını öne sürmektedir. Sungur Savran'a göre ise, 15'lerin katledilmesi ittihatçı Talat Muşkara tarafından organize edilmiştir. Buna karşılık bazı kaynaklara göre, Mustafa Suphi'yi Kemalistler öldürtmüştür; kimilerine göre ise (mesela Mete Tunçay) Mustafa Suphi, Kazım Karabekir ve dönemin Erzurum valisi Hamit Bey'in inisiyatifi sonucu öldürülmüştür. Daha az rağbet gören iddialar, Mustafa Suphi'nin bir "Türkiye-Rusya anlaşması sonucu Moskova'nın da rızasıyla tasfiye amaçlı öldürüldüğü" (Kemal Tahir), veya yanındaki paralar için öldürüldüğü şeklindedir. Nitekim Akdes Nimet Kurat, Dr. Samih Çoruhlu sahte adıyla yazdığı "İstiklal Savaşında komünizm faaliyeti" başlıklı yazı dizisinde şöyle yazmıştır:
Anısı.
Suphi, genel Sovyet tarih yazımında büyük bir yer tutmasa da, bilhassa bulunduğu bölgeler olmak üzere lokal olarak SSCB'de kimi yerlerde onurlandırıldı. Çeşitli hatalar içerse de ve bu hatalar sonraki kimi araştırmacıları yanıltsa da, hakkında bir ansiklopedi maddesi Büyük Sovyet Ansiklopedisi 2. serisinde çıktı. 1940 itibarıyla Kırım'da Mustafa Suphi'nin adını taşıyan sokak, Simferopol'de 1927 yılında inşa edilen ve Tatar sürgününe değin "Subhi Sinema Salonu" olarak bilinen Rodina sinema salonu, Kerç'te kulüp, Yalta'da sanatoryum, Kuybışev rayonunda kolhoz ve kimi başka kuruluşlar vardı. Azerbaycan'da 2013 yılına kadar Mustafa Suphi adına bir sokak mevcuttu, lakin Azerbaycan Kafkas Müslümanları İdaresi Başkanı Allahşükür Paşazade'nin Bakü Valiliği'ne "Mustafa Suphi adına ne Türkiye'de ne de Rusya'da artık bir sokak veya cadde ismi kalmadığı" gerekçesiyle sokağın isminin Nabat Aşurbeyova ile değiştirilmesini talep eden başvurusu sonucu, başvurusu kabul edilmiş ve sokağın adı değiştirilmiştir.
Özel yaşamı.
Mustafa Suphi'nin Rusya'da en azından bilinen (ve büyük ihtimal tek olan) Marya (veya kaynaklarda geçen diğer bir şekliyle Meryem) isimli bir eşi vardı, lakin farklı kaynaklar hakkında farklı bilgiler vermektedir. Ahmed Cevad, kendisinden herhangi bir isimle bahsetmeyip, Yahudi olduğunu iddia etmiştir. Kendisini Kırım döneminden tanıyan eski bir Bolşevik, Bakû'da Vanda isimli Polonyalı birisiyle evlendiğini iddia etmiştir. İbrahim Topçuoğlu isimli eski bir TKP'li, isminin Marya değil Semiramis olduğunu ve kendilerinin kısaca Semra diye hitap ettiklerini, ayrıca kendisinin Türk olduğunu iddia etmiştir.
Mustafa Suphi, Türkçenin yanı sıra Arapça, Fransızca ve Rusça bilmekteydi.
Görüşleri.
Sosyalizm sonrası.
Milli mesele.
Mustafa Suphi, döneminde Türkiye'de milli mesele üzerine çok detaylı eserler vermediyse de, Osmanlı İmparatorluğu altındaki çeşitli milliyetlerin gördüğü baskılar ve onların mücadelelerini çeşitli yerlerde işlemiştir. Mustafa Suphi, her ne kadar o dönemler anti-komünist olan Daşnaksütyun aleyhinde olsa da, çeşitli yazılarında Ermeni bağımsızlık hareketlerinin kimi taleplerini olumlamıştır. "Sosyalizm için cidal" başlıklı yazısında "Türkiye'nin zulüm ve kahır içinde yaşayan diğer halklarına el uzat." diyerek çeşitli milliyetlerin varlığını ve baskı gördüğünü, bunlarla birleşilmesi gerektiğine işaret ediyordu. Yine daha açık bir biçimde Türk milliyetçiliğinin hem başka milliyetleri, hem de Türkleri ezdiğini savunuyordu:
Çeşitli milletlerin özerklik ve bağımsızlık dahil taleplerini de kabul eden bir çeşit uluslar federasyonu benimseyen görüşleri, "Tarihi Vazife" isimli yazısında daha açık bir şekilde şöyle geçiyordu:
Nihayetinde Suphi'nin bilhassa Ermeni meselesi olmak üzere milli meselenin çözümünde görüşü, milliyetçi partilerin değil, enternasyonalist komünist partilerin ancak başarılı olabileceğiydi:
Din.
Mustafa Suphi'nin dini inancı konusunda çelişkili veriler vardır. Suphi, 1920'de doldurduğu ankette dini kısmına "İslam" yazsa da, din karşıtı olduğu yönünde kimi anlatımlar da mevcuttur. Bunlardan birisi olan İ. Nuriyev'in tanıklığı, şu şekildedir:
Eserleri.
Makaleler ve kitaplar.
Sosyalist dönemleri.
Mustafa Suphi'nin sosyalist olduğu dönemlerden bugüne ulaşan kitap biçiminde bir eseri yoktur, buna karşılık ekseriyeti Yeni Dünya'da çıkan daha çok ajitatasyon içerikli yazılarından, çoğunluğu Yeni Dünya'dan seçmeler olmak üzere bazı yazıları 1923 yılında Sovyetler Birliği'ndeki Türkiye komünistleri tarafından basılan 28-29 Kanunusaniyi Unutma anı kitabında derlenmiştir. Bunun dışında Suphi'nin Jizn Natsiyonalnostey (Milliyetlerin Yaşamı) gibi süreli yayınlar başta olmak üzere çeşitli yayınlarda yazıları yayımlanmıştır.
Çeviriler.
Sosyalist dönemleri.
Bu dönemde bir kısmı bizzat Mustafa Suphi'nin kendisince, bir kısmı ise kendi denetimi altındaki çeviri departmanınca çeşitli Marksist klasikler, Sovyet hükûmetinin ve Rusya Komünist Partisi (Bolşevikler)'nin güncel belgeleri çevrilmiştir. Bunlardan en meşhur olanı, Mustafa Suphi'nin bizzat kendisinin çevirisine giriştiği Komünist Parti Manifestosu'dur. Uzunca bir dönem tamamlanmış ama kayıp olduğu düşünülen bu çeviri, 1980 yılında ilk defa Sovyetler Birliği'ndeki eski bir komünistten edinilerek Mete Tunçay tarafından kamuoyuna sunulmuş, 1982 yılında yayımlanan "Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler" kitabında ise çevrim yazısı yayımlanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=22",
"len_data": 18564,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.39
}
|
Linux (telaffuz: "Lin-uks") çekirdeği; açık kaynak kodlu, Unix benzeri bir işletim sistemidir. GNU Genel Kamu Lisansı versiyon 2 ile sunulan ve Linux Vakfı çatısı altında geliştirilen bir özgür yazılım projesidir. Linux ismi ilk geliştiricisi olan Linus Torvalds tarafından 1991 yılında verilmiştir. Günümüzde süper bilgisayarlarda, akıllı cihazlarda ve internet altyapısında kullanılan cihazların işletim sistemi olarak yaygın bir sekilde kullanılmaktadır. Bunlardan en popüler olanı Google tarafından geliştirilen Android işletim sistemidir.
Ayrıca Linux ismi, bu çekirdek kullanılarak oluşturulan işletim sistemlerini genel anlamda tanımlamak için yaygın bir kısaltma olarak da kullanılmaktadır. Örneğin Linux çekirdeği ve GNU araçları bir araya getirilerek tam bir işletim sistemi olarak sunulduğunda GNU/Linux dağıtımı olarak adlandırılır, ancak konuşma dilinde kısaca Linux olarak ifade edilmektedir.
Linux kelimesinin bu iki farklı kullanımının yol açabileceği karışıklıktan kaçınmak için çekirdek yazılım hakkındaki teknik bilgiler Linux çekirdeği maddesinde, dağıtımlar hakkındaki bilgiler Linux dağıtımları maddesinde verilmiştir.
Tarihçe.
Linux, 1991 yılında Linus Torvalds adlı bir Fin üniversite öğrencisi tarafından, daha eski işletim sistemlerinden birisi olan UNIX'in mimarisine ve POSIX standartlarına uygun şekilde sıfırdan yazılmaya başlanmıştır. Geliştirilmesinde Unix mimarisinden esinlenilmiş olmakla birlikte Linux içinde Unix'ten alınmış herhangi bir kod bulunmamaktadır. Geliştirilen bu yazılım, kullanıcı araçları olmayan sadece bir çekirdek yazılımıdır.
Linux'tan çok daha önce, 1984 yılında, yine UNIX mimarisiyle uyumlu yeni bir işletim sistemini özgür yazılım projesi olarak geliştirmek isteyen Richard Stallman MIT'deki görevinden ayrılmıştı. GNU Projesi adını verdiği işletim sistemi geliştirme projesi 1991 yılına gelindiğinde kullanıcı araçları hazır ancak çekirdek yazılımı eksik bir durumdaydı.
1992 yılında Linus Torvalds geliştirdiği bu çekirdek yazılımı daha çok geliştirici ve katkıcının desteğini alabilmek için özgür yazılım olarak GNU Genel Kamu Lisansı ile yayınlamaya karar verdi. Böylece bu iki proje (Linux çekirdeği ve GNU Tasarısı) birbirlerinin eksik taraflarını tamamlamış ve tam bir işletim sistemi olarak sunulabilir hale gelmiş oldu. Bu işletim sistemi 1994 yılında GNU bülteninde "Özgür UNIX Benzeri" olarak duyuruldu.
Linus Torvalds Linux'u geliştirme hikâyesini Yalnızca Eğlenmek İçin adlı eserinde anlatmıştır.
Özgür yazılım olmasının Linux'a etkisi.
Özgür yazılım lisansları yazılımın isteyen herkes tarafından araştırılmasına, düzenlenmesine ve yeniden dağıtılmasına yasal olarak izin vermektedir. Bu nedenle Linux'un GNU Genel Kamu Lisansı'nı tercih etmesi Linux tarihindeki en önemli kırılma noktasıdır. Bu sayede Linux projesi Dünya genelinden pek çok gönüllü uzmanın katkısını almayı başarmıştır.
Richard Stallman tarafından başlatılan özgür yazılım hareketi de daha iyi bilinir olmuş ve başarısı kanıtlanmış bir geliştirme modeli olarak kabul görmüştür.
İnternet'in Linux'a etkisi.
İnternet özgür yazılımların ihtiyacı olan, evrensel olarak birlikte yazılım geliştirebilme ortamını herkese sağlayan bir alan açmıştır. GNU/Linux projesi bu imkânı çok iyi değerlendirerek 90'lı yıllardan günümüze kadar dünya çapındaki uzmanlardan katkı alarak gelişmiştir.
Özellikle Apache yazılımı rakiplerine göre internet sunucularının daha hızlı ve kararlı, maliyet açısından daha ucuz olmasını sağlamıştır. Bu durum 90'lı yılların sonlarından itibaren Linux sistemlerin ticari ve teknolojik olarak gelişmesine büyük katkı yapmıştır.
Ayrıca 2000'li yıllarda internetin evlere ve küçük işletmelere kadar yaygınlaşması çok geniş internet altyapısına ve çok farklı özellikteki ağ cihazlarına olan ihtiyacı arttırmıştır. GNU/Linux sisteminin cihaz üreticileri tarafından sınırsızca özelleştirilebilir olması ve ücretsiz sunulması bu üreticiler tarafından yaygın olarak tercih edilmesine neden olmuştur.
Dağıtımların ortaya çıkışı.
Linux dağıtımı (ya da GNU/Linux dağıtımı); Linux çekirdeği, GNU araçları, bir görüntü sunucusu ve bir masaüstü ortamının bir araya gelmesiyle, bu birlikteliği sürdürülebilir şekilde yönetecek yapılandırma araçları ile oluşturulan tam bir işletim sistemidir.
1993 Yılında Patrick Volkerding, çeşitli ağ araçları, grafik arabirimi ve diğer araçları bir arada sunduğu bir GNU/Linux projesi başlatmıştır. Slackware adını verdiği proje ilk GNU/Linux dağıtımıdır. Aynı yıl benzer amaçlarla Ian Murdock tarafından Debian projesi duyurulmuştur. Debian dağıtımı hâlen yaygın kullanılan en eski dağıtım olma özelliği taşımaktadır. Bu konudaki ayrıntılı bilgilere Linux dağıtımı maddesinden ulaşılabilir.
GNU/Linux, gelişiminin ilk yıllarında çeşitli konferanslarda ve üniversite çevrelerinde disketlerle çoğaltılıp elden ele dağıtılmaktaydı. Dağıtım (distrubution) tanımına yol açan bu yöntem günümüzde internet yoluyla indirme şeklinde yapılsa da bu terim hâlen kullanılmaktadır.
Ticari alanda kullanıma başlanması.
Linux 1995 Yılında DEC Alpha ve Sun SPARC iş istasyonlarında da çalışabilir hale getirilmiştir. 1998 Yılında ise IBM, Compaq ve Oracle Linux'a destek vermeye başlamıştır. InfoWorld dergisi 2000 yılında sunucu bilgisayarlarda kullanılan Red Hat Linux'u "Yılın İşletim Sistemi" ödülüne layık görmüştür. Red Hat Şirketi 2005 yılında NASDAQ-100 listesine girmeyi başarmıştır. 2004 Yılında Canonical Ltd. tarafından duyurulan Ubuntu Linux ise sunucu sistemlerin yanında masaüstü sistemlerde de popüler olmayı başarmıştır.
2008 Yılında Google, mobil cihazlar için geliştirdiği ve Linux çekirdeği kullanan Android işletim sisteminin 1.0 sürümünü duyurmuştur. Sonraki yıllarda Samsung ve Sony gibi büyük üreticilerin de mobil cihazlarında kullandığı Android son kullanıcı piyasasındaki en yaygın Linux tabanlı işletim sistemi olmayı başarmıştır.
Android, 2017 yılının ilk aylarında internet kullanan cihazlar istatistiğine göre Microsoft Windows'un kullanım oranını yakalamıştır.
Masaüstünde kullanılmaya başlaması.
Linux çekirdeği tek başına çalıştırıldığında grafiksel bir masaüstü ortamı sağlamaz. Bunun için pek çok yazılımın bir araya getirilmesi gerekmektedir.
Gerçekte 1991 yılında UNIX sistemlerde grafik arabirim sağlamak üzere geliştirilen X386 projesi mevcuttu. Ancak projenin SGCS firmasına özgür olmayan bir lisansla satılması ile bu projenin özgür versiyonu olan XFree86 arasında bazı hukuki sorunlar ortaya çıktı. Ayrıca bazı teknik sorunlar projenin gelişmesini yavaşlattı.
X.Org Konsorsiyumu 2004 yılında XFree86 kodlarını çatallayarak X Pencere Sistemini geliştirmeye başladı ve 2005 yılında ilk sürümünü duyurdu. Ancak bu tarihe kadar MacOS ve özellikle Microsoft Windows işletim sistemleri, masaüstü sistem piyasasında çoktan lider ve belirleyici konuma gelmişti.
Bundan sonraki dönemde de ticari Linux dağıtımının gelirlerini masaüstü yerine sunucu ve mobil sistemlerden elde ediyor olması geliştiricilerin ve şirketlerin masaüstü ortamına desteğinin kısıtlı olmasına yol açtı. Ancak günümüzde Linux sistemlerin GNOME, KDE, Xfce gibi gelişmiş masaüstü teknolojileri mevcuttur, bu konudaki bilgilere Masaüstü ortamı maddesinden ulaşılabilir.
Simgesi.
Linus Torvalds 1996 yılında Canberra, Avustralya Ulusal Hayvanat Bahçesini ziyaretinde bir penguen tarafından ısırılmıştır. Burada Linus, Linux maskotunun bir tür küçük penguen olacağından bahsetmiştir. Başlatılan yarışmaya Larry Ewing bugün de kullanılan penguen çizimi ile katılmış ve çizimi seçilmiştir. Bu sembole isim önerisi ise James Hughes'ten gelmiştir, Hughes'un "'Torvald's Unix'" (Torvalds'ın Unix'i) kelimelerindeki harflerden yola çıkarak önerdiği "'Tux'" kısaltması kabul edilmiştir. Bu ismin bir esprisi de penguenlerin tüy renklerinin Smokin kıyafetine benzemesidir, İngilizcedeki smokin sözcüğünün karşılığı "tuxedo'dur.
Kullanım alanları.
İnternet sunucuları.
Linux sunucu işletim sistemlerinde kullanım oranı bakımından dünya çapında ilk sırada tercih edilmektedir. Linux ürünleri sunucu işletim sistemi olarak uzun zamandır oldukça yaygın bir şekilde kullanılmaktadır, 2008 Eylül ayında Microsoft CEO'su Steve Ballmer, dünya genelinde web sunucularının %60'ında Linux'un, %40'ında Windows'un kullanıldığını itiraf etmiştir. IDC'nin 2007 raporunda, GNU/Linux yüklü olarak satılmış sunucular göz önüne alınarak o zaman genel sunucu pazarının %12,7'sinin GNU/Linux'a ait olduğu belirtilmiştir. Ancak bu istatistik, çeşitli şirketler tarafından satılan Linux sunucuların sayısına dayalıdır yani sonradan GNU/Linux yüklenerek kullanılan sunucuları içermemektedir. Netcraft'ın Eylül 2006'da yayınladığı rapora göre, on güvenilir internet şirketinden sekizi GNU/Linux ürünlerini internet sunucularında kullanmaktadır.
Linux dağıtımları LAMP sunucu-yazılım kombinasyonunun (Linux, Apache, MySQL, PHP) köşe taşıdır. Linux dağıtımları diğer sunucu işletim sistemleri ile karşılaştırıldığında, fiyatlandırma nedeniyle son on yılda giderek popüler olmuştur. Aralık 2009'da, bilgisayar devi IBM, pazarlamaya öncelik vereceğini ve ana bilgisayar tabanlı kurumsal Linux sunucularını satacağını bildirdi.
Ev ve ofis.
Linux çekirdeği kullanan sistemler masaüstü, dizüstü ve netbook bilgisayar pazarında yaklaşık olarak %2 pazar payına sahiptir. Daha çok yazılım geliştiriciler, bilgisayar uzmanları ve özgür yazılım gönüllüleri tarafından tercih edilmektedir.
Masaüstü Linux sistemlerine Ubuntu, Debian, Fedora, openSUSE, Linux Mint, Arch Linux, Mageia örnek olarak gösterilebilir. Son kullanıcıya hitap etmek amacıyla geliştirilmekte olan Linux dağıtımlarında; kullanıcı arayüzünü teşkil eden GNOME, KDE, Xfce gibi bir masaüstü ortamı, Mozilla Firefox, Chromium gibi bir web tarayıcı, LibreOffice gibi bir ofis yazılım seti video-müzik oynatıcı, CD/DVD yazıcı, grafik işleme yazılımı vb. türden gözde özgür yazılımlar paketlenerek son kullanıcıya sunulmaktadır.
Süper bilgisayarlar.
Kasım 2017 tarihinden bugüne en iyi 500 süper bilgisayar sistemin tamamı (%100) Linux kullanmaktadır. Ayrıca dünyanın en güçlü süper bilgisayarı olan ve 2011'de kullanılmaya başlanan IBM Sequoia için de işletim sistemi olarak seçilmiştir.
Bulut bilişim.
Bulut bilişim gibi büyük verilerin depolandığı sistemler için Linux oldukça uygun ve ölçeklenebilir bir yapı sunmaktadır. Bu alanda Linux üzerine inşa edilen OpenStack projesi büyük teknoloji şirketlerinin desteğini almıştır.
Mini bilgisayarlar.
2000'li yıllardan itibaren az güç tüketen bir Mikroişlemci mimarisi olan ARM mimarisi sayesinde kredi kartı boyutunda bilgisayar sistemleri mümkün hale gelmiştir. Özellikle Raspberry Pi markası ile teknoloji çevrelerinde tanınan benzer donanımlar çok çeşitlidir. Linux bu donanımlarda başarılı bir şekilde çalışabilmekte ve popüler Linux dağıtımının bu donanımlar için özel sürümleri bulunmaktadır.
Gömülü cihazlar.
Gömülü sistemler sadece belli bir görev için üretilmiş özel donanımlar ve özel tasarlanmış işletim sistemlerinden oluşur. Akıllı TV'ler, Internet yönlendiricileri, endüstriyel otomasyon ve makine kontrol sistemleri gibi geniş bir kullanım alanı vardır. Linux'un ölçeklenebilir yapısı bu alanda da yaygın kullanılmasını sağlamıştır.
Nesnelerin interneti.
21.Yüzyılın en önemli bilişim devrimlerinden birisi olarak görülen Nesnelerin interneti henüz emekleme aşamasındadır ve belli bir standarda kavuşmamıştır. Bu alanda kullanılan cihazlar düşük güç tüketimli, yüksek kararlılıkla çalışma ve yüksek ölçeklenebilir özellikte olması beklenmektedir. Linux bu imkânları başarı ile sağladığından oldukça avantajlı konumdadır ve başta Linux Vakfı tarafından olmak üzere pek çok proje ile desteklenmektedir.
Oyun ve eğlence.
Ticari PC Oyunları üreten firmaların pek çoğu son yıllara gelinceye kadar Linux sistemlere uygun oyunlar üretmemişlerdir. Bu nedenle Linux sistemlerdeki oyun imkânları oldukça sınırlı kalmıştır. Oyun yazılımlarının kullandığı DirectX kütüphanesi Linux sistemlerde çalışmamaktadır. Linux ile çalışan OpenGL kütüphanesi ise üreticiler tarafından tercih edilmemiştir.
Ancak 2012 yılında Steam oyun platformunun Linux İstemcisi sunmasıyla birlikte bazı popüler oyunların Linux sürümleri üretilmeye başlanmıştır. Ayrıca Android işletim sistemine ait uygulama mağazasında da geniş bir oyun seçeneği bulunmaktadır.
2018 yılında Valve tarafından geliştirilmeye başlanan wine ve xdvk üzerine kurulu proton yazılımı sayesinde DirectX çağrıları Vulkan API çağrılarına ve Windows sistem çağrıları Linux sistem çağrılarına dönüştürülüp Windows için geliştirilen oyunların Linux altında çalısması mümkün kılınmıştır.
Otomotiv.
Toyota, Nissan, Jaguar, Land Rover, Ford, Mazda, Mitsubishi, Subaru gibi büyük otomobil üreticileri araçlarının dijital sistemlerinde uzun zamandır Linux kullanmaktadır. Automotive Grade Linux projesi ise Linux Vakfı tarafından akıllı otomobiller üretilmesi için yürütülmektedir, büyük teknoloji ve otomotiv üreticileri projeye üye olmuşlardır.
Geliştirme.
Linux ve öbür popüler işletim sistemleri arasındaki ana fark Linux çekirdeği ile sistemi oluşturan öbür parçaların özgür ve açık kaynak kodlu yazılım olmasıdır. Linux özgür olan tek işletim sistemi olmamakla beraber en çok kullanılan örnektir. Bazı Özgür yazılım lisansları, kopyalanan kodun aynı şartlar altında dağıtılmasını öngören Copyleft prensibine dayanır. En sık kullanılan özgür yazılım lisanslarından GNU Genel Kamu Lisansı (GPL) bir tür copyleft'tir ve Linux kerneli ile birçok GNU yazılımında bulunmaktadır.
Linux tabanlı dağıtımlar, geliştiricileri tarafından öbür işletim sistemleri ve yerleşmiş bilgisayar standartlarıyla uyumluluk göze alınarak yapılır. Linux sistemleri POSIX, Single UNIX Specification, Linux Standart Base, ISO ve ANSI standartlarına uygun yapılır.
Özgür yazılım projeleri, iş birliği ile geliştirilmelerine karşın sıklıkla birbirlerinden bağımsız üretilirler.
Çoğu Linux dağıtımı ağ bağlantısı ile sistem ve aplikasyon yazılımlarını indirmeye olanak tanıyan uzaktan bağlantıları yöneten paket yöneticilerine sahiptir. Dağıtımlar bireyler, topluluklar, gönüllüler ve ticari kuruluşlar tarafından geliştirilir. Bir dağıtım, indirilen Linux kernelinin varsayılan konfigürasyonu, genel sistem güvenliği ve farklı yazılım paketlerinin tüm sisteme entegrasyonundan sorumludur. Dağıtımlar yazılım indirmek, silmek ve sistemi güncellemek için genelde apt, rpm, pacman gibi paket yöneticilerini kullanır.
Linux Vakfı.
Linux Vakfı'na üye kuruluşlar şunlardır;
Telif hakkı ve isimlendirme.
Linux ve çoğu GNU yazılımı GNU Genel Kamu Lisansı altında lisanslıdır. GPL, Linux dağıtıcılarına kaynak kodu(ya da herhangi bir değişikliği) alıcılar için aynı şartlar altında kullanılabilir hale getirmesini gerektirir. Yazılım sisteminin diğer anahtar bileşenleri başka lisanslar kullanabilir. Örneğin birçok kütüphane GNU, LGPL'yi ve GPL'nin birçok serbest versiyonunu kullanır. Ek olarak X Pencere sistemini X.org uygulamaları MIT Lisansı'nı kullanır.
Torvalds, Linux çekirdeğinin Genel Kamu Lisansı'nın 2. versiyonundan 3. versiyonuna geçmeyeceğini belirtir. Torvalds özellikle yeni lisansta yer alan ve dijital haklar yönetiminde yazılım kullanımını yasaklayan bazı hükümleri sevmemektedir ve aynı zamanda sayısı binleri bulan bütün telif hakkı sahiplerinden izin almak kullanışsız olacaktır.
Bir kısım kitle tarafından “Linux” kelimesiyle ifade edilen çekirdek, bir kısım kitle tarafından da GNU Projesi yazılım ve araçlarını içermesi nedeniyle “GNU/Linux” diye ifade edilmekte, bu söz grubu ile adlandırılmaktadır. Adlandırma konusundaki tartışma uzun bir süredir devam etmektedir.
Dış bağlantılar.
Türkçe
İngilizce
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=24",
"len_data": 15479,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.68
}
|
Bolşevik, "çoğunluktan yana" anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup. Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça çoğunluk anlamına gelen "Bolşevik" olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da "Menşevik" olarak adlandırılacaktır.
Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği'ni kuracaklardır.
Bölünmenin tarihçesi.
Polis baskısı nedeniyle önce Brüksel sonra da Londra’da yapılan Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi RSDİP 2. Kongresi 1903 yılı Ağustos ayında toplanır. Toplantıda yeni partinin üyelik esasları ve tanımı üzerinden önemli bir ayrılma yaşanacak ve Rusya’daki devrimci hareketi derinden etkileyecektir. Vladimir İlyiç Ulyanov ya da takma adıyla Lenin parti üyelerinin dar ve aktif bir çevreden oluşmasını, sadece ceplerinde parti kimliği taşıyan ve zaman zaman partiye uğrayanlardan, hatta hiç uğramayanlardan oluşmamasını savunuyordu. Bu faal üyeler profesyonel devrimci kadrolar olarak Çarlık otokrasisine karşı işçi devrimi yapabilecek bir devrimci partinin yaratılabilmesi için zamanlarının çoğunu örgütlenmeyle geçireceklerdir. Bu modele göre sempatizanlar dışarıda bırakılmış olmaktaydı. Partinin iç işleyişinde de demokratik merkeziyetçilik benimsenecekti. Lenin’in bu fikirlerine karşıt olarak ise arkadaşı Julius Martov partinin merkezinde profesyonel devrimcilerin olmasına onay verse de parti üyeliğinin sempatizanlara, devrimci işçilere ve diğerlerine açık olmasını savunuyordu. İkili bu konuyu daha önce de tartışmış olsalar da, görüş ayrılıkları kongrede ayrılığa yol açacaktır. Ayrılık ufak bir konuda ve kişisel ayrımdan kaynaklanıyor görünse de ayrım derinleşecek ve bölünme kaçınılmaz hale gelecektir.
İsmin kökeni.
Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça "bolshinstvo" (çoğunluk) ve "menshinstvo" (azınlık) olarak adlandırılırlar. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.
1905 Devrimi.
İki taraf da sürekli olarak yeni üyeler kazanıyor ve kaybediyordu. Rus marksizminin babası olarak adlandırılan Georgi Plehanov ilk başta Lenin ve Bolşeviklerden yana olacak ancak 1904'te ayrılacaktır. Menşeviklerden yana olan Leon Troçki ise Menşeviklerin Rus liberalleriyle uzlaşma girişimleri ve Bolşeviklerle birleşmeme tutumları yüzünden ayrılacaktır. İki taraf arasındaki ayrım Nisan 1905'te Bolşeviklerin ayrı yaptığı ve 3. Kongre olarak adlandıracakları kongre ile derinleşecektir. Menşevikler derhal alternatif bir kongre yapacaklardır. Rus İmparatorluğu Çarlık rejiminin 1905 Devrimi ile sarsıldığı dönemde Bolşevikler azınlıktadır. Ayaklanan halkın kendiliğinden kurduğu Sankt Petersburg İşçi Sovyetinde azınlıkta olsalar da Troçki tarafından etkili bir şekilde temsil edilmektedirler. Buna rağmen Moskova Sovyetinde çoğunluktadırlar. Moskova Sovyetinin Aralık 1905'te aldığı 1905 Moskova Ayaklanması olarak bilinen ayaklanma kararı sonucu kentte iktidar alınacak ancak ayaklanma yaklaşık bir ayda bastırılacaktır.
1906-1907.
1905 Devrimi sürmekteyken Bolşevikler ile Menşevikler Stockholm'de Nisan 1906'da yapılan 4. Birleşim Kongresinde yeniden birleşmeye çalışırlar. Menşevikler Yahudiler arasında ayrı bir örgütlenmeyi savunan Genel Yahudi Emek Federasyonu ile ortak hareket edince Bolşevikler azınlıkta kalır. Kongrede birleşim yönünde karar alınsa da her grup kendi yönetimini koruyacaktır. Londra'da Mayıs 1907'de yapılan bir sonraki 5. Kongrede de bu durum değişmez.
Lenin ve Bogdanov arasında (1908–1909).
1905 Devriminin 1907 yılına girildiğinde tamamen yenilmesiyle beraber Bolşevikler, Çarlık rejiminin düzenlediği 3. Duma'ya katılıp katılmamayı tartışırlar. Lenin, Grigory Zinoviev ve Lev Kamenev Duma'ya katılmayı savunurken, filozof Aleksandr Bogdanov, Anatoli Lunaçarski ve Mihail Pokrovski Duma'daki vekillerin geri çağrılmasını savunurlar. Bu grup Rusça geri çağırmak fiilinden türetilen "Otzovistler" olarak anılacaktır. Diğer bir grup ise Duma'da bulunan Bolşevik vekillerin parti yönetiminden bağımsız hareket etmelerinden dolayı ültimatomla uyarılmasını savunurlar. Bu gruba da "Ultimatomcular" denilecektir. Bolşevikler arasındaki Bogdanov yandaşlığı ve kararsızlık 1908 yılına doğru gelişince Lenin, Bogdanov'un filozof yanına saldırmaya başlar. 1909 yılında yayınladığı "Materyalizm ve Ampiryokritisizm" adlı eserde Bogdanov'u idealizm felsefesini savunmakla itham eder. Haziran 1909'da Paris'de Bolşevik yayın organı "Proletary" tarafından düzenlenen Bolşevik Konferansında Bogdanov eleştirilir ve Bolşevik saflarından atılır.
1910.
Partinin ikiye bölünmüş olması ve Çarlık rejiminin yoğun baskısı, güçleri yeniden birleştirme yanlılarını harekete geçirir. Ocak 1910'da Bolşevikler, Otozovistler ve çok sayıda Menşevik grup Paris'de Merkez Komite toplantısı yaparlar. Kamenev ve Zinoviev birleşme gündemine karşı olsalar da Viktor Nogin gibi arabulucu Bolşeviklerin ısrarına boyun eğerler. Lenin birleşmeye şiddetle karşı çıksa da Bolşevik liderlik arasında yapılan oylamada azınlıkta kalır. Menşeviklerle yapılan anlaşmaya göre birleşik partinin yayın organı Troçki'nin Viyana'da çıkarttığı Pravda olacaktır. Ancak Pravda yayın kurulundaki Bolşevik temsilcisi Kamenev Ağustos 1910'da kuruldan istifa edince birlik çabaları sona erer.
1912 ayrı parti.
İki grup arasında ilişkiler 1912 yılında kopacaktır. Bu yılın Ocak ayında Bolşevikler sadece kendi örgütüyle topladıkları Prag Konferansında Menşevikler ve Otzovistler partiden resmen atılacaklardır. Bu kongreden sonra Bolşevikler artık kendilerini RSDİP'in hizibi olarak değil ayrı bir parti olarak RSDİP (Bolşevik) olarak tanımlayacaklardır.
Bolşevik önderliği ayrı bir parti olmaya karar verse de Bolşevik yanlısı taban örgütü ve işçiler bu hattı izlemekte zorlanacaktır. Ayrıca Duma'daki 6 Bolşevik vekil de parti yönetiminin bu kararını kabul etmez. Sadece Matvei Muranov ayrı bir parti kurulmasından yana olur. Ancak buna rağmen Bolşevik önderlik duruma hakim olacak ve Eylül 1913'te ise ayrı bir Duma grubu kurulacaktır.
İdeolojisi.
Bolşevikler Çarlık rejimini kitlesel bir işçi devrimiyle devirecek merkezi ve disiplinli bir partiyi örgütlemeye çalışmıştır. Bolşevikler Rus işçilerine bir ayaklanmada önderlik edebilecek kitlesel ve sınıfın öncüsü militan işçilerin partisini oluşturmaya çalışmıştır. Bolşevik parti lider partisi olmamasına rağmen merkez komitesinde cisimleşmiş olan parti yönetimine demokratik merkeziyetçilik çerçevesinde sıkı sıkıya bağlı bir yapıdaydı. Menşeviklerin uyguladığı parti üyeliği daha esnekti ve diğer siyasi partilerle daha kolay iş birliği yapıyorlardı. Bolşevikler ise özellikle liberal partilerle iş birliği yapmayacak, diğer sosyalist partilerle de tanımlı ittifaklara girecektir.
Bununla birlikte Lenin, Uluslararası Kadınlar Konseyi'nde yaptığı konuşmada bolşevizmi "Burjuva demokrasisinin yalancılığını, ikiyüzlülüğünü açığa çıkaran; toprağın, fabrika ve tesislerin özel mülkiyetini kaldırmasında tüm devlet iktidarını, ezilen ve sömürülen kitlelerin elinde toplayan bir ideoloji" şeklinde tanımlamıştır.
Yeniden isim değişikliği.
1952 yılında yapılan 19. Kongre sırasında Genel Sekreter Stalin'in önerisiyle isim değişikliği gündeme gelir:
Stalin'in önerisi kongrede kabul edilir ve Bolşevik Partisinin adı Sovyetler Birliği Komünist Partisi olur. Bundan sonra Bolşevik adlandırması Ekim Devrimi ve Rus İç Savaşı dönemlerine ait olarak kalacaktır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=30",
"len_data": 7713,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.55
}
|
Karl Marx (; 5 Mayıs 1818, Trier – 14 Mart 1883, Londra), 19. yüzyılda yaşamış Alman filozof, politik ekonomist ve bilimsel sosyalizmin kurucusu. Bir müddet gazetecilik de yapan Marx, iktisadi ve beşerî konularda eleştirel fikirler ve tespitler ortaya koymuştur.
Marx'ın ekonomi alanındaki çalışmaları, günümüzde emeği, emek-sermaye ilişkisini ve bunları takip eden ekonomi düşüncesini kavramanın büyük bir kısmı için temel oluşturdu. Sosyoloji ve sosyal bilimleri başlatan isimlerdendir. En bilinenleri Komünist Manifesto (1848) ve Kapital (1867-1894) olmak üzere hayatı boyunca sayısız kitap yayımladı. Karl Marx, hakkında en fazla eser yazılan kişiler listesinde ilk sırada yer almaktadır.
Orta düzeyde zengin bir Yahudi ailede, o tarihlerde Prusya'nın içinde yer alan Ren bölgesindeki Trier şehrinde doğan Marx, Genç Hegelcilerin felsefe düşünceleri ile ilgilendiği Bonn ve Berlin Üniversiteleri'nde öğrenim gördü. Çalışmalarından sonra Köln'de radikal bir gazetede yazmaya ve tarihsel materyalizm üzerinde çalışmaya başladı. 1843'te diğer radikal gazetelerde yazmaya başlayacağı ve kendisinin ömür boyu dostu ve çalışma arkadaşı olacağı Friedrich Engels ile tanışacağı Paris'e taşındı. 1849'da sürgüne gönderildi, karısı ve çocukları ile beraber toplumsal ve ekonomik hareketler hakkında teorilerini yazacağı ve olgunlaştıracağı Londra'ya taşındı. Bu süre içerisinde sosyalizm için yapılan mücadelede yer aldı ve Birinci Enternasyonal'de önemli bir figür hâline geldi.
Marx'ın toplum, ekonomi ve siyaset hakkındaki teorileri -bir bütün olarak Marksizm- insan toplumlarının sınıf savaşımı -üretimi kontrol eden yönetici sınıf ile üretim için gereken emeği sağlayan mülksüz bir emekçi sınıf arasındaki çatışma- ile ilerlediğini iddia etmektedir. Marx, devletlerin yönetici sınıf tarafından idare edildiğini ve devletin ortak kamu çıkarı adına hareket eder gibi yapıp yönetici sınıfın çıkarları doğrultusunda yönetildiğini düşünmekte ve daha önceki sosyoekonomik sistemler gibi kapitalizmin de kendi yıkımına ve yeni bir sistem olan sosyalizmin onun yerini almasına neden olacak iç gerilimler ürettiğini öngörmektedir. Kapitalizmin içinde burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf çelişkilerinin çalışan sınıfın siyasi zaferi ve bunun sonucu kurulacak sınıfsız bir toplum; komünizm: özgür üreticiler birliği tarafından yönetilen bir toplumun ortaya çıkacağını iddia etmektedir. Marx düşüncelerinin hayata geçmesi için etkin bir mücadele verdi; emekçi sınıfın kapitalizmin yıkılması ve sosyoekonomik bir değişimin geçirilmesi için düzenli bir devrim hareketini yürütmek zorunda olduğunu savundu. Marx insanlık tarihindeki en etkileyici figürlerden biridir. Dünya çapında birçok entelektüel, işçi sendikaları ve siyasi parti onun temel çalışmalarından farklı biçimlerde etkilenmiştir.
Hayatının ilk dönemi.
Çocukluğu ve ilk eğitimi: 1818-1836.
Marx, 5 Mayıs 1818'de, Yahudi bir aile olan, Heinrich Marx ve Henrietta Pressburg'un (1788-1863) dokuz çocuğunun üçüncüsü olarak dünyaya geldi. O yıllarda Prusya Krallığına ait olan Aşağı Ren Bölgesi içinde yer alan Trier'de doğdu.
Annesinin babası, Hollanda'da bir hahamdı, baba tarafından şeceresi ise 1723 tarihinden itibaren büyükbabası "Meier Halevi Marx" tarafından üstlenilmesi ile Trier hahamlarından oluşmaktaydı. Karl'ın babası, çocukken "Herschel" adıyla tanınırdı, ailede seküler eğitim alan ilk çocuktu. Avukat oldu ve ailesinin birkaç Moselle bağına sahip olması sayesinde görece refah içinde ve orta sınıf bir hayat standardında yaşadı. Karl'ın doğumundan hemen önce Herschel, antisemitik yasal baskılardan kurtulmak amacıyla Yidiş Herschel adının yerine Heinrich ismini alarak o sırada Almanya ve Prusya'da egemen olan Protestan mezhebi olan Lüterciliğe girdi.
Büyük oranda dini bir inancı olmayan Heinrich, Immanuel Kant ve Voltaire'e değer veren bir aydınlanmacıydı. Klasik bir liberal olarak daha sonra mutlak monarşi ile yönetilecek Prusya'da bir anayasa hazırlanması ve reformlar yapılması için yapılan çalışmalara destek verdi. 1815 yılında Heinrich Marx avukat olarak çalışmaya başladı, 1819 tarihinde ise ailesiyle Porta Nigra'da on odalı büyük bir eve taşındı. Hollandalı bir Yahudi olan karısı Henrietta Pressburg, yarı-aydın bir insandı ve tüm zamanını ailesine ayırmak ve evinin temizliğinde aşırı titiz olmakla ifade edilen "yoğun bir anne sevgisi" ile yorulduğu ifade edilmektedir. Daha sonra Philips şirketini kuracak zengin bir aileye mensuptu:Anton ve Gerard Philips'ın büyük halası, Frits Philips'ın büyük büyük halasıydı. Karl'ın dayısı olan küçük erkek kardeşi Benjamin Philips (1830-1900), daha sonra Karl ve Jenny Marx'ın Londra'da sürgünde iken borçlarını ödemek için destek alacakları zengin bir banker ve sanayiciydi. Kocasının aksine Henrietta Yahudi dini inancına sadık kaldı.
Karl Marx'ın çocukluğu hakkında çok az bilgi mevcuttur. 1819 yılında ağabeyi Moritz ölünce dokuz çocuğun üçüncüsü olarak ailenin en büyük oğlu oldu. 1824 Ağustos'unda Lütherci bir kilisede vaftiz edildi. Yaşayan kardeşleri, Sophie, Hermann, Henriette, Louise, Emilie ve Karoline de Lütherci olarak vaftiz edildiler. Karl Marx babası Heinrich Marx tarafından on üç yaşına kadar evde eğitildi, bu yaşında babasının bir arkadaşı olan Hugo Wyttenbach'in müdür olduğu okula kayıt edildi. Wyttenbach okulunda çok sayıda liberal hümanist öğretmen çalıştırdığı için yerel muhafazakâr hükûmetin kızgınlığını üzerine çekti. Bu durumun sonucu olarak 1832'de okul polis baskınına uğradı ve öğrencilere siyasi liberalizmi benimsemiş edebi eserlerin dağıtıldığı tespit edildi. Bu tür eserlerin dağıtılmasının kışkırtıcı bir eylem olarak görülmesi üzerine Marx okuldayken, yetkililer kurumda bazı düzenlemeler yaptı ve çok sayıda öğretmeni değiştirdi.
Ekim 1835 tarihinde 17 yaşındayken felsefe ve edebiyat öğrenmek ümidiyle Bonn Üniversitesi'ne gitti ancak, babası pratik bir meslek olarak gördüğü hukuk okumasında ısrar etti. "Akciğer zayıflığı" diye ifade edilebilecek bir durumdan dolayı 18 yaşını bitirdiğinde askerlikten muaf tutuldu. Bonn Üniversitesinde iken, polis tarafından takibe alınmış olan bir grup siyasi radikal tarafından kurulmuş Şairler Kulübüne katıldı. Bir dönem eş başkanlığını yaptığı Trier Taverna Kulübü İçiciler Derneğine("Landsmannschaft der Treveraner") de katıldı. Ek olarak üniversitede kavgalara da karıştı, bazıları gerçekten ciddileşti: Ağustos 1836'da üniversitedeki Prusya Güçleri grubundan birisi ile olan düellosu gibi. İlk dönem notları iyi olmasına rağmen notları daha sonra düştü, gelişen bu durum babasının onu daha oturmuş ve disiplinli Berlin Üniversitesi'ne göndermesine yol açtı.
Hegelcilik ve ilk eylemleri: 1836-1843.
1836 yaz ve sonbaharını Trier'de geçirdikten sonra öğrenimi ve hayatı hakkında daha ciddi kararlar aldı. Çocukluğundan beri tanıdığı, yönetici Prusya sınıfından eğitimli bir barones olan Jenny von Westphalen ile nişanlandı. Marx ile beraber olmak için genç bir aristokrat ile yaptığı nişanı atmasının yanı sıra etnik ve sınıf kökenlerinin farklı olmasına bağlı olarak ilişkileri toplumsal açıdan kabul edilemezdi. Ancak Marx, nişanlısının liberal bir aristokrat olan babası Ludwig von Westphalen ile arkadaş oldu ve daha sonra doktora tezini ona adadı. Ekim 1836'da hukuk fakültesine kaydolmak için Berlin'e gitti ve Mittelstrasse'de bir oda kiraladı. Hukuk fakültesine kaydolmasına rağmen felsefeye hayrandı ve "felsefe olmaksızın hiçbir şeyin tamamlanamayacağı" fikrini savunduğundan dolayı bu iki disiplini bir şekilde birleştirme yolu aradı. Avrupa'da felsefe çevrelerinde yoğun bir şekilde tartışılan yeni ölmüş Alman filozof G. W. F. Hegel'in düşünceleri ile ilgilenmeye başladı. Hegel'in düşüncelerini tartışan Doktor Kulübü ("Doktorklub") isimli bir öğrenci grubuna katıldı ve onların aracılığıyla 1837 yılında Genç Hegelciler olarak bilinen radikal düşünürlerden oluşan bir grup ile tanıştı. Grup, Ludwig Feuerbach ve Bruno Bauer'in etrafında Marx, Marx'ın yakın bir arkadaşlık geliştireceği Adolf Rutenberg ile bir araya geldiler. Marx gibi genç Hegelciler de Hegel'in metafizik öngörülerini eleştirirken sol bir perspektiften mevcut toplum, siyaset ve dini eleştirmek için Hegel'in diyalektik yöntemini geliştirdiler. Marx'ın babası Mayıs 1838'de öldü, bu aile için ciddi bir gelir kaybı anlamına da geliyordu. Marx duygusal olarak babasına çok yakındı ve ölümünden sonra babasının anısına çok saygı gösterdi.
1837 itibarıyla, hiçbiri yaşarken yayımlanmamış olsa da hem edebi hem de edebiyat dışı konularda yazıyordu: Kısa bir roman;"Akrep ve Felix", bir oyun, "Oulanem" ve Jenny von Westphalen'e ithaf edilen bir dizi aşk şiiri. Marx bir süre sonra sadece belli bir konuya odaklanmak amacıyla, İngilizce ve İtalyanca öğrenmek, sanat tarihi ve Latin klasiklerinin çevrilmesi gibi diğer ilgi alanları ile beraber edebiyattan vazgeçti. 1840'ta Bruno Bauer ile beraber Hegel'in "Din Felsefesi" eserini düzenlemeye başladı. Aynı tarihlerde 1841 tarihinde bitireceği Demokritos'çu ve Epikür'cü Doğa Felsefeleri Arasında Fark isimli doktora tezini yazmaya başladı. Bu tez "Marx'ın felsefi bilginin teolojiye üstün olduğunu göstermek için ortaya koyduğu cesur ve özgün bir eser olarak" yorumlanmıştı: Çalışma, özellikle Berlin Üniversitesinin muhafazakâr profesörleri arasında ihtilafa neden oldu. Marx bunun üzerine tezini onu 1841 Nisan'ında doktora ile ödüllendirecek olan daha liberal Jena Üniversitesi'ne sunmaya karar verdi. Marx ve Bauer ateist oldukları için, Mart 1841'de "Archiv des Atheismus" ("Ateist Arşiv") isimli bir yayın için planlar yapmaya başladılar, ancak bu çalışma herhangi bir eser ortaya çıkarmadı. Temmuz ayında Marx ve Bauer Berlin'den Bonn'a bir yolculuk yaptılar. Orada sarhoş olmaktan, kilisede kahkaha ile gülmeye ve şehirde eşek turu atmaya kadar skandal sayılabilecek eylemlerde bulundular.
Marx akademik bir kariyer planlamasına rağmen hükûmetin klasik liberalizme ve Genç Hegelciler'e karşı artan tepkisi nedeniyle bu seçeneğin önü tıkanmıştı. Sosyalizm hakkındaki ilk fikirlerini ve ekonomiye artan ilgisini yazacağı radikal bir gazete olan "Rheinische Zeitung"'da ("Rhineland News") gazetecilik yapmak üzere 1842'de Köln'e gitti. Hem sağ kanat Avrupa hükûmetlerini hem de liberal ve sosyalist hareketler içindeki çeşitli kişileri etkisiz ve üretkenlik karşıtı olmaları nedeniyle eleştiriyordu. Gazete, her baskıdan önce zararlı içerik açısından kontrol eden Prusya Sansür Kurulunun dikkatini çekti; Marx bu konuda şöyle yakınmıştı: "Gazetemiz öncelikle polisin denetiminden geçmek zorundaydı ve eğer polisin burnu Hristiyanlık veya Prusya aleyhine bir koku alırsa, gazetenin basılmasına izin verilmiyordu.""Rheinische Zeitung", Rusya monarşisini sert biçimde eleştiren bir makale yayımlayınca Çar I. Nikolay gazetenin yasaklanmasını istedi, Prusya hükûmeti 1843'te bu isteğe uydu. Yedi yıllık nişanlılıktan sonra 19 Haziran 1843'te Marx, nişanlısı Jenny ile Kreuznach'da bir Protestan kilisesinde evlendi.
Komünist dönem.
Paris: 1843-1845.
Marx, Alman ve Fransız radikalleri bir araya getirmek için Alman sosyalist Arnold Ruge tarafından kurulan yeni radikal sol bir gazetenin "Deutsch-Französische Jahrbücher" ("Alman-Fransız Yıllıkları")'nın eş editörü oldu. Gazete Paris, Fransa'da yayımlanıyor olması nedeniyle, Marx ve karısı Ekim 1843'te buraya taşındı. Vaneau Caddesi 23 numarada Ruge ve karısı ile kömünal bir yaşam sürmenin sonucunda şartları dayanılmaz buldular; kızları Jenny'nin 1844'te doğumu üzerine başka bir yere taşındılar. Hem Fransa hem de Almanya'dan yazarlar için bir cazibe merkezi olmayı amaçlayan "Jahrbücher", bir yazar hariç sadece Alman yazarlar tarafından desteklendi; sürgün Rus anarşist komünist Mikhail Bakunin. Marx bu çalışmaya iki makalesini verdi: "Hegel'in Hak Felsefesinin Eleştirisine Katkıya Giriş" ve "Yahudi Sorunu Üzerine," ikinci makalesi onun proleteryanın devrimci bir güç olduğuna dair düşünceye girişini ve komünizmi daha çok sahiplendiğini göstermektedir. Sadece tek bir sayı yayımlanır, ancak görece olarak başarılı olmuştur, bunu da büyük ölçüde Heinrich Heine'ın Bavyera Kralı I. Ludwig hakkında yazdığı satir dizelerinin Alman devletleri tarafından yasaklanması ve ithal edilen nüshaların alıkonulmasına borçluydu; Ruge ne yazık ki diğer sayılar için para sağlamayı reddetti böylece Marx ile olan arkadaşlığı da sona ermiş oldu. Gazetenin çökmesinden sonra, Marx geride kalan sansürlenmemiş tek radikal Alman gazetesi için yazmaya başladı; "Vorwärts" ("İleri!"). Paris'te kurulu olan gazete, işçi ve sanatçılardan oluşan gizli bir ütopyacı sosyalist grup olan Adalet İçin Birlik tarafından destekleniyordu. Marx bazı toplantılarına katılsa da, gruba girmedi. "Vorwärts!" gazetesinde, Marx, Avrupa'da etkili olan liberal ve diğer sosyalistleri eleştirirken kendisinin Hegel ve Feuerbach'ın görüşlerine bağlı olan diyalektik materyalizm hakkındaki düşüncelerini yeniden gözden geçirdi.
28 Ağustos 1844'te, Marx, ömür boyu sürecek bir arkadaşlık kuracağı Alman sosyalist Friedrich Engels ile Café de la Régence'de tanıştı. Daha önce bir sefer 1842 yılında Marx'ın çıkardığı Rheinische Zeitung gazetesinin ofisinde karşılaşmışlardı. Engels, Marx'ı, tarihteki son devrim için işçi sınıfının en uygun güç ve araç olduğunu ikna etmek için en son basılan eseri olan 1844 Yılında İngiltere'de İşçi Sınıfının Koşulları'nı gösterdi. Bu tanışmanın sonunda Marx ve Engels, Marx'ın eski arkadaşı Bruno Bauer'in felsefi düşünceleri ortak biçimde eleştirmeye başlamışlardı. Bu eleştirilerin sonucu ortaya çıkan eser Kutsal Aile, 1845 yılında yayımlandı. Bauer'i eleştirmesine rağmen, Marx, Genç Hegelciler Max Stirner ve Ludwig Feuerbach'ın görüşlerinden ileri derecede etkilenmişti, ancak sonunda Marx ve Engels, Feuerbachçı materyalizmin de üstesinden geldiler.
Paris'te Vanneau caddesi 38 numarada oturduğu süre boyunca (Ekim 1843'ten Ocak 1845'e kadar) Marx yoğun biçimde siyasal iktisat: (Adam Smith, David Ricardo, James Mill "vb.") Fransız sosyalistleri (özellikle Henri de Saint Simon ve Charles Fourier) ve Fransa tarihi çalıştı. Siyasal iktisat Marx'ın ömrünün sonuna kadar sürdüreceği bir çalışma alanı ve üç ciltlik dev eseri Kapital'in hazırlanmasına neden oldu. Marksizm genel olarak üç büyük alandan etkilenmiştir - Hegel diyalektiği, Fransız ütopyacı sosyalizmi ve İngiliz iktisat bilimi. Marx'ın Hegel'in diyalektiği üzerindeki çalışmalarıyla beraber bu süre boyunca Paris'te yaptığı çalışmalar Marksizmin(ya da Marx'ın ifadesiyle siyasal iktisatın) tüm ana öğeleri 1844 sonbaharında ortaya çıkmıştı. Marx, her insan gibi günlük uğraşılardan ve bunlara ek olarak radikal bir gazetenin editörlüğünün gerekli kıldığı özel taleplerden ve günlerde her an bir halk devrimi olma ihtimalinden dolayı kendisinden beklenen siyasal parti çalışmalarını yönlendirme zorunluluğundan dolayı siyasal iktisat çalışmaktan uzaklaşsa da her zaman bu çalışmasına geri döndü. Marx "kapitalizmin iç işleyişini anlamak" için araştıyordu.
Marksizmin genel hatları 1844'ün sonlarında Marx'ın zihninde oluşmuştu. O sırada dünya siyasal iktisadına dair Marksist düşüncenin birçok unsuru detaylı olarak çalışılmıştı. Ne var ki Marx kafasındaki yeni ekonomik teoriyi daha da netleştirmek için kendisinin ekonomiye dair bütün görüşlerini kağıda dökme ihtiyacı vardı. Bu dönemde Marx "1844 Elyazmaları" isimli eserini yazdı. Bu çalışma sayısız konuyu içeriyordu;yabancılaşmış emek de dahil. Ancak, 1845 baharıyla birlikte kendisinin süregiden kapitalizm, sermaye ve siyasal ekonomi çalışması Marx'ı -bilimsel sosyalizm- diye adlandırılan dünyanın tamamen materyalist bir görüşle ele alınmasına ihtiyaç duyan yeni bir siyasal ekonomi teorisine doğru gittiği düşüncesine yönlendirdi.
"1844 Elyazmaları" Nisan ve Ağustos 1844 tarihleri arasında yazıldı. Sonuçta Marx, bu eserin Ludwig Feuerbach'ın düşüncelerinden etkilenmiş olduğunu fark etti. Tarihsel materyalizm doğrultusunda Feuerbach felsefesinden bir kopuş yaşamaya ihtiyaç duyduğunu fark etti. Böylece bir yıl sonra, Nisan 1845'te, Paris'ten Brüksel'e taşındıktan sonra, 11 taneden oluşan Feuerbach Üzerine Tezler'ini yazdı. "Feuerbach Üzerine Tezler" özellikle 11.Tez ile bilinir: "Filozoflar bugüne kadar değişik yollarla sadece dünyayı yorumlamaya çalıştı; artık onu değiştirme zamanı geldi". Bu eserde Marx, materyalizmi çok fazla düşünceye esir olmak ile, idealizmi tamamen pratiği teoriğe indirgemekle, felsefeyi gerçek fiziksel etkinlik ve uygulamaların dışında kalmakla eleştirdi. Bu tarihsel materyalizme ilk göz kırpmasıydı, dünya düşüncelerle değil gerçek, fiziksel çalışma ve uygulamalarla değişiyordu. 1845'te, Prusya kralının ricası üzerine, Fransa hükûmeti, İçişleri Bakanı François Guizot'nın bizzat Marx'ı Fransa'dan gitmesini istemesi ile, "Vorwärts!" gazetesi kapatıldı. Marx bunun üzerine Paris'ten Brüksel'e geçti.
Brüksel: 1845-1847.
Fransa'da kalması istenmeyen, Almanya'ya gidemeyen Marx, 1845 Şubat ayında Belçika'da Brüksel'e iltica etmeye karar verdi. Ancak, Brüksel'de kalabilmesi için Marx'ın günlük politik konularla ilgili olarak hiçbir şey yayımlamama sözü vermesi gerekti. Brüksel'de, içlerinde Moses Hess, Karl Heinzen ve Joseph Weydemeyer'in de olduğu diğer sürgün sosyalistlerle bir araya geldi ve en sonunda, Nisan 1845'te Marx'ın yanına gelmek için Almanya Barmen'den Brüksel'e geldi. O sırada giderek artan sayıda Adalet İçin Birlik grubu üyesi insan da Brüksel'de kendine bir yer arıyordu. Daha sonra Manchester'den Engels'in uzun süredir arkadaşı olan Mary Burns Engels'le birlikte olmak için Brüksel'e geldi. 1845 Temmuz'unun ortasında Marx ve Engels Birleşik Krallık'ta sosyalist bir hareket olan Çartizm (Chartism) liderlerini ziyaret etmek için Brüksel'den ayrılıp Birleşik Krallık'a gittiler. Bu Marx'ın bu ülkeye ilk seyahatiydi ve Engels bu seyahat için en uygun rehberdi. Engels Kasım 1842'den itibaren 1844 Ağustos'una kadar 2 yıl boyunca Manchester'da yaşamıştı. Engels İngilizce öğrenmekle kalmamış, Çartist liderlerle yakın bir ilişki geliştirmişti. Ayrıca, Engels birçok Çartist ve sosyalist İngiliz gazetesi için muhabirlik yapıyordu. Marx, bu seyahati Londra ve Manchester'da farklı kütüphanelerde çalışma yapabileceği iktisat kaynaklarını incelemek için bir fırsat olarak kullandı.
Engels ile birlikte Marx kendisinin tarihsel materyalizm kavramını en iyi şekilde ifade ettiği düşünülen kitabı olan "Alman İdeolojisini" yazdı. Bu çalışmasında Marx, felsefi anlamda idealizmden beslenen hem Feuerbach, Bruno Bauer, Max Stirner ve geri kalan tüm Genç Hegelciler ile ve hem de Karl Grun ve diğer "doğru sosyalistlerle" bağlarını kopardı. "Alman İdeolojisinde" Marx ve Engels, tarihteki tek dönüşüm gücü olarak materyalizme dayanan kendi felsefelerini tamamladılar.
"Alman İdeolojisi" mizahi satirik bir formda yazılmıştır. Ancak bu mizahi form bile bu eseri sansüre uğramaktan kurtaramadı. Diğer birçok eseri gibi "Alman İdeolojisi" de Marx'ın yaşadığı süre içinde basılamadı ancak 1932 yılında basılabildi.
"Alman İdeolojisi" tamamlandıktan sonra Marx, "bilimsel materyalist" felsefeden kaynaklanarak hareket eden gerçek bir "devrimci proleter bir mücadelenin" "teori ve taktiklerini" değerlendiren kendi pozisyonunu ortaya koymak amacıyla hazırladığı çalışmasına döndü. Bu çalışma ütopyacı sosyalistlerle Marx'ın kendi bilimsel sosyalist felsefesi arasında farkı ortaya koymayı amaçlıyordu. Ütopyacıların insanların belli bir zamanda sosyalist harekete katılması için ikna edilmesi gerektiğine inandıkları, insanların başka bir inanca geçmesi için insanın ikna edilmesi gerektiği yöntemiyle, sırada, Marx insanların birçok durumda kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda davranmaya eğilimli olduklarının farkındaydı. Bu nedenden dolayı, bir sınıfın en temel maddi çıkarına dönük bir büyük çağrı ile bir sınıfa (burada işçi sınıfı) yapılacak çağrı bir devrim yapmak ve toplumu değiştirmek için sınıfın büyük bir kısmını harekete geçirmek en iyi yol olacaktı. Bu cümle Marx'ın planladığı yeni kitabın yazılma amacıydı. Ne var ki el yazması hükûmetin sansüründen geçmesi nedeniyle Marx kitabın adını Felsefenin sefaleti olarak belirledi (1847) ve bu ismi Fransız anarko-sosyalist Pierre-Joseph Proudhon'un yazdığı Sefaletin felsefesi (1840) isimli kitabında ifade edilen "küçük burjuva felsefesi" bir yanıt olmasını istediği için önerdi.
Bu kitaplar Marx ve Engels'in en çok tanınan eserleri, o tarihten beri Komünist Manifesto olarak bilinen bir siyaset kitapçığı olan eserleri için bir altyapı oluşturdu. 1846 yılında Brüksel'de yaşarken Marx gizli radikal organizasyon Adalet İçin Birlik ile çalışmaya devam etti. Yukarıda da belirtildiği gibi Marx, Birlik'in bir işçi sınıfı devrimi meydana getirebilecek şekilde kitlesel bir hareket olarak Avrupa çapında işçi sınıfını hareket geçirmek için ihtiyaç duyulan çeşitte radikal bir organizasyon olduğunu düşündü. Ne var ki işçi sınıfını kitlesel bir hareket geçirmek için organize etmek gerekiyordu, Birlik, "gizli" veya "yeraltı" çalışmasına devam etmek ve görünürde siyasi bir parti olarak çalışmak zorundaydı. Birlik üyeleri bu yaklaşıma ikna oldular. Haziran 1847'de Adalet için Birlik kendi üyeleri ile doğrudan işçi sınıfını hedef alan yeni bir açık "yer üstü" yapılanması doğrultusunda yeniden organize oldu. Bu yeni açık siyasal topluluk Komünist Birlik olarak isimlendirildi. Marx ve Engels'in ikisi birden bu yeni yapının programının ve organizasyon ilkelerinin belirlenmesinde görev aldı.
1847'nin sonlarında Marx ve Engels en ünlü çalışmaları olacak eseri yazmaya başladılar - Komünist Birlik için bir eylem programı. Aralık 1847 ile Ocak 1848 arasında Marx ve Engels tarafından birlikte yazılan Komünist Manifesto ilk olarak 21 Şubat 1848 tarihinde basıldı. "Komünist Manifesto" yeni Komünist Birlik'in ilkelerini ortaya koydu. Artık gizli bir topluluk olmadıkları için ilkelerini kamuya açık hale getirmek istediler. Kitapçığın açılış cümleleri Marksizmin temel düşüncesini ifade etmektedir: "Bugüne kadar mevcut toplumların tarihi sınıf savaşlarının tarihidir." Kitap Marx'ın, burjuva (zengin orta sınıf) ve proleterya (endüstriyel işçi sınıfı) arasında giderek büyüdüğünü iddia ettiği çıkar çatışmasının ortaya çıkardığı antagonizmaları incelemektedir. Buradan hareket eden Manifesto, Komünist Birlik'in o dönemdeki diğer sosyalist ve liberal siyasal partilerden farklı olarak kapitalist toplumu ortadan kaldırıp onun yerine sosyalist toplumu getirmek amacıyla proletaryanın çıkarları doğrultusunda hareket edeceğini ortaya koymaktadır.
Aynı yılın sonuna doğru (1848), Avrupa 1848 Devrimleri olarak bilinen bir dizi protesto, ayaklanma ve genellikle şiddet dolu karışıklıklar yaşadı. Fransa'da, 1848 Fransa devrimi, monarşi yönetimini devirdi ve İkinci Fransa Cumhuriyeti'ni kurdu. Marx bu tür durumlarda maddi yardım sağlıyordu; o dönemde babasının ölümünden dolayı 6000 veya 5000 Frank gibi önemli bir yekünü olan mirasın üçte biri ile devrimci bir harekete geçmeyi düşünen Belçikalı işçileri silahlandırmak için harcadı. Bu iddialar gerçekleşmese bile, Belçika Adalet Bakanlığı onu tutuklamak üzere suçladı; yeni bir cumhuriyet hükûmetine sahip olduğu için güvende olacağını düşündüğü Fransa'ya kaçmak zorunda kaldı.
Köln: 1848-1849.
Paris'e geçen Marx, Komünist Birlik'in merkezini buraya aldı ve orada yaşayan farklı Alman sosyalistlerle Alman İşçiler Kulübünü kurdu. Devrimin Almanya'ya sıçramasını umut ederek 1848 yılında Marx "Almanya'daki Komünist Partinin Talepleri" başlıklı bir el ilanı dağıttığı Köln'e geri döndü, bu bildiride Komünist Manifesto'da yer alan 10 maddeden sadece dört tanesini dile getirdi çünkü o dönemde Alman burjuvazisinin proletarya tarafından iktidardan indirmeden önce burjuvazinin Almanya'da güçlü feodalizmi ve monarşiyi iktidardan indirmesi gerektiğine inanıyordu. 1 Haziran tarihinde, Marx günlük bir gazete çıkarmaya başladı; "Neue Rheinische Zeitung", gazetenin finansmanı babasında kalan mirastan arta kalan ile yapılıyordu. Kendi Marksist yorumu ile Avrupa'dan gelen haberlerin düzenlenmesi için Marx baş yazar ve baskın editoryal güç olarak yer alıyordu. Komünist Birlik'ten diğer üyelerin katkılarına rağmen Engels'in ifadesi ile gazete "Marx'ın küçük bir diktatörlüğü" olarak kaldı.
Gazetenin editörü olarak Marx ve diğer devrimci sosyalistler düzenli olarak polis baskısına uğruyor ve Marx değişik nedenlerden dolayı kovuşturuluyor, her seferinde de aklanıyordu. Bu sırada Prusya'da demokratik parlamento düştü ve kral, IV. Friedrich Wilhelm, solcu ve diğer devrimci kişilerin ülkeyi terk etmesini sağlayacak düzenlemelere girişen yeni bir kabine oluşturdu. Sonuç olarak, "Neue Rheinische Zeitung" kapatıldı ve Marx 16 Mayıs tarihinde ülkeyi terk etme emri aldı. Marx Paris'e döndü, o sırada Paris'te de ciddi bir karşı devrim dalgası ve kolera salgını vardı ve kendisini bir tehdit olarak gören polis tarafından şehri terk etmesi istendi. O sırada dördüncü çocuklarına hamile olan karısı Jenny ile 1849 Ağustos'unda mülteci olarak Londra'ya gitti.
Londra'daki Yaşamı.
Ağustos 1849'da ömrünün sonuna kadar kalacağı Londra'ya yerleşti. Dolayısıyla Komünist Birlik merkezi de Londra'ya taşınmış oldu. Ancak, 1849-1850 kışında, Komünist Birlik içinde August Willich ve Karl Schapper'in başını çektiği bir grup Komünist Birlik'in başını çekeceği acil bir ayaklanma talebinde bulundu. Willich ve Schapper bu şekilde ayaklanmanın ateşinin yakılmasının tüm Avrupa'ya yayılacak bir devrime yol açacağını savunuyordu. Marx ve Engels böylesine plansız bir ayaklanmanın Komünist Birlik için bir macera ve intihar olacağını savundu. Schapper/Willich hizbi tarafından tavsiye edilen böylesine bir ayaklanma kolaylıkla Avrupa hükûmetlerinin polis ve silahlı güçleri tarafından bozguna uğratılabilirdi. Bu Marx'a göre Komünist Birlik için her şeyin sonu anlamına gelebilirdi. Marx, toplumdaki değişimlerin, 'bir avuç insanın' isteği ve çabasıyla bir gecede gerçekleşemeyeceğini savunuyordu. Tersine bu değişimler, toplumun bilimsel olarak ekonomik şartlarının incelenmesi ve toplumsal gelişimin farklı safhaları doğrultusunda devrime doğru hareket ettirilmesi ile sağlanıyordu. Gelişimin bu aşamasında (1850 yılı), 1848 yılında tüm Avrupa çapında yaşanan devrimlerin mağlup edilmesini takiben, Marx, özgür seçimler doğrultusunda anayasal bir cumhuriyet kurulması ve tüm erkeklere oy hakkı verilmesi gibi yönetim reformları talepleri konularında feodal aristokrasiyi yenmek için yükselen burjuvanın ilerlemeci öğeleri ile işçi sınıfının işbirliği yapması konusunda Komünist Birlik'in teşvik edici olması gerektiğini düşünüyordu. Diğer bir ifade ile işçi sınıfı işçi sınıfı ajandasını ve işçi sınıfı devrimini gerçekleştirmeden önce burjuva devriminin başarıya ulaşması konusunda burjuva ve demokratik güçlere katılmalıydı. Komünist Birlik'i ortadan kalkmasına neden olacak kadar bir mücadeleden sonra Marx'ın düşünceleri galip geldi ve bunun üzerine Willich/Schapper grubu Komünist Birlik'ten ayrıldı. Bu sırada Marx sosyalist "Alman İşçilerinin Eğitim Derneği" ile yoğun biçimde ilgilendi. Dernek toplantılarını Londra'nın merkezi bölgelerinden Soho'da yapıyordu. Bu organizasyon da Marx'ı ve Schapper/Willich'i takip edenler olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Konu başlıkları Komünist Birlik içindeki tartışma başlıklarının aynıydı. Marx, ne var ki, bu dernekte Schapper/Willich grubuna karşı olan mücadeleyi kaybetti ve 17 Eylül 1850, tarihinde dernekten istifa etti.
"New York Tribune" için yazması.
Londra'da Marx kendisini tamamen işçi sınıfının devrim organizasyonu çalışmasına verdi. İlk yıllarında ailecek inanılmaz bir yoksulluk içinde yaşadılar. Ana gelir kaynağı, gelirini aile şirketinden elde eden Engels'in sağladığı paraydı. Daha sonra Marx ve Engels birlikte dünyada değişik ülkelerdeki 6 gazeteye yazmaya başladı: Birleşik Krallık, ABD, Prusya, Avusturya ve Güney Afrika. Marx'ın muhabirlik çalışmasının esas kısmını "New York Daily Tribune" gazetesinin Avrupa temsilcisi olarak yaptıkları meydana getirmiştir. İlk yıllarda Marx kendi gazetesi veya kendi felsefesine sempati duyan işverenlerin ona editörlüğünü yaptırdığı gazeteler aracılığı ile işçi sınıfından büyük kitlelerle iletişim kurabiliyordu. Ancak Londra'da kendi gazetesini kurma sermayesi yoktu ve bu işe sermaye yatıracak insanları bulamıyordu. Dolayısıyla Marx "New York Tribune" ve benzeri burjuva gazetelerine makaleler yazarak kamuoyu ile iletişim kurmaya çalıştı. İlk başta Marx'ın makalelerini Wilhelm Pieper Almancadan İngilizceye çeviriyordu. Zaman içinde Marx tercümeye gerek duyulmayacak biçimde İngilizce makale yazmaya başladı.
"New York Daily Tribune" New York şehrinde Horace Greeley tarafından Nisan 1841 tarihinde kurulmuştu. Marx'ın ana iletişim kişisi Charles Dana'ydı. Daha sonra, 1868'de, Charles Dana rakip bir gazete olan "New York Sun" da editör olmak üzere gazeteyi bırakacaktı. Ancak, gene de Charles Dana "Tribune" gazetesinin editör kadrosunda kalmaya devam etti.
"Tribune" ile ilgili birçok unsur gazeteyi Marx'ın Atlantik ötesinde sempatik bir kitleye ulaşmasına yardım etmesi bakımından mükemmel bir araç hâline getiriyordu. Gazetenin maliyeti için fon bulması onun çok ucuz satılmasını sağlıyordu: 2 sent. Ayrıca ABD'deki işçi sınıfının çoğunluğu tarafından beğeniliyordu. 50.000 lik tirajı ile ABD'de en yaygın dağıtılan gazeteydi. Editöryal olarak, "Tribune" Greeley'nin kölelik karşıtı görüşlerini yansıtıyordu. Tüm bu özelliklerin yanı sıra gazetenin okurları işçi sınıfının ilerlemeci kesiminden gözüküyordu. Marx'ın "New York Tribune" için ilk makalesi Birleşik Krallık parlamento seçimleri hakkındaydı ve 21 Ağustos 1852 tarihinde gazetede yayımlandı.
Marx "New York Tribune" gazetesinin Avrupa'da çalıştırdığı gazetecilerden biriydi. Ne var ki, 1850'lerin sonunda yaşanan kölelik krizi ve 1861'de patlak veren Amerikan İç Savaşı, ABD kamuoyunun Avrupa ile ilgili konulara ilgisini azalttı. Bu nedenden dolayı Marx, çok erken tarihlerde kölelik krizi ve o zamanki "devletler arası savaş" hakkında çok erken yazmaya başladı.
Marx "New York Daily Tribune" gazetesi için gazetenin editöryal politikasının "ilerici" olduğunu düşündüğü sürece makaleler yazmaya devam etti. Ne var ki, Charles Dana'nın 1861'in sonlarında gazeteden ayrılması ve bunun doğal sonucu olarak yeni editörler kurulu yeni bir politika getirdi. Gazete artık tamamen "kölelik karşıtı" değildi. Kuzey ve Güney arasında Güney'in kölelik görüşlerine hak veren bir barış yapılmasını savunuyordu. Marx bu yeni politik pozisyona karşı çıktı bunun sonucu olarak 1863'te "Tribune" gazetesinden istifa etmeye zorlandı.
1850-1857 arası düşünsel gelişim ve eserleri.
Louis Bonaparte'in 18 Brumaire'i.
1851 Aralık ayı ile 1852 Mart ayı arasında, Marx, zafer kazanan proleteryanın burjuva devletini yıkmak zorunda olduğu iddiasını desteklediği tarihsel materyalizm, sınıf mücadelesi ve proleterya diktatörlüğü kavramlarını daha geniş biçimde açıkladığı 1848 Fransız devrimi üzerine bir çalışma olan "Louis Bonaparte'in 18 Brumaire'i" isimli kitabını yazdı.
Devrim ve ekonomik kriz ilişkisi.
1850'ler ve 1860'lar aynı zamanda, bazı akademisyenlere göre idealist, Hegelci Genç Marx'ın sonradan daha bilimsel bir zihinle Olgun Marx'ın yazacağı eserlerine giden yolu kat ettiği yıllardır. Bu ayrım genellikle Yapısalcı Marksizm okulu tarafından dile getirilmekte, ve diğer akademisyenlerin böyle bir durumun var olduğuna katıldıkları anlamına gelmemektedir. 1848 ile 1849 yıllarındaki devrimler Marx ve Engels için büyük birer deneyim olmuştu. Her ikisi de 1848 devrimci ayaklanması gibi tarihsel olayların açıklanabilmesi için kendilerinin tarihin akışının ekonomik okumasının tek geçerli yol olduğundan emin oldular. 1848'den bir süre sonra Marx ve Engels yeni bir ekonomik çökme olmadan yeni bir devrimci ayaklanma olmayacağını düşünmeye başladılar. Toplumda yeni bir devrimci ayaklanma olması için bir ekonomik resesyonun gerekli olup olmadığı Marx ve diğer devrimciler tarafından sorgulanmaya başladı. Marx diğer devrimcileri maceraperestlikle suçladı çünkü onların bir toplumdaki mevcut durumun ekonomik gerçekliklerini dikkate almaksızın sadece devrimcilerin güçlü devrim arzuları ile oluşturacakları gergin hava ile devrimin olabileceğine dair bir inançları vardı.
1852 yılında ABD'de yaşanan ekonomik çöküntü Marx ve Engels'e ABD'de bir devrimci ayaklanmanın çıkıp çıkmayacağını düşündürttü. Ancak ABD ekonomisi klasik bir devrim için çok gençti. Batı bölgesi her zaman başka ülkelerde ciddi sorunlara yol açabilecek kitlelerin sevk edilmesi için bir boşaltma vanası görevi gördü. O yıllarda ülkelerin ekonomileri henüz diğer ülkelerin sınırlarında olumsuz etkileri durdurabiliyordu. Ancak 1857 Paniği olarak bilinen büyük ekonomik kriz ABD'de de başlayıp tüm dünyayı sardı. 1857 Paniği ilk gerçek anlamda küresel ekonomik krizdi. Marx 1844 yılından beri on üç yıldır ara verdiği ekonomi çalışmalarına dünyada olup biteni çok daha derinlemesine anlayabileceğini düşünerek geri döndü.
1857 sonrası çalışma ve eserleri.
Grundrisse.
Arka arkaya yaşanan işçi devrim ve hareketlerinin başarısızlık ve hayal kırıklıkları nedeniyle, Marx kapitalizmi derinlemesine anlamaya karar verdi ve British Museum'in okuma odasında siyasal iktisatçıların eserleri ve iktisadi veriler üzerinde çalışmak ve yorumlamak için çok uzun saatler ve günler geçirdi. 1857 sonunda sermaye, özel mülkiyet, ücretli emek, devlet, dış ticaret ve dünya ticareti hakkında elinde 800 sayfa tutan bilgi notu ve kısa denemeleri olmuştu; bu notlar 'Siyasal İktisadın Eleştirisinin Ana Hatları' adıyla 1939 yılına kadar basılana kadar gün yüzüne çıkmadı.
Ekonomi politiğin eleştirisine katkı.
1859 yılında Marx "Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı", isimli ilk ciddi iktisat çalışmasını yayımladı. Bu eserin, üç cilt olarak daha sonraki bir tarihte yayımlama niyetinde olduğu Kapital'in girişi olması amacındaydı. "Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı" kitabında, Marx, David Ricardo tarafından savunulduğu gibi emek değer teorisini kabullenmektedir, ancak Ricardo metalar ölçeğinde kullanım değeri ve değer arasında bir ayrım çizerken kullanım değeri ve değer arasındaki gerçek ilişkiyi hiçbir zaman tanımlayamadı. Marx'ın kitabında ortaya koyduğu kanıtlara dayalı mantık yürütme açık bir biçimde kullanım değeri ve ekonomik değer arasındaki gerçek ilişkiyi ortaya koydu. Aynı zamanda kapitalist ekonomide para döngüsü ve para için gerçekten bilimsel bir teori ortaya koydu. Bunlardan dolayı, "Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı" yayımlandığında büyük bir heyecan dalgası yarattı. Kitap satışa çıkar çıkmaz çok hızlı biçimde tükendi.
Artı-Değer teorileri.
"Artı-Değer Teorileri" () Karl Marx, tarafından Ocak 1862 ve Temmuz 1863 tarihleri arasında oluşturulmuş el yazmalarından meydana gelmektedir. Kitap esas olarak 1750'lerden beri tartışılan Almanca "Mehrwert" (artı-değer) kavramı hakkındaki teorilerle ilgilenmekte, servet oluşumu hakkında İngiliz, Fransız ve Alman siyasal iktisatçıların özellikle David Ricardo ve Adam Smith'in görüşlerini eleştirel olarak incelemektedir."Artı-Değer Teorileri" kitabı genellikle Kapital'in 4. cildi olarak kabul edilmekte ve iktisadi düşüncenin tarihinde ilk kapsamlı eserlerden biri olarak görülmektedir.
Birinci Enternasyonal.
1864 yılında, Marx Uluslararası Emekçiler Birliği (diğer bilinen adıyla "Birinci Enternasyonal")'e katıldı, ve yönetimine seçildi. Bu organizasyonda Marx, Mikhail Bakunin'in (1814-1876) başını çektiği anarşist kanat ile mücadele içindeydi. 1872'de gerçekleşen Birinci Enternasyonal'in 4. kongresi olan Lahey Kongresi'nde Bakunin'in Marx'ın fikirlerini "otoriter" olarak değerlendirmesiyle iki grup arasında büyük çekişmeler yaşanmış, sonunda Bakunin ve anti-otoriter çevreler kongreden ihraç edilmiştir. Mücadeleden Marx galip çıksa da, 1872 yılında Marx'ın da desteklediği biçimde örgüt merkezinin Londra'dan New York'a taşınma kararı Enternasyonal'in güç kaybetmesine neden olmuştur.
"Das Kapital" I. cilt.
1867'de dev çalışması, kapitalist üretim sürecini analiz ettiği Kapital'in ilk cildi yayımlanır. İkinci ve üçüncü cildi üstünde çalışmalarını sürdürür ancak bu ciltler ölümünden sonra Engels tarafından yayımlanabilecektir. Burada Marx, Thomas Hodgskin'in düşüncelerinden etkilenerek geliştirdiği emek değer teorisini ayrıntılara inerek anlatmaktadır. Marx, Kapital'de birden çok kere Hodgskin'in "takdiri hakeden" dediği "Sermayenin Talepleri Karşısında Emeğin Savunulması" isimli eserinden alıntılar yaptığını yazmaktadır. Hatta Marx modern kapitalist üretim sürecinde emeğin yabancılaşmasını Hodgskin'in tanımladığını aktarmaktadır. "Bireysel emeğin artık doğal bir ödülü yok. Her emekçi bütünün sadece, tek başına anlamı ya da kullanım alanı olmayan bir parçasını üretmekte ve emekçinin kendini kıyaslayabileceği ve 'bu benim üretimim, bunu kendime ayırıyorum' diyebileceği hiçbir şey ortada bulunmamaktadır." Kapital'in ilk cildinde Marx, kar oranının düşmesine ve endüstriyel kapitalizmin çöküşüne neden olacağını tartıştığı artı değer ve sömürü kavramlarını da anahatlarıyla ortaya koymaktadır. 1871'in sonbaharında Kapital'in Almanca birinci baskısı tamamen satılmış ve ikinci baskısına geçilmişti. Kapital'in Rus dilinde basımı için yoğun talep 27 Mart 1872'de kitabın Rusça 3000 kopya basılmasına neden oldu.
"Fransa'da İç Savaş".
"Fransa'da İç Savaş" Karl Marx tarafından Enternasyonal'in genel kuruluna gönderilme amacıyla Nisan-Mayıs 1871'de yazılan kitaptır. Haziran 1871'de basılmış, 1872 yılında yaygın bir basımla birçok dile çevrilmiş Avrupa ve ABD'de yayımlanmıştır.
Gotha Programı'nın Eleştirisi.
Marx'ın sağlığı hayatının son on yılında gittikçe bozulmaya başladığı için önceki yıllarda gösterdiği üretkenliği sağlayamadı. 1875'te yayımlanan "Gotha Programı'nın Eleştirisi" devrim stratejisi, proletarya diktatörlüğü, kapitalizmden komünizme geçiş ve işçi sınıfı partisi konularını ele alır. Bu kitapta, "Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre" prensibinin komünist toplumun sloganı olması gerektiğini beyan eder.
Ölümünden sonra basılan ve düzenleme yapılan eserleri.
"Das Kapital" II ve III. Ciltler.
Kapital'in ikinci ve üçüncü ciltleri Marx'ın ölene kadar üzerinde çalıştığı el yazmaları olarak kaldı. Her iki cilt Marx'ın ölümünden sonra Engels tarafından bastırıldı. Kapital II.Cilt Engels tarafından yayına hazırlanıp Temmuz 1893'te bastırıldı: "Kapital II: Sermayenin Dolaşım Süreci". Kapital III:Cilt bir yıl sonra 1894 Ekim ayında bastırıldı: "Kapital III.Cilt: Bir Bütün Olarak Kapitalist Üretim Süreci".
Artı-Değer teorileri.
"Artı-değer Teorileri", "Marx ve Engels'in Ortak Eserleri" nin 30, 31, 32 ve 33. ciltlerini oluşturan "1861-1863 İktisat El Yazmaları" ndan ve "Marx ve Engels'in Ortak Eserleri" nin 34. cildini oluşturan "1861-1864 İktisat El Yazmaları" ndan oluşturulmuştur. "Artı-değer Teorileri" ni meydana getiren "1861-1863 İktisat El Yazmaları" nın esas metni "Ortak Eserler" in 30.cildinin son kısmını, 31. cildin, ve 32. cildin tamamını meydana getirmektedir. "Artı-değer Teorileri" nin Almanca kısaltılmış bir baskısı 1905'te ve 1910'da yayımlanmıştır. Bu kısaltılmış baskı İngilizceye çevrilip 1951'de Londra'da basılmıştır. "Artı-değer Teorileri" nin kısaltılmamış tam baskısı 1963 ve 1971 yıllarında Kapital'in 4. cildi olarak Moskova'da basılmıştır.
Ailenin, özel mülkiyetin ve devletin kökeni.
8 Mart 1881 tarihli Vera Zasuliç'e gönderdiği mektupta, Marx, Rusya'nın gelişimin kapitalist aşamasını atlama ihtimalini ve mir tipi köylerdeki ortak toprak kullanımı temelinde komünizmi inşa etmesi tasarımını dile getirmektedir. Rusya'nın kırsal komününün Rusya'nın toplumsal yenilenmesinin dayanak noktası olduğunu kabul ederken Marx, kapitalist aşama olmaksızın doğrudan sosyalist aşamaya geçmesi için mir'in yönetilmesi sırasında "her taraftan bu yapıya saldıracak zararlı etkilerin öncelikle engellenmesinin gerektiği" konusunda uyarıda bulunmaktadır. Bu zararlı etkilerin engellenmesiyle Marx kırsal komünün kendiliğinden gelişiminin normal şartlarının gerçekleşebileceğini öngörmektedir. Ne var ki Vera Zasulich'e gönderilen aynı mektupta Marx "kapitalist sistemin
özünde...üreticinin üretim araçlarından tamamen ayrılmasının yattığına" işaret etmektedir. Mektubun bir bölümünde Marx antropolojiye olan ilgisinin her geçen gün artmasından bahsetmektedir; gelecekteki komünizmin bizim tarih öncesi geçmişimizin komünizmine daha üst bir düzeyde geri dönüş olacağı inancıyla bu bilim dalına ilgi duymaktaydı. Şöyle yazmıştır: "Çağımızın tarihsel eğilimi kapitalist üretimin en yüksek seviyesine ulaştığı Avrupa ve Amerika ülkelerinde ölümcül bunalımlarıdır; modern toplumun en arkaik tipte ortaklaşmacı üretim ve iş bölümünün daha üstün bir biçimine dönüşmesine neden olacak şekilde kendi yıkımına son verecek bir bunalım". Şunu da eklemiştir: "ilkel komünlerin canlılığı karşılaştırılmaz biçimde Samilerden, Yunanlardan, Romalılardan vb diğer toplumdan daha üstündü, ziyadesiyle modern kapitalist toplumlardan da". Ölmeden önce, Marx Engels'e bu düşüncelerini yazmasını istedi, kitap 1884 yılında yayımlandı: "Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni".
Aile hayatı.
Marx ve Jenny von Westphalen'ın yedi çocukları oldu, ancak özellikle Londra'daki yaşamları boyunca içinde bulundukları kötü hayat şartları nedeniyle sadece üç çocukları yetişkin yaşlara kadar yaşayabildi. Çocukları şunlardı: Jenny Caroline (evlilik soyadı. Longuet; 1844-83); Jenny Laura (evlilik soyadı. Lafargue; 1845-1911); Edgar (1847-1855); Henry Edward Guy ("Guido"; 1849-1850); Jenny Eveline Frances ("Franziska"; 1851-52); Jenny Julia Eleanor (1855-98) ve ismi konulmadan bir bebekleri daha öldü (Temmuz 1857). Marx'ın yanlarında çalışan yardımcıları Helene Demuth'dan Freddy isminde bir çocuğu daha olduğuna dair iddialar bulunmaktadır.
Marx, özellikle yetkililerin onu takip etmelerini güçleştirmek için çoğunlukla bir ev ya da daire kiralarken, sıklıkla takma isim kullanırdı. Paris'te iken, 'Mösyö Ramboz' takma adını kullanırken Londra'da yaşarken mektuplarını 'A.Williams' diye imzalardı. Arkadaşları koyu ten rengi ve dalgalı saçlarına atfen onun Kuzey Afrika halkı Moor'lara benzediğini düşünerek "Moor" diye çağırırken o çocuklarının onu "Yaşlı Nick" ve "Charley" diye çağırmalarını isterdi. Kendisi de arkadaşlarına ve aile üyelerine takma isim takmaktan hoşlanıyordu: Friedrich Engels'e "General", yardımcıları Helene için "Lenchen" veya "Nym" kızları Jennychen'e "Çin İmparatoru; Qui Qui" ve Laura için "Kakadou".
Biyografi yazarı Sylvia Nasar'a göre, Marx hiçbir zaman İngilizceyi tam anlamıyla öğrenmedi ve son otuz yıl boyunca yaşadığı Birleşik Krallık'ta hiçbir fabrikayı ziyaret etmedi.
Ölümü.
Karısı, Jenny'nin Aralık 1881'de ölümünden sonra Marx, hayatının geride kalan on beş aylık döneminde onu hasta hâlde bırakacak kesilmeyen akıntılı bir nezleye yakalandı. Bu hastalığı takiben Marx'ta, 14 Mart 1883'te ölmesine neden olacak bronşit ve plörezi gelişti. Vatansız bir insan olarak öldü; Londra'daki ailesi ve arkadaşları tarafından 17 Mart 1883 tarihinde Highgate Mezarlığı’na defnedildi. Cenazesinde dokuz ile on bir kişi arasında yas tutucu vardı.
En yakın birkaç arkadaşı, içlerinde Wilhelm Liebknecht ve Friedrich Engels olmak üzere konuşma yaptı. Engels’in konuşmasından bir pasaj buradadır:
Marx'ın kızları Eleanor ve Laura, eşleri Charles Longuet ve Paul Lafargue, Marx'ın iki Fransız sosyalist damadı, oradaydılar. Liebknecht, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin kurucusu ve lideri, Almanca bir konuşma ve Longuet, Fransız işçi sınıfı hareketinin önemli bir şahsiyeti olarak, Fransızca kısa bir konuşma yaptı. Aynı zamanda Fransa ve İspanya işçi partilerinden gelen iki telegraf okundu. Engels’in konuşmasıyla cenaze töreninin programının tamamı oluşturulmuştu. Cenazeye katılan akraba olmayan diğer kişiler ise Marx’ın üç komünist arkadaşıydı:Friedrich Lessner, 1852’deki Köln komünist davasından üç yıl hapis cezası almıştı; G. Lochner, Engels’in ifadesiyle “Komünist Birliği’n eski bir üyesi”; ve Carl Schorlemmer, Manchester'da bir kimya profesörü, Royal Society’nin bir üyesi ve aynı zamanda 1848 Baden devriminde yer almış bir komünist aktivist. Cenazeye katılan bir diğer isim ise daha sonra çok ünlü bir akademisyen olacak olan bir İngiliz zoolog Ray Lankester’dı.
1895’teki ölümünde Engels, Marx'ın hayattaki iki kızına 4.8 milyon dolarlık mirasının önemli bir kısmını bıraktı.
Marx'ın mezartaşı na şunlar kazınmıştır: "Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!", Komünist Manifesto’nun son cümlesi ile (Engels tarafından düzenlenen) "Feuerbach Üzerine Tezler" in 11.si: "Düşünürler bugüne kadar sadece dünyayı değişik biçimlerde tercüme etmeye çalıştılar - oysa gerekli olan onu değiştirmektir". Büyük Britanya Komünist Partisi Laurence Bradshaw tarafından yapılan bir kafa büstü ile 1954 yılında anıtsal bir mezartaşı yaptırdı; Marx'ın ilk yapılan mezartaşı ise oldukça mütevazıydı 1970 yılında ev yapımı bir bomba ile bu anıtı yok etme teşebbüsü söz konusu oldu.
Marksist tarihçi Eric Hobsbawm şunları söylemektedir: "Marx’ın başarısız biri olarak öldüğünü kimse söyleyemez çünkü, Birleşik Krallık'ta kendisini takip eden ciddi bir kitle oluşturamasa bile fikirleri Almanya ve Rusya’da sol hareketleri derinden etkilemiştir. Ölümünden sonraki 25 yıl içinde politikalarında Marx’ın etkisini kabul eden kıta Avrupa’sındaki sosyalist partiler temsilî demokrasi içinde seçim yapılan ülkelerde yüzde 15 ile 47 arasında oy kazanmışlardı."
Felsefesi ve toplum düşüncesi.
Marx'ın diğer düşünürlerle polemiği çoğunlukla eleştiri üzerinden olmuştur ve bundan dolayı "toplum bilimlerinde eleştirel metodun ilk büyük düşünürü" olarak adlandırılmıştır. Spekülatif felsefeyi, metafiziği ideoloji ile eşitleyerek eleştirmiştir. Bu yaklaşımı uyarlayarak Marx anahtar bulguları ideolojik önyargılardan ayırmaya çalışmıştır. Bu çabası onu çağdaşı olan düşünürlerden farklı kılmıştır.
İnsan doğası.
Tanımlanamayan bir despot tarafından yönetilen; yüzü olmayan, bürokratik despotizmi tanımlayan Tocqueville gibi Marx tek bir tiran hakkında konuşan düşünürlerden ve tek bir despotun doğasını tartışan Montesquieu'dan ayrılır. Bunun yerine Marx "sermayenin despotizmini" çözümlemek için yola çıkar. Temelde Marx, insanlık tarihinin hem insanları hem de maddi nesneleri içine alan insan doğasının dönüşümünü içerdiğini varsaydı. İnsanlar hem kullanılan hem de potansiyel özleri olduğunu kabul ederler. Marx ve Hegel'in her ikisi için, öz-dönüşüm bu farkındalıktan kaynaklanan içsel bir yabancılaşma tecrübesi ile başlamakta; gerçek özün, kendi potansiyel karşılığını kavranılacak bir şey olarak gördüğü bir özne olarak tecrübe etmesi ile takip edilmektedir. Marx daha sonra doğayı arzulanan biçimde kalıba sokarak öznenin nesneyi kendisinin kıldığını ve bu durumun bireyi tam bir insan olarak kendini gerçekleştirmesine izin verdiğini tartışır. Marx için, insan doğası-"Gattungswesen" insan emeğinin bir işlevi olarak gerçekleşir. Marx'ın değeri olan emek düşüncesine temel olan önermesi şudur; bir öznenin yabancılaştığı nesne ile uzlaşabilmesi için ilk olarak nesne öznenin dünyasındaki her türlü maddi ve manevi materyal üzerindeki nüfuzundan kurtulmalıdır. Marx, Hegel'in "iş"in doğasını ortaya koyduğunu belirtir ve "kendi emeğinin bir sonucu olarak gerçek olduğu için otantik biçimde nesnel insanı kavramakta ancak Hegelci öz gelişimi gereksiz yere ruhani ve soyut kabul etmektedir. Marx burada Hegel'den, nesnelerin insanın hayatını anlamlı kılmalarından dolayı kendi doğasını tatmin etmek için "gerçek, anlamlı nesnelere" sahip olmaktadır ya da kendi hayatını sadece gerçekten anlamlı nesnelerle anlamlı kılabilmektedir anlamına gelecek "insan doğal kapasiteleri olan materyalist, gerçekçi, duyarlı nesnel bir canlıdır gerçeğinde" ısrar etmesiyle ayrılmaktadır. Sonuç olarak Marx, Hegel'in "çalışmasını", doğanın emek gücü terimi ile yer değiştirmesini insanın kapasitesi çerçevesinde elden geçirip maddi "çalışmaya" dönüştürmüştür.
Tarih anlayışı.
Marx'ın tarihsel materyalizm kuramı toplumun her zaman temel olarak -üretim ilişkileri ve buna bağlı olarak ekonominin sistemin dinamiği olduğu- maddi koşullara göre belirlendiğini öne sürer. İnsanlar öncelikle "yaşamlarını sürdürmek gayesiyle içmek, yemek, barınmak ve giyinmek" gibi gereksinmeleri karşılamak için ilişkiye girer. Marx ve Engels, Batı toplumlarının gelişmesini ve geleceğini, birbirini takip eden ilk dört döneme ayırır ve beşinci olarak gelecekte yaşanacağını varsaydıkları komünizm dönemini öngörür:
Politik ekonomi.
Marx'a göre, insanın kendi emeğine yabancılaşması (meta fetişizmine dönüşen süreç), kapitalizmin en belirgin niteliğinden biridir. Kapitalizmden önce, Avrupa'da var olan piyasalarda üreticiler ve tüccarlar mal alıp satardı. Kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle birlikte emeğin kendisi bir mal (meta) halini almıştır. İnsan artık yaptığı ürünü değil, kendi emek gücünü belirli bir ücret karşılığında anlaşarak satmaktadır. Emek gücü, insanın zanaatçılığından farklılaşarak sistemin devamlılığını sağlayan, tamamıyla alınıp satılabilen bir araç hâline gelmiştir. Emek gücünü satmak zorunda olanlara proletarya, bu emek gücünü satın alan, genellikle mülk ve üretim teknolojisine sahip gruba da burjuva denir. Proleterler, kapitalistlerden sayıca ve kaçınılmaz olarak fazladır.
Marx, endüstriyel kapitalistlerin tüccar kapitalistlerden ayrıldığını söyler. Tüccar bir piyasadan bir malı alır ve diğer bir piyasada, piyasadaki arz ve talep kanunlarına bağlı olarak, daha yüksek bir fiyattan satar. Böylece bir arbitraj oluşturur. Öte yandan kapitalistler, üretilen maldan bağımsız olarak emek piyasası ile piyasa arasındaki farklılıktan yararlanır. Marx, her başarılı endüstrinin birim maliyeti girdisi ile birim fiyatı çıkışı arasında fark bulunduğunu söyler. Bu farklılık artı değer olarak adlandırılır ve bu artı değer kaynağını işçinin ürettiği artı emekten alır, bu el konulan artı değer kapitalist kazancın esas bölümünü oluşturur.
Marx ve Engels, Komünist Manifesto'da burjuvanın tarihte daha önceden görülmemiş devrimci bir rol oynadığını söyler, ama bu kapitalist üretim sürecinin yaşayacağı krizleri bütünüyle engelleyebilecek güçte olduklarını göstermez. Teknolojinin sürekli gelişmesi, ekonominin büyümeye endeksli olması ve kârın arttırılması gerekliliği kapitalizmi periyodik krizlere mahkûm eder. Bu büyüme, kriz ve tekrar büyüme süreci sonunda her defasında bir öncekinden daha ciddi bir krize yol açacaktır. Aynı zamanda bu süreçte kapitalist sürekli zenginleşmeye çalışacak, işçi de gittikçe güçsüzleşecektir, çünkü artı değeri oluşturan artı emektir. Sonunda proletarya üretim araçlarına el koyacak ve herkese eşit biçimde dağıtacaktır. Uzlaşmak ihtimali mümkün değildir, çünkü kapitalist sistemde bu uzlaşmanın sınıf farklılığını ortadan kaldırma şansı yoktur. Aksine kapitalistler önceki avantajlı durumunu devam ettirmek için şiddete başvuracaktır. Bu geçiş sürecinde iyi organize olmuş devrimci bir gücün ortaya çıkıp idareyi ele alması gerekir. Marx, Gotha Programı'nın Eleştirisi'nde şöyle yazar:
Marx'ın etkilendikleri.
Marx'ın düşüncesi aşağıda yer alan isimlerle sınırlandırılamayacak kadar çok sayıda düşünürden etkiler taşıdığını ortaya koymaktadır:
Tarihsel materyalizm (Engels ve Lenin tarafından tartışmalı biçimde diyalektik materyalizmin felsefesi olarak uyarlandı) olarak adlandırılan Marx'ın tarih görüşü Hegel'in 'kişinin gerçeği (ve tarihi) diyalektik olarak incelemelidir' tezinin etkisini açıkça göstermektedir. Ne var ki, Marx düşüncenin önüne maddenin önceliğini iddia ederek materyalist terimlerle diyalektiği yeniden yazma girişiminde bulunurken Hegel düşünceyi öne alarak idealist terimlerle düşünmüştü. Hegel "ruhu" tarihe yön verdiğini savunurken, Marx bunu dünyayı şekillendiren insanlık gerçeğini ve onun fiziksel eylemlerinin üstünü örten gereksiz bir mistikleştirme olarak gördü. Marx, Hegelciliğin gerçeği amuda kaldırdığını ve birinin ayakları üzerine oturtmasına ihtiyacı olduğunu yazdı. Mistik ifadeleri sevmemesine rağmen Marx birçok eserinde Gotik edebiyat dili kullanmıştır. Das Kapital'de sermayeyi emeğin ürünlerini çevreleyen nekromansiye benzetir.
Fransız sosyalist ve toplum bilim düşüncelerinden etkilenmiş olmasına rağmen Marx, ütopyacı sosyalistleri onların savunduğu küçük ölçekli sosyalist toplulukların marjinalleşmeye ve fakirleşmeye mahkûm olacaklarını ve ancak ekonomik sistemde büyük ölçekte bir değişikliğin gerçek değişimi getirebileceğini iddia ederek eleştirmişti.
Marx'ın Hegelciliğe dönük revizyonuna diğer en önemli katkı Marx'ı tarihsel diyalektiği sınıf mücadelesi terimleriyle düşünmesine yol açan ve devrim için modern işçi sınıfını en ilerici güç olarak görmesine neden olan Engels'in 1844 Yılında İngiltere'de İşçi Sınıfının Koşulları kitabından geldi. Marx tarih ve toplumu bilimsel olarak çalışabileceğini ve tarihin eğilimlerini ve toplumsal çelişkilerin elde edilen sonuçlarını kavrayabileceğini düşündü. Buradan yola çıkan bazı takipçileri komünist devrimin kaçınılmaz şekilde gerçekleşeceği sonucuna ulaştı. Ne var ki Marx Feuerbach Üzerine Tezler kitabında yer alan ünlü on birinci tezde yer alan "düşünürler değişik biçimlerde sadece dünyayı tercüme etti; artık onu değiştirme zamanı" ifadesine uygun davranarak dünyayı değiştirmeye adadı.
Marx'ın etkisi.
Marx ve Engels'in çalışmaları, toplum ve tarihin kompleks analizini sunan birçok başlıktan oluşur. Karl Marx'ın görüşleri, özellikle ölümünden sonra, Marksizm genel başlığı altında incelenir ve tartışılır. Ama Marksistler arasında Marx'ın yazılarının nasıl yorumlanması ve var olan olaylara ve durumlara nasıl uyarlanması gerektiği konusunda çeşitli ciddi tartışmalar vardır. Hatta bu tartışmalar henüz Marx hayattayken ortaya çıkmıştır, Marx 1883 yılındaki ölümünden önce hem Paul Lafargue hem de Fransız işçi lideri Jules Guesde'yi "devrimci deyim tüccarı" olmakla suçlamıştır. Fransa partisi reformist ve devrimci olarak ikiye bölündükten sonra, devrimcinin lideri Jules Guesde Marx'tan emir almakla suçlanmış, Marx da Lafargue'ye "Eğer Marksizm buysa, ben Marksist değilim" demiştir. ("Ce qu'il y a de certain c'est que moi, je ne suis pas Marxiste", bu söz Engels'in Eduard Bernstein'e yolladığı 2-3 Kasım 1882 tarihli mektubunda geçer.)
Genel olarak, Marksist sözü Marx'ın kavramsal dilini ("üretim biçimi", "sınıf savaşı", "meta fetişizmi" gibi) kapitalist ve diğer toplumları anlamak için kullanan ya da işçi devriminin komünist topluma geçişi sağlayan tek araç olduğuna inanan kişiler için sarf edilir. Marx'ın kuramının genelini ya da bir kısmını kabul edip bütün akıl yürütmelerini kabul etmeyen kişilerin nasıl adlandırılacağı da tartışma konusudur.
Marx'ın ölümünden 6 yıl sonra ilk kongresi yapılan İkinci Enternasyonal, politik hareket için önemli bir merkez oluşturdu. Büyük işçi partilerinin, özellikle Marksist Almanya Sosyal Demokrat Partisi, katılımıyla Birinci Enternasyonal'den daha başarılı oldu. Bazı üyelerin Eduard Bernstein'in ortaya attığı evrimsel sosyalizm teorisine ilgi duymaya başlaması ve patlak veren I. Dünya Savaşı 1914'te bu Enternasyonalin sona ermesine yol açtı.
Vladimir Lenin önderliğinde Marksist Bolşevikler'in Ekim Devrimi ile Rusya'da iktidarı ele alması dünya çapında büyük bir yankı yarattı. Moskova'da Mart 1919'da kurulan "Üçüncü Enternasyonalin amacı tüm dünyada Komünist partilerin kurularak uluslararası proleter devrimine yahut dünya devrimine yardım etmeleriydi.
Marx, komünist devrimin Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık gibi ileri derecede sanayileşmiş ülkelerden başlayacağını düşünüyordu. Lenin ise emperyalizm çağında "eşitsiz ekonomik ve siyasal gelişme yasasına" bağlı olarak, Rusya'nın eski bir tarım ülkesi olmasına rağmen aynı zamanda emperyalizmle ilişkili olarak endüstriyel sıkıntıları yaşayan bir ülkede zincirin en zayıf halkasından kopacağını, böylece "geri kalmış" diye tabir edilen bir ülkede devrimin gerçekleşmesinin olanaklı olduğunu, bu toplumun yaktığı devrim ateşinin Avrupa'nın endüstriyel toplumlarına da sıçrayacağını söyledi
Marx ve Engels, Komünist Manifesto'nun 1882 tarihli Rusça baskısına yazdıkları önsöz bu konuda ışık tutucudur:
Marx'ın sözleri Lenin için bir başlama noktasını oluşturdu, Troçki ve Eski Bolşevikler ile birlikte yürüttüğü Rus devriminin "Batıdaki bir proleter devriminin habercisi" olması gerektiği düşüncesi Komintern'in de amacıydı (dünya devrimi). Bu bağlamda Komintern'in ilk kongredeki resmi dilinin Almanca olması ve Lenin'in devrim sırasında yoğun olarak Alman ajanlığıyla suçlanması tesadüf değildir. Daha sonra Batı'da devrim hareketlerinin başarısızlığa uğraması ve diğer devletlerin Sovyetler'e cephe almasından sonra Stalin'in öne sürdüğü "tek ülkede sosyalizm" Sovyetler Birliği'nde hakim görüş hâline geldi. Stalin yönetimine muhalefetini sürdüren Leon Troçki ve yandaşları Dördüncü Enternasyonal'i 1938 yılında örgütledi.
Çin'de Mao Zedung Marx'a bağlılığını dile getirmekle beraber komünist devrimde öncü rolü sadece işçilerin değil köylülerin de oynayabileceğini söyledi. Henüz köylü toplumlarda işçi sınıfı tam oluşmadığı için feodalizme karşı gelen köylüler de komünist bir düzenden yana tavır koyabilirdi. Marx'ın temel görüşlerinden farklı olsa da Marksist-Leninist çizgiye daha yakın olan bu düşüncelerini Zedung, Yeni Demokratik Devrim teorisiyle dile getirmiştir. Mahir Çayan bu konuda şöyle der: "Mao'nun bu katkısının özlerini ve temel unsurlarını Lenin'de de görmekteyiz. Fakat Marksizm-Leninizmin bu son derece önemli iki ilkesi (millî demokratik devrim ve proleter kültür devrimi), en mükemmel şekillerini Mao'nun siyasi pratiği içinde almışlardır."
1923 yılında Almanya'da Marksistlerin kurduğu Toplumsal Araştırma Enstitüsü de Marksist disiplininin eleştirisinde önemli bir rol oynamıştır ve bu enstitünün bir düşünce akımı olarak ifade edilmesine Frankfurt Okulu denmiştir. Theodor W. Adorno, Max Horkheimer, Walter Benjamin, Herbert Marcuse, Jürgen Habermas önde gelen temsilcileri arasında yer alır ve bu okulun genel yaklaşım biçimi eleştirel teori olarak adlandırılır. Bu okul Ortodoks Marksizme karşı çıkmış ve sınıf bilinci ve ekonomik belirlenimcilik konularında çarpıcı eleştiriler getirmiştir. Bazı Marksistler de bu okulu Marksizmi pratiğinden soyutlayıp sadece bir akademik disiplin alanına çekmekle suçlamışlardır. Frankfurt Okulu'yla birlikte olmamakla beraber aynı dönemde yaşayan Antonio Gramsci Marksizm'e önemli açılımlar kazandırmıştır.
Marx'a dönüş.
Karl Marx'ın dev eseri Das Kapital, 2008 yılında düzenlenen Frankfurt Kitap Fuarı'nda en çok satılan kitaplar sıralamasında en önde yer almıştır.
Karl Marx, 2009 yılında BBC tarafından yapılan "bin yılın en büyük düşünürü" online anketinde ilk sırada yer almıştır.
Eleştiriler.
Karl Marx ve Marksizm konusundaki eleştiriler çoğunlukla Sovyetler Birliği pratiği üzerinde yoğunlaşır. Marx'ın kapitalizm ve ekonomik analizi için yapılan eleştiri oranı komünizm ve Sovyetler Birliği konusunda yapılan eleştiri oranının oldukça altındadır. Marx'ın ortaya koyduğu artı değer, değişim değeri ve sermaye tanımları iktisatta doğru kabul edilir.
Kapitalizm savunucularının birçoğu refahın üretimi ve dağıtımının sosyalizm ya da komünizmden daha etkili ve adil olduğunu savunur. Marx ve Engels'in belirttiği zengin ve fakir arasındaki uçurumun sadece vahşi kapitalizm dönemine ait geçici bir sorun olduğu belirtirken, insan doğasının kişisel çıkara ve sermaye biriktirmesine daha yakın olduğunu kapitalizm dışında bir ekonomik sistemin bu duruma uygun olmadığını söyler. Avusturya Okulu iktisatçıları da Marx'ın emek değer kuramını eleştirir. Ayrıca Sovyetler Birliği'nin çöküşü, Berlin Duvarı'nın yıkılışı Marksizmin popülaritesini ve dünya çapındaki marksist görüşlerin etkisini azaltmıştır.
Friedrich Hayek Serfliğe Giden Yol kitabında sosyalist bir ekonomide iletişim problemlerinin oluşacağını, Leninist dönemde de bunların olduğunu ve bu problemlerin üretim sürecinde bir tıkanmaya yol açacağını söyler. Hayek'in takipçileri de Leninist dönemde veya Britanya'da 1939'dan 1951'e kadar olan savaş demokrasisi döneminde oluşan kıtlıklara dikkat çeker ve bunun adaletsizlik yarattığını ekler.
Eserleri.
Biyografileri.
Bütün bağlantılar İngilizcedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=35",
"len_data": 59649,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 4.1
}
|
İsmail Bilen (18 Ekim 1902, Çamlıhemşin - 18 Kasım 1983, Doğu Berlin), tarihsel Türkiye Komünist Partisinin 1973-1983 yılları arasında liderliğini üstlenen komünist siyasetçi.
Gençliği.
Çamlıhemşinli bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Burada tamamladığı rüştiye eğitiminin ardından, ailesi ile göç ettiği İstanbul'da motor makinistliği yaptı ve İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından işgal edildiği 1918-1922 yılları arasında çeşitli eylemlere katıldı.
Parti üyeliği ve Moskova.
1922'de yasa dışı Türkiye Komünist Partisine girdi; ardından parti tarafından eğitim görmesi için Sovyetler Birliği'ne gönderildi. 3 yıl boyunca Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi KUTV'da eğitim gördü.
Yurda dönüş.
1926 yılında Viyana'da yapılan konferansta KUTV'daki öğrencilerin parti örgütlerinin güçlendirilmesi için yurda dönme kararı alınmasıyla Adana il sekreteri olarak Türkiye'ye döndü. Adana'da işçiler arasında örgütlenme faaliyetlerinde bulundu. 1927 Adana Demiryolu Grevinin yapılmasını sağladı. Daha sonra konferansta yeni seçilen parti yönetiminin cumhuriyet rejimine ve Kemalizme destek verilmesi kararına karşı çıktığından dolayı görevden alınarak İstanbul'daki basın yayın çalışmalarında görevlendirildi. 1927 Tevkifatı sonucunda Merkez Komitesi üyelerinin çoğunun tutuklanmasından sonra Şefik Hüsnü'nün onayı ve Komintern'in aday göstermesiyle yeni Merkez Komitesine alındı. 1929 yılındaki toplu tutuklamalara kadar bu görevi sürdürdü. Ağustos 1928'de Nâzım Hikmet'le birlikte Sovyetler Birliği'nin Gürcistan sınırından kaçak olarak Türkiye'ye girdikten sonra bir şikayet sonucunda Hopa ilçesine bağlı Peroniti köyünde yakalandı ve Hopa Cezaevine gönderildi. 1929 başında salıverilse de Nisan ayında yeniden tutuklandı. İzmir'de yargılandı ve 1933 yılına kadar Diyarbakır Cezaevinde tutuklu kaldı. Cumhuriyetin 10. yılı için çıkarılan af yasası ile serbest kaldıktan sonra Moskova'ya gitti ve yaşamının sonuna dek bir daha ülkesine dönmedi.
Komintern'de.
1934 TKP Merkez Komitesi Plenumunda örgüt sekreterliği görevine getirildi. Komintern'in 1935 yılındaki 7. Kongesinde alınan ve komünist partilerin yükselen faşizm tehlikesine karşı sosyal demokratlar ve diğer antifaşist partilerle ittifak yapmasını öngören Halk Cephesi siyaseti gereği olarak TKP yönetiminden Türkiye'de partinin siyasi faaliyetlerinin sonlandırılması, partililerin Cumhuriyet Halk Partisi veya Halkevleri gibi kuruluşlarda çalışmaları ve basın-yayın faaliyetleriyle faşizmi deşifre etmeleri istendi.
Bu dönemde Moskova'da bulunan Bilen Komintern'in önde gelen isimleri olan Georgi Dimitrov, Dmitry Manuilsky, Otto Wille Kuusinen, Wilhelm Pieck ve Klement Gottwald gibi geleceğin komünist önderleriyle beraber çalıştı. Komintern'de çeşitli görevler üstlenen Bilen, Türkiye Komünist Partisinin gerek Komintern gerekse Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerinde ölümüne dek anahtar isim oldu.
II. Dünya Savaşı sırasında ve hemen sonrasında Moskova Radyosunda Türkçe yorumlar yaptı. 1943 yılında Komintern'in feshedilmesiyle partinin desantralizasyon dönemi de resmen kapanmış oldu. 1944 yılında partinin öncülük ettiği "Faşizmle ve Vurgunculukla Mücadele Cephesi" faaliyetleri sonucunda bir TKP toplu tutuklaması daha yaşandı. 1946 yılında çok partili yaşama geçilirken açılan sosyalist partiler kapatılırken yeni bir TKP karşıtı yoğun bir tutuklama yaşandı. Kore Savaşına karşı duran TKP bu dönemde de baskı gördü.
Bu dönemde yurt dışındaki Bilen'in faaliyetlerinin en önemlisi 1958 yılında "Bizim Radyo"nun kurulması oldu. Ayrıca bu dönemde birçok sosyalist ülkeyi gezen Bilen, 1956 yılında ziyaret ettiği Çin ile ilgili izlenimlerini "İnci Irmağı" adlı kitabında topladı.
1960'lı yıllarda Zeki Baştımar ile birlikte parti merkezinin Doğu Almanya'ya taşınmasını sağladı. 1962 yılında TKP'nin merkezi olarak faaliyete geçmesi yeniden başladığında Zeki Baştımar liderliğinde Merkez Komitesi Dış Büro adı altında örgütlenen yeni parti yönetiminde Nâzım Hikmet ile birlikte yer aldı. İlk dönemlerde faaliyetler ağırlıkla yeni kurulan Türkiye İşçi Partisine (TİP) destek olunması şeklindeydi.
Atılım.
TKP 12 Mart 1971 darbesinden sonra aktif olarak yurt içinde de örgütlenmeye başladı. Bilen'in bu dönemde etkisi çok arttı. "TKP’nin Sesi" radyo yayını Avrupalı işçilere daha sık yayınlanmaya başladı. 1973 Merkez Komitesi toplantısında Zeki Baştımar'ın görevden alınarak İsmail Bilen MK Genel Sekreteri oldu. Bu dönem TKP'nin tarihindeki en kitlesel ve en yoğun siyasi faaliyet yürüttüğü Atılım Dönemi olarak adlandırıldı.
İsmail Bilen 12 Mart'ın ardından gerek yurt içi gerekse yurt dışında TKP'ye yönelen kesimlerin partiye katılmasını ve partinin yeniden güçlenmesini, ülkede siyasi etkisinin hızla artmasını sağladı.
İdeolojik ayrışmalar.
Bilen savunageldiği aşamalı devrim perspektifi gereğince, ülkenin geçmişinde bir burjuva sosyal devrimi süreci yaşandığı halde küçük burjuva üretiminin halen yoğun oluşuna bağlı olarak, Ulusal Demokratik Devrim ya da İleri Demokratik Devrim tezini savundu ve CHP'deki bazı adayların uluslararası tekellere ve yerli işbirlikçi burjuvaziye karşı, sermayenin temerküzünden olumsuz etkilenen ve proleterleşen küçük burjuvazinin temsilcisi olduğu ve büyük burjuvaziye karşı mücadelede işçi sınıfının müttefiki olan ara sınıflardan biri olduğu görüşüyle, 1973 ve 1977 seçimlerinde CHP listesindeki ilerici adaylara oy verilebileceğini salık verdi. 1979 seçimlerinde ise Bilen'in liderliğinde TKP, parti çizgisindeki bağımsız adayları destekledi. Parti bu dönemde bütün enerjisini DİSK, İlerici Gençler Derneği (İGD) ve İlerici Kadınlar Derneği (İKD) gibi "demokratik kitle örgütleri" üzerinde yoğunlaştırdı. 1978 yılında toplanan MK Plenumunda Bülent Ecevit iktidarının verdiği sözleri yerine getirmediğinden hareketle parti içi muhalefet ortaya çıktı ve Nihat Akseymen liderliğinde Londra merkezli grup partiden ihraç edildi.
12 Eylül sonrası.
12 Eylül darbesinin ardından 1981 Mayıs ayında başlayan TKP operasyonlarında binden fazla partili tutuklandı. 1983 Nisan MK Plenum toplantısında genel sekreterlik görevinden ayrılıp sembolik bir işlevi olan parti başkanlığı görevini üstlendi, yerine daha önce yardımcı genel sekreter seçilmiş olan Nabi Yağcı'nın MK Genel Sekreteri olmasını önerdi. Bu görev devri yaklaşık 40 yıllık aradan sonra aynı yıl içinde yapılan TKP 5. Kongresi tarafından onaylandı. Bilen açılış konuşmasını yaptığı bu kongrenin hemen ardından 18 Kasım 1983'te Berlin'de öldü.
Takma adları.
İsmail Bilen yaşamı boyunca çok sayıda takma adla tanınmıştır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=37",
"len_data": 6476,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3
}
|
GIMP (GNU Image Manipulation Program), Türkçe: "GNU Resim İşleme Programı" ( ), GNU Tasarısı dahilinde geliştirilen piksel tabanlı özgür ve ücretsiz bir görüntü işleme yazılımı. GIMP, Adobe Photoshop ve benzeri kapalı kaynak resim işleme araçlarına eşdeğer bir işlevler bütünü sunar. Linux, Windows, Mac OS gibi pek çok platformu destekler.
Linux dünyasının iki önemli grafiksel arayüz geliştirme kütüphanesinden biri olan GTK+, ilk olarak Gimp'in geliştirilmesi için yazılmıştır. Gimp'in ilk sürümü Ocak 1996'da yayınlanmıştır.
GIMP'in çok yüksek çözünürlükleri destekleyen ve hareketli görüntülere efekt uygulaması yapan CinePaint adlı bir türevi de bulunmaktadır.
Dosya biçimi.
XCF ya da tam adıyla eXperimental Computing Facility, GIMP'in yerel dosya biçimidir. Görüntü içindeki katmanları, seçimlik alanları, renk kanalları, şeffaflık, yolları ve kılavuzları saklama yeteneğine sahiptir.
Eklentiler.
GIMP, eklentileriyle zenginleştirilebilen açık kaynak bir yazılımdır. İhtiyacınızı karşılayan eklentileri edinip hayalinizdeki resim işleme programına sahip olabilirsiniz. GIMP'in içeriğe duyarlı ölçekleme, siyah beyaz fotoğrafları otomatik renklendirme, CMYK desteği, katman efektleri, İnternet için kaydetme, droste efekti gibi onlarca faydalı eklentisi bulunmaktadır.
GAP (Gimp Animasyon Paketi) eklentisi: Gimp ile hareketli görüntüler ve animasyonlar oluşturmaya yarayan eklentiler bütünüdür. Video, grafik ve İnternet sitesi tasarım işleriyle uğraşan birçok kullanıcı için önemli çözümler sunar.
UFRaw eklentisi: Sayısal kameralardan alınan ham verileri okumak ve işlemek için kullanılan UFRaw'ın Gimp üzerinde kullanmaya yarayan eklentidir.
Çatallanmalar.
GIMP açık kaynak bir yazılım olduğundan, farklı ihtiyaçları karşılamak için birçok çatallanması, varyantları ve türevleri üretilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=38",
"len_data": 1803,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.52
}
|
Cinepaint, GNU/GPL bir proje olan GIMP'in video için özelleştirilmesi ile oluşmuştur. Eski adı Film Gimp'tir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=39",
"len_data": 109,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.41
}
|
Beşiktaş Jimnastik Kulübü, 1903 yılında İstanbul'da kurulan spor kulübüdür. Beşiktaş Bereket Jimnastik Kulübü adıyla kurulan kulüp, 26 Ocak 1911 tarihinde Beyoğlu Mutasarrıfı Muhittin Bey'in teşvikiyle Beşiktaş Osmanlı Jimnastik Kulübü, adıyla tescil edilen ilk Türk spor kulübü oldu.
"Beşiktaş", Türk futbolunda 1959'dan sonra Süper Lig şampiyonluğu yaşayan altı kulüpten biri olup, armasında ay-yıldız bulunan dört kulüpten biridir.
Beşiktaş, güncel olarak futbol (erkekler ve kadınlar), basketbol (erkekler, kadınlar ve engelliler), hentbol (erkekler) ve voleybol (kadınlar) dallarında birinci lig düzeyinde temsil edilmektedir. Bu dalların yanında atletizm, kick boks, boks, tekvando, güreş, jimnastik, kürek, masa tenisi, satranç ve elektronik spor dallarında faaliyetlerini sürdürmektedir.
"Beşiktaş Erkek basketbol Takımı", kurulduğu 1933 yılından bu yana Türkiye Basketbol Ligi'nde toplam 2 defa şampiyon olmuştur. Bunun dışında birer kez 2. Lig, Türkiye Kupası ve Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı kazanan takım, 2011-12 sezonunda EuroChallenge'ı kazanarak tarihinde ilk kez bir Avrupa şampiyonluğu elde etmiştir.
"Kadın Basketbol Takımı", Kadınlar Basketbol Süper Ligi'ni toplamda 3 defa müzesine götürürken, 1 kez de Kadınlar Cumhurbaşkanlığı Kupası'nda mutlu sona ulaşmıştır. 2023-2024 sezonunda, tarihinde ilk kez EuroCup final oynama başarısı göstermiş ve turnuvayı ikinci sırada tamamlamıştır. Bu kupayı kazanan London Lions'un kapanmasından sonra EuroLeague Şampiyonu Fenerbahçe ile Fiba Super Cup finalinde karşılaşmış ve ezeli rekabetin Avrupa'ya taşındığı maçta rakibine yenilmiştir.
2003 yılında kurulan Beşiktaş (tekerlekli sandalye basketbol takımı) ise 4 kez Tekerlekli Sandalye Basketbol Süper Lig'i kazanma başarısı gösterirken, 1 kez Andre Vergauwen Kupası ve 1 kez de Willi Brinkmann Kupası'nda şampiyonluk elde etmiştir.
Faaliyetlerine 1961 yılında başlayan Beşiktaş (kadın voleybol takımı), birer kez Türkiye Bayanlar Voleybol Şampiyonası, Federasyon Kupası'nda şampiyon olmuştur. Kadınlar Voleybol Balkan Kupası'nda ise toplam 4 kez şampiyon olmuştur. 2013-14 sezonunda CEV Challenge Kupası'nda final oynama başarısı göstermiştir.
1986 yılında kurulan Beşiktaş (erkek voleybol takımı) ise İstanbul Erkekler Voleybol Ligi ve Federasyon Kupası'nda birer kez şampiyon olmuştur.3 Temmuz 2019'da Beşiktaş Jimnastik Kulübü Yönetimi'nin aldığı bir kararla kapatılmıştır.
1986 yılında kurulan Beşiktaş Erkek Hentbol Takımı, 17 kez Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi,16 kez Türkiye Kupası ve 10 kez de Süper Kupa'da şampiyon olmuştur.
Beşiktaş, Türkiye'de tüm branşlarda ulusal düzeyde 53 Lig şampiyonluğu 37 Türkiye Kupası 30 Cumhurbaşkanlığı Kupası 6 Başbakanlık Kupası, 1 Atatürk Kupası ile toplam 127 Kupa kazanmıştır.
Beşiktaş, Avrupa Kupalarında tüm branşlarda ulusal düzeyde 7 şampiyonluğu bulunmaktadır. Kulübün yönetim kurulu başkanı Serdal Adalı'dır.
Tarihçe.
Kuruluşu.
1902 yılında, 22 kişiden oluşan grup o zamanların Medine Muhafızı Şhaplı Osman Ferit Paşa'nın Beşiktaş'ın Serencebey Semti'nde bulunan konağının bahçesinde, haftanın belirli günlerinde bir araya gelip çeşitli jimnastik hareketleri yapmaktaydılar. Şhaplı Osman Ferit Paşa'nın oğulları Mehmet Şamil Şhaplı ve Hüseyin Bereket ile mahalledeki birkaç genç, aletli ve aletsiz jimnastik, barfiks, boks, güreş, halter gibi spor dallarına ilgiliydiler. O yıllarda siyasi nedenlerden ötürü toplanma olaylarına karşı, şehrin birçok yerinde hafiyeler kol gezmekteydi. Serencebey'de bir araya gelen bu 22 kişilik grup, hafiyelerin yaptığı bir baskın sonucu karakola düşmüştür. Ancak, II. Abdülhamid'in başyaveri Mehmet Paşa ve kuşçubaşı Behçet Bey'in de aralarında bulunduğu saray erkânından kişiler, yeni kurulan bu kulübün aletli jimnastik, güreş, boks ve halter gibi insan sağlığına faydalı sporlarla uğraşan bir mektep olduğuna padişahı inandırmaları, o dönemde hoş karşılanmayan ve dini yönden haram olarak kabul edilen futbol oyununu oynamamaları ve sadece beden hareketi yapmaları sebebiyle herhangi bir ceza almamışlardır. Daha sonra isimlerini "Osmanlı Beşiktaş Terbiye-i Bedeniye Mektebi" olarak değiştirmişlerdir. II. Abdülhamit ise kulübün belirtilen spor dalları ile uğraşmaları için özel bir ferman çıkararak faaliyetlerine izin vermiştir. O zamanların boksör ve güreşçilerinden Kenan Bey de, sporculara güreş ve boks antrenmanları yaptırmıştır.
1903 yılının Mart ayında özel izinle "Beşiktaş Bereket Jimnastik Kulübü" kurulmuştur. Asıl Çerkesçe ismi Berekhetiqo olup bazı kurucuların mensup olduğu Çerkes sülalesinden gelmektedir, Türkçeye Bereket olarak çevirilmiştir. Mehmet Şamil Şhaplı, kulübün ilk başkanı, Hüseyin Bereket ise ilk genel sekreteri olarak seçilmiştir. Kulüp ismini ise Şhaplı Osman Ferit Paşa'nın dedesi olan Mirzaiko Bereket Bey ve babası Bereketiko Hasan Bey'den almıştır. Şhaplı Osman Ferit Paşa, 1870'lerin sonunda Beşiktaş Serencebey yokuşundaki konağını satın almış ve kulüp bu konakta kurulmuştur.
1908'deki İkinci Meşrutiyet ile birlikte sportif faaliyetlere biraz daha serbestlik tanınmıştır. Edirne'de bulunan Fuat Balkan ve Mazhar Kazancı, 31 Mart 1909 tarihinde İstanbul'da yaşanan 31 Mart İsyanı sebebiyle Hareket Ordusu ile birlikte İstanbul'a gelmiştir. Siyasi olayların yatışmasının ardından, eskrim hocası olan Fuat Balkan ile güreş ve halter sporu başta olmak üzere çeşitli spor dalları ile uğraşan Mazhar Kazancı, Serencebey'de jimnastik yapan grupla birlikte spor faaliyetlerini icra etmeye başlamışlardır. Fuat Balkan'ın Ihlamur'da bulunan evinin alt kısım kulüp binası yapılarak; kulübün adı "Beşiktaş Osmanlı Jimnastik Kulübü" olarak değiştirilmiştir.
13 Ocak 1910 tarihinde Beyoğlu Mutasarrıfı Muhittin Bey Beşiktaş Osmanlı Jimnastik Kulübü'nü tescil ettirmiştir. Böylece Beşiktaş, tescil edilen ilk Türk spor kulübü olmuştur. Ancak o dönemde Osmanlı Devletinde herhangi bir Cemiyetler (dernekler) Yasası bulunmadığı için kulüp özel bir izinle tescil edilebilmiş ve bu tescil günümüzde hâlâ muğlaklığını korumaktadır. Bahis olan Cemiyetler Yasası 1912'de meclisten geçmiştir. Bu nedenle Galatasaray ve Fenerbahçe'nin tescilleri ile ilgili böyle bir muğlaklık söz konusu değildir. Kulübün tescil edilmesinden sonra semtte yaşayan gençlerin de katılmasıyla beraber kulübün sporcu sayısı 150'ye yükselmiştir. Daha sonra, Ihlamur'da bir evin alt kısmında yer alan kulüp merkezi de Akaretler'deki 49 numaralı binaya, sonradan ise 84 numaralı binaya taşınmıştır. Bu binanın arkasında bulunan bahçe ise 600 altın harcanarak spor sahasına dönüştürülmüştür. Böylelikle kulüp, düzenli bir lokale, tesise ve sporculara sahip olmuştur.
Kurucular.
"Beşiktaş Jimnastik Kulübü", büyük çoğunluğu Kafkasya, özellikle Çerkes kökenli olan 22 kişi tarafından kurulmuştur. Ahmet ve Mehmet Ali Fetgeri kardeşler, Batum bölgesinden göç etmiş bir soydan, Mehmet Şamil ve Hüseyin Bereket ise Dağıstanlı Şeyh Şamil'in soyundan gelmektedir.
Renkleri ve arması.
Uzun yıllardır yapılan araştırmalar ve çeşitli kaynaklardan toplanan bulgular neticesinde; bilindiği üzere Beşiktaş'ın ilk renklerinin kırmızı beyaz şeklinde olduğu, ancak Balkan Savaşı'nın kaybedilmesinden sonra şehit düşen, yaralanan veya esir edilen 340.000'den fazla askerin yasını tutmak amacıyla renklerin karartılıp siyah beyaz olarak değiştirildiği yazılmaktadır. Ancak Beşiktaş Yönetimi; 100. yılını anlatan belgesel için yaptığı çalışmalara dayanarak Beşiktaş'ın kırmızı rengi hiç kullanmadığını, kuruluşundan itibaren siyah beyaz renkleri kullandığını iddia etmektedir.
İlk zamanlar ferdî sporlar yapılması sebebiyle kulüp için herhangi bir forma rengine ihtiyaç duyulmamıştır. Fakat, kulübün sporcu sayısının gittikçe artması sebebiyle, Mehmet Şamil Bey kurucular heyetini toplamış ve okul zamanlarında kullandığı ve okulunun renklerini taşıyan bir rozeti heyete göstererek, buna benzer bir rozet yaptırılması gerektiği fikrini kabul ettirmiştir. Bu toplantıda kulübün renkleri de sonradan değiştirilmiş renklere sadık kalınarak siyah ve beyaz olarak belirlenmiştir.
Beşiktaş'ın ilk rozetine, Fransız mektebinin rozetinden esinlenilerek miladi yıl olarak "1903", üst bölüme Eski Türkçe (Osmanlıca) "بشكطاش (Beşiktaş)" yazılırken, sağ tarafa "ژ(j)", sol tarafa da "ق(k)" harfleri koyulmuştur. Rozetin arka kısmında İstanbul'da yapıldığı yazmakta, iç kısmında ise rozeti yapan kişinin mührü bulunmaktadır. Rozetteki armada yer alan yıldız altı köşeli olarak tasarlanmıştır. 1908 yılındaki İkinci Meşrutiyet'e kadar altı köşeli bu yıldız kullanılmıştır. Bu rozet, İskender Yakak tarafından kulübün onursal başkanı Süleyman Seba'ya hediye edilmiştir.
Beşiktaş'ın armasında yer alan ilk beyaz çizgi 1'i; 3 siyah çizgi 3'ü; ve ikinci beyaz çizgi de 1'i temsil etmektedir. Amblem 9 bölümden meydana gelmiştir. Yukarı kısımda yer alan yan yana yazıldığında, rumi takvimde kulübün kuruluş yılı olan 1903 sayısına denk gelen ١٣١٩(1319) sayısı ortaya çıkmaktadır. Beşiktaş, ilk tescil edilen kulüp olması sebebiyle, armasında Türk bayrağını taşıma hakkı kazanmıştır. Haziran 2013 tarihinde kulübün tüzüğünde yapılan değişiklikle birlikte, kartal figürlü resmî bir arması daha olmuştur.
19 Mayıs ve Beşiktaş.
Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nün girişimleriyle Fenerbahçe Stadı'nda 24 Mayıs 1935’te "Atatürk Spor Günü" adı altında kutlanan bu ilk 19 Mayıs, Galatasaray ve Fenerbahçeli yüzlerce sporcunun da katılımıyla bir spor günü hâline gelmiştir. Bu organizasyondan bir süre sonra gerçekleşen Spor Kongresi'nde söz alan Beşiktaş kurucu üyesi Ahmet Fetgeri Aşeni, kutlanan Atatürk Günü'nün tüm gençliğe mal edilebilmesi için "19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı" adı altında her yıl yapılmasını teklif etmiştir. Kongrede oylanan bu öneri kabul edilmiş ve Ebedi Şef Atatürk'ün de onayıyla yasalaşmıştır. 19 Mayıs, 20 Haziran 1938 tarihli kanunla "Gençlik ve Spor Bayramı" adını almıştır.
Kara Kartal sembolü.
19 Ocak 1941 tarihinde, Şeref Stadı'nda Beşiktaş'ın Süleymaniye takımıyla oynadığı bir maçta, Beşiktaş takımının hücum ettiği tribünde bulunan "Mehmet Galin" isminde bir taraftarın "Haydi Kara Kartallar, Hücum edin Kara Kartallar..." şeklinde tezahürat yapması ile var olmuştur. Beşiktaş'ın maçta üstün oynaması ve art arda ataklar yapması da, taraftarların bu tezahüratı benimsemesini sağlamıştır. Beşiktaş o karşılaşmayı, Şeref Görkey'in voleyle attığı 3 gol, kaptan Hakkı Yeten, Şakir ve Şükrü'nün birer golüyle 6-0 galibiyetle bitirmiştir. Bu maçtan sonra, Kara Kartal Beşiktaş'ın sembolü olarak kabul edilmiştir.
Başkanlar.
Kuruluşundan bugüne kadar Beşiktaş kulübünde başkanlık yapmış kişiler aşağıda gösterilmiştir.
Başkanlar.
Divan Kurulu Başkanları.
Beşiktaş kulübünde divan kurulu başkanlığı yapmış kişiler aşağıda gösterilmiştir.
Futbol şubesi.
Tarihçe.
Kuruluşu ve ilk yılları.
Türkiye'de kurulan kulüplerin hemen hepsi spor kulübü olarak kurulmuşken Beşiktaş ise bir jimnastik kulübü olarak faaliyetlerine başlamıştır. Beşiktaş'ta futbol o dönemlerde bu spor dalına kötü gözle bakılması sebebiyle önemsenmemiştir. Beşiktaşlı sporcuların, Valideçeşme'den Taşkışla'daki bir yangının alevlerini fark edip o bölgeye gitmeleri sonucunda Beşiktaş futbolla tanışmış oldu. Yangının olduğu yerde futbol oynayan İngiliz gençlerini görüp seyretmeye başlayan sporculardan Katip Tevfik, önlerine düşen futbol topunu kaçırmıştır. Beşiktaşlı sporcular İngilizlerden kaçırdıkları bu topu Valideçeşme'de Refik Osman'ın evinin bahçesine saklamışlardır. Bu top, Beşiktaş kulübünün ilk futbol topu olmuştur. Ancak bu olay tam anlamıyla Beşiktaş'ta futbolun başlamasına vesile olmamıştır. Beşiktaş'ta ilk futbol faaliyetleri, İkinci Meşrutiyet'in ilanından kısa bir süre sonra, 1911 yılının Ağustos ayında başlamıştır. O yıllarda kulüp bünyesindeki atlet ve jimnastikçilerin futbola olan ilgileri artmış ve aralarında futbol maçları yapmaya başlamışlardır. Beşiktaş'ın yakınlarında Valideçeşme ve Basiret adında iki farklı futbol takımı kurulmuştur. Valideçeşme takımının kurucusu ve başkanı olan Ahmet Şerafettin Bey, Beşiktaş semtinde kurulan bu farklı takımların tek bir çatı altında birleşmesini istemekteydi. Bu sebeple, 1911 yılının Ağustos ayında kurduğu Valideçeşme kulübündeki futbolcularıyla birlikte Beşiktaş kulübüne katılmıştır. Daha sonra, Ahmet Şerafettin Bey'in girişimleriyle Basiret takımı da Beşiktaş'a dâhil olmuş ve böylece Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nün futbol şubesi resmî olarak faaliyete başlamıştır.
Beşiktaş'ın ilk futbol takımı, Resul, Rıdvan, Behzat, Dr. Sabri, Kâzım, Sadi, Dr. Mehmet, Asım, Şeref, Dr. Ali ve Fahri'den oluşmuştur. Bu ilk takımın malzemeleri ise İpekçi İhsan adında bir sporsever tarafından karşılanmıştır. Beşiktaş'ta yeni kurulan futbol dalı çok sevilmiş ve ikinci, üçüncü takımlar kurulmuştur. Ancak bu yeni dalın kulüpteki diğer dalların önüne geçmesi sebebiyle, kulüpte huzursuzluk çıkmıştır. Ahmet Şerafettin Bey bu huzursuzluk sebebiyle Beşiktaş'tan ayrılarak kendisiyle beraber gelen bazı futbolcularla birlikte Sebat Kulübü isminde yeni bir takım kurmuştur. Bir süre sonra eski Beşiktaşlıların kurduğu bu kulüp, Beşiktaş ile karşılaşmış ve 3-2 galip gelmiştir. Bu maçın ardından Beşiktaşlı yöneticiler Ahmet Şerafettin Bey'i tekrar Beşiktaş'a dönmeye ikna etmişlerdir. Beşiktaş'ın futbol faaliyetlerine başlamasından kısa bir süre sonra Balkan Savaşı ve ardından I. Dünya Savaşı'nın başlaması nedeniyle kulüp bünyesindeki sporcular orduya katılmışlardır. İlk önce Ahmet Şerafettin Bey yedek subay olarak Romanya'ya gitmiştir. Savaş döneminde Beşiktaş kadrosundan 8 oyuncu ölmüştür. Bu dönemde kulüpteki spor faaliyetleri durma noktasına gelmiştir. I. Dünya Savaşı'nın bitmesinin ardından, savaşta sağ kalan sporcular tekrar kulübe dönerek spor faaliyetlerine devam etmişlerdir. Ancak o dönem de İstanbul, yabancı kuvvetlerin hakimiyeti altında olduğundan birçok olumsuzluklar mevcuttu. Kulüp bir dönem Köyiçi'ndeki bir Rum kilisesinin karşısındaki binaya taşınmıştır. 1918 yılındaki Mondros Mütarekesi ile birlikte kulüp bir grup azınlık tarafından yağmalanmıştır. O güne kadar kazanılan birçok madalya ve şilt bu yağmalama sonucu kaybolmuştur. Mütakere ile birlikte Romanya'daki görevinden dönen Ahmet Şerafettin Bey, durma noktasına gelen futbol faaliyetlerini tekrar güçlendirmeye başlamıştır.
Profesyonellik öncesi (1911-1951).
1919 yılında Beşiktaş ve birkaç takım daha Cuma Ligi'ne katılmak için başvuruda bulunmuşlardır. Ancak Lig Tertip Komitesi tarafından lige katılma isteği kabul görmemiştir. Bunun üzerine Ahmet Şerafettin Bey, Cuma Ligi'ne kabul edilmeyen diğer takımların idarecileriyle birlikte İstanbul Türk İdman Birliği Ligi isminde yeni bir lig kurmuştur.
Beşiktaş, 10 takımın yer aldığı ligin ilk sezonunda, Hilal, Kumkapı, Altınörs ve Türkgücü takımlarıyla birlikte A grubunda yer almıştır. B grubunda ise Darüşşafaka, Vefa, Üsküdar, Beylerbeyi ve Haliç takımları yer almıştır. Beşiktaş, A grubunu 12 puanla lider bitirmiş ve B grubunu aynı puanla lider bitiren Darüşşafaka ile 23 Temmuz 1920 tarihinde final maçında karşı karşıya gelmiştir. Maçı 2-1 kazanan Beşiktaş, tarihindeki ilk şampiyonluğunu elde etmiştir. Bir sonraki sezonda, 3 yeni takımın daha lige katılımıyla tek grupta 13 takım mücadele etmiştir. Beşiktaş, önceki sezon olduğu gibi bu sezonda da 12 puan toplamış ve ligi şampiyon olarak tamamlamıştır.
Beşiktaş, 1920'de azınlık takımlardan oluşan Pazar Ligi'ne de ilk defa katılmıştır. Bu ligde yalnızca iki Türk takımı Beşiktaş ve İttihatspor vardı. İlk sezonda İttihatspor şampiyon olurken, Beşiktaş'ta ikinci olmuştur. Sonraki sezon, İttihatspor kadrosundaki oyuncuları Galatasaray'a kaptırınca ligde başarı elde edememiştir. Beşiktaş ise 14 maçta 10 galibiyet 4 beraberlik elde ederek şampiyonluğa ulaşmıştır. Türkiye'de düzenlenen ilk resmî lig olan İstanbul Futbol Ligi'nin ilk sezonuna Beşiktaş takımıda katılmıştır. Türkiye Futbol Şampiyonası'nda İstanbul bölgesini temsil edecek takımın belirlenmesi amacıyla 24 Temmuz 1924 tarihinde bir toplantı düzenlenmiştir. Toplantıya katılan 18 kulüp maçların eliminasyon sistemiyle, 31 Temmuz'da başlayıp, 17 Ağustos 1924'te bitirilmesine karar vererek fikstürü belirlemiştir. 22 Ağustos günü oynanan final maçında Galatasaray ile karşılaşan Beşiktaş, karşılaşmayı 2-0 kazanarak lig şampiyonu olmuştur. Böylece ilk resmî İstanbul şampiyonluğunu Beşiktaş kazanmıştır. Bu şampiyonluktan sonra, 1924 yılında Türkiye Futbol Şampiyonası'na katılma hakkı kazanmıştır. İlk maçında Eskişehir Demirspor'u 6-2 ile geçen Beşiktaş, ikinci maçta Harbiye'ye 2-0 yenilerek elenmiştir. Beşiktaş, 1928-29, 1929-30 ve 1930-31 sezonlarında ligde 3. sırayı almıştır. 1933 yılında Beşiktaş'ın futbol şubesini kuran Ahmet Şerafettin Bey ölmüştür. Çırağan Sarayı'nın bir bahçesi olan ve Beşiktaş tarafından Millî Emlak'tan kiralanan ve daha sonra tamamlanarak 1933 yılında hizmete açılan Şeref Stadyumu'na Ahmet Şerafettin Bey'in ismi verilmiştir. Beşiktaş, on birinci İstanbul Futbol Ligi'nde sezonu şampiyon olarak tamamlamış ve uzun bir aradan sonra tekrar şampiyonluğa ulaşmıştır. Bu şampiyonlukla birlikte 1934 yılında düzenlenen Türkiye Futbol Şampiyonası'na katılma hakkı kazanmıştır. Altay takımını 3-1 mağlup ederek tarihinde ilk kez Türkiye Futbol Şampiyonası'nı kazanmıştır.
İstanbul Ligi'nin 12. kez düzenlendiği 1935-36 sezonu Beşiktaş'ta iç karışıklıklarla başlamıştır. Bu dönemde kulüp içerisindeki iç çekişmeler sebebiyle dağılma noktasına gelen Beşiktaş takımı, eski başbakanlardan Recep Peker'in kulübe fahri başkan olmasıyla tekrar toparlanmıştır. Sezonu ise şampiyon olan Fenerbahçe ve 2. Galatasaray'ın ardından 3. sırada tamamlayabilmiştir. Beşiktaş, 1937-38 İstanbul Futbol Ligi'nin sonunda Güneş ve Fenerbahçe takımlarıyla birlikte ligi 24 puanla bitirmiştir. Bu dönemde acele ile toplanan Futbol Heyeti, ligde ilk kez atılan golün yenilen gole bölünmesi esasına dayanan averaj hesaplamasına başvurmuştur. Yapılan hesaplamada Güneş 4.25, Fenerbahçe 4 ve Beşiktaş ise 3.66'lık averaja sahip olunca lig şampiyonu Güneş takımı olmuştur. Ancak Beşiktaş bu karara itiraz ederek, 1934-35 sezonunda olduğu gibi şampiyonu belirlemek için maç oynatılmasını talep etmiştir. Ancak karar değişmemiş ve Güneş takımı şampiyon, Fenerbahçe 2. ve Beşiktaş ise 3. olarak ilân edilmiştir. 1938-39 İstanbul Futbol Ligi'nde, bir önceki sezonun şampiyonu Güneş takımı dağılmaya yüz tutmuş ve maçlara çıkamamıştır. 10 takım arasında çift devreli lig usulüne göre oynanan ligi Beşiktaş namağlup olarak şampiyon bitirmiş ve 3. kez lig şampiyonluğunu kazanmıştır. Elde edilen bu şampiyonlukla birlikte, 1939-40, 1940-41, 1941-42 ve 1942-43 sezonlarında da şampiyon olan Beşiktaş, üst üste 5 kez ligi kazanmıştır. 1943-44 sezonunda şampiyonluğu Fenerbahçe'ye kaptırdıktan sonra 1944-45 ve 1945-46 sezonlarında da ligi kazanan siyah beyazlı takım, 8 yılda 7 kez şampiyon olma başarısı göstermiştir. 1949-50 ve 1950-51 sezonlarını da şampiyon olarak tamamlayan Beşiktaş, böylece profesyonelliğin kabulünden önce oynanan ligin son şampiyonu olmuştur. Ayrıca 1937 yılından itibaren Ankara, İstanbul ve İzmir liglerinde mücadele eden takımların katılımıyla organize edilmeye başlanan Millî Küme'de 1941, 1944 ve 1947 yıllarında, Başbakanlık Kupası'nda da 1944 ve 1947 yıllarında şampiyon olmuştur.
Profesyonelliğin kabulü ve sonrası (1951-günümüz).
24 Eylül 1951 tarihinde Futbol Profesyonel Talimnamesinin yürürlüğe girmesiyle birlikte futbol resmî olarak profesyonelleşmiş ve 1952 yılında Türkiye'nin ilk profesyonel ligi olan İstanbul Profesyonel Ligi kurulmuştur. 1952'de düzenlenen ilk profesyonel lig, 8 takımın katılımıyla çift devreli lig usulüne göre oynanmış ve Beşiktaş oynadığı 14 karşılaşmada yenilgi almadan ilk profesyonel ligin şampiyonu olmuştur. Bu şampiyonluktan sonra 1953-54 ve 1955-56 sezonlarında da şampiyonluğa ulaşmıştır. Ayrıca Türkiye Futbol Federasyonu tarafından Şampiyon Kulüpler Kupası'na katılacak takımı belirlemek amacıyla 1956-57 ve 1957-58 sezonlarında Federasyon Kupası ismiyle düzenlenen organizasyonda da şampiyon olmuştur. Böylece Beşiktaş takımı, 1958-59 Şampiyon Kulüpler Kupası ile beraber ilk kez Avrupa'da mücadele etmiştir. Beşiktaş, 8 kez organize edilen İstanbul Profesyonel Futbol Ligi'nde, toplam 2 kez şampiyon olmuştur. 1959 yılında, Millî Lig isminde kırmızı ve beyaz olmak üzere iki gruba ayrılan yeni bir lig kurulmuştur. Beşiktaş, ilk sezonda 8 takımın yer aldığı beyaz grupta mücadele etmiş ve ligi 2. sırada tamamlamıştır. Beşiktaş, ligdeki 3.şampiyonluğunu 1959-60 sezonunda elde etmiştir. 20 takımın mücadele ettiği ligde, Beşiktaş 5 puan farkla şampiyon olmuştur. Siyah beyazlılar, 5 sene sonra 1965-66 sezonunda Türkiye 1. Futbol Ligi'nde Yugoslav teknik direktör Ljubiša Spajić yönetiminde 4. kez şampiyon olmuştur. Bir sonraki sezonda aynı teknik direktörler ligde şampiyonluğa ulaşan Beşiktaş, 14 sezon boyunca şampiyon olamamıştır. Beşiktaş, Spajić yönetiminde 1967 Cumhurbaşkanlığı Kupası'nda, Altay'ı 1-0 mağlup ederek ilk kez şampiyon olmuştur. 1962-63 sezonundan itibaren düzenlenmeye başlanan Türkiye Kupası'nda da, 1974-75 sezonunda iki maç üzerinden oynanan final maçında Trabzonspor'u toplamda 3-0 mağlup ederek ilk kez şampiyon olmuştur. 1981-82 sezonunda Yugoslav teknik direktör Đorđe Milić yönetiminde 6. kez lig şampiyonluğunu kazanmıştır. 1985-86 sezonunda Bosnalı teknik direktör Branko Stanković yönetiminde, ligi Galatasaray ile birlikte 56 puanda bitirmiştir. Siyah beyazlılar averajla ile ligde 7. kez şampiyon olmuştur.
Beşiktaş İngiliz teknik direktör Gordon Milne yönetiminde, Türkiye Kupası'nın 1988-89 sezonunda Fenerbahçe'yi iki maç sonucunda 3-1 mağlup ederek 2. kez şampiyon olmuştur. 1989 Cumhurbaşkanlığı Kupası'nda da yine Fenerbahçe'yi 1-0 mağlup ederek 4. kez şampiyonluğa ulaşmıştır. 90'lı yıllar Beşiktaş'ın ligde en fazla şampiyonluk yaşadığı yıl olmuştur. Beşiktaşlılar tarafından efsane olarak kabul edilen Metin Tekin, Ali Gültiken ve Feyyaz Uçar'dan oluşan ileri üçlü de bu yıllarda ünlenmiştir. Beşiktaş 1989-90 sezonunda, ligin 6. haftasında karşılaştığı Adana Demirspor'u Metin, Ali ve Feyyaz'ın golleriyle 10-0 yenerek Türkiye Ligi'nin en farklı galibiyet rekorunu kırmıştır. Beşiktaş aynı sezonda ligde 8. şampiyonluğuna ulaşırken, Türkiye Kupası'nda da finalde Trabzonspor'u 2-0 mağlup ederek 3. kez şampiyon olmuştur. Beşiktaşlı Feyyaz Uçar ise 28 gol ile ligde en çok gol atan futbolcu olmuştur. 1990-91 sezonunda da Milne yönetiminde ligi şampiyon olarak tamamlayan Beşiktaş, bir sonraki sezon ise oynadığı toplam 30 maçta yenilgi almadan şampiyonluğa ulaşmış ve 'nde namağlup şampiyon olan ilk takım olmuştur. İngiliz teknik direktör Milne, Beşiktaş'ta görev yaptığı 1987-1994 yılları arasında toplam 12 kupa kazanmıştır. Beşiktaş, 1993-94 sezonunda Alman teknik direktör Christoph Daum yönetiminde 4. kez Türkiye Kupası şampiyonu olmuştur. Ayrıca 1994-95 sezonunda ligde de 11. şampiyonluğunu elde ederken, 1994 Cumhurbaşkanlığı Kupası'nda da Galatasaray'ı 3-1 mağlup ederek 6. kez şampiyon olmuştur. 2002 yılında Rumen Mircea Lucescu'nun Beşiktaş'ın teknik direktörlüğüne gelmesinden sonra, Beşiktaş 2002-03 sezonunda ligdeki 12. şampiyonluğunu elde etmiştir. Daha sonra Fransız Jean Tigana Beşiktaş'ın yeni teknik direktörü olmuştur. Beşiktaş, Tigana yönetiminde ligde şampiyon olamazken, 2006 Türkiye Süper Kupası'nda Galatasaray'ı 1-0 mağlup ederek 8. kez şampiyon olmuştur. 2005-06 ve 2006-07 sezonlarında Türkiye Kupası'nda üst üste iki kez şampiyonluğa ulaşmıştır. 2008 yılında teknik direktörlüğe Mustafa Denizli getirilmiştir. Onun yönetiminde, 2008-09 sezonunda Beşiktaş Süper Lig'deki 13. şampiyonluğunu kazanmıştır. Ayrıca 2008-09 Türkiye Kupası'nda da şampiyon olmuştur. Beşiktaş, Tayfur Havutçu yönetiminde 2010-11 Türkiye Kupası'nda da şampiyonluğa ulaşarak, Türkiye Kupası'nı toplamda 9. kez müzesine götürmüştür.
Beşiktaş 2011 yılındaki şike davasında, 2 maç sonucunu etkilemek suçundan, dönemin Beşiktaş Futbol Komitesi Başkanı Serdal Adalı, teknik direktör Tayfur Havutçu ve Futbol A Takımı Güvenlik Müdürü Ahmet Ateş ise 11 Mayıs 2011 günü oynanan Beşiktaş - İBB maçının sonucunu etkilemekten dolayı Profesyonel Futbol Disiplin Kuruluna sevk edilmiştir. Fakat herhangi bir ceza almamışlardır. Beşiktaş, 2013 yılında ise Avrupa Ligi'ne katılım hakkı elde etmiştir. Ancak UEFA şike soruşturmasında adının geçmesi sebebiyle Beşiktaş'ı 1 sezonluğuna UEFA turnuvalarından men etmiştir. Bu kararın ardından Beşiktaş, Uluslararası Spor Tahkim Mahkemesi'ne (CAS) başvurmuştur. CAS, 18 Temmuz 2013 tarihinde UEFA'nın verdiği kararın yürütmesini durdurmuş ve Beşiktaş'ın CAS'taki yargılama bitene kadar turnuvalarda oynamasını kararlaştırmıştır. CAS, 30 Ağustos 2013 tarihinde aldığı karar ile Beşiktaş'ın itirazını reddederek; UEFA Temyiz Kurulunun verdiği cezaları onamıştır. Bu kararın ardından Beşiktaş'ın yerine, play-off turunda elediği Tromsø takımı gruplara alınmıştır. Şike soruşturması kapsamında yapılan II. dalga operasyonundan sonra, Beşiktaş Futbol Komitesi Başkanı Serdal Adalı ve Beşiktaş Teknik Direktörü Tayfur Havutçu 1 yıl 3 ay hapis cezası alsalar da daha sonra yapılan tekrar yargılamalarda bu cezalar haksız bulunarak ikisi de diğer tüm sanıklarla birlikte beraat etmişlerdir. 29 Mayıs 2022 tarihinde gerçekleşen olağan seçimli genel kurul toplantısında mevcut başkan Ahmet Nur Çebi ve Fuat Çimen Beşiktaşın başkanı olmak için yarıştı. 4 bin 523 oyun kullanıldığı seçimde, 3 bin 965 oy geçerli oyun 2 bin 777'ini alan Ahmet Nur Çebi tekrar başkanlığa seçildi. Fuat Çimen oyların bin 190'ını aldı. Çebi'nin yönetim kurulun asıl listesinde Engin Baltacı, Emre Kocadağ, Mehtap Mutluşan Ferah, Celal Aral, Serhan Çetinsaya, Murat Kılıç, Umut Tahir Güneş ve Ali Bayrak yer alırken, yedek üyeler ise Bilgihan Cenk Sürmen, İbrahim Kemal, Barış Dillioğlu, Seyit Ateş, Umut Şenol, Melih Arslan olduğu açıklandı.
Avrupa Kupaları.
Beşiktaş, Federasyon Kupası (Türkiye) şampiyonu olarak Türkiye'yi Şampiyon Kulüpler Kupası'nda temsil etme hakkı kazanmıştır. Ancak o dönemde Türkiye Futbol Federasyonu'nun Beşiktaş'ın ismini UEFA'ya geç bildirmesi sebebiyle Avrupa kupalarına katılım hakkını yitirmiştir. Federasyon Kupası (Türkiye)'nda da şampiyonluğa ulaşan Beşiktaş, bir kez daha 1958-59 Şampiyon Kulüpler Kupası'na katılım hakkını kazanmıştır. 3 Temmuz 1958 tarihinde çekilen kurada Yunan takımı Olympiakos ile eşleşmiştir. Ancak çıkan diplomatik sorunlar sebebiyle Olympiakos takımı turnuvadan çekilince; Beşiktaş ilk Avrupa kupası maçını oynamadan hükmen galip olarak tamamlayarak bir üst tura yükselmiştir. Daha sonra ilk turda İspanyol takımlarından Real Madrid ile eşleşen Beşiktaş, ilk maçta deplasmanda 2-0 yenilmiştir. Bu maçın rövanşında ise rakibiyle 1-1 berabere kalarak elenmiştir. Avrupa kupaları tarihinde Beşiktaş'ın ilk golü de bu maçta Kaya Köstepen'den gelmiştir. Beşiktaş Avrupa kupalarında en farklı galibiyetini, 3 Ekim 2002 tarihinde 2002-03 UEFA Kupası rövanş maçında Sarajevo takımına karşı 5-0'lık skorla elde etmiştir. En farklı mağlubiyetini ise 6 Kasım 2007 tarihinde 2007-08 Şampiyonlar Ligi grup maçında Liverpool'a karşı 8-0'lık skorla almıştır. İbrahim Üzülmez 63 kez ile UEFA turnuvalarında Beşiktaş formasıyla en fazla maça çıkan futbolcudur. Oktay Derelioğlu ise Beşiktaş formasıyla attığı toplam 14 gol ile Beşiktaş'ın Avrupa kupalarında en çok gol atan oyuncusudur.
Altyapı ve diğer takımlar.
"Beşiktaş A2 takımı", Beşiktaş'ı A2 Ligi'nde temsil eden ve A takımdan bir önceki seviyedeki futbol takımıdır. Takım kadrosunda 23 yaşında ve büyük kaleci dahil 3 futbolcu bulunur. Ayrıca en az üç yıldır Türkiye'de bulunan 23 yaş altındaki yabancı futbolcuları da kadrosunda bulundurabilmektedir. Beşiktaş A2 takımı daha önce 1999-2000 ve 2002-03 sezonlarında A2 Ligi'nde şampiyonluğa ulaşmıştır. Bunun yanında Beşiktaş U-19 Akademi, Beşiktaş U-17 Akademi, Beşiktaş U-16 Akademi, Beşiktaş U-15 Akademi, Beşiktaş U-14 Akademi, Beşiktaş U-13 Minik, Beşiktaş U-12 ve Beşiktaş Kız takımları Beşiktaş'ın özkaynak düzeninde yer alan diğer takımlardır. Beşiktaş'ın TFF Plaj Futbolu Ligi'nde mücadele eden bir plaj futbolu takımı mevcuttur. 2012 yılında kurulan plaj futbolu takımı, aynı yıl ligi şampiyon olarak tamamlamıştır. 2014-15 sezonundan itibaren ise Beşiktaş (kadın futbol takımı) kurulmuş ve Bayanlar 3. Ligi'nde mücadele etmeye başlamıştır. Beşiktaş, 2013 yılının Aralık ayında Dikilitaşspor ve Sefaköy Kartalspor ile pilot kulüp anlaşması imzalamıştır. Ayrıca Beşiktaş 2014 yılında Belçika takımlarından KSV Roeselare ile pilot kulüp olarak anlaşmıştır. Beşiktaş'ın Adana, Ankara, Antalya, Balıkesir, Batman, Bursa, Çanakkale, Diyarbakır, Elazığ, İstanbul, İzmir, Kahramanmaraş, Kayseri, Kocaeli, Konya, Mardin, Malatya, Mersin, Muğla, Muş, Rize, Sakarya, Siirt, Şanlıurfa, Tunceli, Tekirdağ ve Van'da futbol okulları bulunmaktadır. Yurt dışında ise Almanya, Avustralya, Azerbaycan, Hollanda, Kırgızistan ve Moğolistan'da futbol okulları mevcuttur.
Basketbol şubesi.
Beşiktaş'ın basketbol şubesi 1933 yılında kurulmuştur. Erkek basketbol takımı faaliyetlerine 1933 yılında başlarken, kadın basketbol takımı ise 1966 yılında kurulmuştur. Her iki takım da maçlarını BJK Akatlar Arena'da oynamaktadır. Erkek basketbol takımı Türkiye Basketbol Ligi'nde, Kadın Basketbol Takımı ise Kadınlar Basketbol Süper Ligi'nde mücadele etmektedir. Kulübün basketbol şubesi bünyesinde, Beşiktaş Genç Kız, Beşiktaş Genç Erkek, Beşiktaş Küçük Erkek, Beşiktaş Küçük Kız, Beşiktaş Yıldız Erkek, Beşiktaş Yıldız Kız ve Beşiktaş Minik Erkek takımları faaliyet göstermektedir. Bunlar dışında İstanbul'un çeşitli semtlerinde ve Muğla'nın Bodrum ilçesinde basketbol okulları bulunmaktadır.
Erkekler.
"Beşiktaş erkek basketbol takımı", 1933 yılında kurulmuştur. Kurulduktan sonraki ilk maçını Galatasaray'a karşı 10 Mart 1933 tarihinde oynamış ve karşılaşmayı 27-28 kaybetmiştir. 1936 yılında düzenlenen Berlin Olimpiyatları'ndan sonra basketbol takımının dağılması sebebiyle şube faaliyetlerine 1940 yılına kadar ara verilmiştir. 1940'ta Yahudi takımı Barkhoba'nın faaliyetlerine son vermesi ve bu takımda bulunan oyuncuların Beşiktaş bünyesine geçmesiyle beraber Beşiktaş Erkek Basketbol takımı ikinci kez kurulmuş oldu. 1949 yılına kadar Beşiktaş'a oyuncu desteği veren Yüksek Denizcilik Okulu'nun yöneticilerinin ilgisizliği sebebiyle oyuncu desteğinin sona ermesiyle birlikte basketbol takımı büyük güç kaybetmiş ve 1950-1955 yılları arasında basketbol takımının faaliyetleri durma noktasına gelmiştir. 1955-56 sezonunda basketbol takımı tekrar kurulmuş ve İstanbul 2. Küme'de şampiyon olarak 1. Küme'ye yükselmiştir. 16 Mart 1957 tarihinde Beşiktaş'ın Karagücü ile oynadığı ve 110-46 kazandığı maçta, Beşiktaş kaptanı Hüdai Budanur takımının bütün sayılarını (110 sayı) atarak, bir devrede en çok sayı atan oyuncu ve bir maçta en çok sayı atan oyuncu olmuştur.
Yeni lig ve sonrası.
1966-67'de Deplasmanlı Basketbol Ligi kurulmuştur. Ancak Beşiktaş, statü gereği bir önceki sezonun klasmanlarına göre ilk önce İstanbul Ligi'nde oynamak zorunda kalmış ve yeni kurulan bu ligin ilk sezonunda mücadele edememiştir. Daha sonra İstanbul Basketbol Ligi'nde şampiyonluğa ulaşan Beşiktaş, 1967-68 sezonunda Türkiye Ligi'nde oynama hakkı kazanmıştır. Beşiktaş ligde mücadele etmeye başladığı 1967 ile 1977 yılları arasındaki 10 yıllık sürede, Türkiye Basketbol Ligi'nde üç defa 2. olurken, Türkiye Kupası'nda da 2 defa final oynamıştır. 1974-75 sezonunda ise Türkiye Basketbol Ligi'nde ilk defa şampiyon olmuştur. Beşiktaş, 1987-88 sezonunda Türkiye Basketbol Ligi'nde son sıradaki Hilalspor ile ligi aynı puanda 11. sırada bitirerek 20 sene aranın ardından 2. Lig'e düşmüştür. Beşiktaş, müteakip sezon 2. Lig'i şampiyon olarak tamamlamış ve Türkiye Basketbol Ligi'ne terfi etmiştir. Beşiktaş basketbol takımı 1996-97 sezonunda (play-out sonucunda) bir kez daha küme düşmüşse de, maddi nedenlerle 1. Lige yükselme hakkından feragat eden Samo Yıldırımspor'un yerine yeninden ligde kaldı
2011-12 sezonu takım tarihinin en başarılı sezonu oldu. Beşiktaş, NBA'de yaşanan lokavt sebebiyle New Jersey Nets takımının oyuncusu Deron Williams'ı lokavt sonuna kadar transfer etmiştir. Türkiye Kupası'nın 2011-2012 sezonunda tarihinde 4. kez mücadele ettiği finalde Banvit'i mağlup ederek tarihinde ilk kez Türkiye Kupası'nda şampiyon olmuştur. 2011-12 ULEB Eurocup eleme turunda Belfius Mons-Hainaut takımına elenerek yoluna EuroChallenge'da devam etmiştir. Organizasyonda finale yükselen Beşiktaş, Fransız takımı Elan Chalon ile karşılaştı ve maçı 91-86 kazanarak şampiyon olmuştur. Böylece erkek basketbolunda ilk defa bir Avrupa kupası şampiyonluğunu elde etmiştir. Ligde ise 2011-12 sezonunda normal sezonu 4. sırada bitiren Beşiktaş, play-off çeyrek finalinde Fenerbahçe ile eşleşmiştir. Seriyi 2-0 kazanan siyah beyazlılar yarı finalde Galatasaray'ın rakibi olmuştur. Yarı final serisini 3-1 kazanan Beşiktaş finale yükselmiştir. Final serisinde Anadolu Efes'i 4-2 mağlup eden Beşiktaş, 37 yıl aradan sonra 2. kez Türkiye Basketbol Ligi'nde şampiyonluğa ulaşmıştır. Beşiktaş 2011-12 sezonunda, mücadele ettiği organizasyonların hepsinde de şampiyonluğa ulaşmıştır.
Kadınlar.
"Beşiktaş Kadın Basketbol Takımı", 1956 yılında kurulmuştur. Mücadele ettiği ilk sezonda Fenerbahçe'nin ardından İstanbul ve Türkiye ikincisi olmuştur. Ancak takım 1967-68 sezonunda tekrar kurulana dek faaliyetlerini durdurmuştur. Beşiktaş, 1955 ile 1980 yılları arasında düzenlenen İstanbul Kadınlar Basketbol Ligi'nde, 1969-70, 1970-71, 1971-72, 1972-73, 1973-74, 1974-75 sezonlarında art arda 6 defa ve 1976-77 ile 1979-80 sezonlarında da 2 defa olmak üzere toplam 8 defa şampiyon olmuştur. Beşiktaş, Kadınlar Basketbol Süper Ligi'nde 1983-84 ve 1984-85 sezonlarında şampiyon olmuştur. Bu iki şampiyonluktan 20 yıl sonra 2004-05 sezonunda ligde 3. kez şampiyonluğa ulaşmıştır.
Voleybol şubesi.
Beşiktaş'ın erkek voleybol takımı 1923, kadın voleybol takımı ise (kalıcı olarak) 1960 yılında kurulmuş olup, 2019-20 sezonundan beri sadece kadın voleybol takımı mücadelesini sürdürmektedir. Kadın takımı Türkiye Bayanlar Voleybol Ligi'nde mücadele etmekte olup, iç saha maçlarını BJK Akatlar Arena'da oynamaktadır. Bunun yanında kulübün voleybol şubesi bünyesinde genç kız, yıldız kız ve küçük kız takımları da faaliyet göstermektedir. İstanbul'un Ataşehir, Beşiktaş, Beykoz ve Kadıköy ilçelerinde de voleybol okulu bulunmaktadır.
Erkekler.
"Beşiktaş erkek voleybol takımı", Türkiye'de 1921 ile 1970 yılları arasında düzenlenen İstanbul Erkekler Voleybol Ligi'ni 1926 yılında kazanma başarısı göstermiştir. 1984 yılında ise Federasyon Kupası'nda şampiyonluğa ulaşmıştır. Beşiktaş yönetimi 2012 yılında mali kriz nedeniyle erkek voleybol takımının faaliyetlerini durdurma kararı almıştır. 2013-14 sezonunda ise Türkiye Erkekler Voleybol İkinci Ligi'ne katılarak faaliyetlerine tekrar başlayan takım, 2014-15 sezonunda tekrar Türkiye Erkekler Voleybol Ligi'nde mücadele etme hakkını elde ettiyse de, Beşiktaş yönetimi 3 Temmuz 2019'da erkek takımının faaliyetlerini tamamen durdurmuştur.
Kadınlar.
"Beşiktaş kadın voleybol takımı", Tülin Uygur'un girişimleriyle 1960 yılında kurulmuştur. 1960-61 sezonunda ilk kez İstanbul Bayanlar Voleybol Ligi'nde mücadele etmiştir. 19-25 Nisan 1965 tarihlerinde Manisa'da organize edilen Türkiye Bayanlar Voleybol Şampiyonası'nda kulübün voleybol tarihindeki tek Türkiye şampiyonluğunu elde etmiştir. 1970'lerin ortalarına doğru kadın takımının spor faaliyetleri durmuştur. 1986 yılında tekrar kurulan takım, 1992-93 sezonunda ilk kez Türkiye Bayanlar Voleybol Ligi'ne yükselmiştir. 1998 yılında Avrupa Bayanlar CEV Kupası'nda final four oynayan takım turnuvayı 4. olarak tamamlamıştır. 1999-00 sezonunda ligi üçüncü sırada bitiren takım, 2000-01 sezonunda Avrupa Bayanlar CEV Challenge Kupası'nda final four oynamış ve turnuvada 4.lüğü elde etmiştir. 2003-04 sezonunda ligde 2.liği elde eden takım, bir sonraki sezon Avrupa Bayanlar Voleybol Şampiyonlar Ligi'ne katılma hakkını kazanmıştır. 2008 ve 2009 Balkan Kupası'nda üst üste 2 kez şampiyon olurken, organizasyonu 2013 senesinde bir kez daha müzesine götürme başarısı göstermiştir. Beşiktaş, 2013-14 sezonunda Avrupa Bayanlar CEV Challenge Kupası'nda finale yükselmiştir. Finalde Zareçye Odintsovo takımı ile karşılaşan siyah beyazlı takım, ilk maçı deplasmanda 3-2 kaybetmiştir. Rövanş mücadelesinde de rakibine 3-1 yenilmiş ve turnuvayı 2. olarak tamamlamıştır. Kosova'nın Gjilan kentinde bulunan Bashkim Selishta-Petriti'de oynanan mücadelede finaldeki rakibi CSM Lugoj'u 25-13, 25-19 ve 25-19'luk setlerle 3-0 mağlup eden Beşiktaş, Balkan Kupası'nı 2018'de kazanarak toplamda 4. kez şampiyon olmuştur.
Hentbol şubesi.
Beşiktaş Erkek Hentbol Takımı.
"Beşiktaş Erkek Hentbol Takımı", Beşiktaş'ı Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi'nde temsil eden hentbol takımıdır. İç saha maçlarını Süleyman Seba Spor Salonu'nda oynamaktadır. Beşiktaş'ta Murat Ersin ve Fırat Drashan girişimleriyle 1978 yılında hentbol şubesi kurulmuş ve Beşiktaş Erkek Hentbol Takımı, Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi'nde 1980-81 ve 1981-82 sezonlarında olmak üzere üst üste 2 kez şampiyon olmuştur. GSGM Kupası'nı 1980 ve 1981 yıllarında üst üste 2 defa kazanan Beşiktaş, 1985 yılında Deplasmanlı Lige Terfi Grubu Birincisi olmuş ve 1988'de Türkiye Kupası'nı finalde Çankaya Belediyesi'ne kaybetmiştir. 2008-09 sezonunda Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi ve Türkiye Kupası'nda şampiyonluğa ulaşarak sezonu çifte kupayla kapatmıştır. Avrupa'da ise EHF Challenge Kupası'nda yarı finalde karşılaştığı UCM Sport Resita takımına elenmiştir. 2010-11 sezonunda ilk kez düzenlenmeye başlanan Süper Kupa'yı kazanarak organizasyonun ilk şampiyonu olmuştur. Aynı sezonda Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi ve Türkiye Kupası'nda da şampiyonluğa ulaşmıştır. Bir sonraki sezonda da Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi'nde ve Türkiye Kupası'nda şampiyon olan Beşiktaş sezonu 2 kupayla tamamlamıştır. 2012 yılına Süper Kupa'yı kazanarak başlayan Beşiktaş, 2012-13 sezonunda ligde de şampiyon olmuştur. Beşiktaş Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi'nde toplam da 10 kez ve Hentbol Erkekler Türkiye Kupası'nda ise toplamda 9 kez ile en çok şampiyon olan takım konumundadır. Ayrıca ligde 2008-09, 2009-10, 2010-11, 2011-12, 2012-13 ve 2013-14, 2014-2015 sezonlarında elde ettiği 7 şampiyonlukla birlikte, üst üste en çok şampiyon olan takım unvanını kazanmıştır.
Engelli sporları.
"BJK Bedensel Engelliler Spor Şubesi", 1 Ağustos 2003 tarihinde Beşiktaş Onursal Başkanı Süleyman Seba'nın girişimleriyle kurulmuştur. Engelliler Şubesi'nde, günümüzde sadece basketbol branşında aktif faaliyet gösteren kulüp, daha önce atıcılık ve bilek güreşi branşlarında da faaliyet göstermiştir.
Tekerlekli Sandalye Takımı.
"Beşiktaş Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı", Beşiktaş'ı Tekerlekli Sandalye Basketbol Süper Lig'de temsil eden takımdır. 2003 yılında kurulan takım iç saha maçlarını Süleyman Seba Spor Salonu'nda oynamaktadır. Takım 2004-05 sezonunda ligde normal sezonu lider tamamlamıştır. Final serisinde karşılaştığı İzmir BB TSB takımına karşı 3-1 üstünlük sağlayarak tarihinde ilk defa Türkiye şampiyonluğunu kazanmıştır. Bir sonraki sezonda da play off serisinde İzmir BB TSB takımını yenen siyah beyazlılar üst üste 2. kez ligde şampiyonluğa ulaşmıştır. 2009-10 sezonunda Andre Vergauwen Kupası'nda finale yükselmiştir. Finalde CS Meaux takımına 65-56 yenilerek turnuvayı 2. tamamladı. 2010-11 sezonunda da Andre Vergauwen Kupası'nda final oynayan siyah beyazlılar, Köln 99ers'i 71-62 mağlup ederek Avrupa Şampiyonu olmuştur. 2011-12 sezonunda Willi Brinkmann Kupası final maçında Oldham Owls takımını 77-72 mağlup eden Beşiktaş kupada şampiyonluğa ulaşmıştır.
Diğer şubeler.
Daha önce faaliyet gösteren şubeler.
Kulüp bünyesinde daha önce bilardo, binicilik, briç, bisiklet, eskrim, halat çekme, halter, hokey, judo, okçuluk ve su sporları şubeleri etkinlik göstermişlerdir. Ancak bu şubeler günümüzde faal değildir.
Müze.
"Beşiktaş Müzesi", 11 Kasım 2001 tarihinde spor müzesi olarak açılmıştır. 28 Haziran 2007 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı "Türkiye'nin ilk özel spor müzesi" unvanını kazanmıştır. İçerisinde Beşiktaş'ın çeşitli şube takımlarının kazandığı kupalar sergilenmektedir. Ayrıca çeşitli fotoğraflar, belgeler, formalar ve kulübe gönderilen hediyeler de müzede sergilenmektedir.
Beşiktaş JK İştirakler ve Hisse oranı.
!colspan="7"| Şirketler
! Adı !! Hisse !!Sicil Nr. !! Kuruluşu !! Kapanış !!Kurucu Başkan !! Durumu
Beşiktaş Televizyon Yayıncılık A.Ş..
Kulübün Beşiktaş TV ve TV ve medya aracılığı ile kurumsal organları ve camia arasında etkili, sürekli, şeffaf ve doğru bir iletişim kanalı olarak kurulan şirketidir. 23 Eylül 2004 tarihinde kurulmuştur.
BJK Beşiktaş İnşaat ve Ticaret A.Ş..
Kulübün her türlü gayrimenkul, inşaat, satın almak, kiraya vermek vb. gibi her nevi inşaat yapmak, inşaat ihalesine girmek ve inşaat taahhütlerinde bulunmak için kurulan şirketidir. 4 Kasım 2004 tarihinde kurulmuştur.
Markalar.
!colspan="4"| Markalar
! Marka adı !! Sahibi !! Durumu !! Web sitesi
Stadyum ve tesisler.
Beşiktaş futbol takımı 11 Nisan 2016 tarihinden itibaren o zamanki adıyla Vodafone Park olan Beşiktaş Park'ta iç saha maçlarını yapmaya başlamıştır. Diğer şubelerden basketbol ve voleybol BJK Akatlar Arena'yı, hentbol ve engelli basketbol takımı ise Süleyman Seba Spor Salonu'nu kullanmaktadır. Futbol şubesinin altyapı takımlarının maçları ve antrenmanları Fulya Hakkı Yeten Tesisleri'nde yapılmaktadır. Bunun yanında diğer maçlar ve antrenmanlar içinde değişik tesisler bulunmaktadır.
Tesisler ve durumları.
Kiralık Beşiktaş Tesisleri.
!colspan="4"| Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nün Kiralık Tesisleri
! Yer / Arsa !! Tesis Adı !! Bina / Kullanan !! Durumu
Beşiktaş'ın sahibi olduğu tesisler.
!colspan="4"| Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nün Sahibi olduğu Tesisler
! Yer / Arsa !! Tesis Adı !! Bina Adı / Kullanan !! Durumu
Dolmabahçe Tesisleri.
Beşiktaş Park.
"Beşiktaş Stadyumu", Beşiktaş ile Vodafone arasında 20 Ağustos 2013 tarihinde imzalanan 15 yıllık bir anlaşma ile Beşiktaş'ın eski stadı olan Dolmabahçe'deki BJK İnönü Stadyumu'nun yerinde inşa edilen yeni stadyumudur. Bu tarihe kadar Türk spor tarihinin en büyük sponsorluk anlaşması ile Vodafone, yeni yapılan stadyumun isim hakkını 15 yıllığına almıştır. Ayrıca aynı sözleşme ile birlikte Vodafone, 2014-15 sezonundan itibaren geçerli olmak üzere toplam 5 yıl süreyle Beşiktaş'ın ana sponsoru olmuş ve futbol takımının formasının göğüs kısmında logosunu bulundurma hakkını elde etmiştir. Vodafone ile Beşiktaş arasındaki bu sponsorluk anlaşması kapsamında, Beşiktaş toplam $145.000.000 gelir elde etmiştir.
Vodafone Park, Türkiye'nin ilk akıllı stadyumu olma özelliğini taşımaktadır. Stadyumda geniş bant mobil ve Wi-Fi ağı, HD monitörler ve interaktif ekranlar mevcuttur. Kompleks futbol stadyumunun yanı sıra eğlence merkezi, konser alanı ve sosyal alan olarak da hizmet verebilecek şekilde tasarlanmıştır. Stadyumda Kartal Yuvası ve Beşiktaş Müzesi'de yer almaktadır. 42.590 seyirci kapasitesine sahip olan stadyumda toplam 147 adet loca bulunmaktadır. Localarda toplam 1.847, VIP tribününde ise 2.150 koltuk yer almaktadır. Stadyum C90 görüş açısına sahip olacak şekilde tasarlanmıştır.
Ümraniye Tesisleri.
BJK Nevzat Demir Tesisleri.
"Ümraniye Nevzat Demir Tesisleri", Beşiktaş futbol takımının antrenmanlarını yaptığı tesislerdir. Kullanım hakkı 49 yıllığına Beşiktaş'a verilen tesis Şile-Ümraniye otoyoluna cephelidir. Resmî açılışı 26 Temmuz 2002 tarihinde 10. Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in katıldığı törenle yapılmıştır. Nevzat Demir tarafından tamamlanan tesis ismini de aynı kişiden almıştır. 145 dönüm arazi üzerine kurulan tesislerde profesyonel takım ve alt yapı takımları için kamp binası, basın merkezleri, toplam alanı 30.000 m²'yi bulan 4 adet çim antrenman sahası ve rekreasyon alanları vardır.
Pendik tesisler.
BJK Pendik Sosyal ve Sportif Tesisleri.
"BJK Pendik Tesisleri", 31 Temmuz 1990 tarihli protokol ile 49 yıllığına Beşiktaş'a tahsis edilen spor tesisidir. Arazi üzerinde yer alan bina ve eklentileri sadece Beşiktaş Kürek Takımı ile Beşiktaş üyeleri tarafından kullanılmak üzere işletmeye açılmıştır.
Beşiktaş Tesisleri.
BJK Plaza.
"BJK Plaza", 1995 yılında inşaatı bitirilmiş ve B Blok'u Beşiktaş'a tahsis edilmiş plazadır. 13 katlı plazanın zemin katında dükkânlar, diğer katlarda ise ofisler mevcuttur. Plazanın B Blok 3. katında Beşiktaş'a ait kulüp binası yer almaktadır. Diğer dükkân ve ofisler ise Beşiktaş adına kiraya verilmiştir.
BJK Fulya Süleyman Seba Kompleksi, Beşiktaş'a ait olan ve 11 Şubat 2009 tarihinde açılışı yapılan komplekstir. İçerisinde rezidans, hastane, hipermarket ve kapalı otopark yer almaktadır.
BJK Akaryakıt İstasyonu, 2.749 m² arsa üzerinde yer alan ve 491 m²'si Beşiktaş'a ait olan akaryakıt istasyonudur. İstasyonda 6 adet pompa, iki katlı kafeterya binası ile tek katlı bir müdüriyet binası yer almaktadır. Ayrıca Beşiktaş'a ait 30 m²'lik bir mağaza da bulunmaktadır. İşletme 4 Mart 2000 tarihinde hizmete açılmıştır.
BJK Koleji ise Beşiktaş'a ait eğitim binasıdır. Bina içerisinde 21 Mayıs 2009 yılında Beşiktaş Koleji tarafından kurulan BJK Bilim Müzesi'de yer almaktadır.
Fulya Tesisleri.
BJK Fulya Şan Ökten Tesisleri.
"Fulya Şan Ökten Kamp Tesisleri", 21 Eylül 1984 tarihinden geçerli olmak üzere 49 yıl boyunca kullanım hakkı Beşiktaş'a ait olan spor tesisleridir. Tesis içerisinde 2 çim, 1 toprak saha bulunmaktadır. Ayrıca 1 halı saha ve kafeterya yer almaktadır. Tesiste futbol alt yapı, güreş şubesi ve tesisleri ile alt yapı yatakhanesi bulunmaktadır.
BJK Süleyman Seba Spor Salonu.
"Süleyman Seba Spor Salonu", Beşiktaş ilçesinin Dikilitaş semtinde bulunan ve 1984 yılında Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü tarafından 49 yıllık intifa hakkı Beşiktaş'a verilen çok amaçlı spor salonudur. 2.669 m² alanda bulunan salon 17 Eylül 1999 tarihinde hizmete girmiştir.
1500 seyirci kapasitesine sahip salon, Beşiktaş Erkek Hentbol Takımı ve Beşiktaş (tekerlekli sandalye basketbol takımı)'nın iç saha maçları için kullanılmaktadır. Salon ile aynı parsel üzerinde yer alan binada basketbol idari kadrosu yer almaktadır.
BJK Fulya Hakkı Yeten Tesisleri.
"Fulya Hakkı Yeten Tesisleri", Şişli ilçesinin Fulya semtinde bulunur ve kulübün altyapı takımlarının futbol maçlarına ve antrenmanlarına ev sahipliği yapması ile bilinir. Tesis 1990 yılında inşa edilmiştir. 1.800 m² (19.000 ft2) kapalı alana sahiptir. 40 sporcuya ev sahipliği yapabilmektedir.
BJK Şevket Belgin Spor Salonu.
"Şevket Belgin Spor Salonu", Beşiktaş ilçesinin Dikilitaş semtinde yer alan 150 seyirci kapasitesine sahip spor salonudur. Beşiktaşlı eski futbolcu Şevket Belgin'in anısına yapılan salon, engelli basketbol, hentbol, hentbol altyapı, voleybol altyapı ve basketbol altyapı takımlarının antrenman ve iç saha maçlarına ev sahipliği yapmaktadır. Salon, 18 Şubat 2014 tarihinde hizmete açılmıştır.
Akatlar Tesisleri.
BJK Akatlar Arena.
"BJK Akatlar Arena", Beşiktaş ilçesinin Akat mahallesinde yer alan ve Beşiktaş'ın basketbol ile voleybol takımlarının iç saha maçları için kullandıkları 3.200 seyirci kapasitesine sahip spor salonudur. 2004 yılında açılan salon 45 dönümlük arazi üzerinde yer almaktadır. Konser organizasyonlarında salonun seyirci kapasitesi 4.500'e kadar çıkabilmektedir.
Eski tesisler.
Beşiktaş Futbol takımı'na ilk önceleri Taksim Stadyumu ve Şeref Stadyumu ev sahipliği yapmıştır. 1947'den beri Futbol takımına ev sahipliği yapan İnönü Stadyumu 2013 yılında yıkılarak yerine Beşiktaş Park yapılmıştır. Beşiktaş Park 11 Nisan 2016 yılında açılmıştır.
İnönü Stadyumu.
"Beşiktaş İnönü Stadyumu", Beşiktaş ile Kabataş semtleri arasında, İstanbul Boğazı kıyısında yer almış olan ve Beşiktaş'ın yeni stadyumu Beşiktaş Park'ın yerinde olan eski stadyumdur. Şinasi Şahingiray, Vietti Violi ve Fazıl Aysu'nun mimarlığını yaptığı stadyum 19 Mayıs 1947 tarihinde açıldı. 1950'li yıllarda stadyumun arka tarafında bulunan gazhane ve hava gazı fabrikası daha sonraki yıllarda yıkılarak yeni açık tribün inşa edilmiştir. Bu stadyumun açılış maçında Beşiktaş ile AIK takımları karşılaşmışlardır. Siyah beyazlılar maçı 3-2 kaybetmiştir. Stadyumda ilk golü Süleyman Seba atmıştır. Stadyum açılışında İnönü Stadyumu ismini almışken 1952 yılındaki siyasi nedenlerle ismi Mithatpaşa Stadyumu olarak değiştirilmiştir. Mart 1974 tarihinde tekrar İnönü Stadyumu ismini almıştır.
Açıldığı 1947 yılında 16.000 seyirci kapasitesine sahip olan stadyum, 1950'li yıllarda ayakta 40.000 seyirci alacak duruma getirilmiştir. 2003-2004 sezonunun tamamlanmasının ardından hemen başlayan çalışmalarla stadyumun zemini indirilmiştir. Bu sayede yüzde 50 artışla, toplam koltuk kapasitesi de 32,086'ya yükselmiştir. Stadyumun giriş ve çıkışlarını rahatlatmak için kapı sayısı da 36'dan 72'ye çıkartılmıştır. Beşiktaş TV için stadyum içerisinde bir bölüm yapılmıştır. Stadyumda oynanan son maçta Beşiktaş ile Gençlerbirliği takımları karşılaşmıştır. Beşiktaş maçı 3-0 kazanırken, stadyumdaki son golü Filip Hološko atmıştır.
İstanbul'da yer alan Fenerbahçe ve Galatasaray takımları da belli dönemlerde bu stadyumu kullanmışlardır. Stadyum birçok konsere ev sahipliği yaparken, futbol müsabakaları dışında 1959 Avrupa Basketbol Şampiyonası'na, uluslararası binicilik yarışmalarına ve Avrupa Profesyonel Boks şampiyonluğu unvan maçlarına da ev sahipliği yapmıştır. Ayrıca önemli günlerdeki resmi kutlamalarda da kullanılmıştır.
Stadyumun bulunduğu alana Beşiktaş Park'ın yapılması için 2 Haziran 2013 tarihinde yıkımına başlanmıştır.
Taraftar.
İnternet üzerinden yapılan bir araştırma sonucunda, Beşiktaş'ın Türkiye genelinde on dört milyon taraftarı bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bu verilere göre Beşiktaş Türkiye'de %19'luk oranla en çok taraftara sahip 3. kulüp olmuştur. Bir başka araştırma sonucunda ise Beşiktaş'ın Türkiye'de en çok kadın taraftara sahip olan 3. kulüp olduğu verisine ulaşılmıştır. A&G isimli araştırma şirketinin 2010 yılında Türkiye'nin 7 coğrafi bölgesinde, 165 ilçeye bağlı 201 mahalle ile köyde, 15 yaş ve üstü nüfusu temsil eden kesimle yaptığı bir araştırma da ise; Beşiktaş %18.4 oran ile Türkiye'de en fazla taraftara sahip 3. kulüp olmuştur. Aynı şirketin araştırmasına göre; Beşiktaş'ın Trabzonspor ile birlikte en yaşlı taraftara sahip kulüp olduğu belirlenmiştir. Beşiktaş, %2.7'lik oranla çevre baskısı ve diğer etmenler sonucunda Fenerbahçe ile birlikte taraftarlar tarafından en çok bırakılan takım olmuştur. Bunun yanında Türkiye'de diğer takım taraftarlarınca en sempati duyulan takımın Beşiktaş olduğu saptanmıştır.
Beşiktaş taraftarı, 2005-06 sezonunda Fenerbahçe ile oynanan lig maçında ve Liverpool ile oynanan Şampiyonlar Ligi maçında 132 desibellik ses düzeyine ulaşmıştır. Ancak bu ses rekoru denemesi esnasında Guinness hakem heyetinin olmaması sebebiyle siyah beyazlı taraftarların rekoru resmiyet kazanmamıştır. Beşiktaş'ın 22 Eylül 2013 tarihinde Galatasaray ile oynadığı futbol maçını 76.127 siyah beyazlı taraftar izlemiş ve bu sayı hem Süper Lig'de hem de Türkiye'de (resmî maçlarda) tüm zamanların en fazla seyircili maçı olarak kaydedilmiştir.
Çarşı.
1982 yılında kurulan Çarşı, Beşiktaş'ın en büyük taraftar grubudur. Grup, futbol maçlarını İnönü Stadyumu yıkılana kadar kapalı tribünden takip etmiştir. Çarşı, 27 Mayıs 2008 tarihinde grubun Beşiktaş'ın önüne geçtiği yönündeki eleştiriler ve bir takım spekülasyonlar sebebiyle kendini feshetme kararı almıştır. Ancak birkaç ay sonra alınan bu karardan vazgeçilmiş ve Çarşı tekrar tribünlere dönmüştür. Bunların yanında grup çeşitli sosyal projelerde de aktif olarak yer almıştır. Grup, birçok televizyon programına ve televizyon dizilerine konu olmuştur. Bunun yanında 2007 yılında grubun kuruluşunun 25. yılı olması sebebiyle, Pancard Film tarafından bir belgesel filmi hazırlanmıştır. Lig TV'de "Çarşı'nın Yürüyüşü" isminde bir belgesel filmi hazırlamış ve televizyonda yayınlamıştır. Grup, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki sporseverler tarafından yapılan oylamada, 2007 yılındaki Liverpool maçındaki gösterileri sebebiyle tüm zamanların en iyi taraftar grubu olarak seçilmiştir. Beşiktaş taraftarının, İnönüdeki son maçta Gençlerbirliği mücadelesinde çıkardığı ses 141 desibel olarak ölçüldü. 141 desibel dünya rekoru, Guiness Türkiye temsilcilerince onaylandı.
Beşiktaş kulübünün 'Çarşı Kadın' adında bir kadın taraftar grubu vardır. Grup tribünlerdeki faaliyetlerinin yanı sıra birçok sosyal sorumluluk projesi yapmaktadır.
Medya ve iletişim.
Beşiktaş TV.
"Beşiktaş TV", 2004 yılının Eylül ayında yayın hayatına başlayan Beşiktaş'ın resmî televizyon kanalıdır. Kanalda Beşiktaş ile ilgili haberler, programlar ve özel söyleşiler yayınlamaktadır. 2009 yılında lisans alınamaması sebebiyle bir süre yayın yapamayan kanal, 20 Ocak 2011 tarihinde yeniden açılmıştır. Kanal, Turksat 4A, Eutelsat 7A ve Digiturk üzerinden izlenebilmektedir. Kanal 2019 tarihinde kapatılmıştır ve Beşiktaş JK, artık YouTube kanalı üzerinden yayın yapmaktadır.
Beşiktaş Dergisi.
"Beşiktaş Dergisi", Beşiktaş'ın resmî yayın organıdır. Temmuz 2000 tarihinde yayın hayatına başlayan dergi, Türkiye'de yayınlanan ilk resmî spor kulübü dergisidir. İçerisinde kulüp bünyesindeki şubelerle ilgili haberler, röportajlar ve poster hediyeleri yer almaktadır. 15 Ağustos 2004 tarihinde Beşiktaşlı çocuk taraftarlar için yayınlanmaya başlanan ve dünyanın ilk çocuk spor dergisi olan Yavru Kartal Dergisi ise 1 Ağustos 2011 tarihinden bu yana Beşiktaş Dergisi ile birlikte satışa sunulmaya başlanmıştır. Beşiktaş Dergisi, iOS mobil işletim sistemini destekleyen cihazlar aracılığıyla da dijital ortamda ücretsiz olarak okunabilmektedir. Beşiktaş Dergisi, Ocak 2015 tarihi itibarıyla 160. Yavru Kartal Dergisi ise 124. sayısına ulaşmıştır.
Eylül 2018'de basılı yayından vazgeçilerek yayın hayatına dijital ortamda devam eden dergi, Mayıs 2020'den itibaren tekrar basılı olarak yayımlanmaya başlamıştır.
Kartal Yuvası.
"Kartal Yuvası", Beşiktaş'ın lisanslı ürünlerinin satışının yapıldığı mağazalar zinciri markasıdır. Faaliyete geçtiği 2001 yılından 2007 yılına kadar BJK Store ismiyle hizmet veren mağazalar, bu tarihten sonra isim değiştirmiş ve Kartal Yuvası olmuştur. Türkiye'nin çeşitli illerinde 40'ın üzerinde mağazası bulunmaktadır. Ayrıca 3 mobil tır ile 2 adet internet satış mağazası vardır.
Kartalcell ve KartalNet.
"Kartalcell", 12 Ağustos 2009 tarihinde faaliyete başlayan Beşiktaş'a ait sanal GSM ağıdır. Avea alt yapısını kullanarak hizmet veren ağ, faaliyete geçtikten sonraki ilk iki haftada 4 bin 380 aboneye ulaşmıştır. KartalNet ise TTNET ile Beşiktaş arasında yapılan işbirliği sonucunda ortaya çıkan, Beşiktaş'a ait özel internet hizmetidir. Kulübün Vodafone ile yaptığı sponsorluk anlaşması sonrası sonlandırılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=40",
"len_data": 54429,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.42
}
|
Sosyalist İktidar Partisi (SİP), Türkiye'de faaliyet yürüten siyasi parti. İsim değiştirerek Türkiye Komünist Partisi adını aldı.
Tarihçe.
SİP'nin örgütsel tarihi, 1978 yılında Türkiye İşçi Partisi'nde (TİP) yaşanan ayrışma sonrasında ortaya çıkan Sosyalist İktidar grubu ile başlar. Bir dönem boyunca, ilk sayısı 1986 yılında basılan ve bugün TKP'nin teorik organı olarak varlığını sürdüren Gelenek dergisinin adıyla anılan hareket, 6 Kasım 1992'de Sosyalist Türkiye Partisi'ni (STP) kurdu. STP 1993 yılında, programında "Türk ve Kürt halklarının gönüllü birlikteliğini hedefler" dediği için, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Yine 1993 yılında Sosyalist İktidar Partisi (SİP) kuruldu. Parti 1990'lı yıllarda özellikle teorik hat ve kadro birikimi ile sol içerisinde belirgin bir özne haline geldi. 1996 yılında gerçekleşen İstanbul Üniversitesi İşgali ve 1 Mayıs'ın Taksim'de kutlanması ilk toplumsallaşma denemeleri sayılabilir.
1990'lı yıllarda örgütlenmenin büyümesi ülke iç siyasetine müdahale kanallarını artırmıştır. Parti bu dönemde özellikle Susurluk kazasını izleyen dönemde sesini duyurmuştur. Siyasi olayların dışında parti insani yardım gerektiren olağanüstü dönemlerde de aktif olmuştur. 17 Ağustos depremini izleyen dönemde parti kadroları bölgeye gitmek üzere görevlendirilmiş, parti disiplini içerisinde yardım organize edilmiş, "Nazım Çadırkent" isminde bir çadırkent kurulmuştur.
1999 yılında "Yağma Yok Sosyalizm Var" sloganı ile ilk defa seçimlere katıldı. Seçim çalışmaları sırasında parti üyesi tekstil işçisi Hüseyin Duman, Erenköy Ülkü Ocakları Başkanı İhsan Bal tarafından göğsünden vurularak katledildi.
Sosyalist İktidar Partisi 11 Kasım 2001 günü düzenlenen Olağanüstü Büyük Kongre'de adını değiştirerek bugünkü Türkiye Komünist Partisi'ne dönüştü.
Yayınları.
1995'te, parti mensubu öğrencilerin inisiyatifiyle yayın hayatına başlayan "Düşünce ve Eylem" adlı gençlik dergisi aylık periyotlar ile çıkartılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=43",
"len_data": 1947,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.52
}
|
InDesign, Adobe firmasının ürettiği, çok yönlü bir masaüstü yayıncılık yazılımı. Firma içi kod adı olan K2 (Quark Killer) olarak da bilinir. Baskı, tablet aygıtlar ve diğer ekranlar için sayfa tasarımları yapılmasına olanak sağlar. Türkiye'de Auto Info, Byte; yurt dışında New York Times gibi bazı basılı yayınlar bu programda hazırlanmaktadır.
Entegrasyon.
Adobe Photoshop, Adobe Illustrator, Adobe Acrobat ve Adobe Flash Professional yazılımları arasında sorunsuz bir şekilde çalışmak mümkündür.
Efekt ve kontroller.
Yarı saydamlık, gradient veya diğer efektleri kullanarak, bir objenin çizgisine veya dolgusuna istenildiği gibi efekt ekleyebilmek mümkündür.
Baskı.
Baskı yapmadan önce sofistike önizleme seçeneği ile baskı yapılacak sayfayı incelemek mümkündür.
XHTML aktarımı.
Çoklu format yayıncılığı sayesinde, web'e baskı seçeneği ile InDesign içeriğini XHTML'ye çevirmek mümkündür. Çevrilen içeriği ise Adobe Dreamweaver (CS6) ile otomatik CSS (Cascading Style Sheets) kullanarak biçimleyebilmek mümkündür.
Tipografik kontroller.
Paragraph Composer, OpenType fonts, drop caps, imgeler ve optik kerning veya marjin hizalama sayesinde yeni yazı karakterleri oluşturmak mümkündür.
Tablolar.
Programa, Microsoft Word veya Microsoft Excel'de hazırlanmış bir tabloyu aktarmak mümkündür. Bunun haricinde InDesign programında da tablo oluşturma seçeneği vardır.
Metin aktarımı.
Microsoft Word programından metinleri doğrudan import etmek, objelerin çevrelerine metin eklemek ve yazı karakterlerini değiştirebilmek mümkündür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=44",
"len_data": 1524,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.49
}
|
Hasan Nusret Fişek (21 Kasım 1914, Sivas - 3 Kasım 1990, Ankara), Türk hekimdir.
Türkiye'de Halk Sağlığı disiplininin kurucusu ve sosyalleştirilmiş sağlık hizmetlerinin mimarıdır. 1952'de doktorasını tamamlayan Fişek, Tıp Bilimleri Felsefe Doktoru olan ilk Türktür.
"Herkese sağlık ve eşit, nitelikli sağlık hizmeti" düşüncesinin savunucusu idi. Meslek hayatı boyunca Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığı, Refik Saydam Hıfzıssıhha Okulu Müdürlüğü, Hacettepe Üniversitesi Toplum Hekimliği Enstitüsü Müdürlüğü, Türk Tabipleri Birliği Başkanlığı gibi görevler üstlendi. Türkiye'de sağlık hizmetinin ülkenin ücra köşelerine kadar yayılması; köylere ebe, ilçelere doktor, yardımcı sağlık personeli, gerekli araç ve gereç ulaştırılması için çalıştı.
Sağlık Müsteşarlığı döneminde ""Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun" ile "Nüfus Planlaması Kanunu""'nun çıkarılmasını sağladı. Türkiye'de hızlı nüfus artışını sorununu ilk fark edenlerden birisi olan Fişek'in önderlik ettiği bir dizi araştırma; hızlı nüfus artışıyla sağlık, sosyal ve ekonomik sorunların bağlantısını kurarak ülkede nüfus artırıcı politikaların değiştirilmesine kaynaklık etmiştir.
Hacettepe Tıp Fakültesi'nin kurulmasında ve gelişmesinde katkıları oldu. Üniversite bünyesinde Toplum Hekimliği ve Nüfus Etütleri Enstitüleri'ni kurdu.
Hayatı.
21 Kasım 1914'te Sivas'ta doğdu. Annesi Mukades Hanım, babası, Türk Kurtuluş Savaşı komutanlarından Tümgeneral Hayrullah Fişek'tir. 1932 yılında Kabataş Erkek Lisesi'ni, 1938 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirdi.
İlk resmî görev yeri Adana Sıtma Enstitüsü kurs tabipliği idi. Askerlik görevinin ardından Sağlık Bakanlığı Merkez Hıfzısıhha Enstitüsü'nde Bakteriyoloji şubesi asistanı olarak çalışmaya başladı. 1940 yılında eşi Perihan Hanım'la evlendi, bu evlilikten Kurthan Fişek ve Gürhan Fişek isminde iki oğlu oldu. Her iki oğlu da akademisyen olarak Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalışmıştır.
1941'de bakteriyoloji uzmanı olan Fişek, 1943'te Çiçek Aşısı Servisi uzmanlığına atandı. Bu yıllarda biyolojik standartların ve yerli aşı üretiminin geliştirilmesi ekibine başkanlık etti. 1945 yılında Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Bulaşıcı Hastalıklar Şubesi uzmanlığı görevini üstlendi. 1946'da ABD'ye giderek John Hopkins Halk Sağlığı Okulu'nda sağlık yönetimi ve ilişkili disiplinler üzerine çalışmalar yaptı. 1952'de Harvard Üniversitesi'nden tıp bilimleri doktora derecesi aldı ve Tıp Bilimleri Felsefe Doktoru olan ilk Türk unvanını aldı. Yurda döndükten sonra Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Enstitüsü'nde asistanlığa başladı. 1955'te biyokimya doçenti unvanını aldı ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından Biyolojik Standardizasyon bilirkişisi olarak görevlendirildi. 1958'de Ankara Hızısıhha Okulu'na Müdür olarak atandı.
Türkiye'de hızlı nüfus artışını sorununu ilk fark edenlerden ve bu konuda ilk harekete geçenlerden birisi oldu. 1958-1960 yıllarında, hızlı nüfus artışıyla sağlık, sosyal ve ekonomik sorunların bağlantısını kuran bir dizi araştırmaya önderlik etti ve araştırmaları nüfus artırıcı politikaların değiştirilmesine kaynaklık etti. 1960'lı yıllarda nüfus ve aile planlaması programlarının kadın sağlığı ve kadın hakları çerçevesinde ele alınması gerektiğini ortaya koydu. Nüfus planlaması konusunda toplumu ikna etmek üzere kapsamlı bir kampanya başlatarak, gazetelere onlarca yazı yazdı ve konuyla ilgili din yetkililerinin desteğini sağladı. Ayrıca gebeliği önleyici yöntemlerle ilgili halk eğitimi çalışmalarının hem kadınlara hem de erkeklere yönelik olarak yapılmasını sağladı.
1960 Darbesi'nin ardından Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığı'na getirildi. Kısa bir süre hem müsteşarlık görevini yürüttü, hem de Sağlık Bakanlığı'na vekalet etti. 1961 yılında kabul edilen 224 sayılı "Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun’un mimarı oldu. Millî Birlik Komitesi'nin yasa çıkarmaya yetkili olduğu son günün gecesinde çıkartılan yasa, sağlık hizmetinin ülkenin ücra köşelerine kadar yayılmasını; köylere ebe, ilçelere doktor, yardımcı sağlık personeli, gerekli araç ve gereç ulaştırılmasını amaçlıyordu 1960'lı yıllarda geniş bir hekim kesimini bu yasanın uygulanması için seferber etmeyi çalıştı.
1965 yılında müsteşarlıktan alındı. Danıştay kararı ile görevine döndü; ancak tekrar görevden alınıp tekrar Danıştay kararıyla görevine döndükten sonra ekibiyle birlikte Sağlık Bakanlığı'nan ayrıldı. Ankara Üniversitesi Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi'nde çalışmaya başladı. 1966 yılında halk sağlığı profesörü unvanı aldı. Üniversitede ""Toplum Hekimliği Enstitüsü" ile "Nüfus Etüdleri Enstitüsü"'nü kurdu ve yönetti.
"Nüfus Etüdleri Enstitüsü"'nde beş yıl müdürlük yapan Fişek; disiplinlerarası ilişkiler kurmak, insan yetiştirmek, sağlıklı bir veritabanı oluşturmak üzere çalışmalar yürüttü. Bu çalışmalarının yanı sıra ‘Nüfusbilim Sözlüğü’nün oluşturulmasına önayak olarak demografideki kavramlara Türkçe karşılıklar bulunması için katkılarda bulundu.
Toplum Hekimliği Enstitüsü'nü on beş yıl boyunca yönetti. 1966 - 1971 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi "Mezuniyet Sonrası Eğitim Fakültesi"" Dekanlığı görevini de yürüten Fişek'in akademik yaşamındaki son görevi Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanlığı oldu. 1983 yılında emekliye ayrıldı.
1983-1990 yıllarında Türk Tabipler Birliği başkanlığı yaptı. İdam cezalarına ve ölüm cezalarının yerine getirilmesinde doktorlara görev verilmesine karşı çıktı; TBMM'de onay bekleyen kesinleşmiş ölüm cezası kararlarının yerine getirilmesini engellemekte önemli bir rol oynadı. İşkencelere karşı çıkarak cezaevlerinde yaşanan sorunlarla yakından ilgilendi.
Nüfusbilim alanındaki çalışmaları nedeniyle Michigan Üniversitesi 150. yıl ödülüne, sağlığın sosyalleştirilmesi alanındaki çalışmaları nedeniyle İngiliz Kraliyet Akademisi üyeliğine layık görüldü.
Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre İçin Hekimler Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği ve İnsan Hakları Derneği kurucuların arasında yer aldı.
1988 yılında kansere karşı zakkum uygulamasına şiddetle karşı çıktı; kanserli hasta ve yakınlarıyla, otlarla geleneksel (halk) ilaçlarından yardım uman belirli bir toplum kesiminin tepkisini çekti.
Yaşamının son döneminde insan hakları sorunları ve tıp meslek ahlakı konuları ile çok yakından ilgilendi.
3 Kasım 1990'da prostat kanseri nedeniyle öldü.
Bilime hizmetleri nedeniyle 1993 yılında TÜBİTAK Hizmet Ödülü'ne layık görüldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=47",
"len_data": 6443,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.57
}
|
Mehmet Ruhi Su (1 Ocak 1912, Van - 20 Eylül 1985, İstanbul), Türk halk müziği ve opera sanatçısı, bağlama virtüözü.
Hayatı.
Mehmet Ruhi Su, 1912 yılında Van'da doğdu. Anne ve babasının kim olduğunu Ruhi Su kendisi de bilmediği gibi haklarında hiçbir bilgi de yoktur. Oğlu Ilgın Ruhi Su, "Babamın 1912'de Van’da doğması, öksüzler yurdundan gelmesi, bugüne kadar hiçbir akrabasının çıkmaması düşünüldüğünde Ermeni olma ihtimali hayli yüksek" demiştir. Çocukluğunun büyük bir bölümünü evlatlık olarak verildiği yoksul bir ailede ve daha sonra da Adana Öksüzler Yurdu'nda (Darül Eytam) geçirdi. Bir ara İstanbul'da askerî okullarda okudu, ancak müzik sevgisi onu yeni arayışlara itti. Adana Öğretmen Okulu'nda okurken, Ankara'ya Müzik Öğretmen Okulu'na (Musiki Muallim Mektebi) girmeyi başardı. Adana Öğretmen Okulu'ndayken aşık olduğu ebe-hemşire olarak çalışan Münire Sevim adında bir kızla evlendi. 1934 yılında Balıkesir'de bir oğulları dünyaya geldi. Adını Güngör koydular. Güngör, altı yaşlarındayken Ruhi ile Sevim Hanım ayrıldılar. 1942'de Ankara Devlet Konservatuvarını'nın Şan bölümünü bitirdi. Aynı yıllarda sırasıyla Ankara Cebeci İkinci Ortaokulu'nda ve Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde müzik öğretmenliği yaptı. Cumhurbaşkanlığı Orkestrası'na seçildi, konservatuvarın opera bölümünde de okudu ve daha sonra da Devlet Operası'nda çalıştı. Devlet Operası sanatçısı olarak, Bastien Bastienne, Satılmış Nişanlı, Madame Butterfly, Fidelio, Tosca, Yarasa, Aşk İksiri, Rigoletto, Figaro'nun Düğünü, Maskeli Balo ve Konsolos gibi operalarda rol aldı. Türk Opera Sanatı'nın temelinde Ruhi Su'nun da katkısı büyüktür.
Ankara Radyosu'nda onbeş günde bir yayınlanan türkü programları (Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor) düzenledi; Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde büyük bir koro oluşturdu. Aldığı klasik batı müziği eğitimi, ömrü boyunca kendini adadığı türkülerin yorum ve icrasına yaklaşımının kuramsal temelini oluşturdu.
Ruhi Su, sosyalist dünya görüşü nedeniyle 1952-1957 yılları arasında 1951 TKP tevkifatı dolayısı ile hapis yattı. 1960'ta İstanbul'da Taksim Belediye Gazinosu'nda sahneye çıkan Ruhi Su, bir yandan da halk türkülerini kaydedip arşivleme görevini üstlendi. Bu arada radyoda da 'Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor' anonsuyla sunulan bir radyo programı yaptı. Bu programlardan birinde söylediği "Serdari Halimiz Böyle N'olacak? Kısa çöp uzundan hakkın alacak" türküsü nedeniyle "halkı sınıflara ayırmak yoluyla Komünizm propagandası yapmak" suçlamasıyla radyodaki işine son verildi.
Söylediği türkülerdeki siyasi vurgular yüzünden aleyhinde kampanyalar başlatılan ve işini kaybeden sanatçı, türküleri derleyip yeniden yorumlama işine kendi başına devam etti. 1975'te Dostlar Korosu'nu kurdu. 1978'den sonra çıkardığı kasetlerle halk müziğinin yaygınlaşmasına büyük katkıda bulundu. Aydınlara türkü dinlemeyi öğreten kişi olarak da bilinir.
Ruhi Su, Ahmet İsvan ve Necdet Uğur'un yoğun uğraşıları sonucu ilk kez 1977 yılında pasaport alabildi. Almanya, Hollanda, Belçika, İngiltere, Fransa ve Avustralya'da konserler verdi. Pasaportunun süresi doldu. Yeni pasaport başvurusu yakalandığı prostat kanserinin tedavisi için yapıldı, ancak hiçbir gerekçe gösterilmeden reddedildi. Su için altı Alman sanatçının Kültür Bakanlığı'na baş vurduğu öğrenildi. Heinrich Böll, Wolf Bierman, Ingeborg Drewitz, Günter Grass, Siegfried Lenz, Günter Wallraff imzalı mektupta, Kültür Bakanlığı'ndan Ruhi Su'nun yurt dışında tedavi edilebilmesi için pasaport verilmesine aracı olması isteniyordu. Aynı sanatçılar Ruhi Su'ya da bir mektup göndermişlerdi. Bunlar sonucunda nihayet kapılar aralandı ve "tedavi amaçlı ve yalnız bir defaya mahsus olmak üzere" yurt dışına çıkışına izin verildi. Ama artık çok geçti. 20 Eylül 1985 Cuma günü sabaha karşı 04.00'te Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi Onkoloji Servisi'nde öldü. Doktoru Prof. Bülent Berkarda idi. 22 Eylül 1985 Pazar günü Şişli Camii'nde kılınan öğle namazını müteakip Zincirlikuyu Mezarlığı'nda toprağa verildi. Ruhi Su'nun cenaze töreni binlerce kişinin katılımıyla 12 Eylül darbesi sonrası dönemin ilk büyük kitle gösterisi haline dönüştü. Cenazede gözaltına alınan 160 kişi İstanbul siyasi şubede 15 gün süreyle gözaltında tutuldu.
1988 yılında kabri başında ikame edilen anıt, 2009 yılında kimliği belirsiz kişilerce silahlı saldırı ile kısmen tahrip edildi.
Kendisi Alevi Deyişlerini okumuş, Pir Sultan'ın, Hatayi'nin ve diğer ozanların deyişlerini yorumlamıştır. Nazım Hikmet'in şiirlerini ilk besteleyenlerdendir. 1957'de Sanasaryan Han'da hapisteyken daha sonra hayatını birleştirecek olduğu Sıdıka Umut için söylediği Mahsus Mahal adlı türküsüyle ünlendi.
Ruhi Su'nun sesini korumadaki hassasiyeti hakkında pek çok anlatı vardır. Bunlara göre Ruhi Su, sesine zarar vermemek için kuruyemiş ve çamaşır suyundan uzak dururmuş. Sorulduğunda, sesini korumadaki bu hassasiyetinin sanata ve dinleyenlere saygısından kaynaklandığını ifade edermiş.
Ruhi Su, ölümüne kadar 16 adet 45'lik plak, 11 adet de uzunçalar çıkardı. Vefatından sonra kurulan Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı aracılığıyla eşi Sıdıka Su ve oğlu Ilgın Su özel arşivlerdeki ses kayıtlarından yararlanarak plak, kaset ve CD üretimini sürdürdüler. Vakfın merkezi Beyoğlu, İstanbul'dadır.
Sanatçı hakkında Ajans21 tarafından, Ezgili Yürek: Ruhi Su (1995) (24 dk) adında bir belgesel hazırlanmıştır. Bu belgesel Ruhi Su hakkında hazırlanan ilk belgeseldir. Bunun dışında Avustralya Belgeseli ve Ruhi Su Belgeseli (Hilmi Etikan) adlarında iki belgesel film de Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı aracılığıyla gösterilmektedir.
Ruhi Su'nun eşi Sıdıka Su 18 Ekim 2006 tarihinde ölmüş ve Zincirlikuyu Mezarlığı'nda eşi Ruhi Su'nun kabrinin yanına defnedilmiştir.
Yön Radyo tarafından hazırlanan 'Yüreğinde Anadolu'nun Ezgisi, Sesinde Dağların Yankısı-Ruhi Su' belgeseli Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2015 Yılı Sedat Simavi En İyi Radyo Programı Ödülüne layık görülmüştür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=48",
"len_data": 5883,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.62
}
|
Rıza Yürükoğlu veya bilinen adıyla İsmail Nihat Akseymen (4 Ekim 1945, Ankara - 11 Aralık 2001, Londra), Türkiye Komünist Partisi içinde 1979 yılında yaşanan bölünmede İşçinin Sesi tarafının lideridir. Parti içinde Veli Dursun adı ile de bilinir.
Gençliği.
1966 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdi. Bu sırada FKF ve TİP içinde çalışmaya başladı. Daha sonra FKF içinde yaşanan ayrışmada MDD'ye karşı Sosyalist Devrim tezini savunanların örgütlendiği SGÖ' nün kurucularından biri oldu. Aynı zamanda başkanlık görevini üstlendi.
1970 Şubat'ında ilk eşi Merih Kutsal ile evlendi. Birlikte 1970 yazında Birleşik Krallık’a gittiler ve TKP yöneticilerinden "Yakup Demir" (Zeki Baştımar) ile görüştüler ve TKP üyesi oldular. Türkiye’ye döndü ve yakın arkadaşlarıyla birlikte TKP örgütlenmesinin bir kolunu başlattı.
Bir süre sonra siyasal nedenlerle yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. Okumakta olduğu Siyasal Bilgiler Fakültesi 4. sınıfından Londra’daki City Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nün 2. sınıfına geçiş yaptı. 1973 yılında bu üniversiteden mezun oldu.
Arkadaşları ile birlikte Birleşik Krallık’ta İngiltere Türkiyeli İlericiler Birliği’ni (İTİB) kurdu. Ardından da Londra İşçi Birliği ve yerel bir işçi gazetesi olarak İşçinin Sesi'ni kurdular.
Kopuş.
1974 yılında TKP MK üyeliğine getirildi. 1976 yılında İşçinin Sesi yerel bir yayın olmaktan parti yayını olmaya geçti. "Atılım" ile birlikte iki merkez yayın olmuş oldu. Parti merkezi tarafından Emperyalizmin Zayıf Halkası Türkiye diye bir broşür hazırlamakla görevlendirildi. Başlangıçta parti merkezinin savunduğu bu broşür daha sonra tartışma konusu oldu. Tartışmalar daha da büyüyerek İşçinin Sesi çevresindekiler tasfiye edildi. Grup ağırlıklı olarak İngiltere örgütünden oluştuğu ve TKP/İngiltere, kendilerini Leninci Kanat olarak tarif ettikleri için TKP/Leninist ya da çıkarttıkları yayın nedeniyle TKP(İşçinin Sesi) diye anılmıştır. Merkez kanadın TİP ile birleşip TBKP adını almasından sonra bir kongre toplayarak İşçinin Sesi takısını bırakıp sadece TKP adı ile örgütlenmeye devam edilmiştir.
Son yılları.
Yürükoğlu 1999 yılında kendi isteği ile TKP Genel sekreterliğinden ayrıldı. Parti üyesi olarak çalışmalarına devam etti. Yıllardır yazmakta olduğu "Sosyalizm Nedir?" adlı kitabına yoğunlaştı. Birinci cildi bitirdi. Diğer ciltleri bitiremeden 11 Aralık 2001'de, 56 yaşında Londra'da kanserden öldü. Vasiyeti uyarınca cenazesi yakılmış ve külleri Heybeliada çevresinde denize dökülmüştür.
Kitapları.
Kitaplarının bazıları Türkiye'de yasadışıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=49",
"len_data": 2539,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.26
}
|
Bilgisayar, aritmetik veya mantıksal işlem dizilerini (berim) otomatik olarak yürütmek üzere programlanabilen dijital bir elektronik makinedir. Çağdaş bilgisayarlar, programlar olarak bilinen genel işlem kümelerini gerçekleştirebilir. Bu programlar, bilgisayarların çeşitli görevleri gerçekleştirmesini sağlar. Ayrıca bir bilgisayar sisteminin tam verimle çalışabilmesi için donanım, işletim sistemi ve çevresel cihazlara sahip olması gerekmektedir. Bu terim aynı zamanda bir bilgisayar ağı veya bilgisayar kümesi gibi birbirine bağlı ve birlikte çalışan bir grup bilgisayar anlamına da gelebilir.
Çok amaçlı endüstriyel ve tüketici elektroniği, bilgisayarları kontrol sistemi olarak kullanır. Örneğin mikrodalga fırınlar ve uzaktan kumandalar gibi basit özel amaçlı aygıtlar, endüstriyel robotlar ve bilgisayar destekli tasarım gibi fabrika aygıtlarının yanı sıra kişisel bilgisayarlar gibi genel amaçlı aygıtlar ve akıllı telefonlar gibi mobil cihazlar da dahildir. Bilgisayarlar, milyarlarca başka bilgisayar ve kullanıcıyı birbirine bağlayan internete de (genel ağ) güç sağlar.
Tarihteki ilk bilgisayarlar, sadece hesaplamalar için kullanılırdı. Abaküs gibi basit elle işletilen mekanik araçlar, eski zamanlardan beri insanların hesaplama yapmasına yardımcı olmuştur. Sanayi Devrimi'nin başlarında, dokuma tezgâhları için gerekli olan kılavuz desenler gibi uzun sıkıcı görevleri otomatikleştirmek için bazı mekanik aygıtlar geliştirildi. Daha karmaşık elektrikli makineler, 20. yüzyılın başlarında özel eş hesaplamalar yaptı. İlk dijital elektronik hesap makinesi ise II. Dünya Savaşı sırasında geliştirildi. 1940'ların sonundaki ilk yarı iletken transistörleri, 1950'lerin sonlarında silisyum temelli MOSFET (MOS transistör) ve monolitik bütünleşmiş devre (IC) gibi çip teknolojileri izledi ve 1970'lerde mikroişlemci ve mikrobilgisayar devrimine yol açtı. Bilgisayarların hızı, gücü ve çok yönlülüğü, transistör sayılarının hızla artmasıyla (Moore yasasının öngördüğü gibi) o zamandan beri çarpıcı bir şekilde artmaktadır ve 20. yüzyılın sonları ile 21. yüzyılın başlarında Sayısal Devrim'e yol açmıştır.
Geleneksel olarak, çağdaş bir bilgisayar en az bir işlem öğesinden, tipik olarak bir mikroişlemci biçiminde bir merkezî işlem biriminden (CPU), bir tür bilgisayar belleğinden ve tipik olarak yarı iletken bellek yongalarından oluşur. İşlem öğesi, aritmetik ve mantıksal işlemleri gerçekleştirir ve bir sıralama ve denetleme birimi, saklanan bilgilere yanıt olarak işlemlerin sırasını değiştirebilir. Çevresel aygıtlar arasında giriş aygıtları (klavyeler, fareler, oyun çubuğu vb.), çıktı aygıtları (monitörler, yazıcılar vb.) ve her iki işlevi de yerine getiren giriş/çıkış aygıtları (ör. 2000'li yılların dokunmatik ekranı) bulunur. Çevresel aygıt, bilgilerin dış bir kaynaktan alınmasına izin verir ve işlemlerin sonucunun kaydedilmesini ve alınmasını sağlar.
Etimoloji.
"Oxford English Dictionary"'e göre, bilgisayarın bilinen ilk kullanımı İngiliz yazar Richard Brathwait'in 1613 tarihli "The Yong Mans Gleanings" adlı kitabındaydı: "I haue ["sic"] read the truest computer of Times, and the best Arithmetician that euer [sic] breathed, and he reduceth thy dayes into a short number." Terimin bu kullanımı, bir insan bilgisayarı, hesaplamaları veya hesaplamaları yapan bir kişiyi ifade eder. Sözcük 20. yüzyılın ortalarına kadar aynı anlamda devam etmiştir. Bu dönemin ikinci yarısında kadınlar, erkek meslektaşlarından daha az ücret alabilecekleri için genellikle bilgisayar olarak işe alındı. 1943'te insan bilgisayarlarının çoğu kadındı.
Türkçe "bilgisayar" sözcüğünün kökeni ise, Türk bilgisayar mühendisi ve dilbilimci Aydın Köksal tarafından bilgi + say + -ar köklerinden türetilmiştir.
Tarihçe.
20. yüzyıl öncesi.
Cihazlar, çoğunlukla parmaklarla birebir örten fonksiyon kullanılarak binlerce yıldır hesaplamaya yardımcı olmak için kullanılmıştır. En eski sayma cihazı ise muhtemelen bir tür çetele çubuğuydu. Daha sonra, Bereketli Hilal boyunca kayıt tutma araçları, içi boş kil kaplarda mühürlenmiş, muhtemelen çiftlik hayvanları veya tahıllar gibi ögeleri temsil eden taşları (kil küreler, koniler, vb.) içeriyordu. Sayma çubuklarının kullanımı buna bir örnektir.
Abaküs ise başlangıçta aritmetik görevler için kullanılmıştır. Roma abaküsü, MÖ 2400 gibi erken bir tarihte Babil'de kullanılan cihazlardan geliştirildi. O zamandan beri, birçok çeşitte hesap tahtaları veya tabloları icat edilmiştir. Bir Orta Çağ Avrupası sayım evinde, bir masanın üzerine kareli bir bez konur ve para miktarlarını hesaplamaya yardımcı olmak için işaretler belirli kurallara göre üzerinde hareket ettirilirdi. Derek J. de Solla Price'a göre Antikythera düzeneğinin bilinen en eski mekanik analog bilgisayar olduğuna inanılıyor.
Astronomik ve navigasyon kullanımı için hesaplama ve ölçüm için birçok mekanik yardımcı yapılmıştır. Planisfer, 11. yüzyılın başlarında Bîrûnî tarafından icat edilen bir yıldız haritasıydı. Usturlap, Helenistik dönemde MÖ 1. veya 2. yüzyıllarda icat edildi ve genellikle Hipparkos'a atfedilir. Planisfer ve dioptra'nın bir kombinasyonu olan usturlap, küresel astronomide birkaç farklı problem türünü çözebilen bir analog bilgisayardı. Mekanik bir takvim bilgisayarı ve dişli çarkları içeren bir usturlap, 1235'te İran'ın İsfahan kentinden Abi Bakr tarafından icat edildi. Bîrûnî, ilk mekanik dişli ay-güneş takvimi usturlabını, bir dişli takımı ve dişli çarkları olan, erken dönem sabit kablolu bilgi işleme makinesini icat etti.
İlk bilgisayarlar.
İngiliz makine mühendisi ve bilgin Charles Babbage, programlanabilir bir bilgisayar kavramını ortaya çıkardı. "Bilgisayarın babası" olarak kabul edilen, 19. yüzyılın başlarında ilk mekanik bilgisayarı kavramsallaştırdı ve icat etti. 1833'te seyir hesaplamalarına yardımcı olmak için tasarlanan devrim niteliğindeki fark motoru üzerinde çalıştıktan sonra, çok daha genel bir tasarımın, bir Analitik Makinenin mümkün olduğunu fark etti. Programların ve verilerin girişi, o zamanlar Jakar gibi mekanik dokuma tezgahlarını yönlendirmek için kullanılan bir yöntem olan delikli kartlar aracılığıyla makineye sağlanacaktı. Çıktı için makinede bir yazıcı, bir eğri çizici ve bir zil bulunur. Makine ayrıca daha sonra okunmak üzere kartların üzerine sayıları da basabilecektir. Ayrıca makine, bir aritmetik mantık birimi, koşullu dallanma ve döngüler biçimindeki kontrol akışı ve entegre belleği bir araya getirerek, onu modern terimlerle Turing-tamamlanmış olarak tanımlanabilecek genel amaçlı bir bilgisayar için ilk tasarım haline getirdi.
Dijital bilgisayarlar.
Elektromekanik.
1938'de Amerika Birleşik Devletleri Donanması, bir denizaltıda kullanılabilecek kadar küçük bir elektromekanik analog bilgisayar geliştirdi. Bu, hareketli bir hedefe bir torpido ateşleme problemini çözmek için trigonometri kullanan Torpido Veri Bilgisayarıydı. II. Dünya Savaşı sırasında diğer ülkelerde de benzer cihazlar geliştirilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=53",
"len_data": 6895,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.11
}
|
Türkiye Komünist İşçi Partisi, Türkiye'de faal olarak yer alan yasa dışı komünist siyasi partidir. TDKP ile anlaşmazlığa düşen bir grup isimlerini TDKP/Leninist Kanat olarak değiştirdi. Daha sonra bu birleşimin adını EKİM Dergisi olarak değiştirerek siyaset yapmaya başladı. EKİM Dergisi çevresi 1998 yılında ise partileşme sürecini tamamlayarak TKİP ismini aldı. TKİP'in yasa dışı olarak yayınlanmakta olan EKİM isimli bir merkez yayın organı bulunmaktadır. TKİP, Marksizm-Leninizm ideolojisini temel alır. Partinin "Kızıl Bayrak" adında bir gazetesi bulunmaktadır.
Örgütten, Şubat 1999 tarihinde Devrimci Halk Hareketi (DHH) adında bir grup ayrıldı.
TKİP üyesi olan Alaattin Karadağ, 19 Kasım 2009 tarihinde polis tarafından vurularak öldürüldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=55",
"len_data": 747,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.46
}
|
Kimya, maddenin yapısını, özelliklerini, birleşimlerini, etkileşimlerini, tepkimelerini araştıran ve uygulayan bilim dalıdır. Kimya bilimi daha kapsamlı bir ifadeyle maddelerin özellikleriyle, sınıflandırılmasıyla, atomlarla, atom teorisiyle, kimyasal bileşiklerle, kimyasal tepkimelerle, maddenin hâlleriyle, moleküller arası ve moleküler kuvvetlerle, kimyasal bağlarla, tepkime kinetiğiyle, kimyasal dengenin prensipleriyle vb konularla ilgilenir. Kimyanın en önemli dalları arasında analitik kimya, anorganik kimya, organik kimya, fizikokimya ve biyokimya sayılır.
Kimya sözcüğünün kökeni.
"Kimya" sözcüğüyle simya sözcüğünün aynı kökten geldiği tahmin edilmektedir. On yedinci yüzyılda "kimya" ve "simya" sözcükleri aynı bilimsel disiplini tanımlamak için ayırt edilmeksizin kullanılmışlardır. Ancak 18'inci yüzyılda bu iki sözcük arasında bir ayrım gözetilmeye başlanmış, "simya" daha çok metalden altın yapmakla ilgili uğraşları tanımlamak için kullanılmıştır. "Simya" sözcüğünün Arapça "al kimya" () sözcüğünden türediği, bu Arapça sözcüğün de Grekçe'de "himya" (metal eritmek anlamına gelen χημεία ya da χημία) sözcüğünden türetildiği de iddia edilmektedir.
Tarihi.
Kimyanın tarihi "simya öncesi dönem", "simya dönemi", "geleneksel kimya ve "modern kimya" dönemleri olmak üzere 4 ana başlık altında toplanarak incelenir.
Simya öncesi.
Kimyanın bilinen tarihi Antik Mısır döneminde başlamıştır. M.Ö. 2000'li yıllarda Mısırlılar'ın kimyasal yöntemler kullanarak kozmetik tozlar ürettikleri iddia edilmektedir. Kral Hammurabi döneminde (MÖ 1792-1750) Babiller altın, gümüş, cıva, kurşun, demir ve bakır gibi metalleri tanımlamış ve bu metallere semboller vermiştir. Erken Yunan felsefeciler (Sokrates öncesi düşünürler) doğal olayları doğaüstü olmayan nedenlerle açıklamaya çalışmışlar, bunun sonucunda da bu dönemde simya öncesi kimya biliminin temelleri atılmıştır. Miletli Tales (MÖ 624 – MÖ 546) maddenin prensiplerini araştırmış ve suyun evrenin temel maddesi olduğunu öne sürmüştür. Bir diğer Miletli Anaksimandros (MÖ 610- MÖ 546) suyun karşıtı olan ateşin nasıl oluştuğunu sorgulamıştır. Empedokles (MÖ 490-430) evrenin 4 temel element ateş, hava, su ve topraktan oluştuğunu iddia etmiştir.
Empedokles'in tanımına göre toprak katı maddeleri, su sıvı maddeleri ve metalleri, hava gazları ifade etmekteydi. Bununla beraber ateşi de bir süreçten çok sıvı, gaz ve katı gibi maddenin bir hali olarak tanımlamıştır. Demokritos'un hocası Leukippos evrenin iki çeşit elementten oluştuğunu (boşluk ve katı) ifade etmiş, boşluğun ve katılığın evrendeki tüm elementleri oluşturduğunu ifade etmiştir. Democritus (MÖ 460-370) Leukippos ile birlikte atomcu teoriyi geliştirmiştir. Maddelerin yapı taşı olarak daha küçük parçalara ayrılamayan atomlar Leucippus ve Democritus'un geliştirdiği bir felsefe sistemi olarak kabul edilmesine rağmen Platon bu atomculuk teorisine bölünemezlik prensibini eklemiştir. Plato evreni oluşturan 4 temel elementin geometrik katılardan oluştuğunu bu katıların da üçgen yüzeylerden oluştuğunu iddia etmiştir. Aristoteles (MÖ 384-323) elementlerin özellikleri düşüncesini geliştirmiştir. Farklı elementlerin farklı özellikleri olduğunu ve bunun çeşitli nicel değişkenlere bağlı olduğunu ifade etmiştir. Bu nicel özellikleri değiştirildiğinde bir elementin başka bir elemente dönüştürülebileceğini ve maddelerin değişim halinde olduğunu iddia etmiştir.
Simya dönemi.
Aristoteles'in fikirlerinden etkilenen simyacılar (yaklaşık M.Ö. 320-MS 300) yılları arasında Yunanca konuşulan Akdeniz kıyılarında, Mısır'da, İran'da Aristoteles ve diğer Yunan filozofların teorilerini pratiğe geçirmeye başlamışlardır.
Yine bu dönemde ilk defa simyacılar ucuz metallerden altın elde etmeyi mümkün kılması düşünülen felsefe taşını üretmeye çalışmışlardır.
13. yüzyıla gelindiğinde simya tüm Avrupa kıtasında yaygın bir hale gelmiş, örneğin dönemin önemli bilim adamlarından Raymundus Lullus İngiltere kralı tarafından İngiltere'ye basit metalden altın üretmesi için davet edilmiştir. 13. yüzyılın başlarında dönemin ünlü simyacıları Roger Bacon (1214/1220-1292), Albertus Magnus ve Raymundus Lullus basit metalden altın üretme yöntemleri dışında simyanın diğer alanlarına yönelip, simyanın günümüz kimyasına yaklaşmasına öncü olmuşlardır.
14. yüzyılda Katolik Kilisesi simya karşıtı taraf olmuş ve 1317 yılında Papa John XXII simyacılığı yasaklamıştır.
17. yüzyıla gelindiğinde simya göreceli olarak az da olsa hâlâ varlığını sürdürmekteydi. 17. yüzyılın etkin bilim adamlarından Robert Boyle 1661 yılında döneminde büyük yankı uyandıran eseri "The Sceptical Chymist"'i yayımlamıştır. Aristoteles'in 4 element teorisini ret eden bu kitap aynı zamanda simyanın döneminin de sona erdiğini işaret etmekteydi.Simya döneminde simyacıların araştırmaları ve deneyleri vasıtasıyla birçok laboratuvar tekniği geliştirilmiş ve çeşitli bileşik ve elementler keşif edilmiştir.
Geleneksel kimya.
Geleneksel kimya dönemi, 17'nci yüzyılın sonlarından başlayarak 19'uncu yüzyılın başlarına kadar sürmüştür. Alman bilim insanı Johann Joachim Becher, 17. yüzyıl ortalarında yanma ile ilgili Phlogiston teorisini geliştirdi. Bu teoriye göre; her yanıcı madde, "phlogiston" adı verilen kokusuz, renksiz, tatsız ve ağırlıksız bir içeriğe sahipti ve bu içerik yanma gerçekleştiğinde yanıcı madde tarafından ortama salınmaktaydı.
Bu teori daha sonra Georg Ernst Stahl tarafından daha popüler bir hale getirilmiş, 18. yüzyılın büyük bir kısmında genel kabul görmeye devam etmiştir. 1785 ile 1787 yılları arasında Fransız fizikçi Coulomb günümüzde "Coulomb yasası" olarak adlandırılan benzer yüklü maddelerin birbirini ittiği, karşıt yüklülerin de birbirini çektiği ve bu çekim ya da itim kuvvetinin hesaplanması için gerekli denklemi de içeren kanunu bulmuştu. Phlogiston teorisi, 18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Lavoisier tarafından çürütüldü. Daha önceden Phlogiston teorisine göre de-phlogiston maddesi olarak adlandırılan maddenin oksijen olduğu keşfedildi. 1803 yılında İngiliz bilim insanı John Dalton, atom teorisini ortaya attı. Bu teoriye göre; farklı elementlerin atomları, farklı ağırlıklara sahiptir. Bu teorinin bazı ilkeleri;
şeklinde özetlenebilir. John Dalton'un teorisiyle modern kimyanın temelleri de atılmış oldu.
Modern kimya.
19. yüzyıldan itibaren gelen sürece "modern kimya dönemi" adı verilir. Heinrich Geißler (1814-1879) 1854 yılında suyun en yüksek yoğunluğa 3.8 °C ulaştığını kendi icat ettiği bir mekanizmayla göstermiştir (daha sonra bu sıcaklığın 3.98 °C olduğu bulunmuştur). Daha sonra Geisslerin icat ettiği vakum tüpüyle William Crookes atom teorisinde ilerlemeler kaydetmiş ve katot ışınını keşfetmiştir.
Eugene Goldstein (1850-1930)'ın çalışmaları protonun varlığını ispatlamıştır. J. J. Thomson (1856-1940) kendi atom modelini geliştirmiş ve 1906 yılında Nobel fizik ödülünü kazanmıştır. Mendeleyev periyodik tabloyu 1869 yılında Kimyanın Prensipleri adlı eserinde yayımlamıştır. Bu periodik tabloda bilinen 63 elementi atom ağırlıklarına ve benzer özelliklerine göre sıralamıştır. Marie Curie (1867-1934) radyoaktiviteyi ve sonrasında Polonyum ve Radyum'u keşetmiştir. 1911 yılında Nobel kimya ödülünü kazanmıştır. Ernest Rutherford 3 çeşit radyoaktifliği alfa parçacığı (+), beta parçacığı (-) ve gama ışınını keşfetmiştir. Bu gelişmelerin sonrasında ve öncesinde daha birçok bilim insanının katkısıyla kimya bilimi günümüze ulaşmıştır. 2011 yılı Birleşmiş Milletler tarafından uluslararası kimya yılı ilan edilmiştir.
Temel kavramlar ve konular.
Asitler ve bazlar.
Antik Yunanistan ve Antik Mısır'da belli başlı asitler ve bazlar halihazırda sınıflandırılmışlardı. Yunanlar ekşimsi tat veren sirke gibi maddeleri "ὀξύς" (ekşi) olarak adlandırmışlar, daha sonra bu sözcük Latinceye "acere" olarak geçmiş ve Avrupa dillerindeki anlamı da latinceden türeyerek bu dillere geçmiştir. Oksijen elementinin adı da Antoine Lavoisier'in oksijeni (asid üreten anlamında) hatalı tanımlamasından kaynaklanmaktadır. Asit ve bazların farklı tanımları mevcuttur.
Arhenius’un tanımına göre;
Bronsted-Lowry tanımına göre;
Lewis Teorisine göre;
Asit-baz tepkimeleri.
Asit ve baz etkileşim halinde bırakıldıklarında, tuz üreterek bir diğerini nötrleştirme eğilimi gösterirler. HCl ve NaOH'ın tepkimesi NaCl bileşiği (tuz) ve su üretir. HCl + NaOH → NaCl + H2O
Atomun yapısı.
1803-1808 yılları arasında öğretmenlik mesleğini yerine getirmekte olan John Dalton kimyanın iki temel yasası olan kütlenin korunumu ve sabit oranlar'ı kullanarak temel atom teorisini tanımlamıştır. Dalton'un atom teorisi üç ana önermeyi içermekteydi. Bunlar;
Dalton'un atom teorisini tanımlamasından yaklaşık yüzyıl sonra atomun temel parçacıkları keşif edilmiştir. 1897 yılında elektron, 1909 yılında proton ve 1932 yılında nötron keşif edilmiştir.
Atom'un temel parçacıkları keşif edildikten sonraki dönemde birçok isim atom teorisine kayda değer katkılar sağlamıştır. Bu isimlerden bazıları Einstein, De Broglie, Schrodinger ve Heisenberg'dir. Kuantum teorisi elektronların parçacık olmakla birlikte, aynı zamanda dalga özelliklerine sahip olduğunu göstermiştir. Modern atom teorisine göre atom etrafı olasılık bulutlarıyla (orbital) çevrili atom çekirdeğinden oluşmaktadır. Bu olasılık bulutları da elektronların en olası bulundukları yerleri ifade etmektedir. Dalga denklemleri kullanılarak bu orbitallerin şekli ve büyüklüğü hesaplanabilmektedir.
Moleküllerin yapısı.
Molekül birbirine bağlı bir grup atomun oluşturduğu kimyasal bileşiklerin en küçük temel yapısına verilen addır. Diğer bir ifadeyle bir molekül bir bileşiği oluşturan atomların eşit oranlarda bulunduğu en küçük birimdir. Moleküller yapılarında birden fazla atom içerirler. Bir molekül aynı iki atomun bağlanması sonucu ya da farkı sayılarda farklı atomların bağlanması sonucu da oluşabilirler. Bir su molekülü 3 atomdan oluşur; iki hidrojen ve bir oksijen. Bir hidrojen peroksit molekülü iki hidrojen ve iki oksijen atomundan oluşur. Diğer taraftan bir kan proteini olan gamma globulin 19996 sayıda atomdan oluşmakla birlikte sadece 4 çeşit farklı atom içerir; hidrojen, karbon, oksijen ve nitrojen. Molekülleri oluşturan kimyasal bağlara Moleküler bağlar denir. Bunlar kovalent, iyonik ve metalik bağlardır.
Moleküler bağlar.
Bir molekülün atomları arasında oluşan bağlardır. Moleküller arası bağlardan daha kuvvetlidirler. Bir su molekülünün atomlarını bir arada tutan bağ moleküler bağlara örnektir. Öte yandan su moleküllerini buz halindeyken bir arada tutan bağlar ise moleküller arası bağlara örnektir. Moleküler bağlar kovalent, iyonik ve metalik bağlardır.
Moleküller arası kuvvetler.
Moleküller arası kuvvetler, bir bileşiğin molekülleri arasında bulunan çekim kuvvetleridir. Bu kuvvetler bir bileşiğin katı, sıvı ya da gaz halinde bulunmasında, kaynama ve erime noktalarının değerinde ve çözünürlüğünde önemli rol oynar. Moleküller arası kuvvetler Van der Waals kuvvetleri ve hidrojen bağıdır.
Bileşikler.
Su, amonyak, karbonmonoksit ve karbondioksit gibi aşina olduğumuz maddeler aslında kimyasal bileşiktir. Bunların yanında daha az aşina olduğumuz sakkaroz (çay şekeri), asetilsalisilik asit (aspirin) ve askorbik asit (C vitamini) de kimyasal bileşiklere örnek teşkil etmektedirler. Bütün bu bileşiklerin ortak özelliği her birinin iki ya da daha fazla elementten oluşuyor olmalarıdır. Öyleyse, kimyasal bileşik iki ya da daha fazla elementin atomlarının oluşturduğu aynı özelliklere sahip moleküllerin oluşturduğu maddelerdir. Kimyasal bileşikler, moleküler bileşik ve iyonik bileşik olmak üzere ikiye ayrılır.
Bileşik çeşitleri.
1. "Moleküler bileşik" moleküllerden oluşmaktadır. Bu moleküller genel olarak metal olmayan birbirine kovalent bağla bağlı atomlardan oluşmaktadırlar. Moleküler Bileşikler kimyasal formüllerle ifade edilirler. Bu formüller de bileşiğin içerdiği elementleri ve bu elementlerin birbirine orantılı sayılarını vermektedir. Formül çeşitleri;
2. "İyonik bileşik" pozitif ve negatif iyonların elektrostatik çekimle birleşimi sonucu oluşan bileşiklerdir.
Çözeltiler.
Çözelti, bir ya da daha fazla maddenin (solute) moleküler düzeyde başka bir maddenin (solvent) içine karışıp, oluşturduğu homojen karışımdır. Bazı yaygın çözeltilere hava (02, N2 ve diğer bazı gazlar), doğalgaz (CH4, C2H6 ve diğer birçok madde), deniz suyu (su, tuz vs.), sirke (su ve asetik asit) ve pirinç (kalay, kurşun gibi çözeltiler örnek olarak verilebilir.
Çözünürlük.
Çözünürlük, bir maddenin bir solvent içerisinde çözünme miktarını ifade etmek için kullanılır. Genellikle çözünen maddenin miktarının (solute) solventin hacmine bölünmesiyle elde edilir. Çözünürlüğü etkiyen faktörler;
olarak sıralanabilinir.
Elektrokimya.
Elektrokimya elektrik ve kimyasal değişimler arasındaki ilişkileri inceler. Kendiliğinden gelişen birçok kimyasal tepkime sonucunda elektrik akımı oluşmaktadır. Öte yandan elektrik akımı kendiliğinden gelişmeyen birçok tepkimenin gerçekleştirilmesinde kullanılmaktadır. Elektroliz süreciyle elektrik enerjisi kimyasal enerjiye dönüştürülebilmektedir.
Kimyasal bağlar.
Kimyasal bağ farklı atomların elektronlarının etkileşimi sonucu oluşur ve atomları bir arada tutar. Kimyasal bağ atomlar arası elektron alışverişi sonucu oluşuyorsa iyonik bağ, eğer ortak paylaşım sonucu oluşuyorsa kovalent bağ olarak adlandırılır. Elektronların metal atomları arasında paylaşımı sonucu oluşuyorsa da buna metalik bağ denir.
Kinetik.
Kimyasal kinetik, kimyasal tepkimeleri tepkime hızı, değişkenlerin tepkimeye etkileri, atomların yeniden dizilişi ve ara ürünlerin oluşumu gibi açılardan ele alır.
Stokiyometri.
Stokiyometri, kimyasal bir tepkimede bulunan reaktanların ve ürünlerin miktarlarının birbirleriyle olan sayısal ilişkilerini inceler. Dengedeki bir kimyasal tepkime ifadesinde, katsayılar kaç mol reaktanın bir diğer bir reaktanla tepkimeye girmek için gerekli olduğunu ve bu tepkimeden kaç mol ürün elde edileceğini ortaya koymada kullanılan metottur. Dengede olan bir tepkimede reaktanların ve ürünlerin miktarları arasında bölen ve bölünen kısımlarında pozitif tam sayılar içeren bir orantı oluştumaktadır. Örneğin metan'ın oksijen'le tepkimesinde, 1 molekül karbondioksit ve 2 molekül su oluşması için 1 molekül Metan 2 molekül oksijen ile tepkimeye girmelidir. + 2 → 1 + 2
Termodinamik.
Termodinamik, enerji, ısı, entropi ve ekserji gibi fiziksel kavramlarla ilgilenen bilim dalı. Termodinamik her ne kadar sistemlerin madde ve/veya enerji alış-verişiyle ilgilense de, bu işlemlerin hızıyla ilgilenmez. Bundan dolayı aslında termodinamik denilirken, denge termodinamiği kastedilir. Zamana bağlı termodinamik olaylarla, denge halinde olmayan termodinamik ilgilenir.
Kimyanın ana bilim dalları.
Kimya'nın ana alt dalları şöyle sıralanabilinir;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=58",
"len_data": 14643,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.69
}
|
Edebiyat, yazın veya literatür, dil aracılığıyla; duygu, düşünce, hayal, olay, durum veya herhangi bir olgunun edebî bir tarzda ve etkili bir şekilde yazılı veya sözlü anlatımını gerçekleştiren; malzemesi söz ve ses; muhatabı insan olan bir sanat dalıdır. Edebî yazılar yazan sanatçılara "edebiyatçı" denir. Daha kısıtlayıcı bir tanımla, edebiyatın; bir sanat formu olarak oluşturulan yazılar olduğu düşünülmüştür. Bunun nedeni, günlük kullanımdan farklı olarak edebiyatın, dil ürünü olmasıdır.
Edebiyatın kendi içinde, ileti ve biçim farklılıkları yönünden ayrılan türleri vardır (şiir, roman, öykü, fıkra vb.). Edebi metinler özenli bir dil ile yazılır, özgündür; her edebi eser oluşturulduğu dönemin sosyopolitik özelliklerini taşır.
Edebiyatın, Hint-Avrupa dil ailesinde kullanılan sözcük karşılıkları Latince "literatura/litteratura"dan türevlendirilmiştir. Literatura/litteratura ise Latincede mektup ve el yazısı anlamına gelen "littera" kelimesinden türemiştir. Yazın sözcüğü ise Türkçedir.
Edebiyatın konuları; deneme, drama, söylence, öykü, roman ve şiirdir. Bazı edebiyat eserlerinde gerçeklik, kurmaca gerçeklik şeklindedir. Eseri ortaya koyan sanatçı gerçek hayattan esinlendiği olaylar ya da fikirler ile kendi kafasındakileri harmanlar. Bunun sonucunda eserler hem gerçek hayattan hem de sanatçının duygu, düşünce ve hayallerinden izler taşır. Edebiyat; genellikle yazılı ürünler için kullanılan bir terim olmasının yanında, aslında sözlü ürünleri de kapsayan bir genişliğe sahiptir. Bu şekilde yazılı olmayan ve halk anlatımlarıyla yaşayan edebiyata sözlü edebiyat adı verilmektedir.
Edebiyat, kurgu veya gerçek algı temelinde sınıflandırılabilir. Yine edebî eserlerin tasnifindeki bir diğer ölçüt mevcut eserin manzum ya da nesir olmasıdır. Bu temel ölçütlerin yanında edebî eserler, büyüklük formlarına göre de farklı adlar altında toplanır. Örneğin öykü, roman, kısa öykü veya drama birbirinden uzunluk kısalık ilişkisiyle de ayrılabilir. Bunların yanında, tarihsel süreç içerisinde edebiyatın sınıflandırılmasında estetiğin ve tür-şekil ilişkisinin de dikkate alındığı gözlemlenmektedir. Zaman içerisinde edebiyat kavramı büyük bir değişim geçirmiştir. Bugün için yazın, yazılı olmayan sözlü sanat formlarını da kapsamaktadır. Son yıllarda sanal ortamın gittikçe yaygınlaşmasıyla, edebiyatın yeni bir kolu olan e-ortam edebiyatı ortaya çıkmıştır.
Etimoloji.
"Edebiyat" sözcüğü Arapçadaki أدب, "edeb" teriminden gelir ve görgü, terbiye, konuk ağırlama adabı, yaşam tarzına ilişkin hikâye ve gözlemlerden oluşan gibi anlamlara gelir.
Türkçede "edebiyat" sözcüğü Tanzimat Dönemi'nde kullanılmaya başlanmıştır. Bundan önce "ilm-i edeb", "şiir" ve "inşâ" gibi terimler kullanılmaktaydı. "Edebiyat" sözcüğü ilk defa Şinasi ve Namık Kemal'in yazılarında kullanılmıştır. Sözcüğün Latince karşılığı olan "litteratura" Fransızcaya geçmiş ("littérature") ve Fransızcadan da Türkçeye geçmiştir.
Tanım.
Edebiyatın, edebiyatçılar tarafından ortak bir kanıya varılmış bir tanımı bulunmamaktadır. Edebiyat tanımlanması Platon'un Devlet kitabından günümüze kadar sürmektedir. Platon, edebiyatın genel anlamı ile hayatın yansıması olarak tanımlamış ve bu betim günümüze kadar varlığını korumuştur. Fransız roman yazarı Stendhal "Bir roman yol boyunca gezdirilen ayna demektir.", Georgi Plehanov ise "Edebiyat ve sanat, hayatın aynasıdır" demiştir. Bu tanımlamaları M. Parkhomenko ve A. Myasnikov "Sanat çoğu kez aynaya benzetilir. Bu benzetmenin yanlışlığı, on dokuzuncu yüzyıl klasiklerinin bile gözünden kaçmamıştır. Ayna, karşısında duran nesneleri donuk biçimde yansıtmaktan öte bir şey yapmaz, oysa sanat gerçeğin özüne doğru çok inebilmek için gerçeği seçer, çözümler ve yeniden biçimlendirir." şeklinde eleştirmişlerdir.
Boris Suchkov ise iki fikrin sentezi "Sanat ve edebiyat yapıtlarının çizdiği dünya, gerçekliğin körü körüne bir kopyası değildir, ama, dünyanın rengini ve kokusunu kendinde muhafaza eder, şu basit nedenle ki, sanat her zaman için doğanın ve insan hayatının en özlü yanlarını ele almıştır. Her hakiki sanat yapıtının bir bildirisi olması gerekir; bu bir sanat yapıtının var olabilmesinin temel koşulu ve hayatî ögesidir. Sanat, gerçekliğin büyük disiplinine ancak boyun eğebilir, ona yardım edemez…" tanımını oluşturmuştur.
İngiliz edebiyat eleştirmeni Terry Eagleton "Sağlam ve değişmez değerleri olan ve birtakım ortak özellikleri paylaşan eserler anlamında bir edebiyat tanımı olamaz" demiştir.
Edebiyat teorileri.
Edebiyatın sınırları önceden belirlenmiş form ve kurallara göre tasarlanarak oluşturulan bir üretim mi yoksa baştan tasarlanamayan üretim sırasında bilinçaltı ve geçmiş tecrübelerin ışığında oluşturulan özgün bir eser mi olduğu Eski Yunan'da bu yana tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Öyleyse edebi metnin üretimini sorgulayan iki ana görüş vardır.
Kurgucu anlayış.
İlk temsilcisi Aristoteles olup, ünlü düşünür Poetika adlı çalışmasında tragedyayı enine boyuna incelerken kurguyu ön plana çıkararak, sanatsal dışavurumu ikinci plana atmıştır.
Dışa vurumcu anlayış.
MS. 1. yüzyılda Eski Romalı düşünür Longinus, Peri Hypsous (Yücelik Üzerine) adlı çalışmasında bir eserin sanatsal değerinin içindeki coşku miktarı ile ölçülebileceğini iddia ederek kurgucu anlayışı reddetmiştir.
20. yüzyıl'dan itibaren her iki anlayışın ortaklaşa yansıtıldığı eserler üretilmiştir. Söz gelimi James Joyce'un Ulysses adlı romanı hem kusursuz bir kurguya sahip hem de dışavurumun yoğun kullanıldığı devrimci bir çalışma olarak dikkat çekmektedir.
Edebiyat türleri.
Türk edebiyatı.
Türkçe olarak üretilmiş sözlü ve yazılı metinleri. Türk dilinin, Türkiye topraklarında gelişen ilk ürünleri 13. yüzyılın sonu ile 14. yüzyılın başlarına aittir. 19. yüzyıla kadar İran-İslâm medeniyeti çerçevesinde gelişen Türk edebiyatının ürünleri Halk edebiyatı ve Divan Edebiyatı olarak birbirinden farklı yanları olan iki kolda gelişti. Osmanlı sarayı çevresinde, Fars edebiyatı'nın etkisiyle üretilen klasik edebiyat denilen divan edebiyatı ağır basarken halk arasında, sözlü gelenek uzun bir zaman devam etti.
İngiliz edebiyatı.
İngilizce olarak icra edilen edebiyat türü. Bu alanda eser veren sanatçıların ille de İngiliz olması gerekmez. Polonyalı Joseph Conrad, İskoç Robert Burns, İrlandalı James Joyce, Galli Dylan Thomas, Amerikalı Edgar Allan Poe, Hint Salman Rushdie, Karayipli V.S Naipaul İngilizce olarak birçok edebi eser vermişlerdir. Diğer bir deyişle, İngilizce Edebiyat dünyada konuşulan İngilizcenin çeşitli varyasyonları ve lehçeleri gibidir. Akademik alanda, İngilizce Edebiyat, İngilizce üzerinde çalışan bazı bölümlere, ikincil ve üçüncül eğitim sistemlerine ad olabilmektedir. İngiliz Edebiyatı'ndaki çok sayıda yazar çeşitliliğine rağmen, William Shakespeare'in eserleri, İngilizce konuşan dünya genelinde en önemli noktada yer almaktadır.
Alman edebiyatı.
Orta Avrupa'da yaşayan Almanca konuşan toplulukların edebi yaratısı. Almanya, Avusturya, İsviçre ve bunların yanındaki Alsas (Fransa), Bohemya (Çekya) ve Silezya (Polonya) gibi bölgelerdeki çalışmaları kapsar.
Fransız edebiyatı.
Fransızca kullanılarak ortaya çıkan edebiyat ürünlerini kapsar. Dünyanın en zengin ve en etkileyici edebiyatlarından biridir. Fransız yazarlar başta epik şiir, lirik şiir, drama ve kurgu olmak üzere edebi yazınların tümüne katkıda bulunmuşlardır. Fransız edebiyatı birçok ülkedeki yazarların çalışmalarını derinden etkilemiştir. 1600'lerde, Klasizm denen Fransız kültürel hareketi tüm Avrupa edebiyatında önemli etki bırakmıştır. 1700'lerin Fransız yazarları Avrupa edebiyatını kontrol altına almışlardı. 1800'ler boyunca, realizm ve sembolizm, birçok dilde yazan yazarların çalışmalarını şekillendirmesine yardımcı olmuştu. 1900'lerde ise, Gerçeküstücülük (Sürrealizm) ve Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk) Fransa sınırlarının dışına çıkarak diğer yazarlar, sanatçılar ve düşünürlerin çalışmalarını geniş ölçüde etkilemiştir.
İtalyan edebiyatı.
İtalyan yazarlarca İtalyanca yazılmış edebiyat yapıtlarını kapsar. İtalya'nın siyasal birliğini 19. yüzyıla kadar kuramaması ve Katolik Kilisesi'nin etkisiyle, yazılı metinlerde uzun süre Latince kullanılmış ve yerel bir dilin yaygınlaşması öbür Avrupa ülkelerine göre daha geç başlamıştır. 12. ve 14. yüzyıllar arasında İtalya'da Fransızca düzyazı ve koşukla yazılmış romanslar okunmuş ve klasik metinlerden uyarlamalar yapılmıştır. Böylece 13. yüzyılda bir Fransız-İtalyan edebiyatı gelişmiştir. İtalyanlar Fransız öykülerini çoğu zaman uyarlayarak ve bunlara çeşitli eklemeler yaparak kaleme almışlardır. Bu edebiyatta Fransızca kullanılmakla birlikte, yazarlar yapıtlarına yer yer kendi lehçelerinin özelliklerini de katmışlardır.
Rus edebiyatı.
11. yüzyılda Ruslar'ın Hristiyanlık'ı benimsemesinden sonra yazılan yapıtlarla başlar. Doğu Slav toplulukları ilk kez 10. yüzyılın hemen başında Kiev'de merkezi bir yönetim altında bir araya gelmişlerdi. Aynı yüzyılın sonlarında Kiev prensi tarafından benimsenen Hristiyanlık'ın halkın arasında yayılmasıyla okuryazarlık gelişebilme olanağı buldu. Bu yeni dinle birlikte Rusya'ya Yunanca ya da Slavca dinsel yapıtlar girdi. Yunancadan çeviriler yapılmaya başlandı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=59",
"len_data": 9087,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.82
}
|
Mühendislik, köprüler, tüneller, yollar, araçlar ve binalar dahil olmak üzere makineler, yapılar ve diğer öğeleri tasarlamak ve inşa etmek için bilimsel ilkelerin kullanılmasıdır. Mühendislik disiplini, her biri uygulamalı matematik, uygulamalı bilim ve uygulama türlerinin belirli alanlarına özel vurgu yapan, geniş bir yelpazede uzmanlaşmış mühendislik alanları’nı kapsar.
Modern anlamda mühendis, bilim insanlarının ürettiği teorik bilgiyi teknisyen ve ustaların uygulayabileceği pratik bilgiye dönüştüren kişidir. Demir yolları inşaat mühendisi Arthur Mellen Wellington'a göre mühendislik, "Beceriksiz birinin iki dolara kötü yaptığı bir şeyi bir dolara iyi yapma sanatıdır.".
Tanım.
Amerikan Mühendislerinin Mesleki Gelişim Konseyi (ECPD, ABET)'in öncülü) "mühendisliği" şu şekilde tanımlamıştır:
Etimoloji.
"Mühendis" kelimesi Arapça geometri (hendese) ile meşgul olan, geometri bilen kişi anlamına gelmektedir.
Mühendis Türk Dil Kurumuna göre şöyle tanımlanmaktadır: İnsanların her türlü ihtiyacını karşılamaya dayalı çeşitli yapılar yol, köprü, bina, peyzaj, çevre gibi şehircilik ve imar dışı alanların ilkeleri, bayındırlık; tarım, beslenme gibi gıda; fizik, kimya, biyoloji, elektrik, elektronik gibi fen; uçak, gemi, otomobil, motor, iş makineleri gibi teknik ve sosyal alanlarda uzmanlaşmış, belli bir mühendislik dalında mühendislik eğitimi görerek mezun olmuş ve "mühendis" ünvanını kullanmayı kanunen hak eden kimse. Mühendisin eş anlamlısı "kıvcı" sözcüğüdür.
Mühendislik felsefesi.
İlk başta matematik olmak üzere "İhtiyaçların karşılanmasında emniyet, ekonomi ve estetiğin göz önüne alınmasıdır."Ters mühendislik, mühendisliğin temelidir." Felsefî açıdan klâsik mühendislik, teklikten bütünselliğe ulaşmaktır. Ama ters mühendisliğin ilkesi, bütünsellikten tekliğe ulaşma gayesini taşır.
Sanatsal tasarım ve aynı zamanda endüstriyel tasarım anlamında birçok sanatçı "tabiattan esinlendik ve ilham aldık" ifadesi içindedir. Aslında bu noktada ar-ge anlamıyla evrim bilimi, mevcut bilim tarafından ters mühendislik temelleriyle incelenerek şu anki bilimsel doğrusal mühendislik anlayışını var etmektedir.
Mühendislik dalları.
Mühendislik, genellikle birkaç alt disipline ayrılan geniş bir disiplindir. Mühendis genellikle belirli bir disiplinde eğitim görse de, deneyim yoluyla çok disiplinli hale gelebilir. Mühendislik genellikle dört ana dala sahip olarak tanımlanır: elektrik mühendisliği, inşaat mühendisliği, kimya mühendisliği ve makine mühendisliği.
Elektrik mühendisliği.
Elektrik mühendisliği, yayın mühendisliği, elektrik devreleri, jeneratörler, motorlar, elektromanyetik/elektromekanik cihazlar, elektronik cihazlar, elektronik devreler, fiber optikler, optoelektronik cihazlar, bilgisayar sistemleri, telekomünikasyon, enstrümantasyon, kontrol sistemileri ve elektronik gibi çeşitli elektrik ve elektronik sistemlerin tasarımı, çalışması ve üretimidir.
İnşaat mühendisliği.
İnşaat mühendisliği, altyapı (havaalanları, yollar, demiryolları, su temini ve arıtma vb.), köprüler, tüneller, barajlar ve binalar gibi kamu ve özel işlerin tasarımı ve inşasıdır. İnşaat mühendisliği geleneksel olarak yapı mühendisliği, çevre mühendisliği ve yerölçüm dahil olmak üzere birçok alt disipline ayrılmıştır. Geleneksel olarak askeri mühendislik'ten ayrı olarak kabul edilir.
Kimya mühendisliği.
Kimya mühendisliği, ticari kimyasallar, özel kimyasallar, petrol arıtma, mikro fabrikasyon, fermentasyon ve biyomolekül üretimi gibi ticari ölçekte kimyasal süreçleri yürütmek için fizik, kimya, biyoloji ve mühendislik ilkelerinin uygulanmasıdır. Kimya tesislerinin tasarımı, kurulumu, işletiminden, yeni veya mevcut kimya ürünlerinin araştırılması ve geliştirilmesinde de kimya mühendisleri çalışır. Üretim süreçlerinin tasarımı ve analizinde ısı aktarımı, kütle aktarımı, ayırma işlemleri, proses tasarımı, reaksiyon mühendisliği gibi pek çok bilim dalı ve uygulamadan faydalanırlar.
Makine mühendisliği.
Makine mühendisliği, güç ve enerji sistemleri, havacılık/uçak ürünleri, silah sistemleri, ulaşım ürünleri, motorlar, kompresörler, aktarma organları, kinematik zincirler, vakum teknolojisi, titreşim izolasyon ekipmanı, üretim, robotik, mekatronik ve otomatik kontrol sistemleri-otomasyon, türbinler, ses ekipmanları ve mekatronik gibi fiziksel veya mekanik sistemlerin tasarımı ve üretimidir.
Disiplinlerarası mühendislik.
Disiplinlerarası mühendislik, uygulamanın birden fazla temel dalından yararlanır. Tarihsel olarak, deniz mühendisliği ve maden mühendisliği ana dallardı. Diğer mühendislik alanları imalat mühendisliği, akustik mühendisliği, korozyon mühendisliği, enstrümantasyon ve kontrol mühendisliği, Havacılık ve uzay mühendisliği, otomotiv, bilgisayar, elektronik, enformasyon mühendisliği, petrol, çevre, sistemler, ses, yazılım, mimari, ziraat, biyosistemler, biyomedikal, jeoloji mühendisliği, tekstil, endüstriyel, malzemeler, ve nükleer mühendislik'tir.
Bu ve diğer mühendislik dalları Birleşik Krallık'ın 36 lisanslı üye kurumunda Mühendislik Konseyi temsil edilmektedir.
Yeni uzmanlıklar bazen geleneksel alanlarla birleşir ve yeni dallar oluşturur - örneğin, Dünya sistemleri mühendisliği ve yönetimi, mühendislik bilimleri, çevre bilimi, mühendislik etiği ve mühendislik felsefesi dahil olmak üzere çok çeşitli konu alanlarını içerir.
Diğer mühendislik dalları.
Zamanla bazıları aşağıda sıralanmış ama bunlarla sınırlı olmayan pek çok mühendislik dalı ortaya çıkmıştır:
bina temel sağlamlaştırma, şev ve dolgu stabilizasyonu, heyelan risk değerlendirmesi, yeraltı suyu izleme, yeraltı suyu iyileştirmesi, maden kazıları ve doğal kaynak arama gibi etki araştırmaları ile ilgilenirler. Yerkürenin başlangıcından günümüze kadar geçirdiği yapısal değişmeleri, yer kabuğunun yüzeyinin ve altının bugünkü durumunu inceleyen, yerleşim alanlarının ve her türlü mühendislik yapılarının yer seçimi çalışmalarının yürütülmesiyle ilgili eğitim verilen mühendislik dalıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=64",
"len_data": 5901,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.58
}
|
Dil veya lisan, insanlar arasında anlaşmayı ve iletişimi sağlayan doğal bir araç, kendisine özgü kuralları olan ve ancak bu kurallar içerisinde gelişen canlı bir varlık, çok boyutlu kavramlar bütünü; temeli tarihin bilinmeyen dönemlerinde atılmış bir gizli anlaşmalar düzeni, seslerden örülmüş toplumsal bir kurum ve yapıdır.
Dil, birbirleriyle yakın ilişkili iki farklı tanımın kullanımını belirtir. Tekil anlamda dil, genel bir olgudur ve Almanca veya Çince gibi somut bir dili ifade eder. Aynı zamanda yapay şekilde oluşturulmuş kavramsal dizgelere (mantık dili vb.) ve konuşma ve yazma eyleminin kesitlerine de dil denir (yazı dili, bilim dili vb.).
Dil, iki farklı görüş açısı altında tanımlanabilir:
Ayrıca dilin göstergebilimle (işaret bilimi) bağlantılı olan tanımı da önemlidir. Bu gelenekten sonra Ferdinand de Saussure, dili bir göstergeler sistemi olarak tasarlamıştır ve bu dil göstergesini telaffuzun (signifiant = gösteren) ve fikrin (signifié = gösterilen) zorunlu ilişkisi olarak hatta "zihinsel bir şeyler" olarak ifade etmiştir.
Dil, kuşaklar arasında ve güncel durumda insanlığın kullandığı bağdır. Bu bağ kültürün taşıyıcısıdır. Bundan dolayıdır ki, dil ve kültür birbirini sürekli etkileyen iki olgudur. Bu iki olgudan herhangi birinde olan değişiklik diğerini de etkiler. Bu da doğal bir süreklilik ve tabii olma durumunu doğurur. Dil, toplumda var olan bir gerçekliktir. Onun için toplum örnekleminde bulunan unsurların benimsemesi olmadan bir dile dışarıdan etki etmek zordur.
Genel anlamıyla dil.
Dilin tanımı.
Dil insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir araçtır; kendi kanunları içerisinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlıktır. Bir ulusu birleştiren, kişilik kazandıran, kültür ve gelenekleri koruyan ve o milletin ortak malı olan sosyal bir müessese; aynı zamanda yüzyıllar boyu gelişerek meydana gelmiş sosyal bir yapıdır. Dil seslerden örülmüş bir ağ niteliğindedir ve kökenleri çok eski dönemlere dayanan bir sistemdir.
Dil insanların bütün ilişkilerinde aracılık eder ve sosyal bağları düzenleyen bir araç olarak hayatın her safhasında insanın yanında bulunur.
Dil doğuştan bilinemez. İnsan ilk aylarda ağlamalar, taklitler, birtakım hareketlerle anlaşma sağlamaya çalışır. Çocuk, içinde yaşadığı topluluğun ana dilini uzun bir sürede öğrenir. Daha sonra kulağına gelen seslerin belli kavramlara, hareketlere, varlıklara karşılık olduğunu anlamaya başlayarak dil öğrenimine adım atar. Çocukların dili öğrenme, anlama ve konuşmaya başlama sürecine dil edinimi denir.
Dil her zaman insan benliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. İnsan zekâsının ve insanda sınırsız olan duygu ve düşünce yeteneğinin sonuçları insanın kendi benliğinin dışına ancak dil ile aktarılabilir. Bu bakımdan dil ile düşünce iç içedir. İnsan dil ile düşünür ve yaşar. Dilin gelişmesi düşünceye, düşüncenin gelişmesi de dile bağlıdır. Bin yıllar boyunca çeşitli medeniyetlerin meydana gelmesi ve gelişmesi dil ile mümkün olmuştur.
Dilin bilimsel tanımı.
Dilin bilimsel tanımı, 19. yüzyılda Ferdinand de Saussure gibi dilbilimcilerin çalışmalarıyla çağdaş genel dilbilimin kurulmasından sonra yapılabilmiştir. Dil temelde, bir kavram ile o sesin zihindeki karşılığının birbirine bağlanmasından doğar. Bu bağlanma, doğal ve zorunlu değildir. Mesela; "köpek" kavramı için İngilizler “dog” sesini kullanırken, Almanlar “hund” sesini, Fransızlar “chien” sesini kullanırlar. Bununla birlikte, kavram-ses imgesi bağının aynı toplumun bireyleri için zorunlu olması gerekmektedir; yoksa toplumsal anlaşma sağlanamaz.
İnsan dilini bütün hayvan dillerinden ayıran iki temel özellik bulunmaktadır. Öncelikle insan dili, hayvan dilleri gibi kalıtım yoluyla elde edilmez, aksine insan dili toplumsal çevre içinde öğrenim yoluyla elde edilir. Kuşaktan kuşağa farklı koşullar içinde gerçekleşen bu öğrenim sürecinde dilin de değişikliğe uğraması mümkündür. İnsan dilinin çeşitliliğine karşın hayvan dillerinin değişmezliği, bu iki dil edinimi arasındaki farkın bir sonucudur. İkinci olarak, insan dilinin öğeleri olan göstergelerin son derece küçük parçalara ayrılabilmesi mümkündür. Bu küçük parçaların değişik biçimlerde birleştirilmesiyle yeni dil öğeleri, yeni anlamlar, yeni sözcükler meydana gelir. Hayvan dillerinde böyle bir bölünme ve eklemlenme özelliği söz konusu değildir. Kısaca söylemek gerekirse, dil toplumsal yaşamın hem ifadesi, hem de varlık koşulu durumundadır; hem sonuçtur, hem de nedendir.
Dilin doğuşu.
Dilin nasıl oluştuğunu kesin olarak bilebilmenin bir yolu yoktur. İzleri yarım milyon yıl öncesine kadar dayanan insan yaşamına bakıldığında insanların bu işi nasıl geliştirdiklerine dair bir kanıt bulunamamıştır. Bu kanıt boşluğunda birçok kuram (teori) ortaya atılmıştır.
1) Yansıma Teorisi:
İlk insanlar, çevrelerindeki sesleri taklit ederek ilkel dilleri oluşturmuşlardır. Modern bütün dillerde doğal ses yansımalarına karşılık gelen sözcükler bulunmaktadır. Bu da yansıma teorisini desteklemektedir. Türkçede "Vızıltı, mırıltı, fısıltı, gürültü, çatırtı, patırtı, havlama, horlama, hıçkırma, haykırma" gibi sözcükler yansıma sözcüklerdir. Buna rağmen somut olmayan, ses olgusuna sahip olmayan sözcüklerin oluşumunu bu kuram (teori) ile açıklamak zordur.
2) Ünlemler Teorisi:
İlk insanlar; korkularını, acılarını, sevinçlerini, ruh hâllerini dışa vuran sesler oluşturmuşlar ve böylece dil oluşmuştur.
3) Birlikte İş Teorisi:
İlk insanlar, işleri birlikte yapmaya başlamışlar ve birlikte tempo oluşturmuşlardır.
Dilin özellikleri.
1) Dolayımsallık: Dil hem bir malzeme, hem de bir araçtır. İhtiyaç, duygu, düşünce v.s. bildirirken kullandığımız dil; kelime hazinesi, sözdizim gibi ögelerle kendi malzemesini sunar.
2) Toplumsallık: Dillerin varoluşu toplumlarla mümkündür. Diğer bir deyişle dil, toplumsallığın, birlikte yaşayışın bir sonucudur.
3) Bireysellik: Dilleri geliştiren, zenginleştiren, bu dili konuşan "insan" faktörüdür ve dili kullanma "tarzları" bireylerde farklılık gösterebilir.
4) Göstergesellik: Ses boyutu ve içerik boyutu olarak ikiye ayrılabilir. Ses boyutu gösteren, içerik boyutuysa gösterilendir.
5) İletişimsellik: Diller, iletişim ihtiyacını gidermek için önemlidir.
6) Ereksellik: Diller, çeşitli ihtiyaçların bildirilmesi için önemlidir.
7) Süreçsellik: Diller süreç içerisinde zenginleşebilir veya yok olabilir. Dilin canlılığı, bu süreçle doğrudan ilgilidir.
8) Birikimlilik: Diller birikimlidir. Yüzyıllar öncesinde kullanılan sözdizimleri, kurallar üzerine yenileri eklenerek zenginleşir.
Dilin belirleyici özellikleri.
Bir dildeki konuşma dili ve yazı dili o dil sisteminin çeşitlenişleridir. Her şeyden önce konuşma dilimiz, yazı dilinin morfolojik ve sözdizimsel kurallarına dayanır. Bu durumların çoğunluğunda kuralların bazılarının dil bilgisi ve sözdizimsel açıdan yerine getirilmesi göze çarpmaktadır. Özne, yüklem ve nesne gibi belirli standartlaşmış sözcük sıralamalarına uyulur. Ama konuşma dili başka koşullar altında meydana geldiği için bir dizi kendine özgü özellik durumları söz konusu olmaktadır. Bu özellik durumları doğal dil edinimi ile öğrenilir ve konuşma süreci esnasında bilinçli olarak algılanamaz. Bu özellikler, özellikle dilsel durumun algılanmasına bağlıdır. Sesbilimsel anlama, nüanslamanın ve duyguların ifadesinin kendilerine özgü olabilirliklerini sunmaktadır.
Konuşma dili, kalıcılığı olmayan bir araçtır. Bundan dolayı konuşmacı tarafında kısıtlı bir öngörü kapasitesi ve devam eden iletişimdeki katkıyı sağlamlaştırma zorunluluğu doğmaktadır. Bu durum ara vermeksizin konuşma hakkı kaybedilmeden gerçekleştirilir. Ayrıca anlama ve anlaşılır olma konusunda başka talepler olacaktır. Bu talepler zaman baskısı olmaksızın kaleme alınmış ve keyfi olarak sık sık okunabilen yazılı metinler olabilir. Kendiliğinden oluşan bir dil karşılıklı iletişime dayalıdır. Dinleyici, konuşmacının katkılarının gerçekleşmesine geri bildirimler aracılığıyla sanki konuşmacının kendisiymiş gibi katılır, mesela bu geri bildirimler “hımm” gibi ünlemler veya mimikler olabilir. Konuşmacının yaşı, sosyal statüsü, cinsiyeti, lehçe bölgesi, tutumu ve davranışı gibi durumlarda iletişim için “Konuşma durumu” büyük oranda etkilidir. Buradaki “konuşma durumu” hangi bağlamda kim ile konuşulduğunu ifade eder. Birçok sözlü açıklama, sözlü olmayan eylemler ve ortak tecrübeler üzerine uyarılar aracılığıyla arttırılabilir.
“Algısal çerçeve” ve düzeltim olgusu.
Konuşmacı sadece kısıtlı bir öngörü kapasitesine sahiptir. Zamansal çerçeve yaklaşık olarak 3 saniye içerisinde harekete geçebilir. Sinir sistemi ve beyin araştırmacısı ve biçim ruhbilimcisi Ernst Pöppel bu noktada bir “algısal çerçeve”den söz etmektedir. Bu “algısal çerçeve” içerisinde dürtülerin bütünleşmesi meydana gelebilir. Konuşma esnasında yardımcı olan ve zamansal olarak ardı ardına gelen bilgiler eşzamanlı olarak algılanabilir. Bu zaman çerçevesinde nadiren bir cümle “nokta ve virgül” ile ayrılır. Bu durumdan, az da olsa güzel konuşma sanatı olan retorik bakımından eğitimli ve büyük bir ifade repertuvarına sahip bazı insanları ayrı tutmak gerekir. Genellikle konuşmacının görüşlerinin başlangıcında kesin bir sözdizimsel yapı mevcut değildir. Bu yüzden çoğunlukla, önceden başlatılan dillerin yarıda bırakılması için bir zorunluluk ortaya çıkar. Düşünceler yeniden bir başlangıç için yeniden yapılandırılır veya var olan yapılar “konuşma sırasında düşüncelerin kademe kademe üretilmesi”nin (Heinrich von Kleist) doğruluğu konuşulabilsin diye bir başka yapıya dönüştürülür.
Sözlü bir ifade yazı dilinin aksine düzeltmeler aracılıyla bile geri alınamayabilir ama dil üretiminin yolu yeniden izlenebilir. Sık sık artık bilgiler söz konusu olduğundan düzeltmeler de önemli bir amacı yerine getirir. Bu amaçlar, anlamlılık oluşturma, açıklama ve niteliklerin belirtilmesi, içeriksel olarak zayıflama veya uzak kalmadır. Kendiliğinden düzeltme, yani onarım anlayış güvencesine ve nadiren de görünüm güvencesine hizmet eder. Düzenlilikler, “Zifonun/Hoffmann/Strecker“ (1997:443ff.) gibi araştırmacılarda tasvir edilir. İletişim arkadaşınız tarafından bir dinleyici sinyali aracılığıyla, şüpheli bir bakış veya baş sallama gibi sözlü olmayan etkenlerle ve basit şekilde bâzı sinyallerin gerçekleşmemesiyle düzensizlikler ortaya çıkabilir. Telefon etmede bilinen bir olay dinleyicinin sinyallerinin “hımm”, “evet” gibi sözcüklerle ahize sinyallerinin bastırılmasıdır. Bu, kısa bir süre meydana gelir.
Dilin iletişimsel unsuru olarak sınıflandırma işaretleri.
Linguistik’te, “iletişimsel – edimsel dönüm noktası” edimsel ve sosyolinguistik teorilerinin etkisi altında ortaya çıktığında 70’li yılların başlarında konuşma dilinin yazı dili karşısındaki özellikleri eski haline getirildi. Psikolog ve filozof Paul Watzlawick’ın ekibinin iletişim teorisi de bu konuda büyük bir rol oynamaktadır. Bu teoriye göre her iletişim, içerik yönünün ve ilişki yönünün bir birimini ifade eder. Bir anlayış zamanla dilbilime de kapılarını kapatmamalı. Konuşma metinleri yazılmadan önce sıkıntı verici olarak bilinen ve düzenli olarak yok edildikten sonra iletişimsel unsur olarak ifade edilen özel sınıflandırma işaretleri mevcuttu. Sesleri temsil eden “ah”, “oh”, “yani”, ve “değil mi?” gibi leksikal (kelimesel) dinleyici ve konuşmacı işaretleri sözlü iletişimde bir ifadenin daha küçük birimlere bölünmesini mümkün olmasını sağlar. Ayrıca bu işaretler, konuşmacı ve dinleyici arasındaki ilişkiyi konuşmanın kabulü bakımından ve konuşma hakkının güvenliğinin düzenlenmesini belirler. Bu leksikal sınıflandırma işaretlerinin ve içeriksel konuyla ilgili sınıflandırmanın yanı sıra özellikle prosodisch (bürünsel) unsurlar vardır. Bunlar; ses alçalması ve ses yükselmesi, dolu veya boş molalardır. Bu molalar, konuşmacının katkılarının içsel sınıflandırılmasının daha küçük iletişimsel birimler oluşturmasına yol açar. Birçok psikoterapik eğilimler “mecazi konuşmaları” eleştirmektedir. Konuşma başlangıçlarında kullanılan “şunu demek istiyorum…”, “düşünüyorum ki…” gibi süslü püslü ama boş olan sözlerin neyi ilgilendirdiğini eleştiri noktası olarak görmektedir. Çoğunlukla böyle boş sözlerin içerikle ilgili imalı bir kullanımının söz konusu olmadığı burada belirtilmelidir. Ancak konuşma hakkının savunulması çabası devam etmeli. Aynı zamanda bilginin aktarımı sırasında konuşma hakkı güvenceye alınabilsin diye ifadenin gereksiz kısmı başta bulunmalı. Daha uzun bir dikkat gerektiren hikâye, öykü gibi türlerde “fıkra belirtileri” diye adlandırılan şu giriş cümleleri kullanılır: “Dün bana ne olduğunu biliyor musun?”, “Olanları duydun mu?” v.s. Burada konuşmacı, dinleyicisinin eğilimini hesaba kattığını ve sözü dinleyicisine bırakmak için geniş bir zaman verdiğini gösteriyor. Bazen yanlış bir işaret ile rahatsız edici bir iletişimin temeli oluşur. Arkadaş çevresinde cümlesine “Dikkat et…” şeklinde başlayan bir kişi, başkaları tarafından yanlış anlaşılabilir. “Dikkatli olunuz!” boş sözü belki bir tehdit veya belki de bir nasihat olarak hissedilebilir.
Dillerin sınıflandırılması.
Doğal diller.
İnsanlar tarafından konuşulan bir dil veya tarihi ve art zamanı bulunan bir dil olan işaret dili Linguistik çerçevesinde doğal dil olarak tanımlanır. Bilişimsel dilbilim içerisinde “doğal bir dilin” karakteristik özelliği, dilsel bir konuşma sistemi yeterliliği ve dilsel ifadeleri benimsemek olarak tanımlanır. Bu ifadeler tam bir cümleden oluşmalıdır ve tek bir cümleden birçok anlam çıkarılmalıdır. Bunun yanı sıra “doğal dilleri anlama” ve “karşılıklı ses verme” arasında fark vardır. Her bir sözcüğün ve tonların anlaşılması sınırlıdır.
Dilin ve dil kullanımının bütün yönleriyle ve tek tek somut diller ile uğraşan bilim dalı dilbilimdir. Bunun yanı sıra, genel dilbilim insana özgü dilleri bir sistem olarak araştırır, ayrıca dilin genel ilkelerini, kurallarını ve koşullarını araştırır. Uygulamalı dilbilim, dilin somut kullanımı bağlamında ortaya çıkan konuları ele alır. Tarihsel dilbilim, dillerin tarihî gelişimini ve genetik akrabalıklarını araştırır, bunu genel anlamda dil değişimi gibi tek tek dillerin öğelerinin tarihini göz önünde bulundurarak yapar. Karşılaştırmalı dilbilim, diller arasındaki farklılıkları ve ortak özellikleri araştırarak elde eder ve bunları belirli kriterlere göre sınıflandırır. Ayrıca dil önermelerini yani bütün dillerde veya birçok dilde ortak olan özellikleri araştırarak ortaya çıkarmaya çalışır.
Doğal diller, özellikle yapısal ve sözcükle ilgili anlaşılmazlıklar ve belirsizlikler bakımından doğal olmayan dillerden farklıdır. Bu doğal olmayan dillere programlama dilleri örnek gösterilebilir. Böyle bir tanımlamaya göre Esperanto gibi yapay diller doğal olmayan dil olarak sınıflandırılır, çünkü bunun gibi dillerin bağımsız tarihi bir gelişimi söz konusu değildir. Doğal diller de yapay diller de jest, mimik ve iletişimdeki ton değişimleri için ses melodisi gibi aksan ve şiveleri kullanır.
Dilbilimin içinde, dilin özel yönleriyle uğraşan çok sayıda büyük ve küçük alanlar vardır. Bunlar; dil ve düşünce, dil ve gerçeklik veya dil ve kültür arasındaki ilişki ile sözlü ve yazılı dillerdir. İnsanlığın ana dili üzerine varsayımlar özellikle kurgusaldır, söylentiye dayanır; bu paleo dilbilimi alanın araştırma konusudur. Dilin kullanımı, kural değeri taşıyan bakış açıları altında sözlüklerde (imla kılavuzlarında, yazı biçimi sözlüklerinde) ve dil bilgisi kullanımlarında tanımlanır.
Belirli dilbilimsel alanların yanı sıra, dilin etkisini, yaratıcı gelişimini ve anlamını yoğun olarak özellikle açıklayan bilimsel alanlar vardır. Bu alanlara; söz sanatlarını inceleme bilgisi (retorik), edebiyat bilimi, hem felsefenin hem de dilbilimin alt alanı olarak dil felsefesi ve budunbilim dâhildir.
Biçimsel diller.
Doğal dillerin aksine şeklî diller mantık ve kitle öğreniminin araçlarıyla tanımlanabilir (temel ifadelerin sayılabilir çokluğu, düzyazı kuralları, biçim olarak güzel ifadeler). Biçimsel mantığın tanımlama ilkeleri de doğal dilleri kullanır; bu alandaki öncü çalışmaları Amerikan Mantıkçı Richard Montague yapmıştır. Tamamıyla bir yeniden oluşturma elbette mümkün değildir. Çünkü mantık da doğal dillerden türemiştir. Sonuç olarak doğal dillerdeki her şeyi kararlaştırmak zorundayız (Ludwig Wittgenstein).
Tek tek diller.
Dil, özel anlamda Almanca, Japonca veya Svahili dili (asıl adıyla Kiswahili, Doğu Afrika'da kullanılan bir dildir) gibi belirli tek tek dilleri belirtir. İnsanlığın sözlü dilleri, dil aileleri içerisindeki genetik akrabalıklarına göre sınıflandırılır; bu sınıflandırma dil kodlamaları aracılığıyla her ayrı dile göre uluslararası alanda ISO 639”a göre yapılır (ISO=Uluslararası Standart Organizasyonu 639 standartlarına göre). 2005 yılında yayımlanan “National Geographic” dergisine göre Dünya genelinde 6912 dil aktif olarak kullanılmaktadır. Fakat günümüzde var olan aşağı yukarı 6500 dilin neredeyse yarısından fazlası yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır, çünkü bu diller artık ya hiç konuşulmuyor ya da artık yeni nesillere aktarılmıyorlar. Bu durum muhtemelen, günümüzde halen var olan dillerin büyük bir kısmının önümüzdeki 100 yıl içerisinde yok olmasına neden olacaktır. Toplum, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan dillerle ilgilenmeyi ve insanlığın mirası kabul edilen bazı dilleri belgelendirmeyi destekliyor. Ayrıca bu dillerin, üzerinde çalışılan özellikleri aracılığıyla sınıflandırılmasını da destekliyor.
Dil yaşayan bir canlıdır. Dil doğar, zaman içerisinde değişir ve tekrar yok olur gider, ama bu yok oluş biyolojik anlamda değildir, aksine gelecek kuşaklara aktarılma anlamında bir yok oluştur; burada canlı olma, işlevlerin çeşitliliği için mevcuttur. Günlük yaşamda artık kullanılmayan yani ölü diller olarak kabul edilen diller kendi yerlerini alan dillerde izlerini bırakırlar; mesela Latin dillerinde (İtalyanca, Fransızca, Rumence v.s.) ve diğer başka dillerde de çoğunlukla dilsel ifadelerin alınması yoluyla Latincenin izleri görülür.
Diller, kökenlerine göre etnik diller ve yapay diller diye sınıflandırılırlar. Bir etnik dil veya halk dili, mesela bir kök dil Peru ve Bolivya arasındaki Titikaka (Titicaca) gölü kıyısındaki “Aymara” olabilir. Mesela bir yapay dil ise Martin Luther tarafından yapılan İncil tercümesi zamanındaki Almancadır, çünkü ondan önce çok sayıda, tamamen farklı Almanca kök diller vardı ve bu kök diller de kelime hazinesinde birçok farklılıklar gösteriyordu. En çok tanınan, kendine özgü ve çok yaygın bir yapay dil örneği Esperantodur ama Esperanto Dünya dili olarak kabul edilmeye henüz çok uzaktır. (Orijinal adı “Lingvo Internacia” olan “Esperanto”, kendini “Dr. Esperanto” olarak tanıtan Polonyalı göz doktoru “Ludwik Lejzer Zamenhof” tarafından, farklı dilleri konuşan kişiler arasındaki iletişim zorluklarının, öğrenilmesi kolay bir ortak dil ile aşılabileceği düşüncesiyle 1887 yılında üretilen bir yapay dildir.)
Konuşulan diller.
Konuşulan diller, var olan bir dilin sözlü ifadelerinin bütünüdür. Konuşulan dillerin yazılı dillerden farklı olarak görsel ve el ile oluşturulmuş işaret dili ve konuşma dışı iletişim (Parasprache) gösterilebilir. Konuşulan diller insanlığın dilinin ilk ve temel biçimidir. Kimi kültürlerde yazı dili geçmişte yoktu ve hâlâ da yok.
Konuşulan diller kendiliğinden ve özgür biçimde ifade edilen konuşmalardır. Bu konuşmalar düzenlenmemiş ve gözlemlenmemiş iletişim durumlarıdır ve bu konuşmalar iki veya daha fazla konuşmacı arasında gerçekleştirilir. Bu durum yazılı olarak önceden ifade edilen konuşmalarda hariç tutulur. Konuşulan dillerin özel oluşum durumları, kısıtlı normalleştirmesinin yanı sıra konuşmanın duruma bağlılığına, etkileşimliliğine ve az da olsa işleme zamanına aittir. Konuşulan dillerin özelliklerine elips oluşturma da dâhildir. Bu sözdizimsel olarak tamamlanmamış cümleler anlamına gelmektedir. Ayrıca ünlemlerin kullanımını ve dinleyici ve konuşmacı işareti gibi sınıflandırma işareti olarak adlandırılan farklı düzeltilmiş olguları da ifade eder.
Yapay dil.
Diğer birçok dilin aksine yapay diller kaynağı belli olan dillerdir. Yapay diller, o dili oluşturan kişi ya da komisyonun adı bilinir olan dillerdir. Yapay dillerin dil bilgisi yapıları tarihin akışı içerisinde insanların günlük kabulleri ya da yönelimleriyle belirlenmiş ve tamamen insan eliyle yapılandırılmış olan dillerdir. "Örnekler: Esperanto, Elfçe, Kiril Türkçesi, İdo dili, Kotava, Toki Pona,Torozek,Futsch,Apotamkin."
Halk dili.
Halk dili bir halkın her yerde konuştuğu dile verilen isimdir. Halk dili, eski bir dil biçimi veya dinde, bilimde veya sahnede kullanılan bir yabancı dildir. Bu durum birçok kültür çevresinde eskiden de böyleydi, bugün de böyledir.
Halk dili terminolojisine dair.
Halk dili kısmen ülke diline ve ana dile anlamca yakın kullanılır. Halk dili kavramı öncelikle şu şekilde ortaya çıkmıştır: Yöresel dil yabancı bir dile karşı oluşur veya halk dili “daha düşük bir dil seviyesi” bağlamında yüksek dil seviyesinden ayrılış olarak görülür. Halk dili özellikle dinin ve bilimin dili olarak görülür.
Halk dillerinin rolü.
Orta ve Batı Avrupa’da ayrı ayrı halk dilleri yüzyıllar boyunca dini ayinlerin ve edebiyatın dili olan Latince karşısında ortaya çıkmıştır. “Şarlman” (Karl der Große) zamanında Almanca, inançların arabuluculuğu için halk dili olarak büyük anlam kazandı. Ayrıca Martin Luther’in İncil tercümesi de bu amaca hizmet etmişti, çünkü bu İncil tercümesi de konuşma dilinden basit bir aktarım değildi. “Halk dillerine yönelmede”, Yeni Çağ’ın başlarında bütün Avrupa’da gözlemlenen bir eğilim söz konusudur.
Halk dilinin diğer safhaları.
Helenizm çağında Yunan dili Koini’nin yanı sıra başka birçok halk dili ortaya çıkmıştır. (Koini, Helenistik Dönemde Attik Diyalekt'ten sonra gelişmiştir. Koini ayrıca Yunanistan dışındaki bölgelerde de kullanılmıştır, bu yüzden de yalnızca Yunanların değil, Yunan olmayanların da kullandıkları bir halk lehçesidir. Aynı zamanda Koini, Romalıların Yunanlarla anlaşmak için kullandığı lehçedir.)
Hindistan’da halk dilleri kutsal Sanskritçeden oldukça uzaklaşmıştır.
Arapça yazı dili yalnızca camilerde, yazışmada ve uluslararası alanlarda kullanılır. Arap yazışma dili, Arap halk dillerinin farklı türlerinden belirgin bir biçimde ayrılmaktadır.
Eski Doğu’ya ait Hıristiyanlar günümüzde hâlâ dini ayinler için İsa tarafından konuşulan Süryanice (Aramice ya da Aramca) dilini kullanmaktadırlar.
Avrupa’nın kültür ve yazışma dilleri, sömürgecilik sonrası Afrika’da, yöresel halk dillerinin yanı sıra ve hatta bu halk dillerinin üzerinde resmî dil olarak büyük ölçüde kullanılmaktadır. İngilizce, Fransızca, Portekizce gibi.
Yazı dili.
Yazı dili, resmî olarak tespit edilmemiş bir işaretler sistemini belirtir. Ancak yazı dili özel kurallara uyar ve yazı dilinin bir yazı sistemi mevcuttur.
Yazı dili metinlerde kendini gösterir. Yazı dilinde en başta daima sözcük, düşünce ve kesinlikle ulaşılabilir bir fikir yer alır. Oysa yazı dilinde fiziksel durumda; yazı araştırmalarının belgeleri, evrakları v.s. hizmete sunulur.
Halk diline özgü yazı kültüründe 13. yüzyıldan bu yana şehir kültürünün gelişmesiyle belirgin bir canlanma yaşanmıştır. Bu canlanma yalnızca soylular ve din adamlarına değil, aynı zamanda da diğer toplumsal sınıfların da yazı diline geçişlerini mümkün kılmaya yardımcı olmuştur. 14. ve 15. yüzyıllarda kavramsal olarak sözlü konuşmanın işaretleri giderek ortadan kaybolmuştur. Sözlü dil, kavramsal yazı dilinin ortaya çıkmasıyla ortadan kaybolmuştur. Günümüzde yazı yazanların yazı biçiminde yeniden düzenlenmesinin zamanı için hangi kültürel, sosyolojik ve geçici koşullara bağlı arka plana sahip olduğu çoğunlukla pek önemsenmemektedir. Arka plan bilgisi yazarın niyetini anlayabilmek için çok büyük bir öneme sahiptir. Ayrıca imlâ tarzı, yazma aracı gibi “yazının göstergeleri” az dikkat çeker. Daktilo ve bilgisayar gibi aletler konuşma dilinin kayıt altına alınmasını önemli ölçüde kolaylaştırmıştır. Çünkü bunlarla konuşma dili, sözlü ve yazılı olarak kayıt altına alınabilmektedir.
Konuşma dili.
Günlük dil veya genel dil olarak da adlandırılan konuşma dili günlük toplumsal ilişkilerde kullanılan standart dil değildir. Konuşma dili bir lehçe olabilir veya konuşma dili standart dil olan yüksek dil ile lehçe arasındaki bir ara durum olarak kabul edilebilir. Özellikle de konuşmacının eğitim durumu, sosyal çevresi gibi sosyolojik ve dini gerçeklikler konuşma dilini etkilemektedir. Konuşma dilsel ifade biçimleri bazen eşanlamlı (sinonim) olarak “halk dilsel” olarak da tanımlanmaktadır. Buradaki halk dilsel ifadesi genel anlamda halk dilini karşılamaktadır.
Konuşma dilinin arka planı.
Türkiye çerçevesinden bakıldığında konuşma dili olarak işlev gören standart bir yüksek dil bulunmamaktadır. Türkiye göz önüne alındığında yazı diline en yakın konuşma İstanbul Türkçesi olduğu için en duru konuşma dili olarak İstanbul Türkçesi kabul edilmektedir.
Dilin bölgesel egemenlik ilişkisinin uzun süredir devam eden tarihi çeşitliliği konuşma dilsel tutumlarda güçlü biçimde izlerini bırakmıştır. Standartlaşamamış olan konuşma dili de bâzı tekdüzeliklere mağlup olmaktadır. Bu tekdüzelikler konuşanının diğer konuşanların konumunu belirlemesinde ve onlara uyum sağlamasında ortaya çıkmaktadır.
Konuşma dili üzerine genel bilgiler.
Konuşma dili yüksek dil olarak tanımlanabilen İstanbul Türkçesinden, kamusal konuşmadan, tiyatro oyunundan, şiirden farklıdır. Fakat aynı zamanda da popüler olarak görülen yüksek konuşma dilinin bir ara katmanıdır. Bu popüler yüksek konuşma diline günümüzdeki deneme yazıları, gazete makaleleri, radyo ve televizyon dilleri veya televizyon Türkçesi örnek olarak gösterilebilir.
Konuşmacının kendisi bunu normalde konuşma dili olarak adlandırmaz. Örnek olarak eğer uzman olmayan kişiler teknik dil, tıp dili gibi özel ifadeler ile uzmanlık dillerini doğru kullanamazlarsa bu durum geçerli olmaktadır. Konuşma dili ile uzmanlık dilleri arasındaki tutarsızlıklar tekdüze değildirler. Bunlar daha çok duruma ve bağlama göre değişkenlik gösterir. Belirli meslek guruplarına ait kişilerle uzman olmayan kişiler arasındaki farklı değerler yüzünden kesin ve net olarak tanımlanmış farklılıklar bulunmaktadır.
Mesela eğer uzman kişi kesin bir teşhis koymuşsa tıbbî bir bulgu bu uzman bir kişi için “negatif”tir. Hasta kişi bunu duyar ve konuşma dilindeki “negatif” ifadesinden, tespit edilen hastalıktan korkar.
Detaylar.
Dilin gelişmesi için geçerli olan dilsel biçim çoğunlukla çıkış maddesidir. Almanya’da Martin Luther’in İncil tercümesi, Birleşik Krallıkta kraliyet ailesinin konuştuğu İngilizce, Fransa’da Paris’te konuşulan konuşma dili, Rusya’da ulusal şair Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in bir eseri ve Türkiye için İstanbul’da konuşulan İstanbul Türkçesi dilin gelişmesine katkı sağlayabilecek örnekler olarak kabul edilebilmektedirler.
Yüksek dil ve konuşma dili.
Bir yüksek dilin eğitim, gelişme ve bakım süreci yaşayan konuşma dilinin sürekli bir gözlemine dayanmaktadır. Bu gözlem kültürel kurumlar sayesinde günümüzde birçok ülkede bulunmaktadır. Bu kurumlar bu görevi kendileri üstlenmişlerdir veya devlet tarafından görevlendirilmişlerdir. Ulusal tarihe göre modern ülkelerde yazı dili ve konuşma dili çok farklı biçimde gelişmişlerdir.
Buna göre konuşma dilinin öneminin değerlendirilmesi de farklılık göstermektedir ve yüksek dilin tasarlanması için var olan ilgili kurumların etkisi de aynı durumdadır.
Konuşma dili ve günümüzdeki dil değişimi.
Yüksek orandaki değişim hareketliliği, yabancıların diğer ülkelere seyahatleri, kitle iletişimi, elektronik bilgi işlem ve bunlar gibi diğer etmenler günümüzde günlük dilin gelişimini hızlandırmaktadır. Diğer taraftan da televizyonun yerleşik etkileri ve esnek olan lehçe sınırlarının etkileri günlük dilin gelişimini yavaşlatmaktadır. Bir dilin şeklî tanımlamaları nasıl olsa konuşma diline dayanmaktadır.
Konuşma dilinin etkileri.
Özellikle gençlerin dili ve diğer sosyal çevre dilleri yeni neslin konuşma dilini her zaman etkilemektedir. Asıl önemli olan askeri dil, hapishane dili, öğrenci dili, dağcı dili, avcı dili, uzmanlık alanı dili, bölgesel dil, konuşma dili, lehçe ve şiveler gibi özel guruplarda sınırlandırılmış olmasıdır. Günümüzdeki hareketlilik ve kitle iletişim araçları şivelerin ve lehçelerin sayısını sürekli olarak azaltmaktadır. Aynı zamanda konuşma dilsel unsurların bölgesel karakteri de ortadan kaybolmaktadır.
Yazı dili ve konuşma dili arasındaki ilişki.
Yazı dili ile konuşma dili arasındaki farklı ilişkiler üç değişik durumda kendini gösterir ve bu üç farklı durumda da yazı dilinin konuşma diline olan bağımlılığı tartışılır.
“3-aşamalı-tez” olarak adlandırılan bu yaklaşım gitgide önem kazanmaktadır. Bu 3 aşama planlama, belli bir üslupla ifade etme ve üzerinde çalışıp düzeltmektir. Bu yaklaşım daima önem kazanmaktadır, çünkü yazı dilinin dilsel formüllerine göre sorunlar ancak düşünsel planlamalar tamamlandıktan sonra ele alınabilir.
Aynı şekilde zihinsel fikir oluşumlarının tam bir cümle yapısında olup olmadığı veya en azından karmaşık bir sözcük yapısında olup olmadığı güncel olarak tartışılmaktadır, ya da yazı dilinin dil bilgisel formlara hizmet edip etmediği de güncel bir tartışmadır.
İşaret dili.
Özellikle dilsiz ve ağır biçimde duyma kaybı olan kimselerin iletişimde kullandıkları kendine özgü, görsel olarak algılanan doğal dil sistemi, işaret dili olarak tanımlanmaktadır. İşaret dili sağır ve dilsizlerce “haptik” anlamı (hareket ve dokunma) el temasıyla algılayarak kullanılıyorsa, buna “taktil” işaret dili denir.
İşaret dili, mimik ve ağzın görünüşüyle mesela sessiz konuşulan sözcüklerle ya da hecelerle bağlantılı olarak ve daha çok vücudun şekliyle oluşan bağlamda her şeyden önce ellerle oluşturulan toplam işaretlerden (el kol hareketleri) meydana gelir.
Tarihçesi.
Amerikalı “Valeri Sutton” 15 yaşındayken 1966 yılında kişisel notları için bir sistem geliştirdi. Bu kişisel sistemi bale koreografilerini not etmek için geliştirmişti. “Valeri Sutton” Danimarka Kraliyet Balesi”nde alıştırma yapmak için 1970’te Danimarka’ya taşındı. Orada Bournville Okulu’nun unutulma tehlikesinde olan koreografilerini kaydetmek için kendi dans notlarından yararlanmıştır. Bu kişisel sistemin 1973”te yayımlanması ve bale öğrenenler için “DanceWriting” Kursu (Bale v.s. öğrenenler için koreografileri not alma kursu), bu not alma tekniğinin Kopenhag Üniversitesi bilim adamları tarafından okunan bir gazete makalesinde 1974 yılında tanınmasını sağlamıştır. İşaret diline yönelik “MovementWriting”in (Hareketlerin yazılması) daha ileri düzeyde çalışılması teşviki, Antropolog Dr. Rolf Kuschel’den ve Lars von der Lieth’ten gelmiştir. İlk olarak Kuschel, Güney Pasifik Okyanusu’ndaki bir adada yaşayan bâzı sağır ve dilsiz insanların anlaşmak için kullandıkları işaret sistemini filme almıştır. Bu kişilerin konuştukları dili çözümleyebilmek için yazılı bir notlandırmaya ihtiyaç duyulmuştur. Dr. Rolf Kuschel ve “Lars von der Lieth, Sutton’dan bu filmde gösterilen el hareketlerini not etmesini rica etmişlerdir. Bir işaret dilinin sağır ve dilsiz “bulucusunun” hareketleri yardımıyla elde ettiği bu transkripsiyon sağır ve dilsizlerin davranış dilinin modern zamanda ilk defa kayıt altına alınması olarak kabul edilebilir. Yazı sistemi başlangıçtaki “MovementWriting”ten ayrı olarak sürekli gelişmiştir ve işaretleri tanımlayan bir yazının gereksinimlerine uygun hale getirilmiştir. İşiten Danimarkalıların jestleri ve mimikleri de “SignWriting”in (İşaretlerin yazılması) simgeleri yardımıyla von der Lieth tarafından yürütülen araştırma grubunca kayıt altına alınmıştır.
Valerie Sutton 1975 ile 1979 arası Boston Konsevartuarı’nın dans bölümünde çalışmıştır. Bu esnada “New England Sign Language” (Yeni İngiltere İşaret Dili) araştırma grubuyla bir araya geldiğinde kendi “SignWriting” sistemini daha da geliştirmiştir. Duymayan yetişkinler, “National Theater of the Deaf”in (Duymayanların Ulusal Tiyatrosu) oyuncuları ilk kez 1977’de işaretler dili yazısını öğrenmişlerdir. Valerie Sutton 1979”da “National Technical Institute for the Deaf”te (İşitme Engelliler için Ulusal Teknik Enstitüsü) görev almıştır. Bu enstitü işaret dili yazısını resimlerle anlatan “Amerikan İşaret Dili”ni yayımlamıştır.
1982’in sonbaharından itibaren “SignWriter” (işaret yazıları) çeyrek yıllık bir gazetede işaret dili yazıları isimli metinlerle yayımlanmıştır. Düzenli ve periyodik basımlardan faydalanarak hızlı ve kolay bir imlâ için gerekli olanlara yetişebilmek için işaret dili yazsısı basitleştirilmiştir. Bu projeden 1984 yılında vazgeçilmiştir, çünkü bütün işaretler el ile yazılmak zorunda olduğu için masraflar bu çabalardan daha fazla olmuştur. 1986’da “SignWriter”ın bilgisayar programı yazılmış ve yayımlanmıştır.
1980’li yıllardan beri işaret yazısına ilişkin çeşit çeşit kılavuzlar ve sözlükler mevcuttur, hatta el yazısı ve kabartma yazısı da geliştirilmiştir.
İşaret yazısı 1985’ten beri gözlemlenen yazıların yerine yazılmıştır ve 1997’den bu yana İşaret yazısı resmî olarak yukarıdan aşağıya doğru bölümler halinde yazılmaktadır.
Uluslararası işaret dili “Gestuno”.
Uluslararası İşaret Dili (“International Sign Language”) olarak da bilinen “Gestuno” 1951’de ilk defa “Dünya İşitme Engelliler Federasyonu”nun (“World Federation of the Deaf”) Dünya çapındaki kongresi çerçevesinde ele alınan yapay bir işaret dilidir. “Gestuno” ismi İtalyancadan gelmektedir. “Gestuno”, “işaretlerden birisi” anlamını taşımaktadır.
1973’te bir komisyon uluslararası bir yapay işaret dili üzerine çalışmalar yapmıştır ve bu yapay işaret dilini standartlaştırmaya çalışmıştır. Birçok ülkede işitme engelliler tarafından anlaşılan işaretler bu komisyonda bir araya getirilmiştir. Ayrıca bu komisyon yaklaşık 1500 işaretten oluşan bir kitap yayınlamıştır. Ancak Gestuno’nun gerçek bir dil gibi somut dil bilgisel kuralları yoktur.
“Gestuno” sayesinde, farklı ülkelerden işitme engelliler bir araya geldiğinde ve kendilerine özgü işaret dilleriyle anlaşamadıklarında kullanılan uluslararası bir işaret dili gelişmiştir. “Gestuno” bugün hâlâ uluslararası işaret dili için bir referans olarak kullanılmaktadır. Birçok işitme engelli insan dört yılda bir düzenlenen duyma engellileri olimpiyatlarında ve “Dünya İşitme Engelliler Federasyonu” (World Federation of the Deaf) gibi birçok uluslararası konferanslarda uluslararası işaret dilini kullanmaktadır.
Sesli dile yönelik bağımsızlık ve tutum.
İşaret dilleri bilimsel anlamda kendine özgü ve doğal diller olarak kabul görürler. İşaret dillerini aynı ülkedeki sesli dillerden temelde ayıran kendilerine özgü dil bilgisi yapıları vardır. Bu nedenle işaret dilleri sesli dile kelime kelime aktarılamaz. Sesli dile yönelik göze çarpar bir fark ise; sesli dil birbirini takip eden bilgileri zorunlu bir şekilde ardıl olarak işlerken, işaret dilleri her hareketle birkaç bilgiyi aynı anda iletebilir. Sık sık “inkorporasyon” (kabul etme) olarak adlandırılan bu kavram yeni araştırma birimlerinde bükümden sayılmaktadır ve işaret dilin önemli bir malzemesidir. İşaret dilleri ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir. Almanca dil alanından Almanca İşaret Dili (DGS) varken Avusturya’da Avusturya İşaret Dili (ÖGS) vardır.
Farklı sesli dillerde olduğu gibi işaret dilleri de kendi aralarında benzerlik gösterir. Uluslararası işaret dili uluslararası organizasyonlarda yavaş yavaş yürürlüğe girmektedir. Oluşum aşamasındaki işaret dili nesnel açılara göre ülkelere özgü farklı el kol hareketlerinin kabul edilen anlaşma sayesinde gelişimini sürdürmektedir.
İşaret dillerini yasal olarak güvence altına alma çabaları geçmişte de vardı ve hâlâ da devam etmektedir. İngilizce ve Māori (Maori, Yeni Zelanda yerlileri ve onların diline verilen isimdir) dilinin yanı sıra Yeni Zelanda işaret dili (NZSL) 2006’dan bu yana Yeni Zelanda’nın resmî dilidir. İsviçre’nin Kanton eyaleti, işaret dilini 27 Şubat 2005’ten beri anayasal olarak kabul etmektedir. Avusturya parlamentosu Federal Anayasa’da işaret dilini tanınmış azınlık dili olarak kabul etmiştir (Madde 8. fıkra 3).
Ağız hareketi.
Ağız hareketleri işitme engellilerin ve ağır işitenlerin eğitimi alanlarında söz konusudur. Ağız hareketleri konuşma dilindeki sözcük üretiminde yüzün alt kısmının ve dudakların gerçekleştirdiği görsel olarak algılanabilen davranışlardır. İnsanların kelime üretimi sırasında konuşma araçlarının yanı sıra ağzın dış alanının ve dudakların da her sözcükte belirli bir biçimde görevi söz konusudur. Bu durum küçük kişisel farklılıklarla da olsa birçok insanda daha az veya daha çok benzerlik göstermektedir. Dudak hareketinin bu fark edilebilir örneği prensip olarak konuşma dilinde dudak okumayı mümkün kılmaktadır. Görsel olarak görülebilen ağız hareketi dilin en küçük birimi olan “fonem”e benzetilerek İngilizcede “viseme” olarak tanımlanmaktadır.
Ağız hareketlerinin gerçekleştirilmesi ve durumu öncelikle işitme engellilerin ve ağır işitenlerin eğitimi alanlarında belirli bir dereceye kadar sistematik bir biçimde bilinçlidir. Bu durum anlaşılabilir şekilde canlandırılabilmektedir. Bu alanda dudak okumanın tipik ağız durumlarının ve ağız hareketinin sonuçlarının uygulamalı olarak gösterilmesiyle alıştırma yapılmakta ve dudak okuma eğitilmektedir.
Ağız hareketleri çoğu kez bir sözcüğün bütün şeklini tam olarak yansıtmayabilir, aksine sadece bir kısmını yansıtabilmektedir. Hatta ağız hareketleri özellikle sözcüğün bir kısmını konuşma esnasında tamamıyla kolay anlaşılabilir biçimde ve tipik ağız biçimlerinde yansıtabilmektedir. Özellikle önce gırtlağın konuşma aracı olan veya dilin pozisyonu sayesinde meydana çıkarılan sesler daha az anlaşılabilir olabilir veya hiç okunmayabilir. Bu durumda mesela “baba” ve “mama” sözcüklerinde ağzın hareketi aynı görünmektedir.
Bunun yanı sıra bir sesin ağız hareketi kendisinden sonra söylenecek olan veya kendisinden önce söylenen (eşsöyleyiş) ses yüzünden değişmektedir. İşitme engelliler için eğitim veren okullarda öğretmenler zor sözcüklerin okunmasını kolaylaştırmak için bilinçli olarak ağız hareketini değiştirmektedirler. Bu durum şu şekilde örneklendirebilir: “L” sözcüğünün daha iyi fark edilebilmesi için dil kesici dişin iç kısmına değil de görülebilen biçimde kesici dişin alt kenarına dokundurulmaktadır. Bu davranış sesi görsel olarak sembolize etmek için gerçekleştirilmektedir. Ağız hareketleri işaret diline destek olarak da kullanılmaktadır.
İşaret dili kursları.
Bir işaret dilini, duyabilen insanların da öğrenmesi mümkündür. Mesela halk eğitim merkezlerinde ya da işaret dili kurslarında ve uygulama ve kapsam açısından bir yabancı dil öğrenmeyle kıyaslanabilir.
İşaret dili çevirmenleri.
İşaret dili çevirmenleri el kol hareketi çevirmenleri değildirler. İşaret dili çevirmenleri duymayan ve duyan kimseler için her iki yönde de tercüme yaparlar. Mesela bu, bir duymayanlar konferansında işaret dilini bilenler ve işaret diline hâkim olmayan duyan kişiler için yapılan tercüme olarak ortaya çıkar. Bir işaret dilinden diğerine ya da sesli bir dilden yerel bir işaret diline (mesela Fransızcadan Almanya veya İsviçre İşaret diline) tercüme yapan çevirmenler vardır. İki işaret dili arasında tercüme yapan çevirmenlerin kendisi çoğunlukla duymayan kişilerdir.
İşaret dili yazısı.
Birçok girişim olmasına karşın işaret dili bugüne kadar günlük kullanım için güvenilir olarak yazıya dökülememiştir. Bilimsel araştırmalar için “not alma sistemleri”, mesela “HamNoSys” (Hamburg Not Alma Sistemi) mevcuttur. Örnek olarak bu sistemler; elin biçimindeki, el duruşundaki, vücut kısmındaki, hareketi yürütmedeki gibi el kol hareketlerinin çözümlenmesiyle ve bunlara uygun düşen temsillerle çalışır. İşaret dili yazısı Osnabrück’teki “Duyma Engellileri İçin Eyalet Eğitim Merkezi”nde uygulanmıştır. Başarılı bir şekilde birinci sınıftan itibaren yürürlüğe konulmuştur. (İşaret dili yazısı: İngilizce; “SignWriting”, ilk olarak “Valeri Sutton” tarafından ve “Sutton-Movement Writing-Sistemlerinin” bir kısmı olarak geliştirilmiştir)
İşaret dili yazısı.
İşaret dili yazısı, işaret dilinin dilsel işaretlerinin temsilleri için Kopenhag Üniversitesi’nin vekâletinde 1974’te “Valeri Sutton” tarafından geliştirilmiş bir sistemdir. Daha önceden, Paris’te 19. yüzyılda Fransız “Bebian” ve daha sonra İskoçya asıllı George Hutton, Nova Scotia’da (Kanada) her ikisine de “mimografi” denilen bir işaret dili yazısı taslakları üzerinde çalışmalarını tamamlamışlardır.
Duymayanlar için diğer yazı sistemleri de mevcuttur. Mesela Willian C. Stokoe’nun “American Sign Language” (ASL – Amerikan İşaret Dili), Eshkol-Weissman’ın “Israel Sign Language” (İsrail İşaret Dili), “Alman İşaret Dili” (DGS) için “HamNoSys” (Hamburg Not Alma Sistemi) ve Hartmut Teuber’in “SignLettering” fonetik/fonem sistemi günümüzde kullanılmaktadır. İşaret dili yazısı, “MovementWriting” (Hareketlerin yazılması) üst kavramından özetlenen, hareketleri tanımlayan ve “SignWriting”in (İşaretlerin yazılması) yanı sıra “DanceWriting” (Dansların ve koreografilerin not alınmasına yönelik) ile bağlantısı olan yazılar arasından birisidir.
İşaret dili, el kol hareketleri için önemli sayılabilecek el kol hareketlerinin gösterilmesinde el biçimlerinden ve mimiklerden yararlanmaktadır. Hatta kollar, bacaklar ya da omuzlar için kesin tanımlanmış birçok kesin belirli “piktogram” adı verilen işaret sisteminden ve hareketin tanımını gösterecek farklı oklardan, yıldızlardan, dalgalardan v.s. değişik ek sembollerden de yararlanmaktadır. İşaretlerin sistemsel karakterlerinden dolayı yazının tanınması görece olarak kolaydır (“piktogram” ya da “piktograf” bir eşyayı, bir objeyi, bir yeri, bir işleyişi, bir kavramı resmetme yoluyla temsil eden sembollerdir)
İşaret dili Almanya’da birkaç yerde, mesela Osnabrück’teki “Duyma Engellileri İçin Eyalet Eğitim Merkezi”nde (Landesbildungszentrum für Hörgeschädigte in Osnabrück) duyma özürlü çocukların ders programına yerleştirilmiştir. Aynı durum Güney Nikaragua’da bir okulda da gerçekleştirilmiştir.
Yapısal ve şeklî diller.
Diller, bilişim bilimi (informatik) çerçevesinde de ele alınabilir. Biçimsel diller olarak adlandırılan diller dilin matematiksel modelini ifade eder ve bu diller özellikle teorik bilgisayar bilimi içerisinde kendine yer bulur.
Özellikle de hesaplanabilirlik kuramı ve Compilerbau kullanımında yer alır. Birçok bilgisayar program dilleri, özünde hem teorik düşüncelere hem de nesnel düşüncelere dayanır. Programlama dillerine “Java, ALGOL, Fortran, COBOL, BASIC, C, C++, Ada, LISP, Prolog, Perl” örnek verilebilir.
Felsefenin karşılaştırılabilir bir uğraşı da Alman filozof, matematikçi ve mantıkçı Paul Lorenz’in projesi olan Orto isimli bir dil programıdır. Bu dil programında anlamlı ve sistemli bir bilimsel dilin oluşturulması amaçlanıyor ama bu durum “sistemli felsefede büyük oranda tartışmalı” durumda.
Dil değişimleri.
Dil değişimi veya dil dinamizmi bir dilin değişim veya gelişme sürecini belirtir ve dil değişimi tarihsel dilbilimin ile toplumdilbilimin araştırma alanına girer. Kıyaslama (analoji), başka bir dilden alıntı ve dilde seslerin değişimi kuralı, dil değişiminin asıl itici gücü olarak kabul edilir.
Yapısalcılık bakış açısında, dil değişimi başlığı altında eşzamanlı bir dil aşamasının unsurunun tarihî, yani artzamanlı ya da eşzamanlı iki dil aşamasının birbirleri arasındaki ilişkileri anlaşılmaktadır.
Nicel dilbilimin bakış açısından ise dil değişim sürecinin zaman içerisindeki seyrinde özellikle dil değişiminin iki bakış açısı önemlidir. Bunlar; dil değişim kuralları ve Piotrowski kurallarıdır. Ayrıca dil değişimine yol açan ve dil değişimini kontrol eden birçok sebebin etkisi de önemlidir.
Diller zamanla değişime uğrarlar veya tamamen yok olurlar. Sözcük yazılışlarında, okunuşlarında ya da yazım kurallarında oluşan yavaş ve küçük yenilikler birikerek ve büyüyerek bu değişimleri oluşturur. Bir dili konuşan ya da kullanan insanlar yeterince uzun bir süre fiziksel ya da kültürel olarak ayrı yaşarlarsa dilleri farklılaşmaya başlar. Bir dili belirgin farklılıklarla konuşan iki insan, birbirlerini anlayabiliyorlarsa ayrı lehçeleri, birbirlerini anlayamıyorlarsa ayrı dilleri konuşuyor olarak kabul edilirler. Dillerin birbiriyle ilişkili olup olmadıklarını anlamakta kullanılan göstergelerden biri de benzer anlamalar taşıyan, benzer yapılı sözcüklerdir. Bu şekilde doğal olarak gelişmiş dillerin dışında, yapay olarak geliştirilmiş diller de vardır. Yapay dillere Esperanto ve Mondlango örnek verilebilir.
Türkçe zaman içinde aşağıdaki gibi şekillenmiş ve değişmiştir:
Dil değişiminin nedenleri.
Alman dilbilimci “Peter von Polenz”, aşağıdaki durumları dil değişiminin nedenleri olarak adlandırmıştır.
Aynı zamanda dilin gelişimi biyolojide de geçerli kurallarla takip edilir.
Özel uzmanlık alanı dili.
Uzmanlık alanı dillerinde uzmanlık alanı kelimeleri yeniden düzenlenir. Bu durum şu şekilde açıklanabilir; mesela bilgisayar sözcüğü yerine "“PC” (Personal Computer - Kişisel bilgisayar)" sözcüğü kullanılır veya elektrik alanında “gerilim” sözcüğü yerine birçok durumda “voltaj” sözcüğünün kullanıldığı görülür. Bu değişiklikler daha kesin bir ifadeye ulaşmak için ortaya çıkar, ama kimi durumlarda da anlaşılmayı zorlaştırabilir. Aynı zamanda yeni eşsesli sözcükler ortaya çıkabilir; örnek olarak “gerilim” sözcüğü Türkiye’de “gerginlik, tansiyon” anlamını da karşılamaktadır. Halk dilinde bu ve bunun gibi sözcükler hem alan dışı anlamlarıyla hem de teknik anlamlarıyla kullanılabilmektedir.
Dil değişimine örnekler.
Dil değişimi konusunda farklı görüşler mevcuttur. Bu farklı görüşlerden kimileri şunlardır:
Görünmez el teorisi.
Bu teoriye göre dil değişimi görünmez bir elin etkisinin bir sonucu olarak kabul edilir. Bu teorinin en önemli temsilcisi Düsseldorf Üniversitesi (Heinrich-Heine) profesörlerinden Rudi Keller’dir. Bu teoride dil değişimi ne doğal bir olgu ne de insan eliyle gerçekleştirilen bir durum olarak anlaşılır, aksine bu teoride dil değişimi bireylerin kişisel eylemlerinden istem dışı ve plansız bir durum olarak ortaya çıktığı anlaşılır. Koordinasyonsuz bir davranış koordineli bir yapının bütünsel olmayan bir koordinasyona neden olur. Kendiliğinden oluşan bir düzen olarak dil ayrıca bu görünmez elin etkisinin bir sonucudur. Rudi Keller’e göre dil, 3. türün bir olgusudur (görünmez elin), yani ne insan tarafından oluşturulmuştur ne de doğal bir olgudur; bunların tam aksine dil, bireysel ve uluslararası eylemlerin çeşitliliğinin nedensel bir sonucudur. Dil değişimi ayrıntılı olarak dilin gereksinimi doğrultusunda kendiliğinden oluşur. Dil değişiminin özel bir durumu anlam değişimidir. Rudi Keller’e göre dilin kullanım kurallarının değişmesi ile sözcüklerin anlamları değişir, çünkü Ludwig Wittgenstein’a göre bir sözcüğün anlamı bir dil sistemi içerisindeki düzenli kullanımına bağlıdır. Bu teoriye göre dil değişimi esnasında dil kullanıcıları görünmez elin etkisi ile bir sözcüğün kullanım kurallarını değiştirir, böylece dil kullanıcıları daha sık kullanılan bir anlam üretirler ve bu anlam, dil toplumu içerisinde zamanla yeniden öğrenilir. Biçimsel değişim genellikle kuralların bozulması ve anlam değişimi aracılığıyla oluşur, ayrıca şeklî değişim görünmez elin etkisi altında kurallara uygun özel dil kullanımı sayesinde anlam belirlemesi olarak ortaya çıkar. Kaynak
Dil değişiminde tercih modeli.
Dil değişimi bir dil sisteminde kesin bir dereceye kadar tahmin edilebilir, çünkü dil değişim süreçleri özellikle belirli öğelerle ilgilenir. Bu yüzden düzensizlikler genellikle bozulmaya eğilim gösterir. Düzensizliklerden kaynaklanan yeni oluşum diğer alanların düzenlemelerinin yan ürünleri olarak ortaya çıkar.
Dil değişiminde dil bilgisel model.
Dil değişimi düzenlenmiş olarak görülebilir, çünkü genel anlamda sözcük birimleri dil bilgisel unsurlardır. Diğer taraftan biçim birimlerin sözcük birimlerine gelişimi çok azdır, hatta hesaba katılmamaktadır.
Dil değişiminde toplumdilbilim modeli.
Dil değişimi sosyal etkenlere bağlıdır; bu etkenler yüksek bir itibara sahip olan biçimler ve yapılardır. Bu biçimler ve yapılar dil değişiminde kendilerini göstermeye eğilimlidir.
Dil değişiminde fonksiyon modeli (Köhlers Regelkreis).
Dilbilimsel ortak çalışma, dil kullanıcılarının veya dinleyicilerin kendi dillerinde oluşturdukları ihtiyaçların etkisini örneklendirmeyi ve dilin biçimi üzerine sonuçlarını matematiksel olarak örneklendirmeyi mümkün kılar. Bu model böyle gereksinimleri bütünüyle bir sıra olarak öngörür ve diğerlerinden daha açıktır. Mesela ekonomi gereksinimlerinin yanı sıra kavramlar kesin olarak tanımlanabilirse belirlemeye göre gereksinimler de hesaplanabilir.
Bir başka dilden ödünç alma.
Dilsel olarak ödünç alma, sözcük oluşturma ve anlam değişiminin yanı sıra kelime oluşturmanın temel yöntemlerinden biridir ve bu ad bilimin bir konusudur.
Ayrıca ödünç alma dil değişiminin önemli etkenlerine bir örnektir. Dilsel ödünç alma durumu kelimesel, anlamsal ve sözdizimsel ödünç almadan farklıdır.
Kelimesel ödünç alma durumunda bir kelime gövdesi, anlamıyla birlikte veya anlamının bir kısmıyla birlikte iletişim dilinden (donör dil) alınarak ödünç alan dile aktarılır ve bu dilde ödünç alınan sözcük gövdesi dar anlamda ödünç alınmış bir sözcük veya yabancı bir sözcük oluşturur. Bu ödünç sözcük oluşturmada alıcı dilin fiil çekimine, telaffuz alışkanlıklarına ve yazma alışkanlıklarına uyum göz önünde bulundurulur. Yabancı bir sözcük oluşumunda ise alıcı dilin fiil çekimine, telaffuz alışkanlıklarına ve yazma alışkanlıklarına uyum ya hiç dikkate alınmaz ya da çok az uyuma dikkat edilir.
Anlamsal ödünç almada ödünç alan dilde var olan bir sözcüğe sadece anlamın yeni bir anlam olarak veya önceki anlamına ek bir anlam olarak aktarılmasıdır; ya da ödünç alan dilin dilsel araçları ile bu anlamın geri verilmesinin oluşturulmasıdır.
Görünüş olarak ödünç alma özel bir durumu oluşturur. Bu ödünç almada, iletişim dilinin öğelerinden veya ödünç alan dilde zaten var olan yabancı sözcüklerden alınan bir sözcük ödünç alan dilde yeniden yapılandırılır, bu yeniden yapılandırılan biçim veya anlam iletişim dilinde henüz yoktur.
Kelimesel olarak ödünç almalar dar anlamda ödünç sözcükler ve yabancı sözcüklerdir. Görünüş olarak ödünç alma gibi anlamsal olarak ödünç almalar ise çoğunlukla geniş anlamda ödünç sözcükler olarak kabul edilir. Hem kelimesel ödünç alma hem de anlamsal ödünç alma ödünç sözcükler başlığı altında ele alınır.
Sözdizimsel ödünç alma ise herhangi bir dilin, bir iletişim dilinin belirli sözdizimsel yapılarını çok sık kullanmasının etkisi sonucunda ortaya çıkar veya bir dil yeni sözdizimsel yapı olasılıkları oluşturduğunda sözdizimsel ödünç alma gerçekleşir.
Kalıt sözcük.
Kalıt sözcük bir dilin önceki evrelerinde var olan bir sözcükten türeyen bir sözcük için kullanılan tanımdır.
Etimoloji (köken bilimi) bir dilin söz varlığının zamansal gelişimini ve kökenini aydınlatmaya çalışır. Kalıt sözcükler dilin kaynağına dair açıklayıcı bilgiler verirler. Kalıt sözcükler paralel bir dilden alınan alıntı sözcüklerden ayırt edilmelidir.
Somut bir örnekle açıklamak gerekirse, çağdaş Alman dili; Ortaçağ Almancası, eski yüksek Almanca gibi yazılı olarak da aktarılmış birçok ortaçağ dilinin kökenine kadar inme olanağı sunar. Mesela; kökeni o zamanki dillerde olan çağdaş sözcükler kalıt sözcükler olarak karşımıza çıkar. Biraz daha geriye bakıldığında; Alman dilinin, doğrudan kullanılmayan Hint-Avrupa dilinden ortaya çıktığı ve Alman dilinin bu Hint-Avrupa dilinden birçok kalıt sözcük aldığı görülür.
Alman dilindeki kalıt sözcüklere örnekler: “Sonne” (Güneş), “Vater” (Baba), “Nase” (Burun) ve geçmiş zamanlarında kökteki ünlüsü değişmiş tüm sözcüklerdir.
Dil yozlaşması.
Dil yozlaşması kavramı dil eleştirisinden ortaya çıkmıştır ve bu dil yozlaşması zaman içerisinde korunmaya değer görülen köken özelliklerinin değişmesi yoluyla dillerin kaybolması korkusu olarak adlandırılır. Bu duruma örnek olarak; dil bilgisindeki, temel kelime hazinesindeki, genel anlaşılırlıktaki veya ifade gücündeki çeşitlilik verilebilir. Dil kayması olarak dil yozlaşması en kötü durumda dil ölümüne yol açabilir.
Dil yozlaşmasının nedenleri.
Dil yozlaşmasının nedenleri aşağıdakiler olabilir:
Dilbilimin bu konsepte uygun eleştirisi.
“Dil yozlaşması” kültür eleştirisinin kullanılan önemli bir kavramıdır. Schopenhauer, Friedrich Nietzsche, Adorno, Martin Heidegger ve diğer birçok yazar ve filozofun, hakkında farklı kökenler işaret ettiği bu kavram “kültürel yozlaşma” konseptinin içerisinde yer alır.
“Dil yozlaşması” kavramı bugünkü dilbilime göre çoğunlukla kabul görmez, çünkü bu kavramın bilimsel olmayan birçok ön şarttan yola çıktığı açıktır:
Dil ölümü.
Bir dili anadil olarak konuşan hiç kimse kalmadığı zaman dil ölümü söz konusu olmaktadır. Bu andan itibaren bir dilin içinde zamanla oluşan normal gelişimler ve değişiklikler ölü dilde görülmez; ölü dil değişmez ve hareketsiz, durağan olur.
Bir dilin ölü dil olarak görülmesi, bu dili anlayacak konumda kimsenin olmadığı anlamına gelmez. Ölü bir dil iyi bir şekilde belgelenebilir, yabancı dil olarak öğretilebilir ve hatta olası belli durumlarda sözlü ya da yazılı olarak kullanılabilir. Mesela Latince, anadil olarak kimse konuşmadığı için ölü bir dildir. Yine de yabancı dil olarak öğrendikleri için Latince anlayan bir sürü kimse vardır. Belli fonolojik (Sesbilimsel) kısıtlamalarla ölü bir dili yeniden canlandırmak mümkündür. Mesela Kernevekçe (Güneybatı İngiltere'de Cornwall kontluğunda konuşulan bir Kelt dilidir) ya da İbranicenin yok olmasından 2000 yıl sonra İsrail’in resmî dili olan İvrit (Çağdaş İbranice) gibi. Bilim insanları Dünya genelinde yaşayan 6000 dilin bu yüzyılda yaklaşık yüzde 90’ının yok olacağını kabul etmektedir. Son 30 yılda sadece Kuzey Amerika’da 51 dil yok olmuştur.
Dil ölümünün nedenleri.
Bir dil çocuklar tarafından anadil olarak öğrenilmiyorsa yok olma tehdidi altındadır.
Diller, dil kayması yoluyla ölü dillere dönüşür. Bir dildeki yavaş değişimler bir veya birçok yeni dilin doğmasını ve köken dilin ölü dillere dönüşmesini sağlar.
Bu noktada dil ölümünün iki biçimi birbirinden ayırt edilmelidir:
Ayrıca aşağıdakiler arasında da ayrım yapılması gerekmektedir:
Bir dil 50 yaşın üzerinde ve 25 ve 50 yaşları arasındaki yaş grubunda “yarı konuşuculara” sahipse, fakat 25 yaşın altındaki yaş grubunda bu dili konuşan hiç kimse yoksa, o zaman bu dil, ebeveynlerden çocuklara aktarımın mümkün olmayacağı için yarı ölü (“moribund”) sayılır. Üst yaşlardan binlerce, hatta yüz binlerce konuşanı olsa dahi dilin yok olması ancak tüm güçlerin seferberliğiyle ve bu çabanın genel desteğiyle engellenebilir.
Birçok durumda doğal bir dil ölümünün ya da bir “Linguizid”in (dili öldürme) ne ölçüde gerçekleşeceğini belirlemek zordur. Dil ölümünde politik önlemlerin kesin sonuç veren rol oynadığı diller Havai dili ve yarı ölü Bretonca’dır (Bretonca, Hint-Avrupa dil ailesinin Kelt koluna ait dildir. Fransa'nin Breton bölgesi'nin resmî dilidir).
Dil ölümünün sonuçları ve dil ölümü için önlemler.
Dillerin ortadan kaybolmasının geniş kapsamlı sonuçları olabilir:
Özel bir dil için dil politikası ya da diller politikası (mesela bir devletteki birçok dil için) yardımıyla dillerin canlı kalmasına çalışılmaktadır. Bu tür önlemlerin başarısı mevcut dil konuşanı sayısının fazlalığına, politik etkilerine, finansal olanaklarına ve dil ölümünün evresine bağlıdır.
Dil ve düşünce.
Düşüncenin iletişimsel aracı olarak dil.
Özellikle teknik teoriler başta olmak üzere birçok iletişim aracı teorisi dili iletişim aracı olarak ifade etmez, aksine dili iletişimsel bir araç olarak ele alır. Bu durum şu anlama gelmektedir; dil gerçek iletişim araçları için tarafsız bir mümkün olma durumudur. Dil, böyle görüşlerin sadece uygun davranışlara hizmet eder veya dil, tasarılar ve kavramlar gibi zihinsel varlıkların iletimine yardımcı olur. Bu tasarı ve kavram gibi zihinsel durumlar dilden bağımsız düşünülemez. İşte bu yüzden temsil aracı olarak ele alınır.
Dilbilimci Wilhelm von Humboldt’un dil teorisinde şüphesiz bir iletişim aracı görüşü dile getirilmiştir. Bu görüşün temel söylevi, düşünsel sürecin ancak iletişimsellik aracılığıyla mümkün olabileceğini dile getirir. Bu durum insanların düşünce tarzının ancak içinde bulundukları çevredeki göstergelerin harekete geçeceği süreç aracılığıyla mümkün kılınabileceği anlamına gelmektedir. Bu göstergeler, hem Dünya bilincini hem de benlik bilincini oluşturan göstergelerdir. Burada dil, sınırları belirleyen bir rol üstlenir. Ayrıca dilin iletişim aracı olarak tanımlanması insanların bilincini araçsal boyutta (medial) etkilemiştir. Bu yüzden yeni iletişim araçlarının insanlar üzerinde nasıl bir etkiye sahip olduğu konusunda fikir yürütmek daima dile bağlı olmalıdır. Yeni iletişim araçlarının etkinliği ve etkileme gücü dilsel iletişim araçlarının yapısal olarak oluşturuluşuna bağlı olmalıdır.
Dil ve politik güç.
Bu varsayımın, iktidar yapıları bağlamında dili politik olarak kullandığı birçok defa denenmiştir. “Siyaseten doğruluk” ifadelerinin talebi mesela cinsiyetçi bir dil kullanan veya cinsiyetçi düşüncelere eğilim gösterenlere zaman zaman temel oluşturur. Dil iyileştirmeleri sayesinde gerçekten bir bilinç değişikliği gerçekleşmekte mi yoksa bunun güncel politik amaçlara ulaşmak için mi olduğu halen tartışmalıdır. Dil iyileştirmeleri büyük olasılıkla genel bilinç değişimi sürecinde belirleyici ve pekiştirici bir etkiye sahip olabilir. Diğer taraftan da dilin, belirli iktidar yapılarını yıldırmak ve eline geçirmek için kullanıldığı da unutulmamalı. Bu duruma mobbing (Latincede; psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı vermek), ajanlık ve küçük düşürme örnek gösterilebilir. Sözlü iletişimdeki baskı mekanizmaları beş otorite tekniğini dışarıda bırakır. Var olan dil düzenlemelerindeki bunun gibi etkilerin uyarısı, böyle bir bağlamın sorunsallaştırılmasına olanak sağlar.
Cinsiyetle gibi pratik olarak bütün kültürlerde birer tabu olarak kabul gören alanlardaki sözcüklerin birçok dilde nesilden nesle çok az aktarıldığı, tarihsel dilbilim çalışmalarıyla tespit edilmiştir. Böyle nesiller çok yakın zamanda aynı geleceğe maruz kalacaklardır. Yazı dilinde de bu durum genel dil değişiminde olduğu gibi aynıdır, ama sadece süreç daha yavaştır.
Halkın dil ve düşünce üzerindeki etkisi aracılığıyla bunu uygulamaya dönük çabaya, 1949 yılında yayımlanan Georg Orwell’in “1984” romanı edebiyattan bilinen bir örnektir. (Gerçek ismi Eric Arthur Blair olan George Orwell 25 Haziran 1903’te doğmuştur ve 21 Ocak 1950’de ölmüştür. George Orwell İngiliz edebiyatının 20. yüzyılda yetiştirdiği önemli yazarlardan birisidir. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört isimli romanı ve bu romanda oluşturduğu “Big Brother” – “Büyük Birader” kavramı ile ünlüdür. Bu yapıtta hayali bir totaliter yönetim şekli anlatılmaktadır. Bu yönetim biçimi halkın iletişimini ve düşüncesini dar ve kontrolü altındaki bir yola getirmek için “yeni konuşma” adındaki yapay dili kullanır.
Diğer bir edebî örnek de Sapir-Whorf Hipotezi'nin bulunduğu Jack Vance’e ait “Pao’nun savaş dilleri” isimli eseridir. Yenilmiş bir yeryüzünü kontrol edebilmek için halkı esnaf, çiftçi, asker ve bilim adamı diye sınıflandırılan yeryüzünde sadece onlar için oluşturulmuş dili öğrenmelerine ve bu dili konuşmalarına izin verilecektir. (Sapir-Whorf Hipotezi dilbilimde, insan düşüncesinin yerel dillerden çok yoğun bir şekilde etkilendiğini gösteren bir çalışmadır. Buna göre, her insanın kendi dilinde belirli bir düşünce yapısı vardır ve bu insan başka bir insanın dilini hiçbir zaman tam anlamıyla anlayamaz. Bu tartışmalara yol açan varsayım, ünlü dilbilimci Whorf tarafından oluşturulmuş, diğer bir dilbilimci Sapir tarafından da ortaya konulmuştur ve ikisinin tezi olarak sunulmuştur.
Dil ve hayvanlar.
Hayvan dili.
İnsanların bebeklik dönemlerinin ilk yaşlarında gırtlağı (larinks veya larenks) derinleşir. Sadece çok az hayvanda bu durum benzer olabilir ve daha sonra sesler insanlarda olduğu gibi oluşur. Kimi durumlarda da insanların dilsel ifadelerini de taklit edebilirler; mesela papağan, fok, yunus gibi.
Hayvanlar belirlenmiş bir işaret sistemini bilirler. Bu duruma, arı dili veya hatta dans dili olarak da adlandırılan sallanarak dans eder gibi uçan arıların işaret sistemi örnek gösterilebilir. O halde; düşünülen, gerçekten içgüdüsel olarak düzenlenmiş işaret davranışının gerektiği takdirde insan diline ne derece benzerlik oluşturup oluşturmadığı sorgulanmalıdır. Kuşların, yunusların veya primatların (memeliler sınıfından maymun ve benzeri hayvanları içerir) insan fonetiğine benzer bir dili veya tamamen aynı bir dili bilip bilmediği ve hatta bu dilin yardımıyla karşılıklı haberleşip haberleşmedikleri tartışılmaktadır. Burada görünüşe göre sadece gönderen ve alıcı arasındaki düzenlenmiş ve tek taraflı işaret yolu söz konusudur. Bu duruma örnek olarak, hayvan sahiplerinin hayvanın terbiyesi sırasında köpeklerden yararlanması gösterilebilir.
Bilindiği gibi biz insanlar tarafından bilinen dil bunun aksine 3 sınıfa ayrılır: Birinci sınıflandırmada anlam ayıran, yani kendi başlarına anlamları olmayan sesler bulunur. İkinci sınıflandırmayı ise anlam taşıyan birimler veya anlam taşıyan morfemler (biçim birimleri) oluşturur. Üçüncü sınıflandırmada sözcük biçimlerinden, sözcük öbeklerinden (ifadelerden, deyimlerden) ve cümlelerden oluşur. Eğer bir hayvan yirmi ses oluşturabiliyorsa bu hayvan ses bakımından potansiyel olarak yirmi farklı işaret oluşturabiliyor demektir. Bunun tersine insan dili seslerin ve ses dizimlerinin çok farklı değişkenliği sayesinde kendini belli eder. Bunun için Wilhelm von Humboldt”un daha önceden belirttiği gibi sınırsız birleşim (kombinasyon) olasılıkları bulunmaktadır. Wilhelm von Humboldt”un atıfta bulunduğu bu birleşimlerle insanların daha önceden hiç duymadıkları şeyleri de anlayabilecekleri veya ifade edebilecekleri de anlaşılmış oldu. Ayrıca bunun o kadar kolay öğrenilemeyeceği ve bu yüzden de ancak taklit edilebileceği ortaya konuldu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=67",
"len_data": 61473,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.96
}
|
Ebru kelimesi Farsça kökenlidir ve şunu ifade edebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=73",
"len_data": 55,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.28
}
|
Spor, önceden belirlenmiş kurallara göre bireysel veya takım halinde yapılan, genellikle rekabete dayalı yarışma ve kişisel eğlence veya mükemmelliğe ulaşmak için yapılan fiziksel veya zihinsel aktivite. Sporları kabaca homo sapiens türünün medeniyete ulaşmadan önce doğayla veya diğer canlılarla yaptığı fiziksel mücadelelerin günümüzdeki medeni karşılığı olarak da tanımlayabiliriz. Sporlar güç, kardiyovasküler dayanıklılık ve esneklik bazlı veya bunların heterojen birleşiminden oluşmuş kompleks aktiviteler olabilir. Güç bazlı sporlara fitness, powerlifting, halter; kardiyovasküler dayanıklılık bazlı sporlara yüzme, atletizm; esneklik bazlı sporlara jimnastik, pilates gibi örnekler verilebilir. Bu unsurların birleşiminden doğan sporlara futbol, basketbol, tekvando, judo gibi örnekler verilebilir. Çünkü spor kişilerin yaptıkları hareketlere ek olarak top, hayvan gibi birtakım objelerle yapılan hareketlerin tümünü kapsamaktadır. Bazı kesimlerce yalnızca zihinsel yeteneklere dayalı bazı masa oyunları da spor olarak kabul edilmektedir. Günümüzde, kendine has kuralları ve oynayış biçimi olan birçok spor dalı bulunmaktadır. Bilinen en eski spor dalı atletizmdir.
Etimoloji.
"Spor" kelimesi Türkçeye, Fransızcada da aynı anlamı taşıyan "sport" kelimesinden geçmiştir. Kelimenin kökeni Eski Fransızcada "eğlence, fiziksel ve zihinsel zevk" anlamına gelen "desport" kelimesine dayanır. Sporun eş anlamlısı "yöndün" sözcüğüdür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=79",
"len_data": 1434,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.82
}
|
Biyoloji ya da dirim bilimi, yaşamın bilimsel olarak incelenmesidir. Geniş bir kapsama sahip bir doğa bilimidir ancak onu tek ve tutarlı bir alan olarak birbirine bağlayan birkaç birleştirici teması vardır. Örneğin, tüm organizmalar, gelecek nesillere aktarılabilen genlerde kodlanmış kalıtsal bilgileri işleyen hücrelerden oluşur. Bir diğer ana tema ise yaşamın birliğini ve çeşitliliğini açıklayan evrimdir. Enerji işleme, organizmaların hareket etmesine, büyümesine ve çoğalmasına izin verdiği için yaşam için de önemlidir. Son olarak, tüm organizmalar kendi iç ortamlarını düzenleyebilmektedir.
Biyologlar, bir hücrenin moleküler biyolojisinden bitki ve hayvanların anatomi ve fizyolojisine ve popülasyonların evrimine kadar yaşamı çoklu organizasyon seviyelerinde inceleyebilirler. Bu nedenle, biyoloji içinde her biri araştırma sorularının doğası ve kullandıkları araçlarla tanımlanan çok sayıda alt disiplin vardır. Diğer bilim insanları gibi biyologlar da gözlem yapmak, sorular sormak, hipotezler üretmek, deneyler yapmak ve çevrelerindeki dünya hakkında sonuçlar çıkarmak için bilimsel yöntemi kullanırlar.
Dünya üzerinde 3,7 milyar yıldan daha uzun bir süre önce ortaya çıkan yaşam son derece çeşitlidir. Biyologlar, arkea ve bakteriler gibi prokaryotik organizmalardan protistler, mantarlar, bitkiler ve hayvanlar gibi ökaryotik organizmalara kadar çeşitli yaşam biçimlerini incelemeye ve sınıflandırmaya çalışmışlardır. Bu çeşitli organizmalar, biyofiziksel çevreleri aracılığıyla besin ve enerji döngüsünde özel roller oynadıkları bir ekosistemin biyolojik çeşitliliğine katkıda bulunurlar.
Etimoloji.
Biyoloji sözcüğü, Antik Yunancada "yaşam" anlamına gelen "βίος" sözcüğü ve eklendiği sözcüğe "çalışma alanı, disiplini" anlamını katan ""-λογία" son ekinin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Türkçeye ise Fransızca "biologie"" sözcüğünden geçmiştir.
Tarih.
Tıbbı da içeren bilimin en eski kökleri MÖ 3000 ila 1200 yıllarında Antik Mısır ve Mezopotamya'ya kadar uzanmaktadır. Onların katkıları antik Yunan doğa felsefesini biçimlendirmiştir. Aristoteles (MÖ 384-322) gibi Antik Yunan filozofları biyolojik bilginin gelişimine büyük katkıda bulunmuşlardır. Biyolojik nedenselliği ve yaşamın çeşitliliğini araştırmıştır. Sonra gelen Theophrastus, bitkilerin bilimsel olarak incelenmesine başlamıştır. Orta Çağ İslam dünyasında biyoloji üzerine yazan bilimle uğraşanlar arasında Cahiz (781-869), botanik üzerine yazan Dîneverî (828-896) ve anatomi ve fizyoloji üzerine yazan Razi (865-925) yer alır. Tıp özellikle Yunan filozof geleneğinde çalışan İslam bilginleri tarafından iyi çalışılmış, doğa tarihi ise büyük ölçüde Aristotelesçi düşünceye dayanmıştır.
Anton van Leeuwenhoek'un mikroskobu dramatik bir biçimde geliştirmesiyle biyoloji hızla gelişmeye başladı. O zaman bilim insanları spermatozoa, bakteri, infusoria ve mikroskobik yaşamın çeşitliliğini keşfettiler. Jan Swammerdam'ın araştırmaları entomolojiye yeni bir ilgi duyulmasına yol açtı ve mikroskobik diseksiyon ve boyama tekniklerinin geliştirilmesine yardımcı oldu. Mikroskopideki gelişmelerin biyolojik düşünce üzerinde derin bir etkisi olmuştur. 19. yüzyılın başlarında biyologlar hücrenin merkezi önemine işaret ettiler. 1838'de Schleiden ve Schwann, (1) organizmaların temel biriminin hücre olduğu ve (2) tek tek hücrelerin yaşamın tüm özelliklerine sahip olduğu yönündeki evrensel düşünceleri desteklemeye başladılar, ancak (3) tüm hücrelerin diğer hücrelerin bölünmesinden oluştuğu düşüncesine karşı çıkarak kendiliğinden oluşumu desteklemeyi sürdürdüler. Ancak Robert Remak ve Rudolf Virchow üçüncü ilkeyi somutlaştırmayı başardılar ve 1860'lara gelindiğinde biyologların çoğu hücre teorisinde birleşen üç ilkeyi de kabul etti.
Bu arada, taksonomi ve sınıflandırma doğa tarihçilerinin odak noktası haline geldi. Carl Linnaeus 1735 yılında doğal dünya için temel bir taksonomi yayınladı ve 1750'lerde tüm türler için bilimsel isimler ortaya koydu. Georges-Louis Leclerc, türleri yapay kategoriler, canlı formları ise biçimlendirilebilir olarak ele aldı, üstelik ortak soy olasılığını öne sürdü.
Ciddi evrimsel düşünce, tutarlı bir evrim teorisi sunan Jean-Baptiste Lamarck'ın çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır. İngiliz doğa bilimci Charles Darwin, Humboldt'un biyocoğrafi yaklaşımını, Lyell'in tekdüze jeolojisini, Malthus'un nüfus artışı üzerine yazılarını ve kendi morfolojik uzmanlığı ile kapsamlı doğa gözlemlerini birleştirerek doğal seçilime dayalı daha başarılı bir evrim teorisi oluşturdu; benzer akıl yürütme ve kanıtlar Alfred Russel Wallace'ın bağımsız olarak aynı sonuçlara ulaşmasını sağladı.
Modern genetiğin temeli 1865 yılında Gregor Mendel'in çalışmalarıyla başlamıştır. Bu çalışma biyolojik kalıtımın ilkelerini ana hatlarıyla ortaya koymuştur. Ancak Mendel'in çalışmalarının önemi, modern sentezin, Darwinci evrim ile klasik genetiği uzlaştırmasıyla evrimin birleşik bir teori haline geldiği 20. yüzyılın başlarına kadar anlaşılamamıştır. 1940'larda ve 1950'lerin başında Alfred Hershey ve Martha Chase tarafından yapılan bir dizi deney, genler olarak bilinen özellik taşıyıcı birimleri barındıran kromozomların bileşeni olarak DNA'ya işaret etti. James Watson ve Francis Crick'in 1953'te DNA'nın çift sarmal yapısını keşfetmesiyle birlikte virüsler ve bakteriler gibi yeni model organizma türlerine odaklanılması, moleküler genetik çağına geçişi işaret etmiştir. 1950'lerden itibaren biyoloji, moleküler alanda büyük ölçüde genişlemiştir. DNA'nın kodonlar içerdiği anlaşıldıktan sonra genetik kod Har Gobind Khorana, Robert W. Holley ve Marshall Warren Nirenberg tarafından kırılmıştır. İnsan Genom Projesi 1990 yılında insan genomunun haritasını çıkarmak için başlatıldı.
Kimyasal temel.
Atomlar ve moleküller.
Tüm organizmalar kimyasal elementlerden oluşur; oksijen, karbon, hidrojen ve azot tüm organizmaların kütlesinin çoğunu (%96), kalsiyum, fosfor, kükürt, sodyum, klor ve magnezyum ise geri kalanının tümünü oluşturur. Değişik elementler birleşerek yaşam için temel olan su gibi bileşikler oluşturabilir. Biyokimya, canlı organizmalar içindeki ve bunlarla ilgili kimyasal süreçlerin incelenmesidir. Moleküler biyoloji, moleküler sentez, modifikasyon, mekanizmalar ve etkileşimler de olmak üzere hücreler içindeki ve arasındaki biyolojik aktivitenin moleküler temelini anlamaya çalışan biyoloji dalıdır.
Su.
Yaşam, yaklaşık 3,8 milyar yıl önce oluşan Dünya'nın ilk okyanusundan ortaya çıktı. O zamandan beri su, her organizmada en çok bulunan molekül olmaya devam etmektedir. Su, sulu bir çözelti oluşturmak için sodyum ve klorür iyonları veya diğer küçük moleküller gibi çözünen maddeleri çözebilen etkili bir çözücü olduğu için yaşam için önemlidir. Suda çözündükten sonra, bu çözünen maddelerin birbirleriyle temas etme olasılığı daha yüksektir ve bu nedenle yaşamı sürdüren kimyasal reaksiyonlarda yer alırlar. Moleküler yapısı bakımından su, iki hidrojen (H) atomunun bir oksijen (O) atomuna (H2O) polar kovalent bağlarla bağlanmasıyla oluşan bükülmüş bir şekle sahip küçük bir polar moleküldür. O-H bağları polar olduğundan, oksijen atomu hafif bir negatif yüke ve iki hidrojen atomu hafif bir pozitif yüke sahiptir. Suyun bu polar özelliği, hidrojen bağları yoluyla diğer su moleküllerini çekmesini sağlar ve bu da suyu kohezyon hale getirir. Yüzey gerilimi, sıvı yüzeyindeki moleküller arasındaki çekimden kaynaklanan kohezif kuvvetten kaynaklanır. Su aynı zamanda polar veya yüklü su dışı moleküllerin yüzeyine yapışabildiği için adeziftir. Su, sıvı olarak katı (veya buz) olduğundan daha yoğundur. Suyun bu benzersiz özelliği, buzun göletler, göller ve okyanuslar gibi sıvı suyun üzerinde yüzmesine ve böylece aşağıdaki sıvıyı yukarıdaki soğuk havadan yalıtmasına olanak tanır. Su, etanol gibi diğer çözücülerden daha yüksek bir özgül ısı kapasitesi sağlayarak enerjiyi emme kapasitesine sahiptir. Bu nedenle sıvı suyu, su buharına dönüştürmek üzere su molekülleri arasındaki hidrojen bağlarını kırmak için büyük miktarda enerjiye ihtiyaç vardır. Bir molekül olarak su tamamen kararlı değildir, çünkü her bir su molekülü tekrar bir su molekülüne dönüşmeden önce sürekli olarak hidrojen ve hidroksil iyonlarına ayrışır. Saf suda, hidrojen iyonlarının sayısı hidroksil iyonlarının sayısını dengeler (veya eşitler), bu da pH'ın nötr olmasıyla sonuçlanır.
Organik bileşikler.
Organik bileşikler, hidrojen gibi başka bir elemente bağlı karbon içeren moleküllerdir. Su haricinde, her organizmayı oluşturan neredeyse bütün moleküller karbon içerir. Karbon, diğer dört atomla kovalent bağlar oluşturabilir ve bu da çeşitli, büyük ve karmaşık moleküller oluşturmasını sağlar. Örneğin, tek bir karbon atomu metanda olduğu gibi dört tek kovalent bağ, karbondioksitte (CO2) olduğu gibi iki adet ikili kovalent bağ veya karbonmonoksitte (CO) olduğu gibi üçlü kovalent bağ oluşturabilir. Ayrıca karbon, oktan gibi birbirine bağlı karbon-karbon bağlarından oluşan çok uzun zincirler veya glukoz gibi halka benzeri yapılar oluşturabilir.
Organik bir molekülün en basit şekli, bir karbon atomu zincirine bağlanmış hidrojen atomlarından oluşan geniş bir organik bileşik ailesi olan hidrokarbondur. Bir hidrokarbon omurgası, oksijen (O), hidrojen (H), fosfor (P) ve kükürt (S) gibi diğer elementlerle ikame edilebilir ve bu da o bileşiğin kimyasal davranışını değiştirebilir. Bu elementleri (O-, H-, P- ve S-) içeren ve merkezi bir karbon atomuna veya iskeletine bağlanmış atom gruplarına fonksiyonel gruplar denir. Organizmalarda bulunabilen altı önemli fonksiyonel grup vardır: amino grubu, karboksil grubu, karbonil grubu, hidroksil grubu, fosfat grubu ve sülfhidril grubu.
1953 yılında Miller-Urey deneyi, organik bileşiklerin Dünya'nın erken dönemlerindeki koşulları taklit eden kapalı bir sistem içinde abiyotik olarak sentezlenebileceğini göstermiş, böylece karmaşık organik moleküllerin Dünya'nın erken dönemlerinde kendiliğinden ortaya çıkmış olabileceğini öne sürmüştür (bkz. abiyogenez).
Makromoleküller.
Makromoleküller, daha küçük alt birimlerden veya monomerlerden oluşan büyük moleküllerdir. Monomerler; şekerler, amino asitler ve nükleotitleri içerir. Karbonhidratlar, şekerlerin monomerlerini ve polimerlerini içerir. Lipitler, polimerlerden oluşmayan tek makromolekül sınıfıdır. Büyük ölçüde polar olmayan ve hidrofobik (su itici) maddeler olan steroidleri, fosfolipitleri ve yağları içerir. Proteinler makromoleküllerin en çeşitlisidir. Enzimleri, taşıma proteinlerini, büyük sinyal moleküllerini, antikorları ve yapısal proteinleri içerirler. Bir proteinin temel birimi (veya monomeri) bir amino asittir. Proteinlerde yirmi amino asit kullanılır. Nükleik asitler, nükleotit polimerleridir. İşlevleri kalıtsal bilgiyi depolamak, iletmek ve ifade etmektir.
Hücreler.
Hücre teorisi, hücrelerin yaşamın temel birimleri olduğunu, tüm canlıların bir veya daha fazla hücreden oluştuğunu ve tüm hücrelerin hücre bölünmesi yoluyla önceden var olan hücrelerden meydana geldiğini belirtir. Çoğu hücre çok küçüktür, çapları 1 ile 100 mikrometre arasında değişir ve bu nedenle yalnızca ışık veya elektron mikroskobu altında görülebilir. Genel olarak iki tür hücre vardır: çekirdek içeren ökaryotik hücreler ve çekirdek içermeyen prokaryotik hücreler. Prokaryotlar bakteri gibi tek hücreli organizmalardır, ökaryotlar ise tek hücreli veya çok hücreli olabilir. Çok hücreli organizmalarda, organizmanın vücudundaki her hücre nihayetinde döllenmiş bir yumurtadaki tek bir hücreden türemiştir.
Hücre yapısı.
Her hücre, sitoplazmasını hücre dışı boşluktan ayıran bir hücre zarı içinde yer alır. Bir hücre zarı, çeşitli sıcaklıklarda akışkanlıklarını korumak için fosfolipitler arasında yer alan kolesteroller de dahil olmak üzere çift katlı lipit katmanından oluşur. Hücre zarları yarı geçirgendir; oksijen, karbondioksit ve su gibi küçük moleküllerin geçmesine izin verirken daha büyük moleküllerin ve iyonlar gibi yüklü parçacıkların hareketini kısıtlar. Hücre zarları ayrıca, zar taşıyıcıları olarak hizmet eden zar boyunca giden integral zar proteinleri ve hücre zarının dış tarafına gevşek bir şekilde bağlanan ve hücreyi şekillendiren enzimler olarak hareket eden periferik proteinler de dahil olmak üzere zar proteinleri içerir. Hücre zarları hücre adezyonu, elektrik enerjisinin depolanması ve hücre sinyalizasyonu gibi çeşitli hücresel süreçlerde yer alır ve hücre duvarı, glikokaliks ve hücre iskeleti gibi çeşitli hücre dışı ve içi yapılar için bağlantı yüzeyi görevi görür.
Bir hücrenin sitoplazması içinde proteinler ve nükleik asitler gibi birçok biyomolekül bulunur. Biyomoleküllere ek olarak, ökaryotik hücreler, kendi lipit çift tabakalarına sahip olan veya uzamsal olarak birimler olan organel adı verilen özel yapılara sahiptir. Bu organeller, hücrenin DNA'sının çoğunu içeren hücre çekirdeğini veya hücresel süreçlere güç sağlamak için adenozin trifosfat (ATP) üreten mitokondriyi içerir. Endoplazmik retikulum ve Golgi aygıtı gibi diğer organeller sırasıyla proteinlerin sentezinde ve paketlenmesinde rol oynar. Proteinler gibi biyomoleküller, bir başka özelleşmiş organel olan lizozomlar tarafından yutulabilir. Bitki hücreleri, bitki hücresine destek sağlayan bir hücre duvarı, şeker üretmek için güneş ışığı enerjisini toplayan kloroplastlar ve bitki tohumlarının çoğaltılması ve parçalanmasında yer almanın yanı sıra depolama ve yapısal destek sağlayan kofullar gibi onları hayvan hücrelerinden ayıran ek organellere sahiptir. Ökaryotik hücreler ayrıca mikrotübüller, ara filamentler ve mikrofilamentlerden oluşan hücre iskeletine sahiptir; bunların tümü hücreye destek sağlar ve hücre ile organellerinin hareketinde rol oynar. Yapısal bileşimleri açısından mikrotübüller tübülinden (örneğin α-tubulin ve β-tubulin) oluşurken ara filamentler fibröz proteinlerden oluşur. Mikrofilamentler, diğer protein iplikleriyle etkileşime giren aktin moleküllerinden oluşur.
Metabolizma.
Tüm hücreler, hücresel süreçleri sürdürebilmek için enerjiye ihtiyaç duyar. Metabolizma, bir organizmadaki kimyasal reaksiyonlar bütünüdür. Metabolizmanın üç ana amacı şunlardır: hücresel süreçleri yürütmek için gıdanın enerjiye dönüştürülmesi; gıda/yakıtın monomer yapı taşlarına dönüştürülmesi; ve metabolik atıkların ortadan kaldırılması. Enzim katalizli bu reaksiyonlar organizmaların büyümesini ve çoğalmasını, yapılarını korumasını ve çevrelerine tepki vermesini sağlar. Metabolik reaksiyonlar katabolik - bileşiklerin parçalanması (örneğin, glikozun hücresel solunumla piruvata parçalanması); veya anabolik - bileşiklerin oluşturulması (sentez) (proteinler, karbonhidratlar, lipitler ve nükleik asitler gibi) olarak kategorize edilebilir. Genellikle katabolizma enerji açığa çıkarır ve anabolizma enerji tüketir. Metabolizmanın kimyasal reaksiyonları, bir kimyasalın bir dizi adımla başka bir kimyasala dönüştürüldüğü ve her adımın belirli bir enzim tarafından kolaylaştırıldığı metabolik yollar halinde düzenlenir. Enzimler metabolizma için çok önemlidir, çünkü organizmaların enerji gerektiren ve kendiliğinden gerçekleşmeyecek reaksiyonları, enerji açığa çıkaran spontane reaksiyonlara bağlayarak yürütmelerini sağlarlar. Enzimler, reaktanları ürünlere dönüştürmek için gereken aktivasyon enerjisi miktarını azaltarak katalizör görevi görürler - bir reaksiyonun daha hızlı ilerlemesini sağlarlar. Enzimler ayrıca, örneğin hücrenin çevresindeki değişikliklere veya diğer hücrelerden gelen sinyallere yanıt olarak bir metabolik reaksiyonun hızının düzenlenmesine de izin verir.
Hücresel solunum.
Hücresel solunum, besinlerden gelen kimyasal enerjiyi adenozin trifosfata (ATP) dönüştürmek ve ardından atık ürünleri serbest bırakmak için hücrelerde gerçekleşen bir dizi metabolik reaksiyon ve süreçtir. Solunumda yer alan reaksiyonlar, büyük molekülleri daha küçük moleküllere ayırarak enerji açığa çıkaran katabolik reaksiyonlardır. Solunum, bir hücrenin hücresel aktiviteyi beslemek için kimyasal enerji açığa çıkarmasının temel yollarından biridir. Genel reaksiyon, bazıları redoks reaksiyonları olan bir dizi biyokimyasal adımda gerçekleşir. Hücresel solunum teknik olarak bir yanma reaksiyonu olsa da bir dizi reaksiyondan yavaş ve kontrollü enerji salınımı nedeniyle bir hücrede gerçekleştiğinde açıkça bir yanma reaksiyonuna benzemez.
Glukoz formundaki şeker, hayvan ve bitki hücreleri tarafından solunumda kullanılan ana besindir. Oksijen içeren hücresel solunuma aerobik solunum denir ve dört aşaması vardır: glikoliz, sitrik asit döngüsü (veya Krebs döngüsü), elektron taşıma zinciri ve oksidatif fosforilasyon. Glikoliz, glukozun iki pirüvata dönüştürüldüğü ve aynı anda iki net ATP molekülünün üretildiği sitoplazmada meydana gelen metabolik bir süreçtir. Her bir piruvat daha sonra piruvat dehidrojenaz kompleksi tarafından asetil-KoA'ya oksitlenir ve bu da NADH ve karbondioksit üretir. Asetil-KoA, mitokondriyal matriks içinde gerçekleşen sitrik asit döngüsüne girer. Döngünün sonunda, 1 glukozdan (veya 2 piruvattan) elde edilen toplam verim 6 NADH, 2 FADH2 ve 2 ATP molekülüdür. Son olarak, bir sonraki aşama, ökaryotlarda mitokondriyal kristada meydana gelen oksidatif fosforilasyondur. Oksidatif fosforilasyon, elektronları bir kompleksten diğerine aktaran ve böylece protonların (hidrojen iyonları) iç mitokondriyal membran boyunca pompalanmasına (kemiosmoz) bağlanan NADH ve FADH2'den enerji açığa çıkaran dört protein kompleksi serisi olan elektron taşıma zincirini içerir ve bu da bir proton hareket gücü oluşturur. Proton hareket gücünden gelen enerji, ATP sentaz enzimini ADP'leri fosforile ederek daha fazla ATP sentezlemesi için harekete geçirir. Elektron transferi, son elektron alıcısı olan moleküler oksijen ile sona erer.
Eğer oksijen mevcut olmasaydı, pirüvat hücresel solunumla metabolize olmaz ancak bir fermantasyon sürecine girerdi. Piruvat mitokondriyona taşınmaz ancak sitoplazmada kalır ve burada hücreden uzaklaştırılabilecek atık ürünlere dönüştürülür. Bu, elektron taşıyıcılarının tekrar glikoliz yapabilmeleri için oksitlenmesi ve fazla piruvatın uzaklaştırılması amacına hizmet eder. Fermantasyon NADH'yi NAD+'ya okside eder, böylece glikolizde yeniden kullanılabilir. Oksijen yokluğunda, fermantasyon sitoplazmada NADH birikmesini önler ve glikoliz için NAD+ sağlar. Bu atık ürün organizmaya bağlı olarak değişir. İskelet kaslarında atık ürün laktik asittir. Bu tür fermantasyona laktik asit fermantasyonu denir. Yorucu egzersizlerde, enerji talepleri enerji arzını aştığında, solunum zinciri NADH tarafından birleştirilen tüm hidrojen atomlarını işleyemez. Anaerobik glikoliz sırasında, hidrojen çiftleri piruvat ile birleşerek laktat oluşturduğunda NAD+ yeniden üretilir. Laktat oluşumu, tersinir bir reaksiyonda laktat dehidrojenaz tarafından katalize edilir. Laktat ayrıca karaciğer glikojeni için dolaylı bir öncü olarak da kullanılabilir. İyileşme sırasında, oksijen kullanılabilir hale geldiğinde, NAD+ ATP oluşturmak için laktattan gelen hidrojene bağlanır. Mayada atık ürünler etanol ve karbondioksittir. Bu fermantasyon türü alkolik fermantasyon veya etanol fermantasyonu olarak bilinir. Bu süreçte üretilen ATP, oksijen gerektirmeyen substrat düzeyinde fosforilasyon ile yapılır.
Fotosentez.
Fotosentez, bitkiler ve diğer organizmalar tarafından ışınım enerjisini kimyasal enerjiye dönüştürmek için kullanılan ve daha sonra hücresel solunum yoluyla organizmanın metabolik faaliyetlerini beslemek için serbest bırakılabilen bir süreçtir. Bu kimyasal enerji, karbondioksit ve sudan sentezlenen şekerler gibi karbonhidrat moleküllerinde depolanır. Çoğu durumda oksijen atık ürün olarak açığa çıkar. Çoğu bitki, alg ve siyanobakteri, Dünya atmosferinin oksijen içeriğinin üretilmesinden ve korunmasından büyük ölçüde sorumlu olan fotosentezi gerçekleştirir ve Dünya'daki yaşam için gerekli enerjinin çoğunu sağlar.
Fotosentezin dört aşaması vardır: Işık emilimi, elektron taşınımı, ATP sentezi ve karbon fiksasyonu. Işık emilimi fotosentezin ilk adımıdır ve ışık enerjisi tilakoid zarlardaki proteinlere bağlı klorofil pigmentleri tarafından emilir. Emilen ışık enerjisi, elektronları bir donörden (su) birincil elektron alıcısına, Q olarak adlandırılan bir kinona çıkarmak için kullanılır. İkinci aşamada elektronlar, fotosistem I (PSI) adı verilen bir protein kompleksinde gerçekleşen bir işlem olan NADPH'ye indirgenen genellikle NADP+'nin oksitlenmiş formu olan son bir elektron alıcısına ulaşana kadar kinon birincil elektron alıcısından bir dizi elektron taşıyıcısı aracılığıyla hareket eder. Elektronların taşınması, protonların (veya hidrojenin) stromadan tilakoid membrana hareketiyle bağlantılıdır, bu da hidrojen lümende stromaya göre daha konsantre hale geldikçe membran boyunca bir pH gradyanı oluşturur. Bu, aerobik solunumda iç mitokondriyal membran boyunca üretilen proton-motor gücüne benzer.
Fotosentezin üçüncü aşamasında, protonların ATP sentaz aracılığıyla tilakoid lümenden stromaya konsantrasyon gradyanlarından aşağı hareketi, aynı ATP sentaz tarafından ATP sentezine bağlanır. Sırasıyla ikinci ve üçüncü aşamalardaki ışığa bağlı reaksiyonlar tarafından üretilen NADPH ve ATP'ler, Calvin döngüsü adı verilen ışıktan bağımsız (veya karanlık) reaksiyonlar dizisinde atmosferik karbondioksiti ribuloz bisfosfat (RuBP) gibi mevcut organik karbon bileşiklerine sabitleyerek glikoz sentezini yönlendirmek için enerji ve elektron sağlar.
Hücre sinyalizasyonu.
Hücre sinyalizasyonu (veya iletişimi), hücrelerin sinyalleri alma, işleme ve çevresiyle ve kendisiyle iletme yeteneğidir. Sinyaller ışık, elektriksel uyarılar ve ısı gibi kimyasal olmayan sinyaller olabileceği gibi, başka bir hücrenin hücre zarında gömülü olarak bulunan veya bir hücrenin derinliklerinde yer alan reseptörlerle etkileşime giren kimyasal sinyaller (veya ligandlar) de olabilir. Genel olarak dört tür kimyasal sinyal vardır: otokrin, parakrin, jukstakrin ve hormonlar. Otokrin sinyalizasyonda, ligand onu salan hücreyi etkiler. Örneğin tümör hücreleri, kendi bölünmelerini başlatan sinyaller salgıladıkları için kontrolsüz bir şekilde çoğalabilirler. Parakrin sinyalizasyonda, ligand yakındaki hücrelere yayılır ve onları etkiler. Örneğin, nöron adı verilen beyin hücreleri, başka bir nöron veya kas hücresi gibi bitişik bir hücre üzerindeki bir reseptöre bağlanmak için sinaptik bir yarık boyunca yayılan nörotransmitter adı verilen ligandları serbest bırakır. Jukstakrin sinyalizasyonda, sinyal veren ve yanıt veren hücreler arasında doğrudan temas vardır. Son olarak, hormonlar, hedef hücrelerine ulaşmak için hayvanların dolaşım sistemleri veya bitkilerin vasküler sistemleri boyunca yolculuk eden ligandlardır. Bir ligand bir reseptöre bağlandığında, reseptörün türüne bağlı olarak başka bir hücrenin davranışını etkileyebilir. Örneğin, inotropik bir reseptöre bağlanan nörotransmitterler hedef hücrenin uyarılabilirliğini değiştirebilir. Diğer reseptör türleri arasında protein kinaz reseptörleri (örneğin, insülin hormonu reseptörü) ve G proteinine bağlı reseptörler bulunur. G proteini kenetli reseptörlerin aktivasyonu ikinci haberci kaskadlarını başlatabilir. Kimyasal veya fiziksel bir sinyalin bir dizi moleküler olay olarak bir hücre boyunca iletildiği sürece sinyal transdüksiyonu denir.
Hücre döngüsü.
Hücre döngüsü, bir hücrede gerçekleşen ve hücrenin iki yavru hücreye bölünmesine neden olan bir dizi olaydır. Bu olaylar, DNA'sının ve bazı organellerinin çoğalmasını ve ardından hücre bölünmesi adı verilen bir süreçte sitoplazmasının iki yavru hücreye ayrılmasını içerir. Ökaryotlarda (yani hayvan, bitki, mantar ve protist hücrelerinde) iki farklı hücre bölünmesi tipi vardır: mitoz ve mayoz. Mitoz, çoğaltılmış kromozomların iki yeni çekirdeğe ayrıldığı hücre döngüsünün bir parçasıdır. Hücre bölünmesi, toplam kromozom sayısının korunduğu genetik olarak özdeş hücrelerin ortaya çıkmasını sağlar. Genel olarak mitozdan (çekirdeğin bölünmesi) önce interfazın S aşaması (DNA'nın kopyalandığı) gelir ve genellikle bunu telofaz ve sitokinez izler; bu da bir hücrenin sitoplazmasını, organellerini ve hücre zarını, bu hücresel bileşenlerin kabaca eşit paylarını içeren iki yeni hücreye böler. Mitozun farklı aşamaları hep birlikte bir hayvan hücre döngüsünün mitotik aşamasını tanımlar - ana hücrenin genetik olarak özdeş iki yavru hücreye bölünmesi. Hücre döngüsü, tek hücreli döllenmiş bir yumurtanın olgun bir organizmaya dönüşmesinin yanı sıra saç, deri, kan hücreleri ve bazı iç organların yenilendiği hayati bir süreçtir. Hücre bölünmesinden sonra, yavru hücrelerin her biri yeni bir döngünün interfazına başlar. Mitozun aksine mayoz, bir tur DNA replikasyonunun ardından iki bölünme geçirerek dört haploid yavru hücre ile sonuçlanır. Homolog kromozomlar ilk bölünmede (mayoz I) ayrılır ve kardeş kromatidler ikinci bölünmede (mayoz II) ayrılır. Bu hücre bölünme döngülerinin her ikisi de yaşam döngülerinin bir noktasında eşeyli üreme sürecinde kullanılır. Her ikisinin de son ökaryotik ortak atada mevcut olduğuna inanılmaktadır.
Prokaryotlar (yani arkea ve bakteriler) da hücre bölünmesi (veya ikili fisyon) geçirebilir. Ökaryotlardaki mitoz ve mayoz süreçlerinden farklı olarak, prokaryotlarda ikili fisyon hücre üzerinde bir iğ aparatı oluşmadan gerçekleşir. İkili bölünmeden önce, bakterideki DNA sıkıca sarılmıştır. Sarmalı çözüldükten ve çoğaldıktan sonra, bölünmeye hazırlanmak için boyutu arttıkça bakterinin ayrı kutuplarına çekilir. Bakteriyi ayırmak için yeni bir hücre duvarının büyümesi başlar. (FtsZ polimerizasyonu ve "Z halkası" oluşumu ile tetiklenir) Yeni hücre duvarı (septum) tamamen gelişir ve bakterinin tamamen bölünmesiyle sonuçlanır. Yeni yavru hücreler sıkıca sarılmış DNA çubuklarına, ribozomlara ve plazmidlere sahiptir.
Genetik.
Kalıtım.
Genetik, kalıtım üzerine yapılan bilimsel bir çalışmadır. Özellikle Mendel kalıtımı, genlerin ve özelliklerin ebeveynlerden yavrulara aktarıldığı süreçtir. Birkaç prensibi vardır. Bunlardan ilki, genetik özelliklerin, yani alellerin birbirinden ayrı olduğu ve her biri iki ebeveynden birinden miras alınan alternatif formlara sahip olduğudur (örneğin, mor ile beyaz veya uzun ile cüce). Bazı alellerin baskın, diğerlerinin ise çekinik olduğunu belirten baskınlık ve tekdüzelik yasasına göre; en az bir baskın alele sahip bir organizma, bu baskın alelin fenotipini sergileyecektir. Gamet oluşumu sırasında, her gen için aleller ayrışır, böylece her gamet her gen için yalnızca bir alel taşır. Heterozigotik bireyler eşit sıklıkta iki alele sahip gametler üretir. Son olarak, bağımsız çeşitlilik yasası, farklı özellikteki genlerin, gametlerin oluşumu sırasında bağımsız olarak ayrışabileceğini, yani genlerin bağlantısız olduğunu belirtir. Bu kuralın bir istisnası, cinsiyete bağlı olan özellikleri içerir. Baskın bir fenotipe sahip bir organizmanın altta yatan genotipini deneysel olarak belirlemek için test çaprazlamaları yapılabilir. Bir test çaprazlamasının sonuçlarını tahmin etmek için bir Punnett karesi kullanılabilir. Genlerin kromozomlar üzerinde bulunduğunu belirten kromozom kalıtım teorisi, Thomas Hunt Morgan'ın meyve sinekleriyle yaptığı ve bu böceklerde göz rengi ile cinsiyet arasındaki bağlantıyı ortaya koyan deneylerle desteklenmiştir.
Genler ve DNA.
Gen, bir organizmanın biçimini veya işlevini kontrol eden genetik bilgiyi taşıyan bir deoksiribonükleik asit (DNA) bölgesine karşılık gelen bir kalıtım birimidir. DNA, çift sarmal oluşturmak üzere birbiri etrafında sarılan iki polinükleotit zincirinden oluşur. Ökaryotlarda doğrusal kromozomlar, prokaryotlarda ise dairesel kromozomlar halinde bulunur. Bir hücredeki kromozom kümesi topluca genom olarak bilinir. Ökaryotlarda DNA esas olarak hücre çekirdeğinde bulunur. Prokaryotlarda DNA nükleoit içinde tutulur. Genetik bilgi genler içinde tutulur ve bir organizmadaki tüm topluluğa genotip denir. DNA replikasyonu, her bir ipliğin yeni bir DNA ipliği için şablon görevi gördüğü yarı korunumlu bir süreçtir. Mutasyonlar DNA'daki kalıtsal değişikliklerdir. Düzeltme okuması ile düzeltilmeyen replikasyon hatalarının bir sonucu olarak kendiliğinden ortaya çıkabilir veya bir kimyasal (örneğin, nitröz asit, benzopiren) veya radyasyon (örneğin, x-ışını, gama ışını, ultraviyole radyasyon, kararsız izotoplar tarafından yayılan parçacıklar) gibi çevresel bir mutajen tarafından indüklenebilirler. Mutasyonlar, işlev kaybı, işlev kazanımı ve koşullu mutasyonlar gibi fenotipik etkilere yol açabilir. Bazı mutasyonlar, evrim için genetik varyasyon kaynağı olduklarından faydalıdır. Diğerleri ise hayatta kalmak için gerekli genlerin işlev kaybına yol açmaları halinde zararlıdır. Kanserojenler gibi mutajenlerden genellikle halk sağlığı politikası hedefleri doğrultusunda kaçınılır.
Gen ifadesi.
Gen ifadesi, DNA'da kodlanmış bir genotipin bir organizmanın vücudundaki proteinlerde gözlemlenebilir bir fenotipe yol açtığı moleküler süreçtir. Bu süreç, 1958 yılında Francis Crick tarafından formüle edilen moleküler biyolojinin merkezi dogması ile özetlenmektedir. Merkezi dogmaya göre genetik bilgi DNA'dan RNA'ya ve oradan da proteine akar. İki gen ifade süreci vardır: transkripsiyon (DNA'dan RNA'ya) ve translasyon (RNA'dan proteine).
Gen düzenlenmesi.
Gen ifadesinin çevresel faktörler tarafından ve gelişimin farklı aşamalarında düzenlenmesi, transkripsiyon, RNA ekleme, translasyon ve bir proteinin translasyon sonrası modifikasyonu gibi sürecin her adımında gerçekleşebilir. Gen ifadesi, transkripsiyon faktörleri olarak adlandırılan iki tip düzenleyici proteinden promotöre yakınlığı veya promotördeki DNA dizisine bağlandığına bağlı olarak pozitif veya negatif düzenlemeden etkilenebilir. Aynı promotörü paylaşan bir gen kümesine operon denir ve çoğunlukla prokaryotlarda ve bazı alt ökaryotlarda (örneğin "Caenorhabditis elegans") bulunur. Gen ifadesinin pozitif düzenlenmesinde, aktivatör, promotörün yakınındaki veya promotördeki diziye bağlandığında transkripsiyonu uyaran transkripsiyon faktörüdür. Negatif düzenleme, represör adı verilen başka bir transkripsiyon faktörü, transkripsiyonu önlemek için bir operonun parçası olan operatör adı verilen bir DNA dizisine bağlandığında meydana gelir. Represörler, indükleyici adı verilen bileşikler (örneğin allolaktoz) tarafından inhibe edilebilir ve böylece transkripsiyonun gerçekleşmesine izin verilir. Neredeyse sürekli aktif olan konstitütif genlerin aksine, indükleyiciler tarafından aktive edilebilen spesifik genlere indüklenebilir genler denir. Her ikisinin aksine, yapısal genler gen düzenlemesinde yer almayan proteinleri kodlar. Promoteri içeren düzenleyici olaylara ek olarak, gen ifadesi, ökaryotik hücrelerde bulunan bir DNA ve protein kompleksi olan kromatindeki epigenetik değişikliklerle de düzenlenebilir.
Genler, gelişim ve evrim.
Gelişim, çok hücreli bir organizmanın (bitki veya hayvan) tek bir hücreden başlayarak bir dizi değişim geçirdiği ve yaşam döngüsünün karakteristiği olan çeşitli formlara büründüğü süreçtir. Gelişimin altında yatan dört temel süreç vardır: belirleme, farklılaşma, morfogenez ve büyüme. Belirleme, bir hücrenin gelişimsel kaderini belirler ve bu kader gelişim sırasında daha kısıtlayıcı hale gelir. Farklılaşma, kök hücreler gibi daha az özelleşmiş hücrelerden özelleşmiş hücrelerin oluşması sürecidir. Kök hücreler, çeşitli hücre türlerine farklılaşabilen ve aynı kök hücreden daha fazla üretmek için süresiz olarak çoğalabilen farklılaşmamış veya kısmen farklılaşmış hücrelerdir. Hücresel farklılaşma bir hücrenin boyutunu, şeklini, membran potansiyelini, metabolik aktivitesini ve sinyallere duyarlılığını önemli ölçüde değiştirir ve bunlar büyük ölçüde gen ifadesi ve epigenetikteki yüksek kontrollü değişikliklere bağlıdır. Birkaç istisna dışında, hücresel farklılaşma neredeyse hiçbir zaman DNA dizisinin kendisinde bir değişiklik içermez. Bu nedenle, farklı hücreler aynı genoma sahip olmalarına rağmen çok farklı fiziksel özelliklere sahip olabilirler. Morfogenez veya vücut formunun gelişimi, gen ifadesindeki uzamsal farklılıkların sonucudur. Bir organizmanın genomunda bulunan ve gelişimsel-genetik araç seti olarak adlandırılan genlerin küçük bir kısmı o organizmanın gelişimini kontrol eder. Bu araç seti genleri, şubeler arasında yüksek oranda korunur, yani çok eski ve geniş ölçüde ayrılmış hayvan gruplarında çok benzerdirler. Araç genlerinin konuşlandırılmasındaki farklılıklar vücut planını ve vücut parçalarının sayısını, kimliğini ve düzenini etkiler. En önemli araç genleri arasında "Hox" genleri yer alır. Hox genleri, yılanların birçok omuru gibi tekrar eden parçaların, gelişmekte olan bir embriyo veya larvada nerede büyüyeceğini belirler.
Evrim.
Evrimsel süreçler.
Evrim, biyolojide merkezi bir düzenleyici kavramdır. Birbirini izleyen nesiller boyunca popülasyonların kalıtsal özelliklerinde meydana gelen değişimdir. Yapay seçilimde, hayvanlar belirli özellikler için seçici olarak yetiştirilirdi. Özelliklerin kalıtsal olduğu, popülasyonların çeşitli özelliklerin karışımını içerdiği ve üremenin herhangi bir popülasyonu artırabildiği göz önüne alındığında, Darwin, doğal dünyada, belirli özellikler için seçimde insanların rolünü oynayanın doğa olduğunu savundu. Darwin, çevrelerine daha iyi adapte olmuş kalıtsal özelliklere sahip bireylerin hayatta kalma ve diğer bireylerden daha fazla yavru üretme olasılığının daha yüksek olduğu sonucuna varmıştır. Ayrıca bunun, birbirini izleyen nesiller boyunca olumlu özelliklerin birikmesine yol açacağı ve böylece organizmalar ile çevreleri arasındaki uyumu artıracağı sonucuna varmıştır.
Türleşme.
Tür, birbiriyle çiftleşen bir grup organizmadır ve türleşme, bir soyun birbirinden bağımsız olarak evrimleşmesi sonucunda iki soya ayrılması sürecidir. Türleşmenin gerçekleşmesi için üreme izolasyonunun olması gerekir. Üreme izolasyonu, Bateson-Dobzhansky-Muller modelinde tanımlandığı gibi genler arasındaki uyumsuzluklardan kaynaklanabilir. Üreme izolasyonu da genetik farklılaşmayla birlikte artma eğilimindedir. Türleşme, allopatrik türleşme olarak bilinen bir süreç olan atasal bir türü bölen fiziksel engeller olduğunda meydana gelebilir.
Filogeni.
Filogeni, belirli bir organizma grubunun veya genlerinin evrimsel geçmişidir. Organizmalar veya genleri arasındaki soy çizgilerini gösteren bir diyagram olan filogenetik bir ağaç kullanılarak temsil edilebilir. Bir ağacın zaman ekseninde çizilen her çizgi, belirli bir türün veya popülasyonun soyundan gelen yeni bir soyu temsil eder. Bir soy ikiye ayrıldığında, filogenetik ağaç üzerinde bir çatal veya bölünme olarak temsil edilir. Filogenetik ağaçlar, farklı türlerin karşılaştırılması ve gruplandırılması için temel oluşturur. Ortak bir atadan miras kalan bir özelliği paylaşan farklı türler, homolog özelliklere (veya sinapomorfi) sahip olarak tanımlanır. Filogeni, biyolojik sınıflandırmanın temelini oluşturur. Bu sınıflandırma sistemi sıralamaya dayalıdır; en üst sıradaki üst âlemin ardından âlem, şube, sınıf, takım, familya, cins ve tür gelir. Tüm organizmalar üç üst alemden birine ait olarak sınıflandırılabilir: Arkea (aslen Archaebacteria); bakteriler (aslen eubacteria) veya ökaryot (protist, mantar, bitki ve hayvan âlemlerini içerir).
Yaşamın tarihi.
Dünya üzerindeki yaşamın tarihi, organizmaların yaşamın ilk ortaya çıkışından günümüze kadar nasıl evrimleştiğinin izini sürer. Dünya yaklaşık 4,5 milyar yıl önce oluşmuştur ve hem yaşayan hem de soyu tükenmiş olan Dünya üzerindeki tüm yaşam, yaklaşık 3,5 milyar yıl önce yaşamış olan son evrensel ortak atadan türemiştir. Jeologlar, ilk üçü topluca Prekambriyen olarak bilinen ve yaklaşık 4 milyar yıl süren dört çağdan (Hadeen, Arkeen, Proterozoik ve Fanerozoyik) başlayarak Dünya tarihini ana bölümlere ayıran jeolojik bir zaman ölçeği geliştirmişlerdir. Her çağ kendi içinde dönemlere ayrılabilir; 539 milyon yıl önce başlayan Fanerozoik çağ Paleozoyik, Mezozoyik ve Senozoyik çağlara bölünmüştür. Bu üç dönem birlikte on bir dönemi (Kambriyen, Ordovisiyen, Silüriyen, Devoniyen, Karbonifer, Permiyen, Triyas, Jura, Kretase, Tersiyer ve Kuvaterner) kapsamaktadır.
Günümüzde bilinen tüm türler arasındaki benzerlikler, bunların ortak atalarından evrim süreci yoluyla farklılaştıklarını göstermektedir. Biyologlar genetik kodun her yerde bulunmasını tüm bakteri, arke ve ökaryotlar için evrensel ortak soyun kanıtı olarak görmektedir. Bir arada var olan bakteri ve arkelerden oluşan mikrobiyal matlar, erken Arkeen çağında baskın yaşam biçimiydi ve erken evrimdeki önemli adımların çoğunun bu ortamda gerçekleştiği düşünülmektedir. Ökaryotlara dair en eski kanıtlar 1,85 milyar yıl öncesine aittir ve daha önce de mevcut olsalar da metabolizmalarında oksijen kullanmaya başladıklarında çeşitlenmeleri hızlanmıştır. Daha sonra, yaklaşık 1,7 milyar yıl önce, özelleşmiş işlevleri yerine getiren farklılaşmış hücrelerle birlikte çok hücreli organizmalar ortaya çıkmaya başlamıştır.
Alg benzeri çok hücreli kara bitkileri yaklaşık 1 milyar yıl öncesine kadar tarihlendirilse de kanıtlar mikroorganizmaların en az 2,7 milyar yıl önce en eski karasal ekosistemleri oluşturduğunu göstermektedir. Mikroorganizmaların Ordovisiyen döneminde kara bitkilerinin ortaya çıkmasına zemin hazırladığı düşünülmektedir. Kara bitkileri o kadar başarılı olmuştur ki Geç Devoniyen yok oluşu olayına katkıda bulundukları düşünülmektedir.
Ediyakaran biyotası Ediaykaran döneminde ortaya çıkarken, omurgalılar, diğer modern şubelerin çoğu ile birlikte yaklaşık 525 milyon yıl önce Kambriyen patlaması sırasında ortaya çıkmıştır. Permiyen döneminde, memelilerin ataları da dahil olmak üzere sinapsitler karaya hakim oldu, ancak bu grubun çoğu 252 milyon yıl önce Permiyen-Triyas yok oluşu olayında yok oldu. Bu felaketin ardından yaşanan toparlanma sürecinde, arkozorlar en bol bulunan kara omurgalıları haline gelmiş; bir arkozor grubu olan dinozorlar Jura ve Kretase dönemlerine hakim olmuştur. Kretase-Paleojen yok oluşu olayının 66 milyon yıl önce kuş olmayan dinozorları öldürmesinin ardından, memeliler boyut ve çeşitlilik açısından hızla artmıştır. Bu tür kitlesel yok oluşlar, yeni organizma gruplarının çeşitlenmesi için fırsatlar sağlayarak evrimi hızlandırmış olabilir.
Çeşitlilik.
Bakteriler ve Arkealar.
Bakteriler, prokaryotik mikroorganizmaların geniş bir üst âlemini oluşturan bir hücre türüdür. Tipik olarak birkaç mikrometre uzunluğunda olan bakteriler, kürelerden çubuklara ve spirallere kadar değişen çeşitli şekillere sahiptir. Bakteriler Dünya'da ortaya çıkan ilk yaşam formları arasındadır ve habitatların çoğunda bulunurlar. Bakteriler toprakta, suda, asidik kaplıcalarda, radyoaktif atıklarda ve yer kabuğunun derin biyosferinde yaşarlar. Bakteriler ayrıca bitki ve hayvanlarla simbiyotik ve parazit ilişkiler içinde yaşarlar. Bakterilerin çoğu karakterize edilmemiştir ve bakteriyel şubelerin sadece yüzde 27'sinin laboratuvarda yetiştirilebilen türleri vardır.
Arkealar, prokaryotik hücrelerin diğer üst âlemini oluşturur ve başlangıçta bakteri olarak sınıflandırılmış ve kullanımdan düşmüş bir terim olan arkebakteri (Archaebacteria âleminde) adını almıştır. Arkeal hücreler, onları diğer iki üst âlem olan bakteriler ve ökaryotlardan ayıran benzersiz özelliklere sahiptir. Arkealar ayrıca birden fazla tanınmış şubeye ayrılır. "Haloquadratum walsbyi"'nin düz ve kare hücreleri gibi birkaç arkea çok farklı şekillere sahip olsa da arkea ve bakteriler genellikle boyut ve şekil bakımından benzerdir. Bakterilerle olan bu morfolojik benzerliğe rağmen, arkealar, özellikle transkripsiyon ve translasyonda yer alan enzimler için ökaryotlarla daha yakından ilişkili genlere ve çeşitli metabolik yollara sahiptir. Arkeal biyokimyanın diğer yönleri benzersizdir, örneğin hücre zarlarında arkeoller de dahil olmak üzere eter lipitlere bağımlılıkları gibi. Arkealar ökaryotlardan daha fazla enerji kaynağı kullanır: bunlar şekerler gibi organik bileşiklerden amonyak, metal iyonları ve hatta hidrojen gazına kadar uzanır. Tuza toleranslı arkeler (Haloarkea) güneş ışığını enerji kaynağı olarak kullanır ve diğer arke türleri karbonu fikse eder, ancak bitkiler ve siyanobakterilerin aksine, bilinen hiçbir arke türü her ikisini de yapmaz. Arkealar ikili fisyon, parçalanma veya tomurcuklanma yoluyla eşeysiz olarak çoğalır; bakterilerin aksine, bilinen hiçbir arkea türü endospor oluşturmaz.
İlk gözlemlenen arkealar, başka organizmaların bulunmadığı kaplıcalar ve tuz gölleri gibi ekstrem ortamlarda yaşayan ekstremofillerdi. Geliştirilmiş moleküler tespit araçları, toprak, okyanuslar ve bataklıklar da dahil olmak üzere hemen hemen her habitatta arkeaların keşfedilmesine yol açmıştır. Arkealar özellikle okyanuslarda çok sayıdadır ve planktonlardaki arkealar gezegendeki en bol organizma gruplarından biri olabilir.
Arkea, Dünya'daki yaşamın önemli bir parçasıdır. Tüm organizmaların mikrobiyotasının bir parçasıdırlar. İnsan mikrobiyomunda, kalın bağırsakta, ağızda ve deride önemlidirler. Morfolojik, metabolik ve coğrafi çeşitlilikleri, çoklu ekolojik roller oynamalarına izin verir: örneğin karbon fiksasyonu; azot döngüsü; organik bileşik devri; ve mikrobiyal simbiyotik ve sentrofik toplulukların sürdürülmesi.
Ökaryotlar.
Ökaryotların arkealardan ayrıldığı ve bunu bakterilerle yaptıkları endosimbiyozların (ya da simbiyogenezin) izlediği, bunun da mitokondri ve kloroplastların ortaya çıkmasına neden olduğu ve her ikisinin de günümüz ökaryotik hücrelerinin bir parçası olduğu varsayılmaktadır. Ökaryotların ana soyları yaklaşık 1,5 milyar yıl önce Prekambriyen'de çeşitlenmiştir ve sekiz ana klad olarak sınıflandırılabilir: alveolatalar, ekskavatalar, stramenopiller, bitkiler, rhizarialar, amoebozoalar, mantarlar ve hayvanlar. Bu kladlardan beşi toplu olarak protistler olarak bilinir; bunlar çoğunlukla bitki, mantar veya hayvan olmayan mikroskobik ökaryotik organizmalardır. Protistlerin ortak bir atayı (son ökaryotik ortak ata) paylaşması muhtemel olsa da bazı protistler bitkiler, mantarlar veya hayvanlarla diğer protistlere göre daha yakından ilişkili olabileceğinden, protistler kendi başlarına ayrı bir klad oluşturmazlar. Algler, omurgasızlar veya protozoanlar gibi gruplandırmalar gibi, protist gruplandırması da resmi bir taksonomik grup değildir, ancak kolaylık sağlamak için kullanılır. Protistlerin çoğu tek hücrelidir; bunlara mikrobiyal ökaryotlar denir.
Bitkiler çoğunlukla çok hücreli organizmalardır, ağırlıklı olarak Plantae aleminin fotosentetik ökaryotlarıdır. Bitki hücreleri, yaklaşık bir milyar yıl önce bir siyanobakterinin erken bir ökaryota endosimbiyozu ile türetilmiş ve bu da kloroplastların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Birincil endosimbiyozu takiben ortaya çıkan ilk birkaç klad suculdur ve sucul fotosentetik ökaryotik organizmaların çoğu toplu olarak alg olarak tanımlanır; bu, tüm algler yakından ilişkili olmadığı için kolaylık sağlayan bir terimdir. Algler, Plantae'nin erken tek hücreli atasına biçim olarak benzeyen mikroskobik tatlı su algleri olan glaukofit gibi birkaç farklı kladdan oluşur. Glokofitlerin aksine, kırmızı ve yeşil algler gibi diğer alg kladları çok hücrelidir. Yeşil algler üç ana kladdan oluşur: klorofitler, koleokasetofitler ve taş otları.
Mantarlar, büyük gıda moleküllerini hücre zarlarından emmeden önce parçalayan sindirim enzimleri salgılayarak vücutlarının dışındaki gıdaları sindiren ökaryotlardır. Birçok mantar aynı zamanda ölü organik maddelerle beslenen saproblardır, bu da onları ekolojik sistemlerde önemli ayrıştırıcılar haline getirir.
Hayvanlar çok hücreli ökaryotlardır. Birkaç istisna dışında, hayvanlar organik madde tüketir, oksijen solur, hareket edebilir, cinsel yolla üreyebilir ve embriyonik gelişim sırasında içi boş bir hücre küresi olan blastuladan büyürler. Yaklaşık 1 milyonu böcek olmak üzere 1,5 milyondan fazla canlı hayvan türü tanımlanmıştır; ancak toplamda 7 milyondan fazla hayvan türü olduğu tahmin edilmektedir. Birbirleriyle ve çevreleriyle karmaşık etkileşimleri vardır ve karmaşık besin ağları oluştururlar.
Virüsler.
Virüsler, organizmaların hücreleri içinde çoğalan submikroskopik enfeksiyöz ajanlardır. Virüsler, hayvanlar ve bitkilerden bakteriler ve arkealar de dahil olmak üzere mikroorganizmalara kadar her türlü yaşam formunu enfekte eder. 6000'den fazla virüs türü ayrıntılı olarak tanımlanmıştır. Virüsler Dünya üzerindeki hemen hemen her ekosistemde bulunur ve en çok sayıdaki biyolojik varlık türüdür.
Yaşamın evrimsel tarihinde virüslerin kökenleri belirsizdir: bazıları plazmidlerden (hücreler arasında hareket edebilen DNA parçaları) evrilmiş olabilirken diğerleri bakterilerden evrilmiş olabilir. Evrimde virüsler, eşeyli üremeye benzer bir şekilde genetik çeşitliliği artıran önemli bir yatay gen transferi aracıdır. Virüsler yaşamın tüm özelliklerine olmasa da bazı özelliklerine sahip olduklarından, "yaşamın sınırındaki organizmalar" ve kendini kopyalayanlar olarak tanımlanmışlardır.
Ekoloji.
Ekoloji, yaşamın dağılımı ve bolluğu, organizmalar ve çevreleri arasındaki etkileşimin incelenmesidir.
Ekosistemler.
Yaşayan (biyotik) organizmaların, çevrelerindeki cansız (abiyotik) bileşenlerle (örn. su, ışık, radyasyon, sıcaklık, nem, atmosfer, asitlik ve toprak) birlikte oluşturduğu topluluğa ekosistem denir. Bu biyotik ve abiyotik bileşenler besin döngüleri ve enerji akışları yoluyla birbirine bağlıdır. Güneşten gelen enerji fotosentez yoluyla sisteme girer ve bitki dokusuna dahil edilir. Hayvanlar bitkilerle ve birbirleriyle beslenerek madde ve enerjiyi sistem içinde hareket ettirirler. Ayrıca mevcut bitki ve mikrobiyal biyokütle miktarını da etkilerler. Ayrıştırıcılar ölü organik maddeleri parçalayarak karbonu atmosfere geri salar ve ölü biyokütlede depolanan besinleri bitkiler ve diğer mikroplar tarafından kolayca kullanılabilecek bir forma dönüştürerek besin döngüsünü kolaylaştırır.
Popülasyonlar.
Popülasyon, bir alanı işgal eden ve nesilden nesile üreyen aynı türe ait organizmalar grubudur. Popülasyon büyüklüğü, popülasyon yoğunluğunun alan veya hacim ile çarpılmasıyla tahmin edilebilir. Bir ortamın taşıma kapasitesi, mevcut gıda, habitat, su ve diğer kaynaklar göz önüne alındığında, söz konusu ortam tarafından sürdürülebilen bir türün maksimum nüfus büyüklüğüdür. Bir popülasyonun taşıma kapasitesi, kaynakların mevcudiyetindeki değişiklikler ve bunları korumanın maliyeti gibi değişen çevresel koşullardan etkilenebilir. İnsan popülasyonlarında, Yeşil Devrim gibi yeni teknolojiler, Dünya'nın insanlar için taşıma kapasitesinin zaman içinde artmasına yardımcı olmuş, bu da en ünlüsü 18. yüzyılda Thomas Malthus tarafından yapılan yaklaşan nüfus düşüşü tahminlerini engellemiştir.
Komüniteler.
Komünite, aynı anda aynı coğrafi alanı işgal eden bir grup tür popülasyonudur. Biyolojik etkileşim, bir toplulukta birlikte yaşayan bir çift organizmanın birbirleri üzerindeki etkisidir. Bunlar aynı türden (tür içi etkileşimler) ya da farklı türlerden (türler arası etkileşimler) olabilir. Bu etkiler tozlaşma ve avlanma gibi kısa vadeli veya uzun vadeli olabilir; her ikisi de genellikle ilgili türlerin evrimini güçlü bir şekilde etkiler. Uzun vadeli etkileşime simbiyoz denir. Simbiyozlar, her iki taraf için de faydalı olan mutualizmden, her iki taraf için de zararlı olan rekabete kadar çeşitlilik gösterir. Her tür, besin zincirlerinin veya besin ağlarının çekirdeğini oluşturan tüketici-kaynak etkileşimlerine tüketici, kaynak veya her ikisi olarak katılır. Herhangi bir besin ağında farklı trofik seviyeler vardır; en düşük seviye, enerji ve inorganik maddeleri organik bileşiklere dönüştüren ve daha sonra topluluğun geri kalanı tarafından kullanılabilen bitkiler ve algler gibi birincil üreticilerdir (veya ototroflar). Bir sonraki seviyede, diğer organizmalardan organik bileşikleri parçalayarak enerji elde eden türler olan heterotroflar yer alır. Bitkileri tüketen heterotroflar birincil tüketiciler (ya da otoburlar) iken, otoburları tüketen heterotroflar ikincil tüketicilerdir (ya da etoburlar). İkincil tüketicileri yiyenler ise üçüncül tüketicilerdir ve bu böyle devam eder. Omnivor heterotroflar birden fazla seviyede tüketim yapabilmektedir. Son olarak, atık ürünlerle veya organizmaların ölü bedenleriyle beslenen ayrıştırıcılar vardır. Ortalama olarak, birim zamanda bir trofik seviyenin biyokütlesine dahil edilen toplam enerji miktarı, tükettiği trofik seviyenin enerjisinin yaklaşık onda biridir. Ayrıştırıcılar tarafından kullanılan atık ve ölü maddelerin yanı sıra metabolizmadan kaybedilen ısı, bir sonraki trofik seviye tarafından tüketilmeyen enerjinin diğer yüzde doksanını oluşturur.
Biyosfer.
Küresel ekosistemde veya biyosferde madde, biçimlerine ve konumlarına bağlı olarak biyotik veya abiyotik, erişilebilir veya erişilemez olabilen farklı etkileşimli bölmeler halinde bulunur. Örneğin, karasal ototroflardan gelen madde hem biyotik hem de diğer organizmalar tarafından erişilebilirken, kaya ve minerallerdeki madde abiyotik ve erişilemezdir. Biyojeokimyasal döngü, belirli madde elementlerinin Dünya'nın biyotik (biyosfer) ve abiyotik (litosfer, atmosfer ve hidrosfer) bölümleri arasında yer değiştirdiği veya hareket ettiği bir yoldur. Azot, karbon ve su için biyojeokimyasal döngüler vardır.
Koruma.
Koruma biyolojisi, türleri, yaşam alanlarını ve ekosistemleri aşırı yok olma oranlarından ve biyotik etkileşimlerin erozyonundan korumak amacıyla Dünya'nın biyolojik çeşitliliğinin korunması çalışmasıdır. Biyoçeşitliliğin korunması, kaybı ve restorasyonunu etkileyen faktörlerle ve genetik, popülasyon, tür ve ekosistem çeşitliliğini sağlayan evrimsel süreçleri sürdürme bilimiyle ilgilenir. Endişe, gezegendeki tüm türlerin %50'sinin önümüzdeki 50 yıl içinde yok olacağını ve bunun da yoksulluğa, açlığa katkıda bulunduğunu ve bu gezegendeki evrimin seyrini sıfırlayacağını öne süren tahminlerden kaynaklanmaktadır. Biyoçeşitlilik, insanların bağımlı olduğu çeşitli hizmetleri sağlayan ekosistemlerin işleyişini etkiler. Koruma biyologları biyoçeşitlilik kaybı, türlerin yok olması ve bunların insan toplumunun refahını sürdürme kapasitemiz üzerindeki olumsuz etkileri konusunda araştırma yapmakta ve eğitim vermektedir. Kuruluşlar ve vatandaşlar, mevcut biyoçeşitlilik krizine, yerelden küresel ölçeklere kadar endişeleri ele alan araştırma, izleme ve eğitim programlarını yönlendiren koruma eylem planları aracılığıyla yanıt vermektedir.
Dış bağlantılar.
Dergi bağlantıları
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=639",
"len_data": 49988,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.12
}
|
Fizik; maddeyi, maddenin uzayzaman içinde hareketini, enerji ve kuvvetleri inceleyen doğa bilimi. Fizik, temel bilimlerden biridir. Temel amacı evrenin işleyişini araştırmaktır. Fizik en eski bilim dallarından biridir. 16. yüzyıldan bu yana kendi sınırlarını çizmiş modern bir bilim olmasına karşın, Bilimsel Devrim'den önce 2.000 sene boyunca felsefe, kimya, matematik ve biyolojinin belirli alt dalları ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Buna karşın, matematiksel fizik ve kuantum kimyası gibi alanlardan dolayı fiziğin sınırlarını net olarak belirlemek güçtür.
Fizik, tüm bilimsel sahalar üzerinde etkilidir. Matematik, felsefe gibi soyut sahalara yeni sistemler sunar. Teknolojilerin kökeni tümüyle fizik bilimine yaslanır. Teknolojiler tarafından kullanılır ki fizik biliminin doğa bilimi olmaktan çıktığı iddia edilir hale gelmiştir. Örneğin, elektromanyetik, nükleer fizik ve malzeme bilimi günümüzde tıbbın ve hekimlik anlayışının, savaşların ve ticaretin, yönetim anlayışlarının tümünün uygulamasında kökten değişikliklere yol açmıştır. Ancak, bu etkilerin bilim olarak fiziğin değil insan kaynaklı etkilerin sonucu olarak bu yöne evrildiği hatırlanmalıdır.
Tarihi.
"Fizik" kelimesi, Latincede "doğa[nın] araştırılması" anlamına gelen "physica" kelimesinden türemiştir. Bu kelime ise, Yunancada "köken" anlamına gelen "φύσις" ("fusis") kelimesinden türetilen ve "doğa bilgisi" anlamına gelen "φυσική" ("fusiki") kelimesi kökenlidir.
Antik çağlardan bu yana insanlar doğanın nasıl davrandığını anlamaya çalıştılar. En büyük gizemlerden biri Güneş ve Ay gibi gök cisimlerinin hareketiydi. Çoğunluğunun yanlışlığı kanıtlanan teoriler ortaya atıldı.
Her olayın doğanın içinde bir nedeni olduğunu savunan filozof Tales (yaklaşık MÖ 624-546) doğal olayları açıklamak için kullanılan doğaüstü, mitolojik ve dinsel açıklamaları reddeden ilk kişi oldu. İlk fiziksel teoriler felsefi terminolojiyle anlatılıyordu ve bu yüzden sistematik deneysel test uygulamak mümkün değildi. Batlamyus ve Aristoteles'nun birçok çalışması gündelik gözlemlerle de örtüşüyor değildir.
Buna rağmen birçok antik filozof ve astronomun yaptığı öngörüler doğrudur. Leucippus (MÖ 5. yüzyılın ilk yarısı) atomizmi kurdu ve Arşimet mekanik, statik ve hidrostatik alanlarında suyun kaldırma kuvvetini de içeren birçok sayısal betimlemede bulundu. Orta Çağ, İbn-i Heysem gibi Müslüman fizikçilerle birlikte deneysel fiziğin doğuşuna tanıklık etti. Bunu, Galileo Galilei ve Johannes Kepler'in çalışmalarının üzerinde klasik mekaniği inşa eden Isaac Newton gibi erken dönem modern Avrupa fizikçilerinin modern fiziği şekillendirmeleri takip etti. 20. yüzyılda Albert Einstein'ın çalışmaları fiziğe günümüze değin süren biçimini kazandırmıştır.
Fizikte Temel Kollar.
Fizikte gelişim süreci boyunca farklı kollar gelişmiştir. Temeli Newton Kanunları'na dayanan fizik koluna Klasik Fizik veya Klasik Mekanik denir. 20.yy ile birlikte iki ana kol daha eklenmiştir. "Görecilik Mekaniği" ve "Kuantum Mekaniği".
"Klasik Mekanik" belirli hızların altında ve belirli boyutların üstündeki madde ve hareketini açıklar. Görecelilik Mekaniği, ışık hızında ve çok büyük mesafelerde gerçekleşen hareketleri inceler. Kuantum Mekaniği ise çok çok küçük parçacıkların etkileşimini inceler.
Bu temel üç fizik kolunun birbiriyle örtüşen birçok yanı bulunmasına karşın, birbirleriyle çelişen bulguları da vardır. Bu yüzden, bu üç fizik kolunu kapsayan ve çelişmeyen başka bir kuram arayışı, fizikçiler arasında halen devam etmektedir.
Araştırma yöntemleri.
Bilimsel yöntem fizikçiler kadar, felsefecilerce de çok tartışılan bir konu olmuştur. Fiziğin kurucu ilkeleri deterministik sistem anlayışı üzerine oturur. Yani incelenen olayın halihazırdaki bilgileriyle, geçmişine ve geleceğine dair de bilgi akışı açıksa (determinizm) o zaman kabul görür. Bu koşul klasik mekanikte tümüyle geçerlidir. Hatta, kuantum fiziğinde sorunlar yaratan durumlar gözlemlenmiş olmasına karşın onun için bile geçerlidir. Geçmiş ve geleceği kesin olarak saptanamayan olayların olduğu bir sistem dışlanır. Bu sorunun kökeninde mantık yasaları vardır. Klasik mantık anlayışında A, aynı anda hem A hem B olamaz. Bu koşul kuantum fiziğinin bulgu ve gözlemleriyle çelişir.
Tüm bunlara rağmen genel kabul görmüş bazı ilkeler bilimsel yöntem adı altında toplanabilir: Gözlem, hipotez, deney, çıkarım,
Tüm bilimsel çalışmalar en az bu dört süreçten geçmek zorundadır. Eğer bu yolların tümünden geçmiş, tutarlılık ve süreklilik sağlanmış bir olay ya da varsayım varsa, artık kurama hatta kanuna dönüşebilmesinin önü açılmıştır. Ta ki yanlışlana dek. Bilim, yanlışlana kadar tutarlı ve sürekliliği olan kuram ve kanunlarla yol alır.
Teorik ve deneysel fizik.
Kuramcılar yapılmış deneylerle uyuşan ve gelecek deneylerle sınanabilecek matematiksel modeller üretmeye çalışırlar. Deneyciler kuramsal öngörüleri test etmek ve yeni fenomenler gözlemlemek için deney yaparlar. Kuram ve deneyler birbirinden ayrı olarak geliştirilse de birbirlerine kuvvetli bir bağlılıkları vardır. Fizikteki gelişmeler sıklıkla ya deneyciler halihazırdaki teorilerin açıklayamadığı bir deney yaptıklarında ya da teorisyenler yeni deneylerin yapılmasına ışık tutan, deneylerle test edilebilir yeni öngörüler öne sürdüklerinde meydana gelir.
Kuram ve deney arasında gidip gelen fizikçiler fenomenolog olarak isimlendirilir. Fenomenologlar deneylerde gözlemlenen karmaşık fenomenlere bakıp onları temel kuramlarla ilişkilendirir.
Kuramsal fizik tarihsel olarak felsefeden ilham almıştır. Elektromanyetizma Kuramı bu yolla bütünleştirilmiştir. Bilinen evrenin ötesinde, fiziğin kuram sahasına dahil olan varsayımlar da vardır; örneğin paralel evrenler, çokluevren, ileri boyutlar. Kuramcılar bu fikirleri halihazırdaki teorilerle bazı belli problemleri çözmek için öne sürerler. Böylece bu fikirlerin sonuçları deneylerle kıyaslanabilecek biçimde ortaya konur ve test edilebilecek öngörüler ortaya atılır.
Deneysel fizikçiler mühendislik ve teknoloji dallarına bilgi verdiği gibi bu dallardan bilgi de alır. Temel araştırma ile ilgilenenler parçacık hızlandırıcıları ve lazer gibi ekipmanlar dizayn edip kullanırken uygulamalı araştırma yapanlar genellikle endüstride çalışır ve manyetik resonans görüntüleme (MRG) ve transistör vb. teknolojilerin gelişiminde rol alırlar. Feynman'a göre, deneycilerin teorisyenler tarafından hiç araştırılmamış yerlere de yönelebilir.
Matematik ve diğer bilimlerle ilişkisi.
"Assayer"de (1622), Galileo Galilei, matematiğin doğanın kendi yasalarını belirttiği dil olduğunu söyler. Fizikteki çoğu deneysel sonuç numerik ölçümler şeklinde gelir ve teoriler bu matematiksel sonuçları karşılamak için matematiksel formda olurlar.
Fizik yasaların keskin olarak formülize edilebileceği mantıksal çerçeveyi sağlamak ve öngörüleri sayısal olarak ortaya koymak için matematiği kullanır. Analitik çözümlerin bulunamadığı durumlarda sayısal analiz yapılır ve simülasyonlar kullanılabilir.
Fizik ile matematik arasındaki temel fark fiziğin nihai olarak materyal gerçekliğin açıklanmasıyla ilgileniyor olduğudur. Fizik teorilerin öngörülerini deney ve gözlem sonuçlarıyla karşılaştırmak suretiyle ilerler, öte yandan matematik dünyada gözlemlenebilecek şeylerin ötesinde, soyut kalıplarla ilgilenir. Buna rağmen ikisinin arasındaki fark çok kesin sınırlarla çizili değildir. Fizik ile matematik arasında kalan geniş bir araştırma sahası vardır; matematiksel fizik.
Fizik, temel olarak diğer birçok bilim ile iç içedir. Mühendislik ve tıp gibi uygulama sahaları fizik olmadan yol alamaz. Fiziğin ilkeleri diğer tüm doğa bilimleri için de geçerli olmak zorundadır. Enerjinin korunumu yasası gibi.
Fiziğin diğer temel bilimlerle ilişkisi yeni alt sahaların oluşmasını da sağlar: Örneğin kimyasal bileşenlerin yapısı, aktivitesi ve özellikleri onları oluşturan moleküllerin özelliklerinden çıkartılabilir. Bu temel özellikler ise kuantum mekaniği, kuantum kimyası, termodinamik ve elektromanyetizma gibi fiziğin alanlarıyla tanımlanır.
Felsefi Yönleri.
Fizik felsefi kökleri Antik Yunan felsefelerine uzanır. sinden alır. Tales'in maddeyi ilk kez karakterize etmesinden Demokritus'un doğayı bölünemez atomlara indirgemesine, Ptolemaios'un kristal gökkubbenin astronomisi çalışması ve Aristoteles'in Fizik'ine kadar farklı Yunan filozofları kendi doğa felsefelerini geliştirmişlerdir. 18. yy a kadar fizik doğa felsefesi olarak biliniyordu.
19. yüzyıl itibarıyla fizik diğer bilimlerden ve felsefeden pozitif bir bilim olarak ayrılmıştır. Diğer bütün bilimler gibi fizik de bilimsel metodunun yeterli bir tanımı için bilim felsefesine dayanır. Bilimsel metot a priori ve a posteriori gerekçelendirmeleri, verilmiş bir teorinin geçerliliğinin Bayesian inference ile belirlenmesini içerir.
Fiziğin gelişimi eski filozofların birçok sorusunu cevapladığı gibi ortaya yeni sorular da çıkarmıştır. Fiziği çevreleyen felsefi meseleler, fizik felsefesi, uzay ve zamanın doğası, determinizm ve empirizm, natüralizm ve realizm gibi metafiziksel görüşlerle ilgilenir.
Determinizm savunucusu Laplace ve kuantum mekaniğinin kurucularından Schrödinger gibi birçok fizikçi çalışmalarının gerisindeki felsefi görüşler üzerinde de yazmışlardır. Stephen Hawking matematiksel fizikçi Roger Penrose'u The Road to Reality (Gerçeğe Giden Yol) kitabından dolayı Platonist olmakla itham etmiştir. Hawking aynı zamanda kendisini de “utanmaz bir indirgemeci” olarak tanımlamış ve Penrose'la aynı felsefi konular üzerinde yazmıştır.
Temel Kuramlar.
Fizik çok geniş bir yelpazeye sahip olsa da bazı temel teoriler birçok fizik dalında kullanılmaktadır. Bu teoriler deneylerle defalarca test edilmiştir ve yapılan deneyler ile bu teoriler arasında belli enerji ve boyut skalasında şu anki teknolojiyle ölçülebilir bir fark bulunamamıştır. Örneğin klasik mekanik nesnelerin hareketini nesneler atomik boyutların oldukça üstünde olduğunda ve hareketin hızı ışık hızın oldukça altındaysa doğru ve tutarlı bir biçimde açıklayıp tahmin edebilmektedir. Bu teoriler aktif çalışma sahalarına dahil olmaya devam etmektedir. Klasik mekaniğin önemli bir dalı olan kaos 20. yüzyılda, klasik mekaniğin Isaac Newton tarafından ilk kez formülize edilmesinden yaklaşık üç asır sonra keşfedilmiştir.
Bu merkezi teoriler daha spesifik konuları anlamak ve araştırmak için temel olmuşlardır. Bu teoriler klasik mekanik, kuantum mekaniği, termodinamik ve istatistiksel mekanik, elektromanyetizma ve özel göreliliktir.
Araştırma Alanları.
Günümüzdeki araştırma alanları kabaca katı hal fiziği, atomik, moleküler ve optik fizik, parçacık fiziği, astrofizik, jeofizik ve biyofizik olarak sıralanabilir. Bazı fizik bölümlerinde fizik eğitimi alanında da araştırmalar yapılmaktadır.
20. yüzyıldan bu yana fiziğin spesifik alanları oldukça özelleşmiştir ve çoğu fizikçi kariyeri boyunca sadece tek bir alanla ilgilenir olmuştur. Albert Einstein ve (1879-1955) ve Lev Landau (1908-1968) gibi fiziğin birden çok alanıyla ilgilenenler günümüzde çok az sayıdadır.
Fiziğin temel alanları, onlara bağlı alt branşlar ve teoriler
Yoğun madde fiziği.
Maddenin makroskopik özellikleriyle uğraşan dalıdır. Bir sistemi oluşturan parçacık sayısı Avagadro sayısına yakın ve bu parçacıklar arasındaki etkileşim kuvvetli olduğunda ortaya çıkan fazlarla ilgilenir.
Bu fazlardan en bilindik olanları atomların aralarında elektromanyetik kuvvetten doğan bağlarla birbirine bağlandığı, maddenin katı ve sıvı halleridir. Daha ilginç fazlara örnek olarak süperakışkanlık ve Bose-Einstein yoğuşması olarak adlandırılan, çok düşük sıcaklıklarda ortaya çıkan durumlar, yüklü parcacıkların süperakışkanlıklarından kaynaklı olarak bazı materyallerde meydana gelen süperiletkenlik, kristallerde görülen ferromagnetik ve antiferromagnetik fazlar verilebilir.
Yoğun madde fiziğinin geniş bir dalı olan Katı hal fiziği ise, sert ve şekil değiştiremeyen maddelerle özellikle de kristallerle ilgilenen fizik dalıdır. Katı hal fiziği oldukça sert ve şekli değişmeyen maddelerin elektriksel, manyetik, optik, esneklik (mekanik) gibi konulardaki özelliklerini araştırmaktadır.
Yoğun madde fiziği günümüzde çağdaş fiziğin en geniş araştırma sahasıdır. Tarihsel olarak, şimdi yoğun madde fiziğinin bir dalı olarak kabul edilen katı hal fiziğinden türemiştir. "Yoğun madde fiziği" ismi ilk kez Philip Anderson tarafından çalışma grubunu yeniden isimlendirdiğinde (1967) kullanılmıştır. Kimya, malzeme bilimi, nanoteknoloji ve mühendislik dallarıyla ortak konulara da sahiptir.
Atomik, moleküler, nükleer ve optik fizik.
Atomik, moleküler ve optik fizik (AMO) bir ya da birkaç atomdan oluşan yapılar düzeyinde madde-madde ve madde-ışık etkileşimini inceler. Üç alan birbirleriyle karşılıklı ilişkileri, kullandıkları metotların benzerliği, enerji düzeylerinin ortaklığı sebebiyle tek bir isim altında toplanmıştır. Üç alan da hem klasik hem kuantum uygulamalarını içerir, makroskopik analizin tersine etkileşimlere mikroskopik analiz ile de yaklaşabilirler.
Atomik fizik atomlardaki elektron kabuklarıyla ilgilenir. Günümüzde atom ve iyonların kuantum kontrolü, soğutması ve çarpıştırılmasına, zayıf etkileşimli gazların (Bose-Einstein yoğuşması ve seyreltik Fermi dejenere sistemleri gibi) kolektif davranışlarına, fiziğin temel sabitlerinin yüksek duyarlılıkla ölçülmesine ve yapı ve dinamik üzerinde elektron korelasyonunun etkisine odaklanılmıştır. Atomik fizik çekirdek fiziği tarafından etkilenir fakat çekirdekler arası fizyon ve füsyon etkileşimleri yüksek enerji fiziğinin alanına dahildir.
Moleküler fizik çoklu-atom yapılarıyla ve bu yapıların madde-ışık bağlamında iç ve dış etkileşimleriyle ilgilenir. Optik fizik optikten farklı bir disiplindir, optik makroskopik objeler ve klasik ışık alanlarının kontrolüyle ilgilenirken optik fizik optik alanların temel özellikleri ve mikroskopik düzeyde madde ile etkileşimini inceler.
Atom Fiziği, maddelerin yapısını oluşturan atom ve atomlar arası ilişkileri, atomların ve moleküllerin yapılarını, dalga fonksiyonları, enerji düzeyleri, moleküler bağlar gibi atom fiziği kapsamındaki konuları irdeleyen bir fizik dalıdır.
Optik; ışığın yapısını, ışığın kırılmasını, ışığın yansımasını ve kırınımını, ışığın girişim olaylarını ve ışığın davranışını, özelliklerini, madde ile etkileşimini inceleyen fizik dalıdır. Mercek, dürbün, mikroskop, teleskop gibi araçlar yapılırken fiziğin optik dalından yararlanılmaktadır.
Nükleer Fizik ya da Çekirdek Fiziği, Atom çekirdeklerindeki olaylar bütünü ve etkileşimlerini inceleyen, çekirdeklerde bulunan parçacıkları; nötron ve protonları bir arada tutan nükleer kuvvetleri ve bunların etkileşimlerini inceleyen fizik dalıdır. Nükleer fizik uygulama alanları; nükleer tıp, manyetik rezosans, iyon implantasyonundan nükleer enerji üretilmesi, nükleer silah teknolojisi vb. alanlardır. Nükleer fizik, 1896 yılında Henri Becquerel ’in uranyum tuzlarının fosforesansını araştırırken radyoaktiviteyi keşfiyle başlamış, 1 yıl sonrasında J.J. Thomson ‘un elektronu keşfetmesi ve atomun iç yapıya sahip olduğunun fark edilmesiyle gelişim göstermiştir.
Manyetizma ve elektrik fiziği.
Elektrik Fizik ya da Elektrik Fiziği; Elektrik yükünü, elektrik yükünün hareketleriyle oluşan elektrik akımını, yükün hareketsiz durumu ve potansiyelini inceleyen fizik dalıdır. Manyetizma Fiziği, Demir, Nikel, Kobalt (Fe, Ni ve Co) benzeri maddeleri çeken cisimleri, mıknatısın çevresinde oluşan manyetik alan, manyetik kuvvet ve bunların etkileşimlerini araştıran fizik dalıdır.
Yüksek enerji/parçacık fiziği.
Parçacık fiziğinin konusu madde enerjinin temel yapıtaşlarının ve aralarındaki etkileşimin incelenmesidir. “Yüksek enerji fiziği” olarak da adlandırılır. Bunun nedeni birçok temel parçacığın doğal olarak oluşmaması ve diğer parçacıkların yüksek enerji ile çarpıştırılması sonucu ortaya çıkmasıdır. Bu çarpıştırmalar parçacık hızlandırıcılarla da yapılabilirler. Her ne kadar yoğun madde fiziği ile farklı enerji skalasında olsa da benzer yöntemler kullanırlar. Kuantum alan teorisi bu iki dalın da temel dili olarak kabul edilebilir.
Astrofizik.
Astrofizik ve astronomi fiziğin teori ve metotlarının yıldız yapıları ve evrimleri, güneş sisteminin temeli ve ilgili kozmolojik problemlerin aydınlatılması için kullanılmasıdır. Astrofizik geniş bir konu olduğundan mekanik, elektromanyetizma ve istatistiksel mekanik, termodinamik, kuantum mekaniği, görelilik, çekirdek ve parçacık fiziği, atomik ve moleküler fizik gibi fiziğin birçok alanından beslenir.
Karl Jansky'nin 1931'de gök cisimleri tarafından yayılan radyo sinyallerini keşfetmesi radyo astronomisinin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Astronominin öncüleri günümüzde uzayın keşfiyle ilgilenmekteler. Dünya atmosferinde meydana gelen pertürbasyon ve girişim fenomenleri uzay temelli gözlemleri kızılötesi, morötesi, gamma-ışını ve X-ışını astronomisi isin gerekli kılmıştır.
Fiziksel kozmoloji evrenin en büyük ölçeklerde nasıl oluştuğunun ve geliştiğinin incelenmesidir. Albert Einstein'ın görelilik teorisi bütün modern kozmolojik teorilerde baş rolü oynar. 20. yüzyılın başlarında Hubble'ın uzayın genişlediğini keşfetmesi (Hubble diyagramıyla gösterilmiştir) durağan evren modeli ve Big Bang kuramları açısından çok önemli bir yer tutmuştur.
Big Bang nükleosentezinin başarısı ve kozmik arka plan ışımasının keşfi Big Bang modelini 1964'te doğrulamıştır. Bu model iki teorik temele dayanır; Albert Einstein'ın genel görelilik teorisi ve kozmolojik prensip. Kozmologlar yakın dönemde evrenin gelişmesini açıklamak için, kozmik genişleme, karanlık enerji ve kara madde faktörlerini içeren ΛCDM modelini geliştirmişlerdir.
Fermi Gamma-ışını Uzay Teleskopu'ndan elde edilen bilgiler geçtiğimiz on yılda birçok keşif ve teorik olasılığın önünü açmış ve eldeki teorilerin düzeltilmesi ve daha iyi açıklanmasında yardımcı olmuştur. Kara maddenin açıklanmasını da sağlayan birçok keşfin önümüzdeki birkaç yıl içerisinde yapılacağı düşünülmektedir. Fermi kara maddeyi zayıf etkileşimde bulunan ağır parçacıklar ile açıklayabilecek bir kanıt aramaktadır, bunun LHC ve diğer yer altı parçacık hızlandırıcılarında yapılan deneylerle destekleneceği tahmin edilmektedir.
IBEX halihazırda yeni astrofiziksel keşifler üretmektedir: Güneş rüzgârının terminasyon şoku boyunca “kimse enerjik nört atom (ENA) ribonunu neyin ürettiğini bilmiyor, fakat herkes klasik heliosfer betimlemesinin – güneş sisteminin güneş rüzgârının yüklü parçacıklarını paketlemesinin yıldızlar arası 'galaktik rüzgâr'a doğru bir kuyruklu yıldız şeklinde püskürtülmesi – yanlış olduğu konusunda hemfikir.”
Temel fizik.
Evrensel kanunları bulmaya çalışan fiziğin teorilerinin farklı uygulama alanları vardır. Kabaca, klasik fiziğin yasaları atomik boyutların üzerinde ve ışık hızının altında olan sistemleri açıklamak için yeterli bir çerçeve sunar. Bu ön gereksinimler karşılanmadığında gözlemler klasik fiziğin tahminleriyle örtüşmez. Albert Einstein mutlak zaman ve mekan kavramları yerine uzay-zaman kavramını koyan özel görelilik kuramını geliştirdi ve böylece ışık hızına yaklaşan hızlardaki sistemleri açıklamak mümkün oldu. Max Planck, Erwin Schrödinger ve diğerlerinin atomik ve atom altı boyutlardaki sistemleri açıklamak için parçacıkların ve etkileşimlerin olasılıksal algılanışını içeren kuantum mekaniğini ortaya atmaları ile çok küçük boyutlardaki sistemleri deneylerle tutarlı bir biçimde açıklayabiliyoruz. Daha sonra, kuantum alan teorisi kuantum mekaniği ve özel göreliliği birleştirdi. Genel relativite yüksek kütleli ve büyük boyutlu yapıların açıklanması için dinamik, doğrusal olmayan bir uzay-zaman kavrayışı ortaya attı fakat bu teori diğer temel açıklamalarla henüz birleştirilemedi; söz konusu birleştirme için kuantum gravitasyonunu açıklayacak aday teoriler hâlen geliştirilmektedir.
Uygulamaları ve etkileri.
Uygulamalı fizik, genel olarak fiziğin özel bir kullanım sahasında geliştirilmesidir. Bir uygulamalı fizik programı genellikle jeoloji ve elektrik mühendisliği gibi birkaç uygulama disiplininden dersler içerir. Mühendislikten temel farklı uygulamalı fizikçinin özel bir düzenek tasarlamaması, bunun yerine, yeni teknolojilerin gelişimi ya da belli bir problemin çözümü için fiziği kullanmasıdır.
Yaklaşım uygulamalı matematiğin yaklaşımının benzeridir. Uygulamalı fizikçiler aynı zamanda fiziğin bilimsel araştırmada kullanımıyla da ilgilenebilirler. Örneğin akseleratör fiziğiyle ilgilenen fizikçiler daha iyi parçacık detektörlerinin yapımı için çalışabilirler.
Fiziğin mühendislikte geniş bir uygulama sahası vardır. Örneğin mekaniğin bir alt kolu olan statik köprü ve benzeri yapıların inşasında kullanılır. Akustiğin daha iyi anlaşılması daha efektif konser salonlarının yapılması için, benzer şekilde optiğin daha iyi anlaşılması optiksel araçların daha iyi ve kullanışlı üretilmesi için teorik zemin sağlar. Fiziğin anlaşılması daha gerçekçi uçuş simülasyonları, bilgisayar oyunları ve filmlerin üretilmesine yardım eder.
Standart kabule göre fizik yasaları evrenseldir ve zamanla değişmez; bu nedenle, belirsizlik içinde kalınan bazı sorunların çözümü için de fizik kullanılır. Örneğin, Dünya'nın merkezinin araştırılması ancak Dünya'nın kütlesi, sıcaklığı ve dönüş oranının bilinmesiyle mümkündür. Aynı zamanda fizik mühendislikte simülasyon üretilmesini sağlayarak yeni teknolojilerin gelişmesinde çok büyük bir rol oynar.
Fizikte interdisipliner (disiplinler arası) yöntemlerin yeri önemlidir ve diğer birçok alan fizik tarafından etkilenmektedir, örnek olarak ekonofizik ve sosyofizik verilebilir.
Güncel araştırmalar.
Fiziksel araştırmalar birçok farklı alanda gelişimini sürdürüyor.
Katı hal fiziğinde, çözülmemiş önemli teorik bir problem yüksek sıcaklıkta süper iletkenlik olgusudur. Diğer bir önemli katı hal fiziği uğraşıda elektronların spin özelliğinin kullanılarak elektronik işlemlerin yapılmasını amaçlayan spintroniktir. Bu konu ile bağlantılı diğer bir güncel konu ise kuantum bilgisayarın katı hal sistemlerinde gerçekleştirilmesidir.
Parçacık fiziğinde, Standart Model'in ötesinde ve temelinde başka bir fiziğin olduğunun deneysel bulguları ortaya çıkmaya başladı. Bunların en önemlilerinden bir tanesi nötrinoların kütlesinin sıfır olmadığının keşfine ilişkin bulgulardır. Bu deneysel sonuçlar uzun süre çözülememiş solar nötrino problemini çözmüş gibi görünüyor. Kütleli nötrinoların fiziği hâlen aktif bir teorik ve deneysel araştırma konusu. Parçacık hızlandırıcıları TeV mertebesinde enerjilerle parçacıkları çarpıştırmaya başladı. Deneyciler bu deneylerin sonucunda Higgs bozunumu ve süpersimetrik parçacıkları bulmayı umuyor.
Yarım asırdır süregiden, kuantum mekaniğiyle genel göreliliği tek bir kuantum gravitasyonu kuramında birleştirme çabaları henüz sonuç vermiş değil. Halihazırdaki aday teoriler M-teorisi, süper sicim teorisi, döngü kuantum gravitasyonu olarak sıralanabilir.
Birçok astronomik ve kozmolojik gözlem henüz tatmin edici biçimde açıklanmış değil. Bunlardan birkaçı; ultra-yüksek enerjili kozmik ışınlar, baryon asimetrisi, evrenin ivmelenmesi, galaksilerin anormal dönüş oranları.
Yüksek enerji ve kuantum fiziğinde ve astrofizikte elde edilen büyük gelişmelere rağmen kaos, türbülans vb. birçok günlük fenomen hâlâ tam anlamıyla anlaşılabilmiş değil. Dinamik ve mekaniğin zekice uygulanmasıyla çözülebileceği düşünülen kompleks problemler çözümsüz olarak duruyor; örnekler arasında kum yığınlarının oluşumu, sudaki titreşimlerin yapısı, su damlalarının biçimi, yüzey gerilimi fenomeninin mekanizması ve çalkalanan heterojen karışımların kendiliğinden dizilimi var.
Karmaşık (kompleks) yapıların 1970'lerden bu yana artan bir ilgiyle incelenmesinin birkaç nedeni var. Güncel matematiksel ve sayısal yöntemler ve bilgisayar işlem yetileri karmaşık sistemlerin gerçekçi modellenebilmesine olanak sağladı. Karmaşık fizik, aerodinamikte türbülansın araştırılması ve biyolojik sistemlerde model oluşumunun gözlemlenmesi gibi durumlarda da görülebileceği üzere, git gide disiplinler arası bir araştırma sahası olmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=640",
"len_data": 23817,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.92
}
|
Esperanto () ya da orijinal adıyla Lingvo Internacia, Polonyalı göz doktoru Ludwik Lejzer Zamenhof tarafından 1887 yılında yaratılan yapay dil. Zamenhof'un 1905 yılında yayımladığı "Fundamento de Esperanto" (Esperanto'nun Temelleri) kitabında dilin yapısı ve kuralları izah edilir.
Kendini Dr. Esperanto olarak tanıtan Zamenhof, farklı dilleri konuşan kişiler arasındaki iletişim zorluklarının, öğrenilmesi kolay bir ortak dil ile aşılabileceğini düşünerek Esperanto'yu oluşturmuştur. Günümüzde en çok tanınan ve en çok konuşanı bulunan yapay dil olmakla birlikte uluslararası iletişim dili olma amacına ulaşamamıştır.
Etimoloji.
Esperanto kelimesinin kökeni Fransızcadaki -"umut etmek" anlamına gelen- "espérer" kelimesine dayanmaktadır. Bu kelime, Esperanto'ya "esperi" olarak geçmiştir.
Ek ve köklerine ayrılışı esper¹-ant²-o³ şeklindedir.
¹ "Umut eden" anlamındaki esperi fiilinden gelir.
² "Bir işi yapan, bir şeyin yolundan giden" anlamındaki -ant sonekidir.
³ Kelimeye isim anlamı katan -o sonekidir.
Esperanto dilinin özgün adı aslında Lingvo Internaciadır; ancak L. L. Zamenhof Esperanto'yu tanıttığı 1887 tarihli "Unua Libro" isimli kitabında kendisinden "Doktoro Esperanto" (Dr. Umutlu) takma adıyla bahsetmiş ve zamanla dilin kendisi de daha çok bu isimle anılır hâle gelmiştir.
Tarihsel gelişim.
Esperanto yapay dili 1870'ler ve 1880'ler civarında Polonyalı göz doktoru Ludwik Lejzer Zamenhof tarafından geliştirilip 1887 yılında yayımlanmıştır.
Dr. Zamenhof'un bulunduğu bölgedeki insanlar Lehçe, Rusça, Yidiş gibi farklı diller konuşuyorlardı. Zamenhof bu insanların birbirleriyle anlaşmalarını kolaylaştırmak için hiç değişmeyen ve istisnası olmayan 16 ana kurala dayalı ve kelimelerinin köklerini genellikle bu Avrupa dillerinden alan Esperanto dilini icat etmiştir.
Zamenhof, çocukluğundan beri farklı dilleri konuşan insanların daha kolay anlaşabilmesi için uluslararası kolaylaştırılmış bir yapay dil oluşturma fikrinde olmuştur. İlk zamanlarda Latince veya Yunanca dillerinden birini basitleştirmeyi düşünmüşse de Latince öğrenmeye başladıktan sonra bu dilin yapısının çok karmaşık olduğunu düşünerek tamamen yeni bir dil üretmenin daha isabetli olacağına karar vermiştir. Onlu yaşlarının başından itibaren böyle bir dili oluşturmak için çalışmıştır.
İngilizceyi öğrendiği sıralarda Zamenhof, fiilin şahıslara göre farklı olarak çekimlenmesinin gereksiz olduğunu ve gramatik sistemin hayal edilebileceğinden çok daha basit olabileceğini düşünmekteydi; ancak kelime ezberlemekte hâlâ zorlanmaktaydı. Rusça öğrenmeye başladığında ise bu sorunu son ekler vasıtasıyla en aza indirebileceğini fark etti ve dilini bu yönde geliştirmeye başladı. Dilinin kelime hazinesini dünya çapında öğretilme ve bilinme oranının yüksek olduğunu düşündüğü Romen ve Cermen dillerinden yararlanarak oluşturdu.
Zamenhof 17 Aralık 1878'de birkaç arkadaşı ile birlikte 19. doğum gününün yanı sıra "Lingwe Uniwersala" (Dünya Dili) adlı dilinin doğuşunu da kutlamıştır. Dilin bu aşamasıyla ilgili çok fazla bir bilgi yoktur ve bugüne yalnızca bir dörtlük kalmıştır.
1881'e gelindiğinde dilde görülen en önemli değişiklikler dil adının "Lingvo Universala" olarak değişmesi, w harfinin v harfiyle değiştirilmesi, çoğul isim takısının -es yerine -oj şekline dönüştürülmesi, dile belirtme hâl eki -l'nin eklenmesidir. Dilin bu aşamasında hâlâ bazı fiillerin vurgusu son hecededir, dilde bugün bulunmayan á, ć, é, ħ, -ó, ś, ź harfleri vardır, şimdiki ve geniş zaman eki -é, geçmiş zaman eki -u, gelecek zaman eki -uj, şart kipi eki -á, emir kipi eki -ó, mastar eki -e veya -i'dir ve şahıs zamirleri bugünkünden farklıdır.
Sonraki yıllarda Zamenhof, özellikle yabancı dillerde yazılmış edebî yazıların ve şiirlerin Esperanto'ya çevrilmesi sırasında diliyle ilgili fikirlerini en son aşamaya ulaştırmıştır. Fiillerdeki son hece vurgusunu kaldırıp vurgunun her zaman sondan ikinci hecede olması kuralını getirmiştir. ć, ħ, ś, ź sembolleri sırasıyla ĉ, ĥ, ŝ, ĵ sembolleriyle değiştirilmiş, dź ikilisiyle verilen sesi karşılamak için de dile ĝ harfi eklenmiştir.
1887'de Zamenhof'un bugünkü hâliyle Esperanto dilini Lingvo Internacia adıyla içeren "Unua Libro" (İlk Kitap) isimli kitabını tamamlamasıyla dilin ilk yapım aşaması resmen tamamlanmıştır. 1887 yılı, herkesçe Esperanto'nun gerçek ortaya çıkış tarihi olarak kabul edilir.
Esperanto ilk yılında Rus İmparatorluğu'nda ve Doğu Avrupa'da tanınmaya başladı; ancak hemen sonra dilin bilinirliği Batı Avrupa'ya ve 1889'da Arjantin'e, 1901'de Kanada'ya, 1903'te Cezayir, Şili, Japonya, Meksika ve Peru'ya, 1904'te Tunus'a, 1905'te ABD, Gine, Çinhindi, Yeni Zelanda, Tonkin ve Uruguay'a kadar ulaştı.
I. ve II. Dünya Savaşı yılları haricinde 1905 yılından beri her yıl Esperanto temalı dünya kongreleri yapılmış ve bu kongreler, dilin prestij ve resmiyet kazanma sürecinde etkili olmuştur.
Dilde kararlılığı ve dile olan güveni artırmak amacıyla 1905'teki Bolonya Deklarasyonu'yla Esperanto üzerinde yapılabilecek değişiklikler kesin bir dille büyük oranda sınırlandırılmış ve Fundamento de Esperanto isimli kitapta geçen kuralların ebediyyen kimse tarafından değiştirilemeyeceği bildirilmiştir.
1920'lerin başında Milletler Cemiyeti'nin çalışma dilinin Esperanto olmasıyla ilgili bir öneri verilmiştir ve oylamada diğer 10 delegenin tamamı bu öneriyi desteklerken yalnızca Fransız delege Gabriel Hanotaux, Fransızcanın dünya dili statüsünü kaybedebileceği endişesiyle öneriyi reddetmiştir. Ancak iki yıl sonra Milletler Cemiyeti, bütün ülkelerine eğitim müfredatlarına Esperanto'yu dâhil etmelerini tavsiye etmiştir.
1930'lardan sonra Adolf Hitler birçok Esperanto konuşanını milliyetçilik karşıtı oldukları gerekçesiyle öldürtmüştür. Hitler, Zamenhof'un Yahudi olmasından dolayı Esperanto kullanımını yasaklamıştı ve Esperanto'nun dünyanın farklı yerlerine dağılmış, farklı dilleri konuşan Yahudileri bir araya getirmek için üretilmiş olduğunu düşünüyordu. Bununla birlikte aynı yılların Faşist İtalya'sında Esperanto'ya karşı herhangi bir önemli müdahale bulunmadığı gibi, hazırlanan bazı millî tanıtım broşürlerinde Esperanto dilinin kullanıldığı da olmuştur.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra Soğuk Savaş yıllarında her iki taraf da Esperanto'nun diğer taraf tarafından propaganda dili olarak kullanmasından çekinmiş; ancak 1954 yılında UNESCO, Universala Esperanto-Asocio (Dünya Esperanto Birliği) ile danışmanlık ilişkisi kurmuştur. Dil, 1970'lerde dünyanın yeni bölgelerine yayılmayı başarmıştır.
1975 yılında Esperanto hareketinde, özellikle İran'da bir canlanma gözlenmiş, Tahran'da 3000 kişilik bir grup Esperanto öğrenmeye başlamış, 1985 yılında UNESCO, BM üyesi ülkelerin, eğitim müfredatlarına Esperanto öğrenimini dâhil etmelerini teşvik etmiştir. Afrika'daki Esperanto konuşanlar, 1991 yılında Esperanto Panafrika Kongresi düzenlenebilecek derecede artmıştır.
Son yıllarda internet kullanımının yaygınlaşması ve bireyler-arası uluslararası temasın üst düzeye çıkmasıyla Esperanto hareketi yeniden canlanmaya başlamışsa da henüz dikkat çekecek seviyelere ulaşamamıştır.
Dilbilimsel özellikleri.
Bir yapay dil olarak Esperanto, hiçbir tek dile birebir bağlı değildir. Kelime hazinesi bakımından Latin dilleri grubuna dâhil edilebilir; ancak yapıbilim bakımından mevcut hiçbir dil grubuna yakın değildir. Esperanto yapısal olarak genellikle sondan, yer yer önden eklemeli ve tek heceli dillerin özelliklerini yansıtmaktadır. Fonetik açıdan Slav Dilleri'ne yakındır. Anlambilimce Hint-Avrupa Dil Ailesi'nin karakteristiklerini taşır. Esperanto serbest cümle dizimine sahiptir, cümledeki ögelerin yerleri değiştirildiğinde cümlenin anlamı değişmez.
Dil statüsü.
Resmî dil olarak Esperanto.
Esperanto hiçbir zaman başka ülkelerce resmen tanınan bir ülkenin resmî dili olmamıştır ancak dilin buna benzer tecrübeleri bulunmaktadır.
Esperanto, Almanya ve Belçika arasında özerk bölge olan çok dilli Moresnet'te yüksek konuşulma oranlarına ulaşmış ve ülkenin son zamanlarında Esperanto'nun resmî dil yapılması gündeme gelmişse de 1920 yılında Belçika bu bölgeyi kendisine bağlayınca bu düşüncenin gerçekleşmesi mümkün olmamıştır.
1968 yılında Adriyatik Denizi'nin ortasında inşa edilen küçük bir platforma kurulan Rose Adası isimli mikro devlet Esperanto'yu resmî dili olarak seçmiş, ancak hiçbir ülke bu devleti resmen tanımamıştır.
Esperanto topluluğu arasında dilin tarafsızlık ilkesini zedeleyeceği endişesiyle, Esperanto'nun bir ülke tarafından resmî dil olarak tanınmasına sıcak bakmayanlar bulunmaktadır.
Esperanto kuruluşları.
Esperanto dilini kullanan ve Esperanto ile ilgili çalışmalar yürüten çok sayıda uluslararası ve yerel organizasyonlar bulunmaktadır. Doğrudan veya dolaylı olarak dünyadaki Esperanto hareketinin büyük bölümünü yürüten, Türkiye'nin aralarında bulunmadığı ülkelerde 95 yerel şubesi bulunan, Birleşmiş Milletler ve UNESCO ile resmî, UNICEF ile danışmanlığa dayalı iletişim içerisinde olan Universala Esperanto-Asocio (UAE) - Dünya Esperanto Örgütü; Bu örgütçe parasal destek sağlanan, Esperanto dilini düzenleme yetkisindeki kurum Akademio de Esperanto ve yine UEA bünyesinde bulunan TEJO (Tutmonda Esperantista Junulara Organizo - Dünya Esperantocu Gençlik Örgütü bu kuruluşların bazı önemli örnekleridir.
Topluluk.
Esperanto günümüzde temel olarak seyahat veya internet üzerinden haberleşme amacıyla kullanılmaktadır.
Yıllık olarak yayımlanan Pasporta Servo adlı kitapçık, Esperanto konuşanlardan kendisine başvuranların ev adreslerini içermektedir. Bu kitapçığa kayıt yaptıran kişi ve aileler, kendi şehirlerine gelecek Esperantocu misafirlerine konaklama imkânı sağlarlar, buna karşılık yapacakları gezilerde kendileri de diğer Pasporta Servo kayıtlılarının evlerine konuk olup buralarda ücretsiz konaklayabilirler.
Esperanto topluluğu arasında her yıl düzenli olarak bir takım toplantılar yapılır. Internacia Junulara Kongreso (Uluslararası Gençlik Kongresi) Esperanto bilen gençlerin buluştuğu bir yıllık kongredir. Bu kongreye yaklaşık 400 kişilik katılım sağlanmaktadır. Esperanto@Interreto-seminarioj (Internet'te-Esperanto seminerleri), genelde 1500'ün üzerinde katılımcısı bulunan Universala Kongreso (Evrensel Kongre) ve Almanya'daki yeni yıl şenliği Internacia Seminario (Uluslararası Seminer) bu toplantıların en bilinen örnekleridir.
Esperanto konuşan kitle genelde birbirlerinden uzak bölgelerde yaşayan kişilerden oluştuğundan Esperanto'nun İnternet üzerindeki kullanımı, günlük kullanımından daha yaygındır ve bu kullanımları araştırıp organize eden kuruluşlar mevcuttur. İnternette Esperanto konuşanların oluşturduğu mail grupları, haber grupları, Esperanto öğretimi için hazırlanmış siteler, Esperanto radyo ve internet tabanlı televizyon kanalı sayfaları, birçok bilgisayar programı ve çokdilli internet sitelerinin Esperanto çevirileri ve çok sayıda Esperanto bloglar bulunmaktadır. Esperanto Vikipedi'de 150.000'in üzerinde madde vardır.
Esperanto topluluğuna katılmış, Esperanto kullanan ve Esperanto hareketini destekleyen kişiler Esperantocu (Esperantisto) sıfatıyla anılırlar.
Zamenhof Günü.
Zamenhof'un doğum günü olan 15 Aralık, Dünya Esperanto Günü olarak kutlanmaktadır.
Simgeler.
Esperanto hareketine atıfta bulunan en yaygın simge yeşil renkli yıldızdır. Bu yıldız Esperanto bayrağı üzerinde de bulunmaktadır. Yıldızın rengi umudu, beş kanadı beş kıtayı temsil eder.
Kültür.
Esperanto edebiyatının geçmişi Esperanto öncesine kadar dayanır. Ludvik Zamenhof dili oluştururken eksiklerin görülmesinde yardımcı olması amacıyla birçok kitabın çevirisi yapıp Esperanto şiirler yazdı ve daha sonra diğer Esperanto bilenler tarafından da birçok edebi eser ortaya kondu. Esperanto dilinde bugüne kadar yayımlanan kitap sayısı 25.000'in üzerindedir. Bunların 100'ünden fazlasının orijinali Esperanto dilinde yazılmıştır.
En iyi bilinen Esperanto roman yazarları arasında Claude Piron ve birkaç kez Nobel Edebiyat Ödülü'ne aday gösterilen William Auld sayılabilir. Harold Brown bilinen Esperanto modern tiyatro yazarları arasındadır.
Genelde, çok sayıdaki Esperanto dergi ve gazetelerin en prestijlisi olarak Belçika'da basılan aylık haber dergisi "Monato" gösterilir. Dergi 1979 yılından beri her ay yayımlanmakta, dünya çapındaki gelişmeleri ve özel dosyaları konu edinmektedir. Derginin bir başka özelliği her ülke hakkındaki haberlerin, o ülkeden bir yazar tarafından kaleme alınmasıdır.
Esperanto müzik sanatçılarına Kaj Tiel Plu Kajto (folk); Dolchamar, Persone , Sonic Youth (rock); La Pafklik , Freundeskreis (rap); Akordo (akapella); Lou Harrison, David Gaines (klasik) örnek verilebilir.
Esperanto dilinde çekilmiş uzun metraj filmler mevcuttur.
Ana Dil Olarak Esperanto.
Yaklaşık 1000 kadar kişinin ana dili Esperantodur. Ana dili Esperanto olanlar genelde, uluslararası Esperanto toplantılarında tanışmış ve bildikleri tek ortak dil Esperanto olan çiftlerin çocukları olarak dünyaya gelen kimselerdir. Bu kişiler her ne kadar daha sonra büyüdükleri ülkenin dilini ana dilleri olarak konuşsalar da, gerçek ana dillerini belirlemede doğuştan itibaren ilk öğrendikleri dil baz alındığından çeşitli istatistikler içerisinde yer alırlar.
Dinî topluluklar.
Esperanto; Japonya'daki Oomoto dini ve İran'da ilk kez ortaya çıkmış Bahâî dininde önemli rol oynamıştır, kullanımı da bazı Spiritist hareketler gibi diğer dinî topluluklar tarafından teşvik edilmiştir.
Oomoto.
Oomoto dini, Esperanto'nun kendi mensupları arasında kullanılmasını teşvik eder ve Zamenhof'u kendi tanrılaştırılmış ruhlarından biri olarak sayar.
Bahâîlik.
Bahâî dini bir yardımcı dilin kullanılmasını teşvik eder. Abdülbaha, Esperanto'nun idealini methetti ve 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Esperantistlerle Bahâîlerin arasında bir yakınlık duygusu vardı.
Abdülbaha, 12 Şubat 1913 tarihinde Paris Esperanto Topluluğu'na bir konuşma verdi:
Şimdi, Dr. Zamenhof'un Esperanto dilini icat ettiği Tanrı'ya övgü olsun. Uluslararası iletişim aracı hâline gelmenin tüm potansiyel niteliklerine sahiptir. Bu asil çabası için hepimiz minnettar ve müteşekkir olmalıyız; çünkü bu şekilde arkadaşlarına iyi hizmet etti. Adananları üzerinde yorucu çaba ve özveri ile Esperanto evrensel olacak. Bu nedenle, her birimiz bu dili incelemeli ve mümkün olduğunca yaygınlaştırmalıyız ki günden güne daha geniş bir tanınma elde etsin, dünyanın tüm ulusları ve hükûmetleri tarafından kabul edilsin ve tüm halk okulu müfredatlarının bir parçası hâline gelsin. Umarım Esperanto, gelecekteki tüm uluslararası konferans ve kongrelerin dili olarak benimsenir, böylece herkesin sadece iki dil edinmesi gerekir - biri kendi dili ve diğeri uluslararası dil. Ardından tüm dünya halkı arasında mükemmel bir birlik kurulacaktır. Bugün çeşitli uluslarla iletişim kurmanın ne kadar zor olduğunu düşünün. Eğer bir kişi elli dil bile öğrenirse, yine bir ülke üzerinden seyahat edebilir ve oranın dilini bilmiyor olabilir. Bu nedenle, bu Esperanto dilinin yaygınlaşması için azami gayret göstereceğinizi umuyorum.
L. L. Zamenhof'un kızı Lidia Zamenhof, 1925 yılında Bahâîliğe geçti. ABD Büyük Boston (Greater Boston) alanının erken bir üyesi James Ferdinand Morton Jr., Kuzey Amerika Esperanto Ligi'nin başkan yardımcısıydı. "Encyclopædia Iranica"nın kurucu redaktörü İhsan Yarşater, İran'da geçirdiği çocukluğunda Esperanto'yu öğrendiğini ve annesi Bahâî kutsal yolculuğu için Hayfa şehrine gittiği zaman o annesine hem Farsça hem de Esperanto mektup yazdığını aktardı. Agnes Baldwin Alexander, Abdülbaha'nın talebiyle Esperanto'nun erken bir destekçisi oldu ve Japonya'da düzenlenen mitingler ve konferanslarda Bahâî öğretilerini yaymak için Esperanto kullandı.
Günümüzde hâlen Bahâî Esperantistlerin aktif bir alt topluluğu var ve Bahâî edebiyatının birçok eseri Esperanto'ya çevrilmiştir. 1973'te Esperanto'nun etkin Bahâî destekçileri için Bahâî Esperanto Ligi kuruldu.
İslam.
İranlı Ayetullah Humeyni, Müslümanları Esperanto'yu öğrenmeye çağırdı ve farklı dinî kökenlerden insanlar arasında daha iyi anlaşılması için bir araç olarak kullanılmasını övdü. Uluslararası bir "lingua franca" olarak İngilizcenin yerine Esperanto'nun kullanılmasını önerdikten sonra Kum şehrinde düzenlenen seminerlerde kullanılmaya başladı. Kısa bir süre sonra devlet tarafından Kur'an'ın Esperanto çevirisi yayınlandı.
Türkiye'de Esperanto.
Türkiye'deki ilk bilinen Esperantocuların adları Selanik'te Michel A. Arama, İstanbul'da S. Kedami (1901), Aydın'da Mehmed Cevdet Bey, Giresun'da A. Khatenessian olarak nakledilir. Solon Orfanidis ve Kakobo Gueron 1909 Aralık ayında Esperanto grupları oluşturdu ve 1910'da T. E-Asocio isimli Esperanto grubu 10 üye ile birlikte kuruldu. Ayrıca İzmir'de de başka bir grup kuruldu. Aynı zamanlarda Johano Sapuncoğlu ve Sıdkı Efendi'nin yürüttüğü küçük bir hareket de mevcuttu. Esperanto hareketinde Türkiye'de oluşan ilk kayda değer canlanma 1913-1925 yılları arasında İstanbul'da yaşayan Anakreon Stamatiadis önderliğinde yürütülmüştür. Stamatiadis 1920'de İstanbul'da bir Esperanto cemiyeti kurmuş ve burada 1921'den 1924'e kadar Esperanto dilinde gazete yayımlamıştır. Bu cemiyet Pera'da Sakız Ağaç Sok. Ağa Cami No:8 adresinde bulunmaktaydı. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti, bu cemiyetin logosundaki harflerin Türk harflerine çevrilmesi koşuluyla faaliyetlerinin devamına izin vermekle birlikte, İstanbul Belediye Meclisinin derneğin faaliyetlerine izin vermemesi sonucunda 25 Nisan 1927'de resmî izinle Türk Esperanto Derneği (TEA) kuruldu ancak bu dernek uzun süre faaliyette kalmadı.
Türkiye'de ikinci bir Esperanto hareketi 1950'li yıllarda emekli albay Hayrettin Dural öncülüğünde ortaya çıktı. İstanbul'da Türkiye Esperanto Derneği adında bir dernek kurup bu derneğe başkanlık yapan Hayrettin Dural, ücretsiz Esperanto kursları verdi, Kadıköy'de Esperanto sergisi düzenledi, dernekte Esperanto ile ilgili 10 derslik bir dergi ve Esperanto-Türkçe Büyük Sözlük adındaki sözlüğün çıkarılmasına öncülük etti, 1965'te Dünya Dili Esperanto adında bir kitap yazıp yayımladı. Hayrettin Dural'ın ölümünün ardından dernek işlevini yitirdi.
Türkiye'de 2017 yılı itibarıyla UEA'ya bağlı resmî bir Esperanto derneği bulunmamakla birlikte Esperanto adına aktif çalışmalar ve öğrenme grupları mevcuttur. Kuzey Afrika ve Ortadoğu buluşması olarak bilinen "Mezorienta Esperanto-Kunveno" adlı uluslararası buluşma 2009'da İznik'te, 2010'da Eskişehir'de, 2012'de Gaziantep'te ve 2016'da Ürgüp'te olmak üzere Türkiye'de bugüne kadar 4 kez düzenlenmiştir. Türkiye'deki Esperanto hareketini temsilen 2016 yılının başından beri Turka Stelo (Türk Yıldızı) adlı aylık bir Esperanto dergi yayınlanmaktadır.
Türkçe ve Esperanto.
Esperanto, özellikle sözcük dağarcığı bakımından Avrupa dillerine oldukça yakın olmasına ve oluşumunda yalnızca bu dilleri referans alınmış görünmesine rağmen, Esperanto topluluğu içerisinde Esperanto ile Türkçe arasında özellikle yapısal anlamda benzerlikler bulunduğu şeklinde bir kanı vardır. Bazı Esperantocular, Esperanto'nun bir dünya dili değil, bir Avrupa dili olduğu şeklindeki eleştirileri karşılamada Türkçeyle olan benzerlikleri ön plana çıkarırlar. Esperanto'nun Türkçeye benzediği yönleri olmakla birlikte yapısal olarak daha çok Avrupa dillerine yakınlık gösterir.
İki dil arasındaki temel benzerlikler şu şekilde sıralanabilir:
İki dil arasında göze çarpan farklılıklar ise şunlardır:
Eleştiriler.
Esperanto'nun özünde kişisel bir çalışma olması, diğer dillere oranla çok daha etkin eleştirilebilmesini sağlar. Olumsuz eleştirilerin odaklandığı en temel noktalardan biri projenin başarısızlığıdır. "İlk yıllarda hızla yayılması ve 1920-1930 yılları arasında ulaştığı üst seviyedeki kabul ve popülerliğine rağmen konumunu koruyamamış ve düşüşe geçmiştir. Esperanto 125 yıldır dünya dili olmak için çalışmış; ama başarıya ulaşamamıştır. Bu durum Esperanto'nun evrensel ikincil dil olmaya uygun olmadığının kanıtıdır." En yaygın eleştirilerden bir diğeri de gramerin ve özellikle de sözcük dağarcığının Avrupa dillerinden kaynaklanıyor olmasıdır. "Esperanto gerçek anlamda tarafsız ve evrensel değildir. Avrupa dillerini konuşan halklara haksız avantaj sağlamaktadır." /x/, /ʒ/, /ts/, /eu̯/ (ĥ, ĵ, c, eŭ) gibi birçok dilde bulunmayan seslerin kullanılmış olması, dijital ortamda zorluk çıkaran aksanlı harflerin varlığı, eklemeli bir dil olmasına karşın çoğu zaman yeni sözcükleri eklerle oluşturma imkânını kullanmak yerine diğer dillerden sözcük alımlarına giderek kök sözcük sayısını kabartması dil hakkında sıkça dile getirilen diğer genel eleştirilerdir.
Esperanto dilbilgisiyle ilgili eleştiriler ise genelde sıfatın ismin durumundan etkilenmesine, kök sözcüklerin cinsiyet bilgisi taşımasına ve cinsiyet belirtmeden tekil isim kullanmanın zorluğuna yöneliktir.
Sözlü eleştirilerin yanında Esperanto'ya alternatif olması düşünülen birçok yapay dil de oluşturulmuştur. Bunların bazıları başlı başına yeni bir dil iken bazıları Esperanto üzerinde yapılan reformlarla oluşturulmuş, Esperantido genel adıyla anılan Esperanto türevleridir. Esperanto'dan sonra oluşturulup bir miktar da olsa başarıya ulaşabilmiş yapay dillerden bazıları Lojban, İdo, Toki Pona, Novial, Lingua Franca Nova, Sona, Mirad, Kotava, Interlingua, Noxilo olarak sayılabilir.
Esperanto öğrenimi.
Esperanto öğrenenlerin büyük çoğunluğu dili kişisel çabalarıyla, tek başına öğrenme materyallerini kullanarak öğrenmektedir. Bunun yanında Ulusal Esperanto Dernekleri, Esperanto öğretmek için sürekli olarak kurslar düzenler. Dili öğrenme konusunda gerekirse herhangi bir TEJO bürosuyla, yerel Esperanto gruplarıyla ya da Rotterdam'daki TEJO Dünya Bürosu ile ilişkiye geçilebilmektedir.
Esperanto dünya çapında resmî eğitim kurumları içerisinde de öğretilir. Dünyada Esperanto'nun yabancı dil olarak öğretildiği bazıları ilköğretim seviyesinde olmak üzere çok sayıda okul bulunmaktadır. Türkiye'de, Üsküdar Amerikan Lisesinde seçmeli Esperanto dersi okutulmaktadır.
2003 yılı verilerine göre 18'i Çin'de olmak üzere, 24 ülkedeki toplam 69 üniversitede Esperanto ile ilgili bölümler bulunur ve Esperanto dili öğretilir. İtalya'daki San Marino Üniversitesinin resmî eğitim ve yönetim dili Esperanto'dur.
Türkiye'de ise Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesinde Esperanto Dili, fakülteler arası seçmeli ders olarak okutulmaktadır.
Paderborn'daki Sibernetik Pedagoji Enstitüsünde Fransızca konuşan ortaöğretim öğrenci grupları üzerinde yapılan çalışmada, öğrencilerin 2000 saatte ulaştıkları Almanca düzeyine, İngilizcede 1500 saatte, İtalyancada 1000 saatte ulaşırken, Esperanto için 150 saatin bu düzeye ulaşmalarında yeterli olduğu gözlemlenmiştir. Yapılan bir diğer çalışma da 1 yıl Esperanto öğrendikten sonra 3 yıl Fransızca öğretilen öğrencilerin, 4 yıl Fransızca öğretilen öğrencilerden daha iyi Fransızca konuştuğunu göstermiştir. Bu çalışmanın İngiltere'deki bir benzerinin yürütülmesine Manchester Üniversitesi öncülüğünde devam edilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=646",
"len_data": 22710,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.9
}
|
"Diğer anlam için Ekonomi (bilim dalı) sayfasına bakınız"
Ekonomi, üretim, ticaret, dağıtım ve tüketim, ithalat ve ihracattan oluşan insan etkinliğidir. İnsanın ihtiyaçlarını karşılamada yapılan her türlü faaliyeti içerir.
Ekonomi belli bir bölge içindeki ekonomik sistemden oluşur. Bu sistem o bölgedeki iş gücünü, sermayeyi, doğal kaynakları; üretim, ticaret ile dağıtımda rol alan ekonomik kuruluşları ve o bölgedeki mal ile hizmetlerin tüketimini içerir. Bir ekonomi teknolojik evrim, tarih ve sosyal organizasyon ile coğrafya, doğal kaynaklar, gelir ve ekoloji gibi ana faktörlerin birleşmesiyle oluşur.
Ekonomi, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için hangi kaynakların kullanılması gerektiğini inceler ve bu kaynakların en etkin bir şekilde kullanılmasını sağlar. "Ekonomi" sözcüğünün kökeni Grekçe οἰκονομία ("oikonomía") sözcüğüdür. Οἶκος ("oîkos") sözcüğü "ev, hane” ve νόμος (nómos) sözcüğü de "kural, düzen, idare" anlamındadır. Bu 2 sözcüğünün birleşiminden oluşan "oikonomía" sözcüğü de "ev idare, hane yönetimi" anlamındadır.
Tüm meslekler, kuruluşlar veya ekonomik faaliyetler ekonomiye katkıda bulunur. Tüketim, tasarruf ve yatırım ekonominin çekirdek öğelerindendir ve pazarın dengesini belirler. Ekonominin birincil, ikincil ve üçüncül olmak üzere üç sektörü mevcuttur.
Tarih boyunca toplumlar karmaşıklaştıkça ekonomi de gelişti. Sümerler mal paraya dayanan büyük ölçekte bir ekonomi oluştururken, günümüzdeki anlamıyla ilk ekonomiyi Babilliler ve komşu şehir devletleri kurdu.
Ekonomi, genellikle aşağıdaki alt dalları içerir.
Mikroekonomi: Bir firma, bir birey ya da bir grubun mal ve hizmetlerle ilgili davranışlarını inceler.
Makroekonomi: Bir ülkenin genel ekonomik durumunu inceler. Bu alt dal, ülkenin büyüme oranı, enflasyon oranı, işsizlik oranı gibi genel ekonomik göstergeleri inceler.
İktisat: Mal ve hizmetlerin üretim, dağıtım ve tüketimini inceler.
Finans: Bir ülkenin ya da bir kuruluşun finansal yapısını inceler.
Tarihçe.
En erken kökler.
Birisi mal veya hizmet ürettiği, tedarik ettiği ve dağıttığı sürece bir tür ekonomi var olmuştur; toplumlar büyüdükçe ve karmaşıklaştıkça ekonomiler de büyüdü.
Sümer emtia parasına dayalı büyük ölçekli bir ekonomi geliştirdi.
Babilliler ve onların komşu şehir devletleri daha sonra borçla ilgili kurallar/kanunlar, ticari uygulamalarla ilgili yasal sözleşmeler ve hukuk kuralları ve özel mülkiyet açısından düşündüğümüz en eski ekonomi sistemini geliştirdiler.
Antik ekonomi öncelikle geçimlik tarıma dayanıyordu. Şekel, Sami halkları tarafından kullanılan ağırlık ve para birimini ifade eden ilk birimdir. Terimin ilk kullanımı M.Ö. 3.000 yıllarında Mezopotamya'da ortaya çıkmış ve gümüş, bronz, bakır vb. gibi diğer değerleri bir metrikle ilişkilendiren belirli arpa kütlesine atıfta bulunmuştur.
Tıpkı İngiliz Sterlini'nin başlangıçta bir poundluk gümüş kütlesini ifade eden bir birim olması gibi arpa/şekel başlangıçta hem para birimi hem de ağırlık birimiydi.
Mal alışverişinin çoğu sosyal ilişkiler yoluyla gerçekleşti. Pazar yerlerinde takas yapan tüccarlar da vardı. İngilizce 'ekonomi' sözcüğünün kaynaklandığı Antik Yunanistan'da, pek çok insan, özgür sahiplerinin kölesiydi. Ekonomik tartışma kıtlıktan kaynaklanıyordu.
Çin ekonomi hukukunda kurumsal yeniliğin devasa döngüsü bir fikir içerir. Piyasa dışı bir ekonomiye hizmet etmek, bir firmanın yasal olarak garanti altına alınan ve bürokratik fırsatlardan korunan görev süresini teşvik eder.
Orta Çağ.
Orta Çağ'da, şimdi ekonomi olarak bilinen şey, geçim seviyesinden çok uzak değildi. Değişimin çoğu sosyal gruplar içinde gerçekleşti. Üstüne üstlük, büyük fatihler fetihlerini finanse etmek için artık risk sermayesi dediğimiz şeyi ("Risk" anlamına gelen İtalyanca "Ventura" ‘dan) artırdılar. Sermayenin Yeni Dünya'dan getirecekleri mallarla geri ödenmesi gerekiyordu. Marco Polo (1254-1324), Kristof Kolomb (1451-1506) ve Vasco da Gama'nın (1469-1524) keşifleri ilk küresel ekonominin oluşmasına yol açtı. İlk işletmeler ticaret işletmeleriydi. 1513 yılında Anvers'te ilk borsa kuruldu. O zamanlar ekonomi öncelikle ticaret demekti.
Avrupalıların ele geçirdiği yerler, sözde koloniler olan Avrupa devletlerinin kolları haline geldi. Yükselen ulus devletler; İspanya, Portekiz, Fransa, Büyük Britanya ve Hollanda özel zenginlik ile kamu yararı arasında arabuluculuğa yönelik ilk yaklaşım olan gümrük vergileri ve (latince: merchant (Türkçe: tacir) anlamında "mercator" 'dan) merkantilizm yoluyla ticareti kontrol etmeye çalıştılar. Avrupa'daki laikleşme, devletlerin kilisenin muazzam mülkünü şehirlerin gelişimi için kullanmasına imkan verdi. Soyluların etkisi azaldı. Ekonomiden sorumlu ilk İçişleri Bakanları göreve başladı. Amschel Mayer Rothschild (1773-1855) gibi bankacılar, savaşlar ve altyapı gibi ulusal projeleri finanse etmeye başladı. Artık ekonomi, bir devletin vatandaşlarının ekonomik faaliyetlerinin konusu olarak ulusal ekonomi demekti.
Sanayi devrimi.
Kelimenin gerçek modern anlamındaki ilk ekonomist, kısmen merkantilizme bir tepki olan fizyokrasi fikirlerinden ilham alan İskoçyalı Adam Smith (1723-1790) ve daha sonra İktisat öğrencisi olan Adam Mari'ydi. Ulusal ekonominin unsurlarını tanımladı: Ürünler, rekabet - (arz ve talep)- ve iş bölümünün kullanılmasıyla oluşturulan doğal bir fiyatla sunulur. Serbest ticaretin temel amacının insanın kişisel çıkarı olduğunu savundu. Sözde kişisel çıkar hipotezi, ekonominin antropolojik temeli oldu. Thomas Malthus (1766-1834) arz ve talep fikrini aşırı nüfus sorununa aktardı.
Sanayi Devrimi, 18. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar tarım, imalat, madencilik ve ulaştırma alanlarındaki büyük değişikliklerin, Birleşik Krallık'ta başlayıp daha sonra Avrupa, Kuzey Amerika ve sonunda dünyaya yayılan sosyoekonomik ve kültürel koşullar üzerinde derin bir etkiye sahip olduğu dönemdi. Sanayi Devrimi'nin başlangıcı insanlık tarihinde önemli bir dönüm noktasına işaret ediyordu; günlük yaşamın hemen hemen her yönü sonunda bir şekilde etkilendi. Avrupa'da vahşi kapitalizm, merkantilizm sisteminin (bugünkü korumacılık) yerini almaya başladı ve ekonomik büyümeye yol açtı. Üretim sistemi, üretim ve iş bölümü, malların seri üretimini mümkün kıldığı için bugünkü döneme Sanayi Devrimi adı verilmiştir.
20. yüzyıl.
Çağdaş "ekonomi" kavramı, 1930'lardaki Amerika'daki Büyük Buhran'a kadar popüler bir şekilde bilinmiyordu.
İki Dünya savaşı'nın ve yıkıcı Büyük Buhran'ın yarattığı kaosun ardından politika yapıcılar, ekonominin gidişatını kontrol etmenin yeni yollarını aradılar. Bu, küresel serbest ticaret savunucusu olan ve sözde neoliberalizmin babaları olduğu varsayılan Friedrich August von Hayek (1899-1992) ve Milton Friedman (1912-2006) tarafından araştırıldı ve tartışıldı.
Elemanlar.
Türler.
Piyasa ekonomisi, mal ve hizmetler'in arz ve talebe göre takas veya kredi veya para birimi gibi borç değeri değişim aracı ile katılımcılar (ekonomik birimler) arasında üretildiği ve değiş tokuş edildiği ekonomidir.
Planlı ekonomi, siyasi aktörlerin neyin üretildiğini ve nasıl satılıp dağıtıldığını doğrudan kontrol ettiği ekonomidir.
Yeşil ekonomi, düşük karbonlu ve kaynak verimlidir. Yeşil ekonomide gelir ve istihdamdaki büyüme, karbon emisyonlarını ve kirliliği azaltan, enerji ve kaynak verimliliğini artıran ve biyoçeşitlilik ve ekosistem hizmetlerinin kaybını önleyen kamu ve özel sektör yatırımlarınca yönlendirilir.
Gig ekonomisi, kısa vadeli işlerin talep üzerine atandığı veya seçildiği ekonomidir.
Dünya ekonomisi, genelde insanlığın ekonomik sistem veya sistemleri anlamına gelir.
Kayıt dışı ekonomi ne vergilendirilen ne de devlet tarafından izlenen ekonomidir.
Sektörler.
Ekonominin, aşağıdaki aşamalar veya öncelik dereceleriyle geliştiği kabul edilir:
Modern ekonomilerde bu aşamalar üç sektör modeli ile ifade edilir:
Gelişmiş toplumun diğer sektörleri şunlardır:
Göstergeler.
Bir ülkenin gayri safi yurt içi hasılası (GSYİH), ekonomi büyüklüğünün ölçüsüdür veya daha özel olarak, üretilen tüm nihai malların ve hizmetlerin piyasa değerinin parasal ölçüsüdür. Bir ülkenin en geleneksel ekonomik analizi, büyük ölçüde GSYİH ve kişi başına düşen GSYİH gibi ekonomik göstergelere dayanır. Genellikle yararlı olsa da, GSYİH yalnızca paranın değiş tokuş edildiği ekonomik faaliyetleri içerir.
Modern zamanlarda finans sektörünün artan önemi nedeniyle "reel ekonomi" terimi, politikacıların yanı sıra analistler tarafından da ekonominin gerçek mal ve hizmetlerin üretimle ilgili bölümünü belirtmek için kullanılır ve görünüşte "kağıt ekonomisi" ile veya mali piyasalarda alım satımla ilgilenen ekonominin mali yönüyle tezat oluşturur,
Alternatif terminoloji gerçek değerlerle (enflasyon için düzeltilmiş) ifade edilen gerçek GSYİH ekonominin veya nominal değerlerle (enflasyon için düzeltilmemiş) ifade edilen ölçülerini birbirinden ayırır.
Çalışmalar.
Ekonomi çalışmaları kabaca makroekonomi ve mikroekonomi olarak ikiye ayrılır. Günümüzde ekonomiyi inceleyen çalışma alanları, ekonomi sosyal bilimi etrafında dönmekte olup aynı zamanda sosyolojiyi, tarihi, antropolojiyi ve coğrafyayı da kapsayabilir.
Bir bütün olarak mal ve hizmetlerin üretimi, dağıtımı, değişimi ve tüketimini içeren insan faaliyetleriyle doğrudan ilgili pratik alanlar, işletme, mühendislik, hükümet, ve sağlık hizmetleridir.
Makroekonomi bölgesel ve ulusal düzeyde incelenir ve ortak analizler arasında gelir ve üretim, para, fiyatlar, istihdam, uluslararası ticaret ve diğer konular yer alır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=647",
"len_data": 9377,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.59
}
|
QRIO ("Quest for cuRIOsity", orijinal adı Sony Dream Robot veya SDR) bir iki ayaklı insansı eğlence robot'udur, AIBO eğlence robotunun başarısını takip etmek için Sony tarafından geliştirildi ve pazarlandı (ancak hiç satılmadı). QRIO yaklaşık 0.6 m (2 fit) boyunda ve 7.3 kg (16 pound) ağırlığındaydı. QRIO'nun sloganı "Hayatı eğlenceli kılar, sizi mutlu eder!" idi.
26 Ocak 2006'da, AIBO ve diğer ürünlerine son verdiğini duyurduğu gün, Sony, QRIO'nun geliştirilmesini durduracağını duyurdu. İptal edilmeden önce, QRIO'nun üç veya dört yıl içinde ticari olarak piyasaya sürülmek amacıyla çok sayıda geliştirme, test ve ölçeklenebilirlik aşamasından geçtiği bildirilmişti.
Geliştirme.
QRIO prototipleri, Sony Intelligence Dynamics Laboratory, Inc. tarafından geliştirilmiş ve üretilmiştir. Var olan bu prototiplerin sayısı bilinmiyor. En fazla on QRIO'nun birlikte bir dans rutini gerçekleştirdikleri görüldü; bu, 22 Ocak 2006'da Boston, MA'daki Bilim Müzesi'ndeki bir Sony temsilcisi tarafından doğrulandı. Bununla ilgili çok sayıda video internette bulunabilir.
Dört dördüncü nesil QRIO prototip robotu, kayıt sanatçısı Beck tarafından "Hell Yes (Beck şarkısı)" müzik videosunda dans etti. Bu prototipler, alnın ortasında üçüncü kameradan ve daha sonraki prototiplere eklenen geliştirilmiş eller ve bileklerden yoksundu. Koreografilerini programlamak programcıların üç haftasını aldı.
QRIO, ses ve yüz tanıma özelliğine sahiptir, bu da insanları, sevdikleri ve sevmedikleri şeyleri hatırlamasını sağlar. QRIO'nun web sitesindeki bir video, onu birkaç çocukla konuşurken gösterir. QRIO, 23 cm/sn' hızda koşabilir ve Guinness Dünya Rekorları (2005 baskısı) tarafından koşabilen ilk iki ayaklı robot olarak kabul edilir (bunu, iki bacağı aynı anda yerden kalktığında hareket etmek olarak tanımlar). 4. nesil QRIO'nun dahili pili yaklaşık 1 saat sürer.
Özellikleri.
QRIO "dinamik yürüyüş" ile hareket eder. "Statik yürüme", robotun ağırlık merkezini denge bölgesi içinde tuttuğu anlamına gelir-robot tek ayağı üzerinde durduğunda, ağırlık merkezi o ayağın tabanı içindedir ve iki ayağı üzerinde durduğunda bu iki ayağın oluşturduğu çok taraflı bir şekil içindedir-bu nispeten yavaş yürümesine neden olur. Öte yandan "dinamik yürüyüş"te, ağırlık merkezi denge bölgesi ile sınırlı değildir - aslında robot yürürken genellikle bunun dışında hareket eder. İnsanlar "dinamik yürüyüş" kullanarak hareket ederler.
QRIO'nun temel hareket kontrol yöntemi, robot üzerinde çalışan birleşik yerçekimi ve atalet kuvvetlerinin yerle kesiştiği nokta olan Sıfır Moment Noktasına (ZMP) dayanmaktadır. Kontrol sistemi, QRIO'nun hareketini, ZMP'si her zaman kendi istikrar bölgesi içinde olacak şekilde yönlendirir. Ayrıca, yürüme yüzeyinin durumunu belirlemek ve çevredeki değişikliklere uyum sağlamak için ayak tabanlarındaki baskıyı ve robotun vücudunun tutumunu algılar. Bu verilere dayanarak robotun vücudunun hareketini kontrol eden bütünsel bir hareket kontrol sistemi kullanan QRIO, dinamik ve stabil bir şekilde yürüyebiliyor ve hareket edebilir.
QRIO, düz olmayan veya eğimi aniden değişen bir yüzeyde nasıl yürüyebilir? Yürüme yüzeyindeki değişiklikleri algılamak ve buna göre yanıt vermek için çok çeşitli sensörler kullanan teknoloji ile donatılmıştır. QRIO, yürüme yüzeyinden alınan kuvvet miktarı hakkında veri toplamak için her ayağın tabanındaki dört basınç sensörünü kullanarak yürüme yüzeyinin durumunu belirler.
Örneğin, ayak düz olmayan bir yüzeye dokunduğunda, sensörler zeminin eğimini algılar; ayak eğime göre aşağı doğru yerleştirilir; ve vücudun konumu, robotun hareket ederken sabit bir konumu koruması için konum sensörlerinden gelen veriler kullanılarak ayarlanır. 1 cm'ye kadar yükseklik ve 10 dereceye kadar eğim farklılıklarına uyum sağlayabilir.
QRIO, konumunun bir haritasını oluşturmak için özel renkli işaretçilerini kullanabilir. Hareket ettikçe, kendi konumunu ve işaretçinin göreceli konumunu hesaplamak için kameraları aracılığıyla topladığı işaretçinin görüntüsünü kullanır ve hassasiyeti artırmak için bu hesaplamayı defalarca tekrarlar. Bu şekilde, işaretçilerin özel bir düzende mi yerleştirildiğini veya bir boşluğu diğerinden ayırt edip etmediğini algılayabilir. İşaretçileri futbol sahası gibi bir şekle sokun ve QRIO futbol oynayacak; Onları bir sahne gibi düzenleyin ve QRIO dans etsin.
QRIO sesinizi tanıyor. Dahili mikrofonları ile duyduğu sesleri analiz ederek kimin konuştuğunu belirleyebilir. Onu çağırın ve sizi tanıyorsa, sizi fark edecek ve cevap verecektir. Sizi tanımıyor ama yanlışlıkla tanıdığını düşünüyorsa, ona sesinizi öğretebilirsiniz ve sizi hatırlayacaktır. Gelecekte, bu yeteneği kullanarak, örneğin bir cep telefonunda insanların seslerini ayırt etmek mümkün olabilir.
QRIO konuşulan kelimeleri anlamak için tasarlanmıştır. Kafasındaki yedi mikrofon, bir kişinin sesini ve konuştuğu yönü tanımlar ve hatta söylediği kelimeleri seçer. QRIO, kimliği belirsiz konuşmacıların seslerini bile anlayabilir. Zaten on binlerce kelime biliyor, ancak yenilerini de öğrenebilir. Bu teknoloji, robotlar dışındaki makinelerde (örneğin, araba navigasyon sistemlerinde) yaygın olarak kullanılmaktadır.
QRIO sizinle eğlenceli bir sohbet edebilir. Ses tanıma teknolojisini kullanarak konuştuğunuz kelimeleri analiz eder ve kendi sözleriyle yanıt verir. Ne tür şeylerden hoşlandığınızı soracak ve onları hatırlayacak, sizi her zaman daha iyi tanıyacak. Bu anıları sizinle gelecekteki sohbetlerde kullandığından, ne kadar fazla bilgi olursa o kadar dolu ve doğal bir sohbetten keyif alırsınız. QRIO çok çeşitli şeyleri bilir ve onlar hakkında konuşmayı sever. Sevdiğiniz şeyleri duydukça konuşmasını size uydurmaya gelecektir.
QRIO'nun bir şarkı söylediğini duysanız şaşırır mıydınız? Eğlence değerine büyük önem verdiğimiz için QRIO size vibrato'da da şarkı söyleyebilir! Net, basit ve kolay anlaşılır bir ses arayan temel bir teknoloji geliştirdik. Ancak zaten bildiği seslerin ve kelimelerin ötesinde öğrendiği yeni kelimeleri de telaffuz edebilir. Sesinin kalitesi ve tonlaması aracılığıyla duygularını ifade eder.
QRIO, iletişim ortağını çeşitli teknolojiler kullanarak tanır ve kendi isteğiyle hareket eder. Bu hareketleri birleştirmek, otonom bir robotta çok önemli bir unsur olan otonom davranış kontrol mimarisidir. QRIO, hareket ettikçe ve duygu sergiledikçe eylemlerini çevresindeki ortama uyarlar. Ek olarak, hareketi yarıda kesilirse, her şeye yeniden başlayabilir. Bu unsurların birkaçını birleştirerek, QRIO her zamankinden daha karmaşık otonom davranışı gerçekleştirir.
QRIO'nun kendi duyguları vardır ve bunları hareketleri, eylemleri, sesleri veya renkleri gibi çeşitli şekillerde ifade eder. Bazen, kendi duyguları olduğu için, yapmasını istediğiniz bir şeyi yapmayabilir. Hepsi QRIO'nun gizeminin bir parçası.
Biri tarafından itilirse, QRIO düşmemek için itildiği yönde bir adım atacaktır. Kontrol sistemi, ayak tabanlarındaki basınç sensörleri ve konum sensörleri aracılığıyla itildiğini algılar ve dengeyi korumak için hareket eder. Önden, arkadan, sağdan veya soldan kendisine etki eden bir dış kuvveti algılayabilir.
Ayrıca, bir dış kuvvete tepki vermenin ne zaman zor olacağını belirler ve tüm vücut hareketini hemen durdurur (düşmeden kaçınma).
QRIO, eylemlerinin bir düşüşü engellemeyeceğini belirlediğinde, içgüdüsel olarak kollarını uzatır, kalçalarını döndürür ve çarpma pozisyonu alır. Aynı zamanda kontrol sistemi, mafsal aktüatörlerindeki servolara anlık olarak biraz gevşemeleri için komut verir. Bu şekilde düşme şokunu azaltır ve yaralanmadan hayatta kalmasını sağlar.
QRIO ayrıca bir düşüşten sonra pozisyonunu kontrol etmek, kendini yukarı çevirmek ve çeşitli yüzüstü pozisyonlardan kurtulmak için programlanmıştır.
QRIO'nun kafası iki kamera ile donatılmıştır. Tıpkı bir insan gibi, sağ ve sol görüntülerin ayrıntılı bir karşılaştırmasıyla (stereoskopik görüş) görüntülenen nesneye olan mesafeyi belirler. Ayrıca yedi mikrofon ile donatılmıştır, böylece algıladıkları ses dalgalarını analiz ederek duyduğu sesin yönünü hesaplayabilir. Daha sonra bu sesi analiz ederek, bir kişinin sesi olup olmadığını, el çırpma vb. olup olmadığını belirleyebilir. QRIO'yu alkışlarsanız, dikkatini size çevirebilir.
QRIO'nun yüzey engellerini algılayabilmesi için çevresini üç boyutlu olarak algılayabilmesi gerekir. Başını çevirirken, nesnelere olan mesafeyi hesaplamak için stereoskopik görüşünü kullanır; daha sonra gördüğü nesnelerin zeminin bir parçası mı yoksa kaçınılması gereken bir engel mi olduğunu belirlemek için verileri analiz eder - örneğin çevresinin zihinsel bir haritasını çizmek gibi.
Popüler kültürde.
2005'te, Beck'in "Hell Yes" adlı müzik videosunda dört QRIO robotu yer aldı. Robotlar müziğe eşlik ediyor.
Yeniden tasarlanan televizyon dizisi "Battlestar Galactica" 2009 dizi finali'nde, sanal Altı Numara ve sanal Gaius Baltar günümüz Dünyasında koda setinde ortaya çıkıyor. İnsanlığın "teknoloji çılgına dönmüş" ile etkileşimi tarafından sürdürülen şiddet döngüsü hakkında yorum yaparlar. Son sahne daha sonra bir Sony QRIO ile başlayan gerçek hayattaki robotların bir montajını gösterir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=649",
"len_data": 9069,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.56
}
|
Pragmatizm, felsefede; uygulayıcılık, uygulamacılık, pragmacılık, fiîliyye, faydacılık, yararcılık gerçeğe ve eyleme yönelik olan, pratik sonuçlara yönelik düşünme temelleri üzerine kurulmuş olan felsefi akımdır. William James (1842-1910) tarafından popüler hale getirilmiştir. Onun felsefe ekolünden olanı yapmak, başarmak anlamına da gelir. Hem "iyinin teorisi" hem de "doğrunun teorisi"dir. İyinin teorisi olarak faydacılık refahcıdır (welfarist). İyi en fazla faydayı sağlayandır ve burada fayda zevk, tatmin veya bir nesnel değerler listesine göre tanımlanır. Bir doğru teorisi olarak ise faydacılık neticecidir (consequentialist). Doğru hareket bir şeyin uygulanabildiği ölçüde gerçek olduğu savına dayandırılmıştır. Bir fikrin doğruluğu faydalılığı, kullanışlılığı veya işlerliği gibi gözlemlenebilir etkilerine göre belirlenir.
Ampirizm ile yakın alakası olan bu felsefi akımı teorik düşüncenin tam tersi olarak nitelemek yanlış olmayacaktır.
Kelimenin dayandığı felsefi terim "prágma, Eski Yunanca" olup iş, eylem demektir. Pragmatik ise kelime anlamı olarak işe yönelik anlamına gelir. "Faydacılık" bu terime karşılık kullanılan sözcüktür. "Faydacılık ilk olarak 18. yüzyıl İngiltere'sinde Jeremy Bentham ve diğerleri tarafından öne sürülmüştür. Fakat Epikür (Aipikuros) gibi Antik Yunan filozoflarına kadar geri gidilebilir. İlk kez ortaya atıldığında iyi en fazla insana en fazla mutluluğu getiren şey olarak tanımlanmıştı. Ancak daha sonra Bentham iki farklı ve birbiri ile çelişme potansiyeli olan kavram içerdiğinden birinci kısmı atıp sadece “en büyük mutluluk prensibi” demiştir.
Hem Bentham'ın hem de Epikür'ün formülasyonu hedonistik nedenselliğin farklı tipleri olarak düşünülebilir çünkü hareketlerin doğruluğunu sebep oldukları mutluluğa göre ölçüyorlardı ve mutluluğu zevk ile tanımlıyorlardı; ancak Bentham'ın formulasyonu ferdi olmayan bir hedonizmdi. Epikür'ün kişiyi en mutlu eden şeyi yapmasını tavsiye etmesine karşılık Bentham herkesi en mutlu yapacak şeyi yapmayı uygun görüyordu.
John Stuart Mill "Utilitarianism" isminde ünlü (ve kısa) bir kitap yazmıştır. Mill bir faydacı olmasına rağmen bütün zevklerin aynı değerde olmadığını ileri sürmüştür. “Mutsuz bir Sokrat (Sokrates) olmak, mutlu bir domuz olmaktan yeğdir.” sözü bu görüşünü anlatır.
Faydacılığı eleştirenler bu görüşün birkaç problemi olduğunu söylemişlerdir. Bunlardan biri değişik insanların faydalarının karşılaştırılmasının zorluğudur. İlk faydacıların çoğu mutluluğun felisifik hesap (felisific calculus) ile sayısal olarak ölçülüp karşılaştırılabileceğine inanıyorlardı ama pratikte bu hiçbir zaman yapılamadı. Değişik insanların mutluluğunun kıyaslanmasının sadece pratikte değil prensipte de mümkün olmayacağı ileri sürülmüştür. Faydacılığın savunucuları bu problemin iki kötü seçenek arasında karar vermek zorunda kalan herkesin karşılaşabileceği bir problem olduğunu söyleyerek karşılık vermişlerdir. Bir milyar insanın ölmesiyle bir kişinin ölmesinin aynı derecede kötü olduğunu söyleyemiyorsanız bu problemi utilitaryanizmi reddetmek için kullanamazsınız demişlerdir.
Faydacılık sağduyu ile çeliştiği için de eleştirilmiştir. Örneğin kişi kendi çocuğunun hayatı ile iki yabancının hayatını kurtarmak arasında seçim yapmak zorunda kaldığında kendi çocuğunu kurtarmayı seçecektir. Ama faydacılar iki yabancıyı kurtarmanın gelecekte daha fazla potansiyel mutluluğa sebebiyet vereceğinden tersini tercih etmeyi destekleyeceklerdir.
Bu akımın -bir şey uygulanabildiği ölçüde doğrudur- şeklindeki savı ise hiçbir teorik mekanizmanın tartışılmasına izin verilmeden bir şey özden yoksun olduğu halde başarılı bile olsa kabul gördüğünden eleştirilmiştir. Söz gelimi birbirinden farklı seçeneklere sahip bir soru hiçbir bilgi sahibi olmayan kimse tarafından rastgele ama doğru yanıtlandığında faydacılığa göre o şey artık mutlaklık kazanmıştır. Bu kişinin bilgili, eğitimli ya da zeki olması pek de önemli unsurlar değildir. Tersi durumda da çok iyi eğitimli ve yetenek sahibi kişiler toplumda iyi statülere erişemediği durumda onların geri zekalı ya da cahil olarak damgalanmaları bu akım yüzündendir. Kısacası faydacılıkta önemli olan öz değil biçimdir, olayların teorik akışı önemsizdir, mutlak olan daima pratik başarı olarak kabul edilir. Her teori doğru değil ama her pratik doğrudur bu görüşe göre.
Daniel Dennett kararlarımızı yönlendirmek için faydacılığın kullanmasının sınırlarını belirlemek için Three Mile adası kazasını örnek olarak kullanır. Bu nükleer santraldeki kaza iyi bir şey mi yoksa kötü bir şey miydi? Bu kaza birçok kişi tarafından nükleer enerji politikasına yaptığı etkiler yüzünden yararlı olarak görülmekteydi (neticede Çernobil kadar kötü bir kaza değildi). Dennett faydacılık açısından tüm kanıtları tartıp bir karara varmak için hâlâ daha erken (aradan geçen 20 yıla rağmen) olduğunu söylemektedir.
Burada söz edilen sıkıntılardan kurtulmak için faydacılığın değişik çeşitleri ortaya atılmıştır. Faydacılığın geleneksel şekli en fazla fayda getiren hareket en iyi harekettir diyen hareket faydacılığıdır. Buna alternatif ise en iyi hareket en fazla faydayı sağlayacak kuralın emrettiği harekettir diyen kural faydacılığıdır.
Örneğin bir kişi yalan söylerse en fazla faydayı elde edeceği bir durumda olsun; hareket faydacılığına göre en doğru hareket yalan söylemektir ama genel kural olarak doğruyu söylemek o kişiye daha fazla fayda sağlayacağını kabul edersek kural faydacılığı açısından doğruyu söylemek gerekmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=650",
"len_data": 5449,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.99
}
|
Yapılandırmacılık, oluşturmacılık ya da konstrüktivizm, bireylerin bilgiyi dışarıdan doğrudan ve pasif biçimde almadığı; bunun yerine, önceki deneyimlerini, algılarını ve sosyal etkileşimlerini kullanarak bilgiyi aktif biçimde yapılandırdığı bir öğrenme kuramıdır. Yapılandırmacı yaklaşıma göre öğrenme, bireyin çevresiyle kurduğu etkileşimler ve kendi bilişsel süreçleri doğrultusunda anlam inşası yoluyla gerçekleşir.
Yapılandırmacılık, özellikle eğitim felsefesi, öğrenme psikolojisi ve pedagoji alanlarında önemli bir yer tutar. Bu yaklaşım, öğrenenin bilgiyi hazır ve mutlak bir biçimde edinmektense, aktif sorgulama, araştırma ve deneyim yoluyla yapılandırdığını vurgular. Bu nedenle öğrenme süreci, bireyin anlam kurma süreci olarak görülür.
Kuramın temelini oluşturan düşünürler arasında Jean Piaget (bilişsel yapılandırmacılık), Lev Vygotsky (sosyal yapılandırmacılık), Jerome Bruner (keşfederek öğrenme) ve Ernst von Glasersfeld (radikal yapılandırmacılık) gibi isimler yer alır.
Temel yaklaşım.
Yapılandırmacı öğrenme kuramı, bireyin bilgiyi hazır olarak almadığını; aksine, deneyimleri, önceki bilgileri ve çevresiyle kurduğu etkileşimler yoluyla bilgiyi aktif olarak inşa ettiğini savunur. Bu anlayışa göre öğrenme süreci, sadece dışarıdan gelen bilgi aktarımıyla değil, bireyin zihinsel olarak bu bilgiyi anlamlandırmasıyla gerçekleşir.
Yapılandırmacı yaklaşımda bilginin mutlak ve değişmez olduğu varsayımı reddedilir. Bunun yerine, bireyin bilgiyi anlamlandırma sürecine yaptığı katkı vurgulanır. Bu süreçte birey, yeni karşılaştığı bilgileri kendi zihinsel şemalarıyla ilişkilendirerek onları özümler ya da var olan şemalarını yeniden düzenler. Jean Piaget, bu süreci "özümseme" (assimilation) ve "uyum sağlama" (accommodation) olarak tanımlar.
Lev Vygotsky ise yapılandırmacılığa sosyal bir boyut kazandırarak bireyin öğrenme sürecinde kültürel çevre ve toplumsal etkileşimlerin belirleyici olduğunu ileri sürer. Ona göre öğrenme, daha yetkin bireylerle (örneğin bir öğretmen ya da akran) kurulan etkileşim sayesinde mümkün olur. Bu anlayış, yakınsak gelişim bölgesi (ZPD – Zone of Proximal Development) kavramı ile açıklanır.
Yapılandırmacılık yalnızca bireyin bilişsel süreçlerini değil, aynı zamanda öğrenmenin içinde gerçekleştiği sosyal, kültürel ve duygusal bağlamları da önemser. Bu nedenle yapılandırmacı yaklaşım, öğrenmeyi yalnızca bireysel bir süreç olarak değil, aynı zamanda toplumsal bir deneyim olarak da ele alır.
Öğrencinin rolü.
Yapılandırmacı öğrenme yaklaşımında öğrenci, bilgiyi pasif biçimde alan bir birey değil; kendi öğrenme sürecinin merkezinde yer alan, aktif, sorgulayıcı ve anlam kurucu bir özne olarak görülür. Öğrenciler, bilgiyi öğretmenin sunduğu biçimiyle ezberlemek yerine; araştırarak, keşfederek ve sorgulayarak kendilerine özgü biçimde inşa ederler.
Bu kuramda öğrenci, ön bilgilerini yeni durumlarla karşılaştırarak sürekli olarak günceller ve dönüştürür. Öğrenme süreci bireysel farklılıklara, geçmiş deneyimlere ve öğrenenin aktif katılımına bağlıdır. Bu nedenle her öğrencinin öğrenme yolu, süresi ve derinliği farklı olabilir. Bu yaklaşım, öğrencinin hem bilişsel hem duyuşsal yönlerini dikkate alan bütüncül bir öğrenme anlayışını temel alır.
Öğrencinin rolü sadece bilgi arayıcılığıyla sınırlı değildir; aynı zamanda iş birliği yapma, fikir alışverişinde bulunma ve sosyal etkileşim yoluyla öğrenmeyi derinleştirme sorumluluğu da taşır. Özellikle sosyal yapılandırmacılık bağlamında, öğrencinin öğrenme süreci diğer bireylerle kurduğu etkileşimler aracılığıyla şekillenir.
Yapılandırmacı sınıf ortamlarında öğrenciler,
Bu süreçte öğrenci, dışsal ödüllere değil; anlam kurma, merak, başarı ve başarma duygusu gibi içsel motivasyonlara dayanarak öğrenir.
Öğretmenin rolü.
Yapılandırmacı öğrenme yaklaşımında öğretmen, bilgiyi doğrudan aktaran bir otorite figürü değil; öğrenme sürecini yönlendiren, rehberlik eden ve öğrenenleri destekleyen bir "kolaylaştırıcı" (facilitator) olarak tanımlanır. Öğretmenin temel görevi, öğrencilerin kendi bilgilerini inşa etmelerine imkân tanıyacak öğrenme ortamlarını hazırlamak, merak uyandırmak ve öğrenme sürecinde anlamlı bağlantılar kurmalarına yardımcı olmaktır.
Bu bağlamda yapılandırmacı öğretmen:
Öğretmenin sınıf içindeki rolü esnektir; öğrencilerin ihtiyaçlarına göre değişir. Lev Vygotsky’nin yakınsak gelişim bölgesi kuramı doğrultusunda, öğretmen öğrencinin mevcut yeterlilik düzeyinin biraz üzerindeki alanlarda ona destek sunar ve bu desteği zamanla azaltarak öğrenenin bağımsızlığını geliştirir.
Yapılandırmacı öğretmen aynı zamanda bir gözlemcidir; öğrencilerin ilgi alanlarını, öğrenme stillerini ve anlam kurma süreçlerini analiz ederek dersin yönünü bu doğrultuda şekillendirir. Bu nedenle öğretim önceden belirlenmiş bir kalıba değil, dinamik ve etkileşimli bir sürece dayanır.
Eğitsel uygulamalar.
Yapılandırmacı yaklaşım, öğrenmeyi soyut bir süreç olarak değil, öğrencinin etkin biçimde katıldığı, anlam inşa ettiği ve gerçek hayatla bağlantılar kurduğu bir süreç olarak görür. Bu anlayış, çeşitli çağdaş öğretim yöntemleriyle sınıf ortamında somutlaştırılabilir.
Başlıca yapılandırmacı uygulama örnekleri şunlardır:
Bu uygulamalar, yalnızca bilgi edinimini değil; aynı zamanda öğrencilerin problem çözme, eleştirel düşünme, iş birliği yapma, yaratıcılık geliştirme ve öz-yönetim becerilerini de destekler. Yapılandırmacı öğretim uygulamaları, öğrencinin öğrenmeyi sahiplenmesini ve kendi öğrenme yollarını keşfetmesini teşvik eder.
Eleştiriler.
Yapılandırmacı yaklaşım, modern eğitim anlayışının temel taşlarından biri olarak kabul edilse de; çeşitli açılardan eleştirilmiştir. Bu eleştiriler hem kuramsal temellere hem de sınıf içi uygulamalara yöneliktir.
En yaygın eleştirilerden biri, yapılandırmacı yöntemin başlangıç düzeyindeki öğrenciler için fazla soyut ve rehbersiz olabileceğidir. Özellikle yeterli ön bilgiye sahip olmayan öğrencilerin, yapılandırmacı yaklaşımla sunulan öğrenme ortamlarında zorlanabileceği, hatta kavram yanılgılarına açık hâle gelebileceği belirtilmiştir.
Buna bağlı olarak, yapılandırmacı yöntemlerin zaman zaman aşırı serbestlik tanıdığı, bu nedenle öğretmenin rehberliğini zayıflattığı ve öğrenme hedeflerine ulaşmayı zorlaştırdığı yönünde görüşler vardır. Öğrencilere "her şeyi kendilerinin keşfetmesi" beklentisi, bazı durumlarda motivasyon kaybına veya yüzeysel öğrenmeye neden olabilir.
Bir diğer eleştiri, yapılandırmacılığın ölçme ve değerlendirme süreçleriyle ilgili yeterince net yönlendirmeler sunmamasıdır. Bu yaklaşımda öğrenme süreci bireyselleştirildiğinden, standart ölçme araçlarıyla değerlendirme yapmak güçleşebilir. Öğrencilerin bireysel ilerlemeleri ve öğrenme yolları farklılık gösterdiği için, başarıyı belirlemek karmaşık bir hâl alabilir.
Ayrıca bazı eleştirmenler, yapılandırmacı yaklaşımın geleneksel bilgiyi yeterince merkeze almadığını, bu nedenle temel kavram ve becerilerin öğrenilmesinde gecikmeler yaşanabileceğini ileri sürmüştür. Özellikle disiplinlerarası karmaşık içeriklerde, yapılandırmacı yöntemlerin yapılandırılmamış hâlde sunulması, öğrencinin konu bütünlüğünü kurmasını zorlaştırabilir.
Yapılandırmacı kurama yöneltilen bu eleştiriler, yaklaşımın tamamen işlevsiz olduğunu değil; doğru koşullar altında, uygun rehberlik, planlama ve destekle birlikte etkili bir şekilde uygulanması gerektiğini göstermektedir.
Alt türleri.
Yapılandırmacılık, zamanla farklı kuramcılar tarafından geliştirilmiş ve çeşitli alt yaklaşımlarla zenginleştirilmiştir. Bu alt türler, öğrenmenin bireysel, sosyal, felsefi ve kültürel boyutlarını farklı derecelerde vurgular.
Bilişsel Yapılandırmacılık.
Bilişsel yapılandırmacılık, Jean Piaget’nin kuramsal çerçevesine dayanan bir yaklaşımdır. Bu görüşe göre öğrenme, bireyin çevreden gelen yeni bilgileri zihinsel yapılarıyla ilişkilendirerek özümsemesi (assimilation) ve gerektiğinde bu yapıları yeniden düzenlemesi (accommodation) yoluyla gerçekleşir. Piaget, öğrenmenin bireysel ve içsel bir süreç olduğunu savunur; bilgi, bireyin aktif zihinsel faaliyeti sonucu inşa edilir ve bireysel gelişim evrelerine göre şekillenir.
Bilişsel yapılandırmacılık sınıf ortamında öğrencilerin kendi öğrenme hızlarına, bilişsel gelişim düzeylerine ve ilgilerine uygun etkinliklerle öğrenmeye katılımını esas alır. Bu yaklaşıma göre öğretmen, öğrencilerin zihinsel gelişim düzeyine uygun problemler sunmalı ve onların düşünme süreçlerini desteklemelidir. Ezber yerine anlamlandırmaya, sonuç yerine sürece odaklanır. Öğrencilerin aktif katılımını teşvik eden açık uçlu sorular, deneysel etkinlikler ve akran tartışmaları bu anlayışa uygundur.
Sosyal Yapılandırmacılık.
Sosyal yapılandırmacılık, Lev Vygotsky’nin görüşlerine dayanan ve öğrenmenin sosyal bir süreç olduğunu vurgulayan bir yaklaşımdır. Vygotsky’ye göre bilgi, birey ile sosyal çevresi arasında kurulan etkileşim yoluyla yapılandırılır. Öğrenme, daha yetkin bireylerle iş birliği yapma, kültürel araçları kullanma ve dili aktif olarak edinme süreçleriyle gelişir. Bu bağlamda, dil öğrenmenin hem taşıyıcısı hem de dönüştürücüsüdür.
Sosyal yapılandırmacılık, sınıf içi uygulamalarda öğrenciler arası etkileşim, grup çalışmaları ve iş birliğine dayalı öğrenme stratejilerine öncelik verir. Yakınsak gelişim alanı (ZPD) kavramı bu yaklaşıma özgü olup, öğrencinin tek başına değil, rehberlik ve destekle başarabileceği öğrenme düzeylerini tanımlar. Bu nedenle öğretmen, öğrencinin gelişim sürecinde sürekli bir rehber ve destekleyici rol üstlenir.
Radikal Yapılandırmacılık.
Ernst von Glasersfeld tarafından geliştirilen radikal yapılandırmacılık, bilginin bireysel deneyime dayalı olarak tamamen öznel biçimde yapılandırıldığını savunur. Bu yaklaşım, dış dünyada var olduğu varsayılan mutlak bir gerçekliğin insan tarafından doğrudan erişilemeyeceğini ileri sürer. Bilgi, bireyin algıları ve deneyimleriyle uyumlu olduğu sürece “geçerli” sayılır; yani “doğruluk” yerine “uygunluk” (viability) esas alınır.
Radikal yapılandırmacılık eğitim bağlamında, her öğrencinin kendi anlam dünyasında özgün bilgi yapılarını kurduğunu kabul eder. Bu anlayışta öğretmenin görevi, öğrencilerin bireysel düşünme yollarına müdahale etmek değil, onların inşa süreçlerine eşlik etmek ve yeni düşünsel bağlamlar sunmaktır. Bu yaklaşım, öğrenmenin nesnel standartlarla değil, öğrencinin kişisel anlam dünyasıyla uyumuna göre değerlendirilmesi gerektiğini öne sürer.
Keşfederek Öğrenme.
Jerome Bruner tarafından geliştirilen keşfederek öğrenme, öğrencinin bilgiyi öğretmenden doğrudan almak yerine, kendi araştırma ve keşif süreciyle yapılandırması gerektiğini öne sürer. Bruner’a göre öğrenme süreci, öğrencinin zihinsel etkinliklerine dayanmalı ve anlam inşası keşif yoluyla gerçekleşmelidir. Bu anlayışta öğretmenin görevi, öğrenciyi araştırmaya yönlendiren, onları destekleyen bir rehber olmaktır.
Keşfederek öğrenme, özellikle problem çözme, bilimsel süreç becerileri ve yaratıcı düşünmenin geliştirilmesinde etkilidir. Öğrenciler bu modelde deney yapar, hipotez geliştirir, sonuçları tartışır ve bilgiye aktif biçimde ulaşır. Bu yaklaşım, bilişsel ve sosyal yapılandırmacılıkla örtüşmekle birlikte, bireysel keşfi ve içsel motivasyonu ön plana çıkarır.
Dünyada yapılandırmacılık.
Yapılandırmacılık, 20. yüzyılın ortalarından itibaren eğitim bilimlerinde önemli bir kuramsal yönelim hâline gelmiş ve zamanla birçok ülkenin öğretim programlarında etkili olmuştur. Jean Piaget, Lev Vygotsky, Jerome Bruner ve Ernst von Glasersfeld gibi düşünürlerin kuramsal katkıları, yapılandırmacı yaklaşımın farklı ülkelerde farklı biçimlerde benimsenmesini sağlamıştır. Bu yaklaşım, özellikle öğrencinin aktif katılımı, problem çözme becerileri, sorgulayıcı düşünce ve bireysel sorumluluk gibi becerilere verdiği önem nedeniyle çağdaş eğitim reformlarında sıkça tercih edilmiştir.
Finlandiya.
Finlandiya, yapılandırmacı yaklaşıma dayalı en sistemli eğitim reformlarını gerçekleştiren ülkelerden biridir. 1990’lardan itibaren öğrenci merkezli öğretim anlayışı, disiplinler arası öğrenme, yaratıcı problem çözme ve yaşamla bağlantılı içeriklere odaklanan bir sistem kurulmuştur. Öğretmen yetiştirme programları da yapılandırmacı ilkelere göre düzenlenmiştir. Uluslararası PISA sınavlarında gösterdiği başarı, bu yaklaşımın etkili bir şekilde uygulanmasına bağlanmaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri.
ABD’de yapılandırmacılık, özellikle 1960’lı yıllarda Jerome Bruner’in etkisiyle eğitim politikalarında yer bulmuştur. keşfederek öğrenme modeli, fen ve matematik öğretiminde aktif olarak uygulanmıştır. 1980’li ve 90’lı yıllarda yapılandırmacılığın etkisi genişlemiş; teknoloji destekli öğrenme, problem temelli öğrenme ve öğrenci portfolyoları gibi uygulamalar öne çıkmıştır. Ancak sistemin merkeziyetçilikten uzak yapısı nedeniyle eyaletler arasında uygulama farklılıkları da gözlemlenmiştir.
Avustralya.
Avustralya’da yapılandırmacı yaklaşım, 1990’lardan itibaren müfredat geliştirme çalışmaları ve öğretmen eğitimi alanında etkili olmuştur. Özellikle öğrenci merkezli öğrenme ortamlarının oluşturulması, öğretim programlarında süreç odaklı değerlendirme ve farklı öğrenme stillerine duyarlılık ilkeleri benimsenmiştir. Ayrıca Vygotsky’nin görüşlerine dayalı olarak sosyal yapılandırmacılık, erken çocukluk eğitimi alanında geniş uygulama alanı bulmuştur.
Türkiye.
Türkiye’de yapılandırmacı yaklaşım, özellikle 2005 yılı ilköğretim programı reformu ile birlikte eğitim sistemine dâhil edilmiştir. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan yeni öğretim programları, öğrenci merkezli öğretim, etkin katılım, sorgulama ve yapılandırmaya dayalı anlam kurma süreçlerini ön plana çıkarmıştır.
Yeni programlarla birlikte yapılandırmacı yaklaşım, öğrenciye aktif rol veren, öğretmeni rehber konumuna yerleştiren ve ölçme-değerlendirmede alternatif araçları öne çıkaran bir anlayış olarak benimsenmiştir. Ancak bu değişim büyük oranda yalnızca resmî program düzeyinde kalmış; uygulamada köklü bir dönüşüm sağlanamamıştır. Literatürde, 2005 sonrası eğitim uygulamalarında öğretmenlerin büyük çoğunluğunun yapılandırmacı yaklaşıma uygun yöntem ve teknikleri yeterince benimsemediği; derslerin hâlâ öğretmen merkezli, ezbere dayalı, sınav odaklı ve durağan bir biçimde sürdürüldüğü sıklıkla vurgulanmaktadır.
Uygulamada karşılaşılan başlıca engeller arasında, öğretmenlerin geleneksel öğretim alışkanlıklarından vazgeçememesi, kalabalık sınıflar, kısıtlı ders süreleri, yeterli öğretim materyallerinin bulunmaması ve öğretmen eğitimlerinin çoğunlukla yüzeysel kalması yer almaktadır. Ayrıca merkezi sınav sistemlerinin baskınlığı nedeniyle öğretmenlerin yapılandırmacı öğrenmeye dayalı esnek ve öğrenci odaklı uygulamalardan uzak durduğu da çeşitli araştırmalarda ifade edilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=653",
"len_data": 14609,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 4.28
}
|
Matematik (Yunanca μάθημα "máthēma," "bilgi, çalışma, öğrenme"); sayılar, felsefe, uzay ve fizik gibi konularla ilgilenir. Matematikçiler ve filozoflar arasında matematiğin kesin kapsamı ve tanımı konusunda görüş ayrılığı vardır.
Matematikçiler örüntüleri araştırır ve bunları yeni konjektürler formüle etmekte kullanırlar. Bu konjektürlerin doğruluğunu veya yanlışlığını matematiksel ispat yoluyla çözmeye çalışırlar. Matematiksel yapılar gerçek fenomenleri iyi modelize ettiklerinde matematiksel düşünce doğa hakkında tahmin yürütmemizi ve onun iç yüzünü anlamamızı sağlayabilir. Matematik soyutlama ve mantığı kullanarak ve sistemli çalışmayla fiziksel objelerin şekillerini ve hareketlerini saymayı, hesaplamayı ve ölçmeyi mümkün kılar ve böylece gelişir. Pratik matematik yazılı kayıtlardan beri insan etkinliği olagelmiştir. Matematiksel problemlerinin çözümü için gerekli araştırma yıllarca hatta yüzyıllarca süren bir çaba gerektirebilmektedir.
İlk titiz kayıtlara Yunan matematiğinde rastlanır. (Özellikle Öklid'in "Elementler" kitabında) Giuseppe Peano (1858-1932), David Hilbert (1862-1943) ve diğerlerinin geç 19 yüzyılda belitsel sistemler üzerine kurdukları çalışmalarından beri matematiksel araştırmada doğruyu kurmanın geleneği değişti. (Artık uygun olarak seçilen aksiyom ve tanımlardan titiz bir şekilde tümdengelim yapılmaktadır.) Matematik Rönesans'a kadar görece yavaş gelişti. Sonra matematikteki yenilikler diğer yeni bilimsel keșiflerle etkileșerek matematiksel keșiflerde günümüzde hâlâ devam eden hızlı bir artış sağladı.
Galileo Galilei (1564-1642) "Kainat dediğimiz kitap, yazıldığı dil ve harfler öğrenilmedikçe anlaşılamaz. O, matematik dilinde yazılmış; harfleri üçgen, daire ve diğer geometrik şekillerdir. Bu dil ve harfler olmaksızın kitabın tek bir kelimesinin anlaşılmasına olanak yoktur. Bunlar olmaksızın yapılan karanlık bir labirentte amaçsızca dolaşmaktır." Carl Friedrich Gauss (1777-1855) matematiği bilimlerin kraliçesine benzetmiştir. Benjamin Peirce (1809-1880) matematik için bilimlerin sonuçlarının çizilmesi için gereken bilim demiştir. David Hilbert "Biz burada gelişigüzel konuşmayız. Matematik şart koşulan rastgele kuralların olduğu bir oyun gibi değildir. O yalnızca içsel gerekliliğin olduğu kavramsal bir sistemdir, aksi hiçbir şey değil." Albert Einstein (1879-1955), "Matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir." Fransız matematikçi Claire Voisin, "Matematikte yaratıcı itki, her yerinde kendini ifade etmeyi denemesidir." der.
Matematik dünya genelinde doğa bilimleri, mühendislik, teknoloji ve maliye gibi birçok alanın temel aracıdır. Uygulamalı matematik, matematiksel bilginin diğer alanlara uygulanmasıyla ilgilidir. Bu uygulamalar sayesinde istatistik ve oyun teorisi gibi tamamıyla yeni matematik disiplinleri doğmuştur. Ayrıca matematikçiler soyut matematikle akıllarında herhangi bir kullanım olmadan da yalnızca matematik yapmak için uğraşırlar. Soyut matematikle uygulamalı matematiği ayıran belirgin bir çizgi yoktur. Soyut matematikteki keşifler sıklıkla pratik matematik uygulamalarının başlatıcısı olurlar.
Kökeni.
Matematik kelimesi, köken olarak Antik Yunanca'daki μάθημα ("máthema") kelimesinden türetilmiştir. Bu kelime, "öğrenme", "bilme", "bilgi" veya "öğretim" anlamlarına gelir. Yunanca μαθηματικός ("mathematikós") kelimesi ise "öğrenmeye yatkın" veya "öğrenmekten hoşlanan" anlamında kullanılmıştır. Matematik terimi, Latincede mathematica, Fransızcada ise mathématique formunda yer almış ve Türkçeye Fransızca üzerinden geçmiştir.
Osmanlı döneminde, matematik terimi yerine genellikle Arapça kökenli riyaziye kelimesi kullanılmıştır. Riyaziye, hesaplama ve matematik anlamlarına gelir. Modern Türkçede matematik, öğrenme, bilim ve bilgiyle ilişkilendirilen bu tarihsel kökenlerin bir devamı olarak kullanılmaktadır.
Matematik eğitimi.
Matematik, hem bilimsel alanlarda hem de günlük yaşamda sıkça karşılaşılan bir disiplindir. Temelleri mantığa dayanan bu alan, bireylere zihinsel gelişim sağlarken rasyonel düşünme becerisi kazandırır. Matematik eğitimi, bireylere sistemli, mantıklı ve tutarlı bir düşünce yapısı kazandırmanın yanı sıra özgür ve önyargısız bir düşünce ortamı yaratır.
Matematik dersleri, ilköğretimden yükseköğretime kadar tüm eğitim seviyelerinde yer alır. İlköğretim düzeyinde matematik, temel kavramların anlaşılması ve ortaöğretime hazırlık amacı taşırken; ortaöğretim düzeyinde ise yükseköğretim ve ileri düzey akademik çalışmalara temel oluşturur. Bu süreç, bireylerin problem çözme, analitik düşünme ve düzenli çalışma becerilerini geliştirmelerine olanak tanır.
Matematiğin alanları.
Matematik, tarih boyunca sürekli gelişim göstermiş ve farklı alanlara ayrılmıştır. Rönesans öncesinde matematik, iki ana dal üzerinde yoğunlaşmaktaydı: aritmetik (sayıların işlenmesi) ve geometri (şekillerin incelenmesi). Bu dönemde numeroloji ve astroloji gibi sahte bilimler, matematikten açıkça ayrılmamıştı.
Rönesans döneminde matematiğin kapsamı genişledi ve iki yeni dal ortaya çıktı. Cebir, matematiksel ifadelerin sembollerle temsil edilmesi ve işlenmesi üzerine odaklanırken, kalkülüs değişken nicelikler arasındaki sürekli ilişkilerin incelenmesini sağladı. Kalkülüs, iki temel alt dala ayrılır: türev hesabı ve integral hesabı. Rönesans sonrası dönemde matematik, aritmetik, geometri, cebir ve kalkülüs olmak üzere dört ana dalda incelendi. Bu sınıflandırma 19. yüzyılın sonlarına kadar sürdü.
19. yüzyılda aksiyomatik yöntemin sistemleştirilmesi ve matematiğin temel krizlerinin çözülmesi, matematiğin hızla yeni alanlara ayrılmasını sağladı. Kombinatorik gibi alanlar uzun süredir incelenmekteydi ancak 17. yüzyıldan itibaren bağımsız bir matematik dalı olarak gelişti. Modern matematikte 2020 Matematik Konu Sınıflandırması, en az 63 birinci düzey alan tanımlamaktadır. Bu alanlardan bazıları (örneğin sayı teorisi ve geometri), tarihsel matematik alanlarına dayanırken diğerleri (örneğin matematiksel mantık ve temeller) 20. yüzyılda ortaya çıkmıştır.
Modern Matematiğin Uygulamaları.
Matematik, günümüzde birçok bilimsel ve teknolojik alanda kullanılmaktadır. Örneğin:
Bu örnekler, matematiğin hem teorik hem de uygulamalı alanlarda ne kadar geniş bir yelpazeye yayıldığını göstermektedir. Matematik, bilimsel gelişmelerin yanı sıra modern teknolojinin de vazgeçilmez bir parçasıdır.
Matematiğin konuları.
Sayı teorisi.
Sayı teorisi, sayıların, yani doğal sayılar formula_1'nin işlenmesiyle başladı ve daha sonra tam sayılara formula_2 ve rasyonel sayılara formula_3 doğru geliştirildi.
Eskiden sayı teorisine aritmetik denirdi ancak günümüzde bu terim çoğunlukla sayısal hesaplamalar için kullanılır. Sayı teorisinin kökeni eski Babil ve muhtemelen Çin'e dayanmaktadır. Önde gelen ilk sayı teorisyenleri Öklid ve Diophantus idi. Sayı teorisinin soyut biçimindeki modern çalışması büyük ölçüde Pierre de Fermat ve Leonhard Euler'e atfedilir. Alan, Adrien-Marie Legendre ve Carl Friedrich Gauss'un katkılarıyla meyvesini verdi.
Kolayca ifade edilen birçok sayı probleminin, matematiğin her yerinden gelişmiş yöntemler gerektiren çözümleri vardır. Öne çıkan bir örnek Fermat'nın son teoremi‘dir. Bu varsayım 1637'de Pierre de Fermat tarafından ifade edildi ancak yalnızca 1994 yılında Andrew Wiles tarafından
cebirsel geometri, kategori teorisi ve homolojik cebir'den şema teorisini içeren araçlar kullanılarak kanıtlandı.
Başka bir örnek, 2'den büyük her çift tam sayının iki asal sayı'nın toplamı olduğunu öne süren Goldbach hipotezi'dir. 1742'de Christian Goldbach tarafından ifade edilen, büyük çabalara rağmen bugüne kadar kanıtlanmamıştır.
Sayı teorisi, analitik sayı teorisi, cebirsel sayı teorisi, sayıların geometrisi (yöntem yönelimli), diophantine denklemleri ve aşkınlık teorisi dahil olmak üzere birçok alt alanı içerir.
Geometri.
Geometri, matematiğin en eski dallarından biridir. Doğrular, açılar ve daireler gibi şekillerle ilgili ampirik tariflerle başladı ve esasen yerölçümünün ve mimari'nin ihtiyaçları için geliştirildi ancak o zamandan beri diğer birçok alt alana yayıldı.
Temel yenilik eski Yunanlar tarafından kanıtlar kavramının getirilmesiydi ve her iddianın "kanıtlanması" gerekliliği vardı. Örneğin iki uzunluğun eşit olduğunu ölçerek doğrulamak yeterli değildir. Uzunlukların eşit olup olmadıkları önceden kabul edilmiş sonuçlardan (teoremler) ve birkaç temel ifadeden çıkarım yapılarak kanıtlanmalıdır. Temel ifadeler apaçık anlaşılabilir olduklarından (varsayımlar) veya çalışma konusu tanımın parçası olduklarından (aksiyomlar) ispata tabi değildirler. Tüm matematiğin temelini oluşturan bu ilke ilk olarak geometri için geliştirildi ve Öklid tarafından MÖ 300 civarında "Elementler" adlı kitabında sistemleştirildi.
Ortaya çıkan Öklid geometrisi Öklid düzleminde (düzlem geometrisi) ve üç boyutlu Öklid uzayındaki çizgilerden, düzlemlerden ve dairelerden inşa edilmiş şekillerin ve düzenlemelerinin incelenmesidir.
Öklid geometrisi, René Descartes'ın Kartezyen koordinatları tanıttığı 17. yüzyıla kadar yöntem veya kapsam değişikliği olmadan geliştirildi. Bu büyük bir paradigma değişikliği idi. Çünkü gerçek sayıları doğru parçalarının uzunlukları olarak tanımlamak yerine (bkz. sayı doğrusu), noktaların "koordinatlarını" (sayılar) kullanarak temsiline imkan verdi. Bu, kişinin geometrik problemleri çözmek için cebiri (ve daha sonra kalkülüsü veya hesabı) kullanmasına imkan verir. Bu, geometriyi iki yeni alt alana ayırdı: tamamen geometrik yöntemler kullanan sentetik geometri ve sistematik olarak koordinatları kullanan analitik geometri.
Analitik geometri, daireler ve doğrularla ilgili olmayan eğrilerin çalışılmasına izin verir. Bu tür eğriler fonksiyonların grafiği olarak tanımlanabilir (çalışması diferansiyel geometri'ye yol açtı). Ayrıca kapalı denklemler, genellikle cebirsel denklemleri (cebirsel geometri'yi doğuran) olarak da tanımlanabilir. Analitik geometri ayrıca üç boyuttan daha yüksek Öklid uzaylarını dikkate almayı mümkün kılar.
19. yüzyılda matematikçiler, paralel varsayımı izlemeyen Öklid dışı geometrileri keşfettiler. Bu varsayımın doğruluğunu sorgulayarak, bu keşfin Matematiğin temellerini ortaya çıkarmada Russel paradoksu ile birleştiği görüldü. Krizin bu yönü, aksiyomatik yöntemi sistematik hale getirerek ve seçilen aksiyomların doğruluğunun matematiksel bir problem olmadığını benimseyerek çözüldü. Buna karşılık aksiyomatik yöntem ya aksiyomları değiştirerek ya da uzay'ın belirli dönüşümleri altında değişmez olan özellikleri dikkate alarak elde edilen çeşitli geometrilerin incelenmesine imkan verir.
Günümüzde geometrinin alt alanları şunlardır:
Cebirsel geometri -- Analitik geometri -- Diferansiyel geometri -- Diferansiyel topoloji -- Cebirsel topoloji -- Lineer cebir --Fraktal geometri
Hesap.
Aritmetik -- Analiz -- Türev -- Kesirli hesap -- Fonksiyonlar -- Trigonometrik fonksiyonlar
Temel matematiksel yapılar.
Monoid -- Öbek (matematik) -- Halkalar -- Cisim (Cebir) -- Topolojik Uzaylar -- Çokkatlılar -- Hilbert aksiyomları -- Sıralamalar
Temel matematiksel kavramlar.
Cebir -- Kümeler -- Sayılar -- Bağıntılar--Fonksiyonlar -- Limit -- Süreklilik -- Türev ve Türevlenebilirlik -- Analitik geometri -- İntegrallenebilirlik -- Matris --Determinantlar -- Eşyapı -- Homotopi -- İyi-sıralılık ilkesi -- Sayılabilirlik -- Soyutluk -- Oran -- Orantı -- Polinom -- Permütasyon -- Kombinasyon -- Logaritma -- Diziler -- Seriler -- Lineer cebir
Matematiğin ana dalları.
Soyut cebir -- Sayılar teorisi -- Cebirsel geometri -- Grup teorisi -- Analiz -- Topoloji -- Graf teorisi -- Genel cebir -- Kategori teorisi -- Matematiksel mantık -- Türevsel denklemler -- Kısmi türevsel denklemler -- Olasılık -- Kompleks fonksiyonlar teorisi
Sonlu matematik.
Kombinatorik -- Saf küme teorisi -- Olasılık -- Hesap teorisi -- Sonlu matematik -- Kriptografi -- Graf teorisi -- Oyun teorisi
Uygulamalı matematik.
Mekanik -- Sayısal analiz -- Optimizasyon -- Olasılık -- İstatistik -- Finansal matematik
Ünlü teoriler ve hipotezler.
Fermat'nın son teoremi -- Riemann hipotezi -- Süreklilik hipotezi -- P=NP -- Goldbach hipotezi -- Gödel'in yetersizlik teoremi -- Poincaré hipotezi -- Cantor'un diagonal yöntemi -- Pisagor teoremi -- Merkezsel limit teoremi -- Hesabın temel teoremi -- İkiz asallar hipotezi -- Cebirin temel teoremi -- Aritmetiğin temel teoremi -- Dört renk teoremi -- Zorn önsavı -- Fibonacci dizisi
Temeller ve yöntemler.
Matematik felsefesi -- Sezgici matematik -- Oluşturmacı matematik -- Matematiğin temelleri -- Kümeler teorisi -- Sembolik mantık -- Model teorisi -- Kategori teorisi -- Teorem ispatlama -- Mantık -- Tersine matematik -
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=656",
"len_data": 12569,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.11
}
|
Beşiktaş aşağıdaki anlamlara gelebilir;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=657",
"len_data": 39,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 1.41
}
|
Galatasaray Spor Kulübü, İstanbul'un Avrupa yakasında Beyoğlu ilçesinde kurulan, futbol, kadın futbol, erkek basketbol, kadın basketbol, tekerlekli sandalye basketbolu, kadın voleybol, erkek voleybol, su topu, hentbol, atletizm, yüzme, kürek, yelken, judo, briç, binicilik, espor ve satranç branşlarında faaliyet gösteren bir Türk spor kulübüdür.
1905 yılında Ali Sami Yen ve arkadaşları tarafından, öğrenci oldukları Galatasaray Lisesi'nde kurulan kulüp, Galatasaray Üniversitesi ve prestijli Galatasaray Lisesi ile birlikte Galatasaray Topluluğu'nun kilit üyeleri arasında yer almaktadır.
Futbol takımı; Süper Lig (24), Türkiye Kupası (18) ve Süper Kupa'da (17) en çok şampiyonluğa ulaşan takımdır. 1999-2000 sezonunda UEFA Kupası şampiyonluğunu ve devamında UEFA Süper Kupası'nda da şampiyon olan takım, UEFA kulüp müsabakalarında kupa kazanan tek Türk takımıdır.
Galatasaray kadın basketbol takımı 2013-14 EuroLeague Women, 2009 ve 2018 yıllarında EuroCup Kadınlar şampiyonu olmuştur. 13 kez Kadınlar Basketbol Süper Ligi, 11 kez Kadınlar Türkiye Kupası, 8 kez Kadınlar Cumhurbaşkanlığı Kupasını müzesine götürmüştür. Galatasaray erkek basketbol takımı 2016 yılında Strasbourg'u mağlup ederek ilk EuroCup şampiyonluğunu elde etti. 5 kez Basketbol Süper Ligi, 3 kez Erkekler Türkiye Kupası, 2 kez Erkekler Cumhurbaşkanlığı Kupasını kazanmıştır.
Kulübün tekerlekli sandalye basketbol takımı 2008, 2009, 2011, 2013 ve 2014 yıllarında IWBF Şampiyonlar Ligi'ni kazanmıştır. Ayrıca 2008, 2009, 2011 ve 2012 yıllarında Kıtalararası Kitakyushu Kupasını kazanarak dünya şampiyonu olmuştur. 2017, 2018 ve 2025 yıllarında IWBF Eurocup 1 kupasını kazanmıştır. Tekerlekli Sandalye Basketbol Süper Ligi'nde 11 kez şampiyonluk kazanan takım, bu alandaki rekorun sahibidir.
Erkek voleybol takımı 2016 yılında, kadın voleybol takımı ise 2023 ve 2024 yıllarında Balkan Şampiyonu olmuştur. Erkek voleybol takımı 4 kez Efeler Ligi, 1 kez Şampiyonlar Kupasını kazanmıştır.
Galatasaray Sutopu Takımı, 2023-24 sezonunda LEN Challenger Kupası şampiyonu olmuştur. Sutopu takımı ayrıca 30 kez Türkiye Sutopu Süper Ligi'nde şampiyon olarak bu alandaki rekoru elinde bulundurur.
Tarihi.
Kuruluşu.
Mekteb-i Sultanide öğrenim gördüğü sırada Ali Sami Yen, Moda'da İngilizlerden gördüğü futbolu okulda arkadaşlarıyla oynamaya başladı. 1936'daki bir röportajında Yen, futbol kuralı olarak yalnızca iki tarafın birer kalesi olduğunu ve topun karşı takımın kalesine sokulması gerektiğini bildiğini söylüyordu. Yen'in ifadesine göre bahçede toplanan 100 kadar kişi iki takıma ayrılmış ve herhangi bir kural olmadan, topu karşı takımın kalesine sokmaya çalışmıştı. Bir müddet bu şekilde oynamalarının ardından durum, hükûmete şikayet edildi. Bunun üzerine okul müdürü Abdurrahman Şeref, bu faaliyetlerde bulunulmaması için Ali Sami ile görüşmüş, ancak bu faaliyetler gizli bir şekilde sürdürülmüştü. Bu dönemde, millî bayrağın renkleri olan kırmızı-beyaz renkler kullanılıyordu.
Zamanla futbol kuralları öğrenilerek bir futbol takımı kuruldu. Yen, halktan gelen protestolardan ötürü faaliyetlerini çeşitli yerlerde yaptıklarını ifade eder. Bir süre sonra takım, Union Club Sahası'ndaki bir merdiven altını, formalarını asma ve toplarını saklama amacıyla kullanmaya başladı. Kuşdili Çayırı'nın köşesindeki bir muhallebicide toplanan takım için Yen, "kulübün ilk merkezi" tanımını yapmıştı.
Bu dönemde oyunculardan her hafta birer kuruş toplanır, başkan Ali Sami Yen de futbol topuyla ilgilenirdi. Hatta domuz yağı ile temizlenen futbol topu hasar görünce; Ali Sami Yen ayakkabısının bir parçasını keserek yama yapmıştır. Cevdet Kalpakçıoğlu da formaları yıkardı. Kulübün ilk isminin Gloria ya da Audace koyulması istenmiştir; ancak takımın oynadığı ilk maçında Rum rakibini 2-0 yenerken seyircilerin onlardan "Galata Sarayı Efendileri" diye söz etmesiyle bugünkü isim doğmuştur. Ali Sami Yen tarafından söylenen bir söz; Galatasaray Spor Kulübü'nün kuruluş ve varoluş amacını belirleyecektir:
Kurucu listesi.
Galatasaray Spor Kulübü kurucu listesi, resmiyet kazanma sürecinde değişikliğe uğramıştır. 1905'ten 1919'a kadar Galatasaray Spor Kulübü'ne başkanlık yapan, mektebin 889 numaralı öğrencisi Ali Sami Yen, el yazısıyla tuttuğu Galatasaray Terbiye-i Bedeniye Kulübü Ihsaiyet Defteri'nin (Sayım-İstatistik Defteri) 181 ve 182. sayfalarında kurucu 13 üyeyi şöyle sıralar:
1905'te Osmanlı İmparatorluğu'nda bir dernekler yasası bulunmadığından, Galatasaray Spor Kulübü yasal olarak tescil edilme olanağını bulamamıştır. 1912 yılında Cemiyetler Kanunu çıkarıldıktan sonra, kulüp yasal bir kimlik kazandı. Yetkili makamlara kulüplerin tüzükleriyle birlikte, kurucu üyelerin ad ve adreslerinin de bildirilmesi zorunlu tutulduğundan, istifa eden ya da eğitimlerini tamamlayarak ülkelerine dönen üyeler ilk listeden çıkarılmış ve 1 Eylül 1913'te kurucu liste yeniden düzenlenmiştir. Kurucu üyelerin yeni sıralaması şöyle gerçekleşmiştir:(Ali Sami Yen'in babası kuruluştan 2 gün sonra vefat etmiştir.)
Kulübün günümüzdeki tüzüğünün 5. maddesinde ise kurucular sırasıyla şu isimlerdir:
Arma ve renkler.
Galatasaray'ın ilk amblemi; ağzında futbol topu taşıyan kanatları gerili bir kartalı içeriyordu. Ancak Galatasaray Lisesi öğrencilerinden Şevki Ege tarafından çizilen bu kompozisyon benimsenmeyince kenara itildi. Bugünkü amblem ise 1923 yılında, yine lise öğrencilerinden Ayetullah Emin tarafından çizilmiştir. Yeni çizim, geometrik çizgilerin uyumlu kullanılmasıyla iç içe geçmiş sarı-kırmızı renklerde "GS" harflerini içermekteydi. İlk olarak Ayetullah Emin ve Şinasi Şahingiray tarafından çıkarılan haftalık bir mecmuada kullanılan bu kompozisyon çok beğenildi. Bunun üzerine resmî amblem olarak kabul edilmesi için teklif yapıldı. Teklif alkışlar arasında ittifakla kabul oldu. Eski harfler Gayın ve Sin, daha sonra Latin alfabesine geçilmesiyle yerini G ve S harflerine bıraktı.
Kulübün ilk renkleri kırmızı-beyazdı. Türk bayrağının renklerinden esinlenerek seçilen bu renkler, dönemin yönetimi tarafından kuşkuyla karşılanmış ve futbolcular sıkı bir takibe alınmışlardır. Bu nedenle sarı-siyah olarak kullanılan forma renkleri, sonrasında sarı-kırmızı olarak değiştirildi. Bu renklerin öyküsünü Ali Sami Yen şu şekilde açıklar:
Buna karşılık kuruculardan Bekir Sıtkı, söz konusu renklerin Gül Baba'nın II. Bayezid'e verdiği sarı ve kırmızı güllerden esinlenildiğini ileri sürer.
Şubeler.
Erkek Futbol.
2000 yılında bu başarılarından dolayı Galatasaray, Uluslararası Futbol Tarihi ve İstatistikleri Federasyonu tarafından yapılan "Dünyanın en iyi futbol kulüpleri" istatistik çalışmasında, 2000 Ağustos ayının en iyi takımı olarak gösterildi ve o yılın sonunda dünyada yılın en iyi takımı oldu.
Galatasaray UEFA Kupası'nı yenilmeden ve UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarını 3. olarak bitirip kazanan tek takımdır. 1999-2000 yılında, UEFA Kupası finalinde İngiltere'nin Arsenal kulübünü penaltılarla yenerek, bir Avrupa Kupası kazanan ilk ve tek Türk futbol kulübü olmuştur. Galatasaray aynı yıl; Süper Kupayı da Real Madrid'i 2-1 yenerek kazanmıştır.
Kadın Futbol.
Galatasaray (kadın futbol takımı), Galatasaray Spor Kulübü'nün Kadınlar Süper Ligi'nde mücadele eden kadın futbol takımıdır. Takım, maçlarını 3.500 kişilik Florya Metin Oktay Tesisleri'nde oynamaktadır.
2023-2024 Kadınlar Süper Ligi sezonunu şampiyon tamamlamıştır.
Erkek Basketbol.
Galatasaray (basketbol takımı), Galatasaray Spor Kulübü'nün Basketbol Süper Ligi'nde mücadele eden erkek basketbol takımıdır. Takım, maçlarını 16.500 kişilik Sinan Erdem Spor Salonu'nda oynamaktadır.
2015-2016 yılında ise Galatasaray, EuroCup finalinde Fransa'nın Strasbourg IG takımını 78-67 yenerek EuroCup şampiyonu olmuştur.
Kadın Basketbol.
Galatasaray (kadın basketbol takımı), Galatasaray Spor Kulübü'nün Kadınlar Basketbol Süper Ligi'nde mücadele eden kadın basketbol takımıdır. Takım, maçlarını 2.200 kişilik Ahmet Cömert Spor Salonu'nda oynamaktadır.
2009 yılında Galatasaray, İtalya'nın Cras Basket Taranto takımını 82-61 yenerek EuroCup Women Şampiyonu olmuştur.
2013-2014 sezonu EuroLeague Women 8'li finalleri için Rusya'nın Ekaterinburg şehrindeki turnuvada grubunu 2. sırada bitiren Galatasaray Odeabank yarı finalde ev sahibi UGMK Yekaterinburg'u 77-70 yenerek tarihinde ilk kez finale kalmış ve finalde ezeli rakibi Fenerbahçe'yi 69-58 yenerek Avrupa'nın 1 numaralı kupası olan EuroLeague Women'ı müzesine götürmüştür.
2018 yılında da yine bir diğer İtalyan temsilcisi Reyer Venezia'yı finalde geçerek Avrupa'nın 2. büyük kupası EuroCup Women'ı 2. kez kazanmıştır.
Tekerlekli Sandalye Basketbol.
Galatasaray (tekerlekli sandalye basketbol takımı), Galatasaray Spor Kulübü'nün Tekerlekli Sandalye Basketbol Süper Lig'de mücadele eden tekerlekli sandalye basketbol takımıdır. Takım, maçlarını 2.200 kişilik Ahmet Cömert Spor Salonu'nda oynamaktadır.
Galatasaray, Avrupa Tekerlekli Sandalye Basketbol Şampiyonası finalinde Alman rakibi RSV Lahn-Dill'i 63-51 yenerek Avrupa Şampiyonlar Şampiyonu oldu. Daha sonra Galatasaray, Japonya'da düzenlenen Kıtalararası Şampiyonada British Columbia takımını 77-62 mağlup ederek ve namağlup şampiyon olarak Türkiye'de kulüp bazında en büyük başarıya imza atmıştır.
Erkek Voleybol.
Galatasaray (erkek voleybol takımı), Galatasaray Spor Kulübü'nün Efeler Ligi'nde mücadele eden voleybol takımıdır. Galatasaray (erkek voleybol takımı) maçlarını 5.500 kişilik TVF Burhan Felek Voleybol Salonu'nda oynamaktadır.
2018-2019 sezonunda ise CEV Kupası'nda final oynayan ekip İtalya temsilcisi Trentino Itas'a iki maçta da mağlup olarak kupaya finalde veda etmiş ve Avrupa ikincisi olmuştur.
Kadın Voleybol.
Galatasaray (kadın voleybol takımı), Galatasaray Spor Kulübü'nün Sultanlar Ligi'nde mücadele eden voleybol takımıdır. Galatasaray (kadın voleybol takımı) maçlarını 5.500 kişilik TVF Burhan Felek Voleybol Salonu'nda oynamaktadır.
Galatasaray, 2012 yılında CEV Kupası'nda İtalya temsilcisi Unendo Yamamay Busto Arsizio'ya altın sette yenilerek Avrupa ikincisi oldu. 2016 yılında CEV Kupası'nda Rusya temsilcisi Dinamo Krasnodar'ı kendi sahasında 3-2 yenen takım deplasmanda rakibine 3-0 yenilerek kupaya ikinci kez final ayağının son maçında veda etmiştir ve Avrupa ikincisi olmuştur. Son olarak 2021 yılında ise CEV Kupası'nda tarihinde 3. kez final oynama başarısı sağlamış ancak önceki finallerde olduğu gibi rakibi Saugella Monza'ya yenilerek kupayı yine bir final sonucunda kaybetmiş ve 2. olmuştur.
Espor.
Galatasaray Espor, Galatasaray Spor Kulübü tarafından 29 Kasım 2016 tarihinde kurulan elektronik spor şubesidir. Şubenin aktif olarak "Valorant", "FIFA", "NBA 2K", "PUBG Mobile" ve "EFootball" takımları bulunmaktadır.
Yüzme.
1953-1966 yılları arasında Engin Ünal, Esfak Baytin ve Yılmaz Özüak gibi sporcuların bulunduğu takım önemli başarılara imza atmıştır. Yakın zamanlarda da Canan Ateş, Murat Özüak, Gökhan Attaroğlu, Memduha Alpdoğan, Banu Vahapoğlu, Berna Büyükuncu gibi sporcular bu başarıları devam ettirmişlerdir. Günümüzde de Galatasaray yüzme sporunda hem ulusal hem de uluslararası alanda başarılarını sürdürmektedir.
Kürek.
Galatasaray Kadın Kürek Takımı, 1953 yılında Türkiye Kürek Şampiyonası'nın ilk şampiyonu olmuş olup en başarılı kürek takımları arasında yer almaktadır.
Galatasaray Erkek Kürek Takımı, 1953 yılında Türkiye Kürek Şampiyonası'nda ilk kez şampiyon olmuş olup en başarılı kürek takımları arasında yer almaktadır.
2004 yılında Polonya'nın Poznań şehrinde gerçekleşen 23 Yaş Altı Dünya Kürek Şampiyonası'nda yarışan İhsan Emre Vural ve Ahmet Yumrukaya ikilisi, hafif kilo iki tek kategorisinde şampiyon olarak, Türkiye'nin kürekteki ilk şampiyonluğunu kazandırdılar.
Yelken.
Galatasaray Yelken Şubesi'nin mazisi 1912 yılına dayanır. Moda Koyu'nda İngilizler'in kendi aralarında yaptıkları fıta ve kik yarışları, Galatasaraylılar'ın (Ali Sami Yen, Bülent Emin, Sakallı Celal) deniz sporlarına doğru yönelmelerini sağlamıştır.
Galatasaraylı sporcu Haşim Mardin'in "Rüyam" adlı kotrası ile Atlantik Okyanusu'nu aşmış olmasının yanında; Feyyaz, Burhan, Mahmut, Münir, Atakan, Samim Arduman'la birlikte Erzin ve Zerrin Demir, bu dalda büyük başarılar sağlayıp Avrupa Şampiyonası'na katılan ilk sporcularımız oldular.
Almanya'da katıldığı 236 yarışın 220'sini birincilikle bitiren Demir Turgut 1936, Zerrin Demir de 1960 Olimpiyatları'nda yarıştı. Galatasaray'da denizciliğin başlangıcı anılırken, yelkende ve kotrada ilk akla gelen isimler; Kemal Niyazi Seyhun, Mahir Safi, Suat Karaosman, Fuat, Akif ve İbrahim Beyler'dir.
1950'lerden sonra ise Prof. Dr. Süleyman Dirvana, Nedim Özgen'i saymak mümkündür. Yelken sporuna ilginin azaldığı yıllarda, 1957'de yelken şubesi Bebek'ten alınarak, Galatasaray Adası'na sonra da bugünkü yeri olan Kalamış'a taşınmıştır.
Son yıllarda da uluslararası alanda önemli başarılar kazanan sarı kırmızılı yelkenciler arasında özellikle Alp Alpagut adı ön plana çıkmıştır. Dünya çapında dereceleri olan bu sporcumuz, girdiği yarışlarda hem Türkiye'yi hem de Galatasaray'ı temsil etmektedir. 1998 yılında Almanya'da yapılan Masterler Yarışması'nda Türkiye'yi temsil eden Galatasaraylı sporcu Anıl, Dünya Birincisi olmuştur.
Erkek Sutopu.
Galatasaray Erkek Sutopu Takımı, Galatasaray Spor Kulübü'nün Sutopu Süper Lig'inde mücadele eden sutopu takımıdır. Galatasaray Erkek Sutopu Takımı maçlarını Kalamış Engin Bora Sutopu Havuzu'nda oynamaktadır.
Galatasaray Erkek Sutopu Takımı, 2014-2015 sezonu Türkiye Deplasmanlı Sutopu 1. Ligi'ni lider tamamlamış ve oynadığı play off final müsabakası sonucu ENKA Spor Kulübü'nü seride 3-0 geçerek şampiyon olmuştur. Takım, Türkiye Deplasmanlı Sutopu 1. Ligi'nde üst üste 11., toplamda ise 26. şampiyonluğunu elde etti. Bu şampiyonlukla beraber Galatasaray Erkek Sutopu Takımı 26 lig şampiyonluğu ile Türkiye Deplasmanlı Sutopu 1. Ligi'nde en çok şampiyon olan takım ünvanını da eline geçirmiş oldu. Takım, son olarak 2021-2022 sezonunda şampiyon olmuş ve 28. şampiyonluk ile rekoru elinde tutmaktadır.
Kadın Sutopu.
Galatasaray Kadın Sutopu Takımı, Galatasaray Spor Kulübü'nün Türkiye Kadınlar Sutopu 1. Ligi'nde mücadele eden sutopu takımıdır. Galatasaray Kadın Sutopu Takımı maçlarını Kalamış Engin Bora Sutopu Havuzu'nda oynamaktadır.
Takım 1. Ligde 2012 yılının ikinci devresi oynadığı maçlarda sırasıyla Işıkkent'i 7-1, Adalar'ı 7-3, AYİK'i 15-0, Çınarlı'yı da 19-2 ile geçerek sezona noktayı koydu ve tüm maçlarını kazanarak özlemini duyduğu 1. Ligdeki ilk şampiyonluğuna ulaşmış oldu.
Binicilik.
Binicilik şubesini 1931 yılında kuran Galatasaray; İstanbul Maslak'taki Galatasaray Nevzat Özgörkey Binicilik Tesisleri içindeki yenilenen tesis binasını 15 Aralık 2008 günü eski kulüp başkanı Adnan Polat ve yönetim kurulu üyelerinin de katıldığı davetle hizmetine açmıştır.
Judo.
1984 yılında kurulan judo şubesi; faaliyetlerini Burhan Felek Spor Kompleksi'nde sürdürmektedir. Kulüp, 2009'dan itibaren aynı yerde bulunan Galatasaray Judo Okulunda judo eğitimi vermektedir. 2006 Türkiye Büyükler Ferdi Judo Şampiyonası'nda gümüş madalya kazanan judo şubesi, 2007 İstanbul Şampiyonası'nda altın madalya kazanmıştır.
Galatasaray kadın judo takımı, 2014 yılında Avrupa Kulüpler Şampiyonası'nda, 2021 yılında ise Avrupa Şampiyonlar Ligi'nde şampiyon olmuştur.
Takım; 2012, 2014 ve 2021 yıllarında Avrupa Judo Şampiyonası'nda altın madalya kazanmıştır.
Briç.
Galatasaray Briç Subesi, 1997 yılında Ersan Feray ve Cavit Turan öncülüğünde kurulmuştur. 1999, 2000 ve 2009 yıllarında Türkiye şampiyonu, 2007'de ise İstanbul şampiyonu olan şube, 28 Haziran 2008'de Fransa'nın Pau şehrinde yapılan "49. Avrupa Briç Şampiyona"sında oyuncularından Ergun Korkut'un takım kaptanı olduğu ve Galatasaray Briç Takım Kaptanı Orhan Ekinci'nin ortağı olduğu Türkiye Takımı ile birlikte Avrupa Şampiyonu olmuştur.
Atletizm.
Galatasaray Atletizm Şubesi, 1908 yılında Galatasaray Lisesine bağlı olarak kuruldu, günümüzde ise Galatasaray SK'nın bünyesindedir. Puanlı İstanbul Şampiyonalarında 16, Kulüplerarası Türkiye Şampiyonalarında 14 ve Türkiye Atletizm Ligi'nde 2 şampiyonluğu bulunan Galatasaray Atletizm Takımı; Türkiye Şampiyonası'ndaki 1966-1983 yılları arasında 18 yılda 12 şampiyonluk alarak büyük bir üstünlük kurmuştur. Şube günümüzde A takım faaliyetleri olarak sadece erkek takımıyla var olsa da alt yaş kategorilerinde erkek ve kadın sporcularıyla faaliyet göstermektedir.
Satranç.
Galatasaray Satranç Şubesi, Galatasaray Spor Kulübü'nün 2013 yılında kurduğu şubesidir. Kulüp doğrudan süper ligde yer almaktansa alt yapıdan başlayarak bir temel oluşturma çalışmalarını tamamlamış ve bu doğrultuda misyonunu sürdürerek satranç branşında da ileriki yıllardaki hedefini büyütmeyi planlamıştır.
Tenis.
Galatasaray Tenis Şubesi, Galatasaray Spor Kulübü'nün 2016 yılında kurduğu şubesidir. Kulüp sahibi olduğu TAÇ Spor Tesisleri'nde geleceğin tenisçilerini yetiştirmeyi hedefleyerek şubeyi kurmuştur.
Veteran.
Galatasaray'ın basketbol ve voleybol branşlarında, veteran liglerinde temsil ettiği şubesidir. Galatasaray Spor Kulübü bünyesindeki basketbol ve voleybol branşlarında geçmişte oynayan oyuncuların belirli bir yaşa gelmesinden ötürü salonlara veda etmesinden sonra sporun içinde kalmaları ve mücadele etmeleri için kurulan belli bir yaş kriteri olan ve yerel lig federasyonları bazında organizasyonları olmadığı için her yaz ülke dışında katıldığı lig ve organizasyonlarda mücadele eden takımlar erkek-kadın basketbol ve erkek-kadın voleybol takımları olarak Galatasaray Spor Kulübü'nü Avrupa'da bu iki branş dört takımla temsil etmektedirler.
Motor Sporları.
Galatasaray, Superleague Formula'da temsil edilmektedir.
Milano merkezli Scuderia Playteam AC Milan ve Galatasaray SK yarış takımlarına destek vermektedir. Yarışlar Ağustos ayında, İngiltere'deki Donnington Pisti'nde başlamıştır.
Galatasaray yarış takımının pilotu Alessandro Pier Guidi'dir. Pier Guidi de Scuderia ise Playteam'in Maserati MC-12 ile FIA GT şampiyonasına katılmıştır. Superleague Formula yarış otomobilleri 750 beygir gücünde V12 motorludur.
Galatasaray 2008 şampiyonasını 18 takım arasında 277 puanla 8. olarak bitirmiştir.
Galatasaray 2009 şampiyonasında Scuderia'yı bırakmış ve Durango ile anlaşmıştır.
Kulübün Formula 1 takımı 2012'den beri faaliyet göstermemektedir.
Galatasaray Spor Akademisi.
Futbol akademisi.
Galatasaray Futbol Altyapısı'nın hedefi gelecek yıllarda Galatasaray (futbol takımı)’nın formasını giyecek sporcuların yetiştirilmesinin yanı sıra Galatasaray örf ve âdetlerine bağlı; rakibe, hakeme, seyirciye saygılı; fair-play ilkelerine bağlı sporcular yetiştirmek; bu sporcuları ülke ve dünya futboluna kazandırırken buna paralel olarak kulübümüze ekonomik yönden güç kazandırmaktır.
İstanbul'da Florya, Bağcılar, Fatih, Avcılar, Çobançeşme, Merter, Büyükçekmece, Küçükçekmece, Başakşehir, Bayrampaşa, Beykoz, Beylikdüzü, Etiler, Bahçeşehir, Maltepe, Beylerbeyi, Ümraniye, şubelerinin yanında Anadoluda ise Ankara (2), Kocaeli, G.Antep, Malatya, Zonguldak, K.Maraş, Sakarya, Konya, Antalya, Kuşadası, Nusaybin, Bandırma, Çorlu, Bursa, Mersin, Hatay, Kayseri Galatasaray Futbol okullarının bulunduğu diğer kentlerdir. Ayrıca Hollanda'da da bir futbol akademisi vardır.
Basketbol okulu.
Galatasaray Spor Kulübü, Basketbol Spor Okulu'na katılan öğrencilere sporu ve özellikle basketbolu sevdirmek ve öğrencilere basketboldaki temel hareketleri öğreterek, branşa yönelik fiziksel gelişmelerini ortaya çıkartmak hedefinde hareket etmektedir.
Voleybol okulu.
Galatasaray Spor Kulübü, Voleybol Spor Okulu'na katılan öğrencilere sporu ve özellikle voleybolu sevdirmek ve öğrencilere voleyboldaki temel hareketleri öğreterek, branşa yönelik fiziksel gelişmelerini ortaya çıkartmak hedefinde hareket etmektedir.
Yüzme okulu.
Galatasaray Spor Kulübü Yüzme Okulunda yüzme eğitiminin yanı sıra çocuğunuzun fiziksel ve ruhsal gelişimine destek olacak birçok program planlanmıştır.
Yelken okulu.
Mazisi 1910'lara dayanan Galatarasay Yelken Şubesi, Galatasaray Spor Kulübü'nün altında amatör şubeler kapsamında çalışmalarını sürdürmektedir. Şube Türkiye'nin en yoğun yaşayan şehirlerinden İstanbul'da ve bu şehrin en merkezî yerlerinden biri olan ama bir o kadar şehirden uzak hissi veren Kalamış Koyu'ndaki Galatasaray Kalamış Tesisleri'nde yer almaktadır. Rüzgâr sörfü kursları ile birlikte yelken sporunun çeşitli branşları ve yaz okulları burada bulunmaktadır.
Sutopu okulu.
Galatasaray Spor Kulübü Sutopu Okulu, katılan öğrencilerin sutopu branşına ait fiziksel gelişmelerini ortaya çıkartmak hedefinde hareket etmektedir.
Judo okulu.
Burhan Felek Spor Kompleksi içinde bulunan kapalı spor salonu ve Galatasaray Ergun Gürsoy Olimpik Yüzme Havuzu'nun bulunduğu alanda eğitimleri verilmektedir.
Satranç okulu.
Galatasaray Spor Kulübü Satranç Okulu, öğrencilerin zihinsel ve ruhsal gelişimine destek olacak birçok program planlanmıştır.
Cimnastik okulu.
Galatasaray Spor Kulübü Cimnastik Okulu, Galatasaray SK bünyesinde aktif branşı olmayan Cimnastik branşına ait okuludur. Galatasaray SK bünyesinde aktif bir cimnastik şubesi olmamasına rağmen kulüp kurduğu cimnastik okullarıyla kız - erkek tüm çocuklara temel cimnastik eğimini vermektedir.
Tesisler.
Kulüp merkezi, aynı zamanda 2010-11 sezonundan beri kulübün futbol takımının iç saha maçlarına ev sahipliği yapan Ali Sami Yen Spor Kompleksi'nde bulunur. 2004'e kadar kulüp merkezi olarak kullanılan Beyoğlu'ndaki bina, günümüzde kulübün stadyumdan sorumlu bölümlerine ve sicil kuruluna hizmet verir.
Futbol şubesindeki takımlar, antrenmanlarını Bakırköy'deki Florya Metin Oktay Tesisleri'nde gerçekleştirir. Kadıköy'deki Kalamış Tesisleri yelken, Üsküdar'daki Burhan Felek Spor Kompleksi'ndeki Galatasaray Ergun Gürsoy Olimpik Yüzme Havuzu sutopu ve yüzme, Sarıyer'deki Galatasaray Nevzat Özgörkey Binicilik Tesisleri binicilik, Küçükçekmece'deki Galatasaray Küçükçekmece Kürek Tesisleri ise kürek branşlarına ev sahipliği yapar. Kulüp, Ataşehir'deki Taç Spor Tesisleri'nin de sahibidir.
Beşiktaş açıklarında, İstanbul Boğazı'nda bulunan Galatasaray Adası'nın mülkiyeti de kulübe aittir.
Şirketler.
Galatasaray Sportif A.Ş..
Galatasaray'ın sahibi olan Galatasaray Futbol A.Ş.'nin %62,95 ve %37,05'lik halka açık ortaklıktan oluşan şirkettir. Tam adı Galatasaray Sportif Sınai ve Ticari Yatırımlar A.Ş.'dir. Futbol A.Ş. ve Sportif A.Ş. Galatsaray SK'ya aittir. Medya yayın haklarını Süper Lig naklen yayınları, Şampiyonlar Ligi “Market Pool”, UEFA Kupası, dostluk maçları ve diğer (sinema, VCD ve DVD) yayınlar oluşturmaktadır.
Forbes dergisinin 2007 yılında yaptığı 10 piyasadaki en itibarlı markalar araştırmasında Türkiye'den Galatasaray markası ilk sırada yer almıştır. Galatasaray markası ile ilgili tüm lisans verme ve isim hakkı gelirlerinin tek sahibi Galatasaray Sportif A.Ş.'dir. Şirket, Kulüp'ün adı, görsel malzemeleri, amblemi ve logosunu taşıyan broşür, poster, kitap, oyuncak, oyun, bilgisayar oyunu, top, kaset ve CD, mefruşat, giysi, yiyecek-içecek ve benzeri emtialar için üretim ve satış hakkı vererek gelir sağlamaktadır. Buna göre, çeşitli kuruluşlara söz konusu eşyaları üretme ve satma hakkına ilişkin lisans vermekte ve bu kullanım hakları karşılığında ödenecek isim hakları için de bir minimum garanti talep etmektedir.
Galatasaray Store ve Galatasaray Store Plus.
Galatasaray lisanslı ürünlerini satan taraftar mağazalarıdır. Ürünler internetten, çeşitli yerlerde bulunan mağazalardan veya gezici mağazalardan satın alınabilmektedir. Ayrıca amatör şubelerin ürünlerini satan Galatasaray Store Plus'lar Nevzat Özgörkey Binicilik Tesisleri’nin hizmete açılması ile faaliyete başlamıştır.
Medya.
Kulübün televizyon kanalı olan Galatasaray TV, 15 Ocak 2007'de test yayınlarına başlamıştır. 22 Ocak 2007 tarihinden itibaren normal yayına geçmiştir. Kanalda takım ile ilgili haberler yapılmakla beraber Galatasaray Radyo ile ortak yayınlar da yapılmaktadır.
Kulübün internet ortamında yayın yapan radyo kanalı olan Galatasaray Radyo, 4 Mayıs 2015'te kulübün Karnaval Medya Group ile yaptığı bir ortaklık çerçevesinde kurulmuştur. Radyo kanalı sadece Galatasaray.org resmî sitesinden, Karnaval.com ve Karnaval mobil uygulamalarından dinlenebilmekteydi. Kulüp sporcuları ve teknik adamlarıyla yapılan özel röportajlar, basın toplantıları, maç önleri-maç sonları, Galatasaray TV ortak yayınlarıyla üç kuşak haber ve canlı maç anlatımlarının yer aldığı kanal Şubat 2016 itibari ile kapatılmıştır.
Kulübün Haziran 2002'den beri yayımladığı "Galatasaray Dergisi" adlı dergi, Ocak 2022 tarihinden itibaren dijital yayına geçmiştir. İçerik olarak Galatasaray'a ilişkin ayrıntılı inceleme ve söyleşilerin yanı sıra, güncel konulara değinilmektedir. Galatasaray Store internet sayfasından yurt içi ve yurt dışı abonelik seçenekleri mevcuttur.
Avea ile yapılan anlaşma neticesinde, sanal mobil telefon operatörü olarak hizmet veren Galatasaray Mobile'ın 10 Nisan 2009'da faaliyetine başlamıştı.
Garanti Bankası ve Denizbank tarafından sunulan Galatasaray Bonus, Galatasaray taraftarlarına özel ayrıcalıkları olan kredi kartıdır.
Taçspor.
Taç Spor Kulübü, 1947 yılında kurulmuş olup 1996 yılında ise Ataşehir'e taşınmıştır. 2014 yılında Galatasaray SK tarafından Taç Spor Tesisleri ile birlikte satın alınan kulüp, başta tenis olmak üzere futbol, voleybol, yüzme, karate ve jimnastik branşlarında faaliyet göstermektedir. Kulübün erkek futbol takımı, 2021-2022 sezonunda İstanbul 1. Amatör Ligi'ni namağlup bitirerek şampiyon olmuş ve İstanbul Süper Amatör Ligi'ne yükselmiştir. 2022-2023 sezonunda İstanbul Süper Amatör Ligi'nde mücadele edecek kulübün erkek futbol takımının yegâne amacı Galatasaray (futbol takımı)'na oyuncu yetiştirmek ve pilot takım görevi görmektir.
Taraftar.
UltrAslan, Galatasaray taraftarlarından oluşan gruptur. İsmi Avrupa'da birçok takımın tribünlerine konuşlanmış Ultras ve Galatasaray'ın sembolü aslan kelimelerinin birleşmesinden gelmektedir. 2001'de kurulmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=658",
"len_data": 25705,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.34
}
|
Din, genellikle doğaüstü, transandantal ve cansal unsurlarla ilişkilendirilmiş, çeşitli ayinler ve uygulamaları içeren, ahlak, dünya görüşleri, kutsal metinler ve yerler, kehanetler, etik kuruluşlarından oluşan bir sosyo-kültürel sistemdir.
Zaman zaman inanç sözcüğünün yerine kullanıldığı gibi bazen de inanç sözcüğü din sözcüğünün yerine kullanılır. Dinler tarihine bakıldığında farklı kültür, topluluk ve bireylerde din kavramının farklı biçimlere sahip olduğu, dinlerin mensupları tarafından her çağda coğrafya ve kültür değerlerine göre yeniden tasarlandığı görülür. Arapça kökenli bir sözcük olan din sözcüğü, köken itibarıyla "yol, karar, ödül" gibi anlamlara sahiptir.
Tanımlama.
Dinin farklı tanımları olup bu tanımlar dine bakış açısına göre birbirinden farklılık göstermektedir. Bir dine bağlı olanlar dini kendi inançları açısından tanımlamışlardır. Dine inceleme konusu bir nesne olarak bakan bilim insanları ise elde ettikleri verilere göre dinin bir tanımını yapmışlardır. Bu tanımların hiçbiri dinin gerçek yapısını ortaya koyan tanımlar değildir. Şimdiye kadar üzerinde ittifak edilen bir din tanımı olmamıştır. Bunun sebebi, dinlerin farklı yapılara sahip olmasıdır.
Din bilimlerinin farklı alanlarında uzman olan pek çok din bilimcisinin kendine özgü bir din tanımı vardır. Şimdiye kadar yapılan din tanımları normal bir kitap hacmini dolduracak kadar çoktur. Ancak bu din bilimcileri dini kendi alanları açısından tanımlamışlardır. Örneğin konuya din sosyolojisi açısından yaklaşan Émile Durkheim, "Din, bir cemaatin meydana gelmesini sağlayan ayin ve inançlar sistemidir." demiştir. Durkheim bu tanımında, dinin toplumdaki sosyal fonksiyonunu esas almıştır. "Din; dua, kurban ve inançla kendini gösteren bir arzudur." diyen Ludwig Andreas Feuerbach ise din psikolojisi açısından bir tanım yapmıştır. Buna benzer birçok tanımı sıralamak mümkündür. Ancak bu iki örnek din bilimcilerinin din tanımlarının birbirinden ne kadar farklı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Din bilimcilerinin bu din tanımlarında kutsallık, inanç, zihni meleke, mutlak itaat duygusu, arzu, toplumsal değerler bilinci, tabiat üstü yüce varlık ve tanrı fikri gibi hususlar ön plana çıkmaktadır. Din bilimcilerinin her biri bu kavramlardan birine ağırlık vererek din tanımı yapmıştır. Bu tanımlardaki ayrılık temelde iki nedenden kaynaklanmaktadır. Bu nedenlerden biri dinin karmaşık yapısıdır. Diğeri ise tanımı yapanların subjektif yaklaşımlarıdır. Dinin bütün dinleri kapsayacak objektif bir tarifini ancak dinin sınırlarının belirlenmesinden sonra yapmak mümkün olabilir.
Ortaya çıkışı.
Dinin nasıl ortaya çıktığı, kaynağının ne olduğu konusunda kutsal kitapların verdiği bilgilerden başka herhangi bir tarihî belge yoktur. Bu bakımdan bilimsel yöntemlere başvurarak dinin başlangıcı ve kaynağı hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Bununla birlikte, dinin kaynağını bulmaya teşebbüs eden bazı sosyal bilimciler ortaya çıkmıştır. Elde ettikleri veriler çerçevesinde dinin kökeni hakkında bir takım teoriler ileri sürmüşlerdir. Bir dönem bu teoriler Batı dünyasında kabul görmüş, bilim çevrelerinde heyecan uyandırmışsa da daha sonra bunların eleştirisi yapılıp tartışmalı hâle gelmişlerdir.
Dinin kaynağı hakkındaki görüşler evrimci görüş ve vahiy temelli görüş olmak üzere iki başlık altında toplanmaktadır.
Evrimci görüş.
Evrime paralel olarak insanın kültür bakımından da evrim geçirdiğinin ispatlanması için çeşitli alanlardan bilim insanları çalışmalara başladılar. Antropologlar, etnologlar, sosyologlar ve psikologlar arasından bazı bilim insanları dinin kökeninin ilkel hayat yaşayan ilkel kabilelerin din ve kültürlerinin incelenmesi ile bulunabileceği iddiasında idiler. Yeni Zelanda, Avustralya, Afrika ve Asya'da yaşayan bazı ilkel kabilelerin inançlarından hareket ederek dinin kökeni hakkında değişik görüşler ortaya atmaya başladılar. Edward Burnett Tylor dinin başlangıcının animizm, James Frazer büyü, Durkheim totemizm olduğunu ileri sürdü. Diğer bilim insanları tarafından başka teoriler de ortaya atıldı. Bütün bu teoriler yaklaşım tarzlarına göre psikolojik ve sosyolojik temelli teoriler idi. Bu teorilere göre, insan tabiattan korktuğu veya cemaat şuurunu devam ettirmek istediği için dine yönelmişti ve bu teoriler bazı bilim çevrelerinde geniş kabul görmüştü. Bu bilim çevrelerinde dinin insan hayatından çıkmasının çok uzun zaman almayacağı kanaati hakim olmaya başlamıştı. Max Müller, 1878'de bu konuya dair "Her gün, her hafta, her ay en çok okunan gazeteler din çağının geçtiğini, inancın bir yanılsama ya da çocukluk hastalığı olduğunu, tanrıların bir insan buluşu olduğunun sonunda ortaya çıkarıldığını yazıyorlar..." şeklinde görüş belirtirken 1905'te Crawley, bilimle dinin karşıtlığını göstermek için din düşmanlarının kıyasıya bir mücadeleye giriştiklerini, dinin, mitlerin oluşturulduğu ilkel çağın bir kalıntısından başka bir şey olmadığı düşüncesinin her yerde yayıldığını ve ortadan kalkmasının sadece bir zaman sorunu olduğunu yazmıştı.
Vahiy temelli görüş.
İnsanın ve dinin kaynağı hakkındaki evrimci görüş karşısında bilim insanları arasında vahiyci görüşü savunanlar da çıktı. Aslında Protestan bir rahip olan Wilhelm Schmidt, ilkeller arasında yaptığı etnolojik çalışmalardan sonra yayınladığı "Der Ursprung der Gottesidee" eserinde dinin ilk şeklinin tektanrıcılık olduğunu ileri sürdü.
Filolog Max Müller, dinin kaynağını dilbilimsel metotlarla tanrısal ilk vahye dayandırmaya çalıştı. Tanrı fikrinin tarihini ele alan Müller'e göre bu fikir, tanrının dünyayı yaratması esnasında ilk vahiyle başladı. İnsana yaşam nefesini üfleyerek tanrısallığın "sezgisini" yerleştirdi. Başlangıçta tanrı "insan ırkının bütün atalarına" kendini aynı tarzda bildirdi. Ancak insan, dil hataları nedeniyle bu tanrıya değişik isimler verdi. Zamanla bu isimlerin her birinin farklı tanrılara işaret ettiği yanılgısına varıldı. Böylece çoktanrıcılık doğdu. Max Müller, Hinduizmin kutsal kitabı Vedalar üzerinde yaptığı dilbilimsel incelemelerle bunu ispat etmeye çalıştı. Müller'in asıl ortaya koymak istediği ise "bütün dinlerde, değişik dillerle ifadesini bulan şey, aynı tanrısal gerçek, aynı vahiydir." cümlesiyle özetlediği tespitiydi.
Dinin kökeninin tektanrıcı vahiy olduğunu savunanlar belli bir dinî inanca sahip olanlardır. Wilhelm Schmidt, Hristiyanlığın Protestan mezhebine bağlı rahip bir bilim insanıdır. Max Müller de inançlı bir Hristiyandır. Onun geleneksel Hristiyan anlayışından ayrıldığı nokta bütün dinlerin kaynağının aynı tanrısal vahiy olduğu anlayışıdır. Geleneksel Hristiyan anlayış, tanrısal vahiy dini olarak sadece Yahudiliği ve Hristiyanlığı görmektedir. Bu anlayışa göre Hristiyanlık Yahudiliğin bir devamıdır fakat Hristiyanlığın çıkışıyla Yahudiliğin hükmü kaldırılmıştır. Diğer dinler ise tamamen şeytan uydurmasıdır. Tanrının bu dinlerle hiçbir işi olmamıştır. Hinduizm de aynı yaklaşımı sergiler. Budizmin din anlayışı tamamen farklıdır. Budizm, tanrısız bir din olarak bilinir. Bu din, ne kendini ne de diğer dinleri tanrısal vahye dayandırır.
Dinle ilişkili kavramlar.
Din ve bilim.
Dinî bilgi, çoğu dindar insana göre dinî önderler, kutsal metinler ve/veya şahsi ilham ile kazanılır. Bazı dinlere göre bu tür bir bilgi sınırsız bir mahiyettedir ve her türlü soru ve soruna cevap niteliği taşır. Bazı dinlere göre ise dinî bilgi hayata özellikle dinî ve pratik anlamda etki ederek gözlem ile elde edilen bilgiyi tamamlayıcı niteliğe erişir. Bazı dinler ve dindar grup ve bireylere göre ise bahsedilen yollardan elde edilen dinî bilgi kesin, şüphesiz ve asla yanılmaz türdendir. Dinî bilginin tanımı, idrak ve tahlil ediliş biçimleri çoğu zaman dinden dine, mezhepten mezhebe ve bireyden bireye değişiklik gösterir.
Bilimsel bilgi ve metot ise, tam tersi biçimde dünya ile birebir temasa dayanır ve sadece evren ile ilgili kozmolojik soru ve sorunlara cevap arar. Tüm bilimsel bilgi şüphe ihtimali barındırır ve daha sağlam delillere dayanacak gelişim ve değişime açıktır.
Din, felsefe ve metafizik.
Dinî ve bilimsel doktrinler arasında metafiziğin felsefi perspektifi yer almaktadır. Bu yaklaşım, Antik Çağ'da evren, insanlık ve tanrı kavramının doğası üzerine mantıksal yargılar çıkarmaya çalışmaktaydı. Din ve bilim arasındaki anlaşmazlığı çözmek için geliştirilmiş önemli felsefi araçlardan biri de Ockhamlı William tarafından dini savunmak için geliştirilen Ockham'ın usturasıdır. Ancak bu argüman sıklıkla bilim felsefesinde bilimi savunmak için kullanılmaktadır.
Bu hususta not edilmesi gereken bir şey de felsefenin bilgi dalıdır. Bu dal, insan bilgisinin doğası ve sınırlarının yanı sıra inançların, doğru veya yanlış olduğunun nasıl tahlil edileceğini veya kabul edileceğini sorgular.
Din ve mit.
Din, kaynağı vahye dayanan ve insanın mutluluğunu amaçlayan bir kurallar sistemidir. İnsanın varoluşuyla birlikte gelen inanma ihtiyacına cevap verir ve inançlıların yaşamına anlam katar. İnsanın nereden gelip nereye gittiğini, bu dünyada niçin bulunduğunu cevaplandırmaya çalışır. Bu bakımdan dinin insan yaşamında önemli bir yeri vardır. Ancak din, bu konuda yalnız olmayıp bu rolünü mitlerle paylaşmaktadır.
Mit, tarihin herhangi bir dönemlerinde gerçekten olmuş olayları mecazi bir dille anlatan kutsal öykülere verilen addır. Ancak çoğu zaman söylence, destan, halk öyküsü ve masal gibi edebiyat türleri ile karıştırılmaktadır. Miti diğerlerinden ayıran özelliği gerçekten olmuş olayları konu edinmesidir. Mitos, bu olayları farklı bir dille anlatır. Anlatımda kullanılan dil yalın değildir; mecazi anlatımlar ve semboller içerir. Mitlerdeki anlatım dili anlatılan olayların gerçek dışıymış gibi görünmelerine yol açar.
Ezoterizm ve mistisizm.
Mistisizm, felsefe ve metafiziğin aksine mantığın yücelme ve aydınlanmanın en önemli yolu olmadığını öne sürer. Daha çok yoga, oruç, dönme (örneğin sema), çile ve hatta psikoaktif maddelerin kullanımı gibi çeşitli fiziksel disiplinlerde odaklanır.
Mistisizm, mutlak, ilahi olan, ruhani hakikat veya tanrı ile veya onun varlığının bilinci ile birleşmeye çalışmak, bunun için çeşitli yol ve öğretileri takip etmek, buna rasyonel düşünce ile ulaşılamayacağını bildirmektir. Mistikler, deneysel ve entelektüel kavrayışın ötesinde çeşitli gerçekliklerin varlığına inanır ve bunlara kişisel deneyimlerle ulaşılabileceğini düşünürler. Ezoterizm ise inanç yerine entelektüel anlayışa dayanarak dinden daha sofistike olduğunu ve psikospiritüel transformasyon teknikleriyle felsefede çeşitli gelişmelere neden olabilineceğini öne sürer. Ezoterizm sadece gelişmiş, imtiyazlı kişilere açık olup kuşaktan kuşağa aktarılan "gizli" bilginin varlığından bahseder. Bu kamuya açık olan ezoterik bilginin tersidir. Özellikle ruhsal uygulamalara ve disiplinlere önem verir. Antik Yunanistan'ın mistik dinleri ve modern Scientology tarikatı ezoterizmin örneklerindendir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=659",
"len_data": 10775,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.92
}
|
Futbol, on birer oyuncudan oluşan iki takım arasında, kendine özgü bir topla oynanan takım sporudur. 21. yüzyıl itibarıyla 200'ün üzerinde ülkede 250 milyonu aşkın oyuncu tarafından oynanmakta olup dünyadaki en popüler spordur.
Her iki kısa kenarında birer kalenin yer aldığı, dikdörtgen şeklindeki bir sahada oynanır. Oyuncuların amacı, temelde ayak olmak üzere, eller ve kollar hariç vücudun kısımlarını kullanarak topu karşı takımın kalesine sokarak gol atmaktır. İstisnai olarak her iki takımın kalesini koruyan kaleciler, ceza alanı olarak adlandırılan, kendileri için belirlenmiş alanların sınırları dâhilinde topa elle müdahale edebilmektedir. Topun, sahanın uzun kenarlarından saha dışına çıkması durumunda taç atışı (topa son olarak hangi takım oyuncusu temas etmişse karşı takım kullanır), kısa kenarlarından dışarı çıkması durumunda ise köşe (bir oyuncunun, topu kendi kale çizgisi dışına çıkarması durumunda karşı taraf lehine kale çizgisi ile yan çizgisinin kesiştiği noktadan kullanılır) veya aut vuruşu (topun, hücum oyuncuları tarafından kale çizgisi dışına vurulması sonucunda ceza sahası içindeki kale sahasından vuruşu yapılarak top oyuna sokulur) ile oyun yeniden başlar. Kırk beşer dakikalık iki devreye ayrılan 90 dakikadan oluşan bir maçta karşı takımdan daha fazla gol atmayı başaran takım galip gelirken atılan gol sayılarının eşit olması durumunda maç berabere tamamlanır. Bazı müsabakalardaki kurallara göre normal süresi berabere tamamlanan maçlarda on beşer dakikalık iki devre hâlinde oynanan uzatma dakikaları, eşitliğin bu sürede de bozulmaması durumunda penaltı vuruşları sonucunda galip gelen taraf belirlenir.
MÖ 300-200 yıllarında Çin'de ortaya çıkan ve günümüzdeki futbolla benzerlikler taşıyan "cuju", oynanış bakımından futbola benzeyen ilk oyun olarak kabul edilmektedir. Yıllar boyunca dünyanın farklı yerlerinde futbola benzeyen oyunlar oynansa da modern futbol kuralları ilk olarak 1863 yılında Futbol Birliği tarafından sistemleştirilmiş olup günümüze kadar birçok değişikliğe uğramıştır. Futbolun uluslararası alandaki yönetim teşkilatı Uluslararası Futbol Federasyonları Birliğidir (FIFA).
Etimoloji.
"Futbol" kelimesi Türkçeye, İngilizcedeki "foot" ("ayak") ve "ball" ("top") kelimelerinin birleştirilmesiyle oluşturulan "football" kelimesinden geçmiştir. İngilizcede "football" adını taşıyan diğer futbol sporlarından ayırmak amacıyla, modern futbolun ilk kurallarını belirleyen kurumun adı olan Futbol Birliğinden (İngilizce: The Football Association) yola çıkılarak "association football" ("birlik futbolu") ifadesi kullanılmaktadır. "Football association" ifadesindeki "soc" hecesine -er eki getirilerek oluşturulan ve İngilizce konuşan bazı ülkelerde futbolu tanımlamak için kullanılan "soccer" kelimesinin çıkışı 1880'lere denk gelir. Günümüzde, İngilizce konuşan ülkelerin bazıları futbolu tanımlamak için yalnızca "football" ifadesini kullanırken bu kelime diğer bazı dillere değişerek girmiş ve bu şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Bazı dillerde futbolu tanımlamak için özgün kelimeler kullanırken bazılarında ise "foot" ve "ball" kelimelerinin o dillerdeki karşılıkları kullanılarak bu kelimeler birleştirilmiş ve futbol ifadesi bu şekilde yer edinmiştir.
Türkçede sporu tanımlamak için "ayak topu" da kullanılır ve bu kullanım, "futbol" kelimesini oluşturan "foot" ile "ball" kelimelerinin Türkçe karşılıklarıyla oluşturulmuştur.
Tarihçe.
Kökenleri.
FIFA, futbola benzeyen ve bilimsel kanıtlara sahip olan ilk oyunu, MÖ 300-200 yıllarında Çin'de askerî eğitim amacıyla oynanan "cuju" olarak göstermektedir. Kıl ve tüyle doldurulmuş deriden yapılan bir topun, iki bambu kamışıyla sabitlenen 30–40 cm yüksekliğindeki bir kaleye sokulmasını amaçlayan bu oyunda, topa el ve kollar dışındaki her yerle temas etmek mümkündü. Birkaç yüzyıl sonra Japonya'da, "cuju"dan izler taşıyan ve varlığına ilk kez 644 yılında rastlanan "kemari" adlı oyun ortaya çıktı. "Cuju"nun aksine rekabete dayalı olmayan "kemari"de amaç, dairesel bir alan içerisinde yer alan oyuncuların topa ayaklarıyla vurarak topu yere düşürmeden birbirine göndermeleriydi.
Avrupa'da ise futbola benzer bilinen ilk oyun, Antik Yunanistan'da oynanan "episkiros" adlı oyundur. Vücudun her yeriyle temasın serbest olduğu oyunda oyuncular iki takıma ayrılmakta ve her takım oyuncuları, topu paslaşarak veya atarak rakip takıma ait alanın sonunda yer alan çizgiden geçirmeye çalışmaktaydı. Bu oyunun bir benzeri daha sonraları Roma İmparatorluğu döneminde "harpastum" adıyla oynandı.
Orta Çağ.
Orta Çağ Avrupa'sında topla oynanan bir oyuna dair ilk ifadelere, 9. yüzyıla ait Nennius'un "Historia Brittonum" adlı eserinde rastlanmaktadır. Galler'in kuzey kısımlarında yazılan eserde, bir grup çocuğun top oynadığından bahsedilmektedir. İngiltere'de, komşu kasaba veya köyler arasında oynanan ve güruh futbolu adı verilen oyunda amaç, topu rakip takımın kasaba veya köyünde belirlenen bölgeye göndermekti. Hemen hemen hiçbir kuralın olmadığı bu oyunda oyuncu sınırlaması yoktu ve yüzlerce kişi mücadele edebilmekteydi. Bu etkinlikler sırasında meydana gelen karmaşayı ve yaşanan olayları gerekçe gösteren Kral II. Edward tarafından 13 Nisan 1314'te ülkede futbol oynanması yasaklanmış, bu yasak, sonrasındaki hükümdarlar tarafından da sürdürülmüş ve ülkede futbol oynanması 300 yıl kadar yasaklı kalmıştı.
İngiltere'deki güruh futboluna benzer bir oyunun varlığına Fransa'da da rastlanmaktadır. "Soule", "cholle" veya "choule" adıyla anılan bu oyun hakkındaki bilinen ilk veriler 1147 yılına aittir. 1319 yılında Kral V. Philippe, 1369 yılında ise Kral V. Charles tarafından ülkede bu tip oyunların oynanması yasaklanmıştı. İtalya'da ortaya çıkan ve kökenleri daha eskiye dayansa da kuralları 16. yüzyılda oluşturulan "calcio fiorentino" adlı sporda ise amaç, topu karşı takımın kalesine göndermekti. Topu kontrol etmek, takım arkadaşına pas atmak ve kaleye göndermek için el ve ayak kullanmak serbestti. FIFA, futbola benzeyen tüm bu sporların günümüzdeki futbol ile doğrudan bir bağlantısı olmadığını belirtmektedir.
Modern futbolun ortaya çıkışı ve yayılması.
Modern futbolun kuralları 19. yüzyıl ortalarında, İngiltere'deki özel okullarda farklı kurallarla oynanan futbol biçimlerine dayanmaktadır. Eton, Harrow, Rugby, Winchester ve Shrewsbury adlı eğitim kurumları temsilcilerinin katılımıyla 1848 yılında Cambridge Üniversitesinde oluşturulan ve ilk yazılı futbol kuralları olma niteliği taşıyan Cambridge kuralları, futbol ve benzeri sporların gelişiminde etkili oldu. Bu kurallar kullanılarak bazı maçlar yapılsa da kurallar, büyük bir topluluk tarafından kabul görmedi. 1850'lerde, İngilizce konuşan ülkelerdeki çeşitli kulüpler, bağlı oldukları okul veya üniversitelerden ayrılarak bağımsız bir kuruluş olarak faaliyet göstermeye başladı. Bunların bazıları kendi kurallarını oluşturarak bu kurallara göre futbol oynamaktaydı. 1857 yılında, eski öğrenciler tarafından kurulan Sheffield Football Club, 1867 yılında Sheffield Futbol Derneğinin kurulmasına önayak oldu. Uppingham School öğrencisi John Charles Thring de 1862'de bazı kurallar hazırlamıştı.
26 Ekim 1863 günü gerçekleştirilen bir toplantı sonrasında kurulan Futbol Birliği (İngilizcesi "The Football Association", kısaca "FA") tarafından aynı yılın Ekim ve Kasım ayları arasında düzenlenen beş toplantı sonucunda futbol için ilk kapsamlı kurallar hazırlandı. Gerçekleştirilen son toplantıda, bir önceki toplantıdan çıkan topun ele alınarak koşulması ve koşuların rakibin bacağına vurularak engellenmesini öngören taslak hâlindeki iki kuralın kaldırılması kararının kabul görmemesi üzerine Blackheath'i temsil eden kurumun ilk hazinedarı, kulübünün birlikten ayrıldığını belirtti. Kalan on bir kulüp, Ebenezer Cobb Morley başkanlığında futbolun ilk on dört kuralını oluşturdu. Bu kuralların kullanıldığı ilk maç, 18 Aralık 1863 tarihinde Mortlake'te, Barnes ile birlik üyesi olmayan Richmond arasında oynandı ve golsüz beraberlikle sona erdi.
İngiliz kulüplerinin mücadele ettiği, ilk futbol turnuvası niteliğindeki FA Cup, 1872 yılında C. W. Alcock tarafından kuruldu. İlk resmî uluslararası futbol maçı 30 Kasım 1872 günü, İngiltere ile İskoçya arasında Glasgow'da gerçekleştirildi ve 0-0 sona erdi. 1884 yılında, ilk uluslararası futbol turnuvası olan British Home Championship düzenlendi. Aston Villa yöneticisi William McGregor, 1888 yılında Birmingham'da kurduğu English Football League ile ilk futbol ligini kuran isim oldu. Kurulan bu ligde 12 takım mücadele etmekteydi. 1870'lerde futbolda profesyonelleşmenin temelleri atılırken profesyonel futbolculuk 20 Temmuz 1885 tarihinde Futbol Birliği tarafından tanındı.
Futbol Birliğinin kurulması sonrasında futbol, Britanyalılar tarafından tüm dünyaya yayılmaya başladı. Güney Amerika'da bilinen ilk futbol maçı 1867 yılında, Arjantin'deki Britanyalı işçiler tarafından oynandı. Aynı yıl Buenos Aires'te, Güney Amerika'daki ilk futbol kulübü olan Buenos Aires Football Club kuruldu. 1891 yılında ise Arjantin'de düzenlenen ulusal ligle birlikte kıtadaki ilk futbol turnuvası organize edildi. Güney Afrika'da yaşayan Britanyalılar ülkedeki ilk futbol hareketlerini 1869 yılında başlatırken 1884 yılında ülkedeki ilk futbol turnuvası düzenlendi. 1884 yılında oluşturulan American Football Association tarafından aynı yıl gerçekleştirilen lig, Amerika Birleşik Devletleri'nde Futbol Birliği kurallarıyla gerçekleştirilen ilk futbol yarışması oldu. Japonya'da futbol oynandığına dair ilk bilinen veriler 1870'lere ait olup Britanyalı denizcilerin Yokohama'da futbol oynadığından bahsetmektedir. Futbolun yayılmaya başlamasının ardından, futbol kurallarını belirleyen kuruluş olan Uluslararası Futbol Birliği Kurulu (kısaca IFAB); Futbol Birliği, İskoçya Futbol Birliği, Galler Futbol Birliği ve İrlanda Futbol Birliğinin 1886 yılında Manchester'da gerçekleştirdiği bir toplantı sonrasında kuruldu. Futbolun uluslararası alandaki en üst yönetim kuruluşu olan Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği (kısaca FIFA) ise, 1904 yılında Paris'te kuruldu ve Futbol Birliğinin belirlediği kurallara sadık kalacağını belirtti. 1913 yılında FIFA temsilcileri de IFAB'a temsilci göndermeye başladı. Futbolda profesyonelleşme süreci, dünyanın çeşitli yerlerinde 1920'ler ve 1930'larda hız kazandı.
21. yüzyıl itibarıyla 200'ün üzerinde ülkede 250 milyonu aşkın oyuncu tarafından oynanan futbol, dünyadaki en popüler spor konumundadır. FIFA tarafından Mayıs 2007'de yayınlanan bir rapora göre dünya çapında 270 milyondan fazla kişi futbol oynamaktadır. Yine bu rapora göre dünyada 301 binin üzerinde futbol kulübü, 1,752 milyonun üzerinde futbol takımı, 840 binin üzerinde futbol hakemi ve 113 binin üzerinde profesyonel futbolcu bulunmaktadır.
Temel oynanış.
Futbol, Uluslararası Futbol Birliği Kurulu (kısaca IFAB) tarafından belirlenen 17 temel kural çerçevesinde oynanmaktadır. Maçlar, küre biçimindeki spora özgü bir topla oynanır. On birer oyuncudan oluşan iki rakip takımın amacı, bu topu karşı takımın kalesine (iki yan direk ile bunları birleştiren üst direkten oluşur) sokarak gol atmaktır. kırk beşer dakikalık iki devreden oluşan 90 dakika sonucunda rakibinden daha fazla gol atan takım, maçtan galip olarak ayrılır. Atılan gol sayılarının eşit olması durumunda maç berabere sonuçlanmış olur. Müsabakalarda, kurallara uygun şekilde maçı yöneten bir orta hakem, iki yardımcı hakem ve bir dördüncü hakem bulunmaktadır. Bazı turnuvalarda ise iki ek yardımcı hakem ya da video yardımcı hakemler bulunabilir.
Oyunun temel kuralına göre oyuncular, topa el veya kolla müdahale etmemelidir. Takımının kalesini korumakla görevli kaleciler ise, yalnızca belirlenen alan (ceza alanı) dâhilinde topa el veya kolla müdahale edebilir. İstisnai olarak, oyunun taç atışıyla yeniden başlaması durumunda oyuncular, topu elle oyuna sokarlar.
Bir futbol maçında gol atma fırsatı yakalamak için oyuncuların top sürmesi, takım arkadaşına pas atması, kaleye şut çekmesi gibi çeşitli yöntemler vardır. Karşı takım oyuncuları da topu kapmak için çeşitli müdahalelerde bulunabilir. Bu müdahalelerin kurallara dâhil olmaması durumunda hakemler devreye girer ve orta hakem oyunu durdurur. Yapılan faullü hareket sonrasında karşı takım, faulün yapıldığı yerden kullanılmak üzere bir serbest vuruş kazanır. Rakip takım oyuncularının belli bir mesafeye çekilmesinin ardından, serbest vuruşu kullanacak oyuncunun topa sadece bir kez dokunması kaydıyla vuruş, istenilen bir biçimde kullanılır. Faullü hareketin sertliğine göre hakemin sarı veya kırmızı kart gösterme yetkisi vardır. Gösterilen sarı kart uyarı niteliği taşırken kırmızı kart ise oyuncunun oyundan ihraç edildiği ve takımının bundan sonraki süreyi bir kişi eksik sürdüreceği anlamını taşır. Aynı maç içerisinde ikinci defa sarı kart gören oyuncu, kırmızı kartla cezalandırılır.
Günümüzde takımlar; bir kalecinin dışında, defans, orta saha ve forvet olmak üzere üç ana pozisyonda oynayan oyunculardan oluşur. Defans, karşı takımın yaptığı hücumları en geride karşılayan grup; forvet, ana amacı gol atmak olan ve rakip kaleye en yakın oyuncuların oluşturduğu grup; orta saha ise defans ve forvet arasında kalan oyuncuların oluşturduğu gruptur. Bu üç ana pozisyondaki oyuncular da kendi içerisinde, oynadıkları bölgeye göre ayrılmaktadırlar. Öte yandan herhangi bir pozisyonda oynayan oyuncunun, diğer pozisyonlardaki oyuncuların görevleri yerine getirememesi gibi bir kısıtlama yoktur. Kurallarda ise kaleciler dışındaki oyuncuların pozisyonları hakkında bir kısıtlama yer almamaktadır. Her takım, maç başlamadan önce kale ve top seçimi ile seri penaltı vuruşları için yapılan para atışında temsil eden bir kaptana sahiptir.
Hangi oyuncunun hangi pozisyonda oynayacağı, her takımın başında bulunan teknik direktör tarafından belirlenir. Sahadaki on bir oyuncu dışında, her takımın yedek oyuncuları vardır. Maçın gidişatı ve organizasyonun oyuncu değiştirme kurallarına göre herhangi bir oyuncu, teknik direktörün takdirince yedeklerde bulunan başka bir oyuncuyla değiştirilebilir.
Kurallar ve ölçüler.
Futbol, 17 ana kuraldan oluşmaktadır. Bu kuralların bazıları kadın, engelli, genç gibi gruplar için değişiklikler gösterebilir. Uluslararası Futbol Birliği Kurulu (kısaca IFAB) tarafından belirlenen kurallar, FIFA tarafından yayınlanmaktadır. Bu 17 ana kurala ek olarak maçların uygun şekilde oynanması için IFAB tarafından yayınlanan birtakım karar ve yönetmelikler de bulunmaktadır.
Saha.
Futbol sahası dikdörtgen şeklinde olup sahanın yanlarında yer alan iki uzun çizgi taç çizgisi, kısa kenarlarda yer alan çizgiler ise kale çizgisi olarak adlandırılır. Kale çizgileri 45 ile 90 m arasında, taç çizgileri 90 ile 120 m arasında olmalıdır. Uluslararası maçlarda ise bu uzunluklar kale çizgileri için 64 ile 75 m, taç çizgileri için ise 100 ile 110 m olarak belirlenmiştir. Saha, her iki taç çizgisinin orta noktasını birleştiren bir çizgiyle ikiye ayrılır. Bu çizginin tam ortasında orta nokta yer alır ve bu nokta, 9,15 m yarıçapındaki çember ile çevrelenir. Öte yandan futbol sahaları, zemin rengi yeşil olmak kaydıyla doğal veya yapay çimden oluşabilmektedir.
Her iki kale çizgisinin ortasına; zemine dik iki direkle, bunları birleştiren ve zemine paralel olan bir üst direkten oluşan birer kale yer alır. İki direk arasındaki mesafe 7,32 m, üst direkle zemin arasındaki mesafe ise 2,44 m'dir. Genellikle kalelerin arkasına birer file konulsa da, bu durum kurallar tarafından zorunlu kılınmamıştır. Her iki kalenin önünde de dikdörtgen şeklinde ikişer alan bulunmaktadır. Kale alanı (altı pas olarak da bilinir); kale çizgisi, kale direklerinin iç kenarlarından 5,5 m uzaklıkta, kale çizgisine dik olarak çizilen 5,5 m uzunluğundaki çizgiler ve bunları birleştiren çizgiyle sınırlanan alandır. Aut vuruşu veya alan içinden kazanılan bir serbest vuruş, alan içindeki istenilen bir yerden kullanılabilir. Hücum yapan takım tarafından kale alanı içerisinde kazanılan endirekt serbest vuruşlar ise olayın gerçekleştiği noktanın hizasında, kale alanı üst çizgisinin üzerinden kullanılır. Ceza alanı da kale alanından daha büyük olmak üzere kale alanıyla ile benzer şekle sahiptir. Kale alanında 5,5 m olarak belirlenen ölçüler, ceza alanı için 16,5 m'dir. Bu alan içerisinde kalecilerin topa elle müdahale etmesi mümkündür. Diğer taraftan bu alan içerisinde savunma yapan takım oyuncularından birinin yaptığı kusurlu hareketler, karşı takım lehine verilen penaltı vuruşuyla cezalandırılır. Penaltı vuruşları, ceza sahası içerisinde yer alan ve kalenin ortasından 11 m uzaklığındaki penaltı noktasından kullanılmaktadır. Ceza alanının hemen dışında yer alan ve merkezi penaltı noktası olan 9,15 m olan ceza yayı ise, penaltı vuruşu esnasında penaltıyı kullanacak oyuncu ve savunmadaki kaleci dışındaki diğer oyuncuların geçmemesi gereken mesafeyi belirtmektedir.
Oyuncular, teknik ekip ve hakemler.
Futbol oynayan kişilere futbolcu denir ve her takım, birisi kaleci olmak üzere on bir oyuncuyla sahada yer alır. Kurallara göre herhangi bir takımda en az yedi futbolcu bulunsa dahi oyun başlatılabilir. Diğer oyunculara göre istisnai olarak kaleciler, kendileri için belirlenmiş alanların sınırları dâhilinde (ceza alanı) topa el ve kolla müdahale etme hakkına sahiptir. Her takımın, sahadaki oyuncuların dışında yapılan futbol maçının yer aldığı organizasyonun kurallarına göre belli bir sayıda yedek oyuncusu vardır. Bütün maçlarda, yedek oyuncuların isimleri maç başlamadan önce hakeme verilir. İsmi verilmeyen yedek oyuncular maçta oynayamazlar. Resmî maçlarda, yani FIFA'nın, konfederasyonların veya ulusal federasyonların düzenlediği maçlarda en çok beş (5) oyuncu değiştirilebilir. Hazırlık maçı yahut diğer özel maçlarda ise takımlar, değiştirilebilecek azami oyuncu sayısı konusunda anlaşırlar ve hakeme maçtan önce bildirirlerse, anlaştıkları sayıda oyuncu değiştirebilirler. Eğer hakeme bildirilmezse veya değiştirilecek oyuncu sayısında anlaşma maç başlamadan sağlanamazsa, en çok 3 oyuncu değiştirilebilir. Oyundan çıkan oyuncu yeniden maça giremezken sonradan oyuna giren oyuncular yapılan ikinci bir değişiklikle oyundan alınabilirler.
Kaleci dışında kalan on oyuncu, saha içinde farklı pozisyonlarda görev alırlar. Bu pozisyonlar; defans, orta saha ve forvet olmak üzere üç ana gruba ayrılırken bu üç grup da kendi içinde ayrılmaktadır. Defans, kendi kalesine en yakın konumda bulunan ve karşı takımın yaptığı hücumları en geride karşılayan pozisyondur. Forvet, ana amacı gol atmak olan ve rakip kaleye en yakın oyuncuların oluşturduğu pozisyondur. Orta saha ise defans ve forvet arasında kalan oyuncuların oluşturduğu gruptur. Maçta oynayacak oyuncular ve yedekler, oyuncuların saha içindeki dizilişleri gibi görevler, her takımın başında bulunan teknik direktör tarafından belirlenir. Teknik direktörler, kendi için belirlenen sınırlar dâhilinde kalmak koşuluyla sahadaki oyunculara direktifler verebilirler. Teknik direktöre yardımcı olma ve maçlar dışındaki antrenmanlarda oyuncuları çalıştırma görevlerini icra eden antrenörler de teknik kadroyu oluşturan diğer görevlilerden biridir.
Futbol maçları, maçı yönetmede ve oyun kurallarını uygulamada tam yetkili olarak atanan bir orta hakem tarafından yönetilir. Orta hakeme yardımcı olmak amacıyla iki yardımcı hakem bulunur. Taç çizgisi üzerinde, her yarı saha için bir yardımcı hakem olmak üzere toplam iki yardımcı hakem vardır. Bunlar çapraz olarak yer alırlar. Yardımcı hakemler; topun oyun alanının dışına çıkışını ve ofsaytları işaret etmenin yanı sıra, diğer birtakım pozisyonlarda da orta hakeme yardımcı olurlar. Oyun alanının yarısından sorumlu olan yardımcı hakemler, orta hakemi ellerindeki küçük bayraklarla uyarırlar. Diğer taraftan hakem kadrosu içinde yer alan dördüncü hakem ise oyunu gözler, oyuncu giriş çıkışlarını kontrol eder ve herhangi bir sakatlık durumunda orta hakem görevini icra eder. Öte yandan bazı organizasyonlarda, her iki kalenin yanında bulunan birer ek yardımcı hakem de yer almaktadır. Bu ek yardımcı hakemler, ceza sahası içerisinde yaşanan pozisyonlarda hakeme yardımcı olmaktadır.
Gol çizgisi teknolojisi, topun tamamının kale çizgisini geçip geçmediğinin, dolayısıyla gol olup olmadığının tespit edilmesi ve maçın orta hakemine bunu iletmesi için kullanılmaktadır. 2018 yılında kurallar kitabına dâhil edilen video yardımcı hakem ise, orta hakem tarafından verilen birtakım potansiyel hatalı kararların, ilgili pozisyonların video tekrarlarının izlenmesi sonucu tespit edilerek orta hakeme iletilmesinden sorumludur. Video yardımcı hakemler yalnızca; golden önce golün geçersiz olması için bir ihlalin olup olmadığını bildirmek, verilen veya verilmeyen bir penaltı kararında açık bir hata olup olmadığını bildirmek, hakemin ihlal yapan takımdan yanlış oyuncuya ihtar veya ihraç vermesi durumunu veya hangi oyuncunun cezalandırılması gerektiğini bildirmek ve verilen veya verilmeyen bir ihraç kararında açık bir hata olup olmadığını bildirmekle yükümlüdür. Orta hakem ise ilgili pozisyonun video tekrarını inceledikten sonra kararını değiştirebilir.
Giysi ve gereçler.
Futbolcuların giymek zorunda olduğu temel gereçler; forma, şort, tozluk, tekmelik ve futbol ayakkabısından oluşmaktadır. Kaleci dışındaki takım oyuncularının forma, şort, tozluk renklerinin aynı ve diğer takım ile hakemlerin gereçlerinden ayırt edilebilecek renkte olması gerekmektedir. Eğer şortun altına tayt veya formanın altına bir içlik giyilirse, bunların renkleri sırasıyla şort ve formanın renkleriyle aynı olmalıdır. Oyuncular, kendine veya bir başka oyuncuya tehlikeli olabilecek herhangi bir giysi giymemeli veya her çeşit takılar da dâhil gereçler taşımamalıdır. Yalnızca kaleciler, öbür oyunculardan kolayca ayırt edilebilmesi için farklı renkte forma giyerler. Her oyuncunun forması üzerinde farklı bir numara yer almaktadır.
Bütün futbolcular, futbol için uygun biçimde üretilmiş özel ayakkabılar, yani krampon kullanırlar. Ayağa veya kaval kemiğine gelen tekmelerde yaralanmaları en aza indirmek için tekmelik ve tozluk (dize kadar örtebilen uzun spor çorabı) kullanırlar. Tekmelikler yeterli koruma sağlayan lastik veya plastik gibi malzemeden yapılmalı ve oyun sırasında tozluklarla tamamen örtülmelidir. Öte yandan resmî bir kural olmamasına rağmen kaleciler, çoğunlukla özel olarak üretilen eldiven takarlar.
Maçın süresi ve galip tarafın belirlenmesi.
Resmî futbol maçları, kırk beşer dakikalık iki devreye ayrılan 90 dakikadan oluşmaktadır. Her iki devrede de maçın süresi, top oyun dışında olsa dahi devam eder. Oyuncu değişiklikleri, sakatlanmalar, zaman geçirilmesi, penaltı vuruşları veya diğer nedenler dolayısıyla maç esnasında kaybedilen süreler, hakemin takdirine göre her iki devre sonunda oyuna eklenebilir. Eklenen bu süre, dakika bazında dördüncü hakem tarafından bir tabela yardımıyla gösterilir. Yine hakemin takdirine göre oyun, gösterilen bu dakikanın da üstünde uzatılabilir. İlk devrenin sona erip ikinci devrenin başlaması arasında ise 15 dakikalık süre vardır.
Lig maçları berabere sonuçlanabilirken eliminasyon sistemli turnuvalarda galip gelen takımın belirlenmesi için birtakım yöntemler vardır. Maçın normal süresi beraberlikle sonuçlanmışsa, on beşer dakikalık iki uzatma devresi oynanmaktadır. Eğer bu uzatma devreleri sonucunda da kazanan taraf çıkmazsa, penaltı vuruşlarına geçilir ve her takım beşer penaltı vuruşu yapar. Bu aşamada her iki takım, sırasıyla penaltı vuruşu kullanır. Eğer iki takımdan biri, diğer takımın 5 vuruşu tamamlasa da ulaşamayacağı kadar gol atmışsa vuruşlar sonlandırılır ve o takım maçın galibi olur. İlk beş vuruş sonucunda eşitlik bozulmazsa, iki takım da sırayla birer penaltı vuruşu kullanır ve bu durum, bir takım diğerine göre daha fazla gol atana kadar devam eder. Uzatma devrelerinde atılan goller maçın skoruna yansırken penaltı vuruşları sonunda elde edilen sonuç yansıtılmamaktadır.
Çift maçlı eleme sistemiyle düzenlenen organizasyonlarda ise takımlar, birbirlerinin iç sahalarında birer maç yaparlar. İki maç sonunda daha çok gol atan takım, kazanan taraf olur. Atılan gollerin eşit olması durumunda ise deplasman golü kuralı uygulanarak deplasmanda attığı gol sayısı fazla olan takım bir üst tura çıkar. Bu durumda da eşitlik devam ederse uzatma süresi, sonrasında ise ihtiyacı durumunda seri penaltı vuruşlarına geçilir. Deplasman golü kuralı bazı federasyonlarda farklı varyasyonlarla kullanılırken UEFA, 24 Haziran 2021 tarihinde bu kuralın kaldırıldığını ve artık Avrupa'daki turnuvalarda uygulanmayacağını açıklamıştır.
1990'ların sonu ve 2000'lerin başında IFAB, sırasıyla altın ve gümüş gol kurallarını uygulamıştı. Altın golde, uzatma devrelerinde ilk golü atan takım galip gelmekte ve maç o anda sona ermekteydi. Gümüş golde ise ilk uzatma devresini önde tamamlayan takım, ikinci devre oynanmadan maçın galibi olmaktaydı. Günümüzde ise bu kurallar tamamen kaldırılmıştır.
Fauller ve sert müdahaleler.
Oyun esnasında, futbol kurallarında listelenen müdahalelerden herhangi birinin gerçekleştirilmesi faul olarak adlandırılır. Yapılan müdahalenin türüne göre faul yapan oyuncunun karşısındaki takım, serbest vuruş (direkt ve endirekt olmak üzere ikiye ayrılır) veya penaltı vuruşu kazanır. Direkt ve endirekt serbest vuruşlar, ihlalin gerçekleştiği noktadan, topun hareketsiz kalması koşuluyla yapılır. Bu vuruşlar sırasında rakip takım oyuncuları, toptan en az 9,15 m uzakta durmak zorundadır. Vuruşu kullanacak oyuncu, topa bir kez dokunmak koşuluyla bu vuruşu istediği biçimde kullanabilir. Direkt serbest vuruşlarda topun, vuruşu gerçekleştiren oyuncu hariç direkt olarak kaleye girmesi gol değeri kazandırırken endirekt serbest vuruşlarda ise topun direkt olarak kaleye girmesi durumunda kale vuruşu kullanılır.
Direkt serbest vuruş gerektiren ihlallerin ceza alanı içerisinde yapılması durumunda, rakip takım lehine bir penaltı vuruşu verilir. Penaltı vuruşu, ceza sahası içerisinde yer alan ve kalenin ortasından 11 m uzaklığındaki penaltı noktasından kullanılmaktadır. Vuruş esnasında, vuruşu kullanacak oyuncuyla savunmadaki kaleci dışındaki tüm oyuncular ceza sahası dışında ve toptan en az 9,15 m uzaklıkta olmalıdır.
Faul kararını veren orta hakem, ihlâli gerçekleştiren oyuncuyu sarı veya kırmızı kartla cezalandırabilir. Sarı kart uyarı niteliği taşırken kırmızı kart, o oyuncunun maçtan ihraç edildiği ve takımının kalan süreyi bir kişi eksik sürdüreceği anlamı taşır. Bir oyuncu aynı maç içinde iki sarı kart görürse, ikinci sarı kartın gösterilmesinin ardından kırmızı kartla cezalandırılır. Sahada olan oyuncuların dışında, yedek oyuncular da kart görebilirler. Öte yandan yapılan faule rağmen, faule maruz kalan takım avantajlı durumunu sürdürüyorsa hakem oyunu devam ettirebilir. Eğer yapılan ihlalde sarı kart gerektirecek bir durum varsa, oyunun durduğu ilk anda oyuncuya kart gösterilir.
Ofsayt.
Futbol oyununda bir başka ceza vuruşu da ofsayttır. Top hücuma geçen takımın oyuncusuna atıldığı sırada, o oyuncunun rakip kale çizgisine toptan ve sondan ikinci rakip oyuncudan daha yakın ise ofsayt pozisyonundadır. Bu oyuncu; oyuna veya rakibe müdahale ederek yahut bulunduğu pozisyondan avantaj elde ederek aktif oyuna dâhil oluyorsa pozisyon ofsayt olarak cezalandırılır. Eğer bu oyuncu, kendi yarı sahasında ise ofsayt gerçekleşmez. Kale vuruşu, köşe vuruşu ve taç atışı sonrasında top, direkt olarak ofsayt konumundaki oyuncuya gelse dahi ofsayt kararı verilmez. Ofsayt kararı durumunda ise rakip takım, ihlalin gerçekleştiği noktadan endirekt serbest vuruş kullanır.
Oyunun başlaması, topun oyunda ve oyun dışında olması.
Futbol maçları öncesinde her iki takım kaptanının katılımıyla, hakem tarafından bir para atışı yapılır. Kazanan taraf ilk yarıda hücum edeceği kaleyi seçerken diğer taraf oyunun başlama vuruşunu yapma hakkı kazanır. Futbol karşılaşmaları, sahanın orta noktasına konulan topun, maça başlayacak olan takımın herhangi bir oyuncusu tarafından vurulmasıyla başlar. Başlamadan önce her iki takım oyuncuları kendi sahalarında yer almak ve başlama vuruşunu yapan takımın rakipleri, toptan en az 9,15 m uzakta bulunmak zorundadır. İkinci yarıda ise takımların kaleleri değiştirilir ve ikinci yarının başlama vuruşunu diğer takım yapar.
Kurallara göre futbol maçlarında, topun tamamının kale veya taç çizgisini geçmesi ve oyunun hakem tarafından durdurulması olmak üzere sadece iki durumda top oyun dışındadır. Topun oyun dışında olduğu durumlar ve oyuna yeniden başlama yöntemleri aşağıdaki gibidir:
Yönetim kurumları.
Futbol ve futsal, plaj futbolu gibi futbolla ilintili sporların uluslararası yönetim kurumu Uluslararası Futbol Federasyonları Birliğidir (kısaca FIFA). FIFA merkezi İsviçre'nin en büyük şehri Zürih'te yer alır. FIFA'ya bağlı olan altı bölgesel konfederasyon vardır:
Bölgesel konfederasyonların dışında, ülke çapındaki futbol organizasyonlarını düzenleyen ulusal futbol federasyonları bulunmaktadır. Günümüzde FIFA ve bölgesel konfederasyonlara bağlı 209 ulusal futbol federasyonu bulunmaktadır. FIFA'ya bağlı olmayıp da kıtasal konfederasyonlara bağlı olan ulusal federasyonlar olduğu gibi, FIFA veya kıtasal konfederasyonla ile herhangi bir bağı olmayan federasyonlar da bulunmaktadır.
Yarışmalar.
Uluslararası.
Millî takımların katılımıyla uluslararası çapta düzenlenen en büyük futbol yarışması, FIFA tarafından dört yılda bir organize edilen Dünya Kupası'dır. Kıtasal konfederasyonlar tarafından düzenlenen ve dünyanın her yerinden 200'ün üzerinde takımın katıldığı elemeler sonrasında 23 takım finallere katılmaya hak kazanmaktadır. Futbol, 1900 Yaz Olimpiyatları'ndan itibaren -1932 Yaz Olimpiyatları dışında- Yaz Olimpiyatları programında yer almaktadır. Dünya Kupası'nın ortaya çıkmasından önce Olimpiyatlar, futbol açısından Dünya Kupası ile aynı statüdeydi. Önceleri amatör futbolcuların katılabildiği organizasyona, 1984 Yaz Olimpiyatları'ndan itibaren profesyonel futbolcuların da katılmasına izin verildi. 1992 Yaz Olimpiyatları'ndan itibaren yalnızca 23 yaş altı futbolcuların oynamasına izin verilirken 1996 Yaz Olimpiyatları ile birlikte takımların kadrolarında 23 yaşın üzerinde 3 futbolcunun yer almasına izin verilmeye başlandı.
Her kıtasal konfederasyon, kendine bağlı takımların katılabildiği turnuvaları organize etmektedir. 1916'da Copa América (CONMEBOL), 1956'da AFC Asya Kupası (AFC), 1957'de Afrika Uluslar Kupası (CAF), 1960'ta Avrupa Futbol Şampiyonası (UEFA), 1991'de CONCACAF Altın Kupa (CONCACAF) ve son olarak 1996'da OFC Erkekler Uluslar Kupası (OFC) organize edilmeye başlamıştır. Bu turnuvaları kazanan altı takım, son Dünya Kupası şampiyonu ve organizasyona ev sahipliği yapan takımlar, FIFA tarafından organize edilen Konfederasyonlar Kupası'nda karşı karşıya gelir.
Millî takımların dışında kıtasal konfederasyonların her biri, yıllık olarak kulüp takımlarının katıldığı uluslararası turnuvalar düzenlenmektedir. UEFA Şampiyonlar Ligi (UEFA), CONMEBOL Libertadores (CONMEBOL), CONCACAF Şampiyonlar Kupası (CONCACAF), CAF Şampiyonlar Ligi (CAF), AFC Şampiyonlar Ligi (AFC) ve OFC Şampiyonlar Ligi (OFC) bu organizasyonların en üst seviyeleridir. Kıtasal konfederasyonların bazıları, bir alt seviyede de turnuvalar organize eder. UEFA Avrupa Ligi (UEFA), CAF Konfederasyon Kupası (CAF), AFC Kupası (AFC) ve Copa Sudamericana (CONCACAF) ikinci seviye uluslararası kulüp turnuvalarıdır. Birinci seviyedeki turnuvaları kazanan takımlar, FIFA Kulüpler Dünya Kupası'nda karşılaşırlar.
Ulusal.
Her bir ülkedeki futbol yarışmaları, o ülkelerin futbolundan sorumlu kurumlar tarafından düzenlenmektedir. Genel olarak ülkelerdeki lig sistemleri kümelere ayrılmış durumdadır. Takımlar, aynı kümedeki diğer takımlarla maçlar yapar ve topladıkları puanlar baz alınarak oluşturulan puan tablosunda belli bir sırada yer alır. Çoğu ligde bir takım, liginde bulunan diğer takımlarla ikişer maç yapar. Sezon sonunda ligi birinci sırada bitiren takım şampiyon olurken liglere göre farklılık göstererek son sıra veya sıralarda bitiren takımlar bir alt lige düşer. Ülkenin en üst seviye ligi olmayan liglerde ise, yine liglere göre farklılık göstererek en üst sırada yer alan bir ya da birkaç takım, ertesi sezon için bir üst ligde oynamaya hak kazanır. Bazı liglerde normal sezonun tamamlanmasının ardından şampiyon olan veya bir üst lige yükselecek takımların belirlenmesi için playoff ve bir alt lige düşecek takımların belirlenmesi için play out maçları oynanır. Öte yandan başta Latin Amerika olmak üzere Amerika kıtasındaki bazı liglerde sezon, Apertura ve Clausura (İspanyolcada "açılış" ve "kapanış" anlamlarına gelir) olmak üzere iki bölüme ayrılır ve bu sistemin uygulandığı bazı liglerde her bir bölüm için farklı şampiyonlar çıkar.
Çoğu ülkede futbol liglerinin yanında, ulusal çapta çeşitli futbol turnuvaları da düzenlenmektedir. Bu kupalar arasında ülkenin farklı liglerinde mücadele eden takımların katılabildiği ulusal kupalar ile sadece belli bir ligde mücadele eden takımların yer aldığı lig kupası bulunur. Yine bazı ülkelerde, ulusal çaptaki bu organizasyonlarda belli bir derece kazanan takımlar arasında gerçekleştirilen tek veya çok maçlık etkinlikler de düzenlenmektedir.
Ülkelerin en üst seviye ligini belli sıralarda tamamlayan takımlar ile ulusal kupa organizasyonlarında şampiyon olan takımlar, bazı uluslararası kulüp yarışmalarında mücadele etmeye hak kazanmaktadır.
Kadın futbolu.
Kadınlar arasındaki ilk futbol maçının 1895 yılında, Kuzey Londra'da oynandığı bilinmektedir. I. Dünya Savaşı sırasında, erkekler savaşta iken fabrikalarda işçi olarak çalışan kadınlar arasında futbol maçları oynanmaktaydı. Ağustos 1917'de The Munitionettes' Cup olarak tanınan Tyne Wear & Tees Alfred Wood Munition Girls Cup resmî adına sahip bir futbol turnuvası başlatıldı ve iki sezon boyunca bu turnuva düzenlendi. 1920 yılında Dick, Kerr's Ladies FC ile bir Fransız takımı arasında oynanan maç, uluslararası anlamda oynanan ilk kadın futbol maçı olarak tarihe geçti. Ancak 5 Aralık 1921'de Futbol Birliği, futbolun kadınlara göre bir spor olmadığı gerekçesiyle kendine bağlı sahalarda kadınlar tarafından futbol oynanmasını yasakladı. 10 Aralık 1921 günü 30 kadar kadın futbol takımının katılımıyla gerçekleştirilen toplantı sonucunda, bağımsız bir Bayanlar Futbol Birliği (Ladies' Football Association) kurulması kararı çıktı. Ertesi yıl, bu kurum tarafından ilk futbol turnuvası gerçekleştirildi. 1969'a gelindiğinde, Futbol Federasyonu'na bağlı olarak Kadınlar Futbol Birliği (Women's Football Association) kuruldu. 1970-71 sezonunda ilk resmî kadın futbolu turnuvası olan FA Women's Cup'ı düzelendi. 1969 yılında Avrupa Şampiyonası, 1970 yılında ise Dünya Kupası gayriresmî olarak ilk kez düzenlendi. 1975'te AFC Kadınlar Asya Kupası, 1983'te OFC Kadınlar Uluslar Kupası, 1984'te Avrupa Turnuvası'nda Temsil Edilen Kadın Takımları Şampiyonu adıyla ilk resmî Avrupa şampiyonası, 1991'de ilk resmî FIFA Kadınlar Dünya Kupası, CONCACAF Kadınlar Şampiyonası ve Kadınlar Afrika Uluslar Kupası düzenlendi. Kadın futbolu, ilk kez 1996 Yaz Olimpiyatları programında yer aldı.
Türevleri ve günlük oynanış.
Futboldan türetilen ve kuralları değişiklik gösteren çeşitli sporlar da vardır. Kapalı bir salonda oynanan futsal, kumda oynanan plaj futbolu, üstü kapalı veya açık sentetik çimli sahalarda oynanan halı saha futbolu, uluslararası bazda organizasyonların da düzenlendiği futbol türevleridir. Engelli kişiler için paralimpik futbol, ampute futbol ile akülü tekerlekli sandalye futbolu varyasyonları bulunur. Bunların yanında, uluslararası çapta bir kuruluşu ve büyük bir etkinliği olmayan ve futboldan türetilen sporlar da bulunmaktadır.
Futbol, bir top ve iki kalenin olduğu yeterli büyüklükteki bir alanda, günlük hayatta da oynanan bir spordur. Sokak futbolu adıyla anılan bu etkinliklerde bazı kurallar yok sayılır veya oyuncular tarafından belirlenir.
Diğer yandan buz üzerinde oynanan bir hokey türevi olan bandy, kuralları bakımından futboldan da izler taşır ve "kış futbolu" takma adıyla da anılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=660",
"len_data": 35748,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.71
}
|
Basketbol ya da sepettopu, elle idare edilen bir topla oynanan popüler bir takım oyunu ve spor dalıdır. Profesyonel basketbolda beşer kişilik iki takım, yerden yüksekliği Avrupa standartlarına göre 3,05 metre olan ve pota adı verilen, yere paralel konumdaki bir çemberden topu geçirerek, rakibinden daha fazla sayı yapmak suretiyle, on ikişer, onar veya sekizer dakikalık dört periyottan oluşan maçı kazanmaya çalışır.
Tarihçe.
Basketbol, ABD'nin Massachusetts eyaletinde, Springfield Genç Hristiyan Erkekler Birliği (YMCA) Eğitim Okulunda beden eğitimi öğretmeni olan Kanadalı Dr. James Naismith tarafından 1891'de icat edilmiştir. Atlet ve beyzbolculara kış antrenmanı yaptırmak amacıyla geliştirilen bu oyunda amaç, tahtadan yapılmış altı kapalı şeftali sepetlerine futbol topunun sokulmasıydı. Basketbol sepeti yaklaşık 3 metre yükseklikte duvara monte ediliyordu ve her sayıdan sonra basketbol topu sepetten elle çıkarılıyordu. Zamanla sepetin altı çıkarıldı ve sayı olan ancak sepete takılan toplar bir değnekle itilerek çıkarılmaya başlandı.
Orta Amerika'da yerleşik Mayalarla ilgili günümüze gelen kalıntılardan edinilen bilgilere göre, basketbolun biraz daha farklı tarzda veya daha çok fiziki güce dayalı oynandığı söylenebilir. Bugünkü basketbol oyun alanının en az 5 misli büyüklükte bir sahada mermerden yapılmış duvarlar üzerine yerden yaklaşık 4 metre yüksekliğe yere paralel değil, dik olarak sabitlenmiş ve yarım metre çapındaki çemberlerle oynanan "Tlahiotenieé" oyunu bugünkü basketbol sporundan daha zor şartları içinde barındırıyordu. James Naismith'in basketbolu Tlahiotenieé oyunundan esinlenerek yaptığı düşünülmektedir.
Basketbol ilk olarak 7 kişilik iki takım arasında yirmişer dakikalık üç devre üzerinden oynanmıştır. Dr. Naismitih bu oyuna "sepet topu" anlamına gelen "Basket Ball" adını verdi.
Basketbolun ünü, bulunmasından kısa bir süre sonra ortaya çıktığı okulu aşarak bütün okullara, üniversitelere ve hatta semtlerde bulunan jimnastik salonlarına kadar yayılmıştır. Gençlerde bu spora karşı uyanan istek ve heyecan da kulüpleri basketbol şubeleri açıp takımlar kurmaya zorlamış ve böylece basketbol, Amerika'nın en popüler ulusal oyunu haline gelmiştir.
Basketbolun Avrupa'daki ilk denemesi, 1893 yılında Paris'in Trevise sokağındaki eski bir jimnastik salonunda yapılmıştır. Daha sonraları, özellikle I. Dünya Savaşı sırasında, basketbolun Avrupa'da yayılmasında Amerikalı askerlerin büyük etkisi olmuştur. Hızla gelişme gösteren basketbol böylece Avrupa'da en gözde sporlar arasında yerini almıştır. Amerika, 1897 yılında erkeklerde, ardından 1900 yılında kadınlar arasında ilk milli basketbol şampiyonalarını düzenleyerek, bu sporu ülke çapında popüler hale getirmiştir. Amerikalılar milli spor olarak benimsedikleri basketbolu, 1904 Yaz Olimpiyatları'nda kulüp takımları arasında maçlar düzenleyerek, Olimpiyat Oyunları'na katılan tüm ülkelere tanıtmışlardır. 1905 yılında dünyanın en büyük spor salonlarından Madison Square Garden, kapılarını basketbola açmıştır.
Uzak Doğu'da da 1913 yılından itibaren karşılaşmalar yapılmaya başlanmıştır. Böylece bu oyun birkaç yıl içinde Kanada, Fransa, Birleşik Krallık, Avustralya, Çin ve Hindistan başta olmak üzere, tüm dünya ülkelerine hızla yayılmış, özellikle büyük kentlerdeki geniş spor alanlarında yapılan üniversiteler arası karşılaşmalar, basketbolun seyirlik spor olarak yayılmasında önemli katkılar sağlamıştır. FIBA, uluslararası karşılaşmaları yönetmek amacıyla, 18 Haziran 1932'de İsviçre'nin Cenevre şehrinde İsviçre, Yunanistan, İtalya, Portekiz, Arjantin, Romanya ve Çekoslovakya basketbol federasyonlarının iş birliği ile oluşturulmuştur. İlk FİBA başkanlığına İsviçreli Leon Bouffard getirilmiştir. FIBA her dört yılda bir, Olimpiyat Oyunları'nın düzenlendiği şehirde toplanarak, basketbolu daha çekici hale getirmek için gerekli kural değişikliklerini yapmaktadır.
Avrupa Basketbol Şampiyonası, 1935 yılında başlamış olup, 2 yılda bir düzenlenmektedir. Amatör bir spor dalı olarak basketbol, ilk kez 1936'da Berlin'de düzenlenen Olimpiyat Oyunları'na dahil edilmiştir. 1951 yılında başlayan Erkekler Dünya Şampiyonası'nı 1953'te Kadınlar Dünya Şampiyonası izlemiş, Olimpiyat Oyunları'na basketbol dalında kadınlar ilk kez 1976'da katılmışlardır. Avrupa Ligi ise 1995-96 sezonunda başlamıştır.
Türkiye'de ilk basketbol maçı 1904 yılında Amerikan Lisesi öğrencileri tarafından yapıldı. Galatasaray Lisesi'nde beden egitimi öğretmeni olan Ahmet Robenson bir dergide gördüğü bu sporu öğrencilerine yaptırmaya çalışmıştır (1911). Onar kişilik takımlar halinde yapılan ilk maçta tüm oyuncuların sakatlandığı söylenmektedir. İlk basketbol şubesi 1913 yılında Fenerbahçe tarafından açıldı.
Alan.
Basketbol genellikle kapalı salonda oynanır. Dikdörtgen biçimindeki basketbol alanının tabanı sert tahtadan yapılır. Alanın boyutları değişiklik göstermekle birlikte, FIBA standartlarına göre 28 m x 15 m'dir. Oyun alanı bir orta çizgiyle ikiye ayrılır. Bu çizginin tam ortasında, orta yuvarlak denen bir daire çizilidir. Ayrıca hava atışı buradan yapılır. Basketbol alanının karşılıklı olarak kısa kenar çizgilerinde birer pota bulunur. Basketbol potası, kenar çizgisinden 1,2 metre içeridedir ve 1,8 m x 1,2 m boyutlarındadır ve çoğunlukla panyalarda cam beyazı plastik kullanılır. Pota üzerinde, yerden 3,05 metre yükseklikte bir çember bulunur. Çember, 45 cm çapında demirden yapılı, alt kısmı açık, beyaz bir fileden oluşur. Basketbol elle oynanır ve atılan top yukarıdan çembere girip fileden geçerek aşağıya düşünce sayı olur.
Basketbol topunun boyutları da düzenlenmiştir. Erkekler için basketbol topunun resmî boyutları 74.93 cm. (çevresi 29.5 inç) (Ayrıca buna 7 boyutunda ya da "295 top" adı da verilmiştir.) ve ağırlığı ise 22 oz (623.69 gram) ağırlığındadır. Kadınlar basketbolu için basketbol topunun çevresi 72.39 cm. (28.5 inç) olup ağırlığı ise 20 oz (567 gram)'dur (Ayrıca buna 6 boyutunda ya da "285 top" adı da verilmiştir.). 3x3 olarak bilinen sokak basketbolunda ise boyutları 6 olan fakat ağırlığı 7 boyutundaki topun ağırlığı ile aynı olan özel yapım bir top kullanılır. Sokak basketbolundaki bu özel top erkek, kadın ve karma tüm basketbol oyunlarında kullanılır.
Oyun kuralları.
Kural ihlali veya hatası top kullanma hakkını karşı takıma verir. Yapılan bireysel fauller ise oyuncunun faul cezası almasını sağladığı gibi faulün yapıldığı yer göz önünde bulundurularak, rakip topu yandan oyuna sokar ya da serbest atış yapma hakkı kazanır.
Saha ölçüleri.
Alanın boyutları değişiklik göstermekle birlikte, ideal boyutlar 28 m x 15 m'dir. Oyun alanı bir orta çizgiyle ikiye ayrılır. Bu çizginin tam ortasında, orta yuvarlak denen bir daire çizilidir. Basketbol alanının karşılıklı olarak kısa kenar çizgilerinde birer pota bulunur. Pota, kenar çizgisinden 1,2 metre içeridedir ve 1,8 m x 1,2 m boyutlarında bir sac levhadır. Pota üzerinde, yerden 3,05 metre yükseklikte bir sepet vardır. Sepet, 45 cm çapında demir bir çember ile buna asılı, alt kısmı açık, beyaz bir fileden oluşur. Basketbol elle oynanır ve atılan top yukarıdan çembere girip fileden geçerek aşağıya düşünce sayı olur. Basketbol topunun çevresi yaklaşık 75–78 cm, ağırlığı 600-650 gram kadardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=661",
"len_data": 7175,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.81
}
|
Tarım veya ziraat, bitkisel ve hayvansal ürünlerin üretilmesi, bunların kalite ve verimlerinin yükseltilmesi, bu ürünlerin uygun koşullarda muhafazası, işlenip değerlendirilmesi ve pazarlanmasını ele alan bilim dalıdır. Diğer bir ifade ile insan besini olabilecek ve ekonomik değeri olan her türlü bitkisel-Hayvansal ürünün bakım, besleme, yetiştirme, koruma ve mekanizasyon faaliyetlerinin tamamı ile durgun sularda veya özel alanlarda yapılan balıkçılık faaliyetlerinin tümüdür.
Bu bilim dalı bilimsel bilginin yanı sıra özel yetenek ve önsezi gerektirir. Uygulamalı bir bilim dalı olup, amacı insanların yararına ekonomik değerler elde etmektir.
Tarım, iki temel üretim dalından oluşur. Bunlar bitkisel üretim ve hayvansal üretimdir. Bu iki temel tarım üretimi dalı ve hatta tanımları arasındaki tek ayrım, kullandıkları materyalin birinde bitki ötekinde ise hayvan materyali oluşudur
Genel.
Tarım, insanlığın toplu hayata geçişinde büyük bir rol üstlendi. Taş Devri süresince bulunan avcı-toplayıcı toplulukların, yerini tarımla uğraşan halklara bırakması, toplumları ve devletleri ortaya çıkardı. Sanayi Devrimi'ne kadar tarım, insanlığın büyük çoğunluğunun temel geçim kaynağı oldu. Ancak günümüzde de tarımda gözle görülür gelişmeler ve teknolojinin getirdiği etkiler bulunmaktadır. Özellikle 20. yüzyıl boyunca tarımda önemli değişiklikler yaşanmıştır. Haber-Bosch işlemine göre, amonyum nitrat karıştırılan tezek sayesinde, ilk yapay gübreler elde edildi. Tarımda işgücünü düşüren makineleşme sayesinde tarımda işçi sayısında azalmalar gözlendi. Üretimin artmasına karşılık işsizlik arttı.
Bunlara karşılık, günümüzde en çok yetiştirilen tarım ürünleri arasında pirinç, mısır ve buğday yer almaktadır. Ayrıca dünyadaki çoğu hükûma kaliteli gıda için tarıma yatırım yapmaktadır. Tarıma yapılan yatırımlardan en büyük payı, buğday, mısır, pirinç, soya ve süt almaktadır. Ancak buna karşılık gelişmiş ülkelerde yapılan yatırımların büyük çoğunluğu etkisiz ve çevre düşmanı olmaktadır. Özellikle tarımdaki makineleşme ve yapay gübre kullanımı, çevreye büyük zararlar vermekte ve su kirliliği başta olmak üzere önemli sorunlara yol açmaktadır. Yine 21. yüzyılda çevre sorunlarının ve küresel ısınma başta olmak üzere anormal doğa olaylarının gündeme gelmesiyle beraber, tarımda makineleşme ve yapay gübre kullanımı düşürülmüştür.
Tarımdaki çevre zararlarına alternatif olarak geliştirilen ve ilk defa 20. yüzyıl başlarında Sir Albert Howard tarafından tartışılan organik tarım ise tüm bunlara karşı temiz ve sağlıklıdır. Organik tarım, günümüzde dünya çapında ilgi görse de pahalı olması nedeniyle sadece üst sınıf kişilerce elde edilebilmektedir. Yine bu tür tarımın dünyadaki en büyük destekçisi Avrupa Birliği'dir. Bu birlik tarafından 1991 yılında "organik tarım" adıyla literatüre eklenen uygulama, 2005'te "CAP" adlı kuruluşun kurulmasıyla beraber sürat kazanmıştır. Organik gıdanın savaştığı baş yöntemler arasında hormonlu gıda üretimi yer almaktadır.
2007 yılının sonlarında dünyadaki ekonomik dalgalanmalar sürecinde tahıl ürünleri başta olmak üzere birçok tarım ürününde fiyat katlanmaları gözlendi. Gelecekte, fiyatların çok daha katlanması nedeniyle, Afrika ve birçok 3. dünya ülkesinde gıda savaşlarının baş göstermesi beklenmektedir. Birleşmiş Milletler'e göre, 2025 yılına gelindiğinde Afrika sadece nüfusunun %25'ini besleyebilecektir.
Uygulamalar.
Günümüz dünyasında, tarım iki farklı temel amaç için kullanılmaktadır. Bunlardan ilki, sadece ailesini besleyebilmek için üretim yapan insanlardan oluşan grup, ikincisi ise ticari amaçla tarım yapan insanlardan ve kurumlardan oluşan gruptur. Endüstriyel tarımda, amaç ticaret olduğundan para sahası geniştir ve gübreleme, tohumlama, bakım, sulama gibi olanaklar geniştir. Aynı şekilde endüstriyel tarımda geniş tarım alanları mevcuttur. 20. yüzyılda özellikle tarım kimyasındaki gelişmeler, üretimi katladığı gibi, insan gücü oranını da düşürmüştür. Ancak bu, hem sağlıksız gıda üretimine, hem de işsizliğe neden olmaktadır.
Tarımda görülen haşaratlara karşı kullanılan ilaçlar, bu haşaratların zararlarını büyük ölçüde engellese de, buna karşılık bu ilaçlar doğal dengeyi bozmakta ve çevreye zarar vermektedir. Tüm bu zararlara karşılık, tarımda kullanılan traktör gibi araçlar, üretimi artırmakta ve daha çok insan için besin olanağı sağlamaktadır. Özellikle ilkel tarım aletlerinin yerini modern tarım ve sulama birimlerine bıraktığı 1900'ler boyunca tarımda ivmeli bir artış gözlenmiştir. Amerika Birleşik Devletleri'nde yer alan "Ulusal Mühendislik Akademisi"'ne göre, tarımdaki makineleşme, dünyanın yaşadığı 20 devrimden biridir. Yine 1999 verilerine göre, günümüz teknolojisi sayesinde, tek bir çiftçi, 130'dan fazla insanı beslemektedir.
21. yüzyıl teknolojisi sayesinde, günümüzde tarımda çeşitlilik, gen çaprazlaması sayesinde artmakta ve birkaç verimli soy birleştirilerek ortaya çok daha verimli yeni bir soy çıkarılabilmektedir. Bu da tarım üretiminin artmasının altında yer alan etmenlerden biri olarak kabul edilmektedir.
Tarihi.
Tarımın tarihi günümüzden 10.000 yıl öncesine dayanmaktadır. İlk tarım örneklerinin ardından, zamanla birçok toplumun arasındaki etkileşimin bir sonucu olarak tüm dünyada yaygınlaştı. Tarım sayesinde insanlık toplu yaşama geçti ve günümüzdeki devletler oluştu. Gübreleme, ekme-biçme gibi tarım yöntemleri her ne kadar eski olsa da, son yüzyılda büyük bir ivme gösterdi.
Antik çağlardaki örnekler.
Antik çağlarda, Bereketli Hilal ve çevresinde ilk örneklerine rastlanan tarım, öncesinde toplayıcılık ve avcılık ile geçinen toplumları yerleşik yaşama geçirdi. Aynı dönemlerde Çin ve diğer Asya ülkelerinde de başka yöntemlerle uygulanmaya başlayan tarım, zamanla Nil Nehri ve çevresinde yoğun olarak uygulanmaya başlandı. Tarihte, en eski tarım verileri, Anadolu'da Abu Hureyra adlı yerleşimde M.Ö. 13500 yılından kalma tarım aletlerinden edildi. Yine yakın dönemlere ait, Levant ve İran'daki Zagros Dağları çevresinde tarım faaliyetlerinin izine rastlandı. Yine Bereketli Hilal üzerindeki alanda, kimi yerlerde darı, arpa, tahıl, acı bakla, keten, buğday gibi tarım kalıntılarına rastlandı.
Çoğu teoreme göre ilk tarım, insanların vahşi doğadan topladığı bitkisel besinlerini ve tohumlarını mağara önlerine düşürmesiyle başlar. Bu süreçte insanlar tüm gün yiyecek aramaktansa bitkileri toprağa ekerek devamlı olarak yerleşik halde besin elde edebileceğini fark etti. Bu keşif tüm toplumlarca farklı dönemlerde bulundu. Öncelikle Anadolu ve Orta Doğu'da rastlanan tarım etkinlikleri, toplumsal etkileşimler aracılığıyla dünyaya yayıldı. Tarımı daha erken keşfeden toplumlar daha önce yerleşik yaşama geçti ve günümüz uygarlıkları oluştu.
Hindistan'da M.Ö. 7000'lerde rastlanılan tarım, yaklaşık 2000 yıl sonra da diğer Asya ülkelerinde görüldü. Yine bu dönemlerde Nil Nehri çevresinde tarım yapılarına rastlanmaktadır. Mısır ve çevresindeki önemli su kaynakları ve ılıman iklimin mevcut olması tarımın burada daha üretken olmasını sağladı. Yine aynı dönemlerde Mısırlılar Nil'in taşma dönemlerini hesapladı ve ürünlerinin telef olmaması için çeşitli matematiksel formüller ve geometrik hesaplamalara başvurdu. Tarım bu bağlamda günümüz bilim ve teknolojisine farklı yollar aracılığıyla etki bıraktı.
Mezopotamya'da ise Şatt-ül-Arap ve Basra Körfezi çevresinde uygulanan tarım faaliyetleri, ilk kez Sümerler tarafından yapıldı. M.Ö. 5000'lere denk gelen bu süreç, zamanla diğer Mezopotamya uygarlıklarına yayıldı. Yapılan araştırmalarda Fırat ve Dicle nehirleri arasında ahır hayvanlarının kemiklerine rastlandı. Bu da, bölgede hayvancılığın da yer edinmiş olduğunu göstermektedir. Aynı dönemde Amerika kıtasındaki yerliler de basamaklı teraslar aracılığıyla And Dağları başta olmak üzere tarım faaliyetlerine başladı. Güney Amerika'nın Büyük Okyanus kıyılarında yapılan kazılarda, tütün, patates, fasulye, biber, domates, balkabağı gibi tarım ürünlerinin kalıntılarına rastlandı.
Yine Antik Yunanistan ve Antik Roma dönemlerinde de tarım faaliyetleri göze çarpmaktadır. Zeytin, pamuk, mısır gibi Akdeniz bitkilerini yetiştiren Yunanlar, buna karşılık toprakların azlığı ve fakirliği nedeniyle bu alanda çok ileri gidemedi. Romalılar ise tahıl ürünleriyle ticaret yapmaya başladı.
Orta çağlardaki örnekler.
Orta Çağ'da İslam dünyası oldukça ileri düzeyde bir uygarlığa sahipti. Bu doğrultuda Orta Doğu ve çevresinde tarım faaliyetleri ve hayvancılık çok büyük ilerlemeler kaydetti. Hidrolik ve Hidrostatik teknikleriyle çalışan pompalara imza atan Araplar, bu sistemlerle üretimde artış gözledi. Yine su değirmenleri aracılığıyla suyu rahatça taşıyabilen Müslüman çiftçiler, bu sayede sulamadaki kuraklığın önüne geçti. Bu dönemde pamuk, turunçgil, meyve, kayısı, safran, enginar, şeker pancarı gibi tarım ürünleri yetiştirildi. Yine Araplar, İspanya'da Emevi Devleti'nin yer aldığı dönemde, Avrupa'ya limon, badem, incir, portakal, pamuk ve muz gibi ılıman tarım ürünlerini getirdi. Aynı dönemlerde Çin'de sabanın kullanılması tarım alanında Asya'daki önemli değişikliklerdendir.
Yine Kavimler Göçü sonrasında Batı Avrupa'da Roma egemenliğinin sona ermesiyle beraber; bu alanlardaki nüfus hızla arttı. Bu insanların beslenmesi için de daha çok toprağın işlenmesi gerekliydi. Bu süreçte, ormanlar ve bataklıklar, tarıma elverişli arazi durumuna getirildi. Bu geniş toprakları sürebilmek içinse ağır sabanlar taşıyan öküzler kullanıldı. Zaman geçtikçe 8-10 öküz kullanılarak işlenmesi zor killi topraklar da işlenmeye başladı. Romalılar bu dönemde bir yıl tahıl ekip, ertesi yıl da bu alanları bekleterek (nadasa bırakarak) pratik bir ekim nöbeti uyguladı. Bu dönemde, Avrupa'daki halklar zamanla yulaf, çavdar ve arpa ekmeyi öğrendi. Böylece, bir yıl kış, öbür yıl bahar döneminde yapılan ekimler, üçüncü yıl ise nadasa bırakılıyordu. Ancak bu yöntem de verimsiz kumlu topraklara uygun değildi.
800 yılı ve sonrasında Avrupa'da açık tarla sistemi uygulandı. Bu yönteme göre her çiftçi dar ve uzun tarlalara bölünen topraklarında çeşitli tarım ürünü yetiştiriyordu. Bu tür tarlalar genelde eğimli yamaçlara kurulmuştu. Bu da fazla suyun derin hendekten aşağı boşalmasını sağlıyordu. Açık tarla sistemi sayesinde her çiftçi kendi tarlasını işler ve ailesini geçindirirdi. Ancak gübreleme ve tarla sürme gibi işler iş bölümüyle paylaşılırdı. Bu sistem Avrupa'da 20. yüzyılın başlarına kadar devam etti. Orta Çağ'da tarımdaki hemen hemen her işlem el aletleriyle yapılıyordu. Bu da verimi çok daha düşürüyor, ürünlerin hasat zamanının geç kalması neticesinde ürünlerin bir bölümü ziyan oluyordu.
14. yüzyılda Avrupa'da yaşanan veba salgınları yüzünden Avrupa'da birçok insan öldü. Yine bu dönemde çıkan Yüz Yıl Savaşları yüzünden Avrupa genelinde nüfus hızla azaldı. Tarım olaylarının bu olaylar yüzünden asgari seviyeye düşmesiyle halklar kendini yeterince besleyemedi. Sonrasında başta İngiltere olmak üzere tarlalar çevrildi ve bu çevrili tarlalarda ticari ekim yapılmaya başlandı. Bu üretim sonucunda Avrupa kentlerinde tarım pazarları kuruldu. Bu da, kentlerde yaşayan ve tarım ürünlerine rahatça erişebilen insanlar için büyük kolaylık oldu. Bu süreçte kentlerin nüfusunda belirgin ivmeli artışlar gözlendi.
Tarımda çağdaşlaşma.
Tüm tarih çağlarında, geniş tarım üretiminin önünde büyük engeller mevcuttu. Bunlardan ilki tarım bitkileri için sağlanması zorunlu olan besinlerdi. İnsanlar bunun önüne geçmek için hayvan dışkılarını gübre olarak kullandı; topraklarını nadasa bıraktı ve her yıl farklı bir bitki ekti. 18. yüzyılda İngiltere başta olmak üzere batı dünyasında büyük bir devrim yaşandı. Şalgam ve üçgül ekiminin başlamasıyla toprakların nadasa bırakılma zorunluluğu ortadan kalktı. Şalgam; hayvansal üretimde hayvanların kış yiyeceği olarak önemli bir yer tuttu. Şalgam sayesinde hem hayvansal üretim arttı; hem de daha çok hayvan beslenebildi. Yine hayvanların sayısında görülen artışla beraber hayvansal gübrelerde ivmeli bir artış gözlendi.
Bir başka önemli gelişme de, Norfolk'ta yaşayan İngiliz çiftçiler Vikont Charles Townshend ve Thomas William Coke'un geliştirmiş olduğu dörtlü ekim nöbeti sistemiydi. Bu yöntemle ardışık olarak buğday, şalgam, arpa ve üçgül dikiliyordu ve nadasa gerek kalmıyordu. Yine bu dönemde kaliteli hayvanlar, diğer türlerin arasından seçilebildi. Townshend ve Coke, bu sayede verimli türler elde etti ve sonrasında Norfolk'un verimsiz kumlu toprağına kil ve tebeşir ekleyerek verimi artırdı. Buna karşılık Avrupa'da bu süreç daha yavaş işledi. Fransız ve Alman çiftçiler uzun süre tüm dünyada olduğu gibi geleneksel ekim-biçimden vazgeçmedi.
Tüm bunları başka gelişmeler izledi. İlk defa dökme demir, sabanlarda silindirlerde ve tırmıklarda kullanıldı. Farklı toprak ve gübre türlerinin tarımdaki verimi artırdığı anlaşıldı. 1840'ta Alman kimyacı Justus von Liebig, potasyum, fosfor ve azotun bitkilerin gelişiminde önemli bir yer tuttuğunu tespit etti. Yine İngiltere'de John Lawes ve Henry Gilbert, fosfat bakımından zengin kayaları sülfürik asit ile tepkimeye sokarak yapay gübre elde etti. Bu, günümüz yapay gübre kullanımının başlangıcıdır. Yine 1843'te kil akaçlama boruları bulundu ve sonraki yıllar boyunca büyük tarlalar ucuz ve basit yöntemlerle akaçlandı. Tüm bunlar, tarımda yeni bir dönemi açtı. Artık tüm dünyada ortaklaşa yapılan tarım faaliyetleri, pazarlarda satılmak üzere ekonomik bir gelir olmaya başladı.
Buna karşılık Avrupa'nın bazı ülkelerinde gidişat daha farklı biçimlendi. Özellikle Fransa'da soylular, kendi toprakları yerine saray çevresinde yaşamaya başlayınca, zamanla topraklar köylülerin tekeline geçti. 1789'a gelindiğinde Fransa topraklarının %40'ı köylülerin elindeydi. Tarımdaki bu gelişmeler toplumsal yaşamı da kökten değiştirmeye başladı. Tüm dünyada tarımda görülen gelişmeler, özellikle Avrupa'daki kırsal sistemi değiştirdi.
Günümüzde tarım.
Günümüzde tarım, büyük oranda ticari amaçlarla yapılmaktır. Özellikle ulaşımdaki kolaylıklar, tarım ürünlerini çok uzaktaki yerleşimlere bile hem ucuz hem de hızlı bir şekilde taşınmasını sağlamaktadır. 19. yüzyılın sona ermesinden önce Amerika'dan Avrupa'ya tahıl, süt ürünleri ve tuzlu et götürülmekteydi. Saklama ve soğutma yöntemleri geliştikçe, Avrupa birçok ülkeyle tarım ticareti yapmaya başladı. I. Dünya Savaşı sıralarında ulaşım güçleşince, dünyanın dört bir yanındaki çiftçiler, ürünlerini pahalı olarak Avrupa'ya sattı. Avrupa bu dönemden sonra Amerika ile büyük rekabete girdi. Ancak başta İngiltere olmak üzere Avrupa ülkeleri tarım alanında yeteri ilerlemeyi gösteremeyince mandıra ve süt üretimine gitti. Bu alanda besili evcil hayvanlarını çaprazlayan bilim adamları verimli üretim sağladı. Özellikle Danimarka ve Hollanda'nın dış dünyaya süt ürünleri satması, Avrupa'yı bu alanda öne geçirdi. Ancak yine II. Dünya Savaşı, bu rekabete bir darbe daha vurdu. Avrupa'da üretim çok geriledi ve Avrupa ile ilişkili ülkeler uzun süre kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.
Bilimsel gelişmeler sayesinde, tarım faaliyetleri çok farklı coğrafyalarda ve koşullarda yapılabilmektedir. Bitki ve hayvanların genlerinde yapılan değişiklikler sayesinde belli türlerin karşı karşıya olduğu hastalık riskleriyle savaşılabilmektedir. Buna ek olarak başvurulan tarım ilaçlamaları, her ne kadar verimi arttırsa da, doğaya ve ekin kalitesine zarar vermektedir. Ayrıca hayvanlara hormon verilerek daha kısa sürede daha çok et ve süt vermesi sağlanmaktadır. Bu yöntem ekinlerde de kullanılmakta ve bitkisel ürünlerin daha bol üretilmesini sağlamaktadır. Bununla beraber et ve süt üretiminde, hayvanlar küçük koğuşlarda aşırı beslenerek ve gün ışığına çıkarılmayarak verim arttırıcı etki oluşturulmaktadır. Ancak bunlar da yine ürün kalitesini düşürmekte ve doğallığı azaltmaktadır. Özellikle gelişmiş aşılama teknikleri, hayvan ve bitki türlerinin karşı karşıya olduğu hastalık riskleriyle savaşmaktadır. Ayrıca çoğu batılı toplum başta olmak üzere organik tarıma dönüş dikkat çekmektedir.
"Toprak işlemesiz tarım" günümüzde toprak verimliliğinin korunması, sürdürülmesi ve toprak ıslahında dikkate alınmaya başlanan bir yöntemdir.
Üretim.
Dünya üzerinde yapılan tarım ve tarım verimi, coğrafyadan coğrafyaya değişiklikler göstermektedir. Bunun en önemli sebebi iklim koşulları, farklı tarım politikaları, farklı sulama teknikleri ve gübreleme teknikleridir. Az gelişmiş birçok ülkede tarım ve hayvancılık yapılan çiftlikler çok küçüktür ve nadiren ticari amaçla kullanılır. Bu ülkelerdeki çiftçiler hemen hemen her zaman tarla sürmek için öküz veya diğer büyükbaş hayvanların gücünden yararlanır. Aynı şekilde gübreleme sadece hayvan dışkılarıyla yapılan gübrelemeyle sınırlıdır. Yine dünya üstündeki tarım alanların yarısı bu şekildedir. Elde edilen ürünlerin tamamına yakını, çiftçiler ve ailelerince tüketilir ve depolanır. Geriye kalanlar ise satılır. Bu tür tarlalara "geçimlik tarım"; üretime de "geçimlik tarım üretimi" denir. Aynı şekilde hayvancılıkta üretilen büyük veya küçükbaş hayvanlar doğada gelişigüzel beslendiklerinden verim çok daha düşüktür.
Dünya üzerindeki birçok yerde coğrafi koşullar ve iklim tarım üretimine uygun değildir. Bu yerlerde ekim alanları devamlı olarak değiştirilerek verimdeki düşüş önlenir. Bu uygulamaya da "dönüşümlü tarım" denilmektedir. Bu tip uygulamaların yapıldığı en bilindik yerler tropik kuşaktaki ülkelerdir. Bu ülkelerde ormanlar tahrip edilir ve tarlalar açılır. Kesilen ağaçlar ve ormanın taban katmanı tamamen yakılır ve küller gübre olarak kullanılır. Sonrasında toprağın verimi çok düşük seviyeye gelene kadar tarım faaliyetlerine devam edilir. Verim çok azaldığında da yeni ormanlar tahrip edilir. Eski tarım alanı da birkaç yıl boyunca terkedilir. Eski alan tekrar doğal düzenine kavuşunca; bu eski alana tekrar dönülür. Bu sayede tarım süreci devam eder. Bu uygulama ilkel yöntemlerle yapıldığı sürece çevreye kalıcı zararlar vermez. Ancak büyük şirketler ve kurumlarca açılan teknolojik dönüşümlü tarım; genelde çevreye kalıcı hasarlar verir.
Afrika ve Asya'da ise göçebe hayvancılık görülür. Bu nedenle bu kıtalardaki çoğu halk ekim-biçim ile uğraşmaz. Hayvanların beslenmesi için gereken ot ve bitkiler hayvanların sadece bir bölgede durmasıyla yenilenmez. Bu sebeple çoğu kabile göçebe olarak hayvanlarını farklı alanlarda otlatırlar. Ancak bu da uzun vadede bitkisel yenilenmeyi yavaşlatır. Kuzey Afrika'daki inek ve develer; Orta Asya'daki yaklar bu şekilde beslenmektedir. Bu şekilde yaşayan insanlar, tamamen hayvanlarına bağlıdır. Yaşamlarını hayvanlarıyla sürdürmektedir. Eski Türk devletleri de aynı şekilde göçebe hayvancılıkla uğraşmıştır.
Öte yandan çoğu sömürgeci batılı devlet; günümüzde azgelişmiş ülke topraklarındaki verimli tarım alanlarında, çok düşük fiyatlara çiftçi çalıştırır ve yine çok düşük fiyata batılı devletlere satar. Bu sömürgeci tarım dışında çoğu gelişmekte olan ülkede de ticari tarım gözlenmektedir. Çoğu ülke kendi coğrafyasına özgü tarım ürünlerini yetiştirerek hem iç pazara hem de dış pazara satar.
Üretim istatistikleri.
Dünya üzerindeki en önemli tarım ürünleri tahıllardır; bunun arkasında meyve-sebze üretimi, tekstil ürünleri için yetiştirilen tarım ürünleri ve diğer üretimler gelmektedir. Aşağıda Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü'nün (FAO) milyon ton olarak üretim grafikleri yer almaktadır;
Hayvancılık.
Hayvancılık, et, süt, yumurta, deri ve yün gibi ürünler elde etmek için hayvan yetiştirmeye verilen addır. Hayvancılıkta, hayvanların kullanıldığı en büyük üretim alanı et üretimi için yapılan üretimdir. Eski ve ilkel hayvancılıkta birçok bölgede hayvanlar çitlerle çevrilmemiş bölgelerde yetişmekteydi. Bu durum zamanla toplu yaşama geçiş ile beraber yerini dar ve belirlenmiş alanda yapılan hayvancılığa bıraktı. Tüm bitki örtüleri içinde en büyük hayvan üretimine sahip olan alanlar yeşilliklere sahip alanlardır. Bunu, çalılık ve dağlık alanlar izler.
Sığır yetiştiriciliği.
Tarihte sığır yetiştiriciliği çok eskilere dayanmaktadır. Geniş bozkırlara ve ovalara sahip ülkelerde, tarih boyunca çit çevirmeksizin sığır yetiştiriciliği yapılmıştır. Zaman ve koşullar değiştikçe açık sığır yetiştiriciliği, yerini çiftliklere bıraktı. Günümüzde et yetiştiriciliği yapılırken kimi zamanlarda sığırlar, tahıl çiftçilerine yavruyken verilir ve burada beslenen sığırlar besili halde satışa sunulur. Bu yöntemle yetiştirilen sığırların etleri daha körpe ve lezzetli olmaktadır.
Mandıracılık.
Mandıracılık, sığır yetiştiriciliğinden farklı olarak, daha çok süt üreten sığırların beslenmesine dayanan bir tür hayvancılık alanıdır. Süt sığırları genel olarak et sığırlarından daha dayanıksızdır ve sürekli soğuğa karşı korunmak zorundadır. Süt üretimi yapılan hayvanlardan verimli ve düzenli süt alabilmek için hayvan sürekli sağılmalıdır. Bu tür sığırlar beslenirken taze ot balyaları ve taze yemler kullanılmaktadır. Bir süt ineği yılda 4 ton kadar silolanmış ot, 900 kg kadar da tahıl yer. Bu doğrultuda mandıracılık genel hatlarıyla sulak ve verimli topraklara sahip ülkelere mahsus bir hayvancılık alanıdır.
Koyun yetiştiriciliği.
Koyunlar, etinin yanında yününden ve sütünden yararlanılabilen bir hayvan türüdür. Koyunların evcilleştirilmesinden sonraki süreçte farklı koyun türleri çaprazlanarak farklı alanda verim sağlayabilen koyun soyları elde edilmiştir. Tropik bölgelerde, koyunlar daha çok derisi için yetiştirilir. Ilıman ülkelerde ise koyunların peynirinden yararlanılır. Yine yünü ve etiyle ünlü melez koyun soyları ılıman iklimde yetişir. Dünyada koyun yetiştiriciliğinde lider ülke Avustralya'dır. Bunu Rusya, Çin, Yeni Zelanda, Türkiye, Hindistan ve Birleşik Krallık gibi ülkeler izler.
Koyun yetiştiriciliğindeki en zahmetli işlerden birisi, koyunların ilkbahardaki kuzulama dönemleridir. Bu dönemde yine koyunlar yünleri alınmak üzere kırkılır. Koyunlar çoğu zaman uzun süreler boyunca çoban gözetiminde otlamaya çıkarılır. Bu otlama dönemleri çoğunlukla yine ilkbahar dönemleridir.
Domuz yetiştiriciliği.
Dünyanın en büyük domuz üreticisi olan Çin ve bu domuzların büyük bir kısmını ihraç eder. Aynı şekilde Avrupa ve Kuzey Amerika'da da yaygın bir üretim olan domuz yetiştiriciliği, diğer hayvancılık dallarına göre daha ucuza mâl olmaktadır. Bunun nedeni domuzların ihtiyaç duyduğu ilginin makinelerle sağlanabilmesidir. Domuz eti, hızlı üretiminden ve zahmetsiz yetiştiğinden dolayı ucuz ve bol bir protein kaynağıdır. Domuz eti, İslam ülkelerin haram sayıldığı için az tüketilen bir besindir.
Tavukçuluk.
Tavukçuluk, et veya yumurta üretimi için yapılan bir hayvancılık alanıdır. Tavuklardan elde edilen et, beyaz ettir. Hangi amaçla yetiştiriliyorsa, o alanda verimi olan tavuklar kullanılır. Yumurta için en verimli soylardan olan Leghorn soyu tavuklar, et için en verimli soylardan olan Cornish ve Beyaz Plymouth çok yetiştirilen tavuklardır. Günümüzde birçok kümeste tavuk yetiştirilirken makineleşme ileri seviyededir. Bilimsel yöntemler uygulanarak günümüzde fazla miktarda beyaz et ve yumurta üretimi yapılabilmektedir. Tavukçuluk sadece tavuğu değil; ördek, kaz, hindi, bıldırcın gibi diğer evcil kuşların yetiştirilmesini de kapsar.
Çevresel etki.
Dış giderler.
Tarım, geniş kitlelere ulaşırken böcek ilaçları, su, aşılar gibi birçok maddi desteğe ihtiyaç duymaktadır. 2000 yılı verilerince göre Birleşik Krallık'ta 1996 yılında 2342 sterlinlik dış tarım giderleri tespit edildi. Bu da her hektar için 208 sterlin (yaklaşık 645.5 TL) anlamına gelmektedir. 2005 yılı araştırmalarına göre aynı tutarlar Amerika Birleşik Devletleri'nde 5 ilâ 16 milyar dolar arasında olduğunu gösterdi. Bu da hektar başına $30 ilâ $96 (yaklaşık 49 ilâ 159 TL) anlamına gelmektedir. Aynı ülkede hayvancılık giderleri de 714 milyon dolar tutmaktadır. Her iki araştırmaya bakıldığında tarım koruma giderlerinin kendi içinde giderilmesi yönünde çalışmalar yapılması gerektiğini bildirmektedir.
Alan dönüşümü ve İndirim.
Verim amaçlı toprak kullanımından oluşturulan alan dönüşümü, insanların dünya ekosisteminin değiştirmesinin en ağır örneği; bu alan dönüşümü biyolojik çeşitliliğin kaybını hızlandırıyor. İnsanlardan kaynaklanan alan dönüşümünün toplamı %39-%50 arası değişiyor. Dünya alanların, özellikle tarım alanların %24'ünde alan dönüşümü oluşarak ekosistemin uzun vadeli kullanım imkânları ve verimliliği azalıyor. UN Fao raporu, alan dönüşümünün en sert etkeni arazi amanejmanı olduğunu ve 1.5 milyon insan alan dönüşümüne katkıda bulunduğunu belirtiyor. Alan dönüşümü, ormanların tahrip edilmesi, çölleşme, toprak aşınması, mineral tükenmesi veya asitlenme ve tuzlanma gibi toprağın kimyasal açıdan değişmesidir.
Aşırı yosunlaşma.
Aşırı yosunlaşma, tatlı su kaynaklarında rastlanan besinlerin ve organik maddelerin yarattığı bir çevre sorunudur. Bir su kaynağında aşırı kimyasal atık varsa ve oksijen miktarı düşükse, bu alanda aşırı yosunlaşma gözlemlenir. Bu durum toplu balık ölümlerine, biyoçeşitliliğin hızla azalmasına ve suyun kullanımı karşılayamayacak kadar kirlenmesine neden olmaktadır. Tüm bunlar biyolojik dengede azotun ve fosforun doğada dolaşım hızını yavaşlatır ve doğal dengede tahribatlara neden olur.
Böcek ilaçları.
Böcek ilaçlarının kullanım oranı 1950'lerden günümüze artarak yıllık 2.5 milyon tona erişmiştir. Dünya Sağlık Örgütü 1992'de yaptığı bir araştırma, her yıl dünyada 3 milyon zehirlenme vakasının yaşandığını ve 220,000 ölümün gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Böcek ilaçları, haşaratların ve kımıl zararlılarının sayısında azaltma yapmak için geliştirilen kimyasal maddelerdir. Yeni haşaratların üremesiyle dünya üzerinde yeni böcek ilacı türleri geliştirilmektedir. Alternatif bir tartışmaya göre, tarımda böcek ilaçları insanlar ve çevre açısından yararlı kimyasallardır. Nitekim dünyadaki büyük kıtlıkların önüne geçmede böcek ilaçlarının etkisi azımsanamamaktadır. Ancak çoğu yoruma göre doğa ile gıda gereksiniminin arasındaki bağın kaçınılmaz değildir. Ayrıca böcek ilaçlarınının sadece ekin döngüsü gibi tarım yöntemlerini yenilediği belirtilmektedir.
İklim değişimi.
İklim değişimleri, sıcaklık ve nemdeki değişiklikler dolayısıyla tarım ürünlerine etki etmektedir. Tarım faaliyetleri, küresel ısınmanın etkilerini hafifletebileceği gibi, yanlış kullanımda durumu daha da ağırlaştırabilmektedir. Atmosfere salınan CO2 gazının büyük kısmı toprak altında çürüyen organik atıkların yaydığı metan gazından kaynaklanmaktadır. Yine metan gazının en fazla yayıldığı alanlar olan nemli topraklar; çeltik gibi sulak tarım ürünlerinin yetiştirilmesinin bir sonucudur. Üstelik ıslak veya havasız toprakta azot oluşur. Bu azottan oluşan sera gazı nitrik oksit havaya yayılır. Kullanımda değişiklik yapılarak sera gazların yayılması azaltılabilinir ve toprak, atmosferden CO2 ayırmak için kullanılabilinir.
Tarım ve petrol.
1940'lardan beri tarım verimi, petrokimyasal böcek ilaçlarından, gübrelerden ve zamanla oluşan makineleşmeden arttı. 1950 ve 1984 yılları arası tarımda bütün dünyada gelişen "Green Revolution" (Türkçede: "Yeşil devrim") olarak adlandırılmış makineleşmeden dünya tahıl verimi %250 arttı. Bu gelişmenin sonucu olarak dünya nüfusu son 50 yılda ikiye katlandı. Ancak her bir enerji ünitesi, üretimin artmasıyla doğru orantılı olarak arttı. Ekim-biçim için ayrı, taşıma için ayrı, satış için ayrı enerji kaynakları gerekti. Ancak bu durum petrol yandaşı tarım üretici grupları tarafından tartışılmaktadır. Bu geniş enerji gereksinimlerinin büyük bir bölümü fosil yakıtlardan sağlanmaktadır. Bunun sebebi; günümüz çağdaş tarımının petrokimya ve mekanikleşmeye olan güvenidir.
Çağdaş veya sanayileşmiş tarım daima petrole şu iki alanda bağımlıdır;
Bu da ürünlerin ulaştığı her bir insan başına yaklaşık 400 galon (yaklaşık 1514 litre) petrole karşılık gelmektedir. Bu da dünyada kullanılan petrolün %17'sine eşittir. Petrol ve doğalgaz yine gübrelemenin ana basamaklarını oluşturmaktadır. Ayrıca gıdaların satıştan önceki tüm işleme basamaklarında petrol ürünlerinden elde edilen enerji kullanılmaktadır. Bir kahvaltılık gevreğin üretimi için yarım galon (1.8 litre) petrol harcanmaktadır. Dünyanın dört bir yanında üretilen tarım ürünleri sadece bir noktaya ulaşmak için ortalama 1,500 mil yol katetmektedir.
Petrol ve ürünlerinde görülen herhangi bir azalma, dünyadaki gıda trafiğini büyük bir ivmeyle azaltacaktır. Tüketicilerin bu konuda bilinçlenmesi, yakıt için organik tarıma ve başka sürdürülebilir tarıma ilgi artmasının önemli sebeplerindendir. Modern organik tarım yöntemlerini kullanan çiftçiler, verimlerinin geleneksel tarımın fosil yakıtlı suni gübre ve böcek ilacı kullanılmayan yöntemlerine göre aynı çoklukta olduğunu belirttiler. Monokültür tarım tekniklerinden petrola dayanan teknoloji sayesinde zarar görmüş olan verimlerin toprakta tekrar yenilenmesi zaman alacaktır.
Birleşik Devletlerin yakıta olan bağımlılığı ve besin maddelere olan ihtiyacının karşılanmasının tehlikeli olabilmesi tüketiciyi bilinçlendirme hareketine yol açtı. Tüketici besin maddelerin oluşunun bütün adımlarını izleyerek bilinçlendirildi. Besinin oluşunun adımlarını "Leopold Center for Sustainable Agriculture" "...besinin yetiştiği yerden tüketicinin satın aldığı yere kadar yolculuğu" olarak tanımladı. "Leopold Center" 'nın bilim insanları yaptıkları bir araştırmada yörede yetişen besini ve uzak mesafede yetişen besini karşılaştırdığında, yörede yetişen besinin yolunun son hedefe kadar ortalama 44.6 mil, gemiyle getirilen besinin yolunun ise ortalama 1,546 mil olduğunu hesaplamışlardır.
Besinin geldiği mesafeye önem vermekle yerel besin yetişimini destekleyen tüketiciler kendilerine "locavore" diyorlar; besinin organik olmasına önem vermeden yerel besin yetişim sistemine geri dönüşü savunuyorlar. Locavore'lar, gemilerin fosil yakıtlara olan bağımlılıklarından, Kaliforniya'dan gemiyle New York'a getirilen organik marulların sürdürülebilen bir besin kaynağı olmadığı görüşündeler. "Locavore" hareketiyle birlikte yakıta dayanan tarıma bağlılığa toplumda ve belediye bahçeliğinde ilgi arttı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=662",
"len_data": 29730,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.9
}
|
Jeoloji ya da yer bilimi, geniş anlamda Yerküreyi, dar anlamda yerkabuğunu oluşum, bileşim, yapı, hareket, değişiklikler ve değişiklikleri yaratan nedenler ve tarihsel evrim açısından inceleyen, yeraltı zenginliklerinin bulunması, doğal afetlerle savaşımda katkı sunulması gibi amaçları olan bir bilimdir. Jeolojinin temel konusu Dünya olmakla birlikte yer benzeri gezegenler (Mars, Venüs, Merkür) ve doğal uyduların incelenmesini de içerir. Yer bilimleri bünyesinde ele alınır.
Jeoloji, dar anlamı ile ya da çoğunlukla algılandığı biçimiyle, bütün yeryuvarlağının değil, özellikle ortalama kalınlığı 35 km olan katı yerkabuğunun bilimidir. Bu şekliyle jeoloji, yeryüzünü ve yeryüzü ile insan toplulukları ilişkisini inceleyen coğrafyadan ve yerküresini tüm olarak fiziksel yöntemlerle inceleyen jeofizikten, jeokimyasından ve jeodeziden ayrılmaktadır.
Astrojeoloji ise güneş sistemindeki diğer cisimlere jeolojik prensiplerin uygulanmasını içerir. Bununla birlikte, selenoloji (Ay bilimi - Ay'ın incelenmesi) gibi, özelleşmiş terimler de kullanılmaktadır.
Jeologlar Dünya'nın yaşının yaklaşık olarak 4,6 milyar (4,6x109) yıl olarak tanımlanmasına yardımcı olmuşlar, Dünya'nın litosferinin hareketli tektonik plakalara ayrıldığını tespit etmişlerdir. Teorik boyutun yanı sıra, jeoloji çok geniş bir pratik alana sahiptir; değerli taşlar ve birçok mineral ile de ilgilenirler.
"Jeoloji" sözcük olarak ilk kez Jean-André Deluc tarafından 1778 yılında kullanılmış ve Horace-Bénédict de Saussure tarafından 1779 yılında sabit bir terim olarak ortaya atılmıştır. Bu bilim dalı "Encyclopædia Britannica"'nın 1797'de tamamlanan üçüncü baskısında yer almasa da 1809'da tamamlanan dördüncü baskıda uzun bir açıklama ile yer almıştır. Sözcüğün daha eski bir anlam taşıyan ilk kullanımı ise Richard de Bury tarafındandır ve dünyevi ile teolojik hukukun ayrıştırılması anlamını taşır.
Türkçede kullanılan sözcük, Türkçeye Fransızca "géologie" sözcüğünden gelmiştir. Fransızca sözcük ise Latince "geologia"dan türemiştir.
Tarihçe.
Çin'de bilgin Shen Kuo (1031-1095) okyanustan yüzlerce mil uzaktaki bir dağdaki jeolojik tabakada ("stratum") gözlemlediği hayvan kabukları fosillerinden yola çıkarak karaların oluşumuna dair bir hipotez formüle etmiştir. Çıkardığı sonuç karaların dağların erozyonu ve silt tortularıyla oluştuğu idi.
Aristo'nun öğrencisi Theophrastus'un (372 - 287 BC) "Peri lithon" ("Taşlar üstüne") isimli eseri binlerce yıl boyunca alanında otorite olmuştur. Bu eserdeki fosil yorumlamaları Bilim Devrimi'nin sonrasına kadar etkin kalmıştır. Eser Latince ve diğer Avrupa dillerine, örneğin Fransızcaya çevrilmiştir.
Bir hekim olan Georg Bauer (1494-1555) genelde sır olarak saklanan ve nesilden nesile usta çırak ilişkisi ise öğretilen metal işleme teknikleri konusunda yazılmış ilk kitap olan De Re Metallica'yı yazmıştır. Kitap boğa kanı ya da açık dolunay geceleri gibi sürece etkisi olduğu düşünülen mistik öğeleri de içeren anlatım tarzına sahiptir. Ayrıca rüzgâr enerjisi, hidrodinamik güç, (maden) filizlerin taşınması, yönetimsel hususlar ve benzeri konular da eserde yer almaktaydı. Kitap 1556 yılında yayımlanmıştır.
Nicolas Steno (1638-1686) süperpozisyon ilkesi gibi stratigrafinin ("tabakabilimin") tanımlayıcı ilkeleriyle tanınmıştır.
1700'lere gelindiğinde Jean-Étienne Guettard ve Nicolas Desmarest orta Fransa'yı gezmiş ve gözlemlerini jeolojik haritalara kaydetmişlerdir. Guettard Fransa'nın bu bölgesinin volkanik kökenine dair ilk gözlemleri kaydetmiştir.
Genellikle James Hutton ilk modern jeolog olarak görülmektedir. 1785'te "Theory of the Earth" ("Yer Teorisi") isimli bir çalışmayı Royal Society of Edinburgh'a sunmuştur. Çalışmasında, Dünya'nın tahmin edilenden daha yaşlı olduğuna ilişkin teorisini açıklamıştır. Hutton fikirlerini iki cilt halinde 1795'te yayımlamıştır (1. Cilt , 2. Cilt ).
Hutton'un takipçilerine "Plütonistler" denmekteydi; zira bunlar kayaların volkanizm ile oluştuğu kanısındaydılar. Buna karşıt olan ve kayaların zamanla seviyesi düşmüş olan büyük bir okyanus sonucu çıktığını düşünenlere "Neptünistler" denmekteydi.
1811'de Georges Cuvier ve Alexandre Brongniart Dünya'nın antikitesine dair kendi açıklamalarını yayımladılar. İlham kaynakları Cuveri'in Paris'te fil kemiği fosilleri keşfiydi. Bağımsız bir şekilde bu çalışmalardan önce jeolog William Smith'in İngiltere ve İskoçya'da stratigrafik çalışmaları olmuştu.
1827'ye gelindiğinde Charles Lyell'in "Principles of Geology" yani "Jeolojinin İlkeleri" isimli eseriyle Hutton'un tek biçimciliğini ("tekdüzelikçilik" - "uniformitarianism") yinelemektedir ki aynı düşünce Charles Darwin'in düşüncesini de büyük oranda etkilemiştir.
Sir Charles Lyell ünlü eseri "Principles of Geology" ilk kez 1830'da yayımlanmıştır ve 1875'teki ölümüne kadar Lyell yeni, gözden geçirilmiş sürümlerini (revizyonlarını) yayımlamaya devam etmiştir. Tek biçimcilik doktrinini başarılı bir şekilde desteklemiştir. Bu teoriye göre Dünya tarihi boyunca yavaş jeolojik süreçler devam etmiştir ve bugün de devam etmektedir. Bunun karşıtı şekilde katastrofizm Dünya'nın özelliklerinin tek bir felaket veya felaketler dizisi sonucu oluştuğunu ve bundan sonra herhangi bir değişikliğe uğramadan kaldığını öne sürer. Hutton tek biçimciliğe inanmış olmasına rağmen, onun zamanında teori yaygınlık kazanmamıştır.
19. yüzyıl boyunca jeoloji Dünya'nın yaşı sorusu etrafında odaklanmıştır. Tahminler birkaç 100.000 yıldan milyarlarca yıla kadar büyük bir yelpazedeydi. 20. yüzyıl jeolojisindeki en belirgin gelişim 1960'larda plaka tektoniği kuramının geliştirilmesidir. Bu kuram yer bilimleri açısından çok önemlidir.
Kıta kayması (veya "Kıtasal sürüklenme" - "continental drift") kuramı 1912'de Alfred Wegener tarafından ortaya atılmış olsa da, 1960'larda plaka tektoniğinin geliştirilmesine kadar yaygın bir şekilde kabul görmemiştir. Aslında aynı fikri Wegener'den önce dile getirenler de olmuştur; fakat yeterli kanıtları sunmaya çalışarak, bütün bir şekilde kabul edilebilir bir hipotezi ilk ortaya atan Wegener olmuştu.
Jeoloji tarihi boyunca, birbiriyle ilişkili olan ana tartışma konuları, "meseleler", Neptünistler ile Plütonistler arasındaki tartışma, tek biçimcilik-katastrofizm meselesi, Dünya'nın yaşı ve kıtasal sürüklenme olarak özetlenebilir. Her ne kadar bu meseleler büyük ün kazanmaları sebebiyle ilk akla gelenler olsa da, jeoloji alanında kuruluşundan şu ana kadar ve bugün hâlâ, birçok farklı mesele ve anlaşmazlık, diğer bilim dallarında olduğu gibi, mevcuttur.
Jeolojik zaman.
Jeolojik zaman cetveli, Dünya'nın tarihini kapsamaktadır. Başlangıcı en erken gayriresmî olarak Güneş sistemindeki ilk maddelerinin (4,567 myö) ve Dünya'nın oluşum tarihi (4,54 myö) olarak kabul edilen Hadean üst zamanı olarak kabul edilir. Son kısmı ise günümüzdür (Holosen devri).
Jeoloji toplulukları.
Her ne kadar "the Royal Society of London" ve "Académie des Sciences" gibi köklü bilimsel topluluklarda jeoloji tartışmaları yaşansa ve incelenen bilimler içine jeoloji de dahil edilmiş olsa da 1807'de kurulan "Geological Society of London" (Londra Jeoloji Topluluğu ilk jeoloji topluluğudur. Bu ilk derneğin kurucularının bir kısmı "British Mineralogical Society" yani "İngiliz Mineraloji Topluluğu"nun kurucu üyelerindendi. Aynı dönemde gerek Büyük Britanya gerekse diğer bölgelerde jeoloji toplulukları oluşmaya başlamıştır: 1814'te kurulan "the Royal Geological Society of Cornwall", 1830 tarihli Fransız "Société Géologique de France", 1848 tarihli Alman "Deutsche Geologische Gesellschaft" ve 1817'de Sankt-Peterburg'da, Rusya'da kurulan ve büyük oranda jeoloji ile de ilgilenen "Mineraloji Topluluğu" verilebilecek örnekler arasındadır. 1888'de ise "the Geological Society of America" ("Amerika Jeoloji Topluluğu") kurulmuştur. İlerleyen yıllarda jeolojinin alt dalı sayılan dallara ve ilgili alanlara dair birçok topluluk da kurulmuştur.
Bugün bazı ülkelerde jeoloji toplulukları profesyonel standartlara ve ilgili çoğunluğu idari konulara yardımcı olmak gibi bir görev de üstlenmiştir. Bunun bir örneği Birleşik Krallık'tır. Millî açıdan jeoloji topluluklarının öneminin ve sayısının artmasının yanı sıra, ülkesel sınırların ötesinde uluslararası örgütlenmeler de kurulmaktadır. Bunlara örnek olarak bugün 70.000'den fazla jeoloğu temsil eden Avrupa Jeologlar Federasyonu verilebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=663",
"len_data": 8275,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.99
}
|
Hukuk ya da tüze birey, toplum ve devletin hareketlerini, birbirleriyle olan ilişkilerini; yetkili organlar tarafından usulüne uygun olarak çıkarılan, kamu gücüyle desteklenen, muhatabına genel olarak nasıl davranması yahut nasıl davranmaması gerektiğini gösteren ve bunun için ilgili bütün olasılıkları yürürlükte olan normlarla düzenleyen normatif bir bilimdir. Ayrıca, toplumu düzen altına alan ve kişiler arası ilişkileri düzenleyen, ortak yaşamın huzur ve güven içinde akışını sağlayan, gerektiğinde adaleti yerine getiren, kamu gücü ile desteklenen ve devlet tarafından yaptırımlarla güvence altına alınan kurallar bütünüdür. Hukuk, birey-toplum-devlet ilişkilerinde ortak iyilik ve ortak menfaati gözetir.
Hukuk sistemindeki genel farklılık yasama organının hukuk yaptığı Kara Avrupası Hukuk Sistemi ve hâkim kararlarının hukuku oluşturduğu Ortak Hukuk Hukuk Sistemi çevresinde oluşur. Tarihte dini hukuk, laiklik hususunun yerleşmesinde de dahil olmak üzere önemli bir rol oynamıştır ve hâlâ bazı dini ülkelerde uygulanmaya devam etmektedir. Şer'î Hukuk dünyada en çok kullanılan dini hukuktur ve İran, Suudi Arabistan gibi ülkelerde ana hukuk sistemi olarak uygulanır.
Hukuk; felsefe, maliye, sosyoloji ve hukuk tarihi gibi derslerde kaynak olarak kullanılır. Ayrıca eşitlik, adalet, hak ve hakkaniyet konularında önemli tartışmaların başlangıcına kaynaklık eder.
Etimoloji.
Kelime anlamı.
Hukuk kelimesi; Arapça "hak" (حق) kökünden gelir ve kelimenin çoğuludur. Türk Dil Kurumuna göre hukuk kelimesi, "Toplumu düzenleyen ve devletin yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünüdür". Bunun dışında hukukun "haklar" anlamı da vardır.
Teorik anlamı.
Hukuk dönemden döneme değiştiği için hâlâ doyurucu bir tanım yapılamamıştır. Kant "Hukukçular hâlâ hukukun tanımını aramaktadırlar." der. Günümüzde en çok kabul edilen tanımı ise: "Belirli bir zamanda belirli bir toplumdaki ilişkileri düzenleyen ve uyulması devlet zoruna (müeyyide) bağlanmış kurallar bütünüdür."
Geniş bir kavramla ifade etmek istersek teknik anlamda hukuk; örgütlenmiş bir toplum içinde yaşayan insanların birbirleriyle veya kişilerin yine kendilerinin meydana getirdiği topluluklarla ve bu toplulukların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen, kişilerin güvencesini ve insan haklarını sağlamak amacıyla oluşturulan ve devlet gücü ile desteklenen bağlayıcı, genel, soyut ve devamlı kurallar bütünüdür.
Bilimsel bir disiplin olarak hukuk, kendi içinde temel olarak ikiye ayrılır. Genel olarak hukukun kişiler arası ilişkileri konu alan kısmına Özel Hukuk, kişiler ile devlet veya devleti oluşturan kurumlar arası ilişkileri düzenleyen kısmına ise Kamu Hukuku adı verilir. Bu ayrım roma hukukundan kalma bir ayrımdır (ius privatum-ius publicum). Medeni Hukuk, Ticaret Hukuku ve Devletler Özel Hukuku özel hukukun, buna karşılık Anayasa Hukuku, Ceza Hukuku ve İdare Hukuku kamu hukukunun başlıca alt dallarıdır.
Kamu hukuku, devletin ve diğer kamu, kurum ve kuruluşlarının örgütlenişine, işleyişine, gördükleri hizmetlere ilişkin kurallar içerir. Demokratik toplumlarda kamu hukukuna başlıca egemen olan ilkeler hukuki güvenlik ve kanunilik prensibidir. Özel hukuk ise dar anlamıyla kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerini düzenler. Egemen olan ilkesi irade serbestisidir (Privatautonomie).
Tarihçe.
Hukukun başlangıcı medeniyetin oluşumuna yakın bir şekilde ortaya çıkmıştır. M.Ö. 3000'lerde oluşmuş Antik Mısır hukuku, medeni kanunlar içeren ve yüksek olasılıkla 12 levhaya bölünmüş kitaplardan oluşmuştur. Ma'at baz alınarak hazırlanmış olan, kültürel özelliklerle karakterize edilmiş, eşitlik ve bölünemezlik konulu retorik söylev şeklindedir. M.Ö. 22. yüzyıllara gelindiğinde Sümer İmparatoru Ur-Nammu tarihteki ilk yasayı, ahlak kuralları ile ilgili beyanlardan oluşan bir yasayı hazırlatmıştır. M.Ö. 1760 yıllarında Kral Hammurabi, Babil kanunlarını yasalaştırıp tabletlere işlettirmiştir ve halkın görmesi için krallığın çeşitli bölgelerine stel olarak yerleştirtmiştir. Bu kanunlar Hammurabi Kanunları olarak bilinir. Bu kanunların en bozulmamış kopyası 19. yüzyılda İngiliz Asurolojist tarafından bulunmuştur ve harf çevirisi yapılarak farklı dillere çevrilmiştir.
Eski Ahit M.Ö 1280 yıllarında ortaya çıkmıştır. Ahlaki zorunluluklardan ve iyi bir toplumun sahip olması gereken özelliklerden bahseder. Milattan önce 8. yüzyıllarda, Antik Atina'dan küçük bir şehir devleti tarihteki ilk kadınlar ve köleler hariç geniş katılımı temel alan bir toplum oluşturmuştur. Buna rağmen Antik Atina'da hukuk bilimine ya da hukuka dair bir kelimeye rastlanmamıştır. Bunun yerine ilahi yasa ("thémis)," insan kararnameleri ("nomos)" ve törelerden ("díkē") oluşan üçlü bir ayrıma başvurmuşlardır. Ancak Antik Yunan Hukuku, demokrasinin oluşumunda önemli anayasal yenilikler içermiştir.
Roma Hukuku ağırlıklı olarak Yunan filozoflarından etkilenmiştir ancak ayrıntılı kuralları profesyonel ve sofistike hâkimleri tarafından oluşturulmuştur. Uzun zamanlar hüküm süren Roma İmparatorluğu değişen toplumsal şartlara uyum sağlayabilmek için hukuk değişimlere uğramıştır. Karanlık Çağ'da bu yasalar töre ve içtihatlarla değiştirilse de 11. yüzyılda Orta Çağ hukuk akademisyenleri Roma Hukukunu araştırmaya başlayınca yeniden keşfedilmiştir. Latince hukuk özdeyişleri rehberlik etmek için derlenmiştir. Orta Çağ İngiltere'sinde Kraliyet Mahkemeleri örnek davalardan oluşan bir bütün geliştirdiler. Bu bütün daha sonra Kara Avrupası Hukukuna kaynaklık etmiştir. Avrupa çapında geçerli olan bir Ticaret Hukuku, tüccarların ortak kurallara göre ticaret yapmalarına yarayacak ve farklı yerel hukuk kurallarına tabi olmamalarını sağlayacak şekilde oluşturulmuştur. Oluşturulan bu hukuk kuralları modern Ticaret Hukukunun habercisi olmuştur, sözleşme serbestisini ve mülkiyetin satılabilirliğini vurgulamıştır. 18. ve 19. yüzyılda milliyetçilik öne çıkınca Ticaret Hukuku ülkelerin yerel hukuklarına yeni kanunlarla birleştirilmiştir. Napolyon ve Alman yasaları en etkilileri olmuştur. Bu yasalar geniş ciltlerden oluşan İngiliz Ticaret yasalarına göre hâkimlerce daha kolay uygulanabilir ve ihracat edilebilir olduklarından tercih edilmişlerdir.
Antik Hindistan ve Çin yasaları farklı hukuk geleneklerini temsil ederler ve tarihte bağımsız hukuk teorisi ve pratiği okullarına sahip olmuşlardır. M.S. 100 yıllarında Hindistan'da "Arthashastra ve Manusmriti" adlı kuruluş antlaşmaları emredici hukuki tedbirler içeren yazılardan oluşmuştur. Hindistan mitolojisi tipi olan Manu'nun felsefi görüşü tolerans ve çoğulculuk üzerinedir ve Güney Doğu Asya'da benimsenmiştir. Bu Hint kültür ve yanında İslam Hukuku, Hindistan İngiltere'nin bir parçası haline gelince terk edilmiştir ve yerine Kara Avrupası Hukuku uygulanmıştır. Doğu Asya hukuk gelenekleri ilahi ve dini unsurlarla özgün bir yapı oluşturmuştur. Japonya hukuk sistemini çoğunluğu Alman Medeni Hukuku olmak üzere batı hukuk sistemleri ışığında modernleştiren ilk ülke olmuştur. Çin de Çing Hanedanlığı'nın son yıllarında hukuk sistemini modernleştirmeye başlamıştır. Günümüz Çin Cumhuriyeti'nin hukuki altyapısı Sovyet Sosyalist hukukunun etkisi altında oluşturulmuştur. Hızlı endüstriyelleşmeden dolayı bugün Çin, ekonomik açıdan reform sürecine girmiştir.
Küreselleşme süreci; hukuk alanını da etkisi altına almış ve biçimlenmesinde etkili olmuştur. Hukuk, küreselleşme karşısında yalnızca biçimlenen bir nesne olarak yer almamış ayrıca küreselleşmenin taşıyıcısı da olmuştur. Küreselleşmenin hukuku birebir etkilediği alanlar; evrensel normlar fikri ve uluslararası hukuk olarak sıralanabilir.
Hukuk kuralları ve özellikleri.
Hukuku diğer toplumu düzenleyici kurallar olan örf ve adetler, gelenekler ve dinlerden ayıran özellik devlet tarafından güvenceye alınmış ve cebrî yaptırımlara sahip olmasıdır. Hukuk kuralları insan davranışlarını düzenler ve bulunduğu toplumun değer yargılarını taşır. Soyutluk ve genellik özelliği sayesinde benzer nitelikteki bütün durumlarda uygulanması sağlanır.
Bağlayıcılıkta kişinin kurala uyması beklenir ve zorlamaya gerek olmadan kendi de uyabilir. Hukuk kuralı toplumsal kabul gördükten sonra pek çok kişi zorlama olmaksızın ona uyar. Ancak Zorlayıcılıkta ise yalnızca uymayanlar zorlanır. (Uymama şartı vardır.)
Müeyyide.
Hukuk alanında yaptırım kamu gücü ile uygulanır. Hukuka uymayı zorlama, uymayanları cezalandırma ve uyulmadığı durumlarda ortaya çıkan zararları telafi etmek için kullanılır. Hukuk düzenini sağlamayı ve korumayı amaçlayan yaptırımlar yine hukuk düzeninin öngördüğü şekilde yerine getirilir.
Maddi ve manevi yaptırımlar olarak ikiye saf ayrılır. Maddi yaptırımlar hukuka aykırı durumlarda uygulanırken manevi yaptırımlar bu durumları engellemek için kullanılır.
Ceza hukukunda ölüm, hapis ve para cezaları; anayasa hukukunda siyasetten men, parti kapatma; vergi hukukunda vergi ve kaçakçılık cezaları gibi değişik hukuk dallarında değişik yaptırımlar vardır.
Hukukun dayanağı.
Hukukun dayanağı ile ilgili çeşitli dönemlerde kuramlar üretilmiştir. Bunları sıralamak gerekirse bunlar, hukukun dayanağını bilinçli bir irade olarak gören kuramlar, irade dışı olarak gören kuramlar ve pozitivist kuramlar. Bu kuramların bazılar felsefi değil ortaya çıktığı dönemin sorunlarını çözmek veya politik görüşleri hukuk bilimi içinde ifade etme ihtiyacından ortaya çıkmıştır.
Hukukun unsurları.
Hukukun öğeleri (unsurları) üç tanedir: 1) Kural, 2) Yaptırım, 3) Devlet. (Bunlar olmadan hukuk olamaz.)
Hukukun işlevleri.
Hukuk başlıca iki işlevi yerine getirir: 1. Düzeni sağlar, 2. Adaleti tesis eder. Adalet ve Düzen arasındaki ilişki Avustralyalı Prof. Hedley Bull tarafından kapsamlı olarak ele alınmıştır. Adalet ve Düzen birbirinin bütünleyicisi olduğu kadar aynı zamanda ilginç bir biçimde birbirlerine ters orantılı olarak etki eden iki kavramdır. Düzeni hızla sağlamak kesinlikle adaletin eksik kalmasına sebebiyet verecektir. Örneğin bir cinayet davasında, geçmiş çağlarda olduğu gibi çok kısa bir sürede karar verip, suçluyu idam etmek toplumsal düzeni hızla sağlayacak ve hukuk caydırıcı etkisini olabildiğince çabuk bir biçimde gösterecektir. Ama belki de yanlış bir karar verilmiş olacağı için adalet açısından geri dönülmez bir hata yapılmış olacaktır. İsyanlar bastırılırken yargılama yapılmaksızın elinde silah olan suçlu olduğu düşünülen herkesin infaz edilmesi yine benzeri bir örnektir. Tam aksine Adaleti mutlak anlamda yerine getirmeye çalışmak ise, en azından yaşanan zaman kaybı açısından düzenin bozulmasına neden olacaktır. Bu nedenledir ki, insanların hukuk sisteminin yavaşlığına ve adaletin gecikmesine olan güven eksikliği modern hukuk sistemlerinin başlıca problemlerinden birisidir. Örneğin; uzun yargılama süreleri adalete olan güveni sarsar. Delil yetersizliği nedeniyle serbest kalan suçlu aynı suçu işlemeye devam edebilir.
Tarihteki en ilginç örneklerden birisi olarak Cengiz Han'ın Ölüm Yasası (Büyük Yasa) pek çok suçun cezasını ölüme bağlayarak toplumsal düzeni ve askeri disiplini hızla sağlamıştır. Ancak cezalar adil ve orantılı değildir. Örneğin at hırsızlığının cezası ölüm olarak belirlenmiştir. Bu o dönem için bile aşırı ve orantısız bir cezadır. Cengiz Han'ın amacı adaleti sağlamaktan çok disiplinsiz Moğol kabilelerindeki karmaşaya neden olan temel etkenleri ortadan kaldırarak onları hızla düzenli askerî birliklere dönüştürmektir. (Cengiz Han'a ait Büyük Yasa'nın günümüze ulaşan parçaları Mısırlı tarihçi Makrîzî'nin kitapları ile Arap gezgin İbni Battuta Seyahatnamesinde bulunmaktadır.)
Pozitivist kuramlar.
Bazı pozitivistler; hukukun devlet iradesinden doğduğunu, bazıları ise sosyal bir durum olduğunu söylerler. Marx'ın hukuk alanındaki düşünceleri de pozitivist kuramlar arasına girer. Ona göre tüm toplumsal olaylar ekonomik olaylara dayanmakta, dolaylı olarak hukuku toplumsal olaylara dayandırmaktadır.
Eleştirel kuram.
Eleştirel hukuk kuramına göre, akla ve mantığa dayalı evrensel bir hukuk düzeni ortaya konulmalıdır. Ne var ki hukuk mantığın ifadesi değil, siyasal gücün (iktidarın) yansımasıdır. Eleştirel hukukçular açısından hukuk, kurallar ve bütünle ifade edilmenin dışına çıkmıştır.
Hukuk sistemleri.
Hukuk biliminde biçim, öncelikler ve ilkeler doğrultusunda bazı sistemler ortaya çıkmıştır.
Roma hukuku.
Avrupa ülkelerinin yanında Türkiye'nin de kanun hazırlama sürecinde örnek aldığı hukuk sistemidir. Roma hukuku, tüm dünyada hukuk fakültelerinde en yaygın olarak öğretilen hukuk sistemidir ve birçok ülkede bugün uygulanan laik hukuk sistemlerinin kaynağıdır. Bu sistemde hukuk, kamu hukuku ve özel (medeni) hukuk diye iki ana bölüme ayrılır. Bu anlayış, özellikle yurttaşlar arasındaki ilişkileri düzenlemeyi öncelikli hale getirmiştir. Bu sebeple Medeni Hukuk diğer sistemlere göre çok daha ileri düzeydedir. Hukuku, yasa koyucular yapar.
İstanbul şehrinde Bizans İmparatoru I. Justinianus döneminde (M.S. 565) derlemesi yapılan "Corpus Iuris Civilis" ya da "Justinianus Kodeksi", Roma hukukunun Bizans dönemine uyarlanmış bir derlemesidir. Bu derleme, Roma hukukunun yaşatılması ve sonradan modern Avrupa'nın çağdaş hukuk sistemlerine kaynaklık etmesinde önemli rol oynamıştır.
Roma hukukundan günümüze birçok temel prensip ve özdeyiş kalmıştır. Masumiyet karinesi (hiç kimsenin suçu kanıtlanmadan suçlu sayılamayacağı), kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi (kanunen suç olarak tanımlanmamış bir eylemin suç olarak nitelenemeyeceği ve buna ceza verilemeyeceği), hukukun yönetim erkinden bağımsız olması ve hiç kimsenin kendi davasının yargıcı olamayacağı ilkeleri bunlardan en çok bilinenleridir.
Kara Avrupası Hukuk Sistemi.
Ana Madde: Kara Avrupası hukuk düzeniİngilizce diliyle "C"ivil Law" adı altında geçen Kara Avrupası hukuk sistemi bugün dünyadaki çoğu ülkenin kullandığı hukuk sistemidir. Kıta Avrupası hukuk sisteminde yetkili sayılan kaynaklar, başlıca, yürürlükteki yasalar -özellikle daha önce hükûmet tarafından kodifike edilmiş anayasalar veya tüzükler- ve törelerdir. Kodifikasyonlar binlerce yıl öncesine dayanır ve bunların en erken örneği Babil Kanunları'dır. Modern Kıta Avrupası hukuk sistemi aslen geç Orta Çağ'da Batı Avrupası tarafından keşfedilen 6. yüzyıl Doğu Roma İmparatorluğu hukuk pratikleri yazılarından türemiştir. M.S. 529-534'te Bizans İmparatoru I.Justinianus o zamana kadar oluşturulmuş Roma kanunlarını kodifike etmiştir ve birleştirmiştir. Oluşturulan bu bütüne "Corpus Iuris Civilis" adı verilmiştir. Justinianus Kodeksi Bizans İmparatorluğunun çöküşüne kadar ayakta kalmıştır. Bu sırada Batı Avrupa, Justinianus Kodeksi 11. yüzyılda keşfedilene kadar "Theodosius kanunları"na ve Alman örf ve adet hukukuna başvurmuşlardır. Bologna Üniversitesi akademisyenleri bu kanunları kullanarak kendi hukuklarını yaratmışlardır. Kara Avrupası hukuk sistemi kodifike edilirken Roma Hukuku ve bunun yanında kilise fıkıhları gibi dini hukuk baz alınmıştır ve Aydınlanma Çağı'na kadar Avrupa'ya yayılmaya devam etmiştir. 19. yüzyılda Fransa, Kod Napolyon'la; Almanya, Bürgerliches Gesetzbuch'la kanunlarını modernleştirmiştir. Bu iki Kanun yalnızca Avrupa'nın hukuk sistemini değiştirmekle kalmamıştır, ayrıca Japon ve Kore hukuki geleneklerine de kaynaklık oluşturmuştur. Bugün Kıta Avrupası hukuk sistemine sahip olan ülkeler Rusya'dan Çin'e uzanır."
Ortak hukuk.
Ana Madde: Ortak hukukAnglo-Amerikan ülkelerinde uygulanan sistemdir. XI. yüzyılda İngiltere'de gelişmiştir. Orta Çağ'da İngiltere'de Norman Fethinden sonra hukuk eyaletten eyalete, her bir kabilenin törelerine göre farklılık göstermeye başlamıştır. "Ortak Hukuk" konsepti ise 12. yüzyılın sonlarında II. Henry'nin saltanatı zamanında, yetkisi olan yargıçları kurumsallaşmış ve birleşik, ülke için "ortakça" uygulanabilecek bir hukuk sitemi yaratmaları konusunda tayin ettiğinde ortaya çıkmıştır. Ortak Hukukun evrimleşmesindeki sonraki en önemli adım Kral John'un zamanın baronları tarafından hukuk kurallarını ihlal etme yetkisini sınırlayan bir belge imzalattırılmasıyla atılmıştır. Bu "büyük ferman" ya da Magna Carta ayrıca Kralın muhit hâkimlerinin mahkemelerini ve yargılarını, ülke hakkında öngörülemeyen konularda despot kararlar vermek yerine, "kesin bir halde" tutmalarını emretmiştir. Fakat zamanla sistem fazla sistematik, katı ve değişmez hale gelmiştir ve bu vatandaşların krala Ortak Hukuku hükümsüz kılması için talepte bulunmasına yol açmıştır. Bunun sonucu Lord Şansölyeler Thomas More zamanında, Ortak Hukukun hakkaniyet eksikliklerini gidermek için yeni bir mahkemeler sistemi kurulmuştur. 19. yüzyılda İngiltere'de, 1937'de Amerika'da bu iki sistem birleştirilmiştir.
Ortak hukuk sistemleri; diğer ülkelere kıyasla daha "liberal" diyebileceğimiz özgürlükçü ekonomik sistemlere sahip ülkelerde daha yaygındır. Bu sistem "doğal hukuk" prensiplerine eğilimlidir. Hukuk sisteminin, "kendiliğinden ve dinamik bir şekilde"; sürekli değişim içerisinde olduğunu savunur. Doğal hukuka yakın ortak hukukun; teknolojik gelişmeler karşısında yetersiz kalan yasaların yaratacağı mağduriyetleri önleyebilmesi adına daha makul olduğunu söyleyen bir görüş son yıllarda daha ağır basmaktadır. Kodifikasyon yani uygulanacak kural üretme aşamasının yargıçlara değil de sadece yasama meclislerine verildiği ülkelerin; teknoloji karşısında hukuk sistemleri ile birlikte uyum sağlayabilmesi kabiliyeti giderek güçsüzleşmiştir.
Roma hukuk sistemi gibi hukuku bölümlere ayırmaz, ayrıca hukuk yaratıcısı olarak yargıçları görürler. Hukuk fakültelerinde "Common-law" adıyla anılır. İstisnai olarak Amerika Birleşik Devletleri'nde Louisiana Eyaleti ve Kanada'da Quebec Eyaleti ortak hukuk ile yönetilmez.
Dini Hukuk.
Dinî hukuk açıkça dini emirlere dayanır. Buna Yahudi yasa sistemi "Halaha" ve Müslüman yasa sistemi Şeriat örnek verilebilir. Bazı Hristiyan Kiliseleri Kanon Hukukunu kabul ederler ve uygularlar. Dinî hukuk çoğunlukla "değiştirilemezlik"e vurgu yapar çünkü Tanrının sözlerinin hükûmet ya da mahkemeler tarafından insanlara karşı yasalaştırılmaması ve değiştirilmemesi kabul edilir. Ancak tam ve detaylı bir hukuk sistemi insan detaylandırılmasına ihtiyaç duymuştur. Bu nedenle, örneğin İslam Hukukunda Kıyas, İcma ve İçtihat yöntemi kabul edilmiştir. Başka bir örnek olarak da Tevrat gösterilebilir. Bazı İsrail topluluklarının kullanmayı seçtiği basit kodlardan oluşan Yahudi Hukukunun yanında Halaha, Talmud'un yorumlamalarının özetlendiği yasalardır. Yahudi Hukukunda davacılara isterlerse dini hukuku da kullanabilmeleri izni verilmiştir.
İslam hukuku.
İslam hukuku, İslam'ın ilkelerine dayanır ve hukukun kaynağı olarak Kur'an görülür. İslam hukukunda Kur'an'da hüküm bulunmaması halinde Peygamberin sözleri (hadis) ve davranışları (sünnet) dikkate alınır. Kıyas (analoji) ve İcma (mahkeme içtihatları ve din bilginlerinin görüşleri) hukukun oluşumunda önemli paya sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu'nda da uygulanan İslam hukuku, Türkiye'de 1926'da yürürlüğe giren Medeni Kanun ile yürürlükten kalkmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nda uygulanan hukuk sistemi bir padişahın varlığından dolayı Batı'daki gibi monarşik algılansa da şeyhülislamın bir padişahı görevden alabilme yetkisinin varlığı İslam hukukunun ne derece de uygulandığını gösterir. Günümüzde yasaları İslamî kurallar doğrultusunda belirlenmiş ülkeler vardır.
Sosyalist hukuk.
Rusya komünist devriminden sonra sosyalist ülkelerde uygulanan sistemdir. Daha çok ekonomik koşullara dayanır ve en önemli dayanağı mülkiyet hakkının kişilere değil topluma ait olmasıdır. Bireyler arasındaki özel hukuktan çok toplum çıkarları gözetilmiştir. Ayrıca Marksist ve Leninist düşünceye göre sosyalist hukuk geçici bir durumdur ve toplumu düzenlemek içindir ve toplum komünist düzene geçtiği zaman yaptırıma dayanan bir hukuk sistemine gerek kalmayacaktır. Sosyalizmin Avrupa'da çökmesinden sonra sosyalist hukuk sistemi de olumsuz yönde etkilenmiştir.
Uluslararası hukuk.
Uluslararası hukuk bir devletin diğer bir devlet veya devletlerle veyahut bir devletin uluslararası örgütlerle ilişkilerini düzenleyen kamu hukuku dalıdır. Bir devletin ülkesinde vatandaşları arasındaki ilişkileri düzenleyen hukuk kurallarına “iç hukuk” denir. Bir devletin diğer devlet veya uluslararası örgütlerle ilişkilerini düzenleyen kurallar ise "dış hukuk”u meydana getirir. İç hukukta devlet üstün bir iradeye sahiptir. Fakat, uluslararası hukukta devlet gibi üstün bir iradeye sahip, yani devletlerin bağlı olacakları koyacak ve bunları uygulayacak bir otorite yoktur. Uluslararası hukukta devletler arasında eşitlik söz konusudur. Uluslararası toplum, eşit ve egemen devletlerin yan yana olduğu bir sistemdir. Bu sistemde, eşit ve egemen devletlerin yan yana olması, hem ayırt edici, hem de zayıf olan özelliğidir. Bu durum sistemi güçsüz kılar, çünkü kuralları oluşturan, uygulayan ve yorumunu yapan varlıklar, eşit ve egemen devletlerdir. Birbirine eşit ve egemen varlıklar arasındaki ilişkileri düzenleyen hukuk kurallarının kaynağı olarak bir üst organ yoktur. Dolayısı ile bu sistem içinde, kuralları yaratanla, ona tâbi olacak olanlar aynıdır. Milletlerarası toplumda devletteki gibi merkezîleşme yoktur, teşkilâttan yoksun bir yapı sergiler. Yasama işlevi, devletler tarafından gerçekleştirilir.
Uluslararası hukukun kaynakları, andlaşmalar, örf ve adet hukuku, hukukun genel prensipleri, içtihatlar ve doktrindir. Uluslararası hukukun başlıca inceleme konuları şunlardır: Uluslararası hukukun kaynakları, uluslararası hukukun kişileri, uluslararası hukukun mekansal kuralları, kara, deniz, hava ülkesi, devletlerin tanınması, devletlerin halefiyeti, diplomasi ilişkileri, sorumluluk, uyuşmazlıkların çözümü, kuvvet kullanma.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=664",
"len_data": 21414,
"topic": "LAW",
"quality_score": 3.97
}
|
S. Murat Demiral (d. 1966, İstanbul), Türk müzisyendir. 1976 yılında İstanbul devlet konservatuvarında Ziya Polat ile trombona başladı 1977 yılında İstanbul Belediye konservatuvarına geçtı burada 1 yıl Mahmut Doğuduyal ile çalıştı 1978 yılında tekrar Ziya Polat ile çalışmaya başladı. 1980 yılında İstanbul Devlet Opera ve Balesi Orkestrası'nın sınavını kazandı.
1984 -1990 yılları arasında T.R.T. hafif müzik ve caz orkestrasında çalıştı. 1986 yılında Akdeniz Gençler Orkestrasınında sınavını kazanarak Avrupa'nın birçok ülkesinde değişik şefler ve eserler ile turneler gerçekleştirdi. 1988-1990 yılları arasında İstanbul Trombon Ensemble ile çeşitli konserler yaptı, bunlardan biri de Ziya Polat anısınadır.
1993 yılında operadan İstanbul Üniversitesi Devlet Konesrvatuvarı'na öğretim görevlisi olarak geçiş yaptı.1997 yılında Trombonist ve Besteci Betin Güneş'in kuruculuğunu yaptığı Dünya karma orkestrası ile Eskişehir Festivalinde ve aynı orkestra ile Ç.R.R. konser salonunda çalmıştır. Aynı yıl Şark Hayat'in düzenlediği Festivalde İris Şentürker ile Ç.M. WEBER A. GUILMANT ve H. TOMASI'nın eserlerini seslendirmiştir. İstanbul Trombon Topluluğu üyesidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=669",
"len_data": 1162,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.69
}
|
Yoda, George Lucas tarafından yaratılan bir Yıldız Savaşları evreni karakteridir. İlk kez 1980 yapımı "" ("İmparator") adlı filmde izleyici karşısına çıkmıştır.
Yoda, serinin yayınlanan ilk üçlemesinde Luke Skywalker'ı Galaktik İmparatorluk'a karşı mücadele etmesi için eğitmiştir. Öncesini konu alan ikinci üçlemede ise Jedi Konseyi başkanlığı yapmış ve Klon Savaşları sırasında Galaktik Cumhuriyet saflarında yüksek rütbeli bir Jedi generali olarak görev almıştır.
Yoda'nın ustasının adı N'Kata Del Gormo olarak geçmektedir.
Yoda, saygıdeğer bir Jedi Üstadı olup, yaşamının son yıllarını Dagobah gezegeninde inzivaya çekilerek geçirmiştir. Yaklaşık dokuz yüz yıl yaşayan Yoda, sekiz yüzyıl boyunca çok sayıda Jedi Şövalyesi yetiştirmiştir. Güç ile olan bağlantısı oldukça güçlüdür. Son öğrencileri arasında Obi-Wan Kenobi ve Luke Skywalker gibi Yıldız Savaşları evreninin en önemli Jedi'ları yer almaktadır. Ayrıca daha sonra Karanlık Taraf'a geçen Kont Dooku da Yoda'nın öğrencisidir.
Galaktik Cumhuriyet'in son dönemlerinde, Yoda Jedi Konseyi'nin en deneyimli ve saygı duyulan üyelerinden biriydi. Mace Windu ve Ki-Adi-Mundi gibi diğer üst düzey Jedi Ustaları ile birlikte Konsey'de görev yapmış; Cumhuriyet ve Jedi Düzeni'nin çöküşüne tanıklık etmiştir.
Yoda'nın Konsey'deki temel görevlerinden biri, genç Padawan'ların Jedi eğitimlerinin ilk aşamalarını yürütmekti. Jedi adayları, ilk eğitimlerini Yoda'nın rehberliğinde alır, 12 yaşına geldiklerinde ise bir Jedi Şövalyesi ya da Jedi Ustası tarafından bireysel eğitime alınarak yetiştirilmeye devam edilirdi.
Cumhuriyet'in son yıllarında, Karanlık Taraf'ın etkisinin Güç üzerindeki baskısı artmış ve Jedi'ların geleceği görme yetisi ciddi şekilde kısıtlanmıştır. Bu gelişmeler üzerine Yoda, Galaktik Cumhuriyet'in ve Jedi Düzeni'nin karşı karşıya olduğu tehditleri araştırmaya başlamıştır.
Jedi Konseyi, Obi-Wan Kenobi'yi bir suikast girişimini soruşturmakla görevlendirmiştir. Kenobi'nin elde ettiği bilgiler, suikastın ötesinde derin ve sistematik bir tehdidi ortaya koymuştur.
Yoda, bilgeliği, Güç ile kurduğu derin bağ ve sezgisel öngörüleriyle Klasik Üçleme ve Yeni Üçleme boyunca önemli bir figür olmuştur. Kimi zaman geleceği sezebilmesi, kimi zaman ise dövüş becerileri ve içsel dengesiyle izleyiciler ve karakterler üzerinde derin etkiler bırakmıştır. Yoda, Yıldız Savaşları evreninde eşsiz bir figür olarak kabul edilmektedir.
Bölüm 2: Klonların Saldırısı.
Sifo-Dyas adlı bir Jedi tarafından, Galaktik Cumhuriyet adına gizlice bir klon ordusu sipariş edilmiştir. Ancak Jedi Konseyi üyelerinin bu gelişmeden haberi yoktur ve söz konusu orduya dair herhangi bir öngörüde bulunamamışlardır. Yapılan araştırmalar, Ayrılıkçı hareketin büyük bir savaş hazırlığı içinde olduğunu ortaya koymuştur. Yoda'nın eski öğrencilerinden biri olan Kont Dooku, Ticaret Federasyonu ve diğer ayrılıkçı grupların oluşturduğu droid ordusunun liderliğini üstlenmiştir.
Galaktik Senato tarafından olağanüstü yetkilerle donatılan Yüce Şansölye Palpatine, klon ordusunun denetimini ele almış ve Jedi Şövalyeleri'ne savaş emri vermiştir. Bu gelişmeler üzerine Yoda, Kamino gezegenine giderek yeni oluşturulan klon ordusunu teslim almış ve Geonosis'e zamanında ulaşarak, Mace Windu liderliğindeki Jedi birliğini yok edilmekten kurtarmıştır.
Bu müdahale, Klon Savaşları'nın başlangıcını oluşturmuştur. Jedi Generali sıfatıyla Yoda, çatışmaları ön cephedeki komuta merkezinden yönetmiştir. Cumhuriyet klon askerleri, Geonosis'te Ayrılıkçı droid birliklerine karşı önemli bir zafer kazanmış olsa da birçok düşman komutan kaçmayı başarmıştır.
Yoda, Güç aracılığıyla hissettiklerinin peşinden giderek Obi-Wan Kenobi ve Anakin Skywalker'ın ağır yaralandığı hangara ulaşmış ve her iki Jedi'ı da Kont Dooku'nun elinden kurtarmayı başarmıştır.
Yoda ile Kont Dooku, Geonosis'te karşı karşıya gelmiştir. Dooku, Yoda'yı Güç'ü kullanarak tavandan kopardığı taşlarla etkisiz hale getirmeye çalışmış, ancak Yoda bu saldırıları kolaylıkla savuşturmuştur. Ardından Dooku, karanlık tarafın kullandığı Sith yıldırımlarını Yoda'ya yöneltmiş, fakat Yoda bu saldırıyı da etkisiz kılmış ve ışın kılıcını kullanarak Dooku'ya karşılık vermiştir.
İki usta arasındaki düello, Güç'ün ve ışın kılıcı tekniklerinin üst düzeyde sergilendiği çetin bir mücadeleye dönüşmüştür. Yoda, çevik hareketleriyle saldırıları savuşturmuş, hatta saldırı sırasında havada manevralar yaparak Dooku'yu zor durumda bırakmıştır. Durumun lehine olmadığını anlayan Dooku, Güç'ü kullanarak yaralı haldeki Obi-Wan ve Anakin'i tehlikeye atmış ve bu durum Yoda'yı seçim yapmak zorunda bırakmıştır. Genç Jedi'ları kurtarmayı tercih eden Yoda, Dooku'nun kaçmasına engel olmamıştır.
Klon Savaşları'nın ilk çatışması Cumhuriyet'in askeri üstünlüğüyle sonuçlansa da Yoda derin bir endişe içindeydi. Karanlık taraf, Güç'ün içindeki dengeyi bozmakta ve Jedi Konseyi'nin öngörülerini kısıtlamaktaydı. Yoda, savaşın neden olduğu kayıpların ağırlığını hissederken, Konsey'in kararlarının gereğinden fazla özgüven ve kibirle şekillendiğini fark etmiştir.
Geonosis'teki çatışmalarda çok sayıda Jedi hayatını kaybetmiştir. Bu durum, Yoda'ya Jedi Düzeni'nin savunmasızlıklarını göstermiştir. Meditasyon sırasında Yoda, Anakin Skywalker'ın yaşadığı duygusal çalkantıları hissetmiş ve bu esnada uzun zaman önce Darth Maul tarafından öldürülmüş olan Qui-Gon Jinn'in sesini duymuştur. Normal şartlarda bir Jedi'ın ölümünden sonra bireysel benliğini sürdürmesi mümkün olmasa da Yoda, bu sesin varlığıyla Güç'ün doğası hakkında yeni sorularla yüzleşmiştir.
Bölüm 3: Sith'in İntikamı.
Cumhuriyet'in çöküşü sırasında Yoda, çözülmesi gereken yeni ve zorlu bir sorunla karşı karşıya kalmıştır. Yoda, meditasyon yoluyla Qui-Gon Jinn'in ruhuyla iletişim kurabilmektedir. Ölmüş Jedi Üstadı Qui-Gon Jinn, yalnızca özel bilgiye sahip olanların anlayabileceği güçlü bir teknik kullanarak ölümden sonra kimliğini koruyabilmenin bir yolunu keşfetmiştir. Bu yöntem, Jedi Düzeni dışındaki Whills Şamanları tarafından geliştirilmiştir. Gelecek yıllarda Yoda, yüzyıllardır üstlenmediği bir görev olan öğretmenliği üstlenerek bu tekniği Qui-Gon Jinn'den öğrenmiştir.
Ancak bundan önce, Jedi Ustası'nın Sithlerin yeniden ortaya çıkışına karşı direnmesi gerekmekteydi. Yıllarca süren komploların ardından Darth Sidious ortaya çıkmış ve Jedi Düzeni'ni tamamen yok etmeyi amaçlayan planını uygulamaya koymuştur. Sith Lordu, uzun süre Jedi Konseyi'nin dikkatinden kaçmayı başarmış ve aslında Yüce Şansölye Palpatine'in ta kendisi olmuştur. Darth Sidious, Emir 66'yı yürürlüğe koyduğunda, galaksideki klon orduları Jedi'ların komutası altındaydı. Bu kodlanmış emir, Jedi'ları Cumhuriyet'e karşı hain ilan etmiş ve sadık klon askerleri Jedi'ları teker teker avlamaya başlamıştır. Bu katliam sırasında çok sayıda Jedi hayatını kaybetmiştir.
Güç'ün aracılığıyla Yoda, galaksidedeki ani yaşam kayıplarını hissetmiş ve bu durumun yıkıcı etkisini derinden yaşamıştır. Ancak Yoda, zamanında uyanarak hayatını kurtarmayı başarmıştır. Klon askerleri, Klon Savaşları'nın önemli cephelerinden biri olan Wookieelerin gezegeni Kashyyyk'e saldırmıştır. Daha önce Yoda'ya bağlı olan klon subayı Kumandan Gree, Yoda'ya ateş açmaya çalışmıştır. Yoda, hızla müdahale ederek ışın kılıcıyla Gree'nin kafasını kesmiştir. Tarfful ve Chewbacca adlı Wookieelerin desteğiyle Yoda, Kashyyyk'ten kaçarak Alderaan Senatörü Bail Organa ile iletişim kurmuştur.
Yoda, Obi-Wan Kenobi ve Bail Organa, Palpatine'in Jedi'lar ve müttefiklerine yönelik korkunç katliamına tanıklık etmiş ve yeniden bir araya gelme fırsatı bulmuşlardır. İşgal edilen Jedi Tapınağı'ndan yayılan kodlanmış bir sinyal, katliamdan kurtulan Jedi'ları doğrudan Coruscant'taki tapınağa, bir tuzağa çağırmaktaydı. Kenobi ve Yoda, bu sinyali keserek kalan Jedi'ların hayatlarını kurtarmak için harekete geçmiştir.
Coruscant'a dönerek Jedi Tapınağı'na sızan ikili, başkentte yaşananları keşfetmiştir. Şansölye, artık İmparator Palpatine olarak anılmakta ve umut vadeden Anakin Skywalker da onun çırağı Darth Vader olmuştur. Emir 66'dan sağ kurtulan az sayıda Jedi arasında, Sith tehdidini durdurmak Yoda ve Kenobi'ye kalmıştır. Bu doğrultuda Kenobi, Darth Vader olarak bilinen Skywalker'ı bulmak üzere yola çıkarken, Yoda ise İmparator Palpatine ile yüzleşmek için onun ofisini ziyaret etmiştir.
Geniş Galaktik Senato salonunda, Yoda ile İmparator arasında Güç'ün aydınlık ve karanlık taraflarının en kuvvetli temsilcileri olarak ölümüne bir düello gerçekleşmiştir. Yoda, Palpatine'e karşı daha güçlü olmasına rağmen, Palpatine savaş sırasında çıkışa yönelmiş, Yoda onu engellemeye çalışmıştır. Gücün her iki tarafı arasındaki bu mücadelede, Yoda Palpatine'in fırlattığı yıldırımı kontrol altına almış ancak kendisinin durduğu yer bu gücü taşıyamadığından aşağı düşmüştür. Bu nedenle Yoda, klon askerler gelmeden oradan kaçarak hayatta kalmıştır.
İmparatorluğun temeli artık bu yaşlı Jedi Üstadı'na bağlıdır; çünkü yalnızca o, Luke Skywalker'ı eğitebilecek yetenektedir. Yoda, yaşının ilerlemesiyle, yaklaşık bin yaşına varınca bin yıllık Jedi gücünü koruma anlaşmasının etkileri azalmaya başlamış ve zamanla yaşlanarak gücünü kaybetmiştir.
Obi-Wan Kenobi, Mustafar gezegeninde Darth Vader'ın bir kolu ve iki bacağını keserek onu ölümcül şekilde yaralamış olsa da, Jedi'lar Sith'leri tamamen durduramamışlardır. Anakin Skywalker'ın eşi Padmé Amidala'nın hamile olduğu ve Güç'e duyarlı ikiz çocukları, galaksinin geleceği için önemli birer umut kaynağı olmuştur. Padmé, Polis Massa'daki sığınakta hayatını kaybetmeden önce Luke Skywalker ve Leia Organa'yı dünyaya getirmiştir. Yoda, Bail Organa ve Obi-Wan Kenobi bu doğumlara tanıklık etmiş ve hemen geleceği planlamaya başlamışlardır.
İmparator'un dikkatini çekebileceğinden endişe duyan Jedi'lar, çocukları gizli tutmaya karar vermiştir. Böylece ikizler ayrılarak, bebek Luke Skywalker Lars'ın Tatooine'deki çiftliğine; bebek Leia Organa ise Alderaan'a, Bail Organa ve karısı Alderaan kraliçesinin korumasına verilmiştir. Jedi'lar, sabırla zamanın geçmesini ve İmparator ile yüzleşmek için doğru anın gelmesini beklemiştir. Bu süreçte Obi-Wan Kenobi ve Yoda, Qui-Gon Jinn'in ruhsal formundan, Whills Şamanları'nın gizli bilgisini öğrenmişlerdir.
Bölüm 5: İmparator.
Yoda, Dagobah gezegenindeki bataklıklarda saklanmaya gitmiştir. Burada sabırla, karanlık tarafın egemenliğinin sona ermesini ve galaksideki tehdidin ortadan kalkmasını beklemiştir. Yavin Savaşı'ndan üç yıl sonra umut doğmuştur. Eski ustası Obi-Wan Kenobi'nin görüntüsüyle Dagobah'a yönlendirilen Luke Skywalker, farkında olmadan Üstat Yoda'yı bulmuştur. Bu bataklık gezegende, küçük ve garip bir yaratıkla karşılaşan Luke Skywalker'un sabrı, yaratığın tuhaf tavırları nedeniyle sınanmaya başlamıştır. Ancak Luke Skywalker, bu davranışların Yoda tarafından kendisine yapılan testler olduğunu bilmiyordu; ne yazık ki bu testlerden başarısız olmuştur.
Sonunda Yoda olduğu anlaşılan küçük yaratık, Luke Skywalker'un eğitimine başlamıştır. Telekinetik mücadeleler, irade ve insan yapısına karşı verilen sınavlar, Luke'u daha önce karşılaşmadığı zorluklarla yüzleştirerek Jedi olma yolunda ilerlemesini sağlamıştır. Ancak Luke, hâlâ eski, kalıplaşmış düşüncelerinden kurtulamamıştır. Yoda, Luke Skywalker'dan bataklığa gömülü X-Kanat savaş gemisini zihinsel güçle kaldırmasını istediğinde Luke "denerim" yanıtını vermiştir. Yoda ise, "Hayır, yap ya da yapma. Denemek yoktur." demiştir. Luke, Güç'ün suyun altındaki bu kadar büyük bir nesneyi kaldırabileceğine inanmamıştır. Ancak Yoda, Luke'un X-Kanat savaşçısını sudan çıkarıp kuru zemine koymasıyla, Luke'un yanıldığını kanıtlamıştır.
Yoda, Luke'a geleceği öngörmeyi öğrettiğinde genç Skywalker, arkadaşlarının büyük bir tehlike içinde olduğunu görmüş ve eğitimini yarıda bırakarak onları kurtarmaya gitmeye karar vermiştir. Fakat en sonunda Luke'un kendisi kurtarılmak zorunda kalmıştır. Yoda, Darth Vader ve İmparator'un durdurulamayacağına, her şeyin kaybedileceğine inanmaya başlamıştır.
Bölüm 6: Jedi'ın Dönüşü.
Yaklaşık bir yıl sonra, Luke, eğitimini tamamlamak üzere Dagobah'a geri dönmüştür. Vader ile karşılaşmanın zorluğuna tanıklık eden ve onun aslında kendi babası olduğunu öğrenen Luke Skywalker'a Yoda, eğitimini tamamladığını bildirmiştir. Luke'un yokluğunda Yoda hastalanmış ve ölmek üzereyken, Luke'a bir başka Skywalker daha olduğunu söyleyerek onun geçmişi hakkında bilgi vermiştir. Kısa bir süre sonra ise Yoda, Güç ile birleşerek bedeniyle birlikte kaybolmuştur.
Luke Skywalker, Leia Organa'nın ikiz kardeşi olduğunu ve babası Darth Vader'ı karanlık taraftan kurtarması gerektiğini öğrenmiştir. Endor Savaşı sonrası düzenlenen kutlama sırasında Luke, Yoda, Obi-Wan ve aydınlık tarafa geri dönmüş olan babası Anakin Skywalker'ın ruhlarının huzurlu görüntülerini görmüştür.
Bölüm 8: Son Jedi.
Son Jedi filminde Yoda, Luke'a bir güç ruhu olarak görünür.
Bölüm 9: Skywalker'ın Yükselişi.
Yoda, İmparator'a karşı verilen savaşta Rey ile iletişim kuran Jedi seslerinden biridir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=670",
"len_data": 12931,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.53
}
|
Antik Mısır (veya Eski Mısır), Antik Çağ'daki medeniyetlerden biridir. Kuzeydoğu Afrika'da Nil Nehri'nin denize ulaştığı yarısı çevresinde yayılmış antik bir uygarlıktır. Uygarlığın yayıldığı bölge, bugünkü Mısır toprakları içinde yer almaktadır. MÖ 3.050 yılları civarında kuruluşundan önce, "Aşağı Mısır" (Nil Deltası ve güneyi, şimdiki Kuzey Mısır) ve "Yukarı Mısır" (Teb kenti merkez olmak üzere günümüz Güney Mısır'ı) olarak ikiye ayrılmaktaydı. Uygarlık, MÖ 3.150 yılında ilk firavunun yönetimi altında Aşağı Mısır ve Yukarı Mısır'ı politik olarak birleştirdi. Bu politik birlik, izleyen 3 bin yıl boyunca sürdü.
Antik Mısır tarihinde, arada Orta Krallık olarak adlandırılan görece istikrarsız dönemlerin yaşandığı bir dizi istikrarlı krallık dönemi yer almaktadır. Antik Mısır, Yeni Krallık döneminde en gelişkin düzeyine ulaştı. Ardından, ağır seyreden bir gerileme dönemine girdi. Mısır, son dönemlerine doğru dış güçler karşısında art arda yenilgilere uğradı ve MÖ 31 yılında, erken Roma İmparatorluğu tarafından istila edilerek firavunların egemenliğine son verildi, Roma'nın bir eyaleti haline getirildi.
Antik Mısır uygarlığının başarısı, kısmen Nil Vadisi'nin koşullarına uyum sağlamakta gösterdiği beceriden gelmektedir. Taşkınların öngörülmesi ve verimli vadinin kontrollü sulanması, toplumsal ve kültürel gelişmeyi besleyen ürün fazlasının üretilmesini sağlamıştır. Ürün fazlasının kullanılmasıyla siyasi otorite, Nil vadisi ve civarındaki çöl arazisindeki madenleri işletmek, özgün bir yazı sistemini erken evrelerde geliştirmek, karmaşık inşaat ve tarım projelerini hayata geçirmek, dış dünya ile ticareti geliştirmek ve yabancı istilacıları uzak tutmaya ve Mısır üstünlüğünü kabul ettirmeye yönelik bir askeri yapılanışı sağlamak için gerekli kaynakları sağlamıştır. Bu yöndeki faaliyetleri harekete geçiren ve planlayıp örgütleyen, seçkin yazmanlardan oluşan bir bürokrasi, dini liderler, bir firavunun denetimi altındaki yöneticiler topluluğuydu. Bu unsurlar, aynı hedeflere yönlendirildi ve bölgede yerleşik insanları, ayrıntılı düzenlenmiş bir dini inançlar sistemi çerçevesinde bir araya getirdi.
Antik Mısır'ın birçok başarısı, bu uygarlık içinde ortaya çıkan çeşitli gelişmelere, uygulamalara dayanmaktadır. Taş ocaklarının işletilmesi, anıtsal piramit ve tapınakların, dikilitaşların yapımına olanak sağlayan ölçümleme ve inşaat teknikleri, taşkın sonrası kaybolan arazi sınırlarının tespitinde harita ve kadastro bilgisi, pratik ve etkili bir tıp bilgisi, sulama ve tarım teknikleri, bilinen ilk geminin yapımı, Mısır fayans ve cam tekniği, yeni yazın biçimleri ve bilinen en eski barış antlaşması gibi. Sonuçta Mısır, kalıcı bir miras bıraktı, sanat ve mimarisi yaygın olarak örnek alındı ve eski yapıtları dünyanın uzak köşelerine kadar taşındı. Anıtsal kalıntıları, yüzyıllar boyunca gezginlerin ve yazarların ilham kaynağı oldu. Erken Modern Dönem'deki kazılar, Mısır Uygarlığı'nın yapıtlarına karşı ilgi uyanmasına, giderek bu yönde bilimsel araştırmalara yol açtığı gibi dünya ve Mısır için bıraktığı kültürel mirasa karşı daha büyük bir takdir oluştu.
Antik Mısır; Augustus Caesar'in liderliğindeki Roma İmparatorluğu tarafından MÖ 30 yılında ele geçirilmiştir. MS 7. yüzyılda Araplar burada egemen olmuş; 1250 yılında Memlükler; 1517 yılında ise Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına katılmıştır. 1882 yılında da Mısır; Birleşik Krallık'ın kolonisi olmuştur.
Tarih.
Geç Eski Taş Çağı'nda Kuzey Afrika'nın kurak iklimi giderek ısındı ve kuraklaştı. Bu yörelerde yaşayan insanlar, Nil vadisine yakınlaşmak zorunda kaldılar. Avcı-toplayıcı Modern İnsan, göçebelikten itibaren, Orta Buzul Çağı boyunca bu bölgede yaşamını sürdürdü. Böylece neredeyse 12 bin yıllık bir dönem boyunca Nil vadisi, insan türünün yaşam alanlarından biri oldu. Nil vadisinin verimli toprakları, bu bölgede yaşayan insanlara, yerleşik bir tarım ekonomisi ve daha uzmanlaşmış, merkezileşmiş toplumsal yapı geliştirme olanağı sağladı. Dolayısıyla bu bölgedeki gelişmeler, uygarlık tarihinin temel taşlarından bazılarını oluşturdu.
3000 yıldan daha fazla olan Antik Mısır tarihini incelemek için bölümlere ayırmak şarttır:
Hanedanlık Öncesi Dönem.
Mısır'da insan paleolitik zamandan beri vardı. Bu dönemin Mısır toplulukları merkezi bir yönetim kuramamışlardı. Siyasal birlik adına ise ilk gelişme bu dönemin sonunda Yukarı Mısır'ın kuzeyinde yer alan Hierakonpolis merkezi oldu.
Hanedanlık öncesi ve Erken Hanedanlık Dönemi'nde Mısır iklimi bugünkünden çok daha az kurak bir iklimdi. Mısır topraklarının geniş bir bölümü, toynaklı hayvan sürülerinin otladığı savanlarla kaplıydı. Flora ve Fauna (yaban hayatı), tüm bölgede çok daha verimliydi ve bu durum çok sayıda su kuşu türünün ve popülasyonunun yaşamasına olanak sağladı. Doğal olarak bu bölgede yaşayan insan toplulukları için avlanma yaygındı ve bu durum birçok hayvan türünün süreç içinde ilk kez bu bölgede evcilleştirilmesine olanak sağladı.
MÖ 5.500 dolaylarında Nil vadisinde yaşayan küçük insan toplulukları, tarım üzerinde etkili bir denetim, hayvan yetiştiriciliği, özgün çömlekçilik ve boncuk, tarak, bilezik gibi kişisel eşyalar yapımı olarak kendini gösteren bir dizi kültürel gelişme sağlamış bulunuyorlardı. Yukarı Mısır'daki bu kültürlerin en yüksek gelişme göstermiş olanı, Badari Kültürü, yüksek kalitede çömlekçiliği, taş aletleri ve bakır kullanımıyla bilinmektedir. Kuzey Mısır'da Badari Kültürünü, bir dizi teknolojik gelişme sağlayan Armatyan ve Gerzyan kültürleri izledi. Gerzyan zamanında Biblos sahili ve Filistin bölgesi ile temaslar kurulmaya başlandığı gösteren bulgular vardır.
Güney Mısır'da Badari Kültürü'ne benzer özellikler gösteren Naqada Kültürü, yaklaşık olarak MÖ 4. binli yıllarda Nil Vadisi boyunca yayılmaya başlamıştı. Hanedanlık öncesi Mısırlılar, Naqada I dönemi kadar eski tarihlerde, Etiyopya'dan kesici ağızlar ve diğer yonga aletlerin yapımında kullanılmak üzere obsidyen getirmekteydiler. Yaklaşık bin yıllık bir süre içinde Naqada Kültürü, birkaç küçük tarım toplumundan güçlü bir uygarlık yönünde gelişme gösterdi. Öyle ki bu uygarlığın siyasi otoritesini temsil eden hükümdarlar, bölgede yaşayan tüm nüfus ve bölgenin kaynakları üzerinde bir hakimiyet kurdular. Naqada III hükümdarları, hükümranlıklarının etki alanını Nil boyunca Mısır'ın kuzeyine doğru geliştirirken önce Nekhen, daha sonra da Abidos gibi güç merkezleri oluşturdular. Ayrıca güneyde Nübye ile batıda Libya Çölü'nün vahalarıyla ve doğuda Doğu Akdeniz kültürleriyle ticari ilişkiler geliştirdiler.
Naqada Kültürü, artan gücünü ve seçkin bir sınıfın zenginliğini yansıtan birçok eşya üretmiştir. Bunlar arasında, boyanmış çömlekler, yüksek kalitede dekoratif taş vazolar, kozmetik paletler, altın Lapis lazuli ve fildişi'nden yapılma mücevher sayılabilir. Ayrıca çok sonraları Mısır'ın Roma hakimiyeti döneminde yaygın olarak kullanılan çeşitli işlemeli içecek kapları, muskalar ve küçük heykelciklerin üretiminde kullanılacak olan seramik sırı olarak bilinen fayansı geliştirdiler. Hanedanlık öncesi dönemin son evresinde Naqada Kültürü, yazıyı kullanmaya başladı ki, bu yazı sistemi sonunda eski Mısır dilini yazmak için gelişkin bir Hiyeroglif sistemi halinde geliştirildi.
Hierakonpolis.
Hierakonpolis'te yaşayanlar diğer Mısır topluluklarına göre daha ileri bir kültüre sahiptiler. Dikdörtgen planlı evler yapıyor, seramik üretiyor ve küçük hacimli değiş-tokuş ticareti yapıyorlardı. Ancak MÖ 3500 yıllarında meydana gelen iklim değişikliği nedeniyle Hierakonpolisliler Nil Nehri'nin taşkınlarına maruz kalan bölgelere inmek zorunda kaldılar.
Hierakonpolis'i terk etmeyenler ise belli bir zenginliğe sahip olan elit sınıfıydı. Bu elit sınıfı göç eden toplulukları örgütlediler. Böylece sel sularını kontrol altında tutacak sulama projeleri gelişmeye başladı. Yani, sulu tarım ekonomisi keşfedilmiş oldu. Bu keşfi kentlerin kurulması izledi. Bu süreç, MÖ 3.000'li yılların sonunda Aşağı ve Yukarı Mısır'ın birleşmesiyle sonuçlandı.
Hanedanlar Dönemi.
Mısır'ın tarihi ilk kez Mısırlı tarihçi ve rahip Manetho tarafından yazılmıştır. Manetho Mısır hanedanlık tarihini, uzun firavunlar dizisini Menes'den başlayarak kendi zamanına kadar 30 Hanedana bölmüştür (Bazı kaynaklarda 31 hanedanlık görülmektedir. Bunun nedeni Pers bir sülalenin devleti yönetmiş olmasıdır. Bazı tarihçiler bu sülaleyi hanedan sayısına katarken bazıları katmamıştır.). Bu hanedanlık dizisi bugün için hâlen kullanılmaktadır. Maneto, kendi resmi tarihini Menes adlı kralla başlatmayı seçti. Daha sonra onun, MÖ 3.200 dolaylarında, Aşağı Mısır ve Yukarı Mısır krallıklarını birleştiren kral olduğuna inandı. Birleşik bir devlete geçiş, aslında antik Mısır yazarlarının bize aktardıklarından daha yavaş bir süreç içerisinde, aşama aşama gerçekleşti ve Menes'le ilgili olarak günümüze ulaşan bir kayıt bulunmamaktadır. Ancak bugün için bazı bilim insanları, efsanevi Menes'in, Narmer Paleti'nde aşağı ve yukarı Mısır'ın birleşmesini simgeleyen bir törende kraliyet takılarıyla resmedilen firavun Narmer olabileceğine inanmaktadır.
Hanedanlık Dönemi'nin başlarında (MÖ 3.150 dolayları), ilk firavun Memphis'te bir başkent kurarak Aşağı Mısır üzerindeki hakimiyetini sağlamlaştırdı. Bu başkente dayanarak verimli deltanın tarımsal potansiyeli ve işgücü kaynakları üzerinde denetim kurabildi. Aynı zamanda Doğu Akdeniz'e uzanan riskli ve kazançlı ticaret yolu üzerinde de kontrol oluşturulabildi. Erken Hanedanlık Dönemi boyunca Firavunların artan güç ve zenginliği, onların özenle inşa edilmiş anıtsal höyüklerinde (Mastaba) kendini dışa vurmaktadır. Bunlar, ölümlerinden sonra tanrısallaştırılan firavunları kutsamayı ve kalıcı kılmayı amaçlayan çabalardı. Firavunlar tarafından geliştirilen krallığın güçlü kurumları, arazi, işgücü ve kaynaklar üzerinde siyasal otoriteyi meşru kılmaya hizmet etti. Siyasi otoritenin güçlü kurumlarca meşrulaştırılması, Mısır Uygarlığının ayakta kalabilmesi ve gelişmesi için gerekliydi.
Mısır Tarihi boyunca 190 Kral hüküm sürmüştür. 30 hanedanlık Mısır'ın tarihi, Eski Krallık Dönemi (MÖ 3.100-MÖ 2.150), Orta Krallık Dönemi (MÖ 2.050-MÖ 1.650), Yeni Krallık Dönemi (1570-935) ve Geç Dönem (MÖ 935 - MS 343) olmak üzere 4 döneme ayrılır. Her dönemin ardından karışıklıkların yaşandığı bir ara dönem gelir. Bu ara dönemlerin sayısı 3'tür.
Eski Krallık Dönemi (MÖ 2686–2181).
Dönemin en ünlü kralı 3. Hanedan'ın 2. Kralı olan Zoser'dir. Başkent Memphis kenti yakınındaki Sakkara'da Mısır'ın ilk piramidi olan Zoser Piramidi'ni inşa ettirmiştir. Bu piramidin mimarı Zoser'in veziri İmhotep'tir. Zoser'den sonraki krallar da piramit yaptırmaya devam etmişlerdir. Bunların en görkemlisi ise 4. Hanedan Kralları zamanında yapılan Keops Piramidi'dir.
Mimarideki, sanattaki ve teknolojideki çarpıcı gelişmeler Eski Krallık döneminde gerçekleşti. İyi gelişmiş merkezi otorite, tarımsal verimlilikteki artışı olanaklı hale getirdi. Tarımsal verimlilikteki artış ise söz konusu gelişmeleri, bir anlamda finanse etti. Vezirin yönetimi altındaki kamu görevlileri, vergileri topladı, ürün verimliliğini arttırıcı sulama projelerini düzenledi, inşaat projelerinde çalışmak üzere işçi topladı ve barışı ve düzeni sürdürmek için bir adalet sistemi oluşturdu. Verimli ve istikrarlı bir ekonomi tarafından sağlanan kaynak fazlasıyla siyasi otorite, devasa anıtsal inşaatları finanse etmeyi ve kraliyet işliklerinden olağanüstü sanatsal çalışmalar çıkartmayı başardı. Zoser, Khufu ve onun soyundan gelen diğerler firavunlar tarafından yaptırılan piramitler, Eski Mısır Uygarlığı'nın gerçekten anılmaya değer sembolleridir ve onların yapımını sağlayan firavunların gücüydü.
Merkezi yönetimin artan önemi ve ağırlığı ile birlikte, hizmetleri karşılığında firavun tarafından kendilerine arazi bahşedilen yeni bir eğitimli yazıcılar ve bürokratlar sınıfı ortaya çıktı. Firavunlar ayrıca, kendi anıtsal mezar kompleksleri ve yerel tapınaklara da arazi vermiştir. Böylece ölümlerinden sonra kendilerinin yüceltilmesi ve bir bakıma tapınılması için gerekli olan kaynaklar da sağlanmış oluyordu. Beş yüz yıl boyunca süren bu feodal uygulamalar, Eski Krallık'ın sonlarına doğru firavunların ekonomik gücünü yavaş yavaş aşındırdı ve firavunlar daha uzun bir süre bu geniş merkezi yönetiminin giderlerini finanse edemez duruma geldiler. Firavunun gücü azalırken, nomark olarak bilinen bölge valileri, firavunun otorite ve gücünü meydan okumaya başladılar. Bu durum, MÖ 2.200 - 2.150 yılları arasında yaşanan şiddetli kuraklıklarla birleşince, sonuçta Mısır'ın, Birinci Ara Dönem olarak bilinen bir yoksulluk ve toplumsal çalkantılar dönemine girmesine yol açtı.
Birinci Ara Dönem (MÖ 2181–1991).
Eski Krallık'ın sonunda merkezi yönetimin çökmesi ardından yönetim, Mısır ekonomisini artık destekleyemedi ve dengede tutamadı. Yerel valiler, kriz döneminde kral için güvenilir değildi. Yaşanan gıda maddeleri kıtlığı ve politik çekişmeler, ülkeyi yoksulluğa ve küçük çaplı iç savaşlara sürükledi. Yaşanan güç sorunlara karşın yerel yöneticiler firavuna hâlen bir haraç ya da vergi yükümlülüğü altında değillerdi ve yeni elde ettikleri bağımsızlığı, taşrada serpilip gelişen bir kültür oluşturmakta kullandılar. Kendi kaynakları üzerinde denetim sağladıkları andan itibaren taşra giderek daha varlıklı oldu. Taşradaki tüm sınıflardan insanların yaptırdığı daha büyük ve daha iyi mezarlar da bunu göstermektedir. Yaratıcılıktaki atılımlarla taşradaki zanaatkarlar kültürel motifleri, Eski Krallığın dar çerçevesine uyarladı. Yazıcılar, dönemin özgünlüğünü ve iyimserliğini yansıtan yazım stilleri geliştirdiler.
Firavuna bağlılıkları kalmayan yerel yöneticiler, bölgesel denetim ve politik güç için birbirleriyle rekabete giriştiler. Sonuçta MÖ 2.160 dolaylarında Teb'de Intef hanedanlığı Yukarı Mısır'a hakim olurken, Aşağı Mısır ise rakip Herakleopolis hükümdarının denetimine geçti. 1. İntef, güç ve etki alanını kuzeye doğru geliştirirken iki rakip hanedanlık arasında bir çatışma kaçınılmaz hale geldi. Yaklaşık olarak MÖ 2.055'te, Teb hükümdarı Nebhepetre Mentuhotep (2. Mentuhotep), sonunda Herakleopolis hükümranlığını yenilgiye uğrattı. Bu olay, iki Mısır'ı birleştiği, kültürel ve ekonomik bir rönesansın başladığı Orta Krallık olarak adlandırılan bir dönemi açtı.
Orta Krallık Dönemi (MÖ 2134–1690).
Orta Krallık Dönemi, 2. Mentuhotep'in Mısır'da siyasal birliği yeniden kurmasıyla başlar. Firavunlar bu dönemde devleti eyaletlere bölmüşler ve bu eyaletlere valiler atamışlardır. Asya ve Nübye sınırlarını korumak ve bu topraklarda ticari ihtiyaçlarını karşılamak amaçlı seferler yapmışlardır. Yük taşıma aracı olarak eşeklerden faydalanan Mısırlılar Girit ile de ticari ilişki içine girmişlerdir. Bu dönemde Eski Krallık Döneminden farklı olarak köle ticareti yapılmıştır. Bu dönemde Asyalı kölelerin sayısı çok fazladır.
Orta Krallık firavunları, ülkenin refah ve istikrarını yeniden düzenledi. Bunun devamında, sanat, edebiyat ve anıtsal yapı projelerinde bir canlanış uyarılmış oldu. 2. Mentuhotep ve onunla başlayan 11. Hanedanlık, Mısır'ı Teb'den yönetti fakat tahtı yaklaşık MÖ 1.985 civarında ele geçirerek 12. Hanedanlık'ı kuran vezir I. Amenemhat, başkenti Feyyum Vahası'ndaki Itjtawy'ye taşıdı. 12. Hanedanlık'ın firavunları, Itjtawy'den başlamak üzere giderek genişleyen bir bölgede tarımsal üretimi artıracak ileri görüşlü bir arazi ıslahı ve sulama düzenine giriştiler. Ayrıca işçiler, Delta'nın doğusunda, dıştan gelecek saldırılara karşı savunma amaçlı, "Hükümdarın duvarları" olarak adlandırılan bir savunma mevzii inşa ederken, ordu da güneyde, taş ve altın madenleri yönünden zengin Nübye'yi yeniden ele geçirdi.
Sağlamlaştırılmış olan askeri ve politik güvenlik, geniş tarımsal ve maden varlığı, bölge nüfusu, sanat ve din sağlıklı bir biçimde gelişti. Eski Krallık'ın tanrılar konusundaki seçkinci tutumunun tersine Orta Krallık döneminde, kişisel dindarlığın dışa vurumunda bir artış yaşandı ve yaşam sonrasının demokratikleşmesi denebilecek tüm insanların bir ruhu olduğu ve ölüm sonrası tanrıları karşısında kabul görebileceği tarzında inanışlara yönelindi. Orta Krallık edebiyatı gelişmiş ve karmaşık konular benimsedi ve karakterler kendine güvenen, güzel konuşan tarzda, yazıldı. Kabartma ve insan yontularında ince ve özel ayrıntılar yakalandı ve teknik yetkinliğin doruklarına ulaştı.
Orta Krallık döneminin son firavunu 3. Amenemhat, özellikle madenlerde ve inşa işlerinde yeterli işgücü sağlamak için Asyalı göçmenlerin Delta'ya yerleşmelerine izin verdi. Ancak bu iddialı inşaat ve madencilik faaliyetleri, dönemin sonlarına doğru Nil taşkınlarının yetersiz olması ile birleşince ekonomiyi fazlasıyla zorladı İkinci Ara Dönem'in sonlarına doğru, 13. ve 14. Hanedanlık yıllarında yavaş seyreden bir çöküşe yol açtı. Bu gerileme döneminde yabancı Asyalı yerleşimciler Delta'da kontrolü ele geçirmeye başladılar ve sonunda Mısır'da, Hiksoslar olarak iktidarı ele geçirdiler. Göçebe bir Asyalı kavim olan Hiksoslar, Mısır'ın yabancısı olan ilk hanedanıydı. Hiksos Kralları'na Çoban Krallar denirdi. Mısırlılara göre daha ileri silah ve savaş tekniğine sahiptiler. Mısırlıları atlı savaş arabalarıyla tanıştırmışlardır.
İkinci Ara Dönem ve Hiksoslar (MÖ 1674–1549).
MÖ 1.650 dolaylarında Orta Krallık firavunlarının gücü zayıflarken, Delta'nın doğusunda Avaris kentinde yerleşmiş olan Asyalı göçmenler, bölgenin kontrolünü ele geçirdiler ve merkezi yönetimi Teb'e çekilmeye zorladılar. Teb'deki firavun, bağlı olmaya ve haraç ödemeye zorlandı. Antik Mısır dilinde "yabancı krallar" anlamına gelen Hiksoslar, Mısır yönetim modelini benimsediler ve kendilerini firavun olarak gösterdiler. Böylece Mısır kültür unsurları, Hiksoslar'ın Orta Bronz Çağı uygarlığıyla kaynaştı.
Bu gerilemeden sonra Teb kralları kendilerini kuzeyde Hiksoslar'la güneyde Hiksoslar'ın Nübyeli müttefiki olan Kuş Krallığı arasında tuzağa düşmüş durumda buldular. Bu durumu MÖ 1.555 yılından öncesine kadar hemen hemen 100 yıl nispeten sakin bir dönem izledi. Bu tarihte artık Teb askerî gücü, Hiksoslar'a meydan okumaya yeterli gücü toplamıştı. Hemen ardından 30 yıldan fazla sürecek bir çatışma başladı. Firavun Sekenenra Taa ve Kamose sonunda Nübyelileri yenilgiye uğratmayı başardı fakat Hiksoslar'ın Mısır'daki varlığını kalıcı olarak sona erdiren, I. Ahmose'nin birbiri ardına giriştiği başarılı seferler oldu. İzleyen Yeni Krallık'ta ordu, firavunların Yakın Doğu hakimiyetini güven altına alınmasını sağlamak ve Mısır sınırlarını genişletmek istemesiyle merkezi bir önem kazandı.
Yeni Krallık Dönemi (MÖ 1549–1069).
Yeni Krallık Dönemi'nde I. Thutmose ile Mısır'ın dış politikası değişmiş ve Mısır emperyalist bir dış politika izlemiştir. Yeni Krallık'ın firavunları, sınırların güvenliği ve komşularıyla ilişkileri güçlendirme yoluyla görülmemiş bir refah dönemi getirdiler. Fırat Nehri’nin ötesine geçen ilk Mısır Firavunu olan I. Thutmose'nin torunu III. Thutmose zamanında kuzeyde Suriye, güneyde ise Nübye içlerine kadar Mısır hakimiyeti altına alınmıştır. Bu dönem egemenlik politikası kapsamında diğer devletlerle evlilik yoluyla bağlar kurulmuş ve vasal devletler oluşturulmuştur. Sonuçta bu firavunlar, Mısır'ın etkisinin yayıldığı alanda sadakati pekiştirdi ve bronz ve ağaç gibi dışarıdan getirilebilecek malların Mısır'a akışının sürmesini sağladı. Yeni Krallık firavunları, tanrı Amon'u yücelten ve ona tapıncı geliştiren büyük ölçekli inşaat işlerini Karnak merkezli olarak başlattılar. Hem hayali hem gerçek başarılarını yüceltmek için de anıtlar inşa ettiler. Kadın firavun Hatşepsut da taht üzerindeki iddiasını yasallaştırmak için bu tür propagandayı kullandı. Somali-Puntland'a yaptığı bir ticaret seferinin başarılarını, zarif bir anıtsal mezar-tapınak, devasa bir çift dikilitaş ve Karnak'taki bir şapel ile anıtlaştırdı.
Kraliçe Hatşepsut ticari ilişkilere önem vermiş, Punt'a (Somali) gemiler göndererek Ümit Burnu'na ulaşılmasını sağlamıştır. Bu ülkeden Mısırlılar değersiz mallar karşılığında değerli mallar almışlardır. Alınan malların listesi Hatşepsut Tapınak Duvarı'na yazılmıştır. Bu listede fildişi, abanoz, maymun, leopar derileri, köleler gibi maddeler yer alır. Bu başarılarına karşın yeğeni ve aynı zamanda üvey oğlu olan III. Thutmose, kendi hükümdarlığının sonlarına doğru, belki de tahtı gasbetme girişimine misilleme olarak onun mirasını silmeye çalıştı.
MÖ 1.279 civarında tahta çıkan ve Büyük Ramses olarak bilinen II. Ramses, Mısır tarihindeki diğer firavunlardan daha çok tapınak, daha çok yontu ve dikilitaş inşa ettirdi ve daha çok çocuk sahibi oldu. Atılgan bir askeri lider olan II. Ramses, ordusunu Kadeş Savaşı'nda Hititler'in üstüne yürüttü. Kazanan tarafın belli olmadığı savaşın sonunda, tarihin ilk yazılı antlaşması MÖ 1.258 tarihinde akdedildi. Ancak Mısır'ın zenginlikleri, özellikle Antik Libya'lılar ve Deniz kavimleri açısından bölgeyi istila için cazip bir hedef haline getirdi. Başlangıçta Mısır ordusu bu istila girişimlerini püskürtmeyi başardı. Ama sonunda Mısır, Filistin ve Suriye'nin kontrolünü kaybetti. Dış tehdidin etkisi, yolsuzluk, mezar soygunculuğu ve sivil huzursuzluk gibi iç sorunları ağırlaştırıcı yönde oldu. Teb'deki Amon tapınak kompleksindeki yüksek rahipler, çok geniş ölçüde arazi üzerinde güç elde ettiler ve geniş bir servet topladılar. Öyle ki onların gelişen gücü, Üçüncü Ara Dönem boyunca tüm Mısır'a yayıldı.
Deniz Kavimleri ve Mısır.
Mısırlılar Ege Göçleri'yle gelen kavimleri Deniz Kavimleri olarak adlandırmışlardır. MÖ 1.208 yılında Mısır'a saldıran kavimler başarılı olamamışlardır. Mısırlılar bu savaş başarısını unutulmaz kılmak için bu gün adına İsrail Anıt Taşı denilen anıtı dikmişler ve bu anıtın üzerine de egemen oldukları bölge ve halkların adlarını yazmışlardır. İsrail adının ilk kez geçtiği belge bu anıt taşıdır.
Deniz Kavimleri 20. Hanedan (Ramsesler) Dönemi'nin son önemli hükümdarı III. Ramses zamanında farklı yerde ve zamanlarda birçok saldırı düzenlemişler fakat başarısız olmuşlardır.
Üçüncü Ara Dönem (MÖ 1069–653).
Tanis hükümdarı Smendes, XI. Ramses'in MÖ 1.078 tarihinde ölümünün ardından Mısır'ın kuzey kesiminde yönetimi ele geçirdi. Güney ise, Smendes'i sadece ismen tanıyan Teb'deki Amon yüksek rahipleri tarafından kontrol edildi. Bu süre boyunca Delta'nın batısına Libyalılar yerleşiyordu ve Libyalı kabile şefleri özelliklerini artırmaya başlamıştı. MÖ 945'te Sirenayka'dan bir Berberi kabile şefi olan I. Şeşonk, Delta'nın kontrolünü ele geçirdi ve yaklaşık 200 yıl hüküm sürecek olan Libya ya da Bubastit hanedanlığını kurdu. Şeşonk önemli dini konumlara ailesinden bireyleri yerleştirerek güney Mısır'ın kontrolünü de ele geçirdi. Libya hakimiyeti, Delta'dan Leontopolis ve Kuş'ta yerleşik rakip hanedanlıklar yönünden gelişen tehditlerle sarsılmaya başladı. MÖ 727 olaylarında Kuş kralı Piye, kuzeye yönelen akınlarla Teb'in, dolayısıyla sonuçta Delta'nın kontrolünü ele geçirdi.
Mısır'ın geniş kapsamlı ve uzak erimli itibarı ve nüfuzu, büyük ölçüde Üçüncü Ara Dönem'in sonlarına doğru azaldı. Yabancı müttefikleri, Asur İmparatorluğu'nun etki alanına girmiş, iki ülke arasında savaş kaçınılmaz olmuştu. MÖ 671 ile 667 yılları arasında Asur orduları Mısır topraklarına saldırmaya başladılar. Kuş kralları Taharqa ve onun halefi Tantamani'nin hükümdarlıkları, Nübye yöneticilerinin birkaç zaferine karşın Asurlularla sürekli çatışmalarla geçti. Sonuçta Asurlular Kuş hakimiyetini Nübye içlerine doğru geri atarak, Memphis'i istila ettiler ve Teb tapınaklarını yağmaladılar.
Geç Hanedanlık Dönemi (MÖ 672–332).
Kesinleşmiş ve sürekli bir istila planlarının olmaması sonucu Asurlular, Mısır'ın kontrolünü birçok vasala bıraktılar. Bu yöneticiler, Yirmi altıncı Hanedanlık'ın Saite kralları olarak bilinir. Saite kralı ve aynı zamanda Mısır'ın ilk donanmasını Yunan paralı askerlerin de katkısıyla oluşturan I. Psamtik, MÖ 653 yılında Asur hakimiyetine son verdi. Yunan etkisi, büyük ölçüde Delta'da Naukratis'de bir Yunan yerleşimi olarak gerçekleşti. Saite krallarının hüküm sürdüğü yeni başkent Sais, ekonomik ve kültürel yönden kısa fakat canlı bir yeniden dirilişe tanıklık etti fakat MÖ 525'te II. Kambises önderliğindeki güçlü Pers orduları, Mısır'ı ele geçirme girişimlerine başladılar. Sonuçta Pelisyum Muharebesi'nde firavun III. Psamtik'i Pers kuvvetlerine esir düştü. II. Kambises, daha sonra resmi olarak firavun unvanını aldı fakat İran / Huzistan'a dönerek Mısır'ın yönetimini atadığı bir satrap'a bıraktı. MÖ 5. yüzyılda birkaç başarılı ayaklanma yer almıştır fakat Mısır, asla Pers hakimiyetini kırmayı başaramadı.
Perslerin istilası ardından Mısır, Ahameniş İmparatorluğu'nun Kıbrıs ve Fenike ile birlikte altı satraplığına katıldı. Mısır'daki Pers hakimiyetinin bu ilk dönemi aynı zamanda 27. Hanedanlık olarak bilinir. 27. Hanedanlık MÖ 402 yılında sona erdi ve MÖ 380 - 343 tarihleri arasında 30. Hanedanlık, son Mısırlı kraliyet hanedanlığı oldu. Mısır, II. Nektanebo'nun krallığıyla sona erdi. Pers hakimiyetinin kısa bir düzenlemesi bazı kaynaklarda 31. Hanedanlık olarak yer alır. Bu dönem, MÖ 343 - 332 tarihleri arasında yer aldı. Mısır, MÖ 332 yılında Pers yöneticisi Mazaces tarafından savaşmadan Büyük İskender'e teslim edildi.
Ptolemaios Hanedanı.
MÖ 332 tarihinde Büyük İskender Mısır'ı az bir Pers direnmesiyle karşılaşarak istila etti ve Mısırlılar tarafından kurtarıcı olarak karşılandı. Yeni başkent İskenderiye'de Büyük İskender'in yönetimi bıraktığı Ptolemaios Hanedanı tarafından kurulan yeni yönetim, Mısır modeline dayandırıldı. Başkent, Yunan gücünün ve nüfuzunun bir ifadesiydi. Ünlü İskenderiye Kütüphanesi'yle bilimin ve kültürün yeşerdiği bir kent haline geldi. İskenderiye Feneri, kente ulaşan deniz ticaret yolunu aydınlattı. Kentle dış dünya arasında gelişen, papirüs üretimi ve diğer karşılaştırmalı üstünlüğü olan malları konu alan geniş ticari ilişkiler, kente önemli ölçüde gelir sağladı.
Mısır halkının bağlılığını sürdürmek amacıyla Ptolemaios Hanedanı hükümdarları, eski gelenekleri desteklediler ve böylece Yunan kültürü, Mısır kültürünün yerini almadı. Mısır tarzı yeni tapınakların yapımı geleneksel kültürel değerleri destekledi ve yeni hanedanlığın hükümdarlarını halkın gözünde firavunlar kadar saygın duruma getirdi. Mısır ve Yunan tanrıları, örneğin Serapis gibi karma tanrılar olarak birleştirildi (Senkretizm). Yontularda klasik Yunan formu, geleneksel Mısır motiflerini etkiledi. Mısırlıların tepkilerini yumuşatma, soğutma çabalarına karşın Ptolemaios yöneticileri, yerel başkaldırılara, aileler arasındaki sert rekabete ve 4. Ptolemi'nin ölümünden sonra İskenderiye'de ortaya çıkan yoksul kesim arasındaki örgütlenmelere karşı tavır da almıştır. Bu arada Antik Roma'nın tahıl gereksiniminin önemli bir bölümü Mısır'dan karşılanıyordu. Doğal olarak Roma, Mısır'daki siyasi durumla yakından ilgilenmekteydi. Mısırlıların süregelen tepkileri, hırslı yöneticiler, güçlü rakip Suriye, Mısır'ın durumunu istikrarsızlaştırdı. Bu durum Roma'yı, imparatorluğun ister istemez ilgi alanı olan Mısır'daki durumu güven altına almak üzere kuvvet göndermeye yöneltti.
Roma Dönemi.
Ptolemaios Hanedanından Kleopatra ile Marcus Antonius komutasındaki Mısır donanmasının Caesar Divi Filius Augustus komutasındaki Roma donanmasına yenildiği Aktium Savaşı ardından Mısır, MÖ 30 yılında Roma İmparatorluğu'nun bir eyaleti oldu. Roma, Mısır'dan gelen tahıl yüklü gemilere bel bağlamıştır ve İmparator tarafından atanan yüksek rütbeli bir komutanın idaresi altındaki Roma ordusu, bu başkaldırıyı bastırmıştı. Aynı ordu, katı bir biçimde ağır vergileri dayattı ve o dönemde önemli bir sorun haline gelen eşkıya faaliyetlerini önledi. Roma'da Mısır'dan gelen lüks mallara yönelik talebin yükselmesiyle İskenderiye'nin doğu ile ticaret hattındaki önemi giderek arttı.
Bununla birlikte Roma yönetimi, mumyalama ve Mısır'ın geleneksel tanrılarına süregelen tapınma ritüelleri konularında Yunanlara oranla daha düşmanca bir tutum sergiledi. Feyyum mumya portreleri gelişme gösterdi ve bazı Roma imparatorları, Yunan yöneticiler kadar yaygın ve kapsamlı olmasa da kendilerini bir firavun gibi betimlediler. Mısır gelenekleri, Mısır dışında yaşadı. Bölgedeki Roma yönetimi, Roma tarzını aldı ve geleneksel Mısır tarzı sona erdi.
MS 1. yüzyılın ortalarında, kabul edilebilir bir diğer din olarak Hristiyanlık İskenderiye'de kök saldı. Ancak Hristiyanlık, "paganlık"'tan Hristiyanlığa geçişler sağlamak konusunda taviz vermez bir dindi ve bu şekliyle geleneksel yaygın dinsel gelenekleri tehdit ediyordu. Bu durum Hristiyan inançlarını benimseyen kitleler üzerinde baskıya yol açtı. Hristiyanların tasfiyesi yönündeki bu baskılar MS 303 yılında imparator Diocletianus'la doruğa ulaştı fakat Hristiyanlığın yayılması önlenemedi. MS 391 yılında Hristiyanlığı kabul eden Roma İmparatoru I. Theodosius, Hristiyanlığı yasal hale getirdi, pagan tapınç yasaklanarak tapınakları kapatıldı. İskenderiye, gerek genel gerekse kişisel yontuların imha edilmesiyle sonuçlanan geniş çaplı pagan karşıtı ayaklanmalara sahne oldu. Sonuç olarak Mısır'da pagan kültürü sürekli olarak geriledi. Yerli halk kendi dilini konuşmayı sürdürürken Mısır tapınaklarındaki rahip ve rahibeler azaldı ve hiyeroglifi okuyup yazabilme becerisi giderek ortadan kalktı. Mısır tapınakları ise, bazıları kiliseye dönüştürüldü, bazıları ise çölde terk edildi.
Devlet ve ekonomi.
Yönetim ve ticaret.
Firavun, ülkenin mutlak hükümdarıydı ve en azından teoride, tüm kaynakların ve toprakların üzerinde hakim görünüyordu. Kral en yüksek askeri komutandı ve devletin başkanıydı. Belirlediği işlerin yürütülmesi için atanan görevlilerden oluşan bir bürokrasiye dayanmaktaydı. Yönetimin üstlenilmesinde onun hemen altındaki yönetim kademesindeki "Vezir", firavunu temsilen hareket etmekteydi. "Vezir", arazi kullanımını, devlet hazinesini, büyük inşaat projelerini, yasal sistemi ve arşivleri koordine etmekteydi.
Ülke, bölgesel düzeyde Ptolemaios Hanedanı döneminde sayıları 42'ye yaklaşan nom adı verilen yörel yönetim birimine ayrılmıştı. Bu yörel birimler, yetki alanlarında vezire karşı sorumlu olan yarı feodal yönetimlerdi. Antik Mısır'da "nom" olarak adlandırıldılar. Her bir nom, "nomark" adı verilen bir yetkilinin yönetimindeydi.
Tapınaklar ekonominin temel dayanağını oluşturdu. Tapınaklar sadece dini merkezler değildi. Aynı zamanda, bu konulardaki yetkililer tarafından yönetilen kraliyet hazineleri ve tahıl ambarları sistemindeki ulusal servetin toplanmasından, depolanmasından ve yeniden dağıtılmasından da sorumluydular.
Ekonomi büyük ölçüde merkezi olarak düzenlenmişti ve işleyişi sıkı bir biçimde denetlenmekteydi. Antik Mısır'da Son Dönem'e kadar madeni para kullanılmadı. Ancak mal değişimlerinde bir tür takas sistemi kullanirdılar. Takas sisteminde standart hacimde tahıl ve bir "deben" ağırlığında altın ya da gümüşü ortak bir payda oluşturacak şekilde kullandılar. Antik Mısır'da kullanılan bir ağırlık birimi olan "deben" kabaca 91 gr. ağırlıktı. İşçilere tahılla ödeme yapılırdı. Bir ustabaşı ayda 250 kg. tahıl kazanırken sıradan bir işçinin aylık kazancı 200 kg. kadar olurdu. Fiyatlar ülke genelinde narhla sabitlenmişti ve ticareti kolaylaştırmak üzere listeler halinde belirlenmişti. Örneğin bir gömlek beş gümüş deben, bir sığır fiyatı ise 140 debendi. Tahıl diğer mallarla, belirlenmiş olan listelere göre işlem görebilir, değiş tokuş edilebilirdi. Madeni para Mısır'a ilk kez MS 5. yüzyılda dışarıdan getirildi. İlk sikkeler gerçek para yerine standart hale getirilmiş değerli maden parçaları olarak kullanıldı. Daha sonraki yüzyıllarda uluslararası ticaret gerçek sikkelerle geldi.
Sosyal durum.
Mısır toplumu belirgin biçimde tabakalaşmış bir toplumdu ve sosyal statü kesin olarak katıydı. Çiftçiler toplumun ana gövdesini oluştururdu fakat tarımsal üretim, doğrudan doğruya kraliyet, tapınak ya da toprak sahibi soylu aileler tarafından sahiplenilirdi. Çiftçi de bir işgücü vergisine konuydu ve bir angarya sistemi içinde sulama ya da inşaat projelerinde çalışması gerekirdi. Sanatçılar ve esnaf, çiftçilerden daha yüksek bir statüdeydi, ama onlar da hükümdarlığın kontrolü altındaydı, tapınağa bağlı işliklerde çalışır ve doğrudan hükümdarlık hazinesinden ücret alırlardı. Yazıcılar ve kamu görevlileri Antik Mısır'da üst sınıftı. Bulundukları üst sınıfın bir işareti olarak giydikleri beyazlatılmış keten giysilere atfen "beyaz etek sınıfı" olarak bilinirlerdi. Üst sınıf, sosyal statülerini sanat ve edebiyatta açıkça ortaya koyardı. Onların bir alt sınıfı, kendi alanlarında gördükleri eğitimle uzmanlaşmış rahipler, hekimler ve yapı ustalarıydı. Antik Mısır'da kölelik vardı ancak, yaygınlığı ve köle emeğinin kullanım tarzı çok net olarak bilinmemektedir.
Antik Mısırlılar, tüm sınıflardan insanları (kadın ve erkek), esasen hukuk önünde eşit olarak kölelerden ayrı tuttu. Tüm Mısırlıların, hatta en alt tabakadan köylülerin dahi, yapılan bir haksızlığın düzeltilmesi için vezire ve onun mahkemesine dilekçe verme hakkı vardı. Her kadın ve erkeğin kendi mallarını satmaya, mal edinmeye, sözleşme yapmaya, evlenmeye ve boşanmaya, mirasçılığa ve mahkemelerdeki hukuki itilafları takip etmeye hakkı vardı. Evli çiftler, ortaklaşa mal sahibi olabilir ve boşanma durumunda önceden yapılmış olan evlilik sözleşmesiyle haklarını koruyabilirdi. Böylece evliliğin sona ermesi durumunda erkeğin, eşine ve çocuklarına karşı olan mali yükümlülükleri düzenlenebilmekteydi. Antik Yunan, Roma, hatta dünya yüzündeki daha gelişkin uygarlıklarla karşılaştırıldığında Antik Mısır'da kadınlar, daha geniş başarı fırsatlarına ve daha geniş kişisel karar ve tercih alanına sahiptiler. Bir yanda, Hatshepsut ve Kleopatra gibi kadınlar firavun dahi olurken diğer yanda yine bir kadın, Amon kültünün en yüksek mevkiine çıkabilmiştir. Bu özgürlüklere karşın Antik Mısır'da kadınlar yönetimde resmi olarak bir rol oynamadı, tapınaklarda da ikincil düzeydeydiler ve herhangi bir kadının, herhangi bir erkek derecesinde eğitim alması olağan bir durum değildi.
Hukuk sistemi.
Hukuk sisteminin başı resmi olarak firavundu. Firavun, yasama işlemlerinden (yasa çıkarma), adalet dağıtmaktan, hukuku ve düzeni korumaktan sorumluydu. Firavun bir bakıma doğruluk ve adalet tanrıçası Ma'at'ın yeryüzündeki temsiliydi. Antik Mısır'dan elimize ulaşan yasal düzenlemeler yoksa da, mahkeme kayıtları Mısır yasal düzeninin, doğru ve yanlışa ilişkin sağduyuya dayandığını göstermektedir. Bu sağduyu, konuyu karmaşık yasal düzenlemelere uydurmak yerine uzlaşmaya varmaya, anlaşmazlıkları çözmeye yönelmiştir. Yeni Krallık döneminde, Kenbet olarak adlandırılan yerel yaşlılar meclisleri, mahkemelerde ufak çekişmeleri ve küçük davaları çözümlemekle görevliydiler. Daha büyük davalar ise, örneğin cinayet, büyük emlak işlemleriyle ilgili uyuşmazlıklar ve mezar soygunculuğu gibi, Büyük Kenbet olarak adlandırılan, vezir ya da firavunun başkanlık ettiği mahkemede görülürdü. Davalı ve davacı kendilerini savunabilirlerdi ve gerçeği söyleyecekleri üzerine bir dini yemin etmeleri gerekirdi. Bazı davalarda devlet, davacı ve yargıç rollerini birlikte üstlenir ve işkence / dayak ile suçludan bir itiraf ya da suç ortaklarının adının alınması yoluna gidilebilirdi. Dava önemli ya da önemsiz de olsa mahkeme kâtipleri, suçlamaları, tanıklıkları ve mahkeme kararını, gelecekteki davalara dayanak olmak üzere kayda geçirirlerdi.
Küçük suçlara verilen ceza, suçun ağırlığına göre para cezası, dayak, burun ya da kulak vb. kesme ve sürgün olabilirdi. Cinayet ve mezar soygunculuğu gibi ciddi suçlar, başın kesilmesi, suda boğma ya da kazığa oturtma suretiyle idamla cezalandırılırdı. Cezalandırma, suçlunun ailesini de kapsayabilirdi. Hukuk sisteminde, hem sulh hem de ağır ceza davalarında adalet dağıtmada kahinlerin büyük rol oynaması, Yeni Krallık'la başladı. Kahin, tanrıya bir konu hakkında, cevabı "evet" ya da "hayır" olabilecek bir soru sorardı. Yargılama, bir grup rahibin hazır bulunduğu bir oturumda, tanrının birini ya da diğerini seçmesi, ileri ya da geri hareket ettirmesi ya da bir papirus ya da çömlek parçası üzerine yazılmış yanıtlardan birini işaret etmesiyle yapılırdı.
Tarım.
Uygun coğrafi koşulların bir araya gelmesi, Mısır uygarlığının başarısında önemli bir rol oynamıştır. Bu coğrafi koşullar arasında en önemlisi Nil nehriydi. Nil, her yıl yenilenen taşkınlarıyla bölgeye verimli topraklar kazandırıyordu. Bu sayede antik Mısırlılar, bol gıda maddesi üretmeyi başardılar. Böylece toplum, kültürel etkinliklere, teknolojik ve estetik yönelimlere daha geniş zaman ve kaynak ayırabildi. Arazi yönetimi antik Mısır'da önemliydi çünkü vergiler, her kişinin sahip olduğu arazi ölçüsüne göre belirlenirdi.
Mısır'da tarım, Nil'in döngüsüne bağımlıydı. Bunun doğal sonucu olarak da Mısırlılarının üç iklimi vardı, Akhet (taşkın), Peret (ekim) ve Shemu (hasat) Taşkın mevsimi Haziran'dan Eylül'e kadar sürerdi ve Nil nehri kıyılarında mineralce zengin bir alüvyon tabakası yığılırdı. Bu alüvyon, bitki yetiştirmek için son derece uygun bir toprak oluşturmaktadır. Taşkın suların gerilemesinden sonra ürünlerin gelişme mevsimi Ekim'den Şubat'a kadarki dönemdi. Bu dönemin hemen başında çiftçiler tarlaları sürer ve tohum ekerdi. Devamında, ark ve kanallar yardımıyla tarlalar sulanırdı. Mısır, o zaman için de kurak bir iklime sahipti ve çiftçiler bu yüzden tarlaların sulanmasında Nil'e bel bağlamak zorundaydılar. Mart - Mayıs aylarında çiftçiler orak kullanarak hasat yaparlardı. Daha sonra samanla tohumu ayırmak için bir döven kullanarak harman dövülürdü. Daha sonra kepek ve tahıl ayrılır, un ve bira üretmek ya da daha sonra kullanmak üzere depolanırdı.
Eski Mısırlılar, verimi düşük bir tahıl olan emmer, arpa ve bazı diğer tahılları yetiştirirlerdi. Bu tahıllar, iki temel gıda maddesi olan ekmek ve bira yapımında kullanılırdı. Yetiştirilmeye başlanılmadan önce açık araziden köklenen keten, elyaf olarak kullanıldı. Bu lifler iplik olarak bükülür, giysi ya da diğer kullanımlar için dokunurdu. Nil kıyılarında yetişen Papirus ise bir tür kâğıt yapımında kullanılırdı. Sebze ve meyve, hazırlanan bahçelerde, civar yerleşimlerde, kısmen yüksek arazide yetiştirildi ve insan gücüyle sulandı. Eski Mısır'da yetiştirilen sebzeler pırasa, sarımsak, kavun, karpuz, bakliyat, marul, kabak ve bunların yanı sıra şarap yapımında kullanılan üzümdü.
Hayvan yetiştiriciliği.
Eski Mısırlılar, insanlarla hayvanlar arasındaki ilişkilerdeki dengenin, evrensel düzenin ana unsurlarından biri olduğuna inanıyorlardı. Diğer deyişle, insanların, hayvanların ve bitkilerin, tek bir var oluşun unsurları olduğu kabul ediliyordu. Bu nedenle, evcil ya da vahşi tüm hayvanlar, tinsel yaşamın önemli bir hareket noktasıydı. Büyükbaş hayvanlar en önemli çiftlik hayvanıydı. Yönetim, düzenli nüfus sayımlarında çiftlik hayvanlarından vergi topladı. Arazinin ve tapınağın önemi ve sahip olunan sürülerin büyüklüğü, saygınlığın ölçüsü sayılıyordu. Eski Mısır'da büyükbaş hayvanlarını yanı sıra koyun, keçi ve domuz da beslenmiştir. Ördek, kaz ve güvercin gibi kümes hayvanları ağlarla yakalandı ve çiftliklerde yetiştirildi. Bu tür hayvanlar, hamur yutmaya zorlanarak iyice semirtilirdi. Ayrıca Nil, balık yönünden zengin bir kaynak sayılırdı. Arılar da, balmumu ve bal elde etmek için en azından Eski Krallık'tan itibaren yetiştiriliyordu.
Eski Mısır'da yük hayvanı olarak eşekler ve öküz kullanıldı. Bu hayvanlar aynı zamanda toprağın sürülmesi ve ekim işlerinde de kullanılıyordu. Ayrıca, besili bir öküzün kesilmesi, kurban törenlerinin ana temasını oluşturuyordu. At, İkinci Ara Dönem'de Hiksos'lar tarafından Mısır'a getirildi. Deve de Yeni Krallık'tan itibaren biliniyor olduğu halde, bir yük hayvanı olarak deveden yararlanılması Geç Dönem'e kadar yaygınlaşmadı. Fillerin de Geç Dönem'de kısa bir dönem kullanıldığını gösteren bulgular vardır fakat otlaklarını filler için yetersiz olması nedeniyle bu hayvanın yetiştirilmesinden vazgeçildi. Köpek, kedi ve maymun gibi ev hayvanları sıradan evlerde beslenirken, Afrika'nın içlerinden getirilen yabancı ırk köpekler ve aslan, kraliyet ailesine ayrılırdı. Heradot Mısırlıların, hayvanlarını kendi evlerinde tutan biricik toplum olduğunu gözlemlemiştir. Hanedanlık öncesi ve Geç Dönemler boyunca hayvan şekilli tanrılara inanç, oldukça yaygındı. Örneğin kedi tanrıça Basted ve ibis tanrı Thoth. Bu hayvanlar, çiftliklerde kurban törenleri için çok sayıda yetiştirilirdi.
Doğal kaynaklar.
Bölge, yapı ya da dekoratif amaçla kullanılabilecek taşın yanı sıra bakır ve kurşun cevheri, altın ve yarı değerli taşlar yönünden zengindi. Bu doğal kaynaklar eski Mısırlılara anıtlar inşa etme, heykeltıraşlık, araçlar yapma ve mücevhercilik konularında çalışma olanağı sağladı. Mumyacılar Natron Vadisi'nden gelen natron tuzunu kullanırlardı. Aynı yerden sıva yapmakta kullanılan alçı da gelmekteydi. Maden cevheri içeren kaya oluşumları uzakta bulunmakta idi. Bu tür bölgeler daha çok doğu çölü ve Sina'daki aşırı kurak vadilerdi ve bulundukları yerden çıkarılıp getirilmeleri, devletin yönetebileceği büyük çaplı düzenlemeleri gerektiriyordu. Nubya'da zengin altın madenleri vardı ve bilinen ilk harita, bu altın madenlerinden birinin haritasıdır. Hammamat Vadisi'nde dikkate değer granit, sert bir tür kumtaşı ve altın kaynakları vardı. Çakmaktaşı, Nil vadisinde ilk çıkarılan ve alet yapımında ilk kullanılan malzemeydi. Nil vadisinde yerleşimler olduğunun ilk delilleri, çakmak taşından yapılma el baltalarıdır. Çakmaktaşı parçaları dikkatlice inceltildi ve orta sertlikte ok başları, kesici yüzeyler elde edildi. Daha sonraları bu aletlerin yapımında bakır kullanıldı.
Mısırlılar, Gebel Rosas'taki kurşun cevherinden elde ettikleri kurşunla şakül, olta kurşunu ve küçük heykelcikler yaptılar. Bakır, eski Mısır'da alet yapımında kullanılan en önemli madendi. Sina'daki maden ocaklarında malahitin fırınlarda ergitilmesiyle elde ediliyordu. İşçiler, alüvyon birikintilerdeki çökeltilerde külçe altın topladılar ya da daha faza işgücü kullanılarak altın içeren parçalar öğütüldü, yıkandı ve altın elde edildi. Geç Dönem'de yukarı Mısır'da demir yatakları bulundu ve işletildi. Yüksek kalitede yapı taşları Mısır'da bolca vardı. Mısırlılar, Nil vadisi boyunca kireçtaşı ocakları işlettiler, graniti Aswan'dan, bazaltı ve kumtaşını doğu çölü vadilerinden getirdiler. Dekoratif amaçlı kullanılacak taşlardan porphyry, alabaster ve benekli carnelian yatakları doğu çölünde bulunuyordu ve 1. Hanedanlık Dönemi'nden beri getiriliyordu. Yunan ve Roma Dönemi boyunca Mısırlı madenciler, Sikait Vadisi'ndeki zümrüt ve el Hudi Vadisi'ndeki ametist yataklarında çalıştılar.
Ticaret.
Eski Mısırlılar ender olarak komşularıyla ticari ilişkilere girdiler, yabancı mallar Mısır'da pek bulunmazdı. Hanedanlık Öncesi Dönem'de Nubya ile, altın ve tütsü sağlamak için ticari ilişkiler geliştirmişlerdi. Ayrıca Filistin'le de ticaret yapıldığı, 1. Hanedanlık Dönemi firavunlarının mezarlarında bulunan Filistin tarzı yağ testilerinden anlaşılmaktadır. 1. Hanedanlık Dönemi'nden kısa süre önce güney Kenan (bölge)'da bir Mısır kolonisi kurulmuştu. Narmer, Kenan'da Mısır çömlekleri ürettirerek Mısır'a getirtti. 2. Hanedanlık Dönemi sonlarında, Mısır'da bulunmayan kaliteli kerestenin önemli bir kaynağı olan Biblos'la ticari ilişki kurdu. Dördüncü Hanedanlık döneminde altın, kokulu reçine, abanoz, fildişi ve vahşi hayvan (maymun ve babun gibi) sağlamak için de Punt'la ticaret kuruldu. Mısır Anadolu ile ticarete önem vermişti. Anadolu, önemli miktarda kalayın yanı sıra bakır da sağlıyordu. Her iki metal, bronz üretimi için gerekliydi. Afganistan'ın uzak kesimleriyle de mavi taş lapis lazuli için ticaret yapmaktaydı. Ayrıca Akdeniz ticaretine de katıldılar. Özellikle Antik Yunanistan ve Girit Uygarlığı ile diğer malların yanı sıra zeytinyağı sağlamak için ticaret yapıldı. Bu hammaddeler ve lüks mallar karşılığında Mısır esas olarak tahıl, altın, keten, papirüs ve mamul ürünlerden cam ve taş eşyalar ihraç etmiştir.
Dil.
Tarihi gelişim.
Mısır dili, Afro-Asya dilleri içinde yer alan berberi diller ile Sami dil ailesine dahil bir dildir. MÖ 3.200'lü yıllardan Orta Çağ'a kadar yazıyı kullanan Mısır dili, yazıyı en uzun süre kullanan ikinci dildir (Sümerce'den sonra). Ayrıca çok daha uzun bir süre konuşma dili olarak kullanılmıştır. Antik Mısır dilinin çağları, Arkaik Mısır dili, Eski Mısır dili, Klasik Mısır dili, Geç Mısır dili, halk dili ve Kıpti dilidir. Mısır yazısı, Koptik öncesinde lehçe farklılığı göstermez fakat muhtemelen Memphis ve daha sonra da Teb çevresinde konuşulan lehçelerdir.
Yazı.
Mısırlılara ait ilk yazı örneklerine MÖ 3.200 dolaylarından başlayarak Hanedan Öncesi Dönemi mezarlıklarının üzerinde rastlanır. Bu durum bize yazının Mısır'da ölü kültüyle ilişkili olarak geliştiğini gösterir. Mısır yazısı sembollerden oluşuyordu. Bu semboller bazen bir heceyi, bir kelimeyi hatta bir cümleyi bile ifade edebiliyordu. Bu nedenle Mısır yazısında sembollerin sayısı 700 civarındadır. Şiir ve düz yazı halinde din, hukuk, hikâye, efsane gibi pek çok edebi eser yazılmıştır. Yazının günlük kullanımlarında, hieratik denilen daha hızlı ve daha kolay yazmayı sağlayan bir alfabe kullanıldı. Hiyeroglif normal olarak sağdan sola yazılmakla birlikte sütunlar ya da satırlar halinde yazılabilirken hieratik, daima sağdan sola, genellikle de yatay olarak yazıldı. Yazı malzemesi olarak taş, tahta, deri ve papirüs kullanılmıştır. Papirüs bitkisi, Nil kıyısındaki bataklıklarda çokça yetişen bir bitkiydi.
MS 1. yüzyıldan itibaren Koptik alfabeyle Demotik yazı da kullanılmaya başlandı. Koptik alfabe, Mısır'da Hristiyanlığın yayılması sırasında, altı demotik simgenin eklenmesiyle değiştirilmiş olan Grek alfabesidir. Her ne kadar resmi hiyeroglif, MS 4. yüzyıla kadar törensel olarak kullanıldıysa da az sayıda rahibin okuyabildiği bir yazıydı. Geleneksel dini kurumlar dağıtılınca hiyeroglif yazı bilgisi, büyük ölçüde kayboldu. Gerek Bizans'ta, Eski Mısır yazınından bazı iyi bilinen parçaları hiyeroglifleri çözme girişimleri olmuştu fakat ancak 1822 yılında Rosetta Taşı'nın bulunuşu ardından, Thomas Young ile Jean-François Champollion tarafından çözülmüştür.
Edebiyat.
"Ayrıca bakınız Eski Mısır edebiyatı"
Yazı, başlarda kraliyet mezarlarında, elipstik bir etiket içine alınan kral adlarında görüldü. Daha sonra devlet kurumları, kütüphaneler (Kitap Evi denirdi) ve gözlemevleri oluştu. Eski Mısır yazınından bazı iyi bilinen parçalar, Piramit metinleri ve Koffin yazıtı, klasik Mısır dilinde yazıldı ve MÖ 1.300 dolaylarına kadar bir yazı dili olmaya devam etti. Geç Mısır dili Yeni Krallık'tan itibaren konuşuldu ve Demotik ve Kıptice metinler olarak Ramses Dönemi (19. ve 20. hanedanlık) belgelerinde, aşk şiirlerinde, öykülerde kullanıldı. Bu dönem boyunca yazı geleneği, anıt mezarlardaki özgeçmişlerde gelişme gösterdi. Sebayt olarak bilinen tarz, ünlü soyluların ders ve öğütlerini iletmek için geliştirildi. Ipuwer papirüsü olarak bilinen, doğal felaketleri ve sosyal çalkantıları anlatan ağıt, Mısır yazını konusunda en ünlü örnektir.
Orta Mısır dilinde yazılan Sinuhe'nin hikâyesi, Mısır yazınının en klasik yapıtı sayılır. Aynı dönemde yazılan Westcar Papirüsü de, rahipler tarafından gerçekleştirilen bir dizi mucizenin öyküsünü, oğullarının ağzından Khufu'ya anlatır. Amenemope Yönergesi, Yakın Doğu edebiyatının başyapıtı sayılır. Yeni Krallık'ın sonuna doğru, argo dil daha sık olarak, Wenamun'un Öyküsü gibi popüler parçaları eski hikâyelerde, Lübnan'dan sedir ağacı almak için yolculuk ederken soyulan ve Mısır'a dönmek için uğraşan bir soylunun başından geçenleri anlatır. MÖ 700'lerden itibaren öykülerin, yönergelerin yanı sıra kişisel ve iş yaşamıyla ilgili belgeler, demotik alfabeyle yazıldı. Yunan ve Roma etkilerinin sürdüğü dönemlerde yazılan birçok öykü, ülkenin II. Ramses gibi büyük bir firavun tarafından yönetildiği bağımsız Mısır'ın günlerinden kalmadır.
Sanat.
Mısır Uygarlığı'ndaki heykeltıraşların ve ressamların birçok eseri günümüze kadar ulaşmıştır. Ancak sanatçıların adları bilinmemektedir. Bu eserler daha çok Orta ve Yeni Krallık Dönemi'nden kalmadır. Maden, taş, tahta, fildişi gibi malzemeleri kullanmışlardır. Heykeltıraşlık alanında firavun büstleri özellikle ilgi çekicidir. Heykeltıraşlar ve ressamlar devletin desteğini almışlardır.
Eski Mısırlılar işlevsel amaçlara hizmet eden bir sanat ürettiler. Sanatçılar 3.500 yıldan fazla, Eski Krallık dönemi içinde geliştirilen sanatsal formlara ve ikonografiye bağlı kaldılar. Öte yandan, dikkatlice ve katı bir tarzda belirlenmiş ilkeler, dış etkilere ve iç değişimlere direnç gösterdi. Bu sanatsal standartlar - basit çizgiler, biçimler bileşik renkli düz alanlar, şekillerin keskin izdüşümü ile mekansal derinliğin olmaması- düzenleme içinde bir denge ve düzen duygusu yarattı. Şekiller ve metinler, mezarlarda ve tapınak duvarlarında, tabut, dikilitaş ve hatta heykellerde yan yana birlikte örüldü. Örneğin Narmer Paleti'nde, aynı zamanda hiyeroglif olarak da okunabilecek şekiller yer almaktadır. Katı kurallar nedeniyle son derece stilize ve sembolik anlatımı seçen antik Mısır sanatı, kesin ve açık olarak politik ve dinsel amaçlara hizmet etti.
Mısırlı sanatçılar, heykeller ve zarif kabartmalar oymakta taş kullandılar fakat ucuz ve işlenmesi kolay bir alternatif malzeme olarak tahtayı da kullandılar. Boyalar, demir cevheri (kırmızı ve sarı aşı boyası), bakır cevheri (mavi ve yeşil), is ya da mangal kömürü (siyah) ve kireçtaşı (beyaz) gibi minerallerden elde edildi. Boyalar, bağlayıcı madde olarak arap reçinesi ile karıştırılabiliyor ve kalıplarda presleniyordu. Daha sonra, kullanıldığında suyla nemlendiriliyordu. Firavunlar, savaşlardaki zaferleri, kraliyet kararnamelerini ve dini sahneleri ölümsüzleştirmek için kabartmalar yaptırdılar. Sıradan yurttaşların kendi cenaze törenleri için, uşabti adı verilen küçük heykelcikler ve Mısır ölüler kitabı gibi eşyalar edinme olanakları vardı. Bu tür parçaların öbür dünyada onları koruyacağına inanılıyordu. Orta Krallık dönemi boyunca tahta ya da kilden yapılan ve günlük yaşamı sergileyen modellerin mezarlara konulması adet olageldi. İnsanlar öbür dünyada sahip olmayı hayal ettikleri şeylere ilişkin bu tür imgelerin mezarlarına konulmasını istiyorlardı. Örneğin işçiler, evler, tekneler ve hatta askerî birlikler gibi. Tüm bunlar, antik Mısırlının öteki dünya yaşamına ilişkin ideal saydığı bir "yaşam"ı temsil ediyordu.
Eski Mısır sanatının homojen yapısına karşın, belirli zaman ve yörelere ilişkin tarzlar, değişik kültürel ya da siyasi tutumları da yansıtıyordu. Örneğin Hiksos işgalinin ardından gelen İkinci Ara Dönem'e ilişkin, Girit Uygarlığı tarzı freskler Avaris'te bulunmuştur. Siyasal odaklı değişimlerin en çarpıcı örneği, Amarna dönemine tarihlenen sanatsal biçimlerde görülmektedir. Bu dönemin sanatında biçimler ve tarzlar, Akhenaton'un devrimci dinsel görüşlerine uydurularak temelden değiştirilmişti. Amarna sanatı olarak bilinen bu sanatsal tarz, Akhenaton'un ölümünden hemen sonra hızla silindi ve yerini geleneksel sanat tarzı aldı.
Bilim.
Mısır Uygarlığı'nın sahip olduğu pek çok güzellik bilimle şekillenmiştir. Gökyüzünü izlemişler ve böylece yön tayini, mevsim bilgileri, zaman geçişini hesaplama gibi konularda bilgi sahibi olmuşlardır. Bugün kullandığımız Güneş'e dayalı takvimi yapmışlardır. 365 günün 12 aya bölünmesiyle oluşan 5 günlük farkı da bayram günleri olarak kutlamışlardır.
Sel sularını kontrol etme ve sulama sistemleri oluşturarak matematik ve geometri bilgilerini ilerletmişler ve piramitlerin inşası neticesiyle ilk defa Pi sayısının tam değerini bilen bir formül bulmuşlardır.
Mumyalama tekniği sayesinde Mısırlılarda tıp bilimi çok gelişmişti. Ayrıca piramitlerin inşası sırasında yaşanan kazalar da bu bilimin gelişimine katkı sağlamıştır.
Mısırlılar müzik bilgisine de sahiptiler. Yedi sesli notayı icat etmeseler de onu kullanmasını biliyorlardı. Bunu bize kadar ulaşan kabartma resimlerde görüyoruz.
Teknolojide, tıpta ve matematikte antik Mısır, üretkenlik ve çok yönlülük açısından görece yüksek bir standart sağlamıştı. Mısırlılar, kendi alfabelerini ve ondalık sistemlerini oluşturdular.
Fayans ve cam.
Eski Krallık'tan bile önce eski Mısırlılar fayans olarak bilinen bir cam malzeme geliştirmişlerdi. Fayansı, yarı değerli bir taş olarak kabul ediyorlardı. Kil olmayan seramik olarak fayans, silisyum dioksit, az miktarda kalsiyum oksit ve sodadan (sodyum oksit) yapılır ve renklendirici olarak bakır kullanılır. Bu malzeme tespih tanesi, çini, heykelcikler ve diğer küçük eşyaların yapımında kullanıldı. Bu malzeme tespih tanesi, çini, heykelcikler ve diğer küçük eşyaların yapımında kullanıldı. Fayans üretmek için çeşitli yöntemler kullanılabilir fakat tipik üretim tekniği, kilden bir kalıp üzerine sıvanan toz malzeme daha sonra fırınlanmasıdır. Mısırlılar, bu tür işlerde kullandıkları "Mısır mavisi" olarak bilinen bir boya maddesi ürettiler. Eski Mısırlılar büyük bir beceriyle camdan çok çeşitli eşyalar üretebildiler fakat işlemin tüm üretim süresi boyunca bağımsız olarak yürütülüp yürütülmediği çok net değildir. Ham camı kendilerinin üretip üretmediği de bilinmiyor. Külçe halinde dışarıdan getirmiş, işlemiş de olabilecekleri düşünülüyor. Oysa cam eşyalar yapma konusunda teknik ustalıkları olduğu gibi, tamamlanmış camın rengini belirlemek için eklenecek mineraller konusuna da yabancı değillerdi. Sarı, kırmızı, yeşil, mavi, pembe ve beyaz renkleri elde edebiliyorlardı ve camı, şeffaf ya da opak (buzlu cam) olarak yapabiliyorlardı.
Tıp.
Antik Mısırlıların üzerinde çalıştıkları tıbbi sorunlar, doğrudan doğruya çevreden kaynaklanan tıbbi sorunlardı. Nüfusun büyük kısmının Nil'e yakın yaşıyor olması, karaciğer ve bağırsak yıkımına yol açan sıtma ve Şistozomiyaz gibi riskler getirmişti. Timsah ve hipopotam gibi saldırgan olabilen yaban hayvanlarının varlığı da genel bir tehdit oluşturuyordu. İnsanların yaşam boyu ağır işlerde çalışması eklem ve omurga üzerinde ağır baskı ve sonuçta travmatik yaralanmalar yaratmaktaydı. Ayrıca savaşlar da nüfus üzerinde önemli bir baskı yarattı. Kullanılan undaki kum ve taş gibi küçük fakat sert parçacıklar dişleri aşındırdı ve apselere karşı savunmasız kıldı. Bununla birlikte çürük, ender görülmektedir.
Varlıklı kesim, şeker yönünden zengin besinler tüketmekteydi ve bu durum dişeti hastalıklarına neden oluyordu. Mezar duvarlarındaki resimlerde vücut yapılarının düzgün gösterilmesine karşın, varlık sınıfların mezarlarında kilolu çocuk mumyalarının fazlalığı, aşırı beslenmenin yaygın olduğunu göstermektedir. Yetişkin yaşam beklentisi erkekler için 35, kadınlar için 30'du. Ancak yetişkinliğe ulaşmak güçtü, nüfusun üçte biri çocuk yaşlarda ölüyordu.
Antik Mısır hekimleri iyileştirme becerileriyle antik Yakın Doğu'da ünlendiler. Bu hekimler içinde en ünlüsü İmhotep'tir. Herodot, Mısır tıbbının önemli ölçüde uzmanlaşmış olduğunu belirtmektedir. Bazı hekimler sadece baş ya da mide üzerinde çalışırken, göz doktorları ve dişçiler vardı. Tıp eğitimi veren kurumlar da oluşturulmuştu. Örneğin "Per Ankh" ya da "Yaşam Evi" bunlara örnektir. Özellikle Per-Bast ya da Bubastis olarak bilinen yerleşimde Yeni Krallık döneminde, Abidos ve Sais'te Geç Dönemde bu tür kurumlar oluşturulmuştu. Kazılarda bulunan tıbbi bir belge, Mısırlı hekimlerin geliştirdikleri anatomi, hastalıklar ve pratik tedavi hakkındaki deneysel bilgileri göstermektedir.
Yaralar, enfeksiyonu önlemek için bal emdirilmiş bezle, çiğ etle, keten sargı bezleri, ağlar, petlerle sarıldı ve tedavi edildi. Ağrıları gidermek için afyon ve güzelavrat otu kullanıldı. Yanık tedavisiyle ilgili bulunan en eski kayıtlarda, yanık bölgeye erkek bebek sahibi annelerden alınan anne sütü uygulandığı yer almaktadır. Tanrıça İsis için dua edilir ve küflü ekmek, bal ve göztaşı yanıklarda meydana gelecek enfeksiyonlardan korunmak için kullanılırdı. Sarımsak ve soğan, sağlık için kullanıldı ve astımlı hastaları rahatlatacağı kabul edildi. Mısırlı cerrahlar yaraları diktiler, kırık kemik uçlarını hizaladılar ve hastalıklı kol ve bacakları kestiler fakat bazı hastalıklar onlar için de fazlasıyla ciddi idi. Yapabilecekleri tek şeyin, hastayı ölene kadar rahat ettirmek olduğunu kabul ettiler.
Gemi yapımı.
Eski Mısırlılar, MÖ 3.000 yıllarından itibaren bir gemi gövdesinin içine kalasların nasıl yerleştirileceğini biliyorlardı. Amerikan Arkeoloji Enstitüsü raporunda, Abidos'ta yapılan kazılarda en eskilerinin henüz kazılıp çıkarılmadığı 14 gemi kalıntısının bulunduğunu, çıkarılan geminin tahta plakaların bir araya getirilerek adeta "dikilmesi" suretiyle inşa edilmiş olduğu bildirilmektedir. Kalasları birbirine bağlamak için örülmüş kayışlar, bağlantı yerlerini yalıtmak için kamış ya da kuru otlar kullanıldığı, New York Üniversite'nden Mısır bilimci David O'connor tarafından bulundu. Gemi, firavun Khasekhmwy'nin kişisel mezarı yakınlarında, bir bütün halinde gömülü bulunduğu için tümünün O'na ait olduğu düşünüldü fakat bu gemilerden biri, MÖ 3.000'li yıllara tarihlenmektedir ve gemilerle ilişkili çanak çömlekler daha eski tarihleri göstermektedir. MÖ 3.000'li yıllarda yapılmış olduğu düşünülen tekne, yaklaşık 23 metre uzunluğundadır ve artık daha eski bir firavuna ait olduğu düşünülmektedir. Profesör O'Connor'a göre, 5 bin yıllık olan bu teknenin, firavun Hor-Aha'ya ait olması bile mümkündür.
Ayrıca eski Mısırlılar ahşap çivilerle kalasları birbirine nasıl tutturacaklarını biliyorlardı. Bağlantı yerlerini kalafatlamak için de reçine kullandılar. Keops gemisi, 43,6 metre uzunluğunda bir gemiydi. MÖ 2.500 dolaylarında Dördüncü Hanedanlık döneminin Keops Piramidi'nin altında bulundu. Tüm parçalarıyla sağlam kalan bir örnektir ve muhtemelen güneş tanrısı sembolünü ifade etmektedir. Eski Mısırlılar ayrıca parçaları, geçme parçalar halinde yapmayı da biliyorlardı. Eski Mısırlıların gemi inşası konusundaki bu teknik gelişmişlik düzeyleri, yine de çok büyük tekneler yapmak için yeterli değildi. Yaptıkları tekneler, Nil'de kolayca seyir yapabiliyordu fakat hem iyi denizci olarak biliniyor değillerdi hem de, Akdeniz ve Kızıl Deniz'de denizcilik faaliyetlerinde bulunmuyorlardı.
Matematik.
Matematik hesaplamalarla ilgili bulunmuş en eski kanıtlar, Hanedanlık Öncesi dönemin Naqada evresine aittir ve tam olarak gelişmiş bir sayı sistemini göstermektedir. Eğitimli bir Mısırlı için matematiğin önemini, Eski Krallık döneminden bir roman-mektup açıkça göstermektedir. Bu belgede, yazar muhatabına bir bilgi yarışmasında kendisiyle yarışması öneriliyor. Yarışmanın konusu, toprak, işgücü ve tahıl konularındaki günlük hesaplamalardır. Rhind Matematik Papirüsü ve Moskova Matematik Papirüsü; Antik Mısırlıların dört işlemi -toplama, çıkarma, çarpma ve bölme- ve kesirleri kullandığını, dikdörtgen, üçgen ve dairenin alanını, kutuların, sütunların ve piramitlerin ise hacimlerini hesaplayabildiklerini gösteriyor. Cebir ve geometrinin temel kavramlarını anlamışlardı ve basit eşzamanlı denklemleri çözebiliyorlardı.
Matematiksel gösterim ondalıktı ve hiyerogliflere dayanıyordu. Bir milyona kadar 10'un her kuvveti için bir hiyeroglif sembolü kullanılmıştır. Bunların her biri, yazılmak istenen sayının gerektirdiği kadar kez yazılmış olabilir. Böylelikle 80 ya da 800 rakamını yazmak için on ya da yüz sembolü sekiz kez yazılırdı. Çünkü hesaplama yöntemleri, birden büyük paylı fazla sayıda kesirlerin üstesinden gelemiyordu. Eski Mısırlılar kesirleri, birkaç kesirin toplamı olarak yazmak zorundaydı. Örneğin "iki bölü üç" kesri, "bir bölü beş" ve "bir bölü on beş" kesirlerinin toplamı olarak ele alıyorlardı. Bu işlem, standart değer tablosu yardımıyla kolaylaştırıldı. Ancak bazı basit kesirler hiyeroglifle yazılırdı. İki bölü üç kesrinin hiyeroglifle yazılışı yanda gösterilmiştir.
Eski Mısır matematikçileri, Pisagor teoremi'nin altında yatan ilkelere ilişkin bir kavrayışa sahiptiler. Örneğin dik açılı bir üçgende kenarlar arasında 3-4-5 oranının geçerli olduğunu biliyorlardı. Dairenin alanını, dairenin çapının dokuzda bir eksiğini alarak ve kareden hareketle hesaplayabildiler:Alan ≈ [(8⁄9)"D"]2 = (256⁄81)"r"2 ≈ 3,16"r"2,Sonuç, bilinen dairenin alan formülüne (π"r"2) çok yakın bir değerdi.
Altın oran, piramitlerde de olduğu gibi birçok Mısır mimari eserinde görünmektedir. Ancak bu durum, ahenk ve uyumun sezgisel bir kavranışı ile düğümlü ipler kullanılarak yürütülen eski Mısır uygulamalarının birlikte ortaya çıkardığı fakat hesaplanmamış, öngörülmemiş bir sonuç da olabilir.
Papirüs.
Papirüs, Mısır'da Nil Deltası’nda yetişen Cyperus papyrus adlı su bitkisinin gövdesinden yapılan bir tür kağıttır. Bilinen en eski yazı papirüsü M.Ö.2900 Yılından kalmadır, Üst düzey bir memur olan Hemeka'nın mezarından çıktı. Ayrıca papirüs, Antik Mısır'da bilimin gelişimine katkı sağladı ve tıbbi papirüslerin yazımı ile günümüz modern tıbbına katkıları oldu.
Din.
Tanrısal ve ahirete ilişkin inançlar, başlangıcından beri antik Mısır Uygarlığı'nda desteklendi. Bu inançlar, firavunların otoritesinin tanrısal olduğunu, tanrısal düzene dayandığını anlatmaktaydı.
Mısırlılar çok tanrılı bir dine sahiptiler. Mısır panteonu, doğaüstü güçleri olan ve yardım ya da koruma için yakarılan tanrılardan oluşturuluyordu. Ancak tanrılar her zaman yardımsever olarak görülüyor değildi. Mısırlılar, tanrıların doyurulması için onlara bir şeyler sunmak ve dua etmek gerektiğine inanıyorlardı. Bu panteonun yapısı, hiyerarşiye yeni tanrıların eklenmesiyle sürekli olarak değişti fakat rahipler, gerçekleşen değişmeleri ve zaman zaman ortaya çıkan tutarlı bir sistemle uyuşmayan mitler ve öyküleri düzenlemek için hiç çaba harcamadılar. Dinsel alandaki bu çeşitli kavram ve anlayışlar bir tutarsızlık olarak görülmedi, daha çok, gerçeğin çeşitli yüzeylerindeki kesitler olarak kabul edildi.
Tanrılara, firavunların lehine hareket eden din adamlarının yönetiminde ibadet edildi, tapınıldı. Tapınakların merkezinde, bir ayrı bölümde, o tapınca ait bir yontu vardı. Tapınaklar, bir topluluğun ya da genel olarak toplumun ibadet yerleri değildi. Tapınaklarda ibadet edilmez, sadece belirli bayram ve kutlama günlerinde tanrının yontusu genel ibadet için dışarı taşınırdı. Normalde, tanrıyla iletişim alanı dış dünyaya kapatıldı ve sadece tapınak yetkililerince ulaşılabilir durumda tutuldu. Sıradan yurttaşlar evlerindeki kendilerine ait tanrı yontularına ibadet edebiliyorlardı ve bir diğer ibadet nesnesi olarak muskaların, kaosun güçlerine karşı koruma sağladığına inanılıyordu. Yeni Krallık'tan sonra firavunun manevi bir aracı olarak rolü zayıfladı ve dini gelenekler, doğrudan tanrılara ibadet yönüne kaydı. Sonuçta rahipler, insanlara doğrudan doğruya tanrıların iradesini bildirecek kahinler sistemini geliştirdiler.
Eski Mısırlılar, her insanın ruhsal ve fiziksel parçalar ya da boyutlardan oluştuğuna inanıyorlardı. Bedenine ek olarak her kişinin, gölgesi (ya da hayaleti), bir kişiliği ya da ruhu, bir yaşam gücü ve bir adı vardı. Düşünce ve duyguların merkezi, beyin değil, kalp olarak görüldü. Ölümden sonra manevi yönler bedenden serbest kalır ve bir iradeye sahip olabilirdi fakat bu manevi yönler, fiziksel dayanağa, kalıntıya (deyim yerindeyse bir pozisyona), sürekli bir barınak olarak gerek duyardı. Ölünün nihai yönelimi, kişilik ya da ruhun yaşam gücüyle yeniden birleşmesi ve kişinin bir "mübarek bir ölü" olmasıdır. Bunun olması için ölünün, bir mahkemede, "gerçeğin tüyü" kadar hafif bir kalbi olduğunu kanıtlamalıdır. Eğer layık görülürse, ölü yeryüzünde ruhsal düzeyde varlolmaya devam edebilir.
Firavunları için Osiris ayinleri yaparlardı. Osiris, Doğa Tanrıçası İsis'in kocasıydı. Onlar, doğanın doğumunu ve ölümünü temsil ediyorlardı. Tapınağı Abidos'ta bulunan Osiris firavunla özdeştirilmişti. Piramitlerin iç duvarlarındaki resimlerde de firavuna Osiris denilmiştir. Mısır'ın tanrı ve tanrıçalarının her biri bir hayvanın adını taşıyor ve adlarını taşıdıkları hayvan biçiminde gösteriliyordu.
Firavun Akhenaton'un Mısır'da tek tanrılı din kurma çabası.
MÖ 1.350 civarında 4. Amenofis tahta çıktığı ve bir dizi radikal fakat düzensiz reformlara giriştiğinde, bir bakıma Yeni Krallık'ın istikrarı tehdit altına girdi. Adını Akhenaton olarak değiştirdi ve önceki gizemli güneş tanrısı Aton'u en üstün tanrı olarak lanse etti, diğer tanrı tapınçlarını bastırdı ve din adamlarının kurumsallaşmış gücüne saldırdı. Başkenti Akhenaton'a, günümüzdeki Amarna'ya taşıyan Akhenaton, dış ilişkilere kendini kapadı ve tümüyle yeni din ve sanat tarzıyla ilgilenir oldu. Ölümünden sonra Aton kültü hızla terk edildi ve sonraki firavunlar Tutankhamun, Ay ve Horemheb, Akhenaton'un yerleşik dinsel geleneklere aykırı tüm izlerini sildiler. Akhenaton'un hükümdarlık dönemi, Amarna Dönemi olarak bilinir. 4. Amemofis'in diğer tanrı ve tanrıçaları dışlayarak, Mısır'da tek tanrılı bir din inancı yerleştirmek çabasında olduğu kabul edilir. Amenofis'e göre Heliopolis'in baş tanrısı olan "Aton-Ra (Güneş Tanrısı)" tek bir tanrıydı ve firavunun da babasıydı. Mısır, tek bir firavunun otoritesi altında birleşmeden önce her krallığın kendi tanrısı vardı. Mısır birleşince, ister istemez çok tanrılı bir din ortaya çıkmış oldu. Akhenaton, tek bir hükümdarlıkta, tek bir tanrıya "(o da, firavunun tanrısı)" dayalı bir inanç sistemi kurmaya çalıştı.
Ölü kültürü, mumyalama.
Nil Nehri'nin düzenli taşkınlıkları ve geri çekilmesi Mısır'da ölü kültürünün doğmasında etkili olmuştur. Mısırlılar ekinin kuruduktan sonra tekrar yeşermesini gözleyerek bu sürecin insanlar için de geçerli olduğunu, yani insanın fiziki yaşamının ölümden sonra da devam edeceğine inandılar. Bu ölümle yaşam arasındaki sınır onların firavunları için görkemli mezarlar, yani piramitler yapmalarını sağlamıştır. Firavunların öbür dünyaya geçişine de önem verdikleri için onları mumyalamışlardır. Kuşkusuz bunları firavunların çabasıyla, baskısıyla yapmışlardır. Ayrıca kendileri için de, olanakları elverdiği ölçüde gömütler yapmışlar, mumyalanmalarını sağlamışlardır. Mumyalamanın ilk izlerine Hierakonpolis mezarlığında rastlanmıştır.
Eski Mısırlılar, ölümden sonra ölümsüzlüğün sağlanması için gerekli olduğuna inandıkları ayrıntılı ölü defnetme geleneklerini sürdürdüler. Bu gelenekler, mumyalama ile bedeni koruma, defin törenlerini yapmak ve toprağa verme şeklindeydi. Böylece öteki dünyada ölünün, bedenini ve eşyalarını kullanacağına inanılıyordu. Eski Krallık öncesinde, çölde maden ocaklarına gömülen bedenlerin kurumayla doğal olarak korunmuş kaldığı görüldü. Antik Mısır tarihinin başından sonuna kadar kurak çöl koşulları, yoksul halkın gömülmesinde bir nimet olarak görülmeye devam etti. Çünkü, zengin sınırların yaptığı gibi ayrıntılı ve dolayısıyla pahalı defin işlemlerine olanakları yoktu. Varlıklı Mısırlılar ölülerini taş mezarlarda gömmeye başladılar. Sonuçta insan eliyle mumyalamayı kullandılar. Bu işlemlerde iç organların çıkartılması gerekiyor, beden ketenle sarılıyor ve dikdörtgen biçimli taş lahitle ya da tahta tabutla gömülüyordu. Dördüncü Hanedanlık'tan itibaren bazı iç organlar, özel toprak kavanozlarda korundu.
Yeni Krallık'la itibaren antik Mısırlılar mumyalama işlemlerini yetkinleştirdiler, bir sanat haline getirdiler. En gelişkin teknikte, işlemler 70 günü buluyordu. İç organların yine çıkarılması gerekiyordu. Beyin, burun kanalından özel aletlerle çıkarılıyor ve vücut, natron adı verilen bir tuz karışımı içinde kurutuluyordu. Beden daha sonra ketenle sarılıyor, koruyucu muska kuşaklarıyla donatılıyor, insan şeklinde ve boyanmış, süslenmiş bir tabuta yerleştiriliyordu. Geç Dönem mumyaları da keten ya da papirüs katmanlarından yapılan ve koruyucu bir macunla kaplanan özel malzemelerle defnedildi. Kullanılan koruma uygulamaları Ptolemaik ve Roma dönemlerinde geriledi, süslenen mumyanın dış görünüşü daha fazla önem kazandı
fakat tüm ölülerin mezarlarına, sosyal durumları ne olursa olsun bir şeyler kondu. Yeni Krallık'la birlikte mezarlara Ölüler Kitabı da bırakıldı. Ayrıca, öbür dünyada kendilerine hizmet edeceğine inandıkları küçük biblolar olan Uşabtiler de konuldu. Daha sonra mezar yakınları tarafından zaman zaman mezara yiyecek götürülüyor ve ölü adına dualar okunuyordu.
Toplumsal yapı.
Yeni Krallık Dönemi'nde Mısır'da bürokrasi ayrıcalıklı bir sınıf oluşturmuştu. En önemli makamlardan birisi kâtiplikti. Katipler bir okul sistemi kurmuşlar ve soyluların eğitimiyle ilgilenmişlerdir. Eğitim ise dil ve hitabet üzerineydi. Diğer güçlü kesim ise rahiplerdir. Ancak kâtipler zorunlu askerlikten muaf iken, rahipler değildi. Yine de rahiplerin ayrıcalıklı bir konumu vardı.
Sulu tarım yapan halkın kendilerine ait arazileri vardı. Özel mülk gelişmişti ancak bu kişilerin zengin ya da güçlü olması zordu çünkü tarımın kaynağı sulama sistemi Firavunların kontrolündeydi. Ticaret ise rahiplerin elindeydi. Bu nedenle tüccar ve zanaatçıların etkinliği yerel, küçük pazarlarla sınırlı kaldı. Ordunun en büyük askeri kaynağı ise köylülerdi. Mısır'da köle sistemi vardı;ancak angarya işlerini özgür köylüler yapmak zorundaydı. Köleler daha çok üst sınıfı oluşturan ailelerin evinde yer alıyordu.
Erkek egemen bir toplum olan Mısır'da kadının konumu, erkeğe mutlak bağlılık değildi. Mısır yasaları boşanmak hakkını kadına da tanımıştı. Özellikle ölü gömme kültünde kadınların erkeklerle eşit muamele görmesi, kadının toplumdaki yerinin önemini gösterir.
Kültür.
Günlük yaşam.
Antik Mısır'ın en eski dönemlerinde çiftçiler toprağa bağlıydı. Kerpiçten, gündüzün sıcağında görece serin kalacak barınaklarında, en yakın aile üyeleriyle sınırlandırılmış olarak yaşamaktaydılar. Her barınakta, ekmek pişirmek için küçük bir ocak ve tahılı öğütmek için bir değirmen taşı bulunan açık çatılı bir mutfak bulunurdu. Duvarlar beyaz boyalıydı ve boyalı keten duvar kumaşları ile kaplı da olabiliyordu. Taban, hasırla kaplı olurdu ve ev eşyası olarak tahta tabureler, sedirler ve sehpalar bulunurdu.
Eski Mısırlılarda temizlik ve görünüm, büyük önem taşırdı. Çoğunlukla Nil'de, hayvansal yağ ve kireçtaşı tozundan yapılan yumuşak sabun kullanılarak yıkanılırdı. Erkekler temiz kalmak için tüm bedenlerini tıraş eder, kötü kokuları gidermek ve cildi yumuşatmak için kokulu merhem ve parfüm kullanırlardı. Giysiler beyazlatılmış basit keten kumaştı. Üst sınırlardan hem kadınlar hem de erkekler peruk takar, mücevher ve kozmetik malzemeler kullanırlardı. Çocuklar, ergenlik çağına kadar, çoğu kez 12 yaş, çıplak dolaşırlar ve erkek çocuklar sünnet edilir ve başları kazınırdı. Babalar ailenin geçimini sağlarken anneler çocukların bakımından sorumluydular.
Günlük beslenmenin en önemli kısmı ekmek ve biraydı. Ek olarak soğan, sarımsak gibi sebzeler ve hurma, incir gibi meyveler de yenilirdi. Balık, et ve kümes hayvanlarının eti, tuzlanmış ya da kurutulmuş olarak tutulur, güveçte pişirilir ya da ızgarada kızartılırdı. İmkanları olanlar için, müzik ve dans aranan eğlencelerdi. İlk müzik aletleri flüt ve arptı. Daha sonraları trompet, obua ve boru benzeri müzik aletleri yaygınlaştı. Yeni Krallık döneminde Mısırlılar zil, tef, davul ve Asya'dan getirilen lavta ve lir gibi çalgıları da kullandılar. Sistrum adı verilen bir çalgı ve çıngırak da, özellikle dini ayinlerde önem taşıyordu.
Eski Mısırlılar, oyun ve müzik gibi çeşitli boş zaman etkinliklerinden büyük hoşnutluk duymaktaydılar. Senet, şans faktörü ağırlıklı bir oyun olarak eskiden beri yaygın olan bir masa oyunuydu. Benzer bir oyun olan mehen'in dairesel bir oyun tahtası vardı. Hokkabazlık ve top oyunları çocuklar arasında yaygındı. Güreş de Beni Hasan'daki bir mezarda resmedilmiştir. Eski Mısır toplumunun varlıklı sınıfları, ayrıca tekne gezileri ve avcılıktan hoşlanırlardı.
Set Maat'ın işçi evlerinde yapılan kazılar, antik dünyadaki yaklaşık dört yüz yıla yayılan dönemde toplum yaşamının en kapsamlı bulgularının ortaya çıkarılmasıyla sonuçlandı. Bir toplumdaki toplumsal örgütlenme, sosyal etkileşmeler, çalışma yaşamı ve yaşam koşulları hakkında böylesine ayrıntılı malzeme sunan başka bir kazı çalışması bulunmamaktadır.
Mimari.
Piramitler dünyanın tek ayakta kalan yedi harikasından biridir. Piramitlerin en büyüğü Firavun Keops'un kendisi ve karısı için yaptırdığı Gize'de yer alan Keops Piramidi'dir. Bu piramidin inşası için iki milyon üç yüz bin taş blok kullanılmıştır. Herodotos'a göre bu piramidin tamamlanması 20 yıl sürmüştür. Piramitin inşasında çalışanlar köleler değil, ziraatla uğraşan Mısırlı yerli halktır. Bu nedenle, ziraat işlerinin yoğun olmadığı zamanlarda inşaat yapılabiliyordu.
Eski Krallık Döneminden sonra ise piramit yapımı durmuştur. Güçlü bir konumları olan valiler (vezirler), firavun iktidarına karşı her zaman alternatif iktidar adayı durumundaydılar. Bu valiler, elde edilen zenginliklerin halkın refahı için kullanmak yerine piramit yapımı için kullanılmasına karşı çıktılar. İsyan eden valiler dolayısıyla 4. Hanedan yıkılmış ve Eski Krallık Dönemi sona ermiştir.
Halkın hoşnutsuzluğuyla ilgili efsaneler Yunan tarihçilerin eserlerine de yansımış, MÖ 1. yüzyılda yaşamış olan Diodorus, firavun mumyalarının soylu Mısırlı aileler tarafından piramitlerden aşağıya atıldığını anlatmıştır.
Piramitler, Antik Mısır mimarisi dünyanın en ünlü yapılarının bir kısmıdır: Gize Piramitleri ve Karnak tapınakları gibi. Devlet tarafından finanse edilen dini ya da anıtsal amaçlı inşaat projeleri organize edildi fakat tüm bunlar esas olarak, firavunun gücünü pekiştirmekteydi. Eski Mısırlılar basit ama etkili aletler ve ölçüm araçlarıyla çalışan usta inşaatçılardı ve mimarları, büyük taş yapıları kesin doğru bir biçimde inşa edebiliyorlardı.
Gerek seçkin, gerek sıradan Mısırlıların oturdukları konutlar, kerpiç ve ahşap gibi dayanıksız malzemelerden inşa edildiği için günümüze ulaşamamıştır. Köylüler basit evlerde yaşarken varlıklı sınıfların evleri daha özenle inşa edilmiş ve daha fazla ayrıntıyla donatılmış yapılardı. Günümüze ulaşan Malkata ve Amarna'daki gibi birkaç kraliyet sarayı, zengin bezemeli duvarları ve havuzlar, insan, kuş tanrı ve tanrıça motifleri, geometrik desenleriyle dikkati çeker. Tapınak ve mezar gibi önemli yapılar, sonsuza dek ayakta kalması istenerek kerpiç yerine taş kullanılarak inşa edildi. Bu dünyanın ilk büyük ölçekli yapısı olan Zoser'de, papirus ve lotus desenli sütun ve kirişleri içeren mimari unsurlar kullanıldı.
Günümüze kadar ayakta kalan en eski mısır tapılanları, örneğin Giza, tavan örtüleri sütunlarla desteklenen ayrı salonlardan oluşur Yeni Krallık döneminde mimarlar anıtsal kapılar, açık avlular ve etrafı çevrili, tapınakların kutsal mekanlarına sütunlarda desteklenmiş tavanlar eklediler. Bu mimari stiller, Yunan ve Roma dönemlerine kadar değişmeden kullanıldı. Eski Krallık döneminde en yaygın ve en eski mezar mimarisi olan mastaba, kerpiç ya da taş bir yer altı mezar odasının üzerinde inşa edilen bir düz çatılı dikdörtgen yapı şeklinde inşa edilmekteydi. Zoser'in basamaklı piramidi, birbirinin üstüne inşa edilen bir dizi mastabadan oluşmaktadır. Piramitler, Eski Krallık ve Orta Krallık dönemleri boyunca inşa edildiler fakat daha sonra firavunlar, daha az göze batan kaya mezarları tercih ettiler.
Ordu.
Mısır ordusunun işlevi, ülkeyi dış istilalara karşı savunmak ve Mısır'ın Yakın Doğu üzerindeki hakimiyetini sürdürmekti. Ordu, Eski Krallık dönemi boyunca Sina'daki maden seferlerini askeri yönden destekledi ve Birinci ve İkinci Ara Dönemler'de iç ayaklanmaları bastırdı. Ayrıca, önemli ticaret yolları üzerinde ulaşımın güvenliğini sağlamak için kurulmuş olan ana müstahkem mevkileri (kalelerin) korumayı da üstlenmişti. Nubya yolundaki Buhen bunlara örnek gösterilebilir. Diğer bir örnek Levant'a yapılan seferlerde operasyon üssü olarak kullanılan Sile'deki kaledir. Yeni Krallık döneminde bazı firavunlar Mısır ordusunu, Kuşan İmparatorluğu'nun ve Doğu Akdeniz'in bir kısım topraklarını istila etmek için kullandılar.
Orduda standart teçhizat; ok, yay, mızrak ve yuvarlak bir ahşap çerçeve üzerine hayvan derisi gerilerek yapılan kalkandı. Yeni Krallık döneminde, daha önce Hiksos ordularında gördükleri savaş arabaları da kullanıldı. Bronzun yaygın kullanımına başlanmasından sonra silah ve zırhlarda kullanılması yaygınlaştı. Artık kalkanlar bronz bir toka ile som ahşaptan, mızrakların temrenleri tunçtan yapılmaya başlanmıştı. Ayrıca genelde kullanılan ters orak şeklindeki kılıçlar terk edilerek, Asyalı askerlerinkilere benzer kılıçlar kullanılmaya başlandı. Firavunlar sanatta ve edebiyatta, genellikle ordunun başında ilerlerken betimlendi ve en azından Sekenenra Taa ve oğulları gibi birkaç firavunun bu tarzı benimsediği görülmektedir. Askerler yerli nüfustan alınıyordu fakat Yeni Krallık döneminde ve özellikle de sonrasında Nübye'den ve Libya'dan paralı askerler alınmıştır.
Antik Mısır'ın mirası.
Eski Mısır kültürü ve anıtları, dünya üzerinde kalıcı bir miras bıraktı. Örneğin tanrıça İsis kültü, dikilitaşlar ve diğer taşınabilir eserler, götürüldüğü Roma İmparatorluğu'nda popüler oldu. Romalılar da Mısır'dan Mısır tarzı yapılar kurmak için inşaat malzemesi ithal ettiler. Erken dönem tarihçilerinden Herodot, Strabon ve Diodorus, gizemli bir ülke olarak gördükleri Mısır üzerinde çalıştılar ve yazdılar. Orta Çağ ve Rönesans boyunca Mısır'ın pagan kültürü geriledi. Sonra Hristiyanlık ve ardından İslam yaygınlaştı fakat Orta Çağ bilim insanlarının yazılarında eski Mısır'a ilgi devam etti. Örneğin Dhul-Nun al-Misri ve al-Maqrizi gibi.
Avrupalı seyyah ve turistler, 17. ve 18. yüzyıllarda Mısır'dan antika eşyalar getirdiler ve gözlemlerini, izlenimlerini yazdılar. Böylelikle Avrupa'da Mısır'a yönelik bir ilgi yayılmaya başladı. Bu yeni ilgi Mısır'a koleksiyoncuları çekti. Sonuçta Mısır'dan çok değerli antik eserler çalındı, satın alındı ya da verildi. Her ne kadar Mısır'da Avrupalı sömürgecilerin istilası, ülkenin tarihi mirasının büyük bir bölümünü tahrip ettiyse de bazı yabancıların Mısır'a olumlu yönde etkileri de olmuştur. Örneğin Napolyon Bonapart Mısır bilimdeki ilk çalışmaları düzenledi. Yaklaşık 150 bilim insanı ve sanatçıyı, Mısır tarihi üzerinde çalışmaları ve belgelemeleri için Mısır'a getirdi ve bu çalışmalar daha sonra Description de l'Ėgypte adıyla yayımlandı. 19. yüzyılda Mısır Hükûmeti ve arkeologlar, kazılarda bütünlüğün ve kültüre saygının önemini aynı şekilde fark ettiler. Eski Eserler Yüksek Konseyi şimdi hazine yerine bilgi bulmayı amaçlayan tüm kazıları onaylamakta ve izlemektedir. Konsey ayrıca, Mısır tarihi mirası korumak için tasarlanmış müze ve anıt yeniden inşa programları denetlemektedir.
Kaynakça.
Genel.
oç
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=672",
"len_data": 77747,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.72
}
|
Türkiye, resmî adıyla Türkiye Cumhuriyeti, topraklarının büyük bölümü Batı Asya'da Anadolu'da, diğer bir bölümü ise Güneydoğu Avrupa'nın uzantısı Doğu Trakya'da olan kıtalararası bir ülkedir. Batıda Bulgaristan ve Yunanistan, doğuda Gürcistan, Ermenistan, İran ve Azerbaycan, güneyde ise Irak ve Suriye ile sınır komşusudur. Güneyini Kıbrıs ve Akdeniz, batısını Ege Denizi, kuzeyini ise Karadeniz çevreler. Marmara Denizi ise İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı ile birlikte Anadolu'yu Trakya'dan, yani Asya'yı Avrupa'dan ayırır. Resmî olarak laik bir devlet olan Türkiye'de nüfusun çoğunluğu Müslümandır. Ankara, Türkiye'nin başkenti ve ikinci en kalabalık şehri; İstanbul ise, Türkiye'nin en kalabalık şehri, ekonomik merkezi ve aynı zamanda Avrupa'nın en kalabalık şehridir.
Türkiye toprakları üzerindeki ilk yerleşmeler Yontma Taş Devri'nde başlar. Doğu Trakya'da Traklar olmak üzere, Hititler, Frigler, Lidyalılar ve Dor istilası sonucu Yunanistan'dan kaçan Akalar tarafından kurulan İyon medeniyeti gibi çeşitli eski Anadolu medeniyetlerinin ardından, Makedonya kralı Büyük İskender'in egemenliğiyle ve fetihleriyle birlikte Helenistik Dönem başladı. Daha sonra, sırasıyla Roma İmparatorluğu ve Anadolu'nun Hristiyanlaştığı Bizans dönemleri yaşandı. Selçuklu Türklerinin 1071 yılında Bizans'a karşı kazandığı Malazgirt Meydan Muharebesi ile Anadolu'daki Bizans üstünlüğü büyük ölçüde kırılarak Anadolu, kısa süre içerisinde Selçuklulara bağlı Türk beyleri tarafından ele geçirildi ve Anadolu toprakları üzerinde İslamlaşma ve Türkleşme faaliyetleri başladı. Kısa sürede Anadolu'daki diğer Türk beyliklerinin üzerinde hâkimiyet kuran Konya merkezli Anadolu Selçuklu Sultanlığı, 1243 yılındaki Moğollara karşı kaybedilen Kösedağ Muharebesi'ne kadar Anadolu'yu yönetti. Anadolu'daki Moğol istilalarından sonra zayıf duruma düşen Anadolu Selçuklu Devleti, Anadolu'da yerini yeni Türk beyliklerine bıraktı.
13. yüzyılın sonlarından itibaren Batı Anadolu'daki Türk beyliklerinden biri olarak ön plana çıkan ve bağımsızlık kazanan Osmanlılar, 14. yüzyılda Balkan topraklarında gerçekleştirdiği fetihlerle büyük bir güç hâline geldi ve Anadolu'daki diğer Türk beylikleri üzerinde de hâkimiyet kurdu. Osmanlılar, 1453 yılında II. Mehmed'in İstanbul'u fethederek Bizans İmparatorluğu'na son vermesiyle imparatorluk hâline geldi. İmparatorluk, zirvesini 16. yüzyılda, özellikle I. Süleyman döneminde yaşadı. 1683 yılındaki II. Viyana Kuşatması sonrasında gelen bozgun ve 15 sene süren Kutsal İttifak Savaşları sonucunda Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'ya karşı üstünlüğü sona erdi.
19. yüzyıla gelindiğinde imparatorluk, Tanzimat adı verilen ciddi bir modernleşme sürecine girdi. 1876 yılında Türk tarihinin ilk yazılı anayasasının ilan edilip meclisin açılmasıyla başlayan I. Meşrutiyet devri, 1878 yılına kadar sürse de, 1908 yılında II. Meşrutiyet ilan edilerek anayasa tekrar yürürlüğe girdi. Ancak yapılan reformlar, imparatorluğun dağılmasını engelleyemedi. 1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'na İttifak Devletleri'nin yanında giren imparatorluk, savaş sonucunda yenik düşerek 30 Ekim 1918 tarihinde tüm orduların teslim olması şartını kabul etti ve akabinde İtilaf Devletleri'nce işgal edildi. 16 Mart 1920'de İtilaf Devletleri'nin İstanbul'u işgal edip bazı milletvekillerini tutuklayarak sürgüne göndermesi sonucunda Meclis-i Mebûsan'ın kapanmasıyla Mustafa Kemal Paşa önderliğinde 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi kuruldu. Onun önderliğinde işgalci kuvvetlere karşı yapılan Kurtuluş Savaşı (1919-1922) başarıya ulaşarak, 1 Kasım 1922 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından saltanatın kaldırılmasıyla Osmanlı monarşisi ve Osmanlı İmparatorluğu tarihe karıştı. Cumhuriyet, ülkenin ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından 29 Ekim 1923'te ilan edildi. 3 Mart 1924'te hilafetin kaldırılıp Osmanlı Hanedanı'nın yurt dışına sürgün edilmesinden sonra, çağdaş Türkiye'nin oluşumunda önemli yer tutacak olan bir dizi devrim gerçekleştirildi.
Türkiye gelişmekte olan bir ülkedir ve cumhurbaşkanlığı sistemiyle yönetilen demokratik, laik ve üniter bir anayasal cumhuriyettir. Resmî dili Türkçedir ve nüfusunun çoğunluğu Sünni Müslüman'dır. Türkiye, OECD, G20 ve Türk Devletleri Teşkilatı'nın kurucu üyesidir. Türkiye NATO'nun ilk üyelerinden birisi ABD'nin ardından ittifak içinde ikinci en büyük askeri güce sahiptir. Avrupa Birliği adayı olan Türkiye, AB Gümrük Birliği, Avrupa Konseyi, İslam İşbirliği Teşkilatı ve TÜRKSOY'un bir parçasıdır. Türkiye, askerî kapasitesi ve diplomatik girişimleri sayesinde bölgesel güç kabul edilirken; Avrupa ve Asya kıtalarının kavşak noktasında yer alması nedeniyle önemli bir jeostratejik güç olarak görülmektedir. Türkiye evrensel sağlık hizmetlerine, artan eğitim erişimi ve yenilikçiliğe sahiptir. 22 UNESCO Dünya Mirası alanı, 30 UNESCO Somut Olmayan Kültürel Mirası ve zengin mutfağı ile Türkiye, dünyanın en çok ziyaret edilen dördüncü ülkesidir.
Etimoloji.
Türkiye'nin adı, "Türk" etnik kimliği adından gelir. Sözcüğün günümüzdeki hâlinin orijinali, bugünkü Türkiye toprakları için ilk kez 12. yüzyılda İtalyanlar tarafından Orta Çağ Latincesi kullanılarak "Turchia" veya "Turcmenia" şekillerinde oluşturuldu. Bunların yanı sıra, Orta Çağ'ın Alman seyyahları bölgeyi "Turkei" veya "Tirkenland" şeklinde, Fransızlar ise "Turquie" şeklinde andı.
Sözcüğün Yunanca soydaşı olan "Tourkia" (), Bizans İmparatoru ve bilgini VII. Konstantinos tarafından "De Administrando Imperio" kitabında kullanıldı. Osmanlı İmparatorluğu ise, kendi çağdaşı olan diğer ülkeler tarafından ara ara "Türkiye" veya "Türk İmparatorluğu" şeklinde tanınırdı.
Aralık 2021'de cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ihracatta "Made in Türkiye" ibaresinin kullanılmasına ilişkin bir genelge yayımladı. Genelgede ayrıca, diğer resmî yazışmalarla ilgili olarak, "(İngilizce) 'Turkey' gibi ifadeler yerine 'Türkiye' ifadesinin kullanılması konusunda gerekli hassasiyetin gösterileceği" belirtilmiştir. Gerekçe olarak da, "Türkiye"'nin "Türk milletinin kültür, medeniyet ve değerlerini en iyi şekilde temsil ve ifade etmesi" gösterilmiştir. Mayıs 2022'de Türkiye hükûmeti, Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kuruluşlardan İngilizce olarak "Turkey" yerine "Türkiye" kullanılmasını talep etmiş ve bu talep Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmiştir.
Tarih.
Tarih öncesi.
Günümüzdeki Türkiye topraklarının çoğunu oluşturan Anadolu yarımadasındaki en eski arkeolojik bulgu, Gediz Nehri'nde bulunan ve yaklaşık 1,24 ila 1,17 milyon yıla tarihlenen taş bir alettir. Ülkenin güney ile güneydoğu kısımları başta olmak üzere Anadolu'daki bilinen ilk yerleşimler, Eski Taş Çağı'na tarihlenir. Geçmişinin MÖ 9600 civarına kadar uzandığı tahmin edilen Göbeklitepe adlı arkeolojik sit alanı, dünyada bilinen en eski insan yapımı yapıdır. MÖ 7500'e veya MÖ 5700'e dayandığı düşünülen Orta Anadolu'daki Çatalhöyük, dünya üzerinde Cilalı Taş Devri ile Bakır Çağı'na ait en büyük ve en iyi korunmuş yerleşim yeridir. MÖ 8200 ila 6000 arasında kurulduğu tahmin edilen Çayönü yerleşkesi de, bu yapılara yine örnek verilebilir. Çanakkale'de bulunan Troya'da ise Cilalı Taş Devri'nde başlayan yerleşmeler, Demir Çağı'na kadar devam etmiştir.
Çeşitli Eski Anadolu milletleri, bölgede Cilalı Taş Devri'nin başlangıcına kadar varlığını sürdürdü. Bu halkların çoğu Hint-Avrupa dil ailesinin bir kolu olarak kabul edilen Anadolu dillerini konuştular. Bazı bilim insanları, Hint-Avrupa dillerinin, yine eski Anadolu dillerinden olan Hitit dili ve Luvi dilinden yayıldığını öne sürer. Ayrıca Türkiye'nin Avrupa kıtasında kalan küçük bir bölümünü oluşturan Doğu Trakya ise, 40 bin yıl öncesine dayanan bir yerleşim tarihine sahiptir ve bölgenin sakinleri de tarıma başlayarak milattan 6000 yıl önce Cilalı Taş Devri'ne geçmiştir.
Anadolu'nun bilinen ilk sakinleri, Hatti ve Hurri toplumlarıdır. Hint-Avrupa milletlerinden olmayan bu iki toplum, yaklaşık olarak MÖ 2300'lerde Orta ve Doğu Anadolu'da yaşadılar. Hatti ve Hurriler, Hint-Avrupa milletlerinden Hititlerin MÖ 2000-1700 yıllarında Anadolu'ya gelmesiyle yerini Hititlere bıraktı. Hititler, bölgedeki ilk büyük krallığı MÖ 13. yüzyılda kurdular. Asurlular da, MÖ 1950'den MÖ 612'ye kadar günümüz Türkiye'sinin güneydoğu topraklarını fethetti ve oraya yerleşti. Urartuların MÖ 9. yüzyılda Asurluların kuzeyindeki güçlü rakibi olduğu ise, Asur kitabeleri aracılığıyla öğrenildi. MÖ 612'den itibaren herhangi ciddi bir etki gösteremeyen Urartular, MÖ 590 yılında İran'dan gelen Medler tarafından yıkıldı.
Orta Anadolu üzerinde büyük bir hâkimiyet kurmuş olan Hitit İmparatorluğu'nun da MÖ yaklaşık 1180'li yıllarda çöküşünün ardından, Hint-Avrupa milletlerinden Friglerin kurdukları Frigya, MÖ 7. yüzyılda Kimmerler tarafından yapılan saldırılara kadar Anadolu'da üstünlük elde etti. Frigya'dan sonra Lidya, Karya ve Likya devletleri bölgede güç yakalayarak söz sahibi oldu. Ekonomi alanıyla ön plana Lidyalılar, MÖ 546'da Ahameniş hükümdarı Büyük Kiros tarafından yıkılıncaya kadar Batı Anadolu'da varlığını sürdürdü.
Antik Çağ, Helenistik dönem ve Bizans dönemi.
Anadolu'nun sahil şeridinde MÖ 1200 yıllarında büyük ölçüde Aiol, İyon ve Yunan yerleşimleri başladı. Bu yerleşimciler tarafından Milet, Efes, Smyrna ve Byzantium gibi çok sayıda önemli şehir kuruldu. Son olarak Yunan koloniciler tarafından MÖ 657'de Megara kenti ortaya çıkarıldı. Yine bu dönemlerde, MÖ 6. yüzyılda, Türkiye'nin şu anki doğu toprakları üzerinde Ermeni Orontid Hanedanı tarafından bir devlet kuruldu.
Anadolu, MÖ 6. ve 5. yüzyıllarda bir Pers devleti olan Ahameniş İmparatorluğu'nun egemenliğine girdi ve bu egemenlik, MÖ 334 yılındaki Makedonya Kralı Büyük İskender'in fetihlerine kadar devam etti. Anadolu'nun içlerine kadar ilerleyen İskender; Frigya, Kapadokya ve en son Kilikya'ya kadar ulaştı. Ardından, İskenderun civarında (Antakya) gerçekleşen İssos Savaşı'nda ve akabinde Irak civarında meydana gelen Gaugamela Muharebesi'nde Ahameniş hükümdarı III. Darius'u perişan etti. Daha sonra Pers Kralı III. Darius'u devirdi ve Ahameniş İmparatorluğu'nu tamamen fethetti. Büyük bir yenilgiye uğrayan Darius, Fırat'ın doğusuna kadar sürüldü ve böylece Anadolu'daki Pers hakimiyeti son bulmuş oldu.
Büyük İskender döneminde kültürel kaynaşma ve Helenleştirme hareketi başlatıldı. MÖ 323'te İskender'in Babil'deki ani ölümünün ardından Anadolu bölünerek küçük Helenistik krallıklar ortaya çıktı. Tüm bu krallıklar, MÖ 1. yüzyıl ortalarında Roma Cumhuriyeti'nin bir parçası haline geldi. Büyük İskender'in, fetihleriyle başlatmış olduğu Helenleştirme hareketi ise Roma İmparatorluğu döneminde hızlandırıldı. Bu nedenle daha önceki yüzyıllarda var olan Anadolu dilleri ve kültürlerinin nesli tükenerek yerini Yunan dil ve kültürüne bıraktı.324 yılında Roma İmparatoru I. Konstantin, imparatorluğun başkentini Byzantium'a taşıdı ve şehrin adını Nova Roma olarak değiştirdi. İmparator I. Theodosius'un (379-395) iki erkek çocuğu, babalarının 395'te ölmesinin ardından Roma İmparatorluğu'nu Doğu ve Batı olmak üzere ikiye bölerek paylaştılar. Başkenti Roma olarak kalan Batı Roma İmparatorluğu, 476'da yıkıldı. Halk arasında Konstantinopolis (İstanbul) olarak yaygınlaşan şehir ise, Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti oldu. Doğu Roma İmparatorluğu, daha sonraki yıllarda Bizans İmparatorluğu olarak anılmaya başladı, günümüz Türkiye topraklarının önemli bir kısmında hakimiyet kurdu ve Osmanlı Türklerinin İstanbul'u ele geçirdiği 1453 yılına kadar varlığını sürdürdü.
Selçuklular ve Osmanlı İmparatorluğu.
Oğuz Türkleri, Müslüman olduktan sonra İslam dünyası çevrelerine daha yakın yerlerde ikamet ettiler ve 9. yüzyılda Hazar Denizi ile Aral Gölü'nün kuzeyine yerleşmeye başladılar. 10. yüzyıl itibarıyla Selçuklular, Pers yurdunu da sınırları içine katarak, atalarının vatanı Orta Asya'dan batıya doğru göç etmeye başladılar ve Büyük Selçuklu Devleti'ni kurdular.
11. yüzyılın ikinci yarısında Selçuklular, Anadolu'nun doğu bölgelerine yerleşmeye ve akınlar yapmaya başladılar. 1071'de, Sultan Alp Arslan döneminde, Selçuklu Türkleri ile Bizans İmparatorluğu arasında yapılan Malazgirt Meydan Muharebesi'nden sonra gelen Selçuklu zaferiyle birlikte Anadolu toprakları üzerinde Türkleştirme ve İslamlaşma hareketi başladı. Bu hareketle birlikte Anadolu'da Türk dilleri ve İslam tanıtılarak yaygın hâle geldi. Böylece bölgede yaygın olan Hristiyanlık ve Yunanca, yerini yavaş yavaş İslam ve Türk kültürüne bıraktı.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun parçalanmasının ardından, Anadolu'da diğer Türk beyliklerinin üzerinde hakimiyet kuran Anadolu Selçuklu Sultanlığı, uzunca bir süre Anadolu'yu yönetti. Başkenti İznik olan Anadolu Selçuklular, Birinci Haçlı Seferi sırasında İznik'in Bizans'ın eline geçmesiyle Sultan I. Kılıç Arslan tarafından 1097 tarihinde başkentini Konya'ya taşımıştır ve bu tarihten itibaren Konya, Selçuklu Devleti'nin başkenti olmuştur. Sultan I. Alâeddin Keykubad döneminde altın çağını yaşayan Selçuklular, I. Alaeddin'in ölümünün ardından duraklama sürecine girdi.
Alaeddin Keykubad'ın ölümünü fırsat bilen Moğollar, Selçukluların doğu sınırına saldırarak Anadolu içlerine girmeye çalıştılar. Nitekim 1243'te Anadolu Selçuklu Devleti ile Baycu Noyan komutasındaki Moğollar arasında gerçekleşen Kösedağ Muharebesi sonucunda gelen yenilgiyle Anadolu, Moğol hakimiyetine girmiştir ve Anadolu Selçuklu Devleti zayıflayıp yerini Türk beyliklerine bırakmıştır. Bu beylikler arasında, Söğüt ve Bilecik çevresinde kurulu olan Osmanoğulları Beyliği, 13. yüzyılın sonlarına doğru bağımsızlığını ilan etmiştir.
Osman Gazi'nin başında olduğu Osmanoğulları Beyliği, sonraki yıllarda gittikçe büyüyerek Anadolu, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Levant üzerinde hâkimiyet kurdu. 1453 yılında, II. Mehmed öncülüğünde Bizans İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinopolis fethedildi ve imparatorluk tarihe karıştı. Bu olaydan sonra Osmanlılar, bir imparatorluk hâline geldi.
1514 yılında I. Selim, Çaldıran Muharebesi ile Safevî hükümdarı Şah İsmail'i yenerek imparatorluğun sınırlarını doğu yönünde genişletti. 1517'de de Levant, Mısır ve Cezayir'i ele geçirdi ve Mısır'da hüküm süren Memlûk Sultanlığı'nı yıkarak İslam halifeliğinin Osmanlı İmparatorluğu'na geçmesini sağladı. Ardından Kızıldeniz, Umman Denizi ve Basra Körfezi üzerinde Osmanlı ve Portekiz imparatorlukları arasında, Hint Okyanusu'nda üstünlüğü ele geçirmek için bazı çeşitli deniz muharebeleri yapıldı. Portekizlilerin Hindistan üzerinde egemenlik sağlaması Osmanlı tarafından bir tehdit olarak algılandı. Çünkü 15. yüzyıl sonlarındaki Coğrafi Keşifler sayesinde Ümit Burnu ve Amerika kıtasının keşfedilmesi, Osmanlı'nın elinde tuttuğu Doğu Asya ile Batı Avrupa arasında ticareti sağlayan eski ticaret yollarının önemini yitirmesine neden olup Osmanlı ekonomisini olumsuz yönde etkilemiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, 16. ve 17. yüzyılda, özellikle I. Süleyman döneminde tarihinin zirvesine ulaştı. Bu dönemde batıda Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na doğru topraklar genişletilerek Balkanların tamamı, Orta Avrupa ve Lehistan'ın güney kısmı ele geçirildi. Osmanlı donanması, denizde çeşitli rekabetlere girerek başarılar kazandı. 1538'de yapılan Preveze Deniz Muharebesi'nde Barbaros Hayreddin Paşa'nın Haçlıları mağlup etmesinden sonra imparatorluğun Akdeniz'deki kontrolü arttı. Doğuda ise Safevî Devleti ile mezhep farklılıklarından ve toprak anlaşmazlıklarından kaynaklanan bazı çatışmalar, zaman zaman savaşa dönüşerek 16. ve 18. yüzyıl arasında devam etti.
Osmanlı İmparatorluğu, Batı Avrupa'da gerçekleşen Rönesans, Bilimsel Devrim, Aydınlanma Çağı ve Sanayi Devrimi gibi yeni gelişmeleri ülkesine getiremeyerek çağın gerisinde kaldı. Kutsal İttifak Savaşları'nın bitmesiyle 1699'da imzalanan Karlofça Antlaşması sonrasında Osmanlı İmparatorluğu yavaşça gerilemeye başladı. Yapılan pek çok ıslahat ve 19. yüzyılda ilan edilen Tanzimat Fermanı, ülkenin modernleşmesini amaçladı; ancak başarılı olamadı. Bunun yanı sıra, ülkede toprak bütünlüğünü korumak için geliştirilen, farklı dinî ve etnik kökenlere sahip kişilerin bir arada yaşaması fikrini içeren Osmanlıcılık akımı da başarıya ulaşamayarak dağılmanın önüne geçemedi. 1854'te Kırım Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu, ilk kez dış borçlanmaya gitti; ancak alınan borçlar ödenemedi. Sonraki 20 yıl içinde yüksek seviyelere ulaşarak ekonominin iflasın eşiğine gelmesine sebep oldu ve Osmanlı hükûmetini zor durumda bıraktı. Bunu 1875-78 Doğu Krizi ve 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı gibi felaketler izledi. Sonuç olarak Osmanlı ekonomisi, borçlarını ödeyemeyerek harap duruma gelince, alacaklı ülkeler tarafından 1881'de borçların tahsilatını sağlayacak Düyun-u Umumiye kuruldu. Böylece Osmanlı Devleti'nin gelirlerinin kontrolü, alacaklı ülkelerin eline geçti. 20. yüzyıl başlarında Osmanlı İmparatorluğu, Avrupalı güçlerle karşılaştırıldığında sanayileşememiş ve gelişmemiş bir ülke konumuna geldi. Yine de, Osmanlılar en uzak vasalları olan Açe Sultanlığı'na asker gönderirken Güneydoğu Asya'da bile nüfuz sahibiydiler.
Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarının sınırları, askerî gücü ve zenginlik düzeyi giderek azalınca, Balkanlarda yaşayan Müslümanlar, gördükleri eziyetler sebebiyle Anadolu'ya göç etmeye başladı. Aynı şekilde Rusların Kafkasya topraklarını ele geçirmesi sonucunda buradaki Müslümanlar da Anadolu'ya yöneldi. İmparatorluğun yine son zamanlarında milliyetçilik isyanlarının çıkmasıyla milletler arasında çeşitli etnik gerginlikler yaşandı; bu etnik gerginlikler Ermeni Sorunu gibi çeşitli sorunları ortaya çıkardı. Sultan II. Abdülhamid'in aşırı otoriter yönetimine bir tepki olarak gelişen Jön Türk hareketinin 1908'de yaptığı devrimle II. Meşrutiyet ilan edildi. Ardından 5 Ekim 1908'de Bulgaristan'ın resmen bağımsız olması ve 6 Ekim 1908'de Avusturya-Macaristan'ın Bosna'yı tek taraflı ilhakı, ülkedeki kaos ortamını büyüttü. Bu olayları, pek çok canın ve toprağın kaybına sebep olan Trablusgarp Savaşı (1911-12) ile Balkan Savaşları (1912-13) izledi. 23 Ocak 1913'te, I. Balkan Savaşı sırasında gerçekleşen Bâb-ı Âli Baskını, Üç Paşalar'ı başa getirdi ve yönetimi ele geçirmelerine yol açtı.
Osmanlı İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı'na İttifak Devletleri'nin yanında girdi ve savaştan yenik çıktı. Savaş sırasında Ermenilerle yaşanan etnik gerginliklerin tırmanması üzerine çıkarılan Tehcir Kanunu ile Ermeniler, Doğu Anadolu Bölgesi'nden Suriye'ye devlet eliyle göç ettirildi. Göçlerde farklı kaynaklara göre 300.000 ile 1.500.000 arasında Ermeninin öldüğü iddia edildi. Bu ölümler, çeşitli kaynaklar tarafından Ermeni Soykırımı olarak tanımlandı. Türk tarafı ise olayların soykırım olmadığını ifade ederek Ermenilerin yalnızca yerlerinin değiştirildiğini belirtti. Ermenilerin yanı sıra, imparatorlukta savaş devam ederken Rum ve Süryaniler de öldürüldü ve bu olaylar da bazı kaynaklar tarafından soykırım olarak tanımlandı.
Savaşın ardından imparatorluğa bağlı milletler ayrılarak çeşitli yeni devletler kurdular. 30 Ekim 1918'de Osmanlı İmparatorluğu, İtilaf Devletleri ile Mondros Mütarekesi'ni imzaladı. 10 Ağustos 1920'de imzalanan Sevr Antlaşması ise Osmanlı topraklarını İtilaf Devletleri arasında paylaştırdı, ancak yürürlüğe giremedi.
Türkiye Cumhuriyeti.
I. Dünya Savaşı bitiminde imzalanan Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri tarafından İstanbul, İzmir ve diğer Osmanlı topraklarının işgali, Anadolu Hareketi'ni ortaya çıkardı. Çanakkale Savaşı'nın öne çıkan isimlerinden biri olan Mustafa Kemal Paşa'nın 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkışı ile Sevr Antlaşması'nın getirdiği şartları iptal edip Mîsâk-ı Millî sınırları içinde kalan ülke topraklarının bütünlüğünü korumayı amaçlayan Türk Kurtuluş Savaşı başlatıldı.
Ankara'da 23 Nisan 1920'de kendisini ülkenin meşru hükûmeti ilan eden Ankara merkezli Türk rejimi, eski Osmanlı'dan yeni Cumhuriyet siyasi sistemine yasal geçişi resmîleştirmeye başladı. Ankara Hükûmeti silahlı ve diplomatik mücadeleye girişti. 1921-1923 yılları arasında Ermeni, Yunan, Fransız ve İngiliz orduları ülkeden kovuldu: Ankara Hükûmeti'nin askerî ilerleyişi ve diplomatik başarısı 11 Ekim 1922'de Mudanya Mütarekesi'nin imzalanmasıyla sonuçlandı. Birleşik Krallık ile Ankara Hükûmeti arasındaki Çanakkale Krizi'nin (Eylül-Ekim 1922) ele alınışı, 19 Ekim 1922'de David Lloyd George hükûmetinin çökmesine ve Kanada'nın Birleşik Krallık'tan siyasi özerklik kazanmasına neden oldu. 1 Kasım 1922 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi, saltanatı kaldırdı ve 623 yıllık monarşik Osmanlı İmparatorluğu, resmen tarih sahnesinden silindi.
24 Temmuz 1923'te Sevr Antlaşması'nın yerine imzalanan Lozan Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu'nun devamı niteliğindeki yeni Türk devletinin uluslararası alanda tanınmasını sağladı. Yeni antlaşma, Türkiye'nin kendi toprakları üzerindeki egemenliğine yol açtı. İtilaf Devletleri'nin Türkiye'yi işgali, 4 Ekim 1923'te son İtilaf birliklerinin İstanbul'dan çekilmesi ve 6 Ekim 1923'te Türk birliklerinin şehre girmesiyle sona erdi. 29 Ekim 1923'te yeni başkent Ankara'da resmen cumhuriyet ilan edildi. Lozan Antlaşması sonrasında antlaşma maddeleri gereğince yapılan Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi kapsamında Türkiye'deki 1,1 milyon Rum ile Yunanistan'daki 380 bin Türk yer değiştirdi.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal, dine dayalı ve çok uluslu eski Osmanlı monarşisini laik bir anayasa altında parlamenter bir cumhuriyet olarak yönetilecek bir Türk ulus devletine dönüştürme amacını içeren birçok devrim yaptı. Bu devrimlerin bir parçası olarak saltanat ve ardından hilâfet kaldırıldı, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı, Latin alfabesi kullanılmaya başlandı ve diğer birçok değişiklik yapıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1934 yılında çıkan Soyadı Kanunu ile kendisine "Atatürk" soyadını verdi. Ağa olarak adlandırılan toprak beyleri tarafından yönetilen ve feodal düzenleri olan Kürt ve Zaza aşiretleri ve ülkenin diğer yerlerinde bulunan çoğunlukla İslamcı bazı gruplar, bu devrimlere itiraz etti ve laikliğe muhalefet nedeniyle çıkan Şeyh Said ve Menemen isyanları ile toprak reformu nedeniyle çıkan Dersim İsyanı, Türk güvenlik güçleri tarafından bastırıldı.
II. Dünya Savaşı'nda (1939-1945) Türkiye, uzun süre tarafsızlığını korudu; ancak savaşın son aylarında, 23 Şubat 1945 tarihinde Müttefik Devletler'in yanında yer aldı. 26 Haziran 1945'te ise Birleşmiş Milletler'in kurucu üyelerinden biri oldu. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Yunanistan'da çıkan komünist isyanının bastırılmasında karşılaşılan zorluklar ve Sovyetler Birliği'nin Türk Boğazları'nda askerî üs talep etmesi, Amerika Birleşik Devletleri'nin 1947'de Truman Doktrini'ni ilanıyla sonuçlandı. Doktrin, Türkiye ve Yunanistan'ın güvenliğini sağlamayı amaçlayarak askerî ve ekonomik destek sağladı. Her iki ülke de 1948 yılında Avrupa ekonomisinin yeniden inşası için Marshall Planı ve OEEC'ye dâhil edildi, daha sonra 1961 yılında OECD'nin kurucu üyesi haline geldi.
Kore Savaşı'na (1950-53) Birleşmiş Milletler kuvvetleri ile birlikte katılan Türkiye, 1952 yılında Sovyetler Birliği'ne karşı NATO'ya katıldı. 15 Temmuz 1974'te Kıbrıs'ta gerçekleşen darbe, EOKA-B'nin faaliyetleri, Enosis (adayı Yunanistan ile birleştirme) planları ve yaşanan toplumlar arası çatışmanın tırmanması sonucunda Türkiye, 20 Temmuz 1974'te adaya asker çıkardı. Dokuz yıl sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurularak ada ikiye bölünse de, KKTC yalnızca Türkiye tarafından resmen tanındı.
Türkiye Cumhuriyeti'nin tek partili dönemi, 1945 yılında son buldu. Ardından gelen çok partili demokrasi dönemi 1960 ve 1980 askerî darbeleri ve 1971 ve 1997 muhtıraları ile kesintiye uğradı. 1960 ile 20. yüzyılın sonu arasında Türk siyasetinde birden fazla seçim zaferi elde eden önde gelen liderler muhafazakâr-popülist Süleyman Demirel, sosyal demokrat Bülent Ecevit ve neoliberal reformcu Turgut Özal'dı. Tansu Çiller 1993 yılında Türkiye'nin ilk kadın başbakanı oldu.
1980'li yıllarda Türk ekonomisinin liberalleştirilmesinden bu yana ülke, ekonomik büyüme ve siyasi istikrar yakaladı. 1984'ten itibaren PKK, Türk hükûmetlerine karşı ayaklanma ve saldırı kampanyalarına başladı; tarafların çatışmaları sonucunda resmî verilere göre 40 binden fazla insan öldü. 2012'de taraflar arasında barış görüşmeleri başladı, ancak 2015'te görüşmeler sona erdi ve yeniden çatışma hâline dönüldü. 2013'te Gezi Parkı'ndaki düzenlemeler nedeniyle başlayan protestolar, daha sonra hükûmet karşıtı protestolara dönüşerek birçok ilde patlak verdi ancak hükûmet tarafından bastırıldı. 28 Ağustos 2014'te Recep Tayyip Erdoğan doğrudan halk oyuyla seçilen ilk cumhurbaşkanı oldu. 15 Temmuz 2016'da, Türkiye'de bir darbe girişimi meydana geldi. 2017'de yapılan anayasa değişikliği referandumu ile parlamenter sistemin yerini icracı bir başkanlık sistemi aldı. Başbakanlık makamı kaldırılarak yetki ve görevleri cumhurbaşkanına devredildi.
İdari bölümler.
Türkiye, idari açıdan üniter bir yapıya sahiptir ve bu durum Türk kamu yönetimine şekil veren en önemli etkenlerdendir. Devletin temel işleyişindeki üç güç olan yasama, yürütme ve yargı dikkate alındığında, yerel yönetimlerin hemen hemen herhangi bir gücü yoktur. İllerin ve diğer birimlerin yönetimi, merkezî yönetimden sonra gelir. Yerel yönetimler yalnızca bulundukları yerde hizmet vermek amacıyla kurulmuşlardır. İllerin başında valiler, ilçelerin başında kaymakamlar yönetici olarak görevlidir. Vali ve kaymakamın yanı sıra, merkezî yönetim ve belediye başkanları tarafından atanan diğer üst düzey yetkililer de vardır.
Türkiye'nin başkenti Ankara'dır. Ülkenin en büyük idari birimleri illerdir ve 81 il vardır. Bu iller ilçelere ayrılmıştır, toplamda 973 ilçe mevcuttur. Ayrıca ülke coğrafi, demografik ve ekonomik koşullar göz önüne alınarak idari anlam taşımayan 7 bölge ve 21 alt bölgeye ayrılmıştır.
Siyaset.
Türkiye, çok partili sisteme sahip temsilî demokrasinin uygulandığı üniter devlettir. Mevcut anayasa 1982'de referandumla onaylandı ve hükûmetin yapısını belirlemekle birlikte, devletin ideallerini ve yönetim standartlarını ortaya koymaktadır. Anayasa ayrıca devletin vatandaşlarına karşı sorumluluğunu ve halkın hak ve yükümlülüklerini belirler.
Türk siyasi sisteminde vatandaşlar, ülkesel, il ve yerel olmak üzere üç yönetim düzeyine tabidir. Yerel yönetimin görevleri genellikle belediye yönetimleri ve ilçeler arasında paylaştırılır. Türkiye idari amaçlarla 81 ile bölünmüştür. Her il, toplam 973 ilçe olmak üzere ilçelere ayrılmıştır.
Devlet, anayasa tarafından tanımlanan bir kuvvetler ayrılığı sistemi ile düzenlenmiştir ve yasama, yürütme ve yargı olmak üzere üç kola ayrılmaktadır:
Meclise 600 milletvekili seçilir. Parlamento üyelerinin her biri beş yıllık bir dönem için bir seçim bölgesini temsil eder. Parlamentonun sandalye dağılımı, nüfus sayımına uygun olarak illere göre dağıtılır. Cumhurbaşkanı ise beş yıllık bir dönem için doğrudan halk tarafından seçilir. Cumhurbaşkanı iki dönemden (10 yıl) sonra yeniden aday olamaz. Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi hâlinde, cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir. Meclis seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçimleri aynı gün yapılır. Anayasa Mahkemesi on beş üyeden oluşur. Bir üye on iki yıllık bir süre için seçilir ve yeniden seçilemez. Anayasa Mahkemesi üyeleri altmış beş yaşını doldurduklarında emekli olmak zorundadırlar.
Seçim ve partiler.
Türkiye'de seçimler altı yönetim kademesi için yapılır: meclis seçimleri (ulusal), cumhurbaşkanlığı seçimleri (ulusal), büyükşehir belediye başkanları (yerel), ilçe belediye başkanları (yerel), il veya belediye meclisi üyeleri (yerel) ve muhtarlar (yerel). Seçimler dışında zaman zaman referandumlar da düzenleniyor.
18 yaşını doldurmuş her Türk vatandaşı, seçimlerde oy kullanma ve aday olma hakkına sahiptir. Her iki cinsiyet için de genel oy hakkı Türkiye'nin her yerinde uygulanmaktadır. Türkiye'de hem genel hem de yerel seçimlere katılım oranları yüzde 80'lerde bulunmaktadır. Türkiye'de 88 seçim bölgesi vardır ve bu seçim bölgelerinden aday olan 18 yaş üstü kişilerden 600 tanesi beş yıl aralıklarla liste usulü çoğunluk seçim sistemi yoluyla milletvekili olarak seçilir. Anayasa Mahkemesi, laiklik karşıtı veya terörle bağlantısı olan siyasi partilerin kamu finansmanını veya tamamen varlıklarını ortadan kaldırma hakkına sahiptir. Ülkede %7 seçim barajı uygulaması vardır. Küçük partiler, diğer partilerle ittifak kurarak seçim barajını aşabilirler. İttifakın toplam oyunun %7'yi geçmesi yeterlidir. Bağımsız adaylar seçim barajına tabi değildir.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye'de siyaset çok partili bir sistem altında faaliyet göstermiştir. Türk siyasi yelpazesinin sağ tarafında Demokrat Parti (DP), Adalet Partisi (AP), Anavatan Partisi (ANAP) ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Türkiye'nin en büyük siyasi partileri oldular ve en büyük seçim başarılarını elde ederek siyasette baskın oldular. Sağ partiler muhafazakârlık, milliyetçilik, liberalizm veya İslamcılık gibi siyasi ideolojilerin ilkelerini benimseme eğilimindedir. Yelpazenin sol tarafında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) ve Demokratik Sol Parti (DSP) yerel ve genel seçimlerde büyük başarılar elde ettiler. Sol partiler sosyalizm, Kemalizm veya laiklik ilkelerini daha fazla benimseme eğilimindedir.
12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan şu anda devlet ve hükûmet başkanı olarak görev yapıyor. Özgür Özel, Türkiye'nin ana muhalefet lideridir. Numan Kurtulmuş, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı'dır.
Meclisin 28. dönemi, 2023 genel seçimlerinin ardından başlamıştır ve başlangıçta milletvekili dağılımı şu şekilde belirlendi: Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) 268, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) 169, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) 50, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (HEDEP) 57, İYİ Parti 43, Yeniden Refah Partisi (YRP) 5, Türkiye İşçi Partisi (TİP) 4 sandalye. Bir sonraki parlamento seçimlerinin 2028 yılında yapılması planlanıyor.
Hukuk.
Örneğin Borçlar Kanunu ve Türk Medeni Kanunu, İsviçre'den alınmıştır. Medeni Kanun, İsviçre'nin medeni kanununun Türk kültürüne uyarlanmasıyla hazırlanmıştır. İdare Hukuku kuralları Fransa'daki muadili ile benzerlikler taşır, Ceza Kanunu ise İtalya'dan alınmıştır.
Türkiye'de güçler ayrılığı ilkesi benimsenmiştir. Bu ilke doğrultusunda, yargı gücü Türk milleti adına yalnızca bağımsız ve tarafsız mahkemeler tarafından kullanılabilir. Mahkemelerin bağımsızlığı ve kuruluşu, hâkim ve savcıların görev süreleri boyunca güvenliklerinin sağlanması, hâkim ve savcıların görevleri, hâkim ve savcıların denetlenmesi, askerî mahkemeler ve kuruluşu, yüksek mahkemelerin yetki ve görevleri Türkiye Anayasası ile belirlenir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 142. maddesine göre mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi ile yargılama usulleri kanunla düzenlenir. Bu yasada ve ilgili diğer anayasa maddeleri doğrultusunda Türkiye'deki mahkeme sistemi üç ana başlık altında toplanır: Yargı Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Askerî Mahkemeler. Her başlık, birinci derece mahkemeler ile yüksek maddeleri bünyesinde barındırır. Ülkedeki adli, idari ve askerî yargı mercileri arasındaki görev ve hüküm uyuşmazlıklarını kesin olarak çözümlemek için Uyuşmazlık Mahkemesi kurulmuştur.
Türkiye'de kolluk kuvvetleri Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı gibi çeşitli birimlere ayrılmaktadır. Tüm bu kolluk kuvvetleri İçişleri Bakanlığına bağlı olarak hareket eder. Adalet Bakanlığı tarafından Kasım 2008'de açıklanan verilere göre, Türkiye cezaevlerinde bulunun kişi sayısı 100.000'i aşmıştır ve bu sayı 2000'lerin başındaki sayının iki katıdır.
Dış ilişkiler.
Günümüzde Türkiye, askerî kapasitesi ve diplomatik girişimleri sayesinde bölgesel güç kabul edilirken; Avrupa ve Asya kıtalarının kavşak noktasında yer alması nedeniyle önemli bir jeostratejik güce sahiptir. Ülke, Birleşmiş Milletler (1945), OECD (1961), İslam İşbirliği Teşkilatı (1969), AGİT (1973), EİT (1985), KEİ (1992), D-8 (1997), G-20 (1999) ve Türk Devletleri Teşkilatı (2009) gibi uluslararası örgütlerin kurucu üyelerinden birisidir. 1951-1952, 1954-1955, 1961 ve son olarak 2009-2010 yıllarında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde geçici üye olarak görev yapmıştır.
Geleneksel Batı yönelimi doğrultusunda, Avrupa ile ilişkiler her zaman Türk dış politikasının merkezî bir parçası olmuştur. 1949 yılında Avrupa Konseyi'ne üye olan ülke, 1963 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu (sonradan Avrupa Birliği'ne dönüştü) ile ortaklık ilişkisi kurdu. Uzun yıllar devam eden siyasi görüşmelerin ardından, 1987 yılında AET'ye tam üyelik için başvurdu, 1992 yılında Batı Avrupa Birliği'nin ortak üyesi oldu, 1995'te AB Gümrük Birliği'ne katıldı ve 2005 yılında Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerine başladı. Türkiye'nin Kıbrıs Sorunu'nda AB üyelerinin aksine Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni desteklemesi, AB ilişkilerini zorlaştırmakta ve ülkenin AB'ye üyelik sürecindeki önemli bir engel olmaya devam etmektedir. Bugün, Avrupa Birliği üyeliği Türkiye tarafından stratejik bir hedef ve devlet politikası olarak kabul edilmektedir.
Türkiye'nin dış ilişkilerinin bir diğer belirleyici unsuru Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkiler olmuştur. Sovyetler Birliği'nin oluşturduğu ortak tehdit sebebiyle Türkiye, 1952'de NATO'ya üye oldu ve Soğuk Savaş boyunca Washington hükûmetleri ile yakın ikili ilişkiler içinde bulundu. Türkiye, Avrupa Birliği'ne üyelik gibi önemli konular da dâhil olmak üzere Amerika Birleşik Devletleri'nin siyasi, ekonomik ve diplomatik desteğinden yararlandı. Soğuk Savaş sonrasındaki dönemde Türkiye'nin jeostratejik önemi, çevresinde bulunan Orta Doğu, Kafkasya ve Balkan coğrafyalarına doğru kaydı.
1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasının üzerine Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını elde ettiler. Türkiye, Ön ve Orta Asya'da bulunan bu cumhuriyetler ile ikili ilişkilerini, aralarında bulunan derin kültürel ve dilsel bağ sebebiyle ilerletme çabası içine girdi. Özellikle Azerbaycan, Türkiye ile ilişkilerinin önemini vurguladı. Bakü'den Ceyhan'a uzanan Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı (BTC), Hazar Denizi'ndeki petrolü küresel pazara aktarmayı sağlamakta ve Türkiye'nin dış politika stratejisinin bir bölümünü oluşturmaktadır. Azerbaycan'ın Ermenistan ile yaptığı Karabağ Savaşı'nda Azerbaycan'ı destekleyen Türkiye, savaş yıllarından bu yana Ermenistan ile var olan sınır kapılarını kapalı tutmaktadır. Günümüzde AK Parti hükûmeti dönemi, Türkiye'nin Yeni Osmanlıcılık dönemi olarak adlandırıldı ve ülkenin etkisi stratejik konumuna bağlı olarak Orta Doğu'da arttı. Bu politikalar Türkiye'nin çevresindeki Arap ülkeleriyle sorunlar yaşamasına yol açtı. Örneğin Suriye İç Savaşı'ndan sonra Suriye ile, Muhammed Mursi'nin devrilmesinden sonra Mısır ile Türkiye'nin arası bozuldu.
Türkiye, 1950'den bu yana Birleşmiş Milletler ve NATO bünyesi dâhilinde uluslararası alanda çeşitli güçlerin korunmasına yardımcı olmuştur. Somali ile eski Yugoslavya'da barış ortamının korunmasına destek sağlamış ve Birinci Körfez Savaşı'nda koalisyon güçlerini desteklemiştir. Bunun yanı sıra varlığı tartışmalı olsa da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti topraklarında 36.000 askerini bulundurmaktadır. Afganistan'da Amerika Birleşik Devletleri'nin istikrar gücü, BM yetkilisi ve 2001'den bu yana NATO komutası altında Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvveti'nin bir parçası olarak bulunmaktadır. 2003'ten beri Türkiye, Avrupa Kolordusu'na askerî personel sağlamakta ve AB Savaş Grupları'nda yer almaktadır.
Ordu.
Türk Silahlı Kuvvetleri üç bölümden oluşur: Kara Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri ve Türk Hava Kuvvetleri. İç emniyeti sağlama ve askerî işlevleri olan Jandarma ile Sahil Güvenlik, barış zamanında İçişleri Bakanlığına, savaş zamanında Kara ve Deniz kuvvetlerine bağlıdır.
Türk Silahlı Kuvvetlerini komuta edip yönlendiren en üst düzey birim olan Genelkurmay Başkanı, cumhurbaşkanı tarafından atanır ve Millî Savunma bakanına bağlı ve sorumludur. Bakanlar Kurulu, millî güvenlik ve ülke savunması için yeterli silahlı kuvvetlerin hazırlanması konularında meclise karşı sorumludur. Ancak savaş ilan etme, dış ülkelere asker gönderme veya dış ülke askerlerinin Türkiye'ye konuşlanmasına izin verme yetkileri yalnızca meclise aittir.
Sağlık sorunu olmayan her erkek Türk vatandaşının eğitim durumu ve iş yerine bağlı olarak üç hafta ile altı ay arasında değişen bir süreliğine askerî hizmet yapması zorunludur. Türkiye'de vicdanî ret uygulaması bulunmamaktadır ve askerlik yerine sivil bir alternatif sunulmamaktadır.
2011 NATO sayımlarına göre ülkenin tahminî 495.000 konuşlandırılabilir kuvveti bulunmaktadır. Almanya, Belçika, Hollanda ve İtalya ile birlikte NATO'nun nükleer paylaşım politikasının bir parçası olan beş ülkeden biridir. İncirlik Hava Üssü'nde toplam 90 tane B61 nükleer bombası bulunmaktadır, bunlardan 40 tanesi nükleer bir çatışma durumunda NATO'dan onay almak şartıyla Türk Hava Kuvvetleri'nin kullanması için tahsis edilmiştir.
İnsan hakları.
Türkiye'de insan hakları, çeşitli uluslararası hukuk anlaşmaları ile koruma altına alınmıştır. 1982 Anayasasının 90. maddesine göre uluslararası hukuk kurallarının iç hukuka karşı üstünlüğü kabul edilmiştir. Fakat belli konularda sorunlar ve tartışmalar sürmektedir. 1998 ve 2008 yılları arasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından özellikle yaşama hakkı olmak üzere genel insan hakları ihlalleri ve özgürlük ihlalleri nedeniyle Türkiye aleyhinde 1.600 karar alınmıştır. Aynı zamanda Kürt hakları, kadın hakları, LGBT hakları ve basın özgürlüğü gibi diğer konular da tartışmalara sebep olmuştur. Günümüzde Türkiye'nin insan hakları ihlallerindeki sicili, AB üyeliğine bir engel teşkil etmeye devam etmektedir.
Gazetecileri Koruma Komitesi'ne göre uzun yıllardır ülkeyi yöneten AK Parti hükûmeti, basın özgürlüğü açısından dünyanın en büyük baskılarından birini uygulamaktadır. Ülkede çok sayıda gazeteci önceleri Ergenekon ve Balyoz davaları gibi çeşitli davalar kapsamında, daha sonraları 2016 yılındaki darbe girişimi takip eden tasfiyeler çerçevesinde "terörizm" ve "devlet karşıtı faaliyetler" ile suçlanarak tutuklandı. "Türklüğü aşağılamak" ve "yargıyı etkilemek" suçlarıyla da gazetecilere karşı çeşitli kovuşturmalar başlatıldı, ayrıca hükûmetin basındaki oto-sansürü içselleştirdiği iddia edildi. 2013 yılında Gazetecileri Koruma Komitesi, Türkiye'de 211 gazetecinin hapse atıldığını rapor ederek ülkenin bu rakamla en fazla gazeteci tutuklayan ülke sıralamasında İran, Eritre ve Çin'i geçerek tepeye yerleştirdiğini bildirdi. Freemuse ise dokuz müzisyenin çalışmaları yüzünden hapse atıldığını belirleyerek müzisyenlerin hapsedilmesi bakımından ise ülkenin Rusya ve Çin'den sonra üçüncü sırada olduğunu açıkladı. Türkiye, Freedom House tarafından 'Kısmen Özgür' sınıfında değerlendirilir.
Coğrafya.
Türkiye, iki kıtada toprağı bulunan bir Avrasya ülkesidir. Topraklarının %97'si Asya üzerinde bulunur ve bu kısım Anadolu diye adlandırılır. Kalan %3'lük kısım ise Avrupa kıtasında kalır ve Doğu Trakya diye adlandırılır. Marmara Denizi, Çanakkale ve İstanbul Boğazı Anadolu'yu Trakya'dan, yani Asya'yı Avrupa'dan ayırır.
Türkiye toprakları kabaca bir dikdörtgen şeklini andırır, 1.600 kilometre (1.000 mi) uzunluğunda ve 800 km (500 mi) genişliğindedir. 36° ve 42° kuzey paralelleri ile 26° ve 45° doğu meridyenleri arasına yerleşmiştir. Gölleriyle birlikte 783.562 kilometre karelik (300,948 sq mi) bir alanı kaplar. Bunun 755.688 kilometre karesi (291.773 sq mi) Asya topraklarını oluştururken, geriye kalan 23.764 kilometre karesi (9.174 sq mi) Avrupa topraklarını oluşturur. Bu rakamlarla, yüzölçümü açısından dünyanın en büyük 37. ülkesidir. Üç tarafı denizlerle çevrilidir. Batısında Ege Denizi, kuzeyinde Karadeniz ve güneyinde Akdeniz bulunmaktadır. Kuzeybatısında ise Marmara Denizi yer alır.
Türkiye'nin Avrupa'daki kısmı olan Doğu Trakya'da Yunanistan ve Bulgaristan ile sınırı bulunmaktadır. Asya'daki kısmı olan Anadolu'da ise dar kıyı ovalarıyla çevrilmiş yüksek bir merkezi platodur. Kuzeyde Köroğlu ve Kuzey Anadolu Dağları ile, güneyde Toros Dağları ile çevrilmiştir. Türkiye'nin doğusuna gidildikçe yükselti artar ve burası Fırat, Dicle, Aras gibi çeşitli nehirlerin kaynağıdır. Ayrıca 5.137 metre (16.854 ft) yüksekliğindeki Türkiye'nin en yüksek dağı olan Ağrı Dağı ve en büyük gölü olan Van Gölü de Doğu Anadolu'da yer alır. Türkiye, Anadolu toprakları üzerinde kuzeydoğuda Gürcistan, doğuda Ermenistan, Azerbaycan'a bağlı Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti ve İran, güneydoğuda Irak ve Suriye ile sınır komşusudur.
Türkiye, yedi coğrafi bölgeye bölünmüştür. Bunlar Akdeniz, Doğu Anadolu, Ege, Güneydoğu Anadolu, İç Anadolu, Karadeniz ve Marmara bölgeleridir. Dar bir kemere benzeyen Karadeniz Bölgesi, Kuzey Anadolu boyunca düzensiz bir şekilde uzanır ve ülkenin toplam yüzölçümünün altıda birini oluşturur. Geleneksel bir eğilim olarak, doğuya doğru gidildikçe engebenin artmasına paralel olarak yaylacılığın arttığı görülür.
Türkiye'nin yer şekillerinin çeşitliliği, binlerce yıldır bölgenin arazisini şekillendiren yerin hareketliliğinin bir sonucudur. Üzerinde sönmüş volkanlar bulundurur ve hâlâ daha sıklıkla depremler meydana gelmektedir. Çanakkale ve İstanbul Boğazları, varlıklarını ülkedeki fay hatlarına borçludurlar. Ülkenin kuzeyinde ve doğusunda günümüzde de depremlere sebep olan büyük fay hatları vardır. Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerinde 1999'da meydana gelen büyük Marmara depremi, binlerce insanın hayatını kaybetmesine sebep olmuştur.
Biyoçeşitlilik.
Türkiye'nin olağanüstü ekosistemi ve habitat çeşitliliği, ülkede önemli bir tür çeşitliliğinin oluşmasını sağlamıştır. Anadolu, üzerinde tarımın yapılmaya başladığı yıllardan itibaren birçok bitkinin anavatanı olmuştur ve günümüzde bu bitkiler Türkiye'de yaşayan insanlar tarafından kullanılmaktadır. Türkiye'nin faunasının çeşitliliği, florasının çeşitliliğinden bile büyüktür. Tüm Avrupa genelindeki hayvan türlerinin sayısı 60.000 iken, bu rakam Türkiye'de 80.000'den fazladır ve alt türler dâhil edildiğinde 100.000'i geçmektedir.
Kuzey Anadolu kozalaklı ve yaprak döken karışık ormanları, Türkiye'nin kuzeyindeki Kuzey Anadolu Dağları'nın büyük bir bölümünü kaplar ve bir ekolojik bölge oluşturur. Bu dağların doğu ucunda Kafkasya karışık ormanları yer alır. Bölge ayrıca Avrasya yaban hayatına da ev sahipliği yapar. Bayağı atmaca, kaya kartalı, şah kartal, küçük orman kartalı, kafkas kara orman tavuğu, kara iskete ve duvar tırmaşık kuşu gibi hayvanlar burada yaşar. Kuzey Anadolu Dağları ve Karadeniz arasındaki dar kıyı şeridinde, Dünya'da az sayıda bulunan ılıman yağmur ormanlarından biri olan Euxine-Kolşik yaprak döken ormanlarına rastlanır.
Türkiye'de 40 tane millî park, 189 tane doğal park, 31 tane doğal koruma alanı, 80 tane yaban hayatını koruma alanı ve 109 tane doğal anıt bulunur.
Türkiye'nin başkenti Ankara, kendi adını taşıyan Ankara kedisi, Ankara tavşanı ve Ankara keçisi gibi hayvanlarıyla ünlüdür. Ülkenin diğer ulusal sembollerinden biri ise Van kedisidir ve adını Doğu Anadolu'da yer alan Van ilinden alır. Ayrıca Türkiye'ye has çeşitli köpek türleri de vardır: Anadolu çoban köpeği, Kangal, Aksaray Malaklısı ve Akbaş.
İklim.
Türkiye'de üç farklı iklim tipine rastlanmaktadır. Genel anlamda Ege Denizi ile Akdeniz kıyılarında görülen Akdeniz ikliminde yazlar sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlıdır. Bitki örtüsü makidir. Karadeniz kıyılarında görülen bir ılıman okyanus iklim tipi olan Karadeniz ikliminde her mevsim yağış görülmektedir, doğal bitki örtüsü ormandır. Karadeniz kıyıları, Türkiye'nin yıl boyunca yüksek yağış alan tek bölgesidir ve Doğu Karadeniz bölümü yıllık 2000-2500 milimetre yağış almaktadır.
Ege Denizi ile Karadeniz'i birbirine bağlayan Marmara Denizi'nin kıyılarında geçiş iklimi görülmektedir; denizin güneyinde Akdeniz, kuzeyinde Karadeniz ve kuzeybatısında karasal iklime rastlanmaktadır. Marmara ve Karadeniz bölgelerinde hemen hemen her yıl kar yağışı gözükse de kar ancak birkaç gün yerde kalır. Ülkede, Karadeniz ve Akdeniz kıyılarına paralel uzanan dağlar, denizlerden gelen ılıman hava kütlelerinin iç kesimlere ulaşmasını engeller.
İç Anadolu Bölgesi, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yani iç kesimlerde karasal iklime rastlanır. Bu iklimde yıllık ve günlük sıcaklık farkları yüksektir; yazlar sıcak ve kurak, kışlar soğuk ve kar yağışlıdır. Doğu bölgelerde, kışlar oldukça sert geçer. Doğu Anadolu'da sıcaklıklar −30 °C ve −40 °C'ye (−22 °F ve −40 °F) kadar düşebilir ve kar yılın en az 120 günü yerde kalır. Batıda ise kış sıcaklıkları ortalama 1 °C (34 °F) olarak gözlemlenmektedir. Yazları sıcak ve kurak, ülke genelinde genellikle Temmuz ve Ağustos en kurak ay iken Mayıs en çok yağışın alındığı aydır, sıcaklıklar gün içinde 30 °C (86 °F) üzerinde çıkabilmektedir.
Ekonomi.
Türkiye, yılında GSYİH (SAGP) sıralamasında . sırada ve GSYİH (nominal) sıralamasında . sırada yer almaktadır. OECD ile G-20 büyük ekonomileri topluluklarının kurucu üyelerinden bir tanesidir.
1995'te başlayan Avrupa Birliği-Türkiye Gümrük Birliği tarifeleriyle birlikte Türkiye'de geniş bir liberalleşme yolu açıldı ve bu gümrük birliği, ülkenin dış ticaret politikasının önemli taşlarından birini oluşturur hâle geldi. Türkiye'nin 2014'te ihracatı, önceki yıla göre %4 artarak $157,6 milyar oldu. En fazla ihracat yapılan ülkeler ise Almanya, Irak, Birleşik Krallık, İtalya ve Fransa olarak belirlendi. Ancak aynı yıl ithalatın $242,2 milyarı bulması sebebiyle $84,5 milyar tutarında dış ticaret açığı oluştu. Bu rakam, bir önceki yıl $99,8 milyar idi. 2014'te Türkiye, en fazla Çin'den ithalat yaptı. Bu ülkeyi sırasıyla Almanya, Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri takip etti.
Türkiye'nin büyük bir otomotiv sanayisi vardır. 2014'te Türkiye, gemi yapımından ise $1,2 milyar gelir elde etmiştir. Ülkenin bu konudaki en büyük pazarları Malta, Norveç, Birleşik Krallık ve Marshall Adaları'dır. 2012 verilerine göre 87 aktif Türk tersanesi bulunmaktadır ve bu tersanelerde farklı boyutlarda 15 yüzer havuz ve bir kuru havuz bulunmaktadır. Tuzla, Yalova ve İzmit gemi inşa sektörünün başlıca merkezleridir.
Beko ve Vestel gibi Türk markaları, Avrupa'nın en büyük beyaz eşya ve tüketici elektroniği üretim şirketlerindendir, bu sektörleri geliştirmek ve yeni teknolojiler bulmak konusunda önemli miktarda yatırımlar yapmaktadırlar.
Türk ekonomisinin diğer önemli bölümlerini ise bankacılık, inşaat, ev aletleri, elektronik, tekstil, petrol arıtma, petrokimya ürünleri, gıda, madencilik, demir-çelik ve makine sanayi oluşturmaktadır. 2013 verilerine göre Türkiye'deki sektörel GSYİH dağılım %8,9 tarım, %27,3 sanayi ve %63,8 hizmet şeklinde olmuştur. Bu oranlara rağmen hâlâ daha nüfusun dörtte biri tarım sektöründe çalışmaktadır. 2012 verilerine göre çalışan nüfusun sadece %30'u kadınlardan oluşmaktadır ve bu rakam OECD üyesi ülkeler arasındaki en az orandır. Türkiye'de en zengin kesimin geliri, en yoksul kesimin gelirinin 7,7 katıdır. Nüfusun %15'i yoksulluk sınırının altındadır.
Türkiye, ekonomisine katkı sağlamak amacıyla 2017 yılında yatırım yoluyla vatandaşlık programını başlattı. Program 400.000 $'lık bir gayrimenkul yatırımı karşılığında yabancı yatırımcılara vatandaşlık alma imkanı sunuyor.
Tarihçe.
I. Dünya Savaşı ile Türk Kurtuluş Savaşı sonrası ortaya çıkan cumhuriyetin ilk altmış yılında 1923 ve 1983 yılları arasında devlet, sıkı bir yarı-devletçi yaklaşımın içinde bulundu; özel sektör katılımı, dış ticaret, döviz akışı ve doğrudan yabancı yatırım tutarı gibi konularda çeşitli sınırlamalar konuldu. Çeşitli bütçe planlamaları yapıldı. Ancak 1983 yılına gelindiğinde Başbakan Turgut Özal, özel sektörü daha ön plana çıkaran bir dizi reform başlattı.
Büyük miktarlarda alınan dış kredilerle birlikte reformlar, hızlı bir ekonomik büyümenin önünü açtı fakat bu büyüme özellikle 1994, 1999 (o yıl gerçekleşen Gölcük depremi sonrası) ve 2001 yıllarında yaşanan finansal krizler ve durgunluklar sebebiyle sürekli kesintiye uğradı. 1981 ile 2003 yılları arasında ülkenin yıllık GSYİH büyüme ortalaması %4 olarak belirlendi. Büyüyen kamu açıkları ve yaygın yolsuzluk ile birlikte ek mali reformların eksikliği, yüksek enflasyon ve zayıf bankacılık sektörü, makroekonomi dalgalanmasının artmasına sebep oldu. 2001 yılındaki kriz sonrası dönemin maliye bakanı Kemal Derviş tarafından başlatılan reformlardan bu yana, enflasyon tek haneli rakamlara düştü, yatırımcı güveni ile yabancı yatırım arttı, işsizlik oranı geriledi.
Türkiye, dış ticaret üzerindeki devlet kontrolünü yavaş yavaş azaltarak ekonomik düzenlemeler yoluyla çeşitli pazarlar açtı, kamuya ait çeşitli kurumları özelleştirme yoluna gitti, birçok sektörün liberalleştirilmesi ile yabancı katılımı ise çeşitli siyasi tartışmalar arasında devam etti. Kamu borçlarının GSYİH'ye oranı, 2001 yılındaki durgunlukta seviyenin altına düşse de, 2010 yılının üçüncü yarısında %46'ya yükseldi. 2002 ve 2007 yılları arasındaki yıllık GSYİH büyüme oranı ise ortalama %6,8 olarak belirlendi; bu rakam Türkiye'yi o yılların en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri haline getirdi. Ancak büyüme, 2008 yılında %1 oranında yavaşladı ve ekonomi, 2009 yılında yaşanan küresel ekonomik krizden %5 kadarlık bir oranla durgunluktan etkilendi. 2010 yılında ise ülkenin ekonomisinin %8 büyüdüğü tahmin edildi.
2000'lerin ilk yıllarında ülkedeki yüksek enflasyon kontrol altına alındı ve bu yeni bir para biriminin piyasaya sunulmasına yol açtı; Yeni Türk Lirası, 1 Ocak 2005 tarihinde yürürlüğe girdi. 1 Ocak 2009'da Yeni Türk Lirası, yerini yeni banknot ve madeni paraların tanıtılmasıyla Türk Lirası'na bıraktı. 2012 yılında ülkedeki enflasyon rakamı %6,16, işsizlik oranı ise %9,2 olarak belirlendi.
Enerji.
Elektrik üretimi için kullanılan kaynaklar çeşitlilik gösterir. Fosil yakıtlar, toplam kurulu kapasitenin %56,2'sini oluştururken, nükleer enerji %0'lık bir paya sahiptir. Güneş enerjisi, toplam kurulu kapasitenin %3,8'ini oluştururken, rüzgar enerjisi %8,4'lük bir paya sahiptir. Hidroelektrik kaynakları ise toplam kurulu kapasitenin %26,3'ünü oluşturmaktadır. Gelgit ve dalga enerjisi %0,4'lük bir paya sahipken, jeotermal enerji toplam kurulu kapasitenin %3,4'ünü oluşturur. Son olarak, biyokütle ve atık kaynakları toplam kurulu kapasitenin %1,5'ini oluşturmaktadır. (2020 ortalama değerleridir)
Turizm.
Türkiye'de turizm, ekonominin önemli bir kısmını teşkil etmektedir ve son yirmi yılda hızlı bir büyüme yakalamıştır. 2024'te 56 milyondan fazla turist tarafından ziyaret edilen Türkiye, İtalya'yı geride bırakarak dünyanın en çok ziyaret edilen dördüncü ülkesi ve Avrupa'nın ise üçüncü en büyük turizm destinasyonudur. Aynı yıl Türkiye ziyaretçilerden 56.3 milyar $ gelir elde etti. Türkiye, 22 UNESCO Dünya Mirası Alanı, 79 geçici Dünya Mirasına sahiptir ve bu ülkeyi dünyada en çok kültürel mirasını tescil ettiren 14. ülke konumuna getirdi.
Türkiye, 625 Mavi Bayraklı plaja ev sahipliği yaparak İspanya ve Yunanistan'ın ardından dünyada üçüncü sırada yer almaktadır. Euromonitor International'ın raporuna göre, 2024 yılında İstanbul dünyanın en çok ziyaret edilen 2. şehri, "turizm başkenti" kabul edilen Antalya ise Paris ve Dubai gibi metropolleri geride bırakarak 6. sırada yer aldı.
Altyapı.
Türkiye, 2023 yılında yaklaşık 1.154 trilyon Amerikan doları GSYİH ile dünyanın en büyük 17. ekonomisi, Avrupa'nın ise en büyük 7. ekonomisi olmuştur. 2013 yılında Türkiye'de 22 uluslararası havalimanı olmak üzere 98 havalimanı vardı. İstanbul Havalimanı'nın yılda 150 milyon yolcuya hizmet verme kapasitesiyle dünyanın en büyük havalimanı olması planlanıyor. 1933'ten bu yana Türkiye'nin bayrak taşıyıcı havayolu olan Türk Hava Yolları'nın yanı sıra ülkede birçok havayolu şirketi faaliyet göstermektedir. Avrupa, Asya, Afrika ve Amerika'da 315 noktaya tarifeli seferler gerçekleştiriyor ve bu da onu Dünyanın en çok yere sefer yapan havayolu firması yapıyor. Türk Hava Yolları ana aktarma merkezi olarak 90 milyon kapasiteli İstanbul Havalimanı'nı kullanıyor.
2014 itibarıyla, ülke 65.000 kilometrenin (40.400 mil) üzerinde bir karayolu ağına sahiptir. Otoyollar, resmî adı Otoyol olan kontrollü erişimli otoyollardır. Ağ, 2020 itibarıyla 3.523 kilometre (2.189 mi) genişliğindedir. Ağın 2023 yılına kadar 4.773 kilometreye (2.966 mi) ve 2035 yılına kadar 9.312 kilometreye (5.786 mi) genişlemesi bekleniyor.
Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları, 12.532 kilometre ray uzunluğu üzerinde hem konvansiyonel hem de yüksek hızlı tren işletmektedir. Devlete ait ulusal demiryolu şirketi 2003 yılında hızlı tren hatları inşa etmeye başladı. Ankara-Konya hattı 2011 yılında, Ankara-İstanbul hattı ise 2014 yılında hizmete girdi. Konya-Karaman hattı 2022 yılında faaliyete geçti ve 406 km (252 mil) uzunluğundaki Ankara-Sivas hattı, 2023'te açıldı.
2013 yılında hizmete açılan Boğaziçi'nin altındaki Marmaray Tüneli, İstanbul'un Avrupa ve Asya yakasındaki demiryolu ve metro hatlarını birbirine bağlar; yakındaki Avrasya Tüneli (2016) ise motorlu taşıtlar için denizaltı bağlantısı sağlıyor.
Metro İstanbul, yıllık 495 milyon yolcu sayısı ile ülkedeki en büyük metro ağıdır. Hizmette olan 9 metro hattı ve yapım aşamasında olan 5 metro hattı daha var.
15 Temmuz Şehitler Köprüsü (1973), Fatih Sultan Mehmet Köprüsü (1988) ve Yavuz Sultan Selim Köprüsü (2016), İstanbul Boğazı'nın Avrupa ve Asya kıyılarını birbirine bağlayan üç asma köprüdür. Osmangazi Köprüsü (2016) İzmit Körfezi'nin kuzey ve güney kıyılarını birbirine bağlar. Avrupa ve Asya'yı birbirine bağlayan Çanakkale Boğazı üzerindeki 1915 Çanakkale Köprüsü, dünyanın en uzun asma köprüsüdür.
Birçok doğal gaz boru hattı ülke topraklarını kapsıyor. Karadeniz'in önemli bir doğalgaz boru hattı olan Mavi Akım, Rusya'dan Türkiye'ye doğal gaz taşıyor. Yıllık kapasitesi yaklaşık 63 milyar metreküp (2.200 milyar fit küp) olan denizaltı boru hattı Türk Akımı, Türkiye'nin Rus gazını Avrupa'nın geri kalanına satmasına olanak tanıyor. Dünyanın en uzun ikinci petrol boru hattı olan Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı 2005 yılında açıldı. 2018 itibarıyla Türkiye 1700 terawatt saat (TW/h) petrol tüketiyor. yılda birincil enerji, kişi başına 20 megavat saatin (MW/h) biraz üzerinde. Türkiye'nin enerji politikası fosil yakıt ithalatını azaltmayı içermesine rağmen, Türkiye'deki kömür, Türkiye'nin sera gazı emisyonlarının küresel toplamın %1'ini oluşturmasının en büyük ve tek nedenidir. Türkiye'de yenilenebilir enerji artırılıyor ve Akkuyu Nükleer Santrali Akdeniz kıyısında inşa ediliyor: ancak ulusal elektrik üretim kapasitesi fazlalığına rağmen fosil yakıtlar hâlâ sübvanse ediliyor. Türkiye, dünyadaki jeotermal enerjiden en yüksek beşinci doğrudan kullanım ve kapasiteye sahiptir.
2019 yılı itibarıyla Türkiye elektriğinin %45,6'sını yenilenebilir kaynaklardan üretmektedir.
Bilim ve teknoloji.
TÜBİTAK, Türkiye'de bilim, teknoloji ve inovasyon politikalarını geliştiren lider kuruluştur. TÜBA, Türkiye'de bilimsel faaliyetleri teşvik etmek için hareket eden özerk bir bilimsel topluluktur. TAEK, Türkiye'nin resmî nükleer enerji kuruluşudur. Hedefleri arasında nükleer enerji üzerine akademik araştırmalar yapmak ve barışçıl nükleer araçların geliştirilmesi ve kullanımı yer alıyor.
Askerî teknoloji alanında araştırma ve geliştirme amacıyla kurulan devlet şirketleri arasında TUSAŞ, ASELSAN, HAVELSAN, ROKETSAN ve MKE bulunmaktadır. Türkiye Uzay Sistemleri Entegrasyon ve Test Merkezi (USET), Millî Savunma Bakanlığı'na ait ve Türk Havacılık ve Uzay Sanayii (TUSAŞ) tarafından işletilen bir uzay aracı üretim ve test tesisidir. Uydu Fırlatma Sistemi (UFS), Türkiye'nin uydu fırlatma kabiliyetini geliştirmeye yönelik bir projedir. Proje bir uzay üssünün inşasından, uydu fırlatma araçlarının geliştirilmesinden ve yer istasyonlarının kurulmasından oluşur. Türksat, Türkiye'deki tek haberleşme uydusu operatörüdür ve Türksat uydu serisini yörüngeye fırlatmıştır. Göktürk-1, Göktürk-2 ve Göktürk-3, Millî Savunma Bakanlığı tarafından işletilen Türkiye'nin keşif amaçlı yer gözlem uydularıdır. BİLSAT ve RASAT, TÜBİTAK Uzay Teknolojileri Araştırma Enstitüsü tarafından işletilen Dünya gözlem uydularıdır.
2015 yılında Kuzey Carolina Üniversitesi'nde bir profesör olan Aziz Sancar, hücrelerin DNA'yı nasıl onardığı konusundaki çalışmaları nedeniyle Tomas Lindahl ve Paul Modrich ile birlikte Nobel Kimya Ödülü'nü kazandı. Diğer Türk bilim adamları arasında Behçet hastalığını keşfeden hekim Hulusi Behçet ve Arf değişmezini tanımlayan matematikçi Cahit Arf yer alıyor.
Türkiye, 2022 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı'nda yer alan bilgilere göre, 2022 yılı itibarıyla blockchain tabanlı Merkez Bankası Dijital Parası (CBDC) olan Dijital Lira'yı resmî olarak hayata geçirmeyi planlıyor.
Demografi.
Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi sonucunda elde edilen verilere göre 2024 itibarıyla Türkiye'nin nüfusu 85.664.944'tür. Bu sayı, ilk resmî nüfus sayımının yapıldığı 1927 yılında 13,6 milyondu. 2024 yılındaki nüfus, 2022 yılından 292 bin 567 kişi fazladır ve ülkenin nüfusunun artış oranı binde 3,4'tür. Nüfusun %93'ü il ve ilçe merkezlerinde yaşamaktadır. Yine aynı verilere göre Türkiye'de km2 başına ortalama 111 kişi düşmektedir. Nüfusun %68,4'ü 15-64 yaş grubunda yer alırken %20,9'u 0-14 yaş grubunda yer almaktadır. Yaklaşık %10,6'lik bir kısım ise 65 ve üstü yaşlardaki kişilerden oluşmaktadır. Nüfusun ortanca yaşı 34,4'tür. Önceki yıllarla karşılaştırıldığında Türkiye nüfusunun yaşlandığı görülmektedir. Türkiye'nin en gelişmiş ve en kalabalık şehri İstanbul'dur. Ayrıca Avrupa'nın en kalabalık şehri unvanını da taşımaktadır.
Dil ve etnisite.
Türkiye Anayasası'nın 66. maddesi, "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan" herkesi, bir "Türk" olarak tanımlar. Bu nedenle, Türkiye'de hukukî anlamda Türk sözcüğü, bir etnik kökeni ifade etmekten ziyade ülkenin vatandaşı olan herkesi ifade etmektedir. Ülkenin büyük çoğunluğunun etnik kökeni Türk'tür. Ülke nüfusundaki Türklerin oranı CIA'e göre %70-75, Konda'ya göre %76 ve Konsensus'a göre %77'dir. Nüfusun etnik dağılımına ait pek çok veri olmasına rağmen, Türkiye'de yapılan resmî nüfus sayımları etnik kökene ait rakamlar vermediği için resmî veriler mevcut değildir. Yapılan araştırmalara göre Türkiye'de Arnavutlar, Azeriler, Araplar, Boşnaklar, Çerkesler, Çingeneler, Gürcüler, Hemşinliler, Lazlar, Pomaklar, Süryaniler ve Zazalar dâhil olmak üzere pek çok etnik grup yaşasa da, ülkede resmen tanınan azınlıklar sadece Ermeniler, Rumlar, Bulgarlar, Yahudilerdir. Azınlık statülerini Lozan Antlaşmasının gayrimüslim azınlık hakları çerçevesinde elde etmişlerdir. Ayrıca Türkiye'deki Bulgarlar'ın azınlık statüsü, Türkiye ile Bulgaristan Arasındaki Dostluk Antlaşması uyarınca açıkça belirtilmiştir. Ankara 13. İdare Mahkemesi, 18.06.2013 tarih, la, ilk kez Süryanilerin Lozan'da azınlıklar için tanınan haklardan istifade edebileceği kayıt altına alınmıştır. Türklerden sonra, ülkede yaşayan en büyük etnik grup Kürtlerdir. Kürtlerin nüfus içindeki oranı CIA'e göre %18, Konda'ya göre %15, Konsensus'a göre %14'tür. Kürtler ülkenin doğu ve güneydoğu kısımlarında yoğunlaşmıştır. Bingöl, Muş, Diyarbakır, Batman, Şırnak, Bitlis, Van, Mardin, Siirt ve Hakkâri illerinde Kürt nüfus çoğunluktadır; bunun yanı sıra Şanlıurfa'da %47 ile nüfusun çoğunluğa yakınını ve Ağrı, Kars ve Iğdır'da büyük bir azınlık grubunu oluşturur. Ayrıca yıllardır gerçekleşen iç göçlerle birlikte Kürtler, ülkenin ortasındaki ve batısındaki tüm büyük şehirde de yaşamaktadır. Özellikle İstanbul'da yaklaşık 3 milyon Kürt yaşamaktadır ve bu durum şehri, dünya üzerinde en fazla Kürt nüfusuna sahip şehir yapmaktadır. CIA'e göre Türkler ve Kürtler dışındaki diğer azınlıkların oranı ise %7-12'dir. Tanınan üç azınlık dışında kalan diğer azınlıklar için belirlenmiş özel haklar yoktur. "Azınlık" terimi, Türkiye'de hassas bir konudur ve hassas olmaya devam etmektedir. Hukukî anlamda azınlıkları tanımasa da devlet, resmî kanalı TRT'ye, azınlıkların konuştuğu çeşitli dillerde radyo ve televizyon programları yapması konusunda izin vermektedir.
Türkiye'nin resmî dili, aynı zamanda nüfusun %85'inin anadili olan Türkçedir. Nüfusun yaklaşık %12'si ise ana dil olarak Kürtçe konuşmaktadır. Arapça ve Zazacayı ana dil olarak konuşanların oranı da %1'den fazladır, bunun yanı sıra çeşitli bölgelerde küçük bir kesim tarafından ana dil olarak konuşulan diller de mevcuttur. Ayrıca Türkiye'de konuşulan dillerden bazıları tehlike altındadır. Bunlara Abazaca, Abhazca, Batı Ermenicesi, Çerkesçe, Çingenece, Doğu Çerkesçesi, Hemşince, Hertevince, Kapadokya Yunancası, Lazca, Pontus Rumcası, Ubıhça, Yahudi İspanyolcası ve Zazaca örnek verilebilir.
Göçmenler.
1991'deki Körfez Savaşı sırasında milyonlarca Kürt dağlardan Türkiye'ye ve İran'ın Kürt bölgelerine kaçtı. Türkiye'ye göç, insanların ülkede ikamet etmek için Türkiye'ye göç ettikleri süreçtir. 2010'larda ve 2020'lerin başında Türkiye'de yaşanan göçmen krizi, milyonlarca mülteci ve göçmenin akınına neden oldu; 2014 itibarıyla, uluslararası göçmenler ülke nüfusunun %2,5'ini oluşturuyordu. UNHCR'ye göre 2018'de Türkiye, Afrika ve Orta Doğu'dan toplam 3.564.919 kayıtlı mülteciye ev sahipliği yaptı ve bu, dünyadaki tüm mültecilerin %63,4'üne tekabül ediyor. 2020 itibarıyla resmî olarak 3,6 milyondan fazla Suriyeli mülteci ile dünyanın en çok Suriyeli mülteci barındıran ülkesi oldu. Türkiye'deki mülteci krizini Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı yönetiyor.
Din.
Türkiye, resmî dini olmayan laik bir devlettir. Din ve vicdan özgürlüğü, ülkenin anayasasıyla güvence altına alınmıştır. Ancak ülkede çeşitli İslami partilerin kurulmasıyla birlikte, dinin yönetimdeki rolüyle ilgili tartışmalar ortaya çıkmıştır. Ülkede kamu kurumlarında ve okullarda uzun yıllar boyunca İslami siyaset sembolü olarak görüldüğü için başörtüsü takılması yasaklandı. Bu yasağa 2011 yılında üniversitelerde, 2013 yılında kamu kurumlarında ve 2014 yılında diğer okullarda son verildi.
Türkiye'de baskın din İslam'dır. Yaygın mezhep ise Sünnilik mezheplerinden biri olan Hanefiliktir. Ülkedeki en yüksek İslami makam Diyanet İşleri Başkanlığı'dır ve Hanefi mezhebinin kurallarına göre dini yorumlar. Ülke topraklarındaki 90.000'i aşkın kayıtlı camiden ve buralarda görevli imamlardan da sorumludur. Ayrıca ülkede Alevilik de yer yer yaygındır ve akademisyenler Alevi sayısının 15-20 milyon arasında olduğunu öne sürmektedir.
Türkiye'de Hristiyanların oranı 1914'te %25-20 iken 1927'de %5-3'e geriledi ve bugün %0,4-0,3 arasında değişmektedir. Günümüzde ülkede Rum Ortodoksluğu, Katoliklik, Protestanlık ve Mormonluk dâhil olmak üzere çeşitli mezheplerden birçok Hristiyan bulunmaktadır ve bu sayı yaklaşık olarak Türkiye'nin nüfusunun %0,3'ü kadardır. Ülkede açık olan kilise sayısı ise 398'dir. İstanbul, 4. yüzyıldan bu yana Doğu Ortodoks Kilisesi'nin merkezi konumundadır.
Türkiye'de, çoğu Sefarad kökenli olan 15.000 Yahudi yaşamaktadır. MÖ 5. yüzyıldan itibaren Anadolu topraklarında Yahudi toplulukları yaşamaya başladı ve yirmi yüzyıl sonra, 15. yüzyıl sonlarında İspanyol ve Portekiz Yahudilerinin İspanya'dan kovulmasıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğu, bu Yahudilerin günümüzdeki Türkiye topraklarına yerleşmesine izin verdi. Böylece Anadolu'daki Yahudi nüfusu arttı. 20. yüzyıldaki göçlere rağmen, bugün hâlâ küçük bir Yahudi nüfusu Türkiye'de bulunmaktadır.
Eğitim.
Türkiye'de üniversite öncesi eğitim Millî Eğitim Bakanlığı'nın denetimindedir. 4 yıl ilkokul, 4 yıl ortaokul ve 4 yıl lise olmak üzere toplam 12 yıllık eğitim zorunludur. OECD raporlarına göre ülkede liseyi tamamlamayan 25-34 yaş grubuna dâhil kişiler, liseyi tamamlayan aynı yaş grubundan iş arkadaşlarının elde ettiği gelirin ortalama olarak sadece %80'ini almaktadırlar. Ülkenin temel eğitim seviyesi diğer OECD ülkelerinin altında kabul edilir. Türkiye, OECD'nin PISA programında 34 ülke arasında 32. sırada yer alır. Yüksek kalitedeki liselere giriş, büyük ölçüde ülke genelinde yapılan öğrenci yerleştirme sınavlarından alınan puana bağlıdır, bu yüzden ülkedeki özel ders alma yaşı 10'a kadar düşmüştür. Türkiye'de 2019 itibarıyla yetişkin nüfusun %97,2'si okuryazardır; erkek nüfusun kendi içindeki okuryazarlık oranı %99,2 kadın nüfusun kendi içindeki okuryazar oranı %95,3'tür.
2019 itibarıyla Türkiye'deki üniversite sayısı 208'dir. Öğrenciler, iki oturumlu Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS) sonucunda aldıkları puanlarla üniversiteye geçiş hakkı kazanır. Anadolu Üniversitesinin Açıköğretim Fakültesi dışındaki tüm fakültelere giriş, lise mezunlarının YKS sonucuna bağlı olarak şekillenir. 2025 Times Higher Education Dünya Üniversiteler sıralamasında Türkiye'den ilk 200'e giren üniversite yoktur; en yüksek sıralamalı üniversiteler, 300-500 aralığında yer alan üç üniversite olan Koç Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Sabancı Üniversitesidir.
Sağlık.
Türkiye'de sağlık hizmetleri Sağlık Bakanlığı tarafından merkezi bir devlet sistemiyle kontrol edilir. 2003 yılında hükûmet, sağlık hizmetlerine ayrılan bütçe oranını artıran ve nüfusun büyük bir bölümünü sağlık hizmetlerinden düşük masrafla yararlanabilir hâle getirmeyi amaçlayan geniş kapsamlı bir sağlık reformu programı başlattı. Türkiye İstatistik Kurumu, 2012 yılında sağlık hizmetleri kapsamında 76,3 milyar TL harcandığını açıkladı; hizmet bedellerinin %79,6'sı Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından karşılanırken geriye kalan %15,4'ü hastalar tarafından doğrudan ödendi. 2018 yılı rakamlarına göre Türkiye'de 34.559 sağlık kurumu bulunmaktadır ve doktor başına ortalama 536 hasta düşmektedir. Ayrıca 1000 kişi başına düşen yatak sayısı 2,83'tür.
Türkiye'de beklenen yaşam süresi erkeklerde 71,1 yıl ve kadınlarda 75,2 yıl olmakla birlikte, toplam nüfus ortalamasının beklenen yaşam süresi 73,2 yıldır. Ülkede ölümlere en çok neden olan hastalıklardan ilk üçü şunlardır: dolaşım sistemi hastalıkları (%39,8), kanser (%21,3), solunum hastalıkları (%9,8).
Türkiye, 2020 yılı ortası itibarıyla Numbeo sağlık araştırmaları şirketine göre 100 üzerinden 70.36 puan ile ülkelere göre sağlık endeksi sıralamasına 28. sırada yer almaktadır.
Kültür.
Türkiye; Oğuz, Anadolu, Osmanlı (Greko-Romen ve İslami kültürlerin bir devamıydı) ve Avrupa kültürü ile geleneklerinin karışımıyla ortaya çıkan çok çeşitli kültürleri barındırır. Ülke coğrafyasındaki kültürel kaynaşma, Orta Asya'dan Anadolu'ya doğru gerçekleşen Türk göçleri sırasında Türklerin göç yolları üzerindeki kültürlerle kendi kültürlerini birleştirmesi sonucunda başladı. Ülkedeki Batılılaşma hareketi ise Osmanlı İmparatorluğu'nun Tanzimat döneminde başladı ve bugüne kadar sürmeye devam etti. Sonuç olarak günümüz Türk kültürü, geleneksel inançları ve tarihi değerleri koruyarak "çağdaş" bir Batı devleti olma çabası sonucunda şekillendi. Özellikle 16. ve 18. yüzyıllar arasında Türk kültürü, Osmanlı İmparatorluğu'nun zirvede olduğu dönemde "Turquerie" adıyla bir fenomen haline gelerek Avrupa sanatını ve modasını da etkilemiştir.
Sanat.
Batılı anlamda Türkiye'de resim sanatı, 19. yüzyılın ortalarından itibaren etkin bir gelişme göstermeye başladı. Resim dersleri ilk olarak teknik ihtiyaçlar için 1793 yılında şu anki İstanbul Teknik Üniversitesi'nde verilmeye başlandı. 19. yüzyılın sonlarında, Batılı anlamda insan tasvirleri özellikle Osman Hamdi Bey ile birlikte Türk resminde kullanılmaya başlandı. Çağdaş eğilimlerle birlikte empresyonizm de gelişim gösterdi ve Halil Paşa resimlerinde empresyonizmi kullandı. 1926'da Avrupa'ya gönderilen Türk sanatçılar, Türkiye'ye geri döndüklerinde çalışmalarında Fovizm, Kübizm ve hatta Ekspresyonizm akımlarından yararlandılar. Sonraki yıllarda D Grubu sanatçılarından Abidin Dino ve Cemal Tollu dâhil olmak üzere Fikret Mualla, Fahrelnisa Zeid, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Adnan Çoker ve Burhan Doğançay gibi sanatçılar son 30 yıl boyunca Batı'da gelişen bazı eğilimleri tanıttılar. Bunların yanı sıra Yeniler Grubu 1930'larda, Onlar Grubu 1940'larda, Yeni Dal Grubu 1950'lerde ve Siyah Kalem Grubu 1960'larda ortaya çıkarak çağdaş Türk resminin diğer önemli hareketleri olarak tanındılar.
Türk müziği ve edebiyatı, çeşitli kültürlerin izlerini taşır. Osmanlı İmparatorluğu'nun yanı sıra İslam dünyası ile Avrupa'nın etkileşimi sonucunda Türk, İslam ve Avrupa gelenekleri birleşerek günümüz Türk müziğini ve edebiyatını ortaya çıkarmıştır. Osmanlı döneminde Türk edebiyatı, İran ve Arap edebiyatlarının fazlasıyla etkisi altında kaldı. Tanzimat'taki yeniliklerle birlikte daha önceden bilinmeyen roman ve öykü gibi edebi türler Türk edebiyatına giriş yaptı. Çeşitli yazarlar Türk edebiyatındaki ilkleri bu dönemde verdiler; Namık Kemal ilk edebi roman olan "İntibah"ı (1876) yazarken, gazeteci Şinasi ilk özel gazeteyi çıkardı ve ilk tiyatro olan "Şair Evlenmesi"ni (1860) yazdı. Batı etkisinde gelişen modern Türk edebiyatının şekillenmesi 1896 ve 1923 arasında da sürdü. Bu arada Servet-i Fünûn, Fecr-i Ati ve Millî Edebiyat gibi çeşitli edebiyat hareketleri ortaya çıktı. 20. yüzyılda Nâzım Hikmet, serbest nazımla şiirler yazarak Türk şiirine radikal değişikler getirdi. Şiirdeki bir başka devrim ise 1941'de Garipçiler tarafından yapıldı. Çeşitli kültürlerin karışımı olan Türk edebiyatında, bu durumun bir sonucu olarak, işlenen konular arasında kültür çatışması önemli bir yer tutar. Örneğin romanlarında "kültürlerin birbiriyle çatışması ve örülmesi için yeni simgeler bulan" Orhan Pamuk, 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüştür. 2003 Eurovision Şarkı Yarışması'na Türk müziğindeki çeşitli kültürlerin izlerini taşıyan "Everyway That I Can" şarkısıyla katılan Sertab Erener ise yarışmanın birincisi olarak Avrupa'da adından bahsettirmiştir.
Türk kültüründe halk oyunları önemli bir yer tutar. Doğu Trakya'da Hora; Ege, Güney Marmara ve İç Anadolu'da Zeybek; Batı Akdeniz'de Teke; İç-Batı Anadolu, Batı Karadeniz, Güney Marmara ve Doğu Akdeniz'de Kaşık oyunları ile Karşılama; Orta ve Doğu Karadeniz'de Horon; Doğu ve İç Anadolu'da Halay; Kuzeydoğu Anadolu'da Bar ve Lezginka halk oyunları yaygındır.
Mutfak.
Türk mutfağı, Çin ve Fransız mutfaklarıyla beraber dünyanın en zengin mutfaklarındandır. Coğrafyası ve tarihi gereği, Türk mutfağı çok büyük bir çeşitlilik oluşturur. Türk mutfağı, Mezopotamya ve Balkan mutfaklarıyla etkileşime girmiştir, İstanbul Osmanlı saray mutfağı da Türk mutfağının önemli bir kısmını oluşturur.
Osmanlı Saray Mutfağı'nda çok çeşitli çorba, zeytinyağlı sebze, etli yemek, balık, börek, tatlı menüleri mevcuttur. Saray mutfağı, Bizans İmparatorluğu'ndan Osmanlı'ya yüzyılların saray zevki ve tecrübesiyle oluşan elit bir mutfaktır. O dönemlerde, halk ve köy mutfağı ise sade ve basittir.
Günümüzde, Saray kültürü ile halk kültürünün karışımı bir "Türk mutfağı" ortaya çıkmıştır. Birçok saray yemeği, halk tarafından benimsenmiştir.
Türk mutfağı;
Medya.
Yüzlerce televizyon kanalı, binlerce yerel ve ulusal radyo istasyonu, onlarca gazetesi, kâr sağlayan üretken yerli sineması ve hızlı büyüyen geniş bant internet kullanımı ile Türkiye'nin oldukça canlı bir medya sektörü vardır. 2014 yılında ülkede faal durumda olan radyo ve televizyon kurumu sayısı 1.190 olarak açıklanmıştır. Bunlardan %77,7'si karasal yayın yaparken geriye kalanı sadece uydu, kablolu veya internet üzerinden yayın yapmıştır. Devlet kanalı TRT ile Kanal D, Show TV, Atv ve Star TV gibi özel kanallar, izleyici tarafından en çok takip edilen kanallardır. Bu kanallarda gösterilen televizyon dizileri, Türkiye sınırlarının dışında son yıllarda popülerleşmeye başlayarak ülkenin dış ilişkilerine ve tanınırlığına katkı sağlamaktadır. Ülkedeki yayın kuruluşları, uydu antenleri ve kablo sistemi ile geniş bir alana yayılarak erişilebilir hâle gelmiştir. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), ülkenin televizyon ve radyolarını hükûmet gözetiminde denetleyen yetkili kuruluştur. Tiraj rakamlarına göre ülkenin en popüler ilk beş gazetesi "Hürriyet", "Sabah", "Posta", "Sözcü" ve "Habertürk"'tür. Freedom House, Türkiye'de basından "Özgür Değil" şeklinde bahsederken internet ortamından "Kısmen Özgür" şeklinde bahseder.
Spor.
Türkiye'de en çok sevilen sporlardan biri futboldur. Futbol ligler halinde oynanmakta ve bunların en büyüğü Süper Lig'dir. Lig şampiyonu olabilmiş olan takımların dördü (Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş ve İstanbul Başakşehir) İstanbul takımı, iki tanesi (Trabzonspor ve Bursaspor) ise Anadolu takımıdır. Futbol kulüpleri Türkiye Futbol Federasyonu çatısı altında toplanmıştır. Galatasaray Avrupa'da kupa kazanan ilk ve tek Türk futbol takımıdır. 2000 yılında UEFA Kupası ve UEFA Süper Kupası'nı kazanmıştır. Türkiye millî futbol takımı 2000 Avrupa Futbol Şampiyonasında altıncı, 2002 FIFA Dünya Kupası'nda ve 2003 FIFA Konfederasyonlar Kupası'nda üçüncü olmuş, 2008 Avrupa Futbol Şampiyonasında yarı final oynamış, 2024 Avrupa Futbol Şampiyonasında yedinci olmuştur. Türkiye, UEFA tarafından düzenlenen birçok önemli futbol organizasyonuna ev sahipliği yapmıştır. 2005 ve 2023 yıllarında UEFA Şampiyonlar Ligi finalleri İstanbul'daki Atatürk Olimpiyat Stadyumu'nda oynanmıştır. 2009 yılında UEFA Kupası finali Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nda düzenlenmiştir. 2019 yılında ise UEFA Süper Kupa mücadelesi Beşiktaş Park'ta gerçekleştirilmiştir. 2013 yılında FIFA 20 Yaş Altı Dünya Kupası Türkiye'de düzenlenmiş, turnuvanın final maçı İstanbul'daki Ali Sami Yen Spor Kompleksi'nde oynanmıştır. 2032 yılında düzenlenecek olan Avrupa Futbol Şampiyonasının Türkiye ve İtalya ile ortaklaşa düzenleneceği açıklanmıştır.
Basketbol Türkiye'de en çok ilgi gören sporlardan biridir. Basketbolun en büyük ligi Basketbol Süper Ligi'dir. Anadolu Efes, Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Karşıyaka gibi takımlar EuroLeague'de, Basketbol Şampiyonlar Ligi ve diğer özel turnuvalarda çok büyük başarılar göstermişlerdir. Ayrıca Anadolu Efes 1996 yılında Koraç Kupası'nı kazanarak, Avrupa Kupası kazanan ilk Türk takımı olma unvanını elde etmiştir. 2012 yılında FIBA EuroChallenge Şampiyonluğu kupasını kazanan Beşiktaş Milangaz Avrupa'da kupa kazanabilen ikinci Türk takımıdır. Galatasaray 2016 yılında, Darüşşafaka ise 2018 yılında EuroCup'u kazanmıştır. Fenerbahçe, 2017 yılında EuroLeague kupasını kazanarak Avrupa Kupalarında spor kulüplerinin kazanabileceği en büyük kupayı kazanan ilk Türk erkek basketbol takımı olmuştur. Ayrıca Anadolu Efes de 2021 ve 2022 yılında EuroLeague kupasını kazanmıştır. Türkiye millî basketbol takımı da turnuvalarda büyük başarı elde etmiştir. Örneğin 2001 Avrupa Basketbol Şampiyonası gümüş madalya ve 2010 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası gümüş gibi. 2010 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası, 28 Ağustos ve 12 Eylül tarihleri arasında Türkiye'de gerçekleştirilmiştir. Şampiyonayı FIBA, Türkiye Basketbol Federasyonu ve 2010 Organizasyon Komitesi ortaklaşa organize etmiştir ve ikinci olmuştur. 1986'dan beri üçüncü defa 24 ülkenin katıldığı turnuvanın takım karşılaşmaları İstanbul, Ankara, İzmir ve Kayseri'de, bitiş aşaması İstanbul Sinan Erdem Spor Salonu'nda oynanmış, kazanan ise bitişte Türkiye'yi 64-81 mağlup eden Amerika Birleşik Devletleri olmuştur.
Türkiye kadın millî basketbol takımı 2011 Avrupa Kadınlar Şampiyonası'nda ikinci olmuştur. Ayrıca 2013 Akdeniz Oyunlarında erkek millî basketbol takımı altın madalya almıştır. Galatasaray kadın basketbol takımı 2008-09 ve 2017-18 sezonlarında EuroCup Women'ı kazandı. 2013-14 EuroLeague Women finali iki Türk takımı Galatasaray ve Fenerbahçe arasında oynandı ve Galatasaray kazandı. Fenerbahçe, 2022-23 ve 2023-24 sezonlarında üst üste iki Euroleague Women şampiyonluğunun ardından 2023 FIBA Europe SuperCup Women'ı kazandı.
Türkiye'de voleybol, özellikle de kadın voleybolu, popüler bir spordur. "Filenin sultanları" olarak da bilinen Türkiye kadın millî voleybol takımı 2023 yılı millî takım sezonunda; Milletler Ligi Şampiyonluğu kupası, Avrupa Şampiyonluğu kupası ve Dünya Kupası adıyla oynanan Olimpiyat Elemelerinde kazandığı kupa olmak üzere 3 kupa birden kazanmıştır. VakıfBank S.K., Fenerbahçe ve Eczacıbaşı gibi kadın voleybol kulüpleri çok sayıda Avrupa şampiyonluğu ve madalya kazanmıştır.
Geleneksel bir Türk sporu olan güreşin en önemli karşılaşması Kırkpınar Yağlı Güreşleri'dir. Türklerin MÖ 4. yüzyıldan beri güreş yaptıkları bilinmektedir. İlkbahar aylarında doğanın canlanışı için yapılan kutlamalarda, evlenme merasimlerinde ve zafer şölenlerinde hep güreş müsabakaları yapılırdı. 1996 yılında Geleneksel Spor Dalları Federasyonu kurulmuş ve yağlı güreş için önemli bir adım atılmıştır.
Tenise olan ilginin de zamanla arttığı Türkiye, Avrupa Tenis Federasyonu verilerine göre tenis adına 141 turnuva ile Avrupa'da 2022 yılında en fazla uluslararası turnuva düzenleyen ikinci ülke oldu. 2023 Avrupa Tenis Federasyonu Genel Kurulunda Türkiye'ye "En Fazla Gelişen Ülke Ödülü" verildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=676",
"len_data": 76216,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.64
}
|
Psikoloji veya Ruh bilimi, içgüdüsel davranışları ve zihni inceleyen bilimdir. Bilinçli ve bilinçsiz olayların yanı sıra daha çok duygu ve düşüncenin incelemesini içeren Psikoloji, çok kapsamlı bir bilimsel alandır. Bu alanda uzman olan ve aynı zamanda bilgi araştırması yapanlara "psikolog" denir. Psikologlar, beynin ortaya çıkan özelliklerini ve ortaya çıkan özelliklerle bağlantılı tüm fenomenleri anlamaya çalışırlar ve bu şekilde daha geniş nöro-bilimsel araştırmacı grubuna katılırlar. Psikoloji bilimi, bir sosyal bilim olmasına rağmen aynı zamanda doğa bilimleri olarak da kategorize edilebilir. Özellikle beyin biyolojisi bilgisini oldukça kullanır ve geliştirir.
Organizmaların hem doğrudan gözlenen davranışları, hem de düşünme, zihinde canlandırma, hatırlama ve hayal etme gibi doğrudan gözlenemeyen karmaşık zihinsel süreçleri psikolojinin inceleme alanına girer. Bir yandan algı, dikkat, duygu, motivasyon, zekâ, kişilik gibi içsel süreçler; bir yandan kişiler arası ilişki süreçleri (örneğin aşk, evlilikte uyum ve çatışma, anne ve çocuk arasında bağlanma gibi), grup-içi (örneğin gruba uyma ve itaat etme) ve gruplar arası ilişki süreçleri (örneğin gruplar arası önyargı ve ayrımcılık, kolektif eylem vb.) psikoloji biliminin çalıştığı konulardır. Psikoloji bilimi dâhilinde hem insanların hem de hayvanların davranışları üzerinde çalışılabilir. Tüm bu özellikleriyle psikoloji, hem fen ve tıp bilimleri ile hem de sosyal bilimlerle yakından ilişkilidir.
Psikolojinin hedefi, zihinsel süreçleri ve davranışları tanımlamak, neden ve nasıl oluştuklarını açıklamak, ileride nasıl bir değişim-gelişim göstereceklerini öngörmek ve bu süreçleri kontrol etmektir. Bu hedefler doğrultusunda görgül yöntemlerle –örneğin deneysel ya da korelasyonel yöntemler- araştırmalar yürütülür. Psikoloji biliminin ürettiği bilgiler, insan etkinliklerinin değerlendirilmesi ve düzenlenmesi ile ilgili pek çok alanda kullanılır.
Etimoloji.
"Psychologia" terimi 16. yüzyılda tarafından Yunanca ψῡχή ("psykhe") "ruh" ve –λογία ("logia", "araştırma, bilim") kelimelerinin birleştirilmesi ile türetilmiştir. Türkçe "psikoloji" terimi Fransızca "psychologie"'den alınmadır.
Tarihçe.
Psikolojinin incelediği zihin ve davranış kavramları eski Mısır, İran, Yunan, Çin, Hint uygarlıklarında felsefenin inceleme konusu olmuştur. Ancak 19. yüzyılda pek çok bilim gibi, psikoloji de felsefeden bağımsızlığını ilan etmiştir. Psikolojinin bir bilim dalı olarak doğmasına, 1876 yılında Almanya'da Leipzig Üniversitesinde kurduğu psikoloji laboratuvarı ile Wilhelm Wundt ön ayak olmuştur. Wundt, kendini psikolog olarak tanımlayan ilk kişidir. Psikolojinin pozitif bir bilim olarak ortaya çıkışına ilk önemli katkıları koyan diğer isimler şunlardır: Hermann Ebbinghaus (hafıza üzerinde deneysel çalışmalar yaptı), Ivan Pavlov (psikoloji ile fizyoloji arasında ilk kez ilişki kurdu, öğrenme süreçlerini deneysel olarak inceleyerek klasik şartlanma kavramını getirdi), John B. Watson (davranışçı yaklaşımın ABD'deki temsilcisi oldu).
Deneysel psikolojinin Almanya ve ABD'de gelişmesinin peşi sıra psikolojinin uygulamalı alanları doğmuştur. 19. yüzyılın son yıllarında G. Stanley Hall ve John Dewey psikoloji biliminin ABD'de eğitim alanındaki uygulamalarına öncülük etmiştir. Hugo Münsterberg psikolojinin endüstri, hukuk ve diğer alanlardaki uygulamaları üzerine yazmaya başlamıştır. 1890'larda Lightner Witmer ilk psikoloji bölümünü kurmuştur. Yine aynı yıllarda James McKeen Cattell, ilk zeka testi uygulamalarını başlatmak üzere Francis Galton'un antropometri yöntemini uyarlamıştır. Öte yandan Viyana'da Sigmund Freud, zamanla çok popülerleşecek olan psikanaliz kuramını ve yöntemlerini geliştirmiştir.
20. yüzyılda psikolojinin soyut ve muğlak bir kavram olan zihni incelemesine bir tepki doğmuştur. Edward B. Titchener tarafından getirilen eleştiriler, John B. Watson'un davranışçılık yaklaşımını geliştirmesine katkıda bulunmuştur. Bu yaklaşım, B.F. Skinner tarafından popüler hale getirilmiştir. Bu yaklaşımda, zihin yerine gözlenebilen ve ölçülebilen davranışın incelenmesi savunulur.
20. yüzyılın sonlarına doğru insan zihnini çalışmak üzere disiplinler arası bir alan olan bilişsel bilimler gelişmiştir. Zihin, tekrar bilimin popüler bir inceleme konusu haline gelmiştir.
Yaklaşımlar.
Yapısalcılık yaklaşımı (bilinç psikolojisi ya da strüktüralism).
Bu yaklaşıma göre psikolojinin görevi bilincin ve bilinci oluşturan zihinsel olayların -duyumlar, imajlar, duygular- incelenmesidir. Bu amaçlar doğrultusunda içebakış yöntemi ile bilgi toplanır. İçebakış, deneklere bir uyaran verip onlardan neler hissettiklerini en ince detayına kadar anlatmasını istemeye dayalı bir yöntemdir. Yapısalcılara göre tıpkı su molekülünün atomik bileşenlerine (hidrojen ve oksijen) ayrıştırılması gibi, bilinç de temel bileşenlere ayrıştırılabilir. Acılık-tatlılık, soğukluk-sıcaklık, donukluk-canlılık gibi saf duyumlar bilincin temel bileşenleri olarak kabul edilebilir. Yapısalcılığın iki önemli temsilcisi şunlardır: Wundt ve Titchener. Wundt Almanya'da bir psikoloji laboratuvarı kurmuş, onun öğrencisi olan Tichener ise Wundt'un psikolojiye yaklaşımını ABD'ye taşıyarak Cornell Üniversitesinde bir psikoloji laboratuvarı oluşturmuştur. Titchener'dan sonra bu yaklaşım pek fazla yaşamamış olsa da, psikolojinin pozitif bir bilim olarak temellerinin atılmasındaki katkısı açısından bu yaklaşım psikoloji tarihinde önem taşımaktadır.
İşlevselcilik yaklaşımı.
20. yüzyılın başlarında ABD'de yapısalcılık yaklaşımı etkisini yitirirken, işlevselcilik yaklaşımı gelişmeye başladı. Yapısalcılığa tepki olarak doğan bu yaklaşıma göre psikolojinin görevi, yalnızca bilincin yapıtaşlarını belirlemek olamaz; asıl görevi bilincin işlevlerini -nasıl çalıştığını ve ne işe yaradığını- incelemek, insan zihninin değişen çevre şartlarına nasıl uyum sağladığıyla ilgilenmektir. İşlevselciliğin bakışından davranış, organizmanın çevresine uyum çabasıdır. İşlevselciler, Charles Darwin'in Evrim Kuramı'ndan etkilenmiş, zihni bedenden ayrıştırılamaz olarak görüp bu ikisi arasındaki ilişkiyi anlamaya odaklanmışlardır. Kuramın başlıca temsilcisi William James'tır. James'a göre bilinç, yapısalcıların iddia ettiği gibi bileşenlerine ayrıştırılabilecek sabit bir yapı değildir; süregiden bir akıştır. Bu yaklaşımın psikolojiye temel katkısı, sadece zihinsel süreçleri değil davranışları da psikolojinin inceleme alanına dahil etmesidir. Ayrıca yapısalcılar içgörü yöntemini uygulamak üzere eğitilemediklerinden, hayvanlar, çocuklar ve zihinsel engelliler üzerinde çalışma yapmazlarken işlevselciler bu gruplar üzerinde de çalışmışlardır. Günümüzde ne yapısalcılık ne de işlevselcilik akımları varlığını sürdürmektedir. Fakat 20. yüzyılın başlarında işlevselciler ve yapısalcılar arasındaki tartışmalar sayesinde çağdaş psikoloji akımlarının ortaya çıkması mümkün olmuştur.
Davranışçılık yaklaşımı.
19. yüzyılın sonlarında doğan bu yaklaşımda psikolojinin konusunun ölçülebilen ve gözlenebilen davranışlar olması gerektiği savunulur. Davranış, organizmaların içten ya da dıştan gelen uyarıcılara verdikleri tepkilerdir ve davranışa dair bilgi toplamak için doğa bilimlerinde kullanılan nesnel yöntemlere -deney ve gözleme- başvurmak gerekir. Davranışçılar, organizmaların çeşitli davranışlarının, çevrelerinden gelen ödüllendirme ve cezalandırmalara bağlı olarak nasıl değiştiğini, yeni davranışların nasıl öğrenildiğini veya halihazırdaki davranışlarını nasıl yeni durumlara uyarlandığını inceler. Davranışçılığa göre belirli uyarıcılara maruz kalan her organizma, aynı tepkiyi verir yani bireysel farklılıkların önemi yoktur. Davranışların nedenlerini, organizmanın içsel özelliklerinde değil, içinde bulunduğu çevredeki uyarıcılarda aramak gerekir. Ayrıca bu yaklaşımda, insan ve hayvan davranışlarının aynı öğrenme yasalarına dayandığı iddia edilir. Dolayısıyla hayvan davranışlarını gözleyerek insanlar için de geçerli olan öğrenme yasalarını anlamak mümkündür. Bu ekolün başlıca temsilcileri şunlardır: Watson, Skinner, Pavlov.
Gestalt yaklaşım.
1890'larda Almanya'da doğan bu yaklaşımda, psikolojik deneyimi çözümlemeye çalışan yapısalcılığa karşıt bir biçimde, psikolojik deneyimin bir bütün olduğu ve parçalarına ayrıştırılarak incelenemeyeceği görüşü savunulur. Gestalt yaklaşımını benimseyen psikologlara göre, en ilkel ve basit olan psikolojik deneyimler dahi karmaşıktır. Bu karmaşıklığa rağmen, algının gerçekleşmesi temel bazı prensiplere bağlıdır ve psikolojinin hedefi bu temel prensipleri keşfetmektir. Bunun yolu doğal gözlem ve deneydir. Davranışçılardan farkı olarak Gestaltçılar, psikolojide etki-tepki ilişkisine odaklanılmasına karşı çıkmış ve etkinin tepkiye dönüşürken deneyimlenen bilişsel süreçlerin incelenmesini önemsemişlerdir. Gestalt psikolojisinin başlıca temsilcileri şunlardır: Wolfgang Köhler, Max Werthemeir, Kurt Koffka. 1930'larda Almanya'daki Nazi hakimiyeti sırasında Gestaltçıların başlıca temsilcileri ABD'ye göç etmiş, böylelikle bu yaklaşım ABD'de de tanınmıştır. Günümüzde bu yaklaşımdaki temel fikir -zihnin dış uyaranlara doğrudan tepki vermeyip öncelikle onu yorumlayıp anlamlandırdığı fikri- bilişsel psikologların öğrenme, bellek, problem çözme ve hatta psikoterapi hakkındaki fikirlerinde kendini göstermektir.
Psikanalitik yaklaşım.
Psikanaliz, bilinçaltı zihni ve günlük yaşam üzerindeki etkisini analiz etmeyi amaçlayan bir teoriler ve terapötik teknikler koleksiyonudur. Bu teoriler ve teknikler ruhsal bozuklukların tedavisine yön verir.
Psikanaliz 1890'larda, en belirgin olarak Sigmund Freud'un çalışmalarıyla ortaya çıktı. Freud'un psikanalitik teorisi büyük ölçüde yorumlayıcı yöntemlere, iç gözleme ve klinik gözleme dayanıyordu. Cinsellik, bastırma ve bilinçdışı gibi konuları ele aldığı için çok iyi tanındı. Freud, serbest çağrışım ve rüya yorumlama yöntemlerine öncülük etti.
Psikanalitik teori monolitik değildir. Freud'dan ayrılan diğer iyi bilinen psikanalitik düşünürler arasında Alfred Adler, Carl Gustav Jung, Erik Erikson, Melanie Klein, D.W. Winnicott, Karen Horney, Erich Fromm, John Bowlby, Freud'un kızı Anna Freud ve Harry Stack Sullivan vardır. Bu kişiler psikanalizin çeşitli düşünce okullarına evrilmesini sağladı. Bu okullar arasında ego psikolojisi, nesne ilişkileri ve kişilerarası, Lacanian ve ilişkisel psikanaliz yer alır.
Bu yaklaşıma göre psikoloji kişilerin bilinçdışı korkularını, isteklerini ve güdülerini ortaya çıkarmayı hedeflemelidir. Sigmund Freud'un klinik gözlemlerine dayanarak geliştirilen bu yaklaşımda normal insan davranışlarını anlamaya değil, anormal davranışları anlamaya odaklanılmıştır. Bu yaklaşım ruhsal hastalıkların tedavisi, kişilik ve gelişim psikolojisi alanlarında etkili olmuştur. Bu yaklaşımda araştırma yöntemi olarak telkin, terapi, hipnoz, rüya yorumu ve biyografi tercih edilir. Bu yaklaşımda bilinçaltı kavramına çok önem verilir.
Freud'un kurucusu olduğu bu yaklaşımı devam ettiren ve yenileyen birkaç önemli isim, Alfred Adler ve Carl Gustav Jung' ve Karen Horney olmuştur. Bu üç isim, Freud'un orijinal kuramına pek çok eleştiri getirerek kendi kişilik kuramlarını oluşturmuşlardır. Freud, günümüzde önemli bir popüler kültür figürüdür. Freud'un kuramındaki pek çok kavram örneğin bilinçdışı, bastırma, rasyonelleştirme vb. gündelik dile yerleşmiştir. Buna karşılık, psikanalitik yaklaşımla yapılan bilimsel çalışmalar kısıtlıdır.
Hans Eysenck gibi psikologlar ve Karl Popper gibi filozoflar psikanalizi sert bir şekilde eleştirdiler. Popper, psikanalizin yanlışlanabilir olmadığını (yaptığı hiçbir iddianın yanlış olduğu kanıtlanamazdı) ve bu nedenle doğası gereği bilimsel bir disiplin olmadığını savundu, oysa Eysenck, psikanalitik ilkelerin deneysel verilerle çeliştiği görüşünü ileri sürdü. 20. yüzyılın sonuna gelindiğinde, Amerikan üniversitelerindeki psikoloji bölümleri çoğunlukla Freudcu teoriyi marjinalleştirmiş, onu "kurumuş ve ölü" bir tarihî eser olarak reddetmişti. António Damásio, Oliver Sacks ve Joseph E. LeDoux gibi araştırmacılar ve nöro-psikanaliz alanında ortaya çıkan kişiler, Freud'un fikirlerinden bazılarını bilimsel gerekçelerle savundu.
Hümanist (insancıl) yaklaşım.
20. yüzyılın ortalarında doğan bu yaklaşımda her bir bireyin kendi geleceğine yön vermede özgür olduğunu, geniş bir kişisel gelişim kapasitesine sahip olduğunu, önemli miktarda içsel değere ve kendini gerçekleştirme potansiyeline sahip olduğuna dikkat çekilir. Davranışçılık ve psikanalizdeki determinist tutuma bir tepki olarak doğmuştur. Hümanistlere göre insanlar, çevresel ve içsel faktörlerin esiri değildirler çünkü hür iradeleri, seçme özgürlükleri ve kendi davranışlarını denetleme güçleri vardır. Başlıca temsilcisi Abraham Maslow'dur.
Bilişsel yaklaşım.
1950'lerden itibaren gelişip yaygınlaşan bu yaklaşımda insan tepkilerinin çevredeki uyarıcılar karşısında pasif olduğu görüşüne karşı çıkılır ve insan zihni uyarıcıları algılayan, yorumlayan ve anlamlandıran aktif bir varlık olarak kabul edilir. Bilginin insan zihninde nasıl işlemlendiğinin ve depolandığının incelenmesi hedeflenir. Bu amaç doğrultusunda akıl yürütme, tümevarım ve deney ile veri toplanır. Önemli temsilcilerinden biri Jean Piaget'dir.
Biyolojik yaklaşım (davranışsal nörobilim, psikolojik biyoloji).
Bu yaklaşımda davranışların nedenlerini anlayabilmek için organizmanın biyolojik yapısını anlamak gerektiği savunulur. Kişinin öğrenme süreçlerini, kişiliğini, belleğini, güdülerini, duygularını ve problemlerle başa çıkma tekniklerini etkilemek üzere genlerin, hormonlarının ve sinir sisteminin dış çevre unsurları ile nasıl bir etkileşime girdiği incelenir ve bu incelemelerde deneysel yöntem kullanılır.
Sosyokültürel yaklaşım.
Kültürel ve etnik benzerlikler ve farklılıkların kültürün üyelerinin zihinsel süreçleri ve davranışları üzerindeki etkisini inceler.
Psikolojide öncü kadınlar.
Psikoloji biliminin geliştiği yıllarda, pek çok farklı bilimde olduğu gibi, kadınlara yönelik önyargılar kadın bilim insanlarının psikoloji alanına katılımını engellemiştir. Bu durum, psikoloji bilimindeki çeşitli yaklaşımların ünlü temsilcilerinden her birinin erkeklerden oluşmasına yol açmıştır. Ancak karşılaştıkları engellere rağmen psikolojiye önemli katkılar yapan bilim kadınları vardır.
Anahtar soruları.
Psikolojinin değişik yaklaşım ve dallarının cevap aradığı bir dizi temel soru vardır ve psikolojik yaklaşımlar, bu temel sorulara verdikleri cevaplar açısından farklılaşırlar. Çok farklı alanlarda çok farklı yöntemlerle çalışıyor olsalar da pek çok bilimsel çalışmayı psikoloji çalışması genel başlığı altında toplayan şey, hepsinin şu ya da bu şekilde bu soruları cevaplamaya ilişkin olmalarıdır.
“Davranışlarımızın ne kadarı kalıtımsal, ne kadarı çevre etkisinin sonucudur?” Derin felsefi ve tarihsel kökleri olan bu soruya, psikolojik yaklaşımların cevapları oldukça farklıdır. Örneğin biyolojik yaklaşım davranışlarımızın kalıtımsal yönünü ortaya çıkarmada kullanılırken, davranışsal yaklaşım çevre etkisini ortaya koyar. Bu nedenle biyolojik yaklaşımı benimseyen bir gelişim psikoloğu insanların gelişimi ve değişimindeki kalıtımsal etkenleri, davranışsal yaklaşımı benimseyen bir gelişim psikoloğu ise çevresel etkenleri araştıracaktır.
Davranışlarımızın ne kadarı bilinç süreçlerinin, ne kadarı bilinçdışı süreçlerin sonucunda oluşur? Bu, psikolojideki en büyük tartışma konularından birisidir. Psikodinamik yaklaşımı benimseyen bir klinik psikolog anormal davranışların sebebini bilinçdışı güçlerde ararken, bilişsel yaklaşımı benimseyen bir klinik psikolog anormal davranışlara sebep olarak hatalı düşünme süreçlerini gösterir. Hangi yaklaşımın tercih edildiği, anormal davranışın teşhisi ve tedavisinde önemli farklılıklara yol açar.
Psikoloji yalnızca dışarıdan gözlenebilen davranışları mı incelemelidir, yoksa gözle görülemeyen düşünce süreçleri de psikolojinin çalışma alanına girmeli midir? Davranışsal psikologların bu soruya yanıtı, gözlenebilen davranışları çalışmanın insanı anlamak için yeterli olacağı şeklindedir. Bilişsel psikologlar ise bir insanın zihninde olup bitenleri anlamadıkça, bir çevresel etkene tepki veren kişinin bu etkeni algılamasıyla ona tepki vermesi arasında ne gibi içsel süreçler yaşadığını bilmedikçe, kişinin anlaşılamaz olacağını öne sürerler.
“Kişilerin davranışlarının ne kadarı kendi tercihlerinin sonucudur, ne kadarı kendi tercihlerinin dışındaki etmenlerce belirlenmiştir?” Felsefecilerin çok uzun zamandır tartıştığı bu konu psikolojinin de temel sorularından biridir. “Belirlemecilik” ile ifade edilen; rastlantıyı, iradeyi ve özgür seçimi reddetmek, evrendeki her olayın kendinden önce gelen koşullarca belirlendiğini, her şeyin bir neden-sonuç ilişkisinin parçası olduğunu savunmaktır. “Anormal davranışlar sergileyen birisi ne ölçüde davranışlarından sorumlu tutulabilir? Böyle bir kişi tedavi görmeyi reddederse tedavi alması için zorlanmalı mıdır?” gibi sorulara verilecek yanıtlar özgür irade-belirlemecilik tartışmasına bağlıdır.
“Bir kişinin özelliklerinin, davranışlarının ne kadarı yalnızca kendisine hastır, ne kadarı başka insanlarla paylaştığı ortak özelliklerdir? Hepimizin birer insan olduğu, aynı biyolojik soyun birer örneği olduğu gerçeği davranışlarımızı ve deneyimlerimizi ne ölçüde birbirine benzer kılar? Yani biz insanlar ne ölçüde birbirimize benziyoruz, ne ölçüde birbirimizden farklıyız?” Biyolojik ve davranışçı yaklaşımları benimseyenler insanları birbirine benzer kılan evrensel ilkeleri ortaya çıkarmakla, varoluşçu yaklaşımı savunanlar ise bireysel farklılıklarımızı ortaya çıkarmakla ilgilenirler.
Temel alt dalları.
Deneysel Psikoloji.
Daha çok laboratuvar deney metodu kullanılarak temel davranışsal süreçlerin incelendiği bilim dalıdır. Deneysel psikologlar, hayvan davranışlarını da inceler ve insan davranışlarıyla ilişkilendirirler. Deneysel psikoloji içindeki önemli alt dallardan biri; bilginin işlenmesi, belleğimizde depolanması, depodan geri çağrılması ve problem çözme durumlarına uygulanması gibi bilgi işleme sürecini çalışan bilişsel psikolojidir. Bilişsel psikoloji; nörobilim, felsefe ve dilbilim ile yakından ilgilidir. Bu alanın pratik uygulamaları, hafızanın nasıl geliştirileceğini, karar vermenin doğruluğunu artırmayı veya öğrenmeyi desteklemek için eğitim programlarının nasıl kurulacağını içerir. Deneysel psikolojinin bir başka alt alanı ise, fizyolojik psikolojidir. Fizyolojik psikolojide çeşitli içsel süreçlerin (duyum, algı, motivasyon, düşünme, bellek, dikkat, güdülenme, duygulanım vb.) ve davranışların (iletişim, yeme, okuma, uyuma, öksürme, tiksinme vb.)altında yatan fizyolojik süreçler araştırılır.
Gelişim Psikolojisi.
İnsanın doğum öncesinden başlayarak ölümüne kadar yaşa bağlı davranış değişikliklerinin sistematik olarak incelendiği bilim daldır. Gelişim psikologları, insan hayatını çeşitli dönemlere (doğum öncesi, bebeklik, çocukluk, ergenlik, orta yaş ve yaşlılık) ayırarak her dönemin kendine özgü özelliklerini ortaya koymaya çalışır. Gelişimini inceledikleri konular çeşitlilik arz eder: İnsanların motor becerilerinin, problem çözme becerilerinin, ahlaki anlayışlarının gelişimi incelenebilir ve dil edinimi, benlik kavramının ve kimliğin oluşumu veya duygusal gelişim, gelişim psikologlarının çalışma konusu olabilir.
Kişilik Psikolojisi.
Kişiliğin ne olduğunu, nasıl ortaya çıktığını ve gelişimini inceleyen bilim dalıdır.
Nöropsikoloji.
Biyolojik sistemler ile zihnin işlevi ve davranış arasındaki ilişkiyi inceleyen bilim dalıdır. Nöropsikologlar, beynin biyokimyasal mekanizmalarını, beyin yapılarının fonksiyonlarını, kimyasal ve fiziksel değişikliklerin davranışlara ve duygulara etkisini araştırırlar. Merkezi sinir sistemi bozukluklarının teşhis ve tedavisi ile ilgilenirler.
Psikometrik Psikoloji.
Psikolojik bilginin (istatistiki verilerin) elde edilmesi ve uygulanması sırasında kullanılacak teknik ve yöntemleri geliştiren bilim dalıdır. Psikometrik psikologlar; zeka, kişilik, yetenek ve tutumlarla ilgili testler geliştirirler. Bu testler, klinik danışmanlık, iş yaşamı, adli, sağlık, endüstri ve okul gibi alanlarda kullanılır. Ayrıca araştırma desenleri, veri analizi ve verinin yorumlanması konularında da faaliyet gösterirler.
Sosyal Psikoloji.
Her bir bireyin duygu, düşünce ve davranışlarının diğerlerinden nasıl etkilendiğini; kişinin davranışlarının kendi kişisel özellikleri ve toplumsal özelliklerin ortak etkisi ile nasıl şekillendiğini inceleyen bilim dalıdır. Düşünce, duygu ve davranışları kişiler arası, grup-içi ve gruplar arası düzeyde inceler.
Uygulamalı alt dalları.
Adli Psikoloji.
Bu alanda çalışanlar mahkemelerde uzmanlıkları ile hakime yardımcı olurlar; "Suçlu suçu işlerken akli dengesi yerinde miydi?” ve “Yargıda adil karar verilmesini etkileyen psikolojik etmenler nelerdir?” gibi sorulara psikoloji biliminin ilke ve yöntemleri dahilinde cevap ararlar. Islahevi, hapishane ve adli tıp enstitülerinde ve hukuk kurumlarında görev alırlar.
Çevre Psikolojisi.
Fiziksel çevre ile insan davranışlarının etkileşimini inceler. Hem çevrenin psikolojik etkilerini hem de insan etkinliklerinin sosyal ve fiziksel çevre üzerine etkilerini çalışır.
Danışmanlık Psikolojisi.
Bireyin kendi yaşamının değişik yönleriyle ilgili kararlar vermesine yardımcı olabilecek bilgi ve yetenekleri bireyde geliştirmeyi amaçlar. Gündelik yaşamda normal konuların konuşulduğu, uyum sorunları, karar vermede zorluk yaşayan bireylere yönelik yardım hizmetidir. Mesleki, akademik sorunları olan kişilere danışmanlık yapılır. Burada kişinin ilgileri, yetenekleri, yönelimleri ve kişilik özellikleri göz önünde bulundurulur. Bireylerin kişiler arası ilişkilerinin işlevselliğini arttırmayı hedefler. Uyum problemi yaşayan veya karar verme zorluğu ile karşı karşıya olan bireylere ihtiyaç duyduğu psikolojik desteği sağlar. Hafif duygusal, kişisel sorunlar ile uğraşır.
Eğitim Psikolojisi.
Bu alanda çalışanlar başarılı eğitim teknikleri geliştirme, öğrenci-öğretmen ilişkisinin kalitesini arttırma, öğrenci değerlendirme sistemlerine adil, eğitici ve motive edici bir biçim verme alanlarında çalışmalar yapar.
Endüstri ve Örgüt Psikolojisi.
İnsanların zihinsel süreçlerini ve davranışlarını iş yaşamı bağlamında inceleyen bilim dalıdır. Psikoloji biliminin kuramsal yaklaşımların ve bilgi birikiminin iş yaşamında iyileştirmeler yapmak üzere kullanılmasını hedefler. I/Ö psikologları uygun işe uygun eleman yerleştirilmesi, iş yerlerindeki çalışma koşullarının iyileştirilmesi, çalışma motivasyonunun yükseltilmesi, iş yaşamındaki otomasyonun çalışanlar üzerinde etkisi, insan-makine ilişkisi gibi konularda çalışmalar yapar.
Klinik Psikoloji.
Uyum, sakatlık ve rahatsızlık ile ilgili problemleri anlamak, tahmin etmek ve azaltmak için bilimi, teoriyi ve uygulamayı bütünleştirir. Uyum, ayarlama ve kişisel gelişimi destekler. Bir klinik psikolog, farklı kültürler ve sosyoekonomik düzeylerde bir kişinin hayatı boyunca insan performansının entelektüel, duygusal, biyolojik, psikolojik, sosyal ve davranışsal yönlerine odaklanır.
Sağlık Psikolojisi.
Bu alanda çalışanlar; insanların hastalıklarla nasıl baş edebildiği, fiziksel acıyı nasıl en etkili bir biçimde denetleyebilecekleri, neden bazı insanların tıbbi önerilere uymadıkları, insanların sağlıkla ilgili kötü alışkanlıklarının nasıl değiştirilebileceği, sigara bırakma, kilo verme, stresi kontrol altına alma gibi konularda etkili programların ve sağlık kampanyalarının nasıl düzenlenebileceği, hasta ve hekim arasında iyi ilişki kurmanın nasıl mümkün olabileceği ve sağlık personelinin çalışma ortamındaki psikolojik sorunlarının giderilmesi gibi konularda psikoloji biliminin sunduğu bilgi ve yöntemlerden hareketle çalışmalar yapar.
Spor Psikolojisi.
Bu alanda çalışanlar, spor ortamındaki davranışları inceler; sporcuların odaklanma, motivasyon, duygu durumu gibi psikolojik özelliklerinin denetlenerek spor performanslarının artırılması için ve spor takımlarında liderlik, beraberlik, çatışma ve rekabet gibi süreçlerin denetlenerek takımın uyumluluğunun ve performansının artırılması için çalışmalar yapar.
Trafik Psikolojisi.
Bu bilimin çalışma alanına psikoloji ilkelerinin trafik ve yol güvenliği alanına uygulanması, sürücü yeteneklerinin psikoteknik değerlendirilmesi, sürücülük tarzları ve trafikte risk alma davranışı, sürücü eğitimi ve rehabilitasyonu, ergonomi, trafik güvenliği için bilinçlendirme, trafik yasalarını yapan ve uygulayanlara danışmanlık, trafikle ilgili davranış tutum yetenek ve becerileri ölçme araçları geliştirme gibi konular girmektedir.
Araştırma yöntemleri.
Psikolojide pek çok farklı araştırma yöntemi kullanılır. Bu yöntemler, öncelikle niteliksel ve niceliksel olarak ikiye ayrılır. Psikolojinin hem temel hem de uygulamalı alanlarında bu her iki türde de araştırma yöntemi kullanılmaktadır. Psikolojideki nicel çalışmaların bir kısmı deneysel veya yarı-deneyseldir, bir kısmı ise ilişkisel ve betimleyicidir. Veri toplamak için gözlem, deney, anket, vak'a çalışması, görüşme gibi pek çok farklı teknik kullanılır, bu tekniklerle elde edilen sayısal veriler istatistiksel analizlerden geçirilerek araştırma hipotezleri test edilir. Niteliksel psikoloji araştırmalarında ise görece az sayıda katılımcıdan, yapılandırılmamış ölçüm araçlarıyla bol miktarda veri toplanır. Veriler sayısal değildir, dolayısıyla istatistiksel olmayan yöntemlerle incelenirler ve araştırmadaki amaç hipotez test etmek değildir. Niteliksel araştırmalarda başlıca veri toplama yöntemleri katılımcı gözlem, odak grubu ve görüşmedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=684",
"len_data": 25319,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 3.83
}
|
Lambdaistanbul LGBTİ+ Dayanışma Derneği ya da kısaca Lambdaistanbul, 1993 yılında İstanbul'da kurulan ve 2006 Mayıs'ında resmîleşen LGBTİ (lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks) dayanışma derneğidir. Dernek kurulduğu 1993 yılından beri ILGA ("Uluslararası Lezbiyen ve Gey Birliği") üyesidir.
Tarihçe.
Lambdaistanbul 1993'te İstanbul'da kuruldu. Aynı yıl ILGA (Uluslararası Lezbiyen ve Gey Derneği) üyesi oldu. Şubat 1996 tarihinde, "100’de 100 Gey ve Lezbiyen" adlı bülteninin ilk sayısını, yayınladı. 5 Mayıs 1996'dan itibaren, Açık Radyo 94,9'da, Türkiye'nin ilk LGBT radyo programına başladı. 1996 Temmuz'unda Club Prive’de bir Onur gecesi düzenledi. Bu etkinlik daha sonraki senelerde “Eşcinsel Onur Haftası Etkinlikleri” olarak genişletildi ve düzenli hale geldi. 2003 Mart ayında Lambdaistanbul Kültür Merkezinde, eşcinsel temalı edebiyat eserleri başta olmak üzere, insan hakları raporları, eşcinsel politikaları ile ilgili yerli yabancı makaleler, çeşitli sivil toplum kuruluşlarının süreli-süresiz yayınları ve eşcinsel temalı film ve belgesellerden oluşan bir kütüphane oluşturulmaya başlandı. 2004 Haziran ayında iki ayda bir yayınlanan "Lambdaistanbul Bülteni"'nin ilk sayısı çıktı. 26 Temmuz 2004 tarihinde Eşcinsel Danışma Hattı faaliyete geçirildi. İnterseks kimliklerin LGBT hareketi içinde daha fazla görünür olmasıyla beraber, Lambdaistanbul 2013 yılında adını Lambdaistanbul LGBTİ olarak değiştirmiştir.
Yürütülen Çalışmalar.
Onur Haftası.
Her yıl haziran ayının sonlarında Stonewall ayaklanmalarının anısına gerçekleştirilen etkinliklerin İstanbul ayağı Lambdaistanbul derneği tarafından gerçekleştirilir. Onur Haftası kapsamında bir dizi panel, atölye, film gösterimi, parti, konser ve homofobi ve transfobi karşıtı öğrenci buluşması gerçekleştirilir. Etkinliklerin son günü Onur Yürüyüşü yapılır ve etkinlikler Hormonlu Domates ödül töreni ile sonlandırılır.
Hormonlu Domates.
Lambdaistanbul'un kamusal alanda LGBTT bireyler hakkında homofobik/transfobik sözler sarf eden ya da uygulamalarda bulunan kişi ve kurumları teşhir etmek için 2005 yılından beri verdiği "geleneksel" ödüllerdir. Adaylar kamuoyundan gelen öneriler doğrultusunda seçilir ve oylamaya açılır. Ödüllerin isim kaynağı "Hormonlu domates yemeyin, homoseksüel olursunuz!" sözleri ile Erman Toroğlu'dur.
Kapatma davası.
İstanbul Valiliği İl Dernekler Müdürlüğü (İVİDM) 25 Mayıs 2006 tarihinde Lambdaistanbul'un tüzüğünün incelenmesi için İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığına yazı yazarak görüş istedi.
İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı ise tüzükte gerekli incelemeleri yapıp 01 Haziran 2006 tarihinde İVİDMe yazdığı cevabi yazıda Dernek Tüzüğü'nün:
İVİDM; İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı'nın değerlendirmeleri doğrultusunda 09 Haziran 2006 tarihinde Dernek Yönetim Kurulu Başkanlığı'na tüzükte noksanlıkların olduğu ve noksanlıkların 30 gün içinde giderilmesi gerektiğine dair bildirimde bulundu. Dernek Yönetim Kurulunun tüzükte olduğu iddia edilen noksanlıkları gidermeyeceğini bildirmesinden dolayı, İVİDM derneğin feshi için 18 Temmuz 2006 tarihinde Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı'na başvurarak dava açılmasını talep etti. Savcı Muzaffer Yalçın 08 Şubat 2007 tarihinde "Dava Açılmasına Yer Olmadığına Dair Karar" verdi.
İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi'nin; Cumhuriyet Savcısının vermiş olduğu takipsizlik kararının kaldırılması kararı gereğince Beyoğlu Cumhuriyet Savcılığı Lambdaistanbul'un feshi için 11 Haziran 2007 tarihinde dava açtı. Beyoğlu 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde 2007/190 Esas numaralı dosya ile Derneğin feshi davası 19 Temmuz 2007 tarihinde başladı. Yargılamanın ikinci oturumunda savcılık dosyanın bilirkişiye gitmesini talep etti. Yargılama sürecinde Derneğin feshine dair hiçbir kanıt bulunmamasına rağmen 29 Mayıs 2008 tarihinde Derneğin feshine karar verildi.
Beyoğlu 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2007/190 Esas ve 2008/236 Karar sayılı gerekçeli kararı 24 Haziran 2008 tarihinde “DURUŞMA TALEPLİ” olarak Yargıtay'a temyiz edildi. Temyiz talebi doğrultusunda Yargıtay 7. Hukuk Dairesi'nde 25 Kasım 2008 tarihinde DURUŞMALI olarak savunma yapan dernek, Yargıtay 7. Hukuk Dairesi, 2008/4109 Esas- 2008/5196 Karar Sayılı ve 25.11.2008 tarihli kararla Beyoğlu 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2007/190 Esas ve 2008/236 Karar sayılı kararının esastan bozulması üzerine tüzel varlığını sürdürmüş oldu. Konu kamuoyunda uluslararası yankı uyandırmış ve Avrupa Birliği Türkiye İlerleme Raporlarında yer almıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=686",
"len_data": 4465,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.21
}
|
Ekonomi veya İktisat, mal ve hizmetlerin üretim, dağıtım ve tüketimini inceleyen sosyal bilimdir. Ekonomi, ekonomik aktörlerin davranış ve etkileşimlerine ve ekonomilerin nasıl işlediğine odaklanır. Mikroekonomi, bireysel ajanlar ve piyasalar, bunların etkileşimleri ve etkileşimlerin sonuçları da dahil olmak üzere ekonomideki temel unsurlar olarak görülen şeyleri analiz eden bir alandır. Bireysel aracılar arasında örneğin hane halkı, firmalar, alıcılar ve satıcılar yer alabilir. Makroekonomi, üretim, tüketim, tasarruf ve yatırımın etkileşim içinde olduğu bir sistem olarak ekonomi ve emek, sermaye ve toprak kaynaklarının istihdamı, para birimi enflasyonu, ekonomik büyüme ve bu unsurlara etkisi olan kamu politikaları gibi ekonomiyi etkileyen faktörleri analiz eder.
Ekonomideki diğer geniş ayrımlar arasında "olanı" tanımlayan pozitif ekonomi ile "olması gerekeni" savunan normatif ekonomi, ekonomi teorisi ile uygulamalı ekonomi, rasyonel ekonomi ile davranışsal ekonomi ve ana akım ekonomi ile heterodoks ekonomi arasındaki ayrımlar yer alır.
Metodoloji.
Kuramsal araştırma.
Ana akım ekonomi teorisi, çeşitli kavramları kullanan "a priori" nicel ekonomik modellere dayanır. Teori tipik olarak "ceteris paribus" varsayımıyla ilerler, bu da söz konusu değişken dışındaki açıklayıcı değişkenlerin sabit tutulması anlamına gelir. Teoriler oluşturulurken amaç, en azından bilgi gereksinimleri açısından basit, tahminler açısından daha kesin ve önceki teorilere kıyasla ek araştırma üretme açısından daha verimli olan teoriler bulmaktır.
Ampirik araştırma.
Ekonomik teoriler, büyük ölçüde ekonomik veriler kullanılarak ekonometri yoluyla sıklıkla ampirik olarak test edilir.
Ekonomi biliminin dalları.
Mikroekonomi.
Mikroekonomi, bir pazar yapısını oluşturan varlıkların pazar sistemi oluşturmak için pazarda nasıl etkileşime girdiğini inceler. Bu kuruluşlar, genellikle ticarete konu olan birimlerin kıtlığı ve düzenleme altında faaliyet gösteren, çeşitli sınıflandırmalara sahip özel ve kamuya açık oyuncuları içerir. Ticareti yapılan ürün, elma gibi somut bir ürün veya onarım hizmeti, hukuk danışmanlığı veya eğlence gibi bir hizmet olabilir.
Makroekonomi.
Makroekonomi, genel denge teorisinin basitleştirilmiş biçimini kullanarak, büyük toplamları ve bunların etkileşimlerini "yukarıdan aşağıya" açıklamak için ekonomiyi bütün olarak inceler. Bu tür toplamlar, milli gelir ve çıktıyı, işsizlik oranı ve fiyat enflasyonu ve toplam tüketim ve yatırım harcamalarını ve bunların bileşenleri gibi alt kümeleri içerir. Ayrıca para politikası ve maliye politikası'nın etkilerini de inceler.
En azından 1960'lardan bu yana makroekonomi, oyuncuların rasyonelliği, piyasa bilgilerinin verimli kullanımı ve eksik rekabet dahil olmak üzere sektörlerin mikro tabanlı modellemesine ilişkin daha çok bütünleşmeyle tanımlandı. Bu, aynı konudaki tutarsız gelişmeler hakkında uzun süredir devam eden bir endişeyi ele almıştır.
Makroekonomik analiz, milli gelirin uzun vadeli seviyesini ve büyümesini etkileyen faktörleri de dikkate alır. Bu tür faktörler arasında sermaye birikimi, teknolojik değişim ve işgücü büyümesi vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=687",
"len_data": 3118,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.87
}
|
Tavla, özel bir platform üzerinde 2 zar ve 15 siyah, 15 beyaz tavla pulu ile oynanan iki kişilik bir oyundur. Tavla anlamında Osmanlıca ﻧﺮﺩ /nerd/ sözcüğü de kullanılırdı. Tavlanın eş anlamlısı olarak nert, nerttahta verilmektedir. Dünyadaki en eski oyunlardan birisidir ve mirası pek çok millet tarafından sahiplenilir. Oyunun ilk ortaya çıktığı devirde tavladaki zarlar ve taşların kemiklerden yapıldığı düşünülmektedir.
Tavlanın tarihi MÖ 3000 yıllarına uzanır. Antik Romalıların "Ludus Duodecim Scripture" (12 çizgi oyunu) denen ve modern tavla ile neredeyse aynı olan bir oyun oynadığı bilinmektedir. Zamanla oyunun farklı toplumlarda farklı versiyonları türetilmiştir.
Tavladaki karşılıklı altışar hane yılın 12 ayını, 15 beyaz ve 15 siyah pul bir aydaki 15 gece ile 15 gündüzü, karşılıklı on ikişer hane de günün 24 saatini temsil eder.
Tavlada, 4.500 civarında hamle ihtimali bulunduğundan oyunda ustalaşmak önemlidir. Ancak zar oyunu olmasından ötürü şans faktörü de kendisini hissettirmektedir.
Bazı kaynaklarda "modern" ve "geleneksel" tavla şeklinde ayrım yapılır. Modern tavla ile kast edilen zar tutmayı engellemek için zarların fincanla atılması ya da tavla takımlarının 21 inç olması gibi federasyon standartlarına uygun oyun oynanmasıdır.
Osmanlı döneminde 1400'lü yıllarda Türkler arasında tavla oyunu yaygınlaşmıştır. Osmanlı'nın yükseliş döneminde tavla çok büyük bir önem taşımaya başlamıştı. Tavla oyunu, Türkiye'de halen popülerliğini sürdürmektedir.
Türkiye'de usta tavla oyuncuları arasında, bir zar kombinasyonlarının Farsçadan Türkçeye geçen isimlerini kullanma geleneği vardır.
Oynanışı.
Tavla oynamak için bir tavla takımı, bir çift zar ve 15'i bir renkte, diğer 15'i farklı bir renkte olmak üzere toplam 30 tavla pulu gerekir. Tavla takımı, üzerinde "hane" adı verilen, üçgen dilimi şeklindeki 24 çizimin bulunduğu dikdörtgen şeklindeki oyun alanıdır. Tavla takımında, her biri altışar haneden oluşan 4 bölge bulunur. Bölgelerin her biri şöyle isimlendirilir: "iç saha" (kale), "dış saha", "rakip iç sahası" (rakip kalesi) ve "rakip dış sahası." İç ve dış sahalar birbirinden bir çıkıntı ile ayrılmıştır. Oyuna başlamak için öncelikle pullar, başlama pozisyonunda dizilir. Oyuncuların yüzleri birbirine dönük olduğundan pulların dizilimi birbirlerine göre terstir.
Oyuncular sırayla zar atarak pullarını ilerletirler. Oyunun amacı tüm pulları kaleye getirip toplamaktır. Tüm pullarını önce toplayan taraf oyunu kazanmış olur. Oyuncuların pullarını toplamayı aynı anda bitirmesi mümkün olmadığından tavlada beraberlik yoktur. Her tavla oyunu 5 tur oynanır. Bu turların en az 3'ünü kazanan o oyunun galibi olur.
Oyuna kimin başlayacağını belirlemek için, oyuncular karşılıklı olarak tek bir zar atar. Büyük zar atan oyuncu, oyuna başlar.
Her oyuncu zar atma sırası kendine geldiğinde zarların ikisini birden avucunda sallar ve tavlanın kendine göre sağ tarafına atar. Zarlar tavla zeminine düz oturmazsa atış geçersiz sayılır ve tekrarlanır. Oyuncu gelen zara göre pullarını ilerletir.
Pullar, iki zardaki rakamların toplamı kadar ilerletilir. Oyuncu tek bir pulu her iki zardaki sayıların toplamı kadar ilerletebileceği gibi, bir pulunu zarlardan birindeki sayı kadar, diğer bir pulunu ise öteki zardaki sayı kadar ilerletmeyi de seçebilir. Örneğin zarlar 5-3 ise, oyuncu bir pulunu 5 hane, başka bir pulunu 3 hane ilerletebileceği gibi isterse aynı pulu önce 3, sonra 5 hane veya önce 5, sonra 3 hane ilerletebilir. Bir haneye konabilecek pulların sınırı yoktur. Oyuncu isterse 15 pulunu da aynı haneye koyabilir. Pullar her zaman ileri bir haneye oynanır, asla geriye doğru gidilmez.
Bir pul ancak boş bir haneye, kendi pullarının bulunduğu bir haneye ya da rakibin tek bir pulunun bulunduğu haneye ilerleyebilir. İki ya da daha fazla pulun bulunduğu haneye "kapı" denir ve rakip oyuncu pulunu o haneye koyamaz. Hatta rakibin kapısı olan bir haneyi geçiş noktası olarak kullanamaz.
Pullar tahtanın bir ucundan öbür ucuna giderken U şekli çizer. Bir oyuncu zar atıp gelen sayıya göre ilerledikten sonra hamle sırası diğer oyuncuya geçer.
Oyunda ilk hamleyi kimin yapacağını belirlemek için oyuncular kendi sağ taraflarına birer zar atarlar. Yüksek atan oyuncu oyuna başlar. İki taraf aynı zarı atarsa zarlar farklı gelene kadar atılmaya devam edilir.
Puanlama:Normal kazanma 1 puan.Mars etme 2 puan.Süper mars 3 puan.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=689",
"len_data": 4347,
"topic": "GAMING",
"quality_score": 3.56
}
|
Mustafa Kemal Atatürk (1881, Selanik - 10 Kasım 1938, İstanbul), Türk mareşal, devlet adamı, yazar, Türk Kurtuluş Savaşı'nın başkomutanı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanıdır. Türkiye'yi laik, sanayileşen bir ulusa dönüştüren kapsamlı ilerici reformlar üstlenmiştir. İdeolojik olarak sekülarist ve milliyetçi politikaları ve sosyo-politik teorileri Kemalizm olarak tanınmıştır.
I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusunda görev yapan Atatürk, Çanakkale Cephesi'nde miralaylığa, Sina ve Filistin Cephesi'nde ise Yıldırım Ordular Grubu komutanlığına atandı. Savaşın sonunda, Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisini izleyen Kurtuluş Savaşı ile simgelenen Anadolu Hareketi'ne öncülük ve önderlik etti. Türk Kurtuluş Savaşı sürecinde Ankara Hükûmeti'ni kurdu, Türk Orduları Başkomutanı olarak Sakarya Meydan Muharebesi'ndeki başarısından dolayı 19 Eylül 1921 tarihinde "gazi" sanını aldı ve mareşallik rütbesine yükseldi. Askerî ve siyasal eylemleriyle İtilaf Devletleri ve destekçilerine karşı yengi kazandı. Savaşın ardından Cumhuriyet Halk Partisini "Halk Fırkası" adıyla kurdu ve ilk genel başkanı oldu. 29 Ekim 1923'te cumhuriyetin ilan edilmesinin ardından cumhurbaşkanı seçildi. 1938'deki ölümüne dek dört dönem bu görevi yürütmüş olup günümüze kadar Türkiye'de en uzun süre cumhurbaşkanlığı yapmış kişidir.
Atatürk; çağdaş, ilerici ve laik bir ulus devlet kurmak için siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda sekülarist ve milliyetçi nitelikte yenilikler gerçekleştirdi. Yabancılara tanınan ekonomik ayrıcalıklar kaldırıldı ve onlara ait üretim araçları ve demir yolları millîleştirildi. Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu ile eğitim, Türk hükûmetinin denetimine girdi. Seküler ve bilimsel eğitim esas alındı. Binlerce yeni okul yapıldı. İlköğretim ücretsiz ve zorunlu duruma getirildi. Yabancı okullar devlet denetimine alındı. Köylülerin sırtına yüklenen ağır vergiler azaltıldı. Erkeklerin serpuşlarında ve giysilerinde bazı değişiklikler yapıldı. Takvim, saat ve ölçülerde değişikliklere gidildi. Mecelle kaldırılarak yerine seküler Türk Kanunu Medenisi yürürlüğe konuldu. Kadınların sivil ve siyasal hakları pek çok Batı ülkesinden önce tanındı. Çok eşlilik yasaklandı. Kadınların tanıklığı ve miras hakkı, erkeklerinkiyle eşit duruma getirildi. Benzer olarak, dünyanın çoğu ülkesinden önce olarak Türkiye'de kadınlara ilkin yerel seçimlerde (1930), sonra genel seçimlerde (1934) seçme ve seçilme hakkı tanındı. Ceza ve borçlar hukukunda seküler yasalar yürürlüğe konuldu. Sanayi Teşvik Kanunu kabul edildi. Toprak reformu için çabalandı. Arap harfleri temelli Osmanlı alfabesinin yerine Latin harfleri temelli yeni Türk alfabesi kabul edildi. Halkı okuryazar kılmak için eğitim seferberliği başlatıldı. Üniversite Reformu gerçekleştirildi. Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı yürürlüğe konuldu. Sınıf ve durum ayrımı gözeten lakap ve unvanlar kaldırıldı ve soyadları yürürlüğe konuldu. Bağdaşık ve birleşmiş bir ulus yaratılması için Türkleştirme siyaseti yürütüldü.
Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları, Türk Hava Yolları, Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü, Hıfzıssıhha Enstitüsü, Türkkuşu, Sümerbank, Etibank, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Diyanet İşleri Başkanlığı ve daha birçok kamu kurumu Atatürk tarafından veya Atatürk'ün desteğiyle kuruldu. Yerli tarım, tekstil, makine, uçak ve otomobil endüstrilerinin gelişimini destekledi. Tüm bunlara karşın Atatürk'ün hedefleri ile ülkenin sosyopolitik yapısı arasındaki uçurum kapanmadı.
Adı ve soyadı.
Mustafa adını, babası Ali Rıza Efendi kendi dedesinin adı olması nedeniyle verdi. Çünkü Ali Rıza Efendi'nin babasının adı olan Ahmed adı ağabeylerinden birine verilmişti. Mustafa'ya neden Kemal isminin verildiğine yönelik ise çeşitli iddialar vardır. Afet İnan, bu ismi ona matematik öğretmeni Üsküplü Mustafa Efendi'nin Kemal adının anlamında olduğu gibi onun "mükemmel ve olgun" olduğunu göstermek için verdiğini söylemiştir. Ali Fuat Cebesoy ise bu adı matematik öğretmeninin onu kendinden ayırt etmek için koyduğunu belirtir. Atatürk'ün bir biyografisini yazmış olan yazar Andrew Mango ise Mustafa'nın bu adı Namık Kemal'in adında "Kemal" bulunduğu için kendinin koyduğunu iddia etmektedir.
Atatürk, Mustafa Kemal adını askeriyede faaliyet gösterdiği yıllar içindeki hizmeti ve başarılarından dolayı hak ettiği "Bey" (1911), "Paşa" (1916) ve "Gazi" (1921) unvanlarıyla birlikte kullandı ve 1934'e dek sıkça "Gazi" unvanıyla anıldı. Mustafa Kemal'e 21 Haziran 1934 tarih ve 2525 sayılı Soyadı Kanunu'nun kabulünden sonra TBMM tarafından çıkarılan 24 Kasım 1934 tarih ve 2587 sayılı ile Atatürk soyadı verildi. Yine aynı kanuna göre "Atatürk" soyadı veya öz adı başka kimse tarafından alınamaz, kullanılamaz.
Gazi Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı Saffet Arıkan'ın armağanıdır. Soyadı Kanunu çıkmasına rağmen Mustafa Kemal'e henüz bir soyadı verilmemişti. "Atatürk" ifadesi ilk kez II. Türk Dili Kurultayı'nda Türk Dili Tetkik Cemiyeti'ne başkan seçilen Saffet Arıkan'ın Dil Bayramı için hazırladığı nutkun taslağında yer almıştır. Nutkun taslağına Dolmabahçe Sarayı'nda göz atan Mustafa Kemal, nutkun giriş cümlesinde yer alan "Ata Türk" ifadesini "çok güzel bir buluş" diyerek beğenmiş ama nutkun sonunda yer alan "Türk Atası" ifadesini çok iddialı bularak kaldırtmıştır. Dil Bayramı günü İstanbul Radyosu'nda Saffet Arıkan tarafından okunan nutuk, bir gün sonra "Hâkimiyet-i Milliye" gazetesinde yazılı olarak yayımlanmıştır. Saffet Arıkan, soyadı bulmak amacıyla "Atatürk" ifadesini kullanmamıştı ama bu ifadeyi çok beğenen Mustafa Kemal, Ankara'ya döndükten sonra fikrini sormak için Naim Hazım Onat'a "Atatürk mü, Türkata mı?" diye sormuş, Naim Hazım Onat da "Birincisi" karşılığını vermiştir. Daha sonradan Naim Hazım Onat'ın da bulunduğu bir sofrada Mustafa Kemal, "Atatürk" soyadı için Saffet Arıkan'ı göstererek "Beyefendinin armağanlarıdır" demiştir. "Atatürk" soyadını Arıkan'ın bulduğunu ilk kez orada öğrenen Onat, Arıkan'ın yanına giderek "Bunu siz mi buldunuz?" diye sormuş, Arıkan da gülümseyerek "İltifat buyuruyorlar" demiştir.
1932'de başlayan Dil Devrimi, Atatürk'ün adının yazımını da etkiledi. Atatürk Arapça Kemal adını 1935'te, Soyadı Kanunu'ndan sonra çıkarılan nüfus cüzdanlarından ikincisinde, milliyetçi tavrı doğrultusunda Eski Türkçede "büyük kale" anlamına geldiği ileri sürülen Kamâl adıyla değiştirdi. 1937'de adının eski yazımına (Kemal) geri dönünceye kadar bir süre bu adı kullandı. 1934 ve 1935'te çıkarılan iki nüfus cüzdanına da Mustafa adı yazılmadı.
Atatürk'ün Kemal yerine kullandığı adla ilgili olarak Atatürk hayatta iken Anadolu Ajansı tarafından şöyle bir açıklama yapıldı: "İstihbaratımıza nazaran, Atatürk'ün taşıdığı Kamâl adı Arapça bir kelime olmadığı gibi, Arapça Kemal kelimesinin delâlet ettiği manada da değildir. Atatürk'ün muhafaza edilen öz adı, Türkçe 'ordu ve kale' manasında olan Kamâl'dır. Son 'â' üstündeki tahfif işareti 'l'i yumuşattığı için, telâffuz hemen hemen Arapça 'Kemal' telâffuzuna yaklaşır." Öz Türkçe sözcüklerin yayımlandığı "Osmanlıcadan Türkçeye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi", kamal sözcüğünün istihkâm, kale, leşker [ordu, asker], siper anlamlarına geldiğini belirtir. Özbekçenin açıklamalı bir sözlüğü olan "Oʻzbek tilining izohli lugʻati" adlı sözlükte qamal sözcüğünün tanımında "kale" ve "ordu" sözcükleri birlikte geçmektedir: Şehir, kale, ordu vb.ni teslim olmaya zorlamak amacıyla düşman koşunlarını kuşatmaya alma ve bu durumda tutma; kuşatma, muhasara. Aynı sözcük Kazakçada "kale" ve "sur" anlamlarına gelmektedir.
Çocukluk ve gençlik (1881-1904).
1839 yılında doğan babası Ali Rıza Efendi, aslen Manastır'a bağlı Debre-i Bâlâ'dandır. Falih Rıfkı Atay, Vamık Volkan, Norman Itzkowitz, Müjgân Cunbur, Numan Kartal ve Hasan İzzettin Dinamo'ya göre, babasının ailesi 14-15. yüzyılda Anadolu'dan bölgeye göç etmiş olan Kocacık Yörüklerindendir. Ali Rıza Bey'in Arnavut asıllı olduğu da iddia edilmiştir. Ali Rıza Bey öncelikle dini vakıfları denetleyen bir memur olarak çalışmış, 93 Harbi öncesinde 1876-77 yıllarında yerel birliklerde gönüllü teğmen olarak görev yapmıştır. Zübeyde Hanım ile evlendikten sonra Selanik'te gümrük memurluğu ve kereste ticaretiyle meşgul olmuştur.
Annesi Zübeyde Hanım, 1857 yılında Selanik'in batısındaki Langaza'da çiftçi bir ailede doğmuştur. Zübeyde Hanım'ın kökeni Karaman'dan Rumeli'ye göçen Yörüklerdir. Bazı kaynaklarca Arnavut veya Makedon asıllı olduğu iddia edilmiştir.
Ali Rıza Bey ile Zübeyde Hanım 1871 yılında evlendi ve Ali Rıza Bey'in babasına ait olan Yenikapı, Selanik'teki eve yerleştiler. Atatürk, bu çiftin çocuğu olarak rumî 1296 (miladî 1880-1881) yılında Selanik'te doğmuştur. Doğum günü bilinmemektedir. Ancak Atatürk'ün Şişli'deki evinde bulunan bir belgeden hareketle tarihçi Necdet Sakaoğlu'nun iddiasına göre doğum günü ve yılı miladi 4 Ocak 1879'dur. Kendine sorulduğunda ise Samsun'a çıktığı 19 Mayıs tarihini doğum günü kabul etmiştir. Fatma, Ömer, Ahmet, Naciye ve Makbule adlı beş kardeşinin ilk dördü küçük yaşta ölmüştür.
Öğrenim çağına gelen Mustafa'nın hangi okula gideceği konusunda annesi ile babası arasında anlaşmazlık çıkmıştı. Annesi Mustafa'nın Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebine gitmesini istiyor, babası ise o dönemki yeni yöntemlerle eğitim yapan seküler Mektebi Şemsi İbtidai'nde (Şemsi Efendi Mektebi) okumasını istiyordu. En sonunda önce mahalle mektebine başlayan Mustafa, arkadaşının suçunu üstlenmesi neticesinde yediği falaka cezası sebebiyle bir daha bu okula gitmek istememiştir. Birkaç gün sonra Şemsi Efendi Mektebine geçti. Atatürk, okul seçimindeki bu kararı için hayatı boyunca babasına minnettarlık duymuştur. 1888'de babasını kaybetti. Bir süre Rapla Çiftliği'nde annesinin üvey kardeşi Hüseyin'in yanında kalıp hafif çiftlik işleriyle uğraştıktan sonra, eğitimsiz kalacağından endişe eden annesinin isteğiyle Selanik'e döndü, halasının yanına yerleşti ve okulunu bitirdi. Bu arada Zübeyde Hanım, Selanik'te gümrük memuru olan Ragıp Bey ile evlendi.
Şimdi müze olan Koca Kasım Paşa Mahallesi Islahhane Caddesi'ndeki ev, 1870'te Rodoslu müderris Hacı Mehmed Vakfı tarafından yaptırılmış ve 1878'de yeni evlenen Ali Rıza Bey tarafından kiralanmıştır ancak o öldükten sonra Mustafa ve ailesi bu evden yanındaki 2 katlı, 3 odalı ve mutfaklı daha küçük bir eve taşınmışlardır. Mustafa, bürokrat yetiştiren Selânik Mülkiye Rüştiyesine kaydoldu. Ancak muhitindeki askerî öğrencilerin üniformalarından da etkilenerek annesinin karşı çıkmasına rağmen 1893'te Selânik Askerî Rüştiyesine girdi. Bu okulda matematik öğretmeni Yüzbaşı Üsküplü Mustafa Sabri Bey, ona anlamı "mükemmellik, olgunluk" olan "Kemal" ismini verdi. Fransızca öğretmeni Yüzbaşı Nakiyüddin Bey (Yücekök), özgürlük düşüncesiyle genç Mustafa Kemal'in düşünce yapısını etkiledi. 1895'te sınıf dördüncüsü olarak mezun oldu. Mustafa Kemal Kuleli Askerî İdadisine girmeyi düşündüyse de ona ağabeylik yapan Selânikli subay Hasan Bey'in Manastır'daki eğitimin daha iyi olduğu yönündeki tavsiyesine uyarak 1896'da Manastır Askerî İdadisine kaydoldu.
1896-1899 arasında eğitim gördüğü Manastır Askerî İdadisinde tarih öğretmeni Kolağası Mehmet Tevfik Bey (Bilge), Mustafa Kemal'in tarihe olan merakını güçlendirdi. Okulda Fransızca öğrendi, Selanik'te geçirdiği yaz tatillerinde de Fransızca kurslarına devam etti. 19 Nisan 1897'de başlayan Osmanlı-Yunan Savaşı'na gönüllü olarak katılmak istediyse de hem idadi öğrencisi olduğu için hem de 16 yaşında olduğundan dolayı cepheye gidememiştir. Kasım 1898'de Manastır Askeri İdadisinden sınıf ikincisi olarak mezun oldu. 13 Mart 1899'da İstanbul'da Mekteb-i Harbiye-i Şahaneye (Harp Okulu) girdi. Harbiye'ye girdikten iki ay sonra sınıf çavuşu oldu. Birinci sınıfı 27., ikinci sınıfı 11., üçüncü sınıfı 549 kişi arasından piyade sınıf sekizincisi (1317 - P.8) olarak bitirdi ve 10 Şubat 1902'de piyade mülazım (bugünkü ismiyle Teğmen) rütbesiyle kurmay subayların yetiştirildiği Harp Akademisine girmeye hak kazandı.
Mekteb-i Harbiye-i Şahane'nin akabinde Erkan-ı Harbiye Mektebine (Harp Akademisi) devam etti ve kurmay subaylık eğitimi aldı. Harp Akademisi'ndeyken arkadaşları ile birlikte hükûmetin yönetimi ve politikaları konusunda fark ettikleri eksiklik ve hataları açıklamak için elle yazılmış bir gazete çıkardılar. Okul yönetimi tarafından takip edilseler de ceza almadılar ve okul bitene kadar gazete çalışmalarına devam ettiler. 11 Ocak 1905'te "kurmay yüzbaşı" rütbesiyle mezun oldu.
Askerlik (1905-1918).
Erken dönem.
Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal, mezuniyetinin ardından merkezi Şam'da bulunan 5. Ordu'ya staj amacıyla gönderildi. Bu stajında piyade, süvari ve topçu sınıflarında görev aldı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da Lütfi Müfit Bey (Özdeş) 5. Ordu emrinde görev yaptı. İlk stajı 5. Ordu'ya bağlı 30. Süvari Alayı'nda gerçekleşti. Bu dönemde düşük rütbeli stajyer bir kurmay subay olarak Suriye'nin çeşitli bölgelerindeki isyanlarla ilgilenen Mustafa Kemal, "küçük savaş" (gerilla savaşı) üzerine tecrübe kazandı. İsyanlarla uğraştığı dört aydan sonra Şam'a döndü. Ekim 1906'da Binbaşı Lütfi Bey, Dr. Mahmut Bey, Lüfti Müfit (Özdeş) Bey ve askerî tabip Mustafa Cantekin ile Vatan ve Hürriyet adlı bir cemiyeti kurduktan sonra ordudan izinsiz Selânik'e gitti. Selânik Merkez Komutan Muavini Yüzbaşı Cemil Bey (Uybadın)'in yardımıyla karaya çıktı ve orada cemiyetinin şubesini açtı. Bir süre sonra arandığını öğrendi ve ona ağabeylik yapan Albay Hasan Bey, Tel Aviv'e dönüp oranın komutanı Ahmet Bey'e Mısır sınırında Bîrüssebi'ye gönderildiğini bildirmesini önerdi. Ahmet Bey de Mustafa Kemal'i Bîrüssebi'ye tayin etti ve bir süre sonra topçu staj için tekrar Şam'a gönderildi. 20 Haziran 1907'de Kolağası (kıdemli yüzbaşı) oldu ve 13 Ekim 1907'de 3. Ordu'ya kurmay olarak atandı ancak Selânik'e vardığında 'Vatan ve Hürriyet'in şubesinin İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne ilhak edildiğini öğrendi. Bu yüzden kendi de Şubat 1908'de İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye oldu (üye numarası: 322). 22 Haziran 1908'de Rumeli Doğu Bölgesi Demiryolları Müfettişliğine atandı.
23 Temmuz 1908'de meşrutiyetin ilanından sonra Aralık 1908 sonlarında İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından toplumsal ve siyasal sorunları ve güvenlik problemlerini incelemek üzere bugünkü Libya'nın bir parçası olan Trablusgarp'a gönderildi. Burada 1908 Devrimi'nin fikirlerini Libyalılara yaymaya ve buradaki nüfusun farklı kesimlerinden gelenleri Jön Türk politikasına kazanmaya çalıştı. Bu siyasi görevin yanı sıra bölge halkının güvenliği ile de ilgilendi. Kentin dışında yapılan bir savaş tatbikatında Bingazi Garnizonuna önderlik ederek askerlere modern taktikler öğretti. Bu tatbikat süresince isyana meyilli Şeyh Mansur'un evini sararak bölgede sistem karşıtı başka güçlü kişilere örnek olması amacıyla onu kontrol altına aldı. Ayrıca hem kentli insanları hem de kırsal bölge insanlarını korumak için bir yedek ordu planlamaya başladı.
13 Ocak 1909'da 3. Ordu'ya bağlı Selânik Redif Fırkasının Kurmay Başkanı oldu ve 13 Nisan 1909'da Meşrutiyet'e karşı 3. Ordu'ya bağlı Taşkışla'da konuşlanmış 2. ve 4. Avcı Taburlarının isyanıyla başlayan, diğer birliklerin katılımıyla genişleyen 31 Mart Ayaklanması'nı bastırmak üzere Selânik ve Edirne'den yola çıkarak Mirliva Mahmud Şevket Paşa komutasında 19 Nisan 1909'da İstanbul'a girecek olan Hareket Ordusu'na bağlı birinci kademe birliklerinin kurmay başkanı oldu. Daha sonra 3. Ordu Kurmaylığı, 3. Ordu Subay Talimgâhı Komutanlığı, 5. Kolordu Kurmaylığı, 38. Piyade Alayı Komutanlığı görevlerinde bulundu.
Stuart Kline'ın "Türk Havacılık Kronolojisi" kitabına göre, Mustafa Kemal, 1910'da Fransa'da düzenlenen Picardie Manevraları'na katıldı. Burada yeni üretilen uçakların deneme uçuşları yapılıyordu. Ali Rıza Paşa, bu uçuşlardan birine katılmak isteyen Mustafa Kemal'i önledi. Ve akabinde uçuş yapan o uçak dönüş esnasında yere çakıldı. Bazı kaynaklar tarafından, bu hikâyeye dayanarak Atatürk'ün uçağa binmekten korktuğu iddia edilse de kitabın yazarı Kline, Atatürk'ün olaydan sonra 3 defa uçağa bindiğinden bahseder.
Mustafa Kemal, dönüşünün ardından 27 Eylül 1911'de İstanbul'da Genelkurmay Karargâhı'nda görev aldı.
Trablusgarp Savaşı.
1911'de İtalyanlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun Kuzey Afrika'daki son toprakları olan Trablus vilayeti ile doğrudan merkeze bağlı olan ve müstakil sancak da denilen Bingazi'yi ele geçirmek amacıyla savaş ilan etti. 29 Eylül 1911'de verilen bir nota ile bu savaşın belirli sebeplerle başlayacağı bildirildi. Bunun üzerine İtalyan kuvvetleri herhangi bir müzakere olmaksızın 4 Ekim 1911'de Trablus'a saldırdı. Osmanlılar, başlayan Trablusgarp Savaşı'nda zor durumdaydı; Harbiye Nazırı olarak görevini sürdüren Mahmud Şevket Paşa, Mekteb-i Harbiye'de subaylarla yaptığı bir toplantıda kara ordusunun ve donanmanın zayıflığı sebebiyle Trablus'un savunulamayacağını itiraf etmişti. İtalya tarafında da durum pek farklı değildi, onlar da yeterince gelişmiş olmadıkları için bu mücadeleye iyi hazırlanamamışlardı. Mustafa Kemal bu esnada İstanbul'daki Genelkurmay'a atanmıştı ancak bu göreve başlamadan Trablusgarp'a doğru yola çıkacaktı. Bunun üzerine Binbaşı Enver Bey, Fuat, Nuri ve Binbaşı Fethi gibi diğer İttihatçı subaylar gibi Kolağası Mustafa Kemal de Trablusgarp'a gitmeye karar verdi. Mustafa Kemal İstanbul'dan ayrılmadan önce İttihat ve Terakki merkez komitesinden para istemiş, Enver'e katılması söylenip para verilmeyince kendi imzaladığı senetlerle 200 sterlin toplayarak Trablusgarp'a doğru yola çıkmıştı.
İtalyan kuvvetleri bir ay içerisinde Trablus'tan Bingazi'ye kadar olan kıyıları işgal etmişti. Osmanlı kuvvetleri, bir saldırı beklenmediği için buradaki kuvvetlerini Yemen'e sevk etmiş ve bu nedenle İtalyanlara karşı savunmasız kalınmıştı. O bölgede yalnızca 4.000 asker bulunuyordu. Bunun üzerine, 15 Ekim 1911'de, "Tanin" gazetesi muhabiri "Mustafa Şerif Bey" kimliğini kullanan Mustafa Kemal, Ömer Naci ile Sapancalı Hakkı ve Yakub Cemil adında iki fedai eşliğinde bir Rus gemisiyle İstanbul'dan ayrıldı. Mustafa Kemal ile grubu, Mısır'da Kahire ve İskenderiye üzerinden Bingazi'ye gitmeyi amaçlıyordu. Mustafa Kemal 29 Ekim'de İskenderiye'den yola çıktıktan kısa bir süre sonra yaralandı ve geri dönerek iki hafta İskenderiye'de hastanede yatmak zorunda kaldı. Çocukluk arkadaşları Nuri ve Fuat ile burada buluşup tekrar yola çıktı. 29 Kasım'da trenle İskenderiye'den ayrıldılar, aynı gün vardıkları son istasyondan 1 Aralık'ta develerle ayrılarak 8 günlük yolculuğun ardından Libya sınırına, 12 Aralık'ta ise sınırın 80 km batısındaki Resuldefne'ye vardılar. Mustafa Kemal yoldayken Bingazi bölgesi komutanı olan Enver Bey'e 30 Kasım'da genelkurmay başkanlığı Mustafa Kemal'in binbaşılığa terfi ettiğini bildirdi. Mustafa Kemal 18 Aralık 1911 günü Enver'in Harbiye Nazırlığı'na çektiği bir telgrafa göre, "kendi isteğiyle" orduya katıldı.
Mustafa Kemal ilk olarak 22 Aralık'ta Tobruk yakınında İtalyanlarla çarpıştı. İtalyanlar Tobruk'u 4 Ekim'de ele geçirmişti ancak tüm sahil boyunda olduğu gibi Tobruk bölgesinde de Osmanlı birlikleri ve Arap kabilelerinin gerilla savaşı sebebiyle ülkenin iç kesimlerine ilerleyememişlerdi. Bununla birlikte, Türk subaylarındaki teşkilatlanmacılık ve İtalya'nın tam anlamıyla gelişimini tamamlayamamış, geri kalmış olması da iç kesimlere kadar ilerleyememelerinin bir sebebi olarak görülmektedir. Buna rağmen, İtalyanlar, Osmanlıları zorlamak için On İki Adalar'a da saldırdı. İlk başta doğudaki birliği Mustafa Kemal, batıyı ise Enver komuta ediyordu; harekât hacmi büyüyünce Enver tüm cepheyi, Mustafa Kemal ise Derne bölgesini komuta etmeye başladı. Derne'deki 16-17 Ocak 1912 taarruzunda gözünden yaralanıp bir ay hastanede tedavi gördü ve 6 Mart'ta Derne Komutanlığı'na getirildi. Fakat daha sonra gözünden tekrar rahatsızlandı ve bir hafta boyunca yataktan kalkamadı.
3 Mart 1912'deki Derne Muharebesi'nde Osmanlı kuvvetleri 63 ölü ve 168 yaralı verirken, İtalyanlar yaklaşık 200 ölü verdiler. Bu esnada Mustafa Kemal Derne hattının tümünü komuta ediyordu ve komutası altında sekiz Osmanlı subayı, 160 asker, bazı gönüllüler, bir topçu bölüğü, İtalyanlardan ele geçirilen iki makineli tüfek ve 7.742 Arap askeri vardı. Arap askerlerini Senusi zaviyeleri sağlıyordu ve başlarındaki şeyhleri Osmanlı subaylarına bağlıydı. Bu kuvvet 15.000-16.000 İtalyan askerini Ekim 1911-Eylül 1912 arasında Derne'de tutmayı başardı. 11 Eylül 1912'de İtalyanlar, başarısızlıkların ardından yapılan komuta değişikliğinin ardından Derne'den çıkmak için güçlü bir hücum başlattılar ancak Mustafa Kemal komutasındaki Türk ve Araplar tarafından tekrar durduruldular.
Sahil şeridinde sıkışan İtalyan kuvvetleri, Osmanlıları barışa zorlamak için Doğu Akdeniz ve Kızıldeniz'e saldırılar düzenlemeye karar verdi. 1912 Mart ayında Beyrut, Nisan ayında Çanakkale Boğazı, Mayıs ayında ise Rodos ve On İki Adalar'a saldırdılar. Bu nedenlerle Orta Doğu'da Berlin Konferansı ile sağlanan barış ortamının bozulacağından endişe eden Rusya, İngiltere ve Fransa ara buluculuk faaliyetlerine başladı. Fakat Libya'nın İtalyanlara verilmesine yönelik şartların konuşulduğu bu girişimler, İttihatçılar tarafından kabul görmedi.
Savaş devam ederken, Mustafa Kemal Temmuz 1912'de savaşın ilerleyen zamanda daha iyi incelenmesine olanak sağlayan iki emir verdi. Emirlerden 13/14 Temmuz'da verdiği birincisi, tüm subayların iki askeri gazeteyi okumaları ve dünyadaki gelişmeler ile Osmanlı ordusunun başarılarından haberdar olmalarını içeriyordu. İkinci emir ise 22 Temmuz'da verdiği, tüm subayların savaştaki tecrübelerini tarih, bulunulan şartlar, komutanın emirleri, yapılan harekât ve sonuçları ve askerlerin psikolojik durumunu da içerecek şekilde bir ay içerisinde yazmaları konusundaki emirdi. Bu sayede Batılı bir düşmana karşı savaşta edinilen tecrübeleri yazılı hâle getirmeyi amaçladı. Mustafa Kemal bu savaşta özellikle gerilla savaşı, derme çatma birlikleri yönetme, istihbarat toplama, lojistik destek gibi askeri tecrübenin yanı sıra, Arap kabile liderleriyle yaptığı görüşmeler ve pazarlıklar ile diplomasi alanında da önemli tecrübe kazandı. Nitekim buradaki başarısı kendinin de adının yayılmasını sağladı.
Aynı yılın eylül ayında başlayan barış görüşmelerine rağmen çatışmalar sürerken, Karadağ'ın 8 Ekim'de Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etmesi ile I. Balkan Savaşı başladı. Karadağ'ı takiben, Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan da Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etti. İlk başta Enver'in İstanbul'a dönmesi ve Mustafa Kemal'in cepheyi devralmasına karar verilmişti ancak Osmanlıların karşılaştığı tehlikenin boyutları ortaya çıkınca çoğu subay İstanbul'a geri döndü ve cephe Enver'in kardeşi Nuri komutasına girdi. Bu esnada Balkan Savaşı nedeniyle Osmanlı hükûmeti İtalyanlarla barışa razı oldu. Balkan Savaşları başladığında Trablusgarp'ta görev yapan Derne Komutanı Mustafa Kemal ve Binbaşı Nuri Bey, bu savaşlarda görev almak istediler. Mustafa Kemal, dönemin Osmanlı Harbiye Nazırı Enver Bey'in de izni ile 24 Ekim 1912'de Trablusgarp'tan ayrıldı. Viyana, Macaristan ve Romanya üzerinden İstanbul'a döndü. Bunu tercih etme nedeni ise gözlerini Avusturya'da tedavi ettirebilmekti.
Bununla birlikte, bölgede direnişe devam eden subaylar da vardı. Şehzade Osman Fuad Efendi de bu isimlerden biriydi. Diğer subaylarla beraber Trablusgarp'ı terk eden Mustafa Kemal, Kasım 1912'de İstanbul'a vardı. Osmanlı hükûmeti ile İtalya arasında 18 Ekim 1912'de Uşi Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile, Trablus İtalyanlara verilirken İtalya da savaş tazminatı olarak 90 bin altın ödeyecek ve sahip olduğu kapitülasyonlar da ilga edilecekti. Ayrıca savaş sırasında İtalyanlarca işgal edilen On İki Adalar da geçici olarak İtalyanlara bırakıldı. İtalyanlar, Osmanlı güçleri Trablus'u boşalttıktan sonra adalardan ayrılacaktı. Padişah naibi olarak vezir rütbeli bir memur Trablus'a gönderilecek, vakıflar ile halkın dini haklarına uyulup uyulmadığı denetlenecek, din görevlerinin tayini ise İstanbul'dan Şeyhülislamlık tarafından yapılacaktı. Halk ise Senusi tarikatı şeyhi Ahmed eş-Şerif es-Senusi önderliğinde Trablus'ta Mondros Mütarekesi'ne kadar direnmeye devam etti.
Balkan Savaşları.
Birinci Balkan Savaşı.
Mustafa Kemal, 1912 Kasım'ında İstanbul'a vardığında Osmanlıların Avrupa kıtasındaki topraklarından geriye sadece başkent İstanbul ile hemen batısı, Çanakkale yarımadası ve kuşatılmış üç kent olan İşkodra, Yanya ve doğu Trakya'nın en büyük şehri olan Edirne kalmıştı. Bulgar kuvvetleri Çatalca'ya kadar gelmiş, başkent İstanbul'u tehdit ediyordu.
21 Kasım 1912'de karargâhı Bolayır'da bulunan Bahr-i Sefit Boğazı Kuvayi Mürettebesi (Akdeniz Boğazı Bileşik Gücü) Harekât Şubesi Müdürlüğü'ne atandı. Gücün komutanı Fahri Paşa, kurmay başkanı ise okul arkadaşı Fethi (Okyar) idi. Mustafa Kemal Bolayır'dayken, 23 Ocak 1913'te Enver ve taraftarlarının yaptığı Bâb-ı Âli Baskını ile iktidar İttihat ve Terakki'ye geçmişti. 30 Ocak tarihinde Mahmut Şevket Paşa hükûmeti büyük güçlerin önerdiği barış koşullarını reddetti. 3 Şubat'ta ateşkesin süresi doldu ve Bulgarlar tekrar Edirne'yi bombalamaya başladılar.
Bulgar saldırısı üzerine Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Ahmed İzzet Paşa tarafından Akdeniz Boğazı Bileşik Gücü'nün batıdan Bulgarlara saldıracağı, Hurşit Paşa'nın komutasında ve Enver'in kurmay başkanı olduğu 10. Kolordu'nun denizden Şarköy'e çıkarak güneyden Bulgarların arkasına saldıracağı bir hücum planlandı. Operasyon detaylıca planlandı ve Ocak sonlarında prova edildi. Bir fırtına sebebiyle 8 Şubat'a ertelenen hücumda, Şarköy'e çıkacak birlikler gecikti. 10. Kolordu yarım gün geç şekilde Şarköy'e çıkartma yaptı ancak Bileşik Güç bu esnada askerlerinin yarısını yitirerek geri püskürtüldü. Bulgarların kıskaca alınamayacağı ortaya çıkınca, 10 Şubat'ta çıkartma kuvveti geri çekildi. Gereken ateş desteği sağlayacak savaş gemilerinin geç gelmesi, koordinasyonun sağlanamaması ve Bulgarların hatlarını güçlendirmesi sebebiyle operasyon başarısız oldu.
Ortak harekâtın başarısızlığının ardından 17-18 Şubat'ta iki birliğin komuta heyetleri arasında tartışma çıktı; tartışmada 10. Kolordu komutanı Hurşit Paşa'nın tarafını tutan Mahmut Şevket Paşa, politik sebeplerle onu her iki gücün komutanlığına getirdi. Gelibolu açıklarında bekleyen 10. Kolordu'yu Çatalca'ya gönderme önerileri kabul edilmeyen ve Hurşit Paşa'nın komutan olduğu kendilerine bildirilen Fahri Paşa, Fethi ve Mustafa Kemal görevlerinden istifa ettiler. Bunun üzerine Mahmut Şevket Paşa, Hurşit Paşa ve Enver'le birlikte Bolayır'a gidip komutanlar arasında uzlaşma sağladı. Fahri Paşa görevden alındı, rağmen Fethi Bolayır'dan ayrılarak İstanbul'a gitti, ikna edilen Mustafa Kemal ise Boğazlar'dan ayrı bir komutanlık hâline getirilen Bolayır kolordusunun kurmay başkanı oldu.
19 Mart'ta Yanya Yunanların, 24 Mart 1913'te Edirne Bulgarların eline geçti. Çatalca cephesinde ise son Bulgar hücumu 30 Mart'ta gerçekleşti. 16 Nisan'da ateşkes imzalandı. Bunun üzerine Mahmut Şevket Paşa Trakya'da Midye-Enez hattının batısında kalan topraklar ile Edirne'yi vermeyi kabul etmek zorunda kaldı ve 30 Mayıs 1913'te Londra'da barış anlaşması imzalandı. 11 Haziran'da Mahmut Şevket Paşa bir suikast sonucu öldürüldü, yerine Sait Halim Paşa geçti.
İkinci Balkan Savaşı.
Birinci Balkan Savaşı'nı kazanan Balkan devletleri, savaşın hemen ardından ele geçirdikleri bölgeleri paylaşma konusunda anlaşmazlığa düştüler. Yunanistan ile Sırbistan, Romanya'nın toprak isteminde bulunduğu Bulgaristan'a karşı birlikte harekete geçmeye karar verdiler. Ancak Bulgaristan ilk saldıran taraf oldu. 29-30 Haziran gecesi Bulgarlar, Makedonya'daki Sırp ordusuna saldırdılar ancak yenildiler. Yunanlar da Selanik'ten doğuya doğru ilerleyip Güney Makedonya'nın tümünü işgal ettiler. Bu durum üzerine Bulgarlar, Osmanlı ordusu karşısındaki güçlerinin ana bölümünü diğer cephelere kaydırdılar.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, kaybedilen toprakları yeniden ele geçirmek için bu fırsatı değerlendirdi. 18 Temmuz'da Osmanlı ordusu Edirne'ye doğru bir harekâta başladı ve 21 Temmuz 1913'te çok az direnişle karşılaşarak şehri aldı. Bir yazara göre Edirne'ye ilk giren birlik Mustafa Kemal'in Bolayır kolordusuna bağlı bir tugaydı ancak saldırıya katılan birliklerin başında Hurşit Paşa bulunuyordu. Mustafa Kemal'in Bolayır kolordusu ayrıca Dedeağaç'ı da ele geçirdi. 29 Eylül 1913'te Bulgar temsilcilerinin İstanbul'da imzalanan barış anlaşması ile savaş sona erdi.
Savaşın sonunda Batı Trakya'daki Türk nüfusu, İstanbul ve İzmir başta olmak üzere Osmanlı topraklarına göçe başladı. Mustafa Kemal annesi Zübeyde Hanım için Dolmabahçe Sarayı'na inen Akaretler yokuşunda bir ev buldu. Üvey babası Ragıp'ın on altı yaşındaki yeğeni Fikriye de Sultan Ahmet Camii yakınında bir eve yerleşti.
Askerî ataşelik.
İkinci Balkan Savaşı'nın ardından Mustafa Kemal, İstanbul'da Fethi'nin (Okyar) evine yerleşti. Fethi kendini politikaya verme amacıyla, olasılıkla Şarköy harekâtının başarısızlığı sebebiyle askerlikten ayrılmıştı. Ancak İttihat ve Terakki içindeki çekişmelerin ardından Talat, Fethi'ye Sofya büyükelçiliği görevini önerdi. Cemal'e de danışan Fethi, Balkanlar'da dengeyi sağlamak üzere Bulgaristan'la dostluk kurulması göreviyle büyükelçiliği kabul etti ve Mustafa Kemal'i askerî ataşe olarak yanına istedi. Bu isteğin kabul edilmesi üzerine Mustafa Kemal, 27 Ekim 1913'te Sofya askerî ataşeliğine atanarak yakın arkadaşı Sofya sefiri (elçisi) Fethi'nin (Okyar) emri altında çalıştı. Teoride Romanya, Sırbistan ve Karadağ krallıklarının başkentleri Bükreş, Belgrad ve Çetine için de aynı görevi sürdürüyordu ancak uygulamada çalışmaları Bulgaristan sınırları içindeydi.
Mustafa Kemal 20 Kasım 1913 tarihinde Sofya'ya vardı. Burada Dondukov Bulvarındaki Splendid Palas Oteli'ne yerleşti ve yedi ay boyunca burada kaldı. Ardından Ferdinand Bulvarı'nda bir daireye yerleşti. Askerî ataşe olarak kendine ulaşan bilgileri İstanbul'a aktarmakla görevliydi. Burada Bulgaristan başta olmak üzere Balkan devletlerinin politik ve askerî durumlarına dair raporlar hazırladı. Görevi esnasında Bulgaristan'ın Osmanlı'dan bağımsızlığını kazandıktan sonraki askerî, idari ve kültürel gelişmesini yakından inceleme şansı bulduğu gibi Bulgar ordusundan bazı subaylarla da ilişkiler kurdu. Bu görevde iken 1 Mart 1914'te yarbaylığa (kaymakam) yükseldi. Sofya'ya varışından kısa süre sonra Bulgar Genelkurmay başkanından aldığı İstanbul'daki Alman subayların, özellikle Goltz Paşa'nın Osmanlı askerî hareketlilikleri konusunda Bulgarları bilgilendirdiğine dair istihbaratı İstanbul ile paylaşmış, Kâzım Karabekir'den İstanbul'daki Almanların buna öfkelendiği yanıtını almıştı.
Mustafa Kemal'in Sofya'da en önemli istihbarat toplama yöntemlerinden biri sosyal etkinliklerdi. Bulgar ordusunun üst ve alt rütbeli subayları, politikacılar ve toplumun önce gelenleri ile görüşmek görevinin bir parçasıydı. Burada iken yazdığı ve 1918'de yayımlanan ilk kitabı "Zabit ve Kumandan ile Hasbihal" sayesinde Harbiye Nazırı Stiliyan Kovaçev ve kızı Dimitrina ile tanıştı. Burada özellikle Bulgaristan'daki Müslüman Pomaklara yapılan din değiştirme baskısı konusuna (Fethi'nin yanında) müdahil oldu. Sosyal yaşamında en önemli olay 11 Mayıs 1914'te Kral I. Ferdinand'ın da katıldığı bir kıyafet balosuna davet edilmesiydi. Baloya Enver'in özel izniyle İstanbul'daki askerî müzeden gönderilen gerçek bir Yeniçeri üniformasıyla katıldı. Üniformayı geri gönderirken arkadaşı Kâzım'a (Özalp) yazdığı bir mektupta tüm dikkatleri üzerine topladığını ve sorulan soruların Türklerin eski askerî gücü ve zaferleri hakkında konuşma fırsatı sunduğunu anlatmıştı.
Sofya'da görevi devam ederken 28 Haziran 1914'te Avusturya tahtının veliahdı Arşidük Franz Ferdinand öldürüldü ve ardından 28 Temmuz 1914'te I. Dünya Savaşı başladı. Enver'in Alman Amiral Souchon'a verdiği gizli emir ile Osmanlı donanması Karadeniz'e açılarak 29 Ekim 1914'te Rus limanlarına hücum etti. Bunun üzerine 2 Kasım'da Rusya, 5 Kasım'da İngiltere ve Fransa Osmanlı'ya, Osmanlı hükûmeti de 11 Kasım'da bu ülkelere savaş ilan etti.
Savaş ilanının ardından Mustafa Kemal, Harbiye Nazırlığı'na ve Enver'e başvurarak ön cephede aktif göreve gelmek istedi, ancak Enver askerî ataşelik görevinin daha önemli olduğunu söyleyerek reddetti. Enver'in Kafkasya'da Ruslara karşı savaşmak üzere İstanbul'dan ayrılmasının ardından Enver'in vekili İsmail Hakkı imzasını taşıyan telgrafla Sofya'dan ayrılıp Çanakkale'ye gönderilmek üzere Tekirdağ'da toplanmakta olan 19. Tümen'in komutasına atandı. 20 Ocak 1915'te Sofya'dan ayrıldı.
I. Dünya Savaşı.
Mustafa Kemal'in askerî ataşe görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada 28 Temmuz 1914'te I. Dünya Savaşı başladı, Osmanlı Devleti de 29 Ekim 1914'te savaşa girdi. 20 Ocak 1915'te Mustafa Kemal 3. Kolordu emrinde Tekfurdağ'da kurulacak olan 19. Fırka Komutanlığına atandı.
Çanakkale Savaşı.
2 Kasım 1914'te Rusya, Osmanlı'ya savaş ilan etti. Bunun ardından İngiliz ve Fransız savaş gemileri Çanakkale Boğazındaki Seddülbahir, Kumkapı ve Orhaniye tabyalarını bombaladı. Bu donanmaya karşı yapılan savunmada beş subay ve seksen asker öldü. Türk ordusu 3 ay boyunca hazırlık yaptı ve genel olarak kara ordularının yapacağı savunmaya dikkat etti. Mustafa Kemal henüz tümenin istendiği gibi kurulmasına fırsat olmadan, İtilaf Devletleri'nin Çanakkale Boğazı'nı tehdit eder bir pozisyon alması üzerine 25 Şubat'ta yalnızca tümene bağlı 57. Alay ile Maydos'a (günümüzde Eceabat) hareket emri aldı. Bu esnada İngiliz ve Fransız gemileri 19 ve 25 Şubat'ta Boğaz girişindeki istihkamları bombalamış, donanma topçusuna atış düzeltmelerinde yardımcı olacak birlikleri karaya çıkartmıştı. Seddülbahir'de Bigalı Mehmet isminde bir çavuş tüfeği tutukluk yapınca İngilizlere taşla saldırmış, Mustafa Kemal de bu olayın yayımlanmasına yardımcı olarak günümüzde Türk askeri için kullanılan "Mehmetçik" adının doğmasını sağlamıştır. 19. Tümen'e destek olması için 72. ve 77. alaylar da bölgeye kaydırıldı. Mustafa Kemal kolordu karargahından eğitimi zayıf Arap askerlerden oluşan bu alaylar yerine kendi eğittiği ve yedekte tutulan Türk alayları istedi ancak bu isteği reddedildi. 18 Mart 1915'te Çanakkale'deki en önemli deniz harekatı gerçekleşti ancak Mustafa Kemal'in bu harekâtla sadece dolaylı ilgisi vardı. Bu harekâttan hemen önce Nusret gemisi tarafından boğaza mayın döşendi. Bu mayınlar; Queen Elizabeth, Ocean ve Bouver gibi zırhlı gemilere zarar vererek geri çekilmelerine neden oldu. Bu sırada 19. Tümen ise, 23 Mart 1915'te Müstahkem Mevki Komutanlığı emriyle Eceabat bölgesinde ihtiyata alındı.
25 Nisan 1915'te Gelibolu Yarımadası'na İtilaf Devletleri'nin yaptığı çıkartmalarıyla Çanakkale Savaşı'nın ana kara harekâtları başladı. İtilaf Devletleri, Türklerin yoğun direnişine rağmen kuzeyden güneye doğru Gelibolu Yarımadası'nın Saros Körfezi tarafındaki Arıburnu, güney ucundaki Seddülbahir ve Anadolu yakasında Kumkale yakınlarında karaya asker çıkardılar. Kumkale'deki Fransız askerleri kısa sürede geri çekildi ancak Arıburnu'ndaki İngiliz ve Anzaklar doğuya, Seddülbahir'deki İngiliz ve Fransızlar kuzeye ilerlemeye çalışıyordu. 3. Kolordu komutanı Mehmet Esat Paşa'nın emrinde savaşan Kaymakam (Yarbay) Mustafa Kemal'in 19. Tümeni bu esnada Arıburnu'na 8 km mesafede, yarımadanın Boğaz'a bakan kısmında yer alan Eceabat'ta yedek olarak bekletiliyordu. Seddülbahir'den Arıburnu'na kadarki İtilaf öncü güçleriyle Albay Halil Sami komutasındaki 9. Tümen karşılaşmıştı.
Halil Sami, Mustafa Kemal'den Arıburnu'nun doğusundaki tepeleri elde tutmak için derhal bir tabur istedi. von Sanders ve Esad Paşa'yla iletişime geçemeyen Mustafa Kemal ise inisiyatif alarak süvariler, tümenin topçu dağ taburu ve sıhhiyecilerden oluşan 57. Alay'ı sevk etti. Bu çarpışmayı anlatırken, bir tepeye tırmanıp arkadan gelen birliğini beklerken 9. Tümen'den geri çekilmekte olan askerlere rastladığını, Conk Bayırı'na doğru giden 261 rakımlı tepeye doğru serbest biçimde çıkan düşman askerlerini gördüğünü, düşmanın kendi askerlerinden daha yakında olduğunu belirtmiştir. Bunun üzerine cephanesi kalmadığını belirten askerlere "cephaneniz yoksa süngünüz var" diyerek süngü taktırıp mevzi aldırmış, bunu gören düşman da yatınca zaman kazanmıştır. Kendi 57. Alay'ı ulaşınca düşmanın kuzey kanadına saldırmak üzere "Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde, yerimizi başka kuvvetler ve kumandanlar alabilir" emrini vermiştir. 25 Nisan çatışmalarında kritik bir nokta olan Conk Bayırı tepesini elde tutmayı başardı. İlk günün çatışmalarının ardından Anzak kuvvetleri dar bir köprübaşında sıkıştırılmıştı. Ertesi gece 77. Alay paniğe kapılıp kaçınca durumu kritikleşti ancak yeni birliklerin varışı ile hatları yeniden güç kazandı. 29 Nisan'da Mustafa Kemal'e Arıburnu'nda gösterdiği yararlılık için İmtiyaz Nişanı verildi.
Mayıs ayında kuzey grubu tarafından savunulan cephe üç bölgeye ayrılmış, Mustafa Kemal grubun sağ kanadının kuzey bölgesinin komutanlığına getirilmişti. Liman von Sanders tüm kuvvetlerin komutanlığını sürdürüyordu. 29-30 Mayıs'ta Mustafa Kemal, Conk Bayırı'ndan Sazlıdere sel yatağına büyük çaplı bir hücum düzenledi. 1 Haziran'da albay rütbesine terfi etti.
Gelibolu cephesinin ikinci aşaması, İngiliz, Anzak ve Hint birliklerinin Mustafa Kemal'in savunduğu Arıburnu'nun kuzeyindeki Suvla Koyu'na 6 Ağustos gecesi yaptıkları çıkartma ile başladı. Çıkartma, Arıburnu'ndan kuzeye doğru bir saldırı ve ilerleme ile desteklendi ve Anafartalar Cephesi açıldı. Conk Bayırı tekrar tehdit edilince, Mustafa Kemal çocukluk arkadaşı Nuri'yi 24. Alay'ın başında burayı savunmaya gönderdi. Nuri, daha sonra Conk Bayırı Muharebesi'ndeki rolüyle Atatürk'ten "Conker" soyadını alacaktı. İtilaf kuvvetleri Suvla sahiline yerleşmeye başlayınca Liman von Sanders, Bolayır kıstağını koruyan iki tümene güneye inerek İngilizlere karşı saldırı yapma emri verdi. Kuvvetler bölgeye vardığında başlarındaki Albay Fevzi, askerlerin kırk kilometre yürüdüğü, yorgun oldukları ve tümünün bulunmaları gereken yerlere varamadıkları gerekçesiyle ek zaman istedi. Bunun üzerine von Sanders, 8 Ağustos 21.50'de Fevzi'yi görevden alarak yerine Mustafa Kemal'i getirdi. Haberi alan Mustafa Kemal, Arıburnu kuzeyindeki tüm güçlerin komutasını istedi; von Sanders kabul ederek onu 9 Ağustos'ta Suvla Koyu'nun kuzeyindeki Kireçtepe'den, güneydeki Conk Bayırı'na kadar bölgede yer alan altı tümenin komutasına geçirdi. Komutasındaki birlikler "Anafartalar Ordu Grubu" olarak yeniden adlandırıldı. Anafartalar Grup Komutanı olarak 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferi'ni kazandı. Conk Bayırı'nda karşı saldırıyı bizzat yönetti. Çarpışma sırasında bir şarapnel parçası göğsündeki saate isabet etti. Parçalanan saat yaralanmasını önledi. Bu saati daha sona Liman von Sanders'a armağan etmişti. 10 Ağustos'ta cephenin güney ucundaki sırtları kontrol altına aldı. Alınan başarı üzerine 5. Ordu komutanı Müşîr Otto Liman von Sanders'in takdirini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe ve 21 Ağustos'ta II. Anafartalar Zaferi takip etti.
Miralay Mustafa Kemal, Ruşen Eşref Bey (Ünaydın) başta olmak üzere İstanbul basını tarafından "Anafartalar Kahramanı" olarak kamuoyuna tanıtıldı. "Harb Mecmuası" dergisinde boy fotoğrafı yer aldı. 20 Eylül'de hastalandı, sıtmaya yakalandığından kuşkulanıldı ancak Gelibolu'da görevine devam etti. Osmanlı ordusunu yöneten Alman subaylarla savaşın başından itibaren sorun yaşayan Mustafa Kemal, Eylül ayından sonra Çanakkale'deki savaşın kazanılacağını öngörerek daha faydalı olacağını düşündüğü başka bir cephede görev almak istedi.
5 Aralık'ta Liman von Sanders, Mustafa Kemal'e sağlık nedeniyle ayrılma izni verdi. Sonunda Mustafa Kemal, Anafartalar Grubu komutanlığını Fevzi Paşa'ya (Çakmak) teslim ederek Fethi, Tevfik Rüştü (Aras) ve Doktor Bahattin Şakir ile birlikte 10 Aralık'ta İstanbul'a doğru yola çıktı. 19-20 Aralık tarihinde İtilaf kuvvetlerini Arıburnu-Anafartalar sahilini terk etti. 28 Aralık 1915'te Alman İmparatoru Kayzer II. Wilhelm tarafından tarafından Demir Haç nişanı ile ödüllendirildi.
Kafkasya Cephesi.
14 Ocak 1916'da Gelibolu'dan Edirne'ye sevk edilmiş olan 16. Kolordu komutanlığına atandı. Edirne'de bulunduğu 2 ay kadar süre boyunca 16. Kolordu'nun ikmali, toparlanması ve eğitimi ile ilgilendi. Eğitim amacıyla "Ta’biye Mes’elesinin Halli ve Emirlerin Sûret-i Tahrîrine Dâir Nasâyih" ("Taktik Meselesinin Çözümü ve Emirlerin Yazılmasına İlişkin Öğütler") eserini hazırladı ve yayımladı. Doğu Cephesinde Rus birlikleri Osmanlı 3. Ordusu'nu püskürtmüş ve 16 Şubat'ta Erzurum'u, 3 Mart'ta Bitlis, Muş, Van ve Hakkâri'yi işgal etmişti. Albay Mustafa Kemal 11 Mart tarihinde 3. Orduyu desteklemesi için emrindeki 16. Kolordu ile birlikte Diyarbakır'a gönderildi; Halep üzerinden gerçekleşen uzun bir yolculuğun ardından 27 Mart'ta Diyarbakır'a vardı. Rütbesine göre kendine ağır bir sorumluluk verilen 16. Kolordu Komutanı Mustafa Kemal 1 Nisan 1916'da Diyarbakır'da iken Tuğgeneralliğe (Mirliva) yükseltildi ve Paşa unvanını aldı. 35 yaşında ulaştığı bu rütbe, I. Dünya Savaşı'nda aldığı en üst rütbe olacaktı. 16 Nisan'da karargahını Silvan'da kurdu. Bitlis-Muş arasındaki yaklaşık 100 kilometrelik bir cepheden sorumluydu, elindeki güç 13.741 asker, 9.297 tüfek, yedi makineli tüfek, 19 toptan oluşuyordu.
Enver'in Doğu Cephesindeki planı, 2. ve 3. Ordu'nun ortak bir harekâtını öngörüyordu. Ancak 2. Ordu daha güneyde yerini alamadan Ruslar, 3. Ordu'ya saldırıp bozguna uğrattılar ve 15 Nisan 1916'da Trabzon'u işgal ettiler; temmuzda ise Gümüşhane, Bayburt ve Erzincan'ın da bulunduğu daha geniş bir alanı ele geçirdiler ve 2. Ordu'yu Diyarbakır'a gerilettiler. Osmanlı ordusu 3 Ağustos'ta karşı saldırıya geçti; 6 Ağustos'ta Mustafa Kemal'in 16. Tümen'i Muş ve Bitlis'i Ruslardan kurtararak Osmanlı birliklerine stratejik bir üstünlük sağladı. Kafkas Cephesindeki bu başarısından dolayı altın kılıçlı imtiyaz madalyası ile ödüllendirildi. Rusların ağustos sonundaki karşı saldırısı üzerine Mustafa Kemal 21 Ağustos'ta orduyu tekrar Silvan'a çekti. Muş Rusların elinde kalırken, Bitlis Osmanlı hakimiyetindeydi.
Mustafa Kemal Diyarbakır'dayken, İttihatçı fedailerden Yakub Cemil bir hükûmet darbesi yapmaya karar vermiştir. Savaşın kaybedildiğini düşünmektedir. Tek kurtuluş yolunun Bâb-ı Âli'yi basıp hükûmeti devirerek Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı'nı değiştirmek olduğuna inanmaktadır. Yeni Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı olarak da Mustafa Kemal'i düşünmektedir. Anlaştığı arkadaşlarından biri komployu Enver Paşa'ya haber vermiştir. Bunun üzerine Yakub Cemil kurşuna dizilerek öldürülmüştür. Mustafa Kemal Falih Rıfkı Atay'a anlattığı hatıralarında şöyle demektedir: "O vakit tümenlerimden birine komuta eden Ali Fuad (Cebesoy)'a, 'Yakub Cemil asılmış. Sebebi de ben Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı olmadıkça kurtuluş yoktur,' demiş. Dediğini yapmış bile olsaydı ben İstanbul'a gittiğimde ilk iş olarak Yakub Cemil'i cezalandırırdım. Eğer ben, o ve onun gibiler tarafından iktidara getirilecek bir adamsam, adam değilim!" demiştir.
Erken gelen 1916 kışı, bölgede daha fazla çatışma olmasını önledi. 25 Kasım'da 2. Ordu komutanı Ahmet İzzet Paşa izin alıp İstanbul'a döndüğünde Mustafa Kemal komutan vekili olarak ordunun başına geçti. Vekil olduğunda, gelecekte Kurtuluş Savaşı'nda beraber çalışacağı subaylar İsmet (İnönü), Cafer Tayyar (Eğilmez) ve Harbiye'den arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy) komutası altına girmişti.
18 Şubat 1917'de Mustafa Kemal, Hicaz Seferi'ne katılan birliklerin komutanlığına atandığını öğrendi. 26 Şubat'ta Enver'in başkanlık edeceği toplantılara katılmak üzere Şam'a gitti. Görüşmelerin ardından planlarda değişiklik yapıldı; Fahrettin Paşa'nın birliklerinin Filistin Cephesi'ne kaydırılması ve Mustafa Kemal'in 2. Ordu'nun komutasına asaleten atanmasına karar verildi. Bu karar sadrazam Talat Paşa tarafından veto edildi.
Sina ve Filistin Cephesi.
7 Mart 1917'de karargâhı Diyarbakır'da bulunan 2. Ordu Komutan Vekilliğine atandıktan sonra Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Komutanlığına getirilmek istendi. Ancak bunu kabul etmeyerek 5 Temmuz 1917'de Yıldırım Ordular Grubu emrindeki 7. Ordu Komutanlığına atandı. 8 Ağustos'ta Halep'e gitmek üzere İstanbul'dan ayrıldı. Bölgedeki değerlendirmelerinin ardından Yıldırım Ordular Grubu komutanı Alman Falkenhayn ile stratejik konularda anlaşamayarak 4 Ekim'de komutanlıktan istifa etti ve ay sonuna doğru İstanbul'a geldi ve Pera Palas'a yerleşti.
15 Aralık 1917 ile 5 Ocak 1918 tarihleri arasında Veliaht Vahdettin Efendi'nin maiyetinde Almanya'ya giderek Berlin'de Kayzer II. Wilhelm, Hindenburg, Ludendorff ve Genel Karargâh ile savaşın stratejik durumuna dair görüşmelerde yer aldı, Alsas bölgesini ve cepheyi ziyaret ederek subaylarla görüştü. Ziyaret dönüşünde sol böbreğinin iltihap kapması üzerine uzun süre hasta olarak yattı. 25 Mayıs'ta yola çıktı; Haziran ve Temmuz 1918'de Viyana ve Karlsbad'da tedavi gördü. Tedavisi esnasında Almanca ve Fransızca dersleri aldı. Sultan Mehmed Reşad'ın ölümü ve Vahdettin'in cülûsu üzerine İstanbul'a dönmek üzere 27 Temmuz'da Karlsbad'dan ayrıldı ancak Viyana'da İspanyol gribine yakalandığı için İstanbul'a 4 Ağustos'ta varabildi.
7 Ağustos'ta 7. Ordu Komutanı olarak Filistin Cephesi'ne atandı. 26 Ağustos'ta Halep'e ulaştı, daha sonra 1 Eylül'de Nablus'taki karargahına geçti. Suriye'de ve muharebe hattındaki incelemesinin ardından Enver'in kendini yanlış bilgilendirdiğini ve elindeki kuvvetin zayıflığını tespit etti. 19 Eylül'de General Allenby komutasındaki İngiliz kuvvetleri, General Sanders komutasındaki Yıldırım Ordular Grubu'na saldırıya geçerek Megiddo Muharebesi'ni başlattılar. Muharebe sonucunda Yıldırım Ordular Grubu'nu oluşturan 8. Ordu tamamen, 4. Ordu ise büyük ölçüde imha oldu. Sadece Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 7. Ordu Şam ve Halep'ten kuzeye çekilerek, Kilis güneyindeki Müslimiye'de savunma hattı oluşturdu. Mondros Ateşkes Anlaşması'na kadar geçen zamanda, Britanya İmparatorluğu birliklerinin Toros geçitlerinden Anadolu içlerine sızmasını önledi. Savaş sürerken 20 Eylül'de "Fahri Yaver Hazreti Şehriyari" (Padişahın Onursal Yaveri) unvanı verildi. Mustafa Kemal Paşa, aynı gün Vahdettin'in başyaveri Naci (Eldeniz) Bey'e bir telgraf çekerek Yıldırım Ordular Grubu'nun savaş gücünün kalmadığını bildirerek mütareke istemesini önerdi. Ayrıca yeni hükûmette kendinin Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili olarak görevlendirilmesini istedi. 27 Eylül'de İngiliz kuvvetlerinin 7. Ordu'nun geri bölgesini tehdit etmesi üzerine Şam'ın güneyindeki Kisve'ye geri çekilme emri verdi. Sanders şehri savunma emri verdi ve 8. Ordu'yu Mustafa Kemal komutasına verdi; ancak Şam 30 Eylül'de düştü. Mustafa Kemal kuvvetlerini Halep'e geri çekerek savunma düzeni aldı. Burada sokak çatışmaları da içeren uzun bir savunmanın ardından 25 Ekim'de Halep düştü. Mustafa Kemal elde kalan kuvvetlerini Anadolu'ya geri çekti.
30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalandı ve ertesi gün öğle vaktinde yürürlüğe girdi. Mondros Mütarekenamesi 19. maddesi gereğince, Yıldırım Ordular Grubu kumandanı olan Otto Liman von Sanders Paşa'nın görevden alınması üzerine Mustafa Kemal Paşa bu göreve getirildi.
Mondros Mütarekesi'nden sonra Anadolu'da milisler (Kuvâ-yi Milliye) şeklinde örgütlenen direniş hareketleri başlamıştı. 5 Kasım'da Suriye'deki İngiliz komutanı, Halep'teki birliklerine malzeme taşımak üzere İskenderun Limanı'nı kullanacağını söyleyerek kenti işgal edeceğini bildirdi; Mustafa Kemal iki gün öncesinde bir telgrafla mütareke koşullarını öğrenmek istemişti. 6 Kasım'da sadrazama gönderdiği uyarıda İngiliz işgaline silahla karşı koyacağını bildirdi; ancak Ahmet İzzet Paşa'nın ertesi günkü telgrafıyla emri geri almak zorunda kaldı. 7 Kasım'da Yıldırım Ordular Grubu ile 7. Ordu lağvedildi. Kendi son görev yeri Adana'dan ayrılmadan Ulukışla'ya gelerek ilk örgütlenmeyi başlatmıştır. Yakındaki Antep'te kentin ileri gelenlerinden Ali Cenani ile görüşerek direniş düzenlemesi durumunda silahları kendinin sağlayacağına söz vermişti; bu silahlar daha sonra halka dağıtıldı ve işgal güçlerine karşı kullanıldı.
10 Kasım 1918 tarihinde Yıldırım Kıt'alarının komutasını 2. Ordu Komutanı Nihat Paşa'ya bırakarak Adana'dan İstanbul'a hareket etti. Geri çağrılmasından sonra bölgedeki düzenli Osmanlı orduları mümkün olan tüm malzemeleriyle beraber Toroslar'ın kuzeyine çekildi, 2. Ordu dışında tüm birlikler dağıtıldı.
Kurtuluş Savaşı (1919-1923).
Örgütlenme.
İşgal dönemi.
Mustafa Kemal 13 Kasım'da İstanbul'a Haydarpaşa Garı'na ulaştı. Haydarpaşa'dan İstanbul'a geçerken şehrin işgali için boğaza demirli düşman savaş gemilerini gördüğünde ünlü "Geldikleri gibi giderler!" sözünü söyledi. İşgal altındaki İstanbul'da geçirdiği altı aylık süre boyunca ülkenin işgali ve parçalanmasına karşı direnmek isteyen diğer yurtsever subaylarla gizli görüşmeler yaptı. Mütareke döneminde Fethi Bey (Okyar) ile birlikte Ahmet İzzet (Furgaç) Paşa yanlısı ve Ahmet Tevfik Paşa (Okday) karşıtı bir tavrı koyan "Minber" gazetesini çıkararak siyasi girişimlerde bulundu. Yıl sonuna doğru daha önce yazdığı "Zâbit ve Kumandan ile Hasb-ı Hâl" kitabını yayımlattı. İstanbul'da önce Pera Palas'ta kaldı, kısa bir süre sonra Halep'te tanıştığı Suriyeli bir Hristiyan Arap olan Salih Fansa'nın Beyoğlu'ndaki evine taşındı. Ardından 21 Aralık 1918'de, Akaretler'de oturan annesi Zübeyde Hanım ve kız kardeşi Makbule'yi de yanına alarak günümüzde Atatürk Müzesi olan eve yerleşti. İstanbul'un işgal altında bulunduğu günlerde Mustafa Kemal arkadaşlarıyla bu evde sık sık toplandı. Bu toplantılarda önceleri İstanbul'daki hükûmeti değiştirme, daha sonra ise ülkenin işgaline karşı ordunun dağıtılmasının durdurulması, silah ve mühimmatın saklanması, genç subayların Anadolu'ya geçirilmesi, ulusal görüşlere bağlı bürokratların yerlerinde kalması ve halkın moralinin yükseltilmesi konularında kararlar alındı. Samsun'a hareket ettiği gün olan 16 Mayıs 1919'a kadar bu evde oturdu.
Parlamentoyu Ahmet Tevfik Paşa aleyhine etkilemeye çalışan Mustafa Kemal, başkentte kaldığı altı ay boyunca birkaç kez padişahın huzuruna çıktı. Vahdettin, Mustafa Kemal'i kullanmak istemesine rağmen onun siyasi güç sahibi olmasına karşıydı ve Damad Ferid Paşa ve Tevfik Paşa gibi hanedana mensup kadınlarla evlenmiş olanlarla çalışmayı yeğliyordu. 18 Kasım'da parlamento Tevfik Paşa hükûmetinin programını görüşmek üzere toplandı ancak Fethi'nin (Okyar) partisine destek veren yirmi yedi milletvekili hükûmet aleyhine oy kullandığı için oylama sonuçsuz kaldı. Ancak bu çabalar sonuçsuz kaldı, 19 Kasım'da yapılan oylamada Tevfik Paşa hükûmeti basit çoğunlukla görevde kaldı. Politikacılar arasında tartışmalar sürerken, aralarında Mustafa Kemal'in de yer aldığı subaylar Osmanlı ordusundan geri kalan parçaları denetim altına almaya ve İtilaf devletleri planlarına direnmeye uğraşıyordu. Meclisin güvenini kaybeden Tevfik Paşa 21 Aralık'ta padişah huzuruna çıkarak meclisin dağıtılmasını istedi ve İkinci Meşrutiyet dönemi sona erdi, padişahın şahsi yönetimine geri dönüldü. 4 Ocak 1919'da seçimler süresiz olarak ertelendi.
20 Aralık'ta bir kez daha padişah huzuruna çıktı ancak hükûmete katılma girişimleri sonuç vermedi. 29-30 Ocak 1919'da İttihat ve Terakki eski üyelerinden otuzu tutuklandı; tutuklananlar arasında Mustafa Kemal'in arkadaşı Dr. Tevfik Rüştü (Aras) da yer alıyordu. İtalyan Yüksek Komiseri Kont Carlo Sforza anılarında 1919 başında İstanbul'daki İngiliz ajanlarının Mustafa Kemal'i de tutuklayıp Malta'ya göndermeye hazırlandıklarını ancak diplomatik sorunlar yaratmamak için bu hazırlıkların uygulamaya geçmediğini yazmıştır. 1919'un başında İstanbul'da birçok siyasi kriz yaşandı, sonunda 4 Mart'ta Damad Ferid Paşa liderliğinde İttihatçılardan arınmış yeni bir hükûmet kuruldu. Milliyetçiler ordunun kontrolünü ellerinde tuttular ama yeni Harbiye Nazın Şakir Paşa, genelkurmay başkanı Fevzi'nin (Çakmak) yerine Cevat Paşa'yı (Çobanlı) atadı. 9 Mart'ta tüm İttihat ve Terakki önderleri tutuklandı.
Tüm bu siyasi karışıklıklar sürerken Mustafa Kemal, Rauf, Ali Fuat, Fahrettin, Refet, Kâzım Karabekir, İsmet gibi subaylarla sık sık görüşüyordu. Ali Fuat ile beraber askerlerin terhis edilmesini durdurmak, eldeki silah ve mühimmatı korumak ve aynı fikirleri paylaştıkları subay ve sivilleri kilit görevlerde tutmak üzerine bir harekât planı yapmıştı. Bu fikirler Genelkurmay'da görevli subaylar tarafından da paylaşılıyordu. Bu esnada Anadolu'nun ve Trakya'nın farklı bölgelerinde Müdâfaa-i hukuk cemiyetleri kuruluyordu. Mustafa Kemal ve diğer subaylar bu cemiyetlerle ilişkiler kurmaya başlamıştı. Şubat 1919'da Ali Fuat 20. Kolordu komutanı olarak Ankara'ya, 13 Mart'ta ise Kâzım Karabekir 15. Kolordu komutanı olarak Erzurum'a atandı. Mustafa Kemal de Anadolu'da bir görev almayı hedefliyordu.
Nisan ayında Harbiye Nazırı Şakir Paşa tarafından çağrılan Mustafa Kemal, Fevzi Paşa'nın (Çakmak) vekili Tuğgeneral Kâzım'ın (İnanç) da yer aldığı bir kararla Doğu Anadolu'da Rumların tacizlerini çözme görevi ile 9. Ordu müfettişliğine atandı. Karar 30 Nisan'da resmen açıklandı ve kısa süre sonra kabine tarafından onaylandı. Bu görev kapsamında Mustafa Kemal bölgede düzeni sağlayacak, silahların toplanıp güvenli bir yerde depolanmasını denetleyecek, ordunun 'şuralar' kurduğu konusundaki raporları araştıracak ve eğer bunlar gerçekse, uygulamaya son verdirecekti. Mustafa Kemal'in de etkisinin bulunduğu bu kararla yalnızca 9. Ordu ile doğu ve orta Anadolu'daki sivil yöneticiler ona bağlanmakla kalmıyor, daha batı ve güneydeki bölgelerin komutanları ve sivil yöneticileri de isteklerine uymakla yükümlü tutuluyorlardı. 15 Mayıs'ta genelkurmay başkanlığına bir veda ziyareti yaptı; burada gizli bir görüşmede genelkurmay başkanlığından ayrılmak üzere olan Fevzi Paşa (Çakmak) ve halefi Cevat Paşa (Çobanlı) ile görüştü. Fevzi Paşa ile silah ve malzemelerin İtilaf Devletleri'ne teslim edilmemesi, Anadolu'da Kuvâ-yi Milliye'ye dayanan bir yönetim kurulması ve askerî harekâtların sadece savunmayla sınırlı kalmaması yönünde bir anlaşmaya vardılar. Mustafa Kemal Cevat Paşa'dan kişisel bir şifre aldı, Fevzi Paşa ise subaylar ve silahların Anadolu'ya gönderilmesini örgütledi. Ardından padişah ile son bir görüşmede bulundu ve 16 Mayıs'ta kurmaylarıyla beraber Samsun'a doğru Bandırma Vapuru'yla yola çıktı.
Samsun'a çıkışı.
2 Şubat 1919 tarihinde Mersinli Cemal Paşa doğudaki Osmanlı ordularını mütareke koşullarına göre düzenlemek için müfettiş olarak Anadolu'ya gönderilmişti. İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe ve Fransız Yüksek Komiseri Amiral Amet, 1918 yılı Kasım ayında Osmanlı hükûmetine nota verdiler. Doğuda Türklerin silahlanıp Hristiyanları öldürdüğünü, buna karşı önlem alınmasını talep ettiler. Mustafa Kemal Paşa, Padişah Vahdettin tarafından işgal kuvvetlerinin Yüksek Komiserlerinin verdiği notalar gereğince olağanüstü yetkilerle donatılarak Vilâyat-ı Sitte'deki (Altı Vilayet) Hristiyan ahaliyi korumak ve işgal kuvvetlerine karşı yapılan ufak çaplı isyanları bastırmak için görevlendirildi. Karadeniz'deki İngiliz Ordusunun komutanı General Sir George Milne'in, Mustafa Kemal'in görevi ile ilgili yazdığı bir mektuba cevaben Harbiye Nezareti 24 Mayıs'ta verdiği yanıtta Mustafa Kemal'in görevinin 1. ve 3. Kolorduları kapsadığı ve askerî birliklerin bakanlık emirlerine itaati, top kamalarını sökülmesini kontrol etmek ve halkın huzursuzluğunu önlemek olduğunu bildirdi. Gerçekte ise Mustafa Kemal ile kolordu komutanları Erzurum'daki Kâzım Karabekir ile Sivas'taki Refet'in (Bele) amacı askeri malzemelerin teslimini engellemekti. Yunanların Ege bölgesinde ilerlemesini önlemek isteyen Genelkurmay da bu amacı paylaşıyordu.
Atatürk, gazeteci Falih Rıfkı Atay'a Samsun'a hareket etmeden önce Vahdettin ile olan son görüşmesini anlatmıştır. Bu görüşmede Vahdettin, Samsun'a hareket etmeden önce kendini ziyarete gelen Mustafa Kemal Paşa'ya "Paşa Paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir, tarihe geçmiştir. Bunları unutun, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa Paşa, devleti kurtarabilirsin!" demiştir. Ancak Atatürk, Vahdettin'in samimiyetinden emin olamadığını, onun İtilaf Devletleri'nin siyasetine uygun hareket ederek bu siyasete karşı gelen Türklerin yatıştırılmasını istediğini anlatmıştır. Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919'da Kurmay Albay Refet Bey (Bele), Kurmay Albay Kâzım (Dirik) Bey, Kurmay Albay 'Ayıcı' Mehmet Arif Bey, Dr. Albay İbrahim (Talî Öngören) Bey, Kurmay Binbaşı Hüsrev (Gerede) Bey, Dr. Binbaşı Refik (Saydam) Bey, Binbaşı Kemal (Doğan) Bey, Yüzbaşı Cevat Abbas (Gürer) Bey ve Yüzbaşı Ali Şevket (Öndersev) Bey ile beraber Samsun'a çıktı.
İşgale karşı direniş hareketleri 30 Ekim 1918'de ateşkes imzalanmasının hemen ardından münferit biçimde başlamış olmasına rağmen, Mustafa Kemal ve yanındaki çoğu kurmay olan komutanların Samsun'a çıktığı 19 Mayıs 1919 günü, Türk Kurtuluş Savaşı'nın fiili başlangıç tarihi olarak kabul edilmektedir. Bir hafta boyunca Mantıka Palas'ta kaldığı bu süreçte, bölgede meydana gelen çatışmaların sebebini araştırmış ve padişah Vahdettin tarafından verilen görevin aksine, işgalcilere karşı bizzat yerel Kuvâ-yi Milliye örgütlerinin kurulmasında rol oynamıştır.
21 Mayıs'ta güvenlik durumunu görüşmek üzere İngiliz güvenlik subayı Yüzbaşı L.H. Hurst ve iki meslektaşıyla buluştu. İngilizlerin Osmanlı hükûmetinin ülkeyi yönetemediği ve birkaç yıl yabancı müdahalesine ihtiyaç olduğu görüşlerine karşı çıktı, Samsun bölgesindeki sorunların Rumların ayrılıkçı hedeflerine son verdiği anda çözüleceğini ve Osmanlı topraklarında Yunanların egemenlik hakkı olmadığını bildirdi. Samsun'da birkaç gün daha kalan ve görüşmeler yapan Mustafa Kemal, bu bir haftanın sonunda Havza'ya geçti. Kasabada iyi karşılanan Mustafa Kemal, halktan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri'nin bir şubesini açmalarını istedi. Mustafa Kemal'in Havza'daki hareketleri Rumlar tarafından Yüzbaşı Hurst'e aktarılmıştı; Hurst'ün raporu üzerine 8 Haziran'da Yüksek Komiser Amiral Calthorpe, İngiliz dış işleri bakanlığına konuyu bir telgrafla bildirdi. Bunun üzerine İngiliz yetkililer Osmanlı hükûmetine Mustafa Kemal'in görevinden alınması yönünde baskı yaptı. Aynı gün sadrazam vekili, İngiliz yetkililere kabinenin Mustafa Kemal'i geri çağırmaya karar verdiğini açıkladı; Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa ise Mustafa Kemal'in gitmesine kendilerinin izin verdiğini anımsattı ancak Mustafa Kemal'e "İstanbul'a dönerek kendini onurlandırmasını" bildirdi. Mustafa Kemal 11 Haziran'da zaman kazanma amacıyla neden geri çağrıldığını sordu. Havza'da geçirdiği on yedi gün sonunda, Rauf'tan (Orbay) iç kesimlere yolculuk yapmasını engelleyecek bir İngiliz müfrezesinin gönderilebileceği haberini alınca 13 Haziran'da kimseye haber vermeden Refet'in (Bele) bir tümeninin yer aldığı ve daha güvenli olan Amasya'ya gitmeye karar verdi.
Amasya Genelgesi.
Mustafa Kemal 13 Haziran'da, Ali Fuat ve Rauf 19 Haziran'da, Refet ise 20 Haziran'da Amasya'ya vardı. Bu esnada Batı Anadolu'da Yunan işgalleri devam ediyor, Redd-i İlhak Cemiyetleri İstanbul hükûmetine ve İtilaf devletlerine protesto telgrafları gönderip direniş çağrıları yapıyordu. Bu hareketliliğin Paris'te görüşmeler yapan Osmanlı heyetini zora düşüreceğini düşünen Dahiliye Nazırı Ali Kemal, 16 Haziran'da ülkedeki bütün postanelere protesto telgraflarını kabul etmemeleri için talimat gönderdi. 18 Haziran'da Mustafa Kemal, 1. Kolordu komutanı Albay Cafer Tayyar'a çektiği bir telgrafta İstanbul'daki hükûmetin gücünü yitirdiğini, Anadolu halkının ulusal bağımsızlık için birleştiğini, Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak Cemiyetlerinin tek bir isim altında birleştirilmeleri ve Anadolu içinde bir yerden yönetilmeleri gereğini, Trakya'daki cemiyetten bir-iki delegenin Sivas'a gönderilmesini yazmıştı.
Mustafa Kemal hazırladığı bildiri taslağını 19-20 Haziran'da Rauf, Refet ve Ali Fuat ile görüştü. Genelge hazırlandıktan sonra Konya'daki 2. Ordu Müfettişi Cemal (Mersinli) ile Erzurum'da bulunan 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir'e gönderilerek onayları alındı. 22 Haziran 1919'da Amasya Genelgesi'ni yayımladı. Daha sonra bütün mülki amir ve askeri komutanlara telgrafla ulaştırıldı.
Amasya Genelgesi İstanbul'da bulunan işgal güçlerinin tepkisi çekmiştir ve İngilizler Mustafa Kemal'i İstanbul'a geri getirmek için İstanbul Hükûmeti üzerindeki baskılarını arttırmıştır. Bu sırada İçişleri bakanı olan Ali Kemal Bey bir genelge yayımlayarak Mustafa Kemal'in iyi bir asker olduğunu ancak İngiliz baskısı sonucu görevinden alındığını ifade etmiştir. Amasya Genelgesi'nde vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığının tehlikede olduğu, İstanbul hükûmetinin üzerine aldığı sorumluluğu yerine getiremediği, bu durumun milleti yok olmuş gibi gösterdiği anlatılmıştır. Genelgede "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını" ilan edilmiştir. Anadolu'nun her bakımdan güvenli bir yeri olan Sivas'ta bir kongre toplanacağı belirtilmiştir. Bu kongreye katılmak için her ilden 3 temsilcinin seçilerek gönderilmesi ve temsilcilerin seyahatlerini gizli tutmaları istenmiştir. Doğu illeri için de Erzurum'da bir kongrenin toplanacağı, daha sonra Erzurum Kongresi üyelerinin de Sivas'a katılmak üzere hareket edeceği belirtilmiştir.
Erzurum Kongresi.
Mustafa Kemal'den kurtulmaya kararlı olan tek hükûmet üyesi Dahiliye Nazırı Ali Kemal, 23 Haziran'da yerel yetkililere gönderdiği genelgede yerel yöneticilere "kendi ile hiçbir resmî işleme girişmemeleri, hükûmet işleri ile ilgili hiçbir isteğini yerine getirmemeleri" için emir verdi. Telgraftan habersiz olan Mustafa Kemal ve Rauf, 26 Haziran'da Amasya'dan ayrılarak Erzurum'a geçti. Sivas valisi Reşit Paşa, Mustafa Kemal'i nasıl karşılaması gerektiğini İstanbul'a sorduğunda Ali Kemal ile Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa arasında şiddetli bir kavgaya sebep oldu; iki nazır da 26 Haziran'da istifa etti. Yeni dahiliye nazırı Reşid Akif Paşa, Sivas valisine gönderdiği telgrafta Mustafa Kemal'in görevinden uzaklaştırılmış herhangi bir general gibi karşılanması gerektiğini bildirdi.
Kâzım Karabekir, Mustafa Kemal'i 3 Temmuz'da Erzurum'un 15 km dışında karşıladı ve konuklarını törenle Erzurum kalesinin karargahına götürdü. Kente gelir gelmez Refet'ten bir an önce ordudan istifa etmesi ve Erzurum'da güvenlik altında kalması yönünde telgraf aldı. İngilizler ulusal ve yabancı-karşıtı duyguların merkezi hâline geldiğini düşünüyordu. Mustafa Kemal ertesi gün Sultan Vahdettin'in tahta çıkışının yıldönümü vesilesiyle ona sadakatini bildiren bir tebrik telgrafı gönderdi. 7 Temmuz'da 3. Ordu müfettişi olarak bütün komutanlara gönderdiği son emrinde askeri ve ulusal örgütlerin kesinlikle dağıtılmaması, komuta kademelerinin teslim edilmemesi, cephane ve silahların verilmemesi ve "düşman" birliklerin bundan sonra atacakları adımlara karşı askeri tepki gösterilmesini, ordunun hilafetin güvenliğini sağlayabilecek tek unsur olan ulusal iradenin aracı olduğunu belirtti. Açık bir başkaldırı olan bu emrin ardından Amiral Calthorpe, Refet ile Mustafa Kemal'in derhal geri çağrılmalarını istedi. 8-9 Temmuz gecesi Mustafa Kemal, Harbiye Nazırı Ali Ferid Paşa ile telgraf üzerinden saatlerce görüştü. Görüşme sonunda görevinden alınacağını hisseden Mustafa Kemal istifa etti, Ferit Paşa ise görevden alındığını söyledi.
Kâzım Karabekir Paşa tarafından Erzurum'da toplanan Doğu İlleri Müdafaa-i Hukuk Kongresine (Erzurum Kongresi) katıldı. Kongre başında Kâzım Karabekir, Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin iki üyesinin istifa ettirerek Rauf (Orbay) ile Mustafa Kemal'in tam üye olarak kongreye katılmalarını sağladı. 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında gerçekleşen kongrede 56 delege yer aldı. Mustafa Kemal ilk başta hazırlık komitesi başkanı seçildi, daha sonra yine Karabekir'in çabasıyla kongre başkanı seçildi. Yaptığı konuşmada ülkenin bölünmekte olduğunu, İstanbul hükûmetinin güçsüzlüğünü ve İtilaf devletlerinin entrikalarını anlattı; ülkenin kaderini elinde tutacak bir ulusal yönetim kurulabileceğinden bahsetti.
Kongreye İstanbul hükûmetinden ciddi itirazlar gelmişti. Kongrenin kendini parlamento yerine koyduğu, bu nedenle derhal sona erdirilmesi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının derhal tutuklanıp İstanbul'a gönderilmesi isteniyordu. Mustafa Kemal'in önerisiyle padişah, hükûmet, askeriye ve sivil otoritelere gönderilen bir metinde suçlamalar reddedildi ve saraya bağlılık açıklandı. Ardından yayımlanacak bildiri içeriği ve tüzük maddeleri görüşüldü, bir Heyet-i Temsiliye kuruldu.
7 Ağustos'ta yayımlandı. Bu bildiride millî sınırlar içinde vatanın bölünmez bir bütün olduğu, vatanı korumayı ve bağımsızlığı sağlamayı İstanbul hükûmeti sağlayamazsa, geçici bir hükûmet kurulacağı, Hristiyan azınlıklara siyasi hakimiyet ve sosyal dengeyi bozacak ayrıcalık verilemeyeceği, manda ve himayenin kabul edilemeyeceği kararlaştırılmıştır.
Mustafa Kemal kongrenin kapanışından sonra üç hafta daha Erzurum'da kaldı. Erzurum'a yerleşmiş emekli bir binbaşıdan aldığı borç ile Sivas'a yolculuk giderlerini karşıladı. 29 Ağustos'ta makineli tüfekli bir müfrezenin eşliğinde üç arabalık bir konvoyla Mazhar Müfit, Rauf ve Raif Efendi eşliğinde Erzurum'dan yola çıktı, Erzincan'da Fevzi Efendi de kendine katıldı. 2 Eylül'de Sivas'a vardı.
Sivas Kongresi.
Sivas Kongresi 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplandı. Kongreye Mustafa Kemal dahil toplam otuz sekiz delege katıldı, Ege'deki direniş örgütleri Sivas'a delege göndermediler. Mustafa Kemal itirazlara rağmen kongrenin ilk gününde başkan seçildi. Ertesi gün delegeler İttihat ve Terakki Fırkası'nı canlandırmayacaklarına dair yemin ettiler ve Millî Mücadele'yi, Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı'na girmesine sebep olan fırkadan ayrı tutmaya çalıştılar. 4 Eylül'de Ahmet İzzet Paşa'nın ABD mandasının istenmesi konusunda bir muhtırası Kâzım Karabekir'e getirilmişti; Karabekir bu bilgiyi Mustafa Kemal'le paylaştı. Mustafa Kemal ağustos ayında milliyetçi Halide Edib (Adıvar) ile Karakol Cemiyeti'nin başı Kara Vasıf'ın da bulunduğu etkili bazı vatanseverlerin ABD mandasına taraftar olduklarını da öğrenmişti. 8 Eylül'de Erzurum Heyet-i Temsiliye üyesi eski vali Bekir Sami (Kunduh), kongreye ABD mandasının kabul edilmesini isteyen yirmi beş imzalı bir önerge sundu. Mustafa Kemal, kentte bulunan Amerikalıların herhangi bir resmî görevi olmadığını belirtti. Kongre sonuç olarak, ABD senatosundan ülkeyi temsil etmeyen İstanbul hükûmeti ile bir barış anlaşması imzalamadan önce Türkiye'ye bir araştırma komisyonu gönderilmesini isteyen bir mektup gönderilmesine karar verdi; ancak ABD Senatosu'nun 19 Kasım'da ABD'nin Milletler Cemiyeti'ne üyeliğini onaylamamasıyla da bağlantılı olarak bu konu görüşülmedi. Manda fikrinin ortadan kalkmasının ardından kongre tarafından birleşik bir Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti'nin tüzüğü hazırlandı. Temsil Heyeti genişletildi ancak tüm heyet Mustafa Kemal'i lider olarak kabul etmeye devam etti.
11 Eylül'de yayımlanan 'nde Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imzalandığı gün işgale uğramamış vatan topraklarının bir bütün olduğu ve birbirinden ayrılamayacağı vurgulanmıştır. Kuvâ-yi Milliye'nin tek kuvvet olarak tanınması ve millî iradenin egemen kılınmasının esas olduğu belirtilmiştir. Rumların ve Ermenilerin toprak iddialarına karşı çıkılmıştır. Millî iradeyi temsil etmek üzere Osmanlı Mebuslar Meclisinin derhal toplanması ve hükûmet kararlarının meclisin denetimine sunulması istenmiştir. Sivas Kongresi'nde bütün millî cemiyetler Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirilmiştir.
Kongre döneminde İstanbul hükûmeti Mustafa Kemal'in tutuklanması için girişimlerde bulunmuş, 3 Eylül'de daha sonra Ali Galip Olayı olarak anılacak bir girişimde Dahiliye Nazırı Adil ve yeni Harbiye Nazırı Süleyman Şefik Paşa, Elazığ valisi Ali Galip'e Mustafa Kemal'i tutuklayıp kongreyi dağıtmasını emretmişti. Ali Galip Malatya'ya gelerek İngiliz yüzbaşı Edward Noel ve Kürt Bedirhan ailesinin bazı bireyleri ile görüştü. Olası bir girişime karşı Kâzım Karabekir, 7 Eylül'de küçük bir süvari bölüğünü Malatya'ya gönderip Bedirhanları tutuklama emri verdi. Bunun üzerine Ali Galip, Yüzbaşı Noel ve Bedirhanlar Suriye'ye kaçtı. İstanbul hükûmeti ayrıca Ankara valisi Muhittin Paşa'ya Sivas'a gidip kenti denetime alma emri vermiş ancak Ali Fuat'ın emriyle yoldayken milliyetçiler tarafından tutuklanmıştır.
Bu başarısız girişimler, milliyetçilerin Anadolu'nun işgal edilmemiş kısımlarında sivil yönetimi denetime almalarına yol açtı. 24 Eylül'de Trabzon valisi tutuklandı; 26 Eylül'de Konya valisi Refet'in (Bele) şehri ele geçirmek üzere yola çıktığı haberi üzerine şehri terk etti. Bu gelişmelerin ardından Anadolu kontrolünü yitireceğini anlayan İstanbul hükûmeti, 27 Eylül'de Abdülkerim Paşa arabuluculuğunda Mustafa Kemal ile telgraflaştı. Mustafa Kemal bu görüşmede Damad Ferid Paşa'nın istifasını istedi. 30 Eylül'de Damad Ferid istifa etti, yerine Ali Rıza Paşa sadrazam olarak atandı. Bu olayların ardından İstanbul hükûmeti, Heyet-i Temsiliye ile görüşmek üzere Bahriye Nazırı Salih Paşa'yı Anadolu'ya göndermeyi önerdi. Mustafa Kemal, Amasya'da görüşmeyi kabul etti. 20-22 Ekim arasında üç gün süren pazarlığın ardından zayıf bir anlaşmaya varıldı. Mustafa Kemal'in ısrarıyla protokol hâline getirilip imzalanan bu görüşme ile hükûmet Heyet-i Temsiliye'yi tanımış oldu.
TBMM'nin açılışı.
Mustafa Kemal 27 Aralık 1919'da Ankara'ya ulaştı. 1919 sonunda yapılan Meclis-i Mebûsan seçimlerinde Mustafa Kemal Erzurum'dan mebus seçildi ama Ankara'da kalmaya kararlıydı. Mustafa Kemal'in öncelikli hedefi milliyetçi vekilleri Müdafaa-i Hukuk Grubu adında bir partide toplamak ve meclis başkanı seçilmekti. Bu şekilde meclis İstanbul'da özgürce çalışamazsa yasal olarak seçilmiş delegeler adına hareket etme yetkisine sahip olacaktı. 29 Aralık'ta İstanbul hükûmeti Mustafa Kemal'in ordudan uzaklaştırılması emrini geri alarak madalyalarını iade etti ve kendi isteğiyle istifa etmiş olduğunu açıkladı. Bu dönemde, Osmanlı topraklarının paylaşılması sürecinin son aşaması olup "Amerikan Mandası" olarak dile gelen dış politika sorunu da tartışılarak reddedilmiştir. Aralık 1919 tarihini taşıyan son ABD teklifinde "geniş bir Ermenistan yanında bir Türk Devleti" kurulması stratejik hedef olarak ortaya konulmuştur. Ocak 1920'de Yunanların Batı Anadolu'yu ilhak edecekleri söylentileri yayılmaya başlamıştı. 9 Ocak'ta Albay Fahrettin (Altay) ile görüşen Mustafa Kemal, Yunanlara karşı Batı Anadolu'daki bütün birliklerin başına geçmeyi planladığını belirtti. Bu dönemde Ege'deki çetelerle irtibat kurmuş, düzenli orduyu çetecilere yardımcı olmaya ikna etmişti. Bu esnada Albay İsmet ile Ankara'da görüşmeler yaptı. Yunanistan ile savaşın kaçınılmaz olduğunu ancak düşman birliklerinin çeteler değil sadece düzenli ordu ile durdurulabileceğini belirtti.
12 Ocak 1920'de Osmanlı Devleti'nin son meclis toplantısı 72 vekilin katılımıyla açıldı. İtilaf Devletleri yeni hükûmette Anadolu'daki milliyetçi komutanlar ile güçlü bağları olan Cemal Paşa'nın (Mersinli) harbiye nazırı, Cevat Paşa'nın (Çobanlı) ise genelkurmay başkanı olmalarına karşı çıktılar. Paşalar istifalarını sunmak zorunda kaldı. Bu esnada meclis başkanlığına Reşat Hikmet seçildi; kısa süre sonra öldüğünde yerini Celalettin Arif aldı; Fevzi Paşa (Çakmak) genelkurmay başkanlığına geldi, bazı diğer bakanların da değişimi ile 9 Şubat'ta yeni kabine güvenoyu aldı. Meclisteki milliyetçiler "Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" yerine, padişahın bir konuşmasında geçen bir adla, "Felah-ı Vatan İttifakı" partisini kurdular. Mustafa Kemal bu dönemde Ankara'da beklemede kalarak, çevresindeki genç subaylarla çalışmalarını sürdürdü.
28 Ocak 1920'de Osmanlı Meclis-i Mebûsanı, temel hatları Amasya, Erzurum ve Sivas'ta Mustafa Kemal önderliğinde belirlenen Mîsâk-ı Millî kararlarını kabul etti, 17 Şubat'ta ise kamuoyuna açıkladı. "Türkiye" sözcüğünün ilk kez geçtiği bildiri, I. Dünya Savaşı'nı sona erdirecek olan barış antlaşmasında Türkiye'nin kabul ettiği asgari barış şartlarını içermekteydi. Bu esnada İtilaf Devletleri İstanbul'un işgal edilmesini görüşüyorlar, aynı zamanda belirsizlik sebebiyle Anadolu bir otorite boşluğu ortaya çıkıyordu. Şubatta milliyetçilere karşı ikinci Anzavur Ayaklanması gerçekleşti. 3 Mart'ta Sadrazam Ali Rıza Paşa istifa etti; yerine Salih Paşa geçti. Diğer İtilaf Devletleri'ni ikna eden İngilizler, 15-16 Mart gecesi yönetime el koydular, önemli binaları işgal edip Türk milliyetçilerini tutuklamaya başladılar. Tutuklanan milliyetçiler daha sonra Malta'ya sürülecekti. 18 Mart 1920'de İstanbul'daki son meclis toplantısı yapıldı ve meclisin süresiz tatil edilmesine karar verildi.
İngilizlerin bu hamlesine karşılık Mustafa Kemal öncelikle Anadolu'daki İngiliz subaylarının gözaltına alınması emrini verdi. Daha sonra yeni bir seçim çağrısı yaparak, İstanbul'daki vekilleri Ankara'ya davet etti. Milliyetçilere yakın olan sadrazam Salih Paşa 2 Nisan'da istifa etti, Vahdettin onun yerine milliyetçi karşıtı Damad Ferid'i getirmeye karar verdi. Bu noktada saray ile milliyetçiler arasındaki bölünme tamamen netleşmiş, Türk milli direnişinin liderliği konusunda ise Mustafa Kemal'in ciddi bir rakibi kalmamıştı. Mart-Nisan 1920'de İstanbul'daki milliyetçiler çeşitli yollarla Ankara'ya geçtiler. Mustafa Kemal bu esnada Ankara'da örgütlenmesini ilerletmiş, direniş hareketini anlatma amaçlı Anadolu Ajansı'nı kurmuştu. 11 Nisan'da meclis, padişah tarafından feshedildi ve şeyhülislam Kuvâ-yi Milliye'yi kâfir ilan eden ve öldürülmelerinin vacip olduğunu belirten bir fetva yayımladı. 18 Nisan'da Kuvâ-yi İnzibâtiye kurularak milliyetçilere karşı harekete geçirildi.
23 Nisan 1920'de Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Ülkenin her yanından milliyetçi örgütler Ankara'ya temsilciler göndermiş, İstanbul meclisinden gelenler de meclise katılmıştı. Meclis açılışında Mustafa Kemal, 1918'deki mütarekeden beri olanları açıklayan uzun bir konuşma yaptı. Meclisin sadece yasama değil yürütme yetkisini de elde tutmasını, üyeler arasından yürütme kuruluna uygun olanların seçilmesini istedi. 24 Nisan'da meclis faaliyetlerine başladı; yapılan yoklamada 120 delege hazır bulunmuştu. Mustafa Kemal 120 oyun 110'unu alarak Ankara mebusu sıfatıyla Meclis ve Hükûmet Başkanlığına seçildi. TBMM bir kurucu meclis gibi çalışarak Millî Mücadele'yi yürütecek olan Anadolu hükûmetinin altyapısını kurdu.
TBMM açıldıktan bir gün sonra Mustafa Kemal, yaptığı açılış konuşmasında I. Dünya Savaşı'na girmenin zorunlu olduğunu şu sözlerle ifade etmiştir:
"Sonucunda felâket ve çok üzücü olaylara neden olan ve bu gün için milletimizin memnuniyetsizliğine yol açan Dünya Savaşı'na katılmamış olmak tabii ki çok daha iyi olurdu. Fakat buna maddeten imkân yoktu. Çünkü katılmama, silâhlanmış bir tarafsızlığı, yani boğazların kapalı bulundurulmasını gerektiriyordu. Halbuki vatanımızın coğrafi konumu, İstanbul'un stratejik durumu, Rusların İtilâf hükûmetleri yanında yer almış olması, bizim seyirci kalmamıza kesinlikle uygun değildi. Bunun yanı sıra silâhlanmış bir tarafsızlığın devamı için paramız, silahımız, sanayiimiz, kısaca, gerekli araç ve gerecimiz de bulunmuyordu. İtilâf devletlerinin ve özellikle İngilizlerin para vermemesi bir yana, gemilerimize el koyarak milletin dişinden tırnağından artırarak biriktirdiği gemi yapımına ait yedi milyon liramızı zorla alıkoymaları, İtilâf devletlerinin savaş ilân etmesi, bizim savaşa katılmamızdan dört ay önce her yönüyle Osmanlı hükûmetinin zararına bir Ermenistan Cumhuriyeti kurulmasına karar verdiklerini ilan etmiş olmaları ve hatta Bolşeviklerin yayınladığı gizli antlaşmadan da anlaşıldığına göre, İstanbul'un Çarlık Rusyasına vadedilmiş olması, savaşa İtilâf devletlerine karşı girmemizin zorunlu olduğunu gösteren açık delillerdir."
Bir hafta sonra ise, 1 Mayıs 1920 tarihli "The Mail" gazetesi manşetine göre Mustafa Kemal verdiği röportajda Osmanlı'nın yıkılmasından, İslam'ın ayak altına alınmasından İngiltere'yi sorumlu tuttuğunu söyledi. Birliklerine atfedilen soykırım iddialarını da şiddetle reddettiğini belirtti; yalnızca fesat çıkaranların temizlenmesinde zorunlu olduklarını söyledi. Buna ek olarak "İngiltere'yi cezalandıracağım" diyen Mustafa Kemal, İngiltere'nin kolonilerinde isyan körüklemenin kendi elinde olduğunu ifade etti. Asi veya maceraperest olmadıklarını, meşru Türkiye'nin gerçek temsilcisi olduklarını dile getirdi.
3-4 Mayıs'ta yapılan seçiminde Mustafa Kemal başkanlığında çalışacak on vekil belirlendi. Bu noktada Ankara Hükûmeti'nin ilk amacı, Damad Ferid'in körüklediği Kuvâ-yi İnzibâtiye'ye karşı iç mücadeleyi kazanmaktı. Mustafa Kemal'in yönlendirmesiyle Çerkez Ethem'in Kuvâ-yi Seyyâre'si Anzavur Ahmet'a karşı zafer kazandı. 14 Haziran 1920'de milliyetçilerin saldırısı ile Kuvâ-yi İnzibâtiye'nin bir kısmı taraf değiştirdi, kalanları İngiliz askerlerinin gerisine çekildi. 25 Haziran'da bu güç resmen dağıtıldı, yakalanan yedi subay ile bölgenin bazı önde gelenleri idam edildi.
Bu esnada, 19-26 Nisan'da İtilaf Devletleri San Remo Konferansı'nda Osmanlı'nın bölünmesi planları üzerine çalışıyordu. Britanya başbakanı Lloyd George, Venizelos'un Batı Anadolu'yu ilhak planını destekliyordu. Görüşmelerin ardından 22 Haziran'da bir yıldan uzun süredir Milne Hattı'nda bekleyen Yunan kuvvetleri, doğuya ve kuzeye doğru ilerleyerek 8 Temmuz'da Bursa'yı ele geçirdiler. Yunanlar İzmir'in kuzeyinden Marmara'nın güneyine dek tüm Ege sahillerini bir ayda işgal ettiler. 25 Temmuz'da Edirne düştü, 27 Temmuz'da tüm Trakya kaybedildi.
Yunan işgali devam ederken Yozgat'ta Çapanoğlu Ayaklanması başladı. Bölgedeki düzenli birlikler isyanı bastırmakta başarısız olunca Mustafa Kemal, önce Kılıç Ali çetesini, ardından Çerkez Ethem'i görevlendirdi. İsyancılara karşı zafer kazanan Ethem, Ankara Valisi Yahya Galip'i kendi kurduğu askeri mahkemeye çıkartmak istedi; Mustafa Kemal tarafından güçlükle ikna edildi. Ekimde padişah taraftarları Konya'da hükûmet binalarını ele geçirdi, güneydoğuda ise bazı Kürt aşiretler isyan ettiler ama bu isyanlar başarıyla bastırıldı.
10 Ağustos'ta İstanbul hükûmeti ile İtilaf Devletleri arasında Sevr Antlaşması imzalandı. Anlaşmanın yürürlüğe girmesi için Osmanlı meclisi tarafından onaylanması gerekiyordu. İstifa eden Damad Ferid'in yerine geçen Tevfik Paşa, Mustafa Kemal ile temasa geçmeye çalıştı. Ancak 19 Ağustos'ta yapılan meclis toplantısında Sevr'in kabul edilmesini öngören saltanat üyeleri ile imzalayan üç yetkili vatan haini ilan edildi.
Mustafa Kemal bu dönemde İtilaf Devletleri'ne karşı diplomatik destek bulmaya da çalışıyordu. Hariciye vekili Bekir Sami (Kunduh) başkanlığında Sovyetler ile görüşmeye gönderilen heyet 19 Temmuz'da Moskova'ya vardı. Enver Paşa da 7 Ağustos'ta Moskova'ya varmış, İngilizlere karşı bir İslam ihtilali için Bolşevikleri etkilemeye çalışıyordu. Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki'nin liderleri ile arasına mesafe koymaya özen gösterdi. Bolşeviklerin tehlikeli bir müttefik olduğunu düşünen Mustafa Kemal, hem iç hem de dış siyasette dikkatli bir denge politikası gözetti. Yapılan uzun görüşmelerin ardından Rusların Doğu Anadolu'da toprak talepleri net şekilde reddedildi; Bolşeviklerin Sarıkamış'ı Türklere bırakabilecekleri imasından faydalanan Mustafa Kemal Kâzım Karabekir'e Kars'ın batısını yeniden ele geçirme izni verdi. 29 Eylül'de zayıf bir Ermeni direnişine rağmen Sarıkamış alındı; 24-30 Ekim'de Kars Ermenilerden ele geçirildi. Mustafa Kemal'in talimatları ile Ermeniler üzerindeki baskı devam ettirildi; 18 Kasım'da Ermeniler tamamen yenilerek Ankara'nın koşullarını kabul etmek zorunda kaldılar. 3 Aralık 1920'de imzalanan Gümrü Antlaşması ile Ermenistan sınırı nihai hâlini aldı. Doğu sınırının güvene alınmasının ardından kuvvetler güneye kaydırıldı. Kilikya ve Kuzey Mezopotamya'daki çeteler düzenli ordu altına alınarak Mustafa Kemal'in emirlerini uygular hâle geldi.
Hâkimiyetin sağlanması.
Düzenli orduya geçiş.
Merkezi denetimden uzak bulunan Kuvâ-yi Milliye örgütleri dağıtılarak düzenli bir ordu oluşturuldu. Millî Mücadele'nin en kanlı çatışmaları, düzenli orduya katılmayı kabul etmeyen Kuvâ-yi Milliye gruplarına karşı verildi. Mustafa Kemal'in en büyük sorunu, Yunanların toprak uğruna Türklerle savaşmaya hazır düzenli bir orduya sahip olmasıydı. Ankara'nın batı cephesindeki düzenli birlikleri zayıftı, bu sebeple hükûmet çetelere bağımlı durumdaydı; ayrıca bu çeteler güneydekilere göre Ankara'ya çok daha az bağımlıydılar. Ankara Hükûmeti 16 Mayıs 1920'de bütün milislerin düzenli orduya katılmasını ve giderlerin savunma bütçesinden karşılanmasını öngören bir yasa çıkartmıştı ancak Çerkez Ethem ve Demirci Mehmet Efe bağımsız davranmayı yeğliyordu. Bu esnada orduda firarlar da artmıştı. 11 Eylül'de çıkartılan bir yasa ile İstiklâl mahkemeleri kuruldu. 24 Ekim'de Çerkez Ethem ve düzenli ordunun Gediz'e gerçekleştirdiği bir hücum koordinasyon eksikliği sebebiyle başarısızlıkla sonuçlandı. Mustafa Kemal bunun üzerine cephe komutanı Ali Fuat'ı görevden alarak Moskova'ya büyükelçi olarak gönderdi, cepheyi kuzeyde İsmet (İnönü), güneyde Refet (Bele) komutasına verdi. Refet Konya'da bir ayaklanmayı bastırdıktan sonra Demirci Mehmet Efe'nin üzerine yürüdü ve 30 Aralık'ta tutukladı.
Daha fazla güce sahip olan Çerkez Ethem, önce Ankara'da kendine destek aradı, daha sonra Kütahya'ya kaçtı. 30 Aralık'ta Albay İsmet ve Albay Refet komutasında 15 bin asker Çerkez Ethem'e karşı saldırıya geçti ve Kütahya kalesini ele geçirdi. Çerkez Ethem, Reşit ve Tevfik kardeşlerin başlarında bulunduğu Kuvâ-yi Seyyâre'den 725 Çerkez Yunanlarla anlaşarak düşman hatlarının gerisine geçtiler, geriye kalanlar dağıldı, bir kısmı düzenli orduya katıldı.
Teşkîlât-ı Esâsîye Kanunu.
20 Ocak 1921'de anayasa görevi gören Teşkîlât-ı Esâsîye Kanunu çıkartıldı. Egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunu belirten kanun ülkeye resmen Türkiye Devleti adını veriyor, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti tarafından yönetileceği bildiriyor ve padişahın neredeyse tüm yetkilerini TBMM'ye devrediyordu. Mustafa Kemal'in ısrarıyla padişahın adının hiç geçmediği kanunla ilgili tartışmalarda Mustafa Kemal saltanat ve hilafetin ilke olarak kabul edildiğini ancak bu kurumların ayrıcalıklarını tanımlamamanın daha iyi olacağını ileri sürdü. Anayasa ile ayrıca meclis tarafından teker teker seçilecek bir bakanlar kurulu bir başbakan seçecekti, gündelik işlerle ilgilenen bu göreve Fevzi (Çakmak) getirildi, Mustafa Kemal meclis başkanı olarak hükûmetin başında kaldı.
İnönü Muharebeleri.
Birleşik Krallık Başbakanı David Lloyd George'a göre Yunanistan büyümeli ve İngiltere ile menfaatleri birleştirilmeliydi. Yunanistan boğazları Avrupa'ya açık tutmalı, Akdeniz'de İngiltere'nin çıkarlarına uygun davranmalıydı. Eğer böyle davranmazsa İngiliz donanması onu uslandırmak için yeterdi. Sevr Antlaşması'nın kuvvet kullanılmadan uygulanamayacağı anlaşılmıştı. İtilaf Devletleri ise kuvvet kullanacak hâlde değildi. İtilaf Devletleri, Yunanları yalnız Türk illerini alıp kendi vatanına katmak için değil kendi davalarını da yürütmek için Anadolu'ya çıkardı. Ancak İtilaf Devletleri de Türkiye'ye karşı uygulanacak politikalarda artık beraber değildir. İtalya, Yunanların Anadolu'ya yerleşmesinden dolayı rahatsızdı. Fransa ise Suriye'deki toprak kazançlarını yeterli görmektedir. Artık Yunanlar kendi ordularıyla Anadolu'ya boyun eğdirmek zorundadır. Mustafa Kemal de Yunan ordusunu yenerse, Türkiye'yi kurtarmış olacaktır. 6 Ocak 1921 günü Bursa'dan Eskişehir'e ve Uşak'tan Afyon'a doğru iki kol hâlinde ileri harekâta başlayan Yunan ordusu, 9 Ocak'ta İnönü mevzilerine kadar ilerledi. Ancak Türk ordusunun savunması karşısında ileri gidemeyeceklerini anlayarak 11 Ocak 1921 sabahı İnönü mevzilerinden çekilmek zorunda kaldı. Birkaç gün sonra geride kalan Çerkez Ethem birlikleri milli birlikler tarafından dağıtıldı. Birinci İnönü Muharebesi düzenli ordunun ilk zaferi olduğundan Kuvâ-yi Milliye'den düzenli orduya geçiş hızlanmış, halkın yeni kurulan orduya güveni artmıştır. Bu başarı bütün dünyanın dikkatini çekmiş; İtilaf Devletleri, 26 Ocak 1921'de Osmanlı Devleti'nin Londra'ya bir heyet göndermesini ve bu toplantıda Ankara Hükûmeti'nden de temsilci bulundurulmasını istemişlerdir. 1 Mart'ta Albay İsmet tuğgeneral rütbesine terfi etti.
Birinci İnönü zaferinden sonra İtilaf Devletleri Sevr Antlaşması'nda Türklerin yararına bir değişiklik yapılmasını görüşmek için Londra'da bir konferans toplanmasına karar vermişlerdir. 21 Şubat-11 Mart 1921 tarihleri arasında yapılan konferansta, Türkler yararına bir sonuç çıkmamış, mücadele devam etmiştir. Yunanistan, Londra Konferansı bitmeden, Anadolu'da yeni bir saldırı yapmak üzere hazırlıklara başlamıştır. 23 Mart 1921 günü sabah erken saatlerde, 3. Yunan Kolordusu'nun Batı Cephesinden, 1. Yunan Kolordusu'nun da Güney Cephesinden ileri harekete geçmesiyle muharebeler başlamıştır. 23 Mart-1 Nisan 1921 arasında meydana gelen İkinci İnönü Muharebesi tekrar Türk kuvvetlerinin zaferiyle sona ermiştir. Bu zaferden sonra Fransızlar Zonguldak'tan, İtalyanlar da Güney Anadolu'dan askerlerini çekmeye başlamıştır.
Kütahya-Eskişehir Muharebeleri.
İnönü muharebelerinde savunma taktiği uygulayan Türk ordusu, Aslıhanlar-Dumlupınar çarpışmalarında ise henüz saldırı gücüne ulaşamadığını göstermişti. Bu durumdan yararlanmaya karar veren Yunan ordusu İnönü, Eskişehir, Afyon ve Kütahya arasındaki çizgide yer alan Türk mevzilerine yüklenerek buraları işgal etmek ve Ankara'ya kadar ilerlemek istiyordu. Takviye birliklerle iyice güçlenen Yunan ordusu 10 Temmuz 1921'den itibaren saldırıya geçti ve 20 Temmuz'a kadar yaptıkları saldırılarla Türk ordusunu geri çekilmeye zorladı. Mustafa Kemal Paşa, Türk ordusunun Sakarya Irmağı'nın doğusuna kadar çekilmesini emretti. Böylece vakit kazanılacaktı. Bu savaşlar sonunda Eskişehir, Kütahya, Afyon gibi büyük stratejik bölgeler elden çıktı. TBMM'de moral bozukluğu yaşandı ve sert tartışmalar meydana geldi. Ancak Yunan ordusu büyük ateş ve silah üstünlüğüne rağmen, Türk ordusunu yok edememişti. Türk ordusu, güvenli bir şekilde Sakarya'nın doğusuna çekilmişti.
Kütahya-Eskişehir Muharebeleri sonrasında Büyük Millet Meclisi içinde iktidara yani Mustafa Kemal Paşa'ya karşı tepkiler artmaya başladı. Bu muhalefeti yöneltenler ordunun başına geçmesi için Mustafa Kemal Paşa'ya baskı yapmaya başladı. Gerçek niyetleri ise onu Ankara'dan uzaklaştırmak ve Enver Paşa'nın iktidarını sağlamaktı. Mustafa Kemal Paşa, 4 Ağustos 1921 günü Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı konuşmayla başkomutan olmayı kabul ettiğini ancak başkomutanlığın faydalı olabilmesi için Meclisin ordu ile ilgili yetkilerini üç ay süreyle kendinde toplayacak bir kanun çıkartılması gerektiğini açıkladı. Paşa'nın başkomutanlığını isteyenlerin bu şekilde hayalleri suya düşürülmüş oldu. 5 Ağustos 1921 günü oy birliği ile çıkartılan yasa ile Mustafa Kemal Paşa, TBMM Orduları Başkomutanlığı'na getirildi.
Sakarya Meydan Muharebesi.
Mustafa Kemal Paşa, Başkomutanlığa geçmesinin hemen ardından yayımladığı Tekâlif-i Milliye emirleri ile halkı ordunun donatılması için seferberliğe çağırdı. 12 Ağustos'ta Polatlı'da teftiş yaparken attan düştü ve kaburga kemiği kırıldı. 23 Ağustos-13 Eylül 1921 tarihlerinde yapılan Sakarya Meydan Muharebesi'nde Yunan ordusunun hücum gücü tükendi. Türk ordusu ani bir taarruzla Yunan ordusunu Sakarya Nehri'nin doğusundan çıkarmayı başardı. Bu zaferden sonra 19 Eylül 1921'de Büyük Millet Meclisi Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'yı oy birliğiyle Müşîr (bugünkü ismiyle Mareşal) rütbesine terfi ettirdi ve Gazi unvanı verdi. Sakarya Meydan Muharebesi sonunda Türk ordusunun zayiatı; 5713 ölü, 18.480 yaralı, 828 esir ve 14.268 kayıp olmak üzere toplam 49.289'dur. Yunan ordusunun zararı; 3758 ölü, 18.955 yaralı, 354 kayıp olmak üzere toplam 23.007'dir.
Sakarya Meydan Muharebesi'nden sonra, 13 Ekim 1921'de Ankara Hükûmeti ile Güney Kafkas Cumhuriyetleri arasında Kars Antlaşması imzalandı. Böylece Türkiye'nin doğu sınırı tamamen güvenlik altına alındı. Fransa ise TBMM Hükûmeti ile 20 Ekim 1921'de Ankara Antlaşması'nı imzaladı. Bu antlaşma ile Fransa TBMM Hükûmeti'ni tanıdı ve Hatay-İskenderun dışında, Türkiye'nin bugünkü güney sınırı çizildi. Antlaşma sayesinde güney cephesi güvenli duruma geldiğinden buradaki Türk birlikleri de Batı Cephesi'ne kaydırıldı. İtalyanlar ise, Sakarya Meydan Muharebesi'nden sonra Güney Ege ve Akdeniz bölgelerinde tutunamayacaklarını anlayarak 1921 yılı sonuna kadar işgal ettikleri yerlerden çekildi. Sakarya Meydan Muharebesi sonrasında İngiltere de Ankara'yı tanıyarak TBMM ile, 23 Ekim 1921 tarihinde tutsakların serbest bırakılması konusunda antlaşma yapıldı.
Büyük Taarruz.
Tam 1 yıl süren taarruz hazırlıkları sonucunda, 26 Ağustos 1922 sabahı büyük bir dikkatle hazırlanan taarruz planı uygulamaya konuldu. 26-30 Ağustos 1922'de yapılan Büyük Taarruz, Kurtuluş Savaşı'nın son aşamasıdır. 30 Ağustos günü Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nde bir gün içinde Yunan ordusunun büyük bir bölümü imha edildi. 31 Ağustos'ta Mustafa Kemal Paşa komutanlarını Çalköy'deki karargâhında toplayarak kaçabilen Yunan kuvvetlerinin hızlı bir şekilde takip edilmesini ve İzmir ile civarındaki kuvvetleriyle birleşmemesi için üç koldan Akdeniz'e (bugünkü Ege) doğru ilerlenmesini emretti. 1 Eylül günü Başkomutan Mustafa Kemal bir bildiri yayımlayarak ordulara şu emrini verdi: "Bütün arkadaşlarımın Anadolu'da daha başka meydan muharebeleri verileceğini göz önüne alarak ilerlemesini ve herkesin akıl gücünü, yiğitlik ve yurtseverlik kaynaklarını yarışırcasına esirgemeden vermeye devam eylemesini isterim. Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!"
Türk ordusu 2 Eylül'de Uşak'ı geri aldı. Burada Yunan Ordusu Başkomutanı General Nikolaos Trikupis esir edildi. 9 Eylül'de Türk süvarileri İzmir'e girdi. 18 Eylül 1922'ye kadar yapılan takip harekâtıyla tüm Batı Anadolu'daki Yunan birlikleri sınır dışına çıkarıldı. Türk ordusunun kazandığı bu başarı, Mudanya Ateşkes Antlaşması'na giden süreci başlattı.
Karşıyaka'da Mustafa Kemal'in kalması için yakınları Yunanların elinde esir olan bir baba-oğul evlerini hazırlamıştır. Bu evde daha önce Yunan Kralı Konstantin de kalmış, eve merdivenlerde ayakları altına serilen Türk bayrağını çiğneyerek girmiştir. Bu kez baba-oğul merdivenlere Yunan bayrağını sermiştir. Mustafa Kemal Paşa eve girecekken "Lütfedin, bu karşılıkla bu lekeyi silin!" denilmiştir. Mustafa Kemal Paşa da, "O, geçmişse hata etmiş; bir milletin onuru olan bayrak çiğnenmez, ben onun hatasını tekrar etmem. Bayrağı kaldırın yerden," diyerek bayrağı kaldırtmıştır.
Çanakkale Krizi.
İzmir kurtarıldıktan sonra asıl sorun, İstanbul ve Boğazlar Bölgesi'nde sürmekte olan İtilaf Devletleri işgalinin sona erdirilmesidir. Mustafa Kemal'in emri doğrultusunda Türk kuvvetleri derhal Çanakkale'ye yönelerek buraların Trakya dahil boşaltılmasını talep eder. İngiltere buna ek donanma (ki içlerinde zamanın en modern 2 adet uçak gemisi bulunmaktadır) ve kara kuvveti göndererek cevap verir. Mustafa Kemal'in Çanakkale Krizi'ne sebebiyet veren emri; İngiltere'deki muhalefetin, Newfoundland ve Yeni Zelanda dışında İngiliz dominyonlarının ve diğer İtilaf devletlerinin karşı koyması neticesinde sıcak çatışmaya dönüşmez ve İstanbul'un Kurtuluşu'na giden yolu açar. Çanakkale Krizi David Lloyd George'un iktidarını kaybetmesine neden olduğu gibi Kanada'nın diplomatik açıdan bağımsız olmasını sağlar. Ayrıca kriz döneminde ABD Başkanı 28 Eylül 1922 günü 13 yeni savaş gemisinin Türkiye'ye komşu denizlere gönderilmesini emreder. 1908-1923 arasında komutanı Amiral Bristol olan USS Scorpion gemisinin, istihbarat edinmek suretiyle Lozan Antlaşması yapılana kadar devamlı İstanbul'da bulunduğu da anlaşılmaktadır.
Mudanya Ateşkes Antlaşması.
Büyük Taarruz'un ardından, 11 Ekim 1922'de; TBMM, İngiltere, Fransa ve İtalya arasında imzalanan Mudanya Ateşkes Antlaşması'yla savaş sona ermiştir. Yunanlar görüşmelere katılmamış, İtalya vekaleten onları temsil etmiştir. Bu antlaşmanın hükümlerine göre Türk ve Yunan orduları arasındaki savaş bitmiştir. Doğu Trakya TBMM'ye teslim edilmiş ve barış antlaşması imzalanana kadar Türkiye Büyük Millet Meclisinin burada en fazla 8000 kişilik bir jandarma kuvvetini bulundurmasına onay verilmiştir. Boğazlar ve İstanbul TBMM hükûmetinin yönetimine bırakılmıştır. Barış antlaşması yapılana kadar İtilaf Devletleri'nin İstanbul'da kalması karara bağlanmıştır.
Lozan Barış Antlaşması.
Mudanya Ateşkes Antlaşması'ndan sonra barış görüşmelerinin yapılması için tarafsız bir ülke olan İsviçre'nin Lozan şehri seçilmiştir. Türkiye'yi İsmet İnönü temsil etmiştir. Konferans 20 Kasım 1922 günü toplanmış ve anlaşmazlık sonucu 4 Şubat 1923'te görüşmeler kesilmiştir. 23 Nisan 1923'te görüşmeler tekrar başlamış ve 24 Temmuz 1923'te Lozan Antlaşması imzalanmıştır. Lozan Antlaşması'nda 20 Ekim 1921'de Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması'ndaki güney sınırı aynen korunmuştur. Irak sınırı çizilememiş ve 9 ay zarfında çözülmesi kararlaştırılmıştır. Meriç Nehri Yunanistan ile olan sınır kabul edilmiştir. Karaağaç ve çevresi savaş tazminatı olarak Türkiye'ye verilmiştir. Ege Denizi'ndeki Bozcaada ve Gökçeada Türkiye'ye verilmiş, Yunanistan'ın elinde kalan Anadolu'ya yakın adaların silahsızlandırılmasına karar verilmiştir. Kapitülasyonlar tamamen kaldırılmıştır. 1845'ten Birinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar olan Osmanlı İmparatorluğu'nun borçları sermaye üzerinden yeniden hesaplanarak azaltılmıştır. Borçlar Osmanlı'dan ayrılan devletlere gelirlerine orantılı olarak bölüştürülmüştür. Türkiye'nin borçları Türk parası veya Fransız frangı üzerinden ödeme teklifi kabul edilmiştir. Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazlardan serbest geçiş sağlanmış, Boğazlar Komisyonu kurulmuş, Boğazlar ve civarının askersiz hâle getirilmesi sağlanmıştır. İstanbul'da yaşayan Rumlarla Batı Trakya'da yaşayan Türkler hariç Türkiye'deki bütün Rumlarla Yunanistan'daki bütün Türklerin yer değiştirmesi onaylanmıştır. Böylece Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlanmıştır. Bu antlaşma ile Sevr Antlaşması yürürlükten kalkmış, Türkiye Lozan Antlaşması temelleri üzerine kurulmuştur.
Cumhuriyetin ilanı.
Saltanat kaldırıldıktan sonra Mustafa Kemal 15 Ocak 1923'te Eskişehir'de hükûmet sistemleri konusunda yaptığı konuşmada cumhuriyete karşı çıkıyor ve cumhuriyet ile meşruti monarşi arasında bir fark olmadığını şu ifadelerle beyan ediyor:
"Bütün cihan tarihinde ve bugün de dünya yüzünde mutlakiyet idaresine, meşruti idareye tesadüf ediyoruz, bir de cumhuri hükûmetler görüyoruz."
"Bildiğimiz meşruti ve cumhuri hükûmetler teşkilatı kuvvetler ayrılığı esasına dayalı kabul edilmektedir. Biz kuvvetler birliği esasına dayanarak hükûmet tesis ettik… Bence hakikatte kuvvetler ayrılığı yoktur, kuvvetler birliği vardır. Şer’i hükümlere uygunluk noktasından değerlendirmek isterseniz, hatırlatayım ki, bizim şer’i hükümlerimizde belli bir hükûmet şekli ifadesi yoktur. Cumhuriyet, mutlakiyet şekilleri gibi bir şekil tespit olunmamıştır…"
Mustafa Kemal muhalefetin güçlendiği, seçimlerin ne zaman olacağı belirsizliğini korurken yasama ve yürütmenin başında bulunduğu konjonktürde, 19 Ocak 1923'te İzmit'te meclis hükûmeti sistemini savunuyor ve cumhuriyetten üstün olduğunu şöyle açıklıyor:
"Artık bizim hükûmetimiz müstebit bir hükûmet değildir. Mutlaki ve meşruti bir hükûmet de değildir. Bizim hükûmetimiz Fransa veya Amerika cumhuriyetlerine de benzemez. Bizim hükûmetimiz bir halk hükûmetidir. Tam bir şura hükûmetidir. Yeni Türkiye devletinde saltanat milletindir…"
2 Şubat 1923'te İzmir'de yaptığı konuşmada Mustafa Kemal cumhuriyetle meşruti monarşi arasında çok ufak bir fark olduğunu şöyle ifade ediyor:
"Mutlakiyet hükûmetleri vardır, meşrutiyet hükûmetleri vardır, cumhuriyet hükûmetleri vardır. Bugün dünya üzerinde gördüğümüz şekillerdir. Fakat bütün bu isimleri iki sınıf ile ifade edebiliriz. Şahsi saltanat vardır veyahut meşruti saltanat vardır. Ben bu ifade tarzımla cumhuriyetle meşruti saltanat arasında çok ufak bir fark gördüm… Bence saltanat, cumhuriyet şeklinde belirli zaman için değişmez salahiyetlere sahip geçici bir sultan vardır. Diğerinde ise ömrü oldukça sultanlık eden ve öldükten sonra da evladına veyahut akraba ve yakınlarına miras olarak kalan sultanlık vardır…"
Mustafa Kemal, cumhuriyetin ilan edileceğini ilk defa 22 Eylül 1923 günü "Wiener Neue Freie Presse" muhabirinin başkentin neresi olacağına dair sorduğu soruya verdiği cevapta ifade etmiştir:
"Türkiye'nin payitahtı meselesine gelince. Bunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkar: Ankara Türkiye Cumhuriyeti'nin payitahtıdır."
Millî Mücadele sonrasında Türkiye'de iki başlı bir yönetim ortaya çıkmıştı. TBMM 1 Kasım 1922'de Osmanlı saltanatını lağvedip Vahdettin'i tahttan indirerek İstanbul hükûmetinin hukuki varlığına son verdi. 16 Ocak 1923'te İzmit Hünkâr Kasrı'nda İstanbul'dan gelen gazetecilerle mülakat yapıldığında "Vakit" başyazarı Ahmet Emin Bey (Yalman)'in Kürt meselesi hakkında sorusuna karşı, "Başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmektense, bizim Teşkîlât-ı Esâsîye Kanunu gereğince zaten bir tür mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir," diyerek Kürtlere özel statü tanımamak için ihtiyatlı davrandı.
8 Nisan 1923'te, yayımlanan Dokuz Umde ile Gazi Mustafa Kemal yeni rejimin temelini oluşturacak olan Halk Fırkası'nın temellerini attı. Nisan ayında yapılan İkinci Meclis seçimlerine sadece Halk Fırkası'nın katılmasına izin verildi. Mebus adayları fırkanın genel başkanı sıfatıyla Gazi Mustafa Kemal tarafından belirlendi.
25 Ekim 1923 günü aynı anda hem Başbakanlık hem de İçişleri Bakanlığı görevlerini yürüten Fethi Bey, İçişleri Bakanlığını bıraktığını açıkladı. Aynı gün Meclis İkinci Başkanlığı görevini yapan Ali Fuat Paşa da ordu müfettişliğine atandığı için görevinden ayrıldı. Bu iki boş koltuk için yapılan seçimleri Gazi Mustafa Kemal'e muhalif olan milletvekilleri kazandı. Meclis İkinci Başkanlığına Rauf Bey, İçişleri Bakanlığına Sabit Bey seçildiler. Bu durumdan hoşnut olmayan Gazi Mustafa Kemal, 26 Ekim 1923'te Başbakan Fethi Bey'den "Erkan-ı Harbiye Umumiye Riyaseti Vekili" Fevzi Paşa'nın dışında hükûmetin istifa etmesini ve istifa edenlerin yeniden seçilirlerse görevi kabul etmemesini istedi. Böylece bir hükûmet krizi çıkmış oldu. Yeni bakanlar kurulu üyelerinin 29 Ekim günü seçileceği duyuruldu.
Bu gelişmeler üzerine cumhuriyetin ilanı ile işi kökünden çözmeye karar veren Gazi Mustafa Kemal 28 Ekim 1923 gecesi Çankaya'da İsmet Paşa ve bazı kimseleri toplantıya çağırdı ve "Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz," diyerek kararını açıkladı. Misafirlerin ayrılmasından sonra İsmet Paşa'yı alıkoydu ve birlikte, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nda gerekli değişikliği sağlayacak önergeyi hazırladılar. 29 Ekim 1923 Pazartesi günü Halk Fırkası Meclis Grubunda, Bakanlar Kurulunun oluşturulması konusunda tartışıldı. Sorun çözülemeyince, Gazi Mustafa Kemal'den düşüncelerini açıklaması istendi. Gazi Mustafa Kemal, bunalımdan çıkış yolunu Anayasanın değiştirilmesi zorunluluğu ile açıkladı. Cumhuriyetin ilanını hedefleyen tasarıyı da grubun bilgisine sundu. Tasarının parti grubunda kabulünden sonra aynı akşam saat 18.45'te TBMM Genel kurul toplantısı başladı. Anayasa Komisyonu'nun değişiklik ile ilgili rapor ve önergesi genel kurulun onayına sunuldu ve 29 Ekim 1923 Pazartesi akşamı saat 20.30'da milletvekillerinin alkışları ve "Yaşasın cumhuriyet!" nidaları ile cumhuriyet ilan edildi.
Cumhurbaşkanlığı (1923-1938).
Cumhuriyetin ilanının ardından yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde oylamaya katılan 158 milletvekilinin tamamının oyları ile Balâ milletvekili Gazi Mustafa Kemal, Türkiye'nin ilk cumhurbaşkanı seçildi. Atatürk kendi deyişiyle Türkiye'yi "muasır medeniyet seviyesine çıkarmak" amacıyla bir dizi köklü değişime imza attı.
1924 Anayasası gereğince TBMM 29 Ekim 1923'teki cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra üç defa daha (1927, 1931, 1935 yıllarında) Gazi Mustafa Kemal'i tekrar cumhurbaşkanlığına seçti. Atatürk'ün cumhurbaşkanlığı döneminde İsmet İnönü, Fethi Okyar ve Celâl Bayar başbakanlık yapmıştır. Bu dönem içerisinde en fazla süre görevde kalan ve en fazla hükûmet kuran isim İsmet İnönü'dür. Atatürk'ün cumhurbaşkanlığı süresince kurulan hükûmetler sırası ile 1. T.C. Hükûmeti, 2. T.C. Hükûmeti, 3. T.C. Hükûmeti, 4. T.C. Hükûmeti, 5. T.C. Hükûmeti, 6. T.C. Hükûmeti, 7. T.C. Hükûmeti ve 8. T.C. Hükûmeti'dir.
İç politika.
Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetlemiştir.
Devrimler.
TBMM'de 3 Mart 1924 tarihinde Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu kabul edilerek medreseler kaldırılmış ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki bütün okullar, Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı'na bağlanmıştır. Eğitim kurumlarının bir çatı altında toplanmasıyla eğitim millî bir nitelik kazanmıştır. Aynı tarihte TBMM'de kabul edilen bir kanunla halifelik kaldırılmış ve Osmanlı Hanedanı üyeleri vatandaşlıktan çıkarılarak yurt dışına sürülmüştür.
17 Şubat 1925 tarihinde aşar vergisi kaldırılmıştır. Aşarın getirdiği gelir devletin giderlerinin yüzde otuzuna yaklaşmasına rağmen, köylünün rahatlatılması ve üretimin arttırılması amacıyla bu vergi kaldırılmıştır.
25 Kasım 1925'te Şapka Kanunu kabul edildi. Bu kanunla TBMM üyelerine ve devlet memurlarına şapka giyme mecburiyeti getirildi ve Türk halkı da buna aykırı bir davranıştan men edildi.
30 Kasım 1925'te tekkelerin, zaviyelerin ve türbelerin kapatılması kanunu TBMM'de kabul edildi ve 13 Aralık 1925 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Osmanlı Devleti'nde kullanılan saat, takvim ve ölçüler, Avrupa'daki devletlerden değişik olduğundan, sosyal, ticari ve resmî ilişkileri zorlaştırıyordu. Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde farklılığı gidermek için bazı çalışmalar yapılsa da yetersizdi. Cumhuriyet döneminde bu sıkıntıları gidermek için çalışmalara başlandı. 26 Aralık 1925'te çıkarılan bir kanunla Hicri ve Rumi takvimlerin yerine miladi takvim kabul edildi ve 1 Ocak 1926'dan itibaren kullanılmaya başlandı. Bunun yanı sıra güneşin batışına göre ayarlanan alaturka saat yerine, çağdaş dünyanın kullandığı saat sistemi örnek alındı. Bir gün 24 saate bölünerek günlük hayat düzenlendi.
1928 yılında milletlerarası rakamlar kabul edildi. 1931 yılında çıkarılan bir kanunla önceden kullanılan arşın, endaze, okka gibi ölçü birimleri kaldırılarak bu ölçülerin yerine uzunluk ölçüsü olarak metre, ağırlık ölçüsü olarak kilo kabul edildi. Yapılan değişikliklerle ülkede ölçü birliği sağlandı.
1935 yılında çıkarılan bir kanunla, cuma günü olan hafta tatili yerine cumartesi öğleden sonra ve pazar günü hafta tatili olarak belirlenmiştir.
17 Şubat 1926 tarihinde İsviçre Medeni Kanunu'ndan tercüme edilip düzenlenerek oluşturulan Medeni Kanun kabul edilmiş ve 4 Ekim 1926'da yürürlüğe girmiştir. Bu kanunla Türk aile hayatı yeniden düzenlenmiş; tek kadınla evlilik, resmî nikâh esası getirilmiş, miras konusunda eşitlik sağlanmıştır.
1 Mart 1926 tarihinde 1889 İtalyan Zanerdelli Kanunu örnek alınarak hazırlanan 765 sayılı Türk Ceza Kanunu TBMM tarafından kabul edilerek yürürlüğe konuldu.
1 Kasım 1928'de, Türkiye Büyük Millet Meclisi yeni Türk harflerinin kabulüne ilişkin kanunu kabul etti. Kanunun kabulünden sonra halka okuma yazma öğretmek amacıyla "Millet Mektepleri" kuruldu. 24 Kasım 1928'de de Atatürk Millet Mektepleri Başöğretmeni olarak ilan edildi.
Kadınların 1930 yılında yerel, 1934 yılında ise genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır.
12 Temmuz 1932'de Atatürk'ün talimatıyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulmuştur. 1934 yılında yapılan kurultayda cemiyetin adı, Türk Dili Araştırma Kurumu; 1936'daki kurultayda ise Türk Dil Kurumu olarak değiştirilmiştir.
Homojen ve birleşmiş bir ulus yaratılması için Türkleştirme politikası yürütüldü. Türk olmayan azınlıklar kamuoyunda Türkçe konuşmaya zorlandı, Türkçe olmayan toponomiler ve azınlıkların soyadları Türkçeye çevrildi.
Atatürk'ün talimatıyla kurulan kurumlardan bir diğeri Türk Tarih Kurumudur. Türk tarih ve medeniyetini araştırmak amacıyla oluşturulan Türk Tarihi Tedkik Heyeti 4 Haziran 1930 tarihinde ilk toplantısını yapmış ve yönetim kurulunu seçmiştir. 29 Mart 1931 tarihinde Türk Ocakları'nın 7. Kurultayı'nda kapatılma kararı alınmasından sonra, 12 Nisan 1931'de Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti ismiyle yeniden örgütlenmiş ve çalışmalarına devam etmiştir. Kurumun adı 1935 yılında Türk Tarihi Araştırma Kurumu olarak, daha sonra ise Türk Tarih Kurumu olarak değiştirilmiştir.
21 Haziran 1934'te çıkarılan Soyadı Kanunu'na göre her Türk, kendi adından başka, ailesinin ortak olarak kullanacağı bir soyadına sahip olacaktı. Bu soyadları Türkçe olacak, ahlâka aykırı ve gülünç adlar soyadı olarak alınamayacaktı. Soyadı Kanunu'nun kabulünden sonra 24 Kasım 1934 tarihinde TBMM tarafından, Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verilmiştir. 26 Kasım 1934 tarihinde çıkarılan kanunla ise; Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi ve Hazretleri gibi lakap ve unvanlar kaldırılmıştır.
3 Aralık 1934'te çıkarılan "Bazı kisvelerin giyilemeyeceğine dair kanun" ile hangi din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar ruhanilerin mabet ve ayinler haricinde ruhani giysi taşımaları yasaklanmıştır. Hükûmet her din ve mezhepten uygun göreceği tek bir ruhaniye mabet ve ayin haricinde ruhani kıyafetini taşıyabilmek için müsaade verebilecektir.
Atatürk cumhurbaşkanlığı döneminde toprak reformu için çalışmıştır.
Laiklik, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, İnkılapçılık ilkeleri 10 Mayıs 1931 tarihinde Cumhuriyet Halk Fırkası'nın programında yer almış, 5 Şubat 1937'de ise anayasaya girmiştir.
Siyasi olaylar.
Cumhuriyetin ilanından sonra, Millî Mücadele'yi başlatan beş kişilik kadronun Mustafa Kemal Paşa dışındaki dört üyesi (Rauf Bey, Kâzım Karabekir Paşa, Refet Paşa ve Ali Fuat Paşa) muhalefete geçerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kurdular. 1925 Mart'ında çıkan Genç Hâdisesi (Şeyh Sait İsyanı, Doğu İsyanı) üzerine sıkıyönetim ilan edilerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı.
Eski İttihatçılar Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılmasından sonra, iktidara gelebilmek için tek yolun Mustafa Kemal'i öldürmek olduğuna karar verdiler ve suikast planları hazırlamaya başladılar. Suikast için en uygun yerin İzmir olduğuna karar verildi. Mustafa Kemal'in İzmir'e geleceği 16 Haziran 1926 günü suikastı yapmaya karar verdiler. Plana göre suikast, Başoturak'la Yemişçarşısı'ndan gelen sokakların, Kemeraltı'ndaki Hükûmet Caddesi'yle birleştiği yerde yapılacaktı. Bu noktada Mustafa Kemal'in otomobili dönemeç nedeniyle yavaşlayacak, önce Laz İsmail ile Gürcü Yusuf tabancaları ile ateş edecek, gerekirse bomba da kullanacaktı. İlk saldırı başarısız olursa Ziya Hurşit de arkadan ateş edecekti. Sonra kalabalığa karışıp otomobile binecek ve Giritli motorcu Şevki'nin motoruyla Sakız Adası'na kaçacaklardı. Ancak suikastı planlayanlardan Sarı Efe Edip'in İstanbul'a gitmesi ve Mustafa Kemal'in bir gün gecikmesi nedeniyle motorcu Şevki İzmir Valisine giderek Mustafa Kemal'e bir ihbar mektubu yazdı. Aynı gün Ziya Hurşit, Laz İsmail, Gürcü Yusuf ve Çopur Hilmi yakalandı. Sarı Efe Edip ve Aleaddin Bey de İstanbul'da yakalandı. İzmir'de kurulan İstiklal Mahkemeleri'nde 13 kişi idama mahkûm edildi.
Daha sonra İstiklal Mahkemeleri Ankara'ya geldi. Eski Maliye Nazırı Cavit Bey, Doktor Nâzım, eski Ardahan milletvekili Hilmi, İttihat ve Terakki'nin sorumlu sekreterlerinden Nail Bey idama, bazı İttihatçılar ise on yıl hapse mahkûm olmuştu. Yurt dışında bulunan Rauf Orbay 10 yıl sürgüne mahkûm edilmişti. Soruşturmalarda suçsuz olduğu anlaşılan Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy serbest bırakıldı. Giritli motorcu Şevki'ye de 6500 lira mükafat verildi.
1927'de kabul edilen Cumhuriyet Halk Fırkası Tüzüğü ile Atatürk partinin "değişmez genel başkanı" ilan edildi ve milletvekili adaylarını seçme yetkisi, kaydı, hayatı boyunca kendine tanındı. 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Ankara'da toplanan CHF ikinci kurultayında Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan Nutuk'u (Söylev) okudu. Kurtuluş Savaşı'nın Gazi'nin bakış açısıyla anlatımını içeren Nutuk, Türkiye Cumhuriyeti'nin Millî Mücadele'ye ilişkin resmî görüşünün esasını oluşturur ve Millî Mücadele'yi Mustafa Kemal Paşa ile birlikte başlatan ve yürüten askerî ve siyasi şeflere karşı (Rauf, Karabekir, Refet Bele, Mersinli Cemal Paşa, Cafer Tayyar Eğilmez, "Sakallı" Nurettin Paşa, Celalettin Arif Bey vb.) bir tartışma konusu niteliği de taşır. Atatürk 1927 yılında askerlikten Müşîr (Mareşal) rütbesiyle emekli oldu.
25 Ekim 1927'de 1927 Tevkifatı olarak bilinen tutuklama süreci başlatılarak Türkiye Komünist Fırkası üyelerine karşı yaygın tutuklama politikası devreye konuldu. Hikmet Kıvılcımlı, Nâzım Hikmet, Şefik Hüsnü gibi isimler yargılanarak hapis cezalarına çarptırıldı. Daha sonra 1937 yılında Atatürk başkanlığındaki heyet, Kıvılcımlı'nın yazılarını zararlı ilan ederek sansürleme kararı aldı.
10 Nisan 1928 tarihinde yapılan anayasa değişikliğiyle anayasadan devletin dininin İslam olduğu hükmü ve TBMM'nin görev ve yetkilerinden söz eden 26. maddeden dinî hükümlerin yerine getirilmesi ibaresi çıkarıldı. Ayrıca, milletvekillerinin ve cumhurbaşkanının yeminlerinden "vallahi" sözcüğü çıkarıldı. Cumhuriyet Halk Fırkası'nın 1931 yılındaki programında, laiklik partinin ana unsurlarından biri olarak belirtildi.
12 Ağustos 1930'da İsmet Paşa'nın hükûmetine alternatifleri sunmak amacıyla çok partili demokratik hayata kavuşmak için Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın yakın arkadaşı Fethi Bey (Okyar)'e Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kurdurarak kız kardeşi Makbule Hanım (Boysan, Atadan), çocukluk ve okul arkadaşı Nuri Bey (Conker)'leri de üye yaptırdı. Ancak 17 Kasım 1930'da gericilerin partiyi kullanmaları korkusu ve partinin Mustafa Kemal'i hedef almasından dolayı partiyi feshetti.
Bu demokrasi denemesinden biraz önce, ordunun siyasete müdahale etmesinin demokrasiye zarar verebileceğini düşünerek Askerî Ceza Kanunu'nu (22 Mayıs 1930 tarih ve 1632 sayılı kanun) meclisten geçirdi. Bu kanunun 148. maddesine ordu mensubunun siyasi toplantılar ve gösterilere katılmasını siyasi partiye üyesi olmasını, siyasi maksatlarla şifahi telkinlerde bulunmasını, siyasi makale yazmasını ve siyasi nutuk söylemesini yasaklanan hükmü koydurdu.
23 Aralık 1930 günü sabahı Menemen'de şeriat istediklerini belirten bir grup eyleme geçmiştir ve topladıkları insanlarla beraber belediye binasının önüne kadar gelmiştir. Olayı haber alan jandarma, grubu dağıtmak için Yedek Subay Mustafa Fehmi Kubilay, emrindeki bir müfrezeyi bölgeye göndermiştir. Eylemciler arasından açılan ateş neticesinde Kubilay yaralanmış ve cami avlusuna doğru koşmaya başlamıştır. Cami avlusunda açılan ikinci el ateş sonucu yere düşmüştür. Daha sonra eylemciler bıçakla Kubilay'ın başını kesmiştir. Bu sırada alaydan yetişen kuvvetler bölgeye gelmiştir ve eylemcilerin ateş açması üzerine çatışma çıkmıştır. Eylemcilerden Mehdi Mehmet, Şamdan Mehmet ve Sütçü Mehmet ölü, Emrullah oğlu Mehmet Emin yaralı olarak ele geçirilmiştir. Olayın ertesinde sıkıyönetim ilan edilmiş ve yapılan yargılamalarda 32 kişi idama, 73 kişi de çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştır.
29 Ekim 1933'te Atatürk Türkiye Cumhuriyeti'nin onuncu kuruluş yıl dönümü nedeniyle yaptığı konuşmada ülkenin kuruluş temelini ve gelecek vizyonunu yalın bir dille tüm dünyaya ve Türk milletine anlatmıştır.
Ekonomi.
Atatürk, cumhurbaşkanlığı döneminde, sadece bürokratların değil tüm vatandaşların mülkiyet hakkını tanımış ve 1923-1938 döneminde Türkiye ekonomisi ortalama yıllık %7,5 oranında büyüyerek Türkiye'nin GSMH'si dünya toplamının binde 3,62'sinden binde 6,52'sine yükselmiştir. Atatürk'ün döneminde Türkiye Cumhuriyeti dünyanın en hızlı kalkınan ülkelerinden biri olmuştur.
Dış politika.
Atatürk'ün cumhurbaşkanlığı dönemindeki dış politika konularının başlıklarını Musul Sorunu, Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi, Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne girişi, Balkan Antantı, Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Sadabat Paktı ve Hatay Sorunu oluşturmaktadır.
Atatürk dış politikasında gerçekçi davranmıştır. Atatürk dış ilişkilerde dinamik ve gözü pektir; ama maceracı değildir. Atatürk dış politikada kendini hangi ilkenin yönettiğine dair, "Biz kendimizi bilen kimseleriz. Olmayacak isteklerimiz yoktur," açıklamasını yapmıştır. Atatürk İslamcılık ve Turancılık akımlarının zararlı boyutlarına karşı Mîsâk-ı Millî ile çizmiş olan sınırlarda kalınmasını benimsemiştir. 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'nı Atatürk dış politikada belirleyici bir unsur olarak tutmuş, bu antlaşmada çizilen Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları büyük ölçüde (Hatay sorunu dışında) belirleyici olarak saptanmış, ekonomi açısından Lozan'ın kaldırdığı kapitülasyonlardan taviz verilmemiştir. Atatürk'ün Lozan'ı temel almasının önemi geçen zaman içinde bakıldığında daha iyi anlaşılmaktadır; çünkü I. Dünya Savaşı'nın mağlupları arasında yer alan bir ulusun çizdiği kavramlar o dönemden bugüne yürürlükte olan tek antlaşma olarak durmaktadır.
Kimi Türk araştırmacılara göre Atatürk'ün kişiliğinin ve mizacının damgasını vurduğu ve "millî" bir karakter taşıyan dış politika uygulamaları günümüz için örnek alınacak pek çok temel niteliğe sahiptir. Ortaöğretimden itibaren askeri terbiye gören ve savaşlara katılan Atatürk, askerlik sonrası hayatında barışın idamesine uğraşmıştır. Atatürk'ün, "Bizim kanaatimizce beynelmilel siyasi güvenliğin gelişmesi için ilk ve en mühim şart milletlerin hiç olmazsa barışı koruma fikrinde samimi olarak birleşmesidir," sözü onun bu konudaki tutumuna örnek olarak ileri sürülmüştür.
Musul Sorunu.
Lozan Antlaşması sırasında Türkiye-Irak sınırı çizilmemişti. Musul-Kerkük bölgesinde zengin petrol yataklarının bulunması İngiltere başta olmak üzere birçok ülkenin dikkatini çekiyordu. Zengin petrol yataklarının bulunduğu bölge, Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imzalanması sırasında İngiltere tarafından işgal edilmişti. I. Dünya Savaşı'nın bitmesinden sonra Irak'ta İngilizlere bağlı bir yönetim kurulmuş, bu ülke İngiliz mandası altına alınmıştı. Musul, nüfusunun çoğunun Türk olması sebebiyle Mîsâk-ı Millî dâhilindeydi. Ancak İngilizler zengin petrol yataklarının bulunduğu bölgeyi bırakmaya yanaşmıyorlardı. Lozan Barış Antlaşması sırasında bu konuda bir sonuç alınamamış, sorunun daha sonra Türkiye ve İngiltere arasında çözülmesine karar verilmişti. 1924 yılında görüşmelere başlanmış fakat sonuç alınamamıştır. Daha sonra sorun Milletler Cemiyeti'ne götürülmüştür. 1924 yılının Ekim ayında toplanan Milletler Cemiyeti de Türkiye-Irak sınırını çizmiş ve Musul bölgesini Irak tarafında bırakmıştır. 13 Şubat 1925'te ise Şeyh Said İsyanı çıkmıştır. 15 Nisan'da tamamen bastırılan ayaklanma İngilizlerin işine yaramıştır. Kurtuluş Savaşı'ndan yeni çıkan Türk ordusu hırpalanmış, Musul-Kerkük üzerine askerî harekât yapma imkânı ortadan kalkmıştır. Bu durumda Türkiye, 5 Haziran 1926 tarihinde İngilizlerle imzalanan Ankara Antlaşması gereğince bazı maddi çıkarlar karşılığı, Milletler Cemiyeti'nin öngördüğü sınırı kabul etmiştir.
Türk-Yunan ilişkileri.
Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi 1923 yılında Lozan Antlaşması'na ek protokol uyarınca Türkiye'deki Rumların Yunanistan'a, Yunanistan'daki Türklerin Türkiye'ye zorunlu göçüne karar verilmiştir. Türkiye'de sadece İstanbul kenti ile Gökçeada ve Bozcaada'da, Yunanistan'da ise sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutulmuşlardır. Değişimin çok büyük bir bölümü 1923-1924 yıllarında gerçekleşmiş ancak geriye kalan az sayıda olayda 1930 İnönü-Venizelos sözleşmesine dek zorunlu göç uygulamasına devam edilmiştir.
Atatürk Türk-Yunan yakınlaşması için 1930 yılında Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos'u Türkiye'ye davet ederek eski düşmanıyla barışın temellerini attı. Venizelos'un iktidardan düşmesinden sonra bile, Türk-Yunan ilişkileri samimi kalmaya devam etti. Nitekim, Venizelos'un halefi Panayis Çaldaris Eylül 1933'te Atatürk'ü ziyarete geldi ve Türkiye ile Yunanistan arasında Balkan Paktı için bir basamak olan Samimi Anlaşma Misakı (İçten Anlaşma Yasası, "Pacte d'Entente Cordiale") adında kapsamlı bir pakt imzaladı. Atatürk 1934'te Venizelos tarafından Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterildi. Ancak Nobel Ödül Komitesi değerlendirmeye almadı.
Yunanistan'ın Anadolu'yu işgalinin bir hata olduğunu düşünen ve Türkiye ile dostluk bağları geliştirilmesini savunan diktatör İoannis Metaksas bir keresinde Atatürk ile ilgili dedi ki: "…Cumhurbaşkanı Atatürk'ün, ortak idealler ve barışçıl iş birliği çerçevesinde Türk-Yunan ittifakının gerçek kurucusu olduğunu asla unutmayacağız. İki ülke arasında çözülmesinin düşünülemeyeceği dostluk bağları geliştirdi. Yunanistan, asil Türk milleti için değiştirilemez bir gelecek yolu belirleyen bu büyük adamın hararetli hatıralarını koruyacak."
Milletler Cemiyeti.
Önceleri Türkiye, Musul Sorunu konusunda Milletler Cemiyeti'nin verdiği karar nedeniyle Cemiyet'e üye olmak istememiştir. Ancak gene de Milletler Cemiyeti'nin konferanslarına ve silahsızlanma komisyonuna katılmış, teknik ve insani etkinliklerine ilgi göstermiştir. Türkiye, bu cemiyete 18 Temmuz 1932'de üye olmuştur.
Balkan Antantı.
Balkan Anlaşma Yasası, 9 Şubat 1934 tarihinde Atina'da Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında imzalanan anlaşmadır.
1933'te Almanya'da Nazi Partisi'nin iktidara gelmesi, İtalya'nın Akdeniz'de ve Balkanlar'da genişleme çabası ve Avrupa devletlerinin silahlanma yarışına girmesi dünya barışını tehdit etmeye başladı. Bu gelişmeler sonucunda Balkan devletleri arasında bir yakınlaşma meydana geldi. 14 Eylül 1933 tarihinde Ankara'da Türkiye ile Yunanistan Arasında İçten Anlaşma Yasası, 17 Ekim 1933 tarihinde Ankara'da Türkiye ile Romanya arasında Dostluk, Saldırmazlık, Hakemlik ve Uzlaştırma Antlaşması, 27 Kasım 1933 tarihinde Belgrad'da Türkiye-Yugoslavya Dostluk, Saldırmazlık, Yargısal Çözüm, Hakemlik ve Uzlaştırma Antlaşması imzalandı.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi.
Lozan Konferansı'nda Türkiye ve İtilaf Devletleri arasında Boğazlar rejimiyle ilgili Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştı. 1923 yılında imzalanan anlaşmanın tarafları İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya, Sovyetler Birliği ve Türkiye'dir. Bu sözleşme sayesinde savaş ve barış zamanında ticaret ve savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi serbest olacaktı.
İkinci Dünya Savaşı'nın yaklaşmasıyla birlikte Avrupa'da birçok siyasi değişiklik oldu. Boğazların herhangi bir saldırıya karşı korunmasını üstlenen devletlerden İtalya, Habeşistan'a saldırdı. Japonya ise kendi isteğiyle Milletler Cemiyeti'nden ayrıldı. Dünya barışının korunması için toplanan konferanslar neticesiz kalmış, tüm devletler silahlanmaya başlamıştı.
Siyasi ortamın bozulduğunu gören Atatürk, Boğazlar meselesini kesin olarak çözmeye karar verdi. Türk hükûmeti, Milletler Cemiyeti'ne başvurarak Lozan Antlaşması'ndaki Boğazlara ait hükümlerin değiştirilmesini talep etti. Bunun üzerine İsviçre'nin Montrö şehrinde bir konferans toplanmış ve 20 Temmuz 1936'da Türkiye, İngiltere, Fransa, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Yunanistan, Japonya ve Sovyetler Birliği arasında Montreux Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştır. Konferansa katılmamış olan İtalya daha sonra 2 Mayıs 1938'de Boğazlar Sözleşmesi'ne katılmıştır. Montreux Boğazlar Sözleşmesi'nin ana maddeleri şunlardır:
Montreux Sözleşmesi 20 yıl yürürlükte kalacaktı. Ancak bu sürenin dolmasından 2 yıl önce antlaşmanın taraflarından hiçbiri sözleşmenin iptalini istemezse, sözleşme yürürlükte kalmaya devam edecekti. Montreux Sözleşmesi'nin 1956'da süresi dolduğu hâlde böyle bir iptal isteği hiçbir ülke tarafından yapılmadığı için hâlen yürürlüktedir.
Sadabat Paktı.
İtalya'nın doğu ülkelerini hedef alan istila politikası nedeniyle Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında, 8 Temmuz 1937'de İran'da Sadabat Sarayı'nda imzalanmıştır. Devletler antlaşma ile dostluk ilişkilerini sürdüreceklerini, Milletler Cemiyeti Paktı ve Briand-Kellog Paktı'na bağlı kalacaklarını, birbirinin iç işlerine karışmayacaklarını, birbirlerine saldırmayacaklarını, ortak çıkarlarıyla ilgili konularda birbirlerine danışacaklarını ve sınırlarının korunmasına saygı göstereceklerini belirtmişlerdir.
Hatay Sorunu.
Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan sonra İskenderun Sancağı, Suriye'den Anadolu'ya ilerleyen Fransızlarca işgal edilmiştir. Böylece, birçok yerde olduğu gibi, Hatay'da da bir Millî Mücadele cephesi oluşmuştur.
20 Ekim 1921'de, Fransa ile imzalanan, Ankara Antlaşması'nın 7. maddesine göre İskenderun, Suriye sınırları içerisinde kalacak; burada özel bir idare kurulup Türk kültürünü geliştirmek için her türlü kolaylıktan yararlanılacaktır, resmî dil Türkçe olacak ve Türk parası geçerli olacaktır. Lozan Antlaşması'nda ise Suriye ile Türkiye arasında çizilen sınıra göre Hatay, Türk sınırları dışında kaldı.
1936 yılında Suriye'ye bağımsızlık veren ve Suriye ile Fransa arasında ittifak kuran anlaşmada İskenderun Sancağı hakkında hiçbir hüküm yer almıyordu. Fransa, Suriye'den çekilirken, sancak üzerindeki yetkilerini Suriye'ye terk etmekteydi. Türk hükûmeti durumu kabul etmedi. Cenevre'deki Milletler Cemiyeti toplantısında Fransa ile yapılan görüşmeler netice vermeyince 9 Ekim 1936'da Fransa'ya resmî bir nota vererek Suriye'ye yapıldığı gibi İskenderun Sancağı'na da bağımsızlık verilmesini istedi. Atatürk, 1 Kasım 1936 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisini açış konuşmasında, "... Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük bir mesele, hakiki sahibi öz Türk olan, İskenderun — Antakya ve çevresinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde ciddiyet ve kesinlikle durmaya mecburuz. Daima kendi ile dostluğa çok ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile aramızda, tek ve büyük mesele budur. Bu işin hakikatini bilenler ve hakkı sevenler, alâkamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve tabii görürler," diyordu. Fransız büyükelçisi ile olan bir konuşmasında ise "Hatay benim şahsî davamdır. Şakaya gelmeyeceğini bilmelisiniz," dedi.
27 Ocak 1937'de Cenevre'de toplanan Milletler Cemiyeti, Hatay'ın bağımsızlığını kabul etmiş ve bir seçimle nüfus çoğunluğunun tespit edilmesine karar verdi. Atatürk'ün Hatay'ı silah zoruyla alabileceğini düşünen Fransızlar askerî bir anlaşma yapmayı istediler; bu anlaşma yapıldı. Anlaşma ile Hatay'da tarafsız bir seçim kabul edilerek bunun için de bir kısım asker gücünün Hatay'a girmesine karar verildi. Kurmay Albay, Şükrü Kanatlı komutasındaki Türk birlikleri, Hatay'a girdi. 13 Ağustos'ta seçimler yapıldı ve Meclis çoğunluğunu Türkler kazandı. Böylece bağımsız Hatay Cumhuriyeti 12 Eylül 1938'de kuruldu. Bu cumhuriyet 30 Haziran 1939'da Türkiye'ye katılma kararı aldı.
Trakya Manevraları.
İtalya'da Benito Mussolini'nin, Almanya'da ise Adolf Hitler'in iktidara geldikten sonra saldırgan bir şekilde silahlanmaları ve Avrupa kıtasında yeniden toprak paylaşımı peşinde koşmaları İkinci Dünya Savaşı'nın yaklaşması şeklinde değerlendiriliyordu. Bunu üzerine Atatürk hem silahlı kuvvetleri savaş durumuna hazırlamak hem de olası tehditlere bir gözdağı vermek için 1937 yılında Trakya Manevraları'nı düzenlemeye karar vermiştir. Kırklareli, Tekirdağ ve Edirne illerini kapsayan tatbikata 200 bin asker katılmıştır. Senaryoya göre Meriç boyunca saldıran hayali düşman kuvvetleri Kıyıköy, Vize'den çıkartma yapan birliklerce desteklenmiş ve Türk birliklerine saldırmıştır. Tatbikata Bulgaristan, Fransa, Irak, İngiltere, İran, Romanya, Yunanistan ve Yugoslavya askeri temsilcileri katılmıştır.
Ölümü.
Atatürk'ün sağlık durumu 1937 yılından itibaren bozulmaya başladı. 1938 başlarında kendine siroz teşhisi konuldu. Avrupa'dan doktorlar getirildi. Mehmet Kâmil Berk 15 Ekim 1938 tarihinden onun ölümüne değin hekimliğini yapanlardan biriydi. Kötüleşen sağlığı Türk ve yabancı doktorların tedavilerine sonuç vermedi.
Atatürk 10 Kasım 1938 günü saat 09.05'te İstanbul Dolmabahçe Sarayı'nda öldü. Cenazesi, gerçekleştirilen törenle Ankara'ya uğurlandı ve naaşı, 21 Kasım 1938'de burada yapılan bir törenle Ankara Etnografya Müzesi'ndeki geçici kabrine konuldu. Bundan 15 yıl sonra da 10 Kasım 1953'te kendi için yaptırılan Anıtkabir'deki ebedi istirahatgâhında toprağa verildi. Vasiyetinde mal varlığını Türk Tarih Kurumuna ve Türk Dil Kurumuna bıraktı; Makbule Atadan'ın Çankaya'da oturmasını, Makbule Atadan'a ve manevi kızlarına maaş verilmesini ve İsmet İnönü'nün çocuklarına yükseköğrenimleri için gerekli olan desteğin verilmesini istedi.
Özel hayatı.
Doğum tarihi.
Atatürk'ün kesin doğum tarihi bilinmemektedir. Kendi de bilmiyordu. Miladi takvim 26 Aralık 1925'ten sonra Türkiye'de kullanılmaya başlanmıştır, doğum tarihi konusundaki karışıklık ise Osmanlı döneminde kullanılan iki takvimden doğmuştur. Bu dönemde kullanılan Hicri takvim ve Rumi takvimin ortak noktaları, Atatürk'ün kaydedilen doğum yılı olan 1296'nın yanında hicri veya rumi olduğunun belirtilmemesi, miladi takvimde ay ve yıla bağlı olarak 1880 veya 1881 yılından hangisine denk geldiğinin kesin olarak bulunmasını zor hâle getirmiştir. Faik Reşit Unat araştırmaları sırasında Zübeyde Hanım'ın Selanik'teki komşularını ziyaret etmiş ve bu konuda sorular sormuştur. Aldığı cevaplar çelişmektedir, bazı komşular Atatürk'ün bir ilkbahar gününde doğduğunu söylerken bazı komşular ise kış günü (Ocak veya Şubat) olduğunu iddia etmişlerdir. Atatürk'ün kendi, annesinin ona bir bahar gününde doğduğunu söylediğini, kız kardeşi Makbule Atadan ise annesinin ona Mustafa Kemal'in fırtınalı bir gecede doğduğunu söylediğini ifade etmişlerdir. Enver Behnan Şapolyo Zübeyde Hanım'ın 23 Kânunievvel 1296'da doğduğunu söylediğini belirterek Atatürk'ün 23 Aralık 1880'de doğduğunu öne sürmüş, Şevket Süreyya Aydemir ise bu tarihin 4 Ocak 1881 olduğunu iddia etmiştir. Şişli Atatürk Müzesi'nde gösterimde bulunan Atatürk'ün son nüfus cüzdanının üzerinde doğum tarihi kısmında 1881 görülebilir hâldedir. 1882 doğumlu olan Ali Fuat Cebesoy Şişli'deki evinde kendinin "Rauf Bey'le ben senin ağabeyin sayılırız. Çünkü ikimiz de senden birer yaş büyüğüz." diye konuşmasını kaynak göstererek "1881 tevellütlü" olduğunu yazmıştır. Tarihçi Necdet Sakaoğlu da gün ve ay konusunda Aydemir ile aynı görüşte olmasına karşın ona göre doğduğu yıl 1879, doğum tarihi de 4 Ocak 1879'dur.
Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcı kabul edilen 19 Mayıs tarihinin Atatürk'ün doğum günü olarak kabulü tarihçi Reşit Saffet Atabinen'in bir jestinin sonucudur. Atabinen'in ulusun doğuşu üzerine yaptığı bir jest 19 Mayıs'ın önemini iyi şekilde yansıttığı için Atatürk'ün takdirini kazanmıştır. İzleyen günlerde bir öğretmenin, planladıkları "Gazi Günü" için Atatürk'ün doğum gününü sorması üzerine Atatürk tam tarihi bilmediğini söylemiş ve Gazi Günü için 19 Mayıs'ı önermiştir. Tevfik Rüştü Aras, Atatürk ile yaptıkları günler süren bir araştırmadan sonra doğum tarihi aralığını 10 Mayıs ve 20 Mayıs arasına daralttıklarını söyler. Atatürk bu araştırmadan sonra "Neden 19 Mayıs olmasın?" demiştir. Bu tarih resmî olarak halka ve diplomatik kanallarca diğer ülkelere bildirilmiştir. Ancak bu tarih ilginç bir durum yaratmıştır, 1881 yılının 19 Mayıs günü, Rumi takvimde 1297 yılına denk gelmektedir ancak kaydedilmiş doğum tarihi Rumi 1296 yılıdır. Rumi 1296 yılı 13 Mart 1880 ile 12 Mart 1881 arasında sürmüştür, bu sebeple alternatif olarak Atatürk'ün doğum tarihi 19 Mayıs 1880 olabilir. Bu sebeplerle ne tarih ne de yıl genel kabul görmemiştir. Mustafa Kemal Derneği eski başkanı Muhtar Kumral 13 Mart 1958'deki bir basın konferansında Atatürk'ün doğum tarihini Atatürk'ün kız kardeşi Makbule Atadan'ın sözlerine dayanarak 13 Mart 1881 olarak belirlediklerini söylemiştir. Ancak Miladi 13 Mart 1881, Rumi 1 Mart 1297'ye denktir, Atatürk'ün doğum yılı ise 1296 olarak kayda geçmiştir, bu sebeple geçerlilik iddiası zan altındadır.
Dönemin Birleşik Krallık kralı VIII. Edward, Atatürk'e yollayacağı bir kutlama telinde doğum gününü istemiş, bunun üzerine Hasan Rıza Soyak, bir bahar mevsiminde doğduğunu bilen Atatürk'ün "Bu bir 19 Mayıs günü niçin olmasın?" sözlerini anımsayarak onun doğum gününü 19 Mayıs olarak belirtmiştir.
Nüfus cüzdanı.
27 Mart 1923 tarihinde Ankara Nüfus Müdürlüğünce verilen nüfus cüzdanına göre, Boy: "Orta", Saç: "Sarı", Kaş: "Sarı", Göz: "Mavi", Burun: "Adeta", Ağız: "Adeta", Bıyık: "Sarı, kesik", Sakal: "Tıraş", Çene: "Uzunca", Çehre: "Uzunca", Renk: "Beyaz", Alamet-i farika-i tabiiye: "Tam", İsim ve şöhreti: "Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri", Tarih ve mahall-i veladeti: "Selanik, 1296", Pederinin ismiyle mahall-i ikameti: "Tüccardan müteveffa Ali Rıza Efendi", Validesinin ismiyle mahall-i ikameti: "Müteveffiye Zübeyde Hanımefendi", Sanat ve sıfat ve hizmet ve intihab selahiyeti: "TBMM Reisi ve Başkumandan", Müteehhil ve zevcesi müteaddid olup olmadığı: "Bir zevcesi vardır", Derecat ve sunuf-ı askeriyesi: "Müşir", İkametgâh ise "Hacı Bayram Mahallesi 161/1" idi.
24 Kasım 1934 tarih ve 2587 sayılı ile Gazi'ye, Atatürk soyadının verilmesinden sonra yenilenmiş nüfus cüzdanlarından "993.814-B seri ve 51 sıra numaralı" cüzdanda Adı: "Kemal", Soyadı: "Atatürk"; "993.815-B seri ve 51 sıra numaralı" cüzdanda Adı: "Kamâl", Soyadı: "Atatürk", Meslek ve İçtimai vaziyeti: "Reisicumhur", Medeni hâli: "Evli değildir", nüfus kütüğüne yazılı olduğu yeri ise "Ankara Vilâyeti Çankaya Mahallesi Hane No. 139, Cilt: No. 56 ve Sahile No. 49" olarak yazılmıştır.
Ayrıca Atatürk'ün nüfus kaydı 27 Ocak 1933 tarihinde "Gaziantep Bey Mahallesi" olarak değiştirilmiştir.
Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü'nün websitesinde yapılan sorgulamada, TC kimlik no: "10000000146", kayıtlı olduğu il: "Gaziantep", ilçe: "Şahinbey", mahalle: "Bey", cilt no: "10", aile sıra no: "44", birey sıra no: "1", adı: "Gazi Mustafa Kemal", soyadı: "Atatürk", baba adı: "Ali Rıza Bey", anne adı: "Zübeyde Hanım", doğum yılı: "1881", cinsiyeti: "Erkek" olarak gözükmektedir.
Doğum yeri.
Atatürk; Islahhane Caddesi, Koca Kasım Paşa Mahallesi, Selanik, Osmanlı Devleti'nde (Bugünkü Apostolu Pavlu Caddesi No: 75, Aya Dimitriya Mahallesi, Selanik, Yunanistan) bugün müze olan 3 katlı, 3 odalı ve pembe boyalı evde doğdu. Şerafettin Turan'ın kitabında "Ahmet Subaşı ya da Hatuniye Koca Kasımpaşa Semti" olarak geçmektedir.
Atatürk'ün üvey kız kardeşi Ruhiye Hanım'ın torunu Ferhat Babür, Atatürk'ün doğduğu ev olarak bilinen evin gerçekte Atatürk'ün doğduğu ev olmadığını; bu evin, Zübeyde Hanım'ın ikinci kocası, yani Atatürk'ün üvey babası Ragıp Bey'in evi olduğunu öne sürer.
İlgi alanları.
Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi severdi. Tavla ve bilardo oynamak hoşuna giderdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine ilgi duyuyordu. Sakarya adını verdiği atına ve köpeği Foks'a çok değer verirdi. Bir yaveri zengin bir kitaplık oluşturan Atatürk'ü boş zamanlarında elinden tarihle ilgili kitapları düşürmeyen biri olarak anlatır. Başka meselelerle ilgilenmek yerine gereğinden fazla tarihi kitap okuyor olmasına bozulan bir politikacının ona "Kitap okuyarak mı Samsun'a çıktın?" demesi üzerine Atatürk şu yanıtı verir: "Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım." Çankaya Köşkü'nde sık sık devlet adamlarının, sanatçıların, bilim adamlarının, dostların davet edildiği, ülke sorunlarının da konuşulduğu akşam yemekleri verilirdi. Temiz ve düzenli giyinmeye önem verirdi. Doğayı çok severdi. Sıkça Orman Çiftliği'ne gider, modern tarıma geçiş amacıyla yürütülen çalışmalara bizzat katılırdı. İleri derecede Fransızca ve yeterli derecede Almanca biliyordu.
Afet İnan; öğretmeni olan İsviçreli antropolog Profesör Eugène Pittard'ın, kendine doktora tezi olarak verdiği "Türk Milletinin Özellikleri" konusunda Atatürk'ten yardım istedi. Atatürk; Afet İnan'ın önce kendi görüşlerini yazmasını ve fikirlerini daha sonra belirteceğini söyledi. Afet İnan'ın uzun çalışmasına karşılık, Atatürk kurşun kalemle, iki küçük not kâğıdı üzerine kendi tanımını yaptı.
1939'da dönemin antropoloji alanında en saygın akademik yayın organlarından "Revue anthropologique"de Pittard'ın Atatürk hakkındaki uzun bir makalesi çıktı. Derginin bu sayısı böylece Atatürk'ün anısına ayrılmış ve makale kapakta yer etmişti. Fransızca yazının başlığı "Antropolojiyi ve Tarihöncesini Canlandıran Devlet Adamı: Kemal Atatürk" idi. Bu makale Eugene Pittard'ın yıllarca Türkiye'de gözlemlediği bilimin evrimi ve Atatürk'ün bilime olan derin tutkusu üzerineydi. Atatürk Hitit uygarlığı hakkındaki kazıların tutkulu bir takipçisiydi. Eugene Pittard, Atatürk'ün direktifleri ile Anadolu'nun birçok yerinde kazılara başlandığını ve çok önemli bulgular ortaya konulduğunu kaydediyordu. Tarihçi İlber Ortaylı'ya göre her ne kadar zaman zaman Mustafa Necati gibi eğitimci kimseler çıksa da millî eğitim konusuyla CHP'de ilgilenen tek kişi Mustafa Kemal idi.
Atatürk giyim kuşama son derece önem verir, modaya ilgi duyardı. Giysilerinin, gömleklerinin modellerini kendi çizerdi.
Atatürk, gençlik dönemlerinde sanata ilgi duymuş, idâdi dönemlerinde "Hakikat" adlı bir şiir yazmıştır.
Şahsi ilişkileri.
Ali Rıza Bey ve Zübeyde Hanım'ın Fatma (1872-1875), Ahmet (1874-1883), Ömer (1875-1883), Mustafa (Kemal Atatürk) (1881-1938), Makbule (Boysan, Atadan) (1885-1956) ve Naciye (1889-1901) adında altı çocukları oldu. Fatma dört, Ahmet dokuz, Ömer sekiz yaşlarında iken o senelerde salgın olan difteri, o zamanki adıyla kuşpalazı hastalığından öldüler. En küçük kardeş Naciye, Mustafa Kemal'in Harp Okulu'nu bitirdiği sene, on iki yaşındayken verem hastalığına yakalanıp öldü. Makbule Hanım 1956 yılına kadar yaşadı.
Makbule Atadan ve Salih Bozok'a göre, küçük Mustafa 12 yaşındayken Binbaşı Rüknettin'in 8 yaşındaki kızı Müjgân'a âşık olmuştur. Makbule Atadan'a göre ikinci aşkı Hatice olmuş ve Hatice'nin annesi müdahale ederek ilişkisini kesmiştir. Ardından Selanik Askeri komutanı Şevki Paşa'nın 12 yaşındaki kızı Emine (Emine Arık)'ye matematik dersi verirken âşık olmuştur. Bunun dışında Selanik'teyken Rum asıllı tüccar Eftim Karinte'nin kızı Eleni Kriyas'a âşık olduğu söylendiyse de kanıtlanmamıştır.
Mustafa Kemal genç bir asker olarak Çanakkale Savaşı'ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun son padişahı Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan'a üçüncü taraflar aracılığı ile evlenme teklifinde bulundu. Sabiha Sultan, Mustafa Kemal Paşa'nın evlilik talebinden yakın dostlarına sonraki senelerde bahsederken hadiseyi doğrulayarak amcası Abdülmecid Efendi'nin oğlu şehzade Ömer Faruk Efendi'ye âşık olduğu için izdivaç teklifini geri çevirdiğini açıkladı. Sabiha Sultan o günlerden 40 yıl sonra, Türkiye Cumhuriyeti başbakanlığı yapan ve ortanca kızı Hanzade Sultan'ın dünürü olan Suat Hayri Ürgüplü'ye yazdırdığı hatıratta şu ifadeleri kullandı: "Evet, istemiş. Benimle konuşmuş değildir ama ben çekindim ve istemedim. Zira, önümde hiç de iyi örnek olmayan Enver Paşa ile Naciye Sultan'ın hayatı vardı. Sonra, tanınmış bir kumandanla aile hayatı kurabileceğime inancım yoktu."
Millî Mücadele döneminde Ankara İstasyon Binası'nda ve eski Çankaya Köşkü'nde Zübeyde Hanım'ın ikinci eşi Ragıp Bey'in yeğeni Fikriye Hanım ile birlikte yaşıyordu. Verem hastası olan Fikriye Hanım tedavi olması için Almanya'ya gittikten sonra 29 Ocak 1923'te İzmir'in sayılı zenginlerinden Uşakizade Muammer Bey'in kızı Latife Hanım ile evlendi.
Mustafa Kemal'e âşık olan Fikriye Hanım, onun Latife Hanım'la evliliğini öğrenince Türkiye'ye geri dönmüştür ve ilk işi köşke gitmek olmuştur. Ancak Latife Hanım onun geldiğini görünce Atatürk'e haber vermeden yavere emir verir ve onu köşkten yaka paça attırır. Bunun üzerine Fikriye Hanım'ın Çankaya Köşkü'nde tabanca ile intihar ettiği söylenir. 1924'te yapılan Sonbahar Seyahati sırasında Latife Hanım'la kavga eden Mustafa Kemal Paşa Erzurum'dan İsmet Paşa'ya telgraf çekerek boşanacağını bildirdi. Ancak az sonra yaverleri Salih Bey (Bozok) ve Kılıç Ali Bey'in aracılığıyla boşanmasından vazgeçti. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü.
Atatürk'ün manevi evlatları Abdurrahim Tuncak, Afife, Zehra Aylin, Rukiye Erkin, Nebile İrdelp, Sabiha Gökçen, Afet İnan, Sığırtmaç Mustafa ve Ülkü Adatepe'dir.
1916 yılında Bitlis Rus işgalinden kurtarıldığı yıllarda 16. Kolordu Komutanı Mirliva (Tuğgeneral) Mustafa Kemal Paşa, savaşta bütün aile fertlerini kaybeden ve kimsesi kalmayan Abdurrahim'i evlatlık edindi. Abdurrahim bakılması için İstanbul'a annesi Zübeyde Hanım ve kız kardeşi Makbule'nin yanına gönderildi. Zehra Aylin veya Zehra Mehmet; (Amasyalı Mehmet'in kızı), 1936 yılında Londra'dan ekspres treniyle Paris'e yolculuk ederken Amiens yakınlarında trenden düşerek öldü. Sabiha Gökçen ise ilk Türk kadın pilot ve dünyanın ilk kadın savaş pilotu oldu.
Dinî inancı.
Atatürk'ün dinî inancı tartışmalı bir konudur. Kimi araştırmacılar onun dine ilişkin söylemlerinin dönemsel olduğunu vurgulamakta ve bu konuyla alakalı olumlu görüşlerinin 1920'lerin başlarıyla kısıtlı olduğunu belirtmektedirler. Atatürk'ün dinî inancı hakkında farklı kaynaklar, farklı çıkarımlarda bulunmuştur. Bazı kaynaklar Müslüman olduğunu iddia ederken, diğer kaynaklar deist veya ateist olduğunu iddia etmektedir.
Bir sözünde dini "lüzumlu bir müessese" olarak gördüğünü ifade eden Atatürk, başka sözlerinde de İslam için "bizim dinimiz" ve "büyük dinimiz" gibi ifadeler kullanmıştır. Ayrıca Kur'an için "şanı büyük" ve "en eksiksiz kitap", Muhammed için "peygamberimiz efendimiz hazretleri" ve "Allah'ın birinci ve en büyük kulu" demiştir. 1922 ve 1923'te yaptığı iki konuşmada "Allah birdir, büyüktür." demiştir.
Atatürk'ün, dini "lüzumlu bir müessese" olarak gördüğünü belirttiğine ilişkin sözüne karşın "dini olanların fakir kalmaya mahkûm oldukları" ve bu nedenle "öncelikle din anlayışını kaldırmak" gerektiğine inandığına ilişkin görüşleri için de kaynaklar mevcuttur. Kâzım Karabekir'in belirttiğine göre, Atatürk ona din ile ilgili olarak dini olanların kazanamayacağını ve fakir kalmaya mahkûm olduklarını söyleyip netice olarak önce din anlayışını kaldırmak gerektiğini söylemiş ve bu sebeple Kur'an'ın anlaşılarak okunmasına önem verip Türkçeye çevrilmesini emretmiştir. Ayrıca İslam'a ilişkin olumsuz sözleri de bulunmaktadır. Karabekir'in anlattığı üzere, Atatürk Balıkesir'de hutbe okumasına karşın daha sonra Kur'an ve Muhammed ile ilgili olumsuz sözler etmiştir.
Kaynaklar, Atatürk'ün din konusunda şüpheci ve özgür düşünen biri olduğuna işaret ediyor. 1933'te ABD büyükelçisi Charles H. Sherrill onunla röportaj yaptı. Röportajda; dininin sadece Kâinat'ın Mucidi ve Hâkimi tek Tanrı'ya inanmak olduğunu, insanlığın böyle bir Tanrı'ya inanmaya ihtiyacı olduğunu ve dualarla bu Tanrı'ya seslenmenin iyi olduğunu söyledi. Atatürk'e göre Türk halkı İslam'ın gerçekte ne olduğunu bilmiyor ve Kur'an'ı okumuyor. İnsanlar anlamadıkları Arapça cümlelerden etkilenirler ve âdetleri gereği camilere giderler. Türkler Kur'an'ı okuyup üzerinde düşündüklerinde İslam'ı terk edecekler.
Öte yandan Atatürk 21 Aralık 1937'de Hatay sorunuyla ilgili konuştuğu sırada, Suriye Başbakanı Cemil Merdam Bey'e "hepimiz Müslümanız" demiştir:
Mason olduğu iddiası.
Bazı ansiklopedilerde Atatürk'ün mason olduğu iddia edilir. Tarihçi ve Atatürk biyografisi yazarı Andrew Mango'ya göre üyeliği tam olarak kanıtlanamasa da 1907-1909 yılları arası en azından muhtemeldir. H. C. Armstrong "Grey Wolf: Mustafa Kemal" adlı kitabında, Atatürk'ün, toplantılarının gizliliğini korumak amacıyla muhalif İttihat ve Terakki siyasi örgütlenmesinin basamak olarak kullandığı Vedata Locası'nda bir birader olarak inisiye olduğunu ancak kendini hoşlanmadığı bir atmosferde bulduğunu ve masonların ritüelleriyle alay ettiğini belirtir.
Mahmut Esat Bozkurt, 1932 yılında "Akşam"da yayımlanan bir yazıda Atatürk'ün hayatı boyunca Farmason olmadığını belirtir. Yine Atatürk, Masonlardan gelen bir teklife karşılık "Ben bu cemiyete girmem!" diyerek karşı çıkmıştır.
Hatırası.
Atatürk'ün günümüz kültürüne sinema, televizyon, müzik ve şiir gibi alanlarda etkileri olmuştur. Türkiye genelinde anısının yaşatılması için kimi yapılara, adreslere ve kurumlara kendinin ismi ve unvanlarını içeren isimler verilmiştir. Bunlardan bazıları; Atatürk Havalimanı, Atatürk Olimpiyat Stadyumu, Atatürk Barajı, Atatürk Köprüsü, Atatürk Orman Çiftliği, Atatürk Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, İzmir Atatürk Lisesi, Mustafa Kemal Üniversitesi şeklindedir. Bunun yanı sıra Atatürk'ün Samsun'a çıkışına ithafen Ondokuz Mayıs Üniversitesi ve 100. doğum yıl dönümüne ithafen Yüzüncü Yıl Üniversitesi gibi hatırlatıcı isimler de kullanılmıştır.
Türkiye'nin her il ve ilçe merkezinde Atatürk anıtları ve resmî kurumlarının girişinde Atatürk heykeli, büstü veya maskı vardır. Bunun yanı sıra bütün resmî makam odalarında ve birçok resmî çalışma ofisinde Atatürk büstü, maskı, portreleri veya fotoğrafları, takvimleri, kalemlikleri vb. süs eşyaları vardır. Ayrıca Türkiye'de Atatürk rozeti, Atatürk imzası bulunan etiket, kravat iğnesi, yüzüğü vb. Atatürk temalı süs eşyası taşıyan birçok vatandaş görmek mümkündür. 31 Temmuz 1951 tarihinde Demokrat Parti hükûmeti döneminde yürürlüğe giren ve kamuoyunda Atatürk'ü Koruma Kanunu olarak anılan Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun ile Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret etmek ve Atatürk'ü temsil eden heykel, büst, abide vb. objeleri tahrip etmek veya kirletmek suç sayılmıştır. Bu kanun aynı zamanda ifade özgürlüğü konusunda eleştirilere de maruz kalmıştır.
Türkiye'deki bütün resmî ve özel okullarda bir Atatürk köşesi bulundurulması zorunludur. Ayrıca ilköğretim ve lise kitaplarının başında ve her sınıfta da Atatürk portresi bulunmalıdır. Bunun yanı sıra örgün eğitimin bütün aşamasında Atatürk sevgisi ve inkılapları ayrı bir ders olarak ya da bazı derslerin bir bölümü olarak işlenir.
19 Mayıs tarihi Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Türkiye'nin yurt dışı temsilciliklerinde Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı olarak her yıl kutlanan bir millî bayramdır. Atatürk'ün ölüm yıl dönümü olan 10 Kasım tarihinde ölüm saati olan sabah 09.05'te Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye'nin yurt dışı temsilciliklerinde bir dakika boyunca halkın büyük bölümü saygı duruşunda bulunur, araçlar durur ve kesintisiz korna çalarlar.
Artvin yöresine ait olan 1936 yılında Atatürk'ün karşısında oynanan halk oyunu Artvin barı, Atatürk'ün çok beğenmesi üzerine atabarı olarak yeniden adlandırılmıştır.
Cumhuriyet dönemindeki ilk kâğıt paralar Türkiye'nin kendi merkez bankası henüz olmadığından 1927'de İngiltere'de basılmıştır. Bu yılda basılan 1, 5 ve 10 lirada Atatürk'ün portresi filigranda gözükmekteydi. Diğer paralarda ise Atatürk hem filigranda hem de ön yüzdeki portre yerleştirmeye uygun alanda gözükmektedir. 1937'de tedavüle giren ilk Latin harfli paraların hepsinde ise Atatürk portreleri bulunmaktaydı.
1925'te çıkarılan yasa gereği mevcut reis-i cumhur portreleri paralarda yer alıyordu. Atatürk'ün ölümünden sonra paralarda yer alan portreler yeni reis-i cumhur İsmet İnönü'nün portreleri ile değiştirildi. İnönü'nün bu icraatı bazı kesimler tarafından Atatürk'e saygısızlık olarak yorumlandı.
1952 yılında yürürlüğe giren 5. emisyon banknotlarında yaşayan kişilerin paraya portrelerinin basılması durdurulmuş ve tekrar bütün Türk paralarının ön yüzüne Atatürk portresi basılmaya başlanmıştır. Bunun yanı sıra Cumhuriyet altınlarının ön yüzünde Atatürk kabartması bulunur.
Dünyanın çeşitli ülkelerinde Atatürk anısına anıtlar dikilmiştir. Avustralya'nın başkenti Canberra'da, Guatemala'nın aynı adı taşıyan başkentinde, Meksika'nın başkenti Meksiko'da, Venezuela'nın başkenti Caracas'ta, Küba'nın başkenti Havana'da, Şili'nin başkenti Santiago'da, Romanya'nın başkenti Bükreş'te, Kazakistan'ın başkenti Astana'da, Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de, Kuzey Makedonya'nın batısındaki Merkez Jupa köyünde, Japonya'nın Kuşimoto kasabasında ve İsrail'de Osmanlılardan kalma bir tren istasyonunun bulunduğu Beerşeba'da bu anıtlardan bazıları görülebilmektedir. Atatürk'ün adının verildiği meydan, bulvar, cadde ve yolların birkaçı Tunus'un aynı adı taşıyan başkentinde, Pakistan'ın başkenti İslamabad'da, Bangladeş'in başkenti Dakka'da, Hindistan'ın başkenti Yeni Delhi'de, Özbekistan'ın başkenti Taşkent'te, Belçika'nın Visé şehrinde ve Dominik Cumhuriyeti'nin başkenti Santo Domingo'dadır.
Radikal seküler reformlarına rağmen, Atatürk İslam dünyasında geniş çapta popülerliğini sürdürdü. Hristiyan güçlerin işgaline karşı yeni, tamamen bağımsız bir Müslüman ülkenin kurucusu olduğu ve Batı emperyalizmine karşı mücadelede galip geldiği için hatırlanıyor. Öldüğünde, Tüm Hindistan Müslüman Birliği onu "İslam dünyasında gerçekten büyük bir kişilik, büyük bir general ve büyük bir devlet adamı" olarak övdü, hatırasının "tüm dünyadaki Müslümanlara cesaret, azim ve mertlik ile ilham vereceğini" açıkladı.
Atatürk'ün hayranları, onun I. Dünya Savaşı'ndaki düşmanı Britanyalı devlet adamı Winston Churchill ve II. Dünya Savaşı'nda Türkiye ile ittifak aramış Alman nasyonal sosyalist diktatör Adolf Hitler'den Amerika Birleşik Devletleri başkanları Franklin D. Roosevelt ve John F. Kennedy'ye kadar geniş bir yelpazeyi oluşturur. Hitler, Atatürk için "Mussolini onun ilk, ben ikinci öğrencisiydim" dedi. 4 Mayıs 1941'de Reichstag'taki nutkunda onu "genç Türkiye'nin kurucusu olan büyük ve zeki lider" olarak tanımladı. Weimar Cumhuriyeti'nde Alman medyası, Anadolu'daki savaşı geniş bir şekilde ele aldı. Stefan Ihrig, Türk Kurtuluş Savaşı'nın Birahane Darbesi üzerinde İtalyan faşist diktatör Mussolini'nin Roma'ya Yürüyüşü'nden daha kesin bir etkisi olduğunu savunuyor. Adolf Hitler de dahil olmak üzere Almanlar, tıpkı Sevr Antlaşması geçersiz kılındığı gibi Versay Antlaşması'nı geçersiz kılmak istedi. Bu nedenle Hitler, Atatürk'ü "karanlıkta parlayan yıldız" olarak adlandırdı. Mussolini, iktidarı ele geçirme girişiminde bulunduğunda kendini "Milanolu Mustafa Kemal" olarak adlandırdı. Türk liderin bir diğer hayranı, haftalık "La Conquista del Estado" gazetesinde bir sayfanın tamamını hem Türk devrimine hem de Atatürk'e ayıran falanjist lider Ramiro Ledesma Ramos'tu. İspanyol faşizminin ana teorisyenlerinden Ledesma, Atatürk'ü zamanının başlıca milliyetçi devrimcilerinden biri olarak gördü.
Anadolu Hareketi'ne muhalefet etmiş ve İtilaf Devletleri'yle iş birliği yapmış gazeteci Ali Kemal, Atatürk'ü "çete reisi, haydut" olarak niteledi, Britanyalı devlet adamı Lord Balfour ise Atatürk için "tüm korkunç Türklerin en korkuncu" ("most terrible of all the terrible Turks") yorumunda bulundu. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra ülkenin geleceği için yaşanan iç siyasal mücadelede General Kâzım Karabekir ve entelektüel Halide Edib Adıvar gibi kimseler Atatürk ile yollarını ayırarak onun radikal reform programını ve otoriter liderliğini eleştirdi. Tekkeleri kapatılmış tarikat şeyhleri ve genel olarak din adamlarından bazıları, Said Nursî dahil, onu Deccal ile kıyasladı.
İlk baskısı 1932 yılında yapılan ve Atatürk'ün sağlığında yayımlanan ilk biyografisi olan "Grey Wolf"un son sözünde H. C. Armstrong şunları yazdı: "O, steplerde yaşayan Tatarların bir geri dönüşü, bir anakronizm, ilkel ve vahşi güce sahip biri, dünyaya gelmesi gerektiği çağdan çok geç doğmuş bir liderdir. Tüm Orta Asya'nın göçü sırasında doğmuş olsaydı, Bozkurt sancağı altında ve bir Bozkurt'un yüreği ve içgüdüleriyle Süleyman Şah'ın yanında at koşturuyor olurdu. Askerî dehâsı ile duyguların, bağlılık ve ahlâkî değerlerin zayıflatamadığı acımasız kararlarıyla; ülkeleri fetheden, kentleri yakıp yıkan ve seferleri arasındaki barış dönemlerini zevk ve safâ âlemleriyle dolduran, vahşî akıncıların başında bir Timurlenk veya Cengiz Han olabilirdi."
Atatürk sömürgeci güçlerin egemenliğinde kalmış üçüncü dünya ülkelerinde çeşitli liderlerce bağımsızlığın öncüsü olarak saygı gördü ve rol model alındı. İranlı çağdaşı Rıza Şah Pehlevi, Hindistan Başbakanı Cevahirlal Nehru, Tunus Cumhurbaşkanı Habib Burgiba ve Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat bunlardan birkaçıydı. Pakistanlı şair ve filozof Muhammed İkbal ve Bangladeş'in ulusal şairi Kadı Nazrul İslam Atatürk'ün onuruna şiirler yazdı. 1935 yılında İstanbul'da düzenlenen Uluslararası Kadınlar Birliği Kongresi'ne katılan Mısırlı milliyetçi-feminist lider Hüda Şaravi, Atatürk'e şunları söyledi: "Türkler size Atatürk yani Türklerin babası ismini verdiler. Ben ise size 'Ataşark' yani 'Şarkın Babası' demek istiyorum."
Birleşmiş Milletler'in UNESCO örgütü, "olağanüstü bir reformcu olduğunu göz önünde tutarak, özellikle sömürgecilik ve emperyalizme karşı en önce açılan savaşların ilk liderlerinden biri olduğunu kabul ederek, dünya ulusları arasında karşılıklı anlayışın, sürekli barışın kurulması için çalışmalarının olağanüstü bir örnek olduğunu ve tüm yaşamı boyunca insanlar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrımını gözetmeden, bir uyum ve iş birliği çağının doğacağına olan inancını anımsatarak, eylemlerini her zaman barış, uluslararası anlayış ve insan haklarına saygı yönünden yapmış" Atatürk'ü, 100. doğum yılı olan 1981'i tüm ülkelerin oy birliğiyle "Atatürk Yılı" olarak kabul ederek onurlandırdı. 12 Eylül Darbesi ile yönetime gelen Millî Güvenlik Konseyi de çıkardığı kanunla 1981 yılını Atatürk Yılı kabul ve ilan etti. Atatürk Yılı, 5 Ocak 1981 günü kutlamalara açıldı. 5 Ocak 1981 günü saat 08.45'te Anıtkabir'de saygı duruşunda bulunulduktan sonra saat 11.00'de Türkiye Büyük Millet Meclisinde tören başladı. Törende eski cumhurbaşkanları Celâl Bayar, Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk de yer aldı. Kenan Evren'in yaptığı uzun bir konuşmayla Atatürk Yılı kutlamalara açıldı. Yıl boyunca yapılan etkinliklerle Atatürk'ün doğumunun yüzüncü yılı kutlandı. Yeni Atatürk anıtları, Atatürk'ün adının verildiği kültür merkezleri ve tatbikatlar yapıldı. Birinci ve ikinci meclis binaları müze olarak faaliyet göstermeye başladı. Atatürk ile ilgili kitap ve belgeler Millî Kütüphane'de toplanırken il ve ilçelere de Atatürk kitaplıkları kuruldu. Atatürk'ün kaldığı evler restore edilerek müze hâline getirildi. "Atatürk 100 Yaşında" sloganı ile 73 adet ilkokul yapıldı. Bu dönemde imam hatip açılmadı. Atatürk'ün çeşitli illere yaptığı ilk ziyaretlerin yıl dönümlerinde kutlamalar gerçekleşti. Ülkenin tanınmış sanatçılarına 100. yılı simgeleyen plaketler verildi. Ünlü ressamlardan ısmarlanan Atatürk ve Atatürk Devrimleri konulu resimler, düzenlenen sergilerde ziyarete açıldı. Tanınmış müzisyenlere Atatürk hakkında marşlar besteletildi. TRT, Atatürk'ün görüşlerini yansıtan programlara yer verdi. Ülkedeki okur yazar oranının artırılması için seferberlik başlatıldı. Ağaçlandırma çalışmaları yapıldı. Açılan birçok kurum ve kuruluş "Yüzüncü Yıl" adını aldı. 23 Nisan'daki bayramın adı "Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" olarak değiştirildi. 19 Mayıs'taki Gençlik ve Spor Bayramı'nın adı "Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı" olarak değiştirildi ve 19 Mayıs 1981 günü stadyumlarda coşkulu şekilde kutlandı. Atatürk'ün başöğretmen olduğu 24 Kasım günü "Öğretmenler Günü" olarak kutlandı. Üniversitelere zorunlu "Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi" dersi getirildi. Kara Harp Okulu ve diğer askerî okullar için üç ciltlik "Atatürkçülük - Atatürk'ün Görüş ve Direktifleri" adlı kitap bastırıldı ve öğrencilere dağıtıldı.
Yapıtları.
Atatürk'ün ayrıca, 1915-1918 yılları arasında Anafartalar, Doğu Cephesi ve Karlsbad'daki hatıralarını yazdığı günlükleri de bulunmaktadır. Bunlardan "Anafartalar Muharebatı'na Ait Tarihçe", Türk Tarih Kurumu tarafından kitap olarak yayımlanmıştır. 1908-1938 yılları arasında Atatürk'ün imza attığı, yazdığı, söylediği kişisel notları dâhil her şeyin toplandığı "Atatürk'ün Bütün Eserleri" adlı bir ansiklopedi de Kaynak Yayınları tarafından hazırlanmaktadır.
Atatürk'ün başarılarının ve kaleme aldığı eserlerin en önemli dayanaklarından biri de kitap okuma tutkusudur. Örneğin, sonraları dünya barışı ve insan hakları konularında önderler arasında yer alacak bir kimse olan H. G. Wells, 1921 yılında İngilizce olarak 1208 sayfalık "İnsanlık Tarihi" adlı bir kitap yayımlar. Bu kitap Atatürk tarafından kısa sürede okunur, değerlendirilir ve Türkiye'de yayımlandıktan sonra "Nutuk"ta yer alır. Yine 1756 yılında toplam 5 cilt olarak Fransızca basılan "Hunlar, Türkler ve Moğollar" kitabı da onun okuduğu kitaplar arasındadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=691",
"len_data": 151212,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.73
}
|
Dr. Ing. h.c. F. Porsche AG, kısaca "Porsche AG" veya sadece "Porsche" (okunuşu: "Porşe") 1947 yılında Ferdinand Porsche'nın oğlu Ferry Porsche tarafından Stuttgart'ta kurulmuş olan spor araba firmasıdır.
İlk modelleri 1948 yılında çıkan Porsche 356'dır. Ferdinand Porsche 356 tasarımını yaparken oğluna yardım etmiş ve 1951 yılında ölmüştür.
1963 yılında araba yarışlarında müthiş başarılar elde edecek Porsche 911'i piyasaya sunarlar. 6 silindirli, arkadan motorlu bir spor arabasıdır ve rallilerde de büyük başarılar kazanır.
Bu süre içerisinde Volkswagen ile yakınlaşılır. Şirketin %30,9'u Volkswagen'e aittir. Birçok projede ortaklaşa çalışmalarda bulunurlar. (1969 VW-Porsche 914, 1976 Porsche 924 (Audi bazı parçaları kullanmıştır) ve 2002 Porsche Cayenne (motoru da başta olmak üzere birçok teknik aksamı ve ergonomik çizgileri Volkswagen Touareg'de kullanılmıştır). 2003 yılında Ferdinand Porsche'nin torunu, Ferdinand Piech Volkswagen'in CEO'su olarak bu iki şirketin "ailesel" anlamda birleşmesini sağlamıştır. Porsche, 1950-1963 yılları arasında Porsche Traktör adıyla traktör, 1987-1989 yılları arasında uçak motorları üretmiştir.
Porsche LeMans'ı 16 kez kazanmış, Formula 1'de McLaren'in motorunu yaratmış, Paris Dakar Rallisi'nin de zirvedeki isimlerinden biri olmuştur.
Volkswagen AG, Porsche'nin %52,2 hissesini satın almıştır.
Seat, Daewoo ve Subaru başta olmak üzere birçok otomotiv firması danışman olarak Porsche firmasıyla anlaşma yapmışlardır.
Modelleri.
Hâlen üretilmekte olan modeller.
Üretimden Kaldırılmış Modeller
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=697",
"len_data": 1541,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 2.86
}
|
Ferrari S.p.A., merkezi ve kuruluş yeri İtalya'nın Modena şehrinin yakınındaki Maranello'da olan İtalyan bir lüks spor otomobili, coupe, süperspor otomobil, spor otomobil üreticisidir. 1929'da Alfa Romeo'nun yarış takımı olarak kurulmuş, 1947'de pist dışına da yasal olarak uygun otomobil üretimine başlamıştır.
Ferrari'nin hikâyesi, Enzo Ferrari'nin yaşam hikâyesi olarak kabul edilir. Ferrari üzerine yayınlanan hemen hemen tüm belgeseller ve tanıtımlarda Enzo Ferrari'nin yaşam hikâyesi anlatılır.
Tarihçe.
Enzo Ferrari.
Enzo Ferrari, Modena şehrinde 1898 yılında dünyaya geldi. I. Dünya Savaşı'nda babasını ve kardeşlerini kaybettikten sonra 1916 yılında, henüz 18 yaşındayken yalnız kaldı. Yarışçılık kariyeri de bu dönemlerde başladı.
1920 yılında Alfa Romeo'nun yarış pilotlarından biri oldu, ismi de bu dönemde bir efsane misali kulaktan kulağa yayıldı. Onun da öncülüğünde Alfa Romeo araba yarışçılığının bir numaralı ismi oldu. Enzo Ferrari'nin hız tutkusu ve daha önce hiç kimsenin ulaşamadığı hızlarda virajları dönebilme kabiliyetinin yanı sıra arabasının ergonomisinden motor aksamına her şeyiyle ilgilenmesi, onu araba yarışları tarihinin ölümsüzleri arasına soktu.
1929 yılında Scuderia Ferrari'yi Alfa Romeo'nun yarış takımı olarak kurdu. 1932'ye kadar yarışmaya devam etti; ancak oğlu Dino Ferrari'nin doğumuyla yarışlardan ayrılarak, otomobil fabrikasının işlerine geçti. Bu dönemde araba motorlarının güçsüzlüğü ve hafif spor arabaların gelişmesi üzerine çalışmalara başladı.
Kontrolündeki yarış takımı katıldığı tüm yarışları kazandı, sadece 1935'te Mercedes'e geçildi. 1935'te Mercedes'in bu yarışı kazanmasında Castrol'un deterjan bazlı motor temizleyicisi büyük rol oynadı. Bu motor temizleyicisi, Mercedes'in motorunu Alfa Romeo'dan daha üstün performanslı ve istikrarlı kılmıştı. Ertesi yıl Castrol ürünlerini Alfa Romeo da kullanmaya başladı; günümüzde de hâlâ Castrol motor bakımı ürünleri sunmaktadır.
Enzo Ferrari'nin yarış otomobillerini yaratma becerisi onu Alfa Romeo'nun sportif direktörü yaptı. Ancak Enzo Ferrari'nin detaylarına bakmadan imzaladığı direktörlük kontratında, ayrılması durumunda 4 yıl başka bir yarış takımında çalışamayacağı ve tasarım yapmasının yasak olduğu kuralı vardı. Böylece kendi yarattığı, o güne kadar eşi benzeri görülmemiş otomobil ergonomisini geliştirmesine de izin verilmedi.
Direktörlükten ayrılmasıyla Auto-Avio Costruzioni'yi kurdu. Bu şirket bazı yarış takımlarına parçalar satıyordu. Doğduğu şehir Modena'da küçük bir araba üretimi atolyesi kurdu ve burada sadece kendinin kullanması için bir araba yapmaya çalıştı. Ancak II. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla İtalya zor günler geçirmekteydi. Modena'nın bombalanmasıyla, tasarımına yeni başladığı arabayı da bitiremeden Maranello'ya taşınmak zorunda kaldı. Yıllar sonra Ferrari Modena 360, Enzo Ferrari'nin kütüphanesinde kalan basit bir ön tasarımı baz alarak Pininfarina tarafından yapılacaktır.
Ferrari'nin kuruluşu ve maddi sorunlar.
Maranello'ya kaçışı sonrasında, burada tekrar bir atolye kuran Enzo Ferrari, 1946'da dünya otomotiv tarihin en çok "düşlere giren" ismi Ferrari'yi kurdu.
Ferrari 1951 yılında İngiltere Grand Prix'sinin yanı sıra Le Mans'da da 14 zafer kazandı. 1960 ve 1965 yılları arasında 6 yıl üst üste Le Mans'ı kazanması da Ferrari'yi otomobil yarışçılığının en büyük ismi yaptı. Ancak gelişen dünya ekonomisi sürecinde profesyonelce işleyen şirketlerin hızına erişemedi.
Maddi olarak büyük sorunlar yaşayan Ferrari'nin yaşadığı bu sorun hâlen günümüzde profesyonelce işlemeyen şirketlerin hazin sonunu simgelemektedir. Genelgeçer bir görüş olarak, profesyonel bir şirketin bir bankadan borç almaya çalışması gerekirken Enzo Ferrari şirketi ayakta tutabilmek için İtalyan Mafyası'ndan borç aldı.
Dino Ferrari'nin ölümü.
İtalyan Mafyası'na borcunu geri ödeyemeyen Enzo Ferrari'nin oğlu Dino Ferrari, yaygın kanıya göre (filmlerde ve belgesellerde anlatıldığı üzere) İtalyan Mafyası tarafından zehirlenerek öldürüldü. Bu konudaki bir başka görüşe göre, mahkeme tutanakları "kas gelişememezliği" hastalığından öldüğünü yazar. O dönemde İtalyan medyası bunu Dino Ferrari'nin uyuşturucu kullanmasıyla da ilgili olduğunu sunmuştur; ancak Dino Ferrari'nin 24 yaşında vefat etmesine rağmen arabalar üzerine müthiş bir bilgisi olması, Formula 2 arabaları için V6 motorunu daha 23 yaşındayken düşünüp, Vittorio Jano'ya da ertesi yıl ölmeden önce teknik düşüncelerini iletmiş olması onun son günlerinde bile oldukça zinde olduğunu gösterir.
1956'da Enzo Ferrari hukuksal anlamda bu olayın üzerine fazla gidemedi, zira bu dönemde gerek İtalya, gerek Amerika'daki illegal yaşam ve mahkemeler; Sicilya'daki aileler tarafından yönetilmekteydi.
Oğlunun ölümü üzerine Enzo Ferrari, "Ferrari Dino" serisini yarattı. Ancak bu arabaya Ferrari logosu konulmasına şiddetle karşı çıktı. Bu nedenlede araca "Dino" yazan bir logo konuldu. Bu tasarım Ford'un yarattığı en hızlı ve yarışlardaki en başarılı arabası Ford GT40'a da ilham kaynağı olacaktı.
Ferrari'nin Fiat'a satılması.
Ford Ferrari'yi satın almak üzere 1963'te 18 milyon dolarlık bir teklif sundu. Enzo Ferrari hemen hemen her konuda anlaştı ancak Ford'un yarış takımını kontrol etme isteği Enzo Ferrari tarafından reddedildi ve anlaşma bozuldu. Bu da Ford'un o dönemde yarışlara girmesine sebep oldu. 1969'da oldukça güç durumda kalan Enzo Ferrari şirketin hisselerin yarısını Fiat'a vererek, yönetimden bir adım geri çekildi. Fiat daha sonraki süreçte de hisse alımına devam ederek günümüzde şirketin %90'ının sahibi olmuştur.
Ford'un Ferrari tarafından hazırlıkları yapılmış, birçok masrafa girilmiş projesinin iptal olması ardından; Ford "Ferrari" projesine "Ford GT40" ismi altında devam etti. İki yıl deneme sonrasında, Ferrari'yi yarışlarda geçmesi de Amerikan otomobil yarışçılığının en büyük günlerinden biri olarak kabul edilir. Fiat ayrıca Alfa Romeo, Maserati gibi otomobil markalarına da sahiptir.
Pininfarina'nın Ferrari'yle buluşması ve Enzo Ferrari'nin ölümü.
1969, Ferrari'nin tarihindeki en önemli yıllardan biridir. Bu yıl Enzo Ferrari tasarımcı dostu Battista Farina'nın oğlu Sergio Pininfarina'ya, çizdiği muhteşem çizgiler doğrultusunda şans tanıdı. Prototip olarak sunulan 1969 Ferrari 512s, 1967 Ferrari 206 Dino'nun daha ince ve modern çizgilerle yaratılmış halidir. Üretime geçen 1971 Ferrari BB ile Ferrari dünya otomobil dünyası arenasına tekrar girdi.
1984 yılı, Pininfarina'nın otomotiv dünyasını yeni bir çağa başlatmasına şahit oldu. Tüm zamanların en güzel tasarımlarından biri olarak gösterilen Ferrari Testarossa satışa sunulur sunulmaz yüksek fiyatına rağmen lüks otomobillerde satış rekorları kırdı. Testarossa, hâlen günümüz spor arabalarının çizgilerini örnek aldığı efsanevi bir otomobil haline dönüştü.
1988'de Enzo Ferrari, Ferrari'nin 40. yılı için üretilen F40'ın sunulmasından bir yıl sonra öldü. Enzo Ferrari en çok beğendiği Ferrari'nin F40 olduğunu söylemiştir.
Ferrari F40'ın ilk sahibi, dünya tarihinin en büyük futbolcularından biri olarak gösterilen Diego Maradona'dır. Milan başkanı Silvio Berlusconi, Napoli'nin Maradona ile Serie A şampiyonu olması ve 1987'de Coppa Italia'yı alması üzerine Maradona'ya transfer teklifinde bulundu. Napoli başkanı Corrado Ferlaino da, Maradona'yı Napoli'de tutabilmek için ona Ferrari tarafından üretilen tek siyah renk F40'ı hediye etti. Maradona da hâlâ günümüzde kararını Ferrari yüzünden verdiğini söylemektedir.
Enzo Ferrari'nin 1988'de 90 yaşında ölümünün ardından eski sportif direktör Luca Cordero di Montezemolo başkan olur.
1990'lı yıllarda Ferrari.
1992 Ferrari 456 GT, 1994 F355 ve 1996 550 Maranello takibi senelerde sunan Ferrari; Dünya'nın dört bir yanında en güzel lüks spor araba olarak tanınmasını sağladı. Ferrari, kuruluşunun 50. yılında F50 modelini limitli sayıda üreterek dünyaya sundu.
1979'dan sonra Formula 1 pilotlar şampiyonluğunu ve 1984'ten sonra da takımlar şampiyonluğunu kazanamayan Scuderia Ferrari yarış takımı, 1990 yılında McLaren'den ayrılan Alain Prost ile anlaştı. 1990 yılının son yarışı Suzuka Büyük Ödülü'nde Ayrton Senna'nın Alain Prost'a kasıtlı çarpması sonucu şampiyonluğu kaçırdı. 1991 ve sonrasında yeteri kadar mücadeleci bir Formula 1 aracı üretemeyen Ferrari, birkaç yıl daha şampiyonluk mücadelesine giremedi.
1993 yılında takımın yönetimine Jean Todt'un getirilmesi ile yeniden yapılanmaya giden Scuderia Ferrari, 1995 yılının sonunda 1994 ve 1995 yıllarının dünya şampiyonu Michael Schumacher ile anlaştı. 1996'da kötü bir sezon geçiren takım, 1997 ve 1998 yıllarında şampiyonluk için tekrar güçlü bir aday olmasına rağmen yine son yarışlarda şampiyonluğu kaçırdı. Ferrari, 1999 İngiltere Büyük Ödülü'nde 1. pilot Michael Schumacher'in kaza yaparak ayağını kırması sonucu yarışlardan uzak kalmasına rağmen, Eddie Irvine ile şampiyonluk mücadelesine devam etti. Ferrari, pilotlar şampiyonluğunun yine son yarışta kaybetmesine rağmen, 1984 yılından beri kazanamadığı "Formula 1 Takımlar Şampiyonu" unvanını kazanmayı başardı.
2000'li yıllarda Ferrari.
2000 yılında Mika Hakkinen ve McLaren'e karşı Michael Schumacher ile kazanılan pilotlar şampiyonluğu, 21 yıl sonra kazanılmış ilk "Formula 1 Pilotlar Şampiyonluğu" unvanı olmasının yanında 5 yıl sürecek bir başarının da başlangıcı oldu.
2001'de McLaren ve BMW Williams'ın ortak olduğu şampiyonluk yarışını önde tamamlayan Ferrari, 2002'de radikal özelliklere sahip F2002 adlı araç ile büyük bir üstünlük sağlayarak şampiyonluğu sezonun bitiminden çok önce elde etmeyi başardı. 2002 yılının sonunda Ferrari'nin bu üstünlüğü nedeniyle Uluslararası Otomobil Federasyonu (FIA), Formula 1' de masrafları azaltarak diğer takımların rekabet gücünü artırmak amacıyla bazı kural değişikliklerine gitti.
2003'te yeni kurallardan etkilenmesine rağmen tekrar hem takımlar hem de pilotlar şampiyonluğunu kazanmayı başardı.
2004'te F2004 ile 18 yarışın 15'ini kazanarak 2002'deki üstünlüğünü daha da ileri taşıyan Ferrari'nin 2004'ü de domine etmesinin üzerine FIA daha radikal kural değişikliklerine gitti. 2005'te aleyhine değiştirilen kurallara ayak uyduramayan Ferrari, araç ile lastik arasında yaşanan uyumsuzluk ve kural değişikliklerinin amacına ulaşması sonucunda şampiyonayı ancak 3. olarak tamamlayabildi.
2006 yılında yapılan yeni kural değişiklikleri ve 3 litre V10 motordan 2.4 litre V8 motora geçişle birlikte yeniden bir toparlanma dönemine giren Ferrari, şampiyonluk mücadelesine tekrar ortak oldu. Monte Carlo Grand Prix'sinin de şampiyon pilot Michael Schumacher'in diğerlerini engellemek adına aracını yolda bıraktığı gibi bir suçlama yüzünden ve ardından yaptığı motor değişikliği ile garajdan; diğer pilot Felipe Massa'nın da sıralama turlarında yaptığı kazadan dolayı son sıradan başlaması ile tarihindeki en kötu sıralama ile başlamalarına rağmen Michael Schumacher muhteşem bir sürüş ile böyle zor bir pistte 5.'liği elde ederek şampiyon ruhunu ve tecrübesini ortaya koydu.
F2004, birçok otorite tarafından gelmiş geçmiş en iyi Formula 1 aracı olarak kabul edilir. Michael Schumacher de bu dönemde elde ettiği başarılarla üst üste rekorlar kırarak tüm zamanların en başarılı Formula 1 pilotu olmuştur.
2004 yılı itibarı ile, Fiat Ferrari'nin %56'sına, Mediobanca %15'ine, Commerzbank %10'una, Lehman Kardeşler %7'sine ve Ferrari'nin oğlu Piero Ferrari %10'una sahipti.
Ferrari'nin 60. yıl için tasarladığı F60 modeli "Enzo Ferrari" ismiyle satışa sunuldu.
2007 yılında McLaren Takımı'nın GP2 pilotu Lewis Hamilton'u ve Renault'tan Fernando Alonso'yu transfer etmesi ve Ferrari'nin Michael Schumacher'in emekli olmasıyla boşalan koltuğa McLaren Mercedes'ten Kimi Raikkonen'i oturtmasıyla pistin tablosu hayli değişti. İlk yarış olan Avustralya Grand Prix'ini Kimi Raikkonen kazandı fakat daha sonraki yarışlarda bu yeni transfer beklenen başarıyı istenen seviyede gösteremedi.
Takım arkadaşı Felipe Massa ise kararlı ve yarışı sonuna kadar kovalayan bir tablo çiziyordu. Fakat ilerleyen yarışlarda Raikkonen şampiyonluk mücadelesine yeniden ortak oldu.McLaren Mercedes takımının yeni transferlerinin ve otomobillerinin performansı ise Ferrari'de az da olsa ümit kırmaya devam ediyordu. Özellikle yeni transfer çaylak Lewis Hamilton her yarışta adeta çaylak olduğunu unutturuyordu. Fakat sezon içinde Ferrari'nin teknik şefi Nigel Stepney'in Ferrari'nin otomobili hakkındaki yaklaşık 800 sayfalık teknik bilgiyi rakip takım McLaren'e sızdırdığı ortaya çıkınca Nigel Stepney takımdan uzaklaştırıldı ve FIA'ya başvurulup McLaren'e dava açıldı. Dava sonucunda Mclaren Mercedes'in takım patronu Ron Dennis bilgilerin kullanılmadığını söylese de takım 100 milyon dolarlık bir cezaya çarptırıldı ve 2007 sezonu içinde almış olduğu tüm takım puanları silindi. McLaren şampiyona sonuna kadar otomobilinde hiçbir değişiklik yapmadan yarıştı.2007 sezonun son iki yarışını Ferrari pilotu Kimi Raikkonen kazanarak Pilotlar Şampiyonası'nda birinci oldu. Takım arkadaşı Felipe Massa ise sezonu üçüncülükle kapattı.2007 sezonu bitmesine rağmen olaylar bir türlü durulmadı. McLaren Mercedes sezonunun son yarışı olan Brezilya Grand Prix'inde benzin deposu sıcaklığı ve benzin miktarını gerekçe göstererek Ferrari'nin kazanmasına itiraz etti fakat mahkeme reddetti ve Raikkonen'in birinciliği tescillendi. Biten yarışlar ve bitmeyen olaylar. Formula 1 2007 sezonu skandalların patlak verdiği bir yıl olarak tarihe geçti.
Ferrari satış prensipleri.
Scuderia Ferrari, yakaladığı trendi kullanmasını iyi bilerek talep gördüğü dönemlerde kısıtlı araç üreterek araçlara olan rağbeti artırma yoluna gitmiştir. Bu sayede herkes araca sahip olamıyor ancak bir sonraki modele talep artıyordu. Bu sayede fiyat politikası yükselme eğilimi gösterir oluyordu. Bu teknik genel olarak bütün az üretim yapan otomotiv şirketleri tarafından kullanılmaktadır. Ancak Ferrari'nin buna ek olarak yaptığı diğer bir husus ise, araçlarını ikinci ele düştüğü zaman aracı kurumlar vasıtasıyla değerinin üstünde fiyatlara toplamasıdır. Bu yolla Ferrari marka araçlar değer kaybetmeyen araçlar olarak anılmaya başlanmıştır. Doğal olarak bu da marka imajı için her üreticinin arayıp da bulamadığı bir katkı demektir. Bu sayede değerine değer katan marka hâlen avrupa da ve tüm dünyada elindeki araçları satmak isteyen tüm Ferrari kullanıcılarından aracı alarak bu marka otomobillerin ikinci elde piyasanın serbest ellerine düşmesini engellemektedir. Bu yüzden avrupa kaynaklı oto ikinci el sitelerinde eski model veya düşük fiyatlı Ferrari modeline rastlamak zordur, zira bütün satılan araçlarını Ferrari titiz bir çalışma ile her zaman takip altında tutar.
Modelleri.
Spor arabaları.
Ferrari'nin ilk modelleri sadece spor amaçlı idi, günümüzdeki lüks spor arabası halinde değildi.
Orta motorlu V6/V8.
Ferrari Dino, ortadan motorlu ilk Ferrari idi. Bu tarz, 1980'lerde ve 1990'lardaki hemen hemen tüm Ferrarilerde görünmektedir.
2 kişilik.
Ferrari'nin ürettiği 2 kişilik arabaları, satılan arabalarının büyük çoğunluğunu temsil eder.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=698",
"len_data": 14869,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.57
}
|
Sosyoloji veya toplum bilimi, toplum ve insanın etkileşimi üzerinde çalışan bir bilim dalıdır. Toplumsal (sosyolojik) araştırmalar sokakta karşılaşan farklı bireyler arasındaki ilişkilerden küresel sosyal işleyişlere kadar geniş bir alana yayılmıştır. Bu disiplin insanların neden ve nasıl bir toplum içinde düzenli yaşadıkları kadar bireylerin veya birlik, grup ya da kurum üyelerinin nasıl yaşadığına da odaklanmıştır.
Toplum bilimi alanında çalışan bir kişiye de sosyolog denir. Bir akademik disiplin olarak toplum bilimi bir sosyal bilim olarak kabul edilmektedir ve 19. yüzyılın ilk çeyreğinde gelişmiş diğer bilim dalları ile karşılaştırıldığında göreceli olarak gençtir. Birçok sosyolog bir veya daha fazla uzmanlık alanında veya alt dallarında çalışmaktadır.
"Sociology" kelimesi, Yunanca “bilim” anlamına gelen “logy” eki ve Latince'de, genel anlamda insanı işaret eden, üye, arkadaş veya dost anlamındaki, “socius” kelimesinden gelen “socio-” kökünden oluşur.
Toplum bilimi geniş çerçeveli bir disiplin olduğu için profesyonel toplum bilimcilerin bile tanımını yapması güçtür. Bu disiplini tanımlamak için işe yarayan yollardan biri bu disiplini toplumun farklı boyutlarını inceleyen alt dalların oluşturduğu bir küme olarak tanımlamaktır. Örneğin toplumsal sınıflaşma; eşitsizliği ve sınıfsal yapıları, demografi; nüfusun miktar ve türündeki değişimleri, suç bilimi; suç davranışı ve çarpıklıkları, politik toplum bilimi; hükûmet ve yasaları, ırk toplum bilimi ve cinsiyet toplum bilimi; ırk ve cinslerin eşitsizliği kadar ırk ve cinsiyetlerin toplumsal yapılarını inceler. Doğadaki birçok çapraz disiplini içerecek şekilde, ağ çözümlemesi gibi yeni toplumsal alt bilim dalları ortaya çıkmaya devam etmektedir.
Birçok toplum bilimci, akademi dışında yararlı araştırmalar yapmaktadır. Bulguları eğitimcilere, yasa yapıcılara, yöneticilere, yenilik yapmak isteyenlere, iş dünyasının liderlerine ve toplumsal sorunları çözme ve sosyal politikalar oluşturma konusuyla ilgilenenlere yardımcı olmaktadır.
Tarihçe.
Ekonomi, politika bilimi, antropoloji, tarih ve psikolojiyi kapsayan diğer sosyal bilimler ile karşılaştırıldığında toplum bilimi oldukça yeni bir bilim dalıdır. Arkasındaki düşüncelerin ise daha uzun bir geçmişi vardır ve ortak insan bilgisi ve felsefesinin karışımına kadar izleri takip edilebilir.
Toplum bilimi 19. yüzyılın ilk yarısında modernliğin iddialarına karşı bir akademik tepki olarak belirmeye başladı: dünya küçülmeye başlayıp bütünleşmeye başlıyor, insanların yeryüzündeki deneyimleri hızlı bir şekilde atomize olup yayılıyordu. Toplum bilimciler sadece toplumsal grupları nelerin bir arada tuttuğunu öğrenmeyi değil aynı zamanda toplumsal dağılmaya karşı bir çare geliştirmeyi de umut ettiler.
"Sociology" kelimesi 1838'de Auguste Comte tarafından Latince "socius" (arkadaş, dost) ve Yunanca "logos" (bilim) kelimelerinin bir araya getirilmesi ile oluşturuldu.
19. yüzyıldan 20. yüzyılın başlarına kadar diğer “klasik” toplum bilim kuramcıları şunlardır:
ve Max Weber.
20. yüzyıldan 21. yüzyılın başlarına kadar diğer “klasik” toplum bilim kuramcıları şunlardır:
Comte gibi bu bilimciler de kendilerini sadece “sosyolog” saymaz. Çalışmaları din, eğitim, iktisat, hukuk, psikoloji, etik, felsefe ve teoloji konularına yöneliktir ve kuramları değişik akademik disiplinlere uyarlanmıştır. En çok ne var ki toplum bilim üstünde etkili olmuşlardır (aynı zamanda ekonomi üstünde de merkezi bir isim olan Marks'ı hariç tutarak) ve gene onların kuramları bugün hâlâ en uygulanabilir kuramlar olarak düşünülmektedir.
Disiplinin içinde, bilimsel açıklamadan farklı olan anlayışın felsefi kökleri vardı. Comte'un başını çektiği ilk kuramcıların toplum bilime yaklaşımı, toplumu anlamak için doğal bilimlerde kullanılan yöntemleri ve yöntem bilimini aynen uygulayarak toplum bilimin bir doğal bilim gibi geliştirmekti. Deneycilik ve bilimsel yönteme yapılan vurgu toplum bilimsel iddialar ve bulgular için tartışılmaz bir temel oluşturmayı ve felsefe gibi daha az deneysel disiplinlerden toplum bilimini farklılaştırmayı araştırıyordu. Pozitivizm denilen bu yöntem bilimsel yaklaşım toplum bilimciler ve diğer bilim insanları arasında çekişme kaynağına ve sonunda disiplinin kendi içinde de bir ayrışma noktasına dönüştü. Böylece, birçok bilim, gerekirci, Newtoncu modelden belirsizliği kabullenen ve içselleştiren olasılıklı modellere geçerken toplum bilim gerekirci (çeşitlemeleri yapıya, etkileşime veya diğer güçlere yükleyen)yaklaşıma inananlar ve her türlü açıklama ve tahmin olasılığına karşı duranların hakimiyetine girdi.
Bilimsel açıklamadan farklı ikinci bir görüş ise kültürel hatta kendi başına toplumsaldı. 19. yüzyılın başlarından itibaren insan toplumunun anlamlar, semboller, kurallar, normlar ve değerler gibi kendine özgü yanları bulunmasından dolayı doğal dünyadan toplumsal dünyanın ayrı olduğunu tartışan Wilhelm Dilthey ve Heinrich Rickert gibi bilim insanları tarafından toplum hayatını inceleyen pozitivist ve doğacı yaklaşımlar sorgulanmıştı. Toplumun bu öğeleri insan kültürlerini hem sonucuydular hem de bunlar tarafından üretiliyorlardı. Bu bakış açısı daha sonra antipozitivizmin (insancıl toplum bilim) kurucusu olan Max Weber tarafından geliştirildi. Anti-doğacılıkla yakın ilişkili bu anlayışa göre, toplumsal araştırma insanın kültürel değerlerine yoğunlaşmalıydı. Bu, bir insanın öznel ve nesnel araştırma arasında nasıl bir ayrım yapabileceği konusunda bazı tartışmalara yol açtı ve kişisel yorumlu (hermeneutical) çalışmaları etkiledi. Benzer tartışmalar, özellikle internet çağında, toplum bilimde, hedef kitleye özgü toplum bilimsel uzmanlığın yararına vurgu yapan kamu sosyolojisi gibi çeşitlemelere yol açmaktadır.
Sosyoloji ve felsefe ilişkisi.
Sosyoloji, felsefenin bir alt dalı değildir. Felsefe de sosyolojinin alt dalı değildir. Ama sosyoloji, tarihsel olarak felsefeden doğmuştur. Felsefe, sosyolojinin temelini atmıştır ve sosyoloji için tarihsel bir köktür.
Felsefe, insanın bilgi, varlık, ahlak, düşünce ve evrenle ilgili temel sorularına yanıt arayan ana bilim dalıdı iken, sosyoloji, toplumları, sosyal kurumları, ilişkileri ve yapıları bilimsel yöntemlerle inceleyen bir sosyal bilimdir. Antik Çağlarda (Platon, Aristoteles vs.), toplumla ilgili düşünceler felsefe içinde yer alıyordu. 18. ve 19. yüzyılda ise, bilimsel yöntemlerin gelişmesiyle birlikte toplum bilimsel olarak incelenmeye başlandı. Auguste Comte, sosyolojiyi ayrı bir bilim dalı olarak kurdu ve bunu pozitif bilim olarak tanımladı. Comte’a göre felsefe soyut, sosyoloji ise somut verilerle çalışmalıydı.
Felsefe ve Sosyoloji Arasındaki Farklar.
Felsefenin konusu, varlık, bilgi, ahlak ve düşünce iken; sosyolojinin konusu, toplum, insan ilişkileri ve kurumlardır.
Felsefede yöntem, akıl yürütme, eleştiri, mantık üzerine iken; sosyolojide, gözlem, anket, istatistik ve analiz yöntemleri kullanılır.
Felsefede amaç, hakikati, anlamı, bilgiyi sorgulamak iken; sosyolojide amaç, toplumsal yapıyı anlamak ve açıklamaktır.
Felsefe teorik ve normatif bir disiplin iken; sosyoloji bilimsel ve betimleyicidir.
Başlıca sosyoloji akımları.
Kurucusu, Auguste Comte olup, toplumu incelemek için doğa bilimlerindeki yöntemler kullanılır. Sosyolojinin amacı, toplumu düzenlemek ve ilerletmektir.
Temsilcileri, Émile Durkheim (aynı zamanda sosyolojinin kurucu babalarından), Talcott Parsons, Herbert Spencer olup,
"Toplum, bir organizma gibi işler. Her kurumun (aile, eğitim, din) bir işlevi vardır."görüşündedirler. Bu akımda toplumsal düzen ve istikrar vurgulanır.
Temsilcileri, Karl Marx, Friedrich Engels, C. Wright Mills olup, "Toplum, çıkarları çatışan gruplardan oluşur (örneğin: işçi vs. sermaye)." Değişim ve çatışmanın toplumsal ilerlemenin temeli olduğunu savunurlar.
Temsilcileri, George Herbert Mead Herbert Blumer, Erving Goffman olup,
"Toplum, bireylerin günlük yaşamda kurduğu anlamlar ve semboller üzerinden şekillenir."görüşünü savunur.Bu akımda, küçük ölçekli (mikro) ilişkiler incelenir.
Temsilcileri, Theodor Adorno,Max Horkheimer, Jürgen Habermas olup, kültür, medya, ideoloji, birey-toplum ilişkisi incelenir. Bu akım Marx’tan etkilenmiştir ama kültürel yönleri de işler.
Temsilcileri, Claude Lévi-Strauss (yapısalcı), Michel Foucault (post-yapısalcı), Pierre Bourdieu (alan teorisiyle bilinir)
Bu akımda, toplum, dil, kültür ve yapılar üzerinden analiz edilir.
Bu akımda, birey değil, yapılar ön plandadır.
Sosyolojik bakış açısı.
Sosyolojik bakış açısı, sosyolojinin toplumda oluşan olaylara karşı nasıl yaklaştığını ve oluşan olayların nasıl incelendiğini niteleyen bir ifadedir. Bu ifade, görünenin ardındaki gerçekliğe atıfta bulunur. Bu bakış açısı ile yaşanan bir olayın birden fazla sebebi olabileceği ve bu nedenle eleştirel düşünmenin önemi vurgulanır.
Sosyal teori.
Sosyal teori, toplumsal hayatın kalıplarını açıklamak yerine toplumsal kalıp ve büyük toplumsal yapıları açıklayacak ve çözümleyecek özet ve çoğunlukla karmaşık kuramsal çatıların kullanımına başvurur. Sosyal teori her zaman daha klasik akademik disiplinlerle sorunlu bir ilişki kurmuştur; anahtar düşünürlerden birçoğunun üniversitede kürsüsü yoktur. Bazen sosyal teorinin toplum biliminin bir dalı olduğu düşünülse de, antropoloji, ekonomi, teoloji, tarih, felsefe gibi bilimlerle ilgili olduğu için disiplinlerarasıdır. İlk sosyal teoriler toplum bilimin doğuşuyla beraber, eşzamanlı olarak geliştirildi. ‘Toplum biliminin babası’ olarak bilinen Auguste Comte –toplumsal evrimcilik- diye ilk sosyal teorilerden birinin temel çalışmasını gerçekleştirdi. 19. yüzyılda sosyal ve tarihsel değişimle ilgili üç büyük klasik teori oluşturuldu: sosyal evrimcilik teorisi (sosyal darwinizm de bunun bir parçasıdır) sosyal dönem teorisi ve Marksist tarihsel materyalizm teorisi. Modern sosyal teoriler klasik teorilerin daha da yetkinleştirilmiş uyarlamalarıdır, evrimin çoksoylu teorileri gibi (neo-evrimcilik, sosyobiyoloji, modernizasyon teorisi, sanayi sonrası toplumu teorisi) veya genel tarihsel sosyoloji ve öznellik teorisi ve toplumun yaratılması.
Doğal bilimler disiplinlerinin tersine –fizik veya kimya gibi- sosyal teorisyenler kendi teorilerini savunmak için bilimsel yönteme yeterince sadık davranmayabilirler. Bunun yerine, sosyal teorinin karşıtlarının eleştirilerinin temelini oluşturan, tarihsel ve psikolojik yorumlar hariç, kolaylıkla kanıtlanamayacak hipotezler kullanarak büyük ölçekli toplumsal genel eğilim ve yapıları ele alırlar.
Uç noktalardaki eleştirel kuramcılar, dekonstrüksiyonizmciler veya post-modernistler gibi, herhangi sistematik bir araştırma veya yöntemin baştan noksan olduğunu iddia etmektedir. Birçok kez, ne var ki, “sosyal teori” bilime başvurmadan tanımlanır çünkü tarif ettiği toplumsal gerçeklik tersi kolay kanıtlanamayacak kadar baskındır. Modernite veya anarşi sosyal teorileri bu anlamda iki örnek olabilir.
Ne var ki, sosyal teoriler toplum biliminin büyük kısmını oluşturmaktadır. Nesnel bilimsel tabanlı araştırmalar sosyal teorisyenler tarafından yapılan açıklamalar için destek sağlayabilir. Mesela aynı işi yapan erkek ve kadınlar arasında belirgin bir gelir eşitsizliği olduğunu ortaya koyan, bilimsel yöntem eksenli istatistiki bir çalışma, karmaşık sosyal teoriler olarak feminizm veya ataerkilliğin önermelerini tamamlayabilir. Genel olarak ve özellikle saf sosyoloji taraftarları arasında, sosyal teorinin bir çekiciliği vardır çünkü burada odak merkezi bireyden uzaklaşır ve doğrudan topluma ve bizim hayatlarımızı kontrol eden toplumsal güçlere döner. Bu sosyolojik kavrayış (veya sosyal imajinasyon) yıllar içinde öğrencilere çekici gelmiş ve diğerleri statükodan memnun kalmamışlardır çünkü-bu şekilde değişim olasılığını ortaya koyarak, sosyal yapıların ve kalıpların ya rastlantısal ya da keyfi olarak özel güçlü gruplar tarafından kontrol edildiği varsayımına dayanmaktadır.
Bilim ve matematik.
Toplum bilimciler toplumu ve sosyal davranışı, insanların oluşturduğu grup ve toplumsal kurumu çeşitli sosyal, dinsel, politik ve iş organizasyon gibi inceleyerek çalışırlar. Onlar aynı zamanda grup davranışlarını ve toplumsal etkileşimlerini inceler, köken ve gelişimlerini takip eder ve üye bireyler üzerinde grup hareketlerinin etkisini çözümlerler. Toplum bilimciler toplumsal grupların, organizasyonların ve kurumların özellikleri; bireylerin her birinin diğerinden ve ait oldukları gruptan etkilenme yolları ve bir insanın günlük yaşamında cinsiyet, yaş veya ırk gibi toplumsal özelliklerin etkisi ile ilgilidir. Toplum bilimsel araştırmalar eğitimcilere, yasa koyuculara, yöneticilere ve toplumsal sorunları çözmek ve kamu politikaları geliştirmek isteyenlere yardımcı olur. Birçok toplum bilimci bir veya birden fazla uzmanlık alanında çalışır: toplumsal organizasyon, toplumsal tabakalaşma, toplumsal hareketlilik; ırksal ve etnik ilişkiler; eğitim, aile; toplumsal psikoloji, şehir, kırsal, politika ve karşılaştırmalı toplum bilim; cinsiyet rolleri ve ilişkiler; demografi; yaşlılık; suç bilimi; ve toplumsal uygulamalar.
Toplum bilim büyük oranda Comte'nin toplum bilimin er-geç bilimin bütün diğer alanlarını içine alacağı inancına yaslanarak gelişse de, sonuçta, toplum bilim diğer bilimlerin yerine geçmedi. Bunun yerine, toplum bilim diğer toplumsal bilimlerle özdeşleştirilme noktasına geldi. Günümüzde, çoğunlukla karşılaştırmalı bir yöntem kullanarak, insan türünün organizasyonlarını, toplumsal kurumlarını ve bunların toplumsal etkileşimlerini incelemektedir. Disiplin özellikle karmaşık sanayi toplumlarına odaklanmıştır. Toplum bilimciler son zamanlarda antropologlardan aldıkları ipuçları ile, bu alandaki "Batı Vurgusu"nu belirtmektedirler. Tepki olarak ise yeryüzündeki birçok toplum bilim bölümü çok kültürlü ve çok uluslu çalışmaları desteklemektedir.
Günümüzde, toplum bilimciler, toplumu düzenleyen ırk veya etnisite, sosyal sınıf, cinsel rolleri ve aile gibi kurumları; suç ve boşanma gibi bu yapıların ayrılma ve bozulmasını temsil eden toplumsal işleyişleri ve benzeri kişiler arası etkileşimler gibi mikro-işleyişleri ve bireylerin toplumsallaşmaları, gibi mikro- toplumsal yapıları araştırmaktadırlar.
Toplum bilimciler sıklıkla toplumsal ilişkilerdeki kalıpları açıklamak ve toplumsal değişimi belirlemeye yardım edecek modeller geliştirmek için toplumsal araştırmanın kantitatif yöntemine dayanırlar. Toplum biliminin belli dalları ise - odaklanarak yapılan görüşmeler, grup tartışmaları ve etnografik yöntemler gibi yöntemlerin- sosyal işleyişlerin daha iyi anlaşılmasını sağladığını düşünmektedir. Orta yolu bulmak isteyen bazı toplum bilimciler ise kantitatif ve kalitatif yaklaşımların birbirini tamamlayıcı olarak kullanılmasını tartışmaktadır. Bir yaklaşımdan elde edilen sonuçlar diğer taraftaki açıkları kapatabilir. Mesela kantitatif yöntemler büyük ve geniş kalıpları tanımlarken kalitatif yaklaşımlar bireylerin bu kalıpları nasıl anladıklarını anlamamıza yardımcı olabilir.
Araştırma yöntemleri.
Toplum bilimcilerin, soru formları veya toplumsal yöntemler araştırma anketi, görüşmeler, katılımcı gözlem, istatistik araştırması, değerlendirme araştırması ve test, anket vb. belge tabanlı değerlendirme gibi çalışmaları içeren, kuramsal olmayan bulguları bir araya getirmek için kullandığı birçok yöntem vardır. Araştırmanın sorusuna göre hangi araştırma yönteminin kullanılacağı belirlenir. Deneysel ve sayısal konularla ilgili bir araştırma yapılıyorsa "nicel araştırma yöntemi", daha çok gözlem ve görüşme gibi sayısal veriler toplanamayan araştırmalarda "nitel araştırma yöntemi" kullanılmaktadır. Nitel araştırma yöntemi özellikle sosyoloji ve psikoloji gibi konularda araştırmaların sözel olması nedeniyle sık kullanılan bir yöntemdir.
Bu yaklaşımların hepsinin sorunu bunların, araştırmacının bunların gözünde gördüğü toplumu nasıl çözümlediği ve anladığını uyarlamaya çalıştığı kuramsal konuma dayanıyor olmasıdır. Eğer Émile Durkheim gibi işlevselci ise, araştırmacı her şeyi büyük ölçekli toplumsal yapıların terimleriyle açıklaması muhtemeldir. Bir sembolik etkileşimci büyük olasılıkla insanların birbirini nasıl anladığına yoğunlaşacaktır. Bir marksist ya da neo-marksist bir araştırmacı ise muhtemelen her şeyi sınıf mücadelesi ve ekonomi süzgecinden geçirecektir. Fenomenciler ise insanların gerçeğin onlara göre anlamlarını kurguladıkları tek bir yol ve başka hiçbir şey olmadığını düşünmeye eğilimlidirler. Gerçek sorunlardan biri ise birçok toplum bilimcinin bir tek kurumsal yaklaşımın doğru olduğu ve bunun da kendilerininki olduğunu tartışmalarıdır. Uygulamada, toplum bilimciler sıklıkla, her yöntem özel data tipleri ürettiği için farklı yaklaşımları ve yöntemleri karıştırıp eşleştirmektedir.
İnternet üç açıdan toplum bilimcilerin ilgi alanındadır: mesela kâğıt üzerindeki anketler yerine çevrimiçi anketleri kullanmak adına bir araştırma aracı olarak, bir tartışma platformu olarak ve bir araştırma konusu olarak. İnternet toplum bilimi, çevrimiçi toplulukların (ör:haber grupları) çözümlemesini, sanal toplulukları ve dünyaları, internet gibi yeni medyalar ekseninde çözünen organizasyonel değişimleri ve sanayi toplumundan bilgiye dayalı topluma (veya bilgi toplumuna) doğru yaşanan dönüşümde geneldeki toplumsal değişimi içermektedir.
Nicel yöntemler.
Nicel araştırmalarda nesnellik ön plandadır. Tek bir doğru sonuç olduğu varsayılmaktadır. Nicel araştırmalarda tek olan bu doğru sonuca ulaşmak için anketler, testler ve ölçeklerden yararlanılarak veriler toplanmaktadır. Yani sayısal veriler sayesinde sonuca ulaşılmaktadır. Birey gerçekliğin dışında tutulmaktadır. Nicel araştırmalarda varsayımlar yapılır. Toplanmış olan sayısal veriler ile genellemelere ulaşılmaktadır.
Nitel yöntemler.
Nitel araştırmalarda nesnellikten çok öznellik ön plandadır. Nitel araştırmalarda nesnellik şart değildir. Araştırmalar olayların daha çok "Niçin?" ve "Nasıl?" olduğu ile ilgilenmektedir. Sayısal veriler nitel araştırmalar için büyük önem taşımamaktadır. Nitel araştırmalarda gerçeklik bireyin dışında tutulmamaktadır. Nitel araştırma modelinde betimlemeler ve yorumlamalara yer verilmektedir. Dolayısıyla birden çok doğru kabul edilebilir. Tek bir doğru sonuç belirlemek amaç değildir.
Diğer toplum bilimleri.
20. yüzyılın başlarında sanayi toplumu üzerinde araştırma yapan toplum bilimciler ve psikologlar antropolojinin gelişimine katkıda bulundular. Antropologlar da sanayi toplumları üzerinde araştırmalar yaptılar. Günümüzde toplum bilim ve antropoloji çalışma nesnelerinden ziyade farklı kuramsal içerik ve yöntemlere göre daha iyi bir şekilde farklılaşmışlardır.
Sosyal biyoloji görece olarak hem toplum biliminden hem de biyolojiden kaynaklanan yeni bir alandır. Bu alan ilk önce çok hızlı bir kabul görse de, toplumsal davranış ve yapıların evrimsel ve biyolojik işleyişlerle açıklama yolları aramasından dolayı tepki topladı. Toplum bilimciler sıklıkla davranışı tanımlamada genlerin etkilerini çok fazla dayanak göstermeleri yönünden eleştirilmektedirler. Ne var ki toplum bilimciler sıklıkla doğa ve yetiştirme arasında karışık bir ilişki olduğuna atıfta bulunarak yanıt verirler. Bu anlamda sosyal biyoloji fiziksel antropoloji, zooloji, evrimsel psikoloji, insan davranışsal ekoloji ve ikili kalıtım kuramı ile yakın ilişki içerisindedir. Bununla birlikte, bu alanda çalışanların çoğu için, büyük oranda bu alanın düşünceleri kabul edilebilirdir, çünkü toplumsal yapılar için biyolojik temeller bulmak toplumsal yapıların nadir ve isteğe bağlı olduğunu ifade eden birçok toplumsal kuramın önerme ve çıkarımlarına karşı gelmektedir.
Toplum bilim toplumsal psikoloji ile bazı bağlantıları vardır ancak ilki toplumsal yapılarla ilgili iken, ikincisi toplumsal davranışlarla ilgilidir.
Yaklaşımlar ve yöntemler.
-Diğer gruplar: Robert Merton, Gerhard Lenski, Erving Goffman, Herbert Blumer, Harold Garfinkel, Peter Berger, Amitai Etzioni, C.Wright Mills, Daniel Bell, Alvin Toffler, G. Herbert Mead, Alain Touraine.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=701",
"len_data": 19786,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 4.06
}
|
Gerard de Nerval, (d. 22 Mayıs 1808 – ö. 26 Ocak 1855) Gérard Labrunie 'nin yazılarında kullandığı ismidir. Romantizmin en güçlü temsilcisi olan Fransız; şair, yazar ve gezgindir. Birçok defa Türkiye'ye de uğramış, İstanbul'un en çok mezarlıklarını beğenmiştir. Dünya edebiyat tarihinin en önemli şairlerinden ve yazarlarından biridir.
Hayatı.
Paris'te doğan Nerval iki yaşındayken, annesi Silezya'da vefat eder. Babası, Napolyon'un ordusunda askeri doktordur. Amcası, Antoine Boucher'in yanında; Valois bölgesinin kırsal kesimi olan Mortefontaine'de yaşar. Babasının 1814 yılında savaştan dönmesi üzerine tekrar Paris'e gönderilir. Birçok defa, Valois tarlalarına geri dönen Nerval, Valois şarkıları ve efsanelerini bu dönemde yaratır.
Çevirmenlik hevesi, Goethe'in Faust (1828) eseriyle başlar ve bu O'nu ünlü eder. Goethe'nin de takdirlerini alan Nerval, 1840'lı yıllarda da Heinrich Heine'nin şiirlerini Fransızca olarak sunar.
Üniversite'ye gittiği 1820'li yıllarda Theophile Gautier ve Alexandre Dumas ile dost olur. Nerval'in şiirleri Romantik Deizm içerir; bu dönemde hayranları arasında Victor Hugo da bulunmaktadır.
Dönemin Mason dünyasının önemli şahıslarından olan Nerval, uyuşturucu madde bağımlısı olmuş; 1841 yılı itibarıyla birkaç kez akıl hastanesinde yatmıştır. Görevi vesilesi ile birçok ülke gezen Nerval, hiçbir şehirde yerleşik bir hayat sürememiştir. O'nun Paris'te 1820'li yıllarda, Lüksemburg ve Hollanda'da da 1830'lu ve 1840'lı yıllarda yaşadığı aşkları şiirlerine de yansımıştır.
1855 yılında, 47 yaşındayken Paris'te bir parkta ilk âşık olduğu kadını ailesi ile piknik yaparken görür. Çocuklarıyla mutlu olan babanın yaşamını kıskanarak tekrar bir bunalım içerisine girer. (Başka bir görüşe göre de; ilk aşkını, kocası ile beraber balkonda çocuklarıyla yemek yerken gördüğüdür.) Öldüğü gün, "Sıcak bir kış günü" tasviriyle dünya tarihine geçer.
Teyzesine "bu akşam beni bekleme, çünkü gece kara (siyah) ve ak (beyaz) olacak..." mısralarını içeren bir şiir yazan Nerval kendini bir sokak lambasına asar. (Başka bir görüş de, kendini evinin pencere demirlerinden asarak intihar ettiğidir.) Onu görmeye gelen şairler, asılmış bedeni karşısında saygı duruşuna geçerler.
Paris'teki Pere Lachaise mezarlığına gömülen Nerval, aşkı için intihar eden ender romantizm dönemi şairlerindendir. Umberto Eco tarafından İtalyancaya çevrilmiş olan eserleri İtalyan edebiyatını yönlendirirken; Nerval ayrıca modern sürrealizmin en büyük ilham kaynaklarından biridir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=702",
"len_data": 2478,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.4
}
|
Nikotin (C10H14N2), patlıcangiller (Solanaceae) bitki familyasında bulunan güçlü bir uyarıcı ve alkaloid. İnsanlar için yüksek dozlarda zehirlidir. Dopamin salınımını artırır ve çok güçlü bir bağımlılık yapıcı etkiye sahiptir.
Etimolojisi.
Fransız diplomat olan Jean Nicot Portekiz büyükelçiliği yaptığı 1559 ile 1561 yılları arasında tütün ("Nicotiana tabacum") tohumlarını Fransa'ya yollayarak adını tütünde bulunan aktif maddelerden biri olan nikotine verilmesini sağladı.
Sigaradaki nikotin.
Tütün bitkilerinin yapraklarından elde edilir. Sigara şeklinde tüttürülerek veya ince kıyılmış tütünü emerek nikotin kullanılır.
Sağlık üzerindeki etkileri.
Nikotinin MSS (merkezî sinir sistemi) ve çevresel sinir sisteminde eşit derecede uyarıcı ve depresan etkileri bulunmaktadır. Nikotin alındıktan sonra öfori, uyanıklık, hafıza ve dikkatin artması ve sıkıntıdan kurtulma gibi etkiler oluşur. Ama aynı zamanda nikotinin kendisi de gerginlik yaratmaktadır. Nikotinin etkilerine karşı tolerans gelişir ve ilk sigara kullanırken oluşan etkiler oluşmaz.
Amerikan Kalp Derneği'ne göre nikotin bağımlılığı tarihsel olarak kırılması en zor bağımlılıklardan biri olup, nikotin bağımlılığını belirleyen farmakolojik ve davranışsal özellikler, eroin ve kokain bağımlılığını belirleyen özelliklere benzerdir.
Sigaraya bağlı yan etkiler.
Nikotinin yakılması, genelde üst solunum yollarında kanserojen etki, çok fazla alımında ise ko-kanserojen etki (bozunmuş hücre, kanserli doku) görülür, damarları büzme etkisinden dolayı ise kalp dolaşım sisteminde problemler oluşturur. Yüksek tansiyon, kalp krizi riskinin 20 kat artması, kalp durması, koroner arter hastalığı; hamilelikte kullanımda erken doğum, düşük doğum ağırlığı, düşük oluşturduğu bilinmektedir.
Böcek ilacı olarak kullanımı.
Nikotin tarih boyunca böcek ilacı olarak da kullanılmıştır. 2. Dünya Savaşından sonra dünya çapında 2.500 tondan fazla nikotin böcek ilacı (tütün endüstrisinin atıkları) kullanılmış, fakat 1980'lerde nikotin böcek ilacı kullanımı 200 ton altına düşmüştür. Bunun nedeni memelilere daha az zararlı ve daha ucuz olan başka böcek ilaçlarının bulunmasıdır.
Hâlen ABD'de organik tarımda nikotinin tütün tozu şeklinde bile kullanılması yasaktır.
Tuzları.
Nikotin tuzları, nikotin ve asitten oluşan tuzlardır. Doğal olarak tütün yapraklarında bulunurlar. Farklı asitler kullanılabilir, bu da amonyum şekli ile eşleşen farklı konjuge bazların oluşumuna yol açar.
Nikotin tuzları üzerine yapılan araştırmalar sınırlıdır.
Nikotin bazı ve benzoik asit veya levulinik asit gibi zayıf bir asit, nikotin tuzu oluşturmak için kullanılır. Kamu alımına sunulan 23 nikotin tuzu örneğinde, nikotin tuzlarının oluşumunda en yaygın kullanılan üç asit, laktik asit, benzoik asit ve levulinik asittir. Benzoik asit, nikotin tuzu elde etmek için en çok kullanılan asittir. Nikotin pirüvat, başka bir nikotin tuzu şeklidir. Nikotinin püskürtülmesi için pirüvik asit ile kimyasal bir reaksiyon kullanılır.
Nikotin tuzlarının, nikotinin tüketiciye ulaşma hızını ve seviyesini artırdığı düşünülmektedir. Elektronik sigara kullanımı sırasında nikotin tuzlarının vücuda giriş hızı, geleneksel sigaralardan alınan nikotin hızına yakındır. Geleneksel sigaralar yüksek nikotin içeriğine sahiptir, ancak birçok kişi için tütün ve kâğıt dumanının tadı istenmeyen olabilir. Ancak, kapsül modifikasyonları, sigara içmenin olumsuz sonuçları olmadan yüksek nikotin seviyeleri sağlayabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=703",
"len_data": 3423,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.65
}
|
Y kuşağı veya Y jenerasyonu, ayrıca Milenyaller () olarak bilinir, temel bir demografik sınıflandırmadır. X kuşağından sonra ve Z kuşağından önce gelir. Araştırmacılar ve popüler medya, 1981-1996 yılları arasını Y kuşağı üyelerinin doğum aralığı olarak kabul eder. Bazı uluslararası araştırma merkezleri sınırlarını belirliyor, örneğin: Mccrindle Uluslararası Avustralya Araştırma Merkezi'ne (McCrindle Research) göre, Y Kuşağı 1980-1994'te doğdu. Bu kuşak genellikle internet, mobil cihazlar ve sosyal medyanın yaygınlaşma dönemine denk geldikleri için bu olaylara aşinalığıyla bilinir. Bu yüzden bazen dijital yerliler olarak da adlandırılırlar. 2008-2012 Küresel Ekonomik Kriz'i ve COVID-19 pandemisi'nin bu kuşak üzerinde büyük bir etkisi oldu ve gençler arasında tarihsel olarak yüksek oranda işsizliğe sebep oldu. Dünya'nın çoğu bölgesinde bu kuşak, politikada ve ekonomide artış gösteren liberal politikalar eşliğinde büyümüştür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=704",
"len_data": 937,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.62
}
|
Bilgisayar programcılığı, söz dizimi ve anlamı tanımlanmış bir kurallar bütünü olan programlama dillerini kullanıp sonlu sayıda komutu yazarak bilgisayara belirli bir işi yaptırmaktır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=705",
"len_data": 184,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.59
}
|
Bilgisayar mühendisliği, bilgisayar sistemlerinin tasarımı, geliştirilmesi, analizi ve uygulanmasıyla ilgilenen mühendislik dalıdır.
Bilgisayar mühendisleri, programlama dilleri, yazılım tasarımı ve yazılım - donanım tümleştirmesi eğitimi alırlar. Yazılımların neyi yapabileceği neyi yapamayacağı (bk. Hesaplanabilirlik), yazılımların belirli bir görev üzerinde nasıl etkili bir verim gösterebilecekleri (bk. algoritma ve karmaşıklık), yazılımların saklanmış bir veriyi nasıl yazıp okuyabilecekleri (bk. veri yapıları ve veritabanları), yazılımların nasıl daha akıllı çalışabilecekleri (bk. Yapay zekâ), insan ve yazılımların birbirleriyle nasıl bir iletişim içerisinde olacakları (bk. insan bilgisayar etkileşimi ve kullanıcı arayüzleri) konuları üzerinde ve ASIC, FPGA, devre tasarımı ile donanım-yazılım entegrasyonu alanlarında çalışırlar.
Eğitimi.
Bilgisayar mühendisliği eğitimi süresi ülkeden ülkeye farklılık göstermekle birlikte 3 ila 4 yıl arasında değişir.
Bilgisayar mühendisliği eğitimi; matematik, fizik, programlama, algoritmalar, veri yapıları, veritabanı yönetimi, bilgisayar ağları, işletim sistemleri ve yazılım mühendisliği gibi konuları kapsar. Bu disiplinler, teorik bilgi ve uygulamalı becerilerin kazanılmasına yönelik olarak sunulmaktadır.
Bilgisayar mühendisliği bölümü, bilgisayar donanımı ve yazılımı alanlarında çalışma imkânı sağlar. Mezunlar, donanım tasarımı, yapay zekâ, siber güvenlik, veri bilimi ve bilgisayar ağları gibi alanlarda uzmanlaşabilir.
Tarihçe.
Dünyada bilgisayar mühendisliğinin geçmişi.
Bilgisayar Mühendisliği dalının doğuşu ve ilgili çalışmalar 20. yüzyılın çok öncelerine gitse de çağdaş makineler ve çağdaş bilgisayar mühendisliği 20. yüzyılda gelişmiştir. 1920'lerden itibaren bu alanda gelişmeler gösterildi. Özellikle Alan Turing bu dalın kurucularından sayılır.
Amerika Birleşik Devletleri'ndeki ilk bilgisayar mühendisliği lisans programı 1971'de Cleveland, Ohio'daki Case Western Reserve Üniversitesinde kuruldu.
Türkiye'de bilgisayar mühendisliğinin geçmişi.
Türkiye'deki bilgisayar mühendisliğinin kuruluşunun temelinde Elektronik Hesap Merkezleri yatmaktadır. Türkiye'de bir üniversitede ilk kez bilgisayar İstanbul Teknik Üniversitesinde kullanılmaya başlanmıştır. Hacettepe Enformatik Enstitüsü ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi Elektronik Hesap Bilimleri bölümleri kurulduktan sonra üniversitelerindeki bilgisayar mühendisliği bölümlerinin çekirdeğini oluşturmuştur. 1977 yılında Hacettepe ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi ilk kez lisans düzeyinde bilgisayar mühendisliği eğitimine başlamıştır. İTÜ'de 1980 yılında Elektrik Elektronik Fakültesi bünyesinde, Ege ve Yıldız Teknik Üniversitelerinde 1982 yılında Mühendislik Fakültesi'nde bilgisayar mühendisliği eğitimi başlamıştır. 12 Nisan 1993 tarihinde Orta Doğu Teknik Üniversitesinde ilk kez internetin kullanılmaya başlanmasıyla bu bölüme olan ilgi de artmıştır. 2022 yılı itibarıyla 163 üniversitede bilgisayar mühendisliği eğitimi verilmektedir. Türkiye'de her yıl 5 binin üzerinde öğrenci bilgisayar mühendisliği programlarından mezun olmaktadır.
Alanları.
IEEE ve ACM birlikte "Curriculum Guidelines for Undergraduate Degree Programs in Computer Engineering"'de bilgisayar mühendisliğinin çekirdek bilgi alanlarını şöyle tanımlar:
İlgili dallar.
Bilgisayar mühendisliği, elektronik, haberleşme, yazılım, kontrol, elektrik mühendisliği, bilgisayar bilimi ve matematik ile yakından ilgilidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=726",
"len_data": 3413,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.39
}
|
Coğrafya; beşerî (insanî) sistemleri ve yeryüzünü araştıran, bunlar arasındaki ilişkiyi neden-sonuç ve dağılış ilkesine bağlı olarak inceleyen ve sorgulayan bir bilim dalıdır. Yer ve insanlar arasındaki ilişkiler coğrafyanın konusunu oluşturur. Coğrafya sözcüğü Yunanca “"γεωγραφία”" "gaia" (yer) ve "gráphein" (yazmak, betimlemek) sözcüklerinden türemiştir. Türkçesi yerçizim sözcüğüdür. Zamanımızdan 2200 yıl önce coğrafya terimini ilk kullanan kişi Eratosthenes (MÖ 276-MÖ 194) olmuştur. Gregg ve Leinhardt (1994), coğrafyayı 4 özellikle karakterize edilen bir disiplin olarak tanımlamaktadırlar:
Bu dört özellik birbiri ile çok çeşitli yollardan etkileşim içindedir. Bunlardan ilk üçü coğrafyanın dayanak ilkeleridir. Sonuncusu ise coğrafî araştırmalar sonucu elde edilen bilgilerin söylenişidir.
Coğrafyanın bu değişik yönleri arasındaki etkileşim, onu tanımlama amaçlı olarak kesin çizgilerle bölünmesini zorlaştırır. Coğrafi beceriler, yerler, fizikî, beşerî ve çevre coğrafyası biçiminde bir bölümleme, bunlardan bir veya iki alanın coğrafya eğitiminin çeşitli basamaklarında yer alması; öğrencinin çeşitli alanlar arasındaki ilişkiyi anlamasının engellenmesi şeklinde bir sonuç doğurabilir.
Coğrafya, bazı yeteneklerin gelişimini ve kavramların anlaşılmasını içerir. Bu kavram ve yetenekler ise fizikî çevre (ortam), beşerî çevre ve bunlar arasındaki ilişki ile ilgilidir. Coğrafya hem bir doğa bilimidir (fiziki coğrafya) hem de bir sosyal bilimdir (beşeri ve ekonomik coğrafya).
Coğrafyanın dalları.
Coğrafya, bazı farklılıklar olsa da genellikle aşağıdaki alanlara ayrılarak incelenir.
Coğrafi bilgi.
Coğrafi Bilgi, bir coğrafi varlık hakkındaki bilgidir. Yersel bilgi türüdür. Bu bağlamda Yer mekânsal bilgi olarak da adlandırılır. Coğrafi Bilgi, birbirleriyle bağlantılı üç ayrı bilgiden oluşur:
Araştırma dalları.
Fiziki coğrafya ve Beşeri coğrafyadır. Fiziki coğrafya yeryüzünün fiziksel özellikleri (yer, su, hava ve canlılar) ile ilgilenirken beşeri coğrafya bu fiziksel özelliklere göre şekillenmiş insan yaşayışı, ekonomisi gibi toplumsal konularla ilgilenmektedir.
Fiziki coğrafyanın başlıca bölümleri
Beşeri coğrafyanın başlıca bölümleri:
Coğrafyanın beş temel unsuru.
Modern coğrafya mekâna bağlı tüm olayları kendi metot ve teknikleriyle araştırmaktadır. Coğrafyanın beş temel unsuru; "Konum", "Mekan" (yer), "Hareket", "Bölge" ile "Beşeri ve Fiziki ortam ilişkisi", coğrafyayı diğer bilimlerden farklılaştırır.
Coğrafyada temel paradigmalar.
Bilim tarihcisi ve filozof olan Thomas Samuel Kuhn Coğrafyayı da etkileyen görüşler ileri sürmüştür. Kuhn; bilimsel görüşler arasında karşıtlık artınca bir güç mücadelesinin ortaya çıkacağını ileri sürer. Aynı bilim içinde yarış halinde olan yaklaşım/düşünce/bakış açılarına paradigma adını verir. Coğrafyayı belirli zaman aralıklarında etkileyen temel paradigmalar şu şekilde sıralanabilir.
"Başlangıçtan 1950'ye kadar geçen süre":
Vidal de la Balache'a göre; mekân doğal ve beşeri özelliklerine göre birbirinden farklı bölgelere ayrılabilir, böylece dünyanın fiziki, beşeri ve ekonomik etkenlerce nasıl biçimlendirildiği anlaşılabilir. Bu devirde doğal olarak var olmayan bölgelerin sınırlarının nasıl belirleneceği üzerinde durulmuştur. Bölgeler arası alansal farklılığın belirlenmesi temel amaç haline gelmiştir. Yerel farklılıklarla bu yoğunlukta çalışma, teoriyi geri plana atmış, coğrafyanın bilimselliği tartışılır hale gelmiştir. Bu yaklaşım 1950'lerden sonra ortaya çıkan nicel anlayışla terk edilmiştir.
"1950-1960 Nicel Dönüşüm":
"1960-70 İnsan Merkezli Beşeri Coğrafya"
"1970-80'li Yıllar"
"1980 Sonrası ve Yeni Kültürel Coğrafya"
Coğrafyanın tarihsel gelişimi.
Coğrafya biliminin ortaya çıkışı ve çağlara göre tarihsel gelişimi şu şekilde gerçekleşmiştir:
Eski Çağ.
Diğer bütün bilimler gibi coğrafya'da gereklilik sebebiyle ortaya çıkmıştır. Eski çağlarda Mısır uygarlığında verimli toprakların nerede olduğu ve nasıl kullanılacağı gibi konular ayrıca her yıl gerçekleşen sellerin sonuçlarını bulmak ve zararlarını en aza indirmek için coğrafyayı kullanmışlardır. Dönemin göçebe toplulukları ise su kaynaklarını, yerleşecekleri yerleri ve yolları bulabilmek için kolay haritalar yapmışlardır.
Eski Yunanlar ise verimli alanların kıtlığından dolayı denizcilikle ilgilenmiş ve bu alanda coğrafyayı geliştirmişlerdir. Miletoslu Hekataios'un İÖ 500'de yazdığı kitabın ilk coğrafya yapıtı olduğu varsayılır. Ayrıca Batlamyus'un "Coğrafya" kitabında harita yapım yöntemlerinden bahsetmiş ve bu alanda coğrafyaya büyük katkıda bulunmuştur. Eratosthenes, Surlu Marinus ve Batlamyus da bugün kullandığımız paraleller ve meridyenlerden oluşan düzenin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır.
Eratosthenes yazdığı notları "Geographica" adlı eserinde toplamış eseriyle daha sonra coğrafya bilminin adı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bugünkü modern coğrafyanın kurulmasında antik çağda yaşayan Herodotos (MÖ 484-426), Tales (MÖ 636-546), Aristo (MÖ 384-322), Eratosthenes (MÖ 276-194), Hipparkos (MÖ 180-127), Strabon (MÖ 58-MS 21) ve Batlamyus (MÖ 90-168) gibi bilim adamlarının emekleri vardır.
Herodotos, Avrupa'dan Hindistan'a kadar uzanan alanı gezmiş, bu alanların tarihi, coğrafi niteliklerini dokuz ciltlik Herodot Tarihi kitabında toplamıştır. Matematikçi olan Tales dünyanın şekliyle ilgili çalışmalar yapmıştır. Aristo iklimle ilgili sınıflandırmalar yapmıştır. Eratosthenes Bölgesel coğrafya alanında çalışmış, dünyanın çevresini gerçeğe çok yakın hesap etmiştir. Amasyalı Strabon'un gezdiği yerlerle ilgili bilgi verdiği 17 ciltlik "Geographika (Coğrafya)" kitabının önemli kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. Kitapta Ekonomik coğrafya, Matematik Coğrafya, Fiziki coğrafya ve Jeopolitik konuları da işlenmiştir. Matematik coğrafyanın kurucusu sayılan Batlamyus, Geographica Hyphegesis kitabında gezegenler ile o günün koşullarında bilinen dünya ile ilgili bilgiler ve haritalar yer alır.
Karakteristik olarak yayılmacı olan Roma İmparatorluğu döneminde coğrafya daha çok askeri amaçlar için kullanıldı ve geliştirildi. Coğrafi şartların savaş üzerindeki etkileri bağlamında yer ve hava incelemelerinde bulundular ayrıca haritacılıkta askeri alanda geliştirildi.
Orta Çağ.
Orta Çağ'da Avrupa'da olumsuz koşullardan dolayı Coğrafya yerinde saymış, ilerleme İslam aleminde gerçekleşmiştir. İslam dünyasında İbn Havkal'ın 10. yüzyılda yazdığı "el-Mesalik ve'l-Memalik" (Yollar ve Ülkeler), 9. yüzyılda Belhî'nin yazdığı "Suverü-l-Ekâlim" (İklim Türleri), 10. yüzyılda El-Mesûdî'nin yazdığı "el-Müru-çü'z-Zeheb" (Altın Çayırlar) ve 14. yüzyılda İbn Battuta'nın yazdığı "Tuhfetü'n-Nuzzarfi Garaibi'l-Emsar" adlı yapıtlar öne çıkmaktadır. Birûni, dünyanın çevresini, yarıçapını, büyüklüğünü ve 1° meridyenin uzunluğunu hesaplayarak matematik coğrafya alanında katkılarda bulunmuştur. İbn-i HaldunKitap el-İbar adlı sekiz ciltlik eserinde; Beşeri coğrafyanın Jeopolitik ve Siyasi coğrafya ile ilgili konulardan bahsetmiştir. Ayrıca İslam dünyası tarafından geliştirilen 360 dereceli düzen haritacılıkta hâlâ kullanılmaktadır.
Yeniçağ.
Pusulanın Avrupa'ya geçmesi sonucunda uzak diyarlara yolculuklar başladı ve yeryüzü hakkında daha geniş bilgiler edinildi. Daha çok yeni ticaret yolları bulmak, keşfedilmemiş bölgelerdeki kaynaklara ulaşmak temel hedefti. Kristof Kolomb, Vasco da Gama, Bartolomeu Dias, Amerigo Vespucci, John Cabot ve Macellan keşifleriyle haritalar zenginleşti. Kuzey ve güney Amerika, Okyanusya adaları, Avustralya, kuzey ve güney kutbu keşifleri tamamlanmıştır. Dünyanın yuvarlak olduğu, çevresi dolaşılarak uygulamalı olarak ispat edilmiştir. Anversli Abraham Ortelius 1570'te ilk yeryüzü atlasını yaptı.
Osmanlı devletinde Pîrî Reis; Kitab-ı Bahriye, Kâtip Çelebi; Cihannuma ve Evliya Çelebi; Seyahatnamesi ile coğrafyaya katkıda bulunan Türklerdir.
Yakın Çağ.
1700'lü yıllardan sonra coğrafya yöntem ve biçim olarak daha bilimselleşti. Teleskop ve kronometrenin (süreölçer) bulunuşuyla coğrafi bilgilerin güvenilirliği ve hesapların kolaylığı sağlandı. Coğrafi keşiflerden sonra geziler daha bilimsel hale geldi. James Cook ve Labradorun çabalarıyla Labrador soğuk su akıntısı keşfedildi.
1800'lü yıllarda ise coğrafya, doğabilimci Alexander von Humboldt ile tarihçi Carl Ritter tarafından akademide ders olarak verilmeye başlandı. Humboldt'un "Cosmos" (Evren), Ritter'in "de Die Erdkunde" (Coğrafya) adlı yapıtlarında coğrafya bilgisini düzenli biçimde işleyerek modern coğrafyanın dayanaklarını attılar. Humboldt Akıntısın keşfeden A. v. Humboldt eserlerinde yer şekilleri-iklim-bitki örtüsü arasında bağlantı olduğunu ifade etmiştir. James Cook'un 1772-75 yıllarında çevresinde dolandığı buzul alanının Antarktika olduğu ancak 1840'ta anlaşıldı. A. von Humboldt Fiziki coğrafyanın C. Ritter ise Beşeri coğrafyanın kurucusu olarak kabul edilir. Immanuel Kant coğrafyayı; fiziki, matematik, siyasi, ekonomik ve uygulamalı coğrafya olmak üzere beş dala ayırmıştır.
19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başlarında coğrafya iktidarlar tarafından sömürgenin aracı haline getirilmiştir. 20 yüzyılda sanayi ve teknoloji ile birlikte insan doğaya daha kalıcı ve zararlı etkilerde bulunmaya başlamıştır. Elektriğin icadıyla elle kullanılan aletler otomatik hale gelmiştir. 1960'lı yıllarda Uzaktan algılama ve CBS sistemlerinin gelişti. CBS coğrafi verilerin bilgisayara yüklenmesi, hızlı analiz ve sentezler yapılarak sorunlara doğru ve hızlı çözümler üretilmesini sağlamıştır. Coğrafyadan ayrı bir bilim olarak kabul edilmeye başlanan CBS; ekonomik, siyasi, çevre, kültürel, sosyal konularında farklı bilim dallarınca kullanılmaktadır. Uzaktan algılama, uçaklar, radarlar ve uydular aracılığı ile alınan verilerin bilgisayara aktarılıp CBS'ye yardımıyla değerlendirilmesini ifade eder.
Coğrafi olaylar.
Deprem, Sel, Lav, Fay hattı, Çığ, Toprak kayması, Tsunami, Yanardağ, Kaynaç, Erozyon, Yanardağ set gölü, Magma, Magmatik kayaçlar, Tortul kayaçlar
Yerleşim birimleri.
Mahalle, Köy, Kasaba, Belde, Bucak, Semt, İlçe, İl, Ülke
İnsanoğlu tarafından yapılan coğrafya değişiklikleri.
Tepe, Set, Baraj, Bent gölü, Kurutulmuş arazi, Sulama, Tarla, Çayır, Tünel, Bent, Köprü, Su kemeri, Yol, Tünel, Tarım
Siyasi.
Koridor, Anklav, Eksklav, Göç
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=729",
"len_data": 10119,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.46
}
|
Astronomi, gök bilimi ya da gökbilim gök cisimlerinin kökenlerini, evrimlerini, fiziksel ve kimyasal özelliklerini açıklamaya çalışan doğa bilimi dalıdır. Astronominin sınırlı ve özel bir alanı olan gök mekaniği ile karıştırılmaması gerekir. Astronomi daha açık bir deyişle, yörüngesel cisimleri ve Dünya atmosferinin dışında gerçekleşen, yıldızlar, gezegenler, kuyrukluyıldızlar, kutup ışıkları, gökadalar ve kozmik mikrodalga arkaalan ışınımı gibi gözlemlenebilir tüm olay ve olguları inceleyen bilim dalıdır.
"Astronomi" terimi Eski Yunanca'daki "astron" ve "nomos" (άστρον ve νόμος) sözcüklerinden türetilmiş olup "yıldızların yasası" anlamına gelir. Asteroitlerin ve kuyruklu yıldızların keşfindeki katkıları göz önüne alınırsa astronomi, amatörlerin de etkin bir rol oynayabildikleri seyrek bilim dallarından biridir.
Astronomi yeryüzündeki en eski bilimlerden biri olarak kabul edilir. Arkeolojik bulgular, en eski çağlarda bile insanların gök hakkında bilgileri olduğunu ortaya koymaktadır. Cilalı Taş Devri'nde insanlar ekinoksların tekrarlayan özelliğini, mevsimlerle ilişkisini ve bazı takımyıldızları bilmekteydiler. Çağdaş gök bilimi gelişimini, özellikle Antik Çağ'daki ve onları izleyen matematikçilere ve Orta Çağ'ın sonunda keşfedilmiş gözlem aletlerine borçludur. Başlangıçta ayrılmaz bir ikili sayılan ve paralel olarak ilerleyen astroloji (günümüzde bir sözdebilim olarak kabul edilir) ve gök bilimi zamanla yollarını birbirlerinden ayırmak zorunda kalmışlardır.
Antik Çağ'da astronomi.
Antik Çağ'da gök biliminin gelişimindeki önemli hususlar olarak şunlar söylenebilir:
Orta Çağ'da astronomi.
Orta Çağ’da astronomi bilgilerinin İslam bilginlerince geliştirildiği ve bu bilgilerin sonradan Batı'ya aktarıldığı görülür.
Astronomiyi geliştiren bu İslam bilginlerinden başlıcaları şöyle sıralanır:
Gök bilimin gelişmesinde devlet adamlarının yapmış olduğu kişisel girişimler de önemli bir yer tutmaktadır. Selçuklu Hanedanı döneminde yaşamış olan Kırşehir emiri Caca Bey burada kendi adıyla kurmuş olduğu medresede gök bilimin gelişmesine imkân sağlayacak ortamı oluşturmuştur.
Teorik Astronomi.
Teorik gök bilimciler, analitik modeller ve hesaplamalı sayısal simülasyonlar; her birinin kendine özgü avantajları vardır. Bir sürecin analitik modelleri, neler olup bittiğine dair daha geniş bir fikir vermek için genellikle daha iyidir. Sayısal modeller, fenomenlerin varlığını ve aksi halde gözlemlenmeyen etkileri ortaya koyar.
Astronomi teorisyenleri teorik modeller yaratmaya çalışırlar ve sonuçlardan bu modellerin gözlemsel sonuçlarını tahmin ederler. Bir model tarafından öngörülen bir fenomenin gözlemlenmesi, gök bilimcilerin, fenomeni en iyi tanımlayabilen model olarak çeşitli alternatif veya çelişkili modeller arasında seçim yapmalarını sağlar.
Teorisyenler ayrıca yeni verileri hesaba katmak için modeller oluşturmaya veya değiştirmeye çalışırlar. Veriler ve model sonuçları arasında bir tutarsızlık olması durumunda, genel eğilim, verilere uyan sonuçlar üretmesi için modelde minimum değişiklikler yapmaya çalışmaktır. Bazı durumlarda, zaman içinde büyük miktarda tutarsız veri bir modelin tamamen terk edilmesine yol açabilir.
Günümüzde astronomi.
Astronomi 19. ve özellikle 20. yüzyılda baş döndürücü bir hızla ilerlemiştir. Yakın zamanlardaki keşif ve gelişmelerle ilgili olarak şunlar söylenebilir:
Astronominin dalları, alanları, konuları.
Antikçağdaki başlangıç döneminde gök bilimi yalnızca astrometriden, yani yıldız ve gezegenlerin gökyüzündeki konumlarının ölçümünden ibaretti. Daha sonra Kepler ve Newton'un çalışmaları gök cisimlerinin kütleçekimi etkisi altındaki hareketlerinin matematik yoluyla öngörülmesini sağlayan gök mekaniğini doğurdu. Bu iki alandaki (astrometri ve gök mekaniği) çalışmaların çoğu, önceleri, elle yapılan işlemlerden oluşuyordu. Günümüzde ise bu çalışmalar bilgisayarlar ve fotoğraf aygıtları ile yapılabilmektedir ki; bu da gök cisimlerinin konum ve hareketlerinin çok büyük bir hızla saptanabilmesini sağlamaktadır. Bu yüzden modern astronomi daha ziyade gök cisimlerinin fiziksel doğasını gözlemlemeye ve anlamaya yönelmiştir.
20. yüzyıldan itibaren profesyonel gök bilimi iki alana ayrılma eğilimi göstermiştir: gözlemsel astronomi ve teorik astrofizik. Gök bilimcilerin çoğunun her iki alanda da çalışıyor olmasıyla birlikte, profesyonel astronomlar giderek bu iki alandan birinde uzmanlaşma eğilimi göstermektedirler. Gözlem gök bilimi esas olarak verilerin elde edilmesiyle ilgilenir. Teorik astrofizik ise esas olarak gözlemlenen fenomenleri anlamaya ve öngörülerde bulunmaya çalışır. Teorik astrofizik gözlem astronomisine bir tamamlayıcı etken olarak astronomik oluşumları açıklamaya çalışır da denilebilir.
Gök biliminin bir dalı olan astrofizik, yıldızların gözlemiyle sınıflandırılan fiziksel fenomenleri tanımlar, belirler. Günümüzde gök bilimcilerin hepsi de belirli bir astrofizik bilgisine sahiptirler ve gözlemleri de hemen hemen her zaman, yine astrofizik bağlamında incelenir. Bununla birlikte, kendilerini yalnızca astrofiziği incelemeye vermiş araştırmacılar da yok değildir. Astrofizikçilerin çalışması astronomik gözlem verilerini analiz etmek ve onları fiziksel olgulara indirgemektir.
Astrofiziğin bir dalı olan kozmoloji, evreni fiziksel bir sistem olarak inceler; yani evrenin doğuşu ve büyümesi, evrimi, gökcisimlerinin fiziksel ve kimyasal özellikleri ve konumlarının hesaplanması ile ilişkilidir. Astronomi gözlemleri salt astronomi ile ilişkili değildir; aynı zamanda genel görelilik kuramı gibi fizikte çok önemli yeri olan kuramların sınanması için de gözlemsel veri sağlar.
Kullanılan inceleme yöntemi, amaç ve konuya göre birbiriyle iç içe olan, genel gök bilimi, astrofizik ve uzay bilimleri gibi birçok dala ayrılır. Gök biliminde inceleme alanları aynı zamanda şu iki kategoride ele alınır:
Astronominin Alt Alanları.
Arkeoastronomi: İnsanların geçmişte gökyüzü ile ilgili olayları nasıl inceleyip yorumladıklarını araştıran alt alandır. Arkeoastronomi; arkeoloji, antropoloji, etnografya bilimleri ile ortak çalışır.
Astromatematik: Gök cisimlerinin yörüngeleri ile ilgili hesaplamaları yapar. Ayrıca gözlemlerden elde edilen sayısal verilerin yorumlanması da bu alt alanın konusudur. Gök mekaniği olarak da adlandırılır.
Astrofizik: Gök fiziği olarak da adlandırılan bu alt alan, gök cisimlerinden yayılan elektromanyetik dalgalardan elde edilen verileri yorumlar. Ayrıca gök cisimleri ve yıldızlar arası ortamdaki Madde-ışınım etkileşimi de bu alt alanın konusudur.
Astrokimya: Gök cisimlerinin ve yıldızlar arası ortamın kimyasal yapısını inceleyen alt alandır.
Astrobiyoloji: Evrendeki olası yaşam formlarının oluşum ve gelişimlerini inceleyen alt alandır.
Astrojeoloji: Gezegenlerin, doğal uyduların, gök taşı vb. gök cisimlerinin yapılarını ve oluşumlarını inceleyen alt alandır.
Yıldız astronomisi.
Yıldızların incelenmesi ve yıldız evrimi, Evreni anlamamız için esastır. Yıldızların astrofiziği, gözlem ve teorik anlayışla ve iç mekanın bilgisayar simülasyonlarından belirlenmiştir;
Yıldız oluşumu, dev moleküler bulutlar olarak bilinen yoğun toz ve gaz bölgelerinde meydana gelir. Kararsız hale getirildiğinde, bulut parçaları yerçekiminin etkisi altında çökerek bir protostar oluşturabilir. Yeterince yoğun ve sıcak bir çekirdek bölge nükleer füzyon'u tetikleyecek ve böylece bir anakol yıldızı yaratacaktır.
Hidrojen ve helyum'dan daha ağır olan hemen hemen tüm elementler yıldızların çekirdeklerinde yaratıldı.
Ortaya çıkan yıldızın özellikleri öncelikle başlangıç kütlesine bağlıdır. Yıldız ne kadar büyük olursa, parlaklığı o kadar büyük olur ve hidrojen yakıtını çekirdeğindeki helyuma o kadar hızlı eritir. Zamanla, bu hidrojen yakıtı tamamen helyuma dönüştürülür ve yıldız evrimi başlar. Helyum füzyonu daha yüksek bir çekirdek sıcaklığı gerektirir. Yeterince yüksek çekirdek sıcaklığına sahip bir yıldız, çekirdek yoğunluğunu arttırırken dış katmanlarını dışarı doğru itecektir. Genişleyen dış katmanların oluşturduğu kırmızı dev, çekirdekteki helyum yakıtı sırayla tüketilmeden önce kısa bir ömre sahiptir. Çok büyük yıldızlar, giderek daha ağır elementleri kaynaştırdıkları için bir dizi evrimsel aşamalardan da geçebilirler.
Yıldızın nihai kaderi, kütlesine bağlıdır, Güneş'in yaklaşık sekiz katından daha büyük kütleli yıldızlar çekirdek süpernova’ya çöker; daha küçük yıldızlar ise dış katmanlarını havaya uçurur ve hareketsiz çekirdeği beyaz cüce şeklinde geride bırakır. Dış katmanların fırlatılması bir gezegenimsi bulutsu oluşturur. Bir süpernova kalıntısı yoğun bir nötron yıldızı veya yıldız kütlesi Güneş'inkinin en az üç katıysa bir karadelik'tir. Yakın yörüngede dönen ikili yıldızlar, potansiyel olarak bir süpernovaya neden olabilecek bir beyaz cüce yoldaşına kütle aktarımı gibi daha karmaşık evrimsel yollar izleyebilir. Gezegenimsi bulutsular ve süpernovalar, yıldızda füzyon yoluyla üretilen "metaller"i yıldızlararası ortama dağıtır; onlar olmadan, tüm yeni yıldızlar (ve onların gezegen sistemleri) yalnızca hidrojen ve helyumdan oluşacaktı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=735",
"len_data": 8992,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.71
}
|
Zazaca, Hint-Avrupa dil ailesinin İran dilleri grubunda bulunan Kuzeybatı İran koluna bağlı bir dildir. Zazalar tarafından Türkiye'nin doğusunda Bingöl, Elâzığ, Erzincan, Erzurum, Sivas ve Tunceli; güneydoğusunda Diyarbakır, Adıyaman, Şanlıurfa ile Muş'un Varto ilçesi ve Bitlis'in batısında Mutki ilçesi civarındaki köylerde yoğunlukla konuşulur. Zazacaya gramer, genetik, dilbilim ve söz varlığı açısından en yakın diller Hazar Denizi kıyılarında konuşulan Talışça, Tatça, Simnanca, Sengserce, Gilekçe ve Mazenderancadır.
Makro dil.
Zazaca uluslararası dil otoriteleri tarafından iki ana Zaza dilinden oluşan bir makro dil olarak sınıflandırılmaktadır. SIL International Zazacayı Güney Zazacası (diq) ve Kuzey Zazacası (kiu) olmak üzere iki ana Zaza dilini içeren bir makro dil olarak sınıflandırmaktadır. Diğer uluslararası dil otoriteleri Ethnologue ve Glottolog da Zaza dilini Güney Zazacası ve Kuzey Zazacası olmak üzere iki ana Zaza dilinden oluşan bir makro dil olarak sınıflandırmaktadır. Prof. Dr. Ludwig Paul ve Frankfurt Zaza Dil Enstitüsü ise Zaza dilini; kuzey, merkez ve güney kolları olmak üzere üç ana lehçeye ayırmaktadır.
Adlandırma.
Zazaların dillerini ve kendilerini tanımlamaları bölgeden bölgeye farklılıklar göstermektedir. Zazaların tanımlama şekli ulusal olmayıp, etnik ya da dini niteliktedir. Zazaca için kullanılan başlıca adlandırmalar şunlardır:
Zazaca araştırmasının tarihçesi.
Zazaca üzerine ilk araştırmalar 19. yüzyılın ikinci yarısı itibarıyla başlamıştır. Dilbilimci Peter I. Lerch, Kırım Savaşı'nda Ruslara esir düşen Osmanlı askerlerinin tutulduğu Roslow'a giderek buradaki Zaza kökenli Osmanlı askerleri arasında Zazaca bazı derlemeler yapmıştır. Lerch, 1856 yılında, Zazaca cümle listesi ve hikâyelerden oluşan derlemelerini dilbilimsel analiz yapmadan Rusça ve Almanca olarak yayımlamıştır. Daha sonra Robert Gordon Latham, Dr. H. Sandwith'in derlediği bir Zazaca sözlük listesini 1856 ve 1860 yıllarında yayımlamıştır. 1862'de Wilhelm Strecker ve Otto Blau tarafından Dersim Zazacasına ait bazı notlar yayımlanmıştır. Daha sonra Friedrich Müller (1864) Lerch'in derlediği metinlerle Zazaca ile üzerine karşılaştırmalı bir inceleme yayımlamıştır. Müller çalışmasında Zazacayı Farsçanın bir lehçesi olarak değerlendirmekle birlikte Zazacanın Kürtçe ve Farsçadan daha eski olduğunu ve tarihsel gelişim bakımından Zazacanın Kürtçe ve Farsçadan farklı olduğunu tespit etmiştir. Müller'in bu görüşü daha sonra F. Spiegel (1871), W. Tomaschek (1887), W. Geiger (1891-1901) ve A. Socin (1901) tarafından da desteklenmiştir. Daha sonra, Albert van Le Coq (1903) derlediği bazı Zazaca metinleri Kürtçe metinlerle bazı kısmi karşılaştırmalar yaparak dilbilimsel analiz yapmadan yayımlamıştır. Çalışmalarında Zazaca metin kayıtlarına yer veren ilk dönem araştırmacıları, detaylı dilbilimsel analizini yapmadan diyalekt olarak ele alıp Zazacayı Farsça ve Kürtçe ile birlikte değerlendirmiştir.
Zazacayı dilbilimsel olarak inceleyip detaylı analizini yapan ilk araştırmacı Alman dilbilimci Oskar Mann'dır. 1905/1906 yıllarında Prusya Bilimler Akademisi tarafından batı İrani dillerinin dokümantasyonu ve dilbilimsel analizi için görevlendirilen Oskar Mann Bingöl ve Siverek bölgelerinde kapsamlı Zazaca derlemeler ve dil kayıtları gerçekleştirmiştir. Zazacayı ses bilgisi (fonetik), biçim bilgisi (morfoloji), sözcük bilgisi (leksikoloji), kökenbilgisi (etimoloji) açılarından inceleyen Oskar Mann yaptığı araştırmaların sonucunda Zazacanın Farsça ya da Kürtçenin bir lehçesi olmayıp başlı başına ayrı bir dil olduğunu tespit etmiştir. Mann'ın ölümünden sonra çalışmalarını devralarak ilerleten Karl Hadank, 1932 yılında bu çalışmaları yaptığı gramer analizleriyle beraber "'Mundarten der Zaza" adıyla kitaplaştırmıştır. Hadank da öncülü Oskar Mann gibi Zazacayı başlı başına ayrı bir dil olarak ele almıştır. Zazacanın modern dilbilim tarihindeki yeri Oskar Mann (1906) ve Karl Hadank'dan (1932) sonra (1961-95), (1989), (1996), (1998) ve birçok yabancı dilbilimci ve araştırmacı ve uluslararası dil otoriteleri Glottolog ve Ethnologue tarafından incelenmiş olup başlı başına bir Batı İran dili şeklinde tespit edilmiştir.
Coğrafi dağılım.
Zazaca, Doğu Anadolu'nun Yukarı Fırat ve Dicle havzasında, sayıları kesin olarak bilinmemekle birlikte yaklaşık olarak 2-3 milyon civarında kişinin konuştuğu dildir. Türkiye'de yaşayan Zazalar dışında özellikle Almanya, Fransa, Avusturya, İsveç, İsviçre ve Hollanda gibi Avrupa ülkelerinde yaşayan önemli sayıda Zaza veya Zazaca konuşan nüfus bulunmaktadır.
Zazacanın en yoğun olarak konuşulduğu ve Zazaların en yoğun olarak yaşadığı yerleri, Tunceli (bütün ilçelerde), Bingöl (bütün ilçelerde), Elâzığ (doğu bölgesi, kuzeyi ve güneyi), Diyarbakır (kuzey ve batı bölgeleri Çermik, Çüngüş, Ergani, Eğil, Dicle, Lice, Hani, Kulp, Hazro), Urfa (Siverek, Hilvan ilçeleri), Muş (Varto ilçesi), Sivas (Zara, Ulaş, Kangal ilçeleri), Adıyaman (Gerger ilçesi), Erzincan (Merkez, Tercan, Çayırlı, Refahiye ve yer yer diğer ilçelerde), Batman (Batman, Kozluk), Bitlis (Mutki, Tatvan), Malatya (doğu bölgesi), Ardahan (Göle'nin iki köyünde), Aksaray (Ekecik bölgesinde) ve Erzurum (Hınıs, Tekman, Aşkale, Çat ve yer yer diğer ilçelerinde) oluşturmaktadır.
Sınıflandırma.
Zazaca dilbilimsel olarak Hint-Avrupa dil ailesinin Hint-İran ana grubunun İran koluna ait bir dildir. Bir Batı İran dili olan Zazaca bu grubun kuzeybatı koluna mensuptur. Zazaca dilbilimde başlı başına ayrı bir dil olarak kabul edilip Kürtçeden ayrı olarak Gorani diliyle beraber "Zaza-Gorani" olarak adlandırılan genetik bir alt grubun parçasıdır.
Glottolog Zazacayı Hazar Denizi'nin güney kıyılarında konuşulan Talışça, Tatça ve lehçeleri ile birlikte Eski Azerice'den türeyen "Azeri dilleri grubu" içinde sınıflandırmaktadır. Alman dilbilimci Jost Gippert ve LeCoq ise Zazacayı Hazar Denizi'nin güneyindeki tarihi Hyrkania bölgesine atıfta bulunarak "Hyrkan dilleri" "grubu" (Gurgan, Cürcan) içinde sınıflandırmıştır ve Tatça, Talışça, Sengserce ve Hazar denizi kıyılarında konuşulan diğer dilleri Zazaca ile aynı alt gruba ait saymıştır.
Dilbilimci Ludwig Paul'a göre Zazaca, Kürtçeye nazaran Goranice ve ölü bir İran dili olan Eski Azerice ve Talışçaya daha yakındır. Paul, Zazacanın Talışça, Tatça, Simnanca, Sengserce ve ölü İran dilleri olan Eski Azerice ve Partçaya yakın olup bu dillerle birçok çok benzerlik paylaştığını ve Kürtçenin tarihi olarak geçirmiş olduğu ses değişikliklerinin Zazacada bulunmadığını tespit etmiştir. Benzer şekilde, Elazığ-Keban bölgesinde yapılan bir çalışmada Zazaca ve Kürtçe konuşurları arasında karşılıklı anlaşılırlığın oldukça düşük olduğu tespit edilmiştir. Hazar Denizi kıyısında konuşulan Kuzeybatı İran dilleri ve Zazaca arasında da dilbilgisi ve sözcük dağarcığı bakımından önemli benzerlikler bulunur. Bugün Zazacaya en yakın diller Hazar Denizi'nin güney kıyılarında konuşulan Talışça, Tatça, Gilekçe ve Mazenderanca gibi dillerdir.
Ethnologue'a göre Kuzeybatı İran dilleri ve Zazacanın yeri:
Lehçeleri.
Dil sınıflandırma otoritelerinden biri olan SIL International'e göre Zaza dili (zza) bir makro-dil ("macrolanguage") olup iki (ISO 639 diq & kiu) ayrı dil olarak sınıflandırılmaktadır.
Prof. Dr. Ludwig Paul ve Zaza Dil Enstitüsüne göre Zaza dili; kuzey, merkez ve güney kolları olmak üzere üç ana lehçeye ayrılmaktadır. Zaza dilinin, bunun yanı sıra, özel bir konuma sahip olan ve hiçbir lehçe grubuna tam olarak dâhil edilemeyen geçiş ve kenar şiveleri de mevcuttur. Bölgeden bölgeye kelimeler çeşitli ses değişimine uğramıştır. Bunlar telaffuz farkından öte Zaza lehçelerinin sözcük dağarcığında da farklılıklar gösterir. Zamanla bazı kelimeler önemini yitirmiş; ya tam unutulmuş ve başka kelime biçimlerine dönüşmüş ya da bu kelimelerin kullanımı ikinci veya üçüncü plana düşmüştür.
Zaza dilinin kuzey, merkez ve güney lehçelerini birbirlerinden ayrı tutan belli başlı karakteristik özellikler bulunmaktadır. Aynı zamanda Zazaların üç mezhebe (Şafi, Hanefi, Alevi) bölünmesi de bu lehçelerin oluşmasına katkıda bulunmuştur. Zaza dilinin ana lehçelerinin arasında şivesel farklılıklar da bulunmakla birlikte konuşulduğu bazı yörelerde dil komşu dillerden daha çok etkilenmiştir. Örneğin Zazacanın kuzey lehçesine bağlı Dersim ağzı fonetik bakımından hayli yenilikler yaşamıştır. Bu yeniliklerden Ermenicenin sorumlu olduğu tahmin edilmektedir. Öte yandan aynı lehçe grubunda yer alan Varto şivesi bu değişimden uzak kalmıştır. Zaza dilinin üç ana lehçesi şu şekildedir:
Ses bilgisi.
Ünlü harflerden daha az değişim gösterdikleri için dillerin tarihsel evrimi ve dil gruplarındaki sınıflandırmanın esas temelini ünsüz harfler oluşturmaktadır. İrani dillerin içinde Batı İran dillerinin kuzeybatı-güneybatı olarak ayırt edilebilmesi için miras sözcüklerden oluşan belirli kıstas sözcükler eş dillilik sınırı (isoglosses) yönünden esas alınmaktadır. Dillerin tarihsel evrimi ve dil gruplarındaki sınıflandırmanın esas temelini oluşturan bu ünsüzlerin oluşumu (eş dillilik sınırı / isoglosses) Zazacada Talışça, Tatça (Herzendi), Sengserce, Vefsçe ve bazı merkezi İran dilleri ile hemen hemen aynıdır. Zazaca burada Talışça, Tatça, merkezi İran diyalektleri ve Gilekçe, Simnanca, Sengserce ile bir kuzeybatı İran dilleri kuşağı oluşturmaktadır. Bu kuşağa bağlı diller Farsça, Azerbaycan dili ve Kürtçe konuşurları tarafından, batı kısmında Zazaca, Talışça, Tatça ve doğu kısmında ise Simnanca, Sengserce, Gilekçe ve diğer Hazar/Merkezi lehçeleri olmak üzere coğrafi olarak ikiye bölünmüştür. Yine de Zazaca Tatça (Herzendi/Azeri), Talışça ve bazı kuzeybatı diyalektleri ile birlikte Batı İrani Proto-Hint Avrupa ünsüz harf köklerini güçlü bir biçimde muhafaza etmiştir ve bu noktada Farsça ve Kürtçeden oldukça uzaktır:
Zazacanın ses yapısındaki ünlüler olan "a, e, ê, ı, i, o, u, ü/û", Güney Zazacasında olan û hariç genelde kısa telaffuz edilmektedir ve ünlülerde "uzun : kısa" karşıtlığı yoktur. Bazı ağızlardaki ö ünlüsü -ew- çift ünlüsünden dönüşmüştür (> öw~ öy), örn. Doğu-Dersim "dewe", Batı-Dersim "döwe ~ döe" “köy” veya komşu heceden etkilenmeden ötürü şekil değiştirmiştir, örn. Bingöl-Genç "yeno > yön" “geliyor”. Tarihsel gelişme açıdan "e, ı, u" ünlüleri Ana/Orta İrancanın kısa "a, i, u"’nun, "a, ê, i, o, û/ü" ise Ana İranca uzun "ā, ai (> Oİ ē), ī, au (> Oİ ō), ū" ünlülerin devamıdır.
Dilbilgisi.
Zazacanın komşu dillerle etkileşim içinde olmasına rağmen Orta İrani dönemden bu yana dilbilgisel olarak ve miras sözcükler açısından yapısını gayet iyi koruduğu söylenebilir. Komşu veya egemen dillerden kelime alışverişi dışında dilin diğer alanlarında fazlasıyla etkileşim gözlenmemektedir. Kültürel açıdan da yerli halk olarak komşu halklarla birçok ortak özelliği taşımaktadır. Bulunduğu ve geliştiği şartlara göre değerlendirilecek olursa, zengin bir kelime dağarcığına sahiptir. Zazacada şimdiki zaman fiil takıları Simnanca, Sengserce, Gilekçe, Talışça, Tatça ve Hazar Denizi kıyılarındaki diğer dil/lehçeler ile ortak biçimde fiil kökünden sonra gelen "n"/"ant" şimdiki zaman son eki ile oluşturulmaktadır:
Ergatif.
Eski İrani Dönemin sonuna doğru ve Orta İrani Dönemin başlangıcında gerçekleşen geçmiş zamanın kuruluş şekliyle çoğu orta İrani dilde, geçmiş zaman edilgen ortaç (participle perfect passive) soneki -ta- ile oluşturulan fiil çekimin sayesinde meydana gelen biçim-sözcükdizimsel (morphosyntactic) bir fenomen olan bölünmüş ergatiflik (split ergativity), yani tüm geçmiş zaman şekillerinde geçişli fiillerde öznenin bükünlü halde belirtilmesi, nesnenin yalın halde olması, İrani dillerde ayrıca fiilin ergatif alanda da nesneye göre çekimlenmesi, bugün de Zazacada varlığını sürdürmektedir. Örn. "Ez ey anan, o mı ano." “ben onu (eril) getiriyorum, o beni getiriyor”, geçmiş zamanda ise "mı o ard, ey ez ardan" “ben onu getirdim, o beni getirdi” şeklinde çekilmektedir.
Durumlar.
Çağrı hali olarak bilinen vocative hariç tutulursa, Zazacada bulunan 2 hal (yalın, casus rectus ve bükünlü casus obliquus) de Orta Batı İrani dönemden kalmadır. Zazacada, biri birlikte bir Kuzeybatı İran dilleri kuşağı oluşturduğu Talışça, Tatça, Simnanca, Sengserce gibi diller ile benzer biçimde kökü Ana İranca'ya uzanan -"ahya" genitiflik ekine uzanan, ismin iki hali yalın (y) ve bükünlü (b) vardır:
Tabloya ek olarak Zazaca bıra/bırar; Simnanca bere/berar da yalın ve bükülü hallere örnektir. Tamlamalar noktasında ise isim tamlamasında belirten isimde olduğu gibi, sıfat tamlamasında da sıfat isimden sonra gelmektedir, sıfat da isimle birlikte çekilmektedir, örn. "her-o gewr" "gri eşek", "her-ê gewri" "gri eşekler", "her-an-ê gewr-an" "gri eşekleri(n).
Gramatik cinsiyet.
Zaza dili, isim morfolojisi iki gramatik cinsiyet (eril ve dişil) bir sisteme dayanmaktadır. Eski İran dilinde bulunan gramatik cinsiyet –nötr hali hariç– Zazacada büyük ölçüde aynı şekilde kalmıştır. Eril ve dişil ayrılığı isim, sıfat ve zamir halleri ile fiil çekimleri dahil olmak üzere Zaza dilinin tüm morfolojisinde yer almaktadır. Eski İran dilinin dişil takısı –ā Zazacanın kuzey lehçesinde vurgusuz takı –e [-ə] olarak güney lehçesinde -ı olarak kalmıştır: her (eşek/erkek) here/herı (eşek/dişi); estor (at/erkek) estore/estorı (at/dişi); verg (kurt) deleverge/delevergı (kurt/dişi), malım (öğretmen/erkek) malıme/malımı (öğretmen/kadın), fiilerde kerdenı/kerdene (yapmak), şiyayenı/şiyaene (gitmek) gibi. İsimlerin dışında sıfatlarda da eril dişil ayrımı belirmektedir: o: o (eril), a: o (dişil); no: bu (eril) na: bu (dişil). Fiil çekimlerinde ise Zazacanın merkez ve güney lehçelerinde 2. ve tüm lehçelerinde 3. şahıs eklerinde eril ve dişil olarak cinsiyet farkı belirmektedir: o vano: o (eril) söylüyor, a vana: o (dişil) söylüyor; o vırazeno: o (eril) yapıyor, a vırazena: o (dişil) yapıyor, o yeno: o (eril) geliyor, a yena: o (dişil) geliyor gibi. Olmak (biyayenı/biyaene) yardımcı fiilinde oyo: odur (eril), o niyo: o (eri) değildir, aya: odur (dişil), a niya: o (dişil) değildir şeklinde gramatik cinsiyet belirmektedir. Gramatik cinsiyet eril sözcüklerle kurulan cümlelerde, örneğin pi (baba/eril sözcük) için, Hesen piyê neyo: Hasan (eril) bunun (eril) babasıdır (eril); kıtab (kitap/eril sözcük) için, o kıtabê mıno: o (eril) benim (eril) kitabımdır (yardımcı fiil/eril) ya da no kıtabê mıno: bu (eril) benim (eril) kitabımdır (yardımcı fiil/eril) şeklinde belirmektedir. Dişil sözcüklerde ise qeleme/qelemı (-e/-ı dişillik ekini almış dişil sözcük kalem) a qelema neya: o (dişil) bunun (dişil) kalemidir (yardımcı fiil/dişil) ya da soru cümlelerinde sate/satı (-e/-ı dişillik ekini almış sözcük saat) sate/satı çanda: saat (dişil) kaçtır (yardımcı fiil/dişil); sate hirêya: saat (dişil) üçtür (yardımcı fiil/dişil) şeklinde belirtmektedir. Zazaca dışında Simnanca, Sengserce, Tatça, Sivendice, Cālī, Fārzāndī, Delījanī, Jowšaqanī, Abyānei gibi İran dilleri de Ana İrancadan kalan gramatik cinsiyeti (eril-dişil) korumuştur. Eril-dişil ayrımına dayanan gramatik cinsiyet farklılığı Zazaca dışında Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Venedikçe, İrlandaca, İskoçça, Litvanca ve Letonca gibi diğer akraba Hint-Avrupa dillerinde de (eril-dişil olacak şekilde) korunmuştur.
Fiil yapısı.
Edilgen çatı.
Zazacadaki Eski ve Orta İrani döneminden kalma diğer bir özellik de, fiilin edilgen çatısı (diathesis, voice) mürekkep şekilde (bireşimsel, synthetic), yani yardımcı fiil olmaksızın da sınırlı fiillerle kurulmasıdır. Eski Hint-İrani edilgen soneki -ya, Pehlevicede bulunan -īh- şekline yansıması Zazacada -i- ile mevcuttur: nan weriyeno":" ekmek yeniyor, şıt şımiyeno: süt içiliyor, nuşte nuşiyeno: yazı yazılıyor, keye viniyeno: ev görünüyor gibi.
Geniş zaman.
Geniş zaman eki öznenin bir eylemi yapma ihtimalinin var olduğunu veya bu imkâna ermiş olduğunu yani bu fiili işleme imkânına sahip olunduğunu ifade eder. Zaza dilinde alışkanlık, süreklilik, doğallık belirten durumlar ya da masalsı anlatımda kullanılmaktadır. Geniş zamanda eylem kökünün sonuna “-(e)n” son eki ve sonuna kişi eki getirilir. Bu ek Talışça, Tatça, Simnanca, Sengserce gibi diğer Hazar dilleri/lehçeleri ile ortak biçimde fiil kökünden sonra gelen "n"/"ant" son eki ile oluşturulmaktadır. Tatça, Sengserce, Simnanca vb. dillerde olduğu gibi gramatik cinsiyet geniş zamanda da belirgindir. Örneğin: ez şınan: ben giderim, tı şınê: sen gidersin (eril), tı şınay: sen gidersin (dişil), o şıno: o gider (eril), a şına: o gider (dişil) gibi.
Şimdiki zaman.
Zaza dilinde şimdiki zamanlı bir tümce kurabilmek zamirin ardından şimdiki zamanı belirleyici ek ve eylem kökünün sonuna “-(e)n” son eki ve en sonuna kişi eki getirilir. Zaza dilindeki “-(e)n” köküne dayalı şimdiki zaman oluşturma formu Simnanca, Sengserce, Gilekçe, Talışça, Tatça ve Hazar Denizi kıyılarındaki diğer dil/lehçeler ile aynı kökten gelip aynı şekilde oluşturulmaktadır. Fiilin çekimi noktasındaki gramatik cinsiyet farklılığı ise yine Tatça, Sengserce, Simnanca vb. olduğu gibi belirgindir. Ezo kenan/ez ha kenan: ben yapıyorum, tıyê kenê/tı ha kenê: sen yapıyorsun (eril), tiya kenay/ti he kenay: sen yapıyorsun (dişil), oyo keno/o hao keno: o yapıyor (eril), aya kena/a haya kena: o yapıyor (dişil) gibi.
Dilin fiillerdeki şimdiki zamanda belirgin olan bildirme, emir ve istek kipi de mevcuttur; istek kipinde (subjunctive) olan özellik, Eski ve Orta İrani dönemde olan fiil kökeninin bu kipe yansımasıdır. Örn. "Beno" “götürüyor”, "berd" “götürdü”, "eke bero" “götürse”; "ber-" < Ana İranca "bar-", proto Hint-Avrupaca "*bher-".
Geçmiş zaman.
Zazaca’da geçmiş zamanın geçişli cümlelerinde, öznenin hiçbir önemi yoktur, çekimi belirleyen nesnedir. Yani nesnenin eril-dişilliği ya da tekil-çoğulluğu fiilin çekimini belirler. Ergatiflik gereği birinci (ez), ikinci (tı), üçüncü (o:eril/a:dişil) tekil şahıslar ve üçüncü çoğul şahıs (ê/i), birinci (mı), ikinci (to), üçüncü (ey:eril/ay dişil) ve üçüncü çoğul (inan/inun/ina) olacak şekilde yalın dışı hale dönüşürken birinci ve ikinci çoğullar (ma ve şıma) aynı şekilde kalır. Geçmiş zamanda nesnesiz cümlelerde zamir yalın dışı hale dönüşür ya da yalın halde (ma ve şıma) halde kalır ve fiil mastarı düşer. Örneğin mı şımıt: ben içtim, to şımıt: sen içtin, ey şımıt: o (eril) içti, ay şımıt: o (dişil) içti, ma şımıt: biz içtik, şıma şımıt: siz içtiniz ve inan şımıt: onlar içtiler gibi. Nesnesi bulunan cümlelerde ise fiil mastarı düşüp fiil kökü kalır ve nesnenin cinsiyetine göre fiil kök sonuna nesnenin cinsiyetini gösterir son ek getirilir. Örneğin mı kıtab wend: ben kitap (eril) okudum, mı estanıkı wende: ben masal (dişil) okudum, mı şıt şımıt: ben süt (eril) içtim, mı engure/engurı werde: ben üzüm (dişil) yedim, mı nan werd: ben ekmek (eril) yedim.
Görülen (hikâyeli) geçmiş zamanda (imperfect) tüm şahıslar için kullanılan sonekin "-êne (~ -ên, -ê)", örn. "şiyêne, diyêne" “giderdi-, görürdü-” de Partça olan Past Optative "ahēndē(h)" ile alakalı olmasının olası olduğu düşünülmektedir.
Fiil takıları.
Çoğu Hint-Avrupa dillerinde var olan fiil takıları (preverbs) Zazacada iki şekliyle mevcuttur: Eski Hint-İrani döneminden kalma kimi yön belirten zarfların o dönemde de cümlede fiile yakınlaşarak erişmesi ve fiille bütünleşmesiyle oluşan fiil takıları, örn. "ni-šad (< sad-" “oturmak”) “(aşağıya doğru) oturmak“ > Zaz. "nış-/nıştene" “inmek”; "ā-bar-" “getirmek, ‘geriye götürmek’ ” (< bar- “götürmek”) > Farsça "aver-آور/avurden آوردن," Zaz. "ar-, an-/ardene" “getirmek”. Kalıntı takıların bulunduğu fiiller sınırlı bir şekilde mevcuttur ve dilde takı olarak algılanmamaktadır. İkincisi ise, göreceli olarak Zazacanın kendince yeni oluşturduğu otuza yakın fiil takısı, örn. temel fiil "kerdene" “yapmak”: "a-kerdene" “açmak”, "ra-kerdene" “sermek”, "ro-kerdene" “dökmek”, "de-kerdene" “doldurmak”, "we-kerdene" “ateş yakmak”, "tıra-kerdene" “sürmek, takmak”, "pede-kerdene" “batırmak”, "cêra-kerdene" “ayırmak”, "cıra-kerdene" “kesmek (gövdesinden ayırmak)”, "têra-kerdene" “etrafa yaymak; uyandırmak”, "tede-kerdene" “saymak, saygı göstermek”, "têro-kerdene" “karıştırmak (kâğıt)”, "werê-kerdene" “urgan, ip vs. dolayarak bağlamak”. "Nıştene" “inmek” anlamında kullanılırken, “oturmak” için "ro-nıştene" kullanılır. Bazı fiilerde yön belirten fiilsel ön edat diyebileceğimiz (verbal preposition) "[e]ra, [e]ro" biçimler de mevcuttur (bazı ağızlarda sadece kalıntı olarak bulunur veya kaybolmuştur): "cı daene" “(birine bir şey) vermek”: "era cı daene (dan- ra cı)" “dayamak”, "ero cı nıştene (nışen- ro cı)" “binmek”.
Kişi zamirleri.
İsim ve şahıs zamirlerinden öte fiil çekiminde de Merkez ve Güney'de 2. ve tüm şivelerde 3. kişide de eril ve dişil olarak cinsiyet farkı belirmektedir. O vano "o (erkek) söylüyor", a vana o (kadın) söylüyor”.
Şahıs zamirlerinde ise tipik Batı İrani yapısı belirmektedir: yalın hal: bükünlü hal: ben "ez : mın", sen "tı : to", o (eril) "o : ey ~ i ~ yı", o (dişil) "a ~ ya : ae ~ ay ~ yê"; biz "ma : ma", siz "şıma ~ sıma : şıma ~ sıma", onlar "ê ~ i : inan ~ ine."
İşaret zamirleri.
Zaza dilinde işaret zamirlerinde aslen 3 boyutlu yakınlık derecesi belirtilse de (Örn. "o, n-o, e-n-o"; Türkçede de olduğu gibi "o, bu, şu"), genelde kullanılan 2 derece bulunmaktadır. Uzak derece için olanlar 3. şahıs zamirleri "o, a, ê"’ye denk gelmektedir. Yakın derece içinse Kuzey ve Güney-Zazacasında "n"- önekiyle "no, na, nê; ney, nae, ninan"; bükünlü halde niteleyici (attributive) işlevde "(n)ê, (n)a, (n)ê", örn. "vengê nê heri / heran" “bu eşeğin / eşeklerin sesi” şeklindedir. Merkez Zazacasında ise yakın derece için genelde "en- ~ ın-" kullanılmaktadır. Kuzeyde "a-", Güneyde "e-" eki çok yakın derece için genelde niteleyici şekilde kullanılır, örn. "eno ~ ano lacek" “şu oğlan”.
Alfabeler.
Osmanlı döneminde yazılan Zazaca metinler Arap harfleriyle yazılmıştır. Bu dönemdeki eserler dini içeriklidir. Sultan Efendi lakaplı İsa Beg bin Ali tarafından 1798 yılında yazılan ilk Zazaca metin Arap harfleriyle Osmanlıcada da kullanılan Nesih yazı tipinde yazılmıştır. Bu eserin ardından 1891-1892 yıllarında Osmanlı-Zaza din adamı, yazar ve şair Ahmed el-Hassi tarafından yazılan ilk Zazaca Mevlit de Arap harfleriyle yazılıp 1899 yılında basılmıştır. Bir diğer Osmanlı-Zaza din adamı Osman Esad Efendi tarafından 1901 ya da 1903 yıllarında yazılan bir diğer Zazaca Mevlit de aynı şekilde Arap harfleriyle yazılmıştır. Cumhuriyet sonrası Zazaca eserler ise Arap alfabesi terk edilip Latin harfleriyle yazılmaya başlamıştır. Yine de günümüzde Zazacanın bütün Zazalar tarafından ortak kullanılan bir alfabesi yoktur. Jacabson alfabesi olarak adlandırılan bir alfabe, Amerikalı dilbilimci C. M Jacobson'un katkıları ile geliştirilmiştir ve Zazacanın standartlaştırılması üzerine çalışmalar yapan Frankfurt Zaza Dil Enstitüsü tarafından kullanılmaktadır. Aynı zamanda Zazaca Vikipedinin yazı sistemidir. Zülfü Selcan tarafından hazırlanmış ve 2012 itibarıyla Munzur Üniversitesi'nde de kullanılmaya başlanan dir diğer Zaza alfabesi, 8'i sesli ve 24'ü sessiz olan 32 harften oluşup Zazaca için geliştirilmiş başka bir yazı sistemidir. Yayınlarda çoğunlukla kullanılan bir diğer alfabe olan Bedirhan alfabesidir. Bu yazı, temelde Celadet Bedirhan tarafından Kürtçe için geliştirilmiş olup, Latin harfleri temellidir. 1996'dan beri Zazaca yayınlar yapan Vate dergisi yayınlarında Kürt alfabelerinden Bedirhan alfabesini kullanmaktadır.
Zaza alfabesi 32 harften oluşmaktadır:
Zaza edebiyatı.
Zaza edebiyatı Zaza dilinde üretilmiş sözlü ve yazılı metinlerinden oluşmaktadır. Sözlü ve yazılı eserlerden oluşan Zaza edebiyatı, Zaza dili yazıya geçirilene değin ağırlıklı olarak sözlü edebiyat türleriyle ilerlemiştir. Bu bakımdan Zaza edebiyatı sözlü eserler bakımından oldukça zengindir. Dilin deyre (türkü), kılame (şarkı), dêse (ilahi), şanıke (fabl), hêkati (öyküler), qesê verênan (atasözleri ve deyimler) gibi sözlü edebiyat ürünleri oldukça fazladır. Yazılı eserler ise Osmanlı İmparatorluğu döneminde verilmeye başlamış olup ilk dönem eserleri dini/inançsal bir nitelik taşımaktadır. Cumhuriyet sonrası ise uzun süreli dil ve kültür yasakları Türkiye ve Avrupa olmak üzere iki merkez üzerinde gelişen Zaza edebiyatının ağırlıklı olarak Avrupa üzerinde canlanmasına neden olmuştur. Gevşeyen yasaklardan sonra Zaza edebiyatı Türkiye üzerinde gelişim göstermiştir.
Osmanlı dönemi.
Zaza edebiyatının bilinen yazılı ilk eserleri Osmanlı döneminde verilmiştir. Osmanlı döneminde verilen Zaza dilindeki yazılı eserler Arap harfleriyle yazılmıştır ve dini bir nitelik taşımaktadır. Bu dönemdeki yazılı Zazaca ilk eser 1700'lü yılların sonunda verilmiştir. Zaza dilinin elde bulunan yazılı bu ilk metni, İslam tarihi yazarı Sultan Efendi lakaplı İsa Beg bin Ali tarafından Hicri 1212 (1798) yılında yazılmıştır. Eser Arap harfleriyle kaleme alınmış olup Osmanlıcada da kullanılan Nesih yazı tipinde yazılmıştır. İki bölümden oluşan eser III. Selim döneminde Doğu Anadolu bölgesini, Ali'nin (halife) hayatını, Alevi doktrini ve tarihini, Nehcü'l-Belâga'nın bazı bölümlerinin Zaza diline çevirisini, apokaliptik konuları ve şiirsel metinleri içermektedir. Bu eserden yaklaşık yüz yıl kadar sonra 1891-1892 yıllarında Osmanlı-Zaza din adamı, yazar ve şair Ahmed el-Hassi (1867-1951) tarafından Zaza dilindeki bir diğer eser olan Mevlit (Mewlid-i Nebi) yazılmıştır. Zaza dilindeki ilk Mevlit olan eser Arap harfleriyle yazılıp 1899 yılında basılmıştır. Aruz ölçüsü kullanılarak yazılan mevlit Süleyman Çelebi'nin mevlîdine benzemekle birlikte giriş, İslam peygamberi Muhammed'in hayatını ve Allah, tevhit, münacaat, miraç, veladet, doğum ve yaratış vb. dini konuları içerip 14 bölüm, 366 beyitten oluşmaktadır. Bu dönemde yazılan bir diğer yazılı eser ise Siverek müftüsü Osman Esad Efendi (1852-1929) tarafından kaleme alınan bir diğer Mevlit'tir. Biyayışê Pexamberi (Peygamberin Doğuşu) olarak adlandırılan eser İslam peygamberi Muhammed ve İslam dinine ait bölümlerden oluşmakta olup 1901 (bazı kaynaklarca 1903) yılında Zaza dilinde Arap harfleriyle yazılmıştır. Eser yazarın ölümümden sonra, 1933 yılında basılmıştır. Zaza yazarların dışında (1827-1884), Robert Gordon Latham (1812-1888), Dr. (1822-1881), Wilhelm Strecker (1830-1890), (1828-1879), (1864) ve Oskar Mann (1867-1917) gibi yabancı yazarlar/araştırmacılar Cumhuriyet öncesi dönemde çalışmalarında Zazaca içeriklere (masal, hikâye, sözlük) yer vermiştir.
Cumhuriyet sonrası dönem.
Cumhuriyet sonrası Zaza edebiyatı Türkiye ve Avrupa merkezli olmak üzere iki kol üzerinden gelişmiştir. Bu dönemde Zaza edebiyatının gelişimi, uzun süreli dil ve kültür yasaklarına bağlı olarak Türkiye'de durağanlaşmıştır. 1980'lerde Avrupa ülkelerine Zaza göçü ve görece özgür ortam, Zaza edebiyatının Avrupa üzerinde canlanmasını sağlamıştır. Cumhuriyet sonrası Türkiye'de yazılmış Zaza dilindeki eserlerden biri 1947-1948 yıllarında Muhammed Aslan (Muhammed Şeyh Ensari) tarafından yazılmış olan Raro Raşt ve Me'lumatê Dînîye isimli akaid ve fıkıh alanında yazılmış iki manzum eserdir. Bu eserin ardından Mehamed Eli Hun tarafından, 1971 yılında, dini konuları ve hikâyeleri içeren bir başka Mevlit yazılmıştır. Mehmet Demirbaş tarafından 1975 yılında yazılmaya başlayıp ve 2005 yılında tamamlanan Zazaca şiir ve kasidelerden oluşan 300 sayfalık bir el yazması Zazaca divan, divan türünde bu dönemde yazılan bir başka edebi eserdir. Yine Abdulkadir Arslan (1992-1995), Kamil Pueği (1999), Muhammed Muradan (1999-2000) ve Cuma Özusan'ın (2009) mevlid ve siyerleri dini içerikli diğer edebi eserlerdir. Yazılı Zaza edebiyatı mevlid ve dini eserler yönünden zengindir ve dilin yazılı ilk eserleri bu türlerde verilmiştir. Zaza edebiyatının dergicilik üzerinden gelişmesi ise 1980 sonrası Avrupa'ya göç eden Zazalar tarafından çıkarılıp başlı başına Zaza dili ile yayın yapan dergiler, Zaza dili ağırlıklı olup çok dilli yayın yapan dergiler ve Zaza dilinde olmayıp içeriğinde Zaza dilinde eserlere yer veren dergiler üzerinden gerçekleşmiştir. Kormışkan, Tija Sodıri, Vate tamamı Zaza dilinde yayın yapan dergilerdir. Bunların dışında Zaza milliyetçiliği'nin öncü ismi Ebubekir Pamukçu tarafından dil, kültür, edebiyat ve tarih dergileri olarak çıkarılan Ayre (1985-1987), Piya (1988-1992) Raa Zazaistani (1991) bu dönemdeki Zazaca ağırlıklı olup çok dilli yayın yapan önemli dergilerdir. Ware, ZazaPress, Pir, Raştiye, Vengê Zazaistani, Zazaki, Zerq, Desmala Sure, Waxt, Çıme Zazaca ağırlıklı olup çok dilli yayın yapan diğer dergilerdir. Avrupa ülkelerinde yayımlanan bu dergilerin yanı sıra tamamen Zaza dilinde olup Türkiye'de yayımlanan ilk dergi olan Vatı (1997-1998) ile Miraz (2006), Veng u Vaj (2008) Türkiye'de Zaza dilinde yayımlanan diğer önemli dergilerdir. Ağırlıklı olarak başka dillerde yayımlanıp içeriğinde Zaza dilindeki eserlere de yer veren dergiler ise Kürtçe ve Türkçe dillerinde yayın yapmış dergilerdir. Roja Newé (1963), Riya Azadi (1976) Tirêj (1979) War (1997) Kürt dilinde olup; Ermın (1991), Ateş Hırsızı (1992), Ütopya, Işkın, Munzur (2000), Bezuvar (2009) ise Türk dilinde olup içeriğinde Zaza dilinde metinlere yer veren dergilerdir. Bunların dışında NewePel (2011-2017) tümüyle Zaza dilinde yayımlanmış ilk gazetedir. Bugün farklı yayınevleri tarafından Zaza dilinde şiir, hikâye ve roman gibi farklı edebi türlerdeki eserler Türkiye ve Avrupa ülkelerinde yayımlanmaktadır.
Söz varlığı.
Hint-Avrupa dilleri karşılaştırması.
Sayılar.
Hint-Avrupa dil ailesi içinde yer alan dillerde bütün sayılar etimolojik olarak Proto Hint-Avrupa diline dayanıp aynı kökenden gelmektedir. Bu noktada Zaza dilinde rakamlar, başta Farsça olmakla birlikte aynı dil ailesinde yer alan Yunanca, Rusça, Latince, İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Litvanca ve İrlandaca gibi dillerle aynı kökten gelip benzerlik göstermektedir. Zazaca sayıların adlandırılmasında Baltık dilleri, Slav dilleri, İran dilleri ve Trakça gibi dillerle birlikte Hint-Avrupa dillerinin kentum ve satem dilleri ayrımının satem dilleri bölümünde yer almaktadır. Proto Hint-Avrupa dilinde varsayımsal olarak "*hoi-no- (1), *d(u)wo- (2), *trei- (3), *kʷetwor- (4), *penkʷe (5), s(w)eḱs (6), *septm̥ (7), oḱtō/*h₃eḱtou (8), (h₁)newn̥ (9), *deḱm̥(t) (10)" ve "wīḱm̥t (20)" şeklinde yer alan temel sayılar Zaza dilinde ve diğer Hint-Avrupa dillerinde şu şekildedir:
Benzer kelimeler.
Hint-Avrupa dil ailesi içinde yer alan dillerdeki sözcükler, dillerin varsayımsal Proto Hint Avrupa dilinden türemelerine bağlı olarak etimolojik olarak aynı kökten gelmektedir. Bu noktada dil ailesinin İran dilleri grubunda yer alan Zazaca başta Farsça ve diğer İran dilleri olmak üzere kendisiyle aynı kökten gelen ve akraba dilleri olan Rusça, Yunanca, İtalyanca, İspanyolca, Fransızca, Almanca ve İngilizce gibi dillerle söz varlığı bakımından benzerlikler arz etmektedir. Tüm Hint-Avrupa dilleri gibi Zazaca da köken olarak Proto Hint-Avrupa diline dayanmaktadır. Zazaca burada diğer İran dilleri ile birlikte Proto Hint-Avrupa dilinden türeyen Proto İran dilinden türemiştir. Örneğin; Dersim bölgesindeki Zazalar, inmek veya yere basmak kelimesini Farsça ile daha fazla uyum gösteren "payna hardi biyene" kalıbıyla ifade etmektedir. Zazacada payne, ayak tabanı; hard, yeryüzü; biyene ise olmak anlamını taşır. Bu kelimeler Farsçada ise pay (پاى), ayak; arz (ارض), yeryüzü; buden (بدن), olmak şeklinde ifad edilip İngilizcede foot, ayak; earth, dünya; being ise olmak şeklinde belirtilmektedir. Benzer şekilde çekirdek aile üyeleri tüm Hint-Avrupa dillerinde büyük ölçüde benzeşmektedir. Zazacada mae/may/mare şeklinde ifade edilen anne, Farsçada mam, madar, maman şeklinde, İngilizcede mom, mum, mother şeklinde ifade edilmektedir. Bu özelliği sözcüklerin etimolojik kökeni açısından da görmek mümkündür ve bu bakımdan geçmişte bir zamanlar konuşulan ancak şimdi konuşulmayan Proto Hint-Avrupa dilinden türeyen diller bir köprünün iki yakayı birbirine bağladığı gibi etimolojik yakınlıkla birbirine bağlanmaktadır. Sarmatça, Avesta dili ve Behistun yazıtlarındaki diller Zazacayla akrabadırlar. Bu noktada günümüzde Zazaca ve diğer Hint-Avrupa dillerinde kullanılan benzer sözcüklerin bazıları aşağıdaki gibidir:
Zazacanın görsel ve işitsel medyada kullanımı.
Zaza dilinin görsel ve işitsel medyada kullanımı görece yenidir. Zazacanın görsel ve işitsel medyada gelişimi öncelikle sinema üzerinde başlamıştır. Yılmaz Güney'in 1983 yılında çekilen Duvar filmi, Zaza dilinin sinemada kullanıldığı ilk filmdir. Filmde Zazaca bir türkü (Hayderê) yer almaktadır. Bu filmden sonra 2000'li yıllara kadar geçen durağan dönem sonrası, Zaza sineması genişlemiştir. Mahsun Kırmızıgül'ün 2007 yapımı Beyaz Melek ve 2015 yapımı Mucize filmlerinde Zaza dilinde diyaloglar yer almıştır. Nuray Şahin'in Tüyü Takip Et/Perre Dıma So (2004), Aynur Saray'ın Zara (2009), Caner Canerik tarafından çekilen Vas (Ot, 2006), Sayd (2007), Pheti (2007), Pırdo Sur (2008), Muya Şiae (2009) Bava Duzgın (2009), Raa Haqi (2009), Bêrtıj (2010), Mehmet Ali Konar'ın Baba (2010), Kamer Erdogan'ın SıpÊ (2012), Yücel Yavuz'un General (2012), Çetin Baskın'in Geyrayış (2012), Gökhan Tunç'un Zımısto Bıvejiyo (2013) Muxtar (2014), Gulsosın (2015), Vılıka Kowu (2015), Sıpêla (2016), Piyê Mın Toz Şeker (2016), Cêniya Nêeysayi (2016), Kazım Öz'ün Zer (2017), Zımısto Vêrd Ra (2017), Vir (Bellek, 2017) Fotografkêş (2018) isimli belgesel ve filmlerde Zaza dili yer almıştır. Kazım Öz'ün Zer (2017) isimli çok dilli uzun metraj filmlerinde Zaza dilinde bazı diyaloglara yer verilmiştir. "Vir" filmi Belçika'da düzenlenen “Move Me Film Festivali”nde “Uluslararası En İyi Kısa Film” ödülüne layık görülmüştür. Mehmet Ali Konar'ın Renksiz Rüya (Hewno Bêreng) isimli filmi ise Zaza dili ağırlıklı olarak çekilmiş uzun metrajlı bir film olup. 29. Ankara Uluslararası Film Festivali'nde (19-29 Nisan 2018) En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu, Onat Kutlar En İyi Senaryo, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Özgün Müzik, SİYAD En İyi Film Ödülü olmak üzere 6 dalda birden ödül alırken; 37. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde (6-17 Nisan 2018) ise mansiyon ödülü almıştır. Veli Kahraman tarafından çekilen Zazaca ağırlıklı 2012 yapımı Ana Dilim Nerede (Zonê Ma Koti Yo) filmi 31. Uluslararası İstanbul Film Festivali", "34. Moskova Film Festivali başta olmak üzere birçok yarışmada aday gösterilmiş ve ödüller almıştır"." Fecira isimli, Zaza dilindeki bir belgesel de 50. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde Tek Başına Dans belgeseliyle birlikte en iyi belgesel ödülünü almıştır. Zaza dilinin televizyonda kullanımı ise, sinemaya göre geç bir tarihte başlamıştır. Avrupa Birliği uyum paketlerine bağlı olarak 2002'de kabul edilen "Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınları Hakkında Yönetmelik" sonrası 2004 yılında, diğer dillerle birlikte, TRT'de süreli olarak Zazaca ilk yayınlar yapılmaya başlamıştır. Daha sonra, TRT-6'nın kurulmasıyla birlikte Zaza dilinde haber programları başta olmak üzere birçok program bu kanalda yayınlanmaya başlamıştır. Ancak, TRT-6'nın ağırlıklı olarak Kürtçe yayın yapması bazı Zaza dernekleri tarafından protesto edilmiştir. 2021 yılında Zaza Federasyonu tarafından Türksat uydusunda üzerinde, Zaza dilinde yayın yapan Zaza TV kanalı yayın hayatına başlamıştır. Bunların dışında, Yol TV, Su TV, TV10 gibi Alevi televizyonları ile Med TV, Gün TV, Rehber TV gibi kanallarda da Zaza dilinde program ve içeriklere yer verilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=740",
"len_data": 35231,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.74
}
|
Ulaşım, bir yük veya kişinin bulunduğu yerden farklı bir yere taşınması faaliyetidir. Köyler, şehirler, ülkeler arasında bir yerden bir yere gidiş-geliş demektir. Karayolu ulaşımı, denizyolu ulaşımı, havayolu ulaşımı ve demiryolu ulaşımından oluşmaktadır. Ulaşım gelişen bir teknolojidir ancak başta gelişmemiş ülkeler, kırsal bölgeler gibi yerlerde ulaşım günümüzde hâlâ sorundur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=753",
"len_data": 381,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.54
}
|
Otomobil, yolcu veya yük taşımak üzere tasarlanmış, motorlu ve tekerlekli kara ulaşım aracı. Otomobil, yakıtla çalışan bir motor sayesinde hayvan gücü kullanılmadan, itmeden veya çekmeden hareket edebilen ve üzerindekileri de taşıyabilen bir taşıttır. Halk arasında -ve bundan sonra bu maddede de- "araba" olarak isimlendirilir ve bilinir.
Genel olarak otomobiller içten yanmalı motorlarla ve dört lastiğin dönmesiyle çalışır. Ancak 2001 yılı itibarıyla, hibrit motorlu otomobiller satılmaya başlamıştır. Elektrikle çalışan hibrit motorlar için şu an Amerika Birleşik Devletleri de başta olmak üzere, birçok ülke vergilerini minimuma indirmiş ve ücretsiz elektrik dolum istasyonlarını otoparklara ve benzincilere yerleştirmiştir.
3 teker üzerinde hareket edebilen arabalar da üretildi, ancak ortaya çıkan denge ve dayanıklılık sorununa bağlı olarak kullanışlı olamadığı için yaygınlık kazanamadı.
Kelimenin kökeni.
"Otomobil" sözcüğü Türkçeye, Fransızca "automobile" sözcüğünden geçmiştir. Fransızca sözcük ilk kez 1865 dolayında elektrikli motorlar için kullanılmış, 1894 dolayında Daimler-Benz ve Peugeot'nun imal ettiği benzin motorlu araçlara uygulanmıştır.
Fransızca kelime, Grekçe "kendi" anlamındaki αὐτός ("autós") ve Latince "hareket eden" manasındaki "mobilis" sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşturulan ve başka bir hayvan ya da araç tarafından itilmek ya da çekilmek yerine kendi kendine hareket eden araç anlamına gelir. Yunanca zamire Latince sıfat eklenerek yeni sözcük üretilmesi zamanında eleştiriye tabi tutulmuştur. Türkçede ilk olarak Ahmet Rasim tarafından "Şehir Mektupları" yapıtında 1898'de kullanılmıştır.
Binek taşıtlarında karoseri yapı çeşitleri.
Karoseri Şasiye monte edilen, aracın saçtan yapılmış kısmı. Bu kısımda pencereler, kapılar, koltuklar, yolcu ve motoru koruyan kısımlar bulunur. Otomobiller birçok form altında karşımıza çıkmaktadır:
Tüm zamanların dünyada en çok satan otomobilleri.
Toyota Corolla bugüne kadar dünyanın en çok satan otomobilidir. Günümüzde otomobiller, dünya çapında temel bir ulaşım aracı haline gelmiştir. Çin'den Japonya'ya, Amerika'dan Kanada'ya kadar hemen her yerde işe ve okula gitmek, günlük işler ve tatiller için kullanılmaktadır.
Toyota Corolla, Ford F Serisi ve Volkswagen Golf gibi bazı otomobiller on yıllar boyunca en çok satan modeller arasında yer almıştır. Ancak güvenilirlik, pratiklik, yakıt verimliliği ve uygun fiyat gibi özellikleri sayesinde Toyota Corolla, 1966'daki çıkışından bu yana küresel ölçekte en çok satan otomobil olmuştur. Corolla, bugüne kadar 47,5 milyondan fazla satılmıştır. Bu sayı, 2022'de ABD'de satılan toplam yeni araç sayısının üç katından fazladır.
Aşağıda, tüm zamanların dünyada en çok satan otomobillerinin bir listesi yer almaktadır. Bu liste çeşitli kaynaklardan derlenmiş olup, toplam satış sayılarına göre (üretilmeyen modeller dahil) sıralanmıştır.
Tüm zamanların en çok satan 25 otomobili (Toplam satışa göre).
Bu liste zamanla değişebilir; ancak bu araçlar, otomotiv tarihinin en ikonik ve tanınmış modellerinden bazılarıdır. Listede yer alan altı modelin satışları 20 milyon adedi aşarken, toplam satış sayısı yaklaşık 300 milyon adettir. Bu rakamların önümüzdeki on yılda önemli ölçüde artması beklenmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=760",
"len_data": 3229,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.39
}
|
Sosyalist Türkiye Partisi (kısaca STP), Türkiye'de faaliyet gösteren eski siyasi parti.
Tarihçe.
Partinin örgütsel tarihi, 1978 yılında Türkiye İşçi Partisi'nde (TİP) yaşanan ayrışma sonrasında ortaya çıkan Sosyalist İktidar grubu ile başlar. Bir dönem boyunca, ilk sayısı 1986 yılında basılan ve bugün TKP'nin teorik organı olarak varlığını sürdüren "Gelenek" dergisinin adıyla anılan hareket, 6 Kasım 1992'de Ali Önder Öndeş başkanlığında Sosyalist Türkiye Partisi'ni (STP) kurdu. STP 1993 yılında, ülkenin bütünlüğüne yönelik aykırı görüşleri olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Yine 1993 yılında Sosyalist İktidar Partisi (SİP) kuruldu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=766",
"len_data": 664,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.54
}
|
TKP şu anlamlara gelebilir;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=767",
"len_data": 27,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 1.22
}
|
Spam ya da istenmeyen mesaj, e-posta, telefon, faks gibi elektronik ortamlarda çok sayıda alıcıya aynı anda gönderilen gereksiz veya uygunsuz iletidir. En yaygın spam türleri reklamlar ve ilanlardır. Elektronik posta (e-posta), internetin en eski iletişim araçlarından birisidir. E-posta, fiziksel, alışılagelmiş posta alımı ya da gönderiminin elektronik olanı ve internet üzerinden gerçekleştirilen, düşük maliyetli ve hızlı olanıdır. Güvenlik, kimlik denetimi gibi gereklilikler göz önünde bulundurulmamıştır ve bu yüzden e-posta altyapısı günümüzde internette büyük problemlere yol açmaktadır.
Tanım.
Spam genel olarak, "istenmeyen elektronik iletiler" olarak tanımlanmaktadır. Bununla birlikte istenmeyen mesajın tanımı uzun süredir tartışılan bir konudur ve "E-posta ile Pazarlama" endüstrisinin de yaygınlaşması ile beraber ortak bir tanım üzerinde hukukçular, pazarlamacılar, Internet servis sağlayıcıları ve kullanıcılar olarak uzlaşmak hayli zor görünmekte bu yüzden hukuki yaptırımları beraberinde getirmek üzere düzenlenmesine çalışılan kanunlar gecikmekte ya da işlevselliğini yitirmiş şekilde çıkmaktadırlar.
Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Federal Trade Commission'in (FTC) ticari elektronik posta tanımının çerçevesinin belirlenmesi konusundaki son çalışmasının sonuçlarını 2004 yılında duyurmuştur. Fakat bu da son kullanıcıyı değil, e-posta ile yasal yollardan ürün tanıtımı yapmayı hedefleyen şirketlerin çıkarına bir çalışmadır.
Tarihçe.
İstenmeyen ileti internet için çok yeni bir problem değildir. İlk spam girişimi, 1 Mayıs 1978 tarihinde DEC'in ABD'nin batı kıyısındaki tüm ARPANet adreslerine yaptığı ürün tanıtımı olarak kabul edilmektedir.
<poem>
Mail-from: DEC-MARLBORO
rcvd at 3-May-78 0955-PDT
Date: 1 May 1978 1233-EDT
From: THUERK at DEC-MARLBORO
Subject: ADRIAN@SRI-KL
</poem>
DIGITAL WILL BE GIVING A PRODUCT PRESENTATION OF THE NEWEST MEMBERS OF THE
DECSYSTEM-20 FAMILY; THE DECSYSTEM-2020, 2020T, 2060, AND 2060T. THE
DECSYSTEM-20 FAMILY OF COMPUTERS HAS EVOLVED FROM THE TENEX OPERATING SYSTEM
AND THE DECSYSTEM-10 <PDP-10> COMPUTER ARCHITECTURE. BOTH THE DECSYSTEM-2060T
AND 2020T OFFER FULL ARPANET SUPPORT UNDER THE TOPS-20 OPERATING SYSTEM.
THE DECSYSTEM-2060 IS AN UPWARD EXTENSION OF THE CURRENT DECSYSTEM 2040 AND
2050 FAMILY. THE DECSYSTEM-2020 IS A NEW LOW END MEMBER OF THE DECSYSTEM-20
FAMILY AND FULLY SOFTWARE COMPATIBLE WITH ALL OF THE OTHER DECSYSTEM-20 MODELS.
WE INVITE YOU TO COME SEE THE 2020 AND HEAR ABOUT THE DECSYSTEM-20 FAMILY AT
THE TWO PRODUCT PRESENTATIONS WE WILL BE GIVING IN CALIFORNIA THIS MONTH.
THE LOCATIONS WILL BE:
A 2020 WILL BE THERE FOR YOU TO VIEW. ALSO TERMINALS ON-LINE TO OTHER
DECSYSTEM-20 SYSTEMS THROUGH THE ARPANET. IF YOU ARE UNABLE TO ATTEND, PLEASE
FEEL FREE TO CONTACT THE NEAREST DEC OFFICE FOR MORE INFORMATION ABOUT THE
EXCITING DECSYSTEM-20 FAMILY.
Bu iletiden bu yana istenmeyen ileti çoğunlukla ürün ya da hizmet pazarlamak gibi ticari amaçlara hizmet etmiştir.
Ek olarak spam sadece e-posta ile sınırlı bir hareket değildir. Aşağıdaki şekillerde de kullanıcının karşısına çıkabilmektedir:
Karakteristikleri.
İstenmeyen iletiler genellikle aşağıdaki karakteristik özellikleri sergilerler:
E-posta adreslerinin eldesi.
SPAM hareketinin merkezinde kullanıcıların e-posta adresleri vardır. Elde birçok e-posta adresi olduğu takdirde bunların hepsine birden aynı içerikli iletileri göndermek teknik olarak zor değildir. SPAM yapanlar, SPAM yapabilmek için ihtiyaç duydukları e-posta adreslerine ulaşmak için birçok yöntem kullanmaktadırlar. Bunlardan en önemlisi e-posta adresi satışları ve web sayfalarından çalınan adreslerdir.
İnsanlar yönlendirmek istedikleri e-postaları "KİME:"(TO) bölümüne değil, "GİZLİ:"(HIDDEN) bölümüne yazarlarsa SPAM gönderenlerin en önemli e-posta listesi kaynakları baltalanmış olur. Bu çok önemlidir.
İnternet sayfaları.
SPAM yapmak üzere e-posta adresi elde etme yöntemlerinin başında e-posta adreslerini, web sayfalarını linkleri takip ederek teker teker dolaşan web bot'lar ile elde etmek gelmektedir. Bu bot'lar, kendi kendine çalışan ve İnternet'i bir arama motoru gibi tarayarak ele geçirdiği e-posta adreslerini bir veritabanına saklayan basit uygulamalardır ve son derece yaygındırlar. Bir İnternet sayfasındaki e-posta adreslerini otomatik olarak elde etmenin ne kadar kolay olduğunu göstermek için yazılmış örnek bir uygulamaya "Web sayfalarından e-posta eldesi" kısmından ulaşabilirsiniz.
Zincir e-postalar (Chain mail).
Zincir e-postalar birçok kişinin birbirine forward ettiği e-postalara verilen isimdir. Elden ele binlerce e-posta adresine ulaşan e-postaların başlık bilgileri içerisinde daha önce hangi adreslere CC (carbon copy)'lendiği bilgisi kolaylıkla çıkarılabilmektedir. Bu sebeple SPAM yapmak için e-posta adresi toplayan şahıs ya da şirketler, insanların çok fazla ilgisini çekebilecek çoğunlukla da yalan olan haberleri, dini sömürü içeren iletileri ya da duygusal sömürü içerikli e-postaları "bunu listendeki herkese forward et" konsepti ile insanlara dağıtmaktadırlar. Bu e-postalar kendilerine yeniden döndüğünde içlerinde birikmiş olan e-posta adreslerini basit betikler ile çıkarmak ve daha sonra bu adresleri de SPAM veritabanlarına eklemeleri mümkün olmaktadır. 3 kişi tarafından forward edilmiş ortalama bir chain mail içerisinde yaklaşık 200 e-posta adresi bulunabilmektedir.
Alan adı kayıtları.
Alan adı kaydının doğal süreci gereği, bu alan adından sorumlu kişinin bir iletişim e-posta adresi alan adı ile ilişkilendirilir. Herhangi bir (örneğin http://ripe.net gibi) 'whois' veritabanından sorgulanan alan adı için bir e-posta adresi elde edilebilir. Alan adı kayıtlarından elde edilen e-posta adreslerin son derece düşük bir yüzdeye sahiptir.
E-posta adresi satışları.
E-posta adreslerinin SPAM yapanlar arasında ya da SPAM ile ürünlerini duyurmak isteyen şirketlere satılması büyük bir yasa dışı endüstri halini almıştır. Aşağıdaki fiyatlar, Hürriyet gazetesinin tirajının 450.116, Milliyet gazetesinin tirajının 305.282, Sabah gazetesinin tirajının ise 346.422 olduğu 10 Nisan 2004 tarihinde bu makaleyi yazan araştırmacının e-posta adresine gelen SPAM e-posta içerisindeki Türkçe bir reklamdan alınmıştır; ayrıca aynı e-posta içerisinde kolayca SPAM yapmak için gerekli olan uygulamanın da gönderilecek CD içerisinde hediye olarak geleceği bilgisi de yer almaktadır:
Aynı tarihte yurt dışındaki bir e-posta satıcısından alınmış ve 150$'a sahip olunabilecek e-posta adresi kategorisi ve o kategorideki e-posta adresi sayısı da aşağıdaki gibidir:
Yukarıdaki örnekte satılacak e-posta adresleri arasında ilgili kategori ile ilgilenen kaç e-posta adresi olduğu bilgisi SPAM'ın kişilerin Internet'teki özlük haklarından ikisi olan takip edilemezlik ve gizlilik hakkını hiçe saydığının bir göstergesidir.
Güvenlik ihlalleri, virüsler, solucanlar ve diğerleri.
E-posta adresleri daha önce bahsedilen yöntemlerin dışında e-posta sunucularına gerçekleştirilen saldırılar sonucunda elde edilen e-posta sunucusu kayıtlarından da elde edilebilmektedir. E-posta sunucularının tamamı dışarıya gönderdikleri ve kabul ettikleri e-postaların tarih bilgisi ve alıcı/gönderici adres bilgilerini bir günlük dosyasına kaydetmektedir ve bu dosyalar içerisinde çok fazla sayıda geçerli e-posta hesabı yer almaktadır.
Ayrıca solucanlar ve virusler kişilerin bilgisayarlarına ya yine SPAM e-postalar yolu ile ya da kişinin bilgisayarına taktığı bir medya üzerinden bulaşarak e-posta adresi toplama ve SPAM yapma karakteristiklerini ortaya koymaktadırlar. 2001 yılında yapılan bir araştırma göstermektedir ki, istenmeyen ticari e-postaların yaklaşık %98'lik kısmı virüs ya da vorm'lar aracılığı ile gönderilmektedir.
Örneğin Haziran 2003'te ortaya çıkan Sobig.E isimli kurtçuk, şu ana kadar ortaya çıkan spammer vormlar arasında en başarılı olanıydı ve çok büyük çapta yayılmayı başardı. Bu vorm'un aşağıdaki ekleri taşıyan e-postaları hâlen (Nisan 2006 itibarı ile) Internet trafiğini ciddi şekilde etkilemektedir:
Son kullanıcıların dikkatsizliği ve çoğunlukla Microsoft işletim sistemi ailesindeki uygulamaların güvenlik açıklarından faydalanan kurtçuklar bulaştıkları bilgisayarlardaki adres defterlerini kullanarak, aynı adres defterinde yer alan iki kişinin birbirini tanıma ihtimalinin yüksekliğini göz önünde bulundurarak yalan (spoofed) başlıklarla e-postalar göndermekte ve yayılmaya çalışmaktadır.
Ayrıca virüs ve kurtçukların neden olduğu finansal tutar da ciddi boyutlardadır ve konu Finansal Tutar başlığı altında incelenecektir.
Spam e-postaların içerikleri.
SPAM e-postalar çok çeşitli içeriklerle kullanıcının karşısına çıkabilmektedir. SPAM hareketinin doğası itibarı ile kanun dışı ve normal koşullarda pazarlanması yasak olan ürünler ve pornografi, diğer alternatiflerinin önüne geçmektedir.
Aşağıdaki tablo, SPAM e-postaların 2003-2004 yılları arasındaki içerik değişimini göstermektedir.
Ürün ve hizmet reklamları.
Çoğunlukla yanıltıcı içeriklerle hazırlanmış e-postalardır. Çeşitli sorunlara mümkün olmayan hizmetlerle çözüm olduğunu iddia eden e-postalar kullanıcıların çeşitli sitelere gitmeleri için onları ikna etmeye çalışmaktadır. Bu sayede spammer'lar reklam anlaşması yaptıkları şirketler için yeterli kullanıcı potansiyelini sağlamaya çalışmaktadırlar.
İlaç / Kozmetik Ürünleri.
Sadece özel durumlarda hastalara verilen ilaçlar, uyuşturucular ya da çok fazla talep olan sağlık ürünlerinin taklitleri ve kanunen satışı yasak olanları bu yolla pazarlanmaya çalışılmaktadır:
Bu ürünlerin sağlık açısından riskler taşıdığı ve kullanılmaması gerektiği Internet'teki sitelerde duyurulmaya çalışılmaktadır.
Yasa dışı İçerik / Pornografi.
Her gün gönderilen 31 milyar e-postanın 4 milyarlık bir kısmı pornografik/yasa dışı içerik ile kullanıcılara ulaşıyor, bu da İnternet kullanıcısı başına günde en az 4 e-posta anlamına geliyor (2003 itibarı ile).
SPAM e-postalar ile ilgili yasal takibin zorluğundan dolayı, çocuk pornosu tacirleri, yasa dışı örgütler ve terör örgütleri insanları varlıklarından SPAM e-postalar aracılığı ile haberdar etmektedirler:
Hemen zengin olma ve evden para kazanma yöntemleri.
Kullanıcıların, gerçek dışı vaatler ile para göndermelerini sağlamayı amaçlamış içerikler ile gönderilen e-postalardır. Bu e-postalar içerisinde genellikle kullanıcıların daha fazla para kazanmak için ne yapması gerektiği doğru olmayan matematik ispatlar ile kendilerine empoze edilmeye çalışılır:
Zararları.
SPAM e-posta bilgisayar ağlarının yoğunluğundan kullanıcıların verimli çalışmasına kadar birçok alanda bilgisayar dünyasına ve onun bir bileşeni olan insana zarar vermektedir. Internet kullanıcıları SPAM'den, içerdiği çirkin ve rahatsız edici içerikten, durduramadıkları bir hareket olduğundan ve istemedikleri halde sürekli aldıklarından dolayı rahatsız olmaktadırlar. Aşağıdaki tablo 2003 yılında 1272 e-posta kullanıcısı üzerinde yapılan bir araştırmanın sonuçlarından son kullanıcı tarafından duyulan rahatsızlıklar hakkında bir öngörüş sahibi olmak için bilgi vermektedir:
Görüldüğü gibi kullanıcıların çok büyük bir kısmı SPAM'ı istenmeyen bir şey olarak nitelendirmekte ve ondan rahatsız olmaktadır.
Gizlilik.
Adres toplayıcılarının İnternet üzerinden belirli sitelere giren kullanıcıların kişisel bilgilerini ve e-posta adreslerini kendilerinden gizli bir şekilde elde ederek ya da otomatik yazılımlarla tüm İnternet'i tarayarak buldukları e-posta adreslerini biriktirerek oluşturdukları koleksiyonlarını para ya da karşı tarafın elindeki e-posta adresi birikimi karşılığında e-posta adreslerinin sahiplerinden izin almadan birbirlerine satmaktadırlar.
Bu da kişinin İnternet'teki özlük haklarından "gizlilik" hakkını ihlal etmektedir.
İçerik.
SPAM e-postaların ciddi çoğunluğunun içerdiği yasalara aykırı içerik, pornografi, çocuk pornografisi, yasa dışı çevrimiçi kumar servisleri, piramit satışlar, hemen zengin olma vaatleri ile aldatıcı ticari eylemler bireylerin psikolojilerini olumsuz yönde etkilemektedir.
Özellikle toplumun küçük yaştaki mensuplarının Internet'in olumlu özelliklerinden ziyade zararlı yönleri ile tanışmasına neden olmaktadır.
Başlık bilgilerini tahrip etme (spoofing).
Spufing, e-posta başlıklarının değiştirilmesi ile iletinin orijinal göndericisi yerine başka bir yerden ya da kurumdan geliyormuş gibi gösterme işlemidir. SPAM yapanlar iletilerinin dikkate alınıp okunması ve cevap verilmesi için spuf yaparak ciddi ve saygın kuruluşların isimlerini kullanabilirler.
Bu da kurban seçilen kuruluşların ticari ünlerine zarar getirmekte, zaman ve müşteri kayıplarına yol açmaktadır ve bu durumun düzeltilmesi için yapılan harcamalar kuruma ciddi bir mali yük oluşturmaktadır. Kimi zaman mali yük ile de eski haline getirilemeyecek prestij kayıpları meydana gelebilmektedir.
Internet'e bağlı herhangi bir bilgisayardan herhangi bir kişi, kurum ya da şirketten geliyormuşçasına e-posta göndermek SMTP protokolünün eksiklerinden dolayı mümkün ve çok kolaydır. Aşağıdaki örneği inceleyiniz:
Yukarıdaki örnekte sadece Internet'e bağlı bir makine kullanılarak gönderilmiş olan e-posta, RFC standartlarına uygun olarak well-formed bir biçimde sahibine ulaşmıştır (kimlik ve adres bilgileri hususi olarak X işaretleri ile saklanmıştır). Bu örneği bir birey ya da şirketin menfaatlerine daha fazla zarar verecek ya da çok daha ciddi güvenlik problemlere yol açabilecek örneklerle genişletmek mümkündür.
Olta atmak veya yemleme (Phishing).
Phishing kısaltması "Password Harvesting Fishing" sözcüklerinden türetilmiştir. Phishing, kredi kartı bilgileri ya da parolalar gibi çeşitli özel ve gizli kalması gereken, başkaları tarafından bilindiğinde kişilerin zor durumda kalmasına neden olabilecek gizli bilgilere erişmek ve onları elde etmek için sanki bu bilgileri kişiye veren ve güvenilir bir yerden geliyormuşçasına görünen e-postalar ya da web siteleri hazırlayıp kullanıcılardan bu bilgileri paylaşmalarını isteme eylemlerinin tümüne verilen isimdir. Bu anlamda "olta atmak" veya yemleme, spoofing'e benzer bir yapı sergilemektedir. Banka ve kredi kartı numaraları ve parolalarını kullanıcılardan istemek üzere gönderilen istenmeyen iletilere kanan kullanıcıların hesaplarından para çekilmekte ya da kredi kartları ile Internet üzerinden alışveriş yapılmaktadır. Son zamanlarda Türkiye'de de artış göstermiş bu eylemlere bir örnek teşkil etmesi açısından aşağıdaki e-postayı inceleyiniz:
Eğer verilen adrese dikkat edecek olursanız kullanıcının dikkatsizliği neticesinde gerçekten Oklahoma Bankası sanılabilecek şekilde bir adres olduğunu fark edebilirsiniz. Kullanıcılar bu adrese gittiklerinde, kimlik ve hesap bilgilerini soran bir uygulama kendilerini karşılamakta ve yapılan girişleri veritabanlarına saklamaktadır. Veritabanının sahibi olan şahıslar ise kolayca kullanıcı bilgileri ile gerçek hesaplara erişmekte ve kullanıcıya ait parayı istedikleri gibi yönetebilmektedirler.
Bu olayların benzerleri son yıllarda Türkiye'de de baş göstermiş ve spam yolu ile birçok kullanıcı bu tuzağa düşmüş ve ciddi miktarlarda para kaybı yaşanmıştır.
Finansal tutar.
SPAM'in sebep olduğu maddi zararın tam değerini hesaplamak son derece zordur. Bununla beraber bu konuda yapılmış birçok çalışma bulunmaktadır.
SPAM e-postalar finansal açıdan yukarıda bahsedilen miktarlarda zararlar verirken, aşağıdaki sonuçlar SPAM yapmanın, SPAM yapan kişiye olan maliyetinin ne kadar düşük olduğuna işaret etmektedir:
Hesaba katılması güç olan, fakat son derece önemli olan finansal kayıp noktaları da vardır,
Ekler.
Web sayfalarından e-posta eldesi.
Web sayfalarında e-posta adreslerini doğrudan bulundurmak istenmeyen iletilere davetiye çıkarmak anlamına gelmektedir. E-posta adreslerini küçük resimler ya da insanların kolayca anlayacağı fakat yazılımlar ile diğer metinlerden kolayca ayrılamayacak şekilde web sayfalarında bulundurmak (örneğin "kullanıcı@sunucu.com" yerine "kullanıcı at sunucu dot com" gibi) istenmeyen iletilerin miktarını ciddi şekilde azaltmaktadır.
TÜBİTAK'ın 2004 yılı için virüs içeren e-posta istatistikleri.
Aşağıdaki tablo TÜBİTAK’ın 2004 - 2005 yılları arasında aldığı virüs içeren e-postaları göstermektedir:
Yukarıdaki tablo göstermektedir ki, alınan iletilerin yalnızca %38'lik bir kısmı kullanıcılara iletilmiştir. Ayrıca bu %38'lik kısım, sadece virüs içermeyen, fakat geçerli (SPAM olmayan) bir ileti olduğu garanti "edilmemiş" e-postaların miktarıdır. Dünya çapındaki istatistikler de göz önünde bulundurulduğunda, e-posta iletişimini sağlayan altyapının çok büyük bir kısmı SPAM e-postaların taşınması için çalışmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=773",
"len_data": 16478,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.44
}
|
Atılım, tarihsel Türkiye Komünist Partisinin (TKP) 1 Ocak 1974 tarihinde yayımlamaya başladığı Merkez Komitesi yayın organı. 15 Mart 1984 tarihine kadar aylık, bu tarih itibarıyla ise on beş günlük olarak çıktı.
Bu yayın organının yayımlanmaya başlamasından sonra TKP ülkede kayda değer bir toplumsal taban bulmaya başladığı için bu döneme "Atılım Dönemi" adı verilir.
"Atılım" merkezi, Doğu Almanya'nın Leipzig şehrinde olmakla birlikte, basımı hem yurt dışında, Batı Avrupa'da, hem de yurt içinde gizli matbaalarda gerçekleştirilmekte, ayrıca fotokopi makineleriyle de çoğaltılmaktaydı.
Zaman zaman (1 Mayıs, kongre vb.) özel sayıları da yayımlandı. Bunların sonuncusu, Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Behice Boran'ın ölümü üzerine 12 Ekim 1987 tarihinde TİP'in yayın organı "Çark Başak" ile ortak yayımlanan özel sayı idi.
TİP ve TKP yönetimlerinin birleşme kararı doğrultusunda iki partinin genel sekreterleri Nihat Sargın ve Nabi Yağcı'nın Türkiye Birleşik Komünist Partisini (TBKP) Türkiye'de yasal olarak kurmak için ülkeye dönmeleri üzerine, 12 Kasım 1987'de çıkan 211. sayının ardından yayın hayatına son verdi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=781",
"len_data": 1129,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.57
}
|
Hybrid, Hibrid veya Melez aşağıdaki anlamlara gelebilir
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=788",
"len_data": 55,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 1.76
}
|
William Jefferson Clinton veya bilinen adıyla Bill Clinton (d. 19 Ağustos 1946), 1993'ten 2001'e kadar 42. Amerika Birleşik Devletleri başkanı olarak görev yapan Amerikalı siyasetçi ve hukukçu. Demokrat Parti üyesi olan Clinton, daha önce 1979 ile 1981 yılları arasında ve 1983 ile 1992 yılları arasında Arkansas valisi olarak görev yaptı. Politikaları merkezci bir "Üçüncü Yol" siyasi felsefesini yansıtan Clinton, Yeni Demokrat olarak tanındı.
Clinton, Arkansas'ta doğdu ve büyüdü. Georgetown Üniversitesi'nden 1968 yılında mezun oldu ve daha sonra gelecekteki eşi Hillary Rodham ile tanıştığı Yale Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra Arkansas'a dönen Clinton, eyalet başsavcısı olarak seçildi ve ardından Arkansas valisi olarak arka arkaya iki dönem görev yaptı. Vali olarak eyaletin eğitim sistemini elden geçirdi ve Ulusal Valiler Birliği'nin başkanlığını yaptı. Clinton, 1992 seçimlerinde görevdeki Cumhuriyetçi Parti başkanı George H. W. Bush ve bağımsız işadamı Ross Perot'u yenerek başkan seçildi. Baby Boomers kuşağında doğan ilk başkan oldu.
Clinton, Amerikan tarihindeki en uzun barış zamanı ekonomik genişleme dönemine başkanlık etti. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması'nı ve Şiddet Suçlarının Kontrolü ve Kanun Uygulama Yasası'nı imzaladı, ancak ulusal sağlık reformu planını geçiremedi. 1990'ların ortalarından itibaren, iç politikada çok daha muhafazakâr hale gelerek ideolojik bir evrim geçirmeye başladı ve Kişisel Sorumluluk ve İş Fırsatı Yasası, Eyalet Çocukları Sağlık Sigortası Programı ve mali deregülasyon önlemlerini savundu ve imzaladı. ABD Yüce Mahkemesi'ne Ruth Bader Ginsburg ve Stephen Breyer'i atadı. Dış politikada Clinton, Bosna ve Kosova savaşlarına ABD'nin askeri müdahalesini emretti ve sonunda Dayton Barış anlaşmasını imzaladı. Ayrıca NATO'nun Doğu Avrupa'da genişlemesi için çağrıda bulundu ve birçok eski Varşova Paktı üyesi onun başkanlığı sırasında NATO'ya katıldı. Clinton'ın Orta Doğu'daki dış politikası, Saddam Hüseyin'e karşı gruplara yardım sağlayan Irak'ı Özgürleştirme Yasası'nı imzalamasına tanık oldu. Ayrıca İsrail-Filistin barış sürecini ilerletmek için Oslo I Anlaşması ve Camp David Zirvesi'ne katıldı ve Kuzey İrlanda barış sürecine destek verdi.
Clinton, 1996 seçimlerinde Cumhuriyetçi aday Bob Dole ve Reform Partisi adayı Perot'u yenerek yeniden seçilmeyi başardı. İkinci dönemine, 1995 yılında o zamanlar 22 yaşında olan Beyaz Saray stajyeri Monica Lewinsky ile cinsel ilişkiye girmesiyle başlayan Clinton-Lewinsky skandalı damgasını vurdu. Ocak 1998'de bu ilişkiye dair haberler magazin manşetlerine taşındı. Bu skandal yıl boyunca tırmanarak Aralık ayında Clinton'ın Temsilciler Meclisi tarafından görevden alınmasıyla doruğa ulaştı ve Andrew Johnson'dan bu yana görevden alınan ilk ABD başkanı oldu. Temsilciler Meclisi'nin kabul ettiği iki azil maddesi, yalancı şahitlik ve Clinton'ın başkanlık yetkilerini kullanarak adaleti engelleme suçu işlemesi etrafında şekilleniyordu. 1999 yılında Clinton'ın azil davası Senato'da başladı ve Clinton her iki suçlamadan da beraat etti. Clinton'ın başkanlığının son üç yılında Kongre Bütçe Ofisi, 1969'dan bu yana ilk kez bütçe fazlası verdiğini bildirdi.
Clinton, 2001 yılında ABD başkanları arasında en yüksek onay oranıyla görevinden ayrıldı. Başkanlığı, ABD başkanlarının tarihsel sıralamasında orta ve üst sıralarda yer almaktadır. Bununla birlikte, kişisel davranışları ve görevi kötüye kullanma iddiaları onu önemli bir inceleme konusu haline getirdi. Görevden ayrıldığından bu yana Clinton, kamuoyu önünde konuşmalar yapmakta ve insani yardım çalışmalarında yer almaktadır. HIV/AIDS'in önlenmesi ve küresel ısınma gibi uluslararası sorunlarla ilgilenmek üzere Clinton Vakfı'nı kurdu. 2009 yılında Birleşmiş Milletler'in Haiti özel elçisi olarak atandı. 2010 Haiti depreminden sonra Clinton, George W. Bush ve Barack Obama ile birlikte Clinton Bush Haiti Fonu'nu kurdu. Demokrat Parti siyasetinde aktif olarak yer almaya devam etti ve eşinin 2008 ve 2016 başkanlık kampanyaları için çalıştı.
İlk yılları.
Clinton, William Jefferson Blythe III olarak 19 Ağustos 1946'da Hope, Arkansas'taki Julia Chester Hastanesi'nde doğdu. Doğumundan üç ay önce bir otomobil kazasında ölen seyyar satıcı William Jefferson Blythe Jr. ile Virginia Dell Cassidy'nin oğludur. Blythe başlangıçta kazadan sağ kurtuldu, ancak bir drenaj çukurunda boğuldu. Anne ve babası 4 Eylül 1943'te evlenmişti, ancak Blythe'ın dördüncü eşiyle hâlâ evli olması nedeniyle bu birlikteliğin daha sonra iki eşli olduğu ortaya çıktı. Virginia, Bill doğduktan kısa bir süre sonra hemşirelik eğitimi almak için New Orleans'a gitti ve onu Hope'ta küçük bir bakkal dükkânı işleten anne ve babası Eldridge ve Edith Cassidy'nin yanında bıraktı. Amerika Birleşik Devletleri'nin güneyinde, ırk ayrımının olduğu bir dönemde Clinton'ın büyükanne ve büyükbabası, her ırktan insana veresiye mal satıyordu. 1950'de Bill'in annesi hemşirelik okulundan döndü ve Roger Clinton Sr. ile evlendi, Hot Springs, Arkansas'ta kardeşi ve Earl T. Ricks ile birlikte bir otomobil bayiliğine sahip olan Roger Clinton Sr. ile evlendi.
Üvey babasının soyadını hemen kullanmaya başlamasına rağmen Clinton, 15 yaşına gelene kadar, ona karşı bir jest olarak Clinton soyadını resmen benimsemedi. Clinton, üvey babasını; annesini ve üvey kardeşi Roger Clinton Jr'ı düzenli olarak taciz eden bir kumarbaz ve alkolik olarak tanımladı. Fiziksel istismar ancak o zamanlar 14 yaşında olan Bill'in üvey babasına "ayağa kalkıp yüzleşmesi" için meydan okumasının ardından sona erdi, ancak sözlü ve duygusal istismar devam etti. Bill sonunda Roger Sr.'ı ölümüne yakın istismarcı eylemleri için affedecekti.
John's Katolik İlkokulu'nda, Ramble İlkokulu'nda ve aktif bir öğrenci lideri, hevesli bir okuyucu ve müzisyen olduğu Hot Springs Lisesi'nde okudu. Koroda yer alan ve tenor saksafon çalan Clinton, eyalet bandosunun saksafon bölümünde birincilik kazandı. Lisedeyken Clinton, başarılı bir profesyonel piyanist olan Randy Goodrum ile birlikte The 3 Kings adlı caz üçlüsünde iki yıl boyunca sahne aldı.
Kamuoyu görüşleri.
Clinton'ın ilk dönemi boyunca iş onay notu 40'lar ve 50'ler arasında dalgalandı. İkinci döneminde reytingi sürekli olarak yüksek 50'ler ile yüksek 60'lar arasında değişti. 1998 ve 1999'daki azil işlemlerinden sonra Clinton'ın reytingi en yüksek noktasına ulaştı. CBS News/"New York Times" anketine göre Clinton, Ronald Reagan ve Franklin D. Roosevelt ile aynı olan yüzde 68'lik bir onay oranıyla görevden ayrıldı. Clinton'ın görevdeki son çeyreği için Gallup anketinden aldığı ortalama onay oranı yüzde 61 olup, bu oran elli yıldır herhangi bir başkanın aldığı en yüksek son çeyrek onay oranıdır. Ankete katılanların yüzde kırk yedisi kendilerini Clinton destekçisi olarak tanımladı.
2014 yılında Quinnipiac Üniversitesi Anket Enstitüsü'nün Amerikalı seçmenler arasında yaptığı bir ankete katılanların yüzde 18'i Clinton'ı İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana en iyi başkan olarak görerek, John F. Kennedy ve Ronald Reagan'ın ardından savaş sonrası başkanlar arasında en popüler üçüncü başkan oldu. Aynı anket, Amerikalı seçmenlerin sadece yüzde 3'ünün Clinton'ı İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana en kötü başkan olarak gördüğünü gösterdi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=790",
"len_data": 7227,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.61
}
|
Tatvan, Bitlis'e bağlı, Doğu Anadolu Bölgesi'nde Van Gölü'nün batı yakasında olan bir ilçedir.
Bağlı olduğu Bitlis ilinden nüfus ve yüzölçümü olarak daha büyüktür. Yolçatı-Tatvan demiryolu burada son bulmaktadır. Bu demiryolu hattı üzerinden haftada iki sefer yapan Van Gölü Ekspresi ile Elazığ, Malatya, Sivas, Kayseri ve Ankara'ya doğrudan tren bağlantısı mevcuttur. Kalan günlerde ise Elazığ-Tatvan Bölgesel Treni seferleri icra edilmektedir. Ayrıca Van-Tatvan arasında karşılıklı yapılan tren feribotu seferleri Tatvan'ı demiryoluyla İran'a bağlamaktadır. Diyarbakır-Van, Elazığ-Van, Siirt-Bitlis ve Ağrı kara yollarının kavşak noktasında olması ilçenin hızlı gelişmesinde etkili olmuştur. Muş Sultan Alparslan Havalimanı ilçeye yaklaşık 1 saat uzaklıktadır.
Tatvan'a komşu ilçeler Ahlat, Güroymak, Bitlis, Gevaş ve Hizan ilçeleridir.
Tarihçe.
Tatvan'ın bilinen tarihi, son yapılan araştırmalardan elde edilen bilgilere göre günümüzden takriben beş bin yıl öncesine dayanmaktadır. "Tatvan Feribot İşletmesi"nin üst tarafındaki tepede yapılan çalışmalarda elde edilen çeşitli buluntular MÖ 3. bin yıla tarihlenmiştir.
İlçe ve çevresinin ilk sakinlerinden biri Subarlar'dır. MÖ 2. binyılda Yukarı Mezopotamya'ya egemen olan Hurriler de muhtemelen Tatvan bölgesine hâkim olmuşlardır. Daha sonra Urartular, Van ve çevresi ile birlikte Tatvan'a üç asır boyunca egemen olmuşlardır. Urartu hakimiyetinden sonra Ermeniler burayı yurt edinmişlerdir. Kentin adı ilk kez 6. yüzyılda Ermeni kaynaklarında Tadvan veya Dadvan şeklinde geçer. 6. ve 7. yüzyıllarda Tatvan yöresi güçlü Ermeni beyliklerinden Pıznuni hanedanının yerleşim merkezi idi.
Ömer döneminde İslam devletinin topraklarına katılan Tatvan, daha sonra merkezi Ahlat'ta bulunan Şah-ı Armenlerin (Armenşahlar) egemenliği altına girmiştir. 1071'deki Malazgirt Meydan Muharebesi'nden sonra Anadolu'ya hakim olan Selçukluların yörede fiilen hüküm sürmüş olduklarına dair herhangi bir belirti yoktur. 15. yüzyılda Akkoyunlular, daha sonra Bitlis'te hüküm süren Şerefhan (Rojki) beyleri Tatvan iskelesini kontrolleri altında tutmuşlardır. Osmanlı egemenliği 1514'te Çaldıran Muharebesi'nden sonra kurulmuş, 17. yüzyıl başlarında fiilen ortadan kalktıktan sonra tekrar ancak 1840'lı yıllarda kurulabilmiştir.
Tatvan ismi Ermenice olup, bölge adı olan Dadik/Tatik memleketinin kasabası anlamındadır. Yerel efsaneleri aktarmayı seven Evliya Çelebi, Rahova (Rahva) Ovasından doğuya doğru üç saat yürüdükten sonra Taht-ı Van kalesine ulaşıldığını ve buraya yöre halkının Tatvan adını verdiklerini kaydetmektedir. Burası Van Gölü kenarında olup, Van Paşasının Hassıdır, Subaşılıkla idare edilmektedir. Evliya Çelebi'ye göre Kanuni döneminde Zal Paşa burada küçük bir kale yaptırmıştır. Tatvan kalesi daha sonra, İran Şahı "Tahmasb" döneminde İran orduları tarafından tahrip edilmiştir. Tahmasb'ın orduları Ahlat ve Adilcevaz kalelerini istila ettiklerinde, Tatvan'dan gemiler ile Van'a yardım gitmesini engellemek amacıyla buradaki kaleyi tahrip etmişlerdir. Fakat buna rağmen Tatvan bir liman olarak, bundan sonra da önemini korumuştur.
1879 Osmanlı Salnamesinde Tatvan, Kotum (Küçüksu) Nahiyesine bağlı bir köy görünümünde idi. O tarihte nüfusunun tamamı 100 hanede 650 kadar Ermeniden ibaretti. Aziz Teodoros'a ithaf edilmiş bir kilisesi ve ilkokulu vardı.
1929 yılında çıkarılan 1509 numaralı kanun ile Bitlis vilayet merkezi ilga edilerek Muş vilayetine, Tatvan ise Van vilayetine bağlandı. Yaklaşık altı yıl Muş vilayetine bağlı kalan Bitlis kazası, 25 Aralık 1935 tarih ve 2885
sayılı kanun ile vilayet merkezi haline getirildi ve Tatvan tekrar Bitlis'e bağlanmış oldu.
Coğrafya.
Tatvan'ın genel olarak ilçe sınırları içinde kalan arazinin büyük bir kısmı dağlık ve yaylaktır. İlçenin iklimi karasal iklim özelliğini göstermektedir.
2.878 m yüksekliğindeki Nemrut Dağı ilçedeki en yüksek noktadır. Bu dağın krater ağzında, biri büyük olmak üzere üç göl bulunur. İlçenin deniz seviyesinden yüksekliği 1650 metre olup Van Gölü batısında 100 km'lik sahil şeridine sahiptir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=795",
"len_data": 4022,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.5
}
|
Anadolu yarımadası ile Trakya toprakları üzerine kurulan Türkiye'nin, 81 ili vardır. İller, Türkiye'nin en büyük idari bölümleridir. Bu seksen bir il, dokuz yüz yetmiş üç ilçeye bölünmüştür. Bu ilçeler, en küçük idari birim olan mahalle ve köyleri içinde barındırır. İllerde yönetme ve yürütme görevi, içişleri bakanı tarafından önerilen ve bakanlar kurulunun onayından sonra cumhurbaşkanı tarafından atanan valiler tarafından yerine getirilir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışı ve 29 Ekim 1923'te Türkiye Cumhuriyeti'nin resmen kuruluşundan sonra idari sistemde değişikliklere gidildi. İki yıl sonra Ardahan, Beyoğlu, Çatalca, Dersim, Ergani, Gelibolu, Genç, Kozan, Oltu, Muş, Siverek ve Üsküdar illeri ilçeye dönüştürüldü. 1927'de ise Doğubayazıt ilçeye dönüştürüldü ve Ağrı'ya bağlandı. 1929'da Muş tekrar il oldu, Bitlis ilçe hâline getirildi. Dört yıl sonra Aksaray, Cebelibereket, Hakkâri ve Şebinkarahisar'ın ilçe olması, Mersin ile Silifke'nin birleştirilip İçel adında yeni bir ilin oluşturulmasıyla ve Artvin ile Rize'nin birleştirilip Çoruh adında yeni bir ilin oluşturulmasıyla sayı elli altıya düştü. 1936'da Rize, Tunceli ve Hakkâri tekrar il oldu, yine aynı yıl Dersim'in adı Tunceli olarak değiştirildi; 1939'da Hatay Devleti, Türkiye'ye bağlanarak il oldu. 1953'te, Uşak'ın il, Kırşehir'in ilçe olması kararlaştırıldı, 1954'te Adıyaman, Nevşehir ve Sakarya il statüsü kazandı. 1956'da Çoruh ilinin ismi Artvin olarak değiştirildi, 1957'de Kırşehir'in il statüsü geri verildi. Bu yıldan sonra otuz iki yıl boyunca il sayısında herhangi bir değişiklik olmadı. 1989'da Aksaray, Bayburt, Karaman ve Kırıkkale; 1990'da Batman ve Şırnak; 1991'de Bartın; 1992'de Ardahan ve Iğdır; 1995'te Yalova, Karabük ve Kilis; 1996'da Osmaniye, ve 1999'da Düzce il oldu.
Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, Türkiye'nin nüfusu 2019 yılı itibarıyla 83 milyon kişiye ulaştı. Bu rakamın 77 milyonunu il ve ilçe merkezlerinde yaşayanlar oluşturdu. Ülkedeki en fazla nüfusu barındıran il İstanbul, en az nüfusu barındıran il Bayburt'tur. Ayrıca en büyük yüzölçümüne sahip il Konya, en küçük yüzölçümüne sahip il Yalova'dır. Merkezi İzmit olan Kocaeli ili, merkezi Adapazarı olan Sakarya ili ve merkezi Antakya olan Hatay ili dışında büyükşehir olmayan tüm illerin merkez ilçelerinin adı, il ile aynı adı taşır.
Türkiye il merkez rakımları.
Rakım (Google Earth) valilik binalarının bulunduğu yerdir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=796",
"len_data": 2398,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.41
}
|
John Forbes Kerry (d. 11 Aralık 1943, Aurora, Colorado), Amerikalı asker ve siyasetçi. Mevcut Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı İklim özel temsilcisi. 1985 ile 2013 yılları arası Massachusetts Senatörü olarak seçilmiştir. 2004 yılında Başkan adayı olarak belirlenmiş, lakin seçimi ufak bir farkla George W. Bush'a kaybetmiştir. Senatörlüğün ardından 2017 yıllına kadar eski Başkan Barack Obama'nın Dışişleri Bakanı olarak görev yapmıştır.
Bir deniz subayı olarak Vietnam'da savaşmasının ardından ülkesine dönmesiyle savaş karşıtı aktivistlik eylemlere katılmaya başlamıştır. Savaşın ardından ABD Senatosu'nda verdiği ifadede, Amerikan hükûmetinin Vietnam'daki politikalarını bir savaş suçlarının sebebi olarak nitelendirdi.
Dışişleri Bakanlığı sırasında İsrail-Filistin Barış Görüşmeleri'ni organize etti, İran'ın nükleer güç kullanımı sınırlandıran antlaşmalarda görev aldı ve Paris İklim Değişikliği Anlaşması'nı ABD adına imzalayan kişi oldu.
Eğitim ve ordu hayatı.
Babası diplomat ve avukat olan Richard John Kerry, annesi ise Rosemary Isabel Forbes'ti. Babası tüberküloz hastalığına yakalanmıştı, doğumundan kısa süre sonra Massachusetts'e taşındılar. Roma Katoliği olarak yetiştirildi. New Hampshire eyaletinin Concord şehrinde bulunan St. Paul Özel Lisesinden mezun oldu. Yale Üniversitesi'nde eğitimine devam etti. 1965 yılında üniversitedeki Skull and Bones adındaki derneğe üye seçildi. Ertesi yıl da mezun oldu.
Amerikan Deniz Kuvvetleri'ne katıldı ve Vietnam Savaşı sırasında 1969 yılına kadar hizmet verdi. Amerika'ya geri döndüğünde, Savaş Karşıtı Vietnam Gazileri ("VVAW") basın sözcüsü oldu. 1978'de "Amerikan Vietnem Gazileri"'nin kurucularından biri oldu.
1976 yılında Boston College'de hukuk eğitimi aldı. Middlesex County, Massachusetts'te 1977-1982 yılları arasında seçimlerde eyaletin baş savcısı olarak seçildi. 1982-1984 kadar vali yardımcısı olarak görev yaptı. 1984 yılında da Demokrat Parti'den Senatoya seçildi.
Siyasi hayatı.
1987 ve 1989 yılları arasında Demokrat Parti'nin Senato seçim kampanyasının başkanıydı. Senatoya 1990, 1996 ve 2002 yıllarında tekrar seçildi. 2001-2003 yılları arasında senatodaki "Küçük Firmalar Komitesi" başkanı olarak görev yaptı. Görevi 3 Ocak 2009 tarihinde sona erdi.
2004 yılında yapılacak Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimlerine aday oldu. Demokrat Parti'nin ön seçimlerinin ilk etabını Iowa eyaletinde 19 Ocak 2004 tarihinde rakipleri Howard Dean ve John Edwards'ı yenmeyi başardı.
Demokrat Parti ön seçimlerini büyük çoğunlukla kazandı. John Edwards ikinci oldu. Howard Dean ve General Wesley Clark ise aldıkları oyların azlığı sebebiyle seçimlerden çekildiler. Daha sonra John Edwards'ı başkan yardımcısı adaylığına gösterdi.
Birçok basın kuruluşunda John Kerry'nin başkanlığı nasıl olacak diye tartışılırken (Times ve Newsweek); George W. Bush'un karşısında güçlü bir aday olarak görülüyor, savaş karşıtı olarak Bush'un karşısında Demokratların en büyük silahı olduğuna inanılıyordu. Ancak seçimleri küçük bir farkla kaybetti.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=809",
"len_data": 3009,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.1
}
|
Mısır tanrıları Mısır mitolojisinde adı geçen tanrılardır.
Küçük tanrılar.
Nesneler.
Semi - Duat'ın onuncu bölümünde bulunan tanrısallaştırılmış bir nesne
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=810",
"len_data": 154,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.19
}
|
Bu maddede, Türkiye'de resmî olarak faaliyet gösteren siyasi partiler listelenmektedir. Türkiye, cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemli cumhuriyet ile yönetilmektedir ve 1945 yılından beri çok partili sistem uygulanmaktadır. Siyasi parti illerin kuruluşları, teşkilatlanmaları, işleyişleri, faaliyetleri ve denetlenmeleri gibi esaslar 22 Nisan 1983 tarihinde kabul edilen Siyasi Partiler Kanunu ile düzenlenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı herkes, yasa ile belirlenen şartları sağladığı sürece önceden izin almaksızın siyasi parti kurma hakkına sahiptir.
Siyaset bilimcilerine göre Türkiye'de siyasi partilerin oluşumu, Osmanlı İmparatorluğu'ndan günümüze uzanan bir geçiş süreci olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, Türkiye'de kurulan siyasi parti sisteminin geçmişi, Osmanlı'dan devralınan parlamenter geleneğin oluşum süreçlerine bakılarak anlaşılmalıdır. Türk toplumlarında meclis kavramı, ilk devletlerin kurulduğu dönemlerden beri var olmuştur. Ancak anayasal bir süreç olarak parlamenter sistemin oluşumu, 19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı siyasi sisteminde görülmeye başlamıştır. Bu anlamda Türkiye'nin ilk yazılı anayasası, 1876 yılında yürürlüğe giren Kanun-i Esasi'dir. Kanun-i Esasi'ye giden yolda ise 1808 Sened-i İttifak, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı gibi gelişmeler, anayasa sürecine geçişte atılan önemli adımlar olarak kabul edilebilir.
Türkiye'de etkin parti sayısı her yıl değişkenlik göstermektedir. Bir yıl içinde birçok parti kurulurken, bazıları da çeşitli nedenlerle siyasetten çekilmektedir. Etkin parti sayı çeltiğini İçişleri Bakanlığı tutmaktadır. Her parti kuruluşu sırasında İçişleri Bakanlığı'na dilekçe verir ve İçişleri Bakanlığı partilerin kongrelerini yapıp yapmadığını ve sürekliliğini takip eder. Etkin olmaktan kasıt, "siyasi düşüncelerini ortaya koymaya devam eden ve olağan toplantılarını yapan parti" anlamındadır.
Partilerin seçime girebilmesi için siyasi partiler kanununun 36. maddesine göre, illerin en az yarısında oy verme gününden en az altı ay evvel yani 41 ilde teşkilat kurmuş ve büyük kongrelerini yapmış olması gerekmektedir. Ancak etkin olan partilerin birçoğu bu sayıya sahip değildir. Bu partiler, "tabela partisi" olarak adlandırılan, belli bir seçmen kitlesi olmayan ve seçimlere girme yeterliliğini sağlamayan küçük partilerdir. Partilerin adları eğer Yüksek Seçim Kurulunun şartlarını yerine getirirse oy pusulalarında bulunur. Genel seçimlerde oyların %7'sinden fazlasını alan ve parlamentoda temsil edilir.
Şubat 2025 itibarıyla Türkiye'de 167 siyasi parti etkin durumda bulunurken, Bu tarihte seçimlere katılabilme yeterliliği olan parti sayısı ise 38 olmuştur.
TBMM'de temsil edilen siyasi partiler.
2023 yılı itibarıyla TBMM'de sandalye sahibi partilere ilişkin genel bilgiler burada listelenmektedir. Milletvekili sayısı aynı olan siyasi partiler alfabetik olarak sıralanır.
Diğer organlarda temsil edilen partiler.
! colspan="2" scope="col" class="unsortable" style="width:20px" | Siyasi parti
!Kuruluş
! scope="col" class="unsortable" |Siyasi pozisyon
! scope="col" class="unsortable" |İdeoloji
! class="unsortable" |Lider
! scope="col" class="unsortable" |Ulusal üyelik
! data-sort-type="number" |Belediye Meclisleri
! data-sort-type="number" |İl Genel Meclisleri
! data-sort-type="number" |Yerel yönetim
!Üye sayısı
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=815",
"len_data": 3306,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.59
}
|
Galatasaray Lisesi (, "Mekteb-i Sultânî"), İstanbul'un Beyoğlu ilçesinin Galatasaray semtinde bulunan bir lisedir. Türkiye'nin en eski eğitim kurumlarından biri olan okul Fransızca eğitim vermektedir.
Tarihçe.
Saray mektebi dönemi.
XV. yüzyılda saray mektebi enderûn, Osmanlı sarayında padişahın günlük yaşamını geçirdiği, sarayın eğitim birimlerinin, kütüphanenin, hazine odasının yer aldığı büyük bahçe içine kurulu bir kompleksti. Burada, başta padişah olmak üzere, saraydaki diğer görevlilerin danışabileceği, birçok alanda bilgi sahibi kişiler hizmet vermekteydi. Yüksek öğrenimlerini Saray Okulu'nda alan bu kişilerin ilk ve orta dereceli eğitimlerini layıkıyla sağlamak amacıyla, II. Bayezid, 1481 yılında "Galata Sarayı Hümayûn Mektebi" adında bir okul kurarak Osmanlı saray eğitiminin önemli bir parçasını oluşturdu. Kurum enderûna üst düzeyde eğitimli görevli yetiştirdiğinden, "Mekteb-i Sultanî" ve "Galata Sarayı Ocağı" gibi adlara da sahiptir.
Evliya Çelebi'nin aktardığı hikâyeye göre ise okulun kuruluşu daha farklı olmuştur; II. Bayezid, bir kış günü Galata sırtlarında avlanırken son derece bakımlı büyük bir bahçe içinde, köhnemiş küçücük bir kulübe görür. Kulübenin sahibi Gül Baba ile tanışan padişah, onu bahçeye gösterdiği özenden dolayı ödüllendirmek ister ve Gül Baba'nın isteği üzerine bu bahçeye bir mektep ve bir darüşşifa (hastane) yaptırır.
1675 yılına gelindiğinde, ocaktaki iç oğlanlardan yeteneklileri saraya alınmaya başlanırken diğerleri süvari bölüklerine dağıtılmaya başlanır ve kurum on yıllığına tasfiye edilir. 1715 yılında yeniden açılan ocak, tekrar acemi oğlanların eğitimini üstlenir. 1820 yılına dek Osmanlı'nın en önemli kurumlarından biri olan Galata Sarayı Ocağı, bu yıldan sonra Tıbbiye ve kışla olarak kullanılır.
Sultanî dönemi.
XIX. yüzyılda önemi ve işlevi gün geçtikçe artan kurum, Osmanlı'da Batılılaşma döneminin ve Tanzimat uygulamalarının bir simgesi olur. Çünkü bu kez de Osmanlı'da hukuksal, siyasal ve sosyal alanda gerçekleştirilecek yenilikleri yaşama geçirecek aydın kadrolara ve bu kadroların yetiştirilmesi için geleneksel eğitimin dışında batılı programları da bünyesinde barındıran bir eğitim kurumuna ihtiyaç vardır. İstanbul'da daha ziyade yabancıların ve gayrimüslim Osmanlıların devam ettiği ve Fransızca eğitim yapan Saint Benoît, Notre Dame de Sion gibi okullar vardı, ancak bu okullar Osmanlı'dan çok Fransa'nın denetiminde idiler. Amaç, Osmanlı Devleti'nin etkin olacağı batılı bir kurum yaratmaktı. Bu amaç doğrultusunda 1 Eylül 1868'de Abdülaziz'in katıldığı bir törenle "Mekteb-i Sultanî" adıyla kurum yeniden faaliyete geçer. Dönemin Paris büyükelçisi Mehmed Cemil Paşa ile Hariciye Nazırı Fuad Paşa'nın çabalarıyla kurum Fransa'daki lise eğitimine denk ve aynı kalitede öğrenci yetiştirir. Öğrencilerin arasında Katolik, Ortodoks ve Musevî öğrenciler de vardır. 9-12 yaşlarında öğretime başlayabilen bu öğrenciler dil durumlarına göre Fransızca ya da Türkçe hazırlık okumaktadırlar. 1908 yılında müdür Tevfik Fikret Bey'in yaptığı yeniliklerle; ilk, orta ve lise için üçer yıllık programlar hazırlanarak eğitim süresi 9 yıla çıkar. Ayrıca Farsça, Arapça, İtalyanca, Latince, Rumca, Ermenice ve Almanca dersleri isteğe bağlı olarak seçmeli ders statüsüne getirilirken, piyano ve keman dersleri de programa dahil edilir.
Öte yandan 1905 yılında, Ali Sami Yen ve arkadaşlarından oluşan bir grup öğrenci Galatasaray Spor Kulübü'nü kurmuşlardır.
Lise dönemi.
1927 yılında kurum, "Galatasaray Lisesi" adıyla ve Cumhuriyet devrimlerine uygun olarak eğitime başlar. Teneffüslerde Fransızca konuşma zorunluluğu kaldırılır ve genel kültür dersleri Türkçe verilmeye başlar. 1965 yılında okula kabul edilen kız öğrenciler için Feriye Sarayları hizmete açılır. 1968'de Mekteb-i Sultanînin kuruluşunun 100. yılı nedeniyle dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle liseyi ziyaret eder. 1975'te ise kurum, Anadolu lisesi konumuna getirilir ve ortaokul ve liseden oluşan eğitim 8 yıla çıkar. 14 Nisan 1992 tarihinde Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand ile 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal arasında imzalanan protokol ile ilkokul ve üniversite eğitimini de kapsayan Galatasaray Eğitim Öğretim Kurumu (GEÖK) hayata geçirilir. GEÖK bünyesinde 1992 yılında Galatasaray Üniversitesi, 1993 yılında ise Galatasaray İlköğretim Okulu kurulur.
Liseye kayıt kontenjanının üçte biri, Galatasaray İlköğretim Okulu'ndan mezun olacak öğrencilere ayrılmıştır. İlköğretim okulunun amacı, birinci sınıfa başlayan 50 öğrencisinin tamamının eğitiminin devamını Galatasaray Lisesi'nde sağlamaktır. Bunun için öğrenciler, Galatasaray Üniversitesinin, Galatasaray Lisesi ve Galatasaray İlköğretim Okulu yönetmeliği çerçevesinde yapılan iç sınavlarda başarılı olmakla yükümlüdürler. İlköğretim okulu tarihinde sadece bir öğrenci 2005 yılında liseye asilden, yatay geçiş hakkını kullanmadan girebilmiştir.
Günümüzde Galatasaray Lisesi Anadolu lisesi kategorisinde, eğitim dili Fransızca, Türkçe, İngilizce, İtalyanca ve Latince olan bir devlet lisesidir. Lise, Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı, Fransız Hükûmeti ve Galatasaray Vakfı'nca resmen tanınmış bir kurumdur. Galatasaray Lisesi bünyesinde her biri otuz öğrenci kapasiteli 54 sınıf, iki multimedya merkezi, her biri kırk öğrenci kapasiteli iki resim atölyesi, iki müzik odası, biri 250, öbürü 350 öğrenci kapasiteli iki toplantı merkezi, 30 bilgisayarlı bir bilgisayar laboratuvarı, bir tenis kortu, üç jimnastik salonu, bir futbol sahası, 15 kişilik revir, 250 kişilik kız öğrenci yurdu, 675 kişilik erkek öğrenci yurdu, her biri 400 kişilik üç büyük yemekhane yer almaktadır.
Çatı saati.
Mevcut "U" biçimli binanın merkezinde, çatıda yer alan Meyer markalı dairesel kadranlı saat elektronik mekanizmalıdır ve hâlen çalışmaktadır. Saatin 1870 yılındaki yangın sırasında hasar gören mevcut binanın 1908 yılında tamamlanan restorasyon çalışmaları sırasında eklendiği düşünülmektedir.
Dış bağlantılar.
__DİZİN__
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=816",
"len_data": 5920,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.75
}
|
Uğur Mumcu (22 Ağustos 1942, Kırşehir - 24 Ocak 1993, Ankara), Türk gazeteci, araştırmacı ve yazar.
24 Ocak 1993'te Ankara'da Karlı Sokak'taki evinin önünde arabasına konulan bombanın patlaması nedeniyle suikast sonucu öldü.
Hayatı.
Ailesi.
Annesi Nadire Mumcu, babası tapu kadastro memuru Hakkı Şinasi Mumcu'dur. Uğur Mumcu, 22 Ağustos 1942 tarihinde Kırşehir'de, dört kardeşin üçüncüsü olarak doğdu.
Eşi Şükran Güldal Mumcu (Homan) ile olan evliliğinden bir oğlu (Özgür Mumcu) ve bir kızı (Özge) olmuştur.
Uğur Mumcu anısına ailesi tarafından Ekim 1994'te "Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı" adında bir vakıf kurulmuştur.
Eşi Şükran Güldal Mumcu, 23. Dönem TBMM'ye İzmir milletvekili olarak girmiş ve 10 Ağustos 2007 - 7 Haziran 2015 tarihleri arasında TBMM başkanvekilliği görevini yürütmüştür.
Ağabeyi ve İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı Ceyhan Mumcu'nun Uğur Mumcu ile ilgili röportajlarının bir kısmı "Kardeşim Uğur Mumcu" adıyla bir kitapta toplanmıştır.
Eğitim yaşamı.
İlköğretimi Ankara Devrim İlkokulunda ve ortaöğretimi Ankara Bahçelievler Deneme Lisesinde okuyan Mumcu çok aktif bir öğrenciydi. 1961'de avukat olmak üzere başladığı üniversite eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde 1965'te tamamladı. Henüz öğrenciyken 26 Ağustos 1962'de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan "Türk Sosyalizmi" başlıklı makalesiyle Yunus Nadi Ödülü'nü aldı. 1963'te fakültede öğrenci derneği başkanı seçildi. 1969-1972 yılları arasında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde İdare Hukuku Profesörü Tahsin Bekir Balta'nın asistanı olarak çalıştı.
Askerlik dönemi.
Askerliğini yapmaya hazırlandığı sırada, 12 Mart döneminde, bir yazısında kullandığı, "Ordu uyanık olmalı." sözleriyle "orduya hakaret etmek" ve "sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmak" suçunu işlediği iddiasıyla gözaltına alındı. Mamak Askerî Cezaevi'nde pek çok aydınla birlikte bir yıla yakın kalan Mumcu, bu davadan dolayı 7 yıl hapse mahkûm edildi. Fakat bu karar Yargıtay tarafından bozuldu ve Mumcu serbest bırakıldı. Bu olaydan sonra askerliğini yedek subay olarak yapması gerektiği hâlde 1972-1974 yılları arasında Ağrı'nın Patnos ilçesinde, resmî tanımıyla "sakıncalı piyade eri" olarak askerliğini tamamladı. Patnos'ta ağır koşullar altında askerliğini yaparken zaten uzun zamandan beri var olan ülseri yüzünden mide kanaması geçirdi.
Gazetecilik hayatı.
Yeni Ortam gazetesinde köşe yazarlığı yapan Uğur Mumcu, 1975'ten itibaren Cumhuriyet'te "Gözlem" başlıklı köşesinde düzenli olarak yazmaya başladı. Aynı zamanda Anka Ajansında çalışmaktaydı. 1975 Mart'ında makalelerinden oluşan "Suçlular ve Güçlüler" adlı kitabını yayımladı. Aynı yıl, Altan Öymen'le birlikte hazırladıkları, Süleyman Demirel'in yeğeni Yahya Demirel'in hayalî mobilya ihracatını konu edinen "Mobilya Dosyası" adlı kitabı yayımlandı.
1977 yılından sonra sadece Cumhuriyet için yazmaya başladı. "Gözlem" başlıklı köşesinde 1991 yılının kasım ayına kadar aralıksız olarak yazdı. 1977'de "Sakıncalı Piyade" ve "Bir Pulsuz Dilekçe" kitapları yayımlandı. Ertesi yıl, "Sakıncalı Piyade" adlı yapıtını Rutkay Aziz ile birlikte tiyatroya uyarladı. Oyunu Ankara Sanat Tiyatrosu'nda tam 700 kere sahneledi. 1978'de ise ünlülerin yaşam öykülerini, siyasal geçmişlerini bir güldürü zenginliğiyle anlattığı kitabı "Büyüklerimiz" yayımlandı.
Uğur Mumcu, Londra'da BBC Türkçe için Nuri Çolakoğlu ve Ayça Abakan'ın konuğu olduğu bir röportajda siyasi görüşünü şu sözlerle açıkladı:"Ben görüş olarak sosyalist eğilimliyim. Yani emekçi sınıfların toplumda yönetimi ele almasını istiyorum. (...) Ben sosyalist bilincimi her gün artırıyorum. (...) Ulusal bağımsız sol! Ben sosyalist eğilimliyim, işçi sınıfının, emekçi sınıf ve tabakaların demokratik yollarla iktidara gelmesini istiyorum. Bu görüşümden hiç ama hiç vazgeçmedim."Türkiye'de 12 Eylül 1980 Darbesi'ne giden süreçte yaşananları eleştirdi. Türkiye'de terör olaylarının artması nedeniyle 1979 yılında, 12 Mart dönemi öncesi ve sonrası gençlik liderlerinin yaşadıklarını kendi ağızlarından yansıttığı ve silahlı eylemlerle bir yere varılamayacağına dikkat çektiği kitabı "Çıkmaz Sokak"ı yayımladı. 7 Mart 1980 tarihinde yayımladığı yazısında anarşi ve terör ortamını şu sözlerle eleştirdi:"Bunun adı solculuk mu? Yoksul erlerin üstüne kurşun yağdıran, banka soyan eşkiyalık mıdır solculuk? Böyleyse, yerin dibine batsın böyle solculuk... Bunun adı milliyetçilik mi? Savcıları, yargıçları, üniversite öğretim üyelerini, emniyet müdürlerini öldüren, yurttaş kanı içen canavarlık mıdır milliyetçilik? Böyleyse, yerin dibine batsın böyle milliyetçilik..."19 Temmuz 1980'de eski başbakan Nihat Erim'in öldürülmesinden sonra 21 Temmuz 1980'de yazdığı "Savaşın Böylesi..." başlıklı yazısında ise teröre çare bulamayan siyasileri eleştirdi:"İşçisiyle, köylüsüyle, öğrencisi, öğretim üyesiyle, askeri ve sivili ile, okumuşu ve okumamışı ile yurttaşların kanını bu ölçüde sorumsuzca akıtan bir başka 'çok partili hayat' var mı yeryüzünde?" 12 Eylül 1980 Darbesi'ni "yağmurun yağması gibi doğal bir olay" olarak tanımladı. Darbeden birkaç gün sonra, 17 Eylül 1980 günü yazdığı yazıda ise 12 Mart dönemini değerlendirerek Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi isimlerin banka soyma, adam kaçırma, fidye isteme gibi eylemlerini "bireysel terör" olarak tanımladı ve geçmişten ders alınması gerektiğini ifade etti. Mumcu, aynı yazısında, "adam öldüren, cinayet işleyen solculuğun hainlik, katillik ve halk düşmanlığı" olduğunu yazdı. 1 Temmuz 1983 tarihinde yayımladığı yazısındaysa, "12 Eylül'ün Türkiye'yi bir iç savaş tehlikesinden kurtardığını, bunu açıkça kabul ve ilan etmeden hiçbir soruna çözüm bulma olanağının olmadığını, bunun nesnel bir gerçek ve somut bir olgu olduğunu" savundu.
1981'de terörün silah kaçakçılığıyla ilgisini ortaya koymak ve kamuoyunu bu konuda uyarmak için yazdığı "Silah Kaçakçılığı ve Terör" yayımlandı. Aynı yıl, Mehmet Ali Ağca'nın Papa'yı öldürme girişiminden sonra Ağca üzerine inceleme ve araştırmalarını yoğunlaştırdı.
1982'de "Ağca Dosyası", ardından "Terörsüz Özgürlük" adlı makale derlemesi yayımlandı. 1982 Anayasası'nı eleştirdi. 1983 yılında Ağca ile cezaevinde röportaj yaptı. 1984 yılında Aziz Nesin öncülüğünde bir grup tarafından T.C. Cumhurbaşkanlığı ve TBMM Başkanlığına sunulan Aydınlar Dilekçesi'nin hazırlanmasına katıldı. 12 Eylül döneminde aydınlara yapılanları anlatan "Sakıncasız" adlı oyunu yazdı, "Papa-Mafya-Ağca" kitabını yayımladı.
1987'de araştırmacı gazetecilik açısından büyük bir başarı kabul edilen "Rabıta" ve "12 Eylül Adaleti" kitaplarını, 1991'de de en önemli araştırmalarından biri olan "Kürt-İslam Ayaklanması 1919-1925" kitabını yayımladı.
1991 yılında İlhan Selçuk ve yaklaşık seksen Cumhuriyet gazetesi çalışanı ile birlikte gazeteden ayrıldı. Bir süre işsiz kaldı. 1 Şubat - 3 Mayıs 1992 tarihleri arasında Milliyet gazetesinde yazdı, Cumhuriyet gazetesindeki yönetim değişikliği üzerine 7 Mayıs 1992'de Cumhuriyet'e döndü.
PKK'yı, "şiddet yoluyla sonuç almak isteyen bir Kürt milliyetçisi terör örgütü" olarak tanımladı. PKK'nın yaptığı katliamlara tepki vermeyen derneklere, gazetelere vb. tepki gösterdi. İnsan Hakları Derneği de Mumcu'nun eleştirdiği oluşumlardan biri oldu.
7 Ocak 1993 tarihinde "Mossad ve Barzani" isimli bir yazı yazdı. Bu yazısında Barzani Aşireti, CIA ve Mossad arasındaki bağlantılara değindi ve yazısını şöyle bitirdi:
"Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD'ın Kürtler arasında? Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?"
8 Ocak 1993 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki "Ültimatom" başlıklı yazısında ise yakında yayımlayacağı kitabında istihbarat örgütleri ile Kürt milliyetçileri arasındaki bağlantıları açıklayacağını yazdı.
Ağabeyi ve İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı Ceyhan Mumcu, suikasttan önce Uğur Mumcu'nun İsrail elçisiyle görüşme yaptığını basına gönderdiği açıklamada yazmıştı.
Gazetecilik hayatı başarılarla dolu olan Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 tarihinde uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetmeden önce polis-mafya-siyaset ağının derin boyutlarını araştırmaktaydı. Öldürülme sebebi olarak Abdullah Öcalan'ın bir müddet Millî İstihbarat Teşkilatı için çalıştığı iddiasını araştırması iddia edilmektedir.
Suikast.
Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993'te Ankara'da Karlı Sokak'taki evinin önünde, arabasına konan C-4 tipi plastik bombanın patlaması sonucu suikasta kurban giderek öldü. Suikastın hemen ardından olay yerinde inceleme yapan uzmanların hiçbir delil bulamadığı, patlamayla etrafa dağılan ve cımbızla toplanması gereken delillerin ise süpürgeyle süpürüldüğü iddia edilmiştir.
Suikastı; İslami Hareket Cephesi, İBDA-C, Hizbullah gibi örgütler üstlendi. Suikastın arkasında Mossad'ın ve kontrgerillanın olduğu da iddia edildi. Ergenekon Davası sanıklarından Ümit Oğuztan, iddianamede yer alan ifadesinde, Mumcu'nun, seri numarası silinmiş ve Kürdistan Demokratik Partisi lideri Celal Talabani'ye götürülen silahlarla ilgili araştırması nedeniyle öldürüldüğünü iddia etti. Bununla beraber ağabeyi Ceyhan Mumcu, kendi yaptığı araştırmada ölümüne yakın bir süre içerisinde Mossad ve Barzani ilişkisi ortaya çıkınca İsrail Büyükelçisinin ısrarla kardeşi Mumcu'yla bire bir olarak görüşmek istediğini ancak Uğur Mumcu'nun tek görüşmeyi kabul etmemesine rağmen görüşmenin yapıldığını belirtti. Ayrıca suikast öncesinde Uğur Mumcu, "Kürt Dosyası" başlıklı kitabını yazmaktaydı. Bu kitabında PKK'nın ortaya çıkışını, Kürt ayaklanmalarını, Öcalan'ın aldığı dış desteği ve Barzani-İsrail-Öcalan ilişkisini incelemekteydi. Kitabını bitiremeden ölmüştür.
Suikasttan sonra Mumcu'nun ailesini ziyaretleri sırasında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ve İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, "cinayeti çözmenin devletin namus borcu olduğunu" belirterek âdeta namus sözü verdiler. Suikastın failleri ise yakalanamadı. Mumcu'nun kızı Özge Mumcu, yaptığı açıklamada şöyle dedi:"Her siyasi cinayet sonrası olduğu gibi, 'Mutlaka çözülecektir. Kanı yerde kalmaz. Namus borcudur.' sözleriyle yaklaştılar ve hani Demirel'inden -o dönemin başbakanıydı-, içişleri bakanı İsmet Sezgin'di, Erdal İnönü başbakan yardımcısıydı. Hepsi 'namus borcu sözü' verdiler. Cenazede, olay yerine geldiklerinde, hepsi... Ama namus borçlarını yerine getiremediler."
Sedat Peker'in açıklamaları.
Organize suç örgütü lideri olarak tanımlanan Sedat Peker, 23 Mayıs 2021'de YouTube aracılığıyla, suikastın Mehmet Ağar tarafından düzenlendiğini iddia etti: "“Uğur Mumcu, görüşüne katılırsınız-katılmazsınız, bence şehittir. Yahu namuslu adamdı, şerefli adamdı, her şeyden önce dürüst adamdı, neden öldürüldü? Öldürüldüğünde yazdığı yazılara bakın: terörden beslenen terör lordları, bunun üzerine çalışma. Hep terör bölgelerinde uyuşturucu tarlaları, satışları olur. Hep ama. Ve silah ticareti. Uğur Mumcu şehit ediliyor, yanına ilk gelen kim? Katiller en önce gelir: Mehmet Ağar! Eşine diyor ki: 'Ben gıyaben tanıyorum, dünyanın en iyi insanı.' 'Ben' diyor, 'Buradan bir tuğla çekersem devlet aşağı çöker!', bu meşhur sözdür, devletin içinde yaşayanlar bunu bilirler.”"Sedat Peker'in açıklamalarının ardından Uğur Mumcu'nun eşi, eski CHP Milletvekili Güldal Mumcu şöyle konuştu: "“Senelerdir, 'Uğur Mumcu Cinayeti'nin aydınlatılması için kim ne biliyorsa anlatsın, işin ucu kime dokunuyorsa dokunsun.' dedik. Çekin tuğlaları, yıkılsın duvar, altında kim kalırsa kalsın!”"
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=818",
"len_data": 11378,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.23
}
|
John Reid Edwards (10 Haziran 1953), Kuzey Karolina eski senatörü. 2004'teki başkanlık seçimlerinde John Kerry'nin başkan yardımcısı adayı idi.
İlk yılları.
John Edwards Güney Karolina eyaletinin Seneca ilinde doğdu, sonra Kuzey Karolina eyaletinde Robbins'te yaşadı. Babası bir tekstil çalışanıydı, annesi ise postanede çalışıyordu. Ailesinde üniversiteye giden ilk kişiydi. Güney Karolina'da Clemson University'de Amerikan Futbolu bursu ile okudu, ardından da North Carolina State University'ye geçti. Tekstil teknolojisi branşında 1974'te mezun olan Edwards, University of North Carolina at Chapel Hill'de hukuk eğitimi aldı. Bu son iki üniversitede üstün başarı ile şeref listesine girdi. Hukuk okurken hukuk öğrencisi Elizabeth Anania ile tanıştı ve evlendi.
Hukuk kariyeri.
Politikaya atılmadan önce, Edwards oldukça başarılı bir avukattı ve haksızca sakatlanmış aile ve çocukların haklarını savunuyordu. Bu süre içerisinde de oldukça başarılı ve zengin oldu. Kariyeri'nin en önemli davası Sta-Rite aleyhinde kazandığı davaydı, şirket kanalizasyon havuzu açarken Valerie Lakey isimli bir kız çocuğunun sakatlanmasına sebebiyet vermişti. Şirketin bütün tekliflerini reddeden Edwards, 25 milyon dolarlık bir dava kazanmış oldu. Bu da kişisel sakatlanma davalarında, Kuzey Karolina tarihinin en büyük ödülünü temsil ediyordu. Avukatlar ve hukuk öğrencileri, Edwards'ın notlarına bakmadan yaptığı 2 saat süren kapanış konuşmasını ayakta alkışladılar.
Tecrübeleri, kişisel sakatlanma davalarında olan Edwards; kendini "küçük adam"'ı savunan insan olarak sundu. Eleştirenler ise, Edwards'ın sadece kazanacağından emin olduğu davalara baktığını, bir avukat'ın herkesi savunmaya çalışması gerekir diyerek karşısında bulundular.
Edwards ve eşi Elizabeth'in dört çocuğu oldu. İlk ikisi, Wade ve Catherine, evlendiklerinden kısa bir süre sonra doğmuştu. 1996'da Lakey davasından sadece 1 ay önce, Edwards oğlu Wade'i bir otomobil kazasında kaybetti. Onun anısına Edwards, Wade'in oğlunun Outward Bound rozetini taşımaktadır. Wade öldükten sonra, Edwards ve eşi iki çocuk daha yapmaya karar verdiler; Emma Claire (1999) ve Jack (2001) ailelerine katıldı. Edwards ailesi halen Raleigh, Kuzey Karolina ve Washington'da yaşamaktadır; ayrıca Wilmington, Kuzey Karolina'da denize yakın bir evi bulunmaktadır.
Kasım 2003'te, başkanlık tanıtımlarında Edwards (John Auchard ile) Four Trials isimli otobiyografi kitabını yayınladı.
Senato yılları.
Hayatının en iyi avukatlığı olarak tanımladığı Lakey davasındaki başarısı ve kendisi gibi avukat olmasını istediği oğlunun ölümünün ardından hukuksal kariyerine son verip, politikayla ilgilenmeye başladı. Bir Demokrat olarak 1998 seçimlerini kazanırken, Cumhuriyetçi Partili Lauch Faircloth'u yenerek büyük bir başarı yakaladı.
Edwards bir avukat olarak, Bill Clinton'un 1999 yılında senatodaki Bill Clinton suçlamasında başarıyla savundu ve Bill Clinton'un görevine devam etmesinde önemli bir rol oynadı.
John Edwards 2000 Başkanlık seçimleri sırasında Al Gore'un Başkan Yardımcısı listesinde bulunuyordu (John Kerry ve Joe Lieberman gibi, Al Gore seçimini Lieberman'dan yana kullandı). Kasım 2000 yılında, "People" dergisi Edwards'ı "En seksi politikacı" seçti. Edwards birçok senato komitelerinde, bilim ve hukuksal dallarda görev yaptı.
Başkanlık kampanyası.
John Edwards gayriresmî olarak başkanlık kampanyasını 2001 yılında Iowa'da başlattı. Ocak 2003'te resmi olarak 2004 Demokrat Başkan adayları seçimine katılacağını, Eylül 2003'te de Senato için bir daha seçimlere katılmayacağını duyurdu.
Edwards'ın başkanlık kampanyasında 2003 yılının ilk üç ayında 7 milyon dolar topladı. Bağışçıların birçoğu avukatlık mesleği ile uğraşanlar, daha önceden yardım ettiği aileler ve çalışanları idi.
Demokrat Parti seçimlerinde fazla şans gösterilmeyen ve basının fazla ilgi göstermediği Edwards, 2004 Demokrat Parti Başkan adayları seçimindeki en önemli ilk seçiminde oyların %32'sini alıp, gerek basından gerek şirketlerden büyük bir destek gören John Kerry'nin %6 oy altında oy alarak dikkatleri üzerine çekti. Wesley Clark ve Howard Dean'nın aldıkları oyların toplamı bile John Edwards'a yetişemedi.
Edwards 30 Ocak 2008'de Başkanlık seçimlerinden adaylığını çektiğini açıkladı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=819",
"len_data": 4211,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.26
}
|
Politika, devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayıştır.
Politika şu anlamlara da gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=820",
"len_data": 127,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 2.93
}
|
Nâzım Hikmet Kültür Merkezi, adını Nâzım Hikmet'ten alan, sanatsal faaliyetlere odaklanarak Türkiye'de alternatif düşünceyi geliştirmeyi amaçlayan sol odaklı bir kurumdur.
Tarihçe.
1997 yılında İstanbul-Kadıköy’de kurulan kültürevinin adı Ekim 2004'te "Nâzım Hikmet Kültür Merkezi" olarak değiştirilmiştir. Kültür Merkezi, çalışmalarını İstanbul (Kadıköy, Maltepe, Bakırköy), Ankara, İzmir, Sakarya ve Kocaeli'nde sürdürmektedir.
Faaliyetler.
Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nin bünyesinde sinema, fotoğraf, tiyatro, edebiyat ve müzik alanlarında çalışmalar yürüten birim ve atölyeler bulunmaktadır. Kültür Merkezi'nin bugüne kadarki etkinlikleri arasında Nâzım Üniversitesi, öğrencilerin ücretsiz eğitim gördüğü Nâzım Dershanesi, Sanat Cephesi dergisi, Onat Kutlar Sinema Okulu, Kültürevi Kitap Dizisi, Yeni İnsan Yeni Sinema Dergisi, 2002 yılında sekizinci dönemine girmekte olan NKE Fotoğraf Atölyesi, NKE Oyuncuları ve Doğu Oyuncuları, kültürevi bünyesinde çalışan müzik grupları, gitar, bağlama ve koro çalışmaları, kuramsal-ideolojik onlarca tartışma başlığını masaya yatıran seminerler, paneller vb. projeler yer alıyor.
Kültürel müdahale.
Merkez özellikle komünist şair Nazım Hikmet ve onun geleneği aracılığıyla ülkedeki genel kültürel atmosfere müdahale etmeyi görev saymaktadır. Bu kapsamda çok çeşitli faaliyetlere imza atmaktadır.
Merkez ve şubeleri.
Merkez ve şubeleri şu şekildedir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=823",
"len_data": 1393,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.46
}
|
Recep Tayyip Erdoğan (d. 26 Şubat 1954, İstanbul), Türk siyasetçi, Türkiye Cumhuriyeti'nin 12. ve şu anki cumhurbaşkanı ve Adalet ve Kalkınma Partisi'nin genel başkanıdır. Daha önce 1994-1998 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı ve 2003-2014 yılları arasında Türkiye başbakanı olarak görev yapmıştır. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi referandumu sonrası 2014'te ilk defa doğrudan halk oyuyla cumhurbaşkanı olmuştur. 2018'de ikinci defa ve son kez 2023'te üçüncü defa cumhurbaşkanı seçilmiştir.
1994 ve 1998 yılları arasında Refah Partisi'nden İstanbul büyükşehir belediye başkanlığı görevini yürüttü. Kurucuları arasında yer aldığı Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Ağustos 2014'e kadar 13 yıl boyunca genel başkanlığı görevini sürdürdü, 2017 Türkiye anayasa değişikliği referandumu sonrası tekrar Adalet ve Kalkınma Partisi genel başkanı oldu. Genel başkanlığını yaptığı günden 2024'e dek katıldığı seçimlerin tamamında partisi, birinci parti olmuş ve katıldığı beş genel seçimin üçünde (2002, 2007 ve 2011) tek başına iktidar olmuştur.
1976 yılında Millî Selamet Partisi Beyoğlu gençlik kolu başkanlığına ve aynı yıl İstanbul il gençlik kolları başkanlığına seçilen Erdoğan, Aksaray İktisadi ve Ticari İlimler Yüksek Okulu'ndan 1981 yılında mezun oldu. Millî Selamet Partisi'nin 1981'de kapatılması sonrasında, 1983'te kurulan Refah Partisi ile siyasi hayatına devam etti. 1986 milletvekili ara seçimlerinde milletvekili, 1989 yerel seçimlerinde ise Beyoğlu belediye başkanı adayı olarak seçimlere girse de her iki seçimde de seçilemedi. Milletvekili adayı olduğu 1991 genel seçimlerinde ise milletvekili olmasına rağmen tercihli oy sistemi sebebiyle Yüksek Seçim Kurulu milletvekilliğini iptal etti. 1994 yerel seçimlerinde elde ettiği %25,19'luk oy oranı ile İstanbul büyükşehir belediye başkanı seçildi. 6 Aralık 1997'de Siirt'te düzenlenen bir açık hava toplantısı sırasında topluluğa yaptığı konuşmada kullandığı ifadeler sebebiyle "halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiği" gerekçesiyle kendisine açılan dava sonucunda 10 ay hapis cezasına çarptırıldı. Belediye başkanlığı görevinden ayrılarak 26 Mart 1999'da girdiği cezaevinde dört ay on gün kaldıktan sonra 24 Temmuz 1999'da tahliye edildi.
14 Ağustos 2001'de kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kurucuları arasında yer aldı ve partinin genel başkanlığına seçildi. Parti, girdiği ilk seçimler olan 2002 genel seçimlerinde %34,43'lük oy oranı ile Abdullah Gül'ün başbakanlığında 58. hükûmeti kurarken, siyasi yasağı süren Erdoğan seçimlere girememişti. Siyasi yasağının kaldırılması için Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan yasa değişikliği talebinin uygulamaya girmesiyle siyasi yasağı kalktı. 9 Mart 2003'te gerçekleştirilen ara seçimlerde Siirt milletvekili olarak meclise girdi. Başbakan Gül'ün istifasını sunmasıyla, 14 Mart 2003'te başbakanlık görevine geldi. Genel başkanlığını yürüttüğü Adalet ve Kalkınma Partisi, 2007 genel seçimlerinde oyların %46,58, 2011 genel seçimlerinde ise oyların %49,83'ünü alarak Erdoğan'ın Başbakanlığı'nda sırasıyla 60. ve 61. hükûmetleri kurdu. Sonraki süreçte yapılan genel seçimlerde partisi 2018'de %42,56, 2023'te ise %35,62 oy alarak en yüksek milletvekili sayısına ulaştı. Parti ayrıca, oyların %41,67'sini aldığı 2004 yerel seçimleri, oyların %38,39'unu aldığı 2009 yerel seçimleri, oyların %43,40'ını aldığı 2014 yerel seçimlerinde ve oyların %42,56'sını aldığı 2019 yerel seçimlerinde de en çok oy toplamayı başaran parti konumundaydı. 2007 anayasa değişikliği referandumu sonrasında anayasada yapılan değişiklikle birlikte cumhurbaşkanının ilk defa doğrudan halk oyuyla seçilmesinin önü açılırken, adaylığını koyduğu 10 Ağustos 2014'te yapılan seçimlerde aldığı %51,79'luk oy oranıyla cumhurbaşkanı seçildi ve başbakanlık ile partisindeki görevinden ayrılarak Cumhurbaşkanlığı görevine 28 Ağustos 2014'te başladı. 2018 cumhurbaşkanlığı seçiminde oyların %52,59'unu aldı ve ikinci kez cumhurbaşkanı seçildi. 2023 Cumhurbaşkanlığı seçiminde de oyların %52,18'ini alarak üçüncü kez cumhurbaşkanı seçildi. 3 Haziran 2023 tarihinde Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde yapılan göreve başlama töreni sonrasında görevine başladı.
İlk yılları ve eğitimi.
Recep Tayyip Erdoğan'ın babası Ahmet Erdoğan, "Bakatalı Tayyip" olarak da bilinen Tayyip Efendi'nin oğluydu. Recep Tayyip Erdoğan'ın 11 Ağustos 2004'teki Gürcistan ziyaretinden birkaç ay sonra çıkan haberlerde kendisinin bu ziyaret sırasında "Ben de Gürcü'yüm, ailemiz Batum'dan Rize'ye göç etmiş bir Gürcü ailesidir." dese de, 2007'de NTV'de katıldığı bir programda Türk olduğunu söyledi. OdaTV, 2009'da yayınladığı habere göre dedesinin taşıdığı "Bakatalı" lakabının, Gürcistan'ın Şida Kartli bölgesine bağlı Bagata köyü olduğu öne sürülmektedir. Murat Ümit Hiçyılmaz, "Güneysu Seyahatnamesi" adlı kitabında, arşiv kayıtlarına göre Erdoğan'ın ailesinin 450-500 yıldır Yüksekköy köyünde yaşamakta olduğu ve kökenleri Orta Asya'ya dayanan ailenin Kafkasya üzerinden bölgeye geldiği ifade edilmektedir. Doğum tarihi net olarak bilinmeyen Ahmet Erdoğan'ın mezar taşında 1321 (Rumi takvime göre 1905-1906) yazarken, kimlik bilgilerinde 1905 yazmaktadır. Güneysu'dayken Havuli ile gerçekleşen ilk evliliğinden Mehmet (1926-1988) ve Hasan (1929-2006) isimli iki erkek çocuğu olan Ahmet Erdoğan, bir süre sonra İstanbul'a yerleşirken eşini ve çocuklarını Güneysu'da bıraktı. İstanbul'a geldikten bir süre sonra Şirket-i Hayriye'ye girdi ve kıyı kaptanı olarak çalışmaya başladı. Havuli ile olan evliliği devam ederken, Mehmet ile Havva'nın kızı Tenzile Mutlu'dan (1924-2011) Recep Tayyip, Mustafa (d. 1958) ve Vesile (d. 1965) adlı üç çocuğu oldu. Havuli 1980'de vefat edince Ahmet Erdoğan ile Tenzile Mutlu arasında resmî nikâh yapıldı. 26 Şubat 1954'te İstanbul'un Beyoğlu ilçesi Kasımpaşa semtinde doğan Recep Tayyip Erdoğan, "Tayyip" adını dedesinden, "Recep" adını ise doğduğu günün Hicrî takvime göre Recep ayına denk gelmesinden dolayı aldığı belirtilmiştir.
Kendisiyle yapılan bir röportajda çocukluk döneminde simit ve su sattığını ifade eden Erdoğan, kendisi hakkında hazırlanan "Usta'nın Hikâyesi" belgeselinde ise çocukluğunda yaz aylarında gittiği Rize'de çay ve fındık topladığını aktarmıştı. İlkokul eğitimini aldığı Kasımpaşa'daki Piyalepaşa İlkokulundan 1965'te, lise eğitimini aldığı ve yatılı olarak okuduğu Fatih'teki İstanbul İmam Hatip Lisesinden ise 1973'te mezun oldu. 2017 yılında okuduğu liseye adı verildi. İstanbul İmam Hatip Lisesinde okuduğu dönemde Camialtıspor'da amatör olarak futbol oynadı. İmam hatip mezunlarının üniversiteye girme konusunda uygulanan kısıtlamalar nedeniyle liseyi dışarıdan bitirme sınavlarına girerek fark derslerini verdi ve 1973 Ekim'inde Eyüp Lisesinden mezun olarak ikinci bir lise diploması aldı. Aynı yıl, İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisine bağlı Aksaray Yüksek Ticaret Okuluna girdi. Temmuz 1974'te İETT'de geçici işçi statüsüyle işe alınırken, kurumun futbol takımında da futbolculuk yapmaya devam etti. 18 Haziran 1981 tarihli istifa mektubuyla İETT'deki görevinden ayrıldı. Bu dönemden sonra bir süre amatör takımlardan Erokspor'da futbol oynadı. 1977-1978 eğitim-öğretim döneminde İstanbul İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi bünyesindeki yüksekokullar İstanbul İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi, Ticarî Bilimler Fakültesi adı altında birleştirilirken, Erdoğan Şubat 1981'de buradan mezun oldu. Bu kurum daha sonraları, 1982 Temmuz'unda kurulan Marmara Üniversitesine bağlanarak "Marmara Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi" adını alırken, Erdoğan'ın diploması da bu kurumdandır.
Erken siyasi kariyeri.
Lise yıllarında Millî Türk Talebe Birliği'ne girdi. 1975'te Millî Selamet Partisi (MSP) Beyoğlu gençlik kolu başkanlığına, 1976 yılında ise MSP İstanbul il gençlik kolları başkanlığına seçildi. MSP'nin 12 Eylül Darbesi sonrasında kapatılmasına kadar bu görevini sürdürdü. 1982 Mart'ında zorunlu askerlik görevini yerine getirmek üzere silah altına alındı. Dört aylık acemiliğini İstanbul'un Tuzla ilçesindeki Tuzla Yedek Subay Piyade Okulu'nda yapmasının ardından, kıta hizmetini Kâğıthane'deki 3. Kolordu 6. Piyade Tümeni 77. Piyade Alayı Karargâh Servis Bölüğü'nde kantinlerin idaresinden sorumlu subay olarak gerçekleştirdi.
19 Haziran 1983'te kurulan Refah Partisi ile siyasete geri döndü ve 1984 yılında Beyoğlu ilçe başkanı oldu. Ertesi yıl düzenlenen genel kongrede merkez karar ve yürütme kurulu üyesi seçilirken, aynı yıl partinin İstanbul il başkanlığına getirildi. 28 Eylül 1986'daki milletvekili ara seçimlerine Refah Partisi'nin İstanbul adayı olarak girse de seçilemedi. 26 Mart 1989'daki yerel seçimlerde Beyoğlu belediye başkan adayı oldu. %22,83 oranında oy toplayan Erdoğan, %29,29 oranında oy alan Sosyaldemokrat Halkçı Parti adayı Hüseyin Aslan'ın gerisinde kalarak belediye başkanı seçilemedi. Sonuç birleştirme tutanaklarında usulsüzlük olduğunu öne sürerek seçim sonuçlarına itiraz eden Erdoğan, İlçe Seçim Kurulu Başkanı 2. Asliye Ceza Mahkemesi Hakimi Nazmi Özcan'a hakaret ettiği gerekçesiyle Özcan tarafından mahkemeye verildi ve 18 aydan 2 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılandı. Beyoğlu 1. Asliye Ceza Mahkemesinde görülen davanın duruşmalarına katılmayan Erdoğan hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkarıldı. Yaklaşık bir ay sonra, 27 Nisan günü tutuklandı ve bir hafta kadar Bayrampaşa Cezaevi'nde kaldıktan sonra 500 bin lira kefaletle serbest bırakıldı. Mahkeme ise kendisini "hakime hakaret" suçundan altı ay hapis ve 20 bin lira para cezasına çarptırsa da, Türk Ceza Kanunu'nun 72. maddesi gereğince hapis cezası tecil edilerek 920 bin liralık para cezasına çevrildi.
20 Ekim 1991'deki genel seçimlerine Refah Partisi'nin İstanbul 6. bölge 1. sıradan adayı olarak girdi. Seçimlere Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi ile ittifak yaparak giren Refah Partisi, İstanbul'dan %16,73 oranında oy aldı. 19. dönem milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisine giren Erdoğan, ilk kez uygulanan seçmenlerin parti milletvekillerini sıralamaya bakmadan tercih edebildiği tercihli oy sisteminde seçmenlerin tercihini ikinci sıradaki aday Mustafa Baş'tan yana kullanması sebebiyle, sonuçların belli olmasından birkaç gün sonra Erdoğan'ın milletvekilliği Baş'a geçti. Sandıklardan Erdoğan'a yaklaşık 9 bin tercihli oy çıkarken, Baş'a yaklaşık 13 bin oy çıkmıştı.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı (1994-98).
27 Mart 1994'teki yerel seçimlerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığı için Refah Partisi; Erdoğan, Ali Coşkun, Nevzat Yalçıntaş, Temel Karamollaoğlu ve Veysel Eroğlu için kamuoyu araştırması yaptırmıştı. 15 Ocak 1994 günü parti başkanı Necmettin Erbakan tarafından Erdoğan'ın İstanbul büyükşehir belediye başkanı adayı olacağı açıklandı. Seçimlerde Erdoğan %25,19 oy oranı alarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı seçildi. Belediye başkanlığı döneminde 4 milyar dolarlık yatırım gerçekleştirdi. Kentin trafik ve ulaşım açmazına karşı 50'den fazla köprü, geçit ve çevre yolu inşa edildi.
Başkanlık dönemine ilişkin olarak 18 dosyadan İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde dava açıldı. Bunlardan bazıları AKBİL Skandalı, İSFALT, İSTAÇ ve İDO ile ilgili yolsuzluk davalarıdır. Bu davalar, milletvekili olduğunda dokunulmazlığı nedeniyle dokunulmazlığı süresince donduruldu.
Hapis dönemi.
6 Aralık 1997'de Siirt'te düzenlenen bir açık hava toplantısı sırasında topluluğa yaptığı konuşmada, Ziya Gökalp'ın 1912 yılında Balkan Savaşı'ndaki Türk askerler için yazdığı "Asker Duası" adlı şiirinin sonradan değiştirilmiş bir sürümünden bir dörtlük okudu. Erdoğan'ın okuduğu dörtlük: "Minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız, mü'minler asker". Okuduğu dörtlüğün bu şekliyle Gökalp'e ait olduğunu belirten Erdoğan, konuyla ilgili olarak "konuşmamın bütünü incelendiğinde millî birlik ve beraberlik mesajım verildiği görülür" demişti. Daha sonraları Erdoğan'ın okuduğu sürümün, Türk Standardları Enstitüsü'nün 1994'te çıkarttığı "Türk ve Türklük" kitabında bulunduğu ortaya çıktı ancak kim tarafından değiştirildiği anlaşılamadı.
Konuşmayla ilgili olarak bir inceleme başlatıldı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, Erdoğan'ın konuşmasının yer aldığı görüntüleri inceledikten sonra, Refah Partisi'nin kapatılması istemiyle açılan davayı görüşen Anayasa Mahkemesi Başkanlığına iletti. Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığı, Erdoğan hakkında Türk Ceza Kanunu'nun 312/2 maddesine göre "halkı din ve ırk farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek" suçlamasıyla hazırladığı iddianamesini 12 Şubat 1998'de tamamladı. Bir yıldan üç yıla kadar hapis istemiyle dava açılan Erdoğan'ın yargılanmasına 31 Mart 1998 günü başlandı. 21 Nisan 1998'de sonuçlanan dava, Erdoğan'ın iddianamede bahsedilen suçu işlemesiyle sonuçlandı ve Erdoğan'a bir yıl hapis ile 860 bin TL ağır para cezası verildi. Daha sonra kendisini duruşmadaki hâli ve tavrı göz önüne alınarak cezası 10 ay hapis ve 176 milyon 666 bin 666 TL para cezasına çevrildi. 3 Haziran'da açıklanan gerekçeli karara göre Erdoğan, "Siirt'te yaptığı konuşmayla dindar ve dindar olmayan diye bölünen kesimler arasındaki gerginliği canlı tutmayı amaçlamaktaydı. "Bunları inanç birliği maksadıyla söyledim" şeklindeki ifadesinin inandırıcı bulunmadığı belirtilirken, "Benim referansım İslam'dır" diyerek topluluğu inanan ve inanmayan olarak ayırdığı belirtildi. "Cezanın ertelenmesine yer olmadığı" ibaresinin de yer aldığı kararın bir aykırı oya karşılık oy çokluğuyla alındığı ve Yargıtay'a başvurulabileceği kaydedildi. Mahkemenin aldığı karar 23 Eylül'de Yargıtay 8. Ceza Dairesi tarafından, bire karşı dört oyla onaylandı. Kararın ardından kendisine siyasi yasak getirilen Erdoğan, herhangi bir partiyle birlikte veya bağımsız olarak herhangi bir seçime katılamayacaktı. 25 Eylül'de Yargıtay tarafından açıklanan gerekçeli kararda Erdoğan'ın söylemlerinin "savaş çağrısı" niteliği taşıdığı belirtilmekteydi. Ceza infaz yasası gereği hapis cezası 4 ay 10 güne inerken, çeşitli ertelemeler sonrasında İstanbul büyükşehir belediye başkanlığı görevini bırakarak 26 Mart 1999 günü Kırklareli'nin Pınarhisar ilçesindeki Pınarhisar Cezaevi'ne girdi. 24 Temmuz 1999'da ceza süresini tamamlayarak cezaevinden tahliye edildi.
Siyasi yasaklı olduğu dönem.
Fazilet Partisi'nin, Anayasa Mahkemesi tarafından daimi kapatılmasının ardından, bağımsız kalan milletvekilleri, yeni parti kurma çalışmalarını "gelenekçiler" ve "yenilikçiler" olarak adlandırılan iki kanattan sürdürdü. "Millî Görüş" olarak adlandırılan kanat, Recai Kutan'ın genel başkanlığında 20 Temmuz 2001'de Saadet Partisi'ni kurarken, "değişimci" kanat da, Tayyip Erdoğan liderliğinde 14 Ağustos 2001'de, Adalet ve Kalkınma Partisi'ni (AKP) kurdu ve Tayyip Erdoğan, parti genel başkanlığına seçildi. Erdoğan "Biz gömleğimizi değiştirdik" ifadesiyle muhafazakârlardan büyük tepki aldı. Kurulan AKP, 3 Kasım 2002 seçimlerinde kayıtlı 41.291.568 seçmenin oy kullanan 32.652.702 kişisi içinden 10.770.704 adet oy alarak %34,28 ile birinci parti oldu.
Erdoğan, siyasi yasağı bulunduğu için seçimlere giremedi ve milletvekili seçilemedi. Seçim sonrasındaki 58. Hükûmet, Abdullah Gül başbakanlığında kuruldu. Bu hükûmet döneminde Erdoğan'ın siyasi yasağının kaldırılması için Türkiye Büyük Millet Meclisine yasa teklifi sunuldu. Bu yasa değişikliği TBMM tarafından oy çokluğuyla kabul edilse de Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yasayı "öznel, somut ve kişisel" olduğu gerekçesiyle veto etti. Daha sonra aynı yasa değiştirilmeden mecliste tekrar kabul edildi ve Cumhurbaşkanı Sezer, yasa değişikliğini bu kez onayladı. Bu yasanın kabulüyle Erdoğan'ın milletvekili seçilmesi için yasal bir engel kalmadı. Seçimlerde Siirt milletvekili seçilen Fadıl Akgündüz'ün milletvekilliğinin düşürülmesinin ardından Siirt'teki seçimlerin tekrar edilmesi kararlaştırıldı. Seçimlerde Adalet ve Kalkınma Partisi'nin ilk sıradaki adayı Mervan Gül'ün adaylıktan çekilmesi ile Erdoğan partinin birinci adayı olarak Siirt seçimlerine girdi ve oyların %85'ini alarak kazandı.
Başbakanlığı (2003-2014).
Erdoğan'ın milletvekili seçilmesinin ardından Başbakan Abdullah Gül, Erdoğan'ın başbakan olması için Cumhurbaşkanı Sezer'e istifasını sundu. Sezer bu kez hükûmeti kurma görevini Erdoğan'a verdi ve genel seçimlerden yaklaşık üç ay sonra Erdoğan başkanlığında 59. Hükûmet kuruldu. 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan 2007 Türkiye genel seçimlerinde %46,6 oy alarak 341 milletvekili çıkaran Adalet ve Kalkınma Partisi, Recep Tayyip Erdoğan'ı başbakanlık koltuğuna ikinci kez taşıdı. 12 Haziran 2011 tarihinde 2011 Türkiye genel seçimlerinde oy yüzdesini %49,83'e çıkarmış ve Türkiye genelinde 21.399.082 oy alarak toplamda 327 milletvekili ile üçüncü kez hükûmet kurma yetkisini kazanmıştır.
Cumhurbaşkanlığı (2014-günümüz).
2007 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçiminde seçilen Türkiye Cumhuriyeti'nin 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün görev süresi 2014 yılında dolduğundan, 2007 Türkiye anayasa değişikliği referandumu gereği Türkiye'de ilk kez cumhurbaşkanı halk tarafından doğrudan seçilmiştir. İlk turu 10 Ağustos 2014 tarihinde olacak bu seçim için Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi çatı adayı olarak Ekmeleddin İhsanoğlu'nu, HDP ise Selahattin Demirtaş'ı adayları olarak belirlemiştir. 1 Temmuz 2014 tarihinde AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve eski TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin, AK Partili bütün milletvekillerinin imzası alınarak cumhurbaşkanı adaylarının Recep Tayyip Erdoğan olduğunu açıkladı. Erdoğan'ın açıklamadan sonra olan konuşmasında ilk defa kullanılan Erdoğan logosu, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama'nın 2008 ABD başkanlık seçimlerinde kullandığı logoya benzetilmiştir. Seçim kampanyasında kullanılan slogan ""Milletin Adamı Erdoğan"" şeklinde oldu. Seçimde Erdoğan %51,79 oy oranıyla birinci sırada, İhsanoğlu %38,44 oy oranıyla ikinci sırada ve Demirtaş %9,76 oy oranıyla üçüncü sırada yer aldı.
Erdoğan, 28 Ağustos 2014'te yemin etti ve Türkiye'nin 12. Cumhurbaşkanı olarak göreve başladı. Bıraktığı başbakanlık koltuğunu ise 29 Ağustos'ta yeni Başbakan Ahmet Davutoğlu doldurdu. %51,79 oranında oy aldığı cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aldığı oyun beklenenden az olduğu eleştirilerine "Peygamber efendimizi bile desteklemeyenler oldu. Bizi de %52 destekledi." diye cevap verdi.
Cumhurbaşkanlığı Sarayı.
Erdoğan, Ankara'daki Atatürk Orman Çiftliği'nin yaklaşık 50 dönümü kullanılarak inşa edilen ve başlarda AK Saray olarak adlandırılan Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nın inşası yüzünden birçok eleştiri topladı. Bir sit alanı olarak korunan Atatürk Orman Çiftliği'nde inşaat yasağı bulunduğu için sarayın inşasının durdurulmasına dair çeşitli mahkeme kararları çıksa da inşaat tamamlandı. Muhalefet, bunu hukukun üstünlüğünün açıkça ihlal edilmesi olarak değerlendirdi. Proje; inşaat sürecinde yolsuzluk, yaban hayatına zarar verilmesi ve yeni yollar yapılması için çiftlikteki hayvanat bahçesinin tahribi gibi konularda sert eleştirilere ve iddialara maruz kaldı. Ayrıca inşasını yasa dışı olarak değerlendiren muhalifler tarafından 'Kaç-Ak Saray' olarak adlandırıldı.
Saray başta ülkenin başbakanları için yeni bir merkez olarak tasarlandı. Ancak cumhurbaşkanlığı görevine başlaması üzerine Erdoğan, sarayın Cumhurbaşkanı tarafından Çankaya Köşkü yerine yeni merkez olarak kullanılacağını duyurdu. Çankaya Köşkü ise yeni başbakanlık merkezi olarak değiştirildi. Çankaya, ülke kurulduğundan bu yana cumhurbaşkanları için sembolik bir merkez olduğu için bu olay, tarihi bir değişiklik olarak görüldü. Yaklaşık 1.000 odası olan ve maliyeti $350 milyon €270 milyon tutan saray, maden kazalarının ve işçi haklarının ülke gündemine hâkim olduğu bir süreçte ortaya çıkması ve kullanılmaya başlanması yüzünden büyük eleştirilere yol açtı.
29 Ekim 2014'te Erdoğan, ülkenin 91. kuruluş yıl dönümünü anmak için düzenlenen Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunu Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda yaparak sarayın açılışını da resmen gerçekleştirmiş olacaktı ancak bazı davetli katılımcıların etkinliği boykot edeceğini açıklaması ve Ermenek maden kazasının gerçekleşmesi yüzünden resepsiyon iptal edildi.
Davutoğlu ile ilişkileri.
Kamuoyunda ilk olarak, Ocak 2015'te Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından açıklanan ancak hayata geçirilemeyen 'şeffaflık paketi' ve 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasında adı geçen dört bakanın Yüce Divan'a gönderilmesi hususlarında Davutoğlu-Erdoğan arasında gerginlik çıktığı iddia edilmişti. Mayıs 2016'da Pelikan dosyası adlı blog, ikili arasındaki gerginliği Erdoğan yanlısı bir bakış açısıyla detaylı bir şekilde maddelendirdi. 4 Mayıs'ta Erdoğan ile Davutoğlu arasında yapılan görüşmeden kısa süre sonra AK Parti, olağanüstü kongre kararı alarak Davutoğlu'nun parti başkanlığına aday olmadığı bir kongre düzenledi ve Davutoğlu başbakanlıktan çekilerek yerine Binali Yıldırım getirildi. Davutoğlu'nun Erdoğan ile görüşmesinin hemen sonrasında görevden çekilmesi muhalifler tarafından Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı Sarayı'na gönderme yapan "Saray Darbesi" tanımlamasıyla anıldı.
Darbe girişimi.
15 Temmuz 2016 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde kendilerini Yurtta Sulh Konseyi olarak tanımlayan bir grup asker tarafından askerî darbe girişimi gerçekleştirildi. Erdoğan, CNN Türk kanalında telefon ile gerçekleştirdiği görüntülü konuşmada darbecilere hiçbir şekilde imkân tanınmayacağını ifade ederek halkı darbeye tepki göstermek için sokağa çıkmaya davet etti. Çağrının ardından, Türkiye'nin birçok ilinde darbe karşıtı protesto gösterileri düzenlendi. 16 Temmuz sabahı, darbe girişimi bastırıldı ve askerler silahları ile birlikte teslim oldu.
Darbe girişiminin bastırılması sonrası Erdoğan, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama'ya seslenerek Fethullah Gülen'in terör örgütü lideri sıfatıyla Türkiye'ye iade edilmesi çağrısında bulunarak yapının mensuplarının da kararlılıkla ve ivedilikle devlet kurumlarından temizleneceğini belirtti.
Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi.
Darbe girişiminden sonraki süreçte yeni bir yönetim sistemi için Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisi'nin beşte üç oy sayısı 330'u aşarak 339 oy toplayan anayasa değişikliği teklifi meclisten geçerek referandum kararı verildi. Referandum sonucu %51,41 ile 'EVET' çıkınca Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi'ne geçilmiş oldu. Sonraki süreçte 2018'de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimine Cumhur İttifakı adayı olarak giren Erdoğan, %52,59'luk oy ile ikinci kez cumhurbaşkanı seçildi ve yeni sistemin ilk cumhurbaşkanı olarak 66. Türkiye Hükûmeti'ni kurdu. 2023 cumhurbaşkanlığı seçiminde de Cumhur İttifakı adayı olarak %52,18 oy ile üçüncü kez cumhurbaşkanı seçildi ve 67. Türkiye Hükûmeti'ni kurdu.
Olaylar.
Suikast girişimleri.
13 Eylül 2005 tarihinde Kütahya'da bulunan Erdoğan'ın minibüsüne ekmek arasına sakladığı bıçağı ile binmeye çalışan şahıs polis tarafından yakalanıp etkisiz hâle getirilmiştir. Üzerinde yapılan aramada mermi dolu bir poşet ve içi mermi ile dolu silah ele geçirilmiştir. Silah üzerinde yapılan incelemede kuru sıkıdan bozma bir silah olduğu tespit edilmiştir. Sanığı eski MHP milletvekili Ali Güngör'ün isteği üzerine kızı Hatice Burcu Güngör savunmuştur. 17 Kasım 2006'da sonuçlanan davada Mustafa Bağdat, 11 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Sonrasında Amerika'dan gönderilen bir e-posta ile bombalı araç kullanılarak yapılması planlanan bir saldırıdan daha bahsedilmiş ve bu suikast engellenmiştir. Bu saldırı o dönemin MİT çalışanları ve bazı Türk bilişim profesyonelleri tarafından detaylıca incelenmiştir. 7 Şubat 2011'de Erdoğan'ın hastaneye kaldırması sırasında Adalet Bakanlığından MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı arayarak çağırmışlardır. Fidan, Erdoğan'ın isteği üzerine adliyeye gitmemiştir.
Tazminat.
14 Ocak 2000 tarihinde Avustralya'nın Melbourne şehrinde yayın yapan SBS radyosuna verdiği mülakatta kendisini Abdullah Öcalan ile karşılaştıran bir kişiye "Sayın Öcalan şu an, düşüncelerinin değil, almış olduğu kellelerin hesabını veriyor. Bense düşüncelerimden dolayı 4 ay hapis yattım, aramızdaki fark çok büyük." şeklinde cevap verdi. Hayatını kaybedenlerden "kelle" diye söz etmesi ve Öcalan'a "sayın" demesi nedeniyle eleştirildi. Şehit Anaları Derneği tarafından sembolik bir manevi tazminat davası açıldı. Davacıların avukatlığını Kemal Kerinçsiz'in yaptığı davada, İstanbul Kartal 2. Sulh Hukuk Mahkemesi Aralık 2007 tarihinde Erdoğan'ın 3 kuruş tazminat ödemesine karar verdi. Hâkim, kararında şehitlere "kelle" ve yasa dışı silahlı örgüt liderine "sayın" denmesinin dil sürçmesi olamayacağına hükmetti. Erdoğan kararı temyiz etti. Yargıtay temyiz başvurusunu hem usulden, hem esastan inceledi ve mahkemenin kararını onadı.
Karikatür davaları.
Erdoğan tarafından "Cumhuriyet" gazetesi çizeri Musa Kart, "Evrensel" gazetesi, "Penguen" dergisinin sahibi Erdil Yaşaroğlu ile Pak Yayıncılık'a karikatürlerde şahsının çeşitli figürlerle tasvir edildiği ve bunun kişilik haklarına saldırı içerdiği vurgulanarak manevi tazminat davaları açılmıştır.
Fransız hiciv ve mizah dergisi "Charlie Hebdo", 27 Ekim 2020'de Erdoğan'ı tasvir eden bir karikatürü dergilerinin haftalık sayısının baş kapağı olarak sosyal medya üzerinden yayımladı. Karikatür, Erdoğan'ın Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'u, Çeçen asıllı Müslüman bir göçmenin Samuel Paty'yi öldürmesi üzerine yaptığı açıklamadan sonra kınaması ve Fransa'ya boykot çağrısında bulunmasından kısa bir süre sonra yayımlandı. Erdoğan'ın tasviri çeşitli Türk yetkililer tarafından eleştiriye tabi tutuldu ve karikatür hakkında yasal süreç başlatıldı.
Şahsına yönelik hakaret.
6 Şubat 2010 tarihinde Recep Tayyip Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisi tarafınca, TBMM genel kurulunda Erdoğan'a yönelik "kişilik hakları ile parti tüzel kişiliğine saldırıda bulunulduğu" iddiasıyla MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli aleyhinde 50 bin TL'lik manevi tazminat davası açılmış. Dava dilekçesinde Bahçeli'nin; "Türkiye'yi bölmeye çalışmak, etnik bölücülük konusunda sicil sahibi olmak, Türkiye'yi ayrıştırma ve bölme projelerini İmralı, Kandil ve Barzani'nin desteğiyle hayata geçirmek için çalışmak, İmralı canisi ile rol paylaşmak, işbirliği içinde olmak, kol kola girmek, aynı çizgide olmak; kimliksiz ve kişiliksiz siyasetin temsilcisi olmak, hayasızlık, ahlaksızlık, namussuzluk, edepsizlik; çürümüş bir zihniyete sahip olarak, etrafa mide bulandıran koku yaymak, ahlak bunalımına girmek, ahlaki ve vicdani bütün ölçülerini kaybetmek, seviye ve seviyesizlik ölçüleriyle tarif edilemeyecek bir çukura düşmek, utanç verici bir kişi olmak, teröristleri kucaklamak, alçaklık, yalancılık, riyakarlık, yalanlarla Türk milletine hakaret etmek" gibi ifadeleri ve sözleriyle Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisi'ni itham ettiği kaydedildi. Ankara 13. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde görülen davada, her davacı için 10 bin TL olmak üzere toplam 20 bin TL manevi tazminat cezasının ödenmesine karar verilmiştir.
"Kişilik hakları ve parti tüzel kişiliğine saldırıda bulunduğu" iddiasıyla Ataol Behramoğlu aleyhine Recep Tayyip Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisi tarafınca açılan 20 bin TL'lik manevi tazminat davası Ankara 15. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde görülmüştür.
28 Ağustos 2014'te Cumhurbaşkanı olmasıyla, şahsına yönelik hakaretler TCK 299 kapsamında, alenen işlenmesi hâlinde, altıda biri; basın ve yayın yolu ile işlenmesi hâlinde, üçte biri oranında artırılmak üzere, bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası gerektiren bir suç hâline geldi. Bu kapsamda dava açılan ve tutuklananlar arasında 16 yaşındaki lise öğrencisi Mehmet Emin Altunses de yer aldı.
Afyonkarahisar Barosu üyesi Avukat Umut Kılıç, 2015 yılında hâkim ve savcılık sınavı mülakatında söylediği "Faşist Erdoğan" sözleri nedeniyle Cumhurbaşkanı'na hakaretten bir yıl altı ay hapis cezasına çarptırıldı.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkan Yardımcısı Işıl Karakaş, Ekim 2015'te Avrupa Konseyi İfade Özgürlüğü Konferansı'nda yaptığı konuşmada Türkiye'de Cumhurbaşkanı'na hakaret suçlamasıyla 236 kişi hakkında soruşturma başlatıldığını, bunlardan 105'i hakkındaysa dava açıldığını ve sekizinin de tutuklandığını belirtti ve bu durumun Türkiye'de gerçek bir problemi gösterdiğini dile getirdi.
Mal varlığı.
Erdoğan'ın, 7 Şubat 2006 tarihinde yayınlanan mal varlığında; banka hesaplarında 1.361.290 TL parası olduğu, haricinde, 120.000 dolar alacağı olduğu açıklanmıştır. 12 Eylül 2007 tarihinde açıklanan mal beyanında ise, Arnavutköy ve Güneysu'daki arsalarının haricinde, banka hesaplarında 1 milyon 803 bin 854 TL ile 9 bin 890 euro, alacaklarının ise 312 bin 500 TL olduğu açıklanmıştır. Tayyip Erdoğan'ın, 1 Mart 2010 tarihinde Başbakanlık Basın Merkezi internet sitesinde yayınlanan yeni mal beyanına göre Erdoğan'ın banka hesaplarında 2 milyon 366 bin 109 TL'si, haricinde 500 bin TL tutarında alacağı bulunduğu bildirilmiştir. Erdoğan'ın bu mal varlığının nedeni olarak ise şirket hisselerinin satış geliri, emekli ikramiyesi, emekli maaşı ve milletvekili maaşlarının toplamı gösterilmiştir. 16 Haziran 2011 tarihli mal beyanında Güneysu'da 10 bin TL maliyetli arsa, banka hesaplarında toplam 3.390.384 TL, 25.000 £, 199.867 $ menkul değer ve 500 bin TL alacak yer almıştır.
Diploma tartışması.
Recep Tayyip Erdoğan'ın üniversite mezunu olmadığı ve cumhurbaşkanlığının da bu nedenle geçerli olmadığı yönünde görüşler vardır. YARSAV kurucu Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, Erdoğan'ın üniversite diplomasının sahte olduğu iddiasıyla "Resmî evrakta sahtecilik" nedeniyle suç duyurusunda bulunup Cumhurbaşkanlığı'nın iptali için başvuru yaptı. Marmara Üniversitesi konuyla ilgili bir açıklama yaptı. Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği (ÜNİVDER) bir basın açıklaması yaparak, rektörlüğün kısa bir resmî yazı ve ekinde de Cumhurbaşkanı'nın geçici mezuniyet belgesini sunması beklenirken, hamâsî söylemler yanında üniversitenin tarihsel geçmişinden daha fazla söz etmesinin konunun kamuoyunca anlaşılmasını güçleştirdiği ve Erdoğan'ın Marmara Üniversitesi mezunu olarak gösterilemeyeceği görüşünü paylaştı. Recep Tayyip Erdoğan ise diploma iddialarına yönelik: "“Kayıt olduğum, okuduğum ve mezun olduğum okul ortada, sınıf arkadaşlarım ortada. Ne yaparsanız yapın, eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri. Biz eserle ortadayız”" ifadelerini kullanıp Marmara Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Mehmet Emin Arat'tan ilgili diplomanın künyesini yayınlamasını talep etti.
Dış siyaset.
Avrupa Birliği.
Erdoğan, European Voice Organization tarafından "The European of the Year 2004 (Yılın Avrupalısı)" seçilmiş, bunun üzerine Erdoğan "Türkiye'nin Avrupa'ya katılımı bir medeniyetler çatışmasına yol açmaz uzlaştırıcı ve birleştirici olur." yorumunda bulundu. 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye'nin Avrupa Birliği üyelik müzakereleri, Erdoğan'ın görev süresi içinde başladı.
2016 Birleşik Krallık'ın Avrupa Birliği üyeliği referandumu öncesi Birleşik Krallık Başbakanı David Cameron "Bugünkü ilerleme hızıyla Türkiye'nin AB'ye üyeliği 3000 yılını bulur." açıklamasını yaptı. 19 Haziran 2016 tarihinde ise Türkiye AB üyesi olacak diye hayır oyu kullanmayın şeklinde bir görüş belirtti. Bu açıklamaların ardından Erdoğan "Bir araya geldiğimiz zaman sen böyle konuşmuyordun Cameron ... Öyle demiyordun bize. Hep bize söylediği şuydu, 'Her zaman yanınızdayız, bir an önce Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesi için her türlü gayreti gösteriyoruz'. Ne oldu şimdi?" sözleriyle tepkisini belirtti.
Almanya.
Haziran 2016'da Almanya Federal Meclisi'nde Hristiyan Birlik Partileri, Sosyal Demokrat Parti ve Yeşiller Partisi'nin Ermeni Soykırımı'nı tanıdığı tasarı önergesini oy çokluğuyla kabul edilmesi Türkiye ile Almanya ilişkilerini gerdi. Erdoğan, bu oylamanın Almanya ilişkilerini etkileyeceğini belirterek "Atmamız gereken adımları atacağız" açıklamasını yaptı. Açıklamanın ardından Türkiye tepki olarak parlamentonun kararının "şiddetle kınanacak bir karar" ve "kabul edilemez" olduğunu açıkladı ve "tarihi olaylara siyasetçiler değil, tarihçiler karar vermeli" tezini ortaya koydu. Ayrıca Almanya'daki büyükelçisini geri çağırdı.
Rusya.
2002 yılında Türkiye ve Rusya arasındaki ticaret yaklaşık 5 milyar dolar değerindeyken bu rakam 2011 yılı sonu itibarıyla 32 milyar dolara ulaşmıştır.
Kasım 2005'te Vladimir Putin'in açılışına katıldığı iki ülke arasında ortaklaşa inşa edilecek olan Mavi Akım doğal gaz boru hattı projesi başlatılmıştır. Yine iki ülke arasında Akkuyu Nükleer Güç Santrali projesi planlanmaktadır. Türkiye Başbakanı Erdoğan 3 Aralık 2012 tarihindeki Rusya Başbakanı Putin'in Türkiye ziyaretinde iki ülke ilişkilerinde hedefin 100 milyar dolar olduğunu belirtmiştir.
Sınır ihlali gerçekleştiren Rus Suhoy Su-24 uçağının Türk Hava Kuvvetleri tarafından düşürülmesi olayının ardından iki ülke arasında gerek siyasi gerek ekonomik olarak ciddi bir gerilim yaşandı. Erdoğan olayın ardından uçağın sınır ihlali yapılması sebebiyle böyle bir olayın yaşandığını belirtti ve "Bugün olsa yine aynısını yaparız" şeklinde bir açıklama yaptı. Olayın ardından Rusya, Türkiye'den ithal edilen tarım ürünlerinin neredeyse tümünü yasaklamıştı ve Rus vatandaşlarına Türkiye'de tatile gitmeme çağrısı yapmış ve turizm acentelerinin de Türkiye'ye tur satışlarını engelledi. Bunun sonucu olarak Antalya'daki Rus turistlerin sayısı %98,5 azaldı.
Kremlin sözcüsü Dmitri Peskov gazetecilere yaptığı açıklamada Erdoğan'ın Putin'e yazdığı mektupta olayda ölen pilotun ailesine başsağlığı mesajı verdiğini ve "af dilediğini" söyledi. Yıldırım, Erdoğan'ın Putin'e gönderdiği mektupla ilgili "Rusya ile mesele tatlıya bağlanmıştır... Sadece üzüntülerimizi bildirdik." açıklamasını yaptı ve 6 ayda yaşananları yaşanmamış gibi kabul edip yola devam edeceklerini belirtti. Putin bu açıklamanın ardından hükûmetine, Türkiye ile karşılıklı ticari anlaşmaları iyileştirmek üzere görüşmelere başlamaları talimatı verdi ve Rus turistlerin Türkiye'ye gelmesini engelleyen seyahat kısıtlamalarını da kaldırma kararı aldı.
Ermenistan.
Erdoğan, Türkiye ile Ermenistan arasındaki normalleşme süreciyle ilgili Karabağ Sorunu hakkında 'Karabağ'da Ermeni işgali sona ermeden biz de sınırı Ermeniler'e açmayız' demiştir. 2020 Dağlık Karabağ Savaşı'ndan 2 yıl sonra Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan ile yaptığı görüşmede Erdoğan, şartların sağlanması durumunda tam normalleşme hedeflerine ulaşılabileceğini söylemiştir.
İsrail.
Erdoğan İsrail'in sahip olduğu nükleer tesisleri "bölgesel barış için ana tehdit" olarak tanımladı ve UAEK denetimi altına girmesi için çağrıda bulundu. Erdoğan "açık hava hapishanesi" olarak tanımladığı Gazze'nin bu durumu için İsrail'i suçlu bulduğunu açıklamıştır.
2009 Dünya Ekonomik Forumu toplantısında Gazze çatışması ile ilgili olarak Şimon Peres ve Erdoğan arasında geçen konuşma, Erdoğan'ın toplantıyı terk etmesiyle sonuçlandı. Peres, Erdoğan'ın açıklamaları sonrası İstanbul'a bir roket düşse aynı tutumun Türkiye tarafından yapılacağını söyleyerek Erdoğan'ın durumu anlamadığını söyledi. Erdoğan, Peres'e şu sözleri söyledi: "Sesin çok yüksek çıkıyor. Biliyorum ki sesinin benden çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Öldürmeye gelince, siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum." Peres'e yanıt vermesi esnasında konuşması moderatör tarafından kesilen Erdoğan, şu sözleri söyleyerek salondan ayrılmıştır. "Benim için de bundan böyle Davos bitmiştir. Daha Davos'a gelmem. Siz konuşturmuyorsunuz. 25 dakika konuştu, 12 dakika konuşturuyorsunuz. Olmaz."
31 Mart 2010 tarihinde Gazze'ye insani yardım taşıyan Mavi Marmara bandıralı gemi ile beraber toplam altı gemiye Akdeniz'de İsrail Savunma Kuvvetleri tarafından gemilerde bulunan aktivistlerden bir kısmının öldürülmesi, bir kısmının yaralanması ve gemilerin yolcularıyla birlikte rehin alınması ile sonuçlanan olayın ardından iki ülke arasında gerek siyasi gerek ekonomik olarak ciddi bir gerilim yaşandı. Olay hakkında Türk Dışişleri Bakanı 2010 yılında, olayın iki ülkenin arasındaki ilişkileri geri dönülmez bir şekilde zedeleyebileceğini belirtti.
Erdoğan, 6 Ekim 2011 tarihinde Güney Afrika Cumhuriyeti'ne İsrail Başkâtiplerinden Ya'akov Finkelstein, Erdoğan'ın Güney Afrika Cumhuriyeti Başbakanı ile yaptığı basın açıklamasında "Tünellerden sadece gıda değil, silahlar, füzeler geçiyor. Bu füzelerle şehirlerimiz, çocuklarımız vuruluyor" diyen Başkatibin sözlerine "O tünellerden atom bombası geçmez. Nükleer silah geçmez, fosfor bombaları geçmez. İsrail, fosfor bombalarıyla Gazze'yi bombalamıştır. Bu bir kitle imha silahıdır. Ve kitle imha silahı kullanmak suçtur. O tünellerden geçse geçse ancak küçük çaplı silahlar geçebilir. Tüfek geçer. Ama oradan tank, top bunlar geçmez değil mi?" sözlerini sarf etmiş ve devamında "İsrail, bölge için en büyük tehlike çünkü atom bombası var" demiştir.
20 Aralık 2015 tarihinde AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik "İsrail ile kesin bir anlaşma yok. Bir taslak üzerinde çalışılıyor. Kuşkusuz İsrail Devleti ve halkı Türkiye’nin dostudur." açıklamasını yaptı. Haziran 2016 tarihinde İsrail-Türkiye ilişkilerinin normalleşmesi için müzakerelerde Türkiye ile İsrail uzlaşmaya vardı. İsrail'le uzlaşma kapsamında iki ayrı metin düzenlendi. 28 Haziran 2016 tarihinde mutabakata Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve aynı saatte İsrail Dışişleri Bakanlığı Genel Direktörü Dore Gold da Dışişleri Bakanlığı'nda basına kapalı olarak imza attı. Erdoğan İsrail'le yapılan anlaşmadan bahsederken Gazze filosu saldırısı ile ilgili İHH'ya "Uluslararası bazda bir adım atıyoruz. Siz kalkıp da Türkiye'den böyle bir insani yardımı götürmek için günün başbakanına mı sordunuz? Biz zaten oraya gerekli yardımı Gazze'ye bugüne kadar hep yaptık yapıyoruz. Filistin'e yaptık yapıyoruz." şeklinde bir eleştiri yaptı. 9 Mart 2022 tarihinde İsrail Cumhurbaşkanı Yitzhak Herzog Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın daveti üzerine Türkiye'ye gelip Erdoğan'la görüştü. Böylelikle Türkiye, 14 yıl aradan sonra ilk kez bir İsrail Cumhurbaşkanı'nı ağırlamış oldu.
Ukrayna ve Rusya'nın Ukrayna'yı İşgali.
Erdoğan 2016 yılında Ukraynalı mevkidaşı Petro Poroşenko'ya Türkiye'nin 2014 yılında Rusya'nın Kırım'ı ilhakını tanımayacağını söyledi ve bunu "Kırım'ın işgali" olarak nitelendirdi.
Rusya'nın 2022'de Ukrayna'yı işgali sırasında Erdoğan arabulucu ve barış aracısı işlevi gördü. Türkiye, 10 Mart 2022'de Antalya Diplomasi Forumu marjında Ukrayna ve Rusya ile üçlü bir toplantıya ev sahipliği yaparak işgalden bu yana ilk üst düzey görüşmeleri gerçekleştirdi. İstanbul'da 29 Mart 2022 tarihinde yapılan barış görüşmelerinin ardından Rusya, Kiev ve Çernihiv çevresindeki bölgeleri terk etme kararı aldı. 22 Temmuz 2022'de Türkiye, Birleşmiş Milletler ile birlikte 2022 gıda krizinin ardından Rusya ve Ukrayna arasında Ukrayna limanlarından tahıl ihracatının önünün açılması konusunda bir anlaşmaya aracılık etti. 21 Eylül 2022 tarihinde, aralarında Mariupol'deki Azovstal çelik fabrikasının savunmasına liderlik eden savaşçıların da bulunduğu 215 Ukraynalı asker, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın arabuluculuğunun ardından Rusya ile yapılan esir takasında serbest bırakıldı. Anlaşmanın bir parçası olarak serbest bırakılan esirler savaş bitene kadar Türkiye'de kalacaklar.
Türkiye, İstanbul Boğazı'nı Rus donanma takviyelerine kapatırken, Birleşmiş Milletler yaptırımlarını uygularken ve Ukrayna'ya Baykar Bayraktar TB2 insansız hava araçları ve BMC Kirpi araçları gibi askeri teçhizat sağlarken, Türk hava sahasını Rus sivillere kapatmak gibi bazı yaptırımlara katılmadı ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile diyaloğu sürdürdü. Erdoğan 2022'de Kırım konusundaki tutumunu yineleyerek uluslararası hukukun Rusya'nın Kırım'ı Ukrayna'ya iade etmesini gerektirdiğini söyledi.
Diğer Orta Doğu ülkeleri.
Recep Tayyip Erdoğan başbakanlık dönemi boyunca Türkiye-Irak Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi tarafından düzenlenen Bağdat'ta 36 mutabakat zaptı ve çalışma protokolü imzaladı. Protokol içeriği güvenlik, enerji, petrol, elektrik, su, sağlık, ticaret, çevre, ulaşım, konut, inşaat, tarım, eğitim, yüksek öğrenim ve savunma sektörlerini içermektedir.
Irak'ın Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile ılımanlaşan ilişkiler sonrası Erbil'de bir Türk üniversitesi ve Musul'da bir Türk konsolosluğu açılmıştır. Abdullah Gül 23 Mart 2009 tarihinde Irak'a gerçekleştirmiş olduğu gezi ile 33 yıl sonra Irak'a giden ilk Cumhurbaşkanı oldu.
Recep Tayyip Erdoğan, ailesi ve eşlik eden heyetle birlikte, 13 Eylül 2011 tarihinde ilk ziyaret yeri Mısır olmak üzere Tunus ve Libya'ya resmî ziyaretler gerçekleştirmiştir. Mısır'ın ardından Tunus ziyaretini gerçekleştiren Erdoğan'a Mısır, Tunus ve Libya'da duyulan halk ilgisi dünya kamuoyunda geniş yankı bulmuştur. Erdoğan, Trablus da Libyalılara Şehitler Meydanı'nda bir konuşma yapmıştır.
Suudi Arabistan.
24 Eylül 2015'te Mina'da yaşanan izdiham üzerine Erdoğan, Suudi hükûmetinin hac organizasyonları için çok çalıştığını belirterek "Dünyanın birçok yerinde bu tür organizasyonlarda bakıyorsunuz ihtimaller düşük de olsa bazı sıkıntılar yaşanıyor. Suudi Arabistan’a saldırgan tavırları doğru bulmuyorum." dedi.
Seçimler tarihi.
Recep Tayyip Erdoğan, 1986 yılından beri beşi milletvekili seçimi, ikisi yerel seçim, biri ise cumhurbaşkanlığı seçimi olmak üzere toplamda sekiz farklı seçime katıldı. İki milletvekili seçimi ile bir yerel seçim dışında katıldığı tüm seçimlerde halk tarafından seçildi. Erdoğan'ın katıldığı seçimler ve aldığı sonuçlar şu şekildedir:
Genel seçimler.
3 Kasım 2002'deki genel seçimleri, Erdoğan'ın başkan adayı olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi %34,28'luk oy oranı ile 363 milletvekili çıkartarak kazanmış; Erdoğan kurulacak hükûmete başkanlık etmiştir.
22 Temmuz 2007'deki genel seçimlerde %46,58 oy oranı ile Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmeti kurma görevini üstlenmiştir. Seçimden önce parti tanıtımı için Erdoğan'ın seçim vaatleri ile dolu çeşitli resimler bilbordlarda gösterilmiştir. Ayrıca "Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet" yazılı bir Erdoğan resmi de gösterilmiştir. Hükûmete ve partiye Erdoğan başkanlık yapmıştır.
12 Haziran 2011'deki genel seçimleri ise Adalet ve Kalkınma Partisi Türkiye genel seçimlerinde bir ilke imza atarak üçüncü kez üst üste %49,83'lük bir oy oranı ile kazanmıştır. Diğer seçim tanıtımlarından farklı olarak 2011 seçimlerinde Erdoğan farklı temaların bulunduğu parti tanıtım reklamlarında boy göstermiş ve "Haydi Bir Daha" adlı partisine ve oy verenlere atıfla hazırlanan şarkısını yorumlamıştır. Erdoğan'ın söylemiyle "Türkiye Hazır Hedef 2023" sloganı kullanılmıştır.
24 Haziran 2018 genel seçimleri sonuçlarına göre Erdoğan'ın genel başkanı olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi seçimi ilk sırada tamamlamış ve %42,56'lık oy oranı ile 295 milletvekili çıkartmıştır.
14 Mayıs 2023 genel seçimlerini Adalet ve Kalkınma Partisi yine ilk sırada tamamlayarak, genel seçimlerde üst üste yedinci kez kazanmış oldu. Erdoğan, genel başkan olduğu dönemlerdeki beşinci genel seçim zaferini yaşarken, partisi ise %35,62 oy oranı yakalamış ve 268 milletvekili çıkartmıştır.
Cumhurbaşkanlığı seçimi.
24 Nisan 2007 tarihinde Adalet ve Kalkınma Partisi Grup toplantısında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan "Adayımız Abdullah Gül kardeşim" diyerek Abdullah Gül'ün 11. Cumhurbaşkanı adayı olduğunu açıklamıştır. Gül, 28 Ağustos 2007'deki cumhurbaşkanlığı seçiminin üçüncü turunda 339 oy alarak Türkiye Cumhuriyeti'nin 11. Cumhurbaşkanı seçildi. 10 Ağustos 2014'teki cumhurbaşkanlığı seçimine partisinden bağımsız olarak giren Erdoğan, %51,79'luk oy oranıyla seçimi kazanarak cumhurbaşkanı oldu. 2018 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçimine Cumhur İttifakı adayı olarak giren Erdoğan, %52,59'luk oy oranıyla seçimi kazanarak ikinci kez cumhurbaşkanı seçildi.2023 cumhurbaşkanlığı seçimine yine Cumhur İttifakı adayı olarak giren Erdoğan, ikinci turda %52,18 oy alarak üçüncü kez cumhurbaşkanı seçildi.
Yerel seçimler.
Recep Tayyip Erdoğan 1994 yerel seçimlerinde %25,19 oy alarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak seçildi.
Erdoğan'ın liderliğinde Adalet ve Kalkınma Partisi 2002 genel seçimleri kazandıktan sonra, 2004 yerel seçimlerinde oy sayısını daha fazla artırdı. Adalet ve Kalkınma Partisi 16 büyükşehir belediyesinden 12 tanesini kazanarak seçimlerden birinci parti olarak ayrıldı.
2007-2010 e-muhtıra, 2007 ve 2010 Referandumu Seçimleri, İsrail'in Filistin'e saldırıları ve Çin'in Doğu Türkistan'da olay çıkarması gibi olaylar döneminde iken 2009 yılında yerel seçim yapıldı. Bu seçimde Adalet ve Kalkınma Partisi 2004 yerel seçimlerindeki oy oranından %3 az oy alarak %39 oy aldı. İkinci parti olan CHP %23 oy aldı ve üçüncü parti olan MHP %16 oy aldı.
2014 yerel seçimlerinde, 2009 seçimlerinden %5 fazla oy alarak %43,39 oy aldı. İkinci parti olan CHP %25,61 oy aldı ve üçüncü parti olan MHP %17,62 oy aldı.
2019 yerel seçimlerinde ise 2014 seçimlerindeki oy oranını %0,94 arttırarak %44,33 oy aldı. İkinci parti olan CHP %30,12 oy aldı, üçüncü parti olan İYİ Parti %7,45 ve ittifak ortağı MHP %7,31 oy oranıyla dördüncü parti olmuştur.
2024 yerel seçimlerinde 2019 seçimlerindeki oy oranını %7,24 düşürerek oyların %35,48'ini aldı. Bu seçim aynı zamanda AK Parti'nin tarihinde ikinci parti olduğu ilk seçimdi. CHP oyların %37,76'sını alarak birinci parti, Yeniden Refah Partisi oyların %6,19'unu alarak üçüncü parti oldu. İttifak ortağı MHP ise oyların %4,98'ini alarak beşinci parti oldu.
Eleştiriler.
Recep Tayyip Erdoğan'a siyasi hayatının başlarından itibaren çeşitli eleştiriler yapılmıştır. Bunlar arasında yargının siyasallaşması, 2013-2014 yıllarında yapılan yargıya yönelik düzenlemeler, basına uygulanan sansür, Atatürkçülük karşıtlığı antisemitizm ve diktatörleşme eğilimleri yer alır.
Özel hayatı.
4 Temmuz 1978 günü verdiği bir konferansta tanıştığı 1955 doğumlu Emine Gülbaran ile evlenmiştir. Emine Erdoğan ile Recep Tayyip Erdoğan'ın Ahmet Burak ve Necmeddin Bilal isminde iki oğlu, Esra ve Sümeyye isminde iki kızı bulunmaktadır. Mustafa isminde bir erkek kardeşi vardır. Vesile ismindeki kız kardeşi, Ziya İlgen ile evlidir. Damatları, Esra Erdoğan ile evli Berat Albayrak ve Sümeyye Erdoğan ile evli Selçuk Bayraktar'dır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=824",
"len_data": 45820,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.34
}
|
Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF), 12 Kasım 1965 tarihinde Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi kantininde, Ankara’daki yükseköğrenim kurumlarının öğrenci delegeleri tarafından kurulmuş sosyalist öğrenci örgütü.
Ülkenin gidişatına müdahale etme isteği taşıyan öğrenciler tarafından kurulup, gençliğin siyasallaşmasıyla paralel olarak sosyalist bir hatta oturmuş ve Türkiye’de üniversite öğrencilerinin siyaseten hareketli oldukları dönemle özdeşleşmiş bir örgüttür. FKF, liberal bir çizgi ile faaliyete geçen SBF-FK’nın (Siyasal Bilgiler Fakültesi- Fikir Kulübü) oluşturduğu bir çekirdeğin; ülkenin 1960'larla beraber emperyalist sistematik içerisine daha doğrudan eklemlenmesiyle hareketlenen sınıf çelişkilerinin belirleniminde yaygınlaşması ve reformcu bir çizgiden radikal, emperyalizm karşıtı, yurtsever, toplumcu bir çerçeveye kavuşması sonucu gelişimini tamamlamıştır. Bu özelliğiyle örgütün gelişimi, Türkiye’de üniversite öğrencilerinin siyasal tarihiyle paralellik gösterir.
Dönemde devrimci hareket içerisinde süren Sosyalist Devrim (SD) - Millî Demokratik Devrim (MDD) tartışmaları FKF’ye de sirayet etmiş; bu gerilimlerin sonucunda FKF yönetiminde etkin pozisyona yerleşen MDD’ci grup, FKF’yi Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (DEV-GENÇ)'e dönüştürmüştür..
Tarihçe.
Forum Dergisi.
Ankara SBF-FK çevresinde toplanan, aslen erken kapitalistleşen ülkelerdeki oturmuş burjuva demokrasisini Türkiye’de etkin kılmaya çalışan kadrolar 1954’te Forum Dergisi’ni çıkartmaya başladılar. SBF-FK’nın da kuruluş tarihi aynı seneye rast gelmekle beraber, kulüp dergiden önce kurulmuş; dergi kulübün siyaset bölümündeki çekirdeğinin Hukuk Fakültesi ve İstanbul İktisat Fakültesi’nden takviye edilmesiyle yayın hayatına başlamıştır. Kendisini “Partisiz Türk Aydınlarının ortak platformu”(YILDIRIM, Ali, FKF-DEV-GENÇ Tarihi, Doruk Yay. 3. Baskı, sf. 28) olarak tanımlayan Forum dergisi ülke problemlerine bilimsel ve tarafsız yaklaşma iddiasını taşımakta, 27 Mayıs anayasasında yürürlüğe konulan siyasal hattın teorisyenliğini yapmaktaydı. Dergi çevresi Türkiye'de üniversite gençliğinin ilk kez kitlesel olarak düzenlediği, tarihe “555K” olarak geçen eylemlerin örgütleyiciliğini yapmış ve 27 Mayıs'a giden süreçte etkinliğinin doruk noktasını yaşamıştır.
Türkiye'nin 1960'lı yılların başında dünya emperyalist sistematiğine daha doğrudan kanallardan eklemlenmeye başlamasıyla ülkedeki sınıf çelişkileri derinleşmiştir. TİP ve Yön dergisinin kurulduğu bu süreçten Forum Dergisi çevresi ve çekirdeği SBF-FK'da etkilenmiştir. Hareketin içerisindeki belirlenimi TİP'li öğrencilerin ele almasıyla burjuva demokratlığından sosyalist devrimciliğe uzanan grup, başka dört üniversitede de fikir kulüplerinin açılmasına önayak olmuştur.
Dönüşüm Dergisi.
Koordine hareket eden kulüpler toplamının, merkezi bir örgüte, FKF'ye evrilmesinde Dönüşüm Dergisi'nin yeri yadsınamaz. Forum Dergisi sürecinde SBF-FK'nın müdahaleleriyle kurulan ve burjuva demokratlığından ayrışıp, sosyalizm saflarına geçen üniversite öğrencileri, beraberce 22 Nisan 1965 tarihinde Dönüşüm Dergisini çıkartmaya başladılar. Sadece iki sayılık bir yayın hayatı olan dergi FKF'yi kuracak olan kulüplerin bir arada iş yapma pratiği kazanmalarını sağladığı gibi, derginin dağıtım çalışmalarına yönelen saldırılar sonucunda kulüplere ortak siyasal refleksler geliştirme şansını da sunmuştur. FKF'nin kurulması ile merkezi olarak çıkartılmaya başlanan Kavga dergisi sebebiyetiyle boşa düşen Dönüşüm yayın hayatına devam etmemiştir.
FKF’nin Kuruluşu.
Dönüşüm Dergisi ile oluşturulan iletişim 12 Kasım 1965'te, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi kantininde, Ankara'daki 11 yükseköğrenim kurumundan 126 delegenin katılımıyla FKF'ye dönüştü. Kurucu kulüplerin belli olmasıyla beraber başlatılan tüzük çalışmaları 17 Aralık 1965'te tamamlandı ve FKF bu tarihte bir tüzel kimliğe kavuştu. Ülke, Dünya ve Üniversite gündemlerine bir bütünlük içerisinden bakma iddiasını taşıyan ve “gençliğin mutluluğunu, insanların kendini yetiştirebileceği olanakların var olduğu bir düzende” (FKF Tüzüğü) gören federasyonu kuran öğrenciler şunlardır:
21 Aralık 1965 günü kurucular kurulu tarafından genel yönetim kurulu seçilmiş ve GYK'da aynı gün FKF'nin ilk merkez yönetme kurulunu belirlemiştir. Hüseyin Ergün başkanlığında örgütsel hayatına başlayan FKF kuruluşta yer almayan fikir kulüplerini bünyesine katmak ve fikir kulübüne sahip olmayan fakültelerde fikir kulübü açmak perspektifiyle yola çıkmıştır. Bu dönemde FKF'nin, Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile yakın ilişkilere sahip olduğu gözlenir.
22 Ocak 1967'de ilk genel kurulunu toplayan FKF, bu kurul toplantısında genel çalışma ilkelerini netleştirmek için bir strateji metni hazırlamıştır. Kongrede İzzet Ararat FKF genel başkanı olarak seçilmiştir.
II. Genel Kurul'a Doğru.
1. Genel kurulunun 11 kulüp ile toplayan FKF, kongre sonrasında yoğun bir örgütlenme faaliyetine girmiştir. Bu dönemde İstanbul'da kurulmuş olan fikir kulüpleriyle görüşmeler yapılmış ve bu kulüplerin federasyona katılımı sağlanmıştır. İstanbul'daki örgütlenme atağıyla üniversiteli gençliğin örgütü olarak yerini sağlamlaştıran FKF, İstanbul'da bir sekreterlik açmıştır.
Aynı zamanda I. Genel Kurul toplantısından önce tefrika halinde çıkarılan Kavga dergisi 3. Sayısından sonra matbaaya geçmiş, örgütün merkezi kanalları kuvvetlenmiştir.
Bu dönemde de FKF'nin TİP ile ilişkisi devamlılık arz etmiştir. FKF, TİP'in Doğu Mitinglerine destek verir. Bununla beraber FKF Ege Üniversitesi Fikir Kulübü'ne dava açılmasına neden olan bildiriyi mecliste okuyup tutanaklara geçirttiği için milletvekili dokunulmazlığı kaldırılmaya çalışılan TİP milletvekili Çetin Altan'ı savunmak üzere “Bu Oyun Sökmeyecek-Hükümet Kapitalist Bir Hükümettir” başlığıyla bir bildiri dağıtmıştır.
FKF'nin II. Kurultay'dan önceki döneminde antiemperyalist kimliğini oturttuğu, ülke ve dünya gündemine devrimci bir perspektiften müdahale edebilme yetisini gelişkinleştirdiği de gözden kaçırılmamalıdır. Bahsedilen zaman zarfında Amerikalı askerlerce kurşuna dizilen Vietnamlı devrimci Nguyen Van Troi'ye açık bir mektup kaleme alınmış, Hiroşima'ya atılan nükleer bomba bu saldırının 22. Yıldönümünde kınanmış ve FKF tarafından özel okulların devletleştirilmesi talebiyle bir miting düzenlenmiştir.
II. Genel Kurul.
23-24 Mart 1968 tarihlerinde gerçekleştirilen FKF II. Genel Kurul'u, FKF Genel Başkanı İzzet Ararat'ın Proleter dergisinde Nazım Hikmet'in “Kerem Gibi” şiirini yayınlamaktan ötürü tutuklu olması sebebiyetiyle Salih Er'in sunduğu ikinci dönem raporuyla açılmıştır. Kongreden tutuklu olan Genel Başkan İzzet Ararat ve Vietnam halkının antiemperyalist mücadelesinin öncüsü Ho Chi Minh'e FKF adına birer telgraf çekilmesi kararı çıkmıştır. Kongreye TİP milletvekilleri Sadun Aren ve Mehmet Ali Aybar da katılmış, hatta Aybar kongrede bir konuşma yapmıştır.
FKF'nin II. Genel Kurulunu ve ondan sonraki süreçte FKF'nin gelişimini anlamak için dönemde devrimci harekete damgasını vuran MDD- SD tartışmasına değinmek zaruridir. Bahsedilen zamanda iki odak devrimci hareketin öncülüğü için çekişmektedir: doğrudan sosyalist devrim yanlısı TİP ve Yön Dergisi çevresinde öbeklenen, sosyalist mücadeleden önce bir demokratikleşme adımının gerekli olduğunu savunan millî demokratik devrimciler. Üniversite devrimci gençliğinin örgütü olan FKF'ye de bu ideolojik tartışma etkimiş, TİP siyasetine yakın duran FKF içerisinde bir MDD'ci muhalefet ortaya çıkmıştır.
II. Genel Kurul sonucunda TİP'li öğrencilerin adayı olan ve o dönemde TİP üyesi olan Doğu Perinçek FKF Genel Başkanı seçilmiştir. Seçimden kısa bir süre sonra MDD'ci saflara geçen Perinçek yönetiminde FKF, 27 Mayıs Millî Demokratik Devrim Derneği tarafından çağırısı yapılan Devrimci Güçbirliği Platformuna (DEV-GÜÇ) katılmıştır. DEV-GÜÇ'e katılımasın ardından FKF'nin TİP ile arası ilk kez gerilmiş, TİP'li öğrencilerin yoğunluğunun daha fazla olduğu İstanbul Sekreterliği ile Genel Merkez'in arasında uyuşmazlık başgöstermiştir. Fakat yine de merkezi bir karar ile DEV-GÜÇ'ün 1968'de düzenlediği 29 Nisan Mitingine FKF de katılmıştır.
Bu dönemde düzenlenen NATO'ya hayır haftası da önemli ve FKF'nin yurtsever kimliğini doğrular nitelikte bir eylemdir.
Çözülüşe Doğru.
10 Haziran 1968'de DTCF'de başlayan ve kısa sürede ülkedeki üniversitelerin çoğuna yayılan boykot hareketi; ortaya çıkışında siyasal bir iddiaya sahip olmamasına rağmen, kısa süre içerisinde FKF'nin belirlenimi altına girmiş ve FKF'li öğrencilerin eğitimde reform istemini yükseltmelerine olanak tanımıştır. Her işgal edilmiş üniversitede var olan “işgal konseylerini” birleştiren FKF, bir üst işgal konseyi kurarak eğitim reformu mücadelesini merkezileştirmiştir. Bu hareketlilik ülke gündemine damgasını vurmuş, aslen FKF'li öğrencileri karşılarına alan burjuva demokratik partileri bile lafızda “gençlerin yanında durmuştur”. Bu partilerden farklı olarak TİP, işgallerin eğitim sorununa dikkat çekmesinden faydalanarak meclis gündemine kalkınma ve eğitim başlıklarında köklü reform istemini taşımıştır.
8 Temmuz 1968 tarihinde, planlanandan 6 gün önce gerçekleştirilen Genel Yönetim Kurulu toplantısı ile MDD çizgisine yakın duran Perinçek FKF başkanlığından düşürülmüş, yerine Zülküf Şahin Genel Başkan seçilmiştir. Bu gelişmenin ardından FKF, DEV-GÜÇ'ten ayrılmıştır.
Haziranda işgallerle yükselen eylemlilik hali, İstanbul'a Amerikan 6. Filo'nun gelmesiyle pik noktasına ulaşmıştır. 15 Temmuz 1968 tarihinde 6. Filo'yu karşılamak için eylem planlaması içerisinde olan gençler; polis saldırısıyla karşılaşmış, paravan suçlamalarla 11'i gözaltına alınmıştır. 17 Temmuz günü polis Amerikan askerlerine karşı duran gençleri yakalamak için İTÜ Gümüşsuyu Yurdu'na girmiş, İTÜ yönetimi de yurt binasının üniversite özerkliğinden faydalanamayacağını beyan etmiştir. Yaşanan gerginlikte 47 kişi yaralanmış, 30 kişi de gözaltına alınmıştır. Bu baskın sırasında Hukuk Fakültesi öğrencisi Vedat Demircioğlu polis tarafından yurdun camından aşağıya atılmış ve ağır derecede yaralanmıştır.
18 Temmuz günü ise İTÜ Gümüşsuyu Yurdu'ndan başlayan eylem; Taksim'e uzanmış, orada sonlandırıldıktan sonra kitle Dolmabahçe'ye inerek Amerikan askerlerini denize dökmüştür.
24 Temmuz 1968 tarihinde Vedat Demircioğlu'nun ölüm haberinin gelmesi üzerine, FKF'li öğrenciler İstanbul Vilayet binasına bir yürüyüş düzenlemişlerdir. Bu sırada 6. Filo eylemlerinde FKF İstanbul Sekreterliği ile siyaseten ayrışan MDD'ci bir grup Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB)'ni kurmuştur. DÖB kendisini tasfiye etmese bile, FKF'nin merkezinin MDD'cilerin eline geçmesiyle FKF ile beraber hareket etmeye başlamıştır.
III. Kurultay.
FKF III. Kurultay'ı 5-6 Ocak 1969 tarihleri arasında 160 delegenin katılımıyla İstanbul'da gerçekleştirilmiş, bu toplantıda FKF merkezi MDD'cilerin kontrolüne girmiştir. Bu kurultayda FKF Genel Yönetim Kurulu (GYK) üyeleri seçilmiştir. Kurultay'da çoğunluk sosyalist devrim fikrini savunanlardadır. Ancak 12 Ocak 1969'da Ankara'da yapılan GYK toplantısında FKF eski başkanı Hüseyin Ergün, Mümtaz Kotan ve Yusuf Küpeli aday olmuş ve Genel Başkanlığa Yusuf Küpeli seçilmiştir. Bu toplantıda MYK'ya Sosyalist Devrimcilerden Çağatay Anadol ve Süleyman Coşkun; MDD'cilerden Münir Ramazan Aktolga, Ruhi Koç, Tuncer Eşsizhan, Mustafa Ulusoy, Mehmet Demir ve Tunççetin Özkarar seçilmiştir.
6. Filo'nun İstanbul'a tekrar gelmesi üzerine 16 Şubat 1969'da gerçekleştirilen 30.000 kişilik eylemin de örgütleyiciliğini FKF üstlenmiştir. Beyazıt Meydanı'ndan yola çıkan kortej Taksim Meydanı'na girerken yürüyüş kolu bölünmüş; meydanda kalan devrimcilere bombalar ve taşlarla saldırılırken, polis kortejin geri kalanını alana sokmamıştır. Tarihe Kanlı Pazar olarak geçen bu olayda Duran Erdoğan ve Turgut Aytaç hayatlarını yitirmişlerdir.
Olağanüstü Kurultay.
FKF'nin son kurultayını belirleyen şey örgütün iç dinamiğinden çok, Türkiye'de devrimci hareketin yaşadığı gerilimlerdir. Türkiye'de sosyalist düşüncenin kitleselleşmesi yönünde ilk müdahaleyi yapan TİP, ülkede Marksist birikimin eksikliğiyle, ülkeyi değiştirmeye yönelik heyecanları çok yüksek olan öğrencileri çevresinde tutamamıştır. Sonuçta bu öğrenciler güncelliğe daha yoğun müdahale edebilmek amacıyla FKF'nin yönetimini kazanmışlardır.
9-10 Ekim 1969 tarihleri arasında SBF'de düzenlenen Olağanüstü Kurultay ile FKF, Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (TDGF veya yaygın kullanılan ve bilinen ismiyle DEV-GENÇ) olmuştur. Dev-Genç başkanlığına Atilla Sarp, genel sekreterliğe ise İrfan Uçar seçilmiştir.
Bu süreç içerisinde TİP ile herhangi bir yakınlığı olan veyahut aşamacı devrim düşüncesine sıcak yaklaşmayan bütün öğrenciler örgütten ihraç edilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=834",
"len_data": 12598,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.69
}
|
Tarihçe.
Dünya Barış Konseyi kurulduğu 1949 yılından beri Dünya barışı, silahsızlanma küresel güvenlik, ulusal bağımsızlık, ekonomik ve sosyal adalet ve gelişim, çevrenin korunması, insan hakları, bağımsızlık mücadelesi veren halklarla dayanışma için ve emperyalizme karşı mücadele etmektedir. Kurucu başkanı Frederic Joliot-Curie'nin "Barış herkesin işidir." sözünü kendine ilke edinen DBK, dünyanın pek çok ülkesinde bulunan barıştan yana örgütlerin federasyonudur.
İlke ve Amaçlar.
Barış Konseyi’nin yol gösterici ilkeleri ve amaçları şunlardır:
Ulusal Egemenlik Mücadeleleri.
Dünya Barış Konseyi, özgürlük ve kendi kaderini tayin hakkı için verilen pek çok mücadelede öncü olmuş ve bu mücadelelere katılmış, emperyalizme ve onun mekanizmalarına karşı çıkmıştır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=837",
"len_data": 765,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.46
}
|
Graf teorisi, çizge teorisi veya çizit teorisi (""), grafları inceleyen matematik dalıdır. Graf, düğümler ve bu düğümleri birbirine bağlayan kenarlardan oluşan bir tür ağ yapısıdır. Bir "graf", "çizge" veya "çizit", düğümlerden (köşeler) ve bu düğümleri birbirine bağlayan "kenarlardan (yaylardan, bağıntılardan)" oluşur.
Temeli 1736'da Leonhard Euler tarafından atılmıştır.
Graf teorisi üzerine yapılan çalışmalar, Petri ağları gibi birçok yeni kavramın geliştirilmesine imkân sağlamıştır.
Teorinin tarihi.
Leonhard Euler tarafından, 1736 yılında, Königsberg'in yedi köprüsü "()" adında günümüzde hâlâ popülerliğini koruyan bir problem ile ilgili olarak yazılan bir makale, graf teorisinin kesin başlangıç tarihidir.
Matematiksel tanımı.
Bir G grafı iki küme ile ifade edilir: G = (D, K). Bu ifadede D düğümler kümesi, K ise (düğümler ile ilişkili) kenarlar kümesi olarak ifade edilir.
Sağdaki yönsüz, örnek graf için küme gösterimi aşağıdaki şekilde yapılır.
G = (D, K)
Bu örnekte A ve D düğümleri iki adet paralel kenar içerir.
Tanımlar ve örnekler.
Yol haritasıyla haritada belirtilen yollarla bir beldeden diğer bir beldeye nasıl gidileceğine karar verilir. Sonuç olarak bu durumda nesnelerin iki farklı kümesi ile ilgilenilmektedir: Beldeler ve yollar. Daha önce gördüğümüz gibi böyle nesnelerin kümeleri bir bağıntı tanımlamak için kullanılabilir. Eğer V kümesi ile beldeler kümesini ve E kümesi ile de yollar kümesini gösterirsek, V kümesi üzerinde yalnız E'deki yolları kullanarak a beldesinden (noktasından) b noktasına seyahat edilebiliyorsa aβb yazarak, bir β bağıntısı tanımlanabilir. Eğer E'deki yollar gidiş-geliş yolları ise bβa da gerçeklenir. Eğer inceleme altındaki bütün yollar gidiş-gelişli yollar ise bu bağıntı simetriktir. Bir bağıntıyı tanımlamanın bir yolu, onun elemanlarını sıralı çiftler olarak listeleyerek vermektir. Bunun, aşağıdaki şekilde gösterildiği gibi çizgiler kullanarak yapılması daha uygundur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=868",
"len_data": 1935,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.12
}
|
Sayı, sayma, ölçme ve etiketleme için kullanılan bir matematiksel nesnedir. En temel örnek, doğal sayılardır (1, 2, 3, 4 ve devamı). Sayılar, sayı adı ("numeral") ile dilde temsil edilebilir. Daha evrensel olarak, tekil sayılar "rakam" adı verilen sembollerle temsil edilebilir; örneğin, "5" beş sayısını temsil eden bir rakamdır. Yalnızca nispeten az sayıda sembolün ezberlenebilmesi nedeniyle, temel rakamlar genellikle bir rakam sisteminde organize edilir, bu da herhangi bir sayıyı temsil etmenin organize bir yoludur. En yaygın rakam sistemi Hint-Arap rakam sistemidir, bu sistem on temel sayısal sembol, yani rakam kullanılarak herhangi bir negatif olmayan tam sayının temsil edilmesine olanak tanır. Sayılar sayma ve ölçme dışında, etiketlerde (telefon numaraları gibi), sıralamada (seri numaraları gibi) ve kodlarda (ISBN'ler gibi) kullanılmak için de sıklıkla kullanılır. Yaygın kullanımda, bir "rakam" ile temsil ettiği "sayı" net bir şekilde ayrılmaz.
Matematikte, sayı kavramı yüzyıllar boyunca peyderpey genişletilmiştir: sıfır (0), negatif sayılar, formula_1 gibi rasyonel sayılar, karekök 2 formula_2 ve gibi gerçek sayılar, ve gerçek sayıları 'in karekökü ile genişleten karmaşık sayılar buna dahil edilmiştir. Sayılarla yapılan hesaplamalar aritmetik işlemler ile yapılır; en bilindik işlemler toplama, çıkarma, çarpma, bölme ve üs almadır. Bunların çalışılması veya kullanılması aritmetik olarak adlandırılır, bu terim ayrıca sayıların özelliklerinin incelendiği sayılar teorisini de ifade edebilir.
Sayıların pratik kullanımlarının yanı sıra, dünya genelinde kültürel bir önemi de bulunmaktadır. Örneğin, Batı toplumunda, 13 sayısı genellikle uğursuz olarak kabul edilir ve "milyon", kesin bir miktar yerine "çok" anlamına gelebilir. Artık sahte bilim olarak kabul edilse de, sayıların mistik bir önemine dair inanç, bilinen adıyla nümeroloji, antik ve Orta Çağ düşüncelerine derinden işlemiştir. Nümeroloji, Yunan matematiğinin gelişimini büyük ölçüde etkilemiş ve günümüzde hala ilgi çeken birçok sayı teorisi problemi üzerine araştırmaları teşvik etmiştir.
19. yüzyılda matematikçiler, sayıların bazı özelliklerini paylaşan ve kavramı genişletiyor olarak görülebilecek pek çok farklı soyutlama geliştirmeye başladılar. İlkler arasında, karmaşık sayı sistemini çeşitli şekillerde genişleten veya değiştiren hiperkompleks sayılar bulunmaktadır. Modern matematikte, sayı sistemleri, halkalar ve alanlar gibi daha genel cebirsel yapıların önemli özel örnekleri olarak kabul edilir ve "sayı" teriminin uygulanması, temel bir öneme sahip olmaksızın, bir konvansiyon meselesidir.
Tarihçe.
Sayıların ilk kullanımı.
Kemikler ve üzerlerine kesik izleri yapılmış diğer eserler ile keşfedilmiştir ki, birçok kişi bunların çetele olduğuna inanmaktadır. Bu çeteleler, geçen zamanın, örneğin gün sayısının, ay döngülerinin sayılması ya da çeşitli miktarların, örneğin hayvan sayılarının kaydı, tutulması için kullanılmış olabilir.
Bu çetele - çizik atma sistemi, modern ondalık gösterimdeki gibi basamak değeri kavramına sahip değildir. Bu da büyük sayıların temsilini sınırlar. Yine de, çetele - çizik atma sistemleri, ilk tür soyut sayı sistemi olarak kabul edilir.
Basamak kavramına sahip bilinen ilk sistem, M.Ö. 3400 civarına ait Antik Mezopotamya ölçü birimleri sistemidir ve bilinen en eski onlu sayı sistemi ise M.Ö. 3100 yılında Mısır'da gözlemlenmiştir.
Rakamlar.
Sayılar, sayıları temsil etmek için kullanılan semboller olan rakamlardan ayırt edilmelidir. Mısırlılar ilk şifreli rakam sistemini icat ettiler ve Yunanlar sayma sayılarını İyon ve Dorik alfabesine aktararak bu yöntemi takip ettiler. Roma rakamları, Roma alfabesinden harflerin kombinasyonlarını kullanan bir sistem, Avrupa'da 14. yüzyılın sonlarına doğru Hint-Arap rakam sisteminin yayılmasına kadar baskın kaldı ve Hint-Arap rakam sistemi günümüzde dünyada sayıları temsil etmek için kullanılan en yaygın sistem oldu. Bu sistemin etkinliğinin sebebinin, M.S. 500 civarında antik Hint matematikçiler tarafından geliştirilen sıfır sembolü olduğu düşünülmektedir.
Sıfır.
Sıfır'ın belgelenmiş ilk bilinen kullanımı M.S. 628 yılına aittir ve "Brāhmasphuṭasiddhānta" içinde, Hint matematikçi Brahmagupta'nın ana eserinde yer alır. Brahmagupta, 0'ı bir sayı olarak ele almış ve aralarında bölme de dahil olmak üzere, sıfırı içeren işlemleri tartışmıştır. Bu dönemde (7. yüzyıl), sıfır kavramı Kamboçya'ya Kmer rakamları olarak ulaşırken sıfırın daha sonra Çin ve İslam dünyasına yayıldığı görülmektedir.
"Brāhmasphuṭasiddhānta" adlı eseriyle Brahmagupta, sıfırı sayı olarak ele alan bilinen ilk metni yazmıştır ve bu yüzden sıklıkla sıfır konseptini ilk tanımlayan kişi olarak görülür. Brahmagupta, sıfırın hem negatif hem de pozitif sayılarla birlikte kullanılabilmesine yönelik kurallar belirlemiştir; mesela "pozitif bir sayıya sıfır eklenirse sonuç yine pozitif sayı olur, negatif bir sayıya sıfır eklenirse sonuç negatif sayı olur" gibi. "Brāhmasphuṭasiddhānta", sıfırı yalnızca diğer bir sayının yerini tutan bir sembol ya da miktarın olmamasını belirten bir işaret olarak değil, aynı zamanda bağımsız bir sayı olarak kabul eden ilk yazılı kaynaklardan biridir ve bu özelliğiyle Babil matematiğinden ya da Ptolemy ve Romalıların yaklaşımlarından ayrılır.
0 sayısının kullanımı, basamak sistemlerinde bir yer tutucu rakam olarak kullanımından ayrılmalıdır. Birçok antik metin 0 rakamını kullanmıştır. Babil ve Mısır metinlerinde bu kullanıma rastlanır. Mısırlılar, çift girişli muhasebe sistemlerinde sıfır bakiyeyi belirtmek için "nfr" kelimesini kullanmışlardır. Hint metinleri, "boşluk" kavramını ifade etmek için Sanskritçe "Shunye" veya "shunya" kelimesini kullanmıştır. Matematik metinlerinde bu kelime genellikle sıfır sayısına atıfta bulunur. Benzer şekilde, M.Ö. 5. yüzyılda Panini Sanskrit dilinin cebirsel bir dilbilgisi için erken bir örnek olan "Ashtadhyayi"'de boş (sıfır) işlevsel sözcüğünü kullanmıştır (ayrıca Pingala'ya bakınız).
Meksika'nın güney-orta bölgesinde yaşayan geç dönem Olmek halkı, Yeni Dünya'da, muhtemelen M.Ö. 4. yüzyılda ama kesinlikle M.Ö. 40 yılına kadar, sıfır için bir sembol, bir kabuk glifi kullanmaya başlamıştır. Bu sembol, Maya rakamlarının ve Maya takviminin ayrılmaz bir parçası haline gelir. Maya matematiği, temel olarak 4 ve 5'i, 20 tabanında yazılmış olarak kullanmıştır. George I. Sánchez, 1961'de temel 4, temel 5 "parmak" abaküsünü yayımlar.
M.S. 130 yılına gelindiğinde, Hipparkos ve Babillilerden etkilenen Ptolemy, altmışlık sayı sistemi içinde başka bir yerde Yunan rakamları kullanırken 0 için uzun bir üst çizgi ile küçük bir daire şeklinde bir sembol kullanıyordu. Yalnızca bir yer tutucu olarak değil, tek başına kullanıldığı için bu Helenistik sıfır, Eski Dünya'da "belgelenmiş" gerçek bir sıfırın ilk kullanımıydı. Daha sonraki Bizans elyazmalarında, "Syntaxis Mathematica" ("Almagest") eserinde, Helenistik sıfır Yunan harfi Omikron'a (aksi takdirde anlamı 70) dönüşmüştü.
Bir başka özgün sıfır simgesi, 525 yılında Dionysius Exiguus tarafından ilk kez belgelendirilmiş olup, Roma rakamlarının yanı sıra tablolarda yer almıştır; ancak bu, bir sembol yerine "hiçlik" anlamına gelen "nulla" kelimesi şeklinde ifade edilmiştir. Bir bölme işlemi sonucunda kalan olarak 0 elde edildiğinde, yine "hiçlik" anlamına gelen "nihil" kelimesi tercih edilmiştir. Bu Orta Çağ dönemi sıfırları, sonraki dönemlerde Paskalya'nın hesaplanmasında görev alan tüm Orta Çağ hesapçıları tarafından kullanılmıştır. N harfinin tek başına kullanımı, Bede ya da bir çalışma arkadaşı tarafından yaklaşık 725 yılında Roma rakamlarının yer aldığı bir tabloda gerçek bir sıfır simgesi olarak kullanılmıştır.
Negatif sayılar.
Negatif sayı kavramının soyut bir anlayışı, M.Ö. 100-50 yılları arasında Çin'de erkenden kabul görmüştür. "Matematik Sanatı Üzerine Dokuz Bölüm" adlı eser, geometrik şekillerin alanlarının hesaplanması yöntemlerini sunmakta ve bu bağlamda kırmızı çubuklar pozitif katsayıları, siyah çubuklar ise negatif katsayıları temsil etmek üzere kullanılmıştır. Batı literatüründe negatif sayılara dair ilk atıf, M.S. 3. yüzyılda Yunanistan'da kaydedilmiştir. Diophantus, "Arithmetika" eserinde (çözüm negatif) denklemine değinmiş ve bu denklemin mantıksız bir sonuç ortaya koyduğunu ifade etmiştir.
600'lerde, Hindistan'da negatif sayılar, borç miktarlarını ifade etme amacıyla kullanılmaya başlanmıştır. Diophantus'un daha önceki bahsi, 628 yılında "Brāhmasphuṭasiddhānta" eseriyle Brahmagupta tarafından daha detaylı bir şekilde ele alınmıştır. Brahmagupta, günümüzde de kullanılan genel ikinci dereceden denklem formülünün üretimi için negatif sayıları kullanmıştır. Ancak, 12. yüzyılda Hindistan'da Bhaskara, ikinci dereceden denklemler için negatif kökler sunmuş, fakat negatif değerin "bu durumda dikkate alınmaması gerektiğini, çünkü yetersiz olduğunu; negatif köklerin kabul görmediğini" ifade etmiştir.
17. yüzyıla dek Avrupa'daki matematikçiler genellikle negatif sayılar konseptine karşı çıkmışlardır; ancak Fibonacci, bu sayıların borçlar olarak yorumlanabileceği finansal sorunlarda negatif çözümlere yer vermiştir (Liber Abaci, 13. bölüm, 1202) ve sonraki çalışmalarında zararlar bağlamında da bunu sürdürmüştür ("Flos"'ta). René Descartes, cebirsel polinomlarda karşılaştığı negatif kökleri "yanlış kökler" olarak nitelendirmiş, fakat zamanla gerçek köklerle yanlış kökler arasında bir yer değiştirme yöntemi geliştirmiştir. Bu dönemde Çinliler, pozitif sayının karşılık gelen rakamının en sağdaki sıfır olmayan basamağının üzerine çapraz bir çizgi çekerek negatif sayıları göstermekteydi. Negatif sayıların bir Avrupa çalışmasında kullanımına ilk rastlanan örnek, 15. yüzyılda Nicolas Chuquet tarafından gerçekleştirilmiştir. Chuquet, bu sayıları üsler olarak kullanmış, ancak onlara "absürt sayılar" demiştir.
18. yüzyıla dek matematiksel pratiklerde, denklemlerden elde edilen negatif sonuçların anlamsız olduğu kabulüyle bu tür sonuçların dikkate alınmaması genel bir yaklaşımdı.
Rasyonel sayılar.
Kesirli sayı kavramının tarihöncesi dönemlere uzandığı düşünülmektedir. Antik Mısır uygarlığı, Rhind Matematik Papirüsü ve Kahun Papirüsü gibi matematiksel dokümanlarında rasyonel sayılar için özel bir Mısır kesri notasyonu geliştirmiştir. Antik Yunan ve Hint matematikçiler, sayı teorisinin genel incelemesi çerçevesinde, rasyonel sayılar teorisine dair çalışmalar yapmışlardır. Bu çalışmalar arasında en meşhuru, M.Ö. 300 yıllarına tarihlenen Öklid'in "Elementleri" eseridir. Hint literatüründe ise, matematiksel çalışmaların genel bir parçası olarak sayı teorisini ele alan Sthananga Sutra ön plana çıkmaktadır.
Ondalık kesirlerin kavramı, ondalık basamak gösterimiyle sıkı bir bağlantıya sahiptir ve bu iki kavramın paralel olarak geliştiği düşünülmektedir. Örneğin, Jain matematiğine ait sutralarda pi sayısının veya 2'nin kare kökünün ondalık kesir yaklaşıklarının hesaplamaları sıkça yer almaktadır. Ayrıca, Babil matematik metinlerinde altmışlık sistem (taban 60) kullanılarak kesirler yaygın olarak işlenmiştir.
İrrasyonel sayılar.
İrrasyonel sayılar konseptinin kullanıldığına dair kaydedilmiş en eski örnek, M.Ö. 800 ile 500 yılları arasında kaleme alınan Hindistan'a ait Sulba Sutraları'nda yer almaktadır. İrrasyonel sayıların varoluşuna dair ilk ispatlar, genel kabul görmüş olarak Pisagor'a ve özellikle Pisagorcu Metapontumlu Hippasus'a atfedilmektedir. Hippasus, 2'nin karekökünün irrasyonelliğini kanıtlayan bir çalışma gerçekleştirmiştir, bu çalışmanın büyük olasılıkla geometrik yöntemlerle yapıldığı düşünülmektedir. Rivayete göre, Hippasus 2'nin karekökünü bir kesir olarak temsil etme çabası içindeyken irrasyonel sayıları bulmuştur. Ancak Pisagor, sayıların kesinliğine olan inancı nedeniyle irrasyonel sayıları kabul edememiştir. Onların varlığını mantıksal olarak çürütememiş olmasına rağmen irrasyonel sayıları kabullenememiş ve bu nedenle, iddia edildiği üzere, bu rahatsız edici bilginin yayılmasını önlemek amacıyla Hippasus'u boğarak idam ettirdiği sıkça ileri sürülmüştür.
16. yüzyıl, negatif tam sayılar ve kesirli değerlerin Avrupa matematik topluluğu tarafından sonunda benimsendiği bir dönemi işaret etmektedir. 17. yüzyıla gelindiğinde, ondalık kesirlerin modern notasyonu matematikçiler arasında yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Ne var ki, irrasyonel sayıların cebirsel ve aşkınsal bileşenlere ayrılması ve bu sayıların bilimsel olarak incelenmesi 19. yüzyıla dek gerçekleşmemiştir; bu alan, Öklid döneminden itibaren büyük ölçüde atıl kalmıştır. 1872 yılında, Karl Weierstrass, Eduard Heine, Georg Cantor ve Richard Dedekind gibi matematikçilerin teorilerinin yayımlanmasıyla, irrasyonel sayılar üzerine bilimsel çalışmalar yeniden canlanmıştır. Charles Méray, 1869 yılında Heine ile benzer bir başlangıç noktasından hareket etmiş olmasına rağmen, bu teori genellikle 1872 yılına atfedilmektedir. Weierstrass'ın metodolojisi, Salvatore Pincherle tarafından 1880 yılında tam anlamıyla ortaya konulmuş, Dedekind'in yaklaşımı ise yazarın sonraki çalışmaları ve Paul Tannery'nin desteğiyle daha da önem kazanmıştır. Weierstrass, Cantor ve Heine, teorilerini sonsuz serilere dayandırırken, Dedekind, gerçek sayılar sisteminde, rasyonel sayıları belirli özelliklere göre iki gruba ayıran bir kesit (Dedekind kesiti) kavramı üzerine kurmuştur. Bu alandaki çalışmalar, Weierstrass, Kronecker, ve Méray gibi matematikçilerin katkılarıyla daha da geliştirilmiştir.
Beşinci derece ve üstü denklemlerin köklerinin aranması, matematikte önemli bir ilerlemeyi temsil etmektedir; Abel-Ruffini teoremi (Ruffini 1799, Abel 1824), bu tür denklemlerin kökaltı (sadece aritmetik işlemler ve kökler içeren formüller) aracılığıyla çözülemediğini ortaya koymuştur. Dolayısıyla, polinom denklemlerine ait tüm çözümleri kapsayan geniş cebirsel sayılar kümesinin dikkate alınması zorunlu hale gelmiştir. Galois (1832), polinom denklemleri ile grup teorisini bağdaştırarak Galois teorisinin temellerini atmış ve bu alanda yeni bir disiplin yaratmıştır.
Sürekli kesirler, irrasyonel sayılar ile yakın bir ilişkiye sahip olup Cataldi tarafından 1613 yılında tanımlanmıştır; Euler'in çalışmalarıyla ve 19. yüzyılın başında Joseph Louis Lagrange'ın eserleri aracılığıyla bilim dünyasında dikkat çekmiştir. Bu alandaki diğer önemli katkılar, Druckenmüller (1837), Kunze (1857), Lemke (1870) ve Günther (1872) tarafından sağlanmıştır. Ramus, bu konuyu ilk kez determinantlar ile ilişkilendirerek, Heine, Möbius ve Günther'in sonraki katkıları ile birlikte, "Kettenbruchdeterminanten" teorisinin temelini atmıştır. Bu teori, sürekli kesirlerin matematiksel analizinde önemli bir yere sahiptir ve determinantlar aracılığıyla bu kesirlerin yapısal özelliklerinin incelenmesine olanak tanır.
Aşkınsal (Transendental) sayılar.
Aşkınsal (Transendental) sayıların ve reel sayıların mevcudiyeti, Liouville tarafından 1844 ve 1851 yıllarında ilk defa ispatlanmıştır. Hermite, 1873 yılında gerçekleştirdiği çalışmada, "e" sayısının aşkınsal nitelikte olduğunu ortaya koymuştur ve Lindemann da 1882 yılında π sayısının aşkınsal olduğunu kanıtlamıştır. Cantor ise, reel sayılar kümesinin sayılamaz derecede sonsuz olduğunu, fakat cebirsel sayılar kümesinin sayılabilir derecede sonsuz olduğunu göstererek, sayılamaz derecede sonsuz miktarda aşkınsal sayının var olduğunu ispatlamıştır. Bu bulgular, matematikte aşkınsal sayılar ve reel sayılar teorisinin temel taşlarını oluşturmaktadır.
Sonsuz ve Sonsuzküçükler.
Matematiksel sonsuzluk anlayışının en antik örneği, Yajur Veda gibi eski bir Hint yazıtında bulunmaktadır. Bu metinde, "Eğer sonsuzluktan bir kısmı çıkartırsanız ya da sonsuzluğa bir kısmı eklerseniz, geriye kalan yine de sonsuz olacaktır." ifadesi yer almaktadır. Sonsuzluk, M.Ö. 400 yıllarında Jain matematikçileri arasında yoğun bir şekilde felsefi bir tartışma konusu olmuştur. Bu matematikçiler, sonsuzluğun beş farklı türünü tanımlamışlardır: tek ve iki yönde sonsuz, alansal olarak sonsuz, her yönden sonsuz ve sürekli olarak sonsuz. Sonsuz bir niceliği ifade etmek için sıklıkla formula_3 sembolü kullanılmaktadır.
Aristo, Batı matematiğinin geleneksel sonsuzluk kavramını tanımlamıştır. Gerçek sonsuzluk ile potansiyel sonsuzluk arasında bir ayrım yapmış ve genel olarak sadece sonuncusunun gerçek bir değere sahip olduğu kabul edilmiştir. Galileo Galilei'nin "Two New Sciences" adlı çalışması, sonsuz kümeler arasında birbirine tekabül eden eşlemelerin fikrini ele almıştır. Ancak, teorideki önemli bir sonraki ilerleme Georg Cantor tarafından gerçekleştirilmiştir. Cantor, 1895 yılında yeni küme teorisini konu alan bir eser yayımlamış, bu eserinde transfinite sayılarını tanıtmış ve süreklilik hipotezini formüle etmiştir. Bu çalışmalar, matematikte sonsuzluk teorisinin gelişiminde önemli dönüm noktaları olarak kabul edilir.
1960'larda Abraham Robinson, sonsuz büyüklükteki ve sonsuz küçüklükteki sayıların, standart olmayan analiz alanını geliştirecek şekilde kesin olarak tanımlanabileceği ve kullanılabileceği bir yöntem ortaya koymuştur. Hiper reel sayılar sistemi, Isaac Newton ve Gottfried Leibniz'in sonsuz küçük hesaplamalarını icat etmelerinden bu yana matematikçiler, bilim insanları ve mühendisler tarafından yaygın bir şekilde kullanılan sonsuz ve sonsuzküçük sayılarla ilgili fikirleri kesin bir metodoloji çerçevesinde ele alır. Bu sistem, söz konusu kavramların matematikte daha sistematik bir şekilde işlenmesine olanak tanımıştır.
Projektif geometri, sonsuzluğun modern bir geometrik yorumunu sunar ve her bir uzaysal yönde "sonsuzluktaki ideal noktaları" tanımlar. Belirli bir yöndeki paralel çizgi ailelerinin her birinin, ilgili ideal noktaya doğru yakınsaması öngörülür. Bu kavram, perspektif çizimlerdeki kaybolma noktaları fikriyle sıkı bir şekilde bağlantılıdır ve geometrik çizimlerde derinlik ve uzaklık hissi oluşturulmasında temel bir rol oynar.
Karmaşık sayılar.
Negatif sayıların kareköklerine dair ilk geçici değinme, İskenderiyeli Heron'nun 1. yüzyılda gerçekleştirdiği çalışmalarda, gerçekleştirilemez bir kesik piramidin hacmini değerlendirirken görülmüştür. Bu konsept, Niccolò Fontana Tartaglia ve Gerolamo Cardano gibi İtalyan matematikçiler tarafından 16. yüzyılda üçüncü ve dördüncü derece polinomların kökleri için kapalı formüllerin keşfedilmesiyle daha da önem kazandı. Bu formüllerin, gerçek çözümlere olan ilgiye rağmen, bazen negatif sayıların kareköklerinin işlenmesini gerektirdiği kısa sürede fark edildi.
Bu durum, negatif sayıların o dönemde bile sağlam bir temele oturtulmamış olması nedeniyle daha da rahatsız ediciydi. René Descartes'ın 1637'de bu nicelikler için "imajiner" terimi türettiğinde, bunu küçümseyici bir niyetle yapmıştı. Karışıklığa neden olan bir diğer faktör, şu denklemin
cebirsel özdeşlikle keyfi bir şekilde çelişkili görünmesiydi
bu, pozitif gerçek sayılar "a" ve "b" için geçerlidir ve "a", "b"'den biri pozitif diğeri negatifken karmaşık sayı hesaplamalarında kullanılmıştır. Bu özdeşliğin yanlış kullanımı ve ilgili özdeşlik
her iki "a" ve "b" de negatif olduğunda bile Euler'i zor durumda bırakmıştır. Bu zorluk, Euler'i bu hatadan korumak amacıyla formula_7 yerine özel "i" sembolünü kullanmaya yönlendirir.
18. yüzyıl, Abraham de Moivre ve Leonhard Euler gibi matematikçilerin önemli çalışmalarına sahne oldu. De Moivre'in formülü (1730), aşağıdaki matematiksel ifadeyi ortaya koydu:
Öte yandan, karmaşık analiz alanında Euler'in formülü (1748), matematiğe şu önemli eşitliği kazandırdı:
Bu formüller, trigonometri ve karmaşık sayılar teorisindeki temel ilişkileri kurarak, bu alanlarda derinlemesine çalışmalara olanak tanımıştır.
Karmaşık sayıların mevcudiyeti, Caspar Wessel'in 1799 yılında geometrik bir yorumlamayla açıklamasına kadar tam anlamıyla kabul görmemişti. Carl Friedrich Gauss, bu konsepti birkaç yıl sonra yeniden keşfedip popülerleştirdi ve bunun sonucunda karmaşık sayılar teorisi önemli ölçüde genişletildi. Ancak, karmaşık sayıların grafiksel olarak temsil edilme fikri, John Wallis'in 1685 yılında yayımlanan "De algebra tractatus" isimli çalışmasında zaten mevcuttu.
Gauss, aynı yıl içerisinde, karmaşık sayılar alanında her polinomun bu alan içerisinde tam bir çözüm setine sahip olduğunu ispatlayarak, cebirin temel teoremine dair genel kabul görmüş ilk kanıtı ortaya koymuştur. Gauss, "a" ve "b" değerlerinin tam sayılar (günümüzde Gauss tam sayıları olarak bilinir) veya rasyonel sayılar olduğu "a" + "bi" biçimindeki karmaşık sayıları ele almıştır. Gauss'un öğrencisi Gotthold Eisenstein ise, "ω" değerinin "x"3 − 1 = 0 denkleminin karmaşık bir kökü olduğu "a" + "bω" şeklindeki karmaşık sayıları incelemiştir (bu sayılar günümüzde Eisenstein tam sayıları olarak adlandırılır). "x""k" − 1 = 0 denkleminden türetilen birlik kökleri için "k" değerinin yüksek olduğu durumlar için tanımlanan diğer karmaşık sayı sınıfları (döngüsel alanlar olarak adlandırılır), karmaşık sayılar alanındaki bu genişlemeye katkıda bulunmuştur. Bu genelleme, büyük ölçüde Ernst Kummer'a aittir; Kummer, ideal sayıları da icat etmiş olup, bu sayılar 1893 yılında Felix Klein tarafından geometrik nesneler olarak tanımlanmıştır.
1850 yılında Victor Alexandre Puiseux, karmaşık sayılar teorisinde önemli bir gelişmeye imza atarak kutuplar ile dalga kırılma noktaları arasındaki farkı belirginleştirdi ve matematiksel tekilliklerin temelini oluşturan esas tekillik noktaları kavramını ortaya koydu. Bu yaklaşım, genişletilmiş karmaşık düzlem kavramının temellerinin atılmasına önayak oldu.
Asal sayılar.
Asal sayılar, kayıtlı tarihin her evresinde araştırma konusu olmuştur. Bunlar, yalnızca 1 ve kendileri ile bölünebilme özelliğine sahip pozitif tam sayılardır. Öklid, "Elementler" adlı eserinin bir bölümünü asal sayılar teorisine adamıştır; bu bölümde, asal sayıların sonsuz olduğunu ve aritmetiğin temel teoremini ispatlamış, aynı zamanda iki sayının en büyük ortak bölenini bulmak için Öklid algoritmasını tanıtmıştır.
M.Ö. 240 yılında, Eratosthenes, asal sayıları etkin bir şekilde saptamak için Eratosten kalburu yöntemini kullanmıştır. Ancak, asal sayılar teorisindeki önemli gelişmelerin çoğu, Avrupa'da Rönesans dönemi ve sonrasına aittir.
1796 yılında Adrien-Marie Legendre, asal sayıların asimptotik dağılımını açıklayan asal sayı teoremini tahmin etmiştir. Asal sayıların dağılımı ile ilgili diğer önemli bulgular arasında, Euler'in asal sayıların karşılıklı değerlerinin toplamının diverjansını ispatlaması ve herhangi bir yeterince büyük çift sayının iki asal sayının toplamı şeklinde ifade edilebileceğini öne süren Goldbach varsayımı yer almaktadır. Asal sayıların dağılımı ile ilgili bir diğer önemli varsayım ise, Bernhard Riemann tarafından 1859 yılında formüle edilen Riemann hipotezidir. Asal sayı teoremi, Jacques Hadamard ve Charles de la Vallée-Poussin tarafından 1896 yılında kanıtlanmıştır. Goldbach ve Riemann'ın varsayımları ise hâlâ ne kanıtlanmış ne de çürütülmüştür.
Sınıflandırma.
Sayılar, doğal sayılar ve reel sayılar gibi, 'sayı kümeleri' veya 'sayı sistemleri' adı verilen matematiksel kümeler içerisinde sınıflandırılabilir. Temel sayı sistemleri aşağıdaki gibidir:
Bu sayı sistemlerinden her biri, bir sonraki sayı sisteminin alt kümesini oluşturur. Dolayısıyla, bir rasyonel sayının aynı zamanda bir reel sayı olduğu ve her reel sayının da bir karmaşık sayı olduğu söylenebilir. Bu durum sembolik olarak şu şekilde gösterilebilir:
Bir tablo olarak sayılar için şöyle sınıflandırma yapılabilir:
Aşağıdaki diyagramda, sayı kümelerine ilişkin daha kapsamlı bir listeleme yer almaktadır.
Sayma sayılar.
Sayma sayıları boştan farklı bir kümenin elemanlarını azlık veya çokluk yönünden nitelemekten ziyade onların içindeki eleman miktarına göre verilen bir temsilciler kümesi olarak tanımlanır. Temsilcilere verilen isme kanonik temsilci denir. Her sayma sayısı aynı zamanda bir kanonik temsilcidir. Sayma sayılarına sıfırın dahil olmamasının sebebi boş kümenin içinde temsil edecek bir elemanın olmamasıdır.
formula_12
Doğal sayılar.
Doğal sayılar 0'dan başlayarak sonsuza kadar giden sayılardır. Matematikte "doğal sayılar kümesi" formula_13 ile gösterilir. Doğal sayılar ismi bu sayıların doğada görüp tanıdığımız sayılar olduğu fikrinden ileri gelmektedir. Doğal sayılar kümesi "0" ve pozitif tüm tam sayıların olduğu kümedir.
formula_14
0 sayısı, Antik Yunan döneminde dahi sayı olarak kabul edilmezdi. Ancak 19. yüzyılda, küme teorisyenleri ve diğer matematikçiler, 0'ı (boş kümenin kardinalitesi, yani 0 eleman, bu nedenle 0 en küçük kardinal sayı olarak kabul edilir) doğal sayılar kümesine dahil etmeye başladılar. Günümüzde, matematikçilerin farklı yaklaşımları neticesinde, terim hem 0'ı içeren hem de içermeyen sayı kümelerini tanımlamak için kullanılmaktadır. Tüm doğal sayılar kümesini ifade etmek için kullanılan matematiksel sembol N olup, formula_15 şeklinde gösterilir ve kümenin 0 ile mi yoksa 1 ile mi başlayacağını belirtmek amacıyla formula_16 veya formula_17 şeklinde ifade edilir.
Onlu sayı sistemi, günümüzde matematiksel işlemler için yaygın olarak kullanılan sistem olup, doğal sayıların gösterimi için on adet sayısal basamak kullanır: 0, 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8 ve 9. Radiks veya taban, bir sayı sisteminin sayıları ifade etmek için kullandığı, sıfır dahil olmak üzere, benzersiz sayısal basamakların toplam sayısını belirtir (ondalık sistem için bu değer 10'dur). Bu onlu taban sistemde, bir doğal sayının en sağdaki basamağının basamak değeri 1 olup, diğer basamakların her birinin basamak değeri, hemen sağında yer alan basamağın basamak değerinin on katı kadar olur.
Küme teorisi, modern matematiğin aksiyomatik bir temeli olarak görev yapabilir ve bu çerçevede, doğal sayılar, eşit büyüklükteki kümelerin sınıflandırılması yoluyla ifade edilebilir. Mesela, 3 sayısı, tam olarak üç öğeye sahip olan tüm kümelerin bir sınıfı olarak ifade edilebilir. Diğer bir yöntem olarak, Peano Aritmetiği'nde 3 sayısı, sss0 olarak gösterilir; burada 's', "ardıl" fonksiyonunu temsil eder (bu bağlamda 3, 0 sayısının üçüncü ardılı olarak kabul edilir). 3 sayısını formel olarak ifade etmek için birçok farklı yöntem mevcuttur; tek gereken, belirli bir sembolü veya sembol dizisini üç defa işaretlemektir.
Tam sayılar.
Tam sayılar eksi sonsuzdan artı sonsuza kadar giderler. Yani "0"ın iki yanından sonsuza kadar uzanırlar. "Tam sayılar kümesi" formula_18 ile gösterilir. Buradaki Z harfi, Almanca 'Zahl' (sayı) kelimesinden türemiştir.
formula_19
Pozitif tam sayılar.
Başında "+" işareti bulunan veya bir şey bulunmayan tam sayılar pozitif tam sayılar adını alırlar. Sayı ekseninde (sayı doğrusunda) 0'ın sağ yanında yer alırlar. Tüm sayma sayıları pozitif tam sayılardır. "Pozitif tam sayılar kümesi" formula_20 ile gösterilir ve aşağıdaki gibi tanımlıdır:
formula_21
Negatif tam sayılar.
Başında "-" işareti olan tam sayılar negatif tam sayılar adını alırlar. Sayı ekseninde 0'ın sol yanında yer alırlar. "Negatif tam sayılar kümesi" formula_22 ile gösterilir. Cebirde çıkarma işlemi bu sayıların diğer tam sayılarla toplanması olarak ifade edilir.
formula_23
Sıfır.
Tam sayıdır. Sıfır (0) negatif veya pozitif bir tam sayı değildir. Bir uzlaşma noktasıdır. Bu iki kümeden herhangi birinde yer almaz. Ancak tam sayılar aşağıdaki gibi de tanımlanabilir:
formula_24
Sıfırın doğal sayı kabul edilmediği (akademik) çevreler azımsanmayacak kadar fazladır. Sıfırı dahil eden çevreler "doğal sayılar kümesi"ni formula_25 sembolü ile gösterirler, sıfırı dahil etmeyen çevrelerse sıfırın dahil olmadığı "sayma sayıları kümesi"ni formula_26 ile gösterirler.
Rasyonel sayılar.
Bir rasyonel sayı, tam sayı bir pay ve pozitif tam sayı bir payda ile ifade edilebilen bir kesir olarak tanımlanır. Negatif paydalar kullanılabilir ancak her rasyonel sayı pozitif bir payda ile eşit olduğundan, genellikle bu durumdan kaçınılır. Kesirler, pay ve payda olarak iki tam sayı ile ifade edilir ve bu iki sayı arasında bir bölme işareti bulunur. kesri, "n" eşit parçaya bölünmüş bir bütünün "m" parçasını ifade eder. Farklı iki kesir, aynı rasyonel sayıyı temsil edebilir; örneğin ile birbirine eşittir, yani:
Genel bir ifade ile,
Eğer "m" sayısının mutlak değeri, pozitif kabul edilen "n" sayısından daha büyükse, kesirin mutlak değeri 1'den fazla olacaktır. Kesirler, 1'e göre büyük, küçük veya ona eşit olabilirler; ayrıca pozitif, negatif veya 0 değerlerini alabilirler. Tüm rasyonel sayılar kümesi, her bir tam sayının paydası 1 olarak belirlenebilen bir kesir biçiminde ifade edilebildiği için, tam sayıları da kapsar. Örnek olarak −7 sayısı, şeklinde ifade edilebilir. Rasyonel sayılar için kullanılan sembol 'Q'dur (quotient, yani bölüm kelimesinden gelir) ve formula_30 şeklinde de gösterilir.
Reel sayılar.
"İrrasyonel sayılar" kümesi ile "rasyonel sayılar" kümesinin birleşimi gerçek sayılar kümesini oluşturur. Bu kümeye "reel sayılar" veya gerçek sayılar da denir.
Reel sayılar için kullanılan sembol 'R'dir ve formula_31 şeklinde de ifade edilir. Bu sembol, ölçümle ilgili tüm sayıları kapsar. Her bir reel sayı, sayı doğrusu üzerinde belirli bir noktayla ilişkilendirilir. İzleyen metin, özellikle pozitif reel sayılar üzerine yoğunlaşacaktır. Negatif reel sayıların işlenişi, aritmetik kuralların genel prensipleri çerçevesinde gerçekleştirilir ve bunların gösterimi, karşılık gelen pozitif sayının önüne eksi işareti eklenerek yapılır, mesela -123.456.
Birçok reel sayı, ancak ondalık sayılar aracılığıyla "yaklaşık" bir biçimde temsil edilebilir; bu durumda ondalık nokta, birler basamağındaki rakamın hemen sağ tarafına konumlandırılır. Ondalık noktasının sağ tarafında yer alan her bir rakam, solundaki rakamın basamak değerinin onda birine eşit bir değere sahiptir. Mesela, 123.456 sayısı, olarak ifade edilir ki bu, yüz iki on, üç bir, dört ondalık, beş yüzdelik ve altı binde bir anlamına gelir. Bir reel sayı, yalnızca rasyonel ise ve onun kesirli kısmı, 2 veya 5 sayılarının asal çarpanlarını içeren bir paydaya sahipse, sınırlı sayıda ondalık basamak ile ifade edilebilir. Bu sayılar, ondalık sistemdeki taban olan 10'un asal çarpanlarıdır. Örneğin, bir yarım için 0.5, bir beşte bir için 0.2, bir onda bir için 0.1 ve bir elli de bir için 0.02 değerleri kullanılır. Diğer reel sayıları ondalık olarak ifade etmek, ondalık noktasının sağ tarafında sonsuz bir rakam dizisi gerektirecektir. Eğer bu sonsuz rakam dizisi belli bir deseni izliyorsa, bu desen üç nokta veya deseni gösteren diğer bir gösterim ile ifade edilebilir. Bu tür bir ondalık sayıya 'tekrar eden ondalık' denir. Bu bağlamda, sayısı, desenin sürekliliğini belirten üç nokta ile 0.333... şeklinde ifade edilir. Sürekli tekrar eden 3'ler ayrıca 0. şeklinde de gösterilir.
Bu tekrar eden ondalık sayılar (sıfırların yeniden oluşumu dahil), rasyonel sayıları kesinlikle belirtir; yani, her rasyonel sayı reel bir sayıdır ancak her reel sayının rasyonel olması gerekmez. Rasyonel olmayan reel sayılara irrasyonel sayı adı verilir. Tanınmış irrasyonel gerçek sayılardan biri, herhangi bir dairenin çevresinin çapına oranı olan sayısıdır. Pi, bazen
şeklinde ifade edildiğinde, noktalı virgül, ondalık kısmın tekrar ettiğini değil, ondalık kısmın sonunun olmadığını gösterir. sayısının irrasyonel olduğu ispatlanmıştır. İrrasyonel bir reel sayı olduğu ispatlanan diğer bir ünlü sayı,
2'nin kareköküdür, yani karesi 2 olan benzersiz pozitif gerçek sayıdır. Bu iki sayı, trilyonlarca basamağa kadar (bilgisayar yardımıyla) yaklaşık olarak hesaplanmıştır.
Bu belirgin örneklerin yanı sıra, reel sayıların neredeyse tamamı irrasyonel niteliktedir ve bu sebepten ötürü tekrar eden desenlere sahip değillerdir, bu yüzden bunlara karşılık gelen ondalık gösterimleri de mevcut değildir. Bu sayılar, yalnızca ondalık gösterimlerle yaklaşık bir şekilde temsil edilebilirler; bu, yuvarlanmış ya da kesilmiş reel sayıları ifade eder. Herhangi bir yuvarlanmış veya kesilmiş sayı doğası gereği bir rasyonel sayıdır ve bunlardan yalnızca sayılabilir derecede çoklukta bulunur. Ölçümlerin tümü, doğaları gereği yaklaşık değerlerdir ve daima bir hata marjına sahiptirler. Bu çerçevede, 123.456 sayısı, 'den büyük veya eşit ve 'den kesinlikle küçük olan herhangi bir gerçek sayı için bir yaklaşık olarak kabul edilir (3 ondalık basamağa yuvarlama); ya da 'den büyük veya eşit ve 'den kesinlikle küçük olan herhangi bir reel sayı için bir yaklaşık olarak kabul edilir (3. ondalık basamağın ardından kesme). Ölçümün kendisi kadar hassasiyeti öneren rakamlar elenmelidir. Kalan rakamlar, o zaman önemli rakamlar olarak adlandırılır. Örneğin, bir cetvel ile yapılan ölçümler genellikle en az 0.001 metre hata payı olmaksızın gerçekleştirilemez. Eğer bir dikdörtgenin kenarları 1.23 m ve 4.56 m olarak ölçülürse, çarpım sonucunda dikdörtgenin alanı için ile arasında bir değer elde edilir. Ondalık noktasından sonra ikinci basamak bile korunmadığı için, sonraki basamaklar "önemli" kabul edilmez. Bu sebeple, sonuç genelde 5.61 olarak yuvarlanır.
Aynı kesir birden fazla şekilde ifade edilebildiği gibi, aynı reel sayının da birden fazla ondalık gösterimi mümkündür. Örnek olarak, 0.999..., 1.0, 1.00, 1.000, ..., hepsi 1 doğal sayısını ifade eder. Bir reel sayı için mümkün olan ondalık gösterimler; belirli bir ondalık basamağına kadar olan bir yaklaşım, sınırsız sayıda ondalık basamağı boyunca devam eden bir desenin oluşturulduğu bir yaklaşım veya yalnızca sonlu sayıda ondalık basamağı içeren bir kesin değer şeklinde olabilir. Bu son durumda, son sıfır olmayan basamak, bir altındaki rakam ile değiştirilip ardından sınırsız sayıda 9 eklenerek veya son sıfır olmayan basamağın ardından sınırsız sayıda 0 eklenerek de ifade edilebilir. Dolayısıyla, kesin bir gerçek sayı olan 3.74, aynı zamanda 3.7399999999... ve 3.74000000000... olarak da ifade edilebilir. Benzer biçimde, sınırsız sayıda 0 içeren bir ondalık sayı, sağdaki en uçtaki sıfır olmayan basamağın sağında yer alan 0'lar çıkarılarak; sınırsız sayıda 9 içeren bir ondalık sayı ise, 9'dan küçük olan en sağdaki basamağın bir artırılması ve bu basamağın sağında yer alan tüm 9'ların 0'a dönüştürülmesiyle yeniden yazılabilir. Son olarak, bir ondalık noktasının sağındaki sınırsız 0 dizisi göz ardı edilebilir. Örneğin, 6.849999999999... = 6.85 ve 6.850000000000... = 6.85 olarak kabul edilir. Eğer bir sayısal ifadedeki tüm rakamlar 0 ise, bu sayı 0 olarak kabul edilir ve eğer bir sayısal ifadedeki tüm rakamlar bitmeyen bir 9 dizisinden oluşuyorsa, ondalık noktasının sağındaki dokuzlar ihmal edilip, ondalık noktasının solundaki 9 dizisine bir eklenerek ifade edilebilir. Mesela, 99.999... = 100 olarak kabul edilir.
Reel sayılar, enaz ve enüs olarak bilinen ancak oldukça teknik düzeyde bir özelliğe sahiptir. Bir sıralı alanın, reel sayıların tamlık özelliğine de sahip olduğu ispatlandığında, bu alanın gerçek sayılarla izomorf olduğu ortaya konabilir. Fakat, gerçek sayılar formula_34 cebirsel denkleminin bir çözümünü (çoğunlukla eksi birin karekökü olarak ifade edilir) içermedikleri için, cebirsel kapalı cisim oluşturmazlar.
Karmaşık sayılar.
Daha yüksek bir soyutlama düzeyine geçildiğinde, reel sayılar, karmaşık sayılara genişletilebilir. Bu sayılar kümesi, tarih boyunca kübik ve kuadratik polinomların köklerine ilişkin kapalı formüllerin araştırılması sürecinde gelişmiştir. Bu arayış, negatif sayıların kareköklerini içeren ifadelere ve sonuç olarak -1 sayısının karekökü olan yeni bir sayının tanımına yol açmıştır; bu sayı, Leonhard Euler tarafından "i" olarak sembolize edilen ve hayali birim olarak adlandırılan bir birimdir. Karmaşık sayılar, "a" ve "b" reel sayıları olmak üzere, formula_35 biçimindeki tüm sayıları kapsar. Bu bağlamda, karmaşık sayılar, iki gerçek boyutlu bir vektör uzayı olan karmaşık düzlem üzerinde noktalara denk gelir. "a + bi" ifadesinde "a", gerçek kısmı ve "b", hayali kısmı temsil eder. Bir karmaşık sayının gerçek kısmı 0 ise, bu sayı hayali sayı olarak adlandırılır veya tamamen hayali olarak nitelendirilir; hayali kısmı 0 ise, bu sayı bir gerçek sayıdır. Böylelikle, reel sayılar karmaşık sayıların bir alt kümesini oluşturur. Eğer bir karmaşık sayının gerçek ve hayali kısımları tam sayı ise, bu sayı Gauss tam sayısı olarak isimlendirilir. Karmaşık sayılar için kullanılan sembol, 'C' veya formula_36'dir.
Cebirin temel teoremi, karmaşık sayıların cebirsel olarak kapalı bir alan oluşturduğunu, yani karmaşık katsayılara sahip her polinomun karmaşık sayılar içinde bir kökü olduğunu ifade eder. Gerçek sayılar gibi, karmaşık sayılar da bir alan oluşturur ve bu alan tamdır; fakat gerçek sayılardan farklı olarak sıralı değildir. Yani, "i"nin 1'den büyük olduğunu ya da "i"nin 1'den küçük olduğunu ifade etmenin tutarlı bir anlamı yoktur. Teknik bir dille ifade edilecek olursa, karmaşık sayılar, alan işlemleriyle uyumlu bir total sıralamadan yoksundur.
Tam sayıların alt kategorileri.
Çift ve tek sayılar.
Bir çift sayı, iki sayısına tam olarak bölünebilen ve böylece kalan bırakmayan bir tam sayıdır; buna karşılık, bir tek sayı çift olmayan tam sayılardır. Günümüzde "tam bölünebilir" şeklindeki eski usul ifade, genellikle "bölünebilir" şeklinde kısaltılarak kullanılmaktadır. Herhangi bir tek sayı "n", uygun bir "k" tam sayısı için "n = 2k + 1" formülü ile ifade edilebilir. "k = 0" ile başlandığında, ilk negatif olmayan tek sayılar {1, 3, 5, 7, ...} olarak sıralanır. Her çift sayı "m", yine bir tam sayı olan "k" için "m = 2k" şeklinde ifade edilebilir. Benzer biçimde, ilk negatif olmayan çift sayılar {0, 2, 4, 6, ...} olarak belirlenir.
Asal sayılar.
Bir asal sayı, genellikle sadece asal olarak kısaltılan, 1'den büyük ve iki daha küçük pozitif tam sayının çarpımı olmayan bir tam sayıdır. İlk birkaç asal sayı 2, 3, 5, 7 ve 11'dir. Çift ve tek sayılar için mevcut olan basit formüllerin aksine, asal sayıları türetecek bir formül bulunmamaktadır. Asal sayılar üzerine 2000 yıldan fazla süredir yapılan geniş çaplı çalışmalar, çeşitli soruları gündeme getirmiş, bunların yalnızca bir kısmına yanıt bulunabilmiştir. Bu tür soruların ele alınışı, sayılar teorisi disiplinine aittir. Goldbach'ın varsayımı, halen yanıtlanmamış sorulardan birine örnek teşkil eder: "Her çift sayı, iki asal sayının toplamı mıdır?"
Bir'den büyük her tam sayının, asal sayıların çarpımı olarak yalnızca tek bir yolda ifade edilebileceği, asal sayıların yeniden düzenlenmesi dışında, sorusuna verilen yanıt doğrulanmıştır; bu ispatlanmış iddia, aritmetiğin temel teoremi olarak bilinir. Bir kanıt, Öklid'in Elementleri eserinde sunulmuştur.
Diğer tam sayı sınıfları.
Doğal sayıların çeşitli alt kümeleri, belirli çalışmaların odak noktası olmuş ve çoğunlukla bu sayılar üzerine çalışmalar yapan ilk matematikçinin adıyla anılmıştır. Fibonacci sayıları ve mükemmel sayılar gibi tam sayı kümeleri, bu tür örnekler arasında yer alır. Daha fazla örnek için ardışık sayılar maddesine başvurulabilir.
Karmaşık Sayıların alt kategorileri.
Cebirsel, İrrasyonel ve Transandantal sayılar.
Tam sayı katsayılarına sahip bir polinom denkleminin çözümü olan sayılar, cebirsel sayı olarak adlandırılır. Rasyonel sayılar dışındaki reel sayılara irrasyonel sayı adı verilir. Cebirsel olmayan karmaşık sayılarsa transandantal sayı olarak tanımlanır. Tam sayı katsayılı monik polinom denkleminin çözümleri olan cebirsel sayılar, cebirsel tam sayı olarak isimlendirilir.
İnşa-edilebilir sayılar.
Pergel ve çizgilik çizimleri çalışmalarının klasik sorunlarından esinlenilerek, birim uzunluktaki belirli bir segmentten başlayarak, perge ve çember kullanılarak sonlu adımlarda inşa edilebilen karmaşık sayıların gerçek ve sanal kısımlarına sahip sayılar, inşa-edilebilir sayı olarak tanımlanır.
Hesaplanabilir sayılar.
Bir "hesaplanabilir sayı", aynı zamanda "rekürsif sayı" olarak da tanımlanan, belirli bir pozitif "n" değeri verildiğinde, hesaplanabilir sayının ondalık gösterimindeki ilk "n" rakamı üretebilen bir algoritmanın mevcut olduğu bir reel sayıdır. Eş değer tanımlamalar, genel rekürsif fonksiyonlar, Turing makinesiler veya λ-hesaplaması aracılığıyla yapılabilir. Hesaplanabilir sayılar, bir polinomun köklerinin elde edilmesi de dahil olmak üzere, tüm standart aritmetik işlemler açısından stabil olup, reel cebirsel sayıları içeren bir gerçek kapalı alan oluşturur.
Hesaplanabilir sayılar, bir bilgisayarda kesin bir şekilde ifade edilebilecek reel sayılar olarak değerlendirilebilir: bir hesaplanabilir sayı, ilk rakamları ve daha fazla rakamı hesaplamak üzere tasarlanmış bir program ile kesin bir şekilde belirlenir. Ancak, hesaplanabilir sayılar pratikte nadiren tercih edilir. Bunun bir sebebi, iki hesaplanabilir sayının eşitliğinin test edilmesi için bir algoritmanın bulunmamasıdır. Daha net bir ifadeyle, herhangi bir hesaplanabilir sayıyı girdi olarak kabul eden ve bu sayının sıfıra eşit olup olmadığını her durumda belirleyebilecek bir algoritma mevcut olamaz.
Hesaplanabilir sayılar kümesi, doğal sayılarla aynı kardinaliteye sahiptir. Bu nedenle, neredeyse tüm reel sayılar hesaplanabilir değildir. Yine de, hesaplanabilir olmayan bir reel sayıyı açıkça belirlemek büyük bir zorluk teşkil eder.
Kavram uzantıları.
p-adik sayılar.
"p"-adik sayılar, reel sayıların ondalık noktasının sağında sonsuza kadar uzayabilen uzantılara sahip olabileceği gibi, ondalık noktasının solunda da sonsuz uzunlukta genişlemelere sahip olabilir. Sonuçlanan sayı sistemi, basamaklar için hangi tabanın kullanıldığına bağlıdır: herhangi bir taban mümkündür, ancak bir asal sayı tabanı en iyi matematiksel özellikleri sağlar. "p"-adik sayılar kümesi, rasyonel sayıları içerir, ancak karmaşık sayıların içinde yer almaz.
Bir sonlu alan üzerindeki bir cebirsel fonksiyon alanının elemanları ve cebirsel sayılar birçok benzer özelliğe sahiptir. Bu nedenle, sayılar teorisyenleri tarafından sıklıkla sayılar olarak kabul edilirler. "p"-adik sayılar, bu analojide önemli bir rol oynar.
Hiperkompleks sayılar.
Karmaşık sayıların içinde yer almayan bazı sayı sistemleri, karmaşık sayıların inşasını genelleştirerek reel sayılardan türetilebilir. Bunlar bazen hiperkompleks sayı olarak adlandırılır. Bunlara, çarpma işleminin değişmeli olmayan olduğu Sir William Rowan Hamilton tarafından tanıtılan dördeyler H, çarpmanın ek olarak değişmeli olmadığı oktoniyonlar ve çarpmanın ne alternatif, ne de değişmeli olduğu sediyonlar dahildir.
Transfinite sayılar.
Sonsuz kümelerle başa çıkmak için, doğal sayılar ardışık sayılar ve kardinal sayılar olarak genelleştirilmiştir. İlki kümenin sıralamasını verirken, ikincisi boyutunu verir. Sonlu kümeler için, hem sıralı hem de kardinal sayılar doğal sayılarla özdeşleştirilir. Sonsuz durumda, birçok sıralı sayı aynı kardinal sayıya karşılık gelir.
Standart olmayan sayılar.
Hipergerçek sayılar, standart olmayan analizde kullanılır. Hipergerçekler veya standart olmayan gerçekler (genellikle *R olarak gösterilir), reel sayılar R'nin sıralı alanının uygun bir genişletmesi olan ve transfer ilkesini sağlayan bir sıralı alanı ifade eder. Bu ilke, R hakkındaki doğru birinci dereceden ifadelerin *R hakkında doğru birinci dereceden ifadeler olarak yeniden yorumlanmasına izin verir.
Süpergerçek ve sürreel sayılar, sonsuzküçük sayılar ve sonsuzbüyük sayılar ekleyerek reel sayıları genişletir, ancak yine de alanlar oluşturur.
Sayı (dilbilim).
Dilbilim alanında "sayı"lar ya da "sayı adları", biçimbilimsel (morfolojik) olarak bağımsız bir sözcük kategorisidir.
Sayı sıfatı.
Dilbilimde, sayı kavramı içeren sıfatlara "sayı sıfatı" denir (örneğin "on yıl, ikinci gün, birer kişi" dizimlerindeki "on, ikinci, birer" sözcükleri).
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=869",
"len_data": 43212,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.7
}
|
Mehmet Barış Manço (2 Ocak 1943, İstanbul - 1 Şubat 1999, İstanbul), Türk aranjör, şarkıcı, besteci, söz yazarı, televizyon programı yapımcısı ve sunucusu, köşe yazarı, ve kültür elçisidir. Türkiye'de rock müziğin öncülerinden, Anadolu rock türünün kurucuları arasında sayılır. Bestelediği 200'ün üzerindeki şarkısı, kendisine on iki altın ve bir platin albüm ve kaset ödülü kazandırdı. Şarkılarının bir bölümü daha sonra Arapça, Bulgarca, Felemenkçe, Almanca, Fransızca, İbranice, İngilizce, Japonca ve Yunanca olarak yorumlandı. Hazırladığı televizyon programları sayesinde dünyanın pek çok ülkesine gitmiş, bu nedenle "Barış Çelebi" olarak adlandırılmıştır. 1991'de "Türkiye Cumhuriyeti Devlet Sanatçısı" ünvanına layık görülmüştür.
Gençliği.
Oğlu Doğukan Manço katıldığı bir söyleşide: "Babam 1943'te İstanbul'da doğdu ve Türkiye'de ilk Barış ismini aldı, esasında isim babası. "Barış" ismi, 1941'de dünya savaşlarının ardından barışa duyulan özlemden doğdu. Amcam da 41 doğumludur, savaşın başlangıç tarihi. Ancak 1941 yılında babamın hiç görmediği amcası Yusuf ölmüş, lakabı "Tosun Yusuf" imiş. Bunun verdiği hüzünle "Tosun Yusuf Mehmet Barış Manço" koymuşlar adını. Babam ilkokula başladığı zaman da Tosun Yusuf Mehmet Barış Manço'yu nüfus kaydından sildiriyorlar, sadece "Mehmet Barış Manço" ismi kalıyor. Devlet konservatuvarı klasik Türk sanat müziği hocası, sanatçısı ve yazar Rikkat Uyanık ve İsmail Hakkı Manço çiftinin ikinci çocuğu olan Mehmet Barış Manço, 2 Ocak 1943 tarihinde Üsküdar'daki Zeynep Kâmil Hastanesi'nde doğdu. II. Dünya Savaşı yıllarında doğduğu için ailesi "Mehmet Barış" adını verdi." açıklamasıyla babasının Türkiye'de ilk "Barış" isimli kişi olduğunu ve adının "Tosun Yusuf Mehmet Barış Manço" olduğunu söylemiştir. 1954'te Galatasaray Lisesi ortaokul giriş sınavına girmeden önce, ismi Mehmet Barış Manço olarak değiştirilmiştir.
Dört çocuklu ailede Savaş, İnci ve Oktay adlarında üç kardeşi vardı. Konservatuvardaki çalışması sırasında Zeki Müren'in de hocalığını yapan annesi Rikkat Uyanık, daha sonraları Barış Manço'yla birlikte televizyon programlarına da katıldı, şarkı da söyledi. Baba tarafı İstanbul'un Fethi'nden sonra Konya'dan Selanik'e göç etmiş ve savaş yıllarındaki zorluklar nedeniyle I. Dünya Savaşı sırasında İstanbul'a göç etmiştir. Annesi Rikkat Uyanık Adana, Kozan doğumludur ve Barış, çocukluğunun üç senesini burada geçirmiştir.
Üç yaşındayken anne babasının ayrılığından sonra Barış Manço, babası ile yaşamaya başladı. Babasıyla birlikte sık sık ev değiştirdi ve Cihangir'de, Üsküdar'da, Kadıköy'de ve kısa bir süre için Ankara'da yaşadı. İlkokula abisi Savaş ve ailenin en küçük ferdi olan kız kardeşi İnci'nin de okuduğu Kadıköy Gazi Mustafa Kemal İlkokulu'nda başladı. 4. sınıfı Ankara Maarif Koleji'nde okudu ve ilkokulu Kadıköy'deki başladığı okulda tamamladı. Yatılı olarak Galatasaray Lisesi'nin orta bölümüne devam etti. 1957'de amatör olarak müzikle ilgilenmeye başladı. 1958 yılında ilk grubu "Kafadarlar" grubunu kurdu. Ortaokul yıllarında kurulan bu grup rock'n roll coverları yaparken, Barış Manço da ilk bestesi olan "Dream Girl"'i bu dönemlerde yaptı ve Ankara'da küçük bir müzik ödülünün de sahibi oldu. İkinci grubu "Harmoniler"'de yine Galatasaray Lisesi'ndeki arkadaşları vardı. 1959'da Galatasaray Lisesi konferans salonunda ilk konserini verdi. 4 Mayıs 1959'da babasının ölümü üzerine Galatasaray Lisesi'nden ayrılarak, eğitimine Şişli Terakki Lisesi'nde devam etti. Şişli Terakki Lisesi'nde eğitimini tamamlayan Manço, yüksek öğrenimini Belçika Kraliyet Akademisinde, "resim-grafik-iç mimari" alanında tamamladı ve okulunu birincilik ile bitirdi.
1960'lar.
Barış Manço ve Harmonilerin ilk 45'likleri Grafson Plak şirketinden 1962 yılında yayımlandı. Barış Manço, Harmoniler ile 3 tane 45'lik yaptı. Bu 45'likler 1962 yılında yayımlanan Twistin Usa / The Jet ile Do The The Twist / Let's Twist Again ve 1963 yılında yayımlanan Çıt Çıt Twist / Dream Girl idi. Manço, liseyi bitirdikten sonra Türkiye'den ayrılıp Belçika'da öğrenim hayatını sürdürmek isteyince "Harmoniler" dağıldı.
Barış Manço, 1963 yılının Eylül ayında Belçika Kraliyet Akademisi'nde yüksek öğrenim görmek için Türkiye'den ayrıldı ve Belçika'ya gitmeden önce karayoluyla bir kamyonla Fransa'nın başkenti Paris'e giderek daha önce konuştuğu Fransız şarkıcı Henri Salvador'la buluştu. Henri Salvador, Barış Manço'nun Fransızcasını ve fazla kilosu nedeniyle dış görünüşünü yetersiz buldu ve anlaşma yapamayan Manço, Belçika'daki abisi Savaş Manço'nun yanına gitti. Belçika Kraliyet Akademisi'nde resim, grafik ve iç mimarlık eğitimi görürken bir yandan da garsonluk, otomobil bakıcılığı işlerinde çalıştı. Bu sırada Belçikalı şair André Soulac ile tanıştı. Soulac sayesinde Fransızcasını ilerletti ve yaptığı besteleri değerlendirme imkânı buldu. Soulac, Manço'nun bestelerine söz yazdı.
1964'te müzik hayatına devam etmek isteyen Barış Manço, Rigolo plak şirketiyle anlaşarak "Jacques Danjean Orkestrası" ile beraber çalışmaya başladı. Twist'ten Rock and Roll'a dönen Barış Manço'nun kayıt şartları da iyileşmiş oldu. 1964'ün Eylül ayında dört şarkılık Fransızca iki EP çıkardı. ilk EP'de "Baby Sitter" ve "Quelle Peste", diğer EP'de "Jenny Jenny" ve "Un autre amour que toi" şarkıları yer aldı. Plakların başarısı sonucu Fransız radyosunda yayımlanan "Salut les copins" adlı pop müzik içerikli bir programa konuk oldu. Bu EP Türkiye'ye geldiğinde radyocular Manço'yu Fransız bir sanatçı olarak düşünüp sundular.
12 Ocak 1965'te Paris'teki konser salonu Olympia'da Salvatore Adamo ve France Gall'den önce sahne alarak kendi bestesi olan Babysitter'ı daha sonra Jenny Jenny, Quelle Peste, Un autre Amour que toi ve Je veux savior adlı Fransızca ve İngilizce şarkılarını söyledi. Manço'nun sahne performansı Henri Salvador tarafından tebrik edildi. Aynı yıl Liège'de "Golden Rollers" adlı bir grupla konser verdi. 1966'da ise bir festivalde "The Folk 4" grubu ile Türk müziğinden örnekler sergileyerek dikkat çekti. Ancak Fransız bir müzisyenin Barış Manço'nun aksanını beğenmediği için onun plağının çalınmasını yasaklaması Barış Manço'yu derinden etkiledi ve Avrupa kariyerini sona erdiren nedenlerden biri oldu. Aynı yıl "L' Alba" adlı bir grup Barış Manço ve André Soulac tarafından yazılan ilk parçayı seslendirdi.
1966'da Olympia'daki konser sırasında "Vahşi Kedi" anlamına gelen "Les Mistigris" adlı Belçikalı grupla tanıştı ve onlarla çalışmaya başladı. Grupla beraber Fransa, Belçika, Çekoslovakya, Belçika, Almanya ve İsveç'te konser verdi. Sahibinin Sesi şirketiyle anlaşan Barış Manço, Les Mistigris ile birlikte 1966 yılında II Arrivera / Une Fille ve Aman Avcı Vurma Beni / Bien Fait Pour Toi 45'liklerini çıkardı. 1967'de Hollanda'da geçirdiği bir kaza yüzünden dudağında bir yarık oldu ve bıyık bırakmaya başladı.
1967 yılının yaz aylarında yine Les Mistigris ile Türkiye'ye gelen Manço, As Kulüpte de bir konser verdi. Manço'nun Les Mistigris ile yaptığı son kayıtlar, 1967 sonlarına doğru bir EP'de toplanarak piyasaya sürüldü. Bu EP'de sonradan "Kol Düğmeleri" olarak bilinecek olan ve Manço'nun ilk Türkçe bestesi "Bizim Gibi"nin yanı sıra Big Boss Man, Seher Vakti, Good Golly Miss Molly adlı şarkılar yer alıyordu. Ancak vize problemleri, yasal sorunlar ile uğraştıkları için Barış Manço ve Les Mistigris'in yolları ayrıldı. Türkiye'deki ilk saykodelik (imge gördüren) rock şarkıları Manço ve Les Mistigris grubuna aittir.
Barış Manço Les Mistigris ile ayrıldıktan sonra 1968 başında Kaygısızlar grubu ile çalışmaya başladı. Genç gitaristler Mazhar Alanson, Fuat Güner, baterist Ali Serdar ve bas gitarist Mithat Danışan'dan oluşan grup daha önceden kendi konserlerini veren genç bir gruptu. Barış Manço'nun Kaygısızlar ile birleşmesi üzerine İngilizce olan parçalar eski hâliyle bırakılmak üzere Türkçe eserler Kaygısızlar eşliğinde yeniden kaydedilerek yayımlanacaktı. Barış Manço'nun Sayan'dan çıkardığı bu ilk plakta "Bizim Gibi" adlı şarkı "Kol Düğmeleri" olarak yeniden kaydedilecekti.
Barış Manço ve Kaygısızlar'ın Sayan'dan çıkardığı, Kol Düğmeleri / Big Boss Man / Seher Vakti / Good Golly Miss Molly parçalarını içeren bu ilk plak 1968'de yayımlayıp oldukça geniş bir popülarite elde etti. Manço'nun Liège kentinde eğitimine devam etmesi nedeniyle yaz aylarında bir araya gelebilen topluluk üçüncü 45'likleri Bebek / Keep Lookin'le birlikte saykodelik öğeleri Anadolu'nun mistizmiyle birleştirerek vermeye başladılar. Günümüzde yaygın algılanışı manevi değerlere zarar vermeyen bir popülist olan Manço, 68 yılında şarlatan, ukala bir asi genç olarak gösteriliyordu. Barış Manço ise Kaygısızlar'la "Trip / Karanlıklar İçinde", "Kirpiklerin Ok Ok Eyle / Ağlama Değmez Hayat", "Kağızman / Anadolu" ve Paris'te doldurulan "Flower of Love / Boğaziçi" plaklarını yaptı. Saykodelik tınıların içerisine serpiştirdiği doğu müziğiyle kendine özgü bir Doğu-Batı ezgisi oluşturdu. Aralıklarla plak çıkaran grup hem Anadolu temalarına, hem de doğu motiflerine yakınlığı ile bilinen yavaş yavaş yükselmekte olan Saykodelik müzik akımından etkilendi. Barış Manço'nun Kaygısızlar ile yaptığı 45'liklerden "Ağlama Değmez Hayat" 1969 yılında 50.000'in üstünde satış yaparak Manço'ya ilk altın plağını kazandırdı. Manço, 1969 Haziran'ında Belçika Kraliyet Akademisi'ni birincilikle bitirdi ve İstanbul'a nişanlısı ile döndü.
1970'ler.
1969 yılı sonunda Kaygısızlar ile yollarını ayıran Manço için 1970, saykodelik rock'tan tipik Anadolu pop sularına açıldığı bir yıl oldu. Kaygısızlar olmadan girdiği bu yeni yılda Barış Manço, Türkiye'de "...Ve" diye bilinen yurtdışında ise "Etc" adıyla lanse ettiği yeni bir grupla çalışmaya başlamıştı. Bu grup ile "Derule / Küçük Bir Gece Müziği" adlı plağı kaydeden Manço, bu grupla Türkiye'de Akdeniz ve Karadeniz bölgesini kapsayan bir turneye çıkmıştır.
1970 yılının Kasım ayında, o güne kadar Batı enstrümanlarını kullanan Manço, "Dağlar Dağlar"'ı yayımladı. Barış Manço'nun gitarı ve Kemençe sanatçısı Cüneyd Orhon'un kemençesi ile kaydedilen şarkı, Barış Manço'nun sadece rock ile sınırlı kalmayan kendi müzik tarzının başlangıcıdır. 700.000'den fazla satan "Dağlar Dağlar" plağı Manço'ya kariyerindeki tek Platin Plak Ödülü'nü kazandırdı. Sayan Plak tarafından verilen ödülü sinema oyuncusu Öztürk Serengil, İstanbul Fitaş sinemasında Manço'nun bir konseri sırasında takdim etti.
Dağlar Dağlar'ın başarısı ile Türk müziği piyasasında büyük ses getiren Barış Manço, 1970'te Türkiye'de ender görülen bir işe imza atıp zaten ünlü olan Moğollar ile güçlerini birleştirme kararı aldı. Çünkü iki grubun da hedefi, Türk müziği ile Avrupa'da ün kazanmaktı. Manço, o zamana kadar Batı etkisinde, Moğollar ise Anadolu pop tarzında müzik yapıyordu. Manço, bu konuyla ilgili bir röportajında şunları söylemiştir: "Artık biz bir bütünüz. Ne ben Moğollar'ın şarkıcısıyım, ne de onlar benim grubum. Yepyeni bir grup olduk. Adımız MançoMongol. Kafaca anlaşan, aynı fikir seviyesine gelmiş olan bizler, yaptıklarımızın daha iyi olması için, sesimizi bütün Dünya'ya kuvvetlice duyurabilmek için, başbaşa vermenin zamanı geldiğini anladık." MançoMongol adlı grubun ilk Türkiye konseri ise 1971 Nisan'ında Manço'nun Platin Plak ödül töreninde gerçekleşti. Mayıs ayına kadar olan süreçte Barış Manço, Moğollar ile ""İşte Hendek İşte Deve", "Katip Arzuhalim Yaz Yare Böyle" ve "Binboğa'nın Kızı"'nı kaydettiler. "İşte Hendek İşte Deve"", de tıpkı Dağlar Dağlar gibi büyük beğeni topladı ve adını Barış Manço klasikleri arasına yazdırdı. Çıktıkları Anadolu turnesinin Kütahya ayağında Manço'ya göre uzun saçları yüzünden tehdit edildikten sonra tur otobüslerine dinamitle saldırı düzenlendi. Konserin hemen sonrasında meydana gelen patlamada kimse yara almadı. 1971'de kabakulak olan Barış Manço'nun hastalığının da etkisiyle Fransa'da çalışan bu grup, dört ay değişik yerlerde konserler verdikten sonra oradan ayrıldı. Mançomongol 1971'in Haziran ayında gruptaki anlaşmazlıklar ve Barış Manço'nun sağlık sorunları nedeniyle dağıldı.
1971 ve 1972 yılları Barış Manço'nun birçok sanatçı ile çalışarak Kurtalan Ekspres'i kurma çalışmalarıyla geçti. 1971 yılında, 1969 Türkiye Güzellik Kraliçesi Azra Balkan ile nişanlandı ancak Mayıs 1972'de ayrıldılar. 1972'de Kıbrıs'a giderken asker kaçağı olduğu gerekçesiyle yakalandı, ancak Belçika Kraliyet Akademisi diploması sayesinde yedek subay olma hakkı kazandı. Askerlik öncesi, 1972 yılı Şubat ayında, adını İstanbul'dan Güneydoğu'ya giden trenden alan Kurtalan Ekspres'i kuran Manço, 1972 Mayıs'ında grupla stüdyoya girerek ""Ölüm Allah'ın Emri" ve "Gamzedeyim Deva Bulmam"" adlı şarkıları kaydetti. Manço, Engin Yörükoğlu, Celal Güven, Özkan Uğur, Nur Moray ve Ohannes Kemer'in oluşturduğu orkestra ile Anadolu'da konserler verdi. Bu grupla kaydettiği ""Ölüm Allah'ın Emri" ve "Gamzedeyim Deva Bulmam"" şarkılarının yer aldığı ilk plağı 1972 yılının başında yayımladıktan sonra Barış Manço askere gitti. Türküola tarafından yayımlanan Barış Manço ve Kurtalan Ekspres'in ilk plağı "Ölüm Allah'ın Emri-Gamzedeyim Deva Bulmam" adlı plakta Kurtalan Ekspres kadrosu şu şekildeydi: Ohannes Kemer (yaylı tambur, gitar), Nur Moray (davul), Engin Yörükoğlu (davul), Celal Güven (vurmalı sazlar), Özkan Uğur (bas), Nezih Cihanoğlu (gitar). 1972 yılının Mayıs ayı sonunda ise grup, veda konserini vererek Manço'yu askere uğurladı. Kurtalan Ekspres ise dağılmayacağını ve Manço'nun askerden dönmesini bekleyeceğini açıkladı.
1972 yılının Nisan ayında altı ay süren Polatlı Topçu ve Füze Okul Komutanlığı'nda yedek subay öğrenciliğine başladı. Daha sonra topçu batarya takım komutanı asteğmen olarak bir yıl Edremit'te askerliğini yaptı. Bıyıklarını ve saçlarını kestiren Manço, bundan sonra hep bıyıklı ve uzun saçlı olacaktı. Polatlı'da ve Edremit'te orduevlerinde konserler verdi. Terhisine az bir süre kala Harbiye Orduevi'ne atandı. 19 ay 26 gün askerlik yapan Manço, bu sürede orduevi dışında sahne almadı.
Barış Manço, eğitim dönemi biter bitmez konser ortamından uzak kalsa da plak ile dinleyiciye ulaşma yollarını denedi. Kurtalan Ekspres ile ""Küheylan" ve "Lambaya Püf De"" adlı şarkıları kaydederek uzaktan çekilmiş peruklu fotoğrafının bulunduğu bir zarfla piyasaya sürdü. Şubat 1973'te yayımlanmış olan "Küheylan", Manço'nun isminin sağcıya çıkmasına neden olan ilk eserdi. Parçada geçen "Aslıhan, Neslihan, özümüze dönelim" gibi sözler Orta Asya özlemi olarak algılanmıştır. Bu plağı 1973 yılının Ağustos ayında yayımlanan, Manço'nun askerliğinin sonlarında tamamlamış olduğu "Hey Koca Topçu/Genç Osman" plağı takip etti. Genç Osman'ın da bir serhat türküsü olması Manço'nun ülkücü olarak eleştirilmesine neden olacaktı.
Askerlik sonrası ilk konserini Ankara Dedeman Sineması'nda verdi. Askerlik sonrasında ilk defa bir gazinoda sahne almaya başladı. Ancak Ankara'daki Lunapark Gazinosu'nda sadece dört gün sahne aldı ve işi bıraktı. İşi bırakmasıyla ilgili "Programlarımızı çeşitli şekillerde kısıtlamak istediler, kabul etmeyip çıktık" açıklamasını yaptı. İlk video klibini yine bu dönemde "Hey Koca Topçu" şarkısı için çekti. Bu klipte Kurtalan Ekspres üyeleri Yeniçeri ve Mehter kıyafetleriyle, Barış Manço ise Mülâzim-i Evvel Barış Efendi olarak asker giysisiyle göründü.
70'lerin ortalarına doğru Cem Karaca solun, Barış Manço ise sağın sembolü olarak görülüyordu. Ancak konserlerinde kendisine bozkurt işareti yapanlara biz sadece sizin için gelmedik buradaki herkes için geldik diyerek "Hey Koca Topçu"yu istek yapanları sol yumruğunu havaya kaldırarak protesto edecekti.
Barış Manço ve Kurtalan Ekspres 1974 yılı içerisinde "Nazar Eyle, Gülme Ha Gülme" adlı 45'liklerini kaydetti. Bu iki çalışma, öyküsü, sözü ve müziği Barış Manço tarafından yazılan Baykoca Destanı adlı bir konsept çalışmadan alınma şarkılar olmakla birlikte ilk etapta 45'lik olarak yayımlanmak zorunda kalındı. Daha sonra "Nazar Eyle" adlı çalışma, Baykoca Destanı'ndan çıkartıldı. Öte yandan Destan, Manço'nun "Etc." grubuyla yıllar önce kaydettiği "Gelinlik Kızların Dansı" gibi temalarla zenginleştirilerek 1975 sonlarına doğru bambaşka bir şekil alacaktı. Manço, o sene Hey dergisi tarafından yılın erkek şarkıcısı seçildi. 1974 yılında Avustralya turnesine çıkan Barış Manço ve Kurtalan Ekspres'in konser kayıtlarının kaset olarak yayımlanması planlandı, ancak bu tasarı hiçbir zaman hayata geçirilemedi. Aynı yıl 27 Haziran'da İnönü Stadı'nda düzenlenen "Hey Müzik Festivali-74" kapsamında sahne aldı.
1975 yılında Barış Manço'nun Kurtalan Ekspres ile birlikte hazırlamakta olduğu ilk uzunçalarına lokomotif olarak çıkarılan, bir yüzü askerde yazdığı "Ben Bilirim Ben Bilirim" bir yüzü ise gelmekte olan uzunçaların isim parçası olan enstrümantal "2023"’ten oluşan 45'lik yayımlandı. Aynı yıl bir yıllık bir çalışmanın ardından kariyerinin ilk uzunçaları olan "2023"'ü yayımladı. Manço'nun daha önceki Saykodelik rock ya da yakın dönemdeki Anadolu kökenli şarkılarından çok farklı olarak progresif rock denecek bir tarza sahip beş parçadan oluşan 13 dakikalık "Baykoca Destanı" ve Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılına yazılmış senfonik bir eser olan 10 dakikalık ""Kayaların Oğlu" ile "2023"" ikilisi gibi destansı eserlere sahip sıra dışı bir albüm olarak sanatçının diskografisinde yer aldı. Bu dönemde Barış Manço, kariyerinin tek sinema filmi Baba Bizi Eversene'de oynadı.
1975 yılında Kurtalan Ekspres'te Özkan Uğur'un gruptan ayrılması üzerine 1976'da eski Bunalımlar ve Erkin Koray elemanı Ahmet Güvenç gruba katıldı. Kurtalan'ın yeni klavyecisi ise Dadaşlar'dan gruba geçen Kılıç Danışman idi. O yıl Barış Manço ve Kurtalan Ekspres, "Barış Manço'nun Yeni Plağı" adıyla bir 45'lik yayımladı. 45'liğin bir yüzünde "Rezil Dede", diğer yüzünde ise "Vur Ha Vur" yer almaktaydı. "Rezil Dede" adlı parça, "Çay Elinden Öteye" adlı bildik Karadeniz türküsünün Barış Manço'nun esprili sözleriyle bir rock komediye çevrilmiş hâliydi. "Vur Ha Vur" ise 2023 uzunçalarının epik parçası Baykoca Destanı'ndan bir bölüm olan şarkının funk ve caz-rock tınılı yeni bir düzenlemeyle elden geçirilmiş hâliydi.
1976'nın Mart ayında dünya çapında bir firma olan CBS ile anlaşan Manço, "Baris Mancho" ismiyle lanse edileceği ve Avrupa pazarına yönelik olarak tamamen İngilizce şarkılardan oluşacak olan proje için 1976 yılının sonuna kadar Kurtalan Ekspres ve 30 kadar Belçikalı müzisyen ile 4 kadın vokalistten oluşan Georges Hayes Orchestra'nın eşliğinde dönem teknolojisinin tüm olanaklarını kullanan bir stüdyoda -Belçika'da- çalıştı. 2 milyon TL'ye mal olan ve 1976 yılının sonlarına doğru Baris Mancho adıyla Avrupa'nın birçok yerinde satışa sunulan uzunçalar, Romanya ve Fas gibi doğu ülkelerinde liste başı olsa bile genel olarak beklediği başarıyı yakalayamadı. Albüm Türkiye'de ise 1977 yılının başında Nick the Chopper olarak yayımlandı ve büyük başarı elde etti.
1977 yılında Barış Manço ve Kurtalan Ekspres'in 1972-1975 arasında 45'lik olarak yayımlanmış plaklarındaki şarkılardan oluşan Sakla Samanı Gelir Zamanı yayımlandı. Barış Manço ve Kurtalan Ekspres 1977'de 45 günlük bir Anadolu turnesine çıktı. Turnenin Balıkesir ayağında konser ekibi saldırıya uğradı ve grup üyelerinden Oktay Aldoğan ve Caner Bora yaralanarak hastaneye kaldırıldı. Bu olaya rağmen turne devam etti ve tamamlandı. Aynı yıl CBS firmasının desteğiyle Londra'da Rainbow Tiyatrosu'nda Kurtalan Ekspres ile birlikte konser vererek İngilizce ve Türkçe şarkılarını seslendirdi. Manço, konserden sonra karaciğer enfeksiyonu geçirdi ve karın boşluğunda bağırsağına yapışık bir tümör nedeniyle Belçika'da ameliyat oldu.
Bir süredir sağlık problemleri nedeniyle müzikten uzak kalmış olan Manço, 1978 yılının Haziran ayında Türkiye'ye dönerek yeni plağını hazırlamaya başladı. 1975'te tanıştığı Lale Çağlar ile 18 Temmuz 1978 tarihinde evlendi. Ohannes Kemer'in gruptan ayrılmasından sonra Kurtalan Ekspres'e Bahadır Akkuzu gitarist olarak girdi. Barış Manço ve Kurtalan Ekspres, 1978 sonuna doğru yayımlanan Yeni Bir Gün adındaki yeni uzunçalarlarının tanıtım konserini 1978 yılının Aralık ayında Şan Sineması'nda verdikleri konser ile gerçekleştirdi. Barış Manço, albümde yer alan şarkılardan "Sarı Çizmeli Mehmet Ağa" ve "Aynalı Kemer İnce Bele"yi 31 Aralık 1978 yılbaşı günü TRT'de seslendirdi. Barış Manço ve Kurtalan Ekspres, 1979 yılı içerisinde TRT'de İzzet Öz'ün hazırladığı "Sihirli Lamba" adlı müzik programına da iki kez konuk olup albüm parçalarını tanıtmışlardır. Programda gösterilmek üzere bazı parçalara klip de çekilmiştir. "Sarı Çizmeli Mehmet Ağa", "Bir Selam Sana", "Ne Ola Yar Ola", "Yeni Bir Gün" parçaları bunlardan bazılarıdır.
"Yeni Bir Gün", Barış Manço'nun uluslararası kariyer anlamındaki savaşı sırasında ihmal ettiği Türkiye cephesine dönüşünü ve yerini sağlamlaştırmasını sağlamıştır. Manço, pek çok röportajında bu dönemi yeniden doğuş ve ustalığa geçiş olarak nitelendirmiştir. 1979 yılında Cem Karaca'nın Türkiye'de etkinliğini yitirmeye başlaması da Manço'nun yeniden doğuşunu hızlandıran önemli bir etkendi. Barış Manço, bu albümle ilerici rock'ın Türkiye'deki en iyi örneklerinden birini verdi. "Sarı Çizmeli Mehmet Ağa", "Aynalı Kemer" gibi parçalar Barış Manço'nun halk deyişlerini kullanıp Türk müziğini, modern müzik ile başarıyla harmanlayarak bestelediği ve bu dönemde hit olan şarkılarındandır. Barış Manço, 1979 yılında "Yeni Bir Gün" adlı şarkısı ile Altın Kelebek Ödülleri'nde yılın erkek sanatçısı ünvanını kazandı. Bu şarkı ile ayrıca yılın bestecisi, yılın albümü ve yılın düzenlemesi ödüllerini de alırken Kurtalan Ekspres de yılın grubu ödülünü kazandı. 1979 yılında çıktığı Anadolu turnesinin tüm gelirini sağır ve dilsiz çocukların eğitimi ve tedavisine bağışladı. Aynı yıl Hollanda, Belçika, Birleşik Krallık, Almanya'da ve Kıbrıs'ta Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin 5. Kuruluş Yıldönümü etkinlikleri kapsamında Lefkoşa ve Mağusa'da konserler verdi. Belçika'daki konserden dönerken 24 Ağustos 1979 tarihinde Edirne'de aracının lastiği patladı ve bir otomobille çarpıştı. Kazada bel kemiği çatlayan Manço, boynunda boyunluk belinde çelik korse ile dolaşmak zorunda kaldığından uzun süre sahnelerden uzak kaldı.
1980'ler.
1980 yılında Manço ilk kez başka bir sanatçıya beste verdi. Barış Manço'nun sipariş üzerine bizzat Nazan Şoray için yaptığı ve kaydında yine Kurtalan Ekspres'in çaldığı ve 45'lik olarak yayımlanan "Hal Hal" yılın şarkısı ödülünü kazanırken Nazan Şoray'a da altın plak kazandırdı. Manço o sene Bulgaristan Altın Orfe Müzik Festivali'ne katıldı ve "Nick The Chopper" ve "Ben Bir Şarkıyım" şarkılarıyla festivalde Bulgar şarkılarını en iyi yorumlayan şarkıcı dalında birinci seçildi.
1980 yılının Eylül ayında Barış Manço sanat yaşamındaki 20. yılını "20. Sanat Yılı Disco Manço"yu yaparak taçlandırdı. Kasetin Almanya'daki Türk işçileri eliyle Türkiye'de korsanının çıkarılması ise Türkiye'de bu albümün plaklaştırılmaması için bahane oldu. Bu albüm, kaset formatında "Yeni Bir Gün" uzunçalarından şarkılarla zenginleştirilmiş olup, yeni kayıt olarak "Eğri Büğrü" ile Barış Manço'nun eski şarkılarının stüdyo ortamında Kurtalan Ekspres ile yeniden kaydedilip seslendirilmiş versiyonlarını içermektedir. Manço, Kurtalan Ekspres'le beraber 8 Ekim'de Emek Sineması'nda ve 9 Ekim'de Suadiye Atlantik Sineması'nda olmak üzere "Özlenen Randevu" adıyla İstanbul'da iki konser verdi. 1980 Ekim'inde ise daha önce Nazan Şoray tarafından plak yapılmış olan "Hal Hal" arka yüzünde önce Disko Manço'da yer alan "Eğri Büğrü" ile birlikte 45'lik olarak yayımlandı. Bu plak 45'lik olarak yayımlanan son Barış Manço ve Kurtalan Ekspres plağıydı. Gerek Nazan Şoray yorumu gerek Barış Manço yorumu ile büyük ilgi gören şarkı 80'lerin en popüler şarkıları arasında yer almasının yanı sıra bu takının Barış Manço ile özdeşleşmesini sağlayacaktı. 19 Mayıs 1981'de Barış ve Lale Manço çiftinin ilk çocukları Doğukan Hazar Manço, Belçika'nın Liège şehrinde doğdu.
Barış Manço 1981 yılının sonunda "Sözüm Meclisten Dışarı" albümünü yayımladı. Albümde yer alan "Arkadaşım Eşek" bir anda küçük büyük herkesin beğenisini kazandı. Fakat albümdeki 9 şarkıdan 6 tanesi TRT denetleme kuruluna takıldı. O tarihe kadar hemen hemen her şarkısı denetleme kurulundan geçen Barış Manço bu sefer TRT denetleme kurulundan sadece "Arkadaşım Eşek", "Şehrazat" ve "Dönence"'nin geçmesi üzerine 4 Kasım 1981 tarihinde albümdeki diğer şarkıların da radyoda ve TV'de yayımlanabilmesi için TRT Genel Müdürü Macit Akman'ı ziyaret ederek albümün denetim kurulu tarafından tekrar değerlendirilmesini rica etti.
Manço, 1982 yılında iki kez TRT'de İzzet Öz'ün hazırladığı "Teleskop" programına katılarak, "Arkadaşım Eşek", "Şehrazat", "Dönence", "Ali Yazar Veli Bozar" ve "Hal Hal" şarkılarını seslendirdi. Arkadaşım Eşek ile birlikte ""Ali Yazar Veli Bozar" gibi halk deyişlerine yer veren alışagelmiş Barış Manço hitlerinin yanı sıra en başarılı Türk ilerici rock şarkılarından biri olarak kabul gören "Dönence"" ve Manço'nun günümüzde "Dağlar Dağlar"dan sonra en popüler şarkısı olarak kabul edilen "Gülpembe"nin yer aldığı "Sözüm Meclisten Dışarı" albümü ile birlikte Barış Manço 80'li yıllar boyunca devam edecek olan popülerliğinin doruk noktasına ulaştı. 1982 yılında önce Anadolu turnesi, daha sonra da Amerika konserleri ile büyük başarı elde etti. Manço, bu dönemde yurt dışında birçok TV programına konuk olarak katıldı, birçok ülkede konserler verdi. 28-29 Ekim 1982 tarihlerinde Almanya, Avusturya, İsviçre, Belçika ve Hollanda'da televizyon programlarına katıldı. Altın Kelebek ödüllerinde Türk pop müziği dalında 1982 yılının en iyi erkek sanatçısı seçilen Barış Manço 1983 Eurovision Şarkı Yarışması'nın TRT tarafından yapılan Türkiye elemelerine "Kazma" adlı şarkısıyla katıldı. Barış Manço favori olarak gösterilse de jüri tarafından ön elemede elendi ve "Aslında benim jürim elli milyondur. Esas kararı onlar verecektir. Döneceğim ve parçayı plak yapacağım. O zaman her şey ortaya çıkacak" açıklamasını yaptı.
Barış Manço, 1983 yılının Temmuz ayında Estağfurullah... Ne Haddimize! albümünü yayımladı. Manço, bu albümle ""Halil İbrahim Sofrası" ve "Kazma"" gibi ahlaki sözler içeren şarkılarla zorlu bir dönem yaşayan Türk halkının sözcüsü oldu. Sanatçının 60'lı yıllarda önce Les Mistigris ile "Bizim Gibi" adıyla, daha sonra da Kaygısızlar ile kaydetmiş olduğu "Kol Düğmeleri", bu albümde Kurtalan Ekspres ile birlikte kaydedilen yeni düzenlemesiyle yer alıp büyük beğeni toplamıştır. 1984 Altın Kelebek ödüllerinde altıncı kez yılın erkek sanatçısı seçilen Manço, 24 Temmuz 1984'te ikinci oğlu Batıkan Zorbey Manço'nun doğumu ile ikinci kez baba olma sevincini yaşadı.
1985 tarihinde yayımlanan "24 Ayar" albümü ile birlikte Barış Manço'nun ezgisi değişmeye başlamıştır. Bireşimci ve elektronik dizem ağırlıklı bir tarza sahip albüm, dönemin dünyada oldukça rağbet gören tarzları elekronik pop, teknopop ve yeni akım etkileşimiyle dikkat çekse de Türkiye'de o yılların en rağbet gören müziği taverna ve arabeskten de bir o kadar uzak durmaktaydı. Kurtalan Ekspres, o sırada askerde olan Bahadır Akkuzu dışında, Manço'nun 60'lı yıllardan arkadaşı ve Belçika'lı eski bir ilerici rock grubu olan Recreation'ın lideri Jean Jacques Falaise ile birlikte bu albümde de Manço'ya eşlik etmiştir. Jacques Falaise'in Kurtalan Ekspres'e farklı ve uyumlu bir ezgi anlayışı getirdiği bu albüm ustaca yazılmış sözler itibarıyla mutasavvıf bir biçemin benimsendiği ""Dört Kapı" çocukların favorisi "Bugün Bayram", "Söyle Zalim Sultan" ve "Gibi Gibi"" şarkılarıyla dikkat çekmeyi başardı. Manço'nun diğer albümlerinde de rastladığımız destansı eserlerden biri de bu albümde bulunmaktadır. "Lahburger" adı altındaki parça batılılık ve doğululuk konusuna damga vurur. Manço, aynı yıl bir ameliyat geçirdi. Karın boşluğunda bulunan üç tane tümör başarılı bir ameliyat ile alınır.
Barış Manço, 1986 yılı sonunda Değmesin Yağlı Boya albümünü yayımladı. "24 Ayar" albümü ile başlayan müzikal değişim bu albüm ile kendini daha da belli etmekteydi ve Manço'nun grup müziğinden uzaklaştığı görülmekteydi. Şarkıların düzenlemeleri Garo Mafyan tarafından yapılan albüm, 80'lerin ruhuna uygun olarak elektronik pop efektleriyle süslenmiş bir albümdü. Manço bu dönemden itibaren şarkılarına çektiği video klipler ile bu alanda birçok sanatçıya öncü olmuştu. Manço, "Değmesin Yağlı Boya" albümündeki birçok şarkısına klip çektirdi. Video klibi ile büyük ilgi gören ""Süper Babaanne" ve adını Barış Manço Klasikleri arasına yazdıran "Unutamadım" büyük ilgi gördü.
Barış Manço, gelişen kayıt teknolojileri nedeniyle Kurtalan Ekspres'i albüm kayıtlarından çekmeyi düşünse de Kurtalan Ekspres adını sahnede yaşatmaya devam etti. Ancak Caner Bora, Celal Güven ve Ahmet Güvenç'in (1991 yılında geri döndü) Kurtalan Ekspres'ten ayrılmaları ile grup klasik yapısını büyük ölçüde yitirdi. 1988 yılında, bir önceki albümde Barış Manço'nun müziğine giren Garo Mafyan'ı, Hüseyin Cebeci'nin yanı sıra klavyede Ufuk Yıldırım ve vokalistler Özlem Yüksek ve Yeşim Vatan takip etti. Kurtalan Ekspres'ten Bahadır Akkuzu'nun gözetmenliğini üstlendiği ve bu kadronun ürünü olan 1988 tarihli Sahibinden İhtiyaçtan ve 1989 tarihli Darısı Başınıza albümleri ile bu albümlerde yer alan "Domates Biber Patlıcan", "Kara Sevda", "Can Bedenden Çıkmayınca" ve ""Nane Limon Kabuğu"" gibi hitler döneme damgasını vurdu. Barış Manço daha önceden Türkiye'de öncüsü olduğu video klip çalışmalarına bu dönemde hız vermiştir. "Sahibinden İhtiyaçtan" ve "Darısı Başınıza" albümlerindeki bütün şarkılara klip çeken Manço eski hitlerine de klip çektirmeyi ihmal etmemiştir. Barış Manço, 1989 yılında Sezen Aksu ile birlikte yılın en başarılı pop müzik sanatçısı seçildi.
7'den 77'ye, Japonya turnesi ve 1990'lar.
Barış Manço, yapmak istediği televizyon programlarını yıllarca planladı ve kafasında tasarladı. Ancak dönemin TRT yönetiminden bir türlü olumlu yanıt alamıyordu. En sonunda televizyon projesini hayata geçirmek için Ekim 1988'de TRT 1 televizyonuna, o güne kadar benzeri yapılmamış bir program önerdi. "Çocuk ve aileye yönelik eğitici ve eğlendirici bir dünya belgeseli" olan ve yayına girdiği günden beri, milyonlarca izleyicinin ilgisini çeken ve ekran başına toplayan, "Barış Manço ile 7'den 77'ye" programı 1988 yılında doğdu. 1988'de Barış Manço'yu başta çocukların olmak üzere herkesin sevgilisi yapacak "7'den 77'ye" programı başlar. TRT'de yayımlanan bu programda TV ekibi 150'den fazla ülkeye gidip, oraları seyircilere tanıtır. "Adam Olacak Çocuk" ile de çocuklara öğütler vermeyi, onlara yeteneklerini sergileme fırsatı verip dönemin en başarılı televizyon yüzü olur. "Barış Manço ile 7'den 77'ye", adından da anlaşılabileceği gibi tüm yaş gruplarına hitap ediyor ve kendi içerisinde özel bölümlerden oluşuyordu. "Adam Olacak Çocuk" ile çocuklara, "İkinci Kahvaltı" ile büyüklerimize ve yaşlılara, "Dönence" ve "Dere Tepe Türkiye" ile yetişkinlere; dolayısıyla herkese hitap ediyordu.
1990 yılında Ertuğrul Fırkateyni'nin Japonya'ya gelişinin 100. yılı nedeniyle düzenlenen "Türk-Japon dostluğu" etkinlikleri kapsamında Japonya'ya gitti ve Japonya'daki ilk konserini verdi. Bu konseri Japon Veliaht Prensi de izledi. 1991'de Japonya'ya tekrar gitti ve Tokyo Soka Üniversitesi İkeda Salonu'nda konser verdi. Konser sırasında Manço'yla birlikte Soka Üniversitesi Rektörü ve Soka Vakfı başkanı Daisaku İkeda'nın ellerinde bayraklarla "Kara Sevda" şarkısını söylemesi ve salonun coşkulu görüntüsü, Türkiye'de de konserin ilgi görmesini sağladı. 5 Şubat 1992 tarihinde annesi Rikkat Uyanık (Manço, Kocataş) öldü ve Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi.
1992 yılında Mega Manço albümünü yayımlayan Barış Manço, "Ayı", "Süleyman" gibi şarkılarla kendini dinletmeyi başarsa da 1986 yılından beri uyguladığı formülün eskisi kadar prim yapmadığını fark etti. Daha sonra yapılan bir röportajda albümün daha iyi olabileceğini kendisi de belirtmiştir. 1994 yerel seçimlerinde Tansu Çiller başkanlığındaki Doğru Yol Partisi'nden Kadıköy Belediye Başkanı adayı oldu, ancak rahatsızlığı üzerine seçimden önce adaylıktan çekildi. 1995'te Müsaadenizle Çocuklar albümünü yayımladı. Japonya'dan konser teklifi gelmesi üzerine, 1995'te Japonya'da çok başarılı bir turneye çıktı. 1996'da konser albümü Live in Japan yayımlandı.
Bu dönemden sonra müziğin kalitesinin nispeten azaldığı, özel televizyonların arttığı, izlenme kavramının ortaya çıktığı günlerde Barış Manço, kendini hem televizyon, hem de müzik ekranından çekti. 1990'ların sonlarına doğru "Kaplumbağanın Öyküsü" projesini yaratmak istedi ve tanıtımlar da kaydedildi, ancak plak şirketinin isteğiyle Mançoloji adlı bir toplama albüm yapma kararı aldı. Hayranlardan gelen istekler üzerine seçilen şarkılar, Kurtalan Ekspres'te de çalan Eser Taşkıran düzenlemeleriyle kaydedildi.
Diskografi.
İlk plağı 1962 yılında Harmoniler orkestrası ile kaydettiği "Twistin Usa" ve "The Jet" şarkıları ile çıkan Manço'nun ilk Türkçe besteleri 1967'de yayımlanan "Kol Düğmeleri" ve "Seher Vakti" adlı parçalardır.
Manço'nun 12 Stüdyo, 1 konser, 7 derleme albümü ile 31 adet single eseri vardır.
Müzik klipleri.
İlk video klibini 1973'te "Hey Koca Topçu" parçası için çekti. Bu klipte Kurtalan Ekspres müzik grubu üyeleri Yeniçeri ve Mehter kıyafetleriyle, Barış Manço ise Mülâzim-i Evvel Barış Efendi olarak asker giysileriyle göründü.
Özellikle 1970'li yıllarda klip kültürü Türkiye'de gelişmiş olmadığından, ilk iş olarak Barış Manço kendi programı için şarkılarını görselleştirmeye başladı. Programlarda yayımlanacak bu görselli şarkıların en dikkat çekeni "İşte Hendek İşte Deve" olmuştur. Bu şarkı, o dönemin insanı üzerinde direkt olarak etki edecek görseller bütünüyle kliplendirilmiştir. Barış Manço'nun hemen her klibi gibi bu klipte sosyal mesaj amacı taşımaktadır. "Can Bedenden Çıkmayınca" şarkısının ve "Arkadaşım Eşek" şarkısının klibi için çeşitli şehirler gezen Barış Manço, kliplerinde her zaman şarkıdan hariç sosyal iletiler eklemeyi ihmal etmemiştir. Klipleri TRT'den sonra çeşitli özel kuruluşlar tarafından da gösterilmeye başlanmıştır. Sanatçı, "30. Yıl Özel: Tümü Aksesuar Sahibinden İhtiyaçtan" albümündeki tüm şarkılara klip çekmiştir. Bunlardan en dikkat çekeni "Sahilde" şarkısının klibi olmuştur.
1995'te "Müsaadenizle Çocuklar" albümü için dönemin genç pop şarkıcıları "Adam Olmuş Çocuklar Korosu" adıyla bir araya gelerek aynı adlı şarkıyı seslendirdiler ve de Ajlan & Mine, Soner Arıca, İzel, Jale, Burak Kut, Nalan, Hakan Peker, Tayfun, Grup Vitamin, Ufuk Yıldırım ve Barış Manço, Taksim Meydanı'nda bu şarkı için beraber klip çektiler.
Müzikal mirası.
Türkiye'de 1950'li yıllarda Erkin Koray ile başlayan, Cem Karaca, Moğollar gibi isimlerle devam eden rock müziğin kurucu isimleri arasındadır. Özellikle 1960'lı yıllar, Türkiye'de yeni arayışların olduğu bir dönemdir. Farklı müzik türlerinin birleşimiyle oluşan bu yeni müzik türü, Türk Sanat Müziği, Türk halk müziği gibi geleneksel müziklerden beslenerek Anadolu Rock veya Anadolu Pop'u oluşturur. Manço da bu dönemde bazı halk türkülerini ve Klasik Türk Müziği parçalarını rock müziğe kazandırarak farklı müzik türleri arasında iletişim kurmaya çalışır.
Manço'nun şöhret kazanmasını sağlayan Kol Düğmeleri parçasını da yapan Kaygısızlar grubu, Anadolu türküleri, doğu ezgileri ve çağdaş Batı müziğini birleştirerek özgün bir tarz oluşturur. Türkiye şartlarında giyim kuşamı, sakalı, yüzükleri ile farklı bir görünüme sahip olduğu için yadırgansa da zamanla bu giyim tarzı herkes tarafından kabul görür. 1970'te sözlerini yazdığı, 700.000'den fazla satan "Dağlar Dağlar" türküsü ile Türkiye'nin beğenisini kazanır. Anadolu pop müziğinde önemli bir yere sahip olacak olan Moğollar ve 1970'li yılların başında kurulan Kurtalan Ekspres'te de özgün müzik tarzına devam eder. Elektronik altyapısı ve müzikal kalitesiyle 2023 albümü, bas gitar'ın kullanımı bakımından "Dönence" ve "Gül Pembe" parçaları Kurtalan Ekspres'in öne çıkan çalışmalarıdır.
Barış Manço, Cem Karaca gibi muhaliflerle rock müzik yapmamış olsa da 12 Eylül Darbesi, getirdiği kısıtlamalar nedeniyle müziğe de olumsuz etki yapar. Türkiye'de rock müziğin düşüşte olduğu 1980'li yıllarda Manço, rock ve pop ağırlıklı 24 Ayar, Sahibinden İhtiyaçtan, Darısı Başınıza albümlerini çıkarır. 1990'a kadar televizyon, 1992'ye kadar radyo yayıncılığında Türkiye'deki tek kurum olan TRT, Manço'nun "Rezil Dede", "Acıh da Bağa Vir" gibi bazı şarkılarını uygun bulmayarak yayımlamaz. Aynı dönemde "Bugün Bayram" gibi çocuklara hitap eden şarkılar da yapar.
Türkiye'de pop müziğinin zirvede olduğu ve piyasaya yönelik müziğin yapıldığı 1990'lı yıllarda Manço, daha sonra müzikal kalite açısından kötü olarak değerlendirilen Mega Manço adlı albümü çıkarır. 1998'de 40. sanat yılı nedeniyle Mançoloji adını verdiği albümü yapmaya başlar.
Diğer çalışmaları.
1988 yılının Ekim ayında TRT 1'de çocuk ve aileye yönelik bir eğitim kültür ve eğlence programı olarak başlayan "7'den 77'ye" adlı televizyon programı, 1998 yılının Haziran ayında 378. kez ekrana gelerek Türk televizyonculuğunda ulaşılması zor bir rekoru kırdı. "Ekvatordan Kutuplara" isimli programında ekibiyle birlikte beş kıtada 100'den fazla değişik yöreye giderek 600.000 km.’ye yakın yol kat etti. Ayrıca "4×21 Doludizgin" adında bir söz gösterisi -tolkşov- programının yapımcılığını yaptı.
1975 yapımı Baba Bizi Eversene, sanatçının tek sinema filmidir. Barış Manço, bu filmde başrol oynamış ve filmin müziklerini Kurtalan Ekspres ile beraber yapmışlardır. Sinan Çetin'in yönettiği 1985 yılı yapımı "14 Numara" adlı filmin müziklerini yine Kurtalan Ekspres'le, 1982 yılı yapımı Çiçek Abbas filminin müziklerini de Cahit Berkay'la beraber yaptı.
1963 yılında "Yeni Sabah" gazetesinde "Sami Sibemol" takma adıyla müzik içerikli yazılar yazdı. 1993 yılında Milliyet Gazetesi'nde "Oku Bakiim" başlığıyla konularını günlük hayattan alan köşe yazısı yazmaya başladı ve 1995 yılına kadar yazmaya devam etti. Ölümünden önce müzik hayatının 40 yılını kitap hâline getirmeyi planlıyordu.
1998 yılında turizm sektörüne girerek Muğla'nın Bodrum ilçesi Akyarlar mahallesinde "Club Manço" adında devre tatil ve otelden oluşan 600 kişi kapasiteli bir tatil mahallesi açtı. Tesisin açılışını Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yaptı.
Ölümü.
31 Ocak 1999 gece saat 23.30 civarında İstanbul'un Moda semtindeki evinde kalp krizi geçirdi ve kaldırıldığı Siyami Ersek Göğüs-Kalp-Damar Cerrahisi Hastanesi'nde aynı gece saat 01.30'da öldü. Daha önce 1983 yılında bir kalp spazmı geçirmişti. 1991 yılında devlet sanatçısı ünvanı aldığından dolayı cenazesi için devlet töreni düzenlendi. Bu töreni TRT, Kanal D ve Kanal 6 canlı olarak kesintisiz yayımladı. Samanyolu TV ve Star TV televizyonları Manço Köşk'ten sevenlerinin düşüncelerini gün boyunca aralıksız paylaştı. Ayrıca Star TV ölümünün hemen öncesinde çekilen bir röportaj yayımladı. 3 Şubat 1999 tarihinde üzerinde Galatasaray bayrağı da bulunan Türk bayrağına sarılı naaşı Atatürk Kültür Merkezi'ne getirilerek tören düzenlendi, ardından Levent Camii'nde cenaze namazı kılındı ve Kanlıca'daki Mihrimah Sultan Mezarlığı'nda toprağa verildi. Mezarına "Gesi Bağları" yorumundan ötürü Kayseri'nin Gesi beldesinden getirilen toprak da kondu. Ölümünün duyulmasının ardından Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve bazı siyasetçiler başsağlığı mesajı yayımladılar.
Barış Manço ölmeden önce müzik hayatının 40 yılını anlatan 40. yıl şarkısını bestelemiş ancak sözlerini yazamamıştır. Bu şarkının da bulunduğu "Mançoloji" 1999 yılında yayımlandı ve 2,6 milyon satarak o yılın en çok satan albümü oldu. Daha sonra 2002 yılında "Yüreğimdeki Barış Şarkıları" adında bir anma albümü yayımlandı.
Manço'nun ölümüyle Kurtalan Ekspres yeni albüm çalışması yapmayarak yaklaşık iki yıl boyunca Barış Manço için düzenlenen birçok anma konserine katıldı. Önemli bir solisti kaybeden grup, 2003'ün Ekim ayında ilk solo albümü olan "3552"'yi çıkardı.
Mal varlığı.
Barış Manço, ölümünden hemen önce "Club Manço" isimli bir tatil köyü kurdu. Oğlu Doğukan ve eşi Lale Manço'nun ifadelerine göre, Barış Manço'nun yaşamı boyunca hiç borcu olmadı. Manço çifti ve Aksüt ailesi ile ortak kurulan "ASM Dış Ticaret Turizm İnşaat Sanayi A.Ş." adında, payları müşterek olarak bir şirketleri vardı. Bu şirketin üzerinden "Club Manço" için çekilen kredilerin zamanında ödenmemesi sebebiyle Halk Bankası kefillerin mallarına haciz getirdi. 4 Temmuz 2002 tarihinde başlatılan hacizler, o günün parasıyla 2,5 trilyon borcun ödenmesi için yapıldı ve bu hacizler ailesini etkilediği kadar sevenlerini de oldukça üzdü çünkü haczedilenler arasında Manço Köşk de vardı. Rolls-Royce, MG ve Jaguar marka üç antika otomobili, antika eşyaları ve piyanosu bu hacizler neticesinde satıldı. Borcun tamamıyla ödenmesi 2009 senesini buldu. Ayrıca Lale Manço ve Sulhi Aksüt arasındaki borç husumeti sürmeye devam etti. Borçlarla ve hacizlerle ilgili olarak Manço ailesi Cumhurbaşkanı'na ve Başbakan'a mektuplar yazdı, yardım istedi. Ancak bu mektupların hiçbirine yanıt alamadılar.
Manço'nun hayali ve önemli açıklamaları.
Barış Manço'ya bir TRT röportajı sırasında sorulan soru üzerine, "Benim birkaç hayalim var: 80 yaşındayken elimde bastonum, belki kolumda Doğukan, onun yardımıyla çıkarım sahneye ve senfoni orkestrasına 2023 çaldırmak en büyük ideallerimden birisi olsa gerek." demiştir. Yine bu röportajda "Bu kadar hayat dolu olmanıza rağmen şarkılarınız neden hep ölüm içeriyor?" sorusuna ise "Ölüm yaşam uykusundan uyanmaktır." yanıtını vermiştir. Kendi portresini çizerken anlattığı yaşam öyküsünde "Cahit Sıtkı üstadın dediği gibi yaş 35 yolun yarısı, ben burayı geçtim, yarı yolum kaldı." demiştir. Kendi belgeselinde sorulan "Albümleriniz Japonya'da daha çok satıyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?" sorusuna "Orada albümlerim milyonları geçti. Türkiye'de ise yarım milyon olsa çok sevinirim." yanıtını vermiştir. Bu belgeselde kendisine hatırlatılan, trafik kazasında ölen bir bebekle ilgili soruya "O benim arkadaşım olacaktı, arkadaşımdı. Bunlar çok zor sorular." diyerek üzüntüsünü dile getirmiştir. Müge Anlı tarafından hazırlanan belgeselinde "Ben gelin istiyorum, iki tane de kızım olacak. Allah bize ömür versin." demiştir. Müge Anlı'nın sorusu üzerine "Hayır, evimin müze olmasını istemem. Burası bizim evimiz. Biz burada yaşadık, çocuklarımız da burada yaşasın. Gelinlerim gelecek daha. Allah bize ömür versin, biz yaşayalım burada." demiştir. Manço, evinin müze yapılmasını istememiştir.
Ali Kırca'nın "Siyaset Meydanı" programında Türkiye'de müzik etkisinin değişimi ve gelişimi üzerine kitap yazacağını dile getirmiştir ancak ömrü yetmemiştir. Yazacağı kitap ve gezi ansiklopedilerinden katıldığı bir kukla gösteri programında da bahsetmiştir.
1999 yılında Star TV'ye verdiği bir röportajda "Daha huzurlu bir ortam istiyorum." demiş, bu röportajdan kısa süre sonra ölmüştür. Sanatçının son görüntüleri olan bu röportajda, Türkiye'nin içerisinde bulunduğu bunalımlardan, siyasi gerilimlerden ve sevgisizlik, çatışma ortamından duyduğu rahatsızlıkları anlatmış ve "Artık albüm yapmayacağım." demiştir.
Âşıklık geleneğindeki yeri ve önemi.
Barış Manço, kimi akademik çevrelerce ozan-baksı edebiyat geleneğinin devamı olan âşıklık geleneğinin çağdaş bir temsilcisi olarak görülür. Şarkılarında halk kültüründen, sanatından, edebiyatından bolca faydalanması, söz konusu geleneğin gerek biçimlerini gerekse temalarını sıklıkla kullanması; eserlerinde mesajlar vermesi, şarkılarının son dörtlüğünde âşıkların yaptığı gibi adını tapşırması bu görüşün temel dayanaklarıdır. Bazı akademisyenlerce de Barış Manço, yeni bir oluşumun temsilcisi olarak görülür. Bu da âşıklık geleneğinin devamı olarak kabul edilebilecek ve "Çağdaş Türk Ozanlığı" olarak adlandırılan oluşumdur. Manço'nun yaptığı geleneğin birebir kopyası ve devamı şeklinde değil, birleştirerek ve dönüştürerek yeniden üretmedir.
Hatırası.
Barış Manço Evleri.
Kadıköy'ün Moda semtinde bulunan köşkü sanatçının ve ailesinin eşyalarının sergilendiği bir ev haline getirildi. Köşk, 19. yüzyılda yapılan ve Whittall ailesinin evi olarak bilinen tuğladan yapılmış bir konaktı. Konak, 1970'li yıllarda Manço tarafından satın alındı ve ölümüne kadar bu konakta ailesiyle birlikte yaşadı. Günümüzde apartmanlar ile çevrili bu tarihî konak Barış Manço evi olarak kullanılmakta ve Barış Manço'nun kişisel eşyaları sergilenmektedir. Bu evin müze olabilmesi için tüm haklarının bir noktada olması gerekiyordu, ancak evin tapusu bankanın, işletmesi Kadıköy Belediyesi'nin, içerikte sergilenenlerde ailenin olduğu için müze sınıfında değildir.
Sanatçının Belçika, Liège'de bir evi daha bulunmaktadır. Bu ev, ailesi tarafından satışa çıkarılınca Nusret Aktaş isimli bir hayranı satın almıştır. "Liège Barış Evi" isimli evde, sanatçının eşyaları sergilenmektedir.
Barış Manço Belgeliği.
Barış Manço ile yıllarca beraber çalışmış yapımcı Erkmen Sağlam'ın, sanatçının yaşamının değişik zamanlarında çekilmiş geniş bir fotoğraf arşivi vardır. Bu fotoğraf arşivinin bir kısmı Barış Manço Evi'nde bulunmaktadır. Yapımcı Erkmen Sağlam tarafından düzenlenen "Barış Manço Fotoğraf Sergisi" birçok ili gezmiş ve sevenleriyle buluşmuştur. Fotoğraf sergisi il il gezerek sergilenmeye devam etmektedir.
Barış Manço adına açılmış bir YouTube kanalı da bulunmaktadır. Bu kanalda, sanatçının konser kayıtlarından gezi programlarına, müzik kliplerinden belgesellerine ve cenaze görüntülerine kadar çok geniş bir arşiv bulunmaktadır.
Sanatçının sosyal medya adresleri bulunmaktadır. Ailesi tarafından yönetilen bu hesaplarda birçok arşivlik fotoğraf ve video yer almaktadır.
Ödülleri.
Müzik ve televizyon hayatında üç binden fazla ödül almıştır. Bu ödüller Barış Manço Evi'nde sergilenmektedir. Başlıca ödülleri şunlardır:
1999'dan Sonra Barış Manço.
Manço'nun vefatının ardından daha önce yayımlanmamış bazı şarkıları müzikseverlerle buluşturuldu. En son yayımlanan şarkısı 2023 yılı itibarıyla YouTube ve Spotify'da yayımlanan "Notre Maison" adlı şarkısıdır.
Barış Manço'nun vefatının ardından, onun anısını yaşatmak amacıyla çeşitli etkinlikler, çalışmalar ve sanat günleri düzenlenmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=894",
"len_data": 45709,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.09
}
|
Deprem, yer sarsıntısı, seizma veya zelzele, yer kabuğunda beklenmedik bir anda ortaya çıkan enerji sonucunda meydana gelen sismik dalgalanmalar ve bu dalgaların yeryüzünü sarsması olayıdır. "Sismik aktivite" ile kastedilen, meydana geldiği alandaki depremin frekansı, türü ve büyüklüğüdür. Depremler sismograf ile ölçülür. Bu olayları inceleyen bilim dalına da sismoloji denir. Depremin büyüklüğü Moment magnitüd ölçeği (ya da eskiden kullanımda olan Richter ölçeği) ile belirlenir. Bu ölçeğe göre 3 ve altı büyüklükteki depremler genelde hissedilmezken 7 ve üstü büyüklükteki depremler yıkıcı olabilir. Sarsıntının şiddeti Mercalli şiddet ölçeği ile ölçülür. Depremin meydana geldiği noktanın derinliği de yıkım kuvveti üzerinde etkilidir, bu sebepten yeryüzüne yakın noktalarda gerçekleşen depremler daha çok hasara neden olmaktadır.
Dünya yüzeyinde gerçekleşen depremler kendilerini bazen sallantı bazen de yer değiştirme şeklinde göstermektedir. Bazen yeryüzüne yakın bir noktada güçlü bir deprem gerçekleştiğinde okyanus kıyılarında tsunamiye sebep olabilir. Depreme bağlı sarsıntılar ayrıca toprak kaymasına neden olabilirken volkanik aktiviteleri de tetikleyebilir.
Genel olarak "deprem" sözcüğü herhangi bir sismik olayın ürettiği (doğal bir fenomen olarak gerçekleşmiş veya insanların sebebiyet verdiği) sismik dalgaları adlandırmak için kullanılır. Depremler genellikle kırıkların (fay hatları) çatlamasıyla oluşur. Bunun yanı sıra volkanik faaliyetler, toprak kaymaları, mayın patlamaları veya nükleer patlamalar sonucunda da depremler gerçekleşebilir.
Doğal depremler.
Deprem fay türleri.
Üç çeşit kırık (fay) tipi vardır. Bunlar; Eğim atımlı ters fay, eğim atımlı normal fay ve doğrultu atımlı faylardır.
Yeryüzünde pek çok deprem eğim atımlı ve doğrultu atımlı faylardaki kırıklar sonucunda oluşur.
Normal faylar.
Normal faylar, esasen kabuğun ıraksak sınır gibi uzamış olduğu alanlarda meydana gelir. Normal faylarla ilişkili depremler genellikle 7 büyüklüğünden daha azdır. Birçok normal fay boyunca maksimum büyüklükler daha da sınırlıdır, çünkü bunların çoğu kırılgan tabakanın kalınlığının yalnızca yaklaşık 6 km olduğu İzlanda'da olduğu gibi yayılma merkezleri boyunca yer alır.
Ters faylar.
Ters faylar, yakınsak sınır gibi kabuğun kısaldığı alanlarda meydana gelir. Ters faylar, özellikle yakınsak levha sınırları boyunca olanlar, en güçlü depremlerle, mega bindirmeli depremlerle ilişkilidir, bunların neredeyse tümü 8 veya daha büyük büyüklükteki depremlerdir. Mega bindirme depremleri, dünya çapında salınan toplam sismik momentin yaklaşık %90'ından sorumludur.
Doğrultu atımlı faylar.
Doğrultu atımlı faylar, fayın iki yakasının birbirini yatay olarak geçtiği dik yapılardır; dönüşüm sınırları, belirli bir doğrultu atımlı fay türüdür.
Doğrultu atımlı faylar, özellikle kıtasal dönüşümler, yaklaşık 8 büyüklüğünde büyük depremler üretebilir. Doğrultu atımlı faylar, neredeyse dikey olarak yönlendirilme eğilimindedir ve kırılgan kabuk içinde yaklaşık olarak genişliğe neden olur. Dolayısıyla, 8'den çok daha büyük depremlerin olması mümkün değildir.
Ek olarak, üç hata tipinde bir stres seviyeleri hiyerarşisi vardır. Bindirme fayları en yüksek, doğrultu atımlı orta faylar ve normal faylar en düşük gerilim seviyeleri tarafından oluşturulur. Bu, faylanma sırasında kaya kütlesini "iten" kuvvetin yönü olan en büyük asal gerilimin yönü dikkate alınarak kolayca anlaşılabilir. Normal faylar durumunda, kaya kütlesi dikey yönde aşağı doğru itilir, dolayısıyla itme kuvveti ("en büyük" ana gerilim) kaya kütlesinin ağırlığına eşittir. Bindirme durumunda, kaya kütlesi en az asal gerilme yönünde, yani yukarı doğru, kaya kütlesini kaldırarak "kaçar" ve böylece örtü tabakası "en az" asal gerilmeye eşittir. Doğrultu atımlı faylanma, yukarıda açıklanan diğer iki tip arasında orta düzeydedir. Üç faylanma ortamındaki gerilim rejimindeki bu farklılık, fayın boyutlarından bağımsız olarak yayılan enerjideki farklılıklara katkıda bulunan faylanma sırasındaki gerilim düşüşündeki farklılıklara katkıda bulunabilir.
Artçı depremler ve Öncü depremler.
Artçı sarsıntı, bir önceki deprem olan ana şoktan sonra meydana gelen bir depremdir. Kayalar arasındaki hızlı gerilim değişimleri ve ilk depremden kaynaklanan gerilim ana şokun etkilerine uyum sağlayan yırtılmış fay düzlemi etrafındaki kabukla birlikte, bu artçı şokların ana nedenleridir.
Bir artçı sarsıntı, ana şokla aynı bölgededir ancak her zaman daha küçük bir büyüklüktedir, ancak yine de daha önce ana şoktan hasar görmüş binalara daha da fazla hasar verecek kadar güçlü olabilirler.
Bir artçı ana şoktan daha büyükse, artçı ana şok olarak yeniden adlandırılır ve ilk ana şok öncü deprem olarak yeniden adlandırılır. Yer değiştiren fay düzlemi etrafındaki kabuk ana şokun etkilerine göre ayarlanırken artçı şoklar oluşur.
Artçı sarsıntılar ana depremin hissedildiği merkezde gerçekleşir ancak büyüklük olarak ondan daha küçüktür. Eğer artçı sarsıntı ana depremden daha şiddetli gerçekleşirse bilinmelidir ki artçıdan önce meydana gelen deprem ana deprem değil öncü depremdir ve artçı sarsıntı adı verilen sarsıntı aslında ana depremdir.
Çöküntü depremler.
Yerin belirli derinliklerinde kaya tuzu, gips gibi kolay eriyen katmanların zamanla erimesiyle oluşan boşlukların çökmesiyle meydana gelen deprem türüdür.
Volkanik deprem.
Depremler genellikle volkanik bölgelerde meydana gelir ve oradaki tektonik fayların ve volkanlardaki magmanın hareketinden kaynaklanır.
Deprem fırtınası.
Belirli bir bölgede meydana gelen depremler dizisidir. Artçı sarsıntılardan farkı tek bir depreme bağlı olmayışlarıdır. Esas depremden sonra ondan daha yüksek şiddette artçılar meydana gelmezken, deprem fırtınalarında bu mümkündür. Deprem fırtınasına örnek olarak 2004 yılında Yellowstone Millî Parkında meydana gelen sismik aktiviteleri verilebilir.
Yapay depremler.
Depremlerin büyük çoğunluğu dünyadaki tektonik tabakaların hareketi sonucu meydana gelir. Bunun yanı sıra insanlar da deprem oluşumuna neden olabilir. Büyük barajlar ve köprüler inşa ederken, toprağı delerken, kömür madeni kazarken veya petrol kuyuları açarken insanlar yapay depremlere sebebiyet verebilirler. Bunun en bilinen örneklerden biri 2008 yılında Çin'in Sichuan kentindeki Zipingpu Barajı'nın çökmesi sonucu oluşan ve 69.227 kişinin ölümüne sebep olan yapay depremdir.
Büyüklüğü ve gerçekleşme sıklığı.
Dünyada her yıl yaklaşık 500.000 deprem meydana gelmekte ve bunların 100.000 kadarı hissedilmektedir. Guatemala, Şili, Peru, Endonezya, İran, Pakistan, Portekiz, Türkiye, Yeni Zelanda, Yunanistan, İtalya, Japonya ve ABD gibi ülkelerde sıklıkla ve küçük şiddetlerde depremler meydana gelmektedir.
Büyük şiddette depremler az sıklıkla gerçekleşir. Örneğin; Kabaca günde 10 kez gerçekleşen depremlerin çoğunun 4 büyüklüğünde olması 5 büyüklüğüne göre daha olasıdır. Yine örneğin; İngiltere'de her yıl 3.7-4.6 büyüklükleri arası depremler ve 10 yıl içinde 4.7-5.5 büyüklüklerinde depremler görülürken 5.6 ve üstü büyüklükteki depremler 100 yılda bir görülebilmektedir. Buna Gutenberg-Richter kanunu denilmiştir.
Yine USGS'ye göre 1900 yılından bu yana yılda ortalama 18 adet 7.0-7.9 büyüklükleri arasında deprem meydana gelirken 8.0 ve üstü bir deprem yılda ortalama yalnızca bir kez gerçekleşmektedir.
Yakın tarihte ise 7.0 ve üstü büyüklükteki depremlerin sıklığının azaldığı görülmektedir.
Ölçümü ve yerlerinin belirlenmesi.
Bir depremin büyüklüğünü tanımlamak için kullanılan araçsal ölçekler, 1930'larda Richter büyüklük ölçeği ile başladı. Deprem genliğinin nispeten kolay bir ölçümüdür ve 21. yüzyılda en az düzeyde kullanılır.
Sismik dalgalar, Dünya'nın iç kısmından geçer ve büyük mesafelerde sismograflar tarafından kaydedilebilir. Yüzey dalgası büyüklüğü, 1950'lerde uzak depremleri ölçmek ve daha büyük olayların doğruluğunu artırmak için bir araç olarak geliştirildi. Moment büyüklük ölçeği yalnızca şokun genliğini ölçmekle kalmaz aynı zamanda sismik momenti de hesaba katar (toplam kırılma alanı, fayın ortalama kayması ve kayanın katılığı). Japonya Meteoroloji Ajansı sismik şiddet ölçeği, Medvedev–Sponheuer–Karnik ölçeği ve Mercalli şiddet ölçeği, gözlemlenen etkilere dayalıdır ve sarsıntının şiddetiyle ilişkilidir.
Depremler sismograflarla uzun mesafelerde ölçülür çünkü sismik dalgalar dünyanın iç kısmı boyunca hareket eder. Depremin kesin büyüklüğü Moment magnitüd ölçeği numaralandırması (ya da eskiden kullanımda olan Richter ölçeği) ile tespit edilir. Buna göre 7 ve üstü depremler yıkıcı türlerdendir. Hissedilen şiddet ise Mercalli şiddet ölçeği ile ölçülür (2-12 şiddeti).
Sismik dalgalar.
Her deprem, kayaların içinden farklı hızlarda geçen farklı türde sismik dalgalar üretir:
Sismik dalgaların hızı.
Katı kaya boyunca sismik dalgaların Yayılma hızı yakl. ortamın yoğunluk ve esneklik değerlerine bağlı olarak 3 km ile 13 km arasındadır.
Dünyanın iç kesimlerinde, şok veya P dalgaları S dalgalarından çok daha hızlı hareket eder (yaklaşık ilişki 1.7:1). Merkez üssü'nden gözlemevine seyahat süresindeki farklılıklar mesafenin bir ölçüsüdür ve Dünya'daki hem deprem kaynaklarını hem de yapıları görüntülemek için kullanılabilir. Ayrıca, hipomerkez derinliği kabaca hesaplanabilir.
P dalgasının hızı.
Üst kabuk toprakları ve pekişmemiş tortular: saniyede
Üst kabuk katı kaya: saniyede
Alt kabuk: saniyede
Derin manto: saniyede 13 km.
S dalgasının hızı.
Hafif tortular: saniyede
Yerkabuğu: saniyede
Derin manto: saniyede 7 km
Sismik dalganın gelişi.
Sonuçta, uzaktaki bir depremin ilk dalgaları, Dünya'nın mantosu yoluyla bir gözlemevine ulaşır.
Ortalama olarak depreme olan kilometre mesafesi, P ve S dalgası arasında geçen saniye sayısının 8 katı olarak kilometredir. Hafif sapmalar yüzey altı yapısının homojen olmamasından kaynaklanır. Sismogramların bu şekilde analiz edilmesiyle, Dünya'nın çekirdeğinin yeri 1913 yılında Beno Gutenberg tarafından belirlendi.
S dalgaları ve daha sonra gelen yüzey dalgaları, P dalgalarına kıyasla hasarın çoğunu oluşturur. P dalgaları malzemeyi ilerledikleri yönde sıkıştırıp genişletirken, S dalgaları zemini yukarı, aşağı ve ileri geri sallar.
Depremler sadece şiddetlerine göre kategorilendirilmezler. Bunun yanı sıra nerede meydana geldikleri de önemlidir. Dünya sismik aktivitelerle birlikte coğrafi ve politik olarak 754 Flinn-Engdahl bölgeleri (F-E bölgeleri)'ne ayrılmıştır. Daha aktif alanlar daha küçük alanlara bölünmüştür. Pek aktif olmayan kuşaklar ise geniş F-E bölgeleri oluşturur.
Doğal Sonuçları.
Sallantı ve yeryüzünün çatlaması.
Sallantı ve yeryüzü çatlamasına bağlı olarak binaların ve dikili yapıların zarar görmesi depremlerin en temel sonuçlarından biridir. Sonucun ciddiyeti; depremin Richter ölçeğine göre şiddeti, merkez üsse olan uzaklığı ve yerel jeolojik, jeomorfolojik durumlarına bağlı olarak dalga yayılımını arttıran yahut azaltan karmaşık bir birleşimdir.
Yer sarsıntısı zemin hızlanması ile ölçülür. Bölgeye özgü jeolojik, jeomorfolojik ve yapısal özellikler düşük şiddetli depremlerde bile güçlü şiddette bir sallantıya sebep olabilir. Buna amplifikasyon etkisi denmektedir.
Yer çatlakları, baraj, köprü, nükleer tesis gibi büyük ve derin yapılar için büyük tehlike oluşturmaktadır.
Heyelan.
Depremlerin ardından gelen pek çok ve sürekli artçı sarsıntı, volkanik dağların aktif hale geçmesi, kıyıya vuran güçlü dalgalar ve orman yangınları sonucu heyelanlar meydana gelebilmektedir. Heyelanlar deprem sonrası yardım için orada bulunan insanlar açısından da tehlike oluşturmaktadır.
Yangınlar.
Depremlerin ardından elektrik hatları ile gaz borularının zarar görmesi sonucu yangınlar çıkabilir. Yine depreme bağlı olarak su borularının da zarar görmesi durumunda depremlere bağlı yangınlara zamanında müdahale etmek zorlaşabilmektedir. Örneğin; 1906 San Francisco depreminde ölümlerin çoğu durdurulamayan yangın sonucunda gerçekleşmiştir.
Zemin sıvılaşması.
Zemin sıvılaşması sallantı sonrası suya doymuş tanecikli materyallerin sıkılığını kaybetmesi ve katı halden sıvı hale geçmesi şeklinde görülebilir. Bu durumda binalar ve köprüler çökebilir ya da bulunduğu noktaya batabilir. Örneğin; 1964 Alaska Depremi'nde pek çok yapı toprağın sıvılaşması sonucu çökmüştür.
Tsunami.
Tsunamiler okyanus ya da denizlerin tabanında oluşan depreme bağlı taban çökmesi, zemin kaymaları gibi tektonik olaylar sebebiyle denizde açığa çıkan enerji sonucunda meydana gelen uzun periyotlu deniz dalgasını temsil eder.
Tsunamiden sonra oluşan dalganın diğer deniz dalgalarından farkı, su zerreciklerinin sürüklenmesi sonucu hareket kazanmasıdır. Derin denizde varlığı hissedilmezken sığ sulara geldiğinde dik yamaçlı kıyılarda ya da V tipi daralan körfez ve koylarda bazen 30 metreye kadar tırmanarak çok şiddetli akıntılar yaratabilen tsunamiler; insanlar için deprem, tayfun, çığ, yangın ya da sel gibi bir doğal afet haline gelebilmektedir.
7.5 ve üstü büyüklükteki depremler bu derecenin altında kalan depremlerden daha çok tsunami oluşturabilirler.
Seller.
Seller de deprem sonrası oluşabilen afetlerden biridir. Sellere nehir ve göllerin kapasitelerinden fazla su taşımaları sonucunda taşmalarının yanı sıra deprem sırasında barajların yıkılması veya hasar görmesi de sebep olabilir.
Gelgit kuvveti.
Depremlerin gelgit kuvvetlerini oluşturdukları da tespit edilmiştir.
İnsana etkileri.
Bir depremden kaynaklanan fiziksel hasar, belirli bir alandaki sarsıntının yoğunluğuna ve nüfusun türüne bağlı olarak değişebilir. Gelişmemiş ve gelişmekte olan topluluklar, gelişmiş topluluklara kıyasla sıklıkla sismik bir olaydan daha şiddetli ve daha uzun süreli etkiler yaşarlar.
Depremlerin insan üzerinde yol açtığı bazı etkiler şunlardır:
Başlıca depremler.
Kayıtlı tarihin en yıkıcı depremlerinden biri, 23 Ocak 1556'da Çin'in Şensi şehrinde meydana gelen 1556 Şensi depremi idi. 830.000'den fazla insan öldü. Bölgedeki evlerin çoğu yaodong-lös yamaçlarına oyulmuş meskenlerdi-ve bu yapılar çöktüğünde birçok kurban öldü. 240.000 ila 655.000 kişinin ölümüne neden olan 1976 Tangshan depremi, 20. yüzyılın en ölümcül depremiydi.
Yeryüzünde ölçülmüş en büyük deprem 22 Mayıs 1960 tarihinde Şili'nin Valdivia kentinde meydana gelen 9.5 büyüklüğündeki depremdir. Enerji boşalımı açısından kıyaslandığında ise bir sonraki en büyük deprem 9.2 ile 27 Mart 1964 tarihinde Alaska'da gerçekleşmiştir.
Yeryüzünde ölçülmüş en büyük 10 depremin tamamı 8.5 ve üstü büyüklükteyken buna paralel olarak en çok can kaybına sebebiyet vermiş depremlerden biri de 2004 yılında Hint Okyanusunda meydana gelen depremdir.
Depremlerin en önemli sonucu insanların hayatını kaybetmesidir. Güçlü bir deprem gerçekleştiğinde okyanus kıyısında bulunan ve pek çok insanın yaşadığı bölgeler önemli risk oluşturmaktadır. Depreme bağlı olarak denize ve okyanusa kıyı olan bölgelerde tsunamiler meydana gelebilmekte ve bu dev dalgalar binlerce kilometre uzaklıktaki bölgeleri bile etkileyebilmektedir. Tehlike altındaki diğer insanlar depremlerin nadir ancak kuvvetli görüldüğü yerlerde yaşayanlarla depreme önem veremeyecek kadar fakir bölgelerde yaşayanlar ve kontrolsüz inşa edilmiş yapılarda ikamet eden insanlardır.
Tahmin.
Deprem tahmini, sismoloji biliminin, belirtilen sınırlar dahilinde gelecekteki depremlerin zaman, konum ve büyüklüğünün belirtilmesiyle ilgilenen dalıdır. Depremlerin oluşacağı yer ve zamanı tahmin etmek için birçok yöntem geliştirilmiştir. Sismologların önemli araştırma çabalarına rağmen, belirli bir gün veya ay için bilimsel olarak tekrarlanabilir tahminler henüz yapılamamaktadır.
Depreme hazırlık.
Deprem mühendisliğinin amacı, depremlerin binalar ve diğer yapılar üzerindeki etkilerini öngörmek ve bu yapıları hasar riskini en aza indirecek şekilde tasarlamaktır. Mevcut yapılar, depreme karşı dayanıklılıklarını artırmak için sismik güçlendirme ile değiştirilebilir. Deprem sigortası yaptırmak, bina sahiplerine depremlerden kaynaklanan kayıplara karşı finansal koruma sağlayabilir. Acil durum yönetimi stratejileri, bir hükûmet veya kuruluş tarafından riskleri azaltmak ve sonuçlara hazırlanmak için önceden hazırlanabilir.
İnsanlar deprem anında ve sonrasında neler yapılacağı konusunda eğitilebilir.
Tarihi.
Orta Çağ öncesinde.
Milattan önce 625-547 yıllarında yaşayan Thales depremlere yeryüzü ve su arasındaki gerilimin sebep olduğunu ileri sürmüştür. Miletli Anaksimenes'e göre ise eğimli arazilerin kurak yahut yaş olma durumu depremlerin temel sebebiydi. Bir diğer filozof Demokritos da depreme sebep olarak suyu göstermişti. Gaius Plinius Secundus depremleri yeraltı fırtınaları olarak tanımlıyordu.
Yunan filozof Anaksagoras'ın yaşadığı 5. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar depremler "Dünyanın oyuklarındaki hava boşlukları"na bağlandı.
Kültür ve depremler.
Mitoloji ve deprem.
İskandinav mitolojisinde, depremlerin sebebi olarak tanrı Loki gösterilir.
Yunan mitolojisinde, Poseidon depremlerin sebebi ve tanrısı olarak görülüyordu. Ne zaman kötü hissetse 3 dişli çatalını yere saplar, deprem ve benzeri felaketlere yol açardı. Bunların dışında o depremi insanları korkutmak ve onlardan öç almak için de kullanmıştır.
Japon mitolojisinde, "Namazu" (鯰) adı verilen dev kedi balığının depremlere sebep olduğuna inanılmıştır. Namazu, yeryüzü çamurunun altında yaşar ve tanrı Kashima tarafından oraya hapsedilmiştir. Kashima onu serbest bıraktığında Namazu çırpınmaya başlar ve büyük depremlere yol açar.
Eski Türk mitolojisine göre, Türkler yeryüzünü bir dikdörtgen biçiminde tasavvur etmişlerdi. Yeryüzü dört yöne bölünmüştü. Altaylı Türkler, "dünyanın önce daire, sonra kare şeklinde" olduğuna inanırlar. Altayların kuzeyindeki Teleüt Türklerine göre, Dünya, dört gök öküzün üzerinde duruyordu: “Dört gök öküz, tabağa benzeyen dünyayı, altına girerek değil; kenarlarına koşulmuş olarak tutuyorlardı. Öküzlerin kıpırdamalarından, deprem oluyordu.
"Orta çağ" İslam yazarı Celaleddin-i Rumi Zülkarneynin doğu yolculuğu üzerinden depremlerin nedeniyle ilgili mistik bir açıklama getirir; Kahraman, diğer tüm dağların "anası" olan, zümrütten yapılmış ve her toprağın altında damarlarla tüm Dünya'yı çevreleyen bir halka oluşturan Kaf Dağı'na çıkar. Dağ şöyle der: "Allah dilerse dağın bir damarı zonklar ve böylece deprem olur".
Popüler kültür.
Modern dünyada depremler pek çok roman, tiyatro, sinema eserine ilham vermiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=896",
"len_data": 18152,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.09
}
|
Yazılım mühendisliği, yazılım geliştirme ile ilgilenen mühendislik dalıdır. Yazılım mühendisliği tanımı ilk olarak 1968 yılında Friedrich L. Bauer tarafından Almanya'da gerçekleştirilen NATO toplantısında gündeme gelmiştir. Ayrıca, matematikçi ve bilgisayar bilimcisi Margaret Hamilton "yazılım mühendisliği" terimini ortaya atan kişilerden biri olarak kabul edilmektedir. Yazılım mühendisliği tanım olarak "karmaşık yazılım sistemlerinin belirli bir hedefe ve sisteme dayalı olarak ve iş bölümü yapılarak, belirli prensipler, yöntemler ve araçlar kullanılarak geliştirilmesidir."
Yazılım mühendisliği belirli aşamalardan oluşmaktadır. Yazılım geliştirmenin yanında yazılımı işletmek de yazılım mühendisliğinin en önemli görevlerindendir. Bu alandaki güncel gelişmeler "Software Engineering Body of Knowledge" (SWEBOK) adlı belgede tarif edilmektedir.
Yazılım geliştirme aşamaları.
Karmaşık yazılımları geliştirmek ve bakımını yapmak çok masraflı ve zordur. Bu yüzden, yazılımlar yazılım mühendisleri tarafından nizami olarak planlı bir proje şeklinde geliştirilmektedir. Bu nizami geliştirme planına "yazılım geliştirme süreci" (İngilizce: "software development process") adı verilmektedir. Yazılım geliştirme süreci, zamanlamaya dayalı, içerik olarak bölünmüş ve görselleştirilmiş aşamalardan oluşmaktadır. Bu sayede yazılım adım adım ve planlı bir şekilde geliştirilmektedir. Bu aşamalar birbirleri ile bağlantılı olarak geliştirilmektedir.
Başlıca yazılım geliştirme aşamaları şunlardır:
Çekirdek aşamalar:
Destekleyici aşamalar:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=897",
"len_data": 1533,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.5
}
|
Bu liste, egemen devletlere genel bir bakış sağlamaktadır ve ülkelerin egemenliklerinin tanınması hakkında bilgi veren bir listedir.
Birleşmiş Milletler'in kayıtlarına göre dünya üzerinde toplamda 205 ülke yer almaktadır.
Listelenen 208 ülke, Birleşmiş Milletler'e (BM) üyelik durumlarına göre üç kategoriye ayrılabilir: 193 BM üye devleti, 2 BM gözlemci devleti ve diğer 11 devlet. BM üyesi olmayan ülkeler ise listede "eğik" gösterilmiştir.
Uluslararası ortamda tanınan, Birleşmiş Milletler'e üye olmayan ülkeler şunlardır:
Bağımlı ülkeler.
Hükümran ülkeler dışında özerk yapıya ve özel statüye sahip pek çok ülke bulunmaktadır. Aşağıda bu bağımlı ülkelerin listesi verilmiştir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=902",
"len_data": 680,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.49
}
|
İstiklâl Marşı (), Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin millî marşı.
Güftesi, Anadolu'da Millî Mücadele'nin devam ettiği sırada Mehmet Âkif Ersoy tarafından kaleme alınmış şiirdir. Şairin Kurtuluş Savaşı'nın kazanılacağına olan inancını, Türk askerinin yürekliliğine ve özverisine güvenini, Türk ulusunun bağımsızlığa, Hakk'a, yurduna ve dinine bağlılığını dile getirir.
Şiir, 12 Mart 1921'de Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından "İstiklâl Marşı" olarak kabul edilmiştir. Bestesi Osman Zeki Üngör'e aittir. Orkestrasyonu Edgar Manas tarafından yapılmıştır.
Tarihçe.
Maarif Vekaleti, Türk Kurtuluş Savaşı'nın başlarında, İstiklâl Harbi'nin millî bir ruh içerisinde kazanılması imkânını sağlamak amacıyla 1921'de bir güfte yarışması düzenledi. Yarışmaya toplam 724 şiir katıldı. Eser gönderenler arasında Kâzım Karabekir, Hüseyin Suat Yalçın, İsak Ferrara, Muhittin Baha Pars ve Kemalettin Kamu gibi tanınmış isimler de vardı. "Çanakkale Şehitlerine" ve "Bülbül" gibi şiirlerin sahibi Mehmet Âkif'in "Milletin başarılarının para ile övülemeyeceğini" düşündüğü için yarışmaya katılmak istemediği bilinir.
Son şiir gönderme tarihi olan 23 Aralık 1920'den sonra Eğitim Bakanlığı güfteleri incelemiş ancak içlerinde istiklal marşı olabilecek bir eser bulamamıştı. Mehmet Âkif, Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey'in kendisine yazdığı 5 Şubat 1921 tarihli davet mektubundan sonra fikrini değiştirerek Ankara'daki Taceddin Dergâhı'ndaki odasında, Türk ordusuna hitap ettiği şiiri kaleme aldı ve Bakanlığa teslim etti. Şiirde şair; Kurtuluş Savaşı'nın kazanılacağına olan inancını, Türk askerinin yürekliliğine ve özverisine güvenini, Türk ulusunun bağımsızlığa, Hakk'a, yurduna ve dinine bağlılığını dile getirmiştir. Hamdullah Suphi Bey, Âkif'in şiirinin önce cephede asker arasında okunmasına karar verdi. Batı Cephesi Komutanlığına gönderilen şiir, askerin beğenisini kazandı. "İstiklâl Marşı", 17 Şubat 1921 tarihinde Ankara'da Hâkimiyet-i Milliye ve Sebilürreşad gazetelerinde, 21 Şubat 1921'de Kastamonu'da Açıksöz gazetesinde yayımlandı.
Ön elemeyi geçen yedi şiir, 12 Mart 1921'de Mustafa Kemal'in başkanlığını yaptığı Meclis oturumunda tartışmaya açıldı. Mehmet Âkif'in şiiri, Meclis kürsüsünde Hamdullah Suphi Bey tarafından okundu. Şiir okunduğunda milletvekilleri büyük bir heyecana kapıldı ve diğer şiirlerin okunmasına gerek görülmedi. Bazı mebusların itirazlarına rağmen Mehmet Akif'in şiiri coşkulu alkışlarla kabul edildi.
Güfteye en sert eleştiri Kâzım Karabekir'den geldi. Kâzım Karabekir, 26 Temmuz 1922'de Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey'e yazdığı mektupta yarışma sonucunun iptal edilmesini istemiş ve eleştirilerini sıralamıştır. Eleştirilere karşın güftede bir değişikliğe gidilmedi ve Paşa da bu konuda ısrarcı olmadı.
Mehmet Âkif, kazandığı beş yüz liralık ödülü yoksul kadın ve çocuklara iş öğreterek yoksulluklarına son vermek için kurulan "Darülmesai"ye bağışladı. Şair ayrıca, "İstiklâl Marşı"'nın Türk milletinin eseri olduğunu beyan etmiş ve İstiklâl Marşı'nın güftesini, şiirlerini topladığı Safahat'a dahil etmemiştir.
Ülke savaş içerisinde olduğu için Âkif'in şiirinin bestelenmesi iki sene ertelendi, 1923'ün 12 Şubatında İstanbul Maarif Müdürlüğüne beste yarışması açma görevi verildi.
Şiirin bestelenmesi için açılan ikinci yarışmaya 24 besteci katıldı. Ülkenin içinde bulunduğu zor koşullar nedeniyle sonucu belirleyecek bir değerlendirme yapılamadı. Bu nedenle güfte, ülkenin çeşitli yerlerinde farklı bestelerle okunmaya başlandı. Edirne'de Ahmet Yekta Bey'in, İzmir'de İsmail Zühtü Bey'in, Ankara'da Osman Zeki Bey'in, İstanbul'da Ali Rıfat Bey ve Zati Bey'in besteleri okunuyordu.
1924 yılında Ankara'da toplanan seçici kurul, Ali Rıfat Çağatay'ın bestesini kabul etmiştir. Bu beste 1930 yılına kadar çalındıysa da 1930'da değiştirilerek dönemin Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi Osman Zeki Üngör'ün 1922'de hazırladığı bugünkü beste yürürlüğe konmuş, toplamda dokuz dörtlük ve bir beşlikten oluşan marşın armonilemesini Edgar Manas, bando düzenlemesini de İhsan Servet Künçer yapmıştır. Üngör'ün yakın dostu Cemal Reşit Rey'le yapılan bir röportajda da kendisinin belirttiğine göre beste, aslında başka bir güfte üzerine yapılmıştır ve "İstiklâl Marşı" olması düşünülerek bestelenmemiştir. Söz ve melodide yer yer görülen uyum (prozodi) eksikliğinin (Örneğin "Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak" mısrası ezgili okunduğunda "şafaklarda" sözcüğü iki müzikal cümle arasında bölünmüştür.) esas sebebi de budur. Protokol gereği, sadece ilk iki dörtlük beste eşliğinde günümüzde "İstiklâl Marşı" olarak söylenmektedir.
2013 yılında marşın bestesine okunma zorluğunu gidermek amacıyla çeşitli teknik düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Bu düzenlemeler sonucunda ortaya 2 versiyon çıkmıştır. Birinci versiyon gençlerin ve toplu grupların söylemesi için hazırlanmış, ikinci versiyon ise ulusal ve uluslararası resmi üst düzey tören etkinliklerinde kullanılmak üzere hazırlanmıştır.
Kutlama ve anma günü.
Türkiye'de her yıl 12 Mart günü resmî olarak "İstiklâl Marşı'nın Kabulü ve Mehmet Âkif Ersoy'u Anma Günü"dür. Düzenlenen etkinlik ve törenlerle İstiklal Marşı'nın kabulü kutlanır, Mehmet Akif Ersoy anılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=905",
"len_data": 5172,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.45
}
|
Microsoft Windows, kullanıcıya grafik arabirimler ve görsel iletilerle yaklaşarak yazılımları çalıştırmak, komut vermek gibi klavyeden yazma zorunluluğunu ortadan kaldıran, Microsoft'un geliştirdiği dünyanın en popüler işletim sistemi ailesidir. İlk Windows, 20 Kasım 1985 tarihinde satışa sunulmuştur.
Çekirdek olarak NT çekirdeğini kullanır ve bu da Windows'un bir Unix işletim sistemi değil, aksine Unix benzeri bir işletim sistemi olduğunu gösterir. POSIX bakımından ise uyumluluğunu, codice_1 ve codice_2 adlı iki dosyadan alır. Bu iki dosya Windows'ta bir POSIX alt sistemi oluşturur.
Microsoft'un ilk işletim sistemi olan MS-DOS'tan farklı olarak Windows'ta aynı anda çok sayıda yazılımla çalışmak mümkündür.
Windows, masaüstü pazarında en yaygın kullanılan işletim sistemidir. 2002 yılında, Windows dünya çapında masaüstü piyasasında yaklaşık %97,46'lık bir pay sahibiydi. Aralık 2023 itibarıyla Windows'un tüm dünyadaki kullanım oranı %68,87'dir. Bu alanda en ciddi rakibi şu anda macOS'tur.
Microsoft Windows ailesinin son üyesi 5 Ekim 2021'de piyasaya sürülen Windows 11'dir. Windows Vista'dan sonra Microsoft, Windows 7 ve Windows 10 ile birlikte kullanıcılar tarafından daha pozitif yorumlar almıştır. Microsoft, Windows 10 ile yakaladığı başarıyı Windows 11 ile daha da yükseltmeyi hedeflemektedir.
Microsoft Windows işletim sistemleri ailesi, daha eski IBM PC için olan MS-DOS ortamının üzerine bir grafik katmanı olarak başlamıştır. Modern sürümleri daha yeni olan Windows NT çekirdeği üzerine kuruludur. Windows 32-bit ve 64-bit Intel ve AMD işlemciler üzerinde çalışır; daha eski sürümleri DEC Alpha, MIPS R4000 ve PowerPC mimarilerinde de çalışmaktaydı. SPARC mimarisinde de çalışması için çalışmalar vardı.
Intel Itanium işlemciler tarafından kullanılan IA-64 ve daha sonra AMD64 (x86-64 olarak da biliniyor, Microsoft tarafından x64 olarak isimlendiriliyor ve Intel tarafından adı EM64T olarak ruhsatlanarak kullanılıyor) mimarilerinin çıkmasıyla Microsoft güncel işletim sistemlerinin bunları destekleyen sürümlerini sundu. Modern 64-bit Windows ailesi Windows XP 64-bit Edition for IA-64 systems, Windows XP Professional x64 Edition for AMD64 systems ve Windows Server 2003'ten (hem IA-64, hem de AMD64 sürümlü) oluşur.
Windows'un taşınabilir cihazlar için geliştirilmiş sürümü Windows CE (Pocket PC, Windows Mobile) ailesi olarak anılır, gerçek 32-bit bir işletim sistemidir; ARM, StrongARM, Intel XScale ve MIPS işlemcilerinde çalışır.
Windows NT, XP, CE ve 8'in gömülü çalışan sürümleri de mevcuttur.
Pencereleme sistemi.
Bu pencereler bir bilgisayarın, yazılım ile kullanıcı tarafından kullanımını sağlayan arayüzlerdir. İlk kullanıcı ara yüzü 1970'li yıllarda Xerox PARC'da geliştirilen WIMP-Paradigma (Window, Icon, Menu, Pointing-device) tasarısıdır. Bu tasarı ilk olarak Microsoft Windows tarafından kullanılmıştır. Bu arayüz Windows Explorer yazılımıdır.
Windows sürümleri.
NT (New Technology) Tabanlı Sürümler.
NT sürümü daha güvenilir iş kullanımı için tasarlanmıştır fakat Windows XP'den itibaren kişisel kullanıma da sunulmuştur. İlk tasarlanan NT 3.1 ve devamı aşağıda sıralanmıştır. NT 3.1, NT 3.5, NT 3.51 NT 4.0 ve Windows 2000 sürümleri Microsoft Product Activation içermemektedir.
Hibrit işletim sistemleri.
(Windows 10 LTSB ve LTSC:
2015 LTSB: 14 Ekim 2025
2016 LTSB: 13 Ekim 2026
2019 LTSC: 9 Ocak 2029
2021 LTSC: 12 Ocak 2027
2021 LTSC IoT: 13 Ocak 2032)
Windows Mobile - Telefonlar için.
Pocket PC 2000
Pocket PC 2002
Windows Mobile 2003
Windows Mobile 5.0
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=908",
"len_data": 3502,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.44
}
|
Ontoloji, varlık felsefesi ya da varlıkbilim, temel sorunu varlık olan felsefi disiplin. Varlık ya da varoluş ile bunların temel kategorilerinin araştırılmasıdır. "Varlık" ve "varolan" ayrımını; "varlık vardır" ve "varlık yoktur" fikirlerini tartışır.
Aristoteles'e göre ontoloji varlığın mahiyetinin (niteliğinin) bilimidir veya varlıkların özsel incelenmesidir. Ontoloji hangi varlık kategorilerinin daha temel olduğunu belirlemekle uğraşır ve bu kategorilerdekilerden hangilerinin var olduğunun söylenebileceğini sorar.
Varlık bir nesne ya da başka tekil bir şey değildir. Nesneler var olan cisimlerden oluşur. Örneğin; ağaçlar, masalar, evler, vs. Oysa varlık bir nesne değildir. Nesneler varolanlardır fakat bütün nesneleri kendinde tutan varlık bir nesne değildir. Gerçek varlığın ortaya çıkmasında, varlığı varlık yapan nedir? Var olanı var olan yapan nedir? sorularına Heidegger'in yanıtı "Zaman" olmuştur. "Var olan zamansal olandır." Varlıkla iç içe olup onu aydınlatan ve onu varlık olarak varlık yapan hep zamandır. Varlığı varlık yapan zaman, metafizik anlamdaki varlığı değil ama, hakikat alanındaki varlığı açıklar. Heidegger'e göre ontolojik araştırma sayesinde varlığın iki anlamını da bilmek mümkündür, fakat böyle bir varlığın Zaman olmaksızın var olamayacağını kabul etmek gerekir. O halde varlığın zaman olduğu düşünülebilir.
Değişik filozoflar temel varlık kategorileri için değişik listeler yapmışlardır. Ontolojinin temel sorunlarından biri "Temel varlık kategorileri nelerdir?" sorusudur.
Varlık konusuna yaklaşımlar.
Bilim açısından varlık.
Bilimler varlığı bir gerçeklik olarak ele alır. Varlık alanında her durumu nedensellik ilişkisi içinde değerlendirir. Varlıkla ilgili açıklayıcı ilkeleri, bilimsel kuram ve yasaları bulmaya çalışır. Bilim bu tavrıyla doğayı ve varlığı anlamlandırmaya ve açıklamaya çalışır.
Felsefe açısından varlık.
Felsefe varlığın olup olmadığı, bilinip bilinemeyeceği gibi sorularla uğraşıp bunları kendi içinde tutarlı ve çelişkisiz olma şartıyla cevaplar. Felsefe varlık problemlerini bir yöntem dahilinde değil de saf düşünme ve akıl yoluyla cevaplamaya çalışır. Felsefe varlığı bütün olarak kabul eder ve buna göre çalışmalarını yapar. Felsefede varlık sorunu evreni açıklama çabalarıyla başlamıştır.
Varlık var mıdır?
Varlık yoktur.
Varlığın gerçekte bulunmadığını savunan görüşler, varlık üzerine gerçeklik-gerçek dışılık şeklinde bir ayrım yapmayı reddetmiş ve varlıklar hakkında nesnel bir kabul yapılamayacağı için gerçekliğinin belirlenemeyeceğini dile getirmişlerdir. Nihilizm, varlığın var olduğu görüşünü ve yapılan sınıflandırmaları reddetmiştir.
Antik Çin'de ortaya çıkan Taoizm, varlığın kabul edildiği haliyle bulunmadığını savunmaktadır. Tao öğretisi dışındaki her şey, bu görüş tarafından gerçek dışı olarak değerlendirilmektedir.
Varlık vardır.
Varlığın gerçekte bulunduğunu savunan realizm ise “varlık nedir” sorusuyla kendi içerisinde birçok farklı görüşe ayrılmaktadır.
Varlık nedir?
Varlık oluştur.
Varlığın oluş halinde olduğu görüşü, her şeyin sürekli değiştiğini, hiçbir şeyin eskisi gibi kalmadığını ve varlığın durağan olmayıp oluş süreci içerisinde bulunduğunu savunmaktadır. Herakleitos, bu görüşü "aynı derede iki kere yıkanılmaz" sözüyle örneklendirmiştir.
Başlıca temsilcileri: Herakleitos ve Alfred North Whitehead
Varlık ideadır.
Varlığın idea halinde olduğunu savunan idealizm, nesnelerin ve gerçeklik alanının düşünceye bağlı olarak geliştiğini öne sürmektedir. Platon, gerçekliği idealar dünyası ve görüntüler dünyası olarak ikiye ayırmış, varlığın özünün idealar dünyasında olduğunu savunmuştur. Mağara benzetmesini geliştirmiştir.Aristoteles, madde-form kuramını ortaya koymuş ve Platon'un gerçekliğin görüntüler dünyasının dışında olduğu düşüncesini eleştirmiştir.
Farabi, mümkün varlıkların zorunlu varlık olan Tanrı'dan meydana geldiğini savunarak dine dayalı bir idealizm anlayışı geliştirmiştir. Georg Wilhelm Friedrich Hegel, var olmanın temeline geist kavramını yerleştirmiş ve varlığın değişmesini diyalektik üzerinden açıklamıştır. George Berkeley ise, empirizmi savunmasına rağmen, var olmayı algılanmaya indirgeyerek idealist bir bakış açısı sergilemiştir.
Başlıca temsilcileri: Platon, Aristoteles, Farabi, Georg Wilhelm Friedrich Hegel ve George Berkeley
Varlık maddedir.
Varlığın madde halinde olduğunu savunan materyalizm, düşünceden bağımsız ve maddi etkileşimlere dayalı bir varlık anlayışı ortaya koymaktadır. Materyalizme göre akıl, maddeye bağlı olarak çalışmaktadır. Mekanik materyalizm ve diyalektik materyalizm olarak kendi içerisinde ikiye ayrılmaktadır.
Demokritos, varlığın sonsuz sayıda atomdan meydana geldiğini savunmuş, evreni mekanik ve determinist bir bakış açısıyla incelemiştir. Thomas Hobbes'un maddenin hareketi üzerine ortaya koyduğu görüşler de, mekanik materyalizmin gelişmesinde etkili olmuştur.
Karl Marx ise, varlığın düşünceden bağımsız olduğunu savunan materyalizm ve karşıtların birbirine dönüşmesi yoluyla değişimin meydana geldiğini öne süren diyalektiği bir araya getirerek, diyalektik materyalizmi kurmuştur.
Başlıca temsilcileri: Demokritos, Thomas Hobbes ve Karl Marx
Varlık hem idea hem maddedir.
Varlığın hem idea hem de madde halinde olduğunu savunan düalizm, aklın düşünen ve maddenin yer kaplayan öz olduğunu öne sürmekle birlikte, bu özleri birbirine indirgenemez olarak kabul etmektedir. René Descartes'ın çalışmaları, bu görüşün temelini oluşturmuştur.
Başlıca temsilcileri: René Descartes
Varlık fenomendir.
Varlığı fenomen olarak kabul eden fenomenoloji, bilinç ve varlık arasında öze yönelmeye dayalı bir ilişki kurmaktadır. Paranteze alma yöntemiyle varlığın değerlendirilmesi gerektiğini savunmaktadır. Edmund Husserl'in çalışmaları, bu görüşün temelini oluşturmuştur.
Fenomenoloji, varlığın özüne üç tür paranteze alma işleminin ardından ulaşılacağını öne sürmektedir:
Tarihsel paranteze alma: Varlıklar, pratik özellikleri ve çevrelerinden ayrılır.
Varoluşla ilgili paranteze alma: Varlıklar, gerçekten olup olmadıkları sorusundan ayrılır.
İdelerle ilgili paranteze alma: Varlıklar, zaman ve mekandan ayrılır.
Başlıca temsilcileri: Edmund Husserl
Yeni ontoloji.
1800'lü yılların sonlarından itibaren, bireyin kendi özünü varoluşundan sonra oluşturduğunu savunan varoluşçuluk ve varlığı sağladığı fayda üzerinden değerlendiren pragmatizm gibi yeni ontoloji görüşleri ön plana çıkmaya başlamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=914",
"len_data": 6356,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 4.07
}
|
Metafizik ya da doğa ötesi, felsefenin bir dalıdır. İlk felsefeciler tarafından, "fizik bilimlerinin ötesinde olan" anlamına gelen "metafizik" sözcüğü ile felsefeye kazandırılmıştır.
İncelemeleri varlık, varoluş, evrensel, özellik, ilişki, sebep, uzay, zaman, tanrı, olay gibi kavramlar üzerinedir.
Metafiziği tanımlamaktaki zorluk Aristoteles'in bu alana ismini verdiği yüzyıldan bu yana bu alanın gösterdiği değişimdir. Metafiziğin konusu olmayan konular metafizik içine dahil edilmişlerdir. Yüzyıllarca metafiziğin içinde olan Din felsefesi, Mantık felsefesi, Algı felsefesi, Dil felsefesi ve Bilim felsefesi gibi konular kendi alt başlıkları altında incelenmeye başlanmıştır. Bir zamanlar metafiziğin konusu içinde yer almış konuların hepsinden söz etmek çok yer tutabilir.
Temel metafizik sorunları hep metafiziğin konusu olagelmiş konular olarak tanımlamak mümkündür. Bu sorunların ortak niteliği ise hepsinin ontolojik (varlıksal) sorunlar olmasıdır.
İlkeleri.
Metafizik Mendel'in belirttiğine göre durağanlıktır ve bunun zıddı diyalektik'tir. Diyalektik de her şeyin değiştiğini savunan bir felsefi akımdır. Hegel'in tanımında metafizik ilkelerini de oluşturmuştur.
Özdeşlik ilkesi.
Varlıklar var olan boyutundadır, değiştirilemez. Üç varlık vardır, üç boyut vardır ama biz insan oğlu sadece kendi boyutumuz ölçüsünde durabiliriz. Başka boyutlara giremeyiz de, başka boyutları göremeyiz de.
Aşılmaz Sınıflandırmalar İlkesi.
Bu ilkede de varlıkların birbirinden farklı olduğu vurgulanmaktadır.
Zıtların karşıtlığı ilkesi.
Zıt boyutların aynı yapıda boyut değiştirmesi.
Metafizik kelimesinin kaynağı.
Eski Yunan filozofu Aristoteles "Fizik" ismi verilen bir seri kitap yazmıştır. İlk sürümlerinden birinde Aristoteles'in çalışmaları bazı kitap grupları "Fizik" 'ten hemen sonra yer almıştır. Bu kitaplar felsefi sorgulamanın temel alanı ile ilgilidir ve o dönemde bir ismi yoktur. Bu sebeple ilk Aristoteles uzmanları bu kitaplara "ta meta ta fizika" yani "fizik ile ilgili kitaplardan sonra gelen kitaplar" ismini vermişlerdir. Bu 'metafizik' kelimesinin kaynağıdır.
Dolayısıyla etimolojik olarak metafizik Aristoteles'in toplu olarak "Metafizik" adı verilen kitaplarının konusudur. Etimolojik anlamda 'metafizik' sadece Aristo'nun "Metafizik" kitabının çalışma konusu manasına gelmektedir.
Aristoteles'in bu kitaplarının konusu neydi? Metafizik üç bölüme ayrılmıştır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=916",
"len_data": 2376,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.31
}
|
Ekoloji ( - ev, - bilim) ya da doğa bilimi, canlıların hem kendi aralarında hem de fiziksel çevreleri ile olan ilişkileri inceleyen bilim dalıdır. Ekoloji canlıları birey, popülasyon, komünite, ekosistem ve biyosfer düzeylerinde inceler. Ekoloji çok yakından ilişkili olduğu biyocoğrafya, evrimsel biyoloji, genetik, etoloji ve doğa tarihi dallarıyla örtüşür. Ekoloji, biyoloji biliminin bir dalıdır.
Ekolojinin incelediği konular arasında yaşam süreçleri, etkileşimler, adaptasyon, canlı komüniteler arasında madde ve enerji hareketi, ekosistemlerde süksesyon, türler içinde ve arasında işbirliği, rekabet ve av-avcı ilişkisi, canlıların çevre bağlamında bolluğu, dağılımı ve biyokütlesi, biyoçeşitliliğin örüntüleri ve ekosistem süreçleri üzerindeki etkileri sayılabilir.
Ekolojinin koruma biyolojisi, sulak alan yönetimi, doğal kaynak yönetimi (agroekoloji, tarım, ormancılık, tarımsal ormancılık, balıkçılık), kentsel planlama (kent ekolojisi), halk sağlığı, ekolojik iktisat, temel ve uygulamalı bilimler, insan ekolojisi alanlarında pratik uygulamaları vardır.
"Ekoloji" terimi ("") 1866 yılında Alman biliminsanı Ernst Haeckel tarafından oluşturuldu. Kelime kökeni Eski Yunanca οἶκος (oikos), "ev, yakın çevre"; -λογία, (logia) "bilimi" kelimelerinin birleşiminden gelmektedir. Ekoloji 19. yüzyılın sonlarından itibaren ciddi bir bilim hâline geldi. Adaptasyon ve doğal seçilim ile ilgili kavramlar modern ekoloji teorisinin temeltaşlarını oluşturur.
Ekosistemler dinamik etkileşim hâlindeki canlılar, bunların oluşturduğu komüniteler ve çevrelerinde bulunan cansız abiyotik faktörlerden oluşur. Birincil üretim, besin öğesi döngüsü ve niş oluşturma gibi ekosistem süreçleri çevre içinde enerji ve madde akışını düzenler. Ekosistemlerde gezegen üzerinde bulunan canlı ve cansızları etkileyen süreçleri düzenleyen biyofiziksel geri besleme mekanizmaları bulunur. Ekosistemler yaşamı destekleyen işlevleri ayakta tutar ve biyokütle üretimi (besin, yakıt, lif ve ilaç), iklimin düzenlenmesi, küresel biyokimyasal döngüler, su filtrasyonu, toprak oluşumu, erozyon kontrolü, selden korunma gibi çok sayıda bilimsel, tarihî, ekonomik değere sahip ekosistem hizmetlerini sağlar.
Kapsam, ölçek ve düzeyler.
Ekolojinin kapsamı mikro düzeyde hücreler arasındaki ilişkilerden gezegen düzeyinde biyosfer olaylarına kadar uzanan çok geniş bir etkileşim ağını içerir. Ekosistemler abiyotik kaynaklar ve etkileşim içindeki canlılardan oluşur. Ekosistemler dinamiktir ama doğrusal bir gelişim yolu izlemezler; bazen yavaş bazen hızlı olsa da sürekli değişim içindedirler. Bir ekosistemin kapladığı alan çok küçükten çok büyüğe kadar değişebilir; örneğin tek bir ağaç bir orman ekosisteminin sınıflandırılmasında çok büyük bir öneme sahip olmasa da o ağacın içinde ya da üstünde yaşayan canlılar için kritik derecede önemlidir. Yalnızca bir yaprağın yaşamı boyunca birkaç yaprak biti nesli yaşamını sürdürebilir. Bu yaprak bitlerinin her biri de çeşitli bakteri komünitelerini destekler. Ekolojik komüniteler arasındaki bağlantıların doğası her bir türün ortamın ayrı olarak tek başına tüm detaylarının bilinmesiyle açıklamaz çünkü ekosistemin tamamı bir bütün olarak incelenmediği sürece bu bağlantıları gösteren örüntü ne ortaya çıkar ne de tahmin edilebilir. Ancak bazı ekolojik prensipler kolektif özelliklere sahiptir yani bileşenlerin toplamı bütünün özelliklerini açıklar; örneğin bir popülasyonun doğum oranlarının belirli bir süre içinde bireysel doğumların toplamına denk olması gibi.
Ekolojinin ana alt dalları olan popülasyon ekolojisi ile ekosistem ekolojisi yalnızca ölçek olarak bir farklılık göstermez, aynı zamanda sahada birbiri ile çelişen iki farklı paradigmaya sahiptir. Popülasyon ekolojisi canlıların dağılımı ve bolluğu ile ilgilenirken ekosistem ekolojisi madde ve enerji akışları üzerine odaklanır.
Hiyerarşi.
Ekolojik dinamikler örneğin yaprak bitlerinin tek bir ağaç üzerinde yer değiştirmesi gibi kapalı bir sistem olarak hareket edebildiği gibi aynı zamanda atmosfer ya da iklim değişiklikleri gibi daha büyük ölçekli etkilere de açıktır. Dolayısıyla çevrebilimciler bitki komünitesi, iklim, toprak tipi gibi daha alt ölçekli birimlerden topladıkları verileri analiz ederek yerelden bölgesele, peyzajdan kronolojik ölçeklere kadar uzanan ve ortaya çıkan tekdüze örgütlenme örüntülerini tanımlayarak ekosistemleri hiyerarşik olarak sınıflandırırlar.
Ekoloji bilimini kavramsal olarak yönetilebilir bir çerçeveye oturtabilmek için biyolojik dünya ölçek olarak genlerden başlayarak hücrelere, dokulara, organlara, organizmalara, türlere, popülasyonlara, komünitelere, ekosistemlere, biyomlara ve biyosfer düzeyine kadar içiçe geçmiş bir hiyerarşi içinde yapılandırılır. Bu çerçeve bir panarşi oluşturur ve doğrusal olmayan davranışlar sergiler. Yani etkilerin oluşturduğu tepkiler çok büyük ya da çok küçük olabilmekte, dolayısıyla da örneğin azot bağlayıcıların sayısı gibi kritik değişkenlerdeki küçük değişiklikler sistemin özelliklerinde çok büyük, belki de geri dönülmez değişikliklere neden olabilir.
Biyoçeşitlilik.
Biyoçeşitlilik genlerden ekosistemlere yaşamın çeşitliliğini tanımlar ve biyolojik örgütlenmenin her düzeyini kapsar. Bu terimin çeşitli yorumlamaları bulunur ve karmaşık örgütlenmesini kataloglandırmak, ölçmek, ayırt edici özelliklerini belirlemek ve tanımlamak için çok sayıda yöntem vardır.
Biyoçeşitlilik tür çeşitliliğini, ekosistem çeşitliliğini ve genetik çeşitliliği içerir; biliminsanları bu çeşitliliğin farklı düzeylerde ve bunların arasında çalışan karmaşık ekolojik süreçleri nasıl etkilediği üzerine çalışırlar. Biyoçeşitlilik, tanımı itibarıyla insanların yaşam kalitesini sürdüren ve iyileştiren ekosistem hizmetlerinde önemli bir rol oynar.
Koruma öncelikleri ve yönetim teknikleri biyoçeşitliliğin tam ekolojik kapsamına cevap verebilmek için farklı yaklaşımlar gerektirir. Popülasyonları destekleyen doğal sermaye ekosistem hizmetlerinin sürdürülebilmesi için kritik öneme sahiptir
ve türlerin göçü bu hizmetlerin kaybının yaşandığını gösteren mekanizmalardan bir tanesidir. Biyoçeşitliliğin anlaşılması, danışma şirketlerine, hükûmetlere ve endüstriye önerilerde bulunan tür ya da ekosistem düzeyi koruma planlamacıları için pratik uygulamalar getirir.
Habitat.
Bir türün habitatı ya da yaşam alanı bulunduğu çevreyi ve bunun sonucunda ortaya çıkan komüniteyi tanımlar. Habitatlar, daha da detaylı olarak söylenirse, her biri örneğin besin biyokütlesi ve kalitesi gibi doğrudan ya da rakım gibi dolaylı olarak hayvanlar tarafından bir yerin kullanılması ile bağlantılı olan bileşenler ya da özellikler olarak görülebilen biyotik ya da abiyotik çevresel değişkenleri içeren çok boyutlu çevresel alanda bulunan bölgeler olarak tanımlanabilir. Örneğin bir habitat karada ya da suda olabilir, daha da ileri düzeyde kategorilendiğinde montane ya da alpin ekosistemi olabilir. Bir türün çoğunun yaşadığı habitattan bir popülasyonun yer değiştirerek başka bir habitata geçmesi olarak tanımlanan habitat kayması doğada yaşanan rekabetin önemli bir kanıtıdır. Örneğin ana popülasyonu açık savanlarda yaşayan tropik kertenkele "Tropidurus hispidus" türünün kayalıklarda yaşayan popülasyonunun gövdesi savanlarda yaşayanlara göre daha yassıdır. Bu yassılık yaşadıkları kayalıklarda çatlaklara daha iyi saklanabilmelerini sağlayarak seçici üstünlük getirir. Habitat kayması aynı zamanda amfibilerin gelişimsel yaşam öykülerinde ve sudan karaya geçen böceklerde de görülür. Biyotop ve habitat bazen eş anlamlı olarak kullanılabilmekteyse de biyotop bir komünitenin yaşadığı çevre için kullanılırken habitat bir türün yaşam alanı için kullanılır.
Niş.
1917 yılından itibaren farklı niş tanımlarına rastlanır ancak G. Evelyn Hutchinson'ın kavramsal çalışmalar sonucu 1957'de yaptığı tanım geniş olarak kabul gördü: "bir türün devamlılığını sağlayabileceği ve istikrarlı bir popülasyon boyutuna sahip olabileceği biyotik ve abiyotik koşullar kümesi." Ekolojik niş canlıların ekolojisinde temel bir kavramdır ve "temel niş" ile "gerçekleşmiş niş" olarak ikiye ayrılır. Temel niş bir türün devamlılığını sağlayabileceği çevresel koşullar kümesidir. Gerçekleşmiş niş ise türün devamlılığını sağlayabileceği çevresel ve ekolojik koşullar kümesidir. Hutchinson'un niş kavramı teknik olarak bir Öklid hiperuzayı olarak tanımlanabilir; bu hiperuzayın boyutları çevresel değişkenler, büyüklüğü de sözkonusu canlının "pozitif seçilim değeri"ne sahip olması için çevresel değişkenlerin olması gereken sayısal değerlerinin bir fonksiyonudur.
Biyocoğrafya örüntüleri ve coğrafi dağılımlar bir türün fenotipik özelliklerinin ve niş gereksinimlerinin bilinmesiyle açıklanır ve tahmin edilir. Türler ekolojik nişe göre uyum sağlamış işlevsel özelliklere sahiptir. Fenotipik özellikler bir canlının hayatta kalması üzerinde etkisi olabilecek olan ölçülebilir özellik, fenotip ve karakteristikleridir. Bu özellikleri gelişmesi ve ortaya çıkmasında genler önemli rol oynar. Yerleşik türler yerel çevrelerinin seçilim baskılarına uyacak şekilde fenotipik özelliklere evrimleşirler. Bu şekilde bir rekabet avantajına sahip olurken benzer yönde uyum sağlamış türlerle de coğrafi dağılımlarının örtüşmemesi yönünde caydırıcı bir faktör oluştururlar. Rekabetçi dışlanım ilkesi aynı sınırlayıcı kaynaklarla yaşayan iki türün bir arada yaşayamayacğını, birinin diğerine karşı her zaman üstün geleceğini belirtir. Benzer şekilde uyum göstermiş iki türün coğrafi dağılımlarının örtüşmesi durumunda daha yakından incelendiğinde habitatlarında ya da beslenme gereksinimlerinde hemen göze çarpmayan ekolojik farklılıklar olduğu ortaya çıkar. Bazı modellemeler ve ampirik çalışmalar ise çevresel faktörlerdeki bozunumun tür zengini komünitelerde yaşayan benzer türlerin ortak evrimleşmesini ve niş paylaşımını kararlı hâle getirebildiğini göstermektedir. Habitat ve niş birlikte ekotop olarak adlandırılır. Ekotop bir türün tamamını etkileyen çevresel ve biyolojik değişkenlerin tamamı olarak tanımlanır.
Niş oluşturma.
Canlılar çevresel baskılara maruz kalırlar ama aynı zamanda habitatlarını da değiştirirler. Canlılar ile çevreleri arasındaki düzenleyici geri besleme döngüsü yerel ölçekten küresel ölçeğe, zamanla koşullar üzerinde etki gösterir hatta bu etki çürüyen kütükler ya da deniz canlılarının silika iskeletlerinin çökeltileri gibi canlıların ölümünden sonra da devam eder. Ekosistem mühendisliği kavramı ve süreci niş oluşturma ile bağlantılıdır. Ekosistem mühendisliği süreci yalnızca habitatın fiziksel değişimi ile ilgili iken niş oluşturma süreci ise aynı zamanda çevre üzerinde görülen fiziksel değişikliklerin evrimsel sonuçları ve bu geri besleme döngüsünün doğal seçilim süreci üzerindeki etkilerini de kapsar. Ekosistem mühendisleri "biyotik ya da abiyotik materyaller üzerinde fiziksel hâl değişikliklerine neden olarak diğer türlerin kaynaklara erişimini doğrudan ya da dolaylı olarak değiştiren canlılar" olarak tanımlanır. Bu değişikliklere neden olarak habitatları değiştirir, habitatların sürekliliğini sağlar ve hatta yeni habitatlar oluştururlar.
Ekosistem mühendisliği kavramı canlıların ekosistem ve evrimsel süreç üzerindeki etkileri hakkında yeni bir bakış açısı getirdi. "Niş oluşturma" terimi daha çok doğal seçilime neden olan kuvvetlerin abiyotik niş üzerindeki geri besleme mekanizmasını anlatmak için kullanılır. Ekosistem mühendisliği yoluyla doğal seçilime örnek olarak karıncalar, arılar, yaban arıları ve termitler gibi sosyal böceklerin yuvaları gösterilebilir. Bu böceklerin yuvalarının yapısında tüm koloninin fizyolojisini düzenleyen, sürekliliğini sağlayan ve savunmasına yardımcı olan bir homeostaz ya da homeorhesis düzenlemesi görülür. Örneğin termit yuvalarında havalandırma bacaları sayesinde yuva içi sıcaklığı sabit olarak tutulur. Yuvaların kendi yapıları da doğal seçilim kuvvetlerinin etkisine maruz kalır. Hatta bir yuva birbirini takip eden nesiller boyunca ayakta kalarak soylarına yalnızca genetik malzeme değil aynı zamanda bir yuva da miras bırakırlar.
Biyom.
Biyomlar, esas olarak bitki örtüsünün yapısına ve bileşimine göre Dünya'nın ekosistem bölgelerinin sınıflandırıldığı büyük birimlerdir. Dağılım olarak iklim, yağış, hava durumu ve diğer çevresel değişkenlerle sınırlanan farklı işlevsel bitki komünite tiplerinin oluşturduğu biyomların kıtasal sınırlarını belirlemek için farklı yöntemler bulunur. Biyomların arasında tropik yağmur ormanları, ılıman geniş yapraklı ve karma ormanlar, ılıman geniş yapraklı ormanlar, tayga, tundra, çöl ve kutup çölü sayılabilir. Başka araştırmacılar son zamanlarda insan ve okyanus mikrobiyomu gibi başka biyomları da sınıflandırmaya aldı. Bir mikrop için insan vücudu bir habitat oluşturur. Mikrobiyomların keşfi gezegen üzerinde mikrop çeşitliliğin gizli kalmış zenginliğini ortaya çıkaran moleküler genetik alanında sağlanan ilerlemeler ile gerçekleşti. Okyanus mikrobiyomları da gezegenin okyanuslarının ekolojik biyokimyasında önemli bir rol oynarlar.
Biyosfer.
Ekolojik örgütlenmenin en büyük ölçeği gezegenin ekosistemlerinin tamamından oluşan biyosferdir. Ekolojik bağlantılar küresel ölçeğe kadar enerji akışını, besinleri ve iklimi düzenler. Örneğin atmosferin CO2 and O2 bileşiminin dinamik tarihçesine bakıldığında hayvan ve insanların ekolojisi ve evrimi ile bağlantılı olarak zaman içinde değişiklik gösteren düzeylere sahip olmasının nedenlerinden biri soluma ve fotosentez ile oluşan biyojenik gaz akışından etkilenmesidir. Ekoloji teorisi aynı zamanda küresel ölçekte ortaya çıkan düzenleyici fenomeni açıklamak için de kullanıldı; örneğin Gaia hipotezi holizmin ekolojik teoriye uygulanmasıdır. Gaia hipotezi canlıların metabolizmasıyla oluşan bir geri besleme döngüsünün Dünya'nın çekirdek sıcaklığını ve atmosferik koşulları kendi kendini dğzenleyen dar bir tolerans içinde tuttuğunu belirtir.
Popülasyon ekolojisi.
Popülasyon ekolojisi tür popülasyonlarının dinamiğini ve bu popülasyonların çevre ile olan etkileşimlerini inceler. Bir popülasyon aynı niş ve habitatta yaşayan, etkileşime giren ve göç eden aynı türe ait bireylerden oluşur.
Popülasyon ekolojisinin primer yasalarından biri olan Malthus büyüme modeli "bir popülasyon içindeki tüm bireylerin içinde bulunduğu çevre sabit kaldığı sürece o popülasyonun katlanarak arttığını (ya da azaldığını)" belirtir. Basitleştirilmiş popülasyon modelleri genellikle dört değişken ile başlar: Doğum, ölüm, iç göç ve dış göç.
Bir başlangıç popülasyon modeli örneği bir adada olabileceği gibi iç ve dış göçün olmadığı kapalı bir popülasyonu tanımlar. Hipotezler, gözlemlenen verileri rastgele süreçlerin yarattığını belirten bir sıfır hipotezi referans alınarak değerlendirilir. Bu ada modellerinde popülasyon değişim oranı şöyle gösterilir:
"N" popülasyon içinde yer alan bireylerin toplam sayısı, "b" ve "d" sırasıyla birey başına doğum ve ölüm oranları ve "r" ise birey başına popülasyon değişim oranıdır.
Bu modelleme teknikleri kullanarak Malthus'un popülasyon büyüme prensibi daha sonra Pierre Verhulst tarafından bir lojistik fonksiyon modeline dönüştürüldü:
"N(t)" "t" zamanın fonksiyonu olan biyokütle yoğunluğu olarak ölçülen bireylerin sayısı, "r" içsel artış oranı olarak bilinen birey başına değişiklik oranı ve formula_3 eklenen birey başına popülasyon büyümesinde azalmayı gösteren kalabalıklaşma katsayısıdır. Formül popülasyon boyutunun değişiklik oranının (formula_4) büyüyerek artış oranı ile kalabalıklaşmanın formula_5 birbirine dengelendiği bir denge noktasına (formula_6) yaklaşacağını belirtir. Buna benzer yaygın bir model de denge noktasını (formula_5) "K" taşıma kapasitesi olarak belirtir.
Popülasyon ekolojisi bu başlangıç modellerden yola çıkarak gerçek popülasyonlar üzerinde oluşan demografik süreçleri anlamaya çalışır. Yaygın olarak kullanılan veriler arasında biyolojik yaşam döngüsü, fekondite ve hayatta kalma sayılabilir; bu veriler matris cebiri gibi matematiksel teknikler kullanılarak işlenir. Buradan elde edilen bilgiler yaban hayatı popülasyonlarının idaresinde ve avlanma kotalarının belirlenmesinde kullanılır. Temel modellerin yetersiz kaldığı durumlarda ise çevrebilimciler Akaike ölçütü gibi farklı istatistiksel yöntemlere başvurabilir ya da farklı birbiri ile rkabet hâlinde olan hipotezi aynı anda verilerle kontrol edilmesi nedeniyle matematiksel olarak karmaşıklaşan modeller de kullanabilirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=920",
"len_data": 16240,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.01
}
|
2004 Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimleri Amerika Birleşik Devletleri'nde 2 Kasım 2004 tarihinde gerçekleştirilen Amerikan tarihinin 55'inci başkanlık seçimine verilen genel isimdir. Seçimler sonucunda, Cumhuriyetçi Parti adayı George W. Bush Demokrat Parti adayı John Kerry'den daha fazla oy alarak ikinci defa ABD başkanlığına seçilmiştir. Özellikle seçimlere yakınlaşılan aylarda, dış politika konuları adaylar arasındaki tartışmaların odağını oluşturmuş, Irak Savaşı ve adayların birbirlerinin askerlik zamanlarına ilişkin suçlamalar medyada geniş yer bulmuştur.
Cumhuriyetçi Parti başkan adayının belirlenmesi.
Cumhuriyetçi Parti adayının bir önceki dönem de başkan olan George W. Bush olacağı 2004 yılının Mart ayında kesinleşmiştir. Bush, adaylığı resmî olarak 2 Eylül 2004'te kabul etmiş ve Başkan Yardımcısı adayı olarak Dick Cheney'i seçtiğini açıklamıştır.
Demokrat Parti başkan adayının belirlenmesi.
George W. Bush'un kamuoyunda değişkenlik gösteren popülerlik ve güvenilirlik oranları, başkanlık seçiminin kesin sonucunun erken bir tarihte tahmin edilemeyeceği izlenimini doğurmuş, bu durum birçok Demokrat Parti aday adayının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Demokrat Parti aday adaylarının tam listesi en başta şu şekilde ortaya çıkmıştır:
Bu adaylar arasındaki yarışta, ilk Demokrat Parti ön seçimlerinin yapıldığı 2004 yılının Ocak ayı öncesinde, tarihte bir ilk olarak internetin etkili bir propaganda ve bağış toplama aracı olarak kullanmasının da etkisi ile eski Vermont valisi Howard Dean ön plana çıkan aday olmuştur. Bu süreçte en fazla sol retoriğe dayalı ve savaş karşıtı söylemi benimseyen adaylar, Howard Dean, Dennis Kucinich ve Al Sharpton'dır. Senatör Edward Kennedy'nin resmî olarak olmasa dahi John Kerry'e destek olması John Kerry'nin bu dönemde mücadele gücünü arttıran en önemli faktörlerden biridir. Sözü edilen adaylar ile kıyaslandığında daha merkeze yakın bir çizgide kampanyasını sürdüren Kerry, aslında Senatoda Demokrat Parti'nin en sol ve liberal kanadının liderlerinden biri olan bir Massachusetts senatörüdür.
İlk ön seçimler olan Iowa ön seçimleri oldukça şaşırtıcı bir şekilde sonuçlanmış; John Kerry % 38 ile birinci, John Edwards % 32 ile ikinci, Howard Dean % 18 ile üçüncü, Dick Gephardt ise % 11 ile dördüncü sırada yer almıştır. Bu sonuçlar karşısında Dick Gephardt yarıştan çekildiğini açıklamıştır.
Bundan sonra yapılan iki ön seçimden de yenik olarak ayrılan Howard Dean adaylıktan çekildiğini açıklamış, John Kerry ve John Edwards iki önde gelen aday adayı olarak kalmışlardır. John Edwards, ancak 2004 yılının Mart ayı sonlarında adaylığı elde edemeyeceği kesinleşince çekildiğini açıklamıştır.
6 Temmuz 2004'te John Kerry Başkan Yardımcısı adayı olarak John Edwards'ı seçtiğini açıklamış, bu ikilinin resmî adaylar olarak belirlenmesi aynı ayın sonlarında Boston'da düzenlenen Demokrat Parti Genel Kurulunda karara bağlanmıştır. Bu Genel Kurul, aynı zamanda Barack Obama'nin oldukça etkileyici bir konuşma yaptığı ve pek çok gözlemciye göre geleceğin başkan adaylarından biri olarak belirdiği ilk olaydır.
Sonuçlar.
Halk oylarının %0,1'inden fazla oy alan adaylar aşağıda tek tek listelenmiştir. Seçim sonuçları Federal Seçim Komisyonu raporundan alınmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=923",
"len_data": 3229,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.38
}
|
Wesley Clark (d. 23 Aralık 1944), 2004 Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimleri'nde Demokrat Parti'den aday adayı olan ancak umduğu desteği bulamadıktan sonra yarıştan çekilen NATO eski başkomutanı emekli orgeneraldir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=924",
"len_data": 225,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.28
}
|
Antropoloji ya da insan bilimi, geçmiş ve günümüz topluluklarında yaşayan insanların çeşitli yönlerini inceleyen bilim dalı. İnsanın kültürel ve fiziki yapısını araştıran antropoloji, insanlık tarihinin en eski dönemlerinin aydınlatılmasına yardımcı olur. Bu bilim, insanı kültürel, toplumsal ve biyolojik çeşitliliği içinde anlamaya; insanlığın başlangıcından beri toplulukların çeşitli koşullara nasıl uyarlandığını, bu uyarlanma biçimlerinin nasıl gelişip değiştiğini, çeşitli küresel olayların nasıl dönüştüğünü görmeye ve göstermeye çalışır.
İki anlamda holistiktir (bütünsel ve inanılır), tüm zamanlarda yaşamış olan veya yaşayan tüm insanlara ilişkindir ve insanlığın tüm boyutlarını kapsar. Prensip olarak, tüm toplulukların tüm kurumlarıyla ilgilenir. Antropoloji özellikle kültürel görelilik, bağlamın derinlemesine incelenmesi ve kültürler-arası karşılaştırmalara verdiği önem ile diğer sosyal disiplinlerden ayrılır. Antropoloji yöntem bilimsel açıdan çok zengindir ve hem nitel metotları hem de nicel metotları kullanır. Antropoloji disiplinin tarihinde etnografiler önemli bir yer tutmuş ve bir anlamda odağı oluşturmuştur. Bununla birlikte özellikle 20. yüzyıl'da etnografik çalışmaların ve etnografik ilgi odaklarının farklı antropoloji alt dallarında farklı eğilimler gösterdiği görülebilir. Örneğin tıbbî antropoloji’de 20. yüzyılın ortalarında çalışma odaklarında küçük topluluklardan, modern Batı toplumlarına doğru bir kayış olmuştur.
Tarihi ve kurumsal bağlam.
Eric Wolf antropolojiyi “beşerî (insanî) bilimlerin en bilimseli ve bilimlerin en insanîsi” olarak tanımlamıştır. Çağdaş antropologlar bazı ünlü düşünürleri önderleri olarak ileri sürmüşlerdir ve disiplinin çeşitli kaynakları ortaya atılmıştır; örneğin Claude Lévi-Strauss, Montaigne ve Rousseau’nun önemli etkenlerden olduğunu iddia etmiştir. Antropoloji, Avrupalıların sistematik bir şekilde insan davranışını incelemeye teşebbüs ettikleri Aydınlanma Çağı’nın bir sonucu ve uzantısı olarak da anlaşılabilir. Hukuk, tarih, filoloji ve sosyoloji gibi gelenekler bu bilimlerin modern görüşlerini daha yakın bir şekilde yansıtan hallere doğru evrim, antropolojinin de içinde yer aldığı sosyal bilimlerin gelişimi gerçekleşmiştir. Aynı zamanda, Aydınlanma’ya karşı romantik bir tepki olarak ortaya çıkan Johann Gottfried Herder ve daha sonraları Wilhelm Dilthey gibi düşünürlerin çalışmaları “kültür kavramı”nın temelini oluşturmuştur ki bu kavram antropoloji disiplininin temelini oluşturur denilebilir.
İnsanın, yeryüzünün herhangi bir yerinde yaşayabilme özgürlüğüne sahip olması onun fizik yapısını, davranışını ve kültürünü köklü bir biçimde etkilemiştir. Böylece, tamamen tek bir türe ait olmasına karşın bugünün insanları hayvanların diğer pek çok türünden daha farklı bir fiziki yapıya sahiptirler. Aynı şekilde, insanın kültürleri ve dilleri geniş bir çevrede ele alındığında her yerde benzer olup, doğadaki ve fizikî çevredeki farklılıklar, diğer gruplarla temasa geçme, her bir insan grubuna özgü tarihsel olaylar, sürekli olarak şaşırtıcı kültürel ve dilsel farklılıklara neden olurlar.
Kurumsal olarak, antropoloji 17, 18, 19. ve 20. yüzyıldaki Avrupa kolonizasyonu sırasında doğal tarihin (natural history, zaman zaman doğa tarihi) gelişmesiyle ortaya çıkmış, gelişmiştir. Bu zamanlardaki genelde "ilkel insanların" incelenmesi olarak görülen alanla karakterize olmuş ilk etnografik çalışmalar ortaya çıkmıştır. Bu dönemlerde ortaya çıkan bazı ünlü etnografik çalışmaların kökeni de kolonyal yönetimin isteğine dayanır; örneğin Edward Evan Evans-Pritchard’ın Azandi halkına dair çalışması gibi. Geç 18. yüzyılda, Aydınlanma düşüncesi insan topluluklarını ampirik olarak gözlemlenebilecek belirli prensiplere göre hareket eden doğal bir fenomen olarak betimlemişti. Bazı açılardan, Avrupa kolonilerindeki dil, kültür, fizyoloji, teknoloji, gelenek ve inançların araştırılması ve incelenmesi bu yerlerdeki fauna ve floranın araştırılması ve incelenmesinden farklı değildi. Bununla birlikte kültürel uygulama, özellikle son dönemlerde, büyük değişikliğe uğramıştır ve bugün antropolojinin kolonyal dönemin ve Avrupa’nın bu dönemdeki düşüncesi ve uygulamalarının bir uzantısı olarak tanımlanması veya görülmesi doğru değildir.
Antropoloji hızlı bir şekilde doğal tarihten ayrılarak ayrı bir disiplin olma yolunda gelişti ve 19. yüzyılın sonlarına doğru modern şekline büyük oranda yaklaştı. 1935’te örneğin, T. K. Penniman disiplinin tarihini konu alan "“A Hundred Years of Anthropology”" yani "“Antropoloji’nin Bir Yüzyılı”" isimli eseri kaleme almıştır. Erken dönem antropolojide, ünilinealizm yani tüm toplulukların, tek bir evrimsel süreçten en ilkelden en gelişmişe geçtiğini öne süren fikir hakimdi. Buradan hareketle Avrupaî olmayan topluluklar bu evrimsel süreç içerisinde "yaşayan fosiller" olarak görülüyordu ve Avrupa’nın geçmişini anlamak için incelenebilecekleri fikri yaygındı. Çeşitli toplulukların göçleri büyük oranda doğru bir şekilde ortaya çıkarılmıştır; Paul Rivet’in ilk kez Büyük Okyanus’taki Polenezya göçlerini doğru bir şekilde saptaması gibi. Son olarak ırk kavramı ve ilgili kavramlar, insan türü içindeki biyolojik çeşitliliğin doğasını anlamak için, antropometri gibi çeşitli araçlar ve uygulamalar ile birlikte geliştirilmiştir. Bununla birlikte daha sonra ırk ve ilgili kavramlar bilimsel ırkçılık olarak anılacak şekilde farklı ve daha ideolojik bir bazda kullanılmışlardır. Bugün ırk kavramı ve ilgili çeşitli kavramlar antropoloji içerisinde geçerliliğini yitirmiştirler ve bilimsel bir kavram olarak kullanılmamaktadırlar; bilimsel kökenlerini veya uygulamalarını yitirmişlerdir denilebilir. Ayrıca eski literatürde “ırk” kavramının kullanıldığı çoğu anlam için bugün “etnisite” terimi tercih edilmektedir.
20. yüzyılda akademik disiplinler üç ana alan içerisinde düzenlenmeye başlanmıştır. Bilimler veya Türkçede daha sık kullanılan haliyle fen bilimleri tekrarlanabilir ve karşıtı kanıtlanabilir deneyler sayesinde doğa kanunlarının elde edilmesini amaçlarken, beşerî bilimler farklı millî gelenekleri, tarih ve sanat şeklinde incelemeyi amaçlar. Sosyal bilimler ise sosyal (toplumsal) fenomenlerin tanımlanması ve incelenmesini saptayacak bilimsel metotların geliştirilmesi ve sosyal bilgi için evrensel bir temelin oluşturulabilmesi gibi amaçlarla ortaya çıkmıştır. Bir akademik disiplin olarak antropoloji ise barındırdığı alt dalların benimsediği farklı yöntemler ve interdisipliner çalışmalara bağlı olarak bu kategorilerden hiçbirine rahatlıkla konamamaktadır.
Alt dalları.
Aşağıda liste halinde antropoloji biliminin birlikte çalıştığı, zaman zaman içinde yer aldığı alanlar ve kendi alt alanları sıralanmıştır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=927",
"len_data": 6646,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 4.11
}
|
Pozitivizm veya olguculuk; Auguste Comte'un başını çektiği, doğru bilginin yalnızca bilimsel bilgi olduğu, doğru bilgiye ise yalnızca ampirizm (deneycilik) ile ulaşılabileceğini ve bu bilginin kendisinin deneysel olmadığını savunan düşünce akımıdır. Pozitivizm, sosyal bilimlerin fen bilimleri gibi kesin gerçeklikler içeren kurallara dayanması ve felsefi tartışmalardan uzaklaşmak hedefiyle, 19. yüzyıl içindeki toplumsal ilişkiler çerçevesinde şekillenmiştir.
Kavramsal çerçeve.
Pozitivizm'de iki felsefi düşünce mevcuttur. Her iki düşüncenin de teoloji ve metafizik içermeyen, sadece fiziksel veya maddi dünyanın gerçeklerine dayanan bilim anlayışı vardır.
Yapısal antrolopolog Edmund Leach 1966 Henry Myers derslerinde pozitivizmi şu şekilde tanımlamıştır:
Pozitivizm aynı zamanda hukuki pozitivizm adı verilen hukuk görüşünün de ismidir. Doğa yasalarına ters olarak hukuki sistemlerin evrimsel yollarla bağımsız olarak tanımlanabileceğini öne sürer. Hukuki pozitivizm, bazen kanunlara içeriği ne olursa olsun uyulmalıdır şeklinde de anlaşılmıştır. Carlos Nino bu iki anlayışın ilkine 'metodolojik' ikincisine ise 'ideolojik' ismini vererek ayırmış ve sadece ilkinin felsefi olarak savunulabilir olduğunu öne sürmüştür.
Tarihçe.
Pozitivizm terimini ilk kullanan Saint Simon ("Türkçe okunuşu Sen Simon")'dur. Bu yaklaşımı geliştirip sistemleştiren Fransız sosyolog August Comte ("Türkçe okunuşu Ogüst Komt")'tur.
Olguculuk tarihsel olarak, Avrupa'da Aydınlanma'nın ve Yeni Çağ bilimlerindeki önemli gelişmelerin bir sonucudur. Comte'un asıl amacı, toplum olaylarını bilimsel yönetmelerle inceleyerek topluma yeni bir şekil, yeni bir yön vermektir. Bunun için sosyolojiyi bilim olarak kurmuştur. Sosyolojiye fizik ve matematiğin yöntemlerini uygulamaya çalışmıştır. Bu bakımdan pozitivizm, deneyci felsefenin bir türüdür. Comte, fiziğin yöntemi ile olgular dünyasını doğru olarak bilmenin mümkün olduğuna inanır. Olguların bilgisi olayların özünü ve gerçek nedenini vermez ama olayları idare eden kanunları verir. Bu kanunlarla, gelecek hakkında öngörüde bulunulur.
Olguculuğun çağımızdaki gelişimi yeni olguculuk genel adını taşır. Yeni olguculuk; mantıksal atomculuk, genel semantik, mantıksal pozitivizm akımlarında belirir. Bu akımlar genel olarak felsefe sorunlarını dil sorunlarına indirgerler.
Comte'un üç yasası.
Comte, sebep ve sonuçların gözetlenmesi gerektiğini savunmuştur. O, "Tarihi Toplumsal Evre" anlayışını "Üç Aşama Yasası" ile açıklar.
Böylece yaşadığı dönemde incelediği modern toplumların, özelinde Fransız toplumunun, pozitif evrede olduğunu ve geçmişten koparak bugün yeni bir düzenin içine girdiğini savunur. Bu evredeki toplumu anlamak için, pozitif evrenin kurallarına göre hareket edilmesi gerekir. Böylece sosyolojinin kuruluşu ile pozitivizm arasında da bağlantı kurulabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=956",
"len_data": 2806,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.97
}
|
Mustafa İsmet İnönü (24 Eylül 1884, İzmir - 25 Aralık 1973, Ankara), Türk asker, siyasetçi ve devlet adamıdır. Türkiye'nin 2. cumhurbaşkanı, Cumhuriyet Dönemi'ndeki ilk başbakanı ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin ilk genelkurmay başkanıdır.
1884 yılında İzmir'de doğan Mustafa İsmet, 1903 yılında Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn'dan birincilikle mezun olarak Osmanlı ordusuna katıldı. I. Dünya Savaşı'nda Kafkasya ve Filistin cephelerinde savaştı. 1920 yılında Anadolu'ya geçti. Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Vekili (Genelkurmay Başkanı) olarak I. ve II. İnönü muharebelerini kazandı. Büyük Taarruz'a Batı Cephesi Komutanı sıfatıyla katıldı. Mudanya Mütarekesi'nde ve Lozan Antlaşması'nda Türk heyetine başkanlık yaptı ve antlaşmaları imzaladı. Cumhuriyetin ilanından sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk başbakanı oldu. 1934'te, İnönü muharebelerindeki başarılarından dolayı İnönü soyadını aldı.
Atatürk'ün ölümünden sonra 11 Kasım 1938'de cumhurbaşkanı seçildi ve 1950 yılına kadar görev yaptı. 1950-1960 yılları arasında CHP genel başkanı olarak ana muhalefet lideri oldu. Önderi olduğu partisi CHP, 27 Mayıs Darbesi'nden sonra 1961'de yapılan seçimlerde birinci parti olarak çıktı. Ancak partisinin oy oranı tek başına iktidar olmaya yetmiyordu. İnönü, böylece Türkiye'nin ilk koalisyon hükûmetini Adalet Partisi ile kurdu. 1965 yılında başbakanlığı bırakan İnönü, 1972 yılına kadar ana muhalefet liderliğine devam etti. 25 Aralık 1973 tarihinde solunum yetmezliği sebebiyle hayatını kaybetti.
CHP Kurultayı tarafından kendisine "Millî Şef" unvanı verilmiştir. Birçok defa başbakanlık görevini üstlenmiştir. 1925-1937 yılları arasında 12 yıllık kesintisiz başbakanlık süresi olmakla birlikte, toplam 16 yıl 11 ay ile Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en uzun süre başbakanlık yapmış kişisidir.
İlk yılları ve Osmanlı dönemi.
24 Eylül 1884 tarihinde İzmir'de Mehmed Reşid Efendi (1855-1920) ile Cevriye Hanım'ın (1867-1959) ikinci oğulları olarak doğmuştur. Reşit Efendi aslen Bitlis'in tanınmış ailelerinden Kürümoğulları ailesindendir. Bu ailenin bazı kaynaklarca Kürt olduğu iddia edilirken şecere çalışmalarını yürüten Emekli Albay M. Atilla Kürümoğlu, yaptığı açıklamada Türk olduğunu belirtmiştir. Reşid'in babası Abdülfettah Efendi, işi sebebi ile Malatya'ya yerleşmiştir. Annesi Cevriye ise aslen Razgradlı (Bulgaristan) olup babası Razgrad ulemasından Müderris Hasan Efendi 1870'li yıllarda İstanbul'a göç etmiştir. Cevriye ile Reşid 1880'de İstanbul'da evlenmişlerdir. İlk çocukları Ahmet Mithat (1882-1960) ve ikincisi İsmet'in dışında Hasan Rıza (ö. 1972) ve Hayri Temelli (ö. 1937) adlı iki oğulları ve Seniha Okatan (ö. 1964) adlı bir kız çocukları olmuştur.
Öğrenim hayatı.
İlk ve orta öğrenimini Sivas'ta tamamladı. 1895 yılında Sivas Mülkiye İdadisi'ne kayıt yaptırdı ancak daha sonra Sivas Askerî Rüşdiyesi'ne geçti ve 1896'da mezun oldu. Sonra, 1897 yılında İstanbul'daki Mühendishane İdadisi'ne gitti. 14 Şubat 1901'de Mühendishane-i Berr-i Hümâyun'a (topçu okulu) girip 1 Eylül 1903 tarihinde topçu teğmeni olarak mezun oldu. 26 Eylül 1906 tarihinde Erkân-ı Harbiye Mektebi'ni birincilikle bitirerek kurmay yüzbaşı rütbesiyle Edirne'deki 2. Ordu'nun 8. Topçu Alayı'nda 3. Batarya Bölük komutanı olarak kurmay stajını yaptı.
Askerî hayatı.
Orduda ilk yılları.
1908 yılında 2. Süvari Fırkası'nın kurmayı oldu ve 31 Mart İsyanı'nda Hareket Ordusu karargâhında görev aldı. 1910'da 4. Kolordu kurmaylığına getirildi ve 1911'de Yemen Kuvayi Mürettebe Komutanlığı kurmayı oldu. 26 Nisan 1912 tarihinde binbaşı rütbesine terfi etti ve Yemen Kuva-yi Umumîye Komutanlığı Kurmay Başkanlığı görevine atandı.
1912-1913 yılları arasında Harbiye Nezareti'nde Başkomutanlık Karargâhı 1. Şubede bulundu ve İkinci Balkan Savaşı'nda Çatalca Ordusu Sağ Cenah Komutanlığı kurmaylığına getirildi. Savaştan sonra İstanbul Antlaşması'nın bağıtlanmasında Bulgarlar ile müzakere eden heyete askerî danışman olarak katıldı.
1914 yılında Harbiye Nazırlığı ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği'ne atanan Enver Paşa'nın başlattığı ordunun yenileştirilmesi hareketinde etkin rol oynadı.
I. Dünya Savaşı.
29 Kasım 1914 tarihinde kaymakam (yarbay) rütbesine terfi etti ve 2 Aralık 1914 tarihinde Genel Karargâh 1. Şube Müdürü olarak atandı. 9 Ekim 1915 tarihinde 2. Ordu Kurmay Başkanlığına getirildi ve 14 Aralık 1915 tarihinde miralay (albay) rütbesine terfi etti.
I. Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesi'nde Kolordu Komutanı olarak, Mustafa Kemal Paşa ile birlikte çalıştı. Bu sırada Mustafa Kemal bu ordunun 16. Kolordu Komutanlığı'na atandı. 1916 yılının yaz aylarında bir süre çarpışmaları yönetti. 2. Ordu Komutan Vekili Mustafa Kemal Paşa'nın önerisiyle, 12 Ocak 1917 tarihinde 4. Kolordu Komutanlığı'na atandı.
Bir süre sonra İstanbul'a geri çağrıldı ve Halep'te 7. Ordu'nun oluşturulmasında görev aldı. 1 Mayıs 1917 tarihinde Filistin Cephesi'nde 20. Kolordu Komutanlığı'na, 20 Haziran'da 3. Kolordu Komutanlığı'na atandı. Bu sırada 7. Ordu'nun komutanlığını üstlenen Mustafa Kemal Paşa ile yeniden yakın ilişki içinde oldu. Ancak Megiddo Muharebesi sırasında yaralanınca İstanbul'a gönderildi.
Kurtuluş Savaşı.
Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından az önce Sina ve Filistin Cephesi'ndeki Yıldırım Orduları Grubu'nun General Edmund Allenby karşısında uğradığı Nablus Bozgunu sırasında yaralanarak İstanbul'a döndü. 24 Ekim 1918 tarihinde Harbiye Nezareti Müsteşarlığı'na atandı. 29 Aralık 1919 tarihinde Paris Barış Konferansı'na hazırlık için kurulan komisyonda askeri müşavir oldu. 4 Ağustos 1919 tarihinde yalnızca sekiz gün için Askeri Şûra Muamelat-ı Umumiye Müdürlüğü'ne, bir ara da jandarma ve polis örgütünün iyileştirilmesi için kurulan komisyona üye olarak atandı. Bütün bunlar genellikle birkaç günlük görevlerdi.
İlk kez 8 Ocak 1920 tarihinde Ankara'ya gitti ve kısa bir süre Mustafa Kemal Paşa ile çalıştı. Yeni kurulan Ali Rıza Paşa hükûmetinde harbiye nazırı olan Fevzi Paşa'nın çağrısı üzerine şubat sonlarında İstanbul'a gitti. 9 Nisan 1920 tarihinde Mustafa Kemal Paşa'nın çağrısı üzerine tekrar Ankara'ya döndü ve İstanbul ile bütün resmî bağlarını kopardı.
23 Nisan 1920 tarihinde açılan Türkiye Büyük Millet Meclisine Edirne milletvekili olarak katıldı. 6 Haziran 1920 tarihinde İstanbul'daki Divan-ı Harp tarafından gıyabında idam cezasına çarptırıldı.
3 Mayıs 1920 tarihinde Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Vekilliğine (Genelkurmay Başkanlığı) getirildi. 10 Kasım 1920 tarihinde milletvekilliği ve vekillik görevi saklı kalmak üzere Garp Cephesi (Batı cephesi) Kuzey Kesimi Komutanlığı'na atandı. Çerkez Ethem ayaklanmasının ve iç isyanların bastırılmasında etkin rol oynadı. Batı Cephesi Kuzey Kısım Komutanı olarak, Ocak 1921 tarihinde Birinci İnönü Muharebesi'ni kazanarak Yunan ilerlemesini durdurunca 5 senedir bulunduğu miralay rütbesinden mirliva (tümgeneral) rütbesine terfi etti ve paşa oldu. 9 Kasım 1920'de İsmet Paşa cephede olduğu ve Ankara'da sürekli bulunamadığı için İcra Vekilleri Heyeti Reisi ve Müdafaa-i Milliye Vekili Ferîk Fevzi Paşa, Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Vekilliği görevine vekâleten atandı. İsmet Paşa, 4 Mayıs 1921 tarihinde Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Vekilliği görevine ek olarak Batı Cephesi Komutanlığına atandı.
Daha sonra Sakarya Meydan Muharebesi sırasında TBMM tarafından Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa'nın Başkomutanlığa getirilmesi üzerine onun maiyetinde mirliva rütbesi ile Batı Cephesi Komutanlığı görevinde bulundu. Büyük Taarruz'dan sonra başarılarından dolayı ferîk (korgeneral) rütbesine terfi etti. İzmir'in geri alınmasından sonra Mustafa Kemal Paşa tarafından ateşkes görüşmelerinde bulunmak üzere görevlendirilerek Mudanya'ya gönderildi.
Siyasal hayatı.
Cumhuriyet öncesi.
Millî Mücadele'nin sonunu belirleyen 3 Ekim - 11 Ekim 1922 tarihleri arasında gerçekleşen Mudanya Mütarekesi görüşmelerinde Türk tarafını temsil etti. 26 Ekim 1922 tarihinde TBMM tarafından Hariciye Vekili (Dışişleri Bakanı) seçildi. Lozan görüşmelerinde murahhas heyetin başkanlığını yaptı; yeni devletin bağımsızlığını ve egemenliğini onaylayan, Sevr Antlaşması'nı ve Mondros Mütarekesi'ni geçersiz kılan Lozan Antlaşması'nı imzaladı.
Fethi Bey'in kurduğu V. İcra Vekilleri Heyeti'nde Hariciye Vekili olarak görev yaptı. 23 Ağustos 1923 tarihinde Lozan Antlaşması'nın TBMM tarafından kabul edilmesi, siyasal-diplomatik başarılarının en önemlisi oldu.
Cumhuriyet ve başbakanlık yılları.
29 Ekim 1923 tarihinde cumhuriyetin ilanı ile sonuçlanan süreçte Mustafa Kemal ile yakın siyasal iş birliği içindeydi. 30 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk hükûmetini kurdu ve aynı zamanda Halk Fırkası (sonradan Cumhuriyet Halk Partisi veya CHP) genel başkan vekilliğini üstlendi.
İlk başbakanlık döneminde, Cumhuriyetin ilk devrimleri yapılmaya başlandı. Öğretimin birleştirilmesi, halifeliğin kaldırılması ve Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması (3 Mart 1924) bu dönemde gerçekleşti. İki dönem başbakanlık yaptıktan sonra, muhalefet partisi olarak kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın Çankaya'ya olan aşırı muhalefetini hükûmet üzerinden yürütmesi üzerine Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'in isteğiyle 8 Kasım 1924 tarihinde başbakanlıktan istifa etti. 21 Kasım 1924 tarihinde yeni hükûmeti Fethi Bey kurdu. Fethi Bey'in doğudaki Şeyh Said İsyanı'na müdahalede geç kalması ve istifa etmesi üzerine, 3 Mart 1925 tarihinde Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal tarafından yeniden hükûmeti kurmakla görevlendirildi. Ayaklanmanın bastırılmasında Başbakan olarak önemli rol oynadı. 6 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükun Kanunu'nu yürürlüğe sokarak İstiklâl Mahkemeleri'nin tekrar kurulmasını gerçekleştirdi. Bu kanuna dayanarak tüm muhalefet partilerini ve muhalif gazeteleri kapattırdı. 1926 yılında ferîk-i evvel (orgeneral) rütbesine terfi etti. 1927 yılında, kendi isteğiyle askerlikten emekli oldu. Bu tarihten sonra, yeni devletin oluşumunda Mustafa Kemal ile birlikte en önemli siyasal kişilik olarak belirdi.
1932'de Sovyetler Birliği ile diplomatik yakınlaşma amacıyla Moskova'ya gitmiştir. 25 Nisan - 10 Mayıs 1932 tarihleri arasında birtakım görüşmeler yapmıştır. İnönü Moskova'ya gitme amacını şu şekilde izah etmektedir;
1934 yılında Soyadı Kanunu'nun yürürlüğe girmesinden sonra Mustafa Kemal Atatürk tarafından İnönü soyadı verildi. 1925 yılından 1937 yılına kadar başbakanlık görevini aralıksız sürdürdü. Bu dönemde ülkedeki bütün önemli siyasal gelişmelerde; devrimlerin duyurulmasında ve uygulanmasında, iktisat politikasında Devletçilik ilkesinin kabulünde ve uygulanmasında, yeni devletin kurulmasında çok önemli rolü oldu.
1936 yılında faşizmi incelemek üzere İtalya'ya gönderilen CHP Genel Sekreteri (Katib-i Umumi) Recep Peker'in dönüşünde yazdığı TBMM üzerinde bir "Faşist Konsey" kurulmasını öngören raporu onaylayıp imzalaması üzerine Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk "Başvekil hazretleri anlaşılan yorgunluktan, önüne gelen raporları okumadan imzalıyor!" dedi ve kararı reddetti. Dersim İsyanı'nın bastırılması sırasında da düşünce ayrılıkları çıkınca Eylül 1937 tarihinde Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından başbakanlık ve CHP Genel Başkan Vekilliği görevlerinden alındı ve yerine Celâl Bayar atandı. Bu dönemde TBMM'de yalnızca Malatya milletvekili olarak görev yaptı.
Cumhurbaşkanlığı (1938-1950).
10 Kasım 1938 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümü üzerine, 11 Kasım 1938 tarihinde olağanüstü toplanan TBMM tarafından oy birliğiyle cumhurbaşkanlığına seçildi. 26 Aralık 1938 tarihinde toplanan CHP I. Olağanüstü Kurultayı'nda partinin "değişmez genel başkanı" seçildi ve kendisine "Millî Şef" ünvanı verildi.
30 Aralık 1925 tarihli 701 sayılı yasa ve 16 Mart 1926 tarihli 3322 sayılı kararname ile 50, 100, 500 ve 1.000 liralık banknotların ön yüzlerinde cumhurbaşkanının resminin bulunması kararı alınmıştı. Buna dayanarak para ve pulların üzerindeki Atatürk resimleri kaldırılıp yerine İsmet İnönü'nün portreleri kullanıldı.
Cumhurbaşkanı seçilmesinden hemen sonra başlayan II. Dünya Savaşı döneminde, ülkeyi savaştan uzak tutmaya çalıştı. Savaş yıllarındaki ekonomik ve toplumsal sıkıntılar ise dönemin unutulmayan mirası olarak kaldı. Varlık Vergisi uygulaması hayata geçirildi. Yine bu dönemde Hasan Âli Yücel'in öncülüğündeki Köy Enstitüleri kuruldu. Bu enstitüler yıllar sonra kapatılana kadar 20.000 öğrenci köy öğretmeni olarak eğitildi. Ayrıca cumhurbaşkanlığı döneminde müziğe özel yeteneği olan küçük yaştaki çocukların bu konuda iyi bir eğitim almasını sağlamak için çıkardığı Harika Çocuklar Yasası ile İdil Biret ve Suna Kan gibi sanatçıların yetişmesinde önemli rolü olmuştur.
II. Dünya Savaşı'nın hemen ardından, gerek uluslararası siyasetteki gelişmeler gerekse ülke içindeki yeni oluşumlar rejimin genel niteliğinde önemli değişiklikleri gündeme getirdi. Savaşın galiplerinden olan Sovyetler Birliği'nin lideri Josef Stalin'in Türkiye'den Kars, Ardahan, Artvin ve Sarıkamış'ı istemesi; Türkiye'yi, savaşın diğer galipleri ABD ve Birleşik Krallık ile daha yakın ilişkilere mecbur etti. Askerî ve ekonomik destek vermeye hazır olduğunu belirten ABD, Truman Doktrini ile öngördüğü yardımın karşılığında Türkiye'de serbest seçimlere dayanan demokrasi düzeninin yerleştirilmesini istedi.
1945 yılında kurulan Millî Kalkınma Partisi'nden sonra 1946 yılında kurulan Demokrat Parti (DP) ile çetin bir seçim yarışına girdi. 1946 yılında yapılan ilk çok partili seçimde "açık oy, gizli tasnif" metodu kullanıldı ve CHP bu seçimlerde iktidarını devam ettirdi. Ancak seçimlerde kullanılan sistem yüzünden seçimlerin bir şekilde şaibeli olduğu iddia edilmektedir. İnönü'nün cumhurbaşkanlığında CHP'nin tek başına iktidarda bulunduğu 1938-1950 döneminde Türkiye ekonomisi ortalama yıllık %1.8 oranında büyüdü. Bununla birlikte Türkiye'nin GSMH'si dünya toplamının binde 6.52'sinden binde 6.43'üne düştü.
Ana muhalefet partisi liderliği (1950-1960).
İlk defa gizli oy açık sayım ile gerçekleşen 14 Mayıs 1950 genel seçimlerinde CHP %40, DP ise %52 oy aldı. DP 416 Milletvekili çıkarırken CHP ise 69 Milletvekili çıkarmıştır. Bunun üzerine CHP iktidarı sorunsuz bir şekilde DP'ye bırakırken, İsmet İnönü de TBMM'de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demokrat Parti Genel Başkanı Celâl Bayar 1. turda 387 oyla cumhurbaşkanlığına seçilmesi sonucu Cumhurbaşkanlığından ayrıldı ve ana muhalefet partisi genel başkanı olarak siyasal yaşamını sürdürdü. On yıllık muhalefet döneminde, 1954 seçimlerinde oy oranının ve kazanılan Milletvekili sayısının düşmesine karşın partisinin başında kaldı ve iktidarın siyasal baskılarına rağmen, CHP'nin yeniden güçlenmesine katkıda bulundu.
1957 Seçimleri.
1958 yılında gerçekleşmesi gereken seçimler Demokrat Parti'nin isteğiyle bir yıl öne, 27 Ekim 1957'ye alındı. Seçim kampanyası sırasında muhalefet partileri Cumhuriyet Halk Partisi, Hürriyet Partisi ve Cumhuriyetçi Millet Partisi seçim ittifakı için görüşmelere başlamıştı. Fakat planlanan ittifak Bölükbaşı'nın hapse girmesi ve seçim kanununda yapılan değişiklikle siyasi partilerin ittifak kurmasını yasaklanması nedeniyle gerçekleşmedi. Oy verme işlemi sürerken devlet radyosundan DP'nin kazandığı ilan edilirken sandık hilesi iddiaları günlerce bitmedi. Birçok yerde oyların tekrar sayılmasıyla tamamlanan seçim sonunda, bir önceki seçimlere göre oy oranı %10 gerileyen Demokrat Parti 424 sandalye kazanarak yeniden iktidar oldu. Cumhuriyet Halk Partisi ise 178 sandalye kazandı.
27 Mayıs Darbesi.
"Ana madde: 27 Mayıs Darbesi"
1960'lara gelindiğinde CHP ile DP arasındaki tartışmalar daha da arttı. Ayrıca İnönü başta olmak üzere CHP'nin ileri gelen üyelerine saldırılar düzenlendi. CHP'yi destekleyen gazeteler art arda kapatıldı, muhalif gazeteciler tutuklandı. Bunun üzerine Nisan 1960 tarihinde DP, basını soruşturmak amacıyla Tahkikat Komisyonu kurulmasını öneren kanun teklif etti. Bu kanunda komisyona gazete kapatma ve gazeteci tutuklama yetkisi tanınması öneriliyordu, bu yüzden CHP'li vekiller sert bir biçimde bu yasaya karşı çıktı. Görüşmeler süresince CHP'li vekillere bazı kısıtlamalar getirildi. İnönü'nün kendisine ise 12 oturuma katılım yasağı verildi. İnönü de DP'nin bu tavrı karşısında meclisteki tarihi konuşmasını yapmıştır: (27 Mayıs 1960 tarihinde sonra "sizi ben bile kurtaramam" olarak atıf yapılan ama eksik aktarılmasından ve eklenen 'bile' vurgusundan dolayı bağlamından farklı algılanan sözü bu oturumda söylendi.)
İnönü, 27 Mayıs sabahı, Ankara'da Pembe köşk'te “İhtilal oldu” haberiyle uyandırıldı. 28 Mayıs sabahı Orgeneral Cemal Gürsel, telefonla İnönü'yü aradı Aralarında şu diyalog geçti:
14 Ekim 1960'ta başlayan “Yassıada Yargılamaları” 15 Eylül 1961'de sona erdi. 15 Eylül'de Yassıada'da Yüksek Adalet Divanı idam kararlarını verdi. Komitede karar 9'a karşı 13 oy ile, oy birliği ile verilen idam cezalarının infazı lehine çıktı. 16 Eylül sabahı Polatkan ve Zorlu idam edildiler. Adnan Menderes'in eşi Berrin Menderes ve oğlu Aydın, CHP lideri İnönü'nün kapısını çalarak yardım istediler. İnönü, idamların engellenmesi için üç kere başbakanlık binasına gitmişti fakat sonuç alamamıştı. İnönü, Berrin Menderes'e “"Çıldırmış vaziyetteler. Söz dinlemiyorlar. Her şeyi yapmaya çalıştım"” dedi. 17 Eylül öğle vakti Adnan Menderes idam edildi.
Siyasetteki son yılları (1961-1972).
Üçüncü Başbakanlığı (1961-1965) ve Ana Muhalefet Liderliği (1965-1972).
DP, 1960 yılında 27 Mayıs Darbesiyle iktidardan uzaklaştırılıp yeni anayasa kabul edildikten sonra, 15 Ekim 1961 genel seçimlerinden CHP tek başına iktidar olacak çoğunluğu sağlayamasa da, birinci parti olarak çıkınca, 24 yıl sonra yeniden başbakan olarak hükûmeti kurmakla görevlendirildi. Bu dönemde CHP-AP, CHP-YTP-CKMP ve CHP-Bağımsızlar koalisyon hükûmetlerine başkanlık etti. Yeni kurulan siyasal sistemin sağlıklı biçimde işlemesi için çaba gösterdi.
27 Mayıs Darbesi'nin doğurduğu sorunlarla da uğraşarak 22 Şubat 1962 ayaklanması ve 20 Mayıs 1963 ayaklanması girişimlerinin önlenmesi çabalarında cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'e, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay ile birlikte yardımcı oldu. 1964 Kıbrıs olayları sırasında ABD'nin Türkiye'nin adaya müdahalesini engellemesi üzerine dış politikada çok yönlü arayışlara girdi. 21 Şubat 1964 tarihinde İsmet İnönü'ye Ankara'da suikast girişiminde bulunuldu. Suikastçı Mesut Suna 3 el ateş etti. Ancak kurşunlar İnönü’ye isabet etmedi. Mesut Suna olay yerinde yakalandı. Suna, 1974 Rahşan affıyla serbest kaldı.
İlk Devlet Araştırma Kütüphanesi ve Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu'nun kurulması, planlı ekonomiye geçiş, 5 yıllık kalkınma planları, sendikalar, grev ve toplu sözleşme yasalarının çıkarılması, Ankara Anlaşması ve takip eden sene Ortak Pazar üyeliği, Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler kurulması, Millî İstihbarat Teşkilatı yasası ve düzenlemesi, Millî Güvenlik Kurulunun başlangıç ve geliştirilmesi, Türk Ordusu'nun modernizasyonu; İran ve Pakistan ile birlikte bölgesel kalkınma organizasyonunun kurulması, Avrupa ve Orta Asya memleketlerini bağlayan mikrodalga radyo iletişim ağı kurulması, Devlet İstatistik Enstitüsü ile Turizm Bakanlığı'nın kurulması, Güneydoğu Anadolu'nun kalkınma ve geliştirilmesi planları, Basın Yayın Yüksek Okulu'nun ilk kuruluşu başbakanlık yaptığı dönemde gerçekleştirildi.
İnönü hükûmeti mecliste yapılan bütçe oylamasında ret oylarının kabul oylarından fazla çıkması üzerine istifa etti ve 20 Şubat 1965 tarihinde yerini Suat Hayri Ürgüplü hükûmetine bıraktı. 10 Ekim 1965 seçimlerinde partisinin seçimi kaybetmesi üzerine, parti içi görüş ayrılıkları derinleşti. İnönü'nün desteklediği "ortanın solu" politikasının CHP tarafından benimsenmesine rağmen parti 1969 yılında yapılan genel seçimleri de kaybetti.
1967 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterildi.
CHP'den ayrılması ve Cumhuriyet Senatosu (1973).
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 12 Mart 1971 tarihindeki müdahalesinden sonra, CHP'nin tutumu konusunda parti içinde önemli görüş ayrılıkları belirdi ve CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit ile anlaşmazlığa düştü. Ecevit'e göre, müdahalenin amacı, CHP içinde egemen olan "ortanın solu" politikasına son vermek ve partinin iktidar olmasını önlemekti. İnönü ise müdahaleyi onaylamıyordu ve müdahaleden 2 gün sonra CHP grubunda çok sert bir konuşma yaptı; ancak yine de ortamın yumuşaması için yeni kabineye bakan vermeyi kabul etti. Yeni kurulacak hükûmete partinin üye verip vermeyeceği konusunda beliren anlaşmazlık sonucunda Ecevit istifa etti. Ecevit ile yoğun bir mücadeleye girdi. İnönü Haziran 1972'deki olağan kurultay öncesinde 5 Mayıs 1972'de V. Olağanüstü Kurultay'ı toplama kararı aldı. Mayıs 1972 tarihinde toplanan V. Olağanüstü Kurultay'da, İnönü açılış konuşmasında açık konuşarak "Ya ben ya Bülent" dedi ve kararı partiye bıraktı. 7 Mayıs günü yapılan oylama sonucunda Ecevit'in parti meclisi listesi 709 oyla güvenoyu aldı. İnönü 507 oyda kalmıştı. 33 yıldır Genel Başkan olarak CHP'yi yöneten İsmet İnönü 8 Mayıs 1972'de genel başkanlıktan istifa etti. 14 Mayıs 1972 günü yapılan genel başkanlık seçimi özel kurultayında 51 il başkanının adayı ve tek aday olan Bülent Ecevit 913 delegeden 828'inin oyuyla Atatürk ve İnönü'den sonra CHP'nin 3. Genel Başkanı seçildi.
Türk siyasal yaşamında parti içi mücadele sonucunda değişen ilk genel başkan oldu. 5 Kasım 1972 tarihinde de İsmet İnönü, 49 yıldır üyesi olduğu, 33 yılını genel başkan olarak geçirdiği Cumhuriyet Halk Partisi'nden istifa etti. 14 Kasım 1972 tarihinde de milletvekilliğinden istifa etti. Başvurusu üzerine "Eski Cumhurbaşkanı" sıfatıyla tabii senatör olarak Cumhuriyet Senatosu'nda görev aldı.
Ölümü ve cenaze töreni.
17 Aralık 1973 Pazartesi günü uyandığında kendisini iyi hissetmediğini söyleyen İnönü için Pembe Köşk'e Prof. Dr. Zafer Paykoç çağrılmıştır. İncelemeler sonucunda ağır bir enfarktüs geçirdiği anlaşılan İnönü'nün hastaneye kaldırılmasına eşi Mevhibe İnönü karşı çıkmış, doktorlar da evde tedavi olmasını kabul etmişlerdir. Sonrasında İnönü'nün nefes darlığı ve aşırı yorgunluğu nedeniyle Köşk'e oksijen çadırı getirilmiştir. Daha sonra ise Prof. Dr. Paykoç'un isteği üzerine kalp hastalıkları uzmanlarından Prof. Dr. Bekir Berkol, Sabahat Kaymakçalan, Cavit Sökmen, Türkân Akyol ve Türkan Gürel konsültasyonda bulunmak üzere Pembe Köşk'e gelmişlerdir.
17 Aralık'ta geçirdiği rahatsızlıktan sonra dokuz gün boyunca hayatta kalma mücadelesi veren İnönü son nefesini 25 Aralık 1973'te vermiştir.
Vefat haberinin duyulması üzerine Bakanlar Kurulu da toplanarak cenaze töreninin bitimine kadar ülkede millî yas ilan etmiştir. Ayrıca Hükûmet 26 Aralık 1973'te Anıtkabir'de yaptığı inceleme sonucu İsmet İnönü'nün Anıtkabir'e defnedilmesini kararlaştırmıştır. Bu konuda Bakanlar Kurulu 27 Aralık 1973 gün ve 7/7669 sayılı bir kararname çıkarmıştır. İnönü 28 Aralık 1973'te Anıtkabir'deki İsmet İnönü Mezar Odası'na devlet töreni ile defnedilmiştir.
12 Eylül 1980 Darbesi'nden sonra Kenan Evren tarafından Anıtkabir'deki on iki mezarın başka yere naklettirilmesine karar verilirken İnönü'nün kabri bir istisna olarak Anıtkabir'de bırakılmıştır. 6 Kasım 1981'de kabul edilip 10 Kasım 1981'de Resmî Gazete'de yayımlanan 2549 sayılı Devlet Mezarlığı Hakkında Kanun'la, Atatürk için tesis edilen Anıtkabir'de Atatürk ve İsmet İnönü'nün kabrinin muhafaza edileceği ve Anıtkabir alanı içine başka hiçbir kimsenin defnedilmeyeceği belirtilmiştir. İsmet İnönü'nün lahdi, 1993 yılında başlayan bir çalışmayla yeniden düzenlenmiş, Ocak 1997'de bugünkü hâlini almıştır.
Anıtkabir İsmet İnönü Sergi Salonu ve Mezar Odası.
İsmet İnönü'nün mezar odası ve sergi salonuna, batı kolonlarının dış duvarından açılan kapıdan girilir. Kısa koridorun solunda, 1. kata çıkış merdivenleri ile kabul salonuna ulaşılır. Salon, derinlemesine dikdörtgen olup duvar ve tavanlar fibre betondur.
Tavandaki masif meşe kafes duvarlara doğru eğimlidir. Zemin Anadolu ve Kapadokya renkli graniti ile kaplıdır. Bu bölümde ziyaretçilerin oturması için düşünülmüş meşe iskeletli deri koltuklar ve İnönü ailesinin ziyaretleri sırasında yazdıkları özel defterin konulduğu masif meşe kürsü bulunmaktadır. Kabul salonunun solunda sergi salonu sağında mezar odası yer almaktadır. Sergi salonu da kabul salonuna benzer şekilde dizayn edilmiştir.
Yalnız bu bölümde duvarlarda, İsmet İnönü'nün hayatına ilişkin fotoğraflar ile sergileme amaçlı vitrinler bulunmaktadır. Aynı salonun ilerisinde İsmet İnönü'nün hayatını ve yaptıklarını konu alan belgeselin izlendiği sinevizyon bölümü yer almaktadır. Mezar odasına ahşap bir kapı ardından bronz bir kapı ile girilir. Mezar odası kare planlı olup, kesik piramidal tavanla örtülüdür. Batı duvarında kırmızı, mavi, beyaz ve sarı renkli camlardan geometrik desenli vitral pencere ve kıble yönünde bir mihrabiye bulunmaktadır. Mihrabiye'nin kavsanası ve tavan, altın renkli mozaikle kaplanmıştır. Güney duvarında ve girişin iki yanında dikdörtgen sağır nişler içinde altın yaldızla yazılmış İsmet İnönü'nün veciz sözleri yer almaktadır. Beyaz renkli granit kaplı zemin üzerinde beyaz granit kaplama sanduka kıbleye dönük vaziyette yerleştirilmiştir. İsmet İnönü'nün naaşı bu sandukanın altındaki toprakla kaplı olan bölmeye İslami şartlara uygun olarak defnedilmiştir.
Popüler kültür.
İsmet İnönü, "Kurtuluş" (1994) dizisi ve "Cumhuriyet" (1998) filminde Savaş Dinçel, "Ben Onu Çok Sevdim" (2013-2014) dizisinde Şemsi İnkaya, "Atatürk 1881-1919" (2023) filminde Oğulcan Arman Uslu tarafından canlandırıldı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=962",
"len_data": 25207,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.36
}
|
Türkiye cumhurbaşkanları listesi, Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanı olarak görev yapmış kişileri içeren listedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na göre cumhurbaşkanı, devlet ve hükûmet başkanıdır ve Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) adına Türk Silahlı Kuvvetleri'nin başkomutanlığını temsil eder. Cumhurbaşkanı, beş yıllığına görev yapar. Bir kimse en fazla iki defa cumhurbaşkanı seçilebilir. Günümüzde cumhurbaşkanı; kırk yaşını doldurmuş, yükseköğrenim yapmış ve milletvekili seçilme yeterliliğine sahip Türk vatandaşları arasından doğrudan halk tarafından seçilmektedir. Cumhurbaşkanının hastalık, yurt dışına çıkma, ölüm, çekilme veya başka bir nedenle görevini sürdürememesi durumunda, yenisi seçilene kadar en yaşlı cumhurbaşkanı yardımcısı makama vekâlet eder.
Bugüne kadar 12 kişi ant içerek cumhurbaşkanlığı yaparken, 5 kişi de cumhurbaşkanlığına vekillik etmiştir. Bu kişilerden ikisi görevleri sırasında doğal nedenlerden ölmüş (Mustafa Kemal Atatürk ve Turgut Özal), biri askerî darbe sonucu devrilmiş (Celâl Bayar) ve biri Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından sağlık sebeplerinden ötürü görevden alınmıştır (Cemal Gürsel). Göreve geldiğinde 42 yaşında olan Mustafa Kemal Atatürk en genç, 69 yaşında olan Fahri Korutürk ise en yaşlı cumhurbaşkanı olmuştur.
İlk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye'de cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim 1923 günü TBMM tarafından oy birliğiyle seçildi. Yaklaşık 15 yıl ile bu görevde en çok kalan kişi olan Atatürk, dört dönem boyunca cumhurbaşkanlığı yaptı. 1960 yılında meydana gelen ve Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki ilk askerî darbe olan 27 Mayıs Darbesi sonucunda Cumhurbaşkanı Celâl Bayar görevden alındı ve Cemal Gürsel yönetimindeki Millî Birlik Komitesi ülkeyi yönetmeye başladı. Yaklaşık bir yıl boyunca "devlet başkanlığı" sıfatını üstlenen ve 1961 Anayasası'nı yürürlüğe koyan Gürsel, askerî yönetim sonrası TBMM tarafından cumhurbaşkanı seçildi. 6. cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün 6 Nisan 1980 tarihindeki görev bitiminden sonra TBMM bir türlü yeni bir cumhurbaşkanı seçemedi ve bu durum, yaklaşık beş ay süren vekâletli ve cumhurbaşkansız bir dönemin yaşanmasına neden oldu. 12 Eylül 1980 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen askerî darbe sonucunda, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren yönetimindeki Millî Güvenlik Konseyi ülke yönetimini ele geçirdi. Yaklaşık iki yıl boyunca "devlet başkanlığı" sıfatını üstlenen Evren, 1982'deki anayasa referandumu sonucunda 1982 Anayasası'nı yürürlüğe koydu ve yeni cumhurbaşkanı seçildi. 1989'da göreve gelen Turgut Özal, yaklaşık 3,5 yıl cumhurbaşkanlığı yaparak bu görevde en az kalan kişi oldu. 21 Ekim 2007 tarihinde yapılan anayasa değişikliği referandumu sonucu, Türkiye cumhurbaşkanının artık doğrudan halk oylamasıyla seçilmesi uygulaması getirildi. 10 Ağustos 2014 tarihinde yapılan ilk doğrudan halk oylamasında %51,79 oy alan Recep Tayyip Erdoğan, 12. Türkiye cumhurbaşkanı seçildi. Cumhurbaşkanını seçmek için yapılan halk oylamalarına 2018 ve 2023'te devam edildi.
Cumhurbaşkanları içerisinden Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Celâl Bayar, "partili cumhurbaşkanı" olarak görev yapmışlardır. Atatürk ve İnönü hem Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) genel başkanı hem de cumhurbaşkanı olarak görevlerini sürdürmüş, Celâl Bayar ise cumhurbaşkanlığı görevi başladığında Demokrat Parti (DP) genel başkanlığından istifa etmiş ama cumhurbaşkanlığı sırasında parti üyesi olmayı sürdürmüştür. 1961 Anayasası'nın getirdiği cumhurbaşkanının partisiz olma zorunluluğu, 2017 Türkiye anayasa değişikliği referandumunun kabul edilmesiyle kaldırıldı. Referandum sonucunda mevcut cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) genel başkanlığı görevine tekrar gelerek dördüncü partili cumhurbaşkanı oldu.
Görev sürelerine göre.
Cumhurbaşkanlığı makamında kesintisiz en uzun süre kalan kişi Mustafa Kemal Atatürk'tür. Çok partili dönemde ise cumhurbaşkanlığı makamında en uzun süre bulunan kişi Recep Tayyip Erdoğan olmuştur.
Eğitim düzeylerine göre.
Mezun oldukları en üst seviye eğitim kurumuna göre Türkiye cumhurbaşkanlarının listesi aşağıdaki gibidir:
Yaşlarına göre.
Türk cumhurbaşkanlarının göreve başlama yaşlarının medyanı 63,5'tir. Göreve en genç başlayan Mustafa Kemal Atatürk (42), en yaşlısı ise Fahri Korutürk'tür (69). Görev sonu en genç cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk (57) iken, en yaşlısı ise Celâl Bayar'dır (77).
70 yaşında görevinden ayrıldıktan beş ay sonra ölen Cemal Gürsel, tüm cumhurbaşkanları arasında en kısa emeklilik süresine sahiptir. Gürsel'in görevini yapmasına engel olacak duruma gelmesi üzerine, TBMM kararıyla cumhurbaşkanlığı görevine son verilmişti. Mustafa Kemal Atatürk ve Turgut Özal, görevde bulundukları sırada öldükleri için cumhurbaşkanlığı sonrası emeklilik yaşamamışlardır.
Celâl Bayar'ın 26 yıl süren cumhurbaşkanlığı sonrası emeklilik yaşamı, Türkiye cumhurbaşkanlığı tarihinin en uzun emekliliğidir. 103 yaşında ölen Celâl Bayar, aynı zamanda ülkenin en uzun ömürlü cumhurbaşkanıdır ve Süleyman Demirel ve Kenan Evren ile birlikte, 90'larına kadar yaşamış üç Türk cumhurbaşkanından biridir. Şu anda yaşayan en genç cumhurbaşkanı, yaşında olan Recep Tayyip Erdoğan'dır.
Yaşayan eski cumhurbaşkanları.
Ölen son eski cumhurbaşkanı.
Süleyman Demirel (1924-2015), 17 Haziran 2015'te 90 yaşında öldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=966",
"len_data": 5303,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.5
}
|
Aliağa, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. İlçenin kuzeyinde Bergama, güneyinde Foça ve Menemen ilçeleri, doğusunda Manisa ili, batısında Ege Denizi bulunmaktadır.
Tarihçe.
İzmir ve Bergama uygarlıklarından izler taşımaktadır. Ege Denizi kıyılarında sayıları 30'u aşan Aiolis kentleri arasında en büyük ve önemlilerini oluşturan 12 kentten 4'ü Aigai, Kyme, Myrna ve Gryneion ilçe sınırları içerisinde bulunmaktadır.
Menemen ilçesine bağlı iken 1982'de ilçe yapılmıştır. Aliağa'da eski yıllarda tarım ana ekonomik faaliyet kolu iken, devlet ve özel sektör yatırımlarıyla sanayi ve liman kentine dönüşmüştür.
Coğrafya.
İzmir'in kuzeyinde, Çandarlı Körfezi'nin kıyısında konumlanan Aliağa'nın yüzölçümü 379 km2dir. İlçenin kuzeyinde Bergama, güneyinde Foça ve Menemen ilçeleri, doğusunda Manisa ilinin Yunusemre ilçesi, batısında Ege Denizi bulunmaktadır.
İlçe toprakları dağlar, platolar, alçak tepeler ile Güzelhisar Deltası, Güzelhisar Grabeni, kıyı düzlükleri ve alüvyal düzlüklerden oluşur. Hakim litolojik kayaçlar andezit, bazalt, tüf ve anglomeradır.
Karahasan Dağı 854 m, Çirkince Tepe 509 m, Akkemik Dağı 498 m, Karadevlit Tepe 423 m ile önemli yükseltilerdir. Batı Anadolu grabenleri oluşurken tektonizma sonucu kırıklardan volkanik malzeme çıkışı yaşanmıştır. Karahasan Dağı bu sırada oluşan volkanik bir dağdır. Bozdevlit Tepe ve Karadevlit Tepe Miyosen devrinde oluşmuş volkanik tepelerdir.
İlçe topraklarının yaklaşık ortasından, GD-KB yönünde Güzelhisar Grabeni uzanır. Graben içine yerleşen Güzelhisar Çayı Ege Denizi'ne döküldüğü alanda 4,7 km² büyüklüğünde delta oluşturmuştur. Güzelhisar Deltası'nın Aliağa koyu kenarındaki küçük lagün Aliağa Kuş Cenneti'nin bulunduğu önemli bir sulak alandır. Çay denize dökülmeden önce Karaalan Ovası'nda akar.
Tarımda kullanılması gereken 1., 2., 3. ve 4. sınıf araziler ilçe topraklarının %32,1'ini oluşturur. Tarıma uygun olmayan 5. 6. ve 7. sınıf araziler %67,9 oranındadır.
Aliağa Yarımadası'nın batı ucunda, Ilıca Burun'da tektonik sıcak su kaynağı bulunur. İlçe kıyıları enine tip kıyılardandır. Pek çok koy ve burundan oluşur. 37 km'si alçak kıyı, 26 km'si yüksek kıyı toplam 63 km uzunluğunda kıyıya sahiptir. Çandarlı Körfezi'nde kıyıya yakın küçük adalar bulunur: Akkuş Adası, Bozburun Adalar, İkiz Adalar.
İklim.
Aliağa'nın iklimi yazları sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağışlı Akdeniz iklimi'dir. Yıllık ortalama sıcaklık 16,5 °C, yıllık sıcaklık farkı 18 °C'dir. Sıfır derecenin altında aylık ortalama sıcaklık görülmez. En soğuk ay (ocak-şubat) 8,2 °C, en sıcak ay (temmuz) 26,2 °C'dir. Güneş ışınları 21 Aralık'ta 24 °C, 21 Mart ve 23 Eylül'de 51 °C, 21 Haziran'da 74 °C ile gelir. Güneş ışınlarının geliş açıları arasında yaklaşık 47 °C'lik fark bulunur.
Rüzgâr, en çok KD yönünden %34,4 sıklıkta, en az ise Güney yönünden %5,8 sıklıkla eser.
Yağışın yıllık ortalaması 484 mm'dir. 106,7 mm ile en fazla yağış aralıkta, en az yağış temmuz ayında (0,1 mm) görülür. Toplam yağışın %45,3'ü (219,1 mm) kış mevsiminde düşer. Yazlar sıcak ve kurudur, toplam yağışın ancak %2,2'si (104,7 mm) düşer. Yağışların %30,9'u ilkbahar, %21,6'sı sonbaharda düşer.
Hidroğrafya.
Güzelhisar Çayı: Yunt Dağı'ndan kaynağını alır. Manisa Merkez ilçede bulunan Güzelhisar Barajı'ndan çıktıktan sonra Aliağa sınırlarına girer. Aliağa Koyu'nun kuzeyinden Çandarlı Körfezi'ne ulaşır. İlçe topraklarından Sirçe Dere ve Kunduz Dere çaya katılır. İlçede bazı mevsimlik akarsular bulunur: Karaali Dere, Türünlü Dere, Karaosman Dere, Karazeytin Dere, Sazlık Dere, Dedeköy Deresi, Uzunhasan Dere, Himmet Dere, Zindan Dere, Çınarlı Dere, Arap Deresi, Hatun Dere, Hayıtlı Dere.
Toprak.
"Kireçsiz kahverengi toprakları", ilçe topraklarının %67,5'ini kapsar. volkanik kayaçlar üzerinde bulunur, üzerlerinde garig, maki veya kuru orman bulunabilir.
Kahverengi orman toprakları, ilçe topraklarının %7,7'sinde görülür. Kırmızı kahverengi Akdeniz toprakları %1,3, kireçsiz kahverengi orman toprakları %1,2 oranında görülür. %5,6 oranında rendzina ile tuzlu alkali topraklar gibi intrazonal topraklar yaygındır. Alüvyal topraklar ilçenin %5,2'sinde görülür.
Bitki örtüsü.
Aliağa topraklarında orman, maki ve garig bitki örtüsü görülür. Orman alanı insan tahribi ile daralmıştır. Ormanlarda genellikle kızılçam hakimdir, orman altı örtüsü makilerden oluşur. Ormanın tahrip edildiği alanlarda maki türleri olan; kermez meşesi, katran ardıcı, akçakesme, katırtırnağı, menengiç, palamut meşesi, ahlat yaygındır. Dere kenarlarındaki nemli alanlarda bu türlerin yanında mersin, defne, erguvan, laden, hayıt ve zakkum eklenir.
İnsan tahribi ve aşırı otlatmanın olduğu alanlarda diz boyu, bazıları kışın yaprak döken "garig" bitki topluluğu hakimdir. Ateş dikeni, karaçalı, abdestbozan, kekik, kermez meşesi, laden, akçakesme ilçede görülen garig türleridir.
Nüfus.
Aliağa, yöresi insanlar tarafından Neolitik çağdan itibaren yerleşme ve tarım amacıyla kullanılmaktadır. 1960'lı yıllardan sonra sanayi gelişmeye başlamıştır. 1935-1970 arasında %92 artan nüfus, 1970-2011 arasında %306 artmıştır. 1960 yılından sonra İzmir ilçelerinden merkez nüfus artışı en fazla Aliağa'da gerçekleşmiştir. Aliağa nüfusu 2020 yılına göre 101.242. Bu nüfus, 55.293 erkek ve 45.949 kadından oluşmaktadır. Yüzde olarak ise: %54,61 erkek, %45,39 kadındır.
Ekonomi.
Sınırları içerisinde Petrol Ofisi, Petkim Petrokimya Holding, TÜPRAŞ'a ait İzmir Rafinerisi, SOCAR'a ait STAR Rafineri gibi büyük şirketleri ve sanayi kuruluşlarını barındırmaktadır. Türkiye'deki tek resmi gemi söküm bölgesi Aliağa'da bulunmaktadır. Gemi söküm tesisleri kapasite açısından 1986'da Taylan ve Güney Kore'den sonra 3. olmuştur. Günümüzde tonaj açısından Çin, Hindistan, Bangladeş, Pakistan, ABD'den sonra dünya altıncısıdır. Gemi söküm tesisleri demir-çelik ve haddehanelere hurda demir üretirler. 2019'da ilçede ₺2,8 milyar yatırımla vasıflı çelik ürünlerinin üretileceği bir endüstri bölgesi kurulması kararlaştırıldı.
Aliağa sanayi bölgesinde İzdemir Enerji Aliağa Termik Santrali ithal kömürle elektrik üretmektedir.
Aliağa günümüzde önemli bir ticaret potansiyeline sahip liman kentidir. Kıyıda bulunan koylar doğal liman özelliği gösterir. Aliağa koyu, Nemrut Koyu, Aliağa Yarımadasında büyük gemilerin yanaşabileceği iskeleler bulunur.
Aliağa şehir merkezinin güneyindeki Biçer Ovası haddehaneler ve demir-çelik fabrikaları önemli oranda kirliliğe neden olmaktadır. Çevrede ürün kalitesi ve verim düşmüştür. Fabrikalar, sanayi depoları, tır parkları, hurda depoları, tamirhaneler ile kara ve demiryolu önemli tarım arazilerini işgal etmiştir.
Aliağa ilçe topraklarının; %44,1'i tarım toprakları, %19,9'u çayır-mera, %21'i fundalık-orman, %14,9'u tarım dışı kullanılan alandır. Tarım ürünlerinden pamuk, zeytin, mısır ve üzüm önemlidir. Tarım alanlarının %47,7'sinde tarla ürünleri yetiştirilir. Tarla alanlarının %39,6'sında zeytin yetiştirilir. %21 olan fundalık ve orman arazisinin, %14,7'si fundalık, ancak %6,3'ü ormandır.
Geniş bir plaj alanına ve bir kuş cennetine sahip olan Aliağa, daha çok yerli turistlerin ilgisini çekmektedir. Ayrıca Aliağa'da Ağapark, Anatolia ve Aliağa Halk Plajı da bulunur.
Aliağa'nın Adı Nereden Geliyor.
1623-1640 yılları arasında hüküm süren Osmanlı Padişahı 4. Murad Bağdat Seferi dönüşünde savaş boyunca Osmanlı'ya yardım eden bazı Arap Aşiretlerini iskan politikası gereğince Anadolu'ya getirip onlara Batı Anadolu'da geniş topraklara yerleştirmiştir. Araboğulları aşiretinden Esseyyid Abdülkerim Ağa'ya günümüzde Aliağa ilçesinin bulunduğu bölgedeki topraklara yerleşmiştir.
1682'de tarihe 2. Viyana kuşatması olarak geçen ve 16 yıl süren savaş Osmanlı Devletini askeri, siyasal ve ekonomik yönden çok zayıflatmış, 1699 yılında imzalanan Karlofça Antlaşmasıyla ilk toprak kayıpları başlamıştır. Osmanlı tımar sisteminin bozulmuş, miri ve vakıf arazileri büyük toprak sahiplerinin ellerine geçmiştir. 1730'lu yıllardan 1839 yılına kadar sürecek 1 asır boyunca Osmanlı devlet otoritesi zayıflamış ve Ayanlar dönemi adı verilen bir dönem yaşanmıştır Batı Anadolu'da Kara Osmanoğlu ailesi, Arapoğulları Ailesi gibi Ayanlık aileleri gücü eline geçirmiştir. Bergama'dan Menemen'e kadar büyük bir bölge de Araboğulları tarafından kontrol edilmiştir.
Osmanlı döneminde önemli bir yerleşim yeri olan Güzelhisar Arapoğulları ailesi tarafından 1712 ile 1812 yılları arasında ayanlık ile yönetilmiştir. Arapoğullarından Esseyyid Ali Ağa 1760 ile 1780 yılları arasında Güzelhisar Voyvodası/ayanı olarak bölgeye hükmetmiştir. Aliağa ilçesinin adının kaynağı bölgenin ayanı Esseyyid Ali Ağa'dır. 1763 yılında Güzelhisar'da Ali Ağa Camiini yaptırmıştır. Bölgede büyük siyasal ve ekonomik güç elde eden ayan Esseyyid Ali Ağa Güzelhisar'ın denizle buluştuğu kıyılara kadar uzanan geniş bir bölgedeki toprakların sahibi olmuş, bu topraklar “Aliağa Çiftliği” olarak anılmaya başlanmıştır.
Osmanlı arşivlerinde günümüzdeki Aliağa kent merkezinin bulunduğu yerde Rum çiftçilerin ikamet ettiği Kilise Pınarı köyünün bulunduğuna dair kayıtlar bulunmaktadır. Bir kilise (Günümüzde Aliağa Merkez Camii) ve su kaynağı etrafında oluşan köyün adı 19.yüzyılın başlarından itibaren çiftliğin genel adıyla bütünleşerek Aliağa Çiftliği Köyüne dönüşmüştür. 1827/1828 yılı kayıtlarında Aliağa Çiftliği'nden ilk kez bahsedildiği görülmektedir. 1844-45 yıllarına gelindiğinde Güzelhisar Kazası içinde “Aliağa Çiftliği Köyü” olarak resmi kayıtlarda ismi geçmeye başlamıştır.
1840'lı yıllardan itibaren Levanten Baltazzi ailesi bölgedeki toprakların sahibi olmaya başlamıştır. Bu yıllardan, Milli Mücadelenin sonuçlandığı 1922 yılına kadar Aliağa Çiftliği ve çevredeki araziler Baltazzi ailesinin mülküdür. Baltazzi ailesi 1876'da Aliağa Çiftliği'nde 12.000 m²lik bir bahçenin içine 3 katlı bir konak yaptırmıştır. Bu konağın üçüncü katı, 1915 yılı mart ayında İngiliz savaş gemilerinin kıyıyı top ateşine tutması sonucu yıkılmıştır. Konak, 1933 yılında Vali Kazım Dirik tarafından okula dönüştürülmüş ve Cumhuriyetin 10. yılında Aliağa (Atatürk) İlkokulu olarak eğitime başlamıştır.
Altyapı.
Menemen-Çandarlı Otoyolu ilçeden geçmektedir. İlçeye ulaşım İZBAN trenleri ve ESHOT otobüsleri ile sağlanmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=974",
"len_data": 10099,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.49
}
|
Tunceli, Türkiye'nin Doğu Anadolu Bölgesi'nin Yukarı Fırat Bölümü'nde yer alan bir ildir.
Kuzeyde ve batıda Munzur Dağları ile Karasu Nehri, doğuda Bingöl Dağları ve Peri Suyu, güneyde Keban Baraj Gölü ile çevrilidir. Anadolu'nun pek çok yerinde olduğu gibi bu bölgede de çağlar boyunca pek çok uygarlık yaşamıştır.
Tunceli'nin yerleşimleri: Tunceli (merkez), Çemişgezek, Hozat, Mazgirt, Nazımiye, Ovacık, Pertek ve Pülümür'dür. Şubat 2021 TÜİK verilerine göre 8 ilçe, 9 belediye, bu belediyelerde 43 mahalle, ayrıca 364 köy bulunmaktadır.
Tarihçe.
Tunceli'de yapılan arkeolojik araştırmalar sonucunda elde edilen bulgulara göre yöreye Kalkolitik Çağ'da (MÖ 5500-3500) yerleşilmiştir. İşuva (Hurri-Mitanni) adıyla anılan bölgede yazılı tarih MÖ 2200'lerde Subarrularla başlamaktadır. MÖ 2200'lerde bölge, Hurrilerin eline geçmiştir. İşuva adı ilk kez III. Abbas döneminde, Hitit kaynaklarında geçmektedir. Anadolu'da büyük bir devlet kuran Hititler MÖ 1375-1335 yıllarında Tunceli'ye kadar gelmişlerdir. Hitit Devleti yıkıldıktan sonra bölgeye, MÖ 12. yüzyılda Urartular egemen olmuştur. Muşki adıyla tanımlanan kavmin yerleşim alanı olan yöre, MÖ 7. yüzyılda sırasıyla Medlerin ve Perslerin egemenliği altında kalmış ve daha sonra bölge, Büyük İskender tarafından fethedilerek Makedonyalıların egemenliği altına girmiştir. Makedonya Devleti yıkıldıktan sonra ise MÖ 17 yılında Romalıların egemenliğine giren yörede kısa bir süre Partlar etkinlik sağlamışlarsa da MS 2. yüzyılda Romalılar, Partlar'ın etkinliğini kırarak bölgeyi Kappadokia Eyaleti'ne bağlamışlardır. Roma ve Selevkoslar tarafından yönetilen, Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra ise Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içerisinde kalan yöre, MS 7. yüzyılda da “Roma Mezopotamyası” adıyla Tehema'da yer almıştır. Yöre zaman zaman el değiştirerek Bizanslılar ve Sasaniler tarafından yönetilmiştir. MS 639'da İslam Halifesi Ömer döneminde Anadolu'ya yapılan akınlar sonucunda yöre Arapların eline geçmiş, ancak Araplar ve Bizanslılar arasında uzun süre devam eden mücadeleler sonucunda yöre, MS 972 yılında tekrar Bizanslıların hakimiyeti altına girmiştir. 1071 yılındaki Malazgirt Savaşı'ndan sonra Anadolu'da Türklerin egemenliğinin hızla yayıldığı dönemde bölge 1087 yılında kesin olarak Türklerin egemenliği altına girmiştir. 1228 yılında Anadolu'ya tamamen hakim olan Anadolu Selçukluları 1243 yılında yapılan Kösedağ Savaşı'na kadar yöreyi hakimiyetleri altında bulundurmuşlardır. Kösedağ Savaşı'nda Selçuklular yenilince bölge Moğolların denetimi altına girmiştir. Daha sonraları bu yöre önce Mengüceklilerin, sonra da uzun süre Akkoyunlular'ın egemenliği altında kalmıştır. Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar Akkoyunluların yönetimi altında bulunan Tunceli, 1473 yılında yapılan Otlukbeli Savaşı'ndan sonra Osmanlı yönetimi altına girmiştir. Kısa bir süre Safeviler'in yönetimi altına giren yöre, 1514 yılında yapılan Çaldıran Muharebesi'nden sonra tekrar Osmanlı yönetimi altına girmiştir.
Yöre, Osmanlı yönetiminde 1847 yılında, Hozat merkez olmak üzere “Dersim Livası” adıyla sancak yapılarak Erzurum’a bağlanmıştır. 1879 yılında da Farsça "Gümüş Kapı" anlamına gelen “Dersim” adıyla ayrı bir il olan Tunceli, 1892 yılında tekrar sancak yapılarak Mamurat-ül Aziz (Elazığ) iline bağlanmıştır. Dersim diye telaffuz edilen aslında bugünkü Tunceli'yi değil, o yörenin adını belirler. Bugünkü Tunceli merkezinin eski isimleri ise "Mamiki" veya "Mameki" (Kırmançça: "Mamekiye"), "Kalan" (Osmanlıca: قالان, Kırmançça: "Qalan") idi.
I. Dünya Savaşı.
I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti, Dersim bölgesinden asker alımı yapmak istese de aşiretler bu çağrıya kayıtsız kaldı. 1916 yılında ise aşiretler bu sessizliği bozarak Osmanlı yönetimine karşı büyük bir isyan başlattı. Bu isyanın ortaya çıkmasında, aşiretlerin kendi otoritelerini koruma çabalarının yanı sıra Rusya ve Ermenilerin bölgedeki faaliyetleri etkili oldu. Ancak 1917'de Rusya’da yaşanan iç karışıklıklar nedeniyle, aşiretlere sağlanan maddi destek kesildi ve Rus güçleri bölgeden çekilmeye başladı.
Cumhuriyet dönemi.
İlin eski adı Dersim'dir. Dersim ili 26 Haziran 1926'da TBMM'de alınan kararla ilçeye dönüştürülerek Elazığ'a bağlandı. Dersim adı 25 Aralık 1935 tarihinde çıkarılan 2884 sayılı Tunceli Vilayeti'nin İdaresi Hakkında Kanun ile değiştirildi ve Mamiki köyünde yeni il merkezi oluşturuldu. Kalan kasabasının merkezi de Mamiki köyü idi. Mamiki ile eski bir köy olan Siğenk Tunceli'nin birer mahallesi haline dönüştürüldü. 25 Aralık 1935 tarihinde çıkarılan 2885 sayılı kanun ile tekrar il oldu ve Dersim tarihsel yöresi içinde yer alan ve Munzur çevresini kapsayan bölgenin adı Tunceli olarak değiştirildi. Cumhuriyet döneminde Seyit Rıza önderliğinde Dersim İsyanı'na tanıklık eden Tunceli, 1937-38 yıllarında gerçekleşen Dersim tenkil harekâtı sırasında büyük zarar gördü.
Coğrafya.
Doğu Anadolu Bölgesi'nin Yukarı Fırat Havzası'nda yer alan Tunceli, 38 derece 19 dakika ve 40 derece 26 dakika Doğu Boylamları ile 39 derece 36 dakika ve 38 derece 46 dakika kuzey enlemleri arasında yer almaktadır. Tümüyle Fırat Havzası içerisinde kalan İl, doğal sınırlarla kuşatılmış yüksek bir bölgedir. Tunceli ili; doğuda Bingöl ve Elazığ, güneyde Elazığ, batı ve kuzeyde Erzincan illeriyle komşudur. Güneyden kuzeye ve batıdan doğuya doğru yükselen il topraklarının %70'ini dağlar, % 25'ini platolar, % 5'ini ise ovalar ve düzlükler oluşturmaktadır. İlin en yüksek noktası, Munzur Dağları'nın doğusunda 3463 metre yükseklikteki Akbaba Tepesi'dir. Munzur Dağlarının yüksek kesimleri, İlin kuzey ve kuzeybatısında doğal sınır oluşturur.
Dağlar.
Tunceli il sınırları içerisinde bulunan dağlar Doğu Torosların uzantısı olarak batı-doğu yönünde uzanmaktadır. İlin belli başlı yükseklikleri; Munzur Dağları, ilin kuzeybatısı, kuzeyi ve kuzeydoğusunda çok zor geçit veren sıralar halinde 130 km. boyunca uzanmaktadır. 3000 metrenin üzerinde Munzur Dağlarının Tunceli sınırları içerisinde kalan bölümünde en önemli dorukları batıdan doğuya Biçare Dağı (3111 m.), Ziyaret Tepe (3071 m.) ve Akbaba Tepesidir (3463 m.). İl alanının kuzeydoğu ucunu tamamıyla kaplayan Bağırpaşa Dağı'nın en yüksek noktası 3300 metredir.
Platolar.
İl topraklarının % 25'ini kaplayan platolar, Munzur Dağlarının ve Bağırpaşa Dağının doruklar bölgesinde, yüksek sırtlarla çevrilmiş düzlükler şeklindedir. Ayrıca güneydoğu ve doğuda Pülümür Çayı Vadisine inen kesimde, çeşitli yükseklik basamaklarına sıralanmış platolar vardır. Bu platoların en ünlüleri, Mercan Dağları üzerindeki Merk Yaylası ve Munzur Dağlarının orta bölümünde yer alan Kepir Yaylası'dır. Kışları çok soğuk geçen bu platolar yazın otlak alanları olarak kullanılır.
Vadiler.
Çoğunlukla güney doğrultusunda uzanan vadiler, henüz gelişmelerini tamamlamamış, dar ve dik yarıklar halindedir. Tektonik çöküntü alanlarında oluşan akarsu vadileri biraz daha geniştir. İlin en önemli vadileri Munzur, Mercan, Pülümür, Peri ve Tahar Çayı Vadisidir.
Ovalar.
Tunceli'de ovalar il topraklarının % 5'ini kaplamaktadır. Munzur Dağlarının güneyindeki çukurlukta oluşmuş Zeranik Ovası ile Ovacık ilçesinin Yeşilyazı Bucağında bulunan Yeşilyazı Ovası ilin belli başlı ovalarıdır.
Akarsular.
Tunceli, akarsu yönünden çok zengindir. Akarsuları besleyen bu kaynaklar sürekli olduğundan, akarsuların taşıdığı sular bol ve akışları da oldukça düzenlidir. İlin önemli akarsuları, Munzur Suyu, Mercan Deresi, Pülümür Çayı, Peri Suyu, Tahar Çayı, Havaçor Çayı, Karolar Çayı ve Büyükdere'dir.
Göller.
Tunceli'de Keban Baraj Gölünün dışında önemli ve büyük göl yoktur. Munzur Dağları ile bu sıranın alt birikimlerini oluşturan Mercan, Avcı, Karasakal Dağları üzerinde ve Bağırpaşa Dağının doruklar bölgesinde buzul yataklarının zamanla suyla dolması sonucunda oluşmuş küçük krater gölleri vardır. Bunlardan bazıları Karagöl, Koçgölü, Mercan Gölleri, Katır Gölleri, Dilincik Gölü, Çimli Gölü, Şer Gölü ve Buyer Baba Gölleridir. Krater gölleri içerisinde en büyüğü, Ovacık-Koyungölü Köyünün kuzeyinde, 2400 metre yükseklikte yer alan Karagöl'dür.
Ulaşım.
Tunceli, Doğu Anadolu'nun kuzey ve güneyini birbirine bağlayan Erzincan-Elazığ kara yolu üzerinde yer almaktadır. İl topraklarında kuzey-güney yönünde uzanan ve Erzincan'ı Pülümür, Tunceli ve Pertek üzerinden Elazığ'a bağlayan kara yolu, Tunceli kentinin içinden geçmektedir. Tunceli-Erzincan kara yolu aynı zamanda Güneydoğu Anadolu'yu Doğu ve Karadeniz Bölgelerine bağlayan devlet karayollarından biridir. Tunceli'nin İç Anadolu ve Karadeniz illeri ile ulaşım bağlantısı, kuzeyde sınırdan geçen Erzurum-Erzincan kara yolu ile, güney illeri ile olan ulaşım bağlantısı ise Elazığ'dan geçen Bingöl-Elazığ-Malatya kara yolu ile sağlanır. Eskiden Pertek-Elazığ bağlantısını sağlayan köprü, Keban Baraj Gölü suları altında kaldığı için günümüzde Pertek ve Çemişgezek-Akçapınar'da kurulan feribot iskeleleri ile Elazığ yakasına ulaşım sağlanmaktadır. Tunceli'ye en yakın demiryolu, ilin kuzey sınırında Erzincan topraklarından, güney sınırında ise Elazığ topraklarından geçer. Tunceli'ye en yakın havaalanı, kent merkezine yaklaşık olarak 120 km. uzaklıkta yer alan Elazığ Havaalanı'dır. Ayrıca yaklaşık 135 km uzaklıkta Erzincan Havaalanı bulunmaktadır.
Ekonomi.
Tunceli ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalı olup, sanayileşme düzeyi çok düşüktür. Balıkçılık ve arıcılık ilin diğer geçim kaynaklarıdır. Kamu harcamaları il ekonomisinde önemli bir yer tutmaktadır. İldeki en önemli gelir kaynağı olan hayvancılık genelde küçükbaş hayvancılık şeklinde olmakta, özellikle koyun ve kıl keçisi beslemektedir. Büyükbaş hayvancılık aile işletmesi şeklinde olmakta, küçükbaş hayvancılık ise yayla hayvancılığı olarak yapılmaktadır. Tunceli Tarım İl Müdürlüğü 2008 yılı verilerine göre Tunceli'de 248.270 koyun, 52.079 kıl keçisi ve 24.884 sığır bulunmaktadır. Koyunculuk belirgin olarak Pertek ve Çemişgezek ilçelerinde yarı yerleşik bulunan Şavak aşiretinden köylüler tarafından yapılmaktadır.
İklim.
Tunceli'de karasal iklim görülmektedir. Bu iklim özelliğine bağlı olarak yazlar sıcak ve kurak geçer. Kışlar ise soğuk ve yağışlıdır. İlde yıllık ortalama yağış 939 mm.'dir. En az yağış yaz aylarında, en çok yağış ise sonbahar ve kış aylarında düşmektedir. Yaz aylarında kuzeybatıdan esen kuvvetli rüzgârlarla iklim kurak geçmektedir. Kış aylarında ise rüzgâr genellikle güneybatıdan hafif esmektedir. Tunceli'de yıllık ortalama sıcaklık (1950-2014 ortalamalarına göre) 12,8 °C'dir. Ocak ayı ortalama sıcaklığı -2,5 °C, Temmuz ayı sıcaklık ortalaması 27,2 °C'dir.
Yönetim.
İllerde protokolde ilk sırada yer alan Vali, merkezi yönetimi temsil eder ve Cumhurbaşkanı tarafından atanır. Büyükşehir dışındaki illerde yerel yönetim, şehirler düzeyindedir. Belediye Başkanı, belediye sınırları içinde kalan seçmenin oy çokluğu ile seçilir. Ayni seçmen İlçe Belediye Meclisi için de oy kullanarak ilçelerin belediye meclislerini oluşturur. İldeki bütün seçmenler ayrıca il genel meclisi için de oy kullanarak, İl Genel Meclisinin oluşumunu sağlarlar.
İl genel meclisi ve belediye meclisi üyelikleri için yapılan seçimlerde, onda birlik baraj uygulamalı nispi temsil sistemi, belediye başkanlığı seçiminde ise çoğunluk sistemi uygulanır. İl genel meclisi ve belediye meclisi üye sayıları ilçe nüfusuna göre, kontenjandan kalan sayıların partilere dağılımı ise D'Hondt Sistemine göre belirlenir (Kanun:2972-Madde:23)
İl Genel Meclisi, İl Özel İdaresinin karar organıdır, başkanını üyeleri arasından gizli oyla seçer. Ayrıca, İl Genel Meclisi kendi içinden gizli oyla bir yıl görev yapacak 5 kişilik İl Encümenini seçer.
Merkezi yönetim, Vali ve İl Müdürlerinden oluşur. İl Özel İdaresi (İl Genel Meclisi ve İl Encümeni) seçilmişlerden oluşur, ancak Vali başkanlığında görev yapar. Yerel yönetim ise belediye başkanları ve belediye meclislerinden oluşur.
Tunceli Valisi, 1976 Ankara doğumlu Bülent TEKBIYIOĞLU’dur. Ağustos 2023 tarihinde Kırıkkale Valisi iken atanmıştır.
Tunceli Belediye Başkanı, 1968-Ovacık doğumlu Fatih Mehmet Maçoğlu (TKP), 31 Mart 2019 seçimlerinde %32,77 oy oranıyla seçilmiştir.
Mazgirt Akpazar Beldesinin HDP'li belediye başkanı seçildikten sonra İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alınmış, yerine ilçe kaymakamı kayyum atanmıştır.
2019 Türkiye yerel seçimleri sonuçlarına göre Tunceli İl Genel Meclisi üye sayısı, 5 TKP, 6 CHP 2 HDP ve birer üye AK Parti ile MHP olmak üzere 15’dir. Tunceli Belediye Meclisi ise 4 TKP, 3 CHP, 1AK P. ve 7 HDP olmak üzere 15 üyeden oluşur.
2018 Genel seçimleri sonucu, Tunceli'yi temsilen TBMM'de CHP'den 1 milletvekili (Polat Şaroğlu) ve HDP'den 1 milletvekili (Alican Önlü) seçilmiştir.
Nüfus.
Güncel Nüfus Değerleri (TÜİK 6 Şubat 2025 verileri)
Tunceli ili nüfusu: 86.612'dir. Bu nüfusun % 68,65'i şehirlerde yaşamaktadır (2024 sonu). İlin yüzölçümü 7.582 km2'dir. İlde km2'ye 11 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkezde 37'dir.) İldeki ilçelerin tamamında nüfus azalmıştır. İldeki nüfus azalış oranı ise % 3,03 olmuştur. Nüfusu en çok azalan ilçe Nazımiye'dir (-% 8,87) Bu ilçenin nüfusu 2023 yılında %11.0 oranında artmıştı )
06 Şubat 2025 TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 8 ilçe, 9 belediye, bu belediyelerde 43 mahalle ve ayrıca 366 köy vardır.
Siyaset.
Tunceli belediye unvanını 1945 yılında almıştır. Tunceli Milletvekili sayısı 1'dir.
Tunceli Belediyesi, Osmanlı döneminde Özerk bir yönetime sahip olan Dersim'de belediyeye ait bugünkü görevleri Adev-i Dersimi adındaki Hizmet Birlikleri yapmaktaydı. Tam anlamı ile Belediye olmasa bile Belediye'nin görevlerinin birçoğu bu birliğe aitti. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında Dersim'de Belediye görevlendirilmemiş, Elazığ'a bağlı olan Vilayetler Genel Sekreterliği Dersim'de Belediye görevlerini yürütmüştür. 1937/38 yıllarında yaşanan Dersim İsyanı sırasında nüfusun bir kısmının hayatını kaybetmesi ve sürgün edilmesinin ardından şehir Elazığ'a bağlanmıştır. 1945 yılında çıkarılan kanun ile Tunceli bölgesi Elazığ'dan ayrılarak bir şehir statüsü kazandırılmıştır. T.B.M.M. 2018 Genel Seçimleri sonucunda 27. Dönemde HDP'li Alican Önlü ile CHP'li Polat Şaroğlu temsil etmektedir.
Kültür ve sanat.
Yunan tarihi ve coğrafyacılarının Dersim bölgesine "Daranis" ve "Derksene" adını verdikleri söylenir. Adının Pers imparatoru Darius'tan geldiği de söylenir. Bölgede konuşulan diller Zazaca, Kurmanci ve Türkçedir.
Eğitim.
Türkiye İstatistik Kurumu'nun Ocak 2016'da açıkladığı İllerde Yaşam Endeksi'nde eğitimde ilk sırada Tunceli yer aldı.
Spor.
1990 yılına kadar Tuncelispor adını taşıyan bir futbol takımı vardı. Bu takım, 2008-2009 sezonunda Dersimspor olarak geri döndü ve 2014-15 Bölgesel Amatör Lig 3. grupta şampiyon olarak 3. Lige yükseldi. 2016-17 Sezonu sonunda tekrar BAL'a düştü.
2018-2019 Sezonu sonunda, Tunceli'nin futbol BAL'daki takımı Dersim 62 Spor grubunda 9. olmuştur. Ayrıca Pertek Belediyespor kadın takımı hentbol 2. liginde, grubunda 6. olmuştur.
Futbol Türkiye Kupası'nda Dersim 62 Spor 3 takımı eledikten sonra 4. turda Adana Demirspor'a elenmiştir.
Önemli spor tesisleri: Tunceli Atatürk Stadyumu (1.600), Tunceli Merkez Spor Salonu (1.500), Tunceli Olimpik Yüzme Havuzu (500)
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=975",
"len_data": 15022,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.6
}
|
Doğu Anadolu Bölgesi, Türkiye'nin yedi coğrafi bölgesinden biridir. Anadolu topraklarındaki konumunda doğuda yer alması nedeniyle Birinci Coğrafya Kongresi tarafından 1941 yılında böyle isimlendirilmiştir. Ülkenin, nüfus yoğunluğu ve nüfusu en az olan bölgesidir. Bunda bölgenin yüzölçümünün büyük olması başlıca etkilerindendir.
Doğu Anadolu Bölgesinin yüzölçümü 164.000 km²'dir. Yüzölçümü bakımından Türkiye topraklarının %21′ini kaplar. 2021 yılındaki nüfus sayımına göre bölgenin nüfusu 6.513.106 kişidir. Nüfus bakımından en büyük il Van, yüzölçümü bakımından en büyük il Erzurum'dur. Başlıca geçim kaynakları tarım ve hayvancılıktır.Doğu Anadolu Bölgesi'nde dört bölüm vardır:
Coğrafya.
Göller ve nehirler.
Doğu Anadolu Bölgesi'nde yer alan Aras ve Kura nehirleri sularını Türkiye toprakları dışarısında Hazar Denizi'ne dökerler. Fırat, Dicle ve Zap nehirleri ise sularını yine Türkiye dışarısında Basra Körfezi'ne dökerler.
Bölge akarsularının rejimi düzensizdir. Bunun nedeni; yağış rejiminin düzensizliği ve kış yağışlarının kar şeklinde düşmesidir. Kışın yağan karlar erimeden uzun süre yerde kaldığı için akarsuların debileri azalmaktadır. İlkbahar ve yaz aylarında eriyen karlar akarsuların debilerinin yükselmesine ve coşkun bir şekilde akmasına yol açar. Öte yandan bölge akarsularının hidroelektrik enerji potansiyeli yüksektir. Bunun nedeni, yükselti ve eğimlerinin fazla olmasıdır.
Bölgedeki fay hatları üzerinde göller oluşmuştur. Türkiye'nin en büyük gölü olan Van Gölü başta olmak üzere Çıldır, Nazik, Erçek, Hazar, Balık Gölü ve Bulanık gölleri bölge sınırları içerisinde yer alır.
İklim ve bitki örtüsü.
Bölgedeki iklim karasal iklimdir. Sadece iki ilde, Elâzığ ve Malatya illerinde bozkır bitki örtüsü görülür. Van Gölü'nün etkisi sayesinde Bitlis ve Van illerinin Van Gölüne kıyısı olan ilçeleri (Tatvan, Ahlat, Adilcevaz, Erciş, Muradiye, Tuşba, İpekyolu, Edremit, Gevaş) ılıman bir iklime sahiptir.
Erzurum ili kışları soğuk olmasına rağmen yazları yeşil bitki örtüsüne sahiptir.
İller.
Doğu Anadolu'da 14 tane il vardır. En çok nüfusa sahip il Van'dır.
Demografi.
Doğu Anadolu Bölgesi, Türkiye'nin nüfus yoğunluğu en az olan bölgesidir. Bunda bölgenin yüzölçümünün büyük olması başlıca etkendir. 2021 yılındaki nüfus sayımına göre bölgenin nüfusu 6 milyon 513 bin 106 kişi civarındadır. Türkiye'deki coğrafi bölgeler arasında nüfus miktarı ve yoğunluğu yönünden önemli farklar bulunmaktadır. Bu farkların oluşmasında fiziki faktörler (iklim özellikleri, yer şekilleri, toprak özellikleri) ve beşeri faktörler (sanayileşme, tarım, yeraltı kaynakları, turizm, ulaşım) önemli rol oynarlar.
Diğer bölgelere göçün fazla yaşandığı bölge olan Doğu Anadolu Bölgesi'nde kırsal nüfus, kent nüfusundan fazladır.
Etnik yapı.
Doğu Anadolu Bölgesi etnik açıdan çeşitlilik göstermektedir. KONDA'nın 2010'da yürüttüğü bir araştırmaya göre Ortadoğu ve Kuzeydoğu Anadolu olmak üzere ikiye ayrılmış bölgede, Doğu Anadolu Bölgesi'nin güney kısmını oluşturan Ortadoğu kısmında Kürtlerin nüfusun %79.1'ini oluşturduğu, Kuzeydoğu kısmında ise Türklerin baskın olduğu, ancak %32'lik önemli bir Kürt azınlığa sahip olduğu bulunmuştur.
Sanayi.
Bölgenin sanayi anlamında en gelişmiş illeri: Elazığ, Malatya ve Erzurum'dur.
Sanayi kuruluşları yetersiz olan Doğu Anadolu Bölgesi halkı geçimini, başta hayvancılık olmak üzere tarımdan sağlar. Bölgenin hayvancılığa çok elverişli olan Erzurum-Kars Bölümü'nde yüksek nitelikli sığırlar yetiştirilir. Çok sayıda küçükbaş hayvan besleyen göçer aşiretler yazın sürülerini bölgenin öteki kesimlerindeki yüksek yaylalarda otlatır.
Bitkisel üretime elverişli alanlar, bölge yüzölçümünün ancak %10'unu kaplar. Bu alanın büyük bölümünde tahıl ekimi yapılır. Tahıldan başka baklagiller, şeker pancarı, meyve, sebze, pamuk ve az miktarda da tütün yetiştirilir. Pamuk yetiştirilen kuytu Iğdır, Malatya ve Elâzığ ovalarının yanı sıra Erzincan Ovası ile Van Gölü çevresinde meyve bahçeleri çok yer tutar.
Yalnızca büyük kentler çevresinde kurulan sanayilerin başlıcaları pamuklu dokuma, iplik, şeker, süttozu, un, peynir, yem, sigara ve çimento fabrikaları ile et kombinalarıdır.
Yeraltı kaynakları bakımından oldukça zengin sayılan Doğu Anadolu Bölgesi'nde; Afşin ve Elbistan'da linyit, Hekimhan ve Divriği yörelerinde demir, Alacakaya yöresinde krom, Maden yöresinde bakır, Keban ve Baskil yöresinde de gümüşlü kurşun Erzurum-Aşkale'de Bor madeni yatakları bulunmaktadır. Keban ve Karakaya hidroelektrik, Afşin-Elbistan A Termik Santrali ve Afşin-Elbistan B Termik Santrali bölgenin başlıca enerji üretim kuruluşlarıdır.
Tarımsal alanları kısıtlı, sanayi işyerleri yetersiz olan bölge halkının artan nüfusu içinde işsiz kalan kesimi, ülkenin ekonomi olanakları daha gelişmiş olan yörelerine göç etmek zorunda kalmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=979",
"len_data": 4755,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.45
}
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.