text
stringlengths 3
198k
| metadata
dict |
---|---|
Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Türkiye'nin yedi coğrafi bölgesinden biridir. Güneydoğu Torosların güneyinden Suriye sınırına kadar olan yerleri kaplar. Bölge doğu ve kuzeyden Doğu Anadolu Bölgesi, batıdan Akdeniz Bölgesi, güneyden Suriye ve kısa bir sınırla da Irak ile çevrilidir.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Türkiye'nin en düzlük bölgelerinden biridir. Bölge etli ve baharatlı yiyeceklere sahip olan zengin bir mutfak kültürüne sahiptir.
Coğrafya.
Arazi Yapısı.
Bölgenin kuzey kesiminde Toros dağ sırasının güney yamaçları ile birlikte ikinci bir kıvrımlı dağ kuşağı uzanır. Bölgenin ortasında 1952 m yükseltiye sahip sönmüş Karacadağ Volkanı yer alır. Bölgenin batısında ise Gaziantep Platosu üzerinde yükselen Kartal Dağları önemli yükseklik yapar. İç kesimlere gidildikçe iklim karasallaşır.
Karaca Dağ'ın batısında Harran, Suruç, Ceylanpınar ve Birecik ovaları yer alır. Dicle nehri ve kollarının toplandığı Diyarbakır Havzası çok verimli bir ovaya sahiptir. Diyarbakır ovası Bismil ovası Çınar ovası Silvan ovası Ergani ovası Çermik ovası Kocaköy ovası Eğil kıyı ovasına sahiptir.
Karaca Dağ'ın batısındaki Şanlıurfa, Gaziantep, Adıyaman platoları Fırat ve kolları tarafından derin bir şekilde yarılmıştır. Karaca Dağ'ın doğusu ise daha engebeli bir yapı gösterir. Bu bölümün güneyinde Mardin-Midyat Eşiği yer alır.
Bölgenin iki önemli akarsuyundan biri olan Fırat, kaynağını Doğu Anadolu Bölgesi'nden alır. Bölgede ise Toroslar'dan gelen Kâhta ve Karadağ'dan gelen küçük akarsularla beslenir. Güneydoğu Toroslar'ın güneye bakan yamaçlarından birçok kol halinde çıkan Dicle Nehri ise bölgenin diğer önemli akarsuyudur. Her iki akarsu da Basra Körfezi'ne sularını boşaltırlar.
Bölgede doğal oluşumlu göl yoktur. Ancak Fırat ve Dicle üzerinde kurulmuş baraj gölleri bulunmaktadır. Bölgenin ve ülkenin 2. en büyük baraj gölü olan Atatürk Barajı bu bölge sınırları içinde yer alır.
İklim.
Orta Fırat Bölümü.
Orta Fırat Bölümünde yazları sıcak ve kurak, kışları ise serin ve yağışlı Akdeniz iklimi hüküm sürmektedir. Dicle Bölümü'ne göre kış sıcaklık ortalaması yüksektir. Bölümün kış sıcaklık ortalaması 0 °C'nin altına pek düşmez. Yağış en fazla kış mevsiminde görülür. Yıllık yağış tutarı 700mm'dir. Yaz aylarında yağışların azalması ve sıcaklığın yüksek olması kuraklığı arttırmıştır. Fırat Nehri'nin Doğusundan itibaren iklim karasallaşır. Bölgede tarım olarak Antep fıstığı yetiştiriciliği yaygınken Gaziantep yöresinde hem Antep fıstığı hem de zeytin yetiştiriciliği yapılmaktadır. Nizip zeytini bu bölüme özgü bir zeytin çeşididir.
Dicle Bölümü.
Dicle Bölümü'nde karasal iklim etkilidir. Bölümde yazlar çok sıcak ve kurak, kışlar ise soğuktur. Bölümün yüksek kesimlerinde kar yağışları görülür. Kış mevsiminde sıcaklık 0 °C nin altına düşer. Bölümdeki yıllık yağış miktarı 500–600 mm'dir. Son zamanlarda özellikle Diyarbakır çevrelerinde ekonomik anlamda büyük ilerlemeler kaydedilmiştir.
Bitki örtüsü.
Bölgenin doğal bitki örtüsü bozkırdır. İç Anadolu bozkırlarına göre çok fakirdir. Bölgede antropojen bozkırlarda geniş yer kaplamaktadır. Ormanların en az olarak kapladığı bölge olan Güneydoğu Anadolu'da mevcut ormanların büyük bölümü de tahrip edilmiştir.
Ekonomi.
Coğrafi yönden Güneydoğu Anadolu Projesi'nin (GAP) giriş kapısı, sanayisi ve ticari hacmi ile de GAP kalkınmasında temel teşkil eden Gaziantep ve Diyarbakır ekonomik yönden çevresindeki 16 ili etkisi altında tutmaktadır.
Tarım ve hayvancılık.
Bölge ekonomisi Gaziantep dışında tarım ve hayvancılığa dayanır. Geniş düzlüklerin olması bölgede tarım için büyük bir avantaj iken, yaz kuraklığının şiddetli olması üretimi olumsuz etkiler en çok ihtiyaç duyan bölge lös adı verilen çok verimli topraklar bulunur. Bölgenin Dünyada en bilinen tarım ürünü Antep fıstığıdır ve Türkiye'de en çok bu bölgede yetişir. Ayrıca badem, buğday, pamuk, keten, susam, nohut, zeytin, incir, karpuz, kırmızı mercimek de yetiştirilir. Bölgede ağırlıklı olarak küçükbaş hayvancılık yapılır. Çok az miktarda sığır yetiştiriciliği de vardır. Ayrıca hayvancılığa dayalı olarak Diyarbakır'da Türkiye'de bir ilk olan Organize Hayvancılık Bölgesi kurulmuştur.
Yer altı zenginlikleri.
Bölge yer altı kaynakları bakımından oldukça zengin sayılabilir. Fosfat ve linyitin yanında bölgede petrol de çıkarılır. Batman, Diyarbakır ve Kâhta'da Türkiye'nin önemli petrol yatakları bulunur ve Batman rafinerisinin işlediği petrol bölgeden sağlanır. Bölgede az miktarda taş kömürü de bulunur.
İller.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin 9 ili vardır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=980",
"len_data": 4476,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.43
}
|
Anıtkabir, Ankara'nın Çankaya ilçesinde yer alan ve Mustafa Kemal Atatürk'ün anıt mezarını içeren komplekstir. Emin Onat ile Orhan Arda'nın tasarımı olan Anıtkabir'in 1944'te başlanan inşası 1953'te tamamlanmıştır. Anıt mezar binası başta olmak üzere çeşitli yapı ve anıtların yanı sıra Barış Parkı olarak adlandırılan ağaçlık alandan oluşur.
Atatürk'ün 10 Kasım 1938'deki ölümünün ardından naaşının, Ankara'da bir anıt mezar inşa edilene kadar Ankara Etnografya Müzesi'nde kalacağı açıklandı. Anıt mezarın inşa edileceği yeri belirlemesi amacıyla hükûmet tarafından bir komisyon kuruldu. Hazırlanan rapor doğrultusunda, 17 Ocak 1939'daki Cumhuriyet Halk Partisi meclis grubu toplantısında yapının Rasattepe'ye inşa edilmesine karar verildi. Bu kararın ardından ilgili arazide kamulaştırma çalışmaları başlatılırken yapının tasarımının belirlenmesi amacıyla 1 Mart 1941'de uluslararası bir proje yarışması açıldı. 2 Mart 1942'de sona eren yarışma sonrasında yapılan değerlendirmeler sonucunda, Emin Onat ve Orhan Arda'nın projesinin, birtakım değişikliklerle uygulanmasına karar verildi ve 9 Ekim 1944'te gerçekleştirilen temel atma töreniyle inşaata başlandı. Dört kısım hâlinde gerçekleştirilen inşaat, yaşanan birtakım sorunlar ve aksaklıklar nedeniyle planlanandan geç olarak Ekim 1953'te tamamlanırken, inşaat devam ederken dahi projede değişiklikler yapılmıştı. 10 Kasım 1953'te gerçekleştirilen bir törenle, Atatürk'ün naaşı buraya nakledildi. 1973'ten beri İsmet İnönü'nün kabrinin de yer aldığı Anıtkabir'e 1966'da defnedilen Cemal Gürsel ile 1960-1963 yılları arasında defnedilen on bir kişinin naaşları ise, 1988'de Anıtkabir'den kaldırıldı.
Kompleksteki ana yapı olan anıt mezar binasının Şeref Holü olarak adlandırılan kısmında Atatürk'ün sembolik bir lahdi yer alırken Atatürk'ün naaşı, bu yapının alt katındaki mezar odasında defnedilmiştir. Komplekse giriş, Aslanlı Yol adı verilen allenin başlangıcından yapılır ve bu yol, tören meydanına ulaşır. Anıt mezar, revaklarla çevrili bu alanın bir kenarında konumlanırken meydanın Aslanlı Yol'un doğrultusundaki diğer kenarında da kompleksten çıkış kısmı yer alır. Aslanlı Yol'un dört köşesi, tören meydanının çıkışı ve meydanın köşeleri olmak üzere komplekste on adet kule, iki heykel grubu ve Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi bulunur. Anıt Bloku olarak adlandırılan tüm bu yapılar, Barış Parkı adı verilen ağaçlık bir alanla çevrilidir. Yapıların betonarme olduğu kompleksteki yapıların yüzeylerinde ve zeminlerinde, farklı tiplerdeki mermer ve travertenler kullanılırken farklı yerlerde kabartma, mozaik, fresk ve oyma tekniğiyle oluşturulan süslemeler vardır. İkinci Ulusal Mimarlık Akımı üslubunda Neoklasik olan yapı, günümüzdeki Türkiye topraklarında tarih boyunca hüküm sürmüş Hitit, Antik Yunan, Selçuklu ve Osmanlı kültürlerinden izler taşır.
Anıtkabir'deki tüm hizmet ve işlerin sorumluluğu Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığına aittir ve burada gerçekleştirilecek etkinlikler bir kanunla düzenlenir. Türkiye'deki millî bayramlar ile Atatürk'ün ölüm yıl dönümü olan 10 Kasım günlerinde, hükûmet tarafından Anıtkabir'de resmî anma törenleri gerçekleştirilir. Bunların dışında, devlet protokolüne dâhil kişiler ile diğer gerçek ve tüzel kişi temsilcileri tarafından da törenler düzenlenir. Anıtkabir, yabancı hükûmet yetkililerinin Türkiye'ye düzenlediği resmî ziyaretlerde de zaman zaman uğradığı ve resmî törenlerin gerçekleştirildiği bir yerdir.
Tarihi.
Arka plan ve anıt mezarın yerinin belirlenmesi.
Mustafa Kemal Atatürk'ün 10 Kasım 1938'de, İstanbul'daki Dolmabahçe Sarayı'nda ölümünün ardından, defin yeri konusunda basında çeşitli tartışmalar başladı. Hükûmetin 13 Kasım tarihli açıklamasında, Atatürk için bir anıt mezar yapılıncaya kadar kendisinin naaşının Ankara Etnografya Müzesi'nde kalacağının kararlaştırıldığı bildirildi. 19 Kasım'da Ankara'ya taşınan cenaze, 21 Kasım'da düzenlenen törenle müzeye konuldu.
Anıt mezarın yerinin belirlenmesi amacıyla kurulan komisyon, yabancı mimarlardan oluşan bir heyetin görüşlerini alarak bir rapor oluşturdu. 24 Aralık'ta Bakanlar Kurulu, raporun incelenmesi için Cumhuriyet Halk Partisi Meclis Grubuna sevkine karar verdi. 3 Ocak 1939'daki meclis grubu toplantısında, raporu incelemekle görevlendirilen 15 kişilik CHP Anıtkabir Parti Grubu Komisyonu kuruldu. Çeşitli yerlerde incelemelerde bulunan komisyon, 17 Ocak'taki toplantısında anıt mezarın inşa edileceği yeri Rasattepe olarak belirledi. İlk etapta, anıt mezarın inşa edileceği arazinin bir bölümü özel şahıslara ait olduğundan Haziran 1939 itibarıyla kamulaştırma çalışmalarına başlandı.
Proje aşaması.
Anıtkabir'in inşa edileceği arazinin kamulaştırılmasıyla görevli olan ve Cumhuriyet Halk Partisi milletvekillerinden oluşan komisyon 6 Ekim 1939'da, Anıtkabir'in tasarımının belirlenmesi için uluslararası bir proje yarışmasının düzenlenmesine karar verdi. Komisyonun 18 Şubat 1941 tarihli tebliğiyle, 31 Ekim 1941'de sona erecek bir proje yarışmasının düzenleneceğini açıkladı. Yarışma, değişen maddelerden dolayı şartnamesinin yeniden düzenlenmesi nedeniyle 1 Mart 1941'de başladı. Şartnameye göre en az üç kişiden oluşan jüri, birincilik için hükûmete üç proje önerecek ve hükûmet de bu projelerden birisini seçecekti. Yarışmanın jüri üyelerinin planlanan bitiş tarihi olan Ekim 1941'e kadar belirlenememesinden dolayı 25 Ekim'de yarışma süresi 2 Mart 1942'ye kadar uzatıldı. Yarışma devam ederken Ivar Tengbom, Károly Weichinger ve Paul Bonatz; yarışmanın sona ermesinin ardından ise Arif Hikmet Holtay, Muammer Çavuşoğlu ve Muhlis Sertel, jüri üyesi olarak belirlendi.
Yarışmaya Türkiye'den 25; Almanya'dan 11; İtalya'dan 9; Avusturya, Çekoslovakya, Fransa ve İsviçre'den ise birer adet olmak üzere toplam 49 proje gönderildi. Çeşitli nedenlerle diskalifiye edilen projelerin ardından değerlendirilmeye alınacak 47 proje, 11 Mart 1942'de jüriye teslim edildi. 21 Mart'ta çalışmalarını tamamlayan jüri, değerlendirmelerini içeren raporu Başbakanlığa sundu. Hükûmete önerilen raporda Johannes Krüger, Arnaldo Foschini ve Emin Onat ile Orhan Arda'ya ait projeler seçilmişti. Üç projenin de direkt uygulanmaya uygun olmadıkları, yeniden incelenmeleri ve birtakım değişikliklere gidilmesi gerekliliğinden bahsediliyordu. Raporda ayrıca; Hamit Kemali Söylemezoğlu, Kemal Ahmet Arû ile Recai Akçay, Mehmet Ali Handan ile Feridun Akozan, Giovanni Muzio, Roland Rohn ve Giuseppe Vaccaro ile Gino Franzi tarafından oluşturulan projelere de mansiyon ödülü verilmesi öneriliyordu. Hazırlanan raporun özeti, 23 Mart'ta tebliğ olarak Başbakanlık tarafından kamuoyu ile paylaşıldı.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün başkanlığında 7 Mayıs'ta toplanan Bakanlar Kurulunda, Onat ile Arda'nın projesi yarışmanın birincisi olarak belirlendi. Yarışma jürisi tarafından önerilen diğer iki proje ikinci kabul edilirken beş projeye ise mansiyon ödülü verildi. Başlarda, birinci seçtiği proje dâhil hiçbir projenin uygulanmamasına karar veren hükûmet, 9 Haziran'da yayımladığı bildiriyle bu kararı değiştirerek Onat ile Arda'nın projesinin birtakım düzenlemeler sonrasında uygulanmasının kararlaştırdığı duyurdu. Bu düzenlemeler, proje sahiplerinin de yer alacağı bir heyet tarafından yapılacaktı. 5 Nisan 1943'te Başbakanlık, jürinin eleştirileri doğrultusunda altı ay içerisinde yeni bir proje hazırlamalarını Onat ile Arda'ya tebliğ etti. Mimarların ikinci projeyi sundukları Başbakanlık Anıtkabir Komisyonu, 18 Kasım 1943'te aldığı kararla, mimarların uygun gördükleri düzenlemelerinin ardından projenin uygulanacağını bildirdi. İnşaatın yürütülmesi görevi ise 20 Kasım tarihinde Bayındırlık Bakanlığına verildi. Onat ile Arda'nın bu karar sonrasında yaptıkları değişikliklerle oluşturulan üçüncü proje, 4 Temmuz 1944'te mimarlar ile Bakanlık arasında imzalanan sözleşmeyle birlikte uygulama aşamasına geçildi.
İnşaat aşaması.
Birinci ve ikinci kısımlar.
Anıtkabir inşaatı öncesinde Rasattepe, ağacın bulunmadığı çorak bir araziydi. İnşaatın temeli atılmadan önce, Ağustos 1944'te, bölgenin ağaçlandırmasını sağlamak amacıyla 80.000 liralık su tesisatı çalışmaları yapıldı. Anıtkabir ve çevresinin peyzaj planlamasına 1946'da, Sadri Aran'ın önderliğinde başlandı. Aran'ın hazırladığı plana göre yapılan peyzaj ve ağaçlandırma çalışmaları kapsamında ağaçlandırma, toprak tesviyesi ve fidan dikme çalışmaları gerçekleştirilirken 1953 yılındaki açılış sonrasında da buradaki ağaçlandırma ve peyzaj çalışmalarına düzenli olarak devam edildi.
Bayındırlık Bakanlığı tarafından 4 Eylül 1944'te gerçekleştirilen ve inşaat arazisindeki toprak tesviye çalışmaları ile allenin istinat duvarlarının yapılmasını kapsayan inşaatın birinci kısmının ihalesini, Hayri Kayadelen'e ait Nurhayr Şirketi kazandı. 9 Ekim 1944'te gerçekleştirilen Anıtkabir'in temel atma töreninde başbakan, bakanlar, sivil ve askerî bürokratlar yer almıştı. 12 Ekim'de hükûmet, Anıtkabir inşaatına ödenek tahsisi yapmaya izin isteyen bir yasa tasarısı hazırladı. 1 Kasım'da Başbakanlık tarafından meclise sunulan tasarıya göre 1945-1949 yılları arasındaki dönem için Bayındırlık Bakanlığına, her yıl 2.500.000 lirayı aşmamak kaydıyla 10.000.000 liraya kadar geçici taahhütlere girme yetkisi veriliyordu. 18 Kasım'daki Meclis Bütçe Komisyonunda görüşülen ve kabul edilen yasa tasarısı, 22 Kasım'da ise Meclis Genel Kurulunda kabul edildi ve 4 Aralık 1944 tarihli "T.C. Resmî Gazete"de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
İnşaatın kontrol ve mühendislik hizmetini Bayındırlık Bakanlığına bağlı Yapı ve İmar İşleri Başkanlığı yürütürken Orhan Arda'nın Mayıs 1945 sonunda inşaatın kontrolü için görev başına gelmesi ve devamlı olarak inşaat başında kalması kararlaştırıldı. İnşaatın kontrol şefliğine Ekrem Demirtaş getirilse de, Demirtaş'ın 29 Aralık 1945'te görevinden ayrılmasıyla yerine Sabiha Gürayman geçti. İnşaatın ilk kısmı 1945 yılı sonunda tamamlanırken bir tümülüs alanı olan Rasattepe'de, Türk Tarih Kurumu tarafından Temmuz 1945'te gerçekleştirilen kazılarda Frig dönemine ait bazı arkeolojik bulgulara rastlanmıştı.
Anıt mezar binası ile tören meydanını çevreleyen binaların yapılmasını kapsayan inşaatın ikinci kısmı için 18 Ağustos 1945'te gerçekleştirilen ihaleyi kazanan Rar Türk adlı şirket ile Bakanlık arasında 20 Eylül 1945'te bir sözleşme imzalandı. Zemin etüdünün hazırlanması, temel sisteminin değiştirilmesi, betonarme ve statik hesaplarının yapılması ve bu hesap işlemleri ücretlerinin ödenmesi konularından dolayı inşaatın ikinci kısmının başlangıcı gecikirken 1947'nin inşaat mevsiminde temel inşaatına başlandı. Anıtkabir'in inşaatında kullanılacak taş ve mermerler, ülkenin çeşitli yerlerinden getirildi. İnşaat için yeterli bir taş sanayii olmaması nedeniyle ülke genelinde taş ocakları arandı ve tespit edilen ocakların açılmalarının yanı sıra taşların elde edilmesi amacıyla birtakım çalışmalar da gerçekleştirildi.
18 Aralık tarihli Bayındırlık Bakanlığı kararı doğrultusunda, Anıtkabir'in inşa edileceği arazinin deprem ve zemin mekaniği yönlerinden etütlerine yönelik Yapı İşleri Başkanlığı tarafından 23 Ocak 1945'te açılan ihaleyi Hamdi Peynircioğlu kazandı. Ertesi gün başlayan çalışmalar sonrasında hazırlanan rapor 20 Mayıs 1945'te, toprak ve yeraltı sularının kimyasal özelliklerinin yer aldığı analiz raporu ise 1 Aralık 1945'te teslim edildi. Raporda yer alan temel sisteminin değiştirilmesi gerektiği yönündeki görüşe dayanarak Bayındırlık Bakanlığı, yapının temelinde bu yönde bir değişiklik yapılmasını talep etti. Rapor sonrasında projede yapılmak istenen değişiklikler, Onat ve Arda ile bakanlık arasında hukuki bir sürecin yaşanmasına yol açtı. Temel değişikliği kararı üzerine mimarlar tarafından bu yönde yeni bir proje oluşturuldu. Bu değişiklik ardından Rar Türk'ün, ihtiyaç duyulandan daha fazla malzeme satın aldıklarından dolayı zarar ettiklerini belirterek fiyat farkı talep etmesi üzerine ve sonrasında yaşanan bürokratik sorunlar nedeniyle inşaat, Mayıs 1948'e kadar durdu.
14 Mayıs 1950'deki seçimler sonrasında iktidara gelen Demokrat Parti hükûmeti, yapılacak birtakım değişikliklerle hem inşaatın daha hızlı sonuçlandırılması hem de birtakım tasarruflar yapılması amacıyla bir komisyon kurdu. Bu bağlamda, projede yapılması hedeflenen değişikliklerin yer aldığı komisyon raporu, 29 Kasım 1950'deki Bakanlar Kurulu toplantısında kabul edildi.
Üçüncü ve dördüncü kısımlar.
İkinci kısım inşaatın devam ettiği sırada, üçüncü kısım inşaatı için açılan ve 11 Eylül 1950'de sonuçlanan ihaleyi Amaç Ticaret kazandı. İnşaatın bu kısmı; Anıtkabir'e çıkan yollar, Aslanlı Yol ve tören alanının taş kaplama işleri, anıt mezar binasının üst döşemesinin taş kaplaması, merdiven basamaklarının yapılması, lahit taşının yerine konması ve tesisat işlerinin yapılmasını kapsıyordu. 6 Haziran 1951'de gerçekleştirilen inşaatın dördüncü ve son kısmının ihalesini ise Muzaffer Budak'ın şirketi kazandı. İnşaatın bu kısmı; Şeref Holü'nün zemin döşemesi, tonozların alt döşemeleri, Şeref Holü çevresi taş profilleri ile saçak süslemeleri ve mermer işlerinin yapılmasından oluşuyordu. Bu kısımlarda kullanılan malzemeler; Kayseri, Hasandere, Hatay, Afyonkarahisar, Çanakkale, Adana, Haymana, Polatlı ve Gavur Dağları'ndan temin edildi.
Anıtkabir'de yer alacak kabartma, heykel, yazı ve müze kısmında yer alacak eşyaların belirlenmesi ile ilgili kurulan komisyon, 31 Ağustos 1951 tarihli toplantısında, bu içeriğin Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'ndan ve Atatürk Devrimleri ile ilgili hayatı ve hareketleri düşünülerek seçilmesine karar verildi. Yazılar ile heykel ve kabartmaların belirlenmesi için iki ayrı alt komisyon oluşturuldu. 1 Eylül 1951'deki toplantıda, Anıtkabir'deki kuleler, yazılar, heykeller ve kabartmaların hangi özellikleri taşıması gerektiği belirlendi. Yazıların metinlerini belirlemekle görevli alt komisyonun ise 7 Ocak 1952'deki toplantısında hazırladığı raporda, kompleksteki metinlerde yalnızca Atatürk'ün sözlerinin yer almasına karar verildiği ifade edilmişti.
Konusu belirlenmiş olan 19 heykel ve kabartma için, yalnızca Türk sanatçıların katılımına açık yapılan yarışma, 19 Ocak 1952'de sona erdi. 26 Ocak 1952'de açıklanan sonuçlara göre girişte bulunan kadın ve erkek heykel grupları ile alledeki aslan heykellerini Hüseyin Anka Özkan'ın; anıt mezara çıkan merdivenlerin sağında bulunan Sakarya Meydan Muharebesi konulu kabartmayı İlhan Koman'ın, solunda bulunan Başkomutanlık Meydan Muharebesi konulu kabartma ile İstiklâl, Mehmetçik ve Hürriyet kulelerindeki kabartmaları Zühtü Müridoğlu'nun; hitabet kürsüsü ve bayrak direğinin altındaki kabartmayı Kenan Yontunç'un; İnkılap, Barış, Müdafaa-ı Hukuk ve Misak-ı Millî kulelerindeki kabartmaları Nusret Suman'ın yapmasına karar verilirken 23 Nisan Kulesi kabartması için birinciliğe layık eser bulunamadığından ikinci olan Hakkı Atamulu'nun eseri uygulandı. Cumhuriyet ve Zafer kuleleri için ise "konuyu başarı ile temsil eden" bir eser bulunamadığından bu kulelere kabartma yapılmasından vazgeçildi. 1 Eylül 1951'deki toplantıda lahdin bulunduğu Şeref Holü'nün yan duvarlarına yapılması gereken kabartmaların yapımı ise, konuyu başarı ile temsil eden eser bulunamadığı gerekçesiyle iptal edildi. Heykel ve kabartmaların uygulanması için 26 Ağustos 1952'de açılan uluslararası ihaleyi, İtalya merkezli MARMI kazanırken birkaç kabartmayı yapacak olan Nusret Suman da şirketin taşeronu oldu. Kompleksteki sözlerin yazımı için 17 Temmuz 1953'te gerçekleştirilen uluslararası ihaleyi ise Emin Barın kazandı.
Proje mimarları, Anıtkabir'de kullanılacak mozaik motiflerinin belirlenmesi için Nezih Eldem'i görevlendirdi. Şeref Holü'nün orta bölümünde yer alan mozaikler dışındaki Anıtkabir'deki mozaik süslemelerin tamamının tasarımını Eldem yaptı. Şeref Holü'nün tavanında yer alacak mozaik motifler için ise Türk ve İslam Eserleri Müzesi'ndeki 15. ve 16. yüzyıl Türk halı ve kilimlerinden alınmış on bir motifin birleştirilmesi ile bir kompozisyon oluşturuldu. Türkiye'de mozaik süsleme uygulamasının o dönemde yapılamaması nedeniyle İtalya'da üretilen ve parça parça Ankara'ya gönderilen mozaiklerin montajı 22 Temmuz 1952'de başladı ve uygulama çalışmaları 10 Kasım 1953'e kadar sürdü. Anıt mezar kısmını çevreleyen kolonlar, yardımcı binalarının önünde bulunan revaklar ve kulelerin tavanlarındaki fresk tekniğindeki süslemeler için 27 Mart 1953'te açılan ihaleyi Tarık Levendoğlu kazandı. 11 Nisan 1953'te imzalanan sözleşmenin şartnameye göre fresk motifleri idare tarafından verilecekti. 30 Nisan 1953'te başlanan fresk çalışmaları, 10 Kasım 1953'te tamamlandı. 11 Eylül 1954'te, anıt mezar binasının kuru fresk işleri ve demir merdivenler işi için ihale başlatıldı.
Anıtkabir'in inşasının 26 Ekim 1953'te tamamlandığı duyuruldu. İnşaat sonunda projenin toplam maliyeti yaklaşık 20 milyon lirayı bulmuş ve proje için ayrılan 24 milyon liralık bütçeden yaklaşık 4 milyon lira tasarruf edilmişti. 10 Kasım 1953 sabahında Etnografya Müzesi'nden alınan Atatürk'ün naaşının yer aldığı tabut, gerçekleştirilen tören eşliğinde Anıtkabir'e getirilerek anıt mezar binasındaki mezar odasına defnedildi. İnşası tamamlandığında Anıtkabir'in toplam arazisi 670.000 m2yi kapsarken 1964 ve 1982'de yapılan kamulaştırmalar sonrasında Anıtkabir'in yayıldığı alan günümüzdeki sınırlarına ulaştı.
Sonraki yıllardaki değişiklikler.
Millî Birlik Komitesinin 3 Haziran 1960'ta yayımladığı tebliğ ile 28 Nisan-27 Mayıs 1960 tarihleri arasında "özgürlük uğruna yaptıkları gösteriler" sırasında ölen beş "Hürriyet Şehidi", 10 Haziran 1960'ta Anıtkabir'e defnedildi. 20 Mayıs 1963'te gerçekleşen askerî müdahalesi esnasında çıkan çatışmalarda hükûmete bağlı taraftan ölen 6 kişi, Millî Güvenlik Kurulunun 23 Mayıs 1963 tarihli toplantısında alınan karar doğrultusunda Mayıs 1963'te buraya defnedildi. 14 Eylül 1966'da ölen Dördüncü Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in naaşı, 15 Eylül 1966'daki Bakanlar Kurulu toplantısında alınan karar doğrultusunda, 18 Eylül 1966'da Anıtkabir'deki Hürriyet Şehitliği'ne defnedildi. 25 Aralık 1973'te ölen İsmet İnönü'nün naaşı da, 28 Aralık 1973'te gerçekleştirilen devlet töreni ile Anıtkabir arazisine defnedildi.
12 Eylül Darbesi sonrasında, Millî Güvenlik Konseyinin 10 Kasım 1981'de yürürlüğe koyduğu kanunla birlikte Anıtkabir'de Atatürk'ün yanı sıra yalnızca İnönü'nün mezarının kalması yasalaştı. Kanun hazırlandığı sırada İnönü'nün naaşının da Devlet Mezarlığı'na nakli planlansa da fikri alınan İnönü ailesinin, naaşın Anıtkabir'de kalması yönündeki fikirlerini iletmesinin ardından kanun da bu fikre uygun olarak çıkarılmıştı. Anıtkabir'e 27 Mayıs 1960 ve 21 Mayıs 1963'ten sonra defnedilen on bir kişinin mezarı 24 Ağustos 1988'de açılarak naaşları Cebeci Askerî Şehitliği'ne, Gürsel'in ise mezarı 27 Ağustos 1988'de açıldı ve naaşı, 30 Ağustos 1988'de Devlet Mezarlığı'na defnedildi.
1977'de, Şeref Holü'ndeki pencerelere cam takıldı. Atatürk'ün doğumunun 100. yıl dönümüne denk gelen 1981 yılında, Türkiye'nin 67 ilinin yanı sıra Kıbrıs'tan getirilen topraklar, pirinç vazolara konularak Atatürk'ün naaşının etrafına yerleştirildi. İl sayısı arttıkça buradaki toprak dolu vazo sayısı da artış gösterdi ve Azerbaycan'dan gelen toprakla birlikte zaman içerisinde bu sayı 83'e ulaştı. Aynı yıl, Şeref Holü'nün iç kısmında, kapının sağındaki duvara Atatürk'ün 29 Ekim 1938 tarihli Türk ordusuna son mesajının, solundaki duvara ise İnönü'nün Atatürk'ün ölümü üzerine yayımladığı 21 Kasım 1938 tarihli Türk milletine yönelik taziye mesajının metni eklendi.
2000'de başlatılan değerlendirmeler sonucunda, anıt mezar kısmının altında yer alan bir alan, müze olarak düzenlenerek 26 Ağustos 2002'de Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi adıyla açıldı.
Mimari tarzı.
Anıtkabir'in genel mimarisi, 1940-1950 yılları arasındaki İkinci Ulusal Mimarlık Akımı döneminin özelliklerini taşır. Kompleksin mimarisinde İslam ve Osmanlı mimarileri bilinçli olarak tercih edilmemiştir. Anadolu'nun antik köklerine atıfta bulunan projende mimarlar, Halikarnas Mozolesi'ni örnek almıştır. Her iki yapının kompozisyonu da temelde, dikdörtgenler prizması şeklindeki ana kütlenin etrafını dıştan çevreleyen kolonlardan oluşur. Bu klasik üslubun Anıtkabir'de de tekrar edildiğini belirten Doğan Kuban, "Anadolu'ya sahip çıkma isteği nedeniyle Halikarnas Mozolesi'nin örnek alındığı"nı ifade eder. Amerikalı mimarlık tarihi araştırmacısı Christopher Wilson ise, anıt mezar kısmının çatısının projeden kaldırılmasıyla birlikte bu yapının ""akropolis"in tepesinde yer alan bir Helen tapınağını andıran, sade ve soyut, kolonlu bir ana bina" hâline geldiğini yazar. Aslanlı Yol'da yer alan aslan heykelleri ise, Anadolu'da hüküm sürmüş Hititlerin kullandığı sembollerdendir.
Yapının iç mimarisindeki kolon ve kirişli döşeme sisteminin kemer, kubbe (daha sonra yapılan değişikliklerle kaldırıldı) ve tonozlu bir sistemle değiştirilmesiyle iç mimaride Osmanlı mimarisi kaynaklı öğeler kullanılmış oldu. Bunun yanı sıra revaklar, tören meydanı ve Şeref Holü'nün zemin döşemelerindeki ya da yapıların tavanlarındaki kilim motifli renkli taş süslemeleri de Selçuklu ve Osmanlı mimarilerindeki süslemelerin özelliklerini taşır. Atatürk'ün sekizgen planlı mezar odası, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerindeki türbe mimarisi doğrultusundadır. Anıtkabir'deki bu farklı mimari tarzların karma bir şekilde kullanılmasını Onat, şu sözlerle ifade etmiştir:
Anıtkabir'i "Türkiye'nin en çok Nazi etkisi olan yapısı" olarak tanımlayan Şevki Vanlı, totaliter bir kimlik taşıdığını belirttiği yapıyı "Roma kökenli, Nazi yorumlu" olarak değerlendirir. Doğan Kuban da 1950 yılında projede yapılan değişiklikler sonucunda yapının "Hitler tarzı bir yapıya" dönüştüğünü ifade eder. Wilson ise Anıtkabir'deki heykel ve kabartmaların sosyalist gerçekçiliğe benzediğini belirtir.
Konumu ve yerleşim planı.
Anıtkabir, eski adı Rasattepe olan ve günümüzde Anıttepe olarak adlandırılan 906 m rakımlı tepede yer alır. İdari olarak Ankara'nın Çankaya ilçesine bağlı Mebusevleri Mahallesi'nde, Akdeniz Caddesi numara 31'de bulunur.
Anıtkabir; Aslanlı Yol, tören alanı ve anıt mezar binasından oluşan Anıt Bloku ile çeşitli bitkilerden oluşan Barış Parkı olmak üzere iki ana kısma ayrılır. 750.000 m2lik toplam yüzölçümünün 120.000 m2sini Anıt Bloku, 630.000 m2sini Barış Parkı oluşturur. Anadolu Meydanı yönündeki merdivenle erişilen giriş kısmının devamında, kuzeybatı-güneydoğu doğrultusundaki tören alanına kadar uzanan Aslanlı Yol olarak adlandırılan alle yer alır. Aslanlı Yol'un başında, dikdörtgen planlı Hürriyet ve İstiklâl kuleleri ve bu kulelerin önlerinde sırasıyla erkek ve kadın heykel grupları konumlanır. Her iki tarafında gül ve ardıçların yer aldığı Aslanlı Yol'un yine her iki yanında on ikişer adet aslan heykeli bulunur. Dikdörtgen planlı tören alanına üç basamakla erişilen yolun sonunda, sağ ve sol taraflarda sırasıyla Mehmetçik ve Müdafaa-i Hukuk kuleleri vardır.
Üç yanı revaklarla çevrili tören alanının her bir köşesinde dikdörtgen planlı kuleler yer alır. Aslanlı Yol doğrultusunda, tören alanının girişinin tam karşısında Anıtkabir'in çıkışı bulunur. Çıkıştaki merdivenlerin ortasında Türk bayrağının dalgalandığı bir bayrak direği yer alırken çıkışın her iki yanında 23 Nisan ile Misak-ı Millî kuleleri vardır. Tören alanının köşelerinde yer alan Zafer, Barış, İnkılâp ve Cumhuriyet kuleleriyle toplam kule sayısı 10'a ulaşır. Alanı çevreleyen revaklarda Anıtkabir Komutanlığı, sanat galerisi ve kitaplık, müze ve müze müdürlüğü yer alır. Tören alanından, kolonatlarla çevrelenmiş anıt mezar kısmına ulaşılan merdivenin ortasında hitabet kürsüsü, her iki yanındaki duvarda ise birer kabartma bulunur. Şeref Holü olarak adlandırılan bölümde Atatürk'ün sembolik lahdi bulunurken bu kısmın altında Atatürk'ün naaşının yer aldığı mezar odası vardır. Anıt mezarın tam karşısında, tören alanını çevreleyen revaklarının bulunduğu kısmın ortasında ise İnönü'nün lahdi yer alır.
Bölümleri.
Anıt mezar.
Dış mimarisi.
Dikdörtgen planlı anıt mezar binasının zemin ölçüleri 72 × 52 m, yüksekliği 17 m'dir. Betonarme bir yapı olup simetrik ve düzenli bir temel üzerine inşa edilen yapının temelden itibaren yüksekliği 22,8 m'dir. 18 m genişliğindeki Şeref Holü'nde, doğu-batı doğrultusunda uzanan 1000 mm derinliğinde ve 500 mm genişliğinde 27 kiriş yer alır. Kirişler, aralarında 5,5 m'lik mesafe bulunan kolon çiftleriyle desteklenir. Yapı, ön ve arka cephelerinde sekizer, yan cephelerinde ise on dörder olmak üzere 14,4 m yüksekliğindeki, 800 × 800 m ölçülerine sahip kare kesitli toplam 44 kolondan meydana gelen bir kolonatla çevrilmiştir.
Dış duvarların çatıyla birleştiği yerde, saçakların altındaki kısımda yapıyı, Türk oyma sanatından oluşan mukarnas etkili bir korniş çevrelerken ön cephe dışındaki cephelerde, yağmur suyunun boşaltılması için çörtenler yer alır. Yapının kaplandığı sarı travertenler Eskipazar'dan, kolonların üzerindeki lento, korniş ve çörtenlerde kullanılan bej travertenler ise Kayseri'deki taş ocaklarından getirilmiştir. Kolonatın bulunduğu alanın beyaz mermer zemininde, kolonlar arasındaki boşluklara denk gelecek şekilde kırmızı mermer şeritlerin çevrelediği beyaz dörtgen alanlar vardır. Kolonatın tavanında ise; kısa kenarlarda yedişer, uzun kenarlarda on üçer adet olmak üzere toplam 40 adet fresk bulunur. Kasetler içindeki fresklerde açık gri, kiremit ve sarı renkleri kullanılmıştır. Ön ve arka cephelerde, ortadaki iki kolon arasındaki aralık diğerlerine göre daha geniş tutularak anıt mezarın basık kemerli beyaz mermer söveli ana girişi ve aynı eksendeki Atatürk'ün lahdi vurgulanır. Tören meydanına bakan cephesinin sol tarafındaki "Gençliğe Hitabe" ile sağ tarafındaki "Onuncu Yıl Nutku", taş kabartma üzerine altın varakla yazılmıştır.
Anıt mezar kısmına, 8 m yüksekliğindeki 42 basamaklı merdivenle çıkılır. Merdivenlerin ortasında hitabet kürsüsünün yer alır. Beyaz mermerden yapılan kürsünün tören meydanına bakan cephesi sarmal şeklindeki oymalarla süslüdür ve ortasında Atatürk'ün "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" sözü yine oyma tekniğiyle yazılmıştır.
Anıt mezara çıkan merdivenlerin sağında Sakarya Meydan Muharebesi, solunda ise Başkomutanlık Meydan Muharebesi konulu birer kabartma yer alır. Her iki kabartmada da Eskipazar'dan getirilen sarı travertenler kullanılmıştır. Sakarya Meydan Muharebesi konulu kabartmanın en sağında, "muharebenin ilk dönemindeki saldırılara karşı gerçekleştirilen savunma mücadelesi sırasında evlerini terk ederek vatanlarını savunmak için yola çıkanları" temsilen genç bir erkek ve iki at ile birer erkek ve kadın figürleri bulunur. Genç erkek, arkasına, geldiği yöne dönerek sol elini yumruk yaparak yukarıya kaldırıyordur. Bu grubun önünde, muharebe öncesini temsil eden çamura batmış bir kağnı, çabalayan atlar, tekerleği döndürmeye çalışan bir erkek ve iki kadın ile ayakta bir erkek ve diz çökmüş vaziyette ona, kınından sıyrılmış bir kılıç sunan bir kadın vardır. Bu grubun solunda yer alan yere oturmuş iki kadın ve bir çocuk figürü, istila altında olan ve Türk ordusunu bekleyen halkı simgeler. Halkın yukarısında, uçar vaziyette ve Atatürk'e çelenk sunarak tasvir edilen bir zafer meleği figürü bulunur. Kompozisyonun en solunda ise "Vatan Ana"yı temsil eden yere oturur hâldeki kadın, muharebeyi kazanan Türk ordusunu temsil eden diz çökmüş hâldeki genç erkek ve zaferi temsil eden meşe figürü yer alır. Christopher Wilson, bu kabartmaları Arnaldo Foschini'nin projesindekilere benzetir.
Başkomutan Meydan Muharebesi konulu kabartmanın en solunda yer alan birer köylü kadın, erkek çocuk ve attan oluşan grup, milletçe muharebeye hazırlık dönemini simgeler. Sağındaki bölümde yer alan Atatürk bir elini ileri uzatarak Türk ordusuna hedefi gösterir. Öndeki melek bu emri, borusu ile uzaklara ulaştırır. Bu bölümde iki de at figürü yer alır. Bundan sonraki bölümde, Atatürk'ün emri doğrultusunda taarruza geçen Türk ordusunun fedakârlıklarını ve kahramanlıklarını temsil eden, vurulup düşen bir erin elindeki bayrağı kavrayan bir erkek ile siperde ellerinde kalkan ve kılıçlı bir asker figürü yer alır. Önde ise elinde Türk bayrağı ile Türk ordusunu çağıran zafer meleği bulunur.
Şeref Holü.
Atatürk'ün sembolik lahdinin yer aldığı Şeref Holü olarak adlandırılan yapının birinci katına, Veneroni Prezati adlı şirket tarafından yapılan bronz kapının ardından, ortadaki daha geniş, yanlardaki daha dar açıklığa sahip iki sıra kolonattan oluşan hazırlık mekânının ardından giriş yapılır. İç kısımda, kapının sağındaki duvarda Atatürk'ün 29 Ekim 1938 tarihli Türk ordusuna son mesajı, solundaki duvarda ise İnönü'nün Atatürk'ün ölümü üzerine yayımladığı 21 Kasım 1938 tarihli Türk milletine yönelik taziye mesajı yer alır. Her iki yazıda da Emin Barın'ın yazı şablonu kullanılmıştır. Şeref Holü'nün iç yan duvarları Afyonkarahisar'dan getirilen kaplan postu beyaz mermer ve Hasandere'ten getirilen yeşil; zemin ile tonozların alt döşemesi ise Çanakkale'den getirilen krem, Hatay'dan getirilen kırmızı ve Adana'dan getirilen siyah mermerle kaplıdır. Hazırlık kısmındaki sütunlu geçişin iki yanında, tavandan yere kadar uzanan ve girişi çerçeveleyen, üzerinde kilim desenlerinin yer aldığı şerit hâlindeki mozaikler bulunur. Giriş kısmında, eşiklerin ardından siyah mermerle çevrilen enine dikdörtgen kırmızı mermerler yerleştirilerek Şeref Holü'nün üç giriş noktası işaretlenmiştir. Diğer iki girişe göre daha geniş olan orta girişte, hazırlık bölümünün ortasında, kırmızı ve siyah mermerlerden koç boynuzu motifleri, uzunlamasına dikdörtgen şeklindeki alanın dört yönüne yerleştirilmişken; diğer iki girişteki koç boynuzu motifleri, zeminin ortasında, uzunlamasına dikdörtgen alanlarda siyah mermer üzerine kırmızı mermerle oluşturulmuştur. Zeminin yan kenarlarını, siyah mermerin belirginleştirdiği, kırmızı mermer şeritten çıkan aynı malzemedeki dişlerin meydana getirdiği bir kenar süsü sınırlar. Dikdörtgen planlı Şeref Holü'nün uzun kenarlarında, hazırlık mekânındaki kenar süsü motifinin daha geniş ve kırmızı zemin üzerine siyah dişlerle yapılan bir uygulaması bulunur. Bunun dışında, atlamalı olarak siyah ve beyaz mermerlerin oluşturduğu bir yol, Şeref Holü'nün uzun kenarlarını sınırlar. Bu sınırların dışında, giriş kısmında yer alan koç boynuzu motiflerinin hizasında, belli aralıklarla yerleştirilen beşer adet uzunlamasına dikdörtgen bölümlerde ise siyah zemin üzerine beyaz mermerle yaba motifleri yerleştirilmiştir.
Şeref Holü'nün yanlarında dikdörtgen planlı, mermer zeminli ve dokuzar adet çapraz tonozla örtülü, 2 × 35 m ölçülerinde ve 5 m yüksekliğinde birer galeri yer alır. Bu galerilere geçiş sağlayan mermer söveli yedi açıklığın aralarında kalan kısımlarda, ortadaki dikdörtgen şeklindeki beyaz mermeri çevreleyen bej renkli mermer şerit, kısa kenarlarda koç boynuzu motiflerini oluşturur. Her iki galerinin dokuzar bölümünün zemininde aynı anlayışla ancak farklı motiflerin oluşturduğu süslemeler yer alır. Soldaki galeride, girişten itibaren birinci bölümdeki bej mermerle çevrilerek oluşturulan beyaz mermer kare alanları, dört köşesinde siyah mermer şeritler atlamalı olarak ortalarındaki enine ve uzunlamasına dikdörtgen şeklindeki çevreler. Aynı galerinin ikinci bölümünde, merkezdeki enine dikdörtgen alanı çevreleyen siyah mermer şeritler uzun kenarlara doğru köşeli biçimde kıvrılarak koç boynuzu motifleri oluşturur. Üçüncü bölümde siyah şeritlerin dar ve geniş kullanımlarıyla meydana getirilen koç boynuzu motiflerinden bir kompozisyon yer alır. Dördüncü bölümde siyah mermer şeritlerden dikdörtgenin kısa kenarlarına soyutlanmış, parçalanarak yerleştirilmiş koç boynuzuna benzeyen motifler vardır. Beşinci bölümünde siyah ve beyaz mermerler ile dama taşına benzer bir kompozisyon oluşturulmuştur. Altıncı bölümde dikdörtgenin uzun kenarlarının ortasındaki uzunlamasına dikdörtgen alanların etrafındaki siyah şeritler, kısa kenarlarda kıvrılarak koç boynuzu motiflerini meydana getirir. Yedinci bölümündeki dikdörtgen alanın kısa kenarlarına yerleştirilen siyah mermer şeritlerin yaba motiflerini oluşturduğu bir kompozisyon yer alır. Sekizinci bölümde ortada uzunlamasına dikdörtgen alanı sınırlayan siyah şeritler, kısa ve uzun kenarları devam ettirerek kenarların üstünde dört yönde bir çift koç boynuzu oluştururken; dörtgenin köşelerine "L" şeklinde siyah mermerler yerleştirilmiştir. Son bölüm olan dokuzuncu bölümde ise, ortadaki dikdörtgenden çıkan şeritler dört yönde farklı olarak dikdörtgen alanlar meydana getirecek şekilde kapanır.
Şeref Holü'nün sağındaki galerisinin giriş tarafından birinci bölümünün zemininde, ortadaki dikdörtgeni çevreleyen siyah şeritlerin iki çift koç boynuzu oluşturduğu bir kompozisyon yer alır. İkinci bölümünün zemininde, uzun kenarlara yerleştirilen ve siyah mermerden bir şeridin meydana getirdiği, birbirine sırtları dönük iki koç boynuzu, kendilerine dik olan ortadaki şeritle birbirine bağlanır. Üçüncü bölümünün zemininde, ortadaki kareyi altta ve üstte takip eden siyah mermer şeritler, uzun kenarlarda koç boynuzu oluştururlar. Dördüncü bölümünde, ortasında kare şeklinde beyaz mermer olan enine dikdörtgenin köşelerinden çıkan şeritler, koç boynuzu motiflerini meydana getirir. Beşinci bölümünde, kare alanın her köşesine siyah mermerle yaba motifleri işlenmiştir. Altıncı bölümündeki kare alanın kenarlarındaki siyah mermer şeritler, simetrik olarak birer koç boynuzu oluşturur. Yedinci bölümündeki siyah mermer şeritler, yaba motifleri ile bir kompozisyon yaratırlar. Sekizinci bölümünde karenin altındaki ve üstündeki koç boynuzları, siyah mermer şeritlerle birleşerek farklı bir düzenleme elde edilmiştir. Dokuzuncu ve son bölümünde ise kare alanın altına ve üstündeki yatay siyah mermer şeritler, koç boynuzu motifleri meydana getirir.
Şeref Holü'nde dördü kapılı on sekiz tanesi sabit toplam yirmi iki pencerenin yanı sıra; girişin tam karşısında, Ankara Kalesi'ne bakan ve lahdin tam arkasında, diğer pencerelerden daha büyük bir pencere yer alır. Bu pencerenin bronz parmaklıkları, dört adet ay şeklindeki parçanın karşılıklı bir araya gelip, birbirlerine kelepçe ve kamalarla kenetlenerek yonca yaprağı motifi oluştururken bu motif de yanındaki yaprak motifine kenetlenir. Alttaki genişliği 1,4 m, üstteki genişliği 1,5 m, uzunluğu 3,45 m, yüksekliği ise 1,62 m olan lahit; büyük pencerenin yer aldığı, duvarları ve zemini Afyonkarahisar'dan getirilen beyaz mermerle kaplı nişin içinde, zeminden yüksekte konumlanır. Lahdin yapımında, Bahçe'deki Gavur Dağları'ndan getirilen kırkar tonluk iki adet yekpare kırmızı mermer kullanılmıştır.
Şeref Holü'nün 27 kirişten oluşan tavanı, galerileri örten çapraz tonozların yüzeyi ve galerilerin tavanları mozaiklerle süslenmiştir. Şeref Holü'nün yan duvarlarında, her birinde altışar adet olmak toplam 12 adet bronz meşale kullanılmıştır. Yapının üstü ise düz kurşun çatıyla örtülüdür.
Mezar odası.
Yapının zemin katındaki üzeri çapraz tonozlarla örtülü koridorlara, beşik tonoz tavana sahip eyvan şeklindeki mekânlar açılır. Sembolik lahdin tam altına denk gelen konumdaki Atatürk'ün naaşı, bu kattaki sekizgen mezar odasında, direkt olarak toprağa kazılmış bir mezarda bulunur. Odanın tavanı, her bir köşesindeki kaynaktan altın renginde ışık yayılan sekizgen bir ışıklıkla kesilmiş piramit şeklindeki bir külâhla kaplıdır. Odanın tam ortasında yer alan ve kıbleye bakan lahit, sekizgen bir alanla sınırlandırılmıştır. Mermer sandukanın çevresinde; Türkiye'nin 81 ili, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Azerbaycan'dan alınan toprakların olduğu pirinç vazolar yer alır. Mezarın içine ise, Atatürk'ün defnedildiği dönemde var olan Türkiye'nin 67 ilinden; Selanik'teki Atatürk'ün doğduğu evin bahçesinden; Busan, Güney Kore'deki Birleşmiş Milletler Anıt Mezarlığı'nda yer alan Türk askerlerin defnedildiği kısımdan ve Suriye'deki eksklav Türk toprağı statüsündeki Süleyman Şah'ın türbesinden alınmış topraklar konulmuştur. Zemin ve duvarları mermerle kaplı olan odada mozaik süslemeler yer alır.
Aslanlı Yol.
Kurtuluş Savaşı'ndaki Büyük Taarruz'un başladığı tarih olan 26 Ağustos 1922 gününe atfen 26 basamaklı 4 m yüksekliğindeki merdivenin ardından ulaşılan Anıtkabir'in girişinden, tören meydanına kadar kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzanan 262,2 m uzunluğundaki 12,8 m genişliğindeki alle, her iki yanındaki aslan heykellerinden dolayı Aslanlı Yol olarak adlandırılır. Yolun iki yanında, "kuvvet ve sükûnet telkin edecek" bir biçimde oturmuş pozisyonda, mermerden yapılan ve 40 cm yüksekliğindeki kaidelere oturtulmuş, 24 Oğuz boyunu temsilen 24 adet aslan heykeli bulunur. Heykeller, "Türk milletinin birlik ve beraberliğini temsil etme" amacıyla çifter çifter sıralanmıştır. Hüseyin Anka Özkan, heykelleri yaparken İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde yer alan Hitit dönemine ait Maraş Aslanı adı verilen heykelden esinlenmiştir. Yolun her iki yanında kurşun kalem ardıçları ("Juniperus virginiana") ile güller yer alır. Yolun döşemesinde, Kayseri'den getirilen bej travertenler kullanılmıştır ve her bir taş karo arasında, arası çimle kaplı 5 cm'lik boşluklar bulunur. Aslanlı Yol'un başında Hürriyet ve İstiklâl kuleleri ve bu kulelerin önlerinde sırasıyla erkek ve kadın heykel grupları bulunur. Yol, sonundaki altı basamaklı merdivenle tören meydanına bağlanır.
Erkek ve kadın heykel grupları.
Hürriyet Kulesi'nin önünde, üç erkekten oluşan, "Türk erkeklerinin Atatürk'ün ölümünden duydukları derin acıyı" ifade eden bir heykel grubu yer alır. Bir kaide üzerine yerleştirilmiş olan heykellerden sağdaki miğferli, kaputlu ve rütbesiz olanı Türk askerini, onun yanındaki kitap tutanı Türk gençlerini ve aydınlarını, gerisindeki yün başlıklı, keçe yamçılı ve sol elinde tuttuğu bir sopası olanı ise Türk halkını temsil eder.
İstiklâl Kulesi'nin önünde ise üç kadından oluşan, "Türk kadınlarının Atatürk'ün ölümünden duydukları derin acıyı" ifade eden bir heykel grubu bulunur. Bir kaide üzerine oturtulmuş millî kıyafetler içindeki heykellerden kenarlardaki ikisi, yere kadar uzanan ve Türkiye'nin bereketini temsil eden, başak demetlerinden meydana gelen birer çelenk tutar. Sağdaki heykel, ileri uzattığı elindeki tasla Atatürk'e tanrıdan rahmet dilerken ortadaki heykeldeki kadın ise ağladığı yüzünü bir eliyle kapatır. Her iki heykel grubu da, 1 m yüksekliğindeki kaideleri dahil olmak üzere yaklaşık 6 m yüksekliğindedirler.
Kuleler.
8,8 × 10,85 m ölçülerinde dikdörtgen planlı, 7,2 m yüksekliğindeki Anıtkabir'deki on kulenin üzerleri; iç kısmı aynalı tonoz, dış kısmı ise tepelerinde mızrak ucu biçiminde bronz birer alem olan piramit şeklindeki çatılarla örtülüdür. Bu alemler, Türkiye kırsalı ile Orta Asya'daki Türk yerleşimlerinde rastlanan Türk göçebe çadırlarına benzer tasarımdadır. İç kısımlarının tavanlarında, her biri farklı olmak üzere Türk halı ve kilim motifleriyle oluşturulan freskler bulunan kulelerin iç ve dış cepheleri, Eskipazar'dan getirilen sarı travertenlerle kaplıdır. Beyaz taş sövelerle çevrili kapı ve pencerelerinin üzerlerindeki kemerli beyaz taş alınlıklarda, eski Türk geometrik süsleri ile bezenmiş, farklı desenlere sahip renkli mozaikler bulunur. Dış kısımlarında, Kayseri'den gelen bej travertenlerle imal edilmiş, yapıları saçakların altında dört tarafından saran Türk oyma işlerinden meydana gelen kornişler ve yağmur suyunun boşaltılması için çörtenler yer alır.
İstiklâl Kulesi.
Aslanlı Yol'un girişinin sağında bulunan İstiklâl Kulesi'nin kırmızı taş zemininde sarı renkli taş şeritler, alanı dikdörtgenlere böler. Kule girişinin solunda kalan duvarın iç kısmındaki kabartmada, ayakta duran ve iki eliyle kılıç tutan bir erkek ile yanında bir kaya üzerine konmuş bir kartal yer alır. Kartal, gücün ve bağımsızlığın; erkek figürü ise Türk milletinin gücü ve kudreti olan orduyu temsil eder. Kulenin iç kısmındaki travertenlerin derz aralarında zemine paralel 14 sıra, pencere çerçevelerinin kenarlarında ise tek sıra hâlinde turkuaz renkli çiniler bulunur. Duvarlarında ise yazı bordürü olarak Atatürk'ün bağımsızlıkla ilgili şu sözleri yazılıdır:
Hürriyet Kulesi.
Aslanlı Yol'un girişinin solunda bulunan ve İstiklâl Kulesi'yle aynı ölçülere sahip Hürriyet Kulesi'nin kırmızı taş zemininde sarı renkli taş şeritler, alanı dikdörtgenlere böler. Kule girişinin sağında kalan duvarın iç kısmındaki kabartmada; elinde kâğıt tutan melek ile yanında şaha kalkmış bir at figürü yer alır. Ayakta duran bir kız olarak tasvir edilen melek, sağ elinde tuttuğu "Hürriyet Beyannamesi"ni temsil eden kâğıtla birlikte bağımsızlığın kutsallığını sembolize eder. At da özgürlük ve bağımsızlığın bir sembolüdür. Kulenin içinde, Anıtkabir'in inşaat çalışmalarını gösteren fotoğrafların yer aldığı sergi ile inşaatta kullanılan taş örnekleri bulunur. Duvarlarında ise Atatürk'ün özgürlük ile ilgili şu sözleri yazılıdır:
Mehmetçik Kulesi.
Aslanlı Yol'un tören meydanına ulaştığı bölümün sağında yer alan Mehmetçik Kulesi'nin kırmızı taş zemininde, köşelerden çıkan siyah köşegen şeritler, merkezde iki çapraz meydana getirir. Kulenin dış cephesindeki kabartmada, cepheye giden olan Türk askerinin (Mehmetçik) evinden ayrılışı anlatılır. Kompozisyonda, elini asker oğlunun omuzuna atmış onu vatan için savaşa gönderen anne tasvir edilmiştir. Kulenin iç kısmındaki travertenlerin derz aralarında zemine paralel 14 sıra, pencere çerçevelerinin kenarlarında tek sıra hâlinde turkuaz renkte çiniler; Müze Müdürlüğü bölümü duvarlarında ise gül rozeti motifinin çeşitli uygulamaları yer alır. Giriş kapısının hatılında, kabara motifi uygulanmıştır. Kulenin duvarlarında, Atatürk'ün Türk askeri ve kadınları hakkındaki şu sözleri yazılıdır:
Müdafaa-i Hukuk Kulesi.
Aslanlı Yol'un tören meydanına ulaştığı bölümün solunda yer alan Müdafaa-i Hukuk Kulesi'nin kırmızı taş zemininde köşelerden çıkan siyah köşegen şeritler, merkezde iki çapraz meydana getirir. Kule duvarının dış cephesindeki kabartmada, Kurtuluş Savaşı'nda millî hakların savunulması anlatılır. Kabartmada, bir elinde ucu yere dayanan kılıç tutarken diğer elini ileri uzatarak sınırları geçmeye çalışan düşmana "Dur!" diyen çıplak bir erkek figür tasvir edilir. İleri uzatılan elin altında bulunan ağaç Türkiye'yi, onu koruyan erkek figürü ise kurtuluş amacıyla birleşmiş olan milleti temsil eder. Kulenin duvarlarında, Atatürk'ün müdafaa-i hukuk ile ilgili şu sözleri yazılıdır:
Zafer Kulesi.
Tören meydanının, Aslanlı Yol tarafındaki sağ köşesinde yer alan Zafer Kulesi'nin kırmızı zemininin ortasında, siyah şeritlerle çevrelenmiş dikdörtgen alanda, şeritler köşegen yaparak merkezde kesişir. Dikdörtgenin meydana getirdiği her üçgen alana, siyah renkli birer üçgen yerleştirilmiştir. Dikdörtgenin her kenarında, sırtı dönük "M" harfi biçiminde bir motif bulunur. Kulenin iç kısmındaki travertenlerin derz aralarında zemine paralel hâlde 14 sıra, pencere çerçevelerinin kenarlarında ise tek sıra, turkuaz renkte çiniler yer alır. Giriş kapısının hatılında, kabara motifi uygulanmıştır. Kule içinde, Atatürk'ün naaşını 19 Kasım 1938'de Dolmabahçe Sarayı'ndan alarak Sarayburnu'ndaki donanmaya teslim eden top ve arabası sergilenir. Duvarlarında ise Atatürk'ün kazandığı bazı askerî zaferlerle ilgili şu sözleri yazılıdır:
Barış Kulesi.
Tören meydanının uzak köşesinde, Zafer Kulesi'nin karşısında yer alan Barış Kulesi'nin kırmızı zemininin ortasında, siyah şeritlerle çevrelenmiş dikdörtgen alanda, şeritler köşegen yaparak merkezde kesişir. Dikdörtgenin meydana getirdiği her üçgen alana, siyah renkli birer üçgen yerleştirilmiştir. Dikdörtgenin her kenarında, sırtı dönük "M" harfi biçiminde bir motif yer alır. Batı revakına bakan duvarın dış kısmında bir kuş sarayı vardır. Duvarlarının iç kısmında Atatürk'ün "Yurtta barış, dünyada barış" ilkesini anlatan kabartmada, tarımla uğraşan köylüler, tarlalar ve ağaçlar ile yanlarında kılıcını uzatan bir asker figür tasvir edilir. Türk ordusunu temsil eden asker, vatandaşları korur. Kulenin içinde, Atatürk'ün 1935-1938 yılları arasında kullandığı Lincoln marka, tören ve makam otomobilleri sergilenir. Duvarlarında ise Atatürk'ün barış ile ilgili şu sözleri yazılıdır:
23 Nisan Kulesi.
Tören meydanının dışarı açılan merdivenlerinin sağında yer alan 23 Nisan Kulesi'nin kırmızı taş zemininde köşelerden çıkan siyah köşegen şeritler, merkezde iki çapraz meydana getirir. İç duvarında yer alan, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 23 Nisan 1920'deki açılışını temsil eden kabartmada, ayakta duran ve bir elinde anahtar, diğerinde ise kâğıt tutan bir kadın yer alır. Kağıdın üzerinde 23 Nisan 1920 yazılıyken anahtar ise meclisin açılışını sembolize eder. Kule içinde Atatürk'ün 1936-1938 yılları arasında kullandığı Cadillac marka özel otomobili sergilenir. Duvarlarında ise meclisin açılışıyla ilgili Atatürk'ün şu sözleri yazılıdır:
Misak-ı Millî Kulesi.
Tören meydanının dışarı açılan merdivenlerinin solunda yer alan Misak-ı Millî Kulesi'nin kırmızı taş zemininde köşelerden çıkan siyah köşegen şeritler, merkezde iki çapraz meydana getirir. Kule duvarının dış cephesindeki kabartmada, bir kılıç kabzası üzerinde üst üste konulan dört elden tasvir edilir. Bu kompozisyon ile vatanın kurtarılması amacıyla yemin eden millet sembolize edilir. Kulenin duvarlarında ise Atatürk'ün Mîsâk-ı Millî ile ilgili şu sözleri yazılıdır:
İnkılâp Kulesi.
Anıt mezarın sağında yer alan İnkılâp Kulesi'nin kırmızı zemininin ortasındaki dikdörtgen alan kısa kenarlarda siyah, uzun kenarlarda ise kırmızı taşla çevrelenmiş; mekânın kenarları siyah taş şeridin meydana getirdiği tarak motifi ile sınırlanmıştır. Kulenin iç duvarında yer alan kabartmada, birer el tarafından tutulan iki meşale tasvir edilir. Zayıf ve güçsüz bir elin tuttuğu, sönmek üzere olan meşale ile çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu; güçlü bir elin göklere doğru kaldırdığı ışıklar saçan diğer meşale ile ise yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk'ün Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için yaptığı devrimler simgelenir. Kulenin duvarlarında, Atatürk'ün inkılâplarla ilgili şu sözleri yazılıdır:
Cumhuriyet Kulesi.
Anıt mezarın solunda yer alan Cumhuriyet Kulesi'nin kırmızı taş zemininin ortadaki dikdörtgen siyah bölümü, siyah renkli şeritler bir kilim motifi oluşturacak şekilde sarar. Kulenin yan duvarının dış kısmında bir kuş sarayı yer alır. Duvarlarının iç kısmında ise Atatürk'ün cumhuriyet ile ilgili şu sözü yazılıdır:
Tören meydanı.
Aslanlı Yol'un sonunda yer alan 15.000 kişi kapasiteli tören meydanı, 129 × 84,25 m ölçülerinde dikdörtgen bir alandır. 373 dikdörtgene bölünen zeminin her bir bölümü; küp şeklindeki siyah, sarı, kırmızı ve bej renkli travertenler kullanılarak Türk halı ve kilim motifleri oluşturacak şekilde döşenmiştir. Siyah travertenlerle sınırlanan bir alanda yer alan meydanın tam ortasındaki kompozisyonda, kırmızı ve siyah travertenlerin oluşturduğu eşkenar dörtgen şeklindeki motifi, siyah taşlarla yaba motiflerinin kırmızı taşlarla çevrelenerek geniş kenar süslemesinin uzun kenarlarına dizilir. Kısa kenarlarında yarım eşkenar dörtgenlere sahip aynı kenar süslemesinin zeminini, "çapraz" motifleri tek veya ikişerli olarak doldurur. Alanda yer alan siyah travertenlerle çevrelenmiş daha küçük boyuttaki dikdörtgen bölümlerin tamamının göbek kısmında tam, kenarların ortasında ise yarım eşkenar dörtgen şeklinde birer motif yer alır. Ortadaki siyah taşları çevreleyen kırmızı taşlardan oluşan tam eşkenar dörtgenden çıkan kırmızı şeritler köşegenler oluşturur.
Alana, dört tarafında yer alan aşağı doğru üç basamaklı merdivenle erişilir. Tören alanının üç tarafı revaklarla sarılı olup bu revaklar Eskipazar'dan getirilen sarı travertenlerle kaplıdır. Revakların zeminlerinde sarı travertenlerle çevrelenmiş siyah travertenlerin oluşturduğu dörtgen bölümler atlamalı olarak yer alır. Tören meydanının uzun kenarlarındaki revaklarda bu dörtgenlerin her biri, revaka açılan pencere veya kapı hizasında, çift kolonatlı kısmında ise her bir kolon çiftinin arasındaki zeminde bulunur. Revakların tonoz örtülü galerilere sahip zemin katında dikdörtgen biçimli pencereler vardır. Kuleleri birbirine bağlayan revakların tavanlarındaki kasetler içerisinde yer alan Türk kilim motiflerinin merkezlerine, birbirinden ayrı şekilde iki koç boynuzu işlenmiştir. Koç boynuzu desenleriyle çevrelenen çerçevelerin ortalarında, her kule arasındaki kolonatta 11 kere tekrarlanan dikdörtgen bir bölüm bulunur. Zafer ile Barış kuleleri arasındaki kolonatta yer alan tavan freskleri ise 25 kez tekrarlanmış olup merkezdeki dikdörtgen kısımda yer alan iki koç boynuzu motifi birleşiktir ve diğer kolonatlardaki motiflerden farklı bir motif oluşturacak şekilde işlenmiştir. Açık ve koyu sarı, kiremit, bordo, beyaz ve koyu gri renklerinin kullanıldığı kolonatların tavanlarındaki fresklerin toplam sayısı 69 adettir.
Tören meydanının Çankaya yönündeki girişinde yer alan 28 basamaklı merdivenlerinin ortasında; tepesinde Türk bayrağının dalgalandığı, yüksekliği 29,53 m, taban çapı 440 mm, tepe çapı 115 mm olan çelik bir bayrak direği yer alır. Bayrak direğinin kaidesinde yer alan kabartmayı Kenan Yontunç tasarlarken kabartmanın kaideye uygulamasını Nusret Suman gerçekleştirmiştir. Alegorik şekillerden meydana gelen kabartmada; meşale ile medeniyet, kılıç ile taarruz, miğfer ile savunma, meşe dalı ile zafer, zeytin dalı ile ise barış simgelenir.
İsmet İnönü'nün lahdi.
Barış ve Zafer kuleleri arasındaki 25 açıklı kolonatın olduğu kısmın 13. ve 14. kolonları arasında İsmet İnönü'nün sembolik lahdi bulunur. Tören meydanı seviyesindeki bej traverten kaplı kaide üzerinde yer alan lahit, Topçam'daki ocaklardan çıkarılan pembe renkli siyenit ile kaplıdır. Lahdin önünde yine aynı malzemeden yapılan sembolik bir çelenk yer alır. Lahdin sol yüzünde İnönü'nün komutanlığında kazanılan İkinci İnönü Muharebesi sonrasında Ankara'ya çektiği telgraftan alıntıya şu şekilde yer verilmiştir:
Metristepe'den, 1 Nisan 1921<br>Saat 6.30'da Metristepe'den gördüğüm vaziyet: Bozüyük yanıyor düşman binlerce ölüleriyle doldurduğu savaş meydanını silahlarımıza terk etmiştir.<br>Garp Cephesi Komutanı İsmet
Lahdin sağ tarafında ise Atatürk'ün bu telgrafa cevaben gönderdiği telgraftan şu alıntı yer alır:
Ankara, 1 Nisan 1921<br>Garp Cephesi Kumandanı ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi İsmet Paşa'ya<br>Siz orada yalnız düşmanı değil milletin makûs talihini de yendiniz<br>Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal
Lahdin altında bulunan mezar odası ve sergi salonuna, batı kolonlarının dış duvarından açılan kapıdan giriş yapılır. Kısa koridorun solunda, birinci kata çıkan merdivenler ile, duvar ve tavanları lif takviyeli betondan meydana gelen dikdörtgen biçimli kabul salonuna ulaşılır. Tavanda, duvarlara doğru eğimli masif meşe kafes yer alır. Zemini granitle kaplı olan bölümde, meşe iskeletli deri koltuklar ve İnönü ailesinin ziyaretleri sırasında yazdıkları özel defterin konulduğu masif meşeden kürsü bulunur. Kabul salonunun solunda sergi salonu, sağında ise mezar odası yer alır. İnönü'nün fotoğrafları ve birtakım şahsi eşyalarının sergilendiği vitrinler ile İnönü'nün hayatını ve yaptıklarını konu alan bir belgeselin yayımlandığı sinevizyon bölümünün yer aldığı sergi salonunun tasarımı kabul salonuna benzerdir. Önce ahşap ardından ise bronz bir kapıyla girilen kare planlı mezar odası, kesik piramit şeklindeki bir tavanla örtülüdür. Odanın batı duvarında kırmızı, mavi, beyaz ve sarı renkli camlardan geometrik desenli vitray pencere ve kıble yönünde bir mihrap vardır. Mihrabın kavsarası ve tavanı altın renkli mozaikle kaplıdır. Beyaz granitle kaplı zemin üzerinde, yine beyaz granitle kaplanmış ve kıbleye bakan, İnönü'nün naaşının yer aldığı bir sanduka bulunur. Odanın güney duvarında ve girişin iki yanında dikdörtgen nişler içindeki altın yaldızlı bir şekilde İnönü'nün şu sözleri yazılıdır:
Cumhuriyetin, bütün vatandaşları eşit tutan bütün vatandaşlara aynı hakkı veren esas prensibinden vazgeçmek bizim için imkan haricindedir.<br>İsmet İnönü
Aziz Türk Gençleri!<br>Bütün çalışmalarımızda ileri insan, ileri millet ve yüksek insan cemiyeti hedef olarak gözlerinizin önünde durmalıdır. Kudretli vatansever bir nesil olarak Türk Milletini omuzlarınız da taşıyacaksınız.<br>19.05.1944 İsmet İnönü
Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi.
Misak-ı Millî Kulesi'nin giriş kapısından başlayan, revakların içinden İnkılâp Kulesi'ne ulaşan, Şeref Holü'nün altından devam ederek Cumhuriyet Kulesi'ne ve oradan da yine revakların içinden Müdafaa-i Hukuk Kulesi'ne çıkan kısım, Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi olarak hizmet verir. Misak-ı Millî ile İnkılâp kuleleri arasındaki birinci bölümde, Atatürk'e ait eşyalar ile Atatürk'ün balmumu heykeli sergilenir. İkinci bölümünde; Çanakkale Savaşı, Sakarya Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz ile Başkomutanlık Meydan Muharebesi'ni konu alan üç panorama yağlı boya tablonun yanı sıra Atatürk ve Kurtuluş Savaşı'na katılan komutanlardan bazılarının portreleri ile savaşın çeşitli anlarının resmedildiği yağlı boya tablolar yer alır. İkinci bölümü çevreleyen koridordaki 18 galeride yer alan tematik sergi alanlarından meydana gelen üçüncü bölümünde; Atatürk dönemine ilişkin olayların kabartmalar, maketler, büstler ve fotoğraflarla anlatıldığı galeriler yer alır. Cumhuriyet Kulesi ile Müdafaa-i Hukuk Kulesi arasında yer alan dördüncü ve son bölümünde ise Atatürk'ün çalışma masasında tasvir edildiği bir balmumu heykeli ve Atatürk'ün köpeği Foks'un doldurulmuş bedeninin yanı sıra, Atatürk'e ait kitaplardan oluşan Atatürk'ün özel kitaplığı bulunur.
Barış Parkı.
Anıtkabir'in yer aldığı tepenin 630.000 m2lik kısmını oluşturan ve Atatürk'ün "yurtta sulh, cihanda sulh" özdeyişinden ilham alınarak çeşitli ülkelerin yanı sıra Türkiye'nin bazı bölgelerinden getirilen bitkilerin yer aldığı alandır. Doğu Parkı ve Batı Parkı olmak üzere iki bölümden oluşan parka; Afganistan, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, Avusturya, Belçika, Birleşik Krallık, Çin, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hindistan, Irak, İspanya, İsrail, İsveç, İtalya, Japonya, Kanada, Kıbrıs, Mısır, Norveç, Portekiz, Tayvan, Yugoslavya ve Yunanistan olmak üzere 25 ülkeden çeşitli tohum veya fidanlar gönderildi. Günümüzde Barış Parkı'nda 104 türden yaklaşık 50.000 adet bitki bulunur. Park, 1960'ların sonu ya da 1970'lerin başından itibaren ziyaretçilere kapalıdır.
Hizmetlerin yürütülmesi, törenler, ziyaretler ve diğer etkinlikler.
Proje yarışması, inşası ve açılışı döneminde kompleksin sorumluluğu Bayındırlık Bakanlığına aitti. Anıtkabir'in yönetimi ve bünyesindeki hizmetlerin yürütülmesi, 14 Temmuz 1956'da yürürlüğe giren 6780 sayılı Anıt-Kabir'in Her Türlü Hizmetlerinin Maarif Vekâletince İfasına Dair Kanun ile birlikte Millî Eğitim Bakanlığı Kültür Müsteşarlığına verildi. Bu dönemde; kara, deniz ve hava kuvvetleri ile jandarma teşkilâtına mensup askerlerden meydana gelen bir muhafız taburu da, Barış Parkı'nda yer alan bir kışlada konuşlanmaya başladı. Bakanlıklar arasında gerçekleştirilen iç yazışmalarla 1974'te, Millî Eğitim Bakanlığının sorumlulukları Kültür Bakanlığına geçti. 6780 sayılı kanunun yerine 15 Eylül 1981'de yürürlüğe giren 2524 sayılı Anıtkabir Hizmetlerinin Yürütülmesine İlişkin Kanun ile birlikte, Anıtkabir'deki tüm işlerin sorumluluğu Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığına devredildi.
Anıtkabir'de yapılan ziyaretler ve törenlere ilişkin esaslar, 2524 sayılı Anıtkabir Hizmetlerinin Yürütülmesine İlişkin Kanun'un 2. maddesi maddesi uyarınca hazırlanan ve 9 Nisan 1982'de yürürlüğe giren yönetmelikle düzenlenir. Yönetmeliğe göre Anıtkabir'deki törenler; devlet başkanı veya temsilcisinin katıldığı ya da millî bayramlar ile Atatürk'ün 10 Kasım'daki ölüm yıl dönümünde düzenlenen 1 numaralı törenler, devlet protokolüne dahil kişilerin katıldığı 2 numaralı törenler ve bu iki tür törene katılanlar dışında kalan bütün gerçek kişiler ile tüzel kişi temsilcilerinin katıldığı 3 numaralı törenler olmak üzere üçe ayrılır. Muhafız bölük komutanının tören subayı olduğu 1 numaralı törenler, Aslanlı Yol'un girişinden başlar ve subaylar, lahde bırakılacak çelengi taşır. Yabancı devlet başkanlarının katıldıkları dışındaki törenlerde İstiklâl Marşı'nın bir kaydı çalınırken 10 Kasım'daki törenlerde 10 subay, tören boyunca saygı nöbeti tutar. Bölük komutanı ya da bir subayın tören subayı olduğu ve İstiklâl Marşı'nın çalınmadığı 2 numaralı törenler de yine Aslanlı Yol'un girişinden başlar. Bu tip törenlerde lahde bırakılacak çelengi astsubay ve erler taşır. Takım komutanı ya da bir astsubayın tören subayı olduğu İstiklâl Marşı'nın çalınmadığı 3 numaralı törenler ise tören meydanından başlar ve çelenk, erler tarafından taşınır. Her üç tür törende de, ziyaret öncesinde Anıtkabir Komutanlığına yazılı olarak verilen metinlerin yer aldığı ve ziyaretçiler ise bu yazılı olan metinlere imzalarını attığı farklı ziyaret defterleri tutulur.
Yönetmeliğe göre törenlerin düzenlenmesi, Anıtkabir Komutanlığına aittir. Törenlerin yanı sıra Anıtkabir; tarihte farklı siyasi oluşumları destekleyen ya da bu oluşumların karşısında olan çeşitli gösteri, miting ve protestolara da ev sahipliği yapmıştır. Yönetmenliğin yürürlüğe girmesinden itibaren ise, Atatürk'e saygı amacı dışındaki her türlü tören, gösteri ve yürüyüş yapılması yasaktır. İstiklâl Marşı dışında bir marş ya da müzik çalınmasının da yönetmelik gereği yasak olduğu Anıtkabir'deki ses ve ışık gösterilerinin ise Anıtkabir Komutanlığınca belirlenen saatlerde, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile yapılacak protokol esaslarına göre yapılabileceği belirtilir. Çelenk koyma ve törenleri Devlet Başkanlığı ve Dışişleri Bakanlığı Protokol Genel Müdürlüğü, Genelkurmay Başkanlığı ile Ankara Garnizon Komutanlığının iznine bağlıdır. Törenlerin güvenliğinden Ankara Garnizon Komutanlığı sorumludur ve güvenlik önlemleri; Ankara Garnizon Komutanlığı, Ankara Emniyet Müdürlüğü ve Millî İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı tarafından alınır.
Anıtkabir Komutanlığının devlet bütçesiyle karşılanamayan gereksinimlerini sağlama amacıyla Anıtkabir'deki binasında 1968'de kurulan Anıtkabir Derneği, günümüzde faaliyetlerini Mebusevleri'ndeki binasında sürdürür.
Anıtkabir'i 2024 yılında 6 milyon 550 bin 480 kişi ziyaret etmiştir.
Güvenlik.
29 Ağustos 1986'da, Barış Parkı'nda çıkan bir yangında yaklaşık 6 dönüm ağaçlık alan yandı. Ankara Emniyet Müdürlüğü yetkilileri, yangın öncesinde aldıkları telefonlarda, Celâl Bayar'ın Anıtkabir'e olası bir defnine karşı olduklarını belirten kişilerin Anıtkabir ve başka yerlerde yangın başlatma tehditlerini aldıklarını ifade ettiler. Ertesi gün, Barış Parkı'nın yanı sıra Ankara'nın çeşitli bölgelerinde birkaç yangın daha meydana geldi. Yangını söndüren emniyet yetkileri, önceki gün gerçekleşen yangında tam olarak söndürülemeyen korların sıcaktan tekrar alev alması sonucu çıktığı yönünde açıklama yaparken Genelkurmay Başkanlığı tarafından yangının sabotaj olma ihtimaliyle ilgili bir soruşturma başlatıldı. Genelkurmay Başkanlığı Askerî Savcılığı tarafından 12 Eylül 1986'da yapılan açıklamada, her iki yangında da bir kastın bulunmadığı ve ilk yangının, kuru otlar arasında bulunan cam parçalarının güneş ışınlarını yansıtarak bu otların tutuşması ya da atılan bir sigara izmariti sonucu; ertesi günkü ikinci yangının ise ilk yangında tam sönmeyen ağaç köklerinden oluştuğu belirtildi.
19 Ağustos 1987'de, Anıtkabir'deki askerî birimlerin kaldığı binada, gerçekleşen bir patlama sonrasında çıkan yangın, aynı gece söndürüldü. Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği, yangının, elektrik kontağı sonucu meydana geldiğini bildirdi. 18 Ağustos 2003'te, yine Barış Parkı'nda çıkan ve "kuru otların yandığı ve birkaç ağacın zarar gördüğü" belirtilen yangın ise aynı gün içerisinde söndürüldü.
Türk emniyet birimleri tarafından 28 Ekim 1998'de gerçekleştirilen harekâtlarda, o yılın 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları sırasında Anıtkabir'e birtakım saldırılar düzenleme girişiminde oldukları gerekçesiyle bazı Hilâfet Devleti mensupları yakalandı. 11 Eylül saldırılarından iki gün sonra, 12 Eylül 2001'de, Türkiye'nin Köln Başkonsolosluğu tarafından Dışişleri Bakanlığına geçilen mesajda "henüz belirlenemeyen bir terör örgütü"nün, 11 Eylül saldırılarına benzer bir saldırıyı Anıtkabir'e de gerçekleştirme hazırlığında olduğunun belirtilmesi üzerine Anıtkabir'deki güvenlik önlemleri arttırıldı.
Sembolik değeri.
Açılışıyla birlikte Anıtkabir, yalnızca Atatürk ile ilgili değil, hem Türklerle ilgili anma veya hatırlatma törenlerinin merkezlerinden biri hem de "modern Türkiye Cumhuriyeti'nin sembollerinden biri" hâline geldi. Zaman zaman gerçekleştirilen protestoların Anıtkabir'de tamamlanması talebinde bulunulurken Wilson bunun gerekçesini, protestocuların "şikâyetlerin, doğrudan Atatürk'ün kendisine iletilebilmesi" olarak gösterir. Anıtkabir ziyaret defterine yazılan bazı yazılarda, direkt Atatürk'e hitap edilerek şikâyetler ya da istekler dile getirilir. Wilson, Atatürk hayattaymışçasına kendisine şikâyet ve isteklerin yer aldığı mektupların yazılıp Anıtkabir'e gönderildiğini belirterek bu durumun "Türk ulusunun gözünde Atatürk'ün ölümsüzlüğü ... Anıtkabir'in de onun ikamet ettiği, ... sahiden yaşadığı ve resmî bir devlet kurumu olan PTT aracılığıyla mektup alabildiği bir yer olduğu fikrini pekiştirdiği"ni ifade eder.
Anıtkabir'e yapılan ziyaretleri Mekke'deki Kâbe'ye yapılanlarla karşılaştıran Carol Delaney, Anıtkabir'i "seküler bir hac mekânı" olarak tanımlar. Amerikalı antropolog Michael E. Meeker ise Anıtkabir'e yapılan ziyaretlerdeki hiyerarşik düzene göre çelenk bırakma ritüelini, Osmanlı döneminde Topkapı Sarayı'nda yapılan Galebe Divanı törenlerine benzetir ve "vatandaş ile kurucu, ulus olmanın dayattığı bir sınırlamalar sistemi içerisinde etkileşime geçerler" ifadesini kullanır. Bruce Trigger'ın "uzun yürüyüşlerdeki abidevi nitelik, devletin haşmetini simgeler" ifadesine dayanarak Wilson, hem Atatürk'ün lahdine ulaşmak için yürünen mesafe hem de çelengi bırakmak için eğilinmesi hem de bunları yaparken bir saygı gösterisi olarak lahde sırtın dönülmemesine atıfta bulunarak bu ritüellerdeki fiziksel zorluklara dikkat çeker.
Kültürel etkileri.
Haziran 1966-Ağustos 1987 arasında tedavülde kalan 20 Türk lirası, Ocak 1997-Ocak 2006 arasında tedavülde kalan 5.000.000 Türk lirası ve Ocak 2005-Ocak 2010 arasında tedavülde kalan 5 Yeni Türk lirası banknotlarının arka yüzünde, Anıtkabir'in bir tasviri yer alıyordu. 10 Kasım 1953'te, Anıtkabir'in açılışı dolayısıyla Türkiye'de basılan posta pullarında; 1963'te, Türkiye'de basılan "Ankara Binaları Pul Serisi"ndeki bir pulda ve aynı yıl, Atatürk'ün ölümünün 25. yıl dönümü dolayısıyla İran ve Pakistan'da basılan pullarda Anıtkabir'in tasvirlerine yer verildi. Ülkenin ulusal darphanesi tarafından basılan 2008 tarihli ve Atatürk'ün naaşının Anıtkabir'e taşınmasının 60. yıldönümü anısına basılan 2013 tarihli gümüş hatıra paralarının arka yüzünde Anıtkabir'in birer tasviri yer aldı.
Orkun Uçar ile Burak Turna'nın yazdığı 2004 çıkışlı "Metal Fırtına" romanında Amerika Birleşik Devletleri Silahlı Kuvvetlerine ait uçaklar tarafından bombalanarak yıkılan Anıtkabir'in enkazında Atatürk'ün naaşına rastlanılmaz. Uçar'ın yazdığı 2005 çıkışlı devam romanı "Metal Fırtına 2: Kayıp Naaş"ta ise Atatürk'ün naaşının hikâyesi anlatılır. İsmail Ünver'in 2005 çıkışlı "Anıtkabir Soygunu" adlı fantastik bilimkurgu romanı, Nurettin İğci'nin ise "Bıcırık" serisinin 2008 çıkışlı "Bıcırık Anıtkabir'de" adlı çocuk kitabı bulunur.
Beyoğlu, İstanbul'da yer alan Miniatürk'te, Mayıs 2003'teki açılışından itibaren yer alan maketler arasında Anıtkabir'in maketi de yer alır. Bu maket, Nisan 2015 itibarıyla yenilenmiş olarak sergilenmeye devam eder. Mayıs 2004'te Konyaaltı, Antalya'da açılan ve 2018'de Kepez'e taşınan Dokuma Park Açık Hava Müzesi'nde sergilenen maketler arasında kompleksin maketi de bulunur. İlki Ocak-Şubat 2014'te ANKAmall'da olmak üzere birkaç kez gerçekleştirilen Worldminia adlı sergideki maketler arasında Anıtkabir'inki de yer almıştır. Extramücadele'nin "Mustafa Kemal Türbesi" adlı heykelinde, Anıtkabir'in anıt mezar kısmı, çatı kısmının köşelerine birer adet minare eklenerek tasvir edilmiştir.
10 Kasım 2006'da, İzmir'deki Konak Meydanı'nda açılan "Anıtkabir İzmir'de" adlı sergide, Anıtkabir'i ziyaret etmiş hissiyatı yaratma amacıyla Anıtkabir'in yerleşim planına uygun olarak kompleksteki unsurların görsellerine yer verilmişti. Sergi, 2010 yılına kadar devam etti.
Anıtkabir, "Mimarlık" dergisinin Mayıs-Haziran 2003 tarihli sayısında duyurulan anket sonucu oluşturulan Türkiye'de Çağdaş Mimarlığın (1923-2003) Önde Gelen 20 Eseri listesinin 7. sırasında yer aldı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=985",
"len_data": 64045,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.44
}
|
Erzincan, Türkiye'nin Doğu Anadolu Bölgesi'nin Yukarı Fırat Bölümü'nde Tarihi İpek Yolu'nun üzerinde yer alır. 2020 nüfus sayımına göre il nüfusu 234.431'dir. Bu nüfusun %81,5'i şehirlerde yaşamaktadır. İlin yüzölçümü 11.815 km2'dir. İlde km2'ye 20 kişi düşmektedir.
Merkez ilçeyle beraber 9 ilçe, 15 belediye, bu belediyelerde 159 mahalle, ayrıca 522 köy bulunmaktadır.
Tarihçe.
Tarih öncesi çağlarda Urartu egemenliğinde olan bölge doğu-batı, güney-güneybatı yol güzergahlarında olması ve tarihi İpek Yolu'nun Erzincan'dan geçmesi sebebiyle tarih boyunca önemini korumuştur. Bu ticari kaygılar bölgeye Urartular haricinde Hititleri, Medleri, Persleri, Makedonları ve Romalıları da çekmiştir.
Uzun süre doğu ve batının çekişmesine sahne olan Erzincan, 7. yüzyıldan itibaren Müslüman akınlarına uğramış, birkaç defa Bizanslılar ve Araplar arasında el değiştirmiştir.
1071 Malazgirt zaferiyle Türkler Anadolu'ya girmiş ve zaferin hemen arkasından Sultan Alparslan'ın kumandanlarından Emir Mengücek tarafından Kemah civarında İlk Türk Beyliği olan Mengüçlü Beyliği kurulmuştur. Mengücek Beyliği 1228'e kadar devam etmiş, Anadolu Selçuklu hükümdarı I. Alâeddin Keykubad tarafından sona erdirildikten sonra Erzincan, Anadolu Selçuklu Devleti'nin egemenliğine girmiştir. 1230'da Anadolu Selçukluları ile Harzemşahlar arasındaki Yassıçemen Muharebesi'ne sahne olan Erzincan Moğol istilasına uğramıştır. kısa bir dönem sonra İlhanlılar'ın egemenliğine girmiştir. İlhanlılar yöreyi beylerle (Vali) yönetmişlerdir. Son İlhanlı valisi olan Alaaddin Eretna ilhanlı hükümdarı Bahadır Han'ın ölümü (1335) üzerine İlhanlılarla olan bağını keserek görünüşte Celayirîler'e bağlı kalarak bağımsızlığını ilan etmiştir. Böylece Erzincan 1335-1381 yılları arasında Eretna Devleti'nin hakimiyeti altında kalmıştır. Eretna Devleti'nin Erzincan'daki yöneticisi Pir Hüseyin'in 1379 yılında ölümü üzerine Mutahharten Bey yönetimi ele geçirerek; aynı yıl adına para bastırıp ve hutbe okutarak Erzincan merkez olmak üzere bağımsızlığını ilan etmiş ve Erzincan Beyliği'ni kurmuştur.
1401'de Yıldırım Bayezid tarafından Osmanlı egemenliğine katılan Erzincan kısa bir süre sonra Timur'un istilasından kurtulamamış ve devamında 1419'da Karakoyunlular'ın, 1455'te Akkoyunlular'ın eline geçmiştir. Otlukbeli ilçesinde 11 Ağustos 1473 tarihinde, Fatih Sultan Mehmet ve 100 bin kişilik Osmanlı ordusu ile Uzun Hasan ve 70 bin kişilik Akkoyunlu ordusu arasında gerçekleşen Otlukbeli Savaşı'nda kazanan Osmanlılar bölge üzerinde tam bir hakimiyet kurmamışlar, bir süre yerel beylerin yönetiminde bırakılmış, 1514'te Yavuz Sultan Selim tarafından savaşsız bir şekilde Osmanlı devletine katılmıştır. Erzincan 17. yüyılda Celali isyanlarından, 19. yüzyılda da ova köylerini basan Dersim aşiretlerinden zarar görmüştür.
I. Dünya Savaşı'nda Sarıkamış Savaşı'nın galibi General Nikolay Yudeniç komutasındaki Rus Kafkasya Ordusu 1915 yılının yaz aylarında Anadolu'ya taarruza geçmiş ve Erzincan'a kadar ilerlemiştir. Malazgirt'te karşı karşıya kalan iki ordu arasındaki savaşı'nı Osmanlı ordusu kazanmış ve Rus ordusu Malazgirt'i terk ederek Van'a doğru çekilmiştir. Böylece Türkler Malazgirt'te kazanarak yerleştikleri toprakları 844 yıl sonra, yine Malazgirt'te kazanarak korumuşlardır; ancak Rus ordusu geri dönerek 2 Temmuz 1916'da Erzincan Muharebesi'ni kazanarak Erzincan'ı işgal etmiştir. Rus ordusu ile birlikte hareket eden ayrılıkçı Ermeni çeteleri de Erzincan'a inmişler, 18 Aralık 1917'de Sovyet hükûmeti ile yapılan Erzincan Mütarekesi ile 11 Ocak 1918'de Rus askerleri bölgeden çekilmiş ancak Ermeni çeteleri katliama varan birçok kanlı olaya sebep olmuştur. Kazım Kara Bekir komutasındaki askerî birlikler 13 Şubat 1918'de Erzincan'ı 22 Şubat 1918'de Tercan'ı ermeni silahlı güçlerinden kurtarmışlardır.
Erzincan depremleri.
Erzincan tarihinde değişik şiddetlerde 30'dan çok deprem olmuştur. Erzincan, 1939 ve 1992'da gerçekleşen iki büyük depremde büyük hasar görmüş binlerce insanını kaybetmiştir. 1939 depremi 20. yüzyılda yeryüzünde görülen 15 büyük depremden biridir. Bu depremde 32.000 kişi ölmüş, 4.125 kişi de ağır yaralanmıştır. 14.401 bina yıkılmış, 4.043 bina da ağır hasara uğramıştır. Deprem bölgesindeki kurtarma çalışmaları günlerce devam etmiştir. Özellikle Erzincan, Şebinkârahisar, Alucra, Fatsa, Erbaa ve Niksar cezaevlerindeki mahkûmlar büyük fedakarlıkla kurtarma çalışmalarına katılmışlardır. Bu çalışmalarından ötürü 241 mahkûmun para cezalarının tümü ve geri kalan cezalarının 4/5'ini bağışlayan bir kanun kabul edilmiştir. Depremden sonra demiryolundan yukarı yeni bir şehir inşasına başlanarak bugünkü Erzincan şehri meydana getirilmiştir. Erzincan'da yıkıcı bir başka deprem de 13 Mart 1992'de yaşanmıştır. Bu deprem 6,8 büyüklüğünde olmuş, 653 kişi ölmüştür.
Erzincan Bölgesinde son 1000 yıl içinde şiddeti 7' den daha büyük 10'dan fazla deprem yaşanmıştır.
Başbağlar Katliamı.
5 Temmuz 1993'te akşam üzeri 100'e yakın PKK mensubu Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar köyünü bastı. Ezanın okunduğu sırada camiye giren örgüt mensupları cemaati zorla dışarı çıkardı. 1,5 saat örgüt propagandası yaptıktan sonra tüm erkekler kurşuna dizildi, burada 29 sivil katledildi. Daha sonra köy ateşe verildi ve 214 ev, köy okulu, köy camii ve halkevi yakıldı. Yakılan evlerde saklanan 1'i kadın 4 kişi de yanarak can verdi.
11 Temmuz 2005 tarihinde PKK'lılar Tunceli-Erzincan Karayolu'nu kesmiş, araçlarda bulunan yolcuların para ve ziynet eşyalarına el koyan PKK'lılar 1 askeri kaçırarak olay yerinden uzaklaşmıştır.
Coğrafya.
Erzincan Doğu Anadolu Bölgesi'nin Kuzey Batı bölümünde yukarı Fırat havzasında 39 02 ve 40 05 kuzey enlemleri ile 38 16 ve 40 45 doğu boylamları arasında yer almaktadır. Yüzölçümü 11.815 km² olup il merkezinin denizden yüksekliği 1.185 metredir. İlçeleri; Çayırlı, Erzincan, İliç, Kemah, Kemaliye, Otlukbeli, Refahiye, Tercan ve Üzümlü'dür. Birinci derecede deprem kuşağı üzerinde olan ilin "1939 Erzincan depremi"nden sonra şehir merkezi, şimdiki yerinde yeniden kurulmuştur.
Erzincan ili genellikle dağlar ve plato(yayla)larla kaplıdır. Dağlar çeşitli yönlerde belli bir sıra içerisinde uzanır. Güneybatıdan Munzur Dağları, Kuzeybatıdan Refahiye Dağları il sınırlarına girer. Doğudan Erzurum'dan gelerek, batıya doğru uzanan Karasu Nehri ve Kop Dağları il alanını derinlemesine, aralarında geniş düzlükler bırakacak şekilde böler. Dağlar il topraklarının yaklaşık % 60'ını kaplar. Esence Dağı (Keşiş), ilin en yüksek noktasını (3.549 m) oluşturmaktadır. Köhnem Dağı 3.045 m, Sipikör Dağı 3.010 m, Mayram Dağı 2.669 m, Kop Dağı Tünel'nin geçtiği Kop Dağı 2.963 m, Mülpet Dağı 3.065 m, Munzur Dağları 3.449 m, Kazankaya Dağı 2.531 m, Ergan Dağı 3.256 m, Dumanlı Dağları 2.618 m ve Coşan Dağı 2.976 m'dir.
Erzincan ilinde ovalar, doğu-batı ve kuzey-güney doğrultusunda uzanan dağ sıraları arasındaki çöküntü alanlarında yer alır. Ovalar birbirine boğazlarla bağlanmıştır. Erzincan ovası, doğu-batı yönünde uzanır. Denizden yüksekliği 1.218 m olan ovanın uzunluğu 40 km, toplam alanı ise 500 km²'dir. Kuzeyinde, doğu-batı yönünde uzanan bir fay hattı vardır. Kalın bir alüvyon tabakasıyla kaplı olan ovada, sulu tarım yapılmaktadır. Orta verimlilikte olup, buğday, şekerpancarı ve fasulye yetiştirilmektedir. Fırat vadisinin iki yanında Sansa Boğazı'na dek olan alandaki çok sayıda düzlükler, Tercan ovalarını oluşturur. En genişi 180 km²'lik, Çadırkaya (Pekeriç) ovasıdır. Denizden yüksekliği 1.450 m ile 1.500 m arası olan bu ova kalın bir alüvyon tabakası ile örtülmüştür.
İl toplam alanının, 1/20'sini yaylalar kaplamaktadır. Güneyde "Munzur Dağları"nın uzantıları üzerinde, özellikle Koşan Dağı yöresindeki yaylalar, seyrek ve kısa otlarla kaplıdır. Yer yer meşeliklere rastlanmaktadır. Daha doğuda Erzurum-Erzincan-Bingöl sınırında bulunan Cemal Dağları'nın, Erzincan'da kalan uzantıları üzerinde, verimli yaylalar bulunmaktadır. Önemlileri arasında Çimen, Melan ve Sarıçiçek yaylaları zengin bitki örtüsüne sahip ilin en büyük ve en önemli akarsuyu Fırat ırmağıdır. Fırat 43,8 m³/sn ile 1320 m³/sn arasında değişen debisi ile sulama, enerji ve su sporları amaçlarıyla kullanılmaktadır. Tercan ovalarında Fırat'a, kuzeybatıda "Keşiş Dağları"ndan çıkan, çayırlık dere ile güneydoğuda tuzla suyu katılır. Tercan ovasında suların birleştiği yerden itibaren Fırat'ın en büyük kolu karasu adını almaktadır. Yine Tercan Barajı ve Hidroelektrik Santrali buradadır.
Erzincan ovasında Fırat ırmağı iki yandan Mercan, Kom, Cimin, Pahnik ve Sürperen suları ile Çardaklı köyüne adını veren Çardaklı deresini alır. Irmak, Erzincan ovasından sonra, Bağıştaş'e kadar derin bir yatak içerisinde akar. Fırat ırmağı Kemaliye ilçesinde Kadıgölü suyu ile Miran suyunu aldıktan sonra, ilçenin güneydoğusunda Başpınar yakınlarında Keban Baraj Gölü ile Elazığ il sınırına girer. Refahiye ilçesinin bir kısmından çıkan suların dışındaki tüm suları bünyesinde toplar. Refahiye ilçesinin bu suları Çukurdere ve Orçul Çayı aracılığı ile Kelkit çayına dökülür. Bölgedeki bütün akarsular kısa boylu sel karakteri taşıyan dere ve çaylardır. İlkbahar mevsiminde eriyen kar suları ve yağan yağmurlarla kabarır, zaman zaman taşkınlara neden olurlar. İl sınırları içerisinde coğrafi önemi olan göl yoktur. Çayırlı ilçesinde Yedi göller ve Aygır gölü, Otlukbeli ilçesinde Otlukbeli Gölü, Kemaliye ilçesinde ise Kadıgölü gibi küçük göller bulunmaktadır.
Ormanlar Refahiye ve Kemah çevresinde meşe, gürgen, dış budak ve sarı çam olarak yoğunlaşmıştır. İl topraklarının 911.479 ha yaklaşık yüzde 76.57 si erozyona maruzdur.
Akarsular.
İlin en büyük ve en verimli akarsuyu Karasu Irmağı'dır. Karasu Irmağı Fırat'ın en önemli iki kolundan biridir. Tercan ovaları ve Erzincan Ovası boyunca akar, Kemaliye ilçesinin güneydoğusunda Başpınar yakınlarında il sınırlarını terkeder. Karasu Irmağı geçtiği yol boyunca Çayırlık Dere, Tuzla Suyu, Mercan, Kom, Cimin, Pahnik ve Sürperen Suları, Çardaklı Deresi, Kadıgölü Suyu ile Miran Suyunu toplar.
Dağlar.
Erzincan dağlık ve platoluk bir coğrafyadır. Jeolojik yapı itibarıyla ikinci, üçüncü ve dördüncü zamanlarda oluşmuştur. Doğudaki Tercan Ovası, özel bir jeolojik yapı gösterir. Yöre, başkalaşım kayaçları arasına yerleşmiş geniş düzlükler ve dördüncü zamanda oluşmuş alüvyonlarla kaplıdır.
İl topraklarının % 60'ını dağlar kaplar. Dağlar çeşitli yönlerde, sıralı uzanır. Güneybatıdan Munzur, kuzeybatıdan Refahiye Dağları il alanına girer. Doğudan Erzurum'dan gelerek batıya doğru uzanan Karasu, il alanını derinlemesine, aralarında geniş düzlükler bırakacak şekilde böler.
Erzurum'un Aşkale İlçesinden batıya doğru uzanan Tercan Düzlükleri, kuzeyden ve batıdan Kop Dağları’nın uzantılarıyla çevrilidir. Tercan Düzlüklerinin bulunduğu çukurluğun batısında, Mülpet ve Keşiş Dağları bulunmaktadır. Kop Dağları, Çayırlı ilçesinin batısında iki kola ayrılmaktadır. Birinci kol, Erzincan il merkezinin kuzeyine doğru uzanır. İkinci kol güneydoğuya dönerek, önce Keşiş, sonra Mülpet Dağları’nı oluşturur.
Coşan Dağı, ilin en yüksek (3976 m.) noktasıdır. Çukurluğu, doğudan Dumanlı ile Maryam Dağı sınırlar. Güneyinde ise Koşan, Murdelor, Eşilbaba Dağları bulunur. Erzincan Ovası’nın kuzeybatısında, Doğu Anadolu Bölgesi ve Karadeniz bölgelerini birbirinden ayıran Refahiye Dağları uzanır. Refahiye ilçesinin doğusunda Çimen Dağları, güneyinde Kutlutepe Dağı, güneybatısında ise Gülen Dağı bulunur.
Güneydeki Munzur Sıradağlarının kuzeye bakan yamaçları ile Karasu Vadisinin sağ yakasında Karadağ, Çölen, Vank Dağları Kemah ilçesinin belli başlı yükseltileridir. İlin en kayalık ve sarp yeri Kemaliye, Kemah ve İliç ilçeleridir. Erzincan’ın dağları genellikle çıplaktır.
Erzincan ilinin yüksekliğine göre dağları:
Göller.
Erzincan'ın doğal gölleri:
Bitki örtüsü.
Erzincan Lawson yalancı servisi'nin "(Latince: Chamaecyparis lawsonia)" Türkiye'de doğal olarak yetiştiği tek yerdir. Geniş yapraklılardan Zeytin "(Latince Olea europea)", Zakkum "(Latınce:Nerium oleander)", Okaliptüs "(Latince: Eucalyptus camaldulensis)" endemik olarak yetişmektedirler. İğne yapraklılardan Fıstık çamı "(Latince: Pinus pinea)" en çok görülen türdür. Erzincan'da 276 endemik tür bulunmaktadır.
Akarsu boylarında görülen kavak ve söğütlüklerin dışında, kısa ömürlü, cılız, otsu bitkiler yaygındır. Refahiye ve Kemah çevresinde, meşe, gürgen, dişbudak, sarıçam, bulunur. Köylerde ise; kiraz, şeftali, kayısı, elma, armut, erik, ceviz gibi meyve ağaçları vardır. Bundan başka, çok az miktarda ardıç, kavak gibi ağaç türleri ile böğürtlen, yemiş, geven, üvez, yabani gül, yabani erik, yabani ahlat, yabani alıç gibi ağaççıklara da rastlanmaktadır. Dumanlı Dağları, sarıçam ormanlarıyla kaplıdır.
İklim.
Karasal iklim özelliklerine sahip olan Erzincan Doğu Anadolu Bölgesinde yer alan Elâzığ ve Malatya dışındaki diğer tüm illerden daha ılıman bir iklime sahiptir. Doğu Anadolu ve İç Anadolu iklimleri arasında bir geçiş niteliği taşıyan Erzincan iklimi Doğu Anadolu Bölgesi basınç kuşaklarına, ilin yüzey şekilleri ve yükseltilerine göre
yer yer farklılıklar göstermektedir. yıllık sıcaklık ortalaması 11,6 °C'dır. Çevre illere göre daha uzun ve sıcak yaz mevsimi yaşamaktadır. Kış mevsiminde ise, doğudan gelen Sibirya kaynaklı hava kütlesinin tesirinde kaldığı
zamanlarda, oldukça sert kış günleri yaşanmaktadır. Don olayı genel olarak Kasım ayında başlayıp, Nisan ortalarına kadar sürmektedir. Erzincan ilinin ortalama kar yağışlı gün sayısı 21,9 toplam karla örtülü gün sayısı 29,4'dür. Kar yağışları da Ekim ayı sonlarında başlayıp, Nisan ayına kadar sürmektedir. Yağış itibarıyla, yıllık 32.5 mm.’lik yağış ortalamasına sahiptir. En yağışlı mevsim ilkbahardır. Genel olarak en fazla yağış Kasım ayında, en az yağış da Ağustos ayında kaydedilmektedir. Erzincan ili yıllık nem ortalaması (bağıl nem) %63,34’dür.
Dört tarafı dağlarla çevrili olan il merkezinde aşırı yağışlı dönemlerde özellikle dağların bitki örtüsü açısından zayıf olmasından dolayı sel basmaları söz konusu olabilmektedir. Yeraltı sularının bolluğu ve Erzincan Ovasını sulayan Fırat nehri ve yan kollarının varlığı nedeniyle kuraklık yaşanmamaktadır. Erzincan'ın çoğunlukla dağlık oluşu nedeniyle Merkez, Kemah, Kemaliye ve Üzümlü ilçelerinde kısmen mikroklima özelliği hissedilmektedir.
Yönetim.
Erzincan Valisi, 1975 Ahlat doğumlu Hamza Aydoğdu'dur. Ağustos 2023/376 sayılı kararla Aksaray Valisi iken atanmıştır.
Erzincan Belediye Başkanı, Bekir Aksun (MHP), 31 Mart 2024 seçimlerinde %40,45 oy oranıyla seçilmiştir.
2019 Türkiye yerel seçimleri sonuçlarına göre Erzincan İl Genel Meclisi üye sayısı, 11 AK Parti, 6 MHP ve 5 CHP olmak üzere 22'dir. Erzincan Belediye Meclisi ise 14 AK Parti, 6 CHP ve 11 MHP olmak üzere 31 üyeden oluşur.
2023 Genel seçimleri sonucu, Erzincan'ı temsilen TBMM'de AK Parti'den 1 milletvekili (Süleyman Karaman) ve CHP'den 1 milletvekili (Mustafa Sarıgül) seçilmiştir.
Nüfus.
Güncel Nüfus Değerleri (TÜİK 6 Şubat 2025 verileri)
Erzincan ili nüfusu: 241.239'dur. Bu nüfusun % 80,72'i şehirlerde yaşamaktadır (2024 sonu). İlin yüzölçümü 11.815 km2'dir. İlde km2'ye 20 kişi düşmektedir. (Bu sayı Merkezde 111'dur.) İlde yıllık nüfus % 0,89 oranında azalmıştır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Merkez ilçe (-% 1,35)- Refahiye (% -10,59)
06 Şubat 2025 TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 9 İlçe, 15 belediye, bu belediyelerde 159 mahalle ve ayrıca 522 köy vardır.
Doğal Kaynaklar.
Erzincan'ın yıllık ortalama güneşlenme süresi 6,2 saattir. İldeki derelerde ve yan kollarında inşa edilen 10 adet baraj ve hidroelektrik santraliyle (HES) su enerjisinden faydalanılmaktadır. Erzincan 27 milyon ton kömür rezervine sahiptir ve yılda yaklaşık 65 bin ton kömür tüketilmektedir. İl sınırları içerisinde Kaynarca Kaynağı, Ilıca Kaynağı, Çermik (Kırkgözeler) Kaynağı, Ekşisu (Saztepe) ve Ekşisu (Bögert) olmak üzere 5 tane Jeotermal saha bulunmaktadır. Erzincan ilinde orman kaynakları 300.384,0 hektardır. Orman alanlarının % 36'sını koru, % 64'ünü baltalıklar oluşturmaktadır.
Erzincan İli'nde su kaynakları; akarsular, yeraltı suları, baraj ve suni göller olmak üzere üç grupta toplanır. Erzincan (Göyne) Barajı, Tercan Barajı ve Hidroelektrik Santrali, Karakaya Mertekli Regülatörü ve Yeraltı Suları ve Kaynak Sular (Ekşisu, Bögert Maden Suları gibi). Fırat Nehri civarındaki kuyulardan belediyenin açmış olduğu sondajlar vasıtasıyla Erzincan'a su temin edilmektedir.
Erzincan İli özellikle krom yatakları bakımından oldukça zengindir. Demir ve manganez kaynakları da bulunmaktadır. Sanayide kullanılan asbest, kireçtaşı, jips, perlit, tuz gibi kaynaklara da sahiptir.
Ekonomi.
Erzincan genelinde sanayi çok gelişmemiştir. Ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Tarım bakımından ilin ova kesimiyle yüksek bölgeler arasında önemli farklılıklar vardır. Yüksek ve dağlık kesimde hayvancılık ön plana çıkmaktadır. Erzincan Ovasının batı kesimlerinde ve Üzümlü ilçesinde bağ ve bahçelik alanlar yaygındır. Yükseklik arttıkça kuru tarım egemen olmaya başlar. Erzincan organize Sanayi Bölgesi kurulmuş ancak doluluk oranı henüz %34'tür. Ticaret daha çok il merkezinde toplanmıştır. Tarımsal ve hayvansal ürünler, küçük esnaf ve sanatkarların üretimi olan mamuller ve çeşitli sanayi mamullerinin faaliyetleri, iç piyasa faaliyetlerini oluşturur.
Turizm.
Erzincan ili keşfedilmeyi bekleyen birçok doğal güzelliğe sahiptir. Dört tarafı dağlarla çevrili bölge özellikle doğa sporları açısından çok cazip olanaklar sunmaktadır. Kemah, Kemaliye ve Refahiye İlçeleri bu tür faaliyetler için çok zengin seçenekler içermektedir. İl merkezinde Ilıca, Beytahtı, Girlevik Şelalesi, Çayırlı İlçesinde Aygır Gölü, Kemah'ta Soğuk Sular, Kemaliye'nin kendine has mimarisi, Otlukbeli ilçesinde doğal sit alanı olarak da kabul edilen Otlukbeli Gölü, Refahiye İlçesinde Dumanlı Dağları ve ormanlar ile Sakaltutan mevkiindeki Yıldırım Akbulut Kayak Tesisleri, Üzümlü’de, Bayırbağ Mesire Yeri ve Hıdırellez Gölü, Tercan’da ise Ağ Baba akla ilk gelen önemli yerleridir. İl, coğrafi yapısı itibarıyla genel olarak kış sporları, su sporları ve doğal güzellikleri olan mesire alanları ile de turizm için çok yönlü özellikler taşımaktadır. Urartu medeniyetinin günümüze ulaşmış en sağlam kentlerinden biri olan ve Arkeolojik sit olarak koruma altına alınan Altıntepe Ören Yeri de Erzincan sınırları içerisinde bulunmaktadır. 2011 verilerin göre Erzincan'da konaklayan ve geceleyen turist sayısı 113.427'dir. Bunun 1.620'si yabancı turisttir.
Erzincan'ın yöresel olarak meşhur tatlarından "cimin üzümü" Üzümlü ile özdeşleşmiş ve Erzincan döneri de bilinen tatları arasındadır. Hititler ile Urartular uygarlıklar döneminden günümüze kadar gelen Kemah Kalesi, şehir merkezinde bulunan Terzibaba Türbesi, Hıdır Abdal Sultan Türbesi ve Melik Gazi Türbesi, Tercan'da bulunan Orta Çağ Türk mimarisinin en ilginç ve önemli eseri kervansaray, hamam, mescit ve kendi türbesinden oluşan Saltukoğulları Hükümdarı II. İzzeddin Keykavus'un kızı Mama Hatun için yaptırdığı "Mama Hatun Külliyesi", yine Tercan ilçesi Üçpınar köyünde bulunan ve 1854 yılında yapıldığı düşünülen Abrenk Kilisesi, Ekşisu adı verilen böğert maden suyunun da elde edildiği "Ekşisu kaplıcaları", Kemaliye ilçesinde bulunan Buz ve Ala mağaraları ile Refahiye ilçesinde bulunan, Köroğlu ve annesi Mihr-i Vefa'nın yaşadığı belirtilen "Köroğlu Mağarası," görülmeye değer yerler arasındadır.
Ulaşım.
Erzincan, E-80 Karayolu üzerinde kurulmuştur. 382 km devlet yolu, 797 km il yolu vardır. Çevre illern hepsine karayolu bağlantısı bulunmaktadır. Demiryolu ile ulaşım 11 Aralık 1938 yılında gar binasının hizmete girmesiyle başlamıştır. Türkiye'nin kuzey demiryolu hattını oluşturan Haydarpaşa-Kars bağlantısı Erzincan'dan geçmektedir. 4 Eylül 1988'de sivil hava trafiğine de açılan Erzincan Yıldırım Akbulut Havalimanından İstanbul, Ankara ve İzmir'e tarifeli uçuşlar yapılmaktadır.
Eğitim.
1967 yılında Erzincan Kız Öğretmen Okulu ile temelleri atılan Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi olarak 12 fakülte, 3 yüksekokul, 3 enstitü, 12 meslek yüksekokulu, 12 koordinatörlük ve 16 uygulma ve araştırma merkezi ile eğitim öğretime devam etmektedir.
İlde, ilk ve orta seviyede eğitim-öğretim, Milli Eğitim Müdürlüğüne ne bağlı okullarda yapılmaktadır. Yaygın eğitim ise Halk Eğitim Merkezi aracılığıyla yürütülmektedir.
Kültür.
Dil.
Erzincan ilinde kullanılan Türk şivesinin Doğu Anadolu ağızları içindeki konumu Prof. Dr. Leyla Karahan'ın "Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması" (Türk Dil Kurumu yayınları: 630, Ankara 1996) adlı çalışmasına göre, ilçe bazında ayrı gruplarda yer alır:
Erzincan Mutfağı.
Yörede
geleneksel
beslenme düzeni
etkinliğini
sürdürmektedir.
Beslenmenin
temelini buğday
ve buğday ürünleri ile hayvansal gıdalar
oluşturur. Bulgur, yarma, tarhana, erişte,
dövme en çok tüketilenlerdir. Özellikle bulgur,
çok sayıda yemek türünde kullanılır.
Kışlık, besin maddeleri hazırlanmasının yöre
halkının yaşamında önemli bir yeri vardır.
Bulgur, gendime (aşurelik buğday), tarhana,
yarma, erişte kış için hazırlanan ürünlerin
başlıcalarıdır. Ayrıca çeşitli sebzeler ve
meyveler kurutularak, reçel yapılarak
değerlendirilmektedir. Yöre mutfağı yemek
türleri bakımından zengindir. Bunların
çoğunluğunu hamur yemekleri oluşturur. Eşgili,
kesme çorba (un çorbası), yaprak sarma başlıca
yemek türleridir. Ayrıca su böreği ve özellikle
kete ve tatlılar çokça tüketilen hamur
işlerindendir.
Spor.
2020-2021 sezonunu, futbol takımı 24 Erzincanspor, 2. Lig grup 5.si olarak tamamlamıştır. BAL takımı Ulalar Belediye Spor ve Futbol kadınlar 3.liginde Gençler Gücü S. devam etmektedir. Ayrıca voleybol bölgesel liglerinde 2 takımdan Erzincan Gençlik 2. lige çıkmıştır.
Ziraat Türkiye Kupası'nda 24 Erzincanspor, 4. tura kadar çıkmış ve Ümraniyespor'a elenmiştir.
Önemli spor tesisleri: Erzincan 13 Şubat Şehir Stadyumu (12.981), 13 Şubat Spor Salonu (1.626), Olimpik Kapalı Yüzme Havuzu (1.000) ve Ergan Dağı Kayak Merkezi'dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=986",
"len_data": 21779,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.52
}
|
2001 (MMI) pazartesi günü başlayan yıl.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=993",
"len_data": 39,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 1.3
}
|
Mazgirt, Tunceli'nin bir ilçesi.
Etimoloji.
Kaynaklarda eski ismine rastlanmamakla birlikte halk dilinde "Mezingirt" diye anılır. Ermenicede ("Medzgerd") büyükhisar anlamına gelmektedir. Urartularda, Gert kelimesi şehir anlamına gelir. Büyük şehir, büyük ormanlık anlamında kullanılmıştır. MÖ 9. yüzyılda yöreye hakim olan Urartular tarafından konduğu tahmin edilmektedir.
Tarihçe.
Mazgirt coğrafi konumu nedeniyle en eski yerleşim yerlerinden biridir. İlçenin tarihi, Tunç Çağına kadar gitmektedir. Bölge MÖ 2200'lerde Hurriler'in MÖ 1375-1335 yıllarında Suriye'ye ilerleyen Hititlerin, Hitit devleti yıkılınca da MÖ 9. yüzyılda Harput (Elazığ) yöresine hakim olan Urartular'ın hakimiyeti altına girmiştir. Mazgirt Kalesi ve Bağın Kalesi Urartular dönemine aittir. MÖ 560'larda Asur ve Urartu devletini yıkan Medler, Mazgirt dahil tüm Tunceli yöresine hakim oldular. MÖ 550'lerde Medler, Persler tarafından ortadan kaldırılınca bölge Perslerin hakimiyetine, Pers ordularının MÖ 334-332'lerde İskender karşısında aldığı yenilgiler sonucu Makedonya egemenliğine girdi. Daha sonra bölge Kapadokya ve Romalılar arasında zaman zaman el değiştirdi. Roma İmparatorluğu hakimiyeti uzun süre devam etmiş, imparatorluğun 395'te Doğu ve Batı Roma diye ikiye ayrılmasından sonra Mazgirt, Bizans imparatorluğu sınırları içerisinde kalmıştır. Birinci Kubat yönetiminde Sasani İmparatorluğu 503 yılında Erzurum ve Diyarbakır'ı alınca, Tunceli yöresi Sasani, Bizans ve Araplar arasında 1071 yılına dek sürekli el değiştirmiştir. 1115 yılında Harput kalesini elde eden Artukoğulları, Çubukoğullarının egemenliğine son verip Mazgirt ilçesi dahil, Tunceli'nin güney kısmının tümünü egemenliği altına aldılar. 1100-1200 yıllarında Mengüçler yöreye hakim oldular. 1228 yılında Anadolu Selçuklu hükümdarı I. Alâeddin Keykubad, Mengüçlülerin egemenliğine son verince, ilçe Anadolu Selçuklu Devletinin egemenliğine girdi. Bağın (Dedebağ) köyü yakınında bulunan Bağın Kalesi bu dönemde Selçukluların denetimine kalmıştır. Anadolu Selçuklu Devletinin, Moğollara yenilmesiyle 1243 yılında yöre Moğolların denetimine girdi. Bu dönemde birçok beylikler çıktı. 1300 yılında Akkoyunlular yöreye hakim oldular.
1473 yılında Fatih Sultan Mehmet'in Akkoyunluları Otlukbeli savaşında mağlup etmesinden sonra yöre Osmanlılar'ın egemenliğine girdi. 1514 yılında Yavuz Sultan Selim'in Şah İsmail'i Çaldıran Muharebesinde yenmesiyle Osmanlı hakimiyeti pekişti. Mazgirt, 1530 yılı tahririnde Çemişkezek sancağının bir nahiyesi konumundaydı. 1541 yılı tahririnde de nahiye merkezi konumunda olan yerleşim bu tarihten sonra sancak merkezi haline getirilmiş ve Mazgirt Sancağı'da Pir Hüseyin Bey'in oğullarına yurtluk ocaklık olarak verilmiştir. 1663 yılına gelindiğinde Pir Hüseyin Bey'in nesline verilen ayrıcalık kaldırıldığı gibi sancak statüsü de kaldırılarak mukataaya dönüştürülerek Voyvodalar tarafından yönetilmeye başlanmıştır.
17. yüzyılda Müslüman ve Gayrimüslim nüfusa sahip olan yerleşimde, 1691 yılı Cizye Defteri kayıtlarına göre cizye mükellefi 53 erkek yaşamaktaydı.
Coğrafya.
İlçe Munzur Dağları'nın uzantısı olan Kert Dağları üzerinde, Mazgirt Kalesi eteğinde kurulmuştur. Rakımı 1400'dür. Doğusunda Peri Suyu (Karakoçan ilçesi), batısında Munzur Suyu (Merkez ilçe), kuzeyinde Nazımiye ilçesi ve güneyinde Keban Baraj Gölü bulunmaktadır. Mazgirt güneyden kuzeye doğru sürekli yükseklik arz eden tepe ve dağlardan meydana gelen bir ilçedir. İlçenin güneyini teşkil eden baraj gölü çevresi, ormanlık sahası bulunmayan ve küçük tepelerden meydana gelmiş tarıma elverişli alandır. Mazgirt ilçe merkezi ile Darıkent arasında bir şerit düşünülecek olursa bu şeridin kuzey kısmının yüzey şekilleri güney kısmına göre daha dağlıktır. Bu bölümde büyük dağlara ve vadilere rastlanır. Bu bölge bitki örtüsü ve ormanlık saha bakımından güneye nazaran daha zengindir. İlçede ova yoktur. Baraj gölü Göktepe ve Akpazar çevresinde bazı köylerin arazisini kısmen kaplamıştır. Bu araziler ilçenin en verimli arazisini teşkil eder. İlçenin batısında bulunan Mazgirt Dağları kuzeyindeki Simdantaş (Kırklar) tepesi, Yeşil Baba ve Gögerik tepesi yörenin başlıca dağlarıdır. Sonuç olarak Mazgirt, Tunceli'nin güney kesiminde yer alan kuzeyde merkez ve Nazımiye ilçesi, doğuda Karakoçan, güneyde Kovancılar, batıda Pertek ile çevrili 709 kilometrekare yüzölçümüne sahiptir.
Ekonomi.
Temel ekonomik etkinlik tarım ve hayvancılık olmakla birlikte son yıllarda oldukça gerileme yaşanmıştır. İlçe halkının %75,80'i tarımla ve hayvancılıkla uğraşmakta olup, tarım genellikle aile ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kapalı tarım ekonomisi şeklindedir. Mazgirt, ilin tarıma en elverişli ilçelerinden biridir. İlçenin güney kesimleri makineli tarım yapmaya müsait olup halk geçimini bitkisel üretim yaparak sağlamaktadır. İlçenin güney kesimlerinde genellikle tarımla uğraşılmakta, kuzey kesimlerinde ise tarımla birlikte hayvancılıkla da uğraşılmaktadır. İlçede buğday, arpa, fasulye, fiğ, şeker pancarı, soğan, patates, nohut, mercimek gibi ürünler yetiştirilir. Bunun yanı sıra meyvecilikte yapılmaktadır. İlçenin Akpazar beldesinde çanak-çömlekçilikte yapılmaktadır.
Mazgirt ilçe merkezinde PTT ve Ziraat Bankası şubesi bulunmaktadır.
Kültür ve sanat.
Her yıl il genelinde düzenlenen Munzur Doğa ve Turizm festivali kapsamında ilçede de çeşitli sanat etkinlikleri düzenlenmektedir. Bunun dışında bazı dönemlerde özellikle müzik alanında çeşitli etkinlikler yapılmaktadır.
Tarihi eserler ve Türbeler.
Mazgirt Kalesi, Elti Hatun Türbesi, Elti Hatun Camisi, Çoban Baba Türbesi, Kale Köyü Kalesi ve Bağın Kalesi olarak sayılabilir.
İlçenin Darıkent (Muhundu) köyünde bulunan kaplıca, her yıl özellikle yaz aylarında sağlık amacıyla çok sayıda kişi tarafından ziyaret edilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=997",
"len_data": 5725,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.38
}
|
Yıldız Savaşları (), George Lucas tarafından yaratılmış, öncelikle filmleriyle tanınmış, sonraki yıllarda çizgi roman, video oyunları, televizyon yapımları vb. dallarda ününü arttırmış kurgusal bir evren ve markadır. Serinin ilk filmi, 25 Mayıs 1977'de 20th Century Fox tarafından "Star Wars "(Yıldız Savaşları) ismiyle yayınlanmış ve dünya çapında bir popüler kültür fenomeni olmuştur. Üçer yıl arayla iki devam filmi yayınlanmıştır. Orijinal üçlemenin son filminin yayınlanmasının 16 yıl ardından, "öncül" üçlemenin ilk filmi yayımlanmış ve yine üçer yıl arayla diğer iki film de yayımlanmıştır. 2015 yılında "ardıl" üçleme başlamış, 2 yıl arayla devam filmleri yayınlanmıştır.
2019 yılı verilerine göre on iki "Yıldız Savaşları" filminin toplam hasılatı yaklaşık olarak 10,25 milyar dolardır. Bu hasılatla "Yıldız Savaşları" serisi, en çok hasılatı olan film serisi olmuştur.
Yıldız Savaşları günümüze kadar kendisine ait filmlerin hasılatı, oyuncak, DVD, kitap, bilgisayar oyunu ve ticari ürün geliriyle 33 milyar dolarlık dev bir kazanç sağlamıştır.
George Lucas filmleri, kitaplar, televizyon dizileri, video oyunları ve çizgiromanlar gibi birçok farklı alanda yayınların ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Üçlemede tasvir edilen kurguya pek çok yenilik getiren bu yan ürünler, serinin takipçileri tarafından "Genişletilmiş Evren" adıyla bilinen kurgusal evrenin oluşmasına imkân sağlamıştır. Bu yayınlar sayesinde filmler arasındaki boşlukta, "Star Wars" markasının popülerliği ve değeri korunmuştur
Kurgu.
"Yıldız Savaşları" yayınlarındaki olaylar, kurgusal bir galakside gerçekleşmektedir. Pek çok uzaylı ırkı tasvir edildiği gibi, genellikle sahiplerinin emirlerini yerine getiren robotlara da yer verilmiştir. Uzay yolculuğuna oldukça sık rastlanır, evrendeki pek çok gezegen (daha sonra Galaktik İmparatorluk olarak değişmek üzere) Galaktik Cumhuriyetin bir üyesidir.
"Yıldız Savaşları'nın" göze çarpan bir karakteristiği "Güç" olarak adlandırılan, yetenekli bireyler tarafından kullanılabilen, tüm evreni kapsadığına inanılan enerjidir. Yayınlanan ilk filmde "tüm canlı varlıkları sarmalayan, delip geçen, birbirine bağlayan enerji" olarak açıklanmıştır. "Güç", kullanıcılarına, telekinezi, kehanet, öngörü, zihin kontrolü gibi çeşitli doğaüstü yetenekler bahşeder ve refleksler ve hız gibi pek çok fiziksel özelliğin gelişmesini sağlar. Bu yetenekler karakterler arasında farklılık gösterebilir. Güç iyilik için kullanılabileceği gibi, nefret, saldırganlık ve kötülük duygularını besleyen karanlık tarafının takipçileri tarafından farklı amaçlar için kullanılabilir. Temel altı filmde Güç'ü iyilik için kullanan Jedi'lar ile galaksiyi ele geçirmek amacıyla karanlık tarafa geçmiş Sithlerin mücadelesi konu edilmiştir.
Filmler.
Film serisi 25 Mayıs 1977'de yayınlanan ile başladı. Ardından, 21 Mayıs 1980'de yayınlanan ve 25 Mayıs 1983'te yayınlanan geldi. İlk filmin adı "Yıldız Savaşları" olmasına rağmen, daha sonra gelen öncül filmlerle isim karışıklığı yaşamamak için "Yeni Bir Umut (A New Hope)" altbaşlığı eklenmiştir.
1997'de, "Yıldız Savaşları"'nın gösterime girmesinin 20. yıldönümünde, orijinal üçleme çeşitli yenilemelerle tekrar sinemalarda gösterime girdi. Bu yenilemeler, filmlerin çekildiği tarihte mümkün olmayan bilgisayar efektleri ile gerçekleştirilmiş eklemelerdi. Filmlerin daha sonraki yayımlarında da (örn. 21 Eylül 2004'te yayınlanan serinin DVD'leri) değişiklikler yapılmaya devam edildi.
Uzun süre beklenilen öncül üçleme, 19 Mayıs 1999'da yayımlanan "", 16 Mayıs 2002'de yayımlanan , 19 Mayıs 2005'te yayımlanan ile tamamlandı.
"" filmi ise 17 Aralık 2015'te Türkiye'de vizyona girmiştir. Çekimi İngiltere ve B.A.E'de yapılan filmin yönetmenliğini J.J. Abrams üstlenmiştir. Yönetmenliğini Rian Johnson'ın yaptığı ve 2017 yılında vizyona giren ile 2019 yılında vizyona giren ve yönetmenliği J.J. Abrams tarafından üstlenilen filmiyle orijinal üçlemenin sonrasını anlatan ardıl üçleme tamamlanmış oldu.
Ticari hakları.
Star Wars filmlerinin başarısı, franchise'ın dünyanın en çok ürün satışı yapan franchise'larından biri haline gelmesini sağladı. Orijinal 1977 filmini çekerken, George Lucas, franchise'ın ürün hakları karşılığında yönetmen maaşından 500.000 dolar indirim yapmaya karar verdi. 1987'ye gelindiğinde, ilk üç film 2,6 milyar dolar ürün geliri elde etmişti. 2012'ye gelindiğinde, ilk altı film yaklaşık 20 milyar dolar ürün geliri üretmişti.
Kenner Products, orijinal filmin yayınlanmasıyla aynı zamanda ilk Star Wars aksiyon figürlerini üretmiştir ve bugün bu orijinal figürler oldukça değerlidir. 1990'lardan bu yana Hasbro, saga'ya dayalı aksiyon figürleri üretme hakkına sahiptir. Pez şeker kapları 1997'de üretilmeye başlanmıştır. "Star Wars", Lego tarihinde lisanslanan ilk fikri mülkiyet oldu. Lego, Star Wars setlerini tanıtmak için animasyonlu kısa filmler ve mini diziler üretmiştir. Lego "Star Wars" video oyunları ciddi olarak çok satan oyunlardır.
1977'de "Star Wars: Escape from the Death Star" masa oyunu piyasaya sürüldü. "Star Wars Monopoly" ile "Trivial Pursuit" ve Battleship temalı versiyonlar 1997'de piyasaya sürüldü ve sonraki yıllarda güncellenmiş versiyonlar yayınlandı. Masa oyunu "Risk" Hasbro tarafından ' (2005) ve ' (2006) olmak üzere iki edisyon halinde uyarlanmıştır. Üç tane "Star Wars" masaüstü rol yapma oyunu geliştirildi: 1980'lerde ve 1990'larda, Wizards of the Coast versiyonu 2000'li yıllarda ve Fantasy Flight Games versiyonu ise 2010'larda.
"Star Wars" değişim kartları 1977'de Topps tarafından yazılan ilk "mavi" diziden bu yana yayınlanmaktadır. Onlarca seri üretilmiş olup, Topps Amerika Birleşik Devletleri'ndeki lisanslı yaratıcıdır. Her kart serisi film karelerinden veya özgün sanat eserlerinden oluşur. Kartların çoğu yüksek derecede koleksiyon değerine sahip olup, 1993 Galaxy Serisi II "uçan Yoda" P3 kartı gibi bazı çok nadir "promosyon" kartları genellikle 1.000 dolar veya daha fazla değere sahiptir. Çoğu "temel" veya "yaygın kart" setleri bol miktarda bulunurken, birçok "eklenti" veya "takip kartı" çok nadirdir. 1995'ten 2001'e kadar, Decipher, Inc. "Star Wars Customizable Card Game" 'in lisansına sahipti, yarattı ve üretti.
Tema.
"Yıldız Savaşları" dünyası, o güne kadar yaratılmış diğer çoğu bilimkurgu filmleri ve fantastik filmlerde kullanılan şık, gösterişli ve fütüristik gelecek kavramının aksine, "kirli" bir portre çizmiştir. Lucas'ın bu vizyonu daha sonra karanlık ve yıpranmış bir uzay gemisinde geçen Yaratık(Alien), post-apokaliptik bir çölde geçen Mad Max 2 ve yıkık dökük ve kaotik bir şehirde geçen Bıçak Sırtı (Blade Runner) filmleriyle popülerlik kazanmıştır. Lucas, filmlerde gerek diyaloglarda, gerek sahne planlarında paralellik öğelerine özellikle dikkat etmiştir. Luke Skywalker ve babası Anakin'in yolculuklarındaki paralellikler buna örnek gösterilebilir.
Teknik bilgi.
İlk altı "Yıldız Savaşları" filmi 2.40:1'lik görüntü oranında çekilmiştir. Orijinal üçlemenin çekimlerinde anamorfik lensler kullanılmıştır. Bölüm IV ve V Panavision ile çekilirken, Bölüm VI'de Joe Dunton Camera (JDC) kullanılmıştır. Bölüm I, Arriflex kameralarda anamorfik Hawk lensiyle, Bölüm II ve III ise Sony'nin CineAlta yüksek çözünürlüklü dijital kamerasıyla çekilmiştir.
"Yeni Bir Umut"'un ses efekteri için George Lucas, Ben Burtt'ü işe almıştır. Burtt'ün başarıları Academy of Motion Picture Arts and Sciences tarafından, o tarihte bu dal için bir ödül kategorisi olmadığından özel başarı ödülüyle ödüllendirilmiştir. Lucasfilm şirketi, "Jedi'in Dönüşü" filmi için THX ses standardını geliştirmiştir. John Williams altı filmin de müziklerini bestelemiştir. George Lucas, her önemli karakter ve konsept için farklı temalarda besteler olmasını planlamıştır. Williams'ın "Star Wars" teması modern müzik tarihinin en bilinen bestelerinden biri olmuştur.
Orijinal üçlemenin ışın kılıcı koreografisi kılıç ustası Bob Anderson tarafından geliştirilmiştir. Anderson, aktör Mark Hamill'i (Luke Skywalker) eğitmiş ve "İmparator" ile "Jedi'in Dönüşü" filmlerinde Darth Vader'in kılıç dövüşü sahnelerinde dublörlük yapmıştır.
Yıldız Savaşları'nda Zaman.
Yıldız Savaşları filmleri "uzun zaman önce çok çok uzak bir galakside" geçiyor olsalar da çizgi romanlar, kitaplar gibi film dışı ürünlerde zaman Yavin Savaşı'na, yani 'a göre düzenlenir. Örneğin 4 ABY (After Battle of Yavin - Yavin Savaşı'ndan Sonra) tarihinde iken 19 BBY (Before Battle of Yavin - Yavin Savaşı'ndan Önce) tarihindedir.
Legends: Yıldız savaşları filmler dışında da Genişletilmiş Evren (Expanded Universe - EU) kategorisi altında da birçok öykü içermektedir. 50.000 BBY'dan şu ana kadar 138 ABY'e kadar ulaşılmış birçok farklı mekân ve hikâye devam etmektedir.
Canon: Disney'ın Lucasfilm şirketini satın almasıyla yeniden yapılandırılan ve güncel olan zaman çizelgesidir. 5000 BBY'dan şu ana kadar 35 ABY'e kadar ulaşılmış birçok farklı mekân ve hikâye devam etmektedir.
Star Wars kanon kurgusal evreni, üçü film üçlemelerinin her biri etrafında odaklanan birden fazla dönemi kapsar. Aşağıdaki dönemler Ocak 2021'de tanımlandı ve Nisan 2023'te daha da geliştirildi ve genişletildi:
Yan ürün medyasının Genişletilmiş Evreni, kanonik olmayan ve 25 Nisan 2014'te Legends olarak yeniden markalanan farklı süreklilik düzeylerini tasvir ediyor, böylece sonraki çalışmaların çoğu bölümlü filmlere, Klon Savaşları filmine ve televizyon dizisine uyumlu hale geliyor.
İzleme Sırası.
Aşağıda fanlar arasındaki en popüler üç izleme sırası verilmiştir
Çıkış Sırası ve Kronolojik Sıra.
https://www.starwars.com/news/star-wars-movies-and-series-guide
(Detaylı sıra)
Machete Sırası.
https://www.rodhilton.com/assets/machete_order_final.png
Akademi Ödülleri.
Altı film toplamda 25 Akademi Ödülüne aday olmuş, 10'unu kazanmıştır. Bunlardan üçü "Özel Başarı Ödülü"dür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=999",
"len_data": 9728,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.34
}
|
Sir Anthony Charles Lynton Blair (6 Mayıs 1953 Edinburgh, İskoçya), Britanyalı avukat, siyasetçi ve eski başbakan. Kariyerine İşçi Partisinde başlamış olan Blair, 1997 - 2007 yılları arasında Birleşik Krallık Başbakanlığı, 1994-2007 yılları arasında İşçi Partisi Başkanlığı yaptı. 1983-2007 yılları arasında Birleşik Krallık Parlamentosunda Sedgefield Milletvekili olarak yer aldı.
Eski Genel Başkan John Smith'in ölümünden sonra yapılan 1994 İşçi Partisi liderlik seçiminde Başkan seçildi. 18 yıllık Muhafazakâr Parti iktidarından sonra 1997 Birleşik Krallık genel seçimleri'nde İşçi Partisi'den Birleşik Krallık başbakanı seçildi. 2003 yılında Irak'ın işgaline, Amerika Birleşik Devletleri başkanı George W. Bush ile karar vermiş olması ülkesinde ve dünyada geniş kesimlerin tepkisini çekti. 10 Mayıs 2007'de, yani başbakanlığının 10 yıl 1 haftası dolduğunda seçim bölgesinde düzenlediği basın toplantısıyla 27 Haziran 2007'de başbakanlıktan ve İşçi Partisi Başkanlığından ayrılacağını duyurdu. Aynı tarihte her iki görevi de maliye bakanı Gordon Brown'a devretti. 2007 yılında görevi Gordon Brown'a devretmesinin üzerinden 3 yıl geçtikten sonra 2010 yılında açılan ve İngiltere'nin Irak Savaşı'nda yaptıklarını araştıran soruşturmada kamuoyundan bilgi saklamak ve kamuoyunu yanlış yönlendirmek ile itham edilmiş olup soruşturma devam etmektedir. Blair, başbakanlık süresi boyunca yaşadıklarını anlattığı bir kitap yazmıştır. Kitabın orijinal ismi "A Journey"'dir. Türkçe anlamı ise Bir Yolculuk'tur. 2022 yılı yeni yıl onur ödüllerinde kendisine Dizbağı Nişanı verilmiştir.
Chilcot Raporu'nda Tony Blair.
2003 yılında Irak'ın işgaline, Amerika Birleşik Devletleri başkanı George W. Bush ile karar veren Tony Blair, Irak Savaşı'na dair yayımlanan ve 2,6 milyon kelimeden oluşan Chilcot Raporu'nda adı sık geçen isimlerden biri oldu. İngiltere'de bir komisyon tarafından 7 yılda hazırlanan bu rapor, Irak Savaşı'na dair en kapsamlı rapor olmak özelliğini taşımaktadır. Raporla ilgili yaklaşık iki saat süren bir basın toplantısı yapan Blair, Irak Savaşı'na katılmanın 10 yıllık başbakanlığında aldığı en zor karar olduğunu söyleyerek, "Bu karar nedeniyle bugün bütün sorumluluğu, herhangi bir istisna veya mazeret olmaksızın kabul ediyorum." ifadelerini kullandı. Irak harekâtında hayatını kaybeden İngiliz askerlerinin yakınlarından bazıları Tony Blair'in yargılanmasını istedi. Blair'in eski İşçi Partisi Lideri olmasından dolayı İşçi Partisi Lideri Jeremy Corbyn açıklanan rapor sonrası partisi adına özür diledi. Raporu hazırlayan komisyonun başkanı Chilcot ise "Askerî harekât belki sonra gerekli olabilirdi, ama Saddam Hüseyin 2003'te acil bir tehdit değildi" ifadelerini kullandı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1011",
"len_data": 2688,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.29
}
|
Sinema veya Sinema sanatı, kamera aracılığı ile elde edilmiş görüntülerin bir ışık aracılığı ile beyaz renkte bir perdeye yansıtılarak film adı verilen sesli veya sessiz hareketli videolar elde edilmesi işidir. Üretilen bu filmler, sinema salonu adı verilen özel binalarda gösterilmektedir. Sinema sanatı genel olarak diyalog, kurgu, sahnenin düzeni, ışık, ses ve dekor gibi şeyleri yapılan filme uygun şekilde dizayn edilir. Bu işlemlerin tamamına ise sinema endüstrisi adı verilmektedir. İtalyan asıllı Fransız film kuramcısı Ricciotto Canudo sinemayı, "yedinci sanat" olarak tanımlamış ve ilk sinema 1895 yılında çekilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1012",
"len_data": 628,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.73
}
|
George Walton Lucas Jr. (d. 14 Mayıs 1944, Modesto), Amerikalı film yapımcısı, yönetmen ve yazardır. Yıldız Savaşları (Star Wars) ve ardından (Steven Spielberg ile birlikte) Indiana Jones serilerini yarattı. Steven Spielberg gibi dünyanın yaşayan en büyük yönetmenlerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Güney Kaliforniya Üniversitesi'nde sinema okumaya karar veren Lucas, bu dönemde çektiği kısa filmlerden biri olan ile Amerikan Ulusal Öğrenci Filmleri Festivalinde büyük ödülü kazandı. Bunun sonucunda da Warner Brothers yapım şirketinde staja başladı.
Burada Francis Ford Coppola'nın yönettiği "Finian'ın Gökkuşağı - Finian's Rainbow" 'un (1968) çekimlerine katıldı. Coppola ile arkadaşlıkları da böylece başladı. Birlikte 1969 yılında American Zoetrope adıyla bir şirket kurdular. Yaptıkları ilk iş de THX-1138: 4EB'nin uzun metrajlı versiyonu oldu. Warner Brothers'ın finanse ettiği film gişede başarı getirmedi.
Coppola, "Baba (1972)" filmi için çalışmaya başlayınca George Lucas kendi şirketi olan Lucasfilm Ltd.'i kurdu.
1973'te senaryosunu yazdığı, kendi hayatından da kesitler taşıyan American Graffiti'yi yönetti. Sadece 780.000 dolar bütçe ile çekilen, 50 milyon dolar gişe yapan bu filmle Altın Küre ödülünü kazandı. En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo dahil olmak üzere 5 dalda Oscar'a aday oldu.
Aynı yıl, Flash Gordon ve Maymunlar Cehennemi'nden etkilenerek, Yıldız Savaşları'nın senaryosunu yazmaya başladı.
1975'te bu film için gerekli olan görsel efektlerin yaratılacağı ILM (Industrial Light & Magic) şirketini kurdu. Star Wars projesi birkaç stüdyo tarafından reddedilse de sonunda Twentieth Century Fox tarafından kabul edildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1013",
"len_data": 1664,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.46
}
|
Gençlerbirliği Spor Kulübü, Süper Lig'de mücadele eden futbol şubesi ile tanınan dernek yapısındaki Türk spor kulübü. 14 Mart 1923'te Ankara'da kurulan kulüp, Cumhuriyet ile aynı yıl kurulması nedeniyle "Cumhuriyet Takımı" olarak da anılmaktadır. Kulübün taraftarları ise Türkiye'nin en centilmen takım taraftarı olarak bilinmektedir. Forma renkleri kırmızı-siyahtır.
Ankara Sultanisi'nde okumakta olan bir grup öğrencinin girişimleriyle bir futbol kulübü olarak kurulan Gençlerbirliği, kurulduktan hemen sonra Ankara Futbol Ligi'ne katılmış ve otuz dört sezon boyunca bu ligde mücadele etmiştir. İlk ciddi başarısını 1929-30 sezonunda Ankara Futbol Ligi'nde şampiyon olarak yakalamıştır. Mücadele ettiği bu sezonlarda toplam on kez şampiyon olarak ligdeki en başarılı takım olmuştur. 1941 yılında Türkiye Futbol Şampiyonası'nda, İstanbul Futbol Ligi şampiyonu Beşiktaş takımı ile finalde karşılaşan Gençlerbirliği, rakibini 4-1 yenerek ilk kez Türkiye futbol şampiyonu olmuştur. 1946'da Final Grubu'nu kazanarak ikinci kez şampiyon olup tarihi bir başarı göstermiştir.
1959 yılında Millî Lig adıyla kurulan Süper Lig'e Ankara'dan, Hacettepe, MKE Ankaragücü ve Ankara Demirspor takımları ile birlikte katılarak, ulusal anlamda futbolun profesyonelleştiği bu organizasyonda mücadele etme hakkı kazanmıştır. Tarihi boyunca Süper Lig'de şampiyonluk elde edememiştir, ancak 1965-66 sezonunu üçüncü sırada tamamlayarak, Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray dışında bu ligde ilk üçe girebilen ilk takım olma başarısını göstermiştir.
Süper Lig'deki en büyük başarısını, 2002-03 sezonunda ligi Beşiktaş ve Galatasaray’ın ardından üçüncü sırada tamamlayarak elde etmiştir. Ertesi sezonda UEFA Kupası’nda Blackburn Rovers, Sporting ve Parma takımlarını elemiş ancak 4. Tur’da Valencia ile eşleşen Gençlerbirliği, organizasyonda şampiyon olan bu takıma elenmiştir.
Cumhuriyet'ten önce kurulan, bir başka Ankara takımı Ankaragücü ile rekabet halindedir. Aralarında oynadıkları maçlara Ankaragücü-Gençlerbirliği derbisi veya Ankara derbisi denmektedir.
Gençlerbirliği'nin 11, 12, 13, 14, 15, 16, 17 ve 19 yaş kategorilerinde de futbol alt yapı takımları mevcuttur. Bunun dışında Hacettepe isminde bir pilot kulübü bulunmaktadır. Gençlerbirliği kulübü futbol dışında güncel olarak badminton, bocce, bowling, briç, kano ve kick boks dallarında faaliyet göstermektedir.
Kulübün genel başkanı Şubat 2017'den önce İlhan Cavcav'dı. Kulübün yirmi üçüncü başkanı olan Cavcav, 1977 senesinde başkan seçilmesine rağmen dönemin yöneticileriyle prensipler konusunda anlaşmazlığa düşmüş ve 1981 senesine kadar görevine ara verdi. 1981 senesinde tekrar başkanlık koltuğuna oturan Cavcav o tarihten bu yana otuz sekiz sene kulüp başkanlığı görevini yürüttü. Cavcav, kulüp tarihinde en uzun başkanlık yapan kişi oldu.
Tarihi.
Kuruluşu.
Ankara Futbol Birliği'nin 1921'de Ankara Ligi'ni oluşturması ile, Ankara'da ilk resmî futbol müsabakası 26 Ekim 1922'de Anadolu Sanatkarangücü ve Talimgâhgücü arasında oynanmıştır.
Ankara'nın ilk takımlarından birisi ise Ankara Sultanisi (diğer adıyla Ankara Erkek Lisesi) takımıdır. Futbola meraklı olan Münif Kemal (Ak)'in teşvikleriyle Ankara Sultanisi beden eğitimi hocası Ekrem Bey'in yönetiminde iddialı bir futbol takımı oluşturulmuştur. Ancak, Ekrem Bey'in bazı yetenekli oyuncuları takıma almaması Gençlerbirliği kulübünün kuruluşuna önayak olmuştur.
Takıma alınmayan öğrencilerin ayrı bir kulüp kurma girişimi, 14 Mart 1923'te "Gençlerbirliği Spor Kulübü" adı tescil ettirilerek tamamlanmıştır.
Kulüp kurulur kurulmaz Sultani takımı maça çağrılır. Yapılan maçı Gençlerbirliği 3-0 kazanınca iki kulübün birleşmesi eğilimi oluşur. Bir rivayete göre, Gençlerbirliği'ni kuran öğrenciler kırmızı-siyah Ankara gelinciklerinden bir buket yaparak hocalarının gönlünü almaya gidecekler, kulübün rengi gelinciklerin kırmızı-siyahı ile pekişecektir.
1923-24 sezonunda Ankara Sultanisi liglerden çekilmiş, artık sadece Gençlerbirliği kalmıştır. Ancak Sultani ile kulüp arasındaki gerilim bir süre daha devam edecektir.
Gençlerbirliği ilk kongresini 1925'in Mart ayında gerçekleştirir. Bu kongreden bir süre sonra, Gençlerbirliği'ne dahil olan Sultani öğrencileri Ankara Sultanisi eski müdürü Münif Kemal'i ziyaret ederek gönlünü alırlar ve kulübün başkanlığını teklif ederler. Münif Kemal Bey bu öneriyi kabul eder ve 9 yıl boyunca sürecek başkanlığının başlaması ile birlikte Sultani ile kulüp arasındaki gerginlik sona erer.
Başkanlar.
Spor sezonlarına göre bugüne kadar görev yapmış Gençlerbirliği başkanları, aşağıdaki tabloda belirtilmiştir.
Renkler.
Kırmızı-siyah renklere sahip Gençlerbirliği'nin bu renkleri seçmesi hakkında çeşitli rivayetler mevcuttur:
Arma.
Armadaki güneş, Ankara'nın simgelerinden Hitit Güneşi'ni temsil etmektedir. Güneşi de Türk bayrağında bulunan hilali temsil etmektedir.
Futbol şubesi.
Tarihçe.
1923 yılında Ankara Sultanisi'nde okuyan bir grup öğrencinin, okul takımına alınmamalarına kızarak kurulan Gençlerbirliği ilk olarak Ankara Futbol Ligi'ne dahil oldu. Bu ligde mücadele ettiği sekizinci sezonda ilk defa şampiyon oldu. Daha sonra 1930-31, 1931-32 ve 1933-34 sezonlarında art arda şampiyonluklar ile adını duyurur. 1941 yılında Türkiye Futbol Şampiyonası'nda, İstanbul Futbol Ligi şampiyonu Beşiktaş takımı ile finalde karşılaşan Gençlerbirliği, rakibini 4-1 yenerek ilk kez ulusal şampiyonluk elde eder. 1946'da ikinci kez Türkiye futbol şampiyonu olma başarısını gösterir. Ankara Futbol Ligi'nde toplamda on kez şampiyon olarak ligin en başarılı takımı unvanını kazanır. 1959 yılında Millî Lig ismiyle kurulan Süper Lig'in başlamasıyla bu organizasyon bir daha düzenlenmez ve Gençlerbirliği yeni kurulan bu profesyonel ligde Ankara'yı temsil edecek dört futbol takımından birisi olur.
Lig mücadeleleri.
1959-1970, 1983-1988, 1989-2018, 2019-2021, 2025-
1970-1979, 1980-1983, 1988-1989, 2018-2019, 2021-2025
1979-1980
Başarıları.
2007-08 sezonunda Türkiye Kupası finaline yükselen Gençlerbirliği, normal süresi ve uzatmaları 0-0 biten karşılaşmada, Bursa'da karşılaştığı Kayserispor'a penaltı atışları sonucunda 11-10 mağlup oldu.
Avrupa Kupaları.
Gençlerbirliği, Avrupa kupalarındaki ilk deneyimini 1967-68 Balkan Kupası'nda yaşadı. Ancak gruptaki 6 maçından sadece 1 beraberlik çıkarabildi. 1987'de Türkiye Kupası'nı kazanarak 1987-1988 sezonunda UEFA Kupa Galipleri Kupası'nda oynamaya hak kazandı. Bu kupada Sovyetler Birliği'nin Dinamo Minsk takımına deplasmanda 2-0, evinde 2-1 yenilerek ilk turda elendi.
1994-1995 sezonunda, Türkiye 1. Ligi'ni 5. sırada bitirerek 1995 UEFA Intertoto Kupası'nda Türkiye'yi temsil etme hakkı kazanmıştır. Mücadele ettiği 11. grupta 2 galibiyet ve 2 mağlubiyetle 3. sırada yer alarak elenmiştir.
2001'de Türkiye Kupasını kazanarak 2001-2002 sezonunda katıldığı UEFA Kupası'nın ilk turunda İsveç'in Halmstad takımıyla eşleşen Gençlerbirliği, ilk maçta Ankara'da 1-1 berabere kaldığı rakibine deplasmanda 1-0 yenildi ve kupaya erken veda etti.
Gençlerbirliği, Avrupa'daki en büyük başarısını 2003-2004 sezonunda yakaladı. UEFA Kupası'nın ilk turunda İngiltere'nin Blackburn Rovers takımını evinde 3-1 yenen Gençlerbirliği, rövanş maçında rakibiyle 1-1 berabere kalarak 2. tura geçti. 2. turda Portekiz'in Sporting takımıyla eşleşen Gençlerbirliği, evindeki ilk maçı 1-1 berabere bitirdi. Ancak, deplasmandaki rövanşı 3-0 kazanmayı başararak 3. tura çıktı. 3. turda İtalya'nın Parma takımını deplasmanda 1-0, Ankara'da 3-0 yenerek 4. tura çıktı. 4. turda İspanya'nın Valencia takımıyla eşleşti. Ankara'daki ilk maç 1-0 kazanıldı, İspanya'daki rövanş maçının normal süresi 1-0 sona erdi. Uzatma dakikalarında yediği gole karşılık veremeyen Gençlerbirliği, 2-0'lık yenilgiyle kupaya bu turda veda etti. Gençlerbirliği'nin bu turdaki rakibi Valencia UEFA kupasını kazanma başarısı gösterdi. Gençlerbirliği ise, 2003-2004 sezonunda UEFA Kupası'nı kazanan Valencia'yı yenebilen tek takım oldu.
Gençlerbirliği, 2004-2005 sezonunda sezonunda UEFA Kupası'nın 2. ön eleme turunda Hırvatistan'ın Rijeka takımıyla eşleşti. Evindeki maçı 1-0 kazanan Gençlerbirliği, rövanş maçını 2-1 kaybetmesine rağmen ilk tura çıkmayı başardı. İlk turda Yunanistan'ın Egaleo takımına deplasmanda 1-0 kaybettiği maçın rövanşında 1-1 berabere kalarak elendi.
Avrupa maçları.
UEFA Kupa Galipleri Kupası:
UEFA Kupası/UEFA Avrupa Ligi:
UEFA Intertoto Kupası:
Balkan Kupası:
Hacettepe SK.
Gençlerbirliği SK'nin pilot takımı olan Hacettepe SK 2021-22 sezonunda Bölgesel Amatör Lig'e düşmüştür. Takım, 2022-23 sezonunda lige girmemiş isim haklarını Kalecik FK'ya devrederek kulübün 5. isminin Hacettepe 1945 SK olmasını ve Hacettepe isminin yaşatılmasını sağlamıştır.
Hentbol şubesi.
12 Eylül 2013 tarihinde kurulan ve Gençlerbirliği'nin Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi'nde mücadele eden hentbol takımıdır. Önceki adı Ankara Hentbol İhtisas Kulübü olan ve tamamen kendi kaynaklarıyla kurulup alt liglerde mücadele etmeye başlayan takım, Gençlerbirliği'ne başvurup kulübün isim hakkını aldı. Gençlerbirliği Hentbol Takımı, 2013-2014 sezonunda Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi'nde mücadele edecek 5. başkent temsilcisinden bir tanesi oldu. Ligde iki sezon devam eden takım, Gençlerbirliği'nin isim hakkını geri alması ile, 2015-16 sezonunda tekrar Ankara Hentbol İhtisas ismine dönüş yaptı.
Diğer branşlar.
Gençlerbirliği Spor Kulübü bünyesinde, futbol dışında, Eylül 2022 itibarı ile etkinlik gösteren şubeler şunlardır:
Stadyum ve tesisler.
Eryaman Stadyumu.
Şehrin merkezinde yer alan 19 Mayıs Stadyumu'nun kullanım dışı kalmasıyla beraber, Gençlerbirliği maçlarını Eryaman semtinde inşa edilen ve 28 Ocak 2019 tarihinde açılan Eryaman Stadyumu'nda oynamaktadır.
İlhan Cavcav Tesisleri.
Gençlerbirliği İlhan Cavcav Tesisleri, Ankara'nın Yenimahalle ilçesine bağlı Beştepe semtinde yer alan sosyal ve antrenman tesisleridir. 23.000 metrekare alana kurulu tesiste; idari bina, kamp binası, altyapı binası, restoran, futbol okulu ve futbol sahaları yer almaktadır.
Hasan Polat Spor Tesisleri.
Ankara'nın Keçiören ilçesine bağlı Etlik mahallesinde yer alan Gençlerbirliği Spor Kulübü'ne ait olan spor tesisidir. Tesiste bir adet büyük futbol sahası ve halı saha yer almaktadır. Daha önceleri Gençlerbirliği Etlik Tesisleri ismiyle faaliyet gösteren bu tesise, daha önce Gençlerbirliği Futbol Takımı'nda forma giyen eski futbolculardan Hasan Polat'ın ismi verilmiştir.
Şenol Güneş Spor Tesisi.
Çankaya ilçesine bağlı Yaşamkent mahallesinde yer alan Gençlerbirliği Spor Kulübü'nün kullanımındaki spor tesisidir. Tesiste bir adet büyük futbol sahası yer almaktadır.
Yayınlar.
Gençlerbirliği Dergisi.
Gençlerbirliği Spor Kulübü'nün aylık resmî dergisidir. İçeriğinde futbol ağırlıklı olmak üzere Gençlerbirliği Spor Kulübü bünyesinde faaliyet gösteren branşlarla ile ilgili haberler, sporcularla röportajlar ve çeşitli makaleler yer almaktaydı, günümüzde pandemi nedeniyle bu dergi Gençlerbirliği E-Dergisi şeklinde Gençlerbirliği web sitesi bünyesinde yayınlanmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1018",
"len_data": 10922,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.5
}
|
Programlama dili, yazılımcının bir algoritmayı ifade etmek amacıyla, bir bilgisayara ne yapmasını istediğini anlatmasının tektipleştirilmiş yoludur. Programlama dilleri, yazılımcının bilgisayara hangi veri üzerinde işlem yapacağını, verinin nasıl depolanıp iletileceğini, hangi koşullarda hangi işlemlerin yapılacağını tam olarak anlatmasını sağlar.
Şu ana kadar 250'den fazla programlama dili geliştirilmiştir. Bunlardan bazıları Pascal, Basic, C, C#, C++, Java, JavaScript, Cobol, Perl, PHP, Python, Ada, Fortran, Delphi ve Swift'tir.
Gerçeklenim.
Donanım ve yazılımın bir veya daha fazla yapılandırması o programı çalıştırmak için bir tür yol sağlar. Programlama dili gerçekleniminde (implementasyon) iki temel yaklaşım vardır: Derleme ve yorumlama. Herhangi birini tekniği kullanarak bir programlama dili gerçeklemek mümkündür.
Genellikle donanım üzerinde çalışan programlama dilleri, yazılım ile yorumlananlardan daha hızlıdır. Yorumlanan programların performansını geliştirmek için anında derleme programları kullanılır. Derleyiciden gelen çıktı ya donanım tarafından ya da yorumlayıcı diye adlandırılan programlar tarafından çalıştırılır.
Cihaza komut göndermeyi sağlayan, verileri cihaza aktarma stilidir. Şu anda hemen hemen tüm yazılım dilleri İngilizcedir. Bazı uygulamaların dili ise İspanyolca olarak kullanılmaya başlanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1019",
"len_data": 1340,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.93
}
|
Elektronik mühendisliği, zayıf elektrik akımlarının karakteristikleri, haberleşme teknolojileri, elektromanyetik ve sinyal işleme teknolojilerini inceleyen mühendislik dalıdır.
Alanlar.
Elektronik mühendisliğinin uygulama alanları geniş kapsamlı olup bilgisayarlardan haberleşme sistemlerine, elektronikten optik sistemlere, uzman sistemlerden optimizasyon yöntemlerine, radardan uydu haberleşmesine, kontrol sistemlerinden tıp elektroniğine ve mikrodalga sistemlerinden mobil haberleşme sistemlerine kadar endüstrinin ve temel bilimlerin çeşitli uygulama ve araştırma konularını içermektedir.
Eğitim.
Elektronik mühendisliği ders programı temel dersleri;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1023",
"len_data": 655,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.34
}
|
Abdullah Gül (d. 29 Ekim 1950, Kayseri), Türk ekonomist, akademisyen, siyasetçi ve Türkiye'nin 11. cumhurbaşkanı. Cumhurbaşkanlığı görevini 2007 - 2014 yılları arasında sürdürmüştür. Bu görevinden önce 4 aylığına 2002 - 2003 yılları arasında Türkiye Başbakanı olarak görev almıştır. 2003 - 2007 yılları arasında Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak görev almıştır.
Gül 1991, 1995, 1999, 2002 ve 2007 Türkiye genel seçimlerinde Kayseri milletvekili olarak meclise girdi. Başlangıçta Refah Partisine katılmıştır fakat bu parti 1998 yılında laik cumhuriyet ilkesine aykırı eylemlerinden dolayı kapatılınca Fazilet Partisine katıldı. Fazilet Partisi 1. Olağan Kongresi'nde Genel Başkanlık için Recai Kutan ile yarıştı. 521 oy alarak 2. sırada kaldı ve Genel Başkan seçilemedi. Gül 2001 yılında kurulan Adalet ve Kalkınma Partisinin kurucular kurulu üyesi olarak partinin kuruluşunda önemli rol oynadı.
AK Parti'nin 2002 Türkiye genel seçimlerini kazanmasıyla başbakan oldu ve 58. Türkiye Hükûmetini kurdu. Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasal yasağı Gül Hükûmeti tarafından kaldırılınca Erdoğan 2003 Türkiye milletvekili ara seçimleri ile meclise girdi ve başbakan olarak 59. Türkiye Hükûmetini kurdu. I. Erdoğan Hükûmetinin kabinesinde başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı olarak görev yapan Gül, 2007 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçiminde cumhurbaşkanı seçildi ve 2014 yılına kadar bu görevi sürdürdü.
Yaşamı.
Eğitimi ve kariyeri.
Abdullah Gül 29 Ekim 1950 tarihinde Kayseri'de doğmuştur. Babası Ahmet Hamdi Gül, annesi Adviye Gül'dür. Kayseri Gazi Paşa İlkokulu, Nazmi Toker Ortaokulu ve Orta öğrenimini Kayseri Lisesinde tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesine girdi. 1974 yılında mezuniyet sonrası aynı fakültede başladığı doktora çalışmaları için iki yıl İngiltere'de kaldı ve 1983'te İstanbul Üniversitesinden "doktor" unvanı aldı. O dönem İTÜ Sakarya Mühendislik Fakültesinde (1992'de İTÜ'den ayrılarak Sakarya Üniversitesine dönüştü) Endüstri Mühendisliği Bölümünün kuruluşunda çalıştı ve aynı bölümde ekonomi dersleri verdi. 1989'da uluslararası ekonomi dalında doçent oldu.
Öğrencilik yıllarında Gençlik Örgütü Millî Türk Talebe Birliği bünyesinde yer aldı. Memleketi Kayseri'de, Necip Fazıl ekolünden Söğüt Fikir Kulübünde çalıştı ve bu ekolün ileri gelenlerinden Ali Biraderoğlu'nun fikrî çevresinde bulundu.
Siyasi kariyeri.
1983-1991 yılları arasında İslam Kalkınma Bankasında ekonomi uzmanı olarak çalışan Gül, 1991 yılında yapılan seçimlerde Refah Partisi'nden 19. Dönem Kayseri Milletvekili olarak TBMM'ye girdi. 1993'te Refah Partisi'nde Genel Başkan Yardımcılığı görevine getirilen Abdullah Gül, 1995'te yapılan genel seçimlerde, ikinci kez Refah Partisi 20. Dönem Kayseri Milletvekili seçildi. 1993 yılında Refah Partisinin dışişlerinden sorumlu genel başkan yardımcılığı görevine seçildi. Bu süre içinde Avrupa ve Amerika'daki birçok kuruluşlarda yaptığı konuşmalarla parti görüşünü anlattı.
TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu ve Dışişleri Komisyonu üyelikleri de yapan Abdullah Gül, 28 Haziran 1996'da kurulan RP-DYP koalisyon hükûmetinde Devlet Bakanlığı ve Hükûmet Sözcülüğü görevlerinde bulundu.
Refah Partisi'nin 16 Ocak 1998'de Anayasa Mahkemesince kapatılmasından önce kurulan Fazilet Partisi'ne geçen Abdullah Gül, 18 Nisan 1999 genel seçimlerinde Fazilet Partisi'nden 21. Dönem Kayseri Milletvekili seçilerek tekrar parlamentoya girdi.
1992 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi üyesi oldu ve Konseyin kültür, tüzük, siyasi ve ekonomik kalkınma komitelerinde çalıştı. 2001 yılına kadar yürüttüğü Avrupa Konseyindeki çalışmalarından dolayı kendisine “Pro merito“ madalyası ve Konseyin sürekli “Onursal üyesi” unvanı verildi. NATO Parlamenter Asamblesi üyeliği de yaptı. 8 Mart 2000 tarihinde, Parti'de "yenilikçi kanat" olarak adlandırılan milletvekillerinin desteğini alarak, genel başkanlığa adaylığını koydu. 14 Mayıs 2000 tarihinde yapılan Fazilet Partisi 1. Olağan Kongresi'nde 521 oy alarak, 633 oy alan Recai Kutan'ın gerisinde kaldı. Kongre sonuçları, siyasi çevrelerce, "parti tabanının Yenilikçi olarak adlandırılan kanadı geniş ölçüde desteklediği, ancak Parti'nin henüz bir yönetim değişikliğine hazır olmadığı" şeklinde yorumlandı. Fazilet Partisi'nin 22 Haziran 2001'de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasından sonra bir süre bağımsız kalan Gül, 14 Ağustos 2001'de kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AK Parti) Kurucular Kurulu üyesi olarak üyesi olarak partileşme sürecindeki etkin rolünü sürdürdü ve Siyasi ve hukuki işlerden sorumlu genel başkan yardımcısı olarak görev yaptı. Hakkında kayıp trilyon davasında fezleke hazırlandı. Milletvekili dokunulmazlığı nedeniyle yargılanamadı. Gül hakkındaki fezleke dosyasına 2010 yılında takipsizlik kararı verildi.
AK Parti Kayseri Milletvekili ve Siyasi ve Hukuki İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yaptı. Gül, 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde Kayseri Milletvekili olarak yeniden seçildi. AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasi yasaklı olması nedeniyle 16 Kasım 2002'de 58. Hükûmeti kurmakla görevlendirildi. Türkiye'nin 58. Hükûmeti, Başbakan Abdullah Gül tarafından, 18 Kasım 2002'de kuruldu. Recep Tayyip Erdoğan'ın, 9 Mart 2003 Siirt Milletvekili Yenileme Seçimi'nde meclise girmesinden sonra, Abdullah Gül başkanlığındaki 58. Hükûmet, 11 Mart'ta istifa etti. Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında, 14 Mart 2003'te kurulan 59. Hükûmette (2. AK Parti Hükûmeti), Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak görev aldı. 3 Ekim 2005'te başlayan Avrupa Birliği müzakereleri için birçok yetkisini Baş Müzakereci Ali Babacan'a devretti.
Cumhurbaşkanlığı seçimi.
24 Nisan 2007 tarihinde yapılan AK Parti Grup toplantısında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından 11. Cumhurbaşkanı adayı olduğu açıklandı. 27 Nisan tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı birinci tur seçimlerinde 357 kabul oyu çıkmasına karşın 367 sayısına ulaşılamadığı için, seçim ikinci tura kalmış; Anayasa'nın ilgili hükmü gereği, ilk oturumun açılabilmesi için 367 üyenin Mecliste hazır bulunması gerektiği gerekçesi ile Cumhuriyet Halk Partisi tarafından oturumun iptali için Anayasa Mahkemesine açılan dava sonucu Meclisin bu birinci oturumu, Anayasa Mahkemesinin 1 Mayıs 2007 tarihli kararı ile iptal edildi. 6 Mayıs 2007 tarihinde Mecliste yapılan iki yoklamada da toplantı yeter sayısının bulunamayışı yüzünden 11. Cumhurbaşkanı seçilememiştir.
22 Temmuz 2007 seçimlerinin ardından AK Parti'nin tek başına iktidara gelmesinde Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilememesinin etkili olduğu görüşü öne çıktı. Bunun sonucu olarak da Abdullah Gül tarafından "bunun cumhurbaşkanlığı adaylığına ilişkin açık bir mesaj olduğu" yorumu benimsendi.
13 Ağustos tarihinde kulislerde konuşulan 11. Cumhurbaşkanı adaylığı kesinleşti. 20 Ağustos 2007 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi birinci turunda 341 oy aldı. 24 Ağustos 2007 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci turunda 337 oy aldı.
Abdullah Gül 28 Ağustos 2007 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin üçüncü turunda 339 oy alarak Türkiye Cumhuriyetinin 11. cumhurbaşkanı seçildi. Böylece Nisan 2007'de başlayan Türkiye'nin 11. Cumhurbaşkanını seçim süreci sona erdi.
Cumhurbaşkanlığı (2007-2014).
Abdullah Gül 28 Ağustos 2007'den 28 Ağustos 2014'e kadar Türkiye cumhurbaşkanlığı görevini sürdürmüştür. 26.01.2012 tarihli Resmî Gazete'de yayınlanan 6271 sayılı Cumhurbaşkanı Seçimi Kanunu ile görev süresi 7 yıl olarak netlik kazanmış oldu. Anayasa Mahkemesi kanunun ikinci kere aday olmasını engelleyen hükmünü iptal etti, ancak tekrar aday olmadı. Görevini 28 Ağustos 2014'te Recep Tayyip Erdoğan'a devretti.
Affettiği hükümlüler.
2008 Ağustos'unda, kayıp trilyon davasında Necmettin Erbakan'ın "sahtecilik" sebebiyle aldığı ev hapsi cezası, Abdullah Gül tarafından Anayasa'da geçen ‘sürekli hastalık' kapsamında affedildi. Kayıp trilyon davası sanıklarından biri olan Gül, milletvekili olmasından ötürü yargılanamamış daha sonra Cumhurbaşkanı seçildiğinde Başsavcılık tarafından kovuşturmaya gerek olmadığına karar verilmişti.
Özel yaşamı.
Abdullah Gül 29 Ekim 1950'de Kayseri'de dünyaya gelmiştir. Annesi Adeviye Hanım ve babası Ahmet Hamdi Gül'dür.
21 Ağustos 1980'de Hayrünnisa Gül (Özyurt) ile evlenen Gül'ün Ahmet Münir, Kübra ve Mehmet Emre adlarında üç çocuğu dünyaya geldi. Gül, İngilizce ve Arapça biliyor. Ayrıca Beşiktaş takımını tutmaktadır.
Gül'ün kızı Kübra'dan 2010 ve 2014 doğumlu iki torunu vardır.
Eserleri.
Abdullah Gül'ün yayımlanmış olan kitapları:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1024",
"len_data": 8447,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.32
}
|
Dersim şu anlamlara gelebilir;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1029",
"len_data": 30,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 1.3
}
|
Ardahan, Türkiye'nin kuzeydoğu köşesinde Doğu Anadolu Bölgesinde ve kısmen Doğu Karadenizde bulunan, Gürcistan sınırında kurulmuş olan bir ildir. İdari merkezi Ardahan kentidir. Batısında Artvin, güneybatısında Erzurum, güneyinde Kars illeri ve doğuda Gürcistan ile sınır teşkil etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti'nin Kafkaslar'a açılan kapısıdır.
1924 yılında il olmuştur. 1926 yılında Kars iline bağlı bir ilçe olmuştur. 1992 yılında Kars ilinden ayrılarak tekrar il olmuştur. 2024 yılı itibarıyla 92.820 olan nüfusuyla Türkiye'nin en küçük 3. ildir.
Ardahan, ilin coğrafi yapısı ve tarihi geçmişinden kaynaklanan kendine özgü doğal ve tarihi değerlere sahiptir. Ardahan, Doğu Anadolu Bölgesine has doğal yapısı ve ikliminin yanında Doğu Karadeniz Bölümü'nün topoğrafyasına, iklimine ve bitki örtüsüne geçiş yerleri ile farklı güzellikleri bir arada barındırmaktadır. Yüksek ovaları, akarsuları, ormanları, zengin çiçek çeşitliliğine sahip yaylaları ve iki gölü ile Ardahan keşfedilmeyi bekleyen bir doğa cennetidir.
Gürcistan - Ardahan arasında Türkgözü ve Çıldır Aktaş Sınır Kapısı olmak üzere toplam iki adet sınır kapısı bulunmaktadır.
Tarihçe.
Bugün bir il olan Ardahan bölgesinin adı, Osmanlılar Gürcü yönetiminden ele geçirdiği için Gürcüce Artaani'den gelir. İlin merkezi olan Ardahan kentinin tarihi, geleneksel rivayete göre Nuh’un oğlu Yafet'in üçüncü kuşaktan torunu Cavahos tarafından kurulmuştur. Ancak kuruluşunda kent, sırasıyla Kacta-kalaki ve Huri adını taşıyordu. Bu kentin Gürcü tarihinde çok önemli bir yeri olmuştur. Büyük İskender'in komutanı Azon ile Gürcü topluluklarını bir araya getiren I. Parnavaz (İÖ 326 - İÖ 234) arasındaki savaş bu kent yakınlarında gerçekleşmiş ve Parnavaz'ın Kartli Krallığını kurmasıyla sonuçlanmıştır.
Bu savaştan sonra Parnavaz’ın, hakim olduğu topraklara sekiz eristavi (prens) ve bir komutan atamasının ardından Ardahan bölgesi, Tsunda’ya tayin edilen beşinci eristavinin sınırları içerisinde kaldı. Gürcü kralı III. Mirian (hd. 306-337), Kapadokyalı Azize Nino’nun telkinleriyle Hıristiyanlığın resmi din olarak kabul edince, kilise inşa etmek ve halkı vaftiz etmek üzere Bizans İmparatoru I. Konstantin’den rahip ve mimarlar yollamasını talep etti. Bu dönemde ilk Gürcü kilisesi Ardahan sınırlarında içinde inşa edilmiştir. Eruşeti’de (şimdi Ardahan’ın Hanak ilçesine bağlı Oğuzyolu köyü) yapılan bu kilise, I. Konstantin'in Hıristiyanlığın kabul edilmesinden duyduğu memnuniyetin bir göstergesi olarak Gürcistan’a yolladığı ve İsa’nın çarmıha gerilişi sırasında ellerine çakılan çivilerle kutsanmıştır.
Kral Vahtang Gorgasali’nin 5. yüzyılda piskopos tayin ettiği on bir kilise arasında Klarceti’deki Ahiza Kilisesi ile Ardahan bölgesindeki kilise de yer alıyordu. Arap akınlarının ve başkent Tiflis’te bir Arap Emirliğinin kurulmasının sonucunda, Gürcistan'ın doğusundan Tao ve Klarceti bölgelerine yoğun göçler gerçekleşti. Bagratlı Aşot 9. yüzyılın başında Ardanuç’u başkent yaparak Tao-Klarceti Prensliği’ni kurdu. Ardahan ve çevresi de bu yeni devletin sınırları içinde kaldı. Kartli’den gelen Rahip Grigol Hantsteli ve diğer din adamları özellikle Klarceti’de çok sayıda manastır inşa ettiler ve Ardahan’ın da içinde yer aldığı bölge zamanla “Gürcistan’ın Sina’sı” olarak adlandırıldı. Ancak ilk kiliselerin kurulduğu ve piskoposların tayin edildiği Ardahan bölgesi, özellikle de manastır faaliyetleri yönünden Klarceti ve Tao'ya nazaran ikinci planda kaldı. Bu dönemden günümüze sadece iki manastır ulaşmıştır. Bu manastırlar Dörtkilise köyündeki Dört Kilise Manastırı ve Vaşlobi köyündeki Vaşlobi Manastırı'dır.
Gürcü kralı II. Giorgi'nin Emir Ahmed'e Kveli Kalesi Savaşında (1080) yenilmesinin ardından Ardahan bölgesinin de içinde yer aldığı Tao-Klarceti bölgesine kırk yıl boyunca Büyük Selçuklular hakim oldu. Ancak Büyük Selçuklular 1121 yılında Didgori Savaşı'nda ağır bir yenilgiye uğradı ve Ardahan bölgesi yeniden Gürcü hakimiyetine girdi. Birleşik Gürcü Krallığının en parlak döneminde Ardahan bu krallığın bir parçasıydı. Daha sonra, birleşik Gürcü Krallığı'nın parçalanması sırasında bağımsız devlete dönüşen Samtshe Atabeyliğinin (1268-1625) sınırları içinde yer aldı. Trabzon'un alınmasından (1461) sonra doğuya doğru ilerleyen Osmanlı Devleti, bu yeni Gürcü devletinin sınırlarına dayandı. 1551 yılında Ardanuç ve Ardahan bölgelerini ele geçirdi. Bölge bir sancak haline dönüştürüldü. Bölgede rekabet eden İran ile Osmanlı Devleti arasında 1555 yılında Amasya Antlaşması imzalanınca Ardahan bölgesi kesin olarak Osmanlı sınırları içinde kaldı.
Osmanlı Devleti 16. yüzyılın son çeyreğinde Çıldır Eyaleti'nin kurdu. Bu eyaletin livalarından biri, Ardahan-i Büzürg adıyla Ardahan bölgesiydi. Bugün Ardahan ili sınırları içinde kalan Çıldır ve Posof ilçeleri de ayrı birer livaydı. Ardahan-i Büzürg (Büyük Ardahan) olarak kaydedilen livanın (sancak) idari merkezinin adı Parakan (Rabat-i Kale-i Parakan; رباط قلعه پرهكن) idi. Parakan Büyük Ardahan livasının en önemli kale-kentiydi. Parakan ya da Parakani adı ünlü Gürcü tarihi "Kartlis Tshovreba"’da da geçmektedir. Nitekim Osmanlılar 16. yüzyılda Gürcü atabegleri yönetimi altındaki Samtshe-Saatabago karşı açtıkları savaşta önce Ardanuç’u (Artanuci), sonra da Parakan’ı (Parakani) ele geçirdiler. Parakan Kalesi'nin ele geçirdikten sonra Osmanlılar bütün Ardahan bölgesine hâkim oldular. Parakan adı ayrıca Evliye Çelebi ile Kâtib Çelebi’nin eserlerinde de geçmektedir.
1878 yılından sonra Ardahan, Rus İmparatorluğu tarafından işgal edildi ve 1914'e kadar Kars Oblastı olarak bilinmekteydi. Rus İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra ilin kuzeyi 1918-1921 yılları arasında Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti, güneyi ise 1918-1920 yılları arasında Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti'ndeydi. Ardahan 1921 yılında Kars Antlaşması ile Türkiye tarafından geri alınarak kurtarılmıştır.
2000 yılından itibaren Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının inşası yerel ekonomiye katkı sağlamıştır.
Nüfus.
Nüfusun büyük çoğunluğunu Ahıska Türkleri oluşturur. Geriye kalan kısım ise Türkler, Kürtler, Terekemeler ve Alevi-Türkmenler'den oluşur. Aynı zamanda çoğunluğu göç etmiş olsa da Gürcü, Çerkez, Tat, Lezgi ve Poşalar da Ardahan'da yaşamaktadır. Bunun dışında az da olsa Kafkas halkları da mevcuttur. Bölge itibarıyla soğuk, elverişsiz iklimi ve işsizliğin de olması nedeniyle dışarıya çok göç vermiştir.
Güncel Nüfus Değerleri(TÜİK 6 Şubat 2025 verileri)
Ardahan ilinin nüfusu: 91.354'dür. Bu nüfusun %46,47'si şehirlerde yaşamaktadır (2024 sonu). İlin yüzölçümü 4.934 km²'dir. İlde km²'ye 19 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 33'dür.) İldeki ilçelerin tamamında nüfus azalmıştır. İldeki nüfus azalış oranı ise % 1,58 olmuştur. Nüfusu en çok azalan ilçe Posof'tur (-% 4,46)
06 Şubat 2025 TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 6 ilçe, 7 belediye, bu belediyelerde 41 mahalle ve ayrıca 225 köy vardır.
İklim.
İl genelinde karasal iklim hakim olup; kışlar uzun, sert ve kar yağışlıdır. Yıllık ortalama sıcaklığı 3,7 °C olup, kışın –30,0 °C'nin altına iner. Türkiye’nin kuzeydoğusunda yer alan Ardahan’a yılda ortalama 550 mm yağış düşer. Sonbaharın ilk soğukları eylül ayının sonunda başlar, ilkbaharda mayıs ayının ortalarına kadar devam eder.
İlin batı ve kuzeyinde daha çok Karadeniz iklimi'nin özellikleri görülür. Bu özellik bitki örtüsünde de kendini gösterir.
Batı ve kuzeyde özellikle Posof ilçesi ile Artvin’e komşu olan yörelerde ormanlıklar ve çalılar yer alırken, Ardahan'ın güney kesimlerinde çayır ve meralar yaygınlık göstermektedir.
Göle ovasında kışlar ağır geçer. Bu saha Türkiye’nin en soğuk yerlerinden sayılan Sarıkamış’a oranla daha soğuktur. Her tarafı yüksek dağlarla çevrilmiş çanak biçimindeki ovada kışın hava akımı az olur. Bu durumda soğuyan ve ağırlaşan hava aşağıya doğru hareket eder ve sıcaklık kaybına uğrayarak dondurucu bir hal alır. Böylece Toprak örtüsü ve bataklıklar donar. Ovayı kuşatan ve biraz esinti gören dağların yamaçları daha az soğuktur. Kış aylarında bazen ovanın içerisini kalın bir sis tabakası örter ve etrafındaki dağlardan bakılınca burası adeta bir deniz gibi gözükür. Bu ovaya kışın en soğuk rüzgâr kuzeybatıdan gelir ve buna "Ardahan Yeli" denir.
Etrafı dağlarla çevrili olan ve ortalama 1500 m yükseklikte Posof İlçemizde ise Doğu Karadeniz ikliminin sert şekli hüküm sürer. Burada mikro-klima tipi iklim hakim olup, kışlar yağışlı, yazlar ise sıcak geçmektedir. Bu iklimin en belirgin özelliği yağışlarıdır. Bu alana her mevsimde yağış düşer. Sahada altı ay kış mevsimi yaşanır. Bu esnada yağışlar hep kar halindedir ve boldur. Mayıs'a kadar kar yağdığı da olur. İlkbaharda ve sonbaharda sisler oluşur. Yaz mevsimi esnasında yağmur eksik olmaz. Sıcaklık yağışlardan ve havanın sık sık bulutlu kalışından etkilenir. Yaz mevsimi adeta bir ilkbahar serinliğindedir. Durum böyle olunca buralarda geniş ormanların varlığı kendiliğinden oluşur. Açık kalan yerler ve vadiler devamlı bir yeşillik içerisindedir.
Yönetim.
İllerde protokolde ilk sırada yer alan Vali, merkezi yönetimi temsil eder ve Cumhurbaşkanı tarafından atanır. Büyükşehir dışındaki illerde yerel yönetim, şehirler düzeyindedir. Belediye Başkanı, belediye sınırları içinde kalan seçmenin oy çokluğu ile seçilir. Ayni seçmen İlçe Belediye Meclisi için de oy kullanarak ilçelerin belediye meclisleri oluşturur. İldeki bütün seçmenler ayrıca il genel meclisi için de oy kullanarak, İl Genel Meclisinin oluşumunu sağlarlar.
İl genel meclisi ve belediye meclisi üyelikleri için yapılan seçimlerde, onda birlik baraj uygulamalı nispi temsil sistemi, belediye başkanlığı seçiminde ise çoğunluk sistemi uygulanır İl genel meclisi ve belediye meclisi üye sayıları ilçe nüfusuna göre, kontenjandan kalan sayıların partilere dağılımı ise D'Hondt Sistemine göre belirlenir (Kanun:2972-Madde:23)
İl Genel Meclisi, İl Özel İdaresinin karar organıdır, başkanını üyeleri arasından gizli oyla seçer. Ayrıca, İl Genel Meclisi kendi içinden gizli oyla bir yıl görev yapacak 5 kişilik İl Encümenini seçer.
Merkezi yönetim, Vali ve İl Müdürlerinden oluşur. İl Özel İdaresi (İl Genel Meclisi ve İl Encümeni) seçilmişlerden oluşur, ancak Vali başkanlığında görev yapar. Yerel yönetim ise belediye başkanları ve belediye meclislerinden oluşur.
Ardahan Valisi, 1984-Elazığ doğumlu Hayrettin Çiçek'dir. Ağustos 2023/376 sayılı kararla, Şahinbey Kaymakamı iken atanmıştır.
Ardahan Belediye Başkanı, 1963-Hanak doğumlu Faruk Demir (CHP), 31 Mart 2024 seçimlerinde %45,06 oy oranıyla seçilmiştir.
2019 Türkiye yerel seçimleri sonuçlarına göre Ardahan İl Genel Meclisi üye sayısı, 7 AK Parti, 6 CHP ve 1 Bağımsız olmak üzere 14'dür. Ardahan Belediye meclisi ise 9 CHP ve 6 AK Parti olmak üzere 15 üyeden oluşur.
2018 Türkiye genel seçimleri sonucuna göre Ardahan'ın Türkiye Büyük Millet Meclisindeki üyelerinin siyasi partilere dağılımı: 1 BAĞIMSIZ (Milletvekili seçim döneminde CHP'den aday olmuş ve milletvekili seçilmiştir, 2018'de Cumhuriyet Halk Partisi'nden ihraç edilmiştir. Şu an (27. Dönem) görevini bağımsız bir şekilde sürdürmektedir.) ve 1 AK Parti'dir. Şu anda bağımsız aday olan Öztürk Yılmaz, 27. ve 26. milletvekili seçimlerinde CHP'den aday olmuş ve bir tam dönem milletvekilliğini CHP'den yapmıştır. Günümüzün dönemi olan 27. dönemin Ak Parti milletvekili ise Orhan Atalay'dır.
Ekonomi.
Ardahan ilinde çayır-mera alanlarının fazla olması, sanayi merkezlerinin ilden uzak olması ve diğer nedenlerle Ardahan ilinde tarım ve hayvancılık faaliyetleri öne çıkmıştır.
İl genelinde tarımsal faaliyetlerden çok hayvancılık faaliyetleri öne çıkmaktadır. Elma, armut, mısır, vişne gibi tarım ürünlerinin tamamına yakını Posof ilçesinde yetiştirilmektedir.
İl genelinde buğday, arpa gibi tahıl ürünleri yetiştirilmektedir. Ancak endüstriyel tarım yapılmamaktadır.
Tarım ürünlerinin tamamına yakını organiktir.
Ardahan ili, iklim durumu, çayır ve meraların varlığı gibi nedenlerle hayvancılığa elverişli bir yapıdadır. İklim şartları yem bitkisi üretimine elvermektedir.
İl genelinde büyük ve küçükbaş hayvancılık, mera hayvancılığı şeklinde yapılmaktadır. Ardahan'da çok sayıda kümes hayvanı beslenmektedir. En çok beslenen kümes hayvanı kazdır. Kaz dışında tavuk, ördek ve hindi de beslenmektedir.
Spor.
2018-2019 Sezonu sonunda, Serhat Ardahanspor, BAL (Bölgesel Amatör Lig) de küme düşmüştür.. Ardahan Gençlik Spor voleybol bölgesel erkekler ligine katılmıştır.
Ziraat Türkiye Kupası'nda Serhat Ardahanspor ilk turda elenmiştir.
Futbol maçları 2.340 kişilik 80'inci Yıl Şehir Stadyumunda yapılmaktadır. İl merkezinde 450 kişilik K.Karabekir Kapalı Spor Salonu bulunmaktadır. Ayrıca yarı olimpik kapalı yüzme havuzu da bulunmaktadır. Şehir merkezine 22 km uzaklıkta Yalnızçam Kayak Merkezi vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1031",
"len_data": 12617,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.51
}
|
Cezayir (Arapça: الجزائر "al-ġazaʾir"; Berberi dilleri: ⴷⵣⴰⵢⴻⵔ "Dzayer"), resmî adıyla Cezayir Demokratik Halk Cumhuriyeti (Arapça: الجمهورية الجزائرية الديمقراطية الشّعبية), Kuzey Afrika'da bir ülkedir. 2,381,741 kilometre karelik yüzölçümü ile Afrika'nın yüzölçümü olarak en büyük ülkesi olan Cezayir, dünyanın onuncu, Arap Dünyası ve Afrika Birliği içerisinde ise en büyük ülkedir. Aynı zamanda, 44 milyonluk nüfusuyla da Afrika'nın en kalabalık sekizinci ülkesidir.
Cezayir'in komşuları kuzeydoğuda Tunus, doğuda Libya, güneydoğuda Nijer, güneybatıda Moritanya ve Mali, batıda Fas ve Batı Sahra'dır. Etnik açıdan bir İslam, Arap ve Berberi ülkesidir. Ülke ismi ("El Cazayir") Arapçada "adalar" anlamına gelir.
Tarih.
Tarih Öncesi ve Antik Çağ.
Cezayir'de 2 milyon yaşında hominid iskeletleri bulunmuştur. Araştırmacılar, ülkede yontmataş çağından kalma "Homo habilis" ve "Homo erectus" fosilleri de ortaya çıkartmıştır. Cilalıtaş devrinde Sahra Çölü'nün bulunduğu alanlar daha sulaktı. Böylece Cezayir'in şu anda çöl olan güney bölgesinde insanlar yaşayabiliyordu. Bu dönemden kalma mağara resimleri bulunmaktadır.
MÖ 1000 yıllarında Fenikeli tüccarlar Cezayir'in Akdeniz kıyılarına yerleşime başlamıştır. Kartaca Krallığının MÖ 146 yılında Romalılar tarafından yıkmasıyla Cezayir, “Mauretania Caesariensis” adıyla imparatorluğun bir eyaleti haline geldi. Antik Yunanistan ve Roma İmparatorluğu'nda Numidya (Νομαδια) olarak bilinen yörenin adı, Yunanca "göçebe" anlamındaki "nomados" (νομαδος) kelimesinden gelir. Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasıyla Cezayir' de sırasıyla Vandallar ve Bizans’ın hakimiyeti altına girdi.
Orta Çağ.
7. yüzyılın ortalarından itibaren Emevi akınlarına uğrayan Cezayir’deki Berberi kabilelerinde yüzyılın sonuna doğru İslamiyet yayılmaya başladı. Emevî hakimiyetindeki uygulamalara isyan eden Berberi kabileleri yerel emirlikler kurmuştur. 777-909 yılları arasında hüküm süren Rüstemiler Devleti Cezayir'deki Müslümanların kurduğu ilk bağımsız devlettir. Batı Cezayir Fas'ta hüküm süren İdrisiler'in, Doğu Cezayir Aglebiler idaresine girdi. 909 yılında Rüstemiler Devleti ve Aglebiler'in yıkılmasıyla Cezayir Fatımi Devletinin hakimiyetine girdi. 10. yüzyıl sonlarında Berberiler Cezayir'de yeniden küçük ve kısa ömürlü devletçikler kurmaya başladılar. Ziriler ve Hammadiler (1015-1152) devletleri kuruldu. Bu sırada Murabıtlar Tilimsan, Ténès ve Cezayir'e kadar Kuzey Afrika'yı hakimiyetleri altına aldı (1062). 1130-1269 tarihleri arasında hüküm süren Muvahhidler Hammâdî ve Murabıt Devleti’ne son vererek Cezayir ve bütün Kuzey Afrika'yı ele geçirdi. Muvahhidlerden sonra Doğu Cezayir, Tunus'taki Hafsi Devletinin (1228-1574)topraklarına katıldı. Orta ve Batı Cezayir ise Tlemsen merkezli Abdülvadiler’in (1235-1550) idaresine girdi. Abdülvadiler'in zayıflamasıyla Bedevi kabileler isyan ederek birçok şehirde kendi emirliklerini kurdular. İspanyollar'da 1505-1513 arasında sahildeki önemli şehirleri ele geçirdiler.
Osmanlı hâkimiyeti.
Oruç Reis ve kardeşi Hızır Reis Cezayir’e gelip İspanyollara karşı mücadeleye girişmeye başlamışlardır. Cerbe adasına yerleşen ve Yavuz Sultan Selim’in himayesi altına giren kardeşler, Cezayir ve Şerşel'i ele geçirdiler. Şerşel ve Cezayir sultanı ilan edilen Oruç Reis, Ténès ve Tlemsen'i ele geçirmiş ancak 1518’de Tlemsen'i geri almak isteyen İspanyollarla yaptığı savaşta hayatını kaybetti. Onun yerine geçen Hızır Reis Osmanlıların desteğini sağlamaya çalıştı ve 1519'da Yavuz Sultan Selim’den yardım istedi. Yavuz Sultan Selim “Hayreddin” lakabıyla andığı Hızır'ı Cezayir hakimi olarak tanıyarak ona askeri destek yolladı. Bu şekilde hutbenin padişah adına okunmaya başlandığı Cezayir, Osmanlı nüfuzu altına girdi.
1534 yılında I. Süleyman'ın Barbaros Hayreddin'i İstanbul'a davet edip Cezayir beylerbeyi sıfatı ile onu Osmanlı donanmasının başına getirmesiyle Cezayir doğrudan doğruya bir Osmanlı beylerbeyliği haline geldi. Cezayir'deki Osmanlı egemenliği 1830 yılına kadar devam etmiştir. Bu dönemde Cezayir, Tunus ve Trablusgarp'la birlikte "Garp Ocakları" şeklinde adlandırılmış ve ayrı bir statü ile idare edilmiştir. Bu özel statü kapsamında Osmanlı hakimiyetinde olan Cezayir, idari bakımdan Beylerbeyler Devri (1518-1587), Paşalar Devri (1587-1659), Ağalar Devri (1659-1671) ve Dayılar Devri (1671-1830) olmak üzere dört farklı dönem yaşanmıştır.
Fransa hâkimiyeti.
5 Temmuz 1830'da Cezayir şehrinin ele geçirilmesiyle Fransızların Cezayir'deki sömürge dönemi başladı. Emir Abdülkadir idaresindeki isyan hareketi sonucunda Fransızlar Cezayir'in bütününü 1847'de ele geçirebildi. Osmanlı yönetimi, Fransız işgalini tanıyarak Cezayir üzerindeki haklarının sona erdiğini ilan etti. İlk sömürge birimleri Cezayir şehri çevresinde kuruldu. Avrupa'dan gelen göçmenlere yerli kabilelerin ellerinden alınan arazilerin verilmesiyle Cezayir' de Avrupalı nüfusu artış gösterdi. 1841-1850 yılları arasında 115.000 hektar arazi dışarıdan gelenlere dağıtıldı. 1847'de ülkedeki Avrupalıların sayısı 104.000 iken 1872'de 245.000'e, 1911 yılında da 752.000'e yükseldi. Bununla birlikte yabancıların sahibi olduğu arazinin miktarı 1860'ta 365.000 iken, 1930'da ise 2.345.000 hektardı. 1848 Fransız anayasasına göre Cezayir sömürgesi üç eyalete ayrılarak Paris'ten tayin edilen bir genel vali tarafından yönetilmeye başlandı. 1870'te sivil idareye geçirilen Cezayir Paris'teki İçişleri Bakanlığı'na bağlandı. Askerî idarenin kalkmasının ardından 1871 yılında Muhammed el-Mukrani'nin liderliğinde toplanan kabileler, ülkenin tamamına yakınında ayaklanma başlattı. 1881'de de Sîdî Şeyh liderliğindeki kabilelerinde katıldığı ayaklanmayı Fransız sömürge yönetimi kanlı şekilde 1884 yılında bastırabildi. Bu dönemde öldürülen direnişçilerden bazılarının kafatasları Fransa'ya götürüldü ve 24 tanesi Temmuz 2020'de Cezayir'e iade edilerek el Alia Şehitliği'ne defnedildi.
II. Dünya Savaşı'ndan sonrasında Cezayirliler durumlarında ciddi iyileştirmelerin yapılmaması, ekonominin kötüleşmesi gibi sebeplerle 5 Mayıs 1945'te gerçekleştirilen ayaklanmada, Fransızların silahlı müdahalede bulunmasıyla binlerce Cezayirli öldürülmüş ve çok sayıda gösterici tutuklanmıştır. Bu olaylar Sétif ve Guelma Katliamı olarak anılmaktadır.
Cezayir'de 1 Kasım 1954 tarihinde silahlı mücadele başlatıldı. Ülkeyi bağımsızlığa götürmesi amacıyla başlatılan silahlı mücadele kısa zamanda Cezayir geneline yayılması üzerine, Sömürge yönetimi 28 Ağustos 1955'te olağanüstü hal ilan etti. 19 Eylül 1958'de Kahire'de toplanan Cezayirlilerin ileri gelenleri bağımsız Cezayir Cumhuriyetini ilan ederek Ferhad Abbas'ın başkanlığında bir geçici hükûmet kurdular. 18 Mart 1962'de Evian Antlaşması ile savaşın sona ermesiyle ateşkes ilan edildi. Antlaşma şartlarına göre 1 Temmuz 1962 tarihinde yapılan referandumda Cezayirlilerin %91'i bağımsızlık lehinde oy kullanmasıyla Cezayir bağımsız bir devlet oldu.
Bağımsızlık ve sonrası.
Cezayir'in bağımsızlığından sonra 20 Eylül'de toplanan kurucu meclis ilk Cezayir hükûmetinin başkanlığına Ahmed bin Bella'yı getirdi. Millî Kurtuluş Cephesi, Kasım 1962'de bütün siyasi partileri kapattığı gibi her türlü örgütü de kendisine bağlanmıştır. 13 Ekim 1963 tarihinde yapılan referandumla yeni anayasa kabul edilirken Ahmed bin Bella'da beş yıl için devlet başkanlığına seçildi. Bağımsızlık savaşında ülkede görülen yıkım ve ülkede yaşayan Avrupalıların da göçüyle ülkede yaşanan ekonomik çöküş sonucunda Ahmed bin Bella, Savunma Bakanı Huari Bumedyen tarafından 19 Haziran 1965 askeri bir darbe ile görevden uzaklaştırıldı. Bumedyen, 10 Temmuz'da 1963 anayasasını yürürlükten kaldırarak meclisin çalışmalarını askıya aldı. 1963 ile 1979 arası başbakanlık görevi askıya alınmıştır. 1980'lerin başından itibaren hızlanan İslamcı akımlar Cezayir'de önemli yer tutmaya başladı. Ekim 1988'de ülkenin büyük şehirlerinde yaşanan halk ayaklanmaları sırasında çıkan çatışmalarda yüzlerce kişi öldü.
İç savaş.
Şadli Bencedid muhalefetin baskılarına dayanamayarak büyük reformlar yapmak zorunda kaldı. Yürürlükte olan tek parti rejimine ve sosyalist ekonomiye son verdi. 2 Temmuz 1989'da da çok partililiğe izin veren yeni siyasi örgütlenme kanunu ile seçim kanunu kabul edildi. 12 Haziran 1990 gerçekleştirilen ve bazı partilerin katılmadığı seçimlerde İslami Selamet Cephesi (FIS) kullanılan oyların %56'sını alarak birinci çıktı. 27 Haziran 1991 yılında gerçekleşmesi beklenen genel seçimlerden önce ülkede meydana gelen büyük karışıklık döneminde ordu yönetime el koydu ve İslami Selamet Cephesi liderlerini tutukladı. Ancak yönetim 26 Aralık 1991'de, ülke tarihinde ilk defa çok sayıda siyasi partinin katılımıyla genel seçimlerin birinci turunun yapılması kararını aldı. Genel seçimlerin birinci turunda İslami Selamet Cephesi büyük bir başarı göstererek oyların çoğunu aldı. 16 Ocak 1992'de yapılacak ikinci tur seçimler öncesinde Cumhurbaşkanı Şadli Bencedid'in istifa etmesiyle yetkilerini yeni oluşturulan yüksek devlet komitesi üstlendi. Yüksek Devlet Komitesi başına Muhammed Budiaf getirildi. Budiaf'ın başkanlığındaki yüksek devlet komitesi olağanüstü hal ilan ederek seçimleri iptal etti ve İslami Selamet Cephesi taraftarlarını tutuklatmaya başladı. Aynı komite 1992 yılı Mart ayında İslami Selamet Cephesi'ni Mart 1992'de kapattı. Budiaf'ın 29 Haziran 1992 tarihinde koruma subaylarından biri tarafından öldürülmesiyle ülkede siyasi istikrarsızlık baş göstermeye başladı. Budiaf'ın yerine, yüksek devlet komitesi üyesi Ali Kafi başkanlığa getirildi.
1999'dan 2019'a dek cumhurbaşkanlığı görevini Abdülaziz Buteflika yürüttü. İslamcı gruplarla Cezayir hükûmeti arasında yaşanan iç savaş 2002 yılında hükûmet güçlerinin Cezayir'e hakim olmasıyla bitirildi. Buteflika 2004, 2009 ve 2014 yıllarında da gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerinden de birinci olarak ayrıldı. Ancak Şubat 2019'da yaptığı açıklamada Nisan 2019 için planlanan devlet başkanlığı seçimlerinde beşinci dönemi için yeniden aday olacağını ifade etmesinin ardından ülke genelinde protesto gösterileri gerçekleştirildi. Bu gösterilerin ardından seçimlere katılmaktan vazgeçtiğini ifade etti ve 1 Nisan 2019 tarihinde yaptığı açıklamada görevi en geç 28 Nisan 2019 tarihinde devredeceğini açıkladı, bu açıklamadan bir gün sonra da devlet başkanlığı görevinden istifa ettiğini bildirdi.
Coğrafya.
Cezayir, 2.381.741 km²'lik alanıyla Akdeniz'in ve Afrika kıtasının en büyük ülkesidir. Güney kesiminde, Sahra çölünün önemli bir kısmını toprakları içine alır.
Cezayir'in kıyıları genelde dağlara çok yakın ve sarptır, fazla doğal liman yoktur. Cezayir'in sahil şeridi 1200 km uzunluğundadır.
Kıyının hemen gerisinde Atlas Dağları, Fas'tan başlayarak doğuya doğru iki şerit halinde Tunus'a kadar 2400 km boyunca uzanır. Kuzeydeki dağ sırasına Tell Atlasları, güneydekine ise Sahra Atlasları denir. İki dağ silsilesi arasında büyük ovalar ve yaylalar yer alır. Bu iki sıra doğuda Tunus sınırına doğru birbirine yakınlaşır. Atlas sıradağlarının Cezayir'deki kısmının en yüksek noktası yaklaşık 2.900 m irtifadadır.
Ancak Cezayir'in en yüksek noktası, Sahra'nın ortasındaki Hoggar kitlesinde 3.003 metre yükseklikteki Tahat zirvesidir.
İklim.
Ülkenin kuzey bölgesinde Akdeniz iklimi, güneyinde ise çöl iklimi hakimdir. Deniz kıyısındaki yerleşimlerde kış ortalama sıcaklığı 8 ila 15 °C iken mayısta 25 °C'ye yükselir ve Temmuz-Ağustos aylarında 28 ila 30 °C ortalamaya ulaşır. (Skikda'da 28 °C, başkent Cezayir'de 29,5 °C)
Ortadaki Kabile dağlarında ve yaylalarda kışın ortalama sıcaklık 8 °C civarındadır ve -7 °C'ye kadar düşer. Kışın bu bölgeye kar yağar. Yazın ise sıcaklık 30 ila 38 °C'ye kadar yükselir. (Konstantin'de 36 °C)
Güneydeki Sahra bölgesinde kış sıcaklığı 15 ila 28 °C iken yazın 40 ila 45 °C'a yükselir.
Siyaset ve yönetim.
Ülkenin başında 5 yılda bir seçilen cumhurbaşkanı bulunur. Cumhurbaşkanı ayrıca Bakanlar Meclisi ve Yüksek Güvenlik Konseyi'nin de başıdır. Cumhurbaşkanı ayrıca bakanları ve başbakanı da atar. Yasama, 1996 yılından bu yana çift meclisli sistem ile oluşuyor: "Millet Konseyi" ve "Ulusal Halk Meclisi". 144 üyeden ibaret Millet Konseyi'nin Başkanı gerektiğinde Cumhurbaşkanına vekalet etmekte. "Ulusal Halk Meclisinde ise, 48 seçim bölgesinden gelen 462 milletvekili yer alıyor.
İdarî bölgeler.
Cezayir 48 vilayete ayrılmıştır:
Demografi.
Din.
Ülke nüfusunun %99'dan fazlasını Müslüman kökenliler oluşturur ve İslam baskın dindir. Hristiyanların oranı %0,1 kadardır. 1960'ta sayıları 160.000'i bulan Seferad Yahudilerinden sadece ~200 kadarı kalmıştır. Cezayir anayasası, tüm vatandaşlara din özgürlüğü tanır. İmamlar, papazlar ve hahamlar Diyanet İşleri Bakanlığı'na bağlıdır ve devlet memurudur. Vaaz vermek veya dini faaliyetlerde bulunmak devletin iznine tabidir.
Devlet, din eğitimine ve camilere maddi katkıda bulunmakta, imamların maaşlarını ödemektedir. 2005'ten beri şeriat hukuku orta dereceli okullarda zorunlu ders haline getirilmiştir.
Ekonomi.
Cezayir, Afrika kıtasının en zengin ülkelerinden biridir. Yıllık 113,6 milyar dolarlık Gayri safi millî hasıla ile kıtanın en büyük beşinci iktisadına sahiptir. Para birimi Cezayir Dinarı'dır.
Cezayir, önemli bir doğal gaz (üretimde dünya 5.si, ihracatta 4.sü gelir) ve petrol (üretimde 13., ihracatta 9.) üreticisi ve ihracatçısıdır. Ülkenin güney batısında demir, güney ucunda ise uranyum ve çinko yatakları bulunur. Bir kamu şirketi olan Sonatrach tarafından çıkarılan petrol ve doğal gaz, ülkenin başlıca gelir kaynağıdır. Cezayir, tarım reformu ve ağır sanayinin modernizasyonu yoluyla iktisadını canlandırmayı denemiştir, ancak petrol ve doğal gaz kökenli ürünler hâlâ ihracatın neredeyse tamamını oluşturur.
Denize yakın kesimde tarıma elverişli alanlarda başta zeytin gibi Akdeniz iklimi bitkileri yetişir. Cezayir, bakla tarımında dünya 1.si, incirde 5.si, hurmada 6.sı, kayısıda 9.su, bademde 10.su gelir, buna karşın tarım ürünlerinin büyük kısmını ihraç edemez.
Cezayir'in dış borçları 2005 yılında 17,5 milyar dolar iken Aralık 2006'da 4,7 milyar dolara düşmüştü. Ülke, dış borçlarını yavaş yavaş kapatmakta, bunda artan petrol fiyatlarından yararlanmaktadır. Bir OPEC ülkesi olan Cezayir, sağlam bir iktisada sahiptir. Petrol ve doğalgaz gelirleri dış borçları azaltmakta kullanıldığı gibi önemli altyapı projelerinin gerçekleşmesini de sağlamaktadır.
Kültür.
Modern Cezayir edebiyatı Arapça ve Fransızca arasında bölünmüş durumda olup ülkenin yakın geçmişinden etkilenmiştir. 20. yüzyıl Cezayir romancıları arasında en önemlileri Muhammed Dib, Albert Camus ve Katib Yasin'dir. 1980'lerin önemli romancıları daha sonra Uluslararası Af Örgütü'nün başkan yardımcısı olacak Raşid Mimuni ve laik görüşleri nedeniyle şeriatçı terör örgütü Silahlı İslami Grup tarafından öldürülen Tahar Djaout'tur.
Ünlü modacı Yves Saint Laurent, Vahran kentinde doğan bir Cezayirlidir.
Fransız kökenli ünlü Cezayirliler arasında filozof Jacques Derrida da bulunur. Melek Bennabi ve Frantz Fannon sömürgecilik karşıtı görüşleriyle tanınmıştır. 1905-1973 yılları arasında yaşamış olan Malik bin Nebi Cezayir halkının sosyolojik dönüşümünde oldukça emeği geçmiş ve bu konularda önemli eserler vermiştir. Hristiyan düşünür Aziz Augustinus Annâbe yakınlarında, Tagaste'de doğmuştur. Tunus'lu olan İbni Haldun, ünlü eseri Mukaddime'yi Cezayir'de yazmıştır.
Müzik.
Cezayir müziğinin ülke dışında en çok bilinen türü rai'dir. Rai, çobanların folklorik müziğiyle popun bir karışımıdır. Cheb Khaled ve Cheb Mami gibi uluslararası yıldızlar bu tarz müzikle ün kazanmıştır. Cezayir içinde ise sözel ağırlıklı eski şaabi türü müzik halk tarafından tercih edilmektedir. Kabile müziği de kıvrak tonlarıyla beğeni toplamaktadır. Kıyı kentlerinde Endülüs göçmenlerinin getirdiği Endülüsi müzik, klasik bir tarz olarak günümüzde de dinlenmektedir.
Mutfak.
Cezayir yemekleri Akdeniz mutfağının özelliklerini gösterir. Bazı yemekler ülke genelinde pişirilse de çoğu yereldir ve kültürel çeşitliliğe delalet eder. Bu durum, yerel coğrafya, iklim ve tarihin bir sonucu olarak zamanla ortaya çıkmıştır. Buğdaydan yapılan, et veya sebzeyle servis edilen kuskus, merguez (mergez), el açması kurutulmuş inçe hamurun üzerine et sosu dökülerek yapılan ve Msila, Batna, Setif, Konstantin ve Biskra yöresinde daha çok bilinen şakşuka tipik yemeklerdir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1032",
"len_data": 16155,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.45
}
|
Eretna Beyliği ya da Eretna Devleti, Anadolu'nun Moğol (İlhanlılar) istilasına uğramasından sonra, Sivas ve Kayseri merkezli kurulan, 1335 - 1381 yılları arası hüküm süren bir Anadolu beyliğidir. Beyliğin kurucusu Alaeddin Eretna, Uygur kökenli olup, İlhanlılar Devletinin Rûm (Anadolu) valisi Timurtaş'a hizmet eden komutanlardan birisiydi. Timurtaş ile kızkardeşini evlendirerek akrabalık bağı da kuran Eretna, onun Mısır'a kendisini yerine vekil bırakmasını fırsat bilip Moğollara karşı ayaklandı. Memlük sultanı adına sikke kestirip hutbe okuttu. Celayirî Emir (Şeyh) Hasan Büzurg kendisine tabiliği reddeden Eretna üzerine bir ordu ile yürüdü ve Sivas ile Erzincan arasında Karanbük mevkiinde meydana gelen savaşı Eretna kazandı. Bundan sonra nüfuzunu kuvvetlendiren Eretna bağımsızlığını ilan etti. Kayseri'de ölen Alaeddin Eretna, Köşk Medresesi avlusundaki kümbete gömüldü. Öldüğünde Sivas, Tunceli, Elazığ (kısmen), Kayseri, Amasya, Tokat, Çorum, Develi, Şebinkarahisar, Ankara, Zile, Canik, Ürgüp, Niğde, Aksaray, Erzincan, Doğu Karahisar ve Darende onun hakimiyeti altındaydı.
Eretna dindar, iyiliksever ve alim bir hükümdar olarak tanınmıştır. İdaresi altındaki yerleri adilane yönettiğinden ve seyrek çıkan sakalları sebebiyle halk arasında köse peygamber lakabıyla meşhur oldu.
Eretna kelimesinin anlamı.
Eretna, Eratna şeklinde günümüzde okunan sözün Arap alfabesindeki orijinali Ertine (آرتين)şeklinde de okunabilir. Aynı zamanda bir Uygur dili de sayabileceğimiz Tuva Türkçesinde bu sözün günümüzde bir anlamı vardır. Tuva dilinde "Ertine" (эртине), hazine, değer verilen manalarına gelir.
Gıyaseddin Mehmed Dönemi.
Alâeddin Eretna'nın üç oğlundan en büyüğü olan Hasan Büzurg Sivas valisi iken Ramazan çok genç yaşta ölmüş ve Güdük Minare adıyla anılan kümbete gömülmüştü. Diğer oğulları Cafer ve Mehmed beyler babalarının ölümü üzerine birbirlerine karşı iktidar mücadelesine giriştiler. Isfahan Şah Hatun' un oğlu olan Mehmed Bey ümera tarafından Gıyaseddin unvanıyla hükümdar ilan edildi. Adına hutbe okutup sikke kestiren Gıyaseddin Mehmed'in yaşının küçük olması ve dirayetsizliği bir süre sonra nüfuzunu kaybetmesine sebep oldu. Kendisini beğenmeyen ümera ve ulemanın baskısıyla 1354'te tahtını terk ederek Karamanoğulları'na sığındı. Ondan boşalan tahta yine ümerâ tarafından bu defa Cafer Bey çıkarıldı ve İzzeddin unvanıyla sultan ilan edildi. Ancak tahtını tekrar ele geçirmek için harekete geçen Mehmed Bey 1355 Nisan'ında meydana gelen Yalnızgöz Savaşı'nda kardeşi Cafer Bey'i mağlup etti. Kısa bir aradan sonra Eretnalı tahtına yeniden oturan Mehmed Bey büyük yardımlarını gördüğü Hoca Ali Şah ile mücadeleye girdi ve sonunda onu da bertaraf etti (1358). Mehmed Bey iktidarı döneminde en çok Moğollar'ın sebep olduğu olaylarla uğraştı. Her vesileyle karışıklık çıkaran Moğollara karşı giriştiği mücadelede başarısız kalan Mehmed Bey, veziri Kadı Burhâneddin'in bütün gayretlerine rağmen idaresinden ve kendisinden memnun olmayan Hacı Şadgeldi ve Hacı İbrahim gibi devlet adamları tarafından Sivas'ta öldürüldü.
Alaaddin Ali Bey Dönemi.
Henüz 13 yaşında tahta geçen Alaaddin Ali Bey ülkede nüfuzunu kaybetti. Valiler bağımsız hareket etmeye başladı. Karamanoğulları Kayseri'yi ele geçirdi. Kadı Burhaneddin'in çabalarıyla ülkede istikrar sağlanmaya çalışılsa da başarılı olunamadı 15 yıl hüküm süren Alaaddin, Amasya üzerine yapılan bir sefer sırasında vebadan öldü.(1380)
II. Mehmed Bey Dönemi.
Ali Bey'in henüz yedi yaşında olan oğlu hükümdar ilan edildi. Yaşı küçük olmasından dolayı Şebinkârahisar yöneticisi Kılıç Arslan kendisine naip oldu. Kadı Burhaneddin önce Kılıç Arslan'ı öldürüp onun yerine naiplik yaptı, kısa süre sonra da küçük hükümdarı tasfiye ederek Eretna Devleti'ne son verdi ve kendi adıyla anılacak Kadı Burhaneddin Devleti'ni kurdu.(1381)
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1034",
"len_data": 3791,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.61
}
|
Bilim veya ilim, nedensellik, merak ve amaç besleyen, olguları ve iddiaları deney, gözlem ve düşünce aracılığıyla sistematik bir şekilde inceleyen entelektüel ve uygulamalı disiplinler bütünüdür. Bilimi sınıflandıran bilim felsefecileri bilimi formal bilimler, sosyal bilimler ve doğa bilimleri olmak üzere üçe ayırır. Bilimin diğer tüm dallardan en ayırt edici özelliği, savunmalarını somut kanıtlarla sunmasıdır. Bu sayede bilim, bilinmeyen olguları açıklamamıza ve evreni idrak etmemize güçlü destek olur.
Bilimsel çalışmalar belirli kıstasları karşılamak zorundadır. Tüm bilim dalları, deneysel yöntemlere ve gerçek olayla ilgili varsayımın ilişiklik gücüne bağlı olarak kanunlar çıkarmaya çalışır. Einstein bilimi, "her türlü düzenden yoksun duyu verileri ile düzenli düşünceler arasında uygunluk sağlama çabası," Bertrand Russell ise "gözlem ve gözleme dayalı akıl yürütme yoluyla dünyaya ilişkin olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabası" olarak tanımlar.
Geleneksel bilim sadece anlamaya ve çözmeye gereksinim duysa da ileri evrelere ulaşan bilim türleri sadece çözmeyi değil çözümden öte ilerlemeyi de kapsar. Geçmişe bakıldığında en önemli sayılan bilim dallarından bazıları matematik, geometri, gök bilimi ve tıptır. Çok çeşitli matematiksel çözümleme sistemlerinin geliştirildiği ilk zamanlardan bu yana yeni formüller, sistemler, kuramlar geliştirilmektedir ki bu da bilimin sürekliliğine bir örnektir.
Bilim ve bilimsel yöntem denenebilirliğe öncelik verir. Böylece nesnel sahicilik sağlanır ve araştırma belirli bir çerçeveye oturur. Bir varsayım (hipotez), türlü sınamalar sonucunda doğrulanırsa kuram (teori) statüsünü alabilir ve diğer bilim insanlarının çalışmalarında dayanak işlevi görür.
Bilim tarihi.
Antik çağlarda bilim.
Bilimsel faaliyetler, yazıdan daha önce başlamıştır. Bu sebeple, özellikle antik çağlardaki bilimsel buluş, görüş ve keşifleri incelemekte arkeolojinin önemli bir yeri vardır. Örneğin çeşitli arkeolojik bulgular incelendiğinde, tarih öncesi çağlardaki insanların çeşitli gözlemler yaptığı saptanmıştır. Örneğin göç veya tarım zamanlaması yapmak için mevsimleri titiz takip ettiklerini biliyoruz. Afrika'da bulunan ve MÖ 35.000 ile MÖ 20.000 yıllarına kadar uzanan çeşitli kalıntılar, vakit ölçmeye dair çeşitli denemelerin izlerini taşımaktadırlar.
Bununla birlikte teknolojik gelişimin yanı sıra bilimsel etkinliklerin özellikle MÖ 2500lü yıllar civarında yoğunlaştığı ve ivme kazandığı tespit edilmiştir. Bu dönemlerde yerleşik hayata geçmiş örgütlü toplulukların yavaştan kent devletleşmesine evrildikleri ve devlet olmak için gerekli yasa, adet ve ritüellere uymaya başladıklarına daha sık karşılaşılmaktadır. Dolayısıyla kalabalıkların güvenliği, barınması, beslenmesi için yeni yollar, yöntemler bulmak zorundaydılar. Bunun özellikle mimari alanda birçok örneği bugün de görülebilir; Stonehenge gibi büyük yapılar belirli bilimsel ve teknolojik gelişim, özellikle de çeşitli gelişmiş matematik bilgileri olmaksızın yapılamayacak anıtlardır. Pisagor geometresi adı altında toplanan bilgilerin, Pisagor'dan binlerce yıl öncesinde bile insanlar tarafından bilinip uyguladığı anlaşılmıştır. Antik Mısır'da Çin ve Hindistan'da farklı birçok matematik bilgisi gerektirecek yapıların yapılabildiği uygulamalar görülmektedir.
Antik Mısırlılar MÖ 4200 yılında 365 günlük bir takvim üretmiş oldukları gibi, MÖ 3100 yılı tarihli bir gürzde sayısal olarak milyonları ifade etmek için bir sistemin kullanıldığı görülmüştür. Antik Mezopotamya'da matematiksel etkinlik ve gelişimin varlığı, arkeolojik araştırmalarca elde edilen kil tabletler yardımıyla bilinmektedir. Mezopotamya'da zaman içinde iktidara gelen farklı krallıkların neredeyse tamamından matematiksel etkinliğin bulguları kalmıştır; MÖ 3. binyıldan Sümerlere ait, MÖ 2. binyıldan Akad ve Babillilere ait, MÖ 1. binyıldansa Asurlulara ait. Bunlara ek olarak daha sonra bölgede hakimiyet kuran Perslere ait MÖ 6. yüzyıldan 4. yüzyıla kadarki bir tarihe ait bulgular da mevcuttur. Mezopotamya'daki matematiksel etkinlikler çok çeşitlidir ve pratik sorunların ötesine de sıklıkla geçmiştir; lineer ve ikinci dereceden denklemlerin çözümünü içeren cebir çalışmaları ile çeşitli sayı kuramına dair çalışmalar yapılmıştır. Bunlara ek olarak bu topraklardaki farklı krallıklar tarafından zaman içinde sayı sistemi oldukça geliştirilmiştir. Sümerliler, antik Mısırlıların kullandığına benzer ondalık ekli bir sayı sisteminin temellerini atmışlar ve kullanmışlardır. Bu sistem daha sonraki dönemlerde farklı iktidarlar tarafından geliştirilmiş, Babillilerce 60 bazlı bir sisteme ulaşılmıştır.
MÖ 3. binyılda Hint yarımadasında matematikle uğraşıldığı ve matematiksel hesapların yapıldığı bilinmektedir. Ayrıca bu matematiksel etkinlik büyük oranda ölçüm cetvelleri, ağırlık ve genel olarak ölçümler gibi konuları da içermekteydi. Bu dönemdeki matematiksel etkinliklerin genel olarak astronomi ile de ilişik olduğu öne sürülmüştür.
Nitekim dini açılar da barındıran, sıklıkla matematik gibi diğer bilim dallarıyla birlikte yapılan astronomi çalışmaları antik çağlarda büyük bir önem ve yer arz etmektedir. Astonomiyle ilişkili fenomenlerin matematiksel tezahürlerine antik Mezopotamya'daki bilimsel etkinliklerde rastlanmaktadır. Çin'de takvimsel ihtiyaçlara karşılık verecek astronomi faaliyetleri olduğu gibi, Mezopotamya'da matematiksel gelişimden yararlanılarak gezegenlerin döngülerine, pozisyonlarına dair hesaplamalar yapılmaktaydı. Matematiksel gelişimden ayrık bir biçimde astronomi çalışmaları ve anlayışı Orta Amerika merkezli Maya uygarlığında kendine yer bulmuştur; özellikle takvimsel çalışmalar ve güneş ve ay tutulmalarının hesaplanması önemli yer tutmuştur.
Bunların dışındaki bilimlerin de kökenlerini antik çağda bulmak mümkündür. Örneğin biyoloji uygarlığın gelişiminden çok önceleri toplumsal anlamda önemli bir rol almış, özellikle tarım açısından çok çeşitli gelişmeler olmuş, insanlar birçok hayvanı evcilleştirmiştir. Bitkilerin incelenmesi sonucu birçok şey keşfedilmiştir; örneğin arkeolojik bulguların Babillilerin hurma ağacının eşeyli ürediğini keşfetmiş, polenlerin eril olduklarını ve polenlerin dişil bitkilere aktarılarak üremenin sağlanabileceğini kanıtlamışlardır. Antik çağlarda ayrıca biyolojiyle birlikte tıbbi çalışmalar da yapılmış, Çin, Mısır ve Hint yarımadasındaki çeşitli uygarlıklar farklı şifalı bitkileri belirli tıbbi ve anatomik sorunlar için kullanmışlar, bu kullanımlarını zaman zaman yazıyla da ifade etmişlerdir. Tıbbın yanı sıra, kimya, coğrafya ve jeoloji gibi bilimler de özellikle Çin'de büyük ölçüde gelişmiştir.
Bilim ve felsefe.
İlk çağlardaki filozofların dünyayı ve etrafı anlamaya çalışması, merak duyguları, belirli kriterlerin doğmasına ve bunların çeşitli ideolojilere dönüşmesine yol açmıştır. Bilimin temelleri atılıncaya kadar, tartışma ve deney olgusu insanlar tarafından geliştirilmiş ve bu bir arayış haline dönüşmüştür. İlk dönemlerde belirgin bir felsefe-bilim ayrımı yoktur ve birçok büyük bilim insanı aynı zamanda filozoftur. Deneyin ve sonucun klişe haline gelmesi bilimin artık istenilebilir düzeye gelmesini sağlamıştır. 19. yüzyıla kadar gelişme kateden bilim aslında kendi içinde bir savaş vermiş, birçok özgün araştırmacı, düz mantıkla hareket eden Orta Çağ liderlerine yenik düşmüştür. Aristo'nun fiziğinden daha farklı düşüncelere sahip olan Galileo kendi zamanının bilim insanlarıyla ters düşmeye başlamıştı. Bilim, tarihi sürecinde bu tip sahnelere sürekli tanık olmuş, deney ve gözlem sonucunda çöken kanunların yerini başkaları almıştır.
Gerçek ve varlığın amacını soruşturan felsefe sistematik düşünmeyi gerektirmektedir. Klasik antik çağ felsefesiyle başlayıp Thales, Anaksimenes, Pisagor, Demokritos, Gorgias, Empedokles, Herakleitos, Parmenides, Sokrates, Plotinos, Platon, ve Aristoteles gibi filozoflar, gitgide gelişen ve şekillenen felsefi soruların şekillenmesini sağlamışlardır. Din odaklı Orta Çağ felsefesinde Hristiyanlığın kendine bir aracı olarak kullandığı felsefe, Tanrı, bilgi, inanç eksenlerinde yoğun şekilde kullanılmıştır. Aydınlanma Çağı'nda yapılan felsefede akıl ön plana çıkmıştır. Düşünce sistemindeki temel görüş, insan aklının aydınlattığı kesin doğrulara ve bilgiye doğru ilerlemektir. Geçiş dönemi felsefesi olarak bilinen Rönesans felsefesi, bilimde ve düşünce sistemindeki yeni gelişmelerin yer aldığı bir dönemi kapsar. "Yeniden doğuş" manasına gelen "rönesans", önceki çağlardan çok farklı bir düşünce sistemine geçişin köprüsü konumundadır.
Bilim ve felsefenin ayrışması modern çağa yaklaşırken iyice belirginleşmiş, bununla birlikte felsefe ile bilim tamamen birbirinden kopmamış ve gerek genel olarak bilimin felsefesi olan "bilim felsefesi" gerekse bilim dallarının tek tek felsefi yönden incelendiği felsefe dalları (örneğin "fizik felsefesi") varlığını sürdürmekte ve gerek bilim gerekse felsefe alanlarında önemli roller oynamaktadır.
Bilim dallarının gelişimi.
Astronomi ve fizik.
Gök bilimi, bilim dalları arasında en eski olanlardandır ve özellikle antik çağlarda en yoğun anlamda icra edilen, bilimlerin anası olarak görülen bir bilimdir. İnsanların gökyüzüne olan ilgisi, yukarıda asılı duran cisimleri incelemeye itmiş ve teleskobun bulunmasıyla bu gözlemler daha etkin bir hâl almıştır. Babilli olgusal astronomlara nazaran Yunan astronomları, matematiksel ayrıntıları özümseyerek bu bilimin gelişmesinde temel noktaları oluşturmuşlardır.
Roma İmparatorluğu'nun iktidarı altındaki Mısır'da yaşamış olan Batlamyus özellikle astronomi tarihi ve genel olarak bilim tarihi açısından önemli bir konuma sahiptir. Daha sonraları İslam astronomları tarafından "el-Mecisti" olarak anılacak olan "Hè Megalè Syntaxis" yani "Büyük Derleme" isimli astronomi konulu eseri Orta Çağ boyunca genelgeçer kabul gören astronomi eseriydi ve yazarı olarak Batlamyus neredeyse mitik bir statüye getirilmişti. Batlamyus'un evren modeli geosantrik yani yermerkezciydi ve uzun yıllarca kabul gören bu sistemden güneş-merkezli bir sisteme geçiş tartışmalar doğurmuştur.
Polonyalı bir astronom olan Nikolas Kopernik, dünyanın ve diğer gezegenlerin, güneş etrafında döndüklerini açıklamış; heliyosantrik yani güneş-merkezli bir sistem ortaya atmıştır. Copernicus'un sistemini "Commentariolus" isimli bir risale ile arkadaşlarına tanıtmış daha sonra sistemini, Papa III. Paulus'a ithaf ettiği ayrıntılı bir şekilde başyapıtı sayılacak "De revolutionibus orbium coelestium" isimli eserinde açıklamıştır. Bu astronomi biliminde yeni bir dönem açılmasına sebep olmuştur. Teleskobu geliştirmesi, yaptığı astronomik gözlemler ve Kopernik'in sistemine verdiği destek ile tanınan İtalyan bilim insanı Galileo Galilei de astronomi ve fizik tarihi için önemli birisidir ve zaman içerisinde modern gözlemsel astronominin babası ve modern fizik biliminin babası gibi atıflara mazhar olmuştur. 1671'de ilk aynalı teleskobu yapan matematik ve fizikçi Isaac Newton uğraştığı bilim dallarının gelişmesine çok fazla katkıda bulunmuş diferansiyel ve integral hesabın temellerini atmıştır. Ayrıca Newton'un 5 Temmuz 1687'de yayımladığı, "Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri" ("Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica") kitabı klasik mekaniğin temellerini oluşturan Newton'ın hareket yasaları ve yer çekimi gibi önemli konuları içerir.
Alman teorik fizikçi Albert Einstein enerjinin ışık hızının karesiyle kütlenin eşit olduğunu
E=mc² formülüyle ispatladı.Genel görelilik kuramı ve İzafiyet teorisi ile kütlenin uzay zamanı büktüğünü ve zaman, mekân, hareketin birbiriyle bağımlı olduğunu ispatlayıp brown hareketi
ile atomun varlığını kanıtladı. Leopold Infeld'la birlikte yazdığı Fiziğin evrimi kitabı ile kuantum ve mekân gibi konuları içerir.
Kimya.
Kimya, maddenin yapısını ve davranışlarını inceleyen bir bilim dalıdır. Herhangi bir kimyasal reaksiyon olup olmadığını görmeyi içerebilir. Fizikokimya, biyokimya, analitik kimya, anorganik kimya ve organik kimya temel dallarıdır. Tıp gibi pek çok bilim dalının yardımcısı konumunda olan kimya biliminin gıda, ilaç, boya, kozmetik ve tekstil alanlarında kullanımı dolayısı ile, en bilinen dalı organik kimyadır.
Antik çağlarda maddenin belirli temel elementlerden oluştuğu düşünülür ve birçok kültürde bunlar hava, su, ateş ve toprağı içerirdi. Bununla birlikte antik Yunan filozoflardan bir kısmı atom fikrini ortaya atmış ve her şeyin çok küçük yapıtaşlarından meydana geldiğini öne sürmüşlerdir. Bu filozoflara daha sonra atomcu filozoflar da denmiştir. Çok eski çağlardan beri insanlar metalürji ile uğraşmakta, çeşitli eşyanın yapımında kimyasal olayları ve bunların sonucu olan ürünleri kullanmaktaydılar; örneğin camdan eşyanın üretiminde. Orta Çağ'a doğru simya geleneği ortaya çıkmıştır. Simya geleneği kimyanın öncülüdür ve mistisizm, felsefe gibi ögelerle kimyasal çeşitli araştırmaların karışımından ibarettir.
Zamanla simyaya olan ilgi daha da bilimselleşmiş ve simyadan ayrık olarak kimya bilimi ortaya çıkmıştır. Modern kimyanın simyadan ayrışması ve temellerinin atılmasında önemli katkıları olan bir isim Robert Boyle'dur. Bugün özellikle ismini verdiği Boyle yasası ile tanınan Boyle atomcu fikriyatı savunan bir bilim insanıydı. Fransız bilim insanı Antoine Lavoisier ise kütlenin korunumu kanunu ile gerek kimya gerekse bilim tarihinde önemli bir adım atmış, "kimya biliminin babası" olarak da anıldığı olmuştur. Kendisi ayrıca oksijen ve hidrojeni tespit edip adlandırandır. 19. yüzyılın başına kadar kimyanın, öteki fizik bilimlerin tersine, tümevarım (induction) yönünün tümdengelim (deduction) yönünden daha baskın olması, onun biyolojik bilimlere daha yakın olmasına neden oluyordu. Ama matematik ve fizik yöntemlerin kimyaya uygulanması sonucu yeni bir bilim dalının, yani fizikokimyanın doğmasında başta Wilhelm Ostwald, Van't Hoff ve Arrhenius'un payları büyüktür. Kimyasal maddelerin fiziksel değişimlerini, fiziksel olayların kimyasal maddelerin özelliklerinden yararlanılarak açıklanmasını konu alan ve elektrokimya, kolloid kimyası, çekirdek kimyası ve polimer kimyası gibi kollara ayrılan fizikokimya, bu bilginlerin 1881'de "Zeitschrift Für Physikalische Chemie" adlı bilim dergisini yayımlamalarıyla bilim dünyasında kimyadan ayrı bir dal olarak yerini almıştır.
İnsanların öğrenme ve araştırma merakı zamanla analitik (çözümlemeli) kimyanın doğmasına neden olmuş, bu durum zaman içinde koordinasyon kimyasının ve endüstriyel analitik kimyanın gelişmesine zemin hazırlamıştır. Analitik metotların keşfi tıp, biyoloji ve genetik alanında kimyanın kullanımını yaygınlaştırmıştır. Penisilin ve vitaminlerin keşfi ile kimya biliminin insanın yaşam kalitesini artırdığı gerçeğinin yanında gelişen teknolojinin üretim süreçlerinde kullanılmaya başlanması, çevre sorunlarına neden olmuş, bu durum doğal kaynakların ihtiyatsızca sarf edilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu nedenle çevre kimyası ve su kimyası gibi alt bilim dalları da gelişmiştir.
Matematik ve Geometri.
Antik çağlardaki bilimsel etkinliklerde matematiğin önemli bir rol oynadığı, eski Mısırlılar, Mezopotamyalılar, Hintler gibi çok çeşitli kavimlerin matematikle uğraştıkları bilinmektedir.
Yunan matematiğinin en önemli isimlerinden olan Tales'in geometriyi, Mısır'da kaldığı süre içerisinde öğrenmesi ve bu bilimi etrafındakilere öğretmesi sonucunda gelişme devam etmiştir. Sayıların babası olarak anılan Pisagor'un ünlü teoremi onu zamanının en büyük bilim insanları arasında hatırı sayılır bir yere getirmiştir.
12. yüzyılda yaşamış olan bir başka matematikçi Ömer Hayyam ise Öklid'in çalışmalarına eleştiriler getirmiş ve analitik geometri ile Öklid dışı geometrinin temellerini atmıştır. Ayrıca kübik denklemlere genel, geometrik bir çözüm getiren ilk matematikçi de kendidir.
Orta Çağ'da Batı'daki en önemli matematikçilerden biri Fibonacci'dir. Fibonacci Arap rakam sistemini Avrupa'ya tanıtmış ve yaygınlaşmasına önayak olmuş ve bugün Fibonacci sayıları olarak anılan sayı dizisini yaygınlaştırmıştır. Aslında bu sayı dizisini ilk keşfeden kendi değildir fakat onun kitabında örnek olarak kullanıldık sonra Batı'da ün kazanmıştırlar.
17. ve 18. yüzyıllarda Batı'da matematik yükselişe geçmiş, birçok önemli matematiksel buluş gerçekleşmiştir. İskoç John Napier doğal logaritmaları araştırmış, Kepler gezegensel hareketlerin matematiksel kanunlarını ortaya koymuş, René Descartes bugün hâlen sıkça kullanılan Kartezyen koordinat sistemini ve dolayısıyla analitik geometriyi geliştirmiştir. Alman matematikçi Gottfried Wilhelm Leibniz kalkülüs üzerine birçok çalışmasıyla kalkülüsü geliştirmiş ve bugün kalkülüste kullanılan notasyonun temellerini atmıştır. Pierre de Fermat ve Blaise Pascal olasılık teorisinin temelini atmışlar ve dolayısıyla ilgili kombinatorik kurallarını keşfetmişlerdir. Pascal ayrıca Pascal teorisi ve (her ne kadar kendinden daha önce Doğu'da bilinse ve kullanılsa da) Pascal üçgeninin geliştiricisi ve isim babasıdır. 18. yüzyılda matematikçi Leonhard Euler fonksiyon kavramını ve matematikteki sayısız notasyonu (örneğin doğal logaritmanın tabanı olarak "e" notasyonunu) geliştirmiştir. Sayı teorisi, graf teorisi, geometri gibi çok çeşitli alanlarda önemli eserler vermiş, önemli buluşlara imza atmıştır.
19. yüzyılda yaşamış olan Alman matematikçi Carl Friedrich Gauss ise gerek matematik gerekse diğer birçok bilimde önemli başarılara imza atmış; temel cebir teorisi (veya "cebirin temel teoremi")ni kanıtlamış, "Theorema Egregium"u ortaya atmış ve kanıtlamış, karmaşık değişkenli fonksiyonlarda önemli çalışmaları olmuştur. Yine 19. yüzyılda yaşamış olan George Boole isim babası olduğu yeni bir cebir türü olan Boole cebirini ortaya atmıştır.
Tıp.
Bilimin tıp alanındaki ilk gelişmeleri Asya kıtasında gerçekleşmiştir. Hindistan, Mısır, Çin, İran ve Yunanistan'da tıp sistematik bir biçimde gelişmeye başlamış ve bir bilim dalı olarak insanlığın en büyük sorunlarından biri olan sağlık alanındaki gelişmeler yüzyıllar boyu sürmüştür.
Hindistan yarımadasında, İndus Vadisi uygarlığından beri tıp ve diş hekimliği mevcuttu. Nitekim, Hint tıbbi geleneği olan Ayurveda bugün bile çağdaş tıbbın yanı sıra varlığını sürdürmektedir. İngilizlerin Hint yarımadasını kolonileştirmesine kadar bölgedeki temel tıp sistemi olan Ayurveda, ilk dönemlerinde cıva-kükürt bazlı ilaçlar kullanmıştır. Bunun dışında, bugün çeşitli tıbbi yararları bilinen zerdeçal gibi çeşitli bitkiler de tedavilerde klasik Hint tıbbında kullanılmıştır.
Çin'de antik çağlardan günümüze kadar varlığını sürdüren geleneksel bir tıbbi gelenek mevcuttur. Taoist hekimlerin yaptığı ampirik hastalık ve rahatsızlık gözlemlerinin ve Çin düşüncesinin bir sonucu olan geleneksel Çin tıbbı, bitkisel tedavi, akupunktur ve masaj gibi çok çeşitli pratik yöntemlere sahiptir. Bunların dışında beslenme terapisi ve Feng Şui gibi zihinsel terapiler de geleneksel Çin tıbbında yer almaktadır.
Hipokrates'in hastalara büyü ve batıl inançlarla bezeli bir tedavi sunmak yerine, iyileştirici etkileri kanıtlanmış tedavi yöntemlerine başvurmaya başlaması, tıp biliminde hasta öneminin kavranmaya başlamasına sebep olmuştur. İlk başlarda bölgelere göre farklılık gösteren tedavi yöntemleri, son iki yüzyıldır modernleşmeye başlamış ve genel anlamda ortak bir çabaya dönüşmüştür. Avrupa'daki salgınlardan sonra daha fazla gelişme kateden tıp bilimi, günümüzde genetik çalışmalarının gelişmesiyle çok üst düzeylere ulaşmıştır.
Adli tıp.
Adli tıp, bir ceza veya cinayet soruşturmasının parçası olarak kullanılan bilimsel bir süreçtir ve adli tıp kriminoloji olarak kabul edilir. Bu, hem otopsi odasının acımasız, dehşet verici prosedürlerini hem de bir suç mahallinin en son analizini kapsar.
Ama aynı zamanda, DNA profili oluşturma, parmak izi analizi ve gizli dijital dosyaların ortaya çıkarılması gibi daha az göz alıcı, özenli laboratuvar çalışmalarını da kapsar. Adli muhasebe diye bir alan dahi ortaya çıkmıştır.
Orta Çağ ve sonrasında Batı'da önemli tıbbî buluşlar olmuştur. Garcia de Orta tropikal tıbbın öncüsü olarak ortaya çıkıp başta kolera olmak üzere çoğu tropikal hastalığı doğru şekilde tanımlarken, William Harvey, Batı'da kan dolaşımını doğru ve tam bir şekilde açıklayan ilk Batılı olmuştur. Daha sonraları 19. yüzyılda Louis Pasteur ilk başarılı kuduz aşısını bulmuş, kendi ismini alacak olan pastörizasyon işlemini de ilk kez ortaya atmıştır. Louis Pasteur aynı zamanda Robert Koch ve Ferdinand Cohn ile birlikte mikrobiyoloji dalının babalarından biri olarak kabul edilir. 1905 yılında Nobel Ödülü almış olan Robert Koch aynı zamanda "Tuberculosis bacillus" ve "Vibrio cholera" gibi hastalığa neden olan önemli bakterileri ilk kez izole eden kişidir. Daha sonra kendi adıyla anılacak olan Koch postülatlarını geliştirmiştir.
Biyoloji.
Biyoloji, insan vücudu ve canlı organizmalar üzerine yapılan çalışmalardır. Bir bilim dalı olarak 19. yüzyıla kadar şimdiki alt dallarıyla gelişen biyoloji, canlıların tüm özelliklerini inceleyen bir sistemidir. Başta insan olmak üzere, bitkileri inceleyen botanik, Hayvanları inceleyen zooloji, mikroorganizmaları inceleyen mikrobiyoloji (hücre) gibi alt dallara ayrılır.
Aristo doğaya dair birçok çalışma yapmış, birçok bitki ve hayvan türünü incelemiş ve kategorize etmiştir. Aristo'nun görüşleri, kendinden sonraki bazı bilim insanlarının yaptığı eklerle birlikte özellikle Batı'da uzun bir süre otorite olmuştur. Orta Çağ'da özellikle İbn Nefis, İbn Cahız ve İbn Baytar gibi Müslümanlar bilim insanları biyoloji dalına katkıda bulunmuşlardır. Özellikle erken evrim düşünüşüne katkıda bulunmuş olan İbn Cahız, besin zinciri fikrini de ilk kez ortaya atan kişidir. 9. yüzyılda yaşamış olan el-Dinaveri ise bitki evrimini, bitkilerin gelişimini incelemiş ve "Kitâb'ün-Nebat" isimli eserinde birçok türü tanımlayarak botanik bilimine katkılarda bulunmuştur. Bir başka bilim insanı olan el-Nebati'nin öğrencisi olan İbni Baytar eczacılığa ilişkin (farmasötik) bir ansiklopedi hazırlamış ve birçok bitki, yiyecek ve ilacı eserinde tanımlamıştır. Bu eserin Latince çevirisi daha sonra Avrupalı bilim insanları tarafından 18. ve 19. yüzyıllarda kullanılmıştır. İbn Nefis pulmoner ve koroner dolaşımı doğru bir şekilde tespit etmiş, metabolizma kavramını tanımlamıştır.
Biyolojinin temellerinden sayılan modern evrim teorisi, Charles Darwin 'in görüşlerinin üzerine inşa edilmiştir. Darwin, Türlerin Kökeni, İnsanın Türeyişi ve Cinsiyete Mahsus Seçme, "İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi" eserlerinde görüşlerini belirtmiştir. Manastırın bahçesindeki bezelyeleri birbirleriyle eşleştirerek genetik bilimin temellerini atan Gregor Mendel klasik genetik kanunlarının yapıtaşlarını oluşturmuştur.
Hamilelik ve fetüsün gelişimi.
Dişinin iki yumurtalık 'ndan birinden salınan sperm ve yumurta hücresi, iki Fallop tüpü' nden birinde birleşir. Zigot olarak bilinen döllenmiş yumurta, daha sonra tamamlanması bir haftayı bulabilen bir yolculuk olan uterusa doğru hareket eder. Hücre bölünmesi, dişi ve erkek hücrelerin birleşmesinden yaklaşık 24 ila 36 saat sonra başlar. Hücre bölünmesi hızlı bir hızda devam eder ve hücreler daha sonra blastosist olarak bilinen şeye dönüşür. Blastosist rahme ulaşır ve implantasyon olarak bilinen bir işlem olan uterus duvarına bağlanır.
Biyolojinin temellerinden sayılan modern evrim teorisi, Charles Darwin 'in görüşlerinin üzerine inşa edilmiştir. Darwin, Türlerin Kökeni, İnsanın Türeyişi ve Cinsiyete Mahsus Seçme, "İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi" eserlerinde görüşlerini belirtmiştir. Manastırın bahçesindeki bezelyeleri birbirleriyle eşleştirerek genetik bilimin temellerini atan Gregor Mendel klasik genetik kanunlarının yapıtaşlarını oluşturmuştur. Bebek olacak hücre kütlesinin gelişimine gebeliğin yaklaşık ilk on haftasında embriyogenezi denir. Bu süre zarfında hücreler çeşitli vücut sistemlerine farklılaşmaya başlar. Organ, vücut ve sinir sistemlerinin temel hatları oluşturulmuştur. Embriyonik evrenin sonunda parmaklar, gözler, ağız ve kulaklar gibi özelliklerin başlangıcı görünür hale gelir. Ayrıca bu süre zarfında, plasenta ve göbek kordonu dahil olmak üzere embriyonun desteklenmesi için önemli olan yapıların gelişimi vardır. Plasenta gelişmekte olan embriyoyu uterus duvarına bağlayarak annenin kanı yoluyla besin alımına, atığın atılmasına ve gaz değişimine izin verir. Göbek kordonu, embriyo veya fetustan plasentaya giden bağlantı kablosudur.
Yaklaşık on haftalık gebelik yaşından sonra (gebe kaldıktan sonraki sekiz hafta ile aynıdır) embriyo fetus olarak bilinir. Fetal evrenin başlangıcında, düşük yapma riski keskin bir şekilde azalır. Bu aşamada, bir fetüs yaklaşık uzunluğundadır, kalp atışı ultrason aracılığıyla görülür ve fetus istemsiz hareketler yapar. Devam eden fetal gelişim sırasında, erken vücut sistemleri ve embriyonik aşamada kurulan yapılar devam ediyor geliştirmek. Cinsel organlar gebeliğin üçüncü ayında ortaya çıkmaya başlar. Fiziksel büyümenin çoğu gebeliğin son haftalarında gerçekleşmesine rağmen, fetüs hem ağırlık hem de uzunluk olarak büyümeye devam eder.
Bebek olacak hücre kütlesinin gelişimine gebeliğin yaklaşık ilk on haftasında embriyogenezi denir. Bu süre zarfında hücreler çeşitli vücut sistemlerine farklılaşmaya başlar. Organ, vücut ve sinir sistemlerinin temel hatları oluşturulmuştur. Embriyonik evrenin sonunda parmaklar, gözler, ağız ve kulaklar gibi özelliklerin başlangıcı görünür hale gelir. Ayrıca bu süre zarfında, plasenta ve göbek kordonu dahil olmak üzere embriyonun desteklenmesi için önemli olan yapıların gelişimi vardır. Plasenta gelişmekte olan embriyoyu uterus duvarına bağlayarak annenin kanı yoluyla besin alımına, atığın atılmasına ve gaz değişimine izin verir. Göbek kordonu, embriyo veya fetustan plasentaya giden bağlantı kablosudur.
Sosyoloji.
Her ne kadar diğer bilim dallarına oranla görece yeni bir bilim dalı olarak tanımlansa da, sosyoloji yani toplumbilimsel çalışmalar ve gözlemler antik çağlardan beri mevcuttur. Herodot ve Tukididis gibi isimlerin eserlerinde sosyolojik gözlem ve değerlendirmelere rastlamak mümkündür.
Her ne kadar sosyoloji terimi kendinden önce kullanılmış olsa da, bağımsız olarak tekrar terimi ortaya atan ve sosyolojiyi 'pozitif bilimlerin kraliçesi' olarak görerek zaman içinde sosyolojinin babası olarak da anılan isim Auguste Comte'tur. Bununla birlikte genel olarak Comte, sosyolojinin kurucusu olarak görülmez. Batı'daki sosyoloji dalıyla uğraşan ilk isimler genellikle Darwin'in evrim kuramından etkilenmiştiler ve özellikle analojik olarak canlı organizma ile toplumu karşılaştırmaktaydılar. Bu isimlere örnek vermek gerekirse Herbert Spencer ve Lewis Henry Morgan gibi isimler zikredilebilir. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında Émile Durkheim, Vilfredo Pareto ve Max Weber gibi "klasik" sosyologlar bilime önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Siyaset bilimi.
Siyaset bilimi çok eski çağlardan beri siyasi faaliyetlerle birlikte gelişim göstermiş, önemli bir sosyal bilim dalı hâline gelmiştir. Antik Hindistan'daki Vedik metinlerden, daha sonraki çeşitli Budist metinlere kadar birçok metinde siyasete dair incelemeler ve çalışmalar yer alır. Hint siyasi düşünür Çanakya (MÖ 350-283) siyasi düşünce, ekonomi ve toplumsal düzen gibi konuları ele alan "Arthashastra" isimli eseriyle tanınır. Benzeri şekilde Antik Yunanda da birçok siyasi fikre rastlanır; gerek Homeros, Hesiodos ve Tukididis gibi erken dönem yazarlarının eserlerinde gerekse Eflatun ve Aristo gibi filozofların eserlerinde çok çeşitli siyasi fikir ve incelemelere rastlanabilir. Eflatun "Devlet" isimli eserinde kendince ideal olan siyasi yapılanma ve yönetim biçimini açıklamış ve incelemiştir.
İtalyan rönesansı sırasında yazar Niccolò Machiavelli yazdığı "Prens" ("Il Principe") isimli eseriyle siyaset bilimi tarihi açısından önemli bir yere gelmiştir. Eserde farklı durumlarda iktidara gelen hükûmdarın her duruma göre nelere öncelik tanıması gerektiği, nasıl bir siyaset izlemesi gerektiği açıklanır. Orta Çağ'da ve sonrasındaki dönemde birçok farklı siyasi iktidar biçimi ve devlet yapılanması farklı isimlerce savunulmuştur. Örneğin Fransız hukukçu Jean Bodin iktidar ve devlet üzerine yazdığı "Devlet üzerine Altı Kitap" ("Les Six livres de la République") isimli eseriyle tanınmış, mutlakiyetçiliği şiddetle savunmuştur.
Bir bilim olarak siyaset bilimi özellikle 19. yüzyılda akademik anlamda yapılanmaya başlamış, 1880 yılında ABD'de ilk siyaset bilimi okulu (bölümü) kurulmuş ve daha sonra 1903 yılında "Amerikan Siyaset Bilimi Birliği" kurulmuştur. Siyaset bilimi üzerine akademik çalışmalar artarak devam etmiş, birçok farklı üniversitede siyaset bilimi bölümleri açılmıştır.
Psikoloji.
Bugün psikoloji bilimi içerisinde konu edilen çoğu kavram, olay ve fenomen antik Hindistan, Çin ve Mısır gibi medeniyetlerde de felsefî ilgiye mazhar olmuştur.
Filozof René Descartes, Batı'da psikolojinin modern felsefi formunun temellerinin oluşmasına katkıda bulunmuştur. Çeşitli eserlerinde önemli psikolojik meseleleri ele alan Descartes kendi bir hekim olmasa da çeşitli anatomi çalışmaları yaptığı bilinmektedir. İngiliz hekim Thomas Willis ise tıbbî bir disiplin olarak psikolojinin ortaya atılmasında önemli rol oynamış, beyin fonksiyonları doğrultusunda psikolojiye yaklaşım olsun yaptığı yoğun anatomik çalışmalarla olsun psikolojiye büyük katkılarda bulunmuştur. Ayrıca daha sonraları deneysel psikolojinin gelişiminde John Locke ve David Hume gibi filozofların büyük etkisi olmuştur.
Modern çağa yaklaşırken ortaya çıkan ve özellikle psikolojik bozukluk durumlarında bir tedavi olarak ortaya çıkan hipnotizma ile frenoloji gibi dallar tartışma konusu olmuş; özellikle de bunların cidden etkili yöntemler olup olmadığı ve herhangi bir bilimsel dayanağının bulunup bulunmadığı tartışılmıştır. Daha sonraları ortaya çıkan Alman deneysel psikoloji hareketi psikolojiye önemli katkılarda bulunmuştur. Bu zamanda gerçekleşen ve özellikle nörolojik yapıya dair anatomik ve fizyolojik buluşlar psikolojiyi olumlu etkilemiştir. Alman hekim Wilhelm Wundt 1879'da ilk deneysel psikoloji laboratuvarını açarak bir ilke imza atmıştır. 1890'lardan başlayarak Avusturyalı hekim Sigmund Freud ise psikanaliz olarak adlandırdığı yaklaşım ile psikolojiye yeni bir yön kazandırmıştır. Her ne kadar psikanalizin bilimsel konumu hâlâ tartışmalı olsa da psikanalizin çeşitli önermeleri ve kavramları genel anlamda Batı kültüründe önemli bir yer kazanmıştır. Yine 1890'larda köpeklerde yaptığı deneylerle İvan Pavlov klasik şartlandırmayı başarılı bir şekilde göstermiştir. Nitekim daha sonraları da insan dışı primatlar, kediler ve köpekler gibi çeşitli hayvanlar psikoloji deneylerinde kullanılmıştır.
Antropoloji.
Her ne kadar antropolojinin kökeni Batı'daki Aydınlanma süreci ve devamındaki erken dönem modern düşünceleriyle ilişkilendirilse de, bu dönemlerden çok önce bugün antropoloji içerisinde yer alan konulara dair araştırmalar yapılmıştır. Örneğin el-Biruni Hint yarımadasının halkları, gelenekleri ve dinleri üzerine birçok araştırmada bulunmuştur ve genel olarak antropoloji alanına girecek çok çeşitli araştırma ve çalışmaları sonucu zaman zaman "ilk antropolog" olarak anılmıştır.
Kurumsal olarak antropolojinin gelişimi doğa tarihinden doğmuştur ve ilk dönemlerde özellikle Avrupalı güçlerin kontrolündeki kolonilerdeki yaşamın, yerli insanların ve onlarla ilgili olguları (kültür, dil, din gibi) araştırılmasını içermiştir. Antropoloji 19. yüzyılda gelişmiş, özellikle 1860'lardaki bilimsel gelişmelerden, özellikle de biyoloji ve filoloji gibi dallardaki gelişmelerden, etkilenmiştir. Öncü antropologlardan İngiliz Edward Burnett Tylor, Darwin'in evrim kuramını temel alarak antropolojik çıkarımlar yapmış, medeniyetin gelişimiyle idrakın gelişiminin doğru orantılı olduğunu savunmuştur. Ayrıca çağdaş bazı kırsal veya avcı-toplayıcı halkları evrimsel gelişim açısından geride görüp, "primitif" yani "ilkel" olarak değerlendirmiştir. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında antropoloji görece sosyal anlamda daha az gelişmiş olarak görülen halklar üzerine yoğunlaşmaya devam etti. 20. yüzyılın ikinci yarısında antropologlar daha Üçüncü Dünya ülkelerindeki daha kompleks yapılarla ilgilenmeye başlamış, daha sonraları, 1970'lerle birlikte, çağdaş Batı ülkelerini antropolojik olarak incelemeye başlamışlardır ki antropoloji için büyük bir adım olmuştur. Çağdaş Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde odaklanan antropoloji çalışmalarında gerek genel olarak toplum, gerekse etnik ve dini azınlıklar konu edilmiştir; bunu da bazıları "Batılı", kolonileri inceleyen antropolojinin Batı'yı inceleyen ve Batılı perspektifleri, kanıları Batılı olmayanlar sürekli olarak sınanan bir dala dönüşmesi olarak yorumlanmıştır.
Günümüze doğru.
1. sıra: A. Piccard, E. Henriot, P. Ehrenfest, E. Herzen, Th. De Donder, E. Schrödinger, E. Verschaffelt, W. Pauli, W. Heisenberg, R.H. Fowler, L. Brillouin,
2. sıra: P. Debye, M. Knudsen, W.L. Bragg, H.A. Kramers, P.A.M. Dirac, A.H. Compton, L. de Broglie, M. Born, N. Bohr,
3. sıra: I. Langmuir, M. Planck, M. Curie, H.A. Lorentz, A. Einstein, P. Langevin, Ch. E. Guye, C.T.R. Wilson, O.W. Richardson
20. yüzyılın başlarından itibaren bilimdeki ilerlemeler büyük hız kazanmış ve akademik çevrenin, daha elverişli bir araştırma ortamına kavuşması bu ilerlemeyi tetiklemiştir. Bilimle uğraşmak bir prestij haline gelmeye başlamış ve etkilerini göstermeye başlamıştır. Alfred Nobel'in vasiyeti üzerine 1901'den itibaren verilen Nobel Ödülleri, bilimin prestij yönünü sergiler. Bu tip ödüllerle, bilime olan teşvik arttırılmakta ve araştırmalar için gerekli paralar sağlanmaya çalışılmaktadır.
Bilimin modernleşmesine katkıda bulunanlar.
Radyolojinin kurucusu olan Marie Curie'nin bilime yaptığı katkılar kimya alanında büyük yankı uyandırmıştır. Radyoaktivite alanındaki çalışmaları ona, 1903 yılında fizik alanında ve 1911 yılında kimya alanında Nobel kazandırmıştır. Albert Einstein'in Alman "Annalen der Pysik" dergisinde yayınlanan "Işığın oluşum ve dönüşümü üzerine bir görüş," "Molekül boyutlarının yeni bir belirlemesi" ve "Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği" başlıkları altındaki makaleleri fizik bilimi için yeni bir sayfanın açılmasına sebep oluyordu. Genel görecelik ve Özel görecelik, Einstein tarafından fiziğe sunulan en karışık ve en gizemli teorilerden sayılır. Hâlen tartışmalara sebep olsa da yüzyılın en önemli bilim insanlarından sayılan Einstein, 1921'de Fotoelektrik etki olayına getirdiği açıklama ile Nobel Ödülü'ne layık görülmüştür.
Çocukluğundan itibaren matematiğe olan katkıları, Carl Friedrich Gauss'u bu bilimin yapıtaşlarından biri haline getirmiştir. Gauss, sayılar kuramı, analiz, diferansiyel geometri, jeodezi, manyetizma ve astronomi konularında önemli katkılar yapmıştır. Matematik alanındaki ilerlemeler, Gauss'tan itibaren daha farklı bir hal almaya başlamış ve onun öğrencilerinden olan Bernhard Riemann'ın oluşturduğu geometri sayesinde izafiyet teorisi gelişmiştir.
20. yüzyılda Srinivasa Aiyangar Ramanujan 3000'in üzerinde teori geliştirmiş; hipergeometrik seriler, asal sayı teorisi, gama fonksiyonu gibi matematiğin birçok farklı dalında önemli buluşları olmuştur.
Kurt Godel'in Eksiklik Teoremi matematikte çok önemli bir yere sahiptir. Godel, 20. yüzyılın matematik bakış açısını değiştiren teoremini, "Principia Mathematica Gibi Dizgelerin Biçimsel Olarak Karar Verilemeyen Önermeleri Üzerine" başlığı altındaki doktora makalesinde belirtmiştir.
Genel olarak 20. yüzyılda karmaşıklık teorisi, oyun teorisi, topoloji gibi birçok yeni matematik dalı ve çalışma alanı ortaya çıkmıştır.
1953 yılında DNA'nın yapısını bulan bilim insanları Francis Crick, James Dewey Watson ve Maurice Wilkins, genetik alanındaki gelişmelere büyük katkıda bulunmuşlardır. Genetik bilgiyi taşıyan DNA nın çözümü, yüzyılın en önemli bilimsel çalışmalarından birisidir. Genetiğin yeni teknolojik şartlarda ilerleme kaydetmesiyle hastalıkların daha oluşmadan tespiti mümkün olabilecektir.
Modernleşmede kullanılan metotlar.
Bilimin ilerlemesi ile gerekli mekanizmalar çoğalmış ve yeni metotlar ortaya çıkmıştır. Neredeyse her alanda kullanılmaya başlanan teknoloji, sayısal bilimlerin en büyük yardımcılarından biri haline gelmiştir. Son zamanlarda tıp, genetik ve moleküler biyoloji alanında gösterilen ilerlemede teknolojinin payı büyüktür. İlk zamanlara baktığımızda fizik ve kimya laboratuvarlarında kullanılan basit aygıtlar temel taşların oluşmasına yardımcı oldularsa da, yeni dönem biliminin en üst seviyedeki araçları kullanması ilerlemeyi hızlandırmış ve günübirlik hale getirmiştir.
Mikroskopun geliştirilmesiyle oluşturulan Elektron mikroskopları bilimsel araç açısından önemli bir ilerlemedir. Koşulların oluşmasıyla beraber artan sistematik düzen, bilimin ilerlemesine katkı sağladığı gibi insanlık içinde önemli gelişmeleri beraberinde getirmektedir. Teleskopun ilk günlerinden beridir geçirdiği evrim uzayın derinliklerine ulaşmamızı sağlamış ve karanlık bilinmeyenin içindeki sırları çözmemize yardımcı olmuştur. Bilgisayar teknolojisinin gelişmesi bilimin fayda alanına giren bir başka sistemler yumağını oluşturur. Bilgisayar yardımıyla kolaylaşan analizler ve doküman hatlarına kolay şekilde ulaşılması, yapılan bilimsel çalışmalarda zaman kazancını sağlar. Bu zaman kazancı tıp alanında önemli bir faktördür, hastalıkların teşhisi ve tedavi yöntemlerinin hemen geliştirilmesi çok önemlidir.
Bilimlerin sınıflandırılması.
Bilimlerin sınıflandırılması (veya bilimlerin tasnifi) özellikle bilim felsefesinde önemli bir yer tutmuş, birçok filozof farklı temellerden yola çıkarak farklı bilim tasniflerine ulaşmışlardır. Gerek Eski Yunan felsefesi gerekse daha sonra bu felsefenin temellerini geliştiren İslam felsefesinin Meşşâî ekolünde bilimlerin tasnifi kendine yer bulmuştur. Bilimlerin tasnifiyle uğraşan Aristoteles en temel bilimin felsefe olduğu, bilimlerinse genel olarak üç ana kategoride değerlendirilebileceğini savunmuştur.
Filozof Francis Bacon da bilimlerin tasnifi konusuna değinmiş, bilimleri sınıflandırırken aralarında ilişki kurduğu insanî yeteneklerle ("human faculties") temel almıştır. Buna göre üç temel insanî yetenek "hafıza", "hayal gücü" ve "akıl"dır. Hafıza tarih bilimlerine denk gelirken, hayal gücü poetik bilimlere akıl ise felsefeye denk gelmektedir. Ele aldığı temeller sebebiyle Bacon'un tasnifi psikoloji bazlı bir tasnif olarak yorumlanmıştır. Bacon'un ayrımı daha sonraları ortaya çıkan ansiklopedik çalışmaların yanı sıra bilim tasnifi çalışmalarında da etkili olmuştur; örneğin Fransız ansiklopedistler (geleneği) Bacon'un tasnifini kullanmıştır.
Modern çağa doğru en kapsamlı ve önemli bilim sınıflamalarından biri Amerikalı filozof ve bilim insanı C. S. Peirce tarafından yapılmıştır. Peirce bilim sınıflamasında, türlerin sınıflandırılmasında kullanılana paralel bir sistem kurmuştur: dal, sınıf, takım, familya, cins ve tür. Örneğin 1902 tarihli sınıflandırmasında "Aritmetik" bir bilim olarak "Teorik" dalının, "Matematik" sınıfında yer alan "Sonsuz Koleksiyonlar" takımının alt takımlarından biridir. Bu sınıflandırmada, iki ana "dal" mevcuttur ve bilim kavramı bu iki ana dala ayrılır: "Teorik" ve "Pratik". Daha sonra bu iki dal, başka alt dallara bölünür ve sınıflandırma sınıf ve takımlarla devam eder. 1903'teki bilimsel sınıflandırması, benzeşmekle birlikte daha farklıdır; tüm ayrışmalar üçlüdür ve özellikle Comte'un bilimsel sınıflamasından etkilenmiştir.
Bugün genelgeçer kabul gören bir bilim sınıflaması (yani bilimlerin tasnifi) yoktur; nitekim bazı filozoflar bilim sınıflaması fikri açısından çeşitli sorunlar olduğunu öne sürmüştür. Bilimlerin sınıflandırılması üzerine çalışmalar ve ilgi de 20. yüzyılın başlarında büyük ölçüde sona ermiştir. Bilimin öğretilmesinde ve üretilmesinde, idari birimlerin ayrıştırmasında çağdaş üniversitelerde genelde birkaç ana dal belirlenir ve ilgili bilimler bu dalların altında çalışılır: fen bilimleri, sosyal bilimler, teknoloji (ki buna genelde mühendislik de dahil edilir) ve sanat ile beşerî bilimler; sıklıkla tıp da kendi başına bir dal olarak bu dallaşmada yer alır.
Bilim'in felsefesi.
Bilim felsefesi, bilim kavramının veya bilim dallarının içeriklerini, temellerini, sonuçlarını, uygulamalarını ve bunlarla ilgili yaklaşımları ve yöntemleri felsefî anlamda irdeleyen felsefe dalına verilen isimdir. Özellikle bilim tarihinde önemli bir yere sahip olan bilim felsefesi, genel olarak "bilim" kavramı ile ilişkili olabileceği gibi belirli bir bilim dalı ile ilişkili (örneğin "biyoloji felsefesi", "fizik felsefesi", "kimya felsefesi" gibi) de olabilir.
Bilim felsefesinin daha öznel tanımlanabilmesi de mümkündür; nitekim bilim felsefesi içerisindeki farklı akımlar "bilim felsefesini" farklı tanımlamışlardır. Bilim ile felsefenin bilim tarihinin başlarında karışık bir şekilde uygulanması, birçok filozofun aynı zamanda bilim insanları olması ve felsefî eserlerin aynı zamanda bilimsel bulguları, kuramları da barındırması modern çağa doğru son bulmuş ve bilim ile felsefe iyice ayrışmaya başlamıştır. Bugün anlaşılan anlamda "bilim felsefesi" de bu ayrışma sonrası, felsefenin ve filozofların bilim kavramını aklî açıdan ele alması ile başlamış denebilir. Tarih boyunca, bugün bilim felsefesi tarihi ve gelişiminin temelini oluşturan birçok bilim kuramı geliştirilmiştir. Bunların dışında bilimin mahiyetine ilişkin de farklı akımlar, düşünceler bilim felsefesi tarihinde kendine yer bulmuştur. Örneğin bazı filozoflar ve pozitivizm gibi akımlar bilimin doğa ve insanî zihinsel çalışmaların bir ürünü olduğunu öne sürerken, bazı filozof ve akımlar ise bundan farklı olarak bilimin zamana, mekâna ve topluma dayanan bir tür insan faaliyeti olduğunu savunmuşlar, örneğin Thomas Kuhn ve Jürgen Habermas bir faaliyet olarak bilimin tarihî ve toplumsal ilişkilerine ve bunlardan yola çıkarak yeni bilim tarihi anlayışlarına ve bilim tanımlarına vurguda bulunmuşlardır. Farklı bilim anlayışlarından özellikle pozitivist anlayış bir süre genel kabul görmüşse de, 20. yüzyılın ikinci yarısında ciddi biçimde sorgulanmış, eleştirilmiş, hakkındaki genel kanı değişiklik göstermiş ve çağdaş pozitivizm bazı aşırı söylemlerinden vazgeçip genelde daha orta yolu benimsemeye başlamıştır. Nitekim postmodernizmin ortaya çıkışı ve etkileri, modernist pozitivizme karşıdır ve çağdaş bilim felsefesinde önemli bir yere sahiptir.
Bilimsel yöntem, bilimsel bulgular ve bilimler içerisinde kullanılan kavramlar da bilim felsefinin konusu olmuştur. Örneğin bilimsel kanunların tam olarak ne olduğu, nasıl tanımlanması gerektiği ve eğer varsa "gerçek bilimsel kanunların", yanlışlıkla yapılmış objektif olarak genelgeçer olmayan genellemelerden nasıl ayrıştırılması gerektiği bilim felsefesi dahilinde tartışılmıştır.
Bilim filozoflarınca bilimin şu özelliklere sahip olduğu belirtilir:
Bu özelliklerin dışında bilimin bir takım "inanç"lara dayandığı ifade edilir:
Bilimsel yöntem.
Bilimsel yöntem çeşitli yeni bilgi edinmek veya bilinen bazı bilgileri doğrulamak veya düzeltmek amacıyla, çeşitli fenomenleri araştırmak için ve geçmişte kazanılmış, öğrenilmiş bilgileri tamamlamak için kullanılan yöntemlerin bütününe verilen isimdir. Bilimsel yöntem(ler) gözlemlenebilir, deneysel (ampirik) ve ölçülebilir kanıtların belirli bazı mantıksal prensiplerle incelenmesine dayanır. Bilimsel yöntem, Oxford İngilizce Sözlük'te şöyle tanımlanmıştır:
Bilimsel yöntem diğer bazı bilgi edinme yöntemlerinden, bilim, deney ve mantık temelli olmasıyla ayrılır. Aynı şekilde bilimsel yöntem ile elde edilen bilginin, tekrar edilebilir deneylerden sonra tekrar ulaşılabilir olması gerekir. Bu açıdan bilimsel yöntem sıklıkla vahiy bazlı olan dinî yöntemden farklıdır; dinî bilgide esas sıklıkla vahiydir oysa vahiy tekrar edilebilir bir deney olmadığı için bilimsel bir yöntem değildir. Her ne kadar farklı bilim dallarında ve farklı bilgi konularında farklılaşmış, konuya özelleşmiş bilimsel yöntemler kullanılsa da genel bazı noktalar bilimsel yöntemlerin temelini oluşturur. Genellikle bilim insanları, araştırmacılar belirli bir fenomeni açıklamak adına büyük ölçüde ellerindeki bilgileri kullanarak hipotezler öne sürerler; daha sonra bu hipotezleri test etmek için çeşitli deneyler hazırlarlar ve deneylerin sonucuna göre bir hipotezin doğruluğu veya yanlışlığı ortaya çıkar. Bazen bir hipotezin doğruluğu belirli deneyler sonucu kabul edilse de; daha sonra yanlış olduğu farklı deneyler yoluyla da kanıtlanabilir. Bu sebeple her türlü hipotez, sürekli olarak deneylere tabii tutulabilir. Bilimsel yöntem açısından, bilimsel yöntemler sonucu elde edilen bilgilerin paylaşılması ve arşivlenmesi çok önemlidir zira bu bilgiler ışığında aynı veya farklı yöntemlerle ilgili deney ve testlerin tekrar edilmesi, yeniden üretilebilmesi ve yapılabilmesi bilimsel yöntem sonucu oluşacak bilgi açısından kaçınılmaz bir gerekliliktir - deneylerle aynı sonuç tekrar tekrar üretilebildiğinde hipotez kuram olmaya yaklaşır.
Bilim çevreleri ve camiası.
Bilim camiası birçok farklı bilim dalında uzmanlaşmış, farklı dallarda araştırma yapan birçok bilim insanı ve ilgili kurumlardan oluşmaktadır.
Bilim dalları.
Zaman içinde farklı bilim dalları veya alanları, özelleşmiş ve gelişmiştir. Sıklıkla akademik düzeyde bilimlerin dallaşması iki ana kategoride ele alınır. Doğal fenomenleri araştıran ve inceleyen doğa bilimleri (veya doğal bilimler) ile toplumu, bireyi ve insanî faaliyetleri ve davranışları araştıran ve inceleyen sosyal ve beşerî bilimler. Biyoloji, fizik ve kimya gibi bilimler doğa bilimlerine örnekken, sosyoloji ve antropoloji gibi bilimler sosyal bilimlere örnektir. Bu temel alanlar arasında çok çeşitli ilişkiler olmuş, mühendislik ve tıp bilimleri gibi bu alanlarla ilişkili uygulamalı bilimler türemiş ve özellikle son yüzyılda sibernetik, ekonofizik ve tıbbi antropoloji gibi birçok disiplinler arası dal da ortaya çıkmıştır.
Matematik bilimi sıklıkla bu iki ana kategoriden farklı üçüncü bir kategori olan formal bilimler kategorisinde yer alır; zira hem doğa bilimlerine hem de sosyal bilimlere yakın ve uzak olduğu birçok nokta mevcuttur. Matematik, belirli bir bilgi alanının nesnel, dikkatli ve sistematik incelenmesi hususunda doğa bilimlerine yakınken, inceleme yöntemi olarak ampirik yani deneysel yöntemler barındırmaması açısından ayrılır; matematikte edinilen bilgi ampirik yöntemlerle değil de "a priori" ile doğrulanır. Formal bilimler kategorisi matematiğin yanında istatistik ve mantık bilimlerini de içermektedir. Bu iki bilim, matematik ile birlikte, tüm bilimler, özellikle ampirik bilimler açısından önemli bir yere sahiptir; örneğin formal bilimlerdeki çeşitli gelişmeler fiziksel ve biyolojik bilimlerde de büyük gelişmelere sebep olmuştur. Nitekim formal bilimler hipotez, kuram ve kanunların oluşmasında, hem şeylerin nasıl çalıştığı ve olduğuna yönelik (doğa bilimleri) hem de insanların nasıl düşündüğü ve davrandığına yönelik (sosyal ve beşerî bilimler) keşif ve tanımlamalarda hayati bir önemi sahiptir.
Sosyal bilimlerin bir ampirik bilim olup olmaması durumu 20. yüzyıldan beri tartışma konusu olmuştur. Bu tartışmalar etrafında sosyal ve davranışsal dalların bir kısmı bilimsel olmadıkları eleştirileriyle karşılaşmıştır. Hatta bazı akademisyenler (örneğin Nobel Ödülü sahibi fizikçi Percy W. Bridgman,) ve bazı siyasetçiler (örneğin ABD Senatörü Kay Bailey Hutchinson), diğer dallara oranla spesifik-olmayan, muğlak veya bilimsel açıdan yersiz buldukları bazı dallar için "bilim" sözcüğünü kullanmaktan kaçınmıştırlar.
Kurumlar.
Bilimsel fikir, deney ve bulguların paylaşımı, iletişimi ve tanıtımı gibi amaçları güden bilim topluluklarına Rönesans döneminden beri rastlanmaktadır. Bugüne ulaşmış en eski kurum is İtalya'daki 'dir. 1660 yılında İngiliz "Royal Society" (Kraliyet Cemiyeti) ve 1666 yılında Fransız ile başlayarak, ulusal bilim akademileri, toplulukları birçok ülkede bulunan seçkin bilimsel araştırma ve bilgi kurumlarıdır.
Birçok uluslararası bilimsel örgüt, örneğin Uluslararası Bilim Konseyi ("International Council for Science"), farklı milletlerin bilim toplulukları, camiaları arasındaki işbirliğini geliştirmek ve önayak olmak amacıyla kurulmuştur.
Yazın.
Bugüne kadar muazzam çeşitlilikte bilimsel yazınlar yayımlanmıştır ve yayımlanmaya devam edilmektedir. Bilimsel jurnaller üniversitelerde ve diğer çeşitli araştırma kurumlarında yapılan araştırmaların sonuçlarını belgelemek ve iletmekte; bilimsel araştırmaların ve çalışmaların bu sebeple de bilimin arşivsel bir kaydı olma işlevini görmektedirler. İlk bilimsel jurnaller, "Journal des Sçavans" ve ardından gelen "Philosophical Transactions", 1665 yılında yayımlanmaya başlanmıştır. O zamandan bu yana düzenli yayınların toplam sayısı durmadan artış göstermiştir ki 1981 yılında yapılan bir tahmine göre yayındaki toplam bilimsel ve teknik jurnallerin sayısı 11.500'dü.
Birçok bilimsel jurnal belirli bir bilim dalını kapsamakta ve o daldaki araştırmaları yayımlamakta, sunmaktadır; araştırmalar normalde bilimsel bir tez formatındadır. Bilim çağdaş toplumlarda o kadar yaygın ve nüfuzludur ki genellikle başarıların, haberlerin ve bilim insanlarının heveslerinin daha geniş kitlelere aktarılması gerekli görülür.
Bilimsel dergiler, örneğin "New Scientist" veya "Scientific American", daha geniş bir okuyucu kitlesinin ihtiyaçlarına karşılık vermekte ve bazı araştırma alanlarındaki kayda değer keşif ve gelişmeler dahil birçok popüler araştırma alanın teknik olmayan özetlerini sunmaktadır. Ayrıca, yüzeysel olarak, bilimkurgu türü, temelde fantastik bir doğaya sahip olsa da, genel olarak toplumun hayal gücünü cezbetmekte ve belki bilimsel yöntemleri değil ama bilimsel fikirleri iletmektedir.
Eleştiriler ve tartışmalar.
Bilim, sözde bilim ve bilim dışı.
Kendi başına meşruiyet kazanamayacak olan ve bu sebeple bilim gibi tavır takınarak kendine meşruiyet kazandırmaya çalışan herhangi bir yerleşmiş bilgi bütünü "bilim" olarak kabul edilmez; bunlara genellikle sınır-bilim ("fringe science") veya alternatif bilim denmektedir. Bunların en büyük eksikliği, doğal bilimlerde olduğu gibi bilimlerin gelişimine katkıda bulunan, dikkatlice kontrol edilen ve etraflıca incelenip, yorumlanan deneylerden yoksun olmalarıdır. Bir başka terim de çöp bilimdir. Çöp bilim ("junk science"), aslında meşru, doğru sayılabilecek çeşitli bilimsel teori ve verilerin, yanlış bir şekilde veya hataen karşıt bir tarafı, tutumu savunma amaçlı kullanımıdır. Terimin kullanımında genellikle ideolojik veya siyasi önyargı ve etkenler de söz konusudur. Ticari reklamların çok çeşitli bir kısmı da bu kategoriye düşmektedir. Son olarak, bu terimlerden ayrı ve farklı olarak, bilimsel fikirlerin iyi niyetli olsa da yanlış, eskimiş, eksik veya fazlasıyla basitleştirilmiş teşhirleri ve tezahürlerine de rastlanılabilir.
Birçok bilgi bütünü ve dalının gerçekten bilim (dalı) olup olmadığı tartışma konusu olmuştur. Bu hususta tartışmalar ve fikir ayrılıkları oldukça büyük sayıdadır ve sosyal ve davranışsal bilimler gibi bazı alanlar çeşitli eleştirmenler tarafından bilim dışı olmakla suçlanmıştır. Farklı alanlardan birçok kişi, örneğin Nobel Ödülü sahibi fizikçi Percy W. Bridgman gibi bazı akademisyenler ve örneğin ABD Senatörü Kay Bailey Hutchinson gibi bazı siyasetçiler, diğer dallara oranla spesifik-olmayan, muğlak veya bilimsel açıdan yersiz buldukları bazı dallar için "bilim" sözcüğünü kullanmaktan kaçınmıştırlar. Bazı filozoflar da bu açıdan farklı fikirler sunmuşlardır; örneğin Karl Popper bilimsel yöntemin ve kanıtların varlığını reddetmiştir. Popper'a göre sadece bir tane evrensel yöntem vardır; olumsuz deneme ve yanılma yöntemi. Bu, bilim, matematik, felsefe, sanat vs. dahil insan zihninin tüm ürünlerini kapsadığı gibi, hayatın evrimini de kapsar. Ayrıca Popper, eleştirel rasyonalizm (Popper, Albert) ile Frankfurt Okulu (Adorno, Habermas) arasındaki sosyal bilimlerin metodolojisini konu alan felsefî bir tartışma olan, pozitivizm tartışmasına da katkıda bulunmuştur.
Felsefi bakış ve odak.
Tarihçi Jacques Barzun bilimi "tarihteki her inanç kadar fanatik bir inanç" olarak tanımlamış ve insan varoluşu açısından tamamlayıcı olan "mânâ" düşüncelerini bastırmak amacıyla bilimsel düşüncenin kullanımına karşı uyarmıştır. Carolyn Merchant, Theodor W. Adorno ve E. F. Schumacher gibi birçok çağdaş düşünür 17. yüzyıldaki bilimsel devrimin bilimi doğayı veya hikmeti anlamaya çalışan bir odaktan, doğayı kendi çıkarları için kullanmak (manipüle etmek) odağına kaydırdığını ve bilimin doğayı manipüle edişinin sonunda kaçınılmaz bir şekilde insanları da manipüle etmesine yol açacağını düşünmüşlerdir. Ayrıca, nicel ölçümlerin bilimin odağında olması, bilimin dünyanın önemli nitel açılarını göremediği eleştirilerine yol açmıştır.
Bilimin icrasında, etik ve çalışma ahlâkının ideolojik bir şekilde reddedilmesinin sahtekârlık, intihal ve veri tahrifi gibi çeşitli formlardaki sonuçları birçok akademisyen tarafından eleştirilmiş ve yerilmiştir. Filozof Bernard Rollin, "Bilim ve Etik" ("Science and Ethics") isimli eserinde, etik ve ahlâkın bilim ile ilgisini reddeden ideolojik görüşü inceler ve temel etik anlayışının ve kurallarının öğretilmesinin, bilimsel eğitimin vazgeçilemez ve ayrılmaz bir unsuru olduğunu savunur.
Medya ve bilim tartışması.
Kitlesel medya, birbiriyle yarışan farklı bilimsel iddiaları, bu iddiaların bilimsel camiadaki kabul edilebilirliği ve güvenirliğini tam olarak, kesin bir şekilde yansıtmalarını engelleyen çeşitli baskılara maruz kalmaktadır. Bilimsel bir tartışmada farklı taraflara ne kadar ağırlık verileceğini belirlemek, tartışmanın konusu hakkında uzmanlık ve bilgiyi gerektirir. Çok az gazeteci gerçek anlamda bilimsel bilgiye sahip olduğu gibi, belirli bilimsel meseleler üzerine bilgiye sahip olan bir gazeteci bile aniden haberini yapması gereken diğer bilimsel meseleler üzerine az şey biliyor olabilir.
Epistemolojik yetersizlikler.
İsviçreli psikiyatr Carl Jung'a göre her ne kadar bilim doğanın her yönünü, tam olarak anlamaya çalışsa da kullanılan deneysel yöntemler ancak suni ve sınırlı sorular ortaya atacak ve dolayısıyla sadece kısmi cevaplara ulaşılabilir. Robert Anton Wilson, bilimin soru sormakta kullandığı araçların ürettiği cevapların sadece kullanılan araçlar açısından anlamlı cevaplar olduğunu ve bilimsel bulguların incelenebileceği tamamen nesnel bir bakış açısının olmadığını öne sürerek bilimi eleştirmiştir.
Bilim ve din.
Bilim ile din arasındaki ilişki, yaşamın gerçeklerine ilişkin yaptıkları açıklamalar doğrultusunda incelenebilir. Dinsel doktrinler ve nedenler zaman zaman bilimin gelişimini etkilerken, bilimsel bilgiler de dinsel inanışları etkilemiştir.
Din ve bilim, tarih boyunca birbirleriyle sürekli çatışma halinde olan iki düşünme biçimidir. Genel bir anlamda her ikisi de evreni açıklama amacı güder; fakat kullandıkları yöntemler ve bağlı oldukları dünya görüşleri çok farklıdır. Bilim, olguları saptama ve açıklamada gözlem ve gözleme dayalı mantıksal düşünmeyi kullanır. Oysa din, metafizikten pek farklı olmayarak, sevgi, inanç ve duygu ile karışık, olgulardan kopuk bir akıl yürütmeye dayanır. Dünya görüşü yönünden birine gerçekçi-rasyonalist, ötekisine mistik-rasyonalist diyebiliriz. Bu karşılaştırmayı daha somut yapmak için, dini oluşturan başlıca özellikleri belirtmeye ve bilimle çatışmaya düştüğü kesin noktayı bulmaya ihtiyaç vardır. Bütün büyük dinler incelendiğinde şu üç ögenin ya da işlevin yapılarında var olduğu görülür:
Bilimle dinin çatışması sadece son nokta bakımındandır. Çünkü din bilimin evreni açıklama ve insan için anlaşılır kılma çabasına bu noktada ortak olmuştur. Din evrenin kökeni, kuruluşu ve işleyişi üzerine birtakım inançlara (metafizik hipotezlere) sahiptir. Bu inançların her biri dogma niteliğindedir; doğruluğundan şüphe edilmez. Kaldı ki, dinin söz götürmez bir kesinlikle doğru kabul ettiği metafizik hipotezleri bilimsel yoldan doğrulama olanağı da yoktur. Örneğin, bu inanç ya da hipotezlerden biri, Tanrının varlığı ile ilgilidir. Hemen bütün gelişmiş dinler belli özellikleri olan bir Tanrının var olduğu savına dayanır. Ne var ki, bu savın ne doğruluğu ne de yanlışlığı gözlem ve deneye başvurularak saptanamaz. Dinler bu konudaki savlarının doğruluğunu başka yollara (vahiy, sezgi, kutsal kitap, geleneksel otorite ve benzer kaynaklara) başvurarak savunurlar. Sonuçta böyle bir savın kabulü veya reddi kişisel bir inanç sorunu olarak kalır. Ne inanan kimse inancının doğruluğunu, ne de inkâr eden kimse inkârını bilimsel yoldan ispat edebilir. Şu kadar ki, ikisinin birden doğru olması mantıksal açıdan olanaksızdır.
Din, inançlar sisteminde, bilimin tam tersine, düzeltme, gelişme veya herhangi bir değişiklik kabul etmez. Yanılma olasılığına yer vermediği için kendi kendini eleştiri yoluyla hatalardan arındırma olanağı yoktur. Dinsel her inanç kesin ve evrensel doğruluk iddiasına dayanır. Oysa bilimde hiçbir teori kesinlik iddiası gütmez; er geç bir gün değişikliğe uğrama, hatta tümden reddedilme olasılığını gözden uzak tutmaz. Dinle bilimin çatışması, dinin olgulara dayanmaksızın evreni açıklama yolunda ortaya attığı metafizik öğretilerden vazgeçmediği sürece sürüp gideceğe benzer. Çünkü bu tür inançları, giderek kapsamını geliştiren bilimsel bulgu ve doğrularla bağdaştırmanın yolu yoktur.
Kişiler bazında ele alındığında, tarih boyunca bazı düşünürlerin bilim ile dinin uzlaşamaz ve birbirine karşıt uğraşılar olduğunu öne sürdüğü -bu genel olarak bilimin sorgulamaya dayanması, dinin ise sorgulamadan inanmayı gerektirmesinden kaynaklanmaktadır-, bazı düşünürlerin ise aksini iddia ettiği görülmektedir. Özellikle 19. yüzyılın belirli dönemlerinde din ile bilimin birbirine muhalif olduğu görüşü kazanmıştır. Bu dönemlerde geliştirilen "muhalefet, karşıtlık tezi"ne göre bilim ile din arasındaki herhangi bir etkileşim her daim çatışmaya yol açacaktır ve din de, yeni bilimsel fikirlere karşı, saldırgan olan taraf olacaktır. Her ne kadar bu anlayış 19. yüzyılda John William Draper ve Andrew Dickson White gibi isimlerce yaygınlaştırılmaya çalışılmışsa da bilim ile din arasındaki tarihsel ve bugünkü etkileşimi, çatışma anlarından iş birliği anlarına kadar, açıklamaya yeterli olmamıştır. Nitekim gerek Kopernik, Galileo, Kepler ve Boyle gibi Batı bilim tarihinde yer almış önemli isimler, gerekse İbn-i Sina, Biruni ve İbn-i Heysem gibi Doğu bilim tarihinde yer almış önemli isimler inançlı insanlardı. Bununla birlikte, bilim ile dinin tarih içinde çatıştığı meseleler de olmuştur ve bilim ile dinin uzlaşmasının mümkün olmadığını savunanlar bugün de mevcutturlar. Örneğin İngiliz evrimsel biyoloji uzmanı Richard Dawkins bilim ile dinin uzlaşmasının mümkün olmadığını şiddetle savunmaktadır.
Tarih boyunca din ile bilimi birleştirmeye çalışan, birbiriyle çelişmeyen yöntemler olduğunu ileri süren ve hatta birbirlerini tamamladıklarını düşünenler olmuştur. Amerikalı biyolog Kenneth R. Miller bu kesimdedir. Zaman zaman dinsel kanıları bilimsel yöntemlerle veya bilimsel kanıları dinsel yöntemlerle açıklamaya çalışanlar olmuştur. Örneğin, İbn-i Sina Tanrı'nın varlığını akıl ve mantık yoluyla açıklamaya çalışmıştır. Buna ek olarak, özellikle modern çağda, bazıları bilim ve dinin birbirinden bağımsız olduğunu, insani deneyimin birbiriyle ilgisiz yönleriyle uğraştıkları ve bu sebeple birbirlerinin alanına bulaşmadıkça, kendi alanları içerisinde, sorunsuz bir şekilde birlikte var olabileceklerini öne sürmüşlerdir. Ama bu pek de mümkün olmamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1047",
"len_data": 58999,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.18
}
|
Tıp, bir hastaya bakma, teşhis, prognoz, önleme, tedavi, yaralanma veya hastalıklarının palyasyonunu yönetme ve sağlığını geliştirme bilimi ve uygulamasıdır. Tıp, hastalıkların önlenmesi ve tedavisi yoluyla sağlığı korumak ve iyileştirmek için geliştirilen çeşitli sağlık uygulamalarını kapsar. Çağdaş tıp, yaralanma ve hastalıkları teşhis etmek, tedavi etmek ve önlemek için biyomedikal bilimleri, biyomedikal araştırmaları, genetiği ve tıbbi teknolojiyi, tipik olarak farmasötikler veya cerrahi yoluyla, ancak aynı zamanda psikoterapi, harici ateller ve traksiyon, tıbbi cihazlar, biyolojikler ve iyonlaştırıcı radyasyon gibi çeşitli tedaviler yoluyla uygular.
Tıp, tarih öncesi çağlardan beri uygulanmaktadır ve bu zamanın çoğunda bir sanat (bir yaratıcılık ve beceri alanı) olmuştur ve sıklıkla yerel kültürün dini ve felsefi inançlarıyla bağlantıları vardır. Örneğin, bir tıp adamı şifa için bitkileri uygular ve dualar ederdi ya da eski bir filozof ve hekim humorizm teorilerine göre kan alma işlemini uygulardı. Son yüzyıllarda, modern bilimin ortaya çıkışından bu yana çoğu tıp, sanat ve bilimin (tıp bilimi şemsiyesi altında hem temel hem de uygulamalı) bir kombinasyonu haline gelmiştir. Örneğin, sütur tekniği uygulama yoluyla öğrenilen bir sanat iken, dikiş atılan dokularda hücresel ve moleküler düzeyde neler olduğuna dair bilgi bilim yoluyla ortaya çıkmaktadır.
Günümüzde geleneksel tıp veya "halk tıbbı" olarak bilinen bilimsel tıp öncesi tıp biçimleri, bilimsel tıbbın yokluğunda yaygın olarak kullanılmaya devam etmektedir ve bu nedenle alternatif tıp olarak adlandırılmaktadır. Bilimsel tıbbın dışında kalan, güvenlik ve etkililik kaygıları taşıyan alternatif tedaviler ise şarlatanlık olarak adlandırılmaktadır.
Etimoloji.
Tıp, hastalıkların teşhisi, prognozu, tedavisi ve önlenmesi bilimi ve uygulamasıdır. "Tıp" kelimesi Arapça "ṭbb" kökünden gelen "ṭibb" طبّ "hekimlik mesleği ve ilmi" kelimesinden türetilmiştir. Arapça kelime, Süryanice "ṭbbā" טבא "bilgi, ilim" sözcüğünden türetilmiştir. Bu kelime ise yine Süryanicedeki "ṭbb" טבב "bilme, anlama" kökünden türetilmiştir.
Klinik uygulama.
Tıbbi erişilebilirlik ve klinik uygulamalar, kültür ve teknolojideki bölgesel farklılıklar nedeniyle dünya genelinde değişiklik göstermektedir. Batı dünyasında modern bilimsel tıp oldukça gelişmişken, Afrika veya Asya'nın bazı bölgeleri gibi gelişmekte olan ülkelerde nüfus, sınırlı kanıt ve etkinliğe sahip ve uygulayıcılar için gerekli resmi eğitimin olmadığı geleneksel tıbba daha fazla güvenebilir.
Gelişmiş dünyada, kanıta dayalı tıp klinik uygulamalarda evrensel olarak kullanılmamaktadır; örneğin, 2007 yılında yapılan bir literatür taraması, müdahalelerin yaklaşık %49'unun yarar ya da zararı destekleyecek yeterli kanıttan yoksun olduğunu ortaya koymuştur.
Modern klinik uygulamada, doktorlar ve doktor asistanları, klinik muhakeme kullanarak hastalığı teşhis etmek, prognoz etmek, tedavi etmek ve önlemek için hastaları kişisel olarak değerlendirir. Doktor-hasta ilişkisi tipik olarak hastanın tıbbi geçmişinin ve tıbbi kayıtlarının incelenmesiyle başlar, bunu tıbbi görüşme ve fizik muayene izler. Temel tanısal tıbbi cihazlar (örn. stetoskop, dil basacağı) tipik olarak kullanılır. Bulgular için muayene ve semptomlar için görüşmeden sonra, doktor tıbbi testler (örn. kan testleri) isteyebilir, biyopsi alabilir veya farmasötik ilaçlar veya diğer tedavileri reçete edebilir. Ayırıcı tanı yöntemleri, sağlanan bilgilere dayanarak durumların elenmesine yardımcı olur. Karşılaşma sırasında, hastayı ilgili tüm gerçekler hakkında doğru bir şekilde bilgilendirmek, ilişkinin ve güven gelişiminin önemli bir parçasıdır. Tıbbi karşılaşma daha sonra birçok yargı alanında yasal bir belge olan tıbbi kayıtta belgelenir. Takipler daha kısa olabilir ancak aynı genel prosedürü izler ve uzmanlar da benzer bir süreci takip eder. Teşhis ve tedavi, sorunun karmaşıklığına bağlı olarak sadece birkaç dakika veya birkaç hafta sürebilir.
Tıbbi görüşme ve karşılaşmanın bileşenleri şunlardır:
Fizik muayene, hasta tarafından gönüllü olarak ortaya konan ve objektif olarak gözlemlenemeyen semptomların aksine, objektif ve gözlemlenebilir olan tıbbi hastalık belirtileri için hastanın muayene edilmesidir. Sağlık hizmeti sağlayıcısı görme, işitme, dokunma ve bazen de koku alma (örneğin enfeksiyon, üremi, diyabetik ketoasidoz) yöntemlerini kullanır. Fiziksel muayenenin temelini dört eylem oluşturur: muayene, palpasyon (hissetme), perküsyon (rezonans özelliklerini belirlemek için vurma) ve oskültasyon (dinleme). Genellikle bu sırayla uygulanır, ancak oskültasyon abdominal değerlendirmeler için perküsyon ve palpasyondan önce gerçekleşir.
Klinik muayene aşağıdakilerin incelenmesini içerir:
Muayene, muhtemelen tıbbi geçmişte vurgulanan ilgi alanlarına odaklanacaktır ve yukarıda listelenen her şeyi içermeyebilir.
Tedavi planı, ek tıbbi laboratuvar testleri ve tıbbi görüntüleme çalışmalarının istenmesini, tedaviye başlanmasını, bir uzmana sevk edilmesini veya gözlem altında tutulmasını içerebilir. Takip önerilebilir. Sağlık sigortası planına ve yönlendirilmiş sağlık hizmeti sistemine bağlı olarak, testlerin önceden yetkilendirilmesi gibi çeşitli "kullanım incelemesi" biçimleri, pahalı hizmetlere erişimde engeller oluşturabilir.
Tıbbi karar verme (MDM) süreci, hastanın sorununu açıklayacak kesin bir tanı elde etmek için ne yapılması gerektiğine dair bir fikirle birlikte olası tanıların (ayırıcı tanılar) bir listesini oluşturmak için yukarıdaki tüm verilerin analizini ve sentezini içerir.
Sonraki ziyaretlerde, yeni öykü, semptomlar, fiziksel bulgular ve laboratuvar veya görüntüleme sonuçları veya uzman konsültasyonları elde etmek için süreç kısaltılmış bir şekilde tekrarlanabilir.
Kurumlar.
Çağdaş tıp genel olarak sağlık hizmetleri sistemleri içerisinde yürütülmektedir. Yasal, kimliklendirme ve finansman çerçeveleri münferit hükûmetler tarafından oluşturulmakta, zaman zaman kiliseler gibi uluslararası kuruluşlar tarafından da desteklenmektedir. Herhangi bir sağlık sisteminin özellikleri, tıbbi bakımın sağlanış şekli üzerinde önemli etkiye sahiptir.
Antik çağlardan itibaren, Hristiyanlığın pratik hayırseverlik vurgusu, sistematik hemşirelik ve hastanelerin gelişmesini sağlamıştır ve Katolik Kilisesi bugün dünyadaki en büyük devlet dışı tıbbi hizmet sağlayıcısı olmaya devam etmektedir. Gelişmiş sanayi ülkeleri (Amerika Birleşik Devletleri hariç) ve birçok gelişmekte olan ülke, tek ödeyenli bir sağlık sistemi veya zorunlu özel veya kooperatif sağlık sigortası yoluyla herkes için bakımı garanti altına almayı amaçlayan bir evrensel sağlık hizmetleri sistemi aracılığıyla tıbbi hizmetler sunmaktadır. Bu sayede tüm nüfusun ödeme gücünden ziyade ihtiyaç temelinde tıbbi bakıma erişiminin sağlanması amaçlanmaktadır. Sağlık hizmetlerinin sunumu özel muayenehaneler, devlete ait hastaneler ve klinikler ya da hayır kurumları tarafından, çoğunlukla da bu üçünün birleşimi şeklinde gerçekleştirilebilir.
Çoğu kabile toplumu, nüfusun tamamı için sağlık hizmeti garantisi sağlamamaktadır. Bu tür toplumlarda sağlık hizmetleri, ödeme gücü olan veya kendi kendini sigortalayan (doğrudan veya bir iş sözleşmesinin parçası olarak) ya da doğrudan hükûmet veya kabile tarafından finanse edilen bakım kapsamına girebilen kişiler için mevcuttur.
Bilginin şeffaflığı, bir dağıtım sistemini tanımlayan bir diğer faktördür. Koşullar, tedaviler, kalite ve fiyatlandırma hakkındaki bilgilere erişim, hastaların/tüketicilerin seçimlerini ve dolayısıyla tıp uzmanlarının teşviklerini büyük ölçüde etkiler. ABD sağlık sistemi açıklık eksikliği nedeniyle eleştirilere maruz kalırken, yeni mevzuat daha fazla açıklığı teşvik edebilir. Bir yandan şeffaflık ihtiyacı ile diğer yandan hasta gizliliği ve ticari kazanç için bilginin olası istismarı gibi konular arasında algılanan bir gerilim vardır.
Tıp alanında bakım sağlayan sağlık çalışanları, doktorlar, hemşireler, fizyoterapistler ve psikologlar gibi birden fazla meslekten oluşmaktadır. Bu mesleklerin kendi etik standartları, mesleki eğitimleri ve organları vardır. Tıp mesleği sosyolojik bir perspektiften kavramsallaştırılmıştır.
Hizmet.
Tıbbi bakımın sağlanması birincil, ikincil ve üçüncül bakım kategorilerine ayrılmıştır.
Birinci basamak sağlık hizmetleri, tıbbi tedavi veya bakım arayan bir hastayla ilk teması kuran doktorlar, doktor asistanları, hemşireler veya diğer sağlık profesyonelleri tarafından sağlanır. Bunlar doktor ofislerinde, kliniklerde, bakımevlerinde, okullarda, ev ziyaretlerinde ve hastalara yakın diğer yerlerde gerçekleşir. Tıbbi ziyaretlerin yaklaşık %90'ı birinci basamak sağlık hizmeti sağlayıcısı tarafından tedavi edilebilir. Bunlar arasında akut ve kronik hastalıkların tedavisi, önleyici bakım ve her yaş ve her iki cinsiyet için sağlık eğitimi yer alır.
İkinci basamak sağlık hizmetleri, hastaya ilk teşhisi koyan veya tedavi eden birinci basamak sağlık hizmeti sağlayıcısı tarafından sevk edilen bir hasta için ofislerinde veya kliniklerinde veya yerel toplum hastanelerinde tıp uzmanları tarafından sağlanır. Sevkler, uzmanlar tarafından gerçekleştirilen uzmanlık veya prosedürlere ihtiyaç duyan hastalar için yapılır. Bunlar arasında hem ayakta bakım hem de yatan hasta hizmetleri, Acil servisler, yoğun bakım tıbbı, cerrahi hizmetler, fizik tedavi, doğum, endoskopi üniteleri, teşhis laboratuvarı ve tıbbi görüntüleme hizmetleri, hospis merkezleri vb. yer almaktadır. Bazı birinci basamak sağlık hizmeti sağlayıcıları hastanede yatan hastalara da bakabilir ve ikinci basamak sağlık hizmeti ortamında doğum yaptırabilir.
Üçüncü basamak tıbbi hizmetler, genellikle yerel hastanelerde bulunmayan teşhis ve tedavi olanaklarıyla donatılmış uzman hastaneler veya bölgesel merkezler tarafından sağlanmaktadır. Bunlar arasında travma merkezleri, yanık tedavi merkezleri, gelişmiş neonatoloji ünitesi hizmetleri, organ nakilleri, yüksek riskli gebelik, radyasyon onkolojisi vb. bulunmaktadır.
Modern tıbbi bakım aynı zamanda bilgiye de dayanır - hâlâ birçok sağlık hizmeti kağıt kayıtlarla, ancak günümüzde giderek artan bir şekilde elektronik yollarla verilmektedir.
Düşük gelirli ülkelerde modern sağlık hizmetleri ortalama bir insan için genellikle çok pahalıdır. Uluslararası sağlık politikası araştırmacıları, erişimi sağlamak için bu alanlarda "kullanıcı ücretlerinin" kaldırılmasını savunmuşlardır, ancak kaldırıldıktan sonra bile önemli maliyetler ve engeller devam etmektedir.
Reçeteleme ve dağıtımın ayrılması, tıp ve eczacılıkta tıbbi reçeteyi sağlayan hekimin reçeteli ilacı sağlayan eczacıdan bağımsız olduğunu gösteren bir uygulamadır. Batı dünyasında eczacıların hekimlerden ayrılması yüzyıllardır süregelen bir gelenektir. Asya ülkelerinde ise hekimlerin de ilaç temin etmesi gelenekseldir.
Dallar.
Disiplinlerarası bir ekip olarak birlikte çalışan tıp pratisyenlerinin yanı sıra çok sayıda yüksek eğitimli sağlık profesyoneli de modern sağlık hizmetlerinin sunumunda yer almaktadır. Bunlara örnek olarak hemşireler, acil tıp teknisyenleri ve paramedikler, laboratuvar bilimcileri, eczacılar, podiatristler, fizyoterapistler, solunum terapistleri, ergoterapistleri, konuşma terapistleri, radyograflar, diyetisyenler ve biyomühendisler, medikal fizikçiler, cerrahlar, cerrah asistanları, cerrahi teknologlar verilebilir.
Beşeri tıbbın kapsamı ve temelini oluşturan bilimler diğer birçok alanla örtüşmektedir. Hastaneye kabul edilen bir hasta genellikle ana sorununa göre belirli bir ekibin bakımı altındadır, örneğin kardiyoloji ekibi, daha sonra ana sorunun veya sonraki komplikasyonların/gelişmelerin teşhis veya tedavisine yardımcı olmak için cerrahi, radyoloji gibi diğer uzmanlık alanlarıyla etkileşime girebilir.
Hekimlerin, aşağıda listelenen belirli tıp dallarında birçok uzmanlığı ve alt uzmanlığı vardır. Belirli alt uzmanlık alanlarının hangi uzmanlık alanlarında olduğu konusunda ülkeden ülkeye farklılıklar bulunmaktadır.
Tıbbın ana dalları şunlardır:
Temel bilimler.
Cerrahi uzmanlık.
Cerrahi, hastalık veya yaralanma gibi patolojik bir durumu araştırmak veya tedavi etmek, bedensel işlevi veya görünümü iyileştirmeye yardımcı olmak veya istenmeyen yırtık bölgeleri (örneğin, delik bir kulak zarını) onarmak için bir hasta üzerinde operatif manuel ve enstrümantal teknikler kullanan eski bir tıp uzmanlığıdır. Cerrahlar ayrıca hastane servislerinde ameliyat öncesi, ameliyat sonrası ve potansiyel ameliyat adaylarını yönetmelidir. Bazı merkezlerde anesteziyoloji, cerrahi bir disiplin olmamasına rağmen (tarihsel ve lojistik nedenlerle) cerrahi bölümünün bir parçasıdır. Oftalmoloji ve dermatoloji gibi diğer tıbbi uzmanlık alanları cerrahi prosedürler uygulayabilir, ancak bunlar cerrahi alt uzmanlık alanları olarak kabul edilmez.
Cerrahi alt uzmanlık alanları, bir hekimin genel cerrahi uzmanlık eğitiminden geçtikten sonra uzmanlaşabileceği alanların yanı sıra ayrı uzmanlık eğitimine sahip çeşitli cerrahi alanları da içerir. Genel cerrahi uzmanlık eğitiminin ardından devam edilebilecek cerrahi alt uzmanlık alanları:""
Tıp içindeki diğer cerrahi uzmanlık alanlarının kendilerine özgü uzmanlık eğitimleri vardır:
İç hastalıkları uzmanlığı.
Dahiliye veya iç hastalıkları, yetişkin hastalıklarının önlenmesi, teşhisi ve tedavisi ile ilgilenen tıp uzmanlığıdır. Bazı kaynaklara göre, iç yapılara vurgu yapılmaktadır. Kuzey Amerika'da iç hastalıkları uzmanları genellikle "dahiliyeci" olarak adlandırılır. Başka yerlerde, özellikle İngiliz Milletler Topluluğu ülkelerinde, bu tür uzmanlar genellikle hekim olarak adlandırılır. Bu terimler, dahiliyeci veya hekim (Kuzey Amerika dışında yaygın olan dar anlamda), genellikle jinekoloji ve obstetrik, patoloji, psikiyatri ve özellikle cerrahi ve alt uzmanlık alanlarındaki uygulayıcıları hariç tutar.
Hastaları genellikle ağır hasta olduğundan veya karmaşık tetkikler gerektirdiğinden, dahiliyeciler işlerinin çoğunu hastanelerde yaparlar. Eskiden pek çok dahiliyeci yan dal uzmanı değildi; bu tür genel hekimler cerrahi olmayan her türlü karmaşık soruna bakardı; bu uygulama tarzı günümüzde çok daha az yaygın hale gelmiştir. Modern şehir pratiğinde, çoğu dahiliyeci yan dal uzmanıdır: yani, tıbbi uygulamalarını genellikle bir organ sisteminin sorunlarıyla veya tıbbi bilginin belirli bir alanıyla sınırlarlar. Örneğin, gastroenterologlar ve nefrologlar sırasıyla bağırsak ve böbrek hastalıkları konusunda uzmanlaşmışlardır.
İngiliz Milletler Topluluğu'nda ve diğer bazı ülkelerde, uzman pediatristler ve geriatristler, organ sisteminden ziyade hastanın yaşına göre alt uzmanlığa sahip uzman hekimler (veya dahiliyeciler) olarak da tanımlanmaktadırlar. Başka yerlerde, özellikle Kuzey Amerika'da, genel pediatri genellikle birinci basamak sağlık hizmetinin bir şeklidir.
Dahiliyenin birçok alt uzmanlık alanı (veya alt disiplini) vardır:
İç hastalıkları eğitimi (cerrahi eğitimin aksine) dünya genelinde önemli farklılıklar göstermektedir (daha fazla ayrıntı için tıp eğitimi ve hekimlikle ilgili maddelere bakınız). Kuzey Amerika'da, tıp fakültesinden sonra en az üç yıllık uzmanlık eğitimi gerektirir ve bunu yukarıda listelenen alt uzmanlık alanlarında bir ile üç yıllık bir fellowship takip edebilir. Genel olarak, tıpta asistanların çalışma saatleri cerrahiden daha azdır ve ABD'de haftada ortalama 60 saattir. Bu fark, tüm doktorların artık yasalar gereği haftada ortalama 48 saatten az çalışmasının zorunlu olduğu Birleşik Krallık'ta geçerli değildir.
Diğer önemli uzmanlıklar.
Aşağıda, yukarıda belirtilen gruplardan herhangi birine doğrudan uymayan bazı önemli tıbbi uzmanlıklar yer almaktadır:
Disiplinlerarası alanlar.
Tıbbın bazı disiplinler arası alt uzmanlık alanları şunlardır:
Eğitim ve yasal kontroller.
Tıp eğitimi ve öğretimi dünya çapında farklılıklar göstermektedir. Tipik olarak bir üniversite tıp fakültesinde giriş düzeyinde eğitimi, ardından bir gözetimli uygulama veya staj veya ihtisas dönemini içerir. Bunu mezuniyet sonrası mesleki eğitim takip edebilir. Tıp eğitiminde çeşitli öğretim yöntemleri kullanılmıştır ve halen aktif araştırmaların odak noktasıdır. Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri'nde, genellikle M.D. olarak kısaltılan "Tıp Doktoru" derecesi veya genellikle D.O. olarak kısaltılan ve Amerika Birleşik Devletleri'ne özgü olan "Osteopatik Tıp Doktoru" derecesi, tanınmış bir üniversitede tamamlanmalı ve buradan verilmelidir.
Bilgi, teknikler ve tıbbi teknoloji hızla gelişmeye devam ettiğinden, birçok düzenleyici otorite sürekli tıp eğitimini zorunlu kılmaktadır. Tıp doktorları bilgilerini tıp dergileri, seminerler, konferanslar ve çevrimiçi programlar dahil olmak üzere çeşitli yollarla geliştirmektedirler.
Çoğu ülkede, bir tıp doktorunun lisanslı veya kayıtlı olması yasal bir gerekliliktir. Genel olarak bu, bir üniversiteden tıp diploması almayı ve başvuru sahibinden sınavları geçmesini isteyebilecek bir tıp kurulu veya eşdeğer bir ulusal kuruluş tarafından akredite edilmeyi gerektirir. Bu, tıp mesleğinin önemli yasal yetkisini ulusal standartlara göre eğitilmiş ve kalifiye olmuş hekimlerle sınırlar. Aynı zamanda hastalara bir güvence ve kişisel kazanç için yetersiz tıp uygulayan şarlatanlara karşı bir koruma olarak tasarlanmıştır. Yasalar genel olarak doktorların "kanıta dayalı", Batılı ya da Hipokrat Tıbbı konusunda eğitim almış olmalarını gerektirse de farklı sağlık paradigmalarını caydırma amacı taşımamaktadır.
Avrupa Birliği'nde tıp doktorluğu mesleği düzenlenmiştir. Bir mesleğe erişim ve bu mesleğin icrası belirli bir mesleki yeterliliğe sahip olma şartına bağlı olduğunda bu mesleğin düzenlendiği söylenir. Düzenlenmiş meslekler veritabanı, AB üye devletleri, AEA ülkeleri ve İsviçre'de tıp doktorluğu için düzenlenmiş mesleklerin bir listesini içerir. Bu liste 2005/36/EC sayılı Direktif kapsamındadır.
Hastaların bakımında ihmalkar davranan veya kasıtlı olarak zarar veren doktorlar tıbbi uygulama hatası suçlamasıyla karşı karşıya kalabilir ve hukuki, cezai veya mesleki yaptırımlara maruz kalabilirler.
Tıp etiği.
Tıp etiği, değerleri ve yargıları tıp pratiğine uygulayan bir ahlaki ilkeler sistemidir. Bilimsel bir disiplin olarak tıp etiği, klinik ortamlardaki pratik uygulamalarının yanı sıra tarihi, felsefesi, teolojisi ve sosyolojisi üzerine yapılan çalışmaları da kapsar. Tıp etiği tartışmalarında yaygın olarak geçerli olan değerlerden altısı şunlardır:
Bunun gibi değerler belirli bir durumun nasıl ele alınacağına dair cevaplar vermez, ancak çatışmaları anlamak için faydalı bir çerçeve sağlar. Ahlaki değerler çatıştığında, sonuç etik bir ikilem veya kriz olabilir. Bazen tıp etiğindeki bir ikilemin iyi bir çözümü yoktur ve bazen de tıp camiasının değerleri (yani hastane ve personeli) bireysel hasta, aile veya tıp dışı daha geniş bir topluluğun değerleriyle çatışır. Çatışmalar sağlık hizmeti sağlayıcıları arasında veya aile üyeleri arasında da ortaya çıkabilir. Örneğin bazıları, hastalar hayat kurtarıcı olduğunu düşünerek kan naklini reddettiklerinde özerklik ve yararlılık ilkelerinin çatıştığını ve HIV döneminden önce doğruyu söylemenin büyük ölçüde vurgulanmadığını savunmaktadır.
Tarih.
Antik dönem.
Tarih öncesi tıpta bitkiler (herbalizm), hayvan parçaları ve mineraller kullanılmıştır. Çoğu durumda bu malzemeler rahipler, şamanlar veya tıp adamları tarafından büyülü maddeler olarak ritüel bir şekilde kullanılmıştır. İyi bilinen ruhani sistemler arasında animizm (cansız nesnelerin ruhları olduğu düşüncesi), spiritüalizm (tanrılara yakarış veya ata ruhlarıyla iletişim); şamanizm (bir bireyin mistik güçlerle donatılması); ve divinasyon (büyüyle gerçeğe ulaşma) yer almaktadır. Tıbbi antropoloji alanı, kültür ve toplumun sağlık, sağlık hizmetleri ve ilgili konular etrafında nasıl organize olduğunu veya bu konulardan nasıl etkilendiğini inceler.
Antik Mısır tıbbı, Babil tıbbı, Ayurveda tıbbı (Hint alt kıtasında), klasik Çin tıbbı (modern geleneksel Çin tıbbının öncülü) ve antik Yunan tıbbı ve Roma tıbbından tıbba ilişkin erken kayıtlar keşfedilmiştir.
Mısır'da İmhotep (MÖ 3. binyıl) tarihte adı bilinen ilk hekimdir. En eski Mısır tıp metni, jinekolojik hastalıkları tanımlayan MÖ 2000'lerden kalma "Kahun Jinekoloji Papirüsü"'dür. MÖ 1600'lere tarihlenen "Edwin Smith Papirüsü" cerrahi üzerine erken bir çalışma iken, MÖ 1500'lere tarihlenen "Ebers Papirüsü" tıp üzerine bir ders kitabına benzemektedir.
Çin'de, Çince tıbba dair arkeolojik kanıtlar Bronz Çağı Shang Hanedanı'na kadar uzanmaktadır ve bu kanıtlar bitkisel tohumlara ve ameliyat için kullanıldığı düşünülen aletlere dayanmaktadır. Çin tıbbının atası olan "Huangdi Neijing", MÖ 2. yüzyıldan başlayarak yazılmış ve 3. yüzyılda derlenmiş bir tıp metnidir.
Hindistan'da cerrah Suşruta, plastik cerrahinin ilk formları da dahil olmak üzere çok sayıda cerrahi operasyon tanımlamıştır. Özel hastanelerin en eski kayıtları, hastalar için özel tıbbi tedavi tesislerinin kanıtlarının bulunduğu Sri Lanka'daki Mihintale'den gelmektedir.
Yunanistan'da, "modern tıbbın babası" Yunan hekim Hipokrat, tıbba rasyonel bir yaklaşımın temelini atmıştır. Hekimler için bugün hâlâ geçerli ve kullanımda olan Hipokrat Yemini'ni ortaya atan Hipokrat, hastalıkları akut, kronik, endemik ve epidemik olarak sınıflandıran ve "alevlenme, relaps, çözülme, kriz, paroksizm, zirve ve konvelesans" gibi terimleri kullanan ilk kişidir. Yunan hekim Galen aynı zamanda antik dünyanın en büyük cerrahlarından biriydi ve beyin ve göz ameliyatları da dahil olmak üzere birçok cesur operasyon gerçekleştirdi. Batı Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasından ve Erken Orta Çağ'ın başlamasından sonra, Yunan tıp geleneği Batı Avrupa'da gerilemeye başlamış, ancak Doğu Roma İmparatorluğu'nda kesintisiz olarak devam etmiştir.
MÖ 1. binyıldaki antik İbrani tıbbı hakkındaki bilgilerin çoğu Tevrat'tan, yani sağlıkla ilgili çeşitli kanun ve ritüelleri içeren Musa'nın Beş Kitabı'ndan gelmektedir. Modern tıbbın gelişimine İbranilerin katkısı Bizans Dönemi'nde Yahudi hekim Assaf ile başlamıştır.
Orta Çağ.
Sadece ölmek için bir yer olmaktan ziyade, Hristiyan hayırseverlik idealleri nedeniyle hastalara tıbbi bakım ve tedavi imkanı sunan bir kurum olarak hastane kavramı Bizans İmparatorluğu'nda ortaya çıkmıştır.
Üroskopi kavramı Galen tarafından bilinmesine rağmen, hastalığı lokalize etmek için kullanmanın önemini görmemiştir. Theophilus Protospatharius gibi hekimlerin bulunduğu Bizanslılar, mikroskop ya da stetoskopun bulunmadığı bir dönemde hastalığı belirlemek için üroskopinin potansiyelini fark ettiler. Bu uygulama zamanla Avrupa'nın geri kalanına da yayıldı.
MS 750'den sonra Müslüman dünyası Hipokrat, Galen ve Suşruta'nın eserlerini Arapçaya tercüme ettirmiş ve İslam hekimleri bazı önemli tıbbi araştırmalara girişmiştir. Önemli İslami tıp öncüleri arasında, İmhotep ve Hipokrat ile birlikte "tıbbın babası" olarak da adlandırılan İranlı hezarfen İbn-i Sina bulunmaktadır. Birçok Orta Çağ Avrupa üniversitesinde standart bir tıp metni haline gelen ve tıp tarihinin en ünlü kitaplarından biri olarak kabul edilen "El-Kanun fi't-Tıb"'ı yazmıştır. Diğerleri arasında Zehravi, İbn Zuhur, İbn Nefis ve İbn Rüşd bulunmaktadır. İranlı hekim Razi, yine de hem Orta Çağ Batı hem de Orta Çağ İslam tıbbında etkili olmaya devam eden Yunan humorizm teorisini ilk sorgulayanlardan biriydi. Razi'nin "El-Mansuri" adlı eserinin bazı ciltleri, yani "Cerrahi Üzerine" ve "Tedavi Üzerine Genel Bir Kitap", Avrupa üniversitelerinde tıp müfredatının bir parçası haline gelmişti. Ayrıca, doktorların doktoru, pediatrinin babası ve oftalmolojinin öncüsü olarak tanımlanmıştır. Örneğin, göz bebeğinin ışığa verdiği tepkiyi ilk kez o fark etmiştir. Fars Bimaristan hastaneleri, kamu hastanelerinin erken bir örneğiydi.
Avrupa'da Şarlman her katedral ve manastıra bir hastane eklenmesini emretmiş ve tarihçi Geoffrey Blainey Katolik Kilisesi'nin Orta Çağ boyunca sağlık alanındaki faaliyetlerini refah devletinin ilk versiyonuna benzetmiştir: "Yaşlılar için hastaneler ve gençler için yetimhaneler; her yaştan hastalar için bakımevleri; cüzzamlılar için yerler ve hacıların ucuz bir yatak ve yemek satın alabilecekleri pansiyonlar veya hanlar işletmiştir". Kıtlık sırasında halka yiyecek sağlar ve yoksullara yiyecek dağıtmıştır. Kilise bu refah sistemini büyük ölçekte vergi toplayarak ve geniş tarım arazileri ve mülklere sahip olarak finanse etmiştir. Benedikten Tarikatı, manastırlarında hastaneler ve revirler kurmaları, tıbbi bitkiler yetiştirmeleri ve büyük Cluny Manastırı'nda olduğu gibi bölgelerinin başlıca tıbbi bakım sağlayıcıları haline gelmeleriyle tanınmıştır. Kilise ayrıca tıp eğitiminin verildiği bir katedral okulları ve üniversiteler ağı da kurmuştur. Salerno'daki Schola Medica Salernitana, Yunan ve Arap hekimlerden aldığı eğitimle Orta Çağ Avrupası'nın en iyi tıp okulu haline geldi.
Bununla birlikte, on dördüncü ve on beşinci yüzyıldaki Kara Ölüm hem Orta Doğu'yu hem de Avrupa'yı harap etmiş ve hatta Batı Avrupa'nın salgından kurtulma konusunda Orta Doğu'dan daha etkili olduğu ileri sürülmüştür. Erken modern dönemde Avrupa'da Gabriele Falloppio ve William Harvey gibi tıp ve anatomi alanında önemli isimler ortaya çıkmıştır.
Tıp düşüncesindeki en büyük değişim, özellikle 14. ve 15. yüzyıllardaki Kara Ölüm sırasında, bilim ve tıbba "geleneksel otorite" yaklaşımı olarak adlandırılabilecek yaklaşımın kademeli olarak reddedilmesiydi. Bu, geçmişte önde gelen bir kişi bir şeyin öyle olması gerektiğini söylediği için, o zaman bunun böyle olduğu ve bunun aksine gözlemlenen herhangi bir şeyin bir anormallik olduğu fikriydi (bu, genel olarak Avrupa toplumundaki benzer bir değişimle paraleldi - bkz.:Kopernik'in Batlamyus'un astronomi teorilerini reddetmesi). Andreas Vesalius gibi hekimler geçmişteki bazı teorileri geliştirdi ya da çürüttüler. Hem tıp öğrencileri hem de uzman hekimler tarafından kullanılan ana kitaplar "Materia Medica" ve "Farmakope" idi.
Andreas Vesalius, insan anatomisi üzerine önemli bir kitap olan "De humani corporis fabrica"'nın yazarıydı. Bakteriler ve mikroorganizmalar ilk kez 1676 yılında Antonie van Leeuwenhoek tarafından mikroskopla gözlemlenerek mikrobiyoloji bilim dalı başlatılmıştır. İbn Nefis'ten bağımsız olarak Michael Servetus akciğer dolaşımını yeniden keşfetmiş, ancak bu keşif ilk kez 1546'da "Paris El Yazması"nda yazılı hale getirildiği ve daha sonra 1553'te hayatını verdiği teolojik eserinde yayınlandığı için halka ulaşmamıştır. Daha sonra Renaldus Columbus ve Andrea Cesalpino tarafından anlatılmıştır. Herman Boerhaave, Leiden'deki örnek öğretmenliği ve "'Institutiones medicae"' (1708) adlı ders kitabı nedeniyle bazen "fizyolojinin babası" olarak anılır. Pierre Fauchard "modern diş hekimliğinin babası" olarak adlandırılmıştır.
Modern.
Veterinerlik ilk kez 1761 yılında Fransız veteriner Claude Bourgelat'ın Fransa'nın Lyon kentinde dünyanın ilk veterinerlik okulunu kurmasıyla beşeri tıptan gerçek anlamda ayrılmıştır. Bundan önce tıp doktorları hem insanları hem de diğer hayvanları tedavi ediyordu.
Modern bilimsel biyomedikal araştırmalar (sonuçların test edilebilir ve tekrarlanabilir olduğu), herbalizm, Yunan "dört sıvısı" ve diğer modern öncesi kavramlara dayanan erken Batı geleneklerinin yerini almaya başladı. Modern çağ, Edward Jenner'in 18. yüzyılın sonunda çiçek aşısını keşfetmesi (daha önce Asya'da uygulanan aşılama yönteminden esinlenerek), Robert Koch'un 1880 civarında bakteriler yoluyla hastalık bulaştığını keşfetmesi ve ardından 1900 civarında antibiyotiklerin keşfedilmesiyle başlamıştır.
18. yüzyıl sonrası modernite dönemi Avrupa'dan daha fazla çığır açan araştırmacı getirdi. Almanya ve Avusturya'dan doktor Rudolf Virchow, Wilhelm Conrad Röntgen, Karl Landsteiner ve Otto Loewi önemli katkılarda bulundu. Birleşik Krallık'ta Alexander Fleming, Joseph Lister, Francis Crick ve Florence Nightingale önemli olarak kabul edilir. İspanyol doktor Santiago Ramón y Cajal modern nörobilimin babası olarak kabul edilir.
Yeni Zelanda ve Avustralya'dan Maurice Wilkins, Howard Florey ve Frank Macfarlane Burnet geldi.
Önemli çalışmalar yapan diğer kişiler arasında William Williams Keen, William Coley, James D. Watson (Amerika Birleşik Devletleri); Salvador Luria (İtalya); Alexandre Yersin (İsviçre); Kitasato Shibasaburō (Japonya); Jean-Martin Charcot, Claude Bernard, Paul Broca (Fransa); Adolfo Lutz (Brezilya); Nikolai Korotkov (Rusya); Sir William Osler (Kanada); ve Harvey Cushing (Amerika Birleşik Devletleri) bulunmaktadır.
Bilim ve teknoloji geliştikçe tıp da ilaçlara daha fazla bağımlı hale geldi. Tarih boyunca ve Avrupa'da 18. yüzyılın sonlarına kadar ilaç olarak sadece hayvan ve bitki ürünleri değil, aynı zamanda insan vücut parçaları ve sıvıları da kullanılmıştır. Farmakoloji kısmen herbalizmden gelişmiştir ve bazı ilaçlar hâlâ bitkilerden elde edilmektedir (atropin, efedrin, varfarin, aspirin, digoksin, vinka alkaloidleri, taksol, hiyosin, vb.) Aşılar Edward Jenner ve Louis Pasteur tarafından keşfedilmiştir.
İlk antibiyotik, Paul Ehrlich tarafından 1908 yılında bakterilerin insan hücrelerinin almadığı toksik boyaları aldığını gözlemledikten sonra keşfedilen arsphenamin (Salvarsan) idi. İlk büyük antibiyotik sınıfı, Alman kimyagerler tarafından aslen azo boyalarından türetilen sulfa ilaçlarıydı.
Farmakoloji giderek daha sofistike hale gelmiştir; modern biyoteknoloji, belirli fizyolojik süreçleri hedef alan ilaçların geliştirilmesine olanak tanımakta, bazen de yan etkileri azaltmak için vücutla uyumlu olacak şekilde tasarlanmaktadır. Genomik, insan genetiği ve insan evrimi bilgisi, tıp üzerinde giderek daha önemli bir etkiye sahip olmaktadır, çünkü çoğu monogenik genetik bozukluğun nedensel genleri artık tanımlanmıştır ve moleküler biyoloji, evrim ve genetik alanındaki tekniklerin gelişimi tıbbi teknolojiyi, uygulamayı ve karar vermeyi etkilemektedir.
Kanıta dayalı tıp, sistematik incelemeler ve meta-analiz kullanımı yoluyla en etkili uygulama algoritmalarını (bir şeyler yapma yolları) oluşturmaya yönelik çağdaş bir harekettir. Bu hareket, mevcut kanıtların mümkün olduğunca çoğunun standart protokollere göre toplanmasına ve analiz edilmesine ve daha sonra sağlık hizmeti sağlayıcılarına dağıtılmasına olanak tanıyan modern küresel bilgi bilimi tarafından kolaylaştırılmaktadır. Cochrane Collaboration bu harekete öncülük etmektedir. 2001 yılında 160 Cochrane sistematik incelemesinin gözden geçirilmesi, iki okuyucuya göre incelemelerin %21,3'ünün yetersiz kanıt, %20'sinin etkisiz kanıt ve %22,5'inin olumlu etki sonucuna vardığını ortaya koymuştur.
Kalite, verimlilik ve erişim.
Kanıta dayalı tıp, tıbbi hataların (ve diğer "iyatrojenezlerin") önlenmesi ve gereksiz sağlık hizmetlerinden kaçınılması modern tıp sistemlerinde öncelikli konulardır. Bu konular, özellikle sağlık hizmetlerinin aşırı maliyetli olarak görüldüğü ancak nüfus sağlığı ölçütlerinin benzer ulusların gerisinde kaldığı Amerika Birleşik Devletleri'nde önemli siyasi ve kamu politikası ilgisine neden olmaktadır.
Küresel olarak, gelişmekte olan birçok ülke bakıma ve ilaçlara erişimden yoksundur. 2015 yılı itibarıyla, sağlık sigortası kapsamı eksikliğinin erişimi sınırlayabildiği Amerika Birleşik Devletleri gibi birkaç istisna dışında, çoğu zengin gelişmiş ülke tüm vatandaşlarına sağlık hizmeti sağlamaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1050",
"len_data": 31033,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.72
}
|
Yaygın kullanımda ve tıpta sağlık, Dünya Sağlık Örgütüne göre, "yalnızca hastalık ve sakatlığın olmaması değil, fiziksel, zihinsel ve sosyal açıdan tam bir iyilik halidir". Zaman içinde farklı amaçlar için çeşitli tanımlar kullanılmıştır. Sağlık, düzenli fiziksel egzersiz ve yeterli uyku gibi sağlıklı faaliyetlerin teşvik edilmesi ve sigara veya aşırı stres gibi sağlıksız faaliyetlerin veya durumların azaltılması veya bunlardan kaçınılması yoluyla teşvik edilebilir. Sağlığı etkileyen bazı faktörler, yüksek riskli bir davranışta bulunup bulunmama gibi bireysel seçimlerden kaynaklanırken diğerleri toplumun insanların gerekli sağlık hizmetlerini almasını kolaylaştıracak veya zorlaştıracak şekilde düzenlenmiş olması gibi yapısal nedenlerden kaynaklanmaktadır. Genetik bozukluklar gibi diğer faktörler ise hem bireysel hem de grup seçimlerinin ötesindedir.
Genel sağlık türlerine halk sağlığı, nüfus sağlığı, kadın sağlığı, erkek sağlığı, iş sağlığı, ekosistem sağlığı, çevre sağlığı, cinsel sağlık, üreme sağlığı, ruh sağlığı ve başkaları dahildir.
Tarih.
Sağlığın anlamı tarih boyunca evrim sürecinden geçmiştir. Biyomedikal perspektiften bakacak olursak, sağlıkla ilgili ilk tanımlar vücudun işlevlerini yerine getirebilme kabiliyetine odaklanmıştır. Sağlık, zaman zaman hastalık tarafından bozulabilecek normal bir işlevsel durum olarak görülürdü. Böyle bir sağlık tanımının bir örneği: "anatomik, fizyolojik ve psikolojik bütünlük ile karakterize bir durum; kişisel olarak değerli aile, iş ve toplum rollerini yerine getirme becerisi; fiziksel, biyolojik, psikolojik ve sosyal stresle baş edebilme yeteneği. Daha sonra, 1948'de, önceki tanımlardan radikal bir ayrımla, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) daha yüksek hedefli bir tanım önerdi: Sağlığı genel iyilik hali ile bağlayarak "yalnızca hastalık ve rahatsızlıkların yokluğu değil, fiziksel, zihinsel ve sosyal açıdan genel iyliik hali." Bu tanım, bazıları tarafından yenilikçi olarak memnuniyetle karşılansa da, aynı zamanda belirsiz, aşırı geniş ve ölçülemez şeklinde yorumlar da gelmiştir. Uzun zaman boyunca pratik olmayan bir ideal olarak rafa kaldırıldı ve sağlıkla ilgili çoğu tartışma biyomedikal modelin uygulanabilirliğine geri döndü.
Hastalığı bir durumdan çok bir süreç olarak değerlendirmeye doğru bir kayma yaşanırken, aynı kayma sağlığın tanımlamalarında da yaşandı. Aynı şekilde, WHO 1980'lerdeki sağlık promosyon hareketinin geliştirilmesini desteklediği zaman da lider rolü oynadı. Bu, bir durum değil, dinamik olarak esneklik anlamında, başka bir deyişle "yaşam için bir kaynak" olarak yeni bir sağlık anlayışı getirdi. 1984'te WHO, sağlık tanımını “bir bireyin veya grubun özlemlerini gerçekleştirme, ihtiyaçları karşılama ve çevreyi değiştirme veya başa çıkma derecesi” olarak değiştirmiştir. Sağlık günlük yaşam için bir kaynaktır; sosyal ve kişisel kaynakların yanı sıra fiziksel kapasiteleri vurgulayan pozitif bir kavramdır, yaşamın amacı değildir. Böylece sağlık, homeostazı sürdürme ve sorunlardan kurtulma yeteneği anlamına gelir. Zihinsel, entelektüel, duygusal ve sosyal sağlık esneklik ve bağımsız yaşam için kaynak oluşturan yeteneklerden olan bireyin stresle başa çıkabilmesi, öğrenme kabiliyeti ve ilişkileri sürdürebilme yeteneklerine atıfta bulunur. Bu, sağlığın öğretilmesi, güçlendirilmesi ve öğrenilmesi için birçok olanak sunar.
1970'lerin sonlarından beri, federal Sağlıklı İnsanlar İnisiyatifi Birleşik Devletlerin popülasyonun sağlığını iyileştirme yaklaşımının görülür bir parçası olmuştur.
Her onyılda bir, Sağlıklı İnsanlar'ın yeni bir sürümü yayınlanır. Sağlığın iyileştirilmesine yönelik güncellenmiş hedefleri içerir ve sonraki on yıl boyunca, bu ilerleme noktasındaki değerlendirme veya eksiklikler ile konu alanlarını ve ölçülebilir amaçları belirler. İlerleme birçok hedefle sınırlandırılmıştır ve Sağlıklı İnsanlar'ın, merkezi olmayan ve koordine edilmemiş bir ABD sağlık sistemi bağlamında sonuçları şekillendirmedeki etkinliği konusunda endişelere yol açmıştır. Sağlıklı İnsanlar 2020 sağlığın teşviki ve geliştirilmesine ve önleyici yaklaşımlara daha fazla önem verir ve sağlığın sosyal belirleyicilerinin ele alınmasının önemine odaklanır. Yeni genişletilmiş dijital arayüz, geçmişte üretilen hacimli basılı kitaplara kıyasla kullanımı ve yayılmasını kolaylaştırıyor. Bu değişikliklerin Sağlıklı İnsanlara etkisi önümüzdeki yıllarda belirlenecek. Sağlık sorunlarını önlemek veya iyileştirmek ve insanlarda sağlığı korumak için sistematik faaliyetler sağlık hizmeti sağlayıcıları tarafından üstlenilir.
Hayvan sağlığı ile ilgili uygulamalar veterinerlik bilimleri tarafından sağlanır. "Sağlıklı" terimi aynı zamanda canlı olmayan birçok çeşit organizma ve sağlıklı toplumlar, sağlıklı kentler veya sağlıklı çevre ve bunların insan faydasına etkileri gibi kavramlar çerçevesinde de kullanılır. Sağlık hizmeti müdahalelerine ve bir kişinin çevresine ek olarak, bireylerin sağlık durumunu etkileyen, geçmişleri, yaşam tarzları ve ekonomik, sosyal koşulları ve maneviyatları dahil birçok başka faktörün olduğu bilinmektedir. Bunlar “sağlığın belirleyicileri” olarak adlandırılırlar. Çalışmaların gösterdiğine göre yüksek düzeyde stres insan sağlığını etkileyebiliyor.
21. yüzyılın ilk onyılında, insan sağlığını iyileştirmeye yönelik çabaların performansını değerlendirmek için ana göstergeler olacak şekilde, sağlığın bir yetenek olarak kavramsallaştırılması, öz değerlendirmeler için kapıyı açtı. Birden fazla kronik hastalığın varlığında veya bir ölümcül durumda bile, her insana sağlıklı hissetme fırsatı yarattı ve aynı zamanda hastalıkların görülme sıklığının azaltılmasına odaklanan geleneksel yaklaşımdan uzakta, sağlık belirleyicilerinin yeniden incelenmesi için fırsat yarattı.
Belirleyiciler.
Genel olarak, bir bireyin yaşadığı genel şartlar, hem sağlık durumu hem de yaşam kalitesinin belirlenmesinde büyük öneme sahiptir. Sağlığın, yalnızca sağlık bilimlerinin geliştirilmesi ve uygulanmasıyla değil, aynı zamanda bireyin ve toplumun çabaları ve akıllıca yapılmış yaşam tarzı seçenekleri ile sürdürüldüğü ve iyileştirildiği giderek artan bir şekilde kabul edilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü'ne (WHO) göre, sağlığın ana belirleyicileri, sosyal ve ekonomik çevre, fiziksel çevre ve kişinin bireysel özelliklerini ve davranışlarını içerir.
Daha spesifik olarak, insanların sağlıklı veya sağlıksız olup olmadığını etkilediği tespit edilen temel faktörler aşağıdakileri içerir:
Farklı kurum ve alanlardan artan sayıda çalışma ve rapor sağlık ve farklı faktörler arasındaki bağlantıları incelemektedir. Bu faktörlerden bazıları yaşam tarzları, ortam, sağlık kuruluşları ve sağlık politikasıdır. Son yıllarda birçok ülkede uygulanmaya başlanılan spesifik bir sağlık politikası, şeker vergisinin getirilmesiydi. Özellikle gençler arasında obezite ile ilgili endişelerin artmasıyla, içecek vergileri ortaya çıktı. Şekerli tatlandırılmış içecekler, obezite ile olan bağlantılarının artan kanıtlarıyla, obezite karşıtı girişimlerin hedefi haline gelmiştir. Kaliforniya'da Alameda Bölge Çalışması, 1974'teki Kanada'dan Lalonde raporu ve sağlık hizmetlerine erişim ve halk sağlığı sonuçlarının iyileştirilmesi de dahil olmak üzere küresel sağlık konularına odaklanan Dünya Sağlık Örgütü'nün Dünya Sağlık Raporu dizileri bunlardan bazılarıdır.
"Sağlık alanı" kavramı, tıbbi bakım'dan farklı olarak, Kanada'dan gelen Lalonde raporundan çıktı. Rapor, bireyin sağlığının kilit belirleyicileri olarak birbirine bağımlı üç alan belirledi. Bunlar:
Sağlığın korunması ve teşviki, bazen "sağlık üçgeni" olarak da adlandırılan fiziksel, zihinsel ve sosyal iyiliğin farklı birleşimleriyle sağlanır. Dünya Sağlık Örgütü'nün 1986 yılında yayınlanan Sağlık Teşviki için Ottawa Şartı, sağlığın bir durum veya hayatın amacı değil, günlük yaşam için bir kaynak olduğunu belirtti. Sağlık, sosyal kapasitelerin yanı sıra sosyal ve kişisel kaynakları da vurgulayan olumlu bir kavramdır.
Yaşam tarzı konularında ve işlevsel sağlıkla ilişkiler üzerinde daha fazla duran, Alameda Bölge Çalışması'ndan elde edilen veriler, insanların sağlıklarını düzenli egzersiz, yeterince uyku, doğada zaman geçirmek, sağlıklı vücut ağırlığı korumak ve alkol kullanımını sınırlamak ve sigara kullanımından kaçınmak suretiyle geliştirmelerini önerir. Birden fazla kronik hastalığı veya ölümcül hastalığı olan insanların bile kendilerini sağlıklı görebildiği üzere sağlık ve hastalık bir arada bulunabilir.
Çevre, bireylerin sağlık durumunu etkileyen önemli bir faktör olarak belirtilmektedir. Bu, doğal çevre, inşa edilmiş çevre ve sosyal çevre özelliklerini içerir. Temiz su ve hava, yeterli özelliklerde barınak ve güvenli toplumlar ve yollar gibi faktörlerin hepsinin özellikle de bebeklerin ve çocukların sağlığı olmak üzere genel olarak sağlığa katkıda bulunduğu bulunmuştur. Bazı çalışmalar, yerleşim yerlerinde doğal alanlar ve rekreasyon alanları gibi faktörlerin bulunmamasının, genel sağlık ve iyilik durumu ile bağlantılı olan kişisel memnuniyetin düşmesine ve obezite seviyelerinin yükselmesine yol açtığını göstermiştir. Doğal ortamlarda harcanan zamandaki artışın, bireylerin kendi yaptıkları sağlık durumu değerlendirmelerinde olumlu sonuçlar ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. Bu durum kentsel mahallelerde, doğal alanların sağlık üzerindeki olumlu etkilerinin, kamu politikası ve arazi kullanımında dikkate alınması gerektiğini ileri sürmektedir.
Genetik veya ebeveynlerden kalıtsal özellikler de, bireylerin ve toplumların sağlık durumlarının belirlenmesinde rol oynar. Bu, bireylerin aileleri ile beraber oldukları süredeki yaşam tarzlarıyla geliştirdikleri alışkanlıklar ve davranışlar kadar bazı hastalıklara olan genetik yatkınlık ve sağlık koşullarını kapsayabilir. Örneğin, genetik, insanların zihinsel, duygusal veya fiziksel olarak stres ile baş etme biçiminde rol oynayabilir. Obezite Amerika Birleşik Devletleri'nde kötü ruh sağlığına katkıda bulunan ve çok sayıda insanın hayatında strese neden olan önemli bir sorundur.
Potansiyel konular.
Dünyada bir dizi sağlık sorunu yaygındır. Hastalık bunların en yaygın olanlarından biridir. Globalissues.org'a göre, her yıl yaklaşık 36 milyon kişi, kardiyovasküler hastalık, kanser, diyabet ve kronik akciğer hastalığı dahil olmak üzere bulaşıcı olmayan hastalıklardan ölmektedir (Shah, 2014).
Hem viral hem de bakteriyel bulaşıcı hastalıklar arasında, AIDS/HIV, tüberküloz ve sıtma her yıl milyonlarca ölüme neden olan en yaygın olanlardır. (Shah, 2014).
Özellikle çocuklar arasında, ölüme neden olan veya diğer sağlık sorunlarına katkıda bulunan bir diğer sağlık sorunu, yetersiz beslenmedir. Yetersiz beslenmenin en çok etkilediği gruplardan biri küçük çocuklardır. 5 yaşın altındaki yaklaşık 7,5 milyon çocuk, genellikle yiyecek bulmak veya yemek yapmak için para bulunamamasından dolayı yetersiz beslenmeden ölmektedir.
Bedensel yaralanmalar da dünya çapında yaygın bir sağlık sorunudur. Kırık kemikler, çatlaklar ve yanıklar dahil olmak üzere bu yaralanmalar, genel olarak yaralanma veya yaralanmanın şiddetinden kaynaklanan enfeksiyonlar gibi nedenlerden dolayı bireylerin yaşam kalitesini düşürebilir veya ölümlere neden olabilir. (Moffett, 2013).
Çoğu zaman yaşam tarzı seçimleri, kötü sağlık durumuna katkı koyan faktörlerdendir. Bunlar, sigara içmek, aşırı yemek yemek, aşırı kısıtlayıcı bir diyet uygulamak ve buna bağlı olarak zayıf bir diyet olabilir. Hareketsizlik, genel sağlık sorunlarına ve uyku eksikliği, aşırı alkol tüketimi ve ağız hijyeni ihmaline katkıda bulunabilir. (Moffett, 2013). Ayrıca, kişi tarafından miras alınan ve kişiyi ne kadar etkilediklerine ve ne zaman ortaya çıktıklarına göre değişebilen genetik bozukluklar da vardır.
Bu sağlık sorunlarının çoğunluğu önlenebilir olmasına rağmen, global kötü sağlık durumuna en büyük katkı, yaklaşık 1 milyar insanın sağlık hizmeti sistemlerine erişememesidir. (Shah, 2014). Muhtemelen, en yaygın ve zararlı sağlık sorunu, pek çok insanın kaliteli çözümlere erişiminin olmamasıdır.
Ruh sağlığı.
Dünya Sağlık Örgütü zihinsel sağlığı, “bireyin kendi yeteneklerini gerçekleştirdiği, yaşamın normal stresleriyle baş edebildiği, üretken ve verimli bir şekilde çalışabileceği ve toplumuna katkıda bulunabildiği bir iyilik hali" olarak tanımlar. Ruh Sağlığı sadece akıl hastalığının yokluğu değildir.
Akıl hastalığı, “sosyal ve duygusal refahı ve insanların yaşamlarını ve üretkenliklerini etkileyen bilişsel, duygusal ve davranışsal koşullar yelpazesi” olarak tanımlanmaktadır. Zihinsel bir hastalığa sahip olmak, bir kişinin zihinsel işleyişini geçici veya kalıcı olarak ciddi şekilde bozabilir. Diğer terimler şunlardır: 'zihinsel sağlık sorunu', 'hastalık', 'bozukluk', 'işlev bozukluğu'
ABD'de 18 yaş ve üstü tüm yetişkinlerin yaklaşık beşte biri akıl hastalığı tanısı konulabilecek vaziyettedir. Zihinsel hastalıklar ABD ve Kanada'da en büyük engellilik nedenidir. Örnekler arasında şizofreni, ADHD, majör depresif bozukluk, bipolar bozukluk, anksiyete bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu ve otizm vardır.
Birçok genç, toplumun baskılarına ve karşılaştıkları sosyal sorunlara yanıt olarak zihinsel sağlık sorunlarından muzdariptir. Gençlerde görülen temel zihinsel sağlık sorunlarından bazıları şunlardır: depresyon, yeme bozuklukları ve uyuşturucu bağımlılığı. Bu sağlık sorunlarının olmasını engellemenin, zihinsel sağlık sorunlarından muzdarip bir gençle iyi sağlık iletişimi kurmak gibi birçok yolu vardır. Ruh sağlığı bozuklukları tedavi edilebilir ve gençlerin davranışlarına özen göstermek yardımcı olabilir.
Aşağıdakiler de dahil olmak üzere birçok faktör ruh sağlığı sorunlarına katkıda bulunur:
Sağlığı Koruma.
Sağlıklı kalmak için kişisel stratejiler ve düzenli müdahaleler kadar sağlık hizmetleri bilgi birikiminin ve uygulamalarının evrimleşmesi ile de şekilllenen devamlı bir süreçtir.
Diyet.
Kişisel sağlığı korumanın önemli bir yolu sağlıklı beslenmedir. Sağlıklı beslenme vücuda besinleri sağlayan birçok çeşit bitkisel ve hayvansal besinleri içerir. Bu besinler vücuda enerji verir ve işlevlerini sürdürmesini sağlar. Besinler kemiklerin, kasların ve tendonların yapılanmasına ve güçlenmesine ve aynı zamanda vücut proseslerinin ayarlanmasına yardımcı olur (ör.kan basıncı). Besin rehberi piramidi bölümlere ayrılmış sağlıklı yiyeceklerin piramit şeklindeki bir rehberidir. Her bölüm, her bir gıda grubu için önerilen alım miktarını göstermektedir (yani, Protein, Yağ, Karbonhidratlar ve Şekerler). Sağlıklı yiyecek seçimleri yapmak önemlidir, çünkü kalp hastalığı riskini ve bazı kanser türlerinin gelişme ihtimalini azaltabilir ve sağlıklı bir kilonun korunmasına katkıda bulunacaktır.
Akdeniz diyeti, fenoller, izoprenoidler ve alkaloidler gibi bazı biyoaktif bileşikleri içerdiğinden dolayı, sağlığı teşvik edici etkilerle sıkça ilişkilendirilir.
Egzersiz.
Fiziksel egzersiz fiziksel zindeliği ve genel sağlık ve iyilik halini arttırır veya korumaya yardımcı olur; kasları güçlendirir ve kardiyovasküler sistemi geliştirir. Ulusal Sağlık Enstitüsü'ne göre 4 tip egzersiz vardır: dayanıklılık, güç, esneklik ve denge
Uyku.
Uyku sağlığı korumak için temel bir bileşendir. Çocuklarda uyku, büyüme ve gelişme için de hayati önem taşır. Devam eden uykusuzluk, bazı kronik sağlık sorunları için artmış bir risk ile ilişkilendirilmiştir. Ek olarak, uykusuzluğun hem hastalıklara duyarlılığı arttırdığı hem de iyileşme sürelerinin uzaması ile korele olduğu gösterilmiştir. Bir çalışmada, gece de altı saat veya daha az uyuyan, kronik uyku yetersizliği olan kişilerin, gece yedi saat veya daha fazla uyuduğunu bildirenlere göre soğuk algınlığı olasılığının dört kat daha fazla olduğu bulundu. Uykunun insan metabolizmasının ayarlanmasında önemli bir rolü vardır ve uykusuzluk kilo kaybına yol açabilir ya da kilo vermeyi zorlaştırabilir. Buna ek olarak Dünya Sağlık Örgütü'ne bağlı kanser araştırma kurumu olan Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı 2007 yılında yayınladığı bir deklarasyonda, özellikle uyku düzenini bozan uzun süreli gece işlerine vurgu yaparak, sarkadyen ritimlerini bozan çalışma saatlerinin insanlar üzerinde muhtemelen kanserojen etki yarattığını bildirdi. 2015 yılında, Ulusal Uyku Merkezi yaşa göre uyku ihtiyaçları ile ilgili güncellenmiş tavsiyeler dizisi yayınladı ve normal uyku aralığının dışında uyumayı alışkanlık haline getirmiş bireylerin, ciddi sağlık sorunlarının belirtilerini ve semptomlarını gösterebileceğini ve eğer bu bilerek yapılıyorsa sağlığın ve genel iyilik halinin tehlikeye atılıyor olabileceğini bildirdi.
Bilimin rolü.
Sağlık bilimleri, bilimin sağlık üzerine odaklanan bir dalıdır. Sağlık bilimine iki ana yaklaşım vardır: insan vücudunun (ve hayvanların) nasıl işlediğini anlamak için insan vücudunun ve sağlıkla ilgili konuların çalışılması ve araştırılması; ve bu bilginin sağlığı geliştirmek ve hastalıkları ve diğer fiziksel ve ruhsal bozuklukları önleme ve tedavi etme amacıyla uygulanması. Bilim, biyoloji, biyokimya, fizik, epidemiyoloji, farmakoloji, tıbbi sosyoloji dahil olmak üzere birçok alt alan üzerine kuruludur. Uygulamalı sağlık bilimleri, sağlık eğitimi, biyomedikal mühendislik, biyoteknoloji ve toplumsal sağlık gibi alanlardaki uygulamalarla insan sağlığını daha iyi anlayıp, geliştirmeye çalışmaktadır.
Sağlığı geliştirmek için, sağlık bilimleri ile geliştirilmiş prensipler ve uygulamalar temelindeki organize müdahaleler, tıp, hemşirelik, beslenme, eczacılık, sosyal hizmet, psikoloji, mesleki tedavi, fizik tedavi ve diğer sağlık meslekleri aracılığı ile yürütülmektedir. Klinik uzmanlar bireysel sağlık üzerine odaklanırken, toplumsal sağlık uzmanları ise toplumların ve popülasyonların genel sağlığı ile ilgilenir. İşyeri sağlığı programları çalışanların sağlığını ve genel iyilik halini geliştirmek için, okul sağlık hizmetleri ise çocukların sağlığı ve genel iyilik halini geliştirmek için benimsenmiştir.
Toplumsal sağlığın rolü.
Toplumsal sağlık, "toplumların, özel ve resmi kurumların, toplulukların ve bireylerin organize çabaları ve bilinçli seçimleri vasıtası ile hastalıkları önleme, yaşam sürelerini uzatma ve sağlığı geliştirmenin bilimi ve sanatı" olarak açıklanır. Nüfus sağlığı analizine dayanarak bir topluluğun genel sağlığına yönelik tehditlerle ilgilenir. Söz konusu popülasyon bir avuç insan kadar az olabileceği gibi, birden fazla kıtada yaşayan insanlar kadar fazla da olabilir (örneğin, pandemik). Toplumsal sağlık birçok alt alana sahiptir, ancak tipik olarak epidemiyoloji, biyoistatistik ve sağlık hizmetleri disiplinlerarası kategorilerini içerir. Çevresel Sağlık, toplum sağlığı, davranışsal sağlık ve iş sağlığı alanları da önemli toplumsal sağlık alt kategorileridir.
Toplumsal sağlık ile ilgili müdahalelerin odak noktası, sağlıklı davranışların teşviki, topluluklar, çevrenin izlenmesi suretiyle hastalıkları, sakatlanmaları ve diğer sağlık durumlarını önlemek ve yönetmektir. Amacı, eğitim programlarının yürütülmesi, sağlık politikalarının geliştirilmesi, hizmet uygulamaları ve yürütülen araştırmalar ile sağlık sorunlarının önüne geçmek veya tekrarını önlemektir. Bir salgın durumunda olduğu gibi, çoğu zaman bir hastalığı tedavi edebilmek ya da bir patojeni kontrol altına alabilmek hayati önem taşır. Aşılamayı ve prezervatif kullanımını teşvik eden eğitim kampanyaları (buna karşı direncin üstesinden gelmek de dahil) dahil olacak şekilde Aşılama programları ve bulaşıcı hastalıkların 'nın yayılmasını önlemek için prezervatif dağıtılması, ortak önleyici halk sağlığı önlemlerine örnek olarak verilebilir.
Toplumsal sağlık aynı zamanda ülkelerin, kıtaların veya dünyanın değişik bölgelerindeki sağlık ile ilgili eşitsizlikleri sınırlandırmak için çeşitli eylemlerde bulunur. Bir durum, bireylerin veya toplumların sağlık hizmetlerine erişiminin finansal, coğrafi ve sosyo-kültürel engelleri ile ilgilidir. Toplumsal sağlık sisteminin uygulamaları anne ve çocuk sağlığı, sağlık hizmetleri yönetimi, acil müdahale ve bulaşıcı ve kronik hastalıkların önlenmesi ve kontrolü alanlarını içerir.
Toplumsal sağlık programlarının muazzam etkisi büyük oranda kanıksanmıştır. Toplumsal sağlık vasıtası ile geliştirilen politikalar ve uygulamaların da katkısı ile, 20. yüzyıl, dünyanın çoğunluğunda, bebek ve çocuk ölüm oranlarında düşüş ve yaşam sürelerinin uzamasındaki devam eden artış ile kayıtlara geçmiştir. Örneğin, Amerikalılar için yaşam beklentisinin 1900'den bu yana otuz yıl, dünya genelinde ise 1990'dan bu yana 6 yıl arttığı tahmin edilmektedir.
Kişisel bakım stratejileri.
Kişisel sağlık kısmi olarak insanların kendi sağlıkları hakkında gözlemlediği ve benimsediği aktif, pasif ve desteklenmiş ipuçlarına bağlıdır. Bunlar bütünleştirici bakım yolu ile, genellikle kronik bir durum olan bir hastalığın etkilerini önlemek veya minimize etmek için kişisel uygulamaları içerir. Ek olarak yıkanma ve elleri sabun ile yıkama, dişleri diş ipi ile temizleme ve fırçalama; besinleri güvenli olarak depolama, hazırlama ve muamele etme ve birçok diğerleri gibi enfeksiyon ve hastalıkları önlemek için gerekli kişisel hijyen uygulamalarını da içerir. Günlük yaşamın kişisel gözlemlerinden (örneğin, uyku düzenleri, egzersiz davranışı, beslenme ve çevresel özellikler hakkında) toplanan bilgiler, kişisel kararları ve eylemleri ("ör." "Sabahları yorgun hissediyorum, bu yüzden farklı bir yastıkta uyumayı deneyeceğim"), ayrıca klinik kararları ve tedavi planları ("ör.", ayakkabılarının normalden daha sıkı olduğunu fark eden bir hastanın, kalbinin sol tarafında bir yetmezlik şiddetlenmesi olabilir ve sıvı aşırı yüklemesini önlemek için diüretik ilaç alması gerekebilir.) için kullanılabilir.
Kişisel sağlık aynı zamanda kısmi olarak yaşamın sosyal yapısıyla ilgili olabilir. Güçlü sosyal ilişkilerin korunması, gönüllülük ve diğer sosyal aktivitelerin korunması, iyi bir ruh sağlığı ve uzun yaşam süresi ile ilişkilendirilmiştir. Amerika'da yapılan bir araştırma, 70 yaş üzeri yaşlıların, fiziksel sağlık durumuna bakmaksızın sıklıkla gönüllülük aktivitelerinde bulunan yaşlıların, bulunmayanlara göre daha düşük ölüm riski taşıdığını ortaya koymuştur. Singapur'dan başka bir araştırma gönüllülük aktivitelerinde bulunan emeklilerin, bulunmayan emeklilere göre, önemli oranda daha yüksek bilişsel performans puanlarına, daha az depresif belirtilere ve genel olarak daha iyi bir ruhsal sağlığa ve yaşam tatminine sahip olduklarını bildirdi.
Uzun süreli psikolojik stres sağlığı olumsuz yönde etkileyebilir ve yaşlanma, depresif bozukluk ve hastalık belirtileriyle beraber bilişsel bozulmada bir faktör olarak gösterilir. Stres yönetimi, stresi azaltmak veya strese olan direnci yükseltmeye yönelik yöntemlerin uygulanmasıdır. Rahatlama teknikleri stresi rahatlatmaya yönelik fiziksel yöntemlerdir. Bilişsel terapi, meditasyon ve olumlu düşünce, strese olan tepkinin şiddetini düşürerek fayda sağlayan psikolojik yöntemlerdir. Problem çözme ve zaman yönetimi gibi ilgili kabiliyetleri geliştirmek belirsizliği azaltır ve güven duygusunu pekiştirir ve bu da ilgili kabiliyetlerin uygulanabileceği stres yaratan durumlara olan tepkiyi azaltır.
Mesleki.
Güvenlik risklerine ek olarak, birçok meslek hastalık, rahatsızlık ve diğer uzun-dönem sağlık problemi riski de taşır. En yaygın meslek hastalıkları arasında silikozis ve kömür işçilerinin pnömokonyozu (siyah akciğer hastalığı) dahil olmak üzere çeşitli pnömokonyoz türleri vardır. Astım, birçok çalışanın hassas olduğu başka bir işyeri solunum yolu hastalığıdır. Çalışanlar ayrıca, egzama, dermatit, ürtiker, güneş yanığı ve cilt kanseri gibi deri hastalıklarına karşı hassas olabilirler.
Endişe konusu diğer meslek hastalıkları karpal tünel sendromu ve kurşun zehirlenmesini içerir.
Gelişmiş ülkelerde Hizmet sektörü işlerinin sayısı arttıkça, gittikçe daha fazla iş hareketsiz hale geldi ve imalat ve birincil sektör ile ilişkili olanlardan farklı bir sağlık problemleri dizisi ortaya çıkmaya başladı. Obezite oranının artması ve birçok ülkede stres ve aşırı çalışma ile ilgili konular gibi çağımıza ait problemler, iş ve sağlık arasındaki etkileşimi daha da karmaşıklaştırmış oldu.
Birçok hükûmet iş sağlığını sosyal bir mesele olarak görmektedir ve çalışanların sağlık ve güvenliğini sağlamak için kamu kuruluşları oluşturmuştur. "İngiliz Sağlık ve Güvenlik Yönetimi" ve Amerika Birleşik Devletleri'nde, iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili araştırmalar yapan "Ulusal Mesleki Güvenlik ve Sağlık Enstitüsü" ve işçi sağlığı ve güvenliği ile ilgili düzenleme ve politikaları yürüten "Mesleki Güvenlik ve Sağlık İdaresi" bunlara örnek olarak gösterilebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1051",
"len_data": 24349,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 4.16
}
|
Arkeoloji, arkeolojik yöntemlerle ortaya çıkarılmış kültürleri, sosyoloji, coğrafya, tarih, etnoloji, antropoloji, nümismatik, filoloji, gibi birçok bilim dalından yararlanarak araştıran ve inceleyen bilim dalıdır. Türkçeye yanlış bir şekilde "kazıbilim" olarak çevrilmiş olsa da kazı, arkeolojik araştırma yöntemlerinden sadece bir tanesidir. Arkeoloji asıl olarak insanlığın kültürel geçmişini, kültürlerin değişimini ve birbirleriyle ilişkilerini inceler.
Arkeoloji, Yunancadaki ἀρχé ("arkhe"): eski, eskiden kalma ve ό λόγος logos: bilgi, bilim, öğreti, öğretme, tanımlama, ortaya koyma kelimelerinden türemiştir. Kelime anlamı olarak da "Eskinin -Bilgisi, -Bilimi, - Öğretisi, -Tanımlanması ve -Ortaya Çıkarılması" anlamlarına gelebilmektedir.
Arkeoloji, kendi içinde birçok farklı bilim dalını barındırmaktadır. Bunlar arasında Tarihöncesi (Prehistorya) arkeolojisi, Klasik arkeoloji, Protohistorya ve Önasya arkeolojisi, Mısır arkeolojisi, Tevrat arkeolojisi ve Orta Çağ arkeolojisi sayılabilir.
Arkeoloji, yazılı tarihten önce ve sonra yaşamış insanlara ilişkin bilgi edinme olanağı sağlaması açısından özellikle önemlidir. Bu bilim dalının uzmanları olan arkeologlar araç, eşya, sikke ve yapı kalıntılarını inceleyerek, eski insanların nasıl yaşadıklarını anlayabilirler.
Arkeologlar çalışmalarını çoğunlukla eskiden insanların yaşadığı varsayılan yerleşimleri gün yüzüne çıkararak yürütürler. Yıkılan bir kentin üstüne yenisi yapıldığından eski kentler genellikle toprağın altında kalır ve üst üste kurulan yerleşmelerin mimari (özellikle kerpiç) yıkıntıları zamanla bir tepe oluşturur. Bu tür tepeler Türkiye'de "höyük", Yunanistan'da "Magula", Yakındoğu'da "Tell", İran'da "Teppe" olarak adlandırılır.
Türkiye'deki Alacahöyük, Yalıhüyük ve Çatalhöyük gibi eski yerleşmeler höyük türünü oluşturmaktadır. Ancak her arkeolojik buluntu yeri bir höyük değildir. İnler, düz yerleşme yerleri, antik kentler de arkeolojinin araştırma alanları arasında yer almaktadır.
Tarih öncesi arkeolojisi (Prehistorya arkeolojisi) yazının ortaya çıkmasından önceki dönemleri inceler. Bu incelemede kazılar çok büyük bir dikkatle yürütülür. Tarih öncesi dönemden günümüze kalan çanak çömlek parçaları, taş araçlar, mimari kalıntılar ya da organik kalıntılar çok önem taşımaktadır.
Arkeolojinin gelişimi.
Arkeolojinin ilk örnekleri.
Antik Mezopotamya'da, Akad İmparatorluğu hükümdarı Naram-Sin'in tapınağı (MÖ yaklaşık 2200) son Babil kralı Nabonidus tarafından MÖ yaklaşık 550 yılında keşfedildi ve analiz edildi, bu nedenle Nabonidus ilk arkeolog olarak bilinmektedir. Nabonidus, sadece güneş tanrısı Šamaš'ın, savaşçı tanrıça Anunitu'nun (her ikisi de Sippar'da bulunan) tapınaklarının ve Naram-Sin'in Ay tanrısı için inşa ettiği tapınağın temel kalıntılarını bulacak olan ilk kazılara liderlik etmekle kalmayıp, Harran'ı da eski ihtişamına kavuşturmuştu. Ayrıca Naram-Sin'in tapınağını ararken arkeolojik bir eserin tarihini belirleyen ilk kişi o olmuştur. Tahmini yaklaşık 1.500 yıl hatalı olmasına rağmen, o dönemde doğru tarihleme teknolojisinin eksikliği göz önüne alındığında, bu yine de çok iyi bir tahmin olarak kabul edilmektedir.
Antikacılar.
Arkeoloji bilimi (Grekçe: ἀρχαιολογία, arkeoloji, ", arkhaios", "antik" ve , "-logia", " -logy ") antikacılık olarak bilinen eski ve çok disiplinli çalışmadan doğmuştur. Antika meraklıları, tarihi alanların yanı sıra antik eserlere ve el yazmalarına özellikle dikkat ederek tarihi incelemişlerdir. Antikacılık, 18. yüzyılın sloganında özetlenen, geçmişin anlaşılması için var olan ampirik kanıtlara odaklanmıştır. 18. yüzyıl antikacısı Sir Richard Colt Hoare: "Teoriden değil gerçeklerden konuşuyoruz" demiştir. Arkeolojinin bir bilim olarak sistemleştirilmesine yönelik deneme niteliğindeki adımlar, 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa'da Aydınlanma döneminde gerçekleşti.
Song hanedanlığı döneminde (MS 960-1279) Çin İmparatorluğu'nda, Ouyang Xiu ve Zhao Mingcheng gibi kişiler, Shang ve Zhou dönemlerine ait eski Çin bronz yazıtlarını araştırarak, koruyarak ve analiz ederek Çin epigrafisi geleneğini kurmuşlardır. 1088'de yayınlanan kitabında Shen Kuo, çağdaş Çinli bilim adamlarını, antik bronz kapları halktan zanaatkârlar yerine ünlü bilgelerin eserleri olarak nitelendirdikleri, orijinal işlevlerini ve üretim amaçlarını ayırt etmeden bunları ritüel kullanım için canlandırmaya çalıştıkları için eleştirmiştir. Bu tür antika arayışları Song döneminden sonra azalmış, 17. yüzyılda Qing hanedanlığı döneminde yeniden canlandırılmış, ancak her zaman ayrı bir arkeoloji disiplini yerine Çin tarih yazımının bir dalı olarak kabul edilmiştir.
Rönesans Avrupa'sında Greko - Romen uygarlığının kalıntılarına ve klasik kültürün yeniden keşfine yönelik felsefi ilgi, Orta Çağ'ın sonlarında hümanizmle başladı.
Ancona'lı Cyriacus, Adriyatik'teki bir deniz cumhuriyeti olan Ancona'nın önde gelen İtalyan bir tüccar aileye mensup gezgin, hümanist ve antikacıydı. Çağdaşları tarafından "pater antiquitatis" ("antik çağın babası") ve bugün "klasik arkeolojinin babası" olarak anılmıştır: "Anconalı Cyriac, on beşinci yüzyılda Yunan ve Roma antik eserlerinin, özellikle de yazıtların en girişimci ve üretken kayıtçısıydı ve kayıtlarının genel doğruluğu ona modern klasik arkeolojinin kurucu babası olarak anılma hakkını veriyor." Antik binalar, heykeller ve yazıtlar hakkındaki bulgularını kaydetmek için Yunanistan'ı ve tüm Doğu Akdeniz'i dolaştı; bunlar arasında Parthenon, Delphi, Mısır piramitleri ve hiyeroglifler gibi kendi zamanına kadar bilinmeyen arkeolojik kalıntılar da vardı. Arkeolojik keşiflerini günlüğü "Commentaria'ya" (altı cilt halinde) kaydetmiştir.
İtalyan Rönesans hümanist tarihçisi Flavio Biondo, 15. yüzyılın başlarında antik Roma'nın kalıntıları ve topografyasına ilişkin sistematik bir rehber oluşturmuştur ve bu nedenle arkeolojinin kurucusu olarak anılmaktadır.
Aralarında John Leland ve William Camden'in de bulunduğu 16. yüzyılın antika meraklıları, İngiliz kırsalında araştırmalar yürütmüşler, karşılaştıkları anıtları çizmişler, tanımlamışlar ve yorumlamışlardır.
Oxford English Dictionary'de ilk kez 1824'te "arkeolog"dan bahsedilmektedir. Bu kısa süre sonra antikacılık faaliyetinin önemli bir dalı için olağan terim haline gelmiş bulunuyordu. "Arkeoloji", 1607'den itibaren, başlangıçta genel olarak "antik tarih" dediğimiz şey anlamına geliyordu; daha modern anlamıyla ilk kez 1837'de görülmüştür. Bununla birlikte, 1685 yılında, kendinin de dahil olduğu antik çağ çalışmalarını tanımlamak için "arkeoloji" nin en eski tanımlarından birini, Roma yazıtlarının transkripsiyonlarından oluşan bir koleksiyonun önsözünde sunan kişi Jacob Spon'du. "Miscellanea eruditae antiquitatis" adlı seyahat yıllarını anlattığı bir eseri vardır.
On ikinci yüzyıl Hint bilim adamı Kalhana'nın yazıları, yerel geleneklerin kaydedilmesini, arkeolojinin en eski izlerinden biri olarak tanımlanan el yazmaları, yazıtlar, madeni paralar ve mimarilerin incelenmesini içermektedir. Dikkate değer eserlerinden biri, MÖ yaklaşık 1150'de tamamlanan "Rajatarangini'dir." Ve Hindistan'ın ilk tarih kitaplarından biri olarak bilinmektedir.
İlk kazılar.
Arkeolojik kazı yapılan ilk yerlerden biri Stonehenge ve İngiltere'deki diğer megalitik anıtlardır. John Aubrey (1626-1697), İngiltere'nin güneyindeki çok sayıda megalitik ve diğer arazi anıtlarını kaydeden öncü bir arkeologdu. Bulgularının analizinde de zamanının ilerisindeydi. El yazısının, Orta Çağ mimarisinin, kostümün ve kalkan şekillerinin kronolojik üslup gelişiminin haritasını çıkarmaya çalışmıştı.
MS 79'da Vezüv Yanardağı'nın patlaması sırasında her ikisi de külle kaplanan antik Pompeii ve Herculaneum kentlerinde de İspanyol askeri mühendis Roque Joaquín de Alcubierre tarafından kazılar yapılmıştır. Bu kazılar 1748 yılında Pompeii'de, Herculaneum'da ise 1738 yılında başlamıştır. Mutfak eşyaları ve hatta insan şekilleriyle tamamlanmış kasabaların keşfi ve fresklerin gün yüzüne çıkarılması, Avrupa çapında büyük bir etki yaratmıştı.
Ancak modern tekniklerin gelişmesinden önce kazılar gelişigüzel yapılıyordu; tabakalaşma ve bağlam gibi kavramların önemi gözden kaçırılmıştı.
18. yüzyılın ortalarında, Alman Johann Joachim Winckelmann Roma'da yaşadı, kendini Roma antik eserlerinin incelenmesine adadı ve yavaş yavaş antik sanata dair rakipsiz bir bilgi birikimi edindi. Daha sonra Pompeii ve Herculaneum'da yürütülen arkeolojik kazıları gezdi. Winckelmann, bilimsel arkeolojinin kurucularından biridir ve stil kategorilerini geniş, sistematik bir temelde sanat tarihine uygulayan ilk kişidir. Aynı zamanda Yunan sanatını dönemlere ve zaman sınıflandırmalarına ayıran ilk kişilerden biridir. Winckelmann, hem "Modern arkeolojinin peygamberi ve kurucu kahramanı" hem de sanat tarihi disiplininin babası olarak adlandırılmıştır.
Arkeolojik yöntemin gelişimi.
Arkeolojik kazıların babası William Cunnington'du (1754-1810). 1798'de Wiltshire'da Sir Richard Colt Hoare tarafından finanse edilen kazıları üstlenmişti. Cunnington, Neolitik ve Tunç Çağı höyüklerinin titizlikle kayıtlarını yapmıştır. Bunları kategorize etmek ve tanımlamak için kullandığı terimler bugün hâlâ arkeologlar tarafından kullanılmaktadır. Bununla birlikte, gelecekteki ABD Başkanı Thomas Jefferson'un da 1784 yılında Virginia'daki birkaç Kızılderili mezar höyüğünde hendek yöntemini kullanarak kendi kazılarını yapmaya başladığı kaydedilmiştir. Kazılarına "Höyük İnşa Edenler" sorusu yol açmıştır, ancak dikkatli yöntemleri ona, günümüz Yerli Amerikalılarının atalarının bu tümsekleri neden yükseltememeleri için hiçbir neden göremediğini kabul edecek kadar içgörü sağladı.
19. yüzyıl arkeolojisinin en büyük başarılarından biri stratigrafinin gelişmesiydi. Birbirini takip eden dönemlere uzanan katmanların örtüşmesi fikri, William Smith, James Hutton ve Charles Lyell gibi bilim adamlarının yeni jeolojik ve paleontolojik çalışmalarından ödünç alınmıştır. Stratigrafinin arkeolojiye sistematik olarak uygulanması ilk olarak tarih öncesi ve Tunç Çağı yerleşimlerinde yapılan kazılarla gerçekleşti. 19. yüzyılın üçüncü ve dördüncü onyıllarında Jacques Boucher de Perthes ve Christian Jürgensen Thomsen gibi arkeologlar buldukları eserleri kronolojik sıraya koymaya başladılar.
Arkeolojinin titiz bir bilime dönüşmesinde önemli bir figür, 1880'lerde İngiltere'deki topraklarında kazılara başlayan ordu subayı ve etnolog Augustus Pitt Rivers idi. Yaklaşımı, zamanın standartlarına göre son derece metodikti ve yaygın olarak ilk bilimsel arkeolog olarak kabul edilmektedir. Eserlerini türe göre veya " tipolojik" olarak, türler içinde ise tarihe göre veya "kronolojik" olarak düzenlemiştir. İnsan yapımı eserlerdeki evrimsel eğilimleri vurgulamak için tasarlanan bu düzenleme tarzı, nesnelerin doğru tarihlendirilmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Onun en önemli metodolojik yeniliği, sadece güzel veya benzersiz olanların değil, "tüm" eserlerin toplanıp kataloglanması konusundaki ısrarıydı.
William Flinders Petrie, meşru olarak "Arkeolojinin Babası" olarak adlandırılabilecek bir başka insandır. Hem Mısır'da hem de daha sonra Filistin'de yaptığı özenli kayıtlar ve eserler üzerindeki çalışmaları, modern arkeolojik kayıt yöntemlerinin arkasındaki fikirlerin çoğunu ortaya koydu; "Gerçek araştırma çizgisinin en küçük ayrıntıların not edilmesi ve karşılaştırılmasında yattığına inanıyorum" demiştir. Petrie, Mısırbilimin kronolojik temelinde devrim yaratan çanak çömlek ve seramik bulgularına dayalı katmanların tarihlendirilmesi sistemini geliştirmiştir ve kendi, 1880'lerde Mısır'daki Büyük Piramit'i bilimsel olarak araştıran ilk kişidir. Aynı zamanda, MÖ 14. yüzyıl firavunu Tutankhamun'un mezarını keşfederek şöhrete kavuşan Howard Carter da dahil olmak üzere, tüm Mısır bilimci nesline danışmanlık ve eğitim vermekten sorumluydu.
Halkın ilgisini çeken ilk stratigrafik kazı, 1870'lerde Heinrich Schliemann, Frank Calvert ve Wilhelm Dörpfeld tarafından antik Truva'nın bulunduğu Hisarlık kazısıydı. Bu bilim adamları, tarih öncesinden Helenistik döneme kadar birbiriyle örtüşen ve katmanlardan oluşan dokuz farklı şehri tespit ettiler. Bu arada Sir Arthur Evans'ın Girit'te Knossos'taki çalışması, aynı derecede gelişmiş bir Minos uygarlığının kadim varlığını ortaya çıkarmıştır.
Arkeolojinin gelişimindeki bir sonraki önemli isim, 1920'lerde ve 1930'larda kazılara son derece disiplinli yaklaşımı ve sistematik kapsamıyla bilimin hızla ilerlemesini sağlayan Sir Mortimer Wheeler'dı. Wheeler, öğrencisi Kathleen Kenyon tarafından da geliştirilen ızgaralı kazı sisteminin mucididir.
Arkeoloji 20. yüzyılın ilk yarısında mesleki bir faaliyet haline geldi ve arkeolojinin üniversitelerde ve hatta okullarda ders olarak okunması mümkün hale geldi. 20. yüzyılın sonunda profesyonel arkeologların neredeyse tamamı (en azından gelişmiş ülkelerde), mezun olmuşlardı. Deniz arkeolojisi ve kent arkeolojisinin daha yaygın hale geldiği ve artan ticari gelişme sonucunda kurtarma arkeolojisinin de geliştiği bu dönemde arkeolojiye daha fazla adapte olundu ve yenilikler devam etti.
Tarihler ve çağlar.
Arkeologların yapması gereken en önemli işlerden biri, ulaştıkları buluntuların hangi dönemden kaldığını saptamaktır. Bu buluntular arasında ele geçen yazılı belgeler, bu işi kolaylaştırır; ama yazılı bir belge yoksa, örneğin binlerce yıl öncesinden kaldığı tahmin edilen bir eşyanın kesin yapım tarihini bulmak çok zordur. Arkeolojinin eski yerleşmeleri ve buluntuları tarihlendirmede yararlandığı yazılı tarih öncesi dönemleri, ilk kez Danimarkalı bir arkeolog sınıflandırmıştır. Bu yazılı tarih öncesi döneme, Prehistorya ya da Tarihöncesi olarak adlandırılır. İnsanların çok sert bir taş olan çakmak taşı ve obsidyenden mikrolit adı verilen alet ve silah yaptıkları ilk dönem Taş Devri ya da Paleolitik Çağ'dır. (MÖ 2.000.000 - 10.000) 2. devir olarak Mezolitik Çağ ise MÖ 10.000 - 8.000 arası iki bin yıllık bir dönemi kapsar. Neolitik Çağ, 3. devir olarak sayılır ve MÖ 8.000 - 5.500 yıllarını kapsar. Taş-bakır kullanımının arttığı 4. devir ise Kalkolitik Çağ'dır ve MÖ 5.500 - 3.000 arası yılları kapsamaktadır. Kalkolitik Çağ kendi içinde Bakır Çağı, Tunç Çağı ve Demir Çağı olmak üzere üçe ayrılır. Bakır Çağı, alet ve eşya yapımında bakır madeninin kullanıldığı devirdir. Tunç Çağı ise alet ve silahların bakır ve kalay karışımı ile elde edilen tunçtan yapıldığı bir sonraki dönemdir. Tunçtan daha sert ve dayanıklı olan demirin kullanılmaya başlandığı Kalkolitik Çağ'ın son dönemi ise Demir Çağı'dır. Çağdaş arkeologlar Paleolitik ve Kalkolitik arasındaki çağları kendi içinde daha kısa süreli dönemlere ayırırlar.
Bir arkeolog, ortaya çıkardığı aygıtların hangi çağdan kaldığını saptasa bile bu aygıtların yapıldıkları tarihe ilişkin bilgi edinmesi her zaman kolay olmaz; çünkü bir bölgede yaşayan insanlar taştan aygıtlar kullanırken aynı dönemde başka bir bölgede insanların tunçtan aygıtlar kullandığı bilinmektedir.
Ortadoğu'daki buluntular.
Arkeolojinin en zengin kaynakları Orta Doğu'da bulunmaktadır. Mezopotamya, İran, Irak, Suriye ve Mısır'ı kapsayan Ortadoğu'yu Protohistorya ve Önasya arkeolojisi incelemektedir.
Örneğin; Antik Mısır yazısı olan hiyeroglifin 1822'de arkeologlar ve yazı uzmanları tarafından çözülmesi, arkeoloji için bir dönüm noktası oldu. Hiyeroglifin çözülmesinde kilit rol oynayan Rosetta Taşı'nda aynı sözcükler hem hiyeroglif hem de Antik Yunan yazısı ve başka bir tür Mısır yazısıyla yinelenmişti. Bu gelişme çok sayıda arkeoloğun Mısır'a ilgi göstermesine yol açtı. Yapılan kazılarla Antik Mısır'daki yaşama ilişkin yeni bilgilere ulaşıldı. Arkeolojinin en önemli buluşlarından olan Rosetta Taşı, günümüzde Londra'da British Müzesi'nde sergilenmektedir.
Truva ve Girit.
Eski Yunan şairi Homeros şiirlerinden birinde, 10 yıllık bir kuşatmadan sonra ele geçirilen Troya kentinin öyküsünü anlatır. Ama bu kentin nerede olduğu kesin olarak bilinmiyordu. Troya'nın gerçek yerini 1871'de Alman arkeolog Heinrich Schliemann saptadı. Schliemann, kazılarda ortaya çıkardığı buluntuları gizlice yurtdışına kaçırmasına karşın Osmanlı hükûmetinden 1876'da yeniden kazı izni aldı ve Wilhelm Dörpfeld ile birlikte Troya'daki kazıları sürdürdü. Eski krallıklara ilişkin bir başka önemli kazının yapıldığı yer Akdeniz'deki Girit Adası'ydı. Arkeolog Sir Arthur Evans, 1900'da Knossos'ta yaptığı kazılarda eski Girit krallarının yaşadığı büyük bir sarayı ortaya çıkardı. O tarihe kadar yalnızca Yunan mitolojisinin bir kahramanı sanılan Minos'un gerçek bir kral olduğu anlaşıldı. Bulunan sarayın duvarları, boğa güreşlerinin, çiçeklerin ve hayvanların sanki 3.000 yıl önce değil de, bir gün önce yapılmış gibi duran parlak renkli resimleriyle bezenmişti.
Su altındaki kalıntılar.
Toprak altındaki eski kentler, binlerce yıl dayanmış ve kalıntıları günümüze ulaşmıştır. Su da toprak gibi Tarih Öncesinde yaşamış olan insanların evlerini ve eşyasını zamana karşı korumuştur. Bundan dolayı suyun altında da arkeoloji için pek çok zengin malzeme bulunmaktadır. Arkeolojinin su altındaki kalıntılarını incelen dalı sualtı arkeolojisi olarak adlandırılır. 1854'te, İsviçre'nin Zürih kentindeki gölün suları çok azalınca, dibindeki eski ev kalıntıları ortaya çıktı. Arkeologlar evlerin bulundukları katmanları inceleyerek yapıldıkları dönemleri saptadılar. Bulunan tahta aygıtlar, keçeler, sepetler ve hatta elma, armut ve ekmek artıkları o insanların günlük yaşamlarına ilişkin önemli bilgiler sağladı. Türkiye'de de Bodrum ve Antalya yöresinde su altı çalışmaları yapılmış ve çok sayıda buluntu ortaya çıkarılmıştır ki bunlar Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir.
Arkeolojinin amacı.
Arkeolojinin amacı geçmiş toplumlar ve insan ırkının gelişimi hakkında daha fazla bilgi edinmektir. İnsanlığın gelişiminin %99'undan fazlası, yazıyı kullanmayan tarih öncesi kültürlerde meydana gelmiştir, dolayısıyla çalışma amaçlı hiçbir yazılı kayıt mevcut değildir. Bu tür yazılı kaynaklar olmadan tarih öncesi toplumları anlamanın tek yolu arkeolojiden geçer. Arkeoloji geçmiş insan etkinliklerinin incelenmesi olduğundan, yaklaşık 2,5 yıl milyon öncesine, ilk taş aletlerin bulunduğu zamana kadar uzanır. İnsanlık tarihindeki pek çok önemli gelişme, tarih öncesi dönemde meydana gelmiştir; örneğin, homininlerin Afrika'daki Australopithecus'lardan modern "Homo sapiens'e" dönüştüğü Paleolitik dönemdeki insanlığın evrimi gibi. Arkeoloji aynı zamanda insanlığın birçok teknolojik ilerlemesine de ışık tutar; örneğin ateş kullanma yeteneği, taş aletlerin geliştirilmesi, metalurjinin keşfi, dinin başlangıcı ve tarımın yaratılması. Arkeoloji olmasaydı, yazının öncesine dayanan maddi kültürün insanlık tarafından kullanımına ilişkin çok az şey bilinebilir veya hiçbir şey bilinemezdi.
Ancak, arkeoloji kullanılarak yalnızca tarih öncesi, okuryazarlık öncesi kültürler değil, aynı zamanda tarih dönemlerini arkeolojinin alt disiplinleri aracılığıyla yazının keşfi sonrası dönemler ve okuryazar kültürler de incelenebilir. Antik Yunan ve Mezopotamya gibi pek çok okuryazar kültürün hayatta kalan kayıtları genellikle eksik ve bir dereceye kadar önyargılıdır. Pek çok toplumda okuryazarlık, din adamları, saray ya da tapınak bürokrasisi gibi elit sınıflarla sınırlı olmuştur. Aristokratların okuryazarlığı bazen tapu ve sözleşmelerle sınırlı kalmıştır. Elitlerin çıkarları ve dünya görüşleri çoğu zaman halkın yaşamlarından ve çıkarlarından oldukça farklıdır. Bu yüzden genel nüfusu daha iyi temsil eden insanlar tarafından üretilen yazıların kütüphanelere girmesi ve gelecek nesiller için orada saklanması pek mümkün değildi. Bu nedenle, yazılı kayıtlar sınırlı sayıda bireyin, genellikle de daha büyük nüfusun küçük bir kısmının önyargılarını, varsayımlarını, kültürel değerlerini ve muhtemelen aldatmacalarını yansıtma eğilimindedir. Bu nedenle yazılı kayıtlara tek kaynak olarak güvenip, sadece bu kaynaklar ile bir görüş belirtmek her zaman doğru bir yargı olmayabilir. Maddi kayıtlar ise, örnekleme yanlılığı ve farklı koruma gibi kendi önyargılarına tabi olmasına rağmen, toplumun adil bir temsiline daha yakın olabilmektedir.
Çoğu zaman arkeoloji, geçmişteki insanların varlığını ve davranışlarını öğrenmenin tek yoludur. Binlerce yıl boyunca binlerce kültür, toplum ve milyarlarca insan gelip gitmiştir; bunlar hakkında çok az yazılı kayıt vardır veya hiç yazılı kayıt yoktur ya da mevcut kayıtlar için yanlış beyanda bulunuluyordur veya bu kaynaklar eksiktir. Bugün bilindiği şekliyle yazı, MÖ 4. bin yıla kadar insan uygarlığında mevcut değildi. Buna karşılık "Homo sapiens" en az 200.000 yıldır vardır. Bunun yanında diğer "Homo" türleri de milyonlarca yıldır varolmuştur (bkz. İnsanın evrimi). Bu uygarlıkların en çok bilinenleri tesadüf değildir; yüzyıllardır tarihçilerin araştırmasına açıkken, tarih öncesi kültürlerin incelenmesi ancak son zamanlarda ortaya çıkmıştır. Birçok olay ve önemli insan uygulamaları, okuryazar bir medeniyette resmi olarak kaydedilmemiş olabilir. İnsan uygarlığının ilk yıllarına (tarımın gelişimi, halk dininin kült uygulamaları, ilk şehirlerin doğuşu) ilişkin her türlü bilginin arkeoloji ile öğrenilmesi ve bilinmesi gerekir.
Bilimsel önemlerinin yanı sıra, arkeolojik kalıntılar bazen onları üreten insanların torunları için politik veya kültürel öneme, koleksiyoncular için parasal değere veya güçlü bir estetik çekiciliğe sahiptir. Pek çok kişi arkeolojiyi geçmiş toplumların yeniden inşası yerine bu tür estetik, dini, politik veya ekonomik hazinelerin kurtarılmasıyla özdeşleştirmektedir.
Bu görüş genellikle Raiders of the Lost Ark, The Mummy ve King Solomon's Mines gibi popüler kurgu eserlerin insanlar arasında yarattığı etki ile benimsenmektedir. Gerçekçi olmayan konular daha ciddi bir şekilde ele alındığında, sahte bilim suçlamaları her zaman bunların savunucularına yöneltilmektedir "(bkz. Sahte Arkeoloji)." Ancak gerçek ya da kurgusal bu çabalar modern arkeolojiyi temsil etmemektedir.
Teori.
Arkeolojik teoriye ilişkin tüm arkeologların bağlı olduğu tek bir yaklaşım yoktur. 19. yüzyılın sonlarında arkeoloji gelişmeye başladığında, arkeolojik teoriye uygulanacak ilk yaklaşım, kültürlerin neden değiştiğini ve uyarlandığını vurgulamaktan ziyade neden değiştiğini ve uyarlandığını açıklama hedefini benimseyen, dolayısıyla tarihi vurgulayan kültür-tarih arkeolojisi ve ayrıntıcılıktı. 20. yüzyılın başlarında, mevcut toplumlarla (Yerli Amerikalılar, Sibiryalılar, Mezoamerikalılar vb. gibi) doğrudan devam eden bağları olan geçmiş toplumları inceleyen birçok arkeolog, doğrudan tarihsel yaklaşımı izlemiş ve geçmiş ile çağdaş etnik ve kültürel gruplar arasındaki sürekliliği karşılaştırmıştır.
1960'larda, büyük ölçüde Lewis Binford ve Kent Flannery gibi Amerikalı arkeologların önderlik ettiği, yerleşik kültürel tarih arkeolojisine isyan eden bir arkeolojik hareket ortaya çıkmıştır. Flannery ve Binford, daha "bilimsel" ve "antropolojik" olacak, hipotez testi ve bilimsel yöntemin süreçsel arkeoloji olarak bilinen şeyin çok önemli kısımları olan bir "Yeni Arkeoloji" önerdiler.
1980'lerde İngiliz arkeologlar Michael Shanks, Christopher Tilley, Daniel Miller ve Ian Hodder'ın önderliğinde yeni bir postmodern hareket ortaya çıkmıştır. Bu süreç sonrası arkeoloji olarak bilinir hale geldi. Süreççiliğin bilimsel pozitivizme ve tarafsızlığa çağrısını sorguladı ve daha özeleştirel bir teorik düşünümselliğin önemini vurguladı. Ancak bu yaklaşım, süreççiler tarafından bilimsel titizlikten yoksun olduğu gerekçesiyle eleştirilmiştir ve hem süreççiliğin hem de süreç sonrası yaklaşımın geçerliliği hâlâ tartışılmaktadır. Bu arada, tarihsel süreççilik olarak bilinen başka bir teori, süreç ve süreç sonrası arkeolojinin yansıma ve tarih vurgusunu birleştirmeye çalışan bir teori ortaya çıkmıştır.
Arkeolojik teori artık neo-evrimci düşünce, [35] fenomenoloji, postmodernizm, vekalet teorisi, bilişsel bilim, yapısal işlevselcilik, cinsiyet temelli ve feminist arkeoloji ve sistem teorisi dahil olmak üzere çok çeşitli etkilerden faydalanmaktadır.
Günümüzde arkeoloji.
Eskiden zengin hazineler, saraylar ve tapınaklar bulma umuduyla kaçak kazılar yapılırdı. Sıradan insanların yaşadıkları yerler definecileri ilgilendirmiyordu. Oysa arkeologlar geçmişi iyi anlayabilmenin yolunun, bulunabilen her şeyi incelemekten geçtiğini bilirler. Arkeologlar buluntuları incelerken, o topluluğun ekonomisini, değişik işleri ve görevleri olan insanlar arasındaki ilişkileri ve dinsel inanışlarını da araştırıyorlar. Yetiştirdikleri bitkilere ve hayvanlara bakarak insanların çevrelerini nasıl değiştirdiklerini, kendilerinin de çevreden nasıl etkilendiğini anlamaya çalışıyorlar.
Ortadoğu'da bazı arkeologlar çöllerde araştırmalar yaparak, kentlerin henüz kurulmadığı ve uygarlıkların yerleşmediği dönemlerdeki göçebe topluluklara ilişkin bilgi edinmeye çalışıyorlar. Çok kısa bir süre öncesine kadar kitaplarda, elyazmalarında ve iyi korunmuş yapılarda Orta Çağa ilişkin yeterince bilgi bulunduğu sanılıyordu. Yakın tarihlerde bu alanda da yepyeni gelişmeler oldu. Birçok araştırmacı son 200 yılda yapılmış kanalları, demiryollarını, fabrikaları konu alan sanayi arkeolojisi alanında çalışıyor. Günümüzde kısaca, geçmişe ilişkin her şey arkeolojinin kapsamına girmektedir.
Alan araştırması.
Havadan çekilen fotoğraflar arkeologların çalışmalarına büyük katkı sağlamaktadır. Bu fotoğraflar, araştırılacak alanı yere serilmiş bir harita gibi gösterir. Örneğin, birbirine bağlı kısa, düzenli yollar ya da setler Roma dönemini işaret eder. Güneş ışınlarının eğik olduğu saatlerde çekilmiş fotoğraflarda görülen hafif tümsekler ve çukurlar ise buralarda eski yerleşmelerin izlerini gösterir. Bunlar hisar, hendek ve yapı kalıntıları olabilir.
Yılın belli zamanlarında çimenlerin ya da ekinlerin renginde ve boyunda gözlenen bazı değişiklikler de arkeologlara önemli ipuçları verir. Örneğin, bir tarlanın genelinde tahıllar yeşilken bir bölümü kısa zamanda olgunlaşıp sararmış olması, o toprağın altında taştan dayanakların bulunduğunu gösterir. Eğer tarlanın altında doldurulmuş çukurlar ya da hendekler varsa, buralarda su birikeceği için, ekili ürünün olgunlaşması gecikir. Bu yerler fotoğraflarda yeşil çizgiler ya da noktalar olarak göze çarpar. Bu tür belirtilerden birçok eski yerleşme yeri saptanmış ve gün ışığına çıkartılmıştır.
Toprak altında kalmış çanak çömlek ocakları, pişmiş kilde bulunan magnetik güçten dolayı, duyarlı magnetometrelerle (magnetik güç ölçme aleti) saptanabilir. Bir zamanlar canlıların yaşamış olduğu ve organik maddelerin bulunduğu yerlerde de, çevrelerine göre daha çok magnetizma vardır. Arkeologlar magnetometreyle çanak çömlek ya da çini gibi eşyanın bulunduğu ve insanların yaşadığı yerleri kolayca saptayabilirler.
Alan araştırmasında kullanılan bir başka yöntem de, topraktaki direncin elektrikle ölçülmesidir. İçi nemli toprakla dolu bir hendek daha az, taş duvarlar ya da sert zeminler daha çok direnç gösterir.
Ekili tarlalarda toprak sürülürken ortaya çıkmış bir çömlek ya da çini parçası ile tümsek ya da çukurlar, bir arkeoloğun buradaki eski kalıntıları bulmasına yardımcı olur. Ayrıca, eski haritalardan, belgelerden, yer adlarından ve yerel geleneklerden de yeni ipuçları çıkarılabilir ve dünya da pek çok yerleşme kalıntısı bu yolla bulunmuştur.
Kazı nasıl yapılır?
Çağdaş kazıların nasıl yürütüldüğünü daha iyi anlayabilmek için, Roma dönemi bir evin yapılış öyküsünü örnek almak iyi bir yol olabilir. Çünkü arkeologlar günümüzde Roma dönemi bir evi ortaya çıkarmak üzere kazıya başladığında, bu öyküyü sondan başa doğru yeniden kurmaktadır.
Roma dönemin yapı ustası, bir evi yapmaya giriştiğinde önce toprağı temizler, ardından temel çukurlarını kazar. Sonra, mozaiklerle resimler ya da motifler yaparak zemini döşer. Duvarları örüp üstünü bir çatıyla kapatır.
Ev artık oturulacak hale gelmiştir ve insanlar gelip yerleşirler. Ustanın cebinden düşen bir metal para evin temelinde kalabilir. Evde yaşayanlar bazı küçük eşyasını evde yitirebilir. Kırılan çanak çömlek parçaları çöp çukuruna atılır. Böylece evde yaşayanların öteberileri kıyıda köşede kalabilir. Arkeolojide bu süreç yerleşme dönemi olarak adlandırılır. Daha sonra bir savaştan dolayı insanlar yaşardığı evi terk etmek zorunda kalabilir, ev bir depremde çökebilir. Artık içinde insanın yaşamadığı evin zamanla tamamen çöker; ahşap kısımları çürür, duvarlar yıkılır. Aradan uzun yıllar geçince de ev bütünüyle toprağın altında kalır. Aradan yüzyıllar geçince üzerindeki toprak dümdüz olur. Burası ekili bir alan haline gelebilir ya da üzerine yine bir ev yapılabilir.Arkeologlar önce toprak altında böyle bir evin varlığını saptar. Kazı alanının tümünü ya da çevresini ince çelik çubuklarla çevirir. Bu, kazı boyunca yapılacak ölçümlerin doğruluğu, çıkarılacak plan ve sonuçların güvenilirliği için gereklidir. Artık sıra, çatıdan temele doğru bütün tabakaları tek tek özenle kaldırmaya gelmiştir.
İlk tabakaya ulaşıncaya değin kazı makineleri kullanılabilir. Ama ilk tabaka kaldırılınca, artık kazıda yalnızca sivri uçlu mala, kürek ve kova kullanılır. Kazı sırasında ortaya çıkarılan duvarlar, ocaklar, fırınlar ve insan yapımı öbür yapılar örselenmeden birbirinden ayrılır. Arkeologlar bütün bunları inceler ve ayrıntılı notlar tutar. Ele geçen eşya tek tek özenle temizlenir ve bulundukları tabakayı belirtecek biçimde numaralanır. Eşyaların üzerinde o dönemin hükümdarının resimleri varsa, bu eşyanın yapılış tarihini saptamayı kolaylaştırır. Ama buluntular daha eski dönemlerden kalmış, yazısız ve resimsiz de olabilir. Ayrıca başka döneme ait eşya o tabakadaki eşyayla karışmış olabilir. Böyle durumlarda kesin tarihlendirme yapılırken, bir üst tabakaya hiç dokunulmamış olması gerekir.
Kazıyı yapan kişi, bu evin yapıldığı, değiştirildiği ya da yıkılmaya bırakıldığı tarihleri saptar. Ayrıca evde yaşamış olanların ne gibi özellikleri olduğunu ve yaşam biçimlerini ortaya çıkarabilir. Örneğin bir çiftlik eviyse, çevresinde tarlalar, otlaklar ve korular bulunacağını bilir. Buradaki bitki, tohum, polen ve tahıl kalıntıları, çevrenin o zamanki bitki örtüsünü gösterir. Hayvan kemikleri, burada yaşamış insanların yedikleri etin cinsini anlamamızı sağlar. Kullandıkları araç gereçler insanların günlük yaşamları hakkında bilgi verir.
Kentlerde kazı çalışmaları, açık alanlardaki kazılardan daha zor ve karmaşıktır. İnsanların yüzyıllardır yaşamakta oldukları kentlerde kazılar yıllarca sürebilir. Öte yandan bir kalıntının varlığı saptansa bile, bu mevcut yapıların ya da sokakların altında bulunacağından kazı yapma olanağı da yoktur. Bunun gibi nedenlerden dolayı büyük kentlerde daha az kazı yapılmaktadır. Yapıların ortaya çıkarılmasında kullanılan yöntemler, Roma yolları, kanallar, surlar gibi öteki alanlarda yapılan arkeolojik kazılarda kullanılmaz. Bu tür kazılarda birbiri üzerine binen bütün katmanların görülebileceği bir kesit elde edilmeye çalışılır.
Bilimsel yöntemler.
Arkeolojide günümüzde tarihlendirmede çeşitli bilimsel yöntemler kullanılmaktadır. Bunlardan biri olan radyokarbonla tarihlendirme yönteminin bulunması, arkeolojide büyük bir gelişme sağladı. Bu yöntemle odunun, kömürün ve eski yerleşim bölgelerinde bulunan kemiklerin yaşlarını saptamak olanaklı hale geldi. Her canlının yapısında karbon bulunmaktadır ve bunun neredeyse tamamı karbon-12'dir. Belli bir oranda da radyoaktif ve "ağır" olan karbon-14 vardır. Örneğin bir ağaç kesilince, artık yeni karbon-14 atomları alamaz ve var olan radyoaktif karbon atomları da belli bir hızla yok olmaya başlar. Böylece yaklaşık 5.500 yıl sonra bu atomların yarısı karbon-12 atomlarına dönüşür. Radyoaktif karbonun karbon-12'ye oranı ölçülerek, canlının ne kadar zaman önce öldüğü saptanabilmektedir. Ne var ki bu yöntem, tarihi belli olan Antik Mısır buluntularına uygulandığında, saptanan tarihlerin çok kesin olmadığı anlaşılmıştır.
Bir başka tarihlendirme yöntemi de ısıyla ışıldamadır (ısıl ışıldama). Bu yöntem yalnızca pişmiş kile uygulanabilmektedir. Kilde radyoaktif atomlar içeren elementler vardır. Kil pişirilmeden önce bunlar çevrelerine ışık biçiminde parçacıklar saçarlar. Pişme işleminin sonunda, atomların saçtığı bu parçacıklar kristalleşmiş yapının içinde hapsolur. Isıyla ışıldama yönteminde çömlekten alınan bir örnek, parçaların yeniden serbest kalacağı noktaya kadar ısıtılır. Bu parçacıklar ışık biçiminde (ışıldayarak) açığa çıktıkları için fotometre aygıtıyla ölçülür. Çömlek ne kadar çok ışık verirse, o kadar eskidir.
Bir ağacın yaşının, gövdesindeki yıllık büyüme halkalarına göre saptanmasına dendrokronoloji denir. Ağaç gövdesinin kesitinde iç içe ince ve kalın halkalar görülür. Havaların iyi gittiği yıllarda ağaç daha çabuk büyüyeceğinden halkaların kalınlığı artar. Bu yöntemle ağacın yaşadığı dönemdeki iklim koşulları bile anlaşılabilir. Bir çam türünün 4.000 yıl önceki ve günümüzde yaşamakta olan örnekleri bu yöntemle karşılaştırılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1052",
"len_data": 32624,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 4.07
}
|
Teknoloji ya da uygulayım bilimi, (, "tekno"; "zanaat, beceri, el sanatları"; ; "-loji") İnsanlığın, içinde bulunduğu koşullarla baş etmedeki yetersizliğini gidermek üzere faydalanabileceği malzeme, alet, araç ve yöntemlerin; bulunması, geliştirilmesi ve üretilmesi süreçlerine verilen addır.
Avcı-Toplayıcı çağlarda kullanılan taş, sopa, ok, yay, kütük kano, tekerlekten; tarım toplumlarında kullanılan toprak kap kacak, pulluk, at/öküz arabası, taş yapılar, yelkenli kayıklara; yerleşik düzene geçen topluluklarda kullanılan kerpiç barınaklar, köprüler, yel değirmenleri, piramidler, çelik, baruttan; günümüzde, uzay araştırmalarında veya parçacık hızlandırma deneylerinde kullanılan gelişmiş laboratuvar donanımlarına kadar tüm araç ve gereçler, insanın doğa karşısındaki zayıflık veya yetersizliğini gidermek üzere üretilmişlerdir. Aynı zamanda, insanın doğaya karşı en yıkıcı silahı olmuştur. Teknolojik bilgi ve üretim seviyesi, tarihi boyunca devletlerin kurulması ve yıkılmasında, en güçlü etkenlerden biri haline gelmiştir. Silah, sağlık ve besin sektörleri, teknolojinin en gelişmiş araçlarını kullanmaya eğilim gösterirlerken, teknolojinin geliştirilmesinde de en çok yatırım yapan sahalardır. Teknolojik çalışmalar ile bilimsel araştırmalar aynı alanlar değillerdir fakat birbirini destekler. Bilim, bilimsel bilgiyi üretir; teknoloji ise bu bilgiyi araç geliştirilmesi ve yapımında kullanır. Teknoloji kullanımı farklı sanayi kollarının gelişimini sağlamıştır.
Teknoloji ve Kısıtları.
Teknoloji 19. yüzyılda buharlı makinelerin geliştirilmesi ve ardından elektriğin güç kaynağı olarak kullanılmasıyla, üretimde ciddi artışlar olmuştur. Bunu takiben, hızla artan enerji ihtiyacı ve enerji kaynaklarının sınırlı olması, teknolojik gelişmelerin önünde duran en önemli sorunlardan biri olagelmiştir.
20. yüzyıl sonu ve 21. yüzyıl başlarında bilgisayar ve internet teknolojilerinin hızla devreye girmesiyle, bu teknolojilerin gereksinim duyduğu yüksek özellikli malzemelerin kıtlığı, bir diğer kısıtlayıcı etken olarak öne çıkmıştır.
Günümüzde, enerji kaynaklarının kıtlığı ve malzemelerin sınırlayıcı etkilerine rağmen; kuantum fiziğinin bulguları, yapay zekâ yazılımlarının geliştirilmesi ve bu bilgilerin makinelerde kullanılmaya başlanması, insanlık tarihi boyunca yaşanan en büyük uygarlık sıçramalarından biri olarak öngörülüyor.
Teknoloji ve toplumlar üzerindeki etkisi.
Teknolojik araçların sağladığı kolaylıklar ve bolluk; insan etkinliği, etkileşimi, davranışları üzerinde önemli farklılaşmalara ön açmıştır. Bu kolaylıklardan dolayı insanın kendi doğal beceri ve yeteneklerine yabancılaşması veya bilişsel özelliklerinin zayıflaması veya yitmesi, insanın tümüyle doğasından ve doğadan kopup kopmayacağı, kopuyorsa bunun ne tür sonuçlar doğuracağı, her zaman merak ve tartışma konusu olmuştur. Yeni teknolojilerin birkaç dev şirketin tekelinde toplanıyor olması, alışılagelmiş olan devlet ve toplum yapılarında çözülmelere yol açıp açmayacağı sorgulanmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1053",
"len_data": 2978,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.75
}
|
MINIX (mini Unix), Andrew S. Tanenbaum tarafından ders kitabı olarak yazdığı "Operating Systems: Design & Implementation"'da anlatılan işletim sistemidir. Amacı, dersle birlikte öğrencilerin bir dönem içinde gerçek bir işletim sistemi ile deneyim kazanabilmeleri ve teorinin, pratikte nasıl uygulandığını öğretebilmektir. Bu nedenle Tanenbaum yıllarca comp.os.minix compuserve öbeğinden ve insanlardan gelen geliştirme taleplerini reddetmiş, Minix'i mümkün olduğunca küçük ve işlevsel bırakmıştır.
Minix'in tasarımı, hedef kitlesi gözetilerek yapılmıştır. Bu nedenle o dönemlerde bilgisayarlar çok pahalı olan sabit disk sürücüsü desteği olmadan sadece disketler üzerinde çalışıyordu.
Bu talepleri gerçekleştirmek isteyen ve Minix'ten farklı bir yapı kullanan Linus Torvalds, 1991 yılında Linux projesini Minix öbeği altında duyurmuştur. Minix'ten kayan büyük bir geliştirme öbeği Linux'a katkıda bulunmuşlardır.
Son kararlı sürümü (3.3.0) 16 Eylül 2014 tarihinde yayınlanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1065",
"len_data": 983,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.67
}
|
MySQL, altı milyondan fazla sistemde yüklü bulunan çoklu iş parçacıklı ('), çok kullanıcılı ('), hızlı ve sağlam (") bir veri tabanı yönetim sistemidir.
UNIX, OS/2 ve Windows platformları için ücretsiz dağıtılmakla birlikte ticari lisans kullanmak isteyenler için de ücretli bir lisans seçeneği de mevcuttur. Linux altında daha hızlı bir performans sergilemektedir. Kaynak kodu açık olan MySQL'in pek çok platform için çalıştırılabilir ikili kod halindeki indirilebilir sürümleri de mevcuttur. Ayrıca ODBC sürücüleri de bulunduğu için birçok geliştirme platformunda rahatlıkla kullanılabilir.
Geliştiricileri, 500'den fazlası 7.000.000 kayıt içeren 10.000 tablodan oluşan kendi veritabanlarını (100 gigabyte civarında veri) MySQL'de tuttuklarını söylüyorlar.
Web sunucularında en çok kullanılan veritabanı olup ASP, PHP gibi birçok Web programlama dili ile kullanılabilir.
MySQL, tuttuğu tablolarla çok kullanıcılı sistemlerde söz konusu olan erişim hakları sorununu başarılı bir şekilde çözmektedir. MySQL'in 4.0 sürümü ile birlikte " desteği, 4.1 sürümüyle birlikte de alt sorgu desteği eklenmiştir.
Ayrıca "veri tutarlılığını (İng. "")" sağlama işinin programcıya bırakılması tercih edilmiştir, ancak bu bir dezavantaj olarak görülmeyebilir. Çünkü pek çok veritabanı programcısı VTYS'lerdeki veri tutarlılığının esnek olmayan, zorlayıcı bir özellik olduğunu düşünmektedir.
Temel özellikleri.
MySQL aşağıdaki veritabanı nesnelerini desteklemekte olup bu nesnelerin bazıları 5.1 sürümü ile gelmiştir:
Yönetim araçları.
MySQL için çok çeşitli grafiksel arayüze sahip programlar mevcuttur. Bunlar içerisinden en bilineni yine MySQL'i geliştiren firma tarafından geliştirilmiş ücretsiz bir yazılım olan MySQL GUI Tools 'dur. Bunun yanında PHP ile geliştirilmiş phpMyAdmin diğer alternatif bir yazılımdır. Tek bir PHP dosyası ile işlem yapan Javascript ile birçok işi kolaylaştıran Adminer* yazılımı da önerilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1068",
"len_data": 1915,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.52
}
|
Matematik felsefesi, matematiğin varlıksal, bilgisel ve yöntemsel sorunlarını inceleyen, matematiğin temelleriyle ilgili ana kavramları irdeleyen bir felsefe dalıdır.
Başlıca soruları matematik ve matematiğin konusu olan nesnelerin varlık ve bilgi kaynağı ile ilgilidir. Matematik felsefesinin ilgilendiği bazı soru şunlardır:
Matematiğin nesneleriyle ilgili üç temel görüş mevcuttur. "Matematiksel realizm" ya da diğer adıyla "Platonculuk", matematiksel nesnelerin dilden, duyulardan, akıldan ve bütün fiziksel dünyadan bağımsız şekilde bir Platonik evrende soyut nesneler olarak var olduklarını öne sürer. Realizm felsefesi, bilgisel yani epistemolojik alanda da yorumlanır. Realizmin bilgisel açıdan yorumlamasına göre, matematiksel önermelerin her şeyden bağımsız olarak mutlak bir doğruluk değeri olmak zorundadır. Matematiksel nesnelerin varlığıyla ilgili bir diğer görüş "idealizm" felsefesidir. Immanuel Kant'a dayanan bu görüşe göre, matematiksel nesneler sadece zihnin ürünüdür, zihindeki inşaların sonucunda ortaya çıkar. Buna göre zihin yoksa matematiksel nesneler de yoktur. 20. yüzyılda Kant'ın bu felsefesi bazı matematikçiler arasında karşılık bulmuş ve L. E. J. Brouwer tarafından "sezgicilik" akımı geliştirilmiştir. Sezgiciliğe göre, bir matematiksel nesnenin var olması demek o nesnenin inşa edilmiş olması demektir. Çeşitli mantık ilkelerinin reddine dayanan bu felsefede, matematiksel yöntem inşalardan, matematiksel nesneler ise inşa edilebilir şeylerden meydana gelir. Matematiksel nesnelerin varlığıyla ilgili üçüncü görüş, "nominalizm" adı verilen bir görüştür. Nominalizme göre soyut nesneler yoktur ya da bütün matematiksel nesneler sadece isimlerden ibarettir. Matematiksel nesnelerin var olmadığını iddia eden nominalizm felsefesi kendi içinde farklı kollara ayrılabilir. Bu kolların her birinin matematiksel önermeleri yorumlama ve ele alış biçimi birbirinden farklı olabilmektedir.
Diğer önemli bir konu matematiksel bir kuramın gerçekliğidir.
Matematik (Doğa Bilimlerinden farklı olarak) deneysel olarak sınanamadığı için belirli bir matematik kuramını gerçek bulmak için nedenler aranmaktadır (Bkz. Epistemoloji). Luitzen E. J. Brouwer’in temellerini attığı ve Arend Heyting'in takip ettiği Sezgici Matematik bu görüşün bilenen temsilcilerindedir. Mantıkçılık yaklaşımı ise Bertrand Russell ve Gottlob Frege tarafından savunulmuştur. David Hilbert ve Haskell Curry biçimselcilik akımının temsilcilerinden sayılmaktadır. Mantıkçılığın bir alt kolu olan mantıksal pozitivistler, Rudolf Carnap, Alfred Jules Ayer, Carl Hempel tarafından temsil edilmiştir. Matematiğin sadece kendisine ve bilime hizmet etmesi gerektiğini savunan ve matematiğin kendi kendine yettiğini ve kendi içinde evrildiğini öne süren felsefeye "matematiksel doğalcılık" denmiştir ve Penelope Maddy, Willard Van Orman Quine gibi felsefeciler tarafından savunulmuştur. Matematiksel nesnelerin yapılarla ilgili olduğunu ve nesnelerin sadece yapı içinde anlam kazandığını öne süren görüşe ise "yapısalcılık" denmiştir. Bu görüşe göre hiçbir matematiksel nesne kendi kendine bağımsız olarak var olamaz, ancak bir yapının içinde diğer nesnelerle olan ilişkisiyle var olabilir. Yapısalcılık felsefesi Stewart Shapiro, Michael Resnik ve Paul Benacerraf tarafından savunulmuştur.
Matematik felsefesindeki önemli konulardan biri de matematiği biçimselleştirme ve kesinliğe kavuşturma hatta matematiği "bilgisayarlaştırma" problemidir. Bu konuda Avusturyalı matematikçi ve mantıkçı Kurt Gödel'in Eksiklik Teoremleri önemli yere sahiptir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1069",
"len_data": 3530,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 4
}
|
Tarayıcı ile şunlar kastedilmiş olabilir:
Herhangi bir olguyu araştırmak, açığa çıkarmak, belgelemek için kullanılan donanım.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1071",
"len_data": 125,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.45
}
|
C, yapısal bir programlama dilidir. Bell Laboratuvarları'nda, Ken Thompson ve Dennis Ritchie tarafından UNIX işletim sistemini geliştirebilmek amacıyla B dilinden türetilmiştir. Geliştirilme tarihi 1972 olmasına rağmen yaygınlaşması Brian Kernighan ve Dennis M. Ritchie tarafından yayımlanan "C Programlama Dili" kitabından sonra hızlanmıştır. Günümüzde neredeyse tüm işletim sistemlerinin (Microsoft Windows, GNU/Linux, BSD, Minix) yapımında %95'lere varan oranda kullanılmış, hâlen daha sistem, sürücü yazılımı, işletim sistemi modülleri ve hız gereken her yerde kullanılan oldukça yaygın ve sınırları belirsiz oldukça keskin bir dildir. Keskinliği, programcıya sonsuz özgürlüğün yanında çok büyük hatalar yapabilme olanağı sağlamasıdır. Programlamanın gelişim süreciyle beraber programlamanın karmaşıklaşması, gereksinimlerin artması ile uygulama programlarında nesne yönelimliliğin ortaya çıkmasından sonra C programcıları büyük ölçüde nesne yönelimliliği destekleyen C++ diline geçmişlerdir.
C Dilinin geçmişi.
C Dilinin erken tarihi.
C'nin ilk gelişme safhaları 1969 ile 1974 arasında AT&T Bell Laboratuvarları'nda gerçekleşti. Ritchie'ye göre, en yaratıcı devre 1972 idi. Dilin pek çok özelliği "B" adlı bir dilden türediği için, yeni dile "C" adı verildi. B dili yorumlanan bir dildi ve veri tipi desteği yoktu. Yeni donanımların farklı veri tiplerini desteklemesi ve yorumlanan dillerin çalışma zamanında görece yavaş olması sebebi ile C dili tip desteği eklenmiş ve derlenen B olarak geliştirildi.
"B" adının kökeni konusunda ise söylentiler değişik: Ken Thompson B'nin BCPL programlama dilinden türediğini söylemektedir ancak Thompson eşi Bonnie'nin onuruna adını Bon koyduğu bir programlama dili de geliştirmiştir.
1973'e kadar C yeterince güçlü bir hale gelmiş ve ilk başta PDP-11/20 assembly dili ile yazılan UNIX'in çekirdeğinin büyük kısmı C ile yeniden yazılmıştır. Böylece UNIX, çekirdeği bir assembly dili ile yazılmayan ilk işletim sistemlerinden biri olmuştur.
C dilinin geçmişi.
1978'de Ritchie ve Brian Kernighan "The C Programming Language (C Programlama Dili)" kitabının ilk baskısını yayımladılar. C programcıları tarafından "K&R" olarak bilinen bu kitap yıllar boyunca C dilinin gayriresmî standardı olarak kullanıldı. C'nin bu sürümü bugün "K&R C" olarak adlandırılır. Bu kitabın ikinci baskısı ise aşağıda anlatılan ANSI C standardını içerir.
K&R dilde şu değişiklikleri yaptı:
K&R C genellikle tüm C derleyicilerinin desteklemek zorunda olduğu dilin en temel kısmı olarak kabul edilir. Uzun yıllar boyunca, ANSI C'nin kabul edilişinden sonra bile, yüksek taşınabilirlik ( "portability") istendiğinde, K&R C, C programcıları tarafından "ortak payda" olarak kabul edilmiştir. Çünkü bazı derleyiciler henüz ANSI C'yi desteklemek üzere güncellenmemişlerdi ve zaten iyi yazılmış bir K&R C programı aynı zamanda ANSI C'yi de destekliyordu.
K&R C'nin yayımlanmasını izleyen yıllar içine dile AT&T'nin derleyicilerinin ve bazı başka bilgisayar üreticileri tarafından desteklenen kimi "gayriresmî" özellikler eklendi. Bunların içinde aşağıdaki özellikler de vardı:
ANSI C ve ISO C dilleri.
1970'lerin sonunda C, en çok kullanılan mikrobilgisayar dili olarak BASIC'in önüne geçmeye başladı. 1980'lerde ise, IBM PC ile kullanılmak üzere benimsenmesiyle birlikte popülaritesi iyice artmaya başladı. Aynı zamanda, Bell Laboratuvarları'nda Bjarne Stroustrup ve iş arkadaşları C'ye nesneye yönelim eklemek üzere çalışmaya başlamışlardı. C bugün UNIX dünyasında en çok kullanılan dil olarak kalırken, Stroustrup'un geliştirip C++ adını verdiği dil Microsoft Windows işletim sisteminde en önemli dil oldu.
1983'te Amerikan Ulusal Standartlar Enstitüsü (ANSI) bir C standardı oluşturmak için bir kurul oluşturdu. Uzun ve yorucu bir çalışmadan sonra, bu kurul standardı 1989'da tamamladı ve standart ANSI X3.159-1989 "Programming Language C (C Programlama Dili)" olarak yayımlandı. Dilin bu versiyonu genellikle ANSI C olarak adlandırılır. 1990'da bu standart, küçük değişikliklerle Uluslararası Standartlar Örgütü (ISO) tarafından da benimsenip ISO/IEC 9899:1990 olarak yayımlandı.
ANSI C'yi oluşturmanın amaçlarıdan biri K&R C'yi içeren ve dile sonradan katılan "gayriresmî" özellikleri de dile katan bir standart oluşturmaktı. Kurul fonksiyon prototiplerini ve daha yetenekli bir önişlemciyi de standarda ekledi.
Bugün artık ANSI C neredeyse tüm derleyiciler tarafından desteklenmektedir. Günümüzde yazılmakta olan C programlarının çoğunluğu ANSI C standardına uygun olarak yazılmaktadır. Yalnızca standart C kullanılarak yazılmış bir program, standarda uyumlu her derleyici ile doğru bir biçimde derlenip çalıştırılabilir. Ancak standart olmayan kütüphaneler kullanılarak yazılmış programlar belli bir platform ya da derleyici gerektirebilirler.
C99.
ANSI standartlaştırma işleminden sonra C dili uzun bir süre oldukça sabit kaldı ancak C++ gelişmeyi sürdürdü. Buna bağlı olarak, 1990'ların sonunda ISO standardı güncellendi ve 1999'da ISO 9899:1999 olarak yayımlandı. 2000 yılının martında ise, "C99" olarak bilinen bu standart ANSI tarafından da benimsendi.
C99'un yeni özellikleri şöyle özetlenebilir:
Örneğin codice_14 deyimi c99'da geçerli iken c89'da geçerli değildir...
C99'u bugün GCC ve bazı başka derleyiciler desteklemekteyken, Microsoft ve Borland derleyicilerine C99 desteği eklemekte isteksiz davranmaktadırlar.
"Merhaba, dünya" örneği.
Merhaba, dünya örneği ilk olarak "The C Programming Language" kitabının birinci baskısında kullanıldı ve birçok programlama kitabında kullanılan tanıtıcı örnek haline geldi. Bu örnek terminal ekranına "merhaba, dünya" yazar.
Kitaptaki kodun orijinal hali:
main()
printf("merhaba, dünya\n");
Standart olarak onaylanan "merhaba, dünya" versiyonu:
int main()
printf("merhaba, dünya");
return 0;
1. satır: Bir önişlemci komutudur ve program derlenmeden önce devreye girerek istenilen değişiklikleri kaynak dosya üzerinde gerçekleştirir. Bu programda standart giriş-çıkış fonksiyonlarının prototiplerini içeren codice_21 (standart input-output) başlık dosyasını programa dahil eder. Bu programdaki komutun amacı codice_22 fonksiyonunu programa dahil etmektir.
2. satır: Boş bir satır olduğundan derleyici tarafından önemsenmez.
3. satır: codice_23 fonksiyonununun tanımını içerir. codice_23 fonksiyonun C dilinde özel bir amacı vardır. Programın çalışma zamanında başladığı yer main fonksiyonudur. codice_23 ne yaparsa, program da onu yapar.
4. satır: codice_23 fonksiyonunun başladığı yeri belirtir.
5. satır: Bu satırda "merhaba, dünya" yazısını (karakter dizisini) konsola yazdırmak için codice_22 fonksiyonunu çağırır ki bu fonksiyonu 1. satırdaki codice_21 başlık dosyası ile programa dahil edilmişti.
7. satır: codice_29 kodu main fonksiyonunu codice_30 geri dönüş değeriyle sonlandırır.
8. satır: codice_23 fonksiyonunun bittiği yeri belirtir.
Hafıza yönetimi.
Bir programlama dilinin en önemli işlevlerinden biri, belleği ve bellekte depolanan nesneleri yönetmek için olanaklar sağlamaktır. C, nesneler için bellek ayırmanın üç temel yolunu sunar:
Bu üç yaklaşım, farklı durumlarda uygundur ve çeşitli ödünleşimlere sahiptir. Örneğin, statik bellek tahsisi (allocation), çok az tahsis ek yüküne sahiptir. Otomatik tahsis biraz daha fazla ek yük içerebilir ve dinamik bellek ayırma (tahsisi), hem allocation hem de deallocation için potansiyel olarak büyük bir ek yüke sahip olabilir. Statik nesnelerin kalıcı doğası, işlev (fonksiyon) çağrıları arasında durum bilgilerini korumak için kullanışlıdır. Otomatik ayırmanın kullanımı kolaydır, ancak yığın alanı genellikle statik bellek veya yığın alanından çok daha sınırlı ve geçicidir ve dinamik bellek tahsisi, boyutu yalnızca çalışma zamanında bilinen nesnelerin uygun şekilde tahsis edilmesini sağlar. Çoğu C programı, üçünü de kapsamlı bir şekilde kullanır.
Mümkün olduğunda, otomatik veya statik ayırma genellikle en basitidir, çünkü depolama derleyici tarafından yönetilir ve programcıyı potansiyel olarak hataya açık depolamayı manuel olarak tahsis etme ve serbest bırakma görevinden kurtarır. Ancak, birçok veri yapısının boyutu çalışma zamanında değişebilir ve statik ayırmaların (ve C99'dan önceki otomatik ayırmaların) derleme zamanında sabit bir boyutu olması gerektiğinden, dinamik ayırmanın gerekli olduğu birçok durum vardır. C99 standardından önce, değişken boyutlu diziler bunun yaygın bir örneğiydi. (Dinamik olarak ayrılmış dizilerin bir örneği için codice_32hakkındaki makaleye bakın.) Kontrolsüz sonuçlarla çalışma zamanında başarısız olabilen otomatik tahsisin aksine, dinamik tahsis işlevleri, gerekli depolama tahsis edilemediğinde bir gösterge (boş gösterici değeri şeklinde) döndürür. (Çok büyük olan statik ayırma, genellikle program yürütmeye başlamadan önce bağlayıcı veya yükleyici tarafından algılanır.)
Aksi belirtilmedikçe, statik nesneler program başlangıcında sıfır veya boş gösterici değerleri içerir. Otomatik ve dinamik olarak tahsis edilen nesneler, yalnızca bir başlangıç değeri açıkça belirtilmişse başlatılır; aksi halde başlangıçta belirsiz değerlere sahiptirler (tipik olarak, depolamada hangi bit deseni bulunursa bulunsun, bu tür için geçerli bir değeri bile temsil etmeyebilir). Program başlatılmamış bir değere erişmeye çalışırsa, sonuçlar tanımsızdır. Birçok modern derleyici bu sorunu tespit etmeye ve uyarmaya çalışır, ancak hem yanlış pozitifler hem de yanlış negatifler oluşabilir.
Yığın bellek tahsisi, mümkün olduğunca yeniden kullanılmak üzere herhangi bir programdaki gerçek kullanımıyla senkronize edilmelidir. Örneğin, bir yığın bellek tahsisine yönelik tek işaretçi kapsam dışına çıkarsa veya açıkça tahsis edilmeden önce değerinin üzerine yazılırsa, bu bellek daha sonra yeniden kullanım için kurtarılamaz ve esasen program tarafından kaybedilir, bu bir bellek sızıntısı olarak bilinen bir olgudur. Tersine, belleğin serbest bırakılması mümkündür, ancak daha sonra başvurulmakta ve bu da öngörülemeyen sonuçlara yol açmaktadır. Tipik olarak, hata belirtileri programın hataya neden olan kodla ilgisi olmayan bir bölümünde belirir ve bu da hatanın teşhis edilmesini zorlaştırır. Bu tür sorunlar, otomatik çöp toplama ile dillerde iyileştirilir.
Kütüphaneler.
C programlama dili, birincil uzantı yöntemi (primary method of extension) olarak kütüphaneleri kullanır. C'de bir kitaplık, tek bir "arşiv" dosyasında bulunan bir dizi işlevdir. Her kütüphane tipik olarak, bir program tarafından kullanılabilecek kütüphane içinde bulunan işlevlerin prototiplerini ve bu işlevlerle kullanılan özel veri türlerinin ve makro sembollerinin bildirimlerini içeren bir başlık dosyasına sahiptir. Bir programın kütüphaneyi kullanabilmesi için, kütüphanenin başlık dosyasını içermesi ve kütüphanenin, çoğu durumda derleyici bayrakları gerektiren programla bağlantılı olması gerekir (örneğin, codice_36,"matematik kitaplığını bağla" için kısayol).
En yaygın C kütüphanesi, ISO ve ANSI C standartları tarafından belirtilen ve her C uygulamasıyla birlikte gelen C standart kütüphanesidir (gömülü sistemler gibi sınırlı ortamları hedefleyen uygulamalar, standart kütüphanenin yalnızca bir alt kümesini sağlayabilir). Bu kütüphane, akış giriş ve çıkışını, bellek ayırmayı, matematiği, karakter dizilerini ve zaman değerlerini destekler. Birkaç ayrı standart başlık (örneğin, codice_21), bu ve diğer standart kütüphane olanakları için arabirimleri belirtir.
Diğer bir yaygın C kütüphanesi işlevi kümesi, özellikle Unix ve Unix benzeri sistemler için hedeflenen uygulamalar tarafından kullanılanlardır, özellikle çekirdeğe bir arabirim sağlayan işlevlerdir. Bu işlevler, POSIX ve Single UNIX Spesifikasyonu gibi çeşitli standartlarda detaylandırılmıştır.
Birçok program C ile yazıldığından, çok çeşitli başka kütüphaneler de mevcuttur. kütüphaneler genellikle C ile yazılır çünkü C derleyicileri verimli nesne kodu üretir; programcılar daha sonra rutinlerin Java, Perl ve Python gibi daha yüksek seviyeli dillerden kullanılabilmesi için kütüphaneye arayüzler oluşturur.
Dosya işleme ve akışlar.
Dosya girişi ve çıkışı(G/Ç), C dilinin bir parçası değildir, bunun yerine kitaplıklar (C standart kitaplığı gibi) ve bunlarla ilişkili başlık dosyaları (örneğin codice_21) tarafından işlenir. Dosya işleme, genellikle akışlar aracılığıyla çalışan yüksek seviyeli girdi ve çıktılar aracılığıyla gerçekleştirilir. Bu açıdan bir stream, cihazlardan bağımsız bir veri akışı iken, bir dosya somut bir cihazdır. Üst düzey giriş ve çıkış, bir akışın bir dosyayla ilişkilendirilmesi yoluyla yapılır. C standart kitaplığında, son hedefe gönderilmeden önce verileri depolamak için geçici olarak bir arabellek (bir bellek alanı veya queue) kullanılır. Bu, örneğin sabit sürücü veya yarıiletken sürücü gibi daha yavaş aygıtları beklemek için harcanan süreyi azaltır. Düşük seviyeli giriş ve çıkış işlevleri, standart C kitaplığının bir parçası değildir, ancak genellikle "çıplak metal"(bare metal) programlamanın (çoğu gömülü programlama gibi herhangi bir işletim sisteminden bağımsız programlama) parçasıdır. Birkaç istisna dışında, uygulamalar düşük seviyeli girdi ve çıktı içerir.
Dil araçları.
C programcılarının tanımsız davranışa veya muhtemelen hatalı ifadelere sahip, derleyici tarafından sağlanandan daha büyük bir titizlikle ifadeleri bulmasına ve düzeltmesine yardımcı olmak için bir dizi araç geliştirilmiştir. Tool lint, diğerlerine yol açan ilk türdü.
Otomatik kaynak kodu checking ve auditing herhangi bir dilde faydalıdır ve C için Lint gibi bu tür birçok araç vardır. Yaygın bir uygulama, bir program ilk yazıldığında şüpheli kodu algılamak için Lint kullanmaktır. Bir program Lint'i geçtiğinde, C derleyicisi kullanılarak derlenir. Ayrıca, birçok derleyici isteğe bağlı olarak aslında hata olması muhtemel sözdizimsel olarak geçerli yapılar hakkında uyarabilir. MISRA C, gömülü sistemler için geliştirilmiş, bu tür şüpheli kodlardan kaçınmak için özel bir kurallar dizisidir.
Diziler için sınır denetimi, arabellek taşmasını algılama, serileştirme, dinamik bellek izleme ve otomatik çöp toplama gibi C'nin standart bir parçası olmayan eylemleri gerçekleştirmek için derleyiciler, kitaplıklar ve işletim sistemi düzeyinde mekanizmalar da vardır.
Purify veya Valgrind gibi araçlar ve bellek ayırma işlevlerinin özel sürümlerini içeren kitaplıklarla bağlantı kurma, bellek kullanımındaki çalışma zamanı hatalarını ortaya çıkarmaya yardımcı olabilir.
Kullanım.
Sistem programlamasında kullanım gerekçesi.
C, işletim sistemlerinin ve gömülü sistem uygulamalarının uygulanmasında sistem programlaması için yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu birkaç nedenden dolayıdır:
Bir kez web geliştirme için kullanıldı.
Tarihsel olarak, C bazen web uygulaması, sunucu ve tarayıcı arasında bilgi için bir "ağ geçidi" olarak Ortak Ağ Geçidi Arayüzü(Common Gateway Interface) (CGI) kullanılarak web geliştirme için kullanılmıştır. C, hızı, kararlılığı ve neredeyse evrensel kullanılabilirliği nedeniyle yorumlanan (interpreted) diller yerine seçilmiş olabilir. Web geliştirmenin C'de yapılması artık yaygın bir uygulama değildir ve diğer birçok web geliştirme aracı mevcuttur.
Diğer bazı dillerin kendileri C ile yazılmıştır.
C'nin geniş kullanılabilirliğinin ve verimliliğinin bir sonucu, diğer programlama dillerinin derleyicileri, kitaplıkları ve yorumlayıcılarının genellikle C'de uygulanmasıdır. Örneğin Python,Perl, Ruby, ve PHP referans uygulamaları C ile yazılmıştır.
Hesaplama açısından yoğun kitaplıklar için kullanılır.
C, programcıların algoritmaların ve veri yapılarının verimli uygulamalarını oluşturmalarını sağlar, çünkü donanımdan soyutlama katmanı incedir ve ek yükü düşüktür, bu da hesaplama açısından yoğun programlar için önemli bir kriterdir. Örneğin, GNU Çoklu Hassas Aritmetik Kitaplığı, GNU Bilimsel Kitaplığı, Mathematica ve MATLAB tamamen veya kısmen C dilinde yazılmıştır. Birçok dil, C'de kitaplık işlevlerini çağırmayı destekler. Örneğin, Python tabanlı framework NumPy, yüksek performans ve donanım etkileşimi yönleri için C'yi kullanır.
Ara dil olarak C.
C bazen diğer dillerin uygulamaları tarafından bir ara dil olarak kullanılır. Bu yaklaşım taşınabilirlik veya kolaylık için kullanılabilir; C'yi bir ara dil olarak kullanarak, makineye özel ek kod oluşturucular gerekli değildir. C, oluşturulan kodun derlenmesini destekleyen, satır numarası önişlemci yönergeleri ve başlatıcı listelerinin sonunda isteğe bağlı gereksiz virgüller gibi bazı özelliklere sahiptir. Bununla birlikte, C'nin bazı eksiklikleri, C-- gibi ara diller olarak kullanılmak üzere özel olarak tasarlanmış diğer C-tabanlı dillerin geliştirilmesine yol açmıştır. Ayrıca, çağdaş büyük derleyiciler GCC ve LLVM'nin her ikisi de C olmayan bir ara temsile sahiptir ve bu derleyiciler, C dahil birçok dil için ön uçları (front ends) destekler.
Son kullanıcı uygulamaları.
C ayrıca son kullanıcı uygulamalarını uygulamak için yaygın olarak kullanılmaktadır. Bununla birlikte, bu tür uygulamalar daha yeni, daha yüksek seviyeli dillerde de yazılabilir.
Sınırlamalar.
C popüler, etkili ve son derece başarılı olmasına rağmen, aşağıdakiler de dahil olmak üzere dezavantajları vardır:
İlgili diller.
C, C++, C#, D, Go, Java, JavaScript, Perl, PHP, Rust ve Unix'in C kabuğu gibi sonraki birçok dili hem doğrudan hem de dolaylı olarak etkilemiştir. En yaygın etki sözdizimsel olmuştur; bahsedilen dillerin tümü, C'nin deyim (statement) ve (az ya da çok tanınabilir şekilde) ifade (expression) sözdizimini, C'den bazen kökten farklı olan tür sistemleri, veri modelleri ve/veya büyük ölçekli program yapıları ile birleştirir.
Komut dosyası oluşturmak için de kullanılabilen Ch ve CINT dahil olmak üzere birkaç C veya C'ye yakın yorumlayıcı mevcuttur.
Nesne yönelimli programlama dilleri popüler hale geldiğinde, C++ ve Objective-C, C'nin nesne yönelimli yetenekler sağlayan iki farklı uzantısıydı. Her iki dil de başlangıçta kaynaktan kaynağa (source to source) derleyiciler olarak uygulandı; kaynak kodu C'ye çevrildi ve ardından bir C derleyicisi ile derlendi.
C++ programlama dili (başlangıçta "C with Classes" olarak adlandırıldı) Bjarne Stroustrup tarafından C benzeri bir sözdizimi ile nesne yönelimli işlevsellik sağlamaya yönelik bir yaklaşım olarak geliştirilmiştir. C++, daha fazla yazma gücü, kapsam belirleme (generic programming) ve nesne yönelimli programlamada yararlı olan diğer araçları ekler ve şablonlar aracılığıyla genel programlamaya izin verir. Neredeyse C'nin bir üst kümesi olan C++ şimdi, birkaç istisna dışında C'nin çoğunu destekliyor.
Objective-C, başlangıçta C'nin üzerinde çok "ince" bir katmandı ve hibrit bir dinamik/statik yazım paradigması kullanarak nesne yönelimli programlamaya izin veren katı bir C üst kümesi olmaya devam ediyor. Objective-C sözdizimini hem C'den hem de Smalltalk'tan alır: ön işleme, ifadeler, işlev bildirimleri ve işlev çağrılarını içeren sözdizimi C'den miras alınırken, nesne yönelimli özelliklerin sözdizimi orijinal olarak Smalltalk'tan alınmıştır.
C++ ve Objective-C'ye ek olarak, Ch, Cilk ve Unified Parallel C, C'nin neredeyse üst kümeleridir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1074",
"len_data": 18974,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.47
}
|
Ahmet Necdet Sezer (d. 13 Eylül 1941; Afyonkarahisar), Türk hukukçu ve devlet görevlisidir, Türkiye'nin 14. Anayasa Mahkemesi başkanı ve 10. cumhurbaşkanıdır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hem cumhurbaşkanlığı görevini hem de bir yüksek yargı organının başkanlığını yapmış tek kişidir.
1983-1988 yılları arasında Yargıtay üyeliği yapan Sezer, 1988-1998 yılları arasında Anayasa Mahkemesi üyeliği, 1998 yılında da Anayasa Mahkemesi başkanlığı yaptı. 2000 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçimi ile cumhurbaşkanlığı görevine seçildi. 2007 yılında cumhurbaşkanlığını Abdullah Gül'e devretti.
İlk yılları ve eğitimi.
13 Eylül 1941 tarihinde Afyonkarahisar'da doğdu, öğretmen Ahmet Hamdi Sezer (ö. 1979) ile ev hanımı Hatice Sezer'in (1918 - 2004) dört çocuğunun tek erkek olanıdır.
1958'de Afyon Lisesinden, 1962'de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Aynı yıl Ankara'da hakim adayı olarak göreve başladı. Askerliğini Kara Harp Okulunda yedek subay olarak yaptı.
Dicle ve Yerköy'de hakim ve Yargıtay tetkik hakimi olarak görev yaptı. Dicle Asliye Hukuk Mahkemesinde hakim olarak, 27 Mayıs Darbesi sonrasında, Demokrat Parti'ye yakın olduğu bahanesiyle Türkiye'nin batısına sürgüne gönderilen 55 kanaat önderinden biri olan (Bkz: 55'ler Olayı) Ensarioğlu Ailesi'nin lideri Şeyh Abdurrezzak Ensarioğlu'nun el konulan ev ve arsalarının iade edilmesine karar verdi. Sivil yönetime yeni geçildiği ve Ensarioğlu Ailesi'nin bölgede dışlandığı bir dönemde verdiği bu kararla bölgede kan dökülmesini önlerken, Dicle'de toplumsal barışı da tesis etti.
Medeni hukuk alanında 1977 ve 1978'de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Yüksek Lisans öğrenimi yaptı.
Yüksek yargı dönemi.
7 Mart 1983'te Yargıtay üyeliğine seçildi. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi üyesi olarak görev yaparken dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından 28 Eylül 1988'de o güne kadar atanmış en genç üye olarak Anayasa Mahkemesi üyeliğine atandı. 6 Ocak 1998'de Anayasa Mahkemesi başkanı seçildi. 28 Eylül 1998 tarihinde emekli oldu. Emekli Anayasa Mahkemesi başkanı olarak Nisan 1999'da yaptığı bir konuşma, bazı kesimlerce 28 Şubat sürecine de bir eleştiri olarak algılanmış ve bazı gazetelerde manşete taşınmıştı. Bu konuşmada Sezer şunları belirtmişti:
"Düşünce özgürlüğü, demokrasinin temeli ve ayrılmaz parçasıdır. Düşünce suç sayılırsa demokrasi olmaz. Eyleme dönüşmeyen düşünce açıklamaları cezalandırılamaz. Anayasa ve yasalardaki düşünce özgürlüğünü kısıtlayan hükümler, altına imza koyulan uluslararası anlaşmalar çerçevesinde değiştirilmelidir. Türkiye insan hakları alanında evrensel normlara uyum sağlamak için yasalarında gerekli değişiklikleri yapmak zorundadır. Düşünceyi açıklama özgürlüğü ile bağdaşmayan yasa kuralları değiştirilmelidir. Anayasa ve yasalar, özgürlüğü engelleyen öğelerden arındırılmalı, özgürlük alanı genişletilmelidir. Düşünce özgürlüğü alanında demokratik değerlere yer verilmelidir."
Cumhurbaşkanlığı (2000-2007).
Sezer, cumhurbaşkanı seçilmeden önce kamuoyu tarafından tanınan bir isimdi. ANASOL-M koalisyon hükûmeti ortaklarının (Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli, Mesut Yılmaz) kendileri veya partilerinden birinin adaylığında ortak karara varamamaları sonucu, hepsinin dışında bir aday olan, dönemin emekli Anayasa Mahkemesi Başkanı Sezer, Ecevit'in önerisiyle cumhurbaşkanı adayı olarak ön plana çıkmıştır. 25 Nisan 2000'de, Koalisyon liderlerinin yanı sıra muhalefet liderleri Recai Kutan ve Tansu Çiller de dahil 131 milletvekilinin ortak önergesiyle Sezer cumhurbaşkanlığına aday gösterildi. Sezer, beş partinin ortak adayı olmasına karşın 367 oy gereken ilk iki turda önce 281, sonra da 314 oy aldı. 276 oyun yeterli olduğu son tur, 5 Mayıs'ta yapıldı ve Sezer, oylamaya katılan 533 milletvekilinden 330'unun oyunu alarak Türkiye'nin 10. cumhurbaşkanı seçildi. Sezer, cumhurbaşkanlığı görevini 16 Mayıs 2000'de Süleyman Demirel'den devralmıştır.
Sezer, 2000 yılı Haziran ayında ANASOL-M koalisyonu hükûmetinin 28 Şubat Kararları içinde yer alan irticâî faaliyetlere katıldığı saptananların memuriyetten çıkarılmasını kolaylaştıran kanun hükmünde kararnameyi önce uzun süre bekletti. Hükûmetin iki kez yazılı açıklama yapıp "Anayasa'ya uygun" dediği kararnameyi, 8 Ağustos'ta "hukuk devleti ilkesine aykırı" olduğu gerekçesiyle iade etti. Ecevit'in 'İmzalamak zorunda' dediği ve 'yetkisini aşmakla' suçladığı Sezer, kararname, 14 Ağustos'ta 14 sayfalık bir gerekçeyle ikinci kez kendisine gönderilince İstanbul programını kesip Ankara'ya döndü. Ecevit ile yaptıkları görüşmeye rağmen ikna olmayınca kararnameyi 21 Ağustos'ta ikinci kez Hükûmete iade etti. Ecevit de kararnameyi yasa tasarısı olarak TBMM'ye sevk etmek zorunda kaldı. Daha sonra Sezer, üç kamu bankasının özelleştirilmesini öngören kararnameyi de iade etti. Bu iadeler ANASOL-M koalisyon hükûmeti arasında krize sebep olmuş ve koalisyon lideri Ecevit "Cumhurbaşkanı kendisini Anayasa Mahkemesi'nin yerine koyuyor. Bakanlar kurulu ile diyaloğa kapalı olması, kurulumuzda kaygıyla karşılanmıştır. Ekonomik istikrar tehlikededir" açıklaması yapmıştır.
Sezer, önce veto ettiği Rahşan Affı'nın aynı hâliyle Meclis'te kabul edilerek tekrar önüne gelmesi sonrası 21 Aralık 2000'de yasayı onayladı.
19 Şubat 2001'deki MGK toplantısında dönemin başbakanı Bülent Ecevit'e anayasa kitapçığını fırlatmasıyla başlayan anayasa kitapçığı krizi kamuoyunda "Kara Çarşamba" olarak adlandırıldı. Bu kriz 2001 Türkiye ekonomik krizine dönüştü.
3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra anayasayı değiştirerek o dönem siyasi yasaklı olan Recep Tayyip Erdoğan'a milletvekili olma yolunu açma tartışmalarında Sezer "Demokrasi ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacak kişiye özgü düzenlemelerden kaçınarak, hukuku siyasallaştırmak yerine, siyaseti hukuk kurallarına uygun yapmaya özen gösterilmesi gerektiği" uyarısı yaptı. Ancak Erdoğan'ın milletvekili olabilmesini sağlayacak anayasa değişikliği 13 Aralık 2002'de parlamentodan geçti. Sezer ise 18 Aralık'ta veto etti. Ancak Sezer, ikinci kez önüne gelen anayasa değişikliğini onayladı ve referanduma gitme hakkını da kullanmadı.
2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmeti seçilene kadar türbanlı milletvekilleri eşlerini resepsiyonlara davet etmesine rağmen bu seçimden itibaren Çankaya Köşkü'nün bir kamusal alan olduğunu belirterek başbakanın eşi de dahil hiçbir türbanlı kadını Çankaya Köşkü'ne davet etmemesi ve türbanlı bir eşin ev sahipliğinde yapılan resepsiyonlara katılmaması tartışmalara sebep olmuştur.
Veto hakkını en çok kullanan cumhurbaşkanı olan Sezer, görev süresi boyunca toplam 67 yasa, 22 bakanlar kurulu kararı ve 729 müşterek kararnameyi iade etmiştir.
16 Mayıs 2007'de görev süresi dolmasına rağmen, Eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu'nun toplantı yeter sayısı 367 olduğu tezi ve Anayasa Mahkemesi'nin benzer bir karar alması sonucu parlamento yeni bir cumhurbaşkanı seçememiş ve erken seçime gitmiştir. Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçildiği 28 Ağustos 2007 tarihine kadar Türkiye'nin onuncu cumhurbaşkanı olarak görev yaptı.
Cumhurbaşkanlığı boyunca Adalet Bakanlığı'nın önerisiyle kendisine gönderilen 270 kişiden 260'ının affını onaylamıştır. Affedilenler arasında; 40 DHKP-C, 6 PKK, 28 TKP/ML-TİKKO, 28 TİKB, 19 Dev-Sol, 17 MLKP, 15 THKP-C, 3 TDP, 2 TKİP, 2 TKEP, 1 DHP ve 1 Dev-Yol üyesi bulunmaktaydı. Sezer'in bu mahkûmları af gerekçesinin büyük bölümünü, açlık grevine bağlı olarak oluşan Wernicke Korsakoff sendromu adlı bir tür hafıza kaybı hastalığı olarak belirtilmiştir. Sezer ayrıca 20 adi suçlu mahkûmu da affetmiştir. Sezer tarafından affedilen 13 terör mahkûmu daha sonra bazı eylemlerde tekrar yakalanmışlardır. Affedilen mahkûmlardan Ecevit Şanlı, 1 Şubat 2013 tarihinde Ankara ABD büyükelçiliğinde intihar saldırısı sırasında ölmüştür.
Cumhurbaşkanlığı sonrası (2007-günümüz).
Cumhurbaşkanlığını bıraktıktan sonra Sezer, kamuoyuna pek fazla gözükmedi ve açıklama yapmadı. Cumhurbaşkanlığı sonrası gerçekleşen her seçimde oy veren Sezer, 2014 cumhurbaşkanlığı seçiminde, Kemal Kılıçdaroğlu'nun "Tıpış tıpış oyunuzu vereceksiniz" sözüne tepki olarak oy vermeyi reddetti.
15 Ekim 2020'de Sezer, Anayasa Mahkemesi üyesi Engin Yıldırım'ın sosyal medya hesabından AYM binasının fotoğrafını "Işıklar yanıyor" notuyla paylaşması sonucu Sezer, ""13 Ekim Ankara'nın başkent oluşunun 97. yılıydı, bu yüzden Ankara'da tüm kamu kurum ve kuruluşlarının ışıkları açıktı" açıklamasında bulundu. 16 Ekim 2020'de Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, Cumhurbaşkanlığı sonrası Sezer'in kamuoyuna pek fazla açıklama yapmamasını eleştirdi. 30 Mart 2023'te 2023 cumhurbaşkanlığı seçiminde Millet İttifakı'nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu ile görüşen basın mensuplarına konuşan Sezer, "Başarılı olmasını diliyorum, yeter mi?" Destekliyor musunuz sorusuna ise "Evet"" diyerek Kılıçdaroğlu'nun adaylığını desteklediğini açıkladı.
Ailesi.
1964 yılında Semra Kürümoğlu ile evlenen Sezer'in; Zeynep (d. 1966), Ebru (d. 1973) ve Levent (d. 1973) adlarında 3 çocuğu vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1077",
"len_data": 8893,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.42
}
|
Nehir Erdoğan (d. 16 Haziran 1980, İzmir), Türk oyuncu.
Hayatı.
İlk ve ortaöğrenimini İzmir'de tamamladıktan sonra, Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümüne girdi ve burayı bitirdi. Ardından yine aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon ve Sinema Bölümünü okudu. Erdoğan kısa bir süre için ABD'de yaşamış, daha sonra Yabancı Damat dizisi için Türkiye'ye geri dönmüştür. Bugüne kadar çeşitli televizyon kanallarında oyunculuk ve sunuculuk yapmış; filmlerde rol almıştır. 2008 yılında, Seyfi Dursunoğlu, İbrahim Tatlıses, Deniz Seki gibi isimlerin jüri koltuğunda bulunduğu "Popstar Türkiye" programının sunuculuğunu Osmantan Erkır ile birlikte gerçekleştirmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1078",
"len_data": 717,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.82
}
|
Immanuel Maurice Wallerstein (28 Eylül 1930, New York - 31 Ağustos 2019), Amerikalı sosyolog, tarihsel sosyoloji alanında bilim insanı ve dünya sistemler analisti.
Eğitimi ve akademik kariyeri.
New York'ta doğan Wallerstein'ın dünya sorunlarına ilgisi henüz küçük yaşlarda başladı. Özellikle Hindistan'da sömürge karşıtı harekete merak duydu. Columbia Üniversitesi’nde eğitimini sürdüren Wallerstein, bu üniversiteden, 1951’de B.A., 1954’te M.A. ve 1959’da Ph.D. derecelerini aldı. 1971 yılında McGill Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü oluncaya dek burada ders verdi. 1976’da Binghamton Üniversitesi’nde (SUNY) sosyoloji alanında önde gelen öğretim üyelerin biri olarak, 1999’daki emekliliğine kadar görev aldı, ayrıca 2005 yılında emekliliğine dek Fernand Braudel Merkezi’nin başkanlığını sürdürdü. Konuk profesör olarak dünya çapında çeşitli üniversitelerde görev alan Wallerstein çeşitli ödüllerle onurlandırıldı. Aralıklarla "Directeur d’études associé" "titr"i ile "Paris’te École des Hautes Études en Sciences Sociales"'de görev aldı. 1994 ve 1998 yılları arasında Uluslararası Sosyoloji Birliği’ne başkanlık yaptı. 2000 yılında Yale Üniversitesi sosyoloji bölümüne kıdemli araştırmacı olarak katıldı. Ayrıca "Social Evolution & History" adlı derginin danışma kurulunda bulundu.
Wallerstein, Türkiye'nin güneydoğu illerinde süregelen sokağa çıkma yasaklarının ve şiddetin bir an önce son bulmasını talep eden akademisyen ve araştırmacılardan oluşan bir inisiyatif olan Barış İçin Akademisyenler inisiyatifinin bildirisine imza atan 1128 akademisyen arasındadır.
Teorileri.
Wallerstein akademik kariyerine post-kolonyal Afrika uzmanı olarak başladı. Bu alanı, 1951'de gerçekleştirilen bir uluslararası gençlik konferansı sonrasında seçti ve 1970’lere kadar çalışmalarını sadece bu alanda gerçekleştirdi. Bu tarihten itibaren kendini bir tarihçi ve makro düzeyde küresel kapitalist ekonomi teorisyeni olarak tanımlamaya başladı. Küresel kapitalizme erken dönem eleştirileri ve "sistem karşıtı” hareketlere desteği son dönemde onun, küreselleşme karşıtı hareket içinde bulunan akademik ve diğer muhalif çevrelerde- Noam Chomsky ve Pierre Bourdieu ile birlikte- önemli bir yer edinmesini sağladı.
Dünya Sistemler Teorisi.
Wallerstein, “Üçüncü Dünya” teorilerini reddeder ve ekonomik değişim ilişkilerinin oluşturduğu komplex bir ağ ile birbirine bağlı tek bir dünya olduğunu savunur: içinde, kırılmaları açıklayan “sermaye ve emek dikotomisi” ve birbiri ile rekabet içinde olan (tarihsel olarak ulus devletleri kapsayan ama onunla sınırlı olmayan) ajanlarca gerçekleştirilen sonsuz “sermaye birikimi”nin bulunduğu bir “dünya ekonomi” veya “dünya-sistem”. Bu yaklaşım Dünya Sistemler Teorisi adı ile bilinmektedir.
Wallerstein, "Dünya sistem teorisi"ni 1974 yılında yayınladığı "Modern Dünya Sistem" kitabında dile getirdi. Kitabında dünyanın, 16. yüzyıldan beri uluslararası işbölümü ile karakterize edilen bir "dünya sistem"ini yaşadığını savundu. “Modern dünya sistem”in kökeni olarak Wallerstein, 16. yüzyıl Batı Avrupası ve Amerikalar'ını gösterir. Sermaye birikiminde başlangıçta Fransa ve İngiltere’de görülen belirli politik olaylar, aşama aşama bir genişleme sürecini başlattı ve sonucunda bugün, sadece bir küresel değişim ağı kaldı. 19. yüzyılla birlikte yeryüzünün her köşesi kapitalist dünya ekonomiye entegre oldu.
Dünyanın her köşesine uzanan kapitalist dünya-sistem kültürel, siyasal ve ekonomik açıdan homojen olmaktan çok uzak bulunmaktadır- Aksine dünya-sistem medeniyetler arasında gelişme farklılıları ve politik gücün ve sermayenin artışındaki temel farklılıklarla karakterize edilir. Modernleşme ve kapitalizm teorilerinin iddiasının aksine, Wallerstein bu farklılıkları sistemin bir bütün olarak gelişmesi ile bertaraf edilebilecek sırf tortular veya düzensizlikler olarak görmez. Bunlar dünyanın merkez, yarı çevre ve çevre olarak bölünmesinde olduğu gibi dünya-sistem’in kalıtsal bir özelliğidir.
Merkez Çevre.
Dünya sistem teorisi, dünyanın merkez ve çevre olarak bölündüğünü savunur ayrıca bunlar arasında yarı çevre olarak adlandırılan ve tanımını diğerleri ile ilişkisine göre kazanan bölgelerde bulunmaktadır. Bu ayrışmada, merkez ve çevre arasında yapısal ve kurumsallaşmış bir “işbölümü” bulunmaktadır: Merkez, yüksek düzeyde teknolojik ilerlemeye sahip ve ileri düzeyde ürünler üretirken; çevrenin rolü, merkezin temsilcilerine ham madde, tarımsal ürün ve ucuz işgücü sağlamaktır. Merkez ve çevre arasındaki değişim eşit olmayan şartlarda gerçekleşir: Çevre ürünlerini ucuz fiyatlardan satmak zorundadır fakat buna karşılık merkezin ürünlerini daha pahalı almak zorundadır. Ayrıca, yarı çevre adı ile adlandırılan merkeze göre çevre, çevreye göre merkez eğilimi gösteren bir bölge vardır. 20. yüzyılın sonlarında bu bölge Doğu Avrupa, Çin, Brezilya gibi alanları kapsayacaktır. Bazı durumlarda, çevre ve merkez bölgeler aynı coğrafi alanda çok yakın işbirliği içinde olabilir.
Dünya-sistemin başlangıcından itibaren sürekli genişlemesinin bir etkisi şeylerin sürekli metalaşmasıdır, buna insan emeği de dahildir. Doğal kaynaklar, toprak, emek ve insan ilişkileri aşama aşama kendi özgün değerinden soyutlanır ve ona bir değişim değeri belirleyen pazarda metaya dönüşür.
Wallerstein'a göre tarif ettiği dünya sistemin 1945'ten beri egemen gücü Amerika Birleşik Devletleri bu özelliğini kaybetmektedir. 11 Eylül ve ardından ortaya çıkan gelişmeler bunun en son ve en belirgin kanıtıdır.
Praksis.
İçinde yaşadığımız dünya sisteminin hızla temel bir değişime doğru gittiğini ve tercih ve seçimlerimizle insan iradesine hiç olmadığı kadar açık hale geldiğini savunan Wallerstein ne yapabileceğimiz konusunda şunları söyler: "Hepimizin üçlü bir görevi olduğu yolundaki görüşüme bağlı kalıyorum: Gerçekliği eleştirel ve ayık bir kafayla analiz etmekle ilgili entelektüel görev; bugün öncelik vermemiz gereken değerlerin neler olduğuna karar vermekle ilgili ahlaki görev ve dünyanın, kapitalist dünya sistemimizin şu anki kaotik yapısal krizinden çıkıp, mevcut sistemden gözle görülür ölçüde daha kötü değil de, gözle görülür ölçüde daha iyi olacak farklı bir dünya sistemine geçmesi olasılığına hemen nasıl katkıda bulunabileceğimize karar vermekle ilgili siyasi görev."
Alıntılar.
"16. yüzyılda Avrupa, tepinen ehlileştirilmemiş bir ata benziyordu. Bazı grupların, özel bir işbölümüne dayalı dünya-sistem kurma, sistemin siyasi ve ekonomik garantörleri olarak merkez alanlarda ulus devletler yaratma ve sadece 'kâr"ın değil ayrıca sistemin sürdürülebilmesi için oluşan maliyetin işçiye kesilmesini sağlama çabalarının gerçekleşmesi kolay değildi. Bunu gerçekleştirme başarısını Avrupa gösterdi, 16. yüzyılın itici gücü olmasaydı, modern dünya doğmamış olacaktı ve tüm gaddarlığına karşı doğmuş olması, olmamasından daha iyidir."
Kaynak: "Modern Dünya-Sistem"
"Tarihsel bir sistem olarak kapitalizmin, kendinden önceki tarihsel sistemleri yıkarak ve değiştirerek onların üstünde bir ilerlemeyi temsil ettiği düşüncesi açıkçası doğru değildir. Bunu yazdığım için dahi, tanrılara hakaret gibi bir duyguya eşlik eden bir rahatsızlık hissediyorum. Akranlarım gibi aynı ideolojik atölyede biçimlendirilmiş ve aynı tapınakta ibaded etmiş olmaktan dolayı tanrıların gazabından korkuyorum."
Kaynak: "Tarihsel Kapitalizm"
Eserleri.
Türkçeye çevirilen kitapları:
İngilizce Eserleri:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1083",
"len_data": 7307,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.97
}
|
Bjarne Stroustrup (; ; d. 30 Aralık 1950) C++ programlama dilini yaratması ve geliştirmesiyle bilinen Danimarkalı bir bilgisayar bilimcisidir.
Columbia Üniversitesi'nde misafir öğretim üyesi ve Morgan Stanley'de Yönetici Direktör olarak çalışmaktadır.
İlk yılları ve eğitimi.
Stroustrup, Danimarka'nın Aarhus şehrinde işçi bir ailenin çocuğu olarak doğdu ve üniversiteye kadar yerel okullarda okudu. 1975 yılında Aarhus Üniversitesi'nden Matematik ve Bilgisayar Bilimleri alanında yüksek lisans derecesi ile mezun oldu. 1979 yılında Cambridge Üniversitesi Bilgisayar Bilimleri bölümünden David Wheeler danışmanlığında doktora derecesini aldı.
Kariyeri.
Kariyerine 1979 yılında ABD'nin New Jersey eyaletindeki Bell Laboratuvarları Bilgisayar Bilimleri Araştırma Merkezi'nde başladı. Kuruluşundan 2002 yılına kadar AT&T Laboratuvarları'nın (Bell Labs) Büyük Ölçekli Programlama Araştırma bölümünün başkanlığını yaptı.
2002'den 2014'e kadar Texas A&M Üniversitesi Bilgisayar Bilimleri bölümünde profesörlük ve Mühendislik Fakültesi'nde başkanlık yaptı.
Ocak 2014'ten beri Morgan Stanley'in teknoloji bölümünde Yönetici Direktör ve Columbia Üniversitesi'nde Bilgisayar Bilimleri bölümünde misafir öğretim görevlisidir.
Kitapları.
Kendisine ait veya beraber yazdığı kitaplar ve birçok yayınlar mevcuttur.
Kitapların tümü toplamda 21 farklı dile çevrilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1084",
"len_data": 1362,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.33
}
|
Web tarayıcısı veya ağ tarayıcısı (İngilizce: "web browser"), kullanıcıların World Wide Web ("WWW") üzerinde bulunan bilgi kaynaklarını edinmeye ve görüntülemeye yarayan yazılımların genel adıdır. WWW üzerindeki bilgi kaynakları web sayfası, resim, video veya başka içerik türü olabilir. Bu kaynaklarda yer alan hiperlinkler aracılığıyla kullanıcılar, web tarayıcılarını kullanarak ilgili kaynaklar arasında dolaşabilir.
Web tarayıcılarının temel kullanım alanı World Wide Web'de gezinmek olsa da; özel ağlardaki web sunucuları tarafından sunulan bilgilere veya dosya sistemlerindeki dosyalara erişmek için de kullanılabilir.
Günümüzün en gözde web tarayıcıları Firefox, Internet Explorer'ın yerini alan Edge, Safari, Opera ve Chrome'dur.
Standart web tarayıcısı; metin veya çoklu ortam dosyalarını açabilir, kaydedebilir, HTML'den HTTP'ye tüm iletişim kurallarını ve standartları destekler, açılan sayfada aranan nesneyi bulabilir, sık kullanılanlar ve geçmiş listesi yapabilir, genel ağa dosya yükleme ve genel ağdan dosya indirme yapabilir, e-posta ve metin düzenleyicileriyle tümleşebilir. Linkleri (bağlantı) izleyebilir. Dosya sistemlerini okuyabilir, bağlayabilir, kaydedebilir. Çoklu ortam dosyalarını oynatabilir veya kaydedebilir, sayfanın çıktısını alabilir, çevrimdışı çalışabilir.
Kullanıcı Arabirimi.
Önemli web tarayıcılarında ortak olarak bulunan kullanıcı arabirimleri bunlardır:
Ayrıca önemli web tarayıcıları web sayfası içinde arama özelliklerine sahiptirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1094",
"len_data": 1479,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.64
}
|
Mozilla Firefox (veya kısaca Firefox), Mozilla Vakfı ve onun alt kuruluşu Mozilla Corporation tarafından geliştirilen, özgür ve açık kaynak kodlu bir web tarayıcısıdır. Firefox; Windows, macOS, Linux, Android ve iOS işletim sistemlerinde kullanabilir. Yazılımın Windows, macOS, Linux, Android sürümlerinde web sayfalarının oluşturulması için Gecko motoru kullanılır. Mozilla tarafından geliştirilen Gecko, mevcut ve planlanmış web standartlarıyla uyumludur. 2015'te çıkan iOS için Firefox uygulamasında ise Apple'ın getirdiği kısıtlamalar nedeniyle iOS'in bütünleşik WebKit motoru kullanılır.
Firefox, 2002 yılında Mozilla Application Suite paketi yerine tek başına çalışan bir tarayıcıya sahip olmak isteyen Mozilla gönüllüleri tarafından "Phoenix" adıyla geliştirildi. Beta aşamasındayken bile Microsoft'un o zamanki piyasa lideri olan Internet Explorer 6 tarayıcısına kıyasla hız, güvenlik ve eklenti desteği açısından öne çıkarak popüler hale geldi. Firefox, 9 Kasım 2004'te yayımlandı, 9 ay içinde 60 milyon indirmeye ulaştı ve Internet Explorer'ın hakimiyetini tehdit eder hale geldi. Mozilla topluluğu, 1998'de AOL tarafından satın alınmadan önce Netscape çalışanları tarafından kurulmuştu. Bu nedenle kimilerince Firefox'un Netscape Navigator ruhunu taşıdığı ve onun ardılı olduğu kabul edilir.
2009 sonlarında Firefox'un pazar payı %32 ile zirveye çıktı ve Firefox 3.5 bir süreliğine dünyanın en popüler tarayıcısı oldu. Ardından Google Chrome'un yarattığı rekabetle birlikte Firefox'un pazar payı düştü. Ocak 2016 itibarıyla çeşitli istatistiklere göre Firefox'un masaüstü tarayıcıları arasındaki kullanım oranı %9 ile %16 arasında değişmekte, bu da onu en popüler ikinci tarayıcı yapmaktadır. Mozilla'ya göre Aralık 2014 itibarıyla dünya çapında yaklaşık 500 milyon Firefox kullanıcısı bulunmaktadır.
, Firefox'un masaüstündeki kullanım oranı Statcounter verilerine göre %6,64 olarak kaydedildi. Firefox, Google Chrome (%64,88), Safari (%8,8) ve Microsoft Edge (%13,13) gibi masaüstü web tarayıcılarından sonra kullanım oranlarında dördüncü sırada yer almaktadır. Tüm platformlarda ise kullanım payı %2,82 olarak kaydedilmiştir.
Tarihçe.
Firefox projesi, Mozilla projesinin deneysel bir dalı olarak Dave Hyatt, Joe Hewitt ve Blake Ross tarafından başlatıldı. Bu grup, Netscape'in sponsor olmasından kaynaklanan ticari gereksinimlerin, ayrıca özelliklerin geliştiriciler tarafından belirlenmesinin Mozilla tarayıcısına zarar verdiğini düşünüyordu. Mozilla Suite'in “fazlalıkları” olarak gördükleri şeyleri atmak için tek başına çalışan bir tarayıcı oluşturdular. Firefox adını alacak bu tarayıcının, ileride Mozilla Suite'in yerini almasını umuyorlardı. 3 Nisan 2003'te Mozilla Organizasyonu, o tarihten itibaren Mozilla Suite yerine Firefox ve Thunderbird’e odaklanacağını açıkladı. Mozilla Suite gönüllüleri ise SeaMonkey projesini oluşturdu ve 2005’te SeaMonkey, tamamen Mozilla Application Suite’in yerine geçti.
Firefox projesi birkaç kez isim değişikliğine gitmek zorunda kaldı. Projenin ilk adı Phoenix (Türkçesi: Zümrüdüanka) idi. Mitolojide yanarak öldükten sonra kendi küllerinden yeniden doğan bir kuş olan Zümrüdüanka’nın “külleri”, ilk “tarayıcı savaşlarında” Microsoft Internet Explorer tarafından öldürülen Netscape Navigator'ı temsil ediyordu. Ancak Phoenix markası Phoenix Technologies’e ait olduğu için bu addan vazgeçildi ve Firebird adında karar kılındı. Bu ad ise Firebird adını kullanan açık kaynaklı veritabanı yazılımı projesinin tepkisine neden oldu. Mozilla Vakfı, karışıklığı önlemek için tarayıcının Mozilla Firebird adını kullanacağını açıkladıysa da tartışmalar sürdü ve 9 Şubat 2004’te tarayıcının adı Mozilla Firefox olarak değiştirildi. Firefox, kızıl panda adlı hayvanın takma adıdır ve Firefox’un maskotu olarak da bu hayvan benimsenmiştir.
2016 yılında Mozilla, Firefox'un Gecko mimarisini ve diğer bileşenlerini iyileştirmeyi amaçlayan Quantum adlı bir proje duyurdu. Bu proje, tarayıcının performansını artırmayı, mimarisini modernleştirmeyi ve tarayıcıyı çoklu işlem modeline geçirmeyi hedefliyordu. Bu iyileştirmeler, Google Chrome'un payının azalması ve performansının gerilemeye başladığı şikayetlerinin ardından geldi. Ancak bu değişiklikler, Firefox için mevcut eklentilerin yeni sürümlerle uyumsuz hale getirilmesine neden oldu. Mevcut mimari yerine, Chrome ve diğer yeni tarayıcılara benzer olacak şekilde tasarlanmış yeni bir uzantı sistemi tercih edildi. Kasım 2017'de piyasaya sürülen Firefox 57, Quantum tabanını içeren ilk sürüm oldu ve bu nedenle Firefox Quantum olarak adlandırıldı. Mozilla'dan bir yetkili, Quantum'un tarayıcının 1.0 sürümünden bu yana yapılan "en büyük güncelleme" olduğunu belirtti. Mimarinin ilk sürümlerinde yanıt vermeyen ve çöken sayfalar, aynı işlem içinde yüklenen diğer sayfaları etkilemekteydi. Chrome her yüklenen sekme için ayrı işlemler kullanırken, bellek tüketimi ile performansı dengelemek için Firefox varsayılan olarak dört bölüm üzerine sekme görevlerini dağıtmaktadır. İşlem sayısı ayarlanabilir olduğu için performansı artırırken bellek kullanımını da artırmaktadır, bu nedenle daha büyük RAM kapasitesine sahip bilgisayarlar için uygundur.
3 Mayıs 2019'da Mozilla sunucularındaki bir ara sertifikanın süresinin dolması, Firefox'un tüm tarayıcı eklentilerini (add-on'ları) otomatik olarak devre dışı bırakmasına ve kilitlemesine neden oldu. Mozilla, bu sorunun giderilmesine hemen sonra Mozilla Studies bileşenlerini kullanarak düzeltmeyi hedefledi.
13 Ocak 2022 tarihinde Firefox'un HTTP/3 uygulamasındaki bir sorun, birkaç saat kesintiye yol açtı.
Özellikler.
Firefox'un özellikleri arasında sekmeli gezinti, yazım denetimi, yazarken arama, canlı yer imleri, akıllı yer imleri, indirme yöneticisi ve coğrafi konuma duyarlı gezinti sayılabilir. Firefox'un bütünleşik arama sistemi varsayılan olarak çoğu ülkede Google’ı kullanır. Bunlara ek olarak Firefox, web geliştiricilerine yönelik Hata Konsolu ve DOM Denetçisi gibi birçok bütünleşik araç sunar. Pocket entegrasyonu sayesinde Firefox’ta okuma listesine eklenen sayfalar başka cihazlarda çevrimdışı olarak okunabilir. WebRTC teknolojisini kullanarak uyumlu sistemlerle görüntülü görüşme, ekran paylaşımı ve dosya paylaşımı yapmayı sağlayan Firefox Hello özelliği 2016’da tarayıcıdan kaldırılmıştır.
Üçüncü şahıslar tarafından geliştirilen eklentiler aracılığıyla Firefox’a yeni işlevler eklenebilir. Firefox eklentileri, WebExtensions adlı HTML ve JavaScript API’ı aracılığıyla geliştirilir. Bu sistem, Google Chrome ve Microsoft Edge eklentileriyle büyük ölçüde uyumludur. Eski Firefox eklentileri XUL ve XPCOM API’ları ile geliştiriliyordu; ancak bu eklentiler yeni Firefox’un çok işlemli mimarisiyle uyumlu olmadıkları için Firefox 57’den itibaren “eski teknoloji eklentiler” adını almıştır ve artık desteklenmemektedir.
Kullanıcılar, kendilerinin veya üçüncü şahısların geliştirdiği temaları yükleyerek Firefox'un görünümü de değiştirebilirler. Eklentiler ve temalar Firefox Eklentileri adlı web sitesi üzerinden yüklenir.
Standartlar.
Firefox; HTML4 (ve HTML5’in neredeyse tamamı), XML, XHTML, MathML, SVG 2 (kısmi), CSS, ECMAScript (JavaScript), DOM, XSLT, XPath ve alfa saydamlık içeren APNG (hareketli PNG) görselleri gibi birçok web standardını destekler. Ayrıca WHATWG tarafından oluşturulan istemci taraflı depolama ve canvas elementi gibi standart önerilerini de destekler. Bu standartlar, Firefox’un Gecko adlı layout motoruna ve Spidermonkey adlı JavaScript motoruna entegre edilir.
Firefox, Acid2 adlı standartlara uyumluluk testini 3.0 sürümünden beri geçmektedir. Mozilla, Firefox’un Acid3 testini geçmeyi hedeflemediğini; çünkü testin SVG yazı tipleri bölümünün eskidiğini onun yerini alan WOFF standardının tüm büyük tarayıcılar tarafından kabul edildiğini açıklamıştır. 2011'de SVG yazı tipi testleri Acid3 testinden çıkarmış, böylece Firefox 4 ve sonraki sürümleri testte 100 üzerinden 100 puan almaya başlamıştır.
Firefox, kimlik avı ve zararlı yazılım koruması sunmak üzere Google’ın geliştirdiği Safe Browsing adlı özel bir protokolünü de destekler.
Windows Vista ve sonraki Windows sürümlerinde, Firefox 38 ve sonraki sürümler HTML5 Encrypted Media Extensions (EME) ile korunan video içeriklerini oynayabilir. Bu amaçla kullanılan Adobe Primetime İçerik Çözme Modülü kapalı kaynaklı olduğu için Firefox onu bir “sandbox” ortamında çalıştırarak sisteme erişimini kısıtlar, ayrıca modüle her seferinde rastgele bir cihaz kimliği bildirerek kullanıcının bu modül aracılığıyla takip edilmesini önler. Firefox 47 sürümünden itibaren Windows ve macOS'te Google'ın Widevine İçerik Çözme Modülü de desteklenir. Böylece Netflix, Amazon Video, BluTV gibi servislerin şifrelenmiş HTML5 videoları izlenebilir.
Yerelleştirme.
Firefox, en fazla dilde kullanılabilen web tarayıcısıdır. 2004'te çıkan ilk sürümü Türkçe dahil 28 dil ve lehçeyi destekliyordu. Günümüzde Firefox, 97 dil ve lehçede kullanılabilmektedir.
Platform desteği.
Firefox'un masaüstü sürümü Windows, macOS ve Linux'ta kullanılabilir. Android için Firefox uygulaması yalnızca Android'de, iOS için Firefox uygulaması ise yalnızca iOS'te desteklenmektedir.
Firefox kaynak kodu çeşitli işletim sistemler için derlenebilir ama yazılımın resmi sürümleri aşağıdaki sistemler için sunulmaktadır:
Markalaşma ve logo.
"Mozilla Firefox" adı, Mozilla'nın tescilli bir ticari markasıdır; resmi Firefox logosu ile birlikte, belirli koşullar altında kullanılabilir. Resmi ikili dosyaları değiştirilmemiş biçimde yeniden dağıtan herkes, Firefox adını ve markasını bu dağıtım için kullanabilir, ancak temel kaynak kodunu değiştiren dağıtımlara kısıtlamalar getirilmiştir. "Firefox" adı, kızıl panda lakabından türetilmiştir.
Mozilla, Firefox logosu dosyalarını açık kaynak lisansları altına koymuştur, ancak ticaret markası yasalarının uygulandığı bağlamlarda değiştirilmiş veya benzer logoların görüntülenmesine izin verilmeyen ticaret markası yönergelerine sahiptir.
Mozilla Vakfı'nın niyetleri konusunda, bazı açık kaynak dağıtımlarının "Firefox" ticaret markasını kullanmalarını engelleme konusunda bazı tartışmalar yaşanmıştır. Açık kaynak tarayıcılar, "kitlesel pazar hakimiyeti yerine pazarda daha fazla seçenek ve yenilik sağlar." Mozilla Vakfı Başkanı Mitchell Baker, 2007'de verdiği bir röportajda, dağıtımların kaynak kodunu değiştirmedikleri sürece Firefox ticaret markasını özgürce kullanabileceklerini ve Mozilla Vakfı'nın tek endişesinin kullanıcıların "Firefox" kullanırken tutarlı bir deneyim elde etmeleri olduğunu açıklamıştır.
Kodların resmi marka ve isim kullanmadan dağıtılmasına izin vermek için Firefox derleme sistemi içinde bir "marka anahtarı" bulunmaktadır. Bu anahtar, genellikle gelecekteki Firefox sürümlerinin alfa sürümleri için kullanılır ve kodun resmi logo ve isim olmadan derlenmesine izin verir; bu da Firefox ticaret markasıyla ilgili kısıtlamalar olmadan üretilmiş türev bir çalışmanın ortaya çıkmasına olanak tanır. Markasız derlemede, ticari markalı logo ve isim, serbestçe dağıtılabilir genel bir dünya logosu ve değiştirilmiş sürümün kaynak aldığı sürüm serisinin adıyla değiştirilir.
"Firefox" adı altında değiştirilmiş sürümlerin dağıtılması, temel kodda yapılan değişikliklerin Mozilla tarafından açıkça onaylanmasını ve resmi marka kullanımını gerektiriyordu. Örneğin, resmi logo kullanmadan "Firefox" adını kullanmak izin verilmezdi. Debian projesi, 2006'da resmi Firefox logosunu kullanmayı bırakma kararı aldığında (çünkü o dönemde Mozilla'nın telif hakkı kısıtlamaları Debian'ın kurallarıyla uyumsuzdu), Mozilla Vakfı temsilcisinden bu durumun kabul edilemez olduğu ve yayınlanan ticaret markası kurallarına uymaları veya dağıtımlarında "Firefox" adını kullanmayı bırakmaları istendi. Debian, değiştirilmiş Firefox sürümünü "Iceweasel" olarak markalamaya geçti (ancak 2016'da Firefox'a geri döndü). GNU IceCat, GNU Projesi tarafından dağıtılan başka bir türetilmiş Firefox sürümüdür ve kendi markalamasını sürdürmektedir.
Görsel kimlik.
Firefox simgesi, Firefox yazılımının resmi Mozilla sürümünü ve resmi dağıtım ortaklarının sürümlerini belirtmek için kullanılan bir ticari markadır. Bu nedenle, Firefox'un değiştirilmiş sürümlerini dağıtan yazılım dağıtıcıları simgeyi kullanmaz.
Firefox'un erken Firebird ve Phoenix sürümleri, birçok diğer profesyonel yazılım paketiyle karşılaştırıldığında makul görsel tasarımlara sahip olarak kabul edildi, ancak birçok profesyonel yazılım paketine kıyasla yetersiz kaldı. Ekim 2003'te, profesyonel arayüz tasarımcısı Steven Garrity, Mozilla'nın görsel kimliği ile ilgili olduğunu düşündüğü her şeyi kapsayan bir makale yazdı.
Kısa bir süre sonra Mozilla Vakfı, Garrity'yi yeni görsel kimlik ekibinin başına getirdi. Şubat 2004'te Firefox 0.8'in piyasaya sürülmesi, yeni markalaşma çabalarının başlamasını gördü. Bu, Mozilla ile uzun süredir ilişkisi olan web geliştiricileri grubu silverorange tarafından yapılan yeni simge tasarımları içeriyordu. Son tasarımlar, Camino üzerinde çalışmış olan Jon Hicks tarafından yapıldı. Logo daha sonra gözden geçirildi ve güncellendi ve büyütüldüğünde bulunan birkaç kusur düzeltildi. Logoda gösterilen hayvan, stilize edilmiş bir tilkidir, ancak "firefox" genellikle kızıl panda için yaygın bir isimdir. Hicks'e göre panda, "gerçekten doğru imgeleri çağrıştırmadı" ve geniş bir şekilde tanınmadı.
Haziran 2019'da Mozilla, Firefox logosunu yeniden tasarlanmış bir şekilde tanıttı ve bu değişiklik resmi olarak sürüm 70'te uygulandı. Yeni logo, Firefox etrafında bir marka sistemi oluşturma çabasının bir parçasıdır ve artık Firefox markası altında tanıtılan eşleştirme uygulamaları ve hizmetleri için bir paket olarak sunulmaktadır.
Pazar payı.
Firefox 1.0 sürümü 9 Kasım 2004 tarihinde piyasaya sürüldüğünden beri indirme oranları artarak devam etmektedir. Temmuz 2009 itibarıyla Firefox bir milyardan fazla kez indirilmiştir. Bu sayı, yazılım güncellemeleri yoluyla yapılan indirmeleri veya üçüncü taraf web sitelerinden yapılanları içermez. Bu, bir kullanıcı sayısını temsil etmez, çünkü bir indirme birçok makineye yüklenebilir, bir kişi yazılımı birden fazla kez indirebilir veya yazılım üçüncü bir taraftan temin edilebilir.
Temmuz 2010'da IBM, tüm çalışanlarından (yaklaşık 400,000 kişi) varsayılan tarayıcı olarak Firefox kullanmalarını istedi.
Firefox, Kasım 2011'e kadar en çok kullanılan ikinci web tarayıcısıydı, ancak bu tarihten itibaren Google Chrome tarafından geçildi. Mozilla'ya göre, Firefox Ekim 2012 itibarıyla 450 milyondan fazla kullanıcıya sahipti.
2023 yılının başlarına kadar, Firefox dünya genelinde tüm platformlarda kullanılan web tarayıcıları arasında kullanım payı açısından dördüncü sıradaydı ve masaüstü tarayıcılarda dördüncü sırada yer alıyordu, kullanım payı ise %2.77'ydi.Mozilla'nın Firefox Halka Açık Veri raporuna göre, Masaüstü istemcilerinin aylık aktif kullanıcı sayısı 2017 yılında yaklaşık olarak 310 milyondan 2023 yılında 200 milyona düşmüştür. Ekim 2020'den itibaren Firefox'un masaüstü pazar payı, eskiden en popüler olduğu ülkelerde düşmeye başladı. Eritre'de, Ekim 2020'de %50 olan pazar payı, Eylül 2021'de %9.32'ye düşmüştür. Küba'da ise, Eylül 2020'de %54.36 olan pazar payı, Eylül 2021'de %38.42'ye düşmüştür.
Gelişmeler.
Mozilla Firefox, 3.0 sürümü için bir rekor denemesi yaptı. Guiness rekoru denemesi 8 milyonu aşan indirmeyle başarılı oldu. 17 Haziran 2008'deki İndirme Günü ile ilk 24 saat içinde 8 milyondan fazla indirilme sayısına ulaşan Firefox bununla bir günde en çok indirilen yazılım unvanının sahibi oldu.
Tom's Hardware sitesinin Haziran 2013'te gerçekleştirdiği testlerde Firefox'un 22. sürümü, pazardaki popüler tarayıcılar arasında "en hızlı tarayıcı" ve "en başarılı tarayıcı" unvanını ele geçirdi.
Firefox'un Ağustos 2013'te çıkan mobil sürümüyle mobil tarayıcıya Türkçe dil seçeneği eklendi.
Firefox'un 31. sürümü PC Mag tarafından yapılan 21 Ağustos 2014'te değerlendirmede Internet Explorer, Google Chrome ve Apple Safari'yi geride bırakarak 1. sırada tamamladı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1095",
"len_data": 15893,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.51
}
|
e-posta ya da e-mail, İnternet üzerinden gönderilen dijital mektup. Elektronik posta kavramının kısma adıdır. Görsel olarak kâğıt bir mektup ile aralarında büyük bir ayrım yoktur. e-postalara resim, müzik, video gibi her türlü dosya türü eklenebilir ve diğer alıcının bilgisayarına aktarılabilir. Her gün dünyada milyarlarca e-posta gönderilmektedir. Ucuzluğu ve kolaylığı nedeniyle kâğıt mektuplardan daha yaygın olarak kullanılmaktadır ancak güvenilirliğinin yetersizliği nedeniyle resmî işlerde kullanımı oldukça kısıtlıdır.
e-posta hesapları, bu hizmeti veren çeşitli sitelerden ücretsiz veya belirli bir ücret karşılığında açılabilir. e-posta adresleri; kullanıcı adı, adres imi, hesabın oluşturulduğu sitenin e-posta sunucusunun adı, nokta (.) ve site uzantısının aralık bırakılmadan yazılması ile oluşur. Örneğin: "vikipedist@vikipedi.org". "@" işareti (kuyruklu a) ise ""vikipedi.org" adlı yerde" demektir. Örneğin vikipedi.org'da olan birisi Ağ sayfasıyla ve özel ileti programları (Microsoft Outlook, Thunderbird, vs.) ile çeşitli protokollerle (IMAP, POP3, vs.) iletiye ulaşılır.
Sorunlar.
e-posta ile iletişimde karşılaşılan en büyük sorunlardan biri istenmeyen toplu e-postalar yani yığın iletilerdir. Bunun dışında zararlı programcıkların (virüs vs.) yayılması ve kişisel bilgilerin çalınması tehlikesi de vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1099",
"len_data": 1327,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.77
}
|
Pascal (Paskal okunur) bilgisayar programlama dili pek çok öğrenciye bilgisayar programlamayı öğreten ve çeşitli versiyonları bugün hâlâ yaygın olarak kullanılmaya devam eden en önemli programlama dillerinden biridir. İlk Macintosh işletim sisteminin çoğu ve TeX Pascal ile yazılmıştır.
Bilgisayar bilimcisi Niklaus Wirth Pascal'ı 1970'te yapısal programlamayı derleyiciler için daha kolay işlenir hale getirebilmek amacıyla geliştirmiştir. Adını matematikçi ve düşünür Blaise Pascal'dan alan Pascal, Algol programlama dilinden türemiştir. Wirth, Pascal'dan başka Modula-2 ve Oberon programlama dillerini de geliştirmiştir. Bu diller Pascal'a benzerler ve ayrıca nesneye yönelik programlamayı da desteklerler.
Temel sözdizimi.
Bir dilin sözdizimine örnek olarak yaygın biçimde bir "Merhaba dünya" programı gösterilir. Aşağıda Pascal ile yazılmış bir "Merhaba dünya" programı görebilirsiniz:
program MerhabaDunya(output);
uses crt;
begin
Write('Merhaba Dünya!');
end.
Pascal'da tüm programlar "Program" anahtar sözcüğü ile başlar ve ardından "Begin" / "End" anahtar sözcükleri ile sınırlanan bir blok gelir. Pascal dilinde harflerin büyüklüğü-küçüklüğü önemli değildir. İfadeler noktalı virgül ile ayrılır ve programlar bir nokta ile bitirilir. Bazı derleyiciler için "Program" satırı zorunlu değildir.
Orijinal halinde Pascal, tümüyle prosedürel bir dildir ve programlar if, while, for ve benzeri yapılardan oluşur.
Pascal ve C.
Pascal ve C dilleri yaklaşık aynı zamanlarda geliştirilmişlerdir ve aralarında önemli benzerlikler vardır. Orijinal Pascal ile C'nin ikisi de yapısal programlama fikrini gerçekleştiren küçük ve prosedürel dillerdir. İkisinde de dinamik bellek ayırma ve işaretçi işleme ("İng." pointer manipulation) mümkündür. Ancak, bu iki dil dışarıdan bakıldığında farklı görünürler (C programları genelde Pascal programlarından kısadır).
Tartışma yaratan farklılıklardan bir tanesi, Pascal'ın atama için := ve karşılaştırma için = imlerini kullanmasıdır. Matematikte = imi her iki amaç için de kullanıldığından, programcılar bazen yanlışlıkla Pascal'da :=, C'de ise == kastedildiği halde daha kısa olan = imini kullanırlar. C'nin tasarımcıları atama işleminin karşılaştırma işleminden daha sık kullanıldığını, dolayısıyla kısa olan imin atama işlemi için kullanılması gerektiğini savunurlar. Pascal'ın savunucuları ise, yanlışlıkla atama yapmanın yanlışlıkla karşılaştırma yapmaktan çok daha tehlikeli olduğunu savunurlar. Bu savunma, eğer, C'de olduğu gibi, bir if ifadesi içinde atama yapılabiliyorsa, kesinlikle doğrudur.
Bu tartışma, iki dilin tasarım mantıkları arasındaki farka işaret eder. Pascal, en azından kısmi olarak, bir eğitim dili olarak tasarlanmıştır. Yanlışlıklara yol açabilecek sözdizimi yapılarından kaçınılmış, sözdiziminin anlaşılması kolay olmasına dikkat edilmiştir. C'nin tasarımcıları ise dili programların kısa olması için tasarlamışlardır.
Bu iki dil arasındanki başka bir fark da, Pascal'ın "strongly typed" olmasıdır. Yani, bir değişken kullanılmadan önce belirli bir tipe sahip olmak üzere tanımlanmalıdır ve farklı tiplerden iki değişken birbirlerine atanamazlar. Bu sınırlama pek çok programlama yanlışını önler.
C'nin tersine, Pascal'da iç içe fonksiyon tanımlamak mümkündür.
Orijinal Pascal'da program parçaları ayrı ayrı derlenemezler ve derleme anında boyutu bilinmeyen diziler kullanmak mümkün değildir. Ancak bu sınırlamalar, Pascal'ın bazı versiyonlarında kaldırılmıştır. pascal biraz zor ama çözüldüğü zaman zevkli bir hale gelir.. Turbo pascal gibi programlar özellikle 'C' olup oyunlarda önde gelen programlardır.
Pascal derleyicileri.
İlk Pascal derleyicileri (örneğin kendisi de Pascal ile yazılmış olan UCSD p-System derleyicisi) Pascal programlarını makineden bağımsız p-Code'a çevirmek üzere tasarlanmışlardı. Bu kod, sonradan her sistem için ayrı bir program tarafından yorumlanıyordu. Sonuç olarak, yalnızca küçük yorumlayıcı kısım diğer mimarilere taşınmak ("port" edilmek) zorundaydı.
1980'lerde Anders Hejlsberg Nascom-2 için Blue Label Pascal derleyicisini yazdı. Daha sonra Borland'da çalışmaya başlayan Hejlsberg, burada derleyicisini IBM PC için baştan yazıp, adını "Turbo Pascal" koydu. Borland, Turbo Pascal'ı Hejlsberg'in Blue Label'ı sattığı fiyattan çok daha ucuza, 49 dolara sattı.
Ucuza elde edilebilen Borland derleyicisinin 1980'lerin sonunda IBM PC üzerinde yoğunlaşmaya başlayan Pascal topluluğunda büyük etkisi oldu. BASIC yerine yapısal bir programlama dili arayan pek çok PC amatörü Turbo Pascal'ı kullanmaya başladı. Yalnızca bir mimaride çalışan "Turbo Pascal", programları doğrudan Intel 8088 makine diline çeviriyordu, dolayısıyla yorumlama kullanan yaklaşımdan daha hızlı idi.
Super Pascal, dile nümerik olmayan etiketler ve bir "return" ifadesi ekledi.
1990'larda değişik mimariler için işletilebilir kod üretebilen derleyiciler kullanılmaya başlandığında Pascal programları pek çok makine diline kolayca derlenebilir hale geldiler.
Borland, Turbo Pascal'a 5.5 versiyonunda nesneye yönelim ekledi.
Borland daha sonra daha geniş bir nesneye yönelim desteği istediğine karar verip, Apple'ın önerdiği (hala bir standart olmayan) "Object Pascal" taslağını kullanarak Delphi'yi geliştirmeye başladı. Borland da başta bu dili Delphi'de "Object Pascal" olarak adlandırdıysa da, sonradan dilin adını da Delphi olarak değiştirdi. Pascal'ın bu 'lehçesini' destekleyen başka derleyiciler de vardır.
Herkesin kullanımına açık derleyiciler.
Herkesin kullanımına açık bazı Pascal derleyicileri aşağıda sıralanmıştır:
Geçmişteki eleştiriler.
1980'lerde ve 1990'ların başındaki kadar olmasa da hâlâ popüler olan Pascal, yine de "ciddi" programlama için uygun olmadığı ve yalnızca eğitim için kullanılabileceği savıyla eleştirilmiştir. C'nin yaratıcılarından olan Brian Kernighan, 1981'de yazdığı makalesi Why Pascal Is Not My Favorite Programming Language (Pascal Niçin Benim En Sevdiğim Dil Değildir) ile bu eleştirileri özetlemiştir. Öte yandan, 1980'lerde Apple Lisa ve Macintosh gibi büyük projeler Pascal'a dayanıyorlardı. Aradan geçen zaman içinde, Pascal gelişmeyi sürdürmüş ve bu sayede Kernighan'ın eleştirileri artık modern Pascal versiyonları için geçerli olmaktan çıkmıştır. Yeterli bilgiye sahip olmayan pek çok kimse bugün hâlâ bu eleştirilerin geçerli olduğunu düşünmektedir. Pascal üzerindeki bu haksız damga, bugün Pascal'ın önündeki en büyük sorunlardan biridir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1101",
"len_data": 6359,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.94
}
|
Porsche 356, Porsche'nin üretilen ilk modeli. Ferdinand Porsche tasarımı sırasında yardımcı olmuştur, ancak proje ve genel model tasarımı Ferry Porsche tarafından gerçekleştirilmiştir.
356 serisi'nin ilki 1948'de Roadster Number 1 (veya Porsche 356/1), takibinde ise 1950 356 Coupé (Ferry Porsche o günlerde ölüm döşeğinde olan babası için bu modelin adına babasının ismi olan "Ferdinand"ı uygun görmüştür), 1952 Cabriolet (1954 yılında makyajlanmıştır) ve 356 Speedster modelleridir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1122",
"len_data": 484,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.41
}
|
Geri izleme ("İngilizce:trackback"), dinamik bir web sitesindeki bir yazı ile ilgili diğer yazıların kaydını tutma sistemidir. Genelde bloglarda kullanılır.
Geri izleme sayfası bir anlamda konuyla ilgili sitelere bağlantılar içerme görevi görüyor.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1128",
"len_data": 247,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.6
}
|
Fenerbahçe Spor Kulübü, 1907 yılında Ziya Songülen, Ayetullah Bey, Necip Okaner, Asaf Beşpınar ve Enver Yetiker tarafından İstanbul'un Kadıköy ilçesi, Moda semtinde kurulan spor kulübü. İlk renkleri sarı-beyaz olup, 1908-1909 sezonundan itibaren, kurucuları tarafından sarı lacivert olarak değiştirilmiştir. Fenerbahçe, 1959 yılından beri düzenlenen Türkiye Ligi şampiyonalarında toplamda 19 şampiyonlukla en çok şampiyon olan ikinci Türk futbol takımıdır. Türkiye'nin en eski, başarılı ve en çok taraftara sahip kulüplerinden biri olan Fenerbahçe'nin etkin şubeleri futbol, basketbol, voleybol, atletizm, boks, espor, kürek, masa tenisi, yelken ve yüzmedir.
Fenerbahçe Futbol Takımı, Türk futbol tarihinin ilk uluslararası başarısı olan Balkan Kupası'nı (1966-67) kazanmıştır. UEFA Kupa Galipleri Kupası'nda (1963-64) çeyrek final oynamış, 2008 yılında ise UEFA Şampiyonlar Ligi çeyrek finaline kadar yükselmiştir. Ayrıca 2012-13 sezonunda UEFA Avrupa Ligi'nde yarı finale çıkmıştır. 28 kez futbol şampiyonu olarak (19 Süper Lig, 6 Millî Küme, 3 Türkiye Futbol Şampiyonası) Türk futbol tarihinde en çok millî şampiyonluk yaşamış futbol takımıdır. U-15 takımı 2011 yılında Avrupa şampiyonu olmuştur. A takımı iç saha maçlarını 2007 yılında yenilenmesi tamamlanan Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nda oynamaktadır.
Erkek Basketbol Takımı; FIBA EuroChallenge'de 2005 yılında Final Four oynamış; EuroLeague'de 2007-08 sezonunda çeyrek finale, 2014-15 sezonunda ilk kez Final Four'a ulaşmıştır. 2015-16 sezonunda ise EuroLeague'de final oynamış ve Avrupa ikincisi olmuştur. 2016-17 sezonunda EuroLeague kupasını kazanan ilk Türk takımı olarak tarihe geçmiştir. Beş kez arka arkaya Final Four'a (2015, 2016, 2017, 2018, 2019) kalarak da Türk basketbolunda bir rekor elde etmiştir. 2024-2025 sezonunda finalde Monaco'yu yenerek ikinci kez EuroLeague kupasını müzesine götürmüştür.
Kadın Basketbol Takımı; EuroLeague'de 2022-23 ve 2023-24 sezonlarında şampiyon oldu. Aynı kupayı 2016-17 EuroLeague sezonunda Erkek Basketbol takımı ile de kazanan Fenerbahçe Spor Kulübü; Avrupa basketbolunun en üst düzey liginde hem erkeklerde hem de kadınlarda şampiyon olan ilk ve tek spor kulübü oldu. Kadın Basketbol Takımı ayrıca; 2022-23 sezonunda EuroCup şampiyonu ASVEL Féminin'i yenip; Fiba Super Cup'ta şampiyon olmuş ve bu kupayı kazanan ilk ve tek Türk Kadın Basketbol Takımı olmuştur. 2024 yılında Türk Derbisinde EuroCup finalisti Beşiktaş'ı yenerek, üst üste ve toplamda 2.kez kazanan Fenerbahçe;Fiba Super Cup'ı kazanan tek Türk Kadın Basketbol takımı olma özelliğini devam ettirmiştir. Sarı Kanaryalar ayrıca, EuroLeague Women'de 2013, 2014, 2017 ve 2022'de final oynarken, 2016 ve 2021'de üçüncü, 2012 ve 2015'te ise dördüncü oldular. Sarı-lacivertliler ayrıca 2004 ve 2005 yıllarında EuroCup Kadınlar'da Dörtlü Final'e ulaşıp, 2005 yılında final oynadılar. Türkiye'de ise ulusal düzeyde 47 şampiyonlukla (18 Süper Lig, 3 Türkiye Şampiyonası, 14 Türkiye Kupası ve 12 Cumhurbaşkanlığı Kupası) halen en başarılı takım konumuna sahiptir.
Erkek Voleybol Takımı, 2013-14 sezonunda Avrupa CEV Challenge Kupası, 2009 ve 2013 yıllarında ise iki kez Balkan şampiyonu oldu. Sarı Kanaryalar ayrıca Avrupa Top Teams Kupası'nda 2004-05 sezonunda çeyrek final oynadı, 2008-09 CEV Şampiyonlar Ligi'nde gruptan çıkan ilk Türk takımı oldu. Sarı-lacivertliler Türkiye'de ise 5 Türkiye Ligi, 5 Kupa Voley ve 4 Süper Kupa şampiyonluğuna ulaştılar.
Kadın Voleybol Takımı Türkiye'de 7 kez Sultanlar Ligi Şampiyonluğu, 5 kez Kupa Voley
Şampiyonluğu, 5 kez de Kadınlar Şampiyonlar Kupası'nı kazanmıştır. Avrupa Kupalarında 2009'da CEV Kadınlar Kupası'nda üçüncü olmuş, 2009-10 ve 2010-11 sezonlarında Şampiyonlar Ligi'nde Dörtlü Final'e kalmış, sırasıyla Avrupa ikinciliği ve üçüncülüğü kazanmıştır. Takım, 2010 yılında Katar'da yapılan Kadınlar Dünya Şampiyonası'nda yenilgisiz Dünya Şampiyonu olmuş ve tarihi bir başarı elde etmiştir. 2011-12 sezonunda ise Fenerbahçe iki sezondur kıl payı kaçırdığı Avrupa Şampiyonluğu unvanına ulaşmıştır. 2012-13 sezonunda bu kez Avrupa şampiyonu unvanıyla davet edildiği Dünya Kulüpler arası Voleybol Şampiyonası'nda üçüncü olmuştur. Sarı-lacivertliler aynı sezon CEV Kupası'nda final oynayarak ikinciliğe ulaşmışlardır. 29 Mart 2014'te erkeklerde CEV Challenge Kupası şampiyonu, kadınlarda CEV Kupası şampiyonu olmuştur. Böylece voleybol şubesi, aynı gün içinde hem erkeklerde hem kadınlarda Avrupa kupası kazanarak spor tarihine geçmiştir. Türkiye'de bunu başaran ilk ve tek takım olan Fenerbahçe, Avrupa'da da bu şerefe erişmiş sayılı birkaç kulüpten biri olmuştur.
Fenerbahçe atletizmde takımlar düzeyinde, 21 kez Avrupa Şampiyonu olmuş, bunun haricinde de çeşitli dereceler almıştır. Erkek Atletizm Takımı A takımlar düzeyinde 1993 ve 2009 yıllarında B Grubu, 1999 yılında C Grubu'nda şampiyon olmuş, 1992, 1995, 1996 ve 2019'da ise ikinciliğe ulaşmıştır. Genç erkek takımı 2013, 2014, 2017 ve 2019'da Avrupa şampiyonu, 2010, 2011, 2015 ve 2016'da ise Avrupa ikincisi olmuştur. Genç erkek kros takımı ise üç yıl üst üste Avrupa şampiyonluğunu (2009, 2010 ve 2011), 2012 ve 2018'de Avrupa üçüncülüğünü, 2013, 2014, 2015, 2016 ve 2017'de ise Avrupa ikinciliğini kazanmıştır. Kadın Atletizm Takımı 1997 yılında C Grubu'nda, 1998 yılında B Grubu'nda ve 2015'te A Grubu'nda Avrupa ikincisi, 2016'da ise A Grubu'nda Avrupa üçüncüsü olmuştur. Genç kadın atletizm takımı 2010, 2012, 2014, 2015, 2016, 2017, 2018 ve 2019 yıllarında Avrupa şampiyonluğuna, 2011 ve 2013 yıllarında ise Avrupa ikinciliğine ulaşmıştır. Genç kadın kros takımı 2015, 2018 ve 2019 yıllarında Avrupa şampiyonluğuna, 2016 ve 2017'de Avrupa ikinciliğine ve 2009'da Avrupa üçüncülüğüne ulaşmıştır.
Yüzme takımı da 2004 ve 2005 yıllarında Avrupa şampiyonu olmuştur.
Boks şubesi sporcuları, çeşitli kategorilerde Avrupa ve Dünya şampiyonu unvanlarını kazanmışlardır. Takım olarak ise 1999 yılında Ukrayna'nın Lviv kentinde düzenlenen Avrupa Şampiyonlar Kupası'nda ikinciliğe ulaşmıştır.
Fenerbahçe Erkek Masa Tenisi Takımı Avrupa ETTU Kupası'nda 2007-08 sezonunda final oynamıştır. Kadın takımı ise ETTU Kupası'nda 2011-12 ve 2012-13 sezonlarında üst üste iki kez şampiyon olmuştur. 2013-14 sezonunda Avrupa Şampiyonlar Ligi'nde final oynamış, 2014-15 sezonu Şampiyonlar Ligi'nde ise tek bir maçta bile yenilmeden kupayı kazanarak Avrupa şampiyonu olan ilk ve tek Türk takımı olarak tarihe geçmiştir. Aynı zamanda o sezon kazanılabilen bütün kupaları kazanmıştır.
2010-11 sezonunda 5 ana branşın 5'inde de (Futbol Erkek, Basketbol Erkek, Basketbol Kadın, Voleybol Erkek, Voleybol Kadın) şampiyon olmuştur ve Türkiye'de bu başarıyı gösteren ilk ve tek kulüptür. Ayrıca bunun dışında kalan şubelerinden de şampiyonluklar almış ve tarihinin en şaşalı dönemlerinden birini yaşamıştır.
Tarihçe.
1907-1923.
Takvim yaprakları 1907 yılını göstermekteyken II. Abdülhamit devrinin son günleri yaşanmaktadır. Saltanatının son zamanlarını yaşayan II. Abdülhamit'in rejimi her alanda etkisini yitirmeye başlamıştır. Bu azalma futbola da yansımış, artık Türk gençleri de futbol oynamaya başlamıştır. Kulübün ilk temelleri; Ayasofya Camii baş vaizi Abdurrahman Hulusi Efendi'nin oğlu ve Saint Joseph Lisesi'nde beyaz sarığıyla derslere giren edebiyat muallimi Enver Yetiker Bey'in telkinleriyle; yolu yine bu okuldan geçmiş olan öğrenciler ve Kadıköy'ün gençleriyle birlikte 1906 yazında atılmıştır. 1903 yılında Saint-Joseph Fransız Lisesi'nden mezun olan Nurizade Ziya Bey, İngiltere'ye yüksek tahsil için gitmiş, burada oynanan futbol sporuyla tanışmış ve Payitaht'a dönüşünde, mezunu olduğu lisenin edebiyat muallimi Enver Yetiker'e bir futbol takımı kurma fikrini paylaşmıştır. Enver Bey, yıllar sonra bir mecmuaya verdiği mülakatta, içinde bulunulan istibdai dönemle birlikte, kulübün kuruluş öyküsü hakkında şu dizelerle bilgi vermiştir; "Rolüm, istibdat içinde kıvranan gençlere hürriyet sevgisi aşılamaktı ve futbol toplantıları bu iş için en uygun zamanlardı" Sultan II. Abdülhamit'in rejimi, 1907 yılına doğru etkisini yitirmeye başlayınca, bu durumdan yararlanan Kadıköylü gençlerden, Hariciye Nazırı Asım ve Server Paşa'ların ve Londra Sefareti Başkatibi Mehmed Nuri Bey'in torunu Ziya Bey ile Harekât Ordusu Feriki Şevki Paşa'nın oğlu Ayetullah Bey ve ünlü edebiyatçı Samipaşazade Sezai Bey'in yeğeni Necip (Okaner) Bey, Necip Bey'in Kadıköy, Moda Beşbıyık Sokak'ta bulunan 3 numaralı evinde yaptıkları görüşme neticesinde, 1 senedir arzuladıkları futbol takımının tamamen fiiliyata geçmesi hakkında kimi kararlar almışlardır. Görüşmeler sonucunda maddi destek sağlayan devrin zenginlerinden Saint-Joseph Lisesi mezunu Mühendis Nurizade Ziya Bey'e kulübün kurucu başkanlığı, Osmanlı Bankası memurlarından, Saint-Joseph Lisesi mezunu Ayetullah Bey'e katiplik görevi, Bahriye Mektebi'nden henüz yeni mezun olmuş Necip Bey'e de kaptanlık ve veznedarlık görevi verilmiştir. Yine görüşmede varılan fikir birliği ile de; kuracakları kulübün adını oturdukları semtten esinlenerek Fenerbahçe yapılması, armalarının Fenerbahçe Burnu'ndaki ışık saçan Fener'den "(Fenerbahçe Feneri)", formalarındaki renkleri ise Fener Bahçe'sindeki papatyaların "kıskançlık" ve "temizlik" sembolü olan renklerinden, yani sarı ile beyazdan oluşması kararlaştırılmıştır. Kulübün kadrosu ağırlıklı olarak Saint-Joseph Lisesi ve Kadıköy semtindeki gençlerden oluşturulmuştur. 1908 yılında İkinci Meşrutiyet'in ilanı ile tanınan dernek kurma serbestliği İstanbul'da birçok Türk kulübünün kurulmasına vesile olmuştur. Kulüp sayısındaki artış İstanbul'da yeni bir ligin kurulması ihtiyacını doğurmuş, bu nedenle de o dönemlerde ülkede resmi tatil günü olan Cuma günleri oynanacak bir lig olan, Cuma Ligi adıyla yeni bir lig kurulmuştur.
Kulüp kuruluşunda Sarı-Beyaz olan renklerini 1909 sonbaharında Sarı-Laciverde çevirmiştir. 1908-09 sezonuyla birlikte de İstanbul Futbol Ligi'ne katılmıştır. Fenerbahçe - Galatasaray kulüpleri arasındaki ezeli rekabet ilk kez 17 Ocak 1909 tarihinde oynanan İstanbul Futbol Ligi müsabakası ile başlamıştır. Bu tarihten itibaren de o zamanlardaki İstanbul futbolundaki şampiyonluklar genellikle bu iki Türk takımı arasında paylaşılmıştır. Fenerbahçe Kulübü'nün ilk arması Fenerbahçe Burnu'ndaki ışık saçan beyaz deniz feneri, renkleri ise sarı ile beyaz olmuştur. Ancak kulüp yöneticileri, bunu tatminkâr bulmadıklarından ve içinde bulundukları monarşi rejimini tehdit edici sayılacağı endişesi ile kısa zamanda bu armayı iptal etmiştir. 1915 yılında futbolcu Solaçık Hikmet'in çizdiği arma herkesin beğenisini kazanmış ve kabul edilmiştir.
1910 yılında Kuşdili Kulübü'nün kulüp bünyesine katılımıyla Fenerbahçe kürek, avcılık, kriket ve tenis sporlarına sahip olmuştur.
Kadrosunu gençlerle güçlendiren bu Fenerbahçe 1911-12 sezonunda hiç yenilmeden şampiyon olmuştur. Bu şampiyonluğun en önemli yanı ise, Fenerbahçe'nin bu şampiyonluğu ile İngiliz ve Rum takımlarının şampiyonluklarının tamamen sona erdirmesi ve bu tarihten itibaren de Türk futbolunda şampiyonlukların artık Türk takımlarının olmasıdır. Bu şampiyonluk, kulübün itibarını bir anda yükseltmiş, imkânlarını arttırmıştır. Altıyol'da bir kulüp lokali kiralanmış, lokalin açılışı ile üye sayısı çoğalmıştır. Bu arada futbol dışında diğer spor dallarında da faaliyet gösterilmesine başlandığından, aynı yıl Fenerbahçe Futbol Kulübü adı, Fenerbahçe Spor Kulübü'ne dönüştürülmüştür. Kulübün kuruluş günü olarak Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın kulübü ziyaret tarihi "(3 Mayıs 1918)" olan 3 Mayıs kabul edilir.
Kuruluş amacı.
Kulübün amacı, kuruluş tüzüğünün 2. ve 3. maddelerinde şu şekilde belirtilmiştir:
I. Dünya savaşı.
I. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte genç nüfus silah altına alınmaya başlanmıştır. İngiliz takımları İstanbul'da yaptığı maçları bırakmıştır. 1914-15 yılında Fenerbahçe ve Galatasaray arasında çıkan anlaşmazlıktan dolayı lig, iki ayrı küme hâlinde oynanmıştır. İstanbul Ligi şampiyonluğunu kazanan Fenerbahçe ile İstanbul Futbol Birliği Ligi'nde birinci olan Galatasaray takımları, gerçek İstanbul şampiyonunun belirlenmesi amacıyla 11 Şubat 1916 günü İttihatspor Sahası'ında karşılaşmışlardır. Muzaffer'in golüne karşılık Said Selahaddin'in 2, Galip Kulaksızoğlu'nun da 1 golüyle ezeli rakibini 3-1 yenmeyi başaran Fenerbahçe, hem 1914-15 sezonu şampiyonluğunu hem de İngiltere'den özel olarak getirtilen ve 10 yılın sonunda en çok şampiyon olacak takıma verilecek olan tarihi şildi kazanmıştır.
Fenerbahçe, Çanakkale Savaşları boyunca birçok oyuncusunu kaybetmiştir. Kulüp, 3 Mayıs 1918 tarihinde Mustafa Kemal Paşa tarafından ziyaret edilmiştir. O tarihlerde Yıldırım Ordular Grubu Kumandanı olan Mustafa Kemal Paşa, kulübün Kuşdili'ndeki lokaline ziyarette bulunmuştur. Bu tarih, 1990'lı yıllarda yapılan bir divan kurulu sonrası kulübün kuruluş günü olarak görülmüş ve bu tarih itibarıyla kuruluş yıl dönümünü 3 Mayıs günü olarak kabul edilmiştir. Atatürk, o günkü ziyaretinde kulübün şeref defterine şunları not düşmüştür: "Fenerbahçe Kulübü'nün her tarafa mazhar-ı takdir olmuş bulunan asar-ı mesaisini işitmiş ve bu kulübü ziyaret ve erbab-ı himmeti tebrik etmeyi vazife edinmiştim. Bu vazifenin ifası ancak bugün müyesser olabilmiştir. Takdirat ve tebrikatımı buraya kayd ile mübahiyim."
Türk Kurtuluş Savaşı.
İstanbul, 16 Mart 1920 günü işgal kuvvetlerince resmen işgal edilmiştir. Türk Kurtuluş Savaşı döneminde işgal kuvvetlerine mensup özellikle İngiliz ve Fransız askeri takımlarıyla yapılan futbol maçları, İstanbul halkının büyük ilgisini çekmiştir. Türk kulüpleri bu takımlarla 5 yılda 50'sini Fenerbahçe'nin oynadığı toplam 80 maç yapmıştır. İşgal kuvvetleri takımlarına karşı kazanılan galibiyetler ise Türk takımlarını halkın gönüllerinde yüceltmiştir. Türk takımlarının özellikle de Fenerbahçe'nin, başta General Harrington Kupası (29 Haziran 1923) olmak üzere işgal kuvvetleri takımları karşısında elde ettikleri tüm galibiyetler, Türk halkına moral vermiştir.
Fenerbahçe futbol sahalarında işgal kuvvetlerine karşı ardı ardına aldığı galibiyetlerle Millî mücadelenin adeta İstanbul şubesi halini almıştır. O devirde Türk futbolu denince ilk akla gelen Fenerbahçe olmuştur. Kurtuluş Savaşı cephelerinden gelen her yeni zafer halkın moralini yükseltirken, Fenerbahçe'nin de aldığı galibiyetler bu morali daha da arttırmış. 1910'lu yıllarda en fazla iki bin kişinin izlediği Fenerbahçe, 1919-20 yıllarında 6-7 bin kişinin doldurduğu tribünlere oynamaya başlamıştır.
1927-1947.
Kuşdili Yangını.
Fenerbahçe, 25. kuruluş yılında 5-6 Haziran 1932 gecesi meydana gelen Kuşdili Yangını sonucunda kupalarından üye kayıt ve maç defterlerini de içeren belgelerine kadar gelmiş geçmiş bütün maddi eser ve izlerini kaybediyordu.
1936 yılında Ankara ve İzmir şehirlerinin takımlarının katılımıyla Millî Küme kuruldu. Millî küme 1942, 1948, 1949 yılları hariç 1936-1950 yılları arasında düzenlenmiştir. 1938 yılında kendi isteğiyle ligden çekilen Fenerbahçe, bunun dışındaki tüm turnuvalara katılmış 1937, 1940, 1943, 1945, 1946 ve 1950 yıllarında olmak üzere 6 kez kazanarak bu kupada en çok zafere ulaşan takım olmuştur.
1939 yılı Türk futbolunda bir ilk gerçekleşti. 9 Eylül 1939 Cumartesi akşamı 21.00'de, Taksim Stadı'nda Fenerbahçe ile Beyoğluspor ilk gece maçına çıktılar. İlk gece maçındaki ilk golü Fenerbahçeli Fikret Kırcan atmış, Fenerbahçe sahadan 4-2 yengin ayrılmıştı.
Siyaset ve futbol.
Bu zamanlarda siyaset çoğu sporu etkilemiştir. 1929-30 yıllarında başlayan ve CHP tarafından düzenlenen turnuvada 10 yıl boyunca en çok şampiyon olan takım İstanbul Şildi'ni kazanacaktı. 7 yıl düzenlenen turnuvada Fenerbahçe 4 kez kazanınca İstanbul Şildi'nin sahibi oldu.
1998 yılında tek oyla başkanlık seçimini kazanan Aziz Yıldırım'dan sonra en uzun süre başkanlık yapmış olan Şükrü Saracoğlu, bir siyaset adamıydı. Bunun yanında sıkı bir Fenerbahçeliydi. Fenerbahçe'ye birçok faydası dokunmuştur. Bugünkü Şükrü Saracoğlu Stadı'nın yerinde bulunan alan sembolik 1 TL karşılığı Fenerbahçe'ye kazandırılmıştır. Hükûmetlerde görevdeyken bile Fenerbahçe başkanlığını sürdürmüş, siyasetteyken, 1934-1950 yılları arasında görevde bulunmuştur. Daha sonraları stadyuma adı verilmiştir.
1947-1967.
Diğer sporlar.
II. Dünya Savaşı her şeyi olduğu gibi Fenerbahçe'yi de finansal olarak olumsuz etkiledi. Buna karşın sportif anlamda başarılar devam etti. Fenerbahçeli atlet Ruhi Sarıalp, Londra'da düzenlenen 1948 Yaz Olimpiyatları'nda üç adım atlamada bronz madalya kazandı. Bu bir Türk'ün atletizm alanında kazandığı ilk madalyaydı.
1944'te Fenerbahçe, ikinci resmî şubesini basketbol alanında kurdu. Böylece futboldaki Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti basketbola da sıçradı. Ekip ilk büyük başarısını 27 Mart 1954'te elde etti. Bu tarihte Galatasaray'ı ilk kez yenerek ezelî rakibinin basketboldaki hegemonyasına büyük bir darbe vurdu. Takım ilk şampiyonluğuna ise 1957 yılında ulaştı.
Fenerbahçe ve Galatasaray ezelî rekabetini 1947 yılında bir başka sporda sürdürdü: Ragbi. Yapılan ilk karşılaşma 18 Mayıs 1947'de oynandı. Bu ayrıca son karşılaşma da oldu. Fenerbahçe karşılaşmayı 12-0 kazandı. Bu sonuç karşısında Galatasaray ragbi şubesini kapatmaya karar verdi.
Lefter ve Can.
30 Mart 1947'de Macar Ignác Molnár, futbol takımının başına getirilir. Ignace Molnar yönetiminde takım 1947-48 sezonunda İstanbul Futbol Ligi'ni kazanır. Lefter Küçükandonyadis bu sezon takıma transfer olmuş ve şampiyonlukta önemli katkıları olmuştur. Lefter Küçükandonyadis daha sonra 1951'de Fiorentina'ya transfer olmuştur.
1950'de açılan Adalet'e beş Fenerbahçeli futbolcu da transfer oldu. Bu beş futbolcunun dışında, Lefter İtalya'ya gitmiş, Cihat Arman futbolu bırakmıştı. Bunların yerine kulüp birçok genç oyuncu aldı. Bu yeni takıma "Küçük Şeytanlar" adı verilmişti. Küçük Şeytanlar Adalet'le oynanan maçı 1-0 kazanmayı başardı. Ayrıca bu genç takım 1952-53 sezonunda şampiyonluğa ulaştı.
Bir ara Fenerbahçe basketbol takımında da oynayan Can Bartu daha sonra futbola geçti. Bartu'nun idolü Lefter'di. Amacı bir gün Lefter gibi Avrupa'da oynamaktı. Fenerbahçe, 1959'da ilk kez düzenlenen profesyonel lige iyi başladı ve Beyaz Grubu birinci tamamlayıp Kırmızı Grup birincisi olan Galatasaray ile final oynamaya hak kazandı. İki ayak üzerinden oynanan finalin ilk ayağında Fenerbahçe, Galatasaray'a 1-0 mağlup oldu. 4 gün sonrasında yapılan ikinci ayak maçında ise Galatasaray'ı 4-0 yenen Sarı-Kanaryalar ilk kez düzenlenen ligde şampiyonluğa ulaştı.
1959 yılında Fenerbahçe Şampiyon Kulüpler Kupası'nda mücadele etmeye hak kazandı. Macar antrenör Ignace Molnar yönetimindeki Fenerbahçe, Macar Şampiyonu Csepel SC ile İstanbul'da Can Bartu'nun golüyle 1-1 berabere kaldı. Fenerbahçe deplasmanda 3-2 kazandı ve bir üst tura çıktı. Bu, Türk takımları için ilkti, çünkü ilk kez bir Türk takımı Avrupa'da bir üst tura çıkmıştı.
1967-1990.
Ünlü isimler.
1968 yılında Şampiyon Kulüpler Kupası'da Fenerbahçe İngiltere Şampiyonu Manchester City ile eşleşti. Bundan iki yıl önce İngiltere, FIFA Dünya Kupası'nı kazanmıştı. Türkiye ve İngiltere'deki herkes bu eşleşmenin favorisinin açık ara farkla Manchester City olduğunu düşünüyordu. İlk maç Manchester şehrinde oynandı ve özellikle kaleci Yavuz Şimşek'in güzel oyunu maçın 0-0 bitmesini sağladı. İkinci maç 2 Ekim 1968'de İstanbul'da oynandı. Manchester City maça baskılı başladı. Ercan Aktuna kaleci Yavuz'a pas attı fakat pas kısa düşünce Coleman araya girdi ve 12. dakikada durumu İngiliz ekibinin lehine çevirdi. İlk yarı bu skorla tamamlandı. İkinci yarıda oyuna Abdullah Çevrim girdi ve hemen 46. dakikada bir karambolde topu ağlara göndermeyi başardı: 1-1. Kalan dakikalarda skora göre turu geçen taraf olan Manchester City savunmaya çekildi. 76. dakikada Ogün Altıparmak'ın vuruşu gol olunca İngilizler şoka uğradı. Durum 2-1 e geldi ve maç böyle tamamlandı. Fenerbahçe, dönemin en güçlü ekiplerinden Manchester City'yi elemişti. Ertesi gün Türkiye'deki gazetelerde şöyle manşetler atıldı: "Dünya Şampiyonlarının şampiyonunu yendik".
1972 yılında ilginç bir kişi Fenerbahçe'de teknik direktörlük görevine geldi. 1962 FIFA Dünya Kupası'nda Brezilya'nın kupayı almasında pay sahibi olmuş Didi takımın başına getirildi. Fenerbahçe, Didi yönetiminde üç yılda sekiz kupa kazanmayı başardı. Didi zamanında, Cemil Turan ve Osman Arpacıoğlu'lu takım 18 kez Galatasaray'a karşı oynadı. Fenerbahçe bu maçlarda 10 galibiyet 6 beraberlik alırken Galatasaray 2 kez sahadan yengin ayrıldı. Fenerbahçe, Didi'li yıllarda oldukça başarılı oldu ve popüleritesini artırdı. Milliyet tarafından yapılan anket sonuçlarına Fenerbahçe o tarihte %60,56 ile en çok taraftara sahip kulüptü.
Alçaklar ve Yüksekler.
1980 yılında Fenerbahçe, takımın başına Eintracht Frankfurt'tan Alman bir çalıştırıcı getirdi. Friedel Rausch yönetimindeki Fenerbahçe en dramatik sezonunu yaşadı. Takım ligde büyük düşüşler yaşadı ve sezonu 10. sırada tamamlayabildi. 16 takımın olduğu ve 14., 15. ve 16.'nın küme düştüğü ligde Fenerbahçe 10. oldu. Ligden düşen takımlardan Çaykur Rizespor ile aynı puandaydı. Takım averajla ligde kalabilmişti.
Sarı-Kanaryalar için 1985-1988 yılları arası da pek parlak geçmedi. Takım iki kez beşincilik, bir kez de sekizincilik aldı. Bu üç sezonda kulüp altı çalıştırıcı değiştirdi. Bu, değişim için iyi bir zamandı. Rıdvan Dilmen ve Aykut Kocaman transfer edildi. Kaleye Almanya millî takımı kalecisi Harald Schumacher alındı. Alman kaleci daha önce 1982 ve 1986 Dünya Kupalarında, Batı Almanya millî takımında görev yapmıştı. Harald Schumacher dışında kadroda yabancı futbolcu yoktu. Oldukça kaliteli bir kadro kuruldu. 1988-89 sezonu takım için kırılması zor rekorlar yılı oldu. Fenerbahçe 103 kez (maç başına 2,86) rakip fileleri sarsarak bu alanda lig rekorunu kırdı. Kalesinde sadece 27 gol gördü. Fenerbahçe 36 maçtan 29'unu kazanırken 6'sında berabere kaldı, birinde yenildi. Toplayabileceği 108 puandan 93'ünü topladı ve %86,11'lik bir başarı sağladı. Başarı yüzdesi ve alınan puan alanında da rekor kırılmış oldu. Gol kralı Fenerbahçe'den çıktı. Aykut Kocaman 29 gol atmıştı. Rıdvan Dilmen ise tam 41 asist yapmış 19 kez de fileleri sarsmıştı.
Diğer bir parlak başarı 3 Mayıs 1989 tarihinde sağlandı. 1988-89 sezonunda Galatasaray ile Türkiye Kupası'nda karşılaşıldı. Maç Ali Sami Yen Stadı'nda oynandı. Galatasaray ilk yarıyı Tanju Çolak'ın attığı üç golle önde kapadı. Galatasaray üstün durumdaydı ve kimi spor yazarları ikinci yarıda farkın açılacağını, böylece Galatasaray'ın tarihi bir zafer elde edeceğini düşünüyorlardı. Devre arasında Veselinoviç takımı çok iyi bir şeklide motive eder ve onlara: "Onlar bize bir devrede üç gol atabiliyorsa, biz onlara beş tane atarız. Sahaya çıkın ve ne kadar Fenerbahçeli olduğunuzu onlara gösterin" der. İkinci yarıda Aykut Kocaman ve Hasan Vezir'in (3) golleriyle Fenerbahçe rakibini 4-3 devirir.
1990-2018.
1990'lar.
1990-91 sezonunda Fenerbahçe'nin başına Hollandalı çalıştırıcı Guus Hiddink getirildi. O sezon Fenerbahçe için oldukça kötü geçecekti. Harald Schumacher sarılık geçirdi ve futbola ara vermek zorunda kaldı. Rıdvan Dilmen'in peşini sakatlıklar bırakmadı. Fenerbahçe sezona 1-6'lık Aydınspor hezimeti ile başladı. Bu, kulüp tarihinde ligde alınan en büyük yenilgiydi. Sezon istenilen gibi gitmedi ve takım beşinci olarak ligi kapadı. Buna karşın erkek basketbol takımı, tarihindeki ilk şampiyonluğunu bu sezon elde etti.
1990'lı yıllar takım için pek parlak geçmedi. 1990-2000 arasında sadece bir kez lig şampiyonluğuna ulaşıldı. 1995-96 sezonunda takım lig şampiyonluğuna ulaştı. Aynı yıl Türkiye Kupası'nda finale çıktı. İki maç üzerinden oynanan karşılaşmalarda Fenerbahçe, uzatma devresinde yediği golle Galatasaray'a mağlup oldu. Buna karşılık bu dönemde Fenerbahçe 4 yıl lig gol kralını çıkardı. 1991-92 ve 1994-95 sezonunda Aykut Kocaman 25 ve 27 golle, 1992-93 sezonunda Tanju Çolak 27 golle, 1993-94 sezonunda Bülent Uygun 22 golle gol krallığına ulaştı.
Tüm bunlara karşın kulüp 10 yıl boyunca ekonomik ilerlemeler kaydetti. Ali Şen ve Aziz Yıldırım gibi başkanlar sayesindeki bu ekonomik ilerleme ile kaliteli futbolcular ve ünlü teknik adamlar takıma kazandırıldı. Joachim Löw ve Carlos Alberto Parreira bunlardan ikisiydi. Yine birçok ünlü yabancı futbolcu takımda oynadı: Jay-Jay Okocha, Elvir Baljić, Emil Kostadinov, Jes Høgh...
Yeniden yapılanma ve tesisleşme.
1998 yılında yapılan başkanlık seçimlerinde Aziz Yıldırım, bir oy farkla başkanlığa seçildi. Yıldırım, devamlı bir sportif başarı için, kulüp ekonomisinin sağlam temellere dayanması gerektiğini düşünüyordu. Bu amaçla uzun vadede planlar yaptı. Fenerbahçe Stadyumu olarak anılan stadyumun adını Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu olarak değiştirdi. 28.000 kişilik bu stadyumun 1982 yılında projelendirilen kapasite arttırma çalışmalarına başlandı. 1999-2000 sezonunda Yeni Açık diye adlandırılan, Kurbağalıdere tarafındaki tribün yıkılarak inşaata başlandı. Sponsor olarak Migros ile anlaşıldı. 2000-01 sezonunun ilk maçı geldiğinde kapasite 30.000'e çıkarılmıştı. Sezon içinde diğer kale arkası tribün yıkıldı ve inşaasına başlandı. Sponsor olarak Telsim ile anlaşıldı ve 6 Mayıs 2001'deki Fenerbahçe - Galatasaray maçına yetiştirildi. Bu tribünler ile birlikte stadın kapasitesi 42.000'e ulaştırılmıştı. Bu maç ile İstanbul seyirci ve hasılat rekoru kırıldı.
Daha sonra Maraton Tribün yıkıldı. İnşaat hızla bitirildi, 16 Şubat 2002'de oynanan yine bir Fenerbahçe - Galatasaray maçıyla tribün açılışı yapıldı. Maçı 45.000 civarında taraftar izledi.
2005 yılının mart ayında "numaralı tribün" hızla yıkıldı. 8-9 ay gibi kısa zamanda yeni tribün yapıldı. Bu tribüne Fenerium Tribünü adı verildi. 2006-2007 sezonunda stada ısıtma sistemi eklendi.
Tüm bunların yanında kulübe önemli tesisler kazandırılmış, altyapı çalışmaları hızlandırılmıştır. Can Bartu Tesisleri 2000 yılında hizmete girmiştir. Altyapıya hizmet veren Fikirtepe Tesisleri 1999 yılında açılmıştır. Dereağzı Tesisleri 2003 yılında suni çimle kaplanmıştır. Faruk Ilgaz Tesisleri 2004'te, modernize edilmiş şekilde hizmete sokulmuştur.
2018'den günümüze.
3 Haziran 2018 tarihinde yapılan olağan genel kurulunda 20 yıldır kulübün başkanı olan Aziz Yıldırım'ın karşısına Ali Koç başkan adayı olarak çıktı. Kongre sonucunda 20.736 geçerli oyun 16.092'sini alan Ali Koç Fenerbahçe'nin 37. başkanı oldu.
26 Haziran 2021 tarihinde 29 bin 9 üyenin oy kullanabilme hakkı olan genel kurula tek aday olarak giren Ali Koç, 6 bin 682 kişinden 6 bin 459 oy alarak Fenerbahçe'deki ikinci dönem başkanlığına seçilmiş oldu. Ali Koç'un yeni dönem yönetim kurulu listesi Erol Bilecik, Burak Çağlan Kızılhan, Ömer Temelli, Mehmet Dereli, Fethi Pekin, Sertaç Komsuoğlu, Simla Türker Bayazıt, Hüseyin Arslan, Esin Güral Argat, Nüket Küçükel Ezberci, Ahmet Ketenci, Alper Pirşen, Kemal Danabaş, Ruşen Çetin asil üye olarak yer alırken, Selma Altay Rodopman, Ömer Okan, Selahattin Baki, Bekir İrdem, İlker Dinçay, Özgür Özaktaç, Can Gebetaş yedek üye listesinde yer aldı. Genel kurulun ilk gününde yapılan görüşmelerde 50 ₺ olan kulüp üye aidatlarının 500₺ çıkarılması konusunda yapılan oylama sonucunda kabul edildi. Yine ilk gün gerçekleştirilen oylamalarda Fenerbahçe Spor Kulübü bünyesinde paralimpik spor, e-spor ve kadın futbol takımı şubelerinin açılması oy çokluğu ile kabul edildi. Pandemi koşullarında, görev süresi 3 yıl olmasına rağmen yapılamayan yüksek divan kurulu başkanlık seçimleri mevcut divan başkanı Vefa Küçük, Nail Kır, Sait Yılmaz ve Uğur Dündar'ın da katılımıyla 4 adayla 9 Nisan 2022 tarihinde yapıldı. 1871 yüksek divan kurulu üyesinin oy kullandığı seçimlerde eski yönetim kurullarında yönetici olarak görev almış olan Uğur Dündar 824 oy alarak yeni divan başkanı seçildi. Seçimde Vefa Küçük 799, Nail Kır 122, Sait Yılmaz 117 oy aldı, 9 oy da geçersiz sayıldı. Fenerbahçe ile Zenit iş birliği antlaşması imzalandığını açıkladı.
3 Şubat 2024 tarihinde gerçekleştirilen yüksek divan kurulu toplantısında konuşma yapan Ali Koç, haziran ayında yapılacak seçimlerde Fenerbahçe'nin yeni bir başkanı ve yönetim kurulu olacağını kendisinin aday olmayacağını söyledi. Ancak daha sonradan yeniden adaylığını duyurdu ve 62. kongrede eski başkan Aziz Yıldırım ile yarıştı.
2018 seçimlerinde de Ali Koç ve Aziz Yıldırım yarışmış; Ali Koç başkan seçilmiş, 20 yıllık Aziz Yıldırım dönemi sona ermiştir. Yıldırım, ilk kez 15 Şubat 1998'de başkan seçilmiş ve 2018'e kadar katıldığı 12 seçimi kazanmıştı. Oy sayımı sırasında kürsüye çıkan Yıldırım, Fenerbahçe'ye yakışan bir kongre olduğunu belirterek Ali Koç'a şu sözlerle başarılar dilemiştir:
Başkanlar.
Aşağıdaki tablo 1980'den günümüze kadar olan başkanları listelemektedir. Tüm başkanlar için Fenerbahçe başkanları listesi sayfasına göz atabilirsiniz.
Unutulmaz futbolcular.
Fenerbahçe 1907 yılında kurulduğunda oldukça kısıtlı bir kadroya sahipti. Kulübün kuruluşunda henüz 16 yaşında olan Saint-Joseph Kolejli Galip Kulaksızoğlu, ilk kadrodan kulüpte en uzun süre kalan isimdi. Kulübün 3 numaralı kurucu üyesi Necip Okaner'den sonra Fenerbahçe'nin 2. takım kaptanı olan ve kulüpte 17 yıl forma giyen Kulaksızoğlu, 1924 yılında jübile yapana kadar 216 maça çıkmıştı. Galip Bey, 1910 yılında Arif Emirzade ile birlikte kulübün ayrıca reislik görevini üstlenmişti.
Zeki Rıza Sporel ise, Fenerbahçe'nin altyapısından çıkmış ilk isimlerdendi. 1913 yılında henüz 15 yaşındayken Fenerbahçe genç takımına katılmış ve 17 yaşındayken birinci takıma yükselmişti. 18 yıllık kulüp kariyerinde 352 maçta 470 gol atarak maç başına 1,3 gol ortalaması ile kulüpte önemli bir yer edinmiştir. Zeki Rıza Sporel Türkiye millî futbol takımı'nın ilk golünü atan isimdir. Türkiye millî takım forması ile 16 maça çıkan Sporel, 15 gole imza atmıştır. Yine 1913'te Fenerbahçe altyapısına katılan Bekir Refet ise, Türkiye dışında bir futbol takımına transfer olmuş, profesyonel olarak forma giymiş ilk Türk futbolcudur. Cihat Arman kulübe en uzun süre hizmet eden kalecilerdendir. 12 sezon boyunca 308 maça çıkmıştır.
Lefter Küçükandonyadis, Avrupa'da mücadele eden ilk Türk oyunculardandır. Lefter, Fenerbahçe'ye geri dönmeden önce 2 yıl boyunca sırayla Fiorentina ve OGC Nice takımlarında oynamıştır. Lefter 615 maçta 423 gol atarak kulübün 2 İstanbul Ligi, 3 Lig zaferi kazanmasında etkili olmuştur. Bir başka oyuncu Can Bartu, kulübün Avrupa'ya ihraç ettiği başka oyuncularındandır. Ayrıca Can Bartu bir Avrupa kupası finalinde (Fiorentina - Atlético Madrid) top koşturan ilk Türk oyuncu olmuştur. Fenerbahçe'nin altyapısına, basketbol şubesinden başlayan Can Bartu, kısa bir süre sonra Fenerbahçe'nin futbol branşına da geçmiş, Fenerbahçe'nin ve Türkiye futbol-basketbol millî takımlarının ikisinde de profesyonel sınıfta forma giymiş ilk ve tek sporcu olarak, bu alanda Türk spor tarihinde emsal oluşturmaktadır. Can Bartu, Fenerbahçe'ye geri dönmeden önce Venezia ve Lazio takımlarında da futbol oynamıştır. Bartu, Fenerbahçe'de 330 lig maçında 162 gol atmış ve 4 lig zaferi yaşamıştır.
Yakın geçmişte, özellikle yabancı futbolcular taraftarın gönlünde taht kurmuştur. Bunlardan Uche Okechukwu 13 sezon Fenerbahçe ve İstanbulspor'da forma giymiş ve Türkiye'de en uzun zaman kalmış yabancı oyuncu unvanını elde etmiştir. Uche, Fenerbahçe kariyerinde 2 lig şampiyonluğu yaşamış ve taraftarlar tarafından kulübün unutulmaz isimlerinden biri olarak görülmektedir.
Pierre van Hooijdonk, Fenerbahçe'ye 2003 yılında gelmiş ve 2 yıl futbol oynamıştır. Hooijdonk, Fenerbahçe formasıyla çıktığı 53 maçta 32 gol atmıştır. Hem sıcak kanlı tavırları hem de başarılı futboluyla Fenerbahçe'nin iki yıl üst üste şampiyon olmasına bulunduğu katkılardan dolayı taraftarın gönlünde kendisine yer bulmuştur.
Alex de Souza Fenerbahçe'ye 2004 yılında katılan Brezilyalı oyuncu 8 yıl sonra 2012'de dönemin Teknik Direktörü ile yaşadığı sorunlardan dolayı sözleşmesi fesih edilerek gönderilmiştir. Alex Fenerbahçe'de toplam 277 maçta 164 gol 133 asist ile adını Fenerbahçe ve Türk futbol tarihine kazımıştır. Taraftarlarca heykeli dikilen Alex'in veda mesajı ise onun unutulmayacak bir futbolcu olduğunu adeta bağırmaktadır. Sözleşmesi fesih edildiği dakikalarda Twitter üzerinden yazdığı iletide; "Fenerbahçe bir oyuncu kaybetti ama bir taraftar kazandı" demiştir.
Arma.
Arma, 1914 yılında resimde yeteneği olan futbolcu Hikmet Topuzer tarafından tasarlanmıştır ve bu arma günümüze kadar ulaşmıştır. Ali Hikmet Bey'in anlatımıyla Fenerbahçe armasının öyküsü:
Fenerbahçe'nin faaliyet gösterdiği spor dalları.
Fenerbahçe kuruluşundan itibaren fikir ve sahne faaliyetleri haricinde 44 spor dalıyla meşgul oldu. Futbol, basketbol, voleybol, atletizm, boks, masa tenisi, yüzme, senkronize yüzme (subalesi), kürek ve yelken 2023-24 sezonu itibarıyla sarı-lacivertli kulübün mücadele ettiği olimpik sporlardır.
Geçmişte ise Fenerbahçe; keza yaz olimpiyatları sporları arasında yer alan atıcılık, bisiklet, çim hokeyi, eskrim, güreş, halter, hentbol (bugünkü salon hentbolu değil saha hentbolu), jimnastik, judo, kano, kule ve tramplen atlama, okçuluk, su topu, tenis ve triatlonda, kış sporları arasında yer alan kayakta, geçmişte olimpiyat programlarında yer alan beyzbol, kriket ve ragbide, olimpiyatlarda gösteri sporu olarak yer verilen motor sporları, patenli hokey ve su kayağında, olimpiyatlarda yer verilmese de Uluslararası Olimpiyat Komitesi tarafından spor olarak tanınan bilardo, briç, dağcılık, kick boks, patinaj ile wushu'da ve Türkiye'de federasyonlara bağlı olan avcılık, izcilik ve kampçılık, muay-thai, trekking ve tae-bo sporlarında faaliyet gösterdi.
Futbol, basketbol, voleybol, atletizm, boks, kick boks, wushu, muay-thai, masa tenisi, yüzme, senkronize yüzme (subalesi) kürek, yelken, bisiklet, güreş, halter, kule ve tramplen atlama, okçuluk ve tenis dalları olmak üzere toplam 19 branşta Türk ulusal takımlarına sporcu verdi (kick boks, wushu ve muay thai sporları boks şubesinin altında hayat bulmuştur).
Futbol.
Fenerbahçe'nin futbol şubesi, 19 kez Süper Lig şampiyonluğuna ulaşırken, 7 kez de Türkiye Kupası'nı kazanmıştır. 1959'dan önceki Türkiye Şampiyonalarında 3, Millî Küme'de ise 6 kez şampiyon olmuş, 16 kez de İstanbul şampiyonluğuna ulaşmıştır.
2007-08 sezonu UEFA Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynayarak büyük bir başarıya imza atmıştır. 1966-67 sezonunda ise Balkan Kupası'nda şampiyon olmuştur. Balkan Kupası Fenerbahçe ve Türkiye'nin Avrupa'daki ilk kupası olmuştur.
Kadın futbol takımı ise, 26 Ağustos 2021 tarihinde kurulmuştur.
Basketbol.
Fenerbahçe erkek takımı, Türkiye Ligi'nde 10 şampiyonluğa ulaşırken 8 kez Türkiye Kupası'nı, 7 kez Cumhurbaşkanlığı Kupası, 2 kez de Gençlik ve Spor Bakanlığı Kupası'nı kazandı. Türkiye Liginin oynanmaya başlandığı 1966-67 sezonundan önce ise Sarı Kanaryalar; 7 kez İstanbul, 3 kez Türkiye şampiyonu, 5 kez de Federasyon Kupası şampiyonu oldu. Bu başarılarıyla Fenerbahçe, erkek basketbolunda Türkiye'de en çok resmî şampiyonluk kazanan takım olma unvanını 2023-24 sezonunda korumaktadır.
1959-60 sezonundan beri Avrupa Kupalarında boy gösteren Fenerbahçe, 2016-17 sezonunda EuroLeague'de şampiyon olarak bir Türk takımının Avrupa Kupalarında kazandığı en büyük başarıya ulaştı. Sarı-lacivertliler en çok "Final Four" (2015, 2016, 2017, 2018 ve 2019) ve en çok final oynayan (2016, 2017 ve 2018) Türk takımı olma rekorunu da elinde tutmaktadır.
Bu başarıların öncesinde; 1984-85 yılında ilk kez Koraç Kupası'nda çeyrek final grubuna kalan Fenerbahçe, 1995-96 ve 2000-01 yıllarında çeyrek final oynadı. 1994-95 yılında ise FİBA Avrupa Kupası'nda ilk 6 takım arasına girdi. FIBA Europe Kupası'nda 2003-04 sezonunda Güney Konferansı Dörtlü Finaline kalan Sarı-lacivertliler 2004-05 sezonunda ise Dörtlü Finale ulaştılar. Fenerbahçe 2007-08 sezonunda ise EuroLeague'de ilk kez çeyrek finale yükseldi.
Ayrıca NBA tarihinin en çok şampiyon olan takımı Boston Celtics'i yenerek bir NBA takımını mağlup eden ilk ve tek Türk takımı Fenerbahçe'dir. Aynı zamanda Brooklyn Nets'i kendi sahasında yenerek, Amerika kıtasında bir NBA takımını yenen ilk ve tek Türk takımı, dünya basketbol tarihinde ise bunu başarabilen yalnızca üç takımdan biri oldu.
Kadın basketbol takımı ise, Türkiye Ligi'nde 16 kez şampiyonluğa ulaşırken, 13 kez de Türkiye Kupası'nı, 12 kez Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı ve 1 kez de Gençlik ve Spor Bakanlığı Kupası'nı kazandı. Türkiye Liglerinin başladığı 1980-81 sezonundan önce ise 6 kez İstanbul, 3 kez de Türkiye şampiyonluğuna ulaştı. Bu başarılarıyla Fenerbahçe, kadın basketbolunda Türkiye'de en çok resmî şampiyonluk kazanan takım olma unvanını 2023-24 sezonunda korumaktadır.
Fenerbahçe ilk kez 1991-92 sezonunda boy gösterdiği Avrupa Kupalarında ise kayda değer başarılar kazandı. 2022-23 sezonunda EuroLeague ve SuperCup şampiyonluğuna ("bu Kupayı kazanan ilk Türk takımıdır") ulaşan Sarı-lacivertliler, 2007'den beri sürekli ilk sekizde yeraldılar, 2013, 2014, 2017 ve 2022'de final oynadılar. Ayrıca, 2004 ve 2005 yıllarında EuroCup'ta Dörtlü Final'e ulaşıp, 2005 yılında final oynadılar.
Fenerbahçe (tekerlekli sandalye basketbol takımı) 26 Ekim 2021 tarihinde 1907 Fenerbahçe Engelli Yıldızlar SK'nın kulübe devri ile bugünkü ismini almıştır.
Voleybol.
Fenerbahçe, 29 Mart 2014'te erkeklerde CEV Challenge Kupası şampiyonu, kadınlarda ise CEV Kupası şampiyonu olarak, bir spor dalında aynı gün içinde hem erkeklerde hem kadınlarda Avrupa Kupası kazanarak spor tarihine geçti.
1926 yılında kurulan erkek voleybol takımı 1927-1969 yılları arasında 9 kez İstanbul Ligi, 2 kez de Federasyon Kupası şampiyonluğuna ulaştı. 1985-86 sezonundan itibaren Türkiye 1. Ligi'nde mücadele eden Fenerbahçe ilk kez ikinciliğe ulaştığı 2003-04 sezonundan itibaren her sezon şampiyonluğa oynadı ve 5 kez Türkiye Ligi, 5 Türkiye Kupası ve 4 kez de Şampiyonlar Kupası'nı kazandı.
2004-05 sezonundan beri Avrupa Kupalarında boy gösteren Fenerbahçe 2014 yılındaki CEV Challenge Kupası'nın haricinde, 2 kez Balkan Kupası şampiyonu oldu. Ayrıca, 2008-09 sezonunda Şampiyonlar Ligi'nde gruplardan çıkarak ilk 16'ya kalarak ilk Türk takımı oldu. 2016-17 sezonunda ise CEV Kupası'nda yarı final oynadı.
1954 yılında kurulan ve Sarı Melekler olarak anılan kadın voleybol takımı ise, Türkiye Liginin kurulduğu 1984-85 sezonundan önce Eczacıbaşı ve Galatasaray'la büyük bir rekabet yaşadı ve 1955-1973 arasında 8 kez Türkiye, 11 kez İstanbul Ligi ve 2 kez de Federasyon Kupası şampiyonu oldu.
1994-96 arasındaki kısa dönem haricinde, 2004-05 sezonundan beri Türkiye 1. Ligi'nde mücadele eden kadın voleybol takımı 7 kez Türkiye Ligi, 5 kez Türkiye Kupası ve 5 kez de Şampiyonlar Kupası şampiyonu oldu.
1960-61 sezonundan beri Avrupa Kupalarında boy gösteren Fenerbahçe, 2009-10 sezonunda Şampiyonlar Ligi'nde ikinciliğe ulaşarak takım sporlarında Şampiyonlar Ligi'nde final oynayan ilk Türk takımı oldu. Bu başarısıyla 2010-11 sezonunda Katar'da düzenlenen Dünya Kulüpler Şampiyonası'na davet edilen Fenerbahçe tüm maçlarını 3-0 kazanarak Dünya Şampiyonluğuna ulaştı. Fenerbahçe, 2011-12 sezonunda Şampiyonlar Ligi, 2013-14 sezonunda da CEV Kupası şampiyonluğunu kazandı. 1972-73 sezonunda Şampiyon Kulüpler Kupası'nda Yunanistan'ın Panathinaikos takımını eleyerek Avrupa kupalarında tur atlayan ve çeyrek final oynayan ilk Türk takımı olan Fenerbahçe; ayrıca 2010-11, 2015-16, 2018-19, 2021-22, 2022-23 ve 2023-24 sezonlarında Şampiyonlar Ligi'nde üçüncü, CEV Kupası'nda 2013'te ikinci, 2009'da üçüncü, Dünya Kulüpler Şampiyonası'nda 2012-13 ve 2021-22 sezonlarında üçüncü oldu.
Espor.
Fenerbahçe Espor, 1 Ocak 2022 tarihinde 1907 Fenerbahçe Espor'un kulübe devri ile bugünkü ismini almıştır.
Atletizm.
Fenerbahçe, 1913 yılından beri faaliyet gösterdiği atletizmde Türkiye'de en çok resmî şampiyonluğa ulaşan ve Avrupa Kupalarında en çok (21 kez) şampiyonluk kazanan Türk kulübü olduğu gibi; başta Olimpiyatlarda kazanılan madalyalar olmak üzere Türk millî takımının uluslararası alandaki kayda değer başarılarının büyük çoğunluğu sarı-lacivertli atletler tarafından kazanıldı.
Erkek takımı; 1987'den beri düzenlenen Türkiye Ligi'nin 38 sezonunda da ilk ikide yer alıp 23 şampiyonlukla başı tuttu. Ayrıca; 1951-1987 arasındaki Türkiye Şampiyonası'nda 11, 1989'a kadar düzenlenen İstanbul Şampiyonası'nda 25, Gül Kupası'nda 17, Türkiye Kros Şampiyonası'nda 15, Türkiye Kros Ligi'nde 6 ve İstanbul Kros Şampiyonası'nda 24 kez şampiyon oldu.
1985 yılından beri Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası'nda boy gösteren erkek takımı A takımlar düzeyinde 3 şampiyonluk (1993, 2006 ve 2009) ve 4 ikincilik, gençlerde 4 şampiyonluk (2013, 2014, 2017 ve 2019) ve 4 ikincilik, gençler krosta 4 şampiyonluk (2009, 2010, 2011 ve 2023), 5 ikincilik ve 2 üçüncülük kazandı.
Kadın takımı ise 1947'de ilk kez pistlerde göründü (1926 yılında ilk kadınlararası yarışların şampiyonu olan Mübeccel Argun da Fenerbahçe sporcusuydu). 1971'den sonra 23 yıllık bir atâletin ardından 1994'te yeniden kuruldu ve 1995'ten beri Türkiye Ligi'nin son 29 sezonunun tamamında ilk ikide yeralarak 10 kez şampiyon oldu. Ayrıca, Türkiye Kros Ligi'nde 5, TAF Ligi'nde 1, Atmalar Ligi'nde 1, Türkiye Kros Şampiyonası'nda 1, İstanbul Şampiyonası'nda 12, İstanbul Kros Şampiyonası'nda 13 kez şampiyon oldu.
1996 yılından beri Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası'nda boy gösteren kadın takımı A takımlar düzeyinde 3 ikincilik ve 1 üçüncülük, gençlerde 8 şampiyonluk (2010, 2012, 2014, 2015, 2016, 2017, 2018 ve 2019) ve 2 ikincilik, gençler krosta 4 şampiyonluk (2015, 2018, 2019 ve 2024), 3 ikincilik ve 1 üçüncülük kazandı.
Türkiye'nin atletizmde olimpiyatlarda kazandığı toplam üç madalyanın hepsini Fenerbahçeli atletler Ruhi Sarıalp (1948-bronz), Eşref Apak (2004-gümüş) ve Yasmani Copello Escobar (2016-bronz) elde ederken, Nevin Yanıt (2010 ve 2012) ve Ramil Guliyev (2018) Avrupa şampiyonu, Ruhi Sarıalp (1950) ve Halil Akkaş (2011) Avrupa üçüncüsü oldular. Ramil Guliyev 2017'de Dünya şampiyonu ve Karin Melis Mey 2009'da Dünya üçüncüsü olurken, Ekrem Koçak, Osman Coşgül, Mustafa Batman ve Muharrem Dalkılıç Ordulararası Dünya şampiyonlukları kazandılar.
Boks.
1913 yılında faaliyet gösterilmeye başlayan boks sporunda Fenerbahçe, 2022-23 sezonu itibarıyla Türkiye'de en çok şampiyonluk kazanan takım unvanını korumaktadır. 1919-1923 yılları arasında İstanbul'un işgali sırasında Sarı-lacivertli kulübün Kuşdili'ndeki lokalinde bulunan ringde yetişen Fenerbahçeli boksörler, işgal güçlerinin sporcularına karşı Taksim'de yapılan müsabakalarda önemli başarılar kazandılar. 1928 Kasım'ında ilk kez kurulan ve Moskova ile Bakü'de karşılaşmalara çıkan 5 kişilik Türk millî takımına da Fenerbahçe 2 boksör verdi. 1947 yılından itibaren takım halinde faaliyet göstermeye başlayan Fenerbahçe 1965'te düzenlenmeye başlayan Türkiye Kulüplerarası Boks Şampiyonası'nda kazandığı 18 şampiyonlukla en seçkin yeri tuttu. Sarı-lacivertli takım İstanbul Boks Şampiyonası'nda aldığı 41 şampiyonlukla önder konumunu korumaktadır. 1997'den beri faal olan kadın takımı da 2007 yılından beri üstünlüğünü sürdürmektedir. 2004 Yaz Olimpiyatlarında gümüş madalya kazanan Atagün Yalçınkaya, 2008 Yaz Olimpiyatlarında bronz madalya kazanan Yakup Kılıç, Dünya Şampiyonları Mustafa Genç ve Gülsüm Tatar, Avrupa Şampiyonları Nurhan Süleymanoğlu, Ramazan Palyani, Agasi Ağagüloğlu, Gülsüm Tatar ve Sümeyra Kaya Fenerbahçe Boks Takımı'nda forma giymiş Türk boksörlerdir. Profesyonel boksta Avrupa şampiyonluğuna ulaşmış Cemal Kamacıve Eyüp Can da amatörlüklerinde Fenerbahçe'de forma giymişlerdir. Fenerbahçe'de boks şubesi faaliyetleri çerçevesinde 2000-2004 yılları arasında Tae Bo, 1998'den beri Kick Boks ve Muay Thai ve 2006'dan beri Wushu da yer alırken, Kıymet Karpuzoğlu'nun 2005 yılında kick boks dalında, Hüseyin Dündar'ın ise 2007 yılında wushu dalındaki Dünya Şampiyonlukları en kayda değer başarılar olmuştur.
Kürek.
Kulübün kuruluşundan üç yıl sonra (1910) faaliyete geçen ve kulüplererası ilk şampiyonluk kupasını 1917 yılında adına düzenlenen yarışların sonunda V. Mehmet Reşad'dan alan kürek şubesinin kayıkhanesi Millî Mücadele yıllarında İstanbul işgal altındayken Kurbağalıdere kenarındaki kulüp binasının önünde yer alan iskeleye yanaşan motorlarla Anadolu'ya silah kaçıran Fenerbahçeliler için bir silah ve cephane deposu hâline getirildi. Cumhuriyet döneminde Galatasaray ile ezeli rekabeti bu sporda da kıyasıya yaşatan Fenerbahçe, 2024 yılına kadar Türkiye Kürek Şampiyonası'nda erkeklerde 44 ve kadınlarda 30 kez şampiyon olarak bu spordaki liderliğini sürdürmektedir. Erkeklerde 37 kez İstanbul, 30 kez İstanbul Kupası ve 37 kez Türkiye Kupası şampiyonu olan Fenerbahçe bu branşta uluslararası alanda da önemli başarılar kazandı. 1955 Akdeniz Oyunları'nda tek çiftede gümüş madalya alarak Türkiye'nin uluslararası alandaki ilk resmi başarısını elde eden Tonguç Türsan'dan bu yana Fenerbahçe millî takıma en çok sporcu veren kulüp konumundadır. Branş bünyesinde 1999-2000 yıllarında faaliyet gösteren kano takımı, ilgi görmemesi nedeniyle bir süre sonra tarihe karıştı.
Yelken.
1910'larda faaliyete geçen şube, Türkiye'deki ilk resmi müsabaka olan ve 24 Temmuz 1917′de Donanma Cemiyeti'nin Padişah Sultan Reşat himayesinde düzenlenen Heybeliada yarışlarında birinci oldu. Şube, 1936'da Behzat Baydar ve Harun Ülman ile Star (sailboat) sınıfında 1936 Berlin Olimpiyatları'nda ilk kez Türkiye'yi temsil etti. 1952'de Deniz Bankası'nın kulüplere modern tekneler sağlamasıyla canlanan yelken şubesi 1930'lardan beri düzenlenen Türkiye Şampiyonalarında 2023 yılına kadar aldığı toplam 210 birincilik, 163 ikincilik ve 109 üçüncülük ile İstanbul Yelken Kulübü ve Karşıyaka'yla birlikte en seçkin yeri tuttu.
Fenerbahçeli sporculardan Tuğçe Subaşı 2002'de Laser 4.7 sınıfında, Yiğit Yalçın Çıtak Laser Radyal sınıfında Dünya, 1993'te Arda Baykal Optimist sınıfında Akdeniz Oyunları, 1993'te Haluk Babacan Finn, 1995'te Akif Muslubaş yine Finn, 2002'de Utku Ören Laser Radial, 2006'da Yonca Yıldıral ve İrem Özdemir 470, 2009 ve 2010 yıllarında Zeynep Yentür Optimist, 2010 yılında Çağla Demirtaş Laser Radial ve yine 2010 yılında Alican Kaynar Finn sınıfında Balkan şampiyonlukları kazandılar. Bu şampiyonluklara ilaveten Aydın Yurdum 1997'de Laser Masterlar dalında Dünya ikincisi, Azat Baykal, Levent Özgen ve Erdil Uzaltan 1997'de Dragon dalında Avrupa dördüncüsü, Azat Baykal, Arda Baykal ve Erdil Uzaltan'ın 2004'te yine Dragon dalında bu defa Dünya dördüncüsü, 2006'da Yonca Yıldıral ve Özde Özdemir 470 Dünya Gençler üçüncüsü, 2009'da Zeynep Yentür Optimist Avrupa ikincisi ve 2012'de Çağla Dönertaş Laser Radial Avrupa üçüncüsü oldu.
Masa Tenisi.
1930 yılında düzenlenen ilk İstanbul Şampiyonası'nda İstanbulspor'u yenerek şampiyon olan Fenerbahçe bu spordaki faaliyetlerini bugüne dek kesintisiz sürdürmüştür. Türkiye Masatenisi Şampiyonası'nda erkeklerde 13, kadınlarda 16; Türkiye Masatenisi Süper Ligi'nde erkeklerde 7, kadınlarda ise 17 Türkiye şampiyonluğu alan Fenerbahçe bu sporda en fazla şampiyonluk kazanan kulüp oldu. 2007-08 sezonunda erkek takımı Avrupa ETTU Kupası'nda final oynadı. Kadın takımı ise 2011-12 ve 2012-13 sezonlarında yine ETTU Kupası'nda şampiyonluğuna ulaştı. 2013-14 sezonunda ise Avrupa Şampiyonlar Ligi'nde final oynayıp, ertesi sezon kupayı kazanarak Avrupa şampiyonu oldu. Fenerbahçeli sporcu Gürhan Yaldız'ın 1982 yılında İzmir'de düzenlenen 19. Balkan Masatenisi Şampiyonası'nda aldığı gümüş madalya bu branşta bir Türk sporcunun uluslararası yarışmada aldığı ilk madalya olurken, Melek Hu'nun 2009 yılında Akdeniz Oyunları'ndan aldığı altın ve 2010 yılında Çekya'da yapılan Avrupa Masatenisi Şampiyonası'nda aldığı bronz madalyalar da Türkiye masatenisi tarihinde birer ilki teşkil etti. Melek Hu, 2012 Yaz Olimpiyatları'nda da Türkiye'yi temsil etti.
Yüzme ve Senkronize Yüzme.
1910'lardan 1960'lara kadar dönem dönem başarılar gösteren yüzme şubesi 1964 yılında tarihe karıştı. Kısa süreli faaliyetlerden sonra 1997 yılında kalıcı olarak kurulan Fenerbahçe Yüzme Şubesi Galatasaray ve İstanbul Yüzme İhtisas Kulübü'nün üstünlüklerine son vererek Türkiye Kulüplerarası Yüzme Şampiyonası'nda 2024 itibarıyla toplamda 24, erkeklerde 32, kadınlarda ise 40 kez Türkiye şampiyonluğuna ulaşmış ve en çok Türkiye birinciliği kazanan kulüp olmuştur. Fenerbahçe, 1998 yılından beri başta 2000, 2004 ve 2008 Yaz Olimpiyatları olmak üzere üst düzey uluslararası yarışlarda millî takıma en çok sporcu veren kulüp olmuştur.
Öte yandan, 2008 yılında yüzme şubesi bünyesinde kurulan senkronize yüzme (su balesi) takımı da bu sporda öncü rol oynamaya başlamış ve 2014 yılı sonuna kadar Türkiye Şampiyonalarında 11 şampiyonlukla en başarılı kulüp konumuna yükseldiği gibi 26 kişiden oluşan millî takıma 17 sporcu vermek suretiyle takımın belkemiğini de oluşturmaya başlamıştır. Fenerbahçe, 4. Viyana Açık Uluslararası Senkronize Yüzme Yarışları'nda takım hâlinde şampiyonluğa ulaştı.
Geçmişte kalan şubeler.
Bisiklet ve Triatlon.
1912 yılından itibaren faaliyet gösterilen bisiklet sporunda Fenerbahçeli sporcular ilk dönem birinciliklerini kazanırken 1912 ve 1913 Fenerbahçe Spor Bayramları ve 1914 Cuma Birliği Bayramlarında birinci olan Vecdi Çağatay ilk şampiyon olarak sivrildi. 1924 ve 1928 Yaz Olimpiyatları'na katılan ilk Türk bisikletçileri Cavit Cav ve Galip Cav kardeşler oldular. 1924'te ilk kez Ankara'da düzenlenen Türkiye Bisiklet Şampiyonası'nda Cavit Cav hem sürat hem de mukavemet şampiyonu olurken bu başarısını 1932'ye dek sürdürdü. Galip-Cavit Cav kardeşler 10 Temmuz 1926'da başlayarak 50,5 saatte bitirdikleri İzmir-Bandırma etabıyla ilk uzun mesafe yarışını tamamlayan Türk sporcular oldular. 1956 yılında İstanbul'dan başlayarak 3.500 kilometrelik Anadolu turunu tamamlayan Tayyar Güner ve 1959 yılında Fenerbahçe'ye İstanbul şampiyonluğu kazandıran Sadık Yalım ise sarı-lacivertli formayla başarı kazanan son kayda değer bisikletçiler oldu. 1990'lı yılların başında Triatlon branşında gösterilen faaliyet ise, bazı münferit başarılara sahne olmuşsa da, uzun ömürlü olmadı.
Kriket.
İngilizlerin XX. yüzyılın başlarında Beykoz ve Moda'daki kriket faaliyetlerine Türk kulüpleri arasında ilgi gösteren yegâne kulüp Fenerbahçe oldu ve 1911 yılında sarı-lacivertli kulüpte bir takım kuruldu. Sait Selahattin Cihanoğlu, Galip Kulaksızoğlu, Tevfik Taşçı, Fahri Ayad gibi komple sporculardan kurulu takım, 1911-1914 yılları arasında İngiliz takımlarıyla mücadele ederken, 1914 yılında I. Dünya Savaşı'nın başlaması ve İngilizlerin Türkiye'yi terk etmesiyle rakipsiz kaldı ve dağıldı.
Tenis.
1914 yılında eski başkanlardan Sabri Toprak'ın çabalarıyla kurulan tenis takımı 1922 yılında ilk İstanbul, Türkiye ve Challenge Cup şampiyonluklarını İngilizleri de yenerek kazandı. 1923 yılında Türkiye'nin ilk kadın tenisçilerini kortlara çıkaran takım oldu. 3 Fenerbahçeli tenisçi Suat Subay, Sedat Erkoğlu ve Vahram Şirinyan'dan oluşan millî takım 1930 Balkan Şampiyonası'nda Atina'da Yunan, Bulgar ve Romen rakiplerini yenerek şampiyon oldu, 1931'de ise İstanbul'da üçüncülük kazandı. 1937 yılına kadar tek ve çift erkeklerde Fenerbahçeli tenisçilerin elindeki Türkiye ve Challenge Cup şampiyonluğu, kulübün bu tarihte maddi sıkıntılardan ötürü faaliyetlerini futbol, atletizm ve kürekle kısıtlamasından dolayı, 1936 yılında kurulan Tenis Eskrim Dağcılık Spor Kulübü'ne geçti. 1942 yılında Fernerbahçe kortlarının yeniden spora açılmasıyla hareketlenen tenis şubesi son önemli faaliyetini 1949 yılında Suriye'nin konuk Cercle de la Jeunesse takımıyla yapılan maçlarla sergiledi; 1950 yılında ise Lübnan'a davet edildiyse de 1950'li yıllarla birlikte tarihe karıştı.
Güreş.
1914 yılında faaliyet alanına alınan güreşte 1924 Yaz Olimpiyatları'nda Türkiye'yi sporcu olarak temsil eden (aynı zamanda Güreş Federasyonu Başkanlarından) Seyfi Cenap Berksoy ve Dürrü Sade ile Türkiye'deki ilk Grekoromen stil şampiyonu İlhami Polater (1922) klasik dönemin en önemli Fenerbahçeli sporcuları oldu. 1959 yılında antrenör Mustafa Çakmak'ın nezaretinde yeniden faaliyete geçen Fenerbahçe güreş takımı greko-romende 1961 yılında ilk İstanbul şampiyonluğunu kazandı. 1966-68 yılları arasında üst üste 3 yıl İstanbul şampiyonu olan Fenerbahçe grekoromen takımının kaptanı Sırrı Acar 1967 ve 1968 yıllarında Avrupa, 1967 yılında ise Dünya şampiyonluğuna ulaştı. 1981 yılında tekrar kurularak 1987'ye dek faaliyet gösteren Fenerbahçe güreş takımı İstanbul ve Türkiye ikinciliklerine ulaştı.
Çim hokeyi.
Kurucu yönetici Mustafa Elkatipzade'nin çabalarıyla 1914 yılında oluşturulan takım, 1915 yılında altı İstanbul takımı tarafından kurulan Hokey Birliğinin aynı yıl düzenlediği İstanbul Şampiyonası'nda birinci oldu. 1923 yılında Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı'nın da ele aldığı bu spor dalında 1915-1926 yılları arasında düzenlenen 8 İstanbul Ligi'nde Fenerbahçe 4 şampiyonluk alarak en çok birincilik kazanan kulüp oldu. Sarı-lacivertli takımın 14 Nisan 1926 yılında İngilizlere karşı 3-1 galip geldiği maç Fenerbahçe çim hokeyi takımının rakipsizlikten dolayı son maçı olduğu gibi 2000'li yıllara kadar Türkiye'de bu sporda görülen son müsabaka oldu.
Patinaj ve Patenli Hokey.
Eski başkanlardan Hamit Hüsnü Kayacan'ın 1914 yılında Kuşdili'ne nakledilen kulüp lokalinin yanına 16x30 metrelik beton patinaj sahası yaptırmasıyla Türkler arasında ilk kez bu spor da tatbik edilmeye başlanmış, bu faaliyetler 1923 yılında kurulan patenli hokey takımının kurulmasına da temel teşkil etmiştir. 1923-24 sezonunda Galatasaray, Vefa ve Nişantaşı kulüplerinin mücadele ettiği İstanbul 2. Ligi'ne dahil olan Fenerbahçe, Nişantaşı'nı 6-4 yendikten sonra, Vefa'yı 7 Mart 1924 tarihinde 20-3 yendi ve bu sporda günümüze kadarki sayı rekorunu tesis etti. Galatasaray'ın çekilmesi ve ligin yarım kalması, 1992 Yaz Olimpiyatları'nda gösteri sporu olarak kabul edilen bu sporun Türkiye'de 1924 yılında tarihe karışmasına neden olduğu gibi, iki genç takım kurarak bu spora eğilmiş Fenerbahçe'yi de faaliyetlerini sonlandırmaya mecbur bıraktı.
Jimnastik.
Eski başkanlardan Hamit Hüsnü Kayacan'ın 1914 yılında barfiks ve paralel bar satın alarak lokalin yanına kurmasıyla jimnastik faaliyetleri başladı. İlhami Polater, hava pilotu (daha sonraları Korgeneral) Asım Uçar, General Nuri Bey ve Albay Kadri Bey'in başı çektiği faaliyetlerde dönemin ünlü beden eğitim uzmanları Faik Üstünidman ve Mazhar Kazancıoğlu'nun da zaman zaman Fenerbahçeli gençlere ders vermesi faaliyetlerin verimini artırdı. Ancak bu spor 1924 yılından sonra ihmale uğradı ve tarihe karıştı.
İzcilik.
1912 yılında kurulan Osmanlı Keşşaflar Cemiyeti'nin öncülüğünde başlayan izcilik faaliyetlerini Balkan Savaşı sonrasında canlandırmak isteyen Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın da kulüplere başvurusu üzerine Fenerbahçe bu alana 1915 yılında eğilmiş ve Hükûmetin gönderdiği gereçlerle Mustafa Elkatipzade'nin önderliğinde ilk izcilik ekibini kurmuştu. Balkan ve Trablusgarp Savaşları'nda alınan mağlubiyetler sonucunda dönemin hükûmeti tarafından Müslüman, Türk gençlerin savaş şartlarına ve seferberliklere alıştırılmasına yönelik, Keşşaflık Ocağı sistemi anlayışına yoğunluk verilmiştir. Fenerbahçe Kulübü de, bu anlayış gereğince bünyesinde tüm spor branşlarındaki altyapı (genç) oyuncularından oluşan izciler eğitmek için ilk olarak 1913 yılında Keşşaflık Ocağı takımını kurmuştur. Millî Mücadele yıllarında gereçlere işgal kuvvetleri tarafından el konulması nedeniyle kamp ve gezi faaliyetleriyle yetinen şube 1923 yılında futbolcu Alaattin Baydar'in çabalarıyla yeniden teşkilatlandı. Düşman işgalinden yeni kurtulan Bursa ve İstanbul'da gösterilen ve en üst düzeyde takdir edilen faaliyetler 1932 yılında Fenerbahçe Müzesi'nin yangınında izcilik gereçlerinin tamamen kül olmasıyla ortadan kalktı.
Eskrim.
1917 yılında faaliyet sahasına alınan bu olimpik sporda hava pilotu Asım Uçar ve Sait Bey epe, Sedat ve Feyzi Beyler flöre branşında temayüz ettiler. 1917 Devrimi'nden kaçarak İstanbul'a yerleşen Beyaz Ruslardan Albay Grodetski'nin antrenörlüğündeki sarı-lacivertli takım 20 Haziran 1920 tarihindeki Himaye-i Etfal Bayramı'nda ve 1921 yılında düzenlenen Fenerbahçe Bayramı'nda başarılı müsabakalar çıkardılarsa da Asım Uçar'ın Millî Mücadele'ye katılmak üzere İstanbul'dan ayrılmasıyla hayatiyetini kaybetti.
Fikir ve Sahne.
Fenerbahçe'nin 1918 tüzüğünde yer alan "Kulüp, Spor ve Terbiye-i Fikriye Şubelerine bölünmüştür. Her iki şubenin ayrı tüzükleri vardır" hükmünü âmir 4. maddesi uyarınca 1919 yılının ilkbaharında dönemin başkanı (aynı zamanda piyes yazarı ve eski güreşçi) Refik Ahmet Nuri Sekizinci tarafından kurulan fikir ve sahne şubesi Millî Mücadele yıllarında konferanslar, tiyatro temsilleri ve Muhittin Sadak ve Münir Nurettin Selçuk'un faaliyetlerinin başını çektiği konserler vasıtasıyla halkı ve üyeleri bilinçlendirme çabası gütmüş, Fenerbahçe dergisi 15 günde bir yayımlanmıştır. Şube, 16 Mart 1920 yılında İstanbul'un işgali sonrası İşgal Orduları Başkomutanlığının toplantı yasağı ilan etmesiyle faaliyetlerini sonlandırmak zorunda kalmıştır.
Beyzbol.
Temmuz 1919'da Amerikalı bir antrenörün gözetiminde başta Galip Kulaksızoğlu, Zeki Rıza Sporel, İsmet Uluğ, Alaattin Baydar ve Sabih Arca başta olmak üzere dönemin önde gelen Fenerbahçeli futbolcularından oluşan takımın faaliyetleri, başka Türk kulüpleri bu spora ilgi göstermeyince, Amerikalı takımlarla yapılan müsabakalardan ibaret kaldı ve kısa zaman içinde sona erdi.
Bilardo.
Fenerbahçeli ve Beşiktaşlı sporcuların Cumhuriyetin ilk yıllarında ilgi gösterdikleri bu spor dalında 1924 yılında düzenlenen İstanbul Şampiyonası'nda sarı-lacivertli sporcu Binbaşı Fuat Bey 183 puanla şampiyon oldu. Bir yıl sonra ise Beşiktaşlı Nafi Bey'in bu defa 187 vuruşla birinci geldiği ve dönemin Başbakanı İsmet İnönü'nün de yakın ilgi gösterdiği bu sporun yıllar geçtikçe kahvehanelere mahsus bir faaliyete dönüşmesi kulüplerin erken dönemdeki alakalarını da söndürdü.
Motor Sporları.
Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu'nun 1923 yılında kurulmasıyla başlayan otomobil yarışlarında Fenerbahçeli sürücüler Ziya Koşar (1927, Veliefendi) ve Atatürk'ün de izlediği yarışlarda Samiye Burhan Cahit Morkaya (1931, İstinye-Maslak) ilk şampiyonlukları almışlardır. Morkaya, ilk kadın şampiyon olurken, 1932, 1936 ve 1937 yıllarındaki Castrol ve Turing Kulüp kupaları da adıgeçen Fenerbahçeli yarışçılarca kazanıldı ve kupalar Fenerbahçe Müzesi'ne bağışlandı. II. Dünya Savaşı yıllarından 1970'lere kadar bu sporun ihmale uğramasıyla ilk kuşak Fenerbahçeli yarışçıların kazandığı başarılar da tarihte kaldı.
Halter.
1925 yılında faaliyet sahasına alınan halterde sarı-lacivertli renklerin ilk şampiyonluğu 1940 ve 50'lerin ünlü tasvir ustası ve kürekçi Kenan Dinçman'ın 8 Ekim 1926 tarihinde kazandığı İstanbul hafif sıklet birinciliği olmuştur. 1957'den sonra canlanan halter branşı, 1968'de gençlerde İstanbul şampiyonu ve Türkiye ikincisi olduktan sonra, 1969'da İstanbul şampiyonluğuna ulaştı. 1976'ya kadar ferdi şampiyonluklar elde eden Fenerbahçe'nin kazandığı son takım başarısı 19 Mart 1972 tarihindeki İstanbul şampiyonluğu oldu.
Avcılık.
İlk kez Galip Kulaksızoğlu ve Sait Selahattin Cihanoğlu'nun 1913 yılında başlattıkları çalışmalar 1925 yılında avcılık şubesinin kurulmasıyla daha örgütlü hale geldi. İstanbul'da özellikle Kayışdağı Ormanı, Katırlı ve Alemdağ ormanlarında yoğunlaşan faaliyetler, Cihanoğlu'nun Kenya, Tanzanya ve Güney Sudan bölgelerini kapsayan 1925-1926 yılındaki av partisiyle zirveye ulaşmıştır. Cihanoğlu aslan dâhil avladığı toplam 22 av hayvanının başını tahnit ederek Fenerbahçe Müzesi'ne bağışlamıştır. 1930'larda en hareketli devrini yaşayan bu şube, kulüp faaliyetlerinin olimpik sporlara yoğunlaşmasıyla popülaritesini kaybetti ve Cihanoğlu'nun 1975 yılında ölümüyle tamamen tarihe karıştı.
Kule ve Tramplen Atlama.
Gerek kule gerek tramplen atlama kategorilerinde Fenerbahçeli sporcular Fahri Ayad ve Kemal Bey bu branşta öncü sporcular olarak dikkat çekerken özellikle 1925 yılından sonra Mısırlı Şefik, Mahir Canbakan ve Suat Erler ilk şampiyonlar oldular. Fenerbahçe 1930'larda Kiryako Şakir, 1940'larda Mustafa Keskin, 1950'den sonra da Muammer Çolpan ile bu sporda temsil edilirken her üç sporcu da İstanbul ve Türkiye şampiyonluklarını uzun süre ellerinden bırakmadılar. 1966 yılından 1971'e kadar millî takımda da yer alan ve 25 Ağustos 1969'da Adana'da düzenlenen Türkiye Yüzme ve Atlama Şampiyonası'nda kule atlamadaki son şampiyonluğunu kazanan Çolpan'ın da bu spora veda etmesiyle atlama branşı Fenerbahçe'de sona erdi.
Sutopu.
1912 yılında Galip Kulaksızoğlu ve Said Salahaddin Cihanoğlu'nun kaptanlıklarındaki sutopu takımının Moda ve Kalamış kıyılarındaki ilk faaliyetleri rakipsizlik nedeniyle durduysa da, 1931 yılında Büyükdere havuzunun açılmasıyla hareketlenen faaliyetlere Fenerbahçe 1932 yılında Rüştü Dağlaroğlu önderliğinde kurulan takımla tekrar dâhil oldu. Vakit Gazetesi ve Haliç turnuvalarını şampiyon kapatan takım 1932 İstanbul Ligi'ni üçüncü bitirdikten sonra, 1933 yılında Galatasaray'a rakip olduysa da 29 Eylül 1933 tarihinde tartışmalı bir maçtan sonra rakibine uzatmada 3-2 yenilerek İstanbul ikincisi oldu. 1936'da dağıldıktan sonra, 1940'larda ve 1953'te tekrar kurulan takımların ömrü de kısa sürdü.
Su Kayağı.
İlk kez 1922 yılında ABD'de tatbik edilen bu sporun Türkiye'deki öncüsü 1937 yılında Fenerbahçeli komple sporcu Galip Kulaksızoğlu ve yelkenciler Faruk Hızer ile Semih Arıcan oldular. 25 Temmuz 1937 tarihinde Modaspor Denizcilik Bayramı'nda Faruk Hızer'in kazanarak Başbakan İsmet İnönü'nün elinden aldığı kupa 2024 yılında bile Fenerbahçe Müzesi'nde sergilenen en ilginç mükafatlardan biridir.
Hentbol.
1942 yılında Haydarpaşa Lisesi ile yapılan ortak çalışma sonucunda oluşturulan hentbol takımı aynı yıl başlayan İstanbul Hentbol Ligi'ne katıldı ve 1943-44 ile 1944-45 sezonlarında İstanbul şampiyonu oldu. Salonların yetersiz kalması nedeniyle açık sahada oynanan dönemin hentbolünde seyirci rekoru yaklaşık 12.000 kişi ile 8 Nisan 1945 tarihinde Fenerbahçe-Galatasaray futbol maçının öncesinde oynanan ve Fenerbahçe'nin 7-4 kazanarak şampiyonluğu garantilediği müsabakada kırılmıştır. 1945 yılında ilk kez düzenlenen Türkiye Hentbol Şampiyonası'nda 1 Temmuz 1945 tarihinde finalde Harbokulu'na 7-5 yenilerek Türkiye ikincisi olan takım, 1945-46 yılında da İstanbul şampiyonu olduktan sonra aleyhindeki tertipleri protesto ederek 1946-47 sezonundan itibaren ligden çekildi.
Ragbi.
İtalyan millî takımıyla Fransa'ya karşı millî maçta da oynayan Reşat Ersü'nün öncülüğünde ve Haydarpaşa Lisesi ile işbirliği hâlinde Fenerbahçe'de 1945 yılında bir ragbi takımı oluşturuldu ve 12 Mayıs 1945 tarihinde Haydarpaşa Lisesi Spor Bayramı'nda lise takımını 8-7 yendi. 18 Mayıs 1947'de Fenerbahçe Stadı'nda Fenerbahçe'nin Beşiktaş'ı 4-0 yendiği futbol maçından önce Fenerbahçe'nin ragbi takımını kurmuş Galatasaray'ı yaklaşık 18.000 seyircinin önünde 12-0 yenmesi sarı-kırmızılı kulübün takımı dağıtmasına neden oldu ve bu maç 2007 yılında Türkiye Ligi kurulana kadar son ragbi maçı olarak tarihe geçti.
Okçuluk.
Okçuluk branşı 1966 yılında Fenerbahçe'de faaliyete geçti ve 1971'e dek geçen kısa süre içinde çeşitli başarılar kazandı. Uzun zaman Türkiye rekorlarını elinde tutan Fenerbahçeli okçu Sadık Öğretir 19 Eylül 1966'da Fenerbahçe'ye İstanbul şampiyonluğu kazandırırken 18 Ocak 1968 tarihinde Mersin'de düzenlenen Türkiye Okçuluk Şampiyonası'nda da Türkiye rekoru olan 1003 puanla birinci oldu. Öğretir, 23-29 Temmuz 1967'de Hollanda'nın Amersfoort kentinde düzenlenen Dünya Okçuluk Şampiyonası'na katılan ulusal takımda da yer aldı.
Judo.
Fenerbahçe Kulübü ilk kez 1967 yılında judoyu çalışma alanına aldı. 17 Mart 1968 tarihinde düzenlenen Fenerbahçe Spor Kulübü Kongresi'ne sunulan Yönetim Kurulu raporunda yer alan ümitvar ifadelere rağmen gençlere yönelik olarak sürdürülen faaliyetler beklenen ilgiyi görmedi ve 1971 yılında bu spora veda edildi.
Briç.
Eski atlet ve basketbolcu Orhan Zeren'in atılımıyla 1984 yılında Fenerbahçe'de bir briç takımı kuruldu. Takım Türkiye Briç Federasyonu'nun 14-15 Nisan 1984 tarihlerinde düzenlediği Müesseseler ve Kulüplerarası Türkiye Briç Şampiyonası'nda 44 kulüp ve müessese takımı arasında Seydişehirspor ve Türk Hava Yolları'nın ardından üçüncü oldu. 1986 yılında İstanbul şampiyonu olan takım, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası'na gitme hakkı kazansa da, takıma Fenerbahçe Spor Kulübü temsil hakkı vermediğinden Kupa'ya Fenerbahçe yerine Ankara şampiyonu Ankara Briç Kulübü katıldı. 1999 yılında tekrar oluşturulan briç takımı 16-17 Ekim 1999 tarihlerinde Burdur'da düzenlenen Türkiye Şampiyonası'nda 44 takım arasında bir kez daha üçüncü oldu.
Atıcılık.
1986 yılında başlayan atıcılık faaliyetleri kısa sürede başarılı olmasına rağmen bu sporun ömrü Fenerbahçe'de kısa oldu ve 1988 yılı itibarıyla faaliyetler sonlandı. Bu spor branşında Fenerbahçe'nin kazandığı en büyük başarı olan Trap-Skeet Müsabakaları Başbakanlık Kupası halihazırda Fenerbahçe Müzesi'nde sergilenmektedir.
Dağcılık.
Başkan Yıldırım döneminde kulübün 100. yıl kutlamaları kapsamındaki Fenerbahçe Dünya Zirvelerinde projesi bağlamında 2007 yılında Tunç Fındık ve Mustafa Kalaycı'dan mürettep bir dağcılık ekibi oluşturulmuştur. Ekip, proje kapsamında Ağrı Dağı, Arjantin'de bulunan Aconcagua Zirvesi, Tacikistan'daki Somoni Zirvesi, Fransa'daki Mont Blanc Zirvesi ve Tanzanya'daki Kilimanjaro Zirvesine tırmanarak Türk ve Fenerbahçe bayraklarını dalgalandırdıktan sonra, dünyanın en yüksek dağı Everest'in zirvesine 21 Mayıs 2007 tarihinde ulaşarak Türk ve Fenerbahçe bayraklarını diktiler.
Marşlar.
Sözleri, Fenerbahçe'nin eski kalecisi Fecri Ebcioğlu tarafından yazılmış olan, Fenerbahçe 1973-74 kadrosu ve Nesrin Sipahi tarafından seslendirilen Yaşa Fenerbahçe marşı, Fenerbahçe Spor Kulübü'nün en tanınan marşlarından birisidir. Fenerbahçe'nin 100. Yılı şerefine; Kıraç'ın 100. Yıl Marşı ve Funda Arar, Athena, Ediz İlhan tarafından çeşitli marşlar yazılmıştır.
Tesisler.
Stadyum.
Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu İstanbul'un Kadıköy semtinde yer alan, Fenerbahçe takımının maçlarına ev sahipliği yapan stadyumdur. Stadyum, 1908 yılında açılmıştır ve 1999-2006 yılları arasında yenilenerek kapasitesi 50.530 kişiye çıkartılmıştır. 4 Ekim 2006'da UEFA tarafından yapılan incelemeler sonucunda 2009 UEFA Kupası finalinin bu statta yapılması kararlaştırılmıştır.
Müze.
Kulüp Müzesinin yeri birkaç kez değiştirilmiş ve yenilenmiştir. Son olarak Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'na taşınmış ve 19 Ekim 2005 tarihinde açılmıştır. Müzede toplam 10 bölüm vardır. Açılışını Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yapmıştır. Bir diğer müze ise Ülker Spor ve Etkinlik Salonunda bulunan Fenerbahçe Basketbol Müzesi'dir. Türkiye' nin ilk ve tek basketbol müzesi olma özelliğine sahiptir.
Diğer Tesisler.
Kulübün diğer tesisleri arasında sosyal merkezler, idman tesisleri, kulüp ana merkezi, Dereağzı Metin Aşık Kamp Merkezi, genç takım futbol akademisi, spor salonu, Fikirtepe Tesisleri, Fenerbahçe Koleji ve yüzme havuzu bulunmaktadır.
Fenerbahçe Spor Okulları, Fenerbahçe Koleji ve Fenerbahçe Üniversitesi ile Gebze'de kurulacak 3 Temmuz Spor Akademisi Tesisleri sayesinde ülke sporuna hizmet amaçlanmaktadır
Taraftar grupları.
Aziz Yıldırım döneminde Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nun yenilenmesinden sonra Fenerbahçe, Süper Lig içinde maça en fazla taraftar çeken kulüp oldu. Fenerbahçe, 2006-07 sezonunda maç başına 40.000 seyirciye ulaşmıştır.
Genç Fenerbahçeliler.
GFB, kendi içinde 6 küçük gruba ayrılır. Bunlar 1907 Gençlik (2000 yılında kurulup 2001 yılında GFB'ye katılmıştır), GFB Europe, Lise GFB (Lise öğrencileri tarafından 2002 yılında kurulmuştur.), Uni GFB (Üniversite öğrencileri tarafından 2001 yılında kurulmuştur.), GFB's Angels (Bayan Fenerbahçeliler grubu) ve Devil's of GFB (2004 yılında kurulmuştur).
GFB'nin 61 şehirde, 51 üniversitede ve 10 değişik ülkede üyeleri vardır. Grup maçları Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nun Maraton Tribünü A ve B bloklarında KFY ile birlikte takip etmekte ve takımlarına destek vermektedirler.
Kill For You.
KFY 1996 yılında kurulmuştur. Grup, takımın tüm profesyonel ve amatör maçlarını takip etmektedir. Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nun maraton tribünü A ve B bloklarında GFB ile birlikte maçları takip etmektedirler.
1907 ÜNİFEB.
Grup 2002 yılında kurulmuştur. 1907 ÜNİFEB sıradan bir taraftar topluluğu veya sadece bir tribün grubu değildir. Amacı, Fenerbahçeli üniversite öğrencileri arasında ideal bir birlikteliği oluşturmak ve gücünü Fenerbahçe etrafında birleştirerek hareket etmektir. "Fenerbahçe'nin Aydınlık Geleceği Olmak" için kurulmuştur. Türkiye, KKTC ve yurt dışındaki üniversitelerde örgütlenmişlerdir. Tüm üyeleri üniversitelilerden oluşmaktadır. Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nda maçları Türk Telekom (eski Telsim) tribününden takip etmektedirler. Merkezleri Levent'tedir.
Antu/Fenerlist.
Grup bir internet topluluğudur. Ali Şen'in oğulları olan Metin Şen ve Adnan Şen tarafından kurulmuştur.
33 ülkeye, 37 şehire yayılmıştır ve 60.000'i aşkın üyeleri vardır. Üyeler maçları Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nda Türk Telekom (eski Telsim) tribününden takip etmektedirler.
12 Numara.
Fenerbahçe resmi taraftar internet grubudur. Kurucusu Mehmet Alakuş'tur ve Antu'ya tepki olarak kurulmuştur.
Finans.
Fenerbahçe Sportif Hizmetler Sanayi ve Ticaret.
Fenerbahçe Sportif Hizmetler Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi ya da kısaca Fenerbahçe Sportif AŞ, Fenerbahçe'nin sahibi olduğu tüm Fenerbahçe girişimlerini çatısı altında toplayan ortaklıktır. Fenerbahçe Sportif AŞ'nin hisse senetleri Borsa İstanbul'da 2004 Şubat'ında işlem görmeye başladı. Şirketin %84.90'ı doğrudan kulübe aittir.
Sponsorlar.
Fenerbahçe'nin aşağıdaki kuruluşlar ile sponsorluk anlaşmaları vardır.
Fenercell.
Aziz Yıldırım döneminde Fenerbahçe yönetim kurulunun, kulübe yeni bir gelir kaynağı oluşturma düşüncesiyle hayata geçirdiği bir mobil sanal ağ operatörüdür.
Türkiye'de bir ilk olan bu sanal operatörlük sistemi Fenerbahçe İletişim Hizmetleri A.Ş. bünyesinde 23 Şubat 2009 tarihinde faaliyetlerine başlamıştır.
Dünyada yaygın örnekleri bulunan sanal operatörlük sistemini Türkiye'de de ilk olarak Fenerbahçe ile hayata geçiren GSM altyapı sağlayıcısı Avea'dır. 23 Şubat 2009 Pazartesi günü dönemin Avea CEO'su Cüneyt Türktan ve dönemin Fenerbahçe Asbaşkanlarından İletişim Daire Başkanı Ali Koç tarafından imzalanan anlaşmayla Fenercell projesi Avea altyapısıyla resmen hayata geçirildi. Böylece AVEA 1907 kapanmış oldu.
Fenercell TV.
Aziz Yıldırım döneminde Fenercell TV, Fenercell abonelerine Fenerbahçe ile ilgili dijital içeriklere web üzerinden ve mobil olarak cep telefonlarından ulaşmalarını sağlayan bir medya platformuydu. Sadece Fenercell hat sahiplerinin kullanabildiği bu hizmet "fenercell, fenerbahce, fbtv, fenerbahcedergisi, fbsukrusaracoglu" gibi farklı başlıklarla farklı içerikler sunmaktaydı.
Fenerium.
Fenerbahçe'nin lisanslı ürünleri Fenerbahçe Sportif A.Ş. adına Fenerium mağazalarında ve ülke genelinde satış yapan Fenerium tırları tarafından satılmaktadır.
Fenerium ana şubesi Şükrü Saracoğlu Stadı'ndadır.
Fenerium 41 mağaza ve 200 civarı satış noktasında toplam 1.720.000 ürün satarak 19 Milyon dolar kazanç elde etmiştir. 2004-05 sezonunda 285.000 civarında ürün satılmıştır.
Fenerbahçe Kart.
Aziz Yıldırım'ın "Hedef bir milyon üye" projesi kapsamında kulüp tarafından çıkartılan ve taraftarlara çeşitli imkânlar sağlayan 3 tür taraftar kartıdır. Bunun dışında çeşitli bankalarla anlaşmalı taraftar kartları da mevcuttur.
Fenerbahçe Gazetesi.
Kulüp tarafından aylık olarak yayınlanan dergi, Yaysat tarafından tüm gazete bayilerine dağıtılmaktadır. "Fenerbahçe Gazetesi"nin yayın yönetmenliğini Atila Bartın yapmaktadır. Gazetede kulüp hakkında bilgiler, haberler, makaleler, sporcu ve yöneticilerin açıklamaları ile özel röportajlar yer almakta, ayrıca kulüp, yönetici ve futbolcuların pek göz önünde olmayan ya da bilinmeyen nitelikleri hakkında bilgi verilmektedir.
"Fenerbahçe Dergisi".
Kulüp tarafından Şubat 2003-Aralık 2019 tarihleri arasında yayımlanan "Fenerbahçe Dergisi" adlı dergi; kulübün spor faaliyetleri, yöneticileri ve sporcuları hakkında bilgiler sunarak taraftarlarına kulüp hakkında güncel bilgiler sağlıyordu. Her sayıda, kulübün çeşitli spor dallarından haberler, önemli maç analizleri, sporcular ve antrenörlerle röportajlar yer almaktadır. Ayrıca, Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı'nın aylık yazısı gibi düzenli köşe yazıları da vardı. Dergi aynı zamanda, spor ve futbol dünyasından son gelişmeleri ve haberleri de kapsamlı bir şekilde ele almıştır. Bu içerikler aracılığıyla dergi, Fenerbahçe taraftarları arasında bilgi akışını sağlamış ve kulüple ilgili önemli gelişmeleri anlatmıştır.
Radyo Fenerbahçe.
Kulübe ait bir spor radyosu olan Radyo Fenerbahçe, 15 Ocak 2011 tarihinde yayın hayatına başlamıştır. Kulüple ilgili güncel haberleri, spor müsabakaları ve kulüp etkinliklerini yayınlamaktadır. Fenerbahçe TV ile birlikte ortak yayınlar gerçekleştiren Radyo Fenerbahçe, aynı zamanda kendi özgün programlarını ve çeşitli spor dallarındaki canlı müsabakaları dinleyicilerine aktarmaktadır.
Fenerbahçe'nin futbol, basketbol, voleybol, atletizm, yelken, masa tenisi, boks, kürek ve yüzme gibi spor dallarındaki yarışmalarına ilişkin haberler, Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nda bulunan stüdyosundan 24 saat kesintisiz olarak sunulmaktadır. Özellikle maç günlerinde, stadyum atmosferi dinleyicilere aktarılmakta ve maçlar canlı olarak anlatılmaktadır.
Radyo Fenerbahçe'nin programları arasında, spor odaklı içeriklerin yanı sıra, yerli ve yabancı müzik, kültür-sanat programları ile Fenerbahçe ve spor dünyasının tanınmış isimleriyle yapılan röportajlar da bulunmaktadır. Radyo, IP tabanlı modern yayın teknolojilerini kullanarak ve 4G yayın sistemi aracılığıyla global olarak erişilebilir bir yayın sunmaktadır.
Ayrıca, Fenerbahçe TV ile ortaklaşa gerçekleştirilen haber bültenleri ve özel röportajlar da radyo kanalında yer almaktadır. Radyo, Türksat 3A/4A uydusu ve Fenerbahçe'nin resmi internet sitesi üzerinden gerçekleştirdiği 24 saat kesintisiz yayınlarla geniş bir dinleyici kitlesine ulaşmaktadır.
Geçmişte İstanbul, Bursa, Kocaeli, Balıkesir, Çanakkale, Tekirdağ, Edirne ve Gebze'de çeşitli frekanslarda yayın yapmış olan Radyo Fenerbahçe, günümüzde İstanbul ve çevresinde 97.0 frekansı üzerinden ve Düzce Topuk Yaylası Tesisleri'nden dinlenebilmektedir.
Kongreler.
Fenerbahçe Spor Kulübü'nün olağan ve olağanüstü kongreleri aşağıdaki gibidir. 1965 yılından önceki başkanlık seçimlerinde yönetim kurulları (idari heyeti) yarışmaktaydı. Seçimi kazanan yönetim kurulu (idari heyeti) kendi arasında yaptığı toplantı ve oylama ile başkanı seçmekteydi. 1923 yılında yeni düzenlenen kulüp tüzüğü ile başkanlık makamı kaldırıldı. Başkan yerine 3 kişilik bir yönetim kurulu oluşturuldu. Seçilen bu üç kişilik yönetim kurulunda genel sekreterlik görevini alanlar aynı zamanda kulüp başkanı gibi hareket etmişlerdir.
Aziz Yıldırım dönemine kadar Fenerbahçe taraftar grupları, yönetim ve kongrelerde önemli bir etkiye sahipti. Bu grupların desteğini almak, Fenerbahçe başkan adayları için gereklilik olarak görülüyordu. Taraftar gruplarının bu denli etkili olmasının nedeni, Fenerbahçe üyelerinin çoğunluğunun bu gruplardan oluşmasıydı. Ancak, 2000'li yıllarda Aziz Yıldırım'ın başkanlığı döneminde kulübe üye olan kişi sayısının artırılması ve üyeliğin teşvik edilmesiyle birlikte taraftar gruplarının etkinliği kırıldı.
Notlar.
Fenerbahçe Spor Kulübü'nün 1907 ilkbahar aylarında kurulmuş olduğu bilinmesine rağmen gün ve ay olarak tam tarih bilinmemektedir. Mustafa Kemal Atatürk'ün kulübü ziyaret etmesiyle o gün Fenerbahçe Spor Kulübü'nün kuruluş tarihi olarak kabul edilir.
Dış bağlantılar.
Medya
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1130",
"len_data": 75085,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.4
}
|
Zoran "Bata" Mirković (; d. 21 Eylül 1971; Belgrad, Sırbistan), Sırp eski futbolcu ve teknik direktördür.
Oyunculuk yaşamı.
Sırbistan ulusal futbol takımının savunma oyuncularından olan Mirković'in oyunculuk yaşamı 3 Mart 1991'de Rad'da başladı. (Proleter 2-1 Rad). Ancak bundan önce o ve takım arkadaşları, 21 yaş altı kategorisinde Yugoslavya şampiyonluğunu kazandılar. Bata Rad'da profesyonel olarak oynadı ve bu sürede toplam 62 karşılaşmada forma giydi (1990-1991'de 5, 1991-1992'de 26 ve 1992-1993'te 31) ve 1 gol attı. Becerisi Partizan yöneticileri tarafından fark edildi ve kendisine siyah beyazlı forma altında, Partizan'da oynaması önerisini götürdüler.
Bata Partizan'da geçirdiği 3 yıl içerisinde tam bir oyuncu kıvamına geldi ve Yugoslav millî takımının vazgeçilmezi oldu. 1993-1994 futbol mevsiminde Yugoslavya şampiyonluğu ve 1994-1995'te Yugoslavya kupasını kazanan takımda yer aldı. 2 numaralı formayı giydi ve oyundaki savaşçılığından dolayı zamanla Partizanlı taraftarlarca bir kahraman olarak görüldü. Nedeni ise basitti: Crvena zvezda (Crvena zvezda) oyuncularına karşı mücadele etmiş ve ülkedeki savaşa rağmen Partizan'ı terk etmemiş, orada 3 yıl oynamaya devam etmişti. Bata, o dönemde Partizan'da 82 karşılaşmada forma giydi (1993-1994'te 26, 1994/1995'te 29 ve 1995-1996'da 27) ve 1 gol attı.
Bata bundan sonra 2 yıl Atalanta'da oynadı. Ligin ilk devresinde sakatlandı ve 3 aylık bir süre boyunca takımda yer alamadı. Savunmanın ortasında oynuyordu ve Juventus'un çalıştırıcısı Lippi onu takımına çağırdı. Atalanta taraftarları Bata'yı çok seviyordu ve yönetimin onu ACF Fiorentina'ya satma girişimine çok büyük tepki göstermişlerdi.
Türkiye'de Fenerbahçe'de 2 yıl süreyle top koşturan Bata, 2003-2004 futbol mevsiminin devre arasında eski takımı Partizan'la 2.5 yıllık bir sözleşme imzaladı.
7 Mart 2006'da yaptığı açıklamayla futbolu bıraktığını açıkladı. Mirković futbol hayatı boyunca millî formayı 59 kez giydi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1134",
"len_data": 1941,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.53
}
|
Gülse Birsel (d. 11 Mart 1971, İstanbul), Türk oyuncu, sunucu, senarist ve köşe yazarıdır.
İlk yılları.
Gülse Birsel, 11 Mart 1971'de Gültekin ve Semiha Şener çiftinin üçüncü çocuğu olarak İstanbul'da doğdu. Babası bir avukat, annesi ise ev hanımıdır. İsmini annesinin ve babasının adlarının ilk hecelerinden almaktadır. İsmini ağabeyi ile ablası koymuştur. Kendisinden 15 yaş büyük Bozkurt Şener adlı bir ağabeyi ve 13 yaş büyük Dilek Yücetin adlı bir ablası vardır. Babasının memleketi Uşak'tır. Ailesinin kökleri Uşak'tan Ordu'ya, Muş'un Varto ilçesinin Çerkes köylerinden İstanbul'un Beyazıt semtine uzanır. Ağabeyi göz doktoru ve eski bir millî voleybolcudur. Ortaöğrenimini Beyoğlu Anadolu Lisesinde tamamladı. Lise son sınıfa kadar meslek olarak oyunculuğu seçmeyi düşünüyordu. Ancak ailesinin isteğiyle Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümünde öğrenim gördü. Daha sonra 1994-1996 yılları arasında Columbia Üniversitesinde sinema yüksek lisansı yaptı.
Kariyeri.
Gülse Birsel, üniversite ikinci sınıftayken "Aktüel" dergisinde işe başladı. 1996'da Türkiye'ye dönen Birsel, üç ay boyunca atv'de sabah bülteninin dış haberlerini yazdı. Bir yıl sonra "Esquire" dergisinin yayın yönetmenliğine getirildi. Aralık 1997'den 2003'e kadar "Harper's Bazaar" dergisinin yayın yönetmenliğini üstlendi. 2002'den 2012 yılına kadar "Sabah" gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Yine bu dönemde "FHM", "Gezi", "Harper's Bazaar" ve "House Beautiful" dergilerinde genel koordinatör olarak çalıştı. 6 Mart 2002'de atv'de yayımlanmaya başlayan "g.a.g." adlı programla televizyona adım attı. Mart 2003'te bazı "g.a.g." metinleri ile köşe yazılarını "Gayet Ciddiyim" adıyla kitaplaştırdı. 11 Şubat 2004'e kadar "g.a.g."ın sunuculuğunu ve metin yazarlığını üstlendi.
Mart 2003'te Levent Özdilek ile birlikte başrolünde yer aldığı "Eyvah! Eski Kocam" adlı atv dizisi, ikinci bölümünün ardından yayından kaldırıldı. 11 Şubat 2004'te atv'de yayımlanmaya başlayan "Avrupa Yakası" adlı dizinin senaristliğini ve başrol oyunculuğunu üstlendi. Kendisine dizide Gazanfer Özcan, Hümeyra ve Ata Demirer gibi oyuncular eşlik etti. Mayıs 2004'te ikinci kitabı "Hâlâ Ciddiyim" yayımlandı. 2005 yapımı "Hırsız Var!" adlı film ile sinemaya adım attı. Ağustos 2005'te üçüncü kitabı "Yolculuk Nereye Hemşerim?" piyasaya çıktı. Nisan 2008'de İstanbul'dan geçen 2008 Yaz Olimpiyatları meşalesini taşıdı. 2009 yapımı "7 Kocalı Hürmüz" filmiyle ikinci kez sinemada boy gösterdi.
6 sezon devam eden "Avrupa Yakası" adlı dizi, 24 Haziran 2009'da yayımlanan 190. bölümüyle final yaparak ekranlara veda etti. Birsel'in dördüncü kitabı "Velev ki Ciddiyim!" Aralık 2009'da, beşinci kitabı "Yazlık" ise Haziran 2011'de yayımlandı. 13 Ocak 2012'de Kanal D'de yayımlanmaya başlayan ve dört sezon devam eden "Yalan Dünya" adlı dizinin senaristliğini ve başrol oyunculuğunu üstlendi. Kendisine dizide Altan Erkekli, Füsun Demirel ve Olgun Şimşek gibi oyuncular eşlik etti. Mart 2013'te "Hürriyet" gazetesinde köşe yazarlığına başladı. 2015'te TV8'de ekrana gelen "Komedi Türkiye" adlı yarışma programında jüri üyeliği yaptı. Altıncı kitabı "Memleketi Ben Kurtaracağım!" Kasım 2015'te piyasaya çıktı.
Senaryosunu yazdığı ilk sinema filmi olan ve aynı zamanda oyuncu olarak da yer aldığı "Aile Arasında", Aralık 2017'de vizyona girdi. 18 Şubat 2018'de Star TV'de yayımlanmaya devam eden, ardından TV8'de, onun ardından ise internet platformu puhutv'de ve tekrar Star TV'de yayımlanan "Jet Sosyete" dizisinin senaryosunu yazdı ve başrolünde yer aldı. Dizide Cengiz Bozkurt, Ayşenil Şamlıoğlu, Sarp Apak, Çağlar Çorumlu ve Derya Karadaş gibi isimler de eşlik etmiştir. Ayrıca 2020'de Türkiye'de COVID-19 pandemisi sebebiyle dünyada evde çekilen ilk dizi de olmuştur ve dünya basınında da yer almıştır. Evde çekilen 2. bölümde toplamda 59. bölümle dizi sona ermiştir.
Ekim 2019'da "Hürriyet" gazetesinden istifa ettiğini kendi resmî sosyal medya hesabından duyurdu. Nisan 2022'de Disney+ ile iki film ve üç sezonluk bir dizi için anlaştı.
2022 yılında Disney+ platformunda yayımlanan Yılbaşı Gecesi filmini yazdı ve bu filmde kendisi de rol aldı.
Kişisel yaşamı.
Gülse Birsel, Fransa'nın Cannes şehrinde Ayşe Arman aracılığıyla tanıştığı gazeteci ve televizyoncu Murat Birsel ile bir yıl sonra Ağustos 1999'da evlendi. Anne olmaya uygun biri olmadığını ifade eden Birsel'in çocuğu bulunmamaktadır. Eşiyle birlikte Nişantaşı'nda yaşamaktadır. 26 Ağustos 2014'te annesi Semiha Şener'i kaybetti.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1143",
"len_data": 4433,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.07
}
|
Hukuk sosyolojisi, sosyoloji boyutuyla hukuk eksenli araştırmalar yapan bir bilim dalıdır.
Hukuk çok boyutlu bir olgu, bir kurumdur. Hukukun bir norm düzeni olarak olumlu hukuk niteliğinde uygulama boyutu, sağtöresel değer içermesi bakımından felsefi boyutu, toplumsal bir olgu olması bakımından da sosyolojik boyutu vardır. Birincisi hukuk bilimini, ikincisi hukuk felsefesini, üçüncüsü hukuk sosyolojisini ilgilendirmektedir.
Hukuk sosyolojisi yeni ilkeler yaratmaz, yaratılan ilkelerin gelişimine katkıda bulunur onları düzenler. Hukuk bilimiyle etkileşim, işbirliği ve yardımlaşma halindedir. Bunun nedenini ise sosyologların, kurumsal gerçekliği ön planda tutmalarıdır.
Hukuk sosyolojisi açısından değerlendirildiğinde hukuk, basit bir yürürlük problemi olarak ele alınamamaktadır. Bir hukuk normunun usulüne uygun çıkartılmış olması onu kendiliğinden etkin hale getirmemektedir. Hukukun etkinliğinin öne çıkartılması, hukukun varlığının gözlem yoluyla ve fiili bir ilişki olarak “sonradan” saptanması anlamına gelmekteyken hukuku bir yürürlük problemi çerçevesinde ele alan yaklaşımlar açısından hukuk, ortaya çıktığı andan itibaren var kabul edilmektedir. Mahkemelerin ya da yargılamanın hukuk sosyolojisi yaklaşımı açısından hukukun saptanması söz konusu olduğunda özel bir yeri olduğu ilk anda dikkatleri çekmektedir. Yargılama, soyut normatif düzenlemenin olgusal olarak görünür olduğu yer; ideal bir tasarım olan hukuksal düzenlemenin gerçek dünyadaki yansıması özelliğini taşımaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1146",
"len_data": 1497,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 4.18
}
|
İşletim sistemi (Operating System, OS) ya da işletim dizgesi, bir bilgisayarın donanım kaynaklarını yöneten ve uygulama yazılımlarına hizmet sağlayan yazılımların bir bütünüdür. İşletim sistemleri, bilgisayarın donanımı ile uygulama yazılımları arasında bir köprü görevi görerek kullanıcıların sistemle etkileşim kurmasını sağlar. Öne çıkan örnekler arasında Microsoft Windows, macOS, GNU/Linux dağıtımları, Android ve iOS yer alır.
İşletim sistemlerinin kullanım alanı yalnızca kişisel bilgisayarlar, cep telefonları ve web sunucularıyla sınırlı değildir. Dijital işlevlere sahip neredeyse tüm cihazlar, örneğin motorlu taşıtlar, beyaz eşyalar, akıllı saatler gibi, kendi işletim sistemlerine sahiptir.
İşletim sistemleri, sahip oldukları işlevlerin genişliği ile değil, donanım kaynaklarını verimli kullanma yetenekleriyle değerlendirilmelidir. Modern işletim sistemleri, çoklu görev yönetimi, bellek yönetimi, dosya sistemleri ve kullanıcı arabirimi gibi kritik işlevleri yerine getirir ve cihazların performansını optimize eder.
Tarihi.
1940'lı yıllarda elektronik dijital işletim sistemi dâhil hiçbir işletim sistemi yoktu. O zamanki elektronik sistemler, sıralı mekanik şalterler veya panolar üzerindeki kablolar ile çalışıyordu. Örneğin, delikli kâğıt kartları verilerinden, bordro çeklerin askerî veya kontrollü baskı için balistik tablolar oluşturan özel amaçlı sistemleri elde edilmişti. Programlanabilir genel amaçlı bilgisayarlar icat edildikten sonra makine dilleri, (ikili rakam 0 ve 1 delikli kâğıt şerit üzerine dizeleri oluşturan) programlama sürecini hızlandırdı ve ardından tanıtıldı.
Türleri ve terimler.
Gerçek zamanlı işletim sistemleri.
Gerçek Zamanlı işletim sistemlerine örnek olarak, QNX gösterilebilir.
Gömülü işletim sistemleri.
Gömülü işletim sistemleri, gömülü sistemlerde kullanılmak üzere tasarlanmıştır. Daha az özelliğe sahip PDA'lar gibi küçük makinelerde çalışacak şekilde tasarlanmıştır. Bu sistemlerin kaynakları sınırlı sayıda faaliyet göstermektedir. Bu sistemlerin tasarımı son derece verimlidir ve bu sistemlerde çok kompakt vardır. Windows CE ve Minix 3, gömülü işletim sistemlerinin bazı örnekleridir.
Bir işletim sistemi, kavramsal olarak üç grupta toplanabilecek bileşenlerden oluşmaktadır: kullanıcı arayüzü, komut satırı yorumlayıcısı ("kabuk") alt düzey sistem işlevleri ve bir çekirdek. Çekirdek, işletim sisteminin kalbidir. Adından da anlaşılabileceği gibi, "kabuk", çekirdeğin çevresini sarmaktadır. Donanımla iletişim kurmak çekirdeğin işidir.
Kimi işletim sistemlerinde kabuk ve çekirdek tümüyle ayrı bileşenlerken, kimilerinde bu ayrım yalnızca kavramsaldır.
Çekirdek tasarımları, yekpare (monolitik) çekirdekler, mikro-çekirdekler ve ekzoçekirdekler olarak üç ana gruba ayrılmaktadır. UNIX, Windows, MS-DOS gibi geleneksel ticari sistemler ve Linux gibi yaklaşımlar monolitik çekirdek kullanmaktadır. QNX, BeOS, Windows NT gibi yeni sistemlerin çoğu mikro çekirdek yaklaşımını kullanmaktadır. Araştırma amacıyla geliştirilen işletim sistemlerinin çoğu da mikro-çekirdek kullanmaktadır. Ekzo-çekirdekler ise henüz araştırma aşamasındadır.
İşletim sistemi çeşitleri.
Amiga.
1994 yılında Commodore International iflas ettikten sonra, Amiga kişisel bilgisayarlarının tüm hakları Amiga Inc'e kalmıştır. Amiga işletim sisteminin tekrar geliştirilebilmesi için, 2006 yılında PowerPC üzerinde uzmanlaşmış yazılım şirketi Hyperion Entertainment lisans vermiştir. Bir süre sonra, tüm haklar bu şirkete kalmıştır. AmigaOS, 4 ExecSG (Second Generation) çekirdeği üzerine kurulmuştur. AmigaOS, kurulduğu donanımdan maksimum performansı alan ve mükemmel birçok görevlilik (multitasking) özelliğine sahip olan, çok esnek bir işletim sistemidir. Commodore International; yazdığı AmigaOS 3.1 işletim sisteminin kaynak kodlarından devam ederek, günümüzde işletim sistemini 4.1 update 5 sürümüne kadar yükselmiştir. Çok yakında Hyperion Entertainment, yeni ve gelişmiş amiga donanımı olan Amigaone X1000 ile AmigaOS 4.2 'yi piyasaya sürmüştür.
GNU/Linux.
GNU/Linux, UNIX benzeri bir işletim sistemidir. Bu işletim sistemi, bilgisayarlardan kol saatlerine kadar çok çeşitli alanlarda kullanılmaktadır. GNU/Linux, Unix'e benzeyen, ancak tamamen orijinal kod ile ücretsiz ve açık kaynak bir işletim sistemi yaratmaya çalışan bir programcı kitlesi iş birliğidir. 1983 yılında Richard Stallman tarafından başlatılan GNU projesi ile 1991 yılında Linus Torvalds tarafından başlatılan çekirdek tasarımının birleşimidir. Bu nedenle Linux çekirdeği ve GNU yazılım koleksiyonunun kullanıldığı bu işletim sistemine GNU/Linux denmektedir. Bugün, dünyanın dört bir yanına yayılmıştır ve sürekli olarak gelişim içerisindedir.
GNU/Linux, açık kaynak koduna sahip ve özgür (free software) bir işletim sistemidir. Bu sistemde bir hata tespit edilirse, dünyanın herhangi bir yerindeki bir programcı çok kısa sürede bu sorunu çözebilmektedir. GNU/Linux işletim sistemi çok karmaşık programları bir arada açsa bile, bilgisayar sorunsuz bir şekilde çalışmaya devam edebilmektedir. İnternetten ücretsiz indirilebilmekte ve talimatlar takip edilerek bilgisayara kurulabilmektedir. Açık kaynak sürücüler çekirdek içine gömülü olduğu için tek tek kurulması gerekmemektedir. Ancak, bir sorun ile karşılaşılırsa veya kapalı kaynak sürücüler kullanılmak istenirse, geliştiricilerin yazdığı yazılımlar kullanılabilmektedir.
Tüm bunlara rağmen, tahmini hesaplar, GNU/Linux'un %1,1 oranlarında kişisel bilgisayarlarda kullanıldığını göstermektedir. Ancak GNU/Linux, sunucular ve gömülü sistemler tarafından yaygın olarak benimsenmiştir. GNU/Linux, birçok alanda Unix'in yerini almaktadır ve dünyada en güçlü 10 bilgisayarda kullanılmaktadır. Ubuntu, Android, Debian, Arch Linux, Pardus, GNU/Linux dağıtımlarına örnek verilebilir.
Eskiden son kullanıcı tarafında pek fazla etkili olmayan ve tercih edilmeyen GNU/Linux; son yıllarda Ubuntu, Linux Mint, Pardus, Fedora Linux gibi dağıtımlarla son kullanıcıya da hitap etmeye başlamıştır. Özellikle Ubuntu sayesinde çok fazla insan GNU/Linux'u tercih etmeye başlamıştır. Bunda Ubuntu'nun görselliğe önem veren politikaları ve diğer işletim sistemlerinde çok zorlanarak yapılabilecek masaüstü şovlarının (Compiz Fusion) son kullanıcıyı etkilemesi de önemli rol oynamıştır.
Linux dağıtımlarına Linux Mint ve Fedora Linux örnek verilebilir fakat dağıtımlar bunlarla sınırlı değildir.
MacOS.
MacOS, Apple şirketi tarafından geliştirilen ve pazarlanan kısmen özel, grafiksel bir işletim sistemidir. Yine Apple'ın 1984 yılında oluşturduğu ilk işletim sistemi olan MacOS'un son sürümüdür. Fakat MacOS 8 ve 9 sürümlerinin aksine, MacOS, NeXT şirketi tarafından geliştirilmiş bir teknoloji üzerine kurulmuş UNIX tabanlı bir işletim sistemidir.
İşletim sistemi ilk kez 2001 yılının Mart ayında, aşağıdaki bir masaüstü odaklı versiyonu (MacOS X v10.0) ile, MacOS X Server 1.0 olarak 1999 yılında piyasaya sürülmüştür. O zamandan beri, altı farklı "müşteri" ve MacOS X'in "server" sürümleri serbest bırakılmıştır. En son, Mac OS X 10.6 sürümü 28 Ağustos 2009 tarihinde kullanıma sunuldu.
Sunucu sürümü, MacOS Server mimari masaüstü muadili ile aynıdır. Ancak genellikle Macintosh sunucu donanımı Apple'ın hattı üzerinde çalışmaktadır. MacOS X Server, çalışma grubu yönetimi ve anahtar ağ hizmetlerine erişim sağlayan basitleştirilmiş yönetim yazılım araçları içermektedir. Bir posta aktarım arayüzü, LDAP sunucusu, bir alan adı sunucusu ve diğerleri dahildir.
MS-DOS.
Microsoft firması tarafından geliştirilmiş eski bir işletim sistemidir. Windows üretildikten sonra kullanımı azalmıştır. Şu anda sadece format atarken veya dosya kurtarırken kullanılmaktadır. İngilizce karşılığı "disk işletim sistemi"dir. Üretim amacı bu olmasına rağmen, daha sonra DOS ortamında çalışan birçok uygulama ve oyun üretilmiştir.
Plan-9.
Ken Thompson, Dennis Ritchie ve Douglas McIlroy, Unix işletim sistemini kurmak için Bell laboratuvarlarında C programlama dilini tasarlamış ve geliştirmiştir. Bell laboratuvarlarındaki programcılar, modern dağıtılmış çevreler için düzenlenmiş Plan 9 ve Inferno'yu geliştirmeye devam etmişlerdir. Plan 9, başlangıçta ağ işletim sistemi olarak tasarlanmıştır. Ancak Unix daha sonra bu özellikleri tasarıma dahil etmiştir. Şu anda Lucent Kamu Lisansı altında piyasaya sunulmaktadır. Inferno, Vita Nuova Holdings tarafından satın alınmıştır. Ayrıca, GPL/MIT Lisansı altında piyasaya sunulmaktadır.
Microsoft Windows.
Microsoft Windows, kişisel bilgisayarlarda en çok kullanılan işletim sistemlerinden biridir.
Microsoft Windows, 1981 yılında eski MS-DOS işletim sistemi üzerine IBM PC eklentisi yapılarak piyasaya sürülmüştür. İlk olarak 1985 yılında yayımlanan Windows, kişisel bilgisayarların iş dünyasına hakim olmuştur. Windows XP ile başlanarak, tüm modern versiyonları Windows NT çekirdeği üzerine kurulmuştur. Şu anda en sık kullanılan Windows işletim sistemi Windows 10'dur. Windows 11, popülerlik olarak hâlâ Windows 10'un önüne geçememiştir.
Windows işletim sistemi sürümleri tarihi:
Be-OS.
BeOS (Be Operating System), Be Incorporated tarafından 1991 yılında piyasaya sürülmüş olan UNIX türevi bir işletim sistemidir. Kendine ait bir dosya sistemine (BeFS) sahiptir. İlk başta Apple için AT & T Hobbit tabanlı donanım üzerinde çalışacak şekilde tasarlanmıştır. Daha sonra, PowerPC tabanlı işlemciler üzerinde çalışacak şekilde adapte edilmiştir. BeBox için özel olarak geliştirilen BeOS, sonra diğer bilgisayarları da desteklemeye başlamıştır. BeOS multimedya, iş ve yüksek performans için geliştirilmiş bir işletim sistemidir. BeOS'un arayüzü temiz ve derli toplu olarak geliştirilmiştir. BeOS, kolay API programlama için C++ dilinde yazılmıştır. Büyük ölçüde POSIX uyumluluğu vardır. 2001 yılında Be Inc. ekonomik nedenlerden dolayı Palm'e satılmıştır. İsim ve telif haklarının da satılması nedeniyle ismi değiştirilmiş ve bir süreliğine açık kaynak kodlu şekilde OpenBeOS ismiyle devam etmiştir. Palm'ın telif hakları gereğince ismi değiştirilerek, bu işletim sistemi günümüzde Haiku OS olarak geliştirilmeye devam etmektedir.
Bileşenler.
Bir işletim sisteminin bileşenleri, hep birlikte bir bilgisayarın çalışmasını sağlamak üzere bir düzen içinde çalışmaktadır. Mâli veritabanılarından film editörlerine kadar bütün yazılımlar, fare/klavyeden internet bağlantısına kadar, belirli donanımları kullanmak için işletim sistemine ihtiyaç duymaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1150",
"len_data": 10319,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.77
}
|
Genetik ya da kalıtım bilimi, biyolojinin organizmalardaki kalıtım ve genetik varyasyonu inceleyen bir dalıdır. Türkçeye Almancadan geçen "genetik" sözcüğü 1831 yılında Yunanca γενετικός - genetikos ("genitif") sözcüğünden türetildi. Bu sözcüğün kökeni ise γένεσις - genesis ("köken") sözcüğüne dayanmaktadır.
Canlıların özelliklerinin kalıtsal olduğunun bilinci ile tarih öncesi çağlardan beri bitki ve hayvanlar ıslah edilmiştir. Bununla birlikte, kalıtımsal aktarım mekanizmalarını anlamaya çalışan modern genetik bilimi ancak 19. yüzyılın ortalarında, Gregor Mendel’in çalışmasıyla başlamıştır. Mendel, kalıtımın fiziksel temelini bilemediyse de, bu özelliklerin ayrık (kesikli) bir tarzda aktarıldığını gözlemlemiştir; günümüzde bu kalıtım birimlerine "gen" adı verilmektedir.
Genler DNA'da belli bölgelere karşılık gelir. DNA dört tip nükleotitten oluşan bir zincir moleküldür. Bu zincir üzerinde nükleotitlerin dizisi, organizmaların kalıt aldığı genetik bilgidir (enformasyon). Doğada DNA, iki zincirli bir yapıya sahiptir. DNA'daki her "iplikçik"teki nükleotitler birbirini tamamlar, yani her iplikçik, kendine eş yeni bir iplikçik oluşturmak için bir kalıp olabilme özelliğine sahiptir. Bu, genetik bilginin kopyalanması ve kalıtımı için işleyen fiziksel mekanizmadır.
Nükleotitlerin DNA'daki dizilişi, hücre tarafından aminoasit zincirleri üretmek için kullanılır. Bunlardan protein oluşur. Bir proteindeki amino asitlerin sırası, gendeki nükleotitlerin sırasına karşılık gelir. Aradaki bu ilişkiye genetik kod denir. Amino asitlerin bir proteindeki dizilişi, proteinin nasıl bir üç boyutlu şekil alacağını belirler. Bu yapının şekli de proteinin fonksiyonundan sorumludur. Hücrelerin yaşamaları ve üremeleri için gerekli hemen hemen tüm fonksiyonları proteinler icra ederler. DNA dizisindeki bir değişim, bir proteinin amino asit dizisini ve dolayısıyla onun şekli ve fonksiyonunu değiştirir: Bu, hücrede ve onun bağlı bulunduğu canlıda önemli sonuçlara yol açabilir.
Genetik, organizmaların görünüşünün ve davranışının belirlenmesinde önemli bir rol oynuyorsa da, sonucun oluşmasında, organizmanın çevre ile etkileşimi ve genetik birlikte etki eder. Örneğin genler kişinin boyunun uzunluğunda bir rol oynuyorsa da, kişinin çocukluk çağındaki beslenmesinin ve sağlığının da büyük bir etkisi vardır.
Tarihçe.
Genetik bilimi 1800'lü yılların ortalarında Gregor Mendel'in uygulamalı ve teorik çalışmalarıyla başladıysa da, kalıtım ile ilgili başka teoriler Mendel'den önce mevcuttu. Mendel'in zamanında popüler olan bir teori, karışmalı kalıtım kavramıydı: Bireylerin, ebeveyninin özelliklerinin homojen bir karışımını kalıt aldığı fikriydi bu. Mendel'in çalışmaları bunu yanlışladı, özelliklerin ayrık genlerin birleşimi olduğunu, sürekli özelliklerin bir karışımı olmadığını gösterdi. (Örneğin, kırmızı ve beyaz gözlü sinekler çiftleştiğinde yavruları ya kırmızı ya beyaz gözlü olur, ama pembe gözlü olmaz.) O devirde geçerli olan bir diğer teori, edinilmiş özelliklerin kalıtımı idi: kişilerin ebeveyninin kuvvetlendirdiği özellikleri taşıdığı inancıydı. Bu fikrin (genelde Jean-Baptiste Lamarck'a atfedilir) bugün yanlış olduğu bilinmektedir.
Kişilerin deneyimleri, yavrularına aktardıkları genleri değiştirmez. Diğer teoriler arasında Charles Darwin'in Pangenezis fikri (ki bu hem kalıtsal hem de edinilmiş özellikler öne sürer) ve Francis Galton'un Pangenezis'e getirdiği yeni bir yorum olarak, kalıtımın hem tanecikli hem de kalıtsal olduğu fikriydi.
İlk genetik deneyi, Mendel ve Klasik Genetik.
Modern genetik biliminin kökü, Avusturyalı (Alman-Çek) bir Augustin'ci keşiş ve bir botanikçi olan Gregor Johann Mendel’in gözlemlerine dayanır.
Günümüzün bu popüler biliminin babası olarak kabul edilen Mendel, bitkilerde kalıtım özellikleri üzerine ayrıntılı çalışmalar yapmıştır. Mendel 1856 yılından itibaren çeşitli bezelye ("Pisum sativum") varyetelerine ait tohumları toplamaya ve onları manastır bahçesinde yetiştirerek aralarındaki farkları incelemeye başladı. 10 yıl süren gözlem ve deneylerinin ardından, bu çalışmasının önemli bulgularını “"Versuche Über Pflanzenhybriden"” (“Bitki melezleri üzerinde denemeler”) adlı ünlü inceleme yazısıyla yayımladı ve bu yazıyı 1865'te Brunn Doğa Tarihi Derneğine sundu. Mendel, bezelye bitkilerindeki bazı özelliklerin kalıtımsal tekrarını izlemiş ve bunların matematiksel olarak tanımlanabileceğini göstermiştir. Mendel'in çalışması kalıtımın edinilmiş değil, tanecikli olduğunu ve pek çok özelliğin kalıtımının basit kural ve orantılar ile açıklanabileceğini öne sürmüştür.
O tarihlerde DNA, kromozom, mayoz bölünme gibi kavramların henüz ortaya konmamış olduğu ve bilinmediği göz önüne alınırsa, Mendel'in sadece fenotipik (gözlenebilen) karakter ayrılıklarına göre yapmış olduğu değerlendirmelerin son derece başarılı olduğu söylenebilir.
Mendel'in ölümünden sonra gelen 1890'lara kadar, onun çalışmasının önemi geniş çaplı olarak anlaşılamadı. O dönemde benzer problemler üzerinde çalışan başka bilimciler onun çalışmalarını tekrar keşfettiler. Ölümünden 16 yıl sonra Hollanda'da Hugo De Vries, Almanya'da Correns ve Avusturya'da E. Von Tschermak adlı üç biyolog, çeşitli bitki türlerinde, birbirlerinden habersiz yaptıkları araştırmalarda, Mendel yasalarının geçerliliğini gösterdiler ve tüm sonuçları "Mendel yasaları" adı altında toparladılar. Mendel'in çalışması aynı zamanda, kalıtım çalışmalarında istatistik yönteminin kullanımını önermekteydi.
"Genetik" terimi, 1905'te Mendel'in çalışmasının önemli savunucularından William Bateson tarafından Adam Sedgwick'e gönderilen bir mektupta ortaya atılmıştır. Bateson 1906'da Londra'da yapılan Üçüncü Uluslararası Bitki Melezleri Konferansı'nda yaptığı açış konuşmasında kalıtım çalışmasını tanımlarken “genetik” terimini kullanarak, bu terimin yaygınlaşmasını sağlamıştır. (bir sıfat olarak "genetik", Yunanca "genesis - γένεσις" ("kaynak")'tan türemiştir, o da "genno - γεννώ" ("doğurmak")'tan; biyolojik anlamıyla bu sıfat, isim hâliyle 'genetik'ten daha önce, ilk defa 1860'ta kullanılmıştır))
Mendel'in çalışmasının yeniden keşfinin ve popüler hâle gelişinin ardından, DNA moleküler temelini gün ışığına çıkarmaya yönelik birçok deney yapılmıştır. Beyaz gözlü "Drosophila" (meyve sineği) üzerindeki gözlemlerinden yola çıkan Thomas Hunt Morgan 1910'da genlerin kromozomlarda yer aldığını ileri sürmüş ve 1911'de mutasyonların varlığını ortaya koymuştur. Morgan'ın öğrencisi Alfred Sturtevant ise genetik bağlantı fenomenini kullanmış ve 1913'te genlerin kromozom boyunca birbirini izleyen dizilişi ve düzenini gösteren, ilk "genetik harita”yı yayımlamıştır.
Moleküler genetik.
Önceleri, kromozomların genleri içerdiği ve protein ile DNA'dan oluştuğu bilinmekteyse de, kalıtımdan hangisinin sorumlu olduğu bilinmiyordu. 1928'de Frederick Griffith, yayımladığı makalesinde, keşfettiği transformasyon fenomenini açıkladı. Bundan 16 yıl sonra da, 1944'te, Oswald Theodore Avery, Colin McLeod ve Maclyn McCarty bu transformasyondan sorumlu molekülün DNA olduğunu gösterdiler. 1952'deki Hershey-Chase deneyi de, DNA'nın (proteinden farklı olarak) virüslerin genetik malzemesi olduğunu, diğer molekülün kalıtımdan sorumlu olamayacağını kanıtladı.
James D. Watson ve Francis Crick 1953'te DNA'nın yapısını çözdüler ve Rosalind Franklin'in çalışması olan X ışını kırınım çalışması sonuçlarını kullanarak DNA molekülünün sarmal bir yapısı olduğunu gösterdiler. Onların ikili sarmal modeli, nükleotit dizisinin diğer iplikçikte tamamlayıcı eşleri olduğunu gösterdi. Bu yapı, nükleotitlerin sıralanmalarıyla genetik bilginin saklanabileceğini göstermekle kalmadı, aynı zamanda ikileşme için fiziksel mekanizmasını gösterdi: iki iplikçik birbirinden ayrışınca, her iplikçik kendine eş olacak yeni bir iplikçiğin oluşumu için kendi dizisini bir kalıp olarak kullanabilirdi.
Bu yapı, kalıtım sürecini açıklamaktaysa da; DNA'nın hücre davranışlarını nasıl etkilediği henüz bilinmiyordu. Sonraki yıllarda, bazı bilim insanları, DNA'nın, ribozomlardaki protein üretim süreçlerini kontrol mekanizmasını anlamaya çalıştılar ve DNA'nın genetik kodunun mesajcı RNA (mRNA) ile okunduğunu ve çözüldüğünü buldular. RNA, DNA'ya benzer, nükleotitlerden oluşmuş bir moleküldür; mRNA'nın nükleotit dizisi proteinlerdeki amino asit dizisini oluşturmak için kullanılır. Nükleotit dizisinin amino asit dizisine çevirisi genetik kod aracılığıyla gerçekleşir.
Kalıtım konusunda yapılan bu moleküler düzeydeki buluşlar, DNA'nın moleküler yapısının anlaşılmasını ve biyolojideki yeni bilgilere uygulanan bir araştırma patlamasını sağlamıştı. 1977'de Frederick Sanger'in zincir sonlandırmalı DNA dizileme yöntemi önemli bir gelişme olmuştur; bu teknoloji bilimcilerin DNA moleküllerini okumasını sağlamıştır. 1983'te Kary Mullis tarafından geliştirilen polimeraz zincir tepkimesi ise, DNA izolasyonunu ve DNA parçalarının istenen bölgelerinin kolayca çoğaltılmasını sağladı. Bu ve diğer teknikler ve bir yandan İnsan Genom Projesi’nin ekip çalışması, diğer yandan Celera Genomics’in özel çalışması sonucunda, 2003’te insan genomu dizileri tümüyle gün ışığına çıkarılmıştır.
Kalıtım özellikleri.
Kesikli kalıtım ve Mendel yasaları.
En temel düzeyde, organizmalardaki kalıtım, günümüzde genler adını verdiğimiz ayrık özellikler aracılığıyla meydana gelir. (Bir özelliğin büyüklüğü iki, veya birkaç değer etrafında toplanmışsa bu özellik "ayrıktır"; eğer sürekli bir değerler dağılımı gösteriyorsa, "süreklidir") Bu konuda gözlemde bulunan ilk kişi, bezelye bitkisi de kalıtımsal özelliklerinin ayrışımı üzerinde çalışmış Gregor Mendel olmuştur. Çiçek rengi üzerine yaptığı araştırmalarda, Mendel her bir çiçeğin ya mor ya beyaz olduğunu, ara bir renk olmadığını gözlemledi. Aynı genin farklı, birbirinden ayrık versiyonları alel olarak adlandırılır.
Mendel farklı bitki çeşitlerinin her birinden tohumlar toplayarak bahçesinde ekti. Bezelye bitkilerini düzenli “tozlaşma”lara tabi tutan Mendel, bunlarda 7 özelliğin değişmediğini keşfetti ve bezelyelerdeki bu 7 özelliğin (tanelerin biçimi, rengi, bitkilerin boyu vs.) dölden döle nasıl aktarıldığını gözlemledi. Her dölde elde ettiği bireyleri, birbirlerine ve ebeveynine benzeyip benzemediklerine göre ayrıma tâbi tuttu. Böylece özellikleri farklı 7 saf döl elde etti. Bunlarla yaptığı çaprazlamalarda bazı belirli özelliklerin değişmediğini saptadı. Bu özelliklerin her birine “saf özellik” adını verdi. İki eş "saf özellik" çaprazlandığında, sadece bu saf özellik ortaya çıkmaktaydı ki, Mendel yasalarının esasını teşkil eden de bu husustur.
Mendel, ayrıca, yaptığı çaprazlamalarda bazı özelliklerin baskın olduğunu gözlemledi. Örneğin, uzunluk karakteri, kısalık karakterine baskın olduğundan, melez bireyler uzun görünümdeydi. İki uzun melezin çaprazlanması sonucunda ise %25 oranında saf uzun, %25 saf kısa, %50 melez uzun çıkmaktaydı.
Mendel, bezelye bitkisinin çiçeklerinin rengi üzerindeki deneme çalışmasında, rengin ya mor ya da beyaz olduğunu ve asla bu iki rengin karışımı bir rengin oluşmadığını gözlemledi. Aynı genin bu farklı versiyonlarına alel adı verilir.
Bezelye bitkilerinde her organizma her genin iki aleline sahiptir. İnsan da dahil olmak üzere birçok organizmada bu kalıtım modeli geçerlidir. (Genetikte böyle bir organizmadaki genin iki alelinden birinin anneden, diğerinin babadan geçtiği kabul edilir.) Aynı alelin iki kopyasını içeren organizmalara homozigot, iki farklı alele sahip organizmalara ise heterozigot adı verilir.
Bir organizmadaki alellerden oluşan genetik yapısına genotip denir. Organizmanın sahip olduğu gözlemlenebilir özelliklere ise fenotip adı verilir.
Heterozigot organizmalarda genellikle, alellerden birinin nitelikleri diğerininkileri bastıracak şekilde organizmanın fenotipini belirler; alellerden nitelikleri organizmanın fenotipine hakim olanına (baskın çıkana) "baskın" (dominant), niteliklerinin fenotipe hakim olmadığı gözlemlenen öteki alele ise "çekinik" (resesif) adı verilir. Bununla birlikte, bazen bir alelin tam anlamıyla baskın olmadığı görülmüştür ki, bu duruma “eksik baskınlık” adı verilir. Bazen de her iki alelin niteliklerinin birden etkili olduğu gözlemlenir ki, bu duruma da “eşbaskınlık” (kodominans) adı verilir.
Bir çift organizma çiftleştiğinde, döl (yavru), rastgele bir biçimde, iki alelinden birini anneden, diğerini babadan miras (kalıt) alır. Ayrık kalıtım ve alellerin ayrışımı üzerine yapılmış bütün bu gözlemler, toplu olarak, Mendel’in birinci yasası veya Ayrışma Yasası adıyla bilinir.
Sembolik gösterim sistemi ve şemalar.
Genetikçiler kalıtımı betimlemede şema ve semboller kullanırlar. Bir gen bir veya birkaç harfle temsil edilir. Bu temsilde büyük harf baskın aleli, küçük harf çekinik aleli temsil eder. Genellikle bir “+” sembolü bir gen için normal, mutant olmayan aleli temsil etmede kullanılır. Döllenmede ve Mendel'le ilgili üretme deneylerinde ebeveyn, "parent" sözcüğünün başharfi olan “P” ile, döl (yavru) F1 ile (“F” "filial" sözcüğünün başharfi, “1” de birinci nesil anlamında) temsil edilir. F1 neslindeki döller birbiriyle çiftleşince meydana gelen yeni nesildeki döller F2 olarak temsil edilir. Çaprazlamanın sonucunu öngörmede kullanılan yaygın şemalardan biri "Punnett karesi" olarak bilinir.
Genetikçiler insandaki genetik hastalıkları incelerken genellikle, özelliklerin kalıtımını temsil etmede soyağacı çizelgesi kullanırlar.
Genlerin etkileşimi.
Organizmalar binlerce gen içerir ve cinsel çiftleşmeyle üreyen organizmalarda bu genlerin birlikte bulunmaları (tertiplenmeleri) genellikle birbirlerinden bağımsızdır. Yani, örneğin, sarı veya yeşil renkli bir bezelye alelinin kalıtımı (aktarımı), çiçeklerin beyaz veya mor oluşunu belirleyen alellerin kalıtımıyla ilişkisizdir. “Mendelin ikinci yasası” veya “Bağımsız Tertiplenme Yasası” olarak bilinen bu olguda, ebeveynin her ikisinden gelerek karışan farklı genlerin alellerinin, dölü oluştururken farklı pek çok kombinasyonla bir araya gelebileceği anlamına gelir. (Ancak "Genetik bağlantı" gösteren bazı genler bağımsız olarak bir araya gelmezler edilmezler, bu konu aşağıda daha ayrıntılı işlenecektir.)
Sıkça görüldüğü gibi, farklı genler aynı özelliği (fenotipi) oluşmasını sağlayacak tarzda birbirlerini etkileyebilirler. Avrupa kökenli "Omphalodes verna" bitkisinin genleri bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Bu bitkide, çiçeklerin renginin mavi ya da magenta olmasını sağlayan iki alelli bir gen vardır. Fakat bu bitkide bir de, çiçeklerin renkli olup olmayacağını, yani renkli veya beyaz olacağını denetleyen, iki alelli bir başka gen daha vardır. Bitki bu ikinci genin beyaz alelinin iki kopyasına sahip olduğu zaman, birinci gendeki mavi ile magenta rengi alellerden birinin bitkide etkili olmasına meydan verilmeksizin, çiçekler beyaz olur. Genler arasındaki bu etkileşime "epistasis" adı verilir, sıfat olarak da, birinci genin ikincisi üzerinde "episatik" olduğu söylenir.
Birçok özellik ayrık özellik (beyaz ya da mor çiçekler örneğinde olduğu gibi) olmak yerine sürekli özelliktir (insan boyu ve deri rengi gibi). Bu karmaşık özellikler birçok genin ürünüdür. Bu genlerin etkisi, organizmanın deneyimlerde bulunduğu çevrenin etkileriyle çeşitli derecelerde dengelenir. Bir organizmanın genlerinin böyle bir karmaşık özelliğe katkıda bulunma derecesine “kalıtsallık” adı verilir. Bir özelliğin kalıtsallık ölçüsü, çevrenin o özellik üzerindeki değişen etkilerine bağlı olarak görecelidir. Örneğin insanın boyu dediğimiz karma özelliğin kalıtsallığı A.B.D.'nde %89 olarak belirlenmişken, beslenme ve sağlık sorunlarının bulunduğu Nijerya gibi yoksul bir ülkede çevrenin etkisi daha büyük olduğundan, bu oran ancak %62 olarak belirlenmiştir.
Kalıtımın moleküler temeli.
DNA ve kromozomlar.
Genlerin moleküler temeli deoksiribonükleik asittir (DNA). DNA da 4 tipteki bir nükleotitler zincirinden oluşur: adenin (A), sitozin (C), guanin (G) ve timin (T). Genetik enformasyon (kalıtım bilgisi) nükleotitlerin dizilişinde bulunmakta olup, genler DNA zinciri boyunca uzanan diziler olarak mevcuttur. Bu kuralın dışında kalabilen tek istisna virüslerdir; virüsler bazen DNA yerine benzeri olan RNA molekülü kullanırlar; çünkü virüslerin genetik malzemesi RNA'dır.
DNA, normal olarak, ikili sarmal biçimde dolanan iki iplikçikli bir moleküldür. DNA'nın iki iplikçiğinden birindeki her nükleotit, karşıt iplikteki nükleotit partneriyle bir çift oluşturur; yani A, T ile bir çift oluşturur, C de G ile. Dolayısıyla iki iplikçikten her biri, tüm gerekli enformasyona sahip bulunur, diğer iplikçikte de bu enformasyonun yedeği bulunur. DNA'nın bu yapısı, kalıtımın fiziksel temelidir. DNA ikileşmesinde, iplikçiklerin ayrışması ve her iplikçiğin yeni iplikçik eşinin bir kalıbı olarak kullanılmasıyla, genetik enformasyon kopyalanır.
Genler, kromozom denen DNA dizisi zincirleri boyunca doğrusal bir düzende sıralanmışlardır. Bakterilerde her hücrenin, basit bir dairesel kromozoma sahip olmasına karşılık, bitki ve hayvanların da dahil bulunduğu ökaryot organizmalar, çoklu doğrusal kromozomlar halinde düzenlenmiş DNA'lara sahiptirler. Bu DNA zincirleri son derece uzundur; örneğin en uzun insan kromozomu 247 milyon baz çiftini içerecek uzunluktadır.
Bir kromozomdaki DNA, onu düzenleyen, sıkıştıran ve ona erişimi kontrol eden yapısal proteinlerle beraber, kromatin denen bir yapı oluşturur. Ökaryotlarda kromatin genellikle nükleozomlardan oluşur, bunlar DNA üzerinde düzenli aralıklarla yer alan, DNA'nın etrafında sarılı olduğu, histon proteinlerinden oluşmuş yapılardır. Bir organizmadaki kalıtımsal malzemenin bütününe (yani, genelde, tüm kromozomlarındaki DNA dizilerinin tamamına) genom adı verilir.
Haploit organizmaların her kromozomdan yalnızca bir kopyaya sahip olmalarına karşın, hayvanların çoğu ve birçok bitkinin dahil olduğu diploitlerde, her kromozomdan iki kopya ve dolayısıyla her genden iki kopya bulunur. Bir genin iki aleli, kardeş kromozomlardalerde aynı “lokus”larda (konumlarda) yer alır; bu alellerin her biri bir ebeveynden (biri anneden, biri babadan) alınmıştır.
Bunun bir istisnası, organizmanın cinsiyetinin belirlenmesinde rol oynayan, cinsiyeti belirleyen eşey kromozomlarında söz konusudur. Bu kromozomlardan (örneğin insandaki 23. kromozom çiftinden), insanlarda ve memelilerde çok az gene sahip olan Y kromozomu erkeklik özelliklerinin gelişimini başlatmasına karşın, diğeri, X kromozomu, öteki kromozomlara benzemekte olup, cinsel belirlenmeyle ilgili olmayan birkaç gen içerir. Dişiler X kromozomundan iki kopyaya sahip olurlarken, erkekler bir X, bir de Y kromozomuna sahip olurlar. Dolayısıyla, cinsiyetle bağlantılı hastalıklar olarak ortaya çıkan alışılmadık kalıtım örnekleri de X kromozomunun kopyasındaki bu sayısal farklılıktan ileri gelir.
Üreme.
Hücreler bölündüğünde, onların tüm genomu kopyalanır ve her yavru hücre onun bir kopyasını miras alır (kalıt alır). Mitoz adı verilen bu süreç, en sade üreme biçimi olup, “eşeysiz üreme”nin temelidir. Eşeysiz üreme, bazı çok hücreli organizmalarda da, anne veya babadan birinin genomunu miras alan bir yavru (döl) üremesini sağlayacak şekilde, oluşabilir. Genetik olarak, ebeveyninin tıpkısı olan döllere klon denir.
Ökaryotik organizmalarda ise genellikle “eşeyli üreme” olur. Eşeyli üremede ebeveynlerin her ikisinden gelen kalıtımsal materyalin karışımını içeren bir döl üretilir. Eşeyli üreme sürecinde, haploit ve diploit hücre tipleri arasında almaşık bir sıralama olur. Haploit hücreler birbirleriyle kaynaşarak genetik materyalleri birleştirir ve çift kromozomlu bir diploit hücre yaratırlar. Diploit organizmalar, DNA ikileşmesi olmadan bölünerek haploit hücreler meydana getirirler. Bu yolla meydana gelen yavru haploit hücreler her kromozom çiftinden birini ya da diğerini rastlantısal olarak kalıt (miras) almışlardır. Hayvan ve bitkilerin çoğu, yaşamlarının hemen tamamını diploit olarak geçirirler, haploit biçimleri sadece, tek hücreli gametlerden ibarettir.
Bakteriler eşeyli üremenin bu haploit/diploit yöntemini kullanmasalar da, yeni kalıtımsal enformasyonun edinilmesinde birçok yöntem kullanırlar. Örneğin, bazı bakteriler konjugasyon denilen yolla, dairesel bir DNA parçasını bir bakteriden diğerine aktarırlar. Bakteriler aynı zamanda, çevrelerinde bulunan DNA parçalarını alıp genomlarına dahil edebilirler ki, bu fenomen, transformasyon olarak bilinir. Bu süreçler sonucunda “yatay gen aktarımı” denen, birbiriyle ilişkisiz organizmalar arasında kalıtımsal enformasyon parçalarının nakli meydana gelir.
Kromozomal parça değişimi ve genetik bağlantı.
Kromozomların diploit tabiatı, farklı kromozomlardaki genlere, eşeyli üreme sırasında, yeni gen kombinasyonları oluşturacak şekilde "bağımsız ayrışım" olanağı sağlar. Genlerin yeni gen kombinasyonları oluşturacak şekilde bu birleşmelerinde (rekombinasyonda), eğer kromozomların parça değiştirdiği krosover denilen süreç olmasaydı, aynı kromozomdaki genler teorik olarak asla birleşmezlerdi. Bu süreç sırasında kromozomlar, DNA parçalarını değiş tokuş yaparak, gen alellerinin değişmesini sağlarlar. Bu kromozomal parça değişimi süreci genellikle mayoz bölünme sırasında, yani gametin haploit "germ hücreleri"ni yaratan bir dizi hücre bölünmesi sırasında meydana gelir. (Bu germ hücreler de daha sonra birleşerek yavru organizmayı meydana getirirler.)
Kromozomdaki belirli iki nokta arasında meydana gelebilecek rekombinasyon olasılığı bu iki nokta arasındaki uzaklığa bağlıdır. Yeterince uzak olan genler arasında hep rekombinasyon olacağından bu genlerin alleleri rastgele bir şekilde dağılırlar. Nispeten yakın genler durumunda, krosover olma olasılığının düşük olması, bu genlerin genetik bağlantı göstermesi anlamına gelir; her iki genin alelleri birlikte kalıt olmaya eğilimlidir. Genlerin dizileri arasındaki bağlantı miktarı çizgisel bir bağlantı haritası oluşturur ki, bu harita genlerin kromozom boyunca düzenlenişine kabaca karşılık gelir.
Gen ifadesi.
Genetik kod.
Genler, fonksiyonel etkilerini, genellikle, hücredeki fonksiyonların çoğundan sorumlu, proteinlerin üretimiyle ifade ederler. Proteinler amino asit zincirleridir ve bir genin DNA dizisi (bir RNA aracılığıyla) bir proteinin kendine has dizisini üretmede kullanılır. Yazılım (transkripsiyon) denilen bu süreç, genin DNA dizisine kaşılık gelen bir diziye sahip bir RNA molekülü üretimiyle başlar. Ardından, bu mesajcı RNA molekülü translasyon denilen bir süreçle, RNA dizisindeki enformasyona karşılık gelen bir amino asit dizisi üretmede kullanılır. RNA dizisindeki her üç nükleotitlik grup bir kodon olarak adlandırılır, bu kodonların her biri proteinleri oluşturan 20 amino asitten birine karşılık gelir. RNA dizisi ile amino asitler arasındaki bu ilişkiye genetik kod adı verilir. Bu enformasyon akışı tek yönlü olur; yani enformasyon nükleotit dizilerinden proteinlerin amino asit dizisine aktarılır, proteinden DNA dizisine aktarılmaz. Bu olgu Francis Crick tarafından “moleküler biyolojinin merkezî dogması” olarak adlandırılmıştır.
Bir proteini amino asit dizisi, o proteinin üç boyutlu yapısını oluşturur ki, bu da proteinin fonsiyonuyla yakından ilişkilidir. Bunlardan bazıları, kollajen proteinince oluşturulmuş lifler gibi, basit yapılı moleküllerdir. Enzim denen proteinler başka proteinlere ve basit moleküllere bağlanabilirler, bağlandıkları moleküllerdeki kimyasal reaksiyonları kolaylaştırarak (proteinin kendi yapısını değiştirmeksizin) katalizör rolü oynarlar. Proteinin yapısı dinamiktir; örneğin hemoglobin proteini, memeli kanında oksijen moleküllerinin alınması, taşınması ve salınmasını kolaylaştırırken eğilip bükülerek farklı biçimler alır.
DNA'daki tek bir nükleotitin farkı bile, bir proteinin amino asit dizisinde bir değişikliğin olmasına neden olabilir. Proteinlerin yapıları kendi amino asit dizilerinin sonucu olduğu için de, böyle bir değişiklik o proteinin özelliklerini değiştirebilir; örneğin proteinin özelliklerini, o proteinin yapısında istikrarın bozulmasına veya o proteinin diğer protein ve moleküllerle etkileşiminde değişiklikler olmasına yol açacak şekilde, değiştirebilir. İnsanlardaki kalıtımsal hastalıklardan orak hücre anemisi adlı kan hastalığı bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Bu hastalık, hemoglobinin β-globin bölümünü belirleyen kodlama bölgesindeki tek bir baz farklılığından kaynaklanır; bu bir bazın farklı olması, hemoglobinin fiziksel özelliklerinin değişmesine yol açan bir amino asiti değişikliğine neden olur. Fiziksel özelliklerinin değişmesinin sonucunda ortaya çıkan hemoglobinin “orak hücre” versiyonları, birbirlerine yapışırlar, üst üste yığılarak lifler oluştururlar. Bu lifler proteini nakleden alyuvarların biçiminin bozulmasına yol açar. Orak biçimli hücreler kan damarları içinde rahat akamazlar, parçalanma veya damarı tıkama eğilimlidirler. Bu sorunlar sonunda kişide bu hastalıkla ilgili tıbbi rahatsızlıklara yol açar.
Bazı genler RNA'da kopyalanmakla birlikte proteine çevrilmezler ki, bunlara “kodlamayan RNA” molekülleri denir. Bu ürünler, bazı durumlarda, kritik hücre fonksiyonlar ile ilgili yapılarda rol alırlar (Ribozomal RNA, taşıyıcı RNA gibi). RNA aynı zamanda, diğer RNA molekülleriyle "hibridizasyon" etkileşimleri yoluyla düzenleyici etki rolüne sahip olabilir. (Örneğin mikroRNA)
Doğuştan gelenler - sonradan kazanılanlar.
Genler, bir organizmanın işleyişiyle ilgili bütün enformasyonu içermekteyse de, çevre, nihai fenotipin belirlenmesinde önemli bir rol oynar. Genetik faktör ile çevre faktörü ikilemi, “doğuştan gelenler ile sonradan kazanılanlar” anlamında kullanılan, İngilizce “"nature versus nurture"” (kısaca," nature vs. nurture", doğa ve yetişme ikilemi) deyişiyle ifade edilir. Bir organizmanın fenotipi kalıtım ile çevrenin etkileşimine bağlıdır. “Isıya duyarlı mutasyonlar” olgusu bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Genellikle, bir protein dizisi içinde değişen bir amino asit, onun davranışını ve diğer moleküllerle etkileşimini değiştirmez; fakat yapının istikrarını bozar. Yüksek sıcaklıkta moleküller daha hızlı hareket ettikleri ve birbirleriyle çarpıştıkları için, böylesi bir amino asit değişimi, proteinde yapısının bozulmasıyla (denatürasyon) ve işleyişinin zayıflamasıyla kendini gösteren bozukluklara yol açar. Düşük sıcaklıklı ortamlarda ise proteinin yapısı istikrarlı kalır ve işleyişi normal halde devam eder. Bu mutasyon türü siyam kedisinin kürkünde renk bakımından gözle görülür halde kendini gösterir: Pigment üretiminden sorumlu bir enzimdeki mutasyon, derideki yüksek sıcaklıklı bölgelerde yapısal istikrarının bozulmasına ve işleyişinin zayıflamasına yol açmaktayken bacak, kulak, kuyruk gibi daha soğuk bölgelerde protein, işleyişini zayıflatmadan sürdürür; böylece kedi, uç bölgeleri koyu renkli bir kürke sahip olur.
Gen düzenlemesi.
Bir organizmanın genomu binlerce gen içermekle birlikte, bu genlerin hepsinin de belirli bir anda aktif olmaları gerekmez. Bir gen, mRNA transkripsiyonu gerçekleştiğinde (ve proteine çevrildiğinde) “ifade olmuş” demektir. Genlerin ifadesini denetleyen birçok hücre yöntemi vardır. Mesela proteinler yalnızca hücre ihtiyaç duyduğunda üretilirler. Transkripsiyon faktörleri genin transkripsiyonunu ya teşvik etmek ya da engellemek suretiyle düzenleyen proteinlerdir. Örneğin, "Escherichia coli" bakterisinin genomunda triptofan amino asitinin sentezi için gerekli bir seri gen vardır; fakat triptofanın hücrede kullanıma hazır hale gelmesinden sonra, bu genlere artık ihtiyaç kalmaz. Triptofanın varlığı genlerin faaliyetini doğrudan etkiler; triptofan molekülleri “triptofan represörü”ne (bir transkripsiyon faktörü) bağlanırlar, bağlanınca represörlerin yapısını öyle değiştirir ki, represörler genlere bağlanır. Triptofan represörü genlerin transkripsiyonu ve ifadesini durdurur ve dolayısıyla, triptofan sentezi sürecinin “olumsuz geri beslemeli” ("negative feedback") düzenlemesini sağlamış olur.
Gen ifadesindeki farklılıklar, özellikle çok hücreli organizmalarda belirgindir, bu tip canlılarda hücrelerin hepsi aynı genomu içermelerine karşın, farklı gen kümelerinin ifadesinden kaynaklanan çok farklı yapı ve davranışlara sahiptirler. Çok hücreli bir organizmadaki tüm hücreler, tek bir hücreden türerler. Bu tek hücrenin farklı hücre tiplerine farklılaştığı süreç sırasında, dış ve hücreler arası sinyallere tepki verir, aşamalı olarak farklı gen ifade şekilleri kurarak farklı davranış tipleri oluşturur. Çok hücreli organizmalarda yapıların gelişiminden tek bir gen sorumlu değildir; bu farklı davranış tipleri birçok hücre arasındaki karmaşık etkileşimlerden doğar.
Ökaryotlarda kromatinde yapısal özellikler genlerin transkripsiyonunu etkiler. Bu özellikler “epigenetik”tir (üst-kalıtsal); çünkü etkileri DNA dizisinin üzerinde yer alır ve bir hücre kuşağından diğerine aktarılan kalıta haizdir. Epigenetik özelliklerden olayı, aynı ortamda oluşan farklı hücre tipleri çok farklı özelliklere sahip olabilirler.
Genetik değişim.
Mutasyonlar.
DNA ikileşmesi süreci sırasında ikinci iplikçiğin polimerizasyonunda rastlantısal yanlışlıklar gerçekleşir. Mutasyon ya da değişinim adı verilen bu hatalar, özellikle bir genin protein kodlama dizisinde oluşmaları durumunda organizmanın fenotipi üzerinde güçlü bir etkide bulunabilirler. Fakat DNA polimeraz enziminin, hataları düzeltme yeteneği sayesinde bu hataların oranı son derece düşüktür; hata oranı, her 10-100 milyon bazda 1 hata olarak gözlemlenmiştir. DNA’daki değişim oranını arttıran süreçlerin mutajenik olduğu söylenir. Mutajenik kimyasallar genellikle baz eşleşmesine müdahale ederek, DNA ikileşmesinde hatalara yol açarlar. Morötesi ışınım ise, DNA yapısına zarar vermek suretiyle mutasyonlara neden olur. DNA’daki kimyasal zarar doğal yolla meydana gelmekteyse de, hücreler uyumsuzlukları ve bozulmaları tamir etmek üzere “DNA tamir” mekanizmalarını kullanırlar. Ancak, tamir bazen DNA'yı -dizisi bakımından- orijinal haline geri döndüremeyebilir.
Krosover ile kromozomal parça değişimi yapan ve genleri yeniden birleştiren (rekombine eden) organizmalarda mayoz bölünme esnasındaki hizalanma (iki kromozomdaki benzer dizilerin yan yana gelmesi) hataları da mutasyonlara neden olabilir. Bu hatalar, benzer dizilerin neden oldukları, partner kromozomların hatalı hizalanması sonucu olması özellikle muhtemeldir; bu da genomlardaki bazı bölgeleri mutasyona daha eğilimli kılar. Bu hatalar DNA dizisinde büyük yapısal değişiklikler yaratır; kromozomda geniş bölgelerde duplikasyonlar (ikilenmeler), inversiyonlar (evirmeler), delesyonlar (çıkarmalar) veya farklı kromozomlar arasında parçaların kazara aktarılması (translokasyon) söz konusu olabilir.
İnsan DNA sında yaklaşık 25.000 gen bulunur ve bu genlerde meydana gelen mutasyonlar sonucu 6.000 in üzerinde genetik hastalık tespit edilmiş ve tedavisi aranmaktadır. Mutasyonların, başta kanser olmak üzere, zeka geriliği, erken yaşlanma ve daha binlerce hastalığa yol açtığı bilinmektedir.
Doğal seçilim ve evrim.
Mutasyonlar farklı genotipli organizmaların ortaya çıkmasına neden olur ve bu farklılıklar da farklı fenotiplerin oluşmasıyla sonuçlanır. Birçok mutasyonun organizmanın fenotipi, sağlığı ve (doğal seçilimle ilgili) üreme uyumu (İng. "fitness") üzerinde az bir etkisi vardır. Etkisi olan mutasyonlar genelde zararlıdırlar ama bazen, organizmanın içinde bulunduğu çevre koşulları bağlamında yararlı denebilecek mutasyonlar da olur.
Popülasyon genetiği popülasyonlardaki bu genetik farklılıkların kaynaklarını, dağılımlarını ve bu dağılımların zamanla nasıl değiştiğini araştıran bir genetik altdalıdır. Bir alelin bir popülasyondaki sıklığı doğal seçilimle etkilenebilir; belirli bir aleli taşıyan bireylerin hayatta kalma ve üremesindeki yüksek oran, o alelin zamanla o popülasyonda daha sık olmasına neden olabilir. Aynı zamanda, “genetik sürüklenme” denilen, şans faktörünün etkisiyle, yani olayların tesadüfi akışıyla da, allel sıklığında değişimler olabilir. Genetik sürüklenme bir popülasyonun gen havuzunda, doğal seçilimden farklı olarak, uygun genlerin seçilmesi gibi bir yönlendirmeyle değil de, tamamen rastlantı eseri sayılan, kuşaktan kuşağa ortaya çıkan değişiklikler şeklinde tanımlanır.
Organizmaların genomları, birçok kuşak boyunca, evrim denilen olgu ile sonuçlanmak üzere, değişebilirler. Mutasyonlar ve mutasyonların yararlı olanları için olan seçilim sonucunda, bir canlı türün çevresine daha uyumlu biçimlere dönüşerek evrimine neden olabilir. Bu sürece adaptasyon denir. Yeni türler, türleşme denilen süreçle oluşur. Türleşme genellikle, farklı popülasyonların coğrafi olarak ayrı düşmelerinin neden olduğu genetik farklılaşmadan ortaya çıkar.
Evrim esnasında DNA dizileri birbirinden uzaklaştığı ve değiştiği için, diziler arasındaki bu farklılıklar, aralarındaki evrimsel uzaklığı hesaplamada bir “moleküler saat” gibi kullanılabilir. Genetik kıyaslamalar genellikle, türler arasındaki evrimsel akrabalığı nitelemede en doğru yöntem olarak kabul edilir, bu yöntem, fenotipik kıyaslamalarla edinilmiş bazı yanıltıcı değerlendirmeleri de düzeltir. Türler arasındaki evrimsel uzaklıklar “evrim ağacı” ya da “filogenetik ağaç” denilen şemalarla temsil edilir, bu şemalarla türlerin ortak bir atadan inişini ve zaman boyunca türlerin birbirinden uzaklaşmalarını gösterir. Ancak, bu ağaç şemaları türler arasındaki yatay gen transferi olaylarını gösteremez.
Araştırma ve teknoloji.
Model organizmalar.
Genetikçiler başlangıçta genetiği geniş bir organizma yelpazesi üzerinde çalışmışlarsa da, sonraları araştırmacılar organizmaların bir altkümesi üzerinde özelleşmeye başlamıştır. Belli bir organizma hakkında önemli miktarda araştırma yapılmış olması yeni araştırmacıların da aynı organizmayı daha derinlemesine icelemeye teşvik etmiştir. Böylece birkaç model organizma günümüzdeki genetik araştırmaların önemli bir kısmı için temel oluşturmuştur. Model organizmalar genetiğindeki başlıca araştırma konuları, gen düzenlemesi, morfogeneze ilişkin gelişim genleri ve kanserdir.
Model organizmalar kısmen kullanımlarının pratik olması nedeniyle seçilmiştir; kısa üretim süreleri, genetik manipülasyonun kolay olması bazı organizmaların genetik araştırmalarda popüler olmasına neden olmuştur. Yaygın olarak kullanılan model organizmalar arasında, bağırsak bakterisi "Escherichia coli", turpgiller familyasından "Arabidopsis thaliana" bitkisi, bir maya türü olan "Saccharomyces cerevisiae", iplik kurdu "Caenorhabditis elegans", yaygın meyve sineği Drosophila melanogaster ve ev faresi "Mus musculus" sayılabilir.
Farklı araştırma alanları.
Genetik bilimindeki gelişmelerin yanı sıra, araştırmaların gitgide farklı alanlarda özelleşmeye başlaması bu bilim dalının altdallarının oluşmasına neden olmuştur. Genetiğin altdallarından bazıları şunlardır:
Medikal genetik araştırmaları.
Medikal genetik, genetik çeşitliliğin, insan sağlığı ve hastalıklarıyla ilişkilerini araştırmaktadır. Bir hastalığa neden olabilecek bilinmeyen bir gen araştırıldığında, araştırmacılar, hastalıkla ilgili genomun konumunu saptamada genellikle “genetik bağlantı” ve genetik soyağacı çizelgesinden yararlanırlar. Popülasyon düzeyindeki araştırmalarda, araştırmacılar genomdaki, hastalıklarla ilgili genlerin konumlarını saptamada “Mendelci rastgeleleştirme” yönteminden yararlanmaktadır; bu teknik bilhassa, yalnızca tek bir genle kesin olarak belirlenemeyen, birkaç gene ilişkin (çok genli) özelliklerde yararlı olmaktadır. Hastalık geni olabilecek herhangi bir gen aday olarak saptanınca, artık sonraki araştırmalar genellikle, bu genin bir model organizmadaki dengi olan gen ("ortolog" gen) üzerinde yapılır. Genotipleme teknikleri, kalıtımsal hastalık çalışmalarının yanı sıra, genotipin ilaca cevabı nasıl etkilediğini araştıran farmakogenetik alanının gelişmesini de sağlamıştır.
Kanser kuşaktan kuşağa kalıtım yoluyla geçen bir hastalık olmasa da, günümüzde genetik bir hastalık olarak ele alınmaktadır. Kanserin vücuttaki gelişim süreci çeşitli olayların bir araya gelmesiyle oluşmaktadır. Bazen vücuttaki hücreler bölünürken mutasyonlar olur. Bu hücrelerdeki mutasyonlar bir çocuğa aktarılmasa da, hücrelerin davranışını etkileyebilmekte ve kimi zaman onların büyümelerine ve daha hızlı bölünmelerine neden olmaktadırlar. Hücrelerin bu anormal ve uygunsuz bölünmelerini engelleyen mekanizmalar vardır; uygunsuz bölünmekte olan hücrelerin ölmesi için sinyaller yolanır. Ama bazen başka mutasyonlar çoğalan hücrelerin bu sinyallere uymamasına neden olabilir. Vücutta, bir çeşit dahili bir doğal seçilim süreci meydana gelir; hücrenin bölünmeye devamını sağlayan mutasyonlara hücrelerde birikir, sonunda bir kanser tümörü meydana gelir. Tümör büyüyüp gelişerek vücudun çeşitli dokularını istila eder.
. E. coli rekombinant DNA teknolojisinde sıkça kullanılır.
Araştırma teknikleri.
Günümüzde DNA, laboratuvarda birçok bakımdan istenildiği gibi değiştirilebilmektedir. Laboratuvar çalışmalarında kullanılan restriksiyon enzimleri DNA'yı belli dizilerde keserek arzu edilen parçaları üretmek için kullanılır. Ligasyon enzimleri ise, elde edilen bu parçaları yeniden birleştirme, yani birbirine bağlama olanağı sağlamaktadır ve böylece, araştırmacılar, farklı kaynaklardan (biyolojik türlerden) alınan DNA parçalarını birleştirerek “rekombinant DNA” yaratabilmektedirler. Genellikle “genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar”la (İngilizce kısaltmasıyla GMO) ilgili çalışmalarda yararlanılan rekombinant DNA bilhassa, plazmidler (üzerlerinde birkaç gen bulunan dairesel DNA parçaları) bağlamında kullanılmaktadır. Bakterilerin içine plazmidlerin sokulması ve bu bakterilerin “"agar"” tabaklarında (bakteri hücrelerinin klonlarını izole etmek için) büyütülmesiyle araştırmacılar, eklenen DNA parçalarını klonal olarak çoğaltabilmektedirler ki bu, moleküler klonlama olarak bilinen bir işlemdir. (Klonlama terimi, aynı zamanda çeşitli teknikler kullanarak klonal organizmalar yaratmak için de kullanılır.)
DNA aynı zamanda polimeraz zincir tepkimesi (PCR) denilen bir süreç kullanılarak da çoğaltılabilir. PCR, özel kısa DNA dizileri kullanılarak, DNA'nın hedef seçilen bir bölgesini izole edebilir ve onu aşırı derecede büyütebilir. DNA'nın son derece küçük parçalarını aşırı ölçüde çoğaltabildiğinden, PCR genellikle spesifik DNA dizilerinin varlığını saptamakta kullanılır.
DNA dizilemesi ve genomik.
Genetik çalışmalarında geliştirilmiş en temel teknolojilerden biri olan DNA dizilemesi araştırmacılara DNA parçalarındaki nükleotit dizisini belirleme olanağı sağlamaktadır. 1977'de Frederick Sanger ve çalışma arkadaşlarınca geliştirilen bir DNA dizileme yöntemi ("zincir sonlandırma dizilemesi") DNA parçalarını dizilemede artık rutin bir yöntem olarak kullanılmaktadır. Bu teknoloji sayesinde araştırmacılar, birçok insan hastalığıyla ilgili moleküler dizileri inceleme olanağına kavuşmuşlardır.
DNA dizilemesi ucuzlaştıkça ve bilgisayarların da yardımıyla araştırmacılar, birçok organizmanın genomunu dizilemişlerdir. Bunu yapmak için dizilenmiş DNA parçaları, dizilerinin aynı olduğu bölgeleri çakıştırılarak, daha büyük bölgelerin dizileri belirlenir ("genom inşası" süreci) dizilemişlerdir. Bu teknolojiler, insan genomu için de kullanılmış, insan genomunun dizileme projesi 2003 yılında tamamlanmıştır. Yeni yüksek hacimli dizileme teknolojileri DNA dizileme maliyetini hızla düşürmektedir, çoğu araştırmacı bir insan genomunun dizilenme maliyetinin yakın gelecekte bin dolara inmesini beklemektedir.
DNA dizileme yöntemleriyle belirlemeler sonucunda edinilen, işe yarar dizilemelerin miktarının gitgide artması, organizmaların genom bütünlerindeki araştırmalarda hesaplama aletleri ve analiz örnekleri kullanan, genomik adlı araştırma alanını doğurmuştur. Genomik aynı zamanda, biyoenformatik bilimsel disiplininin bir altalanı olarak da kabul edilebilir.
Kaynakça.
Özel:
Genel:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1151",
"len_data": 39448,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.28
}
|
Sitoloji veya hücre biyolojisi, kökü Yunancadaki kytos, "barındırıcı" kelimesidir), hücrelerin fizyolojisini, yapısını, içerdiği organelleri, bulunduğu ortamla olan ilişkisini, yaşam döngüsünü, bölünmesini ve ölümünü inceleyen bir bilim dalıdır. Bu işlem hem moleküler hem de mikroskobik ölçüde gerçekleştirilir. Sitoloji araştırmaları, bakteriler ve protozoa gibi tek hücreli organizmalardan, insan gibi çok hücreli organizmalara kadar büyük bir alana yayılır.
Hücrelerin oluşumu ve görevleri hakkında bilgi edinmek, bütün biyolojik bilimlerin temelini oluşturur. Değişik hücre türleri arasındaki farklılık ve benzerlikleri ortaya çıkarmak, özellikle de moleküler biyolojinin yanı sıra kanser araştırmaları ve gelişim biyolojisi gibi biyomedikal alanlara çok büyük katkıda bulunur. Bir araştırmadan öğrenilen bilgiler, evrensel bazı teorileri ortaya çıkardığından, bir türün hücresinden edinilen bilgiler diğer türlere de uygulanılabilir hale gelir. Sitolojideki araştırmalar, özellikle genetik, biyokimya, moleküler biyoloji ve gelişim biyolojisine katkıda bulunur.
Tarihi.
Hücreler ilk olarak 17. yüzyılda Avrupa'da bileşik mikroskobun icadıyla görüldü. 1665 yılında Robert Hooke, bir mantar parçasına baktıktan ve hücre benzeri bir yapıyı gözlemledikten sonra tüm canlı organizmaların yapı taşını "hücreler" olarak adlandırdı. Ancak bu hücreler ölüydü ve bir hücrenin gerçek genel bileşenlerine dair hiçbir gösterge vermedi. Birkaç yıl sonra, 1674'te Anton Van Leeuwenhoek, alglerin inceleyerek canlı hücreleri analiz eden ilk kişi oldu. Bütün bunlar, tüm canlıların hücrelerden oluştuğunu ve hücrelerin, organizmaların işlevsel ve yapısal birimi olduğunu belirten hücre teorisinden önce geldi. Birkaç yıl sonra Rudolf Virchow, hücre teorisine daha fazla katkıda bulundu ve tüm hücrelerin önceden var olan hücrelerin bölünmesinden geldiğini ekledi. Hücre teorisi yaygın olarak kabul edilmesine rağmen, geçerliliğini sorgulayan birçok çalışma vardır. Örneğin virüsler; zar, hücre organeli gibi canlı bir hücrenin ortak özelliklerinden ve kendi kendilerine üreme yeteneğinden yoksundur. Bilim insanları, virüslerin canlı olup olmadıklarına ve hücre teorisiyle uyuşup uyuşmadıklarına karar vermek için mücadele ettiler.
Süreçler.
Proteinlerin taşınması.
Proteinin her bir türü genellikle hücrenin belirli bir bölümüne gönderilir. Hücre biyolojisinin önemli bir parçası da hücre içindeki değişik bölgelere gönderilen veya hücre dışına salgılanan proteinlerin moleküler mekanizmasının incelenmesidir.
Proteinlerin pek çoğu sitoplazmadaki ribozomlarda sentezlenir. Bu süreç ayrıca protein biyosentezi veya basitçe protein translasyonu olarak bilinir. Bazı proteinler, zarlara dahil olacak proteinler gibi (zar proteinleri olarak bilinir), sentez sırasında endoplazmik retikuluma (ER) taşınırlar. Bu süreç, Golgi cisimciğine taşınma ve orada gerçekleşen birkaç işlemle devam eder. Zar proteinleri, Golgi'den hücre zarına, diğer hücre altı yapılara gidebilir veya hücreden dışarı salgılanabilir. Endoplazmik retikulum ve Golgi sırasıyla, "zar proteini sentez bölümü" ve "zar proteini işleme bölümü" olarak düşünülebilir. Proteinlerin bu bölümler boyunca yarı-durağan akışı vardır. ER ve Golgi'ye yerleşmiş olan proteinler, diğer proteinlerle birleşirler ancak kendi bölgelerinden ayrılmazlar. Diğer proteinler ER ve Golgi'den geçerek hücre zarına "akarlar". Motor proteinler, zar proteini içeren vezikülleri, akson terminalleri gibi hücrenin uzak parçalarına giden hücre iskeleti yolları boyunca taşır.
Sitoplazmada üretilen bazı proteinler kendilerini mitokondri veya çekirdeğe taşınmak için hedef göstermek gibi yapısal özelliklere sahiptir. Bazı mitokondrial proteinler, mitokondri içinde üretilir ve mitokondrial DNA tarafından kodlanır. Bitkilerde, kloroplast da bazı hücre proteinlerini üretir.
Hücre dışı ve hücre yüzeyindeki parçalanması hedeflenmiş proteinler, endositoz veziküllerine katılmaları üzerine hücre içi yapılara geri dönebilirler. Bu veziküllerden bazıları proteinlerin kendi amino asitlerine yıkıldığı yerde lizozomla kaynaşırlar. Bazı zar proteinlerinin yıkımı, daha hücre yüzeyindeyken sekretazlar tarafından bölündüğünde başlar. Sitoplazmada işlevini yerine getiren proteinler genelde proteazomlar tarafından yıkılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1152",
"len_data": 4238,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.08
}
|
Ferrari Testarossa (Type F110), Ferrari tarafından üretilen ve Ferrari Berlinetta Boxer'ın halefi olarak 1984 yılında üretime giren 12 silindirli ortadan motorlu bir spor otomobildir. Pininfarina tarafından tasarlanan otomobil, ilk olarak 1984'ten 1991'e kadar üretildi ve 1992'den 1996'ya kadar üretilen 512 TR ve F512 M olarak adlandırılan Testarossa üretiminin sona ermesini takiben iki model revizyonu yapıldı. Revize edilmiş varyasyonlar da dâhil olmak üzere toplamda yaklaşık 10.000 otomobil üretildi ve bu da onu en seri üretilen Ferrari modellerinden biri hâline getirdi. Ağırlık dağılımı %41 ön, %59 arkadır.
İtalyancada "Kırmızı kafa" anlamına gelen Testaross kelimesinden adını alan model, 1984 Paris Otomobil Fuarı'nda tanıtıldı.
Testarossa kullanıcılara 1955'te ilk kez sunulduğunda TR modeliydi. Ferrari 500 Mondial serisine dayanan bu model, motor olarak Type 553 F2 modeline sahip olsa da, farklı bir eksantrik ve supap kapağıyla "Kırmızı - Kafa" ismini almıştır. 24 Haziran 1957'de Monza Autodromo'da 4'üncüsü düzenlenen 1000 km Supercortemaggiore Yarışı'nda Scuderia Ferrari 0652 MD/TR şasi numaralı araç dâhil olmak üzere 4 araçla katıldı.
1984 yılında otomotiv dünyasının otomobil tasarımına bakış açısını değiştiren Testarossa modelinde kullanılan 12 silindirli, 4943cc hacmindeki motor, Ferrari'nin ürettiği son boxer (pistonlar arasındaki açı 180 derece olan) tip motordur. 6300 devir/dk'da 390 beygir güç, 4500 devir/dk'da 354 Nm tork üreten bu motor ile Testarossa 0-100 hızlanmasını 5,4 saniyede tamamlarken, aracın maksimum hızı Ferrari tarafından 290 km/h olarak belirtilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1159",
"len_data": 1606,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.62
}
|
1984 (MCMLXXXIV) pazar günü başlayan yıl. 20. yüzyılın ve 2. milenyumun 84. yılı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1160",
"len_data": 81,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 2.45
}
|
Ra, Mısır mitolojisinde güneş tanrısıdır. MÖ 25 ve 24. yüzyıllardaki Beşinci Hanedan döneminde Eski Mısır dinindeki en önemli tanrılardan biri haline gelmiş ve öğlen güneşiyle özdeşleştirilmiştir.
Eski Mısır'ın ilk firavunu olduğuna inanılırdı ve dünyanın her yerinde hüküm sürerdi: Gökyüzü, Dünya ve Yeraltı dünyası. Güneşin, düzenin, kralların ve gökyüzünün tanrısıydı.
Heliopolis şehri, Ra'nın kutsal merkezi kabul edilir. Genellikle başında bir disk bulunan şahin kafalı insan biçiminde canlandırılmıştır. Eski tanrı Atum'la bir tutulmuş ve IV. Sülale döneminde devlet tanrısı olmuştur.
Ra'nın sembolü güneştir. Tıpkı Phoenix gibi; her sabah ateşlerin içinden tekrar doğar. Mısırbilimci E.A. Wallis Budge'a göre Ra, Mısır'ın tek tanrısı (monoteizm) idi. Diğer tüm tanrılar ve tanrıçalar; Ra'nın parçalarını oluşturuyordu.
Dini roller.
Güneşin döngüsü ve yeniden doğuş.
Mısır mitine göre, Ra, Dünya'da hüküm sürerken yaşlandığında ve yorulduğunda tahtından vazgeçti ve gökyüzüne çekildi. Güneş tanrısı olarak Ra'nın görevlerinden biri, Güneş'i gökyüzünde güneş kayığıyla taşıyarak günü aydınlatmaktı. Ancak, Güneş battığında ve alacakaranlık çöktüğünde, Ra ve gemisi batıdaki Akhet ufkundan geçerek yeraltı dünyasına doğru yol alırdı. Bazen ufuk, Duat'a açılan bir kapı veya geçit olarak tanımlanır. Ra, bu geçitten geçerek yeraltı Nil'inde yelken açmak zorundaydı ve gece boyunca on iki kapıdan ve farklı bölgelerden yolculuğunu sürdürürdü. Yeraltı dünyasındaki yolculuğu sırasında, Ra, koç başlı formuna dönüşerek Duat'ta ilerlerdi. Bu dönüşüm, onun gece boyunca karanlık güçlerler mücadelesini ve yeniden doğuş sürecini simgeliyordu.
Her gece Eski Mısır mitolojisinde kaosun ve kötülüğün tanrısı olarak kabul edilen devasa bir yılan olan Apophis, Ra'ya saldırarak güneş kayığının yolculuğunu durdurmaya çalışırdı. Ancak Ra ve beraberindeki tanrılar, bu kaos yılanıyla savaşır ve onu alt etmeyi başarırdı. Apophis'i yendikten sonra Ra, yeraltı dünyasını terk eder, şafak vakti geri dönerek gökyüzüne yükselir ve günü yeniden aydınlatırdı.
Gündüz saatlerinde Mandjet Barque adlı güneş kayığında şahin başlı formuyla gökyüzünde seyahat ettiği, gece saatlerinde ise Mesektet Barque'a geçerek koç başlı haliyle yeraltı dünyasına indiği söylenir.
Yaratıcı Olarak Güneş.
Eski Mısır mitolojisinde Güneş, yalnızca ışık ve sıcaklık kaynağı değil, aynı zamanda yaratılışın ve yaşamın özüdür. Mısırlılar, Güneş'i evrenin başlangıcındaki yaratıcı güç olarak görümüşlerdir ve bu kavramı en iyi temsil eden tanrı Ra olmuştur.
Ra ve Yaratılış.
Mısır kozmolojisine göre, başlangıçta sadece ilksel karanlık ve sonsuz su vardı. Bu kaotik durumdan, Güneş tanrısı Ra (Re) ortaya çıktı ve ışığı getirerek düzeni sağladı. O, herşeyi kendi gücüyle yaratmış bir tanrı olarak kabul edilirdi. Ra'nın gözlerinden dökülen yaşların, insanları ve diğer varlıkları oluşturduğuna inanılırdı.
Ra, yarattığı dünyada hüküm sürerken, gökyüzü, yer ve yeraltı dünyasını aydınlatma görevini üstlendi. Gün içinde Mandjet Barque adlı kayığıyla gözyüzünde ilerleyerek dünyayı aydınlatır, gece olduğunda ise Mesekket Barque'a yeraltı dünyasına inip yenilenme sürecine girerdi.
Diğer Güneş Tanrıları.
Ra, Eski Mısır'daki başlıca Güneş tanrısı olsa da, farklı yönlerini temsil eden diğer tanrılar da vardı:
Atum: Yaratıcı Güneş tanrısı, Ra'nın yaşlı hali olarak görülürdü.
Khepri : Sabah güneşi ve yeniden doğuşun tanrısıydı, genellikle bir skarabe böceği olarak tasvir edilirdi.
Horus : Güneşin gökyüzündeki koruyucusu olarak da bilinir, genellikle şahin başlı bir tanrı olarak tasvir edilirdi.
Mısır'ın En Güçlü Tanrısı: Ra ve Evrensel Etkisi.
Bilim insanı Richard H. Wilkinson'a göre, Ra yalnızca yaşam veren güneşle olan bağlantısı nedeniyle değil, aynı zamanda diğer tanrıların gelişimindeki etkisi dolayısıyla da "muhtemelen Mısır'ın en önemli tanrısıdır"
Ra'nın kültü, antik Mısır'daki en güçlü dini akımlardan biri haline gelmiş, hatta tek tanrılı bir inanca dönüşecek kadar büyük bir popülarite kazanmıştır. Amun, bu güçlü güneş tanrısından türemiş ve onun mitolojisinin büyük bir kısmını devralmıştır. Benzer şekilde, Horus da yaşayan kralla ilişkilendirilirken, Ra'nın "kral ve kralın babası" unvanı aynı inanç sistemini sürdürmüştür. Ayrıca, yaratıcı tanrı Atum ile de sıkça özdeşleştirilmiş, hatta bazı yaratılış efsanelerinde bu iki tanrının isimleri birbirinin yerine kullanılmıştır.
Wikinson, Ra'nın kapsamlı rolünü daha iyi anlamak için onun işlevlerini beş ana başlık altında incelemeyi önermektedir.
1- Göklerdeki Ra
2. Yeryüzündeki Ra
3. Yeraltındaki Ra
4. Yaratıcı olan Ra
5. Kral ve Kralın Babası Olan Ra
Ra'ya tapınma, Eski Krallık döneminde (MÖ 2613-2181) başlamış ve yaklaşık 2 .000 yıl boyunca Mısır dininde baskın bir rol oynamıştır. Ancak, birçok eski Mısır tanrısı gibi, Hristiyanlığın yayılmasıyla birlikte etkisini kaybetmiştir.
Ra'nın, güç, yaratılış ve krallık üzerindeki etkisi nedeniyle, Mısır dininde en uzun süre varlığını sürdüren ve en fazla saygı gören tanrılardan biri olduğu kabul edilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1163",
"len_data": 4996,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.72
}
|
Goldbach hipotezi ya da Goldbach sanısı, sayılar teorisindeki ve tüm matematikteki en eski ve en çok bilinen çözülmemiş problemlerden biridir. Hipotezde:
Bu hipotezin 4 × 1018den küçük tüm sayılar için geçerli olduğu gösterilse de, önemli çabalara rağmen kanıtlanamamıştır.
Tarihi.
7 Haziran 1742 tarihinde, Alman matematikçi Christian Goldbach, Leonhard Euler'e yazdığı bir mektupta, sayılar kuramının çözüme varılamamış konularından birine işaret etmiştir. Goldbach, "İki asal sayının toplamı şeklinde yazılabilen her tam sayı, aynı zamanda şartlar uygunsa ikiden daha çok asal sayı tarafından da yazılabilir." demiştir.
Daha sonra bu varsayımını yeterli bulmamış, düzeltmeye gitmiştir. "2'den büyük her tam sayı 3 asal sayının toplamından bulunabilir." Burada Goldbach, ‘1’ sayısını da asal sayılara dahil ederek böyle bir çıkarımda bulunmuştur.
Euler'in cevabı, 30 Haziran 1742'de gelmiştir. Demektedir ki; “2'den büyük her çift tam sayı, iki asal sayının toplamından bulunabilir.”
İşlemler ve doğruluğuna yönelik iddiaları kuvvetlendiren çözümler.
Temel olarak dikkatle bakacak olursak bu proje matematiğin en temelindeki bilgileri başlangıç noktası olarak görmüştür. TOPLAMA işlemini...
Goldbach'ın bu hipotezinden yola çıkılarak yapılan ikinci saptamaya uygulanabilirliği açısından daha çok sahip çıkılmıştır. Çünkü akıldan hesaplanma kolaylığı sınırını ilerlettikçe, üç sayının toplamıyla uğraşmak, iki sayının toplamıyla uğraşmaktan daha zor ve çetrefilli bir hal alacaktır.
Yapılan açıklamanın pek de karmaşık olmayan sayılarla verilmiş bir örneğini aşağıda görebiliriz:
Dünyadaki tüm Goldbach sayılarının hesaplamaları el yordamıyla gerçekleştirilemez. Hipotezin daha deneysel araştırmalarına göz atılması gerekmektedir.
Hipotezin yıllar içerisindeki gelişimi.
Euler, Goldbach'ın bu hipotezine ikna olmuştur ancak bu varsayımı ispatlayamamıştır. 1923 yılında, Hardy ve Littlewood isimli matematikçiler, bu varsayımı büyük tek sayıları kullanarak kısmen ispatlamışlardır. Bu kısmi ispata göz atacak olursak;
“Bir N0 alınır ve tüm tek n sayıları bu N0’dan büyüktürler. Bunun yanında bu n’ler 3 asal sayının toplamına eşittir.”
Rus matematikçi Vinogradov, 1937 ila 1954 yılları arasında yaptığı çalışmalarla, tekrar ilk varsayımı – kısmen ispatlanan kısmı yine tüm sayılar âlemini içine alamadan kanıtlamıştır -ki bu da bir diğer kısmi ispattır. Burada büyük tek rakamları ve analitik metotları kullanarak sonuca ulaşmıştır. n0'ın hesaplanması sonucu 3^3^15 değerini bulduğumuzda çıkan sonuç 6.846.169 basamaklı bir sayı olmuştur. Bu da Ribenboim'in 1988 ila 1995 yılları arasında yaptığı çalışmalarla doğrulanmıştır.
1966 yılında Chen Jingrun adlı Çinli matematikçi de kanıtlamıştır ki; her yüksek mertebeli çift sayı, aynı zamanda iki asal sayıdan fazla olmayacak sayıların toplamı şeklinde ifade edilebilir.
Goldbach'ın hipotezi sadece tek bir kişi tarafından kabaca ifadelerle kanıtlanabilmiştir. Bu ispata dair; 130 CPU saati kullanılarak, IBM 3083 Sinisalo'da 4*10^11. sayıya kadar gelinebilmiştir. Bunu kullanmasına rağmen Sinisalo, Q Basic programı deneme birimlerini işleterek aynı stratejiyi ele almıştır. Bu izlek tek numaraların alınmasını içerir. Küçük asal sayıları bulmak için (3'ten n/2'ye kadar olan sayıları) tek sayılar olarak almıştır. Eğer p asal sayıysa, bunların farkı n-p’dir ve bu da asallık için test edilmiştir. Eğer bu fark asal ise işlem tamamlanır ve bir çift bulunur. İlk bulunan çift de minimum Goldbach kısmi değeridir.
Eğer Goldbach'ın hipotezi doğruysa, herhangi çift bir n için; q=n-p asal sayı denklemini doğrulayan herhangi bir n çift sayısı ve p asal sayısı vardır. Goldbach bölünmesi n=p+q olarak da gösterilebilir. P ve q asal sayılardır. Goldbach ayrışımında en küçük asal sayı ayrılmış fonksiyon g(n) ile gösterilebilir.
Grafikteki notlardan emin olmak için, burada çok fazla sayıda dikey bir abartı vardır. Grafikteki her koyu bant asal sayıları göstermektedir: 3,5,7,11, … . Bu noktada biraz kafa karıştırıcıdır. Öyleyse tabloda n'in sürekli artan minimum değer serilerine bakılır.
Tablo n'in 1.000.000.000'dan küçük olan değerlerini göstermektedir. Son kolon ise g(n)/n oranını göstermektedir. Bu oran kısmen ilgi çekicidir çünkü bize g(n)’in maksimum değerlerini göstermektedir ve görülüyor ki g(n) her koşulda kendinden önce gelen sayıdan azdır. g(n) minimum Goldbach kısımlarının üzerinden sınır koyar.
Minimum Goldbach kısımlarının değerlerinin n < 1.000.000.000 için gösterimi.
Minimum Goldbach bölümlerine grafik olarak baktığımızda görürüz ki; n, 1.000.000.000'dan küçüktür ve burada ilginç bir ilişki gözlemlenir. Uygunluk ve çeviriye yardım için y doğrultusu g(n) iken, x doğrultusu da log 10(n) şeklinde gösterilir.
Olasılığın 1 olmasına ulaşamazsak burada bir tek top sayı, aralık içinde asal sayı çifti oluşturmuyor demektir. Bu da bir ispat değildir ancak hipotezin doğru yolda olduğunu düşündürür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1165",
"len_data": 4868,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.81
}
|
Pininfarina, İtalyan otomotiv tasarımcısıdır.
Torino'da isminin çağrılışını temsil eden "Pinin" lakabını resmi olarak soyadına ekleyerek soyadını Pininfarina'ya değiştiren Giuseppe; şirketi ile beraber yaşamını Torino'da sürdürmekteydi.
Pininfarina; Ferrari, Alfa Romeo, Fiat, Peugeot ve Lancia için birçok; Maserati, Mitsubishi, Daewoo, Hyundai, Chevrolet, Honda ve Ford ve Türkiye'nin yerli otomobili Togg'a ise birkaç tasarımda çalışmıştır. Şirket hâlen Giuseppe Farina'nın çocukları tarafından yönetilmektedir.
1980'lerden bu yana Pininfarina ayrıca yüksek hızlı trenler, otobüsler, tramvaylar, vagonlar, otomatik hafif raylı araçlar, insan taşıma araçları, yatlar, uçaklar ve özel jetler tasarlamıştır. 1986'da "Pininfarina Extra" oluşturulmasıyla endüstriyel tasarım, iç tasarım, mimari ve grafik tasarım üzerine çalışmıştır.
Pininfarina, 2001 yılına kadar Battista'nın oğlu Sergio Pininfarina, daha sonra torunu Andrea Pininfarina tarafından 2008 yılında ölümüne kadar yönetildi. Andrea'nın ölümünden sonra küçük kardeşi Paolo Pininfarina CEO olarak atandı.
Pininfarina Group, 2006 yılında Avrupa, Fas ve Amerika Birleşik Devletleri'nde yan kuruluş ofisleri ile 2.768 kişiyi istihdam etti. 2012 yılı itibarıyla otomotiv üretiminin sona ermesiyle istihdam 821'e geriledi. Pininfarina, Borsa Italiana'da (Milano Menkul Kıymetler Borsası) kayıtlı ve halka açık olarak işlem görmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1167",
"len_data": 1390,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.46
}
|
Audi, Alman menşeli bir otomobil şirketidir ve Volkswagen grubunun bir markasıdır. Şirketin merkezi Ingolstadt, Bavyera'da bulunmaktadır.
Şirketin geçmişi 1899 yılına ve August Horch'a dayanmaktadır. İlk Horch otomobili kendisi tarafından 1901 yılında tasarlanmıştı. 1910 yılında Horsche, şirket dışına atılmış ve kendi adını, eski ortaklarıyla olan anlaşmazlıklar nedeniyle yaptığı tasarımlarda kullanamayacak hale gelmişti. Eski Almancada anlamı "Dinle!" olan "Horch", Latincede aynı anlama gelen Audi'yi kendi markası olarak kullanmaya başladı.
1932 yılında Audi, Auto Union'ı oluşturmak üzere Horch, DKW ve Wanderer şirketleri ile birleşti. Auto Union'ın kullandığı birbirine bağlı dört halka da bugün Audi'nin logosu olarak kullanılmaktadır.
II. Dünya Savaşı sonrasında şirket, DKW etrafında ürünlerini sunmaya çalıştı; ancak iki çekişli motoru o kadar ünlü olamadı. Eylül 1965'te Audi, dünyanın en modern motorlarından biriyle tekrar bir çıkış yaparak 72 beygirlik 4 kapılı sedanını piyasaya sundu.
1970'lerde Audi, 1950 yıllarında dünyanın en büyük motosiklet üreten şirket olan NSU ile birleşti. Bu şirket Neckarsulm, Stuttgart yakınında bulunmaktaydı. NSU daha küçük arabalar yapmayı öngörüyordu. Daha sonrasında yeni rotasyon motorları Felix Wankel'in fikirleriyle kullanılmaya başlandı. 1967'de çıkartılan yeni NSU Ro 80 bir uzay çağı arabasıydı ve o gün irtibarıyla sunduğu aerodinamik, ağırlık ve güvenlik donanımları açısından kusursuzdu; ancak motorlardaki rotasyon hatası NSU için pahalıya patlamıştı. Yine de, günümüzde hâlâ Audi'nin bazı modelleri Neckarsulm'da üretilmektedir.
Geçen 30 yıl içerisinde Audi, yüksek güce sahip birçok model üretti. 1980'de piyasaya sunulan ünlü "Quattro" modeli, İngiliz üretici Jensen'ın 1966 yılında ürettiği FF modelinden beri dünyada ilk kez üretilen 4 çekerli binek araçtır. Adı Audi Quattro olarak lanse edilen bu model, 5 silindirli turbo motorlu, coupé karoserli bir spor otomobildi. Ayrıca bu modelle birlikte Audi rallilere katılarak yarışlarda 4 çeker sistemini kullanarak ralli tarihinde yeni bir çığır açtı. Üst üste yarışlarda kazandığı başarılar yüzünden Audi yarışlardan çıkarıldı. Audi, bu atılımla teknolojide zirveye oturdu. (Bu teknoloji daha sonra dünyanın hemen hemen bütün otomobil şirketleri tarafından kullanılmıştır.)
Audi 80 modeli ile beraber, tüm modeller "Quattro" özelliğini kazandı. Audi 80, her ne kadar 1986 yılında "dede arabası" imajına sahip olsa da 1991 yılında yapılan makyaj çalışmasıyla unutulmaz bir tasarım piyasaya sunuldu. Bu model oldukça iyi satış rakamlarına ulaştı.
Gelişen teknoloji ile, Audi dünyanın en gelişmiş motorunu kullanmaya başladı. 1995'te S4 modelinde kullanılan dört çekerli motoru bu döneme damgasını vurdu.
1994'te de dünyanın tamamen alüminyumdan yapılmış ilk seri üretim otomobili olan A8 modelini tanıtan Audi, bu modelinde ASF olarak adlandırılan "Alüminyum uzay kafesi" teknolojisini kullanmaya başladığı ilk araçtır. Şu anda bu teknolojiye sahip bir diğer aracı olan R8, tamamen ASF teknolojisi ile üretilmektedir. Ayrıca ortadan konumlu motor ile otomobil tarihinde binek araçlarda çığır açmıştır. 90'ların ortasında yeni serilerini piyasaya süren Audi, dünyanın en kaliteli otomobilleri arasında yerini aldı.
2000 yılı itibarıyla yarış dünyasının en zorlu ve prestijli yarışlarından olan 24 saatlik Le Mans yarışını 4 kez art arda kazanan Audi, 2003'te de VW grubunun başka bir markası olan Bentley ile tamamen Audi kadrosu altında bu başarıya imza attı.
Yenilikler.
2006 yılında piyasaya sunulan SUV sınıfındaki Q7 modeli, aynı yıl piyasaya çıkan yeni nesil TT modeli ve ortadan motorlu süper spor otomobil R8 ile birlikte Audi'nin model gamı, 2007 Cenevre Otomobil Fuarında dünya prömiyeri gerçekleşen A5 Coupé ile daha da genişlemiştir.
Audi, SUV segmentine bir ekleme daha yaparak Q5'i piyasaya sundu. Farklı motor seçenekleri ile Q5, piyasada bulunan ve liderliği elinde tutan BMW X3'e rakip olarak getirildi. Abisi Q7'nin özelliklerinin yanında ayrıca kişisel kullanım ayarlarının sürücü tarafından seçilmesini sağlayan Audi Drive Select adlı bir sistem ile donatıldı. Bunun yanında üçüncü nesil MMI sistemini yükleyerek 3 boyutlu navigasyonu piyasaya sundu. Bu ve buna benzer artı özellikleri ile Q5 rakiplerinden farklı olmayı başarmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1170",
"len_data": 4270,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.44
}
|
Özgür yazılım ("), kullanıcısına yazılımı herhangi bir amaç için çalıştırma, inceleme, değiştirme ve dağıtma özgürlükleri tanıyan yazılım türüdür. Tersi, özel mülk yazılımdır.
Özgür yazılım ile kastedilen özgürlük, ücreti ile değil yazılımın kullanım hakları ile ilgilidir. Özgür yazılımlar çoğunlukla ücretsiz olsalar da ücretsiz olmaları gerekmez. İngilizce sözlükler " kelimesi için yirmiye yakın anlam sıralar. Bunlardan sadece bir tanesi "bedava" iken geri kalanları özgürlük ve sınırlamaların olmaması ("") kavramlarına atıfta bulunur. Kullanıcılar bir özgür yazılımın kopyasına sahip olmak için para ödemiş olup olmamasından bağımsız olarak her zaman için yazılımı kopyalama, değiştirme ve hatta kopyalarını satma özgürlüğüne sahiptir.
Bağlam.
Özgür yazılım, aşağıdakilerden ayrılır:
Telif hakkı kapsamındaki bir yazılımın özgür olabilmesi için, kullanıcılara yazılımı herhangi bir amaç için çalıştırma, inceleme, değiştirme ve dağıtma haklarını tanıyan bir yazılım lisansına sahip olması gerekir. Ayrıca herhangi bir lisansı olmayan kamu malı yazılımlar, kaynak kodu da; kamu malı olduğu sürece ve erişilebilir olduğu sürece özgürdür.
Özel mülk yazılımlar, kısıtlayıcı bir yazılım lisansı veya EULA kullanır ve genellikle kullanıcılara kaynak kodunu sunmazlar. Bu nedenle kullanıcıların yazılımı değiştirmeleri yasal veya teknik olarak engellenir. Bu durum güncelleme, yardım ve destek sağlamak için yayıncıya güvenilmesine neden olur (ayrıca satıcıya bağımlılık ve terk edilmiş yazılım konularına da bakın). Kullanıcılar genellikle özel mülk yazılımlarda tersine mühendislik yapamaz, bunları değiştiremez veya yeniden dağıtamaz.
Telif hakkı yasası, sözleşmeler ve kaynak kodu eksikliğinin haricinde, kullanıcıların yazılım patentleri ve dijital haklar yönetimi (daha spesifik olarak tivoizasyon) gibi bir yazılım parçası üzerinde özgürlüklerini kullanmalarını engelleyen ek engeller bulunabilir.
Özgür yazılım kâr amaçlı, ticari bir faaliyet olabilir veya olmayabilir. Bazı özgür yazılımlar gönüllü bilgisayar programcıları tarafından, bazıları şirketler tarafından, bazıları ise her ikisi tarafından geliştirilmektedir.
Açık kaynakla adlandırma ve farklılıklar.
1998'de özgür yazılım topluluğundan bir grup insan, özgür yazılım kavramındaki "özgür" kelimesinin ima ettiği felsefi ve siyasi gündem yerine özgür yazılımın iş dünyasına pragmatik terimlerle tanıtılmasın amacıyla açık kaynak kavramını ortaya koymuştur. Her iki tanım da hemen hemen eşdeğer program gruplarına atıfta bulunsa da, Özgür Yazılım Vakfı "açık kaynaklı yazılım" yerine "özgür yazılım" teriminin kullanılmasını önermektedir. Özgür Yazılım Vakfı'na göre, "Açık kaynak" ve bununla ilgili kampanya çoğunlukla kamu geliştirme modelinin teknik yönlerine ve özgür yazılımın işletmelere pazarlanmasına odaklanırken, kullanıcı haklarına ilişkin etik konuyu çok hafife almaktadır.
Özgür Yazılım Tanımı ve dört temel özgürlüğü.
Özgür yazılımın ilk resmi tanımı Şubat 1986'da Özgür Yazılım Vakfı tarafından yayınlandı. Richard Stallman tarafından yazılan bu tanım bugün hala geçerliliğini koruyor ve yazılımın bir kopyasını alan kişilerin aşağıdaki dört özelliğe sahip olması durumunda yazılımın özgür yazılım olduğunu belirtiyor. Buna göre özgür yazılım kullanıcılara olmazsa olmaz 4 özgürlük sunar:
Bu özgürlüklere sahip olmak, kimseden izin almamayı ve izin için hiçbir bedel ödememeyi de içerir.
Genel kanının aksine özgür bir yazılım, ücretsiz dağıtılabileceği gibi ücretli de dağıtılabilir. Bu nedenle ticari yazılım olarak satılmasına engel yoktur. Özgür yazılımın kopyalarına sahip olmak için ücret ödemeniz gerekebilir veya kopyaları hiçbir ücret karşılığı olmadan da edinmiş olabilirsiniz. Kopyalara nasıl sahip olduğunuzdan bağımsız olarak, her zaman için yazılımın kopyalama, değiştirme ve hatta kopyalarını para karşılığında satma haklarına sahipsinizdir (özgürlük 2).
1990'ların sonlarında diğer özgür yazılım grupları neredeyse aynı yazılım setini tanımlayan kendi tanımlarını yayınladılar. Bunlardan en dikkate değer olanları 1997'de yayınlanan Debian Özgür Yazılım Yönergeleri ve 1998'de yayınlanan Açık Kaynak Tanımıdır.
Tarihçe.
1950'lerden 1970'lerin başına kadar bilgisayar kullanıcılarının özgür yazılımla ilgili "yazılım hürriyetleri"ne sahip olmaları normaldi. Yazılım genellikle fertler arasında paylaşılır, kişilerin yazılım yaparak donanımlarını daha kullanışlı yapmalarını iyi karşılayan donanım üreticileri tarafından dağıtılırdı. Yazılım değiş dokuşunu kolaylaştırmak için SHARE gibi kullanıcı ve tedarikçi organizasyonları oluşturuldu. 1970'lerin ilk yıllarında durum değişti; yazılım masrafları hızla yükselirken büyümekte olan yazılım endüstrisi, donanım üreticilerinin bilgisayar satışıyla beraber verdikleri "yazılım demetleri", kiraya verilen bilgisayarların kâr getirmeyen yazılım desteğiyle rekabet başlamıştı. Bazı müşterilerin kendi ihtiyaçlarını daha iyi karşılamasıyla "özgür" yazılım masraflarının donanım masraflarıyla bütünleşmesini istemiyordu.
17 Ocak 1969'da yayınlanan "Amerika Birleşik Devletleri IBM'ye karşı" yazısında hükûmet, yazılım demetlerinin rekabet engelleyici olarak sıfatlandırdı. Bazı yazılım her zaman hürken ancak ödemeyle alınabilen yazılımlar artıyordu. 1970'ler ve 1980'lerde yazılım endüstrisi, bilgisayar programlarını sadece kullanıcıların kodu incelemesi ve değiştirmesini önleyen çalıştırılabilirler şeklinde dağıtmaya başlamasıyla teknik tedbirler almaya başladı. 1980'de copyright kanununun kapsamı bilgisayar programlarını içine aldı.
1980'ler: GNU Projesinin kuruluşu.
1983'te Massachusetts Teknoloji Enstitüsü Yapay Zekâ Laboratuvarı'ndaki hacker topluluğunun uzun süreli üyesi Richard Stallman, bilgisayar endüstrisi ve kullanıcılarının kültürel değişiminden yıldığını açıklayarak GNU projesini îlan etti. GNU işletim sistemi için yazılım geliştirmesine Ocak 1984'te başlandı. Ekim 1985'te de Özgür Yazılım Vakfı kuruldu. Projeyi ve hedeflerini özetleyen bir makale Mart 1985'te GNU Manifestosu adıyla yayımlandı. Kendisi hür (özgür) yazılımı tanımladı ve "yazılım hürriyeti" garantilemek için "copyleft" kavramını ortaya çıkardı.
1990'lar: Linux çekirdeğinin piyasaya sürülmesi.
Linus Torvalds tarafından başlatılan Linux çekirdeği, 1991 yılında kaynak kodu serbestçe değiştirilebilir olarak piyasaya sürüldü. İlk lisans, özel mülk bir yazılım lisansıydı. Ancak Şubat 1992'de 0.12 sürümüyle projeyi GNU Genel Kamu Lisansı kapsamında yeniden lisansladı. 1995'te Apache HTTP Sunucusu, Apache Lisansı 1.0 kapsamında yayımlandı.
Lisanslama.
Özgür Yazılım Tanımı ve Açık Kaynak Tanımı pratikte birbirine çok yakın olduklarından Özgür Yazılım Vakfı'nın özgür kabul ettiği yazılım lisansları ile Açık Kaynak Girişimi'nin açık kaynak kabul ettiği yazılım lisanslar çok büyük ölçüde örtüşmektedir. Özgür Yazılım Vakfı tarafından özgür kabul edilen lisanslar ile özgür kabul edilmeyen lisanslar GNU'nun Çeşitli Lisanslar ve Haklarında Yorumlar sayfasında listelenmektedir. Benzer şekilde Açık Kaynak Girişimi tarafından açık kaynak kabul edilen lisanslar OSI Approved Licenses sayfasında listelenmektedir. FSF listesi kuralcı değildir: FSF'nin duymadığı veya hakkında yazacak kadar önemli olduğunu düşündüğü özgür yazılım lisansları mevcut olabilir. Yani bir lisansın özgür olması ve FSF listesinde olmaması mümkündür. OSI listesi yalnızca gönderilen, değerlendirilen ve OSI tarafından onaylanan lisansları listeler.
Aşağıda yaygın kullanılan belli başlı bazı özgür ve açık kaynak yazılım lisansları listelenmiştir:
Özgür yazılımlar üç tür lisans kategorisi kapsamında lisanslanır:
İzin verici ve copyleft lisansların savunucuları, yazılım özgürlüğünün negatif bir özgürlük olarak mı yoksa pozitif bir özgürlük olarak mı görülmesi gerektiği konusunda hemfikir değiller. Dağıtım konusundaki kısıtlamaları nedeniyle copyleft lisansların özgür olmadığı yönünde eleştiriler vardır. İzin verici lisans ise yazılım geliştirme maliyetini azaltarak özgür olmayan yazılım oluşturmaya yönelik bir teşvik sağlayabilir. Bu, yazılım özgürlüğünün ruhuyla bağdaşmadığı için birçok kişi, izin verici lisansların copyleft lisanslardan daha az özgür olduğunu düşünür.
Özgür lisanslı yazılımlar çoğunlukla ücretsiz olarak mevcuttur, ancak ücretsiz olmak zorunda değildir. Tüm özgür yazılım lisasnları yazılım satışına ve ticari kullanıma izin verilmektedir. Bu copyleft olan veya olmayan lisanslar için geçerlidir. Kaynak kodun yalnızca kişisel kullanım için yeniden dağıtımına ve değiştirilmesine izin veren, ticari amaçlı yeniden dağıtım ve değiştirilmesine izin vermeyen lisanslar özgür yazılım lisansı olarak kabul edilmezler.
İş modeli.
Tüm özgür yazılım lisansları, yazılımın satışına ve ticari olarak kullanımına izin verir. Bu copyleft olan veya olmayan lisanslar için geçerlidir.
Özgür yazılım özgürce yeniden dağıtılabildiğinden, genellikle çok az bir ücret karşılığında veya hiç ücret ödemeden edinilebilir. Özgür yazılım iş modelleri genellikle özelleştirme, beraberinde donanım satışı, teknik destek, eğitim, entegrasyon ve sertifikasyon gibi katma değerlere dayanır.
Özgür Yazılım Vakfı, özgür yazılım satışını teşvik eder. Vakfın yazdığı gibi, "Özgür yazılımın dağıtılması, geliştirme için finansman sağlamak adına bir fırsattır. Bunu boşa harcamayın!"
Ekonomisi.
Özgür yazılım, kullanıcıların kullandıkları programları geliştirme ve iyileştirme konusunda işbirliği yapmalarına olanak tanır. Özgür yazılım, özgür yazılıma katkıda bulunan şirketlerin ticari yeniliğini artırabilir.
Özgür yazılımın ekonomik açıdan uygulanabilirliği Red Hat, IBM ve Sun Microsystems gibi büyük şirketler tarafından benimsenmiştir. Özgür yazılım genellikle ücretsiz olarak mevcuttur ve özel mülk yazılımla karşılaştırıldığında kalıcı olarak daha düşük toplam sahip olma maliyeti ile sonuçlanır. Özgür yazılımla işletmeler, yazılımı kendileri değiştirerek veya kendileri için değiştirmeleri için programcılar kiralayarak yazılımı kendi özel ihtiyaçlarına göre uyarlayabilirler. Özgür yazılımın çoğu zaman hiçbir garantisi yoktur ve daha da önemlisi genellikle kimseye yasal sorumluluk yüklemez. Ancak yazılımın ve kullanım durumuna bağlı olarak herhangi iki taraf arasında garanti verilmesine izin verilir. Böyle bir anlaşma özgür yazılım lisansından ayrı olarak yapılır. Standish Group tarafından hazırlanan bir raporda, özgür yazılımın benimsenmesinin, özel mülk yazılım endüstrisinin gelirinde yılda yaklaşık 60 milyar dolar düşüşe neden olduğunu tahmin edilmiştir.
1998'de aralarında Eric Raymond, Bruce Perens'in de bulunduğu özgür yazılım topluluğundan bir grup insan, özgür yazılım kavramındaki "özgür yazılım" teriminin iş dünyası için fazla belirsiz ve korkutucu olduğunu savunarak açık kaynak yazılım terimini iş dünyası ve kurumsal dünya için daha dostane bir alternatif olarak destekledi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1171",
"len_data": 10716,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.81
}
|
Akdeniz foku ("Monachus monachus"), fokgiller (Phocidae) familyasından monotipik Monachus cinsinde sınıflandırılan, yeryüzünde sadece doğu Akdeniz sahilleri ile Batı Afrika'nın bir tek sahilinde yaşayan fok türü.
Yaşama alanı.
Üzerinde yapılaşma olmayan, insanların kolay ulaşamadığı ya da insan etkinliklerinden uzak kalmış yerleri, tercihen üreme veya barınma işlevleri gören kıyı mağara ve kovuklarına sahip; sessiz ve tenha kayalık sahilleri yaşama alanı olarak seçen Akdeniz fokları, bu alanların bozulmasından doğrudan etkilenmektedir. İzmir'in Foça ilçesinde çok miktarda Akdeniz Foku bulunmaktadır.
Öte yandan bu tanımdan yola çıkarak Akdeniz foklarının farklı yapıda sahilleri (örneğin kumsal kıyılar ve kıyı yerleşim bölgeleri) kullanmadığı sonucuna varılamaz. Akdeniz fokunun özellikle beslenmek için ıssız kayalık sahillerin dışına çıkarak dolaşım alanını genişlettiğini, kumluk, çakıllık kıyılar ve nehir ağızlarına da uğradığı bilinmektedir. Ancak, Akdeniz fokunun birincil yaşam alanı ıssız ve yapılaşmamış kayalık kıyılardır. Büyük bir deniz memelisi olduğundan dar yaşam alanları içinde barınamaz. Tür ancak, makul büyüklükte ve uygun kıyı alanlarının olması durumunda varlığını sürdürebilir ve güvenle yavrulayabilir.
Dış görünümü.
İri bir deniz memelisi olan Akdeniz fokunun boyu 2-3 metre, ağırlığı 200-300 kilogram arasında değişmektedir. Erginlerin vücudunu 5 mm'yi geçmeyen kısa ve sert kıllar kaplar. Su üstünde görüldüğünde en belirgin özellikleri iri kafaları, uzun bıyıkları ve kömür gibi siyah gözleridir. Ergin dişi ile erkekler arasında belirgin bir boy ve kilo farkı yoktur ancak karakteristik renk ayrımları mevcuttur. Karada yatarken vücudun iriliği ve tombul görünümü göze çarpar. Vücudun her iki yanında ön yüzgeçleri (ön üyeler) ve arkada ise iki parça halinde arka yüzgeçleri (arka üyeler) yer alır.
Davranışı.
Akdeniz foku, ürkek ve diğer yüzgeçayaklı türlerine göre daha az sosyal bir canlıdır. Türkiye kıyılarında da yaşayan doğu Akdeniz bireyleri genelde tek tek dolaşırlar ve nadiren birlikte görülürler. Araştırmacıların eskiden Türkiye'de zaman zaman 2 ile 4 arasında foku birlikte gözlediği hatta bu sayının çok ender olmakla birlikte 7-8'e kadar çıktığı da bilinmektedir. Birçok özelliği gibi davranışları hakkında da tam bilgi mevcut değildir. Akdeniz foklarının bazı dönemlerde bir araya geldiği ve sonra tekrar dağıldıkları konusunda varsayımlar mevcuttur. Ergin erkek bireyler genelde bir bölge belirler ve yaşantısını burada sürdürürler.
Dişiler erkeğe göre daha gezgin olmakla birlikte, yavrulama döneminde üreme mağarası ve civarını terk etmezler. Genç fok bireyleri ise yetişme dönemlerinde uzak bölgelere gidebilirler. Dişi Akdeniz foklarının çiftleşmek için büyük uzaklıklar katederek erkek fokların yanına geldiği ve daha sonra erkeğin bölgesinden ayrıldığı tahmin edilmektedir. Çiftleşme denizde olur. Dişi fokun cinsel olgunluğa 4-5 yaşında ulaştığı tahmin edilmektedir. Dişi Akdeniz foku 10-11 aylık hamilelik döneminden sonra, her sene ya da 2 senede, bir yavru doğurur. Bu nedenle, Akdeniz foku üreme hızı düşük, yavru sayısı az bir canlıdır. Doğum, insanların uğramadığı (veya ulaşamadığı) ve içinde hava olan bir kıyı mağarasının en ucunda, dalgaların kolay ulaşamayacağı bir çakıl plaj veya kayalık platform üzerinde olur. Anne, yavruyu yaklaşık 4 ay boyunca kendi sütü ile mağara içinde karada emzirir. Akdeniz foku, yavrusunu doğurmak ve büyütmek için mutlaka karaya (ve özellikle kıyı mağaralarına) muhtaçtır.
Dağılımı ve sayısı.
Akdeniz fokları 20. yüzyılın başına kadar tüm Akdeniz kıyıları ile doğu Atlas Okyanusu kıyılarında Portekiz'den Batı Afrika sahillerindeki Senegal'e kadar 7855.25114
ifade edilen bir nüfusa sahip olarak serbestçe yaşamlarını sürdürüyordu. Ancak aşırı avlanma, yaşam alanları kaybı ve deniz ekosisteminin bozulması nedeniyle türün dünya dağılımı daraldı ve nüfusu hızla azaldı. Akdeniz foku bugün dünyada sadece Türkiye, Yunanistan, Fas, Moritanya ve Madeira Adaları'nda yaşamakta olup toplam nüfusu 600 civarında tahmin edilmektedir. Moritanya sahillerindeki Akdeniz fokları gerçek bir fok kolonisi özelliği göstererek birlikte yaşamakta popülasyonu ise insan baskısı nedeniyle birlikte bulunmak yerine çoğu zaman tek tek dolaşma ve yaşama şeklini seçmeye zorlanmışlardır. Halen az sayıda da olsa Türkiye'de Akdeniz'in doğu sahillerinde rastlanmaktadır.
Akdeniz foku dünyada birbirinden kopuk 2 ana bölgede yaşamaktadır:
Türün en büyük popülasyonu Ege Denizi'ndeydi. Dolayısı ile Akdeniz fokunun Akdeniz'de soyunu sürdürebilmesi ve ekosistemde varlığını koruyabilmesi esas olarak 2 ülkenin elindedir: Türkiye ve Yunanistan.
Bir dünya mirası olan Akdeniz fokunun korunmasında Türkiye önemli bir ülke konumundadır. Türkiye'de yapılan çeşitli bilimsel çalışmalarda bireysel tanımlama yolu ile 31-44 arasında Akdeniz foku bireyi tanımlanmış olup, kıyılarımızda 100 civarında fok yaşadığı tahmin edilmektedir ki dünyadaki fok popülasyonunun yaklaşık 600 olduğu gözönünde bulundurulduğunda bu sayı önemli bir yer tutmaktadır.
Akdeniz foku dağılımı kıyı boyunca süreklilik yerine belirli bölgelerde yoğunlaşma özelliği göstermektedir.
Türkiye kıyılarında foklar,
Türün korunma derecesine bağlı olarak Türkiye'de Akdeniz foku ölümleri olduğu gibi, yavrulama ve çoğalma da gözlenmektedir. Sayılarının azalma nedeni ise balıkçıların kasıtlı veya kasıtsız fokları öldürmeleridir.
Kültürel etkileri.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası 1996 yılında Akdeniz foku için bir hatıra parası bastırmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1178",
"len_data": 5482,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.66
}
|
Hakkâri, Türkiye'nin güneydoğusunda yer alan bir ildir. TÜİK verilerine göre 2021 sonu itibarıyla 278.218 kişilik nüfusa sahiptir. Ülkenin en kalabalık altmış ikinci ilidir. Tamamı Doğu Anadolu Bölgesi'nin doğusunda yer alır. Yüzölçümü 7.095 km2 olan il, bu bakımından Türkiye'nin kırk sekizinci büyük ilidir. İlde km2ye 40 kişi düşmektedir. 5 ilçe, 8 belediye, bu belediyelerde 56 mahalle, ayrıca 125 köy bulunmaktadır. Batısında Şırnak, kuzeyinde Van illeri, doğusunda İran, güneyinde ise Irak vardır.
Tarihçe.
Sırasıyla Hurri ve Urartu krallıklarının parçası olan Hakkâri, Pers İmparatorluğu'nun egemenliğinden sonra Arap egemenliğine geçmiştir. Abbâsîlerden sonra, 9. yüzyıldan itibaren bölgeyi yerel Kürt beyleri kontrol etmeye başlamış, 10. yüzyıldan itibaren bölge, Mervaniler'in eline geçmiştir. Kısa bir dönem Selçuklu hanedanına bağlı kalmıştır 16. yüzyılın başlarına kadar Van ve Amadiye bölgeleri Hakkâri'den yönetilmiştir. 12. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar Hakkâri emirleri tarafından yönetilmiştir. 1548 yılında ise Hakkâri Emirliği Osmanlı'ya tabi olmuştur.
Coğrafi konumu sayesinde pek çok millete ev sahipliği yapan Hakkâri, 1662 tarihinde Katolik mezhebini benimsemeyen Asuriler Diyarbakır metropoliti XIII. Mar Şimun Denha önderliğinde yeniden örgütlenerek Hakkâri'nin Kodşanis/Koçanis (hâlen Konak) köyünü patriklik merkezi olarak benimsemişlerdir. Nasturi patrikleri 1918 yılına kadar bu köyde ikamet etmişlerdir. 19. yüzyıl ortalarına dek Hakkâri nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan Nasturiler, 1843 ve 1846'da Cizre Emiri Bedirhan Bey ile Hakkâri Emiri Nurullah Bey'in düzenlediği iki saldırıda önemli ölçüde zayiat vermişlerdir. 1915-18 döneminde aşiretlerle çatışan Hakkâri Nasturileri önce İran'da Urmiye yöresine ve daha sonra İngiliz yönetimine giren Irak'a iltica etmişler, 1924'te topluca geri dönmeye teşebbüs etmişlerse de 12-28 Eylül 1924 tarihleri arasında yürütülen Şemdinli Harekâtı ile tenkil edilerek geri püskürtülmüşlerdir.
Daha önceleri Siirt iline bağlı olan Beytüşşebap ilçesi, 6 Mayıs 1936'da Hakkari iline bağlandı. Çukurca 1953'te Hakkâri merkezden ayrılarak ilçe yapıldı. 1957'de Uludere, Beytüşşebap'tan ayrılarak ilçe oldu. Bu iki ilçe 1990'da kurulan Şırnak iline bağlandı. Derecik 2018'de Şemdinli'den ayrılarak ilçe statüsüne kavuştu.
Coğrafya.
Doğusunda İran ve güneyinde Irak ile komşu olan Hakkâri'nin batısında Şırnak, kuzeyinde ise Van illeri vardır. En yüksek noktası 4.150 metreye ulaşan Cilo Dağı, Hakkâri sınırları içerisindedir.
Yeryüzü şekilleri.
Hakkâri il sınırları çok çetin ve zorlu coğrafi koşullara sahiptir. Yüz ölçümünün çok büyük bir kısmı dağlık alandır. Bölgede Yüksekova ilçe merkezi dışında düzlük alan bulunmamaktadır. Dağların yükseltisi birçok yerde 3.000 metreyi geçebilmektedir. Ülkenin en yüksek ikinci noktası olan Cilo Dağı, Hakkâri il sınırları içerisindedir. Şehrin Irak ile sınır oluşturan Çukurca ve Şemdinli yöreleri kuzey kesime göre daha az yükseltiye sahiptir.
İklim.
Yüksek rakım ve zorlu coğrafi koşullar, Hakkâri iklimini elverişsiz bir konuma getirmiş bulunmaktadır. Yazları sıcak ve kurak, kışları çok soğuk ve yağışlıdır. Doğu Anadolu Bölgesi'nin en çok yağış alan yerlerinden biridir. En çok yağış ilkbaharda düşmekle beraber kışın kar örtüsü uzun süre yerde kalabilmektedir. İlkbaharda düşen yağışlar aylık olarak 100 mm'yi geçmektedir. Yıllık yağış yaklaşık 800 mm'dir. Yıllık sıcaklık ortalaması 10 °C'dir. Kış ve yaz ayları arasındaki sıcaklık farkı bir hayli fazladır.
Nüfus.
Güncel Nüfus Değerleri(TÜİK 6 Şubat 2025 verileri))
Hakkâri ili nüfusu: 282.191'dir. Bu nüfusun % 69,39'u şehirlerde yaşamaktadır (2024 sonu). İlin yüzölçümü 7.095 km2'dir. İlde km2'ye 40 kişi düşmektedir. (Bu sayı Derecik'te 58'dir.) İldeki ilçelerin tamamında nüfus azalmıştır. İldeki nüfus azalış oranı ise % 1,89 olmuştur. Nüfusu en çok azalan ilçe Çukurca'dır (-% 11,88)- Bu ilçenin nüfusu 2023 yılında %21.29 oranında artmıştı)
06 Şubat 2025 TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 5 İlçe, 8 belediye, bu belediyelerde 67 mahalle ve ayrıca 117 köy vardır.
Ekonomi.
Geçim kaynaklarının başında sınır ticareti ve hayvancılık gelir. Son yıllarda gerek özel sektör ve devletin istihdam teşvikleriyle Hakkâri ve ilçelerinde istihdamda canlanma sağlansa da yeterli düzeyde değildir. Sınır ticareti Irak ve İran'a açılan sınır kapıları ile yapılmaktadır.
Yönetim.
Türkiye'de cumhuriyetin ilanından sonra Hakkâri ili mecliste 1927 yılına kadar 1, 1927-1934 arası 2, 1939-1983 yılları arası 1, 1983-1999 yılları arasında 2 milletvekili ile temsil edildi. 1999 yılında yapılan kanun değişikliğiyle Hakkâri ilini temsil edecek milletvekili sayısı üçe çıkartıldı.
Hakkâri ili, 1933 yılında ilçeye dönüştürüldü ve Van iline bağlandı. 1936'da yeniden il olmasına karşın, 1939 seçimlerine kadar Van iline bağlı olarak temsil edildi.
İllerde protokolde ilk sırada yer alan Vali, merkezî yönetimi temsil eder ve Cumhurbaşkanı tarafından atanır. Büyükşehir dışındaki illerde yerel yönetim, şehirler düzeyindedir. Belediye başkanı, belediye sınırları içinde kalan seçmenin oy çokluğu ile seçilir. Ayni seçmen ilçe belediye meclisi için de oy kullanarak ilçelerin belediye meclislerini oluşturur. İldeki bütün seçmenler ayrıca il genel meclisi için de oy kullanarak il genel meclisinin oluşumunu sağlarlar.
İl genel meclisi ve belediye meclisi üyelikleri için yapılan seçimlerde, onda birlik baraj uygulamalı nispi temsil sistemi, belediye başkanlığı seçiminde ise çoğunluk sistemi uygulanır. İl genel meclisi ve belediye meclisi üye sayıları ilçe nüfusuna göre, kontenjandan kalan sayıların partilere dağılımı ise D'Hondt Sistemine göre belirlenir (Kanun:2972-Madde:23)
İl genel meclisi, il özel idaresinin karar organıdır, başkanını üyeleri arasından gizli oyla seçer. Ayrıca, il genel meclisi kendi içinden gizli oyla bir yıl görev yapacak 5 kişilik il encümenini seçer.
Merkezî yönetim, vali ve il müdürlerinden oluşur. İl özel idaresi (il genel meclisi ve il encümeni) seçilmişlerden oluşur, ancak vali başkanlığında görev yapar. Yerel yönetim ise belediye başkanları ve belediye meclislerinden oluşur.
Hakkâri Valisi, 1976-Uşak doğumlu Ali ÇELİK’tir. Ağustos 2023 tarihinde Kütahya Valisi iken atanmıştır.
2019 Türkiye yerel seçimleri sonunda Hakkâri Belediye Başkanlığını kazanan Cihan Karaman (HDP), 18 Ekim 2019 tarihinde görevden alınmış, yerine Hakkâri Valisi İdris AKBIYIK kayyum olarak atanmıştır.
Ayrıca Yüksekova'nın HDP'li belediye başkanı da seçildikten sonra İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alınmış, yerine ilçe kaymakamı kayyum atanmıştır.
2019 Türkiye yerel seçimleri sonuçlarına göre Hakkâri İl Genel Meclisi üye sayısı, 7 AK PARTİ, 9 HDP ve 1 Bağımsız olmak üzere 17’dir.
2018 genel seçimleri sonucu, Hakkâri'yi temsilen TBMM'de AKP'den 1 milletvekili (Husret Dinç) ve HDP'den 2 milletvekili (Leyla Güven, Sait Dede) seçilmiştir.
Spor.
2018-2019 Sezonu sonunda, Hakkâri'nin futbol liglerindeki tek takımı Yüksekova Belediyespor, BAL grubunda 9. olmuştur. Kadınlar futbol 1. ligindeki Hakkârigücü, lig 6. sı olmuştur. Ayrıca Voleybol erkekler 2. liginde 2, bayanlar 2. liginde 1 takımı bulunmaktadır.
Hakkâri merkeze 5 km uzaklıkta bulunan ve şehir içi servislerle Hakkâri merkezden ulaşım kolaylıkla sağlanır. Özellikle yılın altı ayı açık kalabilme özelliği olan Mergabütan kayak merkezi son derece güvenilir ve kendini kanıtlamıştır. Yaklaşık olarak 3.000 metre rakımında olmasından dolayı oldukça dik ve uzun bir piste sahiptir. Kayak spor dalında macera ve aksiyon için Mergabütan kayak merkezi buna fazlasıyla elverişlidir.
Ziraat Türkiye Kupası'nda Yüksekova Belediyespor, 2. turda Batman Petrolspor'a elenmiştir.
Önemli spor tesisleri: Yüksekova İlçe Stadyumu (5.000), Hakkâri Kapalı Yüzme Havuzu (100) ve Mergabütan Kayak Merkezi.
Altyapı.
Ulaşım.
Hakkâri iline kara yolu ve hava yolu ile ulaşmak mümkündür. Sert coğrafi koşullar şehre olan ulaşımı büyük ölçüde zorlaştırmaktadır. Bu yollarda çığ ve heyelan riski yüksektir. D 400 ve D 975 devlet yolları şehre bağlantı kuran yollardır. D 400 kara yolu Şırnak üzerinden gelerek Yüksekova üzerinden Esendere Sınır Kapısı'na ulaşır. Bir diğer yol olan D 975 kara yolu Hakkâri ve Yüksekova yol ayrımında D 400 kara yolu ile birleşmektedir. Yüksekova ve Şemdinli arası ulaşım ise rakımı 2.000 metreyi aşan Haruna Geçidi'nden geçen yol ile sağlanmaktadır. Çukurca ilçesine ulaşım ise D 400 kara yolundan ayrılan bir yol ile sağlanır.
2015 yılında açılan Hakkâri Yüksekova Selahaddin Eyyubi Havalimanı, Hakkâri ile ülkenin büyük şehirleri arasında hava ulaşımını sağlamaktadır. Günde yapılan iki uçak seferi ile Ankara ve İstanbul'a düzenli uçuşlar yapılmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1182",
"len_data": 8628,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.41
}
|
Los Angeles ( "Melekler"), City of Los Angeles ("Los Angeles Şehri") veya kısaca L.A., Amerika Birleşik Devletleri'nın Kaliforniya eyaletinin en kalabalık ve ABD'nin New York'tan sonra ikinci en kalabalık şehri. Los Angeles'ın nüfusu 2010 itibarıyla 3.792.621 kişidir. Şehir sınırlarına göre yüzölçümü 1.215 km² olup Büyük Okyanus'un doğu kıyısında, güney Kaliforniya'da konumlanmıştır.
Şehir daha büyük olan 12.828.837 kişi nüfuslu Los Angeles-Long Beach-Santa Ana metropoliten istatistiksel bölgesinin ve 18 milyon kişiyi aşan nüfusa sahip Büyük Los Angeles Bölgesi'nin merkezinde yer alır. Böylece Los Angeles ABD'de ikinci büyük metropoliten bölgede ve tüm dünyanın en büyük metropoliten bölgelerinden birinde bulunur.
Los Angeles, Kaliforniya eyaletinin Los Angeles County'sinin merkezidir. Bu county ABD kontluklarının en kalabalık ve en yüksek etnik çeşitliliğe sahip olanıdır.
Tarihçe.
4 Eylül 1781 tarihinde İspanya kontrolündeki Meksika tarafından keşfedilen şehir (her ne kadar Kızılderililer uzun süredir orada yaşasa da) Los Angeles 4 Nisan 1850 tarihinde Kaliforniya'nın bir parçası olmuştur. İsmi İspanyolcadan gelmektedir ve "Melekler Şehri" manasını taşımaktadır. 2 Ağustos 1769'da, Fernando Rivera Y Moncado'nun kaptanı olduğu Kaliforniya'ya gelen ilk Avrupalı yerleşimciler içindeki Fransisken papazı Peder Juan Crespi, 2 Ağustos dini bir şölen olan Perdono'ya denk düştüğü ve Assisili Francesco adına anıldığı ve bu yere İtalya'da "ülkenin çok küçük parseli" anlamında "porziuncola" denmesi yüzünden, buraya "Nuestra Señora de los Angeles de la Porciúncula", sonra da bu Assisi'deki şapelde Bakire Meryem'in meleklerle çevrili freski bulunduğundan "El Pueblo de Nuestra Señora la Reina de los Angeles de Porciúncula" dendi, sonra da kısaca "El Pueblo de la Reina de Los Angeles" dendi.
1876 yıllarına kadar nüfusu on bin dolaylarında olan Los Angeles, petrol yataklarının keşfedilmesi, Kaliforniya kuzeylerindeki altın madenlerinin bulunması ve gerek doğal güzelliği açısından birçok insanın rüyalarını süsledi.
1920'li yıllarda sanat ve eğlencenin de tüm ülke genelinde öncüsü olmaya başlamıştır. New York'un klasik Broadway'ine karşı Hollywood sineması gelişen yıllarda da çok daha güçlü olur; günümüzde de Broadway'in büyük bir geliri Hollywood'dan gelmektedir.
Coğrafya.
Büyük Los Angeles Alanı, Los Angeles, San Bernardino, Riverside, Ventura ve Orange şehirlerini ve 16 milyonun üzerinde değişik etnik ve ekonomik geçmişe sahip insanları barındırmaktadır. Los Angeles yanlış olarak birçok kez "Güney Kaliforniya" olarak adlandırılmaktadır, ancak coğrafi olarak San Diego ve Imperial şehirleri de başta olmak üzere birçok bölüm göz ardı edilmektedir.
Los Angeles'ın da büyümesiyle komşusu olarak gelişen şehirler de vardır. Los Angeles diye bilinen bölge aslında 88 tane küçük şehrin oluşturduğu bölgedir.
Venice Beach, Marina del Rey, Beverly Hills, Santa Monica ve West Hollywood gibi dünyaca meşhur şehirleri de içinde barındıran Los Angeles'ın içinde bulunduğu Kaliforniya'nın eski valisi ünlü film yıldızı Arnold Schwarzenegger'dir.
Güvenlik.
Filmlerde ne kadar tehlikeli bir yer olarak gözükse de Los Angeles güvenli bir şehirdir. Los Angeles'ı oluşturan şehirlerden suç oranı en yüksek olan Compton'dır ve turistler genellikle buradan uzak durur. Turistik yerler olan Santa Monica, Venice Beach, Beverly Hills ve Hollywood güvenli yerlerdir.
Ekonomi.
Los Angeles ekonomisi, uluslararası ticaret, eğlence (televizyon, sinema filmleri, video oyunları, müzik kayıt ve prodüksiyon), havacılık, teknoloji, petrol, moda, giyim ve turizm tarafından yönlendirilir. Finans, telekomünikasyon, hukuk, sağlık ve ulaşım diğer önemli sektörlerdir.
2022 Küresel Finans Merkezleri Endeksi'nde Los Angeles dünyanın en rekabetçi 5. finans merkezine ve Amerika Birleşik Devletleri'nde New York Şehrinden sonra en rekabetçi ikinci finans merkezine sahip olarak sıralandı.
Beş büyük film stüdyosundan biri olan Paramount Pictures, şehrin sınırları içinde olup konumu Güney Kaliforniya'daki eğlence merkezlerinin "Otuz Mil Bölgesi" denilen yerdedir.
Los Angeles, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki en büyük üretim merkezidir.
Bitişikteki Los Angeles limanları ve Long Beach Limanı ile birlikte bazı kıstaslara göre Amerika Birleşik Devletleri'ndeki en işlek limandır ve Pasifik kıyılarında ticaret yapmak için hayati önem taşıyan, dünyanın en işlek beşinci limanıdır.
Los Angeles metropol alanı, Tokyo ve New York'dan sonra dünyanın üçüncü büyük ekonomik metropol alanı yapan 1.0 trilyon doların üzerinde brüt metropolitan ürüne sahiptir (2018 itibarıyla). Los Angeles, Loughborough Üniversitesindeki bir grup tarafından 2012 yılında yapılan bir araştırmaya göre "alfa dünya şehri" olarak sınıflandırıldı.
Esrar Düzenleme Departmanı, 2016 yılında esrar satış ve dağıtımının yasallaştırılmasından sonra esrar mevzuatını uygular. Ekim 2019 itibarıyla 300'den fazla mevcut esrar işletmesine (hem perakendeci hem de tedarikçi olarak) ülkenin en büyük pazarı olarak kabul edilen alanda faaliyet gösterme onayı verildi.
2018 itibarıyla Los Angeles'ta Fortune 500 şirketinden şu üçü vardır: AECOM, CBRE Group ve Reliance Steel & Aluminium Co.
Kültür.
Los Angeles sıklıkla dünyanın yaratıcı başkenti olarak anılır çünkü her altı sakinden biri yaratıcı bir endüstride çalışmaktadır. Los Angeles'ta yaşayan ve çalışan sanatçı, yazar, film yapımcısı, aktör, dansçı ve müzisyenin sayısı, dünya tarihinin herhangi bir zamanındaki herhangi bir şehirden daha fazladır. Şehir aynı zamanda üretken duvar resimleriyle de tanınır.
Los Angeles ABD'nin en dinamik metropollerindendir. Hollywood sinema film endüstrisine, Anaheim'de Disneyland'a ev sahipliği yapar. ABD'nin en eski film ve sinema okulu bu şehirdedir[?]. Medya ve ilgi çeşitliliği nedeniyle spor ve kültürel aktivitelerde iç içedir. New York'tan sonraki ikinci büyük VHF medya marketine sahiptir. Artistler, yazarlar ve yapımcılar ya da ünlü sanatçıların en fazla bu şehirde bulunması nedeniyle "Kreatif Başkent" olarak da adlandırılır.
Spor.
Şehri NBA'de Los Angeles Lakers ve Los Angeles Clippers, WNBA'de Los Angeles Sparks, futbolda ise Los Angeles Galaxy ve Los Angeles FC temsil eder.
Kardeş şehirler.
Los Angeles şu kentlerle kardeş şehir bağlantısı kurmuştur:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1186",
"len_data": 6224,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.44
}
|
Terrence Vance "Terry" Gilliam (d. 22 Kasım 1940, Minnesota), İngiliz senarist, yönetmen, animatör, oyuncu ve Monty Python tiyatro grubu üyesi.
Gilliam yönettiği filmlerle tanınır; Time Bandits (1981), Brazil (1985), The Fisher King (1991), and 12 Monkeys (1995). 1968 yılında İngiliz vatandaşlığına kabul edilmiştir.
Hayatı.
Kendi deyimi ile Huckleberry Finn/Tom Sawyer tarzı bir çocukluk geçiren Terry Gilliam, ailesinin Los Angeles'a taşınmasıyla, Hollywood'u tanıdı. Film endüstrisinin nasıl işlediğini öğrendi ve gelecekte sahip olacağı Hollywood karşıtı düşüncelerinin temelini atmış oldu. Bir yandan da resim ve karikatür yeteneğini geliştirdi. Occidental College'da Fizik eğitimine başladı ve daha sonra fizik eğitimini bırakıp siyaset eğitimine başladı. Okulunun son yılında, okul hayatı boyunca çıkarmış olduğu okul dergisinin bir kopyasını, o sıralar Help! dergisini çıkartmakta olan ve ileride Brazil filmindeki bir karakterin esin noktası olan usta mizahçı Harvey Kurtzman'a gönderdi. Kurtzman, Terry Gilliam'ın yapıtlarından çok etkilendi ve Help! için çalışmasını önerdi. Sonraki üç senesini, düşük bir ücretle Help! magazinde yazarak ve çizerek geçirdi. Bu arada Monty Python ekibine doğru ilk adım gerçekleşti ve John Cleese ile tanıştı. Askerliğini yaptıktan sonra Help! Magazine dönmedi ve Amerika Birleşik Devletleri'ni terk etme kararını aldı. Otostop ve motosiklet ile yaptığı altı aylık Avrupa gezisi'ni Paris'te sonlandırdı. Bir süre animatörlük ile uğraştı ve sonra tekrar New York'a döndü. Burada bir reklam ajansında çalışmaya başladı.
Bu sırada polis ekiplerinin bir grup iyi niyetli protestocunun arasına dalıp, kendisi dahil pek çok kişiyi hırpaladığı bir olayın içine düştüğü ve ""Cehennemi tattığım ilk an oldu" dediği talihsiz bir olay sonucu ABD'yi tamamen terk etme kararını aldı. Muhtemelen bu olay Terry Gilliam sinemasında önemli bir yer tuttu.
Daha sonra eşi ile birlikte İngiltere'ye giden Terry Gilliam, Londra'ya yerleşti ve John Cleese ile temasa geçerek Televizyon işine başladı. Terry Jones, Eric Idle ve Michael Palin'in de rol aldığı "Do Not Adjust Your Set" (Televizyonunuzun ayarlarıyla oynamayın) adlı komedi şovuna katıldı. Böylece Monty Python ekibinin kuruldu. Monty Python's Flying Circus adlı sıra dışı komedi dizisinin sanat yönetmenliğini üstlendi. Aynı zamanda skeçlerin yazımında katkısı oldu ve skeçlerin birçoğunda oynama fırsatı oldu (Monty Python filmlerinde genellikle bütün roller - kadın rolleri de dahil - ekip tarafından üstlenildi).
And now something completely different (Ve şimdi tamamen farklı bir şey - 1971) ve terry Jones ile birlikte yönettiği Monty Python and the Holy Grail (Monty Python ve Kutsal Kadeh - 1975) filmleriyle sinema dünyasına adımını atmış oldu. Monty python ekibinin birlikte yazdığı ve oynadığı (kişi başına ortalama 4 rol düşmektedir. Rekor 10 ayrı rol ile Michael palin'e aittir.) bu filmler ve daha sonraki eserleri, kimilerince Komedi Sinemasının en başarılı örnekleri olarak, kimilerince de dünyanın en saçma filmleri olarak görülse de birinci görüşü savunanlar, belirgin bir şekilde fazla oldu.
1970'li yıllardaki son çalışması olan Jabberwocky (1977), Monty Python ekibinden bağımsız olarak çektiği ilk film oldu. Fantastik bir Orta Çağ komedisi olan bu filmde baş rolü Monty Python ekibinden Michael Palin üstlendi. 1980lere gelindiğinde, teknik ve mizahi yönden tecrübelerini artıran Gilliam, Time Bandits (1981) ile ilk büyük prodüksiyonlarından birini gerçekleştirmiş oldu. Monty Python ekibi ile gerçekleştirdiği The Crimson Permanent Assurance (Kızıl Sigorta - 1983) filminden sonra, Time Bandits filminin başarısından da cesaret alarak kimilerince en görkemli, en keskin ve en başarılı filmi olan ve kısa sürede "Kült Film" statüsüne giren Brazil (1985) filmini çekti. Devlet yönetiminin tam bir kabusa dönüştüğü, bürokrasinin ve kâğıt işlerinin tüm insanlığı tehdit ettiği, Kafka ve Orwell esintilerini taşıyan bu filmi o dönem için oldukça yüksek bir bütçeye mal ederek Sinema dünyasının en başarılı filmini çekmekle kalmadı, yapım şirketleri ile de arasının bozulmasına sebep oldu. Bu filme o kadar çok önem veriyordu ki, filmin her an berbat olması korkusuyla, stresin birleşmesi sonucu, çekimlerin sonuna doğru yürüme kabiliyetini geçici olarak kaybetti. Brazil'i takiben bir Avusturya efsanesi haline gelen Baron von Munchausen'ın akıl almaz maceralarından birini anlatan Adventures of Baron Munchausen, The (Baron Munchausen'in Serüvenleri - 1989) filmini çekti. Yüksek bir bütçe ile çekilen bu film, pek çok Terry Gilliam filminde olduğu gibi yapımcıların engellerine rağmen çekilip vizyona girdi ancak beklenen gişe hasılatını yakalayamadı. Hikâye açısından olduğu kadar Teknik ve oyunculuk açısından da bir Terry Gilliam klasiği sayılan bu filmin değeri çok sonra anlaşıldı. Bundan sonra birkaç proje ile ilgilenen Gilliam, hiçbirini gerçekleştirmeden Fisher King, The (Balıkçı Kral - 1991) filmini hayata geçirdi. Robin Williams ve Jeff Bridges'in en başarılı performanslarından olarak kabul edilen film, aynı zamanda Terry Gilliam'ın da en başarılı yapımlarından oldu. Bunu bir başka başyapıt olan Twelve Monkeys (12 Maymun 1995) izledi. La Jetee adlı bir kısa filmden esinlenilerek yapılan bu filmde Terry Gilliam yine yıldızlarla çalıştı ve yapımcıları delirtmek için elinden geleni yaptı. Bir bilimkurgu klasiği olarak anılan bu filmde Terry Gilliam sinemasının belirgin özellikleri sonuna kadar korundu. Bu filmi iki uyuşturucu bağımlısının sıra dışı bir Amerika yolculuğunu anlatan sıra dışı bir kara komedi olan Las Vegas'ta Korku ve Nefret (1998) geldi. Diğer filmleri arasında biraz sessiz kalmasına rağmen paranoyak bir Amerikan toplumunu anlatan bu filmde Terry Gilliam'ın sivri anlatımı yine en önde yerini almıştır.
2001 yılında yıllardan beri hayalini kurduğu The Man Who Killed Don Quixote (Don Kişot'u Öldüren Adam) filminin çekimlerine başladı. Londra ve İspanya'da çekimleri yapılan bu filmin özellikle İspanya ayağında meydana gelen talihsizliklere uzun süre direnen Gilliam, sonunda filmi askıya almaya karar vermiştir. Filmi çekmeyi başaramasalar da filmin yapım (yapılamama) öyküsünü anlatan Lost in the La Mancha (Mancha'da Kaybolanlar - 2001) belgeseli en az film kadar ilgi gördü.
Brothers Grimm (Grimm Kardeşler - 2004) filminin çekimlerini Prag'da tamamlayan Gilliam, Terry Pratchet'ın aynı adlı kitabından uyarlanan Good Omens (İyi Kehanetler - 2004) filminin çekimlerini sürdürmektedir.
Filmlerinde sürekli olarak devlet yönetimlerini, bürokrasiyi ve sürekli izlenen tek tip insan yaratma yolundaki dünyayı eleştirmekten çekinmeyen Gilliam, sinemanın anarşist yönetmenlerinden biri olarak gösterilir. Kimileri de "Hollywood'un en büyük kehanetlerinde bulunduğu'nu söylemekte ancak Gilliam "Ben bir Hollywood yönetmeni değilim" diyerek bu görüşleri reddetmektedir. Şövalyelerin filmlerinde önemli yerleri vardır. Sistem tarafından unutulmuş ancak sistemi koruma sözüne bağlı kalan savaşçıları kullanır. Rüyaların ve hayal dünyasının da Terry Gilliam sinemasının temel özellikleridir diyebiliriz. İnsanın yarattığı teknolojinin insanlığın en büyük korkusu olduğunu ve insanlığın sonunun bundan dolayı olacağını savunduğunu pek çok filminde görebiliriz. Bütün bunlardan bahsederken çocuksu bir hikâye tarzını elden bırakmamaktadır. Monty Python ekibi ile birlikte geçirdiği yıllardan kalma karanlık bir mizah anlayışı ise Gİlliam filmlerinin her karesinde kendisini göstermekte bütün bu özellikleri ile birleşip Terry Gİlliam'ı sinema tarihinin en sıra dışı, en başarılı ve en eleştirel yönetmenlerinden biri yapmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1200",
"len_data": 7567,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.32
}
|
Tam sayılar, sayılar kümesinde yer alan sıfır (0), pozitif yönde yer alan doğal sayılar (1, 2, 3, ...) ve bunların negatif değerlerinden oluşan negatif sayılardan (−1, −2, −3, ...) oluşan sayı kümesidir.
Tüm tam sayıların oluşturduğu küme, çoğunlukla kalın harf biçimindeki Z veya karatahta vurgusu kullanılarak formula_1 şeklinde ifade edilir. Z harfi Almanca "Zahlen" (sayılar) sözcüğünden gelir.
Doğal sayılar kümesi formula_2, formula_1 tam sayılar kümesinin bir alt kümesi olarak tanımlanır. Bu tam sayılar kümesi, ardından tüm rasyonel sayılar kümesi formula_4’nun ve bu küme de reel sayılar kümesi formula_5’nin bir alt kümesi olarak sıralanır. Doğal sayılar kümesine benzer biçimde, formula_1 tam sayılar kümesi de sayılabilir sonsuzluk özelliği gösterir. Tam sayı kavramı, kesirli bir kısmı bulunmayan ve böylelikle doğrudan reel sayı olarak ifade edilebilen sayılar için kullanılır. Mesela, 21, 4, 0 ve -2048 tam sayılardır; buna karşın 9.75, ve tam sayı olarak değerlendirilmez.
Doğal sayı kümelerini kapsayan yapılar içerisinde, tam sayılar hem en minimal grup hem de en minimal halka yapısını teşkil ederler. Cebirsel sayı teorisi alanında, tam sayılar zaman zaman, onları daha geniş bir kapsamda ele alınan cebirsel tam sayılar ile karıştırmamak adına rasyonel tam sayılar olarak özel bir şekilde tanımlanır. Gerçekte, rasyonel olarak ifade edilen tam sayılar, hem cebirsel tam sayı özelliklerini taşır hem de rasyonel sayılar kategorisinde değerlendirilirler.
Tarihçe.
İlk Türkçe "tam sayı" teriminin kullanımlarından biri 1955'e dayanır.
Tarih boyunca tam sayı terimi, 1'in katları olan sayılar için veya tam sayılı kesirlerin tam kısımlarını ifade etmek için kullanılmıştır. Başlangıçta yalnızca pozitif tam sayılar ele alınmış ve bu durum, terimin doğal sayılarla eşanlamlı hale gelmesine yol açmıştır. Tam sayı kavramının tanımı, negatif sayıların faydasının zamanla kabul edilmesiyle genişletilmiş ve bu sayılar da tanımın içine dahil edilmiştir. Örneğin, Leonhard Euler, 1765 tarihli "Cebirin Unsurları" adlı çalışmasında tam sayıları, hem pozitif hem de negatif sayıları içerecek biçimde tanımlamıştır. Bununla birlikte, Avrupalı matematikçilerin büyük bir kısmı 19. yüzyılın ortalarına kadar negatif sayılar konseptine karşı direnç göstermiştir.
Tam sayılar kümesini temsil etmek üzere 'Z' harfinin tercih edilmesi, Almancada "sayılar" anlamına gelen "Zahlen" kelimesinden kaynaklanmaktadır ve bu bağlamda David Hilbert ile ilişkilendirilir. Bu notasyonun ders kitaplarında ilk defa kullanıldığı bilinen örnek, 1947 yılında Nicolas Bourbaki grubu tarafından kaleme alınan Algébre isimli eserde yer almaktadır. Notasyonun benimsenmesi hemen gerçekleşmemiştir; mesela, bir başka ders kitabında 'J' harfi kullanılmış ve 1960 yılında yayımlanan bir makalede 'Z', yalnızca sıfır ve pozitif tam sayıları ifade etmek amacıyla tercih edilmiştir. Ancak 1961 itibarıyla, modern cebir metinleri genel olarak 'Z' harfini, hem pozitif hem de negatif tam sayıları kapsayacak şekilde kullanmaya başlamışlardır.
formula_1 sembolü, çeşitli kümeleri tanımlamak amacıyla farklı yazarların tercihlerine göre değişken notasyonlar ile sıklıkla sembolize edilir: Pozitif tam sayılar için formula_8, formula_9 veya formula_10 kullanılırken, sıfır ve pozitif tam sayılar için formula_11 veya formula_12 ve sıfır olmayan tam sayılar için formula_13 tercih edilir. Bazı yazarlar, sıfır olmayan tam sayılar için formula_14 kullanırken diğerleri bu notasyonu sıfır ve pozitif tam sayılar için veya formula_1'nin birimler grubunu (İng. "unit (ring theory)") ifade eden için kullanmaktadır. Ek olarak, formula_16 notasyonu, ya modüler tam sayılarını (yani, tam sayıların denklik sınıflarını) ya da -adik tam sayılarını tanımlamak için kullanılır.
1950'lerin başlarına dek, bütün sayılar ile tam sayılar arasında bir eşanlamlılık söz konusuydu. 1950'lerin sonlarına doğru, "New Math" hareketinin bir unsuru olarak, Amerikan ilkokul öğretmenleri "bütün sayılar" (İng. "whole numbers") teriminin, negatif sayıları dışlayarak yalnızca doğal sayıları kapsadığını, "tam sayı" teriminin ise negatif sayıları da içerecek şekilde genişletildiğini derslerinde işlemeye başladılar. "Bütün sayı" kavramı (İng. "whole numbers"), günümüzde hala belirsizliğini sürdürmektedir.
Cebirsel özellikler.
Doğal sayılar kümesi gibi, formula_1 kümesi de toplama ve çarpma gibi ikili işlemler bakımından kapalı bir yapıya sahiptir; bu, herhangi iki tam sayının toplamının ve çarpımının yine bir tam sayı olacağı anlamına gelir. Bununla birlikte, negatif doğal sayıların ve özellikle 'ın dahil edilmesi ile formula_1, doğal sayılar kümesinden farklı olarak, çıkarma işlemine yönelik de kapalı bir karakter gösterir.
Tam sayılar kümesi, her bir birimli halka yapısı için, bu yapılara doğru tam sayılardan tekil bir halka homomorfizmasının (İng. "ring homomorphism") tesis edilebildiği, temel bir birimli halka olarak işlev görür. Bu evrensel özellik (İng. "universal property"), özgül olarak halkaların kategorisi içerisinde bir başlangıç objesi (İng. "initial object") olarak tanımlanabilirlik, formula_1 halkasının ayırt edici niteliğini belirler.
formula_1 kümesi, iki tam sayının birbirine bölünmesi işlemi (örnek olarak, 1 sayısının 2 sayısına bölünmesi durumu gösterilebilir) neticesinde her defasında tam sayı elde edilmeyebileceğinden, bölme işlemi açısından kapalı bir yapı sergilemez. Doğal sayılar kümesi, üs alma işlemine göre kapalılık özelliğine sahipken, tam sayılar kümesi bu özelliği taşımamaktadır; zira üssün negatif değer alması halinde, sonuç kesirli bir sayıya dönüşebilir.
Aşağıdaki tablo, herhangi bir , ve tam sayısı için toplama ve çarpma işlemlerinin bazı temel özelliklerini listelemektedir:
Toplama işlemi çerçevesinde, formula_1 kümesine ilişkin olarak sıralanan başlıca beş özelliğin tanımladığı yapı, bu kümenin bir abelyen grup olduğunu ifade eder. Bu küme, her biri sıfırdan farklı olan tam sayıların, sonlu bir veya şeklindeki toplamları ile ifade edilebilirliği dolayısıyla, aynı zamanda bir devirli grup özelliği taşır (İng. "cyclic group"). Gerçekte, toplama işlemi altında formula_1, herhangi bir sonsuz devirli grubun, formula_1 ile eşyapı grubu olduğu bağlamda, "tek" sonsuz devirli gruptur.
Çarpma işlemine ilişkin olarak sıralanan ilk dört özelliğin tanımı, formula_1 kümesinin çarpma altında bir değişmeli monoid yapısına sahip olduğunu gösterir. Ancak, 2 sayısının örneğinde olduğu gibi, her tam sayının çarpmaya ilişkin bir çarpımsal tersi bulunmamaktadır, bu durum formula_1 kümesinin çarpma işlemi bağlamında bir grup oluşturmadığını ifade eder.
Yukarıda sunulan özellikler cetvelinden (en sonuncu dışında) elde edilen kuralların tümü, toplama ve çarpma işlemleriyle bir arada formula_1 kümesinin, birimli değişmeli halka olarak tanımlandığını ortaya koyar. Bu yapı, benzer cebirsel yapılara ait nesnelerin ilk örneğidir. formula_1 içerisinde, değişkenlerin her bir değeri için gerçek olan, yalnızca herhangi bir birimli değişmeli halkada doğru kabul edilen eşitlikler ve ifadeler geçerlidir. Bazı sıfır olmayan tam sayılar, çeşitli halkalarda sıfır değerine karşılık gelir.
Tam sayılar kümesinde sıfır bölensizlerin bulunmaması (özellikler tablosundaki son özellik), değişmeli halka formula_1'nin, bir tamlık bölgesi olarak nitelendirilebileceğini gösterir.
Çarpmaya ilişkin ters elemanların eksikliği, bu durumun formula_1 kümesinin bölme işlemine kapalı olmadığı gerçeği ile eşdeğer olduğundan, formula_1'nin bir alan olarak tanımlanamayacağı anlamına gelir. Tam sayıları bir althalka olarak barındıran en küçük alan yapı, rasyonel sayılar alanıdır. Tam sayılar kümesinden rasyonel sayılar kümesinin türetilmesi süreci, herhangi bir tamlık bölgesi için kesirler cisminin (İng. "field of fractions") oluşturulması amacıyla modellenebilir. Ayrıca, bir cebirsel sayı cisminden (rasyonel sayılara bir uzantı olarak) başlanarak, içerisinde formula_1 kümesini de barındıran tam sayılar halkası (İng. "ring of integers") elde edilebilir.
Her ne kadar formula_1 üzerinde geleneksel bölme işlemi tanımlanmamış olsa da, "kalan ile bölme" işlemi bu küme üzerinde tanımlanabilir. Bu işleme, Öklid bölmesi adı verilir ve şu kritik özelliği taşır: koşulunu sağlayan herhangi ve tam sayı çifti için, ve ilişkilerini sağlayan benzersiz ve tams ayıları mevcuttur; burada , sayısının mutlak değerini ifade eder. Bu bağlamda, tam sayısı "bölüm", ise ile 'nin bölünmesi sonucu elde edilen "kalan" olarak isimlendirilir. En büyük ortak bölenlerin belirlenmesi sürecinde kullanılan Öklid algoritması, ardışık Öklid bölme işlemlerine dayanır.
İlgili metin, formula_1 kümesinin bir Öklid bölgesi (İng. "Euclidean domain") olarak tanımlandığını belirtmektedir. Bu durum, aynı zamanda formula_1'nin bir esas ideal bölgesi (İng. "principal ideal domain") olduğunu gösterir ve her pozitif tam sayının, asal sayıların çarpımı şeklinde özünde benzersiz (İng. "essentially unique") bir biçimde ifade edilebileceğini ima eder. Bu durum, aritmetiğin temel teoremi olarak bilinir.
Sıralama teorisine ilişkin özellikler.
formula_1, herhangi bir tam sıralama özelliği gösteren, fakat ne üst ne de alt sınır içeren bir kümedir. formula_1 kümesinin sıralama ilişkisi aşağıdaki gibi ifade edilir:
Bir tam sayının sıfır değerinden büyük olması durumunda "pozitif", sıfırdan küçük olması durumunda ise "negatif" olarak nitelendirilir. Sıfır değeri, ne negatif ne de pozitif olarak nitelendirilebilir.
Tam sayılar arasındaki sıralama ilişkisi, cebirsel işlemlerle aşağıdaki biçimde uyum içindedir:
ve olduğunda, sonucu elde edilir.
ve olduğunda, eşitsizliği geçerlidir.
Bunun sonucu olarak, formula_1 üzerinde tanımlanan bu sıralama ile birlikte, bir sıralı halka yapısını oluşturur.
Tam sayılar, pozitif elemanları iyi sıralı olan tek ciddi tam sıralı Abel grubudur.
Bu, herhangi bir Noetherian halka değerleme halkasına (İng. "valuation ring") ya bir cisim-ya da ayrık değerleme halkası (İng. "discrete valuation ring") olduğu ifadesine eşdeğerdir.
Tanımlama.
Geleneksel tanımlama.
Temel eğitim süreçlerinde, tam sayı kavramı, genellikle pozitif doğal sayılar kümesi, sıfır ve doğal sayıların negatif karşılıklarının birleşimi olarak sezgisel bir yaklaşımla tanımlanmaktadır. Bu tanım, formal bir yapıya kavuşturulabilir: başlangıçta, Peano aksiyomları temel alınarak formula_38 doğal sayılar kümesi inşa edilir. Ardından, formula_38 kümesi ile her elemanı arasında birebir eşleme bulunan ve formula_38 kümesinden ayrık bir formula_41 kümesi tanımlanır. Bu bağlamda, formula_41 kümesi için, örneğin, formula_43 eşlemesi formula_44 olacak şekilde formula_45 formundaki sıralı çiftler seçilebilir. Son adımda, 0 elemanı, ne formula_38 kümesinde ne de formula_41 kümesinde yer almayacak şekilde, örneğin formula_48 sıralı çifti olarak belirlenir. Böylelikle, tam sayılar kümesi, formula_49 birleşimi ile tanımlanmış olur.
Geleneksel aritmetik işlemleri, tam sayılar kümesi üzerinde, pozitif sayılar, negatif sayılar ve sıfır olmak üzere, parçalı fonksiyonlar yardımıyla tanımlanabilir. Mesela, negasyon işlemi şu şekilde ifade edilir:
formula_50
Geleneksel tanımlama yöntemi, çeşitlilik arz eden durumların ortaya çıkmasına neden olur (her aritmetik işlemin, tam sayı türlerinin her birinin kombinasyonları üzerine tanımlanması gereklidir) ve tam sayıların aritmetik yasalarına olan uyumunun ispatı sürecini oldukça yorucu bir hale getirir.
Sıralı ikili dizilerin eşdeğerlilik sınıfları.
Çağdaş küme teorisine dayalı matematikte, aritmetik işlemilerin herhangi bir özgül durum ayrımına gerek kalmadan tanımlanabilmesine imkan veren daha soyut bir yapı tercih edilmektedir. Bu bağlamda, tam sayılar, doğal sayılardan oluşturulan sıralı ikili çiftlerin denklik sınıfları olarak formel bir biçimde kurulabilir .
Sezgisel olarak, ifadesi, 'nin 'dan çıkarılması sonucunu temsil eder. ile gösterimlerinin aynı sayısal değeri temsil ettiği öngörümüzü teyit etmek amacıyla, bu ikili diziler üzerinde belirli bir kural çerçevesinde bir denklik ilişkisi tanımlamaktayız:
yalnızca ve yalnızca
Tam sayılar üzerinde gerçekleştirilen toplama ve çarpım işlemleri, doğal sayılara uygulanan benzer işlemler temel alınarak tanımlanabilir; gösterimi, içerisinde ögesini barındıran denklik sınıfını ifade etmek için kullanılır ve bu durumda işlemler şu şekilde ifade edilir:
Bir tam sayının negatif değeri (veya toplamsal ters öge), ilgili ikilinin elemanlarının yer değiştirilmesiyle elde edilir:
Dolayısıyla, çıkartma işlemi, toplamsal ters ögenin eklenmesi şeklinde tanımlanabilir:
Tam sayılara ilişkin standart sıralama kuralı aşağıdaki gibi ifade edilir:
Bu tanımlamaların, denklik sınıflarının temsilcilerinin seçimiyle ilgisiz olduğu kolaylıkla ispatlanabilir.
Her bir denklik sınıfı, veya (veya her iki durum için de) formunda özgün bir elemana sahiptir. Doğal sayı , sınıfıyla özdeşleştirilmekte (yani doğal sayılar, 'yi 'ye eşleyen bir fonksiyon aracılığıyla tam sayılara gömülmüştür) ve sınıfı olarak ifade edilir (bu durum, kalan tüm sınıfları kapsar ve sınıfını olduğundan yeniden tanımlar).
Dolayısıyla, gösterimi aşağıdaki gibi ifade edilir:
Doğal sayıların, karşılık gelen tam sayılarla özdeşleştirilmesi durumunda (önceden bahsi geçen gömme metodu kullanılarak), bu gösterim yöntemi herhangi bir karmaşıklığa yol açmaz.
Bu gösterim yöntemi, tam sayıların şeklindeki alışılagelmiş temsiline geri dönüş sağlar.
Örneklerden bazıları şu şekildedir:
Diğer yaklaşımlar.
Teorik bilgisayar biliminde, tam sayıların inşası için otomatik teorem kanıtlama ve terim yeniden yazım motorları tarafından kullanılan diğer yaklaşımlar mevcuttur.
Tam sayılar, birkaç temel işlem (örneğin, sıfır, bir sonraki, bir önceki) kullanılarak ve muhtemelen, zaten inşa edilmiş olduğu varsayılan doğal sayılar kullanılarak oluşturulan cebirsel terimler (İng. "term algebra") olarak temsil edilir (örneğin, Peano yaklaşımı kullanılarak).
İşaretli tam sayıların oluşturulması amacıyla, en azından on farklı yöntem mevcuttur. Bu yapılar, çeşitli parametrelere göre ayrışır: Yapıyı gerçekleştirmek amacıyla başvurulan temel işlemlerin adedi, bu işlemlerin kabul ettiği argümanların sayısı ve nitelikleri (çoğunlukla 0 ile 2 arasında değişir); belirli işlemler için doğal sayıların argüman olarak kullanılıp kullanılmadığı ve işlemlerin serbest yapılandırıcı olup olmadığı, yani bir tam sayının tek veya birden çok cebirsel ifadeyle ifade edilebilirliği.
Bir önceki bölümde tanıtılan tam sayıların inşası yöntemi, iki doğal sayıyı argüman olarak alan ve sonucunda bir tam sayı (bu durumda x-y'ye eşit) veren tekil bir temel işlem olan çiftformula_61 işlemine dayanır. Bu işlem serbest nitelikte değildir; zira sıfır tam sayısı, çift(0,0), çift(1,1), çift(2,2) gibi çeşitli şekillerde ifade edilebilir. Bu inşa metodolojisi, ispat yardımcısı Isabelle yazılımı tarafından benimsenmiş olup; ancak, serbest yapılandırıcıları temel alan ve bilgisayar ortamlarında daha etkin bir şekilde implemente edilebilecek daha sade alternatif inşa teknikleri de mevcuttur.
Bilgisayar bilimi.
Tam sayı, sıkça bilgisayar dililerindeki primitif bir veri tipidir. Ancak, tam sayı veri tipleri, pratik bilgisayarların sonlu kapasitesi nedeniyle tüm tam sayıların bir alt kümesini temsil edebilirler. Ayrıca, yaygın ikinin tümleyeni gösteriminde, işaretin içsel tanımı "negatif" ve "negatif olmayan" arasında ayrım yapar, "negatif, pozitif ve 0" değil. (Bununla birlikte, bir bilgisayarın bir tam sayı değerinin gerçekten pozitif olup olmadığını belirlemesi kesinlikle mümkündür.) Sabit uzunluklu tam sayı yaklaşım veri tipleri (veya alt kümeleri), birkaç programlama dilinde "int" veya "Integer" olarak adlandırılır (ALGOL 68, C, Java, Delphi, vb.).
Tam sayıların değişken uzunluklu temsilleri, bilgisayarın belleğine sığan herhangi bir tam sayıyı depolayabilir. Diğer tam sayı veri tipleri ise genellikle 2'nin bir kuvveti olan bir bit sayısı (4, 8, 16, vb.) veya akılda kalıcı bir ondalık basamak sayısı (örneğin, 9 veya 10) ile sabit bir boyutta uygulanır.
Sayallık (Kardinalite).
Tam sayılar kümesi sayılabilir sonsuzdur, bu da her tam sayının benzersiz bir doğal sayı ile eşleştirilebileceği anlamına gelir. Böyle bir eşleştirmenin bir örneği şöyledir:
Daha teknik bir ifadeyle, formula_1 kardinalitesinin (alef-sıfır) ile eşit olduğu söylenir. formula_1 ve formula_2 elemanları arasındaki bu eşleştirme, bir bijection olarak adlandırılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1204",
"len_data": 16263,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.79
}
|
Akustik (ses bilimi), sesi inceleyen bir bilim dalıdır. Katı, sıvı veya gaz halindeki maddelerde dalga yayılımının fiziksel özelliklerini inceler. Bunlar arasında gürültüye yol açan titreşimlerin ve gürültünün kontrolü de vardır.
Çalışmalar.
Akustik ile uğraşan bilim insanları ve mühendisler, sesi ve insan işitmesini incelerler. Farklı nesnelerin sesle ne şekilde etkilendiklerini de araştırırlar.
Mühendisler, uygun seste iletişim sistemleri ve binaları tasarımda bulunurlar. Zararlı yüksek seslerden insanları koruma yollarını bulurlar. Tüm çalışmalar insanların duymak istemedikleri zararsız seslere yöneliktir. Gürültüyü kontrol etmenin bir yolu, gürültü kaynağını daha sessiz hale getirmektir. Gürültü ile çalışan bir serinletici yanında hiç bulundunuz mu? Düşük hızda dönen büyük bir pervane, yüksek hızda dönen küçük bir pervaneden daha az gürültü çıkarır. Gürültü, bir yerden
diğer bir yere geçmesini önlemekle azaltılabilir. Gürültü gelen bir odanın kapısını hiç kapattığınız oldu mu? Böyle yapmakla, perdeler ve akustik gereçler sesi soğururlar (yutarlar).
Yansımış bir sesi işitirseniz buna yankı (akis) adı verilir. Geniş bir odayı uygun bir şekilde döşemekle yankılar giderilebilir. Bir sesten sonra saniyenin 1/20 si kadar bir süre içinde kulağınıza ulaşan bir yankı hiçbir problem yaratmaz. Zaman aralığı uzadığı takdirde, yankı sinirlendirici olabilir. Rahatsız edici diğer bir seste çoklu yankıdır. Reverberasyon adı verilen bu ses, yansımış birçok seslerin birleşip, yavaş yavaş sönümlenmesidir. Bir müzik salonunda bunlar bir saniyeden fazla sürmemelidir. Uzun perdelerin asılması, döşeme ve koltukların, duvarların yumuşak malzemelerden yapılması yankıları ve reverberasyonları azaltır.
Çünkü ses daha kolaylıkla yutulmuş olur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1206",
"len_data": 1749,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4
}
|
Sisamlı Pisagor ("Pythagóras ho Sámios"; MÖ 570 – MÖ 495), Antik İyonya'nın en ünlü düşünürlerinden birisidir. Yunan düşünür ve Pisagorculuğun kurucusudur. Siyasal ve dinsel öğretilerini daha çok Magna Graecia'da yayan Pisagor, önce Platon ve Aristo'nun felsefelerini sonra ise tüm Batı felsefesini etkiledi. Yaşam öyküsünün çoğu halk efsaneleriyle gölgelendirilmiştir, ancak Sisam adasında bir mücevher oymacısı olan Mnesarkhos'un oğlu olduğu neredeyse kesindir.
En popüler önermesi "Pisagor teoremi"dir. Pisagor ve öğrencileri her şeyin matematikle ilgili olduğuna, sayıların son gerçek olduğuna, matematik aracılığıyla her şeyin kestirilebileceğine ve ölçülebileceğine inanmışlardır.
Hayatı.
Pisagor, Yunanistan'daki Sisam Adası'nda doğmuştur. Yüzük taşı yapımcısı Mnesarkhos'un oğludur. İlk eğitimini doğduğu adada almış, daha sonraları ticaret için babasıyla başka şehirlere gitmiştir. Miletli Thales'in öğrencisi olan Pisagor, Thales'in isteği ile dönemin matematikteki öncü ülkesi Mısır'a gitmiş ve Antiphon'un "Erdemde Sivrilenler Üzerine" adlı eserine göre orada Mısır dilini öğrenmiştir.
Döndüğünde Sisam Adası'nın tiranı Polikrates'in baskısı altında olduğunu görünce İtalya'nın güneyindeki bir Yunan kenti olan Crotone'ye gitmiştir. Burada efsanevî şarkıcı Orfeus'un kurduğu Orfeusçuluk etkisinde kalarak gizli bir dinsel topluluk kurmuştur. Kurduğu bu topluluk ile Pisagor, aynı zamanda siyasal bir görev de üstlenmiştir.
Kendilerini "matematikçiler" ("mathematikhoi") olarak adlandıran bu topluluktakiler; kişisel hiçbir şeye sahip olmadan okulda yaşıyor ve "ruh göçü" öğretisi ile et yemiyorlardı. Bu matematikçiler topluluğuna dinleyiciler ("akousmatikhoi") olarak adlandırılan öğrencileri de katılıyor, ancak onların et yememe gibi zorunlulukları olmuyordu.
Pisagorculuk Okulu.
Topluluk, hem bir okul hem de bir kardeşlik derneği gibi işlev görüyordu. Pisagor'un öğrencileri kendilerini "Pisagorcular" olarak adlandırıyorlardı. Pisagorcuların iki yüzyıl sonra Öklid'in "Ögeler" adlı eserinde yazdığı aksiyomatik geometrinin başlangıcında etkileri olmuştur.
Pisagorcuların çiğnenmesi durumunda cezasının ölüm olduğu sessizlik kuralları vardı. Çünkü bir insanın sözlerini genellikle dikkatsizce söylediğine inanıyorlardı, bir insan eğer ne söyleyeceği konusunda kuşku duyarsa susmalıydı. Diğer bir kural ise, acısı çoğalırken bir adama acısını unutması konusunda ısrar etmemekti, çünkü kaygısızlığı desteklemek büyük bir suçtu. Ayrıca Pisagorcular biri evden çıktığında öfke onun uşağı olmasın diye geri dönmemesini söylerlerdi. Bu aksiyom onlara matematik, tanrı ve evren konusunda hiçbir şeyi öğrenmemenin yine bunlar hakkında çok az bir şey bilmekten daha iyi olduğunu anlatıyordu.
Pisagorcular ikiye ayrılıyordu: Matematikçiler ve dinleyiciler. Matematikçiler daha ayrıntılı bir eğitim görürken, dinleyiciler Pisagor'un yazılarının özetlerini duyabiliyorlardı. Dinleyicilerin Pisagor'u görmeye ve tapımın sırlarını öğrenmeye izinleri yoktu. Genelde davranış kurallarını ve erdemi öğreniyorlardı.
Pisagor, kadınların bir eşya gibi görüldüğü ve işlerinin sadece evi yönetmek olduğu bir zamanda onların toplulukta eşit şekilde çalışmalarına izin verdi. Orfeusçu tapımın üyesi olan Brontinus'un kızı ve Pisagor'un eşi olan Theano da bir matematikçiydi.
Eski Pisagorcular.
Himeralı Petron.
Petron, her kenarında 60 dünyanın yer aldığı eşkenar üçgen biçiminde düzenlenmiş 183 dünyanın var olduğunu söylüyordu. Geriye kalan üç dünya üçgenin köşelerinde bulunuyordu; ama ardı ardına sıralanmış bu dünyalar birbirlerine değiyor ve bir halka halinde sakin dönmüyorlardı.
Metapontlu Hippasos.
Metapontlu Hippasus ile Efesli Herakleitos, sürekli devinen ve sınırlı olan tek bir evreni kabul ediyorlardı.
Krotonlu Alkmaion.
Alkmaion'a göre sağlık; yaş, kuru, soğuk ve sıcak gibi güçlerin dengede kalması yoluyla korunmaktadır. Aralarından birinin "tek başına egemenliği" hastalığın nedenidir, çünkü bunlardan birinin tek başına egemenliği dokuncalıdır. Hastalığın kaynağı, huydaki aşırı sıcak ya da soğuk olup nedeni de, aşırı ya da az yemektir. Hastalığın bulunduğu yerin ise kan, beyin veya ilik olduğu savlanırdı. Ancak zaman zaman dış nedenlerden dolayı ortaya çıkan hastalıklar da tanımlanmıştır: Örneğin yaşanılan yerin suyunun ya da toprağının niteliği, aşırı çalışma, işkence ya da benzeri nedenler gibi. Buna karşılık sağlık, niteliklerin dengeli oranda karışımından ileri geldiğini savunuyordu.
Alkmaion'un Kur'an'da adı geçen bilge Lokman Hekim olabileceği üzerinde tezler yayımlanmıştır.
Genç kuşak Pisagorcular.
Krotonlu Philolaos.
Tanrısal şeylerden değersiz olanları alt edilir ve karşıt ilkelerden birleştirilmiş olan, Philolaos'un öğretisinde, sınırlıdan ve sınırsızdan oluşan tek bir evren tanımlanır.
Kimileri, -onlara göre en büyük yemin olan- en yetkin olduğuna inandıkları sayıyı, yani 10 sayısını meydana getiren "dörtlük"ü de sağlığın ilk nedeni diye öne sürmüştür. Philolaos da bunlar arasında yer alır.
Tarentli Arkhytas.
Matematikçiler bana mükemmel bilgiler kazanmış gibi geliyor ve şeyleri gerçeklikteki biçimleriyle doğru kavramış olmaları bir mucize değildir. Çünkü evren bütünün doğası hakkında doğru bilgiler kazandıkları için, şeylerin niteliklerini de doğru kavramış olmaları çok doğaldı. Bu yüzden bize yıldızların hızı, doğuş ve batışları hakkında seçik bilgiler aktardılar ve aynı şekilde geometri, aritmetik, gök küreler ve hiç de az olmamak üzere müzik hakkında da. Zira bu bilimler birbirlerine çok yakın görünüyorlar. Çünkü bunlar var olanın birbirine çok yakın ilk biçimleriyle meşgul oluyorlar.
Pisagorculukta Sayı.
Bir anlatıya göre demirciler çalışırken örslerinden çıkan sesi duyan Pisagor bunun çok uyumlu olduğunu düşünmüş ve "Doğa kanunları buna izin veriyorsa bu kanunlar matematikseldir." demiştir. Bundan hareketle, notaların matematiksel formüllere dönüştürülebileceğini keşfetmiştir. Böylece matematik ve müzik arasında bağlantı kurmuştur. Ayrıca ses perdesi ile tel uzunluğu arasında bir ilişki olduğunu bulmuştur. Daha sonra bir Monokord, yani tek telli bir çalgı üzerinde telin uzunluğunu belli oranlarda değiştirdiğinde bugünkü oktav (gam dizisinde sekiz notalık ses aralığı), quint (gam dizisinde beş notalık ses aralığı) ve quart'ı (gam dizisinde dört notalık ses aralığı) bulmuştur. Bunların ise gergin tel üzerinde sırasıyla 1/2, 2/3 ve 3/4'lük aritmetik oranlarla ifade edilen uzunluklara karşılık olduğunu ortaya koymuştur. Böylece ilk dört sayı (1, 2, 3, 4) ve onlar arasındaki oranlarla o zamana kadar müzisyenlerin bile zor farkına varabildiği ses aralıklarının kesin ve matematiksel bir dille ifade edilebilir olduğunu keşfetmiştir. Ondan sonrakiler sayı oranlarında seslerin gizli bağlantılarını aramaya girişip bir sesin niteliği ile ses dizisindeki yerini bu sese karşılık olan sayının niteliği ve sayılar dizisindeki yeri ile bir tutmuşlardı. Matematik ile böylesine yakından uğraşan Pisagorcular, sayılardan edindikleri bilgileri genelleştirerek sayıları bütün varlığın ilkeleri (arkhe) yapmışlardır.
Bir sayısı temel sayıdır. Tek ve çift sayıları meydana getirendir. Sayıların ve varlıkların sonsuz dizisi "bir"den çıkar. İki türlü bir vardır: İlki, bütün sayılar (varlıklar) zincirinin içinden çıktığı ve sonuç olarak da onları içeren, kuşatan, özetleyen, karşıtı olmayan "mutlak bir"dir. Bütün varlıkların değişmez ilkesi ve ebedî kaynağı, sarsılmaz ilkesidir.
İki sayısı dişiliği ve doğanın bu dişilikten geldiğini ifade eder. Üç sayısı uyum ve düzenle maddenin içerdiği üçlü öğeyi temsil eder. Bu sayı, başlangıcı, ortası ve sonu olan ilk rakamdır, yetkin bir sayıdır. Dört tanrısal gücü simgeler. İlk çift sayı olan "iki"nin kendisi ile çarpımından elde edilen bu sayı adaletin de simgesidir. Beş sayısı evliliğin simgesidir. Altı organik ve hayati varlıkların türlü şekillerini gösterir. Burada dişilik ilkesi olan (2), erkeklik ilkesi olan (3), mutlak (1) ile birleştiği için soyların devamını da gösterir. Yedi sayısı kritik sayıları temsil eder. Örneğin, yedi günlük, yedi aylık ya da yedi yıllık dönemlerin varlıkların gelişiminde baskın rolleri vardır. Sekiz sayısı akıl, ahlak ve erdemin temsilcisidir. Dokuz sayısı mutlak Bir ayrı tutulacak olursa ilk tek sayı Üç'ün karesidir. O da Dört sayısı gibi adaleti temsil eder.
On sayısı, yetkin bir sayıdır. Her şey ondan çıkar. Yaşamın ilkesi ve yol göstericisidir. Göksel ve tanrısal olduğu kadar insanidir. Eğer "on"lu olmasaydı her şey belirsizlik içinde ve karanlıkta kalırdı. Bütün sayıların temelidir. On sayısının içinde ilk olarak eşit sayıda tekler ve çiftler bir araya gelmiştir (1, 3, 5, 7, 9 ve 2, 4, 6, 8, 10).
Sayıların Kullanım Adları.
"Onlardan bazıları da bunların düzenli bir sırada sıralanan on temel ilkesi olduğunu söylerler:
Astronomi.
Pisagorcuların bilim alanında en büyük başarıları astronomidedir. İlk defa olarak yeri, evrenin merkezi olmaktan çıkarmışlar, onu küre şeklinde düşünmüşler ve yerin, evrenin ortasındaki görünmeyen merkezi ateşin etrafında dolandığını söylemişlerdir.
Tetraktys.
Pisagorcuların simgesi Tetraktystir. Bir sayının geometrideki karşılığı noktadır. İki nokta yan yana getirildiğinde ise bir doğru ya da çizgi elde edilir. Bu da İki sayısının karşılığıdır ve artık elimizde uzunluğu olan bir şekil vardır. Üç sayısı ise üçgene karşı gelir ve düzlemi temsil eder. Dört sayısı dört yüzlü bir şeklin karşılığı olup artık, ortaya bir nesne çıkmıştır.
Pisagor Teoremi.
Bir dik açılı üçgende dik kenarların her birinin uzunluklarının karelerinin toplamları, dik açının karşısındaki kenar olan hipotenüsün uzunluğunun karesine eşittir. Bu teoremin matematiksel formülle gösterimi şöyledir: c2 = a2+ b2
Pisagor'dan etkilenenler.
Platon.
Platon'a olan etkisi R. M. Hare'ye göre üç konudadır:
Platon'un üçüncü kuşak Pisagorcular'dan geometriye birçok katkısı olan ve Öklid'in "Ögeler" adlı eserinde aksettirdiği Arhitas'tan etkilendiği açıktır.
Roma.
Antik Roma efsanelerinde ikinci kral Numma Pompilius'un Pisagor'un öğrencilerinden biri olduğu söylenir.
Ezoterik gruplar.
Pisagor matematik çalışmalarına adanmış Pisagor kardeşliği adında gizli bir topluluk kurmuştur. Bu sonradan birçok ezoterik grubu etkilemiştir.
Toplum hakkında görüşleri.
Pisagor toplumu bir vücuda benzetir. Bu konuda insan yapısının 3 ana parça olduğunu belirtir: Akıl (bilgelik), ruh (cesaret) ve maddi ihtiyaçlardır. Toplum da böyledir; akıllı kişiler toplumu idare etmeli, cesaretli kişiler asker olmalı, toplumun maddi ihtiyaçlarını ise üretim yapan halk karşılamalıydı.
Pisagor'a göre toplumda adaletin gerçekleşmesi için, bu sınıfların kendi arasında değil kendi içinde eşitliği olmalıdır. Yani yöneticiler kendi arasında, askerler kendi arasında, halk da kendi arasında eşittir.
Bu hiyerarşik eşitsizlik anlayışı, reenkarnasyon inancında kendisine dayanak bulur. Pisagor'a göre, ruhlar bu dünyada iyi eylemlerde bulunup erdemli olmak için çabalarlarsa sonraki hayatlarında bir üst sınıfa uygun karakterli ve yetenekli bir şekilde doğacaklardır. Eğer kötü eylemlerde bulundularsa, daha aşağı bir sınıfa uygun olarak, hatta bitki ve hayvanlar aleminde doğacaklardır.
Maddî isteklerin ve dünya malının kölesi gibi olan halk, erdemsizdir ve bu yüzden ruh bakımından aşağı düzeydedir. Şan ve şeref peşindeki asker sınıfı ve aklıyla hareket eden yönetici sınıfı ise daha üstündür. Pisagor bu yüzden insanlara aşırılıktan kaçınıp ölçülü olmayı öğütler.
Ruh göçü öğretisi.
Herodotos'un bizlere aktardığına göre; ruh göçü öğretisini, Pythagoras Mısır' dan alıp, Yunan dünyasına ithal etmemiştir. Çünkü Mısır' da ruhun ölümden sonra varlığını sürdürdüğü fikri mevcut olmakla birlikte, onun bedenden bedene dolaştığı fikri mevcut değildir. Bu öğretiye göre; ruh ölümsüzdür, insanın bu dünyada işlemiş olduğu kötülüklerin veya yapmış oldukları iyiliklerin sonucu olarak insanın ölümünden sonra değerce daha aşağı veya daha yukarı varlıkların bedenlerine göç eder. Böylece o sürekli bir yeniden" doğuşlar çarkı"na tabi olur. Ancak insanın çok dürüst, çok erdemli bir hayat sürmesi sonucunda bu doğuş çarkından kurtulması, saf hale gelmesi, ana vatanına, yani tanrısal alana dönmesi mümkün olur.
Bir anlatıya göre;
"Bir gün sopayla dövülen bir eniğin yanından geçerken ona acımış ve şöyle demiş: Dur, vurma! Çünkü o sevdiğim bir adamın ruhu, bağırışını duyunca onu tanıdım."
Diğer başarıları.
Pisagor'un en büyük başarısı müziğin 1, 2, 3, 4 sayılarının orantılı aralıklarına dayandığını keşfetmesidir. Pisagor evrenin bu sayıların toplamı olan 10 sayısına (1 + 2 + 3 + 4 = 10) dayandığını söylemiştir.
Onun ardından Hippasos, irrasyonel sayıları keşfetmiştir fakat Pisagor için bu düşünülemez bir şeydi ve bu konu yüzünden Hippasos'un öldürüldüğü söylenir.
Ayrıca kare sayıları keşfetmişlerdir. Örneğin 9 bir kare sayıdır: 3*3=9, yine 4 bir kare sayıdır: 2*2=4
Dünyanın yuvarlak olduğunu, her gezegenin bir ekseni olduğunu ve gezegenlerin bir merkezi noktada döndüklerini söyleyen ilk kişilerden biriydi. Bu noktayı önce dünya olarak belirlese de sonradan bu düşünceden vazgeçip gezegenlerin merkezi bir ateş etrafında döndüğünü söylemiştir. Ama bu ateşi asla Güneş olarak tanımlamamıştır. Ayrıca Ay'ın başka bir gezegen olduğuna inanmış ve ona Karşı-Dünya demiştir.
Eserleri.
Bildiğimiz kadarıyla Pisagor, öğretilerini sözle yaymıştır. Onunla ve öğretileriyle ilgili bilgileri, öğrencilerinin yazılarından alıyoruz. Fakat Diogenes Laertios'un eserinde belirttiği üzere, Pisagor'un da eserleri vardır:
"Bazıları Pythagoras'ın bir tane dahi yazılı eser bırakmadığını söylerler, ama bu doğru değildir. Doğa düşünürü Herakleitos neredeyse avaz avaz bağırarak şöyle diyor: "Mnesarkhos oğlu Pythagoras araştırma çalışmalarında bütün insanları aşmıştır ve bu yazılarından seçme yaparak, büyük bilgi ve kurnazlığa dayalı kendi bilgeliğini oluşturmuştur." Böyle söylüyor, çünkü Pythagoras "Doğa" adlı eserine şu sözle başlıyor: "Soluduğum hava adına, içtiğim su adına, bu eserimle ilgili herhangi bir yergiye katlanamayacağım."
Pisagor ezoterizmi.
Ezoterizm'de Pisagor büyük inisiyelerden biri olarak kabul edilir. Delphoi’te, Mısır’ın Teb ve Memfis kentlerinde ve Babil’de bulunmuş olan Pisagor, inisiyatik eğitim aldıktan ve uzun gezilerinden sonra, Taranto Körfezi’nin uç noktasındaki bir Dor site-devlet’i olan Croton’da (Crotona) bir enstitü açarak kendi ezoterik ekolünü kurmuştur. İnisiyatik niteliğinin yanı sıra bilimler akademisi niteliği taşıyan bu enstitüde dinler ve manevi bilimlerin yanı sıra maddi bilimler (fizik, matematik, siyaset bilimi vs.) de öğretilmekteydi. Pisagor bu bilimlere “insan bilgisinin tümünü kuşatan” anlamında “matemata”lar adını vermişti ki, bilindiği gibi, matematik sözcüğü bu terimden doğmuştur.
Pisagor’a göre, tüm felsefe ve dinlerde hakikatin (verite) dağınık ışınları yer almaktaysa da, bu ışınların merkezi ezoterik doktrindi. Ayrıca hakikate ulaşmada öncelikle “sezgi” gerekliydi, gözlem ve muhakeme yeterli değildi.
Pisagor’un rejim modeli.
Pisagor Croton'da inisiyatik eğitim yoluyla, “yönetici sınıfın ‘liyakate göre atama’yla seçilen bilgelerden (inisiyelerden) oluştuğu yönetim modelini uygulamayı amaçlıyordu. Platon’un sonradan “Devlet” adlı eserinde söz edeceği bu yönetim rejimini, kimilerine göre, dünyada (ya da 6.000 yıl içinde) pratiğe geçirebilmiş tek kişi Pisagor olmuştur. Bu yönetim rejimi şöyle açıklanır:
Enstitü’nün gelişimi ve dağıtılması.
Zamanla enstitü’nün gitgide güç kazanması Pisagorcular’a Croton site-devlet’in yönetimini ellerine almalarını sağlamıştı. Pisagor buraya gelmeden önce aristokratlardan (zengin yurttaşlardan) oluşan 1000’ler meclisince (senatosunca) yönetilen Croton, artık 300 inisiyeden oluşan bir konsey tarafından yönetiliyordu. Pisagor’cu yapılaşma, giderek Güney İtalya'nın diğer kentlerine ve Akdeniz’deki bazı adalara da sıçramaya başladı. Fakat çıkarları zedelenenler ve inisiyasyona alınmayanlar bir süre sonra karşılık vermekte gecikmediler. Bundan sonra gelişen olaylar hakkında kaynaklar farklı bilgiler vermektedir. Kimilerine göre Pisagor dahil en üst düzeyli inisiyelerin hemen hemen hepsi öldürülmüş, kimilerine göre de, Pisagor kaçmayı başarmış ve Metapontium kentinde yüz yaşına yaklaşırken eceliyle ölmüştür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1207",
"len_data": 16061,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.81
}
|
Pisagor teoremi () veya Pisagor bağıntısı, Öklid geometrisinde üçgenin kenarları arasındaki temel ilişkiyi kuran ilk teoremlerden biridir. Teoreme gerçek hayattan örnek olarak telli çalgılar gösterilebilir; 'telin uzunluğu arttıkça titreşim artar' prensibine dayanır. Pisagor'un denklemi olarak da isimlendirilen bu teorem, "a, b" ve "c" kenarlarının arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklar:
burada "c" hipotenüsün uzunluğunu, "a" ve "b" üçgenin diğer iki tarafının uzunluklarını temsil eder. Tarihî anlamda çok tartışılan teorem, adını eski Yunan filozof ve matematikçi Pythagoras'dan almıştır.
Bu teorem, birçok matematiksel teoremin ispatlanmasını sağlamıştır. Binlerce yıl öncesine dayanan geometrik ispatlar ve cebirsel ispatlar da dahil olmak üzere bu, çok çeşitlidir. Bu teorem, yüksek boyutlu uzaylardan, Öklid olmayan uzaylara, doğru üçgen olmayan nesnelere ve aslında hiç üçgen olmayan nesnelere, n boyutlu katılara çeşitli şekillerle entegre edilip genelleştirilebilir. Pisagor teoremi, matematiksel soyutlamanın, mistik ya da entelektüel gücün sembolü olarak matematiğin ilgisini çekmiştir; edebiyat, sinema, müzikal, şarkı ve çizgi filmlerde de popüler olmuştur.
Yeniden düzenleme ispatı.
Şekilde gösterilen iki büyük karenin her biri dört özdeş üçgen içerir ve iki büyük kare arasındaki tek fark, üçgenlerin farklı şekilde konumlandırılmasıdır. Bu nedenle, iki büyük karenin her birinin içindeki beyaz boşluk eşit alana sahip olmalıdır. Beyaz boşluğun alanını eşitlemek Pisagor teoremini verir, Q.E.D.
Heath, Öklid'in Elementler'i'ndeki "Önerme I.47" üzerine yaptığı yorumda bu kanıtı verir ve Bretschneider ve Hankel'in, Pisagor'un bu ispatı biliyor olabileceğine dair önerilerinden bahseder. Heath, Pisagor teoreminin ispatı için farklı bir öneriyi destekliyordu, ancak tartışmasının başlangıcından itibaren şunu kabul ediyor: "Pisagor'dan sonraki ilk beş yüzyıla ait olan Yunan edebiyatı, bu veya buna benzer herhangi büyük bir keşfi belirten hiçbir ifade içermiyor." Son araştırmalar Pisagor'un, matematiğin babası olma rolünde yüksek olasılık gösterdi ancak bu konudaki tartışmalar devam ediyor.
Teoremin diğer biçimleri.
Eğer "c" hipotenüs uzunluğunu, "a" ve "b" diğer iki tarafın uzunluğunu gösteriyorsa Pisagor teoremi, cebirsel olarak şöyle ifade edilir:
Hem "a" hem de "b"nin uzunlukları biliniyorsa, "c" şu şekilde hesaplanır:
Hipotenüs "c"nin ve en az bir tarafın ("a" veya "b") uzunluğu biliniyorsa, diğer tarafın uzunluğu şu şekilde hesaplanır:
veya
Pisagor denklemi, dik üçgenin kenarlarını basit bir şekilde ilişkilendirir. Böylece herhangi bir iki tarafın uzunluğu biliniyorsa üçüncü tarafın uzunluğu bulunabilir. Teoremin başka bir sonucu, herhangi bir dik üçgende hipotenüsün diğer taraflardan herhangi birinden daha büyük, ancak toplamlarından daha az olmasıdır.
Bu teoremin genelleştirilmesi, diğer iki tarafın uzunlukları ve aralarındaki açı göz önüne alındığında, herhangi bir üçgenin herhangi bir tarafının uzunluğunun hesaplanmasını sağlayan kosinüs yasasıdır. Diğer taraflar arasındaki açı dikaçı ise, kosinüs yasası Pisagor denklemine indirgenir. Matematikte Pisagor teoremi, Öklid geometrisinde bir dik üçgenin 3 kenarı için bir bağıntıdır. Bilinen en eski matematiksel teoremlerden biridir. Teorem sonradan MÖ 6. yüzyılda Yunan filozof ve matematikçi Pisagor'a atfen isimlendirilmiş ise de, Hindu, Yunan, Çinli ve Babilli matematikçiler teoremin unsurlarını, o yaşamadan önce bilmekteydiler. Pisagor teoreminin bilinen ilk ispatı Öklid'in Elementler eserinde bulunabilir.
Teoremin diğer ispatları.
Bu teoremin, diğer birçok teoremden daha fazla ispatı olabilir (ikinci dereceden karşılıklılık yasası, bu ayrım için başka bir rakiptir); sadece "The Pythagorean Proposition" kitabı 370 ispat içeriyor.
Üçgende benzerliği kullanarak ispat.
Bu ispat, benzer iki üçgenin kenar oranlarına, yani benzer üçgenlere karşılık gelen herhangi iki kenarın birbirine oranına, üçgenlerin boyutuna bakılmaksızın aynı olmasına dayanmaktadır.
"ABC", şekilde gösterildiği gibi "C"ye uzanan dik açılı bir dik üçgeni temsil etsin. Yüksekliği, "C" noktasından olsun ve "H" ile, "AB" doğrusu üzerinde kesişsin. "H", hipotenüs "c"nin uzunluğunu "d" ve "e"ye bölsün. Yeni "ACH" üçgeni, "ABC" üçgeni ile benzer olsun, çünkü her ikisi de bir dik açıya sahip (yükseklik tanımına göre) ve açıyı "A"da paylaşsınlar (bu, üçüncü açı "θ"nın her iki üçgende de aynı olacağı anlamına gelir). Üçgenlerin benzerliğinin ispatı, üçgen varsayımını gerektirir: "Bir üçgendeki açıların toplamı iki dik açıya eşit ve paralel postülata eşdeğerdir" varsayımla eşdeğerdir. Üçgenlerin benzerliği, karşılık gelen tarafların oranlarının eşitliğine yol açar:
İlk sonuç "θ" açısının kosinüslerine eşittir, ikinci sonuç ise sinüslerine eşittir.
Bu iki eşitliğin toplanması,
birkaç basitleştirmeden sonra, Pisagor teoremini şöyle ifade eder:
Sayısal örnekler.
En yaygın olarak karşılaşılan örneklerden biri "3-4-5" üçgenidir. formula_10
Bu, komşu kenarları sırasıyla 3 birim, 4 birim ve karşı kenarı 5 birim olan bir dik üçgeni temsil eder.
Diğer örnekleri ise:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1208",
"len_data": 5049,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.87
}
|
Şiir, sözcüklerin düz anlamlarına ek olmak üzere ya da bunların yerine başka anlamlar oluşturmak için dilin ses estetiği veya ses sembolizmi ve ölçü gibi estetik ve ritmik özelliklerini kullanan bir edebiyat türüdür. Müellif İsmail Durmuş İslam ansiklopedisinde “mübalağa sanatı”nın şiirin temel karakteristiği olduğu üzerinde durmaktadır.
Şiir, Sümerlerin Gılgamış Destanı’na kadar uzanan köklü bir tarihe sahiptir. İlk şiirler Çincede olduğu gibi halk şarkılarından ya da Sanskritçe Vedalar, Zerdüştlük inancının Gataları ve Homeros’un "İlyada" ile "Odysseia"sı gibi destanların yeniden sözlü anlatım ihtiyacından ortaya çıkmıştır. Şiirin tanımlanması için antik dönemdeki çalışmalar, Aristoteles'in Poetikasında olduğu gibi konuşmanın, retorik, drama, şarkı ve komedide kullanımına odaklanmıştır. Daha sonraki çalışmalar, yineleme, mısra biçimi ve kafiye gibi özelliklere yoğunlaşmış ve şiiri tartışmasız olarak bilgilendirici, düzyazı formlarından ayıran estetik olgusuna vurgu yapmıştır. Yirminci yüzyılın ortalarından itibaren şiir dile yön veren temel yaratıcı güç olarak daha fazla anılır olmuştur.
Şiir, sözcüklere farklı yorumlar getirmek veya onlardan kaynaklanan duygusal tepkiler yaratmak için biçim ve bir araya getirmeleri kullanır. Asonans, aliterasyon, yansıma ve ritim gibi araçlar müzikal veya arpağ etkisi oluşturmak için bazen kullanılmaktadır. Şiir dilinin anlam belirsizliği, sembolizm, ironi ve diğer stilleri gibi araçları şiiri farklı yorumlamalara uygun hâle getirir. Benzer biçimde mecaz, benzetme ve mecaz-ı mürsel gibi konuşmanın öğeleri daha önce algılanmamış farklı imajlar arasında bir anlam katmanı içeren bir ilişki kurmaktadır. Kafiye ve ritim kurgusu içinde şiirin sözleri arasında da benzer yakınlıklar kurulabilir.
Bazı şiir biçimleri, şairin yazdığı dilin özelliğine bir yanıt ve ait olduğu kültüre ve türe özgüdür. Dante, Goethe, Mickiewicz ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî tarafından yazılan şiirleri okumaya alışık okurlar şiirin her zaman kafiye ve ölçü ile yazıldığını düşünebilir, ne var ki, kimi kutsal metinlerde olduğu gibi ritim ve ses estetiği oluşturmayı amaçlayan şiir gelenekleri de vardır. Modern şiir ise şiir geleneğine eleştiri üzerine kuruludur. Bunu yaparken birçok unsurun yanı sıra ses estetiği ilkeleriyle oynayıp test etmekte, bazen bunu kafiye ve ritimde de yapmaktadır. Günümüzün küreselleşen dünyasında şairler artan oranda farklı kültür ve dillerden biçimleri, tarzları ve teknikleri şiire uyarlamaktadır.
Tanımı.
Türkçede karşılık olarak koşuk, yır, özün gibi sözcükler önerilmişse de hiçbiri yaygınlık kazanamamıştır. Günümüzde koşuk, nazım karşılığı olarak kullanılmakta ise de nazım ve şiiri birbirine karıştırmamak gerekir. Birincisi yalnızca bir anlatım yoludur. Geçmişte şiirin uyak, ölçü, nazım biçimleri gibi biçimsel özelliklerden ayrı düşünülmemesi sebebiyle şiirle nazım eş anlamlı sayılmışsa da günümüzde bu düşünce aşılmış ve edebiyatın şiirle birlikte başladığı düşüncesinde fikir birliği oluşmuştur.
Yahya Kemal Beyatlı şiiri "Bildiğimiz musikiden farklı bir musiki" olarak tanımlarken, Cahit Sıtkı Tarancı'ya göre şiir "Kelimelerle güzel şekiller kurma sanatı"dır. Ahmet Haşim şiiri "Söz ile musiki arasında olan fakat sözden ziyade musikiye yakın olan bir lisan" olarak tanımlar. Necip Fazıl Kısakürek ise şiir için "Mutlak hakikati arama işidir" der.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1213",
"len_data": 3333,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.85
}
|
Uygur Kağanlığı (Eski Türkçe: 𐱃𐰆𐰴𐰕:𐰆𐰍𐰕:𐰉𐰆𐰑𐰣, Toquz Oγuz budun, Tang dönemi isimleri, modern Hanyu Pinyin ile: Geleneksel Çince: 回鶻 ; Basitleştirilmiş Çince: 回鹘 ; Pinyin: huíhú veya Geleneksel Çince: 回紇 ; Basitleştirilmiş Çince: 回纥 ; pinyin: huíhé), 8.ve 9. yüzyılların ortaları arasında yaklaşık bir yüzyıl boyunca var olan bir Türk imparatorluğuydu. Çinliler tarafından Jiu Xing (Dokuz klan), dokuz Oğuz veya Dokuz Tuğluk olarak adlandırılan bir kabile konfederasyonuydu.
Etimoloji.
Çin kaynaklarında Huei-ho, Wei-ho, Huei-hu, Wei-qu-er vb. şekilde görülen Uygur adının anlamı 974'te yazılan "Chiu Wu-tai-shihde "şahin süratiyle dolaşan ve hücum eden" şeklinde açıklanmaktadır. Fakat bunun bir yakıştırma olduğu bellidir. Etimolojik olarak Uygur adının uy ("takip etmek")+gur (Salgur gibi) tarzında ortaya çıktığı ileri sürülmüş ise de, o tarihlerde kullanılan Türkçe'de de "takip etmek" manasındaki eylem kökünün "ud-" biçiminde olduğu antitezinden hareketle sözcüğün oy ("oymak, baskı yapmak") + gur ve kuvvetli bir olasılıkla uy ("akraba, müttefik")+ gur"' şeklinde türediği savunulmaktadır. Nitekim tarihsel süreçte ortaya çıkan "On Uygur" federatif adının "On Müttefik" manasına kullanılmış olma olasılığı tarihsel gerçeklik açısından ağır basar.
Uygur adıyla ilgili bir diğer mesele ise İslam kaynaklarında her zaman ve Çin kaynaklarında bazen kendilerine verilen Dokuz Oğuz adının kökeni ve ne şekilde ortaya çıktığıdır. Aslında Uygurlar'dan ayrı bir budun (boylar birliği, ulus) olan dokuz Oğuzlar, Göktürk siyasi otoritesinin dayandığı topluluk idi. Bu anlamda ayrı bir etnik yapı oluşturmayıp kendiliğinden Türk budununu oluşturan boylara verilen isimdi.
Zaten Çin kaynaklarında kendilerinden "Türklerin dokuz kabilesi", Göktürkler'den ise "dokuz kabilenin Türkleri" diye bahsedilmesi; nitelik yönünden benzerliği ortaya koymaktadır. İşte bu Dokuz Oğuz boylarına -başka bir deyişle- dokuz adet Oğuz boyuna, dokuz oymaktan oluşan- Uygur boyunun eklenmesiyle "On-Uygur" denilen siyasal birlik ortaya çıkmıştır ve böylece Uygur adı ile Dokuz Oğuz adı birlikte ve bazen karıştırılarak kullanılagelmiştir.
Tarihçe.
Yükseliş dönemi.
657'de Batı Türk kağanlığı Tang hanedanı tarafından yenildi ve ardından Uygurlar Tang hanedanlığına sığındı. Bundan önce Uygurlar, 627'de Tibet İmparatorluğu'na ve Türklere karşı savaştıklarında Tang ile ittifak kurma eğilimi göstermişlerdi.
742'de Uygurlar, Karluklar ve Basmiller İkinci Türk Kağanlığı'na isyan ettiler.
744'te Basmiller, başkent Ötüken'i ele geçirdi ve hüküm süren Özmiş Kağan'ı öldürdü. Aynı yıl içinde Basmillere karşı bir Uygur-Karluk ittifakı kuruldu ve onları yendiler. Uygur kağan'ın kişisel adı Qulluğ Boyla'ydı (Çince:骨力裴羅). Tüm kabilelerin en yüksek hükümdarı olduğunu iddia ederek Kutlug Bilge Kül Kağan (Şanlı, bilge, kudretli kağan)unvanını aldı. Başkentini Ordu-Balık'ta kurdu. Çin kaynaklarına göre, Uygur İmparatorluğu toprakları "doğu ucunda, Şivey topraklarını, batıda Altay Dağları'nı, güneyde Gobi Çölü'nü kontrol altına aldı, böylece eski Hiung-nu'nun tüm topraklarını kaplamış oldu".
745'te Uygurlar Göktürklerin son kağanı Kulun Beg'i (白眉可汗 鶻隴匐) öldürdüler ve başını Tang'a gönderdiler.
Altın Çağ
747'de Kutluk Bilge Kül Kağan öldü ve yerine en küçük oğlu Bayan Çor Kağan geçti. Tang ile bir dizi ticaret karakolu inşa ettikten sonra, Kağan sermayeyi Ordu-Balık ve Bay Balık'i inşa etmek için kullandı. Yeni kağan daha sonra tüm bozkır halklarını bayrağı altına almak için bir dizi sefer başlattı. Bu süre zarfında imparatorluk hızla genişleyerek Sekiz Oğuzları, Kırgızları, Karlukları, Türgeşleri, Dokuz Tatarları, Çikleri ve Basmilleri Uygur egemenliğine soktu.
755'te An Luşan, Tang hanedanına karşı bir isyan başlattı ve Tang İmparatoru Suzong, 756'da Bayançur Han'dan yardım istedi. Kağan bunu kabul etti ve en büyük oğluna Tang imparatoruna askerlik hizmeti vermesini emretti. Yaklaşık 4.000 Uygur atlısı, 757'de Çang'an ve Luoyang'ı geri almak için Tang ordularına yardım etti. Luoyang'daki savaştan sonra Uygurlar şehri üç gün boyunca yağmaladılar ve ancak büyük miktarda ipek çıkarıldıktan sonra durdular. Yardımları için 20.000 rulo ipek gönderdiler ve onlara onursal unvanlar verdiler. Buna ek olarak, at ticareti her at için 40 rulo ipeğe sabitlendi ve Uygurlara Çin'de kalırken "misafir" statüsü verildi. Hanedanlar karşılıklı evlilikler yaptılar. Uygur prensesi bir Tang prensiyle evliyken Bayançur Han ise Prenses Ninguo ile evlendi.
758'de Uygurlar yönlerini Kuzey Yenisey Kırgızlarına çevirdiler. Bayançur Han, bir Kırgız ordusunu katletmeden ve Kağanlarını idam etmeden önce ticaret karakollarından birkaçını yok etti.
759'da Uygurlar, isyancıları bastırmak için Tang'a yardım etmeye çalıştı ancak başarısız oldu. Bayançur Han öldü ve yerine oğlu Tengri Bögü Kağan geçti. 762'de Tengri Bögü, Tang'ı 4.000 askerle işgal etmeyi planladı, ancak müzakerelerden sonra taraf değiştirdi ve Luoyang'daki isyancıları yenmelerine yardımcı oldu. Savaştan sonra Uygurlar şehri yağmaladılar. Halk korunmak için Budist tapınaklarına kaçtığında Uygurlar onları yakıp yıktı ve 10.000'den fazla kişiyi öldürdü. Yardımları için Tang, gitmeleri için 100.000 parça ipek ödemek zorunda kaldı. Sefer sırasında kağan, onu Maniheizmle tanıştıran rahiplerle karşılaştı. O zamandan beri Uygur Kağanlığı'nın resmi dini Maniheizm oldu.
Parçalanma Dönemi.
779'da Bögü Kağan, Soğd saraylarının tavsiyelerine dayanarak Tang hanedanlığı'nı işgal etmeyi planladı. Ancak Tengri Bögü'nün amcası Tun Baga Tarkan bu plana karşı çıkarak onu ve "Kağan'ın ailesi ve Soğdlar arasından yaklaşık iki bin kişiyi öldürdü." Tun Baga Tarkan, Alp Kutlu Bilge ("Muzaffer, şanlı, bilge") unvanıyla tahta çıktı ve kağanlığın birliğini güvence altına almak için tasarladığı yeni bir dizi yasa uyguladı. Saltanatı sırasında Maniheizm bastırıldı, ancak halefleri onu resmi din olarak ilan etti.
780'de Çang'an'dan haraç alarak ayrılırken bir grup Uygur ve Soğd öldürüldü. Tun tazminat olarak 1.800.000 ip talep etti ve Tang bu tutarı altın ve ipek olarak ödemeyi kabul etti.
Kültür ve medeniyet.
Türk boyları arasında tarım toplumunun ilk örnekleri bu dönemde görülür. Tarım yapabilmek için şehirler kurulmuştur. Göçer hayatın izin vermediği kültür birikimi sağlanmıştır. Günümüz Türk devletlerine varan birçok özellik ilk olarak Uygurlarda görülür. İbn Fadlan Dönemin seyyahlarında Uygur kültürünün zenginliğinden bahsedilmiş, birçok dinin bir arada yaşaması betimlenmiştir. Türklerin ata dini olan tengricilik ile budizm, maniheizm, nesturi hristiyanlık bir arada ve problemsiz şekilde yaşamaktaydı. Devlet özellikleri açısından Çinlilerce ilginç bulunup, incelemek için elçiler yollanıyordu. Budizme geçiş de Çinli elçiler vasıtasıyla olmuş, Uygurlar diğer kültürler altında ezilmemek için dünyada pek kabul görmeyen maniheizmi tercih etmiştir. Mani dini yine Bögü Kağan zamanında resmî din hâline gelmiştir. Sonunda budist yoğunluklu, diğer dinlerin de rahat yaşandığı bir devlet ortaya çıkmıştır. İlk hukuk, sivil örgütlenme, vergi, spor, müzik terimler bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bozkır hayatının anarşik yapısına karşılık Uygurlarda hoşgörü ve refah içinde yaşanıyordu. Bu özellikler o dönemden kalan binlerce hukuk, sivil ve devlet yazmalarında görülebilir.
İlerleyen dönemlerde Kansu'da yaşayan Uygurlar Buda dinine geçtiler. Uygurlar ilk zamanlar Göktürk alfabesini kullanmış daha sonra ise Uygur alfabesini geliştirmişlerdir. Moğol devlet teşkilatında görev alan Uygur asıllı insanların etkisiyle Uygur harfleri Moğal ve Mançurların da yazısı hâline geldi. Uygur yazısı Fatih Sultan Mehmed zamanında da İstanbul'daki sarayda öğretilmiştir. Fatih'in "Otluk Beli Fetihnamesi" Uygur harfleriyle ve Doğu Türkçesiyle yazılmıştır. Uygurlara ait matbaa ve kâğıt tezgâhlarının olduğu da bilinmektedir.
Kağanlar.
Tengri Kağan 762 yılında Mani (یین مانی "Āyin e Māni"; 摩尼教, "Móní Jiào") dinine dönmüş, daha sonra yeğeni "Tun Bağa Tarkan" tarafından öldürülmüştür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1216",
"len_data": 7909,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.92
}
|
Van Gölü, Van ve Bitlis illeri sınırları içerisinde bulunan Nemrut volkanik dağının patlaması sonucu, bölgedeki tektonik çöküntü alanının önünün kapanmasıyla oluşmuş bir volkanik set gölüdür.
Çok sayıda koyu bulunan Van Gölü'nün yüzölçümü 3.713 km2'dir. Van Gölü hem tatlı su hem de deniz ekosistemlerinden farklı bir sucul ekosistemdir. Suları tuzlu ve sodalıdır. Göl suyu tuzluluk oranı %o19, pH'sı ise 9,8 dir. Bu yüzden Van Gölü yüksek rakıma ve sert kışlara rağmen donmaz. Göl su seviyesi iklime bağlı olarak yükselip, düşmektedir. Ancak ortalama olarak denizden yüksekliği 1646 metredir. Gölün ortalama derinliği 171 m, en derin yeri ise, 451 metredir. Yeni yapılan çalışmalar ile gölün yaşının 600.000 yıl olduğu belirlenmiştir. Gölün doğu bölümünde dört ada vardır. Bunlar; Akdamar, Çarpanak, Adır ve Kuş adalarıdır. Adalar tarihi ve turistik özelliğe sahiptir ve 1990 yılında Arkeolojik Sit Alanı ilan edilmişlerdir.
Van Gölü dünyanın en büyük sodalı gölüdür ayrıca Türkiye'de bulunan en büyük göldür. Gölün tuzlu-sodalı suları, biyolojik çeşitliliği sınırlamaktadır. Gölde bilinen 103 tür fitoplankton, 36 tür zooplankton ve iki tür balık yaşamaktadır. Bunlar; inci kefalı (Chalcalburnus tarichi)
ve 2018 yılında İl Jandarma Komutanlığı Su Altı Timinin, Van Gölü'ndeki dalış eğitimi sırasında 13 metre yükseklikteki bir mikrobiyalitin içerisinde yaşadığını tespit ettiği, siyah benekli sarı bir balıktır. Bu yeni balık türü ile ilgili araştırmalar devam etmektedir. 2015 yılında yapılan araştırmalara göre gölde piyasa değeri 7,5 milyar dolar olan 50 tonluk uranyum vardır. Göl etrafı karadan 430 km'dir ve bunun 245 km'si Bitlis ili sınırları içindedir.
Yöre halkına göre gölde bir canavar yaşamaktadır. Söylentiyi çıkaranların amaçlarının bölgeye turist çekmek olduğu söylense de, söylentileri araştırmak amacıyla bölgede pek çok bilimsel araştırma ekibi çalışmalar yapmıştır.
İstanbul-Tahran demiryolu hatlarını da bağlamaktadır.
Türkiye ve İran'a bağlanan demir yolu 1970'lerde yapılmıştır.
Oluşumu.
Van Gölü Doğu Toros ve Aladağların arasında kalan tektonik oluşumun batı kısmında bulunmaktadır. Gölün batısında ve kuzeybatısında birkaç sönmüş volkan vardır. Süphan Dağı ve Nemrut Dağı bu sönmüş volkanların birkaçıdır. Yaklaşık 200 bin yıl önce, Buzul Çağı'nın ortalarında, Nemrut Dağından akan lavlar uzunluğu 60 km'yi aşan bir akım oluşturmuş. Bu akım Van Çukuru ile Muş Çukuru arasındaki su akımını engelleyince göl oluşmuştur. Günümüzdeki araştırmalarda Doğu Toros Dağlarının erozyona uğraması sonucu Van Gölü'ndeki suların Dicle'ye dökülüp, gölün küçüleceği ya da yok olacağı düşünülmektedir.
Tarihçe.
Eski Yunan coğrafyacıları tarafından Thospitis Lacus ya da Arsissa Lacus olarak anılan Van Gölü'nün modern zamanlardaki ismi, sınırlarına dahil olduğu Van ilinden gelmektedir. Urartu Krallığının başkenti, Milattan önce 10. ve 8. yüzyıllar arasında, gölün doğu kıyılarında kurulmuştur. Van Gölü sahilleri boyunca ve pek çok adalarında Ermeni kilise ve manastır kalıntıları bulunabilir. En iyi korunanı onuncu yüzyıldaki "Kutsal Haç" Kilisesi'dir. Akdamar Adası'ında yer alır. Kral "Gagik Artzruni" tarafından 915 ve 921 yılları arasında inşa edilmiştir. Dış duvarlardaki rölyefler kutsal kitaba ait Âdem ve Havva, Jonah and the whale (Yunus ve Balina), Davud ve Goliath (Golyat) gibi hikâyeler sunar.
Diğer önemli tarihsel anıt gölün doğu kıyısındaki "Van Kalesi"dir. Modern Van şehri bu kalenin doğusunda yer alır.
Yüzölçümü3.713 km2'dir. Denizden yüksekliği 1.646m derinliği ise 457m‘yi aşmaktadır. Gölün doğusunda Akdamar, Çarpanak, Adır ve Kuş adaları bulunmaktadır. Bu adalar turistlik özelliğe sahiptir. Sit alanı olarak ilan edilmiştir.
Van Gölü Canavarı iddiaları.
Van Gölü Canavarı, Van Gölü'nde yaşadığı ileri sürülen efsanevi bir yaratıktır. 1993 yılına dek kaynaklarda adından hiç söz edilmeyen yaratığı, bugüne dek gördüğünü iddia eden çok sayıda kişi var. Ama yapılan araştırmalar göldeki ilk canavar vakasının 1889 yılında yaşandığını aktarıyor. Dönemin İstanbul'da yayın yapan Saadet gazetesinin, 28 Şaban 1306 (29 Nisan 1889) tarihli 1323 nolu nüshasında, canavarın Van Gölünde abdest almak isteyen bir kişiyi kapıp göle sürüklediği haberi yer alıyor. Varlığı gördüklerini söyleyen kişilerin belirttiklerine göre canavar 15 metre uzunluğunda, oldukça koyu bir renge sahip, sırtında sivri çıkıntıları olan, Plesiosaurus ya da Ichthyosaurus benzeri bir varlıktır. Zamanla bu varlığı gördüğünü iddia edenlerin sayısı artınca, olay basına da yansıdı ve bunun üzerine resmî kurumlar tarafından bölgeye bir bilimsel araştırma ekibi gönderildi. Ancak, yapılan araştırmalar sonucunda gölde olağan dışı herhangi bir varlığın olduğuna ilişkin hiçbir iz bulunamadı.
Bölgenin Jeomorfolojisi ve Stratigrafik Yapısı.
Coğrafya Kapalı bir havza olan Van Havzası, eski Muş-Van çukurluğunun bir parçasıdır. Kuzey ve güneyinden faylarla sınırlanmış bir çöküntü alanı olan eski Muş-Van çukurluğu, Miosen sonlarında başlayıp Pleistosen'de devam eden volkanik faaliyet sonucunda meydana gelen Nemrut Volkanının oluşturduğu setle iki kısma ayrılmıştır (Gürbüz 1994:16, Avcı 2015:21-23). Nemrut Dağı'nın doğusunda kalan ve eskiden Fırat akarsu sistemine bağlı olan akarsuların dışa akışı kesilmiştir. Suların Nemrut Dağı'nın oluşturduğu setin arkasında birikmesiyle Van Gölü ve dolayısıyla Van Kapalı Havzası meydana gelmiştir (Saraçoğlu 1989: 435, Akt: Avcı 2015:21-23). Van Gölü Havzası; güneyden Bitlis Masifi'nin yüksek dağları (İhtiyar Şahap dağları) tarafından çevrelenir. Batıdan Nemrut ve Süphan volkan sistemlerinden kuzeyde yer alan Taşlıçay (Pani) Platosu'nun güney kesimlerine doğru ilerleyen hattın Yukarı Murat Havzası'nın güneyi ile sınırlayabileceğimiz Havza, kuzeyden Meydan Dağı, Bozdağ, Muratbaşı (Hüdavendigar) Dağları, Aladağ ve Tendürek dağlarıyla çevrelenir. Havza, doğuda Van Doğusu Dağları'nın batısında kalan alanları da içine alarak aslında Van Gölü'nün ekolojik ve iklimsel etkilerinin görüldüğü yerler olarak değerlendirilebilir.
İnceleme alanı genelinde, Paleozoik'ten günümüze kadar olan zaman aralığını temsil eden metamorfik, mağmatik ve sedimanter kayaç gruplarına ait kayaçlar yüzeylenmektedir. Bu çalma kapsamında inceleme alanının jeolojik yapısı, inceleme alanının büyüklüğü ile yüzeylenen birimlerin yaşları ve kökenleri dikkate alınarak, jeolojik birimler sekiz birim altında incelenmiştir. İnceleme alanının temelinde, Paleozoik - Mezozoik yaşlı Bitlis Masifine ait gnays, Şist, kuvarsit ve mermerler yüzeylenmektedir. Bu birimleri; Üst Kratese yaşlı Ofiyolitik Kayaçlar, Üst Kratese - Paleosen ve Alt - Orta Eosen yaşlı Volkanik Kayaçlar, Eosen - Miyosen yaşlı kırıntılı ve karbonatlı kayaçlar, Pliyosen - Kuvaterner yaşlı volkanik kayaçlar ve Pliyosen - Kuvaterner yaşlı sedimanter örtü kayaçlar izlemektedir.
Alüvyal Ovalar.
Van Gölü kıyısında yer alan alüvyal ovaların önemlileri, Ilıca (Zilan) Çayı ve kollarının taşıdığı malzeme ile oluşan Erciş ovası, Bendimahi Çayı boyunca uzanan Muradiye ovası, Değirmendere (Akköprü Çayı), Doni (Gölardı), Zemobat gibi küçük akarsu ve mevsimlik derelerin oluşturduğu nispeten büyük olan Van ovası, Adilcevaz'ın kuzey doğusunda bulunan Arın ovası ve araştırma sahamızın da bir kısmının içinde yer aldığı gölün güney doğu kısmında yer alan 45 km uzunluğunda, 7 km kadar genişliğinde ve 135
km2'lik bir alana sahip olan Gevaş-Gürpınar ovası yer almaktadır.
Van Gölü Havzası Drenaj Alanı.
Van Gölü kapalı havzasının göl alanlar dâhil, yüzeysel drenaj alan 15495 km2'dir. Van Gölü'nün yüzey alan (serbest su yüzeyi) 3558 km2 ile 3626 km2 arasında değişmekte olup, ortalama gölalan ise 3580 km2 olarak hesaplanmıştır. Van Gölü su seviyesi ise 1646 metre ile 1650 metre arasında değişmekte olup, uzun yıllar ortalama su seviyesi ise 1648 metredir. İnceleme alanı Van ve Bitlis illeri idari sınırlar içinde yer almaktadır. Dünya'nın en büyük sodalı gölü olan Van Gölü yer almaktadır. Van Gölü gölalan dâhil, kapalı havzanın yüzeysel drenaj alanı 15495 km2 olup, Van Gölü kapalı havzasının çevresi ise 1233 km olarak hesaplanmıştır. 16096 km2 genişliğindeki Havza'nın tabanına Van Gölü yerleşmiştir. % 2,6 tuzluluk oranıyla bir soda gölü olan Van Gölü 3626 km2 yüzey alanı, 607 km3 hacmi, 12470 km2 drenaj alanı ve maksimum 451 metre derinliği ile Türkiye'nin kara içerisindeki en büyük su kütlesidir. Su yüzeyinin denizden yüksekliği son yıllarda 1655 metreyi bulmuştur.
Seviye değişiklikleri.
Van Gölü Kuvaterner devri boyunca süren iklim değişimlerinde fazlaca etkilenmiş bir kapalı havza gölüdür. Göle dökülen Engil Çayı'nın yaptığı deltalar farklı yüksekliklerde yer alır. Göl yüzeyinin daha yüksek olduğu iki dönemde oluşan deltalardan birisi 1695–1710 m, ikincisi 1670–1690 m seviyelerindedir. Engil Çayı'nın günümüzde oluşturduğu aktüel delta ağzı da yıllara göre değişimler göstermektedir.
Engil Deltasının batı ucunda yer alan Dilkaya Höyüğü seviye değişimlerinden fazlaca etkilenmiştir. Gölün yükseldiği dönemlerde höyüğün yarısı yok olmuş, batı kısmı faleze dönmüştür.
Yağışların göle ulaşması birkaç yıl alabilmektedir. Yüksek ve karasal iklime sahip havzada yağışlar kar şeklindedir. Karların erimesi, yer altına sızması ve bu yoldan göle ulaşması birkaç yıl gecikmektedir. Göl yüzeyinin en fazla yüksekliğe eriştiği 1996 yılı yağış az iken, en fazla yağış üç yıl önce 1993'te düşmüştür. Yani 1993'te düşen yağış göle ancak üç yıl sonra 1996'da ulaşmıştır. 1992-96 yılları arasında gölde afet boyutunda yükselme yaşanmıştır. Göl çevresindeki yollar, evler ve tarım alanları zarar görmüştür. Göl en düşük seviyeye 1963'te (1646,6 m), en yüksek seviyeye 1996'da (1650,55 m) ulaşmıştır. Maksimum ve minumum seviye farkı 3,36 m'dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1224",
"len_data": 9633,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.53
}
|
İlhan Usmanbaş (23 Ekim 1921, İstanbul - 30 Ocak 2025, İstanbul) Türk besteci ve eğitimci.
Hayatı.
İlhan Usmanbaş İstanbul'da doğdu, Ayvalık'ta büyüdü.
On iki yaşında kendi kendine viyolonsel çalmaya başlayan Usmanbaş Ortaokulu Ayvalık'ta bitirdikten sonra 1936'da girdiği Galatasaray Lisesi'ndeki öğrenciliği boyunca müzik çalışmalarını Sezai Asal'la yürüttü. 1941'de liseyi bitirince İstanbul Edebiyat Fakültesi ve Belediye Konservatuvarı'nda öğrenciliğe başlamıştır. Cemal Reşit Rey'in armoni ve Sezai Asal'ın viyolonsel derslerini izlemiş ve 1942'de Ankara Devlet Konservatuvarı'nın Kompozisyon Bölümü'ne geçerek Hasan Ferit Alnar'la armoni, kontrpuan ve kompozisyon, Ahmet Adnan Saygun'la kompozisyon, David Zirkin'le viyolonsel, Ulvi Cemal Erkin'le piyano çalışmıştır. 1948'de Ankara Devlet Konservatuvarı'nın ileri döneminden mezun oldu. Aynı yıl soprano Atıfet Usmanbaş (1923-2022) ile evlendi.
Henüz öğrenciyken yazdığı ilk orkestra yapıtı, Mozart’tan esinlendiği “Küçük Gece müziği”dir (1946). Yine aynı yıl içinde Usmanbaş’ı yeni arayışlar içinde görüyoruz: Sartre ve Leibowitz’in yazılarını ve kitaplarını Fransızca’dan izlemeye başlamış, Alban Berg’in “Wozzeck” operasını kitaplıkta keşfederek Bülent Arel’le birlikte öteki çağdaş bestecilerin yapıtlarını incelemeye, seslendirmeye girişmiştir. Konservatuvar öğrencisi olmayan genç bestecilerden Ertuğrul Oğuz Fırat’la arkadaşlığın başlaması da bu yıllardadır.
1952'de Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) kanalıyla Amerika'ya gitmiş, aynı yıl Ankara'da Helikon Derneği'nin kurucuları arasına katılmıştır. 1956'da Ankara Devlet Konservatuvarı'nda müzik tarihi öğretmenliği yapmıştır. 1957-58 yıllarında Rockfeller bursu ile Amerika'ya giderek birçok besteci ile tanışma olanağı bulmuştur.
1960’an sonra besteci, “dizisel yazı”dan uzaklaşmaya başlayarak yeni tekniklere yönelmiştir. Bestecilik serüveni genelde şöyle bir çizgi izlemiştir:
Usmanbaş, Türkiye’de uzun yıllar sürdürdüğü kompozisyon öğretmenliği koşutunda, kitaplar ve çeviriler yayınlamış, kongre bildirileri ve makaleler yazmıştır. Başlıcaları arasında:
sayılabilir.
1971 yılında Devlet Sanatçısı unvanı aldı.
1993 yılında Sevda - Cenap And Müzik Vakfı Onur Ödülü Altın Madalyası'nı aldı. Yaşam öyküsü Evin İlyasoğlu'nun kalemiyle "Yeninin Peşindeki Bağdar │ İlhan USMANBAŞ" adı ile kitaplaştırıldı. Kitap aynı vakfın yayınları arasından çıktı.
30 Ocak 2025 günü İstanbul'da hayatını kaybetti. Cenazesi 1 gün sonra Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
İlhan Usmanbaş'ın yapıtlarına ilişkin nota koleksiyonu, Sevda - Cenap And Müzik Vakfı belgeliğindedir.
Yapıtları.
1) “Altı Prelüd”, piyano için, Ankara 1945; Başlıklar: Toccato, Siciliano, allo conanina, duo lyriche, V, Alla Francese; Basım: Theodore Presser, Bryn Mawr, ABD
2) “Küçük Gece Müziği”, yaylılar orkestrası için, Ankara, 1946; Başlıklar: Allegro, Adagio, Menuetto, Finale; Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı, No:16.
3) “Sonat”, keman ve piyano için, Ankara, 1946. Başlıklar: Allegro, Adagio, Allegro. Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı, No:31.
4) “Yaylılar Dörtlüsü–47”, Ankara, 1947. Bartok'un Anısına: 2/4=88, 1/4=52, 3/8=96, tema ve çeşitlemeler: Fromm Ödülü. Basım:Boosey/Hawkes, New York.
5) “Keman Konçertosu”, Ankara 1947. İlhan Özsoy için. Başlıklar: Allegro, Allegro molto. Keman – Piyano Uyarlaması: Usmanbaş. Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı.
6) “Senfoni No:1”, Ankara 1948. (Gözden geçirme: 1978). Başlıklar: Preludio, Allegro, Postludio, partiler And Vakfı'nda. Band Kaydı: 1986.
7) “Kentet”, klarnet ve yaylılar dörtlüsü için. Ankara 1949. Başlıklar: Allegro, adagio, allegro. Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı, No:20.
8) “Sonat”, trompet ve piyano için, (Haendel stilinde), Ankara, 1949. Başlıklar: Allegro, Largo, Allegro. Bestecinin el yazısından çoğaltma.
9) “Sonat”, obua ve piyano için. Ankara, 1949. Ali Kemal Kaya'ya. Başlıklar: Invention, Chaconne, Toccata. Bestecinin el yazısından çoğaltma.
10) “Anlatıcı”, yaylılar orkestrası, yaylılar dörtlüsü, piyano ve timpani için müzik, Ankara, 1950. (tamamlanmadı)
11) “Senfoni No:2” yaylılar için, Ankara, 1950. Başlıklar: Allegro, adagio, allegro. Bestecinin el yazısından çoğaltma.
12) “Viyolonsel ve piyano için müzik No:1”, Ankara 1951. Tek bölüm. Bestecinin el yazısından çoğaltma.
13) “Viyolonsel ve Piyano için müzik No:2”, Ankara 1951. Ankara Devlet Konservatuvarı Yayınları.
14) “Morg Şiiri”, anlatıcı, koro ve büyük orkestra için. Ankara 1952. Şiir: Ertuğrul Oğuz Fırat. (tamamlanmadı).
15) “Üç müzikli şiir”, soprano ve piyano için. Ankara-Tanglewood, 1952. Sunu: Luigi Dallapiccola. Basım: Suvini Zerboni, Milano, 5306. (Koussewitzky Ödülü).
16) “Salvador Dali’den 3 resim”,22 yaylı çalgı için, Ankara 1952-1955. Başlıklar: “Las Tentationes de san Antonio”, “El Sentuaro”, “Angel Explotando Annonicamente. Bestecinin el yazısından çoğaltma.
17) “Beş Etüt”, keman ve piyano için. Ankara 1952-1955. Radyo kaydı; el yazısından çoğaltma.
18) “Yaylılar orkestrası için deneme”, Ankara, 1953.
19) “Oğuzata”, sahne müziği, Ankara, 1955. Selahattin Batu'nun yapıtı.
20) “Dört Japon Estampı”, kadın korosu ve orkestra için, Ankara, 1956. (Partisyonu kayıp).
21) “Siyah Kalem”, film müziği, üflemeliler ve vurmalılar için. İstanbul, 1956.
22) “Klarnet ve viyolonsel için üç parça”, Ankara, 1956.
23) “Üç Sonatin”, klarnet ve piyano için, 1056. Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı No: 22.
24) “Mavi Kuş”, tiyatro müziği, Ankara, 1956.
25) “Üç Bölüm”, iki piyano için, Ankara, 1957. Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı.
26) “Şiirli Müzik”, New York, 1958. Mezzo-soprano ve beş çalgı için. (Koussewitzky Ödülü), Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı.
27) “İki Madrigal”, karma koro için, Ankara, 1959.
28) “Un coup de dés”, Stéphan Mallarmé'nin bu başlıktaki şiirinin hecelerinden türetilmiş sesli ve sessizler üzerine büyük koro ve orkestra için, Ankara, 1959.
29) “Repos d’été”, Eluard'ın şiiri üzerine yaylı dörtlü ve soprano için, Ankara, 1960.
30) “Sekizli”, Ankara, 1960.
31) “İki Parça”, keman ve viyolonsel için, Ayvalık, 1960.
32) Viyola ve Piyano için, Ankara, 1961.
33) “Gölgeler”, büyük orkestra için iki bölüm, Ankara, 1962.
34) “Ölümsüz Deniz Taşlarıydı”, piyano için, Ankara, 1965; Kamuran Gündemir’e adanmıştır; Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı.
35) “Soruşturma”, piyano için tek bölüm. Ankara, 1965. Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı.
36) “Mavi Üçgen”, obua için tek bölüm, Ankara; 1965. Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı.
37) “…ki yalnızdırlar…”, solo keman için tek bölüm, Ankara, 1965-68; Suna Kan'a adanmıştır; Radyo Kaydı: 1968.
38) “Boşluğa Atlayış”, Keman solo ile flüt, İngiliz kornosu, kontrbas ve piyano için tek bölüm, Ankara, 1965-66; Wieniawsky Kompozisyon Yarışması Birincilik Ödülü, Ponzan, Polonya; Basım: keman ve piyano uyarlaması olarak Polomya Devlet Müzik Yaylınları.
39) “Bölüm”, büyük orkestra için, Ankara, 1965-66; “Kurtuluş Savaşı Adına”; TRT siparişi; radyo kaydı: G. E. Lessing yönetimindeki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası.
40) “12 Küçük Parça”, çocuk tiyatro oyunlarından derlemeler, 3 flüt, 2 obua, keman ve vurmalılar için, Ankara 1967; Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı.
41) “Parçalanan Sinfonietta”, çeşitli çalgılardan oluşan orkestra için. Ankara, 1967-68; Ertuğrul Oğuz Fırat'a; ilk seslendirme: Utrecht, Hollanda, 1980; TRT siparişi; Partisyon ve partiler TRT belgeliğinde.
42) “Raslamsallar I, II, III, trompet, piyano, keman ve kontrbas için, Ankara, 1967; Şebnem Aksan’ın koreografisiyle ilk seslendirilme: İstanbul, 1977.
43) “Raslamsallar IV, V, VI, vibrafon, alto saksofon, kontrbas ve vurmalılar için, Ankara 1968, ilk seslendirilme: Ankara, 1993, Moskova Yeni Müzik Topluluğu.
44) “Raslamsal, Vc-Pf I, II”, viyolonsel ve piyano için, Ankara, 1968; İlk seslendirme Ankara, 1993, Moskova Yeni Müzik Topluluğu Üyeleri.
45) “Biçim/Siz (I, II, III)”, piyano için, Ankara 1968: ilk seslendirme, Ankara, 1971, Kamuran Gündemir.
46) “Kaynak”, piyano solo, sekiz viyolonsel, dört kontrbas için açık biçim, Ankara, 1968.
47) “Bale için müzik”, çeşitli çalgılardan oluşan orkestra için, Ankara, 1968; Cenevre Bale Müziği Yarışması Ödülü (1969); İlk sahnelenişi; Cenevre, 1971; Senogrofi: Jean-Marie Sosso; Türkiye'de ilk sahnelenişi: Ankara Devlet Opera ve Balesi, 1974; Koreograf: Duygu Aykal.
48) “Özgürlükler”, koro, vurmalılar ve yönetmen için, Ankara 1970.
49) “Şenlikname”, beş solo, kadın korosu, arp, zil türü vurmalılar ve davul türü vurmalılar için, ilhan Berk'in aynı addaki şiiri üzerine; Necil Kazım Akses'e adanmıştır, Ankara, 1970.
50) “Bakışsız Bir Kedi Kara”, ses ve piyano için, Ankara, 1970; Ece Ayhan'ın aynı addaki şiir demeti üzerine; ilk seslendirme; İstanbul, 1977, Mesut İktu ve Metin Öğüt; Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı.
51) “Kareler”, sesler, konuşmacılar, koro ve çalgı topluluğu için, Ankara, 1970; Behçet Necatigil'in aynı addaki şiir demeti üzerine.
52) “Yaylı Dördül’ 70”, Ankara, 1970. Faruk Güvenç'e; ilk seslendirme: Yücelen dörtlüsü, Ankara, 1973.
53) “4 kolay 12 ton parçası”, piyano için, Ankara, 1970; Ulvi Cemal Erkin'e; ilk seslendirme: Kamuran Gündemir, Ankara, 1973.
54) “Gençliğe Hitabe”, orkestra ve iki konuşmacı için Atatürk'ün “Gençliğe Hitabe”si üzerine, Ankara, 1973. ilk seslendirme: Hikmet Şimşek yönetimindeki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, 1974; Kültür Bakanlığı Siparişi.
55) “Devr-i Kebir”, vurmalılar altılısı için, Ankara, 1974; İlk seslendirme: İstanbul Festivali, Fink Vurma Çalgılar Altılısı, 1975; Basım: Edition Simrock, Hamburg. Bale olarak kullanımı: Japonya, 1993, Koreografi: Dilek Evgin.
56) “FI-75”, solo flüt için, İstanbul'1975; ilk seslendirme: Mükerrem Berk, 1975.
57) “Bas Klarnet X Bas Klarnet”, basklarnet ile banda alınmış basklarnet, İstanbul, 1976; Harry Sparnaay'a; ilk seslendirme: H. Sparnaay, Hollanda, 1979.
58) “…bulutlar nereye gider?”, bale müziği, dört vurma çalgıcı ile iki obua için, Ayvalık-Ankara, 1977; ilk temsil: Ankara Devlet Opera ve Balesi, koreograf: Duygu Aykal; partisyon: Ankara Devlet Opera ve Balesi'nde.
59) “Saksofon Dörtlüsü”, İstanbul, 1977-78; Het Rinjmond Saksofon Kwartet için; ilk seslendirme: Evenstone, ABD, 1980. Türkiye'de ilk seslendirme: İstanbul Festivali Rinjmond Saksofon Dörtlüsü; Partisyon TRT Müzik Dairesi.
60) “Senfoni No:3”, büyük orkestra için, 7 bölüm, İstanbul, 1979; ilk seslendirme: (ilk 5 bölüm) Gürer Aykal yönetimindeki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Ankara, 1980. TRT siparişi, partisyon TRT Müzik Dairesi'nde; yurtdışı seslendirme: Arturo Tamaya yönetimindeki Danimarka Radyo Orkestrası, Sunu: Atıfet Usmanbaş.
61) “Monoritmica”, klarnet dörtlüsü için, İstanbul, 1980; Adnan Saygun'a; Het Nederlands klarnet Kwartet için; ilk seslendirme: Het Nederlands Klarnet Dörtlüsü, Utrecht, 1981.
62) “Yurtta barış, dünyada barış”, büyük orkestra için bale müziği, İstanbul, 1981; ilk seslendirme: Besteci yönetimindeki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası üyeleri, Ankara Radyosu Stüdyosu, 1982.
63) “Saxmarim”, saksofon ve marimbafon için, İstanbul, 1982-85; Duo Contemporaine için; ilk seslendirme: Duo Contemporaiene, İstanbul, 1987.
64) “Partita (alcoarci)”, klavsen için, İstanbul, 1983-85; başlıklar: Allemande, Corrente, Aria, Ciacona; Bach yılı için; ilk seslendirme: Leyla Pınar, İstanbul, 1991.
65) “Gılgamış”, Orhan Asena'nın oyunu üzerine sahne müziği, koro ve vurmalılar için, İstanbul, 1983. ilk seslendirilme: İstanbul, 1983, rejisör: Raik Alnıaçık.
66) “Konser Aryası”, arp ve yaylılar orkestrası için, İstanbul, 1983; İnönü Vakfı Siparişi, İnönü'nün anısına, Sevin Berk için; ilk seslendirme: 1985, Sevin Berk ve TRT Oda Orkestrası; partiler And Vakfı belgeliğinde.
67) “Partita per Violino Solo”, solo keman için, İstanbul 1984-85; başlıklar:Allemande, Corrente, Aria, Giga; Bach yılı için.
68) “Partita per Violoncello Solo”, solo viyolonsel için, İstanbul, 1985; başlıklar: Allemande, Corrente, Aria, Ciacona.
69) “Viva la Musica”, üç trompet, vurmalılar ile yaylılar orkestrası için iki bölüm, Ayvalık-İstanbul, 1986. ilk seslendirme: 3. Viva Konseri, Bayerischer Raundfunk. Yöneten: Hikmet Şimşek, Münich, 1987.
70) “Çizgiler”, piyano, gitar, vurmalılar için grafik müzik, İstanbul, 1086; ilk seslendirme: Grup AMM, İstanbul, 1986.
71) “Perpentuum Immobile-Perpetuum Mobile”, senfonik üflemeli ile vurmalılar için iki bölüm, İstanbul, 1988; Betin Güneş'e; ilk seslendirme: Köln, 1992.
72) “Partita”, solo viyola için, İstanbul, 1989; solo viyolonsel için partita'dan düzenleme.
73) “Solo Piyano ile 12 çalgı için”, İstanbul, 1990-1992.
74) “Trio di tre soli”, keman için tek bölüm, Ayvalık, 1990.
75) “Tropic”, keman, viyola ve viyolonsel için tek bölüm. Ayvalık, 1991; ilk seslendirme: Ankara Yeni Müzik Festivali, Moskova Yeni Müzik Topluluğu, 1993.
76) “Çizgi ve Noktalar”, arp için, İstanbul, 1992; İpek Mine Tongur'a ilk seslendirme: İstanbul, 1992.
77) “Üflemeliler ve yaylılar için Müzik”, İstanbul, 1994.
78) “Piyano için Müzik”, Cengiz Tanç'a. İstanbul, 1994.
79) “Yaylılar Dörtlüsü”, İstanbul, 1994.
80) “Viyolonsel için müzik”, Lutoslavski'nin anısına. İstanbul, 1994
81) “Klarnet ve Piyano için Müzik”, İstanbul, 1994.
82) “Keman ve Piyano için Müzik”, İstanbul, 1994.
83) “Altosaksofon ve Marimba için müzik”, İstanbul, 1995.
84) “Trio”, piyano keman ve viyolonsel için, İstanbul, 1995.
85) “Büyük Orkestra için Müzik”, Uğur Mumcu'nun anısına, 1996.
86) “Yaylı Dördül için Müzik”, 1996.
87) “Viyolonsel için Müzik”, 1997.
88) “İki viyolonsel için Müzik”, 1997.
Çocuk Oyunları için Yaptığı Müzikler.
1) “Keloğlan”, Ankara Devlet Tiyatrosu, 1949.
2) “Gülen Kızla Ağlayan Çocuk”, Radyo oyunu, 1955.
3) “Mavi Kuş”, Ankara Devlet Tiyatrosu, 1956.
4) “Pollyanna”, Ankara Devlet Tiyatrosu, 1956.
5) “Leylek Sultan”, Ankara Devlet Tiyatrosu, 1959.
6) “Deli Dana”, radyo oyunu, 1965.
7) “İyiliğin Gücü”, radyo oyunu, 1965.
8) “Uyuyan Güzel”, radyo oyunu, 1966.
9) “Fareli Köyün Kavalcısı”, radyo oyunu, 1966.
10) “Hırsız”, radyo oyunu, 1966.
11) “Al Gülünü, Ver Gülümü”, radyo oyunu, 1967.
12) Dört çocuk parçası.
Kitapları.
1) "Müzikte Biçimler", Devlet Konservatuvarı Yayınları, Milli Eğitim Basımevi, 1974.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1229",
"len_data": 14031,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.57
}
|
Teorem: Sonlu sayıda bölgeden oluşan bir harita, birbirine sonsuz sayıda nokta boyunca komşu olan iki bölgenin renkleri birbirinden farklı olmak üzere, boyanacaksa bu işlem için dört rengin yeterli olacağı bir strateji vardır.
Bu teoremin doğrudan uygulamalarından birisi harita boyanmasıdır; eğer her ülkenin tek bölgeden oluştuğu varsayılırsa bir siyasi haritanın tüm ülkeleri, komşu ülkeler aynı renge boyanmadan dört renge boyanabilir. Ancak bu uygulamadaki varsayım, dünya haritası için uygun olmayıp Amerika Birleşik Devletleri ve Azerbaycan gibi birden fazla bölgeden oluşan ülkeler bulunmaktadır.
Bu konjektür (ispatsız, fakat doğruluğu tahmin edilen sanı) 1852'de Augustus De Morgan'ın bir öğrencisi olan Francis Guthrie tarafından ileri sürüldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1230",
"len_data": 755,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4
}
|
Komut kümesi mimarisi ( veya kısaca "ISA"), CPU'nun yazılım tarafından nasıl kontrol edileceğini tanımlayan bilgisayar soyut modelinin bir parçasıdır. ISA, işlemcinin ne yapabileceğini ve bunu nasıl yapacağını belirterek donanım ve yazılım arasında bir arayüz gibi davranır.
Bilgisayar mimarisi, Donanım Sistemi Mimarisi ("hardware system archıtecture", HSA) ve ISA başlıkları altında tanımlanır. HSA donanım aygıtlarının (G/Ç, Bellek, CPU vs.) bağlı olduğu altsistemi oluşturur. ISA ise bu bileşenlere yön verecek programlar yazılırken kabul edilecek öngörülerdir. Dolayısıyla ISA yazılım ile donanım arasında iş gören bir birimdir.
Merkezi işlem birimine yön verecek program bazı adımlardan oluşur. Bu adımlara işlem kodu (opcode) denir ve CPU'ya yapacağı işlemin hangi büyüklükler üzerinde olacağı belirtir. Yapılacak işlemi ve adresleme yöntemini belirten ise komuttur. İşlenen, üzerinde işlem yapılacak büyüklüğü ya da büyüklüğün yerini (bellek gözünü) belirtir.
Yüksek seviye diller bilgisayar mimarisinden bağımsızdır. Bu diller derleyici tarafından mimariye bağımlı olan makine diline çevrilir. Assembler, bu çevrilen makine dili komutlarını çalıştırılabilir ikili (binary) kodlara çevirir. ISA işlemcinin programcıya görünen yüzüdür. Yüksek seviye diller mimari detaylarını programcıdan saklar.
Komut yapıları.
Bir işlem kodu bir komut ve bir veya daha fazla işlenenden oluşur. Komut kümesini kodlamak farklı yöntemlerle yapılabilir. Mimariler, komut başına içerilen bit sayısından (genellikle 16, 32 ve 64 bit), komut başına içerilen işlenen sayısından, komut türlerinden ve her birinin işleyebileceği verilerden dolayı birbirlerinden farklılık gösterir:
İşlenenler bellek dışında nerede saklanacak? Veriler yığın (stack) veya yazmaç içinde saklanabilir.
Bir komutta kaç işlenen isimlendirilecek? 0, 1, 2, 3 en yaygın işlenen sayılarıdır.
Herhangi bir AMB komut işleneni bellekte konumlanabilir mi? Yoksa bütün işlenenler CPU içerisinde mi tutulacak? Komutlar yazmaçtan-yazmaca, yazmaçtan-belleğe ya da bellekten-belleğe gibi komut başına işlenenlerin kombinasyonu şeklinde sınıflandırılabilir.
ISA ne gibi işlemleri destekleyecek? Ayrıca hangi komutlar belleğe erişecek ve hangileri erişmeyecek?
İşlenenlerin türü ve boyutu ne olacak ve nasıl belirtilecek? Bir işlenen, adres, numara ve hatta karakter olabilir.
Bütün bunların içerisinde en önemli farklılık CPU içerisinde işlenenleri saklayacak ara hafıza birimleridir.
Komutlar; etiket alanı, işlem kodu alanı, işlenen alanı ve yorum satırından oluşur. Bunlara Kaynak Program Alanları denir.
Etiket alanı bir sayısal değere veya bir bellek alanına karşılık gelir. Yazılması isteğe bağlıdır. Herhangi bir BRANCH, JUMP veya CALL komutunun altyordama dalış adresi olabilir. Etiketlerin kullanılma sebepleri:
İşlem kodu alanında mnemonic (hatırlatıcı) harflerle yazılan yapılacak işin komutları bulunur.
Mesela "LoaD Accumulator with operand" komutu LDA, "Branch on Carry Set" komutu BCS şeklinde kısaltılmıştır.
İşlenen alanı işlenene gerek duyan komutların veri veya adres tanımladıkları yerdir. İşlenenin başına veya sonuna konulan işaretlerden ne tür bir bilgi olduğu anlaşılır. Tabloda bu işaretler anlamlarıyla birlikte gösterilmiştir:
Yorum satırı programcı tarafından bir başkasının programı anlaması amacıyla konulmuştur ve isteğe bağlıdır. Program satırlarında komutların ne yaptığını anlatmak için kullanılır. Derleyici tarafından dikkate alınmaz.
Komut kümeleri için tasarım kararları.
Bir bilgisayar mimarisi, tasarım aşamasında öncelikli olarak bir komut kümesi formatı belirlemelidir. Bu formatı seçmek genellikle oldukça zordur zira komut kümesi mimariyle uyuşmalıdır ve mimari, ömrünü yıllarca sürdürebilmelidir. Tasarım aşamasında yapılan kararlar uzun süreli dallanmalara sahiptir.
Komut kümesi mimarisi bazı faktörlere göre ölçülür, bunlar:
Bir komut kümesi tasarlanırken göz önünde bulundurulması gerekenler ise:
Soldan ve sağdan anlamlılık.
Soldan anlamlılık (big endian) ve sağdan anlamlılık (little endian) çok baytlı verinin bellekte nasıl dizileceği ilgili kavramlardır. Çoğu mimari bayt-adreslenebilir olduklarından çok sayıda baytın bellekte nasıl sıralanacağıyla ilgili bir standarda sahip olmalıdır.
Sıralanmış bir sözcükte en büyük baytın (most significant byte, MSB) adresi, o sözcüğün adresi ise bu sıralamaya soldan anlamlı denir. UNIX makinelerinin çoğu soldan anlamlıdır (IBM 360/370, Motorola 68k, MIPS, Sparc, HP PA).
Eğer en küçük baytın (least significant byte, LSB) adresi sözcük adresine eşitse, bu sıralanmaya sağdan anlamlı denir. PC'lerin çoğu sağdan anlamlıdır (Intel 80x86, DEC Vax, DEC Alpha).
İşlemci üreticileri bu konuda iki gruba ayrılır. Örneğin, Motorola devamlı soldan anlamlılığı kullanırken Intel sağdan anlamlılığı kullanlır.
4 baytlık bir tam sayı:<br>
Bayt3 Bayt2 Bayt1 Bayt0
Soldan anlamlı bir makinede:<br>
Taban Adresi + 0 = Bayt3<br>
Taban Adresi + 1 = Bayt2<br>
Taban Adresi + 2 = Bayt1<br>
Taban Adresi + 3 = Bayt0
Sağdan anlamlı bir makinede:<br>
Taban Adresi + 0 = Bayt0<br>
Taban Adresi + 1 = Bayt1<br>
Taban Adresi + 2 = Bayt2<br>
Taban Adresi + 3 = Bayt3
şeklinde sıralanır. Bayt adreslenebilir bir makinede 32-bit onaltılı 0x5FA1B2C3 değerinin 0x1A2B3C50 adresinde depolandığını varsayıldığında, bellekte şu şekilde görünür:
Her iki yöntemin de avantajları ve dezavantajları bulunur. Soldan anlamlı insanlara alışıldık gelir, bu yüzden özellikle yığınları okuması daha kolaydır. Yüksek seviyedeki baytın önce gelmesi sebebiyle ofset sıfırdaki bayta bakarak her zaman sayının pozitif veya negatif olduğu bulunabilir (sağdan anlamlıda işareti belirlemek için sayının uzunluğu bilinmelidir ve işaret bilgisini içeren bayt bulunmalıdır). Soldan anlamlı makineler tam sayıları ve dizileri aynı şekilde sıralar ve dizi işlemlerinde daha hızlıdır. Çoğu bit eşli grafikler "en anlamlı bit soldaki" ilkesine göre eşlenmiştir. Bu durum sağdan anlamlı makineler için bir performans kısıtlaması getirir çünkü bir baytdan daha büyük grafik elemanlarıyla çalışırken sürekli baytların sırasını ters çevirmek zorundadır.
Ancak soldan anlamlılığın dezavantajları da vardır. 32 bit tam sayı adresinden 16 bit tam sayı adresine çeviride toplama yapmak için sağdan anlamlı bir makine gereklidir. Yüksek kesinlikte aritmetik işlemler sağdan anlamlılık kullanarak daha kolay ve hızlıdır. Soldan anlamlılığı kullanan çoğu mimari sözcüklere adreslenemeyen alanlara sözcüklerin yazılmasına izin vermez (örneğin eğer sözcük 2 veya 4 baytsa adres her zaman çift sayı olmak zorundadır). Bu boşluk bellek israfına sebep olur. Sağdan anlamlı mimariler, Intel gibi, tek sayılı adreslerin okunup yazılmasına izin verir. Bu yüzden bu makineler üzerinde programlama daha kolaydır.
Bilgisayar ağları soldan anlamlıdır. Sağdan anlamlı bilgisayarlar ağ üzerinden tam sayıları geçirecekleri zaman bunları ağ bayt sıralamasına çevirmek zorundadırlar. Aynı şekilde, tam sayıları alacakları zaman kendi ifadelerine çevirmek zorundadır.
Yazılım uygulamaları açısından soldan ve sağdan anlamlılık son derece önemlidir. Bir dosyadan veri okuyacak veya veri yazacak olan herhangi bir program makinenin bayt sıralamasına göre hareket etmelidir. Soldan anlamlı bir makinede sağdan anlamlılığı kullanan bir programı açmak için öncelikli olarak bayt sıralaması tersine çevrilmelidir. Mesela Adobe Photoshop, JPEG, MacPaint ve Sun raster dosyaları soldan anlamlı, GIF, PC Paint brush, RTF (Microsoft tarafından) sağdan anlamlıdırlar. Microsoft WAV ve AVI dosyaları, TIFF dosyaları, XWD ise her iki sıralamayı destekler.
CPU içerisinde dahili depolama birimleri: yığınlar (stacks) ve yazmaçlar (registers).
Bir kez hafızadaki bayt düzeni belirlendiğinde donanım tasarımcısı CPU'nun veriyi nasıl depolayacağına dair bazı kararlar vermek zorundadır. Bu, en basit anlamda komut kümesi mimarisine karar vermektir. Üç seçenek vardır:
Yığın mimarisinin komutlarını işletmek için bir yığın kullanır ve işlenenler yığının en üstüne aşağıdan yukarı doğru dizilir. Yığın yapılı makineler iyi bir kod yoğunluğuna ve ifadelerin değerlendirilmesi için sade bir modele sahip olmalarına rağmen, istenilen bir yığına rastgele erişilemez, bu nedenle yığınlı yapılarda etkili kod oluşturulması zordur.
Bir işlenenin tamamı biriktiricinin içinde olan biriktirici mimarileri, makinenin karmaşıklığını en aza indirir ve çok kısa komutlara izin verir. Ancak biriktirici yalnız geçici depolama yaptığından hafıza trafiği (erişimi) oldukça yüksektir.
Genel amaçlı yazmaç kullanan mimariler, günümüzün makine mimarileri içerisinde en çok tercih edilen modelidir. Bu yazmaç kümeleri bellekten çok daha hızlıdır, derleyici tarafından kullanılması çok kolay, çok etkin ve çok verimlidir. Ayrıca son yıllarda donanım fiyatları önemli ölçüde düştü ve böylece en az maliyetle çok sayıda yazmaç eklenebilir oldu. Eğer bellek erişimi hızlı ise, yığın tabanlı tasarım iyi bir seçenek olabilir. Bellek erişimi yavaşsa, yazmaçları kullanmak çok daha iyidir. Bu sebeple son 15 yılda çıkan pek çok bilgisayar sistemleri genel yazmaç tabanlıdır. Uzun komutlarda tüm işlenenler yazmaçların sonuçları kullanılarak isimlendirilmelidir, bu sebeple daha uzun getirme, yakalama ve çözme zamanları ve döngüleri oluşur. (Kısa komutlar ISA tasarımcıları için çok önemli bir amaçtır.) Tasarımın ISA seçimi aşamasında tasarımcılar belirli bir ortamda en iyi hangi mimarinin çalışacağına karar vermeli ve vazgeçilecek (taviz verilecek) şeyleri dikkatle tetkik etmelidirler. (İyi tasarım fedakârlık gerektirir).
Genel amaçlı mimari, işlenenlerin bulundukları yerlere göre üçe ayrılabilir. Bellek-bellek mimarilerinde bellekte iki ya da üç işlenen birlikte bulunur. Böylece bir yazmaçta herhangi bir işlenene ihtiyaç duyulmadan komutun işlem yapmasına izin verilir. Yazmaç-bellek mimarileri en az bir işlenenin yazmaçta, bir işlenenin de bellekte olmasını gerektiren bir yapıya ihtiyaç duyar. Yükle depola mimarileri veri üzerinde herhangi bir işlem yapılmadan önce verinin yazmaçlara gönderilmesini sağlar. Intel ve Motorola yazmaç bellek mimarilerine örnektir; Digital Equipment'in VAX mimarisi bellek-bellek işlemlerine izin verir; MIPS, SPARC, PowerPC ve ALPHA yükle-depola makinelerine örneklerdir.
Günümüzde birçok mimari GPR tabanlıdır. Şimdi GPR mimarilerini ikiye bölen ana komut kümesi karakteristiklerini inceleyelim. Bunlar adresleme biçimleri ve işlenenlerin sayıları olarak iki grupta incelenirler.
İşlenen sayıları ve komut uzunluğu.
Bir bilgisayar mimarisini tanımlamak için en bilindik yöntem her bir komutta yer alan en fazla işlenen sayısını ya da adresini belirlemektir. Bu tek başına komutun uzunluğuna doğrudan etki etmektedir. Güncel mimarilerdeki komutlar iki şekilde biçimlendirilebilir:
Çoğu zaman, gerçek hayatta uzlaşma, kolay görülebilen ve kod çözümü daha kolay olan bit kalıplarını sağlayan iki-üç komut uzunluğunu kullanmayı gerektirir. Komut uzunluğunu makinedeki sözcük uzunluğuyla karşılaştırmamak lazım. Eğer komut uzunluğu sözcük uzunluğuna eşitse, komutlar ana bellekte saklandıklarında mükemmel bir şekilde hizalanırlar. Komutlar, adreslemeden dolayı daima hizalanmalıdır. Bundan dolayı, bir sözcüğün iki katı, üç katı, yarısı ya da çeyreği büyüklüğündeki komutlar boşa alan israf edebilir. Değişken uzunluktaki komutlar aynı boyutta olmadıklarından hizalanmaları gerekir, bu da yine alan israfına yol açar.
En yaygın komut biçimleri sıfır, bir, iki ya da üç işlenene sahip olanlardır. Mantık ve aritmetik işlemleri genellikle iki işlenene sahiptir, ancak eğer biriktirici (accumulator) varsa işlemler yalnızca bir işlenenle yürütülebilir. Bu yaklaşımı üç işlenene genişletirsek son hedef üçüncü işlenen olacaktır. Ayrıca yığın yapısı kullanılarak sıfır işlenenli komutlar oluşturulabilir. Aşağıdakiler en genel komut biçimleridir:
Mesela MIPS mimarisinde aşağıdaki komut biçimleri kullanılır:
Bütün mimariler komut başına işlenen sayısında izin verilen bir sınıra sahiptir. Sıfır, bir, iki ve üç işlenenli komutların çok yaygın olduğunu söylemiştik. Bir, iki ve üç işlenenli komutları anlamak kolaydır, ancak tamamıyla sıfır işlenenli komutlar üzerine yapılmış bir komut kümesi mimarisi bir hayli karmaşıktır.
Toplama gibi, mantık olarak bir ya da iki işlenene ihtiyaç duyan işlemlerin yapılabilmesi için işleneni olmayan makine komutları yığın kullanmaya ihtiyaç duyar. Yığın tabanlı mimari genel amaçlı yazmaçları kullanmak yerine işlenenleri yığının en üstünde saklar ve en üstteki ögeye merkezi işlem biriminin ulaşmasını sağlar. (Makine mimarilerindeki en önemli veri yapılarından biri yığındır. Yığın yapısı karmaşık hesaplamalar sırasında ara değerleri verimli bir şekilde saklar, yordam çağrıldığı anda parametrelerin geçişini verimli bir şekilde sağlar, bununla birlikte yerel blok yapısının korunmasını da sağlar, değişkenlerin ve altyordamların kapsamlarını belirler.)
Yığın tabanlı mimarilerde, birçok komut yalnızca işlem kodlarından oluşur. Bununla birlikte sadece bir işleneni olan özel komutlar da vardır (yığına eleman ekleyen veya yığından eleman çıkaran tipi komutlar). Yığın mimarileri, her biri bir işlenene sahip olan push ve pop komutlarına ihtiyaç duyarlar. Push X komutu, X bellek konumundaki veri değerini yığının üstüne yerleştirir. Pop X komutu, yığının en üstteki ögesini siler ve X bellek konumuna yazar. Belleğe erişme izni sadece bazı komutlara verilir; diğer bütün komutlar yürütme esnasında herhangi bir işlenen için yığını kullanmak zorundadır.
İki işlenene ihtiyaç duyulan işlemlerde, yığının en üstteki iki elemanı kullanılır. Mesela bir ADD komutu çalıştırıldığında, CPU yığının en üstteki iki elemanını alır, ikisini de yığından atar ve yığının en üstüne toplama işleminin sonucunu yerleştirir. Çıkarma işlemi gibi değişmeli olmayan işlemlerde, en üstteki öge bir altındaki ögeden çıkarılır, ikisi de yığından atılır ve yığının en üstüne çıkarma işleminin sonucu yerleştirilir.
Bu yığın organizasyonuna Reverse Polish Notation (RPN) veya postfix gösterimi denir ve uzun aritmetik ifadeler için oldukça etkili ve verimlidir. Postfix gösteriminde, işleç işlenenlerden sonra yer alır. Infix gösteriminde işleç işlenenlerin arasında yer alır, prefix gösteriminde ise işleç işlenenlerden önce gelir:
gösterimidir.
Bütün aritmetik ifadelerin bu gösterimleri kullanarak yazılması mümkündür. Fakat, bir yazmaç yığını ile birleştirilmiş postfix gösterimi, aritmetik ifadelerin hesaplanmasında en etkili yoldur. Bazı elektronik hesap makineleri kullanıcıdan ögeleri postfix gösteriminde girmesini ister. Bu hesap makinelerinde biraz alıştırma yapıldığında, iç içe dizilmiş birçok parantez içeren uzun ifadeleri, terimlerin nasıl gruplandığını bile düşünmeden, daha hızlı bir şekilde hesaplamak mümkündür.
(X + Y) x (W - Z) + 2
Denklemi RPN'de yazılırsa aşağıdaki gibi olur:
XY + WZ - x2+
Dikkat edilecek olursa, RPN'de öncelikleri korumak amacıyla kullanılan parantezlere ihtiyaç duyulmaz.
Sıfır, bir, iki ve üç işlenen kavramlarıyla ilgili bir örnek verelim. Her bir kavramı kullanarak, bir aritmetik hesap yapan basit bir program yazalım.
Örnek, aşağıdaki ifadeyi hesaplansın:
Z = (X x Y) + (W x U)
Genelde, üç işlenene izin verildiğinde, en az bir işlenen yazmaç olur ve ilk işlenen genellikle hedef olur. Üç adresli komutları kullanırken, Z'nin hesaplanması için gereken kodu aşağıdaki gibi yazabiliriz:
Mult R1, X, Y
Mult R2, W, U
Add Z, R2, R1
Eğer iki adresli komutlar kullanılıyorsa, bir adres genellikle bir yazmacı ifade eder (iki adresli komutlar iki işlenenin de bellek adresi olmasına pek izin vermez). Diğer işlenen, bir yazmaç ya da bir bellek adresi olabilir. İki adresli komutlar kullanırsak kodumuz aşağıdaki gibi olur:
Load R1, X
Mult R1, Y
Load R2, W
Mult R2, U
Add R1, R2
Store Z, R1
İlk işlenenin hedef mi yoksa kaynak mı olduğunu bilmek önemlidir, burada hedef olduğunu öngörüyoruz. (Bu noktada, Intel çevirici dili ile Motorola çevirici dili arasında geçiş yapmak zorunda kalan programcıların kafası karışabilir. Çünkü Intel çeviricisi ilk işleneni hedef alır, Motorola çeviricisi ise ilk işleneni kaynak alır.)
Tek adresli komutlar kullanıldığında, bir yazmaç (genellikle biriktirici) komutun sonucu için hedef olarak gösterilir. Z'nin hesaplanmasındaki kod aşağıdaki gibi olur:
Load X
Mult Y
Store Temp
Load W
Mult U
Add Temp
Store Z
Komut başına izin verilen işlenen sayısı azaldı, fakat kodu çalıştırmak için gerekli olan komut sayısı arttı. Bu durum, mimari tasarımında tipik bir boşluk ya da zamandan taviz verme örneğidir. Daha kısa komutlar oluşur, fakat programlar uzar.
Sıfır adresli komutlara sahip olan yığın tabanlı bir makinede bu programın ne yaptığını araştıralım şimdi de. Yığın tabanlı mimariler Add, Subt, Mult veya Divide komutları için işlenen kullanmazlar. Bir yığına ve bu yığında pop ve push işlemlerine ihtiyaç duyulur. Yığına erişim gerçekleştiren işlemler, işlenenin yığına eklendiğini ya da yığından çıkarıldığını belirten bir adres alanına sahip olmalıdırlar (diğer bütün işlemler sıfır adreslidir). Push komutu işleneni yığının en üstüne iter. Pop komutu yığının en üstündeki elemanı yakalar ve işlenene yerleştirir. Bu mimari, Z'yi hesaplayacak olan programın çok uzun olmasına sebep olur. Aritmetik işlemlerin yığının en tepesindeki iki işleneni kullandığını, onları yığından çıkardığını ve daha sonra işlemin sonucunu yığının en tepesine eklediğini öngörelim, kod aşağıdaki gibi oluşur:
Push X
Push Y
Mult
Push W
Push U
Mult
Add
Store Z
Komutun uzunluğu, işlem kodunun uzunluğundan ve izin verilen işlenen sayısından etkilendiği yukarıda vurgulandı. İşlem kodunun uzunluğu sabit olduğunda, çözme işlemi çok daha kolay olur. Fakat geriye dönük uyumluluk ve esneklik sağlayabilmek için, işlem kodunun uzunluğu değişken olabilir. Değişken uzunluktaki işlem kodlarında, değişken uzunluktaki komutlarda görülen problemlere benzer sorunlar söz konusu olabilir. Birçok tasarımcı işlem kodlarını genişletme konusunda uzlaşmaya varmıştır.
İşlem Kodlarını Genişletme.
İşlem kodlarını genişletme, işlem kodlarının geniş bir kümesini ve kısa işlem kodları, dolayısıyla kısa komutları elde etme amacıyla ortaya çıkmıştır. Amacı bazı işlem kodlarını kısaltmak, ancak ihtiyaç olduğunda uzun işlem kodları da sağlamaktır. İşlem kodu kısa olduğunda, bitlerden birçoğu işlenenleri tutar (komut başına iki ya da üç işlenen bulunabilirdi). İşlenenler için alana ihtiyaç duyulmadığında (Halt gibi bir işlem sırasında ya da makine bir yığın kullandığında), tüm bitler işlem kodu için ayrılabilir, bu durum birçok benzersiz komuta izin verir. Az işleneni olan uzun işlem kodları olduğu gibi çok işleneni olan kısa işlem kodları da mevcuttur.
16-bit komutlara ve 16 yazmaca sahip olan bir makine düşünelim. Bu kez basit bir ya da iki biriktirici yerine bir yazmaç kümesi bulunur, benzersiz bir yazmaç tanımlamak için 4 bit kullanırız. Her biri 3 yazmaç işlenenine sahip olan ya da işlem kodu için 4 bit, bellek adresi için 12 bit kullanan (4K boyutunda bir bellek olduğunu varsayıyoruz) 16 komutu şifreleyebiliriz. Bellek kaynağı 12 bite gereksinim duyar, diğer amaçlar için 4 bit kalır. Fakat, eğer bellekteki bütün veri ilk olarak bu yazmaç kümesindeki bir yazmaca yüklenirse, komut yalnızca 4 bit kullanarak (16 yazmaç olduğunu varsayarsak) gerekli veri ögesini seçebilir. Bu iki seçim aşağıdaki şekilde gösteriliyor;
<br>Şekil: 16-bit komut biçimi için iki olasılık
Aşağıdaki komutları şifrelemek istediğimizi varsayalım;
Bu komut kümesini 16 bitle şifreleyebilir miyiz? İşlem kodlarını genişletme işlemini kullandığımız sürece cevap “evet” olur. Şifreleme aşağıdaki gibi yapılır;<br><br>Genişleyen işlem kodu yapısı, çözme işlemini daha karmaşık hale getirir. Basit şekilde bir bit kalıbına bakıp hangi komut olduğuna karar vermek yerine, komutu aşağıda belirtildiği gibi çözmemiz gerekir:
Her adımda, daha fazla bite bakmamız gerektiğini bildiren yedek bir kod bulunur. Bu durum, donanım tasarımcılarının sürekli karşılaştıkları taviz vermelerin (trade-off) diğer bir örneğidir. Burada işlem kodu alanı işlenen alanıyla yer değiştirmiş olur.
Komut türleri.
Birçok bilgisayar komutu veri üzerinde yürütülür, ancak yürütülmeyen komutlar da vardır. Bilgisayar üreticileri komutları aşağıdaki kategorilere ayırır:
Veri aktarım komutları.
Veri hareket komutları en sık kullanılan komut türlerinden birisidir. Veri bellekten yazmaçlara, yazmaçlardan yazmaçlara ve yazmaçlardan belleğe taşınabilir, birçok makine kaynak ve hedefe bağlı olarak farklı komutlar sağlar. Mesela bir MOVE komutu her zaman iki yazmaçlı işlenene ihtiyaç duyabilir, oysa MOVE komutu bir yazmaç ve bir bellek işlenine izin verir. RISC gibi bazı mimariler, işletimi hızlandırmak için belleğe veya bellekten veri taşıyan komutları sınırlandırır. Birçok makine, farklı boyutlardaki veriyi işlemek için değişik load, store ve move komutlarına sahiptir. Mesela bayt işlemek için bir LOADB komutu, sözcük işlemek için de bir LOADW komutunun kullanılması gibi. Bellekten belleğe doğrudan veri aktarım komutu yoktur. Bu durumda CPUgibi aracı elemana ihtiyaç duyulur. Veri önce bellekten biriktiriciye alınır, daha sonra da diğer bellek alanlarına aktarılır.
Veri aktarım işlemleri kendi arasında üç alt gruba ayrılırlar: Aktarım bellekle yazmaç arasında, yazmaçtan yazmaca ve yığına veri atıp geri alma şeklinde yapılabilir.
Bellek-yazmaç aktarımı.
Komutların sonunda bulunan harfler belirli kaydedicileri hedefler. Mesela A kaydedicisini, X indis kaydedicisini ve Y indis kaydedicisini hedefleyebilir. Verinin alındığı bellek konumları, komutun işlenen kısmında belirtilir. Bu adresler, indisli, mutlak ve veri tanımlı olabilirken, bayraklardan Z ve N bayrakları etkilenirler.
Kaydedicilerden belleğe depolama veya saklama yapmak için STA, STX ve STY komutları kullanılır. Bu kaydedicilerdeki bilgi işlenen üzerinden hedeflenen bellek konumuna aktarılır. Bu aktarım işlemleri sırasında bayraklarda bir değişme olmaz. Veri aktarım işlemlerinde kaynağın içeriği değişmez, fakat hedefin içeriği değişir.
Mesela belleğin bir konumundaki veri alınarak başka bir konumuna atılma işlemi için basit bir program yapılırsa:
Yazmaçtan yazmaca aktarım.
Bu komutlar bellekte bir baytlık yer kaplarlar. Komut yanında işlenene gerek duyulmaz. Kaydediciden kaydediciye veri aktarım komutları; TAX, TAY, TXA, TYA, TSX ve TXS'dir.
Burada komutun ortasındaki harf daima kaynak kaydedicisini, sondaki harf ise hedef kaydedicisini gösteririr. TXS'nin dışında diğer komutlar N ve Z bayraklarını etkiler.
TXS komutu program başlangıcında yığın işaretçisini (stack pointer, SP) hazırlamada kullanılır. SP yığındaki bir sonra kullanılabilecek bellek konumunu gösterir.
Veri aktarımları.
Veri, biriktiriciden yığına, yığından biriktiriciye ve durum (P) bilgileri yığına, yığından tekrar duruma aktarılır. Yığına atılan bir veri, yığın işaretçisinin değerini bir azaltır, yığından geri çekilen bir veriyle de yığın işaretçisi tekrar bir artar.
Yığın kullanımı iki sebeple gerçekleştirilir:
Mesela 6502 mimarisinde, PHA komutu, yığın işaretçisinin gösterdiği ilk yığın konumuna biriktiricinin içeriğini atarken, yığın işaretçisi bir sonraki boş konumu göstermek için değerini bir azaltır:
0200 LDA #$A5 ; A=A5H
0202 PHA ; A'yı yığına at
0203 LDA #$67 ; A=67H
0205 PHA ; A'yı yığına at
Aritmetik işlem komutları.
Aritmetik işlemler tam sayıları ve kayan nokta sayılarını kullanan komutlara sahiptir. Komut kümelerinde çeşitli veri boyutları olduğundan farklı aritmetik komutlar bulunur. Veri aktarım komutlarıyla, değişik adresleme biçimlerinde yazmaç ve bellek erişiminin çeşitli kombinasyonlarını sağlamaya yarayan farklı komutlar olabilir.
Toplama işlemi.
Sekiz adresleme biçimini kullanabilen ADC ve ADD komutları, işlenenin değerini, elde ile birlikle biriktiricideki sayıyla toplayarak yine sonucu biriktiriciye atar. Bu işlemin sembolik gösterimi şu şekildedir:
[A] = [A] + [M] + C
Buradaki [M], ADC ve ADD komutlarının işlenen kısımlarında bulunan veriyi veya bellekle bulunan bir veriyi göstermektedir. Toplama işlemi, durum bayrağındaki D'nin durumuna göre ikili sayı kodunda ya da BCD kodunda olabilir. Veriler toplama ve çıkarma işlemlerinde işaretli veya işaretsiz şekilde birlikte kullanılabilir. Programcının ne tür bir veri kullandığını bilmesi gerekir.
ADD komutu işlenirken bir önceki işlemden kalan elde varsa bu bi sonraki eldeye katılarak toplama işlemine sokulur. Toplama işlemine bir örnek verilirse:
CLC ; C=0
LDA #$25 ; [A]=25H
ADC $40 ; [A] = [A] + [0040] + C
Yukarıdaki programda ilk satırda CLC bir önceki programdan kalan ve şu anki programa etki edebilecek eldelerden kurtulmak için C bayrağını temizlenir. Daha sonra A'ya 25H verisi yüklenir. Bir altındaki adımda A'daki veri [0040] no' lu bellek konumundaki veri ve elde toplanarak sonuç yine A'ya yazılıyor.
Çıkarma işlemi.
Tekrar hatırlatacak olursak değişik mimari türlerinde değişik komutlar kullanılmaktadır, bunlar karıştırılmamalıdır. SUB, SUBI, SUBU, SBC değişik mimarilerdeki çıkarma komutlara örnektir. Mesela 6502'de SBC çıkarma komutu ile, A'daki değerden bellek konumunun değeri ve eldeki değer çıkarılır. Sonuç yine biriktiricide kalır. Borç, elde bayrağının(C bayrağı) ters dönmüş hali olarak düşünülebilir. Bu işlemi sembolik olarak şu şekilde gösteririz
A = A - M - C
Çıkarma işlemi, toplama işlemindeki gibi hem ikili sayılarla hem de BCD modunda yapılabilir. Burada c = (1 - C) ifadesi çok baytlı çıkarma işlemlerinde kullanılır. C = 0 ise sonuca etki edilmez. Çünkü C = 1 ise, tersi 0 olur.
Boolean mantık komutları.
Boolean mantık komutları Boolean aritmetik işlemlerinde olduğu gibi aynen uygulanır. AND, NOT, OR ve XOR işlemlerini uygulamak için komutlar bulunur.
Bu komutlar, biriktiricideki değerle bellek konumundaki değeri bit bit mantık işlemine sokarlar ve daha sonra sonuç biriktiriciye yazılır. Bütün bu işlemler N (Negatif) ve Z (Sıfır) bayraklarını etkiler. Bu komutlardan en yaygın kullanılanları AND ve OR komutlarıdır.
AND komutu başka bitlere etki etmeden istenen bitin maskelenmesinde de kullanılır. Programcı bellek konumundaki temizlemek istadiği veriye göre A'ya değer atmalıdır.
OR komutları AND'in tersine istenen belirli bitleri 1 yapmada kullanılır.
Bit işleme komutları.
Bit işleme komutları, verilen bir veri sözcüğün içindeki bitleri veya bit gruplarını 1(set) veya 0(reset) yapmada kullanılır. Bunlar sola veya sağa aritmetik ve mantıksal kaydırma ve döndürme komutlarını içerir. Mantıksal kaydırma komutları, bitleri belirtilen miktarda sola ya da sağa kaydırırmada kullanılır (left shift and right shift).
Genellikle ikiyle çarpma ya da bölme işlemleri için kullanılan aritmetik kaydırma komutları en soldaki bit sayının işaretini gösterdiğinden bu biti kaydırma. Sağa doğru yapılan aritmetik kaydırmada, işaret biti yanındaki bite kopyalanır. Sola doğru yapılan aritmetik kaydırmada bitler sola kaydırılır, sağdan sıfırlar içeriye girerler, ancak işaret biti sabit kalır, hareket ettirilmez. Döndürme komutları kaydırılmış bitlere kaydırma yapan komutlardır. Mesela sola 1 bit döndürmede en soldaki bit dışarı kaydırılır ve en sağdaki bit haline getirmek için de döndürme yapılır.
Giriş/çıkış komutları.
Giriş/Çıkış komutları, mimariden mimariye pek çok değişiklik gösterir. G/Ç'ı kontrol etmek için bazı temel düzenler kullanılır. Bunlar programlanmış G/Ç, kesinti sürümlü (interrupt-driven) G/Ç ve DMA aygıtlarıdır.
Denetim aktarım komutları.
Kontrol komutları dallanmalardan, atlamalardan ve yordam çağırmalarından oluşur. Dallanmalar koşullu ya da koşulsuz olabilir. Atlama komutları dallanma komutlarına benzer. Dallanma komutlarının adres içeren bir şeklidir. Atlama komutları farklı durumları belirtmek için genellikle bellek adres konumunun bitlerini kullanır, çünkü işlenene ihtiyaç duymaz. Yordam çağırmaları dönüş adresini otomatik olarak saklayan özel dallanma komutlarıdır. Geri dönüş adresini kaydetmek için farklı makineler farklı uygulamalar kullanır. Bazı makineler adresi bellekte belirli bir yere kaydeder, bazıları bir yazmaca kaydeder, bazıları da adresi yığına bir veri gibi kaydeder. Genellikle en çok kullanılan yöntem de yığına atmaktır (PUSH ve PULL komutlarıyla atılır ve alınır).
Şartsız dallanma komutu.
Şartsız herhangi bir adrese gitme işlemini JUMP komutu gerçekleştirir. Eğer bu komutunun devamındaki komut veya komutlar işlenmeyecekse bu komut kullanılır. JUMP komutu, mutlak adresleme veya dolaylı adresleme modlarından birisini kullanır.
Şartlı dallanma komutu.
Şartlı dallanmada gerekli şart sağlandığı anda program belirlenen hedefe sapar. Şartlı dallanma komutlarını, dalma komutundan ayırt edebilmek için sapma adını aldı. Eğer şart sağlanmazsa program bir sonraki komuttan işlemeye devam eder. Şartlı dallanma komutları aşağıdaki sıra ile çalışır:
JUMP komutu kontrolü bellekte belirli bir adrese aktarır, sapma komutları kontrolü, komut işlendikten sonra bir sonraki komutun bulunduğu yerden ilerideki veya gerideki belirli bir bellek konumuna aktarır. Dalma komutu ile sapma komutu arasındaki diğer bir fark ise, sapma komutları karar verme komutlarıdır. Sapma şartları mikroişlemci durum bayraklarından C (elde), N (negatif veya işaret), Z (sıfır) ve V (aritmetik taşma) bayraklarına göre gerçekleşir.
Özel amaçlı yazmaçlar.
Özel amaçlı komutlar arasında dizi işleme, yüksek seviye dil desteği, koruma, bayrak kontrolü ve önbellek yönetimi de vardır. Birçok mimari dizi işlemek için özel komutlara sahiptir. Bu özel komutlar için mimarilerde özel yazmaçlar bulunabilir.
Komutların geçtiği temel aşamalar.
Komutlar işlenirken geçtiği belirli aşamalar vardır. Bunlar:
Bir programı işletmek için, işlemci birim zamanda bir komut getirir ve belirtilen işlemi uygular. Komutlar, bir dallanma veya bir atlama komutuna rastlayana kadar ardışık bellek konumlarından getirilir. İşlemci, program sayacını (Program Counter, PC) kullanarak, getirilecek bir sonraki komutu içeren bellek konumunun adresini saklar. Komut getirildikten sonra, program sayacının içeriği dizideki bir sonraki komutu gösterecek şekilde güncellenir. Bir dallanma komutu program sayacına farklı bir değer yükleyebilir.
İşlemcideki bir başka kilit yazmaç ise komut yazmacıdır (Instruction Register - IR). Her bir komutun 4 bayttan(1 sözcük) meydana geldiğini ve tek bellek sözcüğünde depolandığını varsayalım. Bir komutu işletebilmek için, işlemci aşağıda belirtilen adımları sırasıyla izler:
IR ← PC
PC ← [PC] + 4
Eğer bir komut bir sözcükten fazla yer kaplıyorsa 1. ve 2. adımlar tüm komut getirilene kadar tekrarlanmalıdır. Bu iki adım genellikle getirme evresi, 3. adım ise işletme evresi olarak adlandırılır.
Bazı istisnai durumlarda, bir komutun aşağıdaki işlemleri belirli bir düzende 1 ya da daha fazla sayıda uygulaması gerekir:
İşlemcilerin organizasyonu, son yıllarda teknolojide yaşanan gelişmeler ve diğer taraftan başarıma olan ihtiyaçtan dolayı oldukça gelişti. Yüksek başarımlı işlemcilerin geliştirilmesindeki yaygın bir yönteme göre çeşitli fonksiyonları yerine getiren birimler mümkün olduğunca paralel bir şekilde çalışmalıdır (Boru hattında olduğu gibi). Yüksek başarımlı işlemciler ardışık (pipelined) bir organizasyona ve yapıya sahiptir. Bir komutun işletilmesine önceki komutun işletilmesi bitmeden önce başlanır ve bir süre sonra her bir saat vuruşunda mükemmel bellek varsa bir komut içeriye alınır ve bir komutun işletilmesi sonuçlandırılır. Süper skalar işletim adı verilen bir başka yaklaşımda aynı anda birçok sayıda komut getirilip işletilir.
ISA örnekleri.
Intel.
Intel sağdan anlamlılığı ve iki adresli mimariyi değişik uzunluktaki komutlarla kullanan bir mimaridir. Intel işlemcileri, bütün komutların bir bellek mahalinde işlem görebilme anlamına gelen yazmaç-bellek mimarisini kullanır, fakat diğer işlenen bir yazmaç olmalı. Bu ISA mimarisi değişik uzunluktaki komutların veri üzerinde işlem görmesine izin verir, örneğin 1, 2 veya 4 bayt uzunluğundaki komutlar.
MIPS.
MIPS sağdan anlamlılığı kullanan, bayt adreslenebilir, üç adresli, sabit komut ve hafıza uzunluklu bir mimaridir. Sadece load ve store komutlarının belleğe ulaşabildiği yükle ve sakla mimarisidir. Diğer bütün komutlar işlenenler için yazmaç kullanmak zorundadırlar. Bu çok geniş bir yazmaç kullanımını gerektirir. MIPS aynı zamanda sabit uzunluklu işlemler kullanır.
Java Virtual Machine.
Java platformdan bağımsız olması açısından son derece ilginç ve son zamanlarda popülerliği artan bir dildir. Kod bir mimari üzerinde bir kod derlenmişse ve program farklı bir mimaride çalıştırılmak isteniyorsa bu, kod değiştirilmeden veya yeniden derlemeden yapılabilir.
Java derleyicisi program ilk çalıştırıldığında yazmaç sayısı, bellek boyutu, I/O girişleri gibi mimari bağlanımları açısından bir kısıtlama getirmez. Fakat daha sonra programı çalıştırmak için bir Java Virtual Machine (JVM)'e ihtiyaç duyulur. JVM asıl olarak donanım mimarisine giden bir katlayıcı fonksiyonu görür ve platforma bağımlıdır. Fakat JVM belli bir mimari üzerinde görüldüğü zaman herhangi bir ISA'de derlenmiş bir programı çalıştırabilir. Çalıştırma anında JVM'in görevi baytkodları yükleme, kontrol etme, bulma ve yürütmedir. JVM sanal olmasına rağmen iyi tasarlanmış bir komut kümesi mimarisidir.
Komut kümesi mimarileri değişik tasarım ilkelerini kullanır. Komut kümesi mimarisinde başlıca hedefler; daha güçlü işlemler sunmak, komut sayısını ve karmaşıklığını azaltmak, hızı artırmaktır. Buna karşılık daha yavaş saat sıklığı ve yüksek komut başına çevrim (cycles per instruction) ise karşılaşılabilecek risklerdir. Komut kümesi mimarisi için iyi bir soyutlama gerekir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1231",
"len_data": 33355,
"topic": "CODING",
"quality_score": 4.08
}
|
Komut, bilişim biliminde mikroişlemci üzerinde çalışan programların yapı taşlarına denir. Bir işlemcinin çalıştırabileceği komutlar, o işlemcinin komut kümesini oluşturur. İşlemciler, mimarilerine göre komutları farklı şekillerde işletebilirler. Bilgisayarın komut hattının uzunluğu ve genişliği, kaç komutun aynı anda işletilebileceğini belirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1232",
"len_data": 347,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.76
}
|
Kurgu, film yapımı sürecinin bir parçasıdır.
Kesme, film yapımında en yaygın kullanılan terimlerden biridir. Yönetmenin bir çekimi bitirmek için kullandığı bir fiil ("KES – İngilizce CUT kelimesi, teknik olarak filmlerde hem iki sahne arasındaki kesme, hem de bitirme işlemini belirten kesme olarak kullanılır; çn.") olabileceği gibi, bir film bandı ya da iki ayrı çekim arasındaki bağlantı anlamında bir isim de olabilir. Aynı zamanda, bir filmin farklı safhalardaki bir versiyonu da olabilir ("Taslak kurgusu, yönetmenin kurgusu, final kurgusu"). Bu makale çerçevesinde kesme, çekimler sırasında olmasa bile, gösterim esnasında birbirinden ayrı iki çekimin, birbirlerini kesintisiz takip edecek şekilde birleştirilmesi anlamında kullanılmıştır. Beş basit kurgu türü vardır: düz, zıt, paralel (çapraz), atlama ve biçim kurgusu.
Düz kurguda, bir görüntü, kesintisiz olarak diğerini takip eder. Düz kurgu, en yaygın biçimdir: B çekimi, A çekimini takip eder. "The Lady Eve" ("1941") filminde, "Preston Sturges", bir geminin yemek salonunda bir masada oturan "Charlie Pike" ("Henry Fonda")’dan ("Çekim A"), onun bulunduğu tarafa bakan bir grup kadına ("Çekim B") doğru kesme yapar. Zıt kurguda ise birbirini takip eden görüntüler doğal olarak birbirinden ayrıdırlar; örneğin, "Slaves" ("Herbert J. Biberman, 1969") filminde kölelerin kelepçeli ayaklarından, dörtnala giden atların toynaklarına yapılan kesme esir ile özgür kavramları arasındaki zıtlığı belirtir.
Paralel ya da çapraz kurgu, aynı anda gerçekleşmekte olan iki olayı anlatır. "Saboteur" filminde, "Brooklyn Navy Yard"’daki bir geminin vaftiz töreninde, geminin sabote edilmesi girişimi, törenin kendisiyle birlikte paralel kurgu içinde ele alınmıştır. "Moonstruck" ("Norman Jewison, 1987") filminde, bir anne, kızı "Metropolitan Operası"’nda sevgilisi ile birlikteyken, üniversitede profesör olan biriyle yemek yemektedir. "King and Country" ("Joseph Losey, 1964") paralel kurguya örnek olabilecek iki sahne içermektedir: yağmurda askerlerin bir fareyi kıstırıp oynamaya çalışmaları ve bir firarinin barakalar içinde yapılan duruşması. Burada, firarî askerin içinde bulunduğu kötü durum ile farenin içinde bulunduğu kötü durum birbirleriyle benzeştiriliyor. Fare de, firarî asker de kurban durumundadır – firarî şüpheci askeri kuralların, fare ise askerlerin can sıkıntısından kaynaklanan bir zulmün kurbanıdır.
Olayların akışında bir boşluk bırakan, devamlılık dahilindeki bir kırılma, bir atlamalı kurgu meydana getirir. "Darling" ("John Schlesinger, 1965") filminde, bir binanın girişine yirmi metre mesafedeki bir çiftin görüntülerini, aynı çiftin binanın giriş kapısından içeri girişlerini gösteren bir görüntü takip eder. Açıkçası, belirli bir sahne veya sekanstaki her şey görüntülenmek zorunda değildir, ancak sürekli atlamalı kurgu kullanımı, filme çizgi roman benzeri bir devamlılık verebilir. Ancak ne yaptığını bilen bir yönetmen atlamalı kurguyu kullanıyorsa, bunun bir sebebi vardır. "Breathless" ("Jean-Luc Godard, 1959") filminde, asıl karakter "Marsilya"’da bir polis memurunu vurur, bir tarladan koşarak geçer ve "Paris"’e ulaşır. "Godard", devamlılığı sebepsiz yere bölebilecek kadar maharetli bir film yapımcısıdır. "Breathless" filmi tam anlamıyla bir film olarak dikkat çeker: 1930'lar ve 1940'larda düşük bütçeli filmler üretmiş olan "Monogram Pictures"’e adanmış ve daha akılcı bir yaklaşımla, bir karakterin araç kullanmadan bir yerden başka bir yere gidebilmesi şeklindeki bir sahneyi içerebilecek düşük bütçeli bir Amerikan filminin tarzını yaratabilmiştir.
Biçim kurgusu ise, benzer şekilli iki nesne arasında yapılan kesmedir. "Detour" filminde, müzik kutusu içindeki bir plaktan, bir davula yapılan bir kesme vardır – burada yuvarlak şekilli bir nesne diğerinin yerini alır. Bir çekimin diğeri ile eşleştiği ve devamlılıkta bir boşluğa sebebiyet vermeyecek kadar kolay geçişin sağlandığı eşleştirme kurgusu, prensip olarak biçim kurgusuna benzer. Bir eşleştirme kesmesi, öyle olmamasına rağmen, genellikle eşleştiği sahneye şekil olarak benzer. Büyük ihtimalle, en ünlü eşleştirme, "2001: A space odyssey" ("Stanley Kubrick, 1968") filminde mağara adamının bir çekimde elindeki kemiği gökyüzüne fırlattığı ve bir sonraki çekimde yörüngedeki bir uzay istasyonunun görüntülendiği eşleştirmedir. Eşleştirme, iki görüntüyle evrim tarihine değinmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1234",
"len_data": 4341,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.79
}
|
Ekşi Sözlük, kayıtlı yazarların yorumlarını içeren Türkiye merkezli bir katılımcı sözlük özelliği gösterse de tartışma platformu, arama motoru, sosyalleşme aracı, tarihî belge, reklam mecrası nitelikleri haiz tek bir tanım etrafında toplanamayan bir ağ sayfasıdır. İçeriklerinin doğru, güncel ve tarafsız olma zorunluluğu yoktur, argo kullanılabilir.
Kullanıcılar, herhangi bir konuya ilişkin görüşlerini, matbu bir sözlükte olduğu gibi tanımlar hâlinde bir başlık altında belirtir. Bunlara "entry" denir. Herkesçe okunabilir ancak yazmak için kullanıcı hesabı açmak gerekir. Hesap açıldıktan sonra çaylak ismiyle anılır ve on "entry" girdikten sonra bir onay listesine alınır. Yönetim, içeriklerin formata uygunluğunu kontrol edip yazarlığı onaylar.
Sedat Kapanoğlu, 1998'de o dönemki kız arkadaşıyla birlikte mizahî içeriklerin yer aldığı bir proje olarak "sourtimes" isminde bir site geliştirdi. Sitenin ismi, o zamanlar çok dinledikleri Portishead'in "Sour Times" (Türkçesi: ekşi zamanlar) parçasından esinlenilmiş idi. Ekşi Sözlük, 15 Şubat 1999'da, "sourtimes.org/sozluk.html" alan adında 10-15 kişilik bir kullanıcı grubuyla yayına başladı. Sonrasında aynı konsepti kullanan başkaca sözlükler oluşturuldu.
21 Şubat 2023'te 2023 Kahramanmaraş depremlerinde kurtarma çalışmalarına katılan bir askerin yazısı nedeniyle kapatıldığı öğrenildi. 2 Mart'ta erişim engelinin kaldırılmasına karar verilse de 3 Mart'ta Ankara 5. Sulh Ceza Hakimliği tarafından tekrar engellendi. Yönetim, engeli Anayasa Mahkemesine taşıdı. 22 Ocak 2024 tarihinde erişim engeli kaldırıldı.
Ekşi Sözlük, yazar alımında izlediği yolla dışarıya kısmen kapalıdır. Bu kapalılık, kendi yarattığı mizah temelli dil ve formatıyla topyekûn bir altkültür oluşturur. Bu bağlamda yeni sözlü eserler ve nefret içerikleri üretip yaymaya zemin hazırlar; politik topluluk ve kamusal alan olarak kullanılır.
İçerik ve yapı.
Ekşi Sözlük, türlü kelime ve kavram hakkında kayıtlı yazarların yorumlarını içeren ve katılımcı sözlük özelliği gösterse de tartışma platformu, arama motoru, sosyalleşme aracı, tarihî belge, reklam mecrası nitelikleri haiz tek bir tanım etrafında toplanamayan bir ağ sayfasıdır. Bilginin göreceliğini benimseyen bir perspektifle bilgiyi anonim, eş zamanlı ve sloganı olan kutsal bilgi kaynağı altında geleneksel var oluşa aykırı ve ironik biçimlerde üreterek postmodern bir kurum niteliği kazanır. İlk başlarda bir grup etrafında var olmuşken sonrasında kitlenin genişlemesiyle kural altına alınan yazarlık ve ortaya çıkan format biçimleri kendiliğinden bir düzen yaratarak postmodern kurum niteliğini pekiştirir. Bilgilerin doğruluğu ve geçerliliği garanti edilmez.Kullanıcılar, herhangi bir konuya ilişkin görüşlerini, matbu bir sözlükte olduğu gibi tanımlar hâlinde bir başlık altında belirtir. Bu başlık altındaki her bir yazarın tanımı ‘"entry"’ olarak isimlendirilir. Bu içeriklerden beğenilenlere "Şükela!" butonuna basarak artı oy, beğenilmeyenlere çok kötü butonuna basarak eksi oy verilir. Daha sonra okunmak istenilenler de favori butonuna basarak yazarın profiline kaydedilir. Başlıklar, herhangi bir konu hakkında açılabilir. İçeriklerin doğru, güncel ve tarafsız olma zorunluluğu yoktur, argo kullanılabilir. Bu yönüyle zaman zaman yanlış bilinen şeylerin yayılmasına sebep olur. Örneğin 2007'de bir Sözlük yazarı, parodi amacıyla "contorium" isminde bir başlık açmıştır. Bu başlıkta bunun trilyonlarca dolar değerinde bir element olduğundan ve gizli anlaşmalar nedeniyle çıkarılamadığından bahsetmiştir. 2018'de yapılan bir ankette "contorium"'a ilişkin bir soru eklenmiş ve katılımcıların %34'ünün gerçek olup çıkarılmasına izin verilmediğine inandığı kaydedilmiştir.
Sözlük'ün üst kısmında yer alan butonların çeşitli işlevleri vardır: takip, başka yazarları takip etmeye, son kendilerinden sonra girilen "entry"'leri görmeye, debe dünün en beğenilen entrylerini okumaya, kenar yazılıp kaydedilen ancak henüz göndermedikleri içerikleri görmeye, çaylaklar çaylak yazarların "entry"'lerini okumaya yarar.
Yazarlık.
Site herkes tarafından okunabilir ancak yazmak için hesap açmak gerekir. Siteye, bir rumuz ile kaydolunur. Rumuz alındıktan sonra açılan hesap çaylak ismiyle anılır. On adet "entry" girildikten sonra Sözlük yönetiminin onayını bekleyen bir bekleme sırasına alınır. Onay süresince yazılan "entry"'ler herkese açık değildir. Sırası gelip yazıları onaylanan ve daimi yazar statüsünü elde eden kullanıcılara yazar/"suser (sözlük ve user kelimelerinden oluşmuştur)" denilir. Bu statüdeki hesabın yazıları herkesçe görülebilir. Ayrıca formata aykırı harekette bulunan yazar, geçici süreliğine çaylak yapılır. Kuruluşu takip eden ilk zamanlarda herkes "entry" girebilirken daha sonradan yazarlık kıstası getirilmiş, siteye kaydolmak da bir süre belirli aralıklarda alınan başvurular ile mümkün olmuştur. Bu dönemde yazar hesapları karaborsaya düşmüştür. Alımların olduğu döneme göre gruplar halinde yazarlar sınıflandırılmış ve bu sınıflara “nesil” denmiştir. 1999'da yazar olanlara birinci nesil, 2004'te yapılan toplu alımda girenlere miğferdibi denilse de nesil sistemi 2010'da kaldırılmıştır. Günümüzde her zaman hesap açılabilir. 2019'da 115.852 yazar olduğu kaydedilmiştir.
Her bir yazarın ayrıca profil sayfası vardır. Bu sayfada yazarca yazılan, favorilenen ve yazarın oylanan "entry"'lerini görünür. "Entry"'lerin oylanmasıyla profilde "karma" olarak anılan bin üzerinden bir sayı ve belli sayı aralıklarına karşılık gelen bir unvan yazılır. Yazarın karmasının görüntülenmesi için en az 500 adet "entry" girmesi gerekir.
Sözlük'ün içerisinde çeşitli kullanıcı grupları mevcuttur: içeriği denetleyen ve gerekirse kaldıran moderatör, hukuk danışmanlığı yapan "praetor", çaylak hesaplarına yazarlık veren kondüktör gibi. Haziran 2005'te yapılan bir değişiklik ile giriş yapmayanlara oy hakkı tanınmıştır.
Kullanıcılar, sitenin gelirinden pay almaz, bu durum emek sömürüsü kavramıyla eleştirilmiştir.
Yazarlar belirli çağrılar altında yüz yüze etkinlikler yapmışlardır. Bu toplantılara zirve adı verilir, çok çeşitli konularda toplanabilir: İstanbul Reggae Zirvesi, İzmir Sıkıysa Hafta İçi Gelin de Görelim Zirvesi, İtaatsizi Çok Özleyenler Zirvesi. Bunlar, günümüzde kapanmış, "Limon" isimli "sub-etha"'dan takip edilebiliyordu. 12. doğum gününü kutlamak için 2011'de toplanan zirveyi de Ezgi Mola sunmuş; zirvede Ünlü, Bedük ve Cem Yılmaz sahne almıştır.
Sub-etha.
Sözlük'ün alt kısmındaki sabit "sub-etha" butonundan erişilen sayfada bağlantılarına yer verilen haricî küçük ağ sayfalarıdır. Kullanıcıların çeşitli ihtiyaçlarına yönelik geliştirilmiştir: Sözlük'ten rastgele başlıklar seçerek adam asmaca oynatan "Hangberry," duyuru için kullanılan Ekşi Duyuru, Türkiye'nin ilk halı saha futbolu lig organizasyonu olan Ekşi Sözlük Birinci Pazar Ligi.
Reklam.
Site, 2001'de ufak bir kutuda Amazon reklamı alındı ancak bu reklam, bir yıl içerisinde 11 dolar kazandırdı. Bunun üzerine daha yüksek bir gelir için 19 Kasım 2003'te "banner" reklamı alınmaya başladı. Reklamlarının tarafsızlığına ket vurduğu yönünde eleştiriler getirilmiştir. Örneğin 14 Ağustos 2012'de Başak Purut, ortağı ve avukatı olduğu bir başka firma hakkında sitede yazılan bir eleştiriyi "firmanın ticari itibarı zedeleniyor" gerekçesiyle sildirdi ve bu durum büyük tepki topladı. 1 Eylül 2012'de bu tepkiyle ilişkili olarak 12 kişilik moderasyon ekibi topluca istifa etti.
Tarihçe.
Ekşi Sözlük fikri, Kapanoğlu'nun 90'lı yıllarda Hitnet'teki yazılarına dayanır. Kapanoğlu'nun 1997'de okuduğu Otostopçunun Galaksi Rehberi'nde anılan kainatın her yerinden editörlerin yazdığı bir bilgi kaynağı, bu fikri somutlaştırdı. 1998'de o dönemki kız arkadaşıyla birlikte mizahî içeriklerin yer aldığı bir proje olarak "sourtimes" isminde bir site geliştirdi. Sitenin ismi, o zamanlar çok dinledikleri Portishead'in "Sour Times" (Türkçesi: ekşi zamanlar) parçasından esinlenilmiş idi. Ekşi Sözlük, 15 Şubat 1999'da, "sourtimes.org/sozluk.html" alan adında 10-15 kişilik bir kullanıcı grubuyla yayına başladı. İlk girilen içerik "pena" başlığında ilgili plastik nesnenin tanımı oldu. Mayıs ayı sonunda 300; 1999 yılının sonunda 1500 kullanıcıya ulaştı.
2003'te Altın Örümcek'te en iyi kişisel web sitesi seçildi.
2006 yılında, İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün, sitedeki 'esrar' başlığı altındaki yazıların, gençlere uyuşturucuyu özendirdiği gerekçesiyle şikayette bulunması üzerine İstanbul Üçüncü Sulh Ceza Mahkemesi, Ekşi Sözlük'e erişimin süresiz engellenmesine karar verdi. Aylarca siteye Türk Telekom'un DNS engellemesi yüzünden doğrudan bağlantı yapılamadı. Engel, Haziran 2006'da Ekşi Sözlük'ün avukatları tarafından yapılan başvuru sonucunda kaldırıldı.
17 Nisan 2007'de Adnan Oktar'a hakaret edildiği iddiası ile Eyüpsultan 3. Asliye Hukuk Mahkemesi, sitenin yayınının durdurulmasına karar verdi. Daha sonra söz konusu yasak kaldırıldı. Oktar, bu davayı AİHM'e taşımış ve burada da başvurunun reddine karar verilmiştir.
Şubat 2008'de Türkiye'deki internet sansürlerini protesto etmek amacı ile sözlük logosunun üstüne siyah bir bant eklendi. 29 Eylül'de, Türkiye'deki internet kullanıcılarının siteye erişimi mahkeme kararıyla üç saat engellendi.
1 Şubat 2010'da Fatih Altaylı, Ekşi Sözlük hakkında "Ekşimiş Ruhların Buluşma Yeri" başlıklı bir yazısı üzerine Sözlük yazarlarına hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında dava açıldı ve Altaylı, gazetedeki köşesinden bir tekzip yayımladı. Peşinen Altaylı'nın açtığı başka bir dava uyarınca da kendisi hakkında yazılan 97 içerik mahkeme kararıyla yayından kaldırdı.
21 Nisan 2011'de Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı, Sözlük'ün sunucusuna gönderdiği elektronik postada, sunucudan, yer sağlayıcılık hizmetine son verilmesini istedi. Sonrasında kurumdan, Sözlük'ün yasaklanacaklar listesine yanlışlıkla eklendiğini açıklaması geldi. 21 Haziran 2011 tarihinde 35 Ekşi Sözlük yazarının "manevi değerlere hakaret" ettikleri gerekçesiyle polis tarafından ifadeleri alındı.
2013'te sitenin tasarımı yenilendi. Eski tasarıma ulaşılabilen alt alan adı, antik.eksisozluk.com, 2014'te kapatıldı. Aynı yıl ilk yatırımını 59saniye.com ağ sayfasına yaptı. Böylece sitenin eşit ortağı konumuna geldi. Temmuz 2013'te Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Yusuf Devran, Ekşi Sözlük'te kendisi hakkında Muhammed'e yönelik eleştiri ve hakaret içerikli mesajlar bulunduğu iddiasıyla suç duyurusunda bulundu. İki yazar, İstanbul 25'inci Sulh Ceza Mahkemesinde yargılandı, üç yıl içinde bir daha suç işlenmemesi şartı ile kovuşturmaları tecil edildi. Aynı ay içinde bu nedenle Angelz Co takma adlı bir grup hacker tarafından "hack"'lendi.
2015'te Kapanoğlu, sitenin yönetiminden çekilerek bütün idarî işleri, 2009'da ortaklık kurduğu Başak Purut'a devretti.
2016 direnişi ve sonrası.
28 Şubat 2016'da sitenin ara yüzü ile logosu başta olmak üzere bir dizi değşiklik yapıldı, Ekşi Şeyler isimli ağ sayfası yayına başladı. Bu proje, sözlük bünyesinde yayın yapan ve seçili Ekşi Sözlük içeriklerini liste tarzında yayımlayan yeni bir siteydi. İçeriğini oluşturan "entry"'lerin sahiplerinin rızası alınmadan düzenlenmişti ve yazarlar başlık açarak buna tepki koydular. Bu tepki esnasında iki kullanıcı sebep gösterilmeksizin engellendi. Peşinen "holy strat" isimli sözlük yazarı bir protesto başlattığını duyurdu ve tema eski hâline gelene kadar yeni içerik girmeyeceğini söyledi. 800 yazar bu çağrıya katıldığını belirtmek için kullanıcı adını ilgili başlığa yazdırdı. Sedat Kapanoğlu, direnişe karşılık yeni tasarımın mobilde çok iyi ve kullanışlı olduğunu, Başak Purut ise yeniliklerin devam edeceğini ifade etti. 6 Mart 2016'da "ulotrix" isimli sözlük yazarı, tema konusundaki çağrılarına Sözlük yönetiminin kayıtsız kaldığını söyleyerek yazarlara "entry"lerini silme çağrısı yaptı ve bu çağrıya uyan yazarlar 13 Mart 2016'ya kadar 1 milyon entry sildi. Sözlük yönetimi, 7 Mart'ta ilgili tepkilere yönelik bir açıklama yayımladı ve yeni tema tasarlanırken muadil sitelerin tasarımının örnek alındığı söylendi. Ayrıca beyaz fonun değişeceği dört görünümün ve içeriklerin Ekşi Şeyler'de yayımlanmama seçeneğinin eklendiğini, sonrasında yapılacak tüm değişikliklerin ve sözleşme değişikliklerinin yazarlara önceden bildirileceği söyledi. Bu açıklamayla bağlantılı olarak 8 Mart'ta toplu kadın yazar alımı hakkında diğer yazarların görüşlerinin beklendiği açıklandı.
2017 yılında hem iOS hem de Android için resmî Ekşi Sözlük mobil uygulaması yayımlandı.
2018'de Youtube kanalı Pena kuruldu. Kanalda Ekşi Sözlük yazarlarının konuklarca cevaplandığı soru cevap etkinlikleri, "entry"'lerin canlandırmaları yer aldı.
2020'de Ekşi Sözlük tarafından entrylere görsel yükleme özelliği duyuruldu. Bu sayede "entry'ye" 10 taneye kadar görsel eklenebildi. Ekim 2020'de yönetimdeki bir kişinin yakınını yazar yapması üzerine bir grup yazar projeyi boykot etti.
21 Şubat 2023'te Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu tarafından bir açıklama yapılmaksızın erişime engellendi. İzleyen günlerde deprem kurtarma çalışmalarına katılan bir askerin yazısı nedeniyle kapatıldığı öğrenildi. 2 Mart'ta erişim engelinin kaldırılmasına karar verilse de 3 Mart'ta Ankara 5. Sulh Ceza Hakimliği tarafından tekrar engellendi. Yönetim, engeli Anayasa Mahkemesine taşıdı. 22 Ocak 2024 tarihinde erişim engeli kaldırıldı.
2024'te toplam 177 milyonun üzerinde farklı kişi tarafından 11 milyardan fazla görüntülenmiştir.
Sözlük kültürü.
Ekşi Sözlük, yazar alımında izlediği yolla dışarıya kısmen kapalıdır. Bu kapalılık, kendi yarattığı mizah temelli dil ve formatıyla topyekûn bir altkültür oluşturur.
Katılımcı sözlüğün ilk örneği olup sonradan klon sözlük biçimiyle anılagelecek farklı sözlükleri bünyesinden çıkartıp ilham vermiştir. 2004'te İTÜ Sözlük'e ilham olmuş, 2007'de bünyesindeki bir grup yazar Anti Ekşi Sözlük'ü kurmuş, 2009'da ise İHL Sözlük ve İnci Sözlük yayına başlamıştır.
Kendine has etik değerler ile ortak bir dil yaratır, yeni sözlü kültür ürünleri verir, anlık oluşumlar yaratır. Sözcüklerin mevcut anlamlarına ek olarak yeni anlamların üretilmesine, tanımların yapı bozuma uğratılmasına ve dildeki anlam değişmelerinin takip edilebilir olmasına aracı konumdadır.
İç dinamikleri nefret söyleminin çevrimiçi ortamda dolaşıma girmesine, yeniden üretilmesine ve yaygınlaşmasına zemin hazırlar. Bununla mücadele etmek için de 2011'de özel olarak bir şikâyet mercii oluşturulmuştur. 2020'de aynı konuyu Sözlük yönetimine hitaben gündeme getiren bir yazarın açtığı başlık üzerine üzerine yönetim sorunu kabul etmiş ve iyileştirmeler yapmıştır.
Tartışmalı siyasi içeriklerin paylaşıldığı sanal bir sosyo-politik topluluk olarak kullanılır. 2015'te Kemal Kılıçdaroğlu ve sonrasında Emine Ülker Tarhan, Sözlük'teki özel bir başlığa yazılan soruları cevapladı. Site içerisinde birkaç kullanıcının birleşerek oluşturduğu "Ekşi Siyasetçiler" isimli grup, siyasetle ilgilenen çeşitli kişilerle toplantılar düzenledi. 2018'de "Muharrem İnce ve Danışmanlarına Duyurular" başlığı altına 5000 entry girildi. Ekrem İmamoğlu, 2019'da düzenlediği soru cevap etkinliğinde platform hakkında "inanılmaz bir demokrasi arenası" tabirini kullandı.
Anaakım medya karşısında alternatif gündem oluşturabilir. 2006'da tutuklandığı cezaevinde 2016'ya kadar tahliye bekleyen Yüzbaşı Murat Eren'i gündeme getirip tahliye edilmesine yardımcı oldu.
Çoğulcu bir tartışma ve katılım ortamı sağlayabilme ve uygulama alanı bulur. Yazarlar, gerçek kimliklerini ifşa etme gereği duymadan dolayısıyla rahatça belirli bir olgu, olay, konu, durum, haber hakkında yazabilir. Bu yönleriyle kamusal alan kimliği kazanır.
Matbuat.
Ekşi Sözlük Kitabı, 2002'de Sel Yayınları'nca basıldı. Site bünyesindeki derleme "entry"'leri içeriyordu.
"Ekşi Dergi", 2005 yılında basılan mizah ve popüler kültür dergisiydi.11 sayı basıldı.
Ekşi Öyküler, 2007 yılında basıldı. Sözlük yazarların kaleme aldığı 62 öyküyü içeriyordu.
Sosyal yardımlar.
2003'te Treachery rumuzlu yazar, Cizre'deki Vatan İlköğretim Okulu'na kitap bağışı kampanyası organize etti. Kampanya sonunda toplam 21.034 adet kitap Cizre'ye gönderildi.
2009'da Ekşi Sözlük Ormanı kampanyası kapsamında toplanan bağışlarla Tekirdağ'da 36.000m²’lik bir alana TEMA eliyle 9000 fidan dikildi.
2011 Van Depremi'nden sonra deprem bölgesine yardım kampanyası düzenlendi. AKUT ile iş birliği içinde yardımlar bölgeye ulaştırıldı.
2013'te Bayramiç'te evi yanan Sultan Alacaoğlu isimli Alzheimer hastası yaşlı bir kadın için düzenlenen kampanya ile 3 gün içerisinde 95 bin TL toplandı.
2016'da PayPal'ın Türkiye'deki faaliyetlerini durduracağını açıklaması üzerine Sözlük'te "PayPal hesaplarımızla LÖSEV'e Bağış" kampanyası başlatıldı. 24 saat içerisinde 100.000 TL tutarında bağış toplandı. 2016'da Ekşi Şeyler'de yayımlanan 5500 içeriğe karşılık 5500 fidan dikildi.
2019'da Youtube'ta Hayvan Videoları Çeken Çocuk başlığında 290 takipçisi olan Youtube kullanıcısını gündeme taşıdı ve kullanıcının abone sayısını 100 bine çıkardı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1238",
"len_data": 16834,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.12
}
|
Yılmaz Güney (1 Nisan 1937; Yenice, Adana – 9 Eylül 1984, Paris), Kürt kökenli Türk oyuncu, yönetmen, senarist, yapımcı, yazar, şair ve aktivisttir. Oyuncu olarak yer aldığı "Çirkin Kral", hem senaristi hem de yönetmeni olduğu "Umut", "Ağıt", "Baba", "Arkadaş" ve "Duvar", senaryosunu yazdığı ancak 1974-1981 yılları arasında cinayet nedeniyle hüküm giymesi sebebiyle çekimlerinde bulunamadığı eş yönetmenli "Yol" ve "Sürü" gibi filmleriyle tanınmaktadır. Güney, eserlerinin birçoğunu sol perspektiften üretmiş ve bunları Türkiye'deki işçi sınıfı insanlarının içinde bulunduğu kötü duruma adamıştır. Filmlerinde Türkiye'deki toplumsal yapı ile birlikte Kürt kültürünün, halkının ve dilinin tasvirini etkin bir şekilde kullanmıştır. Sinemada elde ettiği başarılar, uluslararası bir üne ulaşmasını sağlamıştır.
1959 yılında sinemaya adımını atan Güney'in kariyeri içinde, hem siyasi suçlar hem de cinayet nedeniyle olmak üzere pek çok hapis ve sürgün cezası bulunmaktadır. Türkiye'de yaşanan 1960 Darbesi dönemini takip eden 1961 yılında, daha önceden 19 yaşındayken yazdığı bir öyküde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklanıp bir buçuk yıl hapis ve altı ay sürgün cezası aldı. Beş yıl kadar sonra, "Hudutların Kanunu" filminin çekimleri sırasında Şanlıurfa'da alkollü araç kullanırken bir çocuğa çarparak ölümüne sebep oldu. 1967'de Nebahat Çehre ile evlendi, evliliklerinde ve öncesinde bazı şiddet vakaları mevcuttu. Güney, 1968'de bir kavga sonrası arabasını Çehre'nin üzerine sürüp ona çarptı, Çehre'nin köprücük kemiği kırıldı ve başına dikiş atıldı, olaydan kısa bir süre sonra da boşandılar. İki yıl sonra Jale Fatma ile evlendi.
Kariyerinin ilk dönemlerinde daha çok macera ve aksiyon filmleri çeken Güney, 1960'ların sonlarından itibaren ise toplumsal, dramatik ve politik filmlere yöneldi. 1972'de, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi–Cephesi militanlarını sakladığı gerekçesiyle 10 yıl hapse mahkûm edilse de 1974 Genel Affı sonucunda serbest kaldı. 13 Eylül 1974'te, "Endişe" filminin çekimleri için bulunduğu Adana'da bir gazinoda Sefa Mutlu adındaki yargıcı silahla öldürdü. Cinayetin ardından yargılandı ve 1976'da 19 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Hapiste kaldığı dönemde senaristliğe ve yönetmenliğe devam etti. 1978'de senaryosunu yazdığı ve Zeki Ökten ile yönettiği "Sürü" filmi, 1979'da Locarno Uluslararası Film Festivali'nde "En İyi Film" seçilip 'nü kazandı.
Güney, 1981'de izinli olarak çıktığı Isparta Yarı Açık Cezaevi'ne geri dönmeyip yurt dışına firar etti ve yaşamını Fransa'da sürdürmeye başladı. Kendisinin yazdığı, yapımcılığını üstlendiği ve asistanı Şerif Gören ile birlikte yönetmenliğini yaptığı 1981 yapımı "Yol" filmi, 1982'de Cannes Film Festivali'nde "En İyi Film" seçilip Altın Palmiye Ödülü'nü kazandı ve bu ödülü Türkiye'den kazanan ilk yönetmen oldu. Güney, firarından sonra yurda dönme çağrılarına uymadığı gerekçesiyle 12 Eylül döneminde, 1983'te Türk vatandaşlığından çıkarıldı. 1983'te Cigerxwîn ve Abdurrahman Şerefkendi gibi Kürt şairlerle birlikte Paris Kürt Enstitüsü'nü kurdu. 9 Eylül 1984'te, mide kanserinden dolayı 47 yaşında Paris'te öldü.
Hayatı ve kariyeri.
İlk yılları: 1937–1958.
Yılmaz Güney'in doğum adı Yılmaz Pütün'dür. Kendi ifadesine göre Pütün"," "kırılması zor ve sert meyve çekirdeği" demektir. 1 Nisan 1937 tarihinde, toprağı olmayan köylü bir ailenin iki çocuğundan biri olarak Adana'nın Yüreğir ilçesine bağlı Yenice köyünde doğdu. Zaza kökenli babası Hamit, Şanlıurfa'nın Siverek ilçesinin Desman köyünden; Kürt kökenli annesi Güllü ise Muş'un Varto ilçesindendir. Annesinin ailesi, I. Dünya Savaşı sırasında Rus İmparatorluğu ordusunun ilerlemesinden kaçmayı umarak Muş civarından Siverek'e taşınmış ve Güllü Hanım orada Hamit Pütün ile evlenmişti. Daha sonra aile, Hamit'in kardeşlerinin ölümüyle sonuçlanan bir kan davası nedeniyle Siverek'ten Adana'ya kaçmıştı. Yılmaz'ın ailesi; toprak sahibi olmayan bir çiftçi ailesiydi.
Çocukluğu Adana'da geçen, ilkokul üçüncü sınıfa kadar doğduğu Yenice'de okuyan ve geçinmek için çiftçilik dışında simit satıcılığı, at arabası sürücülüğü ve pamuk işçiliği gibi işlerde de çalışan Güney, lise yıllarında bisikletiyle sinemalara 16mm bobinleri taşıyarak sinema sektörüyle tanıştı. O zamanlar Adana'da sinema çok popülerdi. Güney, kendi tabiriyle "maddi durumu iyi olmayanlar için açılmış olan açık hava sinemalarına" sıklıkla gidip filmler izlerdi. Çocukluğunun geçtiği Adana, ileride birçok filmine konu oldu.
Adana'da bir süre çeşitli film şirketlerinde çalışan Güney, 1957'de Ankara'ya gitti ve Ankara Üniversitesi İktisat Fakültesi'ne kaydını yaptı. Ancak sinema alanına yönelmek için Ankara Üniversitesinden ayrılmaya karar verdi ve İstanbul'a gitti. Orada yönetmen Atıf Yılmaz ve hemşehrisi Yaşar Kemal ile tanıştı. Bu süreçte bir yandan da hikâyeler yazdı. Daha sonra Atıf Yılmaz'ın da desteğiyle onun asistanı olarak çalışmaya başladı.
Sinemaya başlaması: 1959–1965.
Yılmaz Güney, 1959'da Atıf Yılmaz ve Yaşar Kemal'in önerisiyle "Bu Vatanın Çocukları" isimli filmde rol alarak sinema hayatına doğrudan adımını attı. Ayrıca Güney, başrol oynadığı bu filmin senaryosunu Atıf Yılmaz ve Yaşar Kemal ile birlikte yazdı. Aynı yıl Atıf Yılmaz'ın yönettiği "Ala Geyik" filminde senarist ve başrol, Orhon Murat Arıburnu'nun yazıp yönettiği "Tütün Zamanı" filminde başrol, tekrar Atıf Yılmaz'ın yönettiği "Karacaoğlan'ın Kara Sevdası" filminde ise senarist ve yönetmen yardımcısı olarak görev yaptı.
Bunların yanında "Yeni Ufuklar" ve "On Üç" gibi dergilere de öyküler yazan Güney, 1956'da yazdığı "3 Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri" isimli öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılandı ve 1961'de bir buçuk yıl hapis ve altı ay sürgün cezasına mahkûm oldu. Sürgün dönemini Konya'da geçirdi. Hapishane sürecinde, bazılarının "komünist bir roman" olarak adlandırdığı ve yoksul köylüleri konu alan "Boynu Bükük Öldüler" adlı bir kitap yazdı. İki yıl sonra kaldığı yerden devam eden Güney, bu dönemde daha çok macera ve aksiyon filmleri çekti. Oynadığı filmlerin genellikle senaryosunu yazan Güney, filmlerinde "ezilen, hor görülen Anadolu insanının otoriteye başkaldırısı" konusunu işledi ve kariyeri boyunca solcu perspektife sadık kaldı.
Sinemada yükseldiği yıllar: 1966–1971.
Bülent Oran'ın yazdığı ve Yılmaz Atadeniz'in yönettiği 1966 yapımı "Çirkin Kral" filmi, kendisine halk tarafından "Çirkin Kral" lakabının verilmesine ve bu lakapla tanınmasına neden oldu. Güney'in bu dönemdeki en önemli filmi ise, Lütfi Ömer Akad'ın yönettiği ve kendisinin yazdığı "Hudutların Kanunu" (1966) idi. Bu filmin çekimleri sırasında Güney, Şanlıurfa'da alkollü araç kullanırken arkasından koşan yedi yaşındaki bir çocuğa çarparak yaralanmasına ve ölümüne sebep oldu. Olaydan sonra tutuklanan Güney, ölen çocuğun babasının şikayetçi olmaması nedeniyle iki ay sonra serbest bırakıldı. Sınır boylarında kaçakçılık yapan köylüler üzerinden bozuk düzeni eleştiren "Hudutların Kanunu" filminde Pervin Par, Erol Taş, Tuncel Kurtiz, Osman Alyanak gibi isimlerle çalışan Güney, canlandırdığı "Hıdır" karakteriyle 1967'deki 4. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü kazandı ve bu, aldığı ilk büyük ödül oldu. Aynı yıl "Çirkin Kral Affetmez", "Benim Adım Kerim", "Şeytanın Oğlu", "Eşkiya Celladı", "İnce Cumali" ve daha birçok filmde oynadı.
Yılmaz Güney, 1968'de kendi yapım şirketi Güney Film'i kurdu ve bundan sonra rol alacağı filmlerin çoğunda yapımcılık ve yönetmenlik yapmaya başladı. 1966'dan itibaren üstlendiği filmlerle önemli miktarda para kazandı ve bu da ona bir miktar mali özgürlük sağladı. 1968'de, kendisinin yazıp yönettiği ve başrolünü nikâhlı eşi Nebahat Çehre ve Hayati Hamzaoğlu ile birlikte paylaştığı "Seyyit Han: Toprağın Gelini" filmini çekti. Film, köyde pek çok düşmanı olan Seyyit Han'ın Keje isimli bir kadına sevdasını anlatmaktadır. Güney bu filmle 1969'daki 1. Adana Altın Koza Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'ne layık görüldü ve En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nü kazanan Fatma Girik'le birlikte bu ödüle sahip olan ilk sanatçı oldu. Aynı yıl "Bir Çirkin Adam" filmini çekti. Senaristliğini, yönetmenliğini, yapımcılığını ve başrolünü üstlendiği bu film, babasını arayan "Bino" adlı genç bir kiralık katilin öyküsünü anlatmaktadır. "Bir Çirkin Adam", Güney'e 1970'teki 7. Altın Portakal Film Festivali'nde "En İyi Film" ve "En İyi Erkek Oyuncu" ödüllerini kazandırdı. Aynı yıl Atıf Yılmaz'ın yönettiği, Hülya Koçyiğit'le başrol oynadığı ve bir kan davasını konu alan "Zeyno" filminde yer aldı. 1968'de askere giden ve 1970'te dönen Güney, askerliğini Sivas'ta yaptı.
1960'lı yılların sonundan itibaren macera ve gangster filmlerinden uzaklaşıp ülke gerçeklerine değinen ve dram yüklü filmlere yönelen Yılmaz Güney'in bu alandaki ilk büyük projesi, 1970 yılında çektiği "Umut" filmi oldu. Film, geçimini atına bağlamış olan bir faytoncunun, atının bir araba çarpması sonucu ölmesinin ardından meçhul bir definenin peşinden koşmasını anlatmaktadır. Senaristliğini, yönetmenliğini ve yapımcılığını Yılmaz Güney'in yaptığı "Umut", aynı zamanda "Türk sinemasının ilk gerçekçi filmi" ve "ülkede o tarihe kadar çekilen en iyi film" olarak kabul edilmiştir. "Umut", aynı yıl düzenlenen 2. Adana Altın Koza Film Festivali'nde beş farklı alanda ödüle değer görüldü ve Güney'e de "En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Senaryo" ödüllerini kazandırdı. Güney, "Umut" filmi ile kazandığı ödülünün parasını filmde yer alan oyuncular arasında paylaştırdı. Daha sonra çeşitli gerekçelerle sansüre uğrayan film, kaçak olarak yurt dışına kaçırılıp 1971 Cannes Film Festivali'nde gösterildi.
1971 yılında Yılmaz Güney; "Acı", "Ağıt", "Baba", "Umutsuzlar", "Yarın Son Gündür", "Vurguncular" gibi hem senaryolarını yazdığı, hem yönettiği, hem de başrol oynadığı filmlerle festivallere katılmaya devam etti. "Acı" ve "Yarın Son Gündür" filmlerinde Fatma Girik ile başrol oynayan Güney, Filiz Akın ile başrolü paylaştığı "Umutsuzlar" filminde ise "Fırat" isimli âşık bir kabadayıyı canlandırdı. "Ağıt" filminde kaçakçıların, "Baba" filminde ise çocuklarının geleceği için para karşılığında işlemediği bir suçu üstlenip hapishaneye giren bir babanın öyküsünü anlattı. Türkiye'de 200'den fazla filmin çekildiği 1971 yılında, Güney'in dram temalı "Ağıt" ve "Acı" ve romantik temalı "Umutsuzlar" filmleri, o yılki 3. Altın Koza Film Festivali'nde sırasıyla En İyi Film, En İyi 2. Film ve En İyi 3. Film seçildi. Güney, "Ağıt" filmiyle ayrıca En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo ödüllerinin de sahibi oldu. Fatma Girik de Güney'in "Acı" filmindeki performansıyla En İyi Kadın Oyuncu seçildi. Yılmaz Güney, festivalde "Ağıt" filmi ile aldığı birincilik ödülünü Türk Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı'na bağışlarken "Umutsuzlar" filmi ile aldığı parayı da Adanaspor kulübüne bağışladı.
1972'deki 4. Altın Koza Film Festivali'nde ise daha önce görülmemiş bir olay meydana geldi. Festival jürisinin ilk oylamasında Güney, "Baba" filmiyle En İyi Film ve En İyi Erkek Oyuncu ödüllerine layık görülmüştü. Fakat 12 Mart Muhtırası yetkililerinin "solcu" Güney'e olan politik baskıları nedeniyle Adana Büyükşehir Belediye Başkanı duruma itiraz etti ve sonrasında yeniden toplanan jüri, bu ödülleri oylamada ikinci olan isimlere verdi. "Yaralı Kurt" filmindeki performansıyla oyunculuk kategorisinde ikinci sırada bulunan Cüneyt Arkın, ödülü reddetti. Arkın, 2016'da Simge Fıstıkoğlu'nun "Yüz Yüze" programında konuyla ilgili şu ifadeleri kullandı: "O ödül Yılmaz'ın hakkıydı. Aklı başında herkes bunu bilirken, o ödül bana yakışır mıydı?"
İki yıllık hapis dönemi: 1972–1974.
Yılmaz Güney, 12 Mart Muhtırası sonrası Maltepe Cezaevi'nden firar eden ve İsrailli diplomat Efraim Elromun öldürülmesinden sorumlu olan başta Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir olmak üzere Türkiye Halk Kurtuluş Partisi–Cephesi'nin militan devrimcilerine yardım etti. O sıralar eşi Fatoş Güney ile birlikte İstanbul, Levent'te oturan Güney, eşinin de oluruyla onları bir süre bizzat kendi evinde sakladı. Bundan dolayı Mart 1972'de tutuklanan Güney, mahkeme kararıyla 10 yıl hapse mahkûm edildi. Mahkûmluğunun bir kısmını Selimiye Cezaevi'nde yatarak geçirdi. Bu dönemde "Selimiye Üçlemesi" adı altında üç kitap ("Hücrem", "Salpa" ve "Sanık") kaleme aldı. Güney yaklaşık iki yıl cezaevinde kaldıktan sonra, Bülent Ecevit başbakanlığındaki 37. Türkiye Hükûmeti tarafından çıkarılan genel aftan yararlanarak 20 Mayıs 1974'te Üsküdar Cezaevi'nden çıktı.
Hapisten çıkış, cinayet işlemesi ve mahkeme: 1974–1976.
Güney hapisten çıktıktan sonra kafasındaki projeleri gerçekleştirmeye başladı. 12 Mart 1971'deki askerî müdahaleden sonra tutuklandığı için çekimleri yarıda kalan dram türündeki "Zavallılar" filmini Atıf Yılmaz'ın katkılarıyla tamamladı. Ardından çektiği "Arkadaş" (1974) filminde Kerim Afşar ve o sıralar 18 yaşında olan şarkıcı Melike Demirağ ile başrol oynadı, ayrıca 19 yaşında olan Civan Canova'nın da ilk defa bir sinema filminde oynamasını sağladı. "Arkadaş" filminde canlandırdığı "Azem" karakteriyle yozlaşmış toplumsal yapıyı eleştirdi. Güney, Çukurova'daki pamuk işçilerini anlatacağı toplumsal türdeki diğer filmi "Endişe"'nin çekimlerini ise Eylül ayında doğum yeri Adana'da gerçekleştirecekti. 13 Eylül 1974'te Güney, "Endişe" filminin çekimlerinin ilk günü akşamı film ekibiyle Yumurtalık ilçesindeki bir gazinoya gitti. Yanında eşi Fatoş Güney, dönemin Adana Belediye Başkanı Ege Bagatur, Güney'in sektörden arkadaşları Ali Özgentürk ve Şerif Gören de vardı. Gazinoda ilçe yargıcı Sefa Mutlu ile bir tartışma yaşadı ve yargıç kafasından silahla vurularak öldü. Güney, bu cinayetten tutuklandı. Yarıda kalan "Endişe" filminin çekimlerini ise Güney'in asistanı Şerif Gören devraldı ve tamamladı.
Güney'in yargılaması, 25 Ekim 1974'te Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başladı. Bu sırada, daha önce yaptığı üç film "Endişe", "Arkadaş" ve "Zavallılar", 1975'teki 12. Altın Portakal Film Festivali'nde sırasıyla "en iyi üç film" seçildi. Yılmaz Güney, yargı sürecinin sonunda, suçlu bulunarak 13 Temmuz 1976 tarihinde 19 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Güney, hapishane sürecinde verdiği bir röportajda "cezasının aslında 9 yıl olduğunu, politik nedenlerle kendisine 19 yıl verildiğini" söyledi.
Yılmaz Güney'in ailesi, Aralık 2023'te bu davanın yeniden görülmesi için mahkemeye başvurdu. Verilen dilekçede Mutlu'nun mezarının açılıp otopsi yapılması istendi. Dilekçede çeşitli gerekçeler sunularak olayın bir kaza olduğu, Güney'in kasten öldürme suçunu işlemediği öne sürüldü. Konuyla ilgili başlatılan bir imza kampanyasına aralarında Ahmet Ümit, Ali Sürmeli, Barış Atay, Ciwan Haco, Deniz Barut, Deniz Türkali, Füsun Demirel, Grup Yorum, Halil Ergün, Nur Sürer, Caner Cindoruk, Şivan Perwer, Müjde Ar, Füsun Demirel, Haluk Tolga İlhan, İsmail Hacıoğlu, Nebahat Çehre, Necmettin Çobanoğlu, Orhan Aydın, Sedef Avcı, Tamer Levent, Yasemin Yalçın ve Yüksel Aksu gibi isimler de olmak üzere 200'ü aşkın sanatçı katıldı. Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi, 29 Ocak 2024'te bu talebi reddetti. Kararda, olayın üzerinden 50 yıl geçtiği, tüm yargısal süreçlerin tamamlandığı, Mutlu'nun mezarının açılmasının dosyaya bir yenilik katmayacağı ifade edildi. Ayrıca Güney'in silahı bilinçli ateşlediği ve bu durumda da meşru müdafaa şartlarının oluşmadığı söylendi.
Cezaevi yılları: 1976–1981.
Güney'in cezaevinde sinema ile olan ilgisi devam etti. İçeride kaldığı süre boyunca sinema ve sanat ile ilgili fikirlerini, şiir ve öykülerini; o dönemde çıkarmaya başladığı "Güney" dergisinde yayımladı. Senaryo yazmaya devam etti. Bu dönemde senaristliği ve yapımcılığını üstlendiği, arkadaşı Zeki Ökten tarafından çekilen "Sürü" (1978) ve "Düşman" (1979) filmleri büyük ilgi gördü. Tarık Akan, Melike Demirağ, Tuncel Kurtiz gibi oyuncuların başrolde yer aldığı "Sürü" filminde Güney, Siirt'in Pervari ilçesindeki dağlarda ve yaylalarda yaşayan bir Kürt ailesini ve bu ailenin geçimini anlattı. Böylece ilk kez bir filminde, kendi etnik halkı olan Kürtlerin yaşadığı zorluklara detaylıca değindi ve yeri geldiğinde Kürtçeyi kullanmaktan çekinmedi. Politik sahneler de barındıran "Sürü", İstanbul ve Ankara'da birkaç kez gösterildikten sonra sansüre uğradı ve 12 Eylül Darbesi'nden sonra da filme resmî yasak geldi. "Sürü", 1979'da İsviçre'deki Locarno Uluslararası Film Festivali'nde "En İyi Film" seçilip 'nü kazandı. Aytaç Arman'ın başrolde yer aldığı "Düşman" ise Berlin Film Festivali'nde gösterildi ve Mansiyon Ödülü'nü kazandı. Bu iki filmin başarısı, Güney'in yurt dışında çeşitli çevrelerce tanınmaya başlamasını sağladı. Hapishanedeyken ünlü Amerikalı yönetmen Elia Kazan, siyasi aktivizmi nedeniyle hapse atıldığına inanarak birkaç kez onu ziyaret etti ve destekledi.
12 Eylül 1980'de Türkiye'de gerçekleşen askerî darbe, Güney'in kariyerini kötü yönde etkiledi. Darbeden sonra Güney'in eserleri yeni askerî cunta tarafından yasaklandı, bazılarının kopyaları yakıldı, bazıları da yok edildi. Bu sıralarda Güney, "Bayram" adını verdiği yeni bir filmin senaryosunu hapishanede tamamladı ve filmin çekimi için yönetmen Erden Kıral'ı işe aldı. Kıral'ın çekip kendisine gönderdiği görüntüleri beğenmeyen Güney, Kıral ile yollarını ayırdı ve eski asistanı Şerif Gören'le anlaştı. Gören, 1981'in başlarında "Bayram" filminin çekimlerine başladı ve çekimler yaklaşık dört ay sürdü. Güney, büyük önem verdiği bu filmin çekimlerinde bulunamayacağı için senaryoyu normal bir film senaryosuna göre oldukça detaylı hazırladı ve Şerif Gören bu talimat ve yönlendirmeleri dikkate alarak filmi yönetti. Güney, filmin çekimleri tamamlandıktan sonra görüntüleri yurt dışına, İsviçre'ye gönderdi.
1974'ten 1981'e kadar yedi yıl boyunca hapis yatan Yılmaz Güney, son filminin çekimleri bittikten sonra, 9 Ekim 1981'de izinli olarak çıktığı Isparta Yarı Açık Cezaevi'nden firar etti. Hapse girmeden yıllar önce çekmiş olduğu "Şeytanın Oğlu" (1967) filminde, bir günlük bayram izninde dışarı çıkan ve kayıplara karışan bir adamın hikâyesini anlatmıştı. Filme benzer şekilde Muş'ta bulunan annesini görmek için bir haftalık izinden yararlanıp hapisten çıkan Güney, Antalya'nın Kaş ilçesinden Yunanistan'a bağlı Meis Adası'na, oradan da İsviçre'ye kaçtı.
Yurt dışına kaçış, Cannes ve sonrası: 1982–1984.
Yılmaz Güney, İsviçreli bir sinemacı olan Edi Hubschmid'in yardımlarıyla yurt dışına kaçtıktan sonra, son filminin görüntülerini almak için İsviçre'ye gitti. Bir süre İsviçre'de kalan Güney, daha sonra görüntüleri alıp Fransa'nın başkenti Paris'e geçti ve filminin kurgusunu yapmaya başladı. Edi Hubschmid de filme yapımcılık alanında destek sağladı. Güney, filmi Cannes Film Festivali'ne yetiştirmek istiyordu; bu nedenle kurgu sırasında beğenmediği bazı sahneleri çıkardı ve senaryoda "Bayram" olan filmin ismini "Yol" olarak değiştirdi. Politik, dram ve gerilim türünde olan ve Tarık Akan, Şerif Sezer, Halil Ergün, Necmettin Çobanoğlu, Meral Orhonsay gibi oyuncuların başrolde yer aldığı "Yol"'un kurgusunu bitirdikten sonra filmi festivale gönderdi. Film, 1982 Cannes Film Festivali'nde "En İyi Film" seçilip Altın Palmiye Ödülü'nü kazandı ve bu başarıyı sergileyen ilk Türk yapımı film oldu. Güney, ödülü İtalyan oyuncu 'ın elinden aldı ve kameralara sağ yumruğunu havaya kaldırarak poz verdi. "Sürü" ve "Düşman" filmlerinden sonra "Yol" filminin de büyük bir Avrupa film festivalinde ödül kazanması, Yılmaz Güney'in yurt dışındaki ününü artırdı.
12 Eylül 1980 darbesi sonrasındaki Türkiye'yi, devlet yetkililerini ve özellikle Kürt halkını, bir hafta ev iznine verilen beş mahkûmun hikâyeleri aracılığıyla anlatan "Yol"; Fransa sinemalarında 1,2 milyonun üzerinde kişi tarafından izlendi. Üstelik 1982 Altın Küre Ödülleri'nde "Yabancı Dilde En İyi Film" dalında aday gösterilerek şu ana kadar bu başarıyı yakalayan tek Türk yapımı film oldu. Fakat Türkiye hükûmeti, askerî darbenin ardından ülkede yaşanan siyasi ve sosyal sorunları eleştiren içeriği ve içinde geçen Kürtçe diyaloglar, "Kürdistan" terimi gibi sebeplerle "Yol" filmini "devlet aleyhine propaganda" olarak niteledi ve ülke sınırlarında gösterilmesini yıllarca yasakladı. Türk gazeteci Mehmet Ali Birand, o yıllarda kaleme aldığı bir yazısında ""Yol"'u kazandığı ödülden dolayı karalamanın doğru olmadığını" söyledi. Dışişleri Bakanlığı ise ödülü veren Fransa ile jüri heyetini kınadı. İsviçre hükûmetiyse, 1983'teki 55. Akademi Ödülleri'ne "En İyi Uluslararası Film" dalında aday olarak yapımında İsviçre'nin de payı olan "Yol" filmini seçip "kendi adına" . Ancak film aday olamadı.
Altın Palmiye'yi kazandıktan sonra Güney, yaşamını Fransız hükûmetinin desteğiyle Fransa'da sürdürmeye başladı. Bu sırada, yurda dönme çağrılarına uymadığı gerekçesiyle 6 Ocak 1983 tarihinde dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından Türk vatandaşlığından çıkarıldı. Kendisiyle aynı gün vatandaşlıktan çıkarılanlar arasında müzik sanatçısı Cem Karaca da vardı. Güney, vatandaşlıktan atılmasının kendisi ve mücadelesi için hiçbir anlam taşımadığını belirtti. Güney, mahkemeler tarafından 22 yıldan fazla ek hapis cezasına mahkûm edildi. Çeşitli yazılarından ötürü de 100 sene daha cezaya çarptırıldı.1983 yılında Fransa'da "Duvar" isimli filmini çekti. Güney'in 1976 yılında Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde tanıklık ettiği, çocuklar koğuşunda çıkan ve tüm cezaevine yayılan bir isyanın sinemaya aktarıldığı "Duvar", onun son filmi oldu. Filmin çekim sürecinde Amerikalı yönetmen Elia Kazan onu ziyaret etti. Güney'in bu filminde yer alan bütün çocuk oyuncular, hayatlarında ilk defa kamera karşısına çıkmışlardı. Öte yandan o sıralar yurt dışında bulunan Tuncel Kurtiz de arkadaşı Güney'in bu filminde yer aldı. "Duvar", 1983 Cannes Film Festivali'nde gösterilip Altın Palmiye için yarıştı ama ödül alamadı. Aynı yıl Güney; Cigerxwîn ve Abdurrahman Şerefkendi gibi Kürt sanatçılarıyla birlikte Paris Kürt Enstitüsü'nü kurdu. Kürt dilini, kültürünü ve tarihini belgeler ışığında araştırmayı ve geliştirmeyi amaçlayan enstitüye, öldüğü 1984 yılına kadar destek verdi ve oradaki faaliyetlerini sürdürdü. 1984'ün Mart ayında enstitüde düzenlenen Nevruz kutlamasında Kürtleri konu alan ünlü bir konuşma yaptı:
Güney, bu konuşması ve "Yol", "Sürü" gibi filmlerinde Kürt halkının tasvirini açıkça kullanması nedeniyle ölene kadar Türk hükûmetiyle sürekli bir anlaşmazlık içerisinde oldu. Bu dönemde Taşnak dergisi "Armenian Review"'e bir demeç vererek ASALA tarafından Türk diplomatlarına düzenlenen suikastları, Ermeni Soykırımı'na dair dünya kamuoyunun dikkatini çekmek için işlevsel olduğunu ancak uzun vadede bu yöntem ile Ermenilerin soykırımın tanınması taleplerinin gerçekleşemeyeceğini belirtmiştir.
Ölümü.
Yılmaz Güney, 1978 yılında hapishaneden verdiği bir röportajda midesinden, böbreklerinden ve karaciğerinden rahatsız olduğunu, ara sıra doktora görünüp tedavi olduğunu belirtti. Bu rahatsızlıklar, daha sonra Güney'in mide kanserine yakalanmasına neden oldu. Son yıllarını Paris'te geçiren Güney, mide kanseri nedeniyle fiziksel olarak zayıfladı ve bağışıklığı çöktü. Son günlerini hastanelerde geçiren Güney, 9 Eylül 1984 tarihinde 47 yaşında Paris Uluslararası Üniversite Hastanesi'nde öldü. Güney'in TSİ 06.20'de gerçekleşen ölümü öğleden sonra ailesi tarafından doğrulandı. Cenazesi 13 Eylül günü kaldırılıp Paris'teki Père Lachaise Mezarlığı'nın 62. kısmına defnedildi.
Özel hayatı.
Yılmaz Güney, yazdığı bir öyküden dolayı 1960'lı yılların başında aldığı altı aylık sürgün cezasını Konya'da geçirirken orada Birten Ünal ismindeki bir kadınla tanıştı. Çok sevdiği için ona "Can" ismiyle hitap eden Güney, Ünal'dan 1966 yılında evlilik dışı bir kız çocuk babası oldu ve kızına Elif adını verdi. O sıralarda Birten Ünal ile ilişkileri kopmaya başladı ve 1960 yılında Türkiye Güzeli seçilmiş olan Nebahat Çehre ile ilişkisi başladı. Çehre, Yılmaz ile evlenmek için önce çocuğunun doğmasını şart koştu. Doğumdan sonra, 1967 yılında Çehre ile nikâh masasına oturdu. Ancak Güney, kızının babasız büyümemesi için kızı ve annesi Birten Ünal ile de ilgilendi. Güney, Nebahat Çehre'den ayrılıp 1970'te Fatoş Güney'le evlendikten sonra da kızı Elif'le irtibatta kaldı.
Yılmaz Güney'in Nebahat Çehre ile 1967'de başlayan evliliği 1968'e kadar sürdü. Evliliklerinde ve öncesinde bazı şiddet vakaları mevcuttu. Güney 1968'de bir kavga sonrası arabasını Çehre'nin üzerine sürüp ona çarptı. Çehre'nin köprücük kemiği kırıldı ve başına dikiş atıldı, olaydan kısa bir süre sonra da boşandılar. Çehre, 2019 yılında konuk olduğu "Şafak Yavuz'un Vizöründen" adlı programda Güney ile ilişkisine dair detayları paylaştı, araba ile çarpma olayına da değindi. 2017 yapımı "Çirkin Kral Efsanesi" belgeselinde de olayı anlatan Çehre; Güney'in kendisinden özür dilediğini, özrünü kabul ettikten sonra da ilişkilerini bitirdiğini aktardı. Güney'in birçok filminde yapımcılık yapan Abdurrahman Keskiner ise 2011 yılında "Hürriyet" gazetesine verdiği röportajda olayı anlattı. Keskiner; Güney ile Çehre'nin bir gece kulübünde kavga ettiklerini, Çehre'nin kulübü terk ettiğini, Güney'in ise öfkeyle arabasına binip eşine çarptığını, daha sonra Çehre'nin dört gün kadar hastanede yattığını ve olaydan sonra da ilişkilerinin bittiğini belirtti. Temmuz 2024'te ise Abdurrahman Keskiner, gazeteci Ebru Dedeoğlu'na verdiği röportajda yine olaydan kısaca bahsedip Yılmaz'ın bir hafta hastanede Nebahat'in başında beklediğini, taburcu olduktan sonra da resmî olarak boşandıklarını söyledi.
Abdurrahman Keskiner; Nebahat-Yılmaz çiftinin birbirini çok seven, tutkuyla bağlı iki insan olduğunu da, Çehre'nin Yılmaz'dan çok dayak yediğini de söyledi. Bu şiddete örnek olaylardan biri olarak "Eşrefpaşalı" (1966) filminin çekimleri esnasında Güney'in Çehre'nin kafasına bardak koyup gerçek silah kurşunuyla nişan almasını gösterdi. Anlattığına göre Güney bardağı gerçek kurşunla vurmak istemiş, Nebahat bunu yapmak istememiş ancak Güney bardağı gerçek kurşun kullanarak vurmuştur.
Nebahat Çehre 2017 yılında, "Doğa Rutkay'la Her Şey Bu Masada" adlı programda Güney ile olan ilişkisi hakkında, "Olmayacaktı. 4,5 sene sürdü ama olmaması gereken bir şeydi." diye konuştu. 2019 yılında konuk olduğu "Şafak Yavuz'un Vizöründen" adlı programda Güney ile olan evliliğinde hamile kaldığını fakat sevginin korkuya döndüğü, hastalıklı bir hal aldığını ve kürtaj olduğunu söyledi. 2022 yılında konuk olduğu "Fatih Altaylı ile Bire Bir" adlı programda ise ilişkinin başlangıcında Yılmaz Güney'i kendisinin ayarladığını ve evlilikleri sırasında da onun "ince ruhlu bir kişi" olduğunu ifade etti.
Yılmaz Güney'in ikinci evliliği, 1970'te asıl adı "Jale Fatma Süleymangil" olan Fatoş Güney ile oldu. İstanbul'da zengin bir ailenin çocuğu olarak doğmuş olan Fatoş Güney, 1970'te 18 yaşındayken Yılmaz Güney ile evlendi ve eğitimini yarıda bıraktı. Bu evlilik, Yılmaz'ın 1984'teki ölümüne dek sürdü. Çiftin "Remzi Yılmaz" adını verdikleri erkek çocukları 1971 yılında doğdu. Fatoş Güney, eşinin 1981'deki firarından sonra onu takip etti ve Yılmaz'ın ölümüne dek beraber kaldılar. Fatoş, ek olarak Yılmaz Güney'in son filmi "Duvar"'da reji asistanı olarak çalıştı.
Etkileri ve etkiledikleri.
Yılmaz Güney hem Türk sinemasının hem de Kürt sinemasının öncü isimleri arasında görülmektedir. Birçok sinemacı, özellikle "Sürü" ve "Yol" filmlerinde Kürt kültürünü açıkça tasvir etme becerisi nedeniyle Yılmaz Güney'i Kürt sinemasının kurucularından biri saymaktadır. Kimileri ise Türk sinemasının, Güney'in filmlerinin Avrupa'da elde ettiği başarılar neticesinde dünyaya açıldığını söylemektedirler.
Amerikalı yönetmen Elia Kazan, 1970'li yıllarda "Milliyet" gazetesinde Yılmaz Güney'in "Umut" filmi hakkında bir makale yazdı ve "filmin şiirsel bir film olduğunu, tamamen doğal nitelik taşıdığını, ne Hollywood ne de Avrupalı üstatların bir kopyası olmadığını" belirtti. "Yol" filminin Altın Palmiye başarısından sonra "Time" eleştirmeni Richard Corliss, Yılmaz Güney'i "dünya çapında bir film yapımcısı" olarak tanımladı. Güney ile aynı yıl Altın Palmiye kazanan Yunan asıllı Amerikalı yönetmen Costa–Gavras, 1987'de verdiği bir röportajda "Güney'in Türkiye'den çıkmış en önemli yönetmen" olduğunu vurguladı. 2019'da Türkiye'ye bir ziyaret gerçekleştiren Oscar Akademisi Başkanı John Bailey, "Yılmaz Güney filmlerinden hoşlandığını ve ilk izlediği Türk filminin "Yol" olduğunu" söyledi.
Güney, birçok İranlı yönetmene de ilham kaynağı olmuştur ve İran sinemasında önemli bir etkisi vardır. İranlı yönetmen Cafer Panahi, 2000 yılında verdiği bir röportajda "Yılmaz Güney'in sinemasını ve "Yol" filmini çok beğendiğini" söyledi. Yine İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi ise bir keresinde yönetmen Zeki Demirkubuz'a "Siz bizden çok şanslısınız, çünkü arkanızda "Yol" gibi bir film var." dedi. Muhsin Mahmelbaf'ın kızı Semira Mahmelbaf, bir röportajında "Biz küçükken babam hep Yılmaz Güney filmlerini izlerdi. Ben de birkaç filmini seyrettim ve çok beğendim." ifadesini kullandı. Mecid Mecidi, "Yol" filminin oldukça başarılı olduğunu söyleyip Güney'i "büyük bir usta" olarak tanımladı. Oscar ödüllü Asgar Ferhadi de Güney'e ve filmlerine olan sevgisinden söz etti.En İyi Film ve En İyi Yönetmen Akademi Ödülü sahibi olan Meksikalı yönetmen Alejandro G. Iñárritu, Stephen Lowenstein'ın 2008'de çıkan "My First Movie, Take Two" adlı kitabında sinemayla ilgilenmeye başlamasının ilk etkeninin "Yol" filmi olduğundan söz etti. 17 yaşında filmi izlediğini söyleyen Iñárritu, filmden "çok insancıl, çok gerçekçi ve dramatik" şeklinde bahsetti. Iñárritu'nun "Amores Perros" (2000), "21 Grams" (2003) ve "Babel" (2006) filmleri, Yılmaz Güney'in "Yol" filmindeki gibi birden çok insanın öyküsünü aynı anda konu almaktadır. "The Revenant" filmi 2016'da Türkiye'de vizyona girdikten sonra Cüneyt Cebenoyan tarafından Leonardo DiCaprio'nun soğuk havadan korunmak için ölen bir atın karnına girdiği sahnenin, Yol filminde Yılmaz Güney tarafından kurguda kesilen sahneye gönderme olduğu, "Iñárritu'nun "Yol"'un hikâyesini ve asıl senaryosunu bildiğinin söylenebileceği" yorumu yapıldı.
Güney'in yakın arkadaşlarından biri olup "Sürü" ve "Yol" filmlerinde başrolde oynayan Tarık Akan, ölmeden kısa bir süre önce "Güney" dergisine verdiği röportajda Yılmaz Güney'i "Türk sinemasının en yukarısındaki kişi" diye tanımladı. 2015'te Türk yönetmen Zeki Demirkubuz, Türk sinemasında en sevdiği yönetmenin Yılmaz Güney olduğunu ve "Güney'in Marksistliğine, solculuğuna rağmen öldüremediği öz ve ateşten etkilenmemenin mümkün olmadığını" söyledi. Almanya'da doğup yaşayan Türk yönetmen Fatih Akın, 2006 yılında İngiliz "The Telegraph" gazetesindeki konuşmasında Güney'den "Hepimiz [Türk yönetmenleri] onun çocuklarıyız." şeklinde bahsetti ve "Yol" filminden çok etkilendiğini söyledi. Akın, "Filmi ergenlik çağımda annemle birlikte izlemiştim. Öykü çok etkileyiciydi." dedi. 2024'teki Adana Altın Koza Film Festivali'nin ödül töreninde konuşan jüri başkanı Nuri Bilge Ceylan, "Yılmaz Güney'i çok sevdiğini, kendisinden etkilendiğini, sinemasından ve kişiliğinden pek çok şey öğrendiğini" ifade etti.
Yazar Elif Şafak, "Habertürk" gazetesindeki bir yazısında "Yılmaz Güney'in karmaşık bir kişiliğe sahip olduğunu, mizacının kimi yönlerini sevdiğini kimi yönlerini tasvip etmediğini ama eserlerini her zaman ilgiyle izlediğini, sanatını takdir ettiğini" belirtti.
2010 yılında Türk tiyatro ve sinema sanatçıları, yönetmenler ve yapımcılarla Dolmabahçe'deki Çalışma Ofisi'nde bir araya gelen dönemin Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, konuşması sırasında "Eğer bu ülkenin otoriteleri Yılmaz Güney'in filmlerine kulak vermiş olsalardı, inanın Türkiye bugün çok farklı bir yerde olabilirdi." cümlesini kullandı.
Mirası.
Fransız yönetmen Patrick Blossier'in yönettiği 1983 yapımı "Duvarın Etrafında" isimli belgesel, Güney'in yurt dışındaki sürgün hayatını ve "Duvar" filminin çekim aşamasını anlatmaktadır. Belgeselde Yılmaz Güney'in yakın arkadaşı Tuncel Kurtiz ve eşi Fatoş Güney de yer almakta, ayrıca Amerikalı yönetmen Elia Kazan'ın Güney'i ziyaret edişi de gösterilmektedir.
Fransız sinemacı Claude Weisz tarafından yönetilen 1984 yapımı "O'na Çirkin Kral Derlerdi" ve 1987 yapımı ' isimli belgesel filmler, Güney'in hayatını konu almaktadır. Ahmet Soner'in 1995'te çektiği ' belgeseli de Güney'in Yenice'de başlayıp Paris'e uzanan biyografisini anlatmaktadır. Ayrıca bu belgesel filmlerde Atıf Yılmaz, Aytaç Arman, Aziz Nesin, Erkan Yücel, Fatma Girik, Filiz Akın, Halil Ergün, Hülya Koçyiğit, Kerim Afşar, Melike Demirağ, Müşerref Akay, Tarık Akan gibi ünlü isimlerin Güney hakkında söyledikleri de verilmektedir.
2011 yılında Adana'da açılan ve özellikle Adanalı yönetmenler, oyuncular ve yapımcılar ile ilgili eserleri tanıtan Adana Sinema Müzesi'nin birinci katında Yılmaz Güney'in fotoğraflarını, film afişlerini ve eşyalarını gösteren bir oda bulunmaktadır, odada ayrıca Güney'in bir balmumu heykeli de vardır. Baba tarafından kökeni Şanlıurfa, Siverek'e dayanan Güney'in Siverek'teki bir kavşağa heykeli de dikilmiştir.
Günümüzde her yıl düzenlenmeye devam eden Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali'nde 1992 yılından beri "Yılmaz Güney Ödülü" isminde özel bir ödül verilmektedir. Kurmuş olduğu Güney Kültür Sanat Edebiyat Dergisi, her doğum ve ölüm yıldönümünde kendisinin anıldığı ve birçok sanatçının katıldığı etkinlikler düzenlemektedir.
Güney'in başrol oynadığı ve senaryosunu yazdığı 1966 yapımı "Hudutların Kanunu" filmi, Martin Scorsese'nin isteğiyle Dünya Sinema Vakfı tarafından 2011 yılında restore edildi ve o yılki Cannes Film Festivali'nin "Klasikler" bölümünde ve yine o yılki Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde özel olarak gösterildi. "Yol" filmi de 35 yıl sonra, 2017'de Cannes'da tekrar "Klasikler" bölümünde gösterildi.
İlker Savaşkurt'un yönettiği 2016 çıkışlı "" belgeseli, Güney'in 1981'de Türkiye'den yurt dışına kaçtıktan sonra Fransa'daki yaşamını ve projelerini gerçekleştirmeye çalışmasını konu edinmektedir. Hüseyin Tabak'ın yönetmen koltuğunda oturduğu 2017 yapımı "Çirkin Kral Efsanesi" isimli belgeselde ise Yılmaz Güney'in ailesi, çalışma arkadaşları, dostları ve bazı yabancı yönetmenlerle yapılan röportajlara yer verilerek sanatçının dünya görüşü, sanatı ve yaşadıkları anlatılmaktadır.
2023-2024 yılları arasında Kanal D'de yayınlanan, 1980'ler dönemini anlatan "Dilek Taşı" dizisinde Taner Cindoruk'un canlandırdığı ve hapiste bulunan "Yılmaz Abi" karakterinin Yılmaz Güney'e gönderme olduğu düşünülmektedir.
Kitapları ve şiirleri.
Yılmaz Güney'in senaryosunu yazmış olduğu birçok filmin senaryo kitabı, İthaki Yayınları tarafından günümüzde basılmaktadır. Bu senaryo kitapları arasında "Yol", "Sürü", "Zavallılar", "Bir Gün Mutlaka", "Arkadaş", "Hudutların Kanunu", "Ağıt", "Baba", "Endişe", "Umut", "Acı" ve daha birçok film senaryosu vardır. Hususi olarak kaleme aldığı kitaplarının listesi ve yayım yılları ise aşağıda verilmiştir. Güney'in kaleme aldığı ilk kitap olan "Boynu Bükük Öldüler", 1972 yılında 1. Orhan Kemal Roman Armağanı'nı kazandı.
Ödülleri ve adaylıkları.
1959'da sinemaya başlayan Güney'in bu alanda aldığı ilk ödül, Lütfi Ömer Akad'ın yönettiği 1966 yapımı "Hudutların Kanunu" filmiyle 1967'de aldığı Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu Ödülü oldu. 1969, 1970 ve 1971 yıllarında özellikle Altın Koza Film Festivali'nde pek çok ödülün sahibi oldu. Güney'in uluslararası alandaki tanınırlığı ise 1978 yapımı "Sürü" filmiyle başladı. "Sürü", 1979 Berlin Film Festivali'nde çeşitli ödüller kazandı ve aynı yıl Locarno Uluslararası Film Festivali'nde "En İyi Film" (Altın Leopar) seçildi. 1979'da çekilen "Düşman," Berlin Film Festivali'nde "En İyi Film" (Altın Ayı) için aday gösterildi ve birkaç ödül kazandı. 1981 yapımı "Yol" filmi ise 1982 Cannes Film Festivali'nde "En İyi Film" kategorisinde Altın Palmiye kazandı. Güney, bu ödülü Türkiye'den alan ilk yönetmen oldu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1240",
"len_data": 35613,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.43
}
|
Sivas, Türkiye'nin İç Anadolu Bölgesinde yer alan bir ilidir. Sivas ili, ticaret yolları üzerinde olduğu için, Selçuklu Hanedanı döneminde tüccarların ziyaret ettiği bir merkez haline gelmiştir. Türkiye'de Konya'dan sonra en çok Selçuklu eserinin bulunduğu il Sivas'tır. 13. yüzyıla ait Gök Medrese, Çifte Minareli Medrese ve Mavi Medreseleri çini sanatı açısından mutlaka görülmeye değer yerlerdir. Ulu Camii ise 1100 yılında inşa edilmiştir. Ayrıca Sivas, Türkiye'nin yüzölçümü açısından en büyük ikinci ilidir.
Sivas Kızıldağ'dan doğan Kızılırmak, Köse Dağı'ndan doğan Yeşilırmak ve yine Köse Dağı'ndan doğan Fırat'ın en önemli kollarından biri olan Karasu Nehri, Sivas ili sınırları içinde doğmaktadır.
Sivas coğrafi açıdan kıraç, yeşili az, sert iklimli bir yerdir. İkliminin elverdiği ölçüde yetiştirilebilen ancak tahıl ürünleri, şeker pancarı, patates gibi ürünlerdir.
Türk Kurtuluş Savaşı'nın temellerinin atıldığı, Selçuklu devrinin dev eserleriyle süslü, yüzölçümü bakımından Türkiye'de Konya'dan sonra ikinci sırada yer alan şehirdir. Sivas ili topraklarının büyük kısmı İç Anadolu'nun yukarı Kızılırmak bölümünde diğer kısımları ise Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgesinde olup, 35° 50 ve 38° 14' doğu boylamları ile 38° 32 ve 40° 16' kuzey enlemleri arasında yer alır. İç Anadolu Bölgesi, Doğu Karadeniz Bölgesi ve Doğu Anadolu Bölgesi'nde ilçeleri ve kültür zenginliği, iklim farklılığı bulunan ve sahip olduğu değerleri ile önemli bir coğrafi konuma sahiptir. Kuzeyinde Ordu, kuzeybatısında Tokat doğusunda Erzincan, kuzeydoğusunda Giresun, batısında Yozgat, güneybatısında Kayseri, güneyinde Malatya ve Kahramanmaraş ile çevrilidir.
Sivas'ta Batı Anadolu ağzı kullanılmaktadır.
Adlandırma.
Şehrin adı kentin antik dönemdeki adı olan Sebastia sözcüğünün evrimleşerek Türkçeleşmesiyle bugünkü halini almıştır. Sebastia ismi de Yunancada "saygıdeğer", "yüce" anlamına gelir ki, Latince Augustus'un Yunanca karşılığıdır. Bu da Pontuslar tarafından kurulan kentin Roma İmparatoru Augustus onuruna onun ismiyle adlandırıldığına işaret edebilir.
Halk arasındaki rivâyetlere göre ise Sivas kurulmadan önce ulu ağaçlar altında kaynayan üç pınar varmış. Bu pınar Tanrı'ya şükür, ana ve babaya minnet ve küçüklere şefkat duygularını ifâde edermiş. Bu üç pınara "Sipas Suyu" denirmiş. Zamanla mukaddes sayılan bu üç pınarın etrâfında küçük bir yerleşim merkezi kurulmuş ve "Sipas" ismi verilmiştir. Diğer bir rivâyete göre ise Sivas ismi eski kavimlerden "Sibasipler"den gelmektedir. Sivas ilk çağlarda Talavra, Megalapolis, Karana ve Diyapolis isimleriyle anılmıştır.
Sivas ismi ile ilgili bir başka rivâyete göre ise, kentin adı Farsçada "üç değirmen" mânâsına gelen "Sebast" kelimesinden gelmektedir; Sebast ismi zamanla halk diline Sivas olarak yerleşmiştir.
Coğrafya.
Üç vadi arasındadır. Sivas halkının büyük çoğunluğu çeşitli zamanlarda bölgeye yerleşmiş Türkmenlerdir. İlde Kafkasya göçmenleri de mevcuttur. Kızılırmak Havzası; kenti İç Anadolu iklimine, Yeşilırmak; Karadeniz, Fırat Havzası ise Doğu Anadolu iklimine bağlamaktadır. Bu üç su, üç yol, üç farklı kültür demektir.
İklim ve bitki örtüsü.
35 derece-50 dakika ve 38 derece-14 dakika doğu boylamlarıyla, 38 derece-32 dakika ve 40 derece-16 dakika kuzey enlemleri arasında kalan il, 28,488 km² lik yüzölçümü ile Türkiye'nin toprak bakımından ikinci büyük ili olan Sivas'ın il topraklarının büyük bölümü Kızılırmak, bir bölümü de Yeşilırmak ve Fırat havzalarına girer. Sivas coğrafi olarak İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgelerinin kesiştiği noktadadır. Bu nedenle Karadeniz bölgesindeki Suşehri, Akıncılar, Gölova, Koyulhisar ve kısmen Kuzey Zara ve Doğanşar'ın bitki örtüsü, havanın sertliği ve sıcaklığı, yağış oranı farklıdır. Bu bölgelerde merkez ilçeden farklı olarak Giresun dağları üzerinde yaylalar ve çok endemik orman alanları bulunur.
İl alanı kuzeyden Kelkit Vadisi, doğudan Köse Dağları'nın uzantıları, Kızıldağ, Kuruçay Vadisi ve Yama Dağı, güneyden Kulmaç Dağları, Tahtalı Dağlarının uzantıları ve Hezanlı Dağı, batıdan Karababa, Akdağlar ve İncebel Dağları gibi doğal sınırlarla çevrilidir. Kızılırmak, Kelkit Çayı, Tozanlı Çayı, Yıldız Irmağı, Çallı Çayı ve Tohma Çayı en önemli akarsularıdır.
Sarkışla-Gemerek Ovası. Yıldızeli (Bedehdun) Ovası, Suşehri Ovası, Tohma Vadisi, Kızılırmak Vadisi. Çallı Suyu Vadisi ve Kelkit Vadisi ilin belli beşli tarım alanları ve ulaşımı belirleyen önemli alanlarıdır.
Sivas ilinde ağırlıklı yeryüzü seklini platolar oluşturmakladır, il oranının % 47,6'sı platolarla, % 46,2'si dağlarla, %6,2'si ise ovalarla kaplıdır. Sivas'ın en büyük platosu Uzunyayla'dır. Ayrıca, Uzunyayla'ya oranla daha zengin otlaklara sahip olan Meraküm Platosu da ilin ender yüksek düzlüklerindendir.
Kuzey Anadolu Dağlarıyla Güney Anadolu Dağlarının birbirine yaklaştığı bir yöre olan Sivas il alanında kıvrılma ve yükselmeler sırasında bazı kesimler Çöküntüye uğramıştır. Bu çöküntü alanları ilin önemli su merkezlerinden olan gölleri oluşturmuştur. Hafik Gölü, Tödürge Gölü, Lota Gölleri, Gürün - Gökpınar Gölü bu göllerden bazılarıdır.
Yönetim.
İllerde protokolde ilk sırada yer alan Vali, merkezi yönetimi temsil eder ve Cumhurbaşkanı tarafından atanır. Büyükşehir dışındaki illerde yerel yönetim, şehirler düzeyindedir. Belediye Başkanı, belediye sınırları içinde kalan seçmenin oy çokluğu ile seçilir. Aynı seçmen İlçe Belediye Meclisi için de oy kullanarak ilçelerin beledi ye meclislerini oluşturur. İldeki bütün seçmenler ayrıca il genel meclisi için de oy kullanarak, İl Genel Meclisinin oluşumunu sağlarlar.
İl genel meclisi ve belediye meclisi üyelikleri için yapılan seçimlerde, onda birlik baraj uygulamalı nispi temsil sistemi, belediye başkanlığı seçiminde ise çoğunluk sistemi uygulanır İl genel meclisi ve belediye meclisi üye sayıları ilçe nüfusuna göre, kontenjandan kalan sayıların partilere dağılımı ise D'Hondt Sistemine göre belirlenir (Kanun:2972-Madde:23)
İl Genel Meclisi, İl Özel İdaresinin karar organıdır, başkanını üyeleri arasından gizli oyla seçer. Ayrıca, İl Genel Meclisi kendi içinden gizli oyla bir yıl görev yapacak 5 kişilik İl Encümenini seçer.
Merkezi yönetim, Vali ve İl Müdürlerinden oluşur. İl Özel İdaresi (İl Genel Meclisi ve İl Encümeni) seçilmişlerden oluşur, ancak Vali başkanlığında görev yapar. Yerel yönetim ise belediye başkanları ve belediye meclislerinden oluşur.
Sivas Valisi, 1971-Gazipaşa doğumlu Yılmaz ŞİMŞEK’dir. 12.5.2022/209 sayılı kararla Niğde Valisi iken atanmıştır.
Sivas Belediye Başkanı, 1980-Sivas doğumlu Adem Uzun (Büyük Birlik Partisi), 31 Mart 2024 seçimlerinde %43,31 oy oranıyla seçilmiştir.
2019 Türkiye yerel seçimleri sonuçlarına göre Sivas İl Genel Meclisi üye sayısı, 27 AK Parti, 7 MHP, 3 CHP, 4 BBP ve 2 BĞSZ olmak üzere 40’dır. Sivas Belediye Meclisi ise 26 AK Parti ve 11 BBP olmak üzere 37 üyeden oluşur.
2018 Genel seçimleri sonucu, Sivas'ı temsilen TBMM'e AK Parti'den 3 milletvekili (İsmet Yılmaz, Mehmet Habib Soluk, Semiha Ekinci), CHP'den 1 milletvekili (Ulaş Karasu) ve MHP'den 1 milletvekili (Ahmet Özyürek)seçilmiştir.
Kültürel bölgeler.
Sivas ili içerisinde resmi idari birim niteliğine sahip olmayan ancak toplum tarafından genel kabul gören üç kültürel bölge daha bulunmaktadır. Halk nezdinde Sivas’ta mevcut olan yöreler şunlardır: İlbeyli yöresi, Emlek yöresi ve Çamşıhı Yöresi. Halk bilhassa Sivas dışında bulunduğu yerden söz ederken "Elbeyi’nin Esköy’ündenim" veya "Emlek Beyyurdu’ndan" yahut da "Çamşıhı’n Kaygısız'dan" gibi ifadeler kullanarak, önce yöresini, sonra köyünü söyler. İlbeyli yöresi, Sivas ve Şarkışla arasında Koyuncu yokuşundan sonra başlayan alandadır; Emlek yöresi, Şarkışla ve Yıldızeli arasında Turna Dağı'ndan sonra başlayan bölgede bulunur; Çamşıhı ise Divriği ve Kangal arasında yer almaktadır. Bunlara ilave olarak İmranlı ilçesinde geçmişteki aşiret yapılanmasına dayalı olarak ortaya çıkmış bulunan ve yine kendi içerisinde kültürel bir bütünlük arz eden Koçgiri yöresi bulunmaktadır.
Nüfus.
Güncel Nüfus Değerleri (TÜİK 6 Şubat 2025 verileri)
Sivas ili nüfusu: 637.007'dir. Bu nüfusun % 78,75'i şehirlerde yaşamaktadır (2024 sonu). İlin yüzölçümü 28.164 km2'dir. İlde km2'ye 23 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 113'dür.)
İlde Merkez ilçe dışındaki tüm ilçelerin nüfusu azalmıştır. İldeki nüfus azalış oranı ise % 2,06 olmuştur. Nüfusu en çok azalan ilçe İmranlı'dır (-% 18,18)- Bu ilçenin nüfusu 2023 yılında %26.11 oranında artmıştı)
06 Şubat 2025 TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 17 İlçe, 24 belediye, bu belediyelerde 252 mahalle ve ayrıca 1.234 köy vardır.
Ekonomi.
İl ekonomisinde tarım ve sanayi sektörü ilk sırada yer almaktadır. Bu sektörleri ticaret ulaştırma ve haberleşme sektörleri takip etmektedir. Özellikle demir ve demirciliğe dayalı sanayi lokomotif sektör olarak ön plana çıkmıştır. Türkiye'nin önemli enerji kaynaklarından biri olan "Kangal Termik Santralı" Sivas'tadır. Ayrıca Gemerek ilçesinde Sızır Hidroelektrik Santrali vardır. Sivas'ta Türkiye'nin en büyük linyit işletmesi bulunmaktadır.
Tarım.
Sivas öncelikle bir tarım şehridir. Tarım üretiminde buğday, arpa, çavdar, ay çekirdeği, patates ve şeker pancarı bölge üretiminde en fazla payı alan ürünlerdir. Sivas küçükbaş, büyükbaş hayvan varlığı ve arı kovanı sayısı bakımından önemli bir paya sahiptir.
Sanayi.
En büyük ve eski endüstri kompleksi olarak 1939 yılında yılında Sivas Cer Atelyesi olarak kurulan TÜDEMSAŞ, TCDD'ye bağlı Beton Travers Fabrikası, 1938'de temelleri atılan ve 1943 yılında hizmete giren Çimento Fabrikası bulunmaktadır. Küçük sanayi siteleri ve organize sanayi bölgeleri sanayi sektörünün altyapısı olarak değerlendirilebilir. Sivas'ta KSS kapsamında 1606 işyerinde 4353 kişi çalışmaktadır. İlde 10 KSS faaliyet göstermektedir. Kangal KSS, Gürün KSS ve Yıldızeli KSS nin inşaat çalışmaları sürmektedir.
Şehirde 5 adet Organize Sanayi Bölgesi bulunmaktadır; Merkez 1.OSB, Merkez Demirağ OSB, Şarkışla OSB, Şarkışla Tarıma Dayalı İhtisas OSB ve Gemerek OSB
Kültür.
Karadeniz bölgesinde kalan ilçelerinde Karadeniz şivesi görülürken, merkez ile çevre ilçeler Tokat ve diğer illere daha yakındır. Doğu Karadeniz'deki ilçelerinde kısmen Karadeniz ağzı ve kültürü görülürken, İç Anadolu ilçelerinde bozkır ve Sivas yöresine özgü Sivas folklorü görülür. Yeşilırmak havzasında bulunan Karadeniz ilçeleri olan Suşehri, Akıncılar, Gölova, Koyulhisar bölgesi davul, zurna, horon, mikroklima iklim ve yayla bölgesidir. İç Anadolu da ise gene Türkmen kültürü ile yer yer Balkan muhacirleri ve Kafkasya göçmenlerinin kültürleri ve gelenekleri de görülür. Bu geniş coğrafya alanında pek çok yöresel sanatçılar da yetişmiştir. Karadeniz ilçelerinde kemençe ve tulum üstadları, İç Anadolu ve Doğu Anadolu ilçelerinde saz, aşık geleneği ve üstatları yetişmiştir.
Dünyaca ünlü kangal köpeği, Sivas'ın Kangal ilçesinde yetişmektedir. Kangal köpeği genetik olarak en mükemmel kombinasyonlardan birine sahiptir ve yüksek seviyede eğitilebilirlik özelliği taşımaktadır.
Turizm.
Kaplıcalar.
Sivas yöresinde kaplıcalara "Çermik" adı verilmektedir. Sivas merkeze bağlı Soğuk Çermik, Yıldızeli'ne bağlı olmakla birlikte Sivas merkezden rahatlıkla ulaşılan Sıcak Çermik bunların en önemlileridir. Kangal'da ise Balıklı Çermik diğer önemli bir kaplıcadır. Ayrıca Şarkışla ilçesinde "Ortaköy Çermiği" ve "Alaman Çermiği" bulunmaktadır. Geçmişte Sivas yöresinde çermik alanlarının yakınlarında çadır kurma geleneği çok yaygın olarak uygulanmaktaydı.
Sıcak Çermik (Yıldızeli).
Sivas - Yıldızeli yolu üzerinde Sivas il merkezine yaklaşık 30 km uzaklıktaki bulunmaktadır. Yıldızeli sınırları içerisindedir ve ilçe merkezine 16 km mesafede yer alır. Toplu taşıma araçları ile ulaşmak mümkündür. Kaplıca suyunun kimyasal karakteristiği; florür içeren kalsiyum, magnezyum-sodyum, sülfat, hidrokarbonat ve karbonat klörürlüdür. Sıcaklığı 45-50 °C arasındadır ve romatizma, solunum yolları, böbrek ve idrar yolları, kan dolaşımı hastalıklarının tedavisine iyi geldiği bilinmektedir. Sivas Belediyesi'ne ait otel ve havuzlarla hem süreli hem de günübirlik konaklama imkanı sağlamaktadır. Ayrıca Sivas Cumhuriyet Üniversitesine bağlı Rehabilitasyon Merkezi de bulunmaktadır. Yakın dönemde ise geniş kapsamlı iki adet devremülk otel hizmete girmiştir.
Soğuk Çermik (Merkez).
Sivas - Erzincan kara yolu üzerinde şehir merkezine 18 km mesafede, Başıbüyük Köyü'nün girişinde olup, Hafik ilçesi'ne 15 km uzaklıktadır. İl merkezinden kaplıca alanına düzenli olarak toplu taşıma araçları ile ulaşılabilmektedir. Suyun sıcaklığı 28 °C derecedir ve içildiğinde mide, bağırsak ve safrakesesi hastalıklarına iyi gelmektedir. Kaplıca alanının yakınında Ahmed-i Turan türbesi yer alır ve sürekli olarak ziyaret edilir. Konaklama tesislerinin yanı sıra çoğunlukla çadır kurulmaktadır. Kaplıca çevresi ilginç bir topoğrafya ve bitki örtüsüne sahiptir.
Ortaköy Çermiği (Şarkışla).
Şarkışla ilçesinde Ortaköy'e bağlı bir kaplıcadır. Kaplıca suyu 246 metre aşağıdan çıkmaktadır. Kaplıcanın suyu sıcaktır yaz kış 37 derecedir ve kükürtlüdür kükürtlü olmasından dolayı birçok cilt ve kemik hastalığına iyi gelmektedir. Kaplıcada 15 adet oda 25'e 10 metre bir adet açık havuz, kadınlar ve erkekler için ayrı 2 havuz ve 1 adet özel aile havuzu bulunmaktadır. Ayrıca kaplıca Kızılırmak nehrine çok yakın bulunduğundan dolayı kaplıca çevresi doğanın çok iyi bir şekilde sergilendiği bir mekandır. Kaplıca ilçe merkezine 18 km uzaklıktadır asfalt yolu bulunmaktadır.
Balıklı Çermik (Kangal).
Sivas il merkezine 96 km ve Kangal ilçe merkezine 13 km. uzaklıkta olup Sivas'tan her saat başı toplu taşıma araçları ile varmak mümkündür. Kangal Balıklı Kaplıca; Türkiye'deki termal kaplıcaları içerisinde kendine özgü bir yeri vardır. Tedavi özelliği itibarıyla dünyada bir benzerini bulmanın mümkün olmadığı kaplıca, ilmi ve tıbbi bir mucizeyi "Sedef Hastalığını tedavi ederek" sergilemektedir. Suyun sıcaklığı 36 - 37 derece C, havuzların toplam debisi, 130 lt/sn dir. Kimyasal karakteristiği; PH 7.40, radyoaktivite 6 eman, toplam mineralizasyon 590.9 mg/lt.
Doğal Oluşumlar.
Göller.
Dipsiz Göl, Sivas'ın Doğanşar ilçesinde bulunan volkanik bir göldür. Dipsiz Göl, Doğanşar'a 16, Sivas'a 82 km mesafede, Doğanşar-Sivas Karayolu'nun hemen yanında bulunmaktadır ve Çatpınar köyüne çok yakındır. Gölün fazla sularının akmasıyla 200 metre ileride Dipsiz Göl Şelalesi oluşmuştur.
Hafik Gölü, Sivas'ın Hafik ilçesinin kuzeyinde bulunan küçük karstik göldür.. Erzincan'ı Sivas'a bağlayan E 88 uluslararası kara yolu 2 km yakından geçer. Hafik'in 3 km kuzeyindedir. Göle 2006'da 80 bin sazan aşılanmıştır. Türkiye'nin 135 sulak alanından biri olan gölde; sakarmeke, turna, angut ve yaban kazı görülmektedir.
Tödürge Gölü, Sivas'ın Zara ilçesinde yer alır. Hafik'in 17 km doğusunda, Zara'nın 12 km batısında bulunmaktadır. Yaklaşık bir km güneyinde aynı adı taşıyan Tödürge Köyü vardır.
Gökpınar Gölü, Sivas'ın Gürün ilçesi sınırları içerisinde yer alır. Suyu çok temiz ve duru olan Gökpınar Gölü, Gürün'e 10 km uzaklıktadır. Doğal güzellikleri ve alabalıklarıyla ünlü olan göl; dipten gelen kaynaklarla beslenmektedir. Turkuaz ve mavi yeşil renklerinin her tonunu bünyesinde barındıran Gökpınar bir dünyaca ünlü bir doğa harikasıdır.
Lota Gölü, Sivas'ın Hafik ilçesinde yer alır ve 3 km doğusundadır. Sivas - Erzurum kara yolunun kuzeyinde kalır. Sivas şehir merkezine 45 km uzaklıktadır. Aslında "Lota Gölleri" daha doğru bir tabirdir. Buradaki göller topluluğu dipten çıkan su kaynaklarıyla beslenseler de ilkbahar yağışlarıyla birlikte kabararak birleşirler.
Tarihi Yapılar.
Divriği Ulu Camii, Divriği ilçesi merkezinde bulunmaktadır. Divriği Ulu Cami ve Darüşşifası adıyla dünya sanat tarihinde yer alan bu eşsiz eser, Anadolu Selçuklu Devleti Mengücek Oğulları Beyliği döneminde (1228) Mengücek Beyi Ahmet Şah tarafından, Şifahane ise Ahmet Şah'ın eşi Melike Turan tarafından yaptırılmıştır. UNESCO tarafından Dünya'nın 8. Harikası olarak gösterilip koruma altına alınmıştır.
Kongre Müzesi, 4 Eylül 1919'da Türkiye Cumhuriyetinin temellerinin oluşturulduğu 4 Eylül Sivas Kongresi'nin gerçekleştirildiği ihtişamlı binadır. Şu an müze olarak kullanılmakta olup müze içerisinde Mustafa Kemal Atatürk'ün birçok şahsi eşyası ve Selçuklu, Osmanlı zamanından birçok tarihî eser sergilenmektedir. Müze, kent meydanındadır.
Aşık Veysel Müzesi, Büyük halk ozanı Âşık Veysel’in yaşadığı Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyündeki evi 1982 yılından itibaren Kültür Bakanlığı tarafından müzeye dönüştürülmüştür. Âşık Veysel’in kişisel eşyaları, sazları, fotoğraflar bulunmaktadır. Her yıl 16-21 Mart tarihleri arasında Şarkışla Sivrialan köyünde anma törenleri ve Âşıklar Bayramı düzenlenmektedir.
Tarihi Harabeler.
Kaldırak Kalesi.
Şarkışla ilçesi Emlek Kale köyünün alt tarafında, Kaldırak çayı üzerinde kale kalıntısı bulunmaktadır. Osmanlı dönemi kayıtlarında yer alan "Kaldırok Kalesi" isimli köyün bu bölgede olduğu yönünde emareler vardır. Dolayısıyla bu isim köyün yanından geçen Kaldırak Çayı'nın adı ile de bağlantılıdır. Bahsi geçen köyün ismi bazı kaynaklarda "Kaldurak Kalesi" olarak da geçmektedir. Osmanlı'ya ait bazı kayıtlarda ise "Kaldıravuk Kalası" adıyla anılır.
Türbeler.
Sivas Merkez'deki Türbeler
İlçe ve Köylerdeki Türbeler
Spor.
2021-2022 Sezonu sonunda, Sivasspor, süper ligi 54 puanla 10.sırada tamamlamıştır. 2.lig takımı Sivas Belediyespor grubunda 9. olmuştur. BAL'da 2, kadınlar futbol liglerinde 1 takımı daha vardır. Voleybol 2. liginde 1, hentbol 1. ve 2.liglerinde 2 takımı bulunmaktadır.
Ziraat Türkiye Kupası'nda Sivasspor 2021 - 2022 sezonunda Kayserispor ile Atatürk Olimpiyat Stadyumunda oynadığı final maçında rakibini 3-2 mağlup ederek Türkiye Kupası'nın sahibi olmuştur.
Önemli spor tesisleri: Yeni 4 Eylül Stadyumu (27.532), Cumhuriyet Üniversitesi Taha Akgül Spor Salonu (1.300), 4 Eylül Spor Vadisi'nde bulunan Taha Akgül Spor Salonu (4.000), Olimpik Yüzme Havuzu ve Yıldız Dağı Kayak Merkezi'dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1252",
"len_data": 17824,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.47
}
|
Ford Motor Company, Henry Ford tarafından Detroit, Michigan, ABD'de 16 Haziran 1903 tarihinde kuruldu. Şu anda merkezi Dearborn, Michigan'dadır.
Michigan'da dünyada ilk otomobil üretimine adım atan otomotiv sektörü liderlerinden Ford Motor Company, 6 kıtada 200 pazarda araç üretip dağıtmaktadır. Dünya genelinde yaklaşık 187.000 çalışanı vardır. 2007 yılı cirosu 172,455 Milyar dolardır. Ford Motor Company'nin ana ve bağlı otomotiv markaları; Aston Martin, Ford, Lincoln ve Mercury'dir. Otomotivle ilgili hizmet kuruluşları Ford Motor Credit Company ve Hertz'i de kapsamaktadır. Ford Jaguar ve Land Rover'i 2008 yılında bir Hint şirketi olan Tata'ya, Volvo'yu ise 2009 yılında bir Çin şirketi olan Geely'e satmıştır.
Ford oldukça yüksek sayıda üretime geçerken endüstrinin de genel anlamda gelişmesinde büyük rol oynadı. Ford, Eli Whitney'nin düşüncelerini kullanarak değişebilir parçaları kullanıyordu. Böylelikle, arabalar daha düşük masraflarda üretilebiliyor ve yenilenebiliyordu.
Tarihi.
12 kişinin 28.000 dolar yatırım yaparak kurduğu Ford günümüzde en fazla otomobil satan markalardan biri konumundadır. Şirket ilk arabasını 20 Temmuz 1903 yılında yapmıştır. Daha sonra Henry Ford'un şirket ve fabrika çalışanlarına da otomobil sahibi olabilme olanağı sunarak geliştirdiği Ford Model T 1908 yılında piyasaya sunulmuştur. Henry Ford'un seri üretim metodunu bulmasının üretim hızını arttırması ve maliyetleri düşürmesiyle beraber 1913 yılında 12.5 saat olan şasi üretimi süresi 2 saat 40 dakikaya düşmüştür. Bunun yanı sıra Ford, aynı dönem içerisinde çalışanlarının maaşlarını 2 katına çıkararak günlük 9 saatlik çalışma sürelerini de 8 saate düşürmüştür. Rakip şirketler bunu kapitalizme uygun görmese de yıl sonunda Ford Amerika'daki tüm arabaların %50'sini üretiyordu. 1918 yılında ise, ülkedeki arabaların yarısı Model T olmuştu. Bunun yanı sıra, bu modelin fabrika çıkış renginin siyah olmasının sebebi de siyah boyanın en hızlı kuruyan boya olmasıydı. 1927 yılında Model T yerini Ford Model A'ya bıraktı.
I. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan Amerika'daki Büyük Buhran döneminde ise, Amerika'daki tüm şirketlerde olduğu gibi Ford da bir çöküntü yaşadı ve birçok fabrikasını kapatmak zorunda kaldı. II. Dünya Savaşı döneminde tank üreterek şirket ayakta kalmaya çabalarken savaş sonrasında Ford tekrar eski günlerine dönmeye başladı.
1955 yılında halka açılan Ford, sonraki yıllarda Kanada, Meksika, Birleşik Krallık, Almanya, Brezilya, Arjantin, Avustralya, Güney Afrika ve Türkiye başta olmak üzere birçok ülkede fabrikalar açtı. Türkiye'deki ortaklığı %51 The Ford Motor Company, %49'u Otosan AŞ olarak başladı. 3 Ekim 1997 tarihinde imzalanan bir anlaşma ile Ford ve Otosan hisselerini eşitledi. Böylece Otosan A.Ş. yeni ismiyle Ford Otomotiv Sanayi AŞ, yani Ford Otosan ortaya çıkmış oldu.
1997 yılında ortaklık eşitlenmesinden sonra Ford Avrupa'nın, ekonomik bulmadığı için askıya aldığı bir proje, Türkiye'nin üretim kabiliyeti ve ekonomik koşulları nedeniyle Türkiye'ye aktarıldı. Bu projenin gerçekleştirilebilmesi için 150.000 adetlik bir kapasiteye ihtiyaç vardı ve İstanbul fabrikası bunun için uygun değildi. Böylece yeni bir yer arayışına başlandı. Birkaç alternatif yer değerlendirildi, sonunda Gölcük'te deniz yoluna açık bir arsa bulundu.
Ulaşılan bu seviye ile Ford Otosan Kocaeli Fabrikası, Avrupa Ford Fabrikaları arasında denetçiler tarafından 2002, 2003, 2004 ve 2005 yıllarında "Best Plant In The World" olarak adlandırıldı ve en iyi notu elde edip birinci oldu.
Bir dönem Ferrari'yi satın alan Ford, Enzo Ferrari'nin yarış takımını Ford'un yönetmesini istememesiyle bu anlaşmayı bozdu. Bunun peşinden gelen büyük bir rekabet; Ford'un GT40 modeli ile Ferrari'yi yenmesiyle sona erdi. Bunun ardından bu efsane model hem yarışlardan, hem de üretimden çekildi.
Ford'un merkezi günümüzde Dearborn, Michigan, Amerika Birleşik Devletleri'nde bulunmaktadır. Bünyesinde Mercury, Lincoln'u da bulunduran Ford ayrıca Mazda'ya da ortaktır. Bunun yanı sıra Amerika Birleşik Devletleri'nin en büyük araba kiralama şirketlerinden biri olan Hertz'in de sahibidir.
2005 yılında spor modeli Ford Mustang'e yeni bir yüz sunmuş olan Ford, tasarımında eski Mustang'in ruhunu yansıtan agresif çizgilerini koruyarak 3 farklı modelle beğenileri toplamıştır. 45 yıldır Mustang efsanesini üreten Ford, 2010 modeliyle Mustang'e yeni bir boyut getirmiştir.
Modeller.
Binek Araçlar
Spor Araçlar
Ticari Araçlar
Arazi Araçları
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1256",
"len_data": 4429,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.54
}
|
Enzo Anselmo Ferrari (20 Şubat 1898, Modena - 14 Ağustos 1988, Maranello), Scuderia Ferrari takımının, aynı zamanda Ferrari otomobil markasının kurucusudur.
Erken Hayatı.
Enzo Ferrari, 20 Şubat 1898'de İtalya'nın Modena kasabasında doğdu. Babası orta çapta bir işletme sahibiydi. Ferrari'nin küçüklüğünde ilerisi için üç hayali vardı. Birincisi opera sanatçısı olmak, ikincisi spor muhabiri olmak ve sonuncusu ise yarış pilotu olmaktı. Birincisi için pek yeteneği yoktu, ikincisi için çaba göstermedi fakat üçüncü tutkusu dünya üzerinde unutulmayacak bir isim yarattı.
1916 yılında İtalya Birinci Dünya Savaşında olduğu için babası ve abisi askere alındı. Savaş sırasındaki İspanyol gribi salgınında abisi ve babasını kaybetti. Savaş başlarında engeli bulunduğu için askerliğe alınmayan Ferrari, daha sonraları orduya kabul edildi. Bir iki ayını cephe arkasında katırları nallayarak geçiren Ferrari, 1918 yılında tekrar baş gösteren grip salgınında hastalandı. Savaştan daha çok ölüme sebep veren bu salgını atlatan Ferrari, ordudan ayrıldı.
Yarış Kariyeri.
Evine geri döndüğünde diğer askerler gibi yeni bir hayata başlayacak olan Ferrari, dul annesine bakmak ve hayalini gerçekleştirmek için Fiat'a başvurdu. Savaş sonrası ekonomik durumu tam bir felaket olan İtalya'da tırmanan işsizlik nedeniyle Fiat'dan red cevabı aldı. Daha sonra Vespa için test sürüşleri yapmaya başlayan Ferrari, buradan katıldığı yarışlarda çektiği dikkat sayesinde 1920 yılında Alfa Romeo için çalışmaya başladı.
Mussolini'nin başa geçtiği İtalya'da faşizm hızlı bir yükselişe geçti. İtalya adına edindiği başarılarla Mussolini'nin gözüne giren Ferrari, Cavaliere dell'ordine della Corona d'Italia nişanını aldı.
1920'lerin ortasında geçirdiği bunalımlı bir dönemde yarışmayı bırakan Ferrari, 1927'de tekrar pistlere döndü. Oğlu 1932'de doğana kadar Alfa Romeo için yarışmaya devam etti. Oğlunun doğumunun ardından yarışmayı bırakıp hayalindeki otomobilleri üretme işine odaklanmak için pilotluğu bıraktı ama Alfa Romeo'nun ricasıyla Alfa Romeo için uzun süre direktörlük yaptı. Yarış takımı Scuderia Ferrari, başarı göstererek Alfa Romeo'nun resmi takımı olmayı başardı.
Ferrari'nin Kuruluşu.
Ferrari, 1939'da Ferrari markasının atası olacak Auto Avio Costruzioni adlı şirketi kurdu. İkinci Dünya Savaşı sırasında fabrikası bombalandığı için günümüzde de markanın merkezi olan Maranello'ya taşındı.
1946 yılında Ferrari kendi adını taşıyacak ilk arabayı tasarladı, Ferrari 250 ve Ferrari 250GT. Ferrari imparatorluğu İtalyan ekonomisi gibi yükselişe geçmişti. 1950'ler bu ekonomik yükselişin zirvede olduğu bir dönemdi, İtalyan mallarına olan talebin artması bunun en büyük nedeniydi. Bu yükseliş, Dino Ferrari'nin ölümüyle Enzo için son buldu. Eşi Laura'dan boşanarak fabrikada yaşamaya başlayan Ferrari için işler kötüye gitmeye başladı. Test sürücülerinin başına gelen kazalardan dolayı birçok davayla uğraşmak zorunda kalan Ferrari, sıkı güvenlik kuralları getirmek zorunda kaldı.
Fiat ile Birleşme.
1960'larda İtalya başka bir ekonomik kriz dönemine girdi. Bu yıllarda yükselen enflasyon nedeniyle işçilerin ayaklanması fabrikatörleri ve Ferrari'yi zora soktu. 1965 yılında şirketin hisselerinin bir bölümünü Fiat'a satan Ferrari, 1969 yılında hisselerinin 90%'nı Fiat'a satmak zorunda kaldı fakat ölümüne kadar işinin başında kaldı. 1971'de başkanlıktan ayrılan Ferrari, öldüğü 1988 yılına kadar şirketin işlerinin kontrolünü elinde tutmuştur.
Ölümü.
Ferrari F40 modeli, Enzo Ferrari'nin ölmeden önce görüp takdir ettiği son Ferrari otomobili oldu.14 Ağustos 1988 tarihinde Modena'da öldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1260",
"len_data": 3575,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.43
}
|
Sanatta mozaik; bir yüzeyin, farklı renklerdeki küçük parçacıkların yan yana getirilmesi yöntemiyle süslenmesi ve bu şekilde üretilmiş eserdir. Taş, cam, tuğla, metal veya deniz kabuğu gibi çok çeşitli malzemelerden mozaik yapılabilir. Kakmacılıktan farklı olarak, mozaik sanatında parçacıklar yüzeydeki çukurcuklara yerleştirilmez, yüzeye yapıştırıcı ile tutturulur.
Etimoloji.
Türkçeye Fransızca "mosaïque"ten geçen mozaik sözcüğünün kökeni Latince "musaicum" (mozaik, Müzlerin eseri) kavramıdır. Bunun nedeni Orta Çağ mozaiklerinde çoğunlukla sanat perisi Müzlerin resmedilmiş olmasıdır.
Tarihçe.
Mozaiğin tarihi antik çağlara uzanır. Sümer kenti Uruk'ta MÖ 3. binyıla ait, mozaiğe benzer duvar kaplamaları bulunmuştur. Koni şeklindeki terakota kaplamaların kenarları kırmızı, siyah ve beyaz renktedir. Bu kaplama malzemeleriyle zikzak hatlar ve yamuk gibi çeşitli geometrik şekiller oluşturulmuştur. Bu kaplamalar estetik görünümünün yanı sıra güneşte kurutulmuş tuğlaları yağmur ve rüzgârdan koruyordu. Ancak bu teknik zamanla yok olmuştur ve sonraki dönemlerdeki mozaiğin gelişimi ile alakası yoktur.
Roma İmparatorluğu zamanında daha çok şehir kaldırımlarında, meydanlarda, ev avlularında kullanılan, sırlı seramikten yapılmış mozaiklerin parçaları birkaç milimetre kadar küçük olabilmektedir. Gaziantep Arkeoloji Müzesinde bulunan ve Zeugma antik şehrindeki villalardan çıkarılan mozaikler bu dönem eserlerinin en güzel örnekleri arasındadır. Hatay'ın Antakya ilçesi de Roma dönemine ait seçkin bir mozaik koleksiyonunu barındırır.
Mozaiğe çok farklı zamanlarda ve çok farklı kültürlerde rastlanmasına rağmen, altın devrini 4.-14. yüzyıllarda Bizans'ta yaşadığı söylenebilir. Bu dönemde Bizans'ta başlıca resim sanatı mozaik olmuştur.
Duvar ve tavan mozaikleri konusunda uzmanlaşan Bizanslılar ise parçacık olarak İtalya'da üretilen ve kalın, renkli camdan oluşan plakalar (smalti) kullanmakla ünlüdürler. Bu dönemde, camlar, ışığı daha iyi yönlendirebilmek için farklı açılarda ve sıvasız olarak yerleştirildi. Bazı desenlerde, camların arkasına gümüş ya da altın yapraklar yapıştırıldı. Daha çok dini görüntüler betimleyen Roma mozaiklerinin aksine Bizanslılar aristokrasinin de mozaiklerini yarattılar.
İslam kültürü ise mozaik desenlerine getirdiği matematiksel zenginlikle ünlüdür. Yer yer cam küpler ve taşlar kullanılmış olsa da, İslami eserlerde, genelde, desen için özellikle üretilmiş, daha sonra, kenarları elde zımparalanarak boşluksuz yan yana oturacak şekle sokulmuş çini plakalar kullanılmıştır (zillij).
Antoni Gaudi, Guell Parkındaki koltukları mozaikle kaplayarak tekniğe yeni bir uygulama kanalı açmıştır. Bu mozaikler, farklı amaçlarla yaratılmış seramik ürünlerin yeniden düzenlenmesiyle meydana geldikleri için kolaj tekniginin ilk örneği olarak da gösterilebilir. Gaudi'nin uyguladığı seramik kaplama tekniğinin özgün adı "trencadis" tir ve Katalanca bir sözcüktür. Kullanılmayacağı, bir işe yaramayacağı varsayılan seramik ve cam parçalarıyla bir binanın giydirilmesidir. Aralarında Chagall ve Picasso'nun bulunduğu birçok modern sanatçı da eserlerini mozaik şeklinde ortaya koymuş, mozaik eserlerin konularına zenginlik katmışlardır. Günümüzde mozaikler mobilya dekorasyonundan yer kaplamalarına, bina kaplamalarından oda bölmelerine kadar birçok farklı yerde kullanılmaktadır. Konular soyut kavramlardan hiperrealist portrelere kadar çeşitlilik kazanmıştır.
Yöntemler.
Mozaik, başlıca olarak şu iki yöntemler üretilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1276",
"len_data": 3452,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.84
}
|
Sir Charles Spencer Chaplin (16 Nisan 1889; Londra, Birleşik Krallık - 25 Aralık 1977; Vaud, İsviçre); İngiliz sinema yönetmeni, oyuncu, yazar, film müziği bestecisi, kurgucu ve komedyen. Yarattığı "Şarlo" () karakteri ile özdeşleşmiştir.
Londra'nın fakir bölgelerinden birinde doğup büyüyen Chaplin, 1913'te gittiği ABD'de sinemaya başlamıştı. 1914'teki ilk filmi Making A Living'in ardından çekilen Kid Auto Races in Venice filminde bol pantolonlu, melon şapkalı, büyük ayakkabılı, sürekli bastonunu çeviren ve sakar hareketleri ile gülünç mizansenler oluşturan "Şarlo" tiplemesini yarattı. Takip eden yıllar içinde aralarında 1917 yapımlı "The Immigrant" ve "The Adventurer" gibi filmlerinin de bulunduğu altmıştan fazla kısa filmde oynayarak yeni gelişmekte olan sinemanın da etkisiyle dünya çapında görülmemiş bir üne kavuştu. 1918 yılında çektiği "A Dog's Life" filmi ile uzun metrajlı filmlere de başlayan Chaplin; Mary Pickford, Douglas Fairbanks ve D. W. Griffith ile birlikte kurdukları United Artists film şirketinin ortağı olduktan sonra "Altına Hücum", "Şehir Işıkları", "Büyük Diktatör", "Asri Zamanlar", "Sirk" ve "Sahne Işıkları" gibi başyapıtlara imza attı.
Filmlerinde dönem koşulları için imkânsız görülebilen mizansenlere, koreografilere ve akrobatik hareketlere yer veren Chaplin; komedi sinemasının bütün örneklerini sonuna kadar korumakla birlikte, heyecanın ve hareketin asgari düzeye çekildiği sahnelerinde ise dramatik yapısını sergileyebilmiştir. Popülist yaklaşımlara, hiçbir zaman benimsemediği bazı yönetim biçimlerine ve teknolojiye yönelik ağır eleştirilerini ise yine bu komedi tarzının içinde eritmiş ve sessizce seyirciye ulaştırmayı bilmiştir.
Yarattığı "modern palyaço" "Şarlo" ile dünya üzerinde filmlerinin gösterildiği her ülkede insanların hayranlığını toplamasına rağmen, Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlığını reddetmesi sebebiyle bu ülkede kendisine yönelik olarak başlatılan karalama kampanyası; kendisinden bir hayli genç olan kadınlarla yaptığı dört ayrı evlilik, bir dönem kendisine açılan babalık davası, "The Immigrant" filminde bir ABD memurunu tekmelediği sahne ve son olarak "Altına Hücum" filmindeki bazı sahnelerin komünizm propagandası olarak yorumlanması gibi olayların etkisiyle Chaplin'in ABD'ye girmesi yasaklandı. Bunun üzerine karısı ve çocuklarıyla birlikte hayatının sonuna kadar yaşayacağı İsviçre'ye yerleşen Chaplin ancak 1972 yılında Oscar Özel Ödülü'nü almak için yıllar sonra ABD'ye geri döndü. Takip eden yılda "Sahne Işıkları" adlı filmle bir kez daha Oscar ödülünü kazanmıştır. 1975 yılında 86 yaşında iken İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth tarafından şövalye unvanına layık görülmüştür.
Hayatı.
Charlie Chaplin (Şarlo), 16 Nisan 1889'da Londra'nın fakir semtlerinden biri olan East Lane, Walworth'ta doğdu. Charlie'nin henüz on üç yaşına bile gelmeden ayrılan annesi ve babası müzikhollerde ve çeşitli tiyatrolarda çalışan profesyonel sanatçılardı. Sahne adı "Lily Harley" olan annesi Hannah Chaplin (1865-1928) profesyonel olarak sahneye ilk kez 19 yaşında çıkmıştı. Annesi ve -başka babadan olma- kardeşi Sydney Chaplin ile birlikte Londra'nın fakir semtlerinde çeşitli evlerde büyüyen Chaplin'in yaşamı ruhsal dengesizlikler yaşayan annesinin durumunun kötüye gitmesi ile zorlaştı. Anne Hannah, 1894'teki bir sahne performansı sırasında sesini kaybetmiş ve hemen ardından yaşadığı ekonomik zorlukların da etkisiyle psikolojik sorunları artmıştı. Onun bir rehabilitasyon merkezine yatırılmasının ardından çocukları Charlie ve Sydney, metresiyle birlikte yaşayan babaları Charles Chaplin Sr.'nin yanına yollandı. Charlie ve Sydney bu dönemde Kennington Road School'a gönderildiler. Charles Chaplin Sr, henüz 37 yaşındayken üstesinden gelemediği alkolizm nedeniyle, oğlu Charlie henüz on iki yaşındayken, hayatını kaybedecekti.
Rehabilitasyon merkezinden çıktıktan kısa bir süre sonra Hannah'nın hastalığı yeniden nüksedince çocuklar bu sefer genel olarak "workhouse" olarak adlandırılan ve oldukça kötü koşulları ile bilinen bakımevlerinden birine yollandılar. Londra'nın doğusundaki Lambert adlı bölgede bulunan bu bakımevindeki günler annesi ve kardeşinden ayrı kalan ve yaşı bir hayli küçük olan Charlie için hayli güç geçmişti. Chaplin'in Walworth ve Lambert'te geçirdiği bu yoksulluk günleri onda derin izler bırakacak ve ileriki yıllarda filmlerinde seçtiği mekân ve konularda sık sık kendini gösterecekti.
Sydney ve Charlie daha sonra aileden gelme yetenek ve alışkanlığın da etkisiyle tiyatrolarda ve müzikhollerde çalışmaya başladılar. Chaplin ciddi anlamdaki ilk sahne tecrübesini "The Eight Lancashire Lads" adlı grupta çalışırken yaşadı.
Hannah çocukları tarafından ABD'ye getirildikten yedi yıl sonra 1928'de Hollywood'da öldü. Babaları farklı olan Charlie ve Sydney'in, anneleri Hannah üzerinden 1901 doğumlu Wheeler Dryden adlı bir kardeşleri daha vardı. Dryden, annesinin ruhsal rahatsızlıkları nedeniyle babası tarafından Hannah'dan uzak tutulmuş ve Kanada'da yetiştirilmişti. 1920 ortalarında annesini görmek için ABD'ye giden Dryden, daha sonraları kardeşleri ile film projelerinde çalışmış ve Chaplin'in asistanlığını yapmıştır.
Amerika.
Sydney Chaplin'in 1906'da dönemin ünlü Fred Karno kumpanyasına katılmasının ardından Chaplin de, 1908'de onu izleyerek bu topluluğa katılmayı başardı. Chaplin gezici Karno kumpanyası ile 1910 - 1912 arasında ABD'ye turneye çıktı. İngiltere'ye dönüşünden sadece beş ay sonra yine Karno ile birlikte 2 Ekim 1912'de yeniden ABD'ye gitti. Bu seferki turda, daha sonra Laurel ve Hardy ikilisinden Stan Laurel'i canlandıracak olan Arthur Stanley Jefferson ile birlikte çalıştı ve aynı odayı paylaştı. Bir süre sonra Stan Laurel İngiltere'ye dönerken, Chaplin ABD'de kaldı ve Karno ile turneye devam etti. 1913'teki bir gösteri sırasında Mack Sennett'ın dikkatini çekince onun sahibi olduğu Keystone Stüdyoları ile bir anlaşma yaparak onun ekibine katıldı. Böylece 2 Şubat 1914'te Henry Lehrman yönetmenliğinde sessiz bir film olan "Making a Living" adlı tek makaralık filmde rol alarak yeteneğini tam anlamıyla gösterebileceği sinemaya adım atmış oluyordu. Chaplin; iddialı tavırları ve bir İngiliz olmasından kaynaklanan "yabancılığı" ve bağımsız karakteri nedeniyle başta Mack Sennett tarafından şüpheyle karşılansa da kısa süre içinde yeteneğini kanıtlayıp yerini sağlamlaştırdı. Keystone ile birlikte çalıştığı bir yıl boyunca 35 filmde rol alan Chaplin hızla ünlü oldu.
Öncülüğü.
Chaplin 1916'da Mutual Film Corporation film şirketiyle bir seri komedi yapımı için anlaştı. On sekiz aylık süreçte on iki film ürettiği bu dönemde yaptığı filmler, sinemanın en etkili komedi filmleri arasında yerini almıştır. Chaplin daha sonra Mutual ile geçirdiği dönemin kariyerindeki en mutlu dönem olduğunu söylemiştir.
1918'de Mutual ile anlaşmalarının sona ermesi üzerine Chaplin kendi film şirketini kurdu. Sesli film döneminden sonra kendisinin en büyük filmi kabul edilen 1931 yılı yapımlı "City Lights" () filmini yaptı.
Politik düşüncesi.
Chaplin, filmlerinde her zaman sol görüşe sempati duyduğunu hissettirmiştir. Sessiz filmlerinde "Büyük Depresyon"'a yer vererek "The Tramp" (serseri) karakteri aracılığıyla, yoksullukla mücadeledeki kötü yönetim politikalarına göndermeler yapmıştır. Modern Times () filminde işçilerin ve fakir halkın kötü durumlarına dikkat çekmiştir. Büyük Diktatör filmiyle Nazi Almanyasını çok sert biçimde eleştirmiştir ve o dönem ABD resmi olarak Almanya ile hâlâ barış içinde olması filmin ABD'de Chaplin'e karşı karalama kampanyası başlatılmasına neden olmuştur.
Filmlerinde kullandığı teknikler.
Chaplin, hayallerinin ve yaratıcılığının sezgisel boyutta düşünüp de oluşturduğu tüm filmlerin sinema dünyasına yeni heyecanlar katmıştır. Hiçbir zaman ekranın tamamen kapanmasına bir anda izin vermemeyi geliştirdi. Filmlerinde diyalogları yazılı olarak farklı bir ekrana geçiş yaparak gösteriyordu ancak teknolojik gelişmelerden yararlanıp bu işin de üstesinden gelmeyi başardı.
Ölümü.
Chaplin'in sağlam duruşu 1960'lardan sonra yavaş yavaş bozulmaya başlamıştı. İletişim kurulması zor bir insana dönüşmüştü. Ekim 1977'de Chaplin'in sağlığı sürekli bakıma ihtiyaç duyacak kadar kötüleşmişti ve artık tekerlekli sandalye ile hayatını devam ettirebiliyordu. Chaplin 1977'nin Noel'inde İsviçre'de uykusunda geçirdiği felç sonucu öldü. 88 yaşındaydı. 27 Aralık'ta, vasiyeti doğrultusunda küçük ve özel bir Anglikan cenaze töreni yapıldı. Chaplin, dul eşine 100 milyon dolardan fazla para bıraktı.
1 Mart 1978'de naaşı, Polonya göçmeni Roman Wardas ve Bulgar göçmeni Gantscho Ganev adlı iki otomobil tamircisi tarafından fidye istenmek üzere mezarından çıkarılıp kaçırıldı. İsviçre polisi 11 hafta süren yoğun bir çalışma sonucunda ikiliyi yakaladı ve Chaplin'in tabutu yakındaki Noville köyündeki bir tarlada gömülü olarak bulundu. Naaş, tekrar aynı mezara defnedildi ve benzer bir olayın yaşanmaması için üzerine kalın bir beton katman döküldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1284",
"len_data": 8898,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.51
}
|
Karadeniz (Bulgarca: "Черно море" (Çerno more); Rumence: "Marea Neagră"; Rusça: "Чёрное море" (Çyornoye more); Ukraynaca: "Чорне море" (Çorne more); Gürcüce: "შავი ზღვა" (Şavi Zğva); Abhazca: "Амшын Еиқәа" (Amşın Eyk'wa); Lazca/Megrelce: "უჩა ზუღა" (Uça Zuğa); Çerkesçe: "Хы ФӀыцӀэ, Ахын"), güneydoğu Avrupa ile Anadolu yarımadası arasında yer alan, kuzeyinde Ukrayna, kuzeydoğusunda Rusya, doğusunda Gürcistan; güneyinde Türkiye, batısında Romanya ve Bulgaristanla çevrili, Atlas Okyanusu'na Akdeniz, Ege Denizi ve Marmara Denizi aracılığıyla bağlanan bir iç denizdir. İstanbul Boğazı vasıtasıyla Marmara, Kerç Boğazı vasıtasıyla ise Azak Denizi'ne bağlanmaktadır.
Karadeniz, 8.350 kilometre kıyı şeridine sahip, 461.000 km² alan kaplayan (Azak Denizi dahil, Marmara Denizi hariç), en geniş yeri doğudan batıya 1.175 km, en derin noktası 2.210 m olan, Marmara Denizi vasıtasıyla Ege Denizi’ne bağlanan, batıdan doğuya böbrek formunda bir denizdir. Karadeniz üzerinde bulunan önemli liman kentleri Köstence, Mankalya, Burgaz, Varna, Odessa, Sivastopol, Yalta, Kerç, Novorossiysk, Soçi, Sohum, Poti, Batum, Hopa, İstanbul, Rize, Samsun, Ordu, Giresun, Sinop ve Zonguldak'tır.
Adı.
Karadeniz'in yazılı kaynaklarda geçen ilk adı "Ahşena" olmakla birlikte sonradan Yunanlarca "Pelagos o Pontikon", "Eukseinos Pontos" (Εὔξεινος Πόντος) veya Yunan mitolojisinde Gaia’nın oğlu, Nereus’un babası olan deniz tanrısı Pontus'un adıyla anılmıştır. Romalılarca Latince "Mare Euxinum", "Mare Sarmaticum" ve "Pontus Tauricus", Orta Çağ Arap kaynaklarında "Bizans Denizi", "Trabzon Denizi", "Slav Denizi", "Pontus Denizi", Marco Polo haritasında "Yunan Denizi" olarak anılmıştır. Karadeniz kelimesi ancak 14. yüzyıldan sonra aynı anlamıyla Batı dillerine kabul edilmeye başlanmıştır. Türk araştırmacı Özhan Öztürk, Karadeniz olarak adlandırılan denizin adının Uzak Asya hatta Orta Amerika Uygarlıklarında kullanılan kadim renk-yön ilişkisine bağlayarak gerçekte "Kuzey Denizi" anlamına geldiğini, İskitler'in tıpkı Azak Denizinde olduğu gibi Karadeniz'in de ilk ad vericileri olduğunu iddia etmiştir. Yazara göre Türkler, Moğollar ve Çinliler gibi Asyalı kavimler kuzeyi "kara", batıyı "beyaz", güneyi "kırmızı", doğuyu "yeşil veya mavi", merkezi ise "sarı" renkle ilişkilendirilmiş, Kara Bulgarlar, Ak ve Kara Hunlar, Kara Macarlar, Kara Hıtay, Çin’in kuzeydoğusunda yer alan Heilongjiang "Kara Ejderha Nehri", Çin'in merkezinde yer alan Huangshan "Sarı Dağ", Anadolu'nun batısındaki Akdeniz'in adları bu isim geleneğine dayanmaktadır.
Genel özellikler.
Karadeniz tuzluluk oranı %1,8 dolayındadır. MÖ 6. bin yıla dek bir tatlı su gölü olan Karadeniz, bu tarihten sonra tuzlu bir denize dönüşmüştür. Amerikalı deniz jeologları William Ryan ve Walter Pitman Buz Çağı'nın ertesinde Akdeniz'in sularının 150 metre daha alçak olan Karadeniz'e boğaziçi setini yıkarak birdenbire dolarak Karadeniz Tufanı adı verilen sel baskınına sebep olduğunu bu olayın Nuh Tufanı efsanesinin de kaynağı olduğunu iddia etmiştir. Okyanus bilimci Robert Ballard'ın Sinop açıklarında yaptığı çalışmalarda bulunanlar bu tezi doğrulamışsa da çeşitli bilim adamları alternatif görüşler öne sürmüştür. Karadeniz sürekli bir su buharı ve ısı kaynağıdır, suları fazla donmaz. Karadeniz kıyılarının toplam uzunluğu 4869 km civarındadır. Dağlar kıyıya paralel uzandığından, kıyı fazla girintili çıkıntılı değildir.
Büyük beş ırmak Karadeniz'e dökülür: Dinyeper, Dinyester, Don Nehri, Kuban Nehri, bütün doğu ve orta Avrupa'yı kapsayan Tuna. Tuna tek başına her yıl 203 kilometre küp tatlı suyu Karadeniz'e taşır. Bu miktar Kuzey Denizi'ne akan bütün tatlı sulardan fazladır. Türkiye'den ise belli başlı dört ırmak Karadeniz'de sonlanır: Sakarya Nehri, Kızılırmak, Yeşilırmak ve Çoruh (sonuncusunun büyük bölümü Türkiye'de olmasına karşın Gürcistan'da Batum'dan denize dökülür). Bu denize dökülen Avrupa ve Asya akarsularıyla birlikte Karadeniz havzasının alanı denizin kendisinden 5 kat daha geniştir ve yaklaşık 2,2 milyon km²'dir. Karadeniz ve Çevre tuzluluk oranı oldukça fazladır.
Karadeniz'in flora ve faunası evsel ve endüstriyel kirlenme nedeniyle her geçen gün fakirleşmektedir. Irmaklardan gelen organik madde miktarı deniz suyundaki bakterilerin normalde ayrışabileceğinden daha fazla olduğundan, bakteriler deniz suyunda normalde bulunan çözünmüş oksijen yerine deniz suyunun bir bileşeni olan sülfür iyonlarından oksijeni temin ederler. Bu işlemin sonucunda ortaya son derece zehirli hidrojen sülfür (H2S) gazı çıkar. Karadeniz dünyanın en büyük hidrojen sülfür rezervidir. Suda oksijen bulunmaz ve H2S yüklüdür. Hidrojen Sülfür bulunduğu yerdeki sahil balıkçılığını yok eder ve eğer yüzeye çıkarsa gemilerin altını yarattığı kimyasal bileşimle siyah renge boyar.
Özellikle Tuna Nehri tüm Orta ve Doğu Avrupa ile Balkanlar'ın endüstri ve evsel atık sularının boşaltıldığı bir yüzeysel su olup, doğal yaşam için ölümcül miktarda organik ve inorganik maddeyi Karadeniz'e getirmekte ve kirlilik oradan Boğazlar yoluyla da Marmara Denizi'ne taşınmaktadır. 1980'lerin ortasında bir geminin balast suyu ile Karadeniz'e gelen ve orijini Doğu Amerika kıyıları olan Mnemiopsis leiydi (Taraklı deniz anası) adlı canlı türünün doğal düşmanı olmadığı için Karadeniz'i istila etmiş, balık larvalarının temel besinleri olan zooplanktonları ve bizzat balık larvalarını yiyerek balık sayısında önemli oranda düşme yaşanmasına sebep olmuştur.
Samsun-Sarp Sınır Kapısı arasında 542 kilometrelik mesafede inşa edilen ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük yatırımlarından birisi olarak gösterilen Karadeniz Sahil Yolu inşası sırasında sahil boyunca yapılan dolguların deniz canlılarına zarar verdiği çok sayıda bilim insanınca iddia edilmiş ve yolun yapımı bitmiş olmasına karşın, inşası ve sonuçları kamuoyunda hararetli tartışmalara sebep olmuştur.
Doğal yaşam.
Et çeşitliliği açısından zengin olmayan denizde açık sularda, yunus ve hamsi kolonilerinin yanı sıra kıyılara dek vuran palamut ve domuz balığı sürülerine rastlanmaktadır. Bununla birlikte ekolojik sorunlar yüzünden günümüzde uskumru balığı kaybolmuş, palamut ve lüfer miktarı azalmış hamsi ise soyunu korumuştur. Pisi, dere pisisi, kalkan balıklarının ve çaça azalmış, kofana, torik, çinekop cinsleri tükenmiştir. Hamsinin stoku, boyu ve ağırlığı azalmış, havyarı için avlanan ve nehir ağızlarında yaşayan mersin balığının, kirlilik ve aşırı avlanma sonucu nesli tükenmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1292",
"len_data": 6389,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.51
}
|
Plummer modeli, dinamik sistemlerde parçacıkların hız ve konumlarının dağılımını tanımlamakta kullanılan bir modeldir. İlk defa H. C. Plummer (1911) tarafından küresel kümelerin gözlemlerini açıklamak için kullanılmıştır. Bu nedenle onun ismiyle anılmaktadır.
Tanım.
Plummer modeli, yoğunluk
formula_1
ve potansiyeli
formula_2
ile tanımlanabilir. Burada "M" toplam kütleyi, "b" Plummer yarıçapını, "G" ise Newton'un yerçekimi sabitini göstermektedir. Modeli ayrıca parçacıkların bağlanma enerjisinin
formula_3 dağılım fonksiyonunu kullanarak da tanımlayabiliriz
formula_4
Plummer modeli izotropik bir dağılıma karşılık geldiğinden her iki tanım da açısal momentumu içermemektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1304",
"len_data": 680,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.74
}
|
Küba, resmî olarak Küba Cumhuriyeti (/ˈkjuːbə/; , ), Karayipler'de bir ada ülkesi. Küba, Isla de la Juventud ve birçok takımadaların yanı sıra, başlıca Küba adasından oluşur. Havana, Küba'nın en büyük şehri ve ülkenin başkentidir. Santiago de Cuba ikinci en büyük şehirdir. Küba'nın kuzeyinde Amerika Birleşik Devletleri (150 km uzaklıkta) ile Bahamalar, batısında Meksika, güneyinde Cayman Adaları ile Jamaika ve güneydoğusundaki Haiti ile Dominik Cumhuriyeti'ne kadar uzanır.
28 Ekim 1492'de, Kristof Kolomb karaya çıktı ve şu an Küba'ya ait olan adada İspanya Krallığı için hak iddia etti.
Küba, 1898'de biten İspanya-Amerika Savaşı'na kadar İspanya'nın bir toprağı olarak kaldı ve 1902'de ABD'den resmi bağımsızlık kazandı.
Küba, 11 milyonu aşkın insanın yurdudur ve Karayipler'de en geniş yüzölçümüne sahip olmanın yanı sıra en kalabalık ada milletidir. Ada, etrafındaki sular tarafından ılıklaştırılmış bir tropikal iklime sahiptir. Aynı zamanda Karayip Denizi'nin sıcak suları ve adanın Meksika Körfezi'nin karşısında olması adayı kasırgalara açık hale getirmiştir. 1232,5 km uzunluğundaki Küba Adası, yeryüzündeki en büyük 13. adadır.
Tarihçe.
Kolomb öncesi.
Küba yerlileri; Küba'nın ilk sakinleri Güney Amerika'dan adaya gelen Guanahatabey ve Kiboni Yerlileriydi. Adaya daha sonra yerleşen Tainolar (Antil Aravakları) çömlek ve alet yapımında belirli bir düzeye ulaşmış tarımcı ve barışçıl bir halktı. İspanyolların adada ilk koloniyi kurduğu sırada çoğunluğunu Tainoların oluşturduğu yerlilerin sayısı 80-100 bin dolayındaydı.
Sömürge dönemi.
Kristof Kolomb'un birinci yolculuğunda keşfederek (28 Ekim 1492) İspanyol toprağı ilan ettiği Küba'da ilk kalıcı yerleşim 1511'de kuruldu. Sömürgecilerin baskı ve sömürüsü, salgın hastalıklar, açlık ve göçler yerli nüfusunu 5 bine kadar düşürdü. 18. yüzyıla girilirken bölgede sağlanan barış ve düzenle birlikte sömürgenin nüfusu 50 bine ulaştı. İspanya'dan düzenli gemi seferlerinin başlaması, Havana'nın ticari ve stratejik önemini artırdı. Bu arada hayvancılığın, tütün ve şeker kamışı üretiminin artırılması ve iş gücü için Afrika'dan çok sayıda köle getirilmesi adada köklü bir değişim yarattı. 1865'te köle ticaretinin sona ermesiyle ortaya çıkan işgücü açığını kapatmak için adaya sözleşmeli işçi olarak Meksika yerlileri ve Çinliler getirilmeye başlandı.
Bağımsızlık ve sonrası (1901-1958).
19. yüzyılın sonlarından itibaren İspanya'nın şeker üretimi ve ihracatı için gerekli iş gücü, sermaye, makine, teknik beceri ve pazarları sağlamada yetersiz kalması, Küba'yla olan siyasi ve iktisadi bağlarının giderek zayıflamasına yol açtı. Bu ortamda Amerikalı iş insanları şeker üretiminde ve ticaretinde güç kazanmaya başladı. İspanyolların adada gelişen özerklik talebine ödün vermemesi ve vergileri daha da artırması, On Yıl Savaşı'nın (1868 - 1878) başlamasına neden oldu. Sonunda İspanya, Zanjon Sözleşmesi'yle (1878) siyasal ve ekonomik reformlar yapmaya söz verdi. Adada sağlanan barış ortamı ekonomik bunalımın derinleşmesi yüzünden uzun süreli olamadı. 1895'te sürgündeki Kübalı şair ve gazeteci Jose Marti'nin sürgündeki siyasi örgütleri bir araya getirmesiyle gerilla taktiklerine dayanan bir bağımsızlık savaşı başladı. Buna karşı İspanya adaya 200 bin asker çıkardı. Savaş ortamının adadaki şeker üretimini durma noktasına getirmesi üzerine ada ekonomisinde etkin durumda olan Amerika Birleşik Devletleri'nin Havana limanında demirli Maine Gemisi'nin batırılmasını bahane ederek İspanya'ya savaş açmasına neden oldu.
İspanya'nın İspanya-Amerika Savaşı sonunda yenilmesinin ardından imzalanan Paris Antlaşması çerçevesinde öngörülen Küba'nın bağımsızlığı, 1 Ocak 1899'da Amerika Birleşik Devletleri işgali altında yürürlüğe girdi. Küba Devleti'nin siyasal ve ekonomik çerçevesini belirleyici önlemler alan Amerika Birleşik Devletleri, Küba'nın iç ve dış ilişkilerinde söz sahibi olma ve Guantanamo Koyu'nda bir deniz üssü kurma hakkını aldıktan sonra birliklerini adadan çekti. (1901) İkinci Amerika Birleşik Devletleri müdahalesinden (1909) sonra seçimleri kazanan liberallerin adayı Jose Miguel Gomez döneminde rüşvet, yolsuzluk ve sosyal adaletsizlik üzerine kurulu bir yönetim biçiminin yolunu açtı. Özellikle Afrika kökenli Kübalıların siyasal haklar ve daha iyi iş olanakları için giriştiği eylemler sert biçimde bastırıldı. Gomez'le birlikte örtülü bir diktatörlüğe dönüşen cumhurbaşkanlığı çoğu kez hileli seçimler ve askeri baskı yoluyla ele geçirilen bir makam durumuna geldi. 1933'te Amerika Birleşik Devletleri'nin desteğiyle Gerardo Machado'yu deviren Fulgencio Batista, en ünlü diktatör olarak uzun yıllar Küba yönetimine damgasını vurdu. Batista zamanında tarım ve hayvancılığın yanı sıra turizm ve kumarhane işletmeciliği de önemli bir gelir kaynağı haline geldi. Buna karşı işsizlik oranın yükselmesi, nüfusun büyük çoğunluğunun yoksulluk içinde kalması ve ekonominin giderek daha da dışa bağlanması Batista yönetimine karşı etkin bir muhalefetin doğmasına yol açtı.
Devrim ve sonrası.
1950'lerde komünist rejimi ele alan gruplardan birine liderlik eden Fidel Castro, 1953'te Moncada Kışlası'na düzenlediği başarısız bir baskından dolayı bir süre hapis yattı. Daha sonra Meksika'ya giden Castro, 1955'te 26 Temmuz Hareketi'ni başlattı. Arjantinli devrimci Che Guevara'nın da yer aldığı örgütün Aralık 1956'da Küba'da başlattığı gerilla hareketi, zamanla öteki gruplardan da destek alarak Batista'ya bağlı birliklere önemli darbeler indirdi. 1 Ocak 1959'da diktatör Fulgencio Batista'nın Küba'yı terk etmesinin ardından Fidel Castro'ya bağlı bin kişilik bir kuvvetin Havana'ya girmesiyle yeni bir yönetim başladı.
Sosyalist Küba.
İktidara geldikten sonra köklü toprak reformu gibi adımlarla geniş bir kesimin desteğini kazanan Fidel Castro, ittifak kurduğu Küba Sosyalist Halk Partisi ile birlikte yönetime ağırlığını koydu. Toprak kamulaştırmalarından zarar gören Amerika Birleşik Devletleri, şirketlerinin baskısıyla ABD yönetiminin uygulamaya başladığı iktisadi ambargo ve bunu izleyen Domuzlar Körfezi Çıkarması, Castro'nun SSCB ile yakın bir ilişkiye girerek sosyalist bir çizgiye yönelmesini hızlandırdı. Ertesi yıl Küba'ya yerleştirilen Sovyet füzeleri yüzünden patlak veren Ekim Füzeleri Bunalımı'nda Sovyet lideri Nikita Kruşçev'in geri adım atması, Küba'nın SSCB ile olan ilişkilerini bir ölçüde bozdu. 1960'larda ABD'nin baskısı yüzünden artan askeri harcamalar ekonomide sarsıntıya yol açtı. Aynı dönemde Küba, Latin Amerika'daki devrimci hareketlere verdiği destekten dolayı diplomatik yalnızlığa itildi.
1970'lerde ekonomide başlayan düzelme ile birlikte parti ve devlet, istikrarlı bir yapıya kavuşturuldu. Bu arada Castro'nun yönetimdeki etkinliği de pekiştirildi. 1979 - 1982 arasında Bağlantısızlar Hareketi'nın dönem başkanlığını yürüten Küba'nın SSCB ile olan ilişkileri doğrultusunda Angola ve Etiyopya'ya asker göndermesi, bağlantısız bir ülke olan Afganistan'ın SSCB tarafından işgal edilmesine tepkisiz kalması Üçüncü Dünya'da bazı tepkilerle karşılaşmasına yol açtı. 1980'de Kübalı rejim muhaliflerine ABD'ye gitme izninin verilmesinden sonra göç eden 120 bin Kübalı arasında adi suçluların ve akıl hastalarının bulunması ve ABD'nin Grenada'ya müdahalesi, iki ülke arasındaki ilişkileri daha da gerginleştirdi. 1990'da Doğu Bloku'nu saran değişim dalgası siyasi olarak Küba'yı etkilemedi.
Soğuk Savaş sonrası.
Soğuk Savaş sonrasında kesilen Sovyet yardımı yüzünden iktisadi bir açmaza sürüklenen Küba, turizm yatırımlarına yöneldi ve kısıtlı da olsa özel yatırımlara izin verildi. Yine bu dönemde Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkilerde kısıtlı bir iyileşme görüldü. 1990'ların sonlarından itibaren Çin Halk Cumhuriyeti ve Avrupa Birliği'ne yakınlaşan Küba, Latin Amerika'da da (özellikle Venezuela ve Bolivya) yeni müttefikler buldu. 31 Temmuz 2006'da Fidel Castro, başkanlık görevlerini kardeşi Raúl Castro'ya devretti ve 19 Aralık 2007'de koltuğunu bıraktı. Küba, devrim sonrasında hızlı bir yapılanma dönemi geçirmiştir.
Coğrafya.
Yengeç Dönencesi'nin hemen başında ve Meksika Körfezi'nin girişinde yer alır. Aynı adı taşıyan asıl büyük adanın yanı sıra 3.715'ten fazla ada ve adacığı kapsar. Önce doğuya, daha sonra güneye yönelerek bir yay biçiminde Antil Denizi'ni çevreleyen Antiller ada zincirinin önemli bir parçasını oluşturur. En yakın komşusu olan Haiti'ye 77, Bahamalar'a 140, Jamaika'ya 146, Amerika Birleşik Devletleri'ne 180, Meksika'ya 210 ve Cayman Adaları'na 240 km uzaklıktadır. Ülkenin ikinci büyük adası Juventud adasıdır. En yüksek noktası Turquino Doruğu'dur (2005 m). Toplam kara yüzölçümü 110.861 km²'dir. Yıllık ortalama sıcaklık 26 °C'dir. İki mevsimle belirlenen yarı tropikal bir iklime sahiptir. Eylül-Ekim ayları arasında görülen kasırgalar bazen büyük yıkımlara yol açmaktadır. Kıyılarının toplam uzunluğu 3.735 km olup, Guantanamo Koyu'ndaki Amerika Birleşik Devletleri deniz üssüyle 29 km'lik kara sınırı vardır.
Yönetim birimleri.
14 il ve 2 özel belediyesi vardır. Bu illerden eskiden 6 geniş eyaletin parçalarıydı: Pinar del Río, Habana, Matanzas, Las Villas, Camagüey ve Oriente.
İki özel belediyeden biri adadır, biri de ABD tarafından işgal edilen ABD Guantanamo Temel Deniz Körfezi'dir. Bu belediye haritada gösterilememektedir, Guántanamo'da (15 numara) yer alır.
Yönetim.
Küba'nın tek parti egemenliğine dayalı sosyalist bir devlet yapısı vardır. Küba Komünist Partisi'nin (PCC) devlet yönetimindeki ağırlığı 1976 Anayasası'nda açıkça belli edilmiştir. 1965'te hazırlanmaya başlanan ve 1976'da halkoyuna sunularak yürürlüğe giren anayasaya göre yasama yetkisini Halk İktidarı Ulusal Meclisi kullanır. Devlet ve hükûmet başkanı konumunda olan Devlet Konseyi başkanı, Bakanlar Kuruluna başkanlık eder. Son değişikler ile beraber komünizm anayasadan çıkartılmış olup Devlet Başkanının görev süresi sınırlandırılmıştır ve Devlet Başkanına yaş haddi getirilmiştir.
Demografi.
Küba'nın oldukça karmaşık bir yapı gösteren nüfusu, geçmiş yüzyıllarda adaya değişik etnik toplulukların yerleşmesinin ürünüdür. Kolomb öncesi dönemde sayıları 80-100 bin arası olan ada yerlilerinden günümüzde yalnızca adanın doğu ucunda yaşayan birkaç aile kalmıştır. Küba nüfusunun % 51'i Mulattolar (Avrupalı ve Afrikalıların karışımı), % 37'si beyazlar, % 11'i siyahlar ve % 1'i de Çinlilerden oluşur. Çinli nüfus 19. yüzyılda demiryolu ve maden işleri için adaya getirilen Çinlilerin torunlarıdır. Doğum oranı 11.6/1000'dir.
Ekonomi.
Küba ekonomisi sosyalist ilkelere dayanan devlet kontrollü bir planlı ekonomidir. Son yıllarda özel sektör yatırımları artmakla beraber üretim araçlarının büyük bir kısmı devlet tarafından işletilir. 1992'de dış ticaretinin % 80'ini gerçekleştirdiği ve tarım üretimi için gereken sübvansiyonların sağlandığı SSCB'nin çöküşünden sonra oluşan depresif dönemden sonra tarımdan sanayiye geçmiştir. Aynı zamanda (özellikle Pinar del Rio'dan) iç göçler başlamıştır. İş gücünün % 21'inin çalıştığı tarım sektöründe şeker kamışı, tütün, turunçgil, kahve ve pirinç önemli üretim ve ihracat kalemlerindendir. Sosyalist rejimde özellikle önem verilen balıkçılık ve hayvancılık yine önemli üretim kalemlerinden biridir. Turizm son yıllarda yeniden eski canlılığını kazanmıştır. Özellikle Kanada ve Avrupa Birliği'nden gelen turistler sayesinde turizm Küba ekonomisinin itici gücü haline gelmiştir. Çin, Kanada, İspanya ve Hollanda Küba'nın en büyük dış ticaret partnerleridir. Madenciliğin temelini ihracat kalemleri içinde önemli bir payı olan nikel oluşturur (dünya üretiminin % 6.4'ü). Kişi başına düşen GSMH yaklaşık 9.900 $'dır ve yaşam standardı hâlâ 1990 öncesindeki seviyeye getirilememiştir. Bunun en büyük nedeni, Sovyetler Birliği tarafından yapılan hibe ve yardımların, Sovyetlerin 1991'de yıkılmasıyla birlikte kesilmesidir. Petrol konusunda en büyük destekçisi Çin'dir. Mühendis ve makine yardımı yapmaktadırlar. Ayrıca Venezuela'da Hugo Chávez'in iktidara gelmesiyle birlikte, bu ülkeyle yapılan ekonomi anlaşmaları da Küba'nın zor koşullara karşın yeni bir müttefik bulmasını ve bir ölçüde rahatlamasını sağlamıştır. Son yapılan değişiklikler ile beraber ülkede küçük işletmelere izin verilmiştir. Bununla beraber kişilere özel mülkiyet hakkı tanınmıştır.
Kültür.
Küba'nın başkenti Havana'da kolonyal dönemden kalma birçok eser bulunmaktadır. Bu sebeple 1982 yılında UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine dahil edilmiştir.
Küba kültürü köken bakımından İspanyol ve Afrika etkisinin belirgin izlerini taşır. Amerika Birleşik Devletleri ile olan tarihi bağları nedeniyle Kuzey Amerika sporları halk arasında yoğun ilgi görmektedir. Başta beyzbol olmak üzere basketbol, voleybol, atletizm ve boks; Küba'da yaygın olarak oynanan ve uluslararası müsabakalarda başarılı olunan sporlardandır.
Devrim sonrasında hızla gelişen ve refah düzeyinin yükseldiği Küba'da halkın tamamına yakını okuryazardır.
Her köşe başında amatör müzik grupları boy gösterir. Uzun bir geçmişe sahip olan Küba müziği, coşkulu ve hareketli eserlerden oluşup geniş bir yelpazeye sahiptir.
Mutfak.
Küba mutfağı, İspanyol ve Karayip mutfaklarının birleşimidir. Küba tarifleri baharat ve lezzette biraz Karayip etkisiyle baharat ve teknikleri İspanyol mutfağıyla paylaşır. Son kırk yıldır Küba'da norm haline gelen karneyle yemek, bu yemeklerin yaygın olarak bulunmasını kısıtlar. Kurslarda geleneksel Küba yemeği servis edilmez; tüm yiyecekler aynı anda servis edilir.
Tipik yemek, muz, siyah fasulye ve pirinç, "ropa vieja" (kıyılmış sığır eti), Küba ekmeği, soğanlı domuz eti ve tropikal meyvelerden oluşur.
"moros y cristianos" (veya kısaca "moros") olarak anılan siyah fasulyeli pilav ve muz Küba diyetinin temel öğeleridir. Et yemeklerinin çoğu hafif soslarla ağır ağır pişirilir.
Sarımsak, kimyon, kekik ve defne yaprağı baskın baharatlardır.
Domuz eti, deniz mahsulleri, mısır ve siyah fasulye çok tüketilir.
Müzik.
Ünlü şarkı Guantanamera, Küba'nın devrimci kahramanı Jose Marti'nin eseridir. Aynı zamanda Bolivya ordusuna ve Che'ye yazılan ünlü Soldadito Boliviano (Bolivyalı Küçük Asker) şarkısı da Nicholas Guillen'indir.
Edebiyat.
Küba edebiyatının özellikle şiir alanında zengin ve nitelikli bir mirası vardır. 19. yüzyılda yaşamış şair Jose Marti ile 20. yüzyılda yaşamış olan Nicolás Guillén önemli Kübalı edebiyatçılardandır.
Küba edebiyatı kendi yerini 19. yüzyılın başlarında bulmaya başladı. Hakim bağımsızlık ve özgürlük temaları Küba edebiyatında Modernist hareketi yöneten José Martí tarafından örneklendirildi. Nicolás Guillén ve José Z. Tallet gibi yazarlar sosyal protesto olarak edebiyata odaklandılar. Dulce María Loynaz ve José Lezama Lima'nın şiirleri ve romanları etkili olmuştur. Küba Hayalindeki Herkes'i yazan romancı Miguel Barnet, daha melankolik bir Küba'yı yansıtıyor.
Alejo Carpentier, büyülü gerçekçilik hareketinde önemliydi. Reinaldo Arenas, Guillermo Cabrera Infante ve daha yakın zamanda Daína Chaviano, Pedro Juan Gutiérrez, Zoé Valdés, Guillermo Rosales ve Leonardo Padura gibi yazarlar devrim sonrası dönemde uluslararası tanınırlık kazanmış olsalar da, bu yazarların çoğu Küba yetkilileri tarafından medyanın ideolojik kontrolü nedeniyle sürgünde çalışmaktadırlar.
İnanç.
Ülke nüfusunun %58'ı Katolik, %26'sı Ateist, %5'i Protestandır. Halkın geri kalanı ise bir kabile dini ile Hristiyanlık karışımı olan Santeria inancına sahiptir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1309",
"len_data": 15233,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.51
}
|
Tux, Linux'un resmî maskotu olan, karnı balıklarla dolmuş, yeni geğirmiş, mutlu, tombul bir penguendir. Larry Ewing tarafından 1996 yılında yaratılmıştır. Linux'un maskotu olan penguen fikri Linux çekirdeği'nin yaratıcısı olan Linus Torvalds'dan gelmiştir.
Penguenler takım elbise (İngilizce'de "tux"edo) giydikleri gibi göründükleri için maskota Tux ismi verilmiştir. Bazıları bu açıklamaların aksine, bu ismin Torvalds UniX'den türetildiğini iddia etmektedirler.
Tux, bir Linux amblem yarışmasında tasarlanmıştır. Diğer yarışmacıların resimleri Linux'ün amblem yarışma sitesinden bulunabilir. Kazanan amblem Larry Ewing tarafından GIMP kullanılarak yaratılmıştır ve kendisi tarafından aşağıdaki koşullar altında sunulmuştur:
Jeff Ayers'e göre, Linus Torvalds uçamayan şişman su kuşlarına ilgi duymaktadır ve Torvalds ziyaret için gittiği Canberra'da küçük bir penguen tarafından ısırılmıştır. Torvalds, Linux ile bağdaşan eğlenceli ve sempatik bir şeye bakıyordu ve güzel bir yemek yedikten sonra oturmuş olan hafif şişman bir penguen uygun bir maskottu.
Tux, Linux ve Açık kaynak toplulukları için bir simge haline gelmiştir. Bir İngiliz Linux kullanıcıları grubu Bristol Hayvanat Bahçesi'ne bir penguen edindirmişlerdir. O, büyük arkadaşı Güney Afrika Antilobu'ndan (İngilizce: GNU) daha meşhur bir hayvan haline gelmiştir, barışçıl ve utangaç güney afrika antilobu GNU Projesi'ni simgelemektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1320",
"len_data": 1402,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.52
}
|
Maskot; okul, askeri birlik, marka, takım veya şirket gibi genel kimliği olan bir topluluğu simgelemek için kullanılan Hayvan, çizgi film karakteri gibi varlıkların çizimleri ve 3 boyutlu modelleri. Genellikle tanıtım ve seyircileri coşturmak amacıyla kullanılır ve uğur getirdiğine inanılır. Maskot şeklindeki anahtarlıklara binaen Türkçede zaman zaman "anahtarlık" anlamında da kullanılır.
Maskotlar sıklıkla spor kulüplerinin lakaplarıyla karıştırılır. Örneğin, Tennessee Üniversitesi'nin lakabı "volunteers" (gönüllüler) olmakla beraber maskotu "Smokey" adındaki bir köpektir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1321",
"len_data": 580,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.33
}
|
Andrzej Zaucha (d. 1967), Rusya'da yaşayan Polonyalı yazar ve radyo gazetecisidir.
1967 yılında Polonya'nın Tarnów şehri yakınlarındaki Zakliczyn kasabasında doğdu. Krakov Üniversitesi Gazetecilik ve Siyasal Bilimler Fakültesinden mezun oldu. 1997'den beri Polonya'nın en büyük gazetesi "Gazeta Wyborcza"nın, sonra da RMF FM radyosunun Rusya özel muhabirliğini yaptı. TVN televizyon ağında çalıştı. "Moskwa. Nord-Ost" kitabı, Dubrovka'daki tiyatro merkezinin işgali hakkında dünyada yazılmış kitaplardan en tanınanıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1324",
"len_data": 519,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.43
}
|
HTTP (İngilizce: "Hyper-Text Transfer Protocol", Türkçe: "Hiper-Metin Transfer Protokolü") bir kaynaktan dağıtılan ve ortak kullanıma açık olan hiperortam bilgi sistemleri için uygulama seviyesinde bir iletişim protokolüdür. HTTP, World Wide Web için veri iletişiminin temelidir; burada köprü metni belgeleri, örneğin bir fare tıklamasıyla veya bir web tarayıcısında ekrana dokunarak kullanıcının kolayca erişebileceği diğer kaynaklara köprüler içerir.
HTTP, 1989'da CERN'de Tim Berners-Lee tarafından geliştirilmeye başlandı. Yorumlara yönelik erken HTTP taleplerinin (RFC'ler) geliştirilmesi, İnternet Mühendisliği Görev Gücü (IETF) ve World Wide Web Consortium (W3C) tarafından koordine edilmiş bir çalışmadır. Daha sonra IETF'e taşınmıştır.
HTTP/1.1 ilk olarak 1997'de RFC 2068'de belgelendi. Bu şartname 1999'da RFC 2616'nın gelmesiyle iptal edildi ve aynı şekilde 2014'te, RFC 7230 ile değiştirildi.
HTTP/2, HTTP'nin "kablolu" semantiğinin daha verimli bir ifadesidir. 2015'te yayınlanmıştır; artık hemen hemen tüm web tarayıcıları ve TLS 1.2 veya daha yenisinin gerekli olduğu bir Uygulama Katmanı Protokol Anlaşması (ALPN) uzantısı kullanan Taşıma Katmanı Güvenliği (TLS) üzerinden büyük web sunucuları tarafından desteklenmektedir.
HTTP/3, HTTP/2'nin halihazırda web'de kullanımda olan ve temeldeki aktarım protokolü için TCP yerine UDP kullanan ardılıdır. HTTP/3, Eylül 2019'da Cloudflare ve Google Chrome tarafından desteklenmeye başladı (Chrome ve Firefox'un kararlı sürümlerinde etkinleştirilebilir).
Teknik genel bakış.
HTTP, istemci-sunucu bilgi işlem modelinde bir istek-yanıt protokolü olarak işlev görür. Örneğin, bir web tarayıcısı istemci olabilir veya bir web sitesini barındıran bir barındırma hizmetinde çalışan bir uygulama sunucu olabilir. İstemci, sunucuya bir HTTP istek mesajı gönderir. HTML dosyaları ve diğer içerik gibi kaynakları sağlayan veya istemci adına diğer işlevleri gerçekleştiren sunucu, istemciye bir yanıt mesajı verir. Yanıt, istekle ilgili tamamlanma durumu bilgilerini içerir, ayrıca mesaj gövdesinde istenen içeriği gösterebilir.
HTTP, ara ağ ögelerinin istemciler ve sunucular arasındaki iletişimi iyileştirmesine veya etkinleştirmesine izin vermek için tasarlanmıştır. Yüksek trafikli web siteleri, genellikle yanıt süresini iyileştirmek için yukarı akış sunucuları adına içerik sağlayan web önbellek sunucularından yararlanır. Web tarayıcıları, önceden erişilen web kaynaklarını önbelleğe alır ve ağ trafiğini azaltmak için mümkün olduğunca bunları yeniden kullanır. Özel ağ sınırlarındaki HTTP vekil sunucuları, mesajları harici sunucularla aktararak, genel olarak yönlendirilebilir bir adrese sahip olmayan istemciler için iletişimi kolaylaştırabilir.
HTTP, İnternet iletişim kuralları dizisi paketi çerçevesinde tasarlanmış bir uygulama katmanı protokolüdür. İletim Kontrol Protokolü (TCP) yaygın olarak kullanılmaktadır. Ancak HTTP, Kullanıcı Datagram Protokolü (UDP) gibi güvenilmez protokolleri, örneğin HTTPU ve Basit Hizmet Keşif Protokolü (SSDP) gibi kullanacak şekilde uyarlanabilir.
HTTP kaynakları, Tekdüzen Kaynak Tanımlayıcıları (URL'ler) şemaları "http" ve "https" kullanılarak, Tekdüzen Kaynak Konum Belirleyicileri (URL'ler) tarafından tanımlanır. RFC 3986'da tanımlandığı gibi, URL'ler HTML belgelerinde köprüler olarak kodlanır, böylece birbirine bağlı köprü belgeleri oluşturulur.
HTTP/1.1, orijinal HTTP'nin (HTTP/1.0) bir revizyonudur.
HTTP/1.0'da her istek için sunucuya ayrı bir bağlantı yapılması gerekir. HTTP/1.1'de ise tek bir bağlantı ile birden fazla istek yapılabilir. Bu nedenle HTTP/1.1 iletişimleri daha az gecikme yaşar.
HTTP/2.0 protokol perfonmansını iyileştirmek için ortaya çıktı. Çünkü HTTP/1.1 sıralı bir protokol olup her seferinde tek bir istek gönderilebilir. HTTP/2.0'de ise zaman uyumsuz olarak istek göndermeye ve yanıt almaya izin verir.
HTTP/3.0'nin HTTP/2.0'dan farkı kullanılan taşıma katmanı protokolüdür. HTTP/2.0 TLS içeren veya içermeyen TCP bağlantıları varken HTTP/3.0'da QUIC(Hızlı UDP İnternet Bağlantıları) üzerine tasarlanmıştır. HTTP/3.0'ın avantajları daha iyi iletim hızı, daha kısa yükleme süreleri ve daha kararlı bir bağlantı sağlar.
Tarihçe.
Hiper metin terimi ilk kez, Ted Nelson tarafından 1965'te Xanadu Projesi'nde ortaya atıldı. Bu da Vannevar Bush'un 1930'lardaki mikrofilm temelli bilgi erişim ve yönetim sistemi "memex"in vizyonundan esinlenerek 1945 tarihli "Düşündüğümüz Gibi" adlı makalesinde anlatıldı. Tim Berners-Lee ve CERN'deki ekibi, orijinal HTTP'yi, HTML'i ve bir web sunucusu ve metin tabanlı bir web tarayıcı için ilgili teknolojiyi icat etmekle tanınır. Ayrıca Berners-Lee, ilk olarak 1989 yılında "WorldWideWeb" projesini önerdi - günümüzde World Wide Web olarak bilinmektedir. Protokolün ilk sürümünde, bir sunucudan bir sayfa talep edecek GET adında tek bir yöntem bulunuyordu.
HTTP'nin belgelenen ilk sürümü 1991'de yayınlanan HTTP V0.9'du. Dave Raggett, 1995 yılında HTTP Çalışma Grubunu (HTTP WG) yönetti ve protokolü, ek yöntemler ve başlık alanları ekleyerek daha verimli hale gelen bir güvenlik protokolüne bağlı genişletilmiş işlemler, genişletilmiş görüşme, daha zengin meta bilgilerle genişletmek istedi. RFC 1945 ise, 1996'da resmi olarak HTTP V1.0'ı tanıttı.
HTTP WG, Aralık 1995'te yeni standartlar yayınlamayı planladı ve daha sonra gelişmekte olan RFC 2068'e (HTTP-NG olarak adlandırılır) dayanan ön standart HTTP/1.1 desteği, 1996'nın başlarında büyük tarayıcı geliştiricileri tarafından hızla benimsendi. Yeni tarayıcıların son kullanıcılar tarafından benimsenmesi hızlı oldu. Mart 1996'da, bir web barındırma şirketi, internette kullanılan tarayıcıların %40'ından fazlasının HTTP 1.1 uyumlu olduğunu bildirdi. Aynı web barındırma şirketi, Haziran 1996 itibarıyla, sunucularına erişen tüm tarayıcıların %65'inin HTTP/1.1 uyumlu olduğunu bildirdi. RFC 2068'de tanımlanan HTTP/1.1 standardı resmi olarak Ocak 1997'de yayınlandı. Daha sonra yapılan iyileştirmeler ve güncellemeler, Haziran 1999'da RFC 2616 kapsamında yayınlandı.
2007'de, HTTP/1.1 spesifikasyonunu revize etmek ve açıklığa kavuşturmak için kısmen HTTP Çalışma Grubu oluşturuldu. Haziran 2014'te WG, RFC 2616'yı geçersiz kılan güncellenmiş altı bölümlü bir spesifikasyon yayınladı:
HTTP/2 ise, Mayıs 2015'te RFC 7540 olarak yayınlandı.
HTTP oturumu.
Bir HTTP oturumu, bir ağ istek-yanıt işlemleri dizisidir. HTTP istemcisi, bir sunucudaki belirli bir bağlantı noktasına (tipik olarak 80 numaralı bağlantı noktası, bazen 8080 numaralı bağlantı noktası) bir İletim Kontrol Protokolü (TCP) bağlantısı kurarak bir istek başlatır. (TCP ve UDP port numaraları listesine bakınız). Bu port üzerinde dinleyen bir HTTP sunucusu, bir istemcinin istek mesajını bekler. İsteği aldıktan sonra sunucu, "HTTP / 1.1 200 OK" gibi bir durum satırı ve kendisine ait bir mesaj gönderir. Bu mesajın gövdesi tipik olarak talep edilen kaynaktır, ancak bir hata mesajı veya başka bilgiler de döndürülebilir.
Kalıcı bağlantılar.
HTTP/0.9 ve 1.0'da, bağlantı tek bir istek/yanıt çiftinden sonra kapatılır. HTTP/1.1'de, bir bağlantının birden fazla istek için yeniden kullanılabileceği bir canlı tutma mekanizması tanıtıldı. Bu tür kalıcı bağlantılar, istemcinin ilk istek gönderildikten sonra TCP 3 Yollu El Sıkışma bağlantısını yeniden iletmesi gerekmediğinden istek gecikmesini hissedilir şekilde azaltır. Diğer bir olumlu yan etki, genel olarak, TCP'nin yavaş başlatma mekanizması nedeniyle bağlantının zamanla daha hızlı hale gelmesidir.
Protokolün 1.1 sürümü ayrıca HTTP/1.0 için bant genişliği optimizasyonu iyileştirmeleri yaptı. Örneğin, HTTP/1.1, kalıcı bağlantılardaki içeriğin arabelleğe alınmak yerine akışa alınmasına izin vermek için parçalı aktarım kodlaması getirmiştir. HTTP ardışık düzeni, gecikme süresini daha da azaltarak istemcilerin her yanıtı beklemeden önce birden çok istek göndermesine olanak tanır. Protokole bir başka ek, bir sunucunun bir istemci tarafından açıkça talep edilen bir kaynağın sadece bir kısmını ilettiği bayt hizmetiydi.
Oturum durumu.
HTTP, durum bilgisiz bir protokoldür. Durum bilgisi olmayan bir protokol, HTTP sunucusunun birden çok istek süresi boyunca her bir kullanıcı hakkındaki bilgileri veya durumu saklamasını gerektirmez. Ancak, bazı web uygulamaları, örneğin HTTP tanımlama bilgilerini veya web formları içindeki gizli değişkenleri kullanarak durumlar veya sunucu tarafı oturumları uygular.
HTTP kimlik doğrulaması.
HTTP, temel erişim kimlik doğrulaması ve özet erişim kimlik doğrulaması gibi, sunucunun istenen içeriği sunmadan önce bir sınamayı tanımlayıp yayınladığı bir sınama-yanıt mekanizması aracılığıyla çalışan çoklu kimlik doğrulama şemaları sağlar.
HTTP, bir sunucu tarafından bir istemci isteğini sorgulamak için ve bir istemci tarafından kimlik doğrulama bilgilerini sağlamak için kullanılabilen, genişletilebilir bir dizi sınama-yanıt kimlik doğrulama şemaları aracılığıyla erişim kontrolü ve kimlik doğrulaması için genel bir çerçeve sağlar.
Kimlik doğrulama.
HTTP Kimlik Doğrulaması belirtimi ayrıca belirli bir kök URL'de ortak olan kaynakları daha fazla bölmek için rastgele, uygulamaya özgü bir yapı sağlar. Bölge değeri dizesi, varsa, meydan okumanın koruma alanı bileşenini oluşturmak için kurallı kök URL ile birleştirilir. Bu, sunucunun tek bir kök URL altında ayrı kimlik doğrulama kapsamları tanımlamasına izin verir.
Mesaj biçimi.
İstemci sunucuya istek gönderir ve sunucu yanıtlar gönderir.
Mesaj isteği.
İstek mesajı aşağıdakilerden oluşur:
İstek satırı ve diğer başlık alanlarının her biri <CR> <LF> ile bitmelidir. (Bir satır başı karakteri ve ardından bir satır besleme karakteri). Boş satır yalnızca <CR> <LF> içermeli ve başka bir boşluk olmamalıdır. HTTP/1.1 protokolünde, ana bilgisayar dışındaki tüm başlık alanları isteğe bağlıdır.
Yalnızca yol adını içeren bir istek satırı, RFC 1945'teki HTTP/1.0 belirtiminden önce, HTTP istemcileriyle uyumluluğu korumak için sunucular tarafından kabul edilir.
İstek yöntemleri.
HTTP, tanımlanan kaynakta gerçekleştirilmesi istenen eylemi belirtmek için yöntemleri tanımlar (bazen fiil olarak adlandırılır, ancak spesifikasyonun hiçbir yerinde fiilden bahsedilmez ve OPTIONS veya HEAD bir fiil değildir). Önceden var olan veriler veya dinamik olarak oluşturulan veriler olsun, bu kaynağın neyi temsil ettiği, sunucunun uygulanmasına bağlıdır. Çoğu zaman kaynak, bir dosyaya veya sunucuda bulunan bir yürütülebilir dosyanın çıktısına karşılık gelir. HTTP/1.0 spesifikasyonu GET, HEAD ve POST yöntemlerini tanımladı ve HTTP/1.1 spesifikasyonu beş yeni yöntem ekledi: OPTIONS, PUT, DELETE, TRACE ve CONNECT. Bu belgelerde belirtilerek, anlambilimleri iyi bilinir ve bunlara güvenilebilir. Herhangi bir istemci herhangi bir yöntemi kullanabilir ve sunucu herhangi bir yöntem kombinasyonunu destekleyecek şekilde yapılandırılabilir. Bir yöntem bir ara madde tarafından bilinmiyorsa, güvenli olmayan ve etkisiz olmayan bir yöntem olarak ele alınacaktır. Tanımlanabilecek yöntem sayısında herhangi bir sınırlama yoktur ve bu, mevcut altyapıyı bozmadan gelecekteki yöntemlerin belirlenmesine olanak tanır. Örneğin, WebDAV yedi yeni yöntem tanımladı ve RFC 5789 PATCH yöntemini belirledi.
Yöntem adları büyük/küçük harfe duyarlıdır. Bu, büyük/küçük harfe duyarlı olmayan HTTP başlık alanı adlarının tersidir.
GET
GET yöntemi, belirtilen kaynağın bir temsilini ister. GET kullanan istekler yalnızca verileri almalı ve başka bir etkisi olmamalıdır. (Bu, diğer bazı HTTP yöntemleri için de geçerlidir.) W3C, bu ayrımla ilgili kılavuz ilkeler yayınladı ve "Web uygulaması tasarımı yukarıdaki ilkelerle ve aynı zamanda ilgili sınırlamalarla bilgilendirilmelidir." şeklinde açıklama yaptı.
HEAD
HEAD yöntemi, GET isteğiyle aynı olan ancak yanıt gövdesi olmayan bir yanıt ister. Bu, tüm içeriği taşımak zorunda kalmadan yanıt başlıklarında yazılan meta bilgileri almak için kullanışlıdır.
POST
POST yöntemi, sunucunun, talepte yer alan varlığı URL tarafından tanımlanan web kaynağının yeni bir alt ögesi olarak kabul etmesini ister. POST edilen veriler, örneğin, mevcut kaynaklar için bir açıklama olabilir; bir bülten panosu, haber grubu, posta listesi veya yorum dizisi için bir mesaj; bir web formunun bir veri işleme sürecine gönderilmesinin sonucu olan bir veri bloğu; veya veritabanına eklenecek bir ögedir.
PUT
PUT yöntemi, kapalı varlığın sağlanan URL altında depolanmasını ister. URL zaten var olan bir kaynağa başvuruyorsa, değiştirilir; URL mevcut bir kaynağa işaret etmiyorsa, sunucu bu URL ile kaynağı oluşturabilir.
DELETE
DELETE yöntemi, belirtilen kaynağı siler.
TRACE
TRACE yöntemi, alınan isteği yansıtır, böylece bir istemci, ara sunucular tarafından (varsa) hangi değişikliklerin veya eklemelerin yapıldığını görebilir.
OPTIONS
OPTIONS yöntemi, sunucunun belirtilen URL için desteklediği HTTP yöntemlerini döndürür. Bu, belirli bir kaynak yerine '*' isteyerek bir web sunucusunun işlevselliğini kontrol etmek için kullanılabilir.
CONNECT
CONNECT yöntemi, istek bağlantısını şeffaf bir TCP/IP tüneline dönüştürür, genellikle şifrelenmemiş bir HTTP proxy'si aracılığıyla SSL şifreli iletişimi (HTTPS) kolaylaştırır.
PATCH
PATCH yöntemi, bir kaynağa kısmi değişiklikler uygular.
Tüm genel amaçlı HTTP sunucularının en azından GET ve HEAD yöntemlerini uygulaması gerekir ve diğer tüm yöntemler şartnameye göre isteğe bağlı kabul edilir.
Güvenli yöntemler.
Yöntemlerden bazıları (örneğin, GET, HEAD, OPTIONS ve TRACE), geleneksel olarak güvenli olarak tanımlanır, yani bunlar yalnızca bilgi alma amaçlıdır ve sunucunun durumunu değiştirmemelidir. Başka bir deyişle, günlük tutma, web önbelleğe alma, banner sunulması veya bir web sayacı artırma gibi nispeten zararsız etkilerin ötesinde yan etkileri olmamalıdır. Uygulamanın durumuna bakılmaksızın keyfi GET taleplerinde bulunmak bu nedenle güvenli kabul edilmelidir. Ancak, bu standart tarafından zorunlu kılınmamıştır ve garanti edilemeyeceği açıkça kabul edilmiştir.
Buna karşılık, POST, PUT, DELETE ve PATCH gibi yöntemler, sunucu üzerinde yan etkilere veya Elektronik ticaret veya e-posta iletimi gibi harici yan etkilere neden olabilecek eylemler için tasarlanmıştır. Bu nedenle, bu tür yöntemler genellikle uyumlu Arama robotları veya web tarayıcıları tarafından kullanılmaz; uymayanlar bağlam veya sonuçlara bakılmaksızın istekte bulunma eğilimindedir.
GET isteklerinin öngörülen güvenliğine rağmen, uygulamada bunların sunucu tarafından işlenmesi teknik olarak hiçbir şekilde sınırlı değildir. Bu nedenle, dikkatsiz veya kasıtlı programlama, sunucuda önemsiz olmayan değişikliklere neden olabilir. Bu tavsiye edilmez, çünkü web önbelleğine alma, arama motoru ve diğer otomatik aracılar için sorunlara neden olabilir ve bu da sunucuda istenmeyen değişiklikler yapabilir. Örneğin, bir web sitesi "http://example.com/article/1234/delete" gibi bir URL aracılığıyla bir kaynağın silinmesine izin verebilir; bu, GET kullanılarak bile keyfi olarak getirilirse, yalnızca makaleyi siler.
Pratikte bunun bir örneği, bir kullanıcının görüntülediği sayfadaki rastgele URL'leri önceden getirerek kayıtların toplu olarak otomatik olarak değiştirilmesine veya silinmesine neden olan kısa ömürlü Google Web Accelerator'ın beta sürümünde meydana geldi. Beta, yaygın eleştirilerin ardından ilk sürümünden sadece haftalar sonra askıya alındı.
Etkisiz yöntemler ve web uygulamaları.
PUT ve DELETE yöntemleri etkisiz olarak tanımlanır, yani birden çok özdeş isteğin tek bir istekle aynı etkiye sahip olması gerekir. GET, HEAD, OPTIONS ve TRACE yöntemleri, güvenli olarak tanımlanır ve HTTP durumsuz bir protokol olduğundan etkisiz olmalıdır.
Bunun tersine, POST yöntemi etkisiz değildir ve bu nedenle, aynı POST isteğinin birden çok kez gönderilmesi durumu daha fazla etkileyebilir veya başka yan etkilere (e-ticaret gibi) neden olabilir. Bazı durumlarda bu arzu edilebilir, ancak diğer durumlarda bu, bir kullanıcının eyleminin başka bir istek göndermesiyle sonuçlanacağını fark etmemesi veya ilk talebinin yapıldığına dair yeterli geri bildirim almaması gibi bir kazadan kaynaklanıyor olabilir. Web tarayıcıları, bir sayfanın yeniden yüklenmesinin POST isteğini yeniden gönderebileceği bazı durumlarda kullanıcıları uyarmak için uyarı iletişim kutuları gösterebilirken, POST isteğinin birden fazla kez gönderilmemesi gereken durumları ele almak genellikle web uygulamasına bağlıdır.
Bir yöntemin etkisiz olup olmadığının protokol veya web sunucusu tarafından zorlanmadığını unutulmamalıdır. Örneğin, bir veritabanı girişinin veya etkisiz olmayan başka bir eylemin bir GET veya başka bir talep tarafından tetiklendiği bir web uygulaması yazmak tamamen mümkündür. Ancak, bir kullanıcı aracısı aynı isteği tekrar etmenin güvenli olmadığına karar verirse, bu tavsiyenin göz ardı edilmesi istenmeyen sonuçlara yol açabilir.
Güvenlik.
TRACE yöntemi, siteler arası izleme olarak bilinen bir saldırı sınıfının parçası olarak kullanılabilir; bu nedenle, genel güvenlik tavsiyesi, sunucu yapılandırmasında devre dışı bırakılmasıdır. Microsoft IIS, benzer şekilde davranan ve aynı şekilde devre dışı bırakılması önerilen tescilli bir "TRACK" yöntemini destekler.
Yanıt mesajı.
Yanıt mesajı aşağıdakilerden oluşur:
Durum satırı ve diğer başlık alanlarının tümü <CR> <LF> ile bitmelidir. Boş satır yalnızca <CR> <LF> içermeli ve başka bir boşluk olmamalıdır. <CR> <LF> için bu katı gereksinim, yalnızca <CR> veya <LF> gibi diğer sistem satır kesmelerinin tutarlı kullanımı için ileti gövdeleri içinde biraz gevşetilir.
Durum kodları.
İstemci, bir web sayfası görüntülemek için bir tarayıcı ile bu siteyi oluşturmak için sunucudan web site dosyalarını istemektedir. Sunucu bu istek sonucunda bir HTTP durum kodu kullanarak yanıt oluşturmaktadır. Bu kodları HTTP durum kodu veya yanıt kodu olarak adlandırmaktayız. Her bir durum kodu farklı anlamlara gelmektedir ve bu kodlar sayfanın düzgün çalışıp çalışmadığı hakkında bilgi vermektedir. 60'tan fazla HTTP durum kodu bulunmakta. Bu durum kodlarının bazıları kullanılmamakta bazıları ile de sıkça karşılaşmamaktayız bu kodların bazıları ise gelecekte kullanılmak için hazırlanmış kodlardır. SEO çalışmalarında veya site tarama analizlerinde karşılaşılan en yangın durum kodları 5 başlık altında incelenmektedir.
1xx Durum kodları.
1xx HTTP durum kodları bilgilendirme kodları olarak tanımlanmakta. İstemcinin isteği sunucu ulaşıldığı ve işlemin başladığına dair bilgilendirme kodlarını ifade eden durum kodlarıdır. Sunucu tarafından cevap oluştuktan sonra kaldırılırlar. Bu kodlarının bazıları ile daha sık karşılaşılmaktadır.
100: İstemci tarafından gönderilen isteğin başlığı sunucu tarafından alındığı ve gövdesinin de alınmaya hazır olduğunu ifade etmektedir.
101: İstemcinin Sunucudan protokol değiştirmesini talep ettiği ve sunucun talebi kabul ettiğini ifade etmektedir.
2xx Durum Kodları.
İstemcinin isteklerine sunucunun başarılı verdiğini ifade eden durum kodlarıdır. SEO denetimleri için bu sayfaların sorunsuz çalıştığını ifade etmektedir. Genellikle sayfaların 2xx kodları döndürmesini bekleriz. 2xx içerisinde farklı anlamlara gelen sıkça karşılaşılan 2xx durum kodları bulunmakta.
200: OK yanıt kodu olarak tanımlanmakta ideal durum kodudur. Sayfaların sorunsuz bir şekilde çalıştığını ifade eder.
201: Oluşturuldu durum olarak tanımlanmakta. Sunucu yapılan isteği kabul eder ve işleme süreci başlar bunun sonucunda istek yerine getirilebilir ya da getirilemez.
204: İçerik yok yanıt kodu olarak ifade edilmekte. Sunucu isteği başarılı bir şekilde işleme koydu ve istemciye geri gönderilecek veri bulunmadığı ifade etmektedir.
205: İçeriği sıfırla yanıt olarak tanımlanmakta. Sunucu işleme başarılı bir şekilde işleme koydu fakat istek gönderenden belge görünümü sıfırlanmasını istemekte ve herhangi bir içerik döndürmemektedir.
206: Kısmi içerik yanıt kodu olarak ifade edilmekte. Sunucu istemci tarafından gönderilen bir aralık bağlılığı nedeniyle kaynağın yalnızca bir kısmını göndermekte. Aralık başlığı HTTP istemcileri tarafından kesintiye uğramış ve indirmelerin devam ettirilmesini sağlamak veya bir indirmeyi birden çok eşzamanlı akışa bölmek için kullanılır.
207: Çoklu durum yanıt kodu olarak ifade edilmekte. Takip eden mesaj gövdesi bir XML masajıdır ve kaç tane alt istekle bulunduğuna bağlı olarak bir dizi ayrı yanıt kodu oluşturabilmekte. Bu durum kodu birden çok durum kodunun doğru olabildiği durumlarda kullanılmakta.
3xx Durum Kodları.
Geçici veya kalıcı yönlendirme kodlarıdır. Bu kodlar sayfaların SOE değerini korumak için önemlidir. 3xx durum kodları kendi içerisinde farklı anlamlara gelen farklı durum kodlarından oluşmaktadır.
301: Kalıcı yönlendirme durum kodu olarak ifade edilmekte .Bir web sayfasının kalıcı olarak bir başka web sayfasına yönlendirildiği ve sayfayı ziyaret eden kullanıcının da otomatik olarak yönlenmesini sağlayan durum kodudur.
302:Geçici yönlendirme durum kodu olarak ifade edilmekte. Bir web sayfasının geçici olarak bir başka web sayfasına yönlendirildiğini ifade eden durum kodudur. 301 yönlendirme kodundan farkı ilgili sayfanın test aşamasında olması, bakıma alınması ya da bir e-ticaret sitesi için ilgili ürünün stoklarının geçici olarak tükenmesi gibi ilgili sayfanın tekrar aktif edileceği durumlarda kullanılmasıdır. Fakat kullanıcılar 301 yönlendirmesi ile 302 yönlendirmesi arasındaki farkı anlamayacaktır. İlgili sayfaya giriş yapan kullanıcılar direkt olarak diğer sayfaya yönlendirilmektedir.
307: Geçici Yeniden Yönlendirme kodu olarak ifade edilmektedir. 302 gibi bir bir kaynağa geçici olarak yönlendirmeyi ifade eder.
308: Bir kaynağın kalıcı olarak farklı bir kaynağa taşındığını ifade eden durum kodudur. 301 durum kodundan farklı olarak HTTP yönetiminin değişmesine izin vermez.
4xx Durum kodları.
İstemci hata kodları olarak ifade edilmektedir. SEO denetimleri yapılırken en çok dikkat edilen durum kodlarıdır. Bu durum kodlarından bazıları ile daha sık karşılaşılır.
400: hatalı istek durum kodu olarak ifade edilir. Sunucunun istemciden kaynaklanan hatadan dolayı isteği yerine getirememesidir.
403:Yasaklanmış içerik. Sunucu Yapılan isteği anlar fakat reddettiği durumlarda bu durum kodunu döndürmekte.
404: Sayfa bulunamadı olarak ifade edilir. En çok karşılaşılan HTTP durum kodudur. İstenilen kaynağın bulunamadığı fakat gelecekte bulanabileceği anlamına gelir bu yüzden bu hatayı düzeltmek için genellikle 3xx yönlendirme kodları kullanılmakta ya da özel 404 sayfaları oluşturulmakta.
5xx Durum Kodları.
Sunucu hataları ifade eden durum kodlarıdır. Sunucular istekleri işleyemediklerinde bu durum kodlarını döndürmekte. Kullanıcılar tarafında sayfa görüntülenemez.
500:Sunucu hatası olarak ifade edilir. Beklenmeyen bir durumla karşılaşıldığında Sunucular bu kodları döndürmekte.
502:Sunucunun başka bir sunucuya istek gönderdikten sonra geçersiz yanıt aldığı anlamına gelen durum kodudur.
504:Bir isteği işlerken bir sunucunun diğer sunucudan yanıt beklerken isteğin zaman aşımına uğraması durumunda görülen durum kodudur.
505:HTTP protokol sürümünün desteklenemediği anlamında gelen durum kodudur.
511:Kullanılmak istenen ağın isteği sunucuya iletmeden önce kimlik doğrulaması yapması gerektiği durumlarda görülen durum kodudur.
Şifrelenmiş bağlantı.
Şifreli bir HTTP bağlantısı kurmanın en popüler yolu HTTPS'dir. Şifreli bir HTTP bağlantısı kurmak için iki başka yöntem de mevcuttur: Güvenli Köprü Metni Aktarım Protokolü ve TLS'ye yükseltme belirtmek için HTTP/1.1 Yükseltme başlığını kullanma. Ancak bu ikisi için tarayıcı desteği neredeyse yoktur.
Örnek oturum.
Aşağıda, bir HTTP istemcisi ile www.example.com, bağlantı noktası 80 üzerinde çalışan bir HTTP sunucusu arasındaki örnek bir konuşma bulunmaktadır.
İstemci isteği.
GET / HTTP/1.1
Host: www.example.com
Bir istemci isteğini (bu durumda istek satırı ve yalnızca bir başlık alanından oluşur) boş bir satır izler, böylece istek, her biri satır başı şeklinde olan çift satır sonu ile biter. "Ana Bilgisayar" alanı, tek bir IP adresini paylaşan çeşitli DNS adları arasında ayrım yaparak isme dayalı sanal barındırmaya izin verir. HTTP / 1.0'da isteğe bağlı olsa da, HTTP / 1.1'de zorunludur. ("/", Varsa /index.html anlamına gelir.)
Sunucu yanıtı.
HTTP/1.1 200 OK
Date: Mon, 23 May 2005 22:38:34 GMT
Content-Type: text/html; charset=UTF-8
Content-Length: 155
Last-Modified: Wed, 08 Jan 2003 23:11:55 GMT
Server: Apache/1.3.3.7 (Unix) (Red-Hat/Linux)
ETag: "3f80f-1b6-3e1cb03b"
Accept-Ranges: bytes
Connection: close
<html>
<head>
<title>An Example Page</title>
</head>
<body>
<p>Hello World, this is a very simple HTML document.</p>
</body>
</html>
ETag (varlık etiketi) başlık alanı, istenen kaynağın önbelleğe alınmış bir sürümünün sunucudaki kaynağın geçerli sürümüyle aynı olup olmadığını belirlemek için kullanılır. Content-Type, HTTP mesajı tarafından taşınan verinin İnternet ortam tipini belirtirken Content-Length, uzunluğunu bayt cinsinden belirtir. HTTP/1.1 web sunucusu, Accept-Ranges: bayt alanını ayarlayarak belgenin belirli bayt aralıklarına yönelik isteklere yanıt verme yeteneğini yayınlar. Bu, istemcinin, bayt hizmeti olarak adlandırılan, sunucu tarafından gönderilen bir kaynağın yalnızca belirli kısımlarına sahip olması gerekiyorsa yararlıdır. Connection: close gönderildiğinde, web sunucusunun bu yanıtın aktarılmasından hemen sonra TCP bağlantısını kapatacağı anlamına gelir.
Başlık satırlarının çoğu isteğe bağlıdır. İçerik Uzunluğu eksik olduğunda, uzunluk başka yollarla belirlenir. Parçalı aktarım kodlaması, içeriğin sonunu işaretlemek için yığın boyutu 0 kullanır. İçerik Uzunluğu olmadan kimlik kodlaması, soket kapanana kadar içeriği okur.
Gzip gibi bir sıkıştırma programı, iletilen verileri sıkıştırmak için kullanılabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1330",
"len_data": 25659,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.76
}
|
Zeugma, Gaziantep'in Nizip ilçesine bağlı Belkıs köyünde bulunan antik yerleşim.
Asur Ticaret Kolonileri Çağından beri Fırat nehrini geçmek isteyen ticaret kervanlarının ve orduların kullandığı önemli noktalardan birisidir. Büyük İskender'in generallerinden I. Seleukos'un kurduğu kentten beri kesintisiz bir yerleşime sahne olmuş; antik kentin büyük kısmı, yapımı 2000'de tamamlanan Birecik Barajı suları altında kalmıştır.
Zeugma'da Roma İmparatorluğu döneminden kalma evlerin ve villaların tabanlarını süsleyen mozaikleri, kent baraj suları altında kalmadan önce başlatılan kurtarma kazıları sonucunda ortaya çıkartılmıştır. Kazılarda ortaya çıkartılan, toplamda 2 bin 500 metrekarelik bir alan kaplayan ünlü mozaikler Gaziantep şehrindeki Zeugma Mozaik Müzesi'nde sergilenir.
Tarihçe.
Helenistik dönem öncesi.
Zeugma antik kentinin bulunduğu yer, Mittani, Geç Hitit ve Geç Asur Krallıkları gibi Anadolu ve Mezopotamya kültürlerini benimsemiş Aramca gibi Sami dilleri konuşan topluluklar tarafından M.Ö. 3 binden itibaren iskan edilmiştir. Yerleşim, o devirde farklı medeniyetlerin mallarını taşıyan kervan ticaret yollarının ortasında yer almaktaydı. Kentin en yüksek tepesi olan Belkıs Tepe'nin M.Ö. 2 binin sonlarından itibaren önemli bir Geç Hitit Kutsal Alanı olduğu düşünülür.
Helenistik dönem.
Fırat kıyısında eski yerleşimin bulunduğu yer, M.Ö. 300'lerde Makedon Kral Büyük İskender'in Doğu Seferi sırasında fethedilmiş ve fethedilen topraklarda yaşayan yerel halkları Helenleştirme politikası gereği, İskender'in generallerinden I. Seleukos yeni bir şehir inşa etmiştir.
Fırat'ın karşılıklı iki yakasında yaklaşık olarak 20 bin dönümlük bir arazide kurulan şehir, büyük olasılıkla bir Makedon askeri kent kolonisi modelinde idi. Batı yakası Seleukos'un adıyla ""Seleukos Euphrates" (Fırat Silifkesi) olarak, doğu yakası ise Seleulos'un eşi Apama'nın adına "Apamae"" olarak adlandırılmıştır. Doğu ve batı yakası arasında taştan bir köprü bulunmakta idi. Bu iki şehir için M.Ö. 1. yüzyıldan itibaren "köprü", "geçit", "yolların kesiştiği yer" anlamını taşıyan "Zeugma" ismi kullanılmıştır.
Kommagene dönemi.
M.Ö. 63 yılında Romalı komutan Pompeius Seleukos Zeugma kentini, Roma toprakları ile düşman bölgeler arasında bir tampon görevi gören Kommegene Krallığı'nın yönetimine verdi. Zeugma, hem yüzölçümü hem de barındırdığı nüfus (80.000 kişi) sayesinde Kommagene Krallığı'nın en büyük 4 şehrinden birisiydi Kommagene döneminden iki bütünleştirilmiş tapınak günümüze kadar geldi. Bu tapınaklarda hem Helenistik hem de Kommagene krallığında hâkim olan inanışların tapınma alanları bulunmaktadır.
Roma dönemi.
MS I. yy.'da Roma Devleti, tampon krallıklara son vermiş ve geçmişte tampon krallıkların bulunduğu alanlara lejyonlar yerleştirmiştir. Kommagene Krallığı da M.S 17 yılında ölümünden sonra Roma yönetimine girdi ve Romalılaşmaya başladı.
Zeugma, Roma Devleti'nin doğu sınırı olan Fırat Nehri üzerindeki konumu ile stratejik bir öneme sahip bir kent idi. Kente M.S 18'de "X. Roma Lejyonu Fretensis" yerleştirildi. Bu lejyonun Yahudi İsyanlarını bastırmak için Kudüs'e gitmesi ardından MS 66 yılında "IV. Roma Lejyonu Scythica" kente konuşlandırıldı. Kent genişleyerek Helenistik dönemdeki sınırlarının dışına taştı.
Roma döneminde Zeugma, sadece bir ordu karargahı olmakla kalmadı; Romalıların Fırat'ın öte tarafındaki düşmanı ve ezeli rakibi olan Part Kralları ve komutanlarıyla diplomatik görüşmelerini yaptığı bir merkez görevi de üstlendi. Öyle ki Zeugma'dan Statius’un Silvae adlı eserinde Zeugma’dan "'Zeugma, Romalılar'ın barış yolu" sözleriyle bahsedilmiştir. Bu buluşmaların en önemlilerinden birisi Roma İmparatoru Gaius Caesar'ın Fırat üzerinde bir adada Part Kralı V. Phraates ile yaptığı buluşmadır. Zeugma, ev sahipliği ettiği bu diplomatik görüşmeler nedeniyle Roma'yı mimari anlamda fiziksel ve görsel olarak da temsil eden bir prestij ve propaganda kenti olmuştur.
İmparator Septimius Severus döneminde yapılan seferler sonucunda Fırat Nehri, Roma İmparatorluğu'nun doğu sınırı olma özelliğini Dicle nehrine bıraktı ve böylece Zeugma bir sınır karakolu olma özelliğini yitirdi.
M.S. 200'lü yıllarda Zeugma antik kenti, Roma İmparatorluğu'nun en görkemli şehirlerinden biri haline geldi. Fırat kıyısından tepelere doğru inşa edilmiş kıymetli mozaik ve fresklerle süslenmiş bitişik nizam yamaç evleri günümüze kadar gelerek dönemin zenginiğini yansıtmıştır.
Kent, büyük ordusuyla Roma İmparatorluğu üzerine sefere çıkan Sasani Kralı I. Şâpur tarafından 253 yılında yakılıp yıkıldı.
Arkeolojik çalışmalar.
Zeugma kentinin adı, antik kaynaklarda adı geçmekle birlikte yakın döneme kadar nerede olduğu bilinmemekte idi. Kentin kalıntıları ilk defa 1738 yılında Richard Pococke adlı seyyah tarafından bulunup yayımlanmış; bu kalıntıların Zeugma antik kenti olabileceği ilk defa 1917 yılında Fransız gezgin F. Cumont tarafından ileri sürülmüştü. 1970'lerde Alman araştırmacı Jörg Wagner'in Belkıs köyü yakınındaki kalıntıların "IV. Roma Lejyonu Scythica" damgaları taşıyan çatı tuğlaları bulmasından sonra bu kalıntıların Zeugma antik kentine ait olduğu genel kabul görmüştür.
Zeugma çevresindeki 20. yüzyılın başlarında bölgeye gelen yabancı tarihî eser kaçakçılarının teşvikiyle köylüler antik kenti kazarak çıkarılan eserleri yabancılara satmakta ve yurtdışına gitmesine sebep olmakta idi. Bölgede ilk kez 1987 yılında kaçakçıların yarım bıraktığı iki mezar odasında Gaziantep ve Malatya Müze Müdürlüklerinin birlikte yürüttüğü kazıda mezar heykeltıraşlığına ait eserler ele geçti.
Kültür Bakanlığı, 1989 yılında Güneydoğu Anadolu Projesi kapsamında baraj çalışmalarında su altında kalacak alanları saptayarak; bölgedeki beş barajın oluşturduğu göl altında kalacak arkeolojik yerleşim yerlerini tespit etti. 1992'de bir müze bekçisinin haber vermesi ile insan figürlü bir mozaik bulundu. Avustralya Ünviersitesi'nden David Kennedy'nin de katılımı ile kurtarma kazıları başladı. 1960'lı yıllarda kaçırılarak ABD'ye götürülen Metioxos-Partenope Mozaiğinden geriye kalanlar bulundu; günümüzde "Dionysus Villası" olarak anılan Roma villası kazılarak ortaya çıkarıldı.
Dionysos Villası'nda yapılan 1995 yılı kazılarında Dionysus'un Düğü Mozaiği ele geçirildi ve tanıtıldı. Aynı yıl, kazılara Fransa'nın Nantes Üniversitesinden Catherine Abadie Reynal ve ekibi birlikte katıldı. 1997'de İsviçreli ve Alman ekipler de kazılara katıldı. 1998-1999 yıllarında aralıksız devam eden kazılarda şehrin alt kısmında bulunan villa'da Aktatos ve Çingene Kızı mozaiği ele geçiridi. Bu mozaiklerle beraber şehrin arşiv binası bulundu; on binlerce mühür baskısı ele geçti. Aynı yıl bir villada Dionysos başı ve Okeanos ve Tethys mozaikleri çıkartılarak müzeye taşındı. 2000 yılında kazılar Kültür ve Turizm Bakanlığı Bakanlığı, Packard Beşeri Bilimler Enstitüsü'nün (Packard Humanities Institute) ve Türkiye İş Bankası'nın destekleriyle yürütüldü; Oxford Arkeoloji şirketi ve İngiliz, İtalyan, Fransız ve Türk arkeologları kazıda yer aldı. 4 Ekim 2000 tarihinde baraj suları yükselip Belkıs Tepesi'nin eteklerindeki antik kenti sular altında bırakmasıyla kazılar son buldu.
Zeugma'dan çıkarılan mozaiklerin restorasyon çalışmaları 2004 yılına kadar devam etti. 2005 yılında mozaikler Gaziantep Müzesi'nin sergilenmeye başladı. Zeugma kazıları, Ankara Üniversitesi’nden Kutalmış Görkay’ın bilimsel başkanlığında sürdürüldü ve pek çok yeni mozaik bulundu. Zeugma kentini ve dönemin yaşamını gerçeğe en yakın biçimde tanıması amacıyla 9 Eylül 2010'da açılan Zeugma Mozaik Müzesi açıldı ve Zeugma Mozaikleri orada sergilenmeye başladı.
Bullaları.
Bullalar, eski zamanlarda mühür yerine kullanılan baskılardır. Bu baskılar Zeugma'da yaklaşık olarak 100.000 adet bulunmuştur. Arkeologlar bu sayının “müze kayıtlarında bulunan en fazla bulla" olduğunu söylemiştir; bu sayede Zeugma, sahip olduğu bullalar sayesinde bir dünya rekoruna sahiplik yapmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1334",
"len_data": 7857,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.74
}
|
Sedat Kapanoğlu (d. 21 Aralık 1976, Ankara), Ekşi Sözlük isimli web sitesinin kurucusu, yazarı ve eski yöneticisidir. 2015 yılında bu görevinden ayrılmıştır. Ekşi Sözlük'teki takma adı SSG (sedat software group)'dir.
İlk yılları ve eğitimi.
Sedat Kapanoğlu, 21 Aralık 1976 tarihinde Ankara'da doğmuştur. Boşnaklara olan Sırp baskısının artması nedeniyle 1930'larda Karadağ'dan göç eden bir ailedendir. Beş kardeşin en küçüğüdür. İlkokulda program yazmaya başlayan Kapanoğlu, İzmir-Güzelbahçe 60. Yıl Anadolu Lisesinin 1993 yılı mezunu olup, Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi (1996 yılında) ve Doğuş Üniversitesinin bilgisayar mühendisliği bölümlerine (2000 yılında) başlamış, devamsızlıktan dolayı bitirememiştir.
İş yaşamı.
İlk ticari yazılımı liseden mezun olduktan sonra 1993 yılında çalışmaya başladığı bir firmada yazdığı hastane programıdır. 1994 yılında ise "Hasta 1.0" ismini verdiği hasta takip yazılımı, 1995 yılında ES BBS ve Meteoroloji Genel Müdürlüğüne, yazılımlar hazırladı. 1997 yılında asansör yazılımı, PVC üreticileri için MRP yazılımı hazırladı. 1997 yılında ODTÜ'nün programlama yarışmasında 3. oldu. 1998 yılında Eskişehir'den İstanbul'a taşındı.
Türkiye'de internet yaygınlaşmadan önce popüler olan BBS ağlarında, Wolverine adlı DOS programının yazarı olarak tanınmış, 1999 yılında mizahi bir sözlük sitesi olan Ekşi Sözlük sitesini bu ağdaki kullanıcıların katkılarıyla başlatmıştır. "Ekşi Sözlük Kutsal Bilgi Kaynağı" adlı kitabı derlemiştir.
2001 yılında ilk teklifi aldığı Microsoft Seattle Redmond kampüsünde Windows yazılım ekibinde 2004 yılında yazılım-tasarım mühendisi olarak çalışmaya başladı. Ekşi Sözlük sitesiyle 2003 yılında Altın Örümcek "En Başarılı Kişisel Web Sitesi" ödülünü almıştır.
2007'den itibaren Ekşi Sözlük'te kazandığı para Microsoft'ta kazandığından fazla olmaya başlayınca, 2009 yılının yaz aylarında Microsoft'taki görevinden ayrılarak Türkiye'ye döndü.
2015 Yılında Ekşi Teknoloji ve Bilişim A.Ş.'deki yönetim kurulu başkanlığı dahil olmak üzere, sözlük yönetiminden ayrılmış ve ABD'ye yerleşmiştir.
2022'de "Street Coder: The rules to break and how to break them" kitabını yayımladı ve 2024'te de Mundi Kitap tarafından "Sokak Kodcusu: Kırılması Gereken Kurallar ve Onları Kırmanın Yolları" ismiyle Türkçeye çevrildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1335",
"len_data": 2278,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.01
}
|
Mozaik ile şunlar kastedilmiş olabilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1337",
"len_data": 39,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 2.46
}
|
İzmir İktisat Kongresi veya I. İktisat Kongresi (17 Şubat-4 Mart 1923), İzmir'de Banka-Han binasında toplanan 1135 delege ile yeni Türkiye'nin ekonomik sorunlarının tartışıldığı bir kongredir. Dönemin Türkiye yönetici kadrosu Kurtuluş Savaşı ile kazanılan zaferden sonra prensip olarak siyasi ve ekonomik bağımsızlığı öngörmüştü. TBMM'nin bu dönemde başlıca uğraşısı yurdu işgalden kurtarmak olsa da, öngörülen bu ekonomik bağımsızlık hedefinin nasıl gerçekleştirileceğine dair bir kongre yapıldı. Başkanı Kazım Karabekir seçildi.
Kongrenin açılışına Sovyetler Birliği'nin temsilcileri İbrahim Abilov ile Semyon Aralov davet edilmiş ve Mustafa Kemal'in isteği ile açılışta konuşma yapmışlardır.
İçeriği.
İtilaf Devletleri tarafından Lozan Antlaşması ile devam etmesi istenilen Osmanlı Devleti'nin ekonomisinde ciddi hasarlara yol açmış kapitülasyonların ve diğer imtiyazların kabul edilemeyeceği kongrede belirtildi. Ekonomik sorunları aşmak, savaştan yeni çıkan halkın kalkındırılması ve onlara yol gösterilmesi gibi konular üzerinde duruldu.
İktisat vekili Mahmut Esat (Bozkurt) Bey'in 13 Şubat 1923 tarihinde verdiği beyanata göre Türkiye İktisat Kongresi "Hükûmetin Delaleti" ile toplanmıştır. Anadolu Ajansı 13 Şubat 1923'te Mahmut Esat Bey, aynı beyanatta kongrenin amacını şu şekilde belirtmektedir: "Bu Kongreyi millet ve memleketimizin kabiliyet ihtiyacat-ı iktisadiyesini elbirliği ile tetkik ederek ona göre bir ittila usulü vaz ve tetkik eylemek aynı zamanda memleketimizin muhtelif ve şimdiye kadar yek diğerine yabancı kalmış iktisat amillerinin birbiri ile tanıştırmak için açıyoruz".
Kongrede ele alınacak sorunlardan bazılarını kongre heyeti; Türkiye'de kredi meselesi, istihsalin tanzimi, gümrük meselesi, vergiler, vesait-i nakliye başlıkları altında ayrıntılı bir rapor şeklinde işleyerek 23 Şubat 1923'te yayımlamıştır.
Türkiye'nin çiftçi, tüccar, sanayi ve işçi zümrelerinden seçilen 1135 üyenin katıldığı bu kongrede bu grupların hazırladığı "Misak-ı İktisadî Esasları" tartışıldı ve kabul edildi.
İzmir'in Kurtuluşundan 5 ay sonra ve Lozan Antlaşması'nın imzalanmasından 4 ay önce toplanan Türkiye İktisat Kongresi Anadolu kurtuluş hareketinin iktisadi yönünü göstermesi bakımından son derece önemlidir. Anadolu Ajansının 5 Mart 1923 tarihli bir haberinde, "Tab ve neşredilecek bilumum kitapların ilk sahifelerinde Misak-ı İktisadi esasları gayet okunaklı bir surette yazılacaktır. Kongre Divanınca bu bapta alakadarına tebligat icrasına karar verilmiştir" denilmesine rağmen iktisat kongresi ile ilgili tebliğler sadece Osmanlıca "İktisat Esaslarımız" adlı bir kitapçıkta yayımlanmıştır. Kongreye her kazadan gönderilen sekiz kişi Atatürk'ün açılış nutkunda belirttiği üzere milleti temsil ediyor ve delegelerin söyleyeceklerine itibar edeceklerini bildiriyordu. Tüm bunlara rağmen toprağa sahip olmadan çalışan ortakçı ve yarıcının kongrede tam olarak temsil edilemediği de aşikârdır.
Öte yandan, işçi grubunun iktisat esaslarının 34. maddesi tarım işçilerinin ve toprağa sahip olmayan köylünün kongrede temsil olunmadığı kanısını doğrulayacak niteliktedir. Bu maddeye göre "Ziraat işlerinde kullanılan işçiler yukarıdaki (işçi grubunun iktisat esaslarını içeren) maddelerin ahkâmından müstesnadır." Bir başka deyimle, kongrede sanayi ve işçilerini temsil edenler, tarım işlerinde çalışıp kongrede temsil edilemeyen işçilerin çıkarlarını savunmayı düşünmemişlerdir.
Eldeki belgelerden anlaşıldığına göre Kurtuluş Savaşı'nın sürüp gittiği yıllarda bile Ankara Hükûmeti imkanlar ölçüsünde sosyo-ekonomik konularla ilgilenir ve uğraşırken, bu arada madencilik konusuyla da ilgilenmiş, özellikle Zonguldak Kömür Havzası'ndaki durum gözden kaçmamıştır. Kongrede bu duruma da değinilmiştir.
Bu kongrede alınan kararların çoğu zamanla tatbik edilmişse de özellikle tarımla ilgili maddeler günümüzde dahi tam anlamıyla amacına ulaştırılamamıştır. Netice itibarıyla, İzmir İktisat Kongresi ile başlayan bir fikri gelişmenin oluşması, ekonomik envanterlerin belirlenmesi, model arayışları ve belli ölçüde uygulamaya başlama dönemidir. Bu dönemde ekonominin sahip oldukları ve olmadıkları belirlenmiş, ekonomik hedefler tayin edilmiş, karma ekonomi modelinin temelleri hazırlanmıştır.
Alınan kararlar.
17 Şubat - 4 Mart 1923 tarihlerinde İzmir'de toplanan Türkiye İktisat Kongresinin en önemli kararlarını şöyle sıralamak mümkündür.
Türkiye Cumhuriyeti'nin 1923-1929 dönemi ekonomi politikasına damgasını vuran İzmir İktisat Kongresi'nin oy birliği ile alınmış kararlarından biri de 1925'te aşarın kaldırılmasıdır. Aşar, bütçenin gelir kaleminde önemli bir yer tutmaktaydı. Fakat İzmir İktisat Kongresi'yle liberal bir ekonomi tasarlandığı ve liberalizmin temeli özel mülkiyete dayandığından, aşarın varlığı bir çelişki haline gelmiştir. Yani Cumhuriyet idaresi, Sultan'ın mülkünün sahiplik sıfatını halka intikal ettirince aşarın alınmasının mantığı da sona ermiştir.
İlk oturum kararları.
Saat 10'da başlayıp, 11.15'te kapanan ilk oturumda alınan aşağıdaki genel kararlar, şöyledir;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1341",
"len_data": 4999,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.54
}
|
Resim, herhangi bir yüzey üzerine çizgi ve renklerle yapılan, günümüzde kavramsal bir boyutta ele alınması açısından hemen her tür malzemenin kullanılabildiği bir anlatım tekniğidir. Resim yapma sanatıyla meşgul kişiler, ressam olarak adlandırılırlar.
Tarihçe.
Tarihte keşfedilen ilk resimler; kesin bir bilgi içermemekle birlikte, ortalama 30 bin yıllık oldukları varsayılan, 1994 yılında, Fransa'nın Vallon-Pont-d'Arc bölgesinde yer alan ve adını, mağarayı keşfeden Jean-Marie Chauvet'ten alan, Chauvet Mağarası'nda keşfedilmişlerdir. Tarih öncesi resimler, kimileri açıkta yer alan, pek çoğu ise mağaralarda olmak üzere, kaya duvarlarına çizilmiş hayvan, av sahneleri ve boyalı ellerle oluşturulmuş izlerden meydana gelirler. Bu resimler, tarihi önemleri dışında, insanoğlunun soyut düşünme yeteneğinin o dönemlerde de gelişmiş olduğunu kanıtlamaları bakımından ayrıca değer taşırlar. İlk resimlerin yapılış amaçları arasında, dönem insanının, kendilerini kuşatan doğa karşısında oluşturdukları mistik eğilimler doğrultusunda, kabileye kötülük getirdiğine inanılan olguları uzak tutmak, örneğin, ava dair bereketin arttırılması, topluluğun gelişimi ve güvenliği bakımından genç avcı adaylarına dönük eğitim, doğaya duyulan hayranlık ve keşfetme ihtiyacının yer aldığı kabul edilir.
Resim yapmakta kullanılan teknikler; malzemelerin gelişimini de etkilemiş, örneğin, bitki kökü gibi doğal yollarla elde edilen boyaların yerini, endüstriyel, sağlığa daha az zararlı, kalıcı ve kullanımı daha kolay boyalar almıştır.
Hristiyanlıkta Batı resmi, milattan sonra dini konuları sembolik bir şekilde resmetmeye odaklanmıştır. Ancak figürler hareketsiz, kompozisyonlar ise kuralcıdır.
İslam dininde ve medeniyetinde iki boyutlu ve üç boyutlu (ve benzeri araçlar); Allah'ın, yarattıklarını taklit etmeyi insanoğluna yasakladığı için İslami resimler 18. yüzyılın ortalarına kadar daha çok soyut desenler ve yazının şekillendirilmesi hat sanatı, ebru ve minyatür ile sınırlı kalmıştır.
Rönesans'tan sonra dini konuların dışına çıkılmaya başlanmış, ressamlar eserlerine vermek istedikleri anlamlara göre nüanslar katmaya başlamışlardır. Rönesans ile canlanan ve doğayı inceleyerek, detaylı şekilde, olduğu gibi resmetme arzusu perspektif tekniğinin geliştirilmesine yol açmıştır. Leonardo da Vinci'nin anatomi analizleri eşsiz kabul edilir.
Osmanlı'da resim sanatının yerleşmesi: 1860-1869 döneminde, Paris'te Gérôme'un öğrencisi olan Osman Hamdi Bey, ülkesine döndükten sonra gerçekleştirdiği yapıtlar ve Sanayii Nefise Mektebi'ni kurmasıyla birlikte, resim sanatı Doğu toplumlarında yaygınlaşmaya başlamıştır. Günümüzde, dünya resim tarihinin önemli bir parçası olarak kabul edilen pek çok Türk ressam bulunmaktadır.
Modern resim sanatı: 1880'lerde, kimine göre Tonalizm, kimine göre Sembolizm akımlarıyla başlayan modern resim konusunu, genel olarak avam tabakasında, başka bir deyişle, sıradan insanda, onun gündelik yaşamında, psikolojisinde bulur. Dönemin resminde, kompozisyon, ışık, renk, kontur, perspektif konularında konmuş kuralları yıkma, sanatsal ifadeyi özgürleştirme arzusu öne çıkar. 1945'lerde ortaya çıkan Soyut Ekspresyonizm akımı ile resim sanatı, tamamen insanın iç dünyasına inerek somut dünyadan, kurallardan ve kalıplardan uzaklaşır; mutlak gerçeği arar, böyle bir şey olmadığına karar verir ve Fluxus akımından sonra kendini kavramsal sanata bırakır. Artık resim, sadece bir soru haline gelmiştir ve daha büyük bir bütünün ufak bir parçasını oluşturmaktadır (bkz. Enstalasyon).
Resim sanatının etkisi: Resim, bilinen en eski ve köklü sanat dallarından biridir. Bu sebeple diğer bazı sanatların odak noktasında bulunmaktadır. Diğer sanatlar fikir üslup vb. açılardan genellikle resim sanatına benzerlik gösterirler. Bunun sebebi, resim sanatının erken dönemlerde gelişmeye başlaması ve ileri seviyeye ulaşmasıdır.
Resim sanatının günümüzdeki yeri: Bugün, resmin (ve sanatın) öldüğü iddialarına rağmen günümüz yaşam şekline uygun, birçok çeşitli geleneğin egemenliği sürmektedir.
Resim ve fotoğraf: Resim bir isimdir, ancak sanatçılar resim kelimesini kavramsal olarak kullandığı için fotoğrafla resim aynı değil diye benimsenir, işin doğrusu farklı aletler kullanılmasının dışında ortaya çıkan aynı gerçektir. Fırça ve kalemle yapılan resimse, bir makinenin işlemiş olduğu görüntü de resimdir, ancak sanatsal bakımdan değerlendirip resim kelimesi sanat anlayışı üslubuyla kavramsallaştırılırsa bu durum ortaya çıkar ve fotoğraf resim değildir denir.
Teknikler.
Geleneksel yağlı boya resim tekniği genellikle sanatçının karakalem veya inceltilmiş boya ile konuyu tuvale çizmesiyle başlar. Yağlı boya, boyayı daha ince, daha çabuk veya daha yavaş kuruması için genellikle keten tohumu yağı, ressam beyaz ispirtosu veya diğer çözücülerle karıştırılır. Çözücüler boyadaki yağı incelttikleri için boya fırçalarını temizlemek için de kullanılır. Yağlı boya uygulamasının temel bir kuralı 'fat over lean' (Türkçe: 'yağsız') dır yani her ek boya tabakası daha çok kurumaya imkan vermek için alttaki tabakadan daha çok yağ içermelidir. Her ilave kat daha az yağ içeriyorsa son kat boya çatlar ve soyulur. Bu kural kalıcılığı sağlamaz; güçlü ve sabit boya eden olan yağın kalitesi ve türüdür.
Yağla kullanılabilen soğuk mum, reçine ve vernik gibi başka malzemeler de vardır. Bu ek malzemeler ressama boyanın yarı saydamlığını, boyanın parlaklığını, yoğunluğunu ve boyanın fırça darbesini tutma veya gizleme yeteneğini ayarlamasına yardımcı olur. Boyanın bu yönleri yağlı boyanın ifade kapasitesi ile yakından ilgilidir.
Geleneksel olarak boya, boyama yüzeyine genellikle resim fırçası kullanılarak aktarılırdı ancak palet bıçakları ve paçavra kullanmak gibi başka yöntemler de vardır. Yağlı boya diğer birçok ressam malzemesinden daha uzun süre ıslak kalır ve ressamın figürün rengini, dokusunu veya biçimini değiştirmesini sağlar. Zaman zaman ressam tüm boya katmanını kaldırıp yeniden resme başlayabilir. Bu, boya ıslakken bir süre için bir bez ve biraz terebentin ile yapılır ancak bir süre sonra sertleşen boya tabakası kazınmalıdır. Yağlı boya buharlaşma değil oksidasyon ile kurur ve genellikle iki hafta içinde dokunulduğunda kuru hale gelir (bazı renkler günler içinde kurur). Genelde vernik uygulanacak kadar kuruması altı aydan bir yıla kadar zaman alır.
Malzemeler.
Keten tohumu yağı yaygın bir lif ürünü olan keten tohumundan gelir. Yağlı boya resme "yüzey" olan Keten de keten bitkisinden gelir. Aspir yağı veya ceviz veya haşhaş yağı bazen kurutmada keten tohumu yağından daha az "sarı" oldukları için beyaz gibi daha açık renklerin oluşturulmasında kullanılır ancak daha fazla kuruma gibi hafif dezavantajları vardır yavaş yavaş ve en güçlü boya filmini sağlamayabilir. Keten tohumu yağı sararma eğilimindedir ve renk tonunu değiştirebilir.
Kimyadaki gelişmelerle suyla kullanılabilen ve temizlenebilen modern suyla karışabilen yağlı boyalar üretildi. Yağın molekül yapısındaki küçük değişiklikler bu suyla karışabilir özelliğini oluşturur.
Resim yapma kavramı içinde kullanılan ortak deyimler.
Resim yapma kavramı içinde geçen ve diğer kavramlarla ortak kullanılan deyimler şunlardır:
Resim yapma kavramında kullanılan diğer ortak deyimlerden bazıları: Altarpiece, Broken Color, Karikatür, Chiaroscuro, Kompozisyon, Drybrush, Easel Picture, Foreshortening, Genre, Halo, Highlights, Resim Tarihi, Imprimatura, Peyzaj, Madonna, Maulstick, Portre Minyatürü, Mural Painting, Palet, Panel Painting, Perspektif, Pietá, Plein Air, Portre, Sfumato, Stippling, Teknik, Trompe l'oeil, Underpainting, Varnish, Wet-on-wet ve Dört Boyutlu Resim.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1354",
"len_data": 7552,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.61
}
|
Luc Paul Maurice Besson (d. 18 Mart 1959), Fransız sinemacı ve film yapımcısı.
Özgeçmişi.
Luc Besson, 18 Mart 1959 tarihinde Paris'te dünyaya geldi. Çocukluğunun bir kısmını, dalgıç eğitmeni olan ailesiyle dünyanın çeşitli yerlerini dolaşarak geçirdi. Okul yıllarında yaşından beklenmedik şekilde ileride çekeceği Derinlik Sarhoşluğu ("1988") ve "Beşinci Element" ("1997") filmlerinin taslaklarını hazırlayarak bu konudaki yeteneğini göstermiş oldu. On yedi yaşında geçirdiği ve dalgıçlık yapmasına engel olan bir dalış kazası sonucu yunuslar üzerinde uzman bir deniz biyoloğu olma hayallerine veda etti. Paris'e geri döndü ve sinema ile ilgilenmeye başladı. Filmlerin, ilgi alanlarını diğer sanatlar ile birleştirip sunmasına imkân veren bir yönü olduğunu keşfetti. Bunun üzerine çeşitli yapımlarda küçük görevler almaya başladı. Amerika Birleşik Devletleri'ne yerleşti ve üç sene sonra Fransa'ya geri dönerek kendi yapım şirketi olan Les Films de Loups (daha sonraları şirketin ismini Les Films de Dauphins olarak değiştirdi) şirketini kurdu.
İlk olarak çektiği L'Avant Dernier'yi ödüllü Le Dernier Combat izledi. Bu filmle ismini duyuran Besson, kısa aralarla çektiği filmleriyle ünlendi. Çektiği filmlerde hayatın farklı yönlerinde yaşayan insanları, aşklarını, mücadelelerini ve her şeye rağmen yalnızlıklarını resmeden Besson, hikâyelerini sıra dışı ögeler, çeşitli karakterler ve kendine has bir mizah ile anlatmaktadır. Fransız sinemasının dışına çıkan, popülerlik kazanan ancak bağımsız kalmayı başarabilen bir sinemacı olan Besson, 1999 yılında çektiği The Messenger: The Story of Joan of Arc filminden sonra, genç ancak yetenekli sinemacılara imkân sağlayabilmek için şirketi aracılığıyla yapımcılığa soyundu.
Birçok başarılı filme imza atan Besson bu filmleriyle yeni tartışmalara da sebep oldu. Kimilerince yeni nesil Fransız sinemacılar arasında en iyilerden biri olarak görüldüyse de, birçok kişi Fransız sinema tarihinde Luc Besson'a yer olmadığını savundu.
Filmleri.
Yönetmenliğini yaptığı filmler şunlardır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1359",
"len_data": 2025,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.59
}
|
"Nü", çıplak anlamına gelen, Fransızca, 'nu' kelimesinden kaynaklanır. İnsan bedeninin çıplak olarak resmedildiği eserlere verilen isimdir.
Nü resim.
Ressamlar nü resimlere özellikle önem vermişlerdir, çünkü insan bedeni resim teknikleri açısından resmedilmesi zor ve öğreticidir. İnsan hem yüz, hem de bedensel açıdan birçok anlamı, güzelliği içinde barındırabiliyor. Doğayı inceledikten sonra bunu anlamış olan ressamlar tarih boyunca çıplak insan bedenine yönelmişlerdir.
Nü resim sadece çıplaklıkta değil, insanın bedensel hareketlerini ve sosyal yaşantısını resmederken de ressama büyük nitelikler kazandırmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1365",
"len_data": 618,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.8
}
|
Leon Walras (1834-1910), Lozan Okulu'nun temsilcilerinden olan bir iktisatçıdır. Marjinalizmin birinci kuşağını temsil eder. Faydanın õlçülebileceğini savunan kardinalist görüşe sahiptir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1373",
"len_data": 187,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.52
}
|
Kardeş Türküler, 1993 yılında Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri tarafından kurulan ve çağdaş halk müziği türünde eserler üreten müzik grubudur.
Koral formda dünya halk şarkıları seslendiren Kardeş Türkülerin repertuvarında Türkçe, Kürtçe, Azerice, Ermenice, Gürcüce, Lazca, Çerkezce, Romeaika Pontusça, Farsça şarkılar bulunur.
Tarihçe.
Kardeş Türküler projesi, 1993 yılında Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü'nün hazırladığı, Türk, Kürt, Azeri ve Ermeni şarkılarından oluşan bir konser çalışması olarak gündeme geldi. Kulübün yıllık gösterilerinden biri olan bu proje, Ömer Faruk Kurhan'ın önerisiyle "Kardeş Türküler" adını aldı. Projenin katılımcıları çalışmalarına Laz, Gürcü, Çerkez, Çingene, Makedon, Alevi gibi kültürlerin şarkı ve danslarını da ekleyerek devam etti. Kardeş Türküler Projesi'nde icracı olan müzisyen ve dansçılar, 1995'te Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu'nun (BGST) kuruluşunda yer aldılar ve faaliyetlerini BGST altında sürdürdüler.
Kardeş Türküler dört yıl boyunca verdiği konserlerden icra ettikleri eserlerden bir seçkiyi içeren ""Kardeş Türküler" adlı albümü 1997 yılında çıkardı. Anadolu'nun doğusu ve Mezopotamya'dan şarkılara yer veren "Doğu"" albümü 1999'da çıktı. Doğu'da Kardeş Türküler'in bir bestesi de yer aldı.
Kardeş Türküler, adını ikinci albümü olan Doğu ile duyurdu. Bu albümün ardından 2000 yılında Cemil Topuzlu Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda verdikleri konser dinleyiciden büyük ilgi gördü ve gelenekselleşti. Albüm, yurtdışında da ilgi gördü. İngiltere'de yayın yapan Radio Not-Wonderful'un listesinde 4. sırada yer aldı. 2000 yılında Fransa'da yayınlanan, araştırmacı Jérôme Cler'in hazırladığı "'Musiques de Turquie"' adlı kitabın ekinde, albümden iki şarkıya yer verildi. İngiltere'de yayımlanan Songlines dergisinin Ekim 2000 sayısının eki olan albümde ve Folk Roots müzik dergisinin Ocak-Şubat 2001 sayısındaki karma albümde Doğu albümünden bir şarkı yayımlandı.
Kardeş Türküler kadrosu Şivan Perwer'in 'Roj û Heyv' (2000) adlı albümünün müzik yönetmenliğini ve düzenlemelerini üstlendi, 'Vizontele' (2000) ve 'Vizontele Tuuba (2003)' filmlerinin müziklerini hazırladı. Vizontele film müziği ile 38. Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Film Müziği dalında Altın Portakal kazandı. 2005 yapımı "Cennetin Krallığı" adlı Hollywood filminin Kürtçe ezgiler ve Arapça ilahiler seslendirdi.
Rum ve Çingene şarkılarının da yer aldığı Hemâvaz (2002), Bahar (2005), Çocuk (H)aklı (2011), Yol (2017) albümlerini çıkaran Kardeş Türküler, Türkiye'de ve Avrupa'da çok sayıda festival ve etkinliklere katılmış ve turneler düzenlemiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1383",
"len_data": 2583,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.31
}
|
Francis Bacon (d. 28 Ekim 1909 – ö. 28 Nisan 1992), İngiliz ekspresyonist ressam.
1909 yılında Dublin'de (İrlanda), İngiliz bir anne-babanın çocuğu olarak doğdu. 1925 yılında Londra'ya taşındı ve oradan Berlin'e, daha sonra ise Paris'e taşındı. 1928/29 yılında Londra'ya temelli taşınarak mobilya tasarımcısı ve iç mimar olarak kendini kabul ettirdi. 1930'da akademik bir resim eğitimi olmaksızın, resim yapmaya başladı. İlk başta fazla başarı kazanamadı ve ilk kişisel sergisinden sonra resme ara verdi. Fritz Lang'ın Metropolis ve Sergey Ayzenştayn'ın Potemkin Zırhlısı Filmlerinden oldukça etkilendi. 1940'larda yeniden resim yapmaya başladı. 1944 yılında yarattığı 'Çarmıha Gerili Figürler Üzerine Üç Çalışma/Three Studies for Figures at the Crucifixion' adlı eserle kendini resim dünyasına kabul ettirdi.
20. yüzyılın en büyük İngiliz ressamı olarak kabul edilir. Dünya sanatında figüratif ekspresyonizm akımının en önemli isimlerindendir. Eserleri, varoluşçuluk düşünce sisteminin derin izlerini taşır; çok nadir istisnalar haricinde, varolmanın ıstırabını, ümitsizliği ve 'insanoğlunun kötü ruhluluğu'nu resmeder. Eserlerinde biraz da Picasso'nun etkileri görülür. Bacon, bir röportajda insanoğlunu "'doğası henüz gelişememiş hayvan"' olarak nitelemiştir.
Eserlerinde genelde bir figür, kapatılmış/kafeslenmiş olarak bir iç mekanda resmedilir. İnsan tenini derisi soyulmuş, kasap penceresinde asılı hayvan eti ile ilişkilendirerek betimler. Figürler çarpılmış, güçlü bir devinim içinde hapsolmuş, bir girdaba ya da fırtınaya kapılmış gibilerdir. Tuvaller, genelde dini konuları resmeden Orta Çağ resimleri gibi triptik olarak tasarlanır ancak işlenen konu olarak insanoğlunun yozluğu, kötülüğü ve karanlığı mevcuttur. Yazar Milan Kundera, Bacon'ın eserlerini ""Portreleri, benliğin sınırları üzerine bir sorgulamadır. Bir birey ne kadar çarpıtılmaya kadar kendisi olarak kalır? Sevilen bir varlık ne kadar çarpıtılmaya kadar sevilen bir varlık olarak kalır?"" ifadeleriyle tanımlamaktadır.
Konularda, Eadweard Muybridge'in zaman içindeki hareketleri inceleyen fotoğraflarından, Rembrandt, Diego Velázquez, Goya, Van Gogh, Alberto Giacometti ve Nicolas Poussin gibi ressamların eserlerinden etkilenmiştir. Papayı resmeden eserleri hâlâ kilise çevrelerinde olaylar çıkarılmasına sebep olmaktadır. Konu açısından olduğu kadar teknik olarak da perfeksiyon ile raslantısallığı birleştirmedeki üstünlüğü ile tanırdı.
27 Nisan 1992'de hayatı boyunca kendisini rahatsız eden kronik astımı daha şiddetli bir solunum durumuna dönüştü ve çok iyi konuşamamaya nefes alamamaya başladı. Özel bir kliniğe yatırıldı. Bir gün sonra kalp krizi sonucu öldü. Mülkünü (11 milyon sterlin değerinde) varisi ve tek mirası John Edwards'a bıraktı. Eserlerini çizdiği ilham kaynağı olan stüdyosu revizyona uğradı ve galeride yeniden inşa edildi. Bugün eserlerin çoğu Dublin'deki Hugh Lane Galerisi'ndedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1387",
"len_data": 2885,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.79
}
|
Kars, Doğu Anadolu Bölgesi'nin kuzeydoğusunda yer alır. İl nüfusu 2023 yılı sonu itibarıyla 277.098'dir. Bu nüfusun %51,5'i şehirlerde yaşamaktadır. İlin yüz ölçümü 10.193 km2'dir. İlde km2'ye 28 kişi düşmektedir. İlde 8 ilçe, 9 belediye, bu belediyelerde 57 mahalle, ayrıca 381 köy bulunmaktadır.
İl sınırları içerisinde 1 üniversite bulunmaktadır: Kafkas Üniversitesi. Doğusunda Ermenistan ile sınırı bulunmaktadır.
Tarih.
Paleolitik Dönemden Selçuklulara.
Kars ili topraklarının tarihinin, yapılan birçok arkeolojik kazı çalışması sonucunda yaklaşık iki milyon yıl öncesinde yaşanan Yontma Taş Devri'ne uzandığı görünmektedir. Bu devirdeki dönemlerden kalma şölyen-aşölyen tipte işlenmiş el baltalarına Susuz ilçesinde, Cilavuz Deresi düzlüklerinde rastlanmıştır. Ağzıaçık Suyu'nun batısında kalan düzlüklerde ve Ani antik kentinde el baltaları ve büyük yongalar bulunmuştur. Özellikle, Yazılıkaya mağaralarında bulunan duvar resimleri insanların yörede avcılık ve toplayıcılıkla uğraştıklarını ortaya koymaktadır. Bu resimlerde dağ keçileri, geyik ve eşek figürleri çizilmiştir. MÖ 9. yüzyılda Urartu Krallığı'nın sınırları dahilinde olan il, MÖ 7. yüzyılda Kimmerler ve İskitler'in istilalarına uğradı. Bu asrın ardından önce Medler'in daha sonra da Persler'in egemenliğine geçen topraklarda, MÖ 1. yüzyılda Ermeni Tigranlar´ın hakimiyeti sürdü. Daha sonra Roma İmparatorluğu´nun yönetimine giren yöre sonra sırasıyla; Partlar, Arakslılar, Sasaniler, Bizanslılar ve Araplar'ın eline geçti. Bu topraklar 11. yüzyılda tekrar Bizanslılar daha sonra Selçuklu Hanedanı ve Gürcüler'in yönetimine geçti. Anadolu Selçukluları ve Gürcüler arasında el değiştiren yöre, 1239'da Moğollar'ın, daha sonra sırayla İlhanlılar, Altın Orda Devleti, Karakoyunlu, Timur ve yine Karakoyunlu, Akkoyunlu ve Safevi yönetiminde kaldı.
Osmanlı Devleti dönemi.
Kars toprakları 1534 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Osmanlı Devleti´ne katıldı. Kars, 19. yüzyıla kadar birçok kez Ruslar ve İranlılar'ın saldırısına uğradı. Bu yüzyılda Ruslar ve Osmanlılar arasında el değiştiren yöre, 1877 yılında Ruslar tarafından alındı. 1917'de Bolşevik İhtilali'nin ardından önce Ermenilerin eline geçen ve 7 Nisan 1918'de kurtarılan Kars, Brest-Litovsk Antlaşması ile Osmanlılara bırakıldı. Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan sonra Güneybatı Kafkas Geçici Hükûmeti'nin merkezi olan Kars'ı İngilizler ele geçirdi. Kars'ı daha sonra Ermeniler'e ve Gürcüler'e bırakan İngilizler buradan çekildi.
Türkiye Millî Mücadelesi esnasında Kars.
İngilizlerin çekilmesiyle Ermenistan'ın eline geçen Kars, Türk Kurtuluş Savaşı'yla 30 Ekim 1920'de Türklerin eline geçmiştir. 1921 yılında yapılan Moskova ve Kars Antlaşması ile yeni sınırlarına kavuşan Kars, Cumhuriyet'in ilanından sonra il yapıldı.
Coğrafya.
Coğrafi konumu.
Kars ili, Doğu Anadolu Bölgesi'nin, Erzurum - Kars Bölümü'nde yer alır. Kuzeyinde; Ardahan, doğusunda; Ermenistan'la, güneyinde; Iğdır ve Ağrıyla, batısında ise Erzurum'la çevrilidir.
Coğrafi şekilleri.
Rakımı ortalama 2000 m'yi bulan Kars ili topraklarının büyük bölümü yaylalardan oluşur. Akarsu vadileriyle yer yer parçalanan ilde yaylalar dalgalı düzlüklerden oluşur. Kars ilinde yer alan önemli yükseltiler; Allahuekber Dağları, Kısır Dağı, Akbaba, Aladağ ve Aşağıdağ'dır. Aras Nehri ve Kura Nehri şehir topraklarından geçerek Hazar Denizi´ne dökülmektedir.
İklimi ve bitki örtüsü.
Kars ilinde karasal iklim hakimdir. Yazları kurak, kışları ise yağışlı geçen ilde kışın sıcaklıklar -39 °C'ye kadar düşer. Karla kaplı gün sayısı 120'den fazladır. Bu ildeki iklim tipi diğer doğu illerine göre farklılıklar göstermektedir. Örnek olarak en çok yağışın yaz mevsiminde yağdığı gösterilebilir. Kars ili dahilinde yaz aylarında ilçeden ilçeye sıcaklık farklılıkları gözlemlenmektedir. Örneğin Akyaka, Arpaçay, Digor ve Kağızman ilçeleri, Merkez ilçe başta olmak üzere Sarıkamış, Selim ve Susuz'dan daha sıcak olur.
Yaşanan sert iklim koşullarından ötürü il genelinin doğal bitki örtüsü bozkırdır. Ormanlar, dağların yüksek kesimlerine kadar çıkar. 'Sarıkamış Ormanları' buna bir örnektir. İl genelindeki yayla ve platoların çayırlarla kaplanması sayesinde yayla hayvancılığı büyük önem taşımaktadır. Yörede Dünya'nın başka hiçbir yerinde yetişmeyen nadir bitki türleri bulunmaktadır.
Ekonomi.
Tarım ve hayvancılık.
Kars ili ekonomisi büyük bir oranda tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Kars ili arazisinin %34,7'si tarım arazisidir. İl genelinde başta hububat (buğday, arpa) üretimi olmak üzere yem bitkileri ve endüstri bitkileri yetiştirilmektedir. En çok üretilen ürün buğdaydır. Yıllık üretim 234.631 tonun üzerindedir. Bunu 170.984 tonla arpa ve 74.400 tonla şeker pancarı izlemektedir. İl genelinde en çok üretilen ürünlerden olan tahıllardır. Bunda ilin iklim yapısı, yer şekilleri ve coğrafi konumunun büyük etkisi vardır. Bu ürünlerin dışında başta Digor ve Kağızman ilçeleri olmak üzere meyve ve sebze üretimi de yapılmaktadır. Meyve üretiminde başı kayısı, elma ve ceviz çekmektedir. İl genelinde en çok yetişen sebzeler ise sırasıyla beyaz lahana, soğan ve taze fasulyedir.
Kars ili kırsalındaki en temel ekonomik sektör hayvancılıktır. Çayır ve mera arazileri %39,2 ile tarımsal araziden daha geniştir. Bu oranın büyük oluşu ilde özellikle küçük ve büyükbaş hayvancılığının gelişimine büyük katkı sağlamaktadır. 2005 yılı itibarıyla il genelinde 350.969 koyun, 332.071 sığır, 28.751 keçi, 19.107 tek tırnaklılar ve 202 manda bulunmaktadır. Bunun dışında özellikle arıcılık başta olmak üzere kümes hayvancılığı ve bu hayvanların sayısı ve ürettikleri bal ve yumurta sayıları da il halkının geçimine katkı sağlamaktadır. Kaşar ve bal haricinde üretilen hayvansal ürünler pazarlanmamaktadır. Bu ürünler sadece aile ihtiyaçlarını karşılamaktadır.
Sanayi.
Kars ili, yatırım azlığı sebebiyle 1968 tarihinde "Birinci Derecede Kalkınmada Öncelikli Yöre" olarak ilan edilerek bundan sonraki on yıl içerisinde sanayi tesislerinin açılması gerçekleşmiştir. Bugün il genelinde altı büyük sanayi tesisi mevcuttur. Bu tesisler şunlardır:
Bunun dışında Kars Organize Sanayi Bölgesi'nde ve Küçük Sanayi Sitesi'nde irili-ufaklı işletmeler vardır. Elde edilen sütten yapılan süt ürünlerinden en önemlisi olan kaşar Zavod adı verilen mandıralarda işlenir. Kars Kaşarı adı verilen bu ürün İzmir Enternasyonal Fuarı'nda 1937 yılından 1950'ye kadar gravyer ve beyaz peynir ile birlikte Türkiye Birincilik Ödülü'nü almıştır.
Ticaret.
Kars halkının büyük bir kısmı geçimini tahıl tarımı ve geleneksel mera hayvancılığı ile sağlamaktadır. Hayvancılık genellikle küçük aile işletmeciliği şeklinde ve aile ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla yapılmaktadır. Bu üretimden doğan ürünlerin büyük kısmı bu aileler tarafından tüketilmektedir.
Kars ili genelinde 2005 yılı itibarı ile yüzbinlerce büyük ve küçükbaş ve binlerce tek tırnaklı hayvan bulunmaktadır. Bunun dışında 44.296 arı kovanı olup yıllık ortalama 1058,63 ton bal üretilmektedir. 3000 ton beyaz peynir, 5000 ton kaşar peyniri ile 112.000 ton süt üretilmektedir. Bitkisel üretimde ise tahıl ürünleri başta gelmektedir. Kars'ta sanayi kesimi Gayri Safi Yurt içi Hasılasından yaklaşık binde 6 pay almaktadır. İl genelindeki sanayi tesisleri ağırlıklı olarak hayvansal ve tarımsal ürünleri işletmektedir. İl geneli mevcut sanayi kuruluşları; şeker, ayakkabı, yem, çimento, et, değirmen taşı, süt ürünleri, mobilya, tuz, bordür ve parke gibi alanlarda faaliyet göstermektedir. Son zamanlarda ildeki turizm sektörü de gelişmektedir.
Nüfus.
Güncel Nüfus Değerleri (TÜİK 6 Şubat 2025 verileri)
Kars ili nüfusu: 272.300'dür. Bu nüfusun % 55,22'si şehirlerde yaşamaktadır (2024 sonu). İlin yüzölçümü 10.193 km²'dir. İlde km²'ye 27 kişi düşmektedir. (Bu sayı Merkezde 59'dur.) İldeki ilçelerin tamamında nüfus azalmıştır. İldeki nüfus azalış oranı ise % 2,17 olmuştur. Nüfusu en çok azalan ilçe Susuz'dur (-% 4,56)
06 Şubat 2025 TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 8 İlçe, 9 belediye, bu belediyelerde 57 mahalle ve ayrıca 379 köy vardır.
Altyapı.
Ulaşım.
Kars, Kuzeydoğu Anadolu'da ulaşım ağının kesiştiği noktada yer almaktadır. İle kara, demir ve havayolu ile ulaşmak mümkündür.
Kars ilinin merkez ilçesinde uluslararası statüye sahip bir de havaalanı vardır (IATA: KSY). 1988 yılında açılan havalimanı, 2007 yılında büyük onarımdan geçmiştir. Yeniden uçuşlara açılan havalimanına İstanbul'daki Sabiha Gökçen Havalimanı ve Atatürk Havalimanı'ndan günde iki uçuş ve Ankara Esenboğa Havalimanı'ndan bir uçuş yapılır. Ayrıca Aralık 2007'den itibaren SunExpress'in karşılıklı Kars-İzmir seferleri de başlamıştır. Temmuz 2008'de Kars'tan Azerbaycan'ın başkenti Bakü'ye karşılıklı seferler düzenlenmeye başlandı. 10 Haziran 2009 tarihinden itibaren Çarşamba günleri haftada bir olmak üzere karşılıklı Köln-Kars uçuşları Öger Tours-Hamburg International ortaklığı ile başlatıldı ve bu uçuşlar iki yıl devam etti (Sadece yaz mevsiminde).
Spor.
2018-2019 Sezonunda, Kars'ın tüm liglerdeki tek takımı Sarıkamış Gençlerbirliği, futbol Bölgesel Amatör Lig (BAL)'da sezon sonunda küme düşmüştür.
Ziraat Türkiye Kupası 'nda Sarıkamış Gençlerbirliği, 2.turda Van BŞBspor 'a elenmiştir.
Kars kulüplerinin Türkiye liglerindeki maçları Kafkas Üniversitesi spor tesislerimde yapılmaktadır. İlin en önemli spor tesisi Sarıkamış Cıbıltepe Kayak Merkezi'dir
Medya.
Kars ili genelinde sadece Serhat TV adlı bir tane yerel televizyon yayın yapmaktadır. Bunun dışında ulusal bazda hizmet veren Anadolu Ajansı, İhlas Haber Ajansı, Cihan Haber Ajansı ve Demirören Haber Ajansı'nın il temsilcilikleri bulunmaktadır. Ayrıca, il genelinde yayımlanıp basılan birçok gazete ve radyo hizmeti veren istasyonlar bulunmaktadır.
Yönetim.
İllerde protokolde ilk sırada yer alan vali, merkezi yönetimi temsil eder ve Cumhurbaşkanı tarafından atanır. Büyükşehir dışındaki illerde yerel yönetim, şehirler düzeyindedir. Belediye Başkanı, belediye sınırları içinde kalan seçmenin oy çokluğu ile seçilir. Aynı seçmen İlçe Belediye Meclisi için de oy kullanarak ilçelerin belediye meclislerini oluşturur. İldeki bütün seçmenler ayrıca il genel meclisi için de oy kullanarak, İl Genel Meclisinin oluşumunu sağlarlar.
İl genel meclisi ve belediye meclisi üyelikleri için yapılan seçimlerde, onda birlik baraj uygulamalı nispi temsil sistemi, belediye başkanlığı seçiminde ise çoğunluk sistemi uygulanır İl genel meclisi ve belediye meclisi üye sayıları ilçe nüfusuna göre, kontenjandan kalan sayıların partilere dağılımı ise D'Hondt Sistemine göre belirlenir (Kanun:2972-Madde:23)
İl Genel Meclisi, İl Özel İdaresinin karar organıdır, başkanını üyeleri arasından gizli oyla seçer. Ayrıca, İl Genel Meclisi kendi içinden gizli oyla bir yıl görev yapacak 5 kişilik İl Encümenini seçer.
Merkezi yönetim, Vali ve İl Müdürlerinden oluşur. İl Özel İdaresi (İl Genel Meclisi ve İl Encümeni) seçilmişlerden oluşur, ancak Vali başkanlığında görev yapar. Yerel yönetim ise belediye başkanları ve belediye meclislerinden oluşur.
Kars Valisi, 1973-İzmit doğumlu Ziya Polat'dır. Ağustos 2023 tarihinde Yozgat Valisi iken atanmıştır.
2023 Genel seçimleri sonucu, Kars'ı temsilen TBMM'ye AK Parti'den 1 milletvekili (Adem Çalkın), DEM'den 1 milletvekili (Gülüstan Kılıç Koçyiğit) ve CHP'den 1 milletvekili (İnan Akgün Alp) seçilmiştir.
31 Mart 2024 yerel seçimlerinde belediye başkanlıkları dağılımı; Kars merkez ve Sarıkamış ilçelerinde MHP, Selim ve Susuz ilçelerinde CHP, Kağızman ve Digor ilçelerinde DEM, Arpaçay ve Akyaka ilçelerinde AK Parti şeklindedir. Kars İl Genel Meclisi üye sayısı, 7 DEM, 6 AK Parti, 4 MHP ve 4 CHP olmak üzere 21'dir.
Kültür.
Gelenekler.
Kars ili gelenekleri il merkezindeki geleneklerle büyük benzerliğe sahiptir.
Festivaller.
İl genelinde düzenlenen bazı festivaller aşağıda listelenmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1392",
"len_data": 11685,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.51
}
|
Ahlat, Van Gölü'nün kuzeybatısında Bitlis iline bağlı bir ilçedir.
Etimoloji.
Şehrin en eski sakinleri olan Urartular buraya "Halads" derken, Türkler ve İranlılar "Ahlat", Kürtler "Xelat", Ermeniler "Şaleat", Süryaniler "Kelath" ve Araplar "Hil’at" demişlerdir.
Tarihçe.
Ahlat, Selçuklular çağında Ahlatşâhlar Beyliği'ne başkentlik yapmış, politik ve kültürel sahalarda önemli rol oynamış bir Oğuz/Türkmen şehridir. Türk istila yolları üzerinde yer alan bu şehir, Anadolu'ya yapılan akınların planlandığı ve dönüşlerinde de toplandıkları bir askerî hareket üssü ve aynı zamanda Oğuz boylarına mensup kitlelerin yerleştiği bir Orta Çağ Selçuklu şehridir. Nitekim bu Oğuz boylarına mensup kitleler arasında Osmanlıların mensup olduğu Kayı Boyu da vardır. Bundan ötürü Ahlat, Osmanlılar açısından da hatırı sayılır öneme sahip ata yadigarı bir Osmanlı şehridir. Türkler Anadolu'ya geldikleri esnada, Van Gölü'nün kuzeybatı kıyısında yer alan Ahlat hariç olmak üzere, Malazgirt, Erciş, Bargiri (bugünkü Muradiye), Van ve Vestan (Gevaş) gibi şehirler Bizans İmparatorluğu'nun hakimiyeti altındaydı. Bu sebeple 1054 yılında harekete geçen Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey Türkmenlere yol açmak amacıyla Van Gölü'nün kuzey doğusunda yer alan Bargiri ve daha sonra da Erciş'i kısa bir kuşatmadan sonra ele geçirdi. Ahlat üzerinden ilerleyişine devam ederek Malazgirt'i kuşattı. Ancak şehir iyi tahkim edilmiş olduğundan fethedilemedi. Bununla birlikte Süphan ve Nemrut dağları arasında Van Gölü'ne nazır eğilimli platolar üzerinde kurulmuş olan ve Türk istila yolları üzerinde bulunmasından dolayı stratejik bir konuma sahip olan Ahlat, Anadolu'ya yapılan akınların planlandığı ve dönüşlerinde de toplandıkları bir askerî hareket üssü haline getirildi. Nitekim Malazgirt Zaferi'nden hemen önce, Alparslan'ın emriyle Ahlat'ta hazırlıklarını tamamlayan Selçuklu ve Türkmen beyleri ile emirleri Doğu ve Orta Anadolu'da fetihlere giriştiler. Bunlardan Hâcib Gümüş Tegin (1066) beraberinde Afşin, Ahmed Şâh ve diğer Türkmen boy ve beyleri olduğu halde, Murat ve Dicle nehri havzalarından ilerleyerek el - Cezire bölgesinde yer alan Nizip, Nusaybin ve Adıyaman (Hısn Mansur)'da mücadele verirken, Ahlat'ı hareket üssü edinen Er - Basgan ve Sanduk gibi beyler de Anadolu'ya düzenli seferler gerçekleştirmekteydiler. İşte bu sıralarda Sultan Alparslan, Ahlat'ı Mervânîler'in idaresinden alarak, Anadolu gazalarında şöhret kazanmış olan meşhur kumandanlarından Sanduk'un idaresine verdi. Zira Emir Sanduk, Alparslan'ın komutanları içinde birinci derece cesarete sahip olup, Malazgirt Savaşı öncesinde Ahlat'ı Türklerin cihat ve gaza üssü haline getirerek Anadolu'ya düzenli akınlarda bulunmuştu. Hatta Sanduk Bey, Bizans İmparatoru'nun Ahlat üzerine gönderdiği yirmi bin kişilik öncü kuvveti yenerek (3 Agustos 1071) güçlü bir kumandan oldugunu göstermişti. Ne var ki, Alparslan Malazgirt Savaşı'ndan biraz sonra Ahlat'ı tekrar eski sahibi olan Mervânîlere geri verdi. ibnü'l - Ezrak, Alparslan'ın Malazgirt Savaşı'ndan sonra Ahlat'a ve Malazgirt'e valiler tayin ettiğini ve ondan sonra gelen sultanların da ayn şekilde hareket ettiğini yazar. Ancak Ahlat'ın Malazgirt Savaşı'ndan önce Selçuklular idaresine geçtiği kesindir. Diğer taraftan Büyük Selçuklu Sultan Meliksâh, 1085'te Mervânì Devleti'ni ortadan kaldırmış olmasına rağmen, Ahlat halen bir Mervânì emirinin elindeydi. Ancak Mervânì emirinin zulüm ve iskencesinden bıkmış olan halk, adalet ve iyiliği ile şöhret kazanmış Türk emirlerinden Sökmen el. - Kutbi'ye haber göndererek onu Ahlat'a davet etti. Bu davete icabet eden Sökmen el - Kutbì de kuvvetleriyle birlikte Ahlat'a gelerek güç kullanmaksızın şehri teslim aldı. Bunun üzerine Mervânîler Ahlat'tan uzaklaştı. Muhammed Tapar da taht mücadeleleri sırasında daima kendisini destekleyen ve başarılı hizmetler veren Ahlat ve Van Gölü havzasını Sökmen el- Kutbi'ye ikta etti. Böylece Ahlat, Sökmen el- Kutbì tarafından kurulan Ahlatşahlar Beyliği' nin başkenti ve o devrin en başta gelen siyasi ve kültürel merkezlerinden biri oldu. Nitekim Selçuklu sultanı Berkyaruk ile Muhammed Tapar arasındaki taht mücadelesi esnasında, Hoy' da yapılan savaşı kaybeden (1103) Muhammed Tapar, Türklerin güç merkezi olan Ahlat'a geldi. Burada Doğu Anadolu Türk beylerinden Ahlatşâh'ı Sökmen el - Kutbi, Erzurum Saltuklu Beyi Ali ve Ani emiri Menuçehr'i hizmetine alarak Berkyaruk'a karşı yeniden mücadeleye hazırlandı.
1 Haziran 1929 tarih ve 1509 numaralı kanun ile Bitlis ilçe haline getirilerek il merkezi durumuna getirilen Muş'a bağlanırken Bitlis'e bağlı olan Ahlat, Van iline bağlanmış ve Tatvan da Ahlat'a bağlı bir nahiye statüsüne getirilmiştir. Muş ilinin Bitlis ile Mutki ve Van ilinin Ahlat ilçesiyle, Hizan ve Kotum (Tatvan) ilçelerinden oluşmak üzere merkezi Bitlis olmak üzere Bitlis ilinin yeniden tesis edilmesine 25 Aralık 1935 tarih ve 2885 nolu kanun ile karar verilmiştir.
Coğrafya.
1044 km²lik kırsal bir alana yayılmış olan ilçenin yüzey şekilleri, gerek biçim, gerekse meydana geliş şekilleri bakımından farklılıklar gösterir. Yeryüzünün sayılı volkanlarından olan Nemrut, Ahlat'ın batısında; Süphan ise doğusunda yer almaktadır. İlçenin; kuzeyinde Muş iline bağlı Bulanık ve Malazgirt ilçeleri, batısında Güroymak ve Muş ili, güneyinde Van Gölü, güneybatısında Tatvan ve Bitlis, doğusunda ise yine Van Gölü ve Adilcevaz ilçesiyle sınırlıdır.
İlçe Van Gölü'nün kuzey kıyısında yer almış olmakla beraber iklimi kara iklimi özelliği taşır. Yörede kış oldukça erken başlar ve uzun sürer. Havanın ısınmaya başlaması ancak nisan ayının ortalarında olur. Yörenin yaz mevsiminin ağustos ayının sonuna kadar sürmekte olması yanında kısmen bazı yıllar eylül ayını da kapsar. Yıllık ortalama yağış miktarı 1000–1500 mm'dir.
Gerek Van Gölü'nün kıyısında olmasının gerekse yıllık yağışın bolluğu sebebiyle Ahlat, bölgenin genel bitki örtüsü olan bozkır bitki örtüsünün dışında daha yeşil ve gür bir bitki örtüsüne sahiptir.
Nüfus.
İlçe; 1 belde, 26 köy ve 12 mahalleden oluşmaktadır.
Kültür.
Halkın uğraş alanlarından biri olan bastonculuk geleneği günümüzde de önemli bir kültür-sanat faaliyeti olarak yer almaktadır. Özel teknikler kullanılarak yapılan bu bastonların her biri, büyük emekler ve özveriler neticesinde oluşturulmaktadır. Ağaca ilginç ve bir o kadar da yaratıcı figürler aktararak bu konudaki ustalıklarını gösteren ilçe halkı, bu yeteneğini önemli bir kültür turizmi aracı olarak kullanmakta ve başarılı olmaktadır.
Tarihî mekânlar.
Ahlat Mezar Taşları.
Ahlat, tarihi mezarlıklarıyla ön plana çıkan bir ilçedir. Selçuklu döneminden kalan mezar taşları Türk tarihi açısından önemli bir değere sahiptir. Ahlat Selçuklu Mezarlığı, dünya üzerindeki en büyük Müslüman mezarlığıdır.
Bunların yanı sıra yine Selçuklular dönemine ait, lahit mezar özelliği taşıyan kümbet mezarlar bulunmaktadır ki bu mezarlar yörede sıkça kullanılan Ahlat'a özgü taşlarla yapılmıştır. İlçede taş işlemeciliğinin ön planda olduğunun bir göstergesi olan bu kümbetlerde, dönemin saygın kişilerinin mezarları bulunmaktadır.
Urartu ve Osmanlı Eski Yerleşimi Mezar Taşları, 2000 yılında UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne kaydedilmiştir. Ahlat'ın tarihi M.Ö. 900 yıllarına dayanır. M.S. 12-15. yüzyıllar arasında yapılmış olan mezar taşları önem arz etmektedir. Anadolu türbe mimarisinin estetik ve boyut çeşitliliği İslam dünyasına katkı sunmaktadır.
Ahlat Müzesi.
1971'de kurulan Ahlat Müzesi; Tunç Çağı, Demir Çağı, Roma, Helenistik, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinin izlerini gösterir.
Emir Bayındır Kümbeti ve Mescidi.
Emir Bayındır Kümbeti, 15. yüzyılda inşa edilen bir kümbettir. Bayındır Bey'in naaşı yer alır.
İskender Paşa Cami.
Caminin üzerinde yer alan kitabede 1584 tarihinde yapıldığı yazmaktadır. Mimarının Mimar Sinan olduğu söylentiler arasındadır. Üzeri kubbe biçiminde olan İskender Paşa Cami, Osmanlı mimarisinin izlerini bünyesinde barındırmaktadır. Yine caminin çevresinde bulunan kalıntılardan alanda hamam olduğu çıkarımı yapılmıştır ancak hamam tamamen yok olmuştur.
Emir Bayındır Köprüsü.
Akkoyunlu Türkmen beylerinden olan Emir Bayındır tarafından Van Gölü'nün kıyısına yaptırılan Emir Bayındır Köprüsü, Tahtı Süleyman Deresi olarak bilinen akarsuyun üzerinde yer almaktadır. TEmir Bayındır Köprüsü 21 metre uzunluğunda olup tek gözlü kesme taştan yapılmıştır. Her iki ucunda merdiven bulunan köprünün 13. yüzyılda yapıldığı sanılıyor. En son 1954 yılında restore edilen köprüyü bölge halkı hâlâ kullanıyor.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1394",
"len_data": 8412,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.59
}
|
Kristof Kolomb (31 Ekim 1451 – 20 Mayıs 1506), Atlantik Okyanusu'na yaptığı dört seferi tamamlayarak coğrafî keşifleri başlatan ve Amerika'nın kolonizasyonunun yolunu açan Cenevizli kaptan ve kâşiftir. Katolik hükümdarlar tarafından desteklenen keşifleri; Karayipler, Orta Amerika ve Güney Amerika ile Avrupalıların ilk temâsı oldu.
Genç yaşta denize açıldı ve kuzeyde Britanya Adaları'na, güneyde ise Gana'ya kadar seyahat etti. Büyük ölçüde kendi kendini eğitmiş birisi olarak, coğrafya, astronomi ve tarih ile ilgili geniş çapta kitaplar okudu. Kazançlı baharat ticaretinden kâr elde etmeyi umarak Doğu Hint Adaları'na batı üzerinden bir yol aramak için plan hazırladı. Portekizli bir soylu kadın olan Filipa Moniz Perestrelo ile evlendi ve birkaç yıl Lizbon'da yaşadı, evlilikleri sırasında büyük oğlu Diego Kolomb dünyaya geldi. Eşinin ölümünün ardından Kastilyalı Beatriz Enríquez de Arana'yı metresi olarak yanına aldı. Bu birliktelikten ise, daha sonra meşru oğlu olarak kabul edeceği, Ferdinand Kolomb doğdu. Birden fazla krallığa yönelik ısrarlı lobi faaliyetinin ardından, Kastilya hükümdarı I. Isabella batıya açılacağı bir yolculuğu finanse olmayı kabul etti. Kolomb, Ağustos 1492'de Kastilya'dan üç gemiyle ayrıldı ve 12 Ekim'de Amerika'ya iniş yaptı (Böylece bugün Kolomb öncesi Amerika olarak adlandırılan dönem sona erdi). Ayak bastığı ilk yer sakinleri tarafından "Guanahani" olarak adlandırılan, günümüzde yeri tam olarak bilinmeyen, Bahamalar'daki bir adaydı. Daha sonra Küba ve Hispanyola adalarını ziyaret ederek, Haiti'de bir koloni kurdu. 1493'ün başlarında Kastilya'ya geri döndü ve beraberinde bir dizi tutsak yerli getirdi. Yolculuklarının haberi kısa sürede tüm Avrupa'ya yayıldı.
Kolomb, 1493'te Küçük Antiller'i, 1498'de Trinidad'ı ve Güney Amerika'nın kuzey kıyılarını ve 1502'de Orta Amerika'nın doğu kıyılarını keşfederek Amerika'ya üç sefer daha yaptı. Karşılaştığı yerli halklara "indios" ("Hindistanlılar") adını verdi. Ayrıca başta adalar olmak üzere coğrafi bölgelere verdiği isimlerin çoğu günümüzde halen kullanılmaktadır. Amerika'nın tamamen ayrı bir kara parçası olduğunun ne ölçüde farkında olduğu belirsizdir ancak Uzak Doğu'ya ulaştığına dair inancından açıkça hiçbir zaman vazgeçmedi. Kolomb vali olarak görev aldığı süreçte çağdaşları tarafından vahşetle suçlandı ve kısa süre sonra görevden alındı. Kolomb'un Kastilya ve onun Amerika'daki atanmış sömürge yöneticileriyle olan gergin ilişkisi, 1500 yılında tutuklanıp Hispanyola'dan çıkarılmasına ve ardından uzun süren karşılıklı davalara yol açtı. Kolomb'un keşifleri, modern Batı medeniyetinin inşaatına yardımcı olan fetih ve kolonizasyon dönemini başlattı. İlk yolculuğunu takip eden Eski Dünya ile Yeni Dünya arasında başlattığı değişimlerin bütününe, Kolomb takası adı verilir.
Kristof Kolomb, ölümünden sonraki yüzyıllarda geniş çapta saygı gördü, ancak bilim adamları, başta Hispanyola'nın yerli halkı olan Tainolar'a karşı yapılan soykırım ve kölelik ile neredeyse yok edilmesi gibi, onun yönetimi altında verilen zararlara ve işlenen suçlara daha fazla dikkat gösterdikçe, kamuoyu algısı son yıllarda oldukça değişti. Günümüzde Batı Yarımküre'deki birçok yer, Kolombiya, Kolumbiya Bölgesi ve Kanada'nın Britanya Kolumbiyası eyaleti de dahil olmak üzere onun adını taşımaktadır.
Hayatı.
Kristof Kolomb'un doğduğu yer tam olarak bilinmese de 31 Ekim 1451'den önce Cenova'da doğmuştur. Babası, hem Cenova hem de Savona'da çalışmış olan, aynı zamanda genç Kristof'un da yardımcı olarak çalıştığı bir peynir standına sahip olan, yün dokumacı Domenica Kolomb'du. Annesi ise Korsika'lı varlıklı bir ailede doğmuş olan Susanna Fontanarossa'dır. Bartolomeo, Giovanni Pellegrino ve Giacomo olmak üzere üç erkek ve Bianchinetta adında bir kız kardeşi vardı.
1473'te Kolomb, Cenova'da bulunan Centurione, Di Negro ve Spinola aileleri için iş acentesi olarak çıraklığa başladı.1476 Mayıs'ında Cenova tarafından Kuzey Avrupa'ya değerli yük taşımak için gönderilen silahlı bir konvoyda yer aldı. İngiltere'nin Bristol ve İrlanda'nın Galway kentlerinde demirledi. Aynı zamanda 1477'de İzlanda'da olduğu da düşünülmektedir. 1477 Sonbaharında bir Portekiz gemisi ile Galway'dan Lizbon'a gittiği, burada kardeşi Bartolomeo'yu bulduğu ve Centurione ailesi adına ticaret yapmaya devam ettikleri bilinmektedir. Ardından Kristof 1477'den 1485'e kadar Lizbon'a yerleşti ve Porto Santo valisinin kızı ve Lombard kökenli bir asilzade olan Filipa Moniz Perestrelo ile evlendi.
1479 veya 1480'de oğlu Diego Columbus dünyaya geldi. 1482 ve 1485 yılları arasında Batı Afrika sahilleri boyunca ticaret yaptı. Gine'de bulunan bir Portekiz ticaret merkezi olan Elmina'ya ulaştı. Bazı kayıtlar Kristof seyahat veya iş için İspanya dışında iken eşi Filipa'nın 1485 yılı civarlarında öldüğünü yazmaktadır (Filipa'nın ölüm tarihi 1478-1485 yılları arasında olduğu düşünülse de hâlâ belirsizdir.). Bunun üzerine Kolomb Portekiz'e geri döndü. Oğlunu ve orada bulunan mal varlığını alarak Portekiz'den ayrıldı ve 1485 yılında İspanya'ya yerleşti. 1487 yılında, 20 yaşında bir yetim olan Beatriz Enriquez de Arana ile tanıştı. Beatriz'in Kolomb ile ilk Cordoba'da karşılaşmış olması muhtemeldir. Bu birliktelikleri sonucu, evlilik dışı olarak 1488 Ağustos'unda Fernando (Ferdinand) Kolomb dünyaya geldi. Ardından büyük ve meşru oğlu olan Diego'yu Beatriz ile ilgilenmesi için bıraktı ancak Diego görevlerinde ihmalkardı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1398",
"len_data": 5387,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.67
}
|
İspanya (, ), resmî adıyla İspanya Krallığı, Avrupa'nın güneybatısında yer alan ve Kuzey Afrika'da da bazı topraklara sahip olan bir ülkedir. Kıta Avrupası'nın en güney noktasına ev sahipliği yapan İspanya, Güney Avrupa'nın yüzölçümü bakımından en büyük, Avrupa Birliği'nin ise en kalabalık dördüncü ülkesidir. İber Yarımadası'nın büyük bölümünü kapsayan ülke, ayrıca Atlas Okyanusu'ndaki Kanarya Adaları, Batı Akdeniz'deki Balear Adaları ve Afrika kıtasındaki özerk şehirler Sebte ile Melilla'yı da içerir. İspanya'nın yarımada üzerindeki sınır komşuları; kuzeyde Fransa, Andorra ve Biskay Körfezi; doğu ve güneyde Akdeniz ile Cebelitarık; batıda ise Portekiz ve Atlas Okyanusu'dur. İspanya'nın başkenti ve en büyük şehri Madrid'dir ve diğer büyük kentsel alanlar arasında Barselona, Valensiya, Sevilla, Zaragoza, Málaga, Murcia ve Palma de Mallorca bulunmaktadır.
Erken antik dönemde İber Yarımadası'nda Keltler, İberler ve diğer Roma öncesi halklar yaşıyordu. Roma İmparatorluğu'nun yarımadayı fethetmesiyle birlikte Hispania eyaleti kuruldu. Hispania'nın Romalılaştırılması ve Hristiyanlaştırılmasının ardından, Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşü, Toledo merkezli Vizigot Krallığı'nı kuran Vizigotlar da dâhil olmak üzere Orta Avrupa'dan gelen kabilelerin içe göçünü başlattı. 8. yüzyılın başlarında ise yarımadanın büyük bölümü Emevîler tarafından fethedildi; bu dönemde İslami yönetim altında Endülüs, merkezi Córdoba olan güçlü bir bölgesel güç hâline geldi. Başta Asturias, León, Kastilya, Aragon ve Navarra olmak üzere Kuzey İberya'da ortaya çıkan Hristiyan krallıklar, zamanla güneye doğru ilerleyen ve bölgeyi yeniden Hristiyan nüfusla iskân eden askerî bir süreç olan Reconquista'yı başlattılar. Bu süreç, 1492 yılında Gırnata Emirliği'nin ele geçirilmesiyle sona erdi. 1479 yılında Kastilya ve Aragon kraliyetlerinin Katolik hükümdarlar altında birleşmesi ise, genellikle İspanya'nın ulus devlet olarak fiilen birleşmesi olarak kabul edilir.
İspanya, parlamenter demokrasi şeklinde örgütlenmiş bir anayasal monarşi rejimi ile yönetilir. Devletin başkanı Kral VI. Felipe'dir. Gelişmiş bir ülke olan İspanya, dünyanın hem nominal GSYİH hem de satın alma gücü paritesine göre hesaplanan GSYİH sıralamasında on beşinci büyük ekonomisine sahiptir ve Avrupa Birliği'nin en büyük dördüncü ekonomisidir. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Euro Bölgesi ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) üyesi olan İspanya, ayrıca G20'nin daimi davetlisi olup Avrupa Konseyi (CoE), İbero-Amerikan Devletler Örgütü (OEI), Akdeniz İçin Birlik, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD), Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı (AGİT) ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi pek çok uluslararası kuruluşun da üyesidir.
Tarihçe.
MÖ 1100 yıllarında Fenikeliler, İspanya topraklarında ilk yerleşim merkezlerini kurmaya başladılar. Onları Keltler ve Yunanlar takip etti. İspanya daha sonra Kartacalıların egemenliğine girdi. MÖ 202 yılında Romalılar Kartacalıları İber Yarımadası'ndan attılar. Roma İmparatorluğu bu tarihten itibaren İspanya'da birliği sağladı ve zamanla Hristiyanlığı burada kabul ettirdi.
Milattan Sonra 5. yüzyılda İspanya, Germen kabilelerinin saldırılarına hedef oldu. Sırayla Alanlar, Suevler ve Vandalların ardından Vizigotlar İspanya'ya hâkim oldu. Vizigotların hâkimiyeti uzun sürdü ve Hristiyanlığı kabul eden Vizigotlar, İspanya'da Hristiyanlığın yayılmasını sağladı.
Endülüs dönemi.
711'de Afrika'dan gelen Müslümanlar, 8. asırdan 10. asra kadar kuzeydeki birkaç bölge dışında İspanya'ya hâkim oldular ve burada Endülüs medeniyetini kurdular.
On birinci yüzyılda bu ülkenin iç karışıklıklarından faydalanan Hristiyanlar kuzeyden başlayarak yarımadayı tekrar ele geçirmeye başladı. 1276 yılında Müslümanların elinde yalnızca güneydeki Granada kalmıştı. Aragon kralı II. Fernando ile Kastilya kraliçesi I. İsabel'in evlenmesi ve ordularını birleştirmesi ile Hristiyanlar daha da güçlenmiş ve Yahudilerle Müslümanları Endülüs'ten çıkarmışlardır. Kemal Reis komutasında bir donanma ile kurtulan Yahudilerle Müslümanlar gemilerle doğuya getirilmişlerdir. Geride Avrupalıların da yararlandığı birçok bilim ve fen kitabı bıraktılar.
Aydınlanma Çağı dönemi.
1492'de Müslümanların son kalesi Granada Krallığı yıkıldı. Aynı yıl Kristof Kolomb İspanyol hükümdarının maddi desteğiyle Amerika'yı keşfettiği ünlü gezisine çıktı. Bu yolculuk, İspanya'nın dünyanın en büyük sömürge imparatorluklarından birini kurmasına yol açtı. İspanyol askerler, onları hediyelerle karşılayan yerlilere köleleştirme, işkence, soykırım yaşattılar. Kristof Kolomb'un yakın bir arkadaşının çocuğu olan ve yerlilere yapılan zulümlere tanık olan Bartolomé de las Casas, 1542 tarihli "Kızılderililer Nasıl Yok Edildi ?" isimli kitabında şunları yazmaktadır: "Amerika yerlilerinin Hristiyanlara karşı giriştikleri savaşta haklı olduklarına yüzde yüz eminim. Öte yandan Hristiyanlar onlarla tek bir haklı savaş yapmadı. Tam tersine savaşları dünyadaki hiçbir zorbanın olamadığı kadar şeytansı ve haksızdı."
1588 yılında İspanyol Armada'nın İngiliz donanmasına yenilmesini takip eden taht ve din kavgaları sonunda İspanya zayıflayarak çökmeye başladı. 1640'ta Portekiz'i, 1714'te ise Avrupa'daki bazı topraklarını ve Cebelitarık'ı kaybetti. On dokuzuncu yüzyılın başlarında İspanyolların Amerika'daki bütün sömürgeleri bağımsızlıklarını kazandı.
I. Dünya Savaşı ve Cumhuriyet Dönemi.
I. Dünya Savaşı'nda İspanya bütün davetlere rağmen tarafsız olarak kaldı, fakat savaştan büyük ölçüde etkilendi. Fransa, İspanya'nın bazı topraklarına saldırıp işgal etti. General Primoderivera, çıkan ayaklanmaları bastırarak ülkede diktatörlük kurdu. 1930 yılında iktidardan düştü. Bir yıl sonra yapılan seçimleri cumhuriyetçilerin kazanması sonucu Kral VIII. Alfonso ülkeyi terk etti. 1936'da yapılan seçimlerde solcuların başarılı olması üzerine General Franco seçilmiş hükûmete darbe yapmak istedi ve ülkede iç savaş baş gösterdi.
Franco Dönemi.
1939'da iç savaşın sona ermesiyle Franco devlet Başkanı oldu. II. Dünya Savaşı'na da katılmayan İspanya'da ordunun desteğiyle Franco savaştan sonra da yerini korudu. 1975 yılında Franco'nun ölmesiyle yerine I. Juan Carlos geçti. 1976'da Başbakan Navarro'nun istifası ile Carlos kral oldu ve Alfonso Sourez'i başbakanlığa atadı.
Demokrasiye Geçiş Dönemi.
15 Haziran 1977'de, 41 yıl sonra İspanya'da ilk defa genel seçimler yapıldı. Sourez'in başkanı olduğu Demokratik Merkez Birliği çoğunluğu elde etti. 1981'de sağcı Albay Tejero Cortes'in meclisi basarak yaptığı darbe girişimi sonuçsuz kaldı. 1982 seçimlerinde ise Sosyalist Parti seçimi büyük çoğunluğu elde ederek kazandı ve 46 yıl sonra İspanya'da yeniden bir sol iktidarın doğmasını sağladı.
Politika.
Anayasa.
İspanya anayasası 1978'de kabul edilen anayasadır.
İspanya'nın anayasası 1812'de kabul edilen anayasaya dayanır. 1975'te Francisco Franco'nun ölümünden sonra 1977'de yapılan seçimlerle "Constituent Cortes" adında anayasal bir kurum olarak görev yapan meclis, anayasayı değiştirmek üzere toplandı ve 1978 anayasasını çıkarttı. Sonucunda da İspanya 17 özerk devlet ve 2 özerk şehre ayrıldı.
Dış ilişkiler.
1975'te Francisco Franco'nun ölümünden sonra, Franco rejiminin dış ilişkileri engellediği İspanya, dış ilişkilerini geliştirmeye karar verdi. 1982'de NATO, 1986'da ise Avrupa Birliği üyesi oldu. 2001'de Kuzey Kore ile ilişkilerin normalleştirilmesi ile de İspanya tüm dünya ile ilişkilerini düzeltmiş oldu.
İspanya yönetim birimleri.
İspanya 17 özerk bölgeye (comunidades autónomas) ve 2 özerk şehre (ciudades autónomas) ayrılmıştır. Ayrıca İspanya'da elli il bulunmaktadır. Yedi özerk bölgenin her biri (Asturias, Balear Adaları, Cantabria, La Rioja, Madrid, Murcia ve Navarre) aynı zamanda bir ildir.
Tarihî sebeplerden ötürü, bazı iller ayrıca comarcas denilen "ilçe"lere ayrılmıştır. İspanya'daki en küçük yönetim birimi belediyelerdir (municipio).
Coğrafya.
İspanya (Batıdaki) Portekiz ve Birleşik Krallık'a ait olan (Güneydeki) Cebelitarık ile birlikte İber Yarımadası'nda, 36° ve 43,5° kuzey enlemleri ve (Balear Adaları, Kanarya Adaları, Septe ve Melilla'yı saymazsak) 9° batı ve 3° doğu boylamları arasında bulunur. İspanya İber Yarımadası'nın yedide altısını kaplar. Kuzeydoğusunda Pireneler boyunca Fransa ve Andorra ile İspanya arasındaki sınır uzanır. Bununla birlikte Akdeniz'de bulunan Balear Adaları, Atlantik Okyanusu'ndaki Kanarya Adaları ve Kuzey Afrika kıyılarında bulunan Septe ve Melilla eyaletleri de İspanya sınırları dâhilindedir. Fransa sınırlarındaki Llívia şehri de İspanya'ya aittir. Bununla birlikte Fas kıyılarında bulunan Chafarinas Adaları, Peñón de Vélez de la Gomera, Alhucemas, Alborán ve Columbretes Adaları ile Perejil Adası da İspanya'ya aittir.
Toplam sınır uzunluğu 1917,8 km'dir. Andorra ile 63,7 km, Fransa ile 623 km, Cebelitarık ile 1,2 km, Portekiz ile 1214 km, Fas ile (Ceuta şehri) 15,9 km uzunluğunda sınırı vardır. 4964 km uzunluğunda kıyı şeridi vardır.
Septe ve Melilla şehirleri Kuzey Afrika'da bulunur ve Fas gibi Akdeniz kıyısındadırlar. İspanya'nın yüzölçümü 505.988 km karedir. İspanya, dağlık bir ülke olup ortalama yüksekliği 600 m olan dağlarıyla yükseklik açısından Avrupa'da İsviçre'den sonra ikinci sırada yer alır.
Plato ve yüksek ovaları çevreleyen dağların batı kesimleri hariç yarımadanın beşte ikisinden fazlasını sıradağlar kuşatır. Yarımadanın belli başlı nehirleri doğudan batıya doğru bir yol izleyerek Atlantik Okyanusu'na akar. Ebro Nehri, Akdeniz'e dökülür. Denizciliğe elverişli tek nehir olan Guadalquivir ise Sevilla şehrinden geçer.
İspanya'nın en kuzeydeki noktası Esteca de Vares, en batıda Toriñana Burnu'dur, bunların ikisi de Galisya Bölgesi'ndedir. En güneydeki noktası Tarifa'daki Punta Marroquí, en doğudaki noktası ise Creus Burnu'dur. Kuzeyden güneye doğru uzanan en geniş alan 856 km, doğudan batıya uzanan en geniş alan ise 1.020 km'dir.
İspanya'nın en büyük ve tek gölü 368 hektarlık bir alana yayılan ve 55 metre derinliğinde olan Lago de Sanabria'dır.
Yüzey şekilleri.
İspanya'daki en yüksek dağ Kanarya Adaları'na ait olan Tenerife Adası'ndaki Pico del Teide (3718 m)'dir. Anakaradaki en yüksek dağ ise Granada Eyaleti'ndeki Sierra Nevada'da bulunan Mulhacén (3482 m) dağıdır.
İspanya'nın kuzey kıyısı sadece Gijón ve Avilés ve Ribadeo ve La Coruña'nın arasında önemli çıkıntılar gösterirken diğer yerlerde neredeyse düz bir hat şeklinde ilerler. Ülkenin diğer kıyılarına nazaran bu kıyı şeritleri dik ve aşılması zor kıyılar olarak tanımlanabilirler. Bunun nedeni burada bulunan dağların hemen hemen her yerde denizin içine kadar girmesidir. Bu kıyı şeridine ancak nehirlerin ağzından ve denizin kıyının iç taraflarına kadar girdiği, özellikle Galisya bölgesinde sıkça bulunan kollardan (Ríalardan) mümkündür. İspanya'nın batısı da tamamen bu kıyı özelliklerini gösterir, ama buradaki dağlar sadece burunlarda denizin içine kadar girdiklerinden ve Ría'ların arka kısımlarında genellikle düzlük alanlar bulunduğundan kuzey kadar aşılması güç bir kıyı şeridi değildir.
Güney ve doğu kıyılarının karakteristik özelliği ise düz haliçler ve bu haliçlerin aralarında bulunan ve tepelik alanlarla sona eren çıkıntılardır. Bu şeritler kuzey ve batı kıyılarına oranla çok daha kolay aşılabilen kıyılardır. Güney kıyısındaki en önemli körfezler batıdan doğuya doğru Cádiz, Málaga, Almería ve Cartagena Körfezleri; doğu kıyısındakiler ise Bahía Alicante ve Valensiya Körfezi'dir. İspanya'nın en uzun nehirleri Douro, Tejo ve Ebro'dur.
Askeriye.
İspanya ordusunu (İspanyolca: "Fuerzas Armadas Españolas") kral yönetir. Ordu dörde ayrılır.
Ekonomi.
Dünya Bankası verilerine göre İspanya dünyanın en büyük sekizinci ekonomisine sahiptir. CIA verilerine göre İspanya'nın Gayri safi millî hasılası 1,362 trilyon dolardır. Kişi başına düşen GSMH ise yaklaşık 33.700 dolardır. İspanya ekonomisi 2007 yılında tüm G7 ülkelerini geride bırakarak %3,8 büyümüştür.
İspanya 1999 yılında kendi para birimi Peseta'yı bırakarak diğer Avrupa Birliği üyeleriyle birlikte Euro para birimine geçmiştir.
İspanya'da 22,19 milyon çalışan bulunurken bunların %3,5'i tarımda %29,8'i sanayide, kalan %66,6'lık kesimi de hizmet sektöründe çalışmaktadır. Ancak bununla birlikte %22,3'lük işsizlik oranıyla Avrupa ortalamasının üstündedir.
Otomotiv endüstrisi.
Otomotiv endüstrisi, ülkedeki en büyük işverenlerden biridir. 2015 yılında İspanya, Almanya'dan sonra dünyanın en büyük 8. otomobil üreticisi ve Avrupa'nın en büyük 2. otomobil üreticisi ülkesiydi.
2016 itibarıyla, otomotiv endüstrisi İspanya'nın gayri safi yurt içi hasılasının yüzde 8,7'sini üretiyordu ve imalat sanayinin yaklaşık yüzde dokuzunu istihdam ediyordu. 2008'de otomobil endüstrisi en çok ihraç edilen 2. endüstri iken 2015'te toplam üretimin yaklaşık %80'i ihracat içindi.
Alman şirketleri 2015'te İspanya'ya 4,8 milyar Euro akıtarak ülkeyi doğrudan Alman yabancı yatırımı için yalnızca ABD'nin ardından ikinci en büyük hedef haline getirdi. Bu yatırımın aslan payı olan 4 milyar Euro, ülkenin otomobil endüstrisine gitti.
Enerji.
2010 yılında İspanya, Alvarado, Badajoz yakınlarındaki La Florida adlı devasa bir elektrik santrali tesisiyle Amerika Birleşik Devletleri'ni geride bırakarak güneş enerjisi dünya lideri oldu. İspanya aynı zamanda Avrupa'nın ana rüzgar enerjisi üreticisidir. 2010 yılında rüzgar türbinleri, İspanya'da üretilen tüm elektrik enerjisinin %16,4'ünü oluşturan 42.976 GWh üretti. 9 Kasım 2010'da rüzgar enerjisi, anakara elektrik talebinin %53'ünü kapsayan ve 14 nükleer reaktörünkine eşdeğer miktarda enerji üreten ani bir tarihi zirveye ulaştı. İspanya'da kullanılan diğer yenilenebilir enerjiler hidroelektrik, biyokütle ve denizciliktir (inşa halindeki 2 enerji santrali).
İspanya'da kullanılan yenilenemeyen enerji kaynakları nükleer (8 faal reaktör), gaz, kömür ve petroldür. Fosil yakıtlar birlikte, 2009'da İspanya'nın elektriğinin %58'ini üreterek OECD ortalaması olan %61'in biraz altında kaldı.
Bilim ve Teknoloji.
Consejo Superior de Investigaciones Científicas (CSIC), ülkede bilimsel araştırmalara adanmış önde gelen kamu kurumudur. 2018 SCImago Kurumları Sıralamasında dünya çapında 5. en iyi devlet bilim kurumu (ve genel olarak 32.) olarak yer aldı. İspanya, Küresel İnovasyon Endeksi'nde 2019'da 29. iken 2021'de 30. sırada yer aldı.
Yüksek öğretim kurumları (bölgesel, NUTS2 düzeyinde yönetilen) ülkedeki temel araştırmaların yaklaşık %60'ını gerçekleştirmektedir. Aynı şekilde, özel sektörün Ar-Ge harcamalarına katkısı diğer AB ve OECD ülkelerine göre çok daha düşüktür.
Turizm.
Birleşmiş Milletler Turizm Örgütü'nün verilerine göre 2019 yılındaki verilerine göre Dünya'da 89 milyon turistli Fransa'dan sonra 83 milyon turistle İspanya en çok ziyaret edilen 2. ülke konumundadır.
Eğitim.
İspanya'da devlet okullarında eğitim ücretsiz ve 6 ila 16 yaş arasındaki çocuklar için zorunludur. Ülkede özel ve yarı özel okullar da bulunmaktadır. Çocuklar, altıncı sınıfa kadar ilkokula, daha sonra ortaöğretim birinci sınıfa başlarlar.
Demografi.
1 Ocak 2020 yılı itibarıyla İspanya Ulusal İstatistik Enstitüsü'ne göre, İspanya'nın nüfusu 47.329.981 kişidir. Ülkedeki erkek nüfusu 23.197.625 kişi, kadın nüfusu ise 24.132.356 kişidir. Bunun yanı sıra ülkede yabancı kökenli olarak 5.235.375 kişi yaşamaktadır. Nüfus yılda %0,096 oranında artmaktadır. Kilometrekare başına 89,6 kişi düşmektedir. En yoğun il ise Madrid'dir.
Ülke genelinde tahminî ömür 79,92 yılken, erkeklerde bu rakam 76,6 yıl kadınlarda ise 83,45 yıldır.
Ülke nüfusu yüksek sanayileşme ve göçlerden dolayı 20. yüzyılda iki katına çıktı. Bunun ardından, 1980'lerden sonra doğum oranı azaldı ve elli ilden on birinde ciddi nüfus düşüşleri meydana geldi. Bundan sonra Latin Amerika, Doğu Avrupa, Afrika gibi yerlerden göç edenlerin sayısı arttı.
İspanya'da eşcinsel çiftler evlenme hakkına sahiptirler.
Diller.
İspanya'da konuşulan diller ağırlıklı olarak şunlardır:
İspanyolca İspanya'nın tek resmi dili olarak kabul edilir, diğer diller ise sadece özerk bölgelerde günlük hayatta kullanılan ana dildir.
Bununla birlikte Valensiya Bölgesi'nde Katalancanın bir bask lehçesi olan Valensiyaca konuşulurken, Balear Adaları'nda da Katalancanın bir başka lehçesi olan Mayorka Lehçesi konuşulur. Bunların dışında küçük gruplar tarafından konuşulan azınlık dilleri de bulunur. Bunlardn birkaç tanesi Asturyasca, Aragonca ve Aranese'dir. Bununla birlikte Melilla'da yaşayan Masiriler Tamazight dili konuşurken, Olivenza'da (Ekstremadura) hâlâ Portekizce konuşan gruplar bulunmaktadır.
Tatil sezonu başladığında Almanya'dan, Polonya'dan ve birçok Güney Amerika ülkesinden özellikle tatil yörelerine çalışmaya gelen birçok kişi bulunur. Costa Blanca ya da Costa del Sol gibi bazı turistik bölgelere yerleşmiş olan birçok Alman ve İngiliz de mevcuttur.
Yabancı dil olarak İngilizce ve Fransızca konuşulur. Genç İspanyollar yabancı dil olarak daha çok İngilizceyi öğrenirken, yaşı büyük olan İspanyollar daha ziyade Fransızca bilmektedirler.
Din.
Sosyolojik Araştırma Merkezi (CIS) 2023 verilerine göre İspanya halkının %56'sı Katolik (%38 inanan ama düzenli ibadet etmeyen %18'sı düzenli ibadet eden) %38 Dinsiz (%14 Ateist, %12 Agnostik %12 Tanımsız) %3 Diğer dinlere bağlıdır %3 ankete cevap vermemiştir.
İspanya Anayasası, yönetimde laikliği ve herkes için din veya inanç özgürlüğünü güvence altına alıyor; hiçbir dinin "devlet karakteri" taşımaması gerektiğini söylerken, devletin dini gruplarla "iş birliği" yapmasına izin veriyor. Hristiyanların en çok ziyaret ettiği kutsal yerlerden biri olan Santiago de Compostela da İspanya'da bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1405",
"len_data": 17460,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.65
}
|
Van (, Kürtçe: "Wan", , Azerice: "Van"), Türkiye'nin Van (il)inini merkezi olan şehirdir. Anadolu'nun en büyük kapalı havzası olan Van Gölü kıyısında toprakları verimli, akarsuları bol, iklim koşulları oldukça elverişli bir yerleşim merkezidir. Van dünyanın hâlâ yaşanılan en eski şehirler listesinde yer almakta olup aynı zamanda Urartululara da başkentlik yapmıştır.
Etimoloji.
Van isminin nereden geldiğine dair belli bir kaynak yoktur. Ancak kabul edilen iki ayrı görüş bulunmaktadır: Bunlardan birincisi, şehir kurulduktan sonra Van adında bir valinin gelip şehri bayındır hale getirmesinden dolayı isminin verildiğidir. İkinci görüş ise Urartular'ın şehir için kullandıkları "Viane" ve "Biane" kelimelerinden türemiş olduğudur. Bölgenin hakim dillerinde yapılan bütün karşılaştırmalarda her iki kelime yakın anlamda görünmektedir. Her iki kelime de şehir ve yerleşime ilişkindir. Dolayısıyla Van yerleşim yeri, şehir, memleket, yöre ve benzeri anlamdadır. Bunlardan en yüksek ihtimal ise şehir görünmektedir.
Tarihçe.
Van'da insan yerleşiminin tarihi MÖ 7000 yıllarına kadar uzanır. Van Kalesi'nin 6 km güneyinde bulunan Tilkitepe ve Van Gölü'nün kuzeyindeki Ernis Mezarlıklarında yapılan kazılarda Kalkolitik, Tunç, Demir çağlarına ait yerleşimler bulunmuştur. Van'da 20. yüzyıla kadar Ermeni, Türk, Azeri, Kürt, Arap, Zaza nüfus yaşamıştır. Gelenekleri Osmanlı ve İran etkisinde gelişmiştir. Van farklı kültürlerin ve toplulukların bir arada yaşayabildiği güzide bir coğrafyadır.
Erken tarih.
Hurriler, MÖ 2000'lerden itibaren Van Gölü'nden başlayarak Kızılırmak ve Yeşilırmak'ın Karadeniz'e döküldüğü yerlere kadar uzanan bir bölgeye hâkim olmuştur. MÖ 13. yüzyılda Hurri-Mitanni siyasi teşekkülün merkezi otoritesi zayıflamış ve beyliklere bölünmüştür. Asur Kralları bu küçük beyliklerini hakimiyetleri altına almaya çalışmış ve bu sırada Van Gölü çevresinde Batı İran'a kadar olan bölgede Urartular ile Asurlular arasında mücadeleler başlamıştır. Urartu-Asur mücadelesi MÖ.VI. yüzyılın ortalarına kadar sürmüş, Urartular bu dağlık ve zor arazi şartlarına sahip bölgeyi egemenlik altında tutmuştur
Şehri ilk kuran Asur Kraliçesi Semiramis'tir. Urartular zamanında şehir bir imparatorluk merkezi haline gelmiş ve Urartuların başkenti o zaman Van'a verdikleri isim ile Tuşpa olmuştur. Urartular'dan kalma Van Kalesi, 3000 yıldır hâlâ ayaktadır. Van Kalesi'nde Urartular'dan kalan kaya ve oda mezarları, tapınaklar, yazıtlar ve bazı yapılar bulunur. Urartu kralı I. Sarduri'nin kurduğu ve başkent yaptığı Tuşpa, Urartu krallarının mezralarını, uzun yazıtları içinde barındırır. Horhor Yazıtı, kaledeki en uzun yazıttır ve kral Argişti'ye ait mezar odasının girişinde bulunur. Analı kız kutsal alanında büyük bloklara yazılmış yazılar vardır ve burası bir sunak alanıdır. İç Kale'de Urartulara ait bir tapınağın temelleri bulunur. Kalenin batısında Madır Burcu isimli görkemli yapının ne amaçla yapıldığı tam olarak bilinmemektedir, fakat bir liman olduğu tahmin edilmektedir. Kalenin kuzeyinde yer alan Van Kalesi Höyüğü'nde kazılar da yapılmıştır.
Van'ın medeni tarihi Urartular ile başlar. Van, bugünkü Doğu Anadolu Bölgesi ve Ermenistan ile civarındaki toprakları kapsayan Urartu Devleti'nin merkeziydi. İskit istilasının ardından zayıflayan Urartular, İran'dan gelen Medler tarafından yıkıldı. Daha sonra bölgeye Ahamenişlerler, Büyük İskender, Selevkoslar, Ermeniler, Partlar, Romalılar, Sasaniler ve Doğu Romalılar (Rumlar) hâkim olmuştur. 644 yılında Müslüman Araplar bu bölgeyi fethetmiş, daha sonra bölge yine Rumlara geçmiştir. Yöre, uzun süre Abbasilere veya Rumlara bağlı yerel Ermeni beyleriyle yönetilmiştir.
Selçuklu ve Osmanlı Dönemi.
Selçuklu Türkleri, bölgeyi ilk olarak 1064 yılında ele geçirdiler. 1100 yılında ise Ahlat'la birlikte bu bölgeyi Mervaniler'den aldılar. Bu tarihten sonra 1100 ile 1207 yılları arasında Ahlatşahlar Beyliği'nin kontrolünde kalan Van, 1207'den sonra Eyyubiler'in hâkimiyetine geçti. Kısa bir süre Anadolu Selçuklu Devleti'nin idaresinde kalan şehir, bu dönemden itibaren Hakkâri Emirliği'nin kontrolüne girdi.1387 yılında Hakkâri Emiri döneminde şehir, Timur tarafından kuşatıldı. Timur'un zaferinden sonra Hakkâri Emirliği'nin emirleri, Timurlulara bağlı olarak bölgeyi yönetmeye devam etti. 15. yüzyılda Van, Akkoyunlular, Karakoyunlular ve Hakkâri Emirliği arasında hakimiyet mücadelesine sahne oldu. Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah dönemi hariç, 1507 yılına kadar Van şehri Hakkâri Emirliği'nin kontrolünde kaldı.
16.yüzyılın ilk yarısında Van bölgesi, Osmanlı İmparatorluğu ve Safevi İmparatorluğu arasında bir çatışma alanı haline geldi. Bölge, uzun süre Hakkâri Emirliği'nin kontrolünde kaldı, ancak Safeviler 1507 yılında Hakkâri Kürtlerinden Van'ı ele geçirdiler. Osmanlılar, 1514'teki Çaldıran Muharebesi'nin ardından 1515'te şehri kısa bir süre ellerinde tuttular. Safeviler, Osmanlılar'ın batıya yönelmesinin ardından 1520'de Van'ı yeniden ele geçirdiler. 1548-1549'daki Osmanlı-Safevî Savaşı'nın ardından Van, 10 gün süren Van Kuşatması'nın ardından yeniden Osmanlı kontrolüne girdi. Osmanlıların şehir üzerindeki kontrolü, savaşın sonunda 1555'te imzalanan Amasya Antlaşması ile teyit edildi. Osmanlı kontrolünde Van önce Erzurum eyaletine bağlı bir sancak iken 1570 civarında Van (eyalet) oldu. 1603-1618 Osmanlı-Safevî Savaşı esnasında bölgede çatışmalar gerçekleşti. 1623-1639 Osmanlı-Safevî Savaşı'nda Van, Safeviler tarafından bir kez daha kuşatıldı. 15 Ekim 1633 tarihindeki Kuskunkıran Muharebesi'nde Osmanlı ordusu kendinden sayıca üstün Safevî ordusuna karşı kayda değer bir zafer kazandı. 15-16 Ekim gecesi Rüstem Han'ın ordusunun geri kalanıyla çekilmesi üzerine 4 Eylül'den beri süren Safevî kuşatması sona erdi. Osmanlıların Van üzerindeki kontrolü nihayet 1639'da imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması ile kesin ve kalıcı hale geldi.
1500'lü yıllardan itibaren Türkler ve Ermeniler'in sükûnet içinde yaşadığı bir yer olmuştur. Ancak 1850'den sonra şehir içinden tehlike çanları çalar. Van'da barış ortamı bozulmaya başlar ve şehir uzun süreli bir kabus içine girer. Gayrimüslim ahali tarafından ilk isyan 2 Haziran 1896'da başlar. Yaz boyu süren isyan yüzünden iki taraf da yüzlerce kayıp verir. Yaz mevsiminin bitmesiyle isyan bastırılır fakat bu kalıcı çözüm sağlayamaz. Van'a vali olarak atanan Ali Paşa kısa sürede şehirde sükûneti sağlar ve isyana katılmayan kesimin beğenisini kazanır. Ancak Paşa'nın görevden alınması işleri tekrar sarpa sarar. Müslüman ve gayrimüslim ahali arası yaşanan çatışmalar
I.Dünya Savaşı ile birlikte şehri bir yıkıma götürür. 2 Nisan 1918'de Ali İhsan Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu, Rusların harabeye çevirdiği Van'ı tekrar alır. Bu dönemden sonra Van şehri Erek Dağı'nın eteğinde yeniden kurulur. Eski Van ise 1-2 cami hariç kullanılamaz hale gelmiştir ve günümüze gelinceye kadar ayakta kalan yapılar dayanamayarak yıkılmıştır.
Cumhuriyet dönemi.
Cumhuriyet ilanı ile birlikte Van, Türkiye'nin bir ili olmuştur. Yenişehir Toprakkale eteklerinde yeniden kurulmuştur. Bu dönemden itibaren şehir düşük bir hızda gelişmeye devam etmiştir. 1943 yılında havalimanına kavuşmuştur. 1976 yılında ise Muradiye-Çaldıran'da yaşanan bir depremle sarsılmıştır. 1980 yılından sonra bölgede yaşanan güvenlik olaylarından dolayı bölge halkının ilk adreslerinden biri olmuştur. Bu dönemden itibaren şehir nüfusu ani hızla büyümeye başlamıştır. 2008 yılında nüfusu 1 milyonu geçmiştir. Van'ın merkezinde Ekim ve Kasım 2011'de iki yıkıcı deprem meydana gelmiştir. Bu depremler Van için bir dönüm noktası olmuştur ve şehir büyük ölçüde değişime uğramıştır. Deprem öncesi 353.000 olan merkez nüfus deprem sonrası 500.000'i geçmiştir. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile Van'da sınırları il mülki sınırları olan büyükşehir belediyesi kurulmuş ve 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesi çalışmalarına başlamıştır.
Kültür.
Van kültürü; Van kedisi, Van otlu peyniri ve Van kahvaltısına dayanır. Van otlu peyniri yörede önemli bir şekilde yayılmıştır. Dağlardan toplanan otlardan yapılır. Şehrin sahip olduğu kültürel yapılar, turizme katkı sağlamaktadır. Şehre özellikle İran'dan turist gelmektedir.
Eski Van Şehri.
Eski Van şehri birçok yapıya ev sahipliği yapmaktadır. Bu şehrin kalıntıları günümüze ulaşmıştır. Surlara ait bazı kalıntılar vardır ve sağlam olan tek kapı güneye bakan Orta Kapı'dır. Mimar Sinan'ın eseri olan Hüsrevpaşa Külliyesi han, hamam, türbe, imaret, çeşme ve medreseden oluşmaktadır. Bölgede sağlam kalan tek hamam bu külliyenin bir elemanı olan Çifte Hamam'dır. Eski Van'da günümüzde kullanılan tek eser Kaya Çelebi Cami'dir. Eskiden çok görkemli bir mekân olan Van Ulu Camisi ne yazık ki günümüzde yıkılmıştır ve sadece minaresi sağlam kalabilmiştir. Kızıl Cami'ninde aynı şekilde minaresi günümüze ulaşmış ve diğer bölümleri yıkılmıştır. Kentte ayrıca günümüze ulaşan S. Dsirvanor, S. Stephan, S. Vardan, s. Neshan, şehrin en eski kilisesi olan ve Çifte Kilise olarak da anılan S. Paulos ve S. Petros Kiliseleri bulunur. Ayrıca eskiden İsa'nın çarmıhına ait bir parçanın saklandığı Meryem ana (S. haç, Tiramary) kilisesi ve Madır burcunun üstüne yapılmış Vaftizci Yahya (S. Hovhannes) kiliseleri yıkılmıştır. Hüsrev Paşa hanının temelleri Kaya Çelebi ve Hüsrev Paşa Camileri arasında görülebilmektedir. Şehrin batısında bulunana Horhor bahçeleri şehrin surlar içerisindeki bahçeleri durumundaydı ve İskele Kapı'nın hemen önündeydi. Ayrıca bahçelerin yakınında hâlen kalıntıları olan Horhor Cami ve Medresesi bulunuyor
Mutfak.
Van'ın kültürel zenginliği ve aktivitesi mutfağına da yansımıştır. Keledoş, helise, murtuğa, tırşik, inci kefali, otlu peynir, ayran aşı ve Van kahvaltısı şehrin yöresel yemeklerindendir. Keledoş, hayvansal et, bulgur, nohut, tereyağı, yoğurt gibi gıdalardan yapılmaktadır. Bölge halkının en çok tercih ettiği yemeklerdendir. Ayran aşı, Buğday, yoğurt ve nohutla yapılan bir diğer yemektir. Yöre insanı için vazgeçilmez bir değerdir. İnci kefali, Van Gölü'nde yaşayan tek endemik türdür. Av yasağı zamanları dışında Van halkı tarafından bolca tüketilmektedir. Van otlu peyniri, şehir ile özdeşleşmiş bir gıdadır. Ehli hayvanlardan sağılan ve bölge coğrafyasından toplanan ot ve bitkilerden elde edilir. Şehir merkezinde yaşı 50'yi geçen bir peynir çarşısı bulunur. Bölge halkı tarafından çok tercih edilmektedir. Van kahvaltısı, içinde birçok çeşit gıda barındıran ve şehre gelen insanların dikkatini çeken bir kahvaltıdır. Helise, tavuk eti ve tereyağından yapılan bir yöre yemeğidir. Yapısı biraz Keledoş yemeğini anımsatmaktadır. Murtuğa ise tereyağı ve yumurta ile yapılan bir yöre yemeğidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1407",
"len_data": 10578,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.78
}
|
Alevilik, Hacı Bektaş-ı Veli'nin mistik İslam öğretilerini takip eden ve Şamanizm'den bazı gelenekleri de içine alan senkretik bir İslami gelenektir. Sünni İslam ve Usûlî On İki İmamcı Şii İslam'dan farklı olarak, Alevilikte bağlayıcı dini dogmalar bulunmaz ve öğretiler, tasavvuf tarikatlarında olduğu gibi bir manevi lider (Dede) tarafından aktarılır. Aleviler, İslam'ın altı inanç esasını kabul ederler ancak bu esasların yorumlanmasında farklılık gösterebilirler. Osmanlı'dan başlayarak, daha sonra Türkiye Cumhuriyeti ve akademik çevreler tarafından ortodoks Sünni çoğunlukla karşılaştırılarak heterodoks olarak tanımlanmış ve önemli kurumsal damgalamalarla karşı karşıya kalmışlardır. Hristiyanlıkta bulunan "Baba-Oğul-Kutsal Ruh" teslis inancına benzer "Allah-Muhammed-Ali" inancına sahiplerdir. Günümüzde Alevilerin bir kısmı kendini müslüman olarak görmemektedir.
Alevi-Bektaşi terimi, günümüzde Türkiye'deki dini söylemde, Alevilik ve Bektaşilik adıyla bilinen iki grubu kapsayan bir üst terim olarak yaygın ve sık kullanılan bir ifadedir. Aleviler ağırlıklı olarak Türkiye'de bulunur ve Türkiye nüfusunun Alevi oranına dair tahminler %4 ile %15 arasında değişmektedir.
Alevilik de tıpkı Yahudilik gibi etno-dinsel bir kimliktir; Alevi olmak için Alevi bir anne veya babadan doğmak gerekir.
Etimoloji.
Alevi kelimesi, Türkçeye Arapça kökenli “Alī” (علي) isminden türetilmiştir. Alevî kelimesi Arapça علوي (Alawī) kelimesinden gelir. Bu kelime “Ali’ye mensup, Ali taraftarı” anlamını taşır. Muhammed'in vefatından sonra ortaya çıkan halife seçimlerinde oluşan ayrışmalar sonucunda Muhammed'in damadı Ali'nin ilk halife olması gerektiğini savunanlardan gelmiştir.
Şiilik kelimesi "taraf" anlamına gelmesi ve aleviler gibi Ali'nin tarafını tutanlardan geldikleri halde Şiiler inanç boyutunda (namaz, cami, temel inanç esasları) Sünnilere benzemektedirler.
Alevilerin dinî itikadı.
Temel inanç.
Alevilik, Hak-Muhammed-Ali üçlemesiyle Ehl-i beyt ve On İki İmamları önemseyen Câferiyye Şiiliği ile ortak noktalara sahip olan bir yoldur. Alevilikte varlık birliği önemli yer tutmaktadır.
"Dört Kapı Kırk Makam" şeklindeki kâmil insan olma ilkelerini Hacı Bektaş-ı Velî’nin tespit ettiğine inanılır. Hacı Bektaş, Makâlât adlı yapıtının 64. sahîfesinde "Kul Tanrı’ya kırk makâmda erer, ulaşır, dost olur" demiştir. Aleviler kendi içlerinde bir çeşit hiyerarşi oluşturmuştur. Örneğin "yol"'a gönül vermiş olana "tâlip" denir. Kişi, yolun kurallarını yerine getirip bilgi düzeyini arttırdıkça yükselir. Alevilikte "yol" denen deyimin temelini "Dört Kapı Kırk Makam" anlayışı oluşturmaktadır.
Dört Kapı ve Mertebeleri şunlardır:
Her kapının on makâmı vardır.
Dinî törenler ve günler.
Aleviler, Muhammed'in son peygamber olduğuna, Ali bin Ebu Talib'in ise veliliğine (ya da imamlığına) inanırlar. Aleviler, ibadetlerini cemevinde yaparlar. Günlük ibadetleri sabah, akşam ve gece gülbengidir. Kadir Gecesi'yle bağlantılı olarak üç gün ve Muharrem ayında ise on iki gün oruç tutarlar. Muharrem'den sonra da üç gün Hızır Orucu tutarlar. Muharrem orucundan evvel üç gün Masum-u Paklar orucunu tutarlar.
Nüfus dağılımı.
Alevilerin çoğu, azınlık oldukları ve Sünnilerin çoğunlukta olduğu Türkiye'de yaşamaktadır. Alevi nüfusunun büyüklüğü tartışmalı olmakla birlikte, çoğu tahmine göre 5 ila 10 milyon arasında, yani Türkiye nüfusunun yaklaşık %10'u kadardır. Türkiye'deki Alevilerin oranına dair tahminler ise %4 ile %15 arasında değişmektedir. Ayrıca, Balkanlar, Kafkasya, Kıbrıs, Yunanistan, İran ve Almanya ile Fransa gibi diaspora nüfusları da bulunmaktadır. 2021 Birleşik Krallık nüfus sayımında Aleviliğin İngiltere ve Galler'deki en büyük sekizinci inanç olduğu ortaya çıkmıştır.
Alevi nüfusunun etnik yapısına ilişkin farklı tahminler bulunmaktadır. Tarihi kasaba ve şehirler göz önüne alındığında, Aleviler arasında en büyük etnik grubun muhtemelen Türkler olduğu düşünülmektedir. 2008 yılında Markus Dressler, Alevi nüfusunun yaklaşık üçte birinin Kürtlerden oluştuğunu ifade etmiştir.
Nüfus Tahminleri.
Alevi nüfusuna ilişkin tahminler farklılık göstermektedir ve aşağıdaki gibi sıralanabilir:
Dünyada Alevi hakları.
Türkiye Cumhuriyeti, cemevlerine ibadethane statüsü verilmesine, Alevi dedelerinin devlet memuru olabilmesine ve Alevilere özel kamu fonu aktarılmasına olanak sağlamamaktadır. Devlet, Aleviliğin "ne tam olarak bir din ne de İslam’ın bir dalı olarak" görülemeyeceği, "Sufi tarikatı olarak" ele alınması gerektiğini, Diyanet'in İslam'ın "Sufi yorumuna" hizmet vermediğini ve cemevlerinin cami, mescid, kilise ve sinagogların aksine ibadethane (mabed) kategorisine girmediğini savunmaktadır. Cemevleri aldıkları bağışlar ile ayakta durmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 2016 yılında karara bağladığı davada Türkiye'de devletin Alevileri resmen tanımaması ve hukuksal statü sağlamamasıyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin din ve vicdan özgürlükleriyle ilgili 9'uncu maddesinin ihlal ettiği sonucuna vardı ve Alevilerin hiçbir kamusal hizmetten faydalanamamalarını dinî ayrımcılık olarak tanımladı. Bugüne kadar AİHM'in kimliklerde din hanesi, cemevlerinin ibadet yeri statüsü, vicdani ret hakkının tanınması ve zorunlu din kültürü ahlak bilgisi derslerine ilişkin kararlarının hiçbiri Türk devleti tarafından uygulanmadı.
ABD Dışişleri Bakanlığı'nın açıkladığı Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonu'nun 2015 yılı raporunda cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmemesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararına rağmen Alevi öğrencilerin zorunlu din derslerinden muaf olma hakkının reddedilmesi ve Alevilere yönelik diğer ayrımcı uygulamalara yer verildi.
İsviçre'nin Basel kantonunda Alevi derneklerinin başvurusu üzerine yerel parlamento 2012 yılında Aleviliği ayrı bir inanç olarak kabul etti. Cem evleri günümüzde hala ibadethane statüsünde yer almasa da son yıllarda yapılan düzenlemeler ile T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde, elektrik, su, fatura bedelleri, bakım onarım vb. ihtiyaç kalemleri gibi daha birçok başlıkta devlet desteği almaktadırlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1410",
"len_data": 6001,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.51
}
|
Ayasofya (anlamı: Kutsal Bilgelik), resmî adıyla Ayasofya-i Kebîr Câmi-i Şerîfi, İstanbul'un Fatih ilçesinde kiliseden çevrilmiş bir camidir. Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından, 532-537 yılları arasında inşa ettirilmiş bazilika planlı bir patrik katedrali olmuştur. 1453 yılında İstanbul'un Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra II. Mehmed tarafından camiye dönüştürülmüştür. Mustafa Kemal Atatürk tarafından 1934 yılında yayımlanan kararname ile tadilat çalışmasına alınmış, 1935 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye dönüştürülme kararı alınıp müzeye dönüştürülmüş, kazı ve tadilat çalışmaları başlatılmış ve 1935'ten 2020'ye kadar müze olarak hizmet vermiştir. 2020'de tekrar camiye çevrilmiş, 2024'te ise caminin üst katı bir müze olarak hizmet vermeye başlamıştır.
Ayasofya, mimari bakımdan merkezî planı birleştiren kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır. Hristiyanlar için hem sembolik hem de eksen olma anlamının yanında, turistik ve ruhsal bir çekim merkezidir.
"Ayasofya" adındaki "Aya" sözcüğü "kutsal" anlamına gelir. "Sofya" sözcüğü ise Grekçede "bilgelik" anlamındaki "sophos" sözcüğünden gelir. Dolayısıyla "Aya Sofya" adı, Nasıralı İsa'ya atfen "Kutsal Bilgelik" ya da "İlahî Bilgelik" anlamına gelmekte olup Hristiyan ilahiyatında Tanrı'nın üç niteliğinden biri sayılır. Miletli İsidoros ve Trallesli Antemius'un yönettiği Ayasofya'nın inşaatında yaklaşık 10.000 işçinin çalıştığı ve İmparator I. Justinianus'un bu iş için büyük bir servet harcadığı belirtilir. Bu çok eski binanın bir özelliği; yapımında kullanılan bazı sütun, kapı ve taşların binadan daha eski yapı ve tapınaklardan getirilmiş olmasıdır.
Bizans İmparatorluğu döneminde Ayasofya, büyük bir "kutsal emanetler" zenginliğine sahipti. Bu emanetlerden biri de 15 metre yüksekliğindeki gümüş ikonostasis idi. Konstantinopolis Patriği'nin kilisesi ve Doğu Ortodoks Kilisesi'nin 1000 yıl boyunca merkezi olan Ayasofya, 1054 yılında Patrik I. Mihail'in Papa IX. Leo tarafından aforoz edilmesine şahitlik etmiş olup bu olay, genel olarak "Schisma"nın yani Hristiyanlık tarihindeki en önemli olaylardan biri olan Doğu ve Batı kiliselerinin ayrılmasının başlangıcı sayılır.
1453 yılında kilise, Osmanlı padişahı II. Mehmed tarafından camiye dönüştürüldükten sonra mozaiklerinden insan figürleri içerenler tahrip edilmemiş (içermeyenlerse olduğu gibi bırakılmıştır), yalnızca ince bir sıvayla kaplanmış ve yüzyıllarca sıva altında kalan mozaikler, bu sayede doğal ve yapay tahribattan kurtulabilmiştir. Cami, müzeye dönüştürülürken sıvaların bir kısmı çıkarılmış ve mozaikler yine gün ışığına çıkarılmıştır. Günümüzde görülen Ayasofya binası, aslında aynı yere üçüncü kez inşa edilen kilise olduğundan "Üçüncü Ayasofya" olarak da bilinir. İlk iki kilise isyanlar sırasında yıkılmıştır. Döneminin en geniş kubbesi olan Ayasofya'nın merkezî kubbesi, Bizans döneminde bir kez (7 Mayıs 558 tarihinde) çökmüş, Ayasofya’nın doğu tarafı da 558 yılında çöktü. Miletoslu İsidoros tarafından onarılan kubbeye dışarıdan payandalarla desteklenen alçak bir kasnak eklendi, kubbe kırk pencereyle hafifletildi ve yüksekliği artırıldı.
Tarihçe.
Birinci Ayasofya.
Ayasofya Kilisesi'nin inşaatı Hristiyanlığı imparatorluğun resmî dini ilan eden Roma imparatoru I. Konstantin tarafından başlattırılmıştır. 337 ile 361 yılları arasında tahtta olan Büyük Konstantin'in oğlu II. Constantius tarafından tamamlanmış ve Ayasofya Kilisesi'nin açılışı 15 Şubat 360'ta II. Constantius tarafından gerçekleştirilmiştir. Socrates Scholasticus'un kayıtlarından gümüş kaplı perdelerle süslü ilk Ayasofya'nın Artemis Tapınağı üzerine inşa edilmiş olduğu öğrenilir.
Adı "Büyük Kilise" anlamına gelen ilk Ayasofya Kilisesi'nin adı Latincede "Magna Ecclesia" ve Grekçede "Megálē Ekklēsíā" (Μεγάλη Ἐκκλησία) idi. Eski bir tapınak üzerine inşa edildiği belirtilen bu yapıdan günümüze ulaşan bir kalıntı yoktur.
Birinci Ayasofya, binanın inşası tamamlanana dek bir katedral niteliğinde işlev gören Aya İrini Kilisesi'nin vaktiyle yakınında yer alan imparatorluk sarayının yakınına (geçmişte müze alanının kuzey kısmındaki, yeni tuvaletlere yakın olan, ziyarete kapalı kısım) inşa edilmişti. Her iki kilise de Bizans İmparatorluğu'nun iki ana kilisesi olarak faaliyet göstermişlerdir.
Birinci Ayasofya, geleneksel Latin mimarisi stilindeki bir sütunlu bazilika olup çatısı ahşaptı ve önünde bir atrium yer almaktaydı. Bu ilk Ayasofya bile olağanüstü bir yapıydı. 20 Haziran 404'te Konstantinopolis Patriği Aziz İoannis Hrisostomos'un İmparator Arcadius'un eşi İmparatoriçe Aelia Eudoksia ile çatışmasından dolayı sürgüne gönderilmesinin ardından çıkan isyanlar sırasında bu ilk kilise yakılarak büyük ölçüde tahrip olmuştur.
İkinci Ayasofya.
İlk kilisenin isyanlar sırasında yakılıp yıkılmasından sonra, imparator II. Theodosius bugünkü Ayasofya'nın bulunduğu yere ikinci bir kilisenin inşa edilmesi emrini vermiş ve İkinci Ayasofya'nın açılışı onun zamanında, 10 Ekim 415'te gerçekleşmiştir. Mimar Rufinos tarafından inşa edilen bu İkinci Ayasofya da yine bazilika planlı, ahşap çatılı ve beş nefliydi. İkinci Ayasofya'nın 381'de İkinci Ekümenik konsil olan Birinci İstanbul Konsili'ne Aya İrini ile birlikte ev sahipliği yaptığı sanılır. Bu yapı 13-14 Ocak 532'de Nika Ayaklanması sırasında yakılıp yıkılmıştır.
1935'te binanın batı avlusunda (bugünkü giriş kısmında) Alman Arkeoloji Enstitüsünden Alfons Maria Schneider tarafından yürütülen kazılarda bu İkinci Ayasofya'ya ait birçok buluntu ele geçirilmiştir. Günümüzde Ayasofya'nın ana girişinin yanında ve bahçede görülebilen bu buluntular, portik kalıntıları, sütunlar, başlıklar, bazıları kabartmalarla işlenmiş mermer bloklardır. Bunların vaktiyle binanın cephe kısmını süsleyen üçgen alınlığın parçaları olduğu saptanmıştır. Binanın cephesini süsleyen bir bloktaki kuzu kabartmaları 12 havariyi temsilen yapılmıştır. Ayrıca kazılar, İkinci Ayasofya'nın zemininin Üçüncü Ayasofya'nın zemininden iki metre daha aşağı bir düzeyde bulunduğunu ortaya koymuştur. İkinci Ayasofya'nın uzunluğu bilinmemekteyse de genişliğinin 60 m olduğu sanılır.(Günümüzde, Üçüncü Ayasofya'nın ana girişinin yanında yer alan İkinci Ayasofya'ya ait cephe merdiveni basamaklarının yaslandığı zemin, kazılar sayesinde görülebilir durumdadır. Kazılara şimdiki binada çökmelere sebep olabileceğinden devam edilmemiştir.)
Üçüncü Ayasofya.
Yapımı.
İkinci Ayasofya'nın 23 Şubat 532'de yıkımından birkaç gün sonra imparator I. Justinianus öncekinden tümüyle farklı, daha büyük ve kendisinden önce gelen imparatorların yaptırdıkları kiliselerden çok daha muhteşem bir kilise inşa ettirmeye karar verdi. Justinianus bu işi yapacak mimarlar olarak fizikçi Miletli İsidoros ile matematikçi Trallesli Anthemius’u görevlendirdi. Bir efsaneye göre, Justinianus inşa ettireceği kiliseye ilişkin hazırlanan taslakların hiçbirini beğenmez. Bir gece İsidoros taslak hazırlamaya çalışırken uyuyakalır. Sabah uyandığında Ayasofya’nın hazırlanmış bir planını önünde bulur. Justinianus bu planı mükemmel bulur ve Ayasofya’nın buna göre inşa edilmesini emreder. Bir başka efsaneye göre de İsodoros bu planı rüyasında görmüş ve planı rüyasında gördüğü şekilde çizmiştir. (Anthemius daha inşaatın ilk yılında öldüğünden işi İsidoros sürdürmüştür). İnşa, Bizanslı tarihçi Prokopius’un "Justinian'ın binaları" (, , "Binalar Üzerine"), adlı eserinde betimlenir.
İnşaatta kullanılacak malzemeleri üretmek yerine imparatorluk topraklarında yer alan yapı ve tapınaklardaki yontulmuş hazır malzemelerden yararlanmak yoluna gidilmiştir. Bu yöntem, Ayasofya'nın inşa süresinin çok kısa olmasını sağlayan etkenlerden biri olarak kabul edilebilir. Böylece binanın yapımında Efes'teki Artemis Tapınağı'ndan, Mısır'daki Güneş Tapınağı'ndan (Heliopolis), Lübnan’daki Baalbek Tapınağı'ndan ve daha birçok tapınaktan getirtilen sütunlar kullanılmıştır. Bu sütunların altıncı yüzyıl imkânlarıyla nasıl taşındığı bilinmez. Kaplama ve sütunlarda kullanılan renkli taşlardan kırmızı porfir Mısır, yeşil porfir Yunanistan, beyaz mermer Marmara Adası, sarı taş Suriye ve kara taş İstanbul kökenlidir. Ayrıca Anadolu’nun çeşitli yörelerinden gelen taşlar kullanılmıştır. İnşaatta on binden fazla kişinin çalıştığı belirtilir. İnşaat sonunda Ayasofya Kilisesi günümüzdeki hâlini almıştır.
Mimaride yeni bir anlayışı gösteren bu kilise yapılır yapılmaz derhal mimarinin baş eserlerinden biri olarak kabul edildi. Mimarın böylesine büyük bir açık mekânı sağlayabilecek devasa bir kubbeyi inşa edebilmede İskenderiyeli Heron’un teorilerinden yararlanmış olması mümkündür.
23 Aralık 532’de başlanan yapım çalışması 27 Aralık 537’de tamamlandı. Kilisenin açılışını İmparator Justinianus ve Patrik Eutychius büyük bir törenle birlikte yaptılar. Ayasofya, o zamana kadar en büyük yapı olarak kabul edilen Süleyman’ın Tapınağı’ndan daha büyük olduğundan İmparator I. Justinianus (Jüstinyen) halka yaptığı açılış konuşmasında "Ey Süleyman! Seni yendim" demiştir. Kilisenin ilk mozaiklerinin yapımı 565 ile 578 yılları arasında tahtta olan II. Jüstinyen döneminde tamamlanabilmiştir. Kubbe, pencerelerinden sızan ışıkların duvarlardaki mozaiklerde oluşturdukları ışık oyunları dahiyane mimariyle birleşerek izleyicilere büyüleyici bir atmosfer verir. Ayasofya, İstanbul'a gelen yabancılar üzerinde öylesine büyüleyici, derin bir etki bırakmıştır ki Bizans döneminde yaşayanlar, Ayasofya'yı "dünyada tek" ("singulariter in mundo") olarak nitelemişlerdir.
Yapım sonrası.
Fakat yapılışından kısa bir süre sonra, 553 Gölcük ve 557 İstanbul depremlerinde ana kubbe ile doğu yarım kubbesinde çatlaklar belirdi. 7 Mayıs 558 depreminde ise ana kubbe tümüyle çöktü ve ilk "ambon", "siboryum" ve "sunak" da ezilerek yok oldu. İmparator derhal restorasyon çalışmasını başlattı ve bu çalışmanın başına Miletli İsidoros’un yeğeni genç İsidorus’u getirdi. Depremden ders alınarak bu kez yeniden çökmemesi için kubbenin yapımında hafif malzeme kullanıldı ve kubbe eskisine kıyasla 6,25 m daha yükseğe yapıldı. Restorasyon çalışması 562 yılında tamamlandı.
Yüzyıllarca Konstantinopolis Doğu Ortodoks patriğinin merkezi olan Ayasofya aynı zamanda Bizans’ın taç giyme törenleri gibi imparatorluk törenlerine ev sahipliği yapmıştır. İmparator VII. Konstantinos "Törenler Kitabı" ("De caerimoniis aulae Byzantinae") adlı kitabında Ayasofya'da yapılan imparator ve patrik tarafından düzenlenen törenleri tüm ayrıntılarıyla anlatır. Ayasofya, ayrıca günahkarlar için de bir sığınma yeri olmuştur.
Ayasofya'nın daha sonra uğradığı tahribatlar arasında 859 yangını, bir yarım kubbesinin düşmesine neden olan 869 depremi ve ana kubbesinde hasara yol açan 989 depremi sayılabilir. 989 depreminden sonra imparator II. Basil, kubbeyi Agine ve Ani'deki büyük kiliseleri inşa eden Ermeni mimar Trdat'a tamir ettirmiştir. Trdat kubbenin bir kısmını ve batı kemerini onarmış ve kilise 6 yıl süren onarım çalışmasından sonra 994'te yeniden halka açılmıştır.
Latin istilası dönemi.
Dördüncü Haçlı Seferi sırasında, Venedik Cumhuriyeti'nin Doçu Enrico Dandolo komutasındaki Haçlılar İstanbul'u ele geçirip Ayasofya'yı yağmalamışlardır. Bu olay Bizanslı tarihçi Nikitas Honiatis'in kaleminden ayrıntılı olarak öğrenilir.
Kiliseden aralarında İsa'nın mezar taşından bir parça, İsa'nın sarıldığı bez olan torino kefeni, Meryem'in sütü ve azizlerin kemikleri gibi birçok kutsal emanet ile altın ve gümüşten yapılma değerli eşyalar çalındı, kapılardaki altınlar bile sökülerek batı kiliselerine götürüldü şeklinde anlatılır. Latin İstilası (1204-1261) olarak anılan bu dönemde Ayasofya, Roma Katolik Kilisesi'ne bağlı bir katedrale dönüştürülmüştür. 16 Mayıs 1204 tarihinde Latin imparatoru I. Baudouin imparatorluk tacını Ayasofya'da giymiştir.
Enrico Dandolo adına konan mezar taşı Ayasofya'nın üst galerisindedir. Gaspare ve Giuseppe Fossati tarafından gerçekleştirilen 1847-1849 restorasyonu sırasında mezarın gerçek bir mezar olmadığı Enrico Dandolo anısına bir sembolik plaket olarak konulduğu ortaya çıkmıştır.
Son Bizans dönemi.
Ayasofya 1261'de tekrar Bizanslıların kontrolüne geçtiğinde harap, virane ve yıkılmaya yüz tutmuş bir durumdaydı. 1317'de imparator II. Andronikos finansmanını ölen eşi İrini'nin mirasından karşılayarak binanın kuzey ve doğu kısımlarına 4 adet istinat duvarı (Orta Çağ Yunancası: Πυραμὶδας "Piramídas") ekletti. 1344 depreminde kubbede yeni çatlaklar belirdi ve 19 Mayıs 1346'da binanın çeşitli kısımları çöktü. Bu olaydan sonra kilise, 1354'te Astras ve Peralta adlı mimarların restorasyon çalışmasının başlamasına kadar kapalı kaldı.
Cami dönemi.
İstanbul'un 1453'te Osmanlı Türkleri tarafından fethinden sonra, fethin sembolü olarak, derhal Ayasofya Kilisesi camiye dönüştürülmüştür. O sıralarda Ayasofya harap bir haldeydi. Bu durumu Kordoba soylusu Pero Tafur ve Florentine Cristoforo Buondelmonti gibi Batılı ziyaretçilerce betimlenir. Ayasofya'ya özel bir önem veren Fatih Sultan Mehmed kilisenin derhal temizlenip camiye çevrilmesini emretti, fakat adını değiştirmedi. İlk minaresi onun döneminde inşa edilmiştir. Osmanlılar bu tür yapılarda taş kullanmayı tercih etmekle birlikte minarenin hızla inşa edilebilmesi amacıyla bu minare tuğladan yapılmıştır. Minarelerden biri de sultan II. Bayezid tarafından eklenmiştir. 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman fethettiği Macaristan'daki bir kiliseden Ayasofya'ya iki dev kandil getirtmiştir ki, günümüzde bu kandiller mihrabın iki yanında yer alırlar.
II. Selim döneminde (1566-1574) yorgunluk ya da dayanıksızlık belirtileri gösterdiğinde, bina, dünyanın ilk deprem mühendislerinden biri sayılan Osmanlı baş mimarı Mimar Sinan tarafından eklenen dış istinat yapılarıyla (payanda) takviye edilerek son derece sağlamlaştırılmıştır. Günümüzde binanın dört tarafındaki toplam 24 payandanın bir kısmı Osmanlı dönemine, bir kısmı Doğu Roma İmparatorluğu dönemine aittir. Bu istinat yapılarıyla birlikte, Sinan ayrıca, kubbeyi taşıyan payeler ile yan duvarlar arasındaki boşlukları kemerler ile besleyerek kubbeyi iyice sağlamlaştırmış ve binaya iki geniş minare (batı kısmına), hünkar mahfili eklemiştir (1577).
Ayasofya binasının içine Osmanlı döneminde eklenen diğer yapılar arasında mermerden minber, hünkar mahfiline açılan galeri, müezzin mahfili (mevlid balkonu), vaaz kürsüsü sayılabilir. III. Murad Bergama'da bulunmuş, Helenistik Dönemden kalma (MÖ IV. yüzyıl), kaymak taşından yapılma iki küpü Ayasofya'nın ana nefine (ana salon) yerleştirmiştir. I. Mahmud 1739'da binanın restore edilmesini emretti ve bir kütüphane ile binanın yanına (bahçesine) bir medrese, bir imarethane ve bir şadırvan ekletti. Böylece Ayasofya binası, civarındaki yapılarla birlikte bir külliyeye dönüştü. Bu dönemde ayrıca yeni bir sultan galerisi ve yeni bir mihrap yapıldı.
Ayasofya'nın Osmanlı dönemindeki en ünlü restorasyonlarından biri sultan Abdülmecid’in emriyle Gaspare Fossati ile kardeşi Giuseppe Fossati’nin nezaretinde 1847 ile 1849 yılları arasında yapılmıştır. Fossati kardeşler, kubbe, tonoz ve sütunları sağlamlaştırdı ve binanın iç ve dış dekorasyonunu yeniden elden geçirdi. Üst kattaki galeri mozaiklerinin bir kısmı temizlendi, çok tahrip olanları ise sıvayla kaplandı ve altta kalan mozaik motifleri bu sıva üzerine resmedildi. Işıklandırma sistemini sağlayan yağ lambası avizeleri yenilendi. Kazasker Mustafa İzzed Efendi'nin (1801-1877) eseri olan; Allah, Muhammed, Dört Halife ve Halife Ali’nin oğulları Hasan ve Hüseyin’in isimlerinin hat sanatıyla yazılı olduğu yuvarlak dev tablolar yenilenip sütunlara asıldı. Ayasofya’nın dışına yeni bir medrese ve muvakkithane inşa edildi. Minareler aynı boya getirildi. Bu restorasyon çalışması bittiğinde Ayasofya Camii 13 Temmuz 1849'da gerçekleştirilen bir törenle yeniden halka açıldı.
Müze dönemi.
1930 ile 1935 yılları arasında restorasyon çalışmaları nedeniyle halka kapatılan Ayasofya’da Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle bir dizi çalışmalar yapıldı. Bu çalışmalar arasında çeşitli restorasyonlar, kubbenin demir kuşak ile çevrilmesi ve mozaiklerin ortaya çıkarılıp temizlenmesi sayılabilir. Restorasyon sırasında Ayasofya’nın, "yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik ilkesi doğrultusunda yapılış amacı olan kiliseye tekrar çevrilmesi konusunda fikirler ortaya atılmışsa da bölgede yaşayan Hristiyan sayısının çok az olmasından dolayı oluşan talep yetersizliği, bölgede bu denli muhteşem bir kiliseye karşı yapılabilecek muhtemel provokasyonlar ve mimarinin tarihî önemi göz önüne alınarak" Bakanlar Kurulunun 24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589 sayılı kararıyla müzeye çevrilmiştir. 1 Şubat 1935'te ziyarete açılan müzeyi Atatürk, 6 Şubat 1935 tarihinde ziyaret etmiştir. Yüzyıllar sonra mermer zemindeki halıların kaldırılmasıyla zemin döşemesi, insan figürlü mozaikleri örten sıvanın kaldırılmasıyla da mozaikler tekrar gün ışığına çıkarılmıştır. Yapı 19 Kasım 1936’da tapuya resmen "Ayasofyayı Kebir Camii Şerifi" adıyla kaydedilmiştir.
Ayasofya'nın sistemli olarak incelenmesi, restorasyonu ve temizlenmesi, Amerikan Bizans Enstitüsünün 1931'deki ve Dumbarton Oaks Alan Komitesinin 1940'lardaki girişimiyle sağlanmıştır. Bu kapsamda yapılan arkeolojik çalışmalar K. J. Conant, W. Emerson, R. L. van Nice, P. A. Underwood, T. Whittemore, E. Hawkins, R. J. Mainstone ve C. Mango tarafından sürdürülmüş ve Ayasofya’nın tarihine, yapısına ve dekorasyonuna ilişkin başarılı sonuçlar elde edilmiştir. Ayasofya’daki çalışmalarda bulunmuş diğer isimlerden bazıları A. M. Schneider, F. Dirimtekin ve Prof. A. Çakmak’tır. Bizans Enstitüsü ekibi mozaik arama ve temizleme işleriyle uğraşırken, R. van Nice yönetimindeki bir ekip de binanın, taş taş ölçülerek rölövelerini çıkarma çalışmasına girişmiştir. Çalışmalar hâlen çeşitli uluslardan bilim insanlarınca sürdürülür.
Tekrar cami olması.
1991 yılında Ayasofya Müzesi'nin bir bölümü cami olarak Müslümanların ibadetine açılmıştır.
Ayasofya'nın tekrar cami olma süreci ilk olarak 2005 yılında başladı, 2005 yılında yargıya taşınan olay Danıştay 10. Dairesi tarafından reddedildi. 2016'da tekrar açılan dava da Haziran 2018'de açıklanan karar ile aynı şekilde sonuçsuz kaldı. Temmuz 2016'da Ayasofya Müzesi'nde düzenlenen Kadir Gecesi programında, 85 yıl aradan sonra sabah namazında ezan okundu. Diyanet TV'nin Ramazan ayı boyunca Ayasofya'dan "Bereket Vakti Ayasofya" adlı sahur programını ekranlara getirmesine Yunanistan'dan tepki geldi. Ekim 2016'da müzenin Müslüman ibadetine açık olan bölümü Hünkar Kasrı'na, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından uzun yıllardan sonra ilk kez asaleten imam atandı. 2016 itibarıyla Hünkar Kasrı bölümünde vakit namazlar kılınmaya ve minarelerinden Sultanahmet Camii ile 5 vakit çifte ezan okunmaya başlandı. 29 Mayıs 2020 tarihinde İstanbul'un Fethinin 567. yıl dönümünde Fetih Suresi okundu. Bu gelişmelerin ardından Ayasofya'nın cami olma süreci tekrar gündeme geldi. Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği'nin "Ayasofya'nın camiden müzeye dönüştürülmesine yönelik Bakanlar Kurulu kararının iptali" istemiyle Danıştay'da dava açması üzerine 2 Temmuz 2020 tarihinde duruşma gerçekleştirildi ve 10 Temmuz 2020 tarihinde Danıştay 10. Dairesi, Ayasofya'nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını "Ayasofya'nın vakıf senedindeki cami vasfı dışında kullanımının ve başka bir amaca özgülenmesinin hukuken mümkün olmadığını" belirterek iptal etti. Bunun üzerine 2729 numaralı cumhurbaşkanı kararı ile Ayasofya, Diyanet İşleri Başkanlığına devredilerek tekrar cami statüsüne dönmüş oldu. Bu gelişme sonrası UNESCO, Dünya Mirası listesinde yer alan Ayasofya'nın korunma statüsünün gözden geçirileceğini açıkladı.
Aldığı hasarlar ve tamiri.
Ayasofya'nın tekrar cami olmasından sonra 2022 yılının Nisan ayında Ayasofya İmparatorluk Kapısı kimliği belirsiz kişilerce tahrip edildi. 18 Nisan 2022 tarihinde Sanat Tarihi Derneği, İmparatorluk Kapısı'nın hasar gördüğünü Ayasofya nöbetçi güvenlik müdürüne raporladı. Derneğe göre görevlinin bu konu hakkında bilgisi olmadığını belirtmesi üzerine, Ayasofya Sorumlu Müdürü olduğunu belirten Talip isimli şahıs, Sanat Tarihi Derneği'ne "kamera kayıtlarının olmadığını ve zaten büyütülecek bir şey olmadığını, kendilerinin orayı tamir edeceklerini" söyledi.
Vakıflar Genel Müdürlüğü, sosyal medyada tepki uyandıran olay üzerine bir basın açıklaması yaptı ve kapının tamir edildiğini belirtti.
2022'nin Mayıs ayında Ayasofya'nın su haznelerinden biri kimliği belirsiz kişi veya kişilerce tahrip edildi. Tahrip sonucu su haznesinin kapağı kırıldı. Kırılan su haznesinin içinde ve etrafında Ayasofya'ya namaz kılmak için gelenlerin ayakkabıları bulunmaktaydı. Aynı gün İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü yaptığı açıklamada mevzubahis hasarın camiye dönüşmeden önce meydana geldiğini, yıpranan kapağın orijinal parçalardan olmayıp zaman içerisinde değiştirildiğini açıkladı. Tarihçi yazar Talha Uğurluel ise konuyla ilgi yayınladığı videoda, kendisinin daha önce çektiği video ve görselleri kullanarak hasarın daha önceden de var olduğunu fakat kapağın yerleşimi yüzünden kolayca fark edilemediğini iddia etti.
Mimarisi.
Ayasofya, mimari bakımdan bazilika plânı ile merkezî plânı birleştiren, kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır.
Yapıldığı dönemin dünyasında hiçbir bazilika planlı yapı Ayasofya'nın kubbesinin boyutundaki bir kubbe ile örtülebilmiş ve böylesine büyük bir iç mekâna sahip değildi. Ayasofya'nın kubbesi Roma’daki Pantheon’un kubbesinden küçük olmakla birlikte Ayasofya’da uygulanan yarım kubbe, kemer ve tonozlardan oluşan karmaşık ve sofistike sistem, kubbenin çok daha geniş bir mekânı örtebilmesini sağlayarak kubbeyi daha etkileyici kılar. Taşıyıcı olarak beden duvarlarına oturtulmuş önceki yapıların kubbeleriyle kıyaslandığında sadece dört payeye oturtulmuş bu denli büyük bir kubbe, mimarlık tarihinde gerek teknik, gerek estetik bakımdan bir devrim sayılır.
Orta nefin yarısını örten ana (merkezî) kubbe, doğu ve batısına eklenen yarım kubbelerle çok geniş bir dikdörtgen biçimli iç mekân yaratacak şekilde öylesine genişletilmiştir ki, zeminden bakıldığında gökyüzüne asılı gibi duran, tüm iç mekâna hâkim bir kubbe olarak algılanır.
Doğu ve batı açıklıklarını kapatan yarım kubbelerden de daha küçük yarım kubbeli eksedralara geçiş yapılarak sistem tamamlanmıştır. Küçük kubbelerden başlayarak ana kubbe tacıyla tamamlanan bu kubbeler hiyerarşisi Antik Çağ’da örneği görülmemiş bir mimari sistemdir. Yapının bazilika planı dâhice tümüyle "gizlenmiş" durumdadır.
İnşa sırasında duvarlarda tuğladan ziyade harç kullanılmış ve kubbe yapı üzerine kondurulduğunda kubbenin ağırlığı alt kısmı nemli kalmış harçla oluşturulan duvarların dışa doğru bükülmesine yol açmıştı. 558 depremi sonrasında yıkıldıktan sonra yeniden yapılan ana kubbenin yapımı sırasında genç İsidorus, kubbeyi taşıyabilmeleri için önce duvarları yeniden dikleştirmiştir. Bütün bu hassas çalışmalara rağmen kubbenin ağırlığı yüzyıllarca bir problem olmaya devam etti. Kubbenin ağırlık baskısı binayı bir çiçeğin açılması gibi dört yanından dışa doğru açılmaya zorluyordu. Bu problem de binaya dışarıdan istinat unsurlarının eklenmesiyle çözüldü.
Osmanlı döneminde mimarlar, bir binada kayma olup olmadığını anlamak için ya yapımı sırasında elle döndürülebilecek küçük bir dikey sütun ekler ya da duvardaki 20-30 santimetrelik iki sabit nokta arasına cam yerleştirirlerdi. Sütun, artık döndürülemediğinde veya söz konusu cam çatladığında binada kaymanın belli bir dereceye geldiği anlaşılmış olurdu. Ayasofya'nın üst kat duvarlarında ikinci yöntemin izleri hâlen görülebilir. Döndürülen sütun ise Topkapı Sarayı’nın harem bölümünde mevcuttur.
İç yüzeyler tuğla üzerine çok renkli mermer, kırmızı ya da mor porfirler ve yapımında altın kullanılmış mozaiklerle kaplıdır. Bu, geniş pâyelerin daha ışıklı ve kamufle olmasını da sağlayan bir yöntemdir. 19. yüzyılda restorasyon çalışmaları sırasında bina dıştan Fossati tarafından sarı ve kırmızı renklere boyanmıştır. Ayasofya, Bizans mimarisinin baş eseri olmakla birlikte, pagan, Doğu Ortodoks, Roma Katolik ve Sünni etkilerinin sentezi olan bir yapıdır.
15 yüzyıl boyunca ayakta duran bu yapı sanat tarihi ve mimarlık dünyasının baş yapıtları arasında yer alır ve büyük kubbesiyle Bizans mimarisinin bir simgesi olmuştur. Ayasofya diğer katedrallere kıyasla şu özellikleriyle ayırt edilir:
Bölümleri.
Ayasofya mimari yönden incelendiğinde orta nef denilen büyük bir orta mekân, kuzey ve güneyde yer alan iki yan nef, doğu ucunda yer alan absit ve batı kısmında kapıların yer aldığı iç ve dış nartekslerden meydana gelmiştir. 7.500 formula_1lik bir yüzölçümüne sahip Ayasofya iki katlı bir yapıdır.
Alt kat.
Narteksler.
Binaya batı kısmındaki, Bizans döneminde atrium denilen avlunun bulunduğu kapılardan girilir. Buradaki, dış nartekse açılan ana kapıdan girmeden önce, solda görülen kalıntılar A. M. Schneider tarafından sürdürülen kazılarda ortaya çıkarılmış İkinci Ayasofya'ya ait kalıntılardır.
Ana kapıdan girilen ilk galeri "dış narteks" olarak adlandırılır, "çapraz tonoz" örtülü dokuz birimli bir galeridir. Buradan da iç narteks denilen ikinci galeriye 5 kapı açılır.
İç nartekste tavan mozaiklerle kaplıdır. Mozaiklerden sarı renkte parlayanların yapımında altın kullanılmıştır. Duvarlar çeşitli ülkelerden ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinden getirilme dalgalı mermer levhalarla kaplıdır. Bu dalgalı mermer levhalar duvarlara sabitlenmeden önce ikiye kesilmiş ve duvarlara yan yan öyle sabitlenmiştir ki, katlanıp mürekkeplenen bir kağıdın açıldığında gösterdiği gibi, ilginç bir simetri gösterirler. Günümüzde içinde elektrik ampulleri olan yağ lambası avizeleri cami dönemine aittir.
İç narteksten ana nefe (ana salona) 9 kapı açılır. Ana salona açılan ortadaki ana kapıya, yalnızca imparatora mahsus olduğundan (yalnızca imparator tarafından kullanıldığından) "imparator kapısı" adı verilir. Bu kapının üst kısmındaki duvarda (tympanum) 9. yüzyıldan kalma bir mozaik bulunur. Bu mozaikte ortada İsa, sağ madalyonda Cebrâil, sol madalyonda Meryem görülür. Sol alt kısımda görülen sakallı kişi Bizans imparatorlarından VI. Leon'dur. Doğu Ortodoksluk geleneğinde en fazla üç kez evlenilebilmesine karşın erkek çocuğunun olabilmesi için dört kez evlenmiştir. Bu yüzden İsa'dan özür diler vaziyette, secde eder şekilde tasvir edilmiştir. İsa'nın elindeki Kitâb-ı Mukaddes'te İsa'nın Yuhanna İncili'ndeki bir sözü yazılıdır: "Size selamet olsun! Ben evrenin nuruyum." İlk kez W. Salzenberg tarafından yayımlanmış olan bu mozaik 18. yüzyıla dek kapatılmamıştır.
Güney nef.
Ayasofyanın ana mekânı paye ve sütunlarla üç nefe ayrılmış durumdadır: Orta nef (naos, ana salon) güney nef (ana nefin sağında) ve kuzey nef (ana nefin solunda). Sağdaki güney nefinde de tavan mozaiklerle kaplıdır. Bu mozaiklerde ikonaklazma dönemine özgü semboller göze çarpar. Bunlardan ikisi dört balık ve küçük karelerde yer alan svastika sembolleridir.
Bu güney nefinde I. Mahmud Kütüphanesi bulunur. Kütüphanenin görülebilen odası Osmanlı sultanının namaz kılmadan önce Kur’an okuduğu odadır. Odadaki rahleler sedef işlemeli olup duvarlar İznik fayanslarıyla kaplıdır. Odanın tavan ve zemini orijinal değildir. Odada ayrıca Kur’an’ın saklandığı tahta mahfaza bulunur.
Nefin doğu ucuna doğru soldaki duvarda üzerinde iki yunusu ve Poseidon'un trident olarak bilinen yabasını içeren bir taş işlemesi görülür. Bu, Bizans rahiplerinin, Hristiyan olmalarına rağmen, bir pagan ilaha ait unsuru kiliseye sokabilecek derecede eski Yunan kültürü etkisi altında kalmış olmalarını gösteren bir örnek olarak değerlendirilebilir.
Nefin doğu ucunda üç çeşit sütun görülür. Bunlardan kırmızı porfir taşından yapılma olanları Mısır’dan getirilmiştir. Yeşil olanları ise Yunanistan’dan getirilmiştir. Binada kullanılan beyaz mermerlerin kökeni genellikle Marmara Adası’ndaki mermer ocaklarıdır. Batı dillerindeki mermer sözcüğünün kökeni "Marmara"dır. Ayasofya’da toplam 107 sütun bulunur, bunlardan 40’ı alt katta, 67’si üst kattadır. Bu sütunların hemen hemen hepsi yekpare (monolit) olup Ayasofya’dan da eskidirler, çünkü imparatorluk topraklarındaki eski tapınaklardan getirilmişlerdir. Ayasofya’nın en büyük sütunlarının uzunlukları 20 m civarında, kalınlıklarının yarıçapı ise 1,5 m’dir. En ağırları 70 ton ağırlığındadır. Sütun başlıkları Bizans stili gösterirler; sütun başlıklarından bazılarında küçük bir daire ve harflerden oluşan I. Justinianus’un arması görülür. Bu nefin doğu ucundaki yeşil sütunun yanındaki duvarda bir el izi bulunur, kime ait olduğu bilinmeyen bu el izi hakkında çeşitli rivayetler bulunur.
Omphalion ve müezzin mahfili.
Güney neften mihraba geçilirken, zeminden yaklaşık 3 m kadar yükselen, balkonu andıran mermerden yapılma bir yapı göze çarpar. Bu, Osmanlı döneminde yapılmış, Ayasofya cami iken her yıl İslam peygamberi Muhammed’in doğum gününde (Mevlid Kandilinde) mevlid okunan müezzin mahfilidir.
Mahfilin hemen yanında zeminde, girilmemesi için kenarları çitle çevrilmiş kare biçimli bir alan göze çarpar. Burası bilinmeyen bir nedenle Bizanslılarca dünyanın merkezi olarak kabul edilirdi. Yunancada "Yer’in Göbeği" anlamında, omphalion (Delf'te omphalos) olarak adlandırılan ve Bizanslılarca kutsal sayılan bu yerde kimilerine göre Ayasofya'nın inşa edilmesinden önce bir tapınak bulunmaktaydı. Kimilerine göre bu yer "ley hatları"nın bir kavşak noktasıydı.
Kutsallığından ötürü Bizans imparatorlarının taç giyme törenleri de burada yapılmaktaydı. Tören sırasında siyasi ve dinî otoriteleri temsil eden kişilerin her birinin durması gereken konumlar bu kare biçimli alan içine daireler oluşturacak biçimde döşenmiş renkli taşlarla belirlenmiştir. Daireleri oluşturan taşlarda kırmızı, sarı, yeşil, turuncu ve gri renkler göze çarpar. Toplam sayıları 16 olan bu dairelerden en büyüğü ortadaki olup muhtemelen imparatorun duracağı yeri gösteren dairedir.
Apsis ve mihrap.
Binanın doğu kısmının ucu dışarı taşkın durumda olup üstü yarım kubbeyle örtülü bir apsisle son bulur. Üçüncü Ayasofya, diğer eski Doğu Ortodoks kiliseleri gibi geleneksel olarak Kudüs'e yönelik olarak inşa edilmiştir ve diğer eski Doğu Ortodoks kiliselerinde olduğu gibi absidinin ekseni inşa edildiğinde tam olarak Kudüs yönünü göstermekteydi.
İstanbul'a nazaran Kudüs yönü ile Mekke yönü arasında pek büyük olmayan (birkaç derecelik) bir fark bulunur. Bu yüzden İstanbul'da camiye çevrilen kiliselerde kıble yönünü göstermek üzere kilisenin absidi içine yapılan mihrap absidin iyice sağına inşa edilirdi. Fakat Ayasofya'da mihrap apsisin çok sağına değil, hafifçe sağına inşa edilmiştir. Çünkü Ayasofya binası tam olarak olması gereken yönde değildir, yani hafifçe Mekke yönüne doğru bir kayma gösterir. Bu bir yapım hatası olamayacağına göre, binanın zaman içerisinde, tektonik hareketlerden dolayı hafifçe bir kayma geçirmiş olması düşünülebilir. Cebrâil'in parmağıyla Ayasofya'yı çevirdiğine ilişkin olarak çıkarılmış söylentiler bu husustan kaynaklanmıştır.
Apsisin en üst kısmında, 9. yüzyıla tarihlenen, kucağında çocuğu İsa'yı taşıyan, taht üzerinde tasvir edilmiş bir Meryem mozaiği yer alır. Bunun sağında aynı yüzyılda yapılmış, Cebrâil'i tasvir eden bir mozaik bulunur. Meryem mozaiğinin solunda ise, bir deprem sırasında düşmüş bir başka melek mozaiği, muhtemelen Mikâil'i tasvir eden bulunmaktaydı.
Mihrabın her iki yanında 16. yüzyılda I. Süleyman'ın fethettiği Macaristan'daki bir kiliseden getirttiği iki kandil bulunur. Apsiste Bizans döneminde yıkılan pencerelerin yerini Osmanlı döneminde renkli camdan yapılma (vitray), ayetlerle süslü pencereler almıştır. Apsis çevresinde Osmanlı döneminde eklenen yapılar yoğunluk kazanır. Örneğin apsisin sağında mermerden yapılma minber, solunda Osmanlı sultanının namaz kıldığı hünkar mahfili yer alır. Osmanlı sultanı mahfile özel olarak yapılmış bir galeriden ulaşmaktaydı.
Apsis duvarlarında Kur'an ayetlerini içeren çerçeveler ve içine Allah, Muhammed, Dört Halife ve Halife Ali'nin oğulları Hasan ve Hüseyin'in isimleri yazılı olan sekiz yeşil daire bulunur. Bu dairelerin tahtadan yapılma çok daha büyükleri de ana nefin (ana salonun) iç mekânını kuşatacak şekilde asılmışlardır. İsimler her biri 7,5 m yarıçapında olan bu 8 panoya hat sanatı tarzında yazılmıştır. Bunlar Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin (1801-1877) eserleridir. 1930'lu yıllarda restorasyon çalışmaları sırasında yerlerinden indirilen bu panolar 1951'de A. Menderes tarafından yeniden yerlerine koydurulmuştur.
Orta nef.
Orta nef ya da iç mekân karmaşık bir yapıya sahiptir. 100 x 70 m ölçüsündeki binanın 74.67 x 69.80 m ölçüsündeki orta nefinin (ana salonun) ortasında ağırlığı dört paye (ayak) üzerine oturtulmuş, payelere geçişin pandantiflerle sağlandığı bir ana kubbe yer alır. Ayasofya'nın devrim niteliği taşıyan kubbesi birçok sanat tarihçisinin, mimarın mühendisin özel ilgisini çekmiştir. Daireden dikdörtgene geçiş içbükey üçgen pandantiflerle sağlanır. Bu tür yapılarda daha önce kullanılmamış bu pandantifler estetik bakımdan şık bir şekilde, daireden, yani kubbeden payelerce oluşturulan kare biçimine, hatta yarım kubbeler de sisteme dahil sayılırsa, dikdörtgen biçimine geçişi sağlarlar. Böylece, kubbe pandantifler vasıtasıyla dört büyük kemer üzerine oturur. Bu kemerler de Osmanlı döneminde Mimar Sinan'ın talimatlarıyla istinat duvarlarıyla desteklenmiştir.
Tarih boyunca tamirat gördüğünden kubbe dairesel düzgünlüğünü kaybetmiş ve elips biçimine yaklaşmıştır. Bu yüzden farklı uzunlukta iki yarıçapı vardır. 55,60 m yüksekliğinde ve içten 30,80-32,6 m çaplarındaki ana kubbenin ağırlığı doğu ve batısındaki iki yarım kubbeyle hafifletilmiştir. Ana kubbenin güney ve kuzeyde yarattığı baskı ise payandalarla karşılanmıştır. Bir şemsiyenin telleri gibi, kubbenin tepesinden başlayıp kubbe pencereleri arasından geçerek pandantiflere inen 40 kaburga, kubbenin ağırlığının payelere aktarılmasında önemli bir rol oynar. Binanın ağırlığını 40'ı aşağıda, 67'si üst katta olan 107 sütun taşır. Bu sütunların bir kısmı orta nefin her iki yanında, iki katlı bir dizi oluştururlar. Orta nefin kuzey kenarını oluşturan çift katlı sütun dizisinin üzerindeki duvarda (tympanon) Doğu Ortodoks Kilisesi patriklerinin mozaikleri bulunur. Bunlar çok yüksekte olduklarından dürbünsüz pek iyi görülemezler. Ana mekân, duvarlardaki ve kubbedeki pencerelerden ışık alır.
Mozaiklerle kaplı ana kubbenin ortasında Pantokrator İsa'yı tasvir eden bir mozaiğin yer aldığı bilinir. Kilise camiye çevrildiğinde diğer insan figürlü mozaiklerin sıvayla kaplanmasına karşın bu mozaik 17. yüzyıl ortalarına açık bırakılmış, 17. yüzyıl ortalarında Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından üzerine "Allahü Nurüssemavat..." diye başlayan ayetin işlendiği bir sıvayla kapatılmıştır. Bununla birlikte mozaiğin 1894 depreminde düşmüş olduğu da iddia edilir.
Ana kubbede hem kubbenin ağırlığını azaltmak, hem de ana mekânın aydınlanmasını sağlamak üzere 40 pencere açılmıştır. Kubbenin mozaiklerini onarmak üzere kurulan 60 ton ağırlığındaki metalik iskele onarım çalışmalarının sürmesi nedeniyle henüz kaldırılamamış olup kubbenin tümüyle görülmesini engeller.
Kubbenin zemine izdüşümü olan çember araştırıldığında, zeminde taşa 40 adet haçın bir çember oluşturacak şekilde kazınmış olduğu görülür. Bu haçların hiçbir sembolik değeri yoktur, mimari bir yöntemin uygulanması için bazı noktaların kesişen iki çizgiyle işaretlenmesinden ibarettir. Bir yapıya kubbe inşa edilmeden önce zemine, inşa edilecek kubbenin çemberi işaretlenir ve daha sonra bu noktalara çekül tutularak kubbe inşa edilir. Bu mimari yöntem günümüzde de uygulanır; tek fark artık çekül yerine lazerin kullanılmasıdır.
Kubbeden payelere geçişi sağlayan dört pandantif üzerinde Hristiyan melekler hiyerarşisindeki bir melek sınıfını tasvir eden freskler bulunur. Bunların Kerubi melekleri mi, yoksa Seraphim melekleri mi oldukları konusu kesinlik kazanmamıştır. Bizans'ın erken devirlerinde bunların mozaik olduğu belirtilir, tahrip olduklarında freske çevrilmiş oldukları düşünülüir. Üzerleri Osmanlı döneminde hiç kapatılmamış, yalnızca yüzlerine altın yaldızla kaplı oval bir yıldız yerleştirilmiştir. Bu 6 kanata sahip melek fresklerinden ikisinin birkaç yıl önce restore edilmiş olmasına karşın, yağmurun sızması nedeniyle yeniden tahrip oldukları görülür. Bu tahribatın nedeni Bizanslıların yapıda dere kumu yerine deniz kumu kullanmış olmalarıdır. Zira deniz kumu inşaatte kullanılmadan önce suyla yıkansa da, bir miktar tuzu bünyesinde tutmakta ve kumun yapıda kullanılmasından sonra bu tuz, yağmur sularını çekici ve emici bir işlev görür. (Bu tahribat özellikle üst kattaki tavan mozaiklerinde etkili olmuştur.)
Orta nefin iç nartekse yakın kısmında Helenistik Dönemden kalma (MÖ 4. yy.), bektaşi taşından (İng. alabaster) yapılma iki büyük küp bulunur. Bunlar III. Murad döneminde Bergama’da bulunmuş, Ayasofya’ya getirilerek su içme gereksinimlerini karşılamak üzere kullanılmıştır. Küplerden büyük olanı 1200 litrelik bir kapasiteye sahiptir.
Duvarlardaki boş taş çerçevelerde Bizans döneminde ikonalar bulunmaktaydı. Orta nefte iç nartekse paralel olarak uzanan iki küçük tünelde Ayasofya’nın en eski mozaikleri bulunur. Bunlardan birinde ilk Hristiyanların kullandıkları, Yunan alfabesinin beş harfini içeren sekiz dilimli daire sembolü bulunur.
Kuzey nefi.
Kuzey nefinde ziyaretçilerin ilgisini çeken tek şey, nefin batı ucunda bulunan, beyaz mermerden yapılma kare biçimli sütundur. "Terleyen sütun" olarak adlandırılan ve hakkında kaynaksız sayısız rivayet bulunan bu sütun, günümüzde dilek dileme yeri durumuna gelmiştir. Dilek dilemek isteyenler elinin başparmağını sütundaki deliğe sokup elleriyle bir daire çizerler. Delik günümüzde sütuna geçirilmiş bronz bir plakanın ortasında yer alır.
Çıkış.
Üst kata çıkılmayıp binadan dışarı çıkılmak istendiğinde iç narteksin güney ucundaki kapıdan çıkılır. Bu çıkış kapısının üzerine yerleştirilmiş bir ayna oraya, çıkış yönünde ilerleyen ziyaretçileri, arkalarında kaldığından göremedikleri bir mozaiğin daha bulunduğu konusunda uyarmak üzere yerleştirilmiştir. 10. yüzyıldan kalma bu mozaik, Fossati tarafından 1849'da keşfedilip tekrar kapatılmış, 1933-1934 yıllarında "Byzantine Institute of America" kurumundan Thomas Whittemore tarafından temizlenmiştir. Mozaikte ortada çocuğuyla birlikte Meryem yer alır. Meryem değerli taşlarla süslü bir tahttadır. Koyu lacivert bir "kaphoriun" giyen Meryem'in başörtüsünün kenarlarında altın yaldızlı bir şerit, alnında ve omuzlarında da altın yaldızlı haç bulunur. Olgun bir insanın yüz hatlarıyla tasvir edilen "çocuk İsa" sağ eliyle vaftiz işareti yapmakta ve sol elinde "malik olma"yı simgeleyen bir rulo tutar. Solda Üçüncü Ayasofya’yı inşa ettiren I. Justinianus Meryem’e Ayasofya’nın bir maketini sunar halde tasvir edilmiştir. Bu Ayasofya maketinde kubbenin üzerinde bir haç bulunduğu görülür. Sağda ise Konstantinopolis’in kurucusu sayılan Roma imparatoru Büyük Konstantin Meryem'e surlarla çevrili Konstantinopolis’in bir maketini sunar halde tasvir edilmiştir. Adı Bizans alfabesiyle yukarıdan aşağı doğru yazılmıştır. Meryem'in tahtının zeminini oluşturan mozaik taşlarının yapımında gümüş kullanılmıştır.
Çıkışta yer alan, artık kapatılamayan bronz kapı, dünyanın en eski kapılarından biri sayılır. MÖ II. yüzyıla ait bu kapı Ayasofya’ya Tarsus’taki bir tapınaktan getirilmiştir. Ayasofya’nın zemini Bizans dönemindeki bir depremden sonra bir miktar (30-35 cm) yükseltilmek zorunda kalınmıştır. Bu yüzden bu kapı iptal edilerek yerine yenisi yapılmış, fakat eski kapı başka yere götürülmeyerek orada bırakılmıştır. Bu sayede kapının alt kısmında Ayasofya’nın 6. yüzyıla ait zemini görülebilir.
Üst kat.
Üst kata alt kattaki iç narteksin batı ucunda yer alan bir kapıdan geçilerek irili ufaklı taşlarla "arnavut kaldırımı" tarzında döşenmiş bir rampadan çıkılır. Sarmal bir biçimdeki rampa 7 halka yaparak üst kata ulaşır. Bu rampa imparatoriçenin tahtıyla sarsılmadan taşınmasına merdiven basamaklarına kıyasla büyük bir kolaylık sağlamaktaydı. Rampa duvarlarında yer yer eski tuğla kemerler görülür. Bizans döneminde de Osmanlı döneminde de üst kat daima kadınlara ayrılmıştı. Üst katta da alt katta olduğu gibi,|250px güney (sağda) ve kuzey nefleri bulunur. Bu iki nef birlikte bir "at nalı" biçimini oluştururlar. Güney üst nefine sağda yer alan (alt kattaki narteksin üzerinde bulunan) bir galeriden geçilerek ulaşılır.
Güney üst nefi (tribünü).
Törenleri izlemek üzere Ayasofya'ya gelen imparatoriçe, üst kata çıkarılır, törenleri maiyetindekilerle birlikte, üst katın güney nefindeki "imparatoriçe locası"ndan izlerdi. İmparatoriçe locasından günümüze ulaşan kısımlar mermer başlıklı iki küçük yeşil porfirden yapılma sütun ve zemindeki, imparatoriçenin tahtının konacağı yeri göstermek üzere yerleştirilmiş dairesel yeşil porfir taşından oluşur. Bu yeşil daire, omphaliondaki daireler gibi yapılmıştır. Buradan binanın alt katı ve iç mekânına hakim bir bakış açısı elde edilebilir.
Üst katın neflerinde tavanı kaplayan, insan figürü içermeyen mozaikler Osmanlı döneminde yağmur suyundan tahrip olduğundan, 19. yüzyılda Osmanlı sultanı Abdülmecid bunları onarılmasını emretmişti. Fakat mozaik sanatı 19. yüzyılda unutulmuş bir sanat durumuna geldiğinden İtalyan Fossati kardeşler sultana bunları onaramayacaklarını belirtip başka bir çözüm önerisinde bulundular: Çok tahrip olan mozaikler sıvayla kaplandı ve altta kalan mozaik motifleri bu sıva üzerine resmedildi. Bazı sütunların üst kısımlarındaki kemerlerde sıvayla kaplanmamış mozaikler hâlen görülebilir durumdadır. Fakat yer yer nemden dolayı orijinal renklerini kaybetmişlerdir. Ayrıca yer yer dökülen veya altta mozaik olup olmadığı anlaşılmak üzere kasten açılmış sıvalar altından da eski mozaikler görülebilir. Fossati kardeşlerin üst kattaki tavan mozaiklerini kaplamadan önce tüm mozaiklerin kopyalarını kâğıtlara çıkardıkları bilinmekteyse de, yanlarında götürdükleri bu kâğıtların günümüzde nerede oldukları bilinmez.
İmparatoriçe locasının az ilerisinde, üzerlerindeki anahtar kabartmalarından dolayı "cennet ve cehennem kapısı" olarak adlandırılan, vaktiyle bir kapı içerdiği sanılan, duvarlara sabitlenmiş iki mermer blok görülür. Bu bloklar üzerinde yaşam ağacı, balık gibi semboller içeren küçük kabartmalar bulunur. Kilise temsilcileri konsillerin yapılacağı odaya gitmek üzere bu kapıdan geçerlerdi.
Buradan geçildikten sonra sağ tarafta yer alan duvarda, 12. yüzyıldan kalma (1261'de yapıldığı sanılan), "deisis" ('Δέησις') olarak adlandırılan, İsa'nın Kıyamet Günü insanlık için Tanrı’dan niyaz dilemesini simgeleyen bir mozaik bulunur. Alt kısmı yok olmuş bu büyük mozaikte ortada İsa, sağda Vaftizci Yuhanna (Yahya), solda ise Meryem görülür. İsa'nın sağ eli, alt kattaki iç nartekste yer alan mozaikte de görüldüğü gibi, "vaftiz işareti" denilen bir halde tasvir edilmiştir (başparmağın ucu "kalbe giden yol"la ilişkilendirilen yüzük parmağına temas eder haldedir). Bu mozaiğin muhtemelen diğer çeşitli Doğu Ortodoks kiliselerinde taklit edilmeye çalışılan bir özelliği, İsa'nın yüzünün sağ ve sol yarılarının birbirlerinden farklı olarak tasvir edilmiş olmasıdır. Bu fark, sağ ve sol gözlerde de görülür. Bir yapım hatası olmayan bu özellik, Leonardo da Vinci'nin ünlü eserinde de görülmekle birlikte, Ayasofya'daki bu mozaik 12. yüzyılda yapılmış olduğundan Vinci'nin eserinden daha eskidir. Mozaiği yapan sanatçı İsa'nın yüz kısmına öyle bir özellik kazandırmıştır ki, mozaikten Kudüs yönüne doğru 10-15 metre kadar yürünerek geri dönüp bakıldığında hem İsa'nın yüzünün iki yarısı simetrik hale gelir, hem de İsa'nın gözleri o konumdaki kişiye bakar bir vaziyet alır. Bu mozaik Bizans resim sanatında rönesansın başlangıcı olarak ele alınır. Üst katın bu kısmında sağda, zeminde Venedik Cumhuriyeti'nin kör hükümdarı Dandolos'un mezarı yer alır.
Güney üst nefinin doğu ucunda, sağda binanın eğrilmeye maruz kalışının açık bir göstergesi olan, Piza kulesi gibi eğrilmiş bir sütun bulunur. Solda ise yine alt kısımları tahrip edilmiş iki mozaik yer alır. 1122'de yapılmış olan ilk mozaikte ortada çocuğuyla Meryam Ana, solda, elinde bir para kesesi tutan Bizans imparatoru II. Ioannes (Johannes) Komnenos, sağda eşi İren görülür. Mozaiğin 90 derece açı yaparak yan duvarda (payede) devam eden kısmında imparatorun veremden ölen oğlu Aleksios tasvir edilir. İmparator ve eşi oğullarının genç yaşta ölmesinden sonra çocuklar için ücretsiz bir hastanenin açılmasını finanse etmişlerdir.
11. yüzyıldan kalma diğer mozaikte ortada İsa yer alır. Bizans mozaik sanatında genellikle, İsa baştaki haleye bir haç iliştirilerek tasvir edilir ve ayrıca mozaiklere kimlikleri açıklayıcı yazılar eklenir. Bu bakımdan Bizans mozaiklerinde kimliklerin teşhis edilmesinde zorluk çekilmez. Mozaikte sağda imparatoriçe Zoi yer alır. Zoi, kocalarının ölümünden dolayı üç kez evlenmiş ve üç imparatora eşlik etmiştir. Her evlendiğinde mozaikteki imparatoru ve adını değiştirmek gerektiğinden, sanatçı mozaikteki imparatorun vücudunu tümüyle değiştirmek yerine yerine yalnızca kafayı ve kim olduğunu açıklayan yazıyı değiştirmek yoluna gitmiştir. Bu yüzden mozaikte imparatorun kafasının ve adının çevresinde kazınma izleri görülür. Mozaikteki son kocası imparator IX. Konstantinos'tur. O da elinde bir para kesesi tutar halde tasvir edilmiştir.
Bu mozaiğin solundaki girintide yer alan, süslemeli tarzda boşluklar açılarak oyulmuş mermer blokun üzerinden bakıldığında, tam karşıda, absidin üst kısmı ile yarım kubbe arasındaki kemerde görülen, bir kanadın alt ucunu ve ayak kısmını gösteren mozaik parçaları vaktiyle burada bir melek mozaiğinin bulunduğu izlenimini verir. Muhtemelen bir deprem sırasında düşmüş olmalıdır. Mermer bloktan hafifçe sağa doğru bakıldığında ise absidin üst kısmında yer alan, kucağında çocuğunu taşıyan Meryem mozaiği alt kattan görülme derecesine kıyasla daha iyi ve daha yakından görülebilir. 9. yüzyıla tarihlenen, Meryem'i taht üzerinde tasvir eden bu mozaikte, tahtın üzerindeki minderlerde pik (maça) sembolleri bulunur. İsa'nın giysisinin sarı renkte parlayan mozaik taşlarının yapımında altın, beyaz renkte parlayan kısımlarının yapımında gümüş kullanılmıştır.
Kuzey üst nefi.
Kuzey üst nefinde günümüzde Ayasofya'nın mozaiklerinin ve çeşitli kısımlarının büyük boy fotoğrafları sergilenir. Bu nefin sağ tarafında kuytuda kalan bir duvarda imparator Aleksandros'un (912-913) mozaiği bulunur. Mozaik Ernest J. W. Underwood gözetiminde Bizans Enstitüsü tarafından temizlenmiştir. İmparator Aleksandros'un eşcinsel olduğu ve özel yaşamına önem verebilmesi için imparatorluğun yönetimini kardeşi VI. Leon'a bıraktığı belirtilir.
Nefin doğu ucundaki bitiminde, solda aşağı kata iniş rampası bulunur, sağda ise, güney nefinin ucundaki girintinin simetriği tarzında bir girinti yer alır. Buradan bakıldığında tam karşıda, absidin üst kısmı ile yarım kubbe arasındaki kemerde Cebrâil'i tasvir eden mozaik görülür. Mozaik buradan, alt kattan görülme derecesine kıyasla daha iyi ve daha yakından görülebilir. 9. yüzyıla tarihlenen bu mozaikte kanatlarıyla tasvir edilmiş başmeleklerden Cebrâil, sol elinde bir küre tutar halde tasvir edilmiştir. Bu kürenin dünyayı temsil ettiği sanılır. Fakat mozaiğin dünyanın yuvarlak olduğunun bilinmediği 9. yüzyılda yapılmış olduğu göz önüne alınırsa, sanatçının hangi bilgiye dayanarak dünyayı yuvarlak temsil etmiş olması düşündürücü, ilginç bir konu oluşturur.
Absiddeki Meryem mozaiği buradan da görülür. Bu mozaiğin öteki nefin bitimindeki girintiden görülmesine kıyasla buradan görülmesinin tek farkı, buradan Meryem ve İsa'nın bakışlarının düşmüş olduğu sanılan melek mozaiğine yönelmiş olduklarının fark edilebilmesidir.
Mozaikler.
Tonlarca altının kullanıldığı Ayasofya mozaiklerinin yapımında altının yanı sıra, gümüş, renkli cam, pişmiş toprak ve renkli mermer gibi taş parçaları kullanılmıştır. 726'da III. Leo'nun tüm ikonaların yok edilmesi emriyle, tüm ikona ve heykeller Ayasofya'dan kaldırılmıştır. Dolayısıyla Ayasofya'da günümüzde görülen, surat tasvirleri içeren mozaiklerin hepsi ikonoklazm dönemi sonrasında yapılan mozaiklerdir. Bununla birlikte Ayasofya'da surat tasviri içermeyen mozaiklerden az bir kısmı 6. yüzyılda yapılan ilk mozaiklerdir.
1453'te kilise camiye dönüştürüldükten sonra insan figürleri içerenlerin bir kısmı ile ince bir sıvayla kaplanmış ve yüzyıllarca sıva altında kalan mozaikler bu sayede doğal ve yapay tahribattan kurtulabilmiştir. İstanbul'u ziyaret eden 17. yüzyıl gezginlerinin raporlarından Ayasofya'nın camiye çevrilmesini izleyen ilk yüzyıllarda insan figürü içermeyenler ile içerenlerden bir kısmının sıvayla kaplanmadan bırakılmış oldukları anlaşılır. Ayasofya mozaiklerinin tamamen kapatılması 842'de ya da 18. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşmiştir. 1755'te İstanbul'a gelen Baron De Tott artık tüm mozaiklerin badana altında kalmış olduğunu belirtmiştir.
Sultan Abdülmecid’in isteği üzerine 1847 ile 1849 yılları arasında Ayasofya’da çeşitli restorasyon çalışmaları yapan ve sultandan restorasyon sırasında keşfedilebilecek mozaikleri belgeleme iznini alan Fossati kardeşler, mozaiklerin sıvalarını kaldırıp desenlerini belgelerine kopyaladıktan sonra mozaikleri tekrar kapatmışlardır. Bu belgeler günümüzde kayıptır. Buna karşılık, o yıllarda Alman hükûmetince onarım için gönderilen mimar W. Salzenberg bazı mozaiklerin desenlerini de çizmiş ve yayımlamıştır.
Sıvayla kaplı mozaiklerin büyük bir kısmı 1930’larda "Byzantine Institute of America" adlı kurumun bir ekibi tarafından açılmış ve temizlenmiştir. Ayasofya’nın mozaiklerinin açılması ilk kez 1932’de "Byzantine Institute of America" kurumunun başındaki Thomas Whittemore tarafından gerçekleştirilmiş olup ilk gün ışığına çıkarılan mozaik "imparator kapısı" üzerindeki mozaik olmuştur.
Doğudaki yarım kubbe üzerindeki sıvanın bir kısmının bir süre önce düşmesi sayesinde bu yarım kubbeyi örten sıvanın altında mozaiklerin bulunduğu anlaşılmıştır.
Avlu.
Alt kattaki çıkış kapısından avluya çıkıldığında görünen, erkeklerin abdest gereksinimini karşılamak üzere inşa edilmiş şadırvan, I. Mahmud döneminde eklenmiştir. Sol taraftaki kapı türbelere açılır. Ayasofya Müzesi'ne ait türbeler, II. Selim'in, III. Murad'ın, III. Mehmed'in, Sultan Mustafa'nın, Sultan İbrahim'in ve şehzadelerin türbeleridir. Türbeler artık ziyarete açılmıştır. Bu türbelerden birinde yürütülen restorasyon çalışmaları sonucu bilinen en büyük boyutlu, Bizans döneminin 6. yüzyıl öncesi erken Hristiyanlık dönemine ait vaftiz havuzu ortaya çıkarılmıştır. Ayrıca, genellikle konserlerde açılan Aya İrini Müzesi de Ayasofya Müdürlüğüne bağlıdır. Avludaki hem taş hem tuğla kullanılarak inşa edilmiş yapı ise Osmanlı döneminde eklenmiş, çocukların Kur'an eğitimi için kullanılmış sıbyan mektebidir. Avluyu çevreleyen diğer binalar müze müdürlüğünün personelince çalışma amaçlı kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1413",
"len_data": 50665,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.78
}
|
Uluslararası Ölçüm Sisteminin uzunluk birimi metredir ve kısaca "m" ile gösterilir. Günümüzde "1 metre", ışığın boşlukta 1/299.792.458 saniyede aldığı yol olarak tanımlanmıştır. Bu çağdaş tanım günümüzde dünyanın çeşitli laboratuvarlarında yapılabilen hassas ölçümlerin birbirleriyle karşılaştırılabilmesi amacıyla kabul edilmiştir.
Diğer birimler.
Gerek bir metrenin çeşitli uzaklık ve büyüklükleri ölçmekte çok büyük ya da çok küçük gelmesi, gerekse tarihsel ve geleneksel nedenlerle kullanılan birçok başka uzunluk birimi de vardır. Bu birimlerin bazıları ve metre olarak karşılıkları aşağıda verilmiştir.
Gökbilim ve gökfiziğinde kullanılan birimler.
(Parantez içinde birimlerin sıkça kullanılan kısaltmaları verilmiştir)br />
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1417",
"len_data": 733,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.37
}
|
Egon Leo Adolf Ludwig Schiele (12 Haziran 1890-31 Ekim 1918), Avusturyalı dışavurumcu ressam.
Grafit, kurşun kalem ve suluboyayı kâğıt üzerine kullandığı çalışmalarında, genelde portreler üzerine çalışır. Figürler kırılgan, çoğu zaman hastalıklı, çoğu zaman fakir ve hüzünlüdürler. Buna rağmen çizgilerinde yüzen güçlü bir enerji, yer yer erotizme dönüşerek, yer yer yaşama sevgisi olarak karşımıza çıkar. Figürlerini gerek teknik sebeplerle, gerek sembolik olarak fondan, beyaz, suluboya bir çizgiyle ayırır. Gustav Klimt'ten yoğun olarak etkilenmiştir. 31 Ekim 1918 tarihinde Viyana'da İspanyol gribinden ölmüştür.
Hayatı.
12 Haziran 1890'da Viyana, Avusturya'da doğdu. Annesi zengin bir banker ailenin kızı, babası ise bir demiryolu istasyonunun yöneticisiydi. Çizime olan ilgisi demiryolu istasyonunda lokomotifleri çizmesiyle başladı. Yaşadıkları küçük kasabada (Tulin) ilkokul bulunmadığı için, ilkokulu dayısının ve teyzelerinin yanında; önce Krems, sonra Klosterneuburg kentlerinde okudu. Yazları ziyaret ettiği ailesi arasında kız kardeşi Gertrude Schiele ile, çıplak resmetmesinden dolayı bazı biyografilerde ensest ilişki olarak yorumlanan, büyük bir yakınlık bulunmaktaydı. Egon 14 yaşındayken babası akli dengesini kaybetti ve ertesi yıl öldü. Ekonomik bir kriz yaşayan annesi, oğlunu Viyana'da yaşayan ağabeyinin yanına, bankerlik öğrenmesi için gönderdi. Yeni velisi olan amcası sanat kariyerini desteklemiyordu.
Yıllardır annesinin desteği ile resim yapmaya alışmış ve bunu seven Egon, dayısının tüm itirazlarına rağmen Gustav Klimt'in devam etmiş olduğu Vienna Güzel Sanatlar ve Zanaat Okuluna başvurdu. Buradan reddedilerek, daha geleneksel bir sanat eğitimi veren Güzel Sanatlar Akademisine refere edildi. Akademinin giriş sınavlarını başarıyla kazandı ve 1906 yılında, 16 yaşında, akademi öğrencisi oldu. Hemen ertesi yıl hayranı olduğu Klimt'i ziyaret ederek yaptığı eserleri gösterdi. Klimt, genç sanatçıdaki yeteneği görerek onu desteklemeye başladı. Desenlerini satın aldı, sponsorlarla tanıştırdı, evindeki toplantılara davet etti ve Sezession grubuna bağlı sanat atölyesi olan Wiener Werkstätte ile tanıştırdı. Schiele, kıyafet ve ayakkabı tasarımından kartpostala kadar çok çeşitte ürün çıkardıktan sonra 1908 yılında; Klosterneuberg'de ilk grup sergisini açtı.
1909 yılında 3. sınıfı bitirdikten sonra Akademi'yi bıraktı ve kendi stüdyosunu açtı. Bazı biyografilere göre bu dönemde pornografi kolleksiyoncuları için ürünler yaratarak geçimini sağladı. Atölyesine sık sık gelen küçük çocukların erotik olan ve olmayan resimlerini yaptı. Aile baskısı nedeniyle atölyesine sığınan bir genç kızı kaçırdığı iddiasıyla mahkemeye çıkarıldı.1912 yılında tutuklandı ve 24 gün hapis yattı. Çizdiği resimler mahkeme tarafından "saldırgan" bulundu. Resimleri mahkemede yakılarak yok edildikten sonra serbest bırakıldı.
1915 yılında Viyana'nın Galerie Arnot galerisinde açtığı ilk kişisel sergisi için hazırladığı posterde kendini Aziz Sebastian olarak resmetmiş olması ve resmediş şekli, narsizm, teşhircilik ve kınanma duygularıyla savaştığının, bu savaşı kaybetmeye başladığının işareti olarak gösterilir. 1915 yılında stüdyosunun karşısındaki evde oturan Edith ve Adele isimli iki kardeşle tanıştı. İkisi ile de yaşanan bir flört döneminden sonra, Edith ile, ailelerinin itirazına rağmen, evlendi. Evlendikten 4 gün sonra askere çağrıldı. Askerde iken esir düşen düşman askerlerini resmetti.
Savaş alanından ve savaşın yarattığı yokluklardan uzak geçen bir askerlik dönemi yaşayan sanatçı, savaşa rağmen, Avusturya'nın önemli ressamlarından biri olarak ün yapmaya devam etti. Avusturya'nın, savaştaki tarafsızlıklarını koruyan İskandinav ülkeleri önündeki imajını geliştirmek için devlet tarafından düzenlenen resim sergisinde eserlerini sergilemesi istendi. 1918 yılında gerçekleşen Sezession'un 49. sergisinde baş ressam olması önerildi. Duyuru posterinde kendisini son akşam yemeğini yiyen İsa olarak resmettiği sergi, savaşa rağmen büyük başarı kazandı. Schiele'nin desenlerinin fiyatı kat kat arttı ve sayısız portre komisyonu aldı. Edith ile birlikte daha lüks bir atölyeye taşındılar, ancak mutluluk kısa sürdü. 1918 sonbaharında İspanyol grip salgını Viyana'ya ulaştı. Altı aylık hamile olan karısı Edith, 28 Ekim 1918'de hastalığa yenik düştü. Egon Schiele de karısından sadece üç gün sonra öldü. Ölümleri arasındaki üç gün boyunca Egon karısı Edith'in birkaç çizimini yaptı. Birçok eleştirmene göre kendi özgün stilini tam olarak geliştiremeden, henüz 28 yaşındayken öldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1420",
"len_data": 4503,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.5
}
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.