text
stringlengths
3
198k
metadata
dict
Belçika ( ; ; ), resmî adıyla Belçika Krallığı, Batı Avrupa'da bulunan bir devlettir. Avrupa Birliği'ne üyedir. Birliğin ve NATO gibi bazı uluslararası organizasyonların merkezlerini barındırır. 30.528 km²'lik bir alanı kaplayan ülkenin nüfusu yaklaşık 11,4 milyon kişidir. Cermen ve Latin dünyası arasında bir sınır oluşturan Belçika'da Felemenkler tarafından Felemenkçe, Valonlar tarafından Fransızca ve küçük bir Alman grup tarafından Almanca konuşulur. Belçika federal bir devlet yapısına sahip olup Felemenkçe'nin resmî dil olduğu Flaman Bölgesi, Fransızcanın resmi dil olduğu Valon Bölgesi ve her iki dilin de resmî dil sıfatını taşıdıkları Brüksel Başkent Bölgesi'nden oluşur. Son olarak, tamamı Valon Bölgesi'nin sınırları içinde kalan ve Almanya'ya komşu Almanca konuşan küçük bir topluluk, Valon bölgesine bağlı olmakla birlikte bazı alanlarda özerkliğe sahiptir ve yaşadıkları bölgede Almanca resmi dildir. Belçika'nın dilsel çeşitliliği ve bununla ilgili politik ve kültürel anlaşmazlığı, Belçika tarihine ve yönetim sistemine yansımıştır. Belçika adı, Kelt ve Cermen karışımı bir halk olan "Belgae"lerin yaşadığı, Roma eyaleti Galya'nın en kuzeyindeki "Gallia Belgica"dan kaynaklanır. Belçika, Hollanda ve Lüksemburg tarihsel olarak Benelüks'ten daha büyük bir alanı kaplayan Alçak Ülkeler diye anılır. Orta Çağ'ın bitiminden 17. yüzyılın başlarına kadar ticari ve kültürel açıdan bir refah merkezi olan ülke, 16. yüzyıldan 1830'daki Belçika Devrimi'ne kadar Avrupa güçleri tarafından birçok muharebeye sahne olarak Avrupa'nın savaş alanı olarak tanımlanmış. ve bu unvanı I. Dünya Savaşı ile II. Dünya Savaşı ile de güçlenmiştir. Bağımsızlığın üzerine ülke, hevesle Endüstri Devrimi'ne katılmış ve 20. yüzyıl boyunca Afrika'da birçok koloni kurmuştur. Belçika'da 20. yüzyılın ikinci yarısına ise bir yandan Felemenkler ve Frankofonlar arasındaki çatışma diğer yandan Flaman ve Valon Bölgeleri arasındaki eşit olmayan ekonomik gelişme damgasını vurmuştur. Bu hâlâ devam eden çatışmalar ülkede üniter devlet yapısından federal devlete doğru bir dizi reformun yapılmasına neden olmuştur. Tarihçe. Milattan önce 1. yüzyılda Romalılar bölgedeki yerli kabileleri mağlup etti ve bölgede Gallia Belgica ilini kurdu. Kavimler Göçü sonrasında bölgenin yönetimi Franklar tarafından Merovenj Hanedanı'na devredildi. 8. yüzyıl boyunca Frankların yönetimini Karolenj İmparatorluğu devraldı. 843'teki Verdun Antlaşması ile bölge, Orta ve Batı Frank Krallıkları arasında paylaşıldı ve sonucunda Orta Çağ boyunca Fransa Krallığı ve Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu dönemlerinde toprak ağaları vassallar olarak az çok bağımsızlıklarını kazandı. Bu vassallıkların çoğu 14. ve 15. yüzyıllarda Burgundiya Hollandası (sonrasında Habsburg Hollandası) olarak birleşti. İmparator V. Karl 17 ilin şahsi birliğini 1540'larda devam ettirdi ve bu birlik 1549 Pragmatik Yaptırımlarıyla şahsi bir birlikten çok daha fazlasına dönüşerek kralın Liège Piskoposluğu'ndaki etkisini artırdı. Seksen Yıl Savaşı (1568-1648) Alçak Ülkeler'i, Birleşik Hollanda Cumhuriyeti (Latince "Belgica Foederata", "Federasyon Hollandası") ve Güney Hollanda ("Belgica Regia", "Krallık Hollandası") olarak ayırdı. Bugünkü modern Belçika'nın büyük bölümünü içeren Güney Hollanda, art arda Habsburg İspanyası ve Habsburg Avusturyası tarafından idare edildi ve 17. ve 18. yüzyıllar boyunca çoğu Fransa-İspanya ve Fransa-Avusturya savaşına ev sahipliği yaptı. Fransız Devrim Savaşları'ndaki mücadeleyi takiben, Alçak Ülkeler-Liège Piskoposluğu gibi sözde Habsburg kurallarının asla bulunmadığı bölgeleri de içeren I. Fransız Cumhuriyeti tarafından bölgedeki Avusturya egemenliği kırılarak ilhak edildi. 1815'te I. Fransa İmparatorluğu'nun dağılmasıyla Alçak Ülkeler, Hollanda Birleşik Krallığı adı altında yeniden birleşti. 1830 Belçika Devrimi, Katolik ve tarafsız Belçika'nın Geçici Hükûmet ve Ulusal Kongre altında bağımsızlığını ilan etmesine yol açtı. 1831'de I. Léopold'ün Kral olarak atanmasından sonra Belçika, parlamenter bir sisteme sahip bir monarşi oldu. Kralın hakları başta sınırlı olsa da, 1893'te Belçika Genel Grevi'nden sonra erkekler için genel oy hakkı (1919'a kadar çoğul oylamayla), 1949'da ise kadınlar için oy hakkı tanınmıştır. 19. yüzyıldaki ana siyasal partiler Katolik Parti ve Liberal Parti ile yüzyılın sonlarına doğru gelişmekte olan Belçika İşçi Partisi'ydi. Fransızca, asalet ve burjuvazi tarafından benimsenen tek resmi dildi. Fransızca, Felemenkçe'nin de resmi dil statüsü kazanmasıyla etkisini giderek kaybetmeye başladı. Bu tanınma, 1898 ve 1967'deki Belçika Anayasası'nın bir Felemenkçe versiyonuyla kanunen resmî halde geldi. 1885'teki Berlin Konferansı'nda Kongo Özgür Devleti'nin mülkiyeti II. Léopold'e devredildi. 1900'e doğru ve 1900'lerin başlarından itibaren II. Léopold tarafından devletin başlıca kauçuk ve fildişi kaynağı olan Kongo'nun halkına karşı aşırı ve vahşice muameleler uluslararası endişeleri artırdı. Bu haykırış 1908'de daha sonra Belçika Kongosu olarak adlandırılan devletin koloninin sorumluluğunu devralmasına yol açtı. Belçika, 1914'te Schlieffen Planı'nın bir parçası olarak Almanya tarafından işgal edildi ve Batı Cephesi savaşlarının çoğu, ülkenin batısında meydana geldi. Savaşın ilk ayları Alman kuvvetlerin Belçikalılara kötü muamele uygulaması nedeniyle Belçika Tecavüzü olarak bilinir. Belçika savaş sırasında Alman kolonileri Ruanda-Urundi'nin (bugünkü Ruanda ve Burundi) yönetimini devraldı ve bölge 1924'te Milletler Cemiyeti'nin kararıyla Belçika mandasına verildi. I. Dünya Savaşı sonucunda 1925'te Prusya'ya ait Eupen-Malmedy, Belçika'ya katıldı ve bu ülkede Almanca konuşan bir azınlığın oluşmasına yol açtı. Ülke, 1940'ta blitzkrieg ile tekrar Almanya tarafından işgal edildi ve bu durum 1944'te Müttefiklerin ülkeyi yeniden kontrol etmesiyle sona erdi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Almanlarla işbirliği yaptığı söylenen Kral III. Leopold'e karşı genel bir grev baş gösterdi ve Kral 1951'de feragat etti. Belçika Kongosu da 1960'ta Kongo Krizi sırasında bağımsızlığını kazandı; bunu 2 yıl sonra Ruanda-Urundi'nin bağımsızlığı izledi. Belçika, NATO'ya kurucu ülke olarak katıldı ve Hollanda ve Lüksemburg ile birlikte Benelüks grup devletlerini kurdu. 1951'de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu'nun altı kurucu ülkesinden biri olan Belçika, 1957'de Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu ve Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun kuruluşunda yer aldı. Daha sonra en önemli yönetim organlarına ev sahipliği yaptığı Avrupa Parlamentosu, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Birliği Konseyi'ni de içeren şimdiki Avrupa Birliği'nin kurucu üyelerinden oldu. Coğrafya. Kuzeybatıda Atlas Okyanusu'na kıyısı bulunan Belçika'nın, Fransa (), Almanya (), Lüksemburg () ve Hollanda ile () komşudur. İç sularla birlikte 33,990 km²lik alanı kaplayan ülke iç sular dışında 30,528 km²'lik bir alanı kaplar. Belçika üç temel coğrafi bölgeye sahiptir: Anglo-Belçika Havzası ait kuzey-batı kıyı ovaları ve merkez plato ile güneydoğu Hersiniyen orojenik kuşağının parçası olan Ardennes araziler. Ülkenin güney ucunda, Paris Havzası Belçikalı Lorraine adında küçük bir dördüncü bölgeye ulaşır. Kıyı ovaları çoğunlukla kumullar ve polderlerden meydana gelir. Daha içerilerde sayısız su yolu ile sulanan yumuşak ve yavaşça yükselen kuzeybatı Campine ("Kempen") kumsal alanı uzanır. Ardennes yaylalarında daha sağlam mağaralar ve sık ormanlarla kaplı tepeler ve küçük kayalık kanyon vardır. Batıda Fransa'ya doğru genişleyen bu alan doğuya doğru Almanya'daki Yüksek Bataklıklar platosundaki Eifel'e kadar ulaşan 694 metre ile ülkenin en yüksek noktası Signal de Botrange'yi de içerir İklim. Ülkede her mevsim yağışlı okyanusal bir iklim hakimdir (Köppen iklim sınıflandırması: Cfb). Ocak ayı ortalama en düşük sıcaklık 3 °C iken haziran ayı ortalama en yüksek sıcaklık 19 °C'dir. Ortalama yağış şubat ve nisan aylarında 54 milimetre ile temmuz ayında 78 mm arasında değişiklik gösterir. Topluluklar ve bölgeler. Burgund ve Habsburg mahkemelerini takiben, 19.yüzyılda ülkeyi yöneten ve yönlendiren yüksek sınıfın içinde olabilmek için Fransızca konuşabilmek gerekliydi, Felemenkçe konuşanlar alt sınıf vatandaşlardı. Yüzyılın sonunda ve devamı 20. yüzyıla doğru Flaman hareketi bu duruma karşılık olarak gelişti. Valonlar ve Brüksellilerin çoğunluğu Fransızcayı birinci dilleri olarak benimsemesine rağmen Flamanlar bunu reddetti ve Felemenkçenin Flamanların resmi dili olmasında başarılı oldular. II. Dünya Savaşı'nı takriben Belçika siyasetinde giderek artan şekilde iki ana dile bağlı özerkleşmeden yana bir eğilim baskın hale geldi. Toplumsal gerginlik arttı ve anayasa çatışma potansiyelini en aza indirmek için değiştirilmiştir. Temel olarak 1962-63 yıllarında tanımlanan 4 dil alanı (Felemenkçe, Fransızca, iki dilli (Felemenkçe, Fransızca) ve Almanca alanları) ve 1970, 1980, 1988 ile 1993'teki Belçika anayasasındaki ardışık revizyonlar 3 düzeyde politik güce ayrılmış tek bir federal devlet kurdu: Anayasal dil alanları bölgelerinde resmi dilleri belirler. Bu yedi parlamento ve hükûmet için 1980'de topluluklar ve bölgeler yaratıldığı zaman olanak sağlasa da Flaman politikacılar ikisini birleştirmeye karar verdi. Yani Flamanlar federal ve özel belediyelere ait sorunlar hariç tüm konularda yetkili olan tek bir parlamento ve yönetimde birleşmiştir. Topluluklar ve bölgelerin örtüşen sınırları iki kayda değer özellik yaratmıştır: Brüksel Başkent Bölgesi (diğer bölgelerden birkaç yıl sonra yaratılmıştır) Fransız ve Flaman topluluklarının ikisini birden içerir ve Almanca konuşulan bölge tamamıyla Valon Bölgesi sınırları içindedir. Kurumlar arasındaki çatışmalar Belçika Anayasa Mahkemesi tarafından çözümlenir. Yapısı farklı kültürlerin barışçıl bir şekilde bir arada yaşaması için uzlaşma yaratması amacıyla tasarlanmıştır. Ekonomi. Belçika'nın kuvvetle küreselleşmiş ekonomisi ve ulaşım altyapısı Avrupa'nın geri kalanıyla entegredir. Ülkenin ileri derecede endüstrileşen bölgenin kalbindeki konumu, 2007'de dünyanın en büyük 15. ticaret ülkesi olmasına yardımcı olmuştur. Ekonomi, işgücü, yüksek GNP ve kişi başına yüksek ihracatla karakteristikleşmiştir. Belçika'nın ana ithal ürünleri gıda ürünleri, makine, işlenmemiş elmas, petrol ve petrol ürünleri, kimyasallar, giyim ve aksesuar ve tekstil ürünleriyken ana ihraç ürünleri otomobil, gıda ürünleri, demir ve çelik, işlenmiş elmas, tekstil, plastik, petrol ürünleri ve demirdışı metallerdir. Belçika, 19. yüzyılda Endüstri Devrimi'ne katılan ilk kıta Avrupası devletidir. Liège ve Charleroi'deki hızlı gelişen demir ve çelik üretimi ve 20. yüzyılın ortalarında Sambre–Mass vadisinde gelişen sanayi 1830-1910 arasında Belçika'yı dünyanın en gelişmiş üç ulusundan biri yapmıştır. Buna karşın 1840l'arda Flaman Bölgesi'ndeki tekstil endüstrisinde ciddi bir kriz oluştu ve bölge 1846-50 arasında bir kıtlık yaşadı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Gent ve Anvers, kimya ve petrol endüstrisinde hızlı bir gelişme yaşadı. 1973 ve 1979 Petrol Krizleri ekonomiyi resesyona soktu ve bu durum demir-çelik endüstrisinin daha az rekabete katılan ve üretimde ciddi düşüş yaşayan Valonya'da daha uzun sürdü. 1980'ler ve 1990'lar boyunca ülkenin ekonomik merkezi kuzeye doğru kaydı ve bugünün kalabalık Vlaamse Ruit bölgesine yerleşti. Eğitim. Başlıca eğitim kurumlarından bazıları şunlardır: Demografi. 2007'nin başlarında Belçika nüfusunun yaklaşık %92'si Belçika Vatandaşı ve yaklaşık %6'sı diğer Avupa Birliği ülkelerinin vatandaşlarıydı. Kalabalık topluluklar İtalyanlar (171,918), Fransızlar (125,061), Hollandalılar (116,970), Faslılar (80,579), İspanyollar (42,765), Türkler (39,419) ve Almanlardı (37,621). 2004'te %97 oranla hemen hemen nüfusun tamamı kentlerde yaşamaktaydı. Belçika'da kilometrekareye 342 kişi düşer ve bu oran Avrupa'da Monako gibi mikrodevletler ve Hollanda dışında en fazla yoğunluğa sahip ülkedir. Ülkenin en yoğun alanı Anvers–Leuven–Brüksel–Gent kentlerinden meydana gelen Vlaamse Ruit iken en tenha alanı Ardenler'dir. 2006'da Flaman Bölgesi'nin nüfusu 6,078,600 kişiydi ve bu nüfus Anvers (457.749), Gent (230.951) ve Brugge (117.251) kentlerinde yoğunlaşmıştı. Charleroi (201.373), Liège (185.574) ve Namur (107.178) gibi kentleriyle Valonya'nın nüfusu 3.413.978 kişiyken 2 tanesinin 100.000'in üzerinde nüfusu olan 19 belediyeden meydana gelen Brüksel Başkent Bölgesi 1.018.804 nüfusa sahipti. Belçika'da hemcins çiftler evlenme hakkına sahiptirler. Din. Avrobarometre'ye göre Diller. Belçika konuşulan dillere göre Felemenk, Fransız ve Alman bölgelerine ayrılmıştır. Bunun yanında birkaç azınlık dili de gayriresmî olarak konuşulur. Belçika'nın 3 resmi dili ya da lehçelerine dair hiçbir resmi sayım olmadığı gibi herhangi bir istatistik de yoktur. Buna rağmen aileler, eğitim ve yabancı çocukların 2. dilleri gibi bazı konuları içeren alanlarda bazı rakamlar verilebilir. Bir istatistiğe göre Belçika nüfusunun %59'u Felemenkçe %40'ı Fransızca konuşur. Toplam Felemenkçe konuşucusu sayısı 6,23 milyondur ve bu nüfus kuzeydeki Flaman Bölgesi'nde yoğunlaşmıştır. Fransızca konuşucusu sayısı 3.32 milyondur ve konuşucular Valonya'da ve tahmini olarak 0.87 milyon kişi yani Brüksel Başkent Bölgesi'nin 85%inde yoğunlaşmıştır. Almanca konuşan 73,000 'lik halk Valon Bölgesi'nin doğusunda yerleşiktir; yaklaşık 10,000 Alman ve 60,000 Belçikalı Almanca konuşur. Takriben 23,000 Almanca konuşucusu resmi bölgeleri yakınlarındaki belediyelerde yaşar. Belçika'da konuşulan Felemenkçe ve Fransızca Hollanda'da ve Fransa'da konuşulanlardan sözcükler ve nüans olarak farklılıklar içerir. Birçok Felemenk hala bölgelerindeki Felemenk lehçesini konuşur. Valonya'nın ana resmi dili olan Valonca bugün en çok yaşlı insanlar tarafından konuşulur ya da anlaşılır. Valonya'nın lehçeleri Picard dili gibi bugün günlük yaşamda kullanımda değildir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1942", "len_data": 13697, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.57 }
Tarayıcı Savaşları, elektronik cihazların İnternete bağlanırken kullandıkları yazılımlar olan ağ tarayıcısı üreticisi şirketler arasında yaşanan ve pazar payını elinde tutmak ya da artırmak için girişilen yarış dönemlerine verilen addır. Bilişim tarihinde üç adet tarayıcı savaşı söz konusudur. Bunlardan birincisi Dünya Çapında Ağ'ın (DÇA) ilk on yılında yaşanan, Netscape şirketinin Navigator (Kılavuz) adlı ağ tarayıcısı ile Microsoft şirketinin Internet Explorer (IE) ağ tarayıcısı arasındaki çekişmedir. İkincisi ve halen devam etmekte bulunanı, daha fazla şirket arasında yaşanmaktadır. Üçüncü savaş ise, cep telefonları ve tablet bilgisayarlar gibi, kişisel bilgisayarlar dışındaki cihazlarda kullanılan mobil tarayıcılar arasında yaşanmaktadır. I. Tarayıcı Savaşı. Savaşın başlangıcı. 1995 yılına gelindiğinde Dünya Çapında Ağ'ın (DÇA: İng. "World Wide Web (WWW)") bilinirliği iyice artmıştı. Ağ taramasında o zamanların "standardı" sayılan Netscape Navigator, üniversiteler tarafından geliştirilen Mosaic ve Lynx gibi tarayıcılarla yarışıyordu. Netscape Navigator'ın başarısını ve DÇA'nın potansiyelini gören Microsoft, Mosaic'i Internet Explorer (IE) 1.0'ın temeli biçimine sokarak Microsoft Windows 95'in bir bileşeni olarak Ağustos 1995'te piyasaya sürdü. IE'nin 2.0 sürümünün sunulmasıyla çekişme başladı. Daha sonra "Netscape Communicator" olarak yeniden adlandırılan Netscape Navigator ve IE'nin yeni sürümleri, bunu izleyen birkaç yıl içerisinde büyük bir hızla ve arka arkaya piyasaya sürüldü. Yenilikler, genelde hataların giderilmesi biçimindeydi. Bu nedenle bu tarayıcılar çok düzgün işlemiyordu. Sık sık yaşanan çökme olayları ve ortaya çıkan güvenlik açıkları kullanıcıların başlarını ağrıttı. 1996 yılında IE 3.0'ın çıkmasıyla rekabet daha da kızıştı. Bu sürümde betik (İng. "script") ve Geçişli Biçem Sayfası (CSS) desteği bulunuyordu. O zamanlarda ağ sayfası tasarlayanlar için sayfaların altına "En iyi görüntü Netscape ile elde edilir" ya da "En iyi görüntü Internet Explorer ile elde edilir" yazmak genel tutumdu. Buna karşı çıkan kullanıcılar ise "hangi ağ tarayıcısıyla olursa olsun" düşüncesiyle yola çıkarak "En iyi görüntü herhangi bir tarayıcıyla elde edilir" hareketini başlattılar. Microsoft'un Netscape karşısındaki üstünlükleri. Microsoft'un tarayıcı savaşlarında iki noktada üstünlüğü vardı. Microsoft'un çalımları. Microsoft'un Netscape'i çökerten diğer girişimleri ise şunlardı: 1998'in sonunda Netscape'in pazar payı liderliğini Internet Explorer'a kaptırmasıyla sona eren bu süreci başlatan bu etkiler, daha sonra bir Microsoft yöneticisi tarafından "Netscape'in hava desteğinin kesilmesi" olarak değerlendirildi. Netscape kısa süre sonra AOL tarafından 4.2 milyar dolara satın alındı. Pazarın yeni önderi olan Internet Explorer, 2002 yılında, Netscape'in en iyi zamanlarında bile yakalayamadığı %98'lik pazar payına ulaştı. Microsoft'un bu sırada ortaya koyduğu davranışlar, tekel yasalarının hiçe sayılması ve işletim sistemi pazarından tekel olma durumunun kötüye kullanıldığı yönündeki eleştirilere destek sağlar nitelikteydi. Bu kadar büyük oranda kullanılan Internet Explorer bu savaşı kazanmış oldu. Ancak bu noktadan sonra Microsoft'un IE'nin geliştirilmesine yatırım yapmamasıyla, ağ tarayıcılarındaki gelişim durdu. Sonuç. Sonuçta iki tür "kötü durum" güçlendi: Ağ standartları, tek tarayıcı egemenliği ile geri plana atıldı. Internet Explorer 6.0; Geçişli Biçem Sayfası, PNG görüntü biçimi ve XHTML gibi biçimleri düzgün olarak gösteremiyor. Bu ise geliştiricilerin gereksiz ve kullanışsız yöntemler kullanmalarına yol açıyor. Çoğu kişi sayfaları standartlara göre değil, IE'de düzgün görünüp görünmediğine göre düzenliyor. Bunlara ek olarak, Microsoft bugün birçok sayfanın düzgün görüntülenmemesine neden olan VBScript ve ActiveX gibi tarayıcı eklentilerini geliştirdi. En gülünç durum ise, birçok deneyimsiz kullanıcının, sadece adında 'Internet' sözcüğü geçtiği için Internet Explorer yazılımını 'İnternet' sanması. (Windows 95 ile desteklenen Internet Explorer sürümünün adı gerçekten "The Internet" [İnternet] idi.) Gerçekte İnternet, Dünya Çapında Ağ'a bağlı bilgisayarların tümünün oluşturduğu ortam; Internet Explorer ise burada yer alan sayfaları göstermeye yarayan birçok yazılımdan sadece biri. II. Tarayıcı Savaşı. 1998 yılında Netscape geliştiricileri yazılımlarının kaynak kodlarını açarak "Mozilla" olarak yeniden adlandırdılar. Mozilla kısa sürede birçok yeni özellikle donatıldı. 2003 yılında 1.0 sürümüne ulaşan Mozilla, en gözde açık kaynaklı yazılımlar arasındaki yerini aldı. Daha sonra Mozilla'nın türevi olan ve geliştirilmesinde ağ taramasına yoğunlaşılan Mozilla Firefox; Windows, Linux, Mac OS ve diğer işletim sistemlerinde kullanılmaya başlandı. KDE'nin bir parçası olan UNIX tabanlı Konqueror, Unix benzeri sistemler üzerinden Mozilla Vakfı ve tarayıcısı Firefox ile yarışıyor. Macintosh'un öntanımlı ağ tarayıcısı olan Safari de Konqueror'ın KHTML kaynak okuma ve görüntüleme altyapısını kullanıyor. Opera pazarda çok küçük bir paya sahip olmasına rağmen işletim sistemi eski olan bilgisayarlarda ve Geniş ekranlı cep telefonlarında çok kullanılıyor. Microsoft 2003 yılında yaptığı bir açıklamayla, Internet Explorer Servis Paketi 1'in işletim sistemiyle bütünleşik olmayan son sürüm olacağını, bundan sonraki gelişmelerin Windows Vista'ya bağımlı olacağını duyurdu. 2008'in sonlarında ise Google yeni tarayıcısını (Google Chrome) üreterek tarayıcı savaşlarında yerini aldı. 2009 yılında Internet Explorer 8'inde gelmesiyle tarayıcı savaşları daha da hız kazandı. 2009-2010 yıllarında savaş bir kez daha başladı ancak bu sefer daha fazla tarayıcı ve daha fazla şirketle Google Internet Explorer ile savaşırken Firefox güncellemelerini hızlandırdı. 17 Kasım 2011'de Google Firefox'a çok yaklaştı hatta geçti ama geriledi. Mobil Tarayıcıları Savaşı. Şu an devam etmekte olan mobil tarayıcı savaşının oyuncuları Microsoft Edge, Opera, Opera Mini, Opera Touch, Mozilla Firefox, Brave Browser, Vivaldi, Mint Browser, Google Chrome ve Safari'dir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1945", "len_data": 6025, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.33 }
Çölyak hastalığı (ya da gluten enteropatisi); bağırsaklardaki besin emilimini sağlayan villus denilen yapıların bozulmasına sebep olan ve dolayısıyla da yiyeceklerdeki besinin emilmesini engelleyen ve ince bağırsakta hasarlar oluşturan bir sindirim sistemi hastalığıdır. Belirtileri. Küçük çocuklarda kusma, ishal, karın şişliği, iştahsızlık, kilo alamama ve boy uzamasında yavaşlama gibi tipik belirtilerle ortaya çıkabileceği gibi daha ileri yaşlarda sadece kansızlık, boy kısalığı, kemik zayıflığı ve nedeni bilinemeyen karaciğer hastalığı, şiddetli karın ağrıları, gaz problemleri gibi çok değişik belirtilerle de kendini gösterir. Çölyak hastası olan kişiler buğdayda, arpada, çavdarda ve kesin olmamakla birlikte yulafta bulunan ve glüten olarak adlandırılan bir proteine tahammül edememektedir. Eğer glütenli bir ürün tüketirlerse karın ağrıları olabilir. Çölyaklı hastalar glüten içeren yiyecekler yediklerinde, onların bağışıklık sistemleri bunu ince bağırsaklara zarar vererek yanıtlar. Özellikle çok küçük ve parmak şekline benzeyen villus olarak adlandırılan ince bağırsaktaki emilimi sağlayan yapılar kaybolur (düzleşir ve görevini yapamaz hale gelir). Yiyeceklerdeki besinler bu villuslardan geçerek kan dolaşımı içine emilirler. Villuslar olmadan kişi; ne kadar yiyecek yerse yesin; beslenemez. Vücudun kendi bağışıklık sistemine zarar vermesinden dolayı çölyak hastalığı oto-immün sistem rahatsızlığı olarak düşünülmektedir. Bununla birlikte, yiyeceklerin emilememesinden dolayı sindirim rahatsızlığı olarak da sınıflandırılabilmektedir. Tanı yöntemi. Çölyak hastalığının kesin tanısı ancak deneyimli bir gastroenterolog tarafından yapılacak kan tahlilleri ve ince bağırsak biyopsisi ile tanımlanabilir. Çölyak hastalığı genetik bir hastalıktır, yani ailevi kalıtım söz konusudur. Bazen hastalık bir ameliyat, çocuk doğumu, hamilelik, viral enfeksiyon ya da şiddetli duygusal stresten sonra tetiklenebildiği gibi ilk seferde de aktif olabilir. Hastalık yaşamının herhangi bölümünde ortaya çıkabilmektedir. Çölyak kimi kişilerde çocukluk, kimilerinde ergenlik, kimilerinde ise orta yaş grubunda ortaya çıkabilmektedir. Tedavi şekli. Tanı konulduktan sonraki aşamada uyulması gereken tek tedavi yöntemi ise size uzman hekim tarafından önerilen glüten içermeyen besinlerle beslenmektir. Glüten buğday, arpa, çavdar ve yulafta bulunduğu için bu gıdalardan ömür boyu uzak durmak gereklidir. Çölyaklı kişiler normal ekmek, makarna, pasta, börek, bisküvi ve benzeri çok sayıda gıdayı yememek durumundadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1946", "len_data": 2515, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.96 }
Zatürre, pnömoni () ya da batar, akciğerde görülen yangılardır. Klasik pnömonilerde, akciğerlerin hava geçitlerindeki son bölüm (terminal bronşioller) ve hava kesecikleri (alveoller) etkilenir. İnterstisiyel pnömonilerde, hava kesecikleri (alveoller) arasındaki bölmeler (alveol septumları) yoğunlukla etkilenen alanlardır. Akciğerler günde 10.000 litre havayı süzer. Kan dolaşımına oksijen taşıyan solunum havasıyla birlikte çok sayıda katı ve sıvı partikül ile zararlı gazlar da akciğerlere ulaşır. Solunum havası içindeki zararlı etkilere verilen tepkilerin büyük bölümü canlı etkenlerden kökenli infeksiyon hastalıklarıdır (bakteriyel pnömoniler, virüs pnömonileri, mantar pnömonileri, parazitik pnömoni). Toksik gazların ve sıvıların büyük bölümü “kimyasal pnömoniler” olarak nitelenir. Her yıl, zatürre (pnömoni)yaklaşık 450 milyon kişiyi yani dünya toplamının yüzde yedisini etkiler ve yaklaşık 4 milyon ölümle sonuçlanır. Gelişmekte olan ülkelerde, çok yaşlı, çok genç ve kronik hastalarda pnömoni, önde gelen ölüm nedenlerindendir. Belirtiler ve semptomlar. Bulaşıcı pnömoniye sahip kişilerde balgamlı öksürük ve ateş ile beraber titremeli üşümeler, nefes darlığı, derin nefes esnasında şiddetli veya saplanıcı türde göğüs ağrısı ve artmış solunum sayısı görülür. Yaşlılarda, konfüzyon en belirgin belirti olabilir. Beş yaşın altındaki çocuklarda görülen belirgin bulgu ve belirtiler ateş, öksürük ve hızlı veya güç solumadır. Ateş, birçok diğer yaygın hastalıkta da görüldüğü için özgün değildir ve ağır seyirli hastalık veya malnütrisyon sahibi kişilerde görülmeyebilir. Ayrıca, öksürük iki aydan küçük çocuklarda çoğunlukla görülmez. Daha şiddetli bulgu ve belirtiler arasında morarma (siyanoz), azalmış susuzluk, kasılmalar, ısrarcı kusma, aşırı yüksek vücut ısısı veya azalmış bilinç seviyesi bulunabilir. Bakteriyel ve viral pnömonilerde de genellikle benzer belirtiler bulunur. Bazı nedenler klasik ancak spesifik olmayan klinik özellikler ile ilişkilendirilirler. "Legionella kaynaklı pnömoni, karın ağrısı, diyare veya konfüzyon ile ortaya çıkarken, Streptococcus pneumonia" kaynaklı pnömoni pas rengi balgam ile ilişkilendirilir ve "Klebsiella" kaynaklı pnömonide “kuşüzümü jeli” olarak tanımlanan kanlı balgam görülebilir. Kanlı balgam (hemoptizi) tüberküloz, Gram-negatif pnömoni ve akciğer absesinin yanı sıra daha yaygın olarak akut bronşit hastalarında da ortaya çıkabilir. Mikoplazma pnömoni, boyundaki lenf bezlerinin şişmesi (lenfadenopati), eklem ağrısı (artralji) veya bir orta kulak iltihabı (otitis media) ile ilişkili olarak ortaya çıkabilir. Viral pnömoni, bakteriyel pnömoniye oranla daha yaygın olarak hırıltılı solunum ortaya çıkar. Türler ve Nedenler. Pnömoni nedenleri. Akciğerlerin özgün bir savunma sistemi vardır; ses tellerindeki kapanma refleksi, öksürük refleksi, sıvı (mukus) ve titrek tüylerin (silia) temizleyici etkisi, alveol makrofajlarının fagozitozu ile bireyin bağışıklık sisteminin gücü önemli fiziksel ve hücresel engellerdir. Pnömonilerin oluşmasında 3 önemli faktör vardır: Bu faktörlerin etkisi risk altındaki insanlarda çok daha belirgindir. Risk faktörlerinin başlıcaları şunlardır: Bakteriyel Pnömoniler. İnfeksiyon Etkenleri ve Etki mekanizmaları. Bakteriyel pnömonilerin oluşmasında, vücut-dışı (ekstrinsik) ve vücut-içi (instrinsik) faktörler oldukça önemlidir. Vücut-dışı (ekstrinsik) faktörler (bakteriler): İnhalasyon ve aspirasyon, en sık görülen bulaş yollarıdır. "Staphylococcus" türleri, akciğerlere kan yolu (hematojen) ile gelir. "Streptococcus pneumoniae", olguların yaklaşık %50'sinde izole edilir. "Haemophilus influenzae" kökenli pnömoniler tütün kullananlar ile KOAH ve bağışıklık sistemi sorunları olanlarda görece sıktır. "K. Pneumoniae", alkoliklerde, KOAH olanlarda ve diabetlilerde görülen, oldukça kötü gidişli nekrotizan pnömoninin nedenidir. "S. aureus" pnömonisi oldukça yaygındır, "Influenza A" infeksiyonunun komplikasyonu olarak görülebilir; eroin bağımlılarında, hastanelerde damar yolu açılanlarda ve protezi olan hastalarda, bakterinin kan yolu (hematojen) ile akciğerlere ulaşmasının sonucu ortaya çıkar. Gram-negatif bakteri pnömonileri, hastane infeksiyonu olarak ve bağışıklık sistemi sorunu olanlarda görülür ("Escherichia coli", "Pseudomonas", "Enterobacter" ve Serratia ailesi başlıca etkenlerdir). Bazı "Streptococcus pneumoniae" ve methicillin-resistant "Staphylococcus aureus" (MRSA) gibi antibiyotiklere dirençli bakteri infeksiyonları yaygınlaşmaktadır. Vücut-içi faktörler (instrinsik) faktörler: Pnömonilerin patofizyolojisinde vücut-içi faktörler (instrinsik) faktörler oldukça önemlidir. Klinikopatolojik Türler. Bronkopnömoni. Başlıca etkenler Streptokok, Stafilokok ve "H. Influenza"'dır.Risk faktörlerini taşıyan prematüre bebeklerde, çocuklarda ve yaşlılarda görece sıktır. "Streptococcus pneumoniae" toksinleri ve üreme yetenekleriyle etkilidir. Bakteri, çevresini kuşatan kapsül ile fagositlerden korunurlar. Ağız-boğaz (orofarinks) dokuları hastalık etkeninin ilk çoğalma yeridir. Bakteri çoğalmasıyla birlikte 5-8 gün içinde bağışıklık sistemi aktifleşir; antikor ve kompleman sisteminin çabasıyla infeksiyon kontrol altına alınabilirse ateş düşer. Risk faktörlerinin varlığında infeksiyon gerileyemez ve pnömoniye dönüşür. Bronkopnömoni, akciğerlerin farklı loblarında yamalar biçiminde oluşan eksüdasyon ile karakterizedir; genellikle iki taraflıdır ve çoğu kez akciğerlerin alt loblarında yoğunlaşır. İrinli (süpüratif) eksüda bronşiollerden başlayarak çevresindeki alveollere yayılır. Lezyonlar küçük yamalar biçimindedir. Abseleşme alanlarına ve abselerin plevraya fistülleşmesine (empiyem) rastlanabilir. Tedavisi ya da bağışıklık sistemi yetersiz kalan hastalarda sepsis ve septik şok gelişebilir. Lobar pnömoni. Olguların yaklaşık %95'inde etken "Strep. pneumoniae" (1,3,7, 2)'dir. Akciğer loblarından biri tümüyle etkileyen fibrinli-irinli (fibrinosüpütatif) bir yangı saptanır. Antibiyotik tedavisi oldukça etkindir. Tedavi görmeyen hastalarda lobar pnömoni 4 evre gösterir: 1.Evre - Hiperemi ve ödem (1-2. Günler): Etkilenen akciğer lobu kırmızı ve ağırlaşmıştır. Mikroskopik incelemede, damarlar eitrositlerle doludur (hiperemi). Akciğer alveollerine ödem sıvısı çıkışı vardır. Çok sayıdaki bakteri kümeleri arasında az sayıda lökosit (nötrofil polimorf) görülür. 2.Evre - Kırmızı hepatizasyon (2-4. Günler): Etkilenen akciğer lobu koyu kırmızı renklidir. Yüzeyi kuru ve beneklidir. Görünüşü ve kıvamı karaciğere benzer. Mikroskopik incelemede, hiperemi artmıştır, alveol boşluklarında eritrositler, fibrin ve nötrofil polimorf kümeleri vardır (akciğerin kıvamının ve renginin karaciğere benzemesinin nedeni alveollerin eksüda ile dolmasıdır). 3.Evre - Gri hepatizasyon (4-8. Günler): Akciğer lobunun katılaşmış durumu sürmektedir, ancak renk solmaya ve grileşmeye başlamıştır; renk değişikliğinin nedeni hipereminin gerilemesidir. Alveol boşlukları fibrin ve lökositlerle doludur, eritrosit sayısı çok azalmıştır. 4.Evre- Rezolüsyon (1-3. haftalar): Etkilenen akciğer lobunun rengi ve kıvamı normale dönmektedir. Alveol boşluklarındaki nötrofil polimorflar enzimleriyle bakterileri parçalamıştır; eksüda ve bakteri artıkları bol ve sarı renkli balgamla (öksürükle) dışarı atılır. Eksüdanın atılamayan bölümü makrofajlar tarafından fagosite edilir. Küçük eksüda artıkları (varsa), nedbe dokusuna dönüşür. Virüs Pnömonileri. Virüsler, pnömoni vakalarının yetişkinlerde yaklaşık üçte birinin ve çocuklarda %15'inin sebebidir. Yaygın bulaştırıcı ajanlar arasında rinovirüsler, koronavirüsler, influenza virüsü, Respiratory syncytial virus (RSV), adenovirüs ve parainfluenza bulunur. Herpes simplex virüsü, yenidoğanlar, kanserli kişiler, transplant alıcıları ve ciddi yanıklara sahip kişiler gibi gruplar dışında nadiren pnömoniye neden olur. Organ nakli uygulanan veya bağışıklık yetmezliği olan kişiler yüksek oranda sitomegalovirüs (CMV) pnömoni gösterir. Viral enfeksiyonlara sahip kişiler, özellikle diğer sağlık sorunları mevcut olduğunda, ikinci olarak "Streptococcus pneumoniae", "Staphylococcus aureus" veya "Haemophilus influenzae" bakterisi ile enfekte olabilir. Farklı virüsler yılın farklı dönemlerinde çoğunlukta olur. Örneğin, influenza döneminde influenza tüm viral vakaların yarısından fazlasının nedeni olabilir. Son yıllarda "Hantavirus" ve "koronavirüs" (SARS, COVID-19) salgınları görülmektedir; son aylardaki COVID-19 salgını pandemi niteliği kazanmıştır. Virüsler akciğere birkaç farklı yoldan bulaşabilir; damlacık yoluyla ya da enfekte parmaklarla ağız-burun-göz çevresine dokunmak bulaşta çok önemlidir. Üst solunum yollarına giren virüsler bir süre sonra akciğer alveollerine dek ilerleyebilirler. Kızamık ve herpes simpleks (uçuk) gibi bazı virüsler akciğerlere kan yoluyla (viremi) ulaşabilir. Akciğerde değişen düzeylerde hücre ölümüne başlar; bağışıklık sistemi infeksiyona cevap verdiğinde daha fazla akciğer hasarı meydana gelebilir. Birçok virüs akciğerlere zarar vermenin yanı sıra eşzamanlı olarak diğer organları da etkiler ve böylece vücudun işlevlerini bozar; bakteriyel infeksiyonlara karşı direnç azalır ve sekonder bakteriyel pnömoni gelişebilir. İnterstisiyel Pnömoni (atipik virüs pnömonisi). Güçlü solunum sıkıntısıyla ölüme neden olabilen bir pnömoni türüdür. Çocuklardaki infeksiyonlar genellikle yalnızca virüslerle ortaya çıkar. Erişkinlerde, virüs ve bakteri birlikte etkilidir. Kronik hastalığı olanlar ve bağışıklık sistemi sorunları bulunanlarda, tipik virüs pnömonisi riski yüksektir. Adenovirus, Influenza A ve B, Parainfluenza, Respiratory syncytial virüs (RSV) pnömonilerinin bir bölümü hastane infeksiyonu (nozokomiyal infeksiyon) olarak ortaya çıkar. Virüs pnömonilerinin bir bölümü akciğere özgü bir infeksiyon hastalığı olabildiği gibi, sistemik bir virüs infeksiyonun parçası da olabilir. Buna göre; akciğere özgü infeksiyona neden olan virüslerdir. İnfluenza virüsü tip A ve B, RSV, adenovirus, parainfluenza virus, rhinovirus, hantavirus ve CMV akciğere özgü bir infeksiyon hastalığı yapan virüslerdir. Akciğer etkilenmesine neden olan sistemik infeksiyon hastalığına neden olan virüsler şunlardır: Paramyxovirus species (kızamık), herpes virüsler (varicella-zoster virus, Epstein-Barr virus, CMV, herpes simplex virüs). Patoloji: Tek ya da her iki akciğer etkilenebilir. Lezyonlar yama biçimindedir. Yangısal infiltrasyon alveol duvarlarındadır (septumlarda); ödem, lenfosit, plazma hücreleri ve histiositler bulunur. Güçlü olgularda alveol duvarlarında parçalanmalar ve hyalin membran adı verilen bir maddenin birikmesi görülür.   Respiratory syncytial virus (RSV) infeksiyonu. Bebeklerde sık görülen bir infeksiyon hastalığıdır. İleri yaşlardaki olguların çoğu üst solunum yolu infeksiyonudur. Bebeklerdeki infeksiyon bronşiolit ve pnömoni bulgularıyla ortaya çıkar. Doğumdan sonraki ilk yıl içinde RSV bronşioliti geçiren bebeklerde astma riski yüksektir. Pnömoniye dek ilerleyebilen RSV infeksiyonlarındaki risk faktörleri şunlardır: Virüsün en önemli etkisi, infeksiyon sürecinde ortaya çıkan yangısal tepkilerin solunum yollarında neden olduğu doku zararlarıdır. Doku zararlarına neden olan kimyasal maddeler bağışıklık sisteminin ürettiği medyatörlerdir. RSV, solunum sistemindeki fiziksel engellerin (mukus, silia, fagositoz, vb) işlevlerini bozarak bakteri infeksiyonlarına uygun ortamın hazırlanmasına neden olur. Influenza virüsü. Erişkinlerde en sık görülen virüs pnömonisidir. İnfluenza virüsünün A, B ve C tipleri öne çıkar. Parainfluenza virüsü. Bebeklerde pnömoni yapar. Erişkinlerdeki infeksiyonlar hafifçe atlatılır. 6 aylıktan küçük bebeklerde alt solunum yollarını ve akciğeri etkileyen önemli bir virüstür (RSV'den sonra 2.sırayı alır). Adenovirus. Farklı tipleri olan virüsün 7.tipi, bebeklerde bronşiolit ve pnömoni nedenidir. 4. ve 7. tipler kışlalarda ve yatılı okullarda salgın oluşturur; buralardaki atipik pnömonilerin ½'si adenovirüs kökenlidir. 6 aylıktan küçük bebeklerde ve immun sistem sorunları olan erişkinlerdeki pnömonilerin gidişi ağırdır. Paramyxovirus. Aşılanmamış çocuklarda ve erişkinlerdeki kızamık hastalığının neden olur. Hastaların %5'inde ölüme neden olabilen pnömoni gelişebilir. Herpes Virüs İnfeksiyonları. Herpes virüs infeksiyonlarında pnömoni komplikasyonu görülebilmektedir. Virüs pnömonilerinin komplikasyonları Mantar Pnömonileri. Mantar pnömonisi yaygın değildir ancak AIDS, bağışıklık sistemini baskılayıcı ilaçlar veya diğer tıbbi sorunlar nedeniyle zayıflamış bağışıklık sistemine sahip kişilerde daha yaygın olarak ortaya çıkabilir. Genellikle "Histoplasma capsulatum", bsoyadıomiçes, "Cryptococcus neoformans", "Pneumocystis jiroveci" ve "Coccidioides immitis"ten kaynaklanır. "Histoplasmosis" en çok Mississippi River havzasında ve "coccidioidomycosis" ise en çok Amerika'nın Güneybatısında yaygındır. Toplumda artan seyahat ve bağışıklık sistemini baskılayıcı tedavi oranları nedeniyle 20. yüzyılının ikinci yarısında vaka sayısı artış göstermiştir. Çoğu subtropikal/tropikal yörelerde etkili olan mantarların "(Histoplasma capsulatum, Coccidioides immitis, Blastomyces dermatitidis, Paracoccidioides brasiliensis") neden olduğu pnömoniler Türkiye'de seyrek görülen infeksiyon hastalıklarındandır. Buna karşın, Candida, Aspergillus ve Mucor türleri ile "Cryptococcus neoformans" edinsel ya da doğumsal immun sistem yetmezliği hastalarında sıkça görülür. Etkenlerin bulaşma yolları Patoloji: H. capsulatum ve C. immitis olgularında, ortalarında nekrozlaşma görülen granülomatöz tepkilerdeki makrofajlar içinde hastalık etkeni olan mantar görülür. Aspergillus ve Mucor lezyonlarında yangı alanlarındaki hücreler arasında mantar hifeleri vardır. Candida türlerinde, mantar hifeleri yangı yöresindeki hücreler tarafından fagosite edilmiştir. Komplikasyon: Damar invazyonu yaparak kan akımına giren etkenler sistemik yayılma gösterirler (septik embolizm). Damar çeperlerinin yırtılması ile ağızdan kan gelebilir (hemoptizi). Özellikle Mucor türleri, üst solunum yollarını etkilerken damakta perforasyon yapar, venöz dolaşım ile beyine ulaşabilir. Akciğer lezyonları plevraya, trakea lezyonları özofagusa fistülleşebilir. Kronikleşen olgularda (özellikle histoplasmosis) mediastende fibrozis gelişir, bronşlarda kireçlenmiş mantar kolonileri oluşabilir. Mediastendeki fibrozis kalp kesesini de etkileyebilir. Parazitik Pnömoniler. "Toxoplasma gondii"", Strongyloides stercoralis, Ascaris lumbricoides"ve" Plasmodium malariae"dahil olmak üzere çeşitli parazitler akciğerleri etkileyebilir; vücuda genellikle doğrudan temas, yutma veya taşıyıcı bir haşere ile girerler. Paragonimus westermani haricinde çoğu parazit, akciğerleri belirli bir biçimde etkilemez ancak diğer alanlara ikincil olarak akciğerlere de bulaşır. Ascaris ve Strongyloides gibi bazı parazitler, eozinofilik pnömoni ile sonuçlanabilecek güçlü bir eozinofilik reaksiyonu stimüle eder. Gelişmiş dünyada bu infeksiyonlar en çok seyahatten dönen kişilerde veya göçmenlerde yaygındır. Bu infeksiyonlar dünyaca en çok bağışıklık yetmezliği olan kişilerde yaygındır. İdiopatik Pnömoniler. İdiopatik pnömoniler nedeni bilkinmeyen ve bulaşıcı olmayan pnömonilerdir. Bir bölümü önceki bir akut pnömoni tablosunun sekeli olabilir, çoğu kez restriktif akciğer hastalığı ile sonlanırlar Bronchiolitis Obliterans (Organizing Pneumonia). Bronşiyollerin içinde zamanla nedbe dokusuna değişerek tıkanmaya (obliterasyon) neden olan granülasyon dokusunun oluşmasıyla karakterize bir kronik pnömoni türüdür (tıkayıcı bronşiolit). Olguların ½’sinde neden anlaşılamaz (bronchiolitis obliterans organizing pneumonia; BOOP), bir bölümü ise bronşiyolit komponenti olan akut pnömonilerin kronikleşmesidir. Nedeni bilinen olgularda radyoterapi, infeksiyon hastalıkları, ilaçlar ve kimyasal maddelerin etkisi önemlidir. Bronchiolitis obliterans organizing pneumonia (BOOP; Cryptogenic organizing pneumonia; COP) Bronşiolleri ve çevre alveolleri etkileyen, yoğun bağ dokusu artışının (fibrosing) görüldüğü bir kronik pnömoni türüdür. Bronşiol boşluklarındaki poliplere benzeyen granülasyon dokusu (Masson cisimcikleri) zamanla alveol boşluklarına dek ilerleyici eğilim gösterir. BOOP tablosunun başlıca nedenleri şunlardır: İnterstisiyel Pnömoni (Usual Interstitial Pneumonia-UIP). İnterstisiyel Pnömoni olgularını, kronik interstisiyel pnömoni ya da idiopatik pulmoner fibrozis olarak tanımayan araştırmacılar vardır. İnterstisiyel pnömonilerin en sık görülenlerindendir. Hastalar, orta yaşlı erkeklerdir. Çoğunun nedeni bilinmemektedir. Az sayıda olguda saptanan etyolojik faktörler şunlardır: Akciğerler fibrozis nedeniyle küçülmüştür. Alt lobların etkilenmesi daha belirgindir. Yoğun fibrozis alanları içinde lenfosit kümelerine rastlanır. Eski olgularda “bal peteği” görünümü saptanır. Damarlar kalınlaşmıştır. Bu bulgular, pulmoner hipertansiyona ve cor pulmonale gelişmesine neden olur. Alveolar proteinozis. Bronşiyollar ve alveol lümenleri sürfaktan niteliğinde lipoproteinsi madde (granüler nitelikte eozinofil madde) materyal birikir. Temel sorun, makrofajlardaki defektlerdir. Başlıca nedeleri bağışıklık sisteminde aksaklık, hematolojik kanserler, solunum sistemi infeksiyonları, inorganik tozların solunmasıdır. İmmun Yetmezlik Sendromlarındaki Pnömoniler. Konjenital immu yetmezlik sendromlarının yanı sıra HIV infeksiyonu, immunosüressif tedaviler ve organ transplantasyonları çıkarcı etkenlerin neden olduğu pnömonilerin en sık görüldüğü bağışıklık sistemi yetmezlikleridir. Bu hastalarda görülen pnömonilerde en önemli canlı etkenler şunlardır: "Pneumocystis jiroveci" (HIV infeksiyonunda), Gram-negatif basiller, "Staphylococcus" türleri, mantarlar "(Aspergillus, Candida), Nocardia, Streptococcus pneumoniae", "Cytomegalovirus" (CMV), "Legionella, Mycobacterium avium-intracellular"e. Komplikasyonlar Konjenital Pnömoniler. Doğumdan sonraki ilk 24 saat içinde gelişen pnömonilerdir. Bebeğin doğumda steril olan solunum yolları anneden ve çevreden gelen bakterilerle kirlenir. Ancak, 24 saat içinde gelişen pnömoniler özellikle endotrakeal intübasyon yapan bebeklerde gelişir. Bu girişime ek olarak uygulanan yüksek konsantrasyonlu basınçlı oksijen verilmesi örtücü mukozanın bütünlüğünü bozduğu gibi silia sisteminin işlevlerini de olumsuz etkiler. Konjenital pnömonilerin 3 tipi vardır: (1) Gerçek konjenital pnömoniler, (2) Doğum sırasında oluşanlar, (3) Doğum sonrası (postnatal) konjenital pnömoniler: Patoloji: Akciğerlerde yaygın, yamalar biçiminde ya da sınırlı bir alandan oluşan katılaşmış odaklar vardır. Akciğerlerin içinde ve yüzeyinde kanamalar olabilir. Bronşiollerde ve alveollerde kanlı-seröz ya da irinli-seröz bir sıvı bulunabilir. Plevra etkilenmesi olabilir. Mikroskopla incelendiğinde, erken dönemde makrofajlar ve lenfositler, ileri dönemlerde polimorf lökositler ve mikroplar görülür. Akciğer dokusu yer yer büzüşmüştür. Hipereminin yanı sıra bronşiollerde ve alveollerde kanamalar bulunabilir. Kimyasal pnömoniler. Kimyasal tozlar, sıvılar ve gazların toksik etkilerinin neden olduğu pnömonilerdir. Bu maddelerin bir bölümü yalnızca akciğerleri etkilerken, bazıları sistemik etki gösterir. Tarım ilaçları, fosil yakıtları dumanı (karbonmonoksid), toksik gazlar (amonyak, klor, fosgen), havuz temizlik maddeleri kimyasal pnömoniye neden olan başlıca maddelerdir. Akut solunum yetmezliği ile başlayan tablonun gidişi, maddenin yoğunluğu ve tedaviye başlama süresiyle orantılı olarak belirlenir. Aspirasyon ve İnhalasyon Pnömonisi. Kimyasal maddelerin (toz, gaz, sıvı), bakteri içeren ağız-boğaz sıvılarının ve mide içeriğinin solunum yollarından geçerek akciğerlere ulaşmasıyla ortaya çıkarlar. Başlıcaları: Mendelson sendromu: Mide içeriğinin solunum yollarına girerek akciğerlere ulaşması (aspirasyonu) olgusudur. Yoğun aspirasyonlarda mide asidinin neden olduğu kimyasal bir pnömoni gelişir.  Özellikle, genel anestezi ve gebelik kusmalarında sıkça rastlanır. Ayrıca, öksürük refleksinin kaybolduğu bilinç kaybı koşullarında ortaya çıkar; alkol (sarhoşluk), aşırı doz yatıştırıcı ilaçlar (sedatifler), epilepsi nöbetleri, felç, kafa travması örnekleri verilebilir. Bilinç kaybı olmaksızın ortaya çıkan aspirasyonlarda nörolojik hastalıklar (myasthenia gravis, multipl skleroz, demans, vb), reflü, yutma güçlükleri (yemek borusu patolojileri, nazogastrik tüp uygulaması), endoskopi, bronkoskopi, zorlamalı kusmalar başlıca risk faktörleridir. Bakteriyel pnömoniler: Bakteri içeren partiküllerin solunum yollarına kaçmasıyla oluşan pnömonilerdir. Örneklerden biri, ağız-boğaz florasına hastane koşullarından katılan gram-negatif bakterilerin ve stafilokokların neden olduğu infeksiyonlardır. Bir başka örnek diş hastalıklarında görülenidir; gangrenli diş tedavisi sırasında solunum yollarına kaçan bakterili partiküller gangrenli pnömoniye yol açabilir. Öksürük refleksinin gerçekleşemediği bilinç kaybı koşullarında (sarhoşluk, kafa travması, anestezi, vb), ağız-boğaz (orofaringeal) sıvısı içerisinde bulunan anaerobik bakterilerin solunum yollarına girmesiyle pnömoniler oluşabilmektedir. Eozinofilik pnömoni. Akciğerlerde eozinofil lökositlerin yayılmasıyla ortaya çıkar; alveol boşluklarında ödem ve eozinofil lökositler görülür. Primer tipinin nedeni bilinmemektedir. Sekonder eozinofilik pnömoniler, parazit (Ascaris lumbricoides, Strongyloides stercoralis) hastalıklarında ve bazı ilaçların (amiodarone, nitrofurantoin) etkisiyle ortaya çıkabilir. Tanı. Pnömoni tanısı genellikle fiziksel belirti ve akciğer röntgeni bileşimine dayanarak konur. Bununla birlikte, altta yatan nedenin doğrulanması güç olabilir çünkü bakterilere dayalı olan ve olmayan kökeni birbirinden ayırt edebilen ayırıcı bir test bulunmamaktadır. Dünya Sağlık Örgütü çocuklarda görülen pnömoniyi klinik olarak öksürük ya da solunum güçlüğü ve hızlı solunum hızı, göğsün içeri çekilmesi veya azalmış bilinç düzeyine dayanarak tanımlamıştır; hızlı solunum hızı 2 aylıktan küçük çocuklarda dakikada 60 soluktan daha fazlası, 2 ay ila 1 yaş arası çocuklarda dakikada 50 soluk veya 1 ila 5 yaş arası çocuklarda dakikada 40 soluktan fazlası olarak tanımlanmıştır. Çocuklarda artmış solunum hızı ve göğsün daha az içeri çekilmesi bir steteskop yardımıyla göğüsteki seslerin duyulmasından daha duyarlıdır. Yetişkinlerde, genellikle hafif vakalarda araştırma yapılması gerekmez. tüm yaşamsal belirtiler ve oskültasyon normalse pnömoni riski çok düşüktür. Hastaneye yatırılması gereken kişilerde, nabız oksimetre, göğüs radyografisi ve kan testleri -tam kan sayımı, serum elektrolitleri, C reaktif protein düzeyi ve belki de karaciğer fonksiyon testleri dahil-tavsiye edilir. İnfluenza benzeri hastalık tanısı işaret ve belirtilere dayanarak yapılabilir; ancak influenza enfeksiyonunun doğrulanması için testlerin yapılması gerekir. Bu nedenle tedavi çoğunlukla toplumda influenzanın varlığına veya hızlı influenza testine dayanır. Fiziksel muayene. Fiziksel muayene bazen düşük kan basıncı, yüksek kalp atım hızı veya düşük oksijen satürasyonunu ortaya çıkarabilir Solunum hızı normalden hızlı olabilir ve bu durum diğer belirtilerden bir veya iki gün önce meydana gelebilir. Göğüs muayenesi normal olabilir ancak etkilenen bölgede göğsün genişlemesinde azalma görülebilir. Enflamasyonlu akciğerden iletilen, daha büyük hava yollarından gelen şiddetli nefes seslerine bronşiyal soluk adı verilir ve bir steteskop yardımıyla oskültasyonda duyulurlar. soluk alma esnasında etkilenen alanda sesler (hırıltılar) duyulabilir. Etkilenen akciğerde Perküsyon azalabilir ve azalmaktan ziyade artmış vokal rezonans pnömoniyi plevral efüzyondan ayırır. Görüntüleme. Göğüs radyografisi tanı konarken sıklıkla kullanılır. Hafif hastalığı olan kişilerde görüntüleme yalnızca potansiyel komplikasyonu olan, tedaviyle iyileşmeyen veya hastalık nedeninin belirsiz olduğu kişilerde gereklidir. Kişi hastaneye yatırılmasına yetecek kadar hastaysa göğüs radyografisi tavsiye edilir. Bulgular her zaman hastalığın şiddetiyle bağlantılı olmayabilir ve bulgulara bakılarak bakteriyel enfeksiyon ile viral enfeksiyon güvenilir bir şekilde ayırt edilemeyebilir. Pnömoninin röntgen sunumları lobar pnömoni, bronkopnömoni (lobular pnömoni olarak da bilinir) ve interstisyel pnömoni şeklinde sınıflandırılabilir. Bakteriyel, toplumdan edinilmiş pnömoni klasik olarak akciğer segmental lobunun birinde akciğer konsolidasyonu sergiler, bu durum lobar pnömoni olarak bilinir. Ancak, bulgular değişiklik gösterebilir ve diğer pnömoni türlerinde diğer örnekler yaygındır. Aspirasyon pnömonisi kendini başlıca akciğer tabanlarında ve sağ taraftaki bilateral opasiteler ile gösterir. Viral pnömoni radyografileri normal, aşırı şişmiş görünebilir, bilateral düzensiz alanlara sahip olabilir veya kendini lobal konsolidasyonlu bakteriyel pnömoniye benzer şekilde gösterebilir. Radyolojik bulgular hastalığın erken safhalarında, özellikle dehidratasyon varlığında mevcut olmayabilir ya da obez kişilerde veya akciğer hastalığı öyküsü olanlarda bu bulguların yorumlanması güç olabilir. Belirsiz vakalarda BT taraması ilave bilgiler sağlayabilir. Mikrobiyoloji. Toplumda tedavi edilen hastalarda hastalık nedeni olan ajanın belirlenmesi masraflı değildir ve genellikle tedaviyi değiştirmez. Tedaviye yanıt vermeyen kişilerde balgam kültürünün düşünülmesi ve kronik prodüktif öksürüğü olan kişilerde "Mycobacterium tuberculosis" kültürünün gerçekleştirilmesi gerekir. Kamu sağlığı nedeniyle salgınlarda diğer spesifik organizmalar için test yapılması tavsiye edilebilir. Şiddetli hastalığa bağlı olarak hastaneye yatırılan kişilerde balgam ve kan kültürleri ve bunların yanı sıra idrarın "Legionella" ve "Streptococcus" antijenleri bakımından test edilmesi tavsiye edilir. Viral enfeksiyonlar, diğer teknikler arasından kültür veya polimeraz zincir reaksiyonu(PCR) yardımıyla virüsün veya antijenlerinin saptanmasıyla doğrulanabilir. Hastalığa neden olan ajan rutin mikrobiyolojik testlerle vakaların yalnızca %15'inde belirlenir. Sınıflandırma. Pnömoni akciğer yangısıdır; genellikle infeksiyona bağlı olan ancak bazen bulaşıcı olmayan ve pulmoner konsolidasyon özelliği olan pnömonite dayanır. Pnömoni çoğunlukla nerede veya nasıl edinildiğine göre sınıflandırılır: toplumdan edinilmiş, aspirasyon, sağlık hizmeti ilişkili, hastaneden edinilmiş (nozokomiyal) ve ventilatör ilişkili pnömoni. Pnömoni ayrıca etkilenen akciğer bölgesine göre: lobar pnömoni, bronkopnömoni ve akut interstisyel pnömoni şeklinde sınıflandırılır; veya hastalığa neden olan organizmaya göre de sınıflandırılabilir. Ayırıcı tanı. Çeşitli hastalıklar kendini pnömoniye benzer işaret ve belirtilerle gösterebilir, örneğin: kronik obstrüktif akciğer hastalığı(KOAH), astım, akciğer ödemi, bronşiyektazi, akciğer kanseri ve akciğer embolisi. Pnömoninin aksine astım ve KOAH genellikle hırıltı ile, akciğer ödemi anormal elektorokardiyografi (EKG) ile, kanser ve bronşiyektazi uzun süreli öksürük ile ve akciğer embolisi akut başlangıcı olan keskin göğüs ağrısı ve nefes darlığı ile kendini gösterir. Önleme. Hastalığın önlenmesi aşı yapılmasını, çevresel önlemleri ve diğer sağlık sorunlarının uygun biçimde tedavi edilmesini içerir. Uygun önleyici önlemler global olarak başlatılsa, çocuklardaki ölüm oranının 400.000'e kadar azaltılabileceğine ve her yerde düzgün tedavi mevcut olsa çocukluk dönemi ölümlerinin bir diğer 600.000'e kadar düşürülebileceğine inanılmaktadır. Aşı. Aşı yapılması hem yetişkin hem de çocuklarda belirli bakteriyel ve viral pnömonilere karşı korur. İnfluenza aşıları influenza A ve B'ye karşı iddiasız bir şekilde etkilidir. Hastalık Kontrolü ve Hastalık Önleme Merkezi (CDC) 6 ay ve üzerindeki tüm kişilerin her yıl aşılanmasını tavsiye etmektedir. Sağlık çalışanlarına bağışıklık kazandırılması hastalardaki viral pnömoni riskini azaltır. İnfluenza salgınları meydana geldiğinde amantadin veya rimantadin gibi ilaçlar hastalığın önlenmesine yardımcı olabilir. Oseltamiviri üreten firma bağımsız analiz çalışma verilerini yayınlamayı reddettiğinden zanamivir veya oseltamivirin etkili olup olmadıkları bilinmemektedir. "Haemophilus influenzae" ve "Streptococcus pneumoniae" bakterilerine karşı yapılan aşının kullanımını destekleyen sağlam kanıtlar bulunmaktadır. Çocukların "Streptococcus pneumoniae" bakterisine karşı aşılanmaları bu enfeksiyonların yetişkinlerdeki sıklığının azalmasına yol açmıştır çünkü birçok yetişkin çocuklardan enfeksiyon kapar. Yetişkinler için de "Streptococcus pneumoniae" aşısı mevcuttur invazif pnömokok hastalığı riskini azalttığı bulunmuştur. Pnömoniye karşı koruyucu bir etkiye destek olmak üzere bulunan diğer aşılar şunlardır: boğmaca, su çiçeği ve kızamık. Diğer. Hem sigaranın bırakılması hem de kapalı mekanlarda odunla yemek pişirilmesinden ya da dışkıdan kaynaklanan iç mekan hava kirliliğinin azaltılması tavsiye edilir. Sağlıklı yetişkinlerde sigara, pnömokok pnömonisinin tek en büyük risk faktörü olarak görülmektedir. El hijyenine dikkat edilmesi ve kola doğru öksürme de etkili bir koruyucu önlem olabilir. Hasta olan kişilerin cerrahi maske takması da hastalığı önleyebilir. Altta yatan hastalığın (örneğin; HIV/AIDS, diabetes mellitus ve beslenme bozukluğu) düzgün biçimde tedavi edilmesi pnömoni riskini azaltabilir. 6 aylıktan küçük çocukların yalnızca anne sütüyle beslenmeleri hastalığın hem riskini hem de şiddetini azaltır. HIV/AIDS'i olan ve CD4 sayımı 200 hücre/ul'den az olan kişilerde trimetoprim/sülfametoksazol antibiyotiği "Pneumocytis pneumonia riskini azaltır' ve aynı zamanda bağışıklık yetmezliği görülen ancak HIV'i olmayan kişilerde hastalığın önlenmesinde faydalı olabilir." Hamile kadınların Grup B Streptokok ve "Chlamydia trachomatis" bakımından test edilmesi ve gerektiğinde antibiyotik tedavisinin uygulanması bebeklerde pnömoni oranını azaltır; HIV'in anneden çocuğa geçmesine yönelik koruyucu önlemler de etkili olabilir. Bebeklerin ağız ve boğazlarının mekonyum ile boyalı amniyotik sıvı ile emilmesinin aspirasyon pnömonisi oranını düşürmediği bulunmuştur ve bu uygulama olası bir zarara yol açabilir, bu nedenle çoğunlukla bu uygulama önerilmez. Güçsüz kalınan yaşlılık döneminde iyi ağız sağlığı bakımı aspirasyon pnömonisi riskini azaltabilir. Tedavi. Normalde oral antibiyotikler, dinlenme, basit analjezikler ve sıvılar tam çözüm için yeterlidir. Ancak, diğer tıbbi hastalıkları olanlar, yaşlılar veya solumayla ilgili belirgin sorun yaşayanlar için daha ileri bir bakım gerekebilir. Belirtiler kötüleşirse, evde yapılan tedaviye rağmen pnömoni iyileşmezse ya da komplikasyonlar meydana gelirse hastanın hastaneye yatırılması gerekebilir. Dünya çapında, çocuklarda görülen vakaların yaklaşık olarak %7-13'ü çocukların hastaneye yatırılmasıyla sonuçlanır halbuki gelişmiş ülkelerde toplumdan edinilmiş pnömonisi olan yetişkinlerin %22-24'ü hastaneye kabul edilir. Yetişkinlerde hastaneye yatış ihtiyacının belirlenmesinde CURB-65 puanı faydalıdır. Puan 0 veya 1 ise hasta genellikle evde tedavi edilir, 2 ise hastanın hastanede kısa süreli yatırılması veya yakından takip edilmesi gerekir, 3-5 ise hastanın hastaneye yatırılması tavsiye edilir. respiratuar distres izlenen veya oksijen satürasyonu %90'ın altında olan çocukların hastaneye yatırılmaları gereklidir. Pnömonide göğüs fizyoterapisinin faydası henüz belirlenmemiştir. Yoğun bakım ünitesine yatırılan kişilerde İnvazif olmayan solunum faydalı olabilir. Çocuklarda reçetesiz öksürük ilacının ya da çinko kullanımının etkili olduğu bulunmamıştır.Mukolitik ilaçlar için kanıtlar yetersizdir. Bakteriyel. Bakteriyel pnömonisi olan kişilerde antibiyotikler sonucu iyileştirir. Antibiyotik seçimi başlangıçta etkilenen kişinin özelliklerine bağlıdır, örneğin; yaş, altta yatan sağlık ve enfeksiyonun bulaştığı yer. İngiltere'de, toplumdan edinilmiş pnömoni için birinci basamak tedavi olarak amoksisilin ile ve alternatif olarak doksisiklin veya klaritromisin ile yapılan ampirik tedavi önerilmektedir. Toplumdan edinilimiş pnömoninin "atipik" formlarının yaygın olduğu Kuzey Amerika'da, yetişkinlerde birinci basamak poliklinik tedavisi olarak makrolidler (örneğin; azitromisin veya eritromisin) ve doksisiklin amoksisilinin yerine geçmiştir. Hafif veya orta şiddette belirtiler görülen çocuklarda amoksisilin birinci basamak tedavi olarak devam etmektedir. Yan etkileri ile ilgili endişelerden ve direnç oluşumundan, dolayısıyla fazla bir klinik yararı olmamasından dolayı komplike olmayan vakalarda florokinolonların kullanımı tavsiye edilmemektedir. Tedavi süresi geleneksel olarak yedi ila on gündür ancak artan sayıda bulgularla kısa süreli tedavilerin (üç ila beş gün) de benzer şekilde etkili olduğu ileri sürülmektedir. Hastaneden edinilmiş pnömoni için önerilen ilaçlar üçüncü ve dördüncü jenerasyon sefalosporinler, karbapenemler, florokinolonlar, aminoglikozitler ve vankomisindir. Bu antibiyotikler çoğu kez intravenöz yoldan (damar içine) verilir ve kombinasyon halinde kullanılırlar. Hastanede tedavi edilen hastaların %90'ından fazlası ilk verilen antibiyotiklerle düzelir. Viral. İnfluenza virüslerinin (influenza A ve influenza B) yol açtığı viral pnömoni tedavisinde nöroaminidaz inhibitörleri kullanılabilir. SARS koronavirüs, COVID-19, adenovirüs, hantavirüs ve parainfluenza virüsü dahil olmak üzere toplumdan edinilmiş viral pnömonilerin diğer türleri için herhangi bir özel antiviral ilaç tavsiye edilmemektedir. İnfluenza A rimantadin veya amantadin ile tedavi edilebilirken, influenza A veya B oseltamivir, zanamivir veya peramivir ile tedavi edilebilir. Belirtilerin başlamasından itibaren 48 saat içerisinde kullanılmaya başlanırlarsa bu ilaçlardan en yüksek etki alınır. Avian influenza veya "kuş gribi" olarak da bilinen H5N1 influenza A'nın birçok suşu rimantadin veya amantadine direnç göstermiştir. Komplikasyona neden olan bakteriyel bir enfeksiyonun göz ardı edilmesi mümkün olmadığından viral pnömonide antibiyotiklerin kullanımı bazı uzmanlarca önerilmektedir. İngiliz Toraks Derneği hafif hastalığı olan kişilere antibiyotiklerin verilmemesini tavsiye etmektedir. Kortikosteroidlerin kullanımı tartışmalıdır. Aspirasyon. Genellikle aspirasyon pnömonisi geleneksel olarak yalnızca aspirasyon pnömonisinde endike olan antibiyotiklerle tedavi edilir. Antibiyotik seçimi hastalık nedeni olduğundan şüphe edilen organizma ve pnömoninin toplumdan mı edinildiği yoksa hastane ortamında mı geliştiği dahil çeşitli faktörlere bağlı olacaktır. En yaygın seçenekler klindamisin, beta-laktam antibiyotik ile metronidazol kombinasyonu veya aminoglikozittir. Aspirasyon pnömonisinde kortikosteroidler bazen kullanılır ancak etkilerini destekleyen bulgular sınırlıdır. Prognoz. Tedaviyle birlikte çoğu bakteriyel pnömoni türü 3-6 gün içerisinde stabil hale gelir. Çoğu belirtinin giderilmesi genellikle birkaç haftayı alır. Röntgen bulguları genellikle dört hafta içerisinde bilgi sağlar ve ölüm oranı düşüktür (%1'den az). Yaşlılarda veya diğer akciğer sorunu olan kişilerde iyileşme 12 haftadan uzun sürebilir. Hastaneye yatırılması gereken kişilerde ölüm oranı %10 kadar yüksek olabilir ve yoğun bakım gereken hastalarda bu oran %30-50'ye çıkabilir. Pnömoni ölüme yol açan en yaygın hastaneden edinilmiş enfeksiyondur. Antibiyotiklerin görülmesinden önce hastaneye yatırılan hastalardaki ölüm oranı genellikle %30'dur. Özellikle yaşlılarda ve altta yatan sağlık sorunu olan kişilerde komplikasyonlar meydana gelebilir. Diğerlerinin yanı sıra bu komplikasyonlar empiyem, akciğer absesi, bronşiolit obliterans, akut respiratuar distres sendromu, sepsis ve altta yatan sağlık sorunlarının kötüleşmesini içerir. Klinik tahmin kuralları. Pnömonide sonuçlarla ilgili daha tarafsız bir şekilde tahminde bulunmak üzere klinik tahmin kuralları geliştirilmiştir. Bu kurallar çoğunlukla kişinin hastaneye yatırılıp yatırılmayacağına karar vermede kullanılır. Plöral efüzyon, ampiyem ve abse. Pnömonide, akciğerin çevresindeki boşlukta sıvı birikimi meydana gelebilir. Bazen, mikroorganizmalar bu sıvıya enfeksiyon bulaştırıp empiyeme neden olurlar. Empiyemi daha yaygın basit parapnömonik efüzyondan ayırmak için, bir iğne yardımıyla sıvı alınıp (torasentez) incelenebilir. Torasentezle ampiyem bulgusuna rastlanırsa sıvının tamamen boşaltılması gerekir ve bu işlem için genellikle drenaj kateteri kullanılır. Şiddetli ampiyem vakalarında, ameliyat gerekli olabilir. Antibiyotikler plöral boşluğa kolayca geçemediklerinden enfeksiyonlu sıvı boşaltılmazsa enfeksiyon devam edebilir. Sıvı steril (mikropsuz) ise, yalnızca belirtilere neden olması ya da giderilememesi durumunda boşaltılması gerekir. Nadiren, akciğerdeki bakteriler akciğer absesi denen enfeksiyonlu sıvı kesesi oluşturur. Akciğerdeki bu abseler genellikle röntgende görülebilir ancak tanının doğrulanması için çoğunlukla göğüs BT taraması gerekir. Abseler normalde aspirasyon pnömonisinde oluşur ve çoğunlukla değişik türde bakterileri içerir. Akciğer absesinin tedavisinde genellikle uzun süre kullanılan antibiyotikler yeterlidir fakat bazen abse cerrah ya da radyoloji uzmanı.tarafından boşaltılmalıdır. Solunum ve dolaşım yetmezliği. Pnömoni, infeksiyon ve inflamatuvar yanıtın sonucu olan akut solunum sıkıntısı sendromunu (ARDS) tetikleyerek solunum yetmezliğine neden olabilir. Akciğer hızla sıvıyla dolar ve sertleşir. Alveolar sıvıya bağlı olarak oksijeni çıkaran şiddetli güçlüklerle birlikte meydana gelen bu sertlik durumunda, kişinin sağ kalması için uzun süreli mekanik ventilasyon gerekebilir. Sepsis olası bir pnömoni komplikasyonudur ancak normalde yalnızca zayıf bağışıklığı olan kişilerde ya da hiposplenizm durumunda meydana gelir. En yaygın görülen organizmalar "Streptococcus pneumoniae", "Haemophilus influenzae" ve "Klebsiella pneumoniae"'dir. Diğer belirti nedenleri miyokard enfarktüsü ya da pulmoner embolizm gibi düşünülmelidir. Epidemiyoloji. Pnömoni, yılda yaklaşık olarak 450 milyon kişiyi etkileyen ve dünyanın her yerinde meydana gelebilen yaygın bir hastalıktır. Tüm yaş gruplarındaki başlıca ölüm nedenidir ve yılda 4 milyon ölüme yol açar (dünyadaki toplam ölümün %7'si). Bu oranlar beş yaş altı çocuklarda ve 75 yaş üstü erişkinlerde daha yüksektir. Gelişmekte olan ülkelerde gelişmiş ülkelere oranla yaklaşık beş kat daha sık meydana gelir. Yaklaşık 200 milyon vakanın sorumlusu viral pnömonidir. Amerika Birleşik Devletlerinde pnömoni, 2009 itibarıyla başlıca 8. ölüm nedenidir. Çocuklar. 2008'de, yaklaşık 156 milyon çocukta pnömoni görülmüştür (151 milyonu gelişmekte olan ülkelerde ve 5 milyonu gelişmiş ülkelerde). %95'i gelişmekte olan ülkelerde meydana gelen 1,6 milyon ölüme ya da beş yaş altı çocuklardaki ölümlerin %28-34'e neden olmuştur. Hastalık yükünün en fazla olduğu ülkeler: Hindistan (43 milyon), Çin (21 milyon) ve Pakistan (10 milyon). Düşük gelirli ülkelerdeki çocuklarda görülen başlıca ölüm nedenidir. Bu ölümlerin çoğu yenidoğan döneminde meydana gelir. Dünya Sağlık Örgütü, yenidoğan bebeklerde görülen üç ölümden birinin pnömoniye bağlı olduğunu tahmin etmektedir. Pnömoniye neden olan bakteriler için piyasada etkili bir aşı var olduğundan, bu ölümlerin yaklaşık olarak yarısı teorik olarak önlenebilir. Tarihçe. İnsanlık tarihi boyunca pnömoni yaygın görülen bir hastalık olmuştur. Belirtiler Hipokrat (MÖ 460-370) tarafından tanımlanmıştır:"Buna bağlı olarak peripnömoni ve plöritik hastalıklar görülecektir: Ateş akutsa, her iki tarafta da ağrı varsa, ya da her iki durum da söz konusuysa, soluk verme olursa, öksürük olursa, çıkan balgam sarı ya da kurşun renginde ise ya da koyu, köpüklü ve kırmızı ise ya da yaygın olandan farklı bir özelliği varsa... Pnömoni son mertebesindeyken, kişi arındırılmamışsa durum tedavi edilebilir değildir ve nefes darlığı varsa, idrarı koyu ve keskinse, boyun ve baş kısmı terliyorsa, ki bu gibi terlemeler kötüdür, boğulma, hırıltı ve hastalığın şiddeti ilerliyorsa ve üstünlüğü elde ediyorsa durum kötüdür." Ancak, Hipokrat pnömoniden "eski uygarlıkların adlandırdığı" bir hastalık olarak bahsetmektedir. Ayrıca, cerrahi ampiyem drenajını da bildirmiştir. Maimonides (MÖ 1135-1204) şu şekilde gözlemlemiştir: "Pnömonide meydana gelen ve her zaman görülen temel belirtiler şöyledir: akut ateş, yan tarafta batıcı plevra ağrısı, kısa ve hızlı soluklar, tırtıklı nabız ve öksürük." Bu klinik tanımlama modern kitaplarda bulunanlarla oldukça benzerdir ve Orta Çağdan 19. yüzyıla kadar olan tıbbi bilgi derecesini yansıtmaktadır. Edwin Klebs, 1875'te pnömoniden ölen kişilerin hava yollarında bakterileri gözlemleyen ilk kişidir. Yaygın iki bakteriyel neden olan "Streptococcus pneumoniae" ve "Klebsiella pneumoniae"'yı tanımlayan ilk çalışma Carl Friedländer ve Albert Fränkel tarafından, sırasıyla, 1882 ve 1884 yıllarında gerçekleştirilmiştir. Friedländer'ın ilk çalışmasıyla, günümüzde hâlen bakterilerin tanımlanması ve kategorize edilmesinde kullanılan bir temel laboratuvar testi olan Gram boya tanıtılmıştır. Christian Gram'ın 1884 yılındaki prosedürü açıklayan makalesi iki bakterinin ayrıştırılmasına yardımcı olmuş ve pnömoniye birden fazla bakterinin yol açabileceğini göstermiştir. "Modern tıbbın babası" olarak bilinen Sir William Osler pnömoninin neden olduğu ölüm ve sakatlığı değerlendirmiş ve pnömoniyi, o zamanlardaki başlıca ölüm nedenlerinden biri olan tüberküloza yetiştiği için, 1918'de "ölüm adamlarının kaptanı" olarak tanımlamıştır. Bu ifade aslında John Bunyan tarafından "tüketim"le (tüberküloz) ilişkili olarak uydurulmuştur. Daha yavaş ve daha ağrılı ölüm şekilleri olmasına rağmen pnömoniye bağlı ölüm çoğunlukla hızlı ve ağrısız olduğundan, Osler de pnömoniyi "yaşlı adamın arkadaşı" olarak tanımlamıştır. 1900'lerdeki çeşitli gelişmeler pnömonisi olan kişilerde görülen sonuçları düzeltmiştir. 20. yüzyılda penisilin ve diğer antibiyotiklerin, modern cerrahi tekniklerin ve yoğun bakımın gelişiyle, gelişmiş ülkelerde %30' yaklaşan pnömoni kaynaklı ölüm hızla düşmüştür. Bebeklerin "Haemophilus influenzae"tip B'ye karşı aşılanması 1988 yılında başlamış ve kısa bir süre içerisinde vaka oranında dramatik bir düşüşe yol açmıştır. Yetiştinlerin "Streptococcus pneumoniae" bakterisine karşı aşılanması 1977, çocukların aşılanması 2000 yılında başlamış ve benzer bir düşüşe neden olmuştur. Toplum ve kültür. Gelişmekte olan ülkelerdeki yüksek hastalık yükü ve gelişmiş ülkelerdeki nispeten düşük hastalık farkındalığına bağlı olarak, küresel sağlık toplumu 12 Kasım gününü, ilgili vatandaş ve politikacıların hastalığa karşı harekete geçmesini sağlayacak Dünya Pnömoni Günü ilan etmiştir. Toplumdan edinilmiş pnömoninin küresel ekonomik maliyetinin $17 milyar olduğu tahmin edilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1947", "len_data": 42296, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.71 }
Mozilla Thunderbird, Mozilla Vakfı tarafından geliştirilen, farklı platformlarda çalışabilen, özgür ve açık kaynak kodlu bir e-posta, haber grubu, RSS ve sohbet istemcisidir. Thunderbird projesinin stratejisi Mozilla Firefox web tarayıcısını temel alır. Thunderbird, Ubuntu gibi birçok masaüstü Linux dağıtımında varsayılan e-posta istemcisi olarak gelir. 7 Aralık 2004'te çıkan Thunderbird 1.0 sürümü üç gün içinde 500.000'den fazla indirildi. 10 gün içinde bu sayı 1.000.000'a ulaştı. 1 Aralık 2015'te Thunderbird geçici olarak Mozilla'dan ayrılsa da 9 Mayıs 2017'de yeniden Mozilla çatısı altına döndü. Başlangıça "Minotaur" olarak anılan, daha sonra Mozilla Firefox'un özgün adı olan "Phoenix" adı altında geliştirilmesi sürdürülen yazılım, ilk başlarda beklenen ilerlemeyi gösteremedi. Zamanla gelen başarılar ve yazılımın adının Mozilla Thunderbird olarak değiştirilmesiyle çalışmalar sürdürüldü. Thunderbird PGP şifrelemesini ve istatistiksel yığın ileti süzme yöntemini destekliyor. 24 Ocak 2020 tarihinde yayınlanan 68.4.2 sürümü ile karanlık tema konusunda geliştirmeler yapılmıştır. Bununla birlikte bazı hata düzeltmeleri yapılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1950", "len_data": 1146, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.43 }
Sinestezi veya duyum ikiliği, kişilerde herhangi bir duyunun uyarımı otomatik olarak başka bir duyu algısını tetiklemektedir. Etimoloji. Yunanca, "syn" (Birlikte) ve "aisthesis" (algı/his/duyum) kelimelerinin birleşmesiyle oluşmuştur. Ortaya çıkan "synaistesia" kelimesi, "birleşik his" ya da "birleşik duyum" olarak tercüme edilebilir. Kaynak olarak "hissizlik, duyu eksikliği" anlamına gelen "anesthesia" (anestezi) kelimesi ile aynı temele dayanmaktadır. Tanım. Bir algı modalitesi uyarıldığında birden fazla kanalda uyarılma oluşmasına verilen tıbbi isimdir. Metafor, sembolizm kelimeleri gibi, çeşitli sanat ürünlerinin tanımlanmasında kullanılan "sinestezi" kelimesinden farklı olarak bu olguyu yaşayan kişiler, kasıtsız ve sürekli olarak oluşan benzetmelerden bahsederler. Kısaca, birden fazla algı sistemi aynı nesnelere kendi yorumlarını aynı kuvvette verirler. Sinestezi sahibi insanlar, örneğin, insanları, insan olarak değil de görsel/işitsel/yazısal vb. bir nesne/olgu olarak hatırlar ve benimserler. Annesini ılık süt, kardeşini bir kedi vb. olarak gören/hatırlayan/düşünen biri gibi. Demografi olarak genelde solak ve çift el kullananlarda ve kadınlarda daha sık rastlanmaktadır. Irsi olduğu düşünülmektedir ortalama her 20.000 kişide bir görülür. Bu kişilerde, hafıza fonksiyonları güçlenirken matematiksel ve mekansal algı fonksiyonlarıda tavan yapar. Matematiksel algıda sinestezik birey sayıları çarparken renkleri kullanır böylece matematiksel algısı güçlenmiş olur. Mekansal algıda ise 360 derecenin 1 derecelik diliminin bile bir rengi vardır. Sinestezinin, beynin sol yarım küresiyle ilgili ve hipokampus bezine bağlı bir fonksiyon olduğu düşünülmektedir. İstatiksel olarak çok nadir rastlansa da "normal" bir beyin fonksiyonudur. Her beyinde gerçekleşen bir sürecin bazı insanlarda bilinç yüzeyine yansımasından kaynaklanmaktadır. Türler. Sinestezinin genel olarak iki biçimi vardır: Örneğin, kromestezi (ses-renk) durumunda, bir trompet sesi duyduğunda projektif sinesteziye sahip bir bireyin zihninde turuncu bir üçgen canlanabilir; buna karşılık ilişkisel sinesteziye sahip olan bir birey bir trompet sesi duyduğunda bunun "turuncu" geldiğini çok güçlü bir şekilde düşünebilir. Sinestezi, hemen hemen her iki duyu veya algısal mod arasında meydana gelebilir ve en azından bir sinestezist, Solomon Shereshevsky, beş duyuyu birbirine bağlayan sinesteziyi deneyimledi. Sinestezi türleri gösterimi kullanılarak belirtilir; burada x "indükleyici" veya tetikleyici deneyim, y ise "eşzamanlı" veya ek deneyimdir. Örneğin, harfleri ve rakamları (toplu olarak grafemler olarak adlandırılır) renkli olarak algılamak grafem-renk sinestezisi olarak gösterilir. Benzer şekilde, sinestezik kişilerde müzik tonlarını duymanın sonucu olarak renkler ve hareketler görülmesine ton → (renk, hareket) sinestezisi adı verilir. Mantıksal olarak mümkün olan hemen hemen her türlü deneyim kombinasyonu ortaya çıkabilirken, bazı türler diğerlerinden daha yaygındır. İşitsel-dokunsal sinestezi. İşitsel-dokunsal sinestezide, belirli sesler vücudun bazı bölgelerinde duyumlara yol açabilir. Örneğin, işitsel-dokunsal sinesteziye sahip bir kişi, belirli bir kelimeyi veya sesi duyduğunda vücudunun belirli bir yerinde dokunma hissi yaşayabilir veya belirli seslerin dokunulmadan ciltte bir his yaratabileceğini deneyimleyebilir (yaklaşık olarak nüfusun %50'sini etkileyen, frisson olarak bilinen daha hafif genel reaksiyonla karıştırılmamalıdır). Sinestezinin en az görülen biçimlerinden biridir. Kromestezi. Sinestezinin bir diğer yaygın biçimi ise seslerin renklerle ilişkilendirilmesidir. Bazı insanlar için günlük sesler renkleri görmeyi tetikleyebilir. Diğerleri içinse renkler, müzik notaları veya tuşları çalındığında tetiklenir. Müzikle ilgili sinesteziye sahip kişiler aynı zamanda mükemmel ses perdesine sahip olabilirler çünkü renkleri görme "ve" duyma yetenekleri notaları veya tonları tanımlamalarına yardımcı olur. Belirli seslerin ve diğer sinestetik görsel deneyimlerin tetiklediği renklere "fotizm" denir. Richard Cytowic'e göre kromestezi "havai fişeklere benzer bir şeydir": ses, müzik ve tabakların şangırtısı veya köpek havlamaları gibi çeşitli çevresel sesler, ortaya çıkan, hareket eden ve ses sona erdiğinde kaybolan renk ve havai fişek şekillerini tetikler. Ses, algılanan renk tonunu, parlaklığı, ışıltıyı ve yön hareketini sıklıkla değiştirir. Bazı kişiler müziği yüzlerinin önündeki bir "ekranda" görürler. Deni Simon'a göre müzik, " osiloskop yapılandırmaları gibi" dalgalanan çizgiler üretiyorrenk olarak hareket eden çizgiler, genellikle yükseklik, genişlik ve en önemlisi derinlik açısından metaliktir. En sevdiğim müzikte 'ekran' alanının ötesine yatay olarak uzanan çizgiler vardır." Bireyler belirli bir sesin rengi konusunda nadiren hemfikir olurlar. Besteciler Franz Liszt ve Nikolay Rimski-Korsakov'un müzik notalarının renkleri konusunda anlaşamadıkları biliniyor. Grafem-renk sinestezisi. Sinestezinin en yaygın biçimlerinden birinde, alfabedeki harfler ve rakamlar (toplu olarak "grafemler" olarak adlandırılır) "gölgelendirilir" veya bir renkle "renklendirilir". Farklı bireyler genellikle tüm harfler ve sayılar için aynı renkleri bildirmezken, çok sayıda sinestezik bireyle yapılan çalışmalar harfler arasında bazı ortak noktalar bulmuştur (örneğin, A'nın kırmızı olma olasılığı yüksektir). Bazı yazarlar, sinestezi teriminin, grafem-renk sinestezisi ve indükleyicinin duyusal (örneğin ses veya renk) olmaktan ziyade kavramsal (örneğin bir harf veya rakam) olduğu benzer fenomenlere uygulandığında doğru olmayabileceğini ileri sürmüşlerdir. İdeestezi teriminin daha doğru bir tanımlama olduğunu ileri sürmüşlerdir. Kinestetik sinestezi. Kinestetik sinestezi, belgelenen en nadir sinestezi türlerinden biridir. Bu sinestezi türü, farklı sinestezi türlerinin bir kombinasyonudur. Özellikler işitsel-dokunsal sinesteziye benzer görünmektedir ancak duyumlar tek tek sayılara veya harflere izole edilmemiştir, karmaşık ilişki sistemleridir. Sözcüksel-tat duyusu sinestezisi. Bu, kelimeleri duyduğunuzda belirli tatların deneyimlendiği başka bir sinestezi türüdür. Örneğin "basketbol" kelimesi waffle tadında olabilir. 'Derek Kulak Kirinin Tadı' belgeseli adını, bu fenomenden alıyor ve bu fenomen, bu ismi her duyduğunda bu özel hissi yaşayan bar sahibi James Wannerton'a atıfta bulunuyor. Sinestezi popülasyonunun %0,2'sinin bu sinestezi türüne sahip olduğu tahmin ediliyor ve bu da onu en nadir görülen türlerden biri haline getiriyor. Ayna dokunuşu sinestezisi. Bu, bireylerin başka bir kişiyle aynı/benzer hissi (örneğin dokunma) hissetmesi anlamına gelen bir sinestezi türüdür. Örneğin, böyle bir sinestezik kişi, birinin omzuna dokunulduğunu gördüğünde, istemsiz olarak kendi omzunda da bir dokunulma hisseder. Bu tür sinesteziye sahip kişilerin, genel nüfusa kıyasla daha yüksek empati seviyelerine sahip olduğu gösterilmiştir. Bu, beynin motor bölgelerinde bulunan ve empatiyle de bağlantısı bulunan ayna nöronları ile ilgili olabilir. Misofoni. Misophonia, belirli seslerin olumsuz deneyimleri (öfke, korku, nefret, tiksinti) tetiklediği nörolojik bir hastalıktır. Cytowic, misophonia'nın sinestezi ile ilişkili olduğunu veya belki de bir tür sinestezi olduğunu ileri sürmektedir. Edelstein ve meslektaşları, misophonia'yı farklı beyin bölgeleri arasındaki bağlantı ve belirli semptomlar açısından sinesteziye benzetmiştir. "İşitsel korteks ile limbik yapılar arasındaki bağlantıların patolojik bir şekilde bozulmasının bir tür ses-duygu sinestezisine neden olabileceği" hipotezini öne sürüyorlar. Çalışmalar, misophonia'lı bireylerin normal bir işitme hassasiyeti seviyesine sahip olduğunu, ancak limbik sistemleri ve otonom sinir sistemlerinin sürekli olarak anormal ses tepkilerinin daha yaygın olacağı "yüksek uyarılma durumunda" olduğunu öne sürüyor. Daha yeni çalışmalar, şiddetine bağlı olarak misophonia'nın, bireyler belirli çağrışımlara ve tetikleyicilere maruz kaldığında daha düşük bilişsel kontrolle ilişkilendirilebileceğini öne sürüyor. Misophonia'ya neyin sebep olduğu tam olarak bilinmemektedir. Bazı bilim insanları bu durumun genetik olabileceğine inanırken, diğerleri bunun ek durumlarla birlikte ortaya çıkabileceğine inanıyor. Bu durum için şu anda bir tedavi yöntemi bulunmuyor ancak semptomların yönetimi çok sayıda başa çıkma stratejisini içeriyor. Bu stratejiler arasında, tepkiyi tetikleyebilecek durumlardan kaçınmak, sesleri taklit etmek ve kulak tıkacı veya müzik kullanarak sesleri iptal etmek yer alır. Çoğu misofoni hastası, bunları başkalarının ürettiği sesleri "üzerine yazmak" için kullanır. Sayı biçimi. Sayı formu, sayı-formları sinestezisi yaşayan bir kişinin sayıları düşündüğünde otomatik olarak ve istemsizce ortaya çıkan sayıların zihinsel haritasıdır. Bu sayılar farklı yerlerde ortaya çıkabilir ve haritalama kişiden kişiye değişip farklılık gösterebilir. Sayı biçimleri ilk olarak 1881 yılında Francis Galton tarafından "Aklı Başında Kişilerin Vizyonları" adlı eserde belgelendi ve adlandırıldı. Sıralı dilsel kişileştirme. Sıralı-dilsel kişileştirme (OLP veya kişileştirme), sıralı sayılar, haftanın günü adları, aylar ve alfabetik harfler gibi sıralı dizilerin kişilikler veya cinsiyetlerle ilişkilendirildiği bir sinestezi biçimidir ( ). Bu sinestezi biçimi 1890'lı yılların başlarında belgelenmiş olsa da araştırmacılar yakın zamana kadar buna pek dikkat etmemişlerdir (bkz. Sinestezi araştırmalarının tarihi ). Bu sinestezi biçimi, çağdaş literatürde Julia Simner ve meslektaşları tarafından "OLP" olarak adlandırılmıştır ancak artık yaygın olarak "dizi-kişilik" sinestezisi terimiyle de tanınmaktadır. Sıralı dilsel kişileştirme, genellikle grafem-renk sinestezisi gibi diğer sinestezi biçimleriyle birlikte ortaya çıkar. Mekansal dizi sinestezisi. Uzamsal dizi sinestezisine (SSS) sahip olanlar, sıralı dizileri uzaydaki noktalar olarak görme eğilimindedir. SSS'li kişilerin hafızaları daha üstün olabilir; yapılan bir araştırmada, bu kişilerin geçmiş olayları ve anıları, bu rahatsızlığa sahip olmayan kişilere göre çok daha iyi ve çok daha ayrıntılı bir şekilde hatırlayabildikleri görülmüştür. Ayrıca etraflarındaki uzayda ayları veya tarihleri de görebilirler, ancak çoğu sinestezik kişi bu dizileri zihin gözünde "görür". Bazı insanlar zamanı üstlerinde ve etraflarında bir saat gibi görürler. Teksir-şerit sinestezisi. Kâğıt-şerit sinestezisine sahip olanlar, duyduklarında zihinsel olarak yazılı kelimeleri, bazen hayali kağıt şeritleri üzerinde görürler. "Altyazılı sinestezi" adının bu olguyu daha iyi tanımlayacağı öne sürülmüştür. Diğer formlar. Sinestezinin başka biçimleri de bildirilmiştir ancak bunları bilimsel olarak analiz etmek için çok az şey yapılmıştır. En az 80 çeşit sinestezi vardır. Ağustos 2017'de "Social Neuroscience" dergisinde yayınlanan bir araştırma makalesinde , otonom duyusal meridyen tepkisi deneyimleyen kişilerin bir tür sinestezi yaşayıp yaşamadıklarını belirlemek için fMRI ile yapılan çalışmalar incelendi. Henüz bir karar verilmemiş olsa da, sinir yollarındaki işlevsel bağlantı açısından kontrol grubundan anlamlı ve tutarlı farklılıklar göz önüne alındığında, bunun böyle olabileceğine dair anekdotsal kanıtlar bulunmaktadır. Bunun ASMR'nin mevcut sinestezi formlarından biri olarak dahil edilmesine yol açıp açmayacağı veya yeni bir türün dikkate alınıp alınmayacağı belirsizdir. Belirtiler ve semptomlar. Bazı sinestezikler, başkalarının böyle deneyimler yaşamadığını fark edene kadar deneyimlerinin alışılmadık olduğunun farkında olmadıklarını bildirirken, diğerleri ise sanki tüm hayatları boyunca bir sırrı saklıyormuş gibi hissettiklerini bildiriyor. Sinestetik deneyimin otomatik ve tarif edilemez doğası, bu eşleşmenin olağan dışı görünmeyebileceği anlamına gelir. Bu istemsiz ve sürekli yapı, sinestezinin gerçek bir deneyim olarak tanımlanmasına yardımcı olur. Sinesteziklerin çoğu deneyimlerinin hoş veya nötr olduğunu bildiriyor, ancak nadir durumlarda sinestezikler deneyimlerinin bir dereceye kadar duyusal aşırı yüklenmeye yol açabileceğini bildiriyorlar. Popüler medyada sıklıkla tıbbi bir durum veya nörolojik bir bozukluk olarak klişeleştirilse de, birçok sinestezik, sinestetik deneyimlerini bir engel olarak algılamıyor. Tam tersine, bazıları bunu bir hediye olarak bildiriyorek bir "gizli" anlamkaçırmak istemeyecekleri bir şey. Çoğu sinestezik, çocukluklarında kendilerine özgü algılama biçimlerinin farkına varır. Kimileri yeteneklerini günlük yaşamda ve işte nasıl uygulayacaklarını öğrendiler. Sinestezikler, isimleri ve telefon numaralarını ezberleme, zihinsel aritmetik ve görsel sanat, müzik ve tiyatro üretmek gibi daha karmaşık yaratıcı faaliyetlerde yeteneklerini kullanmışlardır. Sinestezi olgusunun geniş bir şekilde tanımlanmasına izin veren ortak noktalara rağmen, bireysel deneyimler birçok yönden farklılık gösterir. Bu değişkenlik ilk olarak sinestezi araştırmalarının erken dönemlerinde fark edildi. Bazı sinestezikler sesli harflerin daha belirgin renklere sahip olduğunu bildirirken, diğerleri ünsüz harflerin daha belirgin renklere sahip olduğunu bildiriyor. Sinesteziklerin kendi kendine raporları, röportajları ve otobiyografik notları, sinestezi türlerinde, sinestetik algıların yoğunluğunda, sinestezikler ile sinestezik olmayanlar arasındaki algısal farklılıkların farkında olunmasında ve sinestezinin işte, yaratıcı süreçlerde ve günlük yaşamda kullanılma şekillerinde büyük bir çeşitlilik göstermektedir. Sinesteziklerin yaratıcı faaliyetlere katılma olasılığı çok yüksektir. Sinestetik fenomenlerin farkındalığında ve pratik kullanımında çeşitliliğin, kişinin kültürel ortamına ek olarak, bireysel algısal ve bilişsel becerilerin gelişmesiyle ortaya çıktığı öne sürülmüştür. Sinestezi hafıza açısından da avantaj sağlayabilir. Edinburgh Üniversitesinden Julia Simner tarafından yürütülen bir araştırmada, mekansal dizi sinestezisi olan kişilerin yerleşik ve otomatik bir hafıza referansına sahip oldukları bulundu. Sinestezik olmayan birinin bir diziyi (bir günlükteki tarihler gibi) hatırlamak için bir hafıza tekniği yaratması gerekirken, sinestezik biri basitçe mekansal görselleştirmelerine başvurabilir. Mekanizma. 2015 yılı itibarıyla sinestezinin nörolojik korelasyonları henüz belirlenmemişti. Beynin belirli bölgeleri belirli işlevler için uzmanlaşmıştır. Farklı işlevler için uzmanlaşmış bölgeler arasındaki çapraz iletişimin artması, sinestezinin birçok türünün ortaya çıkmasını açıklayabilir. Örneğin, grafemlere bakarken renk görmenin eklemeli deneyimi, grafem tanıma alanı ile V4 adı verilen renk alanının çapraz aktivasyonundan kaynaklanıyor olabilir (bkz. şekil). Bu, grafem-renk sinestezisi olanların, grafem şeklini bilinçli olarak belirleyemeseler bile, çevresel görüşlerinde grafem rengini belirleyebilmeleri gerçeğiyle desteklenmektedir. Alternatif bir olasılık, normalde var olan geribildirim yolları boyunca engellenmemiş geri bildirim veya engelleme miktarının azaltılmasıdır. Normalde uyarılma ve inhibisyon dengelidir. Ancak, normal geribildirim her zamanki gibi engellenmezse, çok duyulu işlemenin geç evrelerinden gelen geri bildirim sinyalleri, tonların görmeyi aktive edebileceği şekilde erken evreleri etkileyebilir. Cytowic ve Eagleman, sinestezi olmayan kişilerde belirli koşullar altında ortaya çıkan sinestezinin edinilmiş formları olarak adlandırılan durumlarda, disinhibisyon fikrini destekler niteliktedir: temporal lob epilepsisi , baş travması, felç ve beyin tümörleri. Ayrıca bunun meditasyon aşamalarında, derin konsantrasyonda, duyusal yoksunlukta veya LSD veya meskalin gibi psikedeliklerin kullanımında ve hatta bazı durumlarda esrar kullanımında da meydana gelebileceğini belirtiyorlar. Ancak sinestezikler, kafein ve sigara gibi yaygın uyarıcıların sinestezi güçlerini etkilemediğini, alkolün de etkilemediğini bildiriyorlar. Sinesteziye yönelik çok farklı bir teorik yaklaşım ise ideateziye dayalıdır. Bu anlatıma göre sinestezi, uyaranın anlamının çıkarılmasıyla ortaya çıkan bir olgudur. Dolayısıyla sinestezinin temelde semantik bir olgu olduğu söylenebilir. Bu nedenle sinestezinin sinirsel mekanizmalarını anlayabilmek için semantik mekanizmaların ve anlam çıkarma mekanizmalarının daha iyi anlaşılması gerekmektedir. Bu önemsiz bir konu değildir çünkü bu sadece anlamın "işlendiği" beyindeki bir yerin sorusu değil, aynı zamanda anlama sorusuyla da ilgilidir.Örneğin Çin odası probleminde buna örnek olarak verilebilir. Bu nedenle, sinestezinin nöral temeline ilişkin soru, genel zihin-beden sorunu ve açıklayıcı boşluk sorununa derinlemesine yerleşmiştir. Genetik. Etkilenen kişilerin birinci derece akrabalarında sinestezinin yaygın olması nedeniyle epigenetik bir bileşen gösteren monozigotik ikiz çalışmalarıyla gösterildiği gibi genetik bir temel olabilir. [ ' ] Sinestezi aynı zamanda lokus heterojenliği, çoklu kalıtım biçimleri ve gen ifadesinde sürekli varyasyon ile oligogenik bir durum da olabilir. [ ' ] Bu özelliğin kesin genetik lokusları henüz belirlenmemiş olsa da, araştırmalar sinestezinin altında yatan genetik yapıların, erken dönem araştırmacıların inandığı gibi basit X bağlantılı kalıtım biçiminden çok daha karmaşık olduğunu gösteriyor. Ayrıca, sinestezinin genetik havuzda varlığını sürdürmesinin, seçici bir avantaj sağlaması nedeniyle mi, yoksa başka bir yararlı seçilmiş özelliğin yan ürünü haline gelmesi nedeniyle mi olduğu belirsizliğini korumaktadır. İngiltere'nin Cambridge şehrinde yapılan nüfus araştırmalarında, kadınlarda sinestezi gelişme olasılığının 6 kat daha fazla olduğu gösterilmiştir. Teknolojik donanımlar gelişmeye devam ettikçe, sinestezinin ardındaki genetiğe ilişkin daha net yanıtların arayışı daha da umut verici hale gelecektir. Her ne kadar sıklıkla "nörolojik bir durum" olarak adlandırılsa da, sinestezi genellikle normal günlük işleyişe müdahale etmediği için ne DSM-IV'te ne de ICD'de listelenmemiştir. Gerçekten de, sinesteziklerin çoğu deneyimlerinin nötr hatta hoş olduğunu bildiriyor. Sinestezi, tıpkı mükemmel ses perdesi gibi, algısal deneyimdeki bir farktır. En basit yaklaşım, renk adları, renk yongaları veya 16,7 sağlayan bir bilgisayar ekranı renk seçicisi uyaranları kullanarak uzun zaman dilimleri boyunca test-tekrar test güvenilirliğidir. Milyonlarca seçenek. Sinestezikler, testler arasında yıllar geçmesine rağmen, ilişkilerin güvenilirliğinde sürekli olarak %90 civarında puan alıyorlar. Buna karşılık, sinestezisiz kişiler, testler arasında yalnızca birkaç hafta olmasına ve yeniden test edileceklerine dair bir uyarı olmasına rağmen, yalnızca %30-40 puan alıyorlar. Sinestezi için pek çok test mevcuttur. Her yaygın türün kendine özgü bir testi vardır. Grafem-renk sinestezisi test edilirken görsel bir test yapılır. Kişiye siyah harfler ve rakamlardan oluşan bir resim gösterilir. Sinestezik kişiler harfleri ve rakamları belirli bir renkle ilişkilendirecektir. Sinesteziyi test etmenin bir diğer yolu da işitsel testtir. Bir ses açıldığında kişi bunu bir tatla özdeşleştirir veya şekiller canlandırır. İşitsel test kromestezi (renkli sesleri duyma) ile ilişkilidir. Sinestezinin hafızayla bir ilgisi olup olmadığı sorgulandığı için "tekrar test" uygulanır. Kişiye bir dizi nesne verilir ve bunlardan renkler, zevkler, kişilikler veya daha fazlasını belirlemesi istenir. Bir süre sonra aynı nesneler tekrar gösterilerek kişiden aynı görevi tekrar yapması istenir. Sinestezik kişi, belirli bir nesnenin anıları yerine beyninde kalıcı sinirsel çağrışımlara sahip olduğu için aynı özellikleri ona atfedebilir. [ "" ] Grafem-renk sinestezisi yaşayanlar, bir grup olarak, her harfin rengine ilişkin önemli tercihleri paylaşırlar (örneğin, A kırmızı olma eğilimindedir; O beyaz veya siyah olma eğilimindedir; S sarı olma eğilimindedir, vb.) Bununla birlikte, sinestezi türlerinde büyük bir çeşitlilik vardır ve her tür içinde, bireyler duyumları için farklı tetikleyiciler ve farklı deneyim yoğunlukları bildirmektedir. Bu çeşitlilik, bir bireyde sinesteziyi tanımlamanın zor olduğu ve sinesteziklerin çoğunun deneyimlerinin bir adı olduğunun tamamen farkında olmadığı anlamına gelir. Nörolog Richard Cytowic, "ilk" basım kitabında sinestezi için şu tanı kriterlerini tanımlıyor. Ancak ikinci kitapta kriterler farklıdır: Cytowic'in ilk vakaları çoğunlukla sinestezisi açıkça bedenin dışına (örneğin, kişinin yüzünün önündeki bir "ekranda") yansıtılan bireylerden oluşuyordu. Daha sonraki araştırmalar, bu tür belirgin dışsallaştırmaların sinesteziklerin azınlık bir kısmında gerçekleştiğini gösterdi. Bu kavramı geliştiren Cytowic ve Eagleman, algıları belirli bir mekansal kalite duygusuna sahip olan sinestezikleri, algıları olmayanlardan ayırmak için "yerelleştiriciler" ve "yerelleştirici olmayanlar" arasında ayrım yaptılar. Yaygınlık. Sinestezinin yaygınlığına ilişkin tahminler 4'te 1 ile 25.000-100.000'de 1 arasında değişmektedir. Ancak, çoğu çalışma, sinesteziklerin kendilerini bildirmelerine dayanıyor ve bu da kendi kendine yönlendirme yanlılığını ortaya çıkarıyor. Şimdiye kadar yapılmış en doğru yaygınlık çalışması olarak gösterilen çalışmada, Edinburgh ve Glasgow Üniversiteleri topluluklarından alınan 500 kişi üzerinde yapılan çalışmayla kendi kendine yönlendirme yanlılığı önlendi; 9 farklı sinestezi varyasyonuyla %4,4'lük bir yaygınlık gösterildi. Bu çalışma ayrıca sinestezinin yaygın bir biçiminingrafem-renk sinestezisi (renkli harfler ve sayılar)nüfusun yüzde birinden fazlasında görülür ve bu sonuncusu olan grafem-renk sinestezisi yaygınlığı o zamandan beri Edinburgh Üniversitesinde yaklaşık 3.000 kişilik bir örneklemde bağımsız olarak doğrulandı. Sinestezinin en yaygın biçimleri renkleri tetikleyenlerdir ve bunların en yaygın olanı gündüz rengidir. Ayrıca nispeten yaygın olan bir diğer durum ise grafem-renk sinestezisidir. "Yaygınlık" kavramını hem sinestezinin (veya sinestezinin farklı biçimlerinin) toplumda ne kadar yaygın olduğu, hem de sinesteziye maruz kalanlar arasında farklı sinestezi biçimlerinin ne kadar yaygın olduğu açısından düşünebiliriz. Bu nedenle sinestezikler arasında, renk tetikleyen sinestezi biçimleri, sinestezikler arasında %86'lık bir yaygınlık oranıyla en yaygın sinestezi biçimleri gibi görünmektedir. Başka bir çalışmada da müzik-renk ilişkisi %18-41 oranında yaygındır. [ "" ] En nadir olanlardan bazılarının işitsel-dokunsal, ayna dokunuşlu ve sözcüksel-tatsal olduğu bildirilmektedir. Otizm spektrum bozukluğu olan kişilerde sinesteziye yakalanma olasılığının daha yüksek olduğunu öne süren araştırmalar mevcuttur. Tarih. Renkli duymaya olan ilgi, bazı teorisyenlerin müziğin renginin ( "chroia", günümüzde tını olarak adlandırdığımız şey) sesin perdesi ve süresiyle birlikte ölçülebilir bir niteliği olup olmadığını merak ettikleri Yunan antik çağına kadar uzanır. Ayrıca MÖ dördüncü yüzyılda Platon'un dostu Tarentumlu Arkitas'ın ortaya attığı bir tür müzik gamına ( "genos" ) "kromatik" adı verildi. MÖ 6. yüzyılın sonlarında yaşamış Sikyonlu kitharist Lysander'in, "kromatik" gamın geliştirilmesinden bile önce, daha 'renkli' bir stil ortaya koyduğu söylenir. Platon'un zamanında, melodinin 'renkli' olarak tanımlanması profesyonel jargonun bir parçası haline gelirken, müzik terimleri 'ton' ve 'armoni' kısa sürede görsel sanatlardaki renk sözlüğüne entegre oldu. Isaac Newton, Goethe'nin "Renklerin Teorisi" kitabında yaptığı gibi, müzik tonlarının ve renk tonlarının ortak frekansları paylaştığını öne sürdü. Konser salonlarında renkli müzik icra etmek için clavier à lumières gibi renkli orgların yapımının uzun bir geçmişi vardır. "Renkli işitme"nin ilk tıbbi tanımı, Alman hekim Georg Tobias Ludwig Sachs'ın 1812 tarihli bir tezinde yer almaktadır. "Psikofiziğin babası" Gustav Fechner, 1876'da 73 sinestezik arasında renkli harf fotizmlerinin ilk deneysel araştırmasını bildirdi bunu 1880'lerde Francis Galton izledi. Carl Jung, 1912'de Dönüşüm Sembolleri adlı eserinde "renk duyma" kavramından söz eder. 1920'lerin başında, Bauhaus öğretmeni ve müzisyeni Gertrud Grunow, ses, renk ve hareket arasındaki ilişkileri araştırdı ve Avusturyalı besteci Arnold Schönberg'in (1874-1951) on iki tonlu müziğine benzeyen bir 'on iki tonlu renk çemberi' geliştirdi. 1920'lerin sonu ve 1930'ların başında Hamburg'da düzenlenen "Renk-Ses Araştırmaları Kongresi'nden" (Almanca: "Kongreß für Farbe-Ton-Forschung" ) en az birine katılmıştır. Sinestezi üzerine araştırmalar birçok ülkede hızla ilerledi, ancak öznel deneyimleri ölçmenin zorlukları ve "herhangi bir" öznel deneyimin incelenmesini tabu haline getiren davranışçılığın yükselişi nedeniyle sinestezi 1930 ile 1980 yılları arasında bilimsel olarak unutuldu. [ "" ] 1980'lerdeki bilişsel devrim, içsel öznel durumlara yönelik araştırmaları tekrar saygın hale getirince, bilim insanları sinesteziyi incelemeye geri döndüler. ABD'de Larry Marks ve Richard Cytowic'in, daha sonra İngiltere'de Simon Baron-Cohen ve Jeffrey Gray'in öncülüğünde araştırmacılar, sinestetik deneyimlerin gerçekliğini, tutarlılığını ve sıklığını araştırdılar. 1990'ların sonlarında odak noktası, en yaygın ve kolayca çalışılabilen türlerden biri olan grafem → renk sinestezisi üzerine yoğunlaştı. Psikologlar ve nörobilimciler sinesteziyi yalnızca içsel çekiciliği nedeniyle değil, aynı zamanda hem sinesteziklerde hem de sinestezik olmayanlarda meydana gelen bilişsel ve algısal süreçlere ilişkin verebileceği içgörüler nedeniyle de inceliyorlar. Sinestezi artık bilimsel kitap ve makalelerin, doktora tezlerinin, belgesellerin, hatta romanların konusu haline geldi. [ "" ] İnternetin 1990'larda yaygınlaşmasıyla birlikte sinestezik bireyler birbirleriyle iletişime geçmeye ve bu duruma özel web siteleri oluşturmaya başladılar. Bunlar hızla büyüyerek Amerikan Sinestezi Derneği, İngiltere Sinestezi Derneği, Belçika Sinestezi Derneği, Kanada Sinestezi Derneği, Alman Sinestezi Derneği ve Hollanda Sinestezi Web Topluluğu gibi uluslararası örgütlere dönüştüler. [ "" ] Toplum ve kültür. Önemli vakalar. Gazete muhabirliğinden hafıza uzmanılığa geçen Solomon Shereshevsky'nin, Rus nöropsikolog Alexander Luria tarafından nadir görülen beş katlı bir sinestezi türüne sahip olduğu keşfedildi bu türün bilinen tek örneğidir. Kelimeler ve metinler yalnızca son derece canlı görsel-uzamsal imgelerle değil aynı zamanda ses, tat, renk ve duyumla da ilişkilendirilmiştir. Şereşevski, isim listelerinden onlarca yıl öncesine ait konuşmalara kadar pek çok şeyin sonsuz ayrıntısını biçimsiz bir şekilde anlatabiliyordu; ancak soyut kavramları kavramakta büyük zorluk çekiyordu. Sinestezi nedeniyle her ayrıntının otomatik ve neredeyse kalıcı olarak tutulması, Shereshevsky'nin okuduğunu veya duyduğunu anlama yeteneğini büyük ölçüde engelledi. Sinirbilimci ve yazar VS Ramachandran, aynı zamanda renk körü olan bir grafem-renk sinestezisi vakasını inceledi. Bazı renkleri gözleriyle göremese de, bazı harflere baktığında o renkleri "görebiliyordu". Bu renkler için bir adı olmadığından, onlara "Mars renkleri" adını verdi. Sanat. Diğer önemli sinestezikler özellikle sanatsal mesleklerden ve geçmişlerden gelmektedir. Sinestetik sanat, tarihsel olarak görsel müzik, müzik görselleştirme, görsel-işitsel sanat, soyut film ve ara medya türlerindeki çok duyulu deneylere atıfta bulunur. Sinirbilimden farklı olarak, sanattaki sinestezi kavramı, tek bir gestalt deneyiminde birden fazla uyaranın aynı anda algılanması olarak kabul edilir. Nörolojik sinestezi sanatçılar, besteciler, şairler, romancılar ve dijital sanatçılar için bir ilham kaynağı olmuştur. Yazarlar. Vladimir Nabokov, birçok romanında sinesteziden açıkça bahsetmiştir. Nabokov, otobiyografisi "Konuş, Hafıza'da" grafem-renk sinestezisini ayrıntılı olarak anlatmıştır:Renkli duymanın güzel bir örneğini sunuyorum. Belki de "duymak" tam olarak doğru değil, çünkü renk duyumları, bir harfin taslağını hayal ederken onu sözlü olarak oluşturma eylemim tarafından üretiliyor gibi görünüyor. İngiliz alfabesinin uzun "a harfi" (aksi belirtilmediği sürece bundan sonra aklımda bu alfabe olacak) bana yıpranmış bir ahşap tonu veriyor, ama Fransız "a harfi" cilalı abanoz çağrıştırıyor. Bu siyah grup aynı zamanda sert "g" (vulkanize kauçuk) ve "r'yi" (yırtılan isli bez) de içerir. Yulaf ezmesi "n", erişte-limp "l" ve fildişi sırtlı el aynası "o" beyazlarla ilgilenir. Küçük bir bardaktaki alkolün taşan gerginlik yüzeyini gördüğüm "Fransızcam" beni şaşkına çeviriyor. Mavi gruba geçersek, çelik "x", gök gürültülü bulut "z" ve yaban mersini "k" vardır. Ses ve şekil arasında ince bir etkileşim olduğundan, "q'yu" "k'dan" daha kahverengi görüyorum, "s" ise "c'nin" açık mavisi değil, masmavi ve sedefin ilginç bir karışımı.Daniel Tammet, sinestezi ile ilgili deneyimlerini anlatan "Born on a Blue Day" adlı bir kitap yazdı. "Chocolat" kitabının yazarı Joanne Harris, renkleri koku olarak deneyimlediğini söyleyen bir sinesteziktir. "Mavi Gözlü Çocuk" adlı romanında sinestezinin çeşitli yönleri ele alınıyor. Ressamlar ve fotoğrafçılar. Wassily Kandinsky (bir sinestezik) ve Piet Mondrian (bir sinestezik değil) her ikisi de resimlerinde görüntü-müzik uyumu üzerinde deneyler yaptılar. Carol Steen ve Marcia Smilack (gördüklerinden sinestetik bir tepki alana kadar bekleyen ve ardından fotoğrafı çeken bir fotoğrafçı) gibi sinesteziye sahip çağdaş sanatçılar, sanat eserlerini yaratmak için sinestezilerini kullanıyorlar. NPR'ye göre "yaşayan hafıza ressamlarının en önde gelenlerinden biri" olarak kabul edilen Linda Anderson, şiddetli migren atakları sırasında yaşadığı işitsel-görsel sinestezinin ince taneli zımpara kağıdı üzerine yağlı boya kalemleriyle tasvirlerini yaratıyor. Kanadalı görsel sanatçı Brandy Gale, duyularından herhangi birinin istemsizce birleştiğini veya kesiştiğini deneyimliyorişitme, görme, tat alma, dokunma, koku alma ve hareket. Gale, fotoğraflardan ziyade gerçek hayattan resimler çiziyor ve her bir yerin duyusal panoramasını keşfederek bu kişisel deneyimleri yakalamaya, seçmeye ve aktarmaya çalışıyor. David Hockney müziği renk, şekil ve yapılandırma olarak algılar ve bu algıları opera sahne dekorlarını boyarken kullanır (diğer sanat eserlerini yaratırken kullanmaz). Kandinsky dört duyuyu birleştirdi: renk, işitme, dokunma ve koku. Amerikalı ressam ve görsel sanatçı Perry Hall, hem kromesteziyi hem de görsel duyumların sesler yaratma deneyimini kapsayan sinesteziyi, "Sound Drawing" serisi de dahil olmak üzere yaratıcı çalışmaları için bir ilham ve rehber olarak nitelendiriyor. Besteciler. Birçok besteci sinestezi deneyimlemişti. Litvanyalı ressam, besteci ve yazar Mikalojus Konstantinas Čiurlionis, renkleri ve müziği aynı anda algılıyordu. Resimlerinin birçoğunda bunlara uygun müzik parçalarının adları yer alır: sonatlar, fügler, prelüdler. Alexander Scriabin, kasıtlı olarak tasarlanmış ve beşli çemberine dayalı renkli müzik besteledi; buna karşın Olivier Messiaen, özellikle iki yönlü ses-renk sinestezisini oluşturmak için yeni bir kompozisyon yöntemi ( sınırlı transpozisyon modları ) icat etti. Örneğin, Bryce Kanyonu'nun kırmızı kayaları onun "Des canyons aux étoiles senfonisinde tasvir edilmiştir..." ("Kanyonlardan Yıldızlara"). Edebi sembolizm, figüratif olmayan sanat ve görsel müzik gibi yeni sanat akımları, sinestetik algı deneylerinden yararlanmış ve sinestetik ve çok duyulu algılama yollarına ilişkin toplumsal farkındalığın artmasına katkıda bulunmuştur. Sinesteziyi bildiren diğer besteciler arasında Duke Ellington, Nikolay Rimsky-Korsakov, ve Jean Sibelius yer almaktadır. Sinesteziye sahip birkaç çağdaş besteci arasında Michael Torke ve "Game of Thrones", "Westworld" ve "Iron Man" filmi gibi TV dizilerinin tema şarkılarını ve müziklerini besteleme çalışmalarıyla tanınan Ramin Djawadi yer almaktadır. "Renkleri müzikle, müziği de renklerle ilişkilendirme eğilimindeyim." diyor. İngiliz besteci Daniel Liam Glyn, Grapheme Colour Synaesthesia'yı kullanarak Changing Stations adlı klasik-çağdaş müzik projesini yarattı. Londra Metrosu'nun 11 ana hattı temel alınarak hazırlanan albümde yer alan on bir parça, on bir ana metro hattının rengini temsil ediyor. Her parça, her bir satırın farklı hızlarına, seslerine ve ruh hallerine yoğun bir şekilde odaklanıyor ve Glyn'in haritadaki metro hattının rengine referansla sinestezik olarak atadığı anahtar imzasında besteleniyor. Müzisyenler. Yapımcı, rapçi ve moda tasarımcısı Kanye West, disiplinlerarası öne çıkan bir örnektir. "Ellen" röportajında yaptığı doğaçlama bir konuşmada durumunu anlatarak sesler gördüğünü ve ses yoluyla yaptığı her şeyin bir resim olduğunu söyledi. Diğer önemli sinestezikler arasında müzisyen Billy Joel yer almaktadır Andy Partridge, Itzhak Perlman, Lorde, Billie Eilish, Brendon Urie, Ida Maria, Brian Chase, ve klasik piyanist Hélène Grimaud . Müzisyen Kristin Hersh müziği renklerde görüyor. The Grateful Dead grubunun davulcusu Mickey Hart, "Drumming at the Edge of Magic" adlı otobiyografisinde sinestezi ile ilgili deneyimlerini anlattı. Red Hot Chili Peppers gitaristi John Frusciante, Rick Rubin ile yaptığı bir podcast'te sinestezi deneyimlerini anlatıyor. The Neptunes ve NERD gruplarından Pharrell Williams da sinestezi deneyimliyor ve bunu "Seeing Sounds" albümünün temeli olarak kullandı. Şarkıcı/şarkı yazarı Marina ve Diamonds müzik → renk sinestezisi deneyimliyor ve haftanın renkli günlerini bildiriyor. Waterparks'tan Awsten Knight'ın kromestezisi var ve bu durum grubun sanatsal tercihlerinin çoğunu etkiliyor. Sinestezisi olmayan sanatçılar. Sinestezik olarak sıkça anılan sanatçıların bir kısmının aslında nörolojik bir rahatsızlığı bulunmuyor. Örneğin Scriabin'in 1911 tarihli , renk seçimleri beşli çemberine dayanan ve Madame Blavatsky'den alınmış gibi görünen kasıtlı bir düzenlemedir. Müzik notalarının, "notaları" renkli bir orgla çalınan "luce" adlı ayrı bir kadrosu vardır. Teknik incelemeler "Scientific American'ın dönem ciltlerinde yer almaktadır." Öte yandan, kendisinden yaşça büyük meslektaşı Rimsky-Korsakov (ki kendisi oldukça muhafazakar bir besteci olarak algılanıyordu) aslında bir sinestezikti. Fransız şairler Arthur Rimbaud ve Charles Baudelaire sinestetik deneyimler hakkında yazmışlardır, ancak kendilerinin sinestezik olduklarına dair bir kanıt yoktur. Baudelaire'in 1857 ' duyuların birbirine karışabileceği ve karışması gerektiği kavramını ortaya attı. Baudelaire, psikiyatrist Jacques-Joseph Moreau'nun gerçekleştirdiği bir esrar deneyine katıldı ve duyuların birbirini nasıl etkileyebileceğiyle ilgilenmeye başladı. Rimbaud daha sonra belki de ' daha önemli olan "Voyelles'i" (1871) yazdı. Sinestezinin popülerleşmesinde. Daha sonra "J'inventais la couleur des voyelles!" (Ünlü harflerin renklerini ben icat ettim!) diye övündü. Bilim. Bazı teknoloji uzmanları, mucit Nikola Tesla ve bilim insanları da sinestetik olduklarını bildirdiler. Fizikçi Richard Feynman, renkli denklemlerini otobiyografisi olan "Başkalarının Ne Düşündüğünün Önemi Var Mı? adlı" kitabında anlatıyor. : "Denklemleri gördüğümde, harfleri renkli görüyorum. Nedenini bilmiyorum. Bessel fonksiyonlarının açık kahverengi j'leri, hafif mor-mavi n'leri ve koyu kahverengi x'lerin etrafta uçuştuğu belirsiz resimlerini görüyorum." Edebiyat. Sinestezi bazen bir olay örgüsü aracı veya bir karakterin iç yaşamını geliştirmenin bir yolu olarak kullanılır. Yazar ve sinestezik Pat Duffy, sinestezik karakterlerin modern kurguda kullanıldığı dört yolu anlatıyor. Sinestezinin edebi tasvirleri, çoğunlukla olgunun kendisinden ziyade yazarın sinesteziye ilişkin yorumunun bir yansıması olduğu gerekçesiyle eleştirilmektedir. [ "" ] Araştırma. Research on synesthesia raises questions about how the brain combines information from different sensory modalities, referred to as perception or . Sinestezi üzerine yapılan araştırmalar, beynin farklı duyusal modalitelerden gelen bilgileri nasıl birleştirdiği, yani çapraz modal algı veya çok duyulu bütünleşme olarak adlandırılan konu hakkında soruları gündeme getiriyor. Bunun bir örneği bouba/kiki etkisidir . Wolfgang Köhler tarafından ilk kez tasarlanan bir deneyde, insanlardan iki şekilden hangisinin "bouba", hangisinin "kiki" olarak adlandırıldığını seçmeleri isteniyor. Köşeli şekil olan "kiki" %95-98 oranında, yuvarlak şekil olan "bouba" ise %95-98 oranında tercih ediliyor. Tenerife adasındaki bireyler, "takete" ve "maluma" adı verilen şekiller arasında benzer bir tercih gösterdi. 2,5 yaşındaki çocuklarda (okumak için çok küçük) bile bu etki görülmektedir. Araştırma, bu etkinin arka planında bir tür ideestezinin işliyor olabileceğini gösterdi. Araştırmacılar, sinestezi çalışmasının bilinç ve onun sinirsel ilişkileri hakkında daha iyi bir anlayış sağlayacağını umuyorlar. Özellikle, sinestezi, sinesteziklerin ekstra nitelikler (örneğin renkli ses) deneyimlemesi göz önüne alındığında, felsefi nitelik sorunuyla ilgili olabilir . Niteliksel araştırma için önemli bir içgörü, sinestezinin ideatesinin özelliklerine sahip olduğu bulgularından gelebilir. Bu da kavramsallaştırma süreçlerinin niteliksel üretimde önemli bir rol oynadığını öne sürer.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1952", "len_data": 36835, "topic": "HEALTH", "quality_score": 4.08 }
Meme kanseri, meme hücrelerinde başlayan kanser türüdür. Akciğer kanserinden sonra, dünyada görülme sıklığı en yüksek olan kanser türüdür. Her 8 kadından birinin hayatının belirli bir zamanında meme kanserine yakalanacağı bildirilmektedir. Erkeklerde de görülmekle beraber, kadın vakaları erkek vakalarından 100 kat daha fazladır. 1970'lerden bu yana meme kanserinin görülme sıklığında artış yaşanmaktadır ve bu artışa modern, Batılı yaşam tarzı sebep olarak gösterilmektedir. Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerinde görülme sıklığı, dünyanın diğer bölgelerinde görülme sıklığından daha fazladır. Meme kanseri, yayılmadan önce, erken safhada tespit edilirse, hasta %96 yaşam şansına sahiptir. Her yıl 44.000'de 1 kadın meme kanserinden ölmektedir. "Meme kanserine karşı en iyi koruyucu yöntem erken teşhistir." Meme kanserinin birçok tipi vardır. En sık rastlanan duktal karsinoma, memenin süt kanallarında başlar. Meme kanseri memenin dışına yayıldığında koltuk altındaki lenfatik nodüller en sık görülen yayılım yerleridir. Kanser hücreleri memenin diğer lenf nodlarına, kemiğe, karaciğer ve akciğere yayılabilir. Her kadın meme kanseri gelişme riskine sahiptir. Gerçekte meme kanseri gelişen kadınların çoğunda risk faktörleri belli değildir. Meme kanseri riskini artıran faktörler. Araştırmalar meme hücreleri içerisinde meme kanseri riskini artıran bazı genler olduğunu göstermektedir. Genetik değişiklikler aileden (herediter) olabileceği gibi, bir kişinin hayatı içerisinde de gelişebilir. Meme kanseri genellikle tek bir hücrede başlar. Günümüzde meme kanserinin nedeni ve nasıl gelişim göstereceği tam olarak bilinmemektedir. Meme kanseri karmaşık bir hastalıktır. Her vaka aynı değildir. Meme kanserinin farklı evreleri olup bir vakanın hangi evrede olduğunun tespiti, doktorun tedavi planını yapmasını sağlar. 2015 yılında ABD'de Texas Üniversitesi Anderson Kanser Merkezinde yapılan ve Kanser Araştırma dergisinde (Cancer Research) yayımlanan deneysel çalışmaya göre, fruktoz ve sakarozun (glukoz ve fruktoz bileşiminin) 12-lipoksijenaz (12-LOX) sinyalizasyonunu ve dolayısıyla da 12-hidroksi- 5Z, 8Z, 10E, 14z – eikosatetraenoik asit (12-HETE) seviyesini arttırarak meme kanseri riskini ve metastaz oranını yükselttiği tespit edilmiştir. glukoz + fruktoz →  12-LOX ↑ → 12-HETE ↑ → meme kanseri ↑ Tanı. Meme kanserinde erken teşhis yöntemleri, hastanın taşıdığı risk faktörlerine göre değişkenlik gösterir. Bu faktörlerin arasında yaş ilk sırada gelmektedir. Genç yaşlarda görülebilmesine karşın, ileri yaş gruplarında bu risk artar. Bu nedenle ileri yaş gruplarında erken tanı konması için alınması gereken önlemler, erken yaş gruplarından farklıdır. Yirmi ve otuz yaş grubu her ayın belirli bir döneminde kendi kendilerini muayene etmelidir. Bu kontrol sırasında meme dokusunda farklılık olup olmadığı araştırılır. Şişkinlik, yumru benzeri bir değişiklik saptanırsa derhal bir hekime başvurulmalıdır. Bir değişiklik saptanmasa da, üç yılda bir kez hekim tarafından muayene edilmelidirler. Risk faktörlerinin varlığına bağlı olarak bu önlemler değişip, örneğin, ailesinde meme kanseri olanlara her yıl ultrason taraması önerilir. Kırk yaş grubu için, kendi yaptıkları periyodik muayeneye ek olarak her yıl bir kez hekim tarafından muayene edilmeleri gereklidir. Ayrıca her yıl ultrason ve risk faktörlerine göre mamografi çektirmeleri gereklidir. Elli yaş grubu kadınlar kendilerinin periyodik muayenelerine ve her yıl bir defa hekim muayenesine devam etmeli ve her yıl mamografi (meme filmi) çektirmelidir. Kendi kendine kontrollerde on beş günü aşkın sürede ele gelen sertlik veya kitle, deride kalınlaşma, şişme, renk değişikliği, meme başında kalınlaşma, kızarıklık veya yara olması, memede veya meme başında içeri doğru çekinti, meme şeklinde değişiklik, meme başlarının pozisyonlarında değişiklik ve meme başında akıntı gibi belirtiler derhal doktor kontrolü gerektirmektedir. Hekim muayenesi sonucu yapılacak mamografi taramasının ardından ultrason, ince iğne aspirasyon biyopsisi ve normal biyopsi tetkikleriyle kesin tanı konulur. Evreleri ve tedavi. Mastektomi uygulamaları sonrasında, alınan memenin yerine plastik cerrahi teknikler ile yeniden meme rekonstrüksiyonu yapılması ameliyatları söz konusu olabilmektedir. Meme kanseri tedavisi; Tedavi seçiminde en önemli etken tümörün biyolojisi ve evresidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1953", "len_data": 4328, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.48 }
Akciğer kanseri, akciğer dokularındaki hücrelerin kontrolsüz çoğaldığı bir hastalıktır. Bu kontrolsüz çoğalma, hücrelerin çevredeki dokuları sararak veya akciğer dışındaki organlara yayılmaları ile (metastaz) sonuçlanabilir. Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) raporuna göre akciğer kanseri tüm dünyada kanser türleri arasında en sık ölüme neden olan kanser türüdür ve tüm dünyada her yıl yaklaşık 1,6 milyon ölüme neden olmaktadır. Ölüm oranı (mortalitesi) oldukça yüksek olan bu kanser türünde dünya genelinde sigara içme alışkanlıklarındaki değişmeye bağlı olarak alttiplerinde ve kadınlarda görülme oranlarında değişimler olmuştur. Akciğer kanserinin en sık nedeni uzun süreli olarak tütün dumanına maruz kalmak olmakla beraber, tüm akciğer kanserli hastaların %15'e ulaşan bir oranı sigara içmeyenlerden oluşmaktadır. Akciğer kanseri birçok faktöre bağlı olarak ortaya çıkan bir hastalıktır. Bu nedenler arasında; genetik faktörler, radon gazı, asbest ve hava kirliliği gibi faktörler sorumlu tutulmaktadır. Akciğer kanserinin belirtileri hastalığın nerede başladığına, nasıl yayılmış olduğuna ve vücudun hastalığa tepkilerinin varlığına bağlı olarak fark edebilir. En sık görülen belirtileri, nefes darlığı (dispne), öksürme (kanlı öksürme da dahil) ve kilo kaybıdır. Bu belirtiler sadece akciğer kanserine özgü olmadıklarından hastaların tanı almaları gecikebilir. Akciğer kanseri, göğüs röntgeni ve bilgisayarlı tomografi (BT) ile görülebilir. Kesin tanı, biyopsi ile konmaktadır. Biyopsi genelde bronkoskopi veya BT-yardımlı biyopsi ile yapılır. Tedavi ve prognozu belirleyen faktörler; kanserin histolojik tipi, kanserin evresi ve hastanın genel performans durumudur. Akciğer kanserinin birçok histolojik alttipi olmasına karşın, klinikte genellikle "küçük hücreli" ve "küçük hücreli dışı" akciğer kanseri olmak üzere iki başlıkta incelenir; çünkü tedavide izlenecek yolu bu gruplandırma belirler. Küçük hücreli akciğer kanseri tedavisinde kemoterapi ve radyoterapi tercih edilirken, küçük hücreli dışı kanserlerde ilk tercih cerrahidir. Akciğer kanserinin görülme oranı yaşla artar, genelde 50-70 yaşlarında görülür. Akciğer kanserinin erken evrelerde beş yıllık sağkalımı %60-70 iken, ileri evre olgularda bu oran %5'in altına düşmektedir. Tüm alttipler ve evreler göz önüne alındığında, tedavi ile beş yıllık sağkalım oranı Amerika Birleşik Devletleri'nde %18,1'dir (2017 için); ancak sağkalım oranları gelişmekte olan ülkelerde daha düşüktür. Sıklık ve yaygınlık. Tüm kanser türleri arasında en ölümcül kanser türü olan akciğer kanseri tüm dünyada kanser türleri arasında, erkeklerde en sık ölüme neden olan birinci, kadınlarda ise ikinci kanser türüdür ve tüm dünyada her yıl yaklaşık 1,6 milyon ölüme neden olmaktadır. Bununla beraber ABD'de hem kadın hem de erkeklerde ölüme sebep olan kanser türleri arasında 1. sıradadır. Günümüzde akciğer kanseri, ABD'de kadınlarda ölüme sebebiyet veren kanser türleri arasında en önde gelenidir ve meme kanseri, yumurtalık ve yumurtalık tüpü kanserleri toplamından daha yaygındır. Ancak ABD'de sigara içiminin azalması ile akciğer kanseri sıklığı da azalmaya başlamıştır. Buna karşılık Türkiye'de sigara içimi arttığı için artmaya devam etmektedir. Ancak, başka yönlerden sağlıklı olan ve hayatı boyunca sigara kullanmamış olan insanlar da akciğer kanserine yakalanabilmektedir. Akciğer kanseri, 20. yüzyılın başlarında nadir bir hastalık iken, bugün her iki cinsiyette de kanserden ölümlerin başında yer almaktadır. Mortalitesi oldukça yüksek olan bu kanser türünde dünya genelinde sigara içme alışkanlıklarındaki değişmeye bağlı olarak histolojik alttiplerinin oranında değişiklik yaşanmış ve kadınlarda sigara kullanımının zamanla artmasının sonucunda kadınlarda görülme sıklığında artma gözlenmiştir. Tarihsel olarak çoğunlukla erkeklerde görülen bu kanser türü zaman içinde meydana gelen sosyolojik değişiklikler sonucunda, kadınların da sigara kullanma alışkanlıklarının artması sonucunda kadınlarda bu kanser türünün görülme sıklığı artmıştır. Akciğer kanserinin küresel insidans artış hızı yılda %0,5 iken, özellikle kadınlarda her yıl %4,1 artış söz konusudur. Gelişmiş ülkelerde önceleri kanserden ölümlerin %34'ünden akciğer kanserleri sorumlu iken, günümüzde %28'inden sorumludur. Bu azalmaların nedeni gelişmiş ülkelerde sigara kullanımında belirgin azalma ve sigara içeriğinde yapılan değişikliklere bağlanmaktadır. Ancak gelişmekte olan ülkelerde sigara kullanımında azalma olmaması bilakis artması sonucunda hem erkeklerde hem de kadınlarda tüm kanser ölümleri içinde önemli yerini korumakta ve belirgin artış gözlenmektedir. Belirti ve bulgular. Akciğer ve bronş sisteminin ağrı duyusu içermemesi ve ilk semptom olan öksürüğün sigara içenler tarafından bir hastalık belirtisi olarak değerlendirilmemesi nedeniyle, akciğer kanseri vakalarının tanısı çoğunlukla ileri evrelerde konulmaktadır. Semptomlar tümörün lokal büyümesine bağlı olabileceği gibi metastatik hastalığa veya metastatik olmayan kanserli hücrelerin vücudun diğer dokularına dolaylı etkilerine (paraneoplastik sendromlara) bağlı olabilir. Semptomlar. Akciğer kanserinin semptomları birincil (primer) tümör tipine, tümörün göğüs kafesi içinde (intratorasik) dağılımına yayılımına, metastazlara veya paraneoplastik sendromlara bağlı olarak ortaya çıkar. "American Thoracic Society" (ATS) ve "European Respiratory Society"'nin (ERS), çeşitli araştırmaların verilerine göre yaptığı ortak araştırmaların sonucunda; öksürük %8-75, kilo kaybı %0-68, nefes darlığı (dispne) %3-60, göğüs ağrısı %20-49 ve öksürükle kan tükürme (hemoptizi) %6-35 oranlarında görülebilmektedir. Tanı konan hastaların %10 ile 25'e varan oranlarda asemptomatiktir yani herhangi bir semptom göstermez. Böyle hastalarda kanser tanısı, tesadüfen çekilen akciğer röntgeni veya bilgisayarlı tomografide saptanan soliter pulmoner nodüllerin incelenmesiyle tanı konmaktadır. Kanserin büyümesi ve akciğer dokusuna yayılması sonucunda öksürük, nefes darlığı, hışıltılı solunum ("wheezing"), göğüs ağrısı, hemoptizi semptomları görülür. Akciğer kanserinin metastazları ise yayılım gösterdiği organa bağlı olarak bulgu verir. Bu kanserin, beyine yaptığı metastaz nörolojik semptomlara neden olurken, kemiğe metastazıyla ağrı şikayetleri görülür. Tümör hücrelerinden salınan hormonlara dolaylı olarak paraneoplastik sendromlar gelişebilir. Çeşitli hormonların salınımı sonucunda, salınan hormona bağlı olarak çeşitli bulgular görülebilir. Ayrıca akciğer kanserli hastaların çoğunda kilo kaybı, halsizlik, yorgunluk gibi nonspesifik (özgül olmayan) semptomlar bulunabilir. Semptomlar, primer tümörlerin lokalizasyonuna göre değişebilir. Bronş içi (endobronşial) merkezi tümörlerde daha çok öksürük, nefes darlığı, hemoptizi; çevresel olanlarda ise sıklıkla plevra kaynaklı göğüs ağrısı ve dispne gibi semptomlar görülür. Bununla beraber hastaların %5-10'nda hiç semptom olmayabilir. Akciğer kanserine bağlı ortaya çıkan semptomlar primer tümörün yerleşimi ve büyüklüğü, tümörün yayılım yeri ve yayılma derecesi gibi parametrelere göre çeşitlilik gösterebilir. Nefes darlığı genellikle merkezî yerleşimli tümörlerin, bronş içi havayolu tıkanması ile akciğer hacimlerinin azalmasına; göğüs ağrısı ise akciğer çevresi tümörlerde plevra veya göğüs duvarının istilası, brakial pleksusa sızma ve tümöral kitlenin büyümesine bağlıdır. Öksürük merkezî yerleşimli olan tümörlerde çevresel olanlara göre daha sıktır ve havayollarının tıkanması, sıkışması, tümörün içine sızması ve enfeksiyonlarına bağlıdır. Hışırtılı solunum ("wheezing") veya stridor hava yolu (trakea veya ana bronş) kısmi tıkanması ile meydana gelir. Ses kısıklığı, özellikle merkezi tümörlerde rekürren larengeal sinir tutulumu ile ilgili; yutma güçlüğü (disfaji) ise, özofagus sıkışması ile ilgili olarak ortaya çıkar. Ayrıca akciğer kanserinde nonspesifik bir bulgu olan ateş; obstrüktif (tıkanmalı) pnömoni ve karaciğer metastazları ile ilgili olup, sıklıkla pürülan (irinli) balgam ve hemoptizi ile birliktedir. Görülen belirtiler sıklıkla birincil tümörün sebep olduğu belirtilerdir. Birincil tümöre bağlı belirtilere; göğüs ağrısı, öksürük, dispne, hemoptizi örnek verilebilir. Bununla beraber hastaların %40'ında göğüs kafesi içi (intratorasik) yayılıma bağlı semptomlar görülür. İntratorasik yayılıma bağlı olarak bası yaptığı yerlere göre değişik semptomlara sebep olabilir. Boyundaki sempatik sinirlere bası yaptığında horner sendromu; plevraya doğru yayılım gösterdiğinde plevral efüzyon; özafagusa bası yaptığında özafagiyal belirtiler; superior vena cava tıkanması sonucunda superior vena cava sendromu gibi çeşitli klinik bulgulara neden olabilir. Göğüs kafesi dışı (ekstratorasik) yayılımda ise metastaz yapılan organa göre belirtiler ortaya çıkar. Hastaların yaklaşık 1/3'ünde ekstratorasik yayılıma bağlı belirtiler görülür. Bunlar arasında; kemik ağrısı, kırıklar, akıl bulanıklığı (konfüzyon), kişilik değişmesi, alkalin fosfataz seviyelerinde yükselme, sınırlı konumlu (fokal) nörolojik hasar, baş ağrısı, bulantı, kusma, ele gelen lenfadenopati, zayıflık, halsizlik, bayılmalar gibi belirtiler bulunmaktadır. Yaklaşık %10 hastada ise paraneoplastik sendrom görülür. Paraneoplastik sendrom. Paraneoplastik Sendrom, bir tümör veya tümörün metastazları ile doğrudan ilgili olmayan ancak tümörün varlığına bağlı olan ve dolayısı ile tümörün çıkarılmasından sonra gerileyebilen belirtilerdir. Tümör hücrelerinin biyolojik olarak aktif bileşenler salgılaması sonucu meydan gelir. Salgılanan etmenlere (hormon gibi) göre çeşitli belirtilere yol açabilirler. Bunlar arasında; kan sodyum miktarının azlığı (hiponatremi), Cushing sendromu, normalin üstünde kan kalsiyumu (hiperkalsemi), erkek göğüsünde normalden fazla büyüme (jinekomasti) sayılabilir. Paraneoplastik sendromlar, küçük hücreli akciğer kanserlerinde genellikle daha fazla görülür. Küçük hücreli dışı akciğer kanserlerinde daha sık görülen paraneoplastik sendromlar arasında, hiperkalsemi ve hipertrofik osteoartropati sayılabilir. Hipertrofik osteoartropati, en sık akciğer adenokarsinomlarına eşlik eder. Fiziki bulgular. İn situ tümör aşamasında fizik bulgu yoktur, tümör büyüdükçe lokal ve genel bulgular ortaya çıkmaktadır. Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) ile birlikte ise fizik muayenede hışıltılı solunum ("wheezing"), her iki akciğerde dağınık ronküsler ve ekspiryum uzaması gibi bulgular bulunabilir. Herhangi bir lenf bezini tutacak şekilde tümör yayılmış ise tutulan lenf bezleri muayenede elle hissedilebilir. Lenf bezlerine metastaz oranları; hiler %90, bronşial %40-60, skalen %85, supraklaviküler %15-20 ve hiler-mediastinal %50'dir. Muayenede nadir olarak karina düzeyinde ana bronşların daralmasına ikincil stridor, daha derindeki hava yollarında yerleşmiş tümörlerde ise hışıltılı solunum ("wheezing") ve yerelleşmiş ronküs duyulur. Radyolojik tetkiklerde tek taraflı atelektazi, pnömoni ve plörezi görülebilir, fizik muayenede de bu patolojilere bağlı bulgular saptanabilir. Bu bulgular, muayenede göğüsün yarısındaki solunum hareketlerinde kısıtlılık, solunum sırasında göğüsteki titreşimlerde artma veya azalma, perküsyonda tok ses, stetoskopla dinlemede (oskültasyonda) solunum seslerinde azalma ve hırıltı (ral) duyulması gibi bulgulardır. Karaciğer metastazı halinde karaciğer büyümesi (hepatomegali) görülebilir. Serebral yayılım varsa, seyrek olarak vücudun tek tarafında duyu azalması (hemiparezi) veya hareketsizlik hemipleji veya nöropatiye neden olabilir. Vena cava superior sendromu, Horner sendromu bulguları, çomak parmak ve cilt altında nodüller saptanabilir. Nedenleri. Tütün ürünleri, endüstriyel ürünler (uranyum, radyasyon, asbest), hava kirliliği, beslenme eksiklikleri kanserin oluşmasında rol alan faktörlerdendir. Son araştırmaların ışığında, akciğer kanseri riskini artıran en önemli faktör kanserojen maddelerin uzun süre boyunca solunumundan kaynaklanmaktadır. Akciğer kanserinin oluşumunda şu faktörler yer alır: Sigara. Sigara kullanımı, akciğer kanserinin en sık görülen nedenidir. Bununla beraber akciğer kanseri, sigara içmeyenlerde de görülebilmektedir. Akciğer kanserli erkeklerin %10 ve kadınların ise %20-25'sinde gelişen kanser sigara ile ilişkili değildir. Gelişmiş ülkelerde akciğer kanserinden ölümlerin erkeklerde %92-94'ünün, kadınlarda ise %78-80'inin sigaraya bağlı olduğu bildirilmiştir. Ülkelerin tükettikleri sigara miktarı ile akciğer kanseri ölüm oranı arasında doğrusal bir oran vardır. Bu durum son yıllarda tütün tüketiminin arttığı gelişmekte olan ülkelerde belirgin bir şekilde izlenmektedir. Türkiye'de yapılan çalışmalarda akciğer kanserli kadınların %17'sinin, erkeklerin ise %94'ünün sigara içtikleri bildirilmiştir. Pasif sigara içiciliği (sigara içilen ortamda bulunularak sigara dumanına maruz kalma) de sigara kullanmak gibi akciğer kanseri açısından risk faktörüdür. Kanser gelişme riski; sigara içme süresi, günde içilen sigara sayısı, erken başlama yaşı, derin çekme (inhalasyon), katran ("tar") miktarı ile artar, kullanımı kesme süresi ile azalır. Sigara kullanımı özellikle yılda 20 paketi geçtikten sonra göreceli risk belirgin olarak artış gösterir. Sigara miktarı arttıkça risk katlanarak artmakta ancak sigarayı bıraktıktan sonra risk giderek azalmaktadır. Sigara dışında puro içenlerde risk 3 kat, pipo kullananlarda ise 8 kat artmaktadır. Filtreli ya da düşük katran içeren "light" sigaraları içenlerde kanser riski azalmamaktadır. Sigara ve diğer tütün ürünlerinin kullanım miktarı ve süresi arttıkça akciğer kanseri (ve başka kanserlerin) gelişme ihtimali artmakta, bırakılması durumunda da zamanla azalmaktadır. Akciğer kanseri gelişme riski sigarayı bırakmayı takiben 10-20 yıl içinde hiç içmeyenlerin düzeyine yaklaşmaktadır. Endüstriyel ve çevresel maruziyet. Meslek. Belirli meslek (gemi yapımı, yapı malzemeleri çıkarımı, çanak-çömlek imalatı, matbaa işleri, madencilik vb.) çalışanlarında akciğer kanseri daha sık görülmektedir. Başlıca mesleki kanserojenler arasında; Asbest, arsenik, alüminyum, bis(klorometil) eter, krom, hidrokarbonlar (polisiklik aromatik hidrokarbon gibi), hardal gazı, nikel ve nikel bileşenleri, radyasyon, radon, vinil klorür, berilyum, kadmiyum ve formaldehit sayılabilir. Sigara dumanı kanser oluşumu sürecinde çevre kirliliği maddeleri ile etkileşmektedir. Bu durum sigara içen uranyum ve asbest işçilerinde çarpıcı bir şekilde izlenir. Öyle ki; akciğer kanseri riski, sigara içen asbest işçilerinde 92 kat, sigara içmeyen asbest işçilerinde sadece 5 kat fazladır. Radon. Radon gazı, Amerika Birleşik Devletleri'nde akciğer kanserinin ikinci en sık (%10) nedenidir ve her yıl 6.000-360.000 akciğer kanserli kişinin ölümünden sorumludur. Radon, kimyasal inert bir gaz olup uranyumun parçalanma ürünüdür. Solukla alındığında radon gazı akciğer epiteli veya diğer hücreleri ile etkileşip kansere neden olur. Toprakta doğal olarak bulunur ve iyi havalandırılmayan ev ve işyerlerinin altındaki topraktaki miktarına bağlı olarak kapalı mekandaki havadaki radon miktarı yüksek olabilir. Üst sınır 4 pCi/L olup 8 pCi/L'nin üstüne çıktığında kanser riski artmaktadır. Sigara ile radonun etkileşimi sinerjiktir ve kanser riski 1,3-1,8 oranındadır. Zemin kat eski binalarda yaşayanlarda sıktır, bu nedenle metro ve tünel işçileri gibi meslekî gruplarda risk taşır. Diğer çevresel faktörler. Akciğer kanseri etyolojisinde rol oynayan önemli karsinojenlerden biri de asbesttir. Gerek endüstriyel olarak gemi, izolasyon, otomotiv sanayi gibi alanlarda kullanımının yanında bu minerale çevresel (tremolit içeren ak toprak ve zeolit) maruziyet de kanser gelişme riskini artırır. Asbest, akciğer kanseri de dahil olmak üzere çeşitli akciğer hastalıklarına neden olabilir. Asbest maruziyeti ve tütün kullanımı sinerjist etki göstererek akciğer kanseri gelişme riskini artırır. İngiltere'de, asbest akciğer kanserinden ölen erkeklerin %2-3'ünün sorumlusudur. Asbest ayrıca mezotelyoma olarak adlandırılan plevranın kanserine de neden olabilir, mezotelyoma bir akciğer kanseri değildir. Hava kirliliğinin kanser gelişme riskindeki önemi tartışmalıdır. Bununla birlikte yoğun çevre kirliliği akciğer kanseri mortalite istatistiklerine yansımaktadır. Nitekim kentlerde kırsal kesimde oturanlara göre akciğer kanseri gelişimi 1,3-2,3 kat daha fazladır. Virüsler. Hayvanlarda yapılan çalışmalarda virüslerin akciğer kanserine yol açabildiği gösterilmiştir, son yıllarda yapılan çalışmalarda, insanlarda da virüslerin akciğer kanseri için bir risk faktörü olduğu gösterilmiştir. İnsanlarda risk faktörü olduğu ileri sürülen virüsler arasında; İnsan papillomavirüs, JC virüs, simian virüs 40, BK virüs ve sitomegalovirüs sayılabilir. Skar gelişimi – Fibrozis. Silisyum maruziyeti ile ortaya çıkan silikozis gibi akciğer hastalıkları ve akciğer dokusunda fibrozis ile seyreden hastalıklar yara izi ("skar") dokusunun kanserojen etkisi nedeniyle malignite insidansını arttırır. Sinirli yerleşimli (lokalize) akciğer skar alanlarında ve diffüz (yaygın) akciğer fibrozisi olan hastalarda akciğer kanseri geliştiği bildirilmiştir. Skar yakınında mikroskopik olarak epitelyal dokuda aşırı büyüme (hiperplazi) saptanmıştır. Skar zemininde kanser gelişiminin patogenezi henüz tam olarak bilinmemektedir. Skar ve fibrozis sonucu gelişen damarlaşma eksikliği (avaskülarite) ve dokuda oksijen yetersizliği (anoksi) epitel metaplazisine yol açtığı ve karsinogenezisi hazırladığı düşünülmektedir. Skar alanlarında yüksek akciğer adenokarsinomu insidansı bildirilmiştir. Çalışmalarda akciğer kanserinin sarkoidozlu hastalarda 3 kat fazla geliştiği, tüberkülozlu hastalarda üst loblarda kanserin de birlikte bulunabildiği ve yaklaşık 8 kat fazla görüldüğü, bronşiolo-alveoler tip kanserlerin aileden gelme (konjenital) kistik akciğer hastalığı ile ilişkili olabileceği belirtilmektedir. Beslenme. Birçok epidemiyolojik çalışmada besinle sebze alımının akciğer ve diğer kanser risklerini orta derecede düşürdüğü gösterilmiştir. Bunlari takip eden araştırmalarda retinol veya vitamin A içeren retinoidlerin öncülü (prekürsörü) olan beta karotenin akciğer kanseri riski düşüklüğü ile ilişkili olabileceği öne sürülmüştür. Sigara içenlerde serum beta karoten düzeyleri, içmeyenlerden düşük bulunmuştur. Bu düşüklük, beta karotenlerin diyetle daha düşük alımına ve sigaranın absorbsiyon ve metabolizma üzerindeki etkisine bağlanmıştır. Retinoidlerin birçok çalışmada antikarsinojenik etkileri gösterilmiştir. Ayrıca vitamin A eksikliği solunum sistemi epitelinde, skuamöz metaplaziye neden olmaktadır. Yani normaldeki solunum sistemini döşeyen epitel hücreleri özelliklerini kaybedip yassı (skuamöz) hücrelere dönüşür. Vitamin A fakiri diyetle beslenenlerde, vitamin A zengini beslenenlere kıyasla akciğer kanser riski 4,6 kat daha fazla bulunmuştur. Vitamin C ve selenyum eksikliği, siyah çay ve kolesterol de sorumlu tutulmuştur. Sigara içen erkeklerde 5-8 yıl süre ile vitamin E ve beta karoten verilmesi insidansta azalmaya neden olmamaktadır. Genetik yatkınlık. Akciğer kanserinde kalıtsal ön yatkınlık yaratan faktörlerin varlığı ileri sürülmektedir. Birinci derece akrabalarında akciğer kanseri olan kişilerde kanser geliştirme riski 2-4 kat artmaktadır. Ancak bunun tamamen genetik faktörlere bağlı olmadığı, akrabaların aynı ortamda bulunmasının da etkisi olduğu düşünülmektedir. Kronik karsinojen maruziyeti sonucunda genetik yapıda hasar oluşmaktadır. Hücreyi kanserleşmeye götüren hasarın temelinde hücre çoğalmasını kontrol eden genlerdeki değişiklik yatar. Aile öyküsünde akciğer kanseri bulunan kadınlarda risk 5-7 kat artmaktadır. Aile öyküsünde akciğer kanseri bulunmasının yanında sigara içme öyküsü de varsa risk 30 kat artmakta, aile öyküsü olmaksızın sadece sigara öyküsü varsa 15 kata kadar artmaktadır. Moleküler genetik ve patogenez. Solunum yolları mukozasının karsinojen etkenlerle uzun süre karşılaşması sonucunda dokularda bir takım değişiklikler olur. Karsinojenler hücre içinde protein, lipid gibi birçok moleküle ve DNA'ya bağlanır. Kronik karsinojen teması ile genetik malzemede hasar oluşur. Bu hasar hücre çoğalmasından sorumlu, c-myc, ras gibi onkogenlerin aktivasyonu ve hücre büyümesini baskılayan Rb, p53 gibi tümör supresör genlerin inaktivasyonuna yol açabilir. Kronik karsinojen maruziyeti sonucunda genetik yapıda hasar oluşmaktadır. Hücre çoğalmasını kontrol eden genlerdeki hasar, kanser oluşumundaki temel unsurdur. Diğer kanser türlerine benzer olarak, akciğer kanserinde de onkogenlerin aktivasyonu ya da tümör baskılayıcı genlerin inaktivasyonu sonucunda gelişir. Son yıllarda proto-onkogen olarak adlandırılan normal ve genellikle hücrenin bölünmesi ile ilgili işlevlerde rol alan genlerin; belirli karsinojenlerle onkogen haline geçerek, karsinogeneziste rol aldıkları anlaşılmıştır. Küçük hücreli karsinomda genellikle c-myc ve Rb; küçük hücreli dışı karsinomda ise genelde ras ve p16'de sorun vardır. Akciğer kanseri ile ilgili etkinleşmiş onkogenlerin 6 familyası vardır; en önemlileri ras (H-ras, K-ras, N-ras) ve myc (N-myc, C-myc, Lmyc)dir. K-ras proto-onkogenindeki mutasyonlar akciğer adenokarsinomlarının %10-30'undan sorumludur. Epidermal büyüme faktörü (EGF) reseptörünü kodlayan ERBB1 geni ve RAS protoonkogenleri daha çok küçük hücreli dışı akciğer kanseri olgularında izlenen mutasyonlardan sorumludur. Epidermal büyüme faktörü reseptörü (EGFR) hücrelerin profilerasyon, apoptoz, anjiogenezis ve tümör invazyonunda rol alır. Tümör supresor genlerin inaktivasyonuna neden olacak kromozomal hasarlar da akciğer kanserinde rol alır. İnsan kanserlerinde en sık bulunan tümör supresör geni kromozom 17'de bulunan p53 ve kromozom 13'teki Rb genidir. Rb, hücre siklusu boyunca ilerlemeyi bloke edip, büyümeyi kontrol eder. p53 mutasyonları büyümeyi hızlandırarak kanser oluşumunda rol oynar. Tüm akciğer kanserli hastaların yarısında bu mutasyonlar gözlemlenmektedir. Baskılayıcı genler içinde en fazla araştırılanı p53 geni mutasyonlarıdır. Bir nükleer fosfoprotein olan p53, özellikle DNA hasarına cevap olarak hücre siklusunu, DNA sentezi ve onarımını, hücre farklılaşmasını ve apoptozisi kontrol eden genleri düzenler. p53 tümör supresör geninin mutasyonları akciğer kanseri vakalarının ise %60-75'inde görülür. 3p, 5q, 13q ve 17p konumlarında meydana gelen kromozom hasarları, bilhasa küçük hücreli akciğer kanserleri olmak üzere akciğer kanserlerinde görülür. Küçük hücreli akciğer kanseri olgularının %90'ında ve küçük hücreli dışı akciğer kanseri olgularının ise %50'sinden fazlasında, 17p konumunda mutasyonlar bulunmuştur. Tanı. "Soliter pulmoner nodül" normal akciğer dokusu ile çevrili, herhangi bir adenopati ya da atelektazi ile ilişkisi olmayan bir akciğer radyolojik opasitesidir. Bu opasitenin nedeni, "nodül" denen, küresel şekilli, nispeten sert, bir hücre kümesine karşılık gelir. En az invaziv (girişimsel) yaklaşımla kötücül nodülleri iyicil nodüllerden ayırmak, doğru ve özgül tanıyı elde etmek soliter pulmoner nodüllü bir hastada temel amaçtır. Soliter pulmoner nodül tanısında ilk adım klinik ve radyolojik değerlendirmedir. Ancak, kanser tanısının kesin olarak konabilmesi için patolojik inceleme yapılması gerekir. Biyopsi sonucu olmaksızın kanser tanısı kesinleşemez. Lenf bezlerine metastaz şüphesi olduğunda lenf bezlerinden biyopsi almak gerekebilir. Akciğer kanserinin tanısı ve aşamasının saptanması amacıyla, akciğer röntgeni, toraks ve batın BT, Manyetik rezonans görüntüleme, kemik sintigrafisi, beyin BT uygulamalarının yanı sıra bronkoskopi ve mediastinoskopi denilen, lenf bezlerinden biyopsi materyali alınması yöntemleri uygulanır. Akciğer kanserlerine en sık üst loblarda, özellikle de sağ üst lobda rastlanmaktadır. Bronş kanserleri mukozal yerleşebilecekleri gibi mukoza altı lenfatiklerde veya bronş çevresi (peribronşial) alanda bulunabilirler. Mukozada eritem, bronş düzeninin kaybı, bronşlarda daralma, tren rayı gibi mukozal kalınlaşma (mukozanın demiryolu gibi bir hat üzerinde paralel çizgiler şeklinde kalınlaşması), dışarıdan bası ile bronşta düzensizlikler, darlıklar gibi bulgular görülebilir. Akciğer kanserlerine kesin tanı en sık bronkoskopik forseps biyopsilerle konulmaktadır. Son yıllarda gelişen bronş içinden (transbronşiyal) iğne aspirasyon ve deriden (perkütan) biyopsi teknikleriyle hem merkezi (santral) hem de çevre (periferal) tümörlere tanı konulma olasılıkları artmıştır. Forseps biyopsi ile bronş içinde yüzeye doğru büyüyen (ekzofitik) kitlelerde %55-85, bazen ortalama %90 olan tanısal oranlar, submukozal ve peribronşial yayılmalarda %55 gibi daha düşüktür. Bu oranlar bronşial lavaj ve bronşial fırçalama ile birlikte %90'ın üzerindedir. Buna ek olarak; nekrotik tümörlerde büyük ve derin biyopsi alınması, submukozal infiltrasyonlarda transbronşial iğne aspirasyonu ile beraber %97 gibi yüksek tanısal oranlar elde edilir. Submukozal tümörlerde transbronşial forseps biyopsisi ile %55, periferik lezyonlarda %30-50 endoskopik tanı oranları bildirilmiştir. Göğüs radyogramı ve toraks BT tetkikleri ile tümörün lokalizasyonu, büyüklüğü, yayılımı izlenebilir. Bunların yanında, hastanın mevcut olan akciğer hastalıkları (KOAH, amfizem, bronşektazi, atelektazi vs.) ve göğüs duvarındaki yapısal özellikler hakkında bilgi verir. Eşlik eden akciğer hastalıkları hastanın performansının değerlendirilmesi açısından önemlidir. Temel radyolojik yöntemler arka-ön akciğer grafisi ve toraks BT incelemesidir. Bu incelemeler ile nodüle ait çeşitli özellikler değerlendirilir. Nodül boyutu, kenar özellikleri, iç yapısı, büyüme hızı, stabilite süresi ve lokalizasyonu değerlendirilmesi gereken başlıca özelliklerdir. Pozitron emisyon tomografisi (PET), iyicil ve kötücül soliter akciğer nodüllerinin tanısında yüksek etkinliğe sahip bir yöntemdir. PET'in kötücül nodüller için; duyarlılığı %96,8, özgüllüğü %77,8'dir. İyicil nodüllerdeki duyarlılığı ise %96 ve özgüllüğü %88 olarak bulunmuştur. Bronkoskopinin akciğer nodüllerinde tanısındaki değeri, nodülün çapına ve lokalizasyonuna göre değişir. Tanı değeri santral lezyonlarda %82, periferik lezyonlarda ise %53 olarak bulunmuştur. Akciğer tümörlerinde bronkoskopi; tümörün lokalizasyonu, tümörün yaygınlığı, operasyona uygunluğu, histolojik tip tayini, tümörün belirti göstermeyen (asemptomatik) hastada tespiti, tümörün evrelendirilmesi, endobronşial tümör tedavisi gibi önemli rollere sahip bir yöntemdir. Transtorasik iğne aspirasyonunun tanı değeri kötücül lezyonlarda %64-100 arasında olup özgül iyicil tanı oranı %12-68 arasında değişmektedir. Soliter pulmoner nodül tanısında kullanılan cerrahi yöntemler video yardımlı torakoskopik cerrahi (VATS) ve torakotomidir. VATS, morbidite ve mortalitesi düşük, etkinliği yüksek bir yöntem olduğundan düşünülen ilk cerrahi yöntemdir. Yapılan bir araştırmada VATS'ın özgüllüğü %100, morbidite oranı %9,6 ve mortalite oranı %0,5 olarak rapor edilmiştir. Torakotomi yöntemi, hastada radyolojik bulgular ve mevcut risk faktörleri akciğer kanserini düşündürüyor fakat yapılan tetkiklerle kesin tanı konamamış ise tanı koymak amacıyla kullanılabileceği gibi, metastaz taramaları negatif olan hastada rezeksiyon amacıyla da kullanılabilir. Mediastinoskopi, mediastene açılan küçük bir insizyon (kesim) ile bu boşluktan içeri itilen endoskop aracılığı ile soğuk ışık yardımı ile araştırılmasıdır. Akciğer kanserlerinde olguların yaklaşık yarısında mediastinal lenf bezi invazyonu görülebileceğinden mediastinoskopi; trakea, karina, vena kava superior komşuluğundaki lezyonlar ve mediastendeki lenf bezlerinden amaliyat öncesi evreleme amacıyla yapılmaktadır. Mediasten normal ise yapılmayabilir. Evrelendirme. Akciğer kanseri tanısı konduktan sonra, hastanın prognozu hakkında sağlıklı bir yaklaşımda bulunmak, en etkili tedavi yöntemini belirleyebilmek ve alınan tedavi sonuçlarının bilimsel kıyaslamasını yapabilmek için, hastalığın anatomik yaygınlığının saptanması yani evrelendirilmesi gerekir. Akciğer kanseri için birincil tümörün büyüklüğü ve yayımına (T), bölgesel lenf bezi (nodu) tutulumuna (N), uzak metastaz varlığına (M) dayanan TNM evrelendirmesi yapılmıştır. Sonraki yıllarda daha sağlıklı evrelendirme yapabilmek amacıyla TNM sisteminin yeniden geliştirilmesi ile skuamöz, büyük hücreli ve adenokarsinomlu (Küçük hücreli dışı, "Non-small cell", NSCLC) hastalar yapılacak tedavi ve prognoz yönünden Evre IA, IB, IIA, IIB, IIIA, IIIB ve IV şeklinde sınıflandırılmaktadır. Küçük hücreli kanserli hastalarda TNM sistemi yerine VALG ("Veterans Administration Lung Cancer Group") tarafından önerilen evreleme sistemi kullanılmaktadır. Buna göre hastalığın konumu göğüs kafesinin yarısında (bir hemitoraksta) ise ""sınırlı" ve hemitoraksın dışında daha yaygın ise "yaygın"" olarak evrelendirilmektedir. Bununla beraber TNM evreleme sistemi küçük hücreli hastalarda da kullanılabilmektedir. Akciğer kanserlerinde evreler: Histopatolojik sınıflama. Akciğer kanserlerinin büyük çoğunluğu karsinomdur (epitel hücrelerinden köken alan tümör). Akciğer karsinomlarının iki ana grubu vardır: "küçük hücreli dışı" (%80,4) ve "küçük hücreli" (%16,8). Histolojik kriterleri baz alan bu sınıflama, klinik yaklaşım ve hastalığın prognozu açısından önemlidir. Küçük hücreli dışı akciğer karsinomlarının tek bir grupta toplanmasının nedeni, bu gruptaki karsinom tiplerinin prognozları ve tedavi yaklaşımlarının benzer olmasıdır. Başlıca üç alttipi şunlardır: "Skuamöz hücreli karsinom", "adenokarsinom" ve "büyük hücreli karsinom". Birincil (primer) akciğer kanserinde tümör tipinin bilinmesi tedavi yönteminin seçilmesi ve prognoz açısından önemlidir. Erkeklerde en sık epidermoid kanser (skuamöz hücreli karsinom) görülürken, kadınlarda en sık görülen tümör adenokarsinomdur. Adenokarsinom daha çok çevresel (periferik) yerleşimlidir. Skuamöz hücreli karsinom ise tipik olarak santral bronş yerleşimli olduğu için hilus ve mediasten civarında izlenir. Büyük hücreli karsinom genellikle periferik yerleşimlidir. Küçük hücreli karsinom, proksimal hava yollarındaki yerleşimi ile yine hilus ve mediasten bölgesinde yerleşir ve olguların %78'inde santral yerleşimli radyolojik lezyon ile karşımıza çıkar. Santral tümörler sıklıkla küçük hücreli veya skuamöz hücreli, periferik tümörler ise adenokarsinom veya büyük hücreli tiptedir. Akciğer kanser tipleri: Bronkojenik karsinom. Bronkojenik karsinom, bronş epitelinden kaynaklanır. Her iki cinste de en ölümcül malignitedir. Erkeklerde daha sık görülmektedir. 4 alt tipi vardır. Bunlar "Skuamöz hücreli karsinom", "Adenokarsinom", "Küçük hücreli karsinom" ve "Büyük hücreli karsinom" 'dur: Diğer ve mezenkimal tümörler. Hamartom, inflamatuvar psödotümör, kondrom, lipom, teratom, leyomiyom, endometriozis gibi tümörler örnek verilebilir. Bunlar iyicil tümörlerdir. Metastatik tümörler. Akciğer, kılcal damar yatağı bol olduğundan sıklıkla metastaz olan bir organdır. En sık meme, gastrointestinal, böbrek tümörleri metastaz yapar. Metastatik tümörler genellikle çoklu, vücudun iki tarafında ve keskin sınırlı olurlar. Çoğunlukla akciğerlerin alt kesimlerinde ve periferik alanlarda (subplevral) yerleşirler. Genellikle 2 mm-10 cm çapında nodüller oluştururlar; bir tümör embolizmi atağı sırasında gelmiş olan tümör hücreleri ayın büyüklükte çok sayıda nodüller oluşturur (2–4 mm çapındaki mikronodüllerin dağılımı Miliar tüberkülozu çağrıştırır). Rektosigmoid kökenli adenokarsinomlar (10 cm çapından büyük nodül), osteosarkom, böbrek karsinomları, testis tümörleri, maligm melanom, meme karsinomları gibi tümörler tek kitle oluşturur (soliter metastaz). Osteosarkom, Kondrosarkom, Sinovyal sarkom metastazlarında kalsifikasyon görülür. Testis tümörü metastazlarında kemoterapi sonrası kalsifikasyonlara rastlanabilir. Koryokarsinom, Angisarkom, Böbrek hücreli karsinom metastazlarında tümör-içi kanamalar oluşur. Osteosarkomlarda pnömotoraks oluşabilir. Önleme. Önleme akciğer kanserine karşı savaşın maliyetine oranla en etkili yöntemidir. Çoğu ülkede endüstriyel ve eve ait karsinojenler tespit edilip yasaklanmış olmasına karşın, sigara kullanımı hâlâ yaygındır. Tütün ürünlerinin içilmesinin sona erdirilmesi akciğer kanserine karşı mücadelenin en başta gelen amacıdır, sigarayı bırakma da bu süreçte önemli bir koruyucu önlemdir. Gençleri hedefleyici koruyucu programlar bu girişimlerde özellikle çok önemlidir. Kamusal mekanlarda (lokanta ve işyerleri gibi) pasif sigara içiciliğini azaltmayı amaçlayan politik müdahaleler çoğu Batı ülkelerinde sıkça uygulanır olmuştur. Bu yönde ilk adımı 1998'de kamu alanlarında sigara içimini yasaklayan ABD'de Kaliforniya eyaleti atmıştır, AB ülkeleri arasında da 2004 İrlanda bu yönde ilk herkete geçmiştir. Türkiye'de devlet dairelerinde sigara içimi 1997'de yasaklanmış, 2008'de ise tüm kapalı mekanlarda (bar, kahve ve lokantalar için kanun 2009 Haziran'ından sonra uygulamaya girecek) ve bazı açık mekanlarda (cami ve hastane bahçeleri, stadyumlar) yasaklandı. Bhutan'da 2005 yılından beri sigara içmek tamamen yasaklanmıştır. Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO), gençlerin sigaraya başlamasınının önüne geçmek için tüm ülkelerde sigara reklamlarının yasaklanması için çağrıda bulunmuştur. WHO, bu tür yasaklamaların uygulamaya girdiği yerlerde tütün kullanımının %16 azaldığını belirlemiştir. 1998'de ABD'de 46 eyalet, sigara içen kişilere sağladıkları sağlık hizmetlerinin bedelini, dört büyük ABD sigara şirketlerine ödetmek için açtıkları davanın karar aşamasından önce taraflar arasında anlaşmaya varıldı. Anlaşma sonucunda, sigara şirketlerinden şikayetçi olunmayacak ve bu şirketler gelecekte tütün kullanımından kaynaklanan tazminat davalarından muaffiyet elde edeceklerdir. Buna karşın sigara şirketleri pazarlama etkinliklerini sınırlamayı kabul ettiler ve bu 46 eyalete yıllık bir ödeme yapmayı kabul ettiler. "ABD Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezleri" ("Centers for Disease Control and Prevention", CDC) toplanan bu fonların %15'inin sigara içimiyle ilişkili hastalıklara karşı koruyucu sağlık harcamalarına ayrılmasını önermişse de, çoğu eyalet bu oranın çok altında para harcamaktadır. Tedavi. Klinik ve tedavi açısından, birincil akciğer kanserleri, küçük hücreli akciğer kanseri (KHAK) ve küçük hücreli dışı akciğer kanseri (KHDAK) olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Akciğer kanserinin hücre tipinin belirlenmesi, tedavi planlanması ve prognozu açısından önem taşımaktadır. Akciğer kanserinde erken dönemde hastalıkta cerrahi tedavi ile uzun süreli yaşam %85 gibi yüksek oranlara varmaktadır. "Türk Toraks Derneği"'nin yapmış olduğu çok merkezli çalışmada akciğer kanserli hastaların %85'i tanı anında evre III ve IV olarak bulunmuştur. Akciğer kanserinden ölümlerin nedeni çoğunlukla uzak metastazlardır. Bu nedenle erken tanı büyük öneme haizdir. Hastalığın evresi ve histolojik tipini belirledikten sonra, hastanın yaşı ve performans durumu da göz önünde tutularak tedavisi planlanmaktadır. Genel kural olarak; tüm hastalıkların tedavide yarar/zarar oranı yapılmakta ve buna göre karar verilmektedir. Kanser tedavisinde radyoterapi, kemoterapi ve cerrahi yöntemler uygulanabilmektedir. Kanser tedavisinde de uygulanan tedavi yöntemlerine göre çeşitli yan etkiler görülmekle birlikte bu genel kural göz önüne alınmaktadır. Kanser tadavisinde çeşitli yan etkiler görülebilmektedir. Bununla beraber bu etkiler çeşitli faktörlerden etkilenmektedir. Bunlar arasında; uygulan tedavi yöntemine, tedavide uygulanan kemoterapötik ajana, kemoterapi ve/veya radyoterapinin dozu sayılabilir. Her çeşit yan etki bütün hastalarda görülmeyeceği gibi, bazı yan etkileri hasta kendisi fark edemeyebilir. Bu nedenle çeşitli tetkikler ile ortaya çıkabilecek yan etkilere karşı önlem alınmaya çalışılır. Histopatolojik evrelendirmeye göre tedavi. Küçük hücreli dışı akciğer kanseri tedavisi. Küçük hücreli dışı akciğer kanserinde, metastatik hastalık saptanmayan olguların büyük çoğunluğunda cerrahi tedaviyle şifa (kür) şansı sağlanmaktadır. KHDAK'lıların altgrupları arasında da, prognoz ve yayılımları açısından farklılıklar vardır. Epidermoid kanserlerin adenokanserlerden daha iyi prognoza sahip olduğu bildirilmiştir. Adenokanser ve büyük hücreli kanserler, epidermoid kanserlere göre daha sık beyin metastazı yapar. Bu nedenle, birçok araştırmacı da adenokanser ve büyük hücreli kanserler için ameliyat öncesi sistemik taramanın rutin olarak yapılmasını önermektedir Hastalığın ilk evrelerinde (evre 1, evre 2 ve kimi evre 3 durumlarda) cerrahi müdahale uygulanarak tümörlü doku temizlenir. Bu uygulama, tüm bir akciğer lobunun alınmasına kadar gidebilir. Ameliyat sonrası kontroller sonucunda ender olarak radyoterapiye gereksinim duyulduğu görülmektedir. 3. evre kanser tanılarında ameliyatla yokedilme olanağı bulunmayan tümörler için radyoterapi (ışın tedavisi) ya da kemoterapi (ilaç tedavisi) öngörülür. Bu yöntemler sırayla ve hekim denetiminde uygulanır. 4. Evre akciğer kanserinde kemoterapi, yaşam süresini üç ila altı ay kadar uzatmaktadır. Bu durumda kemoterapinin yan etkileri nedeniyle hasta-aile-hekim kararına gerek duyulur. Küçük hücreli akciğer kanseri tedavisi. En saldırgan seyirli akciğer kanseri tipi olan küçük hücreli akciğer kanserinde, tedavi seçeneği olarak çoğunlukla kemoterapi kombinasyonları tercih edilmektedir. Hastalık çok sınırlı (evre I) ise cerrahi tedavi uygulanabilmektedir. Vakaların büyük çoğunluğunda kemoterapiye yanıt iyidir. Bu sayede sağkalım süresi uzatılmasına karşın, şifa şansı oldukça düşüktür. Bu türün tedavisinde hastalığın yayılma aşaması, verilecek kararı etkiler. Az yayılma durumunda kemoterapinin ardından radyoterapi uygulanır. Beyne yayılmasının yüksek olasılık içermesinden dolayı, beyne de radyoterapi yapılır. Ender olarak küçük cerrahi müdahaleler gerekebilir. Tümörün yayılmış hallerinde ise kemoterapi uygulanmasına karşın, tekrarlama riskinin yüksek olmasından dolayı radyoterapi yapılabilir. Tedavi yöntemleri. Akciğer kanserinin tedavisinde uygulanacak prosedüre karar verilirken; kanserin histopatolojik tipi, mevcut evresi ve hastanın performans durumu göz önüne alınmaktadır. Sıklıkla uygulanan tedavi yöntemleri; cerrahi, kemoterapi ve radyoterapidir. Cerrahi. Yapılan tetkiklerle akciğer kanseri tanısı doğrulanmışsa; bilgisayarlı tomografi ve sıklıkla pozitron emisyon tomografisi kullanılarak kanserin yerleşimine ve cerrahiye uygun olup olmadığına veya cerrahi ile tedavi edilemeyecek yerlere yayılıp yayılmadığına karar vermek amacıyla kullanılır. Hastaların ameliyata uygun olup olmadığına karar vermek amacıyla ek olarak, kan testleri ve spirometri (akciğer fonksiyon testi) de gerekli olan tetkiklerdir. Spirometride solunum kapasitesi az bulunursa (sıklıkla KOAH nedenli) cerrahi önerilmez. Hastanın akciğer fonksiyonu ve diğer risk faktörlerine bağlı artıp azalmak üzere, cerrahi uygulamalarda ölüm riski yaklaşık %4,4'tür. Evre IIIA'ya kadar, tek akciğerde yerleşik küçük hücreli dışı akciğer kanserlerinde sıklıkla cerrahi tercih edilmektedir. Akciğer dokusu alındıktan sonra akciğer fonksiyonlarında sorun olmamasını sağlamak için, ameliyat öncesinde solunum kapasitesi yeterli olmalıdır. Cerrahi yöntemler şunlardır; "dilim" ("wedge") "rezeksiyon" (bir akciğer lobunun bir parçasını çıkarma), "segmentektomi" (akciğerin loblarının anatomik parçaları olan segmentlerden birinin çıkarılması), "lobektomi" (bir lobun çıkarılması), "bilobektomi" (iki lobun çıkarılması) veya "pnömonektomi" (bir akciğerin tamamen çıkarılması). Yeterli solunum kapasitesi olan hastalarda, lobektomi tercih edilebilir, bu prosedür aynı yerde kanserin tekrarlama olasılığını azaltmaktadır. Solunum fonksiyonu yeterli olmayan hastalarda, "wedge" rezeksiyon uygulanabilir. Yapılan bir çalışmada, ameliyat sırasında brakiterapi uygulamasının kanserin aynı yerde tekrarlama olasılığını azalttığı gösterilmiştir. Akciğer kanseri ameliyatları açık veya kapalı yöntemle gerçekleştirilir. Amerikan Göğüs Hastalıkları Birliği (ACCP) hastalarda daha az zarar verici ve daha başarılı sonuçları olması sebebiyle akciğer kanseri ameliyatlarında torakoskopi veya VATS denilen kapalı yönteminin tercih edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Tek Port Torakoskopi (VATS) yönteminde 3,5–5 cm arası tek bir kesi yapılarak göğüs boşluğuna ilerletilen bir kamera ile alınan görüntülere göre kanserli akciğer dokusu ve lenf bezleri çıkartılmaktadır. Kemoterapi. Küçük hücreli akciğer kanseri tedavisinde ilk seçenek kemoterapi ve radyoterapidir. Bu hastalarda cerrahinin hayatta kalma süresine etkisi olduğu gösterilememiştir. Buna ek olarak, kemoterapi metastatik küçük hücreli olmayan akciğer kanserlerinde de ilk tercihtir. Kemoterapide uygulanacak ajanlara, histopatolojik sınıflamaya göre karar verilir. Küçük hücreli dışı akciğer kanserinde sıklıkla; "sisplatin" veya "karboplatin" ve buna ek olarak "gemsitabin", "paklitaksel", "doketaksel", "etoposide" veya "vinoelbine" adlı kemoterapötiklerden biri kullanılır. Küçük hücreli akciğer kanserinde, "sisplatin" ve "etoposide" en sık kullanılan kombinasyondur. Bununla beraber, "sisplatin" ile kombinasyon amacıyla şu ajanlar da kullanılabilir; "karboplatin", "gemcitabine", "paclitaxel", "vinorelbine", "topotecan" ve "irinotecan". KHDAK'de adjuvan kemoterapi. Yardımcı (adjuvan) kemoterapi, ameliyat sonrasında uygulanan kemoterapidir. Ameliyat sırasında, lenf nodlarından örnek alınır, şayet örneklerde kanser tespit edilirse hasta evre II veya evre III'dedir. Bu durumda, adjuvan kemoterapi uygulaması, hayatta kalma oranını %15 artırmaktadır. Adjuvan kemoterapide platinum ajanları ("sisplatin" veya "karboplatin" gibi) tercih edilir. Evre IB kanser tanısı amış hastalarda, adjuvan kemoterapi uygulaması tartışmalıdır. Şimdiye kadar yapılan klinik araştırmalarda hayatta kalma süresine katkısı net olarak gösterilememiştir. Rezeksiyon yapılmaya uygun küçük hücreli dışı akciğer kanserlerinde, preoperatif kemotrapi uygulaması (neoadjuvan kemoterapi) tesirsizdir. Radyoterapi. Radyoterapi; genellikle kemoterapinin yanında verilir ve küçük hücreli dışı akciğer kanseri olan ancak cerrahiye uygun olmayan hastalarda iyileştirme amaçlı kullanılabilir. İyileştirici amaçlı kullanılan radyoterapi yüksek dozda uygulanır, bu uygulama "radikal radyoterapi" olarak adlandırılır. Bu tekniğin gelişmiş şekli "devamlı hiperfraksiyone hızlandırılmış radyoterapi" (CHART) tekniğinde, yüksek dozda radyoterapinin kısa zaman aralığında verilmektedir. Küçük hücreli akciğer kanseri vakaları için iyileştirici potansiyeli vardır, kemoterapiye ek olarak göğüse radyoterapi uygulanması sıklıkla önerilen bir uygulamadır. Küçük hücreli akciğer kanserinde, iyileştirme amaçlı cerrahi sonrası yardımcı (adjuvan) torasik radyoterapi uygulamasının yararı kesin olarak kanıtlanamamıştır ve dolayısıyla tartışmalıdır. Yararları, sadece mediastinal lenf nodlarına yayılan tümörlerle sınırlı olabilir. Hem küçük hücreli hem de küçük hücreli olmayan akciğer kanseri hastaları için; göğüse küçük dozlarda radyoterapi uygulaması belirtilerin kontrolünde işe yarayabilir, bu uygulamaya palyatif radyoterapi adı verilir. Diğer tedavilerden farklı olarak, akciğer kanseri tanısı histolojik olarak onaylanmadan palyatif radyoterapi uygulanabilir. Eğer kanser bronkusun kısa bir kısmını etkilediyse, brakiterapi direkt havayolu içine uygulanabilir. Ayrıca ameliyat edilemeyen akciğer kanseri büyük havayollarının tıkanmasına sebep olduğunda uygulanabilir. Erken evre küçük hücreli akciğer kanserinde genellikle profilaktik kraniyal radyasyon (İng. "profilactic cranial radiation"; PCI) uygulanır. Bu yöntem beyne uygulanan radyoterapi yöntemlerinden biridir, metastaz riskini azaltmak amacıyla kullanılır. Son yıllarda, PCI uygulamasının yaygın küçük hücreli akciğer kanserlerinde de yarar sağladığı gösterilmiştir. Kanserli hastalarda kemoterapi tedavisini takiben PCI uygulamasının bir yıl içinde beyin metastazı olma riskini %40,4 ila %14,6 oranında azalttığı gösterilmiştir. Erken evre akciğer kanseri tedavisinde stereotaktik radyoterapi uygulaması da mümkündür. Radyoterapinin bu çeşidinde, art arda farklı yönlerden verilen radyasyon ışınları tümörün bulunduğu noktada kesişirler, böylece sağlıklı dokulara olan zarar en azda tutulur, tümörde yüksek miktarda radyasyon dozu birikir. Bu tedavi yöntemi, kansere ek olarak başka hastalıkları nedeniyle cerrahiye uygun olmayan hastalarda ilk tercih edilen yöntemdir. Ablasyon. Radyofrekans ablasyon (RFA) yöntemi, küçük boyuttaki birincil tümörler veya sınırlı yayılım gösteren metastazlar için, ameliyat mümkün değilse kullanılabilen bir alternatiftir. Bu yöntem, küçük bir sondanın tümör içine sokularak tümör hücrelerine mikrodalga vererek ısıtma yoluyla öldürülmesi şeklinde uygulanır. Mikrodalga ablasyon (MWA) yöntemi aynı sonucu elde eden, mikrodalgayla çalışan daha yeni bir yöntemdir. Özellikle merkezi tümörlerde daha iyi sonuç verdiği düşünüldüğünden radyofrekans ablasyon tekniğinin yerini almaya başlamıştır. Hedefe yönelik kanser tedavisi. Akciğer tümörlerinin moleküler düzeydeki belli başlı değişiklikler için test edilebilmesi, çeşitli moleküler düzeyde hedefe yönelik kanser tedavi yöntemlerini mümkün kılmıştır. Adenokarsinom tipi küçük hücreli dışı akciğer kanseri hastalarının, Asya-Pasifik bölgesinde %48, Avrupa ve Amerika'da %19'unda epidermal büyüme faktörü reseptörünün (EGFR) kansere yol açan mutasyonu görülür. Bu nedenle epidermal büyüme faktörü reseptöründe bulunan tirozin kinazı hedefleyen ilaçlar (gefitinib ve erlotinib) geliştirilmiştir. Bu ilaçlar, EGFR mutasyonu için test sonucu pozitif çıkan hastalara verilir; özellikle sigara içmemiş hastalar, kadın hastalar ve Asya asıllı hastalarda daha etkili olan ilaçlarda bu sonucun pozitif olma olasılığı daha yüksektir. Gefitinib tipi ilaçlarla, metastatik küçük hücreli dışı akciğer kanserli hastalarda sağkalım süresinde yarar sağlandığı günümüzde bilinmektedir. EGFR mutasyonu dışındaki durumlarda kullanılabilecek hedefe yönelik tedaviler de geliştirilmiştir. ALK ve ROS1 genlerinde değişiklik saptandığı takdirde crizotinib kullanılır. BRAF inhibitörü dabrafenibin, direnç oluşmaması için MEK inhibitörü trametinib ile beraber kullanımı, BRAF V600 mutasyonu saptanan hastalar için 2017 yılında Avrupa Birliği'nde onaylandı. Anjiogenez inhibitörü olan bevacizumabın (platin bazlı kemoterapi ile birlikte kullanılır), ileri evre küçük hücreli dışı akciğer kanseri hastalarında sağkalım sürelerini uzattığı gösterilmiştir. Bununla beraber, -özellikle squamöz hücreli karsinom hastalarında- akciğerde kanama riski artar. Sitotoksik ilaçlar, farmakogenetik ve hedefe yönelik ilaçlardaki ilerlemeler umut vadetmektedir. Hedefe yönelik ilaçların çoğu klinik araştırma safhasına ulaşmış olsa da henüz klinik araştırmaların erken safhalarındadır. Bunlardan bazıları; siklo-oksijenaz-2 (COX-2) inhibitörleri, apoptozisi tetikleyen ilaçlar, proteazom inhibitörleri, beksaroten ve aşılardır. Diğer araştırma alanları şunlardır; ras proto-onkogen inhibisyonu, fosfoinozitid 3-kinaz inhibisyonu, tümör baskılayıcı genleri yerine koyma ve histon deasetilaz inhibisyonu. Gidiş ve sonlanış. Küçük hücreli olmayan akciğer kanseri için prognostik faktörler şunlardır: pulmoner semptomların varlığı ya da yokluğu, tümör büyüklüğü, histolojik tipi (hücre tipi), evresi (yayılım derecesi) ve lenf bezlerine metastaz, damarların tümörü istilası (vasküler invazyon). Cerrahi uygulanmayan hastalarda, %10'dan daha fazla kilo kaybı ve performans durumunun kötü olması prognozu kötü etkiler. Küçük hücreli akciğer kanserinde prognostik faktörler ise şunlardır: performans durumu, cinsiyet, hastalığın evresi, hasta tanı aldığında merkezî sinir sistemi veya karaciğere yayılım olup olmaması. Küçük hücreli dışı kanserlerin prognozu genellikle kötüdür. Evre IA safhasındaki hastalığın tam cerrahi rezeksiyonu takiben 5-yıllık yaşam %67'dir; evre IB olan hasta için ise 5-yıllık yaşam %57'ye düşer. Evre IV küçük hücreli olmayan akciğer kanseri hastasında 5-yıllık sağkalım oranı yaklaşık %1'dir. Küçük hücreli akciğer kanserinin de prognozu kötüdür. Tüm evreler göz önüne alındığında 5-yıllık yaşam oranı ortalama %5 civarındadır. İleri evredeki küçük hücreli akciğer kanserilerinde 5-yıllık yaşam oranı %1'den azdır. Ortalama sağkalım zamanı çok ilerlememiş evrelerde 20 ay olup 5-yıllık sağkalım ise %20'dir. Amerikan Ulusal Kanser Enstitüsü ("National Cancer Institute") verilerine göre, akciğer kanseri ortalama tanı alma yaşı 70, ölüm yaşı ise 71'dir. Küçük hücreli akciğer kanseri, daha saldırgan seyirli bir tümör olup, uzak metastaz oranı daha yüksektir. Bununla beraber kemoterapiye yanıt iyidir. KHDAK'lılarda ise metastatik hastalık saptanmayan olguların büyük çoğunluğunda cerrahi tedaviyle iyileşme şansı sağlanmaktadır. KHDAK'lıların altgrupları arasında da, prognoz ve yayılımları açısından farklılıklar vardır. Epidermoid kanserlerin adenokanserlerden daha iyi prognoza sahip olduğu bildirilmiştir. Adenokanser ve büyük hücreli kanserler, epidermoid kanserlere göre daha sık beyin metastazı yapar. Tarihçe. 1930'lara kadar pek sık görülmeyen primer akciğer kanseri, zaman içinde en sık görülen kanser türlerinde başlarda yer almaya başlamıştır. ABD'de 1920'de 956 akciğer kanseri vakası bildirilmişken, 1950 yılına gelindiğinde artık önemli bir halk sağlığı sorunu olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Günümüzde her iki cinsiyette de kanserden ölümlerinin başında yer almaktadır. Akciğer kanseri 1930'lu yıllarda genellikle erkeklerde görülen bir kanser türü iken; 1960'larda kadınlarda görülme sıklığı artmaya başlamış, hâlen de bu artışını sürdürmektedir. 1980'li yıllarda sigara karşıtı kampanyaların başlamasıyla -bilhassa gelişmiş ülkelerde- akciğer kanseri insidansında azalma olmuştur. Özellikle genç nesilde sigara kullanımının az olması sayesinde ABD'de 1980'lerde erkeklerde 87/100.000 olan insidans, 1991'de 80/100.000'e düşmüştür. Ancak gelişmekte olan birçok ülkelerde her yaş grubunda akciğer kanseri oranı artmaya devam etmektedir. Dünyada 1975-1990 yılları arasında akciğer kanseri vakalarında ölüm oranı erkeklerde %66, kadınlarda %110 artmıştır. Batı Avrupa, Kuzey Amerika, Avustralya ve Yeni Zelanda'da erkeklerde kanser insidansı 1980'lerde doruğa ulaşmış ve o zamandan ber azalmaktadır. Buna karşın Doğu ve Güney Avrupa ülkelerinde, Japonya ve Çin'de ve çoğu gelişmiş ülkedeki kadınlarda insidans artmakta veya daha yeni yavaşlamaktadır. Gelişmekte olan ülkelere ait veriler seyrek olmakla beraber; Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde artmaya devam etmesi beklenmektedir. Sigara içiciliğinin yaygınlaşmasından önce oldukça nadir görülen bir hastalık olan akciğer kanseri; 1761 yılına kadar doğru dürüst tanınan bir hastalık dahi değildir. 1810'larda akciğer kanseri ile ilgili değişik görüşler ortaya atılmaya başlanmıştır. 1878 yılında otopsi materyallerinde yapılan bir çalışmada, tüm kanser türleri içinde kötücül (malign) akciğer kanseri vakaların sadece %1'ini oluşturmuş, fakat 1900'lerin başında %10-15'lere yükselmiştir. 1912 yılında dünya çapında tıbbi literatüre geçen sadece 374 vaka vardır. Otopsi raporlarının derlenmesi yoluyla yapılan bir gözden geçirmede akciğer kanseri insidansı 1852'de %0,3 iken, 1952'de %5,66'e yükseldiği gösterilmiştir. 1929 yılında Almanya'da Fritz Lickint adındaki bir hekim, akciğer kanseri ve sigara arasında bir ilişki olduğunu ilk kez öne sürmüştür. 1950'lerde yayınlanan İngiliz doktorların bir çalışması ile, akciğer kanseri ve sigara arasındaki ilişki ilk kez epidemiyolojik verilerle kanıtlanmıştır. Bunların sonucunda 1964 yılında Birleşik Devletler Askeri Başhekimi ("Surgeon General of the United States") tarafından sigara içicilerine sigarayı bırakmaları gerektiği önerilmiştir. 1470 yılından beri gümüş madenleri bulunan, Schneeberg, Saxonya yakınlarındaki Ore Dağları'ndaki madenlerin çevresinde ilk kez radon gazı ile akciğer kanseri arasındaki ilişki fark edilmiştir. Buradaki madenler uranyum açısından zengin olmakla beraber radyum ve radon da ihtiva etmektedir. Burada çalışan madencilerin yüksek oranda akciğer kanserine yakalanmaları sonucunda, 1870'lerde akciğer kanseri ile ilişki tanımlanmıştır. Emekli maden çalışanlarından %75'i akciğer kanserinden ölmüştür. Bu bilgiye rağmen, Sovyetler Birliği'nin uranyum isteği nedeniyle, 1950'lere kadar bu maden çalışmaya devam etmiştir. Akciğer kanseri için ilk başarılı pnömonektomi 1933 yılında gerçekleştirilmiştir ve pnömonektomi cerrahi tedavi seçeneği olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bununla beraber kanser evrelendirmesi ve cerrahi tekniklerdeki gelişmelerle, lenf nodu diseksiyonu ile beraber lobektomi bugün için daha iyi bir tedavi seçeneğidir. Palyatif radyoterapi, 1940'lardan beri kullanılmaktadır. Radikal radyoterapi ise 1950'lerden beri kullanılmaktadır. Radikal radyoterapide daha yüksek radyasyon dozları kullanılmakla beraber, bu tedavi göreceli olarak daha erken evredeki ve cerrahi için uygun olmayan hastalarda kullanılan bir tedavi yöntemidir. 1997 yılında, geleneksel radikal radyoterapi yerine CHART ("continuous hyperfractionated accelerated radiotherapy") adında yeni bir yöntem geliştirilmiştir. Bu yöntemde bir günde verilecek toplam radyasyon günde üç doz olarak bölüştürülür. Küçük hücreli akciğer kanserli hastalarda, 1960'larda denenen cerrahi rezeksiyon ve radikal radyoterapi başarısız olmuştur. 1970'lerde başarılı kemoterapi rejimleri geliştirilmesiyle tedavi şansları artmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1954", "len_data": 52972, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.77 }
Kalın bağırsak kanseri veya "kolorektal kanser" kalın bağırsak, rektum ve apandiste görülen kanserli büyümeleri kapsar. Batı dünyasında en sık rastlanan üçüncü kanser tipi ve ölüme yol açan kanserler arasında ikinci sıradadır. Çoğunlukla kalın bağırsakta meydana gelen adenom poliplerden ortaya çıkar. Kalın bağırsak kanseri her yaşta görülmesine karşın, hastaların % 90'ından fazlası, kırk yaş ve üzerindedir. Bu yaştan itibaren her on yılda risk yaklaşık iki katına çıkar. Ailesinde kalın bağırsak kanseri veya kalın bağırsak polipi bulunanlar ve ülseratif kolit hastalığı olanlarda risk artar. Polipler ve kanserin erken aşamaları, genellikle belirti vermezler. Bu yüzden kırk yaşından itibaren mutlaka, rektal muayene, "sigmoidoskopi" ve dışkıda gizli kan testi yapılmalıdır. Rektal muayene, yani makattan parmakla yapılan muayene ile kalın bağırsak poliplerinin en az % 80'ine tanı konulabilir. Sigmoidoskopi uygulamasında, özel alet ile makattan rektum bölgesine girilir ve ışık kaynağı yardımıyla bölge ayrıntılı olarak incelenir. "Dışkıda gizli kan testi", belirti vermeyen ve sinsice kanama yapan poliplerin tanınmasında kullanılır. Erken dönemde tanı koyulan kanserlerde iyileşme oranı % 80-90 arasındadır. İyi huylu poliplerin, yani et parçalarının zamanla kanserleşmesiyle oluşan kalın bağırsak kanserinin önlenmesi için, poliplerin kanserleşmeden tanınması ve cerrahi yöntemlerle çıkarılması gerekmektedir. Tedavi. Kalın bağırsak kanseri, cerrahi yöntemle tedavi edilir: kanseri oluşturan tümör ve çevresindeki bir miktar sağlam doku alınır. Evre durumuna göre kemoterapi ve adjuvan kemoterapi uygulanır. Anüse çok yakın tümörlerde anüs iptal edilerek kolostomi torbaları ile (karından) dışkılamaya geçilir. Metastaz (diğer organlara yayılma) görülen hastalarda metastazektominin yanı sıra kemoterapi ve radyoterapi de uygulanarak hastanın yaşam süresi uzatılmaya çalışılır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1955", "len_data": 1888, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.65 }
Zazalar, Hint-Avrupa dil ailesine bağlı bir dil olan Zazaca konuşup Türkiye'nin çoğunlukla Doğu Anadolu Bölgesi'nde Bingöl, Bitlis, Elazığ, Erzincan ve Tunceli; Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde ise Diyarbakır, Adıyaman, Şanlıurfa illerinin belirli bölgelerinde yaşayan İranî bir halktır. Yaklaşık 2-3 milyon nüfusa sahip olan Zazalar; Türkler, Kürtler ve Araplardan sonra sayısal olarak Türkiye'deki dördüncü en büyük etnik grubu oluşturmaktadır. 12 Eylül Darbesi'nin ardından Zazalar dâhil birçok entelektüel azınlık, Türkiye'den Avrupa, Avustralya ve ABD'ye göç etmiştir. Zaza diasporasının en büyük kısmı Avrupa'da, ağırlıklı olarak Almanya'da bulunmaktadır. Dinî açıdan günümüzde Müslümanlığı benimseyen Zazalar, Sünni ve Alevi olmak üzere iki kesime ayrılmıştır. Zazalar, İran halkları ve İranî diller ile kültür ve dil bakımından çeşitli benzerlikleri barındırırlar. Dil. Zazaların dili Zazaca olmakla birlikte Zaza dili dil bilimsel olarak Hint-Avrupa dil ailesine mensup İran dillerinin Kuzeybatı İran dilleri koluna bağlı bir dildir. Zaza dili Talışça, ölü bir dil olan Eski Azerice ve Hazar Denizi kıyılarında konuşulan Sengserce, Simnanca, Tatça ve Gilekçe gibi diğer İran dilleri ile yakınlık arz etmektedir. Tarihsel gelişimi incelendiğinde, Zaza dilinin kadim İranî dillerin birçok eski özelliğini koruyan bir dil olduğu ifade edilmektedir. Nitekim Zaza dili Tatça (Herzendi/Azeri), Talışça lehçeleri ve bazı kuzeybatı diyalektleri ile birlikte kadim Kuzeybatı İrani Proto-Hint Avrupa ünsüz harf köklerini güçlü bir biçimde muhafaza etmiştir. Aynı zamanda Zazaca, eril-dişil ayrımını çok güçlü bir şekilde muhafaza eden bir dildir. Zaza dilinde Farsça ve İngilizce gibi Hint-Avrupa dillerinde de olan "perfect tense" yani tamamlanmış zaman olarak da tanımlanabilen zaman bulunmaktadır. Bunun dışında, Zazaca dil yapısı bakımından Sasani İmparatorluğu'nun yazı dili olan Orta Farsça ile kuzey İran'da kurulan Part İmparatorluğu'nun resmî dili Partça ile büyük oranda benzerlik göstermektedir. Bunların yanı sıra Zazalar arasında çift dillilik veya çok dillilik görülebilir. Yaşadıkları veya göç ettikleri coğrafyanın siyasi ve demografik koşullarına göre Türkçe, Kürtçe ve Arapça gibi diller de konuşulur. Köken bilim. Zazaların kendilerini adlandırdığı Zaza sözcüğünün tespit edildiği tarihî birçok kaynak bulunmaktadır. Zaza tanımına, coğrafi bir tanımlama olarak ilk kez Pers kralı Dara’nın Behistun (Bisutun) Eski Farsça yazıtlarında (M.Ö. 6. yüzyıl, tahminen 520) rastlanmaktadır. Bu yazıtlarda yukarı Fırat havzası “Zāzāna” şeklinde adlandırılmaktadır. Bu bölge Zazaların bugünde yaşamakta oldukları coğrafi bölgeye tekabül etmektedir. Orta Çağ seyyahı Marko Polo'nun yol haritasında ise Musul-Erzincan-Erzurum dar üçgeni içinde kalan bölgeye Zorzanie/Zarzania dendiği ancak bu bölge sınırının Hazar Denizi'ne kadar dayandığı vurgulanmaktadır. Bu bölge de Zazaların şu anda yaşadıkları coğrafi bölge ile uyumludur. Sümer tapınak ve tanrıçalarından birinin ortak isminin "Ninni-Zaza" veya "İnnana-Zaza" olduğu ad olarak Zaza'nın yer aldığı bir diğer kaynaktır. Eski yer isimleri arasında da "Zaza" adına rastlandığına işaret edilerek Zaza-Buha'nın (MÖ.880) Elâzığ'ın Maden yöresinde Mihrap ve Kervançemen dağları eteklerinde bir yer olduğu tarif edilmektedir. Kaynaklardan bir diğeri 1329-1330 tarihleri arasına ait bir Kureyş şeceresidir. Yazılı bir deri doküman olan seçerede sıralanmış birkaç Zaza aşiret adın geçmekle birlikte Zaza aşiretine mensup olarak kaydedilmiş bir imza, "Tālib Mullā Benī min, qebile Zāzā طالب ملا بنی من قبلة زازا" "Zaza kabilesinden talip Mollā Beni" şeklinde yer almaktadır. Yine milattan önce 2. yüzyılda Yakın Doğu'da yaşayan bir mimarın soyadının "Zazai" olduğu bazı kaynaklarda kaydedilmiştir. Bazı araştırmacılar ise Zaza sözcüğünün Sasa veya Sasan (Sasani) sözcüğünden geldiğini öne sürmektedir. Bir diğer adlandırma olan Dımıli ya da Dımıli/Dımılki şeklindeki adlandırmalara ilişkin Zaza dili üzerine araştırmalar yapan dil bilimci ve araştırmacılar, Zaza dilinin tarihî Deylem bölgesinde konuşulan Tatça, Talışça, Sengserce, Simnanca, Gilekçe gibi dil ve lehçeler ile yakınlığına bağlı olarak Dımıli sözcüğünün Deylem bölgesi ve Deylemliler ile bağlantılı olduğunu belirtmiştir. Zaza ve Dımıli/Dımli'nin dışında bölgelere göre kendilerini Dılmıc, Kırd, Kırmanc, Şarê Ma, Ma, Elewi olarak adlandıran Zazalar da bulunmaktadır. Bu noktada Dımıli ve Zaza'nın dışında Zaza dilinin kuzey lehçesini konuşan Alevi Zazalar tarafından kullanılan Kırmanc, Ma, Şarê Ma, Elewi ve Zaza dilinin merkez lehçesinin konuşulduğu bazı bölgelerde Zaza ile birlikte sınırlı şekilde kullanılan Kırd diğer adlandırmalardır. Tarihçe. Zazalar ile ilişkilendirilen Part İmparatorluğu, Sasanilerden önce İran'ı yöneten Kuzey Doğu İran orjinli bir halk olup Windfuhr onların dillerinin Zaza diline çok yakın olduğunu belirtmektedir. İranlı tarihçi Kaveh Farrokh da Zazalarla Partların güçlü bağı olduğuna işaret etmektedir. Alman dil bilimci Jost Gippert de benzer biçimde Zaza dili ile Orta İrani dil olan Partça arasında çok yakın ilişki olduğunu belirtmektedir. Bazı araştırmacılara göre ise Zaza sözcüğü "Sasa" veya "Sasan" kelimelerinden gelmektedir. Bu noktada Zaza ismi ve Zaza dilinin Sasanilerin diline yakın olduğu, Zazalar ve Zaza dilinin Sasani ya da Zazani imparatorluğunun ardılı olarak kabul edildiği de belirtilmektedir. Sasani İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra Sasanilerin birçok savaş yaptığı düşmanı Bizanslıların Kayzeri, ele geçirdiği sınırlar ile Sasani nüfusunu da içinde barındıran bölgeyi 1071 tarihine dek 400 yıl elinde tuttu. , Karl Hadank, Vladimir Minorski, David. N. Mackenzie, ve gibi Zazalar ve Zaza dili üzerine araştırmalar yapan dil bilimci ve araştırmacılar Zaza dilinin tarihî Deylem bölgesi ("Deylemi -> Dımıli") üzerinde konuşulan diller ile yakından ilişkili olduğunu tespit edip Zazaların kuzey İran'dan, tarihî Deylem bölgesi üzerinden göç edip bugünkü yaşadıkları bölgeye geldiklerini belirtmiştir. Nitekim tarihî Deylem bölgesi üzerine bugün konuşulan Tatça, Talişçe, Gilekçe, Sengserce, Simnanca ve Mâzenderanca gibi dil ve lehçeler Zaza diline en yakın dillerdir. , David. N. Mackenzie, , gibi dil bilimci ve araştırmacılar Zazaların kullandığı 'Dımıli' sözcüğünün Dailemi/Dailomi'den geldiğini ve Deylemli demek olduğunu ayrıca Zaza halkının Hazar Denizi'nin güney kıyılarındaki Deylem'den göçenlerin devamı olduğunu, atalarının dilini günümüze kadar koruyabildiklerini belirtmişlerdir. Behustin Kitabeleri'nde Deylemlilerin konuştukları dil için "Zuzu" denmiştir. Din. Zazaların dini ağırlıklı olarak İslâm'dır. Mezhep yoğunluğu ise Sünnilik ve Alevilik'tir. Sünni kesim içerisinde kalan Zazaların bir kısmı Hanefi bir kısmı da Şafii'dir. Dersim aşiretlerinden oluşan Alevi Zazalar, Koçgiri (Zara, Kangal, Ulaş, Divriği)'den Varto-Hınıs, kısmen Bingöl yöresinde, ayrıca Kayseri'nin Sarız ilçesinde mesken iken, Sünni kesim içerisinde kalan Zazalar da Elazığ, Bingöl, Diyarbakır, Siverek, Adıyaman, Aksaray, Mutki, Sason bölgelerinde yaşamaktadırlar. Özellikle Alevi-Sünni ve de Şafii-Hanefi farklılığı Zazalarda önemli şive ve kültür farklılığını da beraberinde getirmiştir. Folklor ve kültür. Zazalar diğer İrani halklarla dil ve kültür bağlamında birçok ortak özellik paylaşırlar. Söz konusu bu İrani halkların dilleri aynı kökten gelmektedir ve birçok ortak sözcük barındırmaktadırlar. Sözcüklerin kökleri büyük oranda aynıdır; renklerin, sayıların, bitkilerin adlandırılmasında benzer ortak sözcükler kullanılmaktadır. Kılık-kıyafet, halk masalları, gelenek-görenekler, dini inançlar, bayramlar pek çok noktada ortak özellikler taşımaktadırlar. Zazalar geçmişte bütün İrani halklarda olduğu gibi irili ufaklı çok sayıda aşiretlere bölünmüştür fakat günümüzde aşiret yapısı ve kuralları hemen hemen yok olmuştur. Zazalar tarihsel olarak kırsal ve feodal bir hayat sürmüşler, tarım ve hayvancılıkla uğraşmıştır. Bu noktada Zazaların yaşadıkları Anadolu Yarımadası'nın doğusu tarih boyunca farklı birçok halkın yaşadığı ve farklı devletlerin hüküm sürdüğü bir coğrafya olmuştur. Bu durum ve yaşadıkları coğrafyanın kültürel kesişimselliği nedeniyle Zazalar Anadolu'nun doğu ve güneyinde yaşayan diğer komşu halklar olan Türkler, Türkmenler, Ermeniler, Araplar ve Kürtler gibi farklı halklarla tarihsel olarak sürekli kültürel etkileşim içinde olmuştur. Nitekim söz konusu kültürel etkileşim ortaya çıkardığı kültürel yakınlığın yanı sıra Zaza dilinin komşu diller ile birçok sözcük alışverişinde bulunmasına neden olmuştur. Elâzığ, Tunceli taraflarında bazı köylerde kadınlar şalvar, başlarında leçeg veya puşi, bellerine şal veya kuşak giyerler. Erkekler de takım şalvar, başlarına köşeli şapka, puşi veya desmal giyer ve bellerine de kuşak bağlarlar. Bingöl bölgesinde ise erkekler külah genelde dini inanç amaçlı olarak kullanılmakta, kadınlar ise çarşaf ve şalvar gitmektedir. Zazalar arasında kutlanan başlıca bayramlar ve önemli günler şunlardır: Yer isimleri. Zazaistan, Doğu Anadolu ile Güneydoğu Anadolu bölgelerinin bir kısmını oluşturan ve Zaza halkının yaşadığı coğrafi bölgedir. Zazaistan, Erzincan, Elâzığ, Tunceli'nin tamamını, Şanlıurfa, Malatya, Sivas, Bitlis, Bingöl, Erzurum, Diyarbakır, Muş'un bir kısmını kapsar. Zazaistan adını ilk defa ortaya atan isim Ebubekir Pamukçu olmuştur. 1991 yılında İsveç'te Ebubekir Pamukçu tarafından yayımlanan Raya Zazaistani (Zazaistan Yolu) Dergisi ilk kez 'Zazaistan' teriminin kullanılmış olduğu dergidir. Bazı yazar ve araştırmacılar, "Zaza" adının tarihî Zawzan bölgesi ile ilgili olabileceğini belirtmektedir. Kimi kaynaklarda bu isim "Zevezan", "Zuzaniye", "Zevazaniye" veya "Zavzan" biçiminde de yazılmaktadır. İbn al-Athir ve İbnü'l-Esir'e (1160-1234) göre ise 'Zawzan', "Musul'dan, Ahlat yakınlarına kadar uzanıyor, Azerbaycan tarafından da Selmas'a kavuşuyordu." 10. yy. da Van Gölünün, güney kısmına tekabül eden coğrafyaya bir dönem "Zawzan" denmiştir. Dil bilimci David Neil MacKenzie, de Zazaların İran Hazarı'ndan gelip, Kürtlerin yerleşik olduğu bölgenin batısına, yani şimdi yerleşik oldukları bölgeye risksiz geçmiş olması olasılığının zayıf olduğuna işaret ederek, başka bir varsayımı ele almak gerektiğini vurgulamaktadır. Onun varsayımı, Zazaların bugün Kürdistan'ın kalbi olarak kabul edilen yerde, yani Van Gölü'nün güney ve batısındaki topraklarda yaşadıkları ve kendilerinin ilerleyen Kürtlerce batıya gitmeye zorlandıkları varsayımıdır. Bu coğrafi adlara MS 10. ve 13. yüzyıl arasında El Mesudi, İbn Miskawaihi, Yakut ve başkalarında da rastlarız. 13. yüzyılda henüz kullanılan bir addı. Zaza kökü korunursa bu ad Zazavan olarak düşünülmelidir. 13. yüzyıl coğrafyacılarından Yakut, 1225'te yazdığı "Mu'jam-ul-Buldan (ii, 957)" adlı eserinde Zawazan'ı "Ermenistan dağları, Khilat (Ahlat, SC), Azerbaycan, Diyarbekir ve Musul arasında yer alan geniş bir eyalet olarak tarif eder." Behustin yazıtlarında Zazana adında geçen bölge için Bingöl Üniversitesinde 2011 yılında yapılan Uluslararası Zaza Tarihi ve Kültürü Sempozyumun'da Zazana Hakkında: "Taş yazıtının 20. Şiiri'nin hemen başında 'Zazana' diye bir yerin adı geçmektedir. Bu eski farsça yazıtta, Zazana yukarı Fırat Havzası bölgesi olarak tanımlamak için kullanmaktadır. Bu bölge günümüzde Zaza Halkı'nın yaşadığı yerleşke alanlarıdır." denmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1957", "len_data": 11268, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.67 }
Amerika Birleşik Devletleri (ABD), daha yaygın kullanılan adıyla Amerika veya Birleşik Devletler, Kuzey Amerika kıtasında Kanada ve Meksika arasında bulunan bir ülkedir. 50 eyaletin birleşiminden meydana gelen federal anayasal bir cumhuriyet ile yönetilir. Bir federal bölgeye sahiptir ve 9,8 milyon km2 (3,8 milyon sq mi) yüz ölçümü ile dünyanın karasal alan bakımından dördüncü, toplam alan bakımındansa üçüncü en büyük ülkesi ve 334 milyonu aşan nüfusu ile de en kalabalık üçüncü ülkesidir. Ülkenin başkenti aynı zamanda federal bölgesi olan Washington, DC olup en kalabalık şehri ise New York'tur. Paleo-Kızılderililer, en az 12 bin yıl önce Sibirya üzerinden Kuzey Amerika ana karasına göç ettiler ve 16. yüzyıla gelindiğinde ise Amerikan kolonileri ile karşı karşıya kaldılar. Birleşik Devletler, Doğu Kıyısı boyunca kurulan On Üç Koloni ittifakından doğdu. Büyük Britanya ile vergilendirme ve temsil edilme konusundaki anlaşmazlıklar, bağımsızlığı sağlayan Amerikan Bağımsızlık Savaşı'na (1775-1783) yol açtı. 18. yüzyılın sonlarında ABD, Kuzey Amerika'da hızlı bir şekilde genişlemeye başladı. Ülke; savaşlar, Yerli Amerikalıların yerlerinden edilmesi ve yeni eyaletlerin federasyona kabulü gibi yollarla kademeli olarak yeni bölgeler elde etti. 1848'de Birleşik Devletler, kıtanın bir ucundan diğer ucuna kadar yayılmış hâldeydi. Güney eyaletlerinde 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar köleliğin yasal olması, Amerikan İç Savaşı'na zemin hazırladı ve kölelik tüm ülkede yasaklandı. İspanyol-Amerikan Savaşı (1898) ve I. Dünya Savaşı (1914-1918), ABD'nin dünya gücü olacağının sinyallerini verdi ve II. Dünya Savaşı'nda (1939-1945) ise bunu gerçekleştirdi. Soğuk Savaş sırasında (1947-1991) Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği çeşitli rekabet yarışlarına katıldı, ancak doğrudan askerî çatışma olmadı. Bu yarışlar sırasında ABD, Ay'a ilk insanları indiren 1969 uzay uçuşuyla (Apollo 11) birlikte, öncesinde epey gerisinde kaldığı Sovyetler Birliği'ne karşı Uzay Yarışı'nda önemli bir üstünlük elde etti. 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrası Soğuk Savaş sona erdi. Bu durum, ABD'yi dünyada tek süper güç yaptı. Amerika Birleşik Devletleri, bir federal cumhuriyettir ve çift meclisli bir yasama sistemi ile birlikte üç ayrı hükûmet departmanından oluşan bir temsilî demokrasidir. Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF), Amerikan Devletleri Örgütü (OAS), NATO gibi uluslararası kuruluşların kurucu üyesi ve Birleşmiş Milletler ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin daimî üyesidir. Ayrıca ABD; uluslararası ekonomik özgürlük, düşük hükûmet yolsuzluğu, yaşam kalitesi ve yüksek eğitim kalitesi ölçütlerinde üst sıralarda yer almaktadır. Gelir ve servet eşitsizliği öne sürülerek eleştirilmesine rağmen Amerika Birleşik Devletleri, sosyoekonomik performans ölçümlerinde her defasında üst sıralarda yer almaya devam etmiştir. Irksal ve etnik açıdan dünyanın en çeşitli toplumlarından birine sahiptir ve ülkenin bu nüfusu, yüzyıllar süren göçler ile şekillenmiştir. ABD, gelişmiş bir ülke olup, dünyadaki toplam GSYİH'nin yaklaşık dörtte birine sahiptir ve nominal açıdan dünyanın en büyük ekonomisidir. Ülke aynı zamanda dünyanın en büyük ithalatçısı ve ikinci en büyük ihracatçısı konumundadır. Nüfusu dünya nüfusunun sadece %4,2'sine tekabül etmesine rağmen ABD, dünyadaki toplam servetin %29,4'üne sahiptir. ABD, küresel savunma harcamalarının üçte birini oluşturur ve askerî alanda en güçlü ülke olarak tanımlanır. Etimoloji. 'Amerika' adının bilinen ilk kullanımı, 1507 yılında Alman haritacı Martin Waldseemüller tarafından hazırlanan bir dünya haritasında yer alır. Waldseemüller Haritasında, Amerigo Vespucci'nin onuruna, günümüzde Güney Amerika olarak kabul edilen yerin adı büyük harflerle gösteriliyor. İtalyan kâşif Vespucci, Karayip Adaları'nın Asya'nın doğu sınırını temsil etmediğini ve daha önce bilinmeyen bir kara kütlesinin parçası olduğunu öne süren ilk kişiydi. 1538'de Flaman haritacı Gerardus Mercator, kendi dünya haritasında "Amerika" adını tüm Batı Yarımküre'ye uygulayarak kullandı. "Amerika Birleşik Devletleri" ifadesinin ilk belgesel kanıtı, Stephen Moylan tarafından George Washington'un yaveri Joseph Reed'e yazılan 2 Ocak 1776 tarihli mektuptan kalmadır. Moylan, devrimci savaş çabalarında yardım aramak amacıyla 'Amerika Birleşik Devletleri'nden İspanya'ya tam ve geniş yetkilerle' gitme arzusunu dile getirdi. "Amerika Birleşik Devletleri" ifadesinin bilinen ilk yayını, 6 Nisan 1776'da Williamsburg, Virginia'daki "The Virginia Gazette" gazetesindeki anonim bir makaleydi. John Dickinson tarafından hazırlanan ve 17 Haziran 1776'da tamamlanan Konfederasyon Maddelerinin ikinci taslağı, "konfederasyonun adının 'Amerika Birleşik Devletleri' olacağını" bildiriyordu. 1777 yılı sonunda onaylanmak üzere eyaletlere gönderilen Maddelerin son hali, "Konfederasyonun başvuru şekli 'Amerika Birleşik Devletleri' olacaktır" cümlesini içeriyordu. Haziran 1776'da Thomas Jefferson, Bağımsızlık Bildirgesi'nin orijinal kaba taslağının başlığında 'Amerika Birleşik Devletleri' ifadesini büyük harflerle yazdı. Belgenin bu taslağı 21 Haziran 1776'ya kadar ortaya çıkmadı ve Dickinson'ın 17 Haziran 1776'da Taslak'ta Konfederasyon Maddeleri'ni kullanmasından önce mi yoksa sonra mı yazıldığı bilinmiyor. "United States" kısa biçimi de standarttır. Diğer yaygın biçimler 'U.S.', 'USA' ve 'America'dır. Konuşma dilinde kullanılan isimler 'U.S. of A.' ve şiirsel ya da tarihî bağlamlarda 'Columbia' şeklindedir. Amerikan şiirinde ve 18. yüzyılın sonlarına ait şarkılarda popüler bir isim olan "Columbia", kökenini Kristof Kolomb'dan alır. Hem 'Columbus' hem de 'Columbia', Columbus, Ohio, Columbia, South Carolina ve District of Columbia dâhil olmak üzere ABD yer adlarında sıklıkla görülür. Batı Yarımküre'deki yerler ve kurumlar, Colón, Panama, Kolombiya ülkesi, Columbia Nehri ve Columbia Üniversitesi dâhil olmak üzere iki adı taşır. Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı 'Amerikalı' olarak adlandırılır. "Amerika Birleşik Devletleri", "Amerika" ve "ABD" ülkeye bir sıfat olarak atıfta bulunur ("Amerikan değerleri", "ABD kuvvetleri"). İngilizcedeki 'American' kelimesi, genellikle yalnızca Amerika Birleşik Devletleri ile ilgili konulara atıfta bulunur. Tarih. Yerli halklar ve Kolomb öncesi tarih. Kuzey Amerika'nın ilk sakinlerinin en az 12.000 yıl önce Bering Kara Köprüsü üzerinden Sibirya'dan göç yoluyla geldikleri genel olarak kabul edilmektedir, ancak bazı kanıtlar daha erken bir yerleşimi işaret etmektedir. ilk sakinlerinin en az 12.000 yıl önce Bering Köprüsü yoluyla Sibirya'dan göçle geldikleri genel olarak kabul edilmiştir; ancak, bazı kanıtlar daha da erken bir yerleşim tarihini göstermektedir. MÖ 11.000 yılı civarında ortaya çıkan Clovis kültürününün, Amerika kıtasındaki insan yerleşiminin ilk dalgasını temsil ettiğine inanılmaktadır. Bu, muhtemelen Kuzey Amerika’ya gerçekleşen üç büyük göç dalgasının ilkiydi; daha sonraki dalgalarla günümüz Atabaskların, Aleutların ve Eskimoların ataları bölgeye ulaştı. Zamanla, Kuzey Amerika’daki yerli kültürler giderek daha karmaşık hale geldi ve bazıları, güneydoğudaki Kolomb öncesi Mississippi kültürü gibi gelişmiş tarım, mimari ve toplumsal yapılara sahip uygarlıklara dönüştü. Kahokya , günümüz Amerika Birleşik Devletleri sınırları içindeki en büyük ve en karmaşık Kolomb öncesi arkeolojik sit alanıdır. Four Corners bölgesinde, Atasal Pueblo halkları (eski adıyla Anasazi) yüzyıllar boyunca tarımsal bilgi birikimleriyle gelişmiş bir kültür oluşturdu. Güney Büyük Göller bölgesinde bulunan İrokua Konfederasyonu, muhtemelen 12. ve 15. yüzyıllar arasında bir dönemde kuruldu Atlantik kıyısı boyunca, avcılık, tuzak kurma ve sınırlı tarım yapan başlıca yerli gruplar Algonkin halklarıydı. Avrupalıların Kuzey Amerika’ya ulaştığı dönemde yerli nüfusu tahmin etmek zordur. Smithsonian Enstitüsü'nden Douglas H. Ubelaker, güney Atlantik eyaletlerinde 92.916, Körfez eyaletlerinde 473.616 nüfus olduğunu tahmin ediyor, ancak çoğu akademisyen bu rakamı çok düşük olarak görüyor. Antropolog Henry F. Dobyns, Meksika Körfezi kıyılarında yaklaşık 1,1 milyon insanın, Florida ile Massachusetts arasında yaşayan 2,2 milyon kişinin, Mississippi Vadisi ve kollarında 5,2 milyon kişinin ve FloridaYarımadasında yaklaşık 700.000 kişinin yaşadığını öne sürerek, nüfusun çok daha fazla olduğuna inanıyordu. 1492’de Avrupalıların Amerika kıtasıyla temas kurmasının ardından İspanyollar, Portekizliler, Fransızlar ve İngilizler, buradaki yerli halkların aleyhine toprak sahibi oldular. Avrupalılar, Amerika’daki topraklarını genişlettikten sonra başta İngiltere olmak üzere çeşitli ülkelerden gelen göçmenleri bu bölgelere yerleştirerek koloniler kurdular. Avrupalı yerleşimleri. New England kıyılarının Vikingler tarafından çok erken dönemlerde kolonize edildiği iddiası tartışmalıdır. Avrupalıların Amerika Birleşik Devletleri'ne ilk belgelenmiş varışları, 1513'te Florida'ya ilk seferini yapan Juan Ponce de León gibi İspanyol konkistadorlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Daha önce, Christopher Columbus, 1493 yolculuğunda Porto Riko'ya inmişti ve San Juan, on yıl sonra İspanyollar tarafından kolonize edildi. İspanyollar, Florida’da genellikle ülkenin en eski şehri olarak kabul edilen Saint Augustine’i, New Mexico’da ise Santa Fe’yi kurdular. Fransızlar, özellikle New Orleans olmak üzere Mississippi Nehri boyunca kendi yerleşimlerini kurdular. Kuzey Amerika'nın doğu kıyısının İngilizler tarafından başarılı şekilde kolonileştirilmesi, 1607'de Jamestown'daki Virginia Kolonisi ve 1620'de Plymouth'ta kurulan Pilgrimler yerleşimiyle başladı. Kıtanın ilk seçilmiş yasama meclisi, Virginia'nın Burgesses Evi, 1619'da kuruldu. Mayflower Sözleşmesi ve Connecticut'ın Temel Emirleri gibi belgeler, Amerikan kolonilerinde gelişecek olan temsili özyönetim ve anayasacılık için emsaller oluşturdu. Birçok yerleşimci, din özgürlüğü için gelen muhalif Hristiyanlardı. 1784'te Ruslar, Alaska'da Three Saints Koyu'nda bir yerleşim kuran ilk Avrupalılardı. Rus kolonizasyonu bir zamanlar bugünkü Alaska eyaletinin çoğunu kapsıyordu. Kolonizasyonun ilk zamanlarında, birçok Avrupalı yerleşimci yiyecek kıtlığına, hastalığa ve Yerli Amerikalıların saldırılarına maruz kaldı. Yerli Amerikalılar da komşu kabileler ve Avrupalı yerleşimcilerle sık sık savaş halindeydi. Ancak birçok durumda, yerliler ve yerleşimciler birbirlerine bağımlı hale geldi. Yerleşimciler yiyecek ve hayvan eti, yerliler ise silahlar, aletler ve diğer Avrupa malları karşılığında ticaret yaptı. Yerliler birçok yerleşimciye mısır, fasulye ve diğer gıda maddelerini yetiştirmeyi öğretti. Avrupalı misyonerler ve diğerleri, Yerli Amerikalıları "uygarlaştırmanın" önemli olduğunu hissettiler ve onları Avrupa tarım uygulamalarını ve yaşam tarzlarını benimsemeye çağırdılar. Ancak, Kuzey Amerika'da artan Avrupa kolonizasyonu ile Yerli Amerikalılar yerlerinden edildi ve sıklıkla öldürüldü. Amerika'nın yerli nüfusu, Avrupa'nın gelişinden sonra çeşitli nedenlerle başta çiçek hastalığı ve kızamık gibi hastalıklar olmak üzere azaldı. Avrupalı yerleşimciler ayrıca Atlas Okyanusu'ndaki köle ticareti yoluyla Afrikalı kölelerin Kolonik Amerika'ya kaçakçılığına başladı. Tropikal hastalıkların daha düşük prevalansı ve daha iyi tedavi nedeniyle, kölelerin Kuzey Amerika'da Güney Amerika'dan çok daha yüksek bir yaşam beklentisi vardı ve bu da sayılarında hızlı bir artışa yol açtı. Koloni toplumu, köleliğin dini ve ahlaki boyutları konusunda büyük ölçüde bölünmüştü; bazı koloniler köleliğe karşı yasalar çıkarırken, bazıları ise uygulamayı destekleyen düzenlemeler yaptı. Ancak 18. yüzyılın başlarında, özellikle Amerika’nın güneyinde, Afrikalı köleler tarımsal iş gücü olarak Avrupalı senetli kölelerin yerini almaya başladı. Amerika Birleşik Devletleri'nin temelini oluşturacak olan On Üç Koloni (New Hampshire, Massachusetts, Rhode Island, Connecticut, New York, New Jersey, Pensilvanya, Delaware, Maryland, Virjinya, Kuzey Karolina, Güney Karolina ve Georgia) İngilizler tarafından denizaşırı sömürgeler olarak yönetildi. Yine de bu kolonilerin tamamında, çoğu özgür erkek vatandaşın katılabildiği seçimlerle belirlenen yerel yönetimler vardı. Yüksek doğum oranları, düşük ölüm oranları ve düzenli yerleşim sayesinde sömürge nüfusu hızla arttı ve yerli nüfusu geride bıraktı. 1730'ların ve 1740'ların Büyük Uyanış olarak bilinen Hristiyan diriliş hareketi, hem dine hem de dini özgürlüğe olan ilgiyi ateşledi. ABD'de Fransız-Kızılderili Savaşı olarak bilinen Yedi Yıl Savaşı (1756-1763) sırasında İngiliz kuvvetleri Kanada'yı Fransızlardan aldı. Québec Eyaleti'nin kurulmasıyla, Kanada'nın Frankofon nüfusu, Nova Scotia, Newfoundland ve On Üç Koloni'nin İngilizce konuşan İngiliz sömürgelerinden ayrılmış olacaktı. Yerli Amerikalı nüfusu hariç, On Üç Koloni'nin 1770'te 2,1 milyonun üzerinde, Britanya'nın yaklaşık üçte biri kadar bir nüfusu vardı. Devam eden yeni göçlere rağmen, doğal nüfus artışı o kadar yüksekti ki, "1770'lerde Amerikalıların yalnızca küçük bir kısmı denizaşırı ülkelerde doğmuştu." Kolonilerin yönetimleri İngilizlerden farklıydı. Pensilvanya dışındaki kolonilerin her birinde iki yasama meclisi bulunuyordu. Kolonileri temsil eden alt meclisin üyeleri mal sahipleri tarafından seçiliyor, Krallığı temsil eden üst meclis üyeleri ise İngiliz Kralı tarafından tayin ediliyordu. Kolonilerde yaşayanlar aynı zamanda mahkemeler kurmuştu ve İngiliz hukuk sistemini uyguluyordu. Kolonilerin Britanya'dan uzaklığı özerk yönetimin gelişmesini sağladı, ancak kolonilerin benzeri görülmemiş başarıları İngiliz monarklarını periyodik olarak kraliyet otoritesini yeniden kurmaya teşvik etti. 1756-1763 yılları arasında İngiltere'nin Avusturya, Fransa ve Rusya ittifakıyla yaptığı savaşlar (Yedi Yıl Savaşları), İngiliz maliyesi üzerinde ciddi bir yük oluşturmuştu. İngiltere'nin mali yükünü gidermek amacıyla yeni vergiler koyması, Amerika'da kolonilerin tepkisiyle karşılaştı. Koloniler, yüksek vergiler ödemelerine rağmen siyasi temsil veya hak elde edememekten rahatsızdı. Çay ihracatına gelen yüksek ek vergiyle koloniler, 18. yüzyıl ortalarından beri hazır oldukları bağımsızlık mücadelesini hayata geçirdiler. Savaşın başlarında George Washington ve Thomas Jefferson tarafından kaleme alınan ve özgürlük isteklerini dile getiren Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, 4 Temmuz 1776’da ilan edildi. Sonradan 4 Temmuz günü ABD Bağımsızlık Günü olarak kabul edilmiştir. Altı yıl süren savaşın sonunda, George Washington komutasındaki koloni güçleri İngiltere’yi yenilgiye uğrattı ve İngiltere 1783’te Paris antlaşması’yla 13 koloninin bağımsızlığını kabul etti. Bağımsızlıklarını ilan eden koloniler, iç işlerinde serbest eyaletlerden oluşan Amerika Birleşik Devletleri'ni kurdular (1787). 1789'da anayasanın tamamlanıp onaylanmasıyla yeni bir ulus ve Amerikalı üst kimliği doğdu. Bağımsızlık ve genişleme. On Üç Koloni'nin Britanya İmparatorluğu'na karşı verdiği Amerikan Bağımsızlık Savaşı, modern tarihte Avrupalı olmayan bir toplumun Avrupalı bir güce karşı kazandığı ilk başarılı bağımsızlık savaşıydı. Amerikalılar, hükûmetin yerel yasama organlarında ifadesini bulan halk iradesine dayanması gerektiğini savunarak cumhuriyetçilik ideolojisini geliştirdiler. "Bir İngiliz vatandaşı olarak haklarını" talep ettiler ve "temsil yoksa vergi de yok" ifadesiyle sömürgeye karşı çıktılar. İngilizler, imparatorluğu parlamento aracılığıyla yönetmekte ısrar etti ve çatışma savaşa dönüştü. İkinci Kıtasal Kongre, 4 Temmuz 1776'da Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'ni oybirliğiyle kabul etti; günümüzde bu tarih her yıl Bağımsızlık Günü olarak kutlanır. 1777'de Konfederasyon Maddeleri, 1789'a kadar faaliyet gösteren merkezi olmayan bir hükûmet kurdu. 1781'de Yorktown Kuşatması'ndaki yenilgisinden sonra İngiltere bir barış antlaşması imzalamak zorunda kaldı. Amerikan egemenliği uluslararası olarak tanındı ve ülkeye Mississippi Nehri'nin doğusundaki tüm topraklar verildi. Bununla birlikte, İngiltere ile olan gerilimler, iki tarafın da galip gelemediği 1812 Savaşı'na yol açtı. Milliyetçiler, 1788'de eyalet sözleşmelerinde onaylanan Amerika Birleşik Devletleri Anayasası'nı yazarken 1787 Philadelphia Sözleşmesi'ne öncülük ettiler. 1789'da yürürlüğe giren bu anayasa, federal hükûmeti, faydalı kontroller ve dengeler oluşturma ilkesine göre üç şubede yeniden düzenledi. Kıta Ordusunu zafere taşıyan George Washington, yeni anayasaya göre seçilen ilk başkan oldu. Kişisel özgürlüklerin federal olarak kısıtlanmasını yasaklayan ve bir dizi yasal korumayı garanti eden Haklar Bildirisi, 1791'de kabul edildi. Federal hükûmet 1807'de Atlantik köle ticaretine Amerikan katılımını yasaklasa da, 1820'den sonra Derin Güney'de son derece karlı pamuk mahsulünün ekiminde ve bununla birlikte köle nüfusunda patlama yaşandı. İkinci Büyük Uyanış, özellikle 1800-1840 döneminde milyonları evanjelik Protestanlığa dönüştürdü. Kuzeyde, köleliğin kaldırılması da dahil olmak üzere birçok sosyal reform hareketi hayata geçirildi; Güneyde Metodistler ve Baptistler köle toplulukları arasında kendi dinlerini yaydılar. 18. yüzyılın sonlarından başlayarak, Amerikalı yerleşimciler batıya doğru ilerlemeye başladılar ve bu bir dizi uzun Amerikan Kızılderili Savaşları'na yol açtı. 1803'te Louisiana'nın satın alımı, ülkenin topraklarını neredeyse ikiye katladı, İspanya, 1819'da Florida ve diğer Körfez Kıyısı bölgelerini Adams-Onís Antlaşması ile terk etti, Teksas Cumhuriyeti, bir yayılmacılık döneminde 1845'te ilhak edildi ve İngiltere ile yapılan 1846 Oregon Antlaşması, ABD'nin bugünkü Kuzeybatı Amerika'yı kontrol etmesine yol açtı. Meksika-Amerika Savaşı'ndaki zafer, 1848'de Kaliforniya'da Meksika'nın çekilişi ve günümüz Amerikan Güneybatısının büyük bir kısmının ilhak edilmesi ile sonuçlanarak ABD'nin kıtada yayılımını sağladı. 1848-1849'daki Kaliforniya Altına Hücum'u, Pasifik kıyılarına göçü teşvik etti, bu da Kaliforniya Soykırımı'na ve buna ek olarak batılı devletlerin kurulmasına yol açtı. Çiftçi Yerleştirme Yasaları'nın bir parçası olarak ABD'nin toplam alanının yaklaşık %10'unu oluşturan büyük miktarda arazinin beyaz Avrupalı yerleşimcilere ve arazi hibelerinin bir parçası olarak özel demiryolu şirketlerine ve kolejlere verilmesi ekonomik kalkınmayı teşvik etti. İç Savaş'tan sonra, yeni kıtalararası demiryolları yerleşimciler için ulaşımı kolaylaştırdı, iç ticareti genişletti ve Yerli Amerikalılarla olan çatışmaları artırdı. 1869'daki, yeni bir Barış Politikası, Kızılderilileri suistimallerden korumayı, daha fazla savaştan kaçınmayı ve nihai ABD vatandaşlıklarını güvence altına almayı sözde vadetti. Bununla birlikte, büyük ölçekli çatışmalar Batı'da 1900'lere kadar devam etti. Amerika Birleşik Devletleri, ülkeyi anayasayla yöneten bir başkanın seçimle iş başına geldiği ilk modern demokratik cumhuriyettir. Bu manada Fransız Devrimi'nin de öncüsü olmuştur. Bu sistem 18. yüzyıl dünyasında eşitlik, insan hakları, adil yargılama ve kuvvetler ayrılığı gibi kavramların gündeme gelmesini sağlamıştır. ABD doğal kaynaklarının zenginliği, genç ve dinamik bir insan gücüne sahip olması nedeniyle 19. yüzyıl boyunca hızla sanayileşti. Ancak 1861-1865 yılları arasında çıkan Amerikan İç Savaşı ülkeyi parçalanma tehdidi altına soktu. Savaş kuzeydeki eyaletlerin başarısıyla sonuçlandı ve ABD tekrar hızlı bir gelişme dönemine girdi. İç Savaş ve Yeniden Yapılanma dönemi. Kuzey ve Güney eyaletleri arasındaki kölelik konusundaki çözülemeyen anlaşmazlık, nihayetinde Amerikan İç Savaşı'na yol açtı. 1860 seçimlerinde Cumhuriyetçi Abraham Lincoln'ın başkan seçilmesiyle birlikte kölelik yanlısı 11 Güney eyaleti bağımsızlıklarını ilan etti ve Amerika Konfedere Devletleri'ni ("Güney" veya "Konfederasyon") kurdu, federal hükûmet ("Birlik") ise ayrılmanın yasadışı olduğunu savundu. Bu bölünmeyi gerçekleştirmek için ayrılıkçılar tarafından askerî harekât başlatıldı ve Birlik de aynı şekilde karşılık verdi. Takip eden savaş, Amerikan tarihinin en ölümcül askeri çatışması olacak ve yaklaşık 618.000 askerin yanı sıra birçok sivilin ölümüyle sonuçlandı. Birlik, başlangıçta sadece ülkeyi bir arada tutmak için savaşıyordu. Bununla birlikte, 1863'ten sonra kayıplar arttı ve Lincoln’ün Özgürlük Bildirgesi'ni ilan etmesinden sonra Birlik tarafının bakış açısından savaşın ana amacı köleliğin kaldırılması oldu. Gerçekten de Birlik, Nisan 1865'te savaşı nihayetinde kazandığında, mağlup olan Güney'deki eyaletlerin her birinin, köleliği cezai işçilik dışında yasaklayan On Üçüncü Değişikliği onaylaması zorunlu kılındı. Siyahlar için vatandaşlık ve en azından teoride onlar için de oy hakkı sağlayan iki değişiklik daha onaylandı. Savaştan sonra yeniden yapılanma ciddi bir şekilde başlatıldı. Başkan Lincoln’ün, Birlik ile eski Konfederasyon arasındaki dostluğu ve bağışlamayı teşvik etmeye çalıştığı sırada 14 Nisan 1865'te uğradığı suikast, Kuzey ve Güney arasındaki ilişkileri yeniden bozdu. Federal hükûmetteki Cumhuriyetçiler, Güney'in yeniden inşasını denetlemeyi ve Afroamerikalıların haklarını sağlamayı hedef edindiler. 1876 başkanlık seçimlerinin sonucunu Demokratlara kabul ettirmek için Cumhuriyetçilerin, Güney'deki Afroamerikalıların haklarını korumaktan vazgeçtiği 1877 Uzlaşmasına kadar bu durum sürdü. Kendilerini "Kurtarıcılar" olarak adlandıran Güneyli Beyaz Demokratlar, Yeniden Yapılanma'nın sona ermesinden sonra Güney eyaletlerinde yönetime gelerek Amerika'nın önceki ırkçı yönetim anlayışını geri getirdiler. 1890'dan 1910'a kadar Kurtarıcılar, bölgedeki çoğu siyahı ve bazı yoksul beyazları haklarından mahrum eden Jim Crow yasalarını yürürlüğe koydular. Siyahlar, ülke genelinde, özellikle de Güney'de sistematik ırkçılıkla karşı karşıya kaldı. Ayrıca linç de dahil olmak üzere zaman zaman kanunsuz şiddete maruz kaldılar. Daha fazla göç, genişleme ve sanayileşme. Kuzeydeki kentleşme ve Güney ve Doğu Avrupa'dan gelen yoğun göçmen akını, ülkenin sanayileşmesi için bir iş gücü ve kültürel dönüşüm sağladı. Telgraf ve kıtalararası demiryolları da dahil olmak üzere ulusal altyapı, ekonomik büyümeyi ve Amerikan Vahşi Batı'sına daha fazla yerleşimi teşvik etti. Daha sonra ampul ve telefonun icadı da iletişimi ve kentsel yaşamı etkiledi. Mississippi Nehri'nin batısındaki Kızılderili Savaşları 1810'dan en az 1890'a değin sürdü. Bu çatışmaların çoğu Yerli Amerikalıların arazilerinin kontrol edilmesi ve öz yönetime sahip Kızılderili rezervleri kurularak sınırlandırılması ile sonuçlandı. Ek olarak, 1830'lardaki Gözyaşı Yolu, Kızılderilileri zorla yeniden yerleştiren Kızılderili Tehcir Yasası'na örnek oluşturdu. Bu, ekilebilir arazileri daha da genişleterek uluslararası pazarlar için sermaye fazlasını artırdı. Anakara genişlemesi, 1867'de Alaska'nın Rusya'dan satın alınması ile de arttı. 1893'te Hawaii'deki Amerikan yanlısı unsurlar Hawaii monarşisini devirdi ve ABD'nin 1898'de ilhak ettiği Hawaii Cumhuriyeti'ni kurdu. Porto Riko, Guam ve Filipinler, İspanya-Amerika Savaşı'nın ardından aynı yıl İspanya tarafından terk edildi. Amerika Birleşik Devletleri tarafından Amerikan Samoası, İkinci Samoa İç Savaşı'nın sona ermesinden sonra 1900 yılında ve Amerikan Virjin Adaları 1917'de Danimarka'dan satın alındı. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarındaki hızlı ekonomik gelişme, birçok önde gelen sanayicinin yükselişini destekledi. Cornelius Vanderbilt, John D. Rockefeller ve Andrew Carnegie gibi iş adamları ülkenin demiryolu, petrol ve çelik endüstrilerinde ilerlemesine öncülük etti. Bankacılık, J. P. Morgan'ın kilit bir rol oynamasıyla ekonominin önemli bir parçası haline geldi. Amerikan ekonomisi şaha kalkarak dünyanın en büyük ekonomisi haline geldi. Bu dramatik değişikliklere toplumsal huzursuzluk ve popülist, sosyalist ve anarşist hareketlerin yükselişi eşlik etti. Bu dönem, nihayetinde, kadınların oy hakkı, alkol yasağı, tüketim mallarının düzenlenmesi ve rekabeti sağlamak ve işçilerin çalışma koşullarına dikkat etmek için daha fazla antitröst önlemler dahil olmak üzere önemli reformların yapıldığı İlerici Dönem'in ortaya çıkmasıyla sona erdi. Birinci Dünya Savaşı, Büyük Buhran ve İkinci Dünya Savaşı. Amerika Birleşik Devletleri, I. Dünya Savaşı'nın 1914'te patlak vermesinden 1917 tarihine değin tarafsızlığını sürdürdü. 1917'de İtilaf Devletleri'nin yanında savaşa katılarak savaşın gidişatının değişmesinde önemli rol oynadı. 1919'da Başkan Woodrow Wilson, Paris Barış Konferansı'nda diplomatik bir rol üstlendi ve ABD'nin Milletler Cemiyeti'ne katılmasını şiddetle savundu. Ancak Senato bunu kabul etmeyi reddetti ve Milletler Cemiyeti'ni kuran Versay Antlaşması'nı onaylamadı. 1920'de kadın hakları hareketi, kadınlara oy hakkı tanıyan bir anayasa değişikliğini kabul etti. 1920'ler ve 1930'lar, kitle iletişimi için radyonun yükselişine ve ilk televizyonun icadına tanık oldu. Kükreyen Yirmilerin refahı, 1929 Wall Street iflası ve Büyük Buhran'ın başlamasıyla sona erdi. Franklin D. Roosevelt, 1932'de başkan seçildikten sonra bu duruma New Deal ile çözüm bulmaya çalıştı. Milyonlarca Afroamerikalının Güney Amerika'dan Büyük Göçü I. Dünya Savaşı'ndan önce başladı ve 1960'lara kadar sürdü; 1930'ların ortalarındaki Dust Bowl ise birçok çiftçi topluluğunu yoksullaştırdı ve yeni bir batı göçü dalgasına neden oldu. İlk başta II. Dünya Savaşı sırasında etkili bir şekilde tarafsızlığını koruyan ABD, Mart 1941'de Lend-Lease programı aracılığıyla Müttefik Devletler'e malzeme sağlamaya başladı. 7 Aralık 1941'de Japonya İmparatorluğu Pearl Harbor'a sürpriz bir saldırı başlattı ve bu olay ABD'nin Mihver Devletleri'ne karşı Müttefik Devletler yanında savaşa katılmasıyla sonuçlandı. Ertesi yıl yaklaşık 120.000 Japon asıllı Amerikan vatandaşı koruma altına alındı. Japonya önce ABD'ye saldırmış olsa da, ABD yine de "önce Avrupa" savunma politikasını izledi. ABD böylece büyük Asya kolonisi Filipinler'i askerî birliklerinin desteksiz kaldığı Japon işgaline ve ilhakına karşı kaybedilen bir mücadele sonucunda terk etti. Savaş sırasında Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Sovyetler Birliği ve Çin ile birlikte savaş sonrası dünyayı planlamak için bir araya gelen "Dört Güçten" biriydi. Ülke yaklaşık 400.000 askerî personelini kaybetse de savaştan nispeten daha az zararla çıktı ve daha da büyük bir ekonomik ve askeri etkiye sahip oldu. Amerika Birleşik Devletleri, yeni uluslararası finans kurumları ve Avrupa'nın savaş sonrası yeniden yapılanması konusunda anlaşmalar imzalanan Bretton Woods ve Yalta konferanslarında öncü bir rol oynadı. Avrupa'daki savaş Müttefiklerin zaferiyle sonuçlandığında, 1945'te San Francisco'da düzenlenen uluslararası bir konferans, savaştan sonra aktif hale gelen Birleşmiş Milletler Antlaşması'nı ortaya koydu. Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya daha sonra tarihin en büyük deniz savaşında, Leyte Körfezi Muharebesi'nde birbirleriyle savaştı. Amerika Birleşik Devletleri ilk nükleer silahları geliştirdi ve Ağustos 1945'te Japonya'nın Hiroşima ve Nagasaki şehirlerinde kullandı; Japonlar 2 Eylül'de teslim oldular ve II. Dünya Savaşı sona erdi. Soğuk Savaş ve sivil haklar dönemi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği, kapitalizm ve komünizm arasındaki ideolojik karşıtlıktan motivasyon alan Soğuk Savaş olarak bilinen dönemde güç, etki ve prestij için rekabet etti. Bir yanda ABD ve NATO müttefikleri, diğer yanda Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı müttefikleri Avrupa'nın askeri işlerini kontrol ettiler. ABD, komünist etkinin genişlemesine yönelik bir sınırlama politikası geliştirdi. ABD ve Sovyetler Birliği vekalet savaşlarına girerken ve güçlü nükleer cephaneler geliştirirken, iki ülke doğrudan askeri çatışmalardan kaçındı. Birleşik Devletler sıklıkla Sovyet destekli olarak gördüğü Üçüncü dünya ülkelerindeki hareketlere karşı çıktı ve zaman zaman sol hükûmetlere karşı rejim değişikliği için doğrudan müdahalede bulundu, bazen de otoriter sağcı rejimleri destekledi. Amerikan birlikleri, 1950-1953 Kore Savaşı'nda komünist Çin ve Kuzey Kore güçleriyle savaştı. Sovyetler Birliği'nin 1957'de ilk yapay uyduyu fırlatması ve 1961'de ilk mürettebatlı uzay uçuşunu başlatması, 1969'da Amerika Birleşik Devletleri'nin Ay'a insan indiren ilk ulus olduğu bir "Uzay Yarışı"nı başlattı. Amerika Birleşik Devletleri giderek artan bir şekilde Vietnam Savaşı'na (1955-1975) dahil oldu ve 1965'te muharebe güçlerini artırdı. ABD, bu sırada kendi topraklarında İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra sürekli bir ekonomik büyüme ve genel olarak ve özellikle orta sınıfta hızlı bir nüfus artışı yaşamıştı. Özellikle 1970'lerde kadınların işgücüne katılımındaki artıştan sonra, 1985'e gelindiğinde, 16 yaş ve üstü kadınların çoğunluğu istihdam edildi. Eyaletler Arası Otoyol Sisteminin inşası, ülkenin altyapısını takip eden on yıllar boyunca dönüştürdü. Milyonlarca insan çiftliklerden ve şehir merkezlerinden büyük banliyö konut projelerine taşındı. 1959'da Alaska ve Hawaii toprakları sırasıyla Birliğe kabul edilen 49. ve 50. eyalet olduğunda Birleşik Devletler resmi olarak Kıtasal ABD'nin ötesine geçti. Büyüyen Sivil Haklar Hareketi, Martin Luther King Jr.'ın önde gelen bir lider ve figüran haline gelmesiyle, ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı koymak için şiddetsizliği kullandı. 1968 tarihli Medeni Haklar Yasası ile sonuçlanan mahkeme kararları ve mevzuatın bir kombinasyonu, ırk ayrımcılığına son vermeye çalıştı. Bu arada, Vietnam savaşı karşıtlığı, Siyah Güç hareketi ve cinsel devrim fikirlerini benimseyen karşı kültür hareketi büyüdü. "Yoksulluğa Karşı Savaş"ın başlatılması, gelir testi yapılmış Ek Beslenme Yardımı Programı, Çocuklu Ailelere Yardım ve sırasıyla yaşlılara ve yoksullara sağlık sigortası sağlayan iki program olan Medicare ve Medicaid'in oluşturulması da dahil olmak üzere, hakları ve refah harcamalarını genişletti. 1970'ler ve 1980'lerin başında stagflasyon başladı. ABD, Yom Kippur Savaşı sırasında İsrail'i destekledi; Buna karşılık, ülke OPEC ülkelerinden gelen bir petrol ambargosu ile karşı karşıya kaldı ve bu 1973 Petrol Krizini ateşledi. 1979'da Başkan Jimmy Carter, Mısır ve İsrail arasında bir barış anlaşmasına aracılık ederek, bir Arap ulusunun İsrail'in varlığını ilk kez tanıdığını işaret etti. Başkan Ronald Reagan, başa gelmesinden sonra ekonomik durgunluğa serbest piyasa odaklı reformlarla yanıt verdi. Yumuşama politikasının çöküşünün ardından, "sınırlama"yı terk etti ve Sovyetler Birliği'ne karşı daha agresif bir politika olan "Rollback" stratejisini başlattı. 1980'lerin sonu, Sovyetler Birliği ile ilişkilerde buzların çözülmesine tanık oldu ve SSCB'nin 1991'deki çöküşünün ardından Soğuk Savaş sona erdi. Bu, ABD'nin dünyanın baskın süper gücü olarak rakipsiz kalmasıyla tek kutupluluğu beraberinde getirdi. Çağdaş tarih. Soğuk Savaş'tan sonra Ortadoğu'daki çatışma 1990'da Irak'ın ABD'nin müttefiki Kuveyt'i işgal ve ilhak etmesiyle büyük bir krize yol açtı. İstikrarsızlığın yayılmasından korkan Başkan George H. W. Bush, Ağustos ayında Irak'a karşı Körfez Savaşı'nı başlattı ve yönetti; Ocak 1991'e kadar 34 ulustan koalisyon güçleri tarafından yürütülen savaş, Irak güçlerinin Kuveyt'ten çıkarılması ve monarşinin yeniden kurulmasıyla sonuçlandı. İlk başta ABD askeri savunma ağları şeklinde ortaya çıkan İnternet, 1990'larda uluslararası akademik platformlara ve ardından halka yayılarak küresel ekonomiyi, toplumu ve kültürü büyük ölçüde etkiledi. Dot-com balonu, istikrarlı para politikası ve azalan sosyal refah harcamaları nedeniyle 1990'lar modern ABD tarihindeki en uzun ekonomik genişlemeye sahne oldu. 1994'ten başlayarak ABD'nin Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması'nı (NAFTA) imzalamasıyla ABD, Kanada ve Meksika arasındaki ticaretin artması sağlandı. ABD 1995 ve 1999 yıllarında NATO ülkelerinin yardımıyla Bosna Savaşı'na ve Kosova Savaşı'na müdahale etti. 11 Eylül 2001'de El Kaide örgütü mensubu uçak korsanları, New York City'deki Dünya Ticaret Merkezi'ne ve Washington DC yakınlarındaki Pentagon'a yolcu uçaklarıyla çarparak terör saldırısı düzenledi ve yaklaşık 3.000 kişinin ölümüne sebep oldu. Buna karşılık, Başkan George W. Bush, 2001'den 2021'e kadar Afganistan'da yaklaşık 20 yıllık bir savaşı ve 2003-2011 Irak Savaşı'nı kapsayan Terörizmle Savaş'ı başlattı. 2011'de Pakistan'daki bir askeri operasyon sırasında Usame bin Ladin öldürüldü. Uygun fiyatlı konutları teşvik etmek için tasarlanan hükûmet politikası, kurumsal ve düzenleyici yönetimdeki yaygın başarısızlıkların yanı sıra Federal Rezerv tarafından belirlenen ABD tarihinin en düşük faiz oranları 2006'da ABD'de konut balonuna yol açtı ve bu da ülkenin Büyük Buhran döneminden beri gördüğü en büyük ekonomik kriz olan 2007–2008 finansal krizi ve Büyük Durgunluk'a sebep oldu. Kriz sırasında, Amerikalıların sahip olduğu varlıklar, değerlerinin yaklaşık dörtte birini kaybetti. İlk Afroamerikan kökenli ABD başkanı olan Barack Obama, krizin ortasında 2008 yılında seçildi ve daha sonra krizin olumsuz etkilerini azaltmak ve tekrar etmemesini sağlamak amacıyla 2009 ekonomik teşvikinin Amerikan Kurtarma ve Yeniden Yatırım Yasasını, Dodd-Frank Wall Street Reformunu ve Tüketicinin Korunması Yasasını yürürlüğe koydu. 2010 yılında, Başkan Obama, Amerika Birleşik Devletleri'nde yaklaşık geçen elli yıl içindeki Sağlık hizmetlerine yönelik en kapsamlı reform olan Hasta Koruma ve Uygun Fiyatlı Bakım Yasası'nı hayata geçirme çabalarına öncülük etti. 2016 Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi Donald Trump 45. başkan seçildi ve bu sonuç Amerikan tarihindeki en büyük siyasi huzursuzluktan biri olarak görüldü. 2020 başkanlık seçimleriyle Demokrat Joe Biden 46. başkan seçildi. 6 Ocak 2021'de, görevi bırakan Başkan Trump'ın destekçileri, başkanlık Seçim Kurulu’nun oy sayımını engellemek amacıyla başarısız sonuçlanacak olan bir eylem ile Birleşik Devletler Kongre Binası'nı bastı. Tüm bu gelişmelerin ardından Donald Trump, 2024 başkanlık seçimlerini kazanarak yeniden başkan seçildi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin 47. başkanı oldu. Coğrafya. Bitişik 48 Eyalet ve Columbia Bölgesi 8.080.470 kilometrekarelik bir alanı kaplamaktadır. Bu alanın 7,663,940 kilometrekarelik bölümü karasal alandır ve toplam ABD kara alanının %83.65'ini oluşturur. Yaklaşık %15'i Kuzey Amerika'nın kuzeybatısındaki bir eyalet olan Alaska'da, geri kalanı ise Orta Pasifik'te bir eyalet ve takımada olan Hawaii'de ve Porto Riko, Amerikan Samoası, Guam, Kuzey Mariana Adaları ve ABD Virgin Adaları'ndan oluşan beş nüfuslu ancak şirketleşmemiş insular bölgesinde bulunmaktadır. Sadece yüzölçümüyle ölçüldüğünde ABD, Rusya ve Çin'in ardından üçüncü sırada, Kanada'nın ise hemen önünde yer almaktadır. Amerika Birleşik Devletleri, toplam yüzölçümü (kara ve su) bakımından dünyanın üçüncü veya dördüncü en büyük ülkesi olup, Rusya ve Kanada'nın gerisinde ve neredeyse Çin'e eşittir. Sıralama, Çin ve Hindistan tarafından tartışmalı iki bölgenin nasıl sayıldığına ve ABD'nin toplam büyüklüğünün nasıl ölçüldüğüne bağlı olarak değişmektedir. Atlantik kıyı şeridinin kıyı ovası daha iç kesimlerde yerini yaprak döken ormanlara ve Piedmont'un inişli çıkışlı tepelerine bırakır. Appalachian Dağları doğu sahilini Büyük Göller'den ve Orta Batı'nın otlaklarından ayırır. Dünyanın en uzun dördüncü nehir sistemi olan Mississippi-Missouri Nehri, ülkenin kalbinden kuzey-güney doğrultusunda akmaktadır. Büyük Ovaların düz ve verimli çayırları batıya doğru uzanır ve güneydoğuda bir yayla bölgesi ile kesintiye uğrar. Büyük Ovaların batısında yer alan Rocky Dağları, ülke boyunca kuzeyden güneye uzanır ve Colorado'da 4.300 metre üzerinde zirveye ulaşır. Daha batıda kayalık Büyük Havza ve Chihuahua, Sonoran ve Mojave gibi çöller yer almaktadır. Sierra Nevada ve Cascade sıradağları Pasifik kıyısına yakın uzanır ve her iki sıradağ da 4.300 metre daha yüksek rakımlara ulaşır. Bitişik Amerika Birleşik Devletleri'ndeki en alçak ve en yüksek noktalar Kaliforniya eyaletindedir ve aralarında sadece yaklaşık 135 km vardır. Alaska'nın 6,190.5 m yüksekliğindeki Denali'si ülkenin ve Kuzey Amerika'nın en yüksek zirvesidir. Aktif volkanlar Alaska'nın Alexander ve Aleutian Adaları'nda yaygındır ve Hawaii volkanik adalardan oluşur. Rockies'teki Yellowstone Ulusal Parkı'nın altında yatan süper volkan, kıtanın en büyük volkanik özelliğidir. İklim. Büyüklüğü ve coğrafi çeşitliliği ile Amerika Birleşik Devletleri, çoğu iklim tipine ev sahipliği yapmaktadır. 100. meridyenin doğusundaki bölgelerde iklim, kuzeyde nemli karasal, güneyde ise nemli subtropikal iklim özellikleri gösterir. 100'üncü meridyenin batısındaki büyük ovalar ise yarı kuraktır. Amerika'nın batısındaki birçok dağlık bölgede alp iklim görülür. Büyük Havza'da kurak; güneybatıda çöl; Kaliforniya kıyılarında Akdeniz; Oregon ve Washington kıyılarında ve Güney Alaska'da ise okyanus iklimi görülür. Alaska'nın çoğu subarktik veya kutup iklimine sahiptir. Hawaii ve Florida'nın güney ucunun yanı sıra Karayipler ve Pasifik'teki topraklar tropikal iklim kuşağındadır. Meksika Körfezi'ne kıyısı olan eyaletler kasırga riski altındadır ve dünyadaki hortumların çoğu bu ülkede, özellikle de Orta Batı ve Güney'deki Tornado Alley bölgelerinde meydana gelir. Genel olarak, Amerika Birleşik Devletleri dünyadaki diğer tüm ülkelerden daha fazla yüksek etkili aşırı hava olaylarına maruz kalmaktadır. ABD'de aşırı hava koşulları daha sık görülmeye başlanmış ve 1960'lara kıyasla üç kat daha fazla sıcak hava dalgası rapor edilmiştir. Bitişik 48 eyalette kaydedilen en sıcak on yılın sekizi 1998'den bu yana gerçekleşmiştir. Amerika'nın güneybatısında kuraklıklar daha kalıcı ve daha şiddetli hale gelmiştir. Biyoçeşitlilik ve koruma. 17 mega çeşitlilik ile çok sayıda endemik türe sahip ülkelerden biri olan Amerika Birleşik Devletleri ve Alaska'da yaklaşık 17.000 damarlı ve Hawaii'de 1.800'den fazla çiçekli bitki türü bulunur. Bunların çok azı anakarada görülmektedir. Amerika Birleşik Devletleri 428 memeli, 784 kuş, 311 sürüngen, 295 amfibi ve 91.000 böcek türüne ev sahipliği yapmaktadır. Ulusal Park Hizmeti tarafından yönetilen 63 ulusal park ve federal olarak yönetilen yüzlerce başka park, orman ve vahşi doğa alanı bulunmaktadır. Toplamda hükûmet, çoğunluğu batı eyaletlerinde olmak üzere ülke topraklarının yaklaşık %28'ine sahiptir. Bu arazinin çoğu koruma altındadır, ancak bir kısmı petrol ve gaz sondajı, madencilik, tomrukçuluk veya sığır çiftçiliği için kiralanmıştır ve yaklaşık %0.86'sı askeri amaçlarla kullanılmaktadır. Çevresel konular arasında petrol ve nükleer enerji tartışmaları, hava ve su kirliliğiyle mücadele, vahşi yaşamı korumanın ekonomik maliyetleri ve ormansızlaşma ve iklim değişikliği yer almaktadır. En önde gelen çevre ajansı, 1970 yılında başkanlık emriyle kurulan Çevre Koruma Ajansı'dır (EPA). Vahşi doğa fikri, Vahşi Doğa Yasası ile 1964 yılından bu yana kamu arazilerinin yönetimini şekillendirmiştir. Tehlike Altındaki Türler Yasası (1973), Amerika Birleşik Devletleri Balık ve Yaban Hayatı Servisi tarafından izlenen tehdit ve tehlike altındaki türleri ve yaşam alanlarını korumayı amaçlamaktadır. 2020 yılı itibarıyla ABD, Çevresel Performans Endeksi'nde ülkeler arasında 24. sırada yer almaktadır. Ülke, 2016 yılında iklim değişikliğine ilişkin Paris Anlaşması'na katılmıştır ve başka birçok çevresel taahhüdü bulunmaktadır. Paris Anlaşması'ndan 2020'de çekilmiş ancak 2021'de yeniden katılmıştır. Yönetim biçimi. Amerika Birleşik Devletleri 50 eyaletten meydana gelen bir federal birliktir. Ulusal hükûmetin merkezi, Washington, DC'dir. Anayasa, ulusal hükûmetin bünyesinin ana hatlarını tespit eder. Yetkileri ile faaliyetlerini belirtir. Kendine has anayasa ve yetkilere sahip olan her eyalet de öteki işlerden sorumludur. Her eyalet; yönetim bakımından şehir, kasaba, nahiye ve köylere ayrılmıştır ve her eyaletin seçimle gelen kendi valisi vardır. Hükûmet. Amerika'da hükûmet, halk hükûmetidir; halk tarafından kurulur. Kongre üyeleri, başkan, eyalet yetkilileri, kasaba ve şehir yöneticileri halk tarafından seçilir. Hâkimler de, doğrudan halk tarafından seçilir ya da seçilmiş yetkililer tarafından tayin edilir. Kamu görevlileri, görevlerini iyi yapmadıklarında ya da kanunları ciddi bir şekilde ihlal ettiklerinde görevden uzaklaştırılabilirler. Anayasa, kişilerin hak ve özgürlüklerini güvence altına almaktadır. Bu hak ve özgürlükler, 1791'de anayasaya eklenen ve İnsan Hakları Beyannamesi adı verilen ilk on değişiklikte belirtilmektedir. Anayasa, hükûmetin yetkilerini üçe ayırmıştır: Başında başkan olan yürütme, Senato ve Temsilciler Meclisi olmak üzere kongrenin her iki kanadını ihtiva eden yasama ve başta yüksek mahkeme olmak üzere yargı. Anayasa, her birinin yetkisini sınırlamakta ve birinin gereğinden fazla yetki sahibi olmasını engellemektedir. Eyalet hükûmetlerinde de sistem, federal hükûmet sisteminin hemen hemen aynısıdır. Genelde ülke yönetiminde Cumhuriyetçiler üstündür. 1993-2001 yılları arasında Demokratlar hem Temsilciler meclisinde hem de Beyaz Saray'da üstünlük kurdular. 2001 ve 2004 seçimlerinde kazanan Cumhuriyetçiler oldu. 2004 seçimlerinde sonuçlar şöyleydi; Cumhuriyetçiler: 232, Demokratlar: 202, Bağımsız: 1. 2006 seçimlerinde ise çoğunluk Demokratlardaydı; Demokratlar: 232, Cumhuriyetçiler: 202. Temsilciler Meclisi başkanlığına Demokrat Nancy Pelosi seçildi. Her eyalette yürütme kuvvetinin başında bir vali vardır. Eyalet hükûmetleri düzeni koruma, çocuk ve gençlerin eğitimi, yol inşaatı gibi işlere bakar. Federal hükûmet; ulusal, uluslararası ve birden fazla eyaleti ilgilendiren meselelerle uğraşır. Vatandaşların günlük hayatını etkileyen kanunlar, şehir ve kasabalardaki polis teşkilatı tarafından uygulanır. FBI olarak bilinen Federal Soruşturma Bürosu; eyalet sınırlarını geçen suçluları, federal kanunlara aykırı hareket edenleri araştırır. Federal Hükûmet. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı, genel seçimle dört yıllık bir süre için seçilir. Seçilen Başkan, sürenin sonunda bir dönem daha seçilebilir. Başkanın aday olabilmesi için Amerika'da doğmuş olması, en az 14 yıl Amerika'da ikamet etmiş olması ve yaşının en az otuz beş olması gerekir. Yılda 200.000 dolar üzerinde maaş ve ekstra masrafları için de 50.000 dolar alır; fakat bunların toplamı üzerinden gelir vergisi öder. Ayrıca seyahat ve misafir ağırlama gideri olarak vergiye tabi olmayan 100.000 dolar alır. Başkan, kongre tarafından onaylanmış bir kanun tasarısını veto eder ya da imzalamayı reddederse; kongrenin her iki kanadı tarafından üçte iki oyla alınan bir karar bu vetoyu hükümsüz kılar ve tasarı kanunlaşır. Başkan; federal hâkimleri, büyükelçileri, yüzlerce hükûmet yetkilisini tayin eder. Başkanın ölmesi, istifa etmesi ya da kalıcı olarak sakatlanması hâlinde görevi seçime kadar başkan yardımcısı yürütür. Birleşik Amerika Anayasası uyarınca, görev süresi tamamlanmamış bir Başkan, ancak görevi kötüye kullandığı iddiasının yeterli delile dayanılarak, Temsilciler Meclisinde üyelerin üçte iki çoğunluğunun tasdik etmesi ile görevden alınabilir. Bugüne kadar yalnız bir Amerikan Başkanı görevi kötüye kullanmakla suçlanmıştır. O da 1868'de muhakeme edilerek beraat eden Andrew Jackson'dır. Ancak 1974'te başkan Richard Nixon dâhil, yüksek makamda birçok yetkilinin karıştığı seçim kampanyasında kanun dışı para toplama olayı mahkemeye intikal etti. Watergate olarak adlandırılan bu olayda Nixon, mahkemeye çıkmadan istifa etti ve yerine Gerald Ford geçti. Yasama kolu olan Kongre; Senato ve Temsilciler Meclisi'nden meydana gelir. Senatörler 6 yıl, Temsilciler Meclisi üyeleri ise iki yıl için seçilirler. Senatör ve Temsilciler aday olmak istedikleri sürece tekrar seçilebilirler. Elli eyaletin her biri, Kongreye iki senatör gönderir. Senatonun üçte biri, her iki yılda bir seçilir. Senatör seçilmek için adayın otuz yaşını doldurması ve seçilmesinden en az dokuz yıl önce Amerikan vatandaşı olmuş olması şarttır. Temsilciler Meclisinin 435 üyesi vardır. Her eyalet, kendi nüfus oranına göre belli sayıda üyeye sahiptir. Eyaletler aşağı yukarı eşit nüfuslu seçim bölgelerine ayrılır ve her bölgenin seçmenleri Kongreye bir temsilci üye seçer. Bir üyenin en az yirmi beş yaşında ve en az yedi yıllık Amerikan vatandaşı olması gerekir. Bir tasarının kanun olabilmesi için hem Senato hem de Temsilciler Meclisi tarafından tasdik edilmesi gerekir. Siyasi ayrılıklar. 50 eyaletin her biri, egemenliği federal hükûmetle paylaştığı bir coğrafi bölge üzerinde yargı yetkisine sahiptir. Bunlar ilçelere veya ilçe eşdeğerlerine ve daha sonra da belediyelere bölünmüştür. Columbia Bölgesi, Amerika Birleşik Devletleri'nin başkenti olan Washington şehrini içeren federal bir bölgedir. Her eyaletin Kongre'deki temsilci ve senatör sayısına eşit miktarda başkanlık seçmeni vardır ve Columbia Bölgesi'nin üç seçmeni vardır. Birleşik Devletler'in bölgelerinde başkanlık seçmeni bulunmadığından, bu bölgelerdeki insanlar başkan için oy kullanamazlar. Tüm eyaletlerde, Columbia Bölgesi'nde ve Amerikan Samoası hariç tüm büyük ABD topraklarında Vatandaşlık doğumla verilir. Amerika Birleşik Devletleri, eyaletlerin egemenliği gibi Amerikan Kızılderili uluslarının sınırlı kabile egemenliğini gözetmektedir. Amerikan Kızılderilileri ABD vatandaşıdır ve kabile toprakları ABD Kongresi ve federal mahkemelerin yargı yetkisine tabidir. Eyaletler gibi kabilelerin de bazı özerklik kısıtlamaları vardır. Savaş yapmaları, kendi dış ilişkilerini yürütmeleri ve bağımsız para basmaları ya da ihracat yapmaları yasaktır. Kızılderili rezervasyonları genellikle bir eyalet içinde yer alır, ancak eyalet sınırlarını aşan 12 rezervasyon vardır. Dış ilişkiler. Amerika Birleşik Devletleri yerleşik bir dış ilişki yapısına sahiptir ve 2019 yılında dünyanın en büyük ikinci diplomatik teşkilatına sahip olmuştur. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin daimi üyesidir ve Birleşmiş Milletler Genel Merkezi'ne ev sahipliği yapmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri aynı zamanda G7, G20, ve OECD hükûmetler arası örgütlerinin de bir üyesidir. Neredeyse tüm ülkelerin büyükelçilikleri ve birçoğunun da ülkede konsoloslukları (resmi temsilcileri) bulunmaktadır. Aynı şekilde, İran, Kuzey Kore, ve Bhutan dışında neredeyse tüm ülkelerin ABD ile resmi diplomatik misyonları bulunmaktadır. Tayvan'ın ABD ile resmi diplomatik ilişkileri olmamasına rağmen, gayri resmi de olsa yakın ilişkiler sürdürmektedir. Amerika Birleşik Devletleri ayrıca Tayvan'a düzenli olarak askeri teçhizat tedarik etmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nin Birleşik Krallık ile "Özel İlişkisi" ve Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Japonya, Güney Kore, İsrail, ve bazı Avrupa Birliği ülkeleriyle (Fransa, İtalya, Almanya, İspanya ve Polonya) güçlü bağları bulunmaktadır. ABD, askeri ve ulusal güvenlik konularında NATO müttefikleriyle ve Amerikan Devletleri Örgütü ve ABD-Meksika-Kanada Serbest Ticaret Anlaşması aracılığıyla Amerika kıtasındaki ülkelerle yakın işbirliği içindedir. Güney Amerika'da Kolombiya geleneksel olarak ABD'nin en yakın müttefiki olarak kabul edilir. ABD, Serbest Ortaklık Anlaşması aracılığıyla Mikronezya, Marshall Adaları ve Palau için tam uluslararası savunma yetkisi ve sorumluluğu kullanmaktadır. Rusya'nın 2014 yılında Kırım'ı ilhak etmesi ve 2022 yılında Ukrayna'yı işgale başlamasından bu yana ABD, Ukrayna'nın kilit bir müttefiki haline gelmiş ve bu süreçte Rusya ile ilişkileri önemli ölçüde bozulmuştur. ABD'nin de Çin ile ilişkileri bozulmuş ve Tayvan ile yakınlaşmıştır. Askeri. ABD Başkanı, Amerika Birleşik Devletleri Silahlı Kuvvetlerinin başkomutanıdır ve ordunun liderlerini, Savunma Bakanını ve Genelkurmay Başkanlarını atar. Merkezi Washington, DC yakınlarındaki Pentagon'da bulunan Savunma Bakanlığı, Ordu, Deniz Piyadeleri, Deniz Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri ve Uzay Kuvvetleri'nden oluşan altı hizmet kolundan beşini yönetiyor. Sahil Güvenlik, barış zamanında İç Güvenlik Bakanlığı tarafından yönetilir ve savaş sırasında Deniz Kuvvetleri'ne devredilebilir. Amerika Birleşik Devletleri 2019'da orduya 649 milyar dolar harcadı. Bu, küresel askeri harcamaların %36’sını oluşturuyordu. GSYİH'nin %4,7'si ile bu oran, Suudi Arabistan'dan sonra tüm ülkeler arasında ikinci en yüksek orandı. Ayrıca dünyanın nükleer silahlarının %40'ından fazlasına sahiptir. Bu da, Rusya’dan sonra en fazla nükleer silaha sahip ikinci ülke olduğu anlamına gelir. 2019'da ABD Silahlı Kuvvetlerinin altı hizmet kolunda toplam 1,4 milyon personel aktif görevdeydi. Yedekler ve Ulusal Muhafızlar toplam asker sayısını 2,3 milyona çıkardı. Savunma Bakanlığı da müteahhitler hariç yaklaşık 700.000 sivil istihdam etti. Amerika Birleşik Devletleri'nde askerlik hizmeti isteğe bağlıdır, ancak savaş zamanında Seçici Hizmet Sistemi aracılığıyla zorunlu askerlik yapılabilir. Amerika Birleşik Devletleri, Çin Halk Kurtuluş Ordusu ve Hindistan Silahlı Kuvvetleri'nden sonra dünyanın en büyük üçüncü birleşik silahlı kuvvetlerine sahiptir. Bugün, Amerikan kuvvetleri, Hava Kuvvetlerinin geniş nakliye uçakları filosu, Donanmanın 11 aktif uçak gemisi ve Deniz Kuvvetleri ile denizde konuşlu Deniz Piyadeleri birlikleri ve Hava Kuvvetlerinin nakliye uçaklarıyla konuşlandırılan ordunun XVIII Hava İndirme Kolordusu ve 75. Korucu Alayı tarafından hızla konuşlandırılabilir. Hava Kuvvetleri, stratejik bombardıman filosu aracılığıyla dünyanın dört bir yanındaki hedefleri vurabilir, Amerika Birleşik Devletleri genelinde hava savunmasını korur ve Ordu ve Deniz Piyadeleri kara kuvvetlerine yakın hava desteği sağlar. Uzay Gücü, Küresel Konumlandırma Sistemini işletir, tüm uzay fırlatmaları için Doğu ve Batı Menzillerini işletir ve Amerika Birleşik Devletleri'nin Uzay Gözetleme ve Füze Uyarı ağlarını işletir. Ordu, yurt dışında yaklaşık 800 üs ve tesis işletiyor ve 25 yabancı ülkede 100'den fazla aktif görevli personel konuşlandırıyor. Kolluk kuvvetleri ve suç. Amerika Birleşik Devletleri'nde yerelden federal düzeye kadar yaklaşık 18.000 polis teşkilatı bulunmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri'nde yasalar çoğunlukla yerel polis departmanları ve şerif ofisleri tarafından uygulanmaktadır. Eyalet polisi daha geniş kapsamlı hizmetler sunar ve Federal Soruşturma Bürosu (FBI) ve ABD Marshals Service gibi federal kurumların sivil hakları, ulusal güvenliği korumak ve ABD federal mahkemelerinin kararlarını ve federal yasaları uygulamak gibi özel görevleri vardır. Eyalet mahkemeleri çoğu hukuk ve ceza davasını yürütürken, federal mahkemeler belirli suçlar ile eyalet ceza mahkemelerinden gelen temyiz başvurularına bakar. 2020 itibarıyla, Amerika Birleşik Devletleri'nde kasıtlı cinayet oranı 100.000'de 7'dir. Dünya Sağlık Örgütü Ölüm Veritabanı'nın 2010 yılına ait kesitsel bir analizi, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki cinayet oranlarının "diğer yüksek gelirli ülkelere kıyasla 7,0 kat daha yüksek olduğunu ve ve bu farkın, silahla işlenen cinayet oranının 25,2 kat daha yüksek olmasından kaynaklandığını" göstermiştir. Amerika Birleşik Devletleri dünyada belgelenmiş en yüksek tutukluluk oranına ve en büyük cezaevi nüfusuna sahiptir. 2019 yılında, bir yıldan fazla hapis cezasına çarptırılanlar için toplam cezaevi nüfusu 1.430.800'dür; bu da her 100.000 kişide 419 kişilik bir orana karşılık gelmektedir ve 1995'ten bu yana en düşük seviyededir. Prison Policy Initiative'in 2,3 milyon tahmini gibi bazı tahminler bu sayının daha yüksek olduğunu göstermektedir. Çeşitli eyaletler, hükûmet politikaları ve tabandan gelen girişimler nedeniyle cezaevi nüfuslarını azaltmaya çalışmıştır. Çoğu ülke idam cezasını kaldırmış olsa da, Amerika Birleşik Devletleri'nde bazı federal ve askeri suçlar için ve 50 eyaletten 27'sinde ve bir bölgede idam cezası uygulanmaktadır. Bu eyaletlerin birçoğunda cezanın uygulanmasına ilişkin, her biri eyalet valisi tarafından konulan moratoryumlar bulunmaktadır. 1977'den bu yana 1.500'den fazla infaz gerçekleştirilmiş olup, ABD Çin, İran, Suudi Arabistan, Irak ve Mısır'ın ardından dünyada en fazla infazın gerçekleştirildiği altıncı ülke olmuştur. Ancak, yakın zamanda cezayı kaldıran birkaç eyaletle birlikte bu sayının ulusal çapta düşüş eğiliminde olduğu gözlemlenmektedir. Ekonomi. Uluslararası Para Fonu'na göre, 22,7 trilyon dolarlık ABD gayri safi yurt içi hasılası (GSYH), piyasa döviz kurlarıyla dünya hasılasının %24’ünü, satın alma gücü paritesine göre ise %16’sından fazlasını oluşturmaktadır. 1983'ten 2008'e kadar ABD'nin reel bileşik yıllık GSYH büyümesi %3,3 olurken, G7'nin geri kalanının ağırlıklı ortalaması %2,3 olmuştur. Ülke, kişi başına düşen nominal GSYH'de dünyada beşinci, satın alma gücü paritesine göre ise yedinci sırada olup en az 1900 yılından bu yana dünyanın en büyük ekonomisi konumundadır. Amerika Birleşik Devletleri, özellikle yapay zeka, bilgisayar, ilaç, tıbbi, havacılık ve askeri teçhizat alanlarında teknolojik açıdan en güçlü ve yenilikçi ülkedir. Ülke ekonomisi, bol doğal kaynaklar, gelişmiş bir altyapı ve yüksek verimlilikle beslenmektedir. Farklı kaynaklara göre tahminler değişiklik gösterse de, 2019'da 44,98 trilyon ABD doları ile en yüksek ikinci toplam doğal kaynak değerine sahiptir. Amerikalılar, OECD ülkeleri arasında en yüksek ortalama hane halkı gelirine ve kişi başına düşen çalışan gelirine sahiptir. 2010 yılında dördüncü en yüksek medyan gelirine sahipken, 2013 yılında altıncı en yüksek medyan hane gelirine sahip olmuşlardır. ABD doları, uluslararası işlemlerde en çok kullanılan para birimidir. Ekonomisi, ordusu, petrodolar sistemi ve eurodolar ile ABD hazine tahvilleri piyasası sayesinde dünyanın en önde gelen rezerv parası konumundadır. Birçok ülke bunu resmi para birimi olarak kullanmaktadır ve diğerlerinde fiili para birimidir. New York Menkul Kıymetler Borsası ve Nasdaq, piyasa değeri ve ticaret hacmi açısından dünyanın en büyük borsalarıdır. ABD'nin en büyük ticaret ortakları Çin, Avrupa Birliği, Kanada, Meksika, Hindistan, Japonya, Güney Kore, Birleşik Krallık ve Tayvan'dır. ABD dünyanın en büyük ithalatçısı ve ikinci en büyük ihracatçısıdır. USMCA da dâhil olmak üzere birçok ülke ile serbest ticaret anlaşması vardır. ABD, 2019 Küresel Rekabet Edebilirlik Raporu'nda Singapur'un ardından ikinci sırada yer aldı. Dünyanın en büyük 500 şirketinden 121'inin merkezi ABD'de bulunmaktadır. Ekonomisi sanayi sonrası bir gelişme düzeyine ulaşmış olsa da, Amerika Birleşik Devletleri endüstriyel bir güç olmaya devam etmektedir. Daha küçük bir refah devletine sahiptir ve diğer yüksek gelirli ülkelerin çoğundan daha az geliri devlet eliyle yeniden dağıtmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri 2017 yılında 156 ülke arasında gelir eşitsizliğinde 41. sırada yer alırken, gelişmiş ülkelerin geri kalanına kıyasla en yüksek gelir eşitsizliğine sahip ülke olmuştur. Bilim ve teknoloji. Amerika Birleşik Devletleri hem 19. yüzyılın sonlarından beri teknolojik yeniliklerde hem de 20. yüzyılın ortalarından beri bilimsel araştırmalarda lider olmuştur. Değiştirilebilir parçalar üretme yöntemleri, 19. yüzyılın ilk yarısında ABD Savunma Bakanlığının federal silah fabrikaları tarafından geliştirildi. Bu teknoloji, makine takım endüstrisinin kurulmasıyla birlikte, 19. yüzyılın sonlarında ABD'nin büyük ölçekli dikiş makineleri, bisikletler ve diğer öğelerin imalatına sahip olmasını sağladı ve Amerikan üretim sistemi olarak tanındı. 20. yüzyılın başlarında fabrika elektrifikasyonu, montaj hattı ve diğer emek tasarrufu sağlayan tekniklerin ortaya çıkışı, seri üretim sistemini oluşturdu. 21. yüzyılda, Amerika Birleşik Devletleri'nde araştırma ve geliştirme finansmanının yaklaşık üçte ikisi özel sektörden gelir. Amerika Birleşik Devletleri, bilimsel araştırma makalelerinde ve etki faktörü konusunda dünya çapında liderdir. 1876'da Alexander Graham Bell ilk ABD telefon patentini aldı. Thomas Edison'un araştırma laboratuvarı, türünün ilk örneği olan fonografı, ilk uzun ömürlü ampulü ve ilk uygulanabilir film kamerasını geliştirdi. Sonuncusu, dünya çapında eğlence endüstrisi ortaya çıkmasına neden oldu. 20. yüzyılın başlarında, Ransom E. Olds ve Henry Ford otomobil şirketleri montaj hattını popüler hale getirdiler. Wright kardeşler, 1903'te ilk sürekli ve kontrollü motorlu uçuşu yaptılar. 1920'lerde ve 30'larda faşizm ve Nazizm'in yükselişi, Albert Einstein, Enrico Fermi ve John von Neumann dahil olmak üzere birçok Avrupalı bilim insanının Birleşik Devletlere göç etmesine yol açtı. II. Dünya Savaşı sırasında Manhattan Projesi nükleer silahlar geliştirerek Atom Çağı'nı başlatırken, Uzay Yarışı roketçilikte, malzeme bilimi ve havacılık'ta hızlı ilerlemeler sağladı. 1950'lerde neredeyse tüm modern elektronikte önemli bir aktif bileşen olan transistörün icadı, birçok teknolojik gelişmeye ve ABD teknoloji endüstrisinde önemli bir genişlemeye yol açtı. Bu da, Kaliforniya'daki Silikon Vadisi gibi ülke çapında birçok yeni teknoloji şirketinin ve bölgelerinin kurulmasına yol açtı. Advanced Micro Devices (AMD) ve Intel gibi Amerikan mikroişlemci şirketlerinin yanı sıra Adobe Systems, Apple Inc., IBM, Microsoft ve Sun Microsystems gibi hem bilgisayar yazılım hem de donanımı şirketlerince sağlanan ilerlemeler kişisel bilgisayarı yarattı ve popüler yaptı. ARPANET, 1960'larda Savunma Bakanlığı gereksinimlerini karşılamak için geliştirildi ve İnternet'e evrilen gelişen ağlar serisi'nin ilki oldu. Amerika Birleşik Devletleri, 2022'de Küresel Buluş Endeksi'nde İsviçre'den sonra ikinci sırada yer aldı. Gelir, zenginlik ve yoksulluk. Dünya nüfusu'nun %4,24'ünü oluşturan Amerikalılar topluca dünyanın toplam servetinin %29,4'üne sahiptir ve bu, ülkeler arası en büyük yüzdedir. Ayrıca 2020 itibarıyla 724 milyarder ve 10,5 milyon milyonerle dünyadaki milyoner'lerle ABD ayrıca milyarder sayısında ilk sıradadır. 2019-2021 küresel SARS-CoV-2 pandemisi öncesinde, Credit Suisse, yaklaşık 18.6 milyon ABD vatandaşını 1 milyon doları aşan net değere sahip olarak listeledi. Küresel Gıda Güvenliği Endeksi, Mart 2013'te gıda satın alınabilirliği ve genel gıda güvenliği açısından ABD'yi bir numarada sıraladı. Amerikalılar ortalama konut ve kişi başına olarak AB sakinlerden iki katından çok yaşam alanları vardır. 2017 yılı için Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, Amerika Birleşik Devletleri'ni İnsani Gelişme Endeksi (HDI) ne ve eşitsizlik-ayarlı HDI (IHDI) 'ye göre 189 ülke arasında 13. sırada yer aldı. Birleşik Devletler'de zenginlik ve gelir, toplumun küçük bir kesiminde yoğunlaşmıştır; yetişkin nüfusun en zengin %10'u, ülke genelindeki hane halkı servetinin %72'sine sahipken, nüfusun alt %50’lik kesimi bu servetin yalnızca %2’sini elinde bulundurmaktadır. Federal Rezerv'e göre, en tepedeki %1, 2016'da ülke servetinin %38,6'sını kontrol ediyordu. 2017'de Forbes, yalnızca üç kişinin (Jeff Bezos, Warren Buffett ve Bill Gates) nüfusun alt yarısından daha fazla paraya sahip olduğunu buldu. OECD tarafından 2018 yılında yapılan bir araştırmaya göre, Birleşik Devletler, büyük ölçüde zayıf toplu pazarlık sistemi ve risk altındaki işçiler için hükûmet desteğinin olmaması nedeniyle, neredeyse diğer tüm gelişmiş ülkelerden daha fazla az gelirli işçi yüzdesine sahiptir. Devlet transferleri hariç tutularak hesaplanan piyasa gelirine göre, 2009’dan 2015’e kadar elde edilen toplam gelirin %52’si, en üstteki %1’lik kesim (üst sınıf) tarafından kazanıldı. Yıllarca süren durgunluğun ardından, medyan hane geliri, iki yıl üst üste rekor büyümenin ardından 2016'da rekor seviyeye ulaştı. Ancak gelir eşitsizliği rekor seviyelerde kalmaya devam etmekte; en yüksek gelire sahip %20’lik kesim, toplam gelirin yarısından fazlasını kazanmaktadır. En tepedeki yüzde birin aldığı 1976'da yüzde dokuz iken 2011'de yüzde 20'ye iki katına çıkan toplam yıllık gelir payındaki artış, gelir eşitsizliğini önemli ölçüde etkiledi ve Amerika Birleşik Devletleri'ni OECD üyeleri arasında en geniş gelir dağılımlarından birisi yaptı. Gelir eşitsizliğinin boyutu ve toplum üzerindeki etkileri, hâlen kamuoyunda tartışma konusudur. Ocak 2019'da yaklaşık 567.715 korunaklı ve korumasız ABD'deki evsiz kişi vardı ve neredeyse bunların üçte ikisi acil durum barınağı ya da geçici konut programında kalıyordu. 2011 yılında, 2007’ye kıyasla yaklaşık %35 artışla 16,7 milyon çocuk gıda güvencesi olmayan hanelerde yaşıyordu. Ancak yıl boyunca gıda alımı ya da yeme alışkanlıkları ciddi şekilde etkilenen çocuk sayısı yalnızca 845.000’di (%1,1) ve bu vakaların çoğu kronik değildi. 2018 Haziran itibarıyla 40 milyon kişi, yani ABD nüfusunun kabaca %12.7'si, 13.3 milyon çocuk da dahil olmak üzere yoksulluk içinde yaşıyordu. Yoksulların 18.5 milyonu derin yoksulluk içinde yaşıyordu (aile geliri yoksulluk eşiğinin yarısının altında) ve beş milyondan fazlası ise "Üçüncü Dünya' koşullarında" yaşıyordu. 2017'de, yoksulluk oranlarına göre en düşük ve en yüksek olan ABD eyaletleri ya da bölgeleri sırasıyla New Hampshire (%7,6) ve Amerikan Samoası (%65) idi. COVID-19 pandemisinin yol açtığı ekonomik durgunluk ve kitlesel işsizlik, Aspen Enstitüsü’nün 2020 yılı sonuna kadar 30 ila 40 milyon kişinin tahliye riski altında olduğunu belirten analiziyle birlikte, kitlesel bir tahliye krizi korkusunu artırdı. Ulaşım. Amerika Birleşik Devletleri’nin demiryolu ağı, büyük ölçüde standart hatlardan oluşmakta olup, 293.564 kilometreyi aşan uzunluğuyla dünyanın en uzun demiryolu ağıdır Amtrak, dört eyalet hariç tüm eyaletlere şehirlerarası yolcu hizmeti sunarken, demiryolu ağı genel olarak yük taşımacılığı amacıyla kullanılmaktadır. Ülkenin iç su yolları, toplam 41.009 kilometre uzunluğuyla dünyanın en uzun beşinci iç su yolu ağıdır. Kişisel ulaşımda, 6,4 milyon kilometre uzunluğundaki kamuya açık yol ağında faaliyet gösteren otomobiller belirleyicidir. Amerika Birleşik Devletleri dünyanın en büyük ikinci otomobil pazarına sahiptir ve 1.000 Amerikalı başına düşen 816,4 araçla (2014) dünyada kişi başına düşen araç sahipliği en yüksek olan ülkedir.. 2017 yılında ise, iki tekerlekli olmayan araç sayısı 255 milyona ulaşmış ve bu da kişi başına yaklaşık 910 araca denk gelmiştir. Sivil havayolu sektörü, 1978 yılından bu yana büyük ölçüde serbestleştirilmiş olup tamamen özel sektör tarafından işletilmektedir; buna karşılık büyük havalimanlarının çoğu kamuya aittir. Taşınan yolcu sayısına göre dünyanın en büyük üç havayolu şirketi ABD merkezli olup, American Airlines 2013 yılında US Airways'i satın aldıktan sonra en büyük havayolu şirketi hâline gelmiştir. Dünyanın en yoğun 50 yolcu havalimanından 16'sı Amerika Birleşik Devletleri'ndedir ve bunların arasında en yoğun olanı Hartsfield-Jackson Atlanta Uluslararası Havalimanı'dır. En işlek 50 konteyner limanından dördü ABD’dedir ve bunlardan en yoğunu Los Angeles Limanı’dır. Turizm. Amerika Birleşik Devletleri, Birleşmiş Milletler Turizm Örgütünün verilerine göre 2019 yılında Dünya'nın en çok ziyaret edilen 3. ülkesi olmuştur. Demografi. Nüfus. Amerika Birleşik Devletleri Nüfus Sayım Bürosuna göre ülkenin tahmini nüfusu, yaklaşık 11,2 milyon yasadışı göçmen de dahil 328,2 milyondur. 1900'lerde yaklaşık 76 milyon olan ABD nüfusu 20. yüzyıl boyunca neredeyse dört katına çıktı. Çin ve Hindistan'dan sonra dünyanın en kalabalık üçüncü ülkesi olan ABD, nüfusu hızla artması beklenen ülkeler arasında gelişmiş ve sanayileşmiş tek ülke konumundadır. ABD'de binde 13 olan doğum hızı, binde 18 olan dünya ortalamasının altındadır. Ancak yıllık Nüfus artışı %0,9 ile birçok gelişmiş ülkeye kıyasla yüksektir. 2012 mali yılı içinde, çoğu aile birleşimi yoluyla gelen bir milyondan fazla göçmene yasal ikamet hakkı verilmiştir. Meksika, 1965 Göç Yasasından beri yeni ikamet edenlerin önde gelen kaynağıdır. Çin, Hindistan ve Filipinler her sene gönderen ülkeler arasında ilk dörttedir. Yaklaşık dokuz milyon Amerikalı, kendini homoseksüel, biseksüel ya da transseksül olarak tanımlamaktadır; bu da toplam nüfusun en az %4’üne karşılık gelmektedir. 2010 yılında yapılan bir araştırmada, erkeklerin %7’si ve kadınların %8’i kendilerini gey, lezbiyen ya da biseksüel olarak tanımladıklarını belirtmiştir. Göçler. ABD, göçmenler tarafından kurulmuş ve geliştirilmiş bir göçmen ülkesi olup günümüzde de dünyanın en fazla göç alan ülkelerinden biridir. Amerika Birleşik Devletleri'nin 4 Temmuz 1776'daki bağımsızlığından hemen önce nüfus yaklaşık 2,5 milyond. Bu nüfusun yaklaşık %95’i Beyaz Avrupalı, %5’i ise Siyahi Afrikalı kökenliydi. Beyaz nüfus içinde en büyük pay Almanlara ve İskandinav ülkelere (İsveç, Norveç, Danimarka) aitti. Bu topluluklar, dini açıdan %98 Protestan ve %2 Katolik olan ilk üç göçmen grubunu oluşturuyordu. 1620–1770 yılları arasında gelen bu göçmenler, evlilikler ve dini benzerlikler yoluyla, günümüzde "Beyaz Amerikalı" olarak tanımlanan, özellikle de politikada ve iş dünyasında etkili olan WASP (White Anglo-Saxon Protestant – Beyaz, Anglosakson, Protestan) nüfusun çekirdeğini oluşturdu. 1961–1963 yılları arasında görev yapan John F. Kennedy ve 2009–2017 yılları arasında başkanlık yapan Afroamerikalı Barack Obama dışındaki tüm ABD başkanları bu gruptandır. Günümüz Afroamerikalılarının çoğu, tarihte Amerika’ya köle olarak getirilen Afrikalıların soyundan gelmektedir. 1870–1920 yılları arasında, ikinci büyük göç dalgası yaşanmıştır. Bu dönemde Kuzey Avrupa ülkelerinden göç devam etmekle birlikte, göçmenlerin büyük çoğunluğu artık Katolik ve Ortodoks Avrupa ülkelerinden (İtalya, Yunanistan, Polonya, Rusya, Ermenistan, Gürcistan, Avusturya-Macaristan, Sırbistan) gelmeye başlamıştır. Bu dönemde İrlanda’dan da önemli sayıda göç gerçekleşmiştir. 1880 yılına gelindiğinde ABD nüfusu 60 milyona yaklaşmıştır. 1950 yılında etnik dağılım şöyleydi: %86 Beyaz Avrupalı, %9 Siyahi Afrikalı ve %3 Hispanik (Latin Amerikalı). Dini dağılım ise %74 Protestan, %20 Katolik, %3 Musevi, %2 Ortodoks ve %1 Budist şeklindeydi. ABD nüfusu 1935’te 100 milyona, 1970’te 200 milyona, 2005’te ise 300 milyona ulaşmıştır Üçüncü göç dalgası 1970’lerin sonlarında başlamış ve günümüzde de devam etmektedir. Bu dönemdeki göç, Asya, Orta Doğu, eski komünist ülkeler ve özellikle Latin Amerika’dan (Meksika ve Karayipler dahil) gelen çok çeşitli grupları kapsamaktadır. Bu yıllarda yıllık göçmen sayısı yaklaşık 800.000 ile 1,5 milyon arasında değişmektedir. 2006 yılı itibarıyla nüfusu 1 milyonun üzerinde olan 32 etnik grup mevcuttur. 2010 sayımına göre nüfusun %63,7’si beyaz ve Avrupalı kökenlidir. Diğer gruplar ise %16,4 Hispanik-Latin Amerikalı, %12,2 Siyahi Afrikalı, %4,7 Asyalı, %0,7 Amerikan yerlisi, %0,2 Pasifik Adaları yerlisi, %1,9 melez ve %0,2 diğer etnik gruplardan oluşmaktadır. Zorunlu Göçler. 1864 yılında Amerika Birleşik Devletleri Hükûmeti Navahoları zorla göç (tehcir) ettirmiş ve onlara etnik temizlik uygulamıştır. Şimdiki Arizona'dan (O zamanki New Mexico Topraklarından) New Mexico'nun doğusuna geleneksel Navaho yurtluğu olan Dinétah'tan oldukça uzağa asker gözetiminde silah zoruyla göç ettirilmişlerdir. 1864 baharında erkek, kadın ve çocuklardan oluşan 9.000 kadar Navaholanın silah zoruyla başlayan 480 km'lik yürüyüşü Fort Sumner, New Mexico'ya kadar sürmüş ve Bosque Redondo'da gözaltına alınmalarıyla bitmiştir. Diller. Kuruluşundan 2 Mart 2025 tarihine kadar federal düzeyde resmi dili olmayan Amerika Birleşik Devletleri, bu tarihten itibaren resmi dilini İngilizce olarak belirlemiştir. (Amerikan İngilizcesi). 2010 yılında 5 yaşın üzerindeki yaklaşık 230 milyon kişi diğer bir deyişle nüfusun %80'i evlerinde sadece İngilizce konuşmaktadır. Ülkede en yaygın olarak konuşulan ikinci dil %12 ile İspanyolca'dır. Hawaii'de eyalet anayasasına göre Hawaii dili ve İngilizce ortak resmi dillerdir. İspanyolca'nın kullanımı ise Meksika ve Küba'dan gelen göçmenler nedeniyle son yıllarda belli kollarda arttı. Louisiana eyaletinde ise Fransızca yaygındır; çünkü Fransız sömürgeleri burada kurulmuştur. Din. Amerika Birleşik Devletleri'nin laikliği orijinal bir devlet ve din ayrılığı ortaya çıkarmıştır. İkisi de bağımsızdır. Başkan ve Kongre üyeleri göreve başlarken dinî yemin ederler ve anayasada "Kongre üyeleri hiçbir dinî kurum lehine kanun yapamazlar" hükmü bulunur. Amerika Birleşik Devletleri laik bir ülkedir ancak Fransız laikliğinden farklı bir dini yapısı vardır. Din ve devlet iki ayrı saygın yapıdır. Resmî işlerde İncil üzerine yemin etmek, "Tanrı Amerika'yı korusun" duası Amerika Birleşik Devletleri'nde dine veya devlete ilişkin bir zaaf oluşturmaz, iki alan birbirine müdahale etmez. John Kennedy 1960'ta başkan adayıyken Houston, Teksas'ta yaptığı bir konuşmada "Ben Katolik bir başkan adayı değilim. Kamu işlerinde kilisem adına konuşmam, kilise de benim adıma konuşmaz." demiştir. Amerika Birleşik Devletleri'nde, %65 Hristiyan (%40 Protestan, %20 Katolik, %5 Diğer), %30 Dinsiz, %2 Yahudi, %1 Müslüman, %1 Budist ve %1 diğer din mensupları yaşamaktadır. Büyüklük olarak Katolikler, Baptistler, Bağımsız Protestanlar, Metodistler (Wesleyanlar), Pentikostallar, Lutheryanlar, Presbiteryenler/Kalvinistler (Reformistler), Mormonlar, Stone-Champell restorasyoncuları, Episkopallar/Anglikanlar, Kongregasyoncular/Kalvinistler (Reformistler), Hem evanjelik hem Metodistler, Adventistler, Quakerler, Anabaptistler, Yehova'nın Şahitleri ve Ortodokslar şeklindedir. Şehirleşme. Amerikalıların yaklaşık %82'si, banliyöler dahil, şehirleşmiş bölgelerde yaşar. Bu kişilerin de yaklaşık yarısı, nüfusu 50.000'in üzerinde olan şehirlerde yaşar. 2008 yılında; 273 ABD şehrinin nüfusu, 100.000'in üzerindeydi. Dokuz şehrin nüfusu bir milyonu ve dört şehrin (New York, Los Angeles, Chicago ve Houston) nüfusu da iki milyonu geçiyordu. Özellikle ABD'nin güneyi ve batısındaki pek çok büyük şehrin nüfusu hızla artmaktadır. Kolej ve üniversiteler. Amerika Birleşik Devletleri'nde yükseköğretim 18 yaşında başlar. Ancak yükseköğretimin oraya özgü bir özelliği vardır ki, Avrupa'da rastlanmaz: Üniversitede belli bir alanda uzmanlık öğrenimine başlamadan önce bir "kolej" aşamasına geçilir. Koleji bitirenlere graduates yani diplomalı olarak bakılır ve -graduate school- da çalışmalarını sürdürürler. Bir Amerikan üniversitesi, genel olarak, bir kolej ile birlikte graduate school'dan oluşur. Kolej ve üniversitelerin çoğu özeldir ve çeşitli kaynaklardan gelen malî kaynaklarla yaşarlar. Eski öğrencilerin bağışları, sanayi ve ticarette ün yapmış (Ford, Rockefeller, Carnegie vb.) büyük sermaye sahiplerinin kurduğu fonlarla, asıl okuyacak öğrencilerin ödedikleri paralar, bu kaynakların başında gelir. Aslında belli bir refah düzeyine gelmiş ailelerin çocuklarını ayrıcalıklı duruma getiren bu sistemin zararları, devlet üniversiteleri yoluyla giderilmek istenir. Kültür ve toplum. Amerika Birleşik Devletleri, birçok farklı kültüre, çeşitli etnik gruplara, geleneklere ve değerlere ev sahipliği yapmaktadır. Amerikan Yerlileri, Hawaii Yerlileri ve Alaska Yerlileri dışında neredeyse bütün Amerikan vatandaşlarının kendileri ya da ataları, son beş yüz yıl içinde Amerika’ya göç etmiş veya köle olarak getirilmiştir. Amerikan Kültürü, esasen Avrupa’dan gelen göçmenlerin ve Afrika’dan köle olarak getirilen insanların kültürlerinin birleşimiyle oluşmuş bir Batı Dünyası kültürüdür. Asya'dan ve özellikle Latin Amerika'dan daha yakın zamanda yapılan göçler, hem homojenleştirici bir eritme kazanı hem de göçmenlerin ve onların soyundan gelenlerin kültürel kimliklerini koruduğu, 'salata kasesi' olarak da tanımlanan kültürel mozaiğe katkı sağladı. Amerikalılar, geleneksel olarak sıkı çalışma etiği, rekabetçilik, bireycilik gibi değerlere ve aynı zamanda özgürlük, eşitlik, özel mülkiyet, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve sınırlı hükümet anlayışına dayanan bir "Amerikan ideali"ne olan ortak inançla tanımlanırlar. Amerikalılar küresel standartlara göre son derece hayırseverdir: 2006'da yapılan bir İngiliz araştırmasına göre, Amerikalılar GSYİH'nın %1,67'sini hayır kurumlarına, incelenen diğer tüm uluslardan daha fazla verdi. Amerikan Rüyası veya Amerikalıların yüksek yaşam standartlarına sahip olduğu inancı göçmenlerin ülkeye olan ilgisini cezbetmekte kilit rol oynamaktadır. Bu algının doğruluğu günümüzde de tartışma konusu olmaya devam ediyor. Ana akım kültür, Amerika Birleşik Devletleri'nin bir sınıfsız toplum olduğunu savunurken, akademisyenler ülkenin sosyal sınıfları arasında toplumsallaşmayı, dili ve değerleri etkileyen önemli farklılıklar tespit ediyor. Amerikalılar sosyoekonomik başarıya büyük değer verme eğilimindedir ancak mütevazı ya da ortalama bir yaşam sürmek de genellikle olumlu bir özellik olarak değerlendirilir. Edebiyat ve görsel sanatlar. 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın başlarında Amerikan sanatı ve edebiyatı, Batı kültürüne katkıda bulunmuş ama en çok Avrupa'dan ilham almıştır. Washington Irving, Nathaniel Hawthorne, Edgar Allan Poe ve Henry David Thoreau gibi yazarlar, 19. yüzyılın ortalarında kendine özgü bir Amerikan edebi sesi oluşturmuştur. Mark Twain ve şair Walt Whitman yüzyılın ikinci yarısında önemli figürlerdi. Emily Dickinson ise yaşadığı dönemde neredeyse hiç tanınmamış olmasına rağmen günümüzde önemli bir Amerikan şairi olarak kabul edilmektedir. Herman Melville's Moby-Dick (1851), Twain's The Adventures of Huckleberry Finn (1885), F. Scott Fitzgerald's The Great Gatsby (1925) ve Harper Lee's To Kill a Mockingbird (1960 gibi eserler, ulusal deneyimi ve karakteri yansıttıkları için 'Büyük Amerikan Romanı' olarak adlandırılmıştır. On üç ABD vatandaşı Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır. William Faulkner, Ernest Hemingway ve John Steinbeck genellikle 20. yüzyılın en etkili yazarları arasında gösterilmektedir. Beat Kuşağı yazarları, John Barth, Thomas Pynchon ve Don DeLillo gibi postmodernist yazarlar gibi yeni edebi yaklaşımların önünü açmıştır. Görsel sanatlarda Hudson Nehri Okulu, 19. yüzyılın ortalarında, Avrupa natüralizm geleneğinden etkilenerek ortaya çıkmıştır. Avrupa modernist sanatının bir sergisi olan New York'taki 1913 Armory Show, halkı şok etti ve ABD sanat sahnesini dönüştürdü. Georgia O'Keeffe, Marsden Hartley ve diğerleri yeni, bireysel tarzlar denediler. Jackson Pollock ve Willem de Kooning'in soyut dışavurumculuğu ile Andy Warhol ve Roy Lichtenstein'nın pop sanatı gibi önemli sanatsal akımlar büyük ölçüde Amerika Birleşik Devletleri'nde gelişmiştir. Modernizm ve ardından postmodernizm dalgası Frank Lloyd Wright, Philip Johnson ve Frank Gehry gibi Amerikalı mimarlara ün kazandırmıştır. Amerikalılar, Alfred Stieglitz, Edward Steichen, Edward Weston ve Ansel Adams gibi önemli fotoğrafçılarla modern sanatsal fotoğrafçılık alanında uzun zamandır önemli bir yere sahiptir. Görsel sanatların başında mimarlık gelir. Amerika'nın mimarlığı işlevseldir. Ev kullanışlı ve konforlu olmalıdır. İş yaşamı, büyük gökdelenlerde geçer. Bu gökdelenler içinde estetik açıdan öne çıkan örnekler de mevcuttur. Anıtlar, fazla özgünlüğü olmayan ve genellikle Greko-Romen stilde yapılır. Amerikan resminde, Avrupa etkisinden kurtulmak çabalarına karşın bu etki hâlen egemendir. Bu durum heykel de aynı şekilde geçerlidir. Avrupa sanatının resim ve heykelde ortaya koyduğu başeserlerin önde gelen alıcısı da yine Birleşik Amerika olmaktadır. Bu da zincirleme bir etki yaratarak Birleşik Devletler'de müzeciliğin de gelişmesini sağlamıştır. Sinema ve tiyatro. Los Angeles, Kaliforniya'da bulunan Hollywood, sinema filmi üretiminde liderlerden biridir. Dünyanın ilk ticari sinema filmi sergisi 1894 yılında New York'ta Kinetoskop kullanılarak gerçekleştirildi. 20. yüzyılın başlarından bu yana ABD film endüstrisi büyük ölçüde Hollywood ve çevresinde kurulmuştur, ancak 21. yüzyılda, giderek artan sayıda film burada yapılmamaktadır ve film şirketleri küreselleşme güçlerine maruz kalmaktadır. Halk arasında Oscar olarak bilinen Akademi Ödülleri, Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi tarafından 1929 yılından bu yana her yıl, Altın Küre Ödülleri ise Ocak 1944'ten bu yana her yıl düzenlenmektedir. Sessiz film döneminde Amerikalı film yapımcısı ve yönetmeni D. W. Griffith, film gramerinin geliştirilmesinde merkezi bir rol oynarken, yapımcı/girişimci Walt Disney de hem animasyon film hem de film ticaretinde bir liderdi. John Ford gibi yönetmenler Amerikan Eski Batı imajını yeniden tanımlamış ve John Huston ise mekan çekimleriyle sinemanın olanaklarını genişletmiştir. Sektör, John Wayne ve Marilyn Monroe gibi oyuncuların ikonik figürler haline gelmesiyle, erken ses döneminden 1960'ların başına kadar yaygın olarak "Hollywood'un Altın Çağı" olarak adlandırılan altın yıllarını yaşadı. 1970'lerde "Yeni Hollywood" ya da "Hollywood Rönesansı", savaş sonrası dönemin Fransız ve İtalyan gerçekçi filmlerinden etkilenen daha cesur filmlerle tanımlandı. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki tiyatro, klasik Avrupa tiyatro geleneğinden türemiş ve İngiliz tiyatrosundan büyük ölçüde etkilenmiştir. Amerikan tiyatro sahnesinin merkezi, Broadway, Off-Broadway ve Off-Off-Broadway bölümleriyle Manhattan olmuştur. Birçok film ve televizyon yıldızı, New York yapımlarında çalışarak büyük çıkış yakalamıştır. New York dışında, birçok şehirde kendi sezonlarını üreten profesyonel bölgesel veya yerleşik tiyatro şirketleri vardır ve bazı eserler sonunda New York'a taşınma umuduyla bölgesel olarak üretilir. En büyük bütçeli tiyatro prodüksiyonları müzikallerdir. ABD tiyatrosunda ayrıca, aktif olarak tiyatro kariyeri peşinde koşmayan yerel gönüllülere dayanan aktif bir topluluk tiyatrosu kültürü de vardır. Video oyunları. Amerikan video oyun endüstrisi, gelir açısından dünyanın en büyük ikinci video oyun endüstrisidir. ABD video oyunu endüstrisi, 2020'de yıllık $90 milyar ekonomik çıktı elde etti. Ayrıca, video oyunu endüstrisi, federal, eyalet ve belediye vergilerine yılda 12,6 milyar dolar katkıda bulundu. Activision Blizzard, Sony Interactive Entertainment, Rockstar Games ve Electronic Arts gibi en büyük video oyun şirketlerinden bazıları Amerika Birleşik Devletleri'nde yerleşiktir. , ve Diablo III gibi en popüler ve en çok satan video oyunlarından bazıları Amerikalı geliştiriciler tarafından yapılmıştır. Amerikan video oyun sektörü hala önemli bir işveren. 50 eyalette 143.000'den fazla kişi doğrudan ve dolaylı olarak video oyun şirketleri tarafından istihdam edilmektedir. Doğrudan çalışanlar için ulusal tazminat 2,9 milyar ABD dolarıdır veya ortalama ücret 121.000 ABD dolarıdır. 1940'larda Amerikalı bir nükleer fizikçi olan Edward Condon, klasik Nim oyununu oynayabilen bir bilgisayar yarattı. Bilgisayar zamanın %90'ında oyunu kazanmış olsa da, binlerce insan yine de bu oyunla ilgilenmişti. Yedi yıl sonra, Amerikalı bir televizyon öncüsü olan Thomas T. Goldsmith, Jr., oyuncuların bir hedefe tüfekle ateş etmesini gerektiren osiloskopla görüntülenen bir alet için patent başvurusunda bulundu. Amerikalı Bilim Adamı William Higinbotham, Ekim 1958'de ilk video oyununu geliştirmekle tanınır. Bu, 1970'lerin ikonik video oyunu Pong'u anımsatan oldukça basit bir tenis oyunuydu ve Brookhaven Ulusal Laboratuvarı'nın tanıtım gününde oldukça popülerdi. Piyasaya sürülen ilk Video oyun konsolunun adı Magnavox Odyssey idi ve Amerikan video oyun şirketi Magnavox tarafından üretildi. Activision 1970'lerde kuruldu ve dünyanın ilk bağımsız video oyunu yayıncısı oldu. 2010'ların ortalarında Amerikan video oyunu dijital dağıtım hizmeti Steam'in yükselişi ve çoğunlukla Unreal Engine ve Unity gibi Amerikan şirketleri tarafından geliştirilen popüler video oyunu yapma araçlarına ve motorlarına kolay erişim, dünya çapında bağımsız oyunların yükselişini hızlandırdı. Müzik. Amerikan halk müziği; geleneksel halk müziği, çağdaş halk müziği ve kök müzik gibi çeşitli türleri kapsar. Birçok geleneksel şarkı, nesiller boyunca aynı aile ya da topluluklar içinde söylenmiş ve kökenleri Britanya Adaları, Anakara Avrupa ya da Afrika'ya kadar uzanmıştır. Amerika’nın ilk bestecileri arasında, Boston’da doğan ve 1770’lerde vatansever ilahiler besteleyen William Billings yer almaktadır. Billings, ilk dönemlerinde Amerikan müziğine hakim olan Birinci New England Okulu'nun bir parçasıydı. Anthony Heinrich, İç Savaş'tan önce en önde gelen besteciydi. Geç Romantik dönem bestecilerinden John Philip Sousa, özellikle marş türünde yaptığı eserlerle tanınmış ve Amerika’nın en büyük bestecilerinden biri kabul edilmiştir.Afro-Amerikan müziğinin ritmik ve lirik tarzları, Amerikan müziğini Avrupa ve Afrika geleneklerinden ayırarak önemli ölçüde etkilemiştir. Blues ve "old-time music" olarak bilinen halk müziği öğeleri, zamanla benimsenmiş ve dünya çapında dinleyici kitlesine sahip popüler türlere dönüşmüştür. Caz, 20. yüzyılın başlarında Louis Armstrong ve Duke Ellington gibi yenilikçiler tarafından geliştirilmiştir. Country müzik 1920'lerde, ritim ve blues ise 1940'larda gelişmiştir. 1990’larda Tupac Shakur, Nas ve Eminem gibi sanatçılarla öne çıkan hip hop türü, 2010’lar ve 2020’lerde Kanye West, Kendrick Lamar, Lil Wayne ve Nicki Minaj gibi isimlerle popülerliğini sürdürmüştür. Elvis Presley ve Chuck Berry 1950'lerin ortalarında rock and roll'un öncüleri arasında yer almıştır. Metallica, The Eagles ve Aerosmith gibi rock grupları dünya çapında en çok satış yapan gruplar arasında yer almaktadır. 1960'larda Bob Dylan, folk uyanışının içinden çıkarak Amerika'nın en ünlü şarkı yazarlarından biri haline geldi. Bing Crosby, Frank Sinatra ve Elvis Presley gibi 20. yüzyıl ortası Amerikan pop yıldızları, Michael Jackson, Madonna, Barbra Streisand, Whitney Houston, Mariah Carey, Bruce Springsteen ve Prince gibi 20. yüzyıl sonu sanatçıları gibi küresel ünlüler haline gelmiştir. Medya. ABD'deki dört büyük yayıncı kuruluş National Broadcasting Company (NBC), Columbia Broadcasting System (CBS), American Broadcasting Company (ABC) ve Fox Broadcasting Company'dir (FOX). Yayın yapan dört büyük televizyon ağının hepsi ticari kuruluştur. Kablolu televizyon, çeşitli özel ilgi alanlarına hitap eden yüzlerce kanal sunmaktadır. 2021 itibarıyla, 12 yaş üstü Amerikalıların yaklaşık %83'ü radyo yayını dinlerken, yaklaşık %41'i podcast dinlemektedir. Federal Communications Commission (FCC)'ye göre 30 Eylül 2014 itibarıyla ABD'de 15.433 lisanslı tam güç radyo istasyonu bulunmaktadır. Kamu radyo yayıncılığının büyük bir kısmı, 1967 tarihli Kamu Yayıncılığı Yasası kapsamında Şubat 1970'te kurulan NPR tarafından sağlanmaktadır. ABD'nin tanınmış gazeteleri arasında The Wall Street Journal, The New York Times ve USA Today yer almaktadır. Amerika Birleşik Devletleri'nde İngilizceden sonra en yaygın kullanılan ikinci dil olan İspanyolcada 800'den fazla yayın üretilmektedir. Az sayıdaki istisna dışında, ABD'deki tüm gazeteler ya düzinelerce hatta yüzlerce gazeteye sahip Gannett veya McClatchy gibi büyük zincirlere; ya bir avuç gazeteye sahip küçük zincirlere; ya da giderek daha nadir görülen bir durumda, bireylere veya ailelere aittir. Büyük şehirlerde genellikle ana akım günlük gazeteleri tamamlayan New York City'nin The Village Voice veya Los Angeles'ın LA Weekly gibi alternatif gazeteleri bulunmaktadır. ABD'de kullanılan en popüler beş web sitesi Google, YouTube, Amazon, Yahoo ve Facebook'tur. Mutfak. İlk yerleşimciler, Amerikan yerlileri tarafından hindi, tatlı patates, mısır, kabak ve akçaağaç şurubu gibi yerli yiyeceklerle tanıştırıldı. İlk yerleşimciler ve daha sonra gelen göçmenler bunları buğday unu, sığır eti ve süt gibi kendi mutfaklarına özgü gıdalarla birleştirerek Amerikan mutfağını yarattılar. Amerika'nın en popüler bayramlarından biri olan Şükran Günü'nde birçok Amerikalı, kutlamalar için geleneksel yemekler hazırlar veya satın alır; bu da ülke genelinde ortak bir ulusal menünün oluşmasına katkı sağlar. Dünyanın en büyük fast food endüstrisi, 1940'larda 'arabaya servis' konseptine öncülük etmiştir. Elmalı turta, kızarmış tavuk, çörek, patates kızartması, peynir soslu makarna, dondurma, pizza, hamburger ve sosisli sandviç gibi Amerikan mutfağının öne çıkan yemekleri, farklı göçmen topluluklarının tariflerinden türemiştir. Burrito ve taco gibi Meksika yemekleri ve İtalyan mutfağından uyarlanan makarna çeşitleri de Amerikan sofralarında yaygın olarak yer almaktadır. Amerikalılar, çaya kıyasla yaklaşık üç kat daha fazla kahve tüketmektedir. Portakal suyu ve sütün kahvaltıların vazgeçilmez içecekleri haline gelmesinde ise, bu ürünlerin pazarlanmasında etkili olan Amerikan endüstrileri önemli rol oynamıştır. Sporlar. ABD'de en popüler sporlar Amerikan futbolu, basketbol, beyzbol ve buz hokeyidir. Beyzbol ve Amerikan futbolu gibi başlıca ABD sporları Avrupa’daki oyunlardan türetilerek gelişmişken; basketbol, voleybol, kaykay ve snowboard tamamen Amerika Birleşik Devletleri'nde ortaya çıkmıştır. Bu sporlardan bazıları zamanla dünya genelinde de büyük popülerlik kazanmıştır. Lakros ve sörf, Batı ile temas öncesi dönemde Amerikan yerli halkları ve Hawaii yerlileri tarafından icra edilen geleneksel faaliyetlerden doğmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki profesyonel spor pazarı yaklaşık 69 milyar dolar büyüklüğündedir ve bu rakam, Avrupa, Orta Doğu ve Afrika bölgelerinin toplam pazarından yaklaşık %50 daha fazladır. Amerikan futbolu Amerika Birleşik Devletleri'ndeki en popüler seyirci sporudur. National Football League (NFL) dünyadaki tüm spor ligleri arasında en yüksek seyirci ortalamasına sahiptir. NFL sezonunun finali olan Super Bowl, dünya çapında on milyonlarca kişi tarafından izlenmektedir. Beyzbol, 19. yüzyılın sonlarından bu yana ABD'nin ulusal sporu olarak kabul edilmektedir ve Major League Baseball en üst ligdir. Basketbol ve buz hokeyi ülkenin sonraki en popüler iki profesyonel takım sporudur ve en üst ligler Ulusal Basketbol Birliği ve Ulusal Hokey Ligi'dir. ABD'de en çok izlenen bireysel sporlar golf ve otomobil yarışları, özellikle de NASCAR ve IndyCar'dır. Amerika Birleşik Devletleri'nde sekiz Olimpiyat Oyunu düzenlenmiştir. St.Louis, Missouri'de düzenlenen 1904 Yaz Olimpiyatları, Avrupa dışında düzenlenen ilk Olimpiyat Oyunları olmuştur. Los Angeles 2028 Yaz Olimpiyatlarına ev sahipliği yaptığında Olimpiyat Oyunları dokuzuncu kez ABD'de düzenlenmiş olacak. 2021 yılı itibarıyla, ABD, Yaz Olimpiyatları’nda toplam 2.629 madalya ile tüm ülkeler arasında zirvede yer alırken, Kış Olimpiyatları’nda ise 330 madalya ile Norveç’in ardından ikinci sıradadır. Futbolda, erkek millî futbol takımı on bir Dünya Kupası'na katılmaya hak kazanmış ve kadın takımı dört kez FIFA Kadınlar Dünya Kupası'nı kazanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri 1994 FIFA Dünya Kupasına ev sahipliği yapmıştır ve 2026 FIFA Dünya Kupasına Kanada ve Meksika ile birlikte ev sahipliği yapacaktır. Üniversite düzeyindeki spor etkinlikleri de ABD'de büyük ilgi görmektedir. Kolej futbolu ve basketbolu, özellikle NCAA Final Four gibi etkinliklerle büyük izleyici kitlelerine ulaşmakta; üniversitelerin kolej sporları alanındaki yıllık toplam geliri 1 milyar doları aşmaktadır. Basın. Basın, Amerika Birleşik Devletleri'nde, Avrupa'da olduğundan daha kritik bir rol oynar, buna en iyi örnek Watergate skandalıdır. Yüksek düzeyde birkaç gazetenin dışında kalanlar, daha çok yerel, spor ve sansasyonel haberlere odaklanır. Gazetelerin çoğu büyük iktisadi kuruluşlarındır ve bundan ötürü ister istemez sermaye çıkarlarını savunurlar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1958", "len_data": 86334, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.6 }
The Star-Spangled Banner (Türkçe: "Yıldız Bezeli Sancak"), Amerika Birleşik Devletleri'nin ulusal marşıdır. Sözleri 13 Eylül 1814 tarihinde Fort McHenry'nin İngiliz ordusuna karşı savunulması sırasında, 35 yaşındaki şair ve avukat Francis Scott Key tarafından yazıldı ve sonra To Anacreon in Heaven adlı bir İngiliz meyhane şarkısının bestesine uyacak şekilde söylenmeye başladı. 1931 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongresi çıkardığı bir kanun ile, şarkıyı Amerika Birleşik Devletleri ulusal marşı ilan etti.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1963", "len_data": 514, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.52 }
Portakal ("Citrus sinensis"), "Citrus" cinsi bir ağaç olan "Citrus sinensis"i ve onun meyvesini tanımlar. Portakal, pomelo ("Citrus maxima") ve mandalina ("Citrus reticulata") arasında bir melezdir. Tarihçe. İpek yolunun Anadolu'dan geçtiği dönemlerde narenciye Hindistan civarından gelen ticari bir üründü. Ümit Burnu'nun keşfedilmesiyle ticaret yolları değişmiş, Asya kıtasının Avrupalı devletler tarafından sömürgeleştirilmesiyle portakal üretiminin tamamı Portekiz civarına yayılmıştır. Türk topraklarına ilk kez Portekiz'den geldiği için Portekiz meyvesi anlamında Portakal (Portugal) meyvesi denmiş, zaman içinde de sadeleşerek portakala dönüşmüştür. "Citrus sinensis"'in meyvesine, "acı/ekşi portakal" olarak da anılan "Citrus aurantium"'un meyvesinden ayırabilmek için, "tatlı portakal" da denir. Yetiştirildiği yerler. Türkiye'de Akdeniz ve Doğu Karadeniz (Rize ve Artvin çevresi) ayrıca Kıyı Ege'nin güneyi, Akdeniz çevresinde ve sıcaklık ortalaması 23 ila -3 °C arasında olan yerlerde yetişen ağaçlardır. Ekolojik özellikleri. Ο °C'ye kadar soğuğa dayanabilir. İyi drenajlı ve pH değeri 4,5-8 olan toprakları sever. Kullanıldığı yerler. Kabuklarından portakal esansı, bu esanstan ise parfüm elde edilir. Gıda sanayisinde de bolca kullanır. Ayrıca ilaç sanayisinde de kullanılmaktadır. Besin değerleri. Portakalın içerisinde B ve C vitaminleri bulunmaktadır. %: Günlük önerilen miktar
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1964", "len_data": 1395, "topic": "FOOD_GASTRONOMY", "quality_score": 3.55 }
Mantar (, tekil hâli: fungus), çok sayıda çok hücreli ve tek hücreli ökaryotik canlıyı kapsayan bir biyolojik âlemin adıdır. Maya gibi mikroorganizmalardan, küf ve şapkalı mantarlara kadar pek çok üyesi olan bu canlılar grubu, halk arasında genellikle sadece şapkalı mantarları tanımlamak için kullanılır. Biyoloji alanında mantarları inceleyen bilim dalına mikoloji denir. Mantarlar âlemine giren tüm canlılar belirli ortak özellikler gösterirler ve bu özelliklerinden ötürü ne hayvanlar ne de bitkiler âlemi içerisinde sınıflandırılabilirler. Mantarlar grubuna giren tüm canlılar hayvanlar gibi heterotrofturlar, yani besinlerini dışarıdan almak zorundadırlar. Bu yönleriyle fotosentez yaparak kendi besinlerini üreten bitkilerden ayrılırlar. Fakat tıpkı bitki hücrelerinde olduğu gibi mantar hücrelerinde de hücre zarına ek olarak bir de hücre duvarı bulunur. Hücre duvarlarında bitkilerdeki hücre duvarı yapı maddesi olan selüloz yerine, kitin maddesi bulunur. Kitin hayvanlara özgü bir karbonhidrat olup böceklerin ve kabukluların dış iskeletlerinde yapı maddesi olarak kullanılır. Mantarlar dünyanın hemen her yerinde bulunurlar. Nemli yerlerde daha çokturlar. Yeryüzünde 1,5 milyon kadar mantar türü olduğu düşünülmekte ise de günümüzde sadece 69.000 kadar türü tanımlanmıştır. Mantarlar, doğada besin döngüsünü sağlayan önemli ayrıştırıcılar oldukları için ekolojik olarak önemli canlılardır. Ayrıca mayaların ekmek, bira ve şarap gibi ürünlerin fermentasyonundaki rolleri ve şapkalı mantarların besin maddesi olarak tüketilmesi bu canlıları ekonomik olarak da önemli bir yere koyar. Tarihçe. Mantarlarla ilgili sistematik çalışmalar 250 yıllık bir geçmişe dayansa da bazılarının özellikleri yüzyıllardır bilinmektedir. Bira üretiminde, ekmek hamurunun kabartılmasında, şarap yapımında insanlık tarihinde hep kullanılmışlardır. Meksika ve Guatemala halkları bazı halüsinojenik mantarları dinî ve mitolojik törenlerde kullanmışlardır. Yine bazı mantarlar Kuzey Amerika yerlileri ve Çinliler tarafından tıbbî amaçla kullanılmışlardır. Şapkalı mantarların ilk olarak Proterozoik Devir’de (4 milyar – 570 milyon yıl önce) ortaya çıktıkları düşünülüyor. İnsanların şapkalı mantarları kullanımıysa Paleolitik Devir'e (yontma taş devrine) kadar uzanır. Tarihsel kayıtlar, şapkalı mantarların pek de iyi niyetli olmayan amaçlar için kullanıldıklarını ortaya koymaktadır. II. Claudius ve Papa VII. Clement’in düşmanları tarafından zehirli bir mantar türü olan Amanita’yla zehirlendiği yazılmıştır. Bir efsaneye göre de Buddha, bir köylünün ona sunduğu toprak altında yetişen bir mantarı yediği için ölmüştür. Üremeleri. Mantarlar eşeyli üreme ve eşeysiz üremeyle çoğalırlar. Her iki durumda da spor oluştururlar. Sporlar "humenium" adı verilen yapılarda meydana gelir. Eşeyli üremeleri iki haploid hücrenin birleşmesini içerir. Toprağa dökülen sporlar rüzgarla ya da böceklerle çevreye dağılır ve toprakta yıllarca yaşayabilir. Mantarlar nemli ortamlarda gelişirler, bu nedenle yağmurlardan sonra topraktaki sporlar çimlenerek mantarları oluştururlar. Tek hücreli mantarlar ise tomurcuklanarak çoğalabilirler. Suda yaşayanlarda eşeysiz üreme daha çok hareket organeli (yani "flagellum") bulunan zoosporlar ile olur. Yaşam döngülerinde iki safha bulunmaktadır. Bunlar; Üç değişik somatik yapı görülebilir. Bunlar; Mantarların yaşam döngüsü her şekilde spor oluşumuyla sonuçlanan eşeyli ve eşeysiz üremeyi kapsamaktadır. Hem eşeyli hem eşeysiz üreme safhalarını içeren tüm yaşam döngüsü "holomorf" diye bilinir. Eşeysiz üreme sporları ve ilgili üreme yapılarının gözlendiği evre "anamorf" ("imperfect") evredir. Eşeyli üreme yapılarının gözlendiği evre ise "telemorf" ("perfect") evre adını alır. Önemleri. Mantarlar insanlık tarihi açısından büyük öneme sahiptirler. Ekosistemin önemli parçalarıdır. Son iki milyar yıldır bitki ve hayvansal yapıları çürüttükleri bilinmektedir. Bu yapılardaki elementlerin serbest bırakılmaları mantarlar tarafından sağlanır. Orman ekosistemlerinde karbondioksit salınımı gerçekleştirmektedirler. Ayrıca toprağın yapısını bitki gelişimi için uygun hâle getirirler. "Mikoriza" denilen ortaklıklar oluşturarak bitkilerin köklerine tutunurlar ve bitki köklerinden karbonhidrat alırlar, bu sırada bitki de mantarın hifleri yardımı ile topraktan su ve suda çözünen tuzları emer. Bazı eklembacaklı türlerinde "mycangium" denen yapılar olarak bulunurlar ve selüloz sindirimine yardımcı olurlar. "Alg"lerle birleşerek ekosistem için çok önemli olan "likenleri" oluştururlar. Bazı parazitik mantarlardan tarım zararlıları ve hastalıklarıyla biyolojik mücadelede yararlanılmaktadır. Bazı marketlerde "Collego" adıyla satılan ürün, yabancı otlarla mücadelede kullanılan "Colletotrichum gloeosporoides" türünden elde edilen bir "mikoherbisit"dir. Gerçek mantarlardan olan mayalar, fırıncılık ve fermantasyon endüstrisinin temelini oluştururlar. Alkollü içki endüstrisinin temelini de mantarlar oluşturmaktadır. Bununla beraber, sitrik asidin endüstriyel olarak üretilmesinde ve bazı peynir tiplerinin hazırlanmasında da (rokfor, gorgonzola, kamembert gibi) kullanılırlar. Penisilin gibi birçok yararlı antibiyotiğin, thiamin, biyotin, riboflavin gibi bazı vitaminlerin; ergotamin, kortizon gibi önemli ilaçların kullanılmasında yine mantarlardan yararlanılmaktadır. Amilaz, pektolaz gibi enzimler; gibberellin gibi bazı hormonlar da mantarlardan yararlanılarak üretilmektedir. Ayrıca genetik çalışmalarda kullanılan "Neurospora" cinsi yine bir mantardır. Mantarlardan insanların çeşitli amaçlarla yararlandıkları cinslerden bazıları; fermantasyon yaparak alkollü içkilerin hazırlanmasında ve ekmek yapımında kullanılan "Saccharomyces" türleri, antibiyotik eldesinde kullanılan "Penicillium" türleri ve ergot alkaloidlerinin elde edildiği "Claviceps purpurea"dır. Yetiştiriciliği. Avrupa, Amerika, Çin ve Japonya'da gıda olarak mantar yetiştirme bir endüstri hâlini almıştır. Çin'de mantar yetiştiriciliği 600 yıl öncesine kadar dayanır. Avrupa'da ise 1650'li yıllarda Fransa'da kültür mantarı yetiştiriciliği başlamıştır. Şili gibi bazı Güney Amerika ülkelerinde Aztekler zamanından beri bilinen mısır rastığı ("Ustilago maydis"), bazı mısır tarlaları özellikle bu mantar ile enfekte edilerek üretimi yapılmakta ve yenilmektedir. Mantarlar gelişmek için; nem, sıcaklık, 4-7 arası pH, oksijen, az miktarda ışığa ihtiyaç duyarlar. Zararları ve zehirlenme. Birçok yabani mantar doğadan toplanıp yenebilir ve çoğunun kültür türlerinden daha lezzetli olduğu söylenir. Fakat doğal yetişmiş mantarları toplayan kişi bu konuda uzman olmadığı takdirde zehirlenme ve ölümlerle karşılaşılabilir. Çünkü bazı mantarların çok küçük bir miktarı bile insanı öldürecek kadar zehirlidir. Zehirli mantarları zehirsizlerden ayırmak için genel bir kural yoktur. Yenebilen ve zehirli mantarlar yan yana yetişebilirler. Bazı yenebilen ve zehirli türler birbirine o kadar benzer ki bunu ancak bir mantarbilimci ayırt edebilir. Zehirli mantarların tadı yenebilen mantarlarınkinden farklı değildir. Rengi, kokusu ve tadı ile bir mantarın zehirli olup olmadığı anlaşılamaz. Mantarların insan ve hayvanlarda oluşturduğu hastalıklara genel anlamıyla "mikoz" denir. Tropikal ülkelerde mikozlar yaygındır. AIDS, kanser, şeker hastalıkları, organ nakli gibi durumlarda doğal veya yapay olarak bağışıklık sistemi baskılandığı için mantar enfeksiyonları ortaya çıkabilir. Mantar sporları havaya karışarak insanda alerji ve astıma sebep olabilirler. Bitkilerde parazitik mantarlar hastalıklara neden olurlar. Bazı mantar türleri bitkiler üstünde yaşar ve besinini bitkilerden sağlar. Bitki öldüğündeyse kendi besinini üreterek yaşamını sürdürür. Özellikle tek cins ürüne dayalı tarımda (patates, pirinç gibi) büyük kayıplara yol açabilirler. Örneğin 1840'lı yıllarda İrlanda'da baş gösteren kıtlığa patates mildiyösü ("Phytophthora infestans") neden olmuştur. Bu felâketten dolayı bir milyondan fazla insan ölmüştür. 1943'te ise Bangladeş'te "Helminthosporium oryzae" diye bilinen tür, pirinç ürününü yok ederek kıtlığa neden olmuştur. Ayrıca, mantarlar hakkındaki yanlış inançlar da zehirlenme olaylarını arttırıcı etki yapar. Zehirli mantarları salyangozların yemediği, ağaçlarda yetişen mantarların zehirsiz olduğu, mantarı yoğurtla yemenin zehirlenmeyi önlediği, zehirli mantarların iç kısmının koparılınca mavileştiği ve kurutulmuş mantarların zehirlemediği gibi bilgiler yanlıştır. Bu bilgilere güvenerek mantar yemek kesinlikle doğru değildir. Mantarlar, ılıman iklimlerde elbiselerin, kameraların, teleskopların, mikroskopların ve diğer optik malzemelerin küflenerek zarar görmesine neden olurlar. Petrol ürünleri, deri gibi organik maddeler de mantarların besin olarak kullandığı ürünlerdir. Çürükçül mantarlar aynı zamanda tomruk ve kerestelerin, ağaçtan yapılmış eşyaların çürüyerek kullanılamaz hale gelmesinden de sorumludurlar. Ayrıca evlerde, marketlerde besinleri bozarak milyarlarca dolarlık zarara neden olurlar. Gıdalarda oluşturdukları mikotoksinlerle toksik zehirlenmelere yol açabilirler. Özellikle okratoksinler ve aflatoksinler, böbreklerde ve karaciğerde hasarlara neden olurlar. "Çavdar mahmuzu" diye bilinen mantar, çavdarın ununa karışıp yenmesiyle ergotizm denilen hastalığa neden olmaktadır. Bu hastalık hayvanlarda ve insanlarda yavru düşüklüğüne neden olmakta ve ölümlerede yol açabilmektedir. Bazı mikotoksik mantarlar Vietnam ve Afganistan'da biyolojik silah olarak kullanılmıştır. Su Mantarları. Suda yaşayan mantarlar eşeysiz olarak kamçılı zoosporlarla ve eşeyli üreme izogami, aniogami, oogami, gametagogami veya soma-togami ile olur. Sümüksü Mantarlar : Algsi Mantarlar : Sınıflandırılmaları. Sınıflandırmada bitkiler âlemi içinde ele alınmaları bilim adamları arasında uzun yıllar tartışma konusu olmuştur. Her ne kadar Uluslararası Botanik Nomenklatür Kodunun kurallarına göre adlandırılıp sınıflandırılsa da, bitkilerden farklı bir âlem olarak ele alınmışlardır. İlk taksonomik gruplandırılma eşeysel sporlarına göre yapılmıştır. Günümüze kadar mantarlar, gamet, gametangia, sporokarp ve sporlarının özelliklerine, hayat döngülerindeki sitolojik ve morfolojik özelliklerine göre sınıflandırılmıştır. Mantarlara ait ilk sınıflandırma Linnaeus tarafından yapılmıştır. "Species Plantarum" adlı kitabında mantarları "Cryptogamia Fungi" sınıfında toplamıştır. İlk modern mikolog ve mikolojinin kurucusu olan Antonio Micheli, mantarları 1719'da yayımladığı "Nova Genera Plantarum" adlı eserinden toplamıştır. Carl Woese (1981), sınıflandırmasını filogenetik kurallara göre yapılmıştır. Monofiletik grup olarak düşünülmüş olan mantarlar, artık üç farklı grup olarak düşünülmektedir. Bu sınıflandırma fungi olarak bilinen organizmaların birbirleriyle sıkı bir ilişki içinde olmadıklarını kabul eder. Buna gore mantarlar; Yenilebilen mantarlar. Ölümcül seviyede zehirli olan mantar türlerinin sayısı tüm mantar türlerinin sayısına oranlandığında oldukça azdır. Diğer zehirli mantarların bir kısmı ise pişirildiklerinde bu niteliklerini kaybetmektedir. Doğadan toplanan yenilebilen mantar türlerinin sayısı ise hiç de az değildir. Bu türlere ekonomik değerleri ve lezzetleriyle köylülerin bütçelerine ciddi katkılar sağlayan Morchella (Kuzu Göbeği) Mantarları iyi bir örnek teşkil eder. Zehirli ve yenilebilen bazı mantar türlerinin ayırdedilmesindeki bazı zorluklar ve yaşanan ölüm olayları nedeniyle kültür mantarlarının yiyecek olarak tüketilmesi önerilmektedir. Mantarların yenilebilen bir türü olan parazitler bitkilerde de bulunur. Bu durumda ilişki tek yönlüdür. Bu parazit içine girdiği bitkiye anında bulaşır ve öldürür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1967", "len_data": 11545, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.94 }
FAT (File Allocation Table; "Dosya Ayırma Tablosu"), dosya sistemi'nin orijinali 1970'lerde ve 1980 yılları başında Microsoft MS-DOS işletim sistemi'nin desteklediği dosya sistemi olarak başlar. Orijinalinde 500 Kb'tan küçük diskler için uygun olarak tasarlanmış basit bir dosya sistemidir. Zaman içerisinde çok daha büyük medyaları desteklemek için sonradan geliştirilmeye devam edilmiştir. Şu an için FAT dosya sisteminin FAT12, FAT16, FAT32 olmak üzere üç tipi bulunmaktadır. Bu FAT tipleri ve isimlendirilmelerindeki farklılıkların sebebi, FAT yapısındaki mevcut girdilerin bit olarak boyutlarının farklı olmasıdır. Bir FAT12 girdisinde bit sayısı 12, FAT16 girdisinde 16, FAT32 girdisinde 32 bit'tir. Genel olarak sabit disk sektörlere bölünmüştür. Sektörler diskinizdeki en küçük fiziksel depolama ünitesidir. Bir sektörün bilgi kapasitesi 2'nin kuvvetleridir ki bu genellikle 512 bayt'tır. Dosya Ayırma Tablosu dosyalama sistemine göre, disk kümelere ("cluster") bölünür. Her küme de diskin büyüklüğüne göre belli sayıda sektörden oluşur. Maksimum 2TB'a kadar sürücüleri desteklemektedir. (Windows 2000 işletim sisteminde maksimum 32GB'dır). "FAT32" sürücülerinde kullanılan küme kapasiteleri disk sığalarına göre aşağıdaki gibidir: Disk kapasitesi Küme sığası: FAT dosya sistemi günümüzde flaş bellek ünitelerinde kullanılmaya devam etmektedir. Bilgisayarlarda kullanılan yeni işletim sistemleri, daha gelişmiş ve farklı dosya sistemleri kullanmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1971", "len_data": 1461, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.83 }
Georg Friedrich Bernhard Riemann (17 Eylül 1826 - 20 Temmuz 1866), analiz ve diferansiyel geometri dalında çok önemli katkıları olan Alman matematikçidir. Söz konusu katkılar daha sonra izafiyet teorisinin geliştirilmesinde önemli rol oynamıştır. Bu matematikçinin ismi aynı zamanda zeta fonksiyonu, Riemann hipotezi, Riemann manifoldları ve Riemann yüzeyleri ile de bağlantılıdır. Almanya'da Dannenberg yakınlarındaki Hanover Krallığının Breselenz kasabasında doğan matematikçinin babası Friedrich Bernhard Riemann idi. Bernhard Riemann altı çocuklu bir ailenin ikinci çocuğuydu. Riemann, 1840 yılında büyükannesi ile yaşamak ve Lyceum'u ziyaret etmek için Hannover'e gitti. Büyükannesinin 1842 yılındaki vefatından sonra Lüneburg'daki Johanneum'a giden Riemann, 1846'da yani 19 yaşında Göttingen Üniversitesi'nde filoloji ve teoloji çalışmaya başladı. En küçük kareler yöntemini anlatan matematikçi Gauss'un derslerine katıldı. 1847 yılında Riemann'ın babası ona teolojiyi bırakıp matematik çalışması için izin verdi. 1847 yılında Berlin'e gitti. Burada Jacobi, Dirichlet veya Steiner ders veriyordu. Berlin'de iki yıl kalan matematikçi 1849 yılında Göttingen'e döndü. Riemann ilk dersini 1854'te verdi ve bu dersle sadece Riemann geometrisinin temellerini kurmakla kalmadı aynı zamanda daha sonra Einstein'in izafiyet teorisinde kullanacağı yapıların da temellerini attı. 1857'de Götingen Üniversitesinde özel profesörlük kademesine terfi etti ve 1859'da profesör oldu. 1862 yılında Elise Koch ile evlendi. Selasca, İtalya'ya doğru gerçekleştirdiği üçüncü seyahatte öldü. Çocukluk ve Gençlik Yılları. Bernhard Riemann 17 Eylül 1826'da Hanover Krallığı'nda Dannerberg yakınlarındaki Breselenz köyünde doğdu. Napolyon Savaşları'nda savaşmış olan babası fakir bir lüterci papazdı. Annesi ise Charlotte Ebell idi. Riemann utangaç bir çocuktu ve toplum önünde konuşmaktan çekinirdi. Riemann okulda öğretmenlerini hayret içinde bırakıyordu. Öğretmenlerin bile yapamadığı karmaşık işlemleri yapabiliyordu. Eğitimi. 1840'ta Riemann anneannesiyle yaşamak ve Lycreum'u ziyaret etmek için Hanover'a gitti. 1842'de anneannesinin ölümünden sonra Johanneum Lünerburg'daki liseye gitti. Lisede yoğun olarak İncil ile ilgili çalışmalar yaptı ancak matematik Riemann'ın aklını başından alıyordu. 1846'da 19 yaşında papaz olmak ve ailesine yardım etmek için filoloji ve ilahiyat okumaya başladı. 1846 ilkbaharında babası yeterince para topladıktan sonra Riemann'ın ilahiyat okuyacağı Göttingen Üniversitesi'ne gönderdi. Ancak orada Carl Friedrich Gauss'un gözetimi altında matematik okumaya başlayacaktı. Gauss Riemann'a ilahiyat okumayı bırakıp matematiğe geçmesini önerdi. Riemann babasının rızasını alır almaz 1847'de Berlin Üniversitesi'ne transfer edildi. Berlin'de Carl Gustav Jacob Jacobi, Peter Gustav, Lejeune Dirichlet, Jakob Steiner ve Gotthold Eisenstein gibi kişiler öğretim veriyordu. Riemann Berlin'de iki yıl kaldı ve 1849'da Göttingen'e geri döndü. Akademi. Riemann, Riemann Geometrisini geliştirdiği 1846'da ilk dersini verdi. Göttingen Üniversitesi Riemann'ı özel profesörlüğe terfi etmek istedi ancak bu teşebbüsleri başarısız oldu. Profesörlük terfisi gerçekleşmemesine rağmen Riemann'a sonunda düzenli maaş verilmeye başlandı. 1859'da Dirichlet'in ölümü ile (Dirichlet eskiden Gauss'un durduğu matematik bölümünün başındaydı) Göttingen Üniversitesi Riemann'ı matematik bölümünün başına atadı. Riemann aynı zamanda fizikte üç ve dört boyuttan daha fazla boyut kullanmayı öneren ilk kişiydi. Riemann 1862'de Elise Koch ile evlendi. 22 Aralık 1862'de Ida Schilling isimli bir kız çocukları oldu. Ölümü. Riemann, Hanover ve Prusya orduları savaşa girince İtalya'ya kaçtı. Tüberkuloz sebebiyle 20 Temmuz 1866'da öldü. Riemann koyu bir Hristiyandı. Riemann, hayatını Tanrıya hizmet eden bir matematikçinin hayatı olarak görüyordu. Riemann tamamlanmamış çalışmalarını yayınlamayı reddetti ve belki de o çalışmalardaki derin düşünceler sonsuza kadar kayboldu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1975", "len_data": 3959, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.57 }
Riemann hipotezi ("Riemann zeta hipotezi" olarak da bilinmektedir), matematik alanında ilk kez 1859 yılında Bernhard Riemann tarafından ifade edilmiş ve henüz çözülmemiş bir problemdir. Bu hipotez kısaca şöyledir: Bazı pozitif tam sayılar, kendilerinden küçük ve 1'den büyük tam sayıların çarpımı (örn. 2, 3, 5, 7, ...) cinsinden yazılamazlar. Bu tür sayılara Asal sayılar denir. Asal sayılar, hem matematik hem de uygulama alanlarında çok önemli rol oynar. Asal sayıların tüm doğal sayılar içinde dağılımı bariz bir örüntüyü takip etmemektedir ancak Alman matematikçi Riemann, asal sayıların sıklığının; "s ≠ 1" olmak koşuluyla tüm "s" karmaşık sayıları için biçiminde belirtilen ve "Riemann Zeta Fonksiyonu" olarak bilinen fonksiyonun davranışına çok bağlı olduğunu gözlemledi. denkleminin tüm çözümleri karmaşık düzlemde bir doğru üzerinde yer almaktadır. Daha kesin bir söyleyişle, bu denklemin tüm karmaşık sayı çözümlerinin gerçel kısımlarının ½ olduğu tahmin edilmektedir. Bu iddia ilk 1.500.000.000 çözüm için sınanmıştır. Bu iddianın her çözüm için doğru olduğunun ispatlanabilmesi halinde asal sayıların dağılımı ile ilgili çok önemli bilgiler edinmek mümkün olacaktır. 18 Kasım 2015 tarihinde Nijeryalı Opeyemi Enoch adlı matematik profesörü, Riemann Hipotezi'ni çözdüğünü iddia etmiştir. Enoch, hipotezin çözümünü Avusturya'nın başkenti Viyana'daki Uluslararası Matematik ve Bilgisayar Bilimleri Konferansı'nda sundu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1976", "len_data": 1429, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.21 }
Böğürtlen, gülgiller (Rosaceae) familyasının "Rubus" cinsini oluşturan familyasından insan sağlığında önemli rolleri olan organik asitler, mineraller ve vitaminler bakımından çok zengin bir bitki türlerini ortak adı. Böğürtlenlerde çiçeklenme genellikle Mayıs ayında başlayıp Ağustos ayına kadar devam etmektedir. Bu nedenle bitki üzerinde değişik olgunlaşma devrelerinde olan meyve salkımları birbirini izler. Böğürtlen, ahududunun aksine meyvesinde çekirdeğini (torus) korur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1980", "len_data": 477, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.79 }
Gıda mühendisliği, bilimsel bilgiler ve mühendislik bilgileri yardımıyla gıdaların güvenilir bir şekilde üretimini, hazırlanmasını, işlenmesini, paketlenmesini, dağıtılmasını ve gıdalardan uygun bir şekilde yararlanılmasını sağlayan mühendislik dalıdır. Temel amacı insanların sağlıklı beslenmesidir. Gıda mühendisliği bölümünün bilim dalları. Gıda Bilimleri Dalı: Gıda kimyası, gıda mikrobiyolojisi, gıda kalite kontrolü ve beslenme bilim dalları olarak kendi arasında ayrılır. Gıda Teknolojileri Bilim Dalı: Gıda mühendisliği temel işlemleri, yağ teknolojisi, meyve-sebze teknolojisi, hububat teknolojisi, süt teknolojisi, et teknolojisi, gıda maddelerinin ambalajlanması, biyoteknoloji, gıda ekonomisi ve endüstrisi işletmeciliği bilim dalları olarak kendi arasında ayrılır. Belli başlı dersler. Gıda mühendisliği bölümlerinin eğitim süresi 4 veya 5 (hazırlık sınıfı olan okullarda) yıldır. Eğitimin ilk yıllarında matematik, fizik, kimya ağırlıklı dersler ile birlikte ekonomi, biyoloji ve temel mühendislik dersleri okutulmakta, eğitim ilerledikçe gıda mühendisliği alanına özgü olan yağ teknolojisi, meyve-sebze teknolojisi, hububat teknolojisi, süt teknolojisi, et teknolojisi, gıda maddelerinin ambalajlanması, duyusal analiz, temel işlemler, moleküler biyoloji, mikrobiyoloji, fizikokimya, organik kimya, akışkanlar mekaniği, kütle aktarımı, ısı aktarımı, mühendislik termodinamiği, gıda katkı maddeleri gibi derslere yoğunlaşılmaktadır. Öğrencilere ayrıca gıda sanayisini tanıması, uygulama bilgileri edinmesi ve beceri kazanması amacıyla endüstride staj yaptırılmaktadır. Kullanım alanları. Gıda mühendisliği, dünya nüfusunun artmasıyla birlikte karşılanması zorlaşan beslenme ihtiyaçlarının giderilmesi için teknolojik altyapılar sağlayabilecek bir bilim dalı olarak görülmektedir. Bu nedenle, doğa bilimlerindeki yöntemleri, demografi ve ekonomi gibi sosyal bilimlerle birlikte değerlendirebileceği düşünülmektedir. Gıda mühendisliği, üretim maliyetlerinin azaltılması alanında otomasyon ve robotların kullanımı, enerji kaynakları ve doğal koşulların şartları doğrultusunda yeni politikaların belirlenmesi, lojistik ve biyoteknolojik uygulamaların optimizasyonu gibi çalışmalar gerçekleştirmektedir. 3D gıda baskısı gibi yenilikçi denemelerin yanı sıra hal değişimleri, enzimler ve bitkisel proteinler başta olmak üzere birçok alan üzerine araştırmalarda bulunulmaktadır. Gıdaların kullanım ömürlerinin uzatılması ve kalitelerinin artırılması amacıyla yüksek sıcaklık, yüksek basınç ve pastörizasyon işlemleri yapılmaktadır. Bu doğrultuda, gıda mühendisliği tarafından fizik, organik kimya, analitik kimya, mikrobiyoloji, biyokimya ve belirli bir dereceye kadar tıp disiplinleriyle ortak çalışmalar gerçekleştirilmektedir. Tarihi. Gıda mühendisliğinin tarihsel gelişiminde, tarım devriminin yaşanması ve ilkel besin saklama yöntemlerinin gelişmesi önemli bir yer tutmaktadır. Nicolas Appert'ın konserveleme ve Louis Pasteur'ün pastörizasyonu keşfetmesi, modern anlamda gıda mühendisliğinin başlangıcı olarak değerlendirilmektedir. 1900'lü yıllardan itibaren, genetiği değiştirilmiş organizmalar yöntemi kullanılmaya başlanmıştır. Günümüzde ise nanoteknoloji, biyosensörler ve yapay zeka tabanında yeni gıda mühendisliği teknolojileri geliştirilmektedir. Gereken nitelikler. Gıda mühendisliği bölümüne girmek isteyen bir kimsenin matematik, biyoloji, fizik ve özellikle kimya ve ekonomi ile ilgili olması gerekir. Ayrıca, gıda mühendisliği temelde disiplinlerarası bir yapı gösterdiğinden bu bölümü tercih eden kişilerin okumayı seven, araştırmaya yönelik çalışmalar yapabilecek, sürekli çalışmayı göze alabilecek ve yenilikleri izleyebilecek bir yapıda olmaları beklenir. Kazandıkları unvan ve yaptıkları işler. Mezunlar, mezun olduklarında doğrudan "gıda mühendisi" unvanını almaktadır. Gıda mühendisliği esas itibarıyla ne sadece bir üretici mühendislik dalıdır ne de denetçi dalıdır. Gıdanın üretimiyle "tarladan çatala" (farm to fork) kadar ilgilenebilme, düzeltme, araştırma geliştirme ve toksikolojik risk analizi konularında yetki sahibidir. Bu süreç dahilinde, mühendis, hammadde kabulü analiz sonuçlarıyla yorumlama, hammaddenin üretime dahili, üretim sırasında ve sonrasındaki çıkabilecek sorunların ortadan kaldırılması buna rağmen vuku bulan sorunları çözmek, depolama koşulu ve süresi belirlenmesi, pazarlama, satış ve kalite düzeyi temini, araştırma ve geliştirme (Ar-ge), ürün geliştirme (Ür-ge) gibi bölümlerde yönlendirici, teknik bir yönetici görevi üstlenir. Diğer bir deyişle gıda mühendisliği; kimya mühendisliği, ziraat mühendisliğinin gıda sanayisi alanındaki uygulamalarını karşılayan bir mühendisliktir. Bunların yanı sıra, aldığı mühendislik ve ekonomi eğitimiyle, minimum maliyetle maksimum kar koşullarının optimizasyonunu sağlayabilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1986", "len_data": 4777, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.41 }
Adam Smith (; 172317 Temmuz 1790), "Ekonominin Babası" ve "Kapitalizmin Babası" olarak anılan İskoç ekonomist, ahlak filozofu, politik ekonominin öncüsü ve İskoç Aydınlanması sırasındaki önemli bir figürdü. Smith, "Ahlaki Duygular Teorisi" (İngilizce: "The Theory of Moral Sentiments") (1759) ve "Yaratılışın Sorgulanması ve Ulusların Zenginliğinin Nedenleri" (İngilizce: "An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations") (1776) adlarında iki klasik eser yazdı. Kısaca "Ulusların Zenginliği" olarak bilinen ikinci kitabının, Smith'in başyapıtı ve ilk modern ekonomi çalışması olduğu düşünülür. Adam Smith bu eserinde mutlak üstünlükler teorisini öne sürmüştür. Genellikle etik problemleri üzerine filozofluk yapması nedeniyle ekonomik açıklamalarında asıl işinin etkileri yoğun görülür. Ekonomide ve doğal olaylarda bir düzen olduğunu ve bunun gözlem ve ahlâk hissi ile tespit edilebileceğini söyler. Yaşamı. Adam Smith, İskoçya'nın Kirkcaldy şehrinde çalışan bir gümrük denetleyicisinin oğlu olarak dünyaya geldi. Kesin doğum tarihi kayıtlarda olmasa da 5 Haziran 1723'te, babasının ölümünden 6 ay sonra vaftiz edilmiştir. Yaklaşık 4 yaşlarında bir çingene çetesi tarafından kaçırılmış, ama kısa zamanda amcası tarafından kurtarılıp annesine geri teslim edilmiştir. Smith bu sıkıntıyı kısa sürede atlatıp annesi ile eski yakınlığını kısa zamanda yakalamıştır. Resmi eğitim. On dört yaşında Glasgow Üniversitesi'nde ahlak felsefesi konusunda, Francis Hutcheson'ın yanında eğitim görmeye başlamıştır. Özgürlük, hukuk ve ifade özgürlüğü konularındaki tutkusu burada alevlenmiştir. 1740 yılında Oxford'daki Balliol Koleji'nde okumaya başlamış fakat 1746 yılında okulu terk edip Oxford'un imtiyaz denetimi konusunda eleştirmenlik yapmaya başlamıştır. Öğretmenlik kariyeri. 1748 yılında Edinburgh Üniversitesi'nde Lord Kames'in koruması altında kamu konferansları vermiş, konuşma sanatı ve belles-lettres konularına değinmiştir. Sonraları "servet yönetimi" konusunu ele almış ve bu dönemde, yani yirmili yaşlarının sonlarına doğru, daha sonra "Ulusların Zenginliği" adlı kitabında dünyaya açıklayacağı "doğal özgürlüğün açık ve basit sistemi" konusuna el atmıştır. 1750 yılı civarlarında ileride çok yakın arkadaş olacağı David Hume ile burada tanışmıştır. 'nın ortaya çıkışında önemli rol oynayan diğer arkadaşları ile Edinburgh Poker Kulübü'nün müdavimi olmuştur. Smith'in Hristiyan olan babası dinine çok bağlıydı ve İskoç Kilisesi'nin ılımlı kanadına üyeydi. Smith'in İngiltere'ye gidişinin arkasındaki sebebin İngiltere Kilisesi'nde kariyer yapmak istemesi olduğu söylense de bu konu hakkında kesin bir kanıt yoktur ve aksine Smith'in İskoçya'ya deizm yanlısı olarak döndüğü bilinmektedir. Ayrıca çocukken babası tarafından gönderildiği kiliseden kaçarak geri dönmüştür. Smith, felsefi olarak dini ekonominin önünde bir engel olarak görmüş ve ateizm üzerinden düşünmüştür. Birçok yönden Darwin ile aynı görüştedir. 1751 yılında Smith Glasgow Üniversitesi'nin mantık profesörü, ertesi sene de ahlak felsefesi profesörü olarak atanmıştır. Derslerinde etik, konuşma sanatı, hukuk, politik ekonomi ve "polis ve gelir" konularını işlemiştir. 1759'da Glasgow'daki bazı konferanslarını bir araya getirdiği "Ahlaki Duygular Kuramı" adlı kitabını yayınlamıştır. Bu kitap çıktığı dönemde Smith'in itibarının yayılmasını sağlamıştır. Kitabın ana teması insan ilişkilerinin verici ve alıcılar (yani birey ve toplumun diğer üyeleri) arasındaki sempatiye ve anlayışa ne kadar bağlı olduğu üzerineydi. Lord Monboddo'nun 14 yıl sonra yayımlanan "Of the Origin and Progress of Language" kitabındaki detaylı incelemesinde gösterildiği üzere, Smith'in bu ilk kitabındaki dil evrimi analizi yüzeyseldi. Yine de Smith'in akıcı ve ikna edici savunmaları belagatlı olsa da tartışılmazdır. Smith açıklamalarını Lord Shaftesbury ve Hutcheson gibi "ahlak duygusu" ya da Hume gibi faydaya (İngilizce: ) değil, anlayışa dayatmaktadır. Smith bu dönemden sonra konferanslarında ahlak teorilerinden hukuk ve ekonomi konularına ağırlık vermeye başladı. Bir öğrencisinin 1763 civarından konferans notlarından Edwin Cannan tarafından derlenip yayınlanan "Lectures on Justice, Police, Revenue and Arms" adlı kitapta Adam Smith'in politik ekonomi hakkındaki fikirlerinin gelişimi hakkında bir izlenim edinilebilir. Bu kitabın daha kapsamlı bir uyarlaması 1976 yılında "Lectures on Jurisprudence" adlı Glasgow baskısı tarafından yayımlanmıştır. Eğitim ve seyahatler. Smith ile David Hume sayesinde tanışan Charles Townshend, 1763 yılı sonunda Smith'ten üvey oğlu genç Buccleuch Dükü'ne özel ders vermesini rica etti. Smith, gelecek iki sene boyunca talebesi ile, çoğunlukla Fransa'da yaptığı yolculuklar sırasında Turgot, Jean D'Alembert, André Morellet, Helvétius ve özellikle çalışmalarına itibar ettiği fizyokratik düşüncenin başkanı François Quesnay gibi öncü aydınlarla tanıştı. Sonraki yıllar. Kirkcaldy'ye döndükten sonraki 10 seneyi "Yaratılışın Sorgulanması ve Ulusların Zenginliğinin Nedenleri" (İngilizce: "An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations)" adlı, 1776'da yayımlanan başyapıtı üzerinde çalışarak geçirdi. Kitap büyük çoğunluk tarafından hüsnükabul gördü ve revaçta kalarak Smith'in meşhur olmasını sağladı. 1778'de Smith İskoçya'da vergiden sorumlu bir devlet bakanı olarak atandı, Edinburgh'ya annesinin yanına yerleşti. Ölüm. 17 Haziran 1790 yılında ağır bir hastalık sonrası öldü. Bilindiği kadarıyla gelirinin büyük bir kısmını gizli yardım fonlarına bırakmıştır. Smith'in edebi vasiyetini yerine getirenler İskoç akademik dünyasından iki eski arkadaşıdır: fizikçi/kimyacı Joseph Black ve öncü yerbilimci James Hutton. Yazar arkasında pek çok not ve yayımlanmamış yazılar bırakmıştır ama yayımlanmaya uygun olmayan her şeyin imha edilmesi için talimat vermiştir. "History of Astronomy" adlı yayımlanmamış bir makalesini basıma uygun görmüştür ve bununla beraber diğer eserleri "Essays on Philosophical Subjects" adlı kitapta 1795 yılında okuyucuyla buluşturulmuştur. "Ulusların Zenginliği". Bu kitabın ana konusu ekonomik büyümedir. Ölümünden kısa bir süre önce Smith, neredeyse bütün yayımlanmamış yazılarını yok etmişti. Sanıldığı kadarıyla, son yıllarında iki büyük tez üzerinde çalışıyordu; bir tanesi hukuk teorisi ve tarihi, diğeri de bilim ve sanat hakkında. Ölümünden sonra, 1795'te yayımlanan "Essays on Philosophical Subjects" muhtemelen ikinci tezinin bir kısmını kapsamaktadır. "Ulusların Zenginliği", ekonomik disiplinin ortaya çıkmasını ve aynı zamanda özerk ve sistematik hale gelmesini sağladığı için döneminde etkili bir eserdi. Batı dünyasında, konusundaki yayımlanan en nüfuzlu kitap olduğu söylenebilir. 1776'da piyasaya çıktığında, İngiltere ve Amerika'da serbest ticaret anlayışı yaygınlaşmaktaydı; ve kitap ekonomik başarı için büyük külçe rezervlerinin önemli olduğunu savunduğu teori olan merkantilizme karşı klasik bir bildirge haline geldi. Bu dönemde Amerika'nın içinde bulunduğu, kurtuluş savaşı sonrasında ortaya çıkan fakirlik ve sıkıntılı koşullar, bu anlayışı doğurmuştur. Yine de kitap piyasaya çıktığı dönemde, serbest ticaretin yararları konusunda herkes ikna olmamıştı: İngiltere halkı ve parlamentosu merkantilizme uzun süre bağlı kalmıştır. "Ulusların Zenginliği", aynı zamanda, fizyokratik anlayışın toprağın önemini vurgulayışına karşı çıkıyordu. Smith bunun yerine işgücünün üstünlüğüne inanmaktaydı ve işçi sınıfının (İngilizce: ) üretimin artmasında etkili olacağını savunuyordu. Uluslar o kadar başarılı oldular ki, bu başarı eski ekonomik ekollerin terk edilmesine yol açtı. Thomas Malthus ve David Ricardo gibi ekonomistler Smith'in bugün klasik ekonomi olarak bilinen teorisini rafine etmeye yöneldiler ve bu zamanla modern ekonominin gelişmesini sağladı. Malthus, Smith'in nüfus fazlalığı konusundaki düşüncelerini geliştirdi. Ricardo "ücretlerin demir kanunu"na (İngilizce: ), yani nüfus fazlalığının asgari geçim düzeyinin önüne geçeceğine inanıyordu. Smith, bugün daha doğru olduğuna inanılan, artan üretimle artan ücretler varsayımını önermişti. "Ulusların Zenginliği" 'nin ana konularından bir tanesi, serbest piyasanın her ne kadar karmaşık ve denetsiz gözükse de aslında sözde bir "" tarafından doğru miktarda ve çeşitlilikte üretim yapmak için yönlendirildiğidir. Smith bu simgeyi "Ahlaki Duygular Teorisi" (İngilizce: "The Theory of Moral Sentiments") adlı kitabında daha önce kullanmış olsa da fikri ilk olarak "Astronomi Tarihi" adlı denemesinde kaleme almıştır. Örneğin, bir üründe üretim eksikliği olduğunda fiyatı artar ve bu durum ortaya bir kâr marjının çıkmasını sağlayarak başkalarını bu ürünü üretmeye teşvik eder ve nihayet kıtlığa son verir. Eğer pazara çok fazla üretici girerse, üreticiler arasındaki artan rekabet ve artan stok, yani arz, fiyatların üretim maliyetine düşmesini sağlayarak; ürünün "doğal fiyatına", yani ortalama piyasa fiyatına ulaşmasına yol açar. Kâr oranı bu ortalama piyasa fiyatında sıfırlansa da mal ve hizmet üretimi için teşvikler ortadan kalkmaz çünkü bütün üretim masrafları, mal sahibinin işgücü de dahil, üretilenin fiyatına yansımaktadır. Eğer fiyatlar sıfır kâr oranının altına düşerse, üreticiler piyasadan çekilmeye başlarlar. Kâr oranları sıfırın üzerinde olduğu sürece üreticiler piyasaya girmeye devam edecektir. Smith, insanların harekete geçmelerini sağlayan nedenlerin, bencil ve açgözlü olmalarından kaynaklandığına inanıyordu. Bunun olumlu sonucu olarak da serbest piyasadaki rekabetin, fiyatların aşağıda kalmasını sağlayarak halkın tamamına faydalı olmasını gösteriyordu. Ona göre bu rekabet aynı zamanda çok çeşitli mal ve hizmet üretilmesini teşvik etmekteydi. Yine de, işadamlarına karşı dikkatli olunması gerektiğini ve tekelleşmenin yanlış olduğunu savunuyordu. Smith, tüm gücüyle sanayi gelişimini engelleyen modası geçmiş devlet kısıtlamalarına saldırıyordu. Nitekim, ekonomik sürece olan çoğu hükûmet müdahalesinin, gümrük vergileri (İngilizce: ) de dahil, verimsizliğe ve uzun dönemde yüksek fiyatlara yol açtığını savunuyordu. Her şeyin oluruna bırakılmasını savunan bu "laissez-faire" teorisi, ileriki yıllarda, özellikle 19. yüzyılda, hükûmetin koyduğu kanunları etkilemiştir. (Buna rağmen Smith hükûmetin varlığına muhalefet değildi; ekonomi sektörünün dışındaki konularda faaliyet göstermesini savunuyordu. Örneğin, fakir yetişkinler için kamu eğitimi verilmesinin, özel fabrikalar için kârlı olmayan kurumsal sistemlerin, adli sistemin ve daimi bir ordunun taraftarıydı.) Tam rekabet. Smith yaşadığı dönemin bilimsel gelişiminde etkisiyle ekonomiyi doğa kanunlarının varlığıyla açıklamaya çalışmıştır. bu araştırmaların en önemlilerindendir. Smith'e göre iktisadi hayat bireycidir ve bu bireycilik insanların doğal yapısından kaynaklanmaktadır. Kişisel menfaat iktisadi hayat için itici bir güçtür. Kişi doğası gereği en az zahmetle en çok tatmine ulaşmaya çalışacaktır. Bu amaçla, Smith, arz ve talep eşitliğini otomatik olarak gerçekleştiren fiyat mekanizması üzerinde duracaktır. Smith'e göre fiyatlar denge unsurudur. Smith'in denge fiyat unsurunu piyasa örneği ile açıklayalım: Üretim azalırsa fiyatlar yükselir. Fiyatların yükselmesi firmaları daha fazla kâr edeceklerini düşündüklerinden daha fazla üretim yapmalarına teşvik edecek ve arz, talebe yaklaştığı sırada bir dengeye geleceklerdir. Arz talebi aştığı sırada fiyatlar düşecektir. Bu da firmaların üretimlerini kısmasına sebep olacaktır. Böylece hiçbir müdahale olmadan her şey bir dengeye gelecektir. Tam rekabette kişiler ve firmalar kendi çıkarlarını maksimize ederken, aynı zamanda toplumun da çıkarına hizmet ederler. Örnek olarak, tam rekabet ortamında fiyatlar düşer ve fiyatlar düşünce bundan tüketiciler yararlanır. Tam rekabet ortamında üreticiler ve tüketiciler arasında bir çıkar çatışması yoktur. Tam rekabet ortamında üreticiler ile tüketiciler üretim ve tüketim artıklarını eşit şekilde paylaşırlar. Ancak, aşağıdaki etkenler tam rekabet ortamında kurulan dengeyi bozabilir: Sermaye. Smith; sermayeyi, emeği arttıran her şey ve emeğin daha verimli çalışmasını sağlayan bir etken olarak tanımlar. Alet, makine, toprak, gübre birer sermayedir. Smith'e göre sermayeye konacak bir vergi, üretimi azaltacak; böylece, hem devletin hem de toplumun faydasını azaltacaktır. Bir ülkenin yıllık brüt geliri, yıllık toplam hasılasına eşittir. Emek, ülkelerin zenginliğini yaratan temel sermayedir. Üretim, sermayeye (tasarrufa) bağlıdır. Sermaye oluşturmanın ilk aşaması para elde etmektir ve bu sermayenin oluşması da tasarrufla mümkün olur. A. Smith'e göre tasarruf, "geciktirilmiş bir tüketimdir". Bugünün tüketimini yarına bırakmaktır. Smith'e göre bir ülkenin sermaye birikimi arttıkça zenginliği de artar. Görünmez El. Adam Smith, bireyin ve toplumun iyiliği arasında nedensellik kurduğu "Ulusların Zenginliği" kitabında şöyle yazıyordu: "(Her birey) kendi çıkarı peşinde koşarken, sıklıkla, katkıda bulunmaya niyetleneceğinden çok daha etkin olarak topluma katkıda bulunur." Buna göre, herkesin bencil olduğu bir toplumda da uyum, bilinçli bir müdahale olmasa da, kendiliğinden oluşacaktır. Bu kendiliğindenliği sağlayan , piyasa ilişkileridir. Görünmez el ve piyasayı düzenleyen fiyatlar seviyesi, kaynakların en verimli şekilde kullanılmasına imkân sağlar. Smith, doğal kanunların varlığını kabul etmekte ve iktisat konusunun bu kanunları keşfetmek olduğunu söylemektedir. Yani Smith, doğal düzenin kişisel çıkara göre oluşacağı inancındadır. Bu bakımdan Smith'in doktrini fırsatçı (oportünist) ve gerçekçidir (realist). Emek. Fizyokratların tersine toprak yerine insan emeğini servetin kaynağı olarak görür ve işbölümünün sağladığı teknik olanaklarla emeğin üretiminin ve dolayısıyla da milli gelirin artacağını savunmuştur. Smith'in teoriye en önemli katkısı tam rekabet altında kaynakların optimal (en verimli düzeyde) etkin dağılımı hakkında ilk analizi geliştirmiş ve artı değer kavramını Ricardo ile (kâr ile özdeş olduğu düşüncesiyle de olsa) birlikte kullanmış olmasıdır. İş bölümüne toplu iğne fabrikasını örnek gösterir. Bu örnekte, günde onlarla ifade edilecek sayıda üretim yapan bir fabrikanın iş bölümü sayesinde üretim sayısını nasıl binlere çıkardığını gösterir. Ülkelerin serveti topraktan çok insan emeğine bağlıdır. Emek, ülkelerin zenginliğini arttıran temel etkendir. Emek özellikle iş bölümünde aktif rol oynar. Gelişmiş ülkelerde emeğin sermaye birikimini sağlamada önemli bir katkısı olmuştur. Smith, servetin kaynağının emek olarak savunduğuna göre, bir ülkenin yıllık emeği, bütün malları yaratan emek toplamıdır. Diğer anlamda, emek üç kesim için de geçerlidir. Ücret. Smith'e göre her şey fiyata bağlıdır. Üretim miktarı, maliyetler her şey fiyatla ilgilidir. Faktörlerin dağılımı fiyatlara göre olur. Ücret bir fiyattır; emeğin bir fiyatıdır. Ücretler, işverenler ile işçiler arasında yapılan sözleşmelerle belirlenir. Ancak Smith, bu sözleşmelerde işverenlerin işçilerden daha baskın olduğuna dikkat çeker. İşverenler ücretleri düşürmek, işçiler ise yükseltmek ister. Smith'e göre ücretler işçinin ve ailesinin geçimini sağlayacak düzeydedir. Yüksek ücret işçi sayısını arttırır, düşük ücret azaltır. Her şeye rağmen tam rekabet koşullarında ücret asgari ücretin altına inmez. Emek talebi arttığında, kısa dönemde emek nadir olduğundan ücretler artacaktır. Fakat ücretler ona ayrılan fonlara bağlıdır. Emek talebinin artması, milli gelirin gittikçe artmasına, bu da kişi başına düşen milli gelirin yani büyümenin olduğuna işarettir. Milli gelir arttıkça yükselen ücretler, ülkenin gittikçe zenginleştiğini gösteren bir göstergedir. Bununla birlikte Smith'e göre ücret artışı doğumların ve nüfusun artışına sebep olacaktır, bu da bir yandan kârları azaltacaktır. Ayrıca ücretlerin yükselmesi fiyatları arttırır. Smith bu konuda yanılmamıştır. Çünkü yayımladığı zamana göre nüfus azdı ve şu anda belirttiği gibi zamanında ücretlerin artışı ile nüfus patlaması yaşanmıştır ve artık insanlar ücretlere göre üremekten yavaş yavaş vazgeçmektedirler. İş bölümü (Division of Labour). A. Smith'in Ulusların Zenginliği adlı kitabında en ünlü bölüm iş bölümüyle ilgili olan ilk bölümdür. 18. yüzyılda yazılmış olmasına rağmen bugün için bile çok doğru gelmektedir. Smith bu bölümde iş bölümünün üretimi nasıl arttırdığını toplu iğne üretimiyle ilgili bir örnekle açıklar. Tek bir kişi, yapılması için on aşaması olan bir iğneden günde sadece on tane yapabilmektedir; fakat her aşamayı yalnızca bir kişi yapsa yani on kişi çalıştırsak bir günde üretilen iğne sayısı 4800'e çıkıyor; ama her biri her aşamayı yapsaydı sadece 100 iğne üretilecekti. Bu demek oluyor ki, iş bölümü iğne üretimini 48 kat arttırmış. Ayrıca işçinin belli bir aşamada uzmanlaşması o teknolojiyi kullanmanın yeni yolları bulunarak arttırılabilir, bu da daha hızlı üretime sebep olur. Uluslararası bakımdan iş bölümü, dünyayı çok geniş bir atölye haline getirmiştir. Bu atölyede emek en elverişli yere gidecek, en az zamanı gerektiren faaliyetleri arayacaktır. İş bölümü üretimi arttıracağından dolayı piyasaların genişlemesini ve büyük piyasaları zorunlu kılacaktır. A. Smith'in iş bölümünü kullanarak uluslararası iktisada en büyük katkısı Mutlak Üstünlük (İngilizce: "Absolute Advantage") teorisi olmuştur. Bu teoriye göre bir ülke hangi malı daha ucuza üretiyorsa kaynaklarını o mala tahsis etmelidir; böylece, üstün olduğu malda daha etkin üretim yapabilmektedir. Bu yolla tüm ülkeler birbirlerine muhtaç olmaktadır ama bu sayede üretim çok fazla artmaktadır. Smith "laissez-faire, laissez-passer" (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) ilkesini benimsemiştir. Üretim faktörlerinin bir kesimden diğerine serbestçe geçebilmesi gerekmektedir, bu geçişi sağlayan en önemli etken de fiyattır. Devlet ekonomik hayata müdahale etmemelidir. Devletin müdahalesi özel sektörün üretemediği veya yapamadığı konularda olmalıdır; savunma, güvenlik, adalet gibi. Eğer devlet çok vergi alırsa, vergiler üretimi kısacağından dolayı ülke durgunlukla karşı karşıya kalabilir. Bu müdahale hem iç hem de dış ekonomi için geçerlidir. Eğer devlet vergilerle bir malın ithalatını azaltırsa bu, içeride o malın üretiminin tekelleşmesini artırmaktadır. Uluslararası iş bölümünden yararlanmak için ürünlerin ülkeler arasında serbestçe mübadele edilmesi gerekir. Ekonomik hayat mal ve hizmet üretimi olduğu için, Smith üretime önem vermiştir. Üretimin artırılması emeğin verimine bağlıdır. Verimlilik artışı iş bölümü, tam rekabet, iktisadi hürriyet, tasarruf ve sermaye birikimi ile mümkündür. Para. A. Smith'e göre para bir mübadele aracıdır. Üretim arttıkça mübadele edilecek daha fazla mal olacağından daha fazla paraya ihtiyaç duyulacaktır. Bir ülkenin fazla parasının olması servet artışı olduğunu göstermez; fazla para oluşu fiyatların genel düzeyini arttırır. Piyasada fazla para bulunması, servet artışını simgelemez. Aksine ülkedeki fazla para insanların ellerindeki parayı arttıracağından ötürü, genel olarak fiyatlarda bir artış olacak, bir ailenin geçimi için daha çok para gerekecek ancak fiyatların ve ödenen ücretlerin artmasından ötürü ülkenin servet varlığında herhangi bir etkiye yol açmayacaktır. Smith'e göre paranın değeri de öbür malların değeri gibi ölçülür. Değer, emeğe bağlıdır. Malın da paranın da değeri ona harcanan emeğe bağlıdır. Bu sebeplerden dolayı emek mübadele değerinin gerçek ölçütüdür. Yani sonuç olarak malların mübadele edilmesi aynı zamanda emeğin mübadele edilmesi anlamına gelmektedir. Emek, değeri kendine eşit emek değeri ile değiştirilecektir. Bu bakımdan bakıldığında; gerçekten mübadele edilen altın, gümüş, para, döviz değil emektir. Güçlükle elde edilen mallar pahalı, az emek harcanarak üretilen mallar ise daha ucuz olur. Teorileri. Fiyat Teorisi. Adam Smith'e göre bir real fiyat bir de nominal fiyat vardır. Piyasa fiyatı; malın miktarı ve bu malı alabileceklerin talebi ile oluşur. Burada iki terimin ayrımı yapılmalıdır: Efektif talep ve mutlak talep. Smith, arz ve talep dengesinin tarım ve sanayi kesiminde değiştiğini vurgulamaktadır. Tarım kesimi, genellikle geçen yılların fiyatlarına göre arzlarını belirlemektedir. Fakat, sanayi sektöründeki fiyat değişiklikleri arza ve talebe daha çabuk etki etmektedir. Rant Teorisi. Adam Smith, beş türlü ranttan bahsetmektedir: Emek Değer Teorisi. A. Smith'e göre bir malın iki çeşit değeri vardır. Birincisi o malın kişiye sağladığı fayda, ikincisi o malın başka mallarla mübadele değeri. Birinci değeri genelde kişiden kişiye değişir, her kişinin verdiği değere bağlıdır ve toplum açısından hesaplanması zordur. İkinci (mübadele) değeri, bu malın diğer mal birimleriyle mübadele edilen miktarına eşittir. Değer; o malın elde ediminde harcanan emeğe bağlı olduğuna göre, mübadele edilen mallar değil emektir. Emek, mübadele değerinin ölçüsüdür. Bazen en faydalı malların mübadele değerleri düşük, az faydası olan malların ise mübadele değerleri yüksek olabilir. Buna en iyi örnek su ve elmastır. Suyun faydası elmasın sağladığı faydadan çok daha fazladır ama elmas suya göre çok daha pahalıdır. Çünkü elmasın elde edilmesinde çok büyük emek harcanmış ve mübadele değerini yükseltmiştir. Ayrıca nadirlik rantından da söz edebiliriz.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1990", "len_data": 21041, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.56 }
Bulanık mantık, bulanık eseme ya da puslu mantık, 1965 yılında Lütfü Aliasker Zade'nin yayınladığı bir makalenin sonucu oluşmuş bir mantık yapısıdır. Bulanık mantığın temeli bulanık küme ve alt kümelere dayanır. Klasik yaklaşımda bir nesne ya kümenin elemanıdır ya da değildir. Matematiksel olarak ifade edildiğinde nesne küme ile olan üyelik ilişkisi bakımından kümenin elemanı ise "1", kümenin elemanı değilse "0" değerini alır. Bulanık mantık klasik küme teorisinin genişletilmesidir. Bulanık kümede her bir nesnenin bir üyelik derecesi vardır. Nesnenin üyelik derecesi, (0, 1) aralığında herhangi bir değer olabilir ve üyelik fonksiyonu M(x) ile gösterilir. Örneğin; normal oda sıcaklığını 23 derece olarak kabul edersek klasik küme kuramına göre 23 derecenin üzerindeki sıcaklık derecelerini sıcak olarak kabul ederiz ve bu derecelerin sıcak kümesindeki üyelik dereceleri "1" olur. 23 altındaki sıcaklık dereceleri ise soğuktur ve sıcak kümesindeki üyelik dereceleri "0" olur. Soğuk kümesini temel aldığımızda bu değerler tersine döner. Bulanık küme yaklaşımında üyelik değerleri [0,1] aralığında değerler almaktadır. Örneğin 14 derecelik sıcaklık için üyelik derecesi "0", 23 sıcaklık derecesi için üyelik değeri "0,25" olabilir. Klasik kümelerin aksine bulanık kümelerde elemanların (nesnelerin) üyelik dereceleri [0, 1] aralığında sonsuz sayıda değişebilir. Bunlar üyelik derecelerinin devamlı ve aralıksız bütünüyle bir kümedir. Kesin kümelerdeki soğuk-sıcak, hızlı-yavaş, aydınlık-karanlık gibi ikili değişkenler, bulanık kümelerde biraz soğuk, biraz sıcak, biraz karanlık gibi esnek niteleyicilerle genişletilerek gerçek dünya problemlerine benzetilir. Kesin kümelerden farkı ise böyle bir çatıda bilginin kaynağındaki küme üyeliğinin, kesin tanımlanmış ön koşullarının olmayışı ve değişkenlerin belli bir aralıkta bulunmasıdır. Bir şeyin varlığı kendisine ait bir isimle doğar. Evrendekilerin tamamı hem (ya) tek (1) hem de (ya da) sonsuz eksi tektir (sonsuz - 1). Klasik mantık ile bulanık mantık arasındaki temel farklılıklar: Yapay zekâ uygulaması olarak bulanık mantık. Bulanık mantık bir yapay zekâ uygulaması oluşturma prensibidir. Bulanık mantıkta temel olan bir sonuca varmaktır. Normal bir programın yapısı: Yapay zekâda bulanık mantık uygulamaları. Bulanık mantık, kesin çıktıyı elde etmek için girdi olasılıklarının seviyeleri üzerinde çalışır. Küçük mikro denetleyicilerden büyük, ağa bağlı, iş istasyonu tabanlı denetim sistemlerine kadar çeşitli boyut ve yeteneklere sahip sistemlerde uygulanabilir. Bulanık mantık, donanım, yazılım veya her ikisinin bir kombinasyonunda uygulanabilir. Bulanık mantık ticari ve pratik amaçlar için kullanışlıdır; makineleri ve tüketici ürünlerini kontrol edebilir, doğru akıl yürütmeyebilir, ancak kabul edilebilir mantık yürütebilir. Bulanık mantık, ayrıca mühendislikteki belirsizlikle başa çıkmaya yardımcı olur. Bulanık mantığın kullanıldığı alanlar. Bulanık mantık için temel uygulama alanları aşağıdaki gibidir: Dış bağlantılar. [[Kategori:Mantık]] [[Kategori:Felsefe]]
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1991", "len_data": 3036, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.01 }
Celâl Yalınız (Mart 1886 - 6 Haziran 1962), Türk düşünür, nihrir. Sakallı Celâl olarak bilinir. II. Abdülhamid dönemi Bahriye Nazırı Amiral Hüseyin Hüsnü Paşa'nın oğludur. Galatasaray Sultanisi'nden öğrencisi ve hayranı olduğu Tevfik Fikret'in, "Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin" dizesinde ifade edilen prensibe hayatı boyunca sadık kalmıştır. Hamdullah Suphi ile sınıf arkadaşıydı. Mustafa Satı Bey ile akrabalığı vardır. Tevfik Fikret aracılığıyla iyi derece Fransızca bildiği için Sorbonne Koleji'ne gönderilmiştir. Hareket Ordusu'na katılmıştır. Subay ağabeyi sultana karşı geldiği için sürgüne gönderildi. Diğer ağabeyi ise bir kaza sonucu öldü. Fransızca öğretmeni olarak Üsküp'e gönderildi. 1950'lerde protesto etme amacıyla valilik binasının önünü süpürürken o sırada oradan Rasih Nuri İleri ile hocası Profesör Kerim Erim geçmektedir. O günü İleri şöyle anlatır; “"Profesör Kerim Erim bir anda fırlayıp yerleri süpüren sakallı bir çöpçünün elini öpmeye başladı".’’ Yazılı bir eseri yoktur. Yakın arkadaşları arasında Yusuf Ziya Ortaç, Celâl İleri, Ahmet Haşim, "öğrencim" de dediği Nâzım Hikmet, Ordinaryüs Matematik Profesörü Ali Yar, Haldun Taner ve Ali Sami Yen; çevresindekiler arasında Nurullah Ataç, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Ahmet İsvan, Kazım Taşkent gibi çeşitli isimler ile Melih Cevdet Anday, Orhan Veli gibi pek çok şair ve yazar yer alır. Sakallı Celâl'den günümüze kalan bilgi, belge ve tanıklık gazeteci-yazar Orhan Karaveli tarafından yazılmış olan "Sakallı Celâl - Bir 'Bilinmeyen Ünlü'nün Yaşam Öyküsü" adlı 230 sayfalık kitaptır. (Pergamon, 1. baskı Mayıs 2004, 4. baskı Haziran 2004) Celâl Yalınız, beyin kanaması nedeniyle ölmüştür. Çok sevdiği hocası Tevfik Fikret'in yanına Aşiyan Mezarlığı´na defnedilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1994", "len_data": 1751, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.57 }
Java, dünyanın en yaygın programlama dillerinden biridir. Java ayrıca şu anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1997", "len_data": 93, "topic": "CODING", "quality_score": 2.91 }
Gill Sans, Eric Gill tarafından tasarlanan, 1928 ve 1930 yıllarında Monotype şirketince çıkarılan bir yazı tipi. Edward Johnston'ın Londra metrosu için hazırladığı yazı tipi üzerine geliştirilen Gill Sans, çıktığı günden bu yana çok yönlü kullanılabilirliği sık sık kullanılmıştır. Gill Sans dünya çapında tanınan birçok kuruluşun yazışmalarında ve belirtkelerinde kullanılan bir yazı tipidir. Gill Sans'ın yayıncılıkta çok kullanılan Mac OS X ile birlikte gelmesi, bu yazı tipinin birçok kitap, reklam ve işarette kullanılmasını sağlamıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2000", "len_data": 542, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.45 }
80'lerin başında San Francisco'da kurulan, Körfez Bölgesi thrash metal soundunun en önemli topluluklarından Exodus, 1985 yılında yayınlanan "Bonded By Blood" albümü ile başladığı kariyeri boyunca "Pleasures Of The Flesh", "Fabulous Disaster" ve "Impact Is Imminent" gibi kült albümlere imza atmıştır. 1992'den sonra ayrılıklar yaşayan ve sessizliğe bürünen topluluk, 1997'de yayınladığı konser albümü "Another Lesson In Violence" ile sessizliğini bozmuş olsa da 2004 yılına kadar başka bir kayıt yayınlamamış, 2004'te ise "Tempo Of The Damned" ile geri dönüşünü ilan etmiştir. Topluluk, takip eden sene içerisinde Shovel Headed Kill Machine'i Nuclear Blast Records etiketiyle yayınlamıştır ve hâlen çalışmalarına devam etmektedir. İlk gitaristleri dünyaca ünlü Metallica grubunun gitaristi Kirk Hammett'tır. Sonrasında onun yerine Rick Hunolt dahil olmuştur. Hatta grubun değişmeyen tek üyesi olan Gary Holt ilk başta Kirk Hammett'in gitar teknisyeniydi ancak Tim Agnello gruptan ayrılınca kendisi gruba gitarist olarak dahil olmuştur. Ayrıca Aralık ayında İstanbul ve Ankara'da olmak üzere iki konser vermişlerdir. Grubun ilk vokalisti Paul Baloff 2002 yılında ölmüştür. Son albümleri "Let There Be Blood" 2008 yılında, ilk albümleri olan "Bonded By Blood"ın tekrar yorumlanmış biçimi şeklinde piyasaya sürülmüştür. Son albümleri Exhibit B:Human Condition 2010 yılında yayınlanmıştır. 2014 yılının Haziran ayında ani bir kararla kadrosundan Rob Dukes'u çıkartan grup, yerine Steve Souza'nın geldiğini duyurmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2005", "len_data": 1514, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.32 }
Delphi, Object Pascal'ı temel alan bir olaya dayalı programlama dili ve masaüstü, mobil, web ve konsol yazılımları için tümleşik geliştirme ortamıdır (IDE). Delphi, 2008 yılından beri Embarcadero Technologies tarafından geliştirilmektedir. Delphi'nin derleyicileri Windows, macOS, iOS, Android ve Linux (sadece x64) için kodlar üretebilir. Delphi, Code Insight kod editörü, Error Insight gerçek-zamanlı hata yakalama ve diğer özelliklere sahiptir. Başlıca özellikleri; refactoring; VCL (yerel Windows) ve FMX (çoklu-platform, her platform için kısmi yerel); mobil platformlar dahil tüm platformlar için entegre edilmiş debugger; kaynak kod kontrolü (SVN, git ve Mercurial); üçüncü-parti bileşenleri destekleyen RAD Studio'nun bir parçasıdır. Çok güçlü veritabanı desteğine sahiptir. Delphi, derleme hızı açısından dikkat çekici bir hıza sahiptir. C# ve Swift gibi yaygın dillerin aksine, bir milyon satırlık Delphi projesi saniyeler içerisinde derlenebilir. 170,000 satırdan oluşan test projesini saniyeler içinde derlemiştir. Aktif geliştirilmeye devam edilmektedir ve her altı ayda bir yeni özellikler ve düzenlemeler ile yeni sürümü yayınlanmaktadır. Özgün Delphi Borland tarafından hızlı uygulama geliştirme aracı olarak Windows platformu için geliştirilmiştir ve Turbo Pascal'ın yerini almıştır. Delphi var olan dile tam nesne merkezli programlama özellikleri eklemiş ve dilin kullanımı, geliştirilmesi ve desteklenmesi artmıştır. Modern dil özelliklerinden sayılan jenerikler ve anonim metodların yanı sıra string tipleri ve yerel COM port desteği ile özellikleri geliştirilmiştir. 2006 yılında, Borland'ın yazılım geliştirme araçları CodeGear firmasına transfer edilmiş, daha sonra firma Embarcadero Technologies tarafından 2008 yılında satın alınmıştır. 2015 yılında Embarcadero, Idera firması tarafından satın alındı fakat Embarcadero markası adı altında ürünlerin geliştirilmesine devam edildi. 29 Ağustos 2016'da Embarcadero Delphi Ürün Müdürü Marco Cantu, yazdığı blog yazısı ile Delphi'nin Linux'a doğrudan desteğinin verildiğini duyurdu. "Delphi, 25 yılını dolduran Linux'u tebrik etmeye geliyor" isimli yazısında Cantu, birkaç görsel paylaştı. Projenin kod adının Godzilla olduğunu ve PlatformAssistant Sunucusu ile Ubuntu işletim sisteminde derlenmiş Pascal kodlarını paylaştı. Tarihçe. Borland Delphi Delphi (daha sonra Delphi 1 olarak bilinir) 16-bit Windows 3.1 için 1995'te piyasaya sürüldü ve Hızlı Uygulama Geliştirme (RAD) araçları olarak bilinenlerin ilk örneklerinden biriydi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2013", "len_data": 2501, "topic": "CODING", "quality_score": 3.56 }
Haziran; Jülyen ve Gregoryen takvimlerine göre yılın altıncı ayıdır. 30 gün çeken ayların ikincisi ve 31 günden az olan beş aydan üçüncüsüdür. Kuzey yarımkürede yılın en uzun gündüzünün yaşandığı yaz gündönümü ve güney yarımkürede yılın en uzun gecesinin yaşandığı kış gündönümü bu ayda gerçekleşir. 1 Haziran tarihi meteorolojik olarak yerkürenin kuzeyi için Kasım ayına kadar devam edecek olan yaz mevsiminin, güneyi içinse kış mevsiminin başlangıcı sayılır. Aynı yıl içinde diğer aylardan hiçbiri Haziran ile aynı gün başlamaz. Bu özellik yalnızca Haziran ve Mayıs aylarına özgüdür. Ayrıca; Haziran ayı daima Mart ayıyla aynı gün biter ve bu ayın başladığı gün, bir sonraki yılda Şubat ayının başlayacağı güne denk düşer. Artık yıllar haricinde önceki senenin Eylül ve Aralık aylarıyla aynı gün başlayıp yine Eylül ile aynı günde biter. Artık yıllarda ise başlangıç günü bir önceki yılın Nisan ve Temmuz aylarıyla; bitişi ise Nisan ayıyla aynı güne denk gelir. Etimoloji. Türkçede ve Türkiye'de kullanılan resmi takvim sisteminde "Haziran" olarak zikredilen ayın kökeni, Süryanicede 'sıcak' anlamına gelen "Hazıran" sözcüğüne dayanır. Fakat özellikle Karadeniz Bölgesi'ndeki Rize, Trabzon, Giresun, Akçaabat, Artova ve Niksar gibi yerleşim bölgelerinde, yerel halkın Haziran ayına "kiraz ayı" dediği bilinmektedir. Benzer şekilde Tofalar, Gagavuzlar ve Ahıska Türkleri de bu aya kiraz ismini vermişlerdir. Azerbaycan ve Özbekistan'da "iyun", Kazakistan'da "kökek", Kırgızistan'da "teke" ve "çilde", Türkmenistan'da ise "oğuz" adıyla bilinir. Öte yandan; Hint-Avrupa dil ailesinin konuşulduğu pek çok ülkede, Roma mitolojisinde Jüpiter'in karısı ve evlilik tanrıçası olan Juno'nun ("Latince: Junius)" ismi bu ayı betimlemek için kullanır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2015", "len_data": 1740, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.81 }
UNIX türevi işletim sistemleri çok işlemcili çok pahalı makinelerden tek işlemcili, basit ve çok ucuz ev bilgisayarlarına kadar pek çok cihaz üzerinde çalışabilen esnek ve sağlamlığı çok değişik koşullarda test edilmiş sistemlerdir. Fakat özellikle kararlı yapısı ve çok kullanıcılı-çok görevli yapısıyla çok işlemcili sunucularda adeta standart haline gelmiştir ve özellikle akademik dünyada iş istasyonları üzerinde çok yaygın bir kullanım alanı bulmuştur. UNIX, Interdata 7/32, VAX ve Motorola 68000 arasında hızla yayıldı. Unix işletim sistemi 1969 yılında AT&T Bell Laboratuvarları'nda ABD'de Ken Thompson, Dennis Ritchie, Brian Kernighan, Douglas McIlroy, Michael Lesk ve Joe Ossanna tarafından tasarlanıp uygulamaya konmuştur. İlk olarak 1971'de yayınlandı ve başlangıçta tamamen bilgisayar programlarının yazılmasında kullanılan alt seviyeli bir çevirme dilinde yazılmıştı. Daha sonra 1973'te Dennis Ritche tarafından C programlama dili ile tekrar yazıldı. Üst düzey bir dilde yazılmış bir işletim sisteminin geçerliliği diğer farklı bilgisayar platformlarına kolayca taşınabilirlik için olanak sağlar. Lisans için AT&T'yi zorlayan yasal bir aksaklık nedeniyle, UNIX hızlıca büyüdü ve öğretim kurumları ve işletmeler tarafından kabul edilir oldu. UNIX, 1969 yılında,Ken Thompson, Dennis Ritchie, Brian Kernighan, Douglas McIlroy, Michael Lesk ve Joe Ossanna tarafından Bell Laboratuvarları'nda geliştirilmiş, çok kullanıcılı (multiuser), çok görevli yapıyı destekleyen (multitasking) bir bilgisayar işletim sistemidir. Komut yorumlayıcı yazılımlar (shell) aracılığı ile kullanıcı ve bilgisayar sisteminin iletişimi sağlanır. Linus Torvalds tarafından temelleri atılan Linux, UNIX olmayıp bir UNIX türevidir. UNIX'ten ilham alan, bir grup bağımsız yazılımcı tarafından geliştirilen bir işletim sistemi çekirdeğidir. Tarihi. 1960 yılında MIT, AT&T Bell Teknoloji Laboratuvarları ve GE(General Electric)'nin birlikte geliştirdikleri MULTICS (Multiplexed Operating and Computing System [Çoğullandırılmış İşletim ve Bilgisayar Sistemi]) projesiyle temelleri atılmıştır. MULTICS projesinin hedefi çoklu kullanıcının bilgisayar erişimine izin vererek eşzamanlı veri paylaşımını gerçekleştirebilmekti. Multics, aynı zamanda çok yenilikçi ve zamanına göre çok gelişmişti ama pek çok sorunu vardı. 1969 yılında proje karmaşık bir hal almaya başlamış ve AT&T Bell Teknoloji Laboratuvarları projeden çekilmiştir. Bunun nedeni artık MULTICS'in amaçları dışarısında büyümesi ve yavaşlamasıdır. Ancak aynı yıl içinde MULTICS işi daha küçük ölçekli hale getirmeye başlamış ve Bell'de araştırmacı olarak çalışan Ken Thompson'ın MULTICS yazılımını simüle eden bir dosya sistemini kodlamasıyla Unix'in ilk sürümü UNICS (Uniplexed Information and Computing System[Birleştirilmiş Bilgi ve Bilgisayar Sistemi]) ismiyle çıkmıştır. İlk sürümü assembler ile yazılmış olup, sadece yazıldığı tür makinede çalışabilen bir versiyondu. 1973 yılında Thompson, C derleyicisinin atası Dennis Ritchie ile birlikte çekirdeği C ile tekrar kodlayarak Unix'in 5. sürümünü oluşturdu. Böylece Unix, taşınabilir özelliği olan C dili sayesinde, çeşitli hedef donanımlara uygun olarak tekrar derlenebilen kodlardan oluşan taşınabilir bir işletim sistemine dönüşmüş oldu. 1978 yılı Unix için çok önemli bir yıl olarak geçti. Unix İşletim Sistemi 7. sürümüyle birlikte gelişimini artık iki farklı çizgide gerçekleştirecekti: BSD(Berkeley Software Distribution) ve System V. Berkeley Universitesinde Thompson ve öğrenci Bill Joy ile Chuck Haley Unix'in Berkeley sürümünü kodladı. Bu sürüm, kaynak kod üzerinde çalışan diğer öğrencilere de dağıtıldı. Berkeley öğrencileri, orijinal Unix kaynak kodunun %90'nını değiştirdiler. Araştırmacılar da vi ve C shell gibi metin düzenleme yazılımlarını ekleyerek sistemi daha da geliştirdiler. Sanal bellek (virtual memory), Sendmail, TCP/IP desteği gibi özellikler BSD sürümünden gelmiştir. Daha sonraları gibi işletim sistemleri BSD üzerinden türemiştir. Bell, Unix'in ticari olarak varlığını sürdürebilir bir ürün olacağını düşündü ve ürünü lisansladı. System V işletim sistemi, konsorsiyum tarafından ortak bir standartta geliştirildi ve yeni özellikleriyle daha güçlü, güvenilir ve güvenli bir sistem oldu. Birkaç yıl System V ticari olarak en çok desteklenen ürün oldu. Tüm System V ürünleri, Bell'de gerçekleştirilen çalışmalar üzerine kurulmuştur ve lisans hakkı Unix System Laboratories'e aittir. Bunlara örnek olarak verilebilir. Günümüzde BSD ve System V'in birçok komut ve özellikleri birbirine benzemektedir. Unix'in çoğu sürümünde her iki yaklaşımdan da faydalanılmıştır. Örnek olarak "ps" ve "printing" komutlarında sadece sözdizim farklılıkları vardır. UNIX markası AT&T Bell Labs tarafından Novell'e satılmıştır. 1994'te UNIX tanımı ve markası günümüzdeki sahibi The Open Group'a devredilmiştir. UNIX standartları. POSIX (Portable Operating Standard)sistemin taşınabilirliğinin ölçüsüdür. System V üzerinde yazılmış bir yazılım BSD üzerinde çalışabiliyorsa taşınabilirlik özelliğine sahiptir. IEEE POSIX standartları için bir dizi standartlar komiteleri oluşturdu. POSIX.1 komitesi Unix için yazılım yazmada kullanılan C kütüphanesi arayüzünü standartlaştırırken; POSIX.2 komitesi genel kullanıcının erişimine açık komutların standartlarını belirledi. Open Software Foundation tarafından geliştirilen standart. Çeşitli bilgisayar üreticilerin, yazılım tedarikçilerinin ve müşterilerden oluşan Avrupa'daki konsorsiyum tarafından kurulan bu standart COSE (Common Open System Environment) gibi spesifikasyonları da içeren farklı Unix standartlarını bir araya getirdi. Günümüzdeki pek çok açık kaynak kodlu işletim sistemleri birer UNIX türevidir. UNIX türevleri. Günümüzde kullanılmakta olan UNIX markasını kullanabilen veya Unix benzeri olarak tanımlanan işletim sistemlerinden başlıcaları şunlardır: ARPANET. 1975 yılının mayıs ayında ARPA, UNIX'i neden ARPANET'in işletim sistemi olarak kullanıldığını RFC 681'de belgelemiştir. UNIX, üniversite üyesi olmayan kullanıcılar için 20,000$ (ABD) ve üniversite üyesi olan kullanıcılar için ise 150$ gibi yüksek bir lisans ücretine sahiptir. Kapsamlı network lisansı olan BELL'de "o bölge için önerilere açık" şeklinde belirtilmiştir. ARPANET ilk kurulduğunda ağa bağlı bilgisayarlar farklı donanım yapısına sahipti, birbirleriyle iletişimlerinde ciddi problemler yaşanıyordu. Amerikan hükûmeti bu sorunun bilgisayarların yeni ve tek tip bilgisayarla değiştirilerek değil, işletim sistemlerinin değiştirilerek çözülmesini talep ediyordu. Bu kapsamda Kaliforniya Üniversite'sindeki UNIX BSD sürümü sil baştan yeniden yazıldı, lisanslama kuralları büyük ölçüde serbestleştirildi, e-posta sistemi ve TCP/IP gibi bugün de hayli etkili bir biçimde kullanılan ağ protokolleri geliştirildi. Böylece UNIX, ARPANET'e bağlanmak isteyen bilgisayarların yeni işletim sistemi oldu. Bu aşama UNIX BSD sürümünün dünyayı fethetme sürecindeki en önemli mihenk taşlarından biri olarak kalacak, sonraki yıllarda bile UNIX BSD sürümünün geliştirilmesi, Amerikan Hükûmeti tarafından finansal olarak desteklenecekti. Fakat UNIX BSD sürümünün bu büyük başarısı sadece günümüz internetinin belkemiği olan ARPANET'in hayata geçirilmesini mümkün kılmakla kalmayacak, aynı zamanda Apple'ın gelmiş geçmiş en ünlü işletim sistemlerinden biri olan Mac OS X ile sonraki sürümleri ve Linux için de ilham kaynağı olacaktı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2019", "len_data": 7374, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.66 }
Vim bir metin düzenleyicidir. Bram Moolenaar tarafından yazılmış ve ilk olarak 1991 yılında yayınlanmıştır. Komut satırında ve kullanıcı arayüzünde çalışacak şekilde tasarlanmıştır. Vi metin düzenleyici temel alınarak geliştirilmiştir. Vim özgür ve açık kaynak yazılımdır. Yazılımın yayınlanlığı lisans türü GNU GPL ile uyumlu olmakla birlikte, ek olarak, maddi destek vermek isteyenlerin, desteğini Uganda'daki ihtiyaç sahibi çocuklara yapılmasını istemektedir. Vim başlangıçta Amiga için çıkarılmış olsa da bugün çoklu platform desteği sağlamaktadır. 2006 yılında Linux Journal okuyucuları tarafından en çok beğenilen metin düzenleyici seçilmiştir. Tarihçe. Bram Moolenaar 1988 yılında Amiga bilgisayarlar için Vim üzerinde çalışmaya başladı. 1991 yılında Vim'in ilk yayınladığı sürümünü duyurdu (sürüm 1.14). Başlangıçta Vim ismi "Vi IMitation" ("Vi Taklidi") kelimelerinin kısaltmasıydı. Bu durum 1993 Kasım ayında Vim 2.0 sürümü duyurulmasıyla birlikte değişti. Çünkü artık Vi düzenleyicinin taklidi olmaktan çıkmış, Vi'den çok daha özellikli hale gelmişti. Bu sebeple Vim ismi "Vi IMproved" ("Geliştirilmiş Vi") kelimelerinin kısaltması olarak değiştirilmiştir. Arayüz. Vim'de, Vi'de olduğu gibi, temelde menü veya tıklanabilecek bir simge yoktur. Ama istendiği takdirde komut girerek grafik moduna yani gVim'e geçiş yapılabilir. gVim'de sık kullanılan komutların menüleri ve araç takımları ortaya çıkmaktadır. Fakat uygulamanın tüm özelliklerini kullanmak için gene uygulamanın komut satırı kullanılmalıdır. Vim'in kendi içerisinde yeni başlayanlar için öğretici bir ders vardır (derse "vimtutor" komutu ile erişilebilir). Ayrıca Vim'in özelliklerinin ayrıntıları Vim Kullanıcı Rehberi'nde mevcuttur. Bu rehberi Vim bünyesinde ya da çevrimiçi okuyabilirsiniz. Aynı zamanda Vim'in içerisindeki yardım özelliği ile Vim komutları hakkında ayrıntılar öğrenilebilir. Yardım özelliğinden uygulamanın komut satırına ":help YardımİstenenKomut" komutu yazarak yararlanılır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2020", "len_data": 1971, "topic": "CODING", "quality_score": 3.57 }
Ahmet Piriştina (8 Nisan 1952, Buca, İzmir - 15 Haziran 2004, İzmir), Türk siyasetçi. 1999 ve 2004 yılları arasında İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevini sürdürmüştür. İlk yılları. 8 Nisan 1952'de İzmir'in Buca ilçesinde doğdu. II. Dünya Savaşı sonrasında Kosova'dan göç etmiş Arnavut kökenli bir ailenin çocuğuydu. İlköğretimini Buca'da tamamlayan Piriştina, ortaokulu İzmir Saint Joseph'te, lise öğrenimini İzmir Atatürk Lisesi ve Türkay Koleji'nde tamamladı. 1976 yılında eşi Mine Piriştina ile evlendi. Bu evlilikten bir oğlu ve bir kızı dünyaya geldi. Oğlu Levent Piriştina, 2014 yerel seçimlerinde Buca Belediye Başkanı seçildi. Erken siyasi kariyeri. 1992 yılından itibaren Ege Bölgesi Sanayi Odası Meclis Başkan Vekilliği görevini de yürüttü. Piriştina'nın siyasetle ilk somut ve sıcak teması, 1991 yılında DSP'den milletvekili adayı oldu. Ancak milletvekili seçilemedi. Politikaya attığı ilk adım, 1994 yerel seçimlerinde İzmir Büyükşehir Belediyesi Meclis Üyeliği oldu. Piriştina aynı zamanda bu görevini DSP grup sözcüsü olarak sürdürdü. 1995 yılında İzmir milletvekili oldu. KİT yan kuruluna (komisyon) daimi üye seçildi. TBMM genel kurul salonunun yenilenmesi ile ilgili yan kurulda başkanlık, Uğur Mumcu suikastini araştırma yan kurulu üyesi olarak görev yaptı. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı. Ahmet Piriştina'nın siyasi macerası 1999 yerel seçimlerinde DSP'den İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesiyle yeni bir döneme girdi. Bu dönemde, kendisinden daha önce görev yapan büyükşehir belediye başkanlarınca başlatılan ve İzmir'i daha çağdaş bir konuma taşıyan İzmir Büyük Kanal Projesi, İzmir Kordonboyu Projesi ve İzmir Metrosu'nun M1 hattı gibi projeler, onun döneminde bitirildi ya da çalışmalar hızlandırıldı. Piriştina büyükşehir belediyesinin Fen İşleri bölümünün altyapısını kullanarak İzmir'deki birçok ilk ve orta dereceli okulun elden geçirilmesini sağlarken, Büyükşehir Belediyesine bağlı Eşrefpaşa Hastanesinin olanaklarıyla ilköğretim okullarında sağlık taraması yaptırdı. Sosyal güvencesi olmayan yoksul öğrencilerin ameliyat dahil tedavi masraflarını belediye bütçesinden ayrılan kaynakla gerçekleştirdi. Ahmet Piriştina, "Değişim Sürecek" sloganıyla girdiği 28 Mart 2004 yerel seçimlerini 2003'te katıldığı CHP'nin adayı olarak ikinci kez ve %45'lik oy oranıyla kazandı. 15 Haziran 2004'te ani bir kalp krizi sonucu öldü. İzmirlilerin de katıldığı Konak Meydanı'ndaki törenin ardından Aşağı Narlıdere mezarlığında defnedildi. Yerine CHP'ye mensup olan Bornova belediye başkanı Aziz Kocaoğlu, İzmir Büyükşehir Belediye başkanı seçilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2024", "len_data": 2587, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.21 }
Voleybol, file ile ikiye bölünmüş bir oyun alanı üzerinde altı kişilik iki takım ile oynanan, voleybol topuna eller ve kollarla vurarak file üzerinden karşı tarafın oyun alanına gönderme ve yere değmesini sağlama esasına dayalı bir takım sporudur. Oyun, tam orta çizgisi üzerinden bir file ile ayrılmış olan bir sahada oynanır. Oyun esnasında her takımın oyuncuları sahanın kendine ait olan yarısında bulunur ve asla rakip alana geçmezler. Oyunun amacı, voleybol topunu en fazla üç pas yaparak rakip takımın sahasına göndererek yere çarpmasını sağlamak ve rakip takımın aynı amaca ulaşmasını önlemektir. Topa yalnızca eller ve kollarla değil, bütün vücutla dokunulabilir. Oyuncular topu sabit olarak ellerinde tutamazlar ve topa üst üste iki kez vuramazlar ve top taşıyamazlar. Oyuncuların saha içinde durdukları yerler hemen hemen sabittir: Üç oyuncu fileye yakın durarak atak yapar, diğer üç oyuncu ise atak oyuncularının arkasında durarak savunma yapar. Bir yarı sahanın arka çizgisinin sağ tarafında ayrılan üçte birlik bölüme “Servis Alanı” adı verilir. Oyun, servis atışı ile başlar. Servis atışı, topu servis alanından atarak bir seferde rakip tarafa gönderme hedefiyle yapılan atıştır. Bu atış, topa el içi, kol ya da yumrukla vurularak yapılabilir. Karşı takım, servisle gelen topu karşılayarak, en fazla üç vuruşla tekrar diğer yarı sahaya göndermeye çalışır. Oyun; topun oyun alanına değmesi, harice gitmesi veya bir takımın faul yapmasına kadar devam eder. Bu üç durumdan biri olduğunda, yeniden servis atışı yapılır. Topa üç kereden fazla dokunmak, rakip sahaya basmak, fileyi tutmak, fileye temas etmek, topa kuraldışı bir müdahalede bulunmak ya da topu tutmak faul olarak kabul edilir ve faullerde top karşı takıma geçer. Takımlardan biri, topu diğer takımın yarı sahasına veya rakip çizgisine değdirmeyi başardığında 1 puan kazanır. Eğer atılan top, rakip takımın yarı sahasının dışına değerse, rakip takım 1 puan kazanır. Bir voleybol maçı toplam beş setten oluşur. İlk dört sette hedef, en az iki fark ile 25 puana ulaşmaktır, son sette ise hedef yine en az iki farkla 15 puana ulaşmaktır. Bir takım üst üste 3 set kazanırsa, maç sona erer.Skor bir bir oluncaya kadar dönme hareketi yapılmaz skor ne zaman ikiye yükseldi işte ondan sonra dönme hareketi başlar. Tarihi. ABD'nin Massachusetts eyaletinde, Genç Erkekler Hristiyan Birliği (YMCA) adındaki spor kulübünde çalışan beden eğitimi öğretmeni William G. Morgan tarafından 9 Şubat 1895'te tasarlandı. Bir kapalı alan sporu olarak 1895'te oynanmaya başlandı. Morgan, bu oyunu "mintonette" olarak adlandırmıştı; daha sonraları topa yere değmeden vurma ilkesinden (vole) yola çıkılarak "voleybol" adı önerildi ve oyun bu adla tanındı. İlk kez Morgan tarafından kaleme alınan voleybol kuralları, YMCA ile Üniversiteler Ulusal Spor Birliği'nin (NCAA) ortak çalışması sonunda 1916'da yeniden düzenlendi. ABD'de kısa sürede tutulan voleybol, I. Dünya Savaşı sırasında ABD askerleri aracılığıyla Avrupa'ya da geçti. Sporun, çeşitli ülkelerde uzun bir dönem bağımsız bir çizgide gelişmesinden sonra, 1947'de Paris'te Uluslararası Voleybol Federasyonu (FIVB) kuruldu. İlk Dünya Şampiyonası 1949 yılında erkekler, 1952'de kadınlar tarafından oynanmıştır. Günümüzde, merkezi İsviçre'nin Lozan kentinde bulunan FIVB'ye 169'tan fazla ülke üyedir. Tokyo'da oynanan 1964 Yaz Olimpiyatlarından bu yana bu yana voleybol bir olimpiyat oyunudur. Atlanta'da oynanan 1996 Yaz Olimpiyatları'ndan bu yana ise plaj voleybolu, bir olimpiyat oyunu olmuştur. Oyunun oturarak oynanan bir başka versiyonu da, Paralimpik Oyunlarına dahildir. Erkekler Oturarak Voleybol ilk kez 1980 Paralimpik Oyunları'nda oynanmışken, Kadınlar için olan versiyonu 2004 yılında Paralimpik Oyunlara dahil olmuştur. Oyuncular ve bölgeleri. Pasör. Smaçörlere pas kaldıran oyuncudur. Pasör oyun sistemine göre farklı bölgelerden "2" ve "3" arasındaki bölgeye gelerek oynar. Oyunu asıl yönlendiren oyuncudur. Pasörün kötü pas atması halinde smaçöre daha çok görev düşer ve hücumdaki etki azalır. Pasör oyun süresince birçok farklı yerde yer alabilir. Pasör Çaprazı. Pasör servise geçtiğinde öne gelen ve genellikle uzun pasla hücum eden oyuncu. "2" numara oyuncusu da denilebilir. Bu oyuncu 4-2 taktiğinde genellikle görev almaz. Smaçör. "4" numarada oynayan ve genellikle uzun pasla hücum eden oyunculara denir. Sahada bu görevde oynayan iki oyuncu bulunur. Birisi servise geçtiğinde çaprazı öne geçer, bu sayede "4" numaradan sürekli olarak hücum yapılabilir. 3 numarada oynayan ve kısa, kurşun paslarla hücum eden oyunculara denir. Bu görevde 2 oyuncu sahada yer alır. Birisi servise geçtiğinde çaprazı öne geçer, bu nedenle "3" numaralı bölge de sürekli hücum bölgesidir. Libero. Takımın altıncı oyuncusudur. Farklı renkte (genellikle takım formasının tam zıt renginde) forma giyer, diğer oyunculardan farklı olarak oyuncu listesinde adının yanında bir "L" ibaresi bulunur ve bu ibare bu oyuncunun o maç sırasında başka bir görevde kullanılamayacağını gösterir. Takımın savunma oyuncusudur. Oyun sırasında servis atılmadan önce, takımının o sırada savunmada olan oyuncularından biriyle yer değiştirebilir. Bu yer değiştirme, sahanın arka alanından gerçekleştirilir. Arka alanda parmak pas ve manşet alabilirken, topu 3 metre içinde parmak pasla alamaz. Yerine geçtiği oyuncu "4" numaraya geldiğinde ya da başka bir oyuncuyla değişmesi gerekiyorsa oyundan çıkar. Her iki durumda da oyuna tekrar girebilmesi için bir sayı beklemelidir. Servis atamaz ve 3 metre içinden hücum yapamaz. Arka alandan hücum yapabilir, ancak zıplayamaz. 3 metre içinde zıplayabilir. Arkaya gelen topları parmakla alamaz. Farklı renkte forma giymesinin sebebi voleyboldaki estetik algı ile ilgilidir. Bazen karşı takımın formasını giyebilirler. 2021 yılında FIVB tarafından yapılan kural değişikliğinden önce liberoların takım kaptanı olmalarına izin verilmemekteydi. Oyuncular. Oyuncunun malzemeleri forma, şort, çorap, dizlik ve spor ayakkabısıdır. Oyuncuların formaları 1'den 18'e kadar değişiklik gösterebilir. Takım kaptanının formasında, göğüs numarasının altında bir şerit olmalıdır. Diğer oyunculardan farklı renkte olan (libero oyuncuları haricinde) ve/veya kurallara uygun numarası bulunmayan formaların giyilmesi yasaktır. Oyuncular riski kendisine ait olmak kaydıyla gözlük ve lens takabilirler. Oyunda olmayan oyuncular oyun esnasında ısınma sahasında, molalarda ve teknik molalarda kendi oyun alanlarının arkasındaki serbest bölgede topsuz olarak, set aralarında serbest bölge içinde top kullanarak ısınabilirler. Filenin önünde bulunan üç oyuncu ön hat oyuncusudur ve "4" (ön-sol), "3" (ön-orta), "2" (ön-sağ) numaralı alanlarda dururlar. Diğer üç oyuncu geri hat oyuncusudur ve "5" (geri-sol), "6" (geri-orta), "1" (geri-sağ) numaralı alanlarda dururlar. Pas Çeşitleri. Uzun Pas. Genellikle "4" ve "2" numaralı oyunculara atılan yüksek pastır. Kurşun Pas. "4" ve "2" numaralı oyuncuların hücumlarını hızlandırmak amacıyla atılan, file köşelerine doğru ve fileye paralel olarak atılan kısa ve hızlı pastır. Kısa Pas. "3" numara oyuncularına atılan pastır, hızlı hücumu sağlar ve karşı takımı savunması yerine yerleşmeden yakalama amacı taşır. Yüksekliği ve zamanlamasına göre üç çeşidi vardır. Erken kısa. "3" numara oyuncusu, top pasöre ulaşmadan önce hareketlenir ve top pasörle buluştuğunda havada olur. Normal kısa. "3" numara oyuncusu, top pasöre giderken hareketlenir ve top pasörle buluştuğunda zıplar, topla en yüksek noktada buluşup topa vurur. Geç kısa. "3" numara oyuncusu, topa düşmeye başladığı noktada vurur. Taktikler. 4–2. İki pasör, iki smaçör ve iki orta oyuncu ile sahaya çıkılan taktiktir. Pasörler arka alanda savunma oyuncusu olarak sayılırken öne geldiklerinde pas atmakla görevlidirler. Hücum görevinin sürekli olarak iki oyuncuda olması, bu taktiğin zayıf yönüdür. 5-1. Tek pasör, iki smaçör, iki orta oyuncu ve bir pasör çaprazıyla sahaya çıkılan taktiktir. Pasör arka alana geçtiğinde, öncelikli olarak bir savunma oyuncusudur. Top pasöre gelirse, pasör topu karşılar ve pası atmakla yükümlü olan oyuncu pasör çaprazı olur, aksi takdirde pasör 3 metre içine kaçarak pasını atar ve yeniden savunma pozisyonunu alır. Pasörün arkada olduğu pozisyon takımın üç oyuncusunun hücum edebildiği, dolayısıyla da güçlü oldukları pozisyondur. Modern 4-2. İki pasör, iki smaçör, iki orta oyuncu ile oynanır. "4-2"den farkı, pasörlük görevinin arka alanda bulunan pasöre ait olmasıdır. Öne geçen pasör; pasör çaprazı gibi oynar ve takım sürekli olarak üçlü hücum yapabilir. Voleybol sahası. Oyun alanı, 18x9 m2 ölçülerinde bir dikdörtgendir ve her yönde en az 3 m genişliğinde olan bir serbest bölge ile çevrilmiştir. Oyun sahasının üzerinde bulunan serbest oyun boşluğu, her türlü engelden arındırılmış olmalıdır. Serbest oyun boşluğu, oyun sahası yüzeyinden ölçüldüğünde en az 7 m yüksekliğinde olmalıdır. Sahayı çevreleyen çizgiler 5 cm kalınlığındadır. Sahanın yüzeyi düz, yatay ve yeknesak olmalıdır. Oyuncular için sakatlanmaya yol açacak herhangi bir tehlike teşkil etmemelidir. Pürüzlü ve kaygan yüzeylerde oynanması yasaktır. FIVB Dünya ve Resmi Müsabakalarında sadece tahta veya sentetik bir yüzeyin kullanılmasına izin verilir. Bu yüzey daha önce FIVB tarafından onaylanmış olmalıdır. Kapalı salonlarda oyun alanının yüzeyi açık renkte olmalıdır. FIVB Dünya ve Resmi Müsabakalarında çizgiler için beyaz, oyun alanı ve serbest bölge için farklı renkler kullanılmalıdır. Açık hava sahalarında drenaj amacıyla her metre için 5mm'lik eğime müsaade edilir. Saha çizgilerinin sert bir maddeden oluşturulması yasaktır. Oyun alanının üzerindeki çizgiler. Bütün çizgiler 5 cm genişliğindedir. Çizgiler, zeminin ve diğer çizgilerin renklerinden farklı ve açık renkte olmalıdır. Sınır çizgileri. İki yan ve iki dip çizgi oyun alanını belirler. Yan ve dip çizgilerin her ikisi de oyun alanının boyutlarına dahil olarak çizilir. Orta çizgi. Orta çizginin tam ortası oyun alanını 9x9 m2 boyutlarında iki eşit alana böler; bununla beraber orta çizgi kalınlığının, bütünüyle, her iki oyun alanının da sınırları içerisinde olduğu kabul edilir. Bu çizgi filenin altından iki yan çizgi arasında uzanır. Hücum çizgisi. Her oyun alanında, arka kenarı, orta çizginin tam ortasından 3 m geride çizilmiş bir hücum çizgisi, ön bölgeyi belirler. Bölgeler. Ön bölge. Her oyun alanında ön bölge orta çizginin tam ortası ve hücum çizgisinin arka kenarıyla sınırlıdır. Ön bölgenin yan çizgiler dışında serbest bölgenin sonuna kadar uzandığı varsayılır. Servis bölgesi. Servis bölgesi, her dip çizginin gerisinde 9 m genişliğindeki sahadır. Bu bölgenin yan sınırları, dip çizgilerden 20 cm geriye, yan çizgilerin uzantısı olarak çizilen 15 cm uzunluğunda iki kısa çizgiyle belirlenir. Her iki kısa çizgi de servis bölgesinin genişliğine dahildir. Servis bölgesinin derinliği serbest bölgenin sonuna kadar devam eder. Oyuncu değiştirme bölgesi. Oyuncu değiştirme bölgesi, her iki hücum çizgisinin yazı hakemi masasına kadar olan uzantısı ile sınırlıdır. Libero değişim bölgesi. Libero değişim bölgesi, serbest bölgenin, takım sıraları tarafındaki bir bölümü olup, hücum çizgisi uzantısından dip çizgiye kadar olan alanla sınırlandırılmıştır. Isınma sahası. FIVB Dünya ve Resmi Müsabakalarında ısınma sahaları yaklaşık 3x3 m2 boyutlarında, serbest bölgenin dışında ve oturma sıralarının bulunduğu taraftaki köşelerde yer alır. Ceza sahası. Yaklaşık 1x1 m2 boyutlarında olan ve iki sandalye bulundurulan bir ceza sahası, her bir dip çizgi uzantısının dışında olacak şekilde, kontrol sahası içinde yer alır. Bu sahalar 5 cm genişliğinde kırmızı bir çizgiyle sınırlandırılabilirler. File. File, düşey olarak orta çizginin üstünde yer alır ve erkekler için 2,43 m; kadınlar için 2,24 m yüksekliğindedir. File, 1 m genişliğinde, 9,50 ile 20 m uzunluğundadır ve 20 cm2lik karelerden oluşan siyah iplerden yapılmıştır. Anten, 1,80 m uzunluğunda ve 10 mm çapındadır. Antenlerin her birinin 80 santimetrelik üst kısımları filenin üzerinde devam eder. Antenler filenin bir parçası sayılır ve geçiş boşluğunun yan sınırlarını belirler. Voleybol kuralları. Voleybol topu. Top, içinde lastik veya benzeri bir maddeden bir kesenin bulunduğu esnek deri ya da sentetik deriden yapılmış ve küresel şekildedir. Tek bir açık renk ya da renk kombinasyonu kullanılabilir. Uluslararası resmi müsabakalarda kullanılan topların sentetik deri maddesinin ya da renk kombinasyonlarının FIVB standartlarına uyması gereklidir. Çevresi 65–67 cm ve ağırlığı 260-280 gr'dır. İç basıncı 0.30-0.325 kg/cm²’dir. (294.3-318.82 mbar veya hPa) Yasaklı hareketler. Herhangi bir sakatlığa sebep olacak veya rakibe oranla avantaj sağlayacak her türlü eşya yasaktır. Oyuncular gözlük veya lens takabilir ancak sorumluluk oyuncunun kendisine aittir. Kaptanlar. Kaptanlar kendi takımlarından sorumludurlar. Maç öncesi ve sonrası takım cetvelini imzalar ve kurada takımını temsil eder. Sayı kazanmak. Bir takım 4 şekilde sayı elde edebilir: Rakip sahanın zeminine top temas ettiği zaman, top en son rakip sahanın oyuncusuna değip dışarı çıktığı zaman, rakip takımın bir hatası sonucu (oyun kurallarına aykırı bir davranış yapılması) veya rakip takım herhangi bir ihtar (uyarı) aldığında. Setler. Bir takım en az 2 sayı farkla 25 sayıda olduğu zaman seti kazanmış olur. 24-25 olduğu durumlarda set 2 sayı fark oluşana kadar devam eder. Üç set alan takım maçı kazanmış olur. 2-2’lik durum eşitliğinde beşinci set oynanır. Beşinci set 2 sayı farkı kuralıyla birlikte 15 sayı üzerinden oynanır. Saha seçimi ve ilk servisi atacak takımın seçilmesi. Oyunun başında başhakem tarafından kura atışı yapılır. Bu şekilde saha ve ilk servisi atacak takım belirlenir. Kurayı kazanan takımın iki seçeneği vardır: Ya ilk servisi kullanmayı seçer ya da sahayı seçer. İlk servisi kullanacak takım filede ilk ısınacak takımdır. Oyundaki Oyuncu Sayısı. Her takımın oyunda altı oyuncusu bulunur. Dönüşler. Dönüşteki sıraya başlangıç dizilişi ile başlanır. Set bitene kadar ve oyuncuların pozisyonları ile kontrol edilir. Bir takım servis karşılıyorsa, eğer servis atma hakkı kazanırsa o takımın oyuncuları saat yönünde bir pozisyon dönerler. Seyirciler. Türkiye'de bilhassa mahallî voleybol müsabakalarında bir oyuncu servis kullanmaya hazırlanırken o takımın taraftarları "hoooop" diye tezahürata başlar, oyuncu kullandığı anda da "güüüm" diyerek bitirirler.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2027", "len_data": 14298, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.52 }
Hentbol, altısı saha içinde, biri kalede olmak üzere yedi oyuncuyla oynanan bir takım sporudur. Oyun süresi otuz dakikalık iki devreden oluşur. İlk yıllarında futbol stadyumlarında 11 kişilik takımlar halinde çim üzerinde oynanan hentbol, 1950'lerden sonra yaygın bir salon sporu haline dönüşmüştür. Saha hentbolu, plaj hentbolu ve tekerlekli sandalye hentbolu türleri bulunur. Danimarkalı beden öğretmeni Holger Nielsen 1848'de Ortrup'daki okulunda kuralları ve metotları belirlenmiş ve adına " "Handball spiel" " dediği bir oyunun oynanmasına izin vermiştir.1915-1917 yılları arasında Berlinli spor okulu müdürü olan Max Heiser bu oyunun gerçek yapısını düşünen ve kuran ilk kişi oldu. Defanstaki takım, hücum eden takımı ceza sahasının önünde kalelerine yaklaştırmamaya çalışır. D şeklindeki 6 m uzaklıktaki ceza sahasına kaleci dışındaki oyuncuların girmesi yasaktır. Savunma sırasında, defans oyuncuları belirli ölçüde rakip oyunculara temasta bulunabilirler. Aşırı faullü temaslarda oyuncu iki dakikalık oyundan çıkma cezası ile cezalandırılır ve ceza alan oyuncunun yerine oyuncu giremez. Cezası biten oyuncu yerine başka oyuncu girebilir. Hentbol sahası 40 metre uzunluğunda ve 20 m genişliğinde dikdörtgen bir alandır. Kaleye 9 m uzaklıkta kesik çizgiler serbest atış çizgisidir. Bu çizgi ile kale sahası çizgisi arasındaki fauller bu çizgiden kullanılır ve kullanılırken hücum oyuncuları bu alanın dışında durmak zorundadır. Penaltı kararı kale sahasında atış halindeki oyuncuya yapılan faullerde ve kale atışını kale sahası içinde engelleyen savunma oyuncusu varsa kullanılır. Penaltı atışları kalenin tam 7 m karşısından yapılır. Bu atışlara 7 m atışı da denir. Her takım sahaya 14 oyuncu ile çıkar. Maç başlarken oyun alanı içinde, bir takımdan 6' sı oyuncu, biri kaleci olmak üzere toplam 7 oyuncu bulunur. Kenarda 7 yedek oyuncu oturur. Oyun süresi içerisinde çizgi ile belirlenen bölümde, kendi aralarında her an istedikleri kadar oyuncu değiştirilebilirler. Oyunda amaç, rakip kaleye gol atmaktır. Eğer bir oyuncu kurallar içinde topu rakip kaleye atar ve sokabilirse bu "gol" olarak kabul edilir. Takımlar, birbirlerinin kalelerine topu atıp gole çevirmeye çalışırken, gol olmaması için de savunma ile kendi kalelerini korurlar. Hentbolda oyuncular topu elle tutabilir, yumruklayabilir ya da atabilir. Topa vücudun dizden aşağı herhangi bir bölümüyle dokunmak yasaktır. Sadece kaleci kalesini vücudunun tümüyle koruyabilir. Oyuncu, topu elinde en fazla 3 saniye tutabilir ve topla sadece 3 adım atabilir. İki devre sonunda en çok gol kaydeden takım galip gelir. Gol sayıları eşitse karşılaşma beraberlikle son bulur. Galibiyette 2 puan, beraberlikte 1 puan alınırken, yenilgide puan alınmaz. Oyun para atışı ile başlar. Para atışını kazanan takım oyuna top ile mi başlamak istediğini yoksa önce hangi kalede savunma yapmak istediğini seçer. Topun çevresi bayanlar müsabakalarında 54-56 iken erkeklerde 58–60 cm.dir. Topun ağırlığı erkeklerde 425 ile 475 gr bayanlarda ise 325 ile 400 gramı geçmemesi gerekir. Oyuncular topu sürerken iki kez tutabilirler ancak tuttuktan sonra üç saniye içinde ellerinden çıkarmak zorundalar ve topla en fazla üç adım atabilirler. Oyun iki hakemle yönetilir. Günümüzde oynanan modern hentbolun temelleri 1920′lerde Almanya, Danimarka ve İsveç'te oynanan el topuna dayanır. 1936 ve 1952 Olimpiyatlarında gösteri amacıyla yer alan hentbol, 1972 Olimpiyatlarında resmî olarak yer almıştır. Günümüzde hentbol özellikle Avrupa kıtasında büyük ilgi çekmektedir. İspanya'da ASOBAL Liga, Almanya'da Handball Bundesliga, İsveç'te Handbol ElitSerien, Danimarka'da TDC Ligaen sporun en üst düzeyde oynandığı yerel ligler olarak nitelendirilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2028", "len_data": 3689, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.58 }
Surinam veya resmî adıyla Surinam Cumhuriyeti (Felemenkçe: "Republiek Suriname", Felemenkçe telaffuz: ), Güney Amerika kıtasının Atlantik kıyısında yer alan egemen bir devlettir. Güneyde Brezilya, batıda Guyana ve doğuda Fransız Guyanası ile sınırı vardır. 165.000 km²'lik yüzölçümü ile Güney Amerika'nın en küçük ülkesidir. Surinam'ın nüfusu yaklaşık 575.990'dır ve çoğunluğu ülkenin kuzey kıyısında yaşamaktadır. Paramaribo ülkenin başkenti olup, en yüksek nüfusa sahip kentidir. Başlangıçta Aravak ve Karayipler gibi yerli kabileler ile meskun edilen Surinam'ın Avrupalılar tarafından keşfi 16. yüzyılda gerçekleşti. Bölge ilk defa 17. yüzyılın ortasında İngiltere tarafından kolonileştirildi, ancak kısa bir süre sonra Surinam Hollanda hakimiyetine girdi. "Surinam Cemiyeti" adlı özel şirket yönetimi altında nehirler etrafında plantasyonlar kuruldu ve burada işgücü olması için Afrika'dan köleler getirildi, bu kölelerden bazıları ise koloninin iç kesimlerine kaçarak kendi toplumlarını kurdu. Koloni 1795'te millileştirildi, 1863'te ise kölelik yasaklandı. Plantasyonlardaki işgücü açığının giderilmesi için başta Doğu Hint Adaları ve Hindistan'dan olmak üzere senetli işçiler getirildi. Surinam'a 1954'te ülke statüsü verilmesiyle Hollanda ve Hollanda Antilleri ile birlikte Hollanda Krallığı'nı oluşturan üç ülkeden biri haline geldi. 25 Kasım 1975'te Surinam Hollanda Krallığı'ndan ayrılıp bağımsızlığını kazandı, yine de Hollanda ile ekonomik diplomatik ve kültürel bağlarını sürdürdü. Surinam halkı çok sayıda, etnik, dini ve dilsel grubu kapsar. Ülkede soyları senetli işçilere dayanan Hintler en büyük etnik grup olurken, soyları Afrikalı kölelere dayanan Marunlar ikinci sırada yer almaktadır. Bunlara ek olarak Afrikalı ve beyaz atlara sahip Kreollar, Cavalılar ve birden fazla etnik gruba ait melez bireyler önemli diğer grupları oluşturmaktadır. Çoğunluk tarafından konuşulan Felemenkçe resmî statüye sahip olup ülkedeki prestij dil olurken, halkın önemli bir kısmı ayrıca Sranan Tongo adlı kreol dili konuşmaktadır. Ülkede Hristiyanlık en yaygın dindir, Hinduizm ve İslam ise kalabalık mensupları olan diğer dinlerdir. Surinam, kültür bakımından bir Karayip ülkesi olarak kabul görmüştür ve Karayip Ortak Pazarı'nın üyesidir. Etimoloji. Surinam isminin kökeninin, bölgenin Avrupalılar tarafından keşfi sırasında bölgede yaşamış "Surinen" adlı yerli halka dayandığı düşünülmektedir. Ülke adının sonunda yer alan "-am" eki, ülkede konuşulan Lokono dilinde nehir veya nehir ağzı anlamına gelmektedir ve ülke adına bu şekilde girdiği düşünülmektedir. İlk olarak bu isim Surinam nehri için kullanılmış, daha sonra nehir etrafındaki bölge ve koloniler için kullanılır hale gelmiştir. Tarihçe. Surinam'da insan yaşamına dair izler MÖ 3000 yılına dayanmaktadır. Bölgede Avrupalılar tarafından ele geçirilmesinden önce Aravakların yaşamış olup, bu halk daha sonra bölgeye gelen Karayiplerin himayesine girmiştir. Sömürge dönemi. Surinam'ın Avrupalılar tarafından keşfi ilk olarak 16. yüzyılda İspanyol İmparatorluğu'na bağlı denizciler tarafından gerçekleştirildi. Bölgeye 17. yüzyılın ortasında İngilizlerin yerleşmesiyle bir sömürge hâline getirildi. 1667'de ise İkinci Hollanda-İngiltere Savaşı sonucunda imzalanan Breda Antlaşması nezdinde Surinam, Hollanda İmparatorluğu himayesine girdi, İngiltere'ye ise Yeni Hollanda devredildi. Koloni, ele geçirilmesinin ardından Amsterdam şehri, "Van Aerssen van Sommelsdijck Ailesi" ve Hollanda Batı Hindistan Şirketi tarafından kurulmuş Surinam Cemiyeti adlı özel şirket tarafından yönetilmeye başlandı. Koloni yönetimi altında bölgedeki nehirler etrafında kakao, kahve, şeker kamışı ve pamuk tarımı yapan plantasyonlar oluşturuldu ve işgücü ihtiyacı için Afrika'dan köleler getirildi. Kölelerin yaşadığı kötü koşullar kölelerin bölgenin iç kesimlerine kaçarak burada kendi toplumlarını oluşturmalarına sebep oldu. 1795'te Batavya Cumhuriyeti koloniyi özel şirket yönetiminden çıkartarak millileştirdi. 1799 ve 1802 ile 1804 ve 1816 arasındaki Britanya işgalleri dışında koloni Batavya Cumhuriyeti ile ardılı Bonapartist Hollanda Krallığı ve Hollanda Krallığı tarafından yönetildi. 1863 yılında koloni köleliği aşamalı olarak yasakladı. Plantasyon sahiplerine tazminat olması adına kölelerin düşük bir ücret karşılığında 10 sene boyunca plantasyonlarda çalışması, sonra ise tamamen özgürleştirilmeleri kararlaştırıldı. 1873'te özgürleşen kölelerin büyük bir kısmı plantasyonlarda çalışmayı bıraktı, bazıları ise çalıştıkları çiftlikleri satın aldı. Koloninin mali gücü yüksek işgücü isteyen plantasyon ekonomisine dayandığından ötürü ilk başta Hollanda Doğu Hint Adaları'ndan (modern Endonezya), daha sonra ise Britanya Hindistanı'ndan senetli işçiler getirildi. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında koloniye daha küçük ölçekli Çinli ve Orta Doğulu işçiler de sevk edildi. II. Dünya Savaşı sırasında, 1941'de Hollanda hükûmetinin isteğiyle Amerika Birleşik Devletleri Surinam'ı işgal etti. 1954 yılında ülke statüsü verilen Surinam, Hollanda Antilleri ve Hollanda ile birlikte Hollanda Krallığı'nın oluşturan üç ülkeden biri haline gelerek savunma ve dış ilişkiler dışındaki konularda yerel yönetime sahip oldu. 1974 yılında yerel hükûmet ve Hollanda hükûmeti arasında bağımsızlık hakkında konuşmalar gerçekleştirildi. Bağımsızlık sonrası dönem. 1975 yılında Surinam Hollanda'dan bağımsızlığını kazandı. Ülkenin ilk cumhurbaşkanı Johan Ferrier, ilk başbakanı Henck Arron olmuştur. Bağımsızlığı takip eden yıllarda nüfusun üçte biri Hollanda'ya göç etti. Ülkede yolsuzluk olayları ve etnik polarizasyon yaygın hale geldi. 1980'de Arron'un sivil hükûmeti Dési Bouterse liderliğindeki bir darbe vasıtasıyla devrildi ve askeri cunta yönetimi başladı. Cunta yönetimi her ne kadar resmî açıdan bitse de sivil yönetim üzerinde 1987'ye kadar kontrol sağladı, ancak bu tarihten sonra uluslararası baskı sonucu demokratik seçimler gerçekleştirildi. 1990 yılında tekrar bir askerî darbe yaşandı, ancak 1991'de 4 partiden oluşan ve demokratik seçimler vasıtasıyla seçilmiş koalisyon hükûmeti ülke kontrolünü tekrar sağladı. Koalisyon hükûmeti 2005'te 8 partiyi kapsar hâle geldi ve 2010 yılına kadar ülkeyi yönetti. Ağustos 2010'da yapılan seçimlerde eski askerî lider Dési Bouterse'in muhalefet ile kurduğu iktidar hükûmeti kurdu. 2015 yılında Başkan Bouterse tekrar seçildi, ancak 2019'da 1982 yılında gerçekleştirdiği infaz olayları nedeniyle 20 sene hapis cezasına çarptırıldı. 2020 seçimlerinde Chan Santokhi ülke yönetimine geldi. Siyaset ve yönetim. Surinam Cumhuriyeti, 1987 Anayasası'na göre temsili demokrasidir. Ülkenin yasama organı, 51 kişiden oluşan tek meclisli Surinam Millet Meclisi'dir. Meclis üyeleri her 5 senede bir popüler oy baz alınarak seçilmektedir. Demografi. Surinam halkı çok sayıda, etnik, dini ve dilsel grubu kapsar. Kökenleri bölgeye 19. yüzyıl sonunda Kuzey Hindistan'dan gelen göçmenlere dayanan Hintler toplumun %27,4'ünü oluşturur ve ülkedeki en büyük etnik gruptur. Afrikalı ataları 17. ve 18. yüzyılda köle ticareti sonucu ülkeye getirilmiş ve daha sonra ülkenin iç kesimlerine kaçmış Marunlar toplumun %21,7'sini oluşturmaktadır. Beyaz ve siyahîlerin karışması sonucu oluşmuş ve kendilerini Kreol olarak adlandıran halkın genel nüfusa oranı %15,7'dir. Cavalılar toplumun %13,7'sini oluşturur. Halkın %13,4'ü kendi etnik grubunu melez olarak nitelendirmiştir. %7,6'sı diğer gruplara mensup olduğunu belirtmiş, %0,6'sı ise etnik grubunu belirtmemiştir. Dil. Felemenkçe toplumun %60'ının anadili, geri kalan önemli bir kısmının da ikinci dilini oluşturmaktadır. Dil, devletin, iş dünyasının ve eğitimin resmî dili olmasına rağmen, İngilizce temelli Kreolce bir dil olan Sranan Tongo dili de geniş ölçüde halk dili olarak kullanıma sahiptir ve halk büyük ölçüde iki dillidir. Surinam, dünyada Avrupa dışında nüfusun yoğunlukla Felemenkçe konuştuğu birkaç bölgeden biridir. Hindustânî, Cavaca ve Hakka ve Kantonca gibi Çince değişkeleri ülkede konuşulan diğer dillerdir. Ülkede yaşayan ve Marun olarak adlandırılan Afrika kökenli grup çeşitli İngilizce bazlı Kreol dilleri konuşmaktadır. Din. 2020 verilerine göre ülkenin %52,3'ü Hristiyan, %18,8'i Hindu, %14,3'ü Müslümandır, %5,6'sı yerel halk dinlerine inanmaktadır. Budizm ve Yahudilik inancına mensup birey sayısı her biri için %1'in altındadır, %1,9'u ise geriye kalan diğer dinlere mensuptur. Herhangi bir dine bağlı olmayanların nüfusa oranı %6,2'dir. Hristiyanlar arasında Protestanlık (Pentikostalizm ve Morovya Kilisesi) ve Katoliklik baskın mezheplerdir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2040", "len_data": 8498, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.64 }
Lüksemburg veya resmî adıyla Lüksemburg Büyük Dukalığı (), Batı Avrupa'da, denize kıyısı olmayan küçük bir devlettir. Toprakları Belçika, Fransa ve Almanya ile çevrelenmiştir. Başkenti ve en büyük şehri, ülkeyle aynı adı taşıyan Lüksemburg'dur. Yüzölçümü yaklaşık olarak 2.586 kilometrekaredir. 2019 verilerine göre 626.108 nüfusuyla Avrupa'nın en az nüfuslu ülkelerinden biridir. Ülkede parlamenter temsilî demokrasi ile birlikte anayasal krallık sistemi vardır. Grandük unvanını taşıyan bir monark tarafından yönetilir. Eski dönemlerden günümüze ayakta olan en büyük dukalıktır. Ülke son derece gelişmiş bir ekonomiye sahiptir ve kişi başına düşen millî gelir ortalamasında IMF ve Dünya Bankası verilerine göre birinci sırada yer alır. Tarihî ve stratejik önemi kurulduğu Roma dönemine dek uzanır. Lüksemburg; Avrupa Birliği'nin, NATO'nun, OECD'nin, Birleşmiş Milletler'in, Benelüks Topluluğu'nun ve Batı Avrupa Birliği'nin kurucu üyelerindendir. Ülkenin başkenti ve aynı zamanda en büyük yerleşim birimi olan Lüksemburg, Avrupa Birliği ile ilgili pek çok sayıda kurum, kuruluş ve dairenin genel merkezine ev sahipliği yapmaktadır. Lüksemburg, Roma ve Cermen kültürlerinin kesiştiği bir noktada yer alır ve bu iki uygarlığın da ülkenin kültürel yapılanmasında büyük payı vardır. Lüksemburgca, Almanca ve Fransızca olmak üzere üç resmî dilin bulunduğu ülke laik bir devlet yapılanmasına sahip olsa da Lüksemburg halkının büyük çoğunluğu Roma Katolik Kilisesi'ne bağlıdır. Tarihçe. Bu küçük ülkenin tarihi 963'te Kont Siegfried'in Lütteburg Kalesi'ni kurdurmasıyla başlar. 15. yüzyılda 4 Kutsal Roma Cermen imparatoru Lüksemburg'dan seçilmiştir. Bunlardan I. Karl, Lüksemburg'u 1354'te dükalığa dönüştürmüştür. 1443'te Bourbon Hanedanının eline geçen ve yüzyıllarca yabancı ülkelerin egemenliğinde yaşayan dükalık Bourbon hanedanından Marie'nin Avusturya İmparatoru I. Maximillian ile evlenmesi sonucu Habsburglara geçmiştir. Habsburgların bölünmesi ile Lüksemburg ailenin İspanyol koluna geçti. 1684'te Fransa Kralı XIV. Louis tarafından ele geçirildi. 1697'de Habsburgların geri aldığı ülke, 1794'te yine Fransız işgaline uğradı. 1815'e kadar Fransız egemenliği altında kalan ülke Viyana Kongresi'nde bağımsız bir büyük dükalık olarak Hollanda'ya geçmiştir. 1830 Ayaklanması'ndan sonra Belçika'nın bir parçası haline gelmiştir. Fransız İmparatoru III. Napoléon'un ele geçirme girişiminin başarısızlığa uğramasından sonra, 1827'de bağımsızlığa kavuşan Lüksemburg Büyük Dükalığı büyük devletlerin himayesi altına alınmış ve Dükalık'ta, 1868'de üstünde birçok değişiklikler yapılmasına rağmen günümüzde de geçerli olan anayasa kullanılmaktadır. O tarihten itibaren yansızlık politikası uygulamasına karşın her iki dünya savaşında da Alman işgalinde kalan Lüksemburg, 1947 Mart'ında Belçika ve Hollanda'yla iktisat ve gümrük birliği Benelüks'ü oluşturmuş, 1949'da NATO'ya, 1957'de Avrupa Ekonomik Topluluğuna üye olmuştur. Başkenti Lüksemburg, 2007 Avrupa kültür başkenti seçildi. Ayrıca kişi başına düşen yıllık millî gelirde dünyada ilk sıradadır (81.000$ 2006 tahmini). Diğer ülkelere nazaran zengin bir toplum olması; ülke topraklarının küçük olması ve çekirdek bir ülke olarak yaşaması ile doğru orantılıdır. Bunların dışında, Lüksemburg, dünyada hâlen bağımsız olarak varlığını sürdüren ve dükalık sistemiyle yönetilen tek devlettir. Yönetim ve politika. Ülkede parlamenter temsilî demokrasi ile anayasal krallık sistemi vardır. 1868 Anayasası ışığında, yürütme gücü grandük ve çeşitli görevlere atanmış birkaç bakandan oluşan Bakanlar Kurulunun yükümlülüğündedir. Hükûmet başkanı, grandükün onayını aldığı sürece yasama konularında değişiklik yapma ya da yeni yasalar hazırlama yetkisine sahiptir. Lüksemburg Ulusal Meclisinin temsilcileri, 5 yılda bir yenilenen seçimlerle işbaşına gelirler ve halk tarafından doğrudan seçilirler. 4 seçim bölgesinden toplam 60 milletvekili ülkenin tek meclisli parlamentosuna girer ve yasama yetkisini elinde bulundurur. "Ülke Konseyi" ("Conseil d'État") adı verilen birim ise grandük tarafından atanan 21 sıradan vatandaştan oluşur ve bu üyeler, Temsilciler Meclisine görüş ve önerilerini sunma hakkına sahiptirler. Ülkede, Esch-sur-Alzette, Lüksemburg ve Diekirch şehirlerinde olmak üzere üç genel mahkeme; Lüksemburg ve Diekirch'da iki bölge mahkemesi, temyiz ve fesih mahkemelerinden oluşan Yüksek Adalet Divanı bulunmaktadır. Ayrıca idari mahkeme ve anayasa mahkemesi de kurulmuştur ve bu mahkemeler de başkentte yer alır. İdari yapılanma. Lüksemburg; Diekirch, Grevenmacher ve Lüksemburg olmak üzere 3 ile bölünmüştür. Bu üç il kendi içinde toplam 12 kantona ve bu kantonlar da 16 komüne ayrılmıştır. Ülkedeki komünlerden 12'si şehir statüsüne sahiptir ve bunlar içinde en büyüğü başkent Lüksemburg'dur Askeriye. Lüksemburg'un NATO görevlerine göndermek ve ülke içinde savunma gücünü sağlamak amacıyla oluşturduğu küçük bir ordusu vardır. Yaklaşık 900 kişiden oluşan ülke ordusuna katılım, 1967 yılından bu yana isteğe bağlıdır. Denize çıkışı olmayan Lüksemburg'un donanması da bulunmamaktadır. Askerî havacılık kuvvetleri de olmayan Lüksemburg, buna karşın NATO'nun 17 adet savaş uçağının sahibi olarak kaydedilmiştir. Belçika ile yapılan iki taraflı antlaşmalar ışığında iki ülke ortaklaşa olarak bugün kullanımda olan bir askerî kargo uçağını finanse etti. Coğrafya ve iklim. Lüksemburg, Avrupa'daki en küçük ülkelerden biridir ve dünyadaki 194 bağımsız devlet içinde yüzölçümü bakımından 175. sıradadır. Ülkenin toplam yüzölçümü yaklaşık 2.586 kilometrekaredir ve en geniş noktasında 82 kilometre uzunluğunda, 57 kilometre genişliğindedir. Lüksemburg doğusunda, Almanya'nın Renanya-Palatina ve Saarland eyaletleri ile güneyde Fransa'nın Lorraine bölgesiyle komşudur. Batısında ve kuzeyinde Belçika'nın Almanca konuşulan bölgeleri ve Lüksemburg ile Liège illeriyle çevrilidir. Ülkenin kuzey ucunda Ardenler uzanır. Yoğun ormanlarla kaplı bu bölgeye Ösling () adı verilir. Bu bölge engebeli arazi yapısına sahiptir ve ülkenin en yüksek tepesi olan 560 metrelik Kneiff da burada yer alır. Bu bölge çok seyrek nüfuslanmıştır. Burada yer alan tek kasaba olan Wiltz, nüfusu 4 bini biraz aşan bir yerleşim birimidir. Ülkenin güney bölümü ise Gutland olarak adlandırılmaktadır ve Ösling'e göre daha yoğun nüfuslanmıştır. Bu bölge daha çeşitlidir ve coğrafi olarak 5 alt bölgeye ayrılabilir. Lüksemburg platosu, ülkenin orta-güney bölümünde yer alır. Burada geniş, düz bir alanda kumtaşı oluşumları gözlenir. Küçük İsviçre bölümü, ülkenin doğusunda yer alır ve sarp kayalıklar, yoğun ormanlarla kaplıdır. Moselle Vadisi, ülkenin en alçak kesimleridir. Güneydoğu sınırına yakın bir noktadadır. Kızıl Topraklar ise ülkenin en güneyinde ve güneybatısında yer alır. Bu bölge Lüksemburg'da sanayinin en önemli merkezlerinin ve ülkenin en büyük şehirlerinin bulunduğu yerdir. Lüksemburg-Almanya sınırı, üç akarsu ile belirlenir: Moselle Nehri, Sauer Nehri ve Our Nehri. Ülkede yer alan diğer önemli akarsular Alzette Nehri, Attert Nehri, Clerve Nehri ve Wiltz Nehri'dir. Sauer ve Attert nehirlerinin vadiler Ösling ve Gutland arasındaki sınırı oluşturur. Lüksemburg Köppen iklim sınıflandırmasında Cfb ile sınıflandırılan Batı Avrupa deniz iklimine sahiptir. Özellikle yaz sonlarında yoğun miktarda yağış alır. Nüfus bilgileri. Etnik yapı. Lüksemburg'un yerli halkı Kelt kökenli; ancak Fransız-Alman ırkları ile karışıktır. 20. yüzyılda artan göç oranları ve göçmen sayısıyla Belçika, Fransa, Almanya, İtalya ve büyük çoğunluğu da Portekiz'den olmak üzere binlerce kişi ülkeye giriş yapmıştır. 2001 nüfus sayımlarında ülkede Portekiz vatandaşlığına sahip 58.657 kişi yaşadığı belirtilmiştir. Yugoslav Savaşları'nın başladığı dönemden beri Lüksemburg, Bosna-Hersek, Karadağ ve Sırbistan'dan büyük oranda göç almıştır. Her yıl ortalama 10 bin göçmen alan Lüksemburg'a son dönemde yapılan göçler büyük oranda Avrupa Birliği üyesi ülkelerden ve Doğu Avrupa ülkelerinden yapılmaktadır. 2000 yılı verilerine göre ülkede 162.000 göçmen vardır ve toplam nüfusun %37'sini oluşturmaktadırlar. Bunun yanı sıra ülkede sığınma hakkı istemiyle başvuranlar da dâhil, toplam 5 bin kayıt dışı göçmen olduğu sanılmaktadır. Diller. Lüksemburg'da, Lüksemburgca, Fransızca ve Almanca olmak üzere üç resmî dil vardır. Lüksemburgca resmî dillerden biri olmasının yanı sıra dükalığın ulusal dili olarak kabul görmekte ve hemen hemen tüm Lüksemburglular tarafından bilinmektedir. Lüksemburgca, Almanya sınırında, Almanların konuştuğu lehçeye yakın bir dildir ancak Fransızcadan yoğun biçimde etkilenmiştir. Ülkedeki resmî dillerin üçü de çeşitli alanlarda birinci dil olarak kullanılmaktadır. Lüksemburgca günlük hayatta konuşulan dil olma özelliğine sahiptir ancak yazılı dilde pek kullanılmamaktadır. Resmî yazışmaların büyük bölümü Fransızca yapılır ancak okullarda en çok öğretilen dil ise Almancadır. Basın-yayın organlarının büyük çoğunluğunun ve ülkedeki Katolik Kilisesi'nin de dili Almancadır. Lüksemburg'da eğitim de üç-dillidir. İlköğretimin ilk yılları Lüksemburgca yapılır. Daha sonra kullanılan dil Almanca olarak değişir. Ortaöğretimde ise öğretim dili Fransızcaya döner. Ancak ülkede ortaöğretimden mezun olabilmek için ülkenin üç resmî dilinde de yeterlilik belgesi gerektiğinden ülkede okul bitirme diploması almadan eğitim kurumlarını terk edenlerin sayısı oldukça yüksektir. Özellikle göçmen ailelerin çocukları bu konuda büyük güçlüklerle karşılaşmaktadırlar. Ülkenin üç resmî dilinin yanı sıra, İngilizce de eğitim süresince öğretilmektedir. Bunun dışında, Portekizce ve İtalyanca ülkedeki en büyük azınlık dilleridir. İnançlar. Lüksemburg laik bir devlet olmasına karşın, devlet bazı inançları resmî olarak tanır. Böylece devlet dinî işlerde yönetimde söz sahibi olur ve din adamlarının atanmasında rol oynar. Bunun karşılığında, dinî kurumların giderleri ve din adamlarının ücretleri ödenir. Günümüzde Lüksemburg'da tanınmış inançlar Katolik Kilisesi, Rum Ortodoks Kilisesi, Rus Ortodoks Kilisesi, Yahudilik, Anglikanizm, Protestanlık ve İslam'dır. Lüksemburg'da 1980 yılından beri devletin dinî inançlara ve eylemlere ilişkin istatistiksel bilgi toplaması yasaklanmıştır. CIA'in 2000 yılı için yaptığı tahminlere göre Lüksemburg halkının %87'si Katolik Kilisesi'ne bağlı iken kalan %13'ü de Protestanlık, Rum Ortodoks, Yahudilik ve İslam inançlarına mensup ya da dinsizdir. Lüksemburg'da inançlar konusunda en güncel istatistik sonuçları Avrobarometre'nin 2005 yılında yürüttüğü çalışmalar sonucu elde edilenlerdir. Buna göre, Lüksemburg vatandaşlarının %44'ü tanrının varlığına inandığını, %22'si bir özel ruh ya da yaşam kaynağının olduğunu düşündüğünü, %22'si de herhangi bir tanrı ya da kutsal varlığa inanmadığını belirtmiştir. Ekonomi. Lüksemburg ekonomisi istikrarlı, yüksek gelirli, büyüme hızı yüksek bir ekonomidir. Ülkede enflasyon ve işsizlik oranları son derece düşüktür. 1960 yılına dek çeliğin egemen olduğu sanayi sektörü, son dönemlerde çeşitlenmiş ve kimyasallarla kauçuk işlemenin payı artmıştır. Ülke Amerika Birleşik Devletleri'nden sonra dünyanın en büyük ikinci yatırım fonu merkezi ve avro alanı içindeki en önemli bireysel bankacılık merkezidir. Avrupa'nın en önde gelen sigorta şirketlerinin merkezidir. Bununla birlikte Lüksemburg hükûmeti son dönemlerde bir internet hamlesi gerçekleştirmiş ve bunun üzerine Skype, eBay ve Jajah gibi tanınmış internet şirketleri yerel ya da uluslararası genel merkezlerini Lüksemburg'a taşımışlardır. Ülkede tarım çok küçük oranda genelde ailelerin işlettiği çiftliklerde yapılmaktadır. Lüksemburg özellikle Benelüks Birliği'nin diğer iki üyesi Belçika ve Hollanda ile sıkı ticari ve ekonomik ilişkiler geliştirmiştir. Avrupa Birliği'nin de üyesi olan ülke Avrupa Birliği'nin ortak pazar uygulamasından da yararlanmaktadır. kişibaşına düşen yıllık millî gelir ortalamasında dünyada birinci sıradadır. Ülkelere göre yaşam kalitesi sıralamasında 4. sıradadır. 2006 yılında ülkede işsizlik oranı %4,8 olarak ölçülmüştür. 2005-2006 yılları arasında ilk kez uluslararası büyüme hızlarının düşük olmasından dolayı ülke ekonomisi carî açık vermiştir. Ulaşım. Lüksemburg'da karayolu, Demiryolu ve havayolu taşımacılığı hizmetleri son derece gelişmiştir. Son yıllarda özellikle karayolu ağı önemli ölçüde yenilenmiş ve 147 kilometre uzunluğunda otoyolla başkent komşu ülkelere bağlanmıştır. Başkenti, Paris'e bağlayan yüksek hızlı demiryolu hattının kullanıma girmesi ile şehir garı yenilenmiş ve son dönemde Lüksemburg-Findel Havalimanı'na yeni bir yolcu terminali eklenmiştir. Yakın gelecekte başkentte şehiriçi ulaşımda cadde tramvayı ve komşu şehirlerle bağlantı içinde hafif metro hatları yapılması düşünülmektedir. Ülkede, 2019 yazında yirmi yaş altı bireylere ücretsiz yapılmış toplu ulaşım düzeni, 1 Mart 2020 tarihi itibarıyla yurt dışına giden trenler ve bütün birinci sınıf biletler hariç olmak üzere, bu yolculuğu isteyenler yıllık 660 euro ödemeye devam edecek, herkese ücretsiz hizmet vermeye başladı. Ücretsiz binişlerde geçerli bir kimlik göstermek yeterli olacak. Kültür ve sanat. Lüksemburg, tarihi boyunca kültürel bağlamda komşularının gölgesinde kalmış, uzun yıllar bir tarım ülkesi olarak anılmış ancak kendine özgü birtakım folklorik gelenekler geliştirmiştir. Ülkede büyük çoğunluğu başkent Lüksemburg'da bulunan pek çok müze vardır. Ulusal Tarih ve Sanat Müzesi, Lüksemburg Şehri Tarih Müzesi, Grandük Jean Modern Sanat Müzesi ve Diekirch'deki Ulusal Askerî Tarih Müzesi ülkenin en bilinen müzelerindendir. Eski ve iyi korunmuş kaleleriyle başkent Lüksemburg UNESCO'nun dünya kültür mirası listesinde yer almaktadır. Lüksemburg'dan, ressam Joseph Kutter ve Michel Majerus ile fotoğraf sanatçısı Edward Steichen gibi dünyaca tanınmış sanatçılar yetişmiştir. Steichen'ın "The Family of Man" adlı sergisi Clervaux'da kalıcı olarak sergilenmektedir. Başkent Lüksemburg, 1995 ve 2007 yıllarında olmak üzere iki kez Avrupa Kültür Başkenti olma özelliğini taşıyan tek şehirdir. 2007 yılında Avrupa Kültür Başkenti'nin Büyük Lüksemburg Dükalığı, Almanya'nın Renanya-Palatina ve Saarland eyaletleri ile Fransa'nın Lorraine bölgesini kapsayan sınırötesi bir alan olması kararlaştırıldı. Böylece bölgelerarası ilişkilerin artırılması, geliştirilmesi ve karşılıklı görüş alışverişi sağlanması amaçlandı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2054", "len_data": 14204, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.58 }
İsviçre, resmî adıyla İsviçre Konfederasyonu, Batı, Orta ve Güney Avrupa'nın kesişme noktasında bulunan bir ülkedir. Federal otoritelerin merkezi Bern ile birlikte 26 kantondan oluşan bir federal cumhuriyettir. Kuzey sınırında Almanya, batısında Fransa, güneyinde İtalya, doğusunda Avusturya ile Lihtenştayn yer alır. İsviçre, denize kıyısı olmayan, Alpler, İsviçre Platosu ve Jura Dağları arasında bölünen, 41.285 km² yüzölçümüne sahip bir ülkedir. Alpler toprakların daha fazla bölümünü barındırırken 2021 verilerine göre yaklaşık 8,7 milyon insandan oluşan İsviçreli nüfus çoğunlukla en büyük şehirlerin bulunduğu platoda yoğunlaşmıştır. Bu şehirlerin arasında iki küresel kent ve ekonomik merkez olan Zürih ve Cenevre de vardır. İsviçre Konfederasyonunun uzun bir silahlı tarafsızlık tarihi vardır -1815 yılından bu yana uluslararası bir savaş durumu olmamıştır- ve 2002 yılına kadar Birleşmiş Milletler'e katılmamıştır. Yine de etkin bir dış politika sürdürmektedir ve sıklıkla dünya çapında barış kurma girişimlerine katılır. İsviçre aynı zamanda Kızılhaç'ın doğduğu ülkedir ve ikinci büyük BM merkezi de dahil olmak üzere çok sayıda uluslararası organizasyonun ev sahibidir. Avrupa seviyesinde, Avrupa Serbest Ticaret Birliğinin kurucu üyelerindendir ve Schengen Bölgesinin bir parçasıdır ancak Avrupa Birliği'nin ve Avrupa Ekonomik Alanının bir üyesi değildir. İsviçre kişi başına düşen gayri safi yurt içi hasıla bakımından dünyadaki en zengin ülkelerden biridir ve her bir yetişkin için en yüksek mal varlığına (finansal ve finansal olmayan) sahiptir. Zürih ve Cenevre sırasıyla dünyadaki ikinci ve sekizinci yaşam kalitesine sahip şehirler olarak sıralanmaktadır. yılından nominal (GSYİH) bakımından dünyanın ., satın alma gücü paritesine göre . büyük ekonomisine sahiptir. Malların ihracatında yirminci, ithalatında on sekizinci sıradadır. İsviçre dil ve kültür açısından dört ana bölgeye ayrılabilir: Almanca, Fransızca, İtalyanca konuşulan bölgeler ile Romanşça konuşulan vadiler. Bu dil ayrılığı nedeniyle ülke, yerel dillerde farklı adlarla anılır: ; ; ; . Ancak madeni paralarda ve pullarda bu dört dil yerine ülkenin Latince adı olan "Confoederatio Helvetica" kullanılır. Bu ad çoğu zaman "Helvetia" olarak kısaltılır. Ülkeye duyulan güçlü bağlılık duygusunun kaynağı ortak tarihsel zemin, federalizm ve doğrudan demokrasi gibi paylaşılan değerler ve kendini Alplerde yaşayanlar olarak tanımlama üzerine kurulmuştur. İsviçre Konfederasyonu'nun kurulması geleneksel olarak 1 Ağustos 1291 olarak kabul edilir ve her yıl yıldönümünde İsviçre Ulusal Günü kutlanır. Etimoloji. Türkçede başına "i" harfi eklenerek Latince kökenli dillerden aktarılan İsviçre sözcüğü, İngilizcedeki "Swiss" sözcüğü gibi 16. yüzyılda kullanılmakta olan Fransızcadaki "Suisse" sözcüğünden gelmektedir. Ülkenin İngilizcedeki adı olan "Switzerland", 16. ve 19. yüzyıl arasında kullanılan; fakat günümüzde kullanılmayan ve "Swiss" ile aynı anlamdaki "Switzer" sözcüğünden üretildi. "Switzer" sözcüğü ise Almancadaki "Schwiizer" sözcüğünden türedi. "Schwiizer" şu an Schwyz kantonu olan bölge ve bu bölgede yaşayanlar için kullanılan bir terimdi ve aynı zamanda Eski İsviçre Federasyonunu oluşturan orman kantonlarından biriydi. 14. yüzyıldan beri kullanılmakta olan Ant kardeşliği () sözcüğünün yanında, 1499'daki Swabian Savaşı'ndan sonra Swiss/Schweiz/Switzerland(İsviçre) sözcüğü de sahiplenilmeye başlandı. Bir yer ismi olarak "Schwyz" ise ilk olarak 972'de Eski Yüksek Almancada "Suittes" biçiminde ve muhtemelen "yakmak" anlamındaki "suedan" sözcüğü ile ilişkili olarak ormanlık alanları yakarak yerleşime açmak anlamında kullanıldı. Sözcük 1499'daki Swabiyan Savaşı'na kadar sadece kantonu nitelemek için kullanılırken, giderek aşama aşama tüm konfederasyonu niteler hale geldi. Ülkenin İsviçre Almancasındaki adı olan "Schwiiz" çift anlamlı olarak hem kantonu hem ülkeyi ifade etmek için kullanılsa da, ülke adı kullanılırken başına "die" tanımlığı getirilmektedir. Yani İsviçre için "d'Schwiiz"i kanton ve kantondaki şehir için sadece "Schwyz" kullanılmaktadır. Yeni Latince ifade "Confederatio Helvetica" (Helvetler Konfederasyonu) İsviçre'nin federal bir devlet olarak 1848'de kurulmasından sonra tedrici bir biçimde gündeme geldi. 1879'da paraların üzerinde görüldü, 1902'de İsviçre Federal Sarayı'nın üzerine yazılarak tescillendi ve 1948'den sonra da resmî devlet mühürlerinde kullanılmaya başlandı. Sözcük, Antik Romalılar döneminden önce İsviçre Platosu'nda yaşayan ve Galyalı bir topluluk olan Helvet kabilesinden () üretildi. Helvetya, Johann Caspar Weissenbach'ın 1672'de sergilenen bir oyununda alegorik bir kadın kahramandı ve 17. yüzyılda İsviçre konfederasyonunun ulusal alegorisi hâline geldi. Dört resmî dilden herhangi birine öncelik vermemek amacıyla Latince kullanılır. Ülke kısaltması olarak (CH) kullanılmasının nedeni de budur. Fransızca ("Confédération suisse"), İtalyanca ("Confederazione Svizzera") ve Romanşça ("Confederaziun svizra") resmî adları "İsviçre Konfederasyonu" olarak çevrilirken; Almanca resmî ad olan "Schweizerische Eidgenossenschaft", "İsviçre Ant Kardeşliği" ya da "İsviçre Sözleşme Ülkesi" anlamına gelmektedir. İsviçre kelimesi, Şvitser kökünden gelen İtalyanca kelime Svizzera'dan başına (statistik/istatistik, steam/istim) kelimelerinde olduğu gibi i- eklenerek Osmanlıca harflerle yazıldığında İsviçre(h) olmuştur. Milattan sonra 10. yy. sonrası Orta Hollandaca ile yazılmış belgelerde "duutsch" (oku. düç) olarak geçiyor. Eski Yüksek Almanca dilinde "Duitisc" geçer. Almanca anlamına gelen İtalyanca kelime "Tedesco" da "Duitisc" kökündendir. Anlamı "halk ait" demektir. Hollandaca'ya İngilizler Dutch derler. Nasıl ki Hollanda Almancası, Almanya Almancası denmezse, İsviçre Almancası da yaygın olarak kullanımda olmasına rağmen hatalıdır. İsviçre'de Basel Bern Zürih üçgeninde konuşulan yanlışlıkla diyalekt tabir edilen Şvitserdüç'de yer alan "düç", "halka ait" anlamlı olup çok geniş bir coğrafyada kullanılır. Bu devir için kullanılan Alamanca tabiri de kaynağa muhtaçtır. İsviçre düç dili, İsviçrece, İsviçre dili (Şvitserdüç) için en doğrusudur. Tarihçe. İsviçre bir devlet olarak 1848 yılındaki İsviçre Federal Anayasası'nın kabulünden bu yana varlığını sürdürür. Bu devletin temelini oluşturan konfederasyonun kuruluşu ise 13. yüzyılın sonlarında gerçekleşmiştir. Erken dönem tarihi. Bölgede en eski insansı ("hominidae") varlığı 150.000 yıl öncesine kadar uzanır. En eski tarım yerleşimiyle ilgili bulgulara ise Gächlingen'de (MÖ 5300'lü yıllardan kalma) rastlanır. Hallstatt ve La Tène kültürü (adını Neuchâtel Gölü'nün kuzeyinde bulunan La Tène arkeolojik kazı alanından alır) bölgede bilinen en erken kültürel kabilelerdir. La Tène kültürü muhtemelen Antik Yunan ve Etrüsk medeniyetlerinden etkilenerek geç Demir Çağı döneminde gelişip yayılmıştı. İsviçre bölgesindeki en önemli kabilelerden birisi de Helvetlerdi. MÖ 58 yılında gerçekleşen Bibracte Muharebesi'nde Julius Caesar'ın orduları Helvetleri yenilgiye uğratmış, daha sonra da (MÖ 15) Tiberius (2. Roma İmparatoru) ve kardeşi Drusus Alpleri tümüyle fethedip Roma İmparatorluğu'nun parçası hâline getirmişti. Helvetilerin yaşadığı bölge önce Roma'nın Gallia Belgica eyaletinin parçası olarak "Confoederatio Helvetica" adını aldı, daha sonraları ise Germania Superior eyaletinin parçası oldu. Günümüz İsviçre'sinin doğu kısımları ise Raetia eyaletine katılmıştı. 4. yüzyıldan itibaren İsviçre'nin batı bölgesi Burgonya Krallığı'na aitti. Alamanların 5. yüzyılda İsviçre Platosu'na, daha sonra 8. yüzyılda Alp vadilerine yerleşmesi sonucunda erken Orta çağ döneminde (Frank İmparatorluğu tarafından işgal edilene kadar) günümüz İsviçre toprakları Burgonya ve Alaman krallıkları arasında ikiye bölünmüş vaziyetteydi. 6. yüzyılda bütün İsviçre bölgesi Frank İmparatorluğu egemenliği altına girdi. 6. 7. ve 8. yüzyıllar boyunca da bölge Frank hegemonyası altında kaldı. Şarlman dönemindeki genişleme döneminden sonra Frank İmparatorluğu, 843 tarihli Verdun Antlaşması ile ikiye ayrıldı. İsviçre toprakları da Orta Francia ve Doğu Francia krallıkları arasında paylaşıldı. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu döneminde, 1000 yılı civarında bu bölge yeniden tek bir idare altında toplandı. 1200'lü yıllara gelindiğinde İsviçre platosu Savoie, Zähringer, Habsburg ve Kyburg hanedanları tarafından idare edilmekteydi. Uri kantonu, Schwyz kantonu, Unterwalden ("Waldstätten") gibi bazı bölgeler de imparatorluğun doğrudan kontrolü altındaydı ("Reichsfreiheit"). 1264'te Kyburg Hanedanlığı çöktüğünde, Habsburg topraklarını İsviçre platosunun doğusuna kadar genişletti. Eski İsviçre Federasyonu. 1291 yılında Uri, Schwyz ve Unterwalden kantonlarının oluşturduğu üç orman kantonu temsilcileri bir Federal Beyanname'nin altına imza attı. Beyannameye imza atan taraflar, o zamanlar Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ile Avusturya Dükalığını elinde tutan Habsburg Hanedanı'nın hükmüne karşı çıkabilmek için birleşmeyi taahhüt ediyorlardı. Bu federasyon kantonları imparatordan, imparatorluk içinde otonom olduklarını garantileyen bir belge de aldı. Ancak iktidar Habsburg Hanedanı'nın eline geçince bu otonomiyi kabul etmeyen Habsburglar, yeni federasyona karşı saldırıya geçti. 15 Kasım 1315 günü gerçekleşen Morgarten Muharebesi'nde Habsburg ordusunu yenen İsviçreliler, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu içinde İsviçre Konfederasyonu'nun varlığını güven altına aldılar. 1353 yılına gelindiğinde ilk birleşen üç kantona ek olarak Glarus ve Zug kantonlarıyla, Luzern, Zürih ve Bern şehir devletleri de birliğe katılarak 15. yüzyıla kadar varlığını sürdüren (Zürih bir toprak anlaşmazlığı nedeniyle 1440 yılında konfederasyondan atıldı) ve sekiz eyaletten oluşan "Eski Federasyon"u kurdular. Bu birlik sonraki yüzyıllarda yeni katılımlarla daha da büyüdü. 1470'lerde Burgundiya dükü I. Charles'a karşı kazandıkları zaferler ve İsviçre paralı askerlerinin başarılarıyla federasyonun hem gücü hem de zenginliği arttı. İsviçre'nin kantonları sıralaması yapılırken geleneksel olarak, şehir devletlerini takiben kurucu kantonlar ilk sekiz "Eski Kanton" olarak önde anılırken, 1481 yılından sonra federasyona katılan diğer kantonlar ise tarih sırasına göre dizilmektedir. Kutsal Roma Cermen İmparatoru I. Maximilian'a karşı İsviçrelilerin 1499 yılında Svabya Savaşı'nda kazandığı zafer sonucunda, İsviçre, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'ndan ayrılıp "de facto" olarak bağımsızlığını kazandı. 1506 yılında Papa II. Julius, günümüzde hâlâ Vatikan'ı koruyan İsviçreli Muhafızları işe aldı. Federasyonun genişlemesi ve ilk savaşlarda elde edilen yenilmezlik unvanı, 1515 yılında Marignano Muharebesi'ndeki İsviçre yenilgisi ile ilk kez durakladı. Bazı kantonlarda Huldrych Zwingli'nin Reform'unun başarılı olması 1529 ve 1531 yıllarında kantonlar arası savaşların (Kappel Savaşları) çıkmasına neden oldu ve İsviçre, Katolik ve Protestan kantonlar şeklinde bölündü. Çatışmalarda Protestan birlikleri çözüldü ve Katolikler birçok kantonda kontrolü ele geçirdiler. 1531'de yapılan barış anlaşmasından sonra bazı kantonlarda Protestanlar ve Katolikler aynı kiliselerde ibadet etseler de Katolikler 7 kanton ile 2 yarım kantonda iktidarda iken, Protestanlar ancak 4 kanton ile 2 yarım kantonda kontrol sahibi olabildiler. 1648 yılında Westfalya Barış Antlaşması ile Avrupa ülkeleri İsviçre'nin Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'ndan ayrılmasını ve tarafsızlığını tanıdı. Aristokrat ailelerin artan otoriteryenizmi, 30 Yıl Savaşları sırasında ortaya çıkan ekonomik krizle de birleşerek 1653 yılında İsviçre köylü savaşlarına yol açtı. Bu çatışmaların arka planında yine Katolik-Protestan çatışması vardı. Kantonlar arasında anlaşmazlığın devam etmesi üzerine 1656 ve 1712 yıllarında Villmergen Çarpışmaları ile karşılıklı şiddet devam etti. Fransız işgali dönemi. 1798 yılında Fransız Devrimi kuvvetleri İsviçre'yi işgal etti ve zorla yeni bir anayasayı uygulattırdı. Bu anayasa ile ülkenin hükûmeti merkezîleştirdi ve kantonlar ortadan kaldırdı. Helvetia Cumhuriyeti olarak bilinen yeni devletin halk arasında hiç desteği yoktu. Yabancı işgal kuvvetleri tarafından zorla kabul ettirilen bu hükûmet, dinsel inanç özgürlüğü de dahil olmak üzere yüzyıllarca süren gelenekleri yıktı. Bu devlet, İsviçre'yi, Fransa'nın bir uydu devleti hâline geldi. Sık sık ortaya çıkan ayaklanmalar, Fransız birliklerinin varlığı nedeniyle başarıya ulaşamadı. 1798'in Eylül ayında Nidwalden İsyanı'nın Fransızlar tarafından kanlı bir şekilde bastırılması çok iyi karşılanmadı. Fransa ile diğer ülkeler arasında savaş çıktıktan sonra İsviçre; Avusturya ve Rusya gibi başka devletler tarafından da işgal edildi. İsviçreliler, merkezî hükûmeti destekleyen "cumhuriyetçiler" ve kantonların özerkliğinin tekrar verilmesini isteyen "federalistler" arasında ikiye bölündü. Napolyon Bonapart, her iki tarafın önde gelen politikacılarını 1803 yılında Paris'te bir araya getirdi. Bu toplantının sonucunda İsviçre'nin özerkliğini büyük oranda geri veren ve 19 kantondan oluşan bir Konfederasyonu kuran Aracılık Yasası çıktı. Bu tarihten sonra İsviçre politikasının en önemli çatışma konusu, kantonların kendi kendini yönetme geleneği ile merkezî bir hükûmet gerekliliği arasında oldu. 1815 yılında Viyana Kongresi ile İsviçre'nin bağımsızlığı ve tarafsızlığı, tüm Avrupa güçleri tarafından tanındı. Bu tarihte, Valais, Neuchâtel ve Cenevre kantonlarının federasyona katılmasıyla birlikte İsviçre tarihteki en son genişlemeyi gerçekleştirdi. 1848 anayasası. 1847 yılında ülkedeki Katolik ve Protestan kantonlar arasında bir iç savaş ("Sonderbundskrieg") patlak verdi. O zamanlar hükûmette olan Radikal Parti'nin yaymaya çalıştığı daha üniter bir İsviçre fikrinden hoşlanmayan Katolikler, "Sonderbund" adını verdikleri özel bir antlaşma ortaya çıkardılar. Radikallerin de bu antlaşmaya karşı çıkması üzerine ortaya çıkan savaş bir aydan az sürdü ve yaklaşık yüz kayıp verildi. Küçük ayaklanmalar dışında bu çarpışma, İsviçre topraklarında yaşanan son silahlı çatışmaydı. İç savaştan sonra İsviçre referandum uygulamasına geçti ve 1849 yılında federal anayasa kabul edildi. Bu anayasa ile merkezî otorite kuruluyor ve kantonlar yerel konularda kendi kendilerini yönetebiliyorlardı. Nüfus artışı, Sanayi Devrimi ve tek para birimi kullanılması nedeniyle 1872 yılında önemli oranda revize edilen bu anayasa, savunma, ticaret ve adli konularda federal sorumlulukları da düzenlendi. 1893 yılında anayasa, olağan dışı bir şekilde doğrudan demokrasinin uygulanmasına yönelik olarak düzenlendi. Günümüzde de varlığını sürdüren bu sistem, dünyadaki tek örnek konumundadır. 20. yüzyıl. İsviçre 1920 yılında Milletler Cemiyeti'ne ve 1963 yılında da Avrupa Konseyi'ne katıldı. I. Dünya Savaşı'nda tarafsızlığını açıklayan ülke askerî olarak savaşa katılmadı. II. Dünya Savaşı'nda da tarafsızlık açıklandı, bir Alman müdahalesi planlansa da bu gerçekleşmedi. Bu müdahalenin gerçekleşmemesinin nedenlerinden birisi olarak General Henri Guisan önderliğinde İsviçre Silahlı Kuvvetlerinin seferberliğe geçmesi gösterilir. Buna karşın İsviçre'nin bu savaşta tarafsız kalmadığı da ileri sürüldü. Bunlardan bir kısmı İsviçre vatandaşlarının Yahudi Soykırımı esnasında elde edilen paraların aklanmasına yardımcı oldukları, dolayısıyla İsviçre'nin tarafsızlığına gölge düştüğü üzerinde dururken bir diğer kısmı da İsviçre'nin, Almanya ve Mihver Kuvvetlere karşı yürütülen casusluk faaliyetlerinin bir merkezi hâline gelerek yenilmelerine yardımcı olduğu üzerinde yoğunlaşır. II. Dünya Savaşı sırasında hem Müttefik Devletler hem de Mihver Devletleri tarafından İsviçre'nin ticareti abluka altına alındı. Nazi Almanyasına verilen borçların uzatılması ve ekonomik işbirliği, diğer ticaret ortaklarının varlıklarına ve ülkenin işgal edilme olasılığının artıp azalmasına göre sürekli bir değişim yaşadı. 1942'de Vichy Fransası üzerindeki kritik demiryolu bağlantısı koptuğunda ve İsviçre tamamen mihver devletlerle çevrelenmiş hale geldiğinde, verilen tavizler en üst noktasına çıktı. Savaş boyunca 300.000'den fazla mülteci ülkeye sığındı ve merkezi Cenevre'de bulunan Uluslararası Kızılhaç Komitesi bu çatışmalar sırasında oldukça önemli bir rol oynadı. Sert göçmenlik ve iltica politikaları, Nazi Almanyası ile İsviçre arasında ekonomik ilişkiler kadar önemli çatışmalar yarattı, hatta bu 20. yüzyılın sonuna kadar sürdü. Savaş boyunca İsviçre Hava Kuvvetleri dönem dönem her iki tarafın hava kuvvetleri ile de çatışmalara girdi, Mayıs ve Haziran 1940'ta Nazi Hava Kuvvetlerine ait 11 uçak düşürdü. Almanya tehdit politikasını değiştirdikten sonra ise uçakları yere inmeye zorladı. Savaş boyunca 100'den fazla bombardıman uçağı ve personeli yakalandı ve hapse atıldı. 1944-45 yıllarında ise müttefik kuvvetleri yanlışlıkla, içlerinde Schaffhausen, Basel ve Zürih şehirlerinin de olduğu bazı bölgeleri bombaladı. Savaştan sonra İsviçre hükûmeti "İsviçre Yardımı" adı verilen çeşitli yardım kuruluşlarının oluşturduğu fonların, savaştan zarar gören ülkelere gönderilmesine katkıda bulundu ve Avrupa ülkelerine yapılan Marshall Planı'ndan yararlandı. Bunlar ülkenin ekonomisinin gelişmesine katkıda bulundu. 1959 yılından itibaren kantonlarda kadınlara oy hakkı verilmeye başlandı. 1971 yılında federal düzeyde oy hakkının tanınması en son 1990 yılında Appenzell Innerrhoden kantonunda kadınlara oy hakkı verilmesinden sonra gerçekleşebildi. Bu tarihten sonra kadınlar hızla parlamentoya ve bakanlıklara girmeye başladı, yedi kişilik Federal hükûmet'e ilk olarak 1984-1989 arasında bakanlık yapan Elisabeth Kopp girdi. İlk kadın başbakan ise Ruth Dreifuss oldu. 1978 yılında Bern kantonunun bazı kısımları bağımsızlıklarını kazanarak yeni Jura kantonunu kurdu. 18 Nisan 1999'da İsviçre halkı ve kantonlar tamamen gözden geçirilen ve yenilenen bir federal anayasanın kabulü yönünde oy kullandı. 1999 anayasasına göre, federasyona özel olarak delege edilmemiş tüm güçler kantonların elindedir. 21. yüzyıl. İsviçre, 2002 yılında Birleşmiş Milletler'e tam üye oldu. EFTA (Avrupa Serbest Ticaret Birliği)'nın kurucu üyesi olan ülke, EEA (Avrupa Ekonomik Alanı)'nın bir parçası değildir. Avrupa Birliği'ne üye olmak için Mayıs 1992 tarihinde başvuru yapılmış olsa da Aralık 1992'de EEA için yapılan referandum sonucunda (EEA konusunda referandum yapan tek ülke İsviçre'dir) halkın EEA'ya girişi kabul etmemesi üzerine bu konuda başka bir girişimde bulunulmadı. Bu tarihten sonra AB konusunda çeşitli referandumlar yapılmasına rağmen bu girişimler yeterli destek alamadılar. Yine de İsviçre yasaları AB yasalarıyla uyumlu hale gelmek üzere yavaş yavaş düzenlendi ve hükûmet, Avrupa Birliği ile bir dizi karşılıklı antlaşma imzaladı. Avusturya'nın 1995 yılında AB'ye girmesiyle birlikte İsviçre ve Lihtenştayn tamamen AB ülkeleri ile çevrelenmiş oldu. 5 Haziran 2005'te İsviçreliler %55'lik çoğunlukla Schengen antlaşmasına katılmayı kabul etti. AB yorumcuları bu sonucu geleneksel olarak izolasyonist bir ülke olarak nitelendirilen İsviçre'nin bir iyi niyet gösterisi olarak değerlendirdiler. Coğrafya. Orta-batı Avrupa arasında yer alan İsviçre, Alpler'in kuzey ve güney yamaçlarında konumlanmıştır. 41.285 kilometrekarelik yüzölçümüyle İsviçre, Birleşmiş Milletler tarafından tanınan ülkeler arasında yüzölçümü bakımından en büyük 135. ülkedir. 2011 sayımına göre 7.954.700'lük nüfusa sahip olan ülkede, kilometrekareye ortalama 188 kişi düşmektedir. Engebeli bir araziye sahip olan ülkenin güney kısmında, kuzey kısmına oranla daha dağınık bir yerleşim görülür. Yaklaşık 100'e yakın dağlık alanı mevcut olan ülkede tren, dişli demiryolları, teleferik ve diğer ulaşım araçları çoğunlukla kullanılmaktadır. Güneydeki İsviçre Alpleri, ortadaki İsviçre Platosu ve kuzeydeki Jura Dağları olmak üzere ülke üç ana topoğrafik alana ayrılabilir. Ülkeyi orta ve güneyinden kat eden sıradağlar olan Alpler, ülke topraklarının yaklaşık olarak %60'ını oluşturur. Ülkede bulunan zirvelerin yaklaşık yüz tanesi 'ye yakın veya daha da üzerindedir. ile ülkenin en yüksek noktası Dufour Zirvesi'dir. İsviçre Alpleri'nin yüksek dorukları arasında, bazılarında buzul bulunan vadiler yer alır. Buralarda doğan Ren, Rhône, İnn, Aare ve Ticino gibi başlıca nehirler; Cenevre Gölü, Zürih Gölü, Neuchâtel Gölü ve Konstanz Gölü gibi göllere dökülür. 1.500'den fazla göle sahip olan İsviçre, Avrupa'daki temiz su rezervinin yaklaşık %6'sına sahiptir. Göller ve buzullar, ülke topraklarının yaklaşık olarak %6'sını oluşturur. Yüksek dağlarla ayrılan birçok vadinin varlığı nedeniyle İsviçre'nin ekosistemleri çok hassastır ve hemen hemen her vadide kendine özgü ekolojiler oluşmuştur. Dağlık bölgelerde de diğer yükseltilerde bulunmayan zengin bir bitki örtüsü bulunur. İklim ve çevre. İsviçre'nin yer yer farklılıklar göstermekle birlikte genelinde ılıman iklim görülür. Yaz ayları belirli bir sıklıkla yağmurlu ve mera ve otlatma için uygun olan sıcaklıkta ve nemlilikte geçer. Yaz aylarına kıyasla nem oranının düşük olduğu kış aylarında yüksek noktalarda istikrarlı hava koşulları seyrederken, alçak bölgelerde sıcaklık terselmesi gözükmekte dolayısıyla güneşsiz dönemler yaşanabilir. Alplerin güney tarafına yoğun yağmur yağdığı dönemlerde, kuzey Alplere sıcak fön rüzgârları gelir. Alp vadilerinin iç kısımlarında en kuru hava koşulları (bu bölgeye doğru hareket eden bulutların, dağların üzerinden geçerken içeriklerinin önemli bir bölümünü kaybetmelerinde dolayı) oluşur. Alplerde bulunan Graubünden gibi geniş bölgelerdeki yağış oranı Valais gibi bağcılığın yapıldığı güney batı bölgelere kıyasla az olur. En yağışlı hava koşulları Alplerin yükseklerinde ve Ticino kantonunda görülür. Tüm yıl görülmekle birlikte en çok yağmur yaz aylarında düşer. Genel olarak sonbahar en kurak mevsim olmakla ve kışlar yazlara göre daha az yağmur almakla birlikte, yıldan yıla İsviçre ikliminde mevsimsel farklılıklar göze çarpar. Yüksek dağlarla çevrili özgün ekosistemlerden oluşan vadilerden dolayı, İsviçre'nin ekosistemi oldukça kırılgandır. İklimsel, coğrafi ve topoğrafik özellikleri de Alpler bölgesini iklim değişikliğine hassas kılar. Bitki örtüsü ve hayvanlar: Ülke topraklarının %23'ünü ormanlar meydana getirir. Ormanların %70'i kozalaklı ağaçlarla, geri kalan kısmı geniş yapraklı ağaçlarla kaplıdır. Ormanlarda meşe, kayın, ceviz, çam ve kestane ağaçları vardır. Ormanlar İsviçre'nin kereste ihtiyacının yarısını sağlar. Yüksek Alp yamaçlarında dağ keçisi, tavşan, dağ sıçanı ve av kuşları yaşar. Doğal kaynaklar. Madenler: Yeraltı kaynakları bakımından İsviçre fakirdir. Ülkede önemsiz birkaç kömür yatağı vardır. Yalnız tuz yatakları önemlidir. Siyasi yapı. Çift meclisli İsviçre parlamentosu Federal Meclis, Federal Hükûmet'ten ayrı olarak temel iktidar merkezidir. Federal Meclisi oluşturan Eyaletler Konseyi ve Ulusal Konsey yasa çıkarmak da dahil olmak üzere her açıdan eşit güce sahiptir. 1999 anayasasına göre, federasyona özel olarak delege edilmemiş tüm güçler kantonların elindedir. Eyaletler konseyinin 46 üyesi (her kantondan iki ve yarım kantondan bir olmak üzere) doğrudan her kantonda seçilir. Ulusal Konsey'in 200 üyesi ise nispi temsil esaslarına dayanarak seçilir. Her iki meclise seçilenlerin görev süresi 4 yıldır. Referandumlar yoluyla her yurttaş federal hükûmet tarafından kabul edilmiş yasaların geçerliliğini sorgulayabilir ve federal anayasaya düzeltme yapılmasını isteyebilir. Bu haklar İsviçre'yi doğrudan demokrasi uygulanan bir ülke yapar. Yürütme erki ve devlet başkanlığı görevi yedi üyeden oluşan Federal hükûmette toplanır. Her ne kadar anayasaya göre Meclis Konsey üyelerini seçse ve denetlese de, yasama sürecini yönlendirme ve federal yasaları uygulama konusunda Federal hükûmet yavaş yavaş önde gelen bir role kavuştu. Özel temsil görevlerini yürütmek üzere konseyi oluşturan yedi kişi içinden bir kişi bir yıllığına İsviçre Konfederasyon Başkanı olarak seçilir. 1959 yılından Aralık 2003'e kadar Federal hükûmette İsviçre'nin dört önemli siyasi partisi, federal meclisteki temsil oranlarına göre oluşan "sihirli formüle" göre temsil edilir: 2 üye Hristiyan Demokratlardan (CVP/PDC), 2 üye Sosyal Demokratlardan (SPS/PSS), 2 üye Liberal Demokratlardan (FDP/PRD) ve 1 üye de İsviçre Halk Partisinden (SVP/UDC). Konseydeki bu geleneksel üye dağılımı herhangi bir yasa ile tanımlanmış değildir ve 2003 seçimlerinden sonra Hristiyan Demokratlar ikinci sandalyelerini, o yıl meclis seçimlerinde en güçlü parti olarak çıkan İsviçre Halk Partisine kaptırdı. Federal Yüksek Mahkeme’nin görevi kanton mahkemelerinden gelen temyizlere ve federal yönetimin idari kararlara bakmaktır. Yüksek Mahkeme yargıçları, altı yıllık görev süresi için Federal Meclis tarafından seçilir. Doğrudan demokrasi. 1848 federal anayasanın uygulanmaya başlandığından beri İsviçre, Dünya üzerinde eşi benzeri olmayan bir hükûmet sistemi olan doğrudan demokrasiye ev sahipliği yapar. Parlamenter demokrasinin vazgeçilmez ögeleri olan meclis ve konseyler de bulunduğundan kimi zaman bu sistem yarı-doğrudan sistem olarak da adlandırılır. İsviçre doğrudan demokrasisinin federal düzeydeki araçları "halkın hakları" denilen "anayasal girişim" ve "referandum"dur. Kanton ve belediye düzeyinde de bu araçlar daha geniş ve farklı olarak uygulanır. Meclis tarafından onaylanmış bir yasanın geçerliliğini sorgulamak isteyen bir grup yurttaş eğer yasanın çıkmasından sonraki 100 gün içinde yasaya karşı 50.000 imza toplayabilirlerse federal bir "referandum" isteğinde bulunabilirler. Bu durumda yasanın kabulü ya da reddi için ulusal düzeyde ve basit çoğunluk ile karar verilen bir oylama yapılır. Federal bir yasaya karşı sekiz kanton birleşerek de referandum isteğinde bulunabilir. Benzer şekilde yurttaşlar bir anayasal değişikliği 18 aylık bir süre içinde destekleyen 100.000 imzaya ulaşabilirlerse federal "anayasal girişim" ile ulusal oylamaya gidebilirler. Meclis anayasal değişiklik isteğini tamamlayıcı olarak karşı öneri getirebilir ve seçmenler her iki önerinin kabulü durumunda seçeneklerini oy pusulalarında işaretler. Anayasal değişikliklerin, ister meclis tarafından getirilmiş ister anayasal girişimle sunulmuş olsun kabul edilmesi için hem ulusal düzeydeki oylamanın sonucunun çoğunluğu hem de kantonların sonuçlarının çoğunluğu olmak üzere çifte çoğunluk aranır. İdarî yapılanma. İsviçre, 26 kantondan oluşmaktadır. Kantonların nüfusu 15.000 (Appenzell Innerrhoden) ile 1.253.500 (Zürich) arasında ve yüzölçümü de 37 km² (Basel-Stadt) ile 7.105 km² (Graubünden) arasında değişir. Kantonlarda toplam 2.889 belediye bulunmaktadır. İsviçre içinde iki anklav (kuşatılmış toprak) bulunur: Almanya’ya ait olan Büsingen ile İtalya'ya ait olan Campione d'Italia. Avusturya'nın Vorarlberg eyaletinde 11 Mayıs 1919 tarihinde yapılan referandum sonucunda halkın %80'i eyaletin İsviçre Konfederasyonuna katılması önerisini destekledi. Ancak Avusturya hükûmetinin, Müttefik kuvvetlerin, İsviçre liberallerinin, İtalyan İsviçrelilerin ve Fransız İsviçrelilerin karşı çıkmasıyla bu gerçekleşmedi. İsviçre'de bulunan uluslararası kuruluşlar. Özellikle İsviçre'nin tarafsızlığı nedeniyle hatırı sayılır bir miktarda uluslararası örgütün merkezi İsviçre'de bulunur. İsviçre'nin tarafsızlık politikası uluslararası arenada 1815 yılında Viyana Kongresi ile de tanındı. 1863 yılında İsviçre'de kurulan Kızıl Haç'ın merkezi hâlâ buradadır. İsviçre Avrupa Birliği'nin bir üyesi değildir ve 1990'ların başında yapılan referandum sonucunda İsviçre halkı AB'ye katılmayı reddetti. 2002 yılında Birleşmiş Milletler'e katılan İsviçre, bu örgüte en son katılan ülkelerden biridir. İsviçre'nin Cenevre kenti Kızılhaç ve Kızılay Hareketi ile Cenevre Sözleşmelerinin doğduğu yerdir. Ayrıca 2006 yılından bu yana Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi'ne ev sahipliği yapar. Birleşmiş Milletlere katılan en son ülkelerden biri olmasına rağmen, New York'tan sonra Birleşmiş Milletlerin ikinci büyük merkezi olan Milletler Sarayı Cenevre'de bulunur. İsviçre Milletler Cemiyetinin kurucu üyesi ve ev sahibidir. Birleşmiş Milletler genel merkezi burada bulunmamasına rağmen, İsviçre Konfederasyonu; Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Uluslararası Telekomünikasyon Birliği (ITU), Mülteciler için Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği (UNHCR) gibi birçok BM ajansını barındırır ve Dünya Ticaret Örgütü de dahil olmak üzere 200 kadar uluslararası örgüte ev sahipliği yapar. Dünyanın karşı karşıya olduğu önemli konuları görüşmek üzere İsviçre'nin Davos kentine yabancı ülkelerden gelen siyasi liderler ve iş çevreleri, çevre ve sağlık konuları da dahil uluslararası konuların konuşulduğu Dünya Ekonomik Forumu yıllık toplantılarında bir araya gelirler. Birçok uluslararası spor organizasyonu ve federasyonu da bu ülkede bulunur. FIBA Cenevre'de, UEFA (Avrupa Futbol Federasyonları Birliği) Nyon'da, FIFA (Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği) ve Uluslararası Buz Hokeyi Federasyonu Zürih'te, Uluslararası Bisiklet Birliği Aigle'de ve Uluslararası Olimpiyat Komitesi Lozan'da bulunur. Ordu. İsviçre Silahlı Kuvvetleri, kara ve hava kuvvetlerinden oluşmaktadır. Askerî personelin %5'ini profesyonel askerler oluşturur, geri kalan askerî personel ise 20 ile 34 yaş arası (özel durumlarda 50'ye kadar çıkar) erkek vatandaşlardır. Denize kıyısı olmayan bir ülkedir, bu yüzden deniz kuvvetleri bulunmamaktadır; fakat sınırlarda bulunan göllerde silahlı askeri devriye botları bulunur. İsviçre vatandaşlarının, Vatikan İsviçreli Muhafızlar ya da çifte vatandaş olanlar haricinde, başka bir ülkede askeri görev yapması yasaklanmıştır. İsviçre milis sistemi askerlere ordu tarafından verilen ekipmanları, personelin kendine ait özel silahları da dahil, evlerinde tutmalarını şart koşar. Bazı kuruluşlar ve siyasi partiler bu uygulamayı tartışır ve uygunsuz görür fakat İsviçrelilerin büyük bölümü bu uygulamanın lehlerine olduğunu düşünmektedir. Zorunlu askerlik hizmeti tüm erkek İsviçre vatandaşlarını kapsar, kadınlar da gönüllü olarak askerlik yapabilirler. Erkekler genellikle 19 yaşında askerlik eğitimi için emir kağıdını alırlar. İsviçreli genç nüfusun yaklaşık üçte ikisi askerlik hizmeti için uygundur, uygun olmayanlar için ise alternatif hizmet şekilleri bulunur. Yıllık yaklaşık, 20.000 kişi 18 ila 21 hafta arasında askeri eğitim merkezlerinde eğitim görürler. İsviçre'nin bütünlüğü ve tarafsızlığını sağlamak amacıyla bugüne kadar üç genel seferberlik ilan edildi. İlki 1870-1871 yıllarında Fransa-Prusya Savaşı dolayısıyla ilan edildi. İkincisi 1914 yılının Ağustos ayında, I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi üzerine ilan edildi. Ordunun üçüncü seferberliği ise 1939 Eylül'ünde, Almanya'nın Polonya üzerine saldırması üzerine Henri Guisan'ın general olarak seçilmesiyle ilan edildi. Tarafsızlık politikası nedeniyle, İsviçre ordusu diğer ülkelerde silahlı çatışmalara katılmaz, ancak dünyada bazı barış misyonlarına katılır. 2000 yılından beri silahlı kuvvetler departmanı uydu iletişimlerini izlemek amacıyla Onyx istihbarat toplama sistemini kullanır. Soğuk Savaş'ın bitmesinin ardından anti-militarist gruplar tarafından askeri faaliyetlerin engellenmesi, hatta tamamen silahlı kuvvetlerin kaldırılması için girişimler oldu. Anti-militarist gruplar tarafından başlatılan dikkate değer bir referandum, 26 Kasım 1989 tarihinde yapıldı. Bu öneriye seçmenlerin yaklaşık üçte ikisi karşı çıktı. Benzer bir referandum, Amerika'ya düzenlenen 11 Eylül Saldırıları nedeniyle %78'lik bir oranla anti-militarist grupların başarısız olması ile sonuçlandı. Hukuk. İsviçre bir hukuk devletidir. Mahkemeler hükûmetten ve parlamentodan bağımsızdır. Hangi temel hak ve yükümlülüklerin geçerli olduğu ve İsviçre'de siyasi ve adli sistemin nasıl düzenlendiği, İsviçre Federal Anayasasında yazılıdır. 26 kantondan oluşan federal bir yapıya sahip olan İsviçre'de, her kanton federal hukuka aykırı olmamak kaydıyla kendi anayasalarına ve yasalarına sahiptirler. Ayrıca her bir kantonun kendi meclisi, hükûmeti ve mahkemeleri vardır. İsviçre, Avrupa Birliği üyesi olmaması nedeniyle Avrupa Birliği hukuku'nun etkisi altında değildir. Bu nedenle kendi ulusal hukuk sistemini ve hukukunu korumaktadır. İsviçre'nin anayasası 18 Nisan 1999 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ancak bu anayasanın kökeni 12 Ekim 1848 tarihli İsviçre Federal Anayasası'na dayanmaktadır. Federal yargı teşkilatı ise Federal Yüksek Mahkemesi, Federal Ceza Mahkemesi ve Federal İdare Mahkemesi'nden oluşmaktadır. İsviçre Anayasası tarafından federal kanunların uygulamasını denetleme yetkisi en yüksek yargı organı olan Federal Yüksek Mahkeme'ye verilmiştir. Federal Yüksek Mahkeme'nin görevi kanton mahkemelerinden gelen temyizlere ve federal yönetimin idari kararlarına bakmaktır. Yüksek Mahkeme yargıçları, altı yıllık görev süresi için Federal Meclis tarafından seçilir. Bunun dışında genel yargı yetkisi bağımsız kanton mahkemeleri tarafından kullanılmaktadır. Ekonomi. Zengin ve kararlı bir pazar ekonomisine sahip olan İsviçre, kişi başı gayrisafi yurt içi hasıla'da Amerika Birleşik Devletleri, Japonya ve büyük Avrupa ekonomilerinin önünde yer alırken alım gücü paritesinde onuncu sırada gelir. 20. yüzyılın çok önemli bir döneminde açık ara ile Avrupa'nın en müreffeh ülkesi olan İsviçre 1990'lardan beri ağır bir büyüme dönemine girdi ve 2005'e gelindiğinde kişi başına GSYİH'da nüfusu bir milyondan büyük Avrupa ülkeleri arasında İrlanda, Danimarka ve Norveç'in ardından dördüncülüğe düştü ve satın alma paritesine göre de onunculuğa geriledi. Buna karşın İsviçre'de kişi başına düşen millî gelir 80.000 dolar düzeyinde olup ve 35.000 dolar civarındaki AB ortalamasının oldukça üstündedir. İşsizlik oranı 2012 Aralık rakamlarına göre %3,2'dir. İsviçre Avrupa Serbest Ticaret Birliği (EFTA) üyesidir. İsviçre ekonomisinin en büyük sektörü %73'lük oranı ile hizmet sektörüdür. Bankacılık, sigortacılık, turizm ve ticaret ekonominin en önemli kalemleridir. Toplam ihracatın üçte biri de banka, sigorta, turizm ve uluslararası organizasyonlar gibi alanlara aittir. Ekonominin yüzde 23'ünü ise sanayi sektörleri oluşturur. Sanayi sektörü en çok kimya endüstrisi, sağlık ve ilaç sektörü, bilimsel ve hassas ölçüm araçları ve müzik aletleri gibi alanlarda gelişmiştir. En büyük ihraç ürünleri kimyasal ürünler (ihracatının %34'ü), makine/elektronik aletler (ihracatını %20,9'u) ve hassas ölçüm araçları ve saatlerdir (ihracatının %16,9'u). Tarım sektörü ise ekonomide sadece %4 gibi bir oranı oluşturur. Buna karşın kaliteli tarım ürünleri tercih edilir. İsviçre birçok çokuluslu şirketlere de ev sahipliği yapar. Gelirleri bakımından İsviçre'nin en büyük şirketleri; Glencore, Gunvor, Nestlé, Novartis, Hoffmann-La Roche, ABB, Mercuria Enerji Grubu ve Adecco sayılabilir. Ayrıca UBS AG, Zürih Sigorta Grubu, Credit Suisse, Barry Callebaut, Swiss Re, Tetra Pak ve Swatch Grup da diğer önemli şirketlerdendir. İsviçre ekonomisi dünyanın en güçlü ekonomilerinden biri sayılır. Bankacılık. İsviçre, tüm dünyada gelişmiş bankacılık sistemi ile tanınır. Ülkede toplam 385 banka faaliyet gösterir. Tümü uluslararası bankacılık sistemine göre çalışan bankalar, dünyanın her yerinden çok sayıda müşteriye hizmet ederler ve gizlilik ilkesini esas alırlar. Ülkedeki bankacılık faaliyetinin yüzde 50'den fazlası iki bankanın, UBS AG ve Credit Suisse'in kontrolü altındadır. Bu iki banka'dan UBS yatırım danışmanlığı ve menkul kıymetler konularında, Credit Suisse ise finans hizmetleri ve krediler alanında uzmanlaşmıştır. Bunların dışında her bir kantonda kurulmuş kantonal bankalar bulunur. Bu 24 adet kantonal banka devlet garantisi ile faaliyet yürütürler. Bunların dışında çok sayıda özel banka ve yabancı banka bulunur. Global ölçekli iki banka toplam varlıkların yüzde 52'sini elinde tutarken, kantonal bankalar yüzde 16'sını, yabancı bankalar ise yüzde 13'ünü ellerinde bulundurular. Bunların dışında sadece belli bir işlem hacminin üstündeki şirketlere hizmet veren ticari bankalar da bulunur. Finans sektöründe 2011 rakamlarına göre 143.000'ü bankacılık sektöründe olmak üzere 196.000 kişi çalışır. Bu sektörde çalışan sayısı toplam işgücünün yüzde 5,7'sini oluşturmasına karşın, 59.4 milyar franklık katma değer yaratarak ekonomiye yüzde 10,3'lük bir katma değer üretir. İsviçre, bankalarındaki 2 trilyon dolarlık mevduat ile en büyük offshore merkezi durumunda. İsviçre, son yıllarda, banka hesaplarındaki gizlilik prensibi yüzünden, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından yoğun baskı altına alındı. Örneğin ülkenin en büyük bankası UBS, 2009 yılında en büyük 4.000 müşterisinin isimlerini ABD hükûmetine vermek ve 780 milyon dolar tazminat ödemek zorunda kaldı. Dış ticaret. İsviçre'nin en büyük ticaret ortağı Almanya'dır. 2011 yılı verilerine göre ihracatın %20,1'i, ithalatın ise %33,6'sı bu ülke ile yapılmaktadır. Bununla birlikte Amerika Birleşik Devletleri, İtalya ve Fransa diğer büyük dış ticaret ortaklarıdır. İsviçre'nin 2011 yılında ürün grubu bazında en fazla ihracat gerçekleştirdiği ilk üç ürün grubunu eczacılık ürünleri, makine ve aksamları ve saatler ile bunların aksam ve parçaları oluştururken; en fazla ithalat gerçekleştirdiği ilk üç ürün grubunu ise makine ve aksamları, "eczacılık ürünleri ve inciler, kıymetli taş ve metal mamulleri, madeni paralar oluşturmaktadır. Diğer yandan İsviçre Uluslararası Kakao Örgütünün (ICCO) de bir üyesidir. Devlet bütçesi. 2012 yılı devlet bütçesi 212.7 milyar dolar gidere karşılık 211.1 milyar dolar gelir şeklinde gerçekleşti. Bütçe fazlası gayrisafi yurt içi hasıla'nın yüzde 0,2 fazlası oldu. 2009 yılı devlet borçları 198.4 milyar dolar ile gayrisafi yurt içi hasılanın yüzde 40,5'i kadardır. 2006 yılı verilerine göre devlet harcamalarının yüzde 10,8'i sağlık, yüzde 5,8'i eğitim, yüzde 1,0'ı ise askeri harcamalara gider. Güncel ekonomik gelişmeler. İsviçre ekonomisi, 2001 yılından itibaren genel bir durgunluk içine girdi. Bu nedenle Federal Hükûmet durgunluğu aşabilmek için bazı çalışmalar başlattı. 2005 yılında yeni dış ekonomik ilişkiler stratejisi oluşturuldu ve uygulanmaya başladı. Bunun sonucunda uluslararası alanda yatırım ve faaliyette bulunan UBS gibi bankalar ile Roche, Novartis, Nestle gibi uluslararası şirketler tarihi karlar elde ettiler. Buna karşın iç pazardaki daralma aşılamadı. İç pazarları genişletebilmek için inşaat sektöründe devlet yatırımları artırılmaya, komşu AB ülkelerinin tüketim sektörlerinde faaliyet gösteren firmalar (gıda, süpermarketler, giyim ve ev eşyaları gibi) ülkeye çekilmeye çalışıldı. Bu gelişmelerin etkisiyle 2006 yılının ilk altı ay verileri itibarıyla ekonomi olumlu ilerleme kaydetti. Son yıllarda en büyük sorun olan işsizlik 2006 yılında düzenli olarak azalarak yüzde 3,1'e geriledi. Keza, artan petrol fiyatlarına ve faiz oranlarının yükselmesine rağmen enflasyonda görece az bir artış oldu. Bu artış da petrol fiyatlarına bağlı üretici fiyatlarındaki artışın etkisiyle oldu. Ekonomideki genel iyileşmenin bir göstergesi de hükûmetin 2006 yılı büyüme tahminini Haziran ayında yüzde 2 oranında yükselterek yüzde 2,7 olarak açıklaması olmuştur. Keza, OECD de İsviçre için 2006 yılı büyüme tahminini yüzde 1,7'den yüzde 2,4'e çıkarmıştır. Küresel finans krizinin etkisiyle 2009 yılında yüzde 1,9 daralan İsviçre ekonomisi, 2010 yılında yüzde 2,7 2012 yılında ise ancak yüzde 1,4 büyüyebildi. Enerji politikası. İsviçre'de üretilen enerjinin %39'u nükleer enerji ve %52'si hidroelektrik kaynaklıdır. 18 Mayıs 2003 tarihinde, "Moratorium Plus" adındaki halk girişimi yeni nükleer enerji santrallerinin yapımını yasaklayan yasanın uzatılmasını istedi. Ancak hem "Moratorium Plus" hem de "Electricity Without Nuclear" girişimleri kabul görmedi: "Moratorium Plus" %41,6 evet ve %58,4 hayır oyu; "Electricity Without Nuclear" %33,7 evet ve %66,3 hayır oyu aldı. Yeni nükleer santrallerin kurulması konusunda on yıl önce yapılan moratoryum, 1990 yılında bir vatandaş girişimi ile oylanan ve %45,5'lik Hayır oylarına karşılık %54,5'lik Evet oylarının kazanması sonucunda başlatıldı. Bern Kantonu hâlen yeni bir nükleer santral yapımı planlamaktadır. 2011 Tōhoku depremi ve tsunamisi ile yaşanan Fukuşima I Nükleer Santrali kazalarının ardından 25 Mayıs 2011 tarihinde İsviçre hükûmeti önümüzdeki 2 ya da 3 yıl içinde nükleer enerji kullanımı sonlandırmayı planladığını duyurdu. Enerji bakanı Doris Leuthard basın toplantısında "Hükûmet olarak daha güvenli ve otonom bir enerji kaynağı için kademeli durdurma kararı aldık. Fukuşima bizlere nükleer gücün ne kadar tehlikeli olduğunu gösterdi." İlk reaktörün 2019, son reaktörün ise 2034 yılında kapatılacağı duyuruldu. İsviçre ve Avrupa Birliği. Birliğe katılmamayı yeğleyen dört Avrupa ülkesi İsviçre, İzlanda, Lihtenştayn ve Norveç; Avrupa Birliği ile ilgili pek çok ekonomik ve yasal düzenlemeye ise kısmen de olsa katılım gösterdi. Bu ülkelerden İzlanda, Lihtenştayn ve Norveç, Avrupa Ekonomik Alanı aracılığıyla tek pazar düzenlemelerine katıldılar. İsviçre de benzer iki-taraflı antlaşmalar aracılığıyla Avrupa Birliği ile ilişkiler kurdu. Avrupa'nın tanınmış beş küçük devleti olan Andorra, Lihtenştayn, Monako, San Marino ve Vatikan ile yürütülen ilişkiler de Euro'yu ortak para birimi olarak kullanmaktan ve bazı diğer ekonomik iş birliği çalışmaları yapmaktan oluşur. İsviçre'de Avrupa Ekonomik Alanına üye olma konusunda 1992 yılı Aralık ayında yapılan referandum olumsuz sonuçlandı ve o zamandan beri Avrupa Birliği (AB) ve Avrupa ülkeleri ile ilişkiler ikili anlaşmalar yoluyla geliştirildi. İsviçre halkı, 2001 yılının Mart ayında, AB'ye katılım müzakerelerine başlamak için yapılan bir halk oylamasında da red kararı verdi. Son yıllarda, İsviçre, uluslararası rekabet gücünü artırmak amacıyla, ekonomik uygulamalarını büyük ölçüde AB ile uyumlu hale getirdi. Ekonomisi de her yıl istikrarlı şekilde artmaktadır. AB'ye tam üyelik İsviçre hükûmetindeki bazı üyelerin uzun dönemli bir hedefi olsa da, buna karşı başta muhafazakâr SVP tarafından desteklenen hatırı sayılır bir karşı çıkış vardır. Batıdaki Fransızca konuşan bölgelerde ve ülkenin diğer kısımlarındaki büyük kentlerde AB yanlısı bir eğilim olmasına karşın, halkın büyük bir kısmı bu eğilimi paylaşmaz. Hükûmet, AB ile ilişkileri yürütmesi amacıyla İsviçre Dışişleri Bakanlığı ve İsviçre Ekonomi Bakanlığı'ne bağlı bir Entegrasyon Dairesi oluşturdu. İsviçre'nin Avrupa'nın geri kalanından izole olmasının olumsuz sonuçları en aza indirmek için, Bern ile Brüksel arasında, ticari ilişkilerin serbestleştirilmesi çerçevesinde yedi ikili anlaşma imzalandı. Bu anlaşmalar 1999 yılında imzalandı ve 2001 yılında yürürlüğe girdi. İkili anlaşmaların bu ilk serisi kişilerin serbest dolaşımını içeriyordu. Dokuz alanı kapsayan ikinci bir dizi 2004 yılında imzalandı ve o zamandan beri uygulanmaktadır. İkinci seri ise Schengen Antlaşması ve Dublin Sözleşmesini içeriyor. İşbirliği konusunda başka alanlarda çalışmalar devam etmektedir. İsviçre, bir bütün olarak AB ile olumlu ilişkilerin sürdürülmesi ve yoksul Güney ve Orta Avrupa ülkeleri ile işbirliğini desteklemek için 2006 yılında 1 milyar franklık bir destekleme yatırımı yapma kararı aldı. Romanya ve Bulgaristan'ın son başvurularını desteklemek için 300 milyon franklık yeni bir paket için yeni bir referandum yapılması söz konusudur. İsviçre, ekonomik konularda AB'nin ve kimi zaman da uluslararası kurumların baskısı altında kalmaktadır. Bunun sonucunda, şimdiye kadar bankacılık alanındaki gizliliği azaltmak ve AB ile vergi paritesini eşitleyebilmek için vergi oranlarını yükseltmek zorunda kaldı. AB ile dört yeni başlık altında ortaklık için ön görüşmeler sürdürülmektedir: Bu başlıklar Avrupa ile elektrik enerjisi pazarının açılması, Avrupa Galileo GNSS sistemine katılım, Avrupa hastalık önleme merkezi ile işbirliği ve yiyecek ürünlerinin kaynak sertifikalarının tanınması konularını kapsamaktadır. 27 Kasım 2008 tarihinde, Brüksel'de Avrupa Birliği içişleri ve adalet bakanları, İsviçre'nin de 12 Aralık 2008'den itibaren Schengen alanına katıldığını duyurdu. Buna göre ülkenin sınır kapılarında gümrük kontrol noktaları kalacak fakat bunlar sadece ürünlerin geçişini kontrol etmek için kullanılacaktı. 29 Mart 2009 tarihinden bu yana sınır kapılarında insanlar için pasaport kontrolü yapılmamaktadır. Ancak polis gerekli gördüğü durumlarda hem sınır kapılarında hem ülke içinde kimlik ve pasaport kontrolü yapabilir. Nüfus yapısı. İsviçre, Avrupa'nın bazı önemli kültürlerinin kavşak yerinde yer alır. Bu kültürler ülkenin dillerini ve kültürü önemli ölçüde etkiler. İsviçre'nin dört resmî dili vardır: Kuzey ve Orta İsviçre'de Almanca (%64); batıda Fransızca (%20,4); güneyde İtalyanca (%6,5); ve güneydoğuda Graubünden kantonunda küçük bir Romenş azınlık tarafından konuşulan Romanş (< %1). Federal hükûmet dört resmî dili de kullanmak zorundadır. Federal Meclis'te bu dört dilde simültane tercüme yapılır. İsviçre'de konuşulan Almanca diyalekt grubuna genel olarak İsviçre Almancası denir. Ancak yazılı iletişimde ve radyo-televizyon yayıncılığında standart Yüksek Almanca kullanılır. Benzer şekilde İsviçre'nin diğer bölgelerinde de İsviçre Fransızcası ve Ticino diyalekti kullanılır. Ayrıca resmî diller (Almanca, Fransızca ve İtalyanca) diğer dillerden İsviçre dışında anlaşılmayan bazı terimleri (Fransızcadan geçen Almanca "Billette" ) ve diğer dillerdekine benzer kelime kullanımlarını (İtalyanca "azione", "eylem" anlamında değil Almanca "Aktion" gibi "indirim" anlamında kullanılır) ödünç almıştır. Her İsviçrelinin okulda kendi anadilinden başka İsviçre'nin resmî dillerinden birini öğrenmesi zorunludur. Bu nedenle İsviçrelilerin çoğu en azından iki dil bilir. Göçler. Günümüz İsviçre'si -diğer birçok Batı Avrupa ülkesi gibi- göç alan bir ülkedir. İsviçre nüfusunun %23'ünü yabancı göçmenler oluşturur. Bugünkü Federasyon bölgeleri ve özellikle Zürih, çok önceden beri dışarı doğru büyük bir göç hareketinin hedefi idi. Endüstrileşme ile birlikte özellikle Alplerden de bir iç göç yaşandı. 1950'li yıllarda başlayan ve ülkeye bugüne kadar süren zenginliğini sağlayan hızlı ekonomik ve maddi büyüme göç dengesini ters çevirdi. Çalıştırmak için yabancı işçiler aranır oldu, sonraları, Yugoslavya'nın dağılması gibi süreçlerde sık sık İsviçre'ye politik göçmenler akın etti. Türkiye'den Batı Avrupa'ya ve aynı zamanda İsviçre'ye ekonomik göçmenler geldi. Son yıllarda ise İsviçre'deki işyerlerinde tercih edilen Almanların göçleri belirgin bir yükseliş gösterdi. 2011 yılında İtalyan vatandaşları toplam yabancılar içinde %16,3 ile en büyük kesimi oluştururken, ardından Almanlar (%14,9), Portekizliler (%12,0), Sırplar (%6,9), Fransızlar (%5,4) gelmektedir. Diğer küçük göçmen gruplarını ise Türkler, İspanyollar, Makedonlar, Avusturyalılar, İngilizler, Bosnalılar ve Hırvatlar oluşturur. 2011 yılı sonunda İsviçre'de toplam 1.814.800 yabancı pasaportlu yerleşimci bulunur. Yapılan istatistikler İsviçre pasaportu olmayan, dolayısıyla oturma izni ile yaşayan göçmenlerin miktarını göstermektedir. İsviçre çifte vatandaşlığa izin verdiği için İsviçre vatandaşlığına geçmiş olan çok sayıda göçmen de bulunmaktadır. İsviçre vatandaşı olmuş olan tahmini 700.000 kadar göçmen vatandaş ile birlikte toplam göçmen oranının nüfusun %30'una vardığı tahmin edilmektedir. İsviçre'de 45.000 kadarı İsviçre vatandaşı olmuş olan toplam 121.000 Türkiye uyruklu göçmenin yaşadığı tahmin edilmektedir. Sağlık. İsviçre'de yaşayan herkesin özel sigorta şirketlerinden ve sağlık sigortası veren kuruluşlardan bir evrensel sağlık sigortası yaptırması zorunludur. Sistemin maliyeti yüksek oranlarda olmasına rağmen, sistem sağlık çıktıları açısından diğer Avrupa ülkeleri ile kıyaslandığında İsviçre en iyilerindendir. 2006 yılı araştırmalarına göre İsviçre yaşam beklentisi kadınlar için 84, erkekler için ise 79 yıldır. Dünya üzerindeki en yüksek yaşam kalitesi İsviçre'de bulunur. Ancak, GSYİH (Gayrisafi Yurt İçi Hasıla) harcamalarının %11,5'i (2003) sağlık harcamalarına gider. 1990'dan beri sürekli bir artış sağlanan hizmetlerin yüksek fiyatlara ulaştığı görülmektedir. Yaşlanan nüfus ve yeni sağlık teknolojileri ile sağlık harcamaları muhtemelen artmaya devam edecektir. Bununla birlikte, sağlığa yapılan harcamalar GSYİH'nın %11,4'ü (2010) ile Almanya ve Fransa (%11,6) ve diğer Avrupa ülkeleri ile eşit düzeyde özellikle yüksektir, ancak özellikle ABD'deki harcamalardan (%17,6) daha düşüktür. Şehirleşme. Nüfusun üçte ikisi ile dörtte üçü arasındaki (farklı kaynaklarda farklı oranlar verilmesinin nedeni şehir tanımından kaynaklı olabilir) büyük bir kısmı şehirlerde yaşar. İsviçre sadece 70 yıl içerisinde kırsal bir ülkeden kentsel bir ülkeye dönüştü. 1935 yılından itibaren gerçekleşen kentsel gelişim önceki 2000 yıl süresince gerçekleşen gelişimin toplamıyla aynı seviyededir. Bu kentleşme sadece İsviçre platolarında değil, aynı zamanda Jura ve Alp Dağları'nın eteğindeki tepelerde de etkili oldu. Bunda hızla büyüyen şirketlerin toprak kullanımının rolü vardır. 21. yüzyılın başlangıcında, nüfus, kentsel alanlarda, kırsal alanlardan çok daha fazla artış gösterdi. Ancak son yıllarda şehirlerden uzaklaşma şeklinde yeni bir eğilimin ortaya çıkmakta olduğu da görülmektedir. İsviçre büyük, orta ve küçük şehirlerden oluşan tamamlayıcı bir kentsel ağa sahiptir. Ovalar kilometrekare başına 450 insan düşecek şekilde oldukça yoğun bir nüfusa sahiptir. En büyük kentsel alanları Zürih, Cenevre, Lozan, Basel ve Bern şehirleri oluşturmaktadır. İsviçre'nin en büyük şehri 389.992 kişinin yaşadığı , çevre bölgeleri ile birlikte 1.132.237 kişinin yaşadığı Zürih'tir. Diğer büyük şehirler ise 194.245 merkez nüfusu ile Cenevre, 171.832 merkez nüfusu ile Basel, 130.515 merkez nüfusu ile Lozan ve 125.681 merkez nüfusu ile Bern'dir. Uluslararası kıyaslamalara göre bu kentsel alanlar, üzerinde yaşayan insan sayısına kıyasla hesaplanabilecek olandan daha fazla önem taşırlar. Zürih ve Cenevre yaşanabilecek, yaşam kalitesinin en yüksek olduğu yerlerdendir. Ulaşım. İsviçre'de 64.855 km kara yolu bulunur. Bunun 1.057 km'si milletlerarası kara yolu şebekesine bağlıdır. Demir yollarının toplam uzunluğu 4.991 km'dir. Bunun dışında 830 km özel hatlar bulunur. Deniz ticaret filosu 30 gemiden meydana gelmiş olup, 294.304 groston yük kapasitelidir. En önemli limanı Basel'dir. Demir yolları. İsviçre'de ilk demir yolu 1847 yılında Zürih ve Baden arasında toplam 30 km uzunluğunda inşa edildi. İlk önce demir yollarının merkezi planlanıp işletilmesi kararlaştırıldı (1848 Anayasası) fakat sürecin yavaş ilerlemesi üzerine 1852 yılında parlamento inşa sorumluluğunu özel firmalardan yararlanma izni ile birlikte kantonlara bıraktı. Bu gelişmeleri izleyen 30 yıl içerisinde ülkeye 2.500 km uzunluğunda tren rayı döşendi. Günümüzde İsviçre, Monako ve Vatikan gibi küçük devletler hariç tutulduğunda Avrupa'nın en yoğun demir yolu ağına sahip ülkesidir (122 m/km²). İsviçre'de toplu ulaşım bağlantısına erişimi olmayan hemen hiçbir yerleşim yeri yoktur. Avrupa'nın en yüksek yerleşim yeri Juf'a (Graubünden kantonu) bile günde 8 kez toplu ulaşım taşıtları seferleri yapılmaktadır. Ülkedeki standart demir yolları 3.778 km. uzunluğunda olup bunun sadece 10 km'si elektrikli değildir. Buna ek olarak dar demir yollarının toplam uzunluğu 1.766 km'dir. Toplam 3.007 km. uzunluğunda demir yolu ağı ve yıllık 300 milyon yolcu kapasitesi ile İsviçre Federal Demir Yolları ("Schweizerischen Bundesbahnen (SBB)") ülkenin en uzun ve önemli demir yolu ağına sahiptir. BLS AG ise 440 km'lik ağ ile ülkenin en önemli ikinci demir yolu operatörüdür. Ayrıca ülkede demir yolu işleten 47 özel firma bulunmaktadır. Dağlık coğrafyasından dolayı İsviçre'de ayrıca birçok füniküler ve teleferik hattı da bulunmaktadır. Kara yolları. Nüfusun yoğun olduğu bölgelerin büyük bir bölümü en yakın otoyola en fazla 10 km uzaklıkta bulunmaktadır. Toplam motorlu taşıt yolu 71298 km'dir. Bunun 1.758 km'sini ana otoyollar oluşturur. İsviçre'deki hanelerin 5'te 1'inin motorlu taşıt sahibi olmaması ülkenin gelişmiş toplu taşıma ağına bağlanmaktadır. Bu oran şehirlerde %43'e kadar yükselmektedir. İsviçre'de genel olarak otoyolların ücretsiz olmasına karşın yılda bir kez 40 İsviçre frankı ulusal otoyol vergisi ödenir. İsviçre otoyollarında 120 km/saat ana yollarda 80 km/saat ve şehir içi yollarda 50 km/saat ve bazı yerleşim yerlerinde 30 km/saat hız limiti bulunur. Hava ulaşımı. İsviçre'nin yolcu kapasitesi bakımından ana ve en büyük havalimanı Zürih yakınlarında bulunan Zürih-Kloten havalimanıdır. Diğer önemli havalimanları Basel ve Cenevre havalimanlarıdır. Basel Havalimanı kısmen Fransa toprakları üzerine inşa edilmiş olup Almanya'nın Freiburg ve Fransa'nın Mulhouse şehirleriyle ortak kullanılır. Ayrıca Avrupa içi uluslararası uçuşların gerçekleştiği Bern ve Lugano bölgelerinde iki havalimanı daha vardır. Bunlara ek olarak İsviçre genelinde birçok sivil havaalanı da bulunur. Graubünden'de bulunan Samedan havaalanı ayrıca Avrupa'da bulunan havaalanları içerisinde en yüksek rakıma (1.707 m) inşa edilenidir. İsviçre merkezli en önemli hava yolu firması 2005 yılında Lufthansa tarafından satın alınan Swiss Air'dir. Eğitim ve bilim. İsviçre anayasası eğitim sistemi ile ilgili yetkiyi kantonlara vermiş olduğu için, eğitim sisteminde büyük bir çeşitlilik vardır. İsviçre'de hem devlet okulları hem de özel okullar bulunur ki, bunların bir kısmı yabancı özel okullardır. Tüm kantonlarda okula en küçük başlama yaşı altıdır, ancak bazı kantonlar çocukların dört veya beş yaşında ücretsiz ana sınıflarına gitmesini destekler. İlkokul, okula bağlı olarak dört, beş veya altı yıldır. Geleneksel olarak okullarda öğretilen ilk yabancı dil ülkedeki diğer resmî dillerden biridir. Ancak son yıllarda (2000) birkaç kantonda İngilizce birinci olarak öğretilen yabancı dil yapılmıştır. İlkokulun bitiminden sonra (veya ortaokula başladıklarında) öğrenciler kapasitelerine göre birkaç gruba (genellikle A, B, C olarak üç gruba) ayrılırlar. En hızlı öğrenenler daha ileri seviyedeki sınıflar ve matura için hazırlanırken diğerleri daha yavaş bir eğitimle ihtiyaçlarına en uygun mesleklere göre yönlendirilmeye çalışılırlar. İsviçre'de 12 üniversite vardır. Bunların 10'u kantonlar seviyesinde desteklenir ve genellikle teknik olmayan alanlarda hizmet verirler. İsviçre'deki ilk üniversite Basel Üniversitesi'dir. 1460'ta tıp fakültesi ile birlikte kurulan üniversite geleneksel olarak kimya ve tıp araştırmaları konusunda uzmanlaşmıştır. İsviçre'nin en büyük üniversitesi 25 bin öğrencisi olan Zürih Üniversitesi'dir. Federal hükûmet tarafından finanse edilen iki enstitü bulunmaktadır: Zürih'te bulunan ETH Zürih ile Lozan'da bulunan EPFL. Her iki enstitü de bilim dünyasında uluslararası üne sahiptir. Bu üniversitelerin dışında çok sayıda Uygulamalı Bilimler Üniversitesi bulunur. Yönetim ve işletme gibi alanlarda St. Gallen Üniversitesi ile Lozan'daki International Institute for Management Development ülkenin başta gelen okulları olup, uluslararası bir üne de sahiptir. İsviçre yükseköğrenim düzeyinde yabancı öğrenci oranı açısından Avustralya'dan sonra ikinci sırada gelir. Sayısız uluslararası kuruluşa ev sahipliği yapan İsviçre, bu özelliğine yakışır şekilde, Cenevre'de yer alan, 100'den fazla ülkeden gelen ve yüzde 80'i yabancı öğrencilerden oluşan Graduate Institute of International and Development Studies adlı yüksek enstitüye de ev sahipliği yapar. Politik bilimler, uluslararası ilişkiler, hukuk gibi alanlarda uzmanlaşmış olan kuruluş, sadece kıta Avrupa'sının bu alanlardaki en eski okulu değil aynı zamanda en prestijli olanıdır. Birçok Nobel Ödülü de İsviçreli bilim adamlarına verilmiştir. Bunlar arasında Bern'de çalıştığı sırada Özel görelilik kuramını geliştiren ünlü bilim insanı Albert Einstein'ı başta saymak gerekir. Son yıllarda Vladimir Prelog, Heinrich Rohrer, Richard Ernst, Edmond Fischer, Rolf Zinkernagel ve Kurt Wüthrich gibi çok sayıda bilim insanı Nobel Ödülü almıştır. Bugüne kadar çeşitli alanlarda toplam 113 Nobel Ödülü İsviçre'ye giderken bunlardan 9'u Nobel barış ödülü olmuştur. Cenevre ve Fransa'daki sınır komşusu Ain ortaklaşa olarak dünyanın en büyük laboratuvarına sahiptir. CERN adındaki bu laboratuvar parçacık fiziği çalışmaları için oluşturulmuştur. Bir diğer önemli bir araştırma merkezi olan Paul Scherrer Institute'dır. Bugüne kadar çok sayıda bilimsel keşif de İsviçre laboratuvarlarından dünyaya yayılmıştır. Bunlara arasında LSD, Atomik kuvvet mikroskobu (Nobel ödüllü) ve Velcro tanınan örneklerdir. Bunların dışında yeni dünyaların keşfini sağlayan Auguste Piccard'ın basınçlı balonu ve okyanusların en derin yerlerine kadar ulaşmamızı sağlayan Jacques Piccard'ın Bathyscaphe'ı de vardır. İsviçre Uzay Ofisi değişik uzay teknolojileri ve programları ile uğraşan bir kurumdur. Bu kurum aynı zamanda Avrupa Uzay Ajansının 1975'teki 10 kurucusundan biri ve ESA bütçesinin 7. büyük destekçisidir. Özel sektörde de Avrupa'nın en büyük uzay teknolojisi malzemeleri üreten RUAG ve Maxon Motor gibi kuruluşlar uzay endüstrisi alanında faaliyet gösterir. Din. İsviçre'de ülke çapında bir devlet dini olmasa da Cenevre ve Neuchâtel kantonlarının dışındaki tüm kantonlarda vergilendirme yoluyla Roma Katolik, Eski Katolik ya da İsviçre Reform Kiliseleri desteklenir. 2022 yılında yapılan nüfus sayımı sonuçlarına göre İsviçre'de en etkili dini gruplar %32 ile Roma Katolik Kilisesi ve %20 ile çeşitli Protestan mezheplerdir. Göç ile birlikte %6'lık bir Müslüman nüfus ile %2'lik bir Ortodoks nüfus da yerleşmiştir. Hristiyan olmayan dinler de küçük oranlarda bulunmaktadır. (%0,4 Hinduizm, %0,3 Budizm, %0,2 Yahudilik ve %1 bilgi vermeyen) 2010'da yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre halkın %44'ü Teist iken, %39'u "ruh veya bir yaşam gücüne" inanmakta, %20'i ise Ateist olduğunu belirtmektedir. Greeley ise tanrıya inanmayanların nüfusa oranını %35 olarak tespit etmiştir. Farklı dinlere sahip bir nüfusa sahip olan İsviçre'nin istikrarlı ve müreffeh bir ülke olması, bu ülkenin bir konsensüs ya da eştoplumsallaştırmacı devlet olarak tanımlanmasına yol açmıştır. Tarihsel olarak ülke Katolikler ve Protestanlar arasında yaklaşık olarak dağılır. Hatta Appenzell gibi bazı kantonlar resmî olarak Katolik ve Protestan bölümlere ayrılır, hatta birçok köyün girişinde baskın olan din, "bu köy Katoliktir/Protestantır" tabelalarıyla belirtilir. Ancak bazı genel modeller de bulunur. Büyük şehirler arasında Bern, bankacılık merkezi Zürih ve Basel'de Protestanlık baskınken Luzern gibi diğer şehirler çoğunlukla Katoliktir. Cenevre ilk Calvincilik merkezi olarak tanınmıştır ve dünya üzerinde Fransızların çoğunluğunun Katolik olmasına karşın Fransız İsviçresi'nin çoğunluğu Protestandır. Diğer yandan İsviçre'nin kuruluşunda bulunan Almanca konuşulan Schwyz, Uri ve Unterwalden kantonlarıyla İtalyanca konuşulan Ticino kantonu genelde Katoliktir. Kilise ve devletin tümüyle birbirinden ayrılmasını öngören bir referandum %78 gibi yüksek bir oranla reddedildi. 29 Kasım 2009'da minare inşaatlarının yasaklanması hakkında yapılan referandum sonucu bu tarihten sonra yeni minare yapımı yasaklandı. Ülkede referandum tarihi itibarıyla var olan dört minare, karardan etkilenmedi. Kültür. İsviçre'nin kültürü komşuları tarafından çok etkilendiyse de yıllar boyunca önemli bölgesel farklılıklar gösteren kendine özgü bir kültür oluşmuştur. Özel olarak Fransızca konuşulan bölgeler Fransa'ya, Almanca konuşulan bölgeler Almanya'ya ve İtalyanca konuşulan bölgeler de İtalya'ya, ülkelerindeki diğer bölgelerden daha yakındır. İsviçre'deki kuvvetli bölgecilik nedeniyle homojen bir İsviçre kültüründen söz etmek mümkündür. Kültürel olarak aktif olan birçok İsviçreli, ülkelerindeki kısıtlı olanaklar nedeniyle yurt dışına çıkmayı tercih etmiştir. Aynı zamanda İsviçre'nin tarafsızlığı ve düşük vergi oranları da tüm dünyadan birçok yaratıcı insanı bu ülkeye çeker. Savaş zamanlarında siyasi sığınma geleneği birçok sanatçının bu ülkeye gelmesinde yardımcı olurken günümüzde bunu düşük vergi oranları sağlar. Gelenekler. Gelenekler İsviçre kültürünün görünmeyen fakat çok katmanlı yapısının bir parçasıdır. Gelenekler halk kültürünün bir parçası olarak oldukça dağınık yerel ve bölgesel bir görünüm arz ederler. Ancak Karnavallar, Paskalya ve Noel kutlamaları gibi bazı durumlarda bu aşırı yerelliği aşarlar. Basel Karnavalı ve Luzern Karnavalı gibi karnavallarda müzik, dans ve çeşitli halk şiirleri çok çeşitli biçimlerde sergilenir. İsviçre 2008 yılında UNESCO'nun "Somut olmayan kültürel mirasın korunması sözleşmesi (2003)" ve "Kültürel ifadelerin çeşitliliğinin korunması ve geliştirilmesi" sözleşmelerini imzaladı. İsviçre'deki geleneksel kutlamaların bazı örnekleri: Luzern Karnavalı, Unspunnen taşı fırlatma yarışması, Sechseläuten ve Fête des Vignerons. Edebiyat. 1291'de Konfederasyon kurulduğunda, sadece Almanca konuşulan bölgelerde edebiyatın erken formları Almanca olarak meydana gelmeye başladı. 18. yüzyılda, Fransızca konuşan müttefiklerin etkisi eskisinden daha belirginken; Fransızca, Bern ve çevresinin popüler dili oldu. İsviçre Alman edebiyatının klasikleri arasında Jeremias Gotthelf (1797-1854) ve Gottfried Keller (1819-1890) sayılabilir. Ayrıca 20. yüzyılda İsviçre edebiyatının tartışmasız devi olan Friedrich Dürrenmatt'ın, Die Physiker (The Physicists) ve Das Versprechen (The Pledge) adlı eserleri Hollywood filmi olarak sinemaya uyarlandılar. Önde gelen Fransızca konuşan yazarlar arasında Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) ve Germaine de Staël (1766-1817) sayılabilir. Daha yakın tarihte yaşamış olan yazarlardan biri de Charles Ferdinand Ramuz'dur. Charles Ferdinand Ramuz, eserlerlerinde köylülerin ve dağ sakinlerinin yaşamlarını ve onların zor çevre koşullarındaki yaşantılarını anlatır. İsviçre edebiyatına İtalyanca ve Romanşça konuşan yazarlar da katkıda bulunur ancak diğerlerine göre bu oran daha azdır. Büyük olasılıkla İsviçre edebiyatının en ünlü eseri Heidi'dir. Heidi, Alpler'de dedesiyle yaşayan yetim bir kızın öyküsünü anlatır. Tüm zamanların en popüler çocuk romanlarından biridir ve İsviçre'nin bir simgesi durumuna gelmiştir. Yaratıcısı Johanna Spyri (1827-1901), benzer konularda birçok kitap yazmıştır. Resim ve heykel. 16. yüzyılda İsviçre'de resim sanatı Protestanlıktan yoğun şekilde etkilendi. O zamandan bu yana birkaç İsviçreli sanatçı uluslararası başarılar elde etti. Johann Heinrich Füssli 18. yüzyılda yaptığı grotesk-fantastik resimlerle İngiltere'de "Henry Fuseli" adıyla ünlendi. 19. yüzyılda adını duyuran sanatçılar arasında ise Arnold Böcklin, Albert Anker ve Ferdinand Hodler'in adlarını saymak mümkündür. 20. yüzyılda Alberto Giacometti uluslararası bir isim oldu. Jean Tinguely ise eski metallerden yaptığı hareketli ve karmaşık heykelleri ile sanat dünyasını etkiledi. İsviçre'deki resim sanatının en önemli ismi olarak ise sık sık Paul Klee'den bahsedilir. Johannes Itten'nin renk çalışmaları ve öğretisi de yine sanat dünyasında öne çıktı. Tiyatro. İsviçre'nin Almanca konuşulan bölgesindeki en saygıdeğer tiyatrosu Schauspielhaus Zürich'tir. 1892'den beri tiyatro binası olarak kullanılan bu binada Bertolt Brecht, Max Frisch ve Friedrich Dürrenmatt'ın çok sayıda oyunu sahnelendi. Almanca konuşulan ülkelerde yılın tiyatrosunu seçen "Theater heute" dergisi bu tiyatroyu 2002 ve 2003 yılında yılın tiyatrosu seçti. 1891 yılında açılan Opernhaus Zürich ise çok sayıda ilk sahnelemeye ev sahipliği yapan bir opera binasıdır. Çok sayıda uluslararası opera yıldızı bu sahnede düzenli konserler verir. Salonda başlangıçta tiyatro oyunları da sergilenirken, Schauspielhaus'un açıklamasından sonra sadece opera, operet ve bale gösterimlerine ayrıldı. Bunların dışında Basel Tiyatrosu, Bern tiyatrosu ve Dadaizmin doğduğu Cabaret Voltaire'i de önemli sahneler olarak saymak gerekir. Müzik. İsviçre'nin geleneksel müziği, 17. ve 19. yüzyıllarda şekillenmiş olan, dini ilahiler ve pastoral halk şarkılarından oluşmaktadır. 20. yüzyılda ise Arthur Honegger, Othmar Schoeck ve Frank Martin gibi ünlü bestecilerin yetişmesi, ülkenin evrensel müzik açısından da gelişmesini sağlamıştır. Yılda bir Luzern'de düzenlenen Luzern Festivali önemli bir müzik etkinliğidir. Diğer şehirlerde de benzer müzik festivalleri düzenlenir. Montrö Caz Festivali de bahsedilmesi gereken önemli bir festivaldir. Bunun dışında dünyanın başlıca açık hava konserleri de bu ülkede yapılır. Bunların dışında 1950'lerden beri Pop ve Rock alanında oldukça canlı bir müzik hareketliliği görülür. Özellikle 70'li yıllardan sonra ülkenin Almanca konuşulan kesimlerinde yerel lehçelerle yapılan pop ve rock tarzı çalışmalarda büyük bir artış olmuştur. Yerel lehçelerde müzik çalışmaları bugün her müzik alanında görülmektedir. Başarılı pop ve rock müzikçilerine DJ Bobo, Patrick Nuo, Stephan Eicher, Krokus, Yello, The Young Gods, Gotthard ve Andreas Vollenweider örnek verilebilir. İsviçre, Eurovision Şarkı Yarışmasını iki defa kazanmıştır: İlk defa 1956'da Lys Assia ile, ikinci defa ise Céline Dion ile kazanmışlardır. En son ise 2024 yılında yapılan Eurovision yarışmasında Nemo bir kez daha kazanmıştır. Böylelikle 3. sefer olmuştur. Bunun dışında her dilin konuşulduğu bölgede oldukça değişik sayıda halk müzik türleri vardır. Sinema. Avrupa'nın sinema tarihine bakılırsa İsviçre sineması en genç sinemalardan biri sayılabilir. İlk olarak 1930'larda bazı hırslı rejisörlerin ve yapımcıların ülkeye göç etmesi ile ilk film girişimleri gerçekleşti. 1950'lere kadar çıkan en önemli rejisör olarak Avusturya'dan ülkeye göç eden ve 4 Oscar almayı başaran ve çok sayıda uluslararası başarı sağlayan Leopold Lindtberg'den söz edilebilir. Diğer Avrupa ülkelerinde de olduğu gibi İsviçre'de de sinema devlet desteğine bağımlıdır. Buna karşın devlet sübvansiyonları sınırlı miktardadır. Uluslararası üne sahip çok az İsviçre filmi vardır. Bunun nedenleri arasında aynı dili konuşan çevre ülkelerin sinemalarının varlığı ve ABD film ve TV dizilerinin güçlü rekabetinden söz edilebilir. Sinemalarda ABD yapımı filmler ağırlıktadır. Sinema giriş ücretleri ise Avrupa'da en yüksek ülkelerden biridir. İsviçre üretimi olan en ünlü filmlerden biri "Die Schweizermacher" adlı komedi filmidir. Dikkate değer diğer komediler arasında Daniel Schmid'in yönettiği "Beresina oder Die letzten Tage der Schweiz" ile Urs Odermatt'ın yönettiği "Gekauftes Glück"ün adı verilebilir. Trajedi tarzında Fredi M. Murer'in "Höhenfeuer"i, drama tarzında Yves Yersin'in "Les petites fugues"i başarılı örnekler olarak gösterilebilir. Xavier Koller'in "Umuda Yolculuk"u ise 1991'de Oscar kazandı. Bu film bir Alevi ailenin daha iyi bir yaşama ulaşabilmek için Türkiye'den İsviçre'ye kaçışını anlatıyordu. İsviçreli rejisör Marc Forster'un yönettiği "Kesişen Yollar" filmindeki oyunuyla Halle Berry Oscar kazanan ilk Afroamerikan kadın oyuncu oldu. Uluslararası sinema piyasasındaki en başarılı yapımcı olarak sayılabilecek olan Arthur Cohn dört defa Oscar'a aday gösterildi ve üç kez En İyi Belgesel Film Akademi Ödülü'nü aldı. İsviçre'nin çeşitli şehirlerinde yılda bir film festivalleri düzenlenir. Solothurn Film Festivali ödüllerini Ocak sonunda dağıtır. Locarno Uluslararası Film Festivali her yıl Ağustos ayında yapılır ve dünyanın en önemli film festivallerinden biri sayılır. En yeni film festivali ise 2005'ten bu yana yapılmaya başlanan Zürih Film Festivalidir. Medya. Basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü hakkı İsviçre Federal Anayasası'nda güvence altına alınmıştır. İsviçre Haber Ajansı, dört ulusal dilde üç saat siyaset, ekonomi, toplum ve kültür alanlarında haber yayınlar. İsviçre Haber Ajansı, neredeyse tüm İsviçre medyası ve birkaç düzine yabancı medyayla, kendi haberleriyle hizmet sunmaktadır. İsviçre'nin en büyük gazeteleri arasında, Almanca dilinde yayımlanan "Tages-Anzeiger" ve "Neue Zürcher Zeitung" ile Fransızca dilinde yayımlanan "Le Temps" vardır. Ama hemen hemen her şehirde en az bir yerel gazete bulunur. Ülkedeki kültürel çeşitlilik gazeteler için çok büyük yararlar sağlar. Hükûmet, özellikle finans ve lisans nedeniyle yayın medyasından daha çok basılı medya üzerinde denetim sahibidir. İsviçre Yayın Kurumu, radyo ve televizyon programlarının yayın ve yapımı ile finanse edilir. Televizyon programları Cenevre, Zürih ve Lugano'da, radyo programları altı merkez ve dört bölgesel stüdyoda üretilmektedir. Kapsamlı bir kablo ağı da İsviçrelilerin komşu ülkelerdeki programlara erişmesini sağlar. Spor. Kayak, snowboarding ve dağcılık İsviçre'deki en ünlü sporlardandır, ülkenin doğası bu tür aktivitelere oldukça elverişlidir. St. Moritz'de bobsledin bulunmasıyla, kış sporları 19. yüzyılın ikinci yarısından beri yaygınlaşmaya başladı. İlk Dünya Kayak Şampiyonası 1931 yılında Mürren'de ve 1934 yılında Saint-Moritz da yapıldı. Saint-Moritz aynı zamanda 1928'deki ikinci Kış Olimpiyat Oyunları ile 1948'deki 5. Kış Olimpiyatlarına da ev sahipliği yaptı. Futbol İsviçre'de sevilen bir spordur, birçok İsviçreli "Nati" adını verdiklerini millî takımlarının sadık destekçisidir. İsviçre, Avusturya ile ortak olarak 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'na da ev sahipliği yaptı. Futboldan sonra en sevilen spor buz hokeyidir ve birçok İsviçreli "League A"'da yarışan buz hokeyi takımlarından birinin destekçisidir. İsviçre, 2009 yılında Dünya Buz Hokeyi Şampiyonası'na 10. defa ev sahipliği yaptı. "League A," Avrupa'da en çok ilgiyle izlenen buz hokeyi ligidir. Avrupa Buz Hokeyi Şampiyonası da ilk kez 1910'da Birleşik Krallık, Almanya ve Belçika'nın da katılımıyla İsviçre'de yapıldı İsviçre'de bulunan çok sayıda göl yelken sporunu cazip kılar. Ülkenin ikinci büyük gölü olan Cenevre Gölü'nden ilk olarak Amerika Kupası'nı 2003'te kazanıp 2007'de de elinde tutmayı başaran Alinghi yelken takımı çıktı. Tenis sporu da son yıllarda giderek popülerleşen bir spordur ve Martina Hingis ve Roger Federer gibi İsviçreli sporcular çok defa Grand Slam elde ettiler. Motor sporları ve aktiviteleri, 1955 Le Mans faciasından sonra İsviçre'de yasaklandı. Sadece Tırmanma Yarışı bir istisna olarak kaldı. Ancak 2007'de bu yasak kaldırıldı. Bu dönemde dahi, Clay Regazzoni, Sébastien Buemi, Jo Siffert gibi başarılı pilotlar ile Dünya Turing Otomobil Şampiyonası'nda başarılar elde eden Alain Menu gibi pilotlar çıktı. 2007-08 döneminde Neel Jani'nin pilotluğunu yaptığı İsviçre A1 Grand Prix ekibi, A1 Grand Prix Kupası'nı elde etmeyi başardı. Yine İsviçreli motosiklet yarışçısı Thomas Lüthi 2005'te 125cc kategorisinde MotoGP dünya şampiyonluğunu kazandı. Geleneksel İsviçre sporlarının en çok tanınanı bir tür güreş olan "schwingen"'dir. Bu güreş, orta İsviçre kantonlarının kırsal kesimlerinde oldukça eski bir geleneksel spordur ve bazıları tarafından bir ulusal spor olarak kabul edilir. Hornussen bir diğer yerel spordur ve beyzbol ile golf karışımı bir spora benzer. Taş fırlatma da ağır bir taşı fırlatmaya dayanan bir diğer yerel spordur. Bu sporun tarih öncesi dönemlerden beri Alpler'de yaşayan insanlar arasında yapıldığı ileri sürülse de, bu spora ilişkin ilk yazılı kayıtlar 13. yüzyılda Basel'de bulunmuştur. İsviçre, aynı zamanda 83.5 kiloluk "Unspunnen taşı" denilen bir taşın atıldığı Unspunnen Festivali'nin de merkezidir. İsviçre mutfağı. İsviçre mutfağı çok yönlüdür. Fondü, raklet veya rösti gibi bazı yemekler ülke genelinde kullanılsa da, her bölgenin, yörenin iklimine ve kültürel farklılıklarına göre değişik türleri gelişmiştir. Geleneksel İsviçre mutfağı diğer Avrupa ülkelerinin mutfaklarına da benzer, Gruyeres ve Emmental vadilerinde tamamen yöresel olan süt ürünleri peynirler bulunur. Bu tür mutfak ürünleri İsviçre'nin batısında oldukça fazla türde bulunur. Çikolata, 18. yüzyıldan beri İsviçre'de üretilir. 19. yüzyılın sonlarında temperleme gibi birçok teknolojik tekniğin gelişmesi ile İsviçre çikolatasının kalitesi arttı ve dünya çapında oldukça büyük bir ün kazandı. Ayrıca Daniel Peter tarafından 1875 yılında çok büyük bir atılım yapılarak sütlü çikolatayı icat edildi. Dünya çapında İsviçre en çok çikolata tüketen ülkedir. İsviçre'de en ünlü alkollü içecek şaraptır. İsviçre toprak, hava, rakım ve ışık zenginliği sebebi ile üzüm çeşitliliğinde oldukça zengindir. İsviçre şarabı, beyaz şaraplar özellikle Valais ve Vaud şarapları, Cenevre ve Ticino'da üretilmektedir. İsviçre üzüm bağları, Roma döneminden beri dünya çapında ünlüdür. En yaygın çeşitleri Chasselas (Valais Fendant olarak da adlandırılır) ve Pinot Noir'dir. Merlot, Ticino'da üretilen en ünlü çeşitlerdendir. Mimarlık. İsviçre, her iki dünya savaşına da girmeyerek tarafsız kalabildiği için, çok sayıda tarihi anıt hala ayakta durur. 12. yüzyılın Romanesk sanatının güzel örnekleri Basel Manastırı ile Sion, Chur, Cenevre ve Lozan katedrallerinde görülebilir. Bu zengin sanat tarzı iyi korunmuş birçok şato ve kalede de görülebilir. Schaffhausen, Zug ve Zürih'teki kiliseler Gotik, Einsiedeln Manastırı ile St. Gallen ve Solothurn'daki katedraller ise Barok mimari ürünleridir. Rönesans döneminde ise birçok mimar, özellikle Ticino'da eserler inşa etmiştir. İsviçre mimarlığının 20. yüzyıldan önceki en önemli mimarı Francesco Borromini (1599-1667), aynı zamanda Barok mimarinin de önemli bir temsilcisidir. 20. yüzyılın en tanınan İsviçreli mimarı ise Le Corbusier adıyla tanınan Charles Edouard Jeanneret (1887-1965) olmuştur. Ünlü mimar Avrupa'dan Hindistan ve Rusya'ya kadar dünyanın pek çok yerinde önemli eserler inşa etti. Günümüz mimarlarından Mario Botta İsviçre ve yurt dışında çok sayıda müze ile kilise, banka ve Lugano terminali gibi eserler inşa etti. Jacques Herzog und Pierre de Meuron'un kurdukları Herzog & de Meuron mimarlık firması da Londra'daki Tate Modern binası ve Çin'deki Pekin Ulusal Stadyumu gibi eserleri inşa etmiş ve 2001 yılında Pritzker Mimarlık Ödülünü almayı başarmıştır. En önemli eseri Therme Vals sayılan Peter Zumthor ise aynı ödülü 2009 yılında alan bir başka İsviçreli mimar oldu. Tatil günleri. İsviçre Ulusal Günü olan 1 Ağustos dışındaki tatil günleri, kantonlar tarafından birbirinden bağımsız olarak belirlenir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2061", "len_data": 73395, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.51 }
İsviçre Ulusal Marşı İsviçre'nin ulusal marşıdır. Orijinali Almanca olan marş, sonradan İsviçre'nin öteki resmî dillerine de çevrilmiştir ve 1 Nisan 1981'de resmî olarak ülkenin ulusal marşı ilan edilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2062", "len_data": 207, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.3 }
Japonya, Doğu Asya'da yer alan bir ada ülkesidir. Büyük Okyanus'un kuzeybatısında konumlanan ülke; Japon Denizi'nden Çin, Kuzey Kore, Güney Kore ve Rusya'nın doğusuna; kuzeyde Ohotsk Denizi'nden güneyde Doğu Çin Denizi ve Tayvan'a kadar uzanır. "De facto" başkenti ve en büyük şehri Tokyo'dur. Adını oluşturan kanji karakterler, "güneş" (日) ve "köken" (本) anlamına geldiğinden "Doğan Güneşin Ülkesi" olarak adlandırılır. Japonya, 14.125 adadan oluşan bir takımadadır. Bu adaların en büyükleri olan Honşū, Hokkaidō, Kyūshū ve Shikoku; ülke yüzölçümünün %97'sini oluşturur ve genellikle ev adaları olarak anılır. 125 milyonun üzerinde nüfusuyla dünyanın en yüksek nüfuslu 11. ülkesi ve aynı zamanda en kalabalık nüfuslu ülkelerden biridir. Ülke topraklarının yaklaşık dörtte üçü dağlıktır ve bu da yüksek oranda kentleşmiş nüfusun dar kıyı ovalarında yoğunlaşmasına yol açar. Ülke; idari olarak 47 prefektörlüğe, coğrafi olarak sekiz geleneksel bölgeye ayrılır. Başkent Tokyo ve çevresindeki bulunan prefektörlükler ile şehirleri kapsayan Büyük Tokyo Metropolü, dünyanın en yüksek nüfuslu metropoliten alanıdır. Arkeolojik araştırmalar Üst Paleolitik dönemden beri insanların Japon Takımadalarında yaşadığını göstermektedir. Yazılı tarihte Japonya'nın adı ilk olarak 1. yüzyıldan kalma Çin metinlerinde geçer. Japonya'nın tarihi dış dünyadan etkilendikten sonra çok uzun yıllar boyunca tecrit edilmesiyle şekillenmiştir. MS dördüncü ve dokuzuncu yüzyıllar arasında, Japonya krallıkları bir imparator ve Heian-kyō merkezli Yamato Hanedanı altında birleşti. 12. yüzyıldan başlayarak, siyasi iktidar şogun adı verilen bir dizi askerî lider ve daimyo denilen feodal beylerin elindeydi ve bir savaşçı soylu sınıfı olan samuraylar tarafından uygulanıyordu. Bir asır süren iç savaş döneminin ardından ülke, 1603 yılında izolasyoncu bir dış politika uygulayan Tokugawa şogunluğu altında yeniden birleşti. 1854'te Amerika Birleşik Devletleri filosu, Japonya'yı Batı'ya açmaya zorlaması şogunluğun sona ermesine ve 1868'de imparatorluk otoritesinin yeniden kurulmasına yol açtı. Meiji Dönemi'nde, yeni Japon İmparatorluğu Batı modelli bir anayasayı kabul etti ve sanayileşme ve modernleşme programını izledi. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında, Birinci Çin-Japon Savaşı, Rus-Japon Savaşı ve I. Dünya Savaşı'ndaki zaferler ile birlikte militarizmin arttığı bir döneminde Japonya, 1937'de Çin'e savaş ilan etti ve 1941'de Mihver gücü olarak II. Dünya Savaşı'na girdi. Pasifik Cephesi'nde yenilgiye uğrayan ve iki atom bombasına maruz kalan Japonya, 1945'te teslim oldu ve yedi yıllık Müttefik işgali altına girdi. Bu işgal sırasında yeni bir anayasa kabul edildi. Savaştan sonra Japonya, 1990'lardaki ekonomik durgunluğa kadar süren büyük bir ekonomik mucize elde etti. 1947 yılındaki anayasanın kabulünden beri Japonya, sembolik olarak devletin başının imparator olduğu ve seçimle işbaşına gelen iki meclisli bir yasama organı olan Ulusal Diyet ile üniter bir parlamenter anayasal monarşi ile yönetilmektedir. Japonya, ASEAN Plus mekanizmasının, BM, OECD, G7, G8 ve G20'nin bir üyesidir ve büyük güç olarak kabul edilir. Resmî olarak savaş ilan etme hakkından vazgeçmiş olmasına rağmen Japonya, kendini savunma ve barışı koruma rollerinde kullanılan, dünyanın yedinci büyük askerî bütçesiyle modern bir orduya sahiptir. Otomotiv, robotik ve elektronik endüstrilerinde küresel bir lider olan ve bilim ve teknolojiye önemli katkıları bulunan Japonya, itibarıyla gayri safi yurt içi hasılaya göre . ve satın alma gücü paritesine göre . en büyük ekonomiye sahiptir ve ayrıca dünyanın en büyük ihracatçısı ve ithalatçılarından da biridir. Japonya, İnsani Gelişme Endeksi'ne göre çok yüksek bir yaşam standardı ile dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri olarak kabul edilir. Nüfusu, dünyadaki en yüksek yaşam beklentisine ve üçüncü en düşük bebek ölüm oranına sahiptir, ancak yaşlanan nüfus ve düşük doğum oranı nedeniyle nüfus düşüşü yaşamaktadır. Japonya, dünya çapında iyi bilinen kapsamlı kültür ve sanat, zengin mutfağı, etkili sineması ve müzik endüstrisi ile önde gelen anime, manga ve video oyunları endüstrisi ile kültürel bir süper güçtür. Etimoloji. Japonya'nın Japonca adı kanji ile olarak yazılır ve "Nippon" veya "Nihon" olarak telaffuz edilir. MS 8. yüzyılın başlarından bu tanım kabul edilmeden önce, ülke Çin'de (, Japonya'da MS 757 civarında olarak değiştirildi) olarak ve Japonya'da endonimi ile biliniyordu. Karakterlerin orijinal Çin-Japonca okunuşu olan "Nippon", Japon banknotları ve posta pulları da dâhil olmak üzere resmî kullanımlar için tercih edilmektedir. "Nihon" ise genellikle günlük konuşmada kullanılır ve Edo Dönemi'nde Japon fonolojisindeki değişiklikleri yansıtır. karakteri "güneş" veya "gün" anlamına gelirken, ise "temel" veya "orijin" anlamına gelir. karakterleri "Doğan Güneşin Ülkesi" tanımının kaynağı olan "güneşin kökeni" anlamına gelmektedir. Japonya adı, kelimesinin Wu Çincesi telaffuzlarına dayanmaktadır ve erken ticaret yoluyla Avrupa dillerine tanıtılmıştır. Bu hâlâ modern Wu dillerinde yansıtılmaktadır, örneğin Şanghaycada "Zeppen" () veya Wenzhoucada "Zaipan" olarak adlandırılmaktadır. 13. yüzyılda Marco Polo, karakterlerinin Erken Mandarin Çincesi telaffuzunu olarak kaydetti. Japonya'nın eski Malayca adı olan "Japang" veya "Japun", Çin'in güney kıyısındaki bir lehçesinden ödünç alınmış ve bu sözcük 16. yüzyılın başlarında Avrupa'ya getiren Güneydoğu Asya'daki Portekizli tüccarlar tarafından getirilmiştir. Bu ismin İngilizcedeki ilk kaydı, 1577'de basılmış ve Portekizli bir Cizvit Luís Fróis tarafından yazılmış 1565 bir mektubun çevirisinde Giapan'ın yazılışından ibarettir. Örneğin ismin İngilizcedeki ilk hâli, 1577'de yayınlanan bir kitapta yer almaktadır ve 1565 tarihli Portekizce bir mektubun çevirisinde adı "Giapan" olarak yazmaktadır. Türkçe kaynaklarda ise ilk olarak "Dîvânu Lugâti't-Türk" eserinde "Çaparka" adıyla geçmiş olup günümüz Japonya adı ise yine Batı dillerinden gelmiştir. Meiji Restorasyonu'ndan II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar, Japonya'nın tam adı "Büyük Japon İmparatorluğu" anlamına gelen idi. Günümüzde, resmî olarak "Japonya Devleti" anlamı gelen adı kullanılmaktadır. Uzun formu açıklayıcı bir tanım içermeyen Japonya gibi ülkelere genellikle "ülke", "ulus" veya "devlet" anlamına gelen karakteriyle eklenmiş bir ad verilir. Tarihçe. Prehistorya ve antik tarih. Yaklaşık MÖ 30.000'e ait bir Paleolitik kültür, Japon adalarında bilinen ilk yerleşimi oluşturmaktadır. Bunu, MÖ 14.500 civarından (Jōmon Dönemi'nin başlangıcı) itibaren, çukurda yaşama ve ilkel tarımla karakterize edilen Orta Taş Çağı'ndan Cilalı Taş Devri'ne kadar yarı yerleşik avcı-toplayıcı kültürü izledi. Döneme ait kil kaplar günümüze ulaşan en eski çanak çömlek örnekleri arasındadır. MÖ 700 civarında, Japon dillerini konuşan Yayoiler, Kore Yarımadası'ndan adalara girerek Jōmonlar ile karışmaya başladı. Yayoi Dönemi'nde Çin ve Kore'den ıslak pirinç tarımı, yeni bir çömlekçilik tarzı ve metalurji gibi uygulamaların tanıtıldığı dönem görüldü. Efsaneye göre İmparator Jimmu (Amaterasu'nun torunu), MÖ 660 yılında Japonya'nın merkezinde bir krallık kurarak kesintisiz bir imparatorluk çizgisi başlattı. Japonya yazılı tarihte ilk kez MS 111'de tamamlanan Çin "Han Kitabı" adlı eserde yer almaktadır. Budizm, Japonya'ya MS 552'de bir Kore krallığı olan Baekje'den tanıtıldı, ancak Japon Budizmi'nin gelişimi öncelikli olarak Çin'den etkilenmiştir. Erken direnişe rağmen Budizm, Prens Shōtoku gibi şahsiyetler de dâhil olmak üzere yönetici sınıf tarafından desteklendi ve Asuka Dönemi'nden (592-710) başlayarak yaygın bir kabul gördü. MS 645 yılında Prens Naka no Ōe ve Fujiwara no Kamatari liderliğindeki hükûmet, geniş kapsamlı Taika Reformları'nı planladı ve uyguladı. Reform, Çin'den gelen Konfüçyüsçü fikir ve felsefelere dayanan toprak reformuyla başladı. Japonya'daki tüm toprakları çiftçiler arasında eşit olarak dağıtılmak üzere kamulaştırdı ve yeni bir vergi sisteminin temeli olarak bir hane kayıt defterinin derlenmesini emretti. Reformların gerçek amacı, daha fazla merkezileşme sağlamak ve yine Çin'in hükûmet yapısına dayanan imparatorluk sarayının gücünü artırmaktı. Çin yazısı, siyaseti, sanatı ve dini hakkında bilgi edinmek için Çin'e elçiler ve öğrenciler gönderildi. Prens Ōama ile yeğeni Prens Ōtomo arasındaki kanlı bir çatışma olan 672 Jinshin Savaşı, daha ileri idari reformlar için önemli bir dayanak hâline geldi. Bu reformlar, mevcut kanunları güçlendiren ve merkezî ve alt yerel yönetimlerin yapısını oluşturan Taihō Kanunu'nun yayımlanmasıyla doruğa ulaştı. Bu yasal reformlar, yarım bin yıl boyunca yürürlükte kalan Çin tarzı bir merkezî hükûmet sistemi olan ritsuryō sistemini yarattı. Nara Dönemi (710-784), Heijō-kyō'daki (modern Nara) İmparatorluk Sarayı merkezli bir Japon devletinin ortaya çıkışına işaret ediyordu. Bu dönem, "Kojiki" (712) ve "Nihon Shoki" (720) kitaplarının tamamlanmasıyla yeni oluşan bir edebiyat kültürünün ortaya çıkışı ve Budist esinli sanat eserleri ve mimarinin gelişmesiyle karakterize edilir. MS 735-737'deki çiçek hastalığı salgını sonucunda Japonya nüfusunun üçte birini kaybettiğine inanılmaktadır. MS 784 yılında İmparator Kammu başkenti taşıyarak MS 794 yılında Heian-kyō'ya (günümüz Kyoto) yerleşti. Bu, belirgin bir şekilde yerli Japon kültürünün ortaya çıktığı Heian Dönemi'nin (794-1185) başlangıcına işaret ediyordu. Murasaki Shikibu'nun "Genji'nin Hikâyesi" ile Japonya'nın millî marşı "Kimigayo"'nun sözleri bu dönemde yazıldı. Feodal dönem. Japonya'nın feodal dönemi, yönetici bir savaşçı sınıfı olan samurayların ortaya çıkışı ve hâkimiyeti ile karakterizedir. 1185 yılında, Genpei Savaşı'nda Taira boyunun Minamoto boyu tarafından yenilgiye uğratılmasının ardından samuray Minamoto no Yoritomo, Kamakura'da askerî bir yönetim kurdu. Yoritomo'nun ölümünden sonra Hōjō boyu, şogunun vekili olarak iktidara geldi. Budizmin Zen okulu Kamakura Dönemi'nde (1185-1333) Çin'den tanıtıldı ve samuray sınıfı arasında yaygınlaştı. Kamakura şogunluğu, 1274 ve 1281'de Moğol istilalarını püskürttü ancak sonunda İmparator Go-Daigo tarafından devrildi. Go-Daigo, kısa bir süre otoritesini yeniden kurmaya çalışırken 1336'da Ashikaga Takauji'ye yenilmesi Muromachi Dönemi'nin (1336-1573) başlangıcı oldu. İmparator Go-Daigo, bunun üzerine Kyoto'nun güneyinde rakip bir saray kurdu ve 60 yıl boyunca Japonya'daki siyasi güç iki taraf arasında bölündü. Ashikaga Takauji tarafından kurulan Ashikaga şogunluğu, daimyō adı verilen feodal savaş ağalarını kontrol etmekte başarısız oldu ve 1467'de, yüzyıllık Sengoku Dönemi'ni ("Savaşan Devletler") başlatan bir iç savaş başladı. 16. yüzyılda Portekizli tüccarlar ve Cizvit misyonerleri ilk kez Japonya'ya ulaşarak Japonya ile Batı arasında doğrudan ticari ve kültürel alışverişi başlattılar. Oda Nobunaga, diğer birçok daimyōyu fethetmek için Avrupa teknolojisini ve ateşli silahlarını kullanarak iktidarını pekiştirmesi Azuchi-Momoyama Dönemi olarak bilinen dönemi başlattı. Nobunaga'nın 1582'deki ölümünün ardından, halefi Toyotomi Hideyoshi, 1590'ların başında ülkeyi birleştirdi ve 1592 ve 1597'de Kore'ye iki başarısız istila girişiminde bulundu. Tokugawa Ieyasu, Hideyoshi'nin oğlu Toyotomi Hideyori'nin naibi olarak görev yaptı ve konumunu siyasi ve askeri destek kazanmak için kullandı. Açık savaş patlak verdiğinde Ieyasu, 1600 yılında Sekigahara Muharebesi'nde rakip boyları mağlup etti. 1603 yılında İmparator Go-Yōzei tarafından şogun olarak atandı ve Edo'da (modern Tokyo) Tokugawa şogunluğunu kurdu. Şogunluk, özerk daimyōyu kontrol etmek için davranış kuralları olarak buke shohatto ("Savaşçı Evleri için Çeşitli Kanun Noktaları") ve 1639'da Edo Dönemi (1603-1868) olarak bilinen iki buçuk yüzyıllık zayıf siyasi birliği kapsayan izolasyonist sakoku ("kapalı ülke") politikasını içeren önlemleri yürürlüğe koydu. Modern Japonya'nın ekonomik büyümesi bu dönemde başladı ve bunun sonucunda yollar ve su ulaşım yolları ile Osaka pirinç komisyoncularının vadeli işlem sözleşmeleri, bankacılık ve sigorta gibi finansal araçlar ortaya çıktı. Batı bilimleri (rangaku) çalışmaları Hollanda'nın Nagasaki'deki yerleşim bölgesiyle temasıyla devam etti. Edo Dönemi'nde Japonların Japonya'yı incelemesi olan kokugaku ("ulusal çalışmalar") ortaya çıkmıştır. Modern dönem. Amerika Birleşik Devletleri Donanması, Japonya'nın dış dünyaya açılmasını zorlamak için Tuğamiral Matthew C. Perry'yi gönderdi. Temmuz 1853'te dört "Kara Gemi" ile Uraga'ya gelen Perry Seferi, Mart 1854'te Kanagava Antlaşması ile sonuçlandı. Daha sonra diğer Batılı ülkelerle yapılan benzer anlaşmalar ekonomik ve siyasi krizleri beraberinde getirdi. Şogunun istifası Boshin Savaşı'na yol açtı ve sonucunda tek bir imparatorun (Meiji Restorasyonu) yönetiminde merkezi bir devlet kuruldu. Batılı siyasi, adli ve askerî kurumları benimseyen Kabine, Özel Konsey'i organize etti, Meiji Anayasası'nı tanıttı (29 Kasım 1890) ve İmparatorluk Diyeti'ni topladı. Meiji Dönemi'nde (1868-1912), Japon İmparatorluğu, Asya'daki en gelişmiş ülke ve etki alanını genişletmek için askerî çatışma peşinde koşan sanayileşmiş bir dünya gücü olarak ortaya çıktı. Birinci Çin-Japon Savaşı (1894-1895) ve Rus-Japon Savaşı'ndaki (1904-1905) zaferlerden sonra Japonya; Tayvan, Kore ve Sahalin'in güney yarısının kontrolünü ele geçirdi. Japon nüfusu 1873 yılında 35 milyon iken 1935'te 70 milyona çıkarak kentleşmeye önemli bir geçiş yaptı. 20. yüzyılın başlarında, artan yayılmacılık ve militarizasyonun gölgesinde kalan nispeten demokratik bir Taişo Dönemi (1912-1926) görüldü. I. Dünya Savaşı'na İtilaf Devletleri safında katılan Japonya'nın Pasifik ve Çin'deki Alman sömürgelerini ele geçirmesine izin verildi. 1920'ler, katı bir devletçiliğe doğru siyasi bir kaymaya, 1923 Büyük Tokyo Depremi'nin ardından bir kanunsuzluk dönemine, siyasi muhalefete karşı yasaların çıkarılmasına ve bir dizi darbe girişimine tanık oldu. Bu süreç 1930'larda hızlandı ve liberal demokrasiye karşı bir düşmanlığı paylaşan ve kendilerini Asya'da yayılmaya adamış birkaç radikal milliyetçi grup doğurdu. 1931'de Japonya, Mançurya'yı işgal etti ve işgalin uluslararası alanda kınanmasının ardından iki yıl sonra Milletler Cemiyeti'nden ayrıldı. 1936'da Japonya, Nazi Almanyası ile Anti-Komintern Paktı'nı imzaladı ve 1940'ta Üç Güç Paktı ile Mihver Devletleri'nden biri hâline geldi. Japonya, 1937'de Çin'in diğer bölgelerini de işgal ederek İkinci Çin-Japon Savaşı'nı (1937-1945) hızlandırdı. 1940'ta İmparatorluk, Fransız Hindiçini'ni işgal etti ve ardından Amerika Birleşik Devletleri Japonya'ya petrol ambargosu koydu. 7-8 Aralık 1941'de Japon kuvvetleri Pearl Harbor'a ve diğerlerinin yanı sıra Malaya, Singapur ve Hong Kong'daki Britanya kuvvetlerine sürpriz saldırılar düzenleyerek Pasifik'te II. Dünya Savaşı'nı başlattı. Sonraki dört yıl boyunca, Sovyetlerin Mançurya'yı işgali ve 1945'te Hiroşima ve Nagasaki'ye atom bombası saldırısı ile sonuçlanan Müttefik zaferlerinden sonra, Japonya koşulsuz teslim olmayı kabul etti. Savaş, Japonya ve Uzak Doğu'da milyonlarca insanın hayatına mal oldu. Müttefikler, milyonlarca Japon yerleşimciyi Asya'daki eski kolonilerinden ve askerî kamplarından geri gönderdiler ve Japon İmparatorluğu'nu ve fethettiği topraklar üzerindeki etkisini büyük ölçüde ortadan kaldırdılar. Müttefikler, ayrıca Japon liderlerini savaş suçlarından yargılamak için Uzak Doğu Uluslararası Askerî Ceza Mahkemesi'ni topladılar. 1947'de Japonya, liberal demokratik uygulamaları vurgulayan yeni bir anayasa kabul etti. Müttefik işgali, 1952'de San Francisco Barış Antlaşması ile sona erdi ve Japonya 1956'da Birleşmiş Milletler'e üye oldu. Savaştan sonra rekor bir ekonomik büyüme dönemi Japonya'yı dünyanın en büyük ikinci ekonomisi hâline geldi. Bu dönem varlık fiyatı balonunun patlamasıyla 1990'ların ortalarında sona erdi ve ülkenin ancak 21. yüzyılın başlarında kademeli olarak çıkabildiği bir ekonomik durgunluk başladı. 2011 yılında Japonya, dünya kayıtlı tarihindeki en büyük depremlerden birini yaşadı ve Fukushima Daiichi nükleer felaketini tetikledi. 1 Mayıs 2019'da İmparator Akihito'nun tahttan çekilmesinin ardından oğlu Naruhito'nun imparator olmasıyla Reiwa Dönemi başladı. Coğrafya. Japonya, Asya'nın Pasifik kıyısı boyunca uzanan 14.125 adadan oluşur. Ohotsk Denizi'nden Doğu Çin Denizi'ne kadar 3.000 km kuzeydoğu-güneybatıya kadar uzanır. Ülkenin kuzeyden güneye beş ana adası Hokkaidō, Honşū, Shikoku, Kyūshū ve Okinawa'dır. Okinawa'yı da içeren Ryukyu Adaları, Kyūshū'nun güneyinde bir zincirdir. Nanpō Adaları, Japonya'nın ana adalarının güneyinde ve doğusunda yer almaktadır. Hepsi birlikte genellikle Japon Takımadaları olarak bilinir. 2019 itibarıyla Japonya'nın toprakları 377.975,24 km²'dir. Japonya, 29.751 km ile dünyanın altıncı en uzun kıyı şeridine sahiptir. Japonya, çok uzaklara yayılmış adaları nedeniyle, 4.470.000 km²'yi kaplayan dünyanın sekizinci en büyük münhasır ekonomik bölgesine sahiptir. Japon Takımadaları'nın %67'si ormanlardan, %14'ü ise tarım alanlarından oluşmaktadır. Esasen engebeli ve dağlık arazi yerleşim açısından kısıtlıdır. Bu nedenle yaşanabilir bölgeler, özellikle de kıyı bölgelerinde, çok yüksek nüfus yoğunluğu bulunmaktadır. Yerel yoğunlaşma dikkate alınmaksızın bile, Japonya en yoğun nüfusa sahip 40. ülkedir. Honşu, 2010 yılı itibarıyla 450 kişi/km² ile en yüksek nüfus yoğunluğuna sahip adayken, Hokkaidō, 2016 yılı itibarıyla 64,5 kişi/km² ile en düşük nüfus yoğunluğuna sahip adadır. 2014 yılı itibarıyla Japonya'nın toplam alanının yaklaşık %0,5'i ıslah edilen arazilerden ("umetachi") oluşmaktadır. Biwa Gölü antik bir göldür ve ülkenin en büyük tatlı su gölüdür. Japonya, Pasifik ateş çemberi boyunca yer alması nedeniyle depremlere, tsunamiye ve volkanik patlamalara büyük ölçüde eğilimlidir. 2016 Dünya Risk Endeksine göre ölçülen 17. en yüksek doğal afet riskine sahiptir. Japonya'da 111 aktif yanardağ bulunmaktadır. Çoğunlukla tsunamiyle sonuçlanan yıkıcı depremler her yüzyılda birkaç kez meydana gelir. 1923 Kanto depremi sonucunda 140.000'den fazla insan öldü. Daha yakın zamandaki büyük depremler ise 1995 Büyük Hanşin Depremi ve büyük bir tsunamiyi tetikleyen 2011 Tōhoku depremidir. İklim. Japonya'nın iklimi ağırlıklı olarak ılımandır ancak kuzeyden güneye büyük farklılıklar gösterir. En kuzeydeki bölge olan Hokkaidō, uzun ve soğuk kışları ve çok sıcak ve serin yazları olan nemli bir karasal iklime sahiptir. Yağışlar yoğun değildir ancak adalarda kışın genellikle derin kar kümeleri oluşur. Honşu'nun batı kıyısındaki Japon Denizi bölgesinde, kuzeybatı kış rüzgarları kış aylarında yoğun kar yağışı getiriyor. Yazın Fön rüzgârı nedeniyle bölge bazen aşırı yüksek sıcaklıklara maruz kalabilmektedir. Honşu'nun tam ortasındaki , yaz ve kış arasında büyük sıcaklık farklarının olduğu tipik bir iç nemli karasal iklime sahiptir. Chūgoku ve Shikoku bölgelerinin dağları, Seto İç Denizi'ni mevsimsel rüzgarlardan koruyarak yıl boyunca ılıman bir hava sağlamaktadır. Pasifik kıyısı, ara sıra kar yağışı ile daha ılıman kışlar ve güneydoğu mevsimsel rüzgar nedeniyle sıcak, nemli yazlar yaşayan nemli bir subtropikal iklime sahiptir. Ryukyu ve Nanpō Adaları, sıcak kışlar ve sıcak yazlarla subtropikal bir iklime sahiptir. Özellikle yağışlı mevsimde yağışlar çok yoğun olmaktadır. Okinawa'da ana yağış mevsimi Mayıs ayı başlarında başlar ve yağmur cephesi yavaş yavaş kuzeye doğru ilerler. Yaz sonu ve sonbahar başında tayfunlar sıklıkla şiddetli yağmur getirir. Çevre Bakanlığı'na göre şiddetli yağışlar ve artan sıcaklıklar tarım sektöründe ve başka yerlerde sorunlara neden olmaktadır. Japonya'da şimdiye kadar ölçülen en yüksek sıcaklık olan 41,1 °C, 23 Temmuz 2018'de kaydedildi ve 17 Ağustos 2020'de tekrarlandı. Çevre ve doğa. Japonya'da adaların iklimini ve coğrafyasını yansıtan dokuz orman ekolojik bölgesi bulunmaktadır. Ryukyu ve Ogasavara Adaları'ndaki subtropikal nemli geniş yapraklı ormanlardan, ana adaların ılıman iklim bölgelerindeki ılıman geniş yapraklı ve karma ormanlara, kuzey adaların soğuk, kış kısımlarındaki ılıman iğne yapraklı ormanlara kadar uzanırlar. Sakura, Japon kültüründe büyük bir öneme sahiptir ve Japonya'nın ulusal çiçeği olarak kabul edilir. Bunun dışında Japon çamı da bir diğer önemli ağaç türüdür. Japonya'da 2019 yılı itibarıyla boz ayı, kar maymunu, Japon rakun köpeği, Japon küçük tarla faresi ve Dev Japon semenderi dâhil olmak üzere 90.000'den fazla yaban hayatı türü bulunmaktadır. Önemli flora ve fauna alanlarının yanı sıra 52 Ramsar sulak alanını korumak için geniş bir millî park ağı kurulmuştur. Olağanüstü doğal değerleri nedeniyle UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne dört alan eklenmiştir. II. Dünya Savaşı'ndan sonraki hızlı ekonomik büyüme döneminde, çevre politikaları hükûmet ve sanayi çevreleri tarafından küçümsendi; bunun sonucunda 1950'li ve 1960'lı yıllarda çevre kirliliği yaygınlaştı. Artan endişelere yanıt olarak hükûmet, 1970 yılında çevre koruma yasalarını çıkardı. 1973'teki petrol krizi, Japonya'nın doğal kaynak eksikliği nedeniyle enerjinin verimli kullanımını da teşvik etti. Japonya, bir ülkenin çevresel sürdürülebilirliğe olan bağlılığını ölçen 2018 Çevresel Performans Endeksi'nde 20. sırada yer almaktadır. Japonya dünyanın en büyük beşinci karbondioksit salımı yapan ülkesidir. 1997 Kyoto Protokolü'nün ev sahibi ve imzacısı olan Japonya, karbondioksit emisyonlarını azaltma ve iklim değişikliğini engellemek için başka adımlar atma konusunda anlaşma yükümlülüğü altındadır. 2020 yılında Japonya hükûmeti 2050 yılına kadar karbon nötr olma hedefini açıkladı. Çevre sorunları arasında kentsel hava kirliliği (NOx, asılı partiküller ve toksikler), atık yönetimi, suyun ötrofikasyonu, doğanın korunması, iklim değişikliği, kimyasal yönetimi ve koruma için uluslararası işbirliği yer almaktadır. Siyaset. Japonya, imparatorun sembolik yetkilere sahip olduğu üniter bir anayasal monarşidir. Japonya Anayasası'na göre imparator “devletin ve halkın birliğinin simgesidir” ve egemenlik hakkı olmaksızın sadece törensel rol oynar. Egemenlik ise Japon halkına ait olup yürütme yetkisi başbakan ve Bakanlar Kurulunun diğer seçilmiş üyeleri tarafından kullanılır. Japonya imparatoru, günümüzde imparator unvanına sahip dünyadaki tek hükümdardır. Japonya İmparatorluk Ailesi, MÖ 660 yılına kadar uzanan tarihi ile günümüzde de devam eden dünyanın en eski monarşi hanedanıdır. Günümüz Japonya imparatoru, 2019 yılında Akihito'nun çekilmesinden sonra tahta çıkan Naruhito'dur. Japonya'nın yasama organı, çift meclisli bir parlamento olan Ulusal Diyet'tir. Diyet, her dört yılda bir veya feshedildiğinde halk oylamasıyla seçilen 465 sandalyeli alt Temsilciler Meclisi ile halk tarafından seçilen üyeleri altı yıl süreyle görev yapan 245 sandalyeli üst Danışmanlar Meclisi'nden oluşmaktadır. 18 yaşın üzerindeki yetişkinler için genel oy hakkı bulunmaktadır ve tüm seçilmiş makamlar için gizli oylama yapılır. Merkez sağ büyük çadır Liberal Demokrat Parti, 1993 ve 1994 yılları arasında kısa bir 11 aylık dönem ve 2009-2012 yılları dışında genellikle 1955 Sistemi olarak adlandırılan, 1950'lerden bu yana ülkenin egemen partisidir. Japonya başbakanı, hükûmetin başıdır ve Diyet üyeleri arasından belirlenerek imparator tarafından atanır. Başbakan, Bakanlar Kurulunun başı olarak devlet bakanlarını atama ve görevden alma yetkisine sahiptir. Günümüz başbakan 2024 Liberal Demokrat Parti liderlik seçimini kazandıktan sonra göreve başlayan Shigeru Ishiba'dır. Hukuk. Tarihsel olarak Çin hukukundan etkilenen Japon hukuk sistemi, Edo Dönemi'nde "Kujikata Osadamegaki" gibi metinler aracılığıyla bağımsız olarak gelişti. 19. yüzyılın sonlarından bu yana yargı sistemi büyük ölçüde Avrupa'nın, özellikle de Almanya'nın Kara Avrupası hukuk düzenine dayanmaktadır. 1896'da Japonya, Alman Bürgerliches Gesetzbuch'a dayalı bir medeni hukuk oluşturdu ve bu kanun, II. Dünya Savaşı sonrası değişikliklerle de yürürlükte kaldı. 1947'de kabul edilen Japonya Anayasası, dünyanın değiştirilmemiş en eski anayasasıdır. Yasal hukuk yasama organından kaynaklanır ve anayasa, imparatorun Meclis tarafından kabul edilen mevzuatı, kendisine mevzuata karşı çıkma yetkisi vermeden yayınlamasını gerektirir. Japon yazılı hukukunun ana gövdesine adı verilir. Japonya'nın mahkeme sistemi Yüksek Mahkeme ve üç seviyeli alt mahkemeler olmak üzere dört temel kademeye ayrılmıştır. Japonya'da iç güvenlik esas olarak Ulusal Kamu Güvenlik Komisyonu tarafından yönetilen Ulusal Polis Ajansı'nın gözetimi altında prefektörlük polis teşkilatları tarafından sağlanmaktadır. Japon Sahil Güvenlik Teşkilatı, Japonya'yı çevreleyen karasularını korumak ve kaçakçılık, denizde çevre suçları, kaçak avcılık, casus gemiler ve yasadışı göçe karşı müdahaleden sorumludur. Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi'ne göre, 2018 yılı itibarıyla istatistik raporlayan BM üye ülkeleri arasında, Japonya'da cinayet, adam kaçırma, cinsel şiddet ve soygun gibi şiddet içeren suçların görülme oranlarının oldukça düşük olduğu belirtilmiştir. Japonya, aynı zamanda ABD, Singapur ve Tayvan ile birlikte gelişmiş ülkeler arasında ölüm cezasının uygulandığı dört ülkeden biridir. İdari bölümler. Japonya, idari olarak dört yılda bir seçilen vali, yasama ve idari bürokrasi tarafından denetlenen ayrılır. Prefektörlükler ise şehir, kasaba ve köy olmak üzere 1.719 belediyeye ayrılır ve prefektörlükler gibi seçimle başa gelen bir belediye başkanı ve yasamaya sahiptir. Tokyo özel bir statüye sahip olup bunlara ek olarak 23 özel semte ayrılır. Ülkenin en büyük 20 şehri de daha fazla yetkileri ve alt bölümleri ile hükûmet kararnamesi ile belirlenmiş şehir statüsündedir. Hokkaidō ise prefektörlük ve belediyeler arası 14 alt prefektörlüğe ayrılır. Aynı zamanda bazı diğer prefektörlüklerde de alt prefektörlükler bulunmaktadır. Japonya üniter bir devlet olmasına rağmen, yerel yönetim hâlâ birçok alanda nispeten yüksek derecede özerkliğe sahiptir. Japonya aynı zamanda sekiz bölgeye ayrılmıştır ancak bu bölgeler coğrafi olup herhangi bir idari bir yapıyı temsil etmemektedir. Dış ilişkiler. 1956'dan bu yana Birleşmiş Milletler üyesi olan Japonya, Güvenlik Konseyi reformu isteyen G4 ülkeleri arasında yer alır. Japonya, G7, APEC ve "ASEAN Plus Three" üyesidir ve Doğu Asya Zirvesi'nin katılımcısıdır. 2014'te 9,2 milyar ABD doları tutarında bağış yapan Japonya, dünyanın en büyük beşinci resmî kalkınma yardımı bağışçısıdır. 2024 yılı itibarı ile Japonya dünyanın dördüncü en büyük diplomatik ağına sahiptir. Japonya'nın güvenlik ittifakını sürdürdüğü Amerika Birleşik Devletleri ile yakın bağları bulunur. II. Dünya Savaşı'nın bitmesinden bu yana iki ülke yakın ekonomik ve savunma ilişkilerini sürdürmüştür. ABD, Japon ihracatı için büyük bir pazar ve Japon ithalatının başlıca kaynağıdır ve Japonya'yı kısmen bu amaç için askeri üslere sahip olan ülkeyi korumaya kararlıdır. Japonya ayrıca, ABD, Avustralya ve Hindistan'la birlikte Çin'in Hint-Pasifik bölgesindeki etkisini mevcut ilişkileri ve işbirliği modellerini yansıtarak sınırlamayı amaçlayan, 2017'de yeniden düzenlenen çok taraflı bir güvenlik diyaloğu olan Dörtlü Güvenlik Diyaloğu'nun ("Quad") da bir üyesidir. Japonya'nın komşularıyla çeşitli tarihsel ve bölgesel anlaşmazlıkları bulunur. Japonya, Rusya'nın 1945'te Sovyetler Birliği tarafından işgal edilen Güney Kuril Adaları üzerindeki kontrolüne karşı çıkar. Güney Kore'nin Liancourt Kayalıkları üzerindeki kontrolü Japonya tarafından kabul edilmez. Japonya, Çin ve Tayvan ile Senkaku Adaları ve Okinotorishima'nın statüsü nedeniyle gerginlik yaşar. Yine Japonya'nın, Çin ve Güney Kore ile II. Dünya Savaşı sırasındaki yaşananlar nedeniyle anlaşmazlıkları bulunur. Japonya'nın ayrıca kaçırılan Japon vatandaşları ve nükleer silah programı konusunda Kuzey Kore ile devam eden bir gerginliği bulunmaktadır. Ordu. Japonya, 2022 Küresel Barış Endeksi'nde Singapur'dan sonra Asya ülkeleri arasında ikinci sırada yer almaktadır. 2022'de toplam GSYİH'sinin %1,1'ini savunma bütçesine harcadı ve 2022'de de dünyanın en büyük onuncu askeri bütçesini korudu. Japonya'nın askerî gücü olan Japon Öz Savunma Kuvvetleri, Japonya Anayasası'nın 9. maddesi ile sınırlandırılmış olup uluslararası anlaşmazlıklarda savaş ilan etme veya askerî güç kullanma hakkından feragat etmektedir. Japon Öz Savunma Kuvvetleri, Savunma Bakanlığı tarafından yönetilmektedir ve Kara Öz Savunma Kuvvetleri, Deniz Öz Savunma Kuvvetleri ve Hava Öz Savunma Kuvvetleri'nden oluşmaktadır. Öz Savunma Kuvvetleri'ne katılım tamamen gönüllüdür. Japonya, 1992 yılında yapılan bir kanun değişikliğiyle birlikte Kamboçya, Mozambik, Afganistan, Irak ve Endonezya gibi ülkelerde barış operasyonlarına katılarak II. Dünya Savaşı'ndan bu yana ilk defa ülke dışına asker göndermiştir. Japon Deniz Öz Savunma Kuvvetleri, RIMPAC deniz tatbikatlarına düzenli olarak katılmaktadır. Ayrıca Japonya'nın, Afrika Boynuzu'nda stratejik açıdan önemli küçük bir yer olan Cibuti'de 2009'dan beri korsanlıkla mücadele amaçlı bir askeri üssü bulunmaktadır. Japonya hükûmeti, Ulusal Güvenlik Konseyi'nin kurulması, Ulusal Güvenlik Stratejisi'nin kabul edilmesi ve Ulusal Savunma Programı Kılavuzları'nın geliştirilmesini içeren güvenlik politikasında değişiklikler düzenlemektedir. Mayıs 2014'te Başbakan Şinzo Abe, Japonya'nın II. Dünya Savaşı'nın sona ermesinden bu yana sürdürdüğü pasiflikten kurtulmak ve bölgesel güvenlik konusunda daha fazla sorumluluk almak istediğini açıklamıştır. Aralık 2022'de Başbakan Fumiyo Kişida, hükûmete harcamaları 2027'ye kadar %65 artırma talimatı vererek bu eğilimi daha da doğruladı. Özellikle Kuzey Kore ve Çin ile yaşanan son gerilimler, Öz Savunma Kuvvetleri'nin statüsü ve Japon toplumu arasındaki ilişkileri hakkındaki tartışmayı yeniden alevlendirdi. Ekonomi. Japonya, nominal GSYH bakımından ABD, Çin ve Almanya'nın ardından dünyanın dördüncü büyük ekonomisine ve satın alma gücüne göre dördüncü büyük ekonomisidir. 2021 itibarıyla Japonya'nın işgücü, 68,6 milyondan fazla işçiden oluşan dünyanın sekizinci en büyük işgücüdür. 2022 itibarıyla Japonya'da %2,6 civarında düşük bir işsizlik oranı bulunmaktadır. Yoksulluk oranı G7 ülkeleri arasında en yüksek ikinci sırada yer almaktadır ve nüfusun %15,7'sini aşmaktadır. Japonya, gelişmiş ekonomiler arasında kamu borcunun GSYH'ye oranının en yüksek olduğu ülke olup, kamu borcunun 2022 itibarıyla GSYH'ye oranı %248 olarak tahmin edilmektedir. Japon yeni, ABD doları ve Euro'dan sonra dünyanın üçüncü büyük rezerv para birimidir. Japonya, 2022 itibarı ile dünyanın beşinci büyük ihracatçısı ve dördüncü büyük ithalatçısıdır. 2021'de ihracatı toplam GSYİH'nın %18,2'sini oluşturdu. 2022 itibarıyla Japonya'nın ana ihracat pazarları Çin (Hong Kong dâhil %23,9) ve ABD (%18,5) idi. Başlıca ihracat ürünleri motorlu taşıtlar, demir-çelik ürünleri, yarı iletkenler ve otomobil parçalarıdır. 2022 itibarıyla Japonya'nın ana ithalat pazarları Çin (%21,1), Amerika Birleşik Devletleri (%9,9) ve Avustralya (%9,8) idi. Japonya'nın ana ithalatı makine ve teçhizat, fosil yakıtlar, gıda maddeleri, kimyasallar ve endüstrilerine yönelik ham maddelerdir. Meiji Restorasyonu'nda Japonya feodal sosyal sistemi terk ederek hızlı modernleşme ve sanayileşmeye başladı. Meiji Dönemi'nin yöneticileri, başından beri piyasa ekonomisini savundular ve Britanya ve Kuzey Amerika'dan bağımsız kurumsal kapitalizmi benimsediler. Agresif girişimcilerle dolu özel sektör, değişimi memnuniyetle karşıladı. Japonya'nın 1960'lardan 1980'lere kadar olan hızlı ekonomik büyümesi "ekonomik mucize" olarak adlandırıldı. Bu dönemde ekonomi 1960'larda yılda yaklaşık %10, 1970'lerde %5 ve 1980'lerde %4 büyüdü. 1990'ların başında Japonya'nın balon ekonomisinin patlaması ekonomik krize ve durgunluğa yol açtı. Ekonominin durumu sonraki on yılda iyileşmedi ve 1997 Asya mali krizi ile 2000-01'deki küresel durgunluk nedeniyle durum daha da kötüleşti. Devlet yönetiminin etkisi azalmaya başlamış ve 2005 yılından sonra ekonomide toparlanma işaretleri görülmeye başlanmıştır. Kapitalizmin Japon versiyonu birçok farklı özelliğe sahiptir: Keiretsu girişimleri etkilidir ve Japon çalışma ortamında ömür boyu istihdam ve kıdeme dayalı kariyer gelişimi yaygındır. Japonya, 2018 itibarıyla en büyük tüketici kooperatifi ve en büyük tarım kooperatifi de dâhil olmak üzere dünyanın en büyük on kooperatifinden üçünün bulunduğu büyük bir kooperatif sektörüne sahiptir. Tokyo Menkul Kıymetler Borsası, Asya'nın ve dünyanın en büyük menkul kıymetler borsalarından biridir. Ülke, rekabet gücü ve ekonomik özgürlük açısından üst sıralarda yer almaktadır. Japonya, 2019 Küresel Rekabet Endeksi'nde altıncı sıradadır. Tarım ve balıkçılık. Japon tarım sektörü, 2018 itibarıyla ülkenin toplam GSYİH'sının yaklaşık %1,2'sini oluşturmaktadır. Japonya topraklarının yalnızca %11,5'i ekime uygundur. Ekilebilir arazinin azlığı nedeniyle küçük alanlarda tarım yapmak için teras sistemi kullanılmaktadır. Bu sayede Japonya, 2018 yılı itibarıyla yaklaşık %50'lik tarımsal kendi kendine yeterlilik oranıyla, birim alan başına dünyanın en yüksek mahsul verimi seviyelerinden birine sahiptir. Japonya'nın küçük tarım sektörü yüksek oranda sübvanse edilmekte ve korunmaktadır. Çiftçiler yaşlandıkça ve haleflerini bulmakta zorlanırken çiftçilik konusunda artan bir endişe bulunmaktadır. Japonya, yakalanan balık tonajında dünyada yedinci sırada yer almaktadır ve önceki on yıldaki yıllık ortalama 4.000.000 tondan 2016 yılı itibarı ile 3.167.610 metrik ton balık yakaladı. Japonya, dünyanın en büyük balıkçılık filolarından birine sahiptir ve küresel avlanmanın yaklaşık %15'ini karşılamaktadır. Japonya'daki balıkçılığın ton balığı gibi balık stoklarının tükenmesine yol açtığı yönündeki eleştirilere yol açmaktadır. Japonya'nın ticari balina avcılığını desteklemesi tartışmalara yol açmaktadır. Sanayi. Japonya büyük bir endüstriyel kapasiteye sahiptir ve "otomotiv, Takım tezgâhlarının, çelik ve demir dışı metallerin, gemilerin, kimyasal maddelerin, tekstillerin ve işlenmiş gıdaların en büyük ve teknolojik olarak en gelişmiş üreticilerinden bazılarına" ev sahipliği yapmaktadır. Japonya'nın sanayi sektörü, GSYİH'sının yaklaşık %27,5'ini oluşturmaktadır. Ülkenin imalat üretimi, 2019 itibarıyla dünyanın üçüncü en yüksek üretimidir. Tanınmış Japon imalat ve teknoloji şirketleri arasında Toyota, Nissan, Honda, Fujitsu, Yamaha, Epson, Toshiba, Sony, Panasonic, Nintendo, Sega, Nippon, Takeda Pharma, Mazda, Subaru, Isuzu, Mitsubishi, Komatsu, Sharp, Nikon, Canon, NEC ve Hitachi bulunmaktadır. Japonya, 2022 yılı itibarıyla dünyanın üçüncü büyük otomobil üreticisi konumunda olup araç üretimi bakımından dünyanın en büyük otomobil şirketi Toyota'ya ev sahipliği yapmaktadır. Japonya, niceliksel olarak 2021'de dünyanın en büyük otomobil ihracatçısıyken 2023'ün başlarında bu unvanı Çin'e bıraktı. Japon gemi inşa endüstrisi, Doğu Asyalı komşuları Güney Kore ve Çin'den gelen rekabetle karşı karşıyadır; bir 2020 hükûmet girişimi, bu sektörü ihracatı artırma hedefleri kapsamında desteklenmesi gereken sektörlerden biri olarak belirledi. Hizmet ve turizm. Japonya'nın hizmet sektörü, 2021 itibarıyla toplam ekonomik üretiminin yaklaşık %69,5'ini oluşturmaktadır. Toyota, Mitsubishi UFJ, NTT, ÆON, SoftBank, Hitachi ve Itochu gibi Fortune Global 500 listesinde yer alan şirketler ile birlikte bankacılık, perakende, ulaşım ve telekomünikasyon büyük endüstrilerdir. Japonya, 2019'da 31,9 milyon uluslararası turist çekti ve içe yönelik turizmde 2019'da dünyada on birinci sırada yer aldı. 2021 Seyahat ve Turizm Rekabet Edebilirlik Raporu, Japonya'yı 117 ülke arasında dünyada birinci sıraya koydu. 2019 yılında uluslararası turizm geliri 46,1 milyar dolara ulaştı. Bilim ve teknoloji. Japonya, özellikle doğa bilimleri ve mühendislik olmak üzere bilimsel araştırmalarda dünyada önde gelen ülkeler arasında yer alır. Ülke, 2023 Küresel İnovasyon Endeksi'nde 13. sırada yer almaktadır. Gayri safi yurt içi hasılayla karşılaştırıldığında Japonya'nın araştırma ve geliştirme bütçesi, 2017 itibarıyla 867.000 araştırmacının 19 trilyon yenlik araştırma ve geliştirme bütçesiyle dünyanın en yüksek ikinci bütçesidir. Ülke, fizik, kimya veya tıp alanlarında yirmi iki Nobel Ödülü ve üç Fields Madalyası'na sahiptir. Japonya, 2020 yılı toplamının %45'ini tedarik ederek robotik üretimi ve kullanımında dünyaya liderlik etmektedir. Japonya, 1000 çalışan başına 14 ile bilim ve teknoloji alanında dünyada kişi başına düşen en fazla araştırmacı sayısına sahip ikinci ülkedir. Bir zamanlar dünyanın en güçlüsü olarak kabul edilen Japon tüketici elektroniği endüstrisi, Güney Kore ve Çin gibi komşu Doğu Asya ülkelerinden gelen rekabetle karşı karşıyadır. Ancak Japon video oyunu endüstrisi hâlâ büyük bir sektör olarak varlığını sürdürmektedir. 2014 yılında Japonya'nın tüketici video oyunu pazarı 9,6 milyar dolar hasılat elde etti; bunun 5,8 milyar doları mobil oyunlardan geldi. 2015 yılı itibarı ile Japonya, Çin, ABD ve Güney Kore'nin ardından dünyanın dördüncü büyük bilgisayar oyunu pazarıdır. Japonya Uzay Araştırma Ajansı, Japonya'nın ulusal uzay ajansı olarak uzay, gezegen ve havacılık araştırmaları yürütür ve roket ve uyduların geliştirilmesine öncülük eder. Uluslararası Uzay İstasyonu'nun bir katılımcısıdır: Japon Deney Modülü ("Kibō"), 2008 yılında Space Shuttle montaj uçuşları sırasında istasyona eklenmiştir. Akatsuki uzay sondası 2010 yılında fırlatıldı ve 2015 yılında Venüs'ün etrafında yörüngeye ulaştı. Japonya'nın uzay araştırmalarına ilişkin planları arasında bir Ay üssü inşa etmek ve 2030 yılına kadar astronot göndermek yer almaktadır. 2007 yılında Tanegashima Uzay Merkezi'nden ay kaşifi Kaguya'yı fırlattı. Apollo programından bu yana gerçekleşen en büyük Ay misyonunun amacı Ay'ın kökeni ve evrimi hakkında veri toplamaktı. Kaguya, 4 Ekim 2007'de Ay yörüngesine girdi ve 11 Haziran 2009'da kasıtlı olarak Ay'a çarptı. Altyapı. Ulaşım. Japonya'da ulaşım altyapısı modern ve oldukça gelişmiştir. Ülkede 2017 yılı itibarıyla 1 milyon km şehir, kasaba ve köy yolu, 130.000 km prefektörlük yolu, 54.736 km genel ulusal yol ve 7.641 km otoyol olmak üzere yaklaşık 1,2 milyon km karayolu bulunur. Japonya'da trafik soldan akar. Yüksek hızlı, bölünmüş, sınırlı erişimli paralı yollardan oluşan bir tek ağ, büyük şehirleri birbirine bağlar ve paralı yol girişimleri tarafından işlenir. Enerji verimliliği teşvik etmek amacıyla araba sahipliği ücretleri ve benzin vergileri uygulanır. Japonya'da otomobil kullanımı G7 ülkeleri arasındaki en düşüğüdür. 1987'deki özelleştirmeden bu yana, düzinelerce Japon demiryolu şirketi yerel yolcu taşımacılığı pazarlarında faaliyet gösterir; büyük şirketler arasında yedi JR kuruluşu, Kintetsu, Seibu ve Keio Corporation yer alır. Büyük şehirleri birbirine bağlayan yüksek hızlı Şinkansenler (hızlı trenler), güvenlikleri ve dakiklikleri ile bilinir. 2021 yılı itibarıyla ülkede 175 havalimanı bulunur. En büyük iç hatlar havalimanı olan Tokyo'daki Haneda Uluslararası Havalimanı, 2019'da Asya'nın ikinci en işlek havalimanıydı. Keihin ve Hanshin süper liman merkezleri, 2017 itibarıyla sırasıyla 7,98 ve 5,22 milyon TEU ile dünyanın en büyükleri arasındadır. Enerji. 2019 yılı itibarıyla Japonya'da enerjinin %37,1'i petrolden, %25,1'i kömürden, %22,4'ü doğalgazdan, %3,5'i hidroelektrikten ve %2,8'i nükleer enerjiden ve diğer kaynaklardan üretilmiştir. Nükleer enerji, 2010 yılındaki yüzde 11,2'lik orana göre düşüş göstermiştir. Mart 2011'deki Fukuşima I Nükleer Santrali kazalarının ardından devam eden kamuoyu muhalefeti nedeniyle Mayıs 2012 itibarıyla ülkedeki tüm nükleer santraller devre dışı bırakılmıştı, ancak hükûmet yetkilileri kamuoyunu en azından bazılarının hizmete dönmesi lehine yönlendirmeye çalışmaya devam etti. Sendai Nükleer Enerji Santrali, 2015 yılında yeniden faaliyete geçti ve o tarihten bu yana diğer bazı nükleer enerji santralleri de yeniden faaliyete geçti. Japonya önemli yerel rezervlerden yoksundur ve ithal enerjiye büyük ölçüde bağımlıdır. Bu nedenle ülke kaynaklarını çeşitlendirmeyi ve yüksek enerji verimliliği seviyelerini korumayı hedeflemiştir. Su ve sanitasyon. Su ve sanitasyon sektörünün sorumluluğu, evsel kullanıma yönelik su temininden sorumlu Sağlık, Çalışma ve Refah Bakanlığı, su kaynaklarının geliştirilmesinden ve sanitasyondan sorumlu Arazi, Altyapı, Ulaştırma ve Turizm Bakanlığı, ortamdaki su kalitesi ve çevrenin korunmasından sorumlu Çevre Bakanlığı ve kamu hizmetlerinin performans kıyaslamasından sorumlu İçişleri ve Haberleşme Bakanlığı arasında paylaşılmaktadır. İyileştirilmiş bir su kaynağına erişim Japonya'da evrenseldir. Nüfusun yaklaşık %98'i kamu hizmetlerinden borulu su almaktadır. Demografi. Japonya'nın nüfusu 2022 yılı itibarı ile yaklaşık 125 milyondur ve bunların yaklaşık 122 milyonu Japon vatandaşıdır. Geriye kalan kısmı ise küçük bir yabancı nüfus oluşturur. Japonya dünyanın en hızlı yaşlanan ülkelerinden biridir ve toplam nüfusunun üçte birini oluşturan herhangi bir ülkedeki en yüksek yaşlı nüfus oranına sahiptir; bu, yaşam beklentisinde bir artış ve doğum oranlarında bir düşüşün izlediği II. Dünya Savaşı sonrası bebek patlamasının bir sonucudur. Japonya'nın toplam doğurganlık hızı 1,4 olup, bu oran 2,1 olan yenilenme oranının altındadır ve dünyanın en düşük oranları arasındadır; Japonya'nın ortalama yaşı 48,4 olup dünyadaki en yüksek yaştır. 2020 itibarıyla nüfusun %28,7'sinden fazlası 65 yaşın üzerindedir; bu da Japon nüfusunun dörtte birinden fazladır. Artan sayıda genç Japon evlenmediği veya çocuksuz kaldığı için Japonya'nın nüfusunun 2065 yılına kadar 88 milyon civarına düşmesi beklenmektedir. Demografik yapıdaki değişiklikler, başta işgücü nüfusunda azalma ve sosyal güvenlik yardımlarının maliyetinde artış olmak üzere çeşitli sosyal sorunlar yaratmıştır. Japonya hükûmeti, 2060 yılına kadar çalışma çağındaki her kişiye neredeyse bir yaşlı kişinin düşeceğini öngörmektedir. Göç ve doğum teşvikleri bazen ülkenin yaşlanan nüfusunu desteklemek için genç işçiler sağlamak amacıyla bir çözüm olarak önerilmektedir. 1 Nisan 2019'da, belirli sektörlerdeki işgücü açığının azaltılmasına yardımcı olmak amacıyla yabancı işçilerin haklarını koruyan revize edilmiş bir göç yasası yürürlüğe girdi. Japonya etnik ve kültürel açıdan homojen bir toplumdur ve Japonlar ülke nüfusunun %98,1'ini oluşturur. Ülkedeki azınlık etnik gruplar arasında yerli Aynular ve Ryukyulular yer almaktadır. Zainichi Koreliler, Çinliler, Filipinliler ile çoğunlukla Japon kökenli olan Brezilyalı ve Perulular da Japonya'nın küçük azınlık grupları arasındadır. Burakumin bir sosyal azınlık grubunu oluşturur. 2022 yılında toplam Japon nüfusunun %92'si şehirlerde yaşıyordu. Başkent Tokyo'nun nüfusu 2022 yılı itibarı ile 13,9 milyondur ve 2016 yılı itibarı ile 38.140.000 kişiyle dünyanın en büyük metropoliten alanı olan Büyük Tokyo Bölgesi'nin bir parçasıdır. Din. Japonya Anayasası tam dini özgürlüğü garanti etmektedir. Üst tahminler, Japon nüfusunun %84-96'sının yerli din olarak Şintoyu kabul ettiğini gösteriyor. Ancak bu tahminler, gerçek inananların sayısından ziyade, bir tapınağa bağlı olan kişilere dayanmaktadır. Pek çok Japon hem Şinto hem de Budizme inanmaktadır; ya her iki din ile de özdeşleşebilirler ya da kendilerini dindar olmayan ya da maneviyatçı olarak tanımlayabilmektedirler. Kültürel bir gelenek olarak dini törenlere katılım düzeyi, özellikle festivaller ve yeni yılın ilk türbe ziyareti gibi etkinlikler sırasında yüksek olmaya devam ediyor. Çin'deki Taoizm ve Konfüçyüsçülük de Japon inanç ve geleneklerini etkilemiştir. Hristiyanlık Japonya'ya ilk kez 1549'dan itibaren Cizvit misyonerleri tarafından getirildi. Günümüzde nüfusun %1 ila %1,5'i Hristiyandır. Son yüzyıl boyunca, başlangıçta Hristiyanlıkla ilgili olan Batı gelenekleri (Batı tarzı düğünler, Sevgililer Günü ve Noel dâhil), birçok Japon arasında seküler gelenekler olarak popüler hâle geldi. 2016 yılı itibarıyla Japonya'daki Müslümanların yaklaşık %90'ı göçmenlerdir. 2018 yılı itibarıyla Japonya'da tahminen 105 cami ve 200.000 Müslüman bulunmaktaydı; bunların 43.000'i Japon vatandaşıydı. Diğer azınlık dinleri arasında Hinduizm, Yahudilik ve Bahâîlerin yanı sıra Aynuların animist inançları yer alır. Diller. Japonca, Japonya'nın fiilen ulusal ve ülkedeki çoğu insanın da ana dilidir. Japon yazı sistemi, kanji (Çin karakterleri) ve iki grup kana (el yazısı ve kanji tarafından kullanılan köklere dayalı hece yazısı) ile latin alfabesi ve Arap rakamlarını kullanır. İngilizce, Japonya'da çalışma dili ve uluslararası iletişim dili olarak önemli bir rol üstlenmiştir. Sonuç olarak, İngilizcenin eğitim sistemindeki yaygınlığı arttı ve 2020 yılına kadar Japon eğitim sisteminin tüm seviyelerinde İngilizce dersleri zorunlu hâle geldi. Japon İşaret Dili, Japonya'da kullanılan birincil işaret dilidir ve resmî olarak kabul gördü, ancak kullanımı tarihsel olarak ayrımcı politikalar ve eğitim desteği eksikliği nedeniyle engellenmiştir. Ryukyu Adaları'nda Japoncanın yanı sıra Japon dil ailesinden Ryukyu dilleri (Amami, Kunigamice, Okinawaca, Miyakoca, Yaeyamaca, Yonagunice) konuşulmaktadır. Günümüzde çok az çocuk bu dilleri öğrenmektedir ancak yerel yönetimler geleneksel dillere ilişkin farkındalığı artırmaya çalışmaktadır. Hokkaidō'da konuşulan izole bir dil olan Aynuca tehlike altında bir dildir ve günümüzde anadil olarak konuşanların sayısı beşten az olduğu tahmin edilmektedir. Buna ek olarak, etnik azınlıklar, göçmen toplulukları ve Korece (farklı bir Zainichi Kore lehçesi dâhil), Çince ve Portekizce gibi giderek artan sayıda yabancı dil öğrencisi tarafından başka diller de öğretilmekte ve kullanılmaktadır. Eğitim. 1947 Temel Eğitim Yasası'ndan bu yana, Japonya'da zorunlu eğitim, birlikte dokuz yıl süren ilkokul ve ortaokuldan oluşur. Hemen hemen tüm çocuklar eğitimlerine üç yıllık bir lisede devam etmektedirler. Japonya'daki en iyi iki üniversite, Tokyo Üniversitesi ve Kyoto Üniversitesi'dir. Nisan 2016'dan itibaren, çeşitli okullar, dokuz yıllık zorunlu eğitim programına entegre edilen ilkokul ve ortaokul ile akademik yıla başladı; MEXT, bu yaklaşımın ülke çapında benimsenmesini planlamaktadır. OECD tarafından koordine edilen Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA), 15 yaşındaki Japonların bilgi ve becerilerini dünyanın en iyi üçüncü sıralamasında sıralamaktadır. Japonya, ortalama 520 öğrenci puanıyla okuryazarlık, matematik ve fen bilimleri okumada en iyi performansı gösteren OECD ülkelerinden biridir ve OECD ülkeleri arasında dünyanın en yüksek eğitimli iş güçlerinden birine sahiptir. 2018 itibarıyla toplam GSYİH'sının yaklaşık %3,1'ini eğitime harcamış olup bu rakam OECD ortalaması olan %4,9'un altında kalmaktadır. 2021'de ülke, 25-64 yaş aralığındakilerin yükseköğretime ulaşmış kişilerin yüzdesi açısından %55,6 ile üçüncü sırada yer aldı. 25 ila 34 yaşları arasındaki Japonların yaklaşık %65'i bir tür yükseköğretim yeterliliğine sahipken, 25 ila 64 yaşları arasındaki Japonların %34,2'si lisans derecesine sahiptir, bu da OECD'de Güney Kore'den sonra ikinci sıradadır. Japon kadınların %59'unun üniversite diplomasına sahip olması ve Japon erkeklerin %52'sinin üniversite diplomasına sahip olması nedeniyle, Japon kadınları erkek meslektaşlarına kıyasla daha yüksek eğitimlidir. Sağlık. Japonya'da sağlık bakımı ulusal ve yerel yönetimler tarafından sağlanmaktadır. Kişisel tıbbi hizmetler için ödeme, bir hükûmet komitesi tarafından belirlenen ücretlerle, göreceli erişim eşitliği sağlayan evrensel bir sağlık sigortası sistemi aracılığıyla yapılır. İşverenler aracılığıyla sigortası olmayan kişiler, yerel yönetimler tarafından idare edilen ulusal sağlık sigortası programına katılabilir. 1973'ten beri, tüm yaşlı insanlar devlet destekli sigorta kapsamındadır. Japonya 2020'de toplam GSYİH'sının %10,9'unu sağlık hizmetlerine harcadı. 2020 yılında Japonya'da beklenen yaşam süresi 84,62 yıl (erkekler için 81,64 yıl ve kadınlar için 87,74 yıl) ile dünyadaki en yüksek rakam iken; bebek ölüm oranı ise çok düşük bir seviyededir (1000 canlı doğumda 2). 1981'den bu yana Japonya'daki başlıca ölüm nedeni, 2018'deki toplam ölümlerin %27'sini oluşturan kanserken, bunu ölümlerin %15'ine yol açan kardiyovasküler hastalıklar izlemektedir. Japonya, önemli bir sosyal sorun olarak kabul edilen, dünyanın en yüksek intihar oranlarından birine sahiptir. Bir diğer önemli halk sağlığı sorunu da Japon erkekleri arasında sigara içme alışkanlığıdır. Ancak Japonya, OECD'de en düşük kalp hastalığı oranına ve gelişmiş ülkeler arasında en düşük demans oranına sahiptir. Kültür. Çağdaş Japon kültürü Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika'dan gelen etkileri birleştirir. Geleneksel Japon sanatları arasında seramik, tekstil, lake eşya, kılıç ve oyuncak bebek gibi el sanatları; bunraku, kabuki, noh, dans ve rakugo sahne gösterileri; çay seremonisi, ikebana, dövüş sanatları, kaligrafi, origami, onsen, Geyşa ve oyunlar gibi diğer sanatlar bulunmaktadır. Japonya, hem somut hem de somut olmayan kültürel varlıkların ve Ulusal Hazinelerlerin korunması ve tanıtılmasına yönelik gelişmiş bir sisteme sahiptir. UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne 18'i kültürel öneme sahip 22 alan konulmuştur. Japonya, günümüzde kültürel bir süper güç olarak kabul edilmektedir. Sanat ve mimarlık. Japon resminin tarihi, Japon estetiği ile ülke dışından gelen fikirler arasında sentez ve rekabetten meydana gelmektedir. Japon ve Avrupa sanatı arasındaki etkileşim önem arz etmekteydi: örneğin, 19. yüzyılda ihraç edilmeye başlanan ukiyo-e baskılar, Japonizm olarak bilinen hareket, Batı'da modern sanatın gelişiminde özellikle de Ard-İzlenimcilik üzerinde önemli etki yaptı. Japon mimarisi yerel ve dışarıdan gelen etkilerin birleşiminden meydana gelmektedir. Geleneksel olarak, zeminden hafifçe yükseltilmiş, kiremitli veya sazdan çatılı ahşap veya çamur sıva yapıları ile karakterize edilir. Ise Mabedi, Japon mimarisinin asıl örneği olarak kabul edilir. Geleneksel evler ve birçok tapınak binalarında, odalarla iç ve dış mekan arasındaki farkı yok eden tatami hasır ve sürgülü kapıların kullanımını görülür. 19. yüzyıldan beri Japonya, Batı modern mimarisinin çoğunu kendi inşaat ve tasarımında kullanmaktadır. Japon mimarlar, önce Kenzō Tange gibi mimarların çalışmaları ve ardından Metabolizma gibi hareketlerle uluslararası sahnede bir etki yarattılar. Edebiyat ve felsefe. Japon edebiyatının en eski eserleri arasında tamamı 8. yüzyıldan kalma ve Çince karakterlerle yazılmış "Kojiki" ve "Nihon Shoki" kronikleri ve "Man'yōshū" şiir antolojisi yer almaktadır. Erken Heian döneminde kana (hiragana ve katakana) olarak bilinen fonogram sistemi geliştirildi. "Bambu Kesicisinin Hikayesi", günümüze ulaşan en eski Japon anlatısı olarak kabul edilir. Sei Şonagon'un "Yastık Kitabı" eserinde saray hayatı anlatılırken, Murasaki Shikibu'nun "Genji'nin Hikâyesi" genellikle dünyanın ilk romanı olarak tanımlanır. Edo Dönemi'nde chōnin ("kasaba halkı"), edebiyatın üreticileri ve tüketicileri olarak samuray aristokrasisini geride bıraktı. Örneğin Saikaku'nun eserlerinin popülaritesi okuyucu ve yazarlıktaki bu değişimi ortaya koyarken Bashō haikai (haiku) ile Kokinshū'nun şiirsel geleneğini yeniden canlandırdı ve "Oku no Hosomichi" adında şiirsel seyahat günlüğünü yazdı. Meiji Dönemi, Japon edebiyatının Batı etkileriyle bütünleşmesiyle geleneksel edebi biçimlerin düşüşünü gördü. Natsume Sōseki ve Mori Ōgai, 20. yüzyılın başlarında önemli romancılardı; bunları Ryunosuke Akutagava, Cuniçiro Tanizaki, Kafū Nagai ve daha yakın zamanda Haruki Murakami ve Kenji Nakagami izledi. Japonya'nın Yasunari Kavabata (1968) ve Kenzaburō Ōe (1994) olmak üzere iki Nobel ödüllü yazarı bulunmaktadır. Japon felsefesi tarihsel olarak hem yabancı, özellikle Çin ve Batılı unsurların hem de benzersiz Japon unsurlarının bir birleşimi olmuştur. Edebi biçimleriyle Japon felsefesi yaklaşık on dört yüzyıl önce başladı. Konfüçyüsçü idealler, Japonların toplum ve benlik kavramında, hükûmetin örgütlenmesinde ve toplumun yapısında belirgindir. Budizm, Japon psikolojisini, metafiziğini ve estetiğini derinden etkilemiştir. Müzik ve tiyatro. Japon müziği eklektik ve çeşitlidir. Koto gibi birçok enstrüman 9. ve 10. yüzyıllarda tanıtıldı. Gitar benzeri şamisen ile çalınan popüler halk müziği 16. yüzyıldan kalmadır. 19. yüzyılın sonlarında tanıtılan klasik Batı müziği, Japon kültürünün ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Kumi-daiko (toplu davul çalma) savaş sonrası Japonya'da ortaya çıktı ve Kuzey Amerika'da oldukça popüler hâline geldi. Savaş sonrası Japonya'daki popüler müzik, Amerikan ve Avrupa trendlerinden büyük ölçüde etkilendi ve J-pop, J-Rock, visual kei ve hip hop gibi diğer kentsel müzik tarzları giderek daha popüler hâle geldi. Karaoke ise önemli bir kültürel aktivitedir. Japonya'nın dört geleneksel tiyatrosu noh, kyōgen, kabuki ve bunrakudur. Tatiller ve festivaller. Resmî olarak Japonya'da hükûmet tarafından tanınan 16 ulusal tatil bulunmaktadır. Japonya'daki resmî tatiller, 1948 tarihli Resmî Tatil Yasası ile düzenlenmektedir. 2000 yılından başlayarak Japonya, uzun bir hafta sonu elde etmek için bir dizi ulusal tatili Pazartesi gününe taşıyan Mutlu Pazartesi Sistemi'ni uygulamaya koydu. Japonya'daki ulusal bayramlar, 1 Ocak Yeni Yıl Günü, Ocak ayının ikinci Pazartesi günü Yetişkinler Günü, 11 Şubat Ulusal Kuruluş Günü, 23 Şubat İmparatorun Doğum Günü, 20 veya 21 Mart ilkbahara gündönümü, 29 Nisan Şova Günü, 3 Mayıs Anayasa Anma Günü, 4 Mayıs Yeşillik Günü, 5 Mayıs Çocuk Bayramı, Temmuz ayının üçüncü Pazartesi günü Deniz Günü, 11 Ağustos Dağ Günü, Eylül ayının üçüncü Pazartesi günü Yaşlılara Saygı Günü, 23 veya 24 Eylül sonbahar gündönümü, Ekim ayının ikinci Pazartesi günü Spor Günü, 3 Kasım Kültür Günü ve 23 Kasım İşçi Şükran Günü'dür. Matsuri olarak adlandırılan ve yıl içerisinde çeşitli zamanlarda kutlanan festivallerin çoğu uzun bir geçmişten günümüze kadar gelmektedir. Bu kutlamaların çoğu Çin ve Budist kökenlidir fakat bu kutlamalar dini tören havasında yapılmamaktadır. Bunların dışında Mart ile Nisan ayları arasında Hanami, Mayıs ayında birçok resmî tatili kapsayan Altın Hafta, Temmuz'un 13 ile 15 arası veya bazen Ağustos ayında yapılan Bon Festivali ve Eylül ayı ortalarında düzenlenen Tsukimi gibi özel günler ve festivaller bulunmaktadır. Mutfak. Japon mutfağı, geleneksel tarifler ve yerel malzemeler kullanan çok çeşitli bölgesel spesiyaliteler sunmaktadır. Deniz ürünleri ve Japon pirinci veya erişte geleneksel temel yiyeceklerdir. Japon körisi, Britanya Hindistanı'ndan Japonya'ya girişinden bu yana oldukça yaygın tüketilmesinden dolayı rāmen ve suşi ile birlikte ulusal yemek olarak adlandırılmaktadır. Geleneksel Japon tatlıları wagashi olarak bilinir. Kırmızı fasulye ezmesi ve mochi gibi malzemeler kullanılır. Yeşil çaylı dondurma modern zaman tatları arasındadır. Genellikle %14-17 alkol içeren ve pirincin birden fazla fermantasyonu ile yapılan demlenmiş pirinç içeceği sake popüler Japon içeceklerindendir. Bira, 17. yüzyılın sonlarından beri Japonya'da üretilmektedir. Yeşil çay Japonya'da üretilir ve Japon çay seremonisinde kullanılan matcha gibi şekillerde hazırlanır. Michelin Rehberi'ne göre Japonya, dünyanın geri kalanından daha fazla Michelin yıldızlı restorana ev sahipliği yapmaktadır. Medya. Japonya'da televizyon izlemeyle ilgili 2015 NHK anketine göre, Japonların %79'u her gün televizyon izlemektedir. Japon televizyon dizileri hem Japonya'da hem de uluslararası alanda izlenmektedir; diğer popüler şovlar varyete şovları, komedi ve haber programları türlerindedir. "Doraemon", "Dragon Ball", "Pokémon", "One Piece", "Naruto" ve "Sonic" gibi birçok Japon medya imtiyazı küresel çapta önemli bir popülerlik kazandı ve dünyanın en yüksek hasılat yapan medya imtiyazları arasında yer almaktadır. Japon gazeteleri 2016 yılı itibarıyla dünyada en çok tirajı olan gazeteler arasındadır. Japonya, dünyadaki en eski ve en büyük film endüstrilerinden birine sahiptir. Ishiro Honda'nın "Godzilla" filmi Japonya'nın uluslararası bir simgesi hâline geldi ve kaijū filmlerinin tüm bir alt türünün yanı sıra tarihteki en uzun soluklu film serisini ortaya çıkardı. Manga olarak bilinen Japon çizgi romanları 20. yüzyılın ortalarında gelişti ve dünya çapında popüler hâle geldi. Çok sayıda manga serisi, Amerikan çizgi roman endüstrisine rakip olarak tüm zamanların en çok satan çizgi roman serilerinden biri hâline geldi. Anime olarak bilinen Japon animasyon filmleri ve televizyon dizileri, büyük ölçüde Japon mangasından etkilenmiş ve uluslararası alanda oldukça popüler hâle gelmiştir. Spor. Geleneksel olarak, sumo Japonya'nın millî sporu olarak kabul edilir. Judo, karate ve kendo gibi Japon dövüş sanatları ülkede izleyiciler yaygın olarak uygulanmakta ve tercih edilmektedir. Meiji Restorasyonu'ndan sonra, bazı Batılı sporlar Japonya'ya geldi ve eğitim sistemi aracılığıyla yayılmaya başladı. Ülkedeki en popüler spor olan beyzbolun ülkedeki en eski ve en çok izlenilen profesyonel ligi olan Nippon Professional Baseball (NPB) 1936'da kurulmuştu. 1992 yılında profesyonel J1 League'nin kuruluşundan bu yana futbol da geniş bir taraftar kitlesi kazandı. Ülke, 2002 FIFA Dünya Kupası'na Güney Kore ile birlikte ev sahipliği yaptı. Japonya, dört kez Asya Kupası'nı ve 2011'de FIFA Kadınlar Dünya Kupası'nı kazanarak Asya'nın en başarılı futbol takımlarından biridir. Golf, Japonya'da da popüler sporlardan biridir. Motor sporlarında Japon otomobil üreticileri, Formula 1, MotoGP ve Dünya Ralli Şampiyonası gibi serilerdeki şampiyonluklar ve zaferlerle birçok farklı kategoride başarılar elde etti. Japon sürücüler Indianapolis 500 ve Le Mans 24 Saat yarışlarında zaferler elde etmenin ve yerel şampiyonalardaki başarılarının yanı sıra Formula 1'de podyumda yer almaktadırlar. Super GT, Japonya'daki en popüler ulusal yarış serisi iken Super Formula ise üst düzey yerli açık tekerlek serisidir. Ülke, Japonya Grand Prix'si gibi önemli yarışlara ev sahipliği yapmaktadır. Japonya, 1964'te Tokyo'da Yaz Olimpiyatları'na, 1972'de Sapporo ve 1998'de Nagano olmak üzere iki kez Kış Olimpiyatları ev sahipliği yaptı. Ülke, 2006 Dünya Basketbol Şampiyonası'na ev sahipliği yaptı ve 2023 FIBA Basketbol Dünya Kupası'nın ev sahiplerinden biriydi. Tokyo, 2021 yılında 2020 Yaz Olimpiyatları'na ev sahipliği yaparak Tokyo'yu Olimpiyatlara iki kez ev sahipliği yapan ilk Asya şehri hâline getirdi. Ülke, resmi Dünya Kadınlar Voleybol Şampiyonası'na beş kez ev sahipliği yapma hakkını elde ederek bu hakkı diğer tüm ülkelerden daha fazla kazandı. Japonya, ragbi birliğinde Asya'nın en başarılı ülkesidir ve 2019 IRB Ragbi Dünya Kupası'na ev sahipliği yaptı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2067", "len_data": 58237, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.56 }
Bu sayfa, nüfusa göre ülkeler ve bağımlı toprakların bir listesidir. Egemen devletleri, yerleşik bağımlı bölgeleri ve bazı durumlarda egemen devletlerin kurucu ülkelerini içerir ve listeye dahil edilme esas olarak ISO standardı ISO 3166-1'e dayanır. Örneğin, Birleşik Krallık tek bir varlık olarak kabul edilirken, Hollanda Krallığı'nı oluşturan ülkeler ayrı ayrı değerlendirilir. Buna ek olarak, bu liste ISO 3166-1'de bulunmayan sınırlı tanınırlığa sahip bazı devletleri de içermektedir. Ayrıca, Birleşmiş Milletlerin 2023 itibarıyla 8,045 milyar olarak tahmin ettiği dünya nüfusuna kıyasla her ülkenin nüfusu yüzde olarak verilmiştir. Yöntem. Bu tabloda kullanılan rakamlar, ulusal nüfus sayımı otoritesi tarafından yapılan en güncel tahminlere veya projeksiyonlara dayanmaktadır ve genellikle yuvarlanmıştır. Güncellenmiş ulusal verilerin mevcut olmadığı durumlarda, rakamlar Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal İşler Departmanı Nüfus Bölümü tarafından 2022 yılı için yapılan tahminlere veya projeksiyonlara dayanmaktadır. Derlenen rakamlar her ülkede aynı zamanda veya aynı doğruluk düzeyinde toplanmadığından, sonuçta ortaya çıkan sayısal karşılaştırmalar yanıltıcı sonuçlar doğurabilir. Ayrıca, tüm ülkelerden gelen rakamların toplanması dünya toplamına eşit olmayabilir. Birleşik Krallık ülkeleri gibi egemen devletlerin ayrılmaz parçalarını oluşturan alanlar, ilgili egemen devletlerin bir parçası olarak sayılır. Avrupa Birliği gibi egemen devlet olmayan diğer oluşumlar ve çeşitli ülkelerin Antarktika üzerindeki hak iddiaları gibi kalıcı nüfusa sahip olmayan bağımsız bölgeler dahil değildir. Nüfusa göre egemen devletler ve bağımlı topraklar. Not: Birleşmiş Milletler'in 193 üye devletine ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulundaki iki gözlemci devlete numaralandırılmış bir sıra atanmıştır. Bağımlı bölgelere ve egemen devletlerin parçası olan kurucu ülkelere numaralı bir sıra tahsis edilmemiştir. Buna ek olarak, sınırlı tanınırlığa sahip egemen devletler de dâhil edilmiş, ancak bir numara sıralaması verilmemiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2069", "len_data": 2033, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.55 }
Slovenya (Slovence: "Slovenija") ya da resmî adıyla Slovenya Cumhuriyeti (""), Orta Avrupa'nın güneyinde yer alan bir ülkedir. Batısında İtalya, güneybatısında Adriyatik Denizi, güney ve doğusunda Hırvatistan, kuzeydoğusunda Macaristan ve kuzeyinde Avusturya bulunur. Slovenya çoğunlukla dağlık ve ormanlıktır, 20.271 kilometre kare alanı kaplar ve yaklaşık 2,1 milyon nüfusa sahiptir. Slovenler ülke nüfusunun %80'inden fazlasını oluşturmaktadır. Güney Slav dillerinden olan Slovence resmi dildir. Slovenya'nın başkenti ve en büyük şehri olan Ljubljana, coğrafi olarak ülkenin merkezine yakın bir konumdadır. Slovenya tarihsel olarak Slav, Germen ve Roma kültürlerinin kavşak noktası olmuştur. Tarih boyunca sırasıyla Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu, Karolenj İmparatorluğu, Kutsal Roma İmparatorluğu, Macaristan Krallığı, Venedik Cumhuriyeti, Napolyon'un Birinci Fransız İmparatorluğu'nun İlirya Cumhuriyeti, Avusturya İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi devletlerce yönetilmiştir. Ekim 1918'de Slovenler, Sloven, Hırvat ve Sırp Devleti adıyla bağımsız bir devlet kurmuşlardır. Aralık 1918'de Sırbistan Krallığı ile birleşerek Yugoslavya Krallığı'na katıldılar. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya, İtalya ve Macaristan, Slovenya'yı işgal edip ilhak etti ve küçük bir alan yeni ilan edilen Nazi kukla devleti Bağımsız Hırvatistan Devleti'ne devredildi. 1945'te yeniden Yugoslavya'nın bir parçası oldu. Savaş sonrası Yugoslavya Doğu Bloku ile müttefikti, ancak Tito-Stalin ayrılığından sonra 1948'de Varşova Paktı'na hiçbir zaman üye olmadı ve 1961'de Bağlantısızlar Hareketi'nin kurucularından biri oldu. Haziran 1991'de Slovenya, Yugoslavya'dan bağımsızlığını ilan etti ve bağımsız bir egemen devlet haline geldi. Slovenya, İnsani Gelişme Endeksi'nde üst sıralarda yer alan yüksek gelirli bir ekonomiye sahip gelişmiş bir ülkedir. Gini katsayısı, gelir eşitsizliğini dünyadaki en düşük oranlar arasında derecelendirilir. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avro Bölgesi, Schengen Bölgesi, AGİT, OECD, Avrupa Konseyi ve NATO üyesidir. Etimoloji. Slovenya, etimolojik olarak "Slavların ülkesi" manasına gelmektedir. "Slav" kelimesininin etimoloji belirli değildir. "-en" eki demonim ekidir. "-ia(-ya)" ise ülke ismi yapan bir ektir. Tarih. Tarih öncesi dönem. Bugünkü Slovenya, tarih öncesi çağlardan beri yerleşim görmektedir. Yaklaşık 250.000 yıl öncesinden insan yerleşimine dair kanıtlar var. 1995 yılında Cerkno yakınlarındaki Divje Babe mağarasında bulunan 43100 ± 700 BP'den kalma bir mağara ayısı kemiği, bir tür flüt ve muhtemelen dünyada keşfedilen en eski müzik aleti olarak kabul edilir. 1920'lerde ve 1930'larda, Potok Mağarası'nda arkeolog Srečko Brodar tarafından Cro-Magnon'a ait, delinmiş kemikler, kemik uçları ve iğne gibi eserler bulundu. 2002 yılında, şu anda UNESCO Dünya Mirası Alanı olarak korunan Ljubljana Bataklığı'nda, dünyanın en eski ahşap çarkı olan Ljubljana Bataklıkları Ahşap Çarkı ile birlikte 4.500 yıldan daha eski yığın ev kalıntıları keşfedildi. Tahta tekerleklerin Mezopotamya ve Avrupa'da neredeyse aynı anda ortaya çıktığını gösteriyor. Tunç Çağı'ndan Demir Çağı'na geçiş döneminde Urnfield kültürü gelişti. Hallstatt döneminden kalma arkeolojik kalıntılar, özellikle güneydoğu Slovenya'da, aralarında bir dizi situla bulundu. Roma dönemi. Bugünkü Slovenya olan bölge, Roma döneminde "Venetia et Histria (" Augustus sınıflandırmasında Roma İtalya'nın X bölgesi) ile Pannonia ve Noricum eyaletleri arasında paylaşılmıştı. Romalılar Emona (Ljubljana), Poetovio (Ptuj) ve Celeia'da (Celje) karakollar kurdular; ve Slovenya topraklarından İtalya'dan Pannonia'ya uzanan ticaret ve askeri yollar inşa etti. 5. ve 6. yüzyıllarda bölge, Hunların ve Germen kabilelerinin İtalya'ya akınları sırasında istilalarına maruz kaldı. İç devletin bir bölümü, savunma hattı olarak adlandırılan kuleler ve duvarlarla korunuyordu. I. Theodosius ve Eugenius arasında 394yılında Vipava Vadisi'nde çok önemli bir savaş gerçekleşti. Slav yerleşimi. Slav kabileleri, 568'de Lombardların (son Germen kabilesi) batıya doğru ayrılmasından sonra Alp bölgesine göç ettiler ve Avarların baskısı altında Doğu Alpler'de bir Slav yerleşimi kurdular. 623'ten 624'e veya muhtemelen 626'dan sonra Kral Samo, Alp ve Batı Slavlarını Avarlara ve Cermen halklarına karşı birleştirdi ve Samo Krallığı olarak anılan şeyi kurdu. 658 veya 659'da Samo'nun ölümünün ardından dağılmasından sonra, günümüz Karintiya'sında bulunan Slovenlerin ataları bağımsız Carantania, ve Carniola düklüğünü kurdular., daha sonra Carniola dükalığı. Günümüz Slovenya'sının diğer bölgeleri, Şarlman'ın 803'te Avarlar'a karşı kazandığı zaferden önce yeniden Avarlar tarafından yönetiliyordu. Orta Çağ. Modern Slovenlerin, özellikle Karintiyalı Slovenlerin atalarından biri olan Carantanians, Hristiyanlığı kabul eden ilk Slav halkıydı. Çoğunlukla İrlandalı misyonerler tarafından Hristiyanlaştırıldılar, aralarında "Carantanians'ın Havarisi" olarak bilinen Modestus da vardı. Bu süreç, Bavyeralıların Hristiyanlaşmasıyla birlikte, daha sonra, Aquileia Patrikhanesi'nin benzer çabaları yerine Salzburg Kilisesi'nin Hristiyanlaşma sürecindeki rolünü gereğinden fazla vurguladığı düşünülen Conversio Bagoariorum et Carantanorum olarak bilinen muhtırada anlatılmıştır. 8. yüzyılın ortalarında Carantania, Hristiyanlığı yaymaya başlayan Bavyeralıların yönetimi altında bir vasal düklük haline geldi. Otuz yıl sonra, Carantanians, Bavyeralılarla birlikte Karolenj İmparatorluğu'na dahil edildi. Aynı dönemde Carniola da Frankların egemenliğine girdi ve Aquileia'dan Hristiyanlaştırıldı. 9. yüzyılın başında Liudewit'in Frank karşıtı isyanının ardından, Franklar Carantanian prenslerini ortadan kaldırarak onların yerine kendi sınır düklerini getirdiler. Sonuç olarak, Frenk feodal sistemi Sloven topraklarına ulaştı. İmparator I. Otto'nun 955'te Macarlara karşı kazandığı zaferden sonra, Sloven toprakları Kutsal Roma İmparatorluğu'nun bir dizi sınır bölgesine bölündü. En önemlisi olan Carantania, 976'da Karintiya Dükalığı'na yükseltildi. 11. yüzyılda, şu anda Aşağı Avusturya olan bölgenin Almanlaşması, Slovenlerin yaşadığı bölgeyi diğer batı Slavlarından etkili bir şekilde izole ederek, Carantania ve Carniola Slavlarının bağımsız bir Carantanian/Carniolans/Sloven etnik grubuna dönüşmesini hızlandırdı. Orta Çağ'ın sonlarında, tarihi Carniola, Styria, Carinthia, Gorizia, Trieste ve Istria eyaletleri sınır bölgelerinden gelişti ve Orta Çağ Kutsal Roma İmparatorluğu'na dahil edildi. Bu tarihi toprakların sağlamlaştırılması ve oluşumu, 11. ve 14. yüzyıllar arasında uzun bir dönemde gerçekleşti ve Spanheim Dükleri, Gorizia Kontları, Celje Kontları gibi bir dizi önemli feodal aile tarafından yönetildi. Buna paralel bir süreçte, yoğun bir Almanlaştırma, Slovence konuşulan alanların kapsamını önemli ölçüde azalttı. 15. yüzyılda, Sloven etnik bölgesi bugünkü boyutuna indirildi. 1335'te Henry of Gorizia, Carinthia Dükü, Landgrave of Carniola ve Count of Tirol erkek bir varis olmadan öldü, kızı Margaret Tirol İlçesini elinde tutmayı başardı, Wittelsbach imparatoru IV. Louis Karintiya ve Karniyol yürüyüşünü Habsburg'a geçti. Annesi Carinthia'lı Elisabeth merhum dük Gorizia'lı Henry'nin kız kardeşi olan Avusturya Dükü II. Albert. Bu nedenle, günümüz Slovenya topraklarının çoğu, Habsburg monarşisinin kalıtsal bir ülkesi haline geldi. Habsburg monarşisinin diğer bileşenlerinde olduğu gibi, Karintiya ve Karniola, uzun süre kendi anayasal yapısıyla yarı özerk bir devlet olarak kaldı. 1436'da eyalet prensleri unvanını alan bu bölgeden feodal bir aile olan Celje kontları, bir süre Habsburg'ların güçlü rakipleriydi. Avrupa siyasi düzeyinde önemli olan bu büyük hanedan, Sloven topraklarında yer aldı ancak 1456'da yok oldu. Daha sonra, çok sayıda büyük mülkü, 20. yüzyılın başına kadar bölgenin kontrolünü elinde tutan Habsburgların mülkü oldu. Patria del Friuli, 1420'de Venedik'in işgaline kadar bugünkü batı Slovenya'yı yönetti. Orta Çağ'ın sonunda, Slovenya Toprakları, Türk akınları nedeniyle ciddi bir ekonomik ve demografik gerileme yaşadı. 1515'te, bir köylü isyanı neredeyse tüm Sloven topraklarına yayıldı. 1572 ve 1573'te Hırvat-Sloven köylü isyanı, daha geniş bir bölgeyi kasıp kavurdu. Genellikle kanlı yenilgilerle sonuçlanan bu tür ayaklanmalar 17. yüzyıl boyunca devam etti. Erken modern dönem. 1797'de Venedik Cumhuriyeti'nin dağılmasından sonra Venedik Slovenyası, Avusturya İmparatorluğu'na geçti. Sloven Toprakları, Napolyon, Avusturya İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan tarafından kurulan Fransız yönetimindeki İlirya eyaletlerinin bir parçasıydı. Slovenler Karniola'nın çoğunda, Karintiya ve Steiermark düklüklerinin güney kesiminde, Avusturya Littoralinin kuzey ve doğu bölgelerinde ve ayrıca Macaristan Krallığı'ndaki Prekmurje'de yaşıyordu. Sanayileşmeye, şehirleri ve pazarları birbirine bağlayan demiryollarının inşası eşlik etti, ancak kentleşme sınırlıydı. Sınırlı fırsatlar nedeniyle, 1880 ile 1910 arasında yoğun bir göç yaşandı ve yaklaşık 300.000 Sloven (yani 6'da 1'i) diğer ülkelere, çoğunlukla ABD'ye ve aynı zamanda Güney Amerika'ya (ana kısım Arjantin'e) göç etti. Almanya, Mısır ve Avusturya-Macaristan'daki büyük şehirlere, özellikle Viyana ve Graz'a. Amerika Birleşik Devletleri'nde Sloven göçmenlerin en yoğun olduğu bölge Cleveland, Ohio'dur. Amerika Birleşik Devletleri'nde birçok Sloven'in yerleştiği diğer yerler, önemli sanayi ve madencilik faaliyetlerinin olduğu bölgelerdi: Pittsburgh, Şikago, Pueblo, Butte, kuzey Minnesota ve Salt Lake Vadisi. Erkekler, Slovenya'dan getirdikleri bazı beceriler nedeniyle madencilik endüstrisinde işçi olarak önemliydi. Bu göçe rağmen, Slovenya'nın nüfusu önemli ölçüde arttı. Okuryazarlık %80-90 ile istisnai derecede yüksekti. 19. yüzyılda, Romantik milliyetçi kültürel ve siyasi özerklik arayışının eşlik ettiği Slovenya'da bir kültür canlanması da görüldü. İlk olarak 1848 devrimleri sırasında geliştirilen Birleşik Slovenya fikri, çoğu Sloven partisinin ve Avusturya-Macaristan'daki siyasi hareketlerin ortak platformu haline geldi. Aynı dönemde, tüm Güney Slav halklarının birliğini vurgulayan bir ideoloji olan Yugoslavizm, Pan-Germen milliyetçiliğine ve İtalyan irredantizmine bir tepki olarak yayıldı. I. Dünya Savaşı. Birinci Dünya Savaşı, Slovenlere ağır kayıplar verdi, özellikle de bugünkü Slovenya'nın İtalya ile batı sınır bölgesinde meydana gelen on iki Isonzo Muharebesi. Yüzbinlerce Sloven asker Avusturya-Macaristan Ordusu'na alındı ve 30.000'den fazlası öldü. Princely County of Gorizia ve Gradisca'dan yüzbinlerce Sloven, İtalya ve Avusturya'daki mülteci kamplarına yerleştirildi. Avusturya'daki mülteciler iyi muamele görürken, İtalyan kamplarındaki Sloven mültecilere devlet düşmanı muamelesi yapıldı ve 1915 ile 1918 yılları arasında birkaç bin kişi yetersiz beslenme ve hastalıklardan dolayı öldü. 1920 Rapallo Antlaşması, İtalya'daki toplam 1,3 milyon Sloven nüfusunun yaklaşık 327.000'ini terk etti. Faşistler İtalya'da iktidarı ele geçirdikten sonra, şiddetli bir Faşist İtalyanlaştırma politikasına maruz kaldılar. Bu, Slovenlerin, özellikle orta sınıfın, Sloven Littoral ve Trieste'den Yugoslavya ve Güney Amerika'ya kitlesel göçüne neden oldu. Kalanlar, hem pasif hem de silahlı direnişin birbirine bağlı birkaç ağını örgütledi. En bilineni, 1927'de Sloven ve Hırvat nüfusa yönelik faşist baskıya karşı savaşmak için kurulan anti-faşist militan örgüt TIGR idi. Sırplar, Hırvatlar ve Slovenler Krallığı (daha sonra Yugoslavya Krallığı). Sloven Halk Partisi, Habsburg yönetimi altında yarı bağımsız bir Güney Slav devletinin kurulmasını talep ederek, kendi kaderini tayin hakkı için bir hareket başlattı. Teklif, çoğu Sloven partisi tarafından kabul edildi ve bunu, Bildiri Hareketi olarak bilinen, Sloven sivil toplumunun kitlesel seferberliği izledi. Bu talep, Avusturyalı siyasi seçkinler tarafından reddedildi; ancak Birinci Dünya Savaşı'nın ardından Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun dağılmasının ardından, Zagreb'de Sloven, Hırvatlar ve Sırplardan oluşan Ulusal Konsey iktidara geldi. 29 Ekim'de, Ljubljana'daki ulusal bir toplantı ve Hırvat parlamentosu tarafından bağımsızlık ilan edildi ve yeni Sloven, Hırvat ve Sırp Devletinin kurulduğu ilan edildi. 1 Aralık 1918'de Sloven, Hırvat ve Sırp Devleti Sırbistan ile birleşerek yeni Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı'nın bir parçası oldu; 1929'da Yugoslavya Krallığı olarak yeniden adlandırıldı. Yugoslavya'nın diğer az gelişmiş bölgelerine kıyasla en sanayileşmiş ve batılılaşmış olan Slovenya'nın ana bölgesi, endüstriyel üretimin ana merkezi haline geldi: Örneğin, Sırbistan ile karşılaştırıldığında, Slovenya'nın endüstriyel üretimi dört kat daha fazlaydı; ve Kuzey Makedonya'dakinden 22 kat daha fazlaydı. II. Dünya Savaşı. Yugoslavya 6 Nisan 1941'de Mihver Devletleri tarafından işgal edildi. Slovenya'nın da parçası olduğu Yugoslavya hızlıca Almanlar İtalyanlar ve Macarlar arasında paylaşıldı ve "Büyük Reich" için Untersteiermark olarak bilinen Aşağı Styria, Nazi Almanya'sı tarafından zamanla ilhak edildi. 46.000 Sloven zorla Almanlaştırma için Kasım 1941 yılında zorunlu çalışma amacıyla Almanya'ya sürgün edildi. Slovenler, Saksonya'da çeşitli kamplara götürüldü. 1941-1945 yılları arası Alman sanayi tarafından işletilen fabrikalarda Alman çiftliklerinde çalışmaya zorlandılar. Bazı Slovenler gücünün zirvesinde iken 21.000 üyesi bulunan Alman destekli Sloven Yurt Muhafızı birliği ile, işgal güçleri ile iş birliği yaptı. 30.000'den fazla partizan ise Mihver güçleri ve onların işbirlikçileri ile savaşırken öldü. II. Dünya Savaşı sırasında, Slovenler'in yaklaşık yüzde 8'i öldü. Sosyalist dönem. 1945 yılında, Yugoslavya kendisini serbest bırakmış ve kısa bir süre sonra bir federal olarak adlandırılan bir Komünist devlet haline geldi. Ardından Slovenya sosyalist bir cumhuriyet olarak federasyona katıldı; kendi Komünist Partisi ise 1937 yılında kurulmuştu. II. Dünya Savaşı sırasında Yugoslavya'nın yeniden kurulmasını takiben, Slovenya Yugoslavya Federal Devletinin parçası haline geldi. 1950'lerden itibaren, Slovenya, nispeten geniş bir özerkliğe sahipti. 1945 ve 1948 yılları arasında siyasi baskı dalgası Slovenya ve Yugoslavya'da gerçekleşti. 1947 yılına gelindiğinde, tüm özel mülkiyet kamulaştırıldı. 1949 ve 1953 yılları arasında, zorla kolektifleştirme denendi. Bu denemeden sonra, kademeli olarak serbestleştirilmesi politikası izlendi. İşçilerin öz-yönetimi olarak bilinen yeni bir ekonomik politikada Sloven Edvard Kardelj'nin, Yugoslav Komünist Partisi'nin başlıca teorisyeni, tavsiyesi ve denetimi altında uygulanmaya başladı. Sloven lider 1956 yılında, birlikte diğer liderlerle Josip Broz Tito, Bağlantısızlar Hareketi'ni kurdu. Coğrafya. Slovenya'nın büyük bölümü Slovenya Alpleri ile kaplı olup doğusunda Büyük Macaristan Ovası'nın uzantıları yer alır. Slovenya'nın en önemli akarsuları Avusturya Alpleri'nden doğan Sava ve Drava'dır. Ülkenin orta bölümü ve doğusundaki ovalar bu akarsular tarafından sulanır. İklim. Adriyatik Denizi kıyısındaki dar bir şeritte Akdeniz iklimi görülür. İç kesimlerde ise iklim Karasal iklimdir. Özellikle kuzeydeki dağlık alanlarda kışlar çok soğuk ve kar yağışlı geçer. Sıcaklık ve yağış şartlarının uygun olması nedeni ile ülke topraklarının %57'si ormanlarla kaplıdır. Ekonomi. Ülkenin doğu kesiminde Sava ve Drava nehirlerinin suladığı ovalarda tarımsal etkinlik ön plandadır. Başlıca tarım ürünleri; buğday, mısır, patates ve üzümdür. Bağcılığın yaygın olduğu Maribor'da şarap üretimi de çok yaygındır. Slovenya'nın en önemli yer altı kaynakları linyit, demir, çinko ve cıvadır. Sanayi çok gelişmiştir. Mobilya, demir-çelik, kâğıt, tekstil ve kimya başlıca sanayi kollarıdır. Ülkenin denize açılan tek kapısı Koper şehrinin limanıdır. Slovenya'nın dış ticaretinde en önemli yeri Almanya, Hırvatistan, İtalya, Fransa ve Avusturya alır. Nüfus. Slovenya 11'i il düzeyinde olmak üzere 210 belediyeye bölünmüştür. En önemli şehirleri; başkent Ljubljana ile Maribor, Kranj ve Koper'dir. Slovenya Meclisinin eşcinsel evliliklere izin veren bir yasayı kabul etmesine rağmen, 20 Aralık 2015'te yapılan referandumda halkın yüzde 63'ü bu yasaya karşı çıkmış ve eşcinsel evlilikler serbest bırakılmamıştır. Fakat 26 Şubat 2017'de Sivil Birliktelik tanınmış ve bundan 5 yıl sonra 8 Temmuz 2022 tarihinde eşcinsel evlilikler kesin olarak yasal oldu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2084", "len_data": 16302, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.5 }
Çekya (), resmî adıyla Çek Cumhuriyeti ( ), Orta Avrupa'da bir ülkedir. Kuzeyinde Polonya, batı ve kuzeybatısında Almanya, güneyinde Avusturya ve doğusunda Slovakya ile komşudur. Tarihî Prag kenti, ülkenin başkenti ve en büyük kenti olmasının yanı sıra, çok ilgi çeken bir turizm merkezidir. Ülke; Bohemya, Moravya ve Silezya bölgelerinden oluşur. Çek Cumhuriyeti, 1 Mayıs 2004'te Avrupa Birliği'nin üyesi olmuştur. Ülkenin dünya çapında tanınan ürünleri; kristal, cam işlemeleri ve garnet taşıdır. Bunun yanında bira, gerek üretim gerek kültür olarak ülkenin en önemli sembollerindendir. Pek çok ülkede yerel bira üreticileri isim haklarını başta Bohemya bölgesine bağlı Pilsen şehri olmak üzere bu ülkeden almıştır. Para birimi Çek korunasıdır. Etimoloji. Ülkenin kısa adı, 3 Temmuz 2016'da alınan bir kararla resmen "Çekya" oldu. Prag yönetimi ülkenin yeni adının İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça, Arapça ve Çince karşılıklarını başta Birleşmiş Milletler olmak üzere tüm uluslararası kuruluşlara bildirdi. "Çek Cumhuriyeti" ise devletin resmî adı olarak hâlâ kullanılmaktadır. Tarihçe. Günümüzdeki Çeklerin ataları 5. yüzyılda Karadeniz ve Karpat dağlarından kalkarak Orta Avrupa'ya göç etmiş Slavlardır. 8. yüzyılda bölgede Büyük Moravya Prensliği kurulmuştu. 874 yılında Çek kökenli I. Bořivoj, Hristiyanlığı kabul ederek Büyük Moravya Prensliği'nden bağımsızlığını ilân etti ve böylece ilk Bohemya devleti ortaya çıktı. I. Bořivoj'un kurduğu Přemysl Hanedanı, Bohemya'yı Orta Çağ'ın sonuna kadar yönetti. 1002'de resmen Kutsal Roma İmparatorluğu'na bağlı bir devlet olarak tanındı ve 1198'de I. Otakar'a kral unvanı verilmesiyle bir krallık haline geldi. Orta Avrupa'nın en güçlü devletlerinden biri olan Bohemya, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun bir parçasıydı. Mezhep kavgalarından dolayı çıkan 15. yüzyıldaki Hussit Savaşları ve 17. yüzyıldaki Otuz Yıl Savaşları Bohemya halkına büyük zararlar verdi. 16. yüzyıldan itibaren bölge Habsburglar'ın yönetimi altına girdi. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu zayıfladıkça Bohemya, önce Avusturya İmparatorluğu sonra da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun bir parçası haline geldi. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı sonunda yıkılınca 1918 yılında; Slovakya, Bohemya, Moravya, Silezya ve Karpat Rutenya birleşerek Çekoslovakya adında bir ülke haline geldi. II. Dünya Savaşı başladıktan sonra Slovakya, Nazi Almanyası'yla anlaşarak Çekoslovakya'dan ayrıldı. 9 Mayıs 1945 tarihinde, Sovyetler Birliği ve Amerikan birlikleri ülkeye girerek ülkedeki Alman işgaline son verdiler. Çekoslovakya tekrar birleşti. 1948 yılında yönetim, komünistlerin eline geçti. Bu tarihten sonra Çekoslovakya, 41 yıl boyunca Doğu Bloku'nda yer aldı. 5 Ocak 1968 tarihinde iktidara gelen Alexander Dubček, siyasi bir liberalleşme dönemi başlattı. Ancak Prag Baharı adı verilen bu dönem, aynı yılın 20 Ağustos'unda Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı müttefiklerinin (Romanya hariç) ülkeyi işgal etmesi ile sona erdi. Kasım 1989'da Çekoslovakya Kadife Devrimi adı verilen kansız bir devrimle kapitalizme dönüş yaptı. Çekoslovakya, 1 Ocak 1993 tarihinde barışçı bir biçimde Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olmak üzere iki ülkeye ayrıldı. Her iki ülkede geniş çaplı ekonomik reformlar yapıldı. Çek Cumhuriyeti; 12 Mart 1999 tarihinde NATO'ya, 1 Mayıs 2004 tarihinde Avrupa Birliği'ne katıldı. Çek Cumhuriyeti, 21 Aralık 2007 tarihi itibarıyla Avrupa vize birliğine dahil edilmiştir. İdari yapısı. 2000 yılından beri Çek Cumhuriyeti, 13 vilâyet (Çekçe: "kraje", tekil "kraj") ve başkent Prag'dan oluşmaktadır. Her vilâyet, kendi meclisine ("krajské zastupitelstvo") ve vâlisine ("hejtman") sahiptir. Prag'da ise meclis ve başkanlık güçleri, şehir konseyi ve belediye başkanı tarafından yürütülür. Başkent. Devlet dairesi yeri. Çek Cumhuriyeti, çok partili parlamenter sistem ile idâre edilmektedir. Temsilciler meclisinde 200, senatoda 81 vekil bulunmaktadır. 1993'ten 2012'ye kadar cumhurbaşkanı 5 yıllığına meclis tarafından seçiliyor ve en fazla iki dönem görev yapabiliyordu. 2013 yılında ise cumhurbaşkanı doğrudan halk tarafından seçilmiştir. Miloš Zeman doğrudan seçilen ilk cumhurbaşkanı oldu. Hükûmet, temsilciler meclisine karşı sorumludur. Ülkede %5 seçim barajı uygulanmaktadır. Temsilciler meclisi üyeleri dört yıllık bir dönem için seçilmektedir. 14 idari seçim bölgesi bulunmaktadır. Ordu. Çek Silahlı Kuvvetleri, Çek Kara Kuvvetleri, Çek Hava Kuvvetleri ve özel destek birimlerinden oluşur. Silahlı kuvvetler, Savunma Bakanlığı tarafından yönetilmektedir. Çek Cumhuriyeti cumhurbaşkanı, silahlı kuvvetlerin başkomutanıdır. 2004 yılında ordu tamamen profesyonel bir kuruma dönüştü ve zorunlu askerlik kaldırıldı. Çek Cumhuriyeti, 12 Mart 1999 tarihinden beri NATO üyesidir. Ülke GSYİH'sinin %1,8'ini askerî harcamalara ayırmaktadır. Ekonomi. 2017 yılı itibarıyla, Çekya'da kişi başına düşen SAGP bakımından GSYİH, 35.223 ABD doları (İsrail, İtalya veya Slovenya'ya benzer şekilde) ve nominal değerde 20.152 ABD dolarıdır. Kasım 2018 itibarıyla Çekya'daki işsizlik oranı Avrupa Birliği içinde %1,9 oranıyla en düşüktü ve Çekya, yoksulluk bakımından OECD üyeleri arasında Danimarka'dan sonra ikinci en düşük orana sahipti. Çekya; hem Ekonomik Özgürlük Endeksi'nde (Norveç'in ardından) hem de Küresel Yenilikçilik Endeksi'nde (Avustralya'nın ardından) 24. sırada, Küresel Rekabet Raporu'nda 29. sırada, İş Yapılma Kolaylığı Endeksi'nde 30. ve Küresel Ticaret Etkinleştirme Raporu'nda (Kanada'nın ardından) 25. sırada yer almaktadır. Hem dış satımda hem de dış alımda, en büyük ticaret ortağı Almanya başta olmak üzere genel olarak ticaret ortakları Avrupa Birliği'nin üyeleridir. Çekya, çeşitlendirilmiş bir ekonomi görünümü sergileyerek 2016 'Ekonomik Bileşim Endeksi'nde 10. sırada yer almıştır. Ülkede ekonominin %60'lık dilimini hizmetler, %37,5'lik dilimini endüstri ve %2,5'lik dilimini de tarım iş kolu oluşturmaktadır. Başlıca endüstri girdisi; yüksek teknoloji mühendisliği, elektronik, otomotiv ve makine yapımı, çelik üretimi, ulaşım ekipmanları üretimi, kimyasal ürün üretimi ve ilaç üretiminden sağlanmaktadır. Başlıca servisler; Araştırma ve Geliştirme, ICT ve Yazılım Geliştirme, Nanoteknoloji ve diğerleri arasında da Biyoteknoloji gibi Yaşam Bilimleri dallarından oluşmaktadır. Başlıca tarım ürünleri tahıllar, bitkisel yağlar ve şerbetçi otudur. En büyük Çek şirketleri; Skoda Auto, RWE Supply Trading ve Unipetrol'dur. Çekya'da şirketler için kurumlar vergisi oranı %19 ve kişisel gelir vergisi oranı %15-23 arasında değişmektedir. Coğrafya. Çek Cumhuriyeti 51°'nin kuzeyinde bulunan küçük bir bölge dışında 48° ile 51° K enlemlerinde ve 12° ile 19° D boylamlarında yer almaktadır. Ülkedeki yeryüzü şekilleri bölgesine göre değişmektedir. Batıdaki Bohemya'da genelde yüksek olmayan dağlar tarafından çevrelenen nehir havzaları, tepeler ve platolar bulunur. Ülkenin doğusundaki Moravya ise dağlıktır. Demografi. Çek Cumhuriyeti nüfusunun %94,2'si Çekler'den oluşur. Küçük azınlık olarak Slovaklar (%1,9) ve Almanlar (%0,4) vardır. Ayrıca ülkede bir miktar Polonyalı da yaşar. Nüfusun büyük çoğunluğu şehirlerde yaşar. Nüfusun en yoğun olduğu yerler başkent Prag ile Pilsen, Brno ve Ostrava'dır. Çek İstatistik Ofisi'ne göre, 2021 yılı itibarıyla ülke genelinde toplam 4000 kişiden fazla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yaşamaktadır. Din. Çek Cumhuriyeti AB'de Estonya'dan sonra en büyük ateist nüfusu barındıran ülkedir. Nüfusun %60'ının dinî inancı yoktur. Günümüzde kullanılmayan bazı kilise ve manastırlar konser salonu, müze olarak hizmet vermektedir. 2021 nüfus sayımına göre nüfusun % 9.3'ü Katoliktir. Bu oran 1921'de % 82.1 Katolik, % 9 Protestan şeklindeydi. Ülkede Ortodoks bir azınlık da yaşar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2090", "len_data": 7678, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.53 }
Euro (; "yuro") veya avro ( €, EUR), Avrupa Birliği'nin kurumları tarafından kullanılan ve Almanya, Avusturya, Belçika, Estonya, Finlandiya, Fransa, Hırvatistan, Hollanda, İrlanda, İspanya, İtalya, Kıbrıs, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Malta, Portekiz, Slovakya, Slovenya ile Yunanistan'ın oluşturduğu euro bölgesinin resmî para birimi. Ayrıca dört Avrupa ülkesinde (Andorra, Monako, San Marino ve Vatikan) daha kullanımda olan euro, 2018 itibarıyla her gün yaklaşık 343 milyon Avrupalı tarafından kullanılmaktadır. Ek olarak 190 milyonu Afrika'da olmak üzere dünya genelinde 240 milyon insan, euroya sabitlenmiş para birimlerini kullanmaktadır. Euro, Amerikan dolarının ardından dünyada en büyük ikinci rezerv para ve en çok kullanılan ikinci para birimi konumundadır. Eylül 2018 itibarıyla dolaşımdaki yaklaşık 1,2 trilyon € değerindeki banknot ve madenî parayla birlikte euro, dünyadaki en büyük toplam değere sahip para birimidir. Uluslararası Para Fonunun çeşitli para birimleri arasında yaptığı 2008 yılı GSYİH ve satın alma gücü paritesi tahminlerine göre euro bölgesi, dünyadaki ikinci büyük ekonomidir. "Euro" adı, 16 Aralık 1995'te resmen kabul edildi. Euro, 1 Ocak 1999'da hesap birimi olarak dünya finans piyasalarına tanıtıldı ve 1:1 (ABD$1,1743) oranı ile ECU'nun yerini aldı. Euronun madenî para ve banknotları 1 Ocak 2002'de dolaşıma girdi. Kullanım. AB üyesi olmadığı hâlde euro kullanan ülke ve bölgeler. Mikrodevletler olan Andorra, Monako, San Marino ve Vatikan; AB üyesi olmamalarına karşın, yapılan antlaşmalar çerçevesinde euro kullanmaktadır. Karadağ ve Kosova ise AB ile herhangi bir antlaşma imzalamadan euro kullanmaktadır. Buna ek olarak AB üyesi ülkelere bağlı ancak kendileri AB'nin bir parçası olmayan beş denizaşırı bölgede (Saint Barthélemy, Saint Martin, Saint Pierre ve Miquelon, Fransız Güney ve Antarktika Toprakları ve Ağrotur ve Dikelya) euro kullanımı görülmektedir. Küba'da 1998'den, Suriye'de 2006'dan, Venezuela'da ise 2018'den beri euro, dış ticaret için kullanmakta olup bu ülkeler Amerika Birleşik Devletleri'nin yaptırımları ve amborgoları sonucunda bu paranın kullanımına geçmiştir. 2009'da Zimbabve, yaşadığı hiperenflasyon nedeni ile yerli para birimini bırakarak euro ve ABD doları gibi para birimlerini kullanmaya başlamıştır. Rezerv para olarak kullanım. Euro kabul edildiği zamandan beri ABD dolarının ardından en önemli uluslararası rezerv para birimini oluşturmaktadır. Gelişmiş ekonomilerde euronun rezerv olarak kullanımı, gelişmekte veya az gelişmiş olanlara göre daha azdır. IMF'ye göre 2008'de dünyadaki toplam rezerv euronun değeri 1,1 trilyon $ (850 milyon €) olmuş, euro gelişmiş ekonomilerin ulusal rezervlerinin %22'sini, gelişmekte veya az gelişmiş olanlarının ise %31'ini oluşturmuştur. Euronun ABD dolarının yerini alarak en çok kullanılan rezerv olup olamayacağı, ekonomistler arasında tartışılan bir konudur. Euroya sabitlenmiş para birimleri. AB içerisinde Bulgar levi, Hırvat kunası ve Danimarka kronu; ilgili ülkeler ERM II'ye üye olduklarından ötürü euroya sabitlenmiştir. Avrupa içerisinde bu ülkelere ek olarak Bosna-Hersek değiştirilebilir markı ve Makedon denarı da euroya sabitlidir. Afrika'da ve bazı Pasifik adalarında euroya sabitlenmiş para birimlerinin kullanımı yaygındır. On dört ülkede kullanılan CFA frangı (Orta Afrika frangı ve Batı Afrika frangı), Fransız denizaşırı kolektivitelerinde kullanılan CFP frangı, Komor frangı, Yeşil Burun Adaları eskudosu ve São Tomé ve Príncipe dobrası, euroya sabitlenmiş para birimleridir. Bu ülkelerin kullandığı para birimleri (Portekiz kökenli eskudo ve dobra dışında), zamanında Fransız frangına sabitlenmiş olup bu para euro ile birlikte feshedilince euro kuruna sabitlenme meydana gelmiştir. 2013 yılında 182 milyon Afrikalının, 27 milyon euro bölgesi dışında yaşayan Avrupalının ve yarım milyonu aşkın Pasifik adalının euroya sabitlenmiş bir para birimi kullandığı rapor edilmiştir. Kurları. Euro, ABD dolarından sonra en çok kullanılan rezerv para birimidir. 4 Ocak 1999'da piyasaya sürülmesinden sonra diğer ana para birimleri karşısında değer kaybetmeye başlayan euro, 2000'de en düşük kuruna ulaştı (3 Mayıs'ta sterlin, 25 Ekim'de ABD doları, 26 Ekim'de Japon yeni karşısında). Daha sonra yeniden yükselmeye başlayan euro, 2008'de tarihî zirve noktasına ulaştı (15 Temmuz: ABD doları, 23 Temmuz: Japon yeni, 29 Aralık: sterlin). Küresel mali krizin ortaya çıkmasıyla birlikte euro, başlangıçta düşüş gösterdi ancak ilerleyen dönemlerde yeniden yükselişe geçti. 2009 yılının sonundan bu yana devam eden Avrupa borç krizinden kaynaklanan baskıya rağmen euro bu dönemde sabit kaldı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2092", "len_data": 4616, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.36 }
Denis Diderot (5 Ekim 1713 - 31 Temmuz 1784), Fransız yazar ve filozof. Aydınlanma Çağı'nın en önemli kişiliklerinden biri. Yazdıkları ve felsefesi Fransız Devrimi'ni hazırlamıştır. Yeni felsefi ve bilimsel düşünceleri ve bilgileri Avrupa ölçeğinde yayma amacıyla tasarlanan ünlü Ansiklopedi'nin (Encyclopédie) baş editörüydü. Birinci cildi düşün ve ülkü arkadaşı D'Alembert yayımlamıştı. İkinci ciltten başlayarak 7. cildin sonuna dek D'alembert ve Diderot birlikte editörlük yapmışlar, bu noktada d'Alembert'in editörlükten çekilmesinden sonra 35. cildin sonuna dek editörlüğü tek başına Denis Diderot yürütmüştür. Yaşamı. Fransa'nın Champagne ilinin Langres kasabasında doğdu. Diderot'nun babası bir bıçakçı idi. Yedi çocuklu ailenin yaşayan çocuklarının en büyüğü Diderot idi. Ailesi onun papaz olmasına karar verdiği için kardeşi Didier ile birlikte kasabadaki Cizvitler Koleji'nde öğrenim gördü. 22 Ağustos 1726'da papazlık unvanını olarak mezun oldu. Papazlık yapmak yerine öğrenimine devam etmeye karar verdi. Paris'te Louis le Grand Koleji'nde okudu. 2 Eylül 1732'de Grekçe, Latince ve felsefe okutma yetkisi alarak bu okuldan mezun oldu. Öğrenimini tamamladıktan sonra iki yıl bir dava vekilinin yanında yazıcı olarak çalıştı. Sevmediği bu işte çalışırken kendisini Hobbes'un, Locke'un ve Newton'un eserlerine verdi; ardından işi bırakıp bohem bir yaşam sürdü ve maddi sıkıntı içinde yaşadı. 1741 yılında yoksul bir çamaşırcı kız olan Antoinette Champion ile tanışması yaşamına bir düzen getirdi. Babası onaylamasa da 1743'te Antoinette ile evlendi. Kitap çevirisi yaparak geçimini sağlamaya başladı. 1744'te kızı Angélique doğdu. 1728 tarihli Chambers Ansiklopedisi'nin İngilizceden Fransızcaya çevrilmesi, yeniden düzenlenip geliştirilmesi işini 1746'da kabul etti. Proje gittikçe büyüdü; Diderot ansiklopedinin yayıncısı oldu. Bu, yıllar boyu onun ana işi ve gelir kaynağı oldu. Jean-Jacques Rousseau ile 1742'de tanışmış olan Diderot; 1746 ile 1749 yılları arasında onunla yakın dost oldu, sık sık bir küçük meyhanede baş başa tartışıyorlardı. Diderot, bu dönemde çevirilerinin yanı sıra özgün eserler meydana getirdi. İlk özgün kitabı olan "Felsefe Konuşmaları"' 1746'da yayımlandı. Ertesi yıl yayımlanan "Filozofça Düşünceler" adlı eseri Fransa Parlamentosu tarafından toplatıldı, mahkeme kararıyla yakıldı. 1749'da "Görenler İçin Körler Hakkında Mektup" adlı eserlerini yayınladı. Bir yandan da edebiyat alanında denemeler yaptı "Boşboğaz Mücevherler" (Les Bijoux indiscrets) romanı ile "Beyas Kuş" (L'Oiseau blanc: conte bleu) masalını yazdı. Bir çocuk masalı olan Beyaz Kuş'u yazdığını duyan polis evini bastı ve 1749'da tutuklandı, 28 gün Vincennes Şatosu'na kapatıldı. Serbest kaldıktan sonra enerjisini daha çok Ansiklopedi çalışmalarına verdi. Diderot'nun bir diğer evliliği ise, 1755'te Sophie Volland ile gerçekleşti. Volland diğer insanlar tarafından evde kalmış bir kadın olarak görülüyordu, ancak Diderot fikirlerinden bahsettiği ve içten bulduğu Volland'tan çok etkilenmişti. Edebiyat alanında da birçok katkısı bulunan Diderot'nun başlıca özelliği romanları şekil ve içeriğinin yanı sıra, felsefi olarak da incelemesiydi. Romantizm akımının öncüsü ve hümanist olan Diderot; zengin kiliseler kontrolünde bir endüstri olarak gördüğü Hristiyanlık dinini reddetmiş ve birçok dincinin saldırılarına maruz kalmıştır. Her ne kadar Ansiklopedi genel olarak elit kesim tarafından ilgiyle karşılanmış olsa da, kimi çevrelerde de tepki ile karşılandı. Cizvitlerin eleştirileriyle karşı karşıya geldi. Diderot 31 Temmuz 1784 tarihinde Fransa'da 70 yaşında ölmüş, Saint-Roch Kilisesi'nin mezarlığına gömülmüştür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2107", "len_data": 3629, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.53 }
Venüs veya Venus ile şu maddeler kastedilmiş olabilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2115", "len_data": 54, "topic": "ENTERTAINMENT", "quality_score": 1.79 }
İyad Allavi (; d. 31 Mayıs 1944, Bağdat), Iraklı siyasetçi ve sinirbilimcidir. Haziran 2004-Mayıs 2005 arasında Irak başbakanı olarak görev yapmıştır. Hayatı. 1945 yılında Şii bir ailenin çocuğu olarak Irak'ta dünyaya geldi. 1960 yılında Bağdat'ta tıp okumaya başlayan Allavi, Saddam Hüseyin'le burada tanıştı. Daha sonra sinirbilimci (nörolog) olarak Bağdat Üniversitesi'nden mezun oldu. Irak halkı Irakiye Bloku'nun Lideri Allavi'yi "Bıyıksız Saddam" diye sevmişlerdir. Baas Partisinin kuruluş yıllarında birlikte çalıştığı Saddam Hüseyin'in emrini verdiği Londra'daki suikasttan yaralanarak kurtulmuştur. Kendisini öldürmeye çalışan Saddam Hüseyin'e düşman olan Allavi'nin CIA ve MI6 ile yakın ilişkileri oldu. Allavi 1994'te Saddam'a karşı askeri darbe girişimi yapmış fakat başarısız olmuştur. Irak'ın 2003 yılında Amerika Birleşik Devletleri önderliğinde işgalinden sonra kurulan Irak Geçici Hükümeti'nde Başbakan sıfatıyla göreve başladı. Saddam Hüseyin sonrası Irak'ın ilk başbakanı oldu. 28 Mayıs 2004 - 7 Nisan 2005 tarihleri arasında görev yaptı. Eski bir Baas Partisi üyesidir ve İngiliz vatandaşıdır. 7 Mart 2010 tarihinde yapılan seçimler sonucunda Irak Yüksek Seçim Kurulunun açıkladığı sonuçlara göre Allavi'nin liderliğindeki el-Irakiye koalisyonu 91 milletvekili ile seçimlerin galibi oldu. Allavi'nin bu sonuçlardan sonra yeni hükûmeti kurması beklenmekteydi fakat Nuri el-Maliki bunu kabul etmeyerek kendisi kaldı. Allavi'ye ise başka bir görev verilerek devlet kuruldu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2121", "len_data": 1490, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.44 }
Boris Tadić, (; d. 15 Ocak 1958, Saraybosna) Sırp siyasetçi. 2004-2014 yılları arasında Demokrat Parti Başkanı, 2004-2012 yılları arasında da Sırbistan Cumhurbaşkanı olarak görev yaptı. 2002 yılında Yugoslavya Federal Cumhuriyeti Ulaştırma Bakanı oldu. Sırbistan-Karadağ meclisinde Savunma Bakanı olarak görev yaptı ve aynı yıl meclis başkanı seçildi. Demokratik Parti'de genel kurul sekreterliği, Yürütme kurulu 2. başkanlığı ve vekilliği ile 2014-2014 yılları arasında parti başkanlığı görevlerini yürüttü. 2004 yılında yapılan Sırbistan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunu %27,3 oy oranıyla kazandı. 27 Haziran 2004 tarihinde yapılan ikinci tur seçimlerinde de Tomislav Nikolić'i yenerek Sırbistan-Karadağ Cumhurbaşkanı seçildi. 5 Nisan 2012 tarihinde seçimlere 1 yıl kala cumhurbaşkanlığı görevinden istifa ederek erken seçim kararı aldı. 6 Mayıs 2012 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci turunda % 25.31 oy oranıyla birinci oldu. İkinci turda rakibi olan Tomislav Nikolić ile yarıştı. İkinci turda %47.31 oy oranı aldıysa da, rakibi Tomislav Nikolić %49.54 oy oranıyla birinci oldu ve Sırbistan Cumhurbaşkanı seçildi. 2014 yılında Demokrat Parti'den istifa etti ve Yeni Demokrat Parti'yi kurdu. İngilizce ve çok az Fransızca bilmekte olup evli ve 2 çocuk babasıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2123", "len_data": 1294, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.11 }
Ağrı Dağı (, "Masis"; ; Selçuklular döneminde: "Eğri Dağ"), 5.137 metrelik rakımıyla, Türkiye'nin en yüksek dağıdır. Ağrı Dağı, Türkiye'nin doğu ucunda, İran'ın 16 kilometre batısında ve Ermenistan'ın 32 kilometre güneyindedir. Dağın %65'lik bir kesimi Iğdır ilinde, kalan %35'lik kesimi ise Ağrı ili sınırları içerisindedir. İsimleri ve etimoloji. Dağın Türkçe ismi olan Ağrı Dağı, dilde Geç Orta Çağ'dan beri kullanılmaktadır. Dağın geleneksel Farsça ismi olan (), Nuh Dağı manasına gelmektedir. Kürtçe çiyayê Agirî olarak adlandırılmış dağ bu dilde "Ateşli Dağ" anlamına gelir. Ararat ismi, İbranicede eski çağlarda Ermeni Yaylalarında yaşamış Urartular için kullanılmış (İbranice okunuşu ile "Ararat") אֲרָרָט kelimesinin Yunanca varyasyonudur. Dağ dünyada genellikle bu isimle tanınmasına rağmen, dağın bulunduğu bölgede yaşamış hiçbir yerli halk dağ için bu ismi kullanmamıştır. Klasik Antik Çağda, özellikle Strabon'nun "Geographica" eserinde Ağrı Dağı'nın zirveleri Eski Yunancada Ἄβος ("Abos") ve Νίβαρος ("Nibaros") olarak geçmektedir. Dağın geleneksel Ermenice ismi Masis (Մասիս) olmasına rağmen Ararat ve Masis isimleri günümüz Ermenistan'ında aynı yaygınlıkta kullanılmaktadır. Bu ismin Orta Farsçadaki "masist" (en büyük) kelimesinden türediği veya Proto-Hint-Avrupa dilinde dağ anlamına gelen "*mns-" kökünden evrildiği düşünülmektedir. Arkeolog Armen Petrosyan'a göre ise isim, Gılgamış Destanı'nda geçen Māšu Dağından geçmiştir. Jeolojik ve coğrafi özellikleri. Ağrı Dağı iki zirveden oluşur. Bunlar 5.137 metrelik Atatürk Zirvesi (Büyük Ağrı) ile 3.898 metrelik İnönü Zirvesi'dir (Küçük Ağrı). 4000 metreye kadar bazalt, daha sonraki yükseklikte andezit lavlarından oluşarak volkanik bir dağ özellikleri gösterir. Ağrı Dağı 5137 m'lik yüksekliği ile sadece ülkenin en yüksek zirvesi olmayıp aynı zamanda üzerinde 10 km²lik güncel bir buz takkesi (ice cap) bulunduran tek dağıdır. Ağrı Dağı üzerinde güncel kalıcı kar sınırı 4300 metreden geçmektedir (Arkel, 1973). Blumenthal (1958) kalıcı kar sınırının Pleistosen'de 3000 metre seviyesine kadar indiğini hesaplamıştır. Zirvesi dört mevsim boyunca erimeyen kar ve takke buzulu ile kaplı volkanik bir dağ olan Ağrı Dağının doruğundaki örtü buzul, Türkiye'nin en büyük buzuludur. Buz takkesinden sarkan ve uzunlukları 1 ila 2,5 km arasında değişen toplam 11 adet buzul dili dağın güney eteklerinde 4200 m'ye, kuzey eteklerinde ise 3900 m'ye kadar ulaşmıştır. Bu dillerden en büyüğü kraterin kuzeydoğusundaki Cehennemdere Vadisi'nde bulunur. Eğimin çok fazla olmasından dolayı zaman zaman kopan buzul parçaları vadinin aşağı kesimlerinde (2370 m civarı) döküntüler ile kaplı ölü bir buzulun (rejenere buzul) oluşumuna da yol açmıştır. Ağrı Dağı eteklerindeki morenler diğer dağlara kıyasla çok daha az bir alan kaplamaktadırlar. Bunun nedeni, Cehennemdere Vadisi hariç, gelişmiş vadilerin bulunmayışı, buzul üstünün ayrışmış malzeme ile kaplanmasını sağlayacak yüksek eğimli zirvelerin olmayışı ve zaman zaman aktif hâle geçen volkandan çıkan malzemelerin daha yaşlı moren depolarını kaplaması olarak açıklanabilir. Jeolojik tarih. Erken Eosen ve erken Miyosen boyunca, Arap platformunun Lavrasya ile çarpışması kapandı ve Tetis Okyanusu'nu şimdi Anadolu olan bölgeden uzaklaştırdı. Bu kıtasal kabuk kütlelerinin kapanması bu okyanus havzasını çökertmiştir. Orta Eosen'de ve erken Miyosen'in sonuna kadar kalan denizlerin giderek sığlaşmasıyla sonuçlandı. Çarpışma zonu içindeki çarpışma sonrası tektonik yakınsama, erken Miyosenin sonunda Doğu Anadolu'dan kalan denizlerin tamamen yok olmasına, çarpışma zonu boyunca kabuksal kısalma ve kalınlaşmaya ve Doğu Anadolu-İran platosunun yükselmesine neden oldu. Bu yükselmeye eşlik eden, çok sayıda yerel havzanın oluşmasına neden olan faylanma ve katlanma yoluyla geniş deformasyon olmuştur. Devam eden faylanma, volkanizma ve depremselliğin kanıtladığı gibi, kuzey-güney sıkıştırma deformasyonu bugün de devam etmektedir. Anadolu'da bölgesel volkanizma Orta-Geç Miyosen'de başlamıştır. Geç Miyosen- Pliyosen döneminde, yaygın volkanizma tüm Doğu Anadolu-İran platosunu kalın volkanik kayalar altında kapladı. Bu volkanik aktivite tarihsel dönemlere kadar kesintisiz devam etmiştir. Görünüşe göre, en geç Miyosen-Pliyosen'de, 6 ila 3 My arasında bir doruk noktasına ulaştı. Kuvaterner sırasında volkanizma, Ağrı Dağı gibi birkaç yerel volkanla sınırlı hâle geldi. Bu volkanlar, tipik olarak Anadolu'nun devam eden kuzey-güney kısalma deformasyonunun oluşturduğu kuzey-güney gerilme çatlakları ile ilişkilidir. Anadolu'nun Kuvaterner volkanizmasının ayrıntılı çalışmasında ve özetinde, Yılmaz ve diğerleri. Ağrı Dağı'nın yan taraflarına derin bir şekilde oyulmuş buzul vadilerinde açığa çıkan volkanik kayalardan inşa edilmesinin dört aşamasını tanıdı. İlk olarak 700 metreden fazla piroklastik kayaç ve birkaç bazaltik lav akışı biriktiren Plinian-sub Plinian fissür patlamalarının bir "çatlak patlama aşamasını" fark ettiler. Bu volkanik kayaçlar, Ağrı Dağı'nın gelişmesinden önce yaklaşık olarak kuzeybatı-güney güneydoğu yönlü genişlemeli faylar ve çatlaklardan püskürmüştür. İkincisi, bir "koni oluşturma aşaması" volkanik aktivite bir çatlak boyunca bir noktada lokalize olduğunda başladı. Bu aşamada, 150 metre kalınlığa kadar ardışık lav akışlarının ve andezit ve dasit bileşiminin piroklastik akışlarının patlaması ve daha sonra bazaltik lav akışlarının patlaması, düşük konik profilli Büyük Ağrı konisini oluşturdu. Üçüncüsü, bir "iklim evresi" sırasında bol andezitik ve bazaltik lav akıntıları patlak verdi. Bu aşamada, Büyük ve Küçük Ağrı'nın mevcut konileri, ikincil çatlaklar boyunca püskürmeler ve çatlaklar ve kanatlar meydana geldikçe oluştu. Son olarak Ağrı Dağı'ndaki volkanik patlamalar, bir "yan patlama aşamasına geçti", bu sırada kuzey-güney yönlü büyük bir fay, yanardağın yan kısımlarında bir dizi ikincil çatlak ve çatlakla birlikte gelişen iki koniyi dengeledi. Bu fay ve tali çatlaklar ve çatlaklar boyunca, küçük patlamalarla bir dizi asalak koni ve kubbe inşa edildi. Bir yardımcı koni, hacimli bazalt ve andezit lav akıntılarını püskürttü. Doğubeyazıt ovası boyunca ve güneyden akan Sarısu Nehri boyunca aktılar. Bu lav akışları, iyi korunmuş lav tüpleri içeren siyah ʻaʻā ve pāhoehoe lav akışlarını oluşturdu. Bu lav akışlarının radyometrik tarihlemesi, 0.4, 0.48 ve 0.81 Ma radyometrik yaşları vermiştir. Genel olarak Ağrı Dağı'nın püskürdüğü volkanik kayalardan elde edilen radyometrik yaşlar 1,5 ile 0,02 My arasında değişmektedir. Son volkanik ve sismik aktivite. Ağrı Dağı ile ilişkili Holosen volkanik faaliyetinin kronolojisi, arkeolojik kazılar, sözlü tarih, tarihi kayıtlar veya bu verilerin bir kombinasyonu ile belgelenmiştir; MS 1450 ve MS 1783'te ve kesinlikle MS 1840'ta. Arkeolojik kanıtlar, Ağrı Dağı'nın kuzeybatı kanadından gelen patlayıcı patlamaların ve piroklastik akışların en az bir Kura-Aras kültür yerleşimini yok ettiğini ve gömdüğünü ve MÖ 2500-2400'de çok sayıda ölüme neden olduğunu gösteriyor. Sözlü tarihler, MÖ 550'de belirsiz büyüklükte önemli bir patlamanın meydana geldiğini ve doğası belirsiz küçük patlamaların MS 1450 ve MS 1783'te meydana gelmiş olabileceğini gösterdi. Tarihsel ve arkeolojik verilerin yorumuna göre, MS 139, 368, 851–893 ve 1319'da Ağrı Dağı bölgesinde volkanik patlamalarla ilişkili olmayan güçlü depremler de meydana geldi. MS 139 depreminde, MS 1840 heyelanına benzeyen ve birçok can kaybına neden olan büyük bir heyelan, Ağrı Dağı'nın zirvesinden kaynaklanmıştır. 1840 patlaması. 2 Temmuz 1840'ta Ağrı Dağı'nda bir freatik patlama meydana geldi ve dağın yukarı kuzey yamacındaki radyal çatlaklardan piroklastik akış ve muhtemelen buna bağlı olarak ciddi hasara ve çok sayıda can kaybına neden olan 7.4 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Ahuri (Ermenice: Akori, modern Yenidoğan) köyündeki 1.900 köylü de dahil olmak üzere depremde 10.000'e kadar insan öldü. Buna ek olarak heyelan ve enkaz akışının bu kombinasyonu, Akori yakınlarındaki Ermeni St. Jacob manastırını, Aralık kasabasını, birkaç köyü ve Rus askeri kışlasını yok etti. Ayrıca Sevjur (Metsamor) Nehri'ne geçici olarak baraj yaptı. Dinsel önem. Ağrı Dağı, Yahudilik ve Hristiyanlık inançlarına göre Büyük Tufan'dan sonra Nuh'un gemisine ev sahipliği yapması dolayısıyla efsanevi özelliği olan bir dağdır. Tanah ve Eski Ahit'teki Yaratılış kitabında anlatıldığı üzere Nuh'un gemisinin karaya oturduğu dağ bu dağdır. Kur'an'da Nuh'un gemisinin "Cudi'ye oturduğu" belirtilmektedir. 1950'li yıllarda, havadan çekilen fotoğraflardaki gemiye benzeyen şekiller Nuh'un gemisinin bulunduğu yönünde yorumlandı, ancak daha sonra bu iddiaların asılsız olduğu ortaya çıktı. Kutsal kitaplarda da adı geçen Ağrı Dağı'nın farklı dillerde birçok ismi vardır. Başlıcaları "Ararat", "Kuh-i Nuh", "Cebel'ül Haris"tir. Dağcılık tarihi. Ağrı Dağı için Marco Polo, yazılarında “hiçbir zaman çıkılamayacak bir dağ” diye bahsetmişse de kayıtlara göre dağa ilk tırmanış 9 Ekim 1829'da Prof. Friedrich Parrot tarafından gerçekleştirilmiştir. Friedrich W. Parrot'tun Ağrı Dağı keşif gezisine çıkmasına etki eden faktörler arasında bölgenin Rus hâkimiyeti altında girmesiyle ortaya çıkan uygun koşulların varlığı kadar, 19. yüzyıl emperyalizm çağında Rusların araştırma gezilerini çeşitli yönlerden desteklemesinin de rolü büyüktür. Bunda ise, coğrafyayı sadece bir iktidar aracı olarak değil, ideolojik-propagandacı temsil aracı olarak gören dönemin emperyalist bakış açısının da rolü bulunmaktadır. Nitekim Ruslar yönetimi altına aldıkları topraklarda güçlerini kalıcı bir şekilde sürdürme isteklerinin doğal bir sonucu olarak 19. yüzyılda Ağrı Dağı'nın yanı sıra Sibirya gibi henüz tam anlamıyla yerleşilmemiş uzak coğrafi bölgelere de sayısız bilimsel keşif gezileri de düzenlemişlerdir (Yulu, 2019). Ağrı Dağı'ndaki ilk bilimsel çalışmalar ise Imhof (1956), Blumental (1958), Birman (1968) ve Arkel (1973) tarafından yürütülmüştür. İlk kış solo tırmanışı ise 21 Şubat 1970'te eski Türkiye Dağcılık Federasyonu başkanı Dr. Bozkurt Ergör tarafından gerçekleştirildi. Yüksek irtifa dağcılığı ve akut dağ hastalığı üzerine ilk bilimsel tıbbi çalışmalar ise eski dağcılık federasyonu başkanı Prof. Dr. Abdülmecit Doğru ve Muzaffer Erol Gez ile birlikte dağın zirvesinde 3 gün 3 gece kalarak gerçekleştirildi. Ağrı'ya tırmanış 1990 yılında yasaklandı. 1998'de Dağcılık Federasyonunun bir grup dağcıya izin vermesiyle bu yasak kaldırıldı. Güney yüzünden yapılan tırmanışlar "klasik rota" olarak nitelendirilir ve Ağrı'nın Doğubayazıt ilçesinden başlar. Iğdır yönünden gerçekleştirilen kuzey rotaları ise daha teknik buzul tırmanışlarını içerir ve dağa ulaşım açısından biraz daha ayrıntılı hazırlıklar gerektirir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2132", "len_data": 10652, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.5 }
Erciyes, İç Anadolu Bölgesi'nde yer alan sönmüş bir yanardağ. Kayseri'nin 25 km güneybatısındaki Sultansazlığı ovaların'ın yanından yükselen büyük kütleli bir stratovolkandır. Yüksek derecede aşınmaya uğramış olan volkanın son olarak, Roma dönemi madeni paralarındaki betimlemelere dayanarak, MÖ. 253 yılında püskürdüğü söylenebilir. Erciyes, 3.917 metreye ulaşan zirvesi ile İç Anadolu'nun en yüksek dağıdır. 3300 kilometrekarelik alanı kaplar. Torosların kuzeydoğu uzantısı olan Aladağlar'ın en yüksek noktası olduğu kabul edilmektedir ve Alpin kuşağına dahildir. Dağ Türkçe' deki adını, Antik Yunancadaki adı olan "Argaeus" (Ἀργαῖος) kelimesinin okunuş şeklinden almıştır. Ünlü gezgin ve coğrafyacı Strabon, "Geographika" eserinde zirvesinin hiçbir zaman kardan arınmadığını ve açık bir günde zirvesinden Karadeniz ve Akdeniz'in görülebildiğini yazmıştır. Günümüzde zirvesinin sadece kuzey yamacında bir buzulu kalan Erciyes'in zirvesinden Dünya'nın yuvarlaklığı sebebi ile Akdeniz ve Karadeniz'i görmek mümkün değildir. Jeoloji. Erciyes Dağı, 3300 kilometrekarelik bir alanı kaplayan büyük kütleli bir stratovolkandır. Kenarlarında en az 64 monogenetik baca yer almaktadır. Zirvesi deniz seviyesinden 3.917 metre, etrafındaki Sultansazlığı havzasından ise yaklaşık 3.000 metre yüksekliktedir. Oluşumu. 3917 m'lik yükseltisi ile Türkiye'nin beşinci, İç Anadolu Bölgesi'nin ise en yüksek dağıdır. Erciyes Dağı, Neojen (Miyosen-Alt Pliyosen) döneminden günümüze kadar aktivitesini sürdüren İç Anadolu Volkanik Bölgesinin (CAVP) önemli bir üyesi, kuvaterner yaşlı bir stratovolkandır. Erciyes Volkanı, Ecemiş-Kayseri-Yukarı Kızılırmak-Sivas bölgelerinden geçen Neojen yaşlı İç Anadolu Fay Zonu üzerinde bulunmaktadır. Jeologlar, Erciyes'in tarihini 20 milyon yıl öncesine kadar götürürler. Yapılan araştırmalara göre, bugünkü dağ ve çevresi 20 milyon yıl önce denizle kaplıydı. Zamanla yer kabuğundaki çatlamalar sonucu deniz çevresindeki kara parçaları oluştu ve çevre göl halini aldı. Bu iş için milyonlarca yıl geçti ve nihayet 15 milyon yıl kadar önce, bu gölde volkanik patlamalar oldu. "Neojen Dönemi" adı verilen bu devrede meydana gelen bu patlamalar, gölün ortasında bugünkü Erciyes'ten 400 metre daha yüksek koni şeklinde bir dağın oluşmasına sebep oldu. Tepede bulunan krateri iki baca beslediği için, buradan fışkıran lavların iri parçaları göl içerisinde tortullaşarak yeni bir tabaka; ince toz parçaları ise dağın 100 km ötesine kadar savrularak buralarda kül yığınları meydana getirdi. Bu durum, bugünkü Kayseri'nin çevresindeki bulunan taş ocaklarının teşekkülüne ve Göreme çevresindeki Peri Bacalarının oluşmasına ve özellikle de bims dediğimiz krater küllerinin çevrede büyük kütleler halinde bulunmasına sebep oldu. Tomarza ve Develi bölgesindeki bims yatakları, Cırgalan, Güzelyurt, Gesi çevresindeki taş ocakları, Ürgüp ve Göreme'deki rüzgârın aşındırarak oluşturduğu Peri Bacaları, Erciyes Dağı'nın bu dönemde püskürttüğü lav ve küllerin sonucu meydana geldi. Erciyes dağı, bu ilk oluşumundan sonra uzun bir sessizlik dönemine girdi. Bu dönemde, çevresindeki gölün suları çekildi ve kara parçası oluşarak bunda da kırılma ve kaymalar meydana geldi. Tekir Yaylası, Koç Dağı, Sultan Sazlığı teşekkül etti. Dağ daha sonra yeniden faaliyete geçti. Bunun tarihi de takriben, 2 ya da 2,5 milyon yıl önceye rastlar. Bu yeni volkanik hareket, Ali Dağı, Yılanlı Dağı, Beşparmak Dağını meydana getirdi. Bu dönemdeki patlamalarda küçük taş parçaları dağın etrafındaki volkanik tepelerin oluşmasını sağladı. Artık çevre, tamamen kara parçasıdır. Sular çekilerek oluşan arazinin tek bekçisi ise Erciyes'tir. Erciyes Dağı, bu ikinci hareketinden sonra derin bir sessizliğe büründü. Bundan takriben bir milyon yıl önceye rastlayan bu dönem buzul çağıdır. Erciyes'i de kalın bir buzul tabakası kapladı. Dağın buzullaşma dönemi dördüncü zamanın başlangıcıdır. İnsanoğlu da bu dönemde ortaya çıktı. Erciyes kendisini insanoğluna buzlarla kaplanmış bir halde takdim etti. Bugün o dönemden kalma buz parçalarının yükseklerdeki iki bazalt yatağında bulunduğu ifade edilir. Yer kabuğunun oluşumu üzerinde araştırma yapan uzmanlar, Erciyes dağının meydana gelişini böylece anlatırken, onun üçüncü defa ateş püskürttüğü ve bunun da oldukça yeni olduğunu söylerler. Bu konuda en önemli kaynakta Miladi takvimin başlangıç dönemine rastlayan yıllarda Kayseri'ye gelen Strabon adında bir coğrafyacı, Erciyes dağında kızgın ateş bacalarının bulunduğunu buradan geceleri lavların çevreye ateş yağdırdığını söyler. Araştırmacılar, bu söylenenlerin doğru olduğunu Erciyes'in volkanik yapısının bunu gösterdiğini ifade ederler. Bu dönemdeki püskürtmeler sonucu Büyük ve Küçük Kızıltepe’ler meydana gelir. Artık "Sönmüş bir Volkan" ya da "İhtiyar bir Yanardağ" olarak adlandırılan Erciyes ilk harekete geçtiği dönemin izlerini tamamen kaybetmiştir. İlk bacalar şimdiki iki büyük zirvenin bulunduğu yerde kaybolmuş ve dağ bugünkü şeklini üçüncü ve son faaliyet döneminde almıştır. Dağın, ilk oluşumundaki yüksekliğinden de takriben 400 metre kaybettiği sanılmaktadır. Bu durumun dağın tek bir volkan yerine çeşitli volkanlardan meydana gelen bir "volkanlar topluluğu" oluşundan kaynaklandığı ayrıca işaret edilmektedir. Günümüzde, heybetine rağmen cazip görünüşü, büyüleyici silueti Kayseri’yi kucaklayan ihtişamı onu tabiattan çok Kayseri'nin vazgeçilmez tek sembolü haline getirmektedir. Üzerine yazılan sayısız şiir de bunun en güzel göstergesidir. Uzmanlar, son yıllarda dünyanın çeşitli bölgelerindeki yanardağlarda görülen volkan püskürtmelerinden hareket ederek Erciyes Dağı için de öyle bir durumun söz konusu olup olmayacağı sorusuna "Çok uzak, hatta çok zayıf bir ihtimal" diye cevap veriyorlar ve ilave ediyorlar: “Jeolojik araştırmalar, Erciyes'in tamamen sönmüş bir dağ olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.” Buzullaşma. Erciyes'e "uzaklaştıkça yakınlaşan, yakınlaştıkça uzaklaşan dağ" yakıştırması yapılır. 2.150 m yükseklikte, Kayseri'den ulaşılabilen kış spor tesisleri bulunmaktadır. Günümüzden 1,5-2 milyon yıl önce başlayan ve "Buzul Çağı" olarak da adlandırılan (Kuaterner) IV. Zamanın sonlarında yurdumuzdaki yüksek dağlarda olduğu gibi, Erciyes Dağı'nın yüksek kesimlerinde de buzullar oluşmuştur. Erciyes Volkanı'nda buzullaşma iki ana ve üç tali vadide gelişmiştir. Ana vadiler kuzeybatıda Aksu Vadisi ve doğuya uzanan Üçker Vadisi'dir. Bu vadiler birbiri ardına sıralanmış iyi korunmuş morenler içerirler. Dağın kuzeydoğusunda, güney ve güneybatısında sırası ile Öksüzdere, Topaktaş ve Saraycık Vadileri bulunur. Bu vadiler diğer vadilerde olduğu gibi buzul çökellerine sahip olmalarına rağmen buzullaşmanın boyutu nispeten daha küçüktür. Ayrıca, Aksu Vadisi aktif bir buzulu, Üçker Vadisi ise bir kaya buzulunu barındırmaktadır. Buzulların yerleştikleri doruk çevresinde aşındırma etkisiyle dokuz büyük sirk (buz yalağı) oluşmuştur. Bunların en büyüğü dağın doğu kesimindeki Tekir Yaylası'nın yukarısındaki Üçker Buzyalağı'dır. Doruk çevresine yerleşen buzullar, buz yalakları ve vadiler içerisinde daha alçak kesimlere doğru sarkmışlardır. Erciyes Dağı'nın buralardaki büyük krateri, buzulların aşındırması ile silinmiş, dağın, herhalde 400 metre kadar daha yüksekte bulunan doruk bölümü böylece yıpranmalara uğramıştır. Erciyes ve çevresinin iklimi. Erciyes Volkanı'nı da kapsayan bölge, yazları sıcak ve kuru, kışları soğuk ve orta nemli bir iklim ile temsil edilir. Denizden yüksekligi 1068 m olan Kayseri meteoroloji istasyonunda ölçülen ortalama sıcaklık yaz aylarında (Haziran, Temmuz ve Ağustos ortalaması) 19 °C olup, kış ortalaması (Aralık, Ocak ve Şubat) yaklaşık 0 °C'dir. Uzun yıllar (1961-1990) yıllık ortalama yağış toplamı ise aynı istasyonda 383 mm'dir. Bunun %85'i güz, kış ve bahar aylarında, geri kalan %15'i ise yazın oluşmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2134", "len_data": 7764, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.98 }
José Manuel Durão Barroso (d. 23 Mart 1956, Lizbon), Portekizli siyasetçi, 6 Nisan 2002 ve 29 Haziran 2004 tarihleri arasında Portekiz Başbakanı olarak görev yaptı. Başbakanlığı, Avrupa Komisyonu Başkanı olacağı için bıraktı. 1 Kasım 2004 yılında Romano Prodi'den görevi devraldı. 23 Mart 1956'da Lizbon'da doğdu. Lizbon Üniversitesi Hukuk bölümü ve Cenova Üniversitesi Ekonomik ve Sosyal Bilimler bölümünden mezun oldu. Lizbon Üniversitesi ve Georgetown Üniversitesi'nde (ABD) yardımcı doçent olarak akademik yaşantısını sürdürdü. Lizbon'a geri döndü ve Lusiad Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler bölüm başkanlığı yaptı. Portekiz'de 25 Nisan 1974'te yaşanan Karanfil Devrimi'nde etkin olan siyasetçi, Kasım 1980'de şu an üyesi olduğu Sosyal Demokrat Parti (PSD)'ye katıldı. Angola'da 1990 yılında yaşanan iç savaş sırasında taraftar arası ateşkesi sağlayan Bicesse Anlaşması'nın yapılmasını sağlayanları başında yer aldı. 1995'te Portekiz Ulusal Meclisi'ne girdi, 1999 yılında partisi PSD'nin başkanı oldu. 6 Nisan 2002'de Başbakan olduktan sonra birçok tartışmalı karara imzasını attı. Portekiz toplumunun karşı çıktığı ABD'nin Irak'ı işgaline destek verdi; kamu harcamalarını kıstı. 2004 yılında oy birliğiyle ile Avrupa Parlamentosu Başkanlığına seçildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2136", "len_data": 1262, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.4 }
Temmuz, Jülyen ve Gregoryen Takvimleri'ne göre 31 gün çeken ve yılın 7. ayını oluşturan bir ay. Kuzey yarımkürede yaz mevsiminin 2. ayı olan Temmuz, Güney yarımkürede kış mevsinin 2. ayı olup en soğuk aylardan biridir. Etimoloji. Temmuz kelimesi Arapça ("tammūz" تمّوز) veya Aramiceden ("tammūz" תמוז) Türkçeye geçmiştir. Bu dillere ise Akadçadan girmiştir. En eski kök olarak Akadlar tarafından da tapınılmış Sümer çobanlık ve çiftçilik tanrısı Dummuz gösterilebilir. Gregoryen takviminde bu aya, Roma İmparatoru Julius Sezar'a ithafen July adı verilmiştir. Daha önceleri, Mart ayından başlayan Roma takviminde beşinci ay olduğu için Latince "Quintilis" olarak adlandırılmıştır. İrlanda takviminde ise Temmuz, Iúil olarak adlandırılmıştır ve yaz mevsiminin ikinci ayıdır. Türkçe kökenli olarak bu aya "orak ayı" ya da "ot ayı" denir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2138", "len_data": 834, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.74 }
Bugün, artık olmayan yıllarda, kendisinden önce ve sonra yüz seksen ikişer gün olduğu için yılın tam ortasındaki gündür. 2 Temmuz, artık olmayan yıllarda yılın ilk günüyle, tüm yıllarda da yılın son günüyle haftanın aynı gününe denk gelir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2140", "len_data": 239, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.5 }
Hasret Şükrü Gültekin (1 Mayıs 1971, İmranlı, Sivas - 2 Temmuz 1993, Sivas), Alevi halk ozanı, halk şairi, Türk halk müziği ses sanatçısı, müzisyen, bestekar, söz yazarı ve bağlama virtüözüydü. 6 yaşında bağlama çalmaya başlayan Hasret Gültekin, ilerleyen dönemlerde profesyonelliğe adım atarak şelpe tekniğini uygulamaya başlamıştır. 1980'lerin ortalarında çeşitli albümlerin yapımlarında yer alan Hasret Gültekin, 1987 yılında profesyonel olarak ilk albümünü çıkarmıştır. Ardından Kürtçe ve Kürtçe müziğinin söylenmesinin yasak olduğu bir dönemde bu yasağı delip "Newroz" adlı albüm serisini hazırlamıştır. Bu çalışmalarıyla birbirine yakın bir süreçte hazırladığı ikinci solo albümü "Gece ile Gündüz Arasında" ise onun ileride "Bağlama Devrimcisi" olarak anılmasına vesile olan bir yeniliği beraberinde getirir. 1991 yılında ise kendi tabiriyle "ilerici müzik" adını verdiği "Rüzgarın Kanatları" isimli albümünü dinleyicilerine sunmuştur. Albüm, Hasret Gültekin'in ilerici müziğinin yanı sıra "Derman Sendedir", "Çeke Çeke", "Yaralı Ceylan" gibi eserlere yaptığı yeni düzenleme ve introlardan, ezgilerde kullanılmış çok sesliliğe, yıllardır alışılagelmiş deyiş yapısını deyişlerin ana hatlarını, özünü bozmadan batı müziği ve ritmleriyle bir araya getirmesi, halk müziği adına bir devrim olarak nitelendirilmektedir. 2 Temmuz 1993 tarihinde Pir Sultan Abdal Şenlikleri için gittiği Sivas'ta son konserlerini vermiş ve Sivas Katliamında Madımak Otelide 33 kişi ile birlikte yakılarak öldürülmüştür. Hayatı ve kariyeri. Sivas'ın İmranlı ilçesine bağlı Han köyünde dünyaya geldi. Süleyman ve Hacıhanım Gültekin'in üçüncü çocuğudur. Gültekin 6 yaşında iken bağlama çalmaya başladı. Girdiği Kadıköy Maarif Koleji ve Anadolu Lisesini yarıda bırakarak müzik hayatına başladı. Aynı zamanda siyasi bir kişiliğe de sahip olan Gültekin, İşçi Partisi üyesiydi. Sanatçı ilk resitalini Kadıköy Moda Sineması'nda verdi ve ilk albümü "Gün Olaydı"yı 16 yaşında çıkardı. Talip Özkan'ın öğrencisi oldu. 1989 yılında çıkardığı "Gece ile Gündüz Arasında" adlı albümü ile sadece sesi ile değil bağlama ve şelpe tekniğiyle de dikkatleri çekti. Çok sayıda sanatçının albümüne müzik yönetmeni olarak imza atmıştır. 1991'de "Rüzgarın Kanatlarında" adlı bir albüm daha çıkarmıştır. Uluslararası festivallerde Türkiye'yi temsil eden Hasret Gültekin, 1991'de Yeter Gültekin'le evlendi. Bilimsel sosyalizmi benimsedi; önce Sosyalist Parti'nin, bu parti kapatılınca da İşçi Partisi'nin üyesi oldu. Pir Sultan Abdal Kültür Festivali'ne katılmak üzere gittiği Sivas'ta konakladığı Madımak Oteli'nin kundaklanması sonucu yaşanan katliamda 34 kişiyle birlikte öldü. Bir buçuk ay sonra 13 Eylül 1993'te Roni Hasret adı verilen bir oğlu oldu. Ölümünün ardından Kalan Müzik tarafından "Seçmeler" adlı bir toplama albümü ve 1993 yılında Yunan rembetiko grubu Prosechos ile birlikte verdiği "Ege'nin İki Yakası" adlı konserdeki bazı şarkılardan oluşan ve aynı adı taşıyan albüm Hasret Gültekin Kültür ve Sanat Merkezi tarafından yayımlandı. Kariyeri. Çocukluk zamanları İstanbul'da geçmiştir. 6 yaşında bağlama çalmaya ve çok sürmeden üretmeye başlar. Müzik her zaman için her şeyden daha önemlidir. Hatta müzik dışında akla gelebilecek hemen her şey ikinci plandadır. Kadıköy Anadolu Lisesini yarıda bırakmak zorunda kalmasının temelinde de yine aynı sebep yatmaktadır. Onun için sık sık okuldan kaçıp yanına gittiği Haydar Acardan Deli Derviş'i dinlemek daha önemlidir. Böyle yoğurur kendini adım adım böyle geliştirir ve yine o dönem "Dağlar Atamadım Sevdamı" ve "Sen Benim Başıma" gibi birbirinden önemli eserlerini üretir. 1987 yılında henüz 16 yaşında "Gün Olaydı" adını verdiği ilk albümünü çıkarır. Yine aynı gün albümü çıkan Lütfü Gültekin'le tesadüf eseri tanışırlar ve sağlam dost olurlar. Aynı yıl ilk resitalini de verir ve kendisi için aşılması zor basamakları aşmaya başlar. Ertesi yıl 1988 senesinde üç müzisyen dostunun daha yer aldığı "Dostlar Muhabbeti" albümünün yönetmenliğini üstlenir ve sazlarını çalar. Diğer sanatçıların albümlerini yönetme serüveninin de başladığı bir süreçtir. Devamı yine özellikle de Almanya'daki Netses firması bünyesinde önemli ozanlara ve daha birçok sanatçıya çaldığı albümlerle kendini geliştirir. Haydar Acar'dan, Talip Özkan'a, Musa Eroğlu'ndan, Arif Sağ'a birçok ustadan etkilenmiştir. Tar, kabak kemane, davul ve zurna gibi her türlü enstrümanı çalmaktadır. Bilim adamlarının bilimle yaptığını o müziğiyle yapar çoğu zaman. İnsanların eşit, özgür ve kardeşçe yaşaması ilkesi hayat felsefesidir. Kürtçe ve Kürtçe müziğinin söylenmesinin yasak olduğu bir dönemde ince zekâsıyla bu yasağı delip "Newroz" adlı albüm serisini hazırlamıştır. Bu çalışmalarıyla birbirine yakın bir süreçte hazırladığı ikinci solo albümü "Gece ile Gündüz Arasında" ise onun ileride Bağlama Devrimcisi olarak anılmasına vesile olan bir yeniliği beraberinde getirir. Kopuz ve ruzba'nın icadı kadar eski olan el ile çalma tekniğine farklı bir boyut kazandırıp albümdeki deyişleri bu teknikle sunar ve o döneme dek eşine pek rastlanmayan tezene bırakma cesaretini de yine Hasret Gültekin tereddüt etmeden gösterir. Sonraki süreçte ise Şelpe tekniğinin daha çok üstüne gider ve daha önceleri Zülfü Livaneli ve Arif Sağ'ın da denemeler yaptığı bağlama klavyesinde sistematik şelpe çalmaya büyük katkılar sunar. O yaşta biri biri için ancak dile kolaydır Hasret Gültekin için söylenenler. Hollanda Kültür Bakanlığı'nın daveti üzerine gittiği Genç Türküler festivalinde Türkiye'yi temsil etmiştir. 1991 yılında ise kendi tabiriyle ilerici müzik adını verdiği müziğinin zirvesi olan "Rüzgarın Kanatları" adını verdiği albümünü dinleyicilerine sunduğu dönemdir. Albüm, Hasret Gültekin'in ilerici müziğinin yanı sıra "Derman Sendedir", "Çeke Çeke", "Yaralı Ceylan" gibi eserlere yaptığı yeni düzenleme ve introlardan, ezgilerde kullanılmış çok sesliliğe, yıllardır alışılagelmiş deyiş yapısını deyişlerin ana hatlarını, özünü bozmadan batı müziği ve ritmleriyle bir araya getirmesine dek halk müziği adına bir devrim niteliği taşır ki bugün dahi benzerine zor rastlanır bir çalışmadır. O artık yaşına yönelik tabuları çoktan yıkmıştır yaptığı ve yapmakta olduğu birbirinden önemli çalışmalarla. Arif Sağ'dan Emekçi'ye birçok ustanın yer aldığı 1992 yılında yapımı "Türküler Yalan Söylemez" albümünde ustalarla beraber yer alması ya da o güne dek ancak kulislerde ve özel sohbetlerde bir araya geldiği Musa Eroğlu gibi ustalarla aynı sahneyi paylaşmaya başlaması özellikle de ustaların gözünde Hasret'in bu kulvarda rüştünü ispat etmesinin en önemli göstergesidir. Avrupa'da ve Türkiye'de verdiği sayısız konserlerin birbirini izlediği, "Enel Hakk" adını verdiği yeni albüm çalışmalarına başladığı bir dönemde Pir Sultan Abdal Şenlikleri için gittiği Sivas'ta son konserlerini verdi ve Madımak Oteli'nin yakılması ve katliamın büyümesi sonucu beraberindeki diğer 32 aydınla 2 Temmuz 1993 günü öldü. Öldükten sonra adına birçok saygı albümü ve toplama albümler çıkarıldı. 1995 yılında "Rüzgarın Kanatlarında" albümü tekrar piyasaya sürüldü ve albümün kapağında "Yobaz Katliamı Şehidi" yazısı eklendi. Türkiye'nin en iyi bağlama çalan sanatçısı olduğu söylenilmektedir ve genç yaşta hayatını kaybetmesine rağmen Alevi kültürünün en tanındık isimlerindendir. Ölümü. Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında, pek çok sanatçı ve fikir insanı dönemin Sivas valisi Ahmet Karabilgin'in özel davetlisi olarak bu kente geldi. Kültür Merkezi içindeki karşıt grupla çıkan taşlı sopalı çatışma, polis tarafından fazla büyümeden, zor kullanılarak önlendi. Binlerce kişiden oluşan karşıt grup, Kültür Merkezinden yeniden Hükûmet Meydanı'na geldi. Hükûmet Konağını taşlamaya ve slogan atmaya başlayan grup ardından Madımak Oteli civarına ulaşarak, slogan atmaya devam etti. Grup önce Madımak Oteli önündeki araçları ateşe verdi ve oteli taşladı. Madımak Oteli tutuşturulan perdeler ve alt katta bulunan eşyalarla birlikte yakıldı. Otele sığınmış olan kişilerden, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin'in de bulunduğu 35 kişi yanarak veya dumandan boğularak öldü. Aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu 51 kişi de olaylardan kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla kurtuldu. İtfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılan Aziz Nesin, merdivendeki görevli tarafından darp edilip, merdivenden itfaiye aracı etrafında toplanan karşıt görüşlü kalabalığa doğru itildi. Başından yaralanan Aziz Nesin'i linç girişiminden araya giren polisler kurtardı. Yaralılar, polis arabalarıyla Tıp Fakültesi Hastanesi'ne götürüldü. Olaylar sonucunda 33 konuk, 2 otel görevlisi ve 2 gösterici öldü. Akşam saatlerinde valilikçe ilan edilen ”2 günlük sokağa çıkma yasağı” ile birlikte, güvenlik güçleri şehirde tam bir hakimiyet sağlayabildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2142", "len_data": 8722, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.57 }
Muğla, Türkiye'nin Muğla ilinin merkezi olan şehirdir. Merkez ilçesinin adı Menteşe'tir. Tarihçe. Antik dönem. Antik Karya bölgesinin en eski yerleşimlerinden biri olan Muğla; bilinen tarihi boyunca başlangıçta Anadolu'nun yerli halkı Karyalıların, ardından kısmen ve kısa dönemler hâlinde Mısır, Asur ve İskit işgallerinin, zamanla da özellikle kıyılarda Helenistik kolonizasyon hareketinin egemenliği altında kalmıştır. Önce Medler, daha sonra Persler Muğla'yı idareleri altında almışlar ve bölgeyi bir satrap aracılığıyla yönetmişlerdir. Büyük İskender'in ordularıyla gelişinde Muğla bölgesi bir Karya satrapı tarafından yönetilmekte idi. 'Karya' isminin bölgeye MÖ 3400 yıllarında gelen kavimlere önderlik etmiş 'Kar' isimli bir komutandan kaynaklandığına ilişkin tezler öne sürülmektedir. Bölge çağlar boyunca Karya olarak anılmış ve kuzeyde Söke, Aydın, Nazilli üzerinden başlayıp güneyde Dalaman Çayının denize döküldüğü yerde biten Karya bölgesi, kuzeyinde Lidyalıların, güneyinde Likyalıların ve Anadolu içlerinde de Frigyalıların hüküm sürdüğü bölgelere komşu olmuştur. Kavimleri Karya bölgesine kıyılardan başlayan çok uzun bir süreçte nüfuz etmişlerdir. Knidos (Datça yarımadasının ucu) ve Halikarnas (Bodrum) ile başlayan Helen kolonizasyonu ile zamanla Daldala (Dalaman), Stratonikea (Yatağan Eskihisar), Nakrasa (Karakuyu), Akassos (Bozüyük) ve Fethiye çevresinde de Telmessos, Xantos (Kınık), Patara (Minare) ve Tlos (Eşen) kentleri kurulmuştur. MÖ 334 yılında Karya'ya gelen Büyük İskender, Perslerin çekilmesiyle ortaya çıkmış kardeşler arası bir saltanat kavgasıyla karşılaştı. Hekatomnos’un beş çocuğu vardı: Ada, Hidrieus, Mausolos, Artemisia ve Piksodaros. Bu kardeşlerden Ada, onun hem kocası hem kardeşi olan Hidrieus, bu ikisinin ağabeyleri Mausolos ve Mausolos’un hem eşi hem kız kardeşi olan Artemisia; diğer kardeşleri Piksodaros’un isyanıyla karşı karşıya kaldılar. Bu nedenle kuzeye, Alinda’ya (bugünkü Karpuzlu) çekilmek zorunda kaldılar. Ada Alinda'nın anahtarlarını Büyük İskender'e göndererek kendisini annesi olarak kabul etmesini istedi. İskender de bu isteği kabul ederek Ada'yı Karya satraplığına getirdi. Ancak ertesi yıl İskender'in Likya'ya geçmesiyle Piksodaros ablası satrap Ada'yı öldürerek yerine geçti. İskender'in haznedarı Filotas'ı satraplığa ataması da asayişi sağlamadı ve İskender'in uzaklaşmasıyla bölge Bergama ve Roma egemenliğine kadar (yaklaşık iki yüzyıl) sürecek bir anarşi döneminin içine düştü. 395'te Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasıyla da Karya Bizans İmparatorluğu içinde kaldı. Muğla ili tarihî kalıntılar açısından son derece zengin olup sınırları içinde 103 ören yeri bulunmaktadır. Osmanlı dönemi. Muğla, kadim medeniyetlere ev sahipliği yapmış ve her devirde önemini korumuş bir bölgedir. İslam hâkimiyetinden önceki medeniyetler tarafından Karya, İslam hâkimiyeti sonrasında da Menteşe ismini alan bölgenin ismini nereden aldığı konusu açık değildir. Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde Muğla ismi konusunda şunları ifade eder : Evliya Çelebi, Muğla isminin kaynağını bu şekilde yazsa da bu bilgiler doğrulanamamıştır. Büyük olasılıkla Muğla ismi, antik çağdaki ismi olan Mobolla'nın bozulmasıyla ortaya çıkmıştır. Mobolla ismi daha sonraki Türk hâkimiyeti sırasında 'Mogola' olsa da 1307 (m. 1889) Aydın Vilayeti salnâmesinde ise 'Mobella' olarak belirtilmektedir. Muğla'da ilk yerleşimlerin ne zaman başladığı hakkında önemli bir bilgi yoktur. Fakat kentin eskiden İç Karya olarak adlandırılan bölgede yer aldığı bilinmektedir. Karya'nın MÖ 2000'de Hititlerce de bilinen bir medeniyet olduğu göz önüne alınırsa Muğla'da yerleşimin bu tarihlere kadar geriye gittiği söylenebilir. Bazı kaynaklarda da bu bölgeye ilk yerleşenlerin Hititler olduğu yazılıdır. Sırasıyla Frig, Lidya, Pers, Makedon, Bergama Krallığı ve Roma hakimiyetini yaşayan şehir, Menteşe Bey tarafından 1284'te alınmasıyla ilk defa Türk hâkimiyetine girdi. Yıldırım Beyazıd tarafından 1391'de Osmanlı hâkimiyetine giren Muğla'daki bu ilk Osmanlı hâkimiyeti geçici olmuş, şehir 1402'de Timur tarafından alınmış ve nihayetinde 1425 yılında II. Murat devrinde tam anlamıyla Osmanlı devletine bağlanmıştır. Kentin siyasi önemi Osmanlı devrinde daha da artmıştır, çünkü Menteşe Beyliği devrinde bu bölgenin yönetim merkezi Milas iken, Osmanlı devleti bu yeni sancağın yönetim merkezi olarak Muğla'yı seçmiştir. Muğla, Osmanlı devleti dönemi boyunca dışarıya kapalı küçük bir şehir olarak kaldı. I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu toprakları İtilaf Devletleri tarafından paylaşılınca Muğla 11 Mayıs 1919 tarihinde İtalya tarafından işgal edildi. Anadolu'nun işgali sırasında Muğla'da Kocahan Mitingi düzenlenmiş ve tüm Anadolu şehirleri gibi Muğla'nın da bu işgallere direneceği ilan edilmiştir. Bunun üzerine kentte Vatan Müdafaa Cemiyeti, Serdengeçtiler Müfrezesi, Muğla Kuvayi Milliyesi gibi direniş komiteleri kurulmuştur. 1920'de Ankara'da açılan 1. Dönem meclisine 6 milletvekili gönderen kent İtalyanlar'ın kentte fazla etkin olmamasından yararlanarak Menderes boyunca başlayan Yunan işgaline karşı kurulan direniş faaliyetlerine katılmıştır. Ege'de 57. Tümenden kalanlarla birleşen gönüllüler, Aydın çarpışmalarında düşmana ağır kayıplar verdirmişlerdir. Ege illeri arasında Muğla işgal sırasında en fazla şehit veren il olmuştur. İç durumun karışıklığı, Yunanlar ve işgal ettiği yörelerde ekonomik egemenlik kurma düşüncesine dayanan İtalyan politikasını Muğla halkı işgal süresince kurnazca değerlendirmiş, iki ateş arasında kalmaktan kurtulmuş. Anadolu'daki durumun kötüye gittiğini anlayan İtalya, 2. İnönü Zaferi kazanıldıktan sonra ülkesindeki iç siyasal dalgalanmalarını öne sürerek 5 Temmuz 1921'de Muğla'dan ayrılmıştır. Cumhuriyet dönemi. Cumhuriyetin kurulmasından sonraki idari yapılanmada Muğla ilinin yönetim merkezi olan şehir, dağlık yapısı ve dışarıya açılan elverişli bağlantı yollarına sahip olmadığından gelişememiştir. Yıllarca sadece il merkezi olmasının verdiği hareketlilikle gelişmeye çalışan Muğla son yıllarda özellikle üniversitenin açılması, yeni sanayi bölgesinin kurulması ve turizm faaliyetlerinin de artmasıyla dışarıya açılmaya ve gelişmeye başlamıştır. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile Muğla'da sınırları il mülki sınırları olan büyükşehir belediyesi kuruldu ve 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesi çalışmalarına başladı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2173", "len_data": 6355, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.74 }
Mariya Yuryevna Şarapova (, ; d. 19 Nisan 1987), Rus iş insanı ve eski dünya 1 numarası olan tenisçi. WTA Tour'da 2001'den 2020'ye kadar yarıştı ve Kadınlar Tenis Birliği (WTA) tarafından 21 hafta boyunca teklerde dünya 1 numarası oldu. Kariyer Grand Slam'i kazanan on kadından biridir. Ayrıca 2012 Londra Olimpiyatları'nda tek kadınlarda gümüş madalya kazanarak Olimpiyat madalyası sahibi oldu. Şarapova ilk kez 22 Ağustos 2005'te 18 yaşındayken dünya 1 numarası oldu ve tekler sıralamasında zirveye çıkan ilk Rus kadın oldu, bu konumunu en son 8 Temmuz 2012'de korudu. Fransa Açık'ta iki ve Avustralya Açık, Wimbledon ve Amerika Açık'ta birer olmak üzere beş büyük şampiyonluk kazandı. 2004'te ilk kez katıldığı yılsonu şampiyonlukları da dâhil olmak üzere toplam 36 şampiyonluk kazandı. Ayrıca üç çiftler şampiyonluğu kazandı. WTA'da Rusya bayrağı altında oynamasına rağmen, 1994'ten bu yana Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşamakta ve daimi ikamet etmektedir. 2016 Avustralya Açık'ta Dünya Dopingle Mücadele Ajansı tarafından yapılan bir doping testinde Şarapova'nın yasaklı bir madde olan meldonyum testi pozitif çıktı. 8 Haziran 2016'da Uluslararası Tenis Federasyonu tarafından iki yıl süreyle tenis oynamaktan men edildi. 4 Ekim 2016'da Spor Tahkim Mahkemesi'nin “önemli bir kusur” işlemediğine ve maddeyi “bir doktorun tavsiyesine dayanarak... uygun olduğuna ve ilgili kurallara uygun olduğuna iyi niyetle inanarak” aldığına karar vermesi üzerine, uzaklaştırma cezası başarısız test tarihinden başlayarak 15 aya indirildi. WTA Tour'a 26 Nisan 2017 tarihinde Porsche Tennis Grand Prix'de geri döndü. Şarapova, "Sports Illustrated Swimsuit Issue"'de dâhil olmak üzere birçok kez modellik yaptı. Nike, Prince ve Canon dâhil olmak üzere birçok reklamda yer aldı ve başta Cole Haan olmak üzere birçok moda evinin yüzü oldu. Şubat 2007'den bu yana, özellikle Çernobil İyileştirme ve Kalkınma Programı ile ilgili olarak Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı İyi Niyet Elçisi olarak görev yapmaktadır. Haziran 2011'de "Time" tarafından “Kadın Tenisinin 30 Efsanesi: Geçmiş, Bugün ve Gelecek” arasında gösterildi ve Mart 2012'de Tennis Channel tarafından “Tüm Zamanların En Büyük 100'ü” arasında gösterildi. Forbes'a göre, üst üste 11 yıl boyunca dünyanın en çok kazanan kadın sporcusu oldu ve 2001'de profesyonel olduğundan bu yana 285 milyon Amerikan doları kazandı. Kişisel yaşamı. 2011'de Sharapova, iki yıldır beraber olduğu Sloven profesyonel basketbolcu Sasha Vujačić ile nişanlanmış ancak 31 Ağustos 2012'de Sharapova ayrıldıklarını doğrulamıştır. 2012 ve 2015 yılları arasında Sharapova, Bulgar tenis oyuncusu Grigor Dimitrov ile beraberlik yaşamıştır. Rus sporcu, 2018'den beri İngiliz iş insanı Alexander Gilkes ile beraberdir. Aralık 2020'de Sharapova, Gilkes ile nişanlandıklarını açıklamış ve 1 Temmuz 2022'de Theodore adlı bir erkek çocuk dünyaya getirmiştir. Ünlü tenisçi bu haberi "Küçük ailemizin isteyebileceği en güzel, zorlu ve ödüllendirici hediye" notuyla duyurmuştu. 1994'ten beri ABD'de ikamet etmesine rağmen Sharapova, Rus vatandaşlığını tercih etmektedir. Hayatını ve tenis kariyerini kaleme aldığı "Unstoppable: My Life So Far" adlı bir otobiyografi kitabı vardır. 2003. Sharapova kadınlar turunda oynamaya 2003 yılında başladı. Avustralya Açık ve Fransa Açık turnuvalarında üçer eleme maçı kazanmasına rağmen iki turnuvada da ilk turda elenmekten kurtulamadı. Birmingham'daki DFS Classic turnuvasında o zamanki dünya 15 numarası Elena Dementieva'yı yenerek yarı finale çıktı. Bu Sharapova'nın WTA'deki ilk yarı finaliydi. Bu turnuvayı takiben Wimbledon'da wildcard elde etti ama 4. turda Svetlana Kuznetsova'ya mağlup olarak turnuvaya veda etti. Amerika Açık'ta 2. turda kaybettikten sonra, Sharapova ilk şampiyonluğunu bir Tier III turnuvası olan Japonya Açık Tenis Turnuvası'nda kazandı, bunu takiben bir Tier III turnuvası olan Quebec City'deki Bell Challenge'ı kazandı ve WTA "Yılın Çıkış Yapan Sporcusu" olarak ödüllendirildi. 2004. Sharapova bu yıla Avustralya Açık'ta 3. turda 7 numaralı seribaşı Anastasiya Mıskina'ya 6-4, 1-6, 6-2'lik skorlarla kaybederek başladı. Bu turnuvadan sonra katıldığı altı turnuvada da -Memphis'te yarı finale çıktığı turnuva hariç- çeyrek finalden önce kaybetti. Aldığı sonuçlar sıralamada ilk 20'ye yükseldiğini gösteriyordu. Sharapova o yılki Fransa Açık'ta ilk defa bir Grand Slam'da çeyrek finali gördü, çeyrek finalde Paola Suarez'e 6-1, 6-3'lük skorlarla kaybetti. Ardından, kariyerinin 3. şampiyonluğunu çim kortta Birmingham'da Tatyana Golovin'i yenerek kazandı. Bu final oynayanların yaşlarının en küçük olduğu üçüncü WTA finali olarak tarihe geçmiştir. (toplam 33 yıl, 7 ay) 17 yaşındaki Sharapova, Wimbledon'a 13. seribaşı olarak gitti. Üst üste ikinci Grand Slam çeyrek finaline ulaştığında Ai Sugiyama'yı 5-7, 7-5, 6-1'lik; ardından yarı finalde 5. seribaşı ve dünya eski 1 numarası Lindsay Davenport'u 2-6, 7-6, 6-1'lik skorlarla geçti. Finaldeki rakibi, önceki iki yılın şampiyonu Serena Williams'tı. Williams'a maçtan önce tecrübesinden ve sıralamadaki yerinden dolayı favori gözüyle bakılıyordu. Fakat Sharapova, Williams'ı 6-1, 6-4'le geçerek çok büyük bir sürprize imza atarak üçüncü en genç Wimbledon kadın şampiyonu (Lottie Dod ve Martina Hingis'in ardından) ve bu turnuvayı kazanan ilk Rus raket, aynı zamanda bu turnuvayı kazanan en düşük seribaşı oldu. Bu şampiyonluk Sharapova'ya sıralamada ilk 10'a girmesini sağladı. Amerika Açık'tan önceki üç hazırlık turnuvasında Sharapova, yarı finale çıkmayı başaramadı. Amerika Açık'ta ise üçüncü turda iki Grand Slam'ı bulunan Mary Pierce'a 4-6, 6-2, 6-3'lük skorlarla kaybetti. Fakat Sharapova, yılın geri kalanında üçüncü ve dördüncü şampiyonluklarına iki hafta içinde imza attı. Sharapova yılı WTA Tour Championships finalinde sakatlanan Serena Williams'ı, final setinde 4-0'dan geri gelerek, 4-6, 6-2, 6-4'lük skorlarla yenerek kapattı. Yıl sonunda ise, Sharapova Dünya 4 ve Rus 2 numarasıydı (Anastasiya Mıskina'dan sonra). Yıl boyunca 5 kez şampiyon oldu, Davenport'un 7 şampiyonluğunu takip ederek ve kazanılan ödül sıralamasında ilk sırada bitirdi. 2005. Sharapova yıla Avustralya Açık'ta yarı finale yükselerek başladı. Yarı finalde maç puanı oynamasına rağmen o sene şampiyon olan Serena Williams'a 2-6, 7-5, 8-6'lık skorlarla kaybetti. Sharapova şubat ayında finalde 1 numaralı seribaşı Lindsay Davenport'u yenerek, ilk Tier I turnuvası olan Tokyo'daki Toray Pan Pacific Open'ı kazandı. Üç hafta sonra da Doha'da finalde Alicia Molik'i yenerek Qatar Total Open'ı kazandı. Sıralamalarda 1 numaradaki Davenport'a iyice yaklaşmaya başladı, ama ona Indian Wells yarı finalinde 6-0, 6-0'la kaybetti. Ardından Miami'deki Sony Ericsson Open finaline yükseldi ve finalde Kim Clijsters'a kaybetti. Sharapova'nın toprak sezonunun en iyi derecesi Roma'daki Internazionali BNL d'Italia turnuvasında Patty Schnyder'e kaybettiği yarı finaldi. Fransa Açık'ta ise üst üste ikinci kez çeyrek finalde, o senenin şampiyonu Justine Henin'e kaybetti. Çim sezonuna geçtiğinde ise, Sharapova finalde Jelena Jankovic'i yenerek Birmingham'daki şampiyonluğunu tekrarladı ve çimdeki art arda kazandığı maç sayısını 17'ye yükseltti. Wimbledon'da şampiyonluğunu korumaya çalışırken yarı finale kadar set kaybetmeden yükseldi ama yarı finalde o senenin şampiyonu Venus Williams'a 7-6(2), 6-1'le kaybetti. Hala 1 numara olan Davenport, Wimbledon finalinde sırtından sakatlandı ve bu Amerika'daki sert kort sezonunda kazandığı puanları kaybetmesine sebep oldu. Bu dönemde Sharapova'nın da sakatlığı bulunmasına rağmen koruması gereken daha az puan olduğu için "22 Ağustos’ta 1 numaraya yükseldi ve bunu başaran ilk Rus kadın tenisçi oldu." Fakat Davenport'un New Haven'daki turnuvayı kazanmasıyla birinciliği yalnızca bir hafta sürdü. Amerika Açık'ta bir numaralı seribaşı olan Sharapova, yarı finalde sonradan şampiyonayı kazanacak olan Kim Clijsters'a kaybetti. Böylece 2005'teki bütün Grand Slam'lerde şampiyon olanlara kaybetmiş oldu. Fakat burada kazandığı puanlar bir numarayı tekrar ele geçireceği anlamına geliyordu. Yılın sonunda, turnuvada Lindsay Davenport'u mağlup etmesine rağmen, yarı finalde Amelie Mauresmo'ya kaybederek WTA Tour Championships'te şampiyonluğunu koruyamamış oldu. Sharapova 2005'i de 4 numara bitirdi, fakat Rusya sıralamasında 1 numaraya yükseldi. Sene boyunca üç turnuva kazandı, 15 turnuvada çeyrek final ya da ilerisini gördü, 2006. Avustralya Açık'ta Sharapova, yarı finalde Justine Henin'e 4-6, 6-1, 6-4'lük skorlarla kaybetti. Bu maç, 2006 senesinde ilk seti alıp kaybettiği tek maçtı. Sharapova Henin'e Dubai'deki turnuvada bir daha kaybetti. Ondan sonra 2006'daki ilk şampiyonluğunu finalde Elena Dementieva'yı yendiği Indian Wells'de elde etti. Miami'de de finale çıktı, fakat orada Svetlana Kuznetsova'ya kaybetti. Sharapova Fransa Açık öncesi sakatlıklarından dolayı hiç hazırlık turnuvası oynayamadı. İlk turda Mashona Washington'a karşı üç maç sayısı karşılamayı başardı, ancak 4. turda Dinara Safina'ya, üçüncü sette 5-1 öndeyken son 21 sayının 18'ini kaybederek, 7-5, 2-6, 7-5'le kaybetti. Sharapova'nın üçüncü Birmingham şampiyonluğu denemesi yarı finaldeki Jamea Jackson maçıyla son buldu. Wimbledon'da ise geçen seneki gibi tekrar yarı finale çıktı ve yarı finalde o senenin şampiyonu Amelie Mauresmo'ya keybetti. Wimbledon 2006, yarı finalde kaybettiği üst üste 5. Grand Slam'dı. Sharapova, 2006 senesindeki ikinci şampiyonluğunu San Diego'daki Tier I turnuvasında finalde kariyerinde ilk defa yendiği bir numaralı seribaşı Kim Clijsters'ı yenerek elde etti. Amerika Açık'ta 3 numaralı seribaşı olan Sharapova çeyrek finale set kaybetmeden çıktı. Çeyrek finalde, Tatiana Golovin'i 7-6, 7-6'la yendi. Ardından yarı finalde Mauresmo'yu 6-0, 4-6, 6-0'la yendi. Bu maç iki tane 6-0'lık set olan tek Amerika Açık kadınlar yarı finalidir. İkinci Grand Slam finalinde ise 2 numaralı seribaşı Justine Henin'i 6-4, 6-4 yenmeyi başardı, böylece ilk iki seribaşını bir set kaybederek art arda yenmiş oldu. Yılın son çeyreğinde, Sharapova Zurich Open turnuvasını (finalde Daniela Hantuchova'yı yenerek) ve Generali Ladies Linz turnuvasını (finalde Nadia Petrova'yı yenerek) art arda iki haftada kazandı. WTA Tour Championships'te üç grup maçını da kazandı, fakat yarı finalde Justine Henin'e kaybetti. Turnuvayı kazansaydı seneyi bir numara olarak kapayacaktı. Sharapova yılı 2 numarada ve üst üste ikinci yıl Rus 1.si olarak kapadı. Yıl boyunca, 5 turnuva kazandı. Bu beş turnuvadan üçü Tier I turnuvasıydı. Bunu 2006'da bir tek Sharapova başarabildi. 2007. Sharapova 2007 yılına Watsons Water Tennis Championships'de ulaştığı 2.lik ile başladı. Hong Kong'da finalde Kim Clijsters'a 6-3, 7-6 yenilen Sharapova buradan ikincilikle döndü. Sharapova, yılın ilk Grand Slam'i olan Avustralya Açık'ta ilk turuna 16 Ocak'ta başladı. Burada Camille Pin, Anastasiya Rodionova, Tatyana Garbin, Vera Zvonareva, Anna Çakvetadze, Kim Clijsters'ı yenen Sharapova finalde Serena Williams ile eşleşti. Finalde Williams'a 6-1, 6-2 yenilen Sharapova buradan da ikincilikle döndü. Daha sonra Toray Pan Pacific Turnuvası'na katılan Sharapova burada yarı finaldeki rakibi Sırp Ana Ivanovic'le olan maçında sakatlanarak maçtan ayrıldı. Mart ayına geldiğimizde Sharapova, Pacific Life Open'da 4. turda Vera Zvonareva'ya 4-6, 7-5, 6-1 yenildi. WTA - 2007 Sony Ericsson Open'a katılan Sharapova burada 4. turda Serena Williams'a 6-1, 6-1 yenildi. Sharapova 2007 yılının mayısında İstanbul'a geldi. Burada İstanbul Cup'a katılan Sharapova yarı finalde Aravane Rezai'ye 6-2 6-4 yenildi. Yılın 2. Grand Slam'i olan Roland Garros'u kazanma hayali yarı finalde Sırp Ana Ivanovic'e yenildi; Ana Ivanovic yarı final maçını 6-2, 6-1 kazandı. Wimbledon'dan önce DFS Classic'e katılan Sharapova finalde Sırp Jelena Jankovic'e 4-6 6-3 7-5 yenildi. 2007 Wimbledon'a iyi başlayan Sharapova 4. turda Amerikalı rakibi Venus Williams'a 6-1 6-3 yenilerek veda etti. Wimbledon'ın ardından Acura Classic'e katılan Sharapova, finaldeki rakibi Patty Schnyder'ı 6-2, 3-6, 6-0 yenerek kupayı elde etti. East West Bank Classic'te Sharapova yarı finalde kaybetti. Yılın son Grand Slam'ine Nike'ın kendisi için özel hazırladığı bir elbiseyle katılan Sharapova 3. turda 30 numaralı seribaşı Agnieszka Radwanska'ya 4-6, 6-1, 2-6 yenildi. Sharapova Eylül ayında Moskova'da Fed Cup'ta finale ulaşan takım arkadaşlarını destekledi. Burada Moscow Cup'a katılan Sharapova, 4. turda Viktoriya Azarenka'ya 6-7(9) 2-6 yenildi. Kasım ayında WTA Tour Championships'de oynayan Sharapova, burada finaldeki rakibi Justine Henin'e 7-5 5-7 3-6 yenildi. 2008. Sharapova'nın tenis serüveni 2008'de son hızıyla devam etti. Yılın ilk Grand Slam'ine çıkan Sharapova, bu kez Avustralya Açık'tan eli dolu döndü. Jelena Kostanic Tosic, Lindsay Davenport, Elena Vesnina, Elena Dementieva, o zamanlar dünya klasmanının 1 numarası olan Justine Henin, Jelena Jankovic ve finalde ise Ana Ivanovic'i yenen Sharapova mutlu sona ulaştı ve sert kortta ettiği bu mücadeleden $1,145,076 ile döndü. Sharapova, 2008 Avustralya Açık'ta tek bir set bile kaybetmemiştir ve Grand Slam koleksiyonunun 3.parçasını tamamlamıştır. Şubat ayında Fed Cup'ta kendi ülkesi için oynayan Sharapova, takımının yüzünü kara çıkarmayıp İsrailli Tzipora Obziler'ı 6-0 6-4, Shahar Peer'i ise 6-1 6-1 yenmiştir. Qatar Total Open'a katılan Sharapova finalde bir başka Rus raket olan Vera Zvonareva'yı 6-1 2-6 6-0 yenerek Katar'dan kupayla dönmüştür. Sharapova'nın 2008 yılındaki yenilmezlik sıfatını elinden alan isim Svetlana Kuznetsova oldu. Pacific Life Open'ın yarı finalinde karşılaşan 2 Rus raketten kazanan isim 6-3 5-7 6-2 ile Kuznetsova oldu. Nisan ayında Bausch and Lomb Championship'te oynamaya başlayan Sharapova burada da mutlu sona ulaşıp kupayı kaldıran raket oldu. Sharapova, finalde Slovak Dominika Cibulkova'yı 7-6(7) 6-3 yendi. Family Circle Cup'ın çeyrek finalinde Serena Williams ile eşleşen Sharapova 5-7 6-4 1-6 yenilip Charleston'dan eli boş döndü. Internazionali D'Italia'nın toprak kortunda iyi bir performans sergileyen Sharapova yarı finale ulaşmıştı ki bir basın toplantısı yapıp sakatlandığı için yarı finalde oynayamayacağını ve maçtan çekildiğini açıkladı. Sharapova sakatlanmasaydı yarı finaldeki rakibi Jelena Jankovic olacaktı. Yılın 2. Grand Slam'i Fransa'da düzenlenen Roland Garros'ta Evgeniya Rodina, Bethanie Mattek-Sands, Karin Knapp'i yenen Sharapova 4. turda yurttaşı Dinara Safina ile karşılaştı. Çok zorlu geçen bu maçı Sharapova‘nın almasına 1 sayı kalmışken maçı kendi lehine çeviren Dinara Safina kazanmıştır. Wimbledon'dan önce Aegon Classic'te görmeye alıştığımız Sharapova, 2008'de Aegon Classic'e katılmayacağını söyledi. Wimbledon'a ilk kez şortla katılan Sharapova 2. turda sürpriz bir şekilde Alla Kudryavtseva'ya 2-6 4-6 yenilerek Wimbledon'a erken veda etti. Sharapova'nın 2008 yılında katıldığı son turnuva Rogers Cup oldu. 2. turda Polonyalı Marta Domachowska'yı 7-5, 5-7, 6-2 yenen Sharapova omzundan sakatlandı ve tenise bir müddet ara vereceğini açıkladı. Sharapova 2008 Amerika Açık'a sakatlığı nedeniyle katılamamıştır. 2009. Yaklaşık 8 aylık bir aradan sonra kortlara geri dönen Sharapova bu süre içinde 2008 Amerika Açık ve 2009 Avustralya Açık'ta oynayamamıştır. Kortlara geri dönen Sharapova ilk önce çiftlerde oynamıştır. Çiftlerde oynamak için BNP Paribas Open'ı seçen Sharapova çiftlerdeki eşi Elena Vesnina ile 4. turda Tatiana Poutchek- Yekaterina Makarova çiftine 1-6 6-4 7-10 yenilmiştir. Sharapova sakatlığının ardından teklerde oynamaya Warsaw Open ile başlamıştır. Burada çeyrek finale ulaşan Sharapova, çeyrek finaldeki rakibi Alyona Bondarenko'ya 2-6 2-6 yenilmiştir. 2009 Roland Garros'ta çeyrek finale ulaşan Sharapova, çeyrek finalde Slovak Dominika Cibulkova'ya 0-6 2-6 yenilmiştir. Çeyrek finale kadar Anastasiya Yakimova, Nadiya Petrova, Yaroslava Şvedova, Na Li ile mücadele eden Sharapova her maçta set kaybetmiştir. 2009 yılında Aegon Classic'e katılan Sharapova, yarı finalde Çinli Na Li'ye 4-6 4-6 yenilmiştir. Yılın 3. Grand Slam'i Wimbledon'da 1. turu Ukraynalı Viktoriya Kutuzova ile oynayan Sharapova, bu maçı 7-5 6-4 skorla almıştır. 2. turda Arjantinli Gisela Dulko ile eşleşen Sharapova, Dulko'ya 2-6 6-3 4-6 yenilmiştir. Wimbledon'ın ardından Sharapova Amerika Açık serilerine katılmıştır. Bank of The West Classic'te çeyrek finalde Venus Williams ile karşılaşan Sharapova, Williams'a 2-6 2-6 yenilerek Stanford'da havlu atmıştır. LA Women's Tennis Championships'e katılan Sharapova, yarı finaldeki İtalyan rakibi Flavia Pennetta'ya 2-6 6-4 3-6 yenilmiştir. Amerika Açık'tan önce Rogers Cup'a katılan Sharapova, burada vatandaşı Yelena Dementiyeva'ya finalde yenilmiştir. Dementiyeva maçı 6-4 6-3 kazanmıştır. Yılın son Grand Slam'i Amerika Açık'ta 1 Eylül'de boy gösteren Mariya Sharapova, bu turnuvada 3. tura kadar çıkabilmiştir. 3. turda Amerikalı Melanie Oudin'e 6-3 4-6 5-7 yenilen Sharapova, Amerika Açık'a erken veda etmiştir. Tokyo'da Toray Pan Pacific Open'a katılan Sharapova, Francesca Schiavone, Samantha Stosur, Alisa Kleybanova, İveta Benesova, Agnieszka Radwanska'yı yenip finale çıkmıştır. Sharapova'nın finaldeki rakibi Sırp Jelena Jankovic'di fakat Jankovic sakatlığından dolayı maçtan çekilince galip olan raket Sharapova olmuştur. Bu kupa, Sharapova'nın 2009 yılında kaldırdığı tek ve sakatlığının ardından kaldırdığı ilk kupadır. Çin'in başkenti Pekin'de düzenlenen China Open'a katılan Sharapova, 3. turda Çinli Peng Shuai'ye 2-6 4-6 yenilerek turnuvaya veda etmiştir. 2010. 2010 yılı Avustralya Açık Tenis Turnuvası’na katılan Sharapova ilk turda diğer bir Rus raket olan Mariya Kirilenko ile karşılaştı. Henüz ilk turda rakibine 6-74-7(Tie Break), 6-3 ve 4-6’lık setlerle kaybederek 2010 Avustralya Açık Tennis Turnuvasına veda etti. Sharapova, Memphis’te, birinci turunu 15 Şubat’ta oynadığı Cellular South Cup’ta mutlu sona ulaştı ve yılın ilk Sony Ericsson WTA Tour kupasını aldı, bu Mariya’nın kariyerindeki 21. kupa oldu. 2010 Roland Garros’ta oynamadan önce Sharapova, Fransa’da Internationaux de Strasbourgda oynadı ve burada Alman Kristina Barroisi yenerek kariyerindeki 22. kupayı kaldırdı. 2010 Roland Garrosa 3. turda eşleştiği Belçikalı Justine Henin’e 2-6 6-3 3-6 yenilerek veda etti. Roland Garros Mariya’nın evine kupayı götüremediği tek Grand Slam turnuvasıdır. Mariya, Birleşik Krallık’ın Birmingham kentinde düzenlenen Aegon Classic’in finalinde Çinli Na Li’ye 5-7 1-6 yenilerek 23. kupaya veda etti. Sharapova 2010 Wimbledon’da 4. turda Serena Williams’la karşılarak Serena Williams’ a 6-7 (11) 4-6 yenildi. Maç 1 saat 36 dakika sürdü ve bu karşılaşma ikilinin 2004'ten sonra Wimbledon turnuvasında 2. karşılaşmasıydı. 2004 Wimbledon finalinde Sharapova' ya yenilen Serena Williams 2010 Wimbledon' da 2004' ün rövanşını almıştır. Mariya, 2010 yılında da Amerika Açık serilerine katılmıştır. Mariya'nın ilk durağı Bank of The West Classic olmuştur. Bu turnuvada Jie Zheng, Olga Govortsova, Yelena Dementiyeva, Agnieszka Radwanska'yı yenip finale yükselmiştir. Fakat finaldeki rakibi Victoria Azarenka'ya 4-6 1-6 yenilen Mariya, bu turnuvadan kupayı alamadan dönmüştür. Sharapova‘nın bir sonraki durağı Cincinnati'deki Western & Southern Financial Group Women's Open oldu. Bu turnuvada da Svetlana Kuznetsova, Agnieszka Radwanska, Marion Bartoli gibi güçlü isimleri deviren Mariya, finaldeki rakibi Belçikalı Kim Clijsters'a 6-2, 6(4)-7, 2-6 yenilmiştir. Tarihler 31 Ağustos 2010'u gösterdiğinde Sharapova Amerika Açık'ta ilk servisini attı. Jarmila Groth, Iveta Benesova, Beatrice Capra'yı yenen Sharapova 4. turda dünyanın yeni bir numarası olacak olan Caroline Wozniacki ile eşleşti. Wozniacki'ye 3-6, 4-6 yenilen Sharapova, maçın ardından Caroline'in kendisini çok geliştirmiş olduğunu söyledi. 2010 Amerika Açık Grand Slam heyecanı 4. turunda Sharapova için sona ermiştir. Sharapova Amerika Açık'ın ardından Asya'ya geçmiştir. Burada geçen yıl şampiyon olduğu Toray Pan Pacific Open'a katılan Sharapova, ilk turda Japon Kimiko Date Krumm'a 5-7, 6-3, 3-6 yenilerek erken havlu atmıştır. Japonya'nın ardından Çin'deki China Open'a katılan Sharapova burada da erkenden elenerek hayranlarını üzmüştür. Mariya 2. turda vatandaşı Yelena Vesnina'ya yenilmiştir. Sharapova yılın geri kalanında hiçbir turnuvaya katılmayacağını duyurmuştur. 22 Ekim'de Mariya Sharapova'nın sözcüsü Sharapova ile Sasha Vujacic'in nişanlandığını basına duyurmuştur. 2011. Bu seneye daha iddialı başlayan Sharapova Avustralya Açık'ta 4. tura yükseldi ancak Andrea Petkovic'e iki sette yenildi. İndian Wells'te bu sefer yarıfinale çıkan Sharapova Wozniacki'ye 6-1 6-2 ile yenildi. Başarılı performansını Miami'de finale çıkarak gösteren Sharapova yarı finalde kendisini Avustralya Açık'ta mağlup eden Andrea Petkovic'i yenmiş ancak finalde Victoria Azarenka'ya yenilmiştir. Toprak kort sezonuna Roma'da finale çıkan Sharapova Stosur'u yenerek Fransa Açık tenis turnuvasının favorilerinden biri haline gelmiştir. Fransa Açık'ta ise iyi başlayan Sharapova ikinci turda ev sahibi Caroline Garcia'yı ilk seti kaybedip ikinci sette 4-1 geriye düşmesine rağmen kazanıp tur atladı. Yarı finale kadar iyi gelen Mariya yarı finalde turnuvanın şampiyon olacak ismine Na li'ye iki sette yenildi. Bu seferde en eski ve en prestijli Grand Slam (tenis) turnuvası olan Wimbledon'da Çek tenisçi Petra Kvitová'ya finalde 6-3 ve 6-4 lük setlerle yenilerek 2. olmuştur. Cincinnati Masters da finalde Jelena Jankovic i 4-6, 7-6(3), 6-3 yenerek şampiyon olmuştur. 2012. Sharapova bu yıla sezonun ilk Grand Slam'i olan Avustralya Açık ile başlamıştır. Çeyrek finalde Serena Williams'ı eleyen Yekaterina Makarova'yı 6-2 6-3 setlerle yenerek yarı finale çıkmıştır. Yarı finalde başarılı raket Petra Kvitova'yla karşılaşan Sharapova, bu maçı da 6-2 3-6 6-4 ile kazanarak finale yükselmiştir. Finalde son yılların parlayan raketi Viktorya Azarenka'ya 6-3 ve 6-0 ile kaybederek turnuvadan boynu bükük ayrıldı. Bu turnuvadan sonra Fed Cup'ta korta çıkan Sharapova, İspanyol Silvia Soler-Espinosa'yı mağlup ederek ülkesini sevindirdi. Paris'te düzenlenen sert kort turnuvasında boy gösteren güzel raket, çeyrek finalde Angelique Kerber'e yenilerek hayal kırıklığı yarattı. Bu mağlubiyetten sonra moralini bozmayan Sharapova, Indian Wells turnuvasında çeyrek finalde Mariya Kirilenko'yu 3-6 7-5 6-2'lik setlerle yenerek yarı finale yükseldi. Yarı final maçı sırasında rakibi Ana İvanoviç'in sakatlığından dolayı çekilmesi ile birlikte finale yükselen Sharapova, Viktorya Azarenka'ya 6-2 ve 6-3 ile mağlup olmaktan kurtulamadı. Buradan sezonun bir diğer önemli turnuvası olan Miami Tenis Turnuvası'na geçiş yaptı. Çeyrek finalde Çinli raket Na Li'yi geçerek adını yarı finale yazdıran Sharapova, yarı finalde Caroline Wozniacki'yi üç sete uzayan maçta 4-6 6-2 6-4 ile mağlup etti. Finalde Agnieszka Radwanska ile karşılaşan Sharapova, Radwanska'ya 7-5 ve 6-4 ile kaybederek, bu seneki 3. finalini de kaybetmiş oldu. Toprak kort sezonuna geçiş yapan başarılı tenisçi, Almanya'da düzenlenen Stuttgard Tenis Turnuvası'nın finalinde bu yıl iki kez kaybettiği Dünya 1 numarası Viktoriya Azarenka'yı 6-1 ve 6-4 ile geçerek bu yılki ilk turnuvasını kazandı. Bu turnuvadan sonra o sene mavi toprakta düzenlenen Madrid Tenis Turnuvası'na katılan Sharapova, çeyrek finalde Serena Williams'a 6-1 6-3 ile kaybederek boynu bükük ayrıldı. Sezonun ikinci Grand Slam'i olan Fransa Açık öncesi son turnuvası olan Roma Tenis Turnuvası'nda korta çıkan Sharapova, çeyrek finalde Venus Williams'ı 6-4 6-3 ile geçerek yarı finale çıktı. Yarı finalde Angelique Kerber'i 6-3 ve 6-3 ile alt eden tenisçi, rahat bir şekilde finale çıktı. Finalde 2011 Fransa Açık şampiyonu Na Li'yi 4-6 6-4 7-6 (5) ile geçerek bu sezonki ikinci kupasını kaldırdı. Sezonun ikinci Grand Slam'i Fransa Açık'ta favori olarak korta çıkan Sharapova, yarı finalde Petra Kvitova'yı 6-3'lük iki setle geçti. Ayrıca bu maçtan sonra tekrar Dünya 1 Numarası olan Sharapova finalde Sara Errani ile karşı karşıya geldi. Errani'yi 6-3 6-2 ile rahat geçen güzel tenisçi, Kariyer Slam'ini tamamladı. Turnuvalara tam gaz devam eden tenisçi, sezonun en prestijli Grand Slam'i olan Wimbledon'a 1 numaralı seribaşı olarak katıldı. Ancak 4.turda Alman tenisçi Sabine Lisicki'ye 6-4 6-3 ile boyun eğerek turnuvaya veda etti. Wimbledon'dan sonra yine aynı kortlarda oynanan 2012 Yaz Olimpiyatları'nda ülkesi Rusya'yı temsil eden son Fransa Açık şampiyonu, çeyrek finalde Kim Clijsters'ı 6-2 7-5 ve yarı finalde vatandaşı Mariya Kirilenko'yu 6-2 6-3 ile geçen Sharapova, finale yükseldi. Finalde Amerikalı son Wimbledon şampiyonu Serena Williams'a 6-0 ve 6-1 ile kaybederek gümüş madalyayı boynuna taktı. Amerika Açık serilerine katılmayan Sharapova, direkt olarak sezonun son Grand Slam'i olan Amerika Açık'na geçiş yaptı. Çeyrek finalde Fransız raket Marion Bartoli'yi geçen Sharapova, yarı finalde bu sezonki belalısı Viktoriya Azarenka'ya 3-6 6-2 6-4 ile kaybederek son Grand Slam'e veda etti. Bu turnuvadan sonra Asya serilerine geçiş yapan Rus tenisçi, önce Tokyo Tenis Turnuvası'na katıldı. Bu turnuvaya çeyrek finalde Samantha Stosur'a yenilerek veda eden Sharapova, Pekin Tenis Turnuvası'nda finalde yine Viktoriya Azarenka'ya kaybederek, bu sezonki 8. finalinden boynu bükük ayrıldı. İstanbul'da düzenlenen WTA Sezon Sonu Turnuvası'nda ilk sekiz tenisçi arasında boy gösteren Sharapova, ilk turda Sara Errani, Agnieszka Radwanska ve Samantha Stosur gibi isimleri eleyerek yarı finale yükseldi. Yarı finalde Viktoriya Azarenka'ya bu sefer kaybetmeyen Sharapova, 6-4 ve 6-2 ile bu sezonki 9. finaline yükselerek hayranlarını sevindirdi. Finalde bu sezonun en iyisi olan Amerikalı Serena Williams'a 6-4 6-3 ile boyun eğerek sezonun ikinci en iyi tenisçisi oldu. 2020: Emeklilik. Sharapova, 2020 sezonuna Abu Dhabi'deki bir sergi turnuvasında oyuna başladı ve burada Ajla Tomljanović'i düz setlerde yendi. Bir hafta sonra Hawaii Open'da sergi oynaması planlanmasına rağmen, hazırlıksız olduğu için turnuvadan çekildi. Sharapova Brisbane International'da Jennifer Brady'ye açılış turunda üç set verdi. Sharapova, Laura Siegemund'a karşı açılış maçının ikinci setinden sonra Tomljanović tarafından ikinci turda yenilmeden önce ikinci setten sonra durdurulduğu Kooyong Classic'e katıldı. 2020 Avustralya Açık - Tek kadınlar'da bir Sharapova, ilk turda Donna Vekić tarafından düz setlerde yenildi. Bu, Grand Slam turnuvasında üst üste üçüncü turda kaybettiği maçtı ve turnuvayı takiben sıralamada 369. ya düştü. Ağustos 2002'den bu yana en düşük sıralamasıdır. Melbourne'deki Vekic'e yenilgisi, Sharapova'nın kariyerinin son maçı oldu. 26 Şubat 2020'de Sharapova tenisten emekli olduğunu açıkladı. "Vanity Fair"de yayımlanan bir makalede, Sharapova şöyle söyledi: "Bu konuda yeniyim, lütfen beni affet. Tenise elveda diyorum. Ama bir sonraki hayatıma başlarken, bir şeyde mükemmel olmayı hayal eden herkesin bilmesini istiyorum. Bu şüphe ve yargı kaçınılmazdır. Yüzlerce kez başarısız olacaksınız ve dünya sizi izleyecek. Kabul et. Kendine güven. Oyun stili. Sharapova, oyunu güçlü servisine ve uzun vuruşlara odaklanan agresif bir baseline oyuncusuydu. Çarpraz backhand vuruşu imza vuruşu olmakla beraber, forehand'i de oldukça güçlüydü. File önünde vole veya smaç yerine, swinging vole'yi tercih ederdi. Kariyerinin ilerleyen dönemlerinde repertuarına hem drop shot hem de slice vuruş ekleyerek daha öngörülemez bir oyun stili yarattı. Rus oyuncu kariyerinin başında toprak kortlar için pek uygun değildi ve 2007'de diğer kort yüzeylerine kıyasla toprak üzerinde hareket etme konusunda rahat olmadığını kabul etti, hatta bir keresinde toprak kortta kayamaması nedeniyle kendisini toprak üzerinde "buzdaki inek" olarak tanımlamıştır. Kariyeri ilerledikçe toprak kortta gelişmeye başladı ve toprak kortta oynanan tek Grand Slam turnuvası olan Roland Garros kupasını 2012 ve 2014 yıllarında kazanmıştır. Doping itirafı. Rus tenisçi Mariya Sharapova yaptığı açıklamayla Avustralya Açık'ta doping testini geçemediğini söyledi. Sharapova doping testinin pozitif çıkmasının nedeni olarak 2006 yılından beri kullandığı Meldonium adlı yasak madde olduğunu itiraf etti. Sharapova kullandığı yasaklı madde için: "Testi geçemedim ve bütün sorumluluğu üstleniyorum, son 10 yıldır yasal bir şekilde bu ilacı alıyordum. Dünya Dopingle Mücadele Kurumunun yasaklı listesinde değildi. 1 Ocak'tan itibaren de yasaklı maddeler arasına girdiğini bilmiyordum. 22 Aralık'ta yasaklı maddeler listesinde yapılan değişikliklerle ilgili bir e-posta aldım. Burada yasaklı maddeleri görebiliyorsunuz ben de o linke tıklamadım." dedi. Rus tenisçinin bu itiraflarından sonra kendisinin en büyük sponsoru olan Nike, sponsorluktan çekildiğini duyurdu. İlerleyen dönemlerde ise yasaklı madde kullanmaktan dolayı iki yıl kortlardan men cezası aldı. Sonrasında ceza Uluslararası Spor Tahkim Mahkemesi tarafından 15 aya düşürüldü. Doping cezası ardından ilk resmi maçını özel bir davet üzerine 26 Nisan 2017'de Stuttgart Açık turnuvasında İtalyan Roberta Vinci'ye karşı oynamıştır. 7-5 ve 6-3'lük setlerle rakibini 2-0 yenerek, kendi açısından iyi bir geri dönüşe imza atmıştır. İş hayatı. Tenisle tanıştığı ilk günden itibaren uzun antrenmanlar sonrası babası tarafından lolilop ve şekerle ödüllendirildiğini söyleyen Sharapova, 2012 yılında henüz 25 yaşındayken isminden esinlenerek kurduğu "Sugarpova" adlı şeker markası ile iş hayatına adım atmıştır. Nisan 2022'de Sharapova, ünlü moda markası Moncler'in Yönetim Kurulu üyesi olmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2176", "len_data": 29371, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.33 }
Bir üçgen düzlemde birbirine doğrusal olmayan üç noktayı birleştiren üç doğru parçasının birleşimidir. Üçgene müselles ve üçbucak da denir. Düzlem geometrisinin temel şekillerinden biridir. Bir üçgenin üç köşesi ve bu köşeleri birleştiren doğru parçalarından oluşan üç kenarı vardır. Bir üçgenin iç açılarının toplamı 180°, dış açılarının toplamı 360°'dir. formula_1 Burada; A, B ve C noktaları üçgenin köşeleri ve formula_2 doğru parçaları üçgenin kenarlarıdır. formula_3, formula_4 ve formula_5 üçgenin iç açılarıdır. Matematiksel tanım. Yukarıda anlatılan biçimiyle (Öklit düzleminde) üçgen, Riemann geometrisinde daha genel bir nesnenin özel bir durumudur. X bir Riemann uzayı ve A, B ve C de bu uzayın birbirine doğrusal olmayan üç noktası olsun. Bu üç noktanın her bir çifti arasında birer kesel (jeodezik) seçilsin. Bu üç keselin birleşimine ABC üçgeni denir. Örneğin bir Riemann yüzeyi olarak Dünya yüzeyinde, kuzey kutbundan 0 meridyeniyle ekvatora, ekvator boyunca 90. doğu meridyenine, bu meridyen boyunca geri kuzey kutbuna çıkan eğri bir üçgen oluşturur. Bu üçgenin iç açılarının toplamı 270°'dir. Daha genel olarak, bir topolojik uzayda verilen herhangi üç noktayı birleştiren herhangi üç eğrinin birleşimine üçgen denir. İki boyutlu bir çokkatlı bu tür üçgenlerin (belli özellikleri sağlayan) birleşimi olarak ifade edildiğinde, bu üçgenler topluluğuna çokkatlının üçgenlenmesi denir. Aşağıdaki özellikler, Öklit düzlemindeki üçgenlere aittir. Üçgenin açıları. Bir ABC üçgenine A tepe noktasından teğet geçecek şekilde ve BC'ye paralel olacak şekilde bir doğru çizildiğinde, BC doğru parçasının açıları, iç ters açılar kuralından dolayı tepe açısının yanına gelerek bir doğru parçasının yarısını kaplarlar. Bir ABD üçgenine D tepe noktasından teğet geçecek ve taban olan BC'ye paralel olacak şekilde bir doğru çizilip kenarlar uzatıldığında yöndeş açılar kuralı yardımıyla bu önerme kanıtlanabilir. Üçgenlerin türleri. Üçgenler, kendilerini oluşturan parçaların (köşe, kenar, açılar vb.) aynı düzlemde olup olmadığına göre sınıflandırılabilir. Eğer üçgenin tamamı tek bir düzlemdeyse düzlemsel, diğer durumlarda da örneğin küresel ya da Hiperbolik üçgen terimleri kullanılır. Kenarlarına göre üçgenler. Eşkenar üçgen. Tüm kenarları eşit olan üçgen olup iç açılarının her biri 60°'dir. Tabanlara indirilen dikmeler hem açıortay, hem de kenarortaydır. İkizkenar üçgen. İki kenarı eşit olan üçgenlerdir. Ayrıca iki açısı birbirine eşittir. Eşit olmayan kenara indirilen dikme hem açıortay, hem kenarortay özelliği gösterir. Çeşitkenar üçgen. Her kenarının uzunluğu ve açısı farklıdır. Çeşitkenar üçgenin simetrisi yoktur. Açılarına göre üçgenler. Dar açılı üçgen. Açıları 90 dereceden küçük olan üçgenlere dar açılı üçgen denir. Dik açılı üçgen. Bir açısı dik (yani 90°) olan üçgenlerdir. Bu üçgenlerde yükseklik dik kenarlardan biridir. En uzun kenarına hipotenüs denir. Geniş açılı üçgen. Açılarından biri 90°den büyük olan üçgenlerdir. Sadece bir tek açısı geniş açı olabilir. Tabana ait yükseklik tabanın uzantısı ile kesişir. Üçgen bağıntıları. Pisagor bağıntısı. Bir dik üçgenin dik kenarlarına 'a' ve 'b' dersek hipotenüsün karesi bu kenarların uzunluklarının karelerinin toplamına eşittir. Buna Pisagor teoremi denir. Yani: formula_6. Alan hesaplamaları. Kenardan yararlanma. Bir üçgenin alanı, taban ve tabana ait yüksekliğin çarpımının yarısıdır: formula_7 Açıdan yararlanma. Bir üçgenin alanı, herhangi iki kenarı ile aralarında kalan açının sinüsünün çarpımının yarısıdır. formula_8 Heron yöntemi. Çevre uzunluğuna '2u', yarısına 'u' dersek alan: formula_9 Kosinüs teoremi. Herhangi bir üçgende a, b, c kenarlarını alalım. a ve b arasında kalan açı da formula_10 olsun. c kenarını bulmak için kullanılacak formül: formula_11 Öklit bağıntısı. Bir dik üçgende hipotenüse "a" diğer iki kenara "b" ve "c", hipotenüs uzunluğunun yüksekliğine "h", bu yüksekliğin ikiye böldüğü "c" kenarıyla ortak köşeye sahip olan parçaya "p", "b" kenarıyla ortak köşeye sahip olan parçaya "k" dersek, formula_12 formula_13 formula_14 formula_15 Üçgende yardımcı elemanlar. Açıortay. Bir açıyı iki eş açıya bölen doğru veya doğru parçasına açıortay denir. Açıortayların kesiştiği nokta, üçgenin içteğet çemberinin merkezidir.. formula_16 Açıortay uzunluğu. formula_17 Kenarortay. Bir üçgende bir köşeden karşısındaki kenara uzatılan doğru bu kenarı iki eş parçaya bölüyorsa buna kenarortay denir. Bir üçgende kenarortayların kesiştiği noktaya ağırlık merkezi denir. G harfi ile gösterilir. Ağırlık merkezi, bir kenarortayı formula_18 ve formula_19 olarak böler. Yani köşeye A, kenarortayın kenarı kestiği noktaya D dersek; formula_20 olur. Kenarortay teoremi. formula_21 Üçgenlerle ilgili teoremler. Ceva teoremi. Ceva teoremi, üçgenin köşelerinden karşıdaki kenarın herhangi bir noktasına çizilen doğrulardan oluşan şekilde uygulanan bir teoremdir. Uygulaması şu şekildedir: formula_22 Menelaus teoremi. Üçgenle aynı düzlemde olan ve üçgenin köşelerinden geçmeyen herhangi bir doğrunun, üçgenin bir kenarının uzantısıyla kesişim noktalarının üçgenin köşelerine uzaklıkları arasındaki ilişkiyi anlatan teoremdir. Uygulaması: formula_22 Steward teoremi. Steward Teoremi, bir üçgende, bir köşeden karşı kenara çizilen herhangi bir doğru ile kenarlar arasındaki bir bağıntıdır. Bağıntı aşağıdaki gibidir: formula_24 Carnot teoremi. Bir üçgenin iç bölgesinden alınan herhangi bir noktadan kenarlara çizilen dikmelerle kenarlar sırasıyla a, b (ilk kenar) x, y (ikinci kenar) m, n (üçüncü kenar) olmak üzere parçalara ayrılsın. Benzerlik bağıntılarını kurduğumuzda: formula_25
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2178", "len_data": 5572, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.68 }
Anton Pavloviç Çehov (, ; 29 Ocak 1860 - 15 Temmuz 1904), Rus oyun ve kısa öykü yazarıdır. Tarihte kısa öykü alanında en iyi yazarlar arasında sayılmaktadır. Oyun yazarı olarak kariyerinde dört klasik eser üretmiş ve en iyi kısa öyküleri, yazarlar ve eleştirmenler tarafından olumlu eleştiriler almıştır. Çehov, Henrik Ibsen ve August Strindberg ile birlikte çoğu zaman tiyatroda erken modernizmin doğuşundaki üç yaratıcı figürden biri olarak anılmaktadır. Çehov, edebî kariyerinin çoğunda tıp doktoru olarak çalışmış ve "Tıp benim nikâhlı karım, edebiyat ise metresim." sözlerini dile getirmiştir. Çehov, 1896'daki "Martı" gösteriminden sonra tiyatroyu bırakmıştır fakat oyun, Konstantin Stanislavski'nin Moskova Sanat Tiyatrosu tarafından 1898'de yeniden canlandırılmıştır. Moskova Sanat Tiyatrosu, daha sonra Çehov'un "Vanya Dayısını sahnelemiş ve Çehov'un son iki oyunu "Üç Kızkardeş" ile "Vişne Bahçesinin galasını yapmıştır. Çehov geleneksel eylem yerine bir "ruh hali tiyatrosu" ve "metinde batık bir yaşam" sunduğu için bu dört eser, hem seyirciye hem oyuncu topluluğuna meydan okumayı sunmaktadır. Çehov ilk başta sadece maddi kazanç için yazılar yazmış ancak sanatsal hırsları arttıkça modern kısa öykünün evrimini etkileyen biçimsel yenilikler yapmıştır. Okuyuculara verdiği zorluklardan ötürü özür dilememiş ve bir sanatçının rolünün soru sormak olduğunu ve sorulara cevap vermek olmadığını belirtmiştir. Hayatı. Çocukluğu. Anton Çehov, Rusya'nın güneyindeki Azak Denizi'ne bağlı bir liman şehri olan Taganrog'ta 29 Ocak 1860 ( 17 Ocak) tarihinde Büyük St. Anthony bayramında altı çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Eski bir serf ile Ukraynalı bir kadının oğlu olan babası Pavel Yegorovich Çehov, Kobeliaky (günümüz Ukrayna'sında Poltava Oblastı) yakınlarındaki Vilkhovatka köyündendi ve bir bakkal işletiyordu. Kilise korosu şefi, dindar bir Ortodoks Hristiyan olan ve çocuklarına fiziksel istismarda bulunan babası Pavel Çehov, bazı tarihçiler tarafından oğlunun iki yüzlülükle ilgili birçok portresi için bir model olarak görülmüştür. Çehov'un annesi Yevgeniya (Morozova), Rusya'nın her yerinde kumaş tüccarı babasıyla yaptığı yolculukların hikâyeleriyle çocukları eğlendiren mükemmel bir hikâye anlatıcısıydı. Çehov, "Biz, yeteneklerimizi babamızdan aldık ama ruhumuz, annemizden." diye belirtmiştir. Yetişkinlik döneminde Çehov, erkek kardeşi Alexander'ın, karısı ve çocuklarına karşı gösterdiği bazı davranışları, kendisine Pavel'ın tiranlığını hatırlatarak eleştirdi: "Annemizin gençliğini mahveden şeyin, zorbalık ve yalan olduğunu hatırlamanızı rica ediyorum. Zorbalık ve yalan, çocukluğumuzu o kadar berbat etti ki, ürküntüye kapılmadan ve tiksinmeden o günleri düşünemiyorum. Çorbanın çok fazla tuzlu olması üzerine sinir krizi geçirdiği ve annemize aptal dediği zaman hissettiğimiz korku ve iğrenmeyi hatırlayın." Çehov, Taganrog'daki Yunan Okulu ile Taganrog Gymnasium'da (daha sonra Çehov Gymnasium olarak değiştirildi) eğitim aldı ve Taganrog Gymnasium'da Eski Yunanca dersinin bir sınavında geçemeyince on beş yaşındayken sınıfta kaldı. Taganrog'taki Yunan Ortodoks manastırında ve babasının korolarında şarkı söyledi. 1892 tarihli bir mektubunda çocukluğunu tanımlamak için "ıstırap" kelimesini kullandı ve şunları belirtmiştir: "Kardeşlerim ve ben kilisenin ortasında dururken "May my prayer be exalted" ya da "The Archangel's Voice" triosunu söylerken herkes bize duygulu bir şekilde bakıyor ve ailelerimizi kıskanıyordu ama biz o sırada kendimizi küçük mahkûmlar gibi hissediyorduk." Çehov daha sonra Ateist oldu. 1876'da, Çehov'un babası yeni bir ev inşa etmek için yaptığı harcamalar ve Mironov adında bir müteahhit tarafından aldatılma sonucu iflasını ilan etti. Borcundan ötürü hapishaneye girmemek için üniversitede okuyan en büyük iki oğlu Alexander ve Nikolay'ın yanına, Moskova'ya, kaçtı. Aile, Moskova'da yoksulluk içinde yaşadı ve Çehov'un annesi bu olayla birlikte fiziksel ve duygusal olarak çöktü. Çehov ailesinin mallarını satmak ve eğitimini bitirmek için geride kaldı. Çehov, üç yıl daha Taganrog'ta yaşadı ve "Vişne Bahçesi"'ndeki Lopakhin gibi Selivanov adında bir adamla pansiyoner olarak kaldı ve evlerinin bedelini aileden kurtarmıştı. Çehov, özel öğretmenler tutarak icabına baktığı eğitiminin parasını ödemek için saka kuşu yakalayıp sattı ve diğer işlerin yanı sıra gazetelere kısa skeçler sattı. Moskova'daki ailesine yollayabileceği her rubleyi onları neşelendirebilecek mizahi mektuplar eşliğinde gönderdi. Bu süre boyunca Miguel de Cervantes, İvan Turgenyev, İvan Gonçarov ve Arthur Schopenhauer gibi kişilerin eserlerini iyice ve çözümsel bir şekilde okudu ve "Babasızlık "adında komedi drama yazdı fakat erkek kardeşi Alexander, "masum [bir] uydurma olsa da affedilmez" olduğu için oyunu reddetti. Çehov ayrıca bir dizi aşk işlerinin de tadını çıkarıyordu ki bunlardan biri, bir öğretmenin karısıyla olan ilişkisiydi. 1879'da Çehov okulunu bitirdi, ailesinin yanına, Moskova'ya, gitti ve burada I. S. Sechenov Moskova Devlet Tıp Üniversitesinin tıp fakültesine kabul edildi. İlk yazıları. Çehov, artık bütün ailenin sorumluluğunu üstlenmişti. Ailesini desteklemek ve harç ücretlerini ödemek için "Antoşa Çehonte" (Антоша Чехонте) ve "Dalaksız Adam" (Человек без селезенки) gibi takma isimler altında çağdaş Rus hayatına dair günlük kısa, komik skeçler ve vinyetler yazdı. Olağanüstü çıkışıyla yavaş yavaş Rus sokak yaşamının hicivli bir tarihçisi olarak ün kazandı ve 1882'de o zamanın önde gelen yayıncılarından Nikolai Leykin'in sahibi olduğu "Oskolki" ("Fagmanlar") için yazıyordu. Çehov'un bu aşamadaki tonu, olgun kurgusuyla bilinenlerden daha ağırdı.. 1884'te Çehov, az para kazandığı ve fakirleri ücretsiz muayene ettiği ana mesleği hekimliğe hak kazandı. 1884 ve 1885'te Çehov kendini kan öksürürken buldu ve 1886'da nöbetler kötüleşmeye başladı fakat tüberküloz olduğunu arkadaşlarıyla ailesine itiraf edemedi. Durumunu Leykin'e "Kendi meslektaşlarım tarafından muayene edilmekten korkuyorum." sözleriyle itiraf etti. Haftalık dergiler için yazmaya devam etti ve ailesinin daha iyi bir yere taşınmasını sağlayacak kadar yeterli para kazanıyordu. 1886'nın başlarında milyoner sermayedar Alexey Suvorin'in hem sahibi olduğu hem editörlüğünü yaptığı ve St. Petersburg'daki en popüler gazetelerden biri olan "Novoye Vremya" ("Yeni Zaman") için yazma teklifi aldı; Çehov, satır başına Leykin'in iki katı ücret alacak ve üç kez yazacaktı. Suvorin, Çehov'la ömür boyu sürecek bir arkadaşlık başlatmıştı ve belki de Çehov'un en yakını olmuştu. Çok geçmeden popüler ilginin yanı sıra Çehov'un edebiyatı da ilgi çekmeye başlamıştı. Dönemin ünlü bir Rus yazarı olan altmış dört yaşındaki Dmitri Grigoroviç, Çehov'un "Avcı" adlı kısa öyküsünü okuduktan sonra Çehov'a şunları yazdı: ""Gerçek" bir yeteneğiniz var, bir yetenek ki sizi yeni kuşaktaki yazarlar arasında ön sırada tutmakta." Ayrıca Çehov'a yavaşlaması, az yazması ve edebi kaliteye odaklanması konusunda tavsiyelerde bulunmuştur. Çehov mektuba cevap vererek mektubun kendisine "şimşek gibi" vurduğunu söylemiş ve "Öykülerimi, muhabirlerin yangınlar hakkında notlarını kaleme alması gibi -mekanik olarak, yarı bilinçle, okuyucuyla ya da kendimle ilgili hiçbir şeyi önemsemeyerek- yazıyordum." diye itirafta bulunmuştur. Erken el yazmalarının sık sık aşırı özenle yazıldığını ve sürekli gözden geçirdiğini ortaya koyması nedeniyle bu itiraf, Çehov'a kötülük yapmış olabilir. Grigoroviç'in tavsiyesi yine de yirmi altı yaşındaki yazara daha ciddi, sanatsal bir tutkuya ilham verdi. Çehov, 1888'de Grigoroviç'in küçük bir torpiliyle "Alacakaranlıkta" ("V Sumerkakh") adlı kısa öykü koleksiyonuyla "yüksek artistik değere sahip en iyi edebi ürün" dalında Puşkin Ödülü kazandı. Dönüm noktası. Aşırı çalışma ve kötü sağlığından ötürü yorgun olan Çehov, 1887'de Ukrayna'ya seyahat etti ve bu seyahat onda bozkırın güzelliğini depreştirdi. Dönüşünde "oldukça garip ve çok özgün bir şey" olarak nitelendirdiği ve "Severny Vestnik"'te yayımlanan "Step" adlı novella uzunluğundaki kısa öyküsünü yazmaya başladı. Karakterlerin düşünce süreçlerine sürüklenen bir anlatıda, Çehov, evden uzakta yaşamak için gönderilen genç bir çocuk ile arkadaşlarının, bir rahibin ve bir tüccarın gözünden bozkır boyunca hafif gezinti arabasıyla bir yolculuk başlatır. "Step", "Çehov şiirinin sözlüğü" olarak adlandırılmış ve olgun kurgusunun kalitesinin çoğunu sergileyerek ve bir gazeteden ziyade edebi bir dergide yayımlanarak Çehov'a önemli bir yükselişi sağlamıştır. 1887 sonbaharında, Korsh adlı bir tiyatro yöneticisi Çehov'u bir oyun yazması için görevlendirdi ve bunun sonucunda "İvanov" adlı oyun iki haftada yazılarak kasımda sahnelendi. Her ne kadar Çehov bu deneyimi "berbat" bulsa ve kardeşi Alexander'a yazdığı mektupta kaotik ürünün komik bir portresi olduğundan bahsetse de oyun hit olmuş ve özgünlüğe sahip bir çalışma olarak övülmüştür. Ayrıca Çehov o dönemde tam anlamıyla farkında olmasa da "Martı "(yazım yılı 1895), "Vanya Dayı" (yazım yılı 1897), "Üç Kızkardeş" (yazım yılı 1900) ile "Vişne Bahçesi" (yazım yılı 1903) gibi oyunları bugün bile oyunculuk aracına sağduyulu olan devrimci bir omurga olarak hizmet etmektedir: insanların gerçekte birbirlerine nasıl davrandıklarını ve (birbirleri ile) nasıl konuştukları üzerine "gerçekçiliği" yeniden yaratma ve ifade etme çabası ve izleyicinin insan olmanın ne anlama geldiğine dair bütün ayrıntılarıyla (olduğu gibi) kendi tanımını yansıtması umuduyla insani durumu mümkün olduğu kadar doğru bir şekilde ifade etmek için sahneye dönüştürmek. Bu oyunculuk sanatına yaklaşma felsefesi sadece değişmeyen bir özellik değil ayrıca 20. yüzyılın büyük bir bölümünden bu güne kadar oyunculuğun temel taşıdır. Mikhail Çehov, "Ivanov"'u kardeşinin entelektüel gelişimi ve edebi kariyerinde önemli bir an olarak değerlendirmiştir. Bu dönemden itibaren Çehov'un bir gözlemi ortaya çıkmıştır ve bu, Çehov'un tüfeği olarak bilinmektedir. Bu gözleme göre, bir anlatıdaki her ögenin gerekli ve yeri doldurulamazdır ve her şeyin ortadan kaldırılır. "Hikâye ile alakalı olmayan her şeyi kaldırın. Eğer ilk bölümde 'duvarda bir tüfek asılı' diyorsanız ikinci veya üçüncü bölümde o silah patlamalıdır. Eğer ateşlenmeyecekse, o silah orada asılı olmamalıdır." Çehov'un kardeşi Nikolay'ın 1889'da tüberkülozdan ölmesi "Sıkıcı Bir Öykü"'ye ilham kaynağı olmuştur ve hayatının sonunda hayatının amaçsız geçtiğini fark eden bir adam hakkında olan eser, aynı yılın eylülünde bitirilmiştir. Nikolay'ın ölümünden sonra kardeşi Çehov'un depresyonda ve huzursuz olduğunu yazan Mikhail Çehov, hukuk çalışmalarının bir parçası olarak o dönem cezaevlerini araştırıyordu ve Anton Çehov, kendi hayatında bir amaç için, bir süre sonra cezaevi reformu meselesini takıntı haline getirmiştir. Sahalin. 1890'da Çehov, Japonya'nın kuzeyindeki "katorga" yani ceza kolonisi olan Sahalin Adası ile Uzak Doğu Rusyası'na tren, at arabası ve nehir vapuru ile zorlu bir yolculuğa çıkmış ve burada üç ay boyunca binlerce mahkûm ve yerleşimci ile bir nüfus sayımı için görüşme yapmıştır. Çehov'un Sahalin'e yaptığı iki buçuk aylık yolculuk sırasında yazdığı mektuplar en iyileri arasında sayılmaktadır. Kız kardeşine Tomsk hakkında yazdıklarıyla şehir kötü bir üne sahip olmuştur. "Tomsk çok sıkıcı bir kasaba. Tanıştığım sarhoşlardan ve bana saygılarını göstermek için otele gelen entelektüel insanlardan yola çıkarak karar verirsem sakinleri de çok sıkıcı. Çehov, Sahalin'de kırbaçlama, malzemelerin zimmete geçirilmesi ve kadınların fuhuşa zorlanması dahil birçok şeye şahit olmuştur ve bunlar da onu dehşete düşürmüş ve öfkelendirmiştir. "Öyle anlar vardı ki insanın alçalmasının en uç sınırlarını gördüğümü hissettim." diye yazmıştır. Özellikle, ceza kolonisinde yaşayan çocukların aileleriyle yaşadığı kötü durumdan etkilenmiştir. Örneğin: "Amur üzerinde vapurda Sahalin'e giderken karısını öldüren ve ayaklarına pranga takılan bir mahkûm vardı. Altı yaşındaki küçük kızı da onunlaydı. Mahkûmun küçük kızı peşinden sürüklediğini fark ettim ve [küçük kız] onun prangalarını tutuyordu. Gece olduğunda çocuk, asker ve mahkûmların birlikte yığın halde uyuduğu yerde uyuyordu. Çehov daha sonra yardımın bir cevap olmadığı ancak devletin mahkûmlara insanî muameleyi finanse etme görevi olduğu sonucuna varmıştır. Elde ettiği bulgular, 1893 ile 1894'te "Ostrov Sakhalin" ("Sahalin Adası") adıyla edebi değil de toplumsal bilim olarak yayımlanmıştır. Çehov, uzunca kısa öyküsü "The Murder"da "Sahalin Cehennemi" için edebi bir ifade bulmuştur. Çehov'un Sahalin üzerine yazdığı yazı, Haruki Murakami'nin "1Q84" adlı romanında kısa bir yorum ve analiz konusudur. Aynı zamanda Nobel Ödülü sahibi Seamus Heaney'in, "Çehov, Sahalin'de" adlı bir şiirin konusu olmuştur. Melikhovo. 1892'de Çehov, 1899 yılına kadar ailesiyle yaşayacağı ve Moskova'nın yaklaşık 40 km güneyinde yer alan Melikhovo'dan küçük bir arazi mülkünü satın almıştır. "Lord olmak güzeldir." diyerek (Shcheglov takma adı altında esprili parçalar yazan) arkadaşı Ivan Leontyev'e takılmış ancak ev sahibi olarak sorumluluklarını ciddiye almış ve kısa sürede yerli köylülere faydası dokunmuştur. 1892'deki kıtlık ve kolera salgınlarının kurbanları için yardım ayarlamanın yanı sıra üç okul, bir yangın istasyonu ve bir klinik inşa etmeye ve tüberkülozu sık sık yeniden ortaya çıkmasına rağmen kendi sağlık aletlerini civardaki köylülere bağışlamaya devam etmiştir. Melikhovo'daki evlerin bir ferdi olan Mihail Çehov, kardeşinin tıbbi bağlantısının kapsamını şöyle anlatmıştır: "Çehov'un Melikhovo'ya taşındığı ilk günden itibaren yirmi mil ötedeki hasta[lar] ona akın etmeye başladı. Yürüyerek ya da arabalara getirildiler ve çoğu zaman uzaktaki hastalar için alınıp götürüldü. Bazen sabahın erken saatlerinde köylü kadınlar ve çocuklar onun kapısının önünde ayakta bekliyordu." Çehov'un ilaç harcamaları kayda değerdi ancak en büyük maliyet, hastayı ziyaret etmek için birkaç saat süren yolculuklar yapmaktı ki bu da yazma için zamanını azaltmıştır. Ancak Çehov'un bir doktor olarak çalışması, Rus toplumunun bütün kesimleriyle yakın temasa geçmesini sağlayarak yazılarını zenginleştirmiştir. Örneğin, köylülerin sağlıksız ve sıkışık yaşam koşullarını ilk elden görmüş ve bunları, kısa öyküsü "Köylüler"de ele almıştır. Çehov, üst sınıfı da ziyaret etmiş ve bunu not defterine geçirmiştir: "Aristokratlar? Piyasa kadınlarında olduğu gibi aynı çirkin vücutlar ve fiziksel kirlilik, aynı dişsiz yaşlılık ve iğrenç ölüm." 1894'te Çehov, "Martı" oyununu Melikhovo'daki meyve bahçesinde inşa ettiği bir kulübede yazmaya başlamıştır. Mülkiyete taşındığı günden itibaren iki yıl içinde evi yenilemiş, tarım ve bahçecilik yapmaya başlamış, meyve bahçesi ile göletle ilgilenmiş ve öyle çok ağaç dikmişti ki Mikhail'e göre Çehov, "onlara çocuklarıymış gibi baktı. "Üç Kızkardeş"'teki Yarbay Verşinin gibi onlara baktığında üç veya dört yüz yıl sonra nasıl olacağını hayal ediyordu." 17 Ekim 1896'da St. Petersburg'daki Alexandrinsky Tiyatrosu'nda gösterilen "Martı"'nın ilk gecesi tam bir fiyaskoydu. Oyun, seyirci tarafından yuhalanmış ve Çehov, tiyatrodan vazgeçme eşiğine gelmiştir. Ancak oyun, tiyatro yönetmeni Vladimir Nemirovich-Danchenko'yu etkilemiş ve meslektaşı Konstantin Stanislavski'yi 1898'de yenilikçi Moskova Sanat Tiyatrosu için yeni bir prodüksiyonu yönetmeye ikna etmiştir.. Stanislavski'nin psikolojik gerçekçiliğe ve topluluk oyunlarına gösterdiği dikkat, gizli incelikleri metinden aldırdı ve Çehov'un oyun yazımına olan ilgisini geri getirdi. Sanat Tiyatrosu Çehov'dan daha fazla oyun ısmarladı ve ertesi yıl Çehov'un 1896'da tamamladığı "Van Dayı"yı sergiledi. Yalta. 1897 yılının mart ayında Çehov, Moskova'yı ziyaret ederken akciğerlerden büyük bir kanama geçirmiştir. Büyük zorluklarla bir kliniğe girmek için ikna edildi ve burada doktorlar akciğerlerinin üst kısmında tüberküloz teşhisi koymuş ve yaşam tarzlarında bir değişiklik tavsiye etmiştir. 1898'de babasının ölümünden sonra, Çehov Yalta'nın eteklerinde bir arsa almış ve burada bir sonraki yıl annesi ve kız kardeşiyle birlikte taşındığı bir villa yapmıştır. Ağaç ve çiçek dikmiş, köpek ve turna beslemiştir. Ayrıca Lev Tolstoy ve Maksim Gorki gibi kişileri ağırlamıştır. Her zaman Moskova için "sıcak Sibirya" yı terk etmek ya da yurt dışı gezileri yapmak Çehov'a iyi gelmiştir. Yalta'da Sanat Tiyatrosu için iki oyun daha tamamlamıştır ve "daha önce krep yediğim şekilde" yazdığı günlerden daha büyük zorluklarla besleniyordu. "Üç Kızkardeş" ve "Vişne Bahçesi", her biri bir yılını aldı. 25 Mayıs 1901'de Çehov, Olga Knipper'la sessizce evlendi. Knipperr, Çehov'un "Martı"'nın provalarında tanıştığı Nemirovich-Danchenko'nun bir zamanlar sevgilisiydi ve vesayeti altındaydı. Bu ana kadar "Rusya'nın en zorlu edebi bekârı" olarak bilinen Çehov. ilişki kurmayı es geçmiş ve ilişki yerine genelevlere gitmeyi tercih etmiştir. Suvorin'e yazdığı bir mektupta şunları dile getirmiştir: "Eğer istiyorsan muhakkak evleneceğim. Ama bu şartlarda her şey şimdiye kadar olduğu gibi olmalı. Ben taşrada yaşarken o, Moskova'da yaşamalı ve onu görmeye gideceğim... Mükemmel bir koca olmaya söz veriyorum ama bana, ay gibi her gün gökyüzümde görünmeyecek bir kadın ver. Mektup, Çehov'un Olga'yla olan evliliğiyle ilgili isabetli bir tahmin oluşturmuştur: Çehov, Yalta'da yaşarken Olga, oyunculuk kariyerine devam etmek için Moskova'da yaşamıştır. 1902'de Olga düşük yaptı ve Donald Rayfield, çiftin mektuplarına dayanarak Çehov ve Olga'nın birbirinden ayrı kaldı dönemde gebeliğin ortaya çıkmış olabileceğine dair kanıt sunmuştur fakat Rus bilim insanları bu iddiayı reddetmişlerdir. Bu uzun mesafeli evliliğin edebi mirası, tiyatro tarihinin mücevherlerini koruyan bir yazışmadır ve buna Stanislavski'nin yönetmenlik yöntemleri hakkında paylaşılan şikayetlerle Çehov'un yazdığı oyunlarında Olga'ya performansı hakkında tavsiyelerde bulunması dahildir. Çehov, Yalta'da oldu dönemde en ünlü öykülerinden birini yazmıştır: "Küçük Köpekli Kadın" ve bu öyküde ilk bakışta, alaycı evli bir erkekle Yalta'da tatil yaparken bir araya gelen mutsuz bir evli kadın arasında geçici bir ilişki ele alınmaktadır. İkisi de bu tanışmadan kalıcı bir şey beklemez. Beklenmedik şekilde ikili arasında yavaş yavaş derin bir aşk filizlenir. Öykü derinden aşık olmanın bir sonucu olarak hayal kırıklığına uğramış erkek kahramanın yaşadığı iç dönüşüm ile ya ailelerinden ya da birbirlerinden ayrılmak suretiyle meseleyi çözememelerini ustaca işlemiştir. Ölümü. Mayıs 1904'te Çehov'un tüberkülozu ölümcül derecede ilerlemiştir. Mihail Çehov, "Çehov'u gören herkes sonun çok uzak olmadığını gizlice düşündüğünü ve sona yaklaştığında [Çehov'un] bunu fark ettiğini" dile getirmiştir. 3 Haziran'da Kara Orman'daki Alman kaplıca şehri Badenweiler'e gitmek Olga ile yola çıkmış ve buradan kız kardeşi Masha'ya görünürde neşeli mektuplar yazmıştır ve mektuplarında çevreyle yiyecekler hakkında bilgiler vermiş ayrıca sağlığının daha iyiye gittiğine annesiyle kız kardeşini inandırmıştır. Son mektubunda ise Alman kadınlarının giyiniş şeklinden yakınmıştır. Çehov'un ölümü "edebi tarihin en önemli sanatsal yapıt"larından biri haline gelmiş ve özellikle de Raymond Carver'ın "Errand" kısa öyküsü olmak üzere birçok kez kurgulanmış, süslenmiş ve tekrar anlatılmıştır. 1908'de, Olga kocasının son anlarını şöyle dile getirmiştir: "Anton olağandışı bir şekilde oturdu ve yüksek sesle ve açıkça söyledi (neredeyse hiç Almanca bilmese de): "Ich sterbe" ("Ölüyorum"). Doktor onu sakinleştirdi, bir şırınga aldı, ona bir kâfur iğnesi yaptı ve şampanya sipariş etti. Anton dolu bir bardak aldı, inceledi, bana gülümsedi ve şöyle dedi: "Şampanya içmem üzerinden çok zaman geçti." Şampanyayı bitirdi ve sol tarafına sessizce uzandı ve ona doğru koşarak yatağa eğilip ona seslenecek vaktim oldu ama nefes almayı bırakmıştı ve çocuklar gibi huzur içinde uyuyordu." Çehov'un naaşı, istiridye için kullanılan bir soğutulmuş demiryolu aracıyla Moskova'ya taşındı ve bu detay Gorki'yi rahatsız etmiştir. Binlerce yas tutanlardan bazıları yanlışlıkla bir askerî grup eşliğinde General Keller'ın cenaze törenini takip etmiştir. Çehov, Novodeviçi Mezarlığı'ndaki babasının yanında gömülmüştür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2185", "len_data": 20103, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.61 }
Sokrates (, ; ), Batı felsefesinin kurucularından biri olarak kabul edilen ve ahlaki düşünce geleneğine öncülük eden Atinalı bir Yunan filozoftur. Hiçbir yazılı eser bırakmayan Sokrates'in düşünceleri, büyük ölçüde öğrencileri Platon ve Ksenofon’un aktardığı diyaloglar aracılığıyla günümüze ulaştı. Bu anlatılar, Sokrates ve muhataplarının bir konuyu soru-cevap tarzında irdeledikleri diyaloglar şeklinde yazıldı ve Sokratik diyalog adı verilen bir edebi türün doğmasını sağladı. Sokrates hakkında birbirinden farklı ve çelişkili anlatımlar bulunduğundan, onun gerçek düşüncelerini tam olarak belirlemek zordur. Bu durum, felsefe tarihinde "Sokratik problem" olarak adlandırılır. Sokrates, yaşadığı dönemde Atina toplumunda oldukça tartışmalı bir figürdü. MÖ 399 yılında, "dinsizlik" ve "gençleri yozlaştırmak" suçlamalarıyla yargılandı. Sadece bir gün süren mahkemede suçlu bulunarak ölüm cezasına çarptırıldı. Son günlerini hapishanede geçirdi ve kaçması için yapılan teklifleri reddederek, baldıran zehri içerek hayatına son verdi. Platon'un diyalogları, Sokrates'in antik çağlardan günümüze ulaşan en kapsamlı anlatıları arasındadır. Bu eserlerde Sokratik yaklaşımın, epistemoloji ve ahlak felsefesi gibi alanlardaki uygulamalarını gözler önüne serer. Platon’un eserlerinde yer alan Sokrates figürü, adını "Sokratik yöntem" ve "Sokratik ironi" kavramlarına verdi. Sokratik sorgulama yöntemi, yani "elenchus", kısa sorular ve cevaplar üzerinden ilerleyen bir diyalog biçiminde şekillenir. Platon’un diyaloglarında, Sokrates ve muhatapları genellikle bir erdem veya soyut bir kavram üzerine tartışarak konunun farklı yönlerini inceler. Ancak sonunda, başlangıçta bildiklerini sandıkları şeyi aslında tanımlayamadıklarını fark ederek çıkmaza girerler. Sokrates, kendisini tamamen cahil olarak tanımladı ve "tek bildiğim şey, hiçbir şey bilmediğimdir" dedi. Bununla birlikte, cehaletinin farkına varmanın felsefi sorgulamanın ilk adımı olduğunu ima etti. Sokrates, kendisinden sonraki antik çağ filozofları üzerinde güçlü bir etki yarattı ve bunu modern çağda da sürdürdü. Ortaçağ ve İslam alimleri tarafından incelendi ve İtalyan Rönesansı düşüncesinde, özellikle de hümanist hareket içinde önemli bir rol oynadı. Søren Kierkegaard ve Friedrich Nietzsche'nin eserlerinde de görüldüğü üzere ona olan ilgi kesintisiz olarak devam etti. Sokrates'in sanat, edebiyat ve popüler kültürdeki tasvirleri, onu Batı felsefe geleneğinde yaygın olarak bilinen bir figür haline getirdi. Sokrates'in felsefi yaşamı. Sokrates'in felsefi yaşamına başlangıçlık eden olay Delphoi Tapınağı ziyaretidir. Sokrates felsefesinin ana temalarını ele alan başlıca kaynak Sokrates'in Savunması adlı diyalogdur. Bu diyalog Sokrates hakkında açılan dava sonrasında Platon tarafından kaleme alınan bir felsefi başkaldırıdır. Bu eser, Sokrates'in felsefi yaklaşımı uyarınca sürdürdüğü yaşamını sergiler. Sokrates yaşam tarzını ve yaşam tarzı nedeniyle sahip olduğu güçlü düşmanlıkları sergilemek amacıyla dostu Khairephon’un Delphoi Tapınağı kâhini Pythies’e kendisi ile ilgili ziyaretini aktarmayı gerek görür. Khairephon, kâhine Sokrates’ten daha bilge birisinin bulunup bulunmadığını sorduğunda kâhin, ondan daha bilge birisinin bulunmadığını söyler. Bu bilgiyi alan Sokrates önce şüpheye düşer, çünkü hiçbir şey bilmediğinin farkındadır. Ama tanrı yalan söylemeyeceği için kâhinin sözlerinin doğruluğundan şüphe etmemek durumundadır. Böylece söz konusu kehanetin, çözülmesi gereken bir bilmece olduğunu düşünerek araştırmaya koyulur. Önce adı bilgeye çıkan politikacıya, sonra ozanlara, daha sonra da sahip oldukları "Sophia" ile ünlü olan ustaların ve zanaatkârların yanına gider. Onlara sorduğu sorularla, onların bilge olmadıklarını kavrar. Sokrates bunların cehaletin pençesinde kıvrandıklarını fark eder. Bu kişiler, hem bilmedikleri şeyleri bildiklerini sanmaktadırlar hem de neleri bilmediklerinin farkında değillerdir. Oysa cehaletten daha büyük bir kötülük yoktur. Sokrates bu kişilerden farklı olarak, bilmediğini bilir; tam da bu noktada o kişilerden daha bilge olmaktadır. Yani Sokrates kendi cehaletinin farkında olmak gibi insani bilgeliğe sahiptir. Yani Sokrates kendini bilmekte ve kendini tanımaktadır. Sokrates, kâhinin söylediği sözlerin gerçek anlamını bulmak için uyguladığı sorgulama sonunda Pythies'in ne demek istediğini anlamıştır. Onların arasında en bilge olduğu doğru bir yargıdır. Çünkü kendisi hiçbir şey bilmediğinin farkındadır. Sokrates böylece –bilmediğini bildiğini sanan- insanlarla, gerçek bilginin tek sahibi olan tanrılar arasında aracı durumundadır. Bu konum aslında Platon'un "Lysis" ve "Şölen" adlı eserlerinde belirttiği gibi, filozofun konumudur; zaten filozof kelimesi de Yunanca "philei" ve "sophia" kelimelerinin yan yana gelmesi ile oluşturmuştur. Bu kelime başta "bilgi ve bilgelik dostu" sonra ise "bilgiye can veren, onu sorgulayan" anlamına gelmektedir. Bunun ön koşulu da bilgisizliğin bilincinde olmaktır. Sokrates'in "kendini tanı" ilkesinin başlıca sebebi; her kişinin yaratılıştan iyi olduğu görüşünden gelir. Sokrates'in ahlakçı akılcılığı buna denk gelmektedir. Sokrates’in diyalektik uslamlama yöntemi. Kehanet anlatısı, genellikle Sokrates'in, bilgelikleriyle ünlenenlere yöneltip onları bunalttığı soruları akla getirir. Bu tür yaklaşımlar "çürütme" ("elenchos") denen belli bir kalıp içerisinde sergilenirler. Bu yöntem felsefe tarihinin ilk yöntemi olması bakımından son derece önemlidir. Eski Yunancada "sınamadan geçirmek" ya da "çürütme" anlamına gelen "elenchos" yöntemi, doğruluğundan şüphe duyulmayan bir sava karşı yöneltilen çeşitli sorularla, yapılan açıklamalarla, savın kapsamının olabildiğince genişletilmesiyle, en sonunda savın kendi içinde taşıdığı çelişki ve tutarsızlıkların kanıtlanmasıyla doğruluk savlarının çürütülmesinin amaçlandığı düşünsel diyalektik bir süreçten oluşmaktadır. Sokrates tarzı bu çürütme şu aşamalardan oluşur: Sokrates'e göre çürütme uygulaması o denli önemlidir ki "Savunma"'da bunun felsefeyle aynı şey olduğunu savunur. Filozofça yaşamanın insanın kendisini ve başkasını sürekli sınamak olduğunu açıklar (28e, 29c-d). Bu anlamda Sokrates'in diyalektik uslamlama yönteminin amacı insanların iyiye, güzele, erdeme yönelik sürekli bir felsefe arayışı içinde olmalarının sağlanmasıdır. Diyalektik yöntemde yanıt arayan hemen bütün sorular, "Güzel nedir?", "Bilgi nedir?", "Zaman nedir?" gibi ne?-lik bildiren bir şeyin özünü ya da doğasını bilmeye yönelik ana soru yapısından türerler. Sokrates karşılıklı konuşmalardan yola çıkarak yüzeysel bilginin, bir kavramı tanımlatmayı, tanıtlatmayı amaçlayan sorularla diyaloğu istenen doğrultuda yönlendirir. Bu karşılıklı konuşmalarda konuşmacıların söylediklerinde bulunan tutarsızlıklar ve çelişkiler ortaya çıkarılarak yüzeysel bilginin, en önemlisi de doğru diye bilinen sanıların bırakılmasını sağlamış olacaktır. Diyalektik yönteminin en belirgin örnekleri "Kriton" ile "Lysis" diyaloglarıdır. Sokrates'in uyguladığı biçimiyle bu yöntem bilginin bulunmaktan çok hep aranması gereken bir şey olarak görüldüğünün başlıca kanıtıdır. Sokrates öldükten sonra "Sokratik Diyaloglar" edebiyatı ortaya çıkmıştır. Diyaloglar arasında ilk sırayı Platon'un yazdığı diyaloglar alır. Platon; Sokrates'in Savunması, "Kriton", "Phaidon", "Şölen" ("Symposion"), "Theaitetos", "Timaeos", "Lakhes", "Euthyphron" adlı diyaloglarında Sokrates'in portresini sergilemiştir. İkinci sırada ise Ksenophon'un "Apomnemoneumata" adlı yapıtı yer alır. Sokrates'in kişiliği üzerine birbirine karşıt görüşler ortaya atılmıştır. Platon'a göre dengeli bir kişi olan Sokrates çağdaşı Spintharos'a göre sert mizaçlı, nefsine hâkim birisidir. Fakat Sokrates'e karşı bir saldırı da vardır: Aristophanes'in MÖ 423 yılında sergilediği "Bulutlar" adlı komedyasında Sokrates, sözcüklerle oynayan, öğretileri ile ahlakı ve devleti baltalayan; gençleri babalarıyla, devletin otoritesini sorgulamaya yönelten bir sofist olarak canlandırılarak eleştirilmiştir. Ayrıca Sokrates ile ilgili diyaloglarda Sokrates'in içindeki tanrısal sesten ("daimon") bahsedilir. Bu güç ona ne gibi davranışlardan kaçınması gerektiği konusunda ilham vermektedir. Sokrates'i Kant, "aklın ideali", Hegel, "bir insanlık kahramanı, felsefesini yazmayan ama yaşayan gerçek bir filozof" olarak tanımlar. Nietzsche ise tersine, onu, ölüm korkusu nedir bilmeyen, yaşayan biri olarak değil de salt akıl olarak ölen ve hayatın içgüdüsünden tamamıyla kopmuş bir "canavar" olarak tasvir eder. Sokrates'e ait yazılı bir eser günümüze ulaşmamıştır. Bu nedenle tüm öğretimini sözel olarak yaptığı yargısına varılmaktadır. Sokrates hakkındaki bilgiler başkalarının aracılığı ile günümüze kadar gelmiştir. Bugün fiilen sahip olduğumuz eserleri yazmış olan başlıca filozof Platon'dur. Platon, Sokrates'in öğrencisidir. Sokrates'e ilişkin bilgilerin büyük çoğunluğu Platon'un yazılarından elde edilmektedir. Platon Sokrates'in anısını canlı tutmak için onu ve onun öğretilerini anlatan yazılar yazmıştır. Sokrates'in ruhunu yaşatmak, Platon için, Sokrates'in yaptığı tarzda felsefe yapmak anlamına gelmektedir. Platon, Sokrates öldüğünde otuz bir yaşındadır. Sokrates öldükten sonra MÖ 4. yüzyılın ilk yarısında Atina’nın ünlü okulu olan ve bugünkü modern üniversitenin ilk örneği sayılabilecek Akademia’yı kurmuştur ve eserlerini orada yazmıştır. Sokratesçi okullar. Yunan felsefesinin en büyük filozofu Sokrates’in ölümünün ardından onun anısını canlı tutmak için eserler kaleme alındığı gibi bazı okullar da kurulmuştur. Bu kuruluşların hepsi Sokrates’in düşünsel anlamda gerçek izleyicileri olma savıyla kurulmuştur. Bu okullar arasında "Megara okulu", "Kinikler okulu", "Kirene okulu", "Elis-Eteria okulu" sayılabilir. Bu okullar, Sokrates’in, gerek kişilik özelliklerinden, gerekse düşüncelerinden çok derin biçimde etkilenmişlerdir. MÖ 4. yüzyılın başlarında Sokrates’in ilk öğrencilerinden Megaralı Eukleides, Megara Okulu’nu kurmuştur. Bu okul felsefedeki yerini daha çok Aristoteles eleştirileri ve mantık alanında yaptığı katkılarla belirlemiştir. Atinalı Antisthenes ve Sinoplu Diogenes’in öncülüğünü ettiği bir diğer Sokratesçi kuruluş ise Kinik Okulu’dur. Bu okul bireyin erdem ile mutluluğa ulaşabilmesi için kendi kendiyle yetinip, tüm yapay gereksinimlerinden sıyrılması gerektiğini savunur. Aristippos tarafından kurulan Kirene Okulu ise Kinik Okulu ile taban tabana zıt düşünceleri savunur. Sokrates’in sürekli sözünü ettiği erdem üstüne kurulu mutluluğun, tat almada, bütün haz yaşantısında olduğu düşünülmektedir. Kirene Okulu’nun savunduğu bu temel görüş "haz" anlamına gelen Yunancadaki "hedone" sözcüğünden türeyerek "hazcılık" (hedonizm) diye anılan felsefe öğretisinin de ilk örneğidir. Elis-Eretria Okulu ise Sokrates'in ölümünün hemen ardından öğrencisi Elisli Phaidon tarafından kurulmuştur. Sokrates'in izinden giden tüm okullar gibi bu okul da ahlak felsefesini baş köşeye yerleştirmiştir. Bu felsefe okulu aynı zamanda Sokrates'in soylu yaşamını, bu yaşamdan alınacak dersleri ve insan yaşamında felsefenin yerini vurgulamak üzere kurulmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2192", "len_data": 11022, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.86 }
BASIC (İngilizce: Beginner's All-Purpose Symbolic Instruction Code Türkçe: "Yeni başlayanların çok amaçlı simgesel öğretim kodu") 1964'te John George Kemeny ve Thomas Eugene Kurtz tarafından New Hampshire, ABD'de icat edilmiş, günümüzde de çeşitli türevleri kullanılmakta olan yüksek düzey bir programlama dili. Farklı türevleri birçok işletim sisteminin parçası olarak sunulmuştur. BASIC öğrenmesi ve yazılımları kolay olan bir dildir. Genelde amatörce ve hobi uğraşıları için kullanılmıştır. Microsoft daha sonra Kişisel bilgisayarlar için "Quick Basic" derleyicisi piyasaya sürmüştür. Bununla yazılan BASIC metinlerini makine koduna çevirilebilmiş böylece sürat kazanmıştır. Bugün hâlen geniş bir kullanım alanına sahip olan Visual Basic dili var olup bununla hatta Windows'un belirli bölümleri yazılmıştır. Her Microsoft Office paketinde bir BASIC türevi var olup makro programlamada büyük kolaylıklar getirmektedir. Ayrıca BASIC kodunu C veya C++ koduna çevirip makine kodu derlemesi yapabilen bazı açık kaynak kodlu uygulamalar bulunmaktadır. Bunlardan BaCon Linux, MacOS ve bazı unix tabanlı işletim sistemlerinde HUG kütüphanesi ile pencere, buton, vb. arayüz oluşturmak için kullanılabilirken BCX sadece Windows'ta WinAPI ile arayüz oluşturmak için kullanılabilmektedir. QB64 adlı derleyici ise Windows, MacOS, Linux ve bazı başka işletim sistemlerinde arayüz oluşturmaya imkân sağlamaktadır. Basic programlama dili algoritma'ya çok yakın bir yapıya sahiptir. Bu yüzden öğrenilmesi ve uygulanması kolaydır. Değişken isimleri ve kuralları. Değişken isimleri aşağıdaki kurallara uyan her şey olabilirler: Değişkenlerin belirtilmesi. Bir değişken "Dim "degisken_ismi" as "tür"" seklinde tanımlanır. Dim damdaki_kedi as byte Dim Burak, gonen, kedi, damdaki as boolean Dim İsmail, cerban, temel, egitim as string Görüldüğü gibi VB'de de değişkenler arası virgül ile ayrılıp birden çok aynı türde değişken aynı anda tanımlanabilir. Örnek program. Merhaba Dünya çıktısı 10 PRINT "Merhaba Dünya!" Dim str1, str2 as string str1=textbox1.text str2=textbox2.text if str1=" " or str2=" " then msgbox("Lütfen Parolanızı Giriniz", msgboxstyle.critical) EndIf" End Sub Sunucuya Bağlanma. site$ = "tr.wikipedia.org" port = 80 NETCONNECT site$, port print "connected to " + site$ + ":" + port get$ = "GET http://" + site$ + "/ HTTP/1.0" + chr(13) + chr(10) get$ = get$ + chr(13) + chr(10) NETWRITE get$ print "request written" s$ = "" do chunk$ = netread print "chunk '" + left(chunk$,10) + "..." + right(chunk$,10) + "'" + length(chunk$) s$ = s$ + chunk$ # bekleyin / yavaş bağlantılar için bazı ayarlamalar gerekebilir pause .2 until not netdata NETCLOSE print "response" print s$ print length(s$)
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2198", "len_data": 2707, "topic": "CODING", "quality_score": 3.34 }
Blog () veya Weblog () teknik bilgi gerektirmeden, kendi istedikleri şeyleri, kendi istedikleri şekilde yazan insanların oluşturabildikleri, günlüğe benzeyen web siteleridir. Genellikle güncelden eskiye doğru sıralanmış yazı ve yorumların yayınlandığı, web tabanlı bir yayını belirtir. Çoğunlukla her gönderinin sonunda yazarın adı ve gönderi zamanı belirtilir. Yayıncının seçimine göre okuyucular yazılara yorum yapılabilir. Yorumlar, blog kültürünün çok önemli bir dinamiğidir; bu sayede yazar ve okuyucular arasında iletişim sağlanır. Bunun dışında, geri izleme ("trackback") mekanizmasıyla, belirli bir yazı hakkında yazılan diğer yazıların belirlenebilmesi de mümkündür. Gönderiler genellikle ters kronolojik sırada görüntülenir, böylece en son gönderi web sayfasının en üstünde ilk olarak görünür. 2009 yılına kadar, bloglar genellikle tek bir kişinin, ara sıra küçük bir grubun çalışmasıydı ve genellikle tek bir konuyu kapsıyordu. 2010'larda, birden çok yazarın yazılarını içeren ve bazen profesyonelce düzenlenen "çok yazarlı bloglar" (MAB'ler) ortaya çıktı. Gazetelerden, diğer medya kuruluşlarından, üniversitelerden, düşünce kuruluşlarından, savunuculuk gruplarından ve benzer kurumlardan gelen MAB'ler, artan miktarda blog trafiğinden sorumludur. Twitter ve diğer "mikroblog" sistemlerinin yükselişi, MAB'lerin ve tek yazarlı blogların haber medyasına entegre edilmesine yardımcı olur. 2010 yıllarından sonra özellikle mobil blog'lar popüler oldu. Sosyal medya ve sosyal ağ'ların yaygınlaşması ile bloglar bunlarla artık gevşek bir şekilde kullanılmaktadır. İlk bloglar elle yazılıp güncellenirken, bugün bu iş için özel yazılmış yazılımlar kullanılmaktadır. Bu yazılımlardan bazıları bir blog servisi sağlayıcı sitenin alt alan adları olarak yaratılabilen, bazıları ise kullanıcının kendi sunucusuna kurup çalıştırması gereken Blogger, Blogcu.com, WordPress, SpinMedia, joomla, Drupal gibi yazılımlardır. Pek çok blog, felsefe, din ve sanattan bilim, siyaset ve spora kadar belirli bir konular hakkında yorumlar sağlar. Diğerleri, daha kişisel çevrimiçi günlükler veya belirli bir kişi veya şirketin çevrimiçi marka reklamı işlevi görür. Tipik bir blog, metni, dijital görüntüleri ve diğer bloglara, web sayfalarına ve konusuyla ilgili diğer medyaya bağlantıları birleştirir. Bazıları kişisel (kişisel blog), haber (haber blogu), bilim (bilim blogu), sanat (sanat blogu), moda (moda blogu), felsefe (felsefe blogu), işletme (işletme blogu), fitness (fitness blogu), teknoloji (teknoloji blogu), kitap (kitap blogu), tasarım (tasarım blogu), yemek (yemek blogu), savaş (savaş blogu), teknoloji (teknoloji blogu), siyaset (siyasi blog), ekonomi (ekonomi blogu), hukuk (hukuk blogu), kurumsal (kurumsal blog), feminist (feminist blog), fotoğraflar (fotoblog), videolar (video blogları veya "vlog'lar"), müzik (MP3 blogu) ve ses (podcast'ler) konularına odaklansa da, çoğu blog esas olarak metinseldir. Eğitimde, bloglar öğretim kaynakları olarak kullanılabilir; bunlara edublog'lar denir. Edebi blog'lar edebiyatla ilgili bloglardır. Mikroblog, çok kısa gönderiler içeren başka bir blog türüdür. 2022'ye ait bir tahmin, 1,9 milyardan fazla web sitesinden 600 milyondan fazla genel blog olduğunu öne sürdü. Blog oluşturanlara blogcu veya bloger denir. Bunlar çoğunlukla kamusal figür, internet ünlüsü ve diğer sosyal etki'si olan kişilerdir. İngilizcedeki "web" ve "log" kelimelerinin birleşmesinden oluşan weblog kavramının zamanla yaygınlaşmış adıdır. Tarihçe. Blogların içeriği geleneksel internet içeriğinden farklılık gösterdiği için sadece bloglar için kurulmuş özel indeksleme mekanizmaları ve arama motorları bulunmaktadır. Technorati en başarılı blog teknolojilerinden biridir. Ayrıca Google Blog Search adında bir blog arama motoru işletmektedir. 2005 yılında Verisign tarafından satın alınan Weblogs.com, dünyanın en büyük blog ping servisi olarak tüm internet indeksleme mekanizmalarına veri sağlamaktadır. İnternet ile ilgili ciddi bir araştırma kurumu olan Jupiter Research'ün 2005 yılında yaptığı bir araştırmasına göre, blog sitesi sahiplerinin yarısının yıllık geliri 60.000 doların üstünde; blog okuyanların %60'ı erkek ve blog okuma alışkanlığı olanların %73'ü 5 yıldan uzun süredir internet bağlantısına sahip. Blog okuyanların %28'i blog okumak için RSS kullanıyor. 2005 sonunda yapılan başka bir araştırmaya göre de internet kullanıcılarının %38'i blog kelimesinin anlamını bildiklerini, %27'si ise blog okuduklarını belirtmiştir. Blogosferin nabzını tutma misyonundaki Technorati'nin istatistiklerine göre, günde 50.000'den fazla yeni blog sitesi yaratılıyor. Blogların kullanımı 1999 yılında Blogger'ın bu hizmeti vermeye başlaması ve kısa süre sonra bunu ücretsiz hale getirmesi ile yaygınlaşmıştır. 2003 yılı Şubat ayında Google, Blogger'ı satın aldı ve Google araç çubuğuna, ziyaret edilen sayfanın adresini doğrudan bloğa girmeyi sağlayan 'Blog This!' tuşu yerleştirdi. İngilizce bilen çoğu kişi ilk defa bu düğme sayesinde bloglar ile tanışmıştır. Blogger ile aynı zamanlarda kurulan LiveJournal, sadece belirli kişilerin okumasına izin verilebilen blog sayfaları sağlayarak popüler olmuş bir blog sitesidir. Hâlen en çok blog yaratılan sistemlerden biri olan LiveJournal, yazdıklarını herkesle paylaşmak istemeyen ve grup bağlarına önem veren kişiler tarafından tercih ediliyor. Microsoft'un Windows Live Spaces adlı blog sistemi de, MSN üyelerine sunulan Windows Live Messenger hizmetine ilişkilendirilince ciddi bir yayılma göstermiştir. Üyelerin fotoğraf albümü oluşturmasına izin veren sistem, blogların güncellendiği anda paylaşılmasını sağlayan dahili bir yapıya da sahiptir. Daha çok amatör kullanıcılar yönelik bir hizmet olan Windows Live Spaces, görünüş ve yapı olarak değişikliğe pek açık değildir. Ayrıca, Windows Live Messenger daha çok sohbet amacıyla kullanılan bir servis olduğundan, Space'lerde yer alan bloglar da daha çok resim yükleme alanı olarak kullanılmaktadır. Microsoft, 27 Eylül 2010'da, Windows Live Spaces servisini durduracağını açıklamış ve kullanıcılarına blog'larını ücretsiz olarak WordPress.com'a taşıma olanağı sunmuştur. Hızla büyüyen ve ciddi bir akım haline gelen blog dünyasında, İnternetin devlerinden Yahoo! da 2005 yılının Mart ayında kendi blog sistemi Yahoo! 360'ı açtığını ilan etmiş, ancak 2012 yılında ise Yahoo!'nun verdiği bu hizmet Yahoo! tarafından sonlandırılmıştır. Son olarak 2007 yılında da, Tim O'Reilly Blogger's Code of Conduct fikrini ortaya atmıştır. Blog türleri. Kişisel. İnternet üzerinde bireysel olarak oluşturulan, genel veya belli bir odak noktası olan blog çeşididir. Büyük oranda blog yazarının ismini veya takma adını alırlar. Yazarın bireysel günlüğü olmak dışında gündemi kendi kalemi ile yansıttığı ortamdır. Bu tür bloglar çok fazla deneyimi olmayan kişilerin bile kullanabileceği ve sayfalarını düzenleyebileceği yapıdadır ve daha çok günlük olarak kullanılırlar. Kişilerin günlük yaşamda yaşadıkları olayları, karşılaştıkları durumları okurlarıyla paylaşmasını sağlar. Bloglarda en fazla rastlanan türdür. Kişisel bloglar özellikle de son dönemde oldukça büyük yaygınlaşma göstermiştir. Temasal. Sadece belirli bir alanda yazılan gönderilerin yer aldığı, belirli bir konuda uzman kişilerin yazdığı ve düzenlediği bloglardır. Politika, pazarlama, yemek, internet, ekonomi, tasarım, fotoğraf, programlama dillerive benzeri konularda odaklanmış bloglar bulunmaktadır. Türkçe olarak yayınlanan bloglarda en fazla ilgiyi yemek ve moda konulu bloglar çekmekte, sayı olarak ise bilgisayar blogları göze çarpmaktadır. Topluluk. Üyelik sistemine sahip olan ve bu üyelerin yazdıkları gönderilerden meydana gelen bloglardır. Komünite olarak da adlandırılan bu türdeki blogların çoğu kendi sunucularındaki blog yazılımını kullanmaktadır. Tarihsel olarak ise, LiveJournal'da oluşan bir kültür mirasını devam ettirmektedirler. Kurumsal. Şirketlerin kendileri ile ilgili haber ve duyurularını daha samimi bir şekilde halka açtıkları bloglardır. Dünyada ve iş hayatında giderek önem kazanmaktadır. Türkiye'de az sayıda olsa da bazı şirketler şirket bloglarını hizmete sunmaya başlamıştır. Aslında yeryüzündeki akım, şirketin doğrudan değil, samimi karakterdeki bazı çalışanların desteklenmesi yoluyla bloglamaktır. Hatta en ünlü şirket bloglarını tutan Microsoft çalışanları, samimiyetlerine inandırmak için ara sıra rakip firmaların ürünlerini de övmekte, reklamını yapmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2204", "len_data": 8380, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 3.68 }
Perl, bir dilbilimci olup NASA'da sistem yöneticisi olarak çalışan Larry Wall tarafından geliştirilmiş bir programlama dilidir. Yoğun şekilde metin işleme ve görüntü tanıma söz konusu olduğunda kullanılabilecek en güçlü ve pratik programlama dilidir. 22 yıldır geliştirilen ve özgür yazılım çerçevesinde kaynak kodu açık olarak sunulan Perl programlama dili hemen hemen tüm işletim sistemlerinde çalışmaktadır. Larry Wall Perl'i yazarken C, sed, AWK ve sh gibi pek çok dilden önemli ve güçlü özellikler ödünç almıştır. Larry Wall tarafından Perl 6 sürümünün hazırlık çalışmaları devam etmektedir. İsim. Perl ismi bir kısaltma olmayıp açılımı yoktur. Bu yüzden PERL olarak yazılmaz. Ancak Perl kelimesine karşılık olarak daha sonradan çeşitli açılımlar teklif edilmiştir. Bunların en çok bilinenleri arasında "Practical Extraction and Report Language" (Pratik Çıkarım ve Raporlama Dili) ve Wall tarafından mizahi bir şekilde ortaya atılan "Pathologically Eclectic Rubbish Lister" (Hastalıklı Derecede Eklektik ve Saçma Listeleyici) yer alır. Kısaltma şeklinde yorumlarının kendisinden sonra geldiği bu tip kelimeler için İngilizcede "backronym" ("back" geri + "acronym" kısaltma) terimi kullanılmaktadır. Modüller. Perl ile ilgili sloganlardan bir tanesi, "Perl programlarının %90'ı zaten yazılmıştır!" sözüdür. Bunun sebebi CPAN yani Comprehensive Perl Archive Network olarak isimlendirilen ve Perl ile ilgili binlerce hazır modülü barındıran sistemdir. Bu madde yazıldığı esnada CPAN bünyesinde 3739 Perl geliştiricisi, 6646 Perl modülü bulunmaktadır. 2421 MB yer kaplayan sistemin 247 yansısı bulunmaktadır. Bunun anlamı şudur: Bir işle ilgili modül, fonksiyon, sistem, vs. büyük bir olasılıkla zaten yazılmıştır, hazır olarak alıp kullanılabilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2206", "len_data": 1749, "topic": "CODING", "quality_score": 3.82 }
Bugün, yılın başlangıcı olduğu için Yılbaşı olarak bilinir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2217", "len_data": 59, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.82 }
Doğumlar. Aralık. Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2251", "len_data": 49, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 1.38 }
1890 bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2253", "len_data": 16, "topic": "HISTORY", "quality_score": 1.13 }
1889 bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2254", "len_data": 16, "topic": "HISTORY", "quality_score": 1.31 }
1888 (MDCCCLXXXVIII), Miladi takvime göre Pazar günü başlayan artık yıldır. Şu anda, Roma rakamlarıyla yazıldığında en çok rakamın (13) olduğu yıldır. Yine 13 haneli olan bir sonraki yıl 2388 yılıdır. Bu durum, Roma rakamlarıyla 14 rakamlı olan 2888 yılına kadar devam edecektir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2255", "len_data": 279, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.38 }
Ölümler. Öldüğü gün ve ay bilinmeyenler
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2258", "len_data": 39, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 1.24 }
Doğumlar. Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2261", "len_data": 41, "topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT", "quality_score": 1.29 }
Ölümler. Öldüğü gün ve ay bilinmeyenler
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2262", "len_data": 39, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 1.24 }
1901 (MCMI), 20. yüzyılın ilk yılıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2268", "len_data": 38, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.08 }
1902 (MCMII) çarşamba günü başlayan bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2269", "len_data": 47, "topic": "HISTORY", "quality_score": 2.54 }
1904 (MCMIV) cuma günü başlayan bir artık yıldır. Olaylar. Tarihi bilinmeyenler
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2271", "len_data": 79, "topic": "HISTORY", "quality_score": 1.66 }
Olaylar. Mayıs. 3 Mayıs - Fenerbahçe kuruldu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2274", "len_data": 45, "topic": "SPORTS", "quality_score": 1.27 }
Olaylar. Tarihi bilinmeyenler
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2275", "len_data": 29, "topic": "SPORTS", "quality_score": 1.44 }
1910 cumartesi günü başlayan bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2277", "len_data": 40, "topic": "HISTORY", "quality_score": 2.75 }
1912 pazartesi günü başlayan bir artık yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2279", "len_data": 46, "topic": "HISTORY", "quality_score": 2.65 }
1985 (MCMLXXXV) salı günü başlayan bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2280", "len_data": 46, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.04 }
1986 (MCMLXXXVI) çarşamba günü başlayan bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2281", "len_data": 51, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 1.86 }
1987 (MCMLXXXVII) perşembe günü başlayan bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2282", "len_data": 52, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 1.96 }
1988 (MCMLXXXVIII) cuma günü başlayan bir artık yıldır. 20. yüzyılın ve 2. milenyumun 88. yılıdır. 1988, İnternet'in erken tarihinde çok önemli bir yıldı; bilinen ilk bilgisayar virüsü olan 1988 İnternet solucanının ortaya çıktığı yıldı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2283", "len_data": 237, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.33 }
1989 (MCMLXXXIX) pazar günü başlayan yıl. 20. yüzyılın ve 2. milenyumun 89. yılı. Olaylar. Temmuz. 31 Temmuz - Nintendo, Gameboy için Super Mario Land oyununu piyasaya sürdü.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2284", "len_data": 174, "topic": "GAMING", "quality_score": 1.67 }
1990 (MCMXC), Miladi takvime göre, milattan sonraki 1990. ve pazartesi günü başlayan uluslararası bir yıldır. Aynı zamanda 2. binyılın 990., 20. yüzyılın 90. ve 1990'ların 1. yılıdır. 1990'ın önemli olayları arasında Almanya'nın Yeniden Birleşmesi ve Yemen'in birleşmesi, İnsan Genomu Projesi'nin resmi başlangıcı (2003'te tamamlandı), Hubble Uzay Teleskobu'nun fırlatılması, Namibya'nın Güney Afrika'dan ayrılması ve Baltık devletlerinin, Perestroyka'nın ortasında Sovyetler Birliği'nden bağımsızlığını ilan etmesi yer alıyor. Yugoslavya'da komünist rejim, artan iç gerilimler sırasında çöktü ve ülkeyi oluşturan cumhuriyetlerde yapılan çok partili seçimler, cumhuriyetlerin çoğunda ayrılıkçı hükûmetlerin seçilmesiyle sonuçlanarak Yugoslavya'nın dağılmasının başlangıcını başlattı. 1991 yılında Irak'ın Kuveyt'i ilhakiyla başlayan ve Körfez Savaşı'na yol açacak kriz de bu yıl içinde başladı. Bu ilhak, Basra Körfezi'nde Kuveyt'in egemenliği sorununu içeren bir krize ve Suudi Arabistan'ın Irak'ın Kuveyt yakınlarındaki petrol sahalarına yönelik saldırganlığına ilişkin korkularına neden oldu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2285", "len_data": 1095, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.42 }
1991 (MCMXCI) salı günü başlayan bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2286", "len_data": 44, "topic": "HISTORY", "quality_score": 2.08 }
1992 çarşamba günü başlayan bir artık yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2287", "len_data": 45, "topic": "HISTORY", "quality_score": 2.24 }
1993 (MCMXCIII) cuma günü başlayan bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2288", "len_data": 46, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.16 }
1994 (MCMXCIV) cumartesi günü başlayan yıl. 20. yüzyılın ve 2. milenyumun 94. yılı. Olaylar. Mayıs. • 1 Mayıs - Ayrton Senna, Efsanevi Formula 1 pilotu hayatını kaybetti.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2289", "len_data": 170, "topic": "SPORTS", "quality_score": 1.38 }
1995 (MCMXCV) pazar günü başlayan yıl. 20. yüzyılın ve 2. milenyumun 95. yılı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2290", "len_data": 78, "topic": "HISTORY", "quality_score": 2.65 }
1996 (MCMXCVI) pazartesi günü başlayan bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2291", "len_data": 50, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 2.22 }
1997 (MCMXCVII) çarşamba günü başlayan bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2292", "len_data": 50, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 1.92 }
1998 (MCMXCVIII) perşembe günü başlayan bir yıldır. Doğumlar. Aralık. 20 Aralık - Kylian Mbappe Fransız Futbolcu
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2293", "len_data": 112, "topic": "SPORTS", "quality_score": 1.03 }
1999 yılı 90'lar, 20. yüzyıl ve 2. binyılın sonudur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2294", "len_data": 52, "topic": "HISTORY", "quality_score": 2.56 }
2000 (MM) cumartesi günü başlayan, pazar günü biten yıl.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2295", "len_data": 56, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 1.72 }
2002 (MMII) salı günü başlayan yıl. Uluslararası Ekoturizm Yılı ve Uluslararası Dağlar Yılı olarak belirlenmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2296", "len_data": 114, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 2.91 }
2003 (MMIII), çarşamba günü başlayan yıl. Uluslararası Tatlı Su Yılı olarak ilan edilmiştir. Dış bağlantılar. 2003 Yıl Sonu Google Zeitgeist - Google'ın 2003 için Yıllık Büyük Olaylar ve En Çok Arananlar Listesi
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2297", "len_data": 211, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 1.45 }
2004 (MMIV) Miladi takvim'in Perşembe günü başlayan artık yılı. 2000'lerin 4. yılı. Birleşmiş Milletler tarafından Uluslararası Pirinç Yılı, UNESCO tarafından ise Köleliğe Karşı Mücadele ve Kaldırılmasına Karşı Uluslararası Yıl olarak ilan edilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2298", "len_data": 251, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.09 }
2005 (MMV), cumartesi günü başlayan yıl. 2005, Uluslararası Spor ve Beden Eğitimi Yılı ve Uluslararası Mikrokredi Yılı olarak belirlenmiştir. Aynı zamanda Dünya Yerli Halklarının Uluslararası On Yılı'nın (1995-2005) sonu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2299", "len_data": 221, "topic": "SPORTS", "quality_score": 2.49 }
21. yüzyıl, Gregoryen takvime göre 1 Ocak 2001 - 31 Aralık 2100 tarihleri arasına karşılık gelen zaman dilimidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2300", "len_data": 113, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.49 }
20. yüzyıl, Miladi takvime göre 1 Ocak 1901'de başlayıp 31 Aralık 2000'de sona eren yüzyıldır. İkinci binyılın onuncu ve son yüzyılıdır. Bu yüzyıl, yeni bilimsel anlayış modelleri, benzeri görülmemiş büyük savaşlar, yeni iletişim biçimleri ve yeni sanat ve eğlence biçimleriyle tanınacaktır. Nüfus artışının da benzeri görülmemişti çünkü yüzyıl yaklaşık 1.6 milyar insan nüfusuyla başladı ve yaklaşık 6.2 milyarla sona erdi. 20. yüzyıl, dünyanın politik ve sosyal yapısını yeniden şekillendiren önemli jeopolitik olaylarla doluydu: I. Dünya Savaşı, İspanyol gribi salgını, II. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş. Bilim ve teknolojideki benzeri görülmemiş ilerlemeler, nükleer silahların ve nükleer gücün ortaya çıkışı, uzay araştırmaları, analogdan dijital bilgi işleme geçiş ve motorlu uçaklar ve otomobil dahil olmak üzere ulaşımın sürekli ilerlemesi dahil olmak üzere bu yüzyılı belirgin kıldı. Dünya'nın altıncı kitlesel yok oluş olayı olan Holosen yok oluşu devam etti ve koruma çabaları arttı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2301", "len_data": 992, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.88 }
Adıyaman, Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Bölgesinin Orta Fırat Bölümü'nde bulunan bir ildir. İdari merkezi Adıyaman şehridir. TÜİK 2024 sonu verilerine göre ilin nüfusu 611.037'dir. Doğusunda Diyarbakır, kuzeyinde Malatya, batısında Kahramanmaraş, güneyinde Gaziantep ve Şanlıurfa illeri ile çevrilidir. İlin doğusunda Torosların güneydoğu uzantısı olan Malatya dağları, güneydoğusunda Atatürk Baraj Gölü yer alır. Doğusundan Fırat Nehri ile çevrilidir. İlin kuzey kesimi genel anlamda dağlık ve engebeli iken güney kesiminde geniş ovalar bulunur. İl sınırları içerisindeki tek üniversite Adıyaman Üniversitesidir. Tarihçe. Erken Dönem. Adıyaman ve çevresinde yapılan arkeolojik kazılar, bölgede tarih öncesi dönemlerden beri insan yerleşimlerinin var olduğunu göstermiştir. "Perre (Pirin)", "Palanlı", "Haydaran" ve "Turuş"'ta yapılan kazılar, bölgede Üst Paleolitik döneme tarihlenen mağara yerleşimlerini ortaya çıkarmıştır. Palanlı köyündeki Palanlı mağarasının, MÖ 40 bin yıllarında kullanıldığı tahmin edilmektedir. Diğer bölgelerde yapılan kazılarda MÖ 3 binli yıllara tarihlenen kalıntılara ulaşılmıştır. Adıyaman ve çevresinde görülen ilk devlet örgütlenmesi Hititler tarafından kurulmuştur. Hitit yazıtlarına göre MÖ 1650'li yıllarda Adıyaman'ın da içerisinde bulunduğu Anadolu'nun güneydoğusu büyük oranda Hitit egemenliğine girmiştir. Hititlerin zayıflamasının ardından MÖ 16. yüzyıl sonlarında Adıyaman ve çevresi Hurriler'in egemenliği altına girmiş, sonrasında ise bölge, yıkılışlarına kadar Mitanniler'in hakimiyetinde kalmıştır. Mitannilerin ardından bölgede bir Geç Hitit krallığı olan Kummuh Krallığı hüküm sürmeye başlamıştır. MÖ binli yıllarda kurulduğu tahmin edilen bu krallığa ait en eski yazıtlara Adıyaman'ın Besni ilçesinde yapılan kazılarda ulaşılmıştır. Keşfedilen Kummuh ve Asur kaynakları, Kummuh Krallığının Asurlulara vergi ödeyen devletlerden biri olduğunu ortaya koymuştur. Başta Asurlularla dostane ilişkiler yürüten Kummuh Krallığı, MÖ 750'li yıllardan itibaren Asurluların güç kaybedişinin ardından Urartuların bölgeye yaptıkları saldırılar ile Urartular tarafından vergiye bağlanmış ve Asurlulara karşı topladıkları ittifaka katılmaya zorlanmıştır. MÖ 8. yüzyıl ortalarında bugünkü Besni ilçesi çevresinde yapıldığı düşünülen savaşlarda Asurluların Urartuları yenmesiyle Kummuh Krallığı tekrar Asurlulara vergi ödemeye başlamıştır. Kummuh Krallığının MÖ 8. yüzyılın sonlarında Urartular ile ittifak yaparak vergi vermeyi reddetmesiyle bölge Asur Kralı II. Sargon tarafından işgal edilmiş, Kummuh Krallığı sona ermiş ve bölge Asurluların bir eyaleti haline gelmiştir. Asurluların hakimiyeti boyunca bölgedeki yerli halkın çoğu Güney Mezopotamya'ya sürgün ettirilmiş, o bölgedeki halklar da Kummuh Bölgesine zorunlu göçe tabi tutulmuştur. Asurlular bölgede MÖ 7. yüzyılın sonuna kadar hakim olmuş, MÖ 607'de Asurlular'ın Babillilerle yapılan savaşı kaybetmeleriyle birlikte bölge Babil hakimiyetine girmiştir. Babil hakimiyetinden önce "Kummuh" diye bilinen bölge, sonrasında "Kommagene" ismiyle bilinir olmuştur. Babil egemenliğinin ardından bölge MÖ 6. yüzyıl ortalarında Perslerin hakimiyetine girmiştir. Pers hakimiyetinde, öncesinde bölgeden sürgün ettirilen halkların bölgeye dönüşüne müsaade edilmiş, bu da bölgede zengin bir kültürün oluşmasını sağlamıştır. Bölgedeki Pers hakimiyeti Pers Kralı III. Darius'un MÖ 333 yılında Büyük İskender'e yenilmesiyle son bulmuş, Kommagene toprakları da diğer Doğu ve Güneydoğu Anadolu topraklarıyla birlikte Büyük İskender'in hakimiyetine girmiştir. Büyük İskender'in ölümünün ardından generallerinin taht kahvgasına tutuşması ve imparatorluğun parçalanmasının ardından Kommagene bölgesi İskender'in generallerinden biri olan I. Seleukos tarafından kurulan Seleukos İmparatorluğunun hakimiyetine girmiştir. Seleukos hakimiyeti bölgenin kültürel açıdan canlandığı ve Helenizm kültürü etkisine girdiği bir dönem olmuştur. Kommagene Krallığı Dönemi. MÖ 2. yüzyıl başlarında Seleukos İmparatorluğunun çözülmeye başlamasıyla bölgenin Seleukos valisi Ptolemaios, Kommagene'de bağımsızlığını ilan ederek Kommagene Krallığını kurmuştur. Ptolemaios'un ardından tahta geçen oğlu Sames, kendi ismini verdiği Samosata şehrini başkent ilan etmiştir. Bu dönemde Kommagene Kuzey Suriye ile Toroslar arasındaki bölgede hüküm sürmüştür. Seleukoslarıın yakılışına kadar Seleukoslarla iyi ilişkiler sürdüren Kommagene Krallığı, Seleukosların yıkılışının ardından dönem dönem Part İmparatorluğu, Ermenistan Krallığı ve Roma İmparatorluğu'na bağlı bir halde yaşamını sürdürmüştür. MÖ 1. yüzyılın başlarında Roma'nın Anadolu'daki etkinliğini arttırması ile bölgedeki krallar da Roma hakmiyetini kabul ederek devletlerinin varlığını sürdürebilmiştir. Nitekim Kommagene Krallığı da bu dönemde Roma hakimiyetini tanımış ve varlığını sürdürmüştür. MS 1. yüzyılda Roma İmparatorluğu ile çalkantılı ilişkiler içine giren Kommagene Krallığı, Roma tarafından iki kez ilhak edilmiş, ara ara Roma'ya bağımlı bir devlet olarak yaşamasına izin verilmişse de MS 72'de tamamen Roma'nın hakimiyetine girmiştir. Kommagene Krallığı hanedanı kendilerini Helen ve Perslerin "uğurlu soyu" olarak nitelemiştir. Kommagene kralları kendilerini baba tarafından Pers İmparatoru I. Darius'a, anne tarafından ise Büyük İskender'e dayandırmıştır. Nitekim Kommagene Kralı I. Antiochos, 2150 metre yükseklikteki Nemrut Dağı'na devasa ve anıtsal bir tapınak inşa ettirmiş, buraya tanrılarıla birlikte tanrılaşmış Pers ve Helen atalarının heykellerini sıralamıştır. Nemrut Dağı'ndaki bu heykeller bugün Adıyaman'ın en önemli turizm değerlerinden biridir. Ayrıca I. Antiochos'un oğlu II. Mitridat'ın hanedanın kadınlarının gömümlesi için yaptırdığı bir anıt mezar olan Karakuş Tümülüsü de Kommagene Krallığı döneminden kalan şehrin önemli turizm noktalarından biridir. Bugün Adıyaman ili sınırları içerisinde kalan antik Samosata, bugünkü Kâhta ilçe sınırları içerisindeki Arsemia ve Adıyaman şehir merkezinin kuzeyindeki Perre (Pirin) şehirleri, Kommagene Krallığının önemli şehirleri arasındaydı. Roma ve Bizans Dönemi. Bölge Roma hakimiyetine girdikten sonra Romalılar ile Partlar arasındaki güç mücadelesine sahne olmuştur. Partların batıya doğru olan ilerleyişini durdurmak isteyen Romalılar, bölgeye tahkimat yapmışlar, özellikle Samosata şehri Romalılar tarafından askeri bir üs olarak kullanılmıştır. Romalılar bu dönemde Kommagene topraklarını baştan başa dolaşan yollar inşa etmişlerdir. Malatya'dan başlayıp Perre'ye, oradan Samosata'ya, oradan da Fırat kıyısını izleyerek Kızılin civarından Suriye'ye giden bu yol güzergahında inşa edilen köprülerin bazıları bölgede hâlâ ayaktadır. Romalıların Kahta Çayı üzerinde inşa ettiği Cendere Köprüsü, Adıyaman'ın önemli turizm noktaları arasındadır. Romalılar ve İranlılar arasındaki güç mücadelesi bölgede asayişi ortadan kaldırmış ve nüfusun azalmasına sebep olmuştur. Romalıların İranlılarla olan güç mücadelesi Safeviler devrinde de devam etmiş, 3. yüzyıl ortalarında bölge Safevi şahı I. Şâpûr'un orduları tarafından işgal edilerek tahrip edilmiştir. Roma İmparatorluğu'nun 395 yılında bölünmesinin ardından bölge Bizans hakimiyetinde kalmıştır. Adıyaman ve çevresi bu dönemde Bizans ile Safeviler ve Müslüman Araplar arasındaki güç mücadelesine sahne olmuştur. 7. yüzyıl ikinci yarısından itibaren bölge Müslüman Araplar'ın akınlarına maruz kalmıştır. Bizans'ın Yermuk Savaşı'ndan sonra bölgeden çekilmesiyle boşalan alanlar zamanla Müslümanlar tarafından doldurulmuştur. Halife Ömer devrinde devam eden Müslüman akınlarıyla bölgeye gelen sahabe Safvan bin Muattal'ın kabri, bugün Samsat ilçesinde bulunmaktadır ve Adıyaman'ın önemli turizm noktalarından biridir. Orta Çağ'da Bölgedeki Güç Mücadeleleri. Bölgede Bizans ile Müslüman Araplar arasındaki güç mücaladelesi Emeviler döneminde de devam etmiştir. Emevi iktidarının sonuna doğru bölgeye gelen komutan Mansur bin Cavane, Perre şehrini Emeviler adına fethetmiş ve şehrin güneyinde yeni bir kale ve bu kale etrafında kümelenmiş yeni bir kasaba inşa ettirmiştir. Yeni yapılan kale ve çevresindeki şehir, Mansur bin Cavane'nin ardından "Mansur'un Kalesi" anlamına gelen "Hısnımansur" ismini almıştır. Bugünkü Adıyaman şehir merkezinin kuruluşu bu tarihe dayanmaktadır. Hısnımansur ve Besni'yi içine alan bu bölge bu tarihten itibaren Emeviler ile Bizans arasındaki şiddetli çatışmalara sahne olmuş, bölge sık sık Emevilerle Bizans arasında el değiştirmiştir. Uzun süre bir sınır bölgesi olan bu alanda, ilerleyen dönemlerde Arap, Türk, Bizans ve Ermeni kuvvetleri birbiriyle mücadele etmiştir. Abbasiler döneminde bölgede devlet hakimiyeti güçlenmişse de 9. yüzyıla gelindiğinde Abbasiler Bizans'a karşı olan gücünü koruyamamıştır. Bu dönemde yapılan Bizans akınları ile bölgede Bizans hakimiyeti sağlanmıştır. Bir dönem Hamdanilerin hakimiyeti altına giren Besni'nin de Bizans tarafından alınmasının ardından bölge uzun bir süre Bizans hakimiyetinde kalmıştır. Hısnımansur ve çevresine ilk Selçuklu akınları 11. yüzyılın ikinci yarısında yapılmıştır. Bu akınlar sırasında bölge Selçuklu hakimiyetine girmişse de sonrasında bölge Selçuklular ve bölgede Bizans'ın Malazgirt yenilgisiyle güç kazanan Ermeniler arasındaki mücadelelere de sahne olmuştur. Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurulmasının ardından bölgeye gönderilen Süleyman Şah'ın komutanlarından Emir Buldacı, Güneydoğu Anadolu'da yaptığı fetihler sırasında 1084 yılında Besni ve Hısnımansur çevresini kontrol altına almışsa da I. Haçlı Seferi'nin başlamasıyla Müslümanlar güç kaybetti ve Adıyaman ve çevresi Urfa Haçlı Kontluğu'nun hakimiyetine girdi. 1144 yılında İmameddin Zengi'nin Urfa Haçlı Kontluğu'na son vermesinin ardından Frankların elindeki Samsat 1150'de, Hısnımansur da 1151'de Zengilerin idaresine geçmiştir. Bölge bu tarihten sonra Artuklular ve Eyyübilerin idaresine geçmiş, 1226 yılına kadar Artuklu-Eyyübi-Selçuklu mücadelelerine sahne olmuştur. 1226 yılında Selçuklu komutanı Emir Çavlı, Selçuklulara karşı ittifak yapan Artuklu ve Eyyübi ordusunu mağlup ederek Hısnımansur ve Kâhta çevresini Selçuklu hakimiyetine almıştır. Bölgenin Selçuklu hakimiyetinde olduğu dönemde Baba İshak İsyanı çıkmış, isyan Hısnımansur, Kâhta, Samsat ve çevresnde etkili olmuş ve bölgedeki yerleşimler asiler tarafından tahrip edilmiştir. 1243 yılında Selçukluların Moğollara yenilmesiyle Anadolu'da başlayan Moğol istilasından Adıyaman ve çevresi de nasibini almıştır. Bölgede Moğollardan kaçan Türkmenlerin yarattığı kargaşa ve sonrasında Moğolların bölgeyi istilası, yerli halka zor zamanlar yaşatmış, Hısnımansur ve çevresindeki köyler sık sk yağma olaylarına sahne olmuştur. 13. yüzyılın sonlarında Moğol işgalinde kalan bölgeye 14. yüzyıl başlarından itibaren Memluk akınları yapılmış, sonrasında Adıyaman ve çevresi Dulkadiroğulları Beyliği hakimiyetine girmiştir. Osmanlı Dönemi. Hısnımansur, Kâhta, Besni ve Gerger şehirlerinin Osmanlı hakimiyetine ilk girişi 1399 yılındadır. Bir süre Kadı Burhaneddin hakimiyetinde kalan Adıyaman ve çevresi Yıldırım Bayezid'in Malatya üzerine yaptığı seferden sonra Osmanlı hakimiyetine girmişse de bu kısa sürmüş, 1402'deki Ankara Savaşı'nın ardından Adıyaman ve çevresi Timur'un hakimiyetine geçmiştir. Timur'un Anadolu'dan ayrılmasının ardından bölgede tekrar Dulkadiroğulları hakim olmuştur. Osmanlı Devleti'nin tekrar güçlenmesinin ardından Adıyaman ve çevresi Dulkadiroğulları, Osmanlılar ve Memlükler arasındaki bir geçiş noktası haline gelmiştir. Dulkadiroğulları'nın Çaldıran Savaşı'nda Osmanlı'nın yardım isteğini geri çevirmesi ve Osmanlı ordularına saldırması bölgenin Osmanlı hakimiyetine geçişine zemin hazırlamıştır. Nitekim Çaldıran Seferi sonrasında gerçekleşen Turnadağ Muharebesi'nin ardından Dulkadiroğulları toprakları Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Ayıntab, Hısnımansur ve Besni de 1516 yılının ağustos ayında Yavuz Sultan Selim'in bizzat katıldığı Mısır Seferi sırasında, Mercidabık Muharebesi öncesinde tamamen Osmanlı hakimiyetine girmiştir. 16. yüzyıl başında Osmanlı hakimiyetine girmelerinin ardından Kâhta, Gerger ve Hısnımansur başta Maraş Eyaleti içerisindeki bir sancak olan Besni'ye bağlı kazalar halindeyken, sonrasında Elbistan sancağına bağlanmışlar, 16. yüzyılın ikinci yarısında Zülkadriye Eyaleti'nin merkezinin Maraş'a taşınmasının ardından Besni ile birlikte Maraş'a bağlı kazalar haline gelmişlerdir. Genel olarak bölgenin Maraş'tan idare edilişi Tanzimat devrine kadar devam etmiştir. Tanzimat döneminde yapılan değişikliklerin ardından Kâhta, Gerger, Hısnımansur ve Besni kazaları Malatya sancağına bağlanmıştır. 1864'te Teşkil-i Vilâyet Nizamnâmesi ile oluşturulan Diyarbekir Vilayeti'ne bağlı Mamüretülaziz sancağına bağlanan bu kazalar, 1870 yılında sancak haline getirilen Malatya'ya bağlanmıştır. 1883'te Malatya'nın Diyarbekir Vilayeti'nden ayrılarak yeni kurulan Ma‘mûretü'l-Azîz Vilayeti'ne bağlanmasıyla Kâhta, Gerger, Hısnımansur ve Besni de Diyarbekir Vilayeti'nden ayrılmıştır. Milli Mücadele Dönemi. Adıyaman, Milli Mücadele döneminde işgale uğramamıştır. Ancak çevre şehirleri Antep, Maraş ve Urfa'nın işgal edilmesi, Adıyaman ve çevresini de etkilemiştir. Hısnımansur, Besni ve Kâhta'da Müdâfaa-i hukuk cemiyetleri kurulmuş, bölge halkı tarafından ilgili makamlara Anadolu'nun işgalini protesto eden telgraflar çekilmiş, Fransız işgali altındaki çevre şehirlere yiyecek, giyecek ve asker yardımı yapılmış, Antep, Urfa ve Maraş savunmalarına Hısnımansur, Besni, Kâhta ve Samsat’tan birçok destek milis kuvveti gönderilmiştir. Bölgedeki Rişvan aşiretinin reisi olan Kahtalı Hacı Bedir Ağa, Ali Galip komplosunun önlenmesinde rol oynamış, adamlarıyla birlikte Antep ve Urfa savunmalarına katılmış, Antep Savunması'ndaki hizmetlerinden dolayı kırmızı-yeşil şeritli İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilmiştir. Yine Besni Kuvâ-yi Milliye komutanı Besnili Hasan Ağa da emrindeki kuvvetlerle Antep Savunması'na katılmıştır. Kahtalı Hacı Bedir Ağa ve Besnili Reşit Ağa Adıyaman ve çevresini Birinci Meclis'te temsil etmiştir. Cumhuriyet Dönemi. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasının ardından yürürlüğe giren 1924 Anayasası'nın yeniden düzenlediği idari taksimatta Hısnımanusur, Kâhta ve Besni, Malatya iline bağlı kazalardır. 1926 yılında yapılan bir değişiklikle Besni kazası Gaziantep'e bağlanmışsa da bu değişiklik 1933 yılında geri alınarak Besni tekrar Malatya'ya bağlanmıştır. Hısnımansur kazasının ismi 28 Aralık 1928 tarihinde resmî olarak "Adıyaman" olarak değiştirilmiştir. 1954 yılına kadar idari statüsü değişmeyen Adıyaman'ın 1954 seçimleri sonrasında il yapılması gündeme gelmiştir. 28 Mayıs 1954 tarihinde Adıyaman'ın il yapılmasıyla ilgili kanun tasarısı TBMM tarafından Dahiliye ve Bütçe encümenlerine gönderilmiş, bu kanun tasarısı 14 Haziran 1954 tarihinde TBMM'de görüşülmüştür. Meclisteki bu görüşmeler sırasında CHP'li ve DP'li milletvekilleri Adıyaman'ın Malatya'dan ayrılarak il yapılması hakkında ortak görüş belirtmişlerdir. Adıyaman'ın Malatya'dan ayrılmasına gerekçe olarak şehrin ekonomik gelişimini sağlama ihtiyacı ve coğrafi konumu gösterilmiştir. Dahiliye vekili Namık Gedik bu görüşmeler sırasında doğu-batı ekseninde uzanan dağların Adıyaman, Kâhta ve Gerger'in Malatya ile olan ulaşımını zorlaştırdığını belirtmiş, söz alan diğer milletvekilleri coğrafi konumu, iklim şartları ve zirai imkanları sebebiyle Malatya'dan farklı özellikler gösteren bu kazaların ayrı bir vilayet haline getirilmesinin isabetli olacağını belirtmişlerdir. Meclisteki bu görüşmeler sırasında Adıyaman'ın vilayet yapılması hakkında görüş birliği olsa da Besni kazasının durumu hakkında ciddi görüş ayrılıkları olmuştur. Milletvekillerinin kaydadeğer çoğunluğu ve Malatya ile Gaziantep milletvekilleri, iktisadi ve kültürel anlamda Gaziantep'e bağlı olan ve o zamanki 60 bin kişilik nüfusuyla 50 bin nüfuslu Adıyaman'dan daha büyük olan Besni kazasının Malatya'dan ayrılarak Adıyaman'a değil, Gaziantep'e bağlanması gerektiğini belirtmişlerdir. Bu milletvekilleri Besni'nin Adıyaman'a bağlanması durumunda Besni halkının Gaziantep'e göç edeceğini belirtmiştir. Hükûmet ve karşıt görüş bildiren milletvekilleri ise coğrafi olarak Gaziantep'e değil, Adıyaman'a yakın olması dolayısıyla Besni'nin Adıyaman'a bağlanması gerektiğini belirtmişlerdir. Nitekim oturumda alınan kararla Besni kazası Adıyaman'a bağlanan kazalardan biri olmuştur. Mecliste yapılan oylamayla kanun tasarısı kabul edilmiş, kanunun 1 Aralık 1954 tarihinde yürürlüğe girmesiyle Adıyaman; Besni, Kâhta, Gerger ve Çelikhan ilçeleri kendisine bağlanarak vilayet statüsüne kavuşmuştur. Daha sonra 1 Nisan 1958 tarihinde Gölbaşı, 1 Nisan 1960 tarihinde Samsat, 9 Mayıs 1990 tarihinde Tut ve 1991 yılında ise Sincik ilçe merkezine dönüştürülerek Adıyaman'a bağlanmıştır. Şehir, 2023 Kahramanmaraş depremlerinde ağır hasar aldı. Coğrafya. İl, Adıyaman (merkez ilçe), Besni, Çelikhan, Gerger, Gölbaşı, Kâhta, Samsat, Sincik ve Tut ilçelerinden oluşur. Adıyaman ilinin büyük bölümü Güneydoğu Anadolu Bölgesindedir. Kuzeydeki Çelikhan ile Gerger ilçelerinin bir kısmı Doğu Anadolu Bölgesinde, batıda bulunan Gölbaşı ile Besni ilçesinin bir kısmı da Akdeniz Bölgesi içerisindedir. İlin yüzölçümü 7.644 km² dir. Adıyaman şehrinin merkez olduğu Adıyaman ili; kuzeyde Malatya, kuzeydoğuda Diyarbakır, doğu ve güneyde Şanlıurfa, güneybatıda Gaziantep ve batıda Kahramanmaraş illeri ile komşudur. İldeki belli başlı dağlar; Akdağ (2551 m), Dibek (2549 m), Tucak-Ulubaba (2530 m), Gördük (2206 m), Nemrut (2150 m), Bozdağ (1200 m) ve Karadağ (1115 m)'dır. İlin kuzeyinde, Toroslar'ın uzantısı olan Malatya dağları yer alır. Güneye doğru yükseklikler azalmakta ve ovalık alanlar görülür. Çelikhan, Tut ve Gerger ilçelerinin tamamına yakını dağlıktır. Merkez, Besni ve Kahta ilçelerinin kuzey kesimleri dağlık, güney kesimleri ova şeklindedir. Samsat ilçesi ise ilin en alçak arazilerine sahiptir. İlin önemli ovaları; Kahta, Çakırhöyük (Keysun), İnekli ve Pınarbaşı ovalarıdır. Akarsular. İlin en önemli akarsuyu Fırat Nehri'dir. Şanlıurfa ve Diyarbakır ile sınır oluşturan nehrin il içerisindeki uzunluğu 180 km' dir. Diğer başlıca akarsular; Göksu Çayı, Besni Akdere Çayı, Sofraz Çayı, Kahta Çayı, Ziyaret Çayı, Keysun Çayı, Çakal Çayı, Kalburcu Çayı, Değirmen Çayı, Birimşe Çayı, Eğriçay ve Halya Deresidir. Nüfus. Güncel Nüfus Değerleri(TÜİK 6 Şubat 2025 verileri) Adıyaman İli Nüfusu: 611.037'dir. Bu nüfusun %73,72'si şehirlerde yaşamaktadır (2024 sonu). İlin yüzölçümü 7.337 km2'dir. İlde km2'ye 83 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 160'dır.) Büyük deprem sonrası 2023 yılı il nüfusu 31.191 kişi (-% 4,99) azalmış, 2024 yılında il nüfusu  % 1,0 oranında artmıştır. Nüfusu en çok artan ilçe: merkez ilçe (%2,12), nüfusu en çok azalan ilçe: Gerger(-%4,0), 06 Şubat 2025 TÜİK verilerine göre 9 ilçe, 23 belediye, bu belediyelerde 175 mahalle, ayrıca 454 köy bulunmaktadır. Yönetim. İllerde protokolde ilk sırada yer alan Vali, merkezi yönetimi temsil eder ve Cumhurbaşkanı tarafından atanır. Büyükşehir dışındaki illerde yerel yönetim, şehirler düzeyindedir. Belediye Başkanı, belediye sınırları içinde kalan seçmenin oy çokluğu ile seçilir. Ayni seçmen İlçe Belediye Meclisi için de oy kullanarak ilçelerin belediye meclisleri oluşturur. İldeki bütün seçmenler ayrıca il genel meclisi için de oy kullanarak, İl Genel Meclisinin oluşumunu sağlarlar. İl genel meclisi ve belediye meclisi üyelikleri için yapılan seçimlerde, onda birlik baraj uygulamalı nispi temsil sistemi, belediye başkanlığı seçiminde ise çoğunluk sistemi uygulanır İl genel meclisi ve belediye meclisi üye sayıları ilçe nüfusuna göre, kontenjandan kalan sayıların partilere dağılımı ise D'Hondt Sistemine göre belirlenir (Kanun:2972-Madde:23) İl Genel Meclisi, İl Özel İdaresinin karar organıdır, başkanını üyeleri arasından gizli oyla seçer. Ayrıca, İl Genel Meclisi kendi içinden gizli oyla bir yıl görev yapacak 5 kişilik İl Encümenini seçer. Merkezi yönetim, Vali ve İl Müdürlerinden oluşur. İl Özel İdaresi (İl Genel Meclisi ve İl Encümeni) seçilmişlerden oluşur, ancak Vali başkanlığında görev yapar. Yerel yönetim ise belediye başkanları ve belediye meclislerinden oluşur. Adıyaman Valisi, 1976-İzmir doğumlu Osman Varol  Haziran 2023/312 kararla, Ağrı Valisi iken atanmıştır. Adıyaman Belediye Başkanı, 1976 Adıyaman doğumlu Abdurrahman Tutdere (CHP), 31 Mart 2024 seçimlerinde %49,74 oy oranıyla seçilmiştir. Adıyaman Belediye Başkanı seçilen Abdurrahman Tutdere, 2023 yılında seçildiği 28. dönem Adıyaman milletvekilliğinden istifa etmiştir. 2019 Türkiye yerel seçimleri sonuçlarına göre Adıyaman İl Genel Meclisi üye sayısı, 27 AK Parti, 2 CHP ve 1 SAADET olmak üzere 30'dur. Adıyaman Belediye meclisi ise 28 AK Parti, 9 SAADET olmak üzere 37 üyeden oluşur. 2023 Türkiye genel seçimleri sonucuna göre Adıyaman'ın Türkiye Büyük Millet Meclisindeki üyelerinin siyasi partilere dağılımı: 4 AK Parti, 1 CHP'dir. Ekonomi. Sanayi siteleri. Adıyaman Organize Sanayi Bölgesi. 1991 yılında kuruluş çalışmalarına başlanan Adıyaman Organize Sanayi Bölgesinde, 1996 yılında kamulaştırma ve etüd-proje işlemleri tamamlanmıştır. 1997 yılında altyapı çalışmalarına ve arsa tahsis işlemlerine başlanmıştır. İl Merkezine 6 km uzaklıkta, ilimiz kuzeybatı istikametinde, Belediye sınırları içerisinde, TPAO tesisleri ile açılacak olan Adıyaman Kuzey Çevre Yolunun bitişiğinde 150 hektarlık alan üzerinde kurulan Bölge, 86 adet sanayi parseli ile 1. Derecede Kalkınmada Öncelikli Yöre, teşvik, imkân ve kolaylıklarıyla sanayicilerimizin hizmetine sunulmuştur. Adıyaman Küçük Sanayi sitesi 1969 yılında kurulmuş 1987 yılında ihale edildikten sonra yapımına fiilen 30.4.1988 yılında başlanmış ve 2000 yılı içerisinde tamamlanarak hizmete açılmıştır. Toplam 350.000 m² alana sahip olan sitede 350 adet iş yeri bulunmaktadır. Ancak Küçük Sanayi sitesinin ihtiyacı karşılayamaması nedeniyle 200 ek iş yeri 2001 yatırım programına alınarak inşaatına başlanmıştır. Besni Organize Sanayi Bölgesi 2005 yılında 120 hektarlık alana kurulmaya başlayan ve her geçen gün yatırımcısını artıran Besni OSB şu an için 12 işletmeye ev sahipliği yapıyor. Besni Küçük Sanayi sitesi. Besni'nin Kayaardı mevkiinde 06.12.1993 tarihinde ihale edilen sitenin inşaatına Nisan 1994 yılında başlanılmıştır. Besni Küçük Sanayi Sitesi % 85 sanayi ve Ticaret Bakanlığı kredi desteği ile yürütülmektedir. Tamamlandığında 278 iş yerinin bulunacağı sitenin inşaatı % 30 oranında tamamlanmış olup, faaliyete geçtiğinde 1500 kişi istihdam edilecektir. Gölbaşı Küçük Sanayi sitesi. 22 Kasım 1989 yılında kurulan küçük sanayi sitesinin inşaatı Gaziantep yolu üzerinde belediye imar planı içerisinde 30 dönüm üzerinde devam etmektedir. K.S.S 100 iş yeri kapasiteli %70 sanayi ve Ticaret Bakanlığı Kredi desteğine sahiptir. Site tamamlandığında küçük esnaf ve zanaatkar daha sağlıklı ortamlarda daha iyi hizmet verme imkânına kavuşacaktır. Kahta Organize Sanayi Bölgesi. Kahta Organize Sanayi Bölgesi, 2007 yılında kurulmuştur. Bu sanayi bölgesi, Adıyaman iline bağlı Kahta ilçesinde yer almaktadır ve sanayi yatırımlarını teşvik etmek amacıyla oluşturulmuştur. Kahta OSB, çeşitli sektörlerdeki işletmelere ev sahipliği yaparak bölgenin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmayı hedeflemektedir. Öz Kahta Küçük Sanayi Sitesi. Kahta Küçük Sanayi Sitesi 27.09.1996 yılında kurulmuş olup, proje çalışmaları tamamlanmıştır. 2001 yılı revize yatırım programına alınması için girişimler devam etmektedir. Spor. 2018-19 Sezonu sonunda Futbol takımı Adıyaman 1954, BAL'a düşmüştür. Ayrıca BAL takımı Kahta Dirilişspor ve Kadın voleybol 2. Lig takımı Adıyaman İ.Kültür S. da küme düşmüştür. Liglerdeki en başarılı sonucu, Hentbol erkekler süper lig takımı Adıyaman Belediye SK ligde 5. olarak elde etmiştir. Futbol Türkiye Kupası 'nda Adıyaman 1954, 2.turda elenmiştir. Hentbol Türkiye Kupası'nda Adıyaman Belediye SK 2.tur grup maçlarında elenmiştir. Adıyaman'da, 8.598 kişi kapasiteli Atatürk Stadyumu en önemli spor tesisidir. Ayrıca, 1.000 kişilik Adıyaman Belediyesi Spor Salonu ve 1.000 kişilik Adıyaman Üniversitesi Kapalı Yüzme Havuzu vardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2302", "len_data": 23922, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.86 }
Afyonkarahisar, Ege Bölgesinin İç Batı Anadolu Bölümünde yer alan bir ildir. İl nüfusu 751.344'tür. (2023). Bu nüfusun %78,07'ü şehirlerde yaşamaktadır (31 Aralık 2021). İlin yüzölçümü 14.016 km²'dir. İlde km²'ye 53 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 253'dür.) Afyonkarahisar sınırlarında merkez ilçeyle beraber 18 İlçe, 60 belediye, bu belediyelerde 448 mahalle ve ayrıca 420 köy vardır. Tarihçe. Bilindiği kadarıyla ilk olarak Hitit egemenliğinde olan Afyonkarahisar toprakları, sonra sırası ile Frigya ve Lidya egemenliğine geçti. Daha sonra MÖ 6. yüzyılda Pers egemenliğine giren Afyonkarahisar'ı Büyük İskender fethetti. Onun ölümünden sonra Seleukos ve Bergama Krallıkları'nın egemenliğine giren topraklar, daha sonra Roma İmparatorluğu topraklarına katıldı. Alp Arslan'ın Malazgirt Meydan Muharebesinden ve Selçukluların Anadolu'yu fethinden sonraki süreçte, Sultan I. Mesud'un emri ile Afyon Kalesi'nin eteklerine Karaşar Türkleri yerleştirilmiş ve daha sonra kaleye "Karahisar" adı verilmiştir. Karahisar ve yöresi, Selçuklu Veziri Sahip Ata Fahrettin Ali'nin "sahip" unvanına ithâfen "Sahib-î Karahisâr" olarak anılmıştır. Kutalmışoğlu Süleyman Şah'ın fethiyle ilk kez Türk egemenliğine giren topraklar, Birinci Haçlı Seferi sırasındaki Hristiyan egemenliğinden sonra I. Alâeddin Keykubad tarafından yeniden Türk yönetimine alındı. 12. yüzyılda Germiyanoğullları'nın egemenliğinde olan bölge, sonra Osmanlı idaresine girdi. Afyon'da Batı Anadolu ağzı kullanılmaktadır. Coğrafya. Türkiye'nin 81 ilinden biri olan Afyonkarahisar, Anadolu yarımadasının batıya yakın ortasında ve Ege Bölgesinin iç kesiminde yer alır. İç Anadolu yaylasının Ege kıyılarına açılan bir eşiği, bir geçidi durumundadır. Çevresinde Eskişehir, Konya, Isparta, Denizli, Uşak ve Kütahya illeri bulunur. Kuzey doğudan güney batıya uzandıkça alçalan ovaları ile hem Orta Anadolu'dan ve hem de Ege Bölgesinden sayılır. En kuzeyde Eskişehir sınırından, en güneyde Denizli sınırına kadar kuzey doğudan güney batıya uzunluğu 210 kilometredir. Eni ise Kütahya sınırından Isparta sınırına kadar kuzey batıdan güney doğuya 112 kilometredir. Denizli'ye doğru incelerek eni 20 kilometreye kadar düşen bir parça hâlindedir. İlin diğer komşu illerle sınırlarının toplam uzunluğu 616 kilometredir. Afyonkarahisar ilinin 2020 yılı TUİK verilerine göre toplam nüfusu 736.912'dir. Coğrafi konum. Afyonkarahisar, Türkiye'nin batısında, tüm yolların birleştiği kavşak noktasıdır. İlin bazı illere olan kara yolu uzaklıkları şöyledir: Akarsu ve göller. Göller. Barajlar ve Göletler. İlde; Selevir, Seyyidler, Örenler, Akdeğirmen barajları ile Dinar-Yeşilçat, Bayat, Merkez-Erkmen, Şuhut-Kayabelen, Sincanlı-Tınaztepe, Sincanlı-Serban, Dinar-Pınarlı, Sincanlı-Taşoluk, Sincanlı-Kırka, Sandıklı-Karacaören, İhsaniye-Üçlerkayası, Şuhut-Ağzıkara, İhsaniye-Ayazini, İscehisar-Seydiler, Bolvadin-Özburun, Şuhut-Ortapınar, Sinanpaşa-Kuruçay, Sinanpaşa-Nuh, Şuhut-Akyuva, Sandıklı-Kestel, Sincanlı-Gezler, Kurucuova, Bozhüyük, Kızılören, Bayramaliler, Döğer Emre, Yedikapı, Derbent, Çepni, Bostanlı Çiftlik, Kızıldağ, Çıkrık, Karaağaç, Şehit Uzman Çavuş Nurullah Oymak, Kırca, Yıprak, Haydarlı Şehit Yavuz Öztürk, Dutağaç, Kargın, Koçgazi, Örenkaya, Çayhisar 27 Ağustos, Nuh-Taşoluk Ortak, Yaka ve Göynük göletleri bulunmaktadır. Ovalar. Afyon Ovası, Çöl ovası, Çamur ova, Gül Ovası, Sandıklı Ovası, Şuhut Ovası gibi birikinti ovaları bulunur. İklim. Afyon'da iklim oldukça sert ve orta derecede yağışlıdır (466 mm). En çok yağış kışın ve ilkbaharda olur. Ortalama sıcaklık en soğuk ayda 3 derece, en sıcak ayda 22 derecedir Ama sıcaklığın yazın 38 dereceye çıktığı, kışın sıfırın altında 37 dereceye düştüğü de görülmüştür. Sıcaklık. Afyonkarahisar ili içerisinde bulunan hava bilgisi istasyonlarının uzun yıllık verilerine göre yıllık ortalama sıcaklık 11.1 °C 'dir. En soğuk ay olan Ocak ayında ortalama sıcaklık 0.2 °C'dir. En sıcak ay olan Temmuz ayında ise ortalama sıcaklık değeri 22.1 °C'dir. Yağış. Afyonkarahisar ili İç Anadolu Karasal İklim bölgesinde yer alması nedeniyle bu yağış düzeninin etkileri altında bulunmaktadır ve ilde yıllık yağış ortalaması 407 mm dir. Yazları sıcak ve kurak kışları ise soğuk ve kar yağışlı geçer. Nüfus. Güncel Nüfus Değerleri(TÜİK 6 Şubat 2025 verileri) Afyonkarahisar ili nüfusu: 750.193'dür. Bu nüfusun %78,38'i şehirlerde yaşamaktadır (2024 sonu). İlin yüzölçümü 14.016 km²'dir. İlde km²'ye 54 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 260'dır.) İlde yıllık nüfus -% 0,15 oranında azalmıştır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler Merkez ilçe (% 1,12), İhsaniye (-% 3,93) 06 Şubat 2025 TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 18 İlçe, 60 belediye, bu belediyelerde 430 mahalle ve ayrıca 421 köy vardır. Yönetim. İllerde protokolde ilk sırada yer alan Vali, merkezi yönetimi temsil eder ve Cumhurbaşkanı tarafından atanır. Büyükşehir dışındaki illerde yerel yönetim, şehirler düzeyindedir. Belediye Başkanı, belediye sınırları içinde kalan seçmenin oy çokluğu ile seçilir. Ayni seçmen İlçe Belediye Meclisi için de oy kullanarak ilçelerin belediye meclisleri oluşturur. İldeki bütün seçmenler ayrıca il genel meclisi için de oy kullanarak, İl Genel Meclisinin oluşumunu sağlarlar. İl genel meclisi ve belediye meclisi üyelikleri için yapılan seçimlerde, onda birlik baraj uygulamalı nispi temsil sistemi, belediye başkanlığı seçiminde ise çoğunluk sistemi uygulanır İl genel meclisi ve belediye meclisi üye sayıları ilçe nüfusuna göre, kontenjandan kalan sayıların partilere dağılımı ise D'Hondt Sistemine göre belirlenir (Kanun:2972-Madde:23) İl Genel Meclisi, İl Özel İdaresinin karar organıdır, başkanını üyeleri arasından gizli oyla seçer. Ayrıca, İl Genel Meclisi kendi içinden gizli oyla bir yıl görev yapacak 5 kişilik İl Encümenini seçer. Merkezi yönetim, Vali ve İl Müdürlerinden oluşur. İl Özel İdaresi (İl Genel Meclisi ve İl Encümeni) seçilmişlerden oluşur, ancak Vali başkanlığında görev yapar. Yerel yönetim ise belediye başkanları ve belediye meclislerinden oluşur. Afyonkarahisar Valisi, 1979-Ankara doğumlu Kübra Güran Yiğitbaşı'dır. 12.5.2022/209 tarihli kararla, Aile ve Sosyal Politikalar Bakan Yardımcısı iken atanmıştır. Afyonkarahisar Belediye Başkanı, 1980 Afyon doğumlu Burcu Köksal (CHP), 31 Mart 2024 seçimlerinde %50,73 oy oranıyla seçilmiştir. Afyonkarahisar Belediye Başkanı seçilen Burcu Köksal, 2023 yılında seçildiği 28. dönem Afyonkarahisar milletvekilliğinden istifa etmiştir. 2019 Türkiye yerel seçimleri sonuçlarına göre Afyonkarahisar İl Genel Meclisi üye sayısı, 36 AK Parti, 7 MHP, 3 CHP ve 3 İYİ Parti olmak üzere 50'dir. Afyonkarahisar Belediye meclisi ise 17 AK Parti, 11 İYİ Parti, 3 MHP olmak üzere 31 üyeden oluşur. 2023 Türkiye genel seçimleri sonucuna göre Afyonkarahisar'ın Türkiye Büyük Millet Meclisindeki üyelerinin siyasi partilere dağılımı: 3 AK Parti, 1 CHP, 1 İYİ Parti, 1 MHP'dir. Ekonomi. Afyonun temel sanayi ürünleri mermer ve gıda üzerinedir. Afyon sanayisi Mermer ve Traverten taşında dünyanın önde gelen üreticilerindendir. Et, tavuk ve yumurtacılıkta son derece gelişmiştir. Türkiye et ve yumurta borsasına yön vermektedir. Türkiye içinde ise Afyon deyince akla bunlar gelir: Millî mücadele: Cumhuriyetin kazanıldığı topraklar; Anadolu'nun kilidi Afyonkarahisar. Kurtuluş savaşında çok önemli savaşlara sahiplik yapmıştır (Kocatepe, Dumlupınar), Yunanlar burada hüsrana uğratılıp İzmir'e kadar püskürtülüp denize dökülmüştür. Günümüzde utku anıtı ve anıt parkta bunu simgelemektedir. Termal: Türkiye'nin termal başkentidir; en fazla termal yatak kapasitesine sahip ildir. Türkiye'de kişi başına düşen beş yıldızlı otel sayısında en fazla tesise sahip ildir. Yurt dışından ve çevre illerden turlarla bu termallerden böbrek taşı, cilt hastalıkları, romatizma, safra kesesi, solunum yolları gibi hastalıklardan yararlanmak için gelen kişi sayısı çok fazladır. İzmir yolu üzerinde 20'nin üzerinde 5 yıldızlı oteller ile termal turizm gelişmiştir. En önemli merkezleri: Gazlıgöl, Ömer, Gecek, Hüdai, Heybeli, Anemon, İkbal, Korel, Oruçoğlu,Güral Mermer: İscehisar ilçesinden dünyanın en kaliteli beyaz mermeri çıkmaktadır. Antik çağlarda birçok yerde kullanılmıştır; örneğin Efes antik tiyatro. Günümüzde birçok yerli ve yabancı ünlünün evini süslemektedir. Amerikadaki Beyaz Saraya'da döşenmiştir. Türkiye'nin bütün illerine ve bazı ülkelere ihraç edilir. Haşhaş: İsminden belli olduğu gibi haşhaşın ana vatanıdır. Türkiye'nin tek alkaloid (morfin) fabrikası Bolvadin ilçesindedir. Hem ezme olarak tüketilmektedir, hem de birçok yöresel yemeğin içinde kullanılır. Kaymak: En iyi Kaymak, Manda sütünden elde edilir ve fiyat olarak pahalıdır. Ancak günümüzde pek bulunmamaktadır ve inek sütünden imal edilmektedir. Sucuk: Afyon sucuğu Kayseri sucuğundan lezzet bakımından daha farklıdır. Türkiye çapında 5-6 ulusal markası vardır. Sucuk döneri: Afyonkarahisar mutfağına özgü lezzetli sucuktan yapılan döner türüdür. Lokum: Afyon'un lokumu her damak zevkine hitap eden tiplerde üretilir. Özellikle Kaymaklı lokumu son derece popülerdir ve sultan lokumu da denilmektedir. Afyon ev ekmeği: Patates ezmesi ilave edilen meşhur ev ekmeği, 1 haftalık dayanma süresi ile çok sevilen ve besleme değeri normal ekmeklerden daha yüksek olan bir ekmek türüdür. Yumurta: Türkiye'nin yumurta borsasıdır, ayda 40.000.000 üretimi vardır Et: Türkiye'nin et borsası. İstanbul etinin 60 % temin ediyordur. Ekmek kadayıfı: Afyon orijinli bir tatlı türü olup, tüm Türkiye'de sevilerek yenen bir tatlı türüdür. Özellikle Süt kaymağı ile beraber yenilmesi tercih edilmektedir. Ekmek kadayıfı çeşitleri ise vişneli, cevizli, olmak üzere birçok çeşit içermektedir. Yün: Dünyanın yün borsası Bolvadin ilçesindedir. Sandıklı ve Şuhut Patatesi: Sandıklı ve Şuhut bölgesinde sınırlı miktarda yetişen bir tür tatlı patetesi (agrie) ile, Türkiye'nin her yerinde aranan ve tercih edilen değerli bir patates türüdür. Napolyon kirazı: Sultandağı ilçesi ve Erkmen beldesinde yetiştirilmektedir. İhracata gitmektedir. Türkiye'nin besin değeri en yüksek kirazıdır, tescillidir. Her yıl kiraz festivalleri yapılır. Kızılay Maden Suyu: İhsaniye ilçesi Gazlıgöl beldesinde çıkmaktadır.1924'ten beri üretime devam etmektedir. Dünyanın en iyi maden suyudur; defalarca uluslararası ödüller kazanmıştır (1934 Paris fuarı), tesis dünyanın en modern dolum tesisidir, dakikada 100.000 şişe dolum yapılmaktadır. Sade ve meyveli olarak dünyanın dört bir yanına ihraç edilmektedir. Osmanlı döneminde padişahlar Afyonkarahisar'dan İstanbul'a getirtirlermiş.1926 yılında Atatürk gelirini Kızılay'a devrettirmiştir. Arpa: Türkiye'nin en kaliteli arpası burada üretilmektedir. Bu yüzdendir ki Efes Pilsen yıllar önce buraya bira fabrikasını kurmuştur. Buğday: Türkiye'deki en önemli buğday üretim merkezlerinden olup, Konya ve Ankara'dan sonra başı çekmektedir. Bayat kök boya kilimi: Dünyaca ünlüdür ve Bayat ilçesinde dokunmaktadır. Ulaşım: Türkiye'nin İstanbul'dan sonraki en işlek kavşağıdır. Yaz günlerinde günde 100-150.000 araç geçmektedir. Bayram gidiş ve dönüşlerinde otoyollarda kilometrelerce trafik sıkışıklığı meydana gelmektedir. Türkiye'nin 4 istikametine demiryolu olan tek ilidir. Türkiye demiryollarının 7 bölgesinden biridir. Karahisar Kalesi: Afyonkarahisar'a adını vermiştir. Kaplıcalar. Afyonkarahisar ilinde, Turizm. Termal turizm. Afyonkarahisar, Türkiye'de kaplıca ve ılıca yönünden sayılı iller arasındadır. Bu sebeple son yıllarda fertler ve şirketler ve kooperatifler termal turizme yönelik yatırımlara yönelmişlerdir. Yapılan ve yapılacak olan bu yatırımların sonunda Afyonkarahisar turizmde hak ettiği yerini alacaktır. Kaplıcaları, zengin Tabiat yapısı, tarihî eserleri, alternatif turizm çeşitliliği, kültür ve inanç turizmi festival ve şenlikler gibi çeşitli turizm değerlerine sahip olan Afyonkarahisar, Anadolu'nun batı yakasında bir kavşak noktası olup, doğuyu batıya, kuzeyi güneye bağlayan tabiî bir kapı konumundadır. Bu yüzden turizm potansiyeli yönüyle Türkiye'nin sayılı illeri arasındadır. Spor. Afyonkarahisar şehrini profesyonel liglerde, TFF 2. Ligde yer alan Afyonspor futbol takımı ile Kadınlar 2. Liginde yer alan Afyon İdmanyurdu kadın futbol takımının yanı sıra ING Basketbol Süper Liginde yer alan HDI Sigorta Afyon Belediyesi Basketbol erkek takımı ve AXA Sigorta Efeler Liginde yer alan Avşar Maden Suyu Afyon Belediye Yüntaş Voleybol erkek takımı temsil etmektedir. Şehrin en büyük spor tesisleri: 15.000 kişilik Zafer Stadyumu ve 2.833 kişilik Prof. Dr. Veysel Eroğlu Spor Salonudur. Kardeş şehirler. Afyonkarahisar'ın merkezinde bulunan Hamm Bulvarı'nın ismi, Afyonkarahisar'ın Almanya'daki kardeş şehri Hamm'dan alınmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2303", "len_data": 12604, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.39 }
Artık yıl, Miladî takvimde (Gregoryen takvim) 365 yerine 366 günü olan yıl. Bu fazladan gün (artık gün), normalde 28 gün olan Şubat ayına 29 Şubat'ın eklenmesi ile elde edilir. Dört yılda bir yapılan bu uygulamanın nedeni Dünya'nın Güneş çevresinde dönme süresinin (astronomik yıl), Güneş'in aynı meridyenden iki kez geçişi arasındaki ortalama zamanın (gün) tam katı olmamasıdır. Bir astronomik yıl yaklaşık olarak 365,242 gün olmasına rağmen normal bir takvim yılı 365 gündür. ("Bakınız" Sothik dönem) Artık yıl uygulaması ilk olarak MÖ 46 yılında, Jülyen Takvimi'nde uygulanmıştır. Artık yılların belirlenmesi. Genel bir kural olarak, artık yıllar 4 rakamının katı olan yıllardır: Ancak bu kuralın iki istisnası vardır: 1. 100'ün katı olan yıllardan sadece 400'e kalansız olarak bölünebilenler artık yıldır: Sadece 400'e tam olarak bölünebilenlerin artık yıl kabul edilmesinin nedeni, bir astronomik yılın 365,25 gün değil, yaklaşık olarak 365,242 gün olmasından kaynaklanan hatayı gidermektir. 2. Hesabı daha da hassas hâle getirmek için -400'e kalansız bölünebildiği halde- 4000'e kalansız olarak bölünebilen yıllar artık yıl kabul edilmez: Diğer takvimler. Jülyen, geliştirilmiş Jülyen ve İran takvimlerinde de benzer kurallarla belirlenen artık yıllar vardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2306", "len_data": 1265, "topic": "HISTORY", "quality_score": 4.14 }
1983, Miladi takvimin Milattan sonra 1983. ve cumartesi gününden başlayan bir yılıdır. 2. binyılın 983. yılı, 20. yüzyılın 83. yılı ve 1980'ler on yılının 4. yılıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=2307", "len_data": 166, "topic": "HISTORY", "quality_score": 2.92 }