text
stringlengths 3
198k
| metadata
dict |
---|---|
Beden toplum bilimi; insanların bir araya gelmesiyle bilinçsizleşmesi, kendi aklını kullanamamasıdır.
Kişiselleşememiş, kişiliksiz insandan bahseder. Kendi kendini yönetemezken, toplum içerisinde kendine kimlik bulur, o toplumun yasal veya yasal olmayan her türlü hareketine ortak olur.
Batı dillerinde; beden ile cisim genellikle aynı sözle karşılanmaktadır. Yani canlı bir varlığın bedensel gerçekliği ile cansız bir varlığın fiziksel gerçekliği aynı kavram altında düşünülmektedir. Genel olarak batı düşüncesinde hakim olan görüş “bedenin aklın karşıtı” olarak değerlendirilmesidir. Beden, zihne karşıt olumsuz niteliklerle anılmıştır.
Beden, Antik Yunan Felsefesi'nden başlayarak insan ruhunu tutsak etmiş bir kafes olarak görülmüştür.
Foucault'ya göre sosyoloji beden meselesini çok ihmal etmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17593",
"len_data": 803,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 4.05
}
|
Yahyalı, İç Anadolu Bölgesi'nde Kayseri iline bağlı ilçedir.
Tarihçe.
İlçe, Anadolu'ya gelen Türk güçlerince kurulmuştur. Bu güçlerin önderliğini Seyyid Ali ve Yahya Ali (Yahya Gazi) yapmışlardır. Seyyid Ali'ye ait türbe eski Yahyalı Devlet Hastanesi bahçesinde, Yahya Gazi'ye ait türbe ise Yahyalı Ulu Camii avlusundadır. 1913 yılında belediye teşkilatına kavuşan Yahyalı, o yıllarda Niğde'ye bağlı bir kasaba iken, Cumhuriyet döneminde Develi ilçesine bağlı bir nahiye durumuna gelmiş ve 1954 yılında Kayseri'ye bağlı ilçe statüsüne kavuşmuştur.
Coğrafi yapı.
Konum.
İlçe merkezi ve kuzeyindeki ovalık kesim İç Anadolu Bölgesi'nde olup, ilçenin güneyindeki Aladağlar'ın bulunduğu ormanlık kesim Akdeniz Bölgesi sınırları içerisindedir. Denizden yüksekliği 1210 metredir. İlçe sınırları içerisinden geçen Zamantı Irmağı, Kapuzbaşı Şelaleleri çayı, Derebağ Şelalesi çayı ve ilçenin içerisinden akmakta olan Kocaçay başlıca akarsulardır. İlçe, Erciyes Dağı'nın güney yönünde kalan Sultan Sazlığı'nı kuşatan düzlüklerin ve Sakız Dağının doğuya bakan yamaçlarında bir vadi içinde kurulmuştur. İlçe, Kayseri ilinin güneyinde kurulmuş olup, kuzeyi Develi, güneydoğusu Adana'nın Feke ilçesi, batısı Niğde'nin Dündarlı kasabası, güneybatısı ve güneyi Niğde'nin Çamardı ve kuzeybatısı Kayseri'nin Yeşilhisar ilçeleri ile komşudur. Bir çöküntü ovası olan Develi Ovasının devamı olan Yahyalı, üçüncü derece deprem kuşağındadır. Ovalık alanda bol miktarda elma bahçesi bulunmakta, İlçenin güney kısımları dağlık olmakla birlikte Adana sınırlarına yakın olan güneydoğusunda 11.674 hektar verimli, 33.034 hektar bozuk olmak üzere 44.709 hektar ormanlık alan mevcuttur. Mera vasıflı arazi miktarı ise 558,4 hektardır.
İklim.
Tipik İç Anadolu Bölgesi karasal ikliminin hakim olduğu ilçenin güneyindeki rakımı düşük ormanlık bölgede tam olmasa da Akdeniz ikliminin etkileri görülür. İlçe yazları 20 °C, kışları ise -18 °C sıcaklık ortalamasına sahiptir. Yıllık maksimum yağış ortalaması 500 mm'dir.
Turizm.
Şelaleler.
Kapuzbaşı şelaleleri 500 m²lik bir alan içerisinde 7 adet şelaleden ibaret doğa çatlağından, kayalar arasından fışkıran, 30–76 m yüksekliklerden çok büyük su debisi ile dökülen, ayrıca yaz ve kış aylarında devamlı surette akan kaynak şelaleleridir.
Ekonomik yapı.
Yahyalı; halısıyla, elması ve şelalesiyle ünlüdür. İlçe doğal kaynaklar bakımından Türkiye'nin ender olan ilçelerinden biridir. Demir cevheri, altın karışımı kurşun, gümüş karışımı çinko ve krom bakımından zengin ocaklara sahiptir. Mevcut yıllık üretim miktarı 2-2,5 milyon ton civarındadır. İlçenin görünür rezerv miktarı 20 milyon ton demir, 2 milyon ton çinko ve çinko karışımı kurşun rezervinin yanı sıra henüz rezerv miktarı tespit edilememiş zengin krom yataklarının bulunduğu bilinmektedir. İlçede halıcılık en eski faaliyet olarak devam etmektedir. Ayrıca elmacılık, hayvancılık ve madenciliğe bağlı nakliyecilik başlıca ekonomik faaliyetleri teşkil etmektedir. Maden nakliyesi lokomotif sektör olarak gelişmiştir. Mobilyacılık ve tekstil de ekonomik faaliyetlerden gelişmiştir.
Sosyal yapı.
İlçe merkezindeki binalar betonarme yapılardır. Taş ve kerpiç yapılar yok denecek kadar azdır. İnşaatların büyük çoğunluğu iki üç katlı binalardan oluşmaktadır. 8-10 katlı binalar da bulunmaktadır. Köylerdeki yapılaşma ilçe merkezinin tersine taş ve kerpiç binalardan oluşmaktadır. İlçenin güneyindeki ormanlık bölgelerde yaşayan köylülerin evleri ahşap yapı tarzındadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17595",
"len_data": 3437,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.41
}
|
Jacques Tati (aslında Jacques Tatischeff; d. 9 Ekim 1907; Le Pecq (Yvelines) - ö. 4 Kasım 1982, Paris), Fransız yönetmen ve aktör.
Sanat ve Mühendislik okudu. Tati, görsel komedi sanatını yenir yoğunluk, detay zenginliği ve yeni bir kompozisyon netliği getirerek yorumladı; görselliğe yeni bir bakış açısı getiren bir avuç sinema sanatçısından (diğerleri Griffith, Eisenstein, Murnau ve Bresson) biriydi.
1930'lu yılların başında Fransız müzikal çevresine girdi; gösterisi dönemin spor yıldızlarının pandomimlerinden oluşmaktaydı ve bazıları filme alındı, savaştan sonra da uzun metrajlı hale getirildi; "Jour de fête" (Bayram Günü, 1949), bütün çalışmalarında baştan sona gözlemlenen hicivli temanın (modern teknolojinin soğukluğu) yanı sıra görsel üslubu da son derece gelişmiştir.
Tati, kariyerinin geri kalan süresi boyunca oynayacağı karakteri tanıttığı yeni filmi "Les Vacances de monsieur Hulot" (Bay Hulot'nun Tatili, 1953) için dört yıl çalıştı. Yaratılan karakterin sıcaklığı ve gülütlerin parlak yaratıcılığı Bay Hulot'ya uluslararası bir başarı kazandırdı. Hulot (konuş: Ülô), mizahın kaynağı ve odağı olmak anlamında bir komedyen değildir; daha ziyade, etrafındaki dünyanın mizahını açığa çıkaran bir tavır, bir işaret direği ve bir perspektiftir.
"Mon oncle" (Amcam, 1958), bir geçiş filmidir; Hulot, her ne kadar star statüsünü terk etmiş bile olsa diğer karakterlerin arasında tuhaf marjinalliği ile öne çıkmaktadır. 9 yıllık pahalı ve yorucu bir çalışmadan sonra gösterime giren "Playtime" (Oyun Vakti, 1967) ile Tati'nin niyeti daha belirginleşti. Artık Hulot, Joyce'un Ulysess'indeki Mackintosh Man gibi, sahneye giren ve çıkan birçok figürden yalnızca birisi haline gelmişti. Yani aktör Tati, canlandırdığı karakterin seyirciyi film boyunca yönlendirmesini, yönetmen Tati de yakın çekimleri, empatik kamera açılarını veya montajı kullanarak seyirciyi görüntüdeki mizaha yönlendirmeyi reddediyordu.
Ancak, neyi göreceklerinin söylenmesine alışmış olan seyirci, Playtime'daki özgürlüğü can sıkıcı buldu. Film (çeşitli versiyonlarda gösterime girdi) ticari bir fiyaskoydu ve Tati'yi kişisel borca soktu. Son tiyatral filmi olan "Trafic" (1971), bir başkası tarafından yapılmış olsaydı başyapıt olarak görülebilirdi; ancak Tati için daha geleneksel bir üsluba korunmalı bir dönüş oldu.
25 yılda 5 film, statünün genellikle verimlilikle ölçüldüğü bir ortam için etkileyici bir performans olmasa da, tek başına Playtime bile dünyaya bakış eylemini serbestleştiren, canlandıran bir film olarak hayat boyu bir başarıdır. Tati 4 Kasım 1982'de Paris'te öldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17598",
"len_data": 2568,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.61
}
|
Gülibrişim ("Albizia julibrissin"), baklagiller (Fabaceae) familyasından 15 m'ye kadar boy yapabilen küçük bir ağaç.
İkili tüysü yapraklar karşılıklı dizilmiştir. Çok sayıda küçük yaprakçık bulunur, yaprak kenarları tamdır. Er dişi çiçekler pembe renklidir; çiçekler yaz ortasında (Temmuz ayında) açar.
Polenleri alerjik reaksiyona neden olabilir. Bakla tipi meyve görülür. Asya (İran) kökenli bir bitki olmasına rağmen -15 derece soğuğa dayanıklıdır.
1749 senesinde bu ağacı İstanbul'da görerek Floransa'ya götüren Fiippledel Albizzi'ye ithafen yurt dışında ağaca Albizia adı verilmiştir. "Julibrissin" tür adı Türkçe "Gülibrişim" kelimesinden türetilmiştir. Pers ipek ağacı (İng:Persian silk tree) olarak da bilinir.
Gülibrişim ağacı özellikleri sebebiyle peyzaj tasarımlarında ve parklarda çokça tercih edilen bir süs bitkisidir. Açık alanlarda, refüjlerde ve ormanlık alanlarda, farklı toprak türlerinde gelişebilme yeteneği ve yüksek tohum üretim potansiyeli sebebiyle, dikildiği alandaki diğer bitkiler için güçlü bir rakiptir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17600",
"len_data": 1033,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.62
}
|
Çınar yapraklı akçaağaç veya Norveç Akçaağacı ("Acer platanoides"), Sapindaceae familyasından doğal olarak Avrupa ve güneybatı Asya, Fransa ile Rusya'dan İskandinavya ve İran'a kadar yayılış gösteren akçaağaç türü.
20–30 m'ye kadar boylanan bu ağacın geniş bir tacı vardır. Yapraklar basit, karşılıklı ve elsi loplu (5-7 loplu) olup uzunluğu 12–25 cm kadar'dır. Damarların alt yüzü tüylüdür. Yaprak sapı koparıldığında süt çıkar. Çiçekler sarımsı-yeşil olup, 3–4 mm uzunluğunda 5 taç yaprağı bulunur. tipi meyvede iki kanatlı tohum bulunur, kanatlar 3–5 cm dir. Meyvenin kanatları arasında hemen hemen 180 derecelik açı bulunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17602",
"len_data": 628,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.63
}
|
Christoph Paul Daum (24 Ekim 1953, Zwickau - 24 Ağustos 2024, Köln), Alman teknik direktör ve futbolcudur. Daum, orta saha oyuncusu olarak oynadı ve Duisburg bölgesinden çeşitli kulüplerde forma giydi.
Antrenörlük kariyerine 1. FC Köln'de başlayan Daum, dört sezon boyunca takımı çalıştırdı ve 1990'da Stuttgart'ın teknik direktörü oldu. Stuttgart ile 1991-92 sezonunda Bundesliga şampiyonu oldu ve ertesi sezon Almanya Süper Kupası'nı kazandı. Ocak 1994'te Gordon Milne'nin halefi olarak Beşiktaş'ın başına geçti ve 1994 Türkiye Kupası'nı kazandı. Sonraki sezonu Cumhurbaşkanlığı Kupası şampiyonluğu ile açtı ve 1994-95 sezonunda Türkiye Ligi şampiyonu oldu. 1996 ile 2000 yılları arasında Bayer Leverkusen'i çalıştırdı. Almanya'da 1996-97 sezonunu lig ikincisi, 1997-98 sezonunu lig üçüncüsü, 1998-99 sezonunu yeniden lig ikincisi olarak tamamladı. 1999-2000 sezonunda lig ikincisi oldu ve averaj ile şampiyonluğu kaçırdı. Ertesi sezon kokain skandalına karışan Daum, Ekim 2000'de görevinden istifa etti. Mart 2001'de Beşiktaş'a geri döndü, ancak ikinci döneminde başarılı olamadı. 2002 yılında Austria Wien ile anlaştı ve sezon sonunda Avusturya Ligi ve Avusturya Kupası'nı kazanarak duble yaptı.
Temmuz 2003'te Türkiye'ye dönen Daum, Beşiktaş'ın ezeli rakibi Fenerbahçe'nin teknik direktörü oldu. Fenerbahçe ile 2003-04 ve 2004-05 sezonlarında Süper Lig şampiyonu oldu. Temmuz 2006'da Fenerbahçe'den ayrıldı ve üç sezon boyunca eski takımı 1. FC Köln'ü çalıştırdı. 2009'da yeniden Fenerbahçe'ye geldi ve sezonu Süper Kupa şampiyonluğu ile açtı. 2009-10 sezonunu Bursaspor'un bir puan gerisinde, ikinci sırada tamamladı. Daha sonra Almanya'ya geri dönen Daum, kısa bir dönem Eintracht Frankfurt'u çalıştırdı ve 2011'de Belçika ekibi Club Brugge ile anlaştı. 2013'te Bursaspor'un teknik direktörü olarak Türkiye'ye geri döndü. Son olarak Temmuz 2016'dan Eylül 2017'ye kadar Romanya millî takımını çalıştırdı ve emekli oldu.
Futbolculuk Kariyeri.
Daum, futbola 1971 yılında Sportfreunde Hamborn 07 takımında başladı. Bir sezon burada futbol oynadıktan sonra 3 sezon boyunca Eintracht Duisburg forması giydi. 1975'te 22 yaşındayken Köln II takımına transfer oldu. Daum'un buradaki en büyük başarısı 1981'de kazandıkları Almanya Amatör Şampiyonluğu oldu. Daum ise final maçında forma giymemişti. O sezon sonunda 28 yaşında futbol hayatına son verdi.
Teknik Direktörlük Kariyeri.
Teknik direktörlük lisansını aldıktan sonra 1981 yılında amatör olarak çalışmaya başladı. Teknik direktörlük kariyeri boyunca 3 kez lider girdiği son haftalarda şampiyonluğu kaybetmiştir. 1999-2000 sezonunda Bayer Leverkusen'de, 2005-2006 ve 2009-2010 sezonlarında ise Fenerbahçe'de son haftada bıraktığı puanlarla şampiyonlukları kaybetmiştir.
1. FC Köln.
Birinci dönemi.
23 Eylül 1986'da yardımcı teknik direktörlüğünü Köln takımının başına geçti. Önceki teknik direktör Georg Kessler, 8 haftada 1 galibiyet 2 beraberlik 5 mağlubiyet almışti. Daum, takımın başına geçtiğinde FC Köln Bundesliga'da 15. sıradaydı. Ayrıca kulüp içi problemler de çok fazlaydı. Kariyerinin ilk maçı 27 Eylül 1986'da Stuttgart karşısında alınan beraberlik oldu. Bir hafta sonra ise deplasmanda Schalke 04'ü yendi. O sezon içinde kulüpte başkanlık değişikliği yaşandı. Ayrıca takımın birinci kalecisi Harald Schumacher takımdan kovuldu. Daum, sarsıntılı geçen bu sezon sonunda, geçen sezon düşmekten zor kurtulan takımı 10.luğa taşıdı.
1987-88 sezonunda takımı sezon boyunca ilk üç sırada tuttu ve Bundesliga'yı üçüncü olarak bitirdiler. 1988-89 sezonuna kötü başlayan ekip, ikinci yarıdan itibaren toparlandı ve Bayern Münih'in 5 puan ardından lig ikincisi olarak sezonu tamamladı. Ayrıca UEFA Kupası'nda çeyrek finale çıktılar. 1989-90 sezonunda da Köln, Münih'in ardından lig ikincisi oldu. Avrupa'da ise UEFA Kupası yarı finallerine çıkıp, o sezon kupayı kazanacak Juventus'a elendiler. Sezon sonrası, 1990 Dünya Kupası oynanırken, Köln kulübü başkanı Dietmar Artzinger-Bolten, Daum'u kovdu. Bolten'in Daum'u kovmasının resmî nedeni hâlen bilinmese de, Daum'un 2000'deki kokain skandalı sırasında yaptığı bir açıklama sonucu nedenin bu konuyla ilgili olduğu tahmin edilmektedir.
İkinci dönemi.
Yıllar sonra 2. Bundesliga'da mücadele eden eski takımı 1. FC Köln'ün başına tekrar geçti. Lig sekizincisi olan Köln'e devre arasında eski takımından Serhat Akın ve Fabio Luciano'yu getirdi ancak takım Bundesliga'ya çıkamadı. Sonraki sezon için yine Türkiye'den Faryd Mondragon ve Ümit Özat'ı takıma yerleştiren teknik direktör, Köln ile lig üçüncülüğü yaşayarak takımı Bundesliga'ya geri çıkardı. Uzun bir aradan sonra Bundesliga'da geçirdiği ilk sezonda ligin ortalarında yer aldı ve başarılı bir performans gösteremedi.
VfB Stuttgart.
Köln'deki başarılı sezonların ardından bir süre takım çalıştırmayan Daum, 20 Kasım 1990'da Willi Entenmann'ın kovulması ertesinde VfB Stuttgart'a geçti. Daum takımın başına geçtiğinde Stuttgart, 14 maçta sadece 3 galibiyet almış ve 15. sırada bulunmaktaydı. Daum, Stuttgart ile dikkat çekici bir yükseliş yaşattı ve ligi altıncı olarak bitirdiler.
1991-92 sezonu oldukça çekişmeli bir sezon olarak geçti. Stuttgart, Borussia Dortmund ve Eintracht Frankfurt ile şampiyonluk yarışı veriyordu. Son haftaya 3 takım da 50 puanla girdi. Eintracht Frankfurt, averaj üstünlüğü ile birinci, Stuttgart ise ikinci durumdaydı. Maçların ilk yarıları bittiğinde Borussia Dortmund, Duisburg karşısında 1-0 önde olarak liderlik koltuğundaydı. Eintracht Frankfurt ise Hansa Rostock karşısında 0-0 berabere kalarak averajla ikinciydi. Daum'un Stuttgart'ı ise Bayer Leverkusen deplasmanında 1-0 yenik duruma düşse de ilk yarının sonlarında durumu 1-1'e getirmişti. Stuttgart, 86. dakikada Guido Buchwald ile golü bularak maçta 2-1 öne geçti. Ancak 1-1 devam eden maçta Frankfurt'un bulacağı bir gol Stuttgart'ı ikinci yapacaktı. Ancak 89. dakikada Hansa Rostock golü buldu ve Stuttgart, Borussia Dortmund'u averajla geçerek şampiyonluğa ulaştı. Daum da kariyerinin ilk Bundesliga şampiyonluğunu yakaladı.
1992-93 sezonunda Stuttgart ile kariyerinde ilk kez UEFA Şampiyonlar Ligi'ne katılan Daum, ilk maçta evinde İngiliz ekibi Leeds United'ı 3-0 yendi. İkinci maçta ise deplasmanda rakiplerine 4-1 yenildiler. Buna rağmen deplasmanda atılan gol kuralı ile tur atlayacaklardı. Ancak Daum, maçta 82. dakikada oyuna Jovica Simanic'i sokmuştu. O sene Şampiyonlar Ligi'nde 3 yabancı kuralı uygulanmaktaydı ve Simanic takımdaki 4. yabancı olmuştu. Bu nedenle Stuttgart maçı hükmen 3-0 kaybetmiş sayıldı. Bu olaydan sonra İngiliz The Sun gazetesi, kelime oyunu yaparak "Christoph Dumb" (Aptal Christoph) başlığını attı. Maçlar 3-0'lık sonuçlarla bitip deplasman kuralı işlemeyince bir play-off maçı oynandı. Barcelona'da oynanan maçı Stuttgart 2-1 kaybedince ikinci tura kalamadı. Bundesliga'da ise orta sıralarda seyreden takım ligi 7. bitirebildi.
Daum, 1993-94 sezonuna da Stuttgart'ta başladı. Ancak istenen sonuçlar gelmedi ve 20. haftada Daum ve Stuttgart yollarını ayırdı. Daum, 20 maçta sadece 5 galibiyet alabilmişti.
Beşiktaş JK.
Birinci dönemi.
1993-94 sezonuna kötü başlayan Beşiktaş, uzun yıllar beraber çalıştığı teknik direktörü Gordon Milne ile yollarını ayırdıktan sonra Daum'a teklif götürdü ve 1994 Ocak ayında Daum, ilk yurt dışı kariyerine Beşiktaş ile başladı. Daum, Beşiktaş'ın başına geçtiğinde liderin 10 puan gerisinde 5. sıradaydı. İkinci yarı öncesi birkaç hazırlık maçı sonrası ilk resmî maçını ezeli rakibi Fenerbahçe ile Türkiye Kupası karşılaşmasında yaptı ve rakipleri 2-1 yenerek elediler. Daum lige de Gençlerbirliği galibiyetiyle başladı. Beşiktaş sezon sonunda lig dördüncüsü olmuştu. Türkiye Kupası'nda ise takımı finale taşıyan Daum, Galatasaray'la ilk maçta 0-0 berabere kalıp, rakibini ikinci maçta 3-2 yenerek Beşiktaş ile Türkiye Kupası'nı kazandı. Sezonu, Cumhurbaşkanlığı Kupası maçıyla kapatan Daum'lu Beşiktaş, Galatasaray'ı 3-1 yenerek bu kupayı da kazandı.
Daum, 1994-95 sezonuna önemli transferlerle hazırlandı. Eski Alman millî takım kalecisi Raimond Aumann, Stuttgart'tan öğrencisi Eyjólfur Sverrisson ve Norveçli futbolcu Ronny Johnsen'i transfer etti. Ayrıca takıma Samsunspor'dan yüksek bir transfer ücreti ödenerek Ertuğrul Sağlam katıldı. Sezonun ilk yarısını Galatasaray'ın ardından, rakibinden bir averaj kötü durumda ikinci bitiren takım, ikinci yarınının başında liderliği ele geçirdi ve sezon sonuna kadar birinci olarak devam etti. Böylece Daum, kariyerindeki ikinci, Türkiye'deki ilk şampiyonluğuna ulaştı. Avrupa'da ise Kupa Galipleri Kupası'nda sadece ikinci tura çıkabildiler. Türkiye Kupası ve Cumhurbaşkanlığı Kupası'nda ise başarı gelmedi.
1995-96 sezonunda takıma ünlü Alman futbolcu Stefan Kuntz dahil oldu. Beşiktaş, ilk büyük sınavını UEFA Şampiyonlar Ligi elemelerinde verdi. Norveç ekibi Rosenborg karşısında deplasmanda 3-0'lık sürpriz bir yenilgi alan Beşiktaş, evindeki maçı 3-1 kazansa da gruplara kalamadı. Ligde de bu sefer başarı gelemedi ve rakipleri Fenerbahçe ve Trabzonspor'un gerisinde kaldılar. Kupada da çeyrek finalde Galatasaray'a elendiler. Daum, sezonun bitime 2 maç kala Beşiktaş'tan istifa etti ve son iki maçta takımı yardımcısı Roland Koch yönetti.
İkinci dönemi.
Kokain davası sonrası Alman takımlarından teklif alamayan Daum, 2001-02 sezonunda eski takımı Beşiktaş'a döndü. Beşiktaş yönetimi, sözleşmesi devam eden Nevio Scala'yı sağlık sorunlarını sebep göstererek olaylı bir şekilde kovdu. Mart 2001'de Beşiktaş'ın başına geçen Daum, Beşiktaş'ı dördüncü yaptı. 2001-02 sezonunda ise Beşiktaş, ligde pek varlık gösteremeyerek lig üçüncüsü oldu. Türkiye Kupası'nda takımı finale çıkarsa da Kocaelispor'a 4-0 yenilerek kupayı kaybettiler. Almanya'da süren kokain davası yüzünden sık sık Almanya'ya gitmek zorunda kalan Daum, ilk Beşiktaş dönemindeki başarıları yakalayamadı ve sezon sonunda takımdan ayrıldı.
Bayer Leverkusen.
1996-97 sezonunda Almanya'ya dönen Daum, Bayer 04 Leverkusen'in başına geçti. Daum'un gelişiyle ofansif bir futbol anlayışına dönen Leverkusen, ligi Bayern Münih'in arkasından ikinci olarak bitirerek tarihinin en başarılı derecesine ulaştı. 1997-98 sezonuna kötü başladılar, 8. hafta 15.liğe kadar düşseler de daha sonra yukarılara gittiler ve ligi üçüncü olarak bitirdiler.
1998-99 sezonuna Brezilyalı Ze Roberto'yu transfer ederek başladılar. Yine üst sıralarda geçen bir sezon sonunda Leverkusen, yine Bayern Münih'in arkasında ligi ikinci bitirdiler. 1999-2000 sezonunda ise Michael Ballack takıma transfer edildi. Leverkusen, yine uzun süre ligde ikinci durumdaydı. 27. hafta liderliğe yükselen takım, 29. hafta liderliği averajla Bayern Münih'e kaptırdı. 30. hafta ise Leverkusen, Arminia Bielefeld'i yenerken, Bayern Münih ise kendi evinde oynanan Münih derbisinde 1860 Münih'e yenildi ve Leverkusen 3 puan öne geçti. Son haftaya kadar 3 puanlık fark devam etti. Bayern Münih'in averajı ise Leverkusen'den 3 puan fazlaydı. Son hafta Leverkusen, SpVgg Unterhaching deplasmanına gitti. Beraberliğin şampiyonluğu getireceği maçta 21. dakika Ballack'ın kendi kalesine attığı golle 1-0 yenik duruma düştü. İkinci yarıda bir gol daha yedi ve 2-0 mağlup oldu. Bayern Münih ise kendi sahasında Werder Bremen'i 3-1 yenerek şampiyon oldu. Böylece Daum, Leverkusen'deki 4. sezonunda üçüncü kez ikinci olurken, Stuttgart'tan sonra ikinci kez son hafta şampiyonluğu kaybetti.
2000-01 sezonuna Daum, Leverkusen'de başladı. Ancak, Euro 2000 sonrası istifa eden Erich Ribbeck sonrası Almanya millî futbol takımının teknik direktörlüğündeki en büyük adaydı. 9 hafta takımın başında kalan Daum, birinci Bayern Münih'in 3 puan ardından lig altıncısıydı. Ancak adı kokain skandalına karışında görevinden istifa etti.
Austria Wien.
Ekim 2002'de Avusturya ekiplerinden Austria Wien'in başına geçti. Austria Wien, Daum başına geçtiğinde halihazırda lig birincisiydi. Daum ile 24 maçta 13 galibiyet alan takım sezonun sonunda Bundesliga (Avusturya) şampiyonluğuna ulaşıyordu. Bu da Daum'un üçüncü bir ülkede üçüncü lig şampiyonluğu oldu. Ayrıca ÖFB-Cup'ta çıktıkları 4 maçın hepsini gol yemeden kazanan takım, bu kupanın da sahibi oluyordu. Daum, sezon sonunda başka ülkelerde şansını denemek istediğini söyleyerek takımdan ayrıldı.
Fenerbahçe SK.
Birinci dönemi.
2003-04 sezonu için Türkiye'ye geri dönen Alman teknik adam, bu sefer bir başka İstanbul takımı olan Fenerbahçe'nın başına geçti. Sezona çok kötü bir başlangıç yaptı. İlk maçta İstanbulspor'a 3-0 yenilen takım, yeni transferleri Robert Enke'yi takımdan göndererek, bir de kaleci sorunu yaşadılar. Rakipleri Beşiktaş'ın özellikle ikinci yarıda yaşadığı düşüşün yanında Daum'un Fenerbahçe'si de çok başarılı bir performans gösterdi ve 76 puan ile Fenerbahçe ile ilk lig şampiyonluğunu elde etti.
2004-05 sezonunda Fenerbahçe ile UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarında mücadele etti ve üçüncü oldu. Ligde ise çok başarılı bir performans ile bir kez daha şampiyon oldular. Türkiye Kupası'nda da finale kalmayı başardılar ancak finalde ezeli rakipleri Galatasaray'a 5-1 yenilerek takımın kupa hasretine son veremediler.
Bir sonraki sezonda da üç kulvarda mücadele ettiler. Önce UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarına sadece 1 galibiyet ile veda ettiler. Daha sonra çeyrek finalinde Galatasaray'ı eledikleri Türkiye Kupası finalinde Beşiktaş'a uzatmalarda kaybedip, ikinci oldular. Ligde ise Galatasaray ile kıran kırana bir çekişme yaşadılar. Son haftaya Galatasaray ile aynı puanda ama +11 daha iyi averaj ile girdiler. Denizli'de Denizlispor karşısında alacakları bir galibiyet ile bir kez daha şampiyonluk sevinci yaşayacaktı. Olaylı geçen maçta Denizlispor, 89. dakikada Mustafa Keçeli ile son dakikaya önde girdi. Fenerbahçe, bir dakika sonra Tuncay Şanlı ile beraberliği sağlasa da 16 dakika uzayan maçta Fenerbahçeliler galibiyet golünü bulamayınca, Fenerbahçe tarihinde ilk kez üst üste üçüncü kez şampiyon olmayı başaramadı. Sezon sonunda bu duruma rahatsızlığı da eklenince, tedavisi için takımdan ayrılmak zorunda kaldı.
İkinci dönemi.
Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım, şampiyonluk parolası ile girdikleri 2009-10 sezonuna takımı tanıyan bir isim olarak Daum'u ikinci kez takımın başına getirdi. Sezona 2 Ağustos 2009'da Beşiktaş'ı 2-0 yenerek kazandıkları Süper Kupa şampiyonluğu ile başladı. Takım sezona çok iyi başladı. Ligde ilk 8 maçın hepsini kazandılar. Daha sonra UEFA Kupası gruplarında 6 maçta 5 galibiyet ile çıkma başarısı gösterdiler. Ayrıca Türkiye Kupası'nda da gruptan çıkıp ilerlediler. Önce şubat ayında UEFA Kupası'ndan elendiler. Daha sonra 5 Mayıs 2010'da Trabzonspor'a 3-1 yenilerek Türkiye Kupası'nı Daum zamanında üçüncü kez finalde kaybettiler. Ligin son haftasına da en yakın rakipleri Bursaspor karşısında 1 puan önde girmişlerdi. Ancak son maçta Trabzonspor ile Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nda 1-1 berabere kalıp puan kaybettiler. Diğer maçta Bursaspor, Beşiktaş'ı 2-1 yenince, Fenerbahçe'nin 1 puan önüne geçerek tarihinin ilk Süper Lig şampiyonluğunu yaşadı. Sezon sonunda yönetim tarafından gönderilip yerine sportif direktör Aykut Kocaman'ın geleceği konuşuluyordu ancak Daum, takımın başında kalacağını açıklayıp istifa etmedi. Daha sonra sözleşmesi 2.3 milyon euro'ya feshedildi.
Eintracht Frankfurt.
Daum 2010-11 sezonunun sonlarında Bundesliga'da kalma mücadelesi veren ve teknik direktör Michael Skibbe'yi gönderen Eintracht Frankfurt teknik direktörlüğüne getirildi. 22 Mart 2011'de aldığı takımın başında sadece 7 lig maçına çıkan teknik adam galibiyet alamadı. Ligde 14. sıradaki Franfkurt ekibi üç sıra daha aşağıya inerek Bundesliga'dan düşen takımlardan biri oldu.
Club Brugge.
9 Kasım 2011 tarihinde Eintracht Frankfurt'tan ayrıldıktan altı ay sonra Daum, Belçika'nın Club Brugge takımı ile seneliği 1.5 milyon euro'ya yeni teknik direktör olarak anlaştı. Bu rakamla Belçika liginde en çok kazanan teknik direktör unvanını aldı. Brugge ekibi ile iyi sonuçlar alan Daum, takımı lig play-off'larına taşımayı başardı. Sezon sonunda Brugge ile Belçika ikincisi oldu. 2011-2012 sezonu sonunda Daum, sürekli Köln ile Brugge arasında gidip gelmek zorunda kaldığını ve ailesine yeterince vakit ayıramadığını gerekçe göstererek Club Brugge takımından kendi isteği ile ayrılmıştır.
Bursaspor.
Christoph Daum 14 Ağustos 2013 tarihinde Bursaspor ile 2 yıllık sözleşme imzaladı. Bursaspor'un UEFA Avrupa Ligi'nden elemesi sonrası sezonun başlamasına 4 gün kala takımın başına geçti. Ligde istikrarlı bir performans gösteremedi. Buna rağmen takımı Türkiye Kupası'nda yarı finallere taşıdı. Ligin ikinci yarısında üst üste alınan kötü sonuçlar nedeniyle 22 Mart 2014'te aldığı Konyaspor yenilgisinden bir gün sonra takım ile yollarını ayırdı.
Romanya mili futbol takımı.
Romanya Futbol Federasyonu 2016 yılında Christoph Daum'u teknik direktörlük görevine getirdi. Daum böylelikle ilk kez bir ülkenin millî takımını yönetme şansı elde etti.
Kişisel hayat ve hayırseverlik.
1992 yılında Stuttgart ile Bundesliga şampiyonu olan Daum, 1994 kışında Beşiktaş ile anlaşmasını 1993 yılında Solingen'de yaşanan Solingen Faciası'ndan dolayı Türklere olanların Alman toplumunu yansıtmadığını göstermek ve Türk kardeşlerinin yanına gidip onlarla yaşamak için yaptığını belirtmiştir.
Daum, Irkçılıksız Okul - Cesaretli Okul projesinin sponsoru oldu ve Hürth'teki Albert Schweitzer Lisesi'ne bir eylemle destek verdi.
Daum, 1990'dan bu yana kör ve görme engellilere yönelik futbol taraftar kulübünde yer aldı. Ayrıca Türk kanser çocuklarına yardım eden Bizim Lösemili Çocuklar Vakfı ve Gazi Çocuk Vakfı'na da destek verdi.
Kokain skandalı.
2000 yılında Bayern Münih menajeri Uli Hoeness'in Daum'un kokain kullandığını iddia etmesi Almanya'da büyük bir skandala neden oldu. Daum da Hoeness'e dava açarak, gönüllü olarak saç örneğini mahkemeye teslim etti. 20 Eylül'de Köln Adli Tıp Kurulunun incelemesi sonucunda Daum'un saç örneğinden kokain kullandığı tespit edildi. Bu sonuç nedeniyle Daum, Bayer Leverkusen'deki görevinden istifa etti ancak mahkeme sonucuna itiraz edeceğini belirtti. Buna rağmen Daum'un, Almanya Futbol Federasyonu ile devam eden sözleşme konuşmaları, federasyon tarafından sonlandırıldı.
Daum bu olaylardan sonra Almanya'dan ayrılıp, bir süre ABD'de kaldı. Orada yaptırdığı bir saç testinde bu sefer kokain bulunmadı. Alman yasalarına göre Daum'un suçu kabul etmesi durumunda hapis cezası para cezasına çevrilecekti. 2001'in Ocak ayında Almanya'ya dönen Daum, Köln'de yaptığı basın açıklamasında kokain kullandığını kabul etti. 2001 yılında Beşiktaş'ı çalıştırırken sık sık Almanya'da hakim huzuruna çıktı. 2002 yılında dava Daum'un para cezasına çarptırılmasıyla sonlandı.
Ölümü.
Daum, Ekim 2022'de akciğer kanseri teşhisi konduğunu açıkladı. Hastalık nedeniyle 24 Ağustos 2024'te Köln'de 70 yaşında öldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17606",
"len_data": 18588,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.35
}
|
Sybase, 1984'te ABD'de kurulmuş bir teknoloji firmasıdır. 200+ ürünüyle tüm BT ihtiyaçlarına yönelik çözümler sunar.
2010 yılında SAP Tarafından satın alınmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17612",
"len_data": 162,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.22
}
|
Nükleer enerji mühendisliği, nükleer fizik ve radyasyonun madde ile etkileşimi ilkelerine dayalı olarak atomun çekirdeği üzerine pratik uygulamalar yapan bir bilim dalıdır. Bu mühendislik alanında çalışmalar genel olarak nükleer santrallerin ve reaktörlerin, kısacası nükleer fisyon sistemlerinin ve alt elemanlarının tasarımı, analizi, geliştirilmesi, bakımı, test edilmesi, modellenmesi, inşaatı, işletmeye alınması ve sökülmesi gibi konular üzerinde yoğunlaşmıştır. Nükleer enerji mühendisliği kapsamında aynı zamanda nükleer füzyon, radyasyonun tıbbi uygulamaları, nükleer güvenlik, ısı transferi, nükleer yakıt teknolojisi, nükleer verimlilik, radyoaktif atıklar, atom bombaları ve radyoaktivitenin çevreye olan etkileri üzerine çalışmalar çok yaygın bir şekilde bulunmaktadır. Türkiye'de nükleer enerji mühendisliği dalında lisans eğitimi veren kuruluşlar Hacettepe Üniversitesi ve Sinop Üniversitesi'dir.
Nükleer enerji mühendisliği Bölümünde aşağıdaki konularda araştırma yapmak için gerekli deneyim, bilgi birikimi ve teknik altyapı mevcuttur:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17615",
"len_data": 1052,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.68
}
|
Yalancı iğde, Çıçırgan ya da Yer iğdesi (Latince "Hippophae rhamnoides") İğdegiller ailesindendir. 10 m yüksekliğinde, dikenli bir ağaçtır. Genç dalları gümüş gibi parlak olur; daha sonra pas tutmuş gibi rengi solar. Ucu 7 cm dikendir. Yaprakları boğumlu, üstü koyu yeşil-gri, altı sarımsı veya beyaz, gümüş gibi parlaktır. Çiçekleri çift eşeylidir. Küçük çekirdekli yemişinin rengi kırmızı veya sarımsı, tadı ekşidir. Yemişi şıralı, yumuşak ve çabuk ezilir. Dağlık bölgelerde, göl ve akarsuların kıyılarında, kumlu ve taşlı bölgelerde yetişir. Hammadde olarak pişmiş yemişi toplanır. Yemişi hava soğuyunca (-15C°) çırpılarak toplanır.
Bitkinin Latince adı, Hippo (at) ve Phaos (parlamak) kelimelerinin birleşmesiyle oluşturulmuştur çünkü antik kaynaklara göre meyveleri ve narin dalları atların yemlerine karıştırıldığında atları güçlendirmekte ve postlarını parlak hale getirmektedir.
Günümüzde Kuzey Avrupa ve ABD'de alternatif bir tarım ürünü olarak incelenen bitki, Çin'de fazla miktarda üretilmektedir.
Tıpta.
İltihaba karşı, mikrop öldürücü, ağrı kesici, yaraları tedavi edici özelliklere sahiptir. Şırası sıkılıp alındıktan sonra, kalan kısmı, kurutulur ve sonra bitki yağında bekletilir. Bu işlem birkaç aşamadan geçirilir ve sonuçta yalancı iğde yağı elde edilir. Çıçırgan yağı, ciltte, mukozada oluşan çeşitli yaraları tedavi eder. Bu yüzden, bu yağ, yemek borusundaki zararlı şişliklerde, mide ve on iki parmak bağırsağındaki yara hastalığında, ayrıca rahim ağzı iltihabında ve başka jinekolojik hastalıkların tedavisinde kullanılır. Çıçırgan yağı, cilt hastalıklarında (egzema, erpes), uzun zamandır iyileşmeyen yaraların tedavisinde olumlu sonuç verir. Tibet hekimliğinde, çıçırganın yaprakları romatizmada kompres olarak kullanılır. Çıçırgan yağından iltihaplı hastalıklarda ağrıyı azaltmak ve dindirmek için yararlanırlar.
Rus kozmonotların uzay yolculuklarında beslenme desteği olması için bu meyvenin suyunu içtikleri ve kozmik radyasyona karşı yine bu meyvelerden elde edilen püreyi ciltlerine sürdükleri bilinmektedir.
Kozmetik amaçla, çıçırgan yağından özel bir maske hazırlanarak, ciltteki çeşitli lekeleri, sivilcileri gidermek için ve saç dökülmesinde faydalanılır.
Çıçırgan yağı, mide suyunun fazla salgılanmasını azaltır; karaciğer hastalığında rastlanılan zehirlenmelere karşı etkilidir. Çıçırganın yağında katı yağı asitleri (linol, lipolen), yağda eriyen vitaminler (retinol, tokoferol), fosfolipitler, bitki sterinleri çok sayıda bulunur; aterosklerozu önlemekte kullanılır. Çıçırgan yağı, kandaki kolestrol düzeyinde azalma olunca da kullanılabilir.
Çıçırgan yağı, eczanelerde 50-100 ml'lik cam şişelerde satılır. Ondaki karotinoillerin oranı %30 mg, %180 mg'dır. Ciltteki yaraları tedavi ederken, gazlı bezi çıçırgan yağında ıslatarak, hastalıklı bölge örtülür. Bu işlem her gün tekrarlanarak uygulanır.
Yemek borusundaki zararlı şişliklerin tedavisinde, günde 2-3 kez, 1/2 yemek kaşığı çıçırgan yağı verilir. Mide ve on iki parmak bağırsağının yaralarında ise, 2-3 kez yemekten 30-40 dakika önce, 1 çay kaşığı içilir. Rahim yaralarının tedavisinde, yuvarlanmış gazlı bez, çıçırgan yağında (5–10 mg) ıslatılır ve rahim ağzındaki yaraya yapıştırılır. Her gün değiştirilmelidir. Kolpit tedavide 10-15; endoservisittet ve rahim ağzı erozyonunda 8-12 kez işlem uygulanır. Gerektiğinde 4-6 hafta dinlendikten sonra tedaviye devam edilebilir. Çıçırganın yemişi, polivitaminli bir maddedir. Ondan ayrıca reçel, jöle, şarap hazırlanır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17619",
"len_data": 3459,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.17
}
|
Çiğdem Kağıtçıbaşı (29 Ocak 1940 - 2 Mart 2017), Türk bilim insanı, psikolog.
Türkiye'de sosyal psikolojiye çok büyük katkılar yapmış ve uluslararası psikoloji dünyasının önemli isimleri arasına girmiş bir bilim insanıdır.
Araştırmalarında, insan gelişimi ve aile arasındaki etkileşimi kültürlerarası bir bakış açısıyla incelemiş; geliştirdiği "kültürlerarası benlik ve aile modeli" ile ana akım psikolojide kabul gören iki temel aile modeline alternatif üçüncü bir model sunmuştur ve bu modeli psikoloji dünyasında kabul görmüştür. Okul öncesi eğitim araştırmaları ile de tanınan Kağıtçıbaşı, Anne Çocuk Eğitim Vakfı'nda (AÇEV) ana-çocuk odaklı eğitim projeleri uyguladı.
Hayatı.
1940 yılında İstanbul'da doğdu. 1959'da Amerikan Kız Koleji'nden mezun olan Çiğdem Kağıtçıbaşı, Massachusetts'teki Wellesley College'de, psikoloji alanında lisans eğitimi aldı ve 1961 yılında mezun oldu. Lisansüstü çalışmalarına klinik alanında başladıysa da bireysel yönelimli klinik psikoloji bakış açısını reddederek kültürel etkenlerle sosyal bağlam üzerinde konuları ele alabileceği sosyal psikolojiye yöneldi. Doktora tezini 1967 yılında Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley'de sosyal psikoloji alanında verdi.
Kaliforniya'da bulunduğu dönemde Oğuz Kağıtçıbaşı ile evlendi. Çalışmaları otoriter kişilik ve psikolojik etkileri üzerine yoğunlaştı. Babasının ölümü üzerine ailesinin eğitim kurumunu çalıştırmada annesine yardımcı olmak için Türkiye'ye döndü. 1969-1973 yılları arasında Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nin, 1973-1995 yıllarında Boğaziçi Üniversitesi'nin psikoloji bölümünde görev yaptı. 1972-1982 arasında Boğaziçi Üniversitesi'nde Psikoloji bölümü başkanlığını üstlendi. 1995 yılında Koç Üniversitesi'ne geçti; Koç Üniversitesi Fen, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi dekanlığı (1998-2001) ve aynı Fakültede Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. Çeşitli dönemlerde Duke, Columbia, Harvard ve Kaliforniya-Berkeley üniversitelerinde de misafir öğretim üyesi olarak ders verdi.
Kağıtçıbaşı, 1975 yılında dokuz ülkeyi kapsayan Çocuğun Değeri Araştırması'nı (ÇDA) Türkiye'de ülke çapında yürütmüştür. Çocuğun aile için taşıdığı anlam, çocuğa atfedilen değerler, ailelerin neden çocuk sahibi oldukları gibi soruların yanıtlarının aranmasının hedefleyen bu çalışma sonucunda 1980 yılında Çocuğu Değeri adlı eseriyle Sedat Simavi Sosyal Bilimler Ödülü'ne değer görüldü. Kağıtçıbaşı'nın gerçekleştirdiği ilk Türkiye ÇDA'nın temel bulgusu, sosyoekonomik gelişme ve özellikle artan eğitim seviyesiyle birlikte çocukların ekonomik/faydacıl değerinin düşmüş, psikolojik değerinin ise yükselmiş olduğu idi. 2003 yılında bu çalışmayı güncelleyen Kağıtçıbaşı, 30 yıl içinde çocuğa atfedilen değerlerde ortaya çıkan kuşaklararası farklılıkları belirledi ve bu yeni araştırma sayesinde Türkiye'nin aile yapısındaki değişimlere ayna tuttu.
Araştırmalarında, insan gelişimi ve aile arasındaki etkileşimi kültürlerarası bir bakış açısıyla inceledi. Geliştirdiği "kültürlerarası benlik ve aile modeli" ile psikolojide ABD egemenliğine karşı çıktı. 1982 yılında Türk Erken Destek Programı'nı geliştirmeye başladı; bu program ile sosyoekonomik olarak dezavantajlı çocuklara yardım etmek için çalıştı.
1993 yılında kurulan Anne Çocuk Eğitim Vakfı'nın (AÇEV) kurucularından olan Kağıtçıbaşı, bu vakıfta erken çocukluk eğitimi ve yetişkin eğitimi alanlarında bilimsel temele dayalı programlar geliştirmiştir. 1993 yılında kurulan Türkiye Bilimler Akademisi'nin de kurucu üyesidir.
Kağıtçıbaşı, Türkiye'de ve gelişmekte olan ülkelerde çocuk gelişimi ile ilgili konularda UNICEF danışmanlığı yaptı; 1996-2000 yıllarında Uluslararası Psikoloji Bilimi Birliği'nin yardımcı başkanlığını yürüttü. UNESCO'ya bağlı Uluslararası Sosyal Bilim Konseyi'nde (ISSC) başkan yardımcılığı, Uluslararası Kültürler Arası Psikoloji Derneği'nin başkanlığı görevlerinde bulundu.
Türkçe ve İngilizce olarak kaleme aldığı, çeşitli bilimsel dergi ve kitaplarda yayınlanan 200'e yakın makalesi vardır ve toplam 28 kitaba yazarlık yapmıştır. Çalışmaları, aile, ana-babalık, erken çocukluk dönemi ve kültürel bağlamda insan gelişimi üzerine kuramsal ve uygulamalı araştırmaları kapsamaktadır. 2007 yılında değişen aile modelleri ve bu modellerin insan gelişimine etkileri üzerinde durduğu ve farklı kültürlerin yansımalarını değerlendirdiği "Families Across Cultures: A 30-Nation Psychological Study” adlı kitabı, Amerikan Psikoloji Derneği tarafından yılın en başarılı psikoloji kitabına verilen Ursula Gielen Global Psikoloji Kitabı Ödülü'ne layık görüldü.
2 Mart 2017 günü sabaha karşı hayatını kaybetmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17621",
"len_data": 4562,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 3.72
}
|
Biyolojide taksonomi (Eski Yunanca τάξις (taksis) 'düzenleme' ve -νομία (-nomia) 'yöntem'), ortak özelliklere dayalı olarak biyolojik organizma gruplarını adlandırma, tanımlama (sınırlandırma) ve sınıflandırma yöntemlerinin bilimsel çalışmasıdır. Organizmalar taksonlar halinde gruplandırılır ve bu gruplara taksonomik bir seviye verilir; belirli bir seviyedeki gruplar daha yüksek rütbeli daha kapsayıcı bir grup oluşturmak için toplanabilir, böylece taksonomik bir hiyerarşi oluşturulur. Modern kullanımdaki başlıca sıralamalar üst âlem, âlem, şube, sınıf, takım, familya, cins ve türdür. İsveçli botanikçi Carl Linnaeus, organizmaları kategorize etmek için Linnaean taksonomisi olarak bilinen sıralı bir sistem ve organizmaları adlandırmak için ikili adlandırma geliştirdiği için mevcut taksonomi sisteminin kurucusu olarak kabul edilir.
Biyolojik sistematiğin teori, veri ve analitik teknolojisindeki ilerlemelerle Linnaean sistemi, hem yaşayan hem de soyu tükenmiş organizmalar arasındaki evrimsel ilişkileri yansıtmayı amaçlayan modern bir biyolojik sınıflandırma sistemine dönüşmüştür.
Tanım.
Taksonominin tam tanımı kaynaktan kaynağa değişir, ancak disiplinin özü kalır: organizma gruplarının kavranması, adlandırılması ve sınıflandırılması. Referans noktası olarak, taksonominin güncel tanımları aşağıda sunulmuştur:
Çeşitli tanımlar ya taksonomiyi sistematiğin bir alt alanı olarak konumlandırmakta (tanım 2), ya bu ilişkiyi tersine çevirmekte (tanım 6) ya da iki terimi eşanlamlı olarak değerlendirmektedir. Biyolojik isimlendirmenin taksonominin bir parçası mı (tanım 1 ve 2) yoksa taksonomi dışındaki sistematiğin bir parçası mı olduğu konusunda bazı anlaşmazlıklar vardır. Örneğin, tanım 6, isimlendirmeyi taksonominin dışına yerleştiren aşağıdaki sistematik tanımı ile eşleştirilmiştir:
1970 yılında Michener ve arkadaşları "sistematik biyoloji" ve "taksonomi"yi (sıklıkla karıştırılan ve birbirinin yerine kullanılan terimler) birbirleriyle ilişkili olarak aşağıdaki şekilde tanımlamıştır:Sistematik biyoloji (bundan sonra sadece sistematik olarak anılacaktır) (a) organizmalara bilimsel isimler veren, (b) onları tanımlayan, (c) koleksiyonlarını koruyan, (d) organizmalar için sınıflandırmalar, tanımlanmaları için anahtarlar ve dağılımları hakkında veriler sağlayan, (e) evrimsel geçmişlerini araştıran ve (f) çevresel adaptasyonlarını dikkate alan bir alandır. Bu, uzun bir geçmişi olan ve son yıllarda özellikle teorik içerik açısından kayda değer bir rönesans yaşayan bir alandır. Teorik materyalin bir kısmı evrimsel alanlarla ilgilidir (yukarıdaki e ve f konuları), geri kalanı ise özellikle sınıflandırma sorunuyla ilgilidir. Taksonomi, Sistematiğin yukarıdaki (a)'dan (d)'ye kadar olan konularla ilgili bölümüdür.Taksonomi, sistematik biyoloji, sistematik, bilimsel sınıflandırma, biyolojik sınıflandırma ve filogenetik gibi bir dizi terim zaman zaman örtüşen anlamlara sahip olmuştur - bazen aynı, bazen biraz farklı, ancak her zaman ilişkili ve kesişen. Burada "taksonomi"nin en geniş anlamı kullanılmaktadır. Terimin kendisi 1813 yılında de Candolle tarafından "Théorie Elémentaire de la Botanique" adlı eserinde tanıtılmıştır. John Lindley 1830 yılında sistematiğin erken bir tanımını yapmıştır, ancak "sistematik" terimini kullanmak yerine "sistematik botanik" terimini kullanmıştır. Avrupalılar biyoçeşitliliğin bir bütün olarak incelenmesi için "sistematik" ve "biyosistematik" terimlerini kullanma eğilimindeyken, Kuzey Amerikalılar "taksonomi" terimini daha sık kullanma eğilimindedir. Bununla birlikte, taksonomi ve özellikle alfa taksonomi, daha spesifik olarak organizmaların tanımlanması, tanımlanması ve adlandırılması (yani isimlendirme) iken, "sınıflandırma" organizmaları diğer organizmalarla ilişkilerini gösteren hiyerarşik gruplar içine yerleştirmeye odaklanır.
Monograf ve taksonomik revizyon.
Taksonomik revizyon veya taksonomik inceleme, belirli bir taksonun varyasyon modellerinin yeni bir analizidir. Bu analiz, morfolojik, anatomik, palinolojik, biyokimyasal ve genetik gibi mevcut çeşitli karakter türlerinin herhangi bir kombinasyonu temelinde gerçekleştirilebilir. Bir monograf veya tam revizyon, belirli bir zamanda verilen bilgiler için bir takson için ve tüm dünya için kapsamlı bir revizyondur. Diğer (kısmi) revizyonlar, mevcut karakter setlerinden yalnızca bazılarını kullanmaları veya sınırlı bir uzamsal kapsama sahip olmaları anlamında kısıtlı olabilir. Bir revizyon, incelenmekte olan takson içindeki alttakslar arasındaki ilişkilerde bir uyum veya yeni anlayışlarla sonuçlanır; bu da bu alttaksların sınıflandırılmasında bir değişikliğe, yeni alttaksların tanımlanmasına veya önceki alttaksların birleştirilmesine yol açabilir.
Taksonomik karakterler.
Taksonomik karakterler, taksonlar arasındaki ilişkilerin (filogeni) çıkarıldığı kanıtları sağlamak için kullanılabilen taksonomik özelliklerdir. Taksonomik karakter türleri şunları içerir:
Alfa ve beta taksonomi.
"Alfa taksonomi" terimi öncelikle taksonları, özellikle de türleri bulma, tanımlama ve adlandırma disiplinine atıfta bulunmak için kullanılır. Daha önceki literatürde bu terim, morfolojik taksonomiye ve 19. yüzyılın sonuna kadar yapılan araştırmaların ürünlerine atıfta bulunan farklı bir anlama sahipti.
William Bertram Turrill, "alfa taksonomi" terimini 1935 ve 1937 yıllarında yayınlanan ve taksonomi disiplininin felsefesini ve gelecekteki olası yönelimlerini tartıştığı bir dizi makalede tanıttı... taksonomistler arasında, sorunlarını daha geniş bir bakış açısıyla ele alma, sitolojik, ekolojik ve genetik meslektaşlarıyla daha yakın işbirliği olanaklarını araştırma ve amaç ve yöntemlerinde belki de köklü bir revizyon ya da genişlemenin arzu edilebilir olduğunu kabul etme isteği giderek artmaktadır ... Turrill (1935), yapıya dayanan ve uygun bir şekilde "alfa" olarak adlandırılan eski paha biçilmez taksonomiyi kabul ederken, mümkün olduğunca geniş bir morfolojik ve fizyolojik gerçekler temeli üzerine inşa edilen ve "dolaylı da olsa türlerin ve diğer taksonomik grupların yapısı, alt bölümleri, kökeni ve davranışlarıyla ilgili tüm gözlemsel ve deneysel veriler için bir yer bulunan" daha uzak bir taksonomiye göz atmanın mümkün olduğunu öne sürmüştür. İdeallerin hiçbir zaman tamamen gerçekleştirilemeyeceği söylenebilir. Bununla birlikte, kalıcı uyarıcılar olarak hareket etme gibi büyük bir değere sahiptirler ve eğer belirsiz de olsa bir "omega" taksonomi idealimiz varsa, Yunan alfabesinde biraz ilerleyebiliriz. Bazılarımız şu anda bir "beta" taksonomisinde el yordamıyla ilerlediğimizi düşünerek kendimizi memnun ediyoruz.Turrill böylece ekoloji, fizyoloji, genetik ve sitoloji gibi bir bütün olarak taksonomiye dahil ettiği çeşitli çalışma alanlarını açıkça alfa taksonominin dışında bırakmaktadır. Ayrıca filogenetik yeniden yapılandırmayı da alfa taksonominin dışında tutmaktadır.
Daha sonraki yazarlar bu terimi farklı bir anlamda, türlerin (alt türlerin ya da diğer derecelerdeki taksonların değil), eldeki her türlü araştırma tekniği kullanılarak ve sofistike hesaplama ya da laboratuvar teknikleri de dahil olmak üzere sınırlandırılması anlamında kullanmışlardır. Böylece, Ernst Mayr 1968'de "beta taksonomi"yi türden daha yüksek derecelerin sınıflandırılması olarak tanımlamıştır.Varyasyonun biyolojik anlamının ve akraba tür gruplarının evrimsel kökeninin anlaşılması, taksonomik faaliyetin ikinci aşaması olan türlerin akraba gruplarına ("taksonlar") ayrılması ve bunların daha yüksek kategorilerden oluşan bir hiyerarşi içinde düzenlenmesi için daha da önemlidir. Bu faaliyet, sınıflandırma teriminin ifade ettiği şeydir; "beta taksonomi" olarak da adlandırılır.
Mikrotaksonomi ve makrotaksonomi.
Belirli bir organizma grubunda türlerin nasıl tanımlanması gerektiği, tür sorunu olarak adlandırılan pratik ve teorik sorunlara yol açmaktadır. Türlerin nasıl tanımlanacağına karar veren bilimsel çalışma mikrotaksonomi olarak adlandırılmıştır. Buna bağlı olarak makrotaksonomi, alt cins ve üstü daha yüksek taksonomik seviyelerdeki grupların veya basitçe, filogenetik isimlendirme açısından ifade edilen, tür olarak kabul edilen birden fazla takson içeren kladların incelenmesidir.
Tarihçe.
Taksonomik tarihin bazı açıklamaları taksonomiyi eski uygarlıklara kadar götürmeye çalışsa da eserleri bir taksonomiye işaret eden Aristoteles'in olası istisnası dışında, organizmaları sınıflandırmaya yönelik gerçek anlamda bilimsel bir girişim 18. yüzyıla kadar gerçekleşmemiştir. Daha önceki çalışmalar öncelikle tanımlayıcı nitelikteydi ve tarımda ya da tıpta yararlı olan bitkilere odaklanıyordu.
Bu bilimsel düşüncede bir dizi aşama vardır. İlk taksonomi, Linnaeus'un bitkiler için cinsel sınıflandırma sistemi de dahil olmak üzere "yapay sistemler" olarak adlandırılan keyfi kriterlere dayanıyordu (Linnaeus'un 1735 tarihli hayvan sınıflandırması "Systema Naturae" ("Doğa Sistemi") başlığını taşıyordu, bu da onun en azından "yapay bir sistemden" daha fazlası olduğuna inandığını ima ediyordu).
Daha sonra, de Jussieu (1789), de Candolle (1813) ve Bentham ve Hooker (1862-1863) gibi "doğal sistemler" olarak adlandırılan, taksonların özelliklerinin daha eksiksiz bir şekilde değerlendirilmesine dayanan sistemler geldi. Bu sınıflandırmalar ampirik kalıpları tanımlamaktaydı ve evrim öncesi düşünce tarzına sahipti.
Charles Darwin'in "Türlerin Kökeni" (1859) adlı kitabının yayınlanması, evrimsel ilişkilere dayanan sınıflandırmalar için yeni bir açıklamaya yol açtı. Bu, 1883'ten itibaren filetik sistemler kavramıydı. Bu yaklaşım, Eichler (1883) ve Engler (1886-1892) tarafından ortaya konmuştur.
1970'lerde kladistik metodolojinin ortaya çıkışı, sinapomorfilerin varlığıyla desteklenen tek monofili kriterine dayalı sınıflandırmalara yol açmıştır. O zamandan bu yana, moleküler genetikten gelen ve çoğunlukla geleneksel morfolojiyi tamamlayan verilerle kanıt temeli genişletilmiştir.
Linnaean öncesi.
İlk taksonomistler.
İnsan çevresini isimlendirme ve sınıflandırma muhtemelen dilin başlangıcıyla birlikte başlamıştır. Zehirli bitkileri yenilebilir bitkilerden ayırt etmek, insan topluluklarının hayatta kalmasının ayrılmaz bir parçasıdır. 'lerden kalma Mısır duvar resimlerinde görülen şifalı bitki illüstrasyonları, farklı türlerin kullanım alanlarının anlaşıldığını ve temel bir taksonominin mevcut olduğunu göstermektedir.
Antik dönemler.
Organizmalar ilk olarak Aristoteles (Yunanistan, MÖ 384-322) tarafından Midilli Adası'nda kaldığı süre boyunca sınıflandırılmıştır. Varlıkları, canlı doğmak, dört ayaklı olmak, yumurtlamak, kanlı olmak ya da sıcak vücutlu olmak gibi parçalarına ya da modern terimlerle niteliklerine göre sınıflandırmıştır. Tüm canlıları iki gruba ayırmıştır: bitkiler ve hayvanlar.
"Anhaima" (kansız hayvanlar, omurgasızlar olarak tercüme edilir) ve "Enhaima" (kanlı hayvanlar, kabaca omurgalılar) gibi bazı hayvan gruplarının yanı sıra köpekbalıkları ve deniz memelileri gibi gruplar da yaygın olarak kullanılmaktadır.
Öğrencisi Theofrastos (Yunanistan, MÖ 370-285) bu geleneği devam ettirerek "Historia Plantarum" adlı eserinde 500 kadar bitkiden ve bunların kullanım alanlarından bahsetmiştir. Cornus, Crocus ve Narcissus gibi birçok bitki grubunun izi Theofrastos'a kadar sürülebilir.
Orta Çağ.
Orta Çağ'da taksonomi büyük ölçüde Aristotelesçi sisteme dayanmakla birlikte, yaratıkların felsefi ve varoluşsal düzenine ilişkin eklemeler de yapılmıştır. Bu, Batı skolastik geleneğindeki büyük varlık zinciri gibi kavramları içeriyordu ve yine nihai olarak Aristoteles'ten türetilmişti.
Aristoteles'in sistemi, o dönemde mikroskopların olmaması nedeniyle bitkileri ya da mantarları sınıflandırmıyordu, çünkü onun fikirleri "scala naturae" (Doğal Merdiven) uyarınca tüm dünyayı tek bir süreklilik içinde düzenlemeye dayanıyordu. Bu da büyük varlık zincirinde dikkate alınmıştır.
Prokopius, Gazzeli Timoteus, Demetrios Pepagomenos ve Thomas Aquinas gibi bilginler tarafından ilerlemeler kaydedilmiştir. Orta Çağ düşünürleri, pragmatik taksonomiden ziyade soyut felsefeye daha uygun olan soyut felsefi ve mantıksal kategorizasyonlar kullanmışlardır.
Rönesans ve erken modern dönem.
Rönesans ve Aydınlanma Çağı boyunca, organizmaları kategorize etmek daha yaygın hale geldi ve taksonomik çalışmalar eski metinlerin yerini alacak kadar iddialı hale geldi. Bu durum bazen organizmaların morfolojisinin çok daha detaylı bir şekilde incelenmesine olanak tanıyan sofistike optik lenslerin geliştirilmesine bağlanmaktadır.
Teknolojideki bu sıçramadan yararlanan ilk yazarlardan biri, "ilk taksonomist" olarak adlandırılan İtalyan doktor Andrea Cesalpino'dur (1519-1603). "Magnum opus"'u "De Plantis" 1583'te çıktı ve 1500'den fazla bitki türünü tanımladı. İlk olarak tanıdığı iki büyük bitki familyası kullanımdadır: Asteraceae ve Brassicaceae.
17. yüzyılda John Ray (İngiltere, 1627-1705) birçok önemli taksonomik eser kaleme almıştır. Muhtemelen en büyük başarısı, 18.000'den fazla bitki türünün ayrıntılarını yayınladığı "Methodus Plantarum Nova"'dır (1682). Taksonlarını birçok birleşik karaktere dayandırdığı için, sınıflandırmaları belki de o zamana kadar herhangi bir taksonomist tarafından üretilen en karmaşık sınıflandırmalardı.
Sonraki büyük taksonomik çalışmalar Joseph Pitton de Tournefort (Fransa, 1656-1708) tarafından üretilmiştir. Onun 1700 tarihli çalışması Institutiones Rei Herbariae, 698 cinste 9000'den fazla tür içeriyordu ve genç bir öğrenci olarak kullandığı metin olduğu için Linnaeus'u doğrudan etkiledi.
Linnaean dönemi.
İsveçli botanikçi Carl Linnaeus (1707-1778) taksonomide yeni bir çağ başlattı. Başlıca eserleri olan 1735 tarihli "Systema Naturae" 1. Baskı, 1753 tarihli "Species Plantarum" ve "Systema Naturae" 10. Baskı ile modern taksonomide devrim yaratmıştır. Çalışmaları, hayvan ve bitki türleri için standartlaştırılmış bir binomial adlandırma sistemi uyguladı ve bu da kaotik ve dağınık bir taksonomik literatüre zarif bir çözüm olduğunu kanıtladı. Sadece sınıf, takım, cins ve tür standartlarını getirmekle kalmadı, aynı zamanda kitabından bitki ve hayvanları çiçeğin daha küçük kısımlarını kullanarak (Linnaean sistemi olarak bilinir) tanımlamayı mümkün kıldı.
Bitki ve hayvan taksonomistleri Linnaeus'un çalışmalarını geçerli isimler için "başlangıç noktası" olarak kabul etmektedirler (sırasıyla 1753 ve 1758). Bu tarihlerden önce yayınlanan isimler "Linnaean öncesi" olarak adlandırılır ve geçerli kabul edilmez ("Svenska Spindlar"'da yayınlanan örümcekler hariç). Linnaeus'un kendisi tarafından bu tarihlerden önce yayınlanan taksonomik isimler bile Linnaean öncesi olarak kabul edilir.
Taksonominin dijital çağı.
Modern taksonomi, DNA dizilimi, biyoenformatik, veritabanları ve görüntüleme gibi teknolojilerden büyük ölçüde etkilenmektedir.
Modern sınıflandırma sistemi.
Linnaeus'un bitki ve hayvan sınıflandırmalarında iç içe geçmiş gruplardan oluşan bir model belirlenmiş ve bu modeller Charles Darwin'in "Türlerin Kökeni" kitabının yayınlanmasından çok önce, 18. yüzyılın sonlarına doğru hayvan ve bitki âlemlerinin dendrogramları olarak temsil edilmeye başlanmıştır. "Doğal Sistem" modeli, evrim gibi bir oluşum sürecini gerektirmiyordu, ancak erken dönem transmutasyonist düşünürlere ilham vererek bunu ima etmiş olabilir. Erasmus Darwin'in (Charles Darwin'in büyükbabası) 1796 tarihli "Zoonomia"'sı ve Jean-Baptiste Lamarck'ın 1809 tarihli "Philosophie zoologique"'i türlerin transmutasyonu fikrini araştıran ilk eserler arasındadır. Bu fikir, 1844 yılında Robert Chambers tarafından anonim olarak yayınlanan spekülatif ama çok okunan "Vestiges of the Natural History of Creation" (Yaratılışın Doğal Tarihinin İzleri) adlı eserle Anglofon dünyada popüler hale gelmiştir.
Darwin'in teorisiyle birlikte, bir sınıflandırmanın Darwinci ortak türeyiş ilkesini yansıtması gerektiğine dair genel bir kabul hızla ortaya çıktı. Bilimsel çalışmalarda, bilinen fosil gruplarının da dahil edildiği yaşam ağacı gösterimleri popüler hale geldi. Fosil atalara bağlanan ilk modern gruplardan biri kuşlardı. Thomas Henry Huxley, o zamanlar yeni keşfedilen "Archaeopteryx" ve "Hesperornis" fosillerini kullanarak, bunların 1842'de Richard Owen tarafından resmi olarak adlandırılan bir grup olan dinozorlardan evrimleştiğini açıkladı. Bunun sonucunda ortaya çıkan, dinozorların kuşları "doğurduğu" ya da kuşların "atası" olduğu şeklindeki tanımlama, evrimsel taksonomik düşüncenin temel damgasıdır. Paleontologlar, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında daha fazla fosil grubu bulunup tanındıkça, bilinen grupları birbirine bağlayarak çağlar boyunca hayvanların tarihini anlamaya çalıştılar. 1940'ların başındaki modern evrimsel sentezle birlikte, başlıca grupların evrimine ilişkin esasen modern bir anlayış ortaya çıkmıştır. Evrimsel taksonomi Linnaean taksonomik sıralamalarına dayandığından, iki terim modern kullanımda büyük ölçüde birbirinin yerine kullanılabilir.
Kladistik yöntem 1960'lardan bu yana ortaya çıkmıştır. 1958 yılında Julian Huxley "klad" terimini kullanmıştır. Daha sonra, 1960 yılında Cain ve Harrison "kladistik" terimini ortaya atmıştır. Belirgin özelliği, taksonları hiyerarşik bir evrim ağacında düzenlemek ve adlandırılan tüm taksonların monofiletik olmasını sağlamaktır. Bir takson, atasal bir formun tüm torunlarını içeriyorsa monofiletik olarak adlandırılır. Kendilerinden çıkarılan torun gruplara sahip olan gruplar parafiletik olarak adlandırılırken, yaşam ağacından birden fazla dalı temsil eden gruplar polifiletik olarak adlandırılır. Monofiletik gruplar, sinapomorfiler, ortak türetilmiş karakter durumları temelinde tanınır ve teşhis edilir.
Kladistik sınıflandırmalar, geleneksel Linnean taksonomisi ve Zoolojik ve Botanik Adlandırma Kodları ile bir dereceye kadar uyumludur. Kladların resmi olarak adlandırılmasını düzenleyen alternatif bir adlandırma sistemi olan "Uluslararası Filogenetik Adlandırma Kodu" veya "PhyloCode" önerilmiştir. Linnaean kademeleri isteğe bağlıdır ve mevcut kademe tabanlı kodlarla birlikte var olması amaçlanan "PhyloCode" altında resmi bir duruşa sahip değildir. Filogenetik isimlendirmenin popülaritesi son birkaç on yılda istikrarlı bir şekilde artmış olsa da sistematikçilerin çoğunluğunun sonunda PhyloCode'u benimseyip benimsemeyeceği veya 250 yılı aşkın süredir kullanılan (ve değiştirilen, ancak bazı sistematikçilerin istediği kadar değil) mevcut isimlendirme sistemlerini kullanmaya devam edip etmeyeceği görülecektir.
Âlemler ve üst âlemler.
Carl Linnaeus'un keşfinden çok önce bitkiler ve hayvanlar ayrı âlemler olarak kabul ediliyordu. Linnaeus, fiziksel dünyayı bitkisel, hayvansal ve mineral âlemlere ayırarak bunu en üst sıra olarak kullandı. Mikroskopideki ilerlemeler mikroorganizmaların sınıflandırılmasını mümkün kıldıkça, âlemlerin sayısı arttı, beş ve altı âlem sistemleri en yaygın olanlarıydı.
Üst âlemler nispeten yeni bir gruplamadır. İlk olarak 1977 yılında önerilen Carl Woese'nin üç üst âlem sistemi daha sonrasına kadar genel kabul görmemiştir. Üç üst âlem yönteminin temel özelliklerinden biri, daha önce tek bir alem olan bakteriler (bazen monera olarak da adlandırılan bir alem) içinde gruplandırılan arke ve bakterilerin, hücreleri çekirdek içeren tüm organizmalar için ökaryotlar ile ayrılmasıdır. Az sayıda bilim insanı altıncı bir alem olan arkeleri dahil etmekte ancak üst âlem yöntemini kabul etmemektedirler.
Protistlerin sınıflandırılması üzerine kapsamlı yayınlar yapan Thomas Cavalier-Smith, 2002 yılında arkea ve ökaryotları bir araya getiren klad olan neomuranın bakterilerden, daha doğrusu aktinomisetotadan evrimleşmiş olabileceğini öne sürmüştür. 2004 yılında yaptığı sınıflandırmada arkeobakterileri bakteriler âleminin bir alt âleminin parçası olarak ele almış, yani üç üst âlemli sistemi tamamen reddetmiştir. Stefan Luketa 2012 yılında geleneksel üç üst âleme prionobiyota (aselüler ve nükleik asitsiz) ve virüsobiyotayı (aselüler ancak nükleik asitli) ekleyerek beş "üst âlem" sistemini önermiştir.
Son kapsamlı sınıflandırmalar.
Birçok organizma grubu için kısmi sınıflandırmalar mevcuttur ve yeni bilgiler elde edildikçe revize edilmekte ve değiştirilmektedir; ancak, yaşamın çoğunun veya tamamının kapsamlı, yayınlanmış incelemeleri daha nadirdir; son örnekler, protistlere vurgu yaparak yalnızca ökaryotları kapsayan Adl ve diğerleri, 2012 ve 2019; hem ökaryotları hem de prokaryotları Sıralama derecesine kadar kapsayan Ruggiero ve diğerleri, 2015'tir. Ancak her ikisi de fosil temsilcilerini hariç tutmaktadır. Ayrı bir derleme (Ruggiero, 2014) ise günümüze ulaşan taksonları familya derecesine kadar kapsamaktadır. Veritabanı odaklı diğer uygulamalar arasında Encyclopedia of Life, Küresel Biyoçeşitlilik Danışma Tesisi, NCBI taksonomi veritabanı, Interim Register of Marine and Nonmarine Genera, Open Tree of Life ve Yaşam Kataloğu yer almaktadır. Paleobiology Database fosiller için bir kaynaktır.
Uygulama.
Biyolojik taksonomi, biyolojinin bir alt disiplinidir ve genellikle "taksonomist" olarak bilinen biyologlar tarafından uygulanmaktadır, ancak hevesli doğa bilimciler de sıklıkla yeni taksonların yayınlanmasında yer almaktadırlar. Taksonomi, yaşamı tanımlamayı ve düzenlemeyi amaçladığından, taksonomistler tarafından yürütülen çalışmalar biyolojik çeşitliliğin incelenmesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan koruma biyolojisi alanı için çok önemlidir.
Organizmaları sınıflandırma.
Biyolojik sınıflandırma, taksonomik sürecin kritik bir bileşenidir. Sonuç olarak, kullanıcıya taksonun akrabalarının ne olduğunun varsayıldığı konusunda bilgi verir. Biyolojik sınıflandırma, diğerlerinin yanı sıra (en kapsayıcıdan en az kapsayıcıya doğru) taksonomik sıralamaları kullanır: üst âlem, âlem, şube, sınıf, takım, familya, cins, tür ve suş.
Taksonomik açıklamalar.
Taksonların tanımlanmasını düzenleyen belirli kurallar yoktur, ancak yeni taksonların adlandırılması ve yayınlanması bir dizi kurala tabidir. Zoolojide, daha yaygın olarak kullanılan sınıflar (üst familyadan alt türe kadar) için adlandırma, "Uluslararası Zoolojik Adlandırma Kodu" (ICZN Kodu) tarafından düzenlenir. Fizyoloji, mikoloji ve botanik alanlarında, taksonların adlandırılması "algler, mantarlar ve bitkiler için Uluslararası İsimlendirme Kodu" (ICN) tarafından yönetilir.
Bir taksonun ilk tanımı beş ana gereklilik içerir:
Bununla birlikte, genellikle taksonun coğrafi aralığı, ekolojik notlar, kimya, davranış vb. gibi çok daha fazla bilgi dahil edilir. Araştırmacıların taksonlarına nasıl ulaştıkları değişir: mevcut verilere ve kaynaklara bağlı olarak, yöntemler çarpıcı özelliklerin basit nicel veya nitel karşılaştırmalarından, büyük miktarlarda DNA dizisi verilerinin ayrıntılı bilgisayar analizlerine kadar değişir.
Yazar alıntısı.
Bilimsel bir isimden sonra bir "otorite" yerleştirilebilir. Otorite, adı ilk kez geçerli bir şekilde yayınlayan bilim insanının veya bilim insanlarının adıdır. Örneğin, Linnaeus 1758 yılında Asya filine "Elephas maximus" bilimsel ismini vermiştir, bu nedenle isim bazen ""Elephas maximus" Linnaeus, 1758" şeklinde yazılır. Yazarların isimleri genellikle kısaltılır: "Linnaeus" için "L." kısaltması yaygın olarak kullanılır. Botanikte, aslında, standart kısaltmaların düzenlenmiş bir listesi vardır (bkz. yazar kısaltmasına göre botanikçiler listesi). Otorite atama sistemi botanik ve zooloji arasında biraz farklılık gösterir. Bununla birlikte, bir türün cinsi orijinal tanımlamadan bu yana değiştirilmişse orijinal otoritenin adının parantez içinde yer alması standarttır.
Fenetik.
Taksimetri veya sayısal taksonomi olarak da bilinen fenetikte organizmalar, filogenileri veya evrimsel ilişkileri ne olursa olsun genel benzerliklerine göre sınıflandırılır. Bu da taksonlar arasında hipergeometrik bir "mesafe" ölçüsü ile sonuçlanır. Fenetik yöntemler, paylaşılan atasal (veya plesiomorfik) özellikleri paylaşılan türetilmiş (veya apomorfik) özelliklerden ayırt etmediğinden, modern zamanlarda nispeten nadir hale gelmiş ve büyük ölçüde kladistik analizlerle yer değiştirmiştir. Bununla birlikte, komşu birleştirme gibi bazı fenetik yöntemler, daha gelişmiş yöntemlerin (Bayes çıkarımı gibi) hesaplama açısından çok pahalı olduğu durumlarda ilişkilerin hızlı tahmincileri olarak varlığını sürdürmüştür.
Veritabanları.
Modern taksonomi, sınıflandırmaları ve bunların belgelerini aramak ve kataloglamak için veritabanı teknolojilerini kullanır. Yaygın olarak kullanılan bir veritabanı bulunmamakla birlikte, belgelenmiş her türü listelemeye çalışan "Catalogue of Life" gibi kapsamlı veritabanları bulunmaktadır. Katalog, Nisan 2016 itibarıyla tüm âlemler için 1,64 milyon tür listelemiştir ve modern bilim tarafından bilinen tahmini türlerin dörtte üçünden fazlasını kapsadığını iddia etmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17626",
"len_data": 24555,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.06
}
|
Sistematik kelimesinin farklı anlamları:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17627",
"len_data": 40,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 1.3
}
|
Carl Linnaeus (sonra Carl von Linné, Latince yazılı kitaplarda Carolus Linnaeus) (23 Mayıs 1707, Råshult, (Stenbrohult, Güney İsveç) - 10 Ocak 1778 Uppsala), İsveçli biyolog, hekim ve fizikçidir.
Hayatı.
Luteryen bir papazın oğludur. Babası papazdı, ama bitkilere ve ziraata karşı ilgi duyuyordu. Linnee de babası gibi bitkilere ilgi duyan bir çocuktu. Öğrenciliğinde fiziksel matematikte başarılıydı. Öğretmeni Rothman, öğrencisinin doğa bilimlerine olan bilgi ve kabiliyetini görerek ona Boerhaave ve Tournefort'un eserlerini verdi. Linnee, 1727'de Lund'da liseyi bitirdi ve yeni akademik yılda Uppsala'da tıp eğitime başladı. Bu dönemde tıp eğitimi çok ileri bir seviyedeydi. Linnee çalışmalarının çoğunu tek başına yürüttü. Daha sonraki yıllarda öğretmeni Celsius, onun kapasite ve kabiliyetini takdir ederek, onu evine aldı ve Linnee onun ailesiyle birlikte yaşamaya başladı. Çalışmalarındaki başarıları sayesinde Linnee, daha mezun olmadan üniversitede ders vermeye başladı ve büyük bir öğrenci kitlesine hitap etti. Linnee araştırmalarında halktan büyük yardım gördü. Lappland ve Dalecarlia' ya seyahatler yaptı, bitki örnekleri topladı ve aynı zamanda o bölgelerde yaşayan insanların adet ve gelenekleriyle ilgili bilgiler edindi. Daha sonraki seyahatinde ileride eşi olacak kadınla karşılaştı.
Linnee tıp doktoru olmak istiyordu, fakat o dönemde İsveç'te böyle bir derece yoktu. Linnee gelecekteki kayınpederinin maddî yardımıyla Hollanda'ya gitti ve orada birkaç hafta içinde bu dereceyi aldı. Daha sonra Amsterdam'a ve Leiden'a gitti. Birçok bilim insanı ve bilimle ilgilenen kişiyle tanıştı. Bunlar arasında kitaplarını okuduğu Boerhaave de vardı. Linnnee, 1735'te ‘"Systema Naturae"’ adlı eserini yazdı ve bu eseriyle üne kavuştu. On iki baskıdan oluşan eserin son baskısında hayvanların ilke olarak birer makine olduklarını kabul etmiş bulunmaktaydı. 1735'te tıp doktoru unvanını aldı. Hatta geçmiş ve çağdaş bilim adamlarını da askeri rütbelerle sınıflandırmış ve bu arada kendine general rütbesini uygun görmüştü. Bunun ardından üç yılda Hollanda'da patronların desteğinde birbirini takip eden şahane eserler yayınladı. Linnee, memleketini özlemişti, fakat oraya dönmeden önce İngiltere ve Fransa'yı ziyaret etti. Linnee, İsveç'e, Avrupa'da şöhret kazanmış olarak döndü. 1741'e kadar Stokholm'da doktor olarak güç şartlar altında çalıştı. 1741'de Uppsala Üniversitesi'ne tıp ve bitki bilim profesörü oldu ve ölünceye kadar bu görevini sürdürdü. Stokholm'deyken bilim akademisinin kurulmasında görev aldı. Çalışma kapasitesi ve öğreticiliği mükemmeldi. Linnee, Rudbeck zamanında kurulmuş olan botanik bahçesini geliştirdi ve Avrupa'daki en güzel botanik bahçesi haline getirdi. Linnee, araştırılmamış bölgelere araştırıcı olarak gruplar yolladı; birçok keşif seyahatleri düzenledi ve birçok kişinin çalışmasında önderlik etti.
Linnaeus, minerallerin yer altında gelişen canlı maddeler olduğunu düşünüyordu. Linnaeus'un kütüphane ve koleksiyonları bir Londralı tabip olan J. E. Smith tarafından satın alındı.
Linnaeus, biyoloji ve botanikte sınıflandırma esasını getirmiş, bütün canlıları bir cetvelde göstermiştir. Onun bu metodu, bugün de kullanılmaktadır.
1737 yılında yayınladığı "Genera Plantarum" (Bitki Cinsleri) adlı yapıtında bitkileri çiçek yapılarına göre cins düzeyinde tavsif etmiştir. Linnaeus 1753'te derlediği "Species Plantarum" (Bitki Türleri) kitabında 6 bin kadar bitki türüne ikili adlandırma sistemini uyguladı. 1761'de kendine asalet imtiyazı verildi ve Carl von Linné diye anılmaya başlandı.
Linnaeus, bitki ve hayvanlarda ikili isimlendirmeyi başlatmıştır. Bu sistemde Latince veya Yunanca bir isimden sonra özel bir ikinci isim gelmektedir. Bitkiler için yaptığı sınıflandırma ile, o güne kadar tarif edilemeyen bazı bitkiler, kolaylıkla tarif edilebildi. Bitki ve hayvanları, iç bünyelerinin benzerliğine göre cins cins gruplandırdı. Botanik ve zoolojide bugün de kısmen kullanılan taksonomiyi (isimlendirmeyi) başlattı.
Bunlardan başka, Linnaeus ilaçlar üzerinde, İsveç etnolojisi ve coğrafyası üzerinde de çalışmaları bulunmaktadır. İsveç'in gelişmemiş bölgelerini gezmiş ve gördüklerini anlatmıştır.
Çalışmaları.
‘"Methodus Plantarum"’da Linnee, bitki ve hayvanların sınıflandırılmasındaki genel özelliklerini içeren belli başlı prensipleri vermiş ve bitkilerin tayini için çeşitli kısımlarının açıklanmasını yapmıştır. Nomenklatatur, eşanlamlar, sistemin çeşitli kategorilerinin karakteristikleri üzerine çalışmıştır. Linnee'nin doğa anlayışı, dönemindeki düşünür ve bilim adamlarının düşüncelerinden farklıdır. O, asla Stahl Hoffmann ve Boerhaave gibi bir hayat fenomenleri geliştirmemiştir. Gençlik eserlerinde son derece sade bir doğa kavramı vardır. Linnee’ ye göre doğa, Tanrı'nın emri ile doğa var olmuştur ve onun rehberliğinde var olmaya devam etmektedir. Linnee, ‘Evrenin temeli nedir?’ sorusuna yanıt aramıştır; ona göre evrenin özü, eski çağ filozoflarında görüldüğü gibi dört element olan toprak, su, ateş ve havadır. Linnee, hayvansal hayatı, solunumla temin edilen eterik elektrik ateşi aracılığıyla korunan hidrolik bir makine olarak tanımlamıştır. Linnee'de Seneca'da görülen yarı-panteistic bir tanrı anlayışı vardır ve eserinde İncil'den alıntılar verir. Linnee'nin evren ve hayat ile ilgili görüşlerini Aristo, Cesalpino ve van Helmont'tan aldığı fikirlerle desteklemeye çalıştığı görülür.
Linnee devrinde Aristocu olmakla suçlanmıştır. Erken tarihlerde babasının bahçesinde çalışma imkânı bulmuştur. Linnee, birçok yerde tespit ettiği bitkileri kaydedip onları numaralandırmış ve bu bitkileri daha önce verilen birçok sisteme uygun bir şekilde ele alıp incelemiş, ancak bunlardan tatmin olmamıştır. Linnee, daha sonra bir gazeteden Camerarius'un bitkilerde cinsiyeti bulduğunu öğrenmiştir. Bunu öğrendiğinde çok heyecanlanmış ve derhal konuyu incelemeye başlamış ve bitkilerin stamen ve pistüllerinin onların en hayati organları olduğunu ve sistematiğin temeline konması gerektiğini öne sürmüştür. Bu, onun cinsiyete dayanan sınıflandırma sisteminin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Linnee, her şeyden önce, döneminde bilinen bitki ve hayvan türlerini (bunlara Latince adlar vermeye başlamıştı) sınıflandırmasıyla tanınır. Bu iki kelimelik yapının ilk kelimesi o yaşam formunun ait olduğu cinsin ismidir. İkinci kelime ise o cinsin değişik türlerini belirtmek için kullanılan ve türün genel özelliklerine bağlı olarak seçilmiş bağımsız bir kelimedir. Bu yaklaşım şimdi kullanılan iki kelimelik isimlendirme için bir temel teşkil etmiştir. Bu iki kelimelik isimler türlere ait bilimsel isimler veya türlerin sistematik isimleridir. Türlerin ayırt edilmesini daha da kolaylaştırmak için üç kelimelik isimlendirme kullanılmaktadır. Bilimsel adların doğru yazılması için; cins isimleri büyük harfle başlamalı, tür isimleri küçük harfle başlamalı ve yazar ismi ve yayın notu eklenmelidir. Her canlı varlığı iki adla (1. cins adı, 2. Tür adı
Örnek: kedi için "Felis catus", fasulye için "Phaseolus vulgaris") adlandırma yöntemi olan ikili adlandırma yöntemini bulan Linnee'dir. Linnea ikili adlandırma sistemini 1753'te geliştirmiştir. 1742'den sonra bazı bitkilerdeki değişiklikleri gözleyen Linnee, bir bölge ya da ülkenin bitki ve hayvan topluluklarını belirtmek için ilk kez flora (bitey) ve fauna (direy) terimlerini kullandı.
Linnaeus'dan önce, bazen bir tanımlayıcı sıfat içeren bazen ise farklı birçok kelimeden oluşan bir isimlendirme kullanılıyordu. Bilim insanları aynı tür için farklı isimlerde kullanabiliyorlardı. Bu adlandırma bilim dünyasında birçok karışıklığa neden oldu. Linnaeus'un sistemi bitki ve hayvan türlerine verilen bu farklı isimlendirmeleri bir standarda ve kolay anlaşılan bir şekle kavuşturdu. Linnaeus sistemini cins, takım, sınıf gruplarını ekleyerek daha da geliştirdi ve öldü.
Linnee ünlü eseri, ‘Systema Naturae’ döneminin en önemli biyoloji eserlerinin başında gelir. Bu eserde, doğanın üç (bitkiler, hayvanlar, mineraller) alemi üzerine doğal bir sistem teklif eden Linnee, bu alemleri ordo, genus ve tür taksonlarına ayırmıştır. Eser 1735'te Leiden'de
‘"Fundamenta Botanica"’ ile aynı zamanda basıldı. Bunlardan üç yıl sonra Linnee'nin diğer bir önemli eseri olan ‘"Classes Plantarum"’ yayınlandı. Linnee tür fikrini temel olarak almıştır. Linnee'ye göre, canlılar yumurtadan oluşmuştur ve her yumurta her yönden ebeveynine benzer bir canlı meydana getirme kapasitesine sahiptir. Böylece kendinden üremeye yer yoktur. Başlangıçta her tür, bir tek çiften meydana gelmiştir. Böylece aynı türün bütün fertleri genel bir kökene sahiptir. Bitki türleri arasında sayıca, şekilce ve durumca farklı çiçekler kadar, çok genus vardır. Sınıflar, genuslar toplamıdır; belirli ana vasıfları çiçeklenme de aynıdır. Ordo, sınıfın alt bölmesidir, daha kolayca bir araya toplanacak genuslardan meydana gelmiştir. Linnaeaus'un genel cinsiyete göre sınıflama sisteminde, sınıflar esas olarak erkek organ, ordolar dişi organ başının dilim sayısına göre belirlenir. Bu sistem organik sistem üzerine temellendirilmiştir, bundan dolayı tek yönlüdür.
Linnee'nin hayvanlar alemi için teklif ettiği sınıflandırma bitkilerdeki kadar başarılı değildir. Linnee hayvanları altı gruba ayırır;
Quadrupediler'i ve kuşları Linnee şöyle betimler; Quadrupedler; kıllı vücutlu ve dört ayaklıdır; dişi yavruyu meydana getirir ve onu emzirir. Kuşların tüylü vücudu, iki kanadı, gagası vardır; dişi yumurta bırakır. Linnee canlıları sadece iki gruba ayırmaktadır. Balıkları Linnee, Artedi'ye göre belirlemiştir. Basit organizasyonlu hayvanlardan sadece böcekler onu ilgilendirmiştir. Linnee hayvan sistematiği için, ‘"Fundamenta Botanica"’ sına benzer herhangi bir genel prensip geliştirmemiştir. Tür terimini belirlemiş ve bugün de olduğu gibi sınıflandırma sisteminin temeline koymuştur. Linnee türlerin değişmezliğine inanıyordu ve ‘iniş teorisi’ ile ilgili görüşlere en şiddetli tepki gösterenler arasındaydı, çünkü ona göre canlılar başlangıçta yaratıldıkları zamandan beri sabittiler, herhangi bir değişikliğe uğramamışlardı. Linnee'ya göre tür, genel bir kökene sahipmiş gibi birbirine benzeyen fertlerin bir toplamı olarak kabul edilmektedir. Linnee'nin hayvan sistematiğinde yaptığı en önemli iş, balinaları dört ayaklılarla birleştirmesidir. Daha sonra bu grup memeliler adını alacaktır. Bu sınıfı dış yapılarına göre gruplara ayırmıştır. İnsan ve maymunları (apes) birleştiren Linnee, ‘"Systema Naturae"’
nın son edisyonunda (1758) insanı "Homo genus" ve "sapiens", Linn. Şekilde sınıflandırmıştır. Buna göre ‘Homo genus’ ve ‘sapiens’ tür adıdır. Homo grubuna
Linnee orangutanı da dahil etmiştir. Orangutanı "Homo troglodytes", yani mağarada yaşayan adam adını vermiştir.
‘"Philosophia Botanica"’ (1751) adlı eserinde birçok grup belirlemiş ve bu grupları isimlendirmiştir. Aynı zamanda melez türlerini bizzat kendi bahçesinde görmüştür ve kendi de başarılı melezler yapmıştır. Orijinal yaratma doktrininden kaçınamamıştır, fakat genusların yaratılmış olabileceğini düşünmeye başlamıştır. ‘"Systema Naturae"’ nın bu edisyonunda, hiçbir yeni türün kesinlikle ortaya çıkmayacağı görüşünü terk etmiştir. ‘"Philosophia Botanica"’ da Linnee, bitki alemine uygun bir organik teori geliştirmiştir. Burada bitkilerin çeşitli kısımlarının karakterleri formüle edilmiştir. Linnee'ye göre, bütün yapraklar gerek bitki yaprağı gerekse çiçek petali olsun genel bir gelişim süreci gösterir. Bu keşifi Goethe'ye atfetmiştir.
Linnee, karşılaştırmalı anatomide özellikle bitki ve hayvanlar arasında yaptığı karşılaştırmalarda başarısız olmuştur. Linnee'nin bitki ve hayvanların hangi şartlar altında doğada yaşadıkları konusunda yaptığı katkı, olağanüstü çok yönlüdür. Linnee'ye göre bütün bitkiler eğer başlangıçtan beri mevcut olmasalardı, Adem bunlardan İncil'de bahsetmezdi.
Linnee dünyanın dört bir yanından topladığı örnekler üzerine temellendirdiği bir bitki dağılım teorisi geliştirmiştir. Bugün bizim fenomenolojik, ekolojik ve coğrafik zooloiji ve botanik dediğimiz disiplinler ondan kökenini alır.
Linnee, doğada aradığı dengeyi, ahlaki alemde de aramıştır ve ‘Nemesis Divina’ adlı eserini kaleme almıştır. Linnee, İsveçli öğrencilerinin çoğunu, eğitimlerini tamamladıktan sonra yabancı ülkelere koleksiyon yapmak ve gittikleri çevreyi incelemek üzere yollamıştır. Bu öğrenciler seyahat edip koleksiyon yapmışlardır. Onun öğrencileri arasında örneğin Christian Fabricius (1745-1808) böcekler üzerinde başarılı araştırmalar yapmış ve entomoloji konusunda eserler vermiştir. Fabricius, Linnee'nin sınıflandırma metodunu böceklere uygulamıştır. Linnee'nin koleksiyonları ölümünden sonra İngiltere'ye kaçırılmış ve burada bu koleksiyon incelenmek üzere 1788'de Linnean Society kurulmuştur.
İnsan sınıflandırması.
Linnaeus insan'ın deri rengine göre ayırt ettiği dört değişik ırk tanımladı. Linnee, insanı siyah veya negro, sarı veya Moğol, beyaz veya Avrupalı, kırmızı ya da Amerikalı olarak ırklara ayırmıştır. Onu izleyen biyologlar da fiziksel özellikleri temel alan ırk grupları üstünde çalıştılar. Ne var ki, bu tür sınıflandırmaların bilimsel ve kesin olmadığı daha sonra anlaşıldı. İnsanın fosil formlarından biri Homo neandertalis'tir bu tür Avrupa'da yaşamış bir insansı tipidir. "Homo sapiens" ile "Homo neandertalis" farklı iki türdür. Genellikle gagalarına göre sınıflandırdığı kuşlar, bilindiği gibi yeniden gruplandırılmıştır. Linnee, Cartilagenei'yi amphibianlara, dahil etmiştir. Bu onların balıklar gibi solungaçlara sahip olmalarından doğan yanlış bir anlayıştır. Linnee, sistemini gözden geçirirken omurgasızları, böcekler hariç, hiç değiştirmemiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17648",
"len_data": 13532,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.46
}
|
Vakfıkebir ("Vakf-ı Kebir", eski adları: Büyük Liman, Fol ("Rumca Pholí, yuva"), Trabzon ilinin bir ilçesi olup batısında Beşikdüzü, güneyinde Tonya ve Düzköy, doğusunda ise Çarşıbaşı ve Akçaabat ilçeleri ile çevrilidir.
Tarih.
Vakfıkebir, kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber eski bir yerleşim yeridir. Tarih boyunca Hitit, Pers, Roma, Bizans ve Trabzon İmparatorluğu’nun hâkimiyetinde kalmış, 1461 yılında Osmanlı İmparatorluğu yönetimine girmiştir. Doğal liman olması nedeniyle tarihte deniz ulaşımının önemli merkezlerinden biri olmuştur.
Bugünkü adını, Osmanlı sultanı I. Selim'in annesi Gülbahar Hatun'dan almıştır. Gülbahar Hatun Trabzon’da kurmuş olduğu Hatuniye Vakfı’na Vakfıkebir topraklarının gelirlerini de dahil etmiş, o zamanki adıyla Büyükliman olarak anılan kasaba bu tarihten sonra Vakfıkebir olarak (Büyük Vakıf) olarak anılmaya başlanmıştır.
Bir rivayete göre ilçenin adının ortaya çıkış kaynağı bir hikâyeye dayanmaktadır. İstanbul'dan Trabzon'da bulunan I. Selim'i ziyarete gelen Gülbahar Hatun, denizde fırtınaya yakalanmış ve karaya çıkacağı ilk yeri vakfedeceğini söylemiştir. Fırtına dinip, Trabzon'a ulaştığı yer Vakfıkebir sahili olunca, Gülbahar Hatun Vakfıkebir topraklarının gelirini kurduğu vakfa dahil etmiştir.
Vakfıkebir 1874 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun bir kazası olmuştur. Bu tarihte ilçe Akçaabat, Maçka, Yomra ilçeleriyle Trabzon’a bağlıdır. Belediye Teşkilatı 1877 yılında kurulmuştur. İlk Belediye Başkanı Bahadırzade Yusuf Ağa’dır. İlçede 1888 yılında ilk Rüştiye okulu, 1892 yılında ilk banka olarak Ziraat Bankası açılmıştır.
Vakfıkebir I.Dünya Savaşı sırasında 20 Temmuz 1916’da Rus İmparatorluğu'nun işgaline uğramıştır, işgal 14 Şubat 1918 tarihine kadar sürmüştür.
Vakfıkebir ilçesinden 1954 yılında güneyindeki Tonya, daha sonra 80 ve 90’lı yıllarda sırası ile batısındaki Beşikdüzü, Şalpazarı ve doğusundaki Çarşıbaşı ilçeleri ayrılarak bağımsız ilçe olmuşlardır. 1994 yılından beri ilçede Vakfıkebir Ekmek Festivali yapılmaktadır. 2018 Yılı Nüfus bilgilerine göre ilçe merkezinin nüfusu 28.209'dur.
Coğrafi yapı.
Vakfıkebir, Trabzon'un 40 km batısında olup, ilçe toprakları Doğuda Çarşıbaşı, Batıda Beşikdüzü, Güneyde Tonya ilçeleri ve Kuzeyde Karadeniz ile çevrilidir. İlçe merkezi; doğuda Işıklı (Yeros), batıda Zeytin (Yobol) burunları arasında meydana gelmiş genişçe bir merkezin en uç noktasında kuruludur. Bu nedenle ilçe adı, Coğrafi kitaplarında Büyükliman olarak da gösterilir. Işıklı fenerinden itibaren kıyı, güneybatıya ve daha sonra kuzeybatıya yönelerek Büyükliman adıyla anılan geniş koyu meydana geldikten sonra Zeytinburnuna ulaşır. Büyükliman koyu, karayele kısmen kapalı olup, denizciler için iyi sayılan bir demir atma yeridir.
Vakfıkebir, Karadeniz Bölgesi Doğu bölümünün iklim şartlarının etkisi altında olup burada iklim, ılıman iklimin denizsel karakterini taşır. Yazlar orta sıcaklıkta, kışlar ılık ve mevsimler yağışlı geçer. Yağmurun en yoğun olduğu mevsim sonbahar, ilkbahar ve kıştır.
Vakfıkebir ilçesinden 1954 yılında güneyindeki Tonya, daha sonra 80 ve 90'lı yıllarda sırası ile batısındaki Beşikdüzü, Şalpazarı ve doğusundaki Çarşıbaşı ilçeleri ayrılarak bağımsız ilçe olmuşlardır. 1994 yılından beri ilçede Vakfıkebir Ekmek Festivali yapılmaktadır.
Ekonomi.
İlçenin başlıca gelir kaynağı tarım, hayvancılık, fındık ve balıkçılıktır. İlçede bir organize sanayi bölgesi ile çeşitli mandıralar bulunmaktadır. Şehir, taş fırınlarında pişen Vakfıkebir Ekmeği ve tereyağı ile ünlüdür.
Eğitim.
İlköğretim okulları.
İlçenin başlıca okulları yukarıda verilmiştir,
Yükseköğretim.
Vakfıkebir Meslek Yüksek Okulu, KTÜ bünyesinde 1992 yılında açılmış; 1994-1995 eğitim öğretim yılında Akçaabat'ta 2000-2001 eğitim öğretim yılında Vakfıkebir ilçemizde faaliyete geçmiş olup; makine programı, bilgisayar teknolojisi ve programlama programı, muhasebe, pazarlama, iklimlendirme-soğutma programı, büro yönetimi ve sekreterlik, elektronik-haberleşme ve işletme programı bölümleri gibi bölümlerle eğitim vermeye devam etmektedir. Bu bölümlerde 435 kız ve 697 erkek olmak üzere toplam 1156 öğrenci eğitim-öğretim görmektedir.
Özel Eğitim.
İlçede Vakfıkebir Fen Lisesi ve Vakfıkebir Gülbahar Hatun Anadolu Lisesi, K.T.Ü. ye bağlı olarak 1992 yılında eğitim öğretime açılan Vakfıkebir Meslek Yüksek Okulu, Vakfıkebir Ömer Nakkaş Anadolu Sağlık Meslek Lisesi, Vakfıkebir Anadolu İmam Hatip Lisesi, Vakfıkebir Kemaliye İlköğretim Okulu, Vakfıkebir Cumhuriyet İlköğretim Okulu, Vakfıkebir Büyükliman İlköğretim Okulu, Vakfıkebir Osman Tan İlköğretim Okulu, Vakfıkebir Atatürk Ortaokulu, Vakfıkebir Anadolu İmam Hatip Lisesi, Vakfıkebir Cumhuriyet Ortaokulu ve Yalıköy beldesinde Yalıköy İlköğretim Okulu ve Yalıköy Ortaokulu bulunur. Yetişkinler için "Vakfıkebir halk eğitimi merkezi" müdürlüğü faaliyetlerine sosyal ve kültürel alanda yürütmektedir.
Spor.
İlçenin futbol takımı Vakfıkebir 1874 Futbol Kulübü'dür. Ayrıca Vakfıkebir Kirazlıkspor ve Vakfıkebir Büyükliman Belediyespor da ilçenin diğer bir futbol takımıdır.
Nüfus.
2018 Yılı Nüfus bilgilerine göre ilçe merkezinin nüfusu 28.209'dur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17649",
"len_data": 5073,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.33
}
|
Frigidarium, Antik Roma hamamlarında içinde havuz da bulunan soğuk bölümdür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17654",
"len_data": 76,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.14
}
|
Heraion, Antik Yunanistan'da tanrıça Hera'ya adanmış tapınak veya ibadet mekânlarına verilen isim.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17663",
"len_data": 98,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.59
}
|
Filistinliler, Filistin bölgesi kökenli Arap halk. Dünya genelinde yaklaşık 12 milyon Filistinli Arap vardır ve bunlardan sadece yarısına yakını herhangi bir devletin vatandaşlığına sahiptir.
Dağılım.
Filistinliler, başlıca Filistin'deki kendi kontrollerindeki bölgelerde, İsrail'de ve başta Ürdün olmak üzere civar Arap ülkelerinde yaşarlar. Orta Doğu dışındaki en büyük Filistinli nüfusu yaklaşık yarım milyon kişi ile Şili'dedir. İsrail nüfusunun %16'sını Müslüman, %2'sini Hristiyan Filistinliler oluşturur.
Din.
Filistinlilerin çoğunluğu Sünni Müslüman'dır. Ayrıca önemli miktarda Hristiyan bir azınlık vardır. Hristiyan Filistinlilerin çoğu Filistin dışındaki bölgelerde yaşarlar.
Dil.
Filistinlilerin çoğu Arapçanın Filistince'sini kullanırlar. Filisyin devletinde yaşayan Filistinlilerin çoğu İbranice ve Arapça olmak üzere iki anadile sahiptir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17667",
"len_data": 853,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 2.74
}
|
İzmit, Türkiye'nin Kocaeli ilinde bulunan bir ilçedir. İzmit Körfezi'nin doğu kıyısında, Marmara Bölgesi'nin Çatalca-Kocaeli bölümünde yer almaktadır. 22.03.2008 tarih ve 5747 Sayılı Kanuna göre tüzel kişilikleri kaldırılan Kuruçeşme, Bekirpaşa, Alikahya ve Akmeşe ilk kademe belediyelerinin Saraybahçe İlk Kademe Belediyesine katılması ve bu belediyenin adının İzmit olarak değiştirilmesiyle kurulup Kocaeli Büyükşehir Belediyesi'nin idaresi altına alınmıştır.
Köken bilimi.
İzmit kelimesi etimolojik ve tarihsel kullanılışıyla Nikomedia'dan kaynaklanmıştır. Nikomedia adı şehre orada egemen olan Bitinya Kralı Nikomedes dolayısıyla verilmiştir. Şehrin ismi olan Nikomedia zaman içerisinde, önce İznikomid, Osmanlılardan sonra İznikmid ve çok daha sonraysa İzmid şeklinde evrilerek, 1928 sonrası Latin harflerine geçilmesiyle bugünkü şeklini almıştır.
Tarihçe.
Eski Çağlar.
İzmit ile çevresinde yaklaşık olarak MÖ 3000'den beridir insanların yaşamakta olduğu yapılan araştırmalarda ortaya çıkmıştır. Eski çağlarda İzmit'in bulunduğu yer Bitinya denilen bölge içindedir.
İzmit'in MÖ 12. yüzyıldan önceki dönemleri karanlık dönemleridir. MÖ 12. yüzyılda ise Frigler yöreyi korumuş ancak siyasi örgüt kuramadıkları için uzun süre burada egemen olamamışlardır. Ardından Yunanistan'ın Megara şehrinden yola çıkan bir göçmen grup, günümüzde Başiskele'nin bulunduğu yöreye Astakoz adını verip yerleşmişlerdir. Bitinya kralı Zipoites'in ölümünden sonra yerine büyük oğlu Nikomedes geçmiştir. Nikomedes yapılan yağmalar sonucu bugünkü İzmit'in bulunduğu yöreye Astakoz'un karşısında daha güvenli yeni bir şehir kurmuştur. Buraya Nikomedia adı verilmiştir ve Bitinya'nın başkenti olmuştur. Nikomedia, 150 yıl içinde büyük bir Helenistik kent olmuştur.
Romalılar dönemi.
III. Nikomedes, Nikomedia şehrini MÖ 94 ve MÖ 97 yılları arası Romalılar'a bağışlamıştır. Nikomedia ve çevresi Roma döneminde Pontus Krallığı ile yapılan savaşlar sonucu oldukça zarar görmüştür ancak daha sonra onarılmıştır. Ayrıca bu dönemde İmparator Augustus ve Tanrıça adına tapınak yaptırılmıştır. İmparator Hadrianus, 123'te geçirdiği depremle yıkılmış olan Nikomedia'yı onarmıştır. Bu durumdan dolayı kent meclisinde “Restitutor Nicomedia” (Nikomedia'yı yenileyen) sanı verilmiştir.
İmparator Caracalla döneminde kente bir hipodrom ile bir gimnazyum yaptırıldı. Gordian döneminde kentin kuruluşunun 500. yılı kutlanmıştır. Şenlikler bir yıl sürmüştür. Valerianus döneminde Balkanlardan Anadolu'ya giren Gotlar, Byzantion'a ulaşıp 256'da Kalkedon'a geçtiler. Nikomedia'ya giren akıncılar kenti yağmaladılar. Ondan sonra Prusa'ya (Bursa'nın o dönemdeki adı) doğru yola çıkan Gotlar aynı yoldan geri dönerken Nikomedia ile birlikte Nikaia'yı (İznik'in o dönemdeki adı) da yakıp yıktılar. III. yüzyılın sonlarında Roma İmparatorluğu toprakları yönetimindeki düzenlemeleri yaparken Nikomedia'yı Roma İmparatorluğu'nun doğu bölgesinin başkenti yaptı. Bu dönemde Gotların daha önce yıkmış olduğu kent onarıldı; kent doğuya kaydırılarak surları yeni bölgeyi de içine alacak biçimde yenilendi; kente hipodrom, saray, tapınak, hamam, resmi yapılar, darphane ile tersane yapıldı. Böylece Nikomedia; Roma, Antakya ve İskenderiye'den sonra olmak üzere dünyanın en büyük 4. kenti oldu. Kentte Demeter tapınağı ile iki yanında sekizer sütunlu imparator tapınakları bulunuyordu. Bu alan bir kolonlu caddeyle limana bağlanıyor olup alanda ayrıca bir sunak ile bir Demeter heykeli vardı. Roma dönemi yapıtlardan kent surları, su kemerleri, anıtsal bir çeşme ile bir su sarnıcının kalıntıları günümüze ulaşmış olup bunlar dışında günümüze ulaşan yapıt yoktur.
IV. yüzyılın başlarında Valerius Licinus'a yenilen Maksiminus Daia, putperest olmasına karşın halkı kazanmak için Nikomedia valisinden Hristiyan tutukluları özgür bırakmasını istedi ancak putperestler fermana karşı çıkıp Hristiyanları Nikomedia'dan sürdüler.
323 yılında I. Konstantin düşmanı Licinius'u, Krizopolis'te (Bugünkü Üsküdar'da) yenip Nikomedia'ya sürdü. Bu yengiden sonra imparator Nikomedia'da karısı ile kızı için birer saray ile bazilika yaptırdı. Buna karşın Nikomedia'nın başkentliğini kaldırıp onun yerine Byzantion'u geliştirdi.
24 Ağustos 358'de Nikomedia'da deprem oldu. Daha sonra 50 gün kentte yangınlar sürdü. Aralık 362'de yine deprem oldu ve Nikomedia'da ayakta kalan son yapılar da yıkıldı. 395 yılında Roma İmparatorluğu, I. Theodosius'tan sonra ikiye bölündü ve Nikomedia, Konstantinopolis (İstanbul) merkezli Doğu Roma İmparatorluğu sınırlarına girdi. Konstantinopolis (İstanbul) Bizans İmparatorluğu'nun başkenti olunca Nikomedia'nın önemi azaldı ve böylece dünya tarihindeki önemi sona erdi.
Türklere geçişi.
8. yüzyılda Persler ile Arapların Bizans ile yaptıkları savaşlarla İzmit kenti yeniden yağmalanmıştır.
11. yüzyılda Nikomedia, Anadolu'ya egemen olan Türklere geçti. I. Süleyman Şah ile kardeşi Mansur Suriye'den Anadolu'ya girdi. Birlikte 1075 yılında İznik'i aldılar. Burada bağımsızlıklarını ilan ederek Anadolu Selçuklu Devleti'ni kurdular. 1078 yılında I. Süleyman Şah, Nikomedia'yı ele geçirdi. 1085 yılında I. Aleksios yapılan savaşlar sonunda Nikomedia ile birlikte Marmara'nın güney kıyılarını geri alarak Bizans topraklarına kattı.
1096'da Bizans'a gelen Haçlılar İzmit Körfezi'ndeki bütün köylerle Nikomedia'yı yağmaladı. Nikomedia, 1101'de İkinci Haçlı Seferi'ne katılan ordunun bir kolunca ele geçirildi. Dorilaion'a (Eskişehir) yürümek için kentten ayrılan Haçlı ordusu, Türklerin direnişiyle karşılaştılar. Bu direnişten sonra Haçlılar yağmayı Bizans topraklarına yöneltti. Haçlılar yerli halkça kovuldu. 1337'ye dek Bizans egemenliğinde kaldı.
Kentin Osmanlılara geçişi Orhan Bey döneminde oldu. 1327 yılında Akça Koca; Kandıra, Karamürsel ile birlikte İzmit Körfezi'nin güneyini aldı. Osmanlı Devleti'nin egemenliği altında bulunan bölgelerde yaşayan halka iyi davranmaları, İzmit çevresindeki kalelerin önemli bir bölümünün 1333'te teslim olmasını sağladı. 1337'de kentte açlık baş gösterince İzmit'in tümü ele geçirilebildi. Bu tarihten sonra İzmit, Osmanlı sancağı oldu. İlk sancak beyi Süleyman Paşa oldu.
1402 yılında Timur'un Ankara Muharebesi'ni kazandıktan sonra İzmit'e gönderdiği Mirza Ebubekir komutasındaki orduya kent halkı karşı koydu. Süleyman Çelebi, Timur ile anlaşarak Rumeli'de padişahlığı ilan etti. Sonra da Bizanslılarla anlaşarak İzmit'i 1403 yılında Bizans'a bıraktı. Daha sonra Musa Çelebi, kardeşi Süleyman Çelebi'yi tahttan indirerek sultanlığını ilan etti. İzmit yeniden Osmanlılara geçti. Ondan sonra Musa Çelebi'nin kardeşi Mehmet Çelebi ağabeyini yenerek 1413'te hükümdar oldu.
1413-1421 arasında kent bayındır edildi. 14 Eylül 1509'da İstanbul ile İzmit'te büyük bir deprem oldu. İzmit'te bu depremle birlikte Süleyman Paşa Medresesi başta olmak üzere 5 cami, 300 ev ile kentin deniz kıyısındaki surlar onarılamayacak biçimde yıkıldı.
1592 yılında İstanbul'dan gelen veba salgını İzmit'e sıçradı. Bundan dolayı dükkânlar 6 ay için kapandı. İstanbul ile Anadolu'ya ulaşım durdu. 1621 yılındaki şiddetli kışta İzmit Körfezi'nin bitim yeri dondu. Temel gereksinim maddelerinin azaldı. Bundan dolayı fiyatlar arttı. IV. Murad zamanında ayaklanan Gürcü Abdünnebi çevresindeki güçlerle İzmit üzerinden İstanbul'a yürüdü. Yöneticiler, İzmit'te siperler kazdırdı ve gemilerle İstanbul'dan asker gönderdi. Böylece ayaklanmayı bastırmaya çalıştılar. Üsküdar'a kadar ilerleyen Gürcü Abdünnebi daha sonra geri çekildi. 1659 yılında öldürüldü.
1651 yılında ayaklanan Abaza Hasan Ağa, İzmit yöresini yağmaladı. Ayaklanma bastırıldı ancak İzmit bundan büyük zarar gördü. III. Ahmed zamanında İzmit, Damat İbrahim Paşa'ca onarıldı. 22 Mayıs 1766'da iki ay süren depremlerden dolayı İzmit büyük ölçüde yıkıldı. Ayrıca tersane kullanılamaz duruma geldi. 19. yüzyıla dek kentte durgun bir yaşam egemen oldu.
1843'te İzmit-İstanbul arası düzenli vapur seferleri başladı. 1873'te Anadolu-Bağdat demiryolunun ilk aşaması Haydarpaşa-İzmit Demiryolu açıldı. 1880'li yıllarda kentte ticaret yaşamı dirildi. İzmit'te Feshane ile Çulhane yapıldı. Bu yıllarda kentin nüfusunu çoğunluk olarak Müslüman Türkler oluşturuyordu. Ancak Ermenilerle Rumların yanında Yahudi azınlıkta vardı. 1855-1864 arasında Çerkesler Müslüman nüfusuna girdi. 1877-1878 arası olan Osmanlı- Rus Savaşı sırasında Rumeli ile Doğu Karadeniz'den Müslüman toplulukları yöreye göç etti. 1888'de İzmit Mutasarrıflığı adı altında İzmit bağımsız bir sancak oldu. İzmit'in ilk Mutasarrıf Selim Sırrı Paşa oldu. Selim Sırrı Paşa halkla birlikte kentti bayındır etti. Yollar açıldı, sıtmaya neden olan bataklıklar kurutuldu, dönemin mimarı biçemlerini gösteren yapılar yapıldı.
19. yüzyıl sonlarına doğru yörede Batılı devletlerin misyoner etkinliklerinin yoğunlaştırdı. Bu yüzden kente çok sayıda azınlık okulu yapıldı. 10 Temmuz 1894'te olan depremle kentte yeniden hasarlar oluştu.
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet dönemi.
20 Kasım 1918 tarihinde İzmit'i İngilizler işgal etmiştir. 27 Ekim 1920 tarihinde Yunanlara verilmiştir. 24 Temmuz 1921'de ise İzmit, Türkiye topraklarına katılmıştır. Yunan ordusu çekilmeden önce şehri yağmalamış ve İzmit Katliamı'nı yapmıştır.
Cumhuriyetten sonra 20 Nisan 1924'te Kocaeli ili kurularak İzmit buraya bağlandı. Kentte, sanayi alanının etkinliği her dönemde ülke ortalamasını aşmıştır. 1960 yıllarında sanayileşmede doruk noktasına varılmıştır. Kâğıt, petrokimya ve rafineri teknolojilerinin kullanıldığı merkezler, kentteki nüfusun toplumsal, kültürel yapısında değişim yaratmıştır. İş olanakları kente göçü arttırmıştır. 17 Ağustos 1999'daki depremde büyük hasarlar görmüştür. Ancak kısa zamanda bu hasarlar onarılmıştır.
Yerel yönetim.
Belediye.
İzmit, Kocaeli ili Büyükşehir olmadan önce Kocaeli Belediyesi altında hizmet görüyordu. Ancak Kocaeli'nin büyükşehir olmasıyla İzmit önce 4 sonra Akmeşe'nin de belediye olmasıyla 5 ilk kademe belediyesine ayrıldı. 2009 yılından sonra bu belediyelerin Saraybahçe Belediyesi'ne katılmasıyla İzmit Belediyesi adı altında hizmet görmeye başladı.
İdari yapı.
İzmit ilçesine bağlı yerleşim birimleri.
Coğrafya.
İzmit, İzmit Körfezi'nin doğu ucuna yakın bir kıyı kentidir. Asya ile Avrupa arasındaki en önemli geçiş yollarının birinin üzerinde kurulmuştur.
İzmit, Asya ve Avrupa'yı birbirine bağlayan Marmara Denizi'nin ve Marmara Bölgesi'nin doğusunda yer alan bir şehirdir. Kuzeyinde Kandıra, doğusunda Adapazarı, güneyinde Kartepe ile Başiskele, güneybatısında İzmit Körfezi ve batı yönünde Derince yer almaktadır. Kara, demir, deniz ve hava yolları ile Türkiye'nin en önemli geçiş noktalarından biri sayılabilir. Türkiye Saati (UTC+2) için esas kabul edilen 30° doğu boylamı İzmit'in doğusundan geçer.
Jeolojik ve coğrafi yapı açısından 40°-41° kuzey paralelleri ile 29-31° doğu meridyenleri arasında bulunmaktadır. İzmit'in yüzölçümü; belediye sınırı olarak 18,71 km², mücavir alan olarak 39,33 km² olmak üzere toplam 58,04 km²dir.
İzmit'in dağları ormanlarla örtülüdür. Bitki örtüsü hem Akdeniz hem de Karadeniz bölgesi özelliği taşır.
Deniz ulaşımı açısından ülkenin en yoğun merkezlerinden biridir.
İzmit 1. dereceden deprem bölgesinde yer almaktadır.
İklim.
İzmit'in ikliminin, Akdeniz iklimi ile Karadeniz iklimi arasında bir geçiş oluşturduğu söylenebilir. İzmit'te yazları sıcak, az yağışlı; kışları ise yağışlı, genellikle serin geçer. Toprağın karla örtülü kalması 10 günü geçmez. Yazın İzmit Körfez kıyılarında bunaltan sıcaklar yaşanmaktadır. İzmit'te şimdiye dek ölçülmüş yüksek hava sıcaklığı 44,1 °C derece (13 Temmuz 2000), en düşük hava sıcaklığı -18,0 °C derece (9 Şubat 1929). İzmit'in yıllık ortalama sıcaklığı ise 14,8 °C derecedir. İzmit'te yıllık yağış miktarı bölgelere göre değişiklik göstererek 768–1153 mm arasındadır. İzmit'te yeller kışları kuzey ile kuzeydoğudan, yazları ise yalnızca kuzeydoğudan eser.
Nüfus.
İzmit nüfusu 2020 yılı sonu itibarı ile 365.893'tür. 184.292 kadın, 181.601 erkek İzmit nüfusuna kayıtlıdır.
Kültür.
Tarihî yapılar.
İzmit'teki tarihi yapılar şunlardır:
Ekonomi.
Sanayi.
İzmit'te Cumhuriyetin ilanından sonra büyük bir sanayileşme başlamıştır. Kentte sanayi etkinlikleri her zaman ülke ortalamasını aşmıştır. İlçe sınırlarında 4 adet fabrika ve 5 adet toplu sanayi sitesi vardır.
Ticaret.
İzmit'te değişik günlerde olmak üzere 20 adet semt pazarı kurulmaktadır.
İzmit ilçesinde 22 değişik bankanın toplam 63 şubesi bulunmaktadır. En çok şubesi bulunan banka 8 bankayla Türkiye İş Bankası'dır.
Alışveriş merkezleri.
İzmit'teki alışveriş merkezleri şunlardır:
Ulaşım.
İzmit, karayolu ile Başiskele'ye 7, Kartepe'ye 7, Derince'ye 13, Gölcük'e 16, Körfez'e 20, Karamürsel'e 35, Dilovası'na 41, Kandıra'ya 41, Gebze'ye 51, Darıca'ya 58, Çayırova'ya 59; Sakarya'ya 37, Yalova'ya 65, İstanbul'a 111, Bursa'ya 132, Ankara'ya 342, İzmir'e 453, Antalya'ya 607 kilometre uzaklıktadır.
İzmit, birçok karayolunun kesiştiği noktada bulunur. Ayrıca deniz trafiği çok fazladır. Ayrıca Kocaeli Büyükşehir Belediyesi tarafından ilçeler arası deniz ulaşım seferleri yapılmaktadır. Geçmişte İzmit ve İstanbul'a bağlı Bostancı ile Kabataş arasında deniz ulaşımına dönük projeler geliştirilmiştir. Kasım 2011'de sivil havacılığa açılan Cengiz Topel Havalimanından Ankara Esenboğa Uluslararası Havalimanı aktarmalı olarak Türkiye'nin birçok noktasına hava ulaşımı sağlanmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17684",
"len_data": 13241,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.49
}
|
Raffaello Sanzio da Urbino (28 Mart / 6 Nisan 1483 - 6 Nisan 1520), kısaca Rafael olarak bilinen Rönesans döneminin İtalyan ressamı ve mimarıdır. Çalışmaları, şekillerin belirginliği, eserlerinin zenginliği ve insan ihtişamın neoplatonic (Platon'un insan hakkındaki fikirleri) fikirlerinin ifadesindeki görsel başarıları sebebiyle takdir görmektedir. Michelangelo ve Leonardo da Vinci ile birlikte, bu dönemin geleneksel üçlüsü olarak büyük üstatlarını oluşturmaktadır.
Rafael muazzam derecede üretkendi, genellikle büyük bir atölyede çalışırdı ve 37'sinde ölmesine rağmen çalışmalarının büyük bir kısmını ardında bıraktı. Çalışmalarının büyük çoğunluğu, merkezde bulunan ve kariyerindeki en büyük eseri olan fresk edilmiş Rafael odası, Vatikan Palace'da bulunmaktadır. En iyi bilinen eseri olan Vatikan Stanza della Sefnatura'da bulunan "Atina Okulu"'dur. İlk yıllarından sonra Roma'daki çalışmalarının büyük kısmı ve atölyesindeki çizimlerinden büyük miktarda kayıp yaşanmıştır. Hayatı boyunca her ne kadar Roma dışındaki eserleri daha çok ortaklaşa gravür olarak bilinse de aşırı derecede nüfuzludur.
Ölümünden sonra, Rafael'in daha asude ve ahenkli vasfı yüce bir model olarak hürmet edilirken, en büyük rakibi olan Michelangelo 18 ve 19. yüzyıllara kadar Rafael'e karşı daha çok bilinmiştir. Mesleki başarısı, doğal olarak üç faza ve üç tarza indi. İlki Georgio Vasari tarafından tanımlanan: Umbria'daki ilk yıllarında, daha sonra Floransa'daki sanatsal gelenekleri emen yaklaşık dört yıllık dönem (1504- 1508), bunu iki Papa ve onların yakın kişilere çalışarak geçirdiği Roma'daki hummalı ve muzaffer on iki yılı.
Hayatı.
İtalya'nın Urbino kentinde 6 Nisan 1483'te doğdu. Raffaello, Rönesans hareketlerini, erken gelişmiş becerikli bir genç olarak görmüş, işe on altı yaşında yaptığı "Havva’nın yaratılışı" ve "Trinite" tabloları ile başlamıştır. Raffaello'nun babası olan Giovanni Santi de Urbino da ressamlık yapıyordu. Babası 1494 senesinde ölünce Raffaello, kendi evinde dış etkilerden uzak bir şekilde çalışmalarını sürdürdü. Raffaello'in Urbino'daki çalışmalarında Melozzo da Forlì, Piero della Francesca ve en çok Pietro Perugino'nun üslûbu görülür. Özellikle, 1503 senesinde tamamladığı "Coronation of Virgin - Taç Giyme" tablosunda Perugino'nun etkisi görülür. Bunun en büyük nedeni Floransa'ya gitmeden önce, Perugia'da Pietro Perugino'dan öğrenim görmüş olmasıdır. Perugino'nun bu etkisi altında, 1504 senesinde, çizdiği en son tablo "Marriage of the Virgin - Kutsal Bâkirenin Evlenmesi"'dir. Bu resmi ile Perugino'dan üslûp olarak ayrılmaya başlamıştır.
Raffaello, Floransa'ya gidince kendisini Rönesans'ın içinde buldu. Leonardo da Vinci ve Michelangelo etkisinde kalarak sanatına yenilikler kattı. Floransa'da 1508 senesine kadar yaptığı tabloları "Sistine Madonne", "La Belle Jandinière", "Madonna of the Chair" ve "Entombmeut"'tur.
Raffaello, Roma'da Papa II. Julius için çalıştı. Roma'ya geldiği zaman, Michelangelo, Julius'un yaptırdığı Sistine Kilisesi'nin süslemesini çiziyordu. Raffaello, burada ilk olarak Papanın kütüphanesini dekore etti. Çizdiği teolojik, felsefi, lirik tablolarında sükunet; renklerde âhenk; konularda berraklık ve bir bütün ifade hâkimdir. Raffaello'in yaptığı işlerden biri de kumaş üzerine koyduğu süslemelerle, duvar örtüleri hazırlamasıdır. 1513-1521 seneleri arasında hazırladığı on adet büyük duvar süsleme örtüleri, Sistine Kilisesi'nde kullanılmıştır. 1514 yılında, Papa Leo X'in emri altında da Saint Peter Bazilikası'nın baş mimarı olarak görev yaptı.
Ölümü.
37. doğum gününde, 6 Nisan 1520'de, Roma'da öldü. Tarihçiler ve bilim adamları tarafından, bulaşıcı bir hastalık ve kan almanın bir kombinasyonu gibi, ölümüyle ilgili diğer bazı olasılıklar öne sürüldü. Büyük bir cenaze töreni ile verasetinde istediği gibi antik Roma tapınağından kiliseye çevrilmiş olan Pantheon'da gömüldü ve sonradan büyük bir anıt-mezar yapılıp eşi Maria Bibbiena ile birlikte anıt-mezara gömüldü. Anıt-mezarı üstünde zamanın tanınmış heykeltıraşı Lorenzetto tarafından yapılmış bir Madonna heykeli bulunmaktadır. Tabiatla yarışan sanatçının mermerden yapılmış lahdi üzerindeki mezar taşında arkadaşı şair Pietro Bembo'nun Latince yazdığı iki mısralık mersiye şöyle demektedir:
"Hayatta iken, tabiat, o beni geride bırakacak diye korkardı, öldükten sonra da ben onunla öleceğim diye korktu. O şimdi burada yatıyor."
Raffaello, Avrupa'da klasik ressamlığın temelini atmıştır. Michelangelo'dan farklı olarak görünen her şeyi bütün zenginliğiyle tabloya aktarmış, tarihi ve Hristiyanlığa ait dini konulara sadık kalmış, pozlara konuşuyormuşçasına ifade niteliği kazandırmıştır. 1900'e gelindiğinde Bouguereau, Raphael'in ani ölümü nedeniyle; yeteneğinin ve popülaritesinin Michelangelo ve Leonardo'dan geri kaldığını belirtmiştir. Sanat tarihçisi Bernard Berenson, 1952'de Raphael'i Yüksek Rönesans'ın "en ünlü ve en sevilen" ustası olarak adlandırdı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17692",
"len_data": 4888,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.61
}
|
Apate, Yunan mitolojisinde, "hile"nin tecessümü ve tanrıçası. Nyx'in (Gece) kızıdır. Pandora'nın kutusundaki ruhlardan biriydi. Roma mitolojisinde ona Fraus denilirdi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17694",
"len_data": 167,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.53
}
|
Yunan mitolojisinde, Kratos (), dayanıklılık ve gücün tecessümüdür. Sparta'da doğmuştur. Pallas ve Stiks'in oğludur. Kratos ölümlü yarı-tanrıdır. Kratos ve kardeşleri Zelus ("Şevk"), Nike ("Zafer") ve Bia'nın ("Şiddet") Zeus'un kanatlı güçleriydiler.
Başka bir mite göre Kratos, Prometheus‘u tanrı Hephaestus'un emri üzerine zincirleyen Titan'dır. Kratos,Yunan mitolojisinde ilginç bir figürdür. Güç ve dayanıklılık tanrısı olduğu kabul edilir, ancak onun hakkında hemen hemen her şey hakkında çelişkili hikâyeler vardır. Ebeveynliğinin, her biri diğer tanrılarla ilişkisini değiştiren iki rakip versiyonu vardır. Mitolojik hikâyeler onun Tanrı’lar tarafından “Güçlü Pallas Oğlu” olarak çağrıldığını söyler, günümüzdeki pek çok insan oyun karakteri Kratos (God of War) yüzünden onun Zeus’un oğlu olduğunu söyler. Birçok efsanede Kratos, Titan Pallas ve Styx’in oğlu olarak adlandırılır. Bu Kratos'u Olimposlu tanrıların bir akrabası yapar, ancak doğrudan aynı soyağacında bulunmaz. Kratos, sıklıkla gücü ve savaşı temsil eden birkaç figürün kardeşi olarak adlandırılır; zafer tanrıçası Nike, güç ve şiddet tanrıçası Bia ve gayret tanrısı Zelus
Kratos Olimpos Dağı’nda tanrılarla iyi geçinmiş, Apollon ve Ares ile arkadaşlık kazanmış ve bu durumda Zeus’un gözüne girmiştir. Kratos, Zeus’un arkadaşı ve tahtının koruyucusu olarak görülür. Genellikle Zeus'un birincil uygulayıcılarından biridir ve iradesinin bir uzantısıdır.
Kratos, diğer tanrıların ortaya çıktığı gibi görünmez. Bunun yerine, adı genellikle ihtiyaç duyulduğunda onlara yardımcı olmak için diğer Tanrılar tarafından çağrılır. Kratos genellikle savaşa Bia ve Nike (mitoloji) ile çağrılır, ancak bazen adalet tanrısı Dike ile de çağrılır.
Kratos’un güç ve dayanıklılık tanrısı rolü sadece savaş alanını sınırlamakla kalmadı, aynı zamanda genellikle şiddet ile de özdeşleştirildi. O, mitlerde bir karakterden daha fazla bir fikir olarak var olan birçok Yunan tanrısından biridir ve karakterini görmeden adını görmek nadir değildir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17695",
"len_data": 1993,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 4.05
}
|
Yunan mitolojisinde, Zelus "Şevk"in tecessümüdür. Pallas ile Stiks'in oğlu; Nike (Zafer), Kratos (Dayanıklılık) ve Bia'nın (Şiddet) kardeşidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17696",
"len_data": 143,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.61
}
|
Nükleer savaş, nükleer silahların kullanıldığı savaşlara denir. Tarihte nükleer silahlar sadece 2 kere ve tek taraflı olarak Amerika Birleşik Devletleri tarafından Japonya'ya karşı kullanılmıştır. Günümüzde ise bu terim nükleer silaha sahip ve karşıt devletlerin birbirleriyle tehditleşmesi durumunda kullanılır.
Nükleer savaş türleri.
Nükleer silahların savaşlarda kullanılma olasılığı her biri değişik etkilere sahip olan ve değişik silahların kullanıldığı iki alt gruba ayrılır.
Birincisi; "sınırlı nükleer savaş"'tır. Bu savaş türünde az miktarda nükleer silah kullanılır ve sadece düşman askeri hedef alınır. Yine de bu saldırı sivilleri etkiler ama asıl zarar gören grup askerlerdir. Böyle bir savaşta kullanılmak üzere Soğuk Savaş sırasında birçok ülke tarafından küçük çaplı nükleer silah üretilmiştir.
İkinci olarak; "büyük-ölçekli nükleer savaş"'tır. Bu savaş türünde büyük miktarlarda nükleer madde kullanılır ve asker de sivil de dahil olmak üzere bütün ülke hedef alınır. Böyle bir saldırıda bir ülkenin ekonomik, sosyal ve askerî yapısı tamamen yok edilmeye çalışılır.
Bu iki tür arasında nasıl bir bağlantı olduğu bir tartışma konusudur. İki silahlanmış ülke arasında sınırlı bir nükleer savaşın olabileceğini kabul eden savaş stratejisi uzmanları bile böyle bir savaşın kısa zamanda büyük ölçekli bir nükleer savaşa dönüşebileceğini tahmin etmektedir. Hatta nükleer saldırı tamamen askerî bir bölgeye bile yapılsa, ortaya çıkacak radyoaktif maddeler, rüzgâr gibi doğal etmenlerle başka bölgelere taşınarak sivil nüfusta uzun süreli ve yok edici etkilerde bulunacaktır.
En iyimser tahminler bile gelecekteki büyük bir nükleer savaşta kısa sürede milyonlarca insanın öleceğini, daha kötümser olanlar ise insanlığın yok olacağını, ekosistemin çökeceğini ve küresel iklimin tamamen yok olacağını söylemektedir.
Tarih.
II. Dünya Savaşı'nın son günlerinde Japonya'ya karşı yapılan nükleer saldırılarla başlayan bir nükleer çağ son yirmi yıl içinde nükleer silahların bırakılması çalışmalarından sonra sanki önemini yitirmiş gibi gözükse de yine de büyük bir tehdit olarak önümüzde durmaktadır.
İkinci dünya savaşının son saldırıları olan Hiroşima ve Nagazaki'de yüzbinlerce insan ölmüş ve etrafa yayılan radyasyonun etkileri günümüzde de hala bölgede yaşayanları tehdit etmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17698",
"len_data": 2291,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.86
}
|
Gregor Johann Mendel 20 Temmuz 1822 – 6 Ocak 1884) Avusturyalı-Çek, biyolog, meteorolog, matematikçi, Augustinian rahibi ve Brno, Moravya Margravlığı'nda ("Brünn") St. Thomas Manastırı'nın başrahibiydi. Mendel, Avusturya İmparatorluğu'nun Silezya bölgesinde (bugünkü Çek Cumhuriyeti) Almanca konuşulan bir ailede doğdu ve ölümünden sonra modern genetik biliminin kurucusu olarak tanındı.
Kalıtım bilimin öncüsüdür. Mendel, bahçesinde yetiştirdiği bezelyelerin, ebeveynlerine benzediğini fark etmiştir. Bunun üzerine deneyler yapmıştır. Bezelye bitkilerinin yedi özelliği ile çalıştı: bitki boyu, tohum zarının şekli ve rengi, tohum şekli, rengi ve çiçeğin konumu ve rengi. Örnek olarak tohum rengini alan Mendel, gerçek üreyen sarı bezelye ve gerçek üreyen yeşil bezelye çapraz yetiştirildiğinde yavrularının her zaman sarı tohumlar ürettiğini gösterdi. Bununla birlikte, bir sonraki nesilde, yeşil bezelye 1 yeşil ile 3 sarı oranında yeniden ortaya çıktı. Bu fenomeni açıklamak için Mendel "çekinik" ve "baskın" terimlerini kullandı. Önceki örnekte, ilk evlatta nesilde yok olmuş gibi görünen yeşil özellik çekiniktir ve sarı baskındır. 1866'da çalışmalarını yayımladı ve şimdi genler olarak adlandırılan görünmez "faktörlerin" eylemlerinin, bir organizmanın özelliklerini öngörülebilir bir şekilde belirlediğini gösterdi.
Mendel'in çalışmalarının derin önemi, yasalarının yeniden keşfedilmesiyle 20. yüzyılın başına (otuz yıldan fazla bir süre sonra) kadar tanınmadı. Erich von Tschermak, Hugo de Vries, Carl Correns ve William Jasper Spillman, Mendel'in deneysel bulgularının birçoğunu bağımsız olarak doğruladı ve modern genetik çağını başlattı. Mendel'in öne sürdüğü ilkeler, 20. yüzyılın başlarında yapılan deneylerle doğrulandıktan sonra, kalıtım kuramının bütün canlılar için geçerliliği saptanarak, biyolojinin temel ilkelerinden biri haline geldi.
Erken dönemi ve eğitimi.
Mendel, Avusturya İmparatorluğu'nun Silezya bölgesinde (halen Çek Cumhuriyeti'ndeki Hynčice'dir) Heinzendorf bei Odrau'da, Almanca konuşulan bir ailede dünyaya geldi. Anton ve Rosine (Schwirtlich) Mendel'in oğluydu ve Veronika adında bir ablası ve Theresia adında bir küçük kız kardeşi vardı. En az 130 yıldır Mendel ailesine ait olan bir çiftlikte yaşıyor ve çalışıyorlardı (Mendel'in doğduğu ev artık Mendel'e adanmış bir müzedir). Mendel, çocukluğu boyunca bahçıvan olarak çalıştı ve arıcılık eğitimi aldı. Genç bir adam olarak Troppau'daki (Çekçe: Opava) lise'ye gitti. Lise eğitimi sırasında hastalık nedeniyle dört ay ara vermek zorunda kaldı. 1840'tan 1843'e kadar Olomouc Üniversitesi Felsefe Enstitüsü'nde uygulamalı ve teorik felsefe ve fizik okudu ve hastalık nedeniyle bir yıl daha izin aldı. Ayrıca eğitim masraflarını karşılamakta da maddi olarak zorlandı ve kız kardeşi Theresia ona drohamasını verdi. Daha sonra kendisi de ikisi doktor olan Theresia'nın üç oğlunun bakımına yardım etti.
Yarı zamanlı keşiş oldu çünkü bu onun parasını kendisinin ödemesine gerek kalmadan eğitim almasını sağlıyordu. Mücadele eden bir çiftçinin oğlu olarak, manastır hayatı, onun deyimiyle, onu "geçim kaynağına ilişkin sürekli kaygıdan" kurtardı. Johann Mendel olarak doğdu ve Aziz Augustine Tarikatı'na katıldığında ona Gregor (Çekçede Řehoř) adı verildi.
Akademik kariyer.
Mendel Felsefe Fakültesi'ne girdiğinde Doğa Tarihi ve Tarım Bölümü'nün başında bitki ve hayvanların, özellikle de koyunların kalıtsal özellikleri üzerine kapsamlı araştırmalar yürüten Johann Karl Nestler vardı. Fizik öğretmeni Friedrich Franz'ın tavsiyesi üzerine Mendel, Brno'daki Augustinian dönemi St Thomas Manastırı'na girdi ve rahip olarak eğitimine başladı. Mendel yedek lise öğretmeni olarak çalıştı. 1850 yılında, sertifikalı lise öğretmeni olmak için girdiği sınavların üç bölümünün sonuncusu olan sözlü bölümünde başarısız oldu. 1851 yılında daha resmi eğitim alabilmesi için Başrahip Cyril František Napp'ın sponsorluğunda okumak üzere Viyana Üniversitesi'ne gönderildi. Viyana'daki fizik profesörü Christian Doppler'di. Mendel, 1853'te, esas olarak fizik öğretmeni olarak manastırına döndü. 1854'te Brno'da araştırmasını teşvik eden Aleksander Zawadzki ile tanıştı. 1856'da sertifikalı öğretmen olmak için sınava girdi ve sözlü sınavda yine başarısız oldu. 1867'de manastırın başrahibi olarak Napp'ın yerini aldı.
1868'de başrahip olarak yükseltildikten sonra Mendel'in idari sorumlulukları aşırı yüklendiğinden, özellikle de dini kurumlara özel vergiler koyma girişimi konusunda sivil hükûmetle yaşadığı anlaşmazlıktan dolayı bilimsel çalışmaları büyük ölçüde sona erdi. Mendel 6 Ocak 1884'te 61 yaşında Brno'da kronik nefrit nedeniyle öldü. Çek besteci Leoš Janáček cenazesinde org çaldı. Ölümünden sonra, yerine geçen başrahip, vergi konusundaki anlaşmazlıklara son vermek için Mendel'in koleksiyonundaki tüm belgeleri yaktı. Mendel'in cesedinin 2021'de mezardan çıkarılması, vücut boyu () gibi bazı fizyonomik ayrıntıları ortaya çıkardı. Genomu analiz edildi ve Mendel'in kalp sorunlarına yatkın olduğu ortaya çıktı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17706",
"len_data": 4989,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.91
}
|
Hipertermi, dış etkenler nedeniyle insan vücut sıcaklığının yükselmesi anlamına gelir. Hipertermi hafif veya şiddetli şekillerde kendini gösterebilir. Genellikle çevresel faktörler sonucu oluşur; direkt olarak güneş ışınlarına maruz kalma, sıcak çarpması ve ortam sıcaklığının yüksek seviyelere ulaşması gibi. Ateş ile karıştırılmamalıdır.
Hipertermik durumları üç ana şekilde ifade edilebilir:
Isı krampları yoğun fiziksel aktivite (egzersiz vb.) sonucunda oluşur. Nedeni yoğun fiziksel aktivite ve bunun tetiklediği yüksek terleme oranı ile kaybedilmiş olan tuzun yerine geri konamamasıdır. Sıcak hâlsizliği ise yoğun sıcağa maruz kalındığında oluşan, baş dönmesi, bulantı ve tansiyon düşmesi gibi belirtiler gösteren durumdur.
Hipertermi bir vücudun kendi yaydığından daha fazla ısı ürettiği durumlarda veya kendi yaydığından daha fazla ısı emdiği durumlarda termoregülasyondaki bir kırılma nedeniyle ortaya çıkan yüksek vücut sıcaklığıdır. Termoregülasyon, sıcak kanlı canlılardaki vücut sıcaklığını kontrol eden sistemdir. Hipertermiya, ateşten bu yönden farklıdır.
Hipertermi kelimesi Yunanca yüksek ve ısı kelimelerinin birleşiminden oluşmuştur. Hiperterminin tersi ise vücut sıcaklığının normalin altına düşmesi anlamı gelen hipotermidir.
Belirtiler.
Hiperterminin en açık belirtileri aşırı terleme ve hızlı nefes alıp-vermedir. Kurumuş cilt ve bayılma ileri seviyelerde görülebilir. Hipertermiyi, semptomlarından biri yüksek vücut sıcaklığı olan ateşten ayıran özelliği hipotalamustaki sıcaklık set noktasında bir değişiklik görülmemesidir. Eğer vücut sıcaklığı yüksek bir bireye ateş düşürücü ilaç verildiğinde sıcaklıkta değişim yoksa hipertermiden şüphelenilebilir.
Tedavi.
Altta yatan neden ortadan kaldırılmalıdır. Sıcak bir günde efordan kaynaklanan hafif hipertermi; artırılan su tüketimi ve serin bir yerde dinlenme gibi kişisel bakım önlemleriyle tedavi edilebilir. İlaca maruz kalmaktan kaynaklanan hipertermi, o ilacın kullanımının derhal kesilmesini ve bazen karşı önlem olarak diğer ilaçların kullanılmasını gerektirir.
Ateş düşürücülerin yani antipiretikleri(örneğin, asetaminofen, aspirin, diğer nonsteroid antiinflamatuar ilaçlar) sıcak çarpması tedavisinde hiçbir rolü yoktur çünkü antipiretikler, pirojenlerin neden olduğu hipotalamik ayar noktasındaki değişikliği kesintiye uğratır; sıcak çarpmasında olduğu gibi aşırı yüklenmiş sağlıklı bir hipotalamus üzerinde çalışması beklenmez. Bu durumda antipiretikler, kanama eğilimlerini artırabileceğinden hepatik, hematolojik ve renal komplikasyon gelişen hastalarda aslında zararlı olabilir.
Vücut sıcaklığı önemli ölçüde yükseldiğinde, ısıyı uzaklaştırmak ve vücudun kendi sıcaklıklarını düzenleme yeteneğini geri kazanmak için mekanik soğutma yöntemleri kullanılır. Ilık veya soğuk su içeren bir küvette oturmak ("daldırma yöntemi"), nispeten kısa bir süre içinde önemli miktarda ısıyı uzaklaştırabilir. Bir zamanlar, ciltte vazokonstriksiyona neden olduğu ve böylece ısının vücut çekirdeğinden kaçmasını engellediği için çok soğuk suya daldırmanın ters etki yaptığı düşünülüyordu. Bununla birlikte, çeşitli çalışmaların bir İngiliz analizi şunları belirtti: "Bu, deneysel olarak hiçbir zaman kanıtlanmadı. Gerçekten de, normal gönüllülerin kullanıldığı yakın tarihli bir çalışma, en soğuk su kullanıldığında soğutma hızlarının en hızlı olduğunu gösterdi.""
Sıcak çarpması.
Vücut sıcaklığının çok yükseldiği, termoregülatör mekanizmaların görevini yapamaması ve pozitif geribesleme yüzünden vücut sıcaklığının gittikçe arttığı durumdur. Yüksek sıcaklık yüzünden hücreler ve böylece de dokular ciddi oranda hasara uğrar; proteinler denatürasyona uğrar. Birçok önemli metabolik reaksiyon sekteye uğrar, enzimler hasar görür. Çoğunlukla kişi bilincini yitirir veya ciddi duyumsal sorunlar yaşar. Acil yardım uygulanmazsa ölüme veya kalıcı bozukluklara yol açabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17707",
"len_data": 3839,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.83
}
|
Total Commander (eski adıyla wincmd / Windows Commander), Windows için shareware bir dosya yöneticisidir. Yerleşik olarak FTP istemcisi, dosya arşivleme ve çoklu adlandırma araçları içerir.
1993 yılında geliştirilmeye başlayan Windows Commander, 2002 yılında Windows, Microsoft'un ticari markası olduğundan dolayı açılan dava sonucu Total Commander olarak değiştirildi.
16, 32 ve 64-Bit sürümleri bulunan program Delphi ile yazılmıştır.
Windows Mobile, Windows CE, Android, Smartphone, Pocket PC ve Windows 3.1 için ücretsiz olan yazılım Windows işletim sistemlerinde çalışmaktadır. Linux altında ise Wine ile çalıştırılabir.
Ayrıca U3 ve USB bellek aygıtlarına taşınabilir sürüm olarak kurulabilmektedir.
Ücretsiz olarak indirilebilen program shareware sürümü 30 gün kullanılabilmekte ve sonrasında kullanılsa bile anlaşma gereği silinmesi gerekmektedir.
Eklentiler ile geliştirilebilen programın birçok eklentiyle birlikte farklı arşiv biçimlerini, çoklu ortam vb. dosya formatlarını görüntülemek mümkündür. Ayrıca kısa yolları özelleştirmek, komutlar atamak, iç komutları kullanmak gibi işlemler basit olan program dâhili olarak ZIP, ARJ, LHA, RAR, CAB, ACE arşivlerini görüntülemekte ZIP, TAR, GZ, TGZ arşivlerini oluşturabilmektedir.
İngilizce, Fransızca, Almanca ve İtalyanca başta olmak üzere aralarında Türkçenin de bulunduğu çoklu dil seçeneği bulunan yazılımın ana menüsü özelleştirilebilmekte bunların yanında sürükle-bırak yöntemiyle özelleştirilebilen araç çubuğu kullanımını daha da kolaylaştırmaktadır.
Eklentileri.
Programa çeşitli özellikler kazandırmak için kullanılan eklentiler, kurulum için ZIP veya RAR dosyası formatında paketlenmiştir. İçerisinde yapılandırılmış pluginst.inf dosyası bulunduruyorsa Total Commander ile açmak ve onaylamak yeterlidir. Eğer bu dosya bulunmuyor ise el ile yapılandırılmalıdır.
Packer Plugins (.WCX).
Paket eklentileri; sıkıştırılmış veya paketlenmiş dosyaları açabilmek, düzenlemek ve oluşturmak için kullanılan eklentilerdir. ARJ, LZH, RAR, UC2, ACE arşivlerinde oluşturma ve düzenleme için eklenti yerine ilgili programların kendisini kullanır.
File System Plugins (.WFX).
Dosya sistem eklentileri; Windows tarafından doğrudan erişilemeyen dosya sistemlerine ve harici aygıtlara erişmeyi sağlayan eklentilerdir. (Linux dosya sistemleri, Palm/PocketPC, Dijital fotoğraf makinesi vb.)
Bu eklentilerle ayrıca Windows hizmetlerine erişmeniz (Denetim Masası, Program Ekle Kaldır, Hizmetler vb.) mümkündür. VirtualDisk, HTTPBrowser, Calendar, PluginManager, Registry Editor, POP3 gibi değişik eklentileri de ekleyerek çok yönlü kullanılmasını da sağlamaktadır.
Lister Plugins (.WLX).
Listeleyiciler; çeşitli dosya türlerini ve klasörleri F3 tuşuna basarak önizleme veya inceleme yapmayı sağlayan eklentilerdir. (SWF, DBF, TTF, M3U, Torrent, MDL, INI vb.)
Content Plugins (.WDX).
İçerik eklentileri; bu eklentiler bazı dosyaların içinde bulunan özel verilere ulaşmak için kullanılır. Bu veriler dosya listelerinde ki sütunlarda görüntülenebilir ya da arama ve toplu isim değiştirme işlemlerinde kullanılır. ID3 bilgileri, EXIF bilgisi, öznitelik veya arşiv özellikleri gibi çeşitli dosya bilgilerine ulaşımı sağlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17708",
"len_data": 3164,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.36
}
|
Mihail Sergeyeviç Gorbaçov (Rusça: Михаи́л Серге́евич Горбачёв; 2 Mart 1931 - 30 Ağustos 2022), 1985'ten 1991'de ülkenin dağılmasına kadar Sovyetler Birliği'nin son lideri olarak görev yapan Rus siyasetçidir. 1985'ten itibaren Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri ve ayrıca 1988'den itibaren devlet başkanı, 1988'den 1989'a kadar Yüksek Sovyet Prezidyumu Başkanı, 1989'dan 1990'a kadar Yüksek Sovyet Başkanı ve 1990'dan 1991'e kadar Sovyetler Birliği'nin tek devlet başkanı olarak görev yaptı. İdeolojik olarak Gorbaçov, başlangıçta Marksizm-Leninizm'e bağlıydı ancak 1990'ların başında sosyal demokrasiye yöneldi.
Gorbaçov, Rus ve Ukrayna kökenli yoksul bir köylü ailesinin çocuğu olarak Privolnoye, Rusya SFSC'de dünyaya geldi. Gençliğinde Josef Stalin'in yönetimi altında büyüyen Gorbaçov, Sovyetler Birliği'ni tek partili bir devlet olarak yöneten Komünist Parti'ye katılmadan önce kolektif bir çiftlikte biçerdöver işletti. Moskova Devlet Üniversitesi'nde okurken, 1953 yılında öğrenci arkadaşı Raisa Titarenko ile evlendi ve 1955 yılında hukuk diplomasını aldı. Stavropol'e taşınarak Komsomol gençlik örgütü için çalıştı ve Stalin'in ölümünden sonra Sovyet lideri Nikita Kruşçev'in Stalinizasyon karşıtı reformlarının ateşli bir savunucusu oldu. 1970'te Stavropol Bölge Komitesi'nin Birinci Parti Sekreteri olarak atandı ve Büyük Stavropol Kanalı'nın inşasını denetledi. 1978'de Moskova'ya dönerek partinin Merkez Komitesi Sekreteri oldu; 1979'da oy hakkı olmayan, 1980'de ise oy hakkı olan bir üye olarak iktidardaki Politbüro'ya (25. dönem) katıldı. Sovyet lideri Leonid Brejnev'in ölümünden üç yıl sonra -Yuri Andropov ve Konstantin Çernenko'nun kısa süreli görev sürelerinin ardından- 1985'te Politbüro, Gorbaçov'u genel sekreter, yani fiili lider olarak seçti.
Gorbaçov, Sovyet devletini ve Marksist-Leninist ideallerini korumaya kararlı olsa da, hayatta kalması için önemli reformların gerekli olduğuna inanıyordu. Sovyet-Afgan Savaşı'ndan askerlerini çekti ve nükleer silahların sınırlandırılması ve Soğuk Savaş'ın sona erdirilmesi için ABD Başkanı Ronald Reagan ile zirvelere başladı. Ülke içinde "glasnost" ("açıklık") politikası ile ifade ve ifade özgürlüğünü genişletirken, "perestroyka" ("yeniden yapılanma") ile ekonomik karar alma mekanizmasını merkezden uzaklaştırarak verimliliği artırmaya çalıştı. Demokratikleşme önlemleri ve seçilmiş Halk Vekilleri Kongresi'nin kurulması, tek parti devletinin altını oydu. Bazı Varşova Paktı ülkeleri, 1989'da Marksist-Leninist yönetimi terk ettiğinde Gorbaçov, askeri müdahalede bulunmayı reddetti. Kurucu cumhuriyetlerde artan milliyetçi duygular, Sovyetler Birliği'ni parçalama tehdidinde bulundu ve Komünist Parti içindeki sertlik yanlılarının Ağustos 1991'de Gorbaçov'a karşı başarısız bir darbe başlatmasına yol açtı. Darbenin ardından Sovyetler Birliği, Gorbaçov'un isteği dışında dağıldı. Başkanlıktan istifa ettikten sonra Gorbaçov Vakfı'nı kurdu, Rusya devlet başkanları Boris Yeltsin ve Vladimir Putin'i sert bir dille eleştirdi ve Rusya'nın sosyal demokrat hareketi için kampanya yürüttü.
Gorbaçov, 20. yüzyılın ikinci yarısının en önemli figürlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Nobel Barış Ödülü de dahil olmak üzere çok sayıda ödülün sahibi olan Gorbaçov, Batı'da Soğuk Savaş'ın sona erdirilmesinde oynadığı rol, Sovyetler Birliği'ne yeni siyasi ve ekonomik özgürlükler getirmesi ve hem Doğu ve Orta Avrupa'daki Marksist-Leninist yönetimlerin yıkılmasına hem de Almanya'nın yeniden birleşmesine göz yumması nedeniyle övgüyle anılmaktadır. Gorbaçov'un Rusya'da karmaşık bir mirası vardır. İktidardayken, bir reformcu ve değişimci olarak görüldüğü için net pozitif onay oranlarına sahipti. Ancak işler kontrolünden çıktıkça ve Sovyetler Birliği çöktükçe onaylanma oranı da düştü; günümüz Rusları, Rusya'nın küresel etkisini zayıflattığı ve ülkedeki ekonomik çöküşü hızlandırdığı için onunla sık sık alay etmektedir.
İlk yılları ve gençliği.
2 Mart 1931'de Kuzey Kafkasya'nın Stavropol bölgesinde Privolnoye köyünde doğdu. İlk öğrenimini köyünde yaptı. 1952 senesinde Sovyetler Birliği Komünist Partisi'ne (SBKP) girdi. 1955'te Moskova Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Stavropol, Genç Komünistler Birliğinde görev aldı. 1970'te Stavropol teşkilatı birinci sekreteri oldu. 1971'de SBKP Merkez Komitesi üyeliğine seçildi. 1978'de tarım sorumlusu olarak sekretaryaya girdi. 1979'da politbüro yedek üyesi, 1980'de de asil üyesi seçildi. Çernenko'nun 1985'te ölümü üzerine SBKP Genel Sekreteri oldu. Glasnost (açıklık) ve perestroika (yeniden yapılanma) politikalarıyla dünyada büyük yankılar uyandırdı. Ekim 1988'de devlet başkanlığı görevini de üstlendi.
Sovyet lideri.
Mihail Gorbaçov, ülke ekonomisinde gözle görülür bir ilerleme sağlayamadığı için SBKP'nin reformcu üyeleri tarafından eleştirilmeye başlandı. Ancak çeşitli ülkelere yaptığı gezilerle dıştaki itibarını artırdı. Çin'e giderek bu ülkeyi 30 yıl sonra ziyaret eden ilk Sovyet lideri oldu. Ayrıca Batı Almanya, Birleşik Krallık ve Finlandiya'yı da ziyaret etti.
Gorbaçov iktidara gelince aşırı alkol tüketimine ve yolsuzluklara karşı kampanya başlattı. Halk ve Sovyet yöneticileri ile ilişkileri daha sıklaştırdı. Yönetici kadroyu gençleştirdi. Dış siyasette Batı ile daha yakın ilişkiler kurdu. ABD Başkanı Reagan ile Cenevre'de zirve toplantısı yaptı. Silahsızlanma, bilim, kültür ve eğitim alanlarında bilgi alış verişi için anlaştı (1985).
1986'da Reykjavik'te, yeniden yapılan zirve görüşmesinde, silahların denetimi görüşüldü. Fakat ABD Başkanı Reagan, Yıldız Savaşları projesinden taviz vermediği için silahsızlanma görüşmesinden bir netice alınamadı.
1987'de iktisadi reformlardan ve dış siyasette izlenecek politikalardan bahsetti. Glasnost ve perestroika adı verilen reformlar Yüksek Sovyet meclisinde oy birliğiyle kabul edildi. Temmuz 1987'de Avrupa ve Asya'da yerleştirilmiş olan orta ve kısa menzilli füzelerin imha edilmesini kabul etti. 1987'de yayımladığı kitabında reformları geniş kapsamlı olarak açıkladı. Büyük Ekim Sosyalist Devrimi'nin 70. yıl dönümündeki konuşmasında, Josef Stalin'i ve Lev Troçki'yi eleştirdi. 8 Aralık 1987 tarihinde ABD Başkanı Reagan ile orta menzilli füzelerin imhası anlaşmasını imzaladı.
En önemli meseleleri SSCB'ye bağlı Cumhuriyetlerdeki milliyetçi hareketler ve bağımsızlıklarını ilan etmeleri ile maden işçilerinin grevleri oldu. Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve Türkistan'da silahlı çatışmalar oldu. Doğu ve Batı Almanya birleşmesini kabul ederek ses çıkarmadı.
Dağılma süreci.
ABD Başkanı George H. W. Bush ile 2-3 Aralık'ta Malta açıklarındaki bir savaş gemisinde görüştü. 9 Eylül 1990'da Helsinki'de Bush ile tekrar görüştü ve Amerika Birleşik Devletleri'nden ekonomik yardım istedi. Aralık 1990'da Nobel Barış Ödülü'nü kazandı.
1990 yılının sonlarında Sovyetler Birliği'nin tüm Cumhuriyetlerine 'Yenilenmiş Birlik Federasyonu' için referandum çağrısında bulundu. Sovyet liderinin bu çağrısına, 9 Cumhuriyet olumlu yanıt verdi. 17 Mart 1991 tarihinde Rusya SFSC, Belarus SSC, Ukrayna SSC, Kazakistan SSC, Kırgızistan SSC, Tacikistan SSC, Türkmenistan SSC, Özbekistan SSC ve Azerbaycan SSC'nde, Sovyetler Birliği'nin korunması konusunda referandum (Sovyetler Birliği Referandumu 1991) düzenlendi. %80 katılımın olduğu referandumda, halkın %77'si Sovyetler Birliği'nin korunması yönünde oy kullandı. Diğer altı Cumhuriyette ise Merkezi Hükûmetler oylamayı reddetmesine rağmen, yerel Sovyet konseyleri seçim sandıkları kurdu ve bu ülkelerde de birlik lehine sonuç çıktı.
Sosyalist rejimi isteyenler ile kapitalist rejimi isteyenler arasında zor günler geçirmekteydi. 19 Ağustos 1991 tarihinde Birliğin dağılmasına karşı KGB ve ordunun desteğini alan en yakın arkadaşı olan Gennadi Yanayev ve 8 arkadaşından meydana gelen İhtilal Komitesi, Gorbaçov'a karşı darbe yaptı. Yapılan darbe başarısızlıkla sonuçlandı. Darbecilerin bazıları yurt dışına kaçtı. Darbe girişimi Mart 1991'de yapılan referanduma göre, 20 Ağustos'ta yapılması planlanan Yenilenmiş Birlik Anlaşmasının iptal edilmesine sebep oldu. 22 Ağustos 1991 tarihinde Gorbaçov, Devlet Başkanlığını tekrar eline geçirdi. Daha önce kendisine karşı en büyük rakip olarak bilinen Rusya'ya seçilen Yeltsin ise, darbede Gorbaçov'u en çok destekleyenlerden olarak darbenin kısa sürede bastırılmasına yardımcı oldu. Ancak bu durum Yeltsin'in güçlenmesine, Gorbaçov'un gücünü kaybetmesine yol açtı. Bu durum 1991 yılı sonuna doğru hız kazandı. Sovyetlerden ayrılan 11 devlet, 8 Aralık'ta bir araya gelerek Bağımsız Devletler Topluluğu'nu (BDT) oluşturdu. Bu durum Gorbaçov'u tamamen yetkisiz bıraktı. Bunun üzerine 25 Aralık 1991 tarihinde televizyona çıkarak; "Görevimi kaygı içinde ama umutla bırakıyorum. Herkese iyi şanslar diliyorum." diyerek görevinden istifa etti. Bundan sonra emekliye ayrılarak çeşitli basın yayın organlarında yorumculukla meşgul oldu.
Sosyal-Demokrat Parti'yi kurarak birkaç kez parlamento seçimleri ile devlet başkanlığı seçimlerine katıldıysa da başarılı olamadı.
Ölmeden önce Novaya Gazeta adlı gazetenin sahibiydi.
Kişisel yaşamı.
Gorbaçov'un başının üstünde belirgin bir doğum lekesi vardır. 1955'e gelindiğinde saçları seyrelmişti, ve 1960'ların sonunda keldi. 1960'lar boyunca obeziteye karşı mücadele etti. Doder ve Branson onu "tıknaz ama şişman değil" olarak nitelendirmiştir. Güney Rus aksanıyla konuşur, ve hem halk hem de pop şarkıları söylediği bilinir.
Hayatı boyunca modaya uygun giyinmeye çalıştı. Az miktarda içki içerdi ama sert içkilerden hoşlanmazdı. Sigara içmezdi. Özel hayatına karşı korumacıydı ve insanları evine davet etmekten kaçınırdı. Gorbaçov karısına çok değer veriyordu, o da kocasına değer veriyordu. Tek çocuğu olan kızını, siyasetçilerin çocukları için ayrılmış bir okul yerine Stavropol'deki yerel bir devlet okuluna gönderdi. Sovyet yönetimindeki birçok çağdaşının aksine, kadın düşkünü değildi ve kadınlara saygılı davranmasıyla tanınıyordu.
Gorbaçov Rus Ortodoks olarak vaftiz edilmişti ve büyürken büyükanne ve büyükbabası Hristiyanlık inancına sahipti. 2008 yılında, Assisili Fransis'in mezarını ziyaret ettikten sonra basında Hristiyan olduğuna dair bazı spekülasyonlar çıkmış, bunun üzerine ateist olduğunu açıklamıştır. Üniversitede okuduğundan beri Gorbaçov kendisini bir entelektüel olarak görüyordu; Doder ve Branson, Gorbaçov'un çoğu Rus entelijansiyasının aksine "bilim, kültür, sanat veya eğitim dünyasıyla" yakından bağlantılı olmadığına dikkat çekerek, "entelektüelliğinin biraz öz-bilinçli" olduğunu düşündüler. Stavropol'de yaşarken eşiyle birlikte yüzlerce kitap toplamıştır. En sevdiği yazarlar arasında Arthur Miller, Dostoyevski ve Cengiz Aytmatov yer alırken, polisiye okumaktan da hoşlanıyordu. Yürüyüşe çıkmaktan hoşlanırdı, doğal ortamları severdi, ve aynı zamanda futbol hayranıydı. Sovyet yetkilileri arasında yaygın olan büyük, alkollü partiler yerine, toplananların sanat ve felsefe gibi konuları tartıştığı küçük toplantıları tercih etti.
Kişiliği.
Gorbaçov'un üniversite arkadaşı Mlynář, onu "sadık ve dürüst" olarak tanımladı. Kendine güvenen, kibar, ve nazikti, mutlu ve iyimser bir mizacı vardı. Kendini küçümseyen mizah ve bazen küfürler kullandı ve sık sık kendisinden üçüncü şahıs olarak bahsetti. Yetenekli bir yöneticiydi ve iyi bir hafızası vardı. Çok çalışan ya da işkolik olan Genel Sekreter olarak sabah 7:00 ya da 8:00'de kalkar ve 1:00 ya da 2:00'ye kadar yatmazdı. Batı banliyölerinden sabah 9 ila 10 arasında işe gidip akşam 8 civarında eve dönüyordu. Taubman, Gorbaçov'u "son derece düzgün bir adam" olarak nitelendirdi; Gorbaçov'un "yüksek ahlaki standartlara" sahip olduğunu düşünüyordu.
Zhores Medvedev onun yetenekli bir hatip olduğunu düşünüyordu ve 1986'da Leon Troçki'den bu yana "Gorbaçov muhtemelen Parti'nin üst kademelerindeki en iyi konuşmacıdır" demişti. Medvedev ayrıca Gorbaçov'u Brejnev, Andropov ve Çernenko'da olmayan "karizmatik bir lider" olarak değerlendirdi. Doder ve Branson onu "şüphecileri entelektüel olarak baştan çıkarabilen, her zaman onları kendi tarafına çekmeye çalışan ya da en azından eleştirilerini köreltmeye çalışan bir büyücü" olarak nitelendirmiştir. McCauley, Gorbaçov'un liderlik döneminin büyük bölümünde sertlik yanlısı Marksist-Leninistler ile liberaller arasında başarılı bir şekilde manevra yaparak "büyük bir taktik beceri" sergilediğini düşünmekle birlikte, kısmen "ayaküstü politika yapmaya yatkın" olduğu için "stratejik, uzun vadeli düşünmekten ziyade taktiksel, kısa vadeli politikada çok daha yetenekli" olduğunu da sözlerine ekledi.
Kişisel eleştirilere karşı duyarlıydı ve kolayca alınabiliyordu. İş arkadaşları, görevlerini yarım bıraktığı için sık sık hayal kırıklığına uğruyorlardı, ve bazen de onun tarafından takdir edilmediklerini ve gözden çıkarıldıklarını hissediyorlardı. Biyografi yazarları Doder ve Branson, Gorbaçov'un "kişisel yaşamında düzene eğilimi olan" bir "püriten" olduğunu düşünüyorlardı. Doder ve Branson, Gorbaçov'un "özünde bir Rus, sadece sınır bölgelerinde yaşayan insanların olabileceği kadar yoğun bir vatansever" olduğunu düşünüyorlardı. Taubman eski Sovyet liderinin "kendini beğenmişlik ve kendini haklı görme duygusu" ile bazı meslektaşlarını rahatsız eden "ilgi ve hayranlık ihtiyacı" olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Gorbaçov'un, ülke içindeki popülaritesinin azaldığı 1990'da, Sovyetler Birliği'nde eleştirildiği bir özellik olan "yurtdışında aslanlaştırılmaya psikolojik olarak bağımlı" hale geldiğini düşünüyordu. McCauley, "onun zayıf yönlerinden birinin eylemlerinin sonuçlarını öngörememesi olduğu" görüşündeydi.
Siyasi görüşü.
Üniversite arkadaşı Zdeněk Mlynář'a göre, 1950'lerin başında "Gorbaçov, o dönemdeki herkes gibi Stalinistti." Ancak Mlynář, diğer Sovyet öğrencilerinin çoğunun aksine Gorbaçov'un Marksizmi sadece "ezberlenmesi gereken diğer tüm önermelerin temeli" olarak görmediğini belirtmiştir. Biyografi yazarları Doder ve Branson, Stalin'in ölümünden sonra Gorbaçov'un "ideolojisinin bir daha asla doktriner olmayacağını", ancak Sovyet sistemine "gerçek bir inanan" olarak kaldığını belirtmişlerdir. Doder ve Branson 1986'daki Sovyetler Birliği Komünist Partisi 27. Kongresi'nde Gorbaçov'un Ortodoks bir Marksist-Leninist olarak görüldüğünü belirtmiş; o yıl biyografi yazarı Zhores Medvedev "Gorbaçov ne liberal ne de cesur bir reformisttir." demiştir.
Gorbaçov'un iktidara geldiği 1980'lerin ortalarında bazı analistler Sovyetler Birliği'nin bir üçüncü dünya ülkesi statüsüne gerilediğini savunuyordu. Bu bağlamda Gorbaçov, Lenin'in Karl Marx ve Friedrich Engels'in yazılarını yaratıcı bir şekilde yorumlayıp 20. yüzyılın başlarındaki Rusya'nın durumuna uyarladığı gibi, Komünist Parti'nin de uyum sağlaması ve yaratıcı düşünmesi gerektiğini savundu. Örneğin, Leninist siyasetin ayrılmaz bir parçası olan dünya devrimi ve burjuvazinin devrilmesi retoriğinin, nükleer savaşın insanlığı yok edebileceği bir çağda çok tehlikeli hale geldiğini düşünüyordu. Siyasi değişimin motoru olarak sınıf mücadelesine olan Marksist-Leninist inançtan uzaklaşmaya başladı, bunun yerine siyaseti tüm sınıfların çıkarlarını koordine etmenin bir yolu olarak gördü. Ancak Gooding'in de belirttiği gibi, Gorbaçov'un önerdiği değişiklikler "tamamen Marksist-Leninist ideolojinin terimleriyle ifade edildi".
Doder ve Branson'a göre Gorbaçov aynı zamanda "yurtiçi askeri masrafları kısmak ve yurtdışına yapılan askeri yardım ve desteği kesmek" istiyordu. Ancak Jonathan Steele, Gorbaçov'un Baltık uluslarının neden bağımsızlık istediğini anlayamadığını ve "özünde bir Rus emperyalisti olduğunu ve olmaya devam ettiğini" savundu. İktidardayken Gorbaçov'un sosyalizmi komünizme giden yolda bir yer olarak değil, kendi içinde bir hedef olarak görmeye başladığını öne sürmüştür.
Gorbaçov'un siyasi görüşü Stavropol'de parti yetkilisi olarak görev yaptığı 23 yıl boyunca şekillenmiştir. Doder ve Branson, genel sekreter olmadan önceki siyasi kariyerinin büyük bölümünde, "kamuya açık olarak ifade ettiği görüşlerinin kişisel felsefesinden ziyade bir siyasetçinin ne söylenmesi gerektiğine dair anlayışını yansıttığı neredeyse kesindir. Aksi takdirde siyasi olarak hayatta kalamazdı." Birçok Rus gibi Gorbaçov da bazen Sovyetler Birliği'nin büyük ölçüde Rusya ile eş anlamlı olduğunu düşünüyor ve çeşitli konuşmalarında onu "Rusya" olarak tanımlıyordu; bir olayda Kiev'de bir konuşma yaparken SSCB'ye "Rusya" dedikten sonra kendini düzeltmek zorunda kalmıştı.
Tarihçi Martin McCauley, perestroyka'nın "anlaşılması zor bir kavram" olduğunu, "zaman içinde gelişen ve sonunda kökten farklı bir anlam ifade eden" bir kavram olduğunu belirtti. McCauley, kavramın başlangıçta Gorbaçov'un işgücünü motive etme ve yönetimi daha etkili hale getirme girişiminin bir parçası olarak "ekonomik ve politik sistemde radikal reform" anlamına geldiğini belirtti. Gorbaçov, ancak bunu başarmaya yönelik ilk önlemlerin başarısız olduğunu anladıktan sonra, devlet sektörü baskın kalsa da piyasa mekanizmalarını ve kooperatifleri oluşturma fikrini dikkate almaya başladı. Siyaset bilimci John Gooding, perestroyka reformları başarılı olsaydı, Sovyetler Birliği'nin "Batılı anlamda demokratik" olmasa da "totaliter kontrolleri daha hafif otoriter kontrollerle yönetileceğini" öne sürdü. Gorbaçov, perestroyka ile mevcut Marksist-Leninist sistemi geliştirmek istedi ancak sonunda onu yok etti. Böylece Sovyetler Birliği'nde devlet sosyalizmine son verdi ve liberal demokrasiye geçişin yolunu açtı.
Siyaset bilimci William Taubman yine de Gorbaçov'un bir sosyalist olarak kaldığını düşünüyordu. Gorbaçov'u "1985'te işlediği (ya da işlemediği) haliyle Sovyet sistemine değil, onun orijinal idealleri olarak gördüğü şeyi yaşama potansiyeline gerçek bir inanan" olarak tanımladı. "Gorbaçov sonuna kadar sosyalizme olan inancını yineledi ve gerçekten demokratik olmadığı sürece bu isme layık olmadığı konusunda ısrar etti" diye ekledi. Sovyet lideri olarak Gorbaçov radikal bir dönüşümden ziyade aşamalı bir reforma inanıyordu; daha sonra bunu "evrimsel yollarla devrim" olarak adlandırdı. Doder ve Branson, 1980'ler boyunca Gorbaçov'un düşüncesinin "radikal bir evrim" geçirdiğini belirtmiştir. Taubman, 1989 ya da 1990'da Gorbaçov'un bir sosyal demokrata dönüştüğünü belirtmiştir. McCauley, en azından Haziran 1991'de Gorbaçov'un Marksizm-Leninizm'den "kendini kurtarmış" bir "post-Leninist" olduğunu öne sürmüştür. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra, yeni kurulan Rusya Federasyonu Komünist Partisi'nin onunla hiçbir ilgisi olmayacaktı. Ancak 2006'da Lenin'in fikirlerine olan inancının devam ettiğini ifade etti: "O zamanlar ona güveniyordum ve hala güveniyorum." "Lenin'in özünün" "kitlelerin yaşayan yaratıcı faaliyetini" geliştirme arzusu olduğunu iddia etti. Taubman, Gorbaçov'un Lenin'le psikolojik düzeyde özdeşleştiğine inanıyordu.
Ölümü.
Mihail Gorbaçov, 30 Ağustos 2022 Salı günü Moskova'da hayatını kaybetmiştir. Moskova Merkez Klinik Hastanesi'ne göre, ölümü "ağır ve uzun süreli bir hastalık" sonrası gerçekleşti. Gorbaçov, Moskova'daki Novodevichy Mezarlığı'na, 1999'da ölen eşi Raisa'nın yanına defnedildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17716",
"len_data": 18956,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.58
}
|
Ronald Wilson Reagan ( ; 6 Şubat 1911 – 5 Haziran 2004), 1981-1989 yılları arasında 40. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı olarak görev yapan Amerikalı siyasetçi ve aktör. Cumhuriyetçi Parti üyesi olan Reagan, Amerikan tarihinin en önde gelen muhafazakâr figürlerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Kuzey Illinois'in küçük kasabalarında büyüyen Reagan, 1932'de Eureka Koleji'nden mezun oldu ve çeşitli bölgesel radyo istasyonlarında spor yorumcusu olarak çalıştı. 1937'de Kaliforniya'ya taşındı ve orada tanınan bir sinema oyuncusu oldu. Reagan, 1947'den 1952'ye ve 1959'dan 1960'a kadar iki kez Sinema Oyuncuları Derneği'nin başkanlığını yaptı. 1950'lerde televizyonda çalıştı ve General Electric için muhabirlik yaptı. Reagan'ın 1964 başkanlık kampanyası sırasında yaptığı "Seçim Zamanı" konuşması onu yeni bir muhafazakâr figür olarak yükseltti. 1966'da Kaliforniya valisi seçildi. Valiliği sırasında vergileri artırdı, eyaletin bütçe açığını fazlaya çevirdi ve İfade Özgürlüğü Hareketi'ne sert baskılar uyguladı. Reagan, 1976 Cumhuriyetçi başkanlık ön seçimlerinde görevdeki başkan Gerald Ford'a meydan okuyup kaybettikten sonra Cumhuriyetçi adaylığı kazandı ve ardından 1980 başkanlık seçimlerinde görevdeki Demokrat başkan Jimmy Carter'a karşı ezici bir zafer kazandı.
Reagan ilk döneminde, stagflasyon döneminde ekonomik deregülasyon ve hem vergilerde hem de devlet harcamalarında kesintileri içeren "Reaganomics"i uyguladı. Silahlanma yarışını kızıştırdı ve Soğuk Savaş politikasını, Richard Nixon tarafından Sovyetler Birliği ile kurulan "yumuşama" politikalarından uzaklaştırdı. Reagan ayrıca 1983 yılında ABD'nin Grenada'yı işgal etmesini emretti. Ayrıca, bir suikast girişiminden kurtuldu, kamu sektörü işçi sendikalarıyla mücadele etti, uyuşturucuya karşı savaşı genişletti ve başkanlığının başlarında ABD'de başlayan AIDS salgınına yanıt vermekte yavaş davrandı. 1984 başkanlık seçimlerinde Carter'ın başkan yardımcısı Walter Mondale'i bir başka ezici zaferle yendi. Reagan'ın ikinci dönemine 1986 Libya bombardımanı, İran-Irak Savaşı, Kontraları finanse etmek için İran'a gizli ve yasadışı silah satışı ve Sovyet lideri Mihail Gorbaçov ile Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması ile sonuçlanan görüşmelerde daha uzlaşmacı bir yaklaşım da dâhil olmak üzere dış ilişkiler damgasını vurdu.
1989'da Reagen, Amerikan ekonomisinde enflasyonun önemli ölçüde düşmesi, işsizlik oranının azalması ve ABD'nin barış dönemindeki en uzun genişleme dönemine girmesiyle başkanlığı bıraktı. Aynı zamanda, vergilerdeki kesintiler ve askeri harcamalardaki artış nedeniyle ulusal borç, 1981'den bu yana neredeyse üç katına çıktı. Reagan'ın politikaları aynı zamanda Soğuk Savaş'ın sona ermesine ve Sovyet komünizminin sona ermesine de katkıda bulundu. Alzheimer hastalığı, Reagan'ın başkanlığı sonrasında fiziksel ve zihinsel kapasitesinin hızla kötüleşmesine ve nihayetinde 2004 yılında ölümüne neden oldu. Tarihçiler ve akademisyenler onu tipik olarak Amerikan başkanları arasında orta ve üst sıralarda göstermişlerdir ve başkanlık sonrası halk tarafından onaylanma oranları genellikle yüksektir.
İlk yılları.
Ronald Wilson Reagan 6 Şubat 1911'de, Illinois eyaletinin Tampico köyünde bulunan ticari bir binanın 2. katındaki apartman dairesinde dünyaya geldi. Nelle Clyde'nin (evlenmeden önceki soyadı:Wilson; 1883–1962) ve Jack Reagan'ın (1883–1941) küçük oğluydu. Jack, ataları Tipperary Kontluğu göçmeni İrlandalı Katolik olan, bir kundura satıcısı ve hikâye anlatıcısıydı. Nelle ise İngiliz, İrlandalı ve İskoç kökenliydi. Reagan'ın ağabeyi, Neil Reagan (1908–1996), reklam yöneticisi oldu
Babası görüntüsünün "şişman küçük Hollandalı"ya benzemesi ve "Hollandalı çocuk" saç kesiminin olmasından dolayı Reagan'a "Hollandalı" lakabını taktı. Lakabı gençliği boyunca ona yapıştı. Reagan'ın ailesi kısa süreliğine Monmouth, Galesburg ve Chicago gibi Illinois'deki birçok kasaba ve şehirde yaşadı. 1919'da Tampico'ya geri döndüler. Dixon'a temelli yerleşmelerine kadar H. C. Pitney Variety Mağazası'nın üst katında yaşadılar. Reagan başkan seçildikten sonra, Beyaz Saray'ın özel bölgelerinin üst katında oturuyordu ve "yine bir mağazanın üzerinde yaşadığını" söylüyordu.
Dini.
Ronald Reagan annesine "her zaman insanın en iyisini bulmayı bekledim ve genellikle de buldum." yazdı. Annesi Mesih'in Havarileri kilisesine düzenli olarak giderdi. Orada aktif ve çok etkiliydi. Sık sık Pazar okulu hizmetlerine liderlik yapar ve bu hizmetler sırasında cemaate İncil okumaları verirdi. Duanın gücüne inanan sağlam bir inanç sahibi olarak, kilisede ibadet toplantıları yürütür ve papaz şehir dışındayken hafta ortasında dualardan sorumlu olurdu. Annesi ayrıca Sosyal İncil hareketine de bağlıydı. Annesinin kiliseye olan güçlü bağlılığı oğlu Ronald'ın babası gibi Katolik olmak yerine Protestan Hristiyan olmasına tesir etti. Ronald ayrıca annesinin kendi inançlarını güçlü bir şekilde etkilediğini de belirtti: "Annemin o inancı bana çok derinden aşıladığını biliyorum." Reagan kendini yeniden doğmuş bir Hristiyan olarak tanımlardı.
Reagan'ın özellikle insanların iyiliğine karşı güçlü bir inancı vardı. Bu inancın kaynağı, annesinin iyimserlik inancı ve Mesih'in Havarileri inancı ile 1922'de vaftiz edilmesiydi. Afroamerikan sivil haklar hareketinin çok öncesinde, o dönem için Reagan'ın ırkçılığa karşı çıkması olağandışıydı. Kolej futbol takımı ile yerel bir otelde kalırken iki siyahi takım arkadaşının orada kalmasına izin verilmedi. Bunun üzerine Reagan onları Dixon'dan 24 km uzaktaki ailesinin evine davet etti. Annesi de arkadaşlarını bir gece kalmaya ve ertesi sabah kahvaltı etmeye davet etti.
Babası Katolik mirası gereği anti-semitizm ve siyah karşıtı olmasından dolayı Ku Klux Klan'a şiddetli bir şekilde karşıydı. Reagan tanınmış bir oyuncu olduktan sonra, II. Dünya Savaşı sırasında ırksal eşitlik lehine konuşmalar yapardı.
Gençliği ve oyunculuk kariyeri.
1911 yılında, Nelle Wilson Reagan ve bir kundura satıcısı olan John Reagan'ın ikinci oğlu olarak Tampico'da (Illinois) dünyaya geldi. Eureka College'den 1932 yılında mezun olan Reagan, Iowa'da radyo spor spikeri olarak çalışmaya başladı. 5 yıl boyunca radyoda spiker olarak çalıştıktan sonra, 1937 yılında ilk filmi "Love Is on the Air" de rol aldı. İzleyen yıllarda aralarında "Dark Victory" (1939; Ölüme Kadar), "Kings Row" (1942), "The Hasty Heart" (1950; Aceleci Kalp) ve "Hellcat of the Navy" (1957; Kahraman Denizciler) bulunduğu yaklaşık 50 filmde rol aldı. "Casablanca" (1942) filmi çekilirken, Humphrey Bogart'ın rolü için ilk önce Reagan düşünülmüştür.
Amerikan Hava Kuvvetleri için 1942-1945 yılları arasında eğitim filmleri yapan Reagan, 1947-52 ve 1959-60 arasında Sinema Oyuncuları Loncası'nın başkanlığını yaptı. Bu sırada komünist görüşlü olduğu ileri sürülen sanatçılara karşı yürütülen kampanyada etkin rol oynadı. 1940'lı yıllarda eşi Jane Wyman'yle birlikte Federal Soruşturma Bürosu'na (FBI) gizlice muhbirlik yaparak sinema endüstrisinde komünist olduğuna inandığı pek çok kişiyi ihbar etti.
Siyasi kariyeri.
Hollywood'da siyasete gireceğinin işaretlerini veren Reagan, hep Demokrat Parti'ye yakınlığıyla bilindi. Ancak 1962'de Cumhuriyetçi Parti'ye geçti ve ünlü Hollywood yıldızlarının aleyhteki propagandasına rağmen 1966'da Kaliforniya valisi seçildi. 1970'te aynı göreve ikinci kez seçildi.
1968 ve 1976'daki iki başarısız girişimin ardından 1980'de Cumhuriyetçilerin rakipsiz başkan adayı olmayı başardı. Tutucu görüşlerle geleneksel Amerikan değerlerini iyimser bir bakış açısıyla savunduğu başarılı bir seçim kampanyasının sonunda, rakibi Jimmy Carter karşısında oyların yüzde 51'ini alarak başkanlığa seçildi. 69 yaşında başkan olarak ABD tarihinde seçilen en yaşlı başkan olarak bir ilki de gerçekleştirdi.
Başkanlığı.
Yemin ettiği gün, İran rehine krizinin çözülmesi, iki ay sonra ise John Hinckley, Jr. tarafından düzenlenen suikast girişiminden ağır yaralı olarak kurtulması, Hollywood'dan kalma "kahraman" imajını pekiştirmesine neden oldu.
İç politika.
Ekonominin arz yanına öncelik veren iktisat politikalarını benimseyen Reagan, vergileri düşürürken aynı anda askeri harcamaların artırılmasını ve savunma dışı harcamaların büyük ölçüde kısılmasını önerdi. Bu doğrultudaki politikalar sonucunda enflasyon yüzde 3,5 oranında düşerken, 1982'de yaşanan durgunluktan sonra büyüme hızı oldukça düşük kaldı ve vergi indirimleri büyük bütçe açıklarına yol açtı. 1981-86 döneminde iç borçlar iki katına çıktı. Askeri harcamalarla delinen bütçeyi, sosyal güvenlik sistemi yükünü devletin omuzlarından kaldırarak dengeleyen Reagan, Ulusal Havacılık İdaresi'ne karşı Ağustos 1981'de greve giden 11 binden fazla hava trafik kontrolörünü işten çıkardı.
Sandra Day O'Connor'ı, Yüksek Mahkeme'nin ilk kadın yargıcı olarak atadı.
1984'te Demokrat Parti'nin başkan adayı Walter Mondale karşısında yeniden başkanlığa adaylığını koyan Reagan, halkla iletişim kurmadaki yeteneğinin de yardımıyla Mondale karşısında oyların yüzde 59'unu alarak ezici bir zafer kazandı ve ikinci kez başkan oldu. Aktörlük deneyimi olan Reagan, karizması, espri anlayışı, zarif, iyimser ve neşeli görünümüyle TV'den halka hitap ederken doğrudan gözlerin içine bakarak kitleyi çok iyi yakalıyordu.
Dış politika.
Vietnam Savaşı'nda uğranılan yenilgiden sonra liderliğinden büyük kuşku duyulmaya başlanan ABD, Üçüncü Dünya'da çok toprak ve güç kaybetmişti. Reagan'ın seçilmesi seçkin sağcılar için bunları geri alma fırsatı olmuştu. Reagan başkanlığı sırasında ABD tarihinin savaş dönemleri dışındaki en büyük askeri girişimini başlattı. 1983'te ortaya attığı, pek çok kimse tarafından ütopya veya fantezi olarak nitelenen ve ana akım medya tarafından "Yıldız Savaşları" olarak adlandırılan Stratejik Savunma Girişimi (SDI) adıyla bilinen tartışmalı program çerçevesinde, ABD'de stratejik bir savunma sisteminin kurulmasını önerdi.
Dış ilişkilerde komünizm karşıtı katı bir tutum benimseyerek "Kötülük İmparatorluğu" adını taktığı Sovyetler Birliği'yle yürütülen silah indirimi görüşmelerine büyük bir ihtiyat ve isteksizlikle yaklaştı. Buna rağmen, 1985'te iktidara gelen SSCB lideri Mihail Gorbaçov'la beklenmedik bir yakınlık kurdu, 1988'deki Reagan-Gorbaçov zirvesi orta menzilli nükleer füzelerin sınırlandırılmasını öngören Orta Menzilli Nükleer Füzeler Anlaşması'nın imzalanmasıyla sonuçlandı.
Lübnan İç Savaşına müdahale etmesinin karşılığını Ekim 1983'te 250 deniz piyadesinin öldürüldüğü bombalı saldırıyla aldı. Reagan döneminde dış politika alanında yaşanan başlıca olaylardan biri de Amerikan birliklerinin Marksist hükûmeti devirmek amacıyla 1983'te Grenada'yı işgal etmesi oldu.
Vietnam Savaşı'ndan alınan dersle ABD liderleri doğrudan askeri müdahaleler yerine kontrgerilla doktrinlerini deneme çabalarını ve isyanları büyük Amerikan güçleri kullanmadan bastırmayı tercih ettiler. Reagan döneminde Latin Amerika ülkelerine karşı müdahaleler 300 bin kişinin hayatını kaybettiği çatışmaların yaşandığı Nikaragua ile sınırlı kalmadı. 1977'de ABD'nin sağcılara 3 milyar doları bulan yardım sağladığı El Salvador'daki iç savaşta 50.000 sivil öldü.
İran İslam Devrimi'nin ardından başlayan ve 1980-1988 arasında süren İran-Irak Savaşı, Reagan'ın dış politika gündemini uzun bir süre bu bölgeye endekslemesine neden oldu. ABD kanlı İran-Irak Savaşı sırasında iki tarafı da destekledi. Reagan 1983'te Irak lideri Saddam Hüseyin'e Amerikan desteği konusunda güvence vermek için Donald Rumsfeld'i özel bir heyetle Bağdat'a gönderdi. Ticaret Komitesi'nin izniyle Amerikan şirketleri Irak'a şarbon ve böcek ilaçları gönderdi. Irak hükûmeti sonradan şarbonu biyolojik silah programında böcek ilaçlarını ise kimyasal silah yapımında kullandı.
1986 sonlarında yönetiminin, Kongre'nin kararlarına aykırı olarak İran yanlısı teröristlerce Beyrut'ta rehin tutulan Amerikalıların kurtulmasını sağlamak amacıyla İran'a silah gönderdiği ortaya çıktı. 'İran-gate' (İran-Kontra skandalı) diye tarihe geçen ve Reagan yönetimini sarsan bu uygulama ABD hükûmetinin açıkça ilan ettiği teröristlerle pazarlık etmeme politikası ile çelişiyordu.
Bundan kısa süre sonra, Beyaz Saray'a danışmanlık yapan Ulusal Güvenlik Konseyi'nin bazı üst düzey görevlilerinin, İran'a gönderilen silahlardan elde edilen paranın bir bölümünün Nikaragua'daki Marksist Sandinista hükûmetine karşı çarpışan ABD desteğindeki contra'lara aktardıkları anlaşıldı. Satışı düzenlediği gerekçesiyle Yarbay Oliver North görevden alındı, Amiral John Poindexter istifa etti. Reagan'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Robert McFarlane ise intihara kalkıştı. Komisyon raporu Reagan'ın bağlantısını asla kanıtlayamadı ancak 'Amerikan halkına yalan söylemekle' itham etti. Skandalın büyümesi üzerine Ronald Reagan bir televizyon konuşması yaparak olayın varlığını inkâr etti. 13 Kasım 1987 tarihinde, Reagan tekrar bir televizyon konuşması yaparak İran'a silah satışı yapıldığını doğruladı fakat bunun rehinelerin kurtarılması amacına yönelik olarak yapılmadığını belirtti. Bu gelişmeler Kongre'de ciddi rahatsızlıklara yol açarken, emrindekilerin çevirdiklerini kavramakta yetersiz, kontrol etmekteyse daha da yetersiz olduğu ortaya çıkan Reagan'ın popülaritesi ve saygınlığı önemli ölçüde darbe aldı.
Almanya'nın başkenti Berlin'de, 1986'da bir diskoteğe yapılan bombalı saldırıda 2 Amerikan askeri ve 1 Türk kadının ölmesi üzerine, ABD savaş uçakları, Libya'nın Trablus ve Bingazi şehirlerini bombaladı.
İkinci başkanlık döneminin dolmasının ardından Ocak 1989'da, anayasaya göre tekrar başkan adayı olamadığı için emekliye ayrıldı. Yerine, kendisinin Başkan Yardımcılığı'nı yapan Cumhuriyetçi Parti adayı George H. W. Bush Başkan seçildi. Böylece, II. Dünya Savaşının bitmesinden bu yana ilk defa (ve şimdiye kadar tek defa) ABD'de aynı partinin adayı üç defa üst üste Başkan seçilmiş oldu.
Soğuk Savaş'ın Washington lehine sonuçlanması ona "SSCB'yi dağıtan lider" unvanını kazandırdı. Birçok siyasetçiye göre Reagan, Gorbaçov'a, Sovyetlerin sonunun gelmesi için yardımcı olmuştu. Reagan'ın savunma proje ve harcamalarına 'nefesi yetmeyen' SSCB'nin 'oyundan çekildiği' yorumları yapılmaya başladı. Uzmanlara göre 'selefi'nin Sovyet politikasını aynen uygulayan Bush da 'Reagan'ın ektiğini biçti' ve SSCB Aralık 1991'de resmen dağıldı.
Dünya tarihinde sağ politikalara yeni bir nefes getiren Ronald Reagan, ABD'yi bir muhafazakâr kalesine dönüştürme tutkusuyla eşsiz bir başkan olmuştur. Bu özelliğini, Arjantin'le yaşanan Falkland Adaları savaşında destek verdiği dönemin Britanya Başbakanı Margaret Thatcher ile de paylaştı.
Ölümü.
5 Kasım 1994'te Alzheimer teşhisi konulan Ronald Reagan, bir daha hiç halk arasına karışmadı. 5 Haziran 2004 tarihinde Los Angeles'in Bel Air semtindeki evinde 93 yaşında zatürreden öldü. Reagan tam istediği gibi Los Angeles'ta başkanlık kütüphanesi yakınında tam güneş batarken toprağa verildi.
Özel yaşamı.
26 Ocak 1940 tarihinde aktris Jane Wyman evlendi, 9 yıl süren evlilik, boşanmayla sonuçlandı. İkinci evliliğini 4 Mart 1952 tarihinde yine bir aktrisle, Nancy Davis'le yapan Reagan'ın, iki evliğinden biri üvey toplam beş çocuğu oldu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17717",
"len_data": 14989,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.62
}
|
Tam adı; Ebul'l Hüseyn Muhammed İbni Ahmed İbni Cübeyr El-Kinani (d. 1145 - ö. 1217). Orta Çağ Endülüs asıllı şair ve yazar olarak ün yapmıştır, 539 yahut 540/1144 veya 1145 yılında İspanya'nın Valensiya veya Hatib şehrinde dünyaya geldi. Eldeki kaynaklara göre 740 yılında İspanya'ya gelen arap kabilelerinden birine mensuptu. Babasının kültürlü ve üst düzey bir devlet memuru olduğu, kendisinin de bir süre Muvahhidler'den bir emirin sekreterliği ile Granada valisinin nezdinde kâtiplik yaptığı bilinmektedir.
1 Şubat 1183'te hacca gitmek üzere Granada'dan yola çıktı Ceuta ve İskenderiye üzerinden Kahire ve oradan yukarı Nil'deki Kus'a kadar dolaştı, yolculuğunu çöl üzerinden Ayzab, Kızıl Deniz, Cidde oradan Mekke'ye geçti. Mekke'de sekiz ay kaldı. Daha sonra Medine'ye geçti burada da bir süre kaldıktan sonra bir kervana katılarak çöl üzerinden Bağdat, Musul ve Kuzey Suriye'yi dolaşıp, Halep üzerinden Şam'a geçti. Orada iki ay kaldıktan sonra Kudüs Krallığı'na gitmek için yola çıktı, Sur ("Tyre")dan Ceneviz gemisi ile Akka'ya gitti. 1184 yılında zor şartlarla Messina'ya ulaştı. Hava şartlar yüzünden bir süre Mesina'da kaldı ve 25 Nisan 1185'te Granada'ya döndü. İbni Cübeyr'in yolculuğu sırasında ona arkadaşı doktor Ebü Cafer Ahmet el-Kuday eşlik etti.
İbn-i Cübeyr daha sonra 1189-1191 yıllarında ikinci bir hac yolculuğuna çıktı. Bu seyahat ile ilgili detaylı bilgi yoktur. Arkasından 1217 yılında üçüncü bir hac yolculuğuna daha çıktı ve bu seyahatinde İskenderiye'den ilerisine gidemedi ve orada öldü.
Eserleri.
Endülüs'ten Kutsal Topraklara [Seyahatname]
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17719",
"len_data": 1574,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.21
}
|
Altın oran, matematikte iki miktardan büyük olanın küçüğe oranı, miktarların toplamının miktarları büyük olanına oranı ile aynı ise altın orandır. Altın oran aynı zamanda antik çağdan bu yana sanat ve mimaride en iyi uyum ve oranları veren düzen bağıntısı olarak kabul edilmekteydi.
Bir doğru parçasının |AB| altın oran'a uygun biçimde iki parçaya bölünmesi gerektiğinde, bu doğru öyle bir noktadan (C) bölünmelidir ki; küçük parçanın |AC| büyük parçaya |CB| oranı, büyük parçanın |CB| bütün doğruya |AB| oranına eşit olsun.
Altın oran, pi (π) gibi irrasyonel bir sayıdır ve ondalık sistemde yazılışı; 1,618033988749894...'tür. Bu oranın kısaca gösterimi: formula_1 dir. Altın oranın ifade edilmesi için kullanılan sembol, Fi yani φ'dir.
Tarihçe.
Altın oran, matematikte ve fiziksel evrende ezelden beri var olmasına rağmen, insanlar tarafından ne zaman keşfedildiğine ve kullanılmaya başlandığına dair kesin bir bilgi mevcut değildir.
Öklid (M.Ö. 365 – M.Ö. 300), "Elementler" adlı tezinde, bir doğruyu 1.6180339... noktasından bölmekten bahsetmiş ve bunu, bir doğruyu "ekstrem ve önemli oranda" bölmek diye adlandırmıştır. Mısırlılar Keops Piramidi'nin tasarımında hem pi hem de Fi oranını kullanmışlardır. Yunanlar, Parthenon'un tüm tasarımını altın orana dayandırmışlardır. Bu oran, ünlü Yunan heykeltıraş Phidias tarafından da kullanılmıştır. Leonardo Fibonacci adındaki İtalyan matematikçi, adıyla anılan sayı dizisinin olağanüstü özelliklerini keşfetmiştir. Leonardo da Vinci, 1509'da Luca Pacioli'nin yayımladığı İlahi Oran adlı bir çalışmasına resimler vermiştir. Bu kitapta Leonardo da Vinci tarafından yapılmış "Five Platonic Solids" (Beş Platonik Cisim) adlı resimler bulunmaktadır. Bunlar, bir küp, bir Tetrahedron, bir Dodekahedron, bir Oktahedron ve bir Ikosahedronun resimleridir. altın oranın Latince karşılığını ilk kullanan muhtemelen Leonardo da Vinci'dir. Rönesans sanatçıları altın oranı tablolarında ve heykellerinde denge ve güzelliği elde etmek amacıyla sıklıkla kullanmışlardır. Örneğin Leonardo da Vinci, "Son Akşam Yemeği" adlı tablosunda, İsa'nın ve havarilerin oturduğu masanın boyutlarından, arkadaki duvar ve pencerelere kadar altın oran'ı uygulamıştır. Güneş etrafındaki gezegenlerin yörüngelerinin eliptik yapısını keşfeden Johannes Kepler (1571-1630), altın oran'ı şu şekilde belirtmiştir: "Geometrinin iki büyük hazinesi vardır; biri Pisagor teoremi, diğeri, bir doğrunun altın orana göre bölünmesidir." Bu oranı göstermek için, Parthenon'un mimarı ve bu oranı resmen kullandığı bilinen ilk kişi olan Phidias'a ithafen, 1900'lerde Yunan alfabesindeki Fi harfini Amerikalı matematikçi Mark Barr kullanmıştır. Aynı zamanda Yunan alfabesindekine karşılık gelen F harfi de, Fibonacci'nin ilk harfidir.
Matematik.
Geometri.
Altın Spiral.
Altın spiral aşağıdaki şekilde açıklanabilir;
Bir kareyi tam ortasından iki eşit dikdörtgen oluşturacak şekilde ikiye bölelim.
Dikdörtgenlerin ortak kenarının, karenin tabanını kestiği noktaya pergelimizi koyalım.
Pergelimizi öyle açalım ki, çizeceğimiz daire, karenin karşı köşesine değsin, yani yarı çapı, bir dikdörtgenin köşegeni olsun.
Sonra, karenin tabanını, çizdiğimiz daireyle kesişene kadar uzatalım.
Yeni çıkan şekli bir dikdörtgene tamamladığımızda, karenin yanında yeni bir dikdörtgen elde etmiş olacağız.
Karenin taban uzunluğun (A) İşte bu yeni dikdörtgenin taban uzunluğuna (B) oranı altın oran'dır. Büyük dikdörtgenin taban uzunluğunun (C) Karenin taban uzunluğuna (A) oranı da altın oran'dır. A / B = C / A = Altın oran ≈ 1.6180339...
Elde ettiğimiz bu dikdörtgen ise, bir altın dikdörtgendir. Çünkü uzun kenarının, kısa kenarına oranı 1.6180339... dur, yani altın orandır.
Artık bu dikdörtgenden her bir kare çıkardığımızda elimizde kalan, bir altın dikdörtgen olacaktır.
İçinden defalarca kareler çıkardığımız bu altın Dikdörtgen'in karelerinin kenar uzunluklarını yarıçap alan bir çember parçasını her karenin içine çizersek, bir altın Spiral elde ederiz.
Bu karelerin kenar uzunlukları sırasıyla Fibonacci sayılarını verir.
Pentagon.
φ'yi göstermenin bir yolu da, basit bir beşgen kullanmaktır. Yani, birbiriyle beş eşit açı oluşturarak birleşen beş kenar. Basitçe φ herhangi bir köşegenin herhangi bir kenara oranıdır.
AC / AB = φ ≈ 1.618
Beşgenin içine ikinci bir köşegen ([BD]) çizelim. AC ve BD birbirlerini O noktasında keseceklerdir.
Böylece her iki çizgi de, bir noktadan ikiye bölünmüş olacaktır ve her parça diğeriyle φ oranı ilişkisi içindedir. Yani AO / OC = AC / AO = DO / OB = BD / DO = φ. Bir diğeri ile bölünen her köşegende, aynı oran tekrarlanacaktır.
Bütün köşegenleri çizdiğimiz zaman ise, beş köşeli bir yıldız elde ederiz.
Bu yıldızın içinde, ters duran diğer bir beşgen meydana gelir (yeşil). Her köşegen, başka iki köşegen tarafından kesilmiştir ve her bölüm, daha büyük bölümlerle ve bütünle, altın oranı korur. Böylece, içteki ters beşgen, dıştaki beşgenle de altın oranlıdır.
Bir beşgenin içindeki beş köşeli yıldız, pentagram diye adlandırılır ve Pythagoras'ın kurduğu antik Yunan Matematik Okulu'nun sembolüdür.
Bir beşgenin köşegenlerini birleştirdiğimizde, iki değişik altın üçgen elde ederiz. Mavi üçgenin kenarları tabanı ile ve kırmızı üçgenin tabanı da kenarı ile altın oran ilişkisi içerisindedir.
Aşağıda pentagramın altın oranlı öz-benzerliği (fraktal) görülmekte.
Fibonacci dizisi ilişkisi.
Fibonacci dizisi ile altın oran arasında bir ilişki vardır. Dizideki ardışık iki sayının oranı, sayılar büyüdükçe altın orana yaklaşır.
Doğada altın oran.
Altın sarmalın, doğada ayçiçeği, ananas, kozalak gibi bitkilerde ve notilusların kabuğunda bulunduğu iddia edilir. Bilindiği kadarıyla neredeyse hiçbir notilusun kabuğu altın orana uymaz. Altın oranın doğadaki yansımaları, diğer pek çok alanda olduğu gibi abartılmıştır.
Mimari.
Keops piramidi.
Yandaki diagram, Altın Oran'ın bir çember yarıçapı üzerinde nasıl bulunabileceğini gösterir. Kenar uzunluğu dairenin yarıçapına eşit olan FCOG karesinin FC kenarının orta noktası olan T'den GO kenarının orta noktası olan A'ya dik çizilen bir çizgi ile ikiye bölünmesinden elde edilen TCOA dikdörtgeninin köşegenini (AC) bir ikizkenar üçgenin kenarlarından biri olarak kabul edip ABC üçgenini oluşturursak, üçgenin yüksekliğini 1 kabul ettiğimizde (ki bu dairenin yarıçapıdır), OG/OB=GB/OG=1,618034 ve COB üçgeninin OB=GB-OG=1,618034-1=0,618034 olur.
Bir trigonometrik cetvelden baktığımızda, OCB açısının 31"43' ve dolayısıyla OBC açısınında 58"17' olduğunu buluruz. Yukarıdaki diyagram önemini korumak şartıyla bizi başka bir konstrüksiyona götürür ki, bu belki de Mısır'lı rahiplerce çok daha önemli bulunmuş olabilir.
Yandaki diagramda, üçgenin dik açıya ortak kenarlarından biri yine yarıçapın 0.618034'üdür fakat bu defa 1'e yani yarıçapa eşit olan komşu kenar değil, hipotenüstür. Yine bir trigonometrik tablo yardımıyla, 0.618034'ün karşı açısının 38"10' ve diğer açının da 51"50' olduğunu görürüz. Pisagor Teoremini kullanarak, OD kenarının uzunluğunun da yarıçapın 0.78615'i olduğu görülür.
Bu konstrüksiyonda onu özel yapan iki önemli nokta vardır. Birincisi; ED kenarının uzunluğu (0.618034) OD kenarının uzunluğuna (0.78615) bölünürse sonuç OD kenarının uzunluğuna (0.78615) eşit çıkmaktadır. Trigonometrik ilişkiler açısından bu şu anlama gelmektedir: 38"10' un tanjantı (karşı kenar ÷ komşu kenar), 38"10' un cosinüsüne (komşu kenar ÷ hipotenüs) eşittir. Tersi, 51"50' nin kotanjantı, 51"50' nin sinüsüne eşittir.
İkinci ve belki en önemli husus: OD kenar uzunluğu (0.78615) 4 ile çarpıldığında 3.1446 yı verir ki bu, hemen hemen Pi'ye (3.1416) eşittir. Bu buluş, 38"10' açıya sahip bir dik üçgenin Pi oranı ile altın oran fenomeninin çok özel ve ilginç bir kesişimini kapsadığını ortaya koymaktadır.
Kadim Mısır Krallığı döneminin rahipleri bu üçgenin özelliklerinden haberdar mıydılar? Bu diagram Keops piramidinin dış hatlarını göstermektedir. Bilinçli olarak ya da değil, bu piramit 38"10' lık bir üçgeni ihtiva edecek biçimde inşa edilmiştir. Yüzeyinin eğimi, çok kesin bir şekilde yerle 51"50' lık açı yapmaktadır. Bu piramit kesitini bir önceki ile kıyaslarsak, BC uzunluğunun yarıçapın 0.618034'ü olduğunu, AB uzunluğunun 0.78615 olduğunu ve AC uzunluğunun 1 yani yarıçap olduğunu görebiliriz.
Keops Piramidi'nin gerçek ölçüleri şöyledir (feet ölçüsünden metreye çevrilmiştir): AB=146.6088m BC=115.1839m AC=186.3852m).
Bu XXX noktadan itibaren işler biraz karmaşık ama çok çok ilginç bir hale gelmektedir.
Görüleceği gibi, BC uzunluğu, piramitin kenar uzunluğunun yarısıdır. Bu nedenle piramitin çevresinin uzunluğu BC x 8 dir. Yani piramitin relatif çevresi 0.618034 x 8 = 4.9443 dür. Yine piramitin relatif yüksekliği 0.78615 in bir çemberin yarıçapı olduğu farzedilirse bu çemberin uzunluğu (çevresi) yine 4.9443 olacaktır.
Bu beklenmedik uyum şu şekilde gerçekleşmektedir:
1)38"10'lık üçgene gore 0.618034 ÷ 0.78615 = 0.78615 dir (yukarıda bahsedilmişti). Demek ki, 8 x 0.618034 olarak belirlenen piramit çevresi 8 x 0.78618 x 0.78615 şeklinde de gösterilebilir.
2)Yine yukarıda, 4 x 0.78615 in Pi (π) ye çok yakın bir değer verdiğini söylemiştik. Demek ki 2Π' nin de 8 x 0.78615 e çok yakın bir değer olduğu görülür. Böylelikle, yarıçapı 0.78615 olan bir dairenin çevresi şu şekilde ifade edilebilir: C=formula_2= (8 x 0.78615) x 0.78615
Bundan şu sonuç çıkmaktadır: Keops piramidi, yatay bir düzlem üzerinden ölçüm yapıldığında sahip olduğu kare şeklindeki çevre uzunluğunun aynına, düşey bir düzlem üzerinde yapılan ölçümde de bu defa daire şeklinde olmak üzere sahiptir.
Keops Piramidi'nin gerçek taban kenar uzunluğunun (230.3465m) 8 katı ya da çevre uzunluğunun iki katı, boylamlar arasındaki 1 dakikalık açının ekvatordaki uzunluğunu vermektedir. Piramitin kenar uzunluğunun, ekvatordaki 1 dakikalık mesafenin 1/8 ine eşit olması ve piramit yüksekliğinin 2 nin 1/8 ine eşit olması korelasyonunu irdelememiz, örneklemeyi evrensel boyutlara taşıdığımızda, dünya ile evrenin Pi ve altın oran sabitlerinin ilişkilerini algılamada küçük bir girişim, samimi bir başlangıç sayılabilir.
Şunu akılda tutmak gerekir ki; piramitin kenar uzunluğunun 230.3465m olması tamamen tesadüf de olabilir. Fakat karşılıklı ilişkiler yenilerini doğuruyor ve bunlara yenileri ekleniyorsa, bu korelasyonların kasti düzenlenmiş olduğu ihtimali de ciddi olarak dikkate alınmalıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17720",
"len_data": 10257,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.94
}
|
Dwight David Eisenhower (14 Ekim 1890 – 28 Mart 1969), lakabıyla "Ike", 1953'ten 1961'e kadar 34. Amerika Birleşik Devletleri başkanı olarak görev yapan Amerikalı asker ve siyasetçi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa'daki Müttefik Seferi Kuvvetler Yüksek Komutanı olarak görev yaptı ve Ordu Generali olarak beş yıldızlı rütbeye ulaştı. Eisenhower, 1942 ile 1943 yılları arasında Kuzey Afrika'daki Meşale Harekâtı ve 1944'teki Normandiya Çıkarması'nı planlayıp yönetti.
Eisenhower, Denison, Teksas'ta doğdu ve Abilene, Kansas'ta büyüdü. Ailesinin güçlü bir dini geçmişi vardı ve annesi Yehova Şahidi oldu. Ancak Eisenhower, 1952'ye kadar herhangi bir örgütlü kiliseye üye olmadı. 1915'te Amerika Birleşik Devletleri Kara Harp Okulu'ndan mezun oldu ve daha sonra Mamie Doud ile evlenerek iki oğulları oldu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa'da görev yapma talebi reddedildi ve bunun yerine tank mürettebatını eğiten bir birliğe komuta etti. Savaşlar arasında ABD ve Filipinler'de kurmay pozisyonlarında görev yaptı ve ABD'nin 1941'de İkinci Dünya Savaşı'na girmesinden kısa bir süre önce tuğgeneral rütbesine ulaştı. Daha sonra terfi alarak Kuzey Afrika ve Sicilya'nın Müttefik işgallerini yönetti ve ardından Fransa ve Almanya'nın işgallerini denetledi. Avrupa'da savaş sona erdikten sonra, Almanya'da Amerikan işgal bölgesinin askeri valisi (1945), Ordu Genelkurmay Başkanı (1945-1948), Columbia Üniversitesi rektörü (1948-1953) ve NATO'nun ilk Yüksek Komutanı (1951-1952) olarak görev yaptı.
1952'de Eisenhower, NATO'ya karşı çıkan Senatör Robert A. Taft'ın izolasyonist dış politikalarını engellemek için Cumhuriyetçi Parti'den başkanlık yarışına girdi. Eisenhower, hem 1952 hem de 1956 seçimlerini Adlai Stevenson II'yi büyük farkla yenerek kazandı. Görevdeki ana hedefleri, komünizmin yayılmasını engellemek ve federal bütçe açıklarını azaltmaktı. 1953'te, Kore Savaşı'nı sona erdirmek için nükleer silah kullanmayı düşündü ve ateşkes hızla sağlanmazsa Çin'i nükleer saldırı ile tehdit etti. Çin bunu kabul etti ve halen yürürlükte olan Panmunjom Ateşkes Antlaşması imzalandı. Nükleer caydırıcılığı öncelik haline getiren Yeni Bakış politikası, "daha düşük maliyetli" nükleer silahlara öncelik verip pahalı Ordu birliklerine ayrılan fonları azalttı. Harry S. Truman'ın Tayvan'ı Çin'in meşru hükûmeti olarak tanıma politikasını sürdürdü ve Formosa Kararı'nın Kongre'de onaylanmasını sağladı. Yönetimi, Birinci Çinhindi Savaşı'nda Fransızların Vietnamlı Komünistlerle savaşmasına yardımcı olmak için büyük yardım sağladı. Fransızlar ayrıldıktan sonra, yeni Güney Vietnam devletine güçlü mali destek verdi. İran ve Guatemala'da kendi yönetimi tarafından düzenlenen ve rejimi değiştiren askeri darbeleri destekledi. 1956'daki Süveyş Krizi sırasında İsrail, İngiltere ve Fransa'nın Mısır'ı işgalini kınadı ve onları geri çekilmeye zorladı. Ayrıca 1956 Macar Devrimi sırasında Sovyet işgalini de kınadı ancak hiçbir eylemde bulunmadı. 1958 Lübnan krizi sırasında 15,000 asker görevlendirdi. Görev süresinin sonuna doğru, Sovyetler Birliği üzerinde bir ABD casus uçağının düşürülmesi üzerine Sovyet lideri Nikita Kruşçev ile yapacağı zirve toplantısı iptal edildi. Eisenhower, Domuzlar Körfezi Çıkarması'nı onayladı; bu operasyonu John F. Kennedy devralıp uyguladı.
İç politikada Eisenhower, New Deal kurumlarını devam ettiren ve Sosyal Güvenliği genişleten ılımlı bir muhafazakâr profili çizdi. Gizlice Joseph McCarthy'ye karşı çıktı ve yürütme ayrıcalığını açıkça kullanarak McCarthycilik'in sona ermesine katkı sağladı. 1957 tarihli Medeni Haklar Yasası'nı imzaladı ve Little Rock, Arkansas’taki okulları birleştiren federal mahkeme emirlerini uygulamak için Ordu birliklerini gönderdi. Yönetimi, Amerikan tarihinin en büyük karayolu inşaatı olan Eyaletlerarası Karayolu Sistemi'nin geliştirilmesi ve inşasını üstlendi. 1957 yılında Sovyetlerin Sputnik'i fırlatmasının ardından Eisenhower, NASA'nın kurulması ve Ulusal Savunma Eğitim Yasası aracılığıyla daha güçlü, bilim temelli bir eğitimin oluşturulmasını içeren Amerikan tepkisine öncülük etti. Sovyetler Birliği, kendi uzay programını güçlendirmeye başlayarak Uzay Yarışı'nı kızıştırdı. Onun iki dönemi, 1958'deki küçük bir durgunluk dışında eşi benzeri görülmemiş bir ekonomik refaha sahne oldu. Veda konuşmasında, özellikle bütçe açığı harcamaları ve “askeri-endüstriyel kompleks” olarak adlandırdığı özel askeri üreticilerle yapılan hükûmet sözleşmeleri olmak üzere büyük askeri harcamaların tehlikelerine ilişkin endişelerini dile getirdi. Başkanlığına ilişkin tarihsel değerlendirmeler onu Amerikan başkanları arasında üst sıralara yerleştirmektedir.
İlk yılları ve eğitimi.
Dwight Eisenhower, yoksul bir ailenin yedi oğlundan üçüncüsüydü. Alman asıllı ailesi 18. yüzyılın ortalarında Kuzey Amerika'ya göç etmiş, ilk önce Pensilvanya'ya daha sonra Kansas'a yerleşmişti. Eisenhauer olan asıl adları Eisenhower olarak İngilizceleşti. Güçlü bir dinsel gelenek içinde yetişti ve küçük yaşta çalışmaya başladı. Eisenhower, ortaöğrenimini 1909'da tamamladıktan sonra West Point'teki ABD Askerî Akademisi'ne girdi (1911). Ailesi militarizme karşı olmasına rağmen, Eisenhower'ın West Point'i tercih etmesine karşı çıkmayıp destekledi. Güçlü bir atlet olarak girdiği yarışmalarda ödüller aldı, ancak dizindeki sakatlık nedeniyle spor kariyeri sona erdi. İyi bir dereceyle olmasa da 1915'te akademiyi bitirdi; 1918'e kadar Teksas ve Georgia'daki çeşitli kamplarda piyade olarak hizmet etti. Teğmen olarak atandığı San Antonio'da bir et toptancısının kızı olan Mamie Geneva Doud ile evlendi (1 Nisan 1916). Çiftin iki oğlundan ilki üç yaşında kızıl hastalığından öldü. İkinci oğlu olan John Sheldon Doud Eisenhower 3 Ağustos 1922'de doğdu. John Amerikan ordusunda hizmet verdikten sonra Tuğgeneral olarak emekli oldu. Daha sonrasında yazar olan John, 1969 ve 1971 yılları arasında Amerika'nın Belçika Elçiliği görevinde bulundu. John rastlantı eseri D-Day gününde, 6 Haziran 1944'te West Point'ten mezun oldu.
Askerî kariyeri.
I. Dünya Savaşı sırasında bir tank eğitim merkezine komuta etti. Burada yüzbaşı rütbesine yükseldi ve Üstün Hizmet Madalyası aldı. 1922-1924 yılları arasında Panama Kanal Bölgesi'nde görev yaptı. 1926 yılında Kara Kuvvetleri Komuta ve Kurmay Okulu'ndan birincilikle mezun olduktan sonra Kara Kuvvetleri Savaş Akademisi'ni bitirdi. Fransa ve Washington'daki hizmetlerinin ardından 1933'te Genelkurmay Başkanı General Douglas MacArthur'un yaverliğine getirildi. İki yıl sonra MacArthur ile birlikte Filipinler'e giderek, yerel ordunun düzenlenmesine yardımcı oldu.
II. Dünya Savaşı.
II. Dünya Savaşı'nın patlak vermesinden kısa bir süre sonra ABD'ye döndü ve Haziran 1941'de Albay rütbesiyle 3. Ordu kurmay başkanı oldu. ABD savaşa girince, Kara Kuvvetleri kurmay başkanı olan George C. Marshall tarafından savaş planları dairesine atandı. Kısa süre içinde 3 Ekim 1941'de Tuğgeneral rütbesine terfi etti. Haziran 1942'de kendinden yüksek rütbeli 366 subay arasından Avrupa'daki ABD kuvvetlerinin komutanlığına seçildi. Silik sayılabilecek bir meslek yaşamının ardından böylesine hızlı yükselmesini askerî strateji ve örgütleme konusundaki bilgi ve yeteneğinin yanı sıra, ikna etme, ara bulma ve uyumlu davranmasına borçluydu.
Temmuz 1942'de Korgeneral rütbesine terfi etti ve Müttefiklerin Kuzey Afrika'ya yönelik Meşale Harekatı'nı yönetmekle görevlendirildi. Müttefiklerin 8 Kasım 1942'de başlayan bu ilk önemli saldırısını Mayıs 1943'te başarıyla sonuçlandırdı. Şubat 1943'te Orgeneral rütbesine terfi etti ve Sicilya ile İtalya ana karasına yönelik amfibi harekâtı yönetti.
24 Aralık 1943 tarihinde Müttefik Sefer Kuvvetleri başkomutanlığına atandıktan sonra, Manş Denizi'ni aşarak Avrupa'da toplu bir saldırıya girişmeyi öngören harekâtın hazırlıklarını yürütmek üzere Londra'ya gitti. 6 Haziran 1944 tarihinde fırtınanın bir ara dinmesinden yararlanıp tehlikeyi göze alarak Manş'ı geçme emrini verdi. Yaklaşık 4 bin gemiyle Normandiya'ya çıkan bir milyona yakın asker, Fransa'yı işgalden kurtardıktan sonra Ardennes'teki Alman karşı saldırısını alt etti ve Mart 1945'te Ren Nehrini geçti. 7 Mayıs'ta Almanya teslim oldu ve Avrupa'da savaş sona erdi.
Savaş sonrası.
ABD'de bir kahraman gibi karşılanan Eisenhower, Başkan Harry S. Truman tarafından Kara Kuvvetleri kurmay başkanlığına atanınca emeklilik tasarısını erteledi. İki yıl kadar savaş ordusunun terhisi ve askeri hizmetlerin merkezi bir komuta altında birleştirilmesiyle uğraştı. Mayıs 1948'de ABD'nin en ünlü ve saygın askeri olarak görevden çekildi ve Columbia Üniversitesi mütevelli heyeti başkanı oldu. Aynı yıl yayımlanan "Crusade in Europe" (Avrupa'daki Savaşımız, 1949) adlı yapıtından büyük bir servet edindi. Üniversite yönetiminde pek başarılı olamayan Eisenhower, 1950 sonbaharında Başkan Truman'ın isteğine uyarak NATO başkomutanlığını kabul etti ve 1951 başında Paris'e gitti.
Başkanlığı.
Daha 1943 başlarında başkan adaylığından söz edilen Eisenhower'ın kişisel özellikleri ve askeri ünü her iki partinin de onu kazanmaya çalışmasına yol açtı. 1952 yılında Cumhuriyetçi olduğunu açıklayarak partinin ön seçimlerinde Ohio senatörü Robert A. Taft'ın karşısına çıktı. Haziran 1952'de ordudan ayrıldı ve Taft yandaşlarıyla kıyasıya bir çekişmenin ardından ilk turda Cumhuriyetçi başkan adaylığını kazandı. Başkan yardımcısı adaylığına Kaliforniya senatörü Richard M. Nixon'ı seçti. İleri yaşına karşın Demokrat Parti adayı Adlai E. Stevenson karşısında etkili bir kampanya yürüttü. Eisenhower-Nixon ikilisi 39 eyaletin desteğini alarak başkanlık seçimini kolayca kazandı. Cumhuriyetçi Parti az bir farkla Kongre'de de çoğunluğu ele geçirdi; ama iki yıl sonra her iki mecliste de azınlığa düştü.
Franklin D. Roosevelt ve Harry Truman gibi Demokrat başkanların tersine, federal yönetimde yürütmenin güçlü olmasından yana değildi. Askerlikteki yetişme biçiminin ve yönetim konusundaki bilgi yetersizliğinin de etkisiyle, danışman ve kabine üyelerine yetki vererek ayrıntılarla ilgilenmemeyi yeğledi.
İlk başkanlık döneminde Demokratlardan çok, kendi partisinin sağ kanadıyla anlaşmazlığa düştü. Biraz da partinin birliğini koruma kaygısıyla, yönetimi komünist etkisinde kalmakla suçlayan Senatör Joseph R. McCarthy'yi açıkça kınamaktan kaçındı. Bazı özel konuşmalarında McCarthy'den hoşlanmadığını dile getirmekle birlikte, zaman zaman McCarthy yanlılarının saldırılarını destekler bir tutum takındı. Geliştirdiği bağlılık-güvenlik programı uyarınca yüzlerce federal yönetim görevlisi işten atıldı. Onayladığı bir yasayla Kongre, Amerikan Komünist Partisi'ni yasa dışı ilan etti. 1954 sonbaharında McCarthy'nin askeri ve sivil görevlilere yönelik suçlamalarının beş hafta boyunca televizyonda yayınlanması, ülke çapında sansasyon yarattı. Bu olaydan sonra McCarthy saygınlığını yitirirken, antikomünist çılgınlık da yatıştı.
Daha çok dış ilişkilerle ilgilendi. Dışişleri bakanı John Foster Dulles'la birlikte, komünizmin yayılmasını durdurmaya yönelik ortak savunma anlaşmalarına büyük büyük çaba harcadı. Resmen göreve başladıktan kısa bir süre sonra Kore'yi ziyaret etti ve Josef Stalin'in ölümünün sağladığı elverişli ortamdan yararlanarak Temmuz 1953'te Kore Savaşı'nı sonlandıran ateşkes görüşmelerini başlatmayı başardı. Aralıkta da bütün dünya ülkelerinin nükleer bilgi ve malzeme birikimlerini uluslararası bir kuruluşun gözetimi altında birleştirilmelerini önerdi. Bu düşünce 1957 yılında 62 ülkenin Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nı (IAEA) kurmasına yol açtı.
Temmuz 1955'te Cenevre'deki zirve konferansında Britanya, Fransa ve Sovyetler Birliği liderleriyle buluştu. ABD ve SSCB'nin birbirlerinin askeri üslerini havadan sürekli gözetleyebilmelerine yönelik göklerde serbestlik önerisi, dünya kamuoyunda olumlu karşılanmakla birlikte SSCB tarafından reddedildi. Eylül 1954'te yörede komünizmin yayılmasını önlemek üzere Güneydoğu Asya Antlaşması Teşkilatı'nın (SEATO) kurulmasını sağladı. NATO'nun gücü de 1955'te Batı Almanya'nın katılmasıyla arttı.
Yönetimi dış ilişkilerde tutarsız davrandığı gerekçesiyle çeşitli eleştirilere hedef oldu. Bir yandan Çin'e karşı Tayvan'ın lideri Çan Kay-şek'in iplerini bırakma tehdidi savrulurken, Nisan 1954'te Tayvan ile, Çan Kay-şek'i Çin'e saldırmaktan alıkoyan bir savunma antlaşması imzalandı. Komünist saldırılarına karşı Dulles'un misilleme vaadine karşın, Fransa ve Vietnamlı gerillalar arasında süregelen Çinhindi Krizi'nde ABD'nin rolünü mali ve askeri yardımıyla sınırlı tutma yolunu seçti.
1955 yılında bir kalp krizi ve 1956 yılında bir bağırsak ameliyatı geçirmesine karşın kısa sürede toparlandı. Cumhuriyetçi Parti tarafından oy birliğiyle yeniden başkanlığa aday gösterildi. İkinci kez karşısına çıkan Demokrat aday Stevenson'ı büyük bir yenilgiye uğrattı. Ama Demokratlar iki mecliste de yeniden çoğunluğu kazandılar ve 1958 yılında aynı başarıyı gösterdiler. Muhalefet partisinin egemen olduğu üç Kongre ile çalışan ilk başkan oldu.
Seçim kampanyası sırasında Mısır'ın Süveyş Kanalına el koymasıyla patlak veren Süveyş Krizi Britanya, Fransa ve İsrail'in Mısır'a saldırması ve Sovyetler Birliği'nin Mısır'ın yanında yer almasıyla tırmanışa geçti. Bunun üzerine Eisenhower Kongre'den, komünist saldırısına karşı yardım isteyen Orta Doğu ülkelerine ABD silahlı kuvvetlerini gönderme yetkisi istedi. ABD'nin üstlendiği bu yükümlülük sonradan Eisenhower Doktrini adıyla anıldı.
ABD Yüksek Mahkemesi'nin 1954 yılında resmi okullarda ırk ayrımcılığının anayasaya aykırı olduğunu açıklamasından sonra, özellikle güney eyaletlerinde çekişmeler ve şiddet hareketleri baş gösterdi. Arkansas eyaletindeki Little Rock'ta federal mahkemenin bir lise için aldığı öğrenim birliği kararının engellenmek istenmesi üzerine, eyalet valisinin başını çektiği girişimi bastırmak amacıyla bin kişilik bir federal kuvvet gönderdi. Birçok kez ırk ayrımından hoşlanmadığını belirtmekle birlikte, ırkların toplumsal kaynaşmasının zamanla gerçekleşebileceği kanısındaydı. 1957 Medeni Haklar Yasası 1875'ten sonra bu yönde atılan ilk yasal adım oldu.
Sovyetler Birliği'nin 1957 yılında Sputnik I adlı ilk insan yapımı uyduyu yer çevresinde yörüngeye oturtması Amerikalıları derinden sarstı. Birçok kimse Eisenhower'ı askeri harcamaları kısıtlamak ve bir uzay programı geliştirememekle suçladı. Uzay araştırmalarını desteklemek ve bilimsel inceleme fonlarını artırmak için önlemler alındı. Temmuz 1958'de Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) kuruldu. 1957 sonbaharında başlayıp 1958 yazına değin süren ekonomik durgunluk nedeniyle yeniden eleştirilere neden oldu. Enflasyonu tırmandırmaktan çekindi. Piyasayı canlandırmak için vergileri düşürmeyi ya da kamu harcamalarını artırmayı reddetti.
Dulles'ın 1959 sonbaharında ölümünden sonra, dış politikada daha doğrudan bir rol üstlendi. Avrupa, Afrika, Asya ve Güney Amerika'da gezilere çıktı. Gezi kapsamında ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower 1959 yılında Türkiye'yi de ziyaret etti. Bu ziyaret, Soğuk Savaş'ın kritik dönemlerinde ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesine yönelik önemli bir diplomatik temas olarak kayıtlara geçti. Eisenhower'ın ziyareti sırasında özellikle ikili ilişkilerin geliştirilmesi, askeri ve ekonomik konularda işbirliğinin artırılması gibi konular ele alınmıştır. Türkiye, o dönemde NATO üyesi olarak ABD ile yakın ilişkiler sürdürmekteydi ve Eisenhower'ın ziyareti bu bağları güçlendiren önemli bir adım olarak görülmüştü. SSCB ile ilişkileri geliştirmek amacıyla Nikita Kruşçev'i ABD'ye davete edip özel görüşmeler yaptı. Planlanan ikinci zirve toplantısı, bir Lockheed U-2 keşif uçağının SSCB toprakları üzerinde düşürülmesi yüzünden suya düştü. Keşif uçuşlarının dört yıldan beri yapıldığını itiraf ederek bu zamansız olayın sorumluluğunu üstlendi. Yönetiminin sonlarına yaklaştığı Ocak 1961 yılında Küba ile diplomatik ilişkileri kesti.
Başkanlık sonrası.
Her iki yönetim döneminde de birçok eleştiriye uğramakla birlikte, halkın sevgisini yitirmedi. Görevden ayrılınca, Kongre'nin kararıyla yeniden general rütbesini aldı. Pensilvanya'da Gettysburg'daki çiftliğine çekilip zamanının çoğunu anılarını yazmaya verdi.
1963'te yayımlanan "Mandate for Change" ("Değişim İçin Yetki") kitabını "Waging Peace" (1965; "Barışı Sürdürme") izledi.
28 Mart 1969'da kalp yetmezliği nedeniyle 78 yaşında öldü. Memleketi Kansas'ta defnedildi.
Türk Ordusu hakkındaki görüşleri.
1943 yılındaki İkinci Kahire Konferansı'nda Türkiye'nin savaşa girmemesi hemen hemen kesinleşince yaşadığı hayal kırıklığını şu sözleri ile ifade etmiştir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17723",
"len_data": 16410,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.51
}
|
Georgia (), Amerika Birleşik Devletleri'nin güneyinde bulunan bir eyalettir. 153,952 km²'lik yüzölçümüyle Doğu ABD'nin en büyük eyaletidir. 2020 verilerine göre nüfusu 10.711.908 kişidir. Eyalet kuzey dağları, Piedmont Platosu ve kıyı düzlüğü olarak üç bölgeye ayrılır. Savannah Nehri, St. Marys Nehri ve Chattahoochee Nehri başlıca nehirlerdir. Başkenti ve en büyük şehri Atlanta'dır. 6 milyon nüfusuyla Atlanta metropolitan alanı eyalet nüfusunun %57'sini kapsamaktadır.
Georgia Amerika'da fındık, ceviz ve şeftali üretiminde en önemli eyalettir. Coca-Cola ve Dr. Pepper içeceklerinin ilk üretildiği ve satıldığı yer Georgia eyaletidir. Ilıman bir iklimi vardır. Yazları sıcak ve nemli, kışları ise ılık geçer. Kışın ortalama sıcaklık 6 °C iken yazın ortalama 27 °C olur.
Ray Charles (şarkıcı), Amy Grant (şarkıcı), Hulk Hogan (profesyonel güreşçi), Martin Luther King, (insan hakları savunucusu), Burt Reynolds (oyuncu), Julia Roberts (aktris), Kim Basinger (aktris), Keri Hilson (şarkıcı) Georgia eyaletinin ünlü simalarından bazılarıdır.
Georgia Aquarium Dünyanın en büyük akvaryumu bu eyalette bulunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17745",
"len_data": 1108,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.42
}
|
Medine (Arapça: المدينة), resmî adıyla Medine-i Münevvere (Arapça: المدينة المنورة) veya eski adıyla Yesrib (İbranice: יתריב; Arapça: يثرب), bugünkü Suudi Arabistan'ın Hicaz bölgesinde, Mekke'nin kuzeyinde yer alan şehir.
Şehrin Müslümanlarca ele geçirilmesinden önceki adı Yesrib'dir. Medirra, Medirke, Meddiyne, Mezzine de denmiştir. İslam dini için özel bir şehirdir, Mescid-i Nebevi'yi ve Muhammed'in kabrini barındırarak İslam'da ikinci en mukaddes yer sayılır. Gayrimüslimlerin şehre girmesi yasaktır.
Geçmişi.
Yesrib'in adı Hicret'ten sonra Muhammed tarafından "Medinet'ül-Münevvere" ve "Medinetünnebi" (aydınlanmış şehir ve peygamber şehri) olarak değiştirilmiştir. Melikşah döneminde (1072-1092) Selçuklu topraklarına katılmasıyla Türk egemenliğine giren Medine, daha sonra tüm Hicaz bölgesi gibi sırasıyla Eyyubi ve Memluk devletlerinin topraklarına katıldı. 1517 yılında Yavuz Sultan Selim'in Memluk ordusunu Ridaniye Savaşı'nda mağlup etmesiyle tüm Hicaz bölgesiyle birlikte Medine de Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarına katıldı. Osmanlı İmparatorluğu döneminde II. Abdülhamit tarafından Medine'ye kadar demir yolu hattı inşa ettirilmiştir. Haydarpaşa Garı'ndan tren ile Medine'ye 3 gün içinde ulaşım sağlanmakta idi.
I. Dünya Savaşı sırasında 1916 yılında başlayan Arap Ayaklanması sırasında tüm çevre kentleri isyancıların eline geçerken, Medine Kalesi daha sonra "Medine Müdafii" unvanını alacak Fahrettin Paşa'nın komutasındaki Osmanlı askerlerinin zor koşullara rağmen direnişiyle savaşın sonuna kadar Osmanlı İmparatorluğu'nun elinde kaldığı gibi, 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi'nden sonra da Fahrettin Paşa kenti teslim etmedi. 20 Ocak 1919'da Osmanlı başkentinden gelen talimat sonucunda buradaki birlik teslim oldu ve şehirdeki Osmanlı egemenliği sona erdi.
1932'de kurulan Suudi Arabistan hükûmetinin Ecyad Kalesi gibi tarihi Osmanlı eserleri yok etme politikasından sonra Medine'de Osmanlı eserleri olarak bir tek Amberiye Mescidi ve el-Muazzem Tren İstasyonu kaldı.
Önemli yerler.
Her Hac mevsimi Mekke ile birlikte milyonlarca hacı tarafından ziyaret edilir. Şehirde ziyaret edilecek önemli yerler şunlardır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17781",
"len_data": 2150,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.46
}
|
Sodyum, periyodik cetvelde Na (Latince "natrium" sözcüğünden) simgesi ile gösterilen ve atom numarası 11 olan element. Sodyum yumuşak ve kaygan bir metal olup alkali metaller grubuna aittir. Doğal bileşiklerin içinde (özellikle NaCl) bol miktarda bulunur. Yüksek oranda reaktiftir, sarı bir alevle yanar, su ile şiddetli reaksiyon verir ve havada hızla oksitlenir. Dolayısıyla, vazelin, gazyağı gibi hava ve su ile temasını kesecek bir ortamda saklanması gerekir.
Genel özellikleri.
Diğer alkali metaller gibi sodyum da hafif, yumuşak, gümüşümsü beyaz renkte ve reaktif bir metaldir. Yüksek reaktif özelliğinden dolayı, doğada hiçbir zaman saf ve elementel halde bulunmaz. Sodyum metali suda yüzer; şiddetli bir şekilde reaksiyona girerek ısı çıkışına, yanıcı hidrojen gazı çıkışına ve kostik (NaOH) çözeltisi oluşumuna yol açar.
Kan ve vücut sıvılarının sinir uyarılarının nakli, kalp faaliyetleri ve bazı metabolizma fonksiyonlarının düzenlenmesi için sodyum iyonları gereklidir. Pek çok insanın sodyumu, (sodyum klorür: NaCl) mutfak tuzu formunda gereğinden fazla tükettiği ve bunun da sağlık üzerinde olumsuz etkileri olduğu düşüncesi oldukça yaygındır. Çok kolay yükseltgendiği için ametallerin birçoğuyla, özellikle hidrojenle, halojenlerle, kükürtle birleşir. Bileşiklerinde +1 değerlik alır. İçinde belirli birçok bileşiğin bulunabildiği bir malgama vererek cıva içinde çözünür.
Ayrıca ECF'da bol miktarda bulunur ve Impuls iletiminde en etkin elementlerden biridir.
Sodyum ve Sodyumun Özellikleri.
"Kaya tuzu"nda sodyum klorür halinde, bazen nitrat halinde (NaNO3) veya deniz bitkilerinde organik asitlerle birleşmiş halde çok yaygın olarak bulunur.
"Meterol". Sodyum bulutu, çok yükseklerdeki rüzgarları, belli bir yükseltide bir füze tarafından yayılan sodyum kütlesinden yararlanılarak ölçme metodu; yayılan sodyum kütlesi flüorışıl hale gelir; bunların yer tarafından izlenen evrimi, atmosferi yer tarafından izlenen evrimi, atmosferin en yüksek bölgelerindeki rüzgarların veya iyonosfer rüzgarlarının evrimini incelenmesini sağlar. (Bu usulle ancak alaca karanlıkta ölçüler yapılabilir. İyonosfer rüzgarlarının ölçülmesi için 1964'te ortaya çıkartılan yeni bir usul, ölçümleri “Centaure” füzeleri tarafından püskürtülen trimetil alüminyum yardımıyla, gece yapılmasını sağlamıştır.)
Sodyumun Atom numarası 11,atom dizilişi 2-8-1dir ve kararlı hale geçerken 1 elektron verir, atom ağırlığı Na = 22,99 olan kimyasal elementtir. Alkali madenler grubunda, lityum ile potasyum arasında yer alır. 1807'de, sodyum hidroksidin elektrolizi sayesinde Davy tarafından keşfedildi. Dövülgen ve yumuşak bir madendir; kırık yüzeyleri yeni olduğu zaman parlak beyaz renktedir, fakat havada hızla oksitlenerek donuklaşır. 0.97 g/mL, yoğunluğundadır, 98 °C'ta erir. 880 °C'ta kaynar hava etkisinden korumak için vazelin yağı veya gaz yağı içinde saklanır.
Çok kolay yükseldiğinden ametallerin birçoğuyla, özellikle hidrojenle, halojenlerle, kükürtle birleşir. Güçlü bir indirgendir: soğukta, hidrojen ve sodyum hidroksit vererek suyu ve birçok oksijenli ve halojenli bileşiği ayrıştırır. İçinde belirli birçok bileşiğin bulunabildiği bir amalgam vererek cıva içinde çözünür.
Ergemiş sodyum klorürün veya sodyum hidroksitin elektrolizinden veya sodyum karbonatın kömürle indirgenmesinden elde edilir. Sodyum, indirgen olarak kullanılır, mesela silisyum ve borun hazırlanmasını sağlar ve organik kimyada birçok uygulaması vardır. Ayrıca sodyum peroksitin ("oksilit") üretiminde de kullanılır. Malgaması hidrojenleyici olarak işe yarar.
Sodyum bileşikleri. Sodyum, oksijenle birleşerek Na2O oksitini ve Na2O2 peroksitini verir. Sodyum oksit suyla tepkimeye girdiğinde NaOH (kostik soda veya sud kostik) veren bazik bir oksittir. Sodyum peroksit oksijen vererek su etkisi ile ayrışır (Bk. Oksilit) ve asitlerle oksijenli su (Hidrojen peroksit) verir.
Sodyum hidroksit veya kostik soda (sud kostik) NaOH 320 °C'te a eriyen beyaz bir katıdır; akkor derecede uçucudur, suda ısı yayarak çözünür ve nem kaparak bozunur. Potasyum hidroksitle aynı özellikleri gösteren fakat ondan daha az yakıcı olan güçlü bir bazdır. Sodyum klorür çözeltisinin elektrolizi ile elde edilen, maddelerin birbirine etki etmesinden sakınarak, klor ile birlikte hazırlanır. Kirecin sodyum karbonata etkilemesiyle de elde edilebilir.
Günümüzde kullanılan solvey usulünde, derişik sodyum klorür çözeltisi amonyum hidrojen karbonatla (veya bileşenleri olan karbon dioksit veya amonyakla) birleşerek erimiş amonyum klorür ve çözünürlüğü az olan sodyum bikarbonat verir; dibe çökelen sodyum bikarbonat kavrularak nötr karbonat halinde dönüşür. Bu tepkimeler formülle şöyle gösterilebilir.
NaCl + CO2 + H2O + NH3 → NaHCO3 + NH4Cl
2NaHCO3 → Na2CO3 +H2O + CO2
Amonyum klorürü kireçle işleyerek amonyağı toplamak mümkündür. Kireç, işlem için karbon dioksit gerektiği zaman, kireç taşının kavrulması ile elde edilebilir.
Sodyum karbonat 10 mol su alarak, havada çiçeklenen klinorombik prizmalar halinde billurlaşır. Ayrışmadan erir. Sudaki çözeltisi güçlü bir alkali tepkime verir. Ayrıca sodyum karbonat, sanayide daha pahalı olan sodyum hidroksidin yerini almıştır. Camcılıkta ve birçok sodyum bileşiğinin üretiminde, çamaşırcılıkta, boyacılıkta, suların hazırlanmasında kullanılır. Sodyum hidrojen karbonat veya bikarbonat'a NaHCO3 “Vichy tuzu” da denir. Ve karbon dioksidin nötr sodyum karbonata etkimesi ile hazırlanır. Isıtılınca nötr sodyum karbonat ile karbon dioksidin ayrışır. Tıpta ve seltz hazırlanmasında kullanılır.
Nötür sodyum sülfür NaS ve asit sodyum sülfür Na HS, kükürtlü hidrojenin sodyum hidrokside etkimesi ile meydana gelir. Kükürt ile ısıtılınca, suni kükürt banyolarının hazırlanmasında kullanılan polisülfürleri verir.
Sodyum sülfata NaSO bazı inorganik kaynaklarda rastlanır. 10 mol su alarak renksiz ve hacimli klinorombik prizmalar halinde (Glauber tuzu) billurlaşır ve havada çiçeklenir ayrışmadan erir. Pencere camlarının hazırlanmasında kullanılır; tıpta mushil olarak da kullanılır. Sülfüroz asit gibi, bu bileşiklerde indirgen ve renk gidericidir. Sodyum hidrit NaNO sodyum nitrattan hazırlanır ve 217 derece C'te eriyen renksiz bir katıdır. Diazon boyar maddelerinin hazırlanmasında kullanılır. Boratlar arasında, en önemlisi borakstır. NaBO.
Sodyum tuzlarının özellikleri. Hemen hemen hepsi suda çözünür; az çözümlenenler arasında, ancak periyodat ile proantimonyat sayılabilir. Hepsi Bunsen bekinin alevini sarıya boyar.
Biyokim. Sodyum, hücrelerde ve dokulardaki su metobolizmasında ve organik sıvıların asit-bas dengesini sağlamakta önemli bir rol oynar. Dokulardakine yakın bir derişilikte, böbrekler tarafından organizmadan atılır. Potasyum iyonları ile sodyum iyonları arasında bir denge vardır ve bu denge sayesinde potasyum sodyumu etkisiz hale getirir ve sodyumun dışarı atılmasını yol açar: bu sidik söktürünce etkiden, birçok hastalığın tedavisinde veya bazı ilaç tedavileri sırasında yararlanılır.
Ecz.. Tedavide birçok sodyum tuzu kullanılır.
Zayıf asitlerin sodyum tuzları (bikarbonat, karbonat, borat) alkalidir ve alkali oldukları oranda kullanılır. Öbür sodyum tuzlarının tıpta kullanılma özellikleri asit köklerine bağlıdır boptik. (L)(Y)
Tarihçe.
Sodyum, 1807'de Sir Humphry Davy'nin kostik sodayı elektroliz ederek elementel formda ayrıştırmasına kadar uzun süre bileşikleri halinde kullanılmıştı. Orta Çağ Avrupa'sında bir sodyum bileşiği (Latince adıyla "sodanum") baş ağrısı ilacı olarak kullanılmaktaydı. Sodyumun simgesi, Na, yeni Latince "natrium" adı verilen bir sodyum bileşiğinden gelmektedir. O da Yunanca doğal bir tuza verilen "nítron" adından gelmiştir.
Bulunuşu.
Sodyum yerkabuğunun ağırlıkça %2,6'sını oluşturur ve bu oranıyla en çok bulunan dördüncü element ve en çok bulunan birinci alkali metaldir.
19. yüzyılın sonlarında, sodyum; sodyum karbonat ile karbonun birlikte 1100 °C ye ısıtılması ile kimyasal olarak elde edilmiştir.
Günümüzde sodyum ticari olarak, sıvı sodyum klorürün elektrolizi yoluyla üretilmektedir. İşlem Down hücresi içinde gerçekleşir ve NaCl, erime sıcaklığının 700 °C nin altına düşürülmesi için kalsiyum klorürle (CaCl2) karıştırılır. Kalsiyum, sodyumdan daha elektro-pozitif olduğu için, katotta kalsiyum toplanmaz. Bu metot, yukarıda bahsedilen sodyum hidroksitin elektrolizi metoduna göre daha ekonomiktir.
Bileşikleri.
Sodyum, oksijenle birleşerek Na2O protoksit ve Na2O2 peroksit verir. Sodyum protoksit, su ile birleşerek sodyum hidroksit (veya sud kostik, NaOH) veren bazik bir oksittir. Sodyum peroksit su etkisiyle oksijen vererek ayrışır ve asitlerle oksijenli su (hidrojen peroksit) verir.
Sodyum sülfat'a (Na2SO4) bazı inorganik kaynaklarda rastlanır. Tuzlu bataklıkların kristalleşmiş kısımlarından çıkarılır. Yapay olarak sülfürik asitin sodyum klorüre etkimesiyle de hazırlanır, tepkimede hidroklorik asit de oluşur. 10 mol su alarak renksiz ve hacimli klinorombik prizmalar halinde (Glauber tuzu) kristalleşir.
Sodyum nitrat (NaNO3) şili güherçilesini meydana getirir. Susuz romboedr'ler halinde kristalleşir, fakat nemli havada su alarak bozulur. Isıtılınca, önce oksijen ve nitrit, sonra azot, oksijen ve sodyum oksit halinde ayrışır. Gübre olarak kullanılır; ayrıca nitrik asit ve diğer nitratlar ile nitritlerin hazırlanmasında da kullanılır.
Sodyum nitrit (NaNO2), sodyum nitrattan hazırlanır ve 217 °C'ta ergiyen renksiz bir katıdır. Diazo boyar maddelerinin hazırlanmasında kullanılır.
Sodyum bileşikleri; kimya, cam, metal, kâğıt, petrol, sabun ve tekstil ensüstrisinin vazgeçilmez ögeleridir.
Kullanım alanları.
Sodyum, esterlerin ve organik bileşiklerin yapımında kullanılır. Bu alkali metal, yaşam için gerekli olan tuzun (sodyum klorür, NaCl) bileşenidir. Diğer kullanım alanları:
İzotopları.
Sodyumun bilinen 13 izotopu vardır. En kararlı olanı 23Na dur. İki adet radyo-izotopu vardır: 22Na (yarılanma ömrü = 2 bin 605 yıl) ve 24Na (yarılanma ömrü yaklaşık 15 saat).
Sodyum ve insan vücudu.
β-galaktozidaz, α-amilaz enzimlerinin aktivatörüdür. 3,2 mg plazmada, 0,2 mg Eritrositlerde normal halde bulunur. Günlük ihtiyaç 4-6 g kadardır. Hücre dışı sıvılarında bulunur.
Sodyum metabolizması, böbrek üstü bezinin korteks hormonları tarafından düzenlenir. İdrar yolu ile uzaklaştırılır.
Dehidratasyon, böbrek üstü bezinin aşırı çalışmasında ise artış gösterir.
Önlemler.
Sodyum toz hâlinde iken, su içinde çok patlayıcı olup zehirlidir. Bu metal her zaman dikkatli bir şekilde muamele edilmelidir. Daima inert bir atmosferde veya, sıvı hidrokarbon (mineral yağı veya gazyağı) içinde saklanmalıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17783",
"len_data": 10475,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.35
}
|
Carl Gustav Jacob Jacobi (; 10 Aralık 1804 – 18 Şubat 1851), eliptik fonksiyonlara, dinamiklere, diferansiyel denklemlere, determinantlara ve sayı teorisine önemli katkılarda bulunan Yahudi kökenli Alman matematikçi. Jacobi, tarihte bir Alman üniversitesinde profesör olarak atanan ilk Yahudi matematikçiydi.
İlk yılları ve hayatı.
Jacobi, 10 Aralık 1804'te Potsdam'da işletmecilik ve bankacılık yapan Aşkenazi Yahudisi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Bankacı Simon Jacobi'nin dört çocuğundan ikincisiydi. Ağabeyi Moritz von Jacobi de daha sonra mühendis ve fizikçi olarak tanınacaktı. İlk eğitimini kendisine Yahudiliğin kutsal kitabı olan Tevrat okuması için İbranice, temel fizik, temel matematik ve temel mantık bilgilerini öğreten amcası Lehman'dan aldı.
1816 yılına gelindiğinde 12 yaşında olan Jacobi amcası tarafından tüm standart derslerin öğretildiği Potsdam Bilimler Merkezi'ne götürüldü. Burada klasik Avrupa dilleri, tarih, filoloji, matematik, tabiat bilimleri eğitimi gördü. On beş günden az bir süre sonra amcası, bir dehâ olduğunu anladığı yeğeni Jacobi'yi, küçük yaşına rağmen yükseköğrenime başlatmak istedi. Bununla birlikte üniversite, 16 yaşından küçük öğrencileri kabul etmediğinden, 1821 yılına kadar beklemesi gerekti. Bu boşta kalan zamanı, daha çok bilgi öğrenmek için kullandı. Akıcı Almanca ve Akıcı İbranice konuşmasının yanında orta düzeyde Latince ve başlangıç seviyesinde Yunanca da konuşabiliyordu. Bu dönemde aynı zamanda cebirsel yöntemlerle quintic denklemini çözmeye çalışarak ilk araştırma girişimlerini yaptı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17809",
"len_data": 1558,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.82
}
|
II. Süleyman (Osmanlı Türkçesi: سليمان ثانى, "Süleymān-i sānī", d. 15 Nisan 1642, İstanbul – ö. 22 Haziran 1691, Edirne), 20. Osmanlı padişahı ve 99. İslam halifesidir.
Padişahlıktan önceki yaşamı.
Şehzadeliğinde iyi bir tahsil gördü. Kardeşi Sultan IV. Mehmed zamanında sarayda hususi hocalardan ders aldı. Hayatının kırk yılını bir dairede hapis geçiren Sultan II. Süleyman, IV. Mehmed'in tahttan indirilmesi üzerine, 8 Kasım 1687'de Osmanlı sultanı oldu. II. Süleyman, Osmanlı tarihinde en uzun süre veliaht olarak bekleyen padişahtır ve tahta geçirileceği zaman buna inanmamış, öldürüleceğini zannederek muhafızlara direnmiştir.
Hükümdarlık.
Osmanlılar tahta geçmeden kısa bir süre önce 1687'deki ikinci Moháç Muharebesi'nde büyük yenilgiye uğradı. 1688'de II. Süleyman, Osmanlı-Habsburg Savaşı sırasında hızla ilerleyen Avusturyalılar'a karşı Babür İmparatoru Evrengzib'den acil yardım istedi, ancak çoğu Babür güçleri Deccan Savaşları'na katıldı ve Evrengzib, Süleyman'ın çaresiz Osmanlı müttefiklerine herhangi bir resmi yardım taahhüdünde bulunma talebini görmezden geldi.
Önceki alkol yasağı (İstanbul ve Galata'da kamuoyu önünde hiçe sayılan) Süleyman'ın yönetiminde uygulamaya konuldu ve Süleyman burada birkaç içki dükkanını yıktırdı ancak bu sadece sahiplerinin daha fazla alkol getirmesine yol açtı.
II. Süleyman, 1689'da Köprülü Fazıl Mustafa Paşa'yı sadrazam olarak atadı ve bu, Belgrad'ın yeniden fethine yol açtı. Daha sonra, Osmanlılar kendilerini çeşitli Rus istilalarına karşı savunmak zorunda kalan Kırım vasallarının desteğini kaybederken diğer Avrupalı güçlerle ittifaka katılmalarıyla Rus İmparatorluğu'ndan gelen tehdit yeniden arttı. Köprülü'nün liderliğinde Osmanlılar, Avusturya'nın Sırbistan'a ilerlemesini durdurdu. Köprülü, Salankamen Muharebesi'nde Avusturya kuvvetleri tarafından öldürülene kadar Makedonya ve Bulgaristan'daki ayaklanmayı bastırdı.
Saltanatı döneminde önemli olaylar.
II. Süleyman tahta çıktıktan sonra askerlere dağıtılacak cülûs bahşişi ile ulufelerin ödenmesi konusu ilk sorunu oluşturdu. Güçlükle de olsa ödemelerin yapılabilmesiyle 22 Aralık'ta normal bir divan toplantısı gerçekleştirildi. Ancak İstanbul'da düzen bir türlü kurulamamış, sadrazamın sefer hazırlıklarına başladığı 22 Ocak 1688'de şehirde yeniden kargaşa başlamış ve sadrazam Abaza Siyavuş Paşa zorbalar tarafından azlettirildikten sonra öldürülmüştür. 1 Mart'ta bazı zorbaların Yağlıkçılar Çarşısı'nı yağmalamaya çalışması üzerine halkın da katılımıyla kalabalık bir grup saraya yürüyerek padişahtan zorbaların ortadan kaldırılması Muhammed'in sancağını çıkarmasını talep etti. Sancak vak'ası olarak bilinen bu olayda çıkarılan fermanla zorbalar ve onların bu hareketlerine destek veren devlet görevlileri uzak yerlere tayin edildi. Alınan bu önlemler sayesinde II. Süleyman'ın tahta çıkışından itibaren yaklaşık dört ay süren karışıklıklara son verilebildi.
Sultan II. Süleyman, tahta çıktığı zaman Osmanlı ordularında Viyana bozgunu ile başlayan çözülme ve toprak kaybı devam ediyordu. Venedik Mora Yarımadası'nı işgal etmiş, Avusturya ise Vişegrad, Uyvar ve Estergon'un ardından 160 yıllık Osmanlı toprağı Budin'e girmişti. Macaristan'daki Osmanlı hâkimiyeti sona ermek üzere idi. Devletin düştüğü mağlubiyetler hazine gelirleri üzerinde olumsuz tesirler yapıyor ve Anadolu'daki eşkıyalık hareketlerini körüklüyordu. Avusturya cephesi serdarı Yeğen Osman Paşa bir asi lideri gibi Rumeli'de yolsuzluk yapıyor, zorla usulsüz vergiler topluyordu. 8 Eylül 1688'de Belgrad da düştü.
Belgrad'ın düşmesi, Avusturyalılar'a Balkanlar'ın yolunu açtı. Bosna, Erdel ve Eflak toprakları Avusturyalılar tarafından işgal edildi. Bu ilerleyiş karşısında toparlanan Osmanlı kuvvetleri karşı saldırıyı başlattılar. 30 Ekim 1688'de Çelebi İbrahim Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri 1684-1699 Osmanlı-Venedik Savaşı esnasında gerçekleşen Eğriboz Kuşatmasında Venediklileri püskürttüler. 1689 yazında Sultan II. Süleyman, Avusturya seferine çıktı.
Sadrazam Köprülü Fazıl Mustafa Paşa komutasındaki yenilenmiş Osmanlı kuvvetleri, 8 Temmuz 1690'da Kladova ve Orşova'yı geri aldılar. Kanije, 11 Temmuz 1690'da Avusturya'nın eline geçtiyse de, Osmanlı kuvvetleri, 8 Ekim 1690'da Belgrad'ı geri almayı başardılar. Böylece Tuna hattı yeniden kurulmuş oldu.
1691 yılı Haziran başında Macaristan seferine çıkacak orduya moral olması amacıyla ağır hastalığına rağmen yola çıkan padişah, 9 Haziran'da Edirne'ye ulaştı. Burada hastalığı iyice artan padişah, 22 Haziran 1691 Cuma günü öldü. Cenazesi İstanbul'a getirilerek Süleymaniye Camii yanında Kanuni Sultan Süleyman türbesine gömüldü.
Altı eşi bulunan padişahın çocuğu olmamış ya da ölümüne kadar yaşamamıştır. Ölümünden sonra yerine II. Ahmed tahta geçmiştir.
Döneminde cereyan eden önemli hadiseler.
Anadolu Sekban Ocağı sekbanbaşısı Ermeni asıllı Yeğen Osman Ağa ile yeniçeriler tarafından ortaklaşa gerçekleştirilen bu darbenin hemen ardından birbirlerine karşı husumet besleyen bu iki ocağın aralarında anlaşamamaları üzerine tekrar bazı isyanlar baş gösterdi. Bu dönemde Rumeli Beylerbeyi olan "Yeğen Osman Paşa," yeni yönetime karşı ayaklanarak Osmanlı Hükümeti'nin baş düşmanı haline geldiler.
Öte taraftan, yeni sadrazam Köprülü Damadı Abaza Siyavuş Paşa baş vezir olarak başarılı olamamıştı. İstanbul'un çevresinde kamp kuran askerleri denetimi altına almayı başaramadı. Askerler kendilerine cülus bahşişi ödenmesini talep ettiler. Oysa hazine bu ödemeyi yapabilecek durumda değildi. Bu nedenle askerler şehirde bir takım huzursuzluklara sebebiyet verdiler. Her ne kadar Köprülü Damadı Abaza Siyavuş Paşa askerin sadrazam olarak ilk tercihiyse de, yavaş yavaş kendisinden ve kayın biraderi olan Köprülü Fazıl Mustafa Paşa'dan soğumaya başladılar. Neticede 23 Şubat 1688 tarihinde yeniçeriler Siyavuş Paşa'nın evini basarak kendisini öldürdüler. Bu gelişmeler üzerine, önce bir haftalık kısa bir süre için baş vezir vekili tâyin edilen "Ayaşlı Nişancı İsmail Paşa," 2 Mart 1688 tarihinde Saliha Dilaşub Valide Sultan'ın oğlu padişah II. Süleyman tarafından yeni sadrazam olarak göreve atandı. Bununla beraber başta yolsuzluklar olmak üzere birçok meseleler ile uğraşmak zorunda kalan Nişancı İsmail Paşa'nın bu makamda fazla uzun süre kalması mümkün olmadı. Baş düşmanı kendisinden evvel baş vezirlik görevinde bulunan Abaza Siyavuş Paşa'nın kayın biraderi ve gelecekte sadrazam olacak olan "Köprülü Fazıl Mustafa Paşa" idi. Nitekim, Köprülü Fazıl Mustafa Paşa'nın yoğun çabaları sonunda 2 Mayıs 1688 tarihinde Nişancı İsmail Paşa sadrazamlıktan azledilerek yerine 30 Mayıs 1688 tarihinde Tekirdağlı Bekri Mustafa Paşa sadrazam olarak atandı. Yeni sadrazam atanan Bekri Mustafa Paşa çözüm bekleyen pek çetin meseleler ile karşı karşıyaydı. Bu meselelerin en önemlisi de IV. Mehmed'i tahtından indiren darbecilerin hâlâ cezalandırılamamış olmalarıydı.
Bu hadiseler vuku bulurken çoğu Anadolu'dan olmak üzere huzursuz olan sekbanların tamamı Yeğen Osman Paşa'nın etrafında toplandılar. Saliha Dilaşub Valide Sultan'ın oğlu padişahın kendisine Temeşvar Seraskerliği teklifini dahi kabul etmeyen Yeğen Osman Paşa'ya Bosna Sancağı, amcasına da Hersek Sancak Beyliği verildi. Bunlarla da tatmin olmayan Yeğen Osman Paşa'nın askerleri Rumeli, Yunanistan ve Sırbistan'da kendi yönetimlerindeki toprakları yağmalamaya devam ettiler. Kimi kaynaklara göre Yeğen Osman, Osmanlı Hazinesi'nden de daha zengin hale gelmişti. 1688 yılında Yeğen Osman'ın askerleri Sırbistan'da Gračanica Manastırı'nda saklanan Pećka Patrijaršija Hazinesi'ni de yağmaladılar. Katolik piskopos 'nin yazdığı bir mektuba göre Yeğen Osman, "Peć Başpiskoposu ve Sırp Patriği" olan 'i Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'ndan Sırplar'ı Osmanlılar'a karşı ayaklanmaya teşvik maksadıyla para aldığı gerekçesi ile kafasını kesmekle tehdit etmişti. İşte böyle bir ortamda, yeni padişah Yeğen Osman'ı yola getirebilmek amacıyla onu Belgrad Valiliği'ne atadı. Gelgelelim, bu atama Yeğen Osman'ı Macaristan Serdarı Hasan Paşa'nın emri altına soktuğundan dolayı bir hayli kızdırdı. Macaristan Serdarı Hasan Paşa'dan emir almayı red ederek Belgrad'a giden "Yeğen Osman," Hasan Paşa'nın Vračar Tepesi'ndeki karargahını bastı ve kendisini hapsetti.
Belgrad Kuşatması.
1688 tarihinde Kutsal Roma Cermen İmparatoru Leopold Yeğen Osman'a bir mektup göndererek kendisine Osmanlılar'ın tarafını bırakarak Eflak karşılığında Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun tarafına geçmesini teklif etti. Yeğen Osman'ın Slavonya ile Bosna-Hersek'in tamamı talep etmesi üzerine bir antlaşma sağlanamadı. Avusturyalılar ile Yeğen Osman arasındaki mücaleleler ilerledikçe, Yeğen de neticede kendi askerlerinin sayıca az olduğunu fark ederek Semendire Sancağı'na doğru geri çekilmeye başladı. Burada iki gece geçirdikten sonra üzerinden Niş'e geçti. Niş'ten Bâb-ı Âli'ye eğer kendisine "On" gün içerisinde askerî ve mâlî yardım gönderilmezse Belgrad'ın düşeceği haberini yolladı. Bu haber üzerine Bâb-ı Âli kendisine 120 çuval altın göndererek, Rumeli'de yaşayan Müslümanlar'ı Semendire Sancağı'ndaki asiler ile mücadele etmek üzere harekete geçirtti.
Yeğen Osman Paşa'nın sonu.
Daha sonra Baş Vezir olmaya kalkışan Yeğen Osman Paşa'nın bu ihtirası Osmanlı Hükümeti'ni her ne kadar kızdırdıysa da, Yeğen Osman'ı daha da güçlendirmekten çekindikleri için ona karşı bir operasyon düzenlemekten çekindiler. Bununla beraber Edirne'de toplanan savaş konseyinde Osmanlı Devleti'nin vassalı ve Kırım Hanı I. Selim Giray Bâb-ı Âli'ye çağrı yaparak, Yeğen Osman'ı idama mahkûm etmeye davet etti.
Bu hadise meydana gediğinde sadrazam Bekri Mustafa Paşa sekban birliklerini yasa dışı ilân etti. Dağılmayı ret eden sekban birliklerini idam cezasına çarptıtmakla tehdit etti. Böylece yeni bir iç savaş başlamış oluyordu. Önce sekbanlar bir üstünlük sağladılarsa da Tekirdağlı Bekri Mustafa Paşa yeniçerlerin yardımıyla âsileri yenmeyi başardı. Tarihçi Nicolae Iorga'ya göre, asilerle Bekri Mustafa Paşa'nın askerleri arasında vuku bulan çarpışmalarda 6,000 kişi hayatlarını kaybetti. Bu yeni gelişmeler üzerine Osmanlı Hükûmeti evvelki kararından ani bir dönüş yaparak, Yeğen Osman Paşa'nın yakalanıp infaz edilmesini kararlaştırdı. "Yeğen Osman," 1689 yılının Mart ayının sonlarında yakalanarak idam edildi.
Mimari çalışmalar.
Memleket içerisinde imar faaliyetleri ile de ilgilenen II. Süleyman, Fener Kulesi ile İzmir'de bir cami inşa ettirmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17814",
"len_data": 10326,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.25
}
|
II. Ahmed (Osmanlı Türkçesi: احمد ثانی, "Aḥmed-i sānī") (25 Şubat 1643 Konstantiniyye – 6 Şubat 1695 Edirne), 21. Osmanlı padişahı ve 100. İslam halifesidir.
İlk yılları.
Sultan İbrahim'in üçüncü oğludur. Annesi Hatice Muazzez Sultan'dır. 1643'te İstanbul'da dünyaya geldi. İyi bir tahsil gördü. Arapça ve Farsçayı ileri düzeyde öğrendi. Kardeşi II. Süleyman'ın dört yıllık saltanatı sırasında sarayda kafes hayatı yaşadı. 21 Haziran 1691'de tahta çıktığı zaman 48 yaşındaydı. II. Ahmed'in cülusu sırasında Osmanlı Devleti, İkinci Viyana Kuşatması'nı takip eden harplerle meşguldü.
Saltanatı.
Sultan II. Ahmed ağabeyi II. Süleyman'ın ölümü üzerine 22 Haziran 1691 günü 48 yaşındayken tahta çıktı. Tahta çıktıktan sonra ilk olarak; Avusturya üzerine giden Sadrazam Köprülü Fazıl Mustafa Paşa'ya bir ferman göndererek sadaretinin ve seferin devamını diledi. Fazıl Mustafa Paşa, 20 Temmuz'da Belgrad'a ulaşan Osmanlı ordusunu, Kırım kuvvetlerinin gelmesini beklemeden ve harp meclisinin kararına aykırı olarak Petrovaradin önlerinde bulunan Avusturya ordusu üzerine sürdü. Tisa Suyun'un Tuna'ya karıştığı Salankamen mevkiinde, şiddetli geçen harbin ilk anlarında Osmanlı ordusu üstün durumda iken serdarın vurularak öldürülmesi üzerine, vaziyet Osmanlılar aleyhine döndü. Böylece Salankamen savaşı kaybedildi. Bu savaşta tarihçilerin; âlim, dindar, alicenap, vakur ve adil bir kimse olarak vasıflandırdıkları, iyi bir devlet adamı ve komutan olan Fazıl Mustafa Paşa'nın ölümü, Osmanlılar için en büyük kayıp olmuştur.
Salankamen hezimetinden sonra, Lipova ve Varad kaleleri Avusturyalılar tarafından işgal olundu. Durumu müsait gören Leh kuvvetleri Kamaniçe Kalesi'ni muhasara edip, İsakçı Kalesi civarına kadar geldiler. Ancak Kamaniçe serdarı Kahraman Paşa tarafından bozguna uğratıldılar. Venedikli vali Morosunu Girit'e asker çıkarıp, Hanya kalesini kuşattıysa da İsmail Paşa'nın kahramanca savunması sayesinde adadan ayrılmak zorunda kaldı.
1693 yılında Avusturyalılar, Erdel üzerinden Eflak ve Boğdan'a tekrar taarruza başladılar. Yanova'yı işgal eden düşman kuvvetleri, Belgrad'ı muhasara ettiler. Ancak Sadrazam Bozoklu Mustafa Paşa süratle gelerek Yanova'yı geri aldı ve Belgrad'ı kuşatmadan kurtardı. Osmanlı Ordusunun kısmi başarılarına rağmen Avusturyalılar'ın taarruzları devam ediyordu. Bu sırada Osmanlılar'ın toparlanmasına fırsat vermek istemeyen Venedikliler de devamlı saldırı halindeydiler. Serdar-ı ekremin Varadin kuşatmasında olduğu bir sırada Malta, Floransa ve Papalık filolarından oluşan bir Venedik donanması Sakız Adası'nı işgal etti. Bu haber Sultan II. Ahmed'i çok müteessir etti. Padişah, bu üzüntüsünü Veziriazam Sürmeli Ali Paşa'ya gönderdiği hatt-ı hümayunda "Mademki Sakız düşman elindedir, bütün Macaristan memleketini fethetsen kabulüm değildir." diyerek bildirdi. Ayrıca sadrazam Edirne'ye gelince; "Eğer bu kış Sakız adası geri alınmazsa, bütün reisleri katlederim." diyerek emrini bildirdi.
Bu emir üzerine 1695 yılı ilk günlerinde İstanbul'dan hareket eden Osmanlı donanması kalyonlar kaptanı Mezamorta Hüseyin Paşa'nın büyük kahramanlığı sayesinde Sakız boğazındaki Koyun adaları mevkiinde Venedik donanmasına büyük zayiat verdirdi. Venedikli amiral, gemisiyle birlikte sulara gömüldü. Koyun adaları zaferinden sonra, Türk donanması Sakız'a asker çıkarıp adayı kolayca ele geçirdi. Ancak Sultan II. Ahmed Sakız'ın fetih haberini alamadan 6 Şubat 1695 tarihinde 51 yaşında Edirne’de vefat etti.
Kişiliği.
Çok merhametli ve vatanperver olan II. Ahmed, hasta olduğu zamanlarda bile, devlet işlerinden asla el çekmezdi. Zaman zaman kıyafetini değiştirerek halk arasında dolaşır, insanların dertlerini sabırla dinler, çare bulunması için gerekli yerlere emirler verirdi. İslamiyet'e hizmet hususunda derin bir mesuliyet hissi içinde hareket ederdi. Tahta çıktığı zaman söylediği; "Ben saltanata talip değildim. Allah-ü Teala saltanatı fazl-ı kereminden bu aciz kuluna nasip eyledi. Bu nimetin şükrünü eda edemem." şeklinde sözleri onun nasıl manevi bir mesuliyetle devlet reisliğini kabul ettiğini anlatmakta ve milletine hizmet duygusunun derinliğini göstermektedir.
Sultan II. Ahmed, bir mesele hakkında uzun uzun düşündükten ve bilenlerle istişare ettikten sonra karar verirdi. Sanatkârları korur, onlara değer verir, daha iyiye ve daha güzele yönelmeleri için çalışırdı. Hattat olup, hattı güzeldi. Kur'an'ın yanında başka kitapları da yazarak çoğaltırdı. Aynı zamanda şâir olan Sultan II. Ahmed'in kabri Kanuni Sultan Süleyman türbesinin içerisindedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17815",
"len_data": 4491,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.24
}
|
III. Ahmed divan edebiyatındaki mahlasıyla Necib (Osmanlıca: احمد ثالث, Aḥmed-i Sālis; 30 Aralık 1673, Dobriç - 1 Temmuz 1736, İstanbul), 23. Osmanlı padişahı, 102. İslam halifesi ve Lale Devri padişahıdır.
Babası Sultan IV. Mehmed, annesi Emetullah Râbia Gülnûş Sultan'dır. Sultan II. Mustafa'nın öz kardeşi olan Sultan III. Ahmed, iyi bir tahsil ve terbiye görmüş, ünlü hocalardan dersler almıştı.
Sultan III. Ahmed, ağabeyi Sultan II. Mustafa'nın tahttan indirilmesi üzerine 22 Ağustos 1703 tarihinde 30 yaşında iken Edirne'de tahta geçti. Osmanlı Devleti açısından önemli bir yere sahip olan Lale Devri boyunca padişahlık yapan Sultan III. Ahmed, hâttat ve şâirdi. "Necib" mahlasıyla şiirler yazdı. Ayrıca musiki ile de yakından ilgileniyordu. Divan şairlerinden Urfalı Nâbi Efendi'nin hem kendisini hem de şiirlerini çok severdi.
Din adamlarına çok yakındı. Cerrahî tarikatı şeyhi Nûreddin Cerrâhî'nin ve Halvetî şeyhi Hasan Ünsî'nin sohbetlerine sık sık katılırdı. Tasavvuf tarihçisi Hüseyin Vassaf'ın verdiği bilgiye göre Kapı Kethüdasının ölümü üzerine boş kalan Karagümrük'teki konağını Nûreddin Cerrâhî'ye vererek Karagümrük'teki Nûreddin Cerrâhî tekkesinin kurulmasına vesile olmuştur.
Gençliği diğer Osmanlı şehzadelerine göre bir hayli serbest geçti. Şehzadelerin öldürilmesi geleneği kalktığından, rahat bir hayat sürdü. İstediği her şeyle ilgilendiği için bilgisi de, görgüsü de arttı. Avrupa'daki gelişmeleri inceleme fırsatı buldu ve matbaanın Osmanlı Devleti'ne gelmesi için çok çaba sarf etti. 27 yıl gibi uzun bir süre tahtta kalan Sultan III. Ahmed, çıkan Patrona Halil İsyanı sonucunda, 20 Eylül 1730 tarihinde padişahlıktan çekilmek zorunda kaldı.
Sultan III. Ahmed'in padişahlığının ilk günleri, tamamen disiplinden çıkmış yeniçerileri yatıştırma gayretleri ile geçti. Ancak kendisini padişah yapan yeniçerilere karşı etkili olamadı. Sultan III. Ahmed'in sadrazamlığa getirdiği Çorlulu Ali Paşa, ona idari konularda yardımcı olmaya çalıştı, hazine için yeni düzenlemelerde bulundu ve Sultan III. Ahmed'e rakipleriyle mücadelesinde destek oldu.
Sultan III. Ahmed zamanında Rusya ile olan ilişkilerde gerginlik yaşandı. Bunun sebebi Rusya'nın Orta Asya üzerinde yayılma siyaseti izlemesi, Balkanlar'daki toplumları Slavlaştırmaya çalışması, açık ve sıcak denizlere inmek istemesiydi.
III. Ahmed ve I. Mahmud döneminde ilköğretim zorunlu hale getirilmiştir.
Saltanatı dönemindeki önemli olaylar.
Prut Savaşı.
Sadrazam Baltacı Mehmet Paşa yönetimindeki ordu Kırım Hanlığı ordusunun desteğiyle Ruslar'ı Prut Nehri kıyısında kıstırdılar ve yendiler. Prut Savaşı denilen bu savaşı Osmanlılar'ın kazanması üzerine 21 Temmuz 1711 tarihinde Prut Antlaşması imzalandı. Antlaşmanın koşulları şunlardır:
1. Azak Kalesi Osmanlılar'a geri verilecek.
2. Ruslar İstanbul'da daimi elçi bulundurmayacaklar.
3. İsveç Kralı Şarl'ın serbestçe ülkesine dönmesine izin vereceklerdi.
4. Ruslar Lehistan'ın içişlerine karışmayacaklardı.
Rusya, Osmanlı Devleti ile mücadelesinde kendi lehine bir zemin yaratmak istiyordu. Osmanlı Devleti içinde yaşayan Ortodoks toplumları kışkırtarak Osmanlı Devleti'ni zayıflatacak ve yapacağı savaşlarda daha önce kaybettiği toprakları geri alacaktı. Eflak ve Boğdan Beyleri'ni Osmanlılar'a karşı kışkırtan Rus Çarı Deli Petro, Poltova Savaşı'nda (28 Haziran 1709), İsveç Kralı XII. Karl'ı yenince, Demirbaş Şarl Osmanlılar'a sığınarak 1 Şubat 1713'e kadar beş yıl süre ile Bender'de mülteci olarak kaldı. İsveç Kralı'nı kovalayan Rus birliklerinin Osmanlı topraklarına akınlar düzenlemesi üzerine, Osmanlı Devleti Rusya'ya karşı savaş ilan etti (1711).
Sadrazamlığa getirilen Baltacı Mehmet Paşa, 100.000 kişilik bir orduyla Tuna'yı geçerek Eflak'a girerken, Osmanlı donanması da Karadeniz'e açıldı. Osmanlı kuvvetleri, Kırım ordusunun da desteği ile Rus birliklerini Prut Nehri kıyısında çember içine aldılar. O an için kurtuluş imkânı bulunmayan Rus Çarı Deli Petro, Moskova'ya bir mektup yazarak durumun zorluğunu ve ümitsizliğini anlattı. Çariçe I. Katerina araya girerek Osmanlı Devleti'ne barış teklifinde bulundu. Hem Kırım Hanı, hem de İsveç Kralı saldırıya geçilip Rus ordusunun yok edilmesini savunuyorlardı. Ancak Baltacı Mehmet Paşa, yeniçerilere güvenmiyordu.
Kuşatma sırasında yeni bir kutsal ittifakın oluşturulabileceği düşüncesine sahip olan ve Osmanlı ordusunun çok yıpranacağı endişesini taşıyan Baltacı Mehmet Paşa barış yapılmasını kabul etti (21 Temmuz 1711). İmzalanan Prut Antlaşması ile Azak Kalesi Osmanlılar'a geri verildi. Ruslar, İstanbul'da devamlı bir elçi bulundurmayacak ve İsveç Kralı Şarl'ın serbestçe ülkesine dönmesine izin vereceklerdi.
Osmanlı Devleti kazandığı bu başarıdan sonra, daha önce kaybedilen Mora Yarımadası'nı da geri almak istiyordu. Venedikli korsanların Osmanlı ticaret gemilerine saldırmaları ve Mora halkının Osmanlı Devleti'nin yönetimi altına girmeyi istemesi Venedikliler'e savaş açılmasına neden oldu (8 Aralık 1714). Silahdar Damad Ali Paşa, Modon, Koron ve Navarin'i alarak Mora'yı fethetti (22 Ağustos 1715).
1715-1718 Osmanlı-Avusturya-Venedik Savaşı ve Pasarofça Antlaşması.
Avusturya'nın Karlofça Antlaşması gereğince Mora'nın Venedikliler'e geri verilmesini istemesi üzerine, Avusturya'ya da savaş açıldı. Sadrazam Silahdar Damad Ali Paşa Osmanlı ordusu ile birlikte Macaristan'a girdi. Petrovaradin Muharebesi'nde Savoy Prensi Eugen komutasındaki Avusturya ordusu Osmanlı kuvvetlerini bozguna uğrattı (5 Ağustos 1716) ve Sadrazam Silahdar Damad Ali Paşa öldü. Bu bozgundan sonra 18 Ağustos 1717 tarihinde Belgrad düşman eline geçti. Silahdar Ali Paşa'nın yerine sadrazamlığa getirilen Damad İbrahim Paşa barış teklif etti. Yapılan Pasarofça Antlaşmasına göre yukarı Sırbistan, Belgrad ve Banat yaylası Avusturya'ya, Dalmaçya, Bosna ve Arnavutluk kıyıları Venedik'e verildi, Mora Yarımadası Osmanlılarda kaldı (1 Temmuz 1718).
1724 yılında İran'da taht kavgaları başlamıştı. Bu durumdan yararlanarak İran'ı ele geçirmek isteyen Rusya harekete geçti. İran'ın Rusya'nın eline geçmesini istemeyen Osmanlı Devleti İran'a sefer düzenledi. Ruslar'la yapılan İstanbul Antlaşması'na göre Azerbaycan'da alınan yerler Osmanlılar'da kalacak, Derbent, Bakü ve Dağıstan Ruslar'a bırakılacaktı.
Lâle Devri.
1718 yılında imzalanan Pasarofça Antlaşması'ndan sonra Osmanlı Devleti'nde yeni bir dönem başlamıştı. 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı'na kadar, 12 yıl süren bu döneme Lale Devri denir. Sultan III. Ahmed ve Nevşehirli Damad İbrahim Paşa barışçı bir siyasetten yanaydılar. Lale Devri de bu barışçı politikaların bir ürünü olarak ortaya çıkmıştı.
Lale Devri'nde edebiyat, kültür ve sanat alanında gelişmeler olduğu gibi, teknik konularda da Avrupalı devletlerden etkilenilerek bazı yenilikler gerçekleştirildi. Bu dönemde Avrupa'ya ilk kez geçici elçiler gönderildi. 1727 yılı ortalarında Osmanlı Devleti'nde de matbaa kurulması için düzenlenen padişah fermanı üzerine, Paris Elçisi Yirmisekiz Mehmed Çelebi'nin oğlu Yirmisekizzade Mehmed Said Paşa ve İbrahim Müteferrika ilk matbaayı kurdular (16 Aralık 1727).
Lale Devri'nde Yalova'da bir kâğıt fabrikası kuruldu. İstanbul'da sık sık çıkan yangınları daha hızlı kontrol altına almak için, yeniçeriler içinden bir itfaiye örgütü oluşturuldu. Yine İstanbul'da bir kumaş fabrikası ve bir çini imalathanesi açıldı. Her tarafta birçok köşk, saray ve lale bahçeleri yapıldı. Ayrıca doğu kültürünün klasik eserleri ilk kez Türkçe'ye çevrildi. İstanbul'da halk yıllar süren savaşlardan sonra böyle bir dönem yaşamanın mutluluğu içerisinde idi.
1723-1727 Osmanlı-İran Savaşı.
1723 yılında Şirvan'da çıkan karışıklıklar üzerine Rusya ile anlaşan Osmanlı Devleti Safevî Devleti'ne savaş açtı. Kafkasya, Güney Azerbaycan ve Batı İran'da olmak üzere üç cepheden taarruza geçen Osmanlı orduları 1724-1726 arasında Gürcistan, Karabağ, Luristan ve (eski başkent Tebriz dahil) Batı İran'ı ele geçirdi. 1727 yılında İran'da yönetimi ele geçiren Hotakîler'le imzalanan Hemedan Antlaşması'yla savaş haline son verildi. Osmanlı İmparatorluğu bir kez daha 1590 yılındaki doğu sınırlarına genişledi.
Patrona Halil İsyanı ve padişahın ölümü.
Damat İbrahim Paşa'nın açtığı zevk ve sefahat devrinden memnun olmayan, bu yapılanları israf olarak gören bir kitle oluşmuştu. Bu topluluk İran seferinden olumsuz haberler gelmesi üzerine harekete geçmiş, camilerde ve diğer yerlerde propaganda yaparak ayaklanmanın zeminini oluşturmaya başlamıştı. Yeniçerilerin içerisinde de huzursuzluk belirmişti. On yedinci Ağa Bölüğü Yeniçerisi Patrona Halil ve yandaşları 25 Eylül 1730'da ayaklanmayı başlatmışlar ancak halkın onlara katılmaması endişesiyle bu girişimlerinden vazgeçmişlerdi. İsyancılar üç gün sonra Bayezit Camiinin Kaşıkçılar kapısı tarafından yürüyüşe geçerek ayaklanmayı resmen başlattılar. Esnafı da dükkânlarını kapatarak kendilerine katılmaya ikna eden isyancılar, hapishaneleri boşalttılar ve yeniçerilerden de yardım gördüler. Yeniçeri ağalarından Hasan Paşa onlara karşı harekete geçtiyse de başarılı olamadı.
Bu gelişmeler üzerine Sultan III. Ahmed isyancıların ne istediklerinin sorulmasını istedi. İsyancılar, Sadrazam Nevşehirli Damad İbrahim Paşa ile birlikte 37 kişinin kendilerine teslim edilmesini istediler. Lale Devri'nin önemli kişilerinden olan Nevşehirli Damad İbrahim Paşa ve bazı devlet adamları idam edilerek isyancılara teslim edildi. İsyan sırasında şehir tahrip edildi. İsyancılar Sadabad Köşkü'nü yaktılar. Ayrıca dönemin ünlü Divan şairlerinden Nedim de isyan sırasında, isyancılardan kaçmak için damdan dama atlarken düşerek öldü.
Patrona Halil ve diğer isyancı başları, bu sefer de tüm isteklerini yerine getiren Sultan III. Ahmed'in tahtan indirilmesini istedi. Kendisine ve ailesine zarar verilmemesi durumunda tahttan çekileceğini bildiren Sultan III. Ahmed, 1 Ekim 1730'da Osmanlı tahtını Şehzade Mahmut'a bıraktı. tahtı bırakırken yeğenine şu nasihati verdi " Vezirine teslim olma; daima ahvalini tecessüs eyle ve beş on sene birini vezarette müstakil istihdam eyleme ve kalem-i düruğ (yalan yazan, söyleyen) larına asla îtimad etme; merhamet sahibi ol ve sahaveti elden koma; gayet tasarruf üzere ol; hâlen hazinelerde olan malı zayi etme, işi kendin gör, ele îtimad eyleme; işte benim ahvalim sana nasihat için kâfidir; Oğlum; devlet işlerini baban (II. Mustafa) Feyzullah Efendi'ye ve ben veziriazama (Nevşehirli Damad İbrahim Paşa) bıraktığımızdan bu haller başımıza geldi; sen
bizzat idareyi ele al." 1736 yılında ölen III. Ahmed Yeni Cami Turhan Valide türbesine defnedilmiştir.
Mimari çalışmalar, sanat yapıtları.
İnce ve hassas bir ruha sahip olan Sultan III. Ahmed, Nevşehirli Damad İbrahim Paşa ile uyum içerisinde çalışmış, bu sırada yaşanan Lale Devri'nde sanata, edebiyata ve toplumsal hayata özgün bir anlayış getirilmişti. Yazmış olduğu dört Kur'an'dan birisini Ravza-i Mutahhara'ya hediye etmiştir. Bab-ı hümayun karşısında yaptırdığı güzel mimarî eserlerimizden olan meşhur çeşmenin (III. Ahmet Çeşmesi) yazısı ile Drağntan Camii tekke kapısı üzerindeki kitabe III. Ahmed'in kendi yazısıdır. Sultan III. Ahmed, Topkapı Sarayı ile Yeni Camii'de birer Kütüphane, Ayasofya'da ve İstanbul'un su ihtiyacını karşılamak amacıyla da Deryayi Sim adlı bir su bendi inşa ettirmiştir.
Bunlardan başka Üsküdar'da Yeni Valide Camii, Çorlulu Ali Paşa Medresesi, İbrahim Paşa Camii ve Külliyesi, İstanbul'da Yeni Postane arkasında Daarül Hadis ve Sebil, Ortaköy Camii önündeki çeşme, Üsküdar Şemsi Paşa'da Hüsrev Ağa Camii önündeki çeşme ve Çubuklu Camii yanındaki Mesire Çeşmesi gibi eserler yine bu dönemde yapılmıştır.
Popüler kültürdeki yeri.
2012 yılında TRT 1'de yayınlanan Bir Zamanlar Osmanlı dizisinde Kerem Atabeyoğlu tarafından canlandırılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17816",
"len_data": 11617,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.5
}
|
I. Mahmud veya Kambur Mahmud, divan edebiyatında kullandığı mahlasıyla Sebkati (2 Ağustos 1696, Edirne - 13 Aralık 1754, İstanbul), 24. Osmanlı padişahı ve 103. İslam halifesidir. 1696'da Edirne Sarayı'nda dünyaya geldi. II. Mustafa'nın oğlu ve III. Ahmed'in yeğenidir.
İlk yılları.
Okul çağına geldiği zaman babasının hocası Şeyhülislam Feyzullah Efendi'den dersler aldı. Şehzadeliğinde yüksek fen ve din ilimlerini öğrenerek yetişti. Babasının tahttan indirilmesinden sonra padişah olan amcası III. Ahmed, şehzade Mahmut'un yetiştirilmesine itina gösterdi. Nihayet III. Ahmed'in Patrona Halil İsyanı'yla saltanattan indirilmesi üzerine, 30 Eylül 1730'da tahta çıktı. III. Ahmed saltanattan çekilirken yeğenine nasihatler etti ve tavsiyelerde bulundu. I. Mahmud, Sefere gitmediği ve savaşmadığı halde şeyhülislamın fetvasıyla 'Gazi' sanını almıştır.
Patrona Halil İsyanı'nın bastırılması.
Sultan I. Mahmud, padişahlığının ilk günlerinde, kendisini tahta çıkaran isyancıların isteklerini yerine getirmek zorunda kaldı. Sultan III. Ahmed devrinde yapılmış olan köşk ve konakların çoğu isyancıların istekleri sonucu yakılıp yıkıldı. Devlet adamları ve memurlar isyancıların düşünceleri doğrultusunda atandı.
İsyancıların önderi konumundaki Patrona Halil de I. Mahmud'a olan bağlılığını bildirmiş olmakla birlikte, devlet işlerine müdahale etmekten vazgeçmiyordu. Bu müdahale öyle bir aşamaya geldi ki Patrona Halil, I. Mahmud'dan kendisini yeniçeri ağalığına getirmesini ve Rusya'ya karşı savaş açmasını istedi. 25 Kasım 1730 günü tören yapılacağı bahanesiyle saraya çağrılan Patrona Halil ve yandaşları yakalanarak öldürüldü.
Patrona Halil yandaşları öldürülme korkusuyla tekrar ayaklandılar. Sultan Birinci Mahmud, Sancak-ı Şerif çıkarttı ve halktan ayaklanmanın bastırılması için yardım istedi. İsyanlardan bıkmış olan halk, padişaha yardımcı olarak ayaklanmanın 28 Ocak 1731 tarihinde bastırılmasını sağladı.
İran Savaşları.
Osmanlı kuvvetleri İran seraskeri Ahmet Paşa ile Erzurum valisi ve Revan seraskeri Hekimoğlu Ali Paşa kumandası altında iki koldan harekete geçti. 30 Temmuz 1731'de Kirmanşah alındı. 15 Eylül'de Kürican sahrasında İran kuvvetleri bozguna uğratıldı. Urmiye ve Tebriz ele geçirildi. İran şahının sulh istemesi üzerine Ocak 1732'de Ahmet Paşa Antlaşması imzalandı. Buna göre Aras nehri iki devlet arasında hudut kabul edilirken; Revan, Gence, Nahcivan, Tiflis, Şirvan ve Dağıstan Osmanlılara, Tebriz, Kirmanşah, Hemedan, Luristan ve Erdelan eyaletleri ise İran'a bırakıldı. Söz konusu antlaşma Osmanlı Devleti'nin memnun etmedi ve sadrazam azledildi. Dolayısıyla, kırılgan bir barış ortamı oluştu. İran da kaybettiği Kafkasya topraklarını geri almak için fırsat kollamaya başladı. 1733'te İran'da iktidarı ele geçiren Nadir Şah, Osmanlıların eline geçen bölgeleri almak için tekrar savaş açtı. 1735'te Arpaçay'da yapılan muharebeyi Osmanlılar kaybetti. Gence, Tiflis ve Revan İran'ın eline geçti.
Rusya ve Avusturya ile savaşlar.
Osmanlı Devleti'nin doğuda İran ile mücadelesini fırsat bilen Avusturya ve Rusya da iki cepheden harekete geçmişti. Azak kalesini ele geçiren Ruslar, Osmanlı kuvvetlerinin toparlanmasına meydan vermeden Gözleve, Kılburun ve Urkapı'yı da işgal ettiler. 12 Temmuz 1737'de harekete geçen Avusturya ordusu ise, Bosna, Sırbistan ve Eflak'a girdi. Bu mağlubiyetler üzerine I. Mahmut sadarete getirdiği Muhsinzade Abdullah Paşa'yı Rusya üzerine, Hekimoğlu Ali Paşa'yı da Avusturya üzerine sefere memur etti. Muhsinzade süratli bir hareketle Özi ve Kılburun kalelerini ele geçirirken, Hekimoğlu Ali Paşa ise Banya Luka'yı kuşatan Avusturya kuvvetlerine büyük bir darbe indirdi. Yapılan savaşta Avusturya kuvvetlerinin asker zayiatı 60 bin idi. Hekimoğlu Ali Paşa'nın bu zaferi İstanbul'da büyük bir sevince yol açtı. Avusturya ve Rusya barış istemek zorunda kaldı. Nihayet 18 Eylül 1739'de yapılan Belgrad Antlaşması'yla Avusturya ile Tuna ve Sava nehirleri sınır olarak belirlendi ve 1718 yılında imzalanan Pasarofça Antlaşması ile kaybedilen Kuzey Bosna, Batı Eflak ve Belgrad dahil Kuzey Sırbistan geri alındı. Rusya ise Azak Kalesi'ni ele geçirmekle beraber Azak Denizi'nde donanma bulunduramayacaktı.
Kapitülasyonlar.
Osmanlı Devleti Atlas Okyanusu ticareti karşısında gerileyen Akdeniz ticaretini canlı tutmak amacıyla I. Süleyman devrinde 1536 yılında müttefiki Fransa'ya ticaret ve gümrük kolaylıkları sağlamıştı. Tek taraflı olarak verilen bu ayrıcalıklar süresi bittiğinde uzatılmak suretiyle sürdürülüyordu. Rusya ve Avusturya ile imzalanan Belgrad Anlaşmalarında arabuluculuk ve kolaylaştırıcı rol üstlenen Fransa'ya bu kapitülasyonlar 1740 yılında imzalanan bir anlaşmayla sürekli olarak verildi.
XIX. Yüzyıldan itibaren birçok ülkeye teşmil edilen ve Osmanlı Devleti'nin ekonomisine zarar vermeye başlayan kapitülasyonlar 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Anlaşması ile kaldırıldı.
İran ile yeniden savaş.
Avrupa devletleriyle anlaşmalar sağlayan I. Mahmud, yeniden İran üzerine döndü. Nadir Şah, bu vaziyet karşısında Osmanlılarla baş edemeyeceğini anlayınca, Kasr-ı Şirin Antlaşması maddeleri üzerinden anlaşma teklifinde bulundu ve bu istek kabul edildi (1746).
Islahatlar.
I. Mahmut, Lale Devri'nde (1718-1730) büyük bir hız kazanan Osmanlı reform hareketinin Patrona Halil İsyanı ile kesintiye uğradığı bir siyasi ortamda tahta geçti. Amcası III. Ahmed'in başlattığı reform politikasını daha çekingen bir üslupla da olsa sürdürmeye gayret etti. İsyandan sonra duraksayan matbaacılık hamlesinin yeniden canlandırılmasına izin verdi. Başta Ayasofya kütüphanesi olmak üzere kütüphaneler kurdu. Daha sonra Nuruosmaniye Camii adını alan caminin Avrupa mimarisi tarzında inşa edilmesi için Simon Kalfa adlı Ermeni mimarı görevlendirdi ise de, daha sonra gelen tepkiler üzerine bu projeden vazgeçti.
1729 yılında Osmanlı Devleti'nin hizmetine giren Humbaracı Ahmet Paşa'nın öncülüğünde Humbaracı Ocağı büyük bir gelişme sağladı ve gerek Avusturya'ya gerekse Rusya'ya karşı kazanılan başarılarda önemli pay sahibi oldu.
Mimari eserler.
Birinci Mahmud döneminin en büyük eseri Hekimoğlu Ali Paşa Camii ve Külliyesi oldu. Tophane'de inşa edilen Birinci Mahmud Çeşmesi, Halep'te yapılan Osman Paşa Külliyesi, Kahire'deki Habbaniye Sultan Birinci Mahmud Tekkesi ve Sebili, Erzurum'daki Vezir İbrahim Paşa Camii, Cağaloğlu'ndaki Hacı Beşir Ağa Külliyesi, Saliha Sultan Çeşme ve Sebili (annesi tarafından yaptırıldı) ve Şumnu'da inşa edilen Şerif Halil Paşa Camii dönemin diğer önemli mimari eserleridir.
Ölümü.
Zor bir dönemde padişah olmasına rağmen ülke içinde ve dışında huzuru sağlayan, Osmanlı Devleti'nin gerileme sürecini bir süreliğine de olsa yavaşlatmayı başaran I. Mahmut, 13 Aralık 1754'te hastalığına rağmen çıktığı Cuma namazından dönerken, Demirkapı'da at sırtında öldü. Yeni Cami Turhan Valide Sultan Türbesi'nde babası II. Mustafa'nın yanına gömüldü.
Kişiliği.
Devrinin vakanüvislerince zeki, anlayışlı, hamiyetli, lütufkâr ve merhametli bir zat olarak tanıtılan I. Mahmud, hadiseleri sonuna kadar takip eder, devlet işlerinde istişarede bulunur, acele etmez ve telaş göstermezdi. Yeniliği sever ve memleketi bu yoldan yükseltmeye gayret ederdi. İlim, sanat, edebiyat meclislerindeki sohbetlere katılır ve Sebkatî mahlası ile şiirler yazardı. Devrinde ilim, kültür ve sanat sahalarında kıymetli eserler yazıldı. Beşiktaş'ta Arap İskelesi Camii, Rumeli Hisarı'nda İskele Camii ve Yıldıztepe mescitleri yaptırdığı bazı eserlerdir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17817",
"len_data": 7394,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.42
}
|
II. Mustafa veya Mustafa Gazi (Osmanlı Türkçesi: مصطفى ثانى "Muṣṭafā-yi sānī"; d. 2 Haziran 1664, İstanbul – ö. 29 Aralık 1703), lâkabı Gazi, Divan edebiyatındaki adı İkbâlî; 22. Osmanlı padişahı ve 101'inci İslâm halifesidir. Babası IV. Mehmed, annesi ise Emetullah Râbi'a Gülnûş Sultan'dır. Dinî ilimlere olan ilgisiyle tanınmaktadır ve Osmanlı padişahları arasında sefere çıkan son padişahtır.
II. Mustafa, amcası II. Ahmed'in ölümünden sonra 6 Şubat 1695'te tahta çıktı. Saltanatı sırasında Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya, Venedik ve Rusya gibi güçlü devletlerle savaşlar yaptı. II. Viyana Kuşatması'ndan sonra başlayan toprak kayıplarını telafi etmeye çalışsa da, Karlofça Antlaşması (1699) ile birçok önemli toprağı kaybetmek zorunda kaldı. Bu antlaşma, Osmanlı tarihinde büyük bir dönüm noktası oldu.
Avusturya seferleri.
II. Mustafa döneminde Avusturya üzerine Sultan'ın katıldığı üç büyük sefer düzenlenmiştir. Tahta geçtiği zaman Osmanlı Devleti, Avusturya ile karada ve Venedik'le deniz ve karada savaşa devam etmekteydi. Tahta geçtiğinin üçüncü günü yapacağı işleri anlatan bir hatt-ı hümayun yayınladı. Yazısında: "Zevk, sefa ve rahatı kendimize haram eylemişizdir." diyordu. Lehistan ve Rusya ile anlaşmazlık çok ciddileşmişti. Sultan II. Mustafa, Balkanlar'da savaş için askerî merkez olan Edirne'de kalarak savaş işleri ile uğraşmak zorunda kaldı.
II. Mustafa, birinci Avusturya Seferi'ne tahta geçmesinin beşinci ayında 30 Haziran 1695'te Edirne'den hareketle başladı. Ordu Belgrad'a geldiği zaman o zamana kadar orada ikamet etmekte olan Orta Macar (Kurs) Kralı Tökeli İmre bir şayka ile Tuna Nehri üzerinden İstanbul'a gönderildi. Sonra Avusturya ordusuna karşı Lugos Muharebesi'ni kazandı. Bu nedenle II. Mustafa "Gazi" unvanı aldı. Sonra II. Mustafa İstanbul'a döndü ve 14 Kasım 1695'te Davutpaşa ordugahına indi ve 4 gün sonra büyük bir alayla İstanbul'a gelip Topkapı Sarayı'na yerleşti.
II. Mustafa, ikinci Avusturya Seferi için 8 Nisan 1696'da Davutpaşa ordugahında kurulan Sultan Otağına çıktı ve oradan ordu ile 22 Nisan 1696'da Macaristan'a doğru yola çıktı. 27 Ağustos 1696'da Osmanlı ordusu Avusturya ordusu ile Temeşvar yakınında Ulaş Muharebesi'ne girişti ve II. Mustafa komutası altındaki Osmanlı ordusu galip geldi. Avusturya ve Macar kaynaklarında bu muharebenin adı "Olaschin" olarak geçer. Cenei Muharebesinde de zafer alan II. Mustafa, 26 Ekim 1696'da II. Mustafa ordu ile İstanbul'a döndü.
II. Mustafa, üçüncü Avusturya Seferi için, 20 Mayıs 1697'da Edirne'de otağa çıktı. Ancak 11 Eylül 1697'de Savoylu Prens Eugene komutasındaki Avusturya ordusuna karşı yapılan Zenta Muharebesi sonucu Osmanlı Devleti için büyük bir bozgun ve bir facia oldu. Tisa nehrini geçemeyen Veziriazam Elmas Mehmet Paşa ile dört divan veziri, birçok eyalet beyi, 30 kadar yeniçeri ağası, ordunun 30.000 asker ve subayı düşman çemberinde kalıp imha edildi veya Tisa ırmağını geçerken boğuldular. Bu yenilgide Osmanlı Devleti bir anda savunmasız kaldı.
Bu arada Venedikliler, Mora ve Dalmaçya'ya; Lehistan ise Boğdan'a saldırdı. Aynı dönemde Rusya'nın başına Deli Petro geçmişti. Deli Petro ordusunu modernize etmiş, boğazlardan Akdeniz'e inme ve Karadeniz'e egemen olma çabalarına girişmişti.
Rus İmparatorluğu 1695'teki saldırıda başarısız olmuş, fakat bir yıl sonra Azak Kalesi'ni ele geçirmişti (6 Ağustos 1696). Uzun süren savaşlar sonunda Osmanlı Devleti yorgun düşmüştü.
Karlofça Antlaşması.
Son Avusturya seferindeki Zenta yenilgisi bir facia olmuştu. Yeni Sadrazam Köprülü Amcazade Hüseyin Paşa'nın girişimleriyle, özellikle İngiliz hükûmetinin elçisi Lord Paget ile Hollanda elçisi Jacob Colyer araya girmesi sonucunda Sultan II. Mustafa barışa razı oldu. İmzalanan Karlofça Antlaşması'yla Banat ve Temeşvar hariç, bütün Macaristan ve Erdel Prensliği Avusturya'ya, Ukrayna ve Podolya Lehistan'a, Mora, Ayamavra ve Dalmaçya kıyıları Venedikliler'e bırakıldı (26 Ocak 1699).
Karlofça Antlaşması Osmanlı Devleti'nin büyük ölçüde toprak kaybettiği ilk antlaşmadır. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti'nin gerileme dönemi başlar. Ayrıca bir yıl sonra Rusya ile de bir antlaşma yapıldı. 14 Temmuz 1700 tarihinde imzalanan İstanbul Antlaşması ile Azak Kalesi Rusya'ya bırakıldı.
Edirne Vakası ve tahttan indirilmesi.
Tarih 1703 yılına gelmiş, Osmanlı Devleti'nin kötü gidişine dur denilememişti. Padişah tahta çıktığında söylediklerini unutmuş gibiydi. "Zevk ve sefa bana haram olsun" dediği halde, av partileri düzenliyor, aylarca av peşinde dolaşıyordu. Devlet işlerini sadrazamlarına ve eski hocası olan sonradan Şeyhülislam yaptığı Feyzullah Efendi'ye bırakmıştı. Bu durum ordu içinde hoşnutsuzluğa yol açtı.
Sultan II. Mustafa, Azak Kırımlılarına saldırmasının ardından İstanbul yerine Edirne'de oturmaya başladı. Mart 1700'den sonra İstanbul'a dönmedi. İstanbul'daki askerler bu duruma isyan edip, Edirne üstüne yürüdüler. Sultan II. Mustafa, Edirne'de bulunan askerleri teşkilatlandırıp yolları tutturdu ama Edirne ordusunun komutanları dağılıp gidince İstanbul'dan gelen ordu Edirne'ye girdi ve Şeyhülislam Feyzullah Efendi onlar tarafından öldürüldü.
Sultan II. Mustafa tahttan indirildi. Yerine kardeşi Sultan III. Ahmed tahta çıkarıldı (22 Ağustos 1703). Sultan II. Mustafa tahttan indirildikten sonra fazla yaşamadı ve 29 Aralık 1703'te öldü. Cenazesi İstanbul'a getirilip, Turhan Sultan türbesinde babası Sultan IV. Mehmed'in yanına gömülmüştür.
Mimarî çalışmalar.
Sultan II. Mustafa döneminde yapılan mimari çalışmalar şunlardır; Saraçhanebaşı Amcazade Hüseyin Paşa Külliyesi, Anadolu Hisarı üzerinde Meşruta Yalısı, Fatih semtinde Millet Kütüphanesi, Erzurum Kurşunlu Medresesi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17818",
"len_data": 5610,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.48
}
|
IV. Mehmed () veya Avcı Mehmed (2 Ocak 1642, İstanbul - 6 Ocak 1693, Edirne), 19. Osmanlı padişahı ve 98. İslam halifesidir. Sultan İbrahim'in Hatice Turhan Sultan'dan olan oğludur. Babasının tahttan indirilmesinin ardından 1648'de 6 yaşında tahta çıkan en genç padişah oldu. Ava düşkünlüğünden dolayı "avcı" lakabıyla anılmıştır. 39 yıllık saltanatıyla Kanuni Sultan Süleyman'dan sonra en uzun süre hükümdarlık yapan Osmanlı padişahıdır. Saltanatında Batı'da en geniş sınırlara ulaşılmıştır.
Döneminde mimari alanda birçok faaliyet gerçekleştirildi. İnşaatı 60 yılda bitirilemeyen Yeni Cami ve Külliyesi tamamlandı. 1658-1680 yılları arasında Rumeli ve Anadolu hisarları tamir edildi. Mısır Çarşısı, Hünkar Kasrı, Köprülü Külliyesi, Safranbolu Köprülü Mehmed Paşa Camii, Vezirköprü Fazıl Ahmed Paşa Külliyesi, İncesu Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii ve Kervansarayı inşa edildi.
İlk yılları.
Saltanatının ilk yılları karışıklık içinde geçti. Bu dönemde devlet yönetimine babaannesi Kösem Sultan kadar annesi Turhan Sultan da karıştı. Zamanla iki kadın arasındaki rekabet giderek arttı. Kösem Sultan IV. Mehmed'i tahttan indirerek Turhan Sultan'dan kurtulmak istiyordu ancak bu planı öğrenildi. Kösem Sultan 1651 yılında Turhan Sultan'ın adamları tarafından öldürüldü.
Yönetimi.
1652 yılında malî durumu düzeltmesi için Tarhuncu Ahmet Paşa'yı sadrazam yaptı. Gereksiz giderleri azaltan ve tüm görevlilere vergi koyan sadrazam devletin gelirini artırdı. Ancak rakipleri tarafından padişahın gözünden düşürüldü ve öldürtüldü. Ardından gelen sadrazamlar devlet işlerinin daha da bozulmasına neden oldular. Askerin bir bölümüne ayarı bozuk para verilmesinden ve bir bölümüne ise hiç aylık verilmemesinden ötürü İstanbul'da ayaklanma çıktı. Ayaklananların padişaha verdikleri bir listedeki 30 devlet adamı ve saray ağası öldürtüldü ve cesetleri Sultanahmet Meydanı'nda bir çınar ağacına asıldı. Bu olaya Vaka-i Vakvakiye (Çınar olayı) denir.
1656 yılında Çanakkale boğazı önlerinde Venedik donanmasıyla yapılan savaşta Osmanlı donanması ağır bir yenilgi aldı ve Bozcaada ile Limni Venediklilerin eline geçti, ayrıca Çanakkale Boğazı kontrol altına alındı. Bu durum İstanbul'da büyük paniğe yol açtı. Aynı yıl iç ve dış sorunlara çözüm bulmak üzere Turhan Sultan tarafından sadrazamlığa Köprülü Mehmet Paşa getirildi.
Köprülüler dönemi.
IV. Mehmed ve Hatice Turhan Sultan'dan tam yetki alan Köprülü, İstanbul ve Anadolu'da güvenliği sağladı. Venediklileri yenilgiye uğratarak Bozcaada ve Limni'yi geri aldı. Ölümünden sonra yerine Fazıl Ahmet Paşa geldi. Fazıl Ahmet Paşa Avusturya'dan Uyvar Kalesini alıp Vasvar Antlaşması'nı imzaladı. Venediklilerden de Girit'teki Kandiye kalesini aldı ve 24 yıl süren Girit savaşına son verdi. IV. Mehmed sadrazam ile birlikte Lehistan seferine çıktı ve 1672 yılında Bucaş Antlaşması'nı imzaladıktan sonra Edirne'ye döndü. Lehistan'ın antlaşma şartlarına uymaması yüzünden ertesi yıl yeniden sefere çıkıldı ve savaş 1676 yılında son buldu. Aynı yıl Fazıl Ahmet Paşa ölünce IV. Mehmed sadrazamlığa Köprülü ailesinin yetiştirdiği Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'yı getirdi. IV. Mehmed sadrazamla birlikte Rusya'nın ele geçirdiği Çehrin kalesini geri almak için sefere çıktı. Kalenin alınmasının ardından 1678'de Edirne'ye döndü. 1681 yılında Ruslarla yirmi yıl süreli bir barış antlaşması yapıldı.
Yine bu dönemde Eylül 1675'te İngiltere ile imzalanan bir antlaşmayla, I. Elizabeth döneminden beri bu ülkeye tanınmış olan imtiyazlar sistemli bir şekilde özetlendi ve söz konusu imtiyazlar ve kapitülasyonların yürürlükte olduğu belirtildi.
İkinci Viyana kuşatması.
IV. Mehmed döneminin en önemli olayıdır. IV. Mehmed'in sadrazamı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ordu ile birlikte Viyana'ya kadar gitmiştir, kuşatma esnasında Belgrad'ta bulunan padişah kuşatmanın başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra İstanbul'a dönmüştür. 1683 yılında gerçekleşen kuşatma iki ay sürmüş, Tuna Nehri'nin kuzeyinden gelen düşman kuvvetleri yüzünden Osmanlı Ordusu iki ateş arasında kalıp, ağır kayıplar vererek Belgrad'a çekilmiştir. Yenilginin sorumlusu olarak görülen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın Belgrad'ta idam edilmesi sonrasında Sadrazamlığa Kara İbrahim Paşa getirilmiştir.
Kuşatma sonrası.
Kuşatmanın ardından Avusturya, Lehistan ve Venedikliler birleşerek karşı saldırıya geçtiler. Bu dönemde Estergon, Peşte ve Budin kaybedildi. Venedikliler Ayamavra, Preveze, Mora ve Atina'yı ele geçirdiler. Ordu Mohaç Savaşı'nda ağır bir yenilgiye uğradı. Tüm bu gelişmeler IV. Mehmed'e karşı bir güvensizlik yarattı. Ordu ayaklanarak padişahın tahttan indirilmesini ve yerine kardeşi Şehzade Süleyman'ın geçmesini talep etti. Bu talep kabul gördü ve IV. Mehmed 1687'de tahttan inmek zorunda kaldı.
IV. Mehmed tahttan indirildikten sonra iki oğluyla birlikte Edirne Sarayı'na kapatıldı ve 10 Ocak 1693'te orada öldü. Cenazesi İstanbul'a getirilerek Eminönü'nde Yeni Cami Turhan Valide Türbesi'nde annesi Turhan Validenin yanına defnedildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17819",
"len_data": 4947,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.32
}
|
İbrahim (; 5 Kasım 1615, İstanbul - 18 Ağustos 1648, İstanbul), 18. Osmanlı padişahı ve 97. İslam halifesiydi. 8 Şubat 1640'ta, ağabeyi IV. Murad'ın ölümü üzerine 25 yaşında ve 18. padişah olarak Osmanlı tahtına çıktı. Şehzadeliğinde çok sıkı bir saray hayatı yaşamış, erkek kardeşleri IV. Murad tarafından öldürtülmüş olduğundan korku içinde büyümüştü.
Şehzadeliği.
İbrahim, 5 Kasım 1615 tarihinde doğdu. Babası Osmanlı Padişahı I. Ahmed, annesi Kösem Sultan'dır. Babasının 1617 senesinde vefat etmesi ve amcası I. Mustafa'nın tahttan indirilmesi ile ağabeyi II. Osman tahta çıktı. Daha 2 yaşındayken kafese kapatıldı. Daha sonra aynı anne'den doğan ağabeyi IV. Murad tahta çıktı. Sultan IV. Murat'ın emriyle Şehzade Bayezid 1635'te Revan Seferi'ne çıkarken ibrişim kemendiyle boğduruldu. Aynı zamanda diğer kardeşi Şehzade Süleyman da boğduruldu. Kösem Sultan'dan doğan öz kardeşi Şehzade Kâsım ise 1638'de Bağdat Seferi arefesinde boğduruldu. Sultan İbrahim'in tahta nasıl çıktığı hakkında çeşitli tevatürler bulunmaktadır. Fransız seyyah Du Loir'in seyahatnamesine göre, IV. Murad ölürken hayatta kalan tek şehzade olan İbrahim'i öldürmek üzere Şeyhülislam Zekeriyazade Yahya Efendi'den fetva almış ve kendisinden sonra tahta Kırım Hanı'nın geçmesini istemişti. Fakat bu emir Kösem Sultan tarafından engellenmiş, böylece Şehzade İbrahim Osmanlı tahtına çıkmıştı. Solakzade Mehmed Hemdemî'ye göre ise, IV. Murad ölüm döşeğindeyken kardeşi İbrahim'i çağırıp tahtın kendisinden sonra ona nasip olacağını söylemiş ve halkı koruyup gözetmesi vasiyetinde bulunarak kardeşiyle helalleşmişti.
Osmanlı kroniklerinde anlatıldığı üzere; ağabeyinin vefat haberini İbrahim, bunun kendisini öldürmek için bir tertip olduğunu düşünüp odasından çıkmak istememiş, ancak ağabeyinin cesedini gördükten sonra ikna olmuş ve tahta cülûs etmiştir.
Dönemin önemli olayları.
Sultan İbrahim tahta geçtiğinin ilk senesinde Emirgüneoğlu Yusuf Paşa olayı yaşandı. IV. Murad'ın İran Seferi sırasında Revan Kalesi kumandanı olan Emirgünoğlu, kalenin fethinden sonra affedilerek Emirgan'da oturmasına izin verilmişti. Emirgünoğlu, IV. Murad'ın ölümünü fırsat bilerek bölücü ve yıkıcı propaganda yaptı. Bu faaliyetleri üzerine İbrahim, onu idam ettirdi. Ancak bundan dolayı İbrahim bazı çevrelerden düşmanlar edindi.
Diğer taraftan, Malta Şövalyelerinin fırsat buldukça Türk ticaret gemilerine saldırmaları yüzünden, Sultan İbrahim onların en büyük sığınağı olan Girit Adası'nın fethini emretti. 20 Haziran 1645'te Sakız Adası'ndan denize açılan Osmanlı donanması, 17 Temmuz'da Girit'in Hanya limanını fethetti. Hanya'nın Osmanlılar tarafından fethi, Avrupa'da büyük etki uyandırdı. Almanya ve İtalya bölgelerinde ülkeler asker göndererek Venedik'e yardım kararı aldılar. Hanya muhafazasına getirilen Deli Hüseyin Paşa, harekâta devâmla Resmo Kalesi'ni ele geçirdi.
Bu sırada Hezarpare Ahmed Paşa aleyhine olarak başlayan isyan, İbrahim'in de tahttan indirilmesiyle sonuçlandı. Tahta oğlu IV. Mehmed çıkarıldı. İsyancılar ve bunların önderi olan Sofu Mehmed Paşa, İbrahim'i idam ettirdiler (18 Ağustos 1648). Ayasofya Selatin haziresinde, caminin Roma döneminde vaftizhane olarak kullanılan kısmına defnedilmiştir (I. Mustafa ve İbrahim Türbesi).
Sultan İbrahim döneminde devletin iç huzurunun sağlanması, mali durumunun düzeltilmesi için önemli çalışmalar yapılmış, para basılmadan para ayarının düşürülerek ve vergilerin toplanarak hazinenin güçlendirilmesine çalışılmıştı.
Araba yasağı.
İstanbul sokaklarında sık sık dolaştığı günlerden birinde önüne çıkan bir öküz arabası Sultan İbrahim'i hiddetlendirir. Bunun üzerine Sultan İbrahim verdiği bir emir ile şehir içinde halka arabayı yasaklar. Ancak günün birinde üfürükçüye gittiği sırada karşısına bir araba çıkması üzerine Sultan İbrahim, bundan sorumlu tuttuğu Veziriazam Nevesinli Salih Paşa'yı üfürükçünün evine çağırtıp oracıkta kuyu ipiyle boğdurttu.
Varvar Ali Paşa İsyanı.
İbşir Mustafa Paşa'nın güzelliğiyle bilinen Sivas'taki eşi Perihan Hanım'ı kendine isteyen Sultan İbrahim'in emrine Varvar Ali Paşa karşı gelmiş ve İbşir Mustafa Paşa'nın eşini Sultan İbrahim'e götürmemişti. Bu durum üzerine emri yerine getirmeyen Varvar Ali Paşa'nın görevinden alınmasına karar verildi. Onu öldürmekle görevlendirilen İbşir Mustafa Paşa'nın saldırısına ise hazırlıksız yakalandı. Eşini savunduğu İbşir Mustafa Paşa, Varvar Ali Paşa'nın sonu oldu. İdam edilen Varvar Ali Paşa'nın kesilen başı İstanbul'a yollandı ve İbşir Mustafa Paşa da ödüllendirildi.
Ölümü.
Sultan İbrahim'in savruk harcamaları tamamen mücevher işli yeni bir saltanat kayığı yaptırması isteği ile daha da arttı. Bunun için esnaftan, ulemadan, ocak ağalarından ve devlet ricalinden ek vergiler istenildi ve buna muhalefet edecek olanların cezalandırılacakları duyuruldu. Kösem Sultan, bunun bir patlamaya yol açabileceğine dair Sultan İbrahim'i uyarmak istemesi dolayısıyla saraydan atılarak İskender Bahçesi'ne sürgün edildi. Sadrazam Tezkereci Ahmet Paşa ise kendi savruk harcamalarına devam etmekte ve oğlunun düğünü için yaptığı eğlentiler ve harcamalar hakkındaki haberler şehirde herkese yayılmakta idi.
7 Ağustos 1648'de ulema Fatih'te (başlarındaki yeniçeri ağası) kapıkulu ocakları ağaları da At Meydanı'nda Orta Camii'nde toplandılar. Sultan İbrahim'in sefahatine ve koyduğu samur ve amber vergisine karşı olarak bir ayaklanma üzerinde anlaştılar. Sabahleyin silahlanmış kapıkulu askerleri Fatih Camii avlusuna geldiler. Bunu haber alan sadrazam Tezkereci Ahmet Paşa korkup saklandı. O zaman başdefterdar olan Sofu Mehmed Paşa Fatih Camii'ne çağrıldı ve burada isyancıların liderleri olan ocak ağaları ve ulema liderleri tarafından geniş tecrübesi nedeniyle kendisinin sadarete getirildiği ilan edildi. O zamana kadar sadrazam olan Tezkereci Ahmet Paşa saklandığı için kendisinden mühr-ü humayun alınamamıştı. O akşam geç saatlerde Tezkereci Ahmet Paşa saklandığı konağında yakalandı. Konağı yağmalandı. Eski sadrazam, Fatih Camii'ne isyancı kapıkulu askeri komutanları; ulema liderleri ile bunların veziriazam seçtikleri ve sarayın da bunu teyit ettiği Sofu Mehmed Paşa önüne getirildi. Orada Cellat Kara Ali tarafından boğularak idam edildi. Öldürüldüğünde yaşının 50'yi geçtiği bildirilir.
Sadrazam olan damadının katledilmesinden sonra, Sultan İbrahim durmadan haber gönderiyor ve isyancılara dağılmalarını söylüyordu. Bir değişiklik olmadığını tespit edince, saray burçlarına topları yerleştirtmiş, bostancıları silahlandırmıştı. İtaatsizlikleri devam ettiği takdirde hepsini kırıp geçireceği haberi yayılsın istiyordu. İsyancılar ise Kösem Sultan'na saldıkları bir haberde, Şehzade Mehmed'i Orta Camii'e göndermesini talep ettiler. Kösem Sultan bunun mümkün olamayacağını, böyle bir cülus adeti olmadığını, padişahın patırdısına bakılmamasını, kendisinin sarayda her ne kadar on iki bin silahlı bostancı neferi olmasına rağmen ağaların kendisi tarafında olduğunu, cemiyet saraya geldiğinde bostancıların kendilerine iltihak edeceğini bildirdi. Bu bilgiyi ertesi gün gizlice kıyam erbabının yanıbaşına gelen bostancıbaşı te'yid etti. O gün cuma idi ve bu hâl üzere salatı cuma elden gitmişti. Atmeydanı'na doluşan kıyamcılar, ayak divanı istediler, orada da durmayıp saray içine daldılar. Karşılarında Sultan İbrahim değil, Valide Sultanı gördüler. Karşılıklı olarak konuştular. Valide Sultan kıyam edenlere her ne kadar mukavemet etmeye çalıştıysa da, oğlu İbrahim'in tahtta kalmasını sağlayamadı. Sonunda: "Varayım arslanımın sarıkcığını sardırayım ve çıkarayım" diyerek içeri girdiği görüldü. Az sonra küçük şehzade babaannesinin elinden tuttuğu halde, masum ve güzel yüzü ile göründü. Osmanlı tahtına oturtuldu. Birbir önünden biat ederek geçiyorlardı. Bu kalabalıktan ürken yeni padişah ağlamağa başlayınca, daha fazla rahatsızlık vermeyi önlemek için biat yeterli sayıldı. 6 Ağustos 1648 Çarşamba günü başlayan ihtilâl, cuma günü nihayetlendiğinde, Osmanlı tahtında otuz dokuz yıl hüküm sürecek, IV. Mehmed unvanlı Sultan İbrahim'in oğlu vardı. IV. Mehmed'in tahta çıkışından sonra yeni sadrazam Sofu Mehmed Paşa, şeyhülislamdan İbrahim'in idamı için fetva istedi. Şeyhülislam "Eğer iki sultan var ise birini öldürün." diyerek Sultan İbrahim'in katline fetva vermişti. Sultan İbrahim'in kapatıldığı, pencereleri dahi olmayan karanlık odaya iki cellat gönderildi. Bunlardan birisi Cellatbaşı Kara Ali'ydi. Sofu Mehmed Paşa ve diğer vezirler bu idamı izlemekteydi. 18 Ağustos'ta İbrahim boğularak katledildi. Her ne kadar fetva verilmişse de saltanat görmüş bir padişahın idamı uygun değildi. İbrahim'in ölümü halk tarafından üzüntüyle karşılandı.
Mimari gelişmeler.
Dönemin önemli mimari eserleri; Topkapı Sarayı'nın içine yapılan Sünnet Odası, yine Topkapı Sarayı'nda Sünnet Odası ile Bağdat Köşkü arasına inşa edilen Kameriye (İftar yeri) ve sarayın alt tarafında, deniz kıyısına yapılan yazlık Sepetçiler Köşkü'dür. Bir diğer eseri de Edirne'de Gazi Mihal Köprüsü'ne bitişik olarak Tunca Nehri üzerinde yaptırdığı Seferşâh Köprüsüdür. Bu köprü abisi IV. Murad'a olan bir sözden dolayı yapılmıştır.
Kişiliği.
Sultan İbrahim üç erkek kardeşi IV. Murad tarafından öldürtülmüş, 23 yıl kafes denilen bölümde yaşamış, öldürülme korkusu nedeniyle sinirleri bozulmuş biri olarak 25 yaşında tahta çıktı. İbrahim'in kişiliğine kardeşlerini öldürten IV. Murad'dan duyduğu korku damgasını vurmuştu. Öyle ki IV. Murad'ın ölüm haberi ona ulaştırıldığında buna inanmamıştı.
Sultan İbrahim'in samur kürke ve ambere aşırı düşkünlüğü nedeniyle "kürk ve amber vergisi" denilerek halktan para toplandı. Üstelik bu düşkünlüğü kedilere varıncaya dek sarayı samurla donatmasına neden oldu. İbrahim sevdiği kedilere samur kürk giydirerek dolaştırıyordu.
Kadınlara oldukça düşkün olan Sultan İbrahim, devletin en önemli haslarını kadınlarına vermekteydi. Bir defasında İstanbul'daki en iri kadının kendisi için bulunmasını emretmiş ve bulunan bu kadından memnun kalınca Şam'ın tüm gelirlerini ona bağışlamıştı. Kadınlara olan düşkünlüğü Varvar Ali Paşa İsyanı'nın çıkmasına sebep oldu. Sultan İbrahim'in İpşir Paşa'nın Sivas'taki nikahlı eşini kendine istemesi Varvar Ali Paşa İsyanı'na neden oldu. İsyan eden Varvar Ali Paşa idam edildikten sonra kesilen başı İstanbul'a yollandı. Döneminde görevliler mevki ve geleceklerini Sultan İbrahim'in kadınlarından bekler olmuşlardı. Sıkıntılarını gidermek için üfürükçüleri saraya dolduran Sultan İbrahim, Cinci Hoca olarak bilinen bir üfürükçüye özel ilgi gösteriyordu. Sultan İbrahim'i etkisi altına alan Cinci Hoca için dayalı döşeli bir saray inşa ettirildi. Asıl amacı maddi kazanç elde etmek olan Cinci Hoca, sorumluluğu altındaki ilmiye kadrolarını rüşvetle satarak çok büyük bir servetin sahibi oldu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17820",
"len_data": 10643,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.49
}
|
Süleyman Şah veya Kaya Alp oğlu Süleyman Alp (ö. 1236, Fırat), Osmanlı İmparatorluğu'nun resmî olarak kurulmasına giden süreçte önemli bir yere sahiptir. Kaya Alp'in oğlu ve Ertuğrul Gazi'nin babası olan Gündüz Alp'in atasıdır. Bazı kaynaklara göre ise Ertuğrul Bey'in babasıdır. Oğuzlar'ın Kayı Boyu'ndandır. Doğum yeri ve tarihi hakkında kesin bilgiler olmadığı gibi 12. yüzyılın sonlarında doğduğu ve Kayı Boyu'nun reisi olduğu bilinir. Moğol hükümdarı Cengiz Han’ın Orta Asya’daki istilâsı üzerine, 13. yüzyılda Türkistan’dan batıya doğru göç etmeye karar vermiştir. Türkistan'dan 50.000 kişiyle Kuzey Kafkasya üzerinden Doğu Anadolu Bölgesi'ne gelerek, 1214'te Erzincan ve Ahlat taraflarına yerleşti. Aynı boya mensup bâzı aşiretler de Diyarbakır, Mardin ve Urfa'ya yerleştiler. 1225-1226 arası da Haçlı Kalesi'nin fethi onun devrinde gerçekleşti.
Süleyman Âlp'in kimliği.
Süleyman Âlp'in Süleyman Şah ile karıştırılması.
Gündüz Âlp'in dedesi olan Süleyman Âlp'in kimliği, her ikisinin de Halep'te ölmeleri nedeniyle vefat tarihleri arasında yüzyıldan fazla süre geçmiş olmasına rağmen bazı yazarlar tarafından uzun yıllar Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurucusu Kutalmışoğlu I. Süleyman Şah ile karıșıtırılmıştır.
Ertuğrul Âlp'nin babası Gündüz Âlp ile karıştırılması.
Son zamanlarda bilim insanları tarafından Osman Gazi dönemine ait bulunan ve üzerinde "Osman bin Ertuğrul bin Gündüz Âlp" yazan üç adet madenî para Ertuğrul Gazi'nin babasının Gündüz Alp olduğunu ispat etmiş oluyor. Böylece Gündüz Âlp ile Kaya Alpoğlu Süleyman Âlp arasındaki karıșıklık da aydınlatılmıș oluyor. Gündüz Âlp'in dedesinin adının ise "Mîr Süleyman Âlp" olduğunu Enverî teyit etmektedir. Yılmaz Öztuna ise Süleyman Şah'ın Ertuğrul'un babası zannedildiğini ve bunun doğru olmadığını söylüyor. TDV İslâm Ansiklopedisi'ne göre de "Süleyman Şah" adındaki kişi Ertuğrul'un babası değildir. "Gündüz Âlp" olarak düzeltilmesi gerekmektedir. Hem İlber Ortaylı hem de Erhan Afyoncu gibi tarihçiler ise Süleyman Şah Türbesi'nde yatan kişinin kimliğinin belirsiz olduğunu söylüyor ve Gündüz Âlp'in Ertuğrul Gazi'nin gerçek babası olduğu görüşünü savunuyor.
Ölümü ve mezarı.
"Süleyman Şah Kaya Alpoğlu," Kayı boyu'ndan birkaç bey ile Caber'e giderken Fırat Nehri'nde boğularak ölmüș ve Halep'teki Süleyman Şah Türbesi'ne defnedilmiștir. "Süleyman Şah Kaya Alpoğlu," genellikle Melikşah'ın kardeşi I. Tutuş'un ordularıyla Halep yakınlarında yaptığı savaşta ölen Kutalmışoğlu Süleyman Şah ile karıştırılmaktadır. Ölümünden sonra Caber Kalesi'nin Fırat nehri hizasındaki kuzeyde (Türkiye'ye kuş uçuşu 30 km kadar güneyde) bir kümbete defnedildi. Mezarın bulunduğu bölge, I. Dünya Savaşı sonrasında Suriye Osmanlı Devleti'nden ayrılınca Fransız Suriye Mandası sınırları içerisinde kalmıştır. Ancak Ankara Anlaşması ve Lozan Antlaşması'na göre Türkiye'nin toprağı sayılmıştır.
21 Şubat 2015 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti tarafından Suriye'deki iç savaş öne sürülerek gerçekleştirilen Şah Fırat Operasyonu neticesinde türbe geçici süreliğine Türkiye sınırına 180 metre mesafedeki Eşme köyüne taşınmıştır.
Kaya Alpoğlu Süleyman Âlp'in ecdadı.
Yazıcızâde Âli'nin "Tevârih-i Âl-i Selçuk" isimli eserinde Ertuğrul Gazi'nin atası olarak sadece Gök Âlp'in adı geçmektedir, Neşrî'nin Kitâb-ı Cihannümâ isimli eserinde ise Ertuğrul Gazi'nin atası olarak sadece Süleyman'ın adı zikredilmektedir. Aradaki isimler diğer tarihçilerce doldurulmaktadır. Öte taraftan Süleyman Âlp'in babasının Kaya Âlp olduğu Bay-Atlı Hasan'ın "Câm-ı Cem-Âyîn" adlı, Şükrullah'ın "Behcetü't-Tevârîh" adlı ve Âşıkpaşazâde'nin "Tevârîh-i Âl-i Osman" adlı eserlerinde zikredilmektedir. Kaya Âlp'in dedesini ise hem Şükrullah hem de Âşıkpaşazâde "Gök Âlp" olarak veriyor. Şükrullah "Kızıl Buğa" aracılığıyla, Âşıkpaşazâde ise "Basuk" aracılığıyla Kaya Âlp'in dedesinin "Gök Âlp" olduğu hususunda hemfikirdir. Gök Âlp'in ise Türkler'in mitolojik atası Oğuz Han'ın neslinden geldiği Karamanlı Tevki'i Mehmet Paşa, Şükrullah ve Âşıkpaşazâde tarafından öne sürülmektedir. Öte taraftan Enverî Süleyman Âlp'i Gazan'a bağlamaktadır. Enverî'ye göre "Emîr Süleyman Âlp" Kutalmışoğlu Süleyman Şah'tır.
Popüler kültürdeki yeri.
2014-2019 yılları arasında TRT 1 de yayınlanan Diriliş Ertuğrul dizisinde Serdar Gökhan tarafından canlandırılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17821",
"len_data": 4274,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.19
}
|
Selçuklu Hanedanı (, ), Orta Asya kökenli Oğuz Türklerinin bir kolu olan Kınık boyuna mensup bir aile. Dukak'ın soyundan gelen ve Selçuk'un kurduğu Büyük Selçuklu İmparatorluğu ile bir hanedan halini alan Selçuklular 11. ve 14. yüzyıllar arasında Orta Asya'nın bir bölümünü, Anadolu'yu ve Orta Doğu'yu yönetti.
Kuruluşu.
Selçuklular, Orta Doğu'da devletler kurarak 300 yıl boyunca egemen olmuş, Oğuzların Kınık boyundan bir Türk hanedanıdır. Adı, hanedanın kurucusu Selçuk Bey'den gelir. Göçebe Türklerde bozkırdaki ırmakları geçiş büyük önem arzediyordu. Oğuznamede salı keşfeden kişi boyun önemli bir atası sayılmaktadır. Selçukluların kurduğu devletlerin ilki, Büyük Selçuklu Devletidir. Bu devlet daha sonra Anadolu Selçukluları, Kirman Selçukluları, Horasan Selçukluları, Suriye Selçukluları ve Irak Selçukluları devletleri olarak beşe ayrılmıştır.
Türklerin tarih boyunca kurdukları devletlerden en önemlilerinden birisi Büyük Selçuklu Devleti'dir. Selçuklular 24 Oğuz kabilesinden Kınık boyuna mensupturlar. Oğuzlar 10. yüzyılda Sir-i Derya (Seyhun) ile Hazar Denizi'nin doğusu ve Aral Gölü arasındaki bölgede yaşarken Kınık boyu da bunların arasında Sir-i Derya suyunun ağzına yakın oturmakta idi. 10. yüzyılın başında Oğuz Yabgu Devleti'ni "Yabgu" unvanı taşıyan bir hükümdar idare etmekte idi. Selçuklu ailesinin atası olan Temir-Yalıg (Demir yaylı) lakablı Dukak (veya Dokak)'ın Müslüman olduğu rivayeti de vardır. Dandanakan Muharebesi ile Horasan'ı Gaznelilerden alacak olan Tuğrul ile Çağrı Beyler ise Mikâîl'in oğullarıdır.
Selçuklular soyağacı.
Hükümdar listesi:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17822",
"len_data": 1578,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.72
}
|
Sultan Murad 5 değişik Osmanlı padişahı anlamına gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17823",
"len_data": 59,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 2.39
}
|
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), Türkiye Cumhuriyeti'nin yasama organıdır. 23 Nisan 1920'de Osmanlı Devleti'nin İtilaf Devletleri'nce işgaline ve Meclis-i Mebusan'ın İstanbul'un işgalinin ardından kapatılmasına direniş göstermek üzere kurulmuştur. Asli görevi yürütmeyi denetlemektir ve yasama erkini kullanır. "Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir" ilkesi, TBMM'nin varoluşunun temel dayanağını oluşturur.
Halihazırda tali kurucu iktidar olan TBMM, diğer Anayasal devlet organlarından üstün değildir. Yasama yetkisi, kanun yapma yetkisidir. Yasalar Anayasa'ya aykırı olamaz. TBMM'nin Anayasa'da da değişiklik yapma yetkisi bulunsa da bu yetki de Anayasanın Başlangıç bölümünde yer alan anlayışla ve Anayasal bütünlüğe uygun olarak hareket etme ve ancak bu çerçeve içerisinde Anayasada değişiklik yapabilme ile sınırlıdır ve bu çerçevede meşruiyet kazanır.
Anayasanın 6. maddesinde yer alan "Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasa'dan almayan bir Devlet yetkisini kullanamaz." ifadesiyle yasama organı olan TBMM'nin, kendinin yasal dayanağı olan Anayasa'nın bütününü veya temel ilkelerini reddederek yeni bir Anayasa yapma yetkisi yoktur.
Anayasaya bağlılık yemini eden milletvekili veya partilerin bu girişimlerde bulunması, yetki aşımı ve yetki gaspı girişimi yönünden suç olan bu durum, milletvekilliklerinin meşrutiyetini sorgulanır hale getirir ve cebir kullanarak Anayasayı değiştirmeye teşebbüsten yargılanma durumu ortaya çıkabilir. Yasa ve Anayasa değişikliklerinin halka ait egemenlik haklarını da koruyan bir toplumsal sözleşme olan Anayasa'ya aykırı olup olmadığı Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenir.
Millete ait egemenlik yetkilerinin kuvvetler ayrılığı prensibi ile verilmesinin, kuvvetler ayrımının, devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir iş bölümü ve iş birliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu anlamına geldiği Anayasa'nın başlangıç bölümünde belirtilmiştir.
Anayasa'nın 108. maddesine göre, yasama yetkisi Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi Milletvekili genel seçimleri, beş yılda bir, serbest, eşit, tek dereceli, genel oy esaslarına göre, yargı organlarının genel yönetim ve denetimi altında yapılır. Seçilen milletvekili adayları, Anayasaya bağlı kalacağına dair Türk milleti önünde namusu ve şerefi üzerine yemin ederek 5 yıllığına TBMM üyeliği (milletvekilliği) hakkı kazanırlar. TBMM üyeleri (milletvekilleri), yasama dokunulmazlığına sahiptir.
Yapılanma.
Ant içme.
Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, seçildikleri bölgeyi veya kendilerini seçenleri değil, bütün Milleti temsil ederler. Anayasanın 81. maddesine göre TBMM üyeleri, göreve başlarken aşağıdaki şekilde ant içerler:
Meclis başkanı.
Her yeni yasama döneminde Başkanlık seçimi yapılıncaya değin en yaşlı üye Başkan, en yaşlı ikinci üye Başkanvekilliği yapar. Bir yasama döneminde 2 defa başkanlık seçimi yapılır. İlkinde 2 yıl, ikincisinde seçim döneminin bitimine kadar görev yapar.
Başkanlık Divanı.
Bir Başkan, dört Başkanvekili, yedi kâtip üye ve üç idare amirinden kurulur. Siyasi partiler sahip oldukları milletvekili sayısı oranında Başkanlık Divanı'nda temsil edilir.
Anayasa'ya göre 94. maddesine göre "Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanı meclis üyeleri arasından seçilen Meclis Başkanı, Başkanvekilleri, katip üyeler ve İdare Amirleri'nden oluşur. Başkanlık Divanı, meclisteki siyasi parti gruplarının üye sayısı oranında divana katılmalarını sağlayacak şekilde kurulur. Siyasi parti grupları başkanlık için aday gösteremezler. Türkiye Büyük Millet Meclisinin başkanlık divanı için, bir yasama döneminde iki seçim yapılır. İlk seçilenlerin görev süresi iki, ikinci devre seçilenlerin görev süresi üç yıldır. Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanı, Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti grubunun Meclis içinde ve dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis tartışmalarına katılamazlar; Başkan ve oturumu yöneten Başkanvekili oy kullanamazlar."
Bu hükümler Meclis Başkanı'nın ve Başkanlık Divanı'nın tarafsızlığını sağlama amacı gütmektedir.
Komisyonlar.
Meclis araştırma komisyonları vb. komisyonlara bu tabloda yer verilmemiştir.
Milletvekilliği statüsü.
Milletvekilleri bir dönem için seçilirler. Dönem sonunda milletvekili olarak devam etmeleri için tekrar seçilmeleri gerekir. Milletvekilleri belirli bir ilden aday olup seçilirler ancak sadece o ili değil bütün Türk milletini temsil ederler. Devlet memurları, kamuda çalışan görevliler milletvekili adayı olabilmek için bu görevlerinden istifa etmeleri gerekmektedir.
18 yaşını aşan her Türk vatandaşı milletvekili seçilebilir, ancak aşağıdaki özelliklere sahip olanlar milletvekili seçilemez:
Milletvekili görevi süresince meclis içinde veya dışında belirttiği oy, söz ve düşünceleri ile ilgili yasama sorumsuzluğuna sahiptir. Bu hak görev süresi sona erse bile devam eder. Milletvekili görevi süresince sorgulanmama, tutuklanmama ve yargılanmama hakkına yani yasama dokunulmazlığına sahiptir. Bu hak görev süresi ile sınırlıdır.
TBMM doğrudan seçimle oluşur ve Türk milleti adına görev yapar. Parlamento'nun öncelikli görevi yürütmeyi denetlemek ve yasama yetkisini kullanmaktır. TBMM'nin çıkardığı yasalar Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenir.
Türkiye Büyük Millet Meclisinin çalışmasında şunlar gözetilir: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, TBMM İç Tüzüğü, Türkiye Cumhuriyeti kanunları, Başkanlık Divanı kararları, mahkeme kararları ve teamüller.
Meclis iç tüzüğü.
TBMM'nin çalışma esasları Meclis iç tüzüğünde belirlenmiştir. Bu iç tüzük kurallarını yine meclisin kendi belirler. 1961 yılında Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu'nun uyguladığı 2 farklı iç tüzük yürürlüğe girdi. 1973 yılında her iki meclisin ortak oturumlarında geçerli olan yeni bir iç tüzük kabul edildi. 1982 Anayasası ile çift meclis uygulaması kaldırıldı ve sadece 1973 yılında kabul edilen iç tüzük uygulanmaya başlandı. Günümüzde de bu 1973 yılında hazırlanan iç tüzük yürürlüktedir.
Tarihçe.
Türkiye'nin siyasi tarihinde ilk parlamento Osmanlı döneminde İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan törenle 19 Mart 1877'de açıldı. Bu meclis Kanuni Esasi'nin göre "Meclis-i Umumi" olarak adlandırılmıştı. "Meclis-i Ayan" ve "Meclis-i Mebusan" olmak üzere iki kısımdan oluşan bu meclis, ilk oturumunu 20 Mart 1877 tarihinde Sultanahmet'teki İstanbul Üniversitesi binasında yaptı. Kısa süren bu meclis 93 Harbi nedeniyle dağıldı. Daha sonra yapılan ikinci genel seçimlerin ardından 18 Aralık 1877'de yeniden açılan meclis, Kanuni Esasi'nin verdiği yetkiyle padişah II. Abdülhamid tarafından 14 Şubat 1878'de tatil edildi.
1908'de seçim kanunu dikkate alınan ilk seçim yapıldı. Seçme yaşı 25, seçilme yaşı 30 olan bu seçimlerde vergi ödeyenler oy kullanabiliyordu. 17 Aralık 1908'de yeniden açılan meclis, İstanbul'un İşgali'ne kadar açık kaldı. Üç yıl sonra ise İstanbul'da ilk kez bir ara seçim yapıldı. Ahrar Fırkası (Özgürlükçüler Partisi) ve İttihat ve Terakki Cemiyeti (Birlik ve İlerleme Partisi)'nin katıldığı seçimlerde, İttihat ve Terakki Cemiyeti çoğunluğu sağladı ve 4 Aralık 1908'de 3. Meclis-i Mebûsan açıldı. Bu parlamento, 31 Mart Vakası ve II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi sonrasında Mayıs 1909'da Kanun-i Esasî üzerinde değişiklikler yaparak padişahın ve Meclis-i Ayan'ın yetkilerini daralttı, kendi yetkilerini artırdı. 1911'de tek bir parlamenteri ilgilendiren, ancak politik yankıları yüksek olan bir ara seçim gerçekleştirildi.
Padişah VI. Mehmed, Mondros Mütarekesi sonrası 21 Aralık 1918'de yeni seçimlerin düzenlenmesi için parlamentoyu feshetti. Seçimlerin ardından 6. Meclis-i Mebûsan 12 Ocak 1920'de ilk toplantısını yaptı. İşgal güçlerinin 16 Mart 1920'de İstanbul'u işgal etmesi üzerine, parlamento anayasaya aykırı olarak 11 Nisan 1920'de kapatıldı. Parlamentonun kapatılması üzerine 23 Nisan 1920'de Ankara'da Büyük Millet Meclisi faaliyetlerine başladı ve fiilen ülkeyi yönetmeye başladı.
Kuruluşu.
Kurtuluş Savaşı dönemi.
19 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal Atatürk, Samsun'a çıkarak Millî Mücadele'nin başlamasını sağladı. Mondros Mütarekesinin ardından hareket, dernekler ve kongreler kurarak ülkenin çeşitli bölgelerinde işgallere karşı mücadele hareketleri başlattı.
İddialara göre, Ateşkes Anlaşması'nın ardından işgal kuvvetlerinin ülkeyi bölmek, azınlıkları kışkırtmak, işgal bölgeleri oluşturmak ve Yunan kuvvetlerinin işgalini kolaylaştırmak amacıyla İzmir'i işgal etmelerine ve Ege Bölgesi'ne saldırmalarına izin verilmesiyle İstanbul Hükümeti'nin sessiz kalmasıyla ilişkilendiriliyordu. Bazı çevreler, bu yerel örgütlerin bulundukları bölgelerde siyasi gücü temsil ettikleri ve feodal bir iktidar haline geldikleri iddialarını ortaya atmışlardır.
13 Kasım 1918'de, Yıldırım Orduları Grup Komutanlığından ayrılan Mustafa Kemal Atatürk, İstanbul'a geldi. Mustafa Kemal Atatürk, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan savaş gemilerini görünce "Geldikleri gibi giderler" dedi. İddialara göre, Padişah VI. Mehmed ve Hükûmetin kendini İstanbul'dan uzaklaştırmak istemesiyle Anadolu'ya geçmiş ve kurtuluş mücadelesinin Anadolu'da başlatılması düşüncesi ve kararı doğmuştur.
Mustafa Kemal'in, ilk olarak ordularla temasa geçmiş ve Ankara'da bulunan 20. ve Diyarbakır'da bulunan 13. Kolordu Komutanlarına, Vali ve Mutasarrıflara 28 Mayıs tarihli bir genelge göndererek milli direniş örgütlerinin tüm ülkede kurulmasını istemiştir. Ayrıca Yunan kuvvetlerinin kontrolü altındaki Manisa ve Aydın'ın ardından yapılacak mitinglerle milletin işgale karşı duygularının açığa çıkarılması, yabancı devlet temsilcilerine ve Bâb-ı Âlî'ye şiddetle kınayan telgraflar gönderilmesi için halkın uyarılması gerektiğini belirttiği söylenmiştir.
İddialara göre bu genelgenin ardından, İngiliz Muhipleri Cemiyeti adına belediye başkanlarına gönderilen bir telgrafta, milletin İngiliz korumasını istediği ifade edilmiş, Sadrazam Damad Ferid Paşa'nın Ermeni özerkliğini kabul ettiğini açıklaması ve bir diğer iddiaya göre Hürriyet ve İtilaf Fırkası başkanının İngiltere'nin himayesini istemesi gibi olaylar yaşanmıştır. TBMM Kütüphanesi tarafından yayınlanan esere göre Mustafa Kemal Atatürk, bu durumu ve İstanbul Hükûmeti'nin davranışlarını açıklayan 3 Haziran tarihli şifreli bir telgrafla komutanlar ve mülki idare amirlerini yeni bir uyarıya yönlendirmiştir.
8 Haziran'da İstanbul'a çağrılan Mustafa Kemal Atatürk, emri dinlemeyerek İstanbul'a gitmemesinin yaratacağı ortamda, bütün milletin birlik ve beraberliğini sağlayacak bir kurul adına yürütmenin daha uygun olacağını düşünmüş ve 19 Haziran'da Amasya'da bu yönde uygulamaya geçmiştir.
Amasya genelgesi ve sonrası.
Mustafa Kemal Atatürk, ulusal örgütleri birleştirerek merkezi bir yönetim altında birleştirmek amacıyla 18 Haziran'da Trakya örgütüne bildirdiği kararını, 21-22 Haziran tarihlerinde Amasya'da Yaveri Cevat Abbas Gürer'e dikte ettiği "Amasya Genelgesi" ile uygulamaya koymuştur. Bu genelgenin ana ilkeleri şunlardır:
Bu genelge, Mustafa Kemal Atatürk tarafından Amasya'da bulunan Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay ve Refet Bele'ye imzalatılmış ve şifreli telgraf olarak tüm sivil ve askeri makamlara gönderilmiştir. Sivas Kongresi, bu genelge üzerine toplanmıştır.
Erzurum Kongresi.
1919'da Erzurum'da çalışmalara başlayan "Vilâyât-ı Şarkiye Müdâfaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti" doğu illerinde Kürt devleti kurma amacı güden "Kürt Teali Cemiyeti"nin etkisini azaltmak için kurulmuştur. Dernek, Doğu illerinin Türk yurdu olduğunu vurgulayarak Ermeni yayılmacılığına karşı dünya kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla Fransızca bir gazete çıkarma ve "Hadisat" adında bir gazete yayınlama kararı almıştır. Cevat Bey ve Kâzım Özalp önderliğindeki geçici kurul, Erzurum Valiliğine dilekçe vererek Derneğin Erzurum Şubesinin açılmasını talep etmiştir. Dernek, teşkilatlanarak düşünce ve eylem birliği sağlamak için çaba göstermiş ve "Albayrak" gazetesi aracılığıyla Türk-Kürt birliğini savunmuştur. Kazım Karabekir'in 15. Kolordu Komutanı olarak atanmasının derneğe büyük etki yarattığı ifade edilmektedir. Erzurum Şube Kongresi, Osmanlı bütünlüğünden ayrılmama, milli varlığın korunması, yardımcı teşkilat kurulması ve köylülerin silahlandırılması gibi kararları alarak tamamlanmıştır. Mustafa Kemal Atatürk'ün Erzurum'a gelmesi ve askerlikten istifa etmesiyle dernek yönetimi değişmiş ve Erzurum'da doğu illerini içeren bir kongre toplaması kararı alınmıştır. Temsilcilerin seçilmesi için dernek teşkilatlarından kişiler belirlenmiştir. Mustafa Kemal Atatürk ve Rauf Orbay, Erzurum Kongresi'ne katılabilmek için Erzurum Temsilciliğinden istifa etmiştir. Diğer seçilen temsilciler belirlenmiştir.
Erzurum Kongresi, 23 Temmuz 1919 tarihinde Sanat Okulu'nda toplanmıştır. Toplantıyı açan Şube Başkanı Raif Efendi, bir başkanın seçilmesi gerektiğini belirterek konuşmasını yapmıştır. Delegelerin oybirliğiyle Mustafa Kemal Atatürk başkanlığa seçilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk, yaptığı konuşmada ateşkes anlaşması hükümlerine aykırı olarak yapılan saldırı ve işgalleri anlatarak tarihin bir milletin varlığını ve hakkını inkâr edemeyeceğini vurgulamıştır. Milli ceryanın ruhunu ve iradesini vatan ve milletin mukaddesatını korumak için kullanacak bir iradeye sahip olmanın önemini vurgulayarak Anadolu'dan İrâde-i Milliye'yle hareket edebileceğimizi ifade etmiştir. Kongre 14 gün boyunca devam etmiş ve ülkenin içinde bulunduğu durum ve karşılaşılan sorunlar ele alınmıştır. "Doğu Anadolu Müdafaayı Hukuk Cemiyeti" adını alan ve İstanbul'daki cemiyetle bağları koparan yeni nizamname kabul edilmiş ve "Heyeti Temsiliye" seçilerek çalışmalar sona erdirilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk kongre kapanış konuşmasında, milletin umuduyla burada toplandığını ve vatan ve milletin kurtuluşu için önemli kararlar alındığını belirtmiştir. Kongrenin ulusal kurtuluş mücadelesindeki yeri ve önemini vurgulayarak tarihin bu kongreyi büyük bir eser olarak kaydedeceğini ifade etmiştir. Kongrede alınan kararlar özetle şu ilkeleri içermektedir:
Bu esaslar bir bildiri şeklinde her yere ve yabancı temsilciliklere iletilmiş, ayrıca komutanlara ve güvenilir makam sahiplerine gönderilerek çoğaltılıp dağıtılması sağlanmıştır. Bu sayede içeride ve dışarıda herkesin bu ilkelere vakıf olması hedeflenmiştir. Erzurum Kongresi, ulusal direnişin temelini oluşturmakta ve kurtuluşa giden yolda ilk toplu hareketi temsil etmektedir.
Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti'nin oluşumu.
Kongrenin yedinci genel toplantısı 10 Eylül'de gerçekleşmiştir. Toplantıda, daha önce oluşturulan komisyon tarafından Amerika Kongresine gönderilecek mektup içeriği ele alınmıştır. Mektupta Kongrenin üyeleri ve temsil ettikleri bölgeler belirtilerek, yanlış bir barışın önlenmesi için yerinde bir incelemenin önemi vurgulanmıştır. Mektup kabul edildikten sonra Nizamname'nin görüşmeleri tamamlanmıştır.
Bu bağlamda, Cemiyetin adı "Şarki Anadolu Müdafaayı Hukuk Cemiyeti" yerine "Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk Cemiyeti" olarak değiştirilmiştir. Heyeti Temsiliye'nin vatanın tümünü temsil edeceği vurgulanarak mevcut üyelere altı üye daha eklenmiştir. Ayrıca, her türlü işgal ve müdahaleye ve özellikle Rum ve Ermenilik teşkil edecek faaliyetlere karşı birlikte savunma ve direnme ilkesi netleştirilmiştir.
Kongrenin yayımlayacağı beyanname okunmuş ve bütçe ve para konularında kararlar alındıktan sonra Batı Anadolu adına Heyeti Temsiliye'ye altı yeni üye eklenmesine karar verilmiştir. Vasıf, Hüsrev Sami, Hakkı Behiç, Ömer Mümtaz, Mazhar Müfit ve Ratıpzade Mustafa Efendi Heyeti Temsiliye üyeliğine seçilerek kongre toplantıları sona ermiştir. Cemiyet, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Cumhuriyet Halk Partisi'ne dönüşmüştür.
İstanbul Mebusan Meclisi seçimleri, meclisin çalışmaları ve dağıtılması.
Heyeti Temsiliye, Sivas Kongresi'nin dağılmasından hemen sonra Korgeneral ve Tümen Komutanlarına, Valilere ve Mutasarrıflara, Belediye Başkanlarına ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Merkez heyetlerine 13 Eylül 1919 tarihli bir genelge gönderdi. Bu genelgede, milletin haklarının savunulması ve varlığının korunması için Ulusal Meclisin en kısa sürede seçilip toplanmasının önemli bir görev olduğu vurgulanarak seçim hazırlıklarına başlanması talimatı verildi. Daha sonra, 7 Ekim 1919'da Mebusan Meclisi için milletvekili seçimlerine başlanacağı yurdun her yanından ilan edildi.
Mustafa Kemal Atatürk'ün Meclisin Ankara'da toplanması isteği, 20 Ekim 1919'da Amasya'ya gelen İstanbul Hükûmeti Temsilcisi Deniz Bakanı Salih Hulusi Kezrak tarafından olumlu karşılandı. Ancak Padişah VI. Mehmed ve Hükûmetin, Meclisin Saltanat ve Devlet Merkezi olan İstanbul'da toplanması konusunda ısrarları ve Erzurum, Trabzon, Balıkesir ve Manisa Müdafaa-i Hukuk Merkezlerinin bu yönde düşüncelerini dile getirmeleri üzerine durum, Heyeti Temsiliyenin 16-29 Kasım 1919'da Sivas'ta Komutanlarla birlikte yaptığı toplantıda görüşüldü. Toplantı sonucunda Meclisin İstanbul'da toplanması kabul edildi, ancak seçilecek milletvekillerinin İstanbul'a gitmeden önce belirli merkezlerde toplanarak güvenlik önlemleri alınması ve Mecliste savunulacak esaslar hakkında bilgilendirilmeleri ve bu amacın gerçekleştirilmesi için Mecliste güçlü bir grup oluşturulması kararlaştırıldı.
Mebusan Meclisi, 12 Ocak-18 Mart 1920 tarihleri arasında (65) gün süren (24) birleşimde birçok önemli iş gerçekleştirdi. En olumlu gelişme, 28 Ocak'taki gizli birleşimde kabul edilen ve 17 Şubat'ta kamuoyuna duyurulan "Ahdi Millî" (Misak-ı Millî) Beyannamesi oldu. Bu beyanname yabancı parlamentolara gönderilmesi kararlaştırıldı.
Ancak Mecliste yaşanan olumlu gelişmelere rağmen, Sadrazam Ali Rıza Paşa'nın 14 Şubat'ta Valilere ve Bağımsız Mutasarrıflara gönderdiği bir genelgede Kuva-yı Milliye ve Heyeti Temsiliye aleyhinde bulunduğunun öğrenilmesi ve 19 Şubat'ta Felahı Vatan Grubu'nda yaptığı konuşmayla bu düşüncelerini pekiştirmesi, Mustafa Kemal Atatürk'ün sert tepkisine yol açtı. Ulusal baskıya dayanamayan kabine, 3 Mart'ta istifa etmek zorunda kaldı.
Ertesi gün Mustafa Kemal Atatürk, Mebusan Meclisi Başkanına ve Padişah VI. Mehmed'e gönderdiği telgraflarda, "Bütün ulusun bu tarihi günlerde milli iradeyi temsil eden milletvekillerinin kesin kararlarını sabırsızlıkla beklediğini" ve "İçte ve dışta bin türlü ihtirasın köpürmesiyle huzur ve selametimizin tehdit altında olduğunu" bildirdi. Ayrıca, "milli vicdana güven vermeyecek bir kabine başkanına hiçbir surette tahammül edemeyeceğimizi" ifade etti.
Kabinenin yeni başkanı Salih Hulusi Kezrak önderliğinde 8 Mart'ta kurulmasına rağmen İstanbul'da Kuva-yı Milliye aleyhindeki hareketler devam etti. İtilaf Devletleri, 15 Mart'ta asker ve sivil (150) vatandaşı tutukladı. Ertesi gün İngiltere, Fransa ve İtalya Yüksek Komiserlerinin imzaladığı bir nota Sadrazam Salih Hulusi Kezrak'a verilerek İstanbul'un askeri işgal altına alınacağını bildirdi. İşgal, 16 Mart'ta saat 16.00'dan itibaren fiilen başladı.
TBMM'nin "Parlamento Tarihi" yayınında iddia edilene göre Mustafa Kemal Atatürk, işgali öğrendiği anda Yabancı Devletlerin Meclislerine, Dışişleri Bakanlarına ve siyasi temsilcilere gönderdiği telgraflarda "Osmanlı Milletinin siyasi egemenliği ve bağımsızlığına indirilen bu son darbenin, yaşamımızı ne pahasına olursa olsun savunmaya kararlı olduğumuzu" belirtti. Ayrıca yayınladığı bir bildiriyle "İşgal ile Osmanlı Devletinin yedi yüz yıllık hayat ve egemenliğine son verilerek Türk Milletinin uygarlık yeteneğinin, hayat ve bağımsızlık hakkının ve bütün geleceğinin savunmasına çağrıldığını" ulusa ve bütün dünyaya duyurdu.
Ankara'da meclisin toplanması.
Mustafa Kemal Atatürk, "Müessisan Meclisi" adı altında toplamayı düşündüğü meclisin amacının halk tarafından doğru anlaşılıp değerlendirilemeyeceğini düşünerek, "Olağanüstü Yetkili Bir Meclis" toplanmasına karar verildiğini açıkladı. Bu meclis için hemen seçimlere gidilmesi gerektiği Heyeti Temsiliye tarafından belirtilen yönerge ile ilgili makamlara 19 Mart 1920 tarihinde gönderildi.
Yürürlükte olan 24 Aralık 1876 tarihli Kanun-i Esasi'ye göre düzenlenen "İntihab-ı Mebusan Kanun Layihası" ve Talimatnamesi'ne göre:
a) Her sancak için 50.000 erkek nüfusa bir milletvekili seçilmesi gerektiği belirtilmiştir. b) 25 yaşını dolduran ve devlete vergi veren Osmanlı uyruklarının seçme hakkına sahip olduğu ve Osmanlı Devleti uyruklarının Osmanlı sayıldığı ifade edilmiştir. c) Seçimlerin iki dereceli olarak gerçekleştirilmesi ve her birinci seçmenin bir ikinci seçmen seçerek milletvekillerinin bu ikinci seçmenler tarafından seçilmesi gerektiği belirtilmiştir. d) Milletvekili seçilmek için 30 yaşında olunması gerektiği ifade edilmiştir.
Ancak Heyeti Temsiliye'nin 19 Mart 1920 tarihli seçim talimatında, mevzuattaki seçmen oranı, seçmenler, seçim kurulları ve seçilme yaşı hakkındaki hükümler göz ardı edilerek:
aa)Her sancaktan 5 üye seçilmesi, nüfusun dikkate alınmaması, bb) Müslüman olmayanların seçimlere katılmaması ve vergi yükümlüsü olup olmadığının aranmaması, cc) Milletvekillerinin seçiminin ikinci seçmenler tarafından değil, Genel Meclis ve Belediye Meclisi Üyeleri ile Müdafaayı Hukuk Cemiyeti Merkez veya İdare Heyeti Üyelerinden oluşan bir kurul tarafından aynı günde ve oturumda yapılması, dd) Her parti, dernek veya topluluğun aday gösterebilmesi ve herkesin bağımsız olarak aday olabilmesi, ee) Seçimlerin en geç 15 gün içinde tamamlanarak çoğunluğun Ankara'da bulunmasını sağlaması kabul edilmiştir.
Buna göre 66 seçim çevresinden 349 milletvekili seçilmiş ve İstanbul Mebusan Meclisinden (Malta'dan gelenler dahil) gelen 88 milletvekiliyle toplam milletvekili sayısı 437'ye ulaşmıştır. Ancak 34 milletvekili istifa ettiği için I. Dönemin toplam milletvekili sayısı 403'tür.
Meclisin açılması hazırlıkları.
Heyeti Temsiliye'nin 19 Mart 1920 tarihli seçim talimatına göre seçilen milletvekilleri, Nisan ayının başından itibaren Ankara'ya gelmeye başlamışlardır. Ancak Ankara'da konaklayacak pek çok yer olmadığı için kiralık ev bulmak da zor olmuştur. Bu nedenle, daha önce Erkek Öğretmen Okulu olarak hizmet veren ve sonradan Maârif Vekâleti olarak kullanılan binada milletvekillerine bir otel ayrılmış ve yemek için bir tabldot hizmeti sunulmuştur.
Meclisin toplanacağı yer ise ayrı bir sorun olmuştur ve sonunda şu anki Müze olan bina, 20. Kolordu ve Ankara Müdafaayı Hukuk Cemiyeti'nin katkılarıyla hazırlanmıştır. Bu bina, I. Dünya Savaşı'nın son yıllarında İttihat ve Terakki Fırkası tarafından Numune Mektebi ve Kulüp olarak inşa edilmeye başlanmıştır. Ancak İttihat ve Terakki'nin Ankara Temsilcileri olan Memduh Şevket Esendal'ın Ankara'dan ayrılması üzerine yerine atanan Necati Kurtuluş tarafından inşaatı devam ettirilmiş, ancak savaş koşulları nedeniyle tamamlanamamıştır.
Meclisin toplanacağı yer olarak belirlenen binanın bir odasında Fransız işgal müfrezesinin komutanı oturmaktadır ve giriş kapısının önünde Fransız bayrağı asılıdır. Fransız subayı önce binadan çıkarılmış, ardından çatıya kiremitler döşenmiş, okullardan sıralar getirilerek toplantı salonunda oturma düzenlemeleri yapılmış ve kürsü kurulmuştur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 Cuma günü saat 13.45'te toplandı. Açılışı yapan en yaşlı üye olan Sinop Milletvekili Mehmet Şerif Avcıoğlu, 1845 doğumludur. Mehmet Şerif Avcıoğlu, Başkanlık kürsüsüne çıktı ve konuşma yaparak Meclisin ilk toplantısını açtı:
Bu açış konuşmasında, millî egemenliğe dayalı yeni Türk parlamentosunun adı da "Büyük Millet Meclisi" olarak konulmuştu. Bu ad herkesçe benimsendi. Daha sonra Atatürk'ün tüm konuşmalarında yer aldığı şekliyle ve ilk kez 8 Şubat 1921 tarihli Bakanlar Kurulu Kararnamesinde de yazılı olarak, "Türkiye Büyük Millet Meclisi" (TBMM) adı kalıcılık kazandı.
TBMM, 24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı ikinci toplantısında Mustafa Kemal Atatürk'ü meclis başkanlığına seçti. Mustafa Kemal Atatürk, kendi öncülüğünde kurulan TBMM'nin başkanlığını Cumhurbaşkanı seçildiği gün olan 29 Ekim 1923 tarihine kadar sürdürdü.
1923-1927.
Lozan Antlaşması.
Kurtuluş Savaşını kazanan Birinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi, yönetimi devralarak İkinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisini oluşturdu. Birinci Dünya Savaşı'nın ardından Mondros Mütarekesi imzalandı ve mütareke hükümlerine uymayan müttefikler, İstanbul dahil olmak üzere ülkeyi işgal etmeye başladı. Hükûmetin aciz durumu ve tepkilere neden olan tutumu sonucunda direniş örgütleri kuruldu. Mustafa Kemal'in 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkması, milli dayanışma örgütlerini harekete geçirdi ve güçlendirdi. Bu teşkilatlar kongrelerle birleşerek Milli Ordu'yu oluşturdu. Milli Mücadele, askeri ve siyasi başarılarla geçti ve 30 Ağustos 1922'de Başkumandanlık Savaşı ile sona erdi. Bu savaştan sonra Fransa, İngiltere ve İtalya'nın İstanbul'daki komiserleri, Yunan Hükûmeti adına Ankara Hükümeti'ne mütareke isteğini iletti.
Türkiye temsilcisi İsmet İnönü, 24 Temmuz Salı günü saat 15.09'da, ona Mustafa Kemal'in hediye ettiği altın kalemle ilk imzayı attı. Bu törenle Osmanlı İmparatorluğu fiilen tarihindeki yerini alarak yeni Türk Devleti'nin temelleri atıldı. Birinci Dünya Savaşı, 9 yıl süren bir dönemi noktaladı. Türk Heyeti'nin tüm belgeleri imzalaması 7 dakika sürdü. İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan ve Romanya Türkiye'yi izledi ve Belçika ile Portekiz de kendi anlaşmalarını imzaladılar. Konferansın başkanı İsviçre Konfederasyonu Cumhurbaşkanı Scheur, kapanış konuşmasında "Hiçbir millet haklarından mahrum edilemez" ve "Galibiyet Türklere ait, kahramanca mücadele sonucunda haklarını elde ettiler" dedi.
Lozan Barış Antlaşması, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından uzun süren zorlu görüşmelerin ardından onaylandı. Türklerin isteği, Mustafa Kemal'in Sivas'ta Amerikan Generali Harbord'a söylediği gibi, dağılmış bir ülkeyi bir araya getirerek bağımsız bir devlet ve özgür bir millet olmak olarak ifade edildi.
Cumhuriyet döneminde çok partili siyasetin ilk denemesi, Mustafa Kemal'in isteği üzerine 1924 yılında birkaç ay sonra kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurulmasıyla yapıldı.
1930-1946.
6 yıllık tek parti iktidarının ardından, 1930 yılında yine Mustafa Kemal'in isteği üzerine Ali Fethi Okyar tarafından Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu ancak parti, ülkenin doğusundaki isyanlar nedeniyle 17 Kasım 1930 tarihinde kapatıldı. 1945 yılına kadar çok partili demokrasiye geçiş için başka bir denemede bulunulmadı.
Atatürk'ün ölümüyle birlikte, Kasım 1938'e kadar tek parti yönetimi altında olan Türkiye'de İsmet İnönü Cumhurbaşkanı seçildi. Bu yeni dönem, 1938-1945 yılları arasındaki süreyi kapsayan ve Türk siyasi tarihinde "Millî Şef Dönemi" olarak adlandırıldı. İsmet İnönü, Türk siyasi hayatında "Millî Şef" olarak anılan tek kişidir. Bu kavramın kullanımı daha öncesine dayanmasına rağmen, İnönü'nün seçilmesiyle şeflik siyasi bir sistem haline gelmiştir. İnönü, resmi unvanı olarak "Millî Şef" olarak anılmış ve bu tâbir her yerde onun için kullanılmıştır.
Millî Şef döneminde, Türkiye'de iki genel seçim yapılmıştır. Bunlardan biri 1939'da, diğeri ise 1943'te gerçekleşmiştir. Ayrıca, 1938, 1939, 1943, 1944 ve 1945 yıllarında bazı seçim bölgelerinde boş olan milletvekillikleri için ara seçimler düzenlenmiştir. 1939 genel seçimleri, 1908 tarihli İntihâb-ı Mebusân Kanunu'na göre yapılan son seçimdir. Büyük Millet Meclisi, Ocak 1939'da yeni bir seçime gitme kararı almıştır. Basında da sık sık seçimle ilgili haberler yer almıştır. CHP, tüm illerde aday göstereceğini ve birkaç ilde bağımsız milletvekilliği için boş yer bırakacağını duyurmuştur.
17 ve 20 Şubat 1939 tarihli Tan gazetesinde, milletvekili olmak isteyenlerin sayısının birkaç bine ulaştığı belirtilmektedir. İkinci tur seçimleri için aday listesi 13 Mart'ta ilan edilmiş ve seçimler 15 Mart'ta başlamış, 21 Mart akşamına kadar devam edeceği ifade edilmiştir.
1946-1960.
Cumhuriyet tarihinin ilk çok partili seçimi 1946 yılında yapılmış (bugün hâlâ tartışmalı) ve iktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi 397 milletvekili, muhalefetteki Demokrat Parti ise 61 milletvekili kazanmıştır. Seçim Kanunu'nda yapılan değişiklik ile 1950 seçimleri gizli oy ve açık tasnif ile gerçekleştirilmiş ve bu sistem ile yapılan ilk seçimi Demokrat Parti 416 milletvekilliği ile kazanmıştır. Ana muhalefete düşen CHP 69 ve Millet Partisi ise 1 milletvekilliği kazandı.
Bu alıntılar ve tespitler, 1950'li yıllarda Türkiye'de Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi ve dönemin siyasi atmosferi hakkında farklı akademisyenlerin ve uzmanların görüşlerini yansıtmaktadır. İşte bazı ana noktalar:
Bu alıntılar, DP'nin iktidara gelmesinin Türkiye'de demokratikleşme sürecini etkilediğini ve toplumsal değişimlere yol açtığını göstermektedir. Farklı akademisyenler ve uzmanlar, DP döneminin Türk siyaseti ve toplumu üzerindeki etkileri hakkında çeşitli değerlendirmelerde bulunmuştur:
Tevfik Çavdar'a göre, 1954 seçimlerinde CHP'nin tam bir çöküntü ve dağılma yaşadığı ifade edilmektedir. Şevket Süreyya Aydemir ise DP iktidarının 1954-1957 döneminde hem zaferin zirvesine ulaştığını hem de yenilginin başlangıcını yaşadığını belirtir. Aydemir'e göre, DP'nin kader diyagramı bu dönemde çizilmeye başlanmıştır ve iktidarın tasfiyesi bu süreçte şekillenmeye başlamıştır.
Başka bir değerlendirmede ise, 1950-1960 döneminde DP iktidarına yönelik eleştirilerin, halkın çıkarlarına ve temel politikalarına yönelik olmadığı belirtilmektedir. Eleştirilerin büyük bir kısmının iktidar mücadelesi veren bürokrat ve seçkin aydınlardan oluşan grupların çıkarlarına yönelik olduğu ifade edilir. Bu aydınların eleştirilerinin altında kendi ayrıcalıklarını hukuki bir şekilde korumak istedikleri görülmektedir.
1957 seçimlerinden sonra muhalefet güçlenmiş ve iktidara karşı bir cephe birliği oluşturulmuştur. Bu durum DP yöneticilerini siyasi ve ekonomik alanda baskıya maruz bırakmış, iktidar-muhalefet anlaşmazlığı siyasi rejim konularında yoğunlaşmış ve ekonomik sıkıntılar muhalefetin halk desteğini kazanmasına yol açmıştır. Basın da büyük ölçüde muhalefet tarafını tutmuştur, çünkü Basın Kanunu'nda yapılan değişiklikler ve ispat hakkı tartışmaları devam etmektedir.
Siyasi atmosferin giderek ağırlaşması üzerine hükûmet, basın ve muhalefet hakkında soruşturma yapmak ve baskıyı arttırtmak üzere Meclis Tahkikat Komisyonu kurmaya karar vermiştir. Bu karar muhalefet tarafından anayasa dışı bir girişim olarak nitelendirilmiş ve basın da geniş ölçüde desteklemiştir. Bu gelişmeler sonucunda tepkiler sokaklara yansımış, üniversitelerde öğrenci gösterileri ve protestolar gerçekleşmiştir. Bu hareket, "Anayasa ve hukuk dışı davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı milletin direnme hakkını kullanması" olarak tanımlanmıştır. CHP Meclis Grubu adına konuşan İsmet İnönü, iktidarın tüm bu düzenlemeleri kendi lehine şartlar altında seçime gitmek ve % 96,6 çoğunlukla yeniden iktidara gelmek için yaptığını, ancak vatandaşın buna izin vermeyeceğini ileri sürmüştür.
Kanunun çıkmasının ardından tepkiler sokaklara taşındı ve önce İstanbul Üniversitesi'nde (28 Nisan 1960) ve ardından Ankara Üniversitesi'nde (29 Nisan 1960) geniş ölçekli öğrenci gösterileri ve protestolar gerçekleşti. Bu olaylar 27 Mayıs 1960 tarihine kadar tekrarlanmış ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin askeri darbesi ile Demokrat Parti iktidarı sona erdirilmiştir.
27 Mayıs Darbesi'nden sonra Cumhuriyet Senatosu ile birlikte çift meclisli sisteme geçilmiş ve 12 Eylül 1980 Darbesi'ne kadar bu sistem kullanılmıştır.
1960-1980.
27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi, Demokrat Parti'nin on yıllık iktidarını sonlandırdı ve çocukluk çağındaki demokratik siyasi rejimin sonunu hazırladı. Bu müdahale, 1961 Anayasası'nın doğrudan bir sonucu olarak kabul edilir ve Türkiye'nin anayasal düzeni radikal bir şekilde değişti. Bu yeni anayasa ile Meclis üstünlüğü anlayışı yerine, egemenlik yetkili devlet organları arasında paylaşılan bir çoğulcu demokrasi anlayışına geçildi.
27 Mayıs 1960 Darbesi sonrasında Başbakan Adnan Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve meclisin diğer üyeleri tutuklandı. 1961 Anayasası'yla oluşturulan Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu, Türkiye Büyük Millet Meclisinin iki alt meclisi idi. Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu başkanları, kendi meclislerince üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ve gizli oy ile ikişer yıl için seçilirler; ilk iki oylamada bu çoğunluk sağlanamazsa, salt çoğunlukla yetinilirdi. Meclis başkanlıkları için meclisteki siyasi parti grupları aday gösteremezlerdi.
25 Ekim 1961'de 12. dönem TBMM toplandı ve askeri rejim sona erdi. 12 Mart 1971 tarihinde asker tarafından duyurulan Muhtıradan sonra partilerüstü teknokrat hükûmetler kurdurulmuştur. Nihat Erim'in başbakanlığında kurulan kabinelerin ardından azalan askeri baskı sonucunda Adalet Partisi ve Cumhuriyetçi Güven Partisi Naim Talu'nun başbakanlığında yeni ve olağan bir hükûmet kurarak bu dönemi sonlandırmıştır.
1980-2018.
12 Eylül 1980 Darbesi sonrası yapılan 1982 Anayasasıyla her iki meclis de kaldırılarak tek meclisli sisteme geri dönülmüştür. 1982 Anayası'nın yazılması için oluşturulan Danışma Meclisi (DM), öncelikle kendi üyeleri arasından 15 üyeden oluşan bir Anayasa Komisyonu seçti. 23 Ekim 1981'de açılan Danışma Meclisi, yeni anayasayı hazırlamaya başladı. Kenan Evren, Anayasa'nın ilk üç maddesinin "değiştirilemeyeceğini ve değiştirilmesinin teklif edilemeyeceğini" dördüncü madde olarak taslağa ekletti. Yeni anayasa o dönemdeki dünyadaki genel eğilime uygun olarak devlet yapısı içinde yürütme organını güçlendirmiştir. 1982 Anayasası bu güçlendirmeyi, bir yandan Cumhurbaşkanının yetkilerini artırarak, diğer yandan da, Bakanlar Kurulu içinde de Başbakana üstün konum vererek sağlamaya çalışmıştır.
Anayasa, 7 Kasım 1982 Pazar günü yapılan halk oylamasında %91,37'lik kabul oyu aldı. 6 Kasım 1983'te milletvekili genel seçimleri yapıldı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanı da 6 Aralık 1983'te oluştu. Bu tarihte, Anayasanın 177. maddesi gereği, Milli Güvenlik Konseyi'nin ve Danışma Meclisi'nin hukuki varlıkları sona erdi. Kabul edilen Anayasa'da bulunan; Askerî Yönetim döneminde Millî Güvenlik Konseyi, Hükûmet ve Kurucu Meclis üyelerinin ömür boyu yargılanmasını engelleyen geçici 15. madde, 2010 Türkiye anayasa değişikliği referandumuna kadar kaldırılmadı.
2002 genel seçimleri sonrasında meclise sadece iki siyasi parti girebildi. 550 mevcut milletvekilinin büyük bir kısmı tekrar seçilemedi. Türkiye'nin siyasetini temelinden sarsan büyük bir değişim olarak nitelendirildi. 1999'da seçim barajını aşan tüm siyasi partiler, bu kez %10'luk seçim barajını aşamadı: DYP %9,55, MHP %8,34, GENÇPARTİ %7,25, DEHAP %6,23, ANAP %5,13, SAADET %2,48 ve DSP %1,22 oy oranına sahip oldu. Seçim barajı nedeniyle temsil edilemeyen oy sayısı tarihte eşi benzeri görülmemiş bir şekilde %46,33 oranla 14.545.438 oldu. Sonuç olarak, Erdoğan liderliğinde AK Parti, oyların yalnızca %34,28'ini alarak TBMM'de koltukların üçte ikisinden fazlasını kazandı. 1999'da kendisi de seçim barajını aşamayan Baykal liderliğindeki CHP ise oyların yüzde 19,39'u ile ana muhalefet partisi oldu.
2007 cumhurbaşkanlığı seçimleri döneminde oylamalara en az 367 kişinin katılması gerektiği, aksi halde sonucun geçersiz olacağı iddia edildi. İddiaya göre 354 sandalyeye sahip olan olan iktidar partisi, tek başına kendi oylarıyla cumhurbaşkanı seçemeyecekti. Aynı dönemde ana muhalefet lideri Deniz Baykal, iktidar partisinin uzlaşma olmadan kendi adayını çıkarması durumunda oylamalara katılmayacaklarını ve 367 tartışmalarının ciddiye alınması gerektiğini söyledi. AK Parti dönemin dışişleri bakanı olan Kayseri milletvekili Abdullah Gül'ü aday gösterdi. İlk tur oylama 27 Nisan'da yapıldı. Toplam 361 oy kullanılırken, Abdullah Gül 357 oy aldı. Oylamanın hemen sonrasında, CHP 367 iddiasıyla seçimi Anayasa Mahkemesine taşıdı. Aynı günün akşamı Genelkurmay Başkanlığı internet sitesine, daha sonra e-muhtıra olarak anılacak, bir basın açıklaması konuldu. Anayasa Mahkemesi 1 Mayıs'ta verdiği kararla, 367 iddiasını kabul ederek yapılan birinci tur oylamayı iptal etti.
Olayın ardından Anayasa'da bazı değişiklikler yapıldı. Genel seçimlerin yapılma süresi beş yılda birden, dört yılda bire düşürüldü. Cumhurbaşkanının meclis tarafından değil, halk tarafından iki turlu oylamayla seçilmesi kararlaştırıldı; yedi yıl olan görev süresi beş yıla düşürülerek, iki kez seçilebilmesinin önü açıldı. Değişiklik paketi mecliste 376 oyla kabul edildi. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, yapılan değişiklikleri "rejimi sıkıntıya sokar" eleştirisiyle veto etti. Değişiklik paketi aynı şekilde tekrar sunularak 370 oyla kabul edildi. Anayasa değişiklikleri, 21 Ekim 2007 tarihinde yapılan halk oylamasında, %68,95'lik kabul oyuyla yürürlüğe girdi.
2018-günümüz.
2017 Anayasa değişikliği referandumundan sonra, yeni TBMM'nin ilk genel seçimi, 24 Haziran 2018 tarihinde başkanlık sistemi altında yapıldı. Başbakanlık ve bakanlar kurulu kaldırılarak yürütme yetkisi tamamen cumhurbaşkanına verildi ve başbakanlık makamı 110 yılın ardından kaldırıldı. Milletvekili sayısı 550'den 600'e çıkarıldı.Meclis seçimleri için süre dört yıldan beş yıla çıkarıldı. Milletvekili ve cumhurbaşkanı seçimlerinin beş yılda bir aynı gün yapılması kararlaştırıldı. Ayrıca, güçler ayrılığı ilkesi gereği artık kabine üyeleri kanun tasarıları sunamamaktadır. Bu görev, milletvekillerine bırakılmıştır. Bu değişiklik doğrultusunda kabine üyeleri için parlamentoda ayrılan meclis başkanının sol tarafında bulunan koltuklar kaldırılmıştır.
2018 yılındaki değişikliklerin ardından Türkiye'deki yasama ve yürütme erklerinin ilişkisi, başkanlık sistemine benzerlik göstermekle birlikte bazı farklılıklar içermektedir. Örneğin, yasama ve yürütme organlarının aynı gün yapılacak seçimlerle belirlenmesi, benzer siyasi tercihlere sahip bir partinin her iki organa da hakim olmasına olanak tanıyabilir. Eleştirmenlere göre bu durum, kuvvetler ayrılığı ilkesinin zayıflamasına yol açabilir. Bazı eleştirmenlere göre cumhurbaşkanının anayasal yetki ve görevleri incelendiğinde, yürütme organına önemli yetkilerin verildiği ve bunların bir kısmının yasamanın denetimine tabi olmadığı görülmektedir. Yapılan değişikliklerle birlikte, cumhurbaşkanı kendi kabinesini seçer, yardımcılarını ve bakanları atar veya görevlerine son verir. Ancak, bu atamalar Meclis tarafından onaylanmaz (Anayasa 104/8. madde). Bütçe kanun teklifi Cumhurbaşkanı tarafından hazırlanır ve Meclis tarafından onaylanır. Ancak, Meclis bütçe kanununu onaylamazsa, yürütme bir önceki yılın bütçesini artırarak kullanır (Anayasa 161/4. madde).
Eleştirmenlere göre Cumhurbaşkanının bu yetkileri kullanırken Meclis onayına veya yetkilendirmesine ihtiyaç duymaması, ona devlet idaresi üzerinde etkili bir kontrol sağlar. Cumhurbaşkanı, üst düzey atamaları yapar, görev ve yetkilerine karar verir. Bu yetkiler Anayasa'nın temel haklar, siyasi haklar ve belirli konuların kanunla düzenlenmesi öngörülen hususları gibi belirli sınırlamalarla kısıtlanmıştır. Cumhurbaşkanının, Anayasa'nın belirttiği konular dışında Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenleme yetkisi bulunmamaktadır. Eğer Cumhurbaşkanlığı kararnamesi mevcut kanunlara aykırı ise kanun hükümleri uygulanır. Meclis aynı konuda kanun çıkardığında Cumhurbaşkanlığı kararnamesi geçersiz hale gelir.
2022 yılında yaklaşık kırk yıl uygulanmış olan %10'luk seçim barajı, %10'dan %7'ye düşürüldü.
Meclis binaları.
Günümüze kadar üç meclis binası kullanıldı. Günümüzde kullanılan meclis binası 6 Ocak 1961'de açıldı ve 1998'de bir yenileme çalışması gerçekleştirildi.
İlk meclis binası.
İlk Meclis binası, bir bodrum katı üzerinde yer alan tek katlı 22x43 metre ölçülerine sahip, farklı ölçülere sahip dokuz oda ve bir büyük salondan oluşan bir yapıydı. Ön yüzündeki geniş saçakları ve iki balkonu binaya belli bir görkem ve şıklık veriyordu. Kurtuluş Savaşı sırasında bütün askeri ve politik kararların verildiği bu küçük ve fazla kullanışlı olmayan yapı 18 Ekim 1924 tarihine dek kullanıldı. Bina günümüzde Kurtuluş Savaşı Müzesi olarak hizmet vermektedir.
İkinci meclis binası.
TBMM'nin ikinci binasının yapımına Mimar Vedat Tek'in projesiyle 1923'te başlandı. Bina çok kısa bir sürede tamamlandı ve 18 Ekim 1924'te hizmete açıldı. İlk binadan aşağı yukarı 50 metre uzağa yapılan yeni bina 36 yıl boyunca kullanıldı ve siyasi tarihimizde birçok önemli karara tanıklık etti.
Binanın içi, bir bodrum katı üzerinde yer alan iki kattan oluşuyordu. Merkezde Genel Kurul salonu yer alıyordu. Üst katın tavanı, Osmanlı motifleriyle dekore edilmişti. Genel Kurul salonunda dinleyiciler için balkonlar ve yıldız motifleriyle süslü duvar panelleri yer alıyordu. Dış cephesi büyük bir giriş, köprü kemerleri ve saçaklarla süslenmişti.
Cumhuriyetin ilk yıllarına tanıklık eden ikinci Meclis binası önemli tarihsel bir dönemde Meclis binası olarak kullanılmıştı. Günümüzde Cumhuriyet Müzesi olarak hizmet vermektedir.
Bugünkü meclis binası.
Günümüzde de kullanılmakta olan TBMM'nin üçüncü binasının mimarı, Ankara'da başka birçok önemli devlet yapısının da mimarı olan Avusturyalı mimar Prof. Clemens Holzmeister'dir. Yüksek mimar Ziya Payzın da 1945 yılından binanın bitirilmesine kadarki süreçte Holzmeister tarafından tam yetkiyle görevlendirilerek çalışmıştır.
Ocak 1961'de kullanılmaya başlanan bina, Türkiye Cumhuriyeti'nin gücü ve kalıcılığını da temsil edebilecek şekilde, ciddi, kalıcı ve sağlamlığın ön planda tutulduğu mimari bir dışavuruma sahiptir. Büyüklüğü açısından, dünyanın en büyük parlamento yapılarından biridir.
Bina, 15 Temmuz Darbe Girişimi sırasında havadan bombalandı ve bu saldırı farklı aralıklarda dört kez tekrarlandı. Dört partiden yaklaşık yüz milletvekili bulunmakta iken gerçekleşen ve ikisi ağır olmak üzere on iki polis yaralandığı saldırıda Şeref Kapısı, Dikmen Kapısı ve ziyaretçi girişlerinin yapıldığı bölgelerin hasar görmüştür.
Yasama dönemleri.
Türkiye Büyük Millet Meclisi.
TBMM'nin tarihçesi, kurulduğu 23 Nisan 1920 tarihinden 2023 yılına kadar 28 yasama dönemine ayrılır. Yasama dönemleri aşağıda listelenmektedir.
Cumhuriyet Senatosu.
15 Ekim 1961 - 12 Eylül 1980 tarihleri arasında "Millet Meclisi" ve "Cumhuriyet Senatosu" olmak üzere iki meclis halinde çalışmıştır.
Mecliste söz alan yabancı konuşmacıların listesi.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu zaman zaman yabancı devlet adamlarını da ağırlamaktadır. Ancak buradaki protokol duruma göre değişiklik gösterebilir. Yabancı isimlerin konuşma yapabilmesi için Genel Kurul kararı gerekmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17833",
"len_data": 42156,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.74
}
|
Kazaklar (Казаки), yazar Lev Tolstoy'un ilk kez 1863'te basılan ünlü bir romanıdır. Tolstoy'un ilk eserlerindendir.
Kazaklar dönemin Rusya'sının iki farklı topluluğunu, Rus aristokrasisini ve Rus şehir yaşamını, Kazaklar ve Kazak köyleriyle gerçekçi bir biçimde karşılaştırarak kurulmuş bir temele sahiptir. Romanda kendisine yaşamında yepyeni bir sayfa açan genç Rus aristokrat'ın Kazak yaşamıyla tanışması, bir Kazak kızına aşık olması etrafında dönen hikâye, dünyayı ve hayatı iki farklı yorumlayış biçimini anlatılır. Ülkeden kopuk, kendi kültürlerinin içinde yaşayan Kazakların yaşamını, hangi şartların onları böyle savaşçı kıldığını, niye böyle yaşadıklarını da anlıyoruz bu serüven boyunca.
Roman Tolstoy'u, "kültürel çatışma"nın ne demek olduğunu ve insan bakış açısının önemini okuyucuya anlatıyor.
Konusu.
Dmitri Andreyeviç Olenin, asil bir aileden gelmesine rağmen, Moskova sosteyesinde bir türlü aradığını bulamayan, kendisine eş olabilecek uygun adayları reddetmiş ve artık zamanı gelmesine rağmen bir düzen tutturamamış gençlerden birisidir. Kendisine miras olarak kalmış parayı ve verdiği rahatlığı bir türlü mutluluğa çevirmesini bilemediğinden, gelecek planlarını yavaş yavaş değiştirmeye ve mutluluğu bulunduğu şehrin dışında aramaya karar verir.
Orduya katılıp, Rusya'nın yerleşmeye ve gücünü pekiştirmeye çalıştığı Kafkaslara gitmeyi planlar. Burada şansının da yardımıyla alınacak birkaç nişanla, Moskova'ya ünlü bir asker olarak dönebileceğini düşünmektedir.
Hizmetine katıldığı birlik Kafkaslarda, Terek ırmağının yakınındaki bir köye yerleştirilir. Burada birlikler nihai görevleri kesinleşene kadar bekleyecektir. Ancak imkânsızlıklar yüzünden rütbeli askerlerin köyde bulunan evlerde yaşamasına karar verilmiş ve Olenin'in şansına köyün en güzel kızı olan Marianka'nın yaşadığı ev düşmüştür. Asil bir ailenin mensubu olması ona askerliğin zorluklarından uzak durma imkânını verecek ve bu sayede istediği hayatı köydekilerle beraber yaşayacaktır.
Marianka'nın nişanlısı olan kazak genci Luka kısa sürede Olenin'in varlığını keşfedecek ve aralarında arkadaşlık ile başlayıp giderek rekabetçi bir havaya bürünen bir ilişki başlayacaktır. Olenin uzun yıllardır aradığı seveceği ve ona mutluluğu verebilecek kişinin Marianka olduğuna karar vermiştir.
Kazak yaşamı ve Tolstoy.
Romanı yazdığı tarihte Tolstoy, 35'li yaşlarında ve mutluluğu aradığı bir dönemdedir. Bu tarihlerde ilgisini önceleri Moskova sosyetesinin dışına yönlendirmiş ve kafkaslara özel bir önem vermiştir. Bu merak dönemine ait topladığı bilgiler ve gözlemlerle o bölgeyi ve insanlarını anlatan birkaç roman daha yazmıştır (Hacı Murat, Kafkaslarda Bir Mahkûm).
Tolstoy, Asya kökenli bir halk olan Ruslara, gelişimle gelen kültürel dönüşüm ile bölgeye göre yüksek bir medeniyete sahip olmalarının sağladığı farklı bakış açısı ile, bölgeyi ve halkını, yaşamlarını ve inceliklerini, o bölgeyi sadece savaşlardan dönenlerin anlattığı hikâyelerden tanıyan okuyucusuna, gerçekçi ve nedenseliğe saygılı bir üslupla anlatmıştır. Olayların anlaşılmasına verdiği bu yardım sayesinde, Tolstoy, okuyucuyu, karakterlerin uzağında kalmadan, aynı şartlarda her insanın aynı tepkiler verebileceğini ve olayları aslında kültür farklarından kaynaklanan olaylar olarak değil, evrensel insan değer ve davranışları ile karşılaştırarak anlaması gereğini konusunda ikna etmiştir.
Roman, Türk okuyucusu için ilginç bilgiler ve mesajlar içermektedir. Bunların bir tanesi, Türklerle benzer bir kültür geçmişi olan Kazaklarda, kadının yerinin Anadolu'ya göre Kafkaslarda nasıl da farklı bir yerde olduğudur. Kadın Anadolu'dakinin aksine o dönemde nişanlılık döneminde bile beraber yaşamak istediği erkeği seçme hakkına sahiptir. Sosyal ortamlardaki yeri ve erkeklerle olan ilişkilerinde çok daha fazla özgür davranabilmektedir. Öte yandan hırsızlık, kendilerine yapılmadığı sürece başkalarına karşı yapıldığında asla kınanacak bir davranış olarak değerlendirilmemekte ve bölgede bir geçim kaynağı olarak görülmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17836",
"len_data": 3981,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.56
}
|
Cimri (özgün adı: L'Avare), Fransız komedi yazarı Molière tarafından yazılmış 5 perdelik bir oyundur. İlk kez 1668 yılında Palais Royal'da oynamıştır. Eser, Plautus'un Altın Çömlek ("Yunanca: Aulularia") adlı komedyasına dayanır. Bozkurt Kuruç'a göre yazar, Ludovico Aristo'nun "Isuppositi", Pierre de Larivey'in "Les Esprits" ve François de Boisropert'in "La Belle Plaideuse" adlı komedilerinden de yararlanmıştır.
Moliere, eserde o zamanın Paris burjuvasının para tutkusunu öne çıkarır. Parayı bütün insani değerlerin üstüne koyan, kendisine yabancılaşan ve para karşısında özgürlüğünü yitiren insanları ve para temelinde biçimlenen toplumsal ilişkileri hicveder.
Konusu.
Paris'in zengin ve cimri burjuvalarından Harpagon, kızı Elise ve oğlu Cléante'yi varlıklı kişilere vermeye niyetlidir. Halbuki Elise, babasının yardımcısı olan Valère'yi, Cléante ise maddi sıkıntılar çekmekte olan Mariane'yı sevmektedir. Çocuklarının niyetlerini bilmeyen Harpagon, onlar hakkında kurduğu planı anlatır. Ayrıca Mariane'yi kendisine ayarlaması için çöpçatan Frosine'i devreye sokar. Cléante, babasının niyetini öğrenince acele para bulmaya çalışır ve tefeciden para bulmaya çalışır. Harpagon ise sürekli çalınır korkusu ile yaşadığı altınlarını bir sandığın içinde bahçeye gömmüştür.
Harpagon planını uygulayabilmek için Mariane'yi yemeğe davet eder. Davete çöpçatan Frosine'i ve kızı Elise'yi evlendirmeyi düşündüğü Anselme'yi de çağırır. Cléante ve Mariane ise Frosine'den yardım isterler. Frosine'e göre Harpagon'un Mariane'den vazgeçmesi için ona varlıklı ve soylu bir kadın bulmak gerekir. Ancak bu arada Harpagon, oğlunu Mariane'ye duygularını ilan ederken duyar. Evde patırtı koptuğu sırada Harpagon, sandığın yerinde olmadığını fark eder, eve polis şefini çağırır ve herkesten kuşkulandığını belirtir. Sandığı Cléante'nin uşağı La Flèche bulmuş ve efendisine vermiştir. Her şeyi kaybettiğini düşünen Valère, yaşam öyküsünü anlatır. Napolili soylu bir aileden gelmesine rağmen, bir deniz kazasında ailesini kaybetmiştir. Öykü bitince Valère'nin Anselme'nin oğlu, Mariane'nin de erkek kardeşi olduğu anlaşılır. Sonunda Harpagon, Anselme'nin düğün giderlerini karşılaması koşuluyla çocuklarının sevdikleri ile evlenmelerine karar verir.
Sahnelenme.
Eserin ilk sahnelenişi 1668 yılında Palais Royal'da gerçekleştirilmiş ve Harpagon rolünü, o sırada kronik öksürük sorunu olmasına rağmen Moliere'in kendisi oynamıştır.Oyun XIV. Louis tarafından da desteklenmişti.
Eser Louis de Funès ve Jean Girault tarafından 1980 yılında L'Avare adıyla filme çekilmiştir. Louis de Funès, başrolü de kendisi oynamıştır.
Türkiye'de sahnelenmesi.
Oyun Nihat Akçan (1977/78), Bozkurt Kuruç (1987/88) ve Işıl Kasapoğlu (2003) tarafından Devlet Tiyatrolarında da sahnelenmiştir.
Kent Oyuncuları.
Oyun Kenter Tiyatrosu'nda Mehmet Birkiye yönetiminde 11 Kasım 2009'da prömiyer yapmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17837",
"len_data": 2860,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.27
}
|
Hebe, Yunan mitolojisinde gençlik tanrıçası. Zeus ile Hera'nın kızıdır. Herakles tanrı olduktan sonra, onunla evlenmiştir. Ayrıca, Ganymede yerini alana kadar Olimpos'da tanrılara, tanrı yiyeceği olan nektarı sunmakla görevliydi.
Çoğunlukla elinde bir kase ile nektar sunan genç bir kadın olarak resmedilir. Bazı yerlerde Herakles'in karısı olarak resmedildiği de olmuştur. Roma mitolojisinde ona Juventas adı verilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17842",
"len_data": 422,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.53
}
|
Cıvıklı, Kayseri'nin Develi ilçesine mahsus bir pidedir. Hamurun üzerine serilen ve etin satır ile kıyma haline getirilerek ve koyun yağından özel olarak yapılan malzemesinin fırında (özellikle taş fırında) pişirilmesiyle yapılır. Günümüzde adına etli pide de denmektedir. Yapılışı itibarı ile cıvıklıya benzediği için etli pide denmesi de doğrudur. Eski Develi Belediye Başkanı Recep Özkan, "Develi Cıvıklısı" nın coğrafi işaret olarak tescil edilmesi için 17.09.2004 tarihinde Türk Patent ve Marka Kurumuna müracaat etmiştir. Develi Cıvıklısı Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından tescillenmiş ve coğrafi işaret almıştır. AB'nin katkılarıyla cıvıklı üzerine projeler geliştirilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17849",
"len_data": 689,
"topic": "FOOD_GASTRONOMY",
"quality_score": 3.51
}
|
Şadan Gökovalı (d. 15 Mart 1939, Muğla, ö. 31 Ocak 2021, Muğla) Türk gazeteci, muhabir, akademisyen
Halikarnas Balıkçısı'nın manevi oğlu olarak eserlerini ölümünden sonra yayımlayan, tüm kitaplarına önsöz yazan, Balıkçı'nın manevi mirasını yaşatan kişi olarak tanınmıştır. Azra Erhat'ın manevi oğludur. Turizm alanında Türkiye'de kültür turlarının başlatıcıları arasında yer alır.
Hayatı.
1939'da Muğla'nın Ula ilçesine bağlı Gökova beldesinde doğdu. Aydın Ticaret Lisesi'ni bitirdi. 1959'da İzmir'de yayımlanmakta olan Ege Ekpres'te gazeteciliğe başladı. Bu gazetedeki "Gençlerle Başbaşa" sayfası ile birçok şair ve öykücünün tanınmasını sağladı. Görevi vesilesiyle Halikarnas Balıkçısı ile tanıştı. 1961 yılında Sarı Basın Kartı aldı. İzmir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde yükseköğrenim gördü. 1962'de mezun oldu.
1964-1965 yılları arasında ilk edebi çalışmalarını da yayımladı. Gökovalı ve Muğlalı başka şairlerin de şiirlerini derleyip şiir antolojileri hazırladı. Gazetecilğe devam eden Gökovalı, "İzmir'in Asırlıkları" konulu röportaj dizisiyle 1965'te "Yılın Gazetecisi" seçildi.
TRT'nin İzmir'de açtığı yapımcı kursunu bitirdi. Bu eğitimin ardından TRT ve bazı yayın organlarında muhabir ve yapımcı olarak çalıştı. TRT İzmir Radyosu'nda görev yaptı; Eğitim Yayınları Müdürü oldu.
Yayıncılığın yanı sıra turizm alanında çalıştı. Turizm ve Tanıtma Bakanlığı'nın düzenlediği kursu bitirerek "Profesyonel Ülkesel Turist Rehberi" unvanını ve kokartını aldı. Ege Üniversitesi'nde turizm üzerine yüksek lisans ve doktora yaptı.
1985-1994 yılları arasında dönemin Salihli Belediye Başkanı Muzaffer Keskiner'le birlikte "Salihli Şiir İkindileri" etkinliğini düzenledi.
Akademik çalışmalarına İletişim Bilimleri dalında devam etti; 1994'te doçent, 2002'de profesör unvanı aldı. Akademik kariyeri boyunca Ege Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu ile ve Çeşme Turizm Yüksekokulu öğretim görevlisi olarak, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İzmir Yaşar Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak görev yaptı.
İzmir Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye İletişim Vakfı, İzmir Turist Rehberleri Odası, Onursal Üyeliği "İleri Yaş Dostu" ödüllerine değer görüldü.
Çoğu Türkiye'nin turistik yerleri hakkında olmak üzere yirmiden fazla kitabı çeşitli dillerde yayımlandı. 2013 yılında, Muğla - Marmaris yolu üzerinde Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi'nin arka tarafında bir açık hava tiyatrosuna adı verilmiştir.
31 Ocak 2021 tarihinde, gırtlak kanserinin tekrar nüksetmesi sebebiyle Muğla'da yaşamını yitirmiştir. Atilla Pekdemir ile aynı tarihte hayatını kaybetmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17851",
"len_data": 2576,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.32
}
|
Mustafa Asım Köksal (d. 5 Eylül 1913, Develi – ö. 28 Kasım 1998, Ankara), İslam tarihi yazarı, şair, mutasavvıf.
31 yıl boyunca Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalışmıştır.
Yaşamı.
1913 yılında Kayseri’nin Develi ilçesinde doğdu. Babası Hafız Mehmed Edip Efendi, Annesi Döne Hanım’dır. Babası 1914’te çalışmak için Arjantin’e gidip 22 yıl boyunca dönmediği için babasını görmeden büyüdü
İlköğrenimini 1927’de Develi Numune Mektebi’nde tamamladı. Çeşitli engeller yüzünden resmi öğrenime devam etme fırsatı bulamadı 1933 yılına kadar Kayseri Ulemasından Develi Müftüsü İzzet Efendi'den medrese usulüne göre ”"Mukaddimat-ı Ulum"” (ilimlere giriş) eğitimi aldı. 1927’de Safahat’tan etkilenerek dini manzumeler yazmaya başladı. 1928-1930 arasında Develi Ticaret ve Sanayi Odası Başkatibi olarak çalıştı.
1933 yılında Ankara’da Diyanet İşleri Başkanlığı’nda memurluğa başladı; bu kurumda 31 yıl çalıştı. Ankara'da bulunduğu sıralarda Kerkük ulemasından Muhammet Efendi’nin öğrencisi oldu. İskilipli İbrahim Etem (Gerçekoğlu)'den tasavvuf terbiyesi alan Asım Köksal, aynı kişiden icazet aldı.
1936’da Mehmet Akif’in Mısır’dan döndükten sonra İslam peygamberinin hayatı üzerine bir eser yazmak isteğini gerçekleştiremeden ölmesi üzerine onun bu isteğini yerine getirmek üzere “"Peygamberimiz"” adlı eseri yazdı; eser, 1944’te yayımlandı.
İlk evliliğini 1936 yılında Neşadet Hanım ile yaptı ve bu evlilikten üç çocuğu dünyaya geldi.
1939 yılında manzum eseri “"Armağan"” ve 1946’da manzum şiirlerinden oluşan “"Ezanlar"” adlı kitaplarını yayınladı. 1946’da yayınladığı bir diğer eser olan “"Gençlere Din Kılavuzu"”, daha sonra yayımlayacağı “"İslam İlmihali"” adlı eserin çatısını oluşturdu.
Neşadet Hanım’ın 1951 yılında ölümünden sonra ikinci evliliğini Şadan Hanım’la yaptı ve bu evlilikten dört çocuğu dünyaya geldi.
1964 senesinde İslâm Tarihi adlı eserini yazabilmek için emekli oldu. 34 yıl boyunca eserleri üzerinde çalıştı. 1950’li yıllarda Diyanet İşleri adına radyoda haftalık dini konuşmalar yaptı. İslam Tarihi kitabı Türkiye Yazarlar Birliği yönetim kurulunun kararı ve teklifi ile1983 yılında Siret'ün-Nebî Yarışmasına katıldı. Eser, “"9. Milletlerarası Siret Kongresi"”’nde birinci geldi. Türkiye Yazarlar Birliği, kendini 1995 yılının kültür adamı seçti. 1998 yılında Ankara’da öldü. Ankara'nın Keçiören ilçesine bağlı Bağlum Mezarlığı' na defnedildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17855",
"len_data": 2358,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.13
}
|
İki At Savunması
hamle dizisiyle başlayan bir satranç açılışıdır.
İlk olarak Polerio
(1550 – 1610) tarafından 16. yüzyılın sonlarında bulunan bu açılış 19. yüzyılda geliştirilmiştir.
Siyahın üçüncü hamlesi 3...Fc5 hamlesinin ardından oluşan Giuoco Piano'dan daha tehlikeli bir savunmadır.
Bronstein bu taktik için kullanılan "savunma" teriminin yersiz olduğunu, bunun yerine "Chigorin karşıakını" teriminin kullanılmasının daha uygun olacağını belirtmiştir.
İki At Savunması siyah taşlarla oynayan birçok oyuncu tarafından sıkça kullanılmaktadır. Chigorin, Keres, Dünya Şampiyonu Tal ve Boris Spassky bu açılışı benimseyen ünlü oyunculardan birkaçıdır.
Bu açılışın teorisi Berliner ve Estrin'in de aralarında bulunduğu birçok oyuncu tarafından ayrıntılı bir biçimde incelenmiştir.
Ana varyantlar.
Beyaz, e sütunundaki piyonuna yönelen akına karşılık vermek zorundadır.
4.Ag5.
Siegbert Tarrasch bu hamleyi "aptal bir hamle" ("ein richtiger Stümperzug"), Panov ise "ilkel" olarak değerlendirmişlerdir. Ancak, f7 karesine yönelen bu akın bir piyon kazancıyla sona erer.
Tarrasch'in eleştirilerine karşın 4.Ag5 hamlesi beyazı avantaja götürecek en iyi hamle olarak görülmektedir. Bu hamle dünya şampiyonları Steinitz, Fischer, Karpov, Kasparov ve Anand tarafından da kullanılmıştır.
Çek satranç çözümleyicisi Karel Traxler, 1896 yılında Prag'da Reinisch'e karşı 4...Fc5?! hamlesini oynamıştır. Birkaç yıl sonra K. Williams'ın başını çektiği Pennsylvanialı bir grup satranççı bu varyantı çözümlemiş ve ona kendi kasabalarının adını (Wilkes-Barre, Pennsylvania) vermişlerdir. Böylece, 4...Fc5 hamlesi bugün dünyada Traxler Varyantı, ABD'de Wilkes-Barre Varyantı olarak anılmaktadır.
Bu kaba hamle beyazın f7 karesine yönelen akınını görmezden gelmekte ve sürekli şah çekimi sonucunda beraberlikle sonuçlanan oyunlara yol açmaktadır.
Beyaz 5.d4, 5.Axf7 ya da 5.Fxf7+ oynayabilir.
5.d4 d5! hamlesinin ardından beyaz 6.dxc5?! dxc4 7.Vxd8+ oynayarak beraberliğe gidebilir 6. Filxd5! (tehdit 7.Atxf7) 6...Axd5 7.dxc5 7...Atdb4 8.a3 8...Vxd1 9.Şxd1 9...Aa6 10.b4 ile üstün bir konum elde eder fakat bu konumda 6...Axd4! ile siyahlar gambit yapar burada 7.Fxf7 7..Şe7 (7...Şf8?! h8 kalesi oyunu giremez ) 8.Fc4 8...b5 ile oyun karışır
Çoğunlukla yeğlenen hamle 5.Axf7'dir ancak 5...Fxf2+ hamlesi oyunu çok karmaşıklaştırmaktadır. Bugün uygulanan tüm ana hat akınları 6.Şxf2 Axe4+ 7.Şg1 ya da 7.Şe3 hamle dizisi sonucunda oyunu beraberliğe götürür. Buradaki son hamle (aslen Karel Traxler tarafından ortaya atılmıştır) 2000 yılında yayımlanan bir makalede 'çürütülmektedir'. Ne var ki, bilgisayarlı çözümleme siyahın bu hamlenin ardından berabere elde eder (Beyazın en iyi hamleleri bulmasıyla).
Anand tarafından oynanan 5.Fxf7!+ Şe7 6.Fd5'tir.
Wilkes-Barre'ü siyah taşlarla oynayan büyükusta yoktur ancak Beliavsky ve Shirov bu varyantı büyük turnuvalarda denemişlerdir.Makine analizleri bu konuma üstünlük verse bile siyahlar bazı varyantlarda beyazları en iyi hamleye bulmaya zorlar.
4...d5 5.exd5 daha sık kullanılmaktadır. Siyahın 5...Axd5?! hamlesi çok risklidir.
Pinkus 1943 ve 1944 yıllarındaki makalelerinde bu hamleyi destekleyici çözümlemeler yapmıştır ancak beyaz, bu hamlenin ardından Lolli Varyantı (6.d4?!) ya da Kızarmış Karaciğer (ya da Fegatello) Akını (6.Axf7!! Şxf7 7.Vf3+ Şe6 8.Ac3)'yla kazanç konuma ulaşabilir..
Bu varyantlar siyah için tahta üzerinde savunulması güç pozisyonlar yaratır. Bunun yerine siyah, açılışı bir gambite dönüştürmek amacıyla 5...Aa5 (ana hat), 5...Ad4 ya da 5...b5 oynar.
5...Aa5 hamlesinden sonra Morphy 6.d3 hamlesini yeğlerdi.
Morphy Varyantı yeteri kadar popülerlik kazanmamıştır. Bunun nedeni siyahın 6...h6 7.Af3 e4 8.Ve2 Axc4 9.dxc4 Fc5 hamle dizisiyle iyi bir konum yakalama olanağının bulunmasıdır. (Bu pozisyonda Bronstein 8.dxe4?! ile taş fedasında bulunmuştur ancak bu hamle günümüzde çözülmüş siyaha üstünlük verdiği ortaya çıkmıştır.)
Beyaz bunun yerine genellikle 6.Fb5+ oynar ve oyun 6...c6 7.dxc6 bxc6 8.Fe2 h6 hamleleriyle sürer günümüzde bu konum eşit olduğu kanıtlanmış.
Siyahın 9...e4 10.Ae5 (bu, İki At Savunması'nın ana hattı sayılır) hamleleriyle üstünlüğü ele geçirmesi durumunda beyaz 9.Af3 oynayabilir.
Steinitz 9.Ah3 hamlesini yeğlemiştir ancak bu, ona Chigorin'le 1891 yılında yaptığı karşılaşmada bir yarar sağlamamıştır.
Steinitz Varyantı 1960'lı yıllarda Fischer tarafından oynanana dek unutulup gitmiştir.
Short da bu hamleyi 1990'lı yıllarda sık sık kullanmıştır.
Siyahın 5...Aa5 hamlesine karşılık Fritz Varyantı (5...Ad4) ve Ulvestad Varyantı (5...b5) ortak bir ana hatta sahip olmaları nedeniyle ilişkilendirilirler.
Amerikan usta Olav Ulvestad 5...b5 hamlesini 1941'de yazdığı bir makalede ilk kez kullanmıştır. Beyaz bu hamleye tek şekilde karşılık verebilir. 6.Fxb5 Vxd5 7.Fxc6 Vxc6 ve 6.dxc6 bxc4 7.Ac3 hamleleri beyaz için pek iyi sonuçlar doğurmaz. Beyaz, filini hareket ettirmek zorundadır. En iyi karşılık 6.Ff1! hamlesidir. Bu, siyahın g2 karesini 6...Vxd5? ile tehdit etmesi durumunda beyazın 7.Ac3 oynamasına olanak tanır.
Siyahın buna verebileceği en iyi karşılık 6...Ad4 ile Fritz Varyantı'na geri dönmektir.
Alman usta Alexander Fritz (1857–1932) 1904 yılında konu üzerinde çalışan Schlechter'a 5...Ad4 hamlesini önermiştir.
Fritz bir İsveç dergisinde yayımlanan makalesinde de bu hamleye değinmiştir.
Beyazın en iyi hamlesi 6.c3'tür ve oyun genellikle 6...b5 7.Ff1 Axd5 8.Ae4 ya da 8.h4 hamleleriyle sürer.
4.Ac3.
Piyonu 4.Ac3 hamlesiyle korumak pek işe yaramaz çünkü siyah, 4.Ac3?! Axe4! 5.Axe4 d5 hamle dizisiyle taşı geri kazanabilir.
5.Fxf7+? hamlesi de pek iyi değildir. Siyah, 5...Şxf7 6.Axe4 d5 hamleleriyle tahtadaki konumunu güçlendirir.
4.Ac3 genellikle e sütunundaki piyonu gambite sokmak üzere kullanılır. Böylece oyun 4.Ac3 Axe4 5.O-O?! hamleleriyle Boden-Kieseritzky Gambiti'ne dönüşür.
Bu gambite, açılış teorisine pek uygun olmaması nedeniyle turnuvalarda pek sık rastlanmaz ancak hızlı satrançta beyaza kısa süreli konum üstünlüğü getirebilir.
hem de 5...Axc3 6.dxc3 6...f6! ile üstün konuma gidebilir
5.Fd3 5...dxe4 6.Fxe4 6...Fd6 7.O-O 7...O-O ile oyun devam eder
4.d3.
4.d3 siyahın 4...Fc5'le karşılık vermesi durumunda Giuoco Pianissimo'ya dönüşür. 4...Fe7 ve 4...h6 hamlelerinin ardından bağımsız varyantlar da mevcuttur.
Beyaz, tahtanın diğer bölgelerinde sıkça gözlenen taktik savaşlarından kaçınmak ister ve pozisyon sayısı bakımından varsıl bir oyun amaçlar.
Elde edilen nihai konum beyazın c3 oynaması durumunda Ruy Lopez'e benzer.
Bu hamle 1980'li yıllarda popüler hale gelmiş ve John Nunn başta olmak üzere birçok oyuncu tarafından kullanılmıştır.
Siyah, beyazın taktik savaşından kaçınma arayışına 4...d5!? ile son verebilir.
Bu hamle, açılış teorisine uygun olmaması nedeniyle pek sık kullanılmaz ancak Jan Piński bu hamlenin düşünüldüğü kadar kötü bir hamle olmadığını düşünmektedir.
4.d4.
Beyaz 4.d4 exd4 5.O-O hamle dizisiyle hızlı bir gelişim amaçlayabilir.
Siyah, beyazın merkezdeki piyonunu alarak durumu eşitleyebilir. Beyaz bundan sonra 6.Ke1 d5 7.Fxd5 Vxd5 8.Ac3 oynayarak taşını geri kazanır ancak siyah, 8...Va5 ya da 8...Vh5 hamleleriyle rahat bir konuma ulaşmayı ya da 5...Fc5 6.e5 d5 hamle dizisinin ardından oluşan Max Lange Akını'ndan yararlanmayı düşünebilir.
Birçok açıdan çözümlenmiş Max Lange Akını, Giuoco Piano ve İskoç Oyunu sonucunda da oluşabilir.
Beyaz 5.e5 oynayarak bu hat üzerindeki pozisyonlardan kaçınabilir. Bu hamleye karşılık olarak 5...Ae4 ya da 5...Ag4 oynanabilir ancak daha sık kullanılan hamle dizisi 5...d5 6.Fb5 Ae4 7.Axd4 Fc5 şeklindedir.
4.Ve2.
Beyaz 4. Ve2 ile e piyonunu destekleyebilir 4...Fc5 5.c3 5...O-O ile eşit bir konum oluşur Hector, Jonny bu varyantı çok denemiş iyi sonuçlar aldığı olmuştur
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17856",
"len_data": 7664,
"topic": "GAMING",
"quality_score": 3.67
}
|
Âşık Seyrani, Türk halk ozanı.
Develi'li (Everek) Seyrani'nin doğum tarihi kesin değildir. 1800 veya 1807 yılında doğduğuna dair kayıtlar vardır. Bugün Kayseri ilinin ilçesi olan, o yıllarda Everek adıyla bilinen Develi'de doğmuştur. Asıl adı Mehmet'tir.
Babası fakir bir mahalle camii imamı olan Hoca Cafer Efendi'dir. Çocukluğu ekonomik güçlüklerle geçmesine rağmen babasının sayesinde medrese eğitimi almaktan geri kalmamıştır.
Seyrani'nin hayatı ile ilgili kesin bilgiler mevcut olmadığından halk kendisi için bazı menkıbeler yayarak bu eksikliği gidermeye çalışmıştır. Seyrani'nin ününü duyan çevre vilayet ve kaza aşıkları sık sık Develi'ye gelerek onunla atışırlar. Seyrani ustalığını konuşturarak onları pes ettirir. Ama artık ona Develi dar gelmeye başlamıştır, İstanbul'a gitmeyi arzular.
Seyrani, büyük bir ihtimalle Sultan Abdülmecit'in tahta geçtiği yıl olan 1839 yılında İstanbul'a gelir. O yıllarda İstanbul'da semai kahvelerine, söz meclislerine ilgi gösterilir, aşıklar birer bilge kişi olarak görülür, dinlenirdi. Bu meclislerin tiryakileri, aşıkları yalnız bırakmaz, onları meclisten meclise, kahveden kahveye taşırlardı. Saray'da devlet erkanının konaklarında, zenginlerin köşklerinde bir araya gelen aşıklar, birbiriyle tanışır, söyleşir, atışırlardı. Bazı paşa ve beyler, şairleri himaye eder onlara rahat bir hayat sağlarlardı. Böylesi bir zamanda İstanbul'a giden Seyrani, zamanın saz ve kalem şairleriyle tanışır, bilişir. Seyrani, İstanbul'a gelmişken yarım kalan medrese öğrenimini tamamlar. Şu sözleriyle tanımlamıştır bugünlerini:
""Yedi yıl eğlendi, kaldı Seyrani"
"Bütün tahsil etti ilmi irfanı"
"Sendeyken her türlü mürüvvet kânı"
"Bulmadın derdime çare İstanbul""
Ancak Seyrani karakteri gereği, etrafında gördüğü yanlışlıklara, bu yanlışlıkları yapan Padişah da olsa görmezlikten gelemeyen ve şiirlerinde bu durumları ağır bir şekilde hicveden bir şairdir. Bu yüzden hakkında soruşturma açılmış ve yakalanmamak için de Develili bir dostunun yardımıyla Develi'ye kaçmak zorunda kalmıştır.
Bir süre burada kalan Seyrani daha sonra Halep'e gider. Burada da tutunamayan Seyrani tekrar Develi'ye gelir.
Yakalandığı sinir hastalığından dolayı ona "Deli Seyrani" denmiş, son yıllarını Develi'de yoksulluk içinde geçirmiştir.
Yoksulluğunu, çektiği acıları, dik kafalı bir ozan oluşuna bağlamak pek yanlış olmaz. Seyrani devrindeki gelişmeleri yakından takip etmiş, yanlışlıkları eleştirmiş, şiirlerinde kendisinden önceki ozanların alışılmış konu sınırlarının dışına çıkmıştır. Olaylara genellikle eleştirel gözle bakmış ve halkın sesi olmaya özen göstermiştir. Şiirleri hem ele aldığı konu bakımından hem de kafiye yapısı bakımından çeşitli ve zengindir. Şiirlerini daha çok hece ölçüsüyle yazmıştır. Asıl ününü hece ölçüsüyle yazdığı koşma, semai, destan, nefes ve şathiyeleriyle kazanmıştır. Şiirlerinde daha önce kimsede rastlanmayan kafiye yapılarına yer vermiştir. Şiirlerinde bazen bir tarikat ehli, bazen siyasi bir eleştirmen, bazen de koyu bir aşık olur. Bu da Seyrani'nin içten, dindar, duygulu ve duyarlı bir kişi olduğunu gösterir.
Şiirlerinden bir örnek:
"Dök Seyrânî gözden yaşı"
"Sağlıktır cümlenin başı"
"Merdin eşiğinin taşı"
"Kuş tüyünden yumşak olur"
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17858",
"len_data": 3197,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.65
}
|
İstanbul Bilgi Üniversitesi ( BİLGİ), 7 Haziran 1996 tarihinde İstanbul, Türkiye'de kurulmuş bir vakıf üniversitesidir. Ana yerleşkesi olan Santralistanbul'a ek olarak Kuştepe ve Dolapdere'de de yerleşkeleri bulunmaktadır. 8 fakülte, 3 enstitü ve ve 3 meslek yüksekokulunda 150'den fazla programla eğitim öğretim faaliyetleri sürdürülmektedir.
Tarihçe.
İstanbul Bilgi Üniversitesi, resmî olarak kurulduğu tarihten önce 1994 yılında, İstanbul School of International Studies adıyla Portsmouth Üniversitesi ve Londra Ekonomi Okulu ile ortaklaşa İşletme, Ekonomi, Uluslararası İlişkiler ve LSE Ekonomi bölümleri ile öğretime başladı. 7 Haziran 1996 tarihinde de Türkiye'nin dördüncü, İstanbul'un ise ikinci vakıf üniversitesi olarak; Maslak'taki bir binanın iki katında ve Baltalimanı'ndaki bir köşkte, 12 program, 2 enstitü ve 1000'den fazla öğrencisiyle eğitim öğretim faaliyetlerine başladı. Aynı yıl Kuştepe yerleşkesinin de inşasına başlandı ve tamamlandı. Türkiye'de ilk örneği olan Karşılaştırmalı edebiyat bölümü, Sosyal ve Beşeri Birimler Fakültesi'nde açıldı. Ayrıca Türkiye'deki ilk Görsel İletişim Tasarımı programı da İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde açılmıştır.
1998 yılında İşletme Yönetimi Yüksek Lisansı (MBA) öğretimine başlandı. Kuştepe yerleşkesine ek olarak Taksim'de İngilizce Hazırlık Okulu da eğitim öğretime başladı. 1998-1999 eğitim öğretim yılı içerisinde; Manchester Üniversitesi ile birlikte ilk Executive MBA ve bilgiMBA programlarına başlandı. Ayrıca Türkiye'deki ilk e-MBA eğitimi de İstanbul Bilgi Üniversitesinde verilmeye başlanmıştır.
2000 yılında Dolapdere yerleşkesi hizmete girdi. Aynı yıl İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları da ilk kitabını yayımladı. 2003 yılında üniversite tarafından, Kars'ın Kağızman ilçesindeki Kağızman İlköğretim Yatılı Bölge Okulu'nun pilot okul seçilmesiyle, bölgedeki okulların eğitim öğretim kalitesinin ve fiziksel koşullarının iyileştirilmesini amaçlayan bir proje başlattı. Ayrıca Hukuk fakültesi'nde aynı yıl içerisinde, hukuk kliniği dersi verilmeye başlandı. Bu ders kapsamında öğrenciler, Dolapdere'de yaşayan halka ücretsiz hukuk desteği verdi.
1 Mayıs 2004 tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile İstanbul Bilgi Üniversitesi arasında imzalanan protokol kapsamında, Osmanlı İmparatorluğu zamanında şehre elektrik sağlayan Silahtarağa Elektrik Santrali'nin bulunduğu alan, Santralistanbul yerleşkesinin kurulması için üniversiteye tahsis edildi. Kuruluşundan altı yıl sonra, Türkiye'de alanındaki ilk enstitü olan Bilişim ve Teknoloji Hukuku Araştırma ve Uygulama Merkezi kuruldu.
2007 yılında Silahtarağa Elektrik Santrali'nin restore edilmesinin ardından Santralistanbul yerleşkesi açıldı. Avrupa Birliği ile ilgili çalışmaların ve araştırmaların yürütülmesi için kurulan BİLGİ Avrupa Birliği Enstitüsü, Türkiye'de bu alanda faaliyet gösteren ikinci enstitü oldu. 2012 yılında, Santralistanbul'a Avrupa Müze Akademisi tarafından DASA Ödülü verildi.
2014 yılında, Yaşar Kemal Onur Günü kapsamında Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi'nin binasına "Yaşar Kemal Binası" adı verilmiştir.
İstanbul Bilgi Üniversitesi 2015 yılında, QS'nin "Gelişmekte Olan Avrupa Ülkeleri ve Orta Asya Üniversiteleri Sıralaması'nda ilk kez yer aldı. Aynı yıl içerisinde İngilizce Hazırlık Programı, CEA akreditasyonu aldı. 2016 yılında, Türkiye'deki ilk Yüksek Enerji Fiziği Uygulama ve Araştırma Merkezi kuruldu. Üniversite, Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi'nde gerçekleşen ATLAS deneyi'nin ulusal proje yöneticisi oldu. Ayrıca CAST deneyi'ne Türkiye'den katılan tek üniversite oldu.
2019 yılında Can Holding, üniversiteyi 90 milyon dolara satın alarak, Bilgi Eğitim ve Kültür Vakfı'nın destekçisi oldu.
2020 yılında uluslararasılaşma ve eğitim-araştırma kalitesinin geliştirilmesi amacıyla, Arizona Eyalet Üniversitesi ile işbirliği yapıldı. Türkiye Üniversite Memnuniyet Araştırması'nın 2020 verilerine göre İstanbul Bilgi Üniversitesi, A grubu üniversiteler arasında yer aldı. 2021 yılında ise Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları'nı baz alan Impact Rankings'te, Türkiye'deki üniversiteler arasında ilk dokuzda yer aldı.
2023 yılında öğretim, uluslararasılaşma, online eğitim, mezunlarının istihdam edilebilirliği, program gücü ve kapsayıcılık alanlarında QS Stars tarafından 5 yıldıza layık görülmüştür.
2025 yılında QS Dünya Üniversite Sıralamaları'na göre İstanbul Bilgi Üniversitesi, listede bulunan Türkiye'deki özel üniversiteler arasında en iyi 5. üniversite olarak sıralanmıştır.
Tarlabaşı Toplum Merkezi.
2006 yılında, İstanbul Bilgi Üniversitesi'nin de desteğiyle Tarlabaşı'nda yaşayan insanların haklarına erişmeleri ve semte yönelik önyargının azaltılması amacıyla kurulmuştur.
Üstün Başarı Programları.
Londra Üniversitesi ile yapılan işbirliği kapsamında, İstanbul Bilgi Üniversitesi öğrencileri, ilgili birinci sınıf derslerini almış ve yüksek başarıyla tamamlamış olmaları koşuluyla, yapılacak sınav ve mülakat sonucuna göre Üstün Başarı Programları'na devam edebilirler. İşletme, Ekonomi-İşletme ve Ekonomi-Finans alanlarında sunulan programlardan birini tamamlayan öğrenciler, İngiltere’ye gitmeden ve ayrı bir öğrenim ücreti ödemeden her iki kurumun da diplomasına sahip olma hakkını elde etmektedirler.
Yerleşkeler.
santralistanbul.
santralistanbul yerleşkesi, 118.000 m² (yaklaşık 30 dönüm) alana sahiptir. 2007 yılında açılan santralistanbul yerleşkesi, İstanbul'un Eyüpsultan ilçesinde, Haliç'in üst ucunda yer alan bir sanat ve kültür kompleksidir. Enerji Müzesi, amfitiyatro, konser salonları ve halk kütüphanesinden oluşan yerleşke, Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk elektrik santrali olan tarihi Silahtarağa Elektrik Santrali'nin içinde yer almaktadır.
Çağdaş sanat sergileri ve kültürel etkinliklere ev sahipliği yapan santralistanbul yerleşkesindeki ana galeri binası, 2010 yılında Uluslararası Mimarlık Ödülleri'ne layık görüldü. Türkiye'nin ilk endüstriyel arkeoloji müzesi olan santralistanbul Enerji Müzesi, 2012 yılında Avrupa Müzeler Akademisi'nden “DASA Ödülü” almıştır. Mimar Nevzat Sayın tarafından restore edilen ve halen Mimarlık Fakültesi tarafından kullanılmakta olan kazan dairesi binası, Chicago Athenaeum Mimarlık ve Tasarım Müzesi tarafından 2018 Uluslararası Mimarlık Ödülü'ne layık görüldü.
Dolapdere.
Dolapdere yerleşkesi, Taksim'e çok yakın bir konumdadır. Yerleşke, 2002 yılında “Yapı ve Yaşam Mimarisi Ödülü”nü ve 2005 yılında “Avrupa Çelik Yapı Ödülü”nü almıştır. Yerleşke içerisinde Sağlık Bilimleri Fakültesi, Uygulamalı Bilimler Yüksekokulu, fitness merkezi ve yarı olimpik bir yüzme havuzu bulunmaktadır.
Kuştepe.
Şişli ilçesinde bulunan Kuştepe yerleşkesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi'nin 32.000 m² alana sahip ilk yerleşkesidir. Yerleşkede Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu, Meslek Yüksekokullarının programları ve İngilizce Hazırlık Programı bulunmaktadır.
Yerleşke hayatı.
Öğrenci Konseyi.
İstanbul Bilgi Üniversitesinde öğrenciler, her yıl güz döneminde öğrenciler tarafından seçilen bir Öğrenci Konseyi tarafından temsil edilir. Konsey, okulla ilgili çeşitli konulara müdahale etme hakkına sahiptir. Her bölümden öğrenciler tarafından güz döneminde seçilen akademik temsilciler de Kurulun bir parçasıdır.
Spor.
Üniversitede; kadın voleybol, yüzme, masa tenisi, tenis, Amerikan futbolu, triatlon, yelken, kayak- snowboard, futbol, salon futbolu, frizbi, ragbi, flag futbol, kürek ve sutopu takımları bulunmaktadır. Ayrıca Dolapdere yerleşkesinde yarı olimpik kapalı yüzme havuzu, fitness salonu, basketbol sahası, dans salonu ve yoga salonu bulunmaktadır.
Öğrenci kulüpleri.
Üniversitede 100'e yakın öğrenci kulübü bulunmaktadır.
Kütüphaneler ve müzeler.
İstanbul Bilgi Üniversitesi'nin Dolapdere yerleşkesinde, Kuştepe yerleşkesinde ve santralistanbul yerleşkesinde olmak üzere üç kütüphanesi bulunmaktadır. Kütüphane, üniversite lisans programlarını, araştırmaları ve öğretimi desteklemek için kapsamlı bir sistem sunar. Sanal kütüphanede 500.000'den fazla elektronik kitap, 60.000 elektronik dergi, 129 veritabanı ve e-ansiklopedi içermektedir. Bu kaynaklara internet üzerinden, kampüs içi ve kampüs dışı erişim sağlanmaktadır.
santralistanbul yerleşkesinde, santralin orijinal türbin odalarının dönüştürülmesi ve içeriğinin titizlikle korunmasıyla ortaya çıkan Türkiye'nin ilk endüstriyel arkeoloji müzesi olan Enerji Müzesi yer almaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17862",
"len_data": 8326,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.45
}
|
Çevresel psikoloji, psikolojinin çevre ve insan davranışı arasındaki ilişkiyi inceleyen alt alanıdır. Hem çevre koşullarının insan davranışlarına etkisini, hem de insanların çeşitli eylemlerinin sosyal ve fiziksel çevreye etkisini inceler. Söz konusu olan çevre bir mahalle, ev, ofis, fabrika, okul, çocuk parkı ya da bir sokak olabilir. Psikolojinin diğer alt dalları (sosyal psikoloji, bilişsel psikoloji, okul psikolojisi gibi) ve psikoloji dışındaki uzmanlık alanları (mimarlık, mühendislik, çevre bilimi, eğitim bilimleri, ergonomi, sosyoloji, antropoloji gibi) çevresel psikolojinin gelişimine katkıda bulunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17866",
"len_data": 616,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 3.73
}
|
Döviz, dar anlamda (çek, poliçe gibi) yabancı parayı temsil eden belgeler. Türkçede yabancı ülkelerin paralarına da "döviz" denmektedir. Herhangi bir ülkenin parasının, başka bir ülkenin (veya ülkelerin) parasına dönüştürülmesiyle ilgili işlemlere de "döviz işlemi" veya "kambiyo işlemi" denir. Döviz kelimesi Türkçeye Fransızcadaki "devise"den geçmiştir. Genel olarak döviz dendiğinde milletlerarası ödemelerde kullanılan ödeme araçlarının tamamı ifade edilir.
Genel.
Ekonomik açıdan bakıldığında döviz, iktisadi anlamda bir mal niteliğindedir. Döviz borsaları bazı özel nitelikleri olan piyasalardır. Kısaca belirtmek gerekirse; New York, Londra, Tokyo, Frankfurt, Zürih ve Paris en büyük döviz borsalarıları arasında bulunmaktadır. Ancak, döviz piyasalarını belirli bir yer veya mekanla sınırlı piyasalar olarak düşünmek doğru değildir.
Döviz borsaları, muayyen coğrafi bölgelerde faaliyet gösterseler de, çeşitli elektronik haberleşme araçlarıyla birbirleriyle sürekli olarak ilişki içinde bulunurlar. Denilebilir ki, günün her saatinde dünyadaki döviz piyasalarından herhangi birisi açık bulunur. Mesela ABD'in batısında yer alan San Fransisco'da borsalar kapandığında Uzak Doğuda Tokyo, Hong Kong ve Singapur borsaları, ayrıca bu borsalardaki çok uluslu Amerikan ve Avrupa bankalarının şubeleri yeni açılmışlardır. Uzak Doğu borsaları kapandığında ise Orta Doğunun mali piyasaları ve merkezleri iki saatten beri çalışmakta olup Avrupa borsaları mesaiye yeni başlamaktadır. Avrupa ile ortak çalışma saatleri sırasında New York borsasında faaliyet hacmi yoğunlaşmaktadır. Londra bankaları coğrafi konumları dolayısıyla, günlük çalışma süresi içinde öteki Avrupa piyasaları ve Kuzey Amerika dahil olmak üzere, Uzak Doğu ve Orta Doğu piyasalarıyla işlem yapabilmektedirler.
Milletlerarası döviz borsaları 24 saat sürekli olarak çalıştıkları için döviz fiyatları (kurları) sürekli olarak değişirler. Döviz bir iktisadi mal gibi işleme tabi tutulduğundan, dövizin bir arz ve talebi ve dolayısıyla da bir fiyatı vardır. Döviz fiyatlarına döviz kuru ("exchange rate") denmektedir.
Döviz kurları genellikle bir birim döviz başına (veya bununla değiştirilebilen) millî para miktarı olarak tanımlanır. Döviz kurları 1 birim millî paranın karşılığı olan döviz miktarı olarak da tanımlanabilir. Bu şekilde düşünüldüğünde kurlar 1 USD = 1,35 TL veya 1 TL = 0,74 USD olarak ifade edilebilir. Bu iki sistem birbirinin tersidir. Birincisinde dövizin, millî para cinsinden değeri ifade ediliyor; buna direkt-kotasyon sistemi deniyor. İkincisinde ise millî paranın dış değeri, yani döviz cinsinden fiyatı gösteriliyor; buna da indirekt kotasyon sistemi deniyor.
Milletlerarası borsalarda döviz kurları ABD dolarıyla millî paralar arasındaki değişim oranı şeklinde ifade edilince, ABD doları dışında iki para arasındaki değişim oranı bunların dolar cinsinden fiyatlarına göre dolaylı olarak hesaplanabilir. Mesela, 1 USD = 1,35 TL ve 1 USD = 0,83 EUR ise; 1 EUR = 1,63 TL olur. Bu şekilde dolar dışındaki paralar arasında hesaplanan kurlara çapraz kur ("cross-rate") denilmektedir. Yani iki para arasındaki dolaylı değişim oranına çapraz kur adı verilir.
Yabancı paraların çapraz kurları arasında da bir uyum vardır. Çapraz kurlar arasındaki uyum bozulur, yani dövizin ucuz olduğu yerden satın alınıp pahalı olduğu yerde satılması işleri ortaya çıkabilir. Bu farklardan yararlanarak kazanç sağlanması işlemine arbitraj denir. Geniş anlamda döviz ticareti; döviz bazında mevduat bulundurmayı, döviz piyasaları arasındaki kur farkından kâr elde etmeyi ("döviz arbitrajı"), zaman içindeki kur değişmelerinden kar elde etmeyi ("döviz spekülasyonu") de kapsamına almaktadır.
Döviz piyasaları vadeli piyasa ("forward market") ve vadesiz piyasa ("spot market") olmak üzere ikiye ayrılırlar. Vadesiz piyasalarda döviz işlemleri herhangi bir işgününde o günün döviz kuru üzerinden yapılmaktadır. Vadeli piyasalarda ise tarafların sözleşme ile tespit ettikleri gelecekteki bir gün ve döviz kuru üzerinden (vadeli döviz kuru) döviz alım ve satımının taahhüt edilmesi şeklinde yapılmaktadır.
Vaktiyle altın para sisteminin yürürlükte olduğu yıllarda ülke paraları, bulundurdukları veya temsil ettikleri altın miktarına göre birbirleriyle mübadele edilirlerdi. Mesela Türk lirası 2 gr altını, dolar 6 gram altını temsil ediyorsa, 1 dolar = 3 TL olarak belirlenirdi. Böylece belirlenmiş olan kurların değişmeleri de mümkün olmazdı. Altın para sisteminin çok önemli bir üstünlüğü olarak nitelenen bu husus, daha sonra kâğıt para sistemine geçirilmesiyle birlikte geçerliliğini kaybetti. Döviz kurları sabit veya esnek olarak belirlenebilmesinin fayda ve mahzurlarını esas alan tartışmalar iktisat literatüründeki canlılığını hala korumaktadır.
II. Dünya Savaşı sonlarından 1973 başlarına kadar dünyada geçerli olan ve Bretton Woods Sistemi diye bilinen para sistemi bir sabit kur sistemiydi. 1973 başlarından itibaren Batılı ülkeler esnek veya değişken kur sistemini benimsemişlerdir. Ne var ki, Avrupa Topluluğu ülkeleri gibi bazı sanayileşmiş ülkeler paralarını sabit kurlardan birbirine bağlayarak bir para sahası oluşturmuşlardır. Belirtmek gerekir ki, günümüzde tam bir esnek kur sistemi hemen hemen hiçbir ülkede uygulanmamaktadır. Hemen hemen her ülke döviz kurlarının nisbi de olsa istikrarlı oluşunu özlemektedir. İstikrar arayışları ise döviz piyasalarına müdahaleyi zorunlu kılmaktadır.
Türkiye'de 1929 yılına kadar Lozan Antlaşmasında yer alan hükümler dolayısıyla döviz piyasalarına fazla bir müdahalede bulunulamamıştır.
Lozan Antlaşmasının koyduğu sınırlamaların sona ermesiyle birlikte, 20 Şubat 1930 tarihinde çıkartılan 1567 sayılı Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu ile döviz işlemlerini düzenleme yetkisi Maliye Bakanlığına verilmiş ve yoğun bir şekilde döviz kontrolü uygulanmaya başlanmıştır.
Özellikle 1983'ten sonra Türk lirasına konvertibilite sağlamak yönünde getirilen bazı düzenlemelerle 1567 sayılı kanunun uygulamaları yerine geniş ölçüde bir serbesti ortamı getirilmiştir. Sabit döviz kuru sistemi fiilen terk edilmiş ve kurların önce kısa aralıklarla, sonraları Merkez Bankasınca her gün belirlenmesi yoluna gidilmiştir. Hükûmet 1989'da aldığı bir kararla banka ve yetkili kurumlara 3000 dolar veya eşdeğer döviz satabilme hakkı verildi. Mart 1990'da 32 sayılı karar olarak bilinen Türk Parasını Koruma Hakkındaki Karar'da yapılan değişiklikle, Türkiye'de yerleşik kişilere sınırsız döviz bulundurma ve transfer etme gibi haklar tanındı (1993).
Yabancı ülke paralarına veya para yerine geçen her türlü ödeme araçlarına "Döviz" denir.
Bankacılık uygulamalarında nakit yabancı paralara "efektif" kolayca nakte dönüştürülebilen varlık biçiminde olanlarada "döviz işlemi" adı verilir.
Döviz birimleri.
Döviz sözcüğünden genellikle herkes yabancı para anlamını çıkarır. Oysa döviz, banka ekonomisiyle ilgili genel anlamda yabancı para birimi olarak anlaşılır. Yurt dışındaki yerlerde (havaleler, para değişimi ve çekler aracılığıyla) dar anlamda sadece borçların yurt dışı bankalarına ödenmesidir.
Döviz kavramı ve kullanımı.
Dövizin diğer kullanım şekilleri şöyledir:
Döviz çeşitleri terimsel olarak farklılık gösterir. Nakit para (banknotlar ve madeni paralar) yabancı para cinsindendir.
Dövizler sıklıkla fiyat belleği olarak kullanılır. Ulusal para biriminin değeri ya da bu cinsten olan taleplerin değeri gelecek için aşağı yukarı sabit olarak kabul edilmektedir. Bu etki beklenen yüksek enflasyonu ortaya çıkarmaktadır.
Döviz olarak bir nakit para birimini kullanmak, döviz sahipleri adına da riskler doğurur, zira nakit para biriminin dolaşım hızı, değer belleği olarak temel kullanım işlevi aracılığıyla oransız bir şekilde düşüşe geçer. Yurt içi para dolaşımı durdurulur durdurulmaz, savunmasız enflasyon adına para biriminde her bir merkez bankasının döviz cinsinden para miktarı (burada nakit para) arttırılır. Rastlantısal sapmalar (dalgalanmalar) aracılığıyla dolaşım çok az artar (ve bundan dolayı fiyatlar buna göre yükselir), daha sonra önceden var olan çok miktardaki nakit para dolaşıma geçebilir. Bu durum enflasyonu kaçınılmaz kılar; böyle bir etki Japon Yeni'ni ve Amerikan doları'nı olumsuz yönde etkiler.
Dövizleri beklenmeyen bir enflasyon altında bulunan bir döviz sahibi risk alabilir. Örneğin Avrupalı yatırımcılar 2002 yılında ABD dolar kurunun Avro karşısında değer yitirmesi nedeniyle Amerikan Hisse Senetleri'nde kayba uğramışlardır; fakat bunun yanı sıra Amerikan Doları'nda hisse senetleri ciddi şekilde düşüş yaşamıştır.
Konvertibilite (Serbestçe başka para birimlerine çevrilebilirlik).
Serbestçe bozdurulabilen dövizler kısıtlamalar olmadan başka para birimlerine dönüştürülür. Konvertibiliteye sahip dövizler olarak da adlandırılır.
Kısıtlı konvertibiliteye sahip dövizler değişim esnasında kısıtlamalar ile karşılaşmaktadır. Bu dövizler örneğin sadece belli kişi çevrelerince ya da belli amaçlar için başka para birimlerine dönüştürülebilinir. Değişime (değiş-tokuş) sadece belirli kısıtlamalara da maruz kalabilir. Bu para birimleri kolay para olarak da tanımlanmaktadır.
Bundan başka, yerli ve yabancı para çevrilebilirliği (konvertibilitesi) arasında fark vardır. Bir yerli vatandaş ülkesinde ulusal parasını yabancı paraya çevirebiliyorsa, o para birimi yerli çevrilebilirliğe sahiptir. Aynı şekilde bir yabancı, söz konusu bu ülkede yabancı parayı bozdurabiliyorsa, bu takdirde o para birimi yabancı çevrilebilirliğe sahiptir.
Çevrilmeyen dövizler bir döviz kontrolü altında bulunur. Değişim (değiş-tokuş) diğer para birimlerinde yasaklanmıştır ya da sadece bireysel onay (Döviz Kontrolü Yönetimi) ile mümkündür.
Kur oluşumu.
1 Ocak 1999'da Euro’nun yürürlüğe girmesiyle Almanya’daki döviz kurları resmi olarak belirlenmiştir. Avro’nun gelmesiyle döviz borsaları tedavülden kaldırılmıştır.
Diğer bir değişiklik ise dövizler adına fiyat sunma yöntemindeki değişiklikti. Almanya'da uygulanan fiyat sunma, yeni fiyat kaydının yürürlüğe giriş tarihine kadar uygulanan bir yöntemdi. Döviz ticaretinde 1 Ocak 1999’dan itibaren döviz değerleri bütün Avro’yu kabul eden katılımcı ülkelerde oran kaydı biçimine dönüştürülmüştür. Satın alma (alım gücü) oranı bu yüzden değişmiştir. Satış ve sunum değeri gelişimlerinin (kur gelişimleri) karşılaştırılabilirliği geniş kitleler adına alışılmadık bir durumdu.
Bu kurlar, her bir firma adına bankalar arası ticarette Forex hakkında bilgisayar desteği sağlanmıştır ve peşin döviz ya da Future’lar adına serbestçe satın alınmıştır. Müşteri bu yüzden belli bir kurda çok fazla uygulama talebinde bulunmuştur
Borsaların haricinde bir pazardaki büyük orandaki satışlar bankalar arası ticaretin gelişmesini sağlamıştır.
Döviz işletmeleri (büroları).
İşletmelerin yıllık bilânçosunun belli bir zamanda para birimlerinin takas edilmesine (değiş tokuş) spot döviz kuru denir.
Buna karşı bir vadeli döviz işletmesi (bürosu), gelecekte belli bir sürede para birimlerinin değiştirilmesinde ve bir firmanın yıllık bilânçosunun kararlaştırılmış döviz kuru üzerinde anlaşma sağlanması olanaklıdır. Vadeli döviz işletmeleri kur dalgalanmalarına karşı güvenliği sağlamaktadır.
Spot döviz kurları ve vadeli döviz kurları arasında bir fark vardır. Bu fark döviz değiş tokuşu (prim ya da iskonto) olarak adlandırılır, bu döviz değiş tokuşu ve spot döviz kurunun yüzdesinde bildirilmektedir. Peşin kur üzerinde bulunan vadeli kurun spot kurdan yüksek olması bir “değer yükselmesi” olarak tanımlanır. Son nokta yurt içinde ve dışındaki faiz oranıdır:
Opsiyonlu döviz büroları, müşterinin hakkını belli bir günde ya da belli bir süre içerisinde para birimi belirlenmiş fiyattan satın alınmasını ya da satmasını sağlamaktadır. İşletmenin içeriğine (büyüklüğüne) göre satın alma ve satış opsiyonları farklı olmaktadır. Bir opsiyonun satın alıcısının iş ortağı durgunluk olarak tanımlanmaktadır.
Bir Döviz-Future-Kontrat'ında satın alıcı belli miktardaki para birimlerini satın almaya ya da satmaya mecbur kalmaktadır.
Peşin (nakit) dövizler hemen müşterinin serbestçe kullanmasına sunulmaktadır. (Satın aldıktan sonra uygulamaya konulur.) Vadeli dövizler ise daha sonra müşterinin serbestçe kullanmasına sunulmaktadır.
Esnek döviz kuru sistemi.
1973 başlarında çoğu Batı Avrupa ülkesinde ve Japonya'da dolar kuru serbest bırakılmıştır. Sabit kur sistemi yerine, esnek kur sistemi uygulanmıştır. Özellikle uluslararası ticaretten etkilenen Japonya ya da Amerika gibi küçük ölçekli millî ekonomiler sabit döviz kuruna bağlı kalmıştır. Bu, zamanla daha da güçleşmiştir, çünkü uluslararası sermaye devinimi Elektronik Bilgi İşlem Tekniği ve telekomünikasyondaki yeni gelişmeler sayesinde daha da kolaylaşıp hızlanmıştır. Ayrıca kontrol de giderek zorlaşmıştır.
Esnek döviz kuru sistemi yürürlüğe girdikten kısa bir süre sonra iki petrol kriziyle karşı karşıya gelinmiştir. Bunun sonucu olarak da sistem, bilanço artışı (Petrol İhraç Eden Ülkeler- OPEC) ve açığına (Ekonomik İşbirliği Organizasyonu- OECD) yenilmiştir. Bu da orta vadede kendini yenilemiştir.
IMF'nin ikinci değişiklik anlaşmasıyla üye ülkeler döviz kuru sistemi seçiminden feragat etmişlerdir. Böylece her iki ülke kendi istikrarlı para değeri ve ekonomi şartlarının sorumluluğunu üstlenmiştir. Altın, satın alma değerini kaybetmiştir. Bununla da döviz kurunda fark edilir düzeyde bir dalgalanma oluşmuş ve kur devamlı değişkenlik göstermiştir.
Özellikle Batı Avrupa'daki birbirine bağlı ülkeler döviz kuru dalgalanmalarına karşı topluca Avrupa Para Sistemi'ni oluşturmayı denemişlerdir. Düzey esnekliği temelinde istikrarlı/sabit döviz kuru elde etmeye çalışmışlardır.
GSMH'nin yüksek oranda gelişmesine göre nispeten esnek döviz kurundan özellikle uluslararası ticaret kar elde etmiştir.
Enflasyonun genel artış eğilimi de son bulmuş, böylece de Almanya ve Amerika'nın enflasyon oranları da birbirinden farklılaşmıştır.
Avrupa’da Euro öncesi Para Politikası İş Birliği.
Avrupa devlet ve hükûmet başkanlarının kararıyla (Haag 1969), Avrupa Topluluğu; Avrupa Ekonomi ve Parasal Birliği'ne dönüşmüştür. İlk olarak 1972'de Avrupa Döviz Kuru Birliği kurulmuş, ardından da 1979'da Avrupa Para Sistemi yürürlüğe girmiştir. 1992'de imzalanan Maastricht Anlaşması, Avrupa para entegrasyonun son adımı olmuştur.
Avrupa Döviz Kuru Birliği, Bretton Woods Sisteminin kısmen de olsa sabit döviz kuru sistemi haline gelmesi için aracılık etmiştir. Tek tek olan Avrupa paralarının konvertibilitesi böylece garanti altına alınmıştır (Block- Floating).
Bu da Avrupa Para Sisteminin Avrupa Topluluğu dâhilindeki döviz kuru istikrarını sağlamayı öncelikli hedef haline getirmesini sağlamıştır. Ekü'nün tek hesap olarak (karşılaştır, Avrupa Para Birimi) yürürlüğe girmesi de bu gelişmenin bir parçasıdır. Bunun devamında döviz kurunun sadece belirli bir seçenek yelpazesi dâhilinde dalgalanması kararlaştırılmıştır. Bu seçenekler 1992 ve 1993 para krizleri sonunda genişletilmiştir. Söz konusu olan Eylül 1992 Pound krizi, İngiltere'nin Avrupa ekonomik sistemini terk etmesine neden olmuştur. Bu bağlamda Pound krizini direkt etkileyen borsada yoğun olarak İngiliz Pound'una oynayan Amerikalı yatırımcı George Soros da önemlidir. George Soros büyük miktardaki Pound'u Alman Markı ve Fransız Frankıyla takas edip, Pound'un değerinin düşmesini hızlandırmıştır.
Avrupa'nın tek para sistemine geçişi, Avrupa Ekonomik ve Parasal Birliği'nin temeli olan Maastricht Anlaşmasıyla yerine getirilmiştir. 1998 yılında Avrupa Merkez Bankası görevine başlamıştır. Euro'nun ilk kez 1 Ocak 1999'da yürürlüğe girişiyle birlikte katılımcı ülkelerde ilk kez ortak bir Avrupa parası yürürlüğe girmiştir.
1 Ocak 2002'de Avrupa Para Birliği, Euro banknotların ve madeni paralarının 12 ülkede tedavüle girmesiyle uygulanmaya başlamıştır.
Katılan tüm ülkeler Maastricht Kriterlerini yerine getirmişlerdir (resmi adı: Avrupa Birliği Birleşme Kriterleri)
Avro sahasındaki fiyatların karşılaştırılabilir olmasına rağmen, ulusal özelliklerinden dolayı satın alma gücü, yani iç değer ve Avro sahasındaki vatandaşların belli bir para tutarıyla satın alabildiği mal ve hizmetlerdeki miktar ve nicelikler birbirinden uzaklaşmıştır.
Avro sahasına zamanla yeni ülkeler (örneğin; 2001'de Yunanistan) katılmıştır. Bunun için döviz kuru mekanizmasına başarılı bir katılım şartı gerekmektedir.
Bunun üzerine Bosna-Hersek, Bulgaristan, birkaç Fransız deniz aşırı eyaleti ve Baltık Denizi ülkeleri gibi birkaç ülke para birimlerini Currency Boards/Para Dairesi nedeniyle Avro'ya endekslemişlerdir. Avro, şu anki ulusal para değeriyle sabit döviz kuru ilişkisi olan endekslenmiş para değeri rolü üstlenmiştir.
Yasal düzenlemeler.
Para emisyoncudan teslim alınır. Burada çoğunlukla devletçe yetkilendirilmiş bir merkez bankası söz konusudur. Bu kurum para üretimi ve emisyonla görevlendirilmiştir. Çoğu ülkede ise temel olarak fiyat istikrarını sağlayarak para miktarını yönetmekten sorumludur. Merkez bankalarının diğer görevleri ise para politikasını belirlemek ve yürütmek (ve para miktarının yönetimi), döviz rezervlerinin saklanması ve finans piyasası kontrolüdür.
Yasal ödeme aracı olan para değerinin ülke içinde yasalar çerçevesinde kabul zorunluluğu vardır; bu da alacaklıların borç ödemede -farklı bir anlaşma haricinde- yasal ödeme araçlarını kabul etmekle yükümlü oldukları anlamına gelmektedir. Bununla da ödeme aracının değeri korunmaktadır. Tarihte bu koruma eski sikkelerin, değerli metal oranlarının garanti altına alınmasıyla sağlanmıştır. Almanya ve Avrupa Ekonomik ve Parasal Birliği'ne üye diğer ülkelerde 1 Ocak 2002'den bu yana yasal ödeme aracı Avro'dur (Federal Banka Yasasının 2. Madde, 14. Fıkra, 2. İbaresi gereğince; Avrupa Merkez Bankasının ilan edilen Avro'su, tek sınırsız resmi ödeme aracıdır).
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17867",
"len_data": 17586,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.96
}
|
Şems-i Tebrîzî (; 1185-1247), İranlı mutasavvıf. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin gönül dünyasında büyük değişikliklere sebep olan ve Mevlânâ tarafından yazılan ilâhî aşk şiirlerinden oluşan "Dîvân-ı Şems-î Tebrîzî" adındaki nazım eser sayesinde tanınan Mevlana'nın sohbet şeyhidir.
Kimliği.
1186 yılında Tebriz'de doğmuştur. Adı Muhammed, lakapları Şemseddin, Şems, Şems-i Tebrizî ve Şemsü'l-hak ve'd-dîn'dir. Babası Ali bin Melikdad Horasan'ın Bezer vilayetinden ticaret yapmak gayesiyle Tebriz'e gelip yerleşen bir tüccardır. Başka bir rivayete göre babası, İsmailî dâîsi olup daha sonra Sünniliğe geçmiş olan Alamut valiliği görevinde bulunmuş Havend Celâleddîn'dir. Ancak bu rivayet Mevlevî kaynaklarında mevzubahis olmadığı ve Havend Celâleddîn'in Ahmed adındaki oğlundan başka oğlu olmadığı gerekçe gösterilerek kabul edilmemiştir.
Ahmed Eflâkî'nin Menâkıbü’l Ârifîn'inde ve Makalât-ı Şems-i Tebrîzî'de gençlik yıllarında medrese eğitimi almadığı, manevî hâlleri olduğu, semâ yaptığı ve riyâzette bulunduğu rivayet edilir. Çeşitli kaynaklarda Tebrizli Ebubekir Selebâf adındaki şeyhe bağlandığı belirtilir. Sahîh Ahmed Dede eserinde Şems'in şeyhine 22 yaşında bağlanıp 14 yıl hizmet ettiğini ifade eder. Geçimini sepet örerek temin eden, müritlerinin hırka giymesine izin vermeyen, melâmet ve fütüvvet ehli sûfî olan şeyhi Ebûbekir Selebâf, Şems'in şahsiyetinin şekillenmesinde büyük etki sahibidir.
Daha küçük yaşlarda, mânevî ilimleri tahsilde gösterdiği kabiliyetle dikkat çeken Şems, din ilimleri tahsilden sonra genç yaşlarında Tebrizli Ebûbekir Sellaf'a mürid olmuş, ününü duyduğu bütün meşhur şeyhlerden feyz almaya çalışmış ve bu sebeple diyar diyar dolaşmıştır. Bu gezginliğinden dolayı kendisine "Şemseddin Perende" "(uçan Şemseddin)" denilmiş, ayrıca Tebriz’de tarikat pîrleri ve hakikat ârifleri ona "Kâmil-i Tebrîzî" adını vermişlerdir.
Hayatı, şahsiyeti ve görüşleri.
Daha sonraları Sacaslı Şeyh Rukneddin, Tebrizli Selahaddin Mahmut ile mutasavvıf Necmüddin Kübra’nın halifelerinden Centli Baba Kemal’e intisap ederek onlardan feyz almıştır. Muhammed’in ahlakını örnek alan Şemseddin-i Tebrizî, devamlı bir arayış içerisinde olmuş, manevî bir işaret üzerine de Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’yi arayıp bulmuştur. Dünyaya, kılık ve kıyafete önem vermeyen Şems, Mevlânâ ile üç-üç buçuk yıl süren beraberliği neticesinde onun hayatında yeni ufukların açılmasına vesile olmuş, onu ilahî aşkın potasında eriterek, kâmil bir Hak aşığı yapmaya muvaffak olmuştur.
Şems-i Tebrizî Şam’a döndüğünde, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî için onun yokluğu dayanılmazdır. Şems’in varlığını kabullenememiş kimseler, Mevlânâ’ya ileri geri laflar etmişlerdir. Celâleddîn Rûmî’nin bu kimselerden birine verdiği cevap şöyledir:
"Onun ışığı vurmazdan önce ölü bir nakıştım sadece taş duvarlarınızda. O, elindeki yay ile vurmazdan önce tellerime; hep aynı nameyi çalıp söyleyen, kendi sesine yabancı bir kuru rebaptım. Ben onun avucunda bağlar, bahçeler ağaçlar görür; deryalar gibi geniş, deryalar kadar berrak sular görürüm. Onun avucunda çıkan ağaçların gölgesinde dinlenirim. Lâkin siz bunların hiçbirini göremezsiniz."
Bir süre sonra Şems, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’in oğlu Sultan Veled’in çağrısı üzere Konya’ya geri gelir. Mevlânâ bir daha şehirden ayrılmasın diye, onu bir kızla evlenmeye iknâ eder; bu kız Celâleddîn Rûmî’nin evinde evlâtlık olan "Kimyâ Hâtun"’dur. Kimya Hatun’a gizliden aşık olan, Mevlânâ’nın küçük oğlu Âlâeddin, bu durumu hazmedemez ve Şems aleyhtarlarının yanında yer almaya başlar.
Hulul inancı: Şems'in Kimya adında bir karısı vardı. Bir gün Şems’e kızıp Meram bağları tarafına gitti. Kadınlardan bir grup onu aramaya başladıkları sırada Mevlana, Şems’in yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş, Kimya Hatun’la konuşup oynaşıyor, Kimya hatun da orada oturuyordu. Mevlana bunu görünce hayrette kaldı ve dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına mani olmamak için aşağı yukarı dolaştı. Şems: “İçeri gel!” diye seslendiğinde Mevlana, Şems'ten başkasını görmedi. “Kimya nereye gitti?” dedi. Şems: “Yüce Tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir, şu anda da Kimya şeklinde geldi” buyurdu.
Ölümü hakkındaki rivayetler.
Şems hicri 645, miladi 1247 tarihinde Mevlânâ'da meydana gelen büyük değişikliği hazmedemeyenler tarafından mı öldürüldü, yoksa geldiği gibi kimseye haber vermeden Konya’yı terk mi ettiği bilinmemektedir.
Bugün Konya’da Şems makamı olarak bilinen, halk ve bilhassa Mevlevîlerce türbesinden önce ziyaret edilen bu mescit-türbe de mevcut sanduka, boş bir sanduka mı, yoksa Mehmet Önder Bey'in bir hatırasında anlatıldığı gibi, Şems gerçekten burada mı gömülüdür, bu da bilinmez.
Şems-i Tebrizî Türbesi.
Niğde’deki Kesikbaş Türbesi de Şems’e izafe edilir. Bunlardan ayrı olarak Tebriz şehrinde "Geçil" denilen mezarlıkta, aynı bölgede Hoy'da, Pakistan’ın Multan şehrinde Şems türbeleri veya makamları vardır. Bunlar çeşitli rivayetlerle süslenmiştir. Pakistanlıların söylediklerine göre de Şems, Konya'dan bir gece yarısı gizlice ayrılmış, Hoy şehrine hareket etmiş ve orada yerleşmiştir. Rivayete göre Şems-i Tebrizi Hoy’da vefat eder ve orada gömülür. Mezarı, Unesco Dünya Kültür Mirası'na aday gösterilir. Bir rivayete göre, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin küçük oğlu Âlâeddin de, Şems'i öldürenler arasındadır.
Şems’in Konya'daki türbesi küçük, mütevazı, adeta saklanmış bir yerdir. Mevlânâ’nın o ihtişamlı türbesinin yanında -ki Mevlânâ "En güzel türbe gökkubedir" der- sadedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17868",
"len_data": 5424,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.61
}
|
Çin Komünist Devrimi, Çin'in kurulması yolunda, 1934'te imparatorluk içinde başlayan ve Çin-Japon Savaşı ve II. Dünya Savaşı'nı da içine alarak sonuca ulaşan Maocu bir halk devrimidir.
Uzun Yürüyüş (1934-1935).
Çan Kay Şek'le komünistler arasındaki iç savaş şiddetle sürerken Japonlar Çini istila için fırsat kolluyordu. Büyük Buhran bu fırsatı 1931 yılında yarattı. Eylül ayında Japonlar kuzeydoğu Çin'i (Mançurya'yı) işgale başladı.
Çan Kay Şek'in bu bölgedeki birlikleri bozguna uğrayınca Japonlar 40 milyon nüfuslu zengin sanayi bölgesini kolaylıkla ele geçirdiler. Çan Kay Şek ise ordusunun büyük bir kısmını düşmanın üzerine yürüteceği yerde eski politikasına devam ediyordu. 1934'e kadar komünist orduları yenmek için 4 büyük askerî operasyon başlattı. Bu sırada Japonlar bir taraftan Şanghay'a çıkmış diğer taraftan Moğolistan'a ilerlemiştir.
Jiangxi'deki komünist hükûmeti ezmek için art arda ordular göndermenin fayda vermediğini gören Çan Kay Şek bunu yerine komünistlerin bulunduğu bölgeleri çevirmek ve yavaş yavaş çemberi daraltmak yoluna gitti. Komünistlerin bazı taktik hataları ve bölgedeki yanlış politikaları da eklenince bu çevirme hareketi başarılı oldu. Bu durum karşısında komünist liderler çemberi yarıp güneydeki bölgeden çıkmayı ve kuzeye gidip yerleşmeyi planladılar. Bu karar 1934 yılında tarihin en hızlı yürüyüşlerinden birini başlatıyordu.
Büyük kısmı asker küçük bölümü sivil halk ve komünist şeflerden oluşan 300 bin komünist çemberi yararak Uzun Yürüyüş'e başladı. Jiangxi'yi ve Yangçe'nin güneyindeki üstlerini geride bırakarak önce batıya doğru ilerlediler. Yunnan'dan sonra Yangçe'nin yukarı kısmındaki dar boğazlardan geçtiler. Tibet'in eteklerinden dolaşıp Doğu Türkistan'a vardılar. Sonra kuzeye doğru ilerlediler. Moğolistan'a komşu Şensi eyaletinin kuzey bölgesinde durdular. Ortalama 13 bin kilometre yol yürümüş ve yürürken kendilerini takip eden Çan Kay Şek kuvvetleriyle de çarpışmak zorunda kalmışlardır. Uzun Yürüyüş başlarken komünistlerin kuvveti 100 bin kişiydi. Bittiği zaman açlık kış ve bazı firarlar yüzünden 30 bine inmişti. Ancak, komünistler bu yürüyüşle hem çevrilip yok edilmekten kurtulmuş, hem de daha güvenli bir bölgeye yerleşmişlerdi. Ayrıca bu bölgede Japonlarla savaşmak için hazırlık yapacak ve böylece Çan Kay Şek'in başaramadığı bir işe girişerek birçok farklı etnik ve siyasi grubun da desteğini kazanacaktı.
Çin-Japon Savaşı.
Uzun Yürüyüşten sonra Japonlarla savaşmak için hazırlık yapan komünistler aynı zamanda Şensi bölgesinde reformlar yapmış, eğitim kampanyası başlatmışlardı. “Çinli Çinliyle değil Japonlarla savaşmalı” sloganı bütün Çin'de yankı uyandırmıştı. Komünistler Japonlara karşı Nankin'deki rejim gibi boyun eğmeyeceklerini savaşacaklarını ilan ediyordu. Çan Kay Şek'in emrindeki kuvvetler Mançurya'da Japonlara yenilip çekilen kuzey doğu ordusuyla bölgedeki birliklerden oluşmaktaydı. Japonya ise 1937 yılı içinde bütün Çin'i istila etmek için planlar hazırlıyordu.
Sonuçta Çan Kay Şek ile komünistler arasında barış yapıldı ve böylece Çin Devriminde Japon emperyalizmine karşı savaş başladı. Japon ordusu 7 Temmuz 1937'de kuzeyden Pekin'e saldırdı ve Marko Polo Köprüsü'ne kadar geldi. Çok geçmeden Japon donanması Şangay'ı bombaladı ve kente asker çıkarttı. Japonya Çin'i tam bir sömürge haline getirmek için harekete geçmişti.
Japonların Pearl Harbor'a yaptıkları baskından sonra ABD'nin savaşa girmesi durumu değiştirdi ve 2 Eylül 1945'te Japonya teslim oldu. Böylece Çin-Japon Savaşı da sona ermiş oldu.
Halk Cumhuriyeti'nin kurulması.
Japonya'nın teslim olması üzerine Çin'de komünistlerin egemen olmaması için Amerikalılar ve Çan Kay Şek hükûmeti önlemler almaya başlamıştı. İlk önlemler General MacArthur'un Çin'deki Japon ordu komutanına “komünist kuvvetlere teslim olmamaları ve silahlarını ancak Kuomintang birliklerine bırakmaları” emri vererek gerçekleşti. Çay Kay Şek'in Japon kumandanına “Kuomintang birlikleri gelene kadar komünistlere dayanmaları ve ancak ondan sonra Kuomintang birliklerine teslim olmaları” emri verilmişti.
Komünist Parti zaman kazanmak için Çay Kay Şek'e iki anlaşma yapmayı önerdi. Çay Kay Şek'in de zaman kazanmak için kabul ettiği bu antlaşmalar Ekim 1945 ve Ocak 1946'da imzalandı. Antlaşmalara göre Çin'de Kuomintang ve komünist koalisyonu ile demokratik bir hükûmet kurulacak ve komünist güçlerle Kuomintang güçlerini birleştirecekti.
Komünistler Kuomintang ordularının Amerikalılar tarafından örgütlenmesine karşıydılar. Kuomintang ise onların toprak reformunu yaymalarını istemiyor ayrıca demiryollarının kesilmesine muhalefet ediyordu. Bu mücadelede Amerika'nın açıkça Çay Kay Şek hükûmetini desteklemesine karşın Ruslar ancak dolaylı şekilde komünistleri destekliyordu. Ruslar resmen Çay Kay Şek hükûmetini tanıdığı için işgal ettiği Mançurya'yı onlara teslim etmek zorundaydılar ama teslim olunana kadar Ruslar komünistlerin şehre yaklaşmalarını sağladı ve çıkarken de Çay Kay Şek'in ümitle beklediği sanayi tesislerini sökerek Mançurya'yı terk ettiler.
Kuomintang ve komünistler arasındaki ortaklık en başından beri bir düştü. İçeride orta sınıfın çökmesi, enflasyon ve köylülerin topraklarına kavuşmak için fırsat beklemeleri işbirliği için zorluk yaratıyordu. Ayrıca Amerika ve Rusya arasında soğuk savaşın başlaması ve her iki gücün de karşı taraflara destek olması koalisyonun devamı açısından dış etken oluşturuyordu.
1947 yılı Temmuzunda devrim savaşlarının son aşaması başladı. Komünist orduları güneydoğuya inerek Kuomintang ordularını bölmek için harekete geçmişti. Çan Kay Şek ise kuzeydeki demiryolu bağlantısını sağlamak için hücüma geçmişti. Ancak Kuomintang'ın en iyi orduları Şantung'da ağır bir yenilgi almıştı. Yıl sonunda Kuomintang ordularının Mançurya ile de bağlantıları kesilmiş haldeydi. Böylece kuzey tamamen komünist birliklerinin elinde kalmıştı.
Savaş bir yıl boyunca çeşitli cephelerde sürmüştü, 1948 Temmuz'unda komünistler üstünlüğü sağlamışlardı. Sonbaharda ise komünistlerin büyük saldırısı başladı. Kuzey Çin'deki son Kuomintang kuvvetleri de çekilmek zorunda kaldılar. Ekim ayında Mançurya için kesin savaşlar yapıldı ve kuzey tamamen ve kesin olarak artık komünistlerin elindeydi. Şubat ayında Pekin'in alınması ve Nankin bozgunu ile de Çan Kay Şek ordularının kesin yenilgisini ilan etmişti.
1 Ekim 1949'da Komünistler başkentleri Pekin'de Çin'in kurulduğunu ilan ettiler. Çin'de milyonlarca insana mâl olan devrim savaşları sona ermiş, yeni bir devlet kurulmuş ve sosyalizme giden yol açılmıştı.
Çin Devrimi kronolojisi.
1911 – Devrim Mançu Hanedanı'nı sona erdirdi. (1911'de milliyetçi bir cumhuriyet kurmak isteyen Sun Yat-sen iktidarı ele geçirdi. Ama Çin'i birleştirmeyi başaramadı. Savaş ağaları birbirleriyle savaşmaya ve halkı daha çok ezmeye başladı).
1912 – Sun Yat-sen liderliğinde Çin Cumhuriyeti kuruldu. Ve Çin İhtilalci Birliği de parti haline gelerek Kuomintang adını alır.
1916 / 1926 - Kuzey Çin'de uzun yıllar devam edecek iç savaş (Savaş Ağaları Savaşları) başladı.
1917 – Orduların komutanı Sun Yat-sen önderliğinde Kanton'da hükûmet kuruldu. Çin, I. Dünya Savaşı'na katıldı.
1919 – Pekin'de Barış antlaşmasının imzalanması aleyhinde gösteriler düzenlendi. Göstericiler Çin'den yabancıların çekilmesini imtiyazların kaldırılmasını istediler.
1923 – Çarlık rejiminin yıkılmasından sonra Sovyetler Birliği Çin üzerindeki bütün imtiyazlarından vazgeçti. Kuomintang ve Komünist Parti birleşti.
1925 – Sun Yat-sen öldü. Kanton'da ulusal hükûmet kuruldu. (Yerine Çan Kay Şek geçti. Çin Komünistlerinin yardımıyla savaş ağalarını yendi. Ama 1927'de komünistlerin çok güçlendiğini düşündü ve onlara karşı bir harekât başlattı.)
1926 - Çan Kay Şek Çin'in büyük bir bölümüne hakim olur.
1927 – Çan Kay Şek Komünist parti birliğini bozar ve Şanghay'dan komünistleri sürer.
Kuomintang hüküm sürdü.
1927 – Nankin'de ulusal hükûmet tekrar kuruluyor. Ayrılıkçı köylülere baskı uygulandı.
1928 – Çan Kay Şek Pekin'e ilerliyor. Çin'in birleşmesi.
1928 - Mao Zedong ve Çu Te, kızıl orduyu kurdu.
1934/5 – Uzun Yürüyüş: Kızıl Ordu kuzeyden Yenan'a yürüdü. Çin komünistlerinin başına Mao geçti.
1934'te Mao "Uzun Yürüyüş"ü başlattı.
1931-37 arası Japonlar Çin'e saldırdı.
1937-1945
Japonlar Pekin, Nankin ve Şanghay'ı ele geçirdiler ve Nankin'de Wang Jingwei yönetiminde bir Japon geçiş (ara) hükûmeti kurdular. Nankinlilerin istilâsı sonucunda Japon askerlerince 200.000 Çinli öldürüldü. Çanlıların komuta merkezi Çongçing de; Mao ise bu sırada Yenan daydı.
1943 - Müttefikler Kuomintang'ın Japonya ile ayrı bir barış antlaşması yapmasını engellemek için adaletsizce kazanılmış olan bütün önceliklerinden vazgeçtiler.
1945'te II. Dünya Savaşı bitti, Japonya yenildi. Fakat bu sefer Çin'de 1947'de Mao'nun Kızıl Ordusu ile Çan Kay Şek arasında iç savaş başladı. İç savaşı Mao kazandı. Çan Kay Şek Tayvan'a çekildi.
1945 - 1945- Japonya'ya karşı kazanılan zaferden sonra kızıl ordu Sovyetlerin boşalttığı Mançurya alanına doğru giderler; ulusal kuvvetler Amerika'nın da desteği ile Mançurya'yı işgal ederler.
1946 - Amerikalı General Marshall Mao ve Çan arasında arabuluculuk yapmak için teşebbüs eder ancak kavga yıl sonuna kadar devam eder.
1947 - Sivil savaş komünistler ve ulusal kuvvetler arasında devam etmektedir.
1948 - Ulusal kuvvetler Çinin merkezini boşaltırlar.
1949 - Çin kızıl ordusu güney Çin'deki ana saldırıyı başlattı. Çan Kay Şek Tayvan'a geri çekilir
Ekim 1949 - Çin Halk Cumhuriyeti'nin ilanı
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17870",
"len_data": 9390,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.5
}
|
Trafik psikolojisi, Psikolojinin uygulamalı alt dallarındandır. Yaya ve sürücülerin trafikteki davranışlarının altında yatan psikolojik süreçleri inceler. Başlıca amacı trafik kazalarını ve bu kazaların sonucu olan ölümleri azaltabilmektir.
Sürücülerin araç sürme eylemi sırasındaki algı, dikkat ve biliş süreçleri, sürücü kişiliği, risk alma davranışı, sürücülerin tutumları ve duyguları trafik psikolojisinin çalışma alanlarındandır.
Trafik psikolojisi, trafik tanımı altında belirtilmiş yerlerdeki en başta sürücülerin, yayaların ve yolcuların üzerinde etkide bulunan içsel ve dışsal psikolojik ve fiziksel faktörlerin çaprazlama etkisi altında kalan bireyin ön düşünme süreçleriyle birlikte ortaya çıkaracağı veya çıkarabileceği potansiyel davranışların o an için birey tarafından yansıtılmamış (ama her an yansıtılabilecek) halidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17871",
"len_data": 837,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 4.05
}
|
Isaac Yefremovich Boleslavsky (d. 9 Haziran 1919 Zolotonoşa, Ukrayna - ö. 15 Şubat 1977, Minsk) Ukraynalı Yahudi Satranç Büyük Ustası.
Bütün zamanların en önemli açılış teorisyenlerinden ve 2. Dünya savaşından sonraki süreçteki üst düzey Sovyet büyük ustalarındandır.
1936'da Leningrad'da yapılan SSCB Gençler şampiyonasında 3.lük aldı.
1938'de 19 yaşında Ukrayna şampiyonluğunu kazandı. 1939'da yine Ukrayna şampiyonu olup 20 yaşında SSCB şampiyonasında oynama hakkını elde ederek Ulusal Usta unvanını kazandı. 1940'ta Moskova'da 12. SSCB Şampiyonasında oynadı. Son 10 oyunun 8'ini kazanarak 5.-6. sırada yer aldı. 1940'ta Ukrayna şampiyonluğunu 3. kez kazandı.
1945'te 14. SSCB şampiyonasında, Botvinnik'in arkasından 2. oldu. 9+,6=,2-. SSCB'de Büyük Usta Unvaniyla ödüllendirildi. SSCB-ABD arasında oynanan telsiz Maçında 3.Masada oynadı. İlk oyununda Reuben Fine'a karşı beraberlik oldu. İkinci oyunda onu yendi. Maçın en iyi oyunu ödülünü kazandı.
1946'da kızı Tatyana doğdu. Daha sonra kızı David Bronstein ile evlendi. 1946'da Groningen'de uluslararası arenaya ilk kez çıktı ve 6.-7.'liği paylaştı.
Adaylar turnuvasına yenilgisiz giden ilk oyuncuydu. Nisan 1950'de Budapeşte'de Bronstein'la adaylar turnuvasında ilk sırayı paylaştı. Fakat Moskova'daki play-off'ta Bronstein'a kaybetti. 1950'de kendisine Uluslararası Büyük Usta unvanı verildi.
1951'de Bronstein'la Botvinnik'in Dünya şampiyonluğu maçı sırasında Bronstein'ın yardımcılığını yaptı. 1952'de Helsinki Satranç Olimpiyatında 7/8 yaptı. 1953'te Zürih'te adaylar turnuvasına katıldı. Turnuvayı 10.-11. olarak bitirdi.
1961'de son kez SSCB şampiyonasında oynadı. Debrecen uluslararası turnuvasında birinci oldu. 1963-1969 yılları arasında dünya şampiyonu Tigran Petrosyan'ın yardımcılığını yaptı.
1968'de Dünya Okullar şampiyonasında SSCB takımının kaptanlığını yaptı. Son turnuvası 1971 Minsk oldu.
Boleslavsky Mikhail Tal'e karşılık bir rekor kırmış, 1958'de Riga'da siyah taşlarla onu yenmişti.
1.d4 Af6 2.c4 g6 3.Ac3 Fg7 4.e4 d6 5.f3 O-O 6.Fe3 e5 7.d5 c5 8.g4 Ae8 9.h4 f5 10.gxf5 gxf5 11.exf5 Fxf5 12.Fd3 e4 13.fxe4 Ve7 14.exf5 Vxe3+ 15.Ve2 Vg3+ 16.Şd2 Ac7 17.Vh2 Vxh2+ 18.Kxh2 Ad7 19.Ae4 Şh8 20.Kg2 b5 21.Af3 bxc4 22.Fxc4 Kab8 23.Kb1 Kxf5 24.Afg5 Ae5 25.Fb3 c4 26.Fc2 Axd5 27.Axd6 Kf6 28.Af5 Kd8 29.Şe1 Af4 30.Kg3 Aed3+ 31.Fxd3 Axd3+ 32.Kxd3 Kxd3 33.Axg7 Şxg7 34.Şe2 h6 35.Ae4 Ke6 36.Kg1+ Kg6 37.Kc1 Kg2+ 38.Af2 Kd4 39.Şf3 Kg6 40.Ae4 Ke6 41.Kg1+ Şf8 42.Kg4 Ka6 43.h5 Ka5 44.Kf4+ Şe7 45.Kg4 Kxh5 46.Şf4 Şf7 47.Şe3 Kd3+ 48.Şf4 Kh2 49.Şe5 Ke2 50.Kf4+ Şe7 51.Şf5 Kd4 0-1
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17873",
"len_data": 2537,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.28
}
|
Lev Alburt (d. 21 Ağustos 1945), şu anda ABD'de yaşayan ve satranç eğitimi veren eski Sovyet büyükssta. 2003'te ABD'de en ünlü satranççıların arasına katılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17875",
"len_data": 162,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 2.21
}
|
Çağa, Ankara ilinin Güdül ilçesine bağlı bir mahalledir.
Tarihçe.
Çağa'nın, esasında bilinen bir tarihi yoktur. Ancak, komşu mahalleler, komşu yerleşim yerleri ve Çağa'da yaşamlarını sürdüren ileri yaşlı insanlardan alınan bilgilere göre, Anadolu Selçuklu Beyleri'nin Uç Beyi olarak bilinen Çağabey'in buraya gelip yerleştiği ve ismini de bu yöreye verdiği bilinmektedir. Çağa, 1980 yılında belediyelik olmuştur.
Belediyelik zamanında iki ana bölgeye ayrılmış haldeydi. Merkez tarafında Fatih ve Mescit Mahalleleri, merkeze 6 km ötede Beypazarı-Ankara yolu kenarında Güneyce ve Çağabey (Çağakent) Mahalleleri mevcuttu. 2014 yılında çıkan yasa ile tüm mahalleler tek çatı altında toplanarak, Çağa adı ile tek mahalle olmuştur. Daha sonradan eski Güneyce ve Çağabey (Çağakent) Mahalleleri'nin sınırlarında oluşacak şekilde Güneyce adı ile yeni bir mahalle kurulmuştur. Çağa Mahallesi, şu an eski Fatih ve Mescit Mahallelerinin sınırlarında oluşur.
Coğrafya.
Ankara il merkezine 76 km, Güdül ilçesine 15 km uzaklıktadır.
Çağa Ankara'nın kuzeybatısında yer alır. Çağa'nın batısında Beypazarı, güneydoğusunda Ayaş, kuzeydoğusunda Güdül ve kuzeybatısında Uruş vardır.
Ekonomi.
Çağa halkının büyük çoğunluğu, geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlamaktadır. Sebzecilik ve meyvecilik ileri seviyededir. Ankara'ya çok yakın olması dolayısıyla da ticari faaliyetler gelişmiş durumdadır. Güdül'ün termal suyunun çıkış merkezi olan Çağa, bu yönüyle de yatırımcıların ilgi odağı olmuştur. Bölgeye termal tesisler inşa edilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17876",
"len_data": 1516,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.38
}
|
Oidipus (Yunanca Οἰδῐ́πους, "Oidipous;" "şişik ayaklı"; Latince "Oedipus") veya Oedipus. Thebai'nin mitolojik kralı, Laios ve İokaste'nın oğlu. Babasını öldürüp, annesiyle evlenmiştir. Antigone, İsmene, Eteokles ve Polyneikes'in babasıdır.
Hayatı.
Oidipus'un babası Laios, Pelops un oğluna tecavüz ettiği için Khrysippos Pelops tarafından lanetlenir. Laios'un yeni doğan oğlu Oidipus, babasını öldürecektir. Bunun üzerine Laios, oğlunun ayak bileklerini iplerle sardırır ve Oidipus'un, kurtlara ya da kuşlara yem olması için ormana bırakılmasını emreder. Fakat yardımcısı, Laios'a ihanet eder ve küçük çocuğu götürüp bir çobana teslim eder. Çoban, Küçük Oidipus'u, çocukları olmayan Korinth kralı Polybos ve kraliçe Merope'ye (veya Periboea) armağan eder. Polybos ve Merope, Oidipus'u kendi öz çocukları gibi sever ve büyütür. Korinth kral ve kraliçesi oğulları Oidipus'la birlikte mutlu yaşarlar, ta ki günün birinde bir şölen sırasında oldukça sarhoş bir davetli Oidipus'a "evlatlık" gözüyle bakana dek. Ertesi gün genç adam annesini, babasını sorgular, ikisi de inkâr eder. Oidipus yine de kuşku içinde kalır. Bunun üzerine Delphoi'ye yola çıkar. Kahin onu horlayarak başından savar, sorusuna hiç değinmeden iğrenç bir geleceğin haberini verir. Oidipus annesiyle beraber olacak, zina ürünü bir soyu türeyecek ve kendisine hayat vermiş olan babasının katili olacaktır. Dehşete düşen Oidipus nereye gideceğini pek düşünmeden oralardan kaçar, bir daha asla Korinth'e dönmeyecektir. Delphoi'den çıkarken dar bir yol ağzında arabaya binmiş, yanında da birkaç hizmetçi bulunan bilinmedik yaşlı bir adama rastlar. Geçiş önceliği için tartışırlar, Oidipus arabanın yanından geçmekte iken yaşlı adam onun kafasının orta yerine iki kamçı darbesi indirir. Oidipus hemen sert karşılık verir. Sopası ile ihtiyarı yere yıkar, sonra da tanıkları öldürür. Artık yollarda başıboş dolanmaya başlar Thebai'ye varır. Bu şehrin üzerinde bir bela vardır.
"Şehrin dolayında dağlık bir buruna bir canavar, çiğ et yiyen Sfenks yerleşmiştir."
Sfenks yolcuları gözetleyip, her birine bilmecesini sorar, hiç kimse bilmeceyi çözemez, o da hepsini parçalayıp yer. Thebaililer her gün agoraya toplanarak bilmecenin cevabını bulmaya çalışırlar, kralları yeni öldürülmüş olduğundan kendilerini sfenksten kurtaracak olan kimseye sitenin tahtını da söz verirler. Oidipus oradan geçerken bilmece ona da sorulur:
""O hangi yaratıktır ki bir süre dört ayak üzerinde, bir süre iki, bir süre de üç ayakla yürür ve de, doğa yasalarına aykırı olarak, ayakları en çok olduğu zaman güçsüzdür?"
Oidipus biraz düşünür ve yaratığın "insan" olduğunu söyler. Çünkü insan, çocukluğunda dört ayağı üzerindedir, emekler; daha sonra da iki ayağı üzerinde yürür; nihayet yaşlanınca da bir sopaya dayanarak üç ayaklı olur.
Sfenks sorusunun çözülmesiyle intihar eder. Thebaililer kurtarıcılarını alkışlar, onu kral yapar ve kraliçe ile evlendirirler. Böylece Oidipus, İokaste ile evlenmiştir. Hem öz annesi hem de karısından, Eteokles ve Polineikes adlı iki oğlu, Antigone ve İsmene adında iki kızı olur.
Birkaç mutlu yıldan sonra Thebai'de veba salgını yaşanır, artakalan insanlar Oidipus'a tekrar onları kurtarmaları için yalvarır. Oidipus, Delphoi'de kahinine danışır; kahin ona orada mutluluk içinde yaşamakta olan günahkarı ülkeden kovmasını önerir. Oidipus eski kral Laios'a karşı işlenip cezasız kalmış olan cinayetin söz konusu olduğunu düşünür; suçluyu cezalandırmaya ant içer.
Kör kahin Teireisias'a sorar ve kahin, katilin Oidipus'un ta kendisi olduğunu söyler, ayrıca, o, kendi annesinin kocasıdır. Oidipus araştırır, Laios'un Delphoi'ye giderken öldürüldüğünü öğrenir ve aklına aynı yolda karşılaşıp öldürdüğü yaşlı adam gelir. Eşzamanlı olarak babası Korinth kralı Polybos'un ölüm haberini alır ve haberi getiren ulak ona Polybos'un oğlu olmadığını açıklar. Öte yandan Oidipus, İokaste'dan duyduğu bir öyküyü hatırlar: İokaste'ın ilk kocasından bir çocuğunun ölmesi için ormana bırakılması. Oidipus ormana bırakılan çocuğun kendisi olduğunu anlar.
Kehanet gerçek olmuştur. Günahları yüzünden kan ve kedere gömülen, herkes tarafından terk edilen Oidipus artık sadece kör bir dilencidir. Umarsızlık içinde İokaste'in altın iğneleri ile gözlerini oyar ve kızı Antigone'nin izinde yollara düşer. İokaste de kendisini odasında asar.
Oidipus'un sonraki hayatı Sofokles'in Oidipus Kolonos'ta oyununda anlatılır. Kör olan Oidipus, kızları Antigone ve İsmene'nin yardımı ile Atina yakınlarındaki Kolonos'a gelir. Thebai'de kalan oğulları Eteokles ve Polyneikes, taht kavgasına düşmüştür. Polyneikes, Argos'tan bir ordu toplayarak Thebai'de kalan kardeşine saldıracaktır. Oidipus oğullarının ikisinden de tiksinir, kızlarının sadakatini över. Atina kralı Theseus, Oidipus'u ziyarete gelir ve sadece Theseus'un tanık olduğu bir şekilde Oidipus burada vefat eder.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17877",
"len_data": 4812,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.12
}
|
Vandallık veya akım olarak vandalizm, bilerek ve isteyerek, kişiye ya da kamuya ait bir mala, araca ya da ürüne zarar verme eylemidir.
Vandal diye tanımlanan bir kişi; kırma, boyama, parçalama, yok etme, kesme, yakıcı madde atma, boya atma yoluyla sonucunu bilerek, kamunun veya bir başkasının sahiplendiği, önemsediği ve değerli bulduğu bir nesneye (örneğin, okul araç-gerecine, müzede sergilenen tarihsel bir yapıta, resim galerisindeki bir tabloya) zarar verir.
Çıkış noktası.
Terimin çıkış noktası Fransız Devrimi sürecinde Henri Grégoire adında bir din adamı tarafından Cumhuriyet Ordusu'nun bazı davranışlarını nitelemek için kullanılmasıdır. Henri Grégoire ordunun davranışlarını 455 yılında Roma'yı yağmalayan Cermen soyundan gelen Vandallara benzetmiştir.
Vandalizm araştırmaları.
Vandalizm erkek bireylerde daha sık görülmektedir. Kadınlarda daha az rastlanmasına karşın, antisosyal kişilik bozukluğu olan genç annelerin eşlerine ve çocuklarına karşı şiddet içeren davranışlarda bulunduğu bildirilmiştir. Özellikle sosyo-ekonomik düzeyi düşük okul çağındaki gençlerde sık karşılaşılmaktadır. 16 ayrı liseden 7340 öğrenci arasında yapılan bir çalışmada, öğrencilerin % 5'inde vandalist davranışların gözlendiği bildirilmektedir.
Resmî vandalizm.
Roma İmparatorluğu'nda, "damnatio memoriae", yani "hatıraların lanetlenmesi" denilen bir uygulama vardır. Buna göre sevilmeyen birisi öldüğünde ona ait heykeller kırılır ya da kafaları koparılır, isimleri tüm kayıtlardan çıkarılır ve adları anılmaz. Örneğin Neron tek başına imparator olduğunda, kendinden önce gelen imparatora ait tüm heykelleri yıktırmıştır.
Hristiyanlığın kabulünden sonra da Roma'daki çoğu heykeller ya tahrip edilmiş ya da heykellerin alınlarına haç kazınmıştır.
Eski Mısır'da da rahipler, gücü tekrar ellerine geçirdiklerinde benzer uygulamalarla kendilerinin gücünü kısıtlayan firavunun mezarını tahrip ettirmişlerdir. Ayrıca baştakilerin, tarihten çıkarmak istedikleri kişilerin yüzlerini duvar resimlerinden kazıyarak silmeleri de sık görülen bir vandalizmdir.
Modern zamanlarda da devam eden resmi vandalizm, Naziler tarafından yıkılan Yahudi sembolleri, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonraki tahribatlar, Taliban tarafından yok edilen tarihi dev Buda heykelleri vb. ile sembolleşmiştir.
Çevresel vandalizm.
Çevresel vandalizm, bazı çevreciler tarafından kullanılan bir terimdir. Çevreciler bu terimi kırılgan ekosistemin korkunç ve bariz yıkımını ve özellikle çevre koruma yasalarının çiğnenmesini açıklamak için kullanırlar.
Sit alanları gibi koruma altına alınmış alanlarda yapılan yasal olmayan saldırılar çevresel vandalizme önemli bir örnektir. Akarsuların çiftlik atıkları ile kirletilmesi, atmosferin fosil yakıt tüketimi sebebiyle artan karbondioksitten zarar görmesi gibi farklı örnekler de sıralanabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17894",
"len_data": 2803,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.58
}
|
Zakkum, Nerium oleander yaygın olarak veya nerium olarak bilinir, dünyada ılıman ve subtropikal bölgelerde süs ve peyzaj bitkisi olarak yetiştirilen çalı veya küçük ağaçtır. Halen Nerium cinsinde sınıflandırılan yalnızca türler, dogbane familyasının Apocynaceae alt familyasına Apocynoideaeye aittir. O kadar yaygın bir şekilde yetiştirilir ki, genellikle Akdeniz Havzası ile ilişkilendirilmesine rağmen, kesin bir menşe bölgesi tanımlanmamıştır. Zakkum Arapça kökenli bir kelimedir, bitkinin Türkçe adı Ağarcık'tır.
Nerium boyuna kadar büyür. Yaygın olarak doğal çalı formunda yetiştirilir ancak tek gövdeli küçük bir ağaç olarak da yetiştirilebilir. Hem kuraklığa hem de su basmasına toleranslıdır, ancak uzun süreli donlara karşı dayanıksızdır. Beyaz, pembe veya kırmızı beş loblu çiçekler, yıl boyunca kümeler halinde büyür ve yaz aylarında zirveye çıkar. Meyvesi, çok sayıda tüylü tohumu serbest bırakmak için olgunlukta açılan uzun ve dar bir folikül çiftidir.
Nerium birkaç toksik bileşik içerir ve tarihsel olarak zehirli bitki olarak kabul edilmiştir. Ancak, acılığı onu insanlar ve çoğu hayvan için tatsız hale getirir, bu nedenle zehirlenme vakaları nadirdir ve insan ölümleri için genel risk düşüktür. Daha çok miktarlarda yutulması mide bulantısı, kusma, aşırı tükürük, karın ağrısı, kanlı ishal ve düzensiz kalp ritmine neden olabilir. Özsu ile uzun süreli temas cilt tahrişine, göz iltihabına ve dermatit'e neden olabilir.
Zakkum, Haziran-Eylül ayları arasında beyaz, pembe, kırmızı, sarı ve krem renklerde çiçekler açar.
Dere yataklarında ve su kenarlarında yetişir. Susuzluğa en dayanıklı bitkilerdendir ve kışın yapraklarını dökmez.
Morfolojik özellikleri.
Gövdeleri dik, esmer renkli ve silindir şeklindedir. Yaprakları mızrak şeklinde, kısa saplı, karşılıklı veya üçlü dairesel durumlarda dizilmiştir. Çiçekler, yalancı şemsiye durumunda toplanmış, güzel kokulu, büyük çiçeklerin sapları tüylü ve oldukça kısadır.
Açıklama.
Zakkum uzunluğa ulaşır, olgunlaştıkça dışa doğru uzanan dik gövdeli; birinci yıl sapları sarımsı bir çiçek açarken, olgun saplar grimsi bir kabuğa sahiptir. Yapraklar çiftler halinde veya üçlü halka dizilişli yapraklar, kalın ve kösele, koyu yeşil, dar hançer biçimli, uzunluğundadır ve genişliğinde ve tüm yaprak boşluğu'nun tamamı iki çeneklilere özgü küçük ağsı damar ağıyla doldurulmuştur. Yapraklar açık yeşildir ve gençken mat koyu yeşile olgunlaşmadan önce çok parlaktır.
Çiçekler her dalın sonunda salkım halinde büyür; bunlar beyaz, pembeden kırmızıya, çapında, merkezi taç tüpü etrafını yuvarlak derin 5 loblu saçaklı tacı çevreler.
Her zaman değil ama genellikle tatlı kokuludurlar.
Meyvesi, uzun ve dar foliküller uzunluğundadır ve olgunlukta bölünerek çok sayıda tüylü tohum bırakır.
Kullanımı.
Bitki kardiotonik glikozitler taşır. Dahilen idrar arttırıcı ve kalp kuvvetlendirici etkisi vardır. Fazla miktarda alındığında zehirlenmelere sebep olur. Haricen zeytinyağı ile yoğrulmuş olan yapraklar bilhassa uyuza karşı kullanılır.
Bir gram kuru yaprak, insanlarda tehlikeli zehirlenmelere yol açar. Zehir etkisi kurutma ve kaynatmayla ortadan kalkmaz. Bu bitkiyi yiyen, ölmüş hayvanların etleri de zehirlidir. Kullanımı sırasında asıl semptomlara sebep olan oleandrin'in erime noktası 250 °C (482,0 °F; 523,1 K)'dır.
Sinonimler.
Bitki sinonim olarak nitelendirilebilecek birçok ad ile tanımlandı:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17895",
"len_data": 3352,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.49
}
|
Bülent Ağaoğlu (20 Eylül 1958, Fatih, İstanbul), Türk bibliyograf. Türkiye'nin ilk bilgi bankacılarındandır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17927",
"len_data": 108,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.42
}
|
Leon Battista Alberti (; 14 Şubat 1406 - 25 Nisan 1472), İtalyan Rönesans hümanist yazarı, sanatçısı, mimarı, şairi, rahip, dilbilimci, filozof ve kriptograftı ; şimdi polimatlar olarak tanımlananların doğasını özetledi. Johannes Trithemius ile paylaştığı bir iddia olan Batı kriptografisinin kurucusu olarak kabul edilir.
James Beck'in gözlemlediği gibi, sık sık yalnızca bir mimar olarak nitelendirilmesine rağmen, "Leon Battista'nın 'alanlarından' birini diğerlerinden bir şekilde işlevsel olarak bağımsız ve kendi kendine yeterli olarak ayırmanın, Alberti'nin güzel sanatlar konusundaki geniş ve kapsamlı keşiflerini karakterize etme çabalarına hiçbir faydası yoktur.". Alberti daha çok bir sanatçı olarak bilinmesine rağmen, aynı zamanda birçok türden bir matematikçiydi ve on beşinci yüzyılda bu alanda büyük ilerlemeler kaydetti. Tasarladığı en önemli iki bina, her ikisi de Mantua'da bulunan San Sebastiano (1460) ve Sant'Andrea (1472) kiliseleridir.
Alberti'nin hayatı, Giorgio Vasari'nin "Lives of the Most Excellent Ressamlar, Heykeltıraşlar ve Mimarlar" kitabında anlatılmıştır.
Biyografi.
Erken dönem.
Leon Battista Alberti, 1406'da Cenova'da doğdu. Annesi Bianca Fieschi'ydi. Babası Benedetto Alberti, kendi şehrinden sürgün edilmiş, ancak 1428'de geri dönmesine izin verilmiş zengin bir Floransalıydı. Alberti, Padua'da yatılı okula gönderildi, ardından Bologna'da hukuk okudu. Bir süre Floransa'da yaşadı, daha sonra 1431'de Roma'ya gitti, burada kutsal emirler aldı ve papalık mahkemesinin hizmetine girdi. Bu süre zarfında, mimariye olan ilgisini perçinleyen ve tasarladığı binaların formunu güçlü bir şekilde etkileyen antik kalıntıları inceledi.
Alberti birçok yönden yetenekliydi. Uzun boylu ve güçlü olmasının yanında, en vahşi atı sürerek bir insanın kafasının üzerinden atlayabilecek kadar iyi bir atletti. Çocukluk yıllarında bir yazar olarak öne çıktı ve yirmi yaşına geldiğinde, Klasik edebiyatın gerçek bir parçası olarak başarıyla kabul edilen bir oyun yazmıştı. 1435'te, 15. yüzyılın başlarında Floransa'da filizlenen resim sanatından ilham alarak "Della pittura" adlı ilk büyük kitabının temellerini atmaya başladı. Bu çalışmada resmin doğasını analiz ederek, perspektif, kompozisyon ve renk unsurlarını araştırdı.
1438'de mimariye olan ilgisi arttı, bu alandaki çalışmalarının ağırlığını arttırmaya karar verdi. Leonello'nun babasının atlı bir heykelini desteklemek için küçük bir zafer takı inşa ettiği Ferrara'lı Marchese Leonello d'Este tarafından teşvik edildi. 1447'de Alberti, Papa V. Nicholas'ın mimari danışmanı oldu ve Vatikan'da çeşitli projelerde yer aldı.
İlk Büyük Komisyon.
İlk büyük mimari komisyonu 1446'da Floransa'daki Rucellai Sarayı'nın cephesi içindi. Bunu 1450'de Sigismondo Malatesta'dan Rimini'deki Gotik San Francesco kilisesini Tempio Malatestiano bir anıt şapele dönüştürmek için bir komisyon izledi. Floransa'da, Dominik kilisesi Santa Maria Novella'nın cephenin üst kısımlarını tasarladı ve iki süslü işlemeli parşömen ile orta nef ve alt koridorlar arasında ünlü bir köprü kurdu. Dört yüz yıl boyunca kilise mimarlarının izleyeceği bir görsel sorunu çözerek emsal teşkil etti. 1452'de, Vitruvius'un çalışmalarını temel alarak ve Roma'nın arkeolojik kalıntılarından etkilenerek mimarlık üzerine bir inceleme olan "De re aedificatoria'yı" tamamladı. Çalışma 1485'e kadar yayınlanmadı. Bunu 1464'te heykeli incelediği daha az etkili çalışması "De statua izledi" . Alberti'nin bilinen tek heykeli, bazen Pisanello'ya atfedilen bir otoportre madalyonudur.
Alberti, Mantua'da, San Sebastiano'daki iki kiliseyi ve Sant'Andrea Bazilikası'nı tasarlamak için görevlendirildi. Bu kilisenin tasarım süreci hiçbir zaman tamamlanmadı ve Alberti'nin niyeti tam olarak bilinmemekle birlikte sadece spekülasyon yapılabilir. İkinci kilisenin tasarımı, Alberti'nin ölümünden bir yıl önce 1471'de tamamlandı. Tamamlanmış ve onun en önemli eseri olma niteliğine sahip olan bir yapıdır.
Sanatçı olarak Alberti.
Bir sanatçı olarak Alberti, kendisini atölyelerde eğitim görmüş sıradan zanaatkarlardan farklı olarak görüyordu. Aristoteles ve Plotinus'u takip eden bir hümanistti ve zamanın prens ve lordlarının mahkemeleri tarafından desteklenmekte olan, hızla genişleyen entelektüeller ve zanaatkârlar çevresinin bir parçasıydı. Asil bir ailenin bir üyesi ve Roma curia'sının bir parçası olarak Alberti'nin özel bir statüsü vardı. Ferrara'daki Este sarayında memnuniyetle karşılanan bir misafirdi ve Urbino'da sıcak hava mevsiminin bir bölümünü asker-prens Federico III da Montefeltro ile geçirdi. Urbino Dükü, sanatın himayesine cömertçe para harcayan kurnaz bir askeri komutandı. Alberti, mimarlık üzerine yazdığı tezini arkadaşına ithaf etmeyi planladı.
Alberti'nin kendi alanlarında öncü olan daha küçük çalışmaları arasında, örneğin kriptografide "De componendis cifris" adlı bir inceleme ve ilk İtalyanca dilbilgisi vardı. Floransalı kozmograf Paolo Toscanelli ile o zamanlar coğrafyaya yakın bir bilim olan astronomi konusunda beraber çalıştı ve coğrafya üzerine küçük bir Latince çalışma olan "Descriptio urbis Romae" ("Roma Şehri Panoraması") üretti. Ölümünden sadece birkaç yıl önce Alberti, Medici yönetimi sırasında Floransa hakkında bir diyalog olan "De iciarchia'yı" (Haneyi "Yönetmek Üzerine") tamamladı.
Kutsal emirler alan Alberti hiç evlenmedi. Hayvanları severdi ve onun için bir methiye ("Canis") yazdığı melez olan evcil bir köpeği vardı. Vasari, Alberti'yi "takdire şayan bir vatandaş, bir kültür adamı... yetenekli erkeklerin arkadaşı, herkese karşı açık ve nazik" olarak tanımlıyor. "Her zaman onurlu ve beyefendi gibi yaşadı." Alberti, 25 Nisan 1472'de 66 yaşında Roma'da öldü.
Yayınlar.
Alberti, matematiği, sanat ve bilim tartışmaları için bir başlangıç noktası olarak görüyordu. Alberti, Brunelleschi'ye adadığı "Della Pittura" (Resim Üzerine) adlı incelemesinde, "Resim üzerine bu kısa yorumu yazarkenki açıklamamı netleştirmek için," diye başladığı cümlesine, "konumu ilgilendiren şeyleri önce matematikçilerden alacağım." şeklinde devam etti.
"Della pittura" (Latincede "De Pictura" olarak da bilinir), sanatta ve mimaride, temsilin geometrik bir aracı olarak perspektifi belirleme konusunda bilimsel içeriğin klasik optiklere dayandığını söyler. Alberti, çağının bilimlerinde ustaydı. Optik bilgisi, Roger Bacon, John Peckham ve Witelo gibi bilimcilerin (benzer etkiler "Commentario terzo" olarak adlandırılan Lorenzo Ghiberti'nin üçüncü yorumunda da izlenebilir) on üçüncü yüzyıl "Perspectivae" geleneklerinin Fransisken optik atölyelerinin aracılık ettiği Arap bilgin Alhazen'in (İbn el-Haytham, dc 1041) uzun süredir devam eden "Kitab al-manazir'in" ("The Optics" ; "Despectibus") geleneğiyle bağlantılıydı.
Hem "Della pittura" hem de "De statua'da" Alberti, "öğrenmenin tüm adımlarının doğada aranması gerektiğini" vurguladı. Bir sanatçının nihai amacı doğayı taklit etmektir. Ressamlar ve heykeltıraşlar, "farklı becerilerle, aynı amaca, yani üstlendikleri işin, gözlemciye, doğanın gerçek nesnelerine olabildiğince yakın görünmesi" için çabalarlar. Ancak Alberti, sanatçıların doğayı olduğu gibi yani nesnel olarak taklit etmesini değil, güzelliğe dikkat etmesi gerektiğini söyledi, "çünkü resimde güzellik gerekli olduğu kadar hoştur". Alberti'ye göre sanat eseri öyle inşa edilmiştir ki, bütünün güzelliğini bozmadan ondan bir şey çıkarmak veya ona bir şey eklemek imkansızdır. Alberti için güzellik "birbiriyle ilişkili tüm parçaların uyumu"ydu ve "bu uyum, uyumun gerektirdiği belirli bir sayı, orantı ve düzende gerçekleşir". Alberti'nin armoni üzerine düşünceleri yeni değildi - bunlar Pythagoras'a kadar izlenebilirdi - ama onları çağdaş estetik söyleme çok iyi uyan yeni bir bağlama yerleştirdi.
Alberti'nin Roma'da antik yerleri, harabeleri ve nesneleri incelemek için bolca zamanı vardı. "De re aedificatoria" (1452, "On the Art of Building"), adlı eserinde yer alan ayrıntılı gözlemleri, Romalı mimar ve mühendis Vitruvius (fl. 46-30 BC) tarafından "De Architectura'dan" sonra modellenmiştir. Eser, Rönesans'ın ilk mimari incelemesiydi. Tarihten şehir planlamasına, mühendislikten güzellik felsefesine kadar çok çeşitli konuları kapsıyordu. Büyük ve pahalı bir kitap olan "De re aedificatoria, 1485'e" kadar tam olarak yayınlanmadı fakat yayınlanmasıyla beraber mimarlar için önemli bir referans haline geldi. Ancak kitap, Alberti'nin dediği gibi "sadece zanaatkarlar için değil, aynı zamanda soylu sanatlarla ilgilenen herkes için" yazılmıştır. Aslen Latince yayınlanan ilk İtalyan baskısı 1546'da çıktı. Cosimo Bartoli'nin standart İtalyanca baskısı 1550'de yayınlandı. Alberti'nin tüm çalışmayı adadığı Papa Nicholas V, Roma şehrini yeniden inşa etmeyi hayal etti, ancak vizyoner planlarının sadece bir kısmını gerçekleştirmeyi başardı. Alberti, kitabı aracılığıyla Floransa Rönesansı teorilerini ve ideallerini mimarlara, bilimcilere ve diğerlerine açtı.
Alberti, eğitim, evlilik, ev yönetimi ve parayı konu alan "I Libri della famiglia'yı" Toskana lehçesinde yazdı. Eser 1843 yılına kadar basılmadı. Yıllar sonra Erasmus gibi, Alberti de eğitimde bir reform ihtiyacının altını çizdi. "Çok küçük çocukların bakımı, hemşireler veya anneler için kadınların işidir" ve mümkün olan en erken yaşta çocuklara alfabenin öğretilmesi gerektiğini kaydetti. Büyük umutlarla, eseri ailesine okuması için verdi, ancak otobiyografisinde Alberti, "O, akrabalarından bazılarının hem tüm çalışmayla hem de onun nafile girişimiyle açıkça alay ettiğini gördüğünde, öfke hissetmekten güçlükle kurtulduğunu itiraf etti." 1443 ve 1450 yılları arasında yazılan "Momus", Olimpos tanrıları hakkında kayda değer bir komediydi. Bir roman à clef olarak kabul edilmiştir - Jüpiter bazı kaynaklarda Papa IV. Eugenius ve Papa V. Nicholas olarak tanımlanmıştır. Kahramanının adı Momus, Yunanca "suçlama" veya "eleştiri" anlamına gelir. Alay tanrısı Momus cennetten kovulduktan sonra hadım edilir. Jüpiter ve diğer tanrılar da yeryüzüne iner, ancak Jüpiter'in büyük bir fırtınada burnunu kırmasından sonra cennete dönerler.
Mimari İşler.
Alberti, inşaat ile ilgilenmedi ve büyük çalışmalarından çok azı tamamlandı. Vitruvius ve antik Roma kalıntılarının tasarımcısı ve öğrencisi olarak, sütun ve lento mimarisinin doğasını yapısal değil görsel açıdan kavradı. Klasik sütunu ve pilasteri yorumlarken özgürce davranan Brunelleschi'nin aksine Klasik düzenleri doğru bir şekilde kullandı. Alberti'nin endişeleri arasında mimarlığın sosyal etkisi vardı ve bu amaçla şehir manzarasının çok önem veriyordu. Bu, Rucellai Sarayı'nda bodrum katında oturmak için sürekli bir bankın dahil edilmesiyle kanıtlanmıştır. Alberti, ikincil caddelerle bağlantılı olan geniş ana caddeleri ele alan cadde hiyerarşisi ilkesini ve eşit yükseklikteki binaları öngördü.
Roma'da, daha sonra Barok Trevi Çeşmesi tarafından ortadan kaldırılan Alberti tarafından tasarlanan basit bir havzaya dönüşen Acqua Vergine'nin Roma su kemerinin restorasyonu için Papa Nicholas V tarafından görevlendirildi.
Bazı çalışmalarda yazarlar, Fiesole'deki Villa Medici'nin tasarımını Michelozzo'nun değil Alberti'nin yapmış olabileceğini ve bu tasarımın daha sonra Rönesans villasının prototipi haline geldiğini öne sürüyorlar. Cosimo il Vecchio'nun ikinci oğlu Giovanni de' Medici tarafından yaptırılan ve şehre tepeden bakan bu tepe konutu, bir Rönesans villasının ilk örneği olabilir: Yani bir ülke oluşturmak için gerekli olan "villa banliyöler" konusunda Alberti kriterleri yöntem haline gelmiştir. Bu bakış açısına göre, Fiesole'deki Villa Medici, bu nedenle, yalnızca Floransa bölgesinde değil, on beşinci yüzyılın sonundan itibaren ondan ilham ve çok sayıda başka bina için "esin perisi" olarak kabul edilebilir.
Tempio Malatestiano, Rimini.
Rimini'deki Tempio Malatestiano (1447, 1453–60) Gotik bir kilisenin yeniden inşasıdır. Dinamik form oyunlarıyla cephe eksik bırakılmıştır.
Palazzo Rucellai'nin Cephesi.
Palazzo Rucellai'nin (1446–51) cephe tasarımı, Rucellai ailesi için yapılan birkaç siparişten biriydi. Tasarım, rustik duvar üzerine Klasik tarzda sığ pilastrlar ve kornişlerden oluşan bir ızgarayı kaplar ve ağır bir kornişle örtülür. İç avluda Korint sütunları vardır. Saray, Floransa'daki sivil binalarda orijinal olan Klasik unsurların kullanımında bir standart belirledi ve daha sonraki palazzileri büyük ölçüde etkiledi. Çalışma Bernardo Rosselino tarafından yürütüldü.
Santa Maria Novella.
Floransa'daki Santa Maria Novella'nın (1448–70) üst cephesi Alberti'nin tasarım ilkelerine göre inşa edildi. Bu zorlu bir görevdi, çünkü Alt kat üç kapıya ek olarak, altı Gotik nişi bulunan ve San Miniato al Monte ve Floransa Vaftizhanesi gibi Floransa kiliselerine özgü polikrom mermeri kullanan birkaç mezarı kapsıyordu. Tasarım halihazırda Santa Maria Novella'da restorasyona dahil edilecek alanda bulunan bir oküler pencereyi de içeriyordu. Alberti, revak çevresinde Klasik özellikleri tanıtmış ve polikromiyi bir şekilde tüm cepheye yaymıştır. Bu polikromi, Klasik orantıları ve pilastrlar, kornişler ve Klasik tarzda bir alınlık gibi unsurları içerir ve heykelden ziyade tesseralarda bir güneş patlaması ile süslenmiştir. Bu tipik nefli kilisenin en iyi bilinen özelliği, Alberti'nin orta nefin farklı seviyeleri ve çok daha düşük yan nefler arasında görsel olarak köprü oluşturma problemini çözme tarzıdır. Daha sonraki Rönesans, Barok ve Klasik Uyanış binalarında kilise cephelerinin standart bir özelliği haline gelecek olan iki büyük parşömen kullandı.
Pienza.
Alberti, Piazza Pio II, Pienza'nın tasarımı için danışman olarak kabul edilir. Daha önce Corsignano olarak adlandırılan köy, 1459'dan başlayarak yeniden tasarlandı. Alberti'nin hizmet verdiği Papa II. Pius Aeneas Silvius Piccolomini'nin doğum yeriydi. Pius II, köyü bir sığınak olarak kullanmak istedi, ancak konumunun itibarını yansıtması gerekiyordu.
Piazza, Pienza Katedrali'ne ve her iki taraftaki pasajlara odaklanan dört bina tarafından tanımlanan yamuk bir şekildir. Asıl konut olan "Palazzo Piccolomini" batı tarafındadır. Her bölmede çift ışıklı bir çapraz pencere bulunan, pilastrlar ve saçak dizileri ile eklemlenen üç katı vardır. Bu yapı, Alberti'nin Floransa'daki Palazzo Rucellai'sine ve daha sonraki diğer saraylara benzer. Dikkate değer olan, palazzo'nun iç mahkemesidir. Sarayın arkası, güneyde, üç katın tamamında sundurma ile tanımlanır. Bu katlar, "Giardino all'italian" dönemi modifikasyonları ile kapalı bir İtalyan Rönesans bahçesine ve Val d'Orcia'nın uzak manzarasına ve Papa Pius'un sevilen Amiata Dağı'na bakan muhteşem manzaralara bakmaktadır. Bu bahçenin altında tonozlu ve yüz adet atı barındırabilecek olan bir ahır vardır. Kasabanın merkezini kökten değiştiren tasarım, papa için bir saray, bir kilise, bir belediye binası ve Papa'ya gezilerinde eşlik edecek piskoposlar için bir bina içeriyordu. Pienza, Rönesans şehir planlamasının erken bir örneği olarak kabul edilir.
Sant' Andrea, Mantua.
Sant'Andrea Bazilikası, Mantua, Alberti'nin ölümünden bir yıl önce, 1471'de başladı. Tamamlanmış haldedir ve hem cephesi hem de iç kısmı için zafer takı motifini kullanmıştır. Bu yapı, kendisini takip eden birçok konstrüksiyonu etkileyen en önemli eseridir. Alberti, mimarın rolünü tasarımcı olarak algıladı. Brunelleschi'nin aksine, inşaatla hiç ilgilenmedi, pratikliği inşaatçılara ve gözetimi başkalarına bıraktı.
Resim Çalışmaları.
Sanatta tarihsel ilerlemenin Michelangelo'da zirveye ulaştığını savunan Giorgio Vasari, Alberti'nin sanatsal yeteneklerini değil, bilimsel başarılarını vurguladı: "Zamanını dünyayı keşfederek ve eski eserlerin proporsiyonlarını inceleyerek geçirdi; ama hepsinden önemlisi, doğal dehasını takip ederek uygulamalı çalışmalardan ziyade yazmaya odaklandı." Kendine ironik bir şekilde "eğitimsiz bir insan" ("omo senza lettere") diyen Leonardo, resmin bilim olduğu görüşünde Alberti'yi takip etti. Fakat, bir bilim insanı olarak Leonardo, bir teorisyen olan ve pratikte benzer bir ilgisi olmayan Alberti'den daha ampirikti. Alberti ideal güzelliğe inanıyordu, ancak Leonardo defterlerini insan proporsiyonları üzerine gözlemlerle doldurdu. Defterler, bir kare ve bir daire ile ilgili bir insan figürü olan Vitruvius adamının ünlü çizimiyle sona erdi.
"Resim" Üzerine'de Alberti "Biz Ressamlar" ifadesini kullanır, ancak bir ressam ya da heykeltıraş olarak bir amatördü. Vasari, "Alberti resimde büyük bir önem ya da güzelliğe sahip hiçbir şey elde etmedi" diye yazmıştı. "Bugüne kalan çok az resmi mükemmel olmaktan uzak, ama bu şaşırtıcı değil çünkü kendini ressamlıktan çok çalışmalarına adadı." Jacob Burckhardt, Alberti'yi "İtalya'da Rönesans Medeniyeti'nde" gerçekten evrensel bir deha olarak tasvir etti. "Ve Leonardo Da Vinci, Alberti için acemi için bitirici, amatörün ustasıydı. Keşke Vasari'nin çalışması burada Alberti'ninki gibi bir tanımla desteklenseydi! Leonardo'nun doğasının devasa ana hatları, belirsizdir ve uzaktan kavranamaz."
Alberti'nin, Camera degli Sposi'deki Mantegna'nın büyük fresklerinde, Mantua hükümdarı Ludovico Gonzaga'nın kulağına fısıldayan koyu kırmızı giysiler giymiş yaşlı adam olarak göründüğü söylenir. Alberti büyük bir plaket olan otoportresinde bir Romalı gibi giyinmiş. Profilinin solunda kanatlı bir göz var. Ters tarafında ise soru var, "Quid tum?" (ne o zaman), Virgil'in "Eclogues'inden alınmıştır" : "Peki ya Amyntas karanlıksa? ("quid tum si fuscus Amyntas?") Menekşeler siyah, sümbüller siyahtır."
Katkılar.
Alberti çeşitli alanlara çeşitli katkılarda bulunmuştur:
Miras.
Borsi, Alberti'nin mimarlık üzerine yazılarının modern ve çağdaş mimariyi etkilemeye devam ettiğini belirtiyor: "Wright'ın organikçiliği ve doğaya tapınması, van der Mies'in düzgün klasisizmi, Le Corbusier'in düzenleyici ana hatları ve antropomorfik, harmonik, modüler sistemleri ve Kahn'ın 'antik'in yeniden canlanması, Alberti'nin modern mimari üzerindeki etkisinin izini sürmeye teşvik eden unsurlardır."
Konuyla ilgili yayınlar.
LA) Leon Battista Alberti, De re aedificatoria, Argentorati, excudebat M. Iacobus Cammerlander Moguntinus, 1541.
D. Mazzini, S. Martini. Villa Medici a Fiesole. Leon Battista Alberti e il prototipo di villa rinascimentale, Centro Di, Firenze 2004;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17935",
"len_data": 18062,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.57
}
|
Yakamoz (Latince: "Noctiluca scintillans", Rumca: diakamós), uyarıldığında ışık saçan tek hücreli bir deniz canlısıdır. Tek başlarına gözle görülebilir bir ışık saçamayan bu canlıların birçoğunun bir araya gelmesiyle ortaya çıkan ışığa yakamoz denmektedir. Yakamozun gözlemlenebilmesi için diğer ışık kaynaklarının (Güneş, Ay ve şehir ışıkları) yakamoz ışıklarını engellememesi gerekir.
"Noctiluca scintillans" balona benzer bir görünüme sahip olan bir ökaryottur. Tüm dünyada özellikle kıyı sularında çok yaygındır. Diğer ateş rengi alglerinki gibi sert bir zırha sahip değildir. İki kamçısından uzun ve yapışkan olanı ile yüzeye yakın bölgede avlanır. Rastgele hareketleri sonucu kamçısına yapışan diğer mikroskobik deniz canlılarıyla beslenir. Çapları 1-2 mm kadardır. İnce teller veya naylonlardan sık bir şekilde dokunan elek veya bir tül ile sudan ayrılabilir ve büyük bir mercek ile incelenebilirler. Genelde eşeysiz bölünme yoluyla çoğalan canlının, eşeyli olarak üreyebildiği de gözlenmiştir.
Yakamozu özel kılan ışıma olgusu, luciferin-luciferaz substrat-enzim çiftinin reaksiyonu sonucu oluşur. Bu kimyasallar sitoplazma içinde dağılmış halde bulunan binlerce küresel organelde saklanırlar.
Bu canlıların ışık yaymasının bir savunma mekanizması olduğu düşünülmektedir. Saldırıya uğrayan tek hücreli canlı, yaydığı ışıkla kendisine saldıran organizmanın daha büyük bir avcı tarafından fark edilmesini sağlar. Bu özellik balıkçılıkta da kullanılmaktadır. Balıkçılar, ay ışığının olmadığı gecelerde balıkların yakamoz oluşturduğu bölgeleri takip ederek tekneyi bu yöne çevirir ve avlanırlar. Lüfer avında da yakamoz ışığı nedeniyle lüks lambası kullanılmaktadır. Bu ışık balıkları çekmek amacıyla değil, misinasının temas ettiği yakamozların oluşturduğu ışıktan lüferlerin ürkmemesi için kullanılır. Lüks lambasının ışığı, yakamoz ışığını bastırarak lüferin misinayı fark etmesini engeller.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17978",
"len_data": 1898,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.05
}
|
Lüfer ("Pomatomus saltatrix"), Pomatomidae familyasından ekonomik değeri yüksek bir balık türü. Kuzey Pasifik Okyanusu hariç, ılıman ve subtropikal sularda dünyanın her yerinde bulunan bir deniz pelajik balığıdır .
Vücutları uzun, sırt yüzgeçleri iki tane, kuyrukları çatallı, ağızları iri, dişleri sivri ve güçlüdür. Yan çizgi hemen hemen düz olup, pullarla örtülüdür. Yan çizgide pul sayısı 95-100 adettir. Sırt tarafı koyu mavi yeşilimtırak, alt tarafı gümüşî, yanları daha açık renk olan bu balıkların karnı parlak beyazdır. Keskin dişleri vardır. Uzunlukları 110 cm'ye, ağırlıkları 11,5 kg'a ulaşabilir. Küçükten büyüğe doğru defneyaprağı, çinekop, sarıkanat, lüfer, kofana, sırtıkara olarak adlandırılabilir. Lüferler, Mayıs ayının sonuyla birlikte üreme dönemine girerler ve haziran aynın ilk iki haftasına kadar bu süreç devam eder. Eylül sonu ekim başı gibi Karadeniz'de yumurtlayan balıklar İstanbul boğazından çıkmaya başlarlar.
Defneyaprağı.
10 cm'ye kadar büyüklüğe ulaşan Lüfer yavrusudur. 0-50 gr ağırlığındadır. Avlanması, satılması yasaktır.
Çinekop.
15–18 cm arasındaki uzunluğa ulaşan lüfer yavrusudur. Ağırlığı 55-65 gr arasındadır. Avlanması, satılması yasaktır.
Sarıkanat.
18–25 cm büyüklüğe ulaşan lüfer yavrusudur. 75-110 gr ağırlığa ulaşır. 18 cm.den küçüğünün avlanması ve satılması yasaktır.
Lüfer.
28 cm uzunluktan sonraki lüfer türlerinin genel adıdır. Ağırlığı 125 ila 333 gr arasında gelir. Avlanması ve satılması serbesttir. Özellikle 35 cm'e kadar olanı lüfer olarak adlandırılır. Daha büyüklerine Kofona ve Sırtıkara adı verilir.
Kofana.
35 cm'den büyük olan Lüferler bu adla anılırlar. Ağırlıkları 500 gr'ı geçer. Avlanması ve satılması serbesttir fakat nadir olarak görülmektedirler.
Sırtıkara.
Lüferin 50 cm ve daha büyük boyda olanına verilen ad. Avlanması ve satılması serbesttir fakat uzun zamandır Türkiye denizlerinde rastlanmamıştır.
Yaşam alanları.
Avrupa yakınlarında Karadeniz'de yumurtlayan ve ekonomik açıdan önemli bu cins, İstanbul üzerinden güneye (İstanbul Boğazı, Marmara Denizi, Çanakkale Boğazı, Ege Denizi) ve sonbaharda soğuk mevsim için Türkiye'nin Akdeniz kıyılarına doğru göç eder. Aynı zamanda dünyanın birçok yerinde de bulunur.
Koruma.
Karadeniz ve Marmara'da Lüfer türlerinin sayısının azalması ve miktarın düşmesi nedeniyle oluşan kamuoyu baskısıyla Tarım Bakanlığı tarafından Defneyaprağı, Çinekop, Sarıkanat avcılığı ve satışı yasaklanmıştı. Bu yasağın uygulanması için çeşitli sivil toplum örgütleri ve oluşumlar mücadele etmekte idi. Ayrıca her sene farkındalık yaratmak amacıyla Lüfer Bayramı etkinlikleri yapılmaktadır. Ancak 18 cm.den küçük olmamak kaydıyla avlanılması yeniden serbest bırakılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17979",
"len_data": 2672,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.35
}
|
Matematikte, bir polinom belirli sayıda bağımsız değişken ve sabit sayıdan oluşan bir ifadedir. Polinom kendi içinde toplama, çıkarma, çarpma ve negatif olmayan sayının üssünü alma işlemlerini kullanır. Örnek olarak tek bilinmeyenli bir polinom olan , ikinci dereceden oluşan bir polinomdur. Diğer bir örnek olarak, bir polinom değildir, çünkü polinomlarda terimlerin derecelerinin doğal sayı olma zorunluluğu vardır 2. terimde ′i ele alan bir bölme işlemi 'in derecesini negatif yapmaktadır ve 3. terim doğal sayı olmayan bir derece içermektedir (3/2).
Polinomlar, bilimde ve matematik alanında sıkça görülür. Ekonomiden kimyaya, kimyadan fiziğe ve sosyal bilimlerde problemlerin çözülmesi için kullanılır. Polinomlar, toplama işlemlerinde ve sayısal analizlerde diğer fonksiyonları belirlemek için kullanılır. İleri seviye matematikte, polinomlar, polinom halkaları oluşturmak için kullanılır ve bu halkalar temel matematikte ve cebirsel geometride kullanılan merkezi bir kavramdır.
Bu ismin akılda kalması amacıyla, Türk Dil Kurumu'nun da belirttiği polinom sözlük anlamıyla "çok terimli" anlamına gelmektedir.
Etimoloji.
Oxford İngilizce Sözlüğü'ne göre, "polinom", "binom" kelimesindeki "bi-" kökünün Yunanca "poli" kökü ile değiştirilmesiyle oluşmuş bir kelimedir. Yunanca kelime "poli", "çok" anlamına gelmektedir. "polinom" kelimesi ilk 17. yüzyılda kullanılmıştır.
Notasyon.
Bir polinomda belirsiz , formüllerde ya da olarak belirebilir.
Genelde, polinomun ismi değil, ′dir. Ancak, eğer bir sayı, bir değişken, başka bir polinom, veya, daha genel olarak herhangi bir ifadeyi belirtmek için kullanılırsa, teamül olarak ′deki ′in yerine ′nın geçmesini belirtir. Örnek olarak polinom , yandaki fonksiyonu tanımlar: formula_1
İlişkilendirilen fonksiyonda bilinmeyenler için büyük harf ve değişkenler için küçük harf kullanmak bilinen bir uzlaşımdır.
Özellikle, eğer olursa, ′nın tanımı ′i belirtir.
Bu eşitlik bazı durumlarda sözle ifade etmeyi basitleştirir. Örneğin ″ bir polinom olsun″ yerine ″ bilinmeyeni içinde bir polinom olsun″ kullanılır. Diğer yandan, bilinmeyenin ismini vurgulamak gerekli olmadığı zaman, eğer polinomun her görünüşünde bilinmeyenin ismi gözükmüyorsa çoğu formül daha basit ve okuması daha kolay olur.
Polinomların Aritmetiği.
Toplama.
Polinomlar toplamanın birleşmeli yasasını kullanarak (bütün terimlerin tek bir toplamda birleştirilmesi), mümkün olduğunca tekrar sıralanıp, benzeri terimler birleştirilebilir.
Örneğin:
Polinomların toplamı polinom verir.
Katsayılar Toplamı: Bir polinomun katsayılar toplamını bulabilmek için o polinomun tüm değişkenlerine 1 vermeliyiz.
Örneğin:
P(3x+2)'in katsayılar toplamı P(5).
Polinomun sadece çift dereceli terimlerinin katsayılar toplamını bulabilmek için değişkenlere 1 ve -1 değerlerini vererek çıkan sonucu toplar ve ikiye böleriz. Sadece tek dereceli terimlerim katsayılar toplamı için ise aradaki toplama işlemini çıkarma işlemine çevirerek sonuca ulaşmak mümkündür.
Çarpım.
İki polinomun çarpımlarının terimlerinin toplamını çözmek için, dağılma yasası tekrar edecek şekilde uygulanılır ki bu, bir polinomun her teriminin diğer polinomun her terimiyle çarpılmasıyla sonuçlanır.
Örneğin:
Polinomların çarpımı polinom verir.
Bölme.
Polinom değerlendirmesi birinci dereceden bir polinomun polinom bölümlerindeki kalanı hesaplamak için kullanılabilir, çünkü ′in ′ya bölümü ′dir; polinom kalan teoremine bakınız. Bu yöntem oran gerekli olmadığı zaman, çoğunlukta kullanılan bölüm algoritmasından daha verimli olur.
Hermit polinomları.
Hermit polinomları Pierre-Simon Laplace tarafından 1810'da zor anlaşılır bir biçimde tanımlanmış ve 1859'da Pafnuty Chebyshev tarafından ayrıntılı olarak incelenmiştir. Diğer klasik dik polinomlar gibi, Hermit polinomları birkaç farklı başlangıç noktasından tanımlanabilir.
Tanım.
Olasılıkçıların kullandığı Hermit polinomu;
formula_10
Fizikçilerin kullandığı Hermit polinomu;
formula_11
Olasılıkçıların kullandığı Hermit polinomunun ilk on bir değeri;
formula_12
formula_13
formula_14
formula_15
formula_16
formula_17
formula_18
formula_19
formula_20
formula_21
formula_22
Özellikleri.
formula_23 dereceden bir Hermit polinomu formula_23 dereceleri bir polinomdur. Olasılıkçıların(formula_25) kullandığı Hermit polinomunun ilk terimindeki katsayısı 1'dir.Fiziklerin kullandığı Hermit polinomunun katsayısı formula_26
Diklik.
formula_25 ve formula_28 formula_23 dereceden polinomları için formula_30 Bu polinomlar ağırlık işlevine(fonksiyon) göre dikliktir.
formula_31 için)
ya da
formula_32 (formula_33 için)
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17981",
"len_data": 4522,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.72
}
|
Sistem dinamikleri, karmaşık sistemlerin zaman içinde davranışlarını incelemekte kullanılan bir yaklaşımdır. Sistem davranışın etkileyen geri besleme ve gecikmeli tepkiler ile ilgilenir.
Sistemik Dinamiğini karmaşık sistemleri anlamak için kullanılan diğer yöntemlerden farklı kılan, "geri besleme" döngüleri ve "stok ve akış"ları ile dönüştürücülerin (auxiliary) kullanımıdır. Bunlar, basit sistemlerin dahi beklenmedik doğrusal olmayan davranışlar göstermesini açıklayabilir.
Yeryüzündeki su döngüsü dinamik bir sitemin örneği olarak ele alınabilir. Bu sistemin unsurları bulutlar, atmosfer, güneş, toprak ve deniz, bitkiler ve diğer canlılardır. Güneş yeryüzündeki denizleri ve canlıları ısıtır, canlılar ve denizler ısındıkça su kaybederler, buharlaşan su atmosferdeki hava akımlarının etkisiyle yükselir ve yoğunlaşır. Yoğunlaşan su buharı bulutları oluşturur. Güneşin yeryüzünün farklı yerlerini birbirinden farklı şekilde ısıtması sonucunda basınç farklılıkları meydana gelir. Bu basınç farklılıklarından dolayı, bulutları hareket ettiren hava akımları oluşur ve belirli şartlarda bulutlardaki su buharı yoğunlaşacak yağmur ancak yeryüzüne düşer, deniz ve toprak tarafından emilir. Buradan da yeniden canlılara geçer. Bu döngü sürekli olarak birbirini besleyerek devam eder. Bu sistemdeki unsurlar aralasında geri-besleme döngüleri vardır, çünkü denizlerden ve canlılardan buharlaşan su döngünün sonucunda denizlere ve canlılara geri döner. Ayrıca, sistemin unsurları arasındaki su alışverişi gecikmelidir, örneğin bir gölden yazın buharlaşan su ancak aylar sonra ve de dolaylı yollardan oraya geri döner. Ancak bir bütün olarak ele alındığında, dünyadaki farklı farklı su stokları arasındaki su alışverişi sonucunda yine başka bir yerden bir şekilde su baharlaşan yere geri dönmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17983",
"len_data": 1794,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.03
}
|
Mukabele, bir kimsenin Kur'an'ı ezberden veya kitaptan yüksek sesle okuması ve onu dinleyen topluluğun da sessizce Kur'an'dan takip etmesidir. Mukabele anlamca karşılıklı verme, karşılıklı okuma anlamına gelir. Kur'an, Peygamber'in son Ramazan'ında okuduğu sıralama ile vefatından sonra Ebubekir zamanında mushaflaştırılmış, Osman zamanında teksir edilerek büyük şehirlere gönderilmiştir. 600'den fazla sahifeden oluşan kitap düzeni, takriben 20 sayfadan oluşan 30 cüze bölündü. Özellikle Ramazan aylarında her gün bir cüz okuyarak bayrama kadar bütün Kur'an'ı baştan sona okuma geleneği içinden mukabele geleneği doğmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17988",
"len_data": 624,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.72
}
|
Vücutta bir alkaloid olan asetilkolin (ACh) merkezî sinir sisteminde, omurilikte ve periferik sinir sisteminde salgılanan ve tanımlanan ilk uyarıcı özelliklere sahip bir nörotransmitterdir. Merkezî sinir sisteminde yer alan bir nörotransmitter (iletici) olmasının yanı sıra birçok organizmanın (insanlar dahil) parasempatik sinir sisteminde yer alır.
Tanım ve tarihçe.
Formülü CH3COOCH2CH2N+(CH3)3 olan asetilkolin, asetik asit ile kolinin esteridir ve adını bunlardan alır. İlk kez 1914 yılında İngiliz bilim insanı Henry Hallett Dale tarafından tanımlanmış, 1921 yılında ise Avustralyalı bilim insanı Otto Loewi tarafından, kurbağa kalpleri üzerinde yaptığı deneyler sonucu bir nörotransmitter olarak doğrulanmıştır. Bu keşif bilimadamlarına 1936'da Nobel Ödülü kazandırmıştır. Asetilkolinin, bugün Alzheimer ve Parkinson hastalıklarının patogenezinde önemli bir yere sahip olduğu ortaya çıkmıştır.
Özellikleri.
Asetilkolin çizgili kas (iskelet kası) liflerindeki nikotinik reseptöre bağlanarak kas hücresine Na+ içeri girmesini ve voltaja duyarlı sodyum kanallarının açılması ile depolarize olan kas hücresinin kasılmasını sağlar, Asetilkolinin öğrenme ve hafıza (M1 res) ile de derin bir ilişkisi bulunur ve bu yüzden beyinde asetilkolin içeren nöronlar mevcuttur. Parasempatik sinir sisteminde gangliyon ve sinapslarda yer alan asetilkolin, parasempatik sinir sisteminin uyarılmasıyla beraber gerçekleşen kalp atışının yavaşlaması, tükürük salgısının artması, bronkokonstrüksiyon (bronş lümeneninin -boşluğunun- daralması),miyozis, mesane ve gıs hareketlerinin artması gibi etkilerin gerçekleşmesine neden olur.
Asetilkolin belli nöronlarda "kolin asetil transferaz" enzimi tarafından, kolin ve asetil-CoA'dan sentez edilir. Sinaptik boşluğa salınarak görevini tamamladıktan sonra asetilkolin, "asetilkolinesteraz" enzimi yardımıyla kolin ve asetat'a (asetik asit tuzu) çevrilerek yıkılır.
Bozukluklar ve kullanımı.
Nikotin ve muskarin, asetilkolin reseptörlerini güçlü şekilde uyarırlar. Botulinum asetilkolinin stoplazmik veziküllerden salınımı azaltır, atropin ve skopolamin ise asetilkolinin muskarinik tipteki reseptörlerini bloke ederler. Kürarlar ve gallamin nöromüsküler kavşak nikotinik reseptörleri kompetitif olarak bloke ederler. Parasempatik sinir sistemindeki asetilkolin aktivitesini inhibite ettikleri (engelledikleri) için atropin ve skopolamin antikolinerjik maddelerdir. Bazı insektisitler (böcek öldürücüler - böcek ilaçları) asetilkolinesteraz enzimini inhibie ederler (engellerler). Bunun sonucu olarak merkezi sinir sistemi, kaslar ve bezler sürekli olarak uyarılırlar. Bu durumun tedavisi için en çok antikolinerjik bir ilaç olan atropin kullanılır. Alzheimer hastalığı gibi hastalıkların asetilkolin eksikliği ile derin bir bağlantısı olduğu için asetilkolinesteraz enzimini inhibe eden bazı ilaçlar Alzheimer hastalığının tedavisinde kullanılmaktadır. Bir nöromasküler hastalık olan miyasteni gravis'de ise, vücut asetilkolin reseptörlerine karşı antikor üreterek düzgün bir asetilkolin sinyal transferini önler. Bu bozukluğun tedavisinde ise "asetilkolinesteraz" enzimini inhibe eden ilaçlar kullanılmaktadır (bknz.: Fizostigmin). Ayrıca, asetilkolin katarakt ameliyatlarında göz bebeğinin hızlı bir şekilde konstriksiyona (küçülme - daralma) uğraması için kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17990",
"len_data": 3300,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4
}
|
Mamitu, ilk dönemlerde, Akad ve Sümer mitolojisinde yemin, ant içme tanrıçasıdır. Daha sonraki dönemlerde, yeni doğan bebeklerin kaderlerine karar veren bir tür kader tanrıçası ve öteki dünyadaki yargıçlardan biridir. "Mammitu", "Mammetum" gibi yazılışları da mevcuttur. Bazı kaynaklarda Nergal'in eşi olarak geçer.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=17994",
"len_data": 315,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.56
}
|
Balear Adaları Özerk Topluluğu, İspanya'ya bağlı beş büyük ve onları çevreleyen birkaç küçük adadan oluşan bir özerk bölgedir. Tüm İspanya'nın resmî dili olan İspanyolca ile birlikte Katalanca da bu bölgede resmî dildir. Bölgeyi oluşturan adalardan büyük olan beş tanesi Mallorca, Minorka, İbiza, Cabrera ve Formentera'dır.
Tarih.
Tarihi kaynaklara göre 2600 senedir insanların buralarda yaşadığı bilinmektedir. Tarihte muhtelif zamanlarda Balear Adaları Romalıların, Kartacalıların, Cezayir ve İspanyolların idaresinde kalmıştır. M.Ö. 122 senesinde adalar, Romalıların eline geçmiş, 466'da Vandallar hakim olmuştur. Vandallarla Doğu Roma İmparatorluğu arasında devam eden mücadeleden sonra, adalar Doğu Roma İmparatorluğuna dahil oldu. Sekizinci yüzyılda adalar, Arapların eline geçti. Balear Adaları 903'te yapılan antlaşmayla Emevi Devletine dahil oldu. 400 seneye yakın Müslümanların elinde kaldı. 1230'da Aragonların saldırısına uğrayarak istila edildi. İngilizler buraları her ne kadar elde etmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. 1802'de yapılan son bir anlaşmayla İspanya'ya bağlı bir eyalet haline geldi. Hâlen de İspanya'nın bir eyaleti durumundadır. Ticaret ve stratejik yönden Batı Akdeniz'in son derece önemli takımadalarındandır.
Fiziki yapı.
Balear Adaları, jeolojik yapı olarak Sierra Nevada Dağlarının devamıdır. Bu adalar önemli deniz çöküntüsüyle birbirinden ayrılıp su yüzüne çıkmış kısımlardır.
Balear Adalarının önemlileri; Minorka, Mallorca, Cabrera, İbiza ve Formentera'dır. Bu adaların etrafında küçük adalar vardır.
Genellikle yükseklikleri azdır. Sadece Mallorca Adasındaki dağların yüksekliği 1400 metreyi bulmaktadır. Mağaralar çoktur. Bilhassa Ejderha Mağaralar çok meşhurdur. Bunların içinde yazın konser verilen salonları bile vardır.
İklim ve bitki örtüsü.
Balear Adalarında Akdeniz iklimi görülür. İklim oldukça yumuşaktır. Kışı yağmurlu, yazları ise oldukça sıcaktır. İklim bakımından adalar arasında farklılık vardır. Minorka'da koruyucu yüksek dağlar olmadığı için, kışın daha soğuk ve yağmurlu, yaz mevsiminde diğer adalardan daha fazla hissedilir sıcaklık vardır. Mallorca'ya ocak ve mart aylarında iki üç hafta kar yağar. Diğer adalara nadiren kar yağar. Adalarda en fazla sıcaklık temmuz ve ağustos aylarında olur.
Balear Adalarının düzlüklerinde az da olsa otlak sahalar vardır. Tepe olan yerler ziraata elverişli değildir. Minorka'nın açık kuzey sahaları bodur tipi ağaçlarla kaplıdır. Kapalı kalan güney dereleri, bazı çamlıklar ve yarı tropikal bitki örtüsüne sahiptir. Adaların kıyı kesimlerinde Akdeniz tipi ağaçlara rastlanır.
Tabii kaynaklar.
Adaların en önemli madenleri; taşkömürü, mermer, demir, bakır, kalaydır. Madenlerin belirli bir kısmı işletilir, diğer kısmı ihraç edilir.
Nüfus ve sosyal hayat.
Nüfusun % 80'den fazlası Mallorca'da yaşar. Bütün Balear Adalarının nüfusunun 1/3'ü ise başşehir Palma'da ikamet eder. Mallorca ve Minorka'da yaşayanların çoğu şehirlidir. İbiza ve Formentera'da yaşayan halkın 1/3'ü köylülerdir. Nüfus yoğunluğu bölge bölge değişir. Bazı yerlerde metrekareye 38 kişi düşer. Adalarda hemen hemen her milletten azınlıklar mevcuttur.
İdare: Bütün adaların başşehri Palma'dır ve İspanya'nın bir eyaleti durumundadır. Palma aynı zamanda askeri ve dini merkezdir. Mallorca toplumu üç bölgeye ayrılmıştır. Mahalli idare komünler vasıtasıyla yürütülür. Mallorca 52, Minorka 7, İbiza ise 6 yardımcı bölgeye ayrılır.
Ekonomi.
Mallorca ve İbiza adalarında ağaç ve fidan, Minorka'da en kaliteli portakal türleri yetiştirilir. Hububatlardan baklagiller ve hayvan yemleri, badem, fasulye, incir, zeytin ve şeftali yetiştiriciliği ile bağcılık ileri bir seviyededir.
Bütün adalarda beslenen hayvanların en önemlisi koyun ve keçidir. Ürünlerin ve hayvanların pazarlama yeri İbiza'dır. Badem, incir, şeftali, portakal, balık ihraç edilir. Tavukçuluk yeteri kadar yapılır. İbiza'da çok eskiden beri deniz tuzu elde edilir. Senede 70.000 ton işlenerek ihraç edilir.
Balear Adalarında iklimin çok iyi olmasından, İngiltere ve Avrupa ülkelerinden fazla miktarda turist gelir. Özellikle tatillerini burada geçirirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18000",
"len_data": 4081,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.45
}
|
Fizikte, weber (sembol: Wb) manyetik akı nın SI birim sistemindeki karşılığıdır. Alman fizikçi Wilhelm Eduard Weber (1804 - 1891) 'dan dolayı bu isim ile adlandılırmıştır.
Weber (Wb), manyetik akı birimi olarak kullanılır ve manyetik akının, bir yüzeyin belli bir alanı boyunca geçiş sayısını ifade eder.
Weber ölçümü, bir manyetik alanın bir yüzeyden geçişini ölçmek için kullanılır. Manyetik alan, manyetik bir alan üreten bir kaynaktan kaynaklanabilir veya bir manyetik alanın değişen bir alanındaki hareket eden bir iletken veya manyetik malzeme tarafından üretilebilir.
Bir weber, manyetik akının manyetik akı yoğunluğu ile yüzey alanının çarpımı olarak ifade edilir ve aşağıdaki formülle hesaplanır:
Wb = T * m^2
Burada, Wb: Weber (manyetik akı birimi) T: Manyetik akı yoğunluğu (Tesla) m: Yüzey alanı (metrekare)
Örneğin, manyetik akı yoğunluğu 1 Tesla ve yüzey alanı 0.5 metrekare olan bir alanda manyetik akı aşağıdaki şekilde hesaplanabilir:
Wb = T * m^2 = 1 T * 0.5 m^2 = 0.5 Wb
Bu alandaki manyetik akı 0.5 weber veya 0.5 Wb olarak ifade edilir.
Weber Faraday kanununa göre belirlenmiştir. Akıda, bir saniye deki bir weberlik değişim bir volt luk elektro motor kuvvet endüklenmesine neden olur.
SI birim sistemi nde, weber kg·m2·s−2·A−1 'e eşittir. Bu da volt-saniyeye (V·s) eşittir.
1 weber 1 T m2 = formula_1 maxwell'e eşittir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18001",
"len_data": 1342,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.04
}
|
Hande Özyürek, (d. 1976 - İstanbul) Türk keman sanatçısı.
10 yaşında ilk keman derslerine başladı. İlk olarak 1986'da Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nda müzik öğrenimine başladı. 1989'da girdiği Kompozisyon Bölümü'nden 1995 yılında diplomasını aldı. 16 yaşında konservatuvar çerçevesince düzenlenen seçmeleri kazanarak orkestra eşliginde ilk solo konserini verdi.
1992-1995 yılları arasında eğitim gördüğü Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nı 19 yaşında fakülte birincisi olarak bitirdi. 1996 ve 1999 yılları arasında Türk Eğitim Vakfı’ndan aldığı burs ile Detmold Müzik Akademisi’nden dereceyle mezun oldu.
2004-2006 yıllarında Saarbrücken Müzik Akademisi'nde Konzertexamen "Üstün Başarı" derecesiyle eğitim gördü.
Türkiye, Belçika, Almanya, Yunanistan,İtalya ve Avusturya’da konserler veren Hande Özyürek, hem solo hem de oda müziği alanında konserler vermekte ve çalışmalarına Almanya’da devam etmektedir.
Mimar Sinan Guzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuvari'nda "Docent" unvaniyla gorev yapmakta olup ayni zamanda Viyola, Oda Muzigi ve Desifraj dersleri de vermektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18006",
"len_data": 1111,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.35
}
|
Süryanice (ܠܫܢܐ ܣܘܪܝܝܐ [Leššānā Suryāyā], ), ayrıca Sürya-Aramice veya Klasik Süryanice, Afroasya dil ailesinin Kuzeybatı Semitik dillerinde bulunan ve Arami alfabesinin bir türevi olan Süryani alfabesi ile yazılan bir dildir.
Tarihçe.
Ebla merkezinde bulunan Süryanilerin 2. asırda Hristiyanlığı kabul etmeleriyle Süryani kültürü Yunan kültürüyle de harmanlanıp güçlü ve zengin bir edebiyat meydana geldi. En önemli eser, Kutsal Kitap'ın Peşitta adı verilen Süryanice çevirisidir. Arapların Tarihi kitabının yazarı Philip K. Hitti, 1971 yılında John R. Starkey'e verdiği bir röportajda, "Süryanice, İsa'nın konuştuğu dil olan Aramice'nin kardeşidir" demiştir.
Lehçeleri.
431 Efes ve 451 Kadıköy Konsilleri ile farklı mezheplere bölünen Süryanilerin dil ve alfabeleri de Doğu ve Batı olmak üzere iki ayrı kola ayrılmışlardır.
Süryani alfabesi.
Süryani alfabesi sağdan sola doğru yazılır ve 22 harften oluşur. İbrani Alfabesi'nin tersine harfler bitiştirildiğinden bu harflerin başta, sonda ve ortada yazılışları farklıdır.
Estrangelâ yazısı.
Klasik Süryanice lehçeleri.
Batı Süryanicesi: Bizans'ın etkisinde kalan Monofizit; İsa'nın tek ve ayrılmaz bir tabiatı olduğuna inanan Yakubiler, 680 yılında bunlardan ayrılan ve Monothelitizmi benimseyen (İsa'nın tek tanrısal karakteri olmakla beraber insanî iradesinin de olduğu görüş), daha sonra 1182 yılında Katolikliği benimseyen Lübnanlı Maruniler ve şimdi Katolik olup Bizans ayin biçimine göre ibadet eden Melkitler oluşturur.
Doğu Süryanicesi ise Diofizit (İsa'nın birbirinden bağımsız çift tabiatı olduğunu savunan görüş) Nasturiler (Asurlar) ve daha sonra bunlardan ayrılıp Katolikliği benimseyen Keldanileri oluşturur. Nasturiler Doğu Asurca'yı Çin'e kadar taşımış ve yaymışlardır. Her iki grupta sesli harflerin okunuşları farklılıklar gösterir.
Günümüzde kullanılan Süryani lehçeleri.
Çağdaş Süryanicenin birçok yerel şive ve ağzı olup zamanla dile birçok Arapça, Türkçe, Kürtçe kelime eklenmiştir. Çağdaş dünya düzeninin etkisiyle yavaş yavaş Fransızca, Almanca ve İngilizce kelimeler de dile eklenmektedir.
Süryani lehçelerini konuşanlar büyük sayıda azaldığından ciddi bir yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18009",
"len_data": 2172,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.39
}
|
Endâze, Osmanlı döneminde kullanılan bir ölçü birimidir. Metrik sisteme göre 65 santimetre uzunluğundadır. Genellikle çarşı ve pazarlarda kumaş ve benzeri ürünlerin ölçümünde kullanılmıştır. Çarşı arşını ve mimari arşın da olduğu gibi, şimşir, demir ve çelikten imâl edilirdi. Günümüzde Topkapı Sarayı'nda 3 adet endâze bulunmaktadır. Endâze, "rubu" denilen sekiz eşit bölüme ayrılırdı ve her rubu da iki eşit bölüme ayrılırdı. Bu iki bölüme de "girah" adı verilirdi.
Halil ibn Ahmed el-Ferahidi'ye göre endâze, Farsçada "ölçme" anlamına gelen "endâh" kelimesinden türemiştir. Atatürk Devrimleri ile 1 Nisan 1931'de kaldırılmıştır.
Kaynakça.
Genel;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18012",
"len_data": 648,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.56
}
|
Palamut, şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18014",
"len_data": 32,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 1.72
}
|
Ergastula, Antik Roma'da, genellikle kölelerin (özellikle sorun çıkaran kölelerin) ve bazen de tutuklu suçluların konulduğu yeraltı yapısına verilen isimdir.
İşçi olarak kölelerin çalıştırıldığı çiftliklerin ("latifundium") içinde sıklıkla bulunan bir yapıdır. Ergastula terim olarak bazı küçük Roma hapishaneleri için de kullanılırdı. Bu yapılar Hadrianus'un hükümdarlığı sırasında kanundışı ilan edilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18017",
"len_data": 409,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.71
}
|
Tiyomersal (İngilizce: thiomersal) ya da sodyum etilcıva tiyosalisilat, ağırlığının yaklaşık %49'unu cıvanın oluşturduğu, antibakteriyel ve antifungal etkili bir organik cıva bileşiğidir. Madde ABD'de thimerosal (Türkçe: timerosal) olarak bilinmektedir.
1930'lardan bu yana ilaç endüstrisi tarafından aşıların raf ömrünü uzatmak ve aşı sıvısı içinde bakteri üremesini engellemek için kullanılmıştır. Genelde çoklu aşıların içinde bulunmaktaydı. Son dönemde otizm'e yol açtığı gibi asılsız yanlış iddialar ile yoğun araştırmalara maruz kalmış, Kanada gibi bazı ülkeler tarafından tiyomersal içeren çocuk aşıları piyasadan çekilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18036",
"len_data": 633,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.72
}
|
Thales (, "Thalēs"; MÖ 624/623–548/545), İyonya'nın Milet şehrinde doğmuş bir antik Yunan matematikçi, astronom ve Sokrates öncesi filozoftur. Thales, İyonya Aydınlanması'nın başlatıcısı ve Antik Yunanistan'ın kurucu isimlerinden biri olarak kabul edilen Yedi Bilge'den biridir.
18. yüzyıl tarih yazımından itibaren, birçok kişi onu Yunan geleneğindeki ilk filozof olarak kabul etmeye başladı; bu kişi, dünyayı açıklamak için mitolojiden ziyade doğa felsefesini kullanan ilk kişiydi. Bu nedenle Thales, matematik, bilim ve tümdengelim ile ilk kez uğraşan kişi olarak anılır.
Thales, doğanın tek bir nihai maddeye dayandığı görüşünü savunmuş ve bu maddenin su olduğunu teorileştirmiştir. Bu görüş, kendi zamanının filozofları arasında oldukça etkili olmuştur. Thales, dünyanın su üzerinde yüzdüğünü düşünüyordu.
Matematikte, Thales teoremi adını ondan alır ve Kesişme teoremi de Thales teoremi olarak bilinir. Thales'in piramitlerin yüksekliklerini ve gemilerin kıyıdan uzaklığını hesapladığı söylenir. Bilimde, Thales bir gök bilimciydi ve hava durumunu ve güneş tutulmasını öngördüğü rivayet edilir. Ursa Major takımyıldızının konumunun keşfi, ayrıca yaz ve kış gündönümleri ile ekinoks zamanlamalarının keşfi de Thales'e atfedilir. Ayrıca bir mühendis olarak, Halys Irmağı'nı yönlendirmesiyle tanınır. Plutarkhos, "o zamanlarda Thales, felsefeyi pratikten spekülasyona yükselten tek kişiydi" diye yazmıştır.
Yaşamı.
Thales'in yaşamı ve kariyeri hakkında bilgi veren ana kaynak, MS 3. yüzyılda yaşamış olan filozof Diogenes Laertios'un "Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri" kitabıdır. Ancak, Laertios, Thales'in ölümünden yaklaşık sekiz yüzyıl sonra yaşamıştır ve eserinde güvenilmez ve hatta uydurma bilgiler barındırır. Thales, Milet'te doğmuştur; Milet, Büyük Menderes Nehri'nin ağzında, günümüzde Didim, Türkiye'nin yakınında bulunan bir ticaret şehriydi.
Thales'in tam doğum ve ölüm tarihleri bilinmese de, bazı kaynaklardaki belirli olaylar sayesinde tahmin edilebilir. MÖ 5. yüzyılda yaşamış olan tarihçi Herodot'a göre Thales, MÖ 28 Mayıs 585 yılında yaşanan bir güneş tutulmasını öngörmüştür. Bir kişinin en parlak döneminin 40 yaşında olduğunu varsayarsak, MÖ 2. yüzyılda yaşamış olan Atinalı Apollodoros'un kroniklerine göre, Thales'in doğum tarihi yaklaşık MÖ 625 olarak kabul edilir.
Kökeni ve ailesi.
Thales'in büyük olasılıkla diğer Miletliler gibi Yunan olduğu düşünülse de, Herodotos Thales'i "aslen Fenikeli" olarak tanımlamıştır. Diogenes Laertios ise Herodotos, Duris ve Demokritos'a atıfta bulunarak, "Thales'in Examyas ve Kleobulina'nın oğlu olduğunu ve Fenike'den sürgün edilmiş, Kadmos ve Agenor'un en soylu torunları arasında yer alan Thelidai ailesinden geldiğini, Milet'te Neleus ile birlikte vatandaş olarak kaydedildiğini" belirtir.
Ancak, Friedrich Nietzsche ve diğerleri bu alıntıyı, Thales'in atalarının sadece Böotya'dan gelen denizci Kadmealılar olduğu anlamında yorumlar. Ayrıca, babasının Karca bir isme, annesinin ise Yunanca bir isme sahip olması nedeniyle karışık bir soya sahip olması da mümkündür. Diogenes Laertios da alternatif bir görüşten bahseder: "Ancak çoğu yazar onu gerçek bir Miletli ve soylu bir aileden gelen biri olarak tanımlar." "Encyclopedia Britannica" (1952) ise Thales'in büyük olasılıkla soylu bir Miletli ve kesinlikle bir Yunan olduğu sonucuna varmıştır.
Diogenes, birbiriyle çelişen anlatımlar ortaya koyarak devam eder: bir anlatıma göre Thales evlenmiş ve bir oğlu olmuş (Kybisthos ya da Kybisthon) veya aynı isimdeki yeğenini evlat edinmiş; diğer bir anlatıma göre ise hiç evlenmemiş, annesine gençken evlenmek için çok erken olduğunu, yaşlandığında ise artık çok geç olduğunu söylemiştir. Plutarkhos daha önce şu anlatıdan bahsetmişti: Solon, Thales'i ziyaret etmiş ve neden bekar kaldığını sormuş; Thales, çocuklar için endişelenmek istemediğini belirtmiş. Bununla birlikte, birkaç yıl sonra, aile özlemiyle, yeğeni Kybisthos'u evlat edinmiş.
Seyahatleri.
Arkaik Yunanistan'ın kültürü, Levant ve Mezopotamya kültürlerinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Thales'in ticaretle uğraştığı ve Mısır veya Babil'i ziyaret ettiği söylenir. Ancak, Thales'in Yakın Doğu ülkelerini ziyaret ettiğine dair güçlü bir kanıt yoktur ve bu konu akademisyenler arasında tartışmalıdır. Bu tür ziyaretler, özellikle filozofların matematik bilgilerinin kökenini açıklamaya çalışan sonraki yazarlar tarafından, Thales, Pisagor veya Eudoxos gibi çeşitli filozoflara sıkça atfedilmiştir.
Mısır.
Birçok antik yazar, Thales'in yaşamının bir döneminde Mısır'ı ziyaret ettiğini ve orada geometri öğrendiğini varsayar. Thales'in Mısır'ı ziyaret etmiş olması mümkündür çünkü Milet, orada (yani Naukratis'te) kalıcı bir koloniye sahipti. Ayrıca, Thales'in Teb rahipleriyle yakın ilişkileri olduğu ve onlar tarafından eğitildiği veya onlara geometri bile öğrettiği söylenir. Thales'in Mısır'ı aslında ziyaret etmeden, başkalarının anlatımlarından Mısır hakkında bilgi sahibi olmuş olması da mümkündür.
Babil.
Mısır dışında, Yunanlardan önce matematiksel olarak ileri düzeyde olan eski bir medeniyet de Mezopotamya'nın Babil bölgesiydi; bu da matematikle ilgilenen bir filozof için sıkça ziyaret edilen bir yerdi. En az bir antik tarihçi, Josephus, Thales'in Babil'i ziyaret ettiğini iddia eder.
Tarihçiler Roger L. Cooke ve B.L. Van der Waerden, Babil matematiğinin Yunanları etkilediği görüşünü destekliyorlar, örneğin seksajizimal sistem (veya 60 tabanlı sistem) kullanımını örnek gösteriyorlar. Cooke, "Ancak bu konu tartışmalıdır." diye not düşüyor. Diğer tarihçiler, örneğin D. R. Dicks, Babil'in Yunan matematiği üzerindeki etkisini sorguluyor. Çünkü Hipparkos dönemine (MÖ yaklaşık 190-120) kadar seksajizimal sistem bilinmiyordu.
Herodot, Yunanların "gnomon"u (güneş saati) Babil'den öğrendiğini yazmıştır. Thales'in takipçisi Anaksimandros, "gnomon"u Yunanlara tanıtmakla anılır. Herodotos ayrıca, günün 12 parçaya bölünmesi uygulaması ve "polos"'un Yunanlara Babillilerden geldiğini yazmıştır. Ancak bu da tartışmalıdır; örneğin tarihçi L. Zhmud, "gnomon"un hem Mısırlılar hem de Babilliler tarafından bilindiğini, günün on iki parçaya bölünmesi (ve dolayısıyla yılın) uygulamasının Mısır'da zaten MÖ 2. binyılda bilindiğini ve "polos" fikrinin o dönemde sadece Yunanistan'da kullanıldığını belirtir.
Mirası ve etkisi.
Thales'in seyahatleri, sadece onun bilgi birikimini artırmakla kalmamış, aynı zamanda Yunanistan'da bilim ve felsefe alanında yeni bir düşünce tarzının gelişmesine de katkıda bulunmuştur. Bu seyahatler, onun bilimsel keşiflerinde ve felsefi düşüncelerinde önemli bir rol oynamıştır.
Siyasi karakter olarak Thales.
Herodotos'a göre, Thales yalnızca olağanüstü bir entelektüel yeteneğe sahip olmakla kalmamış, aynı zamanda başarılı bir devlet adamıydı. Diogenes Laertius, Thales'in siyasi kariyerine dair şunları belirtir: Kroisos, Miletoslulara katılmaları için elçiler gönderdiğinde, Thales'in karşıt görüşü, şehrin hayatta kalmasını sağlamıştır. Bu, Thales'in hem bilimde hem de siyasette yetenekli olduğunu gösterir. Thales, askeri danışman ve mühendis olarak ün kazanmış, Herodotos'a göre, Halys Nehri'nin yönünü değiştirerek Kroisos'un ordusunun geçişini sağlamıştır.
Herodotos, Kroisos'un Perslerle savaşa girip girmemek için kahinlere danıştığını ve Delfi'den aldığı belirsiz cevaba dayanarak savaşa karar verdiğini aktarır. Halys Nehri'ne vardığında, Thales'in ordusunun geçişini sağlamak için nehrin akışını değiştirdiği söylenir. Thales, nehrin yönünü değiştirerek ordunun geçişine olanak sağlamış, bu şekilde başarılı bir strateji izlemiştir.
Sonrasında Thales, Lidyalılar ile İyonyalılar arasında Medya Krallığı'na karşı yapılan ittifakın danışmanı olarak da görünür. Herodot, Thales'in İyonya şehir devletlerini bir araya getirme konusunda önemli bir rol oynadığını belirtir. Bias'ın İyonyalılara verdiği kölelikten kurtulma tavsiyesinin aksine, Thales İyonya'nın merkezinde Teos'ta, şehir devletlerinin yönetimlerine zarar vermeden bir genel konsey kurmayı önermiştir. Bu öneri, İyonya halkını birleştirmeyi amaçlamıştır.
Thales'in fiziksel dünyayı açıklama yöntemleri.
Thales, doğa olaylarını anlamaya yönelik yaklaşımıyla antik dönemde felsefi ve bilimsel düşüncenin temellerini atan ilk düşünürlerden biri olarak kabul edilir. Onun yöntemi, geleneksel Yunan mitolojisinde görülen doğaüstü açıklamaları reddederek yerine akıl ve gözleme dayalı, rasyonel bir yöntem geliştirmeyi amaçlıyordu. Bu yaklaşım, bilimsel düşüncenin ilk adımları olarak değerlendirilir.
Thales'in yaşadığı dönemde, Yunan kültüründe doğa olayları genellikle tanrılar ve doğaüstü varlıkların etkileriyle açıklanıyordu. Örneğin, depremler Poseidon'un gazabı, yağmur Zeus'un iradesi olarak görülüyordu. Ancak Thales, bu tür açıklamaları sorguladı ve doğa olaylarının doğal nedenlerle açıklanabileceğini savundu.
Thales, evrenin temel maddesinin su olduğunu öne sürdü. Ona göre, yaşamın kaynağı, dönüşümü ve sürekliliği sudan geliyordu. Bu fikir, hem gözlemlere hem de mantıksal çıkarımlara dayanıyordu. Örneğin, bitkilerin büyümesi için suya ihtiyaç duyması, suyun buharlaşarak bulutlara dönüşmesi gibi günlük olaylar onun bu çıkarımlarını destekliyordu.
Thales'in, dönemine göre oldukça ileri bir açıklaması da depremlerle ilgilidir. Ona göre dünya, büyük bir su kütlesi üzerinde yüzen bir gemi gibi hareket ediyordu. Depremler ise bu suyun dalgalanması sonucunda meydana geliyordu. Bu açıklama, dönemin mitolojik anlatımlarından çok farklı olup, fiziksel nedenlere dayalı bir çözümleme içeriyordu. Thales'in yönteminin en önemli özelliği, doğa olaylarının açıklamasında metafizik yerine gözlem ve akıl yürütmeyi kullanmasıdır. Bu yaklaşım, onun döneminde devrim niteliği taşımış ve doğa felsefesinin temellerini atmıştır. Thales, gözlem ve mantık yoluyla hem çevresini anlamayı hem de insanın doğayı kontrol edebilme yetisine ulaşmasını amaçladı. Thales'in fiziksel dünyayı açıklama yöntemi, modern bilimde kullanılan ampirik (deney ve gözleme dayalı) yöntemlerin öncüsü olarak görülür. Onun düşünce tarzı, bilim insanlarının doğa olaylarını tanrılar yerine doğa yasalarıyla açıklama geleneğini başlatmıştır.
Thales'in ticarete ve ekonomiye etkisi.
Thales yalnızca bir filozof ve bilim insanı değil, aynı zamanda ticaret ve ekonomi alanında da zekâsıyla dikkat çeken bir figürdür. Onun bu alandaki başarısı, felsefi düşüncenin pratik hayatta da kullanılabileceğini gösteren bir örnek olarak tarih boyunca sıklıkla anlatılmıştır. Özellikle Aristoteles’in Politika adlı eserinde geçen zeytinyağı presleri hikayesi, Thales'in ekonomik stratejilere olan yaklaşımını açıklayan önemli bir olaydır.
Thales'in, dönemin insanlarının felsefeyi “pratik olmayan” bir uğraş olarak görmesi nedeniyle eleştirildiği anlatılır. Ona göre, felsefe sayesinde hayatın her alanında başarı elde edilebilir, hatta zengin olunabilirdi. Bunun üzerine Thales, felsefi bilgi ve gözlemlerini kullanarak insanlara zekâsını kanıtlama yoluna gitti.
Thales, yıldızlara ve gökyüzüne yaptığı gözlemlerden yola çıkarak, o yıl zeytin ağaçlarının bol ürün vereceğini tahmin etti. Henüz zeytin mevsimi başlamadan önce, çevresindeki zeytin preslerinin kullanım haklarını düşük bir ücret karşılığında kiraladı. Zeytin hasadı başladığında tahmini doğru çıktı ve zeytinyağına olan talep büyük oranda arttı. Thales, zeytin preslerini kullanmak isteyen çiftçilere yüksek fiyatlarla kiralayarak büyük bir servet elde etti. Bu olay, Thales'in ekonomik zekâsını ve risk alma becerisini gösterir. Aynı zamanda, felsefenin pratik yaşamda nasıl kullanılabileceğini de kanıtlamıştır.
Thales'in bu hikâyesi, sadece ticari bir başarı öyküsü değil, aynı zamanda felsefi bir mesaj taşır. Aristoteles'e göre Thales, bu davranışıyla iki şeyi kanıtlamıştır:
Bilginin Gücü; Doğru bilgiye sahip olan bir kişi, bu bilgiyi uygun bir şekilde kullanarak maddi başarı elde edebilir. Thales'in yıldızları gözlemlemesi ve mevsim tahmini yapması buna bir örnektir. Felsefenin Değeri; Thales, felsefenin yalnızca soyut düşünce değil, pratik hayatta da uygulanabilir bir disiplin olduğunu göstermiştir.
Thales'in bu hikâyesi, erken dönem ekonomik düşüncenin temellerine işaret eder. Bugün, modern ekonomide kullanılan bazı temel ilkeler, Thales'in stratejisinde de görülebilir:
Thales'in bu davranışı, yalnızca onun ticari zekâsını göstermekle kalmamış, aynı zamanda bilgi ve ticaretin bir araya geldiğinde güçlü bir araç olabileceğini ortaya koymuştur. Modern iş dünyasında kullanılan veri analizi, piyasa tahmini ve stratejik planlama gibi kavramların antik dönemdeki bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
Thales'in ekonomik alandaki bu başarısı, onun çok yönlü bir düşünür olduğunu bir kez daha kanıtlar. Hikâye, yalnızca felsefenin derinliğini değil, aynı zamanda felsefenin günlük hayattaki uygulamalarını da gözler önüne serer. Thales, hem bir düşünür hem de bir girişimci olarak tarihe geçmiştir.
Thales'in mirası ve sonraki felsefeciler üzerinde etkisi.
Thales, Antik Yunanistan'da felsefenin ve bilimin öncüsü olarak kabul edilir. Milet Okulu'nun kurucusu olan Thales, yalnızca kendi dönemi için değil, sonraki düşünürler için de derin bir etki bırakmıştır. Onun fikirleri, doğa olaylarını açıklamada mitolojik düşünceden rasyonel düşünceye geçişi temsil eder ve bu yaklaşımıyla Anaksimandros ve Anaksimenes gibi öğrencilerinin yanı sıra, diğer birçok filozof ve bilim insanına ilham kaynağı olmuştur.
Thales'in öğrencilerinden biri olan Anaksimandros, hocasının "arkhe" (ilk neden) kavramını geliştirerek, evrenin temel maddesi olarak su yerine "aperion" (sınırsız ve belirsiz madde) fikrini ortaya koymuştur. Bu, Thales'in doğayı açıklama çabasının ne kadar güçlü bir temel oluşturduğunu ve sonraki düşünürlerin onun fikirlerini genişleterek devam ettirdiğini gösterir.
Thales'in etkilediği bir diğer filozof, Milet Okulu'nun bir başka üyesi olan Anaksimenes'tir. Lampsakoslu Anaksimenes, evrenin temel maddesi olarak havayı (aer) önermiştir. Tıpkı Thales gibi o da doğayı gözlemleyerek açıklamaya çalışmış ve mitolojik açıklamalardan uzaklaşmıştır. Bu, Thales’in "rasyonel düşünme" mirasının nasıl sürdürüldüğünü gösterir. Thales'in doğaya dair yaptığı açıklamalar, felsefenin sadece bir metafizik veya teolojik tartışma değil, aynı zamanda doğayı anlama çabası olduğunu ortaya koymuştur. Bu bakış açısı, Yunan felsefesinde bir geleneği başlattı. Platon ve Aristoteles gibi daha sonraki filozoflar, Thales'i "felsefenin babası" olarak anmış ve onun çalışmaları üzerine kendi sistemlerini inşa etmişlerdir. Aristoteles, özellikle onun "su" fikrini eleştirip yorumlarken bile, Thales'in önemini vurgulamıştır. Thales'in evrenin düzenine dair fikirleri, doğa felsefesinin temelini atmıştır. Bu fikirler, evrenin anlaşılabilir bir düzeni olduğu ve bu düzenin rasyonel yollarla çözülebileceği düşüncesini geliştirmiştir. Bu miras, hem felsefe hem de bilim alanında köklü değişimlere yol açmıştır. Örneğin, Pythagoras’ın matematiğe dayalı kozmoloji çalışmaları, dolaylı olarak Thales’in doğa olaylarını düzenli olarak açıklama çabasının devamı olarak görülebilir.
Thales’in "doğa yasalarını gözlemleme ve açıklama" yaklaşımı, modern bilimin temellerini oluşturmuştur. Onun fikirleri, doğa olaylarının mitolojik figürler yerine doğal süreçlerle açıklanabileceğini göstermiştir. Günümüzde bilimsel yöntemin temelini oluşturan bu anlayış, doğrudan Thales'in etkisini taşır. Ayrıca, onun evrenin bir ilk nedeni olduğuna dair tartışmaları, metafizik ve felsefi düşüncenin önemli bir başlangıç noktası olmuştur. Thales'in mirası, sadece öğrencileri ve çağdaşlarıyla sınırlı kalmamış, sonraki yüzyıllarda bilim, matematik ve felsefe alanlarında bir mihenk taşı olmuştur. Doğaya dair rasyonel açıklama arayışı, bilimsel devrimlerin ve modern felsefenin yolunu açmıştır. Thales'in başlattığı bu sorgulama geleneği, günümüzde bile felsefi ve bilimsel düşüncenin temelinde yatmaktadır.
Din ve adalet kavramı.
Thales'in din ve adalet anlayışı, Diogenes Laertios'un aktardığı bilgilere göre şekillenmiştir.
Thales, Tanrı'yı başlangıcı ve sonu olmayan bir varlık olarak tanımlar ve Tanrı'nın iyi ve adil olduğunu, dolayısıyla insanların da bu özellikleri taşımalarını istediğini savunur. Thales, demokratik bir görüşe sahip olmamış, Miletoslu Tiran Thrasybulus'un yönetiminde, tiranlık rejimini onaylamadığını belirterek, Solon’a başka bir yerde yaşamayı önerdiği bir mektup yazmıştır. Thales’in adalet anlayışı, toplumsal kurallar ve ruhsal değerlerle iç içe olup, yurttaşlara yönelik bazı öğütlerde bulunur. Bunlar arasında; çocuklarınıza, ebeveynlerinize gösterdiğiniz sevgiyi beklemeniz, başkalarına acımak yerine onlara hayranlık duymanız, güvendiğiniz kişilerin etkisinden korunmanız, zenginliğin başarıyla elde edilmesi gerektiği, tembellikten kaçınılması, güvenin dikkatlice seçilmesi, ölçülü ve dengeli bir yaşam sürülmesi gibi tavsiyeler yer alır. Ayrıca, bölgesel egemenlikten kaçınılması ve eğitim eksikliğine katlanmanın zorluk yaratacağına dikkat çeker.
Thales'in Miletli düşüncesi.
Milet Okulu'nun kurucusu olarak kabul edilen Thales’in, Homeros ve Hesiodos geleneğinden aldığı kozmolojik sorunu, bu geleneğin ötesine geçerek rasyonel ve natüralist bir yaklaşımla ele aldığı görülmektedir. Aristoteles’e göre, Thales’in evrenin temel ilkesinin su olduğunu öne sürmesine yol açan neden, şu gözlemlerden kaynaklanmıştır: “...Muhtemelen her şeyin sıvı bir maddeden beslendiği, sıcağın da bu maddeden ortaya çıktığı ve onunla varlığını sürdürdüğü yönündeki gözlemleridir. Ayrıca, her şeyin tohumlarının nemli bir yapıda olduğunu ve suyun, nemli şeylerin doğasının kaynağı olduğunu fark etmiştir.”
Bu açıklamalardan, Thales’in gözlemlerine dayanarak suyun evrendeki temel ilke olduğu sonucuna ulaştığı anlaşılmaktadır. Thales, gözlemlerinden yola çıkarak su ile yaşam arasında zorunlu bir bağlantı kurmuş ve bu bağlantıyı genelleyerek doğanın temelinde yer alan ilkenin (arkhe) “su” olduğunu ileri sürmüştür. Ayrıca, birçok düşünür Thales'in, suyun dönüşüm ve değişim süreçlerini, yani katı, sıvı ve gaz hallerinde bulunabildiğini gözlemlediğini ve bu doğrultuda her şeyin sudan türediği görüşünü savunduğunu belirtmektedir.
Teorileri ve çalışmaları.
Thales'den önce, Yunanlar doğayı ve dünyanın temel maddesini; mitoloji, Tanrılar ve kahramanlarla açıklıyorlardı. Yeryüzündeki doğa olayları, (depremler, rüzgâr vb.) tanrılarla bağdaştırılıyordu.
Thales, hem suyu ana madde olarak düşünmesi, hem de doğayı olguları birleştirerek açıklamaya çalışması bakımından, önemli olmuştur. Doğa olaylarının nedenlerini insan biçimli Tanrılardan çok, doğanın içinde aramıştır. Mitolojik açıklamalar ile ussal (akılsal) açıklamalar arasında bir köprü kurmuştur. Thales'den sonra öğrencileri Anaksimandros ve Anaksimenes de aynı çizgide ilerlemiştir.
İlahiyat.
Thales'in tanrı ve ruh kavramlarına dair görüşleri, onun felsefi düşüncesinin önemli bir parçasını oluşturur. Aristoteles'in aktardığına göre, Thales "her şeyin tanrılarla dolu olduğunu" ifade etmiştir. Bu görüş, evrendeki her şeyin canlı ve ruhsal bir yapıya sahip olduğu inancını yansıtır. Thales, doğadaki nesnelerin ve fenomenlerin içsel bir ruha veya ilahi bir güce sahip olduğunu düşünmüştür. Thales, ruhun hareketin kaynağı olduğunu savunmuştur. Bu bağlamda, mıknatısın demiri çekme özelliğini, mıknatısın bir ruha sahip olmasıyla açıklamıştır. Bu yaklaşım, cansız nesnelerin bile bir tür ruh veya yaşam gücüne sahip olabileceği düşüncesini ortaya koyar.
Thales'in tanrı kavramı, geleneksel Yunan mitolojisindeki antropomorfik tanrı anlayışından farklıdır. O, tanrıları doğanın içsel bir parçası olarak görmüş ve evrendeki düzeni ve hareketi bu ilahi güçlerle ilişkilendirmiştir. Bu yaklaşım, panteistik bir bakış açısını yansıtır; yani tanrı ve doğa birbiriyle iç içe geçmiş ve ayrılmaz bir bütün olarak kabul edilir.
Thales'in tanrı ve ruh hakkındaki görüşleri, doğa olaylarını ilahi güçlerle açıklama eğiliminde olan dönemin düşünce yapısından, rasyonel ve gözleme dayalı bir anlayışa geçişin başlangıcını temsil eder. Onun evrenin canlı ve tanrılarla dolu olduğu inancı, doğadaki düzen ve hareketin ilahi bir kaynağa dayandığı düşüncesini ortaya koyar. Bu perspektif, sonraki filozoflar ve düşünürler üzerinde derin bir etki bırakmış ve felsefenin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır.
Su, her şeyin sebebidir.
Thales maddenin ilk öğesi ("arkhe, töz") olarak suyu ileri sürmüştür. İlk öğe olduğundan dolayı toprağın suyun üzerinde bulunduğunu, dünyanın bir tepsi gibi olduğunu ve su tarafından taşındığını söylemiştir. (Dünya bir gemi gibi hareket ediyormuş ve suyun hareketliliği nedeniyle sallandığı zaman insanlar deprem oluyor sanıyormuş.)
Aynı zamanda Thales her şeyin temelinin meydana geldiği şey olduğunu düşünmüştür (Thales'e göre madde ile güç doğal bir bütündü ve henüz birbirinden ayrılmamışlardı ve temel maddede tanrısal yaratma gücü bulunuyordu.)
Thales, görünüş ile gerçeklik arasındaki farkı ve 'çokluk ile birlik' arasındaki ayrımı vurgulayarak, değişen ve zamanla var olan her şeyin gerçek bir varlık olmadığını savunmuştur. Ona göre, sürekli değişen ve farklılık gösteren fenomenler, gerçekliğin kaynağını oluşturmaz. Thales, "gerçekten var olan nedir?" sorusunu yanıtlamanın tek yolunun, görünüşler ve çokluk ile gerçeklik ve birlik arasındaki ilişkiyi doğru şekilde anlamaktan geçtiğini ileri sürmüştür. Gerçeklik, onun gözünde, sadece duyularla algılanan geçici ve çokluk halindeki şeylerden ibaret değildi. Bunların ötesinde, akıl yoluyla kavranabilecek, sabit ve değişmeyen bir gerçekliğin var olduğunu düşünmüştür.
Bu kalıcı ve sürekli gerçeklik, Thales'e göre, gözle görülen çokluğun ötesinde, onu açıklayabilecek bir temel varlıkla ilişkilidir. Thales, çokluğun ardında yatan bu birliğin "su" olduğunu öne sürmüştür. Suyu, doğanın temel unsuru ve tüm varlıkların kaynağı olarak görmüş, çeşitliliğin, değişimin ve tüm fenomenlerin aslında bu birliğin farklı halleri olduğunu savunmuştur. Yani, her şeyin kökeninde bir birlik vardır ve bu birlik, su gibi temel bir unsurdan türemektedir. Bu şekilde, doğanın görünüşteki karmaşık yapısının, aslında bir ve aynı kaynaktan çıktığını ifade etmiştir. Thales'in bu düşüncesi, doğanın temeli ve değişimin arkasındaki sürekli unsuru anlamaya yönelik önemli bir ilk adımdı.
Güneş tutulması tahmini.
Thales (MÖ 624-546), Antik Yunan'ın ilk filozoflarından biri olarak kabul edilir ve bilimsel düşüncenin öncülerindendir. Thales'in en dikkat çekici başarılarından biri, MÖ 28 Mayıs 585 tarihinde gerçekleşen güneş tutulmasını önceden tahmin etmiş olmasıdır. Bu olay, Lidyalılar ve Medler arasındaki savaş sırasında meydana gelmiş ve savaşın sona ermesine neden olmuştur.
Thales'in bu tutulmayı nasıl tahmin ettiği konusunda kesin bilgiler bulunmasa da, bazı teoriler mevcuttur. Thales'in, Babil ve Mısır'da edindiği astronomi bilgilerini kullanarak, tutulmaların periyodik döngülerini öğrenmiş olabileceği düşünülmektedir. Özellikle Babil astronomları tarafından bilinen ve yaklaşık 18 yıl 11 gün süren Saros döngüsü, güneş ve ay tutulmalarının tekrarını öngörmede kullanılıyordu. Thales'in bu döngüyü öğrenmiş ve uygulamış olabileceği olasılığı üzerinde durulmaktadır.
Ancak, Thales'in güneş tutulmasını tam olarak nasıl tahmin ettiği konusunda net bir bilgi yoktur. Bazı kaynaklar, Thales'in bu tahmini yapmış olabileceğini belirtirken diğerleri bu iddiayı şüpheyle karşılamaktadır. Örneğin, Herodotos'un anlatımına göre, Thales bu tutulmayı önceden bildirmiştir. Ancak, Herodotos'un bir tarihçi değil hikâye anlatıcısı olduğu ve anlatılarına şüpheyle bakılması gerektiği de belirtilmektedir.
Thales'in güneş tutulmasını tahmin etmesi, Antik Yunan'da bilimsel düşüncenin gelişimine önemli bir katkı sağlamış ve astronomi alanında ilerlemelere öncülük etmiştir. Bu olay, bilimsel gözlem ve hesaplamaların önemini vurgulayan tarihi bir örnek olarak kabul edilmektedir.
Astronomi ve mühendislik.
Thales'in, bir kuleden, denizdeki gemilerin uzaklıklarını geometrik yöntemlerle hesaplayabilmekte olduğu söylenir. Gölgemizin bizimle aynı uzunlukta olduğu zamanı gözleyerek, piramitlerin uzunluğunu, gölgelerine bakarak hesaplamıştır. Aynı zamanda Nil nehrinin yükselmesinin rüzgâra bağlı olduğunu bulmuştur.
Matematik-geometri.
Matematik alanında çığırlar açmış birisidir. Eski Yunan bilginlerinden Kallimakhos'un aktardığı bir düşünceye göre denizcilere kuzey takımyıldızlarından Büyükayı yerine Küçükayı'ya bakarak yön bulmalarını öğütlemiştir. Aynı zamanda Mısırlılardan geometriyi öğrenip Yunanlara tanıtmıştır.
Thales'in Üçgen Teorisi, antik Yunan matematikçisi Thales'in, geometriyle ilgili keşiflerinden biri olarak kabul edilir. Thales, MÖ 6. yüzyılda yaşamış ve özellikle geometriye katkılarıyla tanınmıştır. Thales'in üçgen teorisi, modern geometriye önemli bir temel oluşturmuş ve birçok sonraki keşfi etkilemiştir.
Thales'in Üçgen Teorisi, özellikle dik üçgenlerle ilgilidir. Bu teoriye göre:
Bir çember çizin ve çemberin çapını seçin. Çapın iki ucunu birleştirerek bir üçgen oluşturun. Bu üçgenin en büyük açısı, her zaman 90 derece (dik açı) olacaktır. Yani, çap üzerindeki herhangi bir noktadan çembere dik bir çizgi çizdiğinizde, bu çizgi üçgenin dik açısını oluşturur.
Bulduğu bazı geometri teoremleri şunlardır:
Fizik.
Thales, aynı zamanda fiziksel gözlemler yaparak, erken dönemde bilim dünyasına önemli katkılarda bulunmuş ve bu nedenle tarihteki ilk beş fizikçiden biri olarak kabul edilmiştir. Elektrik ile ilgili ilk bilgileri, yaptığı iki önemli deney sayesinde edinmişizdir. Kehribarın, hafif malzemeleri çekme özelliğini ilk keşfeden kişi Thales'tir. Bu gözlem, "elektrik" teriminin (Yunanca "ἤλεκτρον", yani "elektron") sarı kehribar ile ilişkilendirilmesine yol açmıştır. Ayrıca, MÖ 600 civarında Magnesia'da yaptığı bir diğer deney, demir oksidin mıknatıs özelliklerini gözler önüne sererek manyetik alanlar hakkında önemli veriler elde edilmesini sağlamıştır.
Vefatı.
Thales'in (MÖ 624-546) ölümü hakkında kesin ve net bilgiler bulunmamakla birlikte, antik kaynaklarda farklı anlatımlar mevcuttur. Diogenes Laertius'a göre, Thales bir jimnasyumda yarışmaları izlerken aşırı sıcak, susuzluk ve yorgunluk nedeniyle hayatını kaybetmiştir. Bu anlatım, Thales'in ileri yaşında fiziksel zayıflık nedeniyle vefat ettiğini göstermektedir.
Başka bir rivayete göre ise Thales, Atina'da düzenlenen Olimpiyat Oyunları sırasında sıcaktan bitkin düşerek ölmüştür. Bu anlatım da benzer şekilde, Thales'in sıcak hava koşulları nedeniyle yaşamını yitirdiğini belirtir.
Thales'in ölümüne dair bir diğer efsanevi hikâye, onun geceleyin yıldızları incelerken bir kuyuya düştüğünü ve bu nedenle öldüğünü anlatır. Bu hikâye, filozofların soyut düşüncelere dalarak pratik gerçeklikten kopmalarını eleştiren bir sembol olarak da yorumlanmıştır.
Bu farklı anlatımlar, Thales'in ölümüne dair kesin bir bilgi sunmasa da, onun yaşamının son dönemlerine dair çeşitli perspektifler sunmaktadır. Ancak, bu rivayetlerin doğruluğu konusunda kesin bir yargıya varmak mümkün değildir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18042",
"len_data": 26789,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.68
}
|
Alexander Graham Bell (3 Mart 1847, Edinburg, İskoçya - 2 Ağustos 1922, Baddeck, Kanada), telefonun icadı ile tanınan İskoçya doğumlu Amerikalı bilim insanıdır.
Yaşamı.
Telefonu icat eden Graham Bell, aslında sağırların sessizliğini ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Bunu başaramadı ama her gün yeni bir özelliğe kavuşan telefonla birbirinden kilometrelerce uzaktaki insanların birbirlerini duymalarını sağladı. Graham Bell'in annesi doğuştan işitme engelliydi. Dedesi ve babası yıllarını işitme engellilere adadı. Özellikle babası işitme engellilere duymasalar bile konuşmayı öğretmenin yollarını geliştirmeye çalıştı. İki kardeşi veremden ölünce, babası kalan tek oğlunun sağlığı için Kanada'ya göçtü. Babasının ölümünden sonra onun çalışmalarını tanıtmak ve yaymak için çabalayan Graham Bell Amerika Birleşik Devletleri'ne gitti. Önce Ontario'ya, daha sonra Boston'a yerleşti. Burada bir süre işitme engellilere dil öğretmeni yetiştiren okulda çalıştı. Daha sonra kendi okulunu kurdu.
Ünü kısa sürede yayılan Bell, Oxford Üniversitesi’ne konuk öğretmen olarak çağrıldı. İngiltere'de eline geçen Alman Hermann von Helmholtz adlı bilginin işitme fizyolojisine ilişkin kitabını okudu. Müzik sesinin bir tel aracılığı ile aktarılabileceği düşüncesi üzerinde yoğunlaştı. Bu sırada başka bilim insanları da bu konularda çalışmalar yürütüyordu. Hatta kendisinden yıllar önce Antonio Meucci böyle bir cihaz yapmış, ama patentini alamamıştı.
İngiltere'den dönen Bell, Boston Üniversitesi İnsan Sesi Fizyolojisi dalı profesörlüğüne getirildi. Kuramsal bilgilerini teknik destekle yaşama geçirmeye ve işitme engelliler için duymalarını sağlayacak aletler yapmaya girişti. Thomas Watson adlı bir elektrik mühendisi ile birlikte çalışmaya başladı. Çalışmalarını yürütmek için maddi destek gerektiğinde kendisine Avukat Gardnier Greene Hubbart yardım elini uzattı. Bell ve Watson 1875 yılında sesin tel üzerinden bir başka yere gittiğini ortaya çıkardı. Ancak ses anlaşılmaz bir durumdaydı. 14 Şubat 1876 günü Bell ve Gray telefon patenti almak için ayrı ayrı başvuru yaptı. Bell'e 7 Mart 1876 günü istediği patent verildi. 174.465 nolu patentini alan Bell atölyede denemelerini sürdürürken telefonu çalıştırmak için kullandığı bataryadan pantolonuna asit döküldü. Watson'u yardıma çağırdı:
"Mr. Watson. Come here. I want to see you" ("Bay Watson. Buraya gelin. Sizi görmek istiyorum.")
Bell yardımcısını yardıma çağırırken farkında olmadan 10 Mart 1876 günü ilk telefon görüşmesini yaptı. Watson, Bell'in sesini "telefon"dan duydu. ABD'nin 100. kuruluş yıl dönümüne denk gelen bu buluşu ona düzenlenen Yüz Yıl sergisinde birçok ödül kazandırdı. Bell, bilimsel çalışmalarını yürütmek için maddi ve manevi destek gördüğü Hubbart Ailesi’nden Mabel ile bir yıl sonra evlendi.
Eşi dört yaşından beri sağırdı. Bell, öğrencisi olarak tanıdığı ve daha sonra evlendiği Mabel'e derin bir sevgi duydu. Artan ününe karşın hiçbir zaman ne eşini ne de işitme engellileri göz ardı etmedi. Eşine yazdığı bir mektupta "Eşin hangi noktaya çıkarsa çıksın, ne denli zengin olursa olsun, emin ol işitme engellileri ve onların sorunlarını her zaman düşünecektir" diye yazmıştır.
Bugün öne çıkan buluşlarının gölgesinde kalan yapıtlarının çoğu işitme engeli konusundaydı. İşitme engelli annesinin ve eşinin duyamadığı sesleri kaydetmeyi başardı. "Gramofon"dan kazandığı parayı bugün de işitme engelliler için çalışmalar yürüten Alexander Graham Bell İşitme Engelliler Kurumuna harcadı. Fransa hükûmeti insanlığa hizmetinden dolayı onur ödülü ve para ödülü verdi. Verilen parayı Washington'da işitme engelliler için Volta Enstitüsü’nü kurmada kullandı. İlk el telefonunu geliştirmek için Bell teknik sorunları alt etmeye çalışırken bir yandan da kendisini dava eden Gray'a karşı hukuk savaşı verdi. Telefon atölyeden 4 yılda çıkabildi. 1880 yılında Bell'e yardım eden Tainer radyofon adını verdikleri aleti denedi.
Bir okulun tepesine çıkan Tainer çok uzaktan görebildiği Bell'e telefonla seslendi "Bay Bell. Bay Bell. Beni duyabiliyorsanız lütfen pencerenin önüne gelip şapkanızı sallayın." Bell şapkasını salladığında artık telefon doğumunun ardından emeklemeye başladı. Sekiz yıl sonra Connecticut eyaleti ilk telefon şebekesine sahip kent oldu.
Telefon yakın yıllara dek Türkiye'de olduğu gibi santraller ve memurlar aracılığı ile yürütülüyordu. Bir süre sonra santrallerde erkek memur yerine kadın memurun çalışması geleneği başladı. İlk kadın santral memuru da Boston'da çalışmaya başlayan Emma Nutt oldu.
Kimi siyah beyaz filmlerde gülme konusu yapılan "manyetolu telefon" görüşmeleri 1899 yılında Almon B. Stowger adlı birinin katkısı ile otomatikleşmeye yöneldi. İşin garip tarafı Stowger telefoncu değil cenaze levazımatçısıydı. Rakibinin eşi telefon şirketinde çalışıyordu. Cenaze işleri için Strowger'ı arayanları bu memur kendi eşine bağlıyordu. Bu zor durum karşısında çözüm bulmak için kolları sıvayan Strowger otomatik santralı yapmayı başardı. Halk yeni telefona "kızsız telefon" adını taktı.
Bugünkü telefonlara benzemeyen bir biçimdeydi. Üzerinde birler, onlar, yüzler basamağını temsil eden üç tuş bulunuyordu. Bağlanmak istenen numara tuşlara aranan numarada yer alan rakamın değeri kadar basılarak sağlanıyordu. Arayan kişi tuşa kaç kez bastığını sık sık şaşırdığı için karmaşaya da yol açıyordu. Bunun da çözümü çok geçmeden bulundu.
Kısa sürede New York sokaklarını telefon direkleri ve kablo hatları örümcek ağı gibi kapladı. Yürünmez bir hale gelen sokaklardaki bir telefon direği kabloları tutan 50 çapraz tahta taşıyordu. Telefon günlük yaşama değişik biçimlerde girmeye başladı.
O yıllarda yayımlanan gazetelere verilen bir reklamda telefon şöyle tanıtıldı:
"Sohbet. Ağızdan kulağa telefonla konuşarak çok daha rahat."
Bell 1915 yılında New York'u San Francisco'ya bağlayan ilk uzun kentler arası telefon hattını açtı. Karşısında yine yardımcısı Watson vardı. Aradan geçen onca yıla karşın Bell ilk günü unutmadı. Watson'a "Watson seni istiyorum, buraya gel" dedi.
Telefonun olanaklarından yararlanarak müşteri çekmek isteyen oteller arasında kıyasıya bir savaş başladı. Oteller ünlü müzik, tiyatro, opera, konser salonlarına bağlanan telefon "Tiyatrofon" hattı ile aldıkları sesi lobilerinde oturan müşterilerine dinletmeye başladı. Bu, evlere ve iş yerlerine yayıldı.
Graham Bell belleklerde telefonun bulucusu olarak yer etse de adının öne çıkmadığı çalışmaları da vardı. Bunlardan biri büyük bir ilgi ile tüm dünyanın izlediği National Geographic dergisindeki yöneticiliğiydi. Yüz yirmi yıl önce silahlı saldırıya uğrayan ve ağır yaralanan ABD Başkanı Garfield'ın bedenindeki kurşunların yerini belirlemede ilk kez kullandığı telefonik sonda, Röntgen'in X ışınları ile tanıyı geliştirilmesinde kullanıldı. Deniz ve hava taşımacılığı için projeler gerçekleştirdi.
1893 yılında telefon ile ilgili gelişmeleri kaleme alan bir yazar gözlemini şöyle dile getirdi: "Şu anda duyabildiğimiz sanatçı ve şarkıcıları bir süre sonra insanlık görmeyi de başaracak."
Patentleri.
"TIFF formatında U.S. patent görüntüleri"
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18045",
"len_data": 7003,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.64
}
|
George Boole (d. 2 Kasım 1815, Lincoln - ö. 8 Aralık 1864, Ballintemple), İngiliz matematikçi, eğitimci ve filozof.
Boole, yirmi yaşına gelince bir özel okul açtı. Burada matematik öğretmesi gerekiyordu. Babasından aldığı derslerin faydasını gördü. O zamanın el kitaplarını gözden geçirdi. Abel ve Galois gibi büyüklerin kitaplarını okudu. Fazla bir matematik bilgisi olmayanların okuyup anlayamayacağı kesin olarak bilinen Laplace'ın ""Gök Mekaniği" ni hiç kimsenin yardımı olmadan okuyup anladı. Lagrange'ın "Analitik Mekanik" adlı eserini tam anladı. Artık, kendisinin yolunu çizmişti. İlk ilmi çalışması olan değişim hesabı yayınlandı. Yine tek başına çalışmasının ürünü olan invaryantları keşfetti. Zaten bu invaryantlar olmasaydı; rölativite (bağlılık) kuramı olmazdı. Cebirsel denklemlerdeki boşlukları doldurdu.
Boole'un yaşadığı dönemde, bir dergide adamın olmadığı sürece bir çalışmanın yayınlatılması olanaksızdı. Boole, bu bakımdan şanslıydı. Çünkü, 1837 yılında, İskoçya'lı D. F. Gregory adında bir matematikçi, "Cambridge Mathematical Journal" adında bir dergi çıkarıyordu. Boole, derginin müdürüne çalışmalarının birkaçını verdi. Gregory bu çalışmaların orijinalliğini ve yazış biçimini çok beğendi. Yazıları yayınladı. Böylece, iki matematikçi arasında dostça bir arkadaşlık ve mektuplaşmalar hayatı boyunca sürdü.
Modern cebir kavramı, Peacock, Herschel, De Morgan, Dabbage, Gregory ve Boole sayesinde yerini aldı. Boole, sembol ve işlemleri kullandı. de Morgan'ın hem hayranı ve hem de büyük bir dostuydu. İngiltere'deki büyük matematikçilerle ya kendisi doğrudan ya da mektupla haberleşiyordu. 1848 yılında "Mantığın Matematik Analizi"" adlı bir çalışması yayınlandı. Bu eser matematikte yeni bir çığır açmış ve Boole da kesin bir üne kavuşmuştu. Bu broşür, de Morgan'ın da takdirlerini topladı. Bu eser, bundan altı yıl sonra ortaya çıkacak olan bir çalışmanın müjdecisi olacaktı.
1849 yılında matematik profesörü olan Boole'un 1854 yılında, mantık ve olasılıklar üzerine büyük bir eseri yayınlandı.
İki-değerli Aristoteles mantığını matematiksel temellere oturtan simgesel mantığı oluşturmuştu. Buna Boole mantığı, Boole cebiri, matematiksel mantık, simgesel mantık, vb adlar verilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18050",
"len_data": 2211,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.94
}
|
Ensefalit veya beyin iltihabı, beynin akut enflamasyonudur. Menenjit ile birlikte ise meningoensefalit olarak isimlendirilir.
Şiddetli baş ağrısı, ense sertliği ve ateş gibi belirtilerle başlar. Bu hastalığa kabakulak, herpes simplex, influenza, enfeksiyoz hepatit ve enfeksiyoz mononükleoz gibi virüsler neden olurlar. Kuduz virüsünün neden olduğu ansefalit ise öldürücüdür. Bu hastalığa, bakteriye rastlanmadığı göz önünde tutularak, cerahatli menenjitten ayırmak için aseptik menenjit adı da verilir. Teşhis için alınan beyin omurilik sıvısında, glikoz, normal hücreler yani lenfositler ve albüminin artmış olduğu görülür.
Lenfositler çok arttığı için lenfositik koriomenenjit adı verilen bir viral menenjit tipi daha vardır ki, grip gibi, salgın olarak görülür. Bu gibi vakalarda baş ağrısı, ateş, ense sertliği gibi menenjit belirtileri hafif olarak vardır. Hastalık genellikle 1-2 haftada semptomatik tedavi ile iyileşir.
Tedavide antiviral ve ağrı kesici, ateş düşürücü ilaçlar kullanılır. Komada gibi baygın yatan hastalar hastanede bakıma alınır, kas kasılmaları şeklinde görülen konvülsiyonların hastaya zarar vermemesine çalışılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18062",
"len_data": 1142,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.71
}
|
Rahmân (Arapça الرحمن), İslam'da bir kavram olan ve Kur'an'da geçen Allah'ın 99 isminden biridir.
Anlamı.
Raḥmān; Allah'ın bir sıfatı, İbranice ve Aramice "merhamet", fiil olarak sevme, acıma, merhamet etme, bağışlama, rahmet anlamlarına gelir. Aynı fiil kökü Arapçada da mevcut olduğu halde, sıfat biçimi Aramcadan alıntıya işaret eder.
Etimoloji /tarihçe.
Rahman Kur'anda geçen Arapça olmayan kelimeler arasında sayılır. Rahman ve Rahim kelimelerinin kaynağını aldığı RHM kökü Akadca gibi antik diller başta olmak üzere birçok Ortadoğu, İran ve Hint dillerinde ortak kullanımlara sahiptir. Kelimenin hangi dilden kaynaklandığı ve diğer dillere geçtiği konusunda dillerin gelişim evreleri, tarih ve kronoloji bilimlerinden faydalanılabilir. Rahman, Rahim ve İbrahim gibi kelimelerin kökenleri konusunda ilahiyatçı yazar İhsan Eliaçık’ın açıklamaları: “Bu kökten gelen kelimelerin eski dünya dillerinde meşhur ve yaygın olduğunu görüyoruz; Akadcada dölyatağı, rahîm (remu), merhamet eden tanrı (remânu), Aramice rahîm, merhamet (rhm), İbranîce rahîm, merhamet (raham), Hindçe iyilik tanrısı (Brahma) hep aynı kökten… Sevginin ve merhametin babası anlamına gelen Eb-Raham’ın bütün Sami dillerinde ve hatta Hindçede bile kullanıldığını görüyoruz. Buralardan evrilerek Arapçaya İbrahim olarak geldiği anlaşılıyor.” Bu yaklaşım diğer kaynaklarca da desteklenmektedir.
Bu sıfat terimi (Rahmanan/Rahman) nin bilinen en eski kullanımı, Akadca ve Aramice yazılmış ve Hadad'a adanmış bir yazıtta bulunuyor.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18064",
"len_data": 1497,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 4.2
}
|
Rahîm (Arapça الرحيم), İslam'da bir kavram olan ve Kur'an'da geçen Allah'ın 99 adından biridir.
Anlamı.
Bağışlayıcı, sevdiklerine ve müminlere merhamet eden, onlara nimet veren, onları koruyan, onlara acıyan demektir.
Etimoloji.
Rahman ve Rahim kelimelerinin kaynağını aldığı RHM kökü Akadca gibi antik diller başta olmak üzere birçok Ortadoğu, İran ve Hint dillerinde ortak kullanımlara sahiptir. Kelimenin hangi dilden kaynaklandığı ve diğer dillere geçtiği konusunda dillerin gelişim evreleri, tarih ve kronoloji bilimlerinden faydalanılabilir. Rahman, rahim ve ibrahim gibi kelimelerin kökenleri konusunda ilahiyatçı yazar İhsan Eliaçık’ın açıklamaları: “Bu kökten gelen kelimelerin eski dünya dillerinde meşhur ve yaygın olduğunu görüyoruz; Akadcada dölyatağı, rahîm (remu), merhamet eden tanrı (remânu), Aramice rahîm, merhamet (rhm), İbranîce rahîm, merhamet (raham), Hindçe iyilik tanrısı (Brahma) hep aynı kökten… Sevginin ve merhametin babası anlamına gelen Eb-Raham’ın bütün Sami dillerinde ve hatta Hindçede bile kullanıldığını görüyoruz. Buralardan evrilerek Arapçaya İbrahim olarak geldiği anlaşılıyor.” Bu yaklaşım diğer kaynaklarca da desteklenmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18065",
"len_data": 1169,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 4.05
}
|
Melik, (Arapça: ملك) Arapça bir kelime olup "kral" anlamını taşır. "Mülk" kökünden türemiştir. Orta doğu bölgesinde konuşulan birçok dilde yer alır. Melike ise Arapçada kraliçe anlamındadır. Türkiye Selçuklu Devleti'nde, hanedana mensup olup Sultan olmayan kişilere "Melik" denirdi. Melikler genellikle eyaletlerin başına, yanlarında danışmanlık yapması için bir atabeğ eşliğinde atanırdı.
Siyaset.
Siyasi alanda kullanımı hükümdarlık sıfatı olarak görülmektedir. Melik tarafından yönetilen Arap krallıkları olarak Bahreyn, Fas, Suudi Arabistan ve Ürdün sayılabilir.
Din.
İslam dininde, Melik (الملك) Allah'ın 99 isminden biridir. Kullanımı şöyledir: "sultanin bila azl ; Melikun bila acz" yani "azli olmayan Sultan; aczi olmayan Melik " olarak Cevşen de tanımlanmaktadır. Burada daha çok mutlak anlamda, "krallar kralı", anlamını taşımaktadır, denilebilir.
Ordu.
Hükümdarlığın yanı sıra, Melik ordularda 10.000 atlıdan sorumlu, yüksek bir rütbe olarak da kullanılmıştır. Bu kullanımına özellikle onluk tabana göre yapılandırılmış müslüman Hindistan ordularında rastlanır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18066",
"len_data": 1072,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.53
}
|
Mümin (mü'min) (Arapça المؤمن), iman eden veya güvenen anlamında Arapçadan Türkçeye geçmiş bir kelimedir.
Etimoloji.
Mümin Arapça EMN'den ismi fail olarak türetilmiştir. Aynı kökten türetilen diğer kelimeler emin, iman, amin, emniyet, emanet gibi kelimelerdir. Kelimenin Eski Mısır'ın tanrı kralı Amun-Ra'nın adından Arapçaya Amin şeklinde geçmiş olması (muarreb) ve diğer kelimelerin bu kökten türetilmiş olması olasıdır. (bkn. Âmin)
İslami literatürde kullanımı.
Kur'an'da Allah tarafından belirlenmiş olan bu sıfat, Allah'a güvenerek inanan veya kendisine güvenilen anlamına gelmektedir. İnancın, Allah ile kul arasındaki güçlü güven bağının adıdır.
Aynı zamanda Kur'an'da geçen Allah'ın güzel isimlerinden birisidir. İsim Allah'a izafe edildiğinde anlam değişikliği yapılarak (ismi mef'ul) güvenilen şeklinde anlamlandırılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18069",
"len_data": 829,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.93
}
|
Cebeci Ocağı, Osmanlı ordusunda, silahların temin edilmesi, korunması ve sefer zamanında cepheye götürülmesiyle görevli kapıkulu ocağı idi. Ocağın adamlarına, Cebeciler denilmekteydi.
Cebeci Ocağı, Fatih Sultan Mehmet zamanında kurulmuştur. Banisi Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli'dir. İlk zamanlarda bu ocağın mensupları, yeniçeriler gibi, acemi oğlanlar arasından seçilmekteydi. Bunlar, ocağa "şâkird" yani 'öğrenci' sıfatıyla alınırlar, sonra asıl Cebeciler arasına geçerlerdi. Maaş defterlerinden anlaşıldığına göre Cebecibaşı, 59 bölük ve 37 orta bölük olmak üzere 96 odaya ayrılmıştı. Cebeci ortaları, silah yapan, tamir eden, barutları geliştiren ve savaş araç-gereçlerini hazırlayan sınıflardan oluşuyordu. Bunların arasında ayrı bir sınıf olarak, humbara dökücüleri, barutçular ve lağımcılar da vardı.
Cebecilerin en büyük subayına, Cebecibaşı adı verilirdi. Cebecibaşılık makamı boşaldığı zaman, başkethüda bu makama tayin edilirdi. Ancak bazen, Cebehâne başçavuşunun, hattâ sonraları ocak dışından da, Cebecibaşı tayin edildiği olmuştur. Cebecilerin, rütbe bakımından, Cebecibaşı ve dört kethüdadan sonra sırasıyla, cebeci başçavuşu, büyük ve orta kumandanları, odabaşıları ve küçük subaylar gelirdi. Ocağın hesap işlerine "Cebeci Kâtibi" bakardı.
Cebeciler, başlarında iki ucu omuzlarına doğru sarkan ve dört tarafı yeşil çuha olan şebkülah denilen serpuşu giyerler ve merasim esnasında bunun üzerine tüy takarlardı. Cebecilerin malûl ve ihtiyarları, ocaklarının kanunu üzere belli miktarda aylığa bağlanarak emekliye ayrılırlardı.
Cebehâne, Ayasofya Camii karşısında, son devirde yanmış olan adliye binasının yerinde idi. Burada zabit ve neferlerin odaları, silah ve sair harp malzemesi tamirhanesi ve depo bulunuyordu. Cebehâne için lâzım olan mamul ve gayri mamul bütün eşya, bu depoda bulunurdu. Yeniçerilere ait cebe (zırh) üzerlerinin kumaşları, tolga kılıfları, zırh keseleri, meşin, bakır, pamuk ipliği, keten, çelik, kayık, tüfenk maşası, cebehâne ambarında bulunan eşyadan bir kısmıdır. Bunlardan başka kürek, kazma ve bunların sapları, tüfenk kundağı ve diğer imal edilmiş malzemeler, hep burada bulunur ve yapılırdı. Bu eşyadan gerekli olanların donanmaya ve kalelere gönderilme sorumluluğu Cebecibaşıya aitti. Cebehâne'de levazım azaldığı zaman, bu noksanı Cebecibaşı dîvâna arz eder ve noksanlar tamamlanırdı. Yeniçeriler, devlet merkezinde bulunurlarken tüfenk taşımaları yasak olduğundan, bunların talim zamanlarında kullanacakları tüfenkleri, Cebecibaşı verir ve işleri bitince yine geri alırdı.
Kalelere silah ve cephane gönderilmesi, oradaki cephanenin muhafazası, Cebeci Ocağı tarafından gönderilmiş olan Cebecilere aitti. Bu kalelerdeki silah, cephane ve barut gibi harp levazımının muayeneleri ve işe yarayıp yaramayacağının tetkiki, Cebecibaşı tarafından yapılırdı. Kalelerde hizmet eden Cebeciler de, Yeniçeriler gibi üç sene müddetle kale hizmetinde bulunurlar ve sonra merkeze getirilip, yerlerine başkaları gönderilirdi. Bu cebecilerin başlarında zabitleri bulunurdu.
Savaş zamanında, yeniçerilere ait harp levazımatı, Cebeciler vasıtasıyla katır ve develerle nakledilir ve harp mıntıkasına girildikten sonra, kendilerine dağıtılırdı. Ordu, savaş meydanında yerini aldığı zaman, Cebeciler ordunun merkez cephesinin gerisinde bulunurlardı.
Cebecilerin sayıları, devirlere göre artıp eksilme göstermiştir. I. Süleyman devrinde sayıları 700 iken, 1570 yılında 4.000, Eğri Seferi'nde 3.000, IV. Murat devrinde 7.000-8.000 olmuş, 1702 yılında ise 2.500'e kadar indirilmiştir.
1826 yılında, II. Mahmud, yeniçerilerle birlikte artan itaatsizlikleri dolayısıyla Cebeci Ocağını da kaldırmıştır.
Daha sonra, modern bir anlayışla Asâkîr-i Mansûre-i Muhammediyye ordusunun kurulmasıyla birlikte, 1.054 neferden meydana gelen yeni bir Cebehâne sınıfı kuruldu. Sağ ve sol kol olarak tertip edilen ve birer Bölükbaşının kumandanlığı altında idare olunan bu yeni teşkilat, 1860'a kadar varlığını korumuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18072",
"len_data": 3923,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.53
}
|
Geb ve Nut'un oğlu yeraltı dünyasının hakimi, ölümsüz yaşam için diriliş tanrısı, kardeşi Set'in tam zıddı olarak iyilik tanrısı, kural koyucu, koruyucu; ölülerin yargıcı lahdinin bulunduğu yer Abidos’ta kültünün oluştuğu yerdir. Osiris, Nut ve Geb’in ilk çocuğuydu. Set, Nephthys ve İsis’in kardeşiydi, aynı zamanda İsis’in kocasıydı. Horus, İsis'ten oğluydu. Bir hikâyeye göre Nephthys, İsis gibi davranarak ve Osiris’i baştan çıkarmış ve Anubis’i doğurmuştur. Osiris adı bu tanrıya eski Yunanların verdiği bir addır. Osiris’in eski Mısırcadaki asıl adı “gözün yeri” anlamındaki "As-âr"dır (ya da "Usire"). Bu ad, hiyeroglif yazısı ile yazılırken iki ideogram kullanılarak yazılır; kullanılan iki ideogramdan biri taht, diğeri gözdür.
Osiris başta erkeklerin dünyasının kural koyucusu olmuş ve Ra gökyüzüne kural koymak için dünyayı bıraktığında kardeşi Set, Osiris'i öldürdü. İsis'in sihri sayesinde tekrar yaşama döndü. İlk ölen yaşayan canlı olduğu için sonraları ölülerin lordu oldu. Oğlu Horus, onun ölümünün öcünü aldı. Set'i yendi ve onu batı Mısır'ın çölüne (Sahra) gönderdi.
Tüm Mısır tarihi boyunca dualar ve büyüler Osiris'e yöneltilmişti, onu kutsayarak kendisinin kural koyduğu öbür dünyaya girmesi umulmuştu, özellikle Orta krallık döneminde popülaritesi arttı. 18. sülale döneminde Mısır'da en çok tapılan tanrı olmuştu. Osiris'in popülaritesi, Mısır tarihinin en son evrelerine kadar sürdü.
Mısır, tarihinin ilk dönemlerinde farklı kabilelerden, daha sonra da farklı nomoslardan oluştuğu için, Mısır panteonu çok sayıda tanrı ile doludur. Osiris ise Geb ve Nut'un ilk oğlu yer altı dünyasının hakimidir. Geb ve Nut'un dört çocuğu olmuştur Osiris İsis Seth ve Nepht'tir. Efsaneye göre Osiris İsis'e âşıktır. Yani İsis hem Osirisin eşi hem kardeşidir.
Bir gün İsis bir plan kurar bu planla eşi Osiris'i kral yapmaktır.
Ölülerin Kralı Oluşu.
Bir gece Ra (o zamanlar kral Ra idi) uyurken İsis Ra'nın tükürüğünü alır ve tükürüğü kille karıştırır ve bir yılan yaratır. O gece yılan Ra'yı ısırır, ısırık Ra'yı mahveder, kimse onu iyileştiremez. İsis'de Ra'ya gizli adını söylerse onu iyileştirebileceğini söyler. Ra bunu kabul eder ve adını söyler, İsis Ra'yı iyileştirir ama onun üzerinde büyük bir güce sahip olur. Osiris'in kral olması için Ra'yı tahtı bırakıp göklere çekilmesi için zorlar, Ra ise bunu kabul etmek zorunda kalır. Ve taht Osiris'e kalır, artık Osiris Tanrıların, insanların ve her şeyin kralıdır.
Osiris'in erkek kardeşi Set Osiris'in kral olmasına çok içerler. Çünkü Set Ra'nın en vefakâr yardımcısıdır ve Ra yok iken ağabeyinin kral olmasına kendisinin olamamasına sinirlenir, tahta geçmeyi kafasına koyar. Savaşarak kazanamayacağını bilir çünkü Osiris Set'ten kat be kat güçlüdür, bir ordu kursa bile var olan her canlı Osiris sevmekte ve onun yönetiminden çok memnundur bu yüzden Set bir plan yapar. Bu plana göre Set, Osiris'in ölçülerine göre bir uyuma tabutu hazırlatır ve sandığı en değerli taşlarla süsletir ve sadece Osiris'in sığabilmesi için büyüler. Set, bundan sonra kendisine yardım eden yetmiş iki kişiyle birlikte planını uygulamaya koyulur. Seth büyük bir yemek verir ve Osiris'i de çağırır. Osiris hiçbir şeyden şüphelenmeyerek yemeğe gider. Yemeğin sonunda Set tabutu çıkarır ve sığacak olan kişiye hediye edeceğini söyler, her Tanrı dener şekil değiştirseler bile sığamazlar sona Osiris kalır İsis'in uyarılarına rağmen gene de dener Osiris tabutu yatar yatmaz Set kapağı kapatır üzerine erimiş kurşun döker Tanrılar engellemeye çalışsa da Set onları durdurur ve tabutu Nil Nehrine atar. Tabutun karaya çıktığı yerde ise süratle büyüyen bir ağaç sandığı gövdesinin içine almıştır. Byblos Kralı Malkandros bu ağacı gördüğünde hayran kalır ve ağacı kestirerek sarayına sütun olarak diktirmeye karar verir. Ağaç kesildiğinde çok güzel bir koku çıkarmıştır. Bu olay İsis'in kulağına kadar gelmiştir. İsis durumu anlar ve Malkandros'un sarayına gider. Burada önce Astarte'nin çocuğunun dadısı olur. İsis bir gün çocuğu ölümsüz yapmak ister ve bu amaçla çocuğu ölümsüzlük ateşine batırır. Bunu gören kraliçe çığlıklar atarak İsis'i engeller.
İsis kendini tanıtmak zorunda kalır. Daha sonra Kral Malkandros'dan izin alarak ağacın gövdesini açar ve içinden tabutu alır. İsis tabutu vatanına götürdükten sonra, Osiris'i büyüsüyle hayata döndürmek üzereyken Set İsis'e saldırır. Set Osiris'in bedenini 14 parçaya ayırır ve bu parçaları Mısır toprakları üzerine dağıtır. İsis ve Set'in eşi Neftis bütün Mısır'ı dolaşarak Osiris'in bedeninin parçalarını toplar ve parçaları her bulduğu yere bir tapınak diker. Bu yüzden Mısır'ın birçok yerinde, içinde Osiris'in cesedinin bulunduğu söylenen birçok tapınak vardır.
Osiris'in parçalarını topladıktan sonra Neftis'in oğlu Anubis mumya bezleriyle Osiris'i sarar ve Osiris hayata döner. Efsanenin sonunda ise Osiris'in oğlu Horus Set'i yener. Bu noktada efsane ikiye ayrılır.
1. Yorum.
Yeniden canlanan Osiris artık bu dünyada yaşamak istemez ve hükmetmek için ölüler ülkesine gitmeyi tercih eder. Burada yine Anubis ile birlikte olacaktır. Anubis ölüleri yargılanması için Osiris'e getirecektir.
2. Yorum.
Osiris'in tüm parçaları bir araya getirilirken 1 parçası eksik kalmıştır. (Penisi) Bu parçanın yokluğu nedeniyle yeryüzüne hükmedemez ve o yüzden ölülerin kralı olmakla yetinir. Fakat bu yorumda Horus, Osiris'in tekrar doğduktan sonra edindiği bir çocuktur ve malum parçanın yokluğunda bu olayın nasıl gerçekleştiği ise bir muammadır.
Mitlerde Osiris.
Osiris, öte âlemin, ölüm ötesinin, yargılamanın ve yeniden doğuşun tanrısıdır. Ölüler aleminin hükümranlığı Osiris'in ellerindedir. O, ölüm olayı ile bedenlerini terk edenleri karşılar ve onların ölüm ötesindeki mukadder yaşamlarına başkanlık eder. İnsanlara çok şey veren ve öğreten Osiris, yaratılışla ilgili olarak tohumla da ilişkilendirilir ki, atribülerinden biri başaktır. O bir tohumu andırır, buğday tohumu gibidir. Ama o, evrendeki her şeyin tohumlarını içerir.
Osiris hep sivri külah başlığıyla, ayakları bitişik olarak tasvir edilir. Kimi zaman başında taç ve iki veya daha fazla tüy bulunur. Tasvirlerinde vücudu ya sargılıdır ya da balık pullarıyla kaplıdır. Elleri göğüste çapraz vaziyettedir ve bir kraliyet kırbacı ile bir de baston tutar. Tuttuğu bastonun üzerinde Sirius yıldızının bazı sembolleri bulunur ki, bu sembollerden ikisi köpek başı ve yaydır. Kimi yazarlar Osiris'i Sirius-B, İsis'i Sirius-A yıldızıyla ilişkilendirirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18094",
"len_data": 6396,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.19
}
|
Ali Şen, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18120",
"len_data": 39,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 2.3
}
|
Ekran kartı, bilgisayarın görüntü vermesini sağlayan birimidir. Ekran kartları harici ISA, VLB, PCI, AGP veya PCI-Express veriyollarını kullanan PC kartları olarak anakart, üzerinde chipset veya CPU içerisinde yerleşik olarak bulunmaktadır.
Günümüzde ekran kartı üreten 3 firma vardır. AMD, NVIDIA ve Intel'dir. Yaygın olarak bilinen ve kullanılan GPU serileri ise şunlardır; AMD Radeon RX, NVIDIA GeForce GTX, NVIDIA GeForce RTX serisi ve Intel ARC serisi GPU'lardır.
Paylaşımlı ekran kartları.
Paylaşımlı ekran kartları verilen değer kadar RAM üzerinden kendi kullanımı için alan ayırmaktadır. Bu durumda RAM performansı düşecektir. Anakart üzerinde dahili olan ekran kartları genellikle kendi bellekleri olmadığı için paylaşımlıdır.
Ekran kartının gelişimi.
Görüntü kartı ilk olarak seri üretilen Apple II Mikrobilgisayar'da kullanılmıştır. IBM firması 1981 yılında tek renge sahip görüntü kartına sahip PC'leri piyasaya sürmüştür (MDA Monochrome Display Adapter). Daha sonra Hercules firması 1982 yılında daha yetenekli görüntü kartı olan
Hercules Graphics Card adında ürününü piyasaya sürdü. İlk renkli görüntü standartları sırası ile
1989 sonrası IBM firması görüntü kartı standardı geliştirmedeki gücünü yitirmiştir. Günümüzde bütün PC'lere ait ekran kartları VGA modunu (yani 16 renkli 640 x 480 piksel) desteklemektedir.
VGA standardını 1.280 x 1.024 piksel çözünürlüğe ve 16 Bit renk derinliğine sahip günümüz bilgisayarlarında kullanılan VESA (Video Electronics Standards Association) takip etmiştir.
SVGA, XGA gibi tanımlamalar daha sonra geliştirilen görüntü kartı standartlarını değil, monitor yani görüntü biriminin desteklediği çözünürlüğü tanımlamak için kullanılmakradır. (Örneğin XGA:1024 x 768 Piksel)
İlk başlarda yazı tabanlı (Text mode) geliştirilen görüntü modları daha sonra piksel tabanlı olarak geliştirilmeye başlanmıştır.
1990 yılında itibaren Görüntü işlemcisine (GPU "Graphics Processing Unit") sahip görüntü kartları geliştirilmeye başlanmıştır.
1996 yılında Kaliforniya'lı 3dfx Interactive tarafından 3D hızlandırıcılı 3dfx Voodoo Graphics görüntü chipsetleri geliştirilmiştir. Bu chipsetler sayesinde bilgisayarlar ile 3. boyut aleminde geometrik şekillerin ve doku eşlemi (Texture mapping) işlemleri gerçekleştirilmiştir.
Artan 3D performans ihtiyacından dolayı Multi-GPU tekniği yani SLI ve Crossfire teknikleri geliştirilmiştir. Bu teknikler sayesinde birden fazla görüntü işlemcisi paralel olarak tek kart üzerinde bulunabilmektedir.
Güç gereksinimi.
Ekran kartlarının görüntü işleme gücündeki artış, aynı oranda güç gereksinimlerine de yansımıştır. Mevcut yüksek performans sınıfı ekran kartları büyük miktarda güç tüketmektedir. Merkezi işlemci birimi ve güç kaynağı üreticileri son zamanlarda verimliliğe daha fazla önem verirken; grafik işlemci birimlerinin güç ihtiyacı artmaya devam etmiştir, başka bir deyişle ekran kartı artık bir bilgisayardaki en fazla güç tüketen donanım olabilmektedir. Esasen güç kaynakları giderek güçlenmesine rağmen, PCI-Express (Pci-e) bağlantısının yarattığı kısıtlama nedeniyle güç destekleri 75 Watt ile sınırlıdır. Günümüzde, 75 Watt üzeri güç tüketen ekran kartları genellikle güç kaynağına direkt olarak bağlanma özelliği bulunan 6 pin (75 Watt) ya da 8 pin (150 Watt) kombinasyonlu soketler içerirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18125",
"len_data": 3282,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.54
}
|
Alexis Carrel, (d. 28 Haziran 1873, Sainte-Foy-lès-Lyon - ö. 5 Kasım 1944, Paris), kariyer hayatının büyük bir kısmını Birleşik Devletler'de geçirmiş, Fransız cerrah ve fizyolog. 1912 yılında, vasküler sütür tekniklerinde öncü rol oynaması sebebiyle Nobel Fizyoloji/Tıp Ödülünü kazandı. Bunun yanında doku kültürü, torakoskopik cerrahi ve transplantoloji ile ilgili çalışmalarıyla öncü bir rol oynadı.
Hayatı.
28 Haziran 1873'te, Fransa'nın Sainte-Foy-lès-Lyon kentinde doğan Alexis Carrel çocukluğunda önceleri annesi tarafından evde eğitilmiştir. Bir iş insanı olan babası o daha bir çocukken ölmüştür. Lyon'da eğitim hayatına devam etmiştir. 1904 yılında ABD, Chicago'ya gidene kadar Lyon kentinde hem üniversitede (Lyon Üniversitesi) hem de hastanede çalışmıştır. 1906'ya kadar Chicago Üniversitesi'nde çalışmış, 1906 yılında ise Rockefeller Tıbbi Araştırmalar Enstitüsü'nün bir üyesi olarak araştırmalarına burada devam etti. 1912'de tam üye olduğu bu kurumda ona Nobel Ödülü'nü kazandıracak olan araştırma ve deneylerin çoğunu yaptı. Hayatı boyunca yaptığı araştırmaların çoğu transplantasyon ve göğüs cerrahisi (torasik cerrahi) üzerinedir. Özellikle transplantasyon üzerine yaptığı deneyler o dönemler için devrim niteliğindedir.
I. Dünya Savaşı sırasında Fransız ordusunda görev aldı. Savaş döneminde yaralı askerler üzerine yeni tedavi çeşitleri geliştirilmesinde de katkıları olmuştur. Savaş sonrasında özellikle fizyoloji dalındaki çalışmalarına devam etti. Doku kültürü üzerine birçok başarıya imza attı. II. Dünya Savaşı'nda Fransa'da bazı görevler aldıktan sonra, 5 Kasım 1944'te Paris'te öldü.
Bilim insanı kişiliğinin yanı sıra birçok başarılı kitap yazmıştır. Carrel, Batı dünyasının dine yabancılaşmasından büyük rahatsızlık duyar. "Dua" isimli eserinde bunları dile getirirken "dini insan hayatından çıkarırsan her şey mübah olur" der. Ona göre dua "aşk ve yoksulluk"tur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18127",
"len_data": 1891,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.62
}
|
Güç kaynağı, bir sistem ya da düzeneğin gereksinimi olan enerjiyi sağlamak için kullanılan birimlerin genel adı. Cep telefonu ya da el feneri pili, bir pili doldurmak için kullanılan adaptör, bir bilgisayarın gereksinimi olan gücü üreten donanım birer güç kaynağıdırlar.
Bilgisayar güç kaynağı.
Bilgisayar güç kaynağı, genellikle metal bir kasa yerleştirilmiş, içinde transformatör ve/veya elektronik devreler bulunan, bilgisayar birimlerinin çalışmaları için gereksinim duyulan farklı gerilim değerlerinde doğru akım sağlayan donanımdır. Sıradan bir bilgisayarın kullandığı güç kaynağı yaklaşık 300-600 Watt güçtedir.
Yarı iletken teknolojisindeki gelişmeler sayesinde günümüz güç kaynaklarında, pahalı olan ve çok yer kaplayan transformatörler genellikle kullanılmamaktadır. Bilgisayar güç kaynakları: +3,3 V, +5 V, +12 V, -12 V, -5 V gibi gerilimleri aynı anda ve belirli bir sapma aralığında üretim yapar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18130",
"len_data": 909,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.46
}
|
Advanced Streaming Format-Gelişmiş Aktarım Biçimi (ya da ASF, sonra Advanced Systems Format-Gelişmiş Sistemler Biçimi olarak değiştirildi) Microsoft'un sayısal ses ve sayısal görüntü için içerik biçimidir, özellikle aktarım ortamı için kullanılır. ASF Windows Media çalışmasının bir parçasıdır.
Biçim görüntünün ya da sesin nasıl kodlanacağını belirlemez, ama onun yerine görüntü/ses yapısını belirler. Bunun anlamı temel olarak ses/görüntü dosyaları herhangi bir kodlayıcı ile kodlanabilir ve buna rağmen ASF biçimi içinde bulunabilir. Bu özellik QuickTime, AVI ya da Ogg biçiminlerinde de bulunur.
ASF biçiminde en çok bulunan dosya biçimleri Windows Media Audio (WMA) ve Windows Media Video (WMV) dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18131",
"len_data": 704,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.88
}
|
Osman Cengiz Çandar (d. 21 Eylül 1948, Ankara), Türk gazeteci, köşe yazarı, yorumcu ve siyasetçi.
Yaşamı.
1948 yılında Ankara'da doğdu. İlkokulu Ankara'da, ortaokulu Talas Amerikan Okulu'nda ve liseyi Tarsus Amerikan Koleji'nde tamamladı. 68 kuşağı gençlik hareketleri liderlerindendir. 1970 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi uluslararası ilişkiler bölümünden mezun oldu.
Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrenci Derneği Başkanı olarak faaliyetlerde bulundu. TİİKP merkez komitesi üyeliği görevini yürüttü. Aydınlık çevresinde görev aldı. 12 Mart askeri müdahalesinin sakıncalıları arasına girdi. Yurtdışına kaçtı. Filistin direnişi çerçevesinde Şam'da, Beyrut'ta ve daha sonra sırasıyla Cenevre, Paris ve Amsterdam'da yaşadıktan sonra 1974 yılında Türkiye'ye döndü.
1976'da Vatan gazetesinde dış haberler şefi ve dış politika yorumcusu olarak gazeteciliğe başladı. Dünden bugüne sırasıyla Aydınlık, Tercüman, THA, Bugün, Günaydın, Hürriyet, Güneş, Akşam, Star, Sabah ve Yeni Şafak, Radikal, Taraf ve Cumhuriyet gazetelerinde köşe yazarı olarak görev yaptı.
80'li yılların ilk yarısının önemli bir bölümünü Lübnan'da, defalarca gittiği İran ve Orta Doğu'nun diğer merkezlerinde geçirdi. 80'li yılların ikinci yarısında Doğu Avrupa'ya ve eski Sovyetler Birliği'ne yöneldi. 1991'den 1993'teki ölümüne dek Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın özel danışmanı olarak görev yaptı.
1993-95 Bosna-Hersek başta olmak üzere Balkanlar'a yöneldi. Aynı yıllarda Yeni Demokrasi Hareketi kurucu üyeliği yaptı. 1995 yılında Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü'nü aldı. 1997-1999 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde Orta Doğu tarihi ve Orta Doğu politikası dersleri verdi. Kısa bir süre ODTÜ'de uluslararası ilişkiler bölümünde asistan olarak görev yaptı. 1999-2000 yıllarını Washington'da ABD'nin önemli araştırma merkezlerinde geçirdi. 11 Eylül saldırıları Çandar'ın düşünce çizgisinde herhangi bir değişikliğe sebep olmadı. Bu tarihten sonra da Çandar, yazılarında demokrasi konusunu vurgulu şekilde dile getirmeye devam etti. 2007-2008 yılları arasında NTV'de Emre Kongar'ın sunduğu Yorum Farkı adlı haber programı'nda o dönemde atv Haber ana haber bülteninin haber sunucusu olan Mehmet Barlas'ın yerine kısa bir dönem televizyon sunucusu olarak yer aldı. 2010 anayasa değişikliği referandumu'nda 'Evet' oyu kullanacağını açıkladı.
IŞİD'le savaşırken ölen PKK mensubu Ayşe Deniz Karacagil hakkında 30 Mayıs 2017 tarihinde sarf ettiği sözler nedeniyle Ocak 2021'de hakkında yakalama kararı çıkarıldı.
Kendisinin Çandarlı ailesi'nin bir ferdi olup Sadrazam Çandarlı Halil Paşa'nın torunu olduğu yönünde iddialar olsa da Cengiz Çandar bu iddiaları yalanlamıştır. Cengiz Çandar, küratör Defne Ayas'ın babası; Yaman Tarcan'ın eniştesidir.
Siyasi kariyeri.
14 Mayıs genel seçimlerinde DEM Parti listesinden Diyarbakır milletvekili seçildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18138",
"len_data": 2831,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.39
}
|
Varis sözcüğü ile şunlardan biri kastedilmiş olabilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18186",
"len_data": 54,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 2.89
}
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.