text
stringlengths
3
198k
metadata
dict
Arapça (اللغة العربية, e"l- lugat'ul ʿarabiyye" ya da sadece عَرَبِيّ,"ʿarabī"), Afroasya dilleri ailesinin Sami koluna mensup bir dildir. Batıda Atlantik Okyanusu'ndan doğuda Umman Denizi'ne, kuzeyde Akdeniz'den güneydoğuda Afrika Boynuzu ve Hint Okyanusuna uzanan geniş bir coğrafyada konuşulmaktadır. Tüm lehçeleri ile birlikte 420 milyonu aşkın kişi tarafından konuşulduğu tahmin edilmektedir. Arap Birliği'ne üye 22 ülke ile Çad ve Mali dâhil olmak üzere 24 ülkede resmî dildir. Aynı zamanda kısmî olarak tanınan Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti, Somaliland ile Tanzanya'da (Zanzibar) resmî dil statüsündedir. Arap Birliği'nin ve Birleşmiş Milletler'in kabul edilen altı resmî dilinden biridir. Nijer, Senegal ve Kıbrıs Cumhuriyeti'nde ulusal/azınlık dili olarak tanınmıştır. Arapça İran, İsrail, Pakistan, Filipinler ve Güney Afrika Cumhuriyeti anayasalarında özel dil statüsüne sahiptir. Arapça kendi içerisinde çeşitli değişkelere ayrılır. Bu değişkeler birbirleriyle farklı oranlarda karşılıklı anlaşılabilirllik gösterebilirler veya hiç göstermezler. Bu nedenden ötürü bazı kaynaklar bunları ayrı birer dil olarak ele almaktadır. Arapçanın standartlaştırılmış formu olan ve Kuran Arapçasını temel alan Fasih Arapça, Arap dünyasında yazı dili olarak kullanılan Arapça lehçesidir. İslam'ın kutsal kitabı Kur'an Kuran Arapçası ile yazılmıştır ve bu Müslümanların ibadet dilidir. Sınıflandırma. Arapça ve ilgili değişkeleri, bir dil ailesi olan Afro-Asya dilleri içerisinde bulunur. Dil, bu aile içerisinde Sami dilleri kolunda yer alır. "Glottolog"'a göre Doğu Sami dilleri olan Akadca ve Ebla dili dışında kalan tüm Sami dilleri Batı Sami dilleri grubunda yer almaktadır. Aramice, Kenan dilleri (İbranice ve Fenikece) ve Amorice Kuzeybatı Sami dillerini oluştur ve Arapça bu grup ve Eski Güney Arapçası ile birlikte Orta Sami dilleri adlı bir ara grupta sınıflandırılır. Coğrafî dağılım. Arapça, Arap Yarımadası'ndan Bereketli Hilâl boyunca Atlantik Okyanusu'na kadar ulaşan geniş bir alanda konuşulan bir dildir. Dünya'da yaklaşık 350 milyon insanın anadili olan Arapça, bir milyarı aşkın Müslüman'ın ibadet dili olması yanı sıra; Suudi Arabistan, Yemen, Birleşik Arap Emirlikleri gibi 22 Arap ülkesinin resmî dilidir. Bu dilin Dünya'daki önemi ve rolünün büyüklüğü sonucunda Birleşmiş Milletler, 1974'te Arapçayı altıncı resmî dil kabul etmiştir. Arapça, şu ülkelerde tek resmî dildir, resmî dillerden biridir ya da azınlıkla konuşulmaktadır: Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Cibuti, Çad, Eritre, Etiyopya, Fas, Filistin, Irak, İsrail, Katar, Komorlar, Kuveyt, Libya, Lübnan, Mali, Mısır, Moritanya, Batı Sahra (Kısmen tanınan devlet), Senegal, Suudi Arabistan, Somali, Sudan, Suriye, Tunus, Umman, Ürdün Yemen. Bununla birlikte Arapça ile yakından ilişkili bir dil olan Malta dili de Malta'da konuşulmaktadır. Tarih. Arapça büyük medeniyetler, kültürler ve imparatorluklar doğuran dillerin başında gelir. Arapçanın kullanımı 7. yüzyıla kadar Arap Yarımadası içine sınırlı kalmış, İslamiyetin gelişiyle birlikte Arap Yarımadası'nın dışında büyük bir hızla yayılarak; Irak, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika'yı kuşatmış, oradaki dillerin yerini almış ve bir kültür ve medeniyet dili olmuştur. Sonraki asırlarda İslami fetihlerin sürmesiyle Arapça doğuda Afganistan ve en batıda İspanya'ya kadar uzanan bölgede konuşulan dil haline gelmiştir. Arap alfabesi. Arap alfabesi 28 harften oluşur. Bu harfleri oluşturan temel şekil sayısı ise 17'dir. Arap yazısı sağdan sola doğru akış sergiler. Harflerin tamamına yakını sessizdir ("sâmit"). Harflerin seslenmesini sağlayan; ancak Kur'an, dil öğrenim kitapları ve şiirler dışında pek kullanılmayan işaretler hareke ismini alır. Arap harflerinin yazılışları, kelimenin başında, ortasında ve sonunda bulunmalarına göre kısmi değişiklikler gösterir. Arap alfabesinde bulunan 28 ünsüzün 22 tanesi Sami alfabesinden geçerken şekil değişikliğine uğrayan sesler olup geri kalan altı ses Arapçaya özgüdür.Arap alfabesinin, Arami alfabesi kökenli Nabatî alfabesinden türediği kabul edilmekle birlikte nasıl, ne zaman ve nerede oluştuğu konusunda kesin bilgiler bulunmamaktadır. İslam'dan önceki Cahiliye olarak adlandırılan dönemde edebiyat, özellikle şiir çok üst düzeylere çıkmıştı. Ancak yine de yazma konusunda ileri seviyelere ulaşılmamıştı. İslam peygamberi Muhammed devrinde iki alfabe kullanılıyordu: Arap alfabesi tarihte ve günümüzde sadece Arapların kullandığı bir alfabe olmamış, özellikle İslam'ın başka milletler tarafından da kabul edilmesiyle İranlılar, Türkî halklar ve Müslüman Hintler (bkz. Urduca) gibi Asya'daki diğer Arap olmayan kavimler tarafından da kullanılmıştır. Günümüzde de Arap ülkeleri dışında İran, Pakistan, Afganistan gibi ülkelerde kullanılmaktadır. Ancak, Arapça dışında kullanıldığı dillerdeki farklı sesler için, alfabenin temel şekilleri üzerinde küçük değişiklikler yapılmıştır. Örneğin; Farsça ve Türkçedeki "ç" sesi Arap alfabesinde olmadığı için İranlılar ve Türkler, kendi alfabelerine, ج (cim/c) harfinin nokta sayısını üçe çıkararak چ (çîm/ç) şeklini verdikleri harfi eklemişlerdir. Lehçeleri. Arapça, birbirleri ile farklı oranlarda karşılıklı anlaşılabilirlik gösteren (veya hiç göstermeyen) pek çok değişkeden oluşur; bu değişkeler Arapçanın lehçeleri olarak adlandırılır. "Ethnologue" ile Uluslararası Standardizasyon Örgütü, bu lehçelerden 30 kadarını kendi başına ayrı bir dil olarak sınıflandırmıştır. Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi ise bu değişkeleri lehçe statüsünde saymaktadır. Arapça değişkelerinin bir lehçe mi dil mi olduğu konusunun politik yönleri de vardır. Arapça konuşurları genellikle konuştukları değişkeleri siyasi veya dinî nedenlerden ötürü tek bir dil olarak ele alırlar. Arapça değişkeleri arasındaki farklılıklar dilbilimsel açıdan Latin dilleri arasındakiler ile kıyaslanmıştır. Bu bağlamda Fasih Arapça Latinceye, çağdaş Arap değişkeleri ise İtalyanca, Fransızca, Rumence ve İspanyolca gibi Halk Latincesinden evrilme Romen dillerine paralellik oluşturmaktadır. Standart Arapça olarak kabul edilen Fasih Arapça (العربية الفصحى; El-Arabiyye el-fushâ) tüm Arap devletlerinin resmî dilidir. Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika'da halkın çoğunluğunca, İran ve Türkiye'de ise Arap azınlıklarca kullanılan diller, Arapçanın lehçeleridir. Standart Arapça herhangi bir ülkede halk dili olarak konuşulmamakla beraber resmî dil olduğu için eğitim görmüş her Arap standart Arapçayı anlar ve konuşabilir. Bu bir iki dillilik örneğidir. Arap devletlerinin resmî dili olduğu için eğitim ve basın yayın da bu Standart Arapça ile yapılır. Arapça, Arabistan yarımadası lehçeleri, Irak lehçeleri, Suriye lehçeleri, Mısır lehçeleri ve Kuzey Afrika lehçeleri gibi beş ana lehçe öbeğine ayrılır. Standart Arapçanın dışında en önemli Arapça lehçeleri; Mısır Arapçası, Şamî (Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün'de) Arapça, Irak Arapçası, Körfez Arapçası, Hicaz Arapçası, Necd Arapçası, Yemen Arapçası ve Kuzey Afrika Arapçasıdır (Magribî Arapçası). Arapça ile kökensel ve dilbilimsel açıdan yakından ilişkili Maltaca ise Sicilya Arapçasından evrilmiştir. Buna karşın Mısır Arapçası, Fasih Arapçadan sonra en sık kullanılan Arapça lehçelerinden biridir. Dilbilgisi. Diğer Sami dilleri gibi, Arapçada da sözcüklerin çoğunluğu üç sessizden, daha az sayıda dört, ondan daha az sayıda beş sessiz harften oluşan bir kökten türetilir. Bir kökten on değişik vezin üretilebilir. Bu vezinler üç sessiz harfe ünlülerle hareke sistemiyle ses ekleyerek ya da birtakım ön ekler ile elde edilir. Her vezinde aynı kökle alakalı ancak ayrı ayrı başka anlamlar ifade eden bir konsept vardır ve her vezinden kendi içinde bir fiil, bir ya da birkaç fiilden türetilmiş isim ve fiili yapan bir özne ile fiile maruz kalan bir nesne türetilebilir. Arapçada üç sözcük türü vardır: fiil, ad, harf ya da edat. Adların eril ve dişil biçimleri vardır. Arapçada ismin üç hali vardır. İsmin halleri sözcüğün sonuna eklenen ünlü hareketleriyle betimlenir: (damme, fetha ve kesra). Dilin gramer yapısı büyük ölçüde bu hareke (seslendirme) sistemine dayanmaktadır. Kısa bir u sesi veren "damme" ismin yalın halini betimler. Takribi kısa bir e sesine denk gelen "fetha" nesneyi betimler. Kısa bir i sesine denk gelen "kesra" ise edatları ve tümleçleri betimler. Ancak bunun pek çok istisnası vardır ve hareke sistemi yan cümleciklerde ve dilin çeşitli yapılarında değişikliğe uğrayabilir. Günlük konuşmada ve yazıda bu hareke sistemi çoğunlukla ihmal edilir. Arapçada zamanlar temelde geçmiş ve geniş olmak üzere iki zamandan oluşur. Ayrıca bir şimdiki zaman yoktur. Gelecek zaman şimdiki zaman çekiminin başına (سـ)se- öneki getirilerek oluşturulur. Ancak geniş zamanın da değişik türevleri bulunur ve bazı kişi çekimlerinde hareket değişebilir. Her fiil geçmiş ve geniş (şimdiki) zamanda on iki tip kişi zamirine göre çekilir (1. tekil ve çoğul, 2. erkek tekil, ikil (dual) ve çoğul, 2. dişi tekil ve çoğul, 3. erkek tekil, ikil ve çoğul, 3. dişi tekil ve çoğul). Sıfatlar ve rakamlar da cinsiyete göre çekilir. İnsan olmayan çoğullar dişi tekil sıfat tamlaması alırlar. Arapçada sessiz harflere ses veren harekeler yazıda gösterilmeyebilir. Kalın ve ince sesler için ünsüzler değişir. Bu yüzden Türkçede aynı harfin kullanıldığı pek çok sözcük Arapçada farklı iki sessizle yazılır. (Sayf=yaz (sad, ya, fe); Seyf=kılıç (sin, ya, fe); Kalb=kalp (kaf, lam, be); Kelb=köpek (kef, lam, be) gibi). Söz varlığı ve diğer dillerle etkileşimleri. Günümüzde yaygın olan pek çok dil Arapçanın söz varlığından pek çok sözcük almıştır. Türkçede pek çok Arapça kökenli sözcük bulunmaktadır. Ayrıca İngilizceye, birçoğu Arapçanın ön eki "al-" ile başlayan birçok sözcük katmıştır. Bunlardan bazıları; algebra, alcohol, alchemy, alkali, alcove ve albatros, mosk, minaret, sultan, elixir, harem, girate, gazelle, cotton, amber, sofa, mattress, tariff, magazine, arsepial, syrup, sugar, sherbet ve artichoke gibi sözcüklerdir. "Coffee" (kahve) de İngilizceye Türkçe ve İtalyanca yoluyla giren Arapça bir sözcüktür. "Assassin" (suikast) sözcüğü "haşhaş bağımlıları" anlamındaki "haşhaşin" gibi bir Arapça sözcükten gelir. Ayrıca İspanyolcada 1600 civarında Arapça sözcük olduğu sanılmaktadır. Arapça; Yunancadan İngilizceye, İspanyolcadan Farsçaya pek çok dünya dilini etkilediği gibi dilin Türkçe üzerindeki etkisi de çok büyüktür. Türkçede bulunur. Ancak gramer yapılarındaki büyük farklar dolayısıyla pek çok Arapça kökenli sözcük Türkçede anlam kaymasına ve değişimine uğramıştır. Arapça kendi içerisinde de alıntı sözcükler barındırır. İslam öncesi Arapçayı söz varlığı açısından etkilemiş en önemli dilleri Aramice, Geez ve daha az oranda İbranice gibi diğer Sami dilleri oluşturmaktadır. İranî diller olan Orta Farsça, Partça ve Klasik Farsçadan da dile kültürel, dinî ve siyasi kelimeler girmiştir. Koini Grekçesi de Arapçayı etkilemiştir; bu dilden Arapçaya girmiş kelimeler arasında "kīmiyāʼ" (gr. "khymia"; metalleri dönüştürme ilmi) "al-munaḳḳaḥ" (gr. "almenichiakon"; takvim) ve "al-anbiq" (gr. "alembic"; kupa, distilasyon aparatı) bulunur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18191", "len_data": 11017, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.42 }
Tarihte Esat Paşa olarak bilinen kişiler:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18195", "len_data": 41, "topic": "HISTORY", "quality_score": 1.31 }
ECO ("Encyclopedia of Chess Openings" İngilizce sözcüklerinin baş harfleri), satranç açılışlarını sınıflandıran bir kod sistemidir. Aleksandar Matanoviç'in editörü olduğu Yugoslavya'daki Informator Yayınevi tarafından 1966 senesinde geliştirildiğinden bu yana kullanılmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18202", "len_data": 277, "topic": "CODING", "quality_score": 3.33 }
Knut Hamsun (d. 4 Ağustos 1859, Gudbrandsdal – ö. 19 Şubat 1952, Grimstad), Norveçli yazar ve 1920 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi. Yaşam öyküsü. İlk yılları. Daha sonraları Knut Hamsun adını alacak olan Knud Pedersen, Norveç'in kuzeyinde Gudbrandsdal sınırları içinde Vågå kasabasında doğdu. Bir terzi olan babası, kalabalık ailesini alarak, daha kuzeye, Hamaröy kasabasına göç etti. Babası çalışkan ve işine bağlı olmasına rağmen, ailesini terzilikle zar zor geçindiriyor, üstelik oturdukları yerin sahibi olan rahibe de borçlanıyordu. Sekiz yaşında iken dayısının isteği üzerine annesiyle babası onu bir rahibin gözetimine verdi. On dört yaşında, doğduğu kasabaya dönerek bir tüccar yanında tezgâhtarlık yaptı. Bir yıl sonra da Tranöy'de daha büyük bir tüccarın yanında kalfalığa başladı. Tüccarın kızına âşık oldu fakat tüccar iflas edince işinden ayrılmak zorunda kaldı. Bu sıralarda "Esrarengiz Adam" adında küçük bir aşk romanı yazdı. Bu roman, gezginlik yıllarında tanıştığı bir kitapçı tarafından bastırıldı. Daha sonra bir arkadaşıyla birlikte kibrit, mum gibi ucuz eşyalar satmaya başladı. Bir müddet sonra ayrılmaya karar verdiler ve arkadaşı güneye, Knut kuzeye gitti. İş bulamayınca zanaat öğrenmek amacıyla bir ayakkabıcının yanında çalışmaya başladı. Bir yıl sonra daha büyük, epik bir eser kaleme aldı. Henrik Ibsen'i okumuştu, onun etkisi altında bulunuyordu. "Bir Karşılaşma" adındaki bu kitabını da, Bodö'de bir kitapçı yayımladı. Daha sonra bir aşk hikâyesi daha yazdı. Ailesi kitaplarını okumasına rağmen bir taraftan da çalışmasını istiyorlardı. Onu bir bucak müdürünün yanına yardımcı olarak verdiler. Bu bucak müdürünün zengin bir kütüphanesi vardı. Björnson'un toplu eserlerini okumasına izin verdi. Knut bu heyecanla kitaplara sarıldı ve gözleri bozulana kadar okudu. Bu kitapların etkisiyle Knut bir kitap daha yazdı fakat yayıncılar basmaya yanaşmadı. Knut'un bu kitapları bir yayınevinin desteği olmadan basabilmesi için bir zenginin desteği gerekiyordu. Aradığı kişiyi buldu. Erasmus Zahl adında bir tüccardı bu. Knut ona yazar olmak istediğini söyledi. Son yazdığım hikâye diye başka bir kitap verdi. Tüccar kâğıtlara değil yüzüne baktı Knut'un. Genç Hamsun tüccardan çıkarken kitaplarını yayımlaması için bin kron almıştı bile. "Frida" adında bir köy hikâyesi ve şiirler yazmaya başladı. Adını Knut Pederson diye değiştirdi. Hikâyesini tamamlayınca bir vapur bileti alarak Kopenhag'a gitti. Bir kitapçıya, sonra da Norveçli bir şaire eserlerini kabul ettirme çabaları boşa çıkınca Oslo'ya döndü. Sonra göçebe olarak uzun bir yolculuğa çıktı. Edebiyatta yükselişi. Parası tükenen Hamsun tekrar aynı tüccarın yolunu tuttu. Tüccar yardımını esirgemedi. Hamsun bu parayla bir oda kiralayıp daha önce yazdığı yazıların pek çoğunu yaktı. Makaleler, hikâyeler yazıyor, bunları satmaya çalışıyordu. Parası tekrar tükenince aç kaldı ve bunu romanlaştırdı. "Açlık" romanı şöhretinin ilk basamağı oldu. Ciddi ekonomik sıkıntılar çekerken, yol yapımında çalışmaya başladı. Kum ocağında kâtiplik edecek, çekilen kumların hesabını tutacaktı. Zor değildi bu iş. Çalışma ve dinlenme saatlerinde bol bol kitap okuyordu. Müsveddelere şiirler, makaleler karalıyordu. Zamanla bir hatip gibi konuşabildiğini keşfetti işçilerle sohbet ederken. Tanıştığı bir rahip ona konferans vermesini tavsiye etti. Bunun üzerine Gjövik şehrinde bir salon kiralandı. Konferans edebiyat alanında olacaktı. Konferansı dinlemeye sadece altı kişi geldi. Altı kişiden biri olan bir yazı işleri müdürü konferansı beğendi. Çevreye konferansı övdü. Bir sonraki konferansta dinleyici sayısı bir kişi arttı. Anlaşılan bu yörenin edebiyatla ilgilendiği yoktu. Knut evine geri döndü. Yirmi bir yaşındaydı ama çalışmaktan ziyade yazmak istiyordu. Noelde bir arkadaşı onu çiftliğine davet etti. Arkadaşının annesi Knut'u çok sevdi ve ona bir rahip olmasını öğütledi. Ama Knut'un Amerika'ya gitmek istediğini öğrenince bu aile, Knut'a yol parası dört yüz kronu borç verdi. O da, hemen İngilizce öğrenmeye koyuldu. Ünlü yazar Björnson'a gidip ondan bir tavsiye mektubu aldı. 1882'de Knut Amerika'ya gitti. Amerika'da Björnson'un mektubu bir işe yaramamıştı. Burada kimse onu tanımıyordu. Henry Johnson adında bir öğretmenle ahbap olup ondan İngilizce dersleri aldı. Onun kütüphanesini taradı. Özellikle Mark Twain onu etkilemişti. Önceler Norveççe, daha sonra da İngilizce konferanslar hazırladı. Geceli gündüzlü çalışmalardan sonra Minesota'ya geçti ve orada muhasebe işine başladı. Sağlık problemleri. Arkadaşı Johnson karısıyla bir Avrupa gezisine çıkınca işler Knut'a kaldı. 1884 yazı ile güzü bu şekilde geçti. Bir açık arttırmada yüksek sesle konuşurken göğsünde bir sancı duydu. Öksürük nöbetiyle yere yığıldı. Doktor hızlı ilerleyen verem teşhisi koydu ve ona birkaç aylık ömrü kaldığını söyledi. Sürpriz iyileşmesi. Knut birkaç ay hasta yattı. Ölürsem Norveç'te gömüleyim diyerek Norveç'e doğru yolculuğa çıktı. Ne kendisinin ne de dostlarının anlayamadıkları bir şekilde yol süresince kendiliğinden iyileşti. Deniz havası iyi gelmişti. Hastalık sonrası edebiyatı. İsminin Knut Hamsun olması. Norveç'e döndüğünde bir gazete ile anlaştı. Oraya makaleler yollayacak, hiç değilse böylece dinlenecekti. Çalışıyor, yazıyordu. 1885'te Mark Twain ile ilgili bir yazısında imzası Knut Hamsund, bir matbaa hatası yüzünden Knut Hamsun şeklinde basıldı. O da düzeltmeye yanaşmadı. O tarihten itibaren ismi böyle kaldı. Amerika'ya geri dönüş. Norveç'te işinden ayrılınca tekrar aç kaldı. Bu açlığa bir yıl katlandı. Daha sonra, bir zenginin yardımıyla tekrar Amerika'ya döndü (1888). Amerika'da tramvaylarda biletçilik yaptı. Biletçilik işini becerememişti. Çünkü durakları aklında tutamıyordu. Kitap okumaya daldığı için yolculara haber vermiyordu. Bu yüzden işinden ayrılıp Kuzey Dakota'ya gidip tarlalarda çalıştı. 1887 sonbaharını kapsayan bu çalışmalarda cebinde biraz parayla Amerika'ya ilk geldiğinde kaldığı yerlere döndü. Artık yazmaya başlayabilirdi. Edebiyata dönüş. Bu sürede Danimarka'ya gitti. Yazmaya azimle başladı. "Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir, Kristiania'da aç gezdiğim günlerdeydi. Tavan arasında uyanık yatıyordum. Alt katta bir saatin altıya vurduğunu duydum. Hafif aydınlanmıştı ortalık; insanlar merdivenleri inip çıkmaya başlamışlardı..." diyordu bütün büyülenmişliğiyle. Kâğıtları üst üste yığıyor, sürekli yazıyordu. Ne yazdığını iyi biliyordu. "Açlık" romanıydı bunlar. Yazdığı kısımları "Politiken" gazetesi yazı işleri müdürlerinden Edvard Brandes'e götürdü. Brandes bu karşılamayı daha sonra şöyle anlatıyordu: "Ondan daha düşkün bir başka insan pek az görmüşümdür. Düşkünlüğü elbisesinin yırtık pırtık olduğundan değildi. Ya o yüzü! Çok uzundu müsveddeler. Kendisine geri veriyordum ki, birdenbire kelebek gözlüğü gerisinde gözlerindeki ifadeyi gördüm." Behçet Necatigil tarafından dilimize çevrilen "Göçebe" adlı kitabını elli yaşlarında tamamlamıştır. Üç bölümlük büyük romana yazarın verdiği genel isimdir. İlk kitap "Sonbahar Yıldızları" altında 1906'da, "Hüzünlü Havalar" 1909'da, "Son Mutluluk" 1912'de Göçebe'de toplanmıştır ve yazarın ağzından anlatılmıştır. Bu defa kitabında evliliğin zor temasını işlemeye yönelir. 1920 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır. Savaş Yılları. Norveç İşgali'nden önce başladığı Nazi taraftarlığını ülkesinin işgali sırasında da devam ettirmesiyle ünü ciddi şekilde lekelenmiştir. Hatta 1940 yılında ""Almanlar bizim için savaşıyor ve şimdi İngiltere'nin bizim ve tüm tarafsızlar üzerindeki zulmünü eziyor" iddiası da dâhil olmak üzere birçok gazete makalesi yazdı. Aldığı Nobel ödülünü 1943 yılında Goebbels'e göndermiştir. 1943 yılında Hamsun, Hitler'le görüşmeye davet edildi; toplantı sırasında Hitler'den Norveç'teki Alman sivil yönetici Josef Terboven'den şikâyetçi oldu ve tutuklu Norveç vatandaşlarının serbest bırakılmasını istedi. Otto Dietrich, anılarında bu buluşma için, "yabancı bir kişinin Hitler'le ilk kez bu kadar ters bir şekilde konuşabildiği tek zamandı" diyor. Hitler'in ölümünden bir hafta sonra Hamsun: "O bir savaşçıydı, insanlık için bir savaşçıydı ve tüm uluslar için adalet müjdesinin bir peygamberiydi"." dedi. Savaşın sona ermesinin ardından, kitapları evinin önüne atıldı. Hatta Norveç'in büyük şehirlerinde öfkeli kalabalıklar kitaplarını herkesin önünde yaktı ve Hamsun bir süre bir psikiyatri hastanesinde tutuldu. Savaş sonrası hesaplaşma mahkemelerinden "akli denge" sebep gösterilerek muaf tutulmuş ve akıl hastanesine kapatılmış, daha sonra da savaş sırasında propaganda suçu nedeniyle Norveç Hükûmeti tarafından para cezasına (325.000 kron-65.000 $) çarptırılmıştır. Bu süreçte başına gelenleri tek otobiyografik ve en son eseri "På gjengrodde stier" ("Ot Bağlamış Patikalarda") kitabında anlatmıştır. Kitabın son cümlesi "Yüksek mahkeme suçlu buldu, yazarlığıma son veriyorum" şeklindedir. 19 Şubat 1952 yılında, 92 yaşında banyoda ölü bulundu. Cenazesi yakılmıştır. Danimarkalı yazar Thorkild Hansen biyografisini ve davayı araştırdı ve "Hamsun Davası" (1978) adlı kitabı yazdı. Kitap Norveç'te spekülasyonlar yarattı. Hansen'e göre Hamsun'a bu şekilde muamele edilmesi doğru değildi. Norveç'te savaştan 50 yıl sonraki nesiller, savaş sonrası hesaplaşmaları orantısız bulup, Hamsun'a daha bir anlayışla ve sahip çıkarak yaklaşmaktadırlar. 2009 yılında doğumunun 150. yılı Hamsun yılı olarak kutlanmıştır. Adı okullar, sokaklar, heykeller ve başka vesilelerle yaşatılmaktadır. Hakkında bir müze (Hamsunsenteret), bir film (Hamsun 1996) ve bir televizyon dizisi (Gåten Knut Hamsun) yayımlanmıştır. Jan Troell'in yönetmenliğini yaptığı filmde Hamsun'u İsveçli aktör Max von Sydow canlandırmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18204", "len_data": 9623, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.42 }
Henrik Ibsen (20 Mart 1828, Skien, Norveç - 23 Mayıs 1906, Kristiania (Oslo), Norveç), Norveçli oyun yazarı ve şair. Eleştirel rasyonalizm edebiyat anlayışının tiyatrodaki öncüsü, çağdaş tiyatronun kurucularındandır. İzleyicilerin romantik oyunlara alışkın olduğu dönemde, gerçekçi oyunlar yazdı. Oyunlarında modern dünyaya ve insanlara getirdiği eleştiriler nedeniyle tepki gördü. Kadınların toplum içindeki yerlerini ve sosyal hayattaki itilmişliklerini, sanat eserlerinde ilk kullanan öncülerinden birisi oldu. Tüm oyunlarında bireyselliğin önemini ve her bireyin yaşamının bir noktasında topluma başkaldırması gerektiğini vurguladı. Oyunlarının yanı sıra 300 civarında şiiri bulunmaktadır. Hayatı. 1828 yılında Norveç'te küçük bir sahil kasabasında doğdu. Bir tüccar olan Knud Ibsen ile resme ve tiyatroya meraklı eşi Marichen Ibsen'in beş çocuğundan en büyüğüdür. Kendisi sekiz yaşındayken babasının iflas etmesi üzerine ailesinin değişen yaşantısına uymakta büyük güçlük çekti. Henrik İbsen, 15 yaşında okulu bırakıp çalışmaya başladı. Altı yıl kadar Grimstad adlı kasabada bir eczanede çıraklık yaptı; boş zamanlarında şiir ve resim ile ilgilendi. 1849'da ilk oyunu "Katelina"'yı yazdı. 1850'de Üniversitesi'nde tıp öğrenimi görmek üzere sınavlara hazırlanmak için başkent Kristiania'ya (sonraki adı Oslo) taşındı; orada yazar ve sanatçılardan oluşan bir çevre edindi. Katelina, arkadaşlarından Ole Schulerud sayesinde yayımlandı ancak fazla ilgi çekmedi. Ertesi yıl Norveçli kemancı Ole Bull'un Bergen'de kurduğu "Norveç Ttiyatrosu"'da "Sahne Ozanı" olarak atandıktan sonra oyun yazarlığına ağırlık verdi. Aralarında kendi eserlerinin de bulunduğu 180'den fazla oyunun sahnelenmesinde yer aldı. Tiyatronun mali sorunlar yaşaması üzerine parlamentoya yardım için başvuru yaptı ancak olumlu bir yanıt alamadı. Bunun üzerine bir süre daha maddi zorluklar içerisinde yaşayan Ibsen, yazdığı ""Tatlı İsteyenler" oyunu ile ün kazandı. Aynı şekilde oyunun da beğenilmesi üzerine, parlamentodan maddi yardım aldı ve istediği yurt dışı gezilerine katılarak dünya tiyatroları üzerine gözlemler yapma fırsatı buldu. 1858 yılında tanınmış bir yazarın kızı Suzannah Daae Thoresen ile evlendi. 1859 yılında Sigurd adında bir oğlu oldu. Norveç Tiyatrosu'nun iflas etmesinden sonra 1863'te Kristiania Tiyatrosu'nda sanat danışmanı oldu. 1864 yılında dönemin en ünlü yazarı Björnstjerne Björnson'dan mali destek görerek yurt dışına gitti. Dört yıl Roma'da, 1891'e dek Dresden ve Münih'te kaldı. Zaman zaman Norveç'e dönse de 27 yıl yurt dışında yaşadı. İlk büyük oyunu, Roma'da 1866 yılında yazdığı "Brand" oldu. Oyunda dinsel bağnazlığı yüzünden sevmeyi ve görevlerini unutan Brand adlı genç bir rahibin trajedisini sergiledi. 1867 yılında yazdığı "Peer Gynt" ününü sağlamlaştırdı. Dünya tiyatro tarihinde bir başyapıt haline dönüşen "Hedda Gabler" adlı eserini 1890 yılında yazdı. Eser, ilk gösteriminin yapıldığı yıl olan 1891'de dönemin ahlaki yapısını bozduğu gerekçesiyle çok yoğun eleştiriler aldı. Oyundaki başkarakter Hedda'nın sadece sıkıntıdan evlenmiş olması eleştirilerin ana kaynağı idi. Çünkü o dönemde kadın evliliği seçemezdi. Evlilik toplumun dayattığı bir zorunluluktu ve her kadın mutlaka evlenmeliydi. Eserleri, Avrupa'nın birçok dillerine çevrilip büyük sahnelerde oynanan Ibsen, 1891 yılında ülkesine bir edebi kahraman olarak döndü; büyük gösterilerle karşılandı. 23 Mayıs 1906 tarihinde Oslo'da 78 yaşında öldü. Batı tiyatrosu üstünde derin etkiler bırakan ve dram sanatının en büyük ustalarından sayılan Ibsen, kendi konumunu şu sözlerle yansıtır: 19. yüzyılın diğer büyük oyun yazarları gibi romantik, bireyci ve anarşist bir dünya görüşünün etkisinde yapıtlar vermiş olan Ibsen, yazdığı eleştirel gerçekçi oyunlarda toplum bireylerinin yanılsamalarını, nevrotik ve ruhsal çalkantılarını açığa sermiş; bireyin boşa çıkan yaşam uğraşını, toplumun dış yüzü ile iç yüzü arasındaki karşıtlığın yol açtığı çelişkilerin üstesinden gelemeyişini irdelemiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18207", "len_data": 3969, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.49 }
Yapısal programlama, programlama dilleri kullanılarak yazılan, mantıksal bütünlük gösteren bloklara (bölümlere) bölünebilirler. Bu yolla uzun ve karmaşık programların, bloklara ayırarak daha kolay biçimde yazılabilmesi mümkün olmaktadır. Yapısal programlama yordamsal programlamanın bir alt/yan dalı olarak görülebilir, temel programlama tekniklerinden birisidir. “goto” terimine karşı bağımlılığı azalttığı ve hatta kaldırdığı için ünlenmiştir. Tarihsel olarak bakıldığında yapısal programlamadan pek çok alt yöntem türetilmiştir. Bunlardan ikisi Jackson'ın Yapısal Programlaması ve Dijkstra'nın Yapısal Programlamasıdır. Yapısal programlama, yordamsal programlama dillerinin pek çoğu ile yapılabilmektedir. 1970'lerin başlarında popülerleşmeye başlayan yapısal programlama ile pek çok yeni yordamsal programlama dili yapısal programlamayı destekleyecek özellikleri barındırmaya başladılar. Bu dillere örnek olarak Pascal ve Ada verilebilir. Küçük kod parçacıkları seviyesinde yapısal programlama hiyerarşik program akışı yapılarını tavsiye eder. Bu yapılar pek çok modern dilde kolayca elde edilebilen, “while”, “repeat”, “for” gibi yapılardır. Yapısal programlama bu yapılar için tek giriş ve tek çıkış noktalarını tavsiye eder. Bu tavsiyeyi zorunlu kılan dillere rastlanmaktadır. Bu teknik ile programcılar büyük kod parçalarını daha kısa alt yordamlar halinde yazarlar. Bu sayede parçacıklar anlaşılabilecek kadar küçük olurlar. Genel olarak programlarda çok az veya hiç genel (global) değişkenler kullanılmaz, genel değişkenler yerine altyordamlar yerel değişkenler kullanırlar ve değişkenlerini adres ve değer ile gönderir. Dijkstra’nın yapısal programlaması. Dijkstra'nın yapısal programlaması programın alt bölümlere ayrılması ve programın tek giriş ve çıkış noktası olması mantığına dayanır. Yukarıda anlatılan Yapısal Programlamanın temeli Dijkstra'nın tekniğine dayanır. Jackson’ın Yapısal Programlaması. Jackson'ın Yapısal Programlaması (JYP) veri akışı yapısı ile program yapısı arasındaki ilişkiye dayanır. JYP ilk olarak 1970'lerde Michael A. Jackson tarafından geliştirilmiş ve “Principles of Program Design” isimli kitabında yayınlanmıştır. Jackson'ın amacı standart COBOL programlamayı iyileştirmek olsa da bu metot modern programlama dilleri (örneğin C ve Perl gibi) ile kodlamada da geçerlidir. JYP'yi oluşturan temel yapılar… Metot programın girdilerinin temel yapılar ile ifade edilmesi ile başlar. Daha sonra programın çıktıları aynı şekilde ifade edilirler. Her girdi ve çıktı ayrı bir Veri Yapısı Diyagramı olarak modellenirler. Girdi ve çıktı yapıları daha sonra Program Yapı Diyagramı (PYD) olarak birleştirilirler. Bazı programlar tüm veriyi almadan çıktı üretmezken bazıları her girdi birimi için çıktı üretir, bu durum PYD'de işlenmiş olur. Dil bağımlı olmayan PYD daha sonra bir programlama dili vasıtası ile uygulanır. PYD daha çok yordamsal diller için uygun bir yaklaşım olup nesne yönelimli dillerde kullanılmamaktadır. JSP programın girdi, çıktı ve program yapısını anlatmak için diyagramları kullanır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18208", "len_data": 3039, "topic": "CODING", "quality_score": 3.7 }
Gırnata veya Granada, İspanya'nın Endülüs bölgesinde bulunan Granada ilinin baş şehridir. Endülüs Emevileri'nden kalan El Hamra Sarayı ile ünlüdür. Nüfus yapısı. Granada belediye sınırları içinde nüfusu (1 Ocak 2017 itibarıyla) 232.770 kişidir ve nüfus yoğunluğu 2663 kişi/km2 olur. Granada ve varoşlarından oluşan şehirleşmiş metropoliten Granda bölgesi nüfusunun 472.638 olduğu tahmin edilmektedir ve bu metropoliten Granda'yı İspanya içindeki şehirleşmiş metropoliten alanlar arasında 15. sıraya koymaktadır. Granada belediye sınırları içinde kaydedilen nüfusun değişiklikleri aşağıdaki istatistikte belirtilmiştir: Kardeş şehirler. Granada'nın şu kardeş şehirleri bulunmaktadır: Resimler. Granada
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18211", "len_data": 700, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.28 }
Córdoba ya da Kurtuba, İspanya'nın Endülüs eyaletinde bir şehir ve il. Tüm ilin nüfusu 2003 itibarıyla 320.000 kişi civarındadır. Uzun süre Endülüs Emevileri'nin egemenliğinde kalan şehirde en önemli mimari eser, İspanyollar tarafından "Mezquita" olarak adlandırılan Kurtuba Camisi'dir. Katolik İspanyollar'ın şehri yeniden ele geçirmesinden sonra kiliseye çevrilen ve günümüzde hâlâ katedral olarak kullanılmakta olan yapı, yapılan bir miktar tahribata karşın hâlâ pek çok özelliğini korumaktadır. Córdoba'nın bu tarihi merkezi 1984'te UNESCO "İnsanlık Mirasları" listesine alınmıştır. Coğrafi konum. Córdoba "Guadalquivir Nehri" sahillerinde vadinin ortasında konumlanmıştır. Şehrin kuzeyinde şehrin tam sınırında Sierra Morena silsilesi bulunur. Sierra Morena silsilesinde kömür, kursu ve çinko yatakları bulunmaktadır. Bu maden yatakları yüzyıllarca kullanılmış ve yöre halkının maden ihtiyaçlarını karşılamıştır. Cordoba'nin diğer bazı önemli İspanya şehirlerine uzaklıkları şu listede verilir: Demografi. Córdoba belediye sınırları içinde nüfus (2010 INA tahmini itibarıyla) 325,453 kişi olup nüfus yoğunluğu 259.3 kişi/km² olur. </timeline> Resim galerisi. Cordoba
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18213", "len_data": 1177, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.55 }
Streptomisin, aminoglikozid sınıfından bir antibiyotik ilaçtır. Bu sınıftan keşfedilen ilk ilaç olmasının yanı sıra tüberküloz (verem) tedavisinde kullanılan ilk antibiyotiktir. Gram pozitif ve gram negatif etkinliği güçlüdür. Streptomisin, "Streptomyces griseus" isimli aktinomisetten elde edilen bir antibiyotiktir. Aminoglikozit antibiyotikler içerisinde etki spektrumu en dar olan ilaçtır. Rutgers Üniversitesi'nde bir araştırma öğrencisi olan Albert Schatz tarafından 19 Ekim 1943 yılında ilk kez izole edilmiştir. Geleneğe göre başarı öğretmeni Prof. Selman Abraham Waksman'a verilmiş ve Waksman bu başarı sayesinde 1952'de Nobel Ödülü kazanmıştır. Bakteriyel Protein sentezine müdahale ederek çalışır.30S bakteriyel ribozom alt ünitesine bağlanarak S12 protein'inin sentezini engeller. Duyuş zorlukları, baş dönmesi, iştahsızlık, bulantı gibi yan etkileri olabilir. Yan etkilerin görüldüğü takdirde doktora başvurulması önemlidir. Gebe kadınlarda ve çocuklarda kullanılması önerilmez. Ayrıca streptomisin ağız yoluyla (oral yoldan) verilemez. Ancak kas içi enjeksiyon uygulandığında biyoyararlanımı oldukça iyidir. Bir diğer özelliği de diğer aminoglikozit'lerde olduğu gibi ototoksik özelliktir.Yani iç ve orta kulak için toksik sayılabilir ve bu bir risk faktörüdür. Molekül DSÖ'nün Temel İlaçlar Listesi'nde yer almaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18216", "len_data": 1333, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.91 }
Etiyopya veya Etyopya, resmî adıyla Etiyopya Federal Demokratik Cumhuriyeti (Amharca: "Ityopp'ya Federalawi Demokrasiyawi Ripeblik") Afrika Boynuzu'nda yer alan büyük bir Doğu Afrika ülkesi. Ülkenin başkenti yerel dilde "yeni çiçek" anlamına gelen Addis Ababa'dır. Sudan, Güney Sudan, Eritre, Cibuti, Somali ve Kenya, Etiyopya'nın komşularıdır. Afrika kıtasının en kalabalık ikinci ülkesidir. Etiyopya, Avrupalı sömürge güçlerini yenen ve bağımsız bir ülke olarak egemenliğini koruyabilen iki Afrika ülkesinden biridir (diğeri Liberya). 1945 yılında Birleşmiş Milletler'e üye olarak ilk bağımsız Afrika ülkesi olmuştur. Ülkenin Kızıldeniz boyunca uzanan sahil bölgesinin, 1993'te yapılan bir halk oylaması sonucunda Eritre adıyla bağımsızlığını ilan etmesi, Etiyopya'nın Kızıldeniz ile olan bağlantısının kesilmesine ve ülkenin bir kara devletine dönüşmesine neden olmuştur. Tarihi. Bilim insanları tarafından Afar bölgesinde yapılan arkeolojik kazılarda 3 milyon yıllık insan iskeleti kalıntılarına rastlanılması, tarihî çağların başlamasından çok önceleri bile bölgenin, insan toplulukları için bir yaşam sahası olarak kullanıldığını gösterir. Etiyopya'dan bahseden ilk tarihî belgeleri yaklaşık MÖ 5000 yılına kadar götürebilmek mümkündür. İlk Çağ'da kuzeydeki Mısır Krallığı'nın yöneticisi olan firavunların altın, fildişi, tütsü ve köle aramak üzere Kızıldeniz kıyılarını takip ederek bu bölgeye geldikleri sanılmaktadır. Etiyopya topraklarında modern anlamda ilk kurulan devlet MÖ 8. yüzyılda ortaya çıkan D'mt Krallığı'dır. D'mt Krallığı'nın MÖ 1. yüzyılda çöküşü ile beraber bölgede, yine aynı yüzyılda Aksum Krallığı ortaya çıktı. Aksum Krallığı zamanla güçlenerek sınırlarını Habeşistan dışında bugünkü Eritre, Cibuti, Sudan, Somali ve Arabistan yarımadasında yer alan Yemen'i içine alacak şekilde genişletti. Etiyopya devleti, 1936-1941 arasındaki Mussolini İtalya'sının istila ve işgal hareketi dâhil edilmediği takdirde, tarihi boyunca bağımsızlığını koruyabilmiş ve Afrika kıtasının bazı Avrupa devletlerince sömürge yapılamamış tek ülkesidir. Etiyopya İmparatorluğu'na karşı 1974 yılında Derg "(Türkçe: Etiyopya Geçici Askeri Hükümeti)" tarafından yapılan darbenin başarılı olmasıyla, ülkede sosyalist bir yönetim kurulmuştur. Bu süreçte eğitim ve sağlık başta olmak üzere, birçok alanda reformlar gerçekleştirilmiştir. Somali'de yakın zamanlarda kurulmuş olan Siad Barre yönetimiyle, Batı Somali'nin kontrolü üzerine yaşanan anlaşmazlıklar nedeniyle, 1977 yılında iki ülke arasında Ogaden Savaşı başlamıştır. WSLF "(Türkçe: Batı Somali Kurtuluş Cephesi)" ve Somali, gerçekleştirdikleri işgal sırasında hızlı bir ilerleme göstererek Dire Dawa'ya kadar ilerlemiştir. Sovyetler Birliği, Güney Yemen, Küba ve Doğu Almanya'dan aldığı desteğin etkisiyle Etiyopya ilerlemeyi durdurarak büyük bir karşı saldırı başlatmıştır. Somali'nin geri çekilmesi ve WSLF'nin ağır bir yenilgi almasıyla, savaş sona ermiştir. Derg'in giderek güçlenmesi ve ülkede otoriter bir yönetim kurması karşısında, muhalif gruplar kendi aralarındaki rekabeti bir kenara bırakarak büyük bir ittifak kurmuştur. EPRDF ve EPRP başta olmak üzere Marksizm-Leninizm'i benimseyen siyasi partilerle Oromia, Afar ve Ogaden'deki bölgesel kurtuluş hareketlerinin birleşiminden oluşan ittifak, Etiyopya İç Savaşı'nın başlamasına yol açmıştır. ELF ve EPLF'nin başlattığı Eritre Bağımsızlık Savaşı ilerleyen süreçte başarıya ulaşmış, ancak yaşadıkları sorunlar nedeniyle yerini Eritre İç Savaşı'na bırakmıştır. Etiyopya ve Somali arasındaki rekabet, 1982 Etiyopya-Somali Sınır Savaşı başta olmak üzere birçok olayda kendisini göstermeye devam etmiştir. SSDF'nin liderliğinde Somali'ye karşı savaşan isyancı gruplar, Etiyopya tarafından desteklenmiştir. Derg'in sivilleşme çalışmalarının sonucunda, WPE "(Türkçe: Etiyopya İşçi Partisi)" kurulmuş ve 1987 yılında Etiyopya Demokratik Halk Cumhuriyeti ilan edilmiştir. Doğu Bloku'ndaki ülkelerle oldukça yakın diplomatik ilişkiler kurulmuştur. Sovyetler Birliği, Doğu Almanya, Küba, Güney Yemen ve Libya Arap Cemahiriyesi gibi ideolojik yakınlık gösterdiği ülkelerle iş birliği içerisinde bulunan Etiyopya, İsrail'le de diğer Batı Bloku ülkelerine göre daha iyi diplomatik ilişkiler kurmuştur. Soğuk Savaş dönemi boyunca ABD ve Somali gibi ülkelerle kurulan uluslararası ilişkiler, gergin bir yapıya sahip olmuştur. Etiyopya, Rodezya İç Savaşı sırasında ZANU'yu ve Zimbabve halkının bağımsızlık mücadelesini desteklemiştir. Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından birçok siyasi parti sosyal demokrasi ve demokratik sosyalizme yönelirken, WPE ideolojik değişime uğramamıştır. Etiyopya İç Savaşı şiddetlenmeye devam etmiş, 1991 yılında EPRDF liderliğindeki muhalif gruplar Addis Ababa'yı işgal etmiştir. Etiyopya Demokratik Halk Cumhuriyeti dağıtılmış ve geçici bir hükûmet kurulmuştur. WPE’nin bazı eski üyeleri, 1993 yılında EUPF adı altında bir araya gelmiştir. OLF’yle birlikte hareket ederek Oromia’da gerçekleşen çatışmalarda hükümete karşı savaşmış ve Güney Sudan’daki gruplarla çıkarları doğrultusunda iş birliği içerisinde bulunmuşlar, ancak kayda değer bir başarı elde edememişlerdir. Coğrafya. Etiyopya yaklaşık 1,2 milyon kilometrekarelik bir yüz ölçümüne sahiptir. Kuzeyinde Eritre, Cibuti ve doğusunda Somali bulunurken, batıda Sudan, Güney Sudan ve güneyde Kenya komşu ülkelerdir. Etiyopya’nın denize sınırı yoktur. Ülkede birkaç sismik bölge olmasına rağmen aktif hâlde bulunan volkanlar yoktur. Dağlık bölgeler ülkenin kuzey kesimlerinde yer almaktadır (4500 metre yüksekliğe sahip Ras Dashen'in bulunduğu Semien Dağları). Orta bölgelerdeki yüksek alanlarda 4300 metreden daha yüksek olan Batu ve Karra dağlarının olduğu ikinci dağlık alan bulunmaktadır. Etiyopya, yüksekliği 2000 ve 3000 metre arasında olan yüksek bir platoya sahiptir. Ülkenin kuzeydoğusundan başlayan ve merkezden güneybatıya doğru genişleyen Rift Vadisi ülkeyi iki parçaya ayırmaktadır. Rift Vadisi bölgesinde daha çok bölgenin güney ve güneybatısında birçok göl bulunmaktadır. Etiyopya’da Abay olarak bilinen Nil Nehri ülkeyi kuzeybatıdan keserek ülkede yaklaşık 800 km'lik bir yol almaktadır. Etiyopya’daki en uzun iki nehir güneydoğu istikametinde akan ve yüksek bölgelerden düşük rakımlı bölgelere doğru ilerleyen Awash ve Wabishebelle nehirleridir. Ülkede 2 milyar MW hidroelektrik üretimini mümkün kılan birçok irili ufaklı nehir bulunmaktadır. İdari bölümler. Etiyopya, etnik kökene dayalı 9 yönetim bölgesine ayrılmıştır. Bu bölgelerin yerel ismi "kilil"dir. (çoğulu: "kililoch"). Bu bölgelerden ayrı iki "özel yönetimli şehir bölgesi" de yönetim bölgeleri içinde sayılır ve aşağıda "eğik" olarak gösterilmiştir. Bu 11 bölge şunlardır: Ekonomi. 1990'lı yılların başından itibaren Etiyopya serbest pazar ekonomisine dayalı stratejiler izlemiş ve yapısal reformlar başlatmıştır. Bu çerçevede, iç fiyatların yeniden düzenlenmesi, dış ticaret liberalizasyonu, devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, iç ve dış özel yatırımların desteklenmesi ve özel sektörün geliştirilmesi hükûmetin öncelikleri arasında yer almıştır. Hükûmet yollar, elektrik santralleri ve telekomünikasyon gibi ülkenin altyapısını idame ve geliştirme için yoğun bir yatırım sürecine girmiştir. Bunun yanı sıra, hükûmet kamu iktisadi kuruluşlarının özelleştirilmesi programını da devreye sokmuştur. Özelleştirme süreci her ne kadar yavaş olsa da hükûmet son beş yıl içinde birçok küçük ve orta ölçekli kamu iktisadi kuruluşunu özelleştirmeyi başarmıştır. Hükûmet, elektrik santralleri ve telekomünikasyon gibi sektörlerde yabancı yatırımların ülkeye gelmesi için çalışmaktadır. Tarım kesimi, tekstil ve deri gibi tarıma dayalı sanayilerde ve turizm sektörünün gelişiminde yabancı sermayeye ihtiyaç duyulmaktadır. Yabancı ve yerli sermaye yatırımlarını teşvik etmek amacıyla, 1992 yılında Yatırım Kanunu (Investment Code) yayınlanmış ve o zamandan günümüze kadar iki kere gözden geçirilmiştir. Bu dönem süresince, Madencilik ve İşgücü Kanunları da devreye alınmıştır. Etiyopya'nın ekonomisi GSYİH'nın %50'sini, ihracatının %90'ını ve istihdamının %80'ini içeren tarıma dayanmaktadır. Ekilebilen alanların yalnızca 1/5'i ekilip biçilmekte ve bu alanlar yalnızca yağmur ile sulanmaktadır. Bu bölgeler yağış miktarı açısından farklılık göstermektedir. Tarım kesimi sık sık ortaya çıkan kuraklık ve kötü tarımcılık uygulamalarından dolayı sıkıntı yaşamaktadır. Ayrıca, yiyecek yardımları söz konusudur. Tarım. 2000'li yılların sonlarında tarımsal üretim önemli ölçüde artmıştır. Tarımsal üretimi artırmak ve yiyecek yeterliliğini çoğaltmak amacıyla çeşitli tedbir politikaları belirlenmiştir. Bu tedbirler arasında, kıtlığı erken uyarma sistemi, tarımsal hizmetleri artırmak ve gübrenin daha geniş alanlarda kullanımının sağlanması yer almaktadır. Tarım üretiminin %80'ini tahıl, mısır, arpa, darı ve teff (bir tür tahıl ürünü) oluşturmaktadır. Bakliyat ve yağlı tohumlar da önemli ölçüde üretilmektedir. Tahıl tamamen iç tüketimde kullanılmaktadır. Bakliyat ve yağlı tohumlar, daha az miktarda olmak üzere kavun gibi meyveler de komşu ülkelere ihraç edilmektedir. Kahve, Etiyopya ekonomisi için son derece önemlidir. Tahminlere göre kahvenin Etiyopya'nın GSYİH'na katkısı %10 oranındadır. 15 milyon kişiden daha fazla bir nüfus (nüfusun %25'i) kahve sektöründen geçimini sağlamaktadır. Türkiye dâhil birçok ülkede Etiyopya menşeli kahveler satılmaktadır. Hayvancılık. Etiyopya, Afrika'nın en fazla canlı hayvan varlığına sahiptir. Bunların deri ve postları ülkenin önemli ihracat gelirini oluşturmaktadır. Sanayi. İmalat sanayi GSYİH'nın %5'ini oluşturmaktadır. İmalat sanayinin büyük çoğunluğu devletin yönetimindedir ancak özelleştirme faaliyetleri de başlamış bulunmaktadır. İmalat sanayi üretiminin %40'ından daha fazlasını gıda ve içecek, özellikle bitkisel yağ, un mamulleri ve bira oluşturmaktadır. Altyapı. Etiyopya, altyapısını geliştiren bir ülkedir ve iyi hava bağlantılarına sahiptir. Ayrıca bölgedeki ilk hafif raylı sistemine yatırım yapmıştır. Ülke Nil Nehri'ne Afrika'daki en büyük barajı inşa etmektedir. Tekstil. Tekstil sektörü, 19'u devlete, 14'ü ise özel sektöre ait olan tekstil ve konfeksiyon fabrikalarını ihtiva etmektedir. Anılan sektör, tüm imalat sanayi çalışanlarının yaklaşık %30'unu içermektedir. Madencilik. Madencilik sektörünün, Etiyopya ekonomisi içinde önemi azdır. Kireçtaşı, kil, mermer üretimi epey fazladır. Ayrıca metalik olmayan mineral üretiminde ise büyük artış olmuştur. Diğer taraftan kömür, demir, tantal ve potasyum rezervlerinin olduğu tahmin edilmektedir. Dış yatırımlar. Etiyopya'daki yatırımların büyük bir bölümü denizaşırıdır. Ülkenin 2016/17 yılları arasında doğrudan yabancı yatırımı %27,6 artmıştır ve yatırımların büyük bir kısmı sanayi bölgelerine gitmektedir. Bununla birlikte Etiyopya kamu kuruluşlarını en büyük ticaret ortağı olan Çin gibi dış yatırımcılara satmaktadır. Ülkedeki ucuz iş gücü yabancı yatırımcıların üretim endüstrisine yatırımını teşvik etmiştir. Demografi. </small>Etiyopya'da 80'in üzerinde etnik grup bulunmaktadır. Oromolar, Amharalar, Tigraylar, Sidamolar, Şankellalar, Somalililer, Afarlar ve Gurageler Etiyopya topraklarında yaşayan belli başlı etnik topluluklardır. Bunlardan Oromolar yaklaşık %35 oranla Etiyopya'nın en kalabalık etnik grubunu oluştururlar. Din. Etiyopya'da din, birçok inançtan oluşur. Bunların başında İbrahimî dinler arasında yer alan Hristiyanlık ve İslam gelmektedir. Ayrıca uzun yıllardır var olan küçük bir Yahudi cemaati de vardır. Bahâîlik inancının bazı taraftarları birtakım kentsel ve kırsal bölgelerde vardır. Ayrıca, çoğunlukla ülkenin güneybatı kesiminde yaşayan geleneksel inançları takip eden az sayıda topluluk var. 2016'da yapılan ulusal nüfus sayımına göre, 35 milyondan fazla kişi (%42) Etiyopya Ortodoks Hristiyan, 25 milyondan fazla kişi (%32) Müslüman, 15 milyondan fazla kişi (%22) Protestan ve ayrıca 1 milyondan fazla kişi (%2) geleneksel inançlara bağlıdır. İsrail'in 1977 yılında Etiyopyalı Yahudileri resmî olarak tanımasından sonra pek çok Yahudi, Etiyopya'yı terk ederek Geri Dönüş Kanunu çerçevesinde İsrail'e göç etmiştir. Dil. Etiyopya'nın resmi dili Latin Alfabesi'nden epey farklı bir alfabe olan ve Amhar Alfabesi denilen bir alfabeyle yazılan Amharcadır. Ülkede Amharca'dan başka, çok sayıda etnik topluluğun bulunmasına paralel olarak birçok yerel dil ve lehçe kullanılmaktadır. Yaygın yabancı dil olarak İngilizce konuşulmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18233", "len_data": 12356, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.6 }
Eric Gerets (d. 15 Mayıs 1954; Rekem, Belçika), Belçikalı teknik direktör ve eski futbolcudur. Oğlu Johan Gerets de eski bir futbolcudur. Futbolculuk kariyeri. Futbolcu olarak her zaman sağ bek oynamıştır ancak hücuma yönelik olarak uzun taç atabilme kabiliyetiyle de tanınmıştır. Futbola amatör olarak doğduğu şehrin kulübünde başlamıştır. Kulüp kariyeri. Savunma oyuncusu olarak, R. Standard de Liège, Milan, Maastricht ve PSV takımlarında oynamıştır. 2 Belçika şampiyonluğu, 6 tane de Hollanda şampiyonluğu kazanmıştır. Standard de Liège. Profesyonel olarak ilk maçına 16 Nisan 1972'de R. Standard de Liège formasıyla Diest'e karşı oynanan deplasman maçında Sylvester Takac'ın yerine oynayarak çıkmıştır. 1981'de Ernst Happel teknik diretörlüğündeyken, takımıyla Belçika Kupası'nı kazanmıştır. Raymond Goethals teknik direktörlüğünde, 1982 ve 1983 yıllarında kulübü şampiyon olmuştur. 1982'de Altın Ayakkabı ödülünü kazanmıştır. 1973'ten 1983'e kadar takımında kaptanlık yapmıştır. AC Milan. 1982-1983 sezonu sonrası, İtalyan Milan Gerets'in bonservisini satın almıştır. Burada 1983-1984 sezonunda da sağ bek mevkiinde oynayarak kaptanlık yapmıştır. 1982 yılında Roger Petit ve Raymond Goethals yönetimindeki R. Standard de Liège'in 3-0 kazandığı Watershei Thor karşılaşmasındaki şüpheler üzerine savcı Bellemans tarafından maçtan 21 ay sonra gözlem altına alınır. 28 Şubat 1984'te Standard de Liège kaptanı Eric Gerets'in de sorgusunun ardından, rakip takıma verilen 420.000 Belçika Frankı için, Eric Gerets'le birlikte 12 futbolcu suçlu bulunur. Standard de Liège takımının teknik kurmayları Goethals ile Petit'nin önerisiyle kaptan Eric Gerets'in, arkadaşı Roland Janssen vasıtasıyla Waterschei Thor oyuncularına maça asılmamaları için 420.000 Belçika Frankı verdiği ortaya çıkar. Goethals ve Petit'e ömür boyu futboldan men cezası verilir ama ardından cezaları kaldırılır. Eric Gerets ise 3 yıl ceza alır, daha sonra bu ceza 13 aya indirilir. Cezası bitince Gerets Hollanda'nın Maastricht takımında forma giymeye başlar, buradan da PSV Eindhoven'a tranferine zemin oluşur. PSV Eindhoven. Gerets, PSV ile sözleşme imzaladığında 31 yaşındaydı. 1988 yılında Gerets'li PSV, Avrupa'da sonradan UEFA Şampiyonlar Ligi olarak ismi değişecek olan Kupa 1'i, finalde Benfica'ya karşı penaltılarda kazanır ve ilk kez Avrupa Kupası kazanan Belçikalı futbolcu unvanını alır. Yedi yıl içerisinde PSV'de, 6 lig derecesi ve 3 millî kupa kazanır. Roda JC'ye karşı oynanan bir final maçında iki gol atarak kariyerinde bir daha hiç geçemediği bir performans gösterir. 1987'de Ruud Gullit'in takımdan ayrılmasıyla, Gerets takımın daimi kaptanı haline gelmiştir. 1990 yılında kaptanlığı devretmiştir. 3 Mayıs 1992'de profesyonel futbolculuk kariyerini noktalandırmıştır. Millî takım kariyeri. Gerets, millî formayı ilk kez Ekim 1975'te Doğu Almanya'ya karşı oynanan maçta giymiştir. Guy Thys'in teknik direktörlüğünde Gerets istisnasız olarak sağ bek oynamıştır. Belçika, 1980 yılında Avrupa Şampiyonası'nda, 1982 yılında ise İspanya'daki Dünya Şampiyonası'nda ikincilik elde etmiştir. 1990 yılında İtalya'da başarılı bir Dünya Kupası performansından sonra 1991 ilkbaharında millî takımdan ayrılmıştır. Millî formayla toplam 86 maça çıkarak 2 gol kaydeden Gerets, Franky Van der Elst ile beraber Belçika'nın en çok millî formayı giyen futbolcularındandır. Teknik direktörlük kariyeri. Teknik direktör olarak Liège, Lierse, Club Brugge, PSV, Kaiserslautern, Wolfsburg, Galatasaray, Marsilya, El-Hilâl, Fas millî takımı, Lekhwiya ve Al Jazira takımları için çalışmıştır. Galatasaray. Galatasaray'da 2005-2006 ve 2006-2007 sezonlarında teknik direktörlük yapmıştır. 2005-2006 sezonunda Galatasaray'da ilginç bir Süper Lig şampiyonluğu yaşamıştır. Galatasaray'da futbolcular ve kendisi paralarını alamıyorken, takım halinde mücadele örneği gösterilmiş ve Galatasaray 83 puanla tarihinin en yüksek puanına ulaşarak şampiyon olmuştur. Ancak 2006-2007 sezonunda işler yolunda gitmemiş ve sezon sonunda Eric Gerets'le yollar ayrılmıştır. Olympique de Marseille. 2007-2008 ve 2008-2009 sezonlarında Marseille takımında teknik direktörlük yapmıştır. Al-Hilal. 2009-2010 sezonunda Suudi Arabistan'ın El-Hilâl takımını çalıştırmak üzere anlaşmıştır. Fas. Eric Gerets'in 5 Temmuz 2010 tarihinde Fas millî takımı'yla anlaştığı açıklandı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18235", "len_data": 4308, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.41 }
Potasyum, bir kimyasal elementtir. Simgesi K (Arapça: "al qalija" → Latince: kalium) ve atom numarası 19 dur. Potasyum adını izole edildiği Potas olarak da bilinen potasyum karbonattan almıştır. Potasyum yumuşak, gümüş-beyaz renkli alkali bir metaldir. Doğada deniz suyunda ve pek çok mineralde diğer elementlere bağlı olarak bulunur. Havada hızla oksitlenir ve suya karşı da çok aktiftir. Potasyum, pek çok açıdan sodyuma kimyasal olarak benzese de yaşayan organizmalarda, özellikle de hayvan hücrelerinde, sodyumdan farklı muamele görür. Kandaki seviyesinin düşük olmasına hipokalemi, yüksek olmasına hiperkalemi denir. Önemli özellikleri. Potasyum bıçakla kesilebilecek kadar yumuşaktır. Taze kesilen potasyumun parlak yüzeyi havayla temas ettiğinde matlaşır. Potasyum, metal oksit oluşumu ve hidroksit korozyonunun önlenmesi için havasız ortamlarda saklanmalıdır. Bu nedenle potasyum örnekleri genelde kerosen gibi indirgen ortamlarda depolanır. Potasyum, diğer alkali metaller gibi su ile şiddetli reaksiyona girip hidrojen gazı açığa çıkarır. Potasyumun su ile reaksiyonu lityum ve sodyumun su ile reaksiyonundan daha da şiddetlidir, öyle ki bu reaksiyondan açığa çıkan ısı hidrojen gazının yanmasına yetecek kadar ısı sağlar. 2 K (k) + 2 H2O (s) → H2 (g) + 2 KOH (k) Potasyum eser msu ile hızla reaksiyona girdiğinden, NaK alaşımı kuru çözücü elde etmek amacıyla yapılan damıtma işleminden önce kurutucu olarak kullanılır. Potasyum ve bileşikleri alevde viole renk verir. Bu özelliği örneklerde potasyum olup olmadığını kontrol etmek için alev testlerinde kullanılır. Potasyumun su içindeki yüksek çözünürlüğünü K+ iyonunun sudaki yüksek çözünme enerjisine borçludur. Su içindeki potasyum iyonları renksizdir. Sudaki potasyum tadı nedeniyle tespit edilebilir; seyreltik çözeltileri tatlı, derişik çözeltileri ise ekşi, bazik veya tuzludur. Bir çözeltideki potasyum derişimi alev fotometresi, atomik absorbsiyon spektroskopisi, ICP veya iyon seçici elektrotlarla tayin edilebilir. Ayrıca potasyumun ayırma veya çöktürme ile tayininde sodyum tetrafenil, dihidrojen hexakloroplatinat (IV) hekzahidrat ve sodyum kobaltnitrit kullanılır. Kullanım Alanları. Önemli potasyum tuzları şunlardır: potasyum bromür, potasyum karbonat, potasyum klorat, potasyum kromat, potasyum siyanür, potasyum bikromat, potasyum iyodür, potasyum nitrat, potasyum sulfat... Tarihçe. Potasyum 1807 yılında Sir Humphrey Davy tarafından kostik (KOH) potastan elde edilmiştir. Potasyum elektroliz yöntemiyle elde edilen ilk metaldir. Potasyum Roma zamanında bilinmediği için, ismi klasik latince değil, neo-latincedir. Bulunuşu. Potasyum dünya yerkabuğunun ağırlıkça %2,4 oluşturur ve bu oranıyla en çok bulunan yedinci elementtir. Çok elektropozitif olduğundan diğer minerallerden elde etmek oldukça zordur. Carnallite, langbeinite, polyhalite ve sylvite gibi potasyum tuzları eski göl ve deniz yataklarında bulunur. Potasyumun elde edildiği en önemli kaynak, Potas, Saskatchewan, Kaliforniya, Almanya, New Mexico, Utah ve dünyanın diğer yerlerinden çıkarılır. 1960 yılından beri faaliyette bulunan Saskatchewan madenleri dünyanın en büyük rezervlerine sahiptir. Öte yandan okyanuslar da diğer önemli potasyum kaynağıdır. Potasyum, KOH'den Davy prosesine göre elektrolizle ayrıştırılır. Ayrıca ısı metotlarıyla da potasyum klorürden potasyum üretimi mümkündür. Potasyum saydam bir maddedir. Önlemler. Katı potasyum suyla şiddetli reaksiyon verir. Bu nedenle dikkatli bir şekilde kullanılmalı, gaz yağı gibi mineral yağ altında saklanmalıdır. Lityum ve sodyumdan farklı olarak potasyum yağ altında uzun süreler saklanamaz. Altı aydan uzun sürelerde saklanılan potasyumun metal yüzeyinde ve kabın kapağında şoka duyarlı peroksit oluşabilir. Bu kapağın açılmasıyla peroksitler patlayabilir. Bu nedenle Potasyum, Rubidyum veya Sezyumun üç aydan fazla depolanacaksa oksijensiz veya vakum ortamında depolanması gerekir. Potasyumun hava nemine temasından sonra yüzeyinde oluşan alkali potasyum hidroksit (KOH) bazik bir tehlikedir. Ciltle temasında sodyum metali gibi potasyum metali de sabunsu bir his bırakır. Bu ciltteki yağların yumuşak potasyumla olan bazik bozunma reaksiyonu sonucudur. Potasyumla çalışırken dikkatli olunmalı, cilt ve gözler korunmalıdır. Potasyum yangınları suyla söndürülemez. Bu tür yangınları söndürmekte çok az kuru kimyasal etkili olabilir. Beslenme ve tıpta potasyum. Potasyum beslenmede hayati bir mineraldir. Hayvan hücrelerindeki asıl pozitif katyon olduğundan, vücuttaki sıvı ve elektrolit dengesini sağlamak için önemlidir. Potasyum, ayrıca hayvanlarda kas kasılması ve sinir akımı gönderimi için önemlidir. Vücut sıvısındaki potasyum eksikliği ishal ve kusmaya yol açar, ölümcül olabilir (hypokalemia). Potasyum eksikliği sonucu kas güçsüzlüğü, kalp atışı anormallikleri ve dolaşım bozukluğu, refleks yavaşlaması ve nefes almada güçlük, halsizlik görülebilir. Yeterli miktarda potasyum almanın en iyi yolu değişik türde yemekler yemektir. Düzenli beslenen insanlar genelde potasyum katkısına ihtiyaç duymazlar. Potasyumca zengin besin maddeleri; Lahana, brokoli, pazı gibi yeşil yapraklı sebzeler, zeytin, balık, portakal suyu, patates, muz, hurma, incir, avokado, kayısı, badem, fındık ve süt ürünleridir. Araştırmalar yüksek potasyum içeren besinlerle beslenmenin hipertansiyon riskini düşürdüğünü göstermektedir. Günlük potasyum tüketim miktarı yetişkinler için 2000–3000 mg arasında olmalıdır. (Potasyumun kandaki seviyesinin 3.5 - 5 arasında olması gerekir.)
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18236", "len_data": 5474, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.64 }
Abhazya (Abhazca: "Аҧсны" Apsnı; Gürcüce: "აფხაზეთი Apkhazeti"), Gürcistan'ın kuzeybatısında, Karadeniz'in doğusunda yer alan tarihsel bölge ve ülkedir. Abhazya adı, tarihsel bölge dışında, de facto Abhazya Cumhuriyeti ile Gürcistan'a bağlı Abhazya Özerk Cumhuriyeti'ni de ifade etmektedir. Abhazya Cumhuriyeti, Gürcistan'a bağlı özerk cumhuriyetini 1992'de ele geçiren isyancıların 1994 yılında Gürcistan'dan bağımsızlığını ilan etmesiyle ortaya çıkmıştır. De facto bağımsız olan Abhazya Cumhuriyeti, Rusya, Nikaragua, Venezuela, Nauru, Suriye gibi bazı devletler ve Güney Osetya, Transdinyester ve Dağlık Karabağ gibi de facto bağımsız devletler tarafından tanınsa da, başta Gürcistan olmak üzere, Birleşmiş Milletler üyesi devletlerin büyük çoğunluğu ve Birleşmiş Milletler teşkilatı tarafından tanınmamaktadır. Abhazya Özerk Cumhuriyeti ise, Sovyetler Birliği içinde Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin bir parçası olarak kurulmuştur. Bugün de Birleşmiş Milletler ve - birkaç devlet dışında, Türkiye Cumhuriyeti dahil - BM üyesi devletlerin büyük çoğunluğu tarafından Gürcistan'ın bir parçası olarak kabul edilmektedir. Abhazya Cumhuriyeti'nin yönetim merkezi Sohum olup, Abhazya Özerk Cumhuriyeti'nin "sürgündeki" hükûmeti ise, Gürcistan'ın başkenti Tiflis'tedir. Abhazya adı eski Abazgia bölgesinden, bir kabule göre de bu bölgenin halklarından biri olan Abhazlardan gelir. Abhazya 8.600 km²’lik bir alanı kapsar. 2022 yılı itibarıyla bölgede 244.236 kişi yaşamaktadır. Halkın %70'inden fazlası aynı zamanda Rusya Federasyonu vatandaşıdır. Tarih. Erken dönem. Batı Kafkasya’da en eski yerleşmeye ilişkin arkeolojik buluntular yaklaşık MÖ 4000-3000 yıllarına tarihlenir. Bugünkü Abhaz ("Apsua") tarihçiler bu kalıntıların en eski “proto-Abhaz” kabilelerine ait olduğunu savunmakta ve Karadeniz kıyısındaki bugünkü Abhaz cumhuriyetinin köklerinin çok eski olduğunu ileri sürmektedirler. Bugünkü Abhazya toprakları MÖ 1. binyılda (MÖ 9.-6. yüzyıllar) eski Kolhis ("Kolha") krallığının bir parçasıydı. Bu toprakların MÖ 63 yılında Lazika'nın bir parçası oldu. Antik Yunan tacirler Karadeniz kıyısında limanlar kurdular ve Dioscurias adıyla kurulan Sohum da bu limanlardan biriydi. Roma İmparatorluğu MS 1. yüzyılda Lazika topraklarını ele geçirdi ve Lazika'nın bağımsızlığını yeniden kazandığı 4. yüzyıla değin bölgeyi yönetimi altında tuttu. Ama ardından Lazika Bizans İmparatorluğu'nun denetimi altına girdi. Bizans imparatoru I. Justinianus döneminde, 6. yüzyılda Abhazya nüfusu Hristiyanlığı kabul etti. Abhazya, 7. yüzyılda Bizans'a bağlı bir prenslik haline geldi. 735'te Gürcü krallıklarına karşı Arap generali Mervan tarafından büyük bir sefer başlatıldı. Araplar 736 yılında Abhazya'ya çekilmiş Gürcü prenslerinin -Miriani ve Arçil kardeşler- peşindeydiler. Dizanteri ve seller gibi afetler ile birlikte Arkhon I. Leon ve İberyalı ve Lazikalı müttefiklerinin inatçı direnişi işgalcileri geri çekilmeye zorladı. I. Leon daha sonra Mirian'ın kız kardeşi ile evlendi ve bir varis, II. Leon 770'li yıllarda Lazika'yı elde etmek için bu hanedan birliğini kullandı. Muhtemelen bu yeni devlet Lazika'nın (Gürcü kaynaklarında "Egrisi") ardılı kabul edilerek bazı çağdaş Gürcü ("Gürcü Kralları'nın Hayatı", Leonti Mroveli) ve Ermeni ("Ermenistan Tarihi", Hovannes Drashanakerttsi) kroniklerinde Egrisi (Lazika) olarak ifade edilmeye devam etti. Arap Halifeliğine karşı başarılı savunma ve doğuda yeni toprak kazanımları, Abasgia prenslerine Bizans İmparatorluğu'ndan daha fazla özerklik talep etmeleri için yeterli güç verdi. 778 dolaylarında Prens II. Leon, Hazarların da yardımıyla Bizans İmparatorluğu'ndan bağımsızlığını ilan etti ve ikametgâhını Kutaisi'ye taşıdı. Bu dönemde Gürcüce, okuryazarlık ve kültür dili olarak Yunancanın yerini almıştır. Batı Gürcistan Abhazya krallığı 850 ile 950 yılları arasında gelişti ve bu, Abhazya ve doğu Gürcü devletlerinin 10. yüzyılın sonunda ve 11. yüzyılın başında Kral III. Bagrat tarafından yönetilen tek bir Gürcü monarşisi, Gürcistan Krallığı çatısı altında birleşmesi ile sona erdi. 12. yüzyılda Kral Kurucu Davit, Otağo'yu Abhazya'nın bir eristavisi (prens) olarak atadı ve daha sonra Şervaşidze Hanedanı'nın (Çaçba olarak da bilinir) kurucusu oldu. 1240'larda Moğollar Gürcistan'ı sekiz askeri-idari tümene böldüler, çağdaş Abhazya toprakları Tsotne Dadiani tarafından yönetilen tümenin bir parçasını oluşturuyordu. 16. yüzyılda, Gürcistan Krallığı'nın küçük krallıklara ve prensliklere bölünmesinden sonra, Şervaşidze Hanedanı tarafından yönetilen Abhazya Prensliği (resmiyette İmereti Krallığı'nın vasalı) ortaya çıktı. Osmanlı donanmasının Sohum kalesini işgal ettiği 1570'lerden beri Abhazya, Osmanlı İmparatorluğu ve İslam etkisi altına girdi. Osmanlı yönetimi altında, Abhaz seçkinlerinin çoğunluğu İslam'ı seçti. Prenslik bir dereceye kadar özerkliğini korudu. Çarlık Rusyası ve Sovyet dönemi. Çarlık Rusyası Kafkasya'ya yayılmaya başlamasıyla birlikte bölgenin bazı küçük halklarıyla çatışmalar içine girdi. Küçük ölçekli ama uzun zamana yayılan savaşların sonunda Rusya, 1801-1864 arasında bütün Gürcistan'ı ele geçirdi. Abhazya 1810 yılında bir feodal prenslik olarak Rusya'nın korumasına alındı. 1812 Bükreş Antlaşması gereğince, Osmanlı Devleti Abhazya üzerindeki bu Rus egemenliğini tanıdı. Aynı antlaşmaya göre, Abhazya'nın kuzeyinde sınır olan Bzıb Irmağı ile daha kuzeydeki Kuban Irmağına değin uzanan Karadeniz'deki Çerkesya kıyılarının denetimi Osmanlı Devleti'ne bırakıldı, Bzıb Irmağından güneydeki Poti'ye kadar uzanan Karadeniz kıyılarının denetimi de Rusya'ya verildi. 1813'te İran'ı da yenen Rusya, Karadeniz'den Hazar Denizi'ne uzanan geniş bir alanda Güney Kafkasya'ya yerleşmiş oldu. Rusya, 1861 yılı idari ve sosyal reform programı çerçevesinde 1864'te Abhaz Prensliği'ni lağvetti, feodal ayrıcalıklara ve köleliğe son verdi ve bölgeyi Sohum okrugu adı altında ilhak etti. Sohum okrugu, daha sonra Kutaisi iline bağlandı. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, 1877'de Abhazya'ya şaşırtma amaçlı bir Osmanlı çıkartması yapıldı, sayıları dört bin olarak bilinen bir Abhaz nüfus, ayaklanarak Osmanlıları destekledi. Dört ay gibi kısa bir süre içinde Abhazya'yı boşaltan Osmanlılar, beraberlerinde Müslüman Abhaz nüfusun çoğunluğunu da götürerek deniz yoluyla Türkiye'ye çekildiler. Bunun bir sonucu olarak Müslüman Abhazlar azınlık durumuna düştüler. Abhazlardan boşalan yerlere de Rus, Gürcü, Ermeni ve Rum kolonlar yerleştirildi. Türkiye'ye götürülen Abhazlar ise, çoğunlukla Batı Karadeniz illeri (Düzce, Sakarya vb.) ile Orta Karadeniz illerine (Sinop, Samsun vb.) yerleştirildiler. Çağdaş Abhaz tarihçiler Abhazya'ya Gürcü, Rus, vb'nin dışarıdan getirilerek yerleştirildiğini yazıyorlar. Gürcü tarihçiler de Gürcüler, Megreller ve Svanlar gibi Güney Kafkas kökenli halkların eski çağlardan beri Abhazya'nın yerlisi olduklarını yazıyorlar. Gürcüler, Çerkesler ve Abazalar gibi bir Kuzey Kafkas halkı olan Abhazların bölgeye kuzeyden göç ederek geldiklerini öne sürüyorlar. Karşılıklı iddialar sürüyor. 20. yüzyılın başında Abhazların bölgede bir azınlık olması da bir başka olgudur. 1911 tarihli "Encyclopædia Britannica"‘daki maddede Sohum-kale (Sohum) nüfusunun 43.000 olduğu, bu nüfusun üçte ikisinin Kartvelilerden, üçte birinin Abhazlardan oluştuğu yazmaktadır. Olabilir, çünkü 1877'de Merkezi Sohum yöresi, Türkiye'ye göç nedeniyle Abhaz nüfusundan tamamen boşalmış durumdaydı. 1917 Ekim Devrimi'nden sonra Abhazya, 1921'de Abhazya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adı altında bağımsız bir Sovyet cumhuriyeti oldu. Daha sonra, Abhazya 1922'de egemenlik hakkı saklı kalmak üzere ve eşitlik temeli üzerinden Gürcistan ile bir birlik kurdu ve Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti içinde yer aldı. Stalin rejimi, 1931'de Abhazya'nın egemenliğine son verdi, statü indirimiyle Abhazya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ni Abhazya Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adı altında Gürcistan'a bağladı. 1936'da Transkafkasya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti de Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan biçiminde üçe bölünerek dağıldı. Abhazya ise, doğrudan Moskova'ya bağlı bir birlik cumhuriyeti olan Gürcistan'ın sınırları içinde kaldı. Bu dönemde Abhazya'ya yönelik Gürcü, Ermeni ve Rus yerleşimleri devletçe desteklendi. Gürcü sayısı 1989'da 250.000'e yaklaştı, Rus sayısı da 75.000'i buldu. Stalin’in ölümünden sonra Abhazya'da Abhazlara daha geniş yetkiler ve yönetimde daha çok temsil hakkı tanındı. Sovyet yönetimi, küçük cumhuriyetlerin ve ulusal toplulukların edebiyat ve kültür yönlü çalışmalarını bir ölçüde destekliyordu. Abhazlar kendi özerk cumhuriyetlerinde sayıca azınlık (% 17-18) olmalarına karşın önemli ölçüde siyasal gücü ve bürokrasiyi kontrol ediyorlardı. Abhazlara tanınmış olan kota ve haklar, Abhazları Gürcülere karşı bir denge unsuru olarak elde tutmayı amaçlayan bir stratejik politikaya dayanıyordu. Abhazlara tanınmış olan hakların bir benzeri, Gürcü tarafın görüşüne göre, Sovyetler Birliği’nin hiçbir başka özerk cumhuriyeti halkına tanınmamıştı. Bu durum, yani Rusların Abhazlar yoluyla Abhazya'yı elde tutma niyeti, Gürcüler ile Rus ve Abhazların karşı karşıya gelmelerinin asıl nedenidir. Zviad Gamzahurdiya yönetimince, öteden beri yazışma dili Rusça olan Abhazya ve Güney Osetyaya, yeni bir yazışma dili olarak Gürcücenin dayatılması, Gürcü olmayan çoğunluğun (Rus, Ermeni, Rum, vb.) tepkisine ve bardağın taşmasına yol açtı. Abhazya ve Güney Osetya, kendi parlamentolarında aldıkları kararlarla bağımsızlıklarını ilan ettiler. Abhazya savaşı. Sovyetler Birliği’nin çözülmeye başladığı 1980’lerin sonlarında, Gürcistan’ın bağımsızlığa doğru yol aldığı süreçte, Abhazlar ile Gürcüler arasındaki gerilim iyice yükseldi. Pek çok Abhaz muhalif, Gürcistan’ın bağımsızlığını kazanması halinde Abhazya’nın da bağımsızlığını ilan etmesi hakkı bulunduğunu, bağımsız Gürcistan’da “Gürcüleştirme” politikalarının gündeme geleceğini ileri sürdü. Özerk cumhuriyetin nüfusunun %48'ini oluşturan Gürcülerin özerk cumhuriyette üniversiteleri yoktu ve üniversite talebinde bulunmalarıyla başlayan gösterilerde, 16 Temmuz 1989'da 16 Gürcü öldürüldü ve 137 kişi de yaralandı. Ardından Sovyet ordusu kontrolü sağlamak için Sohum’a girdi. Bu olayın paramiliter grubun bir provokasyonu olduğu da iddia edildi. Gürcistan, Zviad Gamzahurdiya liderliğinde 6 Nisan 1991’de bağımsızlığını ilan etti ve Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti’nin 1921 tarihli anayasasına döndüğünü duyurdu. Pek çok Abhaz bunun Abhazya’nın özerkliğinin kaldırılması anlamına geldiğini ileri sürdü. Oysa 1921 tarihli anayasada Abhazya özerk bir cumhuriyet olarak tanınıyordu. 23 Temmuz 1992’de, Abhazya parlamentosu çoğunluğun oylarıyla bağımsızlığını ilan etti. Ardından düzensiz Gürcü birlikleri faşist bir politika ile, Karkaraşvili komutanlığında Abhazya’ya girdi ve Gürcü yönetimi bölgenin büyük bölümünü kontrol altına aldı, parlamentoyu da kapattı. Abhazya'nın tek müttefiği olan "Kafkas Halkları Konfederasyonu" şemsiyesi altında bir araya gelen Çerkesler, Çeçenler, Rus Kazaklar ve Osetler, Abhaz güçleri Gürcülere karşı savaş başlattılar. Abhaz subayların yönetimindeki askerî birlikler, Eylül'de Gürcüleri yenilgiye uğrattı. Sonunda Gürcistan topraklarında bir Abhaz-Gürcü cephesi oluştu. 3.000 kişinin öldüğü savaş sonrasında Abhaz birlikleri Temmuz 1993'te, Sohum'u elinde tutan Gürcülere karşı saldırıya geçti. Gürcüler ağır kayıplar verdiler ve Sohum 27 Eylül'de Abhaz yönetiminin eline geçti. Bu savaşta binlerce insan öldü ve 10.000 kişi de kayboldu. Abhazya'dan 250.000'den fazla Gürcü göç etti. Yakın dönem. 2004 yılından sonra Gürcü hükûmeti kontrolündeki Kodori Vadisi'nin yukarı kesimlerinde Abhaz milislerin faaliyetlerinde artış yaşanmıştır. 2008 yılındaki Gürcü-Oset Savaşında Rus destekli Abhaz güçlerinin başlattığı operasyonla Yukarı Kodor Vadisi'nde kontrol Abhaz milislerin eline geçmiştir. Gürcistan, Rusya ile olan tüm ilişkileri kesmiştir. Abhazya ve Güney Osetya bağımsızlığını ilan etmiştir. Ne var ki, Rusya ve dışındaki üç devlet dışında bağımsızlıklarını kimse tanımamıştır. Günümüzde Abhazya ve Güney Osetya, Rusya denetimindeki de-facto bir bölgeye dönüşmüştür. 2014 yılında yüzlerce kişinin protestosu sonucunda Abhazya Cumhurbaşkanı Aleksandr Ankvab istifa etmek zorunda kalmıştır. 27 Mayıs'ta ofisi basılmış ve Ankvab, Sohum'dan memleketi Gudauta'ya kaçmıştır. 1 Haziran'da görevinden istifa etmiştir. Gösterileri darbe girişimi olarak nitelemiştir. Gösterilerin sebebi olarak Abhazya'daki Gürcülere yönelik verilen hakların Abhazları rahatsız etmesi olarak gösterilmiştir. Ukrayna'da tansiyonun yükseldiği dönemde yaşanan bu olayın arkasında Rusya'nın olduğu iddia edilmiştir. Siyasal statü. 1990'ların başındaki savaşın ardından Sohum'a egemen olan ve ayrılma yanlısı güçler 1994 yılında bağımsızlığını ilan etmiş, ama Abhazya Cumhuriyeti adını taşıyan bu yönetim bazı ülkeler tarafından tanınmıştır. Rusya, Nikaragua, Venezuela, Nauru, Vanuatu, Suriye ile birlikte de facto bağımsız ülkeler Güney Osetya ve Transdinyester ülkenin bağımsızlığını tanıyan ülkeler olmuştur. İlerleyen süreçte Vanuatu ve Tuvalu gerçekleştirdikleri bu tanıma işlemlerini geri çekmişlerdir. Gürcistan’ın merkezi yönetiminin desteğindeki özerk yönetim ise, bölgenin eski statüsünün korunmasından yanadır. Abhazya Cumhuriyeti Hükümeti’nin yönetim merkezi Sohum’dur. Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, Avrupa Birliği Konseyi gibi uluslararası örgütler Abhazya’yı Gürcistan’ın bir parçası olarak tanımakta ve anlaşmazlığın her iki tarafın barışçı yollarla çözümlemesini istemektedir. Bununla birlikte, bugünkü nüfusunun büyük bölümü Abhazya’yı egemen bir devlet olarak kabul etmektedir. Ekonomi. Başlıca gelir kaynağı turizmdir. Abhazya tam anlamıyla bir turizm cennetidir.Doğal güzelliği sayesinde ülkeye yurt dışından çok fazla sayıda turist çekmektedir. Kimi insanlar Abhazya için; "İnsanın ölmeden önce kesinlikle görmesi gereken yerlerden biri" olduğunu söyler. Tkuarçal bölgesinde dünyanın en iyi kömürleri üretilmektedir. Tarihte de İpek Yolunun denize açılan kapısı olan Abhazya, zengin kömür havzasına ve değerli mermer yataklarına sahiptir. Abhazya’daki ağaç çeşitliği nedeniyle bu zamana kadar önemli bir gelir kaynağı olan ağaç ürünleri sektörü, son zamanlarda ormanların koruma altına alınmasıyla askıya alınmıştır. Kültür. Kültürlerine son derece düşkün olan Abhazlarda kadına önem başta gelen değerlerdendir. Abhazlarda kadının yeri erkekler kadar önemlidir. Abhaz kadını erkekler gibi at biner, misafir geldiğinde erkeklerle oturabilir, en az erkekler kadar söz söyleme ve düşünce özgürlüğü hakkına sahiptir. Abhazlar, Çerkesler'deki Xabze gibi, kendi kültürlerine "Apsuara" derler. Abhazların ataları, MÖ III. binyıl da Batı Kafkasya'da megalitik kültürün yaratıcıları olarak kabul edilir ("megalitler - devasa taş bloklardan oluşan binalar"). MÖ 1. binyılın başlangıcında metal bilimi konusunda uzmanlaştılar ve MÖ 8.-7. yüzyıllarda, demiri üretme ve işlemede dünyada bir ilk oldular. Nüfus. Abhazya nüfusunun kesin mevcut boyutu belirsizdir. 2003 yılında yürütülen nüfus sayımına göre 215.972 kişi olarak kaydedildi fakat bu Gürcü yetkililer tarafından doğru olmadığı söylenmekteydi. Gürcistan İstatistik Bölümü Abhazya'nın nüfusunun 2003 yılından 2005 yılına kadar 179.000 ve 178.000 bin olduğu tahmin ediliyordu. Britannica Ansiklopedisi 2007 yılında nüfusun 180.000 olacağını, Uluslararası Kriz Grubu ise 2006 yılında Abhazya'nın toplam nüfusunun 157.000 ve 190.000 arasında olmasını tahmin etmekteydi. Abhazya nüfusu 1992-1993 savaşlarında yarıya indi (1989 yılında 525.061 idi). 2011 yılında yapılan son nüfus sayımına göre Abhazya'nın 240.705'lik nüfusu vardı. Abhazya etnik nüfusu'da 1992-1993 Savaşı'ndan sonra büyük ölçüde değişmeye başladı. Şu anda Abhazya nüfusu ağırlıklı olarak Abhazlar oluşturmakta ve nüfusun geri kalanını azınlık halinde olan Gürcüler (çoğunlukla Megreller), Hemşinliler (Ermeniler) ve Ruslar oluşturur. Savaş öncesinde Gürcüler etnik nüfusun %45.7'sini oluşturuyordu, ancak 1993 yılından itibaren birçok Gürcü, Rus ve Ermeni etnik temizliğe uğramış ve göç etmek zorunda kalmıştır. Yüzey şekilleri ve iklim. Abhazya, Kuzeybatı Kafkasya'da Karadeniz'in kuzey kıyılarında 8.600 km²’lik bir alanı kapsar. Kafkas Dağları Abhazya’yı kuzey ve kuzeydoğuda, Rusya Federasyonu içindeki Çerkesya topraklarından ayırır. Abhazya’nın doğusunda Gürcistan yer alır. Güney ve güneybatısı Karadeniz’le çevrelenmiştir. Abhazya’nın büyük bölümü (yaklaşık % 75) dağlardan oluşur. Nüfusun büyük bölümü kıyı kesimlerinde, düz alanlarda ve alçak kesimlerde yerleşmiştir. Büyük Kafkas Dağları bölgeyi kuzeyden tamamen kuşatır. Dağların yüksekliği pek çok yerde 4.000 m civarındadır. İklimi genel olarak ılımandır. Kaynakça. 16. https://abaza.org/tr/abhazlar-ve-abazinler-eshsiz-bir-ulusal-kyultyuryun-tashyyycylary 12 Şubat 2021 tarihinde Abhaz sitesinden arşivlendi (Türkçe) Kültür bölümünde
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18240", "len_data": 16856, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.59 }
Kavgam veya Almanca orijinal ismiyle Mein Kampf, Adolf Hitler tarafından yazılan otobiyografik bir kitap ve siyasal bir manifestodur. İlk cildi 1925'te, 2. cildi ise 1926'da yayımlanmıştır. Hakkında. "Kavgam", aslen iki ciltten oluşmaktadır. Hitler bu eserin ilk cildini Kasım 1923'teki Birahane Darbesi'nin ardından, 9 ay Landsberg Cezaevi'nde hapis yattığı dönemde, dostu Rudolf Hess aracılığıyla yazmıştır (1924). İlk cilt 18 Temmuz 1925 tarihinde basılmıştır. Hitler kitabın ikinci cildini hapisten çıktıktan sonra, 1926 yılında kaleme almıştır. Hitler, kitaba "“Viereinhalb Jahre (des Kampfes) gegen Lüge, Dummheit und Feigheit”" ("Yalana, Aptallığa ve Korkaklığa Karşı Dört Buçuk Yıllık Mücadele") ismini vermek istiyordu. Fakat kitabı basacak yayınevinin sahibi Max Amann bu ismin çok uzun olduğunu bahane etmiştir ve eser "“Mein Kampf”" ("Kavgam") ismiyle basılmıştır. Yirminci yüzyıl siyasal tarihi açısından önemli bir yapıt olan bu eserde Hitler, “nasyonal sosyalizm” adını verdiği dünya görüşünün açıklamasını yapar ve amaçlarını bildirir. Hitler'in siyasal ve ekonomik tezlerinin yer aldığı, kapitalizmin ve Marksizmin eleştirildiği bu kitap, aynı zamanda bir otobiyografi olması nedeniyle de kıymete değerdir. Kapitalizme ve Marksizme karşı yeni bir politik sistemin önerisi sunulmaktadır; bu bakımdan Kavgam'da Hitler'in kendi politik kuramları yazılı hâldedir. Hitler parlamenter demokrasinin eleştirisini yapmış, milliyetçiliğin karşıtı olan enternasyonalizmi dönemin sosyopolitik koşulları altında yermiş, Pancermenist idealler üzerine kurulu “Büyük Almanya” hedefini açıkça dile getirmiştir. İkinci cildin son kısımlarında, nasyonal sosyalist düzen kurulduğu takdirde Almanya'nın Doğu Avrupa'da gerçekleştireceği politikaları açıklamış olması, onun İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaptığı politikaların bir ön izlemesidir ve dikkat edilesidir. Hitler, Almanya'nın başta Fransa ve Sovyetler Birliği olmak üzere, rakip devletlerle olan hesaplaşmalarını ve bu sorunlar hakkındaki fikirlerini de belirtmiştir. Kavgam, Hitler tarafından Birahane Darbesi'nde (9 Kasım 1923) ölmüş diğer partililere ithaf edilmiştir; bunlar: Alfarth Felix, Bauried Andreas, Casella Theodor, Faust Martin, Ehrlich Wilhelm, Hechenberger Ant, Körner Oskar, Khun Karl, Lefore Karl ve Neubauer Kurt'tur. İçerik. İlk ciltte, Hitler kendi yaşamının gençlik evrelerini, siyasi görüşlerinin oluşumundaki etkenleri, Yahudiler hakkındaki ilk fikirlerini ve bu fikirlerinin hangi yönde, nasıl geliştiğini; neden bu düşüncelerinin oluştuğunu anlatır. Bu bölümde savaş anıları da dahil olmak üzere kişisel anılar çoğunluktadır ve dönemin sosyopolitik yapısı incelenmektedir. İlk cilt 12 bölümden oluşmaktadır. İkinci cilt ise Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin parti programı ve ideal devlet yapısı üzerine yazılmış bir doktrin olmakla birlikte, Almanya'nın ileriki dönemlerine dönük fikirlerini beyan ettiği ve öğütler verdiği bir kitaptır. Toplumsal düzen, sosyal yaşam, ekonomik sistem, gençliğin yetiştirilmesi, aile yaşamı, eğitim-öğretim, millet, ırk ve devlet gibi konular hakkında fikirlerini açıkladığı bu ciltte nasyonal sosyalizmin öngördüğü sosyokültürel ve sosyoekonomik düzeni bildirmiştir. İkinci cilt 15 bölümden oluşmaktadır. Satış durumu. Kitap, günümüzde Fransa, Avusturya, Polonya ve birçok Avrupa ülkesinde yasaklanmış bulunmaktadır. Kitabın yayın hakları Bavyera hükûmetinin elindeydi. Bavyera hükûmetinin kitabı basan yayınevleri hakkında Türk mahkemelerinde açtığı dava sonunda, varılan karar uyarınca kitabın yayımlanması ve satılması Türkiye'de yasaklandı. Kitap Türkiye'de çeşitli yayınevleri tarafından basılmıştır, bunlara kitapçılardan veya İnternet üzerinden satış yapan mağazalardan ulaşılabilir. İnternet'e yüklenmiş kitap dosyaları üzerinden Türkçe okunabilen eser, Türkiye'de 2004'te 30 bin adet sattı. Kavgam'ın telif hakları Bavyera eyaletindeyken, 31 Aralık 2015 tarihi itibarıyla sona erdi. 1945 yılından beri yasaklı olan eser, Münih Çağdaş Tarih Enstitüsü tarafından bilimsel ve ayrıntılı, açıklamalı olarak “Kavgam: Eleştirel Baskı” adlı yeni versiyonuyla yayımlandı. 2 cilt halindeki yenilenmiş eser 8 Ocak 2016 tarihinde satışa sunuldu. Yeni baskısında dipnotlarla yapılan şerhlerde tarihi belgelerle gelişmeler açıklanıyor, Hitler'in düşünceleri ve iddiaları modern araştırma sonuçlarıyla karşılaştırılıyor. Kitabı hazırlayan editörler, yapılan izahatlarla Hitler'in propagandasına, yalanlarına veya kısmen doğrularına, nefret söylemlerine bilimsel karşı tezler ortaya koymayı hedeflediklerini belirttiler. Bu şekilde kitaba toplam 3 bin 500 geniş kapsamlı ve uzun dipnot yazıldı. Münih Tarih Enstitüsü (IfZ) tarafından baskıya hazırlanan ve 4 bin adet basılan kitabın 8 Ocak 2016'da satışa başlanmasından önce 15 bin sipariş geldiği bildirildi. IfZ sözcüsü talebin bu kadar yüksek olacağını beklemediklerini, 18 Ocak'ta ikinci baskının yapılacağını söyledi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18246", "len_data": 4890, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.49 }
Braunau am Inn, Yukarı Avusturya'da, Almanya sınırına yakın bir kasabadır. Braunau am Inn, 90 km Linz'in batısında ve yaklaşık 60 km Salzburg'un kuzeyinde yer almaktadır. 2001 yılında nüfusu 16.372'di. Tarih. Şehirden ilk defa 810 yılı civarında bahsedilmiş ve 1260 yılında yasalaşmıştır. Avusturya'nın en eski şehirlerinden biridir. Bir kale kenti olan Braunau am Inn, Tuz ticareti ve Inn Nehri sayesinde gemi trafiği ile ilgili önemli bir ticaret yolu kavşağı haline gelmiştir. 1120 yılında Braunau şehri "Prounaw" namına ilk olarak bir belgede anıldı. 1816'dan beri, Braunau am Inn Yukarı Avusturya eyaletine aittir. Braunau am Inn 1889'da doğan Adolf Hitler'in doğum yeri olarak da tanınmıştır. O ve ailesi Braunau'dan ayrıldı ve 1892 yılında Passau'ya taşınmıştır. 1989 yılında, belediye başkanı Gerhard Skiba'nın inisiyatifi ele alması ile Hitler'in doğduğu binanın önüne II. Dünya Savaşı kurbanları anısına bir anıt taş yerleştirildi. Taş Mauthausen toplama kampından granitten yapılmıştır. Diğer bilgiler. 1938 yılında, Braunau am Inn'de o zamanlar Avusturya'nın en büyük alüminyum tesislerinden biri vardı. 1948 yılında, Braunau'nun 11.744 nüfusu vardı. Braunau, elektronik, metal, ahşap ve cam gibi bir dizi sektörler vardır. Kasaba da Avusturya'nın en büyük alüminyum eserleri bulunmaktadır. İki başarılı sezonun ardından, yerel futbol takımı SV Braunau, aniden 2000 yılında iflasa gitmeden önce Avusturya 1.Ligi çıkmıştı. Daha sonra takım "FC Braunau" olarak kurulmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18248", "len_data": 1483, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.35 }
Federico Fellini (20 Ocak 1920, Rimini - 31 Ekim 1993, Roma), İtalyan bir film yönetmeniydi. İlkokul eğitimini, Rimini'de San Vicenzo rahibelerinden aldı. On yaşındayken evden kaçıp bir sirke girdi. 1938'de üniversiteye kaydını yaptırdı; fakat derslere devam etmek yerine mizah dergisi "420" ve resimli roman dergisi "Avventuroso" için çalışmaya başladı. 1939'da Roma'ya gitti ve karikatür sanatçısı olarak çalıştı. 1939-1940 yılları arasında radyo oyunları ve filmler için espriler yazdı. 1943'te oyuncu Giulietta Masina ile evlendi. Birçok filmde birlikte çalıştılar. 1944'te Roberto Rossellini ile birlikte "Roma, Città Apperta (Roma Açık Şehir)" filminin senaryosu üzerine çalıştı. 1946-1952 yılları arasında senaryo yazarı ve yönetmen yardımcısı olarak Rosselini, Alberto Lattuada ve Pietro Germi ile çalıştı. 1950'de ilk filmini Lattuada ile birlikte yönetti. Başarılı sinema kariyeri boyunca dört kez "En iyi Yabancı Film Oscar"'ını aldı. 1993'te meslek yaşamında gösterdiği başarı için özel bir Oscar'la onurlandırıldı. 31 Ekim 1993'te Roma'da kalp krizinden öldü.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18249", "len_data": 1072, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.42 }
Şeytan Ayetleri (İngilizce: "The Satanic Verses"), Hint asıllı İngiliz yazar Selman Rüşdi'nin romanı. İlk baskısı 26 Eylül 1988'de Birleşik Krallık'ta yapılmıştır. Birçok İslam ülkesinde yasaklanan kitabın yazarı hakkında İran'da Humeyni tarafından ölüm fetvası verildi. Rüşdi'ye Fransa devleti tarafından onur ödülü ve İngiliz Kraliçesi tarafından şövalyelik nişanı verildi. Konusu. Şeytan Ayetleri romanı öykülerdeki kahramanların başından geçen büyülü küçük öyküler ve gördüklerini anlatan şekilde şekillenmektedir. Ana öykülerden bir tanesi günümüzdeki Birleşik Krallık'taki Hint göçmenleri ele alır. İki kahraman Gibreel Farishta ve Saladin Chamcha Müslüman Hint iki aktördür. Farishta Bollywood film sektöründe Hindu tanrılarını canlandırmakta ünlüdür. Chamcha ise Hint kimliğini geride bırakmaya çalışarak Britanya'da seslendirme yapmaktadır. Romanın başında iki aktör de Hindistan'dan Britanya'ya giden ve hava korsanları tarafından kaçırılmış bir yolcu uçağındadır. Uçağın havada infilak etmesine rağmen iki aktör mucizevi bir şekilde kurtulur. Büyülü bir değişim geçiren iki kahramandan Farishta, Cebrâîl isimli meleğe dönüşür, Chamcha ise Şeytan haline gelir. Chamcha, yasa dışı bir göçmen olarak algılanarak polis tarafından tutuklanır ve uygunsuz muameleye maruz kalır. İki karakter de eski hayatlarının parçalarını bir araya getirmeye uğraşır. Farishta kayıp sevgilisi İngiliz dağcı Allie Cone ile bir araya gelmeye çalışırsa da akıl hastalığı buna engel olur. İnsan formunu koruyan Chamcha ise kendisine yardım etmeyen Farishta'dan intikam almak ister. Bu yüzden Allie ile olan ilişkisini baltalar. Farishta bunu anlamasına rağmen Chamcha'yı affeder ve hatta hayatını kurtarır. Romanın sonunda iki kahraman da Hindistan'a döner, Farishta bir kıskançlık krizi sırasında önce Allie'yi sonra da kendisini öldürür. Farishta tarafından affedilen Chamcha uzun süredir konuşmadığı babasıyla barışır ve Hint kimliğiyle barışarak Hindistan'da kalmaya karar verir. Edebi eser olarak değerlendirme. Eser genelde edebiyat eleştirmenlerinden olumlu eleştiriler almıştır. Ünlü eleştirmen Harold Boom eseri Rüşdi'nin "en büyük estetik başarısı" olarak niteler. Timothy Brennan romanı Britanya'daki göçmenlerin maruz kaldıkları yabancılaşmanın ve ruh hallerinin çok iyi anlatıldığı bir eser olarak değerlendirir. Romanın tepki görmesinden sonra değerlendirmelerde bulunan akademisyenlerden M. D. Fletcher olayların aslında çok ironik olduğunu, Rüşdi'nin romanla sorunlarına tercüman olmaya çalıştığı kesimler tarafından kıyasıya eleştirildiğini yazar. Eserin yazılması sırasında yazarın çok sayıda yazardan etkilendiği düşünülmektedir. W. J. Weatherby yazarın bu kapsamda James Joyce, Italo Calvino, Franz Kafka, Frank Herbert, Pynchon, Mervyn Peake, Gabriel Garcia Marquez, Jean-Luc Godard, J. G. Ballard ve William Burroughs tarafından etkilediğini belirtmiştir. Srinivas Aravamudan postmodernizm ve postkolonyalizmin aynı romanda başarıyla işlendiğini ifade etmiştir. Romanda Rüşdi'nin tarzı olarak paralel hikâyeler birlikte anlatılır. Birbirine geçiş yapan paralel rüyalar, gerçeklikler ve tekrarlanan isimler çarpıcıdır. Tepkiler. Müslümanlıkla ilgili konular. Kitabın bir bölümünde, İslam peygamberi Muhammed'in içinde yaşadığı pagan topluluğun desteğini almak üzere çok tanrılı yaklaşım lehine bir ayeti haber verdiği, sonradan bu ayetin şeytan tarafından yazdırıldığını iddia ettiği anlatılmaktadır. Bazı kaynakların bildirmesine göre Muhammed şeytan tarafından kandırılmıştır. Bu rivayetin kökeni 6. ve 7. yüzyıla dayandırılmakta ve Muhammed'in bulunabilmiş ilk biyografisinde de geçmektedir. Şeytan, Muhammed'i, "müşriklerce" (paganlarca) kutsal bilinen ve adları Lat, Uzza ve Menat olan üç tanrıçayı övücü sözler söylemeye kandırmış ve bu sözleri onun diline ayet olarak sokmuştur. Şeytan'ın bu oyunu sonucunda Muhammed, "Lat'ı, Uzza'yı ve... üçüncü olan Menat'ı gördünüz mü?" diye konuşmuş ve bu sözleri Kur'an'a Tanrı'dan gelmiş vahiyler olarak koymuştur: Şeytan tarafından eklendiği söylenen "bunlar şefaatleri umulan yüce turnalardır." ayetinde geçen "turna" kelimesi Arapça "gharāniq" diye geçer ve bu "put, varlık" şeklinde de tercüme edilir. Bu olay Muhammed'in sözü edilen pagan tanrılarının gerçekten var olduğunu kabul ettiği şeklinde algılanır. Muhammed'in tanrılarını övdüğünü duyan Mekkeliler bunu sevinçle karşılar ve sureyi sonuna kadar Muhammed'le birlikte okurlar. Kur'an'da, Hac Suresi'nde ise şeytanın, Tanrı'nın gönderdiği her peygambere türlü şekillerde musallat olduğu, onları ümitsizliğe düşürdüğü ve nihayetinde Tanrı'nın bu peygamberleri ümitsizlikten ve şeytanın yalanlarından koruduğu ve böylece tebliğ görevinin kusursuz bir şekilde yapılmasını sağladığı yazılıdır. Söz konusu ayet de şöyledir: "Senden önce hiçbir resül ve nebi göndermedik ki, bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah âyetlerini sağlamlaştırır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (K. 22 ) Bu ayetleri Muhammed'in Kureyşli paganlarla bir uzlaşma taktiği olarak da kullandığı yönünde teoriler de bulunmaktadır. Bunlara göre Kureyş'in tanrıçalarını onurlandırarak Muhammed aradaki düşmanlığı ortadan kaldıracağını düşünür. Ama Müslümanlardan gelen yoğun tepki üzerine bu tutumundan hemen vazgeçip Tanrı'dan gelen söz konusu uyarıcı ve düzeltici ayetleri duyurur. Yaşanan olaylar ve fetva. Roman, Müslüman camiasında büyük yankı yaratmış ve dine küfür olarak algılanmıştır. Rüşdi'nin ifade özgürlüğünü kutsal değerlere saldırarak kullandığı iddia edilir. Olayların büyümesiyle birlikte kitabın ithali Hindistan'da yasaklanır, Birleşik Krallık'taki ilk eylemlerde kitap yakılır. 1989 yılı Şubat ayında Pakistan'da kitaba karşı büyük olaylar çıkar. İran'daki Şii önder Ruhullah Humeyni Rüşdi ve kitabın yayınlanmasında görev alan kişilerin öldürülmesini olanaklı kılan bir fetva yayınlar. Dönemin Birleşik Krallık Başbakanı Margaret Thatcher Rüşdi'ye sürekli koruma sağlamıştır. 1998 yılında İran hükûmetinden olayı yatıştırıcı yönde açıklamalar gelmesi üzerine gerginlik azalmıştır. 2006 yılındaki İran Haber Ajansının haberine göre fetva ancak onu yayınlayan makam tarafından geri alınabildiğinden ve Humeyni de ölmüş olduğundan fetva halen yürürlüktedir. Şiddet olayları. Kitapla ilgili bazı kişiler şiddet olaylarına maruz kalmıştır. Kitabın Japon çevirmeni Hitoshi Igarashi 11 Temmuz 1991 tarihinde bıçaklanarak öldürülmüştür. İtalyan çevirmeni Ettore Capriolo aynı ay içinde bıçaklanmış ve ağır yaralanmıştır. Norveççe çevirmen William Nygaard Oslo'da 1993 yılı Ekim ayında üç el ateşe maruz kalmış, saldırıdan yara almadan kurtulmuştur. Eseri Türkçeye çevirten yazar Aziz Nesin de İslami çevrelerce hedef gösterilmiştir. Aziz Nesin'in 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas Katliamı olarak bilinen olaylarda yaptığı konuşmalardan sonra ise ikisi eylemci 37 kişi hayatını kaybetmişti. Rüşdi 12 Ağustos 2022 tarihinde Chautauqua Enstitüsü'ndeki konferansı için tanıtıldığı sırada bir erkek kürsüye atlamış ve Rüşdi'yi boynundan bıçaklamıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18253", "len_data": 7054, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.39 }
Miloš Forman (doğum adıyla Jan Tomáš Forman) (d. 18 Şubat 1932, Čáslav - ö. 13 Nisan 2018), Çekoslovak göçmeni Amerikalı film yönetmeni, senarist, oyuncu ve akademisyen. 1975'te çektiği Guguk Kuşu (One Flew Over the Cuckoo's Nest) ve 1984'te yönettiği Amadeus filmleri ona En İyi Yönetmen Akademi Ödülü'nü getirdi, Skandalın Adı Larry Flynt (The People vs. Larry Flynt) filmiyle de bu ödüle aday gösterildi. 1951-1956 yılları arasında Prag'daki Müzik ve Dramatik Sanatlar Akademisi ile Film Akademisinde (FAMU) eğitim gördü. 1960'lı yılların başındaki Çekoslovak sineması bağlamında, Milos Forman'ın ilk filmleri olan Černý Petr (Maça Ası) ve Konkurs bir devrim olarak nitelendi. Bu filmlerde Çek yazarlarının ve geç yeni gerçekçilik akımının, özellikle Ermanno Olmi'nin etkileri oldukça belirgindi. Forman bu ilk filmlerinde sosyalist sanat kavramının ifadeleri olarak benimsendi. Mevcut şartlar Forman'ı Çek Yeni Dalgası'nın tartışmasız yıldızı haline getirdi. Üslubu, oyuncu-dışı foyunculerin duyarlı kullanımı; canlandırma, doğal seslendirme ve yarı doğaçlama diyaloglar ile Çek folk-rock'ı ve genel anlamda müziğe yönelik şaşmaz bir kulak şeklinde karakterize edilebilir. Bütün bu temel özellikler "Bir Sarışının Aşkları" ile "Koşun İtfaiyeciler" adlı filmlerinde daha da belirgindir. 1968 sonrasında "Koşun İtfaiyeciler" yasaklanmış ve Forman Batı'da kalmaya karar vermişti. Burada, kendi özgün fikrinden kaynaklanarak yaptığı tek Amerikan filminin senaryosu üzerinde çalışmaktaydı; diğerleri edebiyat uyarlamasıdır. Amerika öncesi Forman'ın izleri, en başarılı filmi olan ve Ken Casey'in öyküsünü kökten değiştirerek kendi objektif ve komik vizyonuna getirdiği "Guguk Kuşu" filminde kolaylıkla gözlemlenebilir. Bu film 1975 yılında Oscar kazandı. Aynı yıl Forman, Amerikan vatandaşlığına geçti. Forman sinisizimle suçlanmıştır; ancak Forman'ın vizyonu Bohumil Hrabal, Hasek veya Skvorecki gibi Çek edebiyatının siniklerinin ideoloji karşıtı, realist ve Hümanist geleneğinden gelmektedir. Forman'ın yönetiminin etkisi bazı Kuzey Amerika filmlerinde bile hissedilebilir; ancak kalıcı önemi, yaptığı üç Çek filminden kaynaklanmaktadır. Bu filmlere, Amerika'yı Amerikalılara duyarlı bir yabancının gözlerinden göstermek amaçlı cesur bir çaba olan "Taking Off" adlı filmi de eklenmelidir. Forman, çalışmalarını en çok satan kitap ve oyunların uyarlamaları yönünde sürdürmüştür. Kişisel Yaşamı. Forman, bir yaz oteli işleten Anna Švábová Forman'ın oğlu olarak Çekoslovakya'daki (şimdi Çek Cumhuriyeti) Čáslav'da doğdu. Gençken biyolojik babasının profesör Rudolf Forman olduğuna inanıyordu. Nazi işgali sırasında Rudolf Forman yasaklı kitapları dağıttığı için tutuklandı ve 1944'te Mittelbau-Dora toplama kampında Gestapo tarafından sorgulanırken öldü. Forman'ın annesi bir önceki yıl Auschwitz'de öldü. Forman, 16 yaşındayken toplama kamplarının görüntülerini görene kadar kendilerine ne olduğunu tam olarak anlamadığını söyledi. Forman daha sonra iki amca ve aile arkadaşları tarafından yetiştirildi. Ağabeyi Pavel bir ressam idi ve 1968 Çekoslovakya'nın işgalinden sonra Avustralya'ya göç etti. Forman daha sonra biyolojik babasının aslında Holokost'tan kurtulan Yahudi mimar Otto Kohn olduğunu [ve Forman'ın matematikçi Joseph J.Kohn'un üvey kardeşi olduğunu keşfetti. Forman gençliğinde tiyatro yapımcısı olmak istedi. Savaştan sonra Poděbrady'deki King George yatılı okuluna gitti, burada arkadaşları Václav Havel, Mašín kardeşler ve gelecekteki film yapımcıları Ivan Passer ve Jerzy Skolimowski'yle tanıştı. Daha sonra Prag'daki Sahne Sanatları Akademisi'nde senaryo yazarlığı okudu. Laterna Magika'nın yaratıcısı Alfréd Radok'un asistanıydı. Film yapımcısı ve arkadaşı Passer ile birlikte, 1968 yazında Varşova Paktı'nın Çekoslovakya işgali sırasında Amerika Birleşik Devletleri için Avrupa'dan ayrıldı. Forman'ın ilk karısı Çek film yıldızı Jana Brejchová idi. Štěňata (1957) filmi sırasında tanıştılar. 1962'de boşandılar. Forman'ın ikinci eşi Çek aktris Věra Křesadlová ile ikiz oğulları vardı. 1969'da ayrıldılar. Oğulları Petr ve Matěj (1964 doğumlu) ikisi de tiyatroya katıldılar. Forman, 28 Kasım 1999'da Martina Zbořilová ile evlendi. Forman, Columbia Üniversitesi'nde film profesörü olarak görev yaptı. 1996'da asteroit 11333 Forman'ın adını aldı.1994'te şiirler yazdı ve otobiyografi Turnaround'u yayınladı. Kısa bir hastalıktan sonra 13 Nisan 2018 Cuma günü Warren, Connecticut'taki evinin yakınındaki Danbury Hastanesinde 86 yaşında öldü.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18255", "len_data": 4459, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.63 }
Valparaíso (Türkçe "Cennet vadi") Şili'de bir liman şehridir. Yaklaşık nüfusu 278.000 kişidir. Valparaíso'nun ilçe ve banliyöleri ile nüfusu 905.300 kişiyi bulur (2004). Şili Kongresi bu şehirde bulunur. Valparaíso Büyük Okyanus'un kuzeye açılan resimsi bir koyunda bulunur ve Dünyanın en güzel şehirlerinden biri olarak kabul edilir. Limanı, ülkenin en önemli limanlarından biridir. Edebiyat, müzik ve diğer sanat eserlerine konu olmuş olan şehir, ülkenin kültürel başkenti olarak geçer. Temmuz 2003'te koloniyal zamandan kalma mimariye sahip tarihi merkezi, UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası olarak ilan edilmiştir. Coğrafya. Şehir, Pasifik sahilinde 33,05° güney enleminde, bir körfezin ("Bahía de Valparaíso") güney kesiminde, başkent Santiago'nun 120 km batısında yani karayolu ile 2 saatlik mesafede bulunur. Şehir sakinleri İspanyolcada "Porteños" olarak tanımlanır ki bu terim İspanyolca "puerto" – “liman” kelimesinden gelir. Valparaíso'nun bulunduğu koyun karşısında Viña del Mar şehri bulunur. Viña del Mar, birçok gökdelenin ve Casino'nun bulunduğu modern bir tatil merkezidir. Valparaíso-Viña del Mar'ın toplam şehir alanı, Santiago'dan sonra ülkenin en büyüğüdür. İklim. Valparaíso'nun iklimi Akdeniz iklimidir. Deniz kenarındaki konumu yazın da ferah meltemlerin esmesini sağlar. Görülmeye değer yerler. Tepelerin şekil verdiği şehirde eski tarzda çok sayıda bina bulunur ki, şehirde hedef olmaksızın gezinti yapmaya değer. Şehrin tarihî kesimi Cerro Alegre, sanatçıların ve öğrencilerin yaşadığı bir semttir. Burada ayrıca kafe ve barlar bulunur. Valparaíso'da yaşamış olan Pablo Neruda, şehrin sayısız merdivenlerinden etkilenmiştir. Önemli tepelere giden yolu kolaylaştıran 15 "Ascensores" - asansör daha doğrusu füniküler ile bu tepelere çıkmak, özel bir tecrübe olur. Şehrin tarihi merkezi 2003 yılında UNESCO tarafından insanlığın kültür mirası olarak ilan edilmiştir. Başka bir görülmeye değer yer ise "Göl- ve deniz müzesi"dir. Tarihçe. Koloniyal zaman öncesi. Valparaíso koyuna, kendilerini balıkçılığa ve tarıma adamış etnik bir grup olan Changos tarafından yerleşilmişti. Koloniyal zaman. Koy, 1536 yılında İspanyol Juan de Saavedra tarafından keşfedilir. Gemisi Diego de Almagro batırılmıştır. Şehrin kuruluşu 1544 yılında Juan Bautista Pastene tarafından gerçekleştirilir. Koloniyal zaman müddetince Valparaíso ilk olarak sadece yavaş gelişmiş ve küçük bir köy olarak kalmıştır. Bunun bir sebebi de korsanların baskınlarıdır. Francis Drake de bu şekilde 5 Aralık 1578'de Dünya etrafında dolaşırken bu şehri basar, bir gemiyi ganimet olarak alır ve evleri yağmalar. 18. yüzyılın sonlarına doğru Büyük Britanya ve ABD ile ticari ilişkilerin kurulmasıyla, şehrin gelişimi hızlanır. Şili bağımsızlığı. Panama Kanalı'nın açılmasından önce Valparaíso, Horn Burnu'nu dolaşan gemilerin ulaştığı ilk büyük liman konumundaydı. Bu yüzden 19. yüzyılda şehrin limanı, Güney Pasifik'in en etkili limanı ve San Francisco ile birlikte Amerika'nın batı kıyısındaki en önemli iki limandan biriydi Şehir birkaç kez, mesela 1822 ve 1851 depremlerinde zarar görmüştür. 1850–1860 yılları arasında şehrin borsası, Şili'nin ilk özel bankası ve itfaiye teşkilatı kurulmuştur. Aynı zaman dilimine başkent Santiago'ya bağlanan demiryolunun açılışı da denk gelir. 31 Mart 1866'da şehir İspanya-Güney Amerika Savaş'ında Amiral Mendez Núñez komutasındaki bir İspanyol filosu tarafından bombalanır. "Numanci", "Blanca", "Villa Madrid", "Resolución" ve "Vencedora" adlı firkateynler şehri 3 saat boyunca vururlar. Şehir büyük ölçüde tahrip olur. 1885 Valparaíso'nun nüfusu 115.147 kişi olmuştur ve bunun 10.000 civarı yabancıdır. 16 Ağustos 1906]'da yeniden şiddetli bir deprem ve akabinde oluşan tsunami şehri vurur. Bugün sahil hattı yakınında bulunan binaların neredeyse hepsi, bu depremden sonraki zamana aittir. Panama Kanalı'nın açılmasıyla liman önemini kaybeder. 1920 yılında Valparaíso nüfusu 182.422 kişidir. Askeri darbe. 1973'teki Şili askeri darbesi başlangıcını Valparaíso limanında yapar. Hemen ölümünden sonra Salvador Allende'nin cesedi ilk başta gizli olarak Valparaíso mezarlığında toprağa verilir. Pinochet rejiminin sona ermesiyle Şili Kongresi bu şehre getirilir. Her yıl 21 Mayıs'ta Devlet Başkanı kongrede konuşma yapar. Şehirde düzenli olarak sol görüşlü göstericilerle, polis arasında sokak çatışmaları yaşanır. Ekonomi. Valparaíso limanı Güney Amerika'nın en önemli limanlarından sayılır. 19. yüzyılda Valparaíso on yıllarca tüm Pasifik bölgesinin en büyük limanıydı. Panama Kanalı'nın açılışından sonra, 1914 yılında burasının önemi hızla azalmıştır. Bugün Şili'nin bile en büyük limanı değildir. Başta Santiago için ithalat ürünleri olmak üzere, komşusu San Antonio'da, Valparaíso'dakinden daha fazla indirme yapılır. Buna karşın ihracatın çoğu, merkezi bakır madenlerine yakın I. ve II. Regionlar'daki bir sıra limandır. Şehirde fazla sayıda yüksek okul bulunur ki, bunlar arasında Universidad Técnica Federico Santa María, Pontificia Universidad Católica de Valparaíso, Universidad de Valparaíso ve Universidad de Playa Ancha de Ciencias de la Educación vardır. Bu sayede Valparaíso önemli bir eğitim şehridir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18256", "len_data": 5142, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.44 }
Simon Wiesenthal (d. 31 Aralık 1908 – ö. 20 Eylül 2005) Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda doğmuş bir Avusturya Yahudisi olup kendini Nazi Avcılığına adamıştır. Yahudi olan Wiesenthal, II. Dünya Savaşı'ndaki Yahudi soykırımından kurtulduktan sonra, yaşamını kaçak Nazileri yakalatıp yargıya çıkartmaya adamıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18257", "len_data": 316, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.49 }
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Ankara'da faaliyet gösteren tüm radyo ve televizyonların yayınlarını denetleyen kamu kuruluşu. Üyeleri TBMM Genel Kurulu tarafından siyasi partilerin adayları arasından seçilir. Türkiye Cumhurbaşkanı tarafından, Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı ile ilişkilendirilmiştir. Yetki ve sorumluluk alanı. RTÜK, özel radyo ve televizyon yayınlarını düzenleyen, mülga 3984 Sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun'un 13 Nisan 1994 tarihinde TBMM'de kabul edilmesinin ardından, 20 Nisan 1994 tarihinde 21911 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmesiyle kurulmuştur. Ancak mülga 3984 sayılı Kanun, birtakım değişikliklerle günün şartlarına uyarlanmak istenmiş olmasına rağmen, Anayasa Mahkemesi'nin bazı maddeleri iptal etmesi ve AB müktesebatına uyum çerçevesinde "AB Görsel-İşitsel Medya Hizmetleri Yönergesi" hükümleri esas alınarak yeniden bir düzenleme yapılması gereği ortaya çıkmıştır. Bu amaçla hazırlanan 6112 Sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun tasarısı, 15 Şubat 2011 tarihinde TBMM'de kabul edilerek yasalaşmış ve 3 Mart 2011 tarihli ve 27863 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Radyo ve Televizyon Üst Kurulunun görev ve yetkileri, 6112 Sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun'un 34. maddesinde belirlenmiştir. Buna göre; radyo, televizyon ve isteğe bağlı yayın hizmetleri sektörünü düzenlemek ve denetlemek amacıyla, idari ve mali özerkliğe sahip, tarafsız bir kamu tüzel kişiliği niteliğinde Radyo ve Televizyon Üst Kurulu kurulmuştur. Üst Kurul, bu Kanun ve mevzuatta kendisine verilen görev ve yetkileri kendi sorumluluğu altında bağımsız olarak yerine getirir ve kullanır. Üst Kurul, bu Kanun'da ve 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu'nda belirtilen usul ve esaslar çerçevesinde kendisine tahsis edilen mali kaynakları görev ve yetkilerinin gerektirdiği ölçüde, kendi bütçesinde belirlenen usul ve esaslar dâhilinde serbestçe kullanır. Üst Kurulun malları Devlet malı hükmündedir, haczedilemez. Üst Kurul, Hükûmet ile olan ilişkilerini Başbakan veya görevlendireceği bir bakan aracılığıyla yürütür. Üst Kurul Sayıştay denetimine tabidir. Üst Kurul, öngördüğü yükümlülükleri yerine getirmeyen, izin şartlarını ihlal eden, yayın ilkelerine ve Kanun'da belirtilen diğer esaslara aykırı yayın yapan özel radyo ve televizyon kuruluşlarını uyarır veya aynı yayın kuşağında açık şekilde özür dilemesini ister. Bu talebe uyulmaması veya aykırılığın tekrarı hâlinde ihlale konu olan programın yayını, bir ila on iki kez arasında durdurulur. Bu süre içinde programın yapımcısı ve varsa sunucusu hiçbir ad altında başka bir program yapamaz. Yayını durdurulan programların yerine, aynı yayın kuşağında ve reklamsız olarak, ilgili kamu kurum ve kuruluşlarına Üst Kurulca hazırlattırılacak eğitim, kültür, trafik, kadın ve çocuk hakları, gençlerin fiziksel ve ahlaki gelişimi, uyuşturucu ve zararlı alışkanlıklarla mücadele, Türk dilinin güzel kullanımı ve çevre eğitimi konularında programlar yayınlanır. Kurul kararları idari yargının denetimine açıktır. Kurallar AB normlarına uygundur. LGBT bireylerine karşı tutum. Toplum genelinde kabul görmüş ya da reddedilmiş konularla ilgili toplum adına karar verme görevi ile TBMM Genel Kurulu tarafından seçilen RTÜK Sex and the City 2 filminin yayın haklarını satın alan TV kanalından bu konuda bir savunma istedi. Kurul, filmdeki eşcinsel evliliği ile ilgili sahnelerin "toplumun millî ve manevi değerlerine, Türk aile yapısına aykırı" olduğunu belirtmiştir. RTÜK'ün ayrıca ile dijital yayın platformlarına aksiyon alabilmesi yetkisinden dolayı Disney+'da yayımlanan Love, Victor adlı TV programının yaş sınırlaması +13'ten +18'e çıkartılıp, dizinin 2. sezon 4. bölümü “toplumu rahatsız edici ve ahlaka aykırı davranışlar içerdiği” yönündeki rapora dayanarak cezalandırdı. Platforma üst sınırdan idari para cezası verildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18260", "len_data": 3963, "topic": "LAW", "quality_score": 3.41 }
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (1878; Elmalı, Antalya – 27 Mayıs 1942; Kadıköy, İstanbul), Türk din alimi, mütercim ve hattattır. Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında ve Cumhuriyet Dönemi'nde yaşamış olup, Kur'an'ın Türkçe tefsirlerinden birini telif etmiştir. Hayatı. 1878'de Antalya'nın Elmalı kazasında doğdu. Ailesi aslen Burdurlu olup, babası Hoca Numan Efendi'dir. Numan Efendi daha küçük yaşlardayken Burdur'un Gölhisar kazasının Yazır köyünden ayrılarak Elmalı'ya gelmiş, tahsilini orada tamamlamış ve akabinde Şeriye Mahkemesi başkâtibi olmuştur. Annesi Elmalı alimlerinden Esad Efendi'nin kızı Fatma hanımdır. Dil bilgisi. Türkçenin yanında Arapça ve Farsça ile şiir yazacak kadar üst seviyede bir bilgiye sahipti. Ancak yazılarında sade bir Türkçe kullanmıştır. Bunların yanı sıra Fransızca da bilmektedir. "El-metalip ve'l-mezahip" adında Fransızcadan tercüme ettiği bir felsefe tarihi kitabı vardır. Eğitimi. Muhammed Hamdi Yazır, ilk ve ortaokul tahsilini Elmalı Rüşdiye Mektebi'nde gördü. Hafızlığını da tamamladıktan sonra, Arapça okudu ve İslami ilimleri öğrenmek için, dayısı Hoca Mustafa Sarılar Efendi ile birlikte 1895'te İstanbul'a geldi. Kayserili Mahmud Hamdi Efendi'nin Beyazıt Camii'ndeki derslerine devam etti. Of'lu Mahmut Kamil Efendi'den fıkıh dersleri aldı. Devrin ileri gelen değerli hocalarından ders görerek icâzet aldı. Bilimsel uzmanlığı. Mekteb-i Nuvvab'a girdi ve buradan birincilikle mezun olarak kadılık icazeti aldı. 1905'ten itibaren Beyazıt Camii'nde talebelere ders vermeye başladı ve bu hizmeti 1908 yılına kadar devam etti. Bu arada Şeyhülislamlık'ta Mektubi Kalemi'ne dahil edildi. Bir yandan da Nuvvab'da ve Mülkiye Mektebi'nde ahkam-ı evkaf, Medrese-t-ül Vaizin'de fıkıh, Süleymaniye Medresesi'nde mantık derslerini okutmayı sürdürdü. 1908 yılında dersiâm oldu. Devrin ünlü hattatları Sami Efendi ve Bakkal Arif Efendi'den hat dersleri aldı. Mustafa Kemal Atatürk halkın yeni devrimlerden sonra dini kaynakları, Türkçeye çevrilmiş kitaplardan okunmasını arzuluyordu. Bu amaç doğrultusunda Kuran'ın meali için Mehmet Âkif Ersoy’u, Buhari Hadis kitabı için Babanzade Ahmed Naim’i, Kuran Tefsiri içinse Muhammed Hamdi Yazır’ı görevlendirdi. Siyasi hayatı. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Meclis-i Mebûsan'a Antalya mebusu olarak girdi. Şeyhülislam fetvayı vermediği için, 1. Fetva Emini olarak II. Abdülhamid'in tahttan alınması için gereken fetva'yı İttihat Terakkicilerin isteği doğrultusunda yazdı. Daha sonra da karşı cephede olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nda faaliyetlerini sürdürdü. Daha sonra sırasıyla, Dar-ül Hikmet-ül İslamiye azalığına (Ağustos 1918), Nisan 1919'da bu kurumun başkanlığına tayin edildi. Damat Ferit Paşa'nın kabinelerinde Evkaf (Vakıflar) Nazırı olarak vazife yaptı. Eylül 1919'da Ayan Meclisi üyeliğine getirildi. İttihat ve Terakki'nin ilim şubesinde vazife yaptı. Mülki ve hukuki yönü. 1909 yılında Mülkiye Mektebi'nde Ahkâm-ı Evkâf ve Arâzî dersleri okutmuş ve yine aynı yıllarda Mekteb-i Kuzât'ta "Fıkıh" dersleri vermiştir. Daha sonra Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye ("Şeyhü'l-İslâmlığa bağlı Yüksek Müşavere Heyeti") üyeliğine ve bir müddet sonra da başkanlığına tayin edilmiştir. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Evkaf-ı Hümâyun nazırlığında bulunmuş ve bu sırada Âyan Meclisi üyesi olmuştur. Felsefi yönü. Varlığın ve bilginin bilimsel olarak araştırılması ("Felsefe") ile de ilgilenen Elmalılı Hamdi Yazır, batılı yazarların eserlerini de tercüme etmiştir. Bu eserlerde ileri sürülen konulara eleştirel yaklaşım sergileyen Elmalılı Hamdi Efendi, felsefe ve din arasında cereyan eden tartışmalara çözüm bulmaya çalışmıştır. Filozofların gerçeği kavrayamadıklarını belirtmiş, akıl ile iman bütünleştiği zaman gerçeğin kavranıp doğrulanabileceği fikrini savunmuştur. Cumhuriyet döneminde. Cumhuriyet'in ilanı esnasında Medrese-t-ül Mütehassisin'de mantık dersleri okutuyordu. Damat Ferit Paşa kabinelerindeki görevi dolayısıyla, bu kabinelerin Milli Mücadele aleyhine verdiği kararlarda sorumluluğu bulunduğu gerekçesiyle gıyabında idama mahkûm edildiyse de, aynı zamanda yeğeni Emin Paksüt'ün kayınpederi olan Kel Ali'nin başkanlık ettiği Ankara İstiklâl Mahkemesi'nde yapılan muhakemesinden sonra suçsuzluğu tespit edilerek beraat etti. Ölümü. Elmalılı Hafız Muhammed Hamdi Yazır, uzun zaman devam eden Kalp yetmezliği rahatsızlığından ötürü Erenköy'de 27 Mayıs 1942'de öldü. Kabri Sahrayıcedid Mezarlığı'ndadır. Eserleri. Beyânül-Hak ve Sebîlürreşad dergilerinde Küçük Hamdi veya Elmalılı Küçük Hamdi mahlası ile makalelerini yayınlanmıştır. Tefsirinde ise Elmalılı Hamdi Yazır imzasıyla eserini yayınlamıştır. Hak Dini Kur'an Dili (Kuran'ı Kerim'in Türkçe Tefsiri). Atatürk'ün Hamdi Yazır'a yazdırdığı tefsir olup günümüzde de önde gelen İslam alimleri tarafından da hala en güvenilir tefsir olarak kabul edilmektedir. Atatürk'ün Diyanet İşleri Başkanlığı'na verdiği talimatı üzerine yazdırıldı. 1926'da Diyanet İşleri Riyaseti 'Kur'an'ı çağın icaplarına göre yeniden tefsir edebilecek bir alim aradı. Sonunda vazifeli talimat üzerine Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'a verildi. Devlet eliyle yazdırılan bu tefsirle Atatürk bizzat ilgilendi. Atatürk Şeyh Sait Ayaklanmasının bastırıldığı, çağdaşlaşma ve modernleşme adına yapılan inkılaplara yönelik itirazların arttığı bir devirde İslamiyet'in temel kaynağı olan Kur'an'ın yeniden tefsir edilmesini istedi. Atatürk, yedi madde ile nasıl bir tefsir istediğini ortaya koydu. Bu yedi madde daha sonra Diyanet İşleri Riyaseti ile Elmalılı Hamdi Yazır arasında imzalanan protokole kondu. Kâzım Karabekir'in belirttiğine göre, Atatürk ona din ile ilgili olarak, dini olanların (bir dine mensup olanların) kazanamayacağını ve fakir kalmaya mahkûm olduklarını söyleyip netice olarak önce din anlayışını kaldırmak gerektiğini söylemiş ve bu sebeple Kur'an'ın anlaşılarak okunmasına önem verip Türkçeye çevrilmesini emretmiştir. Diyanet'le Hamdi Yazır arasında imzalanan anlaşma tutanağı maddeleri. Eserin başında Kur'an hakikatını açıklayan ve Kur'an'la ilgili önemli konuları izah eden mukaddime (önsöz) yazılacak. Hak Dini Kur'an Dili 1926-1938 arasında tamamlandı 1935-1939 arasında dokuz cilt olarak 10 bin takım bastırıldı. Eserin üzerinden telif süresi bittiğinden serbestçe basılmaktadır. İki bin takımı Elmalılı Hamdi Yazır'a verildi. Kalan 8 bin takım, başta din adamları olmak üzere halkın önde gelen isimlerine ücretsiz olarak dağıtıldı. Metalip ve Mezahip. Tahlil-i Tarih-i Felsefe-Metâlib ve Mezahib-Maba'de't-Tabia ve Felsefe-i İlahiyye (Paul Janet ve Gabriel Seailles'ın Histoire de la philosophie çevirisi.) İrşadü'l Ahlâf fî Ahkâmi'l-Evkâf. Mektebi Mülkiye için ders kitabı. Beyânul-Hak. Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad mecmualarında makaleler Basılmamış Olanlar. Aşağıdaki eserleri basılmamıştır: Dış bağlantılar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18264", "len_data": 6749, "topic": "RELIGION", "quality_score": 2.65 }
God Save the King veya hükümdar kadın ise God Save the Queen (Tanrı Kralı/Kraliçeyi Korusun), Birleşik Krallık'ın ulusal marşı. Dünyanın ilk ulusal marşı kabul edilir. Resmî olarak ulusal marş ilan edilmemiştir ancak geleneksel olarak 1745 yılından beri bu marş ulusal marş olarak kullanılmaktadır. Resmî törenlerde sadece ilk kıta söylenir. Sözler, yerine göre "Tanrı Kralı Korusun" veya "Tanrı Kraliçeyi Korusun" şeklinde değişir. Eskiden kullanılan adı (1952-2022) "God Save The Queen"'dir "(Tanrı Kraliçeyi Korusun)." Birleşik Krallık'a bağlı pek çok ülkenin ulusal marşıdır. Ayrıca Lihtenştayn ulusal marş olarak bu marşı farklı sözlerle kullanır. Öyle ki 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası elemeleri sırasında İngiltere ve Lihtenştayn takımları karşılaştığında aynı marşı iki defa çalmak gerekmiştir. Bestesinin kime ait olduğu bilinmemekle birlikte John Bull, Henry Carey, Henry Purcell ve Joseph Haydn'a ait olduğu iddiaları ortaya atılmıştır. Bundan başka Kanada, Yeni Zelanda ve Avustralya'da da kullanmaktadır. Kıbrıs'ın Britanya sömürgesi olduğu dönemde marşın sözleri resmî olarak Türkçeye çevrilmiş ve bu şekilde okullarda okunmuştur. "God Save the King" ifadesinin "Yaşa Kralımız" şeklinde çevrildiği marş "Yaşa kralımız, yaşa hakanımız, çok çok yaşa!" şeklinde başlamaktaydı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18266", "len_data": 1287, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.38 }
Salvador Domingo Felipe Jacinto Dalí i Domènech veya kısaca Salvador Dalí (d. 11 Mayıs 1904, Figueres - ö. 23 Ocak 1989, Figueres), Katalan sürrealist ressam. Gerçeküstü eserlerindeki tuhaf ve çarpıcı imgelerle ünlenen Dali, en popüler eseri olan "Belleğin Azmi"ni 1931'de bitirmiştir. Dalí, ressamlığın yanı sıra heykelcilik, fotoğrafçılık ve filmcilikle de ilgilenmiş, Amerikan animasyoncu Walt Disney ile beraber yaptığı "Destino" adlı kısa çizgi film, 2003'te "en iyi kısa animasyon filmi" dalında Akademi Ödülü adayı olmuştur. Katalonya doğumlu olan Dalí, 711 yılında İspanya'yı fethetmiş olan Mağribilerin soyundan geldiğini iddia etmiş, "süslü ve cafcaflı olan her şeye, lüks hayata ve doğu kıyafetlerine olan düşkünlüğünü" de "Arap kökeni"ne bağlamıştır. Dalí hayatı boyunca, sanatıyla olduğu kadar eksantrik giyimi, davranışları ve sözleriyle de dikkat çekmiş, bu durum kimi zaman, onun sanatını takdir edenleri de etmeyenler kadar usandırmıştır. Bu davranışların getirdiği kötü şöhret, Dalí'nin geniş kesimlerce tanınmasını sağlamış ve eserlerine duyulan ilgiyi arttırmıştır. Hayatı. İlk yıllar. Dali 11 Mayıs 1904'te, İspanya'nın Katalonya bölgesinde bulunan Figueres kentinde, Salvador Dalí i Cusí ve Felipa Domenech Ferres çiftinin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Çiftin 1901 doğumlu ilk çocuğu, Dalí'nin doğumundan tam dokuz ay on gün önce (1 Ağustos 1903'te) sindirim yolu iltihabından ölmüş, onun ismi olan Salvador da ikinci çocuğa geçmişti. İlk çocuklarının küçük yaşta ölmesini bir türlü kabullenemeyen Dalí çifti, küçük Dalí'nin yanında sık sık ölmüş ağabeyinden bahsediyor, ilk Salvador'un bir resmini yatak odalarının duvarında tutuyor ve Dalí'yle beraber düzenli olarak ilk Salvador'un mezarını ziyaret ediyorlardı. Bu durum, Dalí'nin küçük yaşta kendi kimliği konusunda karışıklık yaşamasına sebep oldu. Sonradan, hiç tanımadığı ağabeyi hakkında "iki su damlası gibi birbirimize benziyorduk, fakat yansımalarımız farklıydı [...] O, herhalde benim fazla mutlak olarak tasarlanmış ilk versiyonumdu." diyebildi. Dalí'nin babası, sert ve otoriter karakterli bir noterdi. Annesi ise tam tersine sevecen ve anlayışlıydı ve oğlunun resim konusundaki çabalarına destek veriyordu. Dalí üç yaşındayken kız kardeşi Ana María doğdu. Evin tek erkek çocuğu olarak, annesi, kız kardeşi, teyzesi, anneannesi ve bakıcısından sürekli ilgi gören Dalí, küçük yaşlarından itibaren şımarık ve kaprisli bir karakter sergilemeye başladı. Salvador Dali'nin, "Hayat” isimli otobiyografisinde yaşamının ilk yıllarına ait çarpıcı anlatımlar söz konusudur. Bu anlatımların ne kadarının doğru veya hayal ürünü olduğunu belirlemek zor olsa da Dali'nin düşünce yapısı için, kendi ağzından çıkmış bu cümleler önemli izler barındırır: "Beş yaşlarındayken bulduğu yaralı yarasayı teneke bir kovaya koyar. Ertesi sabah, ölmek üzere olan yarasanın her yanını karıncaların kapladığını görür. Yarasayı karıncalarla birlikte ağzına atar ve ısırarak neredeyse ikiye böler." Küçük kardeşi ile olan bir başka anısını otobiyografide şöyle anlatır: "Altı yaşındayken Halley kuyruklu yıldızının görülebileceği günlerde; "Babamın ofis memurlarından biri misafir odasının kapısında belirdi ve kuyrukluyıldızın terastan görülebildiğini haber verdi...Koridordan terasa giderken üç yaşındaki küçük kızkardeşimin bir kapı aralığından sessizce emekleyerek çıktığını gördüm. Durdum, bir anlık tereddütten sonra kafasına bir topa vurur gibi korkunç bir tekme savurup bu vahşi eylemin "çılgınca neşesi"ne kapılarak koşmaya devam ettim. Fakat arkamdan gelen babam beni yakaladı ve ofisine götürdü, ceza olarak akşam yemeğine kadar orada kaldım." Bu olayın yaşanmasından bir yıl kadar önce, Dali, “aklına gelen düşüncelerin çoğu gibi, aniden” küçük bir çocuğu asma köprüden aşağı atıverdiğini anlatır. Dali; yirmi dokuz yaşındayken, bir kızı yere devirip üzerinde tepindiğini ve çevresindeki insanların kanlar içindeki kızı elinden zor aldıklarını bu kitapta aktarır. Benzer başka pek çok eylemlerini aynı otobiyografisinde anlatıyor. Salvador Dali, aynı otobiyografide nekrofili ve cinsel sapkınlık boyutlarındaki resim çalışmaları hakkında da bir takım bilgileri anlatır. Tablolarında bu sapkınlıklara yer verdiğini, sonraki yıllarda bu özelliklerinden kurtulduğunu izah eder. Bu anlatımları ve anıları, Dali'nin gençlik ve yetişme dönemlerindeki ruh hali ve sanat çalışmalarında beslendiği mizacı hakkında bizlere biraz fikir verebilir. 1914'te annesinin desteğiyle özel bir resim okuluna yazılan Dalí, 1919'da Figueres Belediye Tiyatrosu'nda ilk sergisini açtı. Şubat 1921'de ise çok sevdiği annesini meme kanserinden kaybetti. Annesinin ölümü hakkında "hayatımda aldığım en büyük darbeydi. Ona tapardım [...] Ruhumun kaçınılmaz kusurlarını görünmez kılabilmesine hep güvendiğim bir varlığın kaybını kabullenemiyordum." diyebildi. Dalí'nin babası, karısının ölümünden kısa süre sonra baldızıyla evlendi. Madrid, Paris ve ABD. 1922'de Madrid'e taşınan ve buradaki okula yazılan Dalí, ilk eserlerinde kübizm ve dadaizm etkileri gösterdi. Fransa ve İsviçre kökenli olan bu yeni akımlar, o sıralar Madrid'de pek yaygın değildi ve Dalí'nin eserleri kısa sürede ilgi çekmeye başladı. Dalí, Madrid'de geçirdiği yıllarda, kendisi gibi avangart sanata meraklı olan film yapımcısı Luis Buñuel ve şair Federico García Lorca ile yakın arkadaş oldu. 1923'te disiplinsizlik yüzünden geçici olarak okuldan uzaklaştırılan Dalí, aynı yıl Girona'da anarşist gösterilere katıldığı için tutuklandı ve bir süre gözaltında tutuldu. 1925'te okula geri döndü ve Barselona'da ilk kişisel sergisini açtı. Resimleri eleştirmenler tarafından ilgi ve şaşkınlıkla karşılandı. Dalí 1926'da Paris'e gitti ve büyük saygı duyduğu Pablo Picasso ile tanıştı. Sonraki birkaç yıl boyunca, Dalí'nin eserlerinde Picasso etkisi ağır basacaktı. Paris gezisinden döndükten kısa süre sonra okulundan temelli kovulan Dalí, çok geçmeden askere alındı. Ekim 1927'de askerlik hizmetini bitirdi ve Mart 1928'de sanat eleştirmenleri Luís Montanyà ve Sebastià Gasch ile beraber, sanatta modernizmi ve fütürizmi savunan "Sanat Karşıtı Katalan Manifesto"yu yazdı. 1929'da arkadaşı Luis Buñuel ile beraber çektikleri "Bir Endülüs Köpeği" adlı avangart kısa film, sürrealist sanat çevrelerinde ikiliye büyük şöhret kazandırdı. Aynı yıl ikinci kez Paris'e giden Dalí, burada ressam Joan Miró aracılığıyla sürrealist akımın öncüleri André Breton ve Paul Éluard ile tanıştı. Éluard'ın karısı Gala (asıl ismi Helena İvanovna Diakonova), tanıştıkları andan itibaren Dalí'nin ilgisini çekti ve 1929 yazında Dalí ile Gala arasında, sonradan evliliğe dönüşecek olan tutkulu bir ilişki başladı. 1931 yılında Dalí, en meşhur eseri olan "Belleğin Azmi",ni yaptı. "Yumuşak Saatler" ya da "Eriyen Saatler" olarak da bilinen eserde, geniş bir kumsal manzarası önünde eriyen cep saatleri resmedilmiştir. Eser genel olarak, katı ve değişmez zaman kavramına karşı bir protesto olarak yorumlanır. Dalí sonradan bu resmin ilhamını, sıcak Ağustos güneşi altında erimekte olan bir Camembert peynirinden aldığını yazacaktı. 1929'dan beri beraber yaşayan Dalí ve Gala, 1934'te bir devlet nikâhıyla evlendiler. (1958'de bir Katolik düğünüyle nikâh tazeleyeceklerdi.) Aynı yıl New York'ta bir sergi açan Dalí, ABD'de büyük sansasyon yarattı ve büyük üne kavuştu. 1936'da Londra Uluslararası Sürrealist Sergisi'nde bir konuşma yapması istenince, sahneye eski tip hantal bir dalgıç tulumu içinde çıktı. Tulumun beline mücevher işlemeli bir kama takmıştı; bir elinde bir bilardo ıstakası tutuyor, diğer eliyle de bir çift kurt köpeğini çekiştiriyordu. Konuşma sırasında nefes almakta zorluk çekince, dalgıç kıyafetinin başlığı çıkarıldı. Dalí 1937'de Hollywood'a giderek zamanın meşhur komedyenleri Marx kardeşler ile tanıştı ve onlar için bir film senaryosu yazdı. 1938 yazında ise Londra'da, hayranı olduğu Sigmund Freud ile tanıştı ve ünlü psikoloğun birkaç portresini yaptı. Tüm sürrealistler gibi Dalí de bilinçaltının dışavurumuyla ilgileniyor ve Freud'un bilinçaltı konusundaki yazılarını ilgiyle takip ediyordu. 1936'da başlayan ve tüm İspanya'yı kaosa sürükleyen İspanya İç Savaşı, 1939'da General Francisco Franco'nun galibiyetiyle sona erince, Dalí yeni kurulan faşist rejimi desteklediğini açıkladı. Bunun üzerine, çoğunluğu Marksist olan ve Dalí'nin abartılı dikkat çekme çabalarından zaten hoşlanmayan sürrealistler, Dalí'ye açıkça sırtlarını döndüler. Sürrealist grubun önderi Breton, Salvador Dalí'nin isminden iğneleyici bir anagram çıkardı: "Avida Dollars" (Dolar Heveslisi). Dalí ise cevap vermekte gecikmedi: "Le surréalisme, c'est moi!" (Sürrealizm benim!) Sürrealistler ve Dalí arasındaki çekişme, Dalí ölene kadar devam edecekti. 1940'ta Dalí ve Gala, tüm Avrupa'yı etkisi altına almaya başlayan II. Dünya Savaşı'ndan kaçarak ABD'ye yerleştiler. Burada dokuz yıl kalacaklardı. 1942 yılında Dalí, "Salvador Dalí'nin Gizli Hayatı" isimli otobiyografisini yayımladı. 1945-46 yıllarında, Walt Disney ile beraber "Destino", Alfred Hitchcock ile beraber "Spellbound" filmlerinin yapımında çalıştı. 1947'de sürrealist bir Picasso portresi yaptı. Katalonya'ya dönüş. 1949'da Dalí, karısıyla beraber Avrupa'ya döndü ve memleketi Katalonya'ya yerleşti. Hayatının sonuna kadar burada kalacaktı. Faşist Franco rejimiyle yönetilen İspanya'ya yerleşmesi, bir kez daha sol görüşlü sanatçı ve aydınların tepkisini çekti. Dalí 1951'de Katolisizm'in ve modern bilimin bazı kavramlarını sentezlediği "Mistik Manifesto",yu yayımladı. II. Dünya Savaşı sonrası eserlerinde, Katolik temalar ve DNA, hiperküp (dört boyutlu küp) ve atomik çözünme gibi modern bilim kavramları öne çıkacaktı. Hiroşima'da patlayan atom bombasının gücünden çok etkilenmiş olan Dalí, hayatının bu dönemine "nükleer mistisizm" adını veriyordu. Yine bu dönemde Dalí, tuvale boya sıçratma, hologramlar, optik yanılgılar ve stereoskopi gibi pek çok değişik teknikle denemeler yaptı. 1960'ta Figueres belediye başkanı, yıllar önce Dalí'nin ilk sergisine ev sahipliği yapmış ve iç savaşta zarar görmüş olan Belediye Tiyatrosu'nu "Dalí Tiyatrosu ve Müzesi" adıyla restore etmeye karar verdi. Dalí, 1974'e kadar müzenin inşaatı ve dekorasyonuyla bizzat ilgilendi ve bu projeye çok emek ve zaman harcadı. Müze 1974'te açıldıysa da, Dalí 1980'lerin ortasına kadar ufak eklemeler ve değişiklikler yapmaya devam etti. 10 Haziran 1982'de Dalí'nin çok sevdiği karısı, menajeri, modeli ve ilham perisi Gala hayatını kaybetti. Gala'nın ölümünden sonra yaşama isteğini kaybeden Dalí, karısının öldüğü ve gömüldüğü Púbol Kalesi'ne yerleşti ve münzevi bir hayat sürmeye başladı. Temmuz 1982'de İspanya Kralı Juan Carlos, Dalí'yi Púbol Markisi ilan etti. Dalí ise bu jeste karşılık olarak, krala "Avrupa'nın Başı" adlı çizimini hediye etti. 1983'te Púbol Kalesi'nde yaptığı "Serçenin Kuyruğu" adlı tablo, Dalí'nin son eseri olacaktı. Ağustos 1984'te Dalí, kaledeki yatak odasında bilinmeyen bir sebepten çıkan yangında bacağından yaralandı. Bu olaydan kısa süre sonra Figueres'e döndü ve Salvador Dalí Tiyatro ve Müzesi'nde yaşamaya başladı. Dalí, 23 Ocak 1989'da kalp yetmezliğinden öldü ve Figueres'te kendi adını taşıyan müzenin mahzenine gömüldü. Eserleri. Dalí hayatı boyunca, 1500'den fazla resim ve onlarca heykelin yanı sıra, çeşitli taş baskı eserler, kitap illüstrasyonları, tiyatro dekorları ve kostümleri üretmiştir. Ayrıca, Man Ray, Brassaï, Cecil Beaton ve Philippe Halsman gibi fotoğraf sanatçılarıyla ve Elsa Schiaparelli, Christian Dior gibi moda tasarımcılarıyla beraber çalışmıştır. Bugün Dalí'nin eserlerinin büyük çoğunluğu, Figueres'deki Dalí Tiyatro ve Müzesi'nde bulunur. Florida'nın St. Petersburg kentindeki Salvador Dalí Müzesi, Madrid'deki Reina Sofia Müzesi ve Los Angeles'taki Salvador Dalí Galerisi de sanatçının yüzlerce eserini barındırır. Dalí'nin 1965'te New York'taki Rikers Island Hapishanesi'ne bağışladığı çarmıha gerilmiş İsa resmi, 1981'e kadar hapishanenin yemekhanesinde asılı durduktan sonra buradan alınarak hapishanenin lobisine asılmış, 2003'te ise kimliği belirsiz kişilerce lobiden çalınmıştır. 20. yüzyılın en önemli sanatçılarından, sürrealizmin yani gerçeküstücülük akımının temsilcisi Salvador Dali'nin başlıca esin kaynağı düşler, korkular ve hayaller ile Dali, resim sanatının akışına yön veren eserleriyle İstanbul'da da sergilenmiştir. Dali'nin kapsamlı bir retrospektifi niteliğini taşıyan “İstanbul’da Bir Sürrealist Salvador Dali” adlı sergisinde, İspanyol sanatçının yağlı boya tabloları, çizimleri ve grafiklerinin yanı sıra el yazmaları, defterleri, mektupları ve fotoğrafları gibi 380 parça eseri sergilenmiştir. Salvador Dali'nin hastalıklı ruh yapısı, bazı çizim ve fotoğraflarında da geniş yer tutar. Kendi yazdığı "Hayat" isimli otobiyografisinde, cinsel sapkınlığa yatkın bu özelliğini geniş bir biçimde aktarır. "Hüzünlü Oyun, Bir Endülüs Köpeği, Altın Çağ, Kuyruklu Piyano, Takside Çürüyen manken" gibi fotoğraf ve çizimleri, Salvador Dali'nin hastalıklı ruh halini gösteren "sanat" için yapılan sapkınlıkların bir nevi gün yüzüne çıkmış halidir. Bu tür çalışmaları, sanat adı altında topluma kabul ettirilirken, Dali'nin hastalıklı ruh yapısı sanat çevrelerinde meşru gibi görülerek, adeta sanat adına bu tür sürrealist denemeleri yapabilmesi için kendisine bir muaflık hali vermiştir. Oysa bu tür çalışmalar; sanat adına yapılmış olmasına rağmen, toplumun hiçbir şekilde kabul edebileceği türden eserler değildir. İngiliz yazar, gazeteci ve eleştirmen George Orwell, Dali'nin çizimlerindeki sapkınlık derecesindeki hastalıklı özelliğini şu cümlelerle okuyucusuna aktarır: "Salvador Dali'nin savunucularının, ona ruhban sınıfına özgü bir tür ayrıcalık tanınmasını istediği anlaşılıyor. Sanatçının, sıradan insanların tabi olduğu ahlak kurallarından muaf olması gerektiği görüşündeler. Sihirli sözcüğü söyleyip "sanat" dediğiniz anda her şey yoluna giriyor: Çürüyen cesetlerin üzerinde dolaşan salyangozlar ve küçük kızların kafasını tekmelemek sorun olmaktan çıkıyor; hatta Dali'nin çektiği (sonradan gösterime girmesi yasaklanan) Altın Çağ" gibi pislik ve dışkıyı normalleştiren bir film bile sorun teşkil etmiyor. Dali'nin yıllar boyunca asalak gibi yaşadığı Fransa'dan tehlikenin kokusunu alır almaz korkak bir sıçan gibi kaçıvermesi bile sorun değil. Yani sınavı geçebilecek kadar iyi bir ressamsanız, her yaptığınız yanınıza kâr kalıyor. Adi suçlar üzerinden düşünürsek, bu düşünce tarzının ne kadar yanlış olduğunu görebiliriz." Salvador Dali'nin Don Kişot Çizimleri. Salvador Dali kendisini ve çalışmalarını şu sözlerle anlatır: "Benim deliliğim ile gerçek deli arasındaki farkı biliyor musunuz? Gerçek deli asla zafere ulaşamaz. Benim yaşamımda ise her çılgınlık yeni bir zaferdir. Başarı sağlayan çılgınlığı ötekinden ayırt etmek çok önemlidir. Tam bir başarı için azıcık çılgınlık her zaman lazımdır." Crevantes'in Don Kişot'u için yaptığı çizimlerinde bu ifadeler vücut bulmuştur. Dali, İngiliz yayınevi Random House tarafından 1945 yılında Miguel de Cervantes'in iki ciltlik Don Kişot'unu resimlendirmek üzere görevlendirilir. 1945- 1946 yılları arasında Don Kişot'un Random House'un İngilizce çevirisi için birtakım sulu boya ve kara kalem çizimler yapan Dalí, kitabın 1956 yılındaki baskısında koleksiyonunu genişleterek 38 adet çizime imza atmıştır. Dali'ye göre, "Sistemli olarak kargaşa yaratmak gerekir; yaratıcılık böylece özgürleşir. Yaşamı yaratan çelişkidir." Don Kişot'ta işlenen ana temalardan biri kargaşadır. Kahraman, kargaşanın içinde, modası geçmiş bir sevda olan şövalyeliğin peşine düşmüştür. Dali de kitabı resmetme sürecinde de kendisini sarmalayan bu Don Kişotvari havayı ve eserin en akılda kalıcı kısımlarını gerçeküstücü bakış açısının süzgecinden geçirmiş; kafasında canlandırdığı kahramanı, kendisiyle özleşen bir üslupla resme dökmüştür. Politik görüşü. Salvador Dalí'nin sanatçı olarak varoluşunda politika çok önemli bir yer almıştır. Sürrealizmin kurucusu Troçkist André Breton yanlısı olarak başladığı sanat hayatına, ileriki dönemlerde iktidarı kanlı biçimde ele alan faşist Franko yanlısı olarak devam etmiştir. Gençliğinde anarşist-komünist yazıları keskin çıkışları olan derin bir kavrayıştan ziyade okuyucuyu şok etmek üzerine odaklanmıştır. Bu yıllarda Dadacı etki görülür. Dali büyüdükçe Troçkist André Breton etkisindeki sürrealist hareketin etkinliğinin artmasıyla sürrealist olur. İspanya İç Savaşı başladığında, Dali savaşmaktan ve bir grubun yanında yer almaktan uzak durur. Benzer şekilde, İkinci Dünya Savaşında George Orwell, Dali'yi "Fransa tehlikeye düştüğünde fare gibi kaçmakla" eleştirmiştir. Yıllar sonra o dönemini Dali "Avrupa savaşı yaklaştığında tek düşündüğünün tehlike daha da yaklaştığında tıkılabileceği fırını güzel bir yer bulabilmek" olduğunu belirtmiştir. II. Dünya savaşı sonrasında Katalonya'ya geri döndüğünde, Franko rejimi ile yakınlaşmıştır. Bazı sözleri Franko rejimine destek vermiş, Franko'yu İspanyayı yokedici güçlerden temizlediği için teşekkür etmiştir. Bu dönemde Katolik inanca dönmüştür. Ayrıca Franko'yu çıkardığı idam hükümleri için tebrik etmiştir. Ayrıca kişisel olarak da Franko ile tanışmış ve Franko'nun ninesini resmetmiştir. Franko'ya karşı hislerinin samimi mi yalancı mı olduğunu belirlemek imkânsızdır. Bilim ve Dali. Salvador Dali farklı alanlara ilgi duymuş, ressamlığın yanı sıra heykeltıraşlık, fotoğrafçılık ve filmcilikle de ilgilenmişti. Ancak, bilime apayrı bir önem verdi. 1930'larda ilham kaynağı optik ilüzyonlar ve çifte görüntüler, 1940'ta Max Planck'ın kuantum kuramı, 1945'teki Hiroşima faciasından sonra atomun parçalanmasıydı. 1950'lerin başında, atom bombasını bir yana bırakmış, dikkatini Alman fizikçi Werner Heisenberg'in "tanecik"lerine vermişti bile. 1953'te, Nature dergisinin 171. sayısında, Watson ve Crick'in DNA yapısını açıkladıkları ünlü makaleyi okuyup Crick'in karısı Odile'in çizdiği çift sarmal yapıyı gördüğünde, "İşte" dedi, "Tanrı'nın var olduğunun en önemli kanıtı. DNA, Yakub'un genetik meleklerden oluşturduğu bir merdiven ve insanla Tanrı arasındaki tek bağlantı." Bu tarihten başlayarak tam 23 yıl boyunca, DNA molekülünün yapısı, hem gündelik yaşamının, hem de sanatının ayrılmaz bir parçası oldu. Çift sarmalın, yaşamın temel şekli olduğuna inandı ve on kadar tablosunda bu simgeyi kullandı. "Kelebekli Manzara, DNA'li Sürrealist Manzarada Büyük Mastürbatör" (Butterfly Landscape. The Great Masturbator in a Surrealist Landscape with D.N.A.) adlı tablosunda, Freudyen simgelerle dolu araziye, DNA'yı üç boyutlu biçimde yerleştirmiştir. 25 Eylül 1962 tarihindeki Barselona sel felaketinde, boğulan ve kaybolan bine yakın kişinin anısına yaptığı 3 x 3.5 metre boyutlarındaki tablo, "Galacidalacidezoksiribonükleikasid" adını taşır. 2002'de, Florida'nın St Petersburg kentinde, denizin hemen kenarındaki Dali Müzesi'nde görülen tablonun yanındaki notta, Dali'nin zor telaffuz edilen bu adı, Gala, cid, ala ve deoksiribonükleikasid sözcüklerinden oluşturduğu kayıtlıydı. Aynı nottaki bilgiye göre, "Gala", ressamın çok sevdiği, ilham kaynağı ve pek çok eserinin temel figürü karısının adı. "El Cid", 11. yüzyılda Berberilere karşı savaşmış İspanyolların ulusal kahramanı Rodrigo Diaz de Vivar'ın halk arasındaki adıdır. "Ala", Allah'ın kısaltılmış biçimi, "deoksiribonükleikasid" de DNA molekülünün açık adıdır. "Tanrı'ya inanıyorum, ama inançlı değilim. Matematik ve bilim, bana Tanrı'nın olması gerektiğini anlatıyor, ama inanmıyorum" diyen Salvador Dali, bu tablosunda bilim ile dinin karmaşık ilişkisini irdeler. İlk bakışta, dinin bilime üstünlüğünü anlatmaya çalışıyor gibi gözükse de, aslında birbirine paralel olduklarını, hatta simetrik temellere dayandıklarını ifade etmeye çalışır. Beş açık ve bir gizli görüntüden oluşan resmin birkaç yerinde rastlanan DNA çift sarmalı yaşamı; sağ tarafta, dörderli gruplar halinde tüfeklerini birbirine doğrultan erkekler ölümü, gökyüzündeki varlıklar, ölümden sonrasını simgeler. Dali, benzeri konularda ve benzeri adlar verdiği başka tablolar da yapmıştır. Madrid'teki Museo Nacional Reina Sofia'da sergilenen "Dezoksiribonükleik Asit Arapları", ressamın bu eşsiz moleküle hayranlığının bir diğer kanıtı. DNA'nın simetrisini, durmaksızın, karısıyla ilişkisine benzetir: "Tıpkı Gala ve benim gibi birbirine tam uyan bu iki yarı, hiç şaşmadan bir açılıp bir kapanıyor. Hayat, deoksiribonükleik asidin mutlak kuralına dayanıyor, kalıtıma o karar veriyor." Dali, 1980'lerden başlayarak ölümüne dek, matematikle ilgilendi. Özellikle, sürekli fonksiyonların sürekli olmayanlara dönüşebileceğini ve bir fonksiyonun değerinin aniden değişebileceğini (yani sakin sakin duran bir köpeğin aniden üzerinize saldırmasının matematiksel ifadesini) gösteren Fransız matematikçi Rene Thom'un katastrof teorisine ilgi duydu. Son eseri Çatalkuyruk'ta (The Swallowtail) olduğu gibi, çok sayıda matematiksel sembolü resimlerine taşıdı ve onlar aracılığıyla yaşam felsefesini yansıtmaya çalıştı, ancak DNA molekülüne tutkusunu hiçbir zaman kaybetmedi. Dali bilime düşkünlüğünü, doğum yeri Figueres'te düzenlediği "Doğada Rastlantı" adlı kongreyle taçlandırdığında, artık 81 yaşındaydı. Konuşmacıların neredeyse tamamı, Nobel ödülü kazanmış bilim insanlarıydı. Kimyacı Ilya Prigogine, fizikçi Jorge Wagensberg, matematikçi Rene Thom oradaydı. Dinleyicilerin arasında bilim dünyasının ileri gelenleri, ünlü filozoflar ve sanatçılar bulunuyordu. Dali, yatağından kalkamayacak kadar hastaydı ve her şeyi kapalı devre televizyon kameralarının görüntülerinden izledi. Salvador Dali, bu kongreden üç yıl sonra 23 Ocak 1989'da öldü. Başucunda iki fizikçi ve bir matematikçinin kitaplarını buldular: Stephen Hawking, Erwin Schrödinger ve Matila Ghyka.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18275", "len_data": 21534, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.49 }
Meşrutiyet, meşruti monarşi, anayasal monarşi, anayasal tekerki ya da parlamenter monarşi, hükümdarın yetkilerinin anayasa ve halk oyuyla seçilen meclis tarafından kısıtlandığı yönetim biçimi. Arapça şart kökünden türemiş olan meşrutiyet 19. asırdan itibaren Osmanlı Devleti'nde meclisli saltanat-hilafet anlamında kullanılmıştır. Daha genel ifadesiyle; meşrutiyet, bir hükümdarın başkanlığı altında parlamento yönetimine dayanan yönetim biçimidir. Tarihi çağlarda pek çok örneği verilebilirse de(senato-imparator ikilemindeki Roma, İtalyan şehirleri gibi) İngiltere'de 1215 yılında Magna Carta ile kurulan siyasi düzen tarihteki ilk meşruti monarşi rejimi olarak anılır. Fransa'da 1830 Devrimi'nden sonra kurulan "Anayasal Monarşi", cumhuriyet ile mutlak krallık arasında bir "orta yol" olarak benimsenmiştir. Osmanlı Devlet hayatında özellikle Abdülaziz döneminde nazırlık yapmış mısır hıdiv ailesinden Mustafa Fazıl Paşa tarafından padişaha yazılan bir mektupta anayasal monarşi anlamında nizam-ı serbestane kelimesi geçmiştir. Bu tabir sonraları yerini daha İslami bir meşrutiyet tabirine bırakmış ve usul-i meşveret denmiştir. Özellikle 1876'ya giderken; ulemanın da bu kavrama ısındığı ve usul-i meşveret tabirinin bir siyasi hamle olduğu görülüyor. Osmanlı Devleti'nde anayasa (Kanun-ı Esasî) ve parlamenter rejim (Meclis-i Mebûsan) tartışmaları 1830'larda başlayıp 1860'larda yoğunlaşmış ve özellikle 1875 sonrası ulema ve bürokrasi arasında ciddi bir fikir tartışması ortaya çıkmıştır. Tersane Konferansı sırasında Avrupalılarca gayrı müslim Osmanlı tebaasına ciddi ve geniş haklar tanınması isteğine karşı Meclis-i Umumi'de Mithat paşa ve devlet ricali genel bir meşruti ıslahatla devletin dengesinin bozulmadan ıslahatlara girişilebileceğinden bahsetmiştir. Ulema arasında zıt fikirler mevcuttu. Anadolu kazaskeri Seyfeddin Efendi, şavirhüm fi'l-emr ayeti gereğince meşrutiyetin şeriata uygun olduğunu savunurken; ekseri ulema ise gayrimüslimlerin meclise girmesinin caiz olmadığı yönünde ısrarlıydı. Tüm bu şartlar altında bir yandan batılılarca siyasi baskılar yapılırken; diğer yanda da Abdülaziz'in tahtan indirilişi sonrası Çerkez Hasan olayıyla tanzimatçı bürokrasi yönetimde baskın bir siyaset izledi ve V. Murat'ı halletti, akabinde veliaht Abdülhamit Efendi'yi meşrutiyeti ilan etmesi şartıyla tahta çıkardılar. Namık Kemal, Ziya Paşa ve tabii ki Mithat Paşa'nın önderliğinde 23 Aralık 1876'da Birinci Meşrutiyet ilan edilmiştir. 1878'de II. Abdülhamid tarafından, 93 Harbi'nin çıkmasına neden olduğu için Meclis kapatılmış ve Anayasa'nın bazı bölümleri askıya alınmış ise de, teorik olarak Meşruti rejimin devam ettiği kabul edilmiştir, zira devletin her sene düzenli olarak çıkardığı salnamelerde Kanun-ı Esasi'ye yer verilmiş olması şeklen de rejimin devam ettiği görüşünü destekler. 24 Temmuz 1908'de yapılan ihtilalle Kanun-ı Esasi'nin yeniden yürürlüğe konması İkinci Meşrutiyet döneminin başlangıcı sayılır. Bu dönem, Meclis-i Mebusan'ın Vahdeddin tarafınca kapatıldığı 11 Nisan 1920 tarihine kadar sürmüştür. Monarşi bir hükümdarın devlet başkanı olduğu bir yönetim biçimidir. Bu hükümdar, Türkçede han, kağan, hakan ile başka dillerden geçmiş kral, imparator, şah, padişah, prens, emir gibi çeşitli adlar alabilir. Bir monarşiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran en önemli özellik, devlet başkanının bu yetkiyi yaşamı boyunca elinde bulundurmasıdır. Cumhuriyetlerde ise devlet başkanı seçimle işbaşına gelir. “Monarşi” sözcüğü Türkçeye Fransızca "Monarchie" kelimesinden girmiştir. Monarchie kelimesi ise Yunanca “tek şef” anlamına gelen "Monos Archein" kelimelerinden türemiştir. O halde monarşi, etimolojik olarak, “tek kişinin yönetimi” anlamına gelmektedir. Birçok ülkede toplumsal ve siyasal gelişim, özellikle 18. yy. sonların­da, «meşrutî» adı verilen yeni bir tür monarşinin doğmasına yol açtı. Bu monarşi tipinde hükümdarın yetkileri, yazılı bir Anayasa ile tanımlanmış ve sınırlanmıştır. Bu monarşi genellikle «parlamenter»dir ve demokrasiye pek yakın olabilir: Kral devletin simgesi olarak kalır, ancak yürütme yetkisini bir hükûmete bırakır; hükü­met de halk tarafından seçilmiş bir millet meclisinin kararlarına uyma­ya zorunludur. Hollanda, Danimarka, Birleşik Krallık, Japonya, İsveç ve Belçika'da durum böyledir Avrupa'da mutlakiyetçi kraliyet rejiminden parlamenterizme geçiş, Birleşik Krallık'ta başlamıştır. Kıran kırana geçen siyasi mücadelenin sonucunda İngiliz soylular, Kral Yurtsuz John'a 1215 yılında Magna Carta (Magna Karta) adı verilen bir fermanı kabul ettirerek, parlamento yönetimini kurdular. Buna göre: 1. Kral halkın onayını almadan vergi toplayamayacaktı. 2. Kanuni dayanağı olmadan kimse tutuklanamayacak, hapis ve sürgün edilemeyecekti. 3. Ülkeye giriş ve çıkış serbest olacak, tam ticaret serbestliği tanınacaktı. Parlamenter sistem bazen işletilerek, bazen askıya alınarak, 17. yüzyıla gelinmiş olundu. Bu yüzyıl Mutlakiyetçilerle, Özgürlükçü hareketlerin mücadelesine sahne olmuştur. Kral I. Charles'ın parlamentoya danışmadan İspanya ve Fransa'ya savaş ilan etmesi ve bu savaşların maliyetini karşılayabilmek için vergileri arttırması üzerine, İngiliz Parlamentosu 1628 yılında Haklar Bildirisi (Petition of Rights) adı verilen belgeyi yayınladı. Bu bildiride, kralın yetkileri sınırlanarak hukuksal süreçten geçmeden kralın kimseyi suçlayamayacağı, cezalandıramayacağı ve orduyu halka karşı kullanamayacağı belirtiliyordu. Kral buna tepki göstererek parlamentoyu dağıttı. Ancak vergi izni alabilmek için, 1640 yılında parlamentoyu tekrar toplanmaya çağırmak zorunda kaldı. Aradan geçen kırk yıllık süreç sonunda, 1689 yılında İngiliz Parlamentosu'nun Haklar Kanunu (Bill of Rights) yayınlamasıyla, egemenlik parlamentonun denetimine geçmiştir. Bu bildiriye göre; 1. Parlamento seçimleri serbestçe yapılabilecektir. 2. Parlamento üyeleri tam bir ifade özgürlüğüne sahip olacaktır. 3. Parlamentonun kabul ettiği kanunlar kral dahil herkesi bağlayacaktır. 4. Parlamentonun izni alınmadan asker ve vergi toplanamayacaktır. Bu kanun ile parlamenter demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi ilkeler Avrupa'da ve tüm dünyada ilk önce İngiltere'de uygulanmıştır Temsili demokrasiler içerisinde Parlamenter rejimin temel özelliklerini şu şekilde özetlemek mümkündür: Yukarıda özetlediğimiz özelliklere sahip parlamenter rejim hâlen çeşitli ülkelerde uygulama olanağı bulmaktadır. Parlamenter rejimin doğduğu ve hâlen uygulandığı tipik örnek Birleşik Krallık'tadır. Buradaki parlamenter rejime “Westminster Modeli” adı da verilmektedir. Osmanlı'da parlamenter monarşi. Meşrutiyet Osmanlı Devleti'nde anayasa (Kanun-ı Esasi) ve parlamenter rejim (Meclis-i Mebusan) tartışmaları 1830'larda başlayıp 1860'larda yoğunlaşmış ve nihayet 23 Aralık 1876'da Meşrutiyet ilan edilmiştir. 1878'de II. Abdülhamit tarafından Meclis kapatılmış ve Anayasa'nın bazı bölümleri askıya alınmış ise de, teorik olarak Meşruti rejimin devam ettiği kabul edilmiştir. 24 Temmuz 1908'de yapılan ihtilalle Kanun-ı Esasi'nin yeniden yürürlüğe konması İkinci Meşrutiyet döneminin başlangıcı sayılır. Bu dönem Meclis-i Mebusan'ın 11 Nisan 1920'de Mehmet Vahdettin tarafından kapatılmasına kadar sürmüştür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18276", "len_data": 7132, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.9 }
Tübitak Formula-G ilk kez 30 Ağustos 2005 tarihinde 5.3 kilometre uzunluğundaki İstanbul Park pistinde yapılmış güneş arabaları yarışmasıdır. Pist 5.3 kilometre olmasına rağmen yarış için 4 kilometrelik kısım kullanılmıştır. 2006 yılında, yarışmanın ilki İzmir Pınarbaşı Pisti'nde ikincisi ise İstanbul F1 Pisti'nde olmak üzere iki kez düzenlenmiştir. 2007 yılındaki 3. yarış Ankara'da eski hipodromda, 2008'deki 4. yarış ise İzmir Pınarbaşı Pisti'nde gerçekleştirilmiştir. 2012 yılından itibaren yarışlar Kocaeli Körfez Yarış Pisti'nde yapılmış; 2014 yılında ise son kez düzenlenmiştir. Amaç. TÜBİTAK Formula G yarışları sayesinde Türkiye'de güneş enerjileri konusundaki endüstriyel uygulamaları teşvik edecek ve bu konudaki potansiyeli güçlendirecek bilgi ve tecrübe birikimine sahip genç mühendis ve temel bilimci bir kitle oluşturulması amaçlanmaktadır. Ayrıca toplumda alternatif enerjilerin gerekliliği ve mümkünlüğü konusunda farkındalık oluşmasına katkı sağlanması hedeflenmektedir. Yarış. İlk yarış 2005 yılında İstanbul Park pistinde yapıldı. 2007 yılındaki yarış Ankara'da, 2008 yılındaki son yarış İzmir Pınarbaşı Pisti'nde gerçekleşti. Yarışlarda teknik nedenlerden dolayı yarışı bitiremeyen ekipler olabiliyor.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18286", "len_data": 1225, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.36 }
Emir Kusturica (Sırpça":" Емир Кустурица, "Kusturitsa" diye okunur; d. 24 Kasım 1954; Saraybosna, Yugoslavya SFC), Sırp yönetmen. Ailesi. 24 Kasım 1954 yılında Yugoslavya'da, Bosna-Hersek'in başkenti Saraybosna'da Boşnak bir ailede doğdu. Babası Murat Kusturica, Saraybosna Enformasyon Bakanlığı'nda görevli bir gazeteci, annesi Senka Numankadić, mahkeme katibi idi. 2005 yılında babası hayatta değilken verdiği bir röportajda babasının kendisini Sırp kabul ettiğini ve ateist olduğunu söyledi. 2001'de belgesel film yapmaya başladı. 1986'dan beri gitar çaldığı çingene tekno-rock grubu 'No Smoking' orkestrasının turlarında yaşadıklarını anlattığı Super 8 Stories / Süper 8 Hikâyeleri ile Chicago Uluslararası Film Festivali'nde 'En İyi Belgesel Film' dalında 'Gümüş Plaket' kazandı. Life is a Miracle / Bir Mucizedir Yaşamak (2004) ise Cannes Film Festivali'nin yarışma filmleri arasında yer aldı. Müzik. 1986-1988 yılları arasında Saraybosnalı rock grubu Zabranjeno Pušenje'de bas gitar çaldı. Kusturica grupta önemli bir rol oynamamasına rağmen grubun adı Emir Kusturica & No Smoking Orchestra olarak değiştirildi. No Smoking 1999 yılında, Universal firmasından "Unza Unza Time" isimli bir albüm çıkardı. Kusturica albümün kliplerinden birini yönetti. Grup uluslararası turlara çıktı. Goran Bregović, Kusturica filmlerinden birkaçının müziklerini yaptı. Bunların arasında "Time of the Gypsies, "Çingeneler Zamanı (Sırpça özgün adıyla Дом за вешање, Dom za vešanje), Çingeneler Zamanı (Sırpça özgün adıyla Дом за вешање, Dom za vešanje) "Arizona Dream" ve Underground da vardır. Din ve etnik kökeni ile ilgili görüşleri. 23 Nisan 2005 yılında (Đurđevdan-Hıdırellez Bayramı) Karadağ'da Herceg Novi kenti yakınlarındaki Savina Manastırı'nda Nemanja Kusturica ismiyle Sırp Ortodoks olarak vaftiz oldu. 4 Mart 2005 tarihli The Guardian gazetesine verdiği demeçte, "Benim babam ateistti ve kendini her zaman bir Sırp olarak tanımladı. Evet belki son 250 yıldır Müslümanız ama öncesinde Ortodokstuk ve daha da önemlisi biz her zaman Sırp'tık. Din bunu değiştirmez. Biz sadece Türklerden canımızı kurtarmak için Müslüman olduk" dedi. 21 Ocak 2010'da, Kurtarıcı İsa Katedrali'nde Nemanja Kusturica "Ortodoks halklar birliğinin sıkılaştırılmasına ve Hıristiyanlık değerlerinin toplumda yerleşmesine yaptığı katkılarından dolayı" Ortodoks Halkların Birliği Vakfı'nın 2009 ödülünü aldı. Ödül Kusturica'ya Rus Ortodoks Kilisesi Patriği Kirill tarafından verildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18290", "len_data": 2457, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.16 }
Notasyon ile gösterim satrançta hamleleri belirtmek ve kayıt altına almak için kullanılan bir gösterim biçimidir. Resmi turnuvalarda notasyon tutmak zorunludur. Bu yöntemle maçlar esnasında imkansız hamleler (olmaması gereken hamleler) yapılmışsa durumun fark edilmesi sağlanır. Tahtadaki karelerin gösterilmesi. Notasyon ile gösterimde satranç tahtası, 1'den 8'e kadar rakamlarla belirtilen 8 adet sütun ve a'dan h'ye kadar harflerle adlandırılmış 8 adet yatay sıradan oluşmaktadır. Tahtadaki her bir kare, onun, sıra ve sütununa ait bir harf-sayı ikilisiyle tanımlanmaktadır. Sütunlar soldan itibaren a'dan h'ye kadar harflerle, yatay sıralar ise aşağıdan yukarıya doğru 1'den 8'e kadar rakamlarla isimlendirilmiştir. Böylece, oyunun başlangıcında Beyaz Şah e1 karesinde, Siyah Şah da e8 karesinde oturmaktadır. Taşların gösterilmesi. Türkçe gösterimde, piyonlar dışındaki her taş, büyük harf olacak şekilde adının baş harfiyle adlandırılır: Piyonlara herhangi bir ilk harf verilmez. Bu asla bir karışıklığa neden olmaz; şöyle ki: Hangi piyon oynandıysa kısa notasyonda yalnızca piyonun gittiği kare yazılır. Yalnızca piyonun taş aldığı durumlarda, eğer aynı taşı birden fazla piyon alıyorsa, alan piyonun sütun harfi ve alınan taşın bulunduğu kare, araya çarpı işareti konarak belirtilir. Örneğin: axb4 "(a hattındaki piyon b4 karesindeki taşı yedi)" Hamlelerin gösterilmesi. Bir hamleyi göstermek için oynayan taşı ve taşın oynadığı kareyi göstermek yeterlidir. Piyon hamleleri için, yalnızca piyonun gittiği karenin adresini belirtmemiz yeterlidir. Örneğin g1'deki At f3 karesine oynamışsa şu şekilde yazarız: Beyazla oynanıyor ve Vezirin önündeki piyon iki kare ileri sürülüyorsa şöyle yazılır: Bazen iki taş aynı yere oynayabilir. Diyelim ki, Beyaz g1'deki Atını e2'ye oynamak istiyor ama aynı zamanda c3'te de e2'ye oynayabilecek bir Atı var. Basitçe Age2 yazmak, hangi atın e2'ye oynadığı konusunda bir karışıklığı önler. Buradaki sır, terkedilen kare ve konulan karelerin isimlerini yazmaktır. Age2, g1'deki Atın e2 karesine oynadığını gösterir. Notasyonu doğru yazmak önemlidir, aksi halde birçok yanlışa yol açılabilir. Taş almayı belirtmek için, oyuncuların çoğu x (çarpı) simgesini kullanır. Örneğin: Siyah, Beyaz'ın Şah piyonunu c6'daki Atıyla almış olsun. O halde Axe6 yazılır. Taşı alan bir figürse (yani Şah, Vezir, Fil, At veya Kale) Büyük baş harfinden bunu anlarız. Ama bir piyon ise exd5 ya da gxf6 şeklinde yazılır. Şah kanadında yapılan rok hamlesi (Kısa rok= Küçük rok) O-O; Vezir kanadında yapılan rok (Uzun rok= Büyük rok) O-O-O işaretiyle gösterilir. En-passant. İlk çıkışında iki kare oynayan bir piyon beyazlarda 5. yataydaki, siyahlarda ise 4. yataydaki bitişik piyon tarafından alınabilir. Bu alışa "geçerken alma" denir. Bu alış, yapılan iki karelik çıkış hamlesinin hemen akabinde yapılabilir. Daha sonra yapılamaz. Örneğin e5'teki Beyaz piyon (Büyük P). Eğer d7 veya f7'deki siyah piyonlardan herhangi biri iki kare oynarsa e5'teki beyaz piyon yalnızca bir sonraki hamlede d6'ya veya f6'ya giderek siyah piyonu alma hakkına sahiptir. Terfi. Son yatay sıraya ilerleyen bir piyon (Beyaz için 8. yataya, siyah için 1. yataya), Şah ve piyon dışında herhangi bir figüre (genellikle Vezire) terfi eder. Vezir'e (V), Kale'ye (K), Fil'e (F) veya At'a (A) şeklinde gösterilir. d7'deki beyaz piyon eğer d8'e ilerlerse Vezire çıktı (terfi etti) denir. Bunun notasyondaki gösterimi ise d8V'dir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18297", "len_data": 3417, "topic": "GAMING", "quality_score": 3.7 }
Amper (sembolü A), elektrikte akım şiddeti birimidir. Birim zamanda geçen elektrik yükü miktarına elektrik akımının şiddeti denir. Bir iletkenin belli bir kesitinden saniyede bir Coulomb elektrik yükü geçerse, akım şiddeti 1 A olur. Amper, elektrik akımının ölçüsü birimidir ve uluslararası birim sistemi (SI) tarafından tanımlanmıştır. Bir amper, bir saniyede belirli bir noktadan geçen elektrik yükü miktarını ifade eder. Tam olarak, bir amper, herhangi bir noktadan bir saniyede geçen elektrik yükünün miktarıdır ve birim sembolü "A" ile gösterilir. Bu, elektrik akımının şiddetini ölçmek için kullanılan temel birim birimidir. Bir amperin değişiklikleri, bir devredeki elektrik akımının artması ya da azalması ile ilgilidir. Bir amperlik bir akım, bir saniyede bir Coulomb yükünü taşır. Burada, Coulomb, birim yükü ifade eder ve bir Coulomb, bir saniyede bir amperlik bir akımda taşınan yük miktarına eşittir. Elektrik akımının ölçümü, özellikle elektriksel güç ve enerji tüketimi hesaplamalarında önemlidir ve birçok farklı uygulamada kullanılır. Elektrikli cihazların ve elektrik devrelerinin tasarımında, güç tüketiminin kontrolünde ve elektrikli motorların performansının ölçümünde kullanılır. Akım şiddeti: formülüne göre hesaplanır; Akım, iki nokta arasındaki potansiyel farkı nedeniyle oluşur ve şiddeti şeklinde hesaplanır; Elektrik yükü birimi olarak Coulomb kullanılmaktadır. Bir elektronun yükü 1,602*10−19 Coulomb'dur. Yani 6,242 *1018 elektronun yükü 1 coulomb'tur. Bir şimşek veya yıldırımdaki akımın şiddeti 100.000 A seviyelerine ulaşabilirken, yüksek frekansla çalışan elektronik devrelerinde akım şiddeti μA düzeyindedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18298", "len_data": 1643, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.86 }
Araba (tekerlekli taşıt), yolcu ve yük taşımaya uygun tekerlekli, motorlu veya motorsuz hareket edebilen her türlü kara ulaşım taşıtı. Motorsuz olanlar hayvanlarla ya da insanlar tarafından yürütülür. Çekçekler, el arabaları insan gücüyle yürürken, kağnı, öküz ve mandayla; fayton ve benzeri arabalar at ile, otomobil, kamyon vb. motordan aldığı güçle yürütülür. Keçilerin çektiği hafif arabalar da vardır. Kelimenin kökeni. Araba kelimesi ilk kez Codex Cumanicus'ta geçmektedir. Sakaca rraha (at arabası) ses evrimi ile Zentçe raθa aynı anlamda ve eşkökenli Sanskritçe rátha (ata koşulan tören arabası) eşkökenli Arapça arrādat (عرّادة ) (iki tekerlekli savaş arabası) eşkökenli Latince raeda (dört tekerlekli at arabası). Tarihi. Arabaların M.Ö. 3000 yıllarında tekerlek ve kızağın bulunmasından sonra ortaya çıktığı düşünülmektedir. İlk çağ kavimlerinin (Sümer, Mısır, Yunan, Asur) arkası açık iki tekerlekli savaş arabaları kullandıkları bu dönemle ilgili adak heykelciklerinde görülmektedir. İki tekerlekli ve parmaklıklı ilk arabaları M.Ö 2000'li yıllarda savaş amacıyla Hititliler yapmıştır. Frigler, Yunanlar ve Romalılar dağlık ve sarp bölgelerde arabaların devrilmemesi için teker açıklığı kadar mesafede birbirine paralel giden oyuk yollar yaptığı bilinmektedir. 9. yüzyıldan itibaren arabaların üstü kapatılmaya başlanmış ve 1400'lü yıllardan sonra arabalarda yay makas kullanılarak sarsıntıların azaltılmasında önemli başarılar sağlanmıştır. Yine aynı dönemde Uzak Doğu'da çekçek, Anadolu'da kağnı, Almanya'da koçu arabaları yapılmıştır. Fayton ve kupa yapımına 1500'lü yıllarda İngiltere'de, 17. yüzyılda Berline'ler Fransa'da başlanmıştır. Demiryolu ulaşımının başlaması ve 20. yüzyılda otomobillerin geliştirilmesi ile atlı arabaların önemi oldukça azalmıştır. Osmanlılarda Tanzimat'a kadar yalnızca padişahlar, şeyhülislamlar ve kazaskerler arabaya binebilmekteydi. Tanzimat'tan sonra bu araba ayrıcalığı kaldırılmış, ikinci Meşrutiyet'ten sonra ise kadınlarla erkekler aynı arabaya binmeye başlamışlardır. İstanbul'da ilk kullanılan araçlar öküzle çekilen koçu arabaları olmuştur. Ardından talikalar kullanılmış, binek olarak da fayton, landon ve Berline tipi arabalara binilmiştir. Türkiye'de 1950'li yıllara kadar İstanbul'da faytona binilirken, 1964 yılına kadar Ankara sokaklarında fayton dolaşmıştır. Günümüzde ise İstanbul Adalarda, İzmir'de ve kıyı kentlerimizde turistik amaçlarla fayton taşımacılığı yapılmaktadır. Özellikle Gökçeada ve Bozcaada'da vardır .
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18302", "len_data": 2484, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.24 }
Çayönü Höyüğü ya da Çayönü Tepesi Diyarbakır il merkezinin kuzeybatısında, Ergani İlçesi'nin 7 km güneybatısında Sesverenpınar köyü yakınlarında yer alan bir höyüktür. Höyük, 4,5 metre yükseklikte 160 x 350 metre boyutlarında yayvan, geniş bir tepe üzerindedir. Güneyinden Boğazçay Deresi geçmektedir. Bilinen neolitik yerleşmelerin pek çoğundan daha geniş bir kazı çalışmasının yapıldığı Çayönü, yerleşik avcı – toplayıcılıktan tarım yapan ve hayvan yetiştiren bir topluma geçişi kesintisiz bir silsile olarak vermektedir. Bunun gibi iyi korunmuş mimarisi, bu alandaki gelişme aşamalarını iyi izlemeyi sağlamaktadır. Diğer yandan sağlanan tüm bilgiler yerleşim planları, günlük yaşam ve sosyal yapılanış hakkında da geniş bilgi sağlamaktadır. Bu bağlamda Çayönü, neolitikleşme sürecinin anlaşılmasında son derece önemli bulgular sağlamıştır. Araştırma ve kazılar. Çayönü, 1963 yılında İstanbul Üniversitesi ve Chicago Üniversitesi'nce yürütülen “Güneydoğu Anadolu Tarihöncesi Araştırmaları" Karma Projesi (Prehistoric Research in Southeastern Anatolia) yüzey araştırmaları sırasında tespit edilmiştir. Projenin amacı "Güneydoğu Anadolu'da, besin üreticisi tarımcı köy topluluğu yaşayış biçiminin ilk kez ortaya çıkışı ve gelişerek etkinleşmesi ile ilgili belgelerin toplanarak yorumlanması" olarak ifade edilmektedir. Yüzey buluntuları doğu – batı yönünde 250 – 300 metre, dereden kuzeye doğru 150 metrelik bir alanda görülür. Yerleşme alanının ise daha dar, 30 dönüm kadar olduğu düşünülmekteydi. Ancak 1990 yılındaki sondajlar, Çanak Çömleksiz yerleşmenin yüzey buluntularının yayıldığı alandan daha geniş bir alana yayıldığını göstermektedir. Buna göre Çayönü neolitik yerleşmesi Yakın Doğu'nun en büyük yerleşmelerinden biri olarak görülmektedir. Kazı çalışmaları 1964 yılında Halet Çambel ve Robert J. Braidwood başkanlığında başlatıldı. Kazılar 1968 yılından itibaren Mehmet Özdoğan başkanlığında yürütüldü. Kazı projesine 1977 – 1978 yıllarında Alman Karlsruhe Mimarlık Enstitüsü, 1989 – 1991 yıllarında Roma Üniversitesi katkılarıyla yürütülmüştür. Kazılar, 1992 yılında Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki terör olayları nedeniyle sona erdirilmiştir. Bu nedenle on altı kazı mevsimi süresince höyüğün 4.654 metrekaresi kazılabilmiştir. Tabakalanma. Tepede Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ'dan Orta Çağ'a kadar kesintisiz yerleşme olduğu kabul edilmektedir. Bugün için Neolitik Çağ tabakaları yüzeyin hemen altından başlamaktadır, daha üst tabakaların sel, erozyon ve diğer nedenlerle akıp gittiği düşünülmektedir. Dolayısıyla Neolitik Çağ'dan sonraki kültürler, yüzey buluntularına dayanılarak ileri sürülmektedir. Tüm bunların sonucunda "Evre" olarak adlandırılan üç tabaka belirlenmiştir. Bu evreler yapı özelliklerine göre yapı evrelerine, alt evrelere ayrılmıştır. Bu şekildeki evre ve alt evre adlandırması Halet Çambel ve Robert Braidwood başkanlığı döneminde benimsenmiş terminolojidir. En alt tabakadan başlamak üzere, Çayönü Tepesi'nin doğu ve kuzey kesimleri, Erken Tunç Çağı II. ve III. Evrelerde mezarlık alanı olarak kullanılmıştır. Çanak Çömlekli Neolitik Çağ yerleşmesi höyüğün kuzey kesimindedir. Burada taşla başlayıp kerpiçle yükseltilen kalın duvarlı, aralarında avlular yer alan çok odalı bir yapı kompleksi ortaya çıkarılmıştır. Avlu tabanları yer yer taş döşelidir. Çayönü'nün Çanak Çömleksiz Neolitik A evresinde bu topluluk yerleşik avcı – toplayıcı bir topluluktur. Yakınlarında Pleistosen bir gölün varlığı ek bir avantaj sağlamış olmalıdır. Bu evrenin büyük kısmında yuvarlak kulübelerde yaşanmış, daha geniş yapılarak gerek duyulunca da ızgara planlı konutlar yapılmıştır. Avlanan hayvanlar yaban domuzu, kızıl geyik, ala geyik, yaban sığırı, yaban koyunu ve yaban keçisidir. Toplanılan bitkilerin esasını yabani mercimek ve fiğ oluşturur. Çanak Çömleksiz Neolitik B evresinin Izgara Planlı Yapılar ve Kanallı Yapılar evrelerinde avcı – toplayıcı geçim tarzı devam ederken Izgara Planlı Yapılar Evresi'nde yabani emmer ve einkorn buğdayı görülmeye başlandı. Yine bu yapı evresinin başlarında domuzun bir evcilleştirme başlangıcı olarak yerleşme içinde tutulduğu ileri sürülmektedir. Diğer yandan el işçiliğinde ustalaşma, daha uzak mesafelerle mal değiş – tokuşu ve inanç sisteminde gelişmeler görülmektedir. Bu yapı evresinin sonlarına doğru, yani Çanak Çömleksiz Neolitik B evresi başlarında yabanıl tahıl türleri devşiriciliğinin yoğun olarak yapıldığı anlaşılmaktadır. Hücre Planlı Yapılar Evresi'nde özellikle koyun ve keçinin evcilleştirildiği, daha başlarda yabani einkorn buğdayının kültüre alındığı anlaşılmaktadır. Bu yapı evresinde hayvan yetiştiriciliği geçim tarzında önemli yere sahiptir ve halen koyun ve keçi en çok yetiştirilen hayvanlardır. Çanak Çömleksiz Neolitik C evresinde ise evcil koyun ve keçinin beslenmedeki ağırlığının arttığı belirtilmektedir. Beslenmenin bitkisel kaynakları ise yabani baklagiller (kültüre alınmış olması muhtemel görünmektedir), badem, menengiç, fıstık, bezelye, mercimek, burçak ve daha sınırlı ölçüde olarak buğday başta olmak üzere tahıllardır. Kanallı Yapılar Evresi sonlarına kadar baklagiller, tahıldan üç kat fazla tüketilmekteydi. Taş Döşeli Yapılar Evresi'nde bu oran on kat oldu. Hücre Planlı Yapılar Evresi'nde ise altı kattır. Beslenmenin hayvansal kaynakları ise evcil ve yabani domuz, koyun, keçi, sığır ve ala geyiktir. Belirtmek gerekir ki bu hayvanlardan yararlanma yüzdeleri sabit kalmamış, esas olarak yapı evrelerine göre değişiklikler göstermiştir. Mimari. Kronolojik alt evreler Konutlar. Tepe'nin doğusunda, ana toprak üzerinde yer alan yapı katıdır. Kendi içinde mimari gelişim gösteren 4 alt evre belirlenmiştir. En alttaki evre yuvarlak ya da oval planlı, sıvanmış dal örgü tekniğiyle yapılmış kulübelerle temsil edilmektedir. Zemin yerden 30 – 35 cm. kazılarak sağlanmıştır. Duvarlar, 10 – 12 cm. kalınlıktaki ağaç dallarının belirli aralıklarla dikilmesi, aralarının daha ince dallarla sepet gibi örülmesiyle oluşturulmuştur. Daha sonra bu dal örgünün üzeri kalın bir çamur tabakasıyla sıvanmıştır. Birbirine yakın yapılmış kulübelerdir. Çatıların ahşap ve saz gibi malzemeden yapıldığı düşünülmektedir. İlk haliyle bu şekildeki yapıların daha sonra alt kısımları taşla örülerek sağlamlaştırıldığı görülmektedir. Bu kulübelerin dışında, işlik olarak kullanıldığı düşünülen bazı taş döşeli alanlar vardır. Dikdörtgen planlı bu yapılar, üçü hariç kabaca kuzey – güney yönünde inşa edilmiştir, yani kısa kenarları kuzeye ve güneye gelecek şekildedir. Uzun kenarları 10 – 11 metre, kısa kenarları ise 3,5 metredir. İçte üç bölüm olarak düzenlenmişlerdir. Kuzey taraftaki en büyük bölme, aralarında geniş kanallar bırakacak biçimde birbirine paralel dizilmiş taş dizileri ile yükseltilmiş bir tabana sahiptir. Bu taş dizilerinin görünümü bir ızgarayı andırdığı için bu yapı evresine Izgara Planlı Yapılar Evresi tanımlaması verilmiştir. Taş dizilerinin ve arada oluşan kanalların üstü ağaç dalları, kamış ve sazlarla kaplanmış, bazılarında bunun da üzeri düzgünce kil bir tabakayla örtülmüştür. Her halükarda bu tabanın dışa yayılmaması için etrafının ince ve alçak bir taş sırası ile kapatıldığı anlaşılmaktadır. Duvar olarak yine dal örgü tekniği kullanılmıştır. Ortadaki ikinci bölüm ise avlu olarak kullanılmaktadır ve bir ocak bulunur. Yapının en güneyindeki üçüncü bölüm ise, işlevi anlaşılamayan fakat işlik ya da kiler olarak kullanılmış olabileceği düşünülen değişik sayıda hücre tarzı bölümlerden oluşmaktadır. Bu alt evreye ait gün ışığına çıkarılan konutlar hemen hemen aynı boyutlarda ve aynı plandadır. Aralarında aynı mesafe bırakılarak iki sıra halinde inşa edilmişlerdir. Izgara planlı konutlar aslında dörtgen zemin üzerine yine yuvarlak (yarı – silindir gibi) yapılardır. Yuvarlak tabanda yuvarlak yapıların 6 metre çaptan daha geniş yapılmasında üstesinden gelinemeyen teknik sorunlar vardı. Bu nedenle tabanı dikdörtgen yapma yolu seçilmiş olmalıdır. Her ne kadar bir alttaki Izgara Planlı Yapılar Evresi'ndeki gibi yine dikdörtgen planlı yapılar görülmekte ise de, taşıyıcı duvarları, kerpiç kullanımı ve gömüt geleneğindeki değişme gibi nedenlerle ayrı bir kültür olarak değerlendirilmektedir. Bu evrede kanallı taş düzlemlerle yükseltilmiş konutlar yer almaktadır. Bu kanallı taş düzlemler, küçük ocak taşlarının, aralarında 20 cm. genişlikte kanallar bırakacak şekilde düzenli bir biçimde üst üste dizilmesiyle örülen duvarlardan oluşmaktadır. Bu düzlemler yaklaşık olarak 3 x 5,50 metre ölçülerindedir. Kanalların üstü yassı taş levhalarla örtüldükten sonra tüm düzlemin üstü moloz taşları dökülerek düz bir platform elde edilir. Esas taşıyıcı duvarlar ise bu tabanın üzerine, küçük ocak taşlarıyla, harç olarak çamur kullanılarak 50 cm. kalınlıkta örülmüştür. Duvarların devamı kerpiç topakları kullanılarak yükseltilmiştir. Çatı konusunda kesin sonuç verecek bir buluntu olmamakla birlikte, düz dam olduğu yönünde bazı buluntular vardır. Yerleşim düzeninde belirgin bir değişiklik olmuştur. Konutlar birbirinden daha mesafelidir ve aralarında geniş avlular yer alır. Ocaklar ve işliklerle birlikte günlük faaliyetlerin de konuttan genel alanlara çıktığı anlaşılmaktadır. Bu evrede, diğerlerinden farklı yapıda ve farklı işlevde iki yapı saptanmıştır. Bunlardan biri, daha üst evrede görülen ve "Kafataslı Yapı" olarak adlandırılmış olan yapının hemen altındaki yapıdır. Tabanı insan kemikleriyle kaplı olup büyük bir yangın geçirmiştir. Diğer ise "Saltaşı Yapı" olarak adlandırılan yapıdır. Konutlar ise yine dörtgen planlıdır. Birbirine geçişli birkaç odaları vardır. Tek katlı ve düz damlı oldukları belirtilmektedir. Kanallı Yapılar Evresi'nden en önemli farkı, tabanların duvarların çıkılmasından sonra döşenmiş olmasıdır. Fakat esas yenilik, ilk kez kerpiç hamuru kullanılmasıdır. Bu hamur taş temeller üzerine dökme olarak kullanılmıştır. Yapı tekniğinde önemli bir atılım gerçekleştirildiği düşünülen evredir. Bu evrede konutlar iki katlı olarak yapılmıştır. Alttaki bodrum katı olarak değerlendirilen kat, sekiz küçük hücreye bölünmüştür. Taş subasmanlı olarak yapılmışlardır ve çoğunun tabanı topraktır. Hücreler hem kiler, hem de gömü yeri olarak kullanılmıştır. Girişlerinin konutun ikinci katı tabanından, ahşap bir merdivenle olduğu düşünülmektedir. Konut olarak kullanılan üst kata, doğu duvarı dışındaki taş merdivenlerden çıkılmaktadır. Kerpiç hamuru, ilk kez bu alt evrede biçimlendirilerek tuğla olarak kullanılmaya başlanmıştır. Köy meydanı olarak kabul edilen alanda, tanrı heykelleri olduğu düşünülen dikilitaşlar vardır. Bir tören meydanı olduğu düşünülmektedir. Daha sonraki evrede de kullanılan bu alan, bu evrede en az 50 x 25 – 30 metre boyutlarında bir alandır. Bir alt evrenin yapı kalıntıları üzerine, en yüksek zeminleri taban alarak, çukur kalan bölümleri doldurarak inşa edilmiştir. Konutların doğusunda, ayrı bir alan olarak yer alır. Kuzey kenarı boyunca, planları konut planlarına benzeyen fakat yan yana, düzenli bir planlamayla ve daha geniş olarak tasarlanmışlardır. İçlerinde maden buluntular, kil kaplar ve kil ev maketleri gibi, "statü eşyası" olarak yorumlanan buluntular ele geçmiştir. Bütün bunlar topluluk içinde ayrıcalıklı bir grubun olduğuna işaret etmektedir. Bu evreye ait çok az mimari kalıntı vardır. Hücre Planlı Yapılarda bir "yozlaşma" görülür, geniş odalı yapılar yönünde bir eğilim ortaya çıktığı ileri sürülmektedir. Bu evre tek ve büyük odalı yapılarla temsil edilmektedir. Yapı tekniğinde, daha özensiz olmak dışında fark yoktur. Bununla birlikte ilk bu yapı evresinde temel çukurları açılmaktadır. Bir önceki evredeki tören meydanının bu evrede artık bu amaçla kullanılmadığı anlaşılmaktadır, dikilitaşlar devrilmiş ve üzerleri örtülmüştür. Eskisi gibi düzenli bir tabana da sahip değildir. Kült yapıları. Yerleşmede farklı alt evrelerde konutlar dışında, tüm topluluğun kullanımı için inşa edilmiş, bir bakıma kamusal nitelikte yapılar vardır. Birer kült yapısı olarak görülen bu yapılar hem plan, hem yapı tekniği, hem de içeride ele geçen buluntuların niteliği yönünden konutlardan farklılık göstermektedir. Bu yapıların ortak özellikleri çevre duvarlarının içten payelerle donatılmış olması ve her ne kadar farklı teknikler kullanılmış olsa da hepsinde özenle işlenmiş geniş döşemelerin görülmesidir. Kuşkusuz bu tür yapıların inşası, yani bireysel kullanım işlevi ötesinde topluluğun tümüne yönelik işlev gören yapılar, ancak bireysel iradenin ötesinde güçlü bir iradenin, bir otoritenin varlığını gerektirmektedir. Bu tarz bir irade ise tek tek topluluğu oluşturan bireylerin iradesinden daha güçlü ve bu şekilde topluluktaki tüm bireyleri harekete geçirebilecek yönetsel bir iradedir. Bu iradenin maddi kalıntılarını görebildiğimiz en eski topluların, bireysel bir iradenin toplum üzerindeki otoritesini göstermesi bakımından tabakalı bir toplum olduğu söylenebilir. Yine de bu toplumların tabakalı olmasını, Marksist literatürdeki, gücünü üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete dayandıran bir hakim sınıfın varlığı olarak görmek için elimizde kanıt yoktur. Kamusal yapıların en eski örnekleri çoğu kez birer kült merkezidirler ve o toplumlarda, bireylerin paylaştığı ortak bir inanç sisteminden gücünü alan ruhban unsurların topluluğa empoze ettikleri iradeye bağlanır. Nitekim Çayönü'nde katı bir inanç sisteminin sosyal yapının olduğu anlaşılmaktadır. "Kafataslı Yapı". Yerleşme içinde kazılarda ortaya çıkarılan konut işlevli olmayan yapılardan biri de "Kafataslı Yapı" olarak tanımlanan yapıdır. Yapının ilk kez ortaya çıkarıldığı 1981 yılında içinde 70 kadar insan kafatasından başkaca bir buluntu elde edilmemişti. Bu nedenle bilim dünyasına Kafataslı Yapı olarak tanıtılmış, daha sonraki yıllarda yapıda kafataslarının yanı sıra diğer insan kemikleri de bulunmasına karşın bu adlandırma yerleşmiştir. Kazıların sonuna kadar bu yapıdan 450 bireye ait kafatası ve kemikler ele geçmiştir. Yaklaşık 2 bin yıl boyunca kullanılmış olan bu yapıda çok daha fazla bireye ait kemik bulunması gerektiği düşünülmektedir. Bunun açıklaması, Çayönü'nde bu süre içinde yaşayıp ölmüş tüm bireylerin değil, sadece ayrıcalıklı görülen bireylerin buraya gömüldüğü şeklinde yapılmaktadır. Ele geçen gömüler de bunu göstermektedir. Örneğin Izgara Planlı Yapılar'da taban altı gömüler vardır. Kült yapıları içinde en eskilerinden ve en uzun süre kullanılanıdır. Yuvarlak Planlı Yapılar Evresi'nden itibaren işlev görmektedir. Bu alt evrede ve Izgara Planlı Yapılar Evresi'nde yuvarlak, daha sonraki alt evrelerde ise dörtgen planlı olarak inşa edilmiştir. Kanallı Yapılar Evresi'nde yerleşmenin güneydoğu yamacını kesecek biçimde yapılmıştır. Büyük bir yangın geçirdiği, içindeki kemiklerin büyük ölçüde kavrulmasından da anlaşılmaktadır. Bir sonraki Taş Döşeli Yapılar Evresi'nde bu kez dörtgen planlı olarak yeniden inşa edilmiştir. Çayönü'ndeki söz konusu yapının "kafatası kültü", gömme geleneğinde başın gövdeden ayrı tutulması ile doğrudan ilişkili olduğu kabul edilir. Ölülerin hazırlanması işlemleriyle ilgili görülmektedir. Yapının avlusunda bulunan, üzerinde insan ve hayvan kanı saptanan bir sunak, çevresindeki sekiler ve odacıklarda, çukurlarda rastlanan çok sayıdaki ezik – kırık kemikler bu görüşü desteklemektedir. Bunun bir uzantısı olabilecek şekilde, Çayönü'nde insan kurban etme geleneğinin görülmesi, bir olasılık olarak ileri sürülmektedir. Farklı kullanım evreleri gösteren bu anıtsal yapı, doğu – batı yönünde uzanmaktadır. En üstteki evre BM 2 A evresi olarak tanımlanmıştır. Tabanları taş döşeli üç oda ve güneyde geniş bir avludan oluşur. Büyük bir yangın geçirmiştir. 70 kadar kafatasının bulunduğu evre bu evredir. BM 2 B evresi ise hemen altta, aynı planda olmakla birlikte biraz daha küçük ölçeklidir. BM 2 C evresi kuzey kısmı sal taşlarıyla döşeli tek ve uzun bir mekandan oluşmaktadır. Muhtemelen kuzey tarafında yine avlu vardır. Saltaşı döşemenin altında mahzen gibi dört hücre yer almaktadır. Bu hücrelerin yan duvarları yer yer düzgün, büyük taş bloklarla desteklenmiştir ve saltaşı döşeme bunların üzerine yerleştirilmiştir. Gömüt odaları olarak kullanılmış olan bu mezar odalarının her birinde farklı gömü durumları görülmektedir ki, bu durum bugüne kadar başkaca neolitik yerleşimlerde tespit edilmemiş bir durumdur. Örnek olarak en batıdaki mahzen 2,00 x 1,10 metre boyutlarındadır. Kafatasları ve çeşitli kemikler bu mahzenlere, üstlerine saltaşları kapatılmadan önce döküldüğü izlenimi edinilmektedir. Öyle ki altta her türlü kemik ve kemik parçaları ile dolu kalın bir dolgu oluşmaktadır. Kemiklerin çoğunun, bağ dokuları tümüyle çürüdükten sonra buraya konulduğu bellidir. Yine de tek bir ayak ve bacak birlikte bulunmuştur. Üzerindeki et henüz çürümeden buraya atıldığı anlaşılmaktadır. Bütün bu dolgu kaldırıldıktan sonra çok sayıda uzun kemiğin bir araya getirilip paketlenmiş gibi düzenli öbekler oluşturduğu görülmüştür. Bunun altında ana toprağa ulaşılmıştır. Tüm bu kemik dolgu içinde ender de olsa çift delikli silindirik boncuklar ve yine takı olarak kullanılmak için delindiği anlaşılan büyük bir deniz kabuğu çıkmıştır. Bu dört mezar odalarının dışında, yine aynı yapı içinde insan kemiklerinin yığıldığı çukurlar ortaya çıkarılmıştır. Örneğin yapının kuzey kesimindeki böyle bir çukurda 32 çocuk ve yetişkin bireye ait kemiklerin, yığın halinde atıldığı görülmektedir. Herhangi bir anatomik bağlantı olmaması nedeniyle başka bir yerden getirilip bu çukura yığıldıkları düşünülmektedir. Mezar odalarından en batıdaki, 4 No'lu çukurda ise ilginç bir durum vardır. En üstte çok sayıda bireye ait uzun kemikler düzensizce atılmış halde bulunmuştur. Bunlar kaldırıldığında, iki sıra halinde dikkatlice yan yana dizilmiş yetişkin kafatasları ortaya çıkmıştır. Bazıları batıya, bazıları ise doğuya bakmaktadır. Bunların altında ise yine dağınık halde uzun kemikler vardır. Bu şekilde bir gömü uygulamasının başka bir neolitik yerleşimde görülmediği belirtilmektedir. Nüfusun büyük bölümünün, neredeyse % 70'inin Kafataslı Yapı'ya gömüldüğü ileri sürülmektedir. Birincil ve ikincil gömü örneklerine sıklıkla rastlanmaktadır. "Saltaşlı Döşemeli Yapı". "Saltaşı Döşemeli Yapı" olarak adlandırılan yapı Izgara Planlı Yapılar Evresi'nin son döneminde, tepenin güney yamacında, ana toprağın içine oyularak yapılmıştır. Kanallı Yapılar Evresi'nde bir kült yapısı olarak işlev gördüğü kabul edilmektedir. Dikdörtgen planlı yapının boyutları 11 x 7,50 metredir. Kuzey duvarı aynı zamanda set görevi görmesi için daha kalın örülmüş ve iç taraftan iki payanda ile desteklenmiştir. Taban, levha taşlarla kaplanmış ve üzerleri düzlenmiştir. İçerdeki alanın ortasında, payandalarla aynı hizaya gelecek şekilde karşılıklı yerleştirilmiş iki dikilitaş vardır. Ancak bu dikilitaşlar Göbekli Tepe ve Nevali Çori'deki gibi T biçimli değildir. Bunların tanrı heykeli işlevi gördüğü düşünülmektedir. Kuzeydoğu köşede de bir üçüncü dikilitaş, doğu duvarına paralel duracak şekilde konmuştur. "Sekili Yapı". İlk olarak Taş Döşeli Yapılar Evresi'nde inşa edilmiştir. Saptanan kamusal yapılar içinde en küçük ölçekli olanıdır. Çizimlerde BK yapısı olarak gösterilmektedir. İç duvarlar boyunca taş bir seki uzanır. İçinde, işlevi hakkında ipucu verecek bir buluntuya rastlanmamıştır. "Terrazzo Tabanlı Yapı". Hücre Planlı Yapılar Evresi'nin kamusal yapısı, terrazzo yapısıdır. Dörtgen planlı, içeride payeleri olan yapının tabanı terrazzo tekniğiyle –bir çeşit mozaik- yapılmıştır. Söndürülmüş kireç, kırmızı renkli kırık taşlar ve kumla, büyük bir özen gösterilerek yapılmış, parlatılmıştır. Yapının kuzeydoğu köşesinde yarımay şeklinde "kutsal ocak", yakınında üzerinde insan yüzü kabartması olan sığ bir tekne vardır. Bir tapınak olarak işlev gördüğü kesindir. Buluntular. Küçük buluntular. Pişirmeden çanak çömlek yapma girişimi olarak görülen kilden kaplar Hücre Planlı Yapılar Evresi'nin en son evresinde ortaya çıkmıştır. Bazen çok az pişmiş, kaba bitkisel katkılı, kerpiç çamurundan, düz tabanlı, sığ kenarlı, yuvarlak ya da köşelerin yuvarlatılmış dörtgen kaplardır. Kaplar dışında silindir boncuklar, misket taşları vardır. Ayrıca kazılarda 49 adet kil insan heykelciği, 51 adet hayvan heykelciği bulunmuştur. Hayvan heykelcikleri içinde evcil koyun ve keçi heykelcikleri Hücre Planlı Yapılar Evresi'nin son alt evresinde, yabani hayvan heykelcikleri ise daha erken, Kanallı Yapılar Evresi'nden itibaren görülmektedir. En eski iki yapı evresinde kil heykelcik hiç bulunmamaktadır. En şaşırtıcı kil buluntusu ise ev modelleridir. Hücre Planlı Yapılar Evresi'nde bu şekilde beş model bulunmuştur. Alçak korkuluklu düz damlar, yağmur oluğu yanı sıra ilk katta hücrelerin havalandırma pencereleri görülmektedir. Çayönü ve Çatalhöyük, Türkiye'de en eski çanak çömlek buluntusu veren arkeolojik yerleşimlerdir. Bu tarih, MÖ 6. binyıla kadar geri gitmektedir. Bir grup çanak çömlek buluntusu Güneydoğu Anadolu – Kuzey Suriye'de görülen "koyu yüzlü açkılı" olarak tanımlanan mal grubuna girmektedir. Ancak düğme biçimli kabartma bezemelerle bir farklılık göstermektedir. Bunlar, daha çok Doğu Anadolu – Kafkasya çanak çömleği ile benzerlik göstermektedir. Çayönü'nde Çanak Çömlekli Neolitik Çağ tabakasındaki çanak çömlek buluntuları Halaf öncesine, MÖ 6. binyıl başlarına tarihlenmektedir. Çanak Çömleksiz Neolitik tabakalarda hem çakmak taşı, hem obsidiyenden yontmataş alet yapımında yararlanıldığı görülmektedir. En eski Yuvarlak Planlı Yapılar ve Izgara Planlı Yapılar evrelerinde çakmak taşı kullanımı kabaca üç kat fazladır. Hücre Planlı Yapılar Evresi'nde ise yarı yarıyadır. Çakmaktaşı çevreden sağlanabilirken obsidiyen Bingöl ve Nemrut Dağı bölgesinden gelmedir. Daha sonraki evrelerde obsidiyen kullanımı artmıştır. Obsidiyen kullanımı dilgilerde, çakmak taşı ise yongalarda daha çoktur. Yongalar, toplam taş aletlerin % 47'si kadardır. Sürtmetaş aletler içinde değişik boylarda havan elleri vardır. Kullanıldıkları işe uygun biçimde farklı boyutlardadır, boya ezmekten et dövmeye kadar çok çeşitli işlerde yararlanıldığı anlaşılmaktadır. Sürtmetaş buluntulara diğer örnekler havanlar, yassı baltalar, vurgu taşları, sap delikli çekiçler, bileyi taşları, bızlar, ağırşaklar, topuzlar, bilezik olarak ve başka amaçlar için kullanılan taş halkalar, bazıları bezemeli taş kaplar sayılmaktadır. Gerek yontmataş, gerekse de sürtmetaş endüstrisinde Çanak Çömleksiz Neolitik boyunca önemli bir değişiklik görülmemektedir. Çayönü sakinlerinin nabit bakırı ve malahiti işledikleri saptanmıştır. Tüm buluntular değilse bile bir kısmı ısıtılarak tavlama işlemine tabi tutulmuş, daha sonra dövme tekniğiyle işlenmiştir. Bu şekilde işlenen bakırdan delgi, iğne ve tel parçaları yapılmıştır. Bu tavlama işleminin metalurji alanında bir devrim sayılması gerektiği belirtilmektedir. Diğer yandan bilinen en eski dövme tekniğiyle yapılan bu nesnelerin taş örsler üzerinde, sapsız taş çekiçlerle dövülerek şekillendirildiği tahmin edilmektedir. Bu şekilde doğal bakırın kullanılmasının yanı sıra ısıl işlemle cevherinden arıtılmış madenin de kullanıldığı anlaşılmaktadır. Çayönü'nde bulunan bu nesneler, sadece Anadolu'da değil, insanlık tarihinde bilinen en eski maden buluntulardır. Bakırdan yapılma buluntular esas olarak Izgara Planlı Yapılar ve Kanallı Yapılar evrelerinde ele geçmiştir. Kemik ve geyik boynuzundan yapılma aletler oldukça çeşitlidir. Bızlar, başlı ya da delikli iğneler, kaburga kemiklerinden uçları sivri ya da yuvarlatılmış dilgiler, alet sapları vardır. Bu saplardan bazılarının uçlarında, aletin yerleştiği delikler, bazılarında ise bunun yerine dilgilerin yerleştirildiği boydan boya uzanan oluklar görülmektedir. Bitki kalıntıları içinde fiğ tohumlarının MÖ 7.500 – 6.500 yılları arasına ait olduğu anlaşılmaktadır. Esas olarak emmer ve einkorn buğdayının, bazı baklagiller, burçak ve nohutun kültüre alındığı belirtilmektedir. Bezelye ve mercimek en son katlarda kültüre alınmıştır. Badem, fıstık, meşe palamutu, üzüm, delice otu, yabani bakla, yassı zarflı bezelye, keten ve çitlembik çevreden toplanan bitkilerdir. Arpa hemen hemen hiç bulunmamaktadır. Hayvan kalıntıları. Avlanan hayvan türleri oldukça geniş bir yelpaze göstermektedir. Bunlar, yaban domuzu, yabani koyun ve keçi, kızıl geyik, alageyik, yaban sığırı, ceylan, karaca, at, ayı, tilki, sansar, tavşan, kunduz, sincap, yabani kedi, kokarca, porsuk, su samuru, kaplumbağa, kirpi, çeşitli kuşlar ve tatlı su balıkları olarak görülür. Eninde sonunda evcilleştirilen dört tür, domuz, koyun, keçi ve sığır toplam olarak tüm alt evrelerde % 60'a yakın ya da daha yüksek paya sahiptir. Etinden yararlanılan diğer yabani türler, Kanallı Yapılar Evresi'nden itibaren payı azalan bir kaynaktır. Yabani ya da evcil koyun ve keçi, ilk üç alt evrede görece önemsizken Geniş Odalı Yapılar Evresi'nde büyük artış gösterir. Bu alt evrede koyun ve keçi eti Çayönü sakinlerinin et tüketiminin % 53,6'sını karşılamış görünmektedir. Bununla birlikte Geniş Odalı Yapılar Evresi'ne kadar baskın olan domuzdur. İnsan kemikleri. Yakındoğu Neolitik Çağı yerleşmeleri arasında Çayönü, en çok insan kemiği veren yerleşmedir. Kazılarda 227'si kadın, 193'ü erkek, 142'si çocuk, 57'si bebek ve 7'si fetus olmak üzere toplam 626 insan iskeletine ulaşılmıştır. Çayönü buluntusu ise en eski evre olan Yuvarlak Planlı Çukur Evler Evresi dolgusu içinde bulunmuştur. İskelet üzerinde yapılan 14C analizine göre günümüzden 9 bin yıl öncesine tarihlendirilmektedir. İnsan kemikleri konusunda diğer ilginç bir buluntu, Kafataslı Yapı'nın kuzeyindeki bir çukurda bulunan çok sayıdaki insan kemiklerinden bazılarında saptanan belirgin yanma izleridir. Ayrıca başka bir noktada da yanma izleri olan insan iskeleti bulunmuştur. Bu buluntular, Anadolu'da kremasyon uygulamasının Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ'a kadar geri gittiği şeklinde yorumlanmaktadır. Nüfus yapısı. Yerleşmenin Neolitik Çağ'da, hiç umulmadık ölçüde, 600 nüfuslu bir köy yerleşmesi olduğu anlaşılmaktadır. Ortalama ömürün 29 – 30 yıl olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte beş bireyin 50 yaşın üstünde öldüğü saptanmıştır. Bunlardan dördü erkektir, beşincinin cinsiyeti saptanamamıştır. Ortalama boy erkeklerde 1,70 kadınlarda 1,57'dir. Kafa yapısı Akdeniz ırkından olduklarını göstermektedir. Bu ırkın kaba ve narin yapıları bir arada görülür, ancak narin yapılılar çoğunluktadır. Bu dönemde nüfusun % 34'ünün bebek ve çocuk olduğu görülmektedir. Çocuk ölümlerinin çoğunlukla 2 – 3 yaş arasında olduğu belirlenmiştir. Bu yaşlar, normal olarak son derece steril bir beslenme tarzı olan anne sütüyle beslenmeden diğer besinlere geçiş yaşlarıdır. Çayönü geleneğinde bebeklerin sütten kesilmelerinin 2 – 3,5 yaşlarında olduğu anlaşılmaktadır. Bu yaşlardaki ölümler, bu dış besinlerden alınan patojen unsurlara, enfeksiyonel hastalıklara, örneğin ateşli ishale ve yetersiz anne bakımına bağlanmaktadır. Bebek ölümleri genelde yüksek oranlı olmakla birlikte Hücre Planlı Yapılar Evresi'nde daha yüksek olduğu görülmektedir. Daha ayrıntılı bir inceleme, 0 – 15 yaş arasındaki ölümlerden % 67'si 0 – 5 yaş arasındaki çocuklarda görüldüğünü ortaya çıkarmaktadır. Sağlık. Kemiklerin incelenmesinden çeşitli hastalıklar yaşandığı anlaşılmaktadır. Belli başlıları kulak ve kemik iltihabı, eklem bozuklukları, diş çürükleri sayılabilir. Özellikle kemik iltihabı dikkat çekecek kadar yaygın görünmektedir. Eklem kıkırdaklarındaki tahribat sıklığı % 71,8 olarak görülmektedir. Enfeksiyonel hastalıkların sıklığı ise % 61,1'dir. Dejeneratif eklem rahatsızlıkları kadınlarda % 65,9 erkeklerde ise % 84 olarak görülmektedir. Diğer yandan ileri derecede diş aşınması görülmektedir. Bu durumun, tahıl öğütmekte kullanılan bazalt öğütme taşlarının ufalanmasıyla una karışan çok ufak parçalardan ileri geldiği kabul edilmektedir. Bu tahıl öğütme işleminin bir olumsuz sonucu ki Çayönü toplumunda yaygındır, bilek, kol, diz eklemleri ile bel ve boyun omurlarında görülen ileri derecedeki eklem deformasyonlarıdır. Bu durumun, zor ve ağır işlerde çalışmanın omurgada neden olduğu aşırı yüklenmeye de bağlı olduğu düşünülür. Dişlerde görülen diğer bir sorun da, diş minesinin yeterince kalınlaşamaması olarak tanımlanan diş mine hipoplazileridir. Kadınlarda % 44,7 erkeklerde ise % 20,5 sıklıkla görülen bu durum 1 – 1,5 yaşlarda ortaya çıkmaya başlar, 4 – 4,5 yaşlarda en yüksek orana ulaşır. Bir başka sağlık sorunu ise Anemidir. Özellikle çocuklarda rastlanmaktadır. Çayönü toplumunda aneminin demir eksikliğine bağlı olduğu ileri sürülmektedir. Demir eksikliği ise buna yol açan bir hastalığa ya da belirli bir süre devam eden yetersiz beslenmeye bağlanır. Beslenmenin esas olarak tahıllara dayanması, demir eksikliğinin önemli bir nedeni olarak görülmektedir. Ayrıca muhtemelen avlanma sırasında karşılaşılan kazalar sonucu baş, kol ve bacak kemiklerinde kırıklar vardır. Bu kırıkların bilinçli bir sarma ile iyileştirildiği görülmektedir. Dokuz yetişkin kafatasında karşılaşılan yaralanmalarını da iyileştiği görülmektedir. İnsan kemiklerinin incelenmesinde ulaşılan en hayret verici buluntu, bir yetişkin genç bir erkek kafatasından, paryetal kemikden 8 mm. çapında bir parça kemiğin kesilip alınması operasyonudur. Tıp dilinde Trepanasyon adı verilen bu operasyonla oluşan delik çevresinde bir reaksiyon ya da iyileşme izi görülmemektedir. Bu nedenle bu erkeğin operasyon sırasında ölmüş olduğu ya da zaten ölü olduğu düşünülmektedir. Trepanasyonun en erken örnekleri İsrail'deki Mount Carmel Mağarası'nda, birden fazla kafatasında saptanmıştır. Operasyonun ölü insanlar üzerinde yapıldığı anlaşılmaktadır. Epipaleolitik Çağ'a tarihlenmektedir. Neolitik Çağ'da ise oldukça, özellikle Avrupa ve Ortadoğu'da yaygındır. Anadolu'da da bu çağda bilindiği, değişik bölgelerden gelen buluntulardan bilinmektedir. Bu tür operasyonlarda amaç canlı insanlarda cinnet, delilik, baş ağrısı, baş dönmesi ve sara gibi şikayetlerin giderilmesini sağlamaktı. Ölülerde uygulanmasının ise kötü ruhları kovma amaçlı olduğu düşünülmektedir. Ölü gömme gelenekleri. Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ'ın son yapı katı olan Geniş Odalı Yapılar Evresi'nde ve Çanak Çömlekli Neolitik tabakada yerleşme içi gömütlere rastlanmaz. Açıktır ki yerleşme dışında bir mezarlık alanı vardı. Daha eski tabakalarda ise yerleşme içi gömüt geleneği esastandır. En eski evre olan Yuvarlak Planlı Çukur Yapılar Evresi'nde gömüt armağanı olmadan, hocker durumunda kil tabanlar altına gömü yapılmıştır. Izgara Planlı Yapılar Evresi'nde ızgaraları oluşturan duvarlar arasına, tek tek ya da topluca gömülmüştür. Gömüt armağanı olarak takı gibi kişisel eşyalar, sürtmetaş aletler ve kırmızı aşıboyası parçaları vardır. Kanallı Yapılar Evresi'nde, arkeoloji biliminde "Kafataslı Yapı" olarak bilinen yapıya topluca ve ikincil gömü yapılmıştır. Çeşitli gömüt tipleri uygulanmıştır. Tüm bunlar, Çayönü kazılarının önemini gösterir bulgulardır. Çayönü, zaman içinde taban altına gömü geleneğinden yerleşme içinde ortak bir yapı içinde ve ikincil gömü yapma geleneğine doğru olan gelişmenin izlenmesini sağlamaktadır. Değerlendirme. Çayönü kazıları ve izleyen çalışmalar, her şeyden önce aynı kültürün, zaman içinde gösterdiği gelişmeyi izleyebilmek açısından önemli bilgiler sağlamıştır. En azından Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ'ın tüm evreleri ki yaklaşık olarak 2.500 – 3.000 yıl sürmüştür, kesintisiz olarak gözlenmektedir. Çayönü toplumunun bu gelişme çizgisi üzerinde sosyal yapı olduğu kadar beslenme stratejisi de izlenebilmektedir. Bütün bunlarla birlikte Çayönü Neolitik Devrimi eksiksiz olarak sergilendiği bir araştırma alanıdır. Çanak Çömleksiz Neolitik B evresinde yani Taş Döşeli Yapılar ve Hücre Planlı Yapılar evrelerinde, yerleşim düzeninde katı kurallar uygulandığı görülür. Her yapı alt evresinde konutların mimarisi aynıdır ve bir sonraki alt evrede tümüyle değişmiş, fakat tüm yapılarda aynı plan ve yerleşim düzeni uygulanmıştır. Özellikle açık alanların işlevleri ve düzenlenişlerinde bir otoritenin etkisi belirgün olarak hissedilir. Konut planının alt evrelerde hep aynı olması, her ne kadar sosyal farklılaşmanın olmadığına işaret ediyorsa da, tüm konutların aynı planda yapılmasını dayatan bir otoritenin varlığı da kabul edilmektedir. Hücre Planlı Yapılar evresinin sonlarına doğru yerleşim düzenindeki katı kuralların terk edildiği, yerleşim planının daha birörnek hal aldığı belirtilmektedir. Ayrıca ortak mülkiyetten kişisel mülkiyete doğru bir değişme olduğu ileri sürülmektedir. Mehmet Özdoğan bu gelişmeyi yerleşmede hayvan beslenmesine başlanmasıyla açıklamaktadır. Hayvan yetiştirmeye başlamak, Çayönü'ne yerleşmiş olan, köklerini Paleolitik Dönemden alan bu toplumun sosyal yapısında büyük bir dönüşüme yol açmıştır. Sadece mimari ve yerleşim modeli değil, aynı zamanda ölü kültü ve ölü gömme geleneklerini de değiştirdi. Hayvan yetiştiriciliğinin önemi artıp avcılığın önemi gerilerken standart yerleşim planı da gevşemiştir. Hatta görece temiz tutulan köy, giderek bir çöplük alanına dönüşmüştür. Özellikle Çanak Çömlekli Neolitikte düzensiz yapılaşma çok belirgindir. Bu gelişmeler içinde kült eşyaları giderek azalırken onların yerine günlük kullanıma yönelik eşyalar görünmeye başlar. Paradoksal bir gelişme de kısa sürede yerleşimin nüfusunun azalmasıdır. Esasen bu durum Yakın Doğu'nun neolitik yerleşmelerinde görülen bir durumdur. Bu durumun nedenleri halen tartışmalıdır. Hayvancılığa dayanan yeni bir yaşam tarzı ya da beslenme alışkanlığı dolayısıyla karşılaşılan salgın hastalıkların neden olduğu ileri sürülmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18308", "len_data": 33226, "topic": "HISTORY", "quality_score": 4.07 }
Emacs, özellikle genişletilebilirlik yönünden birbirine benzeyen ve ilişkili metin düzenleyicilerin genel adıdır. Bu metin düzenleyicilerin en yaygını GNU Emacs olduğundan, sıklıkla GNU Emacs yerine kullanılır. Tarihçe. İlk Emacs, 1970'lerde MIT Yapay Zeka Laboratuvarı'nda Richard M. Stallman tarafından bir satır düzenleyici olan TECO'ya makro kümesi olarak yazıldı. Kısa sürede yaygınlaşan ve bu şekilde büyüyen makrolar Guy Steele ve Stallman tarafından derlenip EMACS ismini aldı. Unix'de çalışan ilk Emacs'i, Java programlama dilinin de yazarı olan James Gosling 1981 yılında geliştirdi. Gosling Emacs olarak anılan uygulama C'de yazılmış olmasına rağmen, kullanıcılara kolayca kişiselleştirme ve geliştirme imkânı veren Mocklisp isimli Lisp türevi betik dili destekliyordu. 1984'e kadar özgürce dağıtılan bu uygulamanın haklarının Gosling tarafından satılması, aynı kod ağacından başlayan Stallman'ın GNU Emacs isimli düzenleyicisinin eski kodlardan temizlenmesine sebep oldu. Benzer şekilde kendi uygulamasının da özgürlüğünü kaybetmesini istemeyen Stallman, GPL lisansını yazdı ve GNU Emacs, GPL ile lisanslanan ilk uygulama oldu. 1991'de, GPL lisansının özgürlüğünden faydalanan bazı diğer geliştiriciler Lucid Emacs'i türetti. Daha sonradan XEmacs ismini alan bu uygulama özgür yazılım tarihindeki en büyük çatallanmaya sebep oldu. GNU Emacs ve XEmacs, 2006 yılı itibarıyla halen kullanılmakta olan en yaygın iki emacs'dir. Özellikleri. Emacs Lisp. GNU Emacs ile birlikte, Mocklisp'in yerini kimi zaman ELisp olarak kısaltılan Emacs Lisp almıştır. Yorumlanan bir dil olan Lisp türevi betik dili, birçok akranı gibi değişken işlevlere izin verir. Özellikle bu yeteneği Emacs'in geliştirilebilirliğine önemli katkıda bulunmasını sağlar. Zengin kütüphanesi ile birlikte, web tarayıcısından, e-posta istemcisine, çeşitli oyunlardan yapay zekaya kadar birçok uygulamanın yazılabilmesine imkân veren dil, Emacs'in basit bir metin düzenleyici olarak kalmayıp, teknik olarak bir işletim sistemi sınıfına girebilmesinin sebebidir. Düzenleme kipleri. Çok amaçlı bir düzenleyici olan Emacs, dosya türünü düzenlerken yardımcı olacak kiplerle gelir. Bu kipler o dosya türüne özgü söz dizimi renklendirme, kelime tamamlama, otomatik girintileme (indentation) gibi birçok işlev ile düzenleme işini kolaylaştırır. Bunların yanı sıra yazım denetimi, yazı tipi şekillendirme, dosya türüne özel tuş ve komut tanımları, hata ayıklama görevleri kipler yardımıyla yapılabilir. Emacs ile dağıtılmayan birçok kip Emacs Lisp dosyası olarak internette bulunabilir. Düzenli ifadeler. Emacs, karmaşık ara/değiştir işlemleri için oldukça zengin ve kullanışlı düzenli ifade desteği ile gelir. Çapraz platform desteği (Cross-platform). Emacs bütün yaygın işletim sistemleri üzerinde derlenip, çalıştırılabilmektedir. Belgeleme ve dil desteği. Emacs çok ayrıntılı ve gömülü belgelerle gelir. Arayüzü gibi bunlar da genelde İngilizcedir. Kullanım kılavuzu farklı dillere çevrilmişse de, ne arayüzü ne de çekirdek Emacs Lisp kütüphanesi hiçbir dile çevrilmemiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18310", "len_data": 3041, "topic": "CODING", "quality_score": 3.61 }
Matematik, fizik ve mühendislikte, Öklid vektörü veya kısaca vektör (bazen geometrik vektör, konumsal vektör ya da yöney) sayısal büyüklüğü (veya uzunluğu) ve yönü olan geometrik bir objedir. Vektör, genellikle bir doğru parçası ile özdeşleştirilir. Bir "başlangıç noktası" "A" ile bir "uç noktası" "B"'yi birleştiren bir ok şeklinde görselleştirilir ve formula_1 ile belirtilir. Hız, kuvvet, ivme ve ağırlık örnek birer vektörel niceliktir. Vektörler bir sayı (skaler) ile veya başka bir vektör ile çarpılabilir ve bölünebilir. Aynı zamanda yönü değiştirilmemek şartı ile ötelenebilirler. Vektörlerin yönlü doğru parçalarından farkı budur. Yönlü doğru parçalarının koordinat sistemindeki yeri sabitken, vektörler ötelenebilirler. Köken. İngilizcede bu yapı için kullanılan sözcük vector dür. Kökeni, "taşımak"/"bir yöne aktarmak"/"göndermek" anlamına gelen "vehere" Latince fiil gövdesidir. Sözcüğün anlamı "taşıyıcı"/"yöncü" olarak düşünülebilir. Bu yüzden olabilir ki Türkçede (büyük ihtimalle Fransızcadan devşirilmiş olan) vektör karşılığından sonra yöney karşılığı kullanılmaktadır. Gösterimi. Fiziksel vektörler veya geometrik vektörler, iki boyutlu düzlem için tanımı şu şekilde yapılabilir. İki boyutlu düzlemde 2 tane nokta alınsın bu noktalar A ve B noktaları olsun. A noktasından(başlangıç noktası) B noktasına (bitiş noktası) çizilen ve normu olan bu yönlü doğru parçasına A'dan B'ye çizilen AB vektörü denir. Gösterimi iki şekildedir: 1.gösterim formula_2 2.gösterim AB ile gösterilir. Ok vektörün yönünü gösterir. Doğru parçasının uzunluğu ise, vektör büyüklüğü ile doğru orantılıdır. İki boyutlu bir koordinat düzleminde; bazen bir vektör koordinat düzlemine dik olarak gösterilmesi gerekebilir. Bir dairenin merkezinde bir nokta bulunursa (⊙), bu sembol yönü gözlemciye doğru olan bir vektörü göstermektedir. Bir dairenin içinde bir çarpı işareti bulunursa (⊗), bu sembol yönü düzlemin arkasına doğru olan bir vektörü göstermektedir. Bu semboller, bir savaş okunun ucunun görüntülenmesi ve bir savaş okunun arka kanatlarının görüntülenmesi gibi düşünülebilir. Bir vektörün büyüklüğü. Bir vektörün büyüklüğü başlangıç ve bitiş noktaları arasında kalan doğru parçasının uzunluğudur vektörler referans noktasına göre - ve+ olmak üzere iki yöne ayrılabilirler. - yönündeki bir vektöre negatif yönlü vektör, + yönündeki vektöre ise pozitif yönlü vektör denir. Vektörlerin büyüklükleri skaler nicelik ifade eder o denli bu - ve + işaretlerinin skaler bir gösterimden uzaklaşması için vektörün mutlak değerini almamız gerekir."⟨e.a⟩" AB vektörünün normu |AB| dir. Daha genel gösterim |formula_2| dir. Soyut tanımı. Soyut olarak vektörler, bir "F" cisminin üzerine tanımlı bir vektör uzayının ögeleridir. Vektörler bu cisim üzerine tanımlanmış bir denklik bağıntısı yardımıyla tanımlanabilir. formula_4 ("n" tane) olsun. "a" ögesi ile "b" ögesi,ancak bileşenlerin toplamı olarak "a+d=b+c" ise bağıntılıdır. Daha biçimsel olmak gerekirse şeklinde tanımlanır ki burada formula_6'ler "a" noktasının koordinatlarıdır ve "+"işlemi "F" cismine aittir. Bu bağıntının bir denklik bağıntısı olduğu kolaylıkla görülebilir. O halde vektör, denklik sınıflarıdır. Böylece denklik sınıfı temsilcisini koyu harfle gösterirsek, bir vektör olarak tanımlanmış olur. Daha açık bir biçimde bir vektör, şeklinde düşünülebilir. Gösterimi. Bir vektör çok çeşitli şekillerde gösterimlenebilir. En yaygın gösterimler, üzerinde bir ok işareti (formula_9) ya da koyu harf (formula_10) gösterimidir. Oklu gösterimin avantajı el yazılarında kolaylıkla kullanılabilir olmasıdır. Ancak baskı ve sayısal metinlerde koyu harf kullanmak adettir. Vektörün bileşenleriyle gösteriminde ise genellikle sıralı n-li kullanılır. Yer yer (konunun veriliş tarzına bağlı olarak) satır ya da sütun dizey gösterimi de yeğlenir. Yine yaygın gösterimlerden biri birim vektör gösterimidir. ki burada alınabilir. Bir vektör şeklinde düşünüldüğünde Einstein toplam uzlaşımı kullanılarak şeklinde gösterilebilir. Bu gösterim, toplam simgesinden kurtulmada ve bileşenleri temsil edecek şekilde bir kolaylık sağlamaktadır. Genellikle tensör gösterimi olarak anılır. Eşitlik. Ancak vektörlerden birinin her bileşeni karşılıklı olarak diğerininkine eşitse bu iki vektör eşittir. Vektör toplamı. İki vektörün toplamı üçüncü bir vektöre eşittir. 1. şekil parelelkenar metodu, 2.si ise uç uca ekleme metodudur. Skaler (sayıl) ile çarpma. Bir vektör uzayında, skaler ve vektörler arasında bir çarpma ve dağılma olması gerekir. "r,s" sayılları "F" cismine ait olsun. O halde formula_10, formula_23vektörleri için, özellikleri sağlanır. Genel olarak vektörle skalerle çarpması, vektörün her bileşeninin skaler ile çarpılmasıdır. Doğrudan çarpım (tensör çarpımı). İki vektörün doğrudan çarpımının sonucu ne bir vektördür ne bir skalerdir, bir ikiçtir (dyad). Bu çarpıma, eğer vektörler eş boyutluysa, çiftli (dyadic) çarpım denir. Eğer vektöreri birim vektörlerle ifade edersek şeklinde tanımlanan iki vektör için doğrudan çarpım olarak elde edilir. Buradaki formula_32 gibi birimler yeni birer birimdir, yâni başka bir formula_33 cinsinden ifade edilemez. Bu yüzdenformula_34 olarak tanımlandığında elde edilir ki bu da dizey gösterimine tekâbül eder. Konum (yer) vektörü. Başlangıç noktası orijin olan vektörlere konum(yer) vektörü denir. Eğer vektör orjinde değilse vektörün uzunluğu ve yönünü değiştirmemek kaydıyla orjine taşıyabiliriz. Başlangıç noktası O = (0,0), bitiş noktası A = (2,3) olan iki boyutlu bir vektör düşünelim. Bu vektör basit olarak aşağıdaki şekilde gösterilebilir: Üç boyutlu kartezyen koordinat sisteminde (veya formula_36) vektörler, üç skaler sayı ile tanımlanır: Standart temel vektörler. Birim vektör, uzunluğu 1 birim olan vektörlere denir. Üç boyutlu kartezyen koordinat sisteminde x,y ve z eksenleri üzerinde yer alan üç tane temel birim vektör vardır. Bunlar: ise: Bir vektörün normu. A vektörünün uzunluğu (normu ya da boyu), ||A|| sembolü ile gösterilir. "i", "j" ve "k" temel birim vektörleri cinsinden yazılan bir vektörün uzunluk formülü, Pisagor teoreminin bir sonucudur. O halde: Yukarıdaki vektörü ele alırsak: Vektörel çarpım (formula_44). Çapraz çarpım da denilen çarpım yöntemiyle yapılan çarpımdır. Örnek: Bu iki vektörü ele alırsak: Yukarıdaki problem bir determinant problemidir. Sarrus kuralı ile hesaplanır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18311", "len_data": 6304, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.53 }
AKP, şu anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18312", "len_data": 28, "topic": "POLITICS", "quality_score": 1.48 }
Samaryum (Sm simgeli), atom sayısı 62, atom ağırlığı 150,4 ve yoğunluğu 7,75 olan seyrek bulunan element. Sinema endüstrisinde aydınlatmada ve kanser tedavisinde kullanılır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18313", "len_data": 173, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.32 }
Krater ile şu maddeler kastedilmiş olabilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18314", "len_data": 44, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 2.55 }
Disk atma, atletizm sporu atmalar branşından, bir diskin bir daire içerisinden belli bir açı ile saha boyunca atılmasına göre yapılan spordur. İki tip disk vardır. 1 ve 2 kg'lık olup yapısal şeklinden dolayı disk adını almıştır. Dört atma dalından biridir. 74 metre 8 cm ile dünya rekoru Alman Jurgen Schult'a aittir. Disk: Diskin gövdesi ağaçtan veya diğer uygun materyalden yapılır. (Kenarı metaldendir.) Genellikle diskin merkezinde çıkarılabilen ağırlık vardır. Erkeklere 2 kg'lık kadınlara ise 1 kg'lık disk bu şekilde elde edilir. Diskin her yanı farksız olmalıdır. Erkeklerde disk çapı 219–221 mm., kadınlarda 180–182 mm. arasındadır. Atma Dairesi: Dairenin çapı 2,5 metredir. Daire demir, çelik veya uygun bir materyalden yapılabilir. Yer seviyesinden yüksekte olmalıdır. Dairenin iç yüzeyi düz ve daire çerçevesinin üst kenarından 20 mm. alçak olmalıdır. Atıcılar bir adımla dönerek zıplar ve diski atar. Disk Atma Kafesi: Disk dairesi, görevlilerin, yarışmacıların, seyircilerin emniyetini temin etmek için kafesle çevrilir. Kafesin şekli uygun olmalıdır. Kafesin yüksekliği en az 3,35 m. olmalıdır. Atma Bölgesi: Dairenin merkezinden 40 derecelik bir açı atılacak yöne doğru belirlenir. Genel Kurallar: Kurallar, dairenin yüzeyine veya dairenin çevrildiği demirin iç yanına dokunmaya müsaade eder. Ama atışına başlandığında gövdenin herhangi bir kısmıyla dairenin dışına dokunmak ve adım atmayı da yasak eder. Atıcı disk yere düşmeden dairenin dışına çıkamaz. Aynı zamanda dairenin geri yarısından çıkılır. Atışın komple tamamlanması için limit süre 1,5 dakikadır. Şayet 8 ya da daha az yarışmacı varsa 3 denemeden sonra, 3 deneme daha yapılabilir. Ölçülendirme ikişer santimlik dilimde yapılır. Atlet eline reçine sürebilir; ancak atış alanına ve ayakkabılarının altına herhangi bir maddeyi süremez, eldiven kullanamaz, parmaklar birleştirilerek bantlama yapılamaz.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18315", "len_data": 1877, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.55 }
Okey, dikdörtgen taşları dizmek için ıstakalar ile oynanan bir şans, mantık ve hafıza oyunu. Okey sözcüğü, aynı zamanda oyundaki joker taşının adıdır. Oyunda her oyuncu elinde bulunan taşları oyun kurallarına göre dizerek belirli setleri tamamlamaya çalışır. Elini en hızlı şekilde bitiren oyuncu o eli kazanmış olur. Kökleri dominoya dayanan okey, Türkiye'de ve yurt dışındaki Türk toplulukları arasında oldukça popüler olan bir oyundur. En yaygın versiyonunda iki sette toplam 106 adet taş vardır. Taşlar, 1'den 13'e kadar numaralandırılmış olarak dört ayrı renge (kırmızı, sarı, siyah ve mavi) ayrılmıştır. Her sayıdan ikişer adet bulunmaktadır. Bunların yanında tüm taşlar içinde toplam iki tane 'sahte okey' ismi verilen taşlar vardır. Oyun başlangıcında bir oyuncuya on beş, diğer üç oyuncuya on dört taş verilir. Elinde on beş taş olan oyuncu oyunu başlatır ve taş atar. Oyuncular her bir döngüde masadan veya dizili haldeki taşlardan bir adet taş alarak ve ıstakasından bir adet taş atarak ellerini bitirmek için çalışırlar. Yere atılan taşlar diğer oyuncular tarafından görülür (yere atılan taşlar üst üste konulur ancak bir oyuncu çifte gittiğini söylerse bütün taşlar açılır) . Oyun sıkıştığı zaman elinde okey olan oyuncu gerçek okeyi yere atıp yansın okey diyebilir.Sahte okey taşı ile masada açılan okey yan yana per'de kullanılamaz. Ancak hiç kimse birbirinin ıstakasındaki taşları göremez. Tarihi. Modern okey oyunun öncüsü olan, Rummikub Ephraim Hertzano adında 1930'ların başlarında Filistin'e göç eden, Romanya doğumlu bir Yahudi tarafından icat edilmiştir. İlk oyun setini el yapımı olarak ailesi için evinin arka bahçesinde imal etti. Oyun rummy ve mahjong karışımıdır. İsrail'in 1 numaralı ihraç oyunudur. 1977'de, Amerika Birleşik Devletleri'nde en çok satan oyun olmuştur. Okeyin, "Gastarbeiter" Türk işçilerinin Almanya'da tanıştığı Rummikub'un evrimleşmiş hali olduğu görülüyor. Oynanış. Oyun seti. Okey oyunu standart olarak dört adet oyuncuyla oynanır. Okeyde oyuncunun taşları dizmesi için ıstaka ismi verilen tabla bulunur. Kırmızı, siyah, mavi ve sarı renklerinde 1'den 13'e kadar numaralı ikişer setten oluşan toplam 106 tane taş bulunur. Taşların içinde iki adet sahte okey taşı da vardır. Aşağıda okey oyununda kullanılan dört farklı renkteki taş setleri yer almaktadır. Her bir setten iki adet bulunmaktadır. Sahte okeyler diğer taşlardan farklıdır ve üzerinde çeşitli simgeler yer almaktadır. Sahte okeylerin tasarımları üretildiği yere göre farklılık gösterebilir ve her yerde taşların tasarımının aynı olması beklenmemelidir. ya da gibi... <br> Altı yüzlü bir okey zarı. Başlangıç. Taşlar karıştırılıp her bir oyuncuya 14'er taş verilir. İlk oynayacak oyuncuya 1 adet taş fazladan verilir ve 15 taşla başlatılır. Oyuna 15 taş dağıtılan kişi başlar. Oyuncular kendilerine dağıtılan taşları önlerindeki ıstakaya dizerler. Geriye kalan taşlar, rakam kısmı masaya gelecek şekilde üst üste dizili olarak ortaya konur. Ortada dizili taşların üzerinde yer alan taşın bir üst değeri okey taşıdır. Bu taş her eksik taşın yerine kullanılabilmektedir. Oyun, ilk oyuncunun ıstakasındaki işine yaramadığını düşündüğü bir taşı sağındaki oyuncuya atmasıyla başlar. Oyuncular aynı renkli taşları sıraya dizmek ya da aynı sayılı taşların farklı renklerinden grup yapmaya çalışırlar. Aynı renkte birbirlerini takip eden en az üç taş ve farklı renklere sahip olan aynı sayıdaki en az üç taş per olarak kabul edilir. Üç taştan bir tanesi eksik olsa bile yerine okey taşı kullanılarak per bu şekilde tamamlanabilir. Oyun sırası gelen oyuncu bir önceki oyuncunun attığı taş işine yarıyorsa yerden alabilir, aksi halde ortadan bir taş çeker. Daha sonra ıstakasındaki gözden çıkardığı taşı yandaki oyuncuya atar. Bu şekilde elindeki perlerin toplamı 14 olana kadar oyun devam eder. Elindeki perlerin toplamı on dörde ilk ulaşan oyuncu elindeki fazla taşı ortaya atarak oyunu kazanmış olur. Oyunda, normal bitme, çifte bitme ve okey atarak bitme şeklinde üç farklı bitiş seçeneği mevcuttur. Normal bitişte Bir dizilişin per olabilmesi için üç uygun taşın yan yana dizilmesi gereklidir. Diğer taşlardan farklı bir desene sahip olan, üzerinde herhangi bir numara yazılmamış iki sahte okey taşı mevcuttur. Bu taşlar oynanan elin başında "okey taşı" olarak belirlenmiş taşın yerini alabilirler. Gerçek okey taşı her boşluğu doldurabilirken; sahte okey taşı sadece okey taşının tekabül ettiği numaraların yerini doldurabilmektedir. Oyuncu aynı rakımdan iki çift olmak üzere toplamda yedi tane çift yaparak oyunu çifte bitirebilmektedir. Diziliş. Normal diziliş. Oyuncunun elindeki on dört taş, en az üç taştan oluşmak koşuluyla, doğru perlere (gruplara) ayrılmalıdır. Normal dizilişte iki farklı per mevcuttur. Gösterge kuralı. Yeni bir el başladığında, elinde gösterge taşının aynısı olan oyuncu oynama sırası geldiğinde bu taşı gösterir ve kasadaki miktarın yarısını kazanır. Gösterge yapmak için eldeki taşı ortadaki gösterge taşının üzerine çekerek bırakmak gerekir. Gösterge diğer oyunculara bir puan cezası olarak yansıtılır. Oyun döngüsü. Oyun saat yönünün tersine doğru (soldan sağa doğru) şekilde oynanır. Sırası gelen oyuncu solundaki oyuncunun attığı taşı alabilir veya ortadaki desteden bir taş çekebilir. Daha sonra elinde işe yaramayacağını düşündüğü taşı sağındaki oyuncuya atar. Oyunculardan birisi eli bitirinceye kadar bu böyle devam eder. Okey (joker) taşı. Rengi gösterge taşıyla aynı, sayısı ise gösterge taşının bir fazlası olan taş okey (joker) taşıdır. Örneğin gösterge taşı 3 ise, okey taşı (kısaca okey denir) 4 olmalıdır. Özel bir durum olarak gösterge taşının numarası 13 ise okey taşının numarası 1 olur. Örneğin gösterge 13 ise okey 1 olur. Okey taşı özel ve önemli bir taş olduğundan diğer taşlardan kolaylıkla ayırmak ve yanlışlıkla yandaki oyuncuya atılmasını önlemek için genelde ters çevrilir. Okey taşı, istenilen herhangi bir taş yerine joker olarak kullanılabilir. Yanlışlıkla okey taşı atıldığında, sırası gelen rakip taşı alabilir. Ancak rakibin taşı kendisinin fark etmesi ve alması gerekir. Sahte okey taşı. Sahte okey taşının sabit bir rengi ve sayısı yoktur. Sahte okey taşı, joker olarak kabul edilen okey taşının yerine geçer. Yani gösterge 5 ise okey taşı 6 olur ve 6 taşına sahip olan kişi bu taşı istediği taşın yerine kullanabilir. 6 taşı joker olarak kullanıldığı için sahte okey taşı da 6 olarak kullanılabilir. Örneğin gösterge 1 ise 2 okey (joker) olur, sahte okey ise 2 olarak kabul edilir ve sahte okey yalnızca 2 taşı yerine kullanılabilir. Rengi ve tasarımı üretimine göre farklılık göstermektedir. Üzerinde çeşitli simgeler yer almaktadır. Puanlama. Puanlamaya seçilen herhangi bir sayıdan başlanabilir. Herkesin başlangıç puanı olarak bu sayı kabul edilir. Daha sonra puanlama sistemine göre puanlar düşmeye başlar. Oyun, oyunculardan birinin puanı sıfır olana kadar devam eder. Puan düşme işleminde el bitiren oyuncunun puanı sabit kalır ve diğer oyunculardan bitiş türüne göre puan eksiltilir. Başlama sayısı olarak yaygın biçimde 20 sayısı kabul edilir. Puanlama sistemi. Her bitiş türünün farklı bir puan değeri vardır. ‘Normal bitiş’ için 1 puan, çiftten bitme' için 2 puan. Bitişte kullanılan taş okey taşı ise düşülen puanlar 2 ile çarpılır. Ayrıca oyun düşmeli olarak da oynanır. Düşme sayısı oyuncular tarafından belirlenir. Örneğin düşme sayısı 20 olduğunda, her elin normal bitişinde biten kişiden 1 puan düşülür. Ortaya okey atılırsa 2 puan düşülür. Bu şekilde 0 puana ilk ulaşan oyuncu kazanmış olur. Bitiş türleri. Bitiş türü, el bitiminde kullanılan taşa (fazla taş) göre ve taşların dizilimine göre belirlenir. Normal. Bitişte kullanılan taş sıradan bir taş ise normal bitiş sayılır. Puan değeri 1'dir. Okeyli bitiş. Okey dışarı da denir. Bitişte destenin üzerine bırakılan taş okey taşı ise oyuncu okey atmış sayılır. Elin puan değerini 2'ye katlar. Çifte bitiş. Taşların dizilimi çiftlere göre yapılmışsa; yani ıstakadaki her taşın bir çifti varsa, oyuncu çiftten bitmiş sayılır. Puan değeri 3'tür.Çifte gitmeyi belirtmek zorunda değildir. Göstergeyi çifte bağlama. Oyunun başlangıcında göstergenin çifte bağlanabileceğine karar verilirse, gösterge yapan bir kişi çifte giderken elindeki göstergeyi çifti varmış gibi kullanabilir. Bunun için; çiftten biteceği zaman gösterge taşını yerdeki göstergenin üzerine bırakır yerden taş çekmez yere de taş atmaz ve oyun bir tur döndükten sonra yerdeki gösterge taşı ile kendi göstergesini ıstakasına koyar ve göstergenin çiftini de tamamlamış olur böylece çiftten bitebilir. fazla taş en son yere atılır. Çift okey atma ve tur dönme. El bitiren oyuncunun elinde iki tane okey olması durumunda, bu okeylerden birini atmışsa (okey dışarı), tercihine bağlı olarak eli bitirmeyip ikinci okeyi de atmaya çalışabilir. Bunun için; birinci okeyi yere bırakır ve tur dönmeye devam eder. Bu tur dönerken oyuncular oyunun normal seyirinde olduğu gibi oynama sırası kendilerine her geldiğinde ister ortadaki taş kümesinden taş alırlar isterlerse bir önceki oyuncunun attığı taşı alabilirler. Tur diyen oyuncu ikinci okeyi de atabilecek duruma geldiğinde onu da göstergenin üzerine bıraktığı birinci okeyin üzerine atar ve böylece çift okey atmış olur. Eğer ikinci okeye dönerken başka bir oyuncu el bitirirse, birinci okey de boşa gitmiş (yanmış) olur. Çift okey normal okeyin iki katı puan değerine sahiptir. Yani elin puan değerini 4'e katlar. Birinci okey taşını attıktan sonra ikinci okeyi de atmak zorundadır. Renge bitme. El bitiren oyuncunun bütün taşları aynı renkteyse oyuncu renkten bitmiş kabul edilir. İki tür renkten bitme vardır. Sıralı renk. Bütün taşlar aynı renkte ve 1'den 13'e kadar sıralı ise "sıralı renk" yapılmıştır. Bu durumda puanlar ne olursa olsun hepsi sıfıra düşülür ve oyun biter. Sırasız renk. Bu bitiş türünde ise bütün taşlar aynı renkte ve sıralı bir biçimdedir ama bazı taşlar ikişer tane olduğundan sırasız renk yapılmıştır ve sekiz puan değerindedir. Renkli (sayılı okey). Oyunculardan birisi el bitirdikten sonra, diğer oyuncular ıstakalarını açar ve ellerinde seri yapmadıkları taşlar (işe yaramayan taş veya ıskarta taş) değerlendirilir ve her birinin sayıları toplanarak o oyuncuya ceza puanı yazılır. Oyuncu çifte giderse ceza puanı da ikiye katlanır. Yerdeki taş kırmızı veya siyah ise ceza puanları da ikiye katlanır. Bu yönden bir kâğıt oyunu olan Ellibire benzemektedir. Okey türleri. Günümüzde okey oyununun birçok çeşidi mevcuttur. Oyunlar içerisindeki temel mantalite ve amaç aynıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18316", "len_data": 10456, "topic": "GAMING", "quality_score": 3.43 }
Lityum, sembolü Li atom numarası 3 olan kimyasal elementtir. Periyodik tabloda 1. grupta alkali metal olarak bulunur ve yoğunluğu en düşük olan metaldir. Lityum, yüksek reaktifliğinden dolayı doğada saf hâlde bulunmaz. Yumuşak ve gümüşümsü beyaz metaldir. Havada bulunan oksijenle reaksiyona giren lityum, lityum oksit (Li2O) oluşturur. Bu oksitlenme reaksiyonunu engellemek için yağ içinde saklanır. Hava ve su tarafından hızlı bir şekilde oksitlenip kararır ve lekelenir. Lityum metali doldurulabilir pillerde (örnek olarak cep telefonu ve kamera pili) ve ağırlığa yüksek direniş göstermesi sebebiyle alaşım olarak hava taşıtlarında kullanılır. Li+ iyonunun nörolojik etkilerinden dolayı, lityumlu bileşikler farmakolojik olarak özellikle bipolar duygudurum bozukluğunun tedavisinde duygudurum düzenleyici olarak kullanılır. Genel özellikleri. Birinci grup elementi olmasına rağmen, lityum aynı zamanda 2. grubun toprak alkali özelliklerini de gösterir. Bütün alkali metaller gibi bir tane değerlik elektronu bulunur ve bu elektronu hemen kaybederek pozitif iyon haline geçer. Bu sebeplerden dolayı lityum su ile çok kısa sürede reaksiyona girer ve doğada doğal halinde bulunmaz. Ancak kendisiyle benzer kimyasal özellikler taşıyan sodyum elementi lityuma göre daha aktiftir ve daha çok insanların midelerinde yer alır Lityum bıçakla kesilebilir ancak sodyumdan biraz daha sert olduğu için onu kesmek veya bölmek çok daha zordur. Reaksiyona girmemiş Lityum gümüşi bir renge sahiptir, ancak kısa sürede rengi kararır. Düşük yoğunluğu sayesinde hidrokarbonlar üzerinde batmadan durabilir. Alev üzerine konulduğunda lityumda göz alıcı bir kırmızı renk gözlenir, ancak yanmaya başladığında parlak beyaz bir alev gözlemlenir. Lityum suda ve su buharında bulunan oksijen ile tutuşur ve yanma reaksiyonu gösterir. Oda sıcaklığında azot ile reaksiyona giren tek metaldir. Yüksek özgül ısısı, 3582 J/(kg·K) ve sıvı haldeki geniş sıcaklık değerleri lityumu kullanışlı hale getirmektedir. Lityum hava ve su ile yanması ve potansiyel patlama tehlikesine rağmen diğer alkali metallere göre daha az tehlikelidir. Oda sıcaklığındaki Lityum-Su reaksiyonu aktif ve çabuk gerçekleşen bir reaksiyon olmasına rağmen çok tehlikeli bir reaksiyon değildir. Lityum alevlerini söndürmek zordur ve bunun için özel kimyasallardan oluşan söndürücüler kullanılır. Lityum, ten ile temasını engellemek için özel koruma gerektirir. Lityumu toz olarak ya da alkalinli bileşimlerinin solunması, burun yollarında ve boğaz da tahriş ve zarara neden olur. Tarihçe. Petalit (LiAlSi4O10) 1800 yılında Brezilyalı kimyager ve devlet adamı José Bonifácio de Andrada e Silva tarafından İsveç'teki Utö adasındaki bir madende keşfedildi. Ancak 1817 yılına kadar Johan August Arfwedson, o zamanlar kimyager Jöns Jakob Berzelius'un laboratuvarında çalışırken, Petalit cevherini analizinde yeni bir elementin varlığını tespit etti. Karbonat ve hidroksit daha az suda çözünür ve daha az alkali olmasına rağmen bu element, sodyum ve potasyum'a benzer bileşikler oluşturdu. Bitki küllerinde keşfedilen potasyum ve kısmen hayvan kanındaki bolluğuyla bilinen sodyumun aksine keşfini katı bir mineralde yansıtmak için Berzelius, alkali malzemeye Yunanca "λιθoς" ("taş" anlamına gelen "lithos" olarak çevrilmiştir) kelimesinden ""lithion"/"lithina"" adını verdi. Arfwedson daha sonra aynı elementin spodumen ve Lepidolit minerallerinde bulunduğunu gösterdi. 1818'de Christian Gmelin, lityum tuzlarının aleve parlak kırmızı bir renk verdiğini ilk gözlemleyen kişiydi. Bununla birlikte, hem Arfwedson hem de Gmelin, saf elementi tuzlarından ayırmaya çalıştılar ve başaramadılar. Daha önce kimyager Sir Humphry Davy tarafından alkali metaller potasyum ve sodyumu izole etmede kullandığı elektroliz süreciyle, lityum oksit William Thomas Brande'nin elde ettiği 1821 yılına kadar izole edilmemişti. Brande ayrıca klorür gibi bazı saf lityum tuzlarını tanımladı ve lithia'nın (lityum oksit) yaklaşık %55 metal içerdiğini tahmin ederek, lityumun atom ağırlığının yaklaşık 9,8 g/mol (modern değer ~6.94 g/mol) olduğunu tahmin etti. 1855'te, Robert Bunsen ve Augustus Matthiessen tarafından lityum klorürün elektrolizi yoluyla daha büyük miktarlarda lityum üretildi. Bu yöntemin bulunması 1923'te sıvı lityum klorür ve potasyum klorür karışımının elektrolizini yapan Alman Metallgesellschaft AG şirketi tarafından ticari lityum üretimine yol açtı. Avustralyalı psikiyatr John Cade, 1949'da mani tedavisinde lityum kullanımını yeniden tanıtması ve yaygınlaştırmasıyla tanınır. Kısa bir süre sonra, 20. yüzyılın ortaları boyunca, lityumun mani ve depresyon Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde yükselişe geçti. Lityum üretimi ve kullanımı, tarihte birkaç ciddi değişikliğe uğradı. Lityumun ilk büyük uygulaması, uçak motorları için yüksek-sıcaklık lityum gresleri ve II. Dünya Savaşı'nda ve kısa bir süre sonraki benzer uygulamalardı. Lityum bazlı sabunların diğer alkali sabunlara göre daha yüksek erime noktasına sahip olması ve kalsiyum bazlı sabunlara göre daha az aşındırıcı olması bu kullanımı desteklemiştir. Lityum sabunlarına ve yağlama greslerine olan az talep, çoğu ABD'de olmak üzere birkaç küçük madencilik operasyonuyla desteklendi. Nükleer füzyon silahları üretimiyle Soğuk Savaş sırasında lityuma olan talep önemli ölçüde arttı. Hem lityum-6 hem de lityum-7, nötronlar tarafından ışınlandığında trityum üretir ve bu nedenle, kendi başına trityum üretiminin yanı sıra lityum döterid şeklinde hidrojen bombalarında kullanılan bir katı füzyon yakıtı biçimi için yararlıdır. ABD, 1950'lerin sonları ile 1980'lerin ortaları arasında başlıca lityum üreticisi haline geldi. Sonunda, lityum stoğu kabaca 42.000 ton lityum hidroksit idi. Depolanan lityum, birçok standartlaştırılmış kimyasalda lityumun ölçülen atomik ağırlığını ve hatta izotop ayırma tesislerinden boşaltılan ve yer altı sularına karışan lityum tuzları tarafından "kontamine olmuş" bazı "doğal kaynaklar"daki lityumun atom ağırlığını etkilemek için yeterli olan lityum-6'da %75 oranında tükendi. Lityum, camın erime sıcaklığını düşürmek ve Hall-Héroult işlemi'nde alüminyum oksit'in erime davranışını iyileştirmek için kullanılır. Bu iki kullanım, 1990'ların ortalarına kadar pazara hakim oldu. nükleer silahlanma yarışı sona erdikten sonra, lityuma olan talep azaldı ve enerji stoklarının açık piyasada satılması fiyatları daha da düşürdü. 1990'ların ortalarında, birçok şirket lityumu tuzlu su yeraltı veya açık ocak madenciliğinden daha ucuz bir seçenek olduğunu kanıtladı. Madenlerin çoğu kapandı veya odaklarını diğer malzemelere kaydırdı, çünkü yalnızca bölgelere ayrılmış pegmatitlerden elde edilen cevher rekabetçi bir fiyatla çıkarılabiliyordu. Örneğin, Kuzey Karolina, Kings Mountain yakınlarındaki ABD madenleri 21. yüzyılın başlangıcından önce kapandı. Lityum iyon pillerin geliştirilmesi, lityum talebini artırdı ve 2007'de baskın kullanım haline geldi. 2000'li yıllarda pillerdeki lityum talebinin artmasıyla birlikte, yeni şirketler artan talebi karşılamak için tuzlu su izolasyonu çalışmalarını büyüttüler. Yenilenebilir enerjiyle çalışan ve pillere bağımlı bir dünyada lityumun jeopolitik rekabetin ana nesnelerinden biri olacağı tartışıldı, ancak bu bakış açısı, artırılmış üretim için ekonomik teşviklerin gücünü hafife aldığı için de eleştirildi. Spodumen cevheri, LiAl(SiO3)2, Lityum içeriği nedeniyle ticari olarak çok önemlidir. Öncelikle 1100 °C’ de a formu ısıtılarak daha yumuşak b formuna dönüştürülür. b formu sıcak sülfürik asit ile reaksiyona sokularak Li2SO4L2So4H5rt5 elde edilir. Elde edilen bu çökelek çözeltiden ayrılarak Na3CO3 ile yıkanır. Böylece suda çözünmeyen Li2CO3 elde edilir. Manik depresif tedavisinde ve pillerde kullanılır. Li2SO3 + Na2CO3 → Na2SO4 + Li2CO3 (katı) Elde edilen Li2CO3 çökeleği HCl ile reaksiyona sokularak LiCl elde edilir. Li2CO3 + 2 HCl → 2 LiCl + CO2 + H2O LiCl erime noktası 600 °C den fazla olduğu için elektroliz ile saflaştırılması zor olduğundan LiCl (55%) ve KCl (45%) karışımı kullanılarak erime noktası 430 °C'ye düşürülür. Bu karışımın elektrolizi ile Li saf olarak elde edilir. İçme Suyunda Lityum ve İlgili Bulgular. 1990 yılında, ABD'nin Texas eyaletinin 28 idari bölümünde (county) içme sularındaki lityum miktarı üzerine bir araştırma yayımlanmıştır. Bu araştırma, içme suyundaki lityum miktarıyla intihar, cinayet ve tecavüz vakalarının negatif korelasyon gösterdiğini destekler veriler sunmuştur. Çalışmaya dahil edilen zaman aralığında, suyundaki lityum miktarı en yüksek bölgelerde, en düşük olan bölgelere kıyasla %40 daha az intihar vakası görülmüştür. 2009 yılında Japonya'da, 1 milyon insanın yaşadığı 18 şehri ve 5 senelik bir zaman dilimini kapsayan bir araştırma bu sonuçları desteklemiş. Bunu takiple Avustralya ve Yunanistan'da da bu iddiaları destekler sonuçların elde edildiği araştırmalar yapılmıştır. Bu araştırmanın sahibi araştırmacılar, çok düşük miktarlarda lityuma maruz kalmanın sinir sistemini koruyucu, hatta sinir hücresi gelişimini destekleyici etkilerinin olabileceği fikrini öne sürmüşlerdir. Bu araştırmada kullanılan verilerin tekrar analiziyle yayımlanan ikinci bir araştırmada, içme suyundaki lityum miktarındaki artışın, çalışmada gözlenen ölüm oranlarıyla negatif korelasyon gösterdiği bulgulanmıştır. Bu süreçte, İngiltere'de yapılan bir araştırma, yukarıda anlatılanlara aykırı bir sonuç vermiştir. Fakat bu araştırmaya konu olan bölgede içme sularındaki lityum miktarının, öteki çalışmalara ve ilgili bölgelere kıyasla çok daha düşüktür. Uygulamalar. Piller. 2021'de çoğu lityum, elektrikli otomobil'ler ve mobil cihazlar için lityum iyon pil yapmak için kullanıldı. Seramik ve cam. Lityum oksit, silika işlemek için malzemenin erime noktası ve viskozitesini azaltarak akı olarak yaygın kullanılır ve düşük termal genleşme katsayıları dahil olmak üzere iyileştirilmiş fiziksel özelliklere sahip sırlar elde edilmesini sağlar. Dünya çapında bu, lityum bileşikleri için en büyük kullanımlardan biridir. Fırın kapları için lityum oksit içeren sırlar kullanılır. Lityum karbonat (Li2CO3) genellikle bu uygulamada kullanılır çünkü ısıtıldığında okside dönüşür. Elektrik ve elektronik. 20. yüzyılın sonlarında lityum, yüksek elektrot potansiyeli nedeniyle pil elektrolitlerinin ve elektrotlarının önemli bir bileşeni haline geldi. Düşük atom kütlesi nedeniyle, yüksek yük ve güç-ağırlık oranına sahiptir. Tipik bir lityum-iyon pil, kurşun-asit için 2.1 volt ve çinko-karbon için 1.5 volt ile karşılaştırıldığında hücre başına yaklaşık 3 volt üretebilir. Şarj edilebilir ve yüksek enerji yoğunluklu lityum iyon piller, anot olarak lityum veya bileşikleri ile tek kullanımlık (birincil) piller olan lityum piller'den farklıdır. Lityum kullanan diğer şarj edilebilir piller arasında lityum-iyon polimer pil, lityum demir fosfat pil ve nanotel pil bulunur. Yıllar boyunca potansiyel büyüme konusunda görüşler farklı olmuştur. 2008'de yapılan bir araştırma, "gerçekçi olarak ulaşılabilir lityum karbonat üretiminin geleceğin PHEV ve EV küresel pazar gereksinimlerinin yalnızca küçük bir bölümü için yeterli olacağı", "Taşınabilir elektronik sektöründen gelen talebin önümüzdeki on yılda planlanan üretim artışlarının çoğunu alacağı" ve "lityum karbonatın seri üretimi çevreye duyarlı olmadığı, korunması gereken ekosistemlerde onarılamaz ekolojik hasara neden olacağı ve LiIon tahrikinin 'Yeşil Araba' kavramıyla bağdaşmadığı'" sonucuna varmıştır. Gres yağları. Lityumun en çok üçüncü kullanımı greslerdir. Lityum hidroksit güçlü bir bazdır ve bir yağ ile ısıtıldığında lityum stearat'tan yapılmış bir sabun üretir. Lityum sabun, yağları yoğunlaştırma özelliğine sahiptir ve çok amaçlı, yüksek sıcaklık gres yağları üretmek için kullanılır. Metalurji. Lityum (örn. lityum karbonat olarak), akışkanlığı arttırdığı sürekli döküm kalıp akı cüruflarına katkı maddesi olarak kullanılır, 2011'de küresel lityum kullanımının %5'i burada kullanıldı. Lityum bileşikleri damarlanmayı azaltmak için demir dökümünde döküm kumu'na katkı maddesi (akı) olarak da kullanılır. Lityum (lityum florür olarak) alüminyum izabe tesislerine (Hall–Héroult prosesi) katkı maddesi olarak kullanılır. Böylece alüminyumun erime sıcaklığını düşürür ve elektrik direncini arttırır. 2011'de üretimin %3'ü bunun için kullanıldı. Kaynak veya lehimleme için akı olarak kullanıldığında, metalik lityum işlem sırasında metallerin kaynaşmasını destekler ve safsızlıkları emerek oksitlerin oluşumunu ortadan kaldırır. Alüminyum, kadmiyum, bakır ve manganez içeren metal alaşımları yüksek performanslı, az yoğun uçak parçaları yapımında kullanılır (ayrıca bkz. Lityum-alüminyum alaşımları). Silikon nano kaynak. Lityum, elektrikli piller ve diğer cihazlar için elektronik bileşenlerde silikon nano kaynakların mükemmelleştirilmesine yardımcı olmada etkili bulunmuştur. Hava temizleme. Lityum klorür ve lityum bromür, higroskopiktir ve gaz akışlarında kurutucu olarak kullanılır. Lityum hidroksit ve lityum peroksit, uzay aracı ve denizaltıların kapalı alanlarda karbondioksit giderme ve hava temizleme için en çok kullanılan tuzlardır. Lityum hidroksit, lityum karbonat oluşturarak havadan karbon dioksit emer ve düşük ağırlığı nedeniyle diğer alkalin hidroksitlere göre tercih edilir. Lityum peroksit (Li2O2) nem varlığında sadece karbon dioksit ile reaksiyona girerek lityum karbonat oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda oksijeni de serbest bırakır. Reaksiyon aşağıdaki gibidir: Yukarıda bahsedilen bileşiklerin bazıları ve lityum perklorat denizaltılara oksijen veren oksijen mumlarında kullanılır. Bunlar ayrıca küçük miktarlarda bor, magnezyum, alüminyum, silikon, titanyum, manganez ve demir içerebilir. Optik. Kristal olarak yapay olarak büyütülen lityum florür, berrak ve şeffaftır ve genellikle IR, UV ve VUV (vakum UV) uygulamaları için özel optiklerde kullanılır. En yaygın malzemelerin derin UV'sinde en az kırılma indekslerinden birine ve en uzak iletim aralığına sahiptir. Termolüminesan radyasyon dozimetrisi (TLD) için ince bölünmüş lityum florür tozu kullanılmıştır: Böyle bir numune radyasyona maruz kaldığında, ısıtıldığında yoğunluğu alınan radyasyon dozu ile orantılı mavimsi bir ışık salınımıyla çözülen kristal hatalarını biriktirir böylece bunun nicelleştirilmesine izin verir. Lityum florür bazen teleskopların odak merceklerinde kullanılır. Lityum niyobat'ın yüksek doğrusal olmama özelliği, doğrusal olmayan optik uygulamalarda faydalanılır. Cep telefonları ve optik modülatör'ler gibi telekomünikasyon ürünlerinde, rezonant kristal'ler gibi bileşenlerde yaygın kullanılır. Cep telefonlarının %60'ından fazlasında lityum uygulamaları kullanılır. Organik ve polimer kimyası. Organolityum bileşikleri, polimer ve ince-kimyasalların üretiminde çok kullanılır. Bu reaktiflerin baskın tüketicisi olan polimer endüstrisinde alkil lityum bileşikleri fonksiyonelleştirilmemiş olefinlerin anyonik polimerizasyondaki katalizörler/başlatıcılar'dır. İnce kimyasalların üretimi için organolityum bileşikler, karbon-karbon bağlarının oluşumu için güçlü bazlar ve reaktifler olarak iş görür. Organolityum bileşikleri, lityum metal ve alkil halojenürlerden hazırlanır. Organik bileşikleri hazırlamak için reaktif olarak birçok başka lityum bileşiği kullanılır. Bazı popüler bileşikler arasında lityum alüminyum hidrit (LiAlH4), lityum trietilborohidrit, n-bütillityum ve tert-bütillityum bulunur. Askeri. Lityum alüminyum hidrit (Li[AlH4) gibi metalik lityum ve onun kompleksi hidritler, roket itici gazlara yüksek enerjili katkı maddeleri olarak kullanılır. Lityum alüminyum hidrit kendi başına katı yakıt olarak da kullanılabilir. Mark 50 torpidosu depolanmış kimyasal enerji sevk sistemi (SCEPS), katı lityum bloğu üzerine püskürtülen küçük bir kükürt hekzaflorür tankı kullanır. Reaksiyon, torpidoyu kapalı bir Rankine çevrimi içinde itmek için buhar oluşturarak ısı üretir. Lityum-6 içeren Lityum hidrit, bombanın füzyon aşaması için yakıt görevi gördüğü termonükleer silahlarda kullanılır. İçecek sanayi. "7-Up", piyasaya "Bib-label Lithiated Lemon-Lime Soda" ismiyle sürülmüştür. İçecek, 1950 yılına kadar da lityum sitrat içermiştir. Şehir efsanelerine göre içeceğin ismindeki "7", lityumun atom ağırlığından kaynaklıdır. Tıp. Lityum tuzları bipolar bozukluk tedavisinde, duygu durum dengeleyici olarak kullanılır. Lityumun bu etkisi 1949 yılında Avustralyalı psikiyatr John Cade tarafından belgelenmiştir. FDA, 1970 yılında lityumun etkili bir ilaç olarak tanındığını duyurmuştur. Lityumun hem depresyon hem mani üzerinde etkisi olsa da hipomanik veya manik dönem üzerindeki etkisi daha baskındır. Lityum, depresyon tedavisinde öteki antidepresanların etkisini güçlendirmek için de kullanılmaktadır. Lityum, sindirilmesinin ardından, merkezi sinir sisteminde hızla yayılır ve çeşitli nörotransmitterler ve almaçlarla etkileşir. Norepinefrin salınımını azalttığı ve serotonin sentezini arttırdığı bilinmektedir. Mani üzerindeki etkisini ortaya çıkaran mekanizma bilinmemektedir. Lityum tuzları, şizoaffektif bozukluk ve döngüsel majör depresyon gibi ilgili teşhisler için de yardımcı olabilir. Bu tuzların aktif kısmı lityum iyon Li+'tur. Hamileliğin ilk üç aylık dönemindeki tedavi sırasında lityum alan kadınlardan doğan bebeklerde bunlar Ebstein kalp anomalisi gelişme riskini artırabilirler. Baş zonklamasında olası tedavi olarak lityum da araştırılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18320", "len_data": 17261, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.44 }
İrlanda Cumhuriyet Ordusu ya da kısaca IRA (İngilizce: Irish Republican Army), Kuzey İrlanda'nın Birleşik Krallık'tan bağımsızlığını savunan, 1969 yılında aynı adı taşıyan yapının parçalanmasıyla ortaya çıkan ayrılıkçı örgüttür. İlk başlarda bağımsızlığın ancak silahlı mücadele ile mümkün olduğunu savunan organizasyon, 2005 yılında mücadelelerini sadece politik alanda sürdüreceklerini açıklayarak şiddet eylemlerine son vermiştir. Fakat IRA'dan ayrılan R-IRA, 9 Mart 2009 tarihinde, 2 İngiliz askerini vurarak, "mücadeleye devam" edeceğini bildirmiştir. ABD, 2002 yılında bu örgütü terör örgütleri listesinden çıkarmıştır. Fakat 2009 yılında bir düzenleme ile eski IRA ve devam eden R-IRA listeye tekrar eklenmiştir. Avrupa Birliği'nde, Birleşik Krallık'ta ve İrlanda'da yasa dışı terörist organizasyon olarak kabul edilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18322", "len_data": 832, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.56 }
VidaLinux, Gentoo tabanlı GNU/Linux dağıtımıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18323", "len_data": 48, "topic": "CODING", "quality_score": 2.51 }
Kimmerler ( "Kimmérioi") MÖ 8. yüzyılın ilk yarısına kadar Kimmerya olarak da tabir edilen İdil Nehri'inden Karadeniz'in kuzeyine doğru uzanan geniş bir alanda yaşamış büyük olasılıkla Hint-Avrupa kökenli oldukları varsayılan göçebe ve savaşçı bir ulustur. Tutarlı Yunan ve yazılı Asur kaynaklarına göre Kimmerler MÖ 8. yüzyılın sonlarından itibaren Kafkasya üzerinden Anadolu'ya taşındılar ve burada Frigya-Muşki Krallığının parçalanmasına sebep oldular ve onyıllar boyunca Küçük Asya'nın Yunan şehir devletleri, Lidya Krallığı ve Asur İmparatorluğu için bir tehdit oluşturdular. Tarih. Kılıç kullanmada, ok atmada ve balta kullanmada ustaydılar. Kimmerlerden ilk söz eden Homeros Kimmerlerin ıssız dünyanın sisli ve karanlık ülkesinde yaşadıklarını yazar. Herodotos Kimmerlerin Kuzey Pontus bölgesinden geldiğini söyler. Kimmerya, MÖ 8. yüzyılın ortalarında İskitlerin eline geçince yerlerinden olan Kimmerler büyük kafileler halinde güneye inerek Kafkaslardaki Demir Kapı ve Derbent geçitlerini aşarak (Urartu) Doğu Anadolu'ya girdiler. At üzerinde savaşan İskitler, yaya olarak savaşan Kimmerlere karşı üstünlük sağlamışlardı. MÖ 714'te Urartu sınırını aşarak Orta Anadolu'ya doğru saldırılara başladılar. Kummuh (Adıyaman yöresi), Meluddu (Malatya), Tabal (Nevşehir - Kayseri yöresi), doğuda Şubria (Diyarbakır yöresi) ve batıda Hubuşna'ya (Ereğli) kadar yayıldılar. Kimmerler daha sonra Karadeniz'in güney kıyısı boyunca batıya ilerleyip Sinop (Sinope) civarında bir üs oluşturmuş ve Tabal'a doğru güneye yönelmişlerdi. Kuzeyden gelen bu tehdit karşısında Muşki kralı Mita, Asur ile ittifak yapmak zorunda kalmış ise de onun bu ittifakı bile Kimmer baskısını durduramamıştır. Milattan önce 705'te Muşki kralı Mita'nın da desteğini alan Asur Kralı II. Sargon Kimmerler ile Tabal'da yaptığı savaşta ağır bir yenilgiye uğradı ve savaş alanında öldü. Muşki kralı Mita da savaştan sonra bir daha tarih sahnesinde görülmedi. Bu zafer üzerine Kimmerler bu bölgeyi bir süre daha ellerinde tuttular; Sinop'u (Sinope) ele geçirdiler, batıda Kızılırmak'a kadar uzandılar ve Dugdamme adındaki ünlü önderlerinin komutasında Friglerin üzerine yürüdüler. MÖ 696'da Frig başkenti Gordion'u yağmaladılar. Kimmerler, Asur kralı Esarhaddon tarafından MÖ 679 yılında Hubuşna (Ereğli) mevkiinde bozguna uğratıldıktan sonra batıya yönelerek Lidya'yı tehdide başladılar. Lidya Kralı Gigis, Asur Kralı Asurbanipal ile diplomatik ilişkiler kurup, ondan sağladığı yardımla Kimmerleri MÖ 657'de büyük bir yenilgiye uğrattı ancak Kimmerler bir süre sonra yeniden Lidya'ya saldırıp başkentleri Sardes'i aldılar. Kral Gigis savaş alanında öldü. Sardes'i yakıp yıkan Kimmerler orada kalmayarak hızla Orta Anadolu'ya döndüler. Bir bölümü kuzeybatıya doğru çıkarak Balıkesir'in Edremit ilçesine bağlı Altınoluk beldesinde, Antandros kenti çevresine yerleştiler. Gigis'ten sonra Lidya tahtına oğlu Ardis geçti. Ardis ülkesini Kimmer saldırılarının yarattığı güç durumdan kurtarmak amacıyla yeniden Asur Kralından yardım istedi. Ama Kimmerler kuzeybatıdan, Boğazlar üzerinden gelen Traklar ile birleşip yeniden Lidya'ya saldırdılar ve MÖ 638'de Sardes'i krallık sarayının bulunduğu Akropolis dışında bir kez daha istila ettiler. Bununla da yetinmeyip Ege Denizi kıyısındaki kentlerden Efes, Menderes Magnesiası, Myus, Priene, Lebedos ve Melia'nın yanı sıra bir olasılıkla Miletos'u da yağmaladılar. Sonra Büyük Menderes vadisi boyunca doğuya yönelerek o dönemlerde yurt edinmiş oldukları Kapadokya bölgesine döndüler. (MÖ 630) Düzenli bir devlet örgütleri bulunmayan Kimmerler zaman içinde güçlerini yitirmeye başladılar. MÖ 630'dan kısa bir süre sonra ünlü önderleri Dugdamme'nin Kilikya bölgesindeki bir savaşta ölmesi, onların Anadolu'daki etkinliklerine son verdi. MÖ 680-660 yılları arasında Tabal, Hilakku ve Lidya Kimmer saldırılarından Asurluların yardımına sığınmak zorunda kalmışlardı, bir süre sonra ise MÖ 630 yılında Asurlular bu istilacıları yenmeyi başarmışlardır. Sonuçta Lidya Kralı Alyattes tarafından MÖ 595'te büyük bir yenilgiye uğratılarak Kızılırmak'ın doğusuna sürüldüler. Anadolu'da kalanlar Balıkesir'in Edremit ilçesine bağlı Altınoluk beldesinde Antandros kentinde yaşamışlardır. Diğerleri ikiye ayrılarak Asya ve Avrupa'ya dağıldılar. Batıya giden bir kol MÖ 500'e kadar Macar ovalarında yaşadı. Kırım yöresinde yaşayan Kimmerler ise MÖ 4. ve 3. yüzyıllara kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Arkeolojik araştırmalar. Kimmerler arkeolojik olarak Orta Asya ve Sibirya'nın doğusundan (bilhassa özel olarak Karasuk, Arjaan ve Altay kültürlerinden) ve gelişimine katkıda bulunmuş olan Kafkasya'nın Kuban kültüründen kaynaklı güçlü etkileri içeren, Batı Avrasya bozkırlarının Erken Demir Çağı Çernogorovka-Novoçerkassk kültürleri ile ilişkilendirilirler. Diğer bir başka görüş ise Kimmerlerin maddî olarak erken (Kelermes-Evresi) İskit kültürüne ait oldukları yönündedir. Çernogorovka. MÖ 9 ve 8. yüzyılların başlarına tarihlenmektedir. Adını Çernogorovka köyü yakınlarındaki bir buluntu alanından almıştır. (Bahmut yakınlarındaki Siwersk kasabası) Tipik olarak, mezar tümülüsleri altında, bazen merkezi bir yeraltı dehlizi boyunca uzanan nişlerin içinde doğu-batı yönlü bodur tipi definli mezarlar bulunur. Erkek mezarların da bronzdan ok uçları, at koşum takımı ve bronz saplı demir hançerler defin kültü gereğince mezar donatıları olarak mevcuttur. Çernogorovka kültürünün metalürjisi muhtemelen Kuzey Kafkasya Kuban kültüründen etkilenmiştir. Novoçerkassk. Novoçerkassk kültürü Tunç Çağı'nın Kiriş mezar kültüründen türemiş olup MÖ 8 ve 7. yüzyıllara tarihlenir. Tuna ve Volga arasındaki bölgede yayılım gösterir. Alçak mezar höyükleri (Kurgan) altında, batı-doğu yönelimli mezarlar tipiktir ve daha eski höyüklerde sonrası dönemlere ait yeni mezarlar da mevcuttur. Erkek mezar eşyaları, genelde savaş gereçleri olan bileşik yaylar, elmas biçimli ağızlı ok uçlarının yanı sıra demir mızraklar, kılıçlar, hançerler, topuz taş uçlu sopalar, bileği taşları ve bronz ve kemik aksesuarlı koşum takımlarından oluşur. At mezarları ise nadirdir. Kadın mezarları çoğunlukla seramik eşyaları içerir. Bireysel mezarlar, sosyal farklılıkları gösteren altın takılar da dahil olmak üzere çok zengin bir şekilde donatılmıştır. Novoçerkassk kültürüne ait bir istif yığını Gürcistan'daki Surmuşi'de bulunmaktadır. Novoçerkassk kültürü MÖ 7. yüzyılda aniden sona erdi ve ardı sıra İskitlere atfedilen buluntular geldi. Bu, Herodot'un İskitlerin Kimmer topraklarını işgali hakkındaki açıklamalarını destekleyebilir. Kuban bölgesindeki buluntular Asur ile olan temas ve bağlantılarını kanıtlamaktadır. Kislovodsk yakınlarındaki Klin-Yar III'teki bodur tipi definli mezarlar da Asur kralları Sanherib veya Asurbanipal zamanından kalma birkaç Asur'a özgü sivri başlı koni biçimli pirinç döküm miğfer, Novoçerkassk tipi at koşumlarıyla birlikte bulundu. Paralı askerlerin mezarları veya elde edilmiş ganimetler olabilirler. Ancak Askold, sacdan perçinlendiklerine ve Yakındoğu parçaları gibi döküm yapılmadıklarına dikkati çeker ve bunların yerel üretimler olduğunu belirtir. Urartu kralı I. Argişti'nin yazıtlı bir döküm bronz miğferi, Kuzey Osetya'daki Verhnyaya Ruça'da bulunur. Ukrayna Ulusal Bilimler Akademisi'nin üyelerinden Alman arkeolog Renate Rolle (1977), Rusya'nın güney kesimlerinde Kimmerlerin varlığını arkeolojik kanıtlar ile henüz hiç kimsenin kanıtlayamadığını savunmuştur. Anadolu ve Kelermes evresi. Tarih Profesörü , Kimmerlere ait buluntuları net bir şekilde belirlemek için kuzey Anadolu'da Antik Yunan yazarlarına göre Kimmerlerin yerleştiği ve İskitlerin ise bulunmadığı bölgeleri inceledi. Norşuntepe Höyüğü'nden iki gömütü ve (Vuslat Ünal tarafından İskitlere veya Sarmatlara atfedilen Amasya'nın İmirler köyü ve yakınlarındaki iki gömütü'de (tam menşeini belirtmeden) Kimmerlere atfeder. Norşuntepe Akropolü'ndeki gömütler içinde bulunan çanak çömlekler sayesinde, MÖ 7. yüzyılın ortalarına tarihlenen bir yapı ile örtülüdür ve Gömüt III'te Urartu kralı II. Argišti'ye ait yazıtlar, birkaç Urartuya özgü dizgin gem ağzı ve Kelermes evresine özgü bir yırtıcı kafalı dizgin gem ağızlığı bulunmaktadır. Amasya'daki Kimmer buluntuları İmirler köyünden bir gömütü içermektedir ve gömüt tipik olarak Erken (Kelermes) dönemi İskit tipi silahlar ve (dizgin-gem ile at koşumlarını barındırmaktadır. İmirler'in yaklaşık 100 km doğusunda ve Samsun'a 50 km uzaklıkta bulunan bir diğer Kimmer gömütü 250 adet İskit tipi ok ucu içermektedir. Buluntularda tipik olarak çanak-çömlek eksiktir, fakat Askold İvançik'e göre bu zaten beklenilen bir şey değildir ve atlı göçebeler tarafından yapılan yağma ve hırsızlıkların... çoğu zaman "sadece arkeolojik yöntemler ile tanımlanması zor olan yetersiz izler bıraktığını" ifade eder ve Avrupa'daki Hun ve Macar istilaları ile olan benzerliklerine dikkat çeker. Sardis'teki görünür vaziyetteki tahribatlı bir alan Kimmerlere atfedilir, ancak az sayıda Kimmer buluntusunu içerir ve (Kelermes) İskit biçimine özgü olan kıvrılmış çift kuş başlı bezemeli halka şeklindeki kemikten bir kın ağızlığı, MÖ 7. yüzyılın Proto-Korinth seramiklerine de yol açan bir katmandan gelir.Efes'ten gelen ok uçları bazen Kimmerlere atfedilir. Ancak bunların gerçekte Kimmeryalı savaşçılardan geldikleride kanıtlanamaz. Üç kanatlı bronz'dan ok uçları Sardis, Norşuntepe gömüt-II), Nuşiyan, Boǧazköy,Ayanis Kalesi, Bastam kalesi (İran), Kayalıdere ve Samarya tapınaklarının cellalarından da bilinmektedir ve ayrıca MÖ 5. yüzyıla kadar ortaya çıktıkları da bilinir. Nimrud'da (II. Aşurnasirpal MÖ 884-858) bulunan kabartmalardaki atlı biniciler, bazen Kimmerler veya İskitler olarak da yorumlanır, ancak Askold'a (2001) göre tipik olarak Yakın Doğu tarzında at binerler ve bu nedenle de göçebe at binicisi halkların üyeleri olarak tanımlanmamalıdırlar. Arkeogenetik. Ekim 2018'de "Science Advances"'te yayımlanan genetik bir çalışma, MÖ 1000 ila 800 yılları arasında gömülü olan üç Kimmer'in kalıntılarını inceledi. Elde edilen iki Y-DNA örneği R1b1a ve Q1a1 haplogruplarına ait iken, üç mtDNA örneği H9a, C5c ve R haplogruplarına aitti. Temmuz 2019'da "Current Biology" bilim dergisinde yayımlanan başka bir genetik çalışmada, üç ayrı Kimmerlinin kalıntıları incelendi ve çıkarılan iki Y-DNA örneği R1a-Z645 ve R1a2c-B111 haplogruplarına sahipti, üç mtDNA örneği ise H35, U5a1b1 ve U2e2 haplogruplarına aitti. İncil'de. Kitâb-ı Mukaddes'te gecenin yarısı uzak (kuzey) dünyanın uçlarından gelen bir halk olan Gomer'den bahsedilir. (İbranice:גֹּמֶר‎ "Gōmer") Gomer genelde Kimmerler ile eş tutulur. Yaratılış bölüm 10:2'deki Ulusların Tablosu Gomer'i Yâfes'in çocukları arasında listeler. Yâfes'in diğer soyundan gelenler ise Māgog, Medâi (Medler), Yavan (Yunan), Tubāl (Anadolu'daki Tabal), Meşek (Muşki-Frig) ve Tīrās'tır. Gomer, Orta Çağ ve Erken Modern Çağ'da Cimbriler olarak da yorumlandı ve böylece örneğin İngiliz ve İsveçlilerin'de atası oldu. Gomer'in çocukları arasında Rifat ve Tōgarmā'nın yanı sıra İskitler/Aşguzai) ile eş tutulan Aškənāz'da vardır. Hezekiel 38:6)'da Gomer, (Tōgarmā (Tilgarimmu?) topluluğu ile birlikte, Māgog ülkesinin başı Gog'un müttefikleri arasında, Tubāl ve Meşek'in hükümdarı (39:2) olarak adlandırılır ve ülkenin üzerine at sırtında büyük bir kalabalıkla tüm ülkeyi (İsraili) kaplayacak olan tek bir bulut gibi geleceklerine dair kehanette bulunulur. (Hez.38.16) Ama Rab (YHWH) onu salgın, kan, ateş ve kükürt yağmuruyla yok edecek ve yayını elinden alacak. Peygamber Hezekiel; İsrailoğulları'nın Māgog ve Gomer'in kalkanlarını, yaylarını, oklarını, sopalarını ve mızraklarını yaktıklarını ve böylece yedi yıl boyunca yakacak oduna ihtiyaç duymadıklarını anlatır. (39.10) Ordunun kalıntıları, Lut Gölü'nün doğusundaki Avarim veya Hamon-Gog Vadisine gömülmüştür. Yeşaya (5.26-28 LUT) Gomer'in yaylarını, atlarını ve savaş arabalarını betimler. Dilbilim ve etnonim. Kimmerler kendileri hakkında hiçbir yazılı kayıt bırakmadılar ve onlar hakkındaki bilgilerin çoğunluğu büyük ölçüde MÖ 8 ila 7. yüzyıllara ait Asur kayıtlarından ve MÖ 5. yüzyıl ve sonrasındaki Greko-Romen yazarlarından gelmektedir. Kimmerlerin dili hakkındaki veriler, etnik adlarının etnonimi ve krallarının üç ismi ile sınırlıdır; ve tahminlere dayalı olmakla birlikte, bütün bu isimler için İranî dillerde kökenbilim önerilmiştir ve bunların hiçbirisi tartışılmaz değildir. Kimmerlerin ve İskitlerin yazılı kaynaklardaki ve arkeolojik verilerdeki kültürel yakınlıkları göz önüne alındığında, genel olarak dillerinin İranî dil grubunun (Doğu İran dilleri) bir parçası olduğu da bu nedenle varsayılmaktadır. Başka bir varsayımsal versiyona göre ise Kimmerler köken olarak Traklardı ve Friedrich Lehmann-Haupt'a göre, Kimmerlerin dili Trak ve İran dilleri arasında "kayıp bir halka" olabilirdi. Slavoloji uzmanı Georg Holzer ise Kimmerler ile özdeşleştirdiği apayrı bir Hint-Avrupa dil dalının olası varlığınıda varsayar. Etnonim. "Kimmer" adı Asur yazıtlarında (Akadca: 𒆳𒄀𒂇𒊏𒀀𒀀 "mat Gimirrāya" şeklinde kaydedilmiş olup Latince "Cimmerii" ise kendisinden önceki Eski Yunanca "Kimmérioi"'den (Κιμμεριοι) türetilerek gelmiştir ve ismin kökeni kesin olarak belirsiz olup bunun için çeşitli önerilerde bulunulmuştur: Dilbilim/Onomastik. Macar dilbilimci János Harmatta ve Dağıstan (Lak) asıllı Sovyet tarihçi Muhammed Dandamayev'e göre; Kimmerler İran dillerinin İskit dilleri öbeğine ait bir lehçe konuşuyorlardı ve tercümanlara ihtiyaç duymadan İskitlerle düzgün bir şekilde iletişim kurabiliyorlardı. İranolog Ľubomír Novák ise Kimmerceyi (/d/ sesinin /l/ ya evrilişi gibi) İskitçe ile benzer özellikler sergileyen İskit dillerinin bir akrabası olarak görür. Kimmerler'den geriye kalan sadece birkaç kişisel (Teušpā, Dugdammē ve Sandakšatru) krallarının isimleridir ve bu isimler sadece Asur yazıtlarından günümüze ulaşmıştır. Kimmerlerin kayıtlı kişisel isimleri ya kökenlerini yansıtan belki İranî ya da Anadolu'ya göç etmelerinden sonra Anadolu'nun yerli halklarının kültürel etkisini yansıtan Anadolu özellikliydi. Kimmerler ve Kırım. Kimmerlerin adının Kırım Yarımadası'nın isminin belirlenmesinde korunduğu söylenir. Isaac Asimov, çeşitli yer adlarını Kimmer kökenlerine kadar izlemeye çalıştı ve "Cimmerium"'un Türk toponimi olan "Kırım" ismine yol açtığını öne sürdü. Bununla birlikte, Kimmerlerin adını kullanmak zorunda kalmadan Kırım Tatarcası (Къырым, "Qırım" "tepem" anlamına kadar uzanabilir ve antik çağlarda bu yarımada genellikle (Ταυρικῆ) Taurica veya İskit Hersonisos'u veya sadece Hersonisos olarak da anılırdı. Kökenleri üzerine yaklaşımlar. Kimmerlerin kökenini belirlemek için güvenilir bir yazılı kaynak yoktur, onların varlığı bazen araştırmacılar tarafından sorgulanır ve Kimmerler hakkındaki çağdaş araştırmalar ve yayınlarda genelde ve muhtemel olarak Doğu Avrupa bozkırlarında yaşayan bir halk olarak tanımlanırlar. Kimmerleri gerçek bir etnik topluluk olarak gören bilim insanları, MÖ 9-8 ve 7. yüzyıllar arasındaki zaman dilimlerin de varlıklarını varsayıp öne sürmektedirler. Etnolinguistik kökenleri hakkında detaylı ve kesin bilgiler olmamakla birlikte, Hint-Avrupa halklarının Yakın Doğu kökenli olduğu varsayımına dayanan en son araştırmaya göre; Kimmer kabilelerinin atalarının muhtemelen Ummān-manda adlı kabileler olduğu da varsayılmaktadır. Ummān-manda MÖ 3. binyıl'ın sonlarından MÖ 1. binyıl'ın ortalarına kadar, Mezopotamya'da bölgenin kuzey ve kuzeydoğusunda yaşayan Sami ve Sümer olmayan halklara atıfta bulunmak için kullanılan kolektif bir terimdi ve Eski Yakın Doğu'da farklı bağlamlarda Kimmerler olarak da adlandırıldılar. Ummān-manda'nın anavatanı, Orta Anadolu'dan kuzey veya kuzeydoğu Babil'e kadar olan herhangi bir yerde görünür ve bu da temelde tarihi Kapadokya olarak adlandırılan ülke ile örtüşür. Ermeni geleneği kaynakları Kapadokya topraklarını Orta Çağ'a kadar ("Gamirk" (Erm:Գամիրք) olarak adlandırır ve kaynağı antik çağlarda burada yaşayan Kimmeryalı kabilelerde ve buna muḳābil gelen İncil'deki "Gomer'de görülür. Kimmerlerin ve İskitlerin yazılı kaynaklardaki ve arkeolojik verilerdeki kültürel yakınlıkları göz önüne alındığında, genellikle dillerinin İranî dillerin (Doğu İran dilleri'ne) ait bir lehçesi olduğu ve İskitler ile akraba olup fakat kendi başlarına ayrı bir etnik öğeyi oluşturan Karadeniz-Hazar stepleri'nin göçebe İranî halklarından birisi oldukları da varsayılmaktadır. Arkeolojik açıdan, Kafkasya bozkırlarına karşılık gelen bu bölgelerde yaşayan İskit öncesi nüfusların maddî kültürleri ile etraflarındaki Volga ve Don nehri bölgeleri arasında hiçbir fark yoktu ve görünüşe göre Kimmerler ile İskitler arasında başkaca önemli bir farkta bulunmamaktaydı. Kimmerlerin etnik kökenlerine ilişkin diğer iddialar ve ilişkilendirmeler arasında ya doğrudan Traklar ya da İranî bir yönetici sınıfa sahip Traklar veya Trak kabileleriyle çok daha yakından ilişkili diğer gruplar ile de ilişkilendirilirler. Kimmerlere yönelik uygulanan Trak oldukları varsayımının temeli, Yunan tarihçi Strabon'un (Τρηροι) "Trēri" kabilesini yazınsal metninin bir bölümünde Traklarla, diğer bir bölümünde ise Kimmerlerle ilişkilendirmiş olmasının gerçekliğine dayanır ve bununla birlikte Trak oldukları önerisi; Kimmerler ile müttefikleri olan bu Trak soylu ("Trēri") kabilesi arasında, Strabon'un şahsî nezdinde yaşamış olduğu ayrıca bir kafa karışıklığından kaynaklı olabileceği içinde eleştirilmiştir. Genellikle bazı Avrupalı Türkolog ve Türk tarihçiler tarafından Kimmerlerin Türkî (veya Ön Türk) kökenli olduklarına dair iddialar da mevcuttur. Bunun yanı sıra [[Çerkesler]in ataları olarak da kabul edilen [[Azak Denizi]] kıyısı ve çevresinde yaşayan [[Meotlar]] ile de ilişkilendirilirler. [[Cambridge University Press|Cambridge Antik Tarihi]], Meotları ya Kimmer soyundan gelen bir halk ya da Kafkasyanın yerlileri olarak sınıflandırır. [[Marksist arkeoloji|Sovyet arkeologları]], tarihçileri ve etnografları ise Meotluların Çerkes kabilelerinden birisi olduğu sonucuna varırlar. [[Yeni Çağ|Erken Çağdaş]] dönem tarihçileri "Cimmerii"'nin (17. yüzyıl Keltoloji uzmanları tarafından da belirtilen) [[Cimbri]] veya [[Galliler|Cymry]]'ye olan benzerliğinden yola çıkarak, [[Keltler]] veya [[Cermenler]] için Kimmerlerin soyundan geldikleri iddiasında bulundular. Antik Çağ düşünürü [[Poseidonius]], Batı Asya'ya göçen Kimmerlerin sadece küçük bir sürgün topluluğu olduğunu ve büyük kısmının [[Okeanos]] ve Hersiniyen Ormanı kıyıları arasında, ormanlık ve güneşten uzak kuzeyde yaşadıklarını ve [[Cimbri]]ler olarak bilinen insanlarla aynı olduklarını yazdı. Kimmerlerin ve Cimbrilerin isimleri benzer olduğundan ve her ikisi de Yunanlılar tarafından, işgal ettikleri halklar için önemli yıkımlara neden olmuş vahşi barbar kabileler olarak algılandığından, Yunan gelenekleri onları kademeli olarak eşitledi ve sonrasında birbirleriyle özdeşleştirdi. Hatta tüm bu anlatılar, Yunan tarihçi [[Plutarhos|Plutarkhos]] (MS 46 - 120?) tarafından somut tarihsel kanıtlara dayanmaktan ziyade varsayımsal olduğu için eleştirildi. Günümüzde "Cymro" "Galli" (çoğul: "Cymry") kelimesi çağdaş Kelt dilbilimcileri tarafından da "yurttaş" anlamına gelen [[Bretonca]] "*kom-brogos" kelimesinden türetildiği kabul edilmektedir. Popüler kültür. Amerikalı yazar [[Robert E. Howard|Robert Ervin Howard]] tarafından yaratılmış fantastik bir çizgi roman kahramanı olan Barbar Kimmeryalı [[Conan (kurgusal karakter)|Conan]]'ın serüvenleri tüm dünyada yayınlanmış ve insanlarda Kimmerler hakkında merak ve ilgi uyandırmıştır. (1307-Kimmerya) [[Asteroit kuşağı]]'nın iç bölgelerinden gelen ve yaklaşık 10 kilometre çapında taşlı bir [[asteroit]]tir. 17 Ekim 1930'da Kırım yarımadasındaki Simeiz Gözlemevi'nde Sovyet astronom [[Grigory Neujmin]] tarafından keşfedildi ve daha sonra adını Kırım'ın eski halkı olan Kimmerler'den aldı. Kaynakça. [[Kategori:Kimmerler| ]] [[Kategori:Ukrayna tarihi]] [[Kategori:Kırım tarihi]] [[Kategori:Avrasya'daki göçebeler]] [[Kategori:Eski etnik gruplar]] [[Kategori:Kuzey Kafkasya tarihi]] [[Kategori:Kafkasya halkları]] [[Kategori:Asya kökenli ölü diller]] [[Kategori:Demir Çağı'nda Anadolu]] [[Kategori:Asur]] [[Kategori:Etnik gruplara göre arkeoloji]] [[Kategori:Anadolu arkeolojisi]]
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18325", "len_data": 20071, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.84 }
Samsunspor futbol takımı ya da resmî adıyla Samsunspor Futbol Kulübü Anonim Şirketi, Süper Lig'de mücadele eden anonim şirket yapısındaki Türk futbol kulübü. Samsunspor Kulübünün futbolda faaliyet gösteren branşı olan kulüp 30 Haziran 1965'te profesyonel bir yapıya kavuşmuştur. Futbol takımı, ilk yıllarında iç saha maçlarını Şehir Stadı'nda oynamakta iken 1974-75 sezonu ile birlikte 19 Mayıs Stadyumu'na taşınmış, 2017-18 sezonundan itibaren de yeni 19 Mayıs Stadyumu'nda maçlarını oynamaya başlamıştır. Samsun'un en başarılı futbol takımı olan Samsunspor, tarihinde 23 hafta boyunca Süper Lig'in zirvesinde yer almıştır ve Süper Lig'de en uzun süre lider kalan 7. takımdır. Bu alanda Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor, Bursaspor ve Sivasspor'dan sonra en başarılı takımdır. Ayrıca Süper Lig tarihinde en fazla puan toplayan 10. takım ve 1. Lig'in en çok şampiyon olan takımı durumundadır. Aynı zamanda yedi kez şampiyon olarak yükseldiği Süper Lig'den yedi kez düşerek bu alanda da rekorun sahibidir. Samsunspor, 1993-1994 sezonunda son kez düzenlenen Balkan Kupası'nı kazanarak müzesine götürmüştür. 1997-1998 sezonunda ise UEFA Intertoto Kupası'na katılan Samsunspor, bu turnuvada yarı finale yükselerek önemli bir başarı elde etmiştir. Samsunspor, bir diğer Karadeniz ekibi olan Trabzonspor ile rekabet içerisindedir. Ayrıca kulübün Karadeniz takımlarıyla oynadığı tüm maçlar "Karadeniz derbisi" olarak adlandırılmaktadır. Takımın ilk formaları düz kırmızı ve düz beyaz takım formalardan oluşmaktadır. Tarihçe. Amatör dönem. Samsunspor, 1927 yılında Türk Ocağı'nın yerel spor şubesi ve Al Yıldız İdman Ocağı'nın Nuri Bey başkanlığında birleşmesiyle kurularak siyah-beyaz renkleri benimsedi. İlk maçını Haziran 1927'de Bahriye'ye karşı oynayan ekip 1-0 yenildi, ilk galibiyetini ise Samsun İdman Yurduna karşı 5-0'lık sonuçla aldı. Kulüp, 1929-30 sezonunda kapatılarak tüm kadrolarıyla yeni kurulan Halkspor'a devredilse de bir sonraki sene yeniden Samsunspor adıyla faaliyetlerine başladı. 1932 Ağustosunda Süleyman Bey'in başkanlığındaki Samsunspor ismini mıntıkaya tescil ettirerek Samsun İdman Yurdu, Halkspor, Tütün Fabrikasıspor ve Samsun Demirspor'la birlikte mıntıkayı oluşturdu ancak başarılı sonuçlar alamayarak vasat bir takım görüntüsü sergiledi. 1936 yılında ise müsabakalara katılımı okul takımı olması nedeniyle istenmeyen Samsun Demirspor'un Samsunspor ile birleşmesiyle Samsunspor-Demirspor Birliği meydana getirilerek Hikmet Alpaner kulüp başkanı seçildi. 1938'de Vedat Urfi'nin başkanlığına geldiği Samsunspor kadrosunu güçlendirerek 1939'da mıntıka finaline kadar çıktı ancak Bafraspor'a 2-1 yenilerek şampiyonluğu kaçırdı. Çeşitli imkânsızlıklar nedeniyle kulüp bir süreliğine kapansa da 16 Kasım 1950 tarihinde yeniden faaliyete geçmiştir. Profesyonelliğe geçiş yılları. 30 Haziran 1965 tarihinde Samsun merkezli beş amatör lig takımı 19 Mayıs, Fener Gençlik, Akınspor ve Samsun Galatasaray Gençlik aldıkları kararla Samsunspor'a katılarak dönemin Ticaret Bankası Samsun Şube Müdürü Kadri Ersan'ın başkanlığında kırmızı-beyaz renkleri benimseyen Samsunspor vücut bularak Türkiye 2. Futbol Ligi'nde oynamaya başladı. Kuruluşunu takiben ulusal çaptaki rakipleriyle mücadele edebilmek amacıyla maddi destek arayışına giren kulüp şehrin ileri gelenlerinden toplamda ₺35.000 borç ve Samsun Ticaret Odasından ₺10.000 hibeli destek almış, 29 Temmuz 1965 gecesi Samsun Fuarı'nda düzenlenen bir eğlence programıyla da fazladan gelir sağlanmıştır. Yeni takım ilk antrenmanını 1 Ağustos 1965 günü 14.00'dan 17.00'a kadar süren törenle birlikte seyirciye açık şekilde gerçekleştirdi. Samsunspor, profesyonel liglere ilk kez 1965-66 sezonunda günümüzdeki adı 1. Lig olan 2. Futbol Ligi'nde adım attı. 5 Eylül 1965 tarihinde ilk profesyonel lig maçını oynayan Celal Torkal idaresindeki Samsunspor'un rakibi Yeşildirek idi. Samsunspor, Şehir Stadı'nda oynanan ve hakemliğini Nadir Irmak'ın yaptığı maçı Nihat Serçeme'nin attığı golle lig tarihindeki ilk maçını 1-0 kazanırken Nihat da Samsunspor tarihinin ilk resmî golünü atan oyuncu olarak tarihe geçti. Ligdeki bu ilk sezonunda Samsunspor Beyaz Grup'ta 5. olmuş, aynı sezon Türkiye Kupası'nda ise 2. turda Güneşspor'a elenmiştir. 1966-67 sezonu başında kadrosunu yenileyerek teknik direktörlüğüne Muzaffer Gür'ün, sonrasındaysa Nejat Tayman'ın getirildiği takım mevsimi ikincilikle tamamlarken, Türkiye Kupası'nda yarı finale kadar çıkmıştır. Kupada Konyaspor, Manisaspor ve Fenerbahçe'yi eleyen takım, Göztepe'ye iki maç sonucunda elenmiştir. Ertesi sezon ortasında Yılmaz Ulusoy'un başkanı olduğu kulüp liderlik için İzmirspor'la yarışsa da 2 puanla ligi 2. sırada tamamlamış, 1968-69 sezonunda ise tarihindeki ilk başarısını elde ederek ligi Kamuran Soykıray'ın teknik direktörlüğünde Beyaz Grup lideri olarak tamamlamış ve ilk şampiyonluğunu yaşamıştır. 1969-70 sezonunda şimdiki adı Süper Lig olan 1. Futbol Ligi'nde ilk sezonunu geçiren Karadeniz takımı Basri Dirimlili yönetiminde lige başlasa da ilerleyen süreçte Lefter Küçükandonyadis göreve getirilmiş ve ligi 6. sırada tamamlamıştır. Samsunspor böylece üç büyük il olan Ankara, İstanbul ve İzmir takımları dışında bu ligde yer alan ilk takım olma başarısını göstermiştir. Beş sezon boyunca 1. Futbol Ligi'nde mücadele ettikten sonra ise 19 Mayıs Stadyumu'na taşındığı sezon olan 1974-75 sezonunda ligi 24 puan ile 15. sırada tamamlamış ve 2. Futbol Ligi'ne düşmüştür. Bunun üzerine teknik direktör Basri Dirimlili'nin görevine son verilmiş ve tekrar Kamuran Soykıray takımın başına getirilmiştir. 1975-76 Türkiye 2. Futbol Ligi sezonunda Soykıray tekrar Samsunspor'u Beyaz Grup lideri yapmış ve 1. Futbol Ligi'ne taşımıştır. Ayrıca aynı sezon Gençlik ve Spor Bakanlığı Kupası'nda da mücadele edilmiş ve Bursaspor 2-1 mağlup edilerek bu kupa ilk ve son kez kazanılmıştır. 1976-77 Türkiye 1. Futbol Ligi sezonuna 2. Futbol Ligi ve Gençlik ve Spor Bakanlığı Kupası şampiyonu unvanıyla başlayan kulüp ligi 10. sırada bitirmiştir. Türkiye Kupası'nda da 3. turda elenilerek bir başarı sağlanamamıştır. İki sezon daha bu ligde yer aldıktan sonra 1978-79 sezonunu 15. sırada tamamlayarak küme düşülmüş fakat bu durum uzun sürmemiştir. 1981-82 Türkiye 2. Futbol Ligi sezonu öncesi Fevzi Zemzem ile anlaşılmış, Yalıspor'dan getirilen Emin Kar hariç olmak üzere Samsunlu yeni futbolcular transfer edilerek kadroda revizyona gidilmiş, sezon sonunda Fevzi Zemzem'in yerine gelen Mehmet Babalık'ın idaresinde D Grubu lideri olunarak tekrar 1. Futbol Ligi'ne yükselinmiştir. 1982-83 sezonunu başında Fevzi Zemzem bir kez daha göreve getirilmiş, önceki sezon transfer edilen Tanju Çolak'ın gol krallığı yarışında 16 gol ile ikinci sırada yer almasına rağmen takım kötü bir performans göstererek tekrar 2. Futbol Ligi'ne düşmüştür. 1983-84 sezonu ortasında kulübün en başarılı döneminde başkanlığını yapacak olan Hasbi Menteşoğlu göreve gelmiş, sezon takımın deplasmanlardaki kötü sonuçları nedeniyle 3. sırada bitirilmiştir. 1984-85 sezonu başında Fethi Demircan teknik direktör olarak getirilmiş, o sezon ligi C Grubu lideri tamamlayan Samsunspor tekrar şampiyonluk yaşayarak 1. Futbol Ligi'nde yer almaya hak kazanmıştır. Ekip, sezon boyunca yakaladığı 17 galibiyet ve 9 beraberlik içeren 26 maçlık yenilgisizlik serisiyle de ligin rekorunu kırmış olup bu rekor hâlen geçilememiştir. Altın dönem. 1985-86 Türkiye 1. Futbol Ligi sezonu öncesinde Fahrettin Genç takımın başına getirilmiş, Zonguldakspor'dan da takımın değişmez oyuncularından olacak olan Muzaffer Badalıoğlu transfer edilmiştir. O sezon teknik direktör değişikliği ile göreve gelen Fethi Demircan'ın idaresinde ligi 3. sırada bitiren Samsunspor tarihindeki ilk gol kralını çıkarmakla birlikte 33 gol atan Tanju Çolak aynı zamanda Avrupa Bronz Ayakkabı'nın da sahibi olmuştur. Bir sonraki sezon ise kulüp, Fethi Demircan'ın yerine getirilen Milorad Mitrović ile birlikte tarihinin en başarılı sezonunu yaşamıştır. Tanju Çolak'ın 25 gol ile tekrar gol krallığı yaşadığı ligde 3. sırada yer alan takım Federasyon Kupası'nda ise yarı finale kadar yükselmiştir. Ertesi sezonsa lig sıralamasının 4. basamağında yer alınmış, Federasyon Kupası'nda da finale kadar terfi edilmiştir. Kupa finaline dek Nevşehirspor, Uşakspor, Kocaelispor ve MKE Ankaragücü elenmiş fakat iki ayaklı final sonucunda Sakaryaspor'a boyun eğilmiştir. Başbakanlık Kupası'ndaysa Beşiktaş'a 3-2 yenilen takım sezonu kupasız kapamıştır. Samsunspor, ilk defa 1987-88 sezonunda Balkan Kupası ile yurt dışı tecrübesi yaşamıştır. B Grubu'nda yer alan takım Yunanistan'ın İraklis takımına 21 Ekim 1987'de ilk maçta deplasmanda 4-3 yenilmiş, ikinci maçta ise Bulgaristan'ın Sliven takımına Bulgaristan'da 7-0 kaybetmiştir. Samsun'daki maçta ise Samsunspor, Sliven'i 3-2 mağlup ederek gruptaki üçüncü maçını kazanmıştır. Samsunspor, 8 Ocak 1988 tarihinde gruptaki son maçında İraklis'i 6-1 mağlup etmesine rağmen lider Sliven'in ardından ikinci olmuş ve gruptan çıkamamıştır. Özellikle Hasbi Menteşoğlu'nun kulübe olan maddi katkısı ve dört gollü iki galibiyete verilen ₺14 milyona kadar çıkabilen primler ile 1980'li yılların ikinci yarısında altın dönemini yaşayan Samsunspor bu dönemde toplam 172 maçta 93 galibiyet ve 48 beraberlik almış, 261 gol atıp 125 gol yemiş, 2. Futbol Ligi'nde şampiyonluk yaşayıp iki kez gol kralı çıkarmış ve Türkiye millî futbol takımına dört futbolcu vermiştir. Bunlara ek olarak iki kez 1. Futbol Ligi 3.sü, bir kez lig 4.sü olan Samsunspor, 20 Ocak 1989'daki ölümlü kaza sonrasında büyük bir çöküş dönemi yaşamıştır. 20 Ocak Faciası. 1988-89 sezonuna Nuri Asan teknik direktörlüğünde Uludağ'da kamp yaparak başlayan takım ligin ilk 18 maçlık devresinde 19 puan toplamış, 20 Ocak 1989 tarihinde Malatyaspor ile oynayacağı ikinci devrenin ilk müsabakasına giderken trafik kazası geçirmiştir. Saat 9.30 civarında Havza ilçesinde kafileyi taşıyan kulüp otobüsünün bir kamyonla çarpışması sonucu kafileyi taşıyan otobüs uçuruma yuvarlanmıştır. Samsunspor'un kazazedelerine ilkyardımı hemen geriden gelen ve Diyarbakırspor deplasmanına gitmekte olan Çarşambaspor kafilesi yapmış, Çarşambasporlu yönetici, futbolcu ve görevliler kazaya uğrayan Samsunsporluları tek tek otobüsten çıkartıp Havza Devlet Hastanesine taşımış ve kan vermişlerdir. Kazada hayatta kalan birçok oyuncu ve kafile üyesi de ciddi şekilde yaralanmış ve/veya sakat kalmıştır. Kazada teknik direktör Nuri Asan, futbolcular Muzaffer Badalıoğlu ve Mete Adanır ile otobüs şoförü Asım Özkan olay yerinde; futbolcu Zoran Tomić ise Yugoslavya'da altı ay komada kaldıktan sonra ölmüştür. Malzemeci Halil Albayrak ve futbolcular Emin Kar ile Erol Dinler ise sakat kalarak malûlen emekli olmuşlardır. Burhaneddin Beadini ise yaralanmış ve bir sene sonra kendi isteğiyle futbolu bırakmıştır. Yüksel Öğüten, Fatih Uraz, Şanver Göymen, Kasım Çıkla ve Uğur Terzi ise kazada yaralanmış fakat futbol hayatlarına devam etmişlerdir. Yine kazadan yaralı olarak kurtulup futbol hayatına devam eden Orhan Kılınç ise 1994 yılında bir başka trafik kazasında ölmüştür. Kulüp menajeri Yüksel Özan ise yine kazadan yaralı olarak kurtulanlardandır. Kazanın ardından Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Başbakan Turgut Özal, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Yıldırım Akbulut, Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanı Hasan Celal Güzel, Sosyaldemokrat Halkçı Parti Genel Başkanı Erdal İnönü, Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel, Trabzonspor Başkanı Mazhar Afacan ve Malatyaspor Başkanı Metin Çağlayan gibi siyaset ve spor hayatının öne çıkan kişilerinden Samsunspor'a başsağlığı dilekleri gelmiştir. Trafik kazasından dolayı Samsunspor sezonun kalanına devam edememiş, sezonun sonuna dek tüm maçlarda hükmen 3-0 mağlup sayılmıştır. Ancak Türkiye Futbol Federasyonu tarafından sağlanan özel statü ile ligde bırakılmış, o sezon ligin "onur şampiyonu" ilan edilmiştir. Ayrıca Samsunspor, kırmızı ve beyaz olan renklerine kaybettiklerinin anısına siyahı da eklemiştir. Mehmet Yılmaz'ın İletişim Yayınlarından 2009 yılında çıkan "Samsunspor: Kırmızı Beyaz Siyah" ve Hakan Dilek'in aynı yayınevinden çıkan "İşte Böyle Bir Şey" kitaplarının bir kısmında 20 Ocak Faciası anlatılmaktadır. Kazanın anısına bir anıt dikilmesi fikri birçok kez ortaya atılmışsa da bunlar nihayete ermemiş, 2020 yılında somut adımlar atılmıştır. Buna göre Samsun Büyükşehir Belediyesince Samsun Millet Bahçesi'ne, Samsunspor tarafındansa Samsun 19 Mayıs Stadyumu'na birer anıt dikilmiştir. Samsunspor Divan Kurulu da buna dair bir proje hazırlasa da Samsun Büyükşehir Belediyesi tarafından yer gösterilmediği için aşama kaydedilememiştir. İstikrar dönemi. Önceki sezonu son sırada tamamlamasına karşın ligden düşürülmeyen Samsunspor kaza nedeniyle takımın dağılması ve aynı dönemde Menteşoğlu Holding'e maliye tarafından kesilen ağır cezalar sonrası kulüp başkanı Hasbi Menteşoğlu'nun 23 Nisan 1989 günü görevi bırakmasıyla yeni bir döneme girmiştir. Kaza sonrası düzenlenen yardım kampanyalarından edinilen gelirler ile kurulan yeni takım sezona iyi başlasa da 1989-90 sezonunda Samsunspor küme düşmüş, sonraki beş yıl içinde 1. Futbol Ligi ve 2. Futbol Ligi arasında mekik dokumuştur. 1990-91 sezonunda tekrar 1. Futbol Ligi'ne yüksenilse de ertesi sezon tekrar küme düşülmüştür. Samsunspor, 1992-93 sezonunda şampiyonluk yaşayarak tekrar 1. Futbol Ligi'ne yükselmiş ve istikrarlı yıllar başlamıştır. 1993-94 sezonunda 1. Futbol Ligi'nde yer alan Samsunspor sürekli bir döneme girmiş ve on üç sezon boyunca kesintisiz olarak ligde yer almıştır. Aynı sezon ligi 5. sırada tamamlayan takım eskiden Federasyon Kupası adıyla düzenlenen Türkiye Kupası'nda ise yarı finale dek çıkmıştır. Aynı sezonda uzun zaman sonra yine Balkan Kupası'nda yer alan Samsunspor, bu sefer şampiyonluğu elde etmiştir. Bu kupayı kazanırken Bulgaristan'ın Pirin takımı ile Bulgaristan'da 0-0 ve Türkiye'de 4-1'lik; Yunanistan'ın PAS Giannina takımını ise Yunanistan'da 0-3 ve Türkiye'de 2-0'lık skorlarla geçmiştir. Kulüp, bu Balkan Kupası şampiyonluğu ile de Anadolu takımları arasında son kez bu kupayı kazanan takım olmuştur. Sezon sonundaysa takımın en çok gol atan futbolcusu Ertuğrul Sağlam takımdan ayrılmıştır. 1994-95 ve 1995-96 sezonlarında ligi 8. tamamlayan takım aynı sezonlarda Türkiye Kupası'nda da yarı final görmüştür. Samsunspor, Gheorghe Mulțescu'nun takımın başındaki son sezonu olan 1996-97 sezonunda ligi 9. sırada tamamlamış, ayrıca ilk kez UEFA Intertoto Kupası'nda boy göstermiştir. 1997 yılında katıldığı kupadaki ilk maçını 6. Grupta Dan rakibi Odense'ye karşı 21 Haziran'da oynayan takım 19 Mayıs Stadyumu'nda Cenk İşler ve İsmet Taşdemir'in golleriyle 2-0 kazanmıştır. Sekiz gün sonra Litvanya'ya Kaunas deplasmanına giden Samsunspor bu maçı da Ali Akdeniz'in golüyle kazanmıştır. 12 Temmuz'daysa yine kendi evinde oynayan takım Leiftur'u Serkan Aykut'un bir, Cenk İşler'in de iki golüyle mağlup ederek İzlandalı rakibini alt etmeyi başarmıştır. 1997'deki son Avrupa karşılaşmasına ise Hamburg karşısında çıkan Samsunspor, Cenk İşler'in attığı golle öne geçmiş fakat Dirk Weetendorf'un ilk yarının bitmesine 5 dakika kala attığı golle ilk yarıyı beraberlikle tamamlamıştır. Maçın ikinci yarısında Harald Spörl'ün attığı iki golle mağlup olan Kırmızı Şimşekler grupta ikinci sırada yer almış ve kupadan elenmiştir. 1997-98 sezonunda Samsunspor ligde 5. sırada yer alırken aynı zamanda UEFA Intertoto Kupası'nda da mücadele etmiştir. Yeni sezonda eleme usulü ile oynanan kupanın 1. turunu bay geçen takım yarı finale kadar uzanan tırmanışında altı karşılaşma oynamıştır. Yeni sezondaki ilk Avrupa karşılaşmasını Danimarkalı Lyngby karşısında oynayan takım Uğur Dağdelen, İlhan Mansız ve Serkan Aykut'un golleriyle Samsun'da galip gelerek deplasman için avantaj sağlamıştır. Kopenhag'daki rövanşta ise rakibine 3-1 mağlup olmasına rağmen turu geçen taraf Samsunspor olmuştur. 3. turun ilk karşılaşmasında İngiliz Crystal Palace'a konuk olan kırmızı-beyazlı ekip Uğur Dağdelen ve Tümer Metin'in golleriyle galip gelmiştir. Samsun'da oynanan rövanşta ise Serkan Aykut'un golleriyle yine 2-0 galip gelmiş ve yarı finale çıkmaya hak kazanmıştır. Yarı finalde Bundesliga ekibi Werder Bremen ile eşleşen Samsunspor rakibine iki maçta da 3-0'lık skorlarla boyun eğerek Avrupa macerasını sonlandırmıştır. Ayrıca 5 Ağustos 1998'de 19 Mayıs Stadı'ndan oynanan Werder Bremen karşılaşması Samsunspor'un son Avrupa kupası karşılaşması olmuştur. 1998 ve 2006 arası dönemde kayda değer bir başarı elde edemeyen kulübün bu yıllar arasındaki tek istatistiği Serkan Aykut'un 1999-00 sezonunda yaşadığı gol krallığıdır. 30 golle gelen bu gol krallığı Samsunsporlu bir futbolcunun 1. Futbol Ligi'nde yaşadığı son gol krallığıdır. 1. Lig yılları. 2005-06 sezonunda, artık Süper Lig adını alan 1. Futbol Ligi'nde başarısız bir sezon geçiren kulüp ligi 17. tamamlamış ve on üç sezon sonra küme düşmüştür. Aynı sezon Türkiye Kupası'nda ise çeyrek finale kadar yükselinmiş fakat Denizlispor'a elenerek kupaya veda edilmiştir. 2006-07 ve 2010-11 sezonları arasında eskiden 2. Futbol Ligi adıyla düzenlenen 1. Lig'de mücadele eden takım 2010-11 sezonunun tamamlanmasına iki hafta kala lig 2.si olarak Süper Lig'e çıkmayı garantilemiş ve Süper Lig hasretine son noktayı koymuştur. Ayrıca aynı sezon Samsunsporlu Simon Zenke ligde gol kralı olmuş, Samsun Büyükşehir Belediyesince yürütülen çalışmalar sonucunda Bordeaux kenti ile iş birliği anlaşması imzalanarak bu anlaşmanın bir gereği olarak da Samsunspor ile Bordeaux kulüpleri kardeş kulüp olmuşlardır. 2011-12 sezonundaysa Süper Lig'de mücadele eden kulüp topladığı 36 puan ile ligi 16. sırada bitirerek tekrar 1. Lig'e düşmüştür. 2012-13 sezonunda ise küme düşmeme mücadelesine giren kulüp ligin bitimine iki hafta kala kümede kalmayı garantilemiş ve sonraki sezonda da 1. Lig'de mücadele etme hakkı kazanmıştır. Ertesi sezon şampiyonluk hedefiyle lige başlanmış, ligin ilk yarısında gösterilen başarısız performans sonrası hedef play-off olarak güncellenmiş ve sezon sonunda takım play-off'lara katılmaya hak kazanmıştır. Süper Lig'e yükselecek son takımın belirleneceği play-off'ların yarı finalinde Ankaraspor ile eşleşen Samsunspor iki ayaklı eşleşmede rakibini Samsun'da 1-0 mağlup etmiş, deplasmanda da 1-1'lik beraberlik alarak finale yükselmiştir. Bu aşamada Mersin İdman Yurdu ile eşleşilmiş, final maçında Güven Varol'un golüyle 42. dakikada geriye düşen Samsunspor rakibine karşılık verememiş, 87. dakikada yediği bir diğer golle 2-0 mağlup olmuştur. Bu yenilgiyle Mersin İdman Yurdu play-off şampiyonu olarak Süper Lig'e yükselmiş, Samsunspor 1. Lig'de kalmıştır. Ertesi sezon normal sezonu 6. sırada tamamlayan takım play-off yarı finalinde Alanyaspor ile eşleşmiştir. İki karşılaşmada rakibine toplamda 9-1'lik üstünlük sağlayan Samsunspor play-off finaline yükselmiştir. Finalde Antalyaspor ile eşleşen takım iki kere geriye düştüğü maçta beraberliği yakalamayı başarmış, karşılaşma uzatmalara gitmiştir. Uzatmalara sonucunda da beraberlik bozulmayınca seri penaltı atışlarına geçilmiş, Recep Niyaz ve Sezer Özmen'in penaltıları kaçırması sonucu penaltılarda 4-1 üstünlük sağlayan Antalyaspor Süper Lig'e çıkmıştır. Final maçının adamı ise Samsunspor adına iki gol kaydeden Mbilla Etame olmuştur. 2015-16 sezonunda ligi 44 puanla kapatan takım puan tablosunda 9. sırada yer almıştır. 2016-17 sezonundaysa ligin ilk yarısını 17. sezonda tamamlayan Samsunspor sezon sonunda üçlü averaj ile 15. sırada yer alarak ligde kalmıştır. Aynı zamanda sezonun son maçı olan 20 Mayıs 2017 tarihindeki Bandırmaspor karşılaşmasıyla 19 Mayıs Stadyumu'na son kez çıkan takım 2017-18 sezonuyla birlikte yeni 19 Mayıs Stadyumu'na taşınmıştır. Kayyım ve şirketleşme. 2017-18 sezonuna şampiyonluk hedefiyle Alpay Özalan teknik direktörlüğünde yeni transferlerle başlayan Samsunspor'da alınan kötü sonuçlar nedeniyle sezonun ilk yarısı bitmeden Özalan istifa etmiş, yerine Engin İpekoğlu gelmiştir. Kulüp olağanüstü kongreye gitmiş, yapılan kongrede aday çıkmaması ve mevcut yönetim kurulunun da istifası sonrasında kulüp tarihinde ilk kez kayyıma devredilmiştir. Kongre sürecinde futbolcuların maaşlarının ödenememesi nedeniyle takımda huzursuzluk yaşanmış, birçok futbolcu sözleşmelerinin feshedilmesi amacıyla kulübü Türkiye Futbol Federasyonuna şikâyet etmiş, transfer tahtası kapanan kulüp giden futbolcuların yerine takviye yapamamıştır. Kötü gidişat nedeniyle İpekoğlu da istifa etmiş, Besim Durmuş 2017-18 sezonu içerisinde göreve gelen üçüncü teknik direktör olarak sözleşme imzalamıştır. Sezon boyunca kötü gidişatı süren takım ligi 16. sırada tamamlayarak tarihinde ilk kez 2. Lig'e düşmüştür. Sezon sonundaysa kayyım yönetimi tarafından son on yılda görev yapan yönetimler hakkında görevi kötüye kullanma, görevi ihmal ve emniyeti suistimal suçlarından suç duyurusunda bulunulmuştur. Denetim ekibi kulübü incelemeye başlamış, süreç devam ederken gerçekleştirilen seçimli olağanüstü genel kurulda eski başkanlardan İsmail Uyanık kendisine kulübün şirketleştirilmesi yönünde izin verilmesi durumunda başkan adayı olacağını açıklamış, genel kurul bu onayı verdikten sonra ise tek aday olduğu seçimde üçüncü kez Samsunspor başkanı olarak seçilmiştir. Kongreden sonra başlanan şirketleşme çalışmaları sonucunda 8 Ağustos günü Samsunspor Futbol Kulübü Anonim Şirketi kurulmuş ve futbol branşı kulüpten ayrılarak ayrı bir tüzel kişilik olmuştur. Samsun Ticaret ve Sanayi Odasına 34405 sicil numarasıyla ve ₺500.000 sermayeyle kaydı yapılan şirketin ortaklık yapısı ise %67 Yıldırım Holding, %33 İsmail Uyanık şeklinde olmuştur. Ancak altı ay sonra Yıldırım Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ali Rıza Yıldırım bir süre sonra çekilmiş ve %67 hisse Yüksel Yıldırım'a geçmiştir. Bu gelişmenin ardından takımın liglere katılırken kullanacağı ada Yüksel Yıldırım'ın yönetim kurulu başkanı olduğu Yılport sponsor olarak takımın adı beş sezonluğuna Yılport Samsunspor olmuştur. Aynı sezon Erbaaspor ve Samsun'daki otuzun üzerinde amatör kulüple pilot takım anlaşmaları yapılarak altyapı takımlarına yönelik yatırımlara ağırlık verilmiş, aynı zamanda Samsunspor Futbol Akademisi yeniden organize edilerek Genk ile altyapıda iş birliğine gidilmiştir. Kulübün Haziran 2019 itibarıyla var olan ₺32.206.979 borcu da temizlenmiştir. 2. Lig'deki ilk sezonuna şampiyonluk hedefiyle başlayan Samsunspor ligin normal sezonunu üçüncü sırada tamamlamış, play-off çeyrek finalinde ise Sakaryaspor'a gol atamadan elenmiştir. Yeni sezona İrfan Buz'un teknik direktörlüğünde başlayan Samsunspor'da 10. hafta sonunda gelen istifa ile takım Ertuğrul Sağlam'a emanet edilmiş, bu sırada İsmail Uyanık 12 Kasım günü bir basın toplantısı yaparak şirket yönetim kurulundan hisselerini de devrederek ayrıldığını açıklamıştır. Uyanık, açıklamasında yönetim kurulu başkanı Yüksel Yıldırım'ın kulüp içinde kalması gereken konuların Twitter üzerinden kamuoyuna açıklamasını tasvip etmediğini belirtmiş, aralarındaki fikir ayrılıklarının sportif başarıyı engellediğini düşündüğünü ekleyerek görevinden ayrıldığını duyurmuştur. Yüksel Yıldırım da 25 Kasım günü bir basın açıklaması düzenleyerek şirket hisselerinin tamamının kendisine ait olduğunu, şirketleşirken Uyanık'ın %33'lük hisseyi daha sonra kendisinden satın alacağına yönelik olarak anlaştıklarını ancak bunun gerçekleşmediğini ve görevinden ayrılmasıyla da bu anlaşmanın iptal olduğunu açıklamıştır. 2019-20 sezonunda 10. haftadan itibaren Ertuğrul Sağlam yönetiminde maçlarına çıkan Samsunspor, 2. Ligi şampiyon olarak tamamlayarak bir üst lige yükselmiştir. Bu dönemde yaşanan COVID-19 salgınının ağır etkileri neticesinde TFF'nin 2. Lig, 3. Lig ve Bölgesel Amatör Liglerin oynatılmayacağı kararıyla Samsunspor, ligin bitimine 6 hafta kala en yakın rakibi Manisa FK'nın 10 puan önünde 2. Ligi şampiyon tamamlamıştır. TFF'nin 30 Haziran 2020 tarihinde açıkladığı bu kararın, şehrin plaka numarası da olan kulübün 55. kuruluş yıl dönümüne denk gelmesi, taraftalar tarafından coşkuyla karşılandı. 2020-21 sezonuna şampiyonluk hedefiyle başlayan Samsunspor, Ertuğrul Sağlam'ın istekleri doğrultusunda sezon öncesi ve ortasında transferler gerçekleştirdi. Taraftarın eksikliği, yabancı transferlerden yeterli verimin alınamaması, sakatlıklar vb. sebeplerden ötürü Samsunspor, ligi Adana Demirspor'la aynı puan olan 70'le tamamlamasına rağmen ikili averajdan dolayı şampiyon olamayarak play-off'larda oynamaya hak kazanmıştır. Play-off müsabakalarında Altınordu ile karşı karşıya gelen Samsunspor ilk karşılaşmadan 1-0 mağlup olarak ayrılmış, ikinci karşılaşmada ise 2-2 lik sonuçla rakibine üstünlük sağlayamamış ve rakibi Altınordu bir üst tura çıkamaya hak kazanmıştır. Hedeflenen şampiyonluğa ulaşılamamasının dolayı kulüp, Ertuğrul Sağlam'ın görevine son vermiştir. 2021-22 sezonu hazırlıklarına hızlı başlayan Samsunspor yönetimi, Hasan Kılıç, Mehmet Akyüz, Eraldo Çinari, Hüseyin Öztürk, Brahim Darri, Alp Tutar, Soner Gönül, Furkan Fehmi Güneş, Ali Ülgen, Osman Çelik, Esin Hakaj ve Aykut Özer'i renklerine bağlamıştır. Yönetim, takımın başına ise 1. Ligde en çok şampiyonluğa sahip olan tecrübeli teknik direktör Mehmet Altıparmak'ı getirmiştir. Samsunspor kafilesi, yeni sezon hazırlıklarının birinci etabına Erciyes Yüksek İrtifa Kamp Merkezi'nde başlamıştır. Ertesi sezon 1. Lig şampiyonluğu yaşanarak 11 yıl aradan sonra Süper Lig'e yükselindi. Şirketleşme sürecinden başlayarak Süper Lig'e yükselen değin harcanan para €65 milyon olarak kayda geçti. 2024 yılı Ocak ayında FIFA'dan yapılan açıklamada kulübe 2 dönem transfer yasağı getirildi. Bu açıklamadan sonra kulübün İsviçre Federal Mahkemesine yaptığı başvuru sonrasında mahkeme nihai kararını verene kadar transfer yasağı kararının durdurulduğu açıklandı. Sezonu 13. sırada tamamlayarak Süper Lig'de kalan ekibin transfer yasağı 2024-25 sezonunda tekrar yürürlüğe koyuldu ve o sezon transfer yapılamadı. Formalar. Samsunspor'un amatör döneminde giydiği ilk forma bilinmemekle birlikte bu dönemde giyilen formalar bir standarda sahip değildi. Siyah-beyaz renklerden oluşan formaların tasarımı futbolcudan futbolcuya farklılık gösterebiliyordu. Profesyonel dönemle birlikte forma tasarımları bir düzen içerisine oturtulmuştur. İlk profesyonel sezon olan 1965-66 sezonunda giyilen formalar düz kırmızı ve düz beyaz takımlardan oluşuyordu. Sonraki sezonda ilk kez çubuklu forma giyilmiş, deplasman forması olarak kırmızı forma tercih edilmiş, formalar beyaz şort ve kırmızı beyaz çoraplarla tamamlanmıştır. 1968-69 sezonunda ise ilk kez giyilen beyaz formanın altına beyaz şort ve kırmızı beyaz çoraplar giyilmiştir. 1971-72 sezonunda giyilen beyaz üzerine iki kırmızı yatay çizgili forma Samsunspor tarihindeki ilk özel tasarımlı forma olmuştur. 1973-74 sezonuysa parçalı formanın ilk kez giyildiği sezon olmuştur. 1977-78 sezonuna dek farklı işletmelerden temin edilen formaları kullanan Samsunspor bu sezonda ilk defa forma üreticisi bir şirketin ürettiği formalarla sahaya çıkmıştır. Umbro tarafından üretilen formalar yalnızca bir sezon giyilmiştir. 1981-82 sezonuna dek yine kendi formalarını kendisi üreten Samsunspor bu sezonda farklı bir şirketin, Adidas'ın ürettiği formaları giymiştir. 1982-83 sezonunda farklı bir şirket ile anlaşan kulüp ertesi sezon tekrar Adidas ile çalışmaya başlamıştır. İleriki sezonlarda Puma, Lotto ve Erreà gibi şirketlerle de çalışan Samsunspor'un forma sponsoru 2014-15 sezonunda Lescon üstlenmiştir. 2015-16 sezonu ile sonraki sezonun ilk yarısında LiG tarafından üretilen formaları giyen takım sezonun ikinci yarısıyla birlikte Kappa giymeye başlamıştır. 2017-18 sezonunda da aynı firmayla devam eden Samsunspor 2018-19 sezonunda Macron ile anlaşmıştır. Samsunspor formasına ilk kez 1982-83 sezonunda reklam almıştır. Alınan bu ilk reklam ileride kulüp başkanı olacak Hasbi Menteşoğlu tarafından verilmiştir ve formalarda "Menteşoğlu" ibaresi yer almıştır. Sonraki sezon formaya VakıfBank reklamını alan kulüp 1984-85 sezonunda Hasbi Menteşoğlu'nun kulüp başkanı olmasıyla tekrar Menteşoğlu reklamını taşımaya başlamıştır. 20 Ocak Faciası'na dek beş sezon bu reklamla sahaya çıkan Samsunspor 1989-90 sezonunda Fotospor ile anlaşarak gazetenin reklamlarını taşımaya başlamıştır. 1990-91 sezonunda Panasonic'in reklam verdiği Samsunspor sonraki sezon tekrar VakıfBank reklamını formasında taşımıştır. İlerleyen yıllarda sırasıyla Bayındır, Metro Turizm, Sarelle, Yılyak Kömür, VakıfBank, Tadelle, Uzan, Turkcell, Yeşilyurt ve Bank Asya reklamları alan kulüp 2011-12 sezonundan 2014-15 sezonu sonuna dek Spor Toto reklamlarını taşımıştır. 2015-16 sezonuyla birlikte Yeşilyurt ile yeniden anlaşan kulüp 2020-21 sezonuyla birlikte dört sezon boyunca Yılport reklamını göğsünde taşımıştıır. İsim sponsorluğundaysa ilk kez 2018-19 sezonunda Yıldırım Holding iştiraki Yılport ile anlaşılmış ve futbol takımının adı beş yıl boyunca Yılport Samsunspor olarak belirlenmiştir. Tesisler. Stadyum. Erken dönemde Samsun'daki futbol maçları Dârülmuallimîn Mektebinin bahçesinde ve koşu alanında (günümüzde Gülsan Sanayi Sitesi) oynanmaktaydı. 1930'ların başında Fener adı verilen sazlık bölgede Fener Stadı adı verilen bir saha yapılmışsa da oldukça elverişsiz olması nedeniyle 1932 yılında tekrar elden geçirilmiştir. 1951 yılında tel örgülerin ve açık tribünün eklendiği statta duş ve tedavi olanakları gibi temel gereksinimler bulunmamaktaydı. Bu stat Samsun'daki tek stadyum olmakla birlikte amatör dönemde Samsunspor da bu stadyumu kullanmıştır. 1958 yılında inşa edilen Şehir Stadı ile birlikte Samsunspor maçlarını çağa uygun koşulları karşılayan bu stadyumda oynamaya başlamış, profesyonel liglere katılımıyla birlikte Şehir Stadı takıma ev sahipliği yapmaya başlamıştır. Takım ilk şampiyonluğunu ise 1968-69 sezonunda yine bu stadyumda yaşamıştır. Takım, profesyonel dönemde dokuz yıl kullanılan Şehir Stadı'nın ardından 19 Mayıs Stadyumu'na taşınmıştır. 23 Şubat 1975 tarihindeki Trabzonspor maçıyla beraber ilk defa 19 Mayıs Stadyumu'nda maça çıkan Samsunspor buradaki son maçına 20 Mayıs 2017 tarihinde Bandırmaspor'a karşı 1. Lig karşılaşmasında çıkmıştır. Samsunspor'un maçlarını oynadığı dördüncü stadyum ise 29 Temmuz 2017 tarihinde Ankaragücüne karşı oynanan dostluk maçıyla açılan 33.919 kişi kapasiteli yeni 19 Mayıs Stadyumu'dur. Günümüzde takımın iç saha maçlarını oynadığı 19 Mayıs Stadyumu, UEFA standartlarını karşılamakla birlikte uluslararası organizasyonlara ev sahipliği yapabilecek düzeydedir. Antrenman tesisleri. Samsunspor, kurulduğu günden 1990 yılına dek geçici tesislerde faaliyetlerini sürdürmüştür. 1990 yılında Doğupark dolgu sahasında Samsun Büyükşehir Belediyesi tarafından kulübe bağışlanan 60 dönümlük alanda kulübün çabaları ve çeşitli kurum ile kuruluşların yardımı ile iki adet antrenman sahası inşa edilmiş, böylece Samsunspor ilk kez kendine ait kalıcı bir tesis edinmiştir. Tesis adını 20 Ocak Faciası'nda ölen Nuri Asan'dan almakla birlikte tüm idari ve teknik binalar burada bulunmakta olup takım çalışmalarını hâlen bu tesislerde sürdürmektedir. Bunların dışında eskiden Samsunspor basketbol takımının çalışmalarını sürdürdüğü Çinik Tesisleri de kulübün bünyesindedir. 2004-05 sezonuna dek faal bir şekilde kullanılan tesisler bu dönemde kulübün basketbol şubesinin kapanmasıyla birlikte atıl kalsa da İsmail Erkurt Tutu'nun başkanlığı döneminde yenilenerek 21 yaş altı takıma tahsis edilmiştir. 19 Mayıs Stadyumu'nun yanındaki altyapı tesisleri ve Nuri Asan Tesislerinin yanında yer alan Ali Alanyurt Tesisleri de kulübün faal olarak kullandığı tesislerindendir. Altyapı takımlarına tahsis edilmiş olan bu tesisler ayrıca Samsunspor Futbol Akademisine de ev sahipliği yapmaktadır. Futbolcular. Millî futbolcular. Samsunspor, şimdiye dek Türkiye millî futbol takımına on dört oyuncu vermiştir. Ayrıca bir resmî maçta Türkiye millî futbol takımı ilk on birine en fazla oyuncuyu veren Anadolu takımı da yine Samsunspor'dur. Bu oyuncular arasındaki Temel Keskindemir ise 14 Kasım 1971 tarihindeki Arnavutluk karşılaşma kadrosuna çağrılarak Karadeniz Bölgesi takımlarında futbol oynayıp Türkiye millî futbol takımına çağrılan ilk kişi olmuş ve Samsunspor tarihinde önemli bir yer edinmiştir. Temel'in ardından Hasan Şengün, Tanju Çolak, Fatih Uraz, Orhan Kapucu, Savaş Demiral, Ercan Koloğlu, Ertuğrul Sağlam, Osman Akyol, Sinan Yeşil, Celil Sağır, Vural Korkmaz ve Serkan Aykut Samsunspor'da oynarken millî takıma çağrılan diğer futbolcular olmuşlardır. Samsunsporun son Türk millî futbolcusu ise Kenan Yelek olmuştur. 31 Mart 2004'teki özel maçta Hırvatistan karşısında forma giyen Kenan Yelek'in bu maçı ilk ve son millî maçı olmuştur. Türkiye millî futbol takımının yanı sıra yabancı millî takımlara da birçok oyuncu gönderen Samsunsporun bu alandaki ilk futbolcuları 1993 yılında Romanya millî futbol takımına seçilen Daniel Timofte ve Marius Cheregi olmuştur. Bu iki futbolcuyu 1994 ile 2012 yılları arasında millî takımlarına seçilen Bogdan Stelea, Alioum Boukar, Michel Ngonge, Wilson Oruma, Giorgi Kiknadze, Sergiu Epureanu, Stephen Baidoo, Alfred Phiri, Klodian Duro, Ike Shorunmu, Mutiu Adepoju, Stoyan İgnatov, Enis Ayari, Kays Godbani, Pál Lázár, Ekigho Ehiosun, Akaki Hubutia, Aristide Bancé, Theofanis Gekas, Mahamoudou Kéré ve son olarak Darryl Roberts takip etmiştir. Nijerya'ya dört, Romanya'ya üç; Burkina Fas, Gürcistan ve Tunus'a ikişer; Arnavutluk, Güney Afrika, Kamerun, Macaristan, Makedonya, Moldova, Trinidad ve Tobago, Yunanistan ve Zaire millî takımlarınaysa birer futbolcu gönderen Samsunsporun toplam yirmi üç yabancı futbolcusu millî olmuştur. Tarihin en iyi on biri. Kasım 2008'de Samsunspor'un çatı taraftar sitesi olan "samsunspor.biz" tarafından taraftarların katılımı ile "Samsunspor tarihinin en iyi on biri" oylaması yapılmıştır. 91 futbolcunun aday gösterildiği oylama sonucunda belirlenen kadroda 20 Ocak Faciası'nda hayatını kaybeden iki kişi yer almış, Rumen Daniel Timofte ise tek yabancı futbolcu olmuştur. Samsun Yolspor'da iken Türkiye Kupası'nda çeyrek final oynayan ve Samsunspor'un ilk kaptanı olan Yılmaz Yurttaş da kadroda yer almamasına karşın taraftarlarca "bayrak futbolcu" ödülüne layık görülmüştür. 1984-85 sezonunda geldiği Samsunspor'da 1. Lig şampiyonluğu, Süper Lig üçüncülüğü gören ve Türkiye Kupası'nda final oynayan kadronun as kalecisi olan Fatih Uraz ayrıca Samsunspor'da oynamakta iken millî takıma seçilen tek kaleci olmasıyla birlikte taraftarların oylarıyla en iyi 11'de yer bulmuştur. dir. Savunmadaki üçlüden ilki olan, 1980 ve 1989 yılları arasındaki altın yıllarda aralıksız olarak Samsunspor forması giyen ve on yıllarda takım kaptanlığını da üstlenen Emin Kar, 1989 yılındaki kazanın ardından futbolu bırakmak zorunda kalmıştır. Ercan Koloğlu ise 1987-88 sezonunda Samsunspor formasını giymeye başlamış, 1990-1992 yılları arasında Fenerbahçe'ye gitse de daha sonra geri döndüğü Samsunspor'da 2003'e kadar aralıksız olarak oynamış, uzun yıllar takım kaptanlığı yapmıştır. Kadroda yer alan ve 20 Ocak Faciası'nda vefat eden Muzaffer Badalıoğlu da Samsunspor'da gösterdiği performans ile millî takıma seçilen futbolculardan biriydi. Galatasaray'da şampiyonluklar yaşadıktan sonra kariyerinin son yıllarında Samsunspor'a transfer olan ve Karadeniz'in ilk Süper Lig takımı olmasında pay sahibi olan Nuri Asan takın orta sahasında kendine yer bulmuştur. 1993'te geldiği takımda gösterdiği performans ile millî kadroya seçilen Ertuğrul Sağlam ile Samsunspor'daki kariyeri boyunca 7 numarayı giyen ve 1970'li yıllarda takımın en önemli isi olan ve takım kaptanlığını da yapan Temel Keskindemir en iyi 11'de yer alan diğer isimler olmuşlardır. Samsunspor'un millî oyuncularından bir diğeri olan Celil Sağır ile Rumen millî Daniel Timofte de kulüp tarihinin en iyi on birinde yer almıştır. 1999-00 sezonunu Süper Lig gol kralı olarak tamamlayan Serkan Aykut ile Samsunspor'daki performansıyla Avrupa Bronz Ayakkabı Ödülü kazanan Tanju Çolak da en iyi 11'de kendilerine yer bulmuşlardır. Her iki oyuncu da yine Samsunspor'da oynarken millî takıma seçilmiştir. Başarılar. ● Balkan Kupası: 1 1994
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18327", "len_data": 35831, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.43 }
Ohm yasası, bir elektrik devresinde iki nokta arasındaki iletken üzerinden geçen akım, potansiyel farkla (örn. voltaj veya gerilim düşümü) doğru; iki nokta arasındaki dirençle ters orantılıdır. ya da Burada, "I" akım amper, "V" referans alınan iki nokta arasındaki potansiyel fark volt ve "R" ohmla ölçülen ve direnç olarak adlandırılan devre değişkeni (volt/amper)dir. Potansiyel fark gerilim olarak da bilinir ve bazen "V" nin yerine "U", "E" veya emk (elektromotor kuvvet) sembolleri kullanılır. Bu yasa basit elektriksel devrelerdeki telden geçen akım ve gerilim miktarını açıklar. Yukarıdaki formül elektrik/elektronik mühendisliği alanında oldukça sık kullanılan bir eşitliktir. Çünkü gerilim, akım ve direncin birbirleriyle olan ilişkisini makroskopik seviyede inceler. Bu elemanlar çoğunlukla bir elektrik devresinde bulunur. Basit tanımlama ve kullanımı. Elektriksel aygıtları içeren elektrik devreleri birbirlerine iletkenlerle bağlanır. Yukarıdaki diyagram yapılabilen en basit elektrik devrelerinden biridir. Batarya gibi bir elektriksel aygıt içinde + ve - terminalleri bulunan bir çemberle gösterilir. Diğer aygıt zikzak şeklinde resmedilir ve arkasına R harfi konur ve direnç olarak adlandırılır. Gerilim kaynağının + veya pozitif ucu direnci önemsenmeyen bir iletkenle direnç uçlarının birine bağlanmıştır. Bu iletkenden geçen akım I ve ok işareti akımın yönünü gösterir. Direncin ikinci ucu başka bir iletkenle voltaj kaynağının - ucuna bağlanır. Bu form kapalı devredir. Çünkü gerilim kaynağının bir ucundan çıkan akım diğer ucuna dönmüştür. Gerilim negatif yüklü elektronların iletken boyunca hareket ettiği bir elektriksel kuvvettir. Akım elektron akışına ters yönde akar ve direnç akıma karşı gösterilen zorluktur. Ohm yasasında bahsedilen 'iletken' üzerinde gerilimin ölçüldüğü bir devre elemanıdır. Dirençler elektrik şarjının üzerinden yavaşça aktığı iletkenlerdir. 10 megaohmluk bir dirence sahip olan bir iletken 0,1 ohmluk bir dirence sahip olan iletkene göre daha zayıf bir iletkendir ve iyi iletken sayılmaz. (Yalıtkan maddelere bir gerilim uygulandığında akımın geçmesine izin vermezler.) Fizik. Fizikçiler Ohm yasasının şu formunu sık kullanır: Burada J akım yoğunluğu, (akım/birim alan, Ohm yasasındaki I akımına benzemez), σ öz iletkenlik (anisotropik maddelerde Tensör olabilir) ve E elektrik alanı (volt/metre, Ohm yasasındaki V birimine benzemez) dır. Yukarıdaki ifade üç boyutlu her bir vektörün kullanılan biçimlerden biri değildir. (Normalde aşağıdaki örnekte görüleceği şekildedir. Bazen noktanın anlamı skaler çarpımdır. Buradaki nokta sadece basitce kullandığımız matematiksel çarpım anlamındadır.) Buradaki J de görüldüğü gibi kullanılan kartezyen koordinatları, vektördeki her bir bileşen için üç farklı bileşen vardır, Her bileşeninde üç farklı değeri vardır. Örneğin, J ögesinin x, y ve z yönlerinde Jx(x, y, z), Jy(x, y, z) ve Jz(x, y, z) gibi bileşenleri vardır. Devre tasarımında kullanılan form makroskopiktir, Ohm'un genel formu yaklaşık olarak şu şekilde elde edilir: Belirlenen iki nokta arasındaki potansiyel fark; veya elektriksel alan bağımsız yoldadır, formula_5 burada L referans noktalar arasındaki uzaklık. formula_6 olduğunda Ohm yasası şöyle olur: Eğer madde B manyetik alannında v hızıyla hareket ediyorsa forma şu ifadeye şu eklenmelidir Mükemmel metal kafeste öziletkenlik yoktur, fakat gerçek bir metalde kristalografik kusurlar, kirlilikler, çoklu izotoplar ve atomların ısısal hareketler gibi etkiler vardır. Bunlar elektronların saçılmasına sebep olarak dirençte değişiklik oluştururlar. Ohm yasası Kirçoh gerilim yasası (KVL) ve Kirşof akım yasası (KCL) nu elde etmek için yeterlidir. İlk eşitliğin sadece sağ tarafına bakarsak: ve kapalı integral uygularsak: Yüzey boyunca Stokes teoremini yazabiliriz: fakat "E" potansiyeli yönsüz olarak kabul edeceğiz: her iki tarafa yine kapalı integrali uygularsak: Maxwell denklemlerinden formula_18: daha önceki eşitliklerden sağ tarafın sıfır olduğunu biliyoruz: bu açık yüzeydeki net akımın sıfır olduğunu gösteriyor. Elektrik ve elektronik mühendisliğinde kullanımı. Ohm yasası elektrik devrelerinin analizinde kullanılan bir eşitliktir, mühendisler ve bilgisayarcılar tarafından da kullanılır. bugün bile iş yoğunluğunu azaltmak için elektrik devrelerin analizinde bilgisayarlarda kullanılıyor. Hemen hemen bütün devrelerde dirençli elemanlar vardır ki bunların hemen hemen hepsinde ideal omik devreler dikkate alınır. Hidrolik analog. Gerilim, akım ve direnç değerleri soyut kavramlardır, Başlangıçta elektrik mühendisliği öğrencileri su akışı için yardımcı analog terimler buldular. Su basıncı, pascal ile ölçülür ve, analog gerilimdir. Çünkü su akışını (yatay) olarak sağlayan borunun iki nokta arasındaki su basınç farkı hesaplanıyor Suyun akışı litre (veya galon) dakikadaki su miktarıdır. coulomb/saniye gibi analog bir akımdır. Şerit direnci. Genellikle yalıtılmış tabakalara yerleştirilen ince metal şeritler elektrik akımını filmin yüzeyine paralel olarak taşınmak için kullanılır. Çoğu aygıtın elektriksel hassasiyetini açıklamak için ohm/birim kare terimi kullanılır. Sıcaklık etkileri. İletkenin sıcaklığı yükseldiğinde elektron ve atomlar arasındaki çarpışmalar da artar. Bu bir maddeyi ısıtmak gibidir Elektriksel akış artacağından dolayı direnç de artacak. Yarı iletkenler istisnadır. Ohmik bir maddenin direnci sıcaklığa bağlıdır. Bu sıcaklıktan bağımsızlık ohmik olmayan maddeler için geçerli değildir, çünkü verilen sıcaklıkta, akım ve gerilimle değişmez. AC devreler. Bir AC devresi içim Ohm yasası şöyle yazılabilir formula_22, Burada V ve I sırasıyla gerilim ve akımın titreşim faz ve Z salınım frekansının kompleks empedansı. Bir iletim hattında yukarıdaki Ohm yasasınu fazör formu yansımadan dolayı geçersizdir. Kayıpsız bir iletim hattında, gerilim ve akım oranı aşağıdaki karmaşık yapıdadır Burada "d" yük empedansından farklıdır formula_24 dalga boyu, β hattın dalgasayısı ve formula_25 hattın karakteristik empedansıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18335", "len_data": 5962, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.87 }
Takson, canlıların sınıflandırılmasında, âlemden alt türe kadar bir hiyerarşi içinde düzenlenmiş tüm birimlerin ortak adı. Saka kuşu, kuşlar, kordalılar, denildiği zaman bir grup organizma kastedilir. Eğer böyle biyolojik bir grup, sınıflandırma kademelerinde biyolog tarafından ayırdedici karakterleri bakımından yeterince farklı görülürse o zaman organizma takson adını alır. Takson, belirli bir kategoriye girebilecek derecede ayırdedici farklılıklara sahip olan herhangi bir derecedeki (cins, tür, alt tür, vs.) taksonomik gruptur. Taksonomik basamaklarda (kategori) yer alan taksonomik birimler (takson), tabloda gösterildiği gibi sıralanabilir. En üst kategorilerde yer alan taksonlar, daha aşağıdaki taksonları içine alır. Ayrıca, örnek olarak bir şubede bir veya birden fazla sınıf; bir sınıfta bir veya birden fazla takım olabilir. Aynı durum familya, cins ve türler için de geçerlidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18352", "len_data": 895, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.74 }
Tower Bridge (Türkçe anlamı: "Kule Köprüsü"), Birleşik Krallık'ın Londra şehrinde Thames Nehri üzerinde yer alan iki katlı bir açılır kapanır köprüdür. Yıllar boyunca, İngiliz başkenti nehir üzerinde kentin iki yakasındaki trafiği birleştirmiştir. Londra Kulesi'ne yakın olduğu için "Kule Köprüsü" olarak adlandırılmıştır. 1894'te kullanıma açılan köprü, baskül köprü türü köprülerin en ünlülerinden biridir. Köprü yüksek seviyeden iki yatay yürüyüş yolu ve aşağıdan bir araba yoluyla birbirine bağlanmış iki kuleden oluşur. Tarihçe. Yıllar boyunca İngiliz başkentinde nehir üzerinde kentin iki yakasındaki trafiği birleştirecek ilave bir köprüye gereksinim duyulmuştur fakat yapılması planlanan köprü Londra Köprüsü ile Londra Kulesi arasında limana erişimi engellerdi. Sonunda iki mimar -Horace Jones ve John Wolfe Barry- mükemmel bir çözüm buldu: bu, en büyük deniz araçlarının bile geçişine imkân veren açılır-kapanır bir köprüydü. 1876 yılında açılan köprü proje yarışmasının sonucunda, Horace Jones'un köprü projesi 1884 yılında kabul edildi. İnşası. Köprünün inşası 1886 yılında başlayıp 8 yıl sürdü. Köprü, nehrin iki yakasındaki iskelelere birer köprü inşa edilmesini, köprülerin arasındaki yolun iki kanat halinde 83° açı ile açılarak nehir trafiğine izin vermesini öngörüyordu. O dönemde köprü kanatlarının açılması hidrolik bir düzenekle sağlanmaktaydı. Bugün, hidrolik sistemin yerine elektrikli bir sistem kullanılmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18353", "len_data": 1437, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.66 }
Brooklyn Köprüsü, New York'ta East River üzerinde Brooklyn ile Manhattan'ı birbirine bağlayan bir köprüdür. Köprünün yapımına 3 Ocak 1870'te başlandı. 13 yıl sonra tamamlandı ve 24 Mayıs 1883'te hizmete açıldı. Tamamlandığı zaman dünyanın en geniş asma köprüsü idi; köprünün kuleleri ise birkaç yıl için ABD'nin en yüksek yapıları olmuştur. Doğu nehri üzerindeki köprünün ana ayakları arasındaki açıklık 486,3 metredir. Köprünün inşaat maliyeti 15,1 milyon ABD Dolarıdır ve yapımında yaklaşık 27 kişi ölmüştür . Brooklyn ile Manhattan arasında artan trafiğe çare olmak için ihtiyaç duyulan bu köprüyü inşa etmek, tel kablonun mucidi olan John A. Roebling'in rüyası idi. John A. Roebling, dünyanın en büyük kablo üreticisi şirketinin sahibiydi, telgraf telleri, elektrik köprü telleri, gemi ve asansör telleri üretmekte idi. Köprünün çizimi için 1865'ten itibaren çalıştı. Hayalini kurduğu bu köprü inşaatı projesini almayı başardı ancak köprünün yerini tespit çalışmaları sırasında geçirdiği bir kaza sonucu ayağı ezildi ve enfeksiyon kapması sonucu 2 hafta ağrılar içinde kıvrandıktan sonra 1869'da öldü, köprünün baş mühendisi olarak oğlu Washington Roebling atandı. 1870'te Washington Roebling üzerine köprünün kulelerinin inşa edileceği su altı odalarında çalışırken vurgun yedi ve yatalak oldu. Eşi Emily Warren Roebling'in mücadelesi sayesinde köprünün baş mühendisliği görevinden alınmadı ve karısı gayri resmi olarak baş mühendislik görevini sürdürdü, kendisi köprü inşaatını yatağından seyrederek kontrol etti ve karısı aracılığıyla inşaat alanı ile arasında bağlantı sağladı. Köprünün açılış günü New York'ta tatil ilan edildi, o gün "150.300" yayanın köprüden geçerek suya 1 cent attığı söylenir. Gotik tarzda yapılmış bu köprü, 19. yüzyıl mühendisliğinin doruk noktası ve dünyanın 8. harikası olarak kabul görülmüştür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18354", "len_data": 1830, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.54 }
Cendere Köprüsü, Adıyaman'da Cendere çayı üzerinde yer alan ve dünyanın hâlen kullanılmakta olan en eski köprülerinden biri olarak anılan tarihi köprü. Adıyaman'a 55 km mesafede, bugün Eskikale olarak bilinen bir antik yerleşim bölgesinde bulunmaktadır. "Kahta" ve "Sincik"'i birbirine bağlar. Romalıların yaptığı 2. en geniş kemerli köprüdür. 120 m uzunluğunda ve 7 m genişliğindedir. Her biri 10 ton ağırlığında 92 kayadan meydana gelir. Köprünün üstündeki Latince bir kitabeden anlaşıldığına göre Roma İmparatoru Septimius Severus (193-211), karısı ve oğulları adına yaptırılmıştır. Orijinalinde 4 korint sütun bulunduğu Kahta tarafındaki ikisinin Septimius Severus ve eşine, Sincik tarafındaki ikisinin ise oğullarına adandığı biliniyor. Ancak oğullardan Geta'ya ait olan sütun, onu öldüren ve kardeşine ait her şeyi yok etmek isteyen Caracalla adlı kardeş tarafından yıktırılmış. Köprü 1997'de bakımdan geçmiş ve üzerinden 5 ton ağırlığa kadar olan taşıtların geçmesine izin veriliyordu.Yeni köprü yapıldığından araç geçişi tamamen yasaktır. 500 metre doğusuna yeni bir köprü daha yapılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18355", "len_data": 1098, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.56 }
Acara Özerk Cumhuriyeti (Gürcüce: აჭარა; tam adı: აჭარის ავტონომიური რესპუბლიკა - "Açaris Avtonomiuri Respublika"), Gürcistan'ın güneybatı kesiminde yer alan özerk cumhuriyet. Yönetim merkezi Batum'dur. Türkiye'nin hemen kuzeydoğusunda Artvin ve Ardahan illeri sınırında yer alır. Artvin'in Kemalpaşa ilçesinde bulunan Sarp Sınır Kapısı Batum'a açılır. Bir süre Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde kalmış olan Acara Özerk Cumhuriyeti, 1921'de imzalanan Kars Antlaşması'nın bir sonucu olarak Acara Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adıyla kurulmuş, Sovyetler Birliği'nin dağılıp Gürcistan'ın bağımsız olmasından sonra bugünkü adını almıştır. Gürcistan'ın merkezî yönetimine tabi olan Acara Özerk Cumhuriyeti, Türkiye ile tarihî, dinî ve kültürel yakınlığa sahiptir. 1921 Kars Antlaşması metnine göre Türkiye, bölgeyi dinî toplulukların bütün haklarını garanti altına alan geniş bir yönetimsel özerkliğe sahip olması ve Batum limanından vergisiz şekilde serbest ticaret yapabilmesi koşuluyla Gürcistan'a bırakmıştır. Tarihçe. Arkeolojik buluntulara göre Acara Neolitik Çağlardan beri insanların yerleşim yeri olmuştur. Antik Gürcü kabilesi Moshlar antik çağlarda bu bölgeyi yurt edindi, Acara bölgesi MÖ 7. yy dan 3. yy. a kadar Kolhis'in bir parçasıydı. Bölge İberya Krallığı içerisinde MS 4. yy. sonlarında bir ilçe (saeristavo) olarak ortaya çıktı. MS 4. ve 5. yüzyıllarda Yunan tüccarlar tarafından kolonize edildi, Acara sahili daha sonra Roma hakimiyetine geçti. Bathus (Bathys) (günümüz de Batum) ve Apsaros (Apsaruntos) (Modern Gonio) bu zamanların önemli şehirleri ve kaleleri idi. Arkeolojik çalışmalar günümüz Kobuleti yakınlarında Piçvnari'de zengin bir antik kentin kalıntılarını ortaya çıkarmıştır. MS 2. yüzyılda Bathus, Roma lejyonlarının önemli bir askeri üssüydü. Apsaros tiyatrosu ile meşhurdu. Hristiyanlık döneminin başlarında Acara Aziz Andreas, Aziz Matta ve Aziz Simon isimleriyle bağlantılıdır. Aziz Matthias'ın Batum yakınlarında Gonio kalesine defnedildiği söylenir. Acara MS 2. yüzyılda Lazika Krallığı'na katılmıştır. Bölgenin kilit kalesi Petra (Tsihisdziri) Bizans ve Persler arasındaki Lazika Savaşı'nda (542-562) önemli bir rol oynamıştır. 9. yüzyılda bölge iki Gürcü devleti; Tao-Klarceti ve Egrisi-Abhaz Krallığı arasında bölünmüştü. 11. yüzyılda Acara birleşik Gürcistan Krallığı'nın bir parçası oldu ve Samsthe Prensliği'nin yöneticileri tarafından idare edildi. Bölge 11. yüzyılda Selçuklu Hanedanı ve 13. yüzyılda Moğollar tarafından harap edildi. Gürcistan Krallığı'nın bölünmesinden ve buna mütakip iç savaşlardan sonra Acara 1535 yılında Guria Prensliği'nin bir parçası olana dek sürekli el değiştirmiştir. Bu dönemde Cenevizliler Karadeniz ticaret kolonilerinden birini Gonio'da kurdu. Osmanlı dönemi. Osmanlılar 1614 yılında bölgeyi fethetti. Acara halkı bu dönemde kademeli olarak İslamı benimsedi Osmanlı döneminde Acara-yı Ulya (Yukarı Acara) ve Acara-yı Süfla (Aşağı Acara) sancakları kuruldu. Bu sancaklar Çıldır Eyaleti'ne bağlıydı. Bu eyaletin merkezi de bazen Çıldır bazen Ahıska (Ahaltsihe) idi. 93 Harbi savaşı sırasında Acara halkının büyük bir bölümü Anadolu'nun çeşitli yerlerine göç etti. Harpten sonra imzalanan Berlin Antlaşmasıyla Rusya İmparatorluğuna ilhak edildi ve Batum Oblastı kuruldu. 1883 yılında Batum Oblastı ve Artvin Oblastı birleştirilerek Batum yönetim bölgesi oluşturuldu. I. Dünya Savaşı. I. Dünya Savaşı sırasında 3 Mart 1918 tarihli Brest-Litovsk Antlaşması'yla Osmanlı'nın toprağı oldu. Transkafkasya Komiserliği ile yapılan görüşmelerin sonuçsuz kalmasından sonra 14 Nisan 1918 yılında Osmanlı askerleri tarafından ele geçirildi. 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi gereğince Birleşik Krallık tarafından geçici olarak işgal edilmiş ve İngiliz yönetimi bölgeyi 20 Temmuz 1920'de Gürcistan'a bırakmıştır. Türk Kurtuluş Savaşı döneminde Bolşeviklerin Gürcistan'a saldırısı sırasında Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti Ordusu tarafından alınmıştır. Birinci meclise Akif Bey (Sümer), Ahmet Fevzi Bey (Erdem), Hahutzade Ahmet Nuri Efendi, Ali Rıza Bey (Acara), İmamzade Edip Efendi (Dinç) olmak üzere beş Batum milletvekili seçilmiştir. Sovyetler ile Türkiye arasında. 16 Şubat 1921'de Sovyetlerin Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti'ne saldırmasıyla Türkiye ile Gürcistan arasında müzakere başlamış ve 23 Şubat'ta Sovyetler BirӀiği, Gürcistan'a savaş ilan edince Gürcistan hükûmeti, Ardahan ve Artvin sancaklarının Türkiye'ye bırakıldığını bildirmiştir. Ertesi gün 24 Şubat'ta Tiflis, Kızıl Ordu tarafından işgal edilmiştir. Müzakerenin sonucu Türkiye Büyük Millet Meclisi Ordusuna bağlı birlikler 7 Mart'ta Ardahan ve Artvin'i, 10 Mart'ta Ahıska'yı almış ve 14 Mart'ta Batum ve Ahılkelek'e girmişlerdir. Gürcüler Ahıska ve Ahılkelek'in Türkiye'ye verilmesine razı olmuş; ancak Batum'u vermek istememiştir. 16 Mart 1921'de Moskova Antlaşması imzalanarak Batum'un Sovyetlere bırakılması kararlaştırıldıysa bu haber cepheye ulaşmamıştır. Bu arada 11. Kızıl Ordu Batum'a yaklaşmaktaydı. Gürcü ordusu Kızıl Ordu'nun saldırısına dayanamayarak son hattı olan Samatredi - Poti hattından geri çekilmiş ve ordunun büyük kısmı Bolşevikleşmiştir. 17 Mart'ta Gürcü hükûmeti Batum'u terk etmiştir. Gürcü kurucu meclisi Batum'u terk etmeden önce şu kararı vermiş: "Batum'u Türklere terk etmektense Bolşeviklerde kalması daha iyidir. Çünkü bir gün Sovyetler ortadan kalkacak, fakat bir kere Türk olan Batum daima Türk kalacaktır." 17-18 Mart gecesi Gürcü hükûmeti Batum'u Türkiye'ye teslim ettikten sonra eski Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetinin Gürcistan mümessili olan Albay Mehmet Kâzım Bey (Dirik) tarafından mutasarrıflık kurulmuştur. 18 Mart'ta Bolşeviklik ilan eden Batum'daki Gürcü Alay Komutanı Giorgi Mazniaşvili REFKOM idaresini kurmuş ve Batum'un Gürcülere bırakılmasını istemiştir. Kâzım Bey reddedince kendisinin kaldığı vilayet konağına saldırmış ve iki kuvvet arasında çatışma yaşanmıştır. Zor durumda kalan Türk birliklerin çoğu Çoruh'un gerisine çekilmiştir. 19 Mart'ta Moskova Antlaşması cephe birliklerine ulaşmıştır. Ancak 20 Mart'ta Gürcüler Samaya ve Barshane tabya ve kışlalarına saldırmış ve çarpışma alanına gelen Kızıl Ordu süvari alayı Türk birliklerinin bütün eşyalarını yağma ettikten sonra esir almıştır. Türk askerleri 22 Mart'ta kadar tutuklu kalmışlardır. 28 Mart'ta 11. Alay Borçka'ya çekildi, aynı gün Albay Kâzım Bey Batum'u bırakarak Trabzon'a gitmiş, 7. Alay Batum (Çoruh sol kıyısı)'dan Hopa'ya çekilmiştir. Ahıska'daki 15. Süvari Alayı Zaruşat'a, 8. Alay Çıldır ve Çaksuyu'ya, Ahılkelek'teki 29. Alay ve 9. Tümen Süvari Bölüğü Gümrü yakınlarına çekilmiştir. Sovyetler sonrası. Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra Acara, 1991’de bağımsızlığını ilan eden Gürcistan’ın içinde kaldı. Acara’nın bu tarihte başına geçerek otoriter bir yönetim kuran Aslan Abaşidze, bölgeyi Gürcistan’daki iç savaşın dışında tuttu. Ancak Abaşidze, kişisel servet edinmek, insan haklarının ihlali, suç örgütlerine göz yummak gibi konularda suçlandı. Eduard Şevardnadze’nin devlet başkanlığı boyunca Tiflis yönetiminin fiilen denetimi dışında kaldı. ABD ve Soros destekli Karanfil veya Gül Devrimi olarak adlandırılan darbeyle 2004 yılında Şevarnadze’yi deviren Miheil Saakaşvili yönetimindeki muhalefet, Saakaşvili’nin devlet başkanı seçilmesinden sonra bu konuya da el attı. Bu çerçevede uzun süren ve savaş eşiğine kadar gelen kriz yaşandı. Rusya'yla yakın ilişkide olan Abaşidze, Kars Antlaşması'na atıfla garantör ülke olarak Türkiye'den de yardım istedi. Türkiye sorunun barışçıl yollarla çözümünü desteklemekle birlikte, askeri müdahale durumunda Kars Antlaşmasına dayanabileceğini de belirtti. Yapılan diplomatik görüşmeler sonucunda gerekli desteği bulamayan Abaşidze, Mayıs 2004’te ülkeyi terk edip Rusya’ya gitmek zorunda kaldı. Abaşidze’nin devrilmesinden sonra, merkezi yönetim bölgenin özerkliğine müdahale ederek, özerk yönetimin birtakım yetkilerini kıstı, yönetimin belirlenmesinde değişikliğe gidildi. Yasama ve yönetim. Aslan Abaşidze’nin 2004'te devrilmesinden sonra Acara Özerk Cumhuriyeti’nin statüsü Gürcistan anayasasında yapılan değişikliklerle kısıtlandı. Yeni statüye göre bölgesel yasama organı olan Yüksek Konsey (parlamento) 30 üyeden oluşur ve 5 yılda bir yenilenir. Bölgesel hükûmet olan Acara Özerk Cumhuriyeti Bakanlar Konseyi'nin başkanı, Gürcistan devlet başkanı tarafından belirlenmektedir. Devlet Başkanına bölgesel hükûmeti ve parlamentoyu feshetme yetkisi de verilmiştir. Acaristan, 6 yönetim bölgesine ayrılmıştır: Coğrafya ve İklim. Acara, Karadeniz’in güneydoğu kıyısında yer alır. Topraklarının büyük bölümü Küçük Kafkas Dağlarına yayılır. Kuzeyde Guria, doğuda Samtshe-Cavaheti, güneyde Türkiye yer alır. Acara büyük ölçüde dağlık bir bölgedir ve % 60’ı dağlarla kaplıdır. Bu dağların en yüksek noktası 3.000 m’yi aşar. Bölgedeki dağların önemli kısmı Mesheti Dağlarının bir parçasıdır. Mesheti Dağlarının (batıya bakan yamaçlar) pek çok kısmı ılıman yağmur ormanları ile kaplıdır. İklim. Acara’da astropikal iklim egemendir. Yönetim merkezi Batum’da ortalama sıcaklık 14 °C’dir. En soğuk ay olan ocak ortalaması 6 °C olarak ölçülür. En sıcak aylar olan temmuz ve ağustos ortalaması ise 22 °C olarak gerçekleşir. Batum’da en düşük sıcaklık olarak -7 °C ve en yüksek sıcaklık olarak da 40 °C kaydedilmiştir. Ekonomi. Acara'nın çay, fındık, narenciye ve tütün yetiştirmek için iyi imkânları vardır. Dağlık ve ormanlık bölgenin astropikal bir iklimi ve birçok kaplıcası vardır. Tütün, çay, narenciye ve avokado önemli ürünler olup, çiftlik hayvanlarının besiciliğide ayrıca önemlidir. Önemli sanayi dalları çay ambalajlama, tütün işlemeciliği, meyve ve balık konserveciliği, petrol rafineri ve gemi yapımı üzerine yoğunlaşmıştır. Bölgenin başkenti Batum; Gürcistan, Azerbaycan ve kara ile çevrili Ermenistan'ın mal nakliyesini yöneten önemli bir kapıdır. Batum limanı, Kazakistan ve Türkmenistan'dan gelen petrolün taşınması için kullanılır. Petrol rafinerisi, Supsa limanına boru yolu ile ulaşan ve oradan Batum'a demiryolu ile taşınan Azerbaycan'dan gelen Hazar petrolünü işler. Acara'nın başkenti gemi yapımı ve üretimi konusunda önemlidir. Turizm. Acara, Gürcistan'ın turizm açısından gelişmiş başta gelen bölgelerinden biridir. Kıyı turizmi ve plajları açısından başta gelen yerler, Kobuleti, Tsihisdziri, Çakvi, Mtsvane Kontshi, Mahincauri, Batum, Gonio, Kvariati ve Sarpi'dir. Kintrişi ve Shalta vadileri ekoturizm açısından gelişmiştir. Batum-Helvaçauri-Keda-Şuahevi-Zamleti-Shalta-Hihadziri-Thilvana ve Hihani turu, ekoturzmciler açısından ilgi çekicidir. Bölgenin hayli zengin bir flora ve fauna hazinesi vardır. Mahuntseti, Mirveti, Çiruhi gibi şelaleler doğa turizmine ayrı bir atmosfer katar. Ayrıca dağcılar için Hino-Heknari-Zerabloseli-Çakvistavi ile Hihadziri-Thilvana-Goderdzi Geçidi turları düzenlenir. Batum Botanik Bahçesi, dünyanın ender bitki türlerini barındırması açısından ilginç bir yerdir. Acara, kale, köprü, kilise ve manastır kalıntıları açısından da görülmeye değer bir bölgedir. Nüfus. Acaristan'nın nüfusu 333.953'dır. Acara Özerk Cumhuriyeti'nin nüfusun büyük bölümü, Acaralılar olarak adlandırılan Müslüman Gürcülerden oluşur. Günlük yaşamda Gürcücenin farklı bir lehçesini (Acara lehçesi- Açaruli) konuşurlar. Bölgenin yukarı kesimlerinde, Türkiye sınırları yakınında Gürcücenin yanı sıra Türkçe de konuşan birkaç köy vardır. Yazı ve eğitim resmi dili Gürcücedir. Acaralılar, 1930'lardan bu yana Gürcülerden ayrı bir etnik kimliğe sahip topluluk sayılmamaktadır. Bu tarihe değin ise ayrı bir topluluk olarak kayıtlara geçiriliyordu Bunun yanında yörede 30,000 kadar Laz yaşamaktadır. Bu nüfusun 2.000'i Sarp köyünde ikamet etmektedir. Oradaki Lazlar da nüfuslara Gürcü olarak kayıt edilmektedirler. Acara Özerk Cumhuriyeti'nin toplam nüfusu 333.953'tır. 2014 sayımına göre bu nüfusun % 96,04'ü Gürcüler, % 1,64'ü Ermeniler, % 1,10'ü Ruslar, % 0,24'sı Ukraynalılar, % 0,17'ü Rumlar ve % 0,8'si de diğer etnik gruplardan oluşur. Din. Acara Özerk Cumhuriyeti, çok-dinli bir yapıya sahiptir. Gürcü ve Rus Ortodoks kiliselerinin yanı sıra camiler, sinagog ve Katolik kilisesi vardır. Acaralılar, 4. yüzyılda Romalılar aracılığıyla Hristiyanlığı kabul ettiler. Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim dönemlerinde Osmanlı'nın Kafkasya bölgesini fethiyle birlikte, 17. yüzyıldan itibaren halkın tamamına yakını, Sünniliğin Hanefi mezhebini benimsemiştir. Halkın önemli bir bölümü, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından bölgenin Rusya’nın eline geçmesinden sonra Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra bağımsızlığını ilan eden Gürcistan'da özellikle gençler arasında devletin resmi olarak Hristiyanlaştırmayı desteklediği bir süreç vardır. Buna rağmen Acara'da çoğunluğu Hulo bölgesinde Sünni Müslümanlar bulunmaktadır. Bölge Rusya tarafından ilhak edildiğinde, bölge nüfusunun tahmin olarak %80'i Müslüman iken, bugün bölgenin %25-30'u Müslüman kalabilmeyi başarmıştır. Acara bölgesi, SSCB'ye bırakılırken bölgeye özerklik verilmiş, bu özerkliğin garantörü de Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Bölge SCCB'ye bırakılırken bölgenin dini ve etnik yapısına müdahale edilmemesi şartı ile bırakılmıştır. 2014 Acara İstatistik birimi verilerine göre yapılan tahminlerde nüfusun %60'ı Gürcü Ortodoks Hristiyan ve %39'u Müslümandır. Nüfusun geri kalan kısmını %0.3 ile Ermeni Hristiyanlar, %3'ünü ise diğerleri oluşturmaktadır. Gürcistan'ın "Ulusal Öneme Sahip Taşınmaz Kültür Anıtları" listesine eklenmiş olan Kvirike Camii gibi günümüzde de ibadete açık olan 19. yüzyıl yapısı camiler bulunmaktadır. Geleneksel halk festivalleri. Selimoba. 3 Temmuz'da Hulo Belediyesi'nin Bako köyünde düzenlenen Selimoba, Selim Himşiaşvili'nin hayatını anıyor. Festival süresince bir halk el sanatları sergisinin yerel amatör gruplarının katılımıyla bir konser düzenleniyor. Acara Eğitim, Kültür ve Spor Bakanlığı tarafından desteklenmektedir. Şuamtaoba. Şuamtoba ("dağlararası festival"), her Ağustos ayının ilk hafta sonu iki belediyenin (Hulo ve Şuahevi) yazlık dağ çayırlarında düzenlenen geleneksel bir festivaldir. Şuamtoba'da at yarışı, halk el sanatları sergisi ve halk topluluklarının yer aldığı bir konser düzenleniyor. Maçahloba. Maçahloba, Eylül ayının ikinci yarısında düzenlenen Maçahela geçit şenliğidir. Helvaçauri Belediyesi, Maçahela geçidinde kutlanan geleneksel bir bayramdır. Festival, Maçahela tüfek anıtında (Maçahela ve Çorohi nehirlerinin birleştiği noktada) başlar, Maçahispiri köyünde devam eder ve Zeda Çhutuneti köyünde sona erer. Kolhoba. Kolhoba, eski bir Laz festivalidir. Helvaçauri İlçesi, Sarpi köyünde Ağustos sonunda veya Eylül başında yapılır. Argonotlar ile ilgili efsane festival boyunca sahnede anlatılıyor. Kaynakça. 1. M. Fahrettin Kırzıoğlu, Osmanlıların Kafkas – Elleri'ni Fethi (1451 - 1590), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Baskı, Ankara 1998. 3. Fahrettin Murtazaoğlu, "Acaralıların Siyasi Özerklik Hakkının Süjesi Haline Gelmeleri ve Türkiye'nin Bu Sürece Etkisi", Bilig, 2004, s.41-82 4. Süleyman Erkan, Kırım ve Kafkasya Göçleri (1878-1908), KTÜ Kafkasya ve Orta Asya Ülkeleri Uygulama ve Araştırma Merkezi Yayını, Trabzon 1996.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18356", "len_data": 15102, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.62 }
Sarp Sınır Kapısı, Karadeniz kıyısında, Türkiye ile Gürcistan arasındaki sınır kapısıdır. Adını Artvin'in Kemalpaşa ilçesine bağlı sınırdaki Sarp köyünden alır. Gürcistan tarafındaki sınır köyünün adı da Sarpi'dir. Bu sınır kapısı, 1989 yılında açılmıştır. Deniz seviyesinden 252 metre yüksekliktedir. Hopa ilçesinin 15 km doğusunda yer alan Sarp Sınır Kapısı Gürcistan'a açılan bir kapı olmanın yanında bütün Kafkasya'ya ve Orta Asya ülkelerine açılan kara yolu üzerindeki sınır kapısı olarak da önemlidir. Gürcistan'ın Acara Özerk Cumhuriyeti'ne açılan bir kapı olan Sarp Sınır Kapısı'nın, Acara'nın yönetsel merkezi Batum kentine uzaklığı yaklaşık 20 km'dir. Toplam 36.000 m2lik bir alana sahiptir. 10 Aralık 2011'den beri Türk ve Gürcistan vatandaşları pasaporta ihtiyaç duymadan sadece nüfus cüzdanı ile Türkiye ve Gürcistan'a geçebilmektedir. Sarp Sınır Kapısı'ndan 2018 yılında 6.912.356 yolcu, 598.658 de araç giriş çıkış yaptı. 2024 yılı aralık ayında 37 bin 615 tır geçiş yapmıştır. 2024 yılı boyunca Sarp Sınır Kapısından 5 milyon 555 bin 125 yolcu geçiş yaptı. Yeni tip koronavirüsten dolayı 14 Mart itibarıyla Türkiye ve Gürcistan Sarp Sınır Kapısı'nın karşılıklı olarak yolcu geçişine kapatıldığını açıkladı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18357", "len_data": 1222, "topic": "NEWS", "quality_score": 3.46 }
Mostar Köprüsü (Boşnakça: "Stari Most"), Bosna-Hersek'in Mostar şehrinden geçen Neretva nehri üzerinde bulunan bir köprü. Orijinal köprü Mimar Sinan'ın öğrencisi Mimar Hayreddin tarafından 1566 yılında inşa edildi ve 9 Kasım 1993'te Boşnak-Hırvat Savaşı sırasında Hırvat güçleri tarafından yıkılıncaya dek 427 yıl kullanıldı. Mimar Hayreddin, köprü için 456 kalıp taş kullanmıştı. Köprü, çevresindeki kente adını da verdi. Mostar, Hersek bölgesinin ana kenti oldu. Köprüyü yeniden inşa etmek için bir proje hazırlandı ve 23 Temmuz 2004'te yeni köprü hizmete girdi. Köprü, 2005'te UNESCO tarafından Dünya Mirası ilan edildi. Özellikler. Neretva Nehri'nden 24 metre yüksekte 30 metre uzunluğunda, 4 metre genişliğinde olan Mostar Köprüsü, dönemine göre gelişmiş bir teknolojiyle inşa edildi. Köprü inşaatında 456 kalıp taş kullanıldı. Köprü, inşa edildikten sonra yakınındaki şehre ismini vermiştir, şehirde ticareti canlandırmış ve zenginleştirmiştir. Böylece Mostar, Hersek bölgesinin önemli bir şehri haline gelmiştir. Mostar Köprüsü, cesur sporcular tarafından yıllarca bir atlama platformu olarak kullanıldı. Geleneğe göre şehrin erkekleri, nişanlılarına cesaretlerini ispatlamak için düğün öncesinde köprüden atlarlardı. Yıkılması. Bosna-Hersek'te başlayan iç savaş sırasında Mostar Köprüsü'ne ilk saldırıyı 1992'de Bosnalı Sırplar düzenledi. 9 Kasım 1993'te Hırvat tankları köprüye daha büyük bir zarar veren saldırılarını başlattı. Kasım ayının sonunda köprü tamamen yıkıldı. Dev taşları, Neretva Nehri'nin sularına gömüldü. Mostar Köprüsü, yüzyıllar boyunca Bosna'da hoşgörü ve kültürel çeşitliliğin sembolüydü ve 427 yıldır ayaktaydı. Şehrin Müslüman ve Hırvat kesimini birbirine bağlıyordu. Köprünün yıkımı, Mostar'ın çok uluslu mirasının reddedilmesi anlamına geliyordu. Savaş sonrasında İngiliz güçleri yıkılan köprünün yerine geçici bir demir köprü yaptı. Mostar civarındaki diğer köprüler de tahrip edildiğinden, nehrin iki yakasını birleştiren tek yapı olarak bu köprü kaldı. Yeniden inşası. Mostar Köprüsü'nün eski hâline uygun olarak yeniden inşası çalışmaları (TİKA) UNESCO ve Dünya Bankası'nın desteğiyle 1997'de başladı. Köprünün temel, beden duvarları ve zemin güçlendirilmesini Yapı Merkezi ve taş kemer inşaatını bir diğer Türk şirketi olan ER-BU üstlendi. Macar ordusundan dalgıçlar orijinal taşları nehir yatağından bulup vinçlerle çıkardı. Bombardımandan ve suyun içinde bozulmaya uğramış taşlar yapıda kullanılamadığından, orijinal taşların çıkarıldığı, günümüzde kapalı olan taş ocağı tekrar bu iş için açılıp, aynı ocaktan çıkarılan taşlar köprünün yapımında kullanıldı. Orijinal modele sadık kalan şirket, köprünün temellerini de sağlamlaştırdı. 30 metre uzunluğundaki, 24 metre yüksekliğindeki köprünün kemerindeki çalışma Haziran 2002'de başladı. Kilit taşı Ağustos 2003'te yerine konuldu. İnşaatı tamamlanan Mostar Köprüsü, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu çok sayıda devletin temsilcilerinin hazır bulunduğu bir törenle, Galler prensi Charles tarafından 23 Temmuz 2004 tarihinde açıldı. Açılışı, çok sayıda televizyon ekibi naklen yayınla seyircilerine ulaştırdı. Mostar Köprüsü, eski Mostar şehriyle birlikte 2005 yılında Dünya Mirası listesine eklenmiştir. Mostar. Bugün çokuluslu bir yönetim tarafından idare edilen Mostar'da savaş döneminde başlayan bölünmeler hâlâ devam etmektedir. Hırvatlar nehrin batısında, Müslümanlar ise doğusunda yaşamaktadır. Savaş sırasında şehirden ayrılan Sırplar ise bir daha geri dönmemiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18358", "len_data": 3463, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.48 }
Akpınar, Kırşehir iline bağlı bir ilçedir. Temmuz 1987 tarihinde ilçe olmuştur. Yüzölçümü 528 km², yüksekliği 1.150 metredir. İlçede 1 belediyesi, 6 mahalle ve 26 köy vardır. İlçe, devlet karayolu üzerinde olduğundan gelişmeye müsaittir. Başlıca geçim kaynağı tarım ve hayvancılık olan halkın, gelir seviyesi düşüktür. Tarım arazisi engebelidir. Kırşehir ilinin en yeşil ilçesidir. Özellikle temiz havası ve her mevsim akan soğuk ve temiz suyu ile bilinir. İlçenin cevizi kalite ve lezzet bakımından ün salmıştır. İlçe nüfusunun bir kısmı yurtdışında işçilik yaparak geçimlerini sağlamaktadır. Özellikle Hollanda, Fransa ve Almanya'da çalışanlar çoğunluktadır. İnşaat işlerinde soğuk demircilik yapan ustaları sayesinde Türkiye'nin en deneyimli soğuk demir ustaları bu ilçeden çıkmaktadır. Özellikle Türki ülkelerde iş yapan çok sayıda işçisi vardır. Coğrafya. İç Anadolu Bölgesi'nin orta Kızılırmak bölümünde kalan Akpınar ilçesi, güneyinde Kırşehir, kuzeybatısında Kırıkkale ili Keskin ilçesi, batısında Kaman, kuzeydoğusunda Akçakent, il ve ilçelerde karayolları ile bağlantısı bulunmaktadır. Karasal iklime sahip olan ilçede dere ve küçük akarsular yönünden zengin olduğu görülmektedir. Orman bakımından yoksun olan ilçe bozkır görünümündedir. Vadi tabanı sulak yerlerinde kavak, meyve bahçeleri ve şeker pancarı ilçe tarımı açısından önemli yer oluşturmaktadır. İlçede sulama göleti ve bazı hastalıklara iyi geldiği düşünülen birden fazla sıcak su kaynağı bulunmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18365", "len_data": 1475, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.43 }
Tetrahidrokannabinol veya kısaca THC, Hint keneviri ("Cannabis sativa" ve "Cannabis indica") bitkisinde doğal olarak bulunan 113 kannabinoidden biridir. Esrarın etken maddesidir ve doğal keyif vericidir yani bir kişi THC (Tetrahidrokannabinol) maddesini tükettiğini dopamin düzeylerini arttırabileceğinin anlamına gelmektedir. Hint keneviri bitkisinin dişisinde erkeğine kıyasla 4-5 kat daha fazla bulunur. Bu sebepten esrar (marijuana), dişi hint kenevirinden elde edilir. Tetrahidrokannabinolün beyin ve vücut üzerindeki etkileri. THC, vücutta nörotransmiterlerin aktivitesini taklit ederek sinyalleri beyne ileten kimyasal mesajlaşma sistemini etkiler. Bu bileşik, beyindeki kannabinoid reseptörlerine bağlanarak ve onları aktive ederek zihinsel ve fiziksel işlevlerde değişikliklere yol açar. Bu süreç, beynin doğal endokannabinoid sistemini bozarak hareket, koordinasyon, hafıza, düşünme, dikkat, duyusal algı ve zaman algısı gibi çeşitli yetilerde bozulmalara neden olabilir. THC ayrıca beynin hipokampus ve orbitofrontal korteks gibi öğrenme, hafıza ve dikkatle ilgili bölgelerinin işlevini etkileyebilir. Bunun sonucunda, bireylerin koordinasyonu, tepki süresi, düşünme becerisi ve denge gibi temel yeteneklerinde olumsuz değişiklikler meydana gelebilir. Buna ek olarak, THC beyindeki dopamin salınımını artırarak, ödül ve haz duygularını tetikler. Bu durum, THC kullanımının kişinin beynindeki ödül sistemini uyararak, tekrar kullanma eğilimini artırmasına neden olur. Bu nedenle, THC içeren maddeler bağımlılık riski taşıyabilir ve uzun vadede kullanım Fiziksel bağımlılık yaratabilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18366", "len_data": 1596, "topic": "HEALTH", "quality_score": 4.23 }
Hamza Türkmen (d. 1953; Sarıyer, İstanbul), Türk yazar ve aktivist. Yaşam öyküsü. 1953 yılında İstanbul Sarıyer'de doğdu. Öğrenciliği döneminde ilk düşünsel ve siyasal formasyonunu önce Millî Türk Talebe Birliği'nden, sonra da Yeniden Millî Mücadele hareketinden aldı. Düşünsel sorgulamalar sonucunda bir grup arkadaşı ile birlikte 1975'te Yeniden Millî Mücadele hareketinden ayrıldı. Sağcı, devletçi, millici, Yeni Osmanlıcı dini duyarlılıktan ayrışarak Kur'an merkezli siyasal sorgulamalar gerçekleştirdi. Önce İstanbul Hukuk Fakültesi'nde okudu; ancak 3. sınıftayken hukuk öğrenimini bıraktı ve M.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'ni bitirdi. Bir grup arkadaşıyla 80'li yılların ikinci yarısında Yöneliş Yayınları'nı kurdu. Beraber olduğu Müslümanlar ile birlikte 1990 yılında "Dünya ve İslam" dergisini, 1991 yılında "Haksöz" dergisini yayımlamaya başladı. "Dünya ve İslam"ın sahipliğini, "Haksöz"ün ise editörlüğünü yaptı. 1996 yılında yapısal ve düşünsel açıdan daha homojen Müslümanlar ile Ekin Yayınevi'ni kurdu. Halen aynı yayınevinde yayıncılık ve 1991'den bu yana yayımlanan "Haksöz"de yazarlık yapıyor. 1991'de Türkiyeli Müslümanlar Platformu'nun, 1999 yılında Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği'nin kuruluşuna, 2002 yılında da Filistin Dostları Girişimi'nin ve "Kudüs" dergisinin kuruluşuna öncülük etti. Özgür-Der'de aktivist olarak faaliyet göstermektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18367", "len_data": 1382, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.53 }
Eleni Karaindrou (d. 25 Kasım 1941) (Yunanca: Ελένη Καραΐνδρου) Yunan besteci Teichio, Yunanistan'da doğdu. Atina Hellenikon Odion'da piyano ve teori eğitimi aldı. Özellikle Theodoros Angelopoulos'un yönettiği filmlerin müzikleriyle bilinir. Theodoros Angelopoulos'un Eternity and a day ve To livadi pou dakryzei (İngilizce: The weeping meadow) isimli filmlerine yaptığı film müzikleri ile ünlenmiştir. Atina Senfoni Orkestrası tarafından bir senfoni olarak çalınmıştır. 2012 yılında İstanbul'da konser vermiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18373", "len_data": 513, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.18 }
Eritromisin, bir makrolit antibiyotiğidir. Anti-mikrobik spektrumu pensiline benzediği için, çoğunlukla penisilin alerjisi olan bireylerde kullanılır. Özellikle frengi, bunlar arasında solunum yolu enfeksiyonları, cilt enfeksiyonları, klamidya enfeksiyonları ve frengi bulunmaktadır. Hamilelikte, yeni doğanlarda Group B streptokoksik enfeksiyonunu önlemek için de kullanılabilir. Eritromisin geciken mide boşaltımlarını geliştirmek için kullanılabilir. Damar içi veya ağız yoluyla verilebilir. Doğumdan sonra yeni doğanlarda göz enfeksiyonunu önlemek için göz merhemi rutin olarak önerilmekedir. Genellikle bakteriyostatik etkiye sahiptirler (sadece beta-hemolitik streptokok ve streptokok pnömonia'ya karşı bakterisid etkisi vardır). Anaerob bakterilere karşı etkisizdir. Yaygın yan etkileri arasında mide krampları, kusma ve ishal bulunmaktadır. Daha ciddi yan etkileri arasında ise , karaciğer sorunları, uzun süreli QT ve alerjik tepkiler sayılabilir. Vücuda alınan eritromisin karaciğerde metabolize edilir. Bu nedenle karaciğer yetmezliği olan hastalarda kullanımı sakıncalıdır. Penisilin alerjisi olanlarda kullanılması genellikle güvenlidir. Eritromisin kullanımı hamilelikte ve emzirme sırasında da güvenlidir. Macrolid ailesindendir ve bakteriye göre protein yapımını azaltarak çalışır. Eritromisin ilk kez 1952'de izole edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü Temel İlaçlar Listesinde, temel bir sağlık sisteminde ihtiyaç duyulan en önemli ilaçlar arasında sayılmıştır. Jenerik ilaç olarak kullanılabilir ve pahalı değildir. Hap başına toptan satış fiyatı 0.03 - 0.06 ABD doları arasındadır. Eritromisin "" bakteri türünden üretilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18377", "len_data": 1637, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.68 }
Madam Bovary (), Fransız yazar Gustave Flaubert'in "Madam Bovary: Taşra Hayatı" orijinal ismiyle 1856'da yayınlanan ilk romanıdır. Yaşadığı sıkıcı ve sıradan taşra hayatından kurtulabilmek için sınırlarını umutsuzca zorlayan Madam Bovary'nin hikâyesini anlatır. Roman, 1 Ekim 1856 ve 15 Aralık 1856 arasında "La Revue de Paris'te" ilk kez tefrikalar halinde yayınlandığında, kamu savcıları tarafından müstehcenlik nedeniyle hakkında soruşturma başlatılmıştır. Ocak 1857'de ortaya çıkan dava yoğun ilgi çekmiş, Flaubert'in 7 Şubat 1857'deki beraatinden sonra, "Madame Bovary", Nisan 1857'de iki ciltte yayınlandığında en çok satan kitap olmuştur. Romantizmin idealist yaklaşımına bir tepki olarak ortaya çıkan roman, realizm akımının ilk ve en önemli örneklerindendir. Bu kitaptan sonra bovarizm akımı oluşmuş ve psikolojide tatminsizlik, memnuniyetsizlik anlamına gelen bir rahatsızlık olarak yer almıştır. "Time" dergisi tarafından 2007 yılında açıklanan dünyanın en ünlü yazarlarına göre "Tüm Zamanların En İyi On Kitabı" listesinde, Lev Tolstoy'un "Anna Karenina" adlı yapıtının ardından ikinci seçilmiştir. Özet. "Madame Bovary", kuzey Fransa'da, Normandiya'daki Rouen kasabası yakınlarında geçer. Roman, tuhaf giyimli, utangaç bir genç olan Charles Bovary'nin yeni okulundaki ilk gününde sınıfa girmesiyle ve arkadaşları tarafından alaya alınmasıyla başlar. Öğrenim hayatında gösterdiği bütün çabaya rağmen Charles ancak ikinci sınıf bir tıbbi derece elde edebilir ve Halk Sağlığı Hizmetinde "" olarak çalışmaya başlar. Annesinin onun için seçtiği sevimsiz ama sözde zengin bir dul olan Héloïse Dubuc ile evlenir. Kariyerinin başlangıç noktası olarak Tôtes köyüne yerleşir. Bir gün Charles, sahibinin kırık bacağını iyileştirmek için yerel bir çiftliğe davet edilir ve orada evin kızı Emma Rouault ile tanışır. Emma, manastırda "iyi eğitim" almış, şiirsel giyimli güzel bir genç kadındır. Popüler romanlarda okuduğu lüks ve romantizm dolu hayatlara özlem duymaktadır. Charles görür görmez ondan hoşlanır ve hastasını gerektiğinden çok daha sık bir şekilde ziyaret etmeye başlar. Bir süre sonra Héloïse'in kıskançlığı yüzünden bu ziyaretler son bulur. Romanda Héloïse beklenmedik bir şekilde ölür. Charles makul bir süre bekledikten sonra tekrar Emma'yla ilgilenmeye başlar. Babasının da onay vermesiyle, Emma ve Charles evlenir. Buradan sonra roman Emma'ya odaklanır. Charles iyi niyetlidir ama beceriksizdir. Marquis d'Andervilliers tarafından davet edildikleri zarif bir balodan sonra, Emma evlilik hayatını donuk bulmaya başlar ve neşesini kaybeder. Charles, karısının bir manzara değişikliğine ihtiyacı olduğuna karar verir ve işini daha büyük pazar kasabası olan 'ye (geleneksel olarak Ry kasabası olarak geçer) taşır. Orada Emma'nın kızı Berthe doğar, ancak annelik Emma'yı hayal kırıklığına uğratır. Yonville'de tanıştığı, edebiyat ve müzik konusunda kendisiyle aynı zevkleri paylaşan Léon Dupuis adında genç bir hukuk öğrencisine delicesine aşık olur ve yaşama sevinci tekrar geri gelir. Fakat kendine yakıştırdığı erdemli eş ve özverili anne imajında teselli arayarak Léon'a olan tutkusunu ve Charles'a olan tiksintisini içine atmak zorunda kalır. Léon, Emma'nın aşkından umudunu kesince eğitimi için Paris'e gider. Bir gün, zengin ve hovarda bir toprak sahibi olan Rodolphe Boulanger, hizmetçilerinden birini tedavi için Charles'a getirir. Orada Emma ile karşılaşır ve onun kolay bir av olacağını hisseder. Emma'nın sağlığına iyi geleceğini bahane ederek onu at binmeye davet eder. Saf hislerle sadece karısının sağlığını düşünen Charles, bu planı kolayca benimser. Bu gezide Emma ve Rodolphe ilişkisi başlar. Romantik fantezilerle kontrolü kaybeden Emma, tehlikeli aşk mektupları ve gizli buluşmalarla kendinden ödün vermeye başlar. Dört yılın sonunda Emma, birlikte kaçmaları konusunda ısrar etmeye başlar. Rodolphe, bu plan için o kadar hevesli değildir ve kaçmayı planladıkları günün arefesinde, Emma'ya yolladığı bir kayısı sepetinin altına gizlediği bir özür mektubuyla ilişkiyi sonlandırır. Yaşadığı büyük şok üzerine Emma depresyona girer ve kısa bir süreliğine kurtuluşu dinde arar. Emma neredeyse tamamen iyileştiğinde, Charles onu, Rouen yakınlarındaki bir operaya götürür. Opera, Emma'nın içindeki tutkuları yeniden uyandırır ve tam o sırada tesadüfen aynı operayı izlemeye gelmiş eski sevdalısı Léon ile karşılaşır. Léon mezun olmuş ve Rouen'de çalışmaya başlamıştır. Aralarında aşk ilişkisi başlar. Charles'ı piyano dersleri aldığına inandıran Emma, her hafta Léon ile aşk yuvası olarak gördükleri otel odasını ziyaret etmeye başlar. İlişkilerinin başında ikisi de çok mutludur ama Léon zamanla Emma'nın duygusal aşırılıklarından sıkılmaya başlayınca Emma'nın Léon hakkındaki hisleri de bulanıklaşır. Bu arada Emma düzenbaz bir tüccar olan Lheureux'ın ağına düşmüştür. Kontrolden çıkan lüks harcamaları yüzünden oluşan borcuna karşılık Charles'ın mülkü üzerine bir vekâletnameyi tüccara vermek zorunda kalır. Lheureux, Bovary'nin borcunu tahsil etmek için eve ihtarname gönderince Emma, Léon ve Rodolphe dahil pek çok kişiden borç ister ama geri çevrilir. Umutsuzluk içinde arsenik içerek intihar etmeye karar verir ve acılar içerisinde ölür. Acılı eş Charles, derin bir kedere gömülür, Emma'nın hatıralarını canlı tutmak için yatak odalarını bir mabede çevirir ve hiçbir eşyanın atılmasına izin vermez. Yaşamının son aylarında, çalışmayı bırakır ve mallarını satarak ayakta kalmaya çalışır. Evini, Lheureux'a olan borçları yüzünden kaybeder. Tesadüfen Rodolphe ve Léon'un aşk mektuplarını bulur ve temelli çöker. Charles ölünce küçük kızı Berthe'yi büyükannesi yanına alır ama o da kısa süre sonra ölür. Berthe daha sonra onu pamuk fabrikasında çalışmaya gönderecek kadar fakir bir teyzesinin yanına gitmek zorunda kalır. Kitap, Charles'ı tıp alanında kendine rakip gören yerel eczacı Homais'in, Yonville halkının nezdinde itibar kazandığını ve tıbbi başarıları için ödüllendirildiğini söyleyen bir iki kapanış cümlesiyle biter. Karakterler. Emma Bovary, romana ismini veren karakterdir (Charles'ın annesi ve eski eşi de romanda Madam Bovary olarak geçerken kızı Matmazel Bovary olarak geçer). Dünyaya romantik bir gözle bakan Emma'nın güzellik, zenginlik ve yüksek sosyete hakkında tutkuları vardır. Kurgu, bu romantik tutkular ve taşra hayatının sıradanlığı arasında bocalayan Emma'nın üzerinden şekillenir, haleti ruhiyesinin onu iki gayrimeşru ilişkiye, borç batağına ve sonunda intihara sürüklemesiyle sonuçlanır. Emma hayallerde yaşayan bir karakterdir, onun iç gözlemi ve ruhsal çatışmalarının çözümlenmesi Flaubert'in yazarlıkta geldiği noktayı göstermektedir. Charles Bovary, Emma'nın kocası, çok basit ve sıradan bir adamdır. Bir kasaba doktorudur ama diğer her şeyde olduğu gibi mesleğinde de vasattır. Aslında tam anlamıyla bir doktor da değildir, aldığı tıp eğitimi "sağlık memuru" niteliğindedir. Bununla birlikte hastalarını düzenli kontrol eden, işini severek yapan bir adamdır. Güler yüzlü ve samimi biridir, isimleri ve yüzleri hatırlamak gibi bir yeteneği vardır, çoğunlukla ilk yardım için çağrılır. Bu özellikleriyle Tôtes'teki hastalarının dostluğunu ve güvenini sağlamıştır; ancak, Yonville'e taşındığında, kariyeri, eczacı Homais'in gizli saldırıları karşısında inişe geçer. Aksi yönde bariz kanıtlar olmasına rağmen Charles, karısını kusursuz bulur ve ona tapar. Asla ondan şüphelenmez, parasının bütün kontrolünü ona bırakır; ve böylece kendi yıkımına da neden olur. Charles'ın bütün sevgisine rağmen Emma, onu zevksizliğin ve sıradanlığın bir simgesi olarak görür ve küçümser. Rodolphe Boulanger yöre sakini bir zengindir, diğer pek çok metresine yaptığı gibi Emma'yı da baştan çıkarır ve gönül eğlendirir. Bazen Emma'dan hoşlanır ama bu gerçek aşktan çok uzak bir duygudur. Emma kontrolünü kaybetmeye başlayınca, Rodolphe ondan soğur ve tedbirsizliğinden endişe etmeye başlar. İlk başta Emma ile kaçmaya razı olur ama sonradan cesareti kırılır ve kararından döner, bunda Emma'nın küçük kızı Berthe'nin de büyük etkisi vardır. Léon Dupuis, Emma'yı şiirle tanıştıran ve ona aşık olan bir katiptir. Emma'dan duygularına karşılık bulamaz ve Yonville'den ayrılır, ancak Emma'nın Rodolphe Boulanger'la bozulan ilişkisinden sonra ikili yeniden karşılaşır; böylece Emma'nın ikinci gayrimeşru ilişkisi başlar. Mösyö Lheureux, Yonville'deki insanlara sürekli krediyle mal satmaya ve bu yolla faizle borçlandırmaya çalışan manipülatif ve kurnaz bir tüccardır. Büyüme hırsıyla pek çok küçük esnafın batmasına neden olan Lheureux, ustaca avucuna aldığı Emma üzerinden Charles'ı borçlandırır; ve nihayetinde hem Emma'nın intiharına hem de Bovaryler'in mali yıkımına neden olur. Mösyö Homais kasabanın eczacısıdır. Azılı bir din düşmanıdır. Geçimini sağladığı işi yapmak için resmi bir ruhsatı yoktur. Bir yandan Charles'a dost gibi davranırken bir yandan da onun mesleğindeki yetkinliğini itibarsızlaştırmaya ve hastalarını çalmaya çalışır. Bir noktada Charles'ı imkânsız bir ameliyata teşvik eder ve Charles'ın mesleki itibarını kaybetmesine neden olur. Justin Mösyö Homais'in çırağı ve uzaktan akrabasıdır. Başta iyilik olsun diye eve alınmış olmasına rağmen çalışkanlığıyla kendini sevdirmiştir. Emma'ya sevdalıdır. Romanın finaline doğru Emma tarafından "uyumasına engel olan bazı sıçanlardan kurtulabilmek için arseniğe ihtiyacı olduğu" bahanesiyle kandırılır ve tıbbi malzeme odasının anahtarını çalar. Emma arseniği yutunca büyük bir dehşet ve pişmanlık duyar. Père Rouault Emma'nın babasıdır. İyi kalpli, dürüst bir adamdır. Romandaki karakterlerde görülen riyakarlık ve ahmaklık özelliklerini taşımayan iki karakterden biridir. Zaman ve mekan. Romanın zaman ve mekan seçimi, Flaubert'in gerçekçi tarzını ve romanın kahramanı Emma üzerinden içinde yaşadığı toplumu nasıl yorumladığını anlamak için önemlidir. Francis Steegmuller'a göre roman 1827 Ekim'inde başlar ve 1846 Ağustos'unda biter. Bu dönem, yükselen şehirli orta sınıfın gözüne girebilmek için şemsiyesini kendi taşıyarak Paris'te dolaşan Louis Philippe'in saltanat sürdüğü Temmuz Monarşisi'ne denk düşer. Flaubert, taşra halkının ahlak, görgü ve davranış kalıplarını anlatarak onların aslında şehirli orta sınıfı taklit etmeye çalıştığını göstermek ister. Flaubert, gündelik hayatın tam bir yansımasını tasvir etmeye çalışmıştır. Yonville kasaba fuarının geçtiği bölüm buna çok iyi bir örnektir; bir yandan fuardaki olaylar gerçek zamanlı anlatılırken diğer yandan da fuara yukarıdan bakan bir pencerenin arkasında gerçekleşen çok samimi bir yakınlaşma eşzamanlı verilir. Flaubert, romanın geçtiği yeri ve adetlerini çok iyi biliyordu; çünkü o da Rouen'de doğup büyümüştü. Flaubert'in, taşranın gündelik hayatını aktarırken kullandığı gerçekçi üslup, kitaba itibar kazandırmasının yanında edebi gerçekçilik akımının da başlangıcı olmuştur. Flaubert'in kurguladığı sıradan ve basit gerçeklik, romanın baş kahramanının aşırı arzularıyla tam bir kontrast halindedir. Gündelik hayatın bayağılığı, Emma'nın romantik fantezilerine hiç uymamaktadır. Flaubert, zaman, mekan ve karakterleri yansıtmak için bu karşıtlığı bir arada kullanır. Emma gündelik gerçekliğin ışığında daha kaprisli ve gülünç görünür. Bununla birlikte onun arzuları da taşra insanının sıradanlığını daha belirgin hale getirir. Taşrada aldığı yetersiz eğitimle imkânsız gibi görünse de Emma'da, güzelliğe ve yüceliğe dair bir arayış vardır; bu arayış burjuva sınıfında görünmez. Stil. Kitap, bazı yönlerden yazarın sonradan doktor olan bir okul arkadaşından ilham almıştır. Flaubert'e, abartıdan uzak, doğal bir dille, gerçek dünyaya ait bir roman yazması, arkadaşı ve akıl hocası olan Louis Bouilhet tarafından önerilmiştir. Gerçekte de, yazım stili Flaubert'in en çok önemsediği unsurdu. Flaubert romanı hakkında yazdığı bir mektupta, bu romanın herhangi bir şey hakkında olmadığını, sağlamlığını dışarıdan aldığı bir konudan değil, kendi tarzından aldığını söylüyordu. Sanat eleştirmeni Jean Rousset, Flaubert'in modern edebiyattaki ilk soyut yazar olduğunu, James Joyce ve Virginia Woolf gibi isimlerin onu takip ettiğini söyler. Flaubert, Balzac'ın yazım tarzını beğendiğini açık bir şekilde ifade etmemiş olsa da, yazdığı roman, Balzac'ın öncüllediği edebi gerçekçilik akımının en parlak örneği olarak gösterilmektedir. Romandaki "gerçekçilik", müstehcenlik davasının ana unsurlarından biriydi; başsavcı, sadece bu romanın değil, edebiyattaki "gerçekçilik" akımının topyekun sanata ve toplum ahlakına bir saldırı olduğunu ileri sürmüştü. Gerçekçilik akımı, bir yönüyle, Romantizm akımına bir tepkiydi. Romandaki Emma karakteri, romantizmin sembolü olarak görülür; Çünkü ne düşünceleri ne de duyguları yaşadığı dünyanın gerçeklerine bağdaşmamaktadır. Bazı yönlerden birbiriyle özdeşleştirilmiş olmalarına rağmen Flaubert, çoğunlukla, Emma'nın romantik hayallerinden ve edebiyat zevkinden alayla bahsetmiştir. Flaubert'e ait olduğu düşünülen "Madam Bovary, c'est moi" ("Madam Bovary benim") sözünün doğruluğu tartışmalıdır. Flaubert mektuplarında, romanın duygusal tarafıyla arasına mesafe koyduğunu belirtmiştir. Roger des Genettes Edma'ya yazdığı mektupta, "ce que j'aime n'y est pas Tout" ("sevdiğim her şey orada değil"), Marie-Sophie Leroyer Chantepie'e yazdığı mektupta da "je n'y ai rien mis ni de mes sentiments ni de mon existence" (Ne duygularımdan ne de karakterimden bir şey kattım) ifadeleri geçer. Mario Vargas Llosa, "Eğer Emma Bovary o kitapları okumamış olsaydı kaderi farklı olabilirdi" demiştir. Madam Bovary, Flaubert'in yaşadığı dönemlerde, özellikle de Louis Philippe döneminde, işçi sınıfı ve soylu sınıfı arasında yeni yeni belirmeye başlayan şehirli orta sınıfın asla gerçekleşmeyecek delicesine hayallerini, kendini beğenmişliğini, kültürsüzlüğünü hicveden bir burjuva eleştirisi olarak görülmektedir. Flaubert bu yeni burjuva sınıfını küçümserdi. Yerleşik Düşünceler Sözlüğü adlı kitabında burjuvaziyi "zihinsel ve ruhsal yüzeysellik", "saf hırs", "sığ kültür", "maddiyatçılık", "açgözlülük", "ve her şeyden öte fikirlerin ve inançların papağan gibi tekrarlanması" ifadeleriyle tanımlamıştı. Vargas Llosa'ya göre, Emma'nın dramı "hayal ve gerçek" arasındaki uçurum, "arzu ve tatmin" arasındaki boşluktan ileri gelir ve bunlar, bir asır sonra sanayi toplumlarında görülecek olan yabancılaşmanın ilk işaretleridir. Bununla birlikte, romanın tek konusu, bir kadının hayalci romantizmi değildir; Charles da gerçeği kavramakta büyük zorluk çekmektedir ve Emma'nın gerçek hislerini, gerçek arzularını anlamaktan çok uzaktır. Edebi önemi ve aldığı tepkiler. Uzun zamandır en iyi romanlar arasında sayılan bu kitap, kurgusal gerçekliğin "kusursuz" bir örneği olarak gösterilmektedir. Henry James'e göre "Madam Bovary'nin mükemmelliği onu zirvede yalnızlığa mahkum etmiştir ve onun bu emsalsizliği yargıların ötesindedir." Marcel Proust Flaubert'in tarzındaki "gramatik sadelik"ten övgüyle bahsederken Vladimir Nabokov, "şiir üslubuyla yazılmış düzyazı" betimlemesini yapmıştır. Benzer şekilde, Milan Kundera, Şaka adlı romanının önsözünde şöyle yazar: ""Flaubert'e kadar düzyazı, "estetik olarak yetersiz" damgasını taşıyordu; Madam Bovary'den sonra estetik olarak şiirle bir tutulmaya başlandı"." Giorgio de Chirico, "anlatıcının konumu" açısından düşünüldüğünde, yazılmış en kusursuz romanın Madam Bovary olduğunu söylemiştir. Julian Barnes de bu kitabı, "yazılmış en iyi roman" olarak göstermiştir. Bu roman, 19. yüzyıl boyunca giderek artan bir gerçekçilik eğiliminin en önemli örneklerindendir. Bu eğilimde, karakterlerin dış dünyasından çok iç dünyası betimlenmiş ve psikoloji önem kazanmıştır. Bu açıdan bakıldığında Marcel Proust ve James Joyce gibi büyük romancılara da öncüllük etmiştir. Uyarlamalar. "Madam Bovary'nin film uyarlamaları": Dış bağlantılar. Özlem Narin Yılmaz, Madam Bovary’nin tuhafiyecisi
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18383", "len_data": 15715, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.37 }
Sinüs teoremi, bir çembersel üçgende (kirişler üçgeni) bir kenar ve bu kenar karşısındaki açının sinüsleri oranı sabittir. Sinüs, dik açılı üçgenlerde dik olmayan bir açının karşısında kalan dik kenar ile hipotenüsün (dik açının karşısında kalan kenar) birbirine oranıdır. formula_1, formula_2 ve formula_3 üçgenin kenar uzunlukları; formula_4, formula_5 ve formula_6 üçgenin iç açıları ve formula_7 çevrel çemberin yarıçapı ise bunlar arasında sinüs teoremine göre aşağıdaki bağıntı mevcuttur: İspatı. Aynı işlem diğer kenarlar için de yapıldığında sinüs teoremi bulunmuş olur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18387", "len_data": 578, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.61 }
Mudanya, Marmara Denizi kıyısında Bursa iline bağlı 109.964 nüfuslu ilçe. Tarihçe. İlçenin tarihi milattan önce 7. yüzyıla dayanır. İlk adının "Myrlea" olduğu bilinmektedir. 12 İyon şehir devletinden olan Gemlik ve Erdek'in de kurucusu Kolofonlular tarafından kurulmuştur. Zaman zaman işgale uğrayan şehir, Makedonya Hükümdarı 5. Filip ("Philippos") tarafından yıkılmış ve yerine, "Apameia" adı ile yeni bir şehir inşa edilmiştir. Bu şehir de işgale uğramış ve imar edilerek "Montania" adını almıştır. Mudanya adının buradan geldiği sanılmaktadır. Mudanya, 1321 yılında Orhan Bey tarafından fethedilerek Osmanlı topraklarına katılmıştır. Mudanya Kasabası, Mondros Mütarekesi'nden sonra, önce İngiliz istilasına uğramıştır. Fakat Jandarma Onbaşısı "Şükrü Çavuş"'un İngiliz Deniz Piyadesi'nin çıkartma yaptığı iskelede İngiliz Ordusundan bir binbaşı ile bir eri öldürmesi üzerine bu işgal bir gün bile sürmemiştir. 25 Haziran 1920'de gerçekleşen bu olaydan 11 gün sonra İngiliz ordusunun yerini Yunanlar almıştır. Düşman işgali altında 2 yıldan uzun süre kalan Mudanya, 12 Eylül 1922 günü Yunan işgalinden kurtulmuştur. Türk Kurtuluş Savaşı'nı sona erdiren anlaşma 3-11 Ekim 1922 tarihleri arasında yapılan konferans sonucunda Mudanya'da imzalanmış ve Mudanya Mütarekesi adını almıştır. Konumu. 28-29 derece doğu boylamları ile 40-41 derece kuzey enlemleri arasında bulunmaktadır. Batıda Karacabey, güneyde Osmangazi ve Nilüfer, doğuda Gemlik ile komşudur; kuzeyinde Gemlik Körfezi yer alır. 346 km²lik bir alan kaplar. Yüzey şekilleri. Gemlik Körfezi'nin güney yüzünü kaplayan ve Bursa Ovası'nı denizden ayıran Mudanya dağları, doğu-batı yönünde uzanır. Batıdan, Susurluk Çayı'nın denize döküldüğü yere kadar uzanan en yüksek tepe 600 metre yüksekliğindeki Karatepe'ye kadar erişir. Belli başlı akarsuyu Nilüfer Çayı'dır. Arazi engebeli bir yapıya sahiptir. İklim. Mudanya'da ılıman Marmara iklimi görülür. Yazlar çok sıcak değil ama kurak geçer. Kışlar ılık ve yağışlıdır. En soğuk ay şubat, en sıcak ay ağustostur. Yıllık yağış miktarı 614 mm'dir. En çok poyraz ve yıldız yönünden esen rüzgârları alır. İklim koşulları nedeniyle dışarıdan göçler çok fazladır. Ekonomi. "Zeytincilik", ilçe halkının birinci derecede gelir kaynağıdır. Bağcılık, sebze ve meyvecilik, ayçiçeği, soğan ve tahıl gibi diğer tarımsal faaliyetler, az miktarda da olsa yapılmaktadır. İlçede iş hacminin birçoğunu "ithalat-ihracat" işlemleri oluşturmaktadır. İthalat, hem deniz ve hem de karayoluyla gelen sanayi mamulleri ve yarı mamullerinden; ihracat ise Bursa Organize Sanayi bölgesinde faaliyet gösteren sanayi kuruluşlarının ürettikleri mamullerden ve gemilerle yapılan maden cevheri ihracatından meydana gelmektedir. Marmara Denizi'nin aşırı kirlenmesi sonucu "balıkçılık" sektöründe büyük gerileme olmuştur. Yaz mevsiminin serin geçmesi nedeniyle turizm sezonu pek uzun sürmemektedir. Dış turizmin yanında, özellikle başta Bursa olmak üzere çevre il ve ilçelerden gelenlerin oluşturduğu günübirlik yerli turizm faaliyetleri yapılmaktadır. Bunun yanında kendi yazlık evlerinde kalanların sayısı da hayli fazladır. Mudanya Orman Müdürlüğü bünyesinde 6 bin 380 hektar "orman alanı" bulunmaktadır. Genelde çam ve meşe ile meşe içindeki maki formundaki bitkilere rastlanır. Her yıl yaklaşık 1000 ster kâğıtlık odun Seka'ya, 500 ster lif yonga Bursa Sunta Fabrikası'na, 20 ton defne yaprağı da yağ imalatında kullanılmak üzere İzmir'e gönderilmektedir. Toplam orman ürünleri üretimi yıllık 13000 ster civarındadır (1 ster = 1 m³). Mudanya'da sanayi pek gelişmemiştir. Büyük sanayi kuruluşları olarak Prysmian, Bağcılar ve Yazaki fabrikaları ve yan sanayileri, 1991 yılında kurulan "Küçük Sanayi Sitesi'nde" çeşitli iş kollarında faaliyet gösteren 42 işyeri, "Zeytinciler Hali"'nde ise 50 adet dükkân bulunmaktadır. Ayrıca ilçede büyüklü küçüklü zeytin işleme tesisleri mevcuttur. İlçenin zamanla artan popülerliği, feribot seferleri ile İstanbul'a erişiminin kolay olması ve deniz kıyısı olması insanların ilgisini çekmektedir. İlçede 2012 yılından beri kentleşme büyük oranda artmaktadır. İlçenin hemen hemen her mahallesinde lüks apartman site ve rezidans inşaatlarına rastlamak mümkündür. Giderek gelişen altyapısı ile Mudanya inşaat sektöründe hızla ilerlemektedir. İlçenin en eski yerel gazetesi "Mudanya'nın Sesi" gazetesidir ve hâlen yayın hayatını sürdürmektedir. İlçeye bağlı Güzelyalı semtinde açılan modern terminalle hızlı feribot aracılığıyla İstanbul'a 75 dakikada ulaşmak mümkün olmaktadır. Öte yandan, bölgenin daha önceden sivil halkın kullanımında olan ve 1999 yılından bu yana sadece İmralı adasına geçiş için kullanılan bir iskelesi daha vardır. Yerel kamuoyunda, bu iskelenin yeniden halkın erişimine açılarak amatör balıkçılık için, gezi tekneleri için ve yelkenli tekneler için turizm amaçlı kullanımı gibi talepler dile getirilmektedir. Nüfus. 1893 yılı Osmanlı nüfus sayımına göre Mudanya'da yaşayan kişi sayısı 16.683 kişiydi. Bunların büyük çoğunluğu (%71) Rumlardan oluşmaktaydı (11.757 kişi). Mudanya'daki Türk nüfusu ise 4.891 kişiydi (%29). Rum nüfus 1924 mübadelesinden sonra Yunanistan'a göçmüş, Halkidiki yarımadasında Nea Moudania (Νέα Μουδανιά, Yeni Mudanya) yerleşimini kurmuştur. Mudanya ilçesinin nüfusu 2020 genel nüfus sayımına göre ise 102.523'tür. İlçe bağlısı 47 mahalleden oluşmaktadır. Ulaşım. Mudanya ilçesine; Mudanya-Bursa (Mudanya-Esentepe Kavşağı-Organize Sanayi) minibüsleri ile, İDO ve BUDO'nun peron çıkışında şehir merkezine ulaştıracak güzergahları kullanan otobüs ve minibüsler aktif olarak kullanılmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18392", "len_data": 5540, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.41 }
Ohm (simgesiː Ω), adını Alman fizikçi Georg Ohm'dan alan, bir iletkenden geçen elektrik akımına karşı iletkenin gösterdiği direncin birimidir. Ohm, elektriksel direncin ölçüldüğü bir birimdir. Elektrik akımının bir devreden geçmesi için uygulanması gereken kuvvet, direnç ile ölçülür. Daha spesifik olarak, bir ohm, bir amperlik bir elektrik akımının bir voltluk bir gerilim düşüşüne neden olması için gereken dirençtir. Ohm birimi, adını Alman fizikçi Georg Simon Ohm'dan almıştır. Ohm, uluslararası birim sistemi (SI) tarafından tanımlanmıştır ve birim sembolü "Ω" olarak gösterilir. Ohm birimi, elektrik akımının direncini ölçmek için kullanılır. Örneğin, bir iletkenin direncini ölçmek için bir multimetre kullanılabilir ve sonuç ohm birimiyle ifade edilir. Ohm birimi, elektrik mühendisliği, elektronik, fizik ve diğer alanlarda sıkça kullanılır. Bir iletkenin iki ucu arasına 1 voltluk bir gerilim uygulandığında, bu iletkenden 1 amperlik akım geçerse bu iletkenin direnci 1 ohmdur. 1983'teki Milletlerarası Elektrik Kongresi'nde tarif edilen milletlerarası ohm ise 106,3 cm uzunluğunda 0 °C ve 14,4521 gram olan cıvanın bir doğru akıma gösterdiği direnç olarak tarif edilmiştir. Burada cıvanın bir milimetrekarelik kesite sahip olduğu da kabul edilmektedir. Bir mikroohm 0,000.001 ohm'a ve bir mega-ohm 1.000.000 ohm'a eşdeğerdedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18393", "len_data": 1339, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.91 }
Üçüncü dünya ülkesi kavramı ilk olarak Fransız antropolog ve tarihçi Alfred Sauvy tarafından 1952 yılında ortaya atıldı. Bu kavram, günümüzdeki anlamına kavuşmadan önce Sauvy tarafından devrim öncesi Fransasında ruhban sınıfı, asiller ve köylüler şeklindeki özetlenebilecek üçlü yapının üçüncü ayağı olan köylülerle, günümüzün sanayileşememiş ülkeleri arasında bir analoji kurmak için kullanılmıştı. Daha sonraları ise üçüncü dünya ülkesi kavramı; gelişmiş ülkeler, komünist ülkeler ve diğerleri olarak adlandırılabilecek bir sacayağının üçüncü kısmı, yani diğer az gelişmiş ülkeler için kullanılmaya başlandı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18394", "len_data": 610, "topic": "HISTORY", "quality_score": 4.06 }
Termostat, fiziksel bir sistemin sıcaklığını algılayan ve sistem sıcaklığının istenen ayar derecesine yakın tutulması için çalışan bir kontrol aracıdır. Termostatlar, ayar noktası sıcaklığına kadar ısıtan veya soğutan herhangi bir cihazda veya sistemde kullanılır; Termostat, bina ısıtma, merkezi ısıtma, otomobil radyatörleri, klimalar, HVAC sistemleri, su ısıtıcıları, elektrikli ütüler, fırınlar ve buzdolapları dahil mutfak ekipmanı ve tıbbi ve bilimsel kuluçka makinesi vb. yerlerde kullanılır. Bilimsel literatürde, bu cihazlar genellikle termostatik kontrollü yükler (TCL'ler) olarak sınıflandırılır. Termostatik olarak kontrol edilen yükler, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki toplam elektrik talebinin yaklaşık % 50'sini oluşturur. Termostat, istenen ve ölçülen sıcaklıklar arasındaki hatayı azaltmaya çalıştığı için "kapalı döngü" bir kontrol cihazı olarak çalışır. Bazen termostat, otomotiv termostatı gibi kontrollü bir sistemin hem algılama hem de kontrol öğelerini birleştirir. İlk bimetalli termostat, 1726'da saatin çeşitli sıcaklık şartlarında çalışmasında hassasiyetini korumak için kullanılmıştır. Termostat kelimesi Yunanca θερμός "termos", "sıcak" ve στατός "statos", "ayakta, sabit" kelimelerinden türetilmiştir. Termostat kelimesiyse 1830'da, çift metal şeridin sıcaklıkta farklı uzamadan dolayı bükülüp, ısıtma ve soğutma sistemlerini kontrol etmesinde ortaya atılmıştır. Değişik termostat türleri ortaya çıkmasına rağmen, geliştirilmiş bimetal şeritli termostatlar günümüzde yaygın olarak kullanılmaktadır. Diğer bir tür genleşme katsayısı az bir boruyla genleşme katsayısı çok bir borunun birer uçlarının birleştirilmesinden oluşur. Borudaki kısalma, çubuğun serbest ucunun hareket ettirerek vanayı veya elektrik düğmesini kapatır. Değişik bir türse, kolay buharlaşan bir sıvının sıcaklığa bağlı olarak değişik basınç oluşturarak çalışır. Buzdolaplarındaki termostat bu tiptendir. Genel Bakış. Termostat, doğru sıcaklık değerini korumak için ısıtma veya soğutma cihazlarını açıp kapatarak veya bir ısı transfer sıvısının akışını gerektiği gibi düzenleyerek kumanda eder. Termostat, ortam havası kontrolünden otomotiv soğutma sıvısı kontrolüne kadar çeşitli uygulamalarda genellikle ısıtma veya soğutma sistemi için ana kumanda ünitesi olabilir. Termostatlar, ayar noktası sıcaklığına kadar ısıtan veya soğutan herhangi bir cihaz veya sistemde kullanılır. Örnekler arasında bina ısıtma, merkezi ısıtma ve klimalar, fırın ve buzdolabı gibi mutfak ekipmanları ve tıbbi ve bilimsel kuluçka makinesi vardır. Yapısı. Termostatlar, sıcaklığı ölçmek için farklı sensör türleri kullanır. Bir türünde, bobin şeklindeki bir bimetal şerit olan mekanik termostat, ısıtma veya soğutma kaynağını kontrol eden elektrik kontaklarını doğrudan çalıştırır. Bunun yerine elektronik termostatlar, ısıtma veya soğutma ekipmanına kumanda etmek için yükseltme ve işleme gerektiren termistör veya başka bir yarı iletken sensör kullanır. Isıtma veya soğutma ekipmanın çıkışı, gerçek sıcaklık ve sıcaklık ayar noktası arasındaki farkla orantılı olmadığından termostat "bang-bang kontrolörü" örneğidir. Bunun yerine, ısıtma veya soğutma ekipmanı ayarlanan sıcaklığa ulaşılana kadar tam kapasite ile çalışır ve ardından kapanır. Bu nedenle, termostat ayarı ile istenen sıcaklık arasındaki farkın artırılması, istenen sıcaklığa ulaşmak için gereken süreyi değiştirmez. Hedef sistem sıcaklığının değişebileceği oran, hem ısıtma veya soğutma ekipmanının sırasıyla hedef sisteme veya hedef sistemden ısı ekleme veya çıkarma kapasitesi ve hedef sistemin ısıyı saklama kapasitesi ile belirlenir. Sıcaklık ayar noktasına yakın olduğunda ekipmanın aşırı hızlı döngüsünü önlemek için termostat bir miktar histerezis içerebilir. Ayarlanan sıcaklıkta anında "açık" dan "kapalı" ya ve tam tersi olarak değişmek yerine, histerezisli bir termostat, sıcaklık ayarlanan sıcaklık noktasını biraz geçene kadar geçiş yapmaz. Örneğin, 2 °C'ye ayarlanmış bir buzdolabı, yiyecek bölmesinin sıcaklığı 3 °C'ye ulaşana kadar soğutma kompresörünü çalıştırmayabilir ve sıcaklık 1 °C'ye düşene kadar çalışmaya devam eder. Bu, belirli bir büyüklükte bir hedef sistem sıcaklığı salınımı ortaya çıkarmasına rağmen, ekipmanın çok sık anahtarlamadan kaynaklanan yıpranma riskini azaltır. Isıtılan veya klimalı alanlarda oturanların konforunu artırmak için bimetal sensör termostatları, ısıtma ekipmanı çalışırken sıcaklık sensörünü hafifçe ısıtmak veya soğutma sistemi çalışmıyorken sensörü hafifçe ısıtmak için bir "ön tahmin" sistemi içerebilir. Doğru ayarlandığında bu, sistemdeki herhangi bir aşırı histerezi azaltır ve sıcaklık değişimlerinin büyüklüğünü azaltır. Elektronik termostatların elektronik eşdeğeri vardır. Sensör türleri. İlk teknolojiler, elektrotları doğrudan cama yerleştirilmiş cıva termometreleri içeriyordu. Böylece belirli (sabit) bir sıcaklığa ulaşıldığında kontaklar cıva tarafından kapatılacaktı. Bunlar bir dereceye kadar doğruydu. Günümüzde kullanılan yaygın sensör teknolojileri şunlardır: Bunlar daha sonra şu kumanda yöntemlerini kullanarak ısıtma veya soğutma cihazına kumanda eder: Tarihçe. Muhtemelen en erken kayıtlı termostat kumanda örnekleri Hollandalı yenilikçi Cornelis Drebbel (1572-1633) tarafından 1620 civarında İngiltere'de yapılmıştır. Kendisi tavuk kuluçka makinesi sıcaklığını düzenlemek için cıvalı bir termostatı icat etti. Bu, kaydedilen ilk geri bildirim kontrollü cihazlardan biridir. Modern termostat kontrolü 1830'larda bi-metalik termostatı icat eden İskoç kimyager Andrew Ure (1778–1857) tarafından geliştirilmiştir. Zamanın tekstil fabrikalarının optimum şekilde çalışması için sabit ve sürekli bir sıcaklığa ihtiyaçları vardı, bu nedenle Ure, artan sıcaklığa tepki olarak metallerden biri genişlerken bükülen ve enerji beslemesini kesen bimetal termostatı tasarladı. Wisconsin 'den Warren S. Johnson (1847–1911) 1883'te bi-metal oda termostatının patentini aldı ve iki yıl sonra ilk çok bölgeli termostatik kontrol sistemi için bir patent başvurusunda bulundu. Albert Butz (1849–1905) elektrikli termostatı icat etti ve 1886'da patentini aldı. Termostatın ilk endüstriyel kullanımlarından biri, kümes hayvanları inkübatörlerinde sıcaklığın düzenlenmesiydi. İngiliz mühendis Charles Hearson, 1879'da kümes hayvanı çiftliklerinde kullanılmak üzere alınan yumurtalar için ilk modern kuluçka makinesini tasarladı. Kuluçka makineleri, doğal olarak yumurtadan çıkan bir yumurtanın deneyimini tam olarak taklit etmesinde sıcaklığı düzenlemek için doğru bir termostat kullandı. Mekanik termostatlar. Bu, yalnızca tamamen mekanik araçlar kullanarak hem algılayan hem de kontrol eden cihazları kapsar. Bimetal. Evsel su ve buhar bazlı merkezi ısıtma sistemleri geleneksel olarak bi-metal şeritli termostatlar tarafından kumanda edilir. Tam mekanik kumanda, bireysel akışı düzenleyen yerelleştirilmiş buhar veya sıcak su radyatör bi-metal termostatlarla yapılır. Ancak termostatik radyatör vanası (TRV) artık yaygın olarak kullanılmaktadır. Bazı çatı türbin havalandırma deliklerinde damperleri düzenlemek için tamamen mekanik termostatlar kullanılır ve soğukta veya soğuk dönemlerde bina ısı kaybını azaltır. Bazı oto yolcu ısıtma sistemlerinde su akışını ve sıcaklığını ayarlanabilir seviyede tutmak için termostatik kontrollu bir vana (valf) bulunur. Daha eski araçlarda termostat, hava akışını yönlendirmek için su vanalarını ve kanatçıkları kontrol eden işleticilere motor vakumunun uygulanmasını kontrol eder. Modern araçlarda vakum işleticileri merkezi bir bilgisayarın kontrolündeki küçük solenoidler tarafından çalıştırılabilir. Balmumu peleti. Otomotiv. Günümüzde kullanılan tamamen mekanik termostat teknolojisinin belki de en yaygın örneği, soğutucunun hava soğutmalı radyatöre akışını düzenleyerek motoru optimum çalışma sıcaklığı yakınında tutmak için kullanılan içten yanmalı motor soğutma sistemi termostatıdır. Bu tip termostat, belirli bir sıcaklıkta eriyen ve genişleyen bir balmumu peleti içeren kapalı bir bölme kullanarak çalışır. Bölmenin genişlemesi, çalışma sıcaklığı aşıldığında bir valfi açan bir çubuğu çalıştırır. Çalışma sıcaklığı balmumunun bileşimine göre belirlenir. Çalışma sıcaklığına ulaşıldığında termostat, sıcaklık değişikliklerine yanıt olarak açılmasını kademeli olarak artırır veya azaltır, motor sıcaklığını optimum aralıkta tutmak için radyatöre giden soğutma suyu devridaim akışını ve radyatöre giden soğutucu akışını dinamik olarak dengeler. Tüm Chrysler Group ve General Motors ürünleri dahil birçok otomobil motorunda, termostat ısıtıcı göbeğine akışı kısıtlamaz. Radyatörün yolcu tarafı depo ısıtıcı göbeğinden akan termostata baypas olarak kullanılır. Bu, termostat açılmadan önce buhar ceplerinin oluşmasını önler ve ısıtıcının termostat açılmadan önce çalışmasını sağlar. Diğer bir faydası ise, termostat arızalandığında radyatörde hala biraz soğutucu akışı olmasıdır. Duş ve diğer sıcak su kontrolleri. Termostatik karışım vanası, sıcak ve soğuk suyun karışımını kontrol etmek için balmumu peleti kullanır. Yaygın bir uygulama, elektrikli su ısıtıcısının "Legionella" bakterilerini öldürecek kadar ( üzerinde) bir sıcaklıkta çalışmasına izin verirken vananın çıkışı hemen haşlamayacak () kadar sıcaklıkta su verir. Analiz. Balmumu pelet tahrikli vana, genişleme (hareket) - sıcaklık artışı ve büzülme (hareket) - sıcaklık düşüşü ile iki ısıl genleşme eğrisinden oluşan balmumu peletinin histerezis grafiğinin çizilmesiyle analiz edilebilir. Yukarı ve aşağı eğriler arasındaki yayılma, vananın histerezisini görsel olarak gösterir. Katılar ve sıvılar arasındaki faz geçişi veya faz değişimi nedeniyle balmumu tahrikli valflerde her zaman histerez vardır. Histerezis, özel hidrokarbon karışımları ile kumanda edilebilir. Dar aralıklı histerezis en çok istenen şeydir ancak bazı uygulamalar daha geniş aralıklar gerektirir. Balmumu pelet tahrikli valfler, diğerlerinin yanı sıra haşlanma önleme, donma koruması, yüksek sıcaklık temizliği, güneş ısı enerjisi, otomotiv ve havacılık uygulamalarında kullanılır. Gaz genleşmesi. Termostatlar bazen gaz fırınlarının sıcaklığını ayarlamak için kullanılır. Kontrol birimine ince bir bakır boru ile bağlı gaz dolu bir ampulden oluşur. Ampul normalde fırının üst kısmında bulunur. Tüp, bir diyaframla kapatılmış bir haznede sona erir. Termostat ısındıkça, gaz diyaframa basınç uygulayarak genleşir ve bu da brülöre giden gaz akışını azaltır. Pnömatik termostatlar. Pnömatik termostat, havalı kumanda borusuyla ısıtma veya soğutma sistemine kumanda eden bir termostattır. Bu "kumanda hava" sistemi, gerektiğinde ısıtma veya soğutmayı çalıştırmak için kumanda borusundaki basınç değişikliklerine (sıcaklık nedeniyle) yanıt verir. Kumanda havası tipik olarak "şebeke" üzerinde 15-18  psi (genellikle 20  psi'ye kadar çalışabilmesine rağmen) tutulur. Pnömatik termostatlar genelde, uçtaki cihaza (valf/damper motoru/pnömatik-elektrik anahtarı, vb.) borulanan 3-15  psi çıkış/branş/sınırlayıcı sonrası (tek borulu çalışma için) basınçlı hava sağlar. Pnömatik termostat, elektrikli termostatı icat etmesinden kısa bir süre sonra 1895'te Warren Johnson tarafından icat edildi. 2009 yılında Harry Sim, pnömatik kumandalı binaların bina otomasyon sistemleriyle bütünleştirilmesine olanak tanıyan pnömatik-dijital arayüzü için patentle ödüllendirildi ve doğrudan dijital kontrol (DDC) ile benzer faydalar sağladı. Balmumu pelet tahrikli bir valf(vana), balmumu peletinin iki ısıl genleşme eğrisinden oluşan genişleme (hareket) - sıcaklık artışı ve büzülme (hareket) - sıcaklık düşüşü histerezis grafiğini çizerek analiz edilebilir. Yukarı ve aşağı eğriler arasındaki yayılma, vana histerezisini görsel olarak gösterir; Katılar ve sıvılar arasındaki faz değişikliğinden dolayı balmumu tahrikli teknolojide her zaman histerez vardır. Histerezis, özel hidrokarbon karışımları ile kontrol edilebilir; Dar histerezis çok istenir ancak özel mühendislik uygulamaları daha geniş aralıklar gerektirir. Balmumu pelet tahrikli vanalar haşlanma önleme, donma koruması, aşırı sıcaklıkla temizleme, güneş enerjisi, otomotiv ve havacılık gibi diğer uygulamalarda da kullanılır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18409", "len_data": 12054, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.75 }
Volt, elektrikte kullanılan potansiyel farkı (gerilim) birimi. Elektromotor kuvvet birimi de volttur. Bir ohm'luk bir direnç üzerinden, bir amper'lik elektrik akımı geçmesi halinde direncin iki ucu arasındaki gerilim bir volttur. Volt (V), elektrik potansiyel farkı veya elektrik gerilim birimi olarak kullanılır. Volt, bir elektrik devresindeki bir noktanın diğer noktaya göre potansiyel farkını ifade eder. Volt, bir elektrik devresindeki elektriksel bir güç kaynağından, genellikle bir pilden veya bir prizden, bir elektrik devresindeki diğer bileşenlere akan elektrik akımının miktarını ölçmek için kullanılır. Volt ölçümü, bir voltmetre kullanılarak gerçekleştirilir. Voltmetre, bir elektrik devresindeki voltajı ölçmek için kullanılan bir ölçü aletidir. Voltmetreler, analog veya dijital olarak mevcuttur ve devredeki voltajın DC (doğru akım) veya AC (alternatif akım) olmasına bağlı olarak farklı şekillerde kullanılabilir. Bir volt, bir amper akımın bir ohm dirençle karşılaştığı zaman ürettiği bir güç birimi olarak da ifade edilebilir. Bu, Ohm Yasası olarak bilinir ve aşağıdaki şekilde ifade edilir: V = I * R Burada, V: Voltaj (volt) I: Akım (amper) R: Direnç (ohm) Örneğin, bir devrenin direnci 10 ohm ve devreden geçen akım 2 amper ise, voltaj aşağıdaki şekilde hesaplanabilir: V = I * R = 2 A * 10 Ω = 20 V Bu devre için, voltaj 20 volt veya 20 V olarak ifade edilir. İngiliz Kraliyet Cemiyeti 1881 senesinde elektromotif kuvvet birimi olan volt'u Alessandro Volta'nın ismine izafeten kabul ederek kullanmaya başlamıştır. Gerilim= Enerji / Yük = Elektrik gücü / Akım U= E/Q = P / I Birim olarak; formula_1
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18410", "len_data": 1620, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.79 }
Dursun Ali Erzincanlı (d. 5 Mayıs 1969, Erzurum), Türk sanatçı ve şairdir. Hayatı. Abdurrahman Şerif Beygu İlköğretim Okulu'nu bitirdikten sonra, bir bölümü Gürcükapı Camii'nde, diğer bölümü de Erzurum Müftülüğü'nde olmak üzere üç yıl Kur'an kursu talebeliği yaptı. Erzurum İmam Hatip Lisesi'ni bitirdi. 1992 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arşivcilik Bölümü'nü kazandığı için ailesiyle birlikte "Hayallerimin şehri" dediği İstanbul'a geldi. Üniversite öğreniminin ilk yılında yönetmen Mesut Uçakan'ın yanında çalışmaya başladı. "Kelebekler Sonsuza Uçar" ve "Ölümsüz Karanfiller" sinema filmlerinde sanat grubunda görev aldı. Özel radyoların yayın hayatına girmesinden kısa bir süre sonra Moral Fm'de program yapmaya başladı. 15 yıl süren bu radyo programcılığının on yılı Moral Fm'de, beş yılı da Radyo 15'te geçti. 2000 yılında, yazdığı ilk Naat-ı Şerif'i olan "Faran Dağları'nda Açan Sevgili", şiir albümüne dönüştü ve "En Sevgili'ye" adıyla başlayacak bir serinin ilk albümü oldu. İslam peygamberi Muhammed'in hayatını konu alan bu şiir albümlerinin sekizincisi olan "Adın Geçer" isimli albüm 2009 yılında çıktı. Yönetmenliğini Nazif Tunç'un yaptığı "Veysel Karani" ve "Rabia" filmlerinde başrolde oynadı. Evli ve üç çocuk babasıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18413", "len_data": 1254, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.81 }
James Watt (19 Ocak 1736 - 19 Ağustos 1819), Modern buhar makinesinin geliştiricisi olan İskoç mucit ve mühendis. Sanayi Devrimi'nin oluşmasında önemli rol oynamıştır. Yaşamı. Gemi işinde zengin bir baba ve kültürlü bir annenin oğlu olarak dünyaya gelen James; çocukken sık sık hastalandığı için okula devamlı gidememiş, evde annesi tarafından eğitilmiştir. 17 yaşında iken annesini kaybetmiş ve babasının işleri kötüleşmiştir. Londra'ya bir seneliğine ölçüm aletleri yapımını öğrenmeye giden Watt, Glasgow'a dönüp bu mesleği icra etmek istemişti. Fakat 7 sene çıraklık yapma zorunluluğundan, İskoçya'da başka bir ölçüm aletleri yapımcısı olmamasına rağmen, Demirciler Locası tarafından başvurusu reddedilmiştir. Watt bu durumdan, kendisine Glasgow Üniversitesi'nde atölye öneren profesörler tarafından kurtarılmış, fizikçi ve kimyacı olan profesör Joseph Black'e hocalık etmiştir. Atölyenin açılmasından 4 sene sonra Watt buhar gücü üzerinde çalışmaya başlamış daha önce hiç görmemiş olmasına rağmen bir prototip yapmaya çalışmıştır. 1765'te Thomas Newcomen'ın yaptığı bir model üzerinde uğraşarak buhar makinesini çalıştırmayı başardı. Thomas Newcomen buhar makinesini bulan kişidir. James Watt ise sadece onu sanayide kullanılacak biçime çevirmiştir. 1767'de kuzeni Margaret Miller ile evlenmiş ve 6 çocuk sahibi olmuştur. Tam kapsamlı bir buhar makinesi geliştirmeye çalışan Watt'a, Carron Demir İşleri şirketinin kurucusu Joh Roebuck maddi olarak destek olmuştur. Hemen başarılı olmayan tasarım maddi sıkıntıya düşünce Watt 8 sene anketçilik yapmıştır. Roebuck iflas edince, Matthew Boulton patent haklarını satın almış ve Watt ile 25 yıl sürecek başarılı bir ortaklığa imza atmıştır. Sonunda 1776'da başarı ile üretilen buhar makineleri ticarî olarak satılmaya başlamış ve çoğunlukla madenlerden suyu pompalamak için talep edilmiştir. Geniş kullanımı, Boulton'un önerisi ile ileri-geri hareketin Watt tarafından dönüş hareketine çevrilmesiyle başlamıştır. Sonraki 6 yıl içinde tasarımda çeşitli iyileştirmelerde bulunan Watt, gücü kontrol etmek için valf ve buhar basınç göstergesi eklemiştir. Bu gelişmeler ile Heathfield'in buhar makinesinden 5 kat daha verimli bir makine ortaya çıkmıştır. 1794'te Boulton ve Watts şirketini kuran ortaklar, sadece buhar makinesi üretmeye yöneldiler. 1824'te şirket 1164 buhar makinesi üretmişti. Boulton başarılı bir iş adamı olduğunu kanıtladı ve her ikisi de zengin oldular. 1800'de patent ve ortaklık sonra erince Watt emekliliğe çekilmiş; şirketi oğullarına devretmiştir. Emekliliğinde değişik icatlara devam eden Watt, teleskop ile mesafe ölçümü, mektup kopyalama cihazı, yağ lambasında iyileştirmeler, buhar merdanesi ve heykel kopyalama cihazı geliştirmiştir. İkinci eşi ile Almanya, İskoçya ve Fransa'yı gezmiş ve Galler'de bir malikâne alarak restore etmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18414", "len_data": 2812, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.55 }
Lepistes ya da gupi, Poeciliidae familyasından canlı yumurtlayabilen akvaryumlarda yetiştirilen tatlı su balığı. Lepisteslerin boyutları değişiklik gösterir ancak erkekler uzunluğundayken, dişiler uzunluğundadır. Anayurdu Güney Amerika olan lepistes günümüzde dünyanın hemen hemen her yerinde bulunur. Erkekler daha küçük, gösterişli renklere ve gösterişli bir kuyruğa sahip olurlar. dişileri ise daha iri, kuyruklarında renk olsa da daha sadedir. Düzgün beslendiği takdirde çok kolay bir biçimde ürerler. Tropikal bölge canlısıdır, 17-28 derece sıcaklıkta beslenmesi gerekir. Akvaryum ortamındaki ebeveynler canlı yem ile beslenmeye alışmışsa yavrularını da yeme eğiliminde olacaktır. Canlı yem ile beslenmeyen ebeveynler yavrularını yeme eğiliminde bulunmazlar. Yavruların kendini güvende hissedebilmesi için bitkiler ve saklanma alanları bulunmalıdır. Su sıcaklığını bir iki derece artırmak da yumurtlamaya yardımcı olur. Balığın dayanıklılığına, genetik kalitesine, su sıcaklığına, iyi beslenmesine bağlı olarak 20-40 gün gibi bir gebelik döneminden sonra gelişkin yavrular yumurtlar. Dişi yumurtlamadan sonra kaliteli yemler ile beslenmelidir.Yavrular 3 ayda üreyecek hale gelirler, iyice renklenirler. 6 aylıktan itibaren çiftleştirilmelidir. 1,5 aylıkken dişi ve erkekleri ayırmak hem balığın gelişimini tamamlaması, hem de nispeten uzun ömürlü olması için gereklidir. Erkekler sürekli çiftleşme isteğinde olduğundan, dişi balıklar çok yıpranacağından oranlarının erkek balıkların iki katı olması tavsiye edilir. Üç ay içerisinde dişide üreme şeridi belirgin olarak görülür, bu erkeklerde daha kısa bir sürede görülür. Dişinin bu üç aylık ergenleşme döneminde vücut döllenme sürecini tamamlar, üç aylık bir dönemden sonra döllenme için ergenlik çağına gelmiş dişi lepistes 20-40 kadar yavru doğurabilir. Zaman içinde bu tür çok farklı isimler almıştır. Tatlı sularda bulunabilen gambusya ile yakın akrabadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18415", "len_data": 1915, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.59 }
Marksizm, bir siyasi felsefe ve sosyoekonomik analiz yöntemidir. Tarihsel gelişimi analiz etmek için diyalektik ve materyalist bir yaklaşım olan tarihsel materyalizmi kullanır; bu yolla sınıf ilişkilerini, toplumsal çatışmaları ve toplumsal dönüşümleri inceler. Marksizm, 19. yüzyıl Alman filozofları Karl Marx ve Friedrich Engels'in çalışmalarıyla ortaya çıktı. Marksizm zaman içinde çeşitli dallara ve düşünce okullarına dönüştü. Marksizm, modern dünyanın şekillenmesinde derin bir etkiye sahip oldu ve çeşitli sol ve aşırı sol siyasi hareketler, farklı yerel bağlamlarda ondan ilham aldı. Klasik Marksizmin bazı unsurlarını vurgulayan ya da değiştiren farklı düşünce okullarının yanı sıra, pek çok Marksist kavram çeşitli toplumsal teorilere de dâhil edildi. Bu durum, oldukça farklı sonuçlara yol açtı. Marx'ın politik ekonomi eleştirisinin yanında, Marksizmin ayırt edici özellikleri genellikle “diyalektik materyalizm” ve “tarihsel materyalizm” terimleriyle tanımlanır. Ancak bu terimler, Marx'ın ölümünden sonra ortaya atıldı ve ilkelerine kendini Marksist olarak tanımlayan bazı kişiler tarafından karşı çıkıldı. Bir düşünce okulu olarak Marksizm, toplum ve küresel akademi üzerinde derin bir etkiye sahip oldu. Bugüne kadar antropoloji, arkeoloji, sanat teorisi, kriminoloji, kültürel çalışmalar, ekonomi, eğitim, etik, film teorisi, coğrafya, tarih yazımı, edebiyat eleştirisi, medya çalışmaları, felsefe, siyaset bilimi, politik ekonomi, psikanaliz, bilim çalışmaları, sosyoloji, tiyatro ve şehir planlama gibi birçok alanı etkiledi. Tarihçe. Karl Marx ve Friedrich Engels. Marksizme adını veren Karl Marx, döneminin en öne çıkan filozof, siyasetçi, ekonomist ve devrimcilerindendir. İşçi sınıfının sömürülmesinin mekanizmalarının ve üretim süreçlerine yabancılaşmasını incelemiş, kapitalist üretim ilişkilerini araştırarak tarihsel materyalizmin temellerini atmıştır. İnsanlık tarihini sınıf savaşımı açısından analiz etmiş, bu fikirlerini 1848 yılında kaleme aldığı Komünist Manifesto'da dile getirmiştir: "Şimdiye kadarki tüm toplum tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir. Marx'ın teorik çalışmalarında kendine en büyük yardımı yine kendi gibi Alman bir filozof olan Friedrich Engels yapmıştır. 1844 yılında bir araya gelen ikili aynı siyasi fikirleri benimsediklerini görerek Marx'ın 1883 yılındaki ölümüne kadar beraber çalışacak ve çok sayıda ortak esere imza atacaklardır. 1848 yılında Komünist Manifesto'nun yayınlanmasının ardından Belçika'dan sınırdışı edilen ikili Köln'e geçerek burada Neue Rheinische Zeitung adlı radikal sol gazeteyi çıkartmaya başlar. 1849 yılında buradan da ayrılmak zorunda kalan ikili Londra'ya geçer. Siyasi ve yazın alanındaki faaliyetlerini Birleşik Krallık'ta sürdürürler. 1883 yılında Marx'ın ölümü üzerine Engels, Marx'ın yazmış olduğu eserlerin editörlüğü ve çevirmenliğini yapmak durumunda kalır. Bu dönemde kendi de başta Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni olmak üzere çeşitli eserler kaleme alır. 19. yüzyıl. Marksizm, 19. yüzyılda kendi açılarından zirveye ulaşmış olan üç düşünsel kaynaktan beslenmiştir: İngiliz ekonomi-politiği, Alman felsefesi ve Fransız ütopik sosyalizmi. Bu üç bileşen, Marx ve Engels tarafından yoğun bir entelektüel ve siyasal eleştiriden geçirilerek eşit ve özgür bir insanlık ütopyasının yaşama geçirilmesinin teorisi ve pratiği olarak Marksizm'de erimiş ve dönüştürülmüştür. Marksizm fikirleri Avrupa kıtasındaki 1848 Devrimleriyle ayaklanan işçi sınıfı hareketinin içine doğar. Özellikle aydınlar, düşünürler ve siyasetçiler arasında bilinir hale gelse de emekçiler arasında geniş bir etkiye derhal sahip olmaz. Birinci Enternasyonal örgütlenmesiyle bilinir hale gelen Marksizm, Paris Komünü gibi ayaklanmaları etkilese de belirleyici ideoloji olmayacaktır. Kısa ömürlü de olsa Paris Komünü deneyimini selamlayan Marx ve Engels yaptıkları eleştirilerle süreci değerlendirerek bu deneyimi işçi sınıfının ilk özgün devrimci hükûmeti olarak tanımlamışlardır. Bu değerlendimeler Marksizmdeki proletarya diktatörlüğü ile bütünleşiktir. 20. yüzyıl. Bu dönemde Rus İmparatorluğunda yaşanan Şubat Devrimi ile çarlık rejiminin devrilmesi ve sonrasında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi içindeki Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin Ekim Devrimi ile iktidarı almalarıyla yeni bir ayrım yaşanır. Bolşevikler özellikle I. Dünya Savaşı sırasında sosyal demokrat partilerin işçi sınıfı siyaseti aleyhine olacak şekilde ulusal burjuvaziyle ittifak yapmasını eleştirir. Bu yüzden II. Enternasyonal yerine artık III. Enternasyonalin gündemde olduğu belirtilerek bu yönde örgütlenme yapılır. Marksizm-Leninizm bu dönemlerde sık sık gündemde olacak, yaşanan yeni altüst oluşlarda temel referans noktası haline gelecektir. II. Dünya Savaşı'nın ardından Doğu Avrupa ülkelerinde kurulan sosyalist rejimler, Çin Devrimi'nin 1949 yılında başarıya ulaşması ve 1959 yılındaki Küba Devrimi ile Fidel Castro önderliğinde iktidarı ele geçiren 26 Temmuz Hareketi sayesinde marksizmden etkilenen siyasi hareketlerin çeşitli ülkelerde başa geçtiği görülür. 21. yüzyıl. Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Doğu Blokunun çözülmesiyle beraber marksist ideolojinin yenildiği ve tarihin bu anlamda sonu geldiği iddia edilmiştir. Buna rağmen özellikle marksist eğilimli Küba hükûmetinin ideolojik etkisinden etkilenerek Latin Amerika'da birbirinin ardı sıra iktidara gelen marksist eğilimli iktidarların sayısı artmıştır. Kavramlar. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm. Metodolojik açıdan Marksizmin bir tanımı da, aynı zamanda Marksist felsefi düşüncenin tanımlamasını da veren ve bilimsel bir yöntem olarak sunulan diyalektik materyalizmdir. Marx diyalektiği Hegel'den almış, onu materyalizm temeline oturtmuş ve kendi ifadesiyle, Hegel'in başaşağı duran yöntemini ayakları üzerine doğrultmuştur. "Diyalektik materyalizm" bu bileşimin bir ürünüdür. Marx, Feuerbach'ın materyalizmini eleştirmiş ve "Feuerbach, dinsel özü, insan özüne indirger. Ama insan özü, tek tek bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında toplumsal ilişkiler bütünüdür" demiştir. Diyalektik materyalizmin toplumsal-tarihsel alana uyarlanmasıyla da ortaya yeni bir paradigma "tarihsel materyalizm" çıkmıştır. Birçok sosyal bilimci çalışmalarını bu paradigma temelinde yapılandırmıştır. Diyalektik ve tarihsel materyalizm sayesinde, insanlık tarihinin başlangıcından itibaren açıklanması ve özellikle sınıflı toplumun kuruluşu, "ilkel komünal toplum"dan komünizme gelişmesi ve varacağı aşamaların maddi toplumsal yapıdan çıkarılması amacıyla çalışmalar yapılmıştır. Bu toplumsal-tarihsel gelişme temelde maddi bir süreçtir, yani her tür iradeden bağımsız olarak, kendi iç yasaları gereği bu süreç ilerlemektedir. Bununla birlikte Marksizm'de "irade"nin yadsındığı söylenemez, aksine belirgin bir şekilde "irade"ye yer verilir. Bu irade bireylerin ya da belirli bir grubun iradesi değil, "işçi sınıfı"nın iradesidir. Burada Marx'ın teorisi, toplumsal maddi koşullar ile işçi sınıfının iradesinin çakışmakta olduğunu öne sürer. Bu şekilde Marx, kapitalist toplumsal yapının çözümlemesine, maddi çelişkilerinin ortaya konulmasına ve bunların değiştirilmesinin yöntemlerinin bulunmasına yönelir. Çünkü, Marksizmin düsturlarından ilki, aslolanın "dünyayı anlamak değil onu değiştirmek" olduğudur. Tarihi materyalist bakış açısıyla inceleyen teoride toplumun gelişmesinin tarihçesi ve dinamikleri insanların toplumsal yapı içindeki üretim ilişkileriyle birlikte anlaşılmaya çalışılır. Toplumdaki ekonomik altyapı toplumsal sınıfları, siyasi yapıları ve ideolojileri belirler. buna göre altyapı olarak değerlendirilen üretim güçleri, üretim ilişkileri, toplumsal iş bölümü ve mülkiyet ilişkiler üstyapı olarak adlandırılan kültürü, ideolojiyi, siyasi kurumları ve toplumsal yönetim biçimini belirler. Marx bu sosyo-ekonomik çelişkilerin kendini aşağıdaki toplumsal yapılar şeklinde gerçekleştirdiği ve gerçekleştireceğini öngörür: Kapitalizmin Eleştirisi. Bir kişi tüketeceğinden fazlasının üretiminde emek gücünü harcadığı durumlarda sömürülmektedir. Sömürü mekanizması artı değerin oluşmasıyla doğrudan ilişkilidir. Sömürü, sınıflı her toplumun ortak bir özelliği olagelmiştir. Toplumsal alanda bir sınıfın iktidarı ve dolayısıyla üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulundurması diğer sınıfları sömürebilmesinin olanağını sağlar. Kapitalizmde emek-değer teorisine göre bir metanın değeri onun üretilmesi için gerekli emek süresindedir. Bu koşullarda işçi tarafından üretilen değer ile emeği karşılığında aldığı değer arasındaki farkı oluşturan artı değer kapitalist sömürünün temelidir. Kapitalizm öncesi ekonomik modellerde işçinin sömürüsü fiziksel zor kullanılarak sağlanırdı. Kapitalist üretim tarzında aynı sonuç farklı şekilde sağlanır. İşçi, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmadığından aç kalmamak için kapitalist sömürü ilişkileri içinde çalışmak zorundadır. Gönüllü gibi görünen bu emek sürecine katılım, kapitalistler tarafından bir "özgürlük" olarak adlandırılsa da işçi çalışmak veya açlıktan ölmek arasında seçim yapmak durumundadır. Marksizm ayrıca kapitalist üretim biçimi yüzünden yaşanan yabancılaşma sürecine de dikkat çeker. Üretim araçlarıyla olan ilişkilerine göre sosyal sınıfların aşağıdaki şekilde gerçekleştiğini belirtir: Marksizm işçilerin sınıf bilincine sahip olmaksızın sınıfları ve toplumları için tarihsel bir mücadele başlatamayacaklarına vurgu yapar. Devrim ve Sosyalizm. Marksizm insanlık tarihinin ilerleyişi gereğince kapitalizmden sosyalizme geçişi kaçınılmaz olarak nitelendirir. Marksizm ve siyaset. Marx'ın ölümünden sonra teorik arka planını Marksizme dayandıran çok farklı özneler çok farklı siyasi hatları takip etmiştir. Marksistler arasındaki ilk büyük ayrım sosyalizme geçiş sürecine dair yaşanmıştır. Sosyal demokrasi bu sürecin reformlarla burjuva parlamenterizmi dahilinde olacağını öne sürerken komünistler sosyalizme geçişin devrim sayesinde olacağını iddia etmişlerdir. Kopuş I.Dünya Savaşı başlangıcında kendi ulusal burjuva hükûmetlerini destekleme kararı alan II. Enternasyonalin dağılmasıyla kesinleşmiştir. Ekim Devriminin başarısının ardından Bolşevikler III. Enternasyonalin kurulduğunu ilan etmişlerdir. Arka planı. 1917 yılında Rus İmparatorluğunda Ekim Devrimi ile iktidarı alan Bolşevikler, Marksist teorideki proletarya iktidarının pratiğe geçirilmesi alanında ilk büyük ölçekli deneme olur. Yeni hükûmet sürmekte olan I. Dünya Savaşının yanı sıra karşı-devrimci ayaklanmalar, iç savaş ve yabancı askeri müdahaleye maruz kalır. Bu olumsuz durum karşısında Bolşevik lider Lenin sosyalizmin zaferinin çok sayıda farklı ülkedeki işçilerin ortak mücadelesiyle ancak kurulabileceğini belirterek devrimin hızla yayılması gerektiğini vurgular. Ekim Devrimi, zaferi izleyen yıllarda dünya çapında devrimci bir dalga yaratmayı başarsa da beklenenin aksine Batı Avrupa sanayileşmiş kapitalist ülkelerinde işçiler iktidarı alamaz. Özellikle Alman Devrimi komünistlerin kanlı bir şekilde bastırılmasıyla sonuçlanınca ve Sovyet-Polonya Savaşındaki başarısızlığın ardından Sovyetler Birliği yalnız kalmıştır. Bu dönemde ülkede önce Savaş Komünizmi sonra Yeni Ekonomi Politikası uygulanacaktır. Uluslararası siyasi ortamın giderek yeni bir dünya savaşına gitmeye başladığı dönemde ülke her ne pahasına olursa olsun sanayileşme hamlesine girişmiştir. Çin'de kurulmuş olan ulusalcı Kuomintang partisindeki Marksist üyeler Çin Komünist Partisine karşıydılar. Sun Yat-sen'in ölümünden sonra partinin başına geçen Çan Kay Şek döneminde ayrılık komünistlerin katledilmesine kadar vardırılacaktır. Çin Devriminin ardından Kuomintang Tayvan'a kaçacaktır. II. Dünya Savaşı'nın ardından Nazi Almanyasının işgal ettiği ülkeleri özgürleştiren Kızılordu bu ülkelerde Sovyet yanlısı sosyalizan rejimlerin iktidara gelmesini sağlamıştır. Bunun haricinde Sovyetler Birliğinin askeri varlığından bağımsız bir şekilde iktidarı alabilmiş marksist eğilimli partiler Çin, Yugoslavya, Vietnam, Güney Yemen, Etiyopya ve Küba gibi ülkelerde iktidarı alacaktır. Aynı ideolojiye bağlı olsalar da bu ülkeler arasında siyasi ayrılıklar yaşanmıştır. 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından ortaya çıkan Rusya artık kendini marksist bir rejim olarak tanımlamamaktadır. Özellikle Soğuk Savaşın sona ermesiyle beraber marksizm ideolojik olarak varlığını sürdürse de küresel anlamda etkin bir konumda bulunmamaktadır. Sosyal demokrasi. Sosyal demokrasi 19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başında ortaya çıkan siyasi bir akımdır. Bu dönemde çoğunluğu sosyalist devrimci ve Marksistlerden oluşan gruplar hem sosyalizm mücadelesi veriyor hem de bulundukları ülkelerde demokrasinin geliştirilmesi için çalışıyorlardı. Sosyal demokratların geleneksel olarak ayrılmasına sebebiyet veren görüş farklılığı sosyalizmin sınıf savaşımı, devrim ve proletarya diktatörlüğüyle gerçekleşebileceğini reddetmeleridir. Günümüzdeki sosyal demokrasi akımı sosyalizmin devrim değil evrim yoluyla elde edileceğini ileri sürerler. Bu tutum akımın özellikle komünistlerce kapitalizm içi reformist bir hareket olarak tanımlanarak eleştirilmesiyle karşılaşır. Sosyal demokratlar ve komünistler farklılıklarına rağmen I. Dünya Savaşına kadar II. Enternasyonal örgütü içinde bir arada yer almışlardır. Ancak sosyal-demokratlar kendi ulusal burjuva hükûmetlerini savaş sırasında destekleme kararı aldıklarında komünistler tarafından işçi sınıfına ihanet etmekle suçlanmışlardır. Ekim Devriminden sonra reform yanlısı sosyal demokratlar "sosyal-demokrat" ismini korurlarken, devrimci sosyalistler kendilerine "komünist" demeye başlar. Bu dönemde III. Enternasyonal kurulacaktır. Özellikle Batı Avrupada 20. yüzyılın ortalarından sonra ortaya çıkan Avro komünizm akımına uyan bazı komünist partiler de sınıf savaşımını bıraktıklarını açıklamışlardır. Sosyalizm. "Sosyalist" terimi günümüzde birbirinden farklı ideolojiler için kullanılmaktadır. Sosyal demokratlardan temelde farklı olmasalar da daha sol tarafta yer alan demokratik sosyalistlerle geleneksel Marksist-Leninistler de bu şekilde çağrılabilmektedir. Marksist-Leninistler şimdiye kadar hep tek parti rejimi olarak gerçekleşmiş olan sosyalist devlet kurulmasını savunurken, demokratik sosyalistler sosyal reformlarla gelişmeyi savunur. Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından kendini sosyalist olarak tanımlayan ülke sayısında düşüş gözlenmiştir, günümüzde Kuzey Kore, Laos, Vietnam, Nepal, Küba ve Çin iktidarda sosyalistlerin oldukları ülkelerdir. Ancak buna rağmen bir partinin veya hükûmetin kendini sosyalist olarak adlandırmasıyla uyguladığı ekonomik veya sosyal politikaların farklı olmasını dışlamamaktadır. Kendisini sosyalist olarak tanımlayan Çin Halk Cumhuriyeti Hükûmeti geniş bir özel sektörün ülkede gelişmesine izin vermekte, böylece üretim araçlarının kamu mülkiyetinde olmasını içeren sosyalist ideallere karşı gelmektedir. Komünizm. Marksizme ideolojik olarak bağlı olduklarını ilan eden çok sayıda devlet ya bir komünist partinin tek başına veya çok sayıda farklı grubun bir çatı altında bulunduğu komünist bir partide iktidarda olmuştur. Hükûmetteki komünistlerin varlığından dolayı bu ülkelere komünist devletler dense de "komünizm" tanımı dünya çapındaki sınıfsız toplumu tanımladığı için yanlıştır. Bu ülkeler sosyalisttir ve "komünist devlet" kendi içinde bir oksimorondur. Komünist hükûmetler tarihsel olarak bazı karakteristik uygulamalarla anılırlar. Bunlar arasında planlı ekonomi, sanayileşme, üretim araçlarının kamulaştırılması, toprak reformu sayılabilir. Çoğu uygulamada merkezi bir devlet yapısı ile birlikte başında komünist partinin bulunduğu idari yapı dikkat çekicidir. Marksizm-Leninizm. Marksizm-Leninizm, Leninizm olarak da adlandırılan, Lenin tarafından Marksizm'in geliştirilmesine verilen isimdir. Siyasi alanda farklı hatta birbirinin karşıtı özneler Marksist-Leninist olduklarını öne sürebilirler. Genel olarak içeriğinde öne çıkan yanlar kapitalizmin bir devrim sonunda devrilmesi, proletarya diktatörlüğünün kurulması, öncü komünist parti önderliğinde sosyalizm yolunda ilerlenmesidir. Leninizm, kapitalizmin ancak devrimle devrilebileceğini öne sürerek evrimci reform çabalarını mahkûm eder. Leninizm'e bağlı bir öncü partinin temel amacı proletaryaya sınıfı bilincinin taşınmasıdır. Sınıf ve tarih bilincine sahip işçi sınıfı örgütlenecek ve siyasi iktidara el koyacaktır. Devrimin ardından iktidardaki işçi sınıfı kendi diktatörlüğünü kurarak sosyalizmi kurmaya girişecektir. Troçkizm. Troçkizm, Troçki tarafından Marksizmden esinlenerek geliştirilen bir ideolojidir. Troçki kendini "Bolşevik-Leninist" olarak tanımlar, geleneksel Marksist olarak görür. Siyasi alanda Troçki'nin fikirleri özellikle Stalin'den tamamen ayrılır. Troçkizmin öne çıkan farkı sürekli devrime olan vurgudur. Troçki, burjuva demokratik devrimlerini tamamlanmamış ülkelerde gerçekleşecek proletarya devrimlerinin kapitalist ülkelerle çevrili bir durumda ayakta kalamayacağını, ayakta kalabilmesi için özellikle gelişkin işçi sınıfına sahip sanayileşmiş ülkelerde sosyalist devrimlerin gerçekleşmesi gerektiğini savunur. Maoizm. Maoizm, Çin Komünist Partisi lideri Mao Zedong tarafından Marksizm-Leninizmi geliştirdiği öne sürülen öğretilerdir. Çin Komünist Partisi tarafından Maoizm tanımlamasının yerine "Mao Zedong Düşüncesi" tercih edilmelidir. Bununla birlilte maoizmi benimseyen siyasi partiler genelde "Marksist-Leninist" tanımlamasını tercih eder. Çin'de "Mao Zedong Düşüncesi" resmî doktrin olarak benimsenmektedir. Mao, Marksizm-Leninizm kapsamında devrimin öncü güç kaynağı olarak tanımlanan sanayi proletaryasının dışında köylülüğün ihmal edildiğine vurgu yapar. Komünist partinin öncülüğünde kırsal alanda verilen önce halk savaşı teorisi bu şekilde geliştirilir. Mao, özellikle ülkenin çoğunluğunu köylülerin oluşturduğu durumlarda sosyalizmin ilk evrelerinde bu stratejinin geçerli olduğunu savunmuştur. Diğer marksist ideolojilerin tersine maoizm, askeri doktrini de içerecek şekildedir. Yorumları. Marksizm-Leninizm. Dünya siyasi hayatına yaptığı etki bakımından Marksizm içindeki en büyük akımların başında gelir. Genellikle Bolşevizm olarak da tanımlanan akımın siyasi özneler ele alındığında dünya ölçeğinde büyük etkisi olduğu görülebilir. Bu terim Sovyetler Birliği Komünist Partisi tarafından Lenin'in Marksizmin üzerine yaptığı ideolojik geliştirmeleri tanımlamak için kullanılmıştır. Lenin'in düşüncelerini savunanlar yapılan geliştirmelerin Marksizmin asıl teorik temeline sadık kalınarak emperyalizm dönemini uygun hale getirilmesi olduğunu savunurlar: Leninist emperyalizm tanımının stratejik bir çıkarsaması da sanayileşmiş ülkelerdeki işçi sınfının aynı ülkelerin deniz aşırı sömürgelerinde boyunduruk altında bulunan ve bağımsızlık mücadelesi veren halklarla dayanışma gereğinin önemine vurgu yapmasıdır. Avrokomünizm. Avrokomünizm veya Avrupa komünizmi, 1970'li yıllarda İtalyan Komünist Partisi ve İspanyol Komünist Partisi başta olmak üzere bazı Batı Avrupa komünist partilerinde ortaya çıkan bir anlayıştır. Sovyet geleneğinden farklı bir hat izlemek isteyen Santiago Carrillo tarafından formüle edilmiştir. İtalya'da ise teorik olarak Antonio Gramsci'ye dayandırılmak istenmiştir. Buna göre proletarya diktatörlüğü fikri reddedilmiş, geleneksel Marksist-Leninist esaslardan vazgeçilmiştir. Özellikle Arnavutluk Emek Partisi lideri Enver Hoca tarafından eleştirilen siyasetin temeli Nikita Kruşçev'in barış içinde bir arada yaşama siyasetine dayandırılır. Revizyonizm karşıtlığı. Marksist-Leninistler arasında özellikle Kruşçev politikalarını kabul etmeyen siyasi partiler de bulunmaktadır. Bu politikalar revizyon olarak adlandırıldığı için bu siyasetin karşıtlığı da revizyonizm karşıtlığı olarak değerlendirilmektedir. Çin Halk Cumhuriyeti ile birlikte Sovyetler Birliğini revizyonist olarak tanımlayan Arnavutluk ise Üç Dünya Teorisinin üzerine Maoizmden uzaklaşmıştır. Troçkizm. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesinden ve sonrasında ülkeden uzaklaştırılan Lev Troçki, iktidardaki yönetimi dejenere bürokratik bir kast olarak tanımladıktan sonra alaşağı edilmesini savunur duruma gelecektir. Aynı bakış açısı Marksist-Leninist yönelimli sosyalist yönetimlerin iktidarda oldukları ülkelere karşı da geliştirilmiştir. Anarşist-Komünizm. Komünizmin ancak otorite ve mülkün ortadan kaldırılmasıyla geleceğine inanan görüştür. Anarşizmin devlet karşıtlığıyla komünal anlayışı birleştirir. İspanya darbesiyle Katalonya'da 3 yıl sürmüş anarko-komünist bir ülke kurulmuştur. Eleştiriler. Marksizm tüm siyasi akımlar tarafından çeşitli şekilde eleştirilmiştir. Sosyal-demokratlar sosyalizme proletarya devrimi sonucunda ulaşılabileceğini kabul etmezken, anarşistler sosyalizmde devlet aygıtının varlığını korumasını reddederler. Siyasi olarak solda olmayan akımların Marksizme yönelik eleştirileri daha çok sosyalizme karşı olarak değerlendirilebilir. Marksizmin ekonomik alandaki dayanaklarının eleştirilmesine ek olarak özellikle Frankfurt Okulu tarafından geliştirilen sosyal, toplumsal, siyasi eleştiriler de bulunmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18419", "len_data": 20911, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.63 }
Paradoks, görünüşte doğru olan bir ifade veya ifadeler topluluğunun bir çelişki oluşturması veya sezgiye karşı bir sonuç oluşturmasıdır. Çoğunlukla, çelişkili görünen sonuç veya sonuçların aslında çelişkili tarafları vardır. Paradoks teriminin karşılığı olarak Türkçede "açmaz", "çatışkı", "çelişki", "yanıltmaç" sözcükleri kullanılmaktadır. Şekil A'da bir paradoks yoktur, bir illüzyon veya göz yanılmasıdır. Şekilde ilk durumda iki parçadan oluşan üst eğimli yüzey içe doğru bükük durmakta, ikinci durumda ise bu yüzey yine parçalı fakat dışa bükük olduğu için oradan alan kazancı olmuş, bu da içeriye bir boş kare olarak yansımıştır. Ancak bu pek çok kişi tarafından da uzun süre fark edilemeyebilmektedir. Başka bir bakış açısı olarak; kırmızı üçgenin eğimi olan 3/8 ile mavi üçgenin eğimi olan 2/5, görüldüğü gibi eşit değildir. Dolayısıyla bu iki üçgen ile iki parçacığın oluşturduğu her iki şekil de üçgen değildir. Bu yüzden de iki şeklin alanlarının farklı çıkması gibi bir şey söz konusu olamaz. Ayrıca kendi içinde çelişen veya tam tersi şekilde sonuç olarak doğru olan fakat absürt veya çelişkili gözüken bir ifadeye (ifadelere veya ifadeler bütününe) de paradoks denmektedir. Kökleşmiş inanışlara aykırı olarak ileri sürülen düşünce olarak da tanımlanabilir. Yani bir nevi çelişkidir. Genelde paradoksların cevapları yoktur. Yıkılamaz bir duvara durdurulamaz bir trenin çarptığı zaman oluşacak çelişki (paradoks) gibi, sonucun görülmesi engellenmiş olur. Etimoloji. Türkçeye, Fransızca "paradoxe" sözcüğünden türeyerek giren paradoks sözcüğünün, etimolojik anlamda kökeni Yunanca "paradoksos" yani "karşıt-çelişen (düşünce)"dir. "Paradokson", paradoks (karşıt düşünce) içeren iddia anlamındadır. (Yunanca "para": Yan(ında), boyunca; üzerinden, dışa; karşı. Yunanca "doksa": Düşünce; niyet. Ayrıca Yunanca "dogma": Düşünce; karar; tez.) Bu Yunanca kökenli sözcüğün Latince'ye "paradoxus" olarak girmesi, sözcüğün daha sonra (17. yüzyılda) batı dillerinde yer almasını sağlamıştır. Kökende sözcük "kabul görmüş bir düşünceyle çelişen, karşıt bir ifade" anlamında kullanılırken, bugün bu anlamdan ziyade felsefi ve mantıksal anlamda kullanılmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18420", "len_data": 2161, "topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT", "quality_score": 4.1 }
Gökhan S. Hotamışlıgil (d. 24 Haziran 1962), Türk akademisyen, moleküler biyolog, genetikçi, tıp doktoru ve bilim insanı; Harvard Üniversitesi James Stevens Simmons Genetik ve Metabolizma Profesörü; Harvard T.H. Chan Kamu Sağlığı Okulu, Genetik ve Kompleks Hastalıklar departmanı kurucu başkanı; Harvard Sabri Ülker Metabolik Araştırma Merkezi Direktörü; Harvard-MIT Broad Enstitüsü, Harvard Kök Hücre Enstitüsü ve Joslin Diyabet Merkezi üyesi. Aynı zamanda Kadir Has Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesidir. Hotamışlıgil, özellikle obezite, diyabet, karaciğer yağlanması ve kalp-damar hastalıkları gibi sık görülen kronik metabolik hastalıkların temel mekanizmalarını aydınlatmaya yönelik yaptığı ufuk açan çalışmaları ile bilinmektedir. Bu çalışmalar, metabolik hastalıklara yaklaşımda yeni kavramlar ve tedaviye yönelik özgün girişim yöntemleri ortaya çıkarmıştır. Biyografi. Rize'nin Pazar ilçesinde doğan Gökhan Hotamışlıgil, ilkokul eğitimini sırasıyla Vakfıkebir, Turgutlu ve Gediz’de tamamladı. 1980 yılında Ankara Anadolu Lisesi’nden mezun olduktan sonra, Ankara Tıp Fakültesi’ni kazanarak, 1986 yılında tıp doktoru unvanı ile mezun oldu. Uzmanlık ve zorunlu hizmet sonrası Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde doktora eğitimini 1994 yılında tamamlayarak, Harvard T.H. Chan Kamu Sağlığı Okulu’nda Beslenme ve Biyolojik Bilimler Departmanı’nda yardımcı doçent pozisyonunda kendi laboratuvarını kurdu. 2003 yılında profesör unvanını alarak, Genetik ve Kompleks Hastalıklar departmanının kurucu başkanı oldu. Halen bu görevi sürdürmektedir. 2014 yılında Sabri Ülker’in ismini onurlandırmak, bilime ve araştırmaya ivme vermek ve Hotamışlıgil’in çalışmalarını desteklemek amacıyla Ülker ailesinin gösterdiği olağanüstü cömertlik neticesinde Harvard T.H. Chan Kamu Sağlığı Okulu’nda ‘’Sabri Ülker Beslenme, Genetik ve Metabolizma Merkezi’' kuruldu. Sabri Ülker Merkezinin kurulması ile hem uzun vadeli ve daha etkin projelerin hayata geçirilmesi, hem uygulama hedefli çalışmaların başlatılması, hem de bilimsel eğitim ve deneyim aktarma yönündeki etkinlikler ve Türkiye ile bilimsel ilişkiler önemli ivme kazanmıştır. Hotamışlıgil bu merkezin kurucu direktörü olarak görevini sürdürmektedir. Gökhan Hotamışlıgil, akademik yaşamı boyunca pek çok ödüle layık görüldü. Bunlardan bazıları arasında; Markey ödülü, American Association for the Advancement of Science asil üyeliği, diyabet alanında Naomi Berrie Üstün Başarı Ödülü, Amerikan Diyabet Birliği'nin Olağanüstü Bilimsel Başarı ödülü, Uluslararası Obezite Cemiyetinin  Wertheimer ödülü, beslenme alanında Uluslararası Danone ödülü, Uluslararası Endokrin Cemiyeti'nin Roy Greep bilimsel araştırma ödülü ve EASD–Novo Nordisk Foundation Diabetes Prize for Excellence ödülü bulunmaktadır. Aynı zamanda, 2004 yılı Tübitak Bilim Ödülü’nü ve 2013 yılı Koç Bilim Ödülü’nü kazanmıştır. TÜBA asil üyeliği ve Kadir Has Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyeliği görevlerini de yürütmektedir. Aynı zamanda NY Bilimler Akademisi, Blavatnik, Kadir Has, Koç, Sedat Simavi ve Sabri Ülker Ödülleri seçici kurul üyelikleri ve Science Translational Medicine, Cell Metabolism, EMBO Molecular Medicine, Journal of Clinical Investigation, PlosBiology, Turkish Journal of Biochemistry, Turkish Journal of Medicine ve benzeri bilimsel araştırma dergilerinde editörlük görevlerini yürütmektedir. Bilimsel araştırmaları. Gökhan Hotamışlıgil’in araştırma ekibi Sabri Ülker Merkezi’nde diyabet, obezite, kalp hastalığı gibi dünyada en yaygın görülen ve en büyük kamu sağlığı tehdidini oluşturan metabolik hastalıkların temelini aydınlatmaya yönelik çalışmalar sürdürmektedir. Bağışıklık sistemi ile metabolizma arasındaki ilişkiyi aydınlatan çalışmaları ‘’immunometabolizma’' olarak adlandırılan yeni bir disiplinin doğmasında büyük rol oynamıştır. Hotamışlıgil'in öncülüğünde yürütülen çalışmalar sayesinde, bugün obezite; kronik, sistemik bir inflamasyon durumu olarak kabul edilmektedir. Enerji fazlalığı ve gıdalara bağlı gelişen bu düşük düzeyli ve sürekli savunma cevabı aynı zamanda metaflamasyon olarak da adlandırılmaktadır. 2002 yılında yayınlanan bir çalışmalarında, literatürde ilk defa, hücre içi inflamatuvar stres moleküllerinden olan JNK'ın insülin reseptörünün sinyal yollarını baskıladığını ve şişmanlık ve diyabete yol açtığını göstermiştir. İlerleyen yıllarda PKR, STAMP2, NRF gibi moleküllerin sistemik metabolik inflamasyonda, insülin direncinde ve glukoz metabolizmasında oynadığı roller aydınlatılmıştır. Hotamışlıgil aynı zamanda metabolik dokulardaki organel dinamiklerinin gıdalara nasıl cevap verdiğini, metabolizmayı nasıl etkilediğini ve metabolik hastalıklardaki rolünü çalışmaktadır. Endoplazmik retikulum stresinin ve organel fonksiyon bozukluklarının insülin direncine, glukoz ve lipid metabolizmasında bozukluğa yol açtığı Hotamışlıgil laboratuvarında keşfedilmiştir. İlerleyen yıllarda, otofajinin ve endoplazmik retikulum lipid kompozisyonunun metabolik hastalıklardaki rolünü aydınlatan çalışmaları yayınlamışlar ve organel fonksiyon bozukluklarına yol açan temel mekanizmaları ortaya çıkartmışlardır. Sabri Ülker merkezinde en son olarak, mitokondri ve endoplazmik retikulum arasındaki bağlantıların obezitede arttığı ve bunun hücre içi kalsiyum metabolizmasını olumsuz etkilediği ve inflamasyonun organel fonksiyonunu hangi mekanizma ile bozduğu gösterilmiştir. Hotamışlıgil bu mekanizmaları ilaç hedefi olarak kullanarak yeni tedaviye araçları ve yöntemleri geliştirilmesinde önemli katkılarda bulunmuştur. Hotamışlıgil ve ekibi aynı zamanda lipid sinyal yolakları üzerine de çalışmaktadır. Özellikle lipid taşıyıcı proteinler ve vücuttaki lipid sentezi esnasında ortaya çıkan moleküller üzerine pek çok araştırması mevcuttur. 2008 yılında yayınlanan bir çalışmalarında, ‘’lipokin’' adını verdikleri ve metabolik olarak yararları olan bir lipid-hormonu keşfetmişlerdir. Aynı zamanda yağ dokusundan salgılanan ve karaciğer, pankreas üzerine olumsuz etkileri olan bir hormonu da bulmuşlardır. Bu hormon farelerde aşı metoduyla etkisiz hale getirildiğinde, pek çok metabolik hastalığın tedavi edilebileceğini göstermişlerdir. Hotamışlıgil, Harvard Üniversitesi'nde mentorluk ödülüne layık bulunmuştur. Türk Amerikan Bilim İnsanları, TASSA, organizasyonu ve Boston Türk Biyoloji Çalışma grubunda (BTBC), genç Türk bilim insanları ile aktif çalışmalar yapan Hotamışlıgil, Amerikan-Türk camiası tarafından Altın Türk ve Toplum lideri olarak ve Bahçeşehir Üniversitesi tarafından fahri doktora unvanları ile Türk bilim camiasına verdiği hizmetler için onurlandırılmıştır. Özel yaşamı. Hotamışlıgil, infertilite uzmanı olan ve Dünya Sağlık Örgütü'ne danışmanlık yapan Dr. Selen Ciliv ile evlidir. Leyla ve Derin adında iki çocukları vardır. Hekim olan Dr. Hulki Hotamışlıgil ve öğretmen olan Güner Hotamışlıgil'in çocuğudur ve erken çocukluk dönemi Anadolu'da geçmiştir. Seçilmiş ödülleri. 1991 Lucille P. Markey Predoctoral Fellowship in Developmental Biology 1997 Pew Scholar in Biomedical Sciences, Pew Charitable Trusts 2004 TÜBİTAK Bilimsel Araştırma Ödülü, TUBA üyeliği 2007 Amerikan Diyabet Birliği Bilimsel Olağanüstü Başarı Ödülü 2009 American Association for Advancement of Science asil üyeliği 2010 Uluslararası Obezite Cemiyeti Wertheimer Ödülü 2010 Diyabet alanında Naomi Berrie Üstün Hizmet Ödülü 2012 Richard J. Havel Lecture 2013 Koç Bilim Ödülü 2014 Uluslararası Danone Beslenme Ödülü 2015 Uluslararası Endokrin Cemiyeti Roy O. Greep Üstün Bilimsel Başarı Ödülü 2017 Hans L. Falk Memorial Lecture 2018 EASD–Novo Nordisk Foundation Diabetes Prize for Excellence
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18421", "len_data": 7534, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.5 }
Bir ototrof, karbondioksit gibi basit maddelerden karbon kullanarak, genellikle ışıktan (fotosentez) veya inorganik kimyasal reaksiyonlardan (kemosentez) gelen enerjiyi kullanarak karmaşık organik bileşikler (karbonhidratlar, yağlar ve proteinler gibi) üreten bir organizmadır. Abiyotik bir enerji kaynağını (örneğin ışık) organik bileşiklerde depolanan ve diğer organizmalar (örneğin heterotroflar) tarafından kullanılabilen enerjiye dönüştürürler. Ototroflar canlı bir karbon veya enerji kaynağına ihtiyaç duymazlar ve karadaki bitkiler veya sudaki algler gibi bir besin zincirindeki üreticilerdir (ototrofların veya diğer heterotrofların tüketicileri olan heterotrofların aksine). Ototroflar karbondioksiti indirgeyerek biyosentez için organik bileşikler ve depolanmış kimyasal yakıt yapabilirler. Çoğu ototrof indirgeyici madde olarak su kullanır, ancak bazıları hidrojen sülfür gibi diğer hidrojen bileşiklerini de kullanabilir. Birincil üreticiler ışıktaki enerjiyi (fototrof ve fotoototrof) veya inorganik kimyasal bileşiklerdeki enerjiyi (kemotroflar veya kemolitotroflar) organik moleküller oluşturmak için dönüştürebilir, bu moleküller genellikle biyokütle şeklinde birikir ve diğer organizmalar (örneğin heterotroflar ve miksotroflar) tarafından karbon ve enerji kaynağı olarak kullanılır. Fotoototroflar ana birincil üreticilerdir, ışık enerjisini fotosentez yoluyla kimyasal enerjiye dönüştürürler ve sonuçta inorganik bir karbon kaynağı olan karbondioksitten organik moleküller oluştururlar. Kemolitotroflara örnek olarak inorganik kimyasal bileşiklerin oksidasyonundan biyokütle üreten bazı arkea ve bakteriler (tek hücreli organizmalar) verilebilir, bu organizmalara kemoototroflar denir ve sıklıkla derin okyanuslardaki hidrotermal bacalarda bulunurlar. Birincil üreticiler en düşük trofik seviyededir ve Dünya'nın bugüne kadar yaşamı sürdürmesinin nedenidir. Kemoototrofların çoğu litotroftur ve biyosentez ve kimyasal enerji salınımı için indirgeyici maddeler ve hidrojen kaynakları olarak hidrojen sülfür, hidrojen gazı, elementel kükürt, amonyum ve demir(II) oksit gibi inorganik elektron donörlerini kullanırlar. Ototroflar fotosentez veya kimyasal bileşiklerin oksidasyonu sırasında üretilen ATP'nin bir kısmını organik bileşikler oluşturmak üzere NADP+'yi NADPH'ye indirgemek için kullanır. Tarihçe. Ototrof terimi 1892 yılında Alman botanikçi Albert Bernhard Frank tarafından ortaya atılmıştır. Antik Yunancada "beslenme" veya "gıda" anlamına gelen τροφή ("trophḗ") kelimesinden gelmektedir. İlk ototrofik organizmalar muhtemelen Arkeen'in başlarında evrimleşmiştir ancak Dünya'nın Büyük Oksidasyon Olayı boyunca siyanobakteriler tarafından oksijenik fotosentez oranının artmasıyla çoğalmıştır. Fotoototroflar fotosentez geliştirerek heterotrofik bakterilerden evrimleşmiştir. En eski fotosentetik bakteriler hidrojen sülfür kullanmıştır. Hidrojen sülfürün azlığı nedeniyle, bazı fotosentetik bakteriler fotosentezde su kullanmak üzere evrimleşerek siyanobakterilere yol açmıştır. Varyantlar. Bazı organizmalar karbon kaynağı olarak organik bileşiklere dayanmaktadır, ancak enerji kaynağı olarak ışığı veya inorganik bileşikleri kullanabilirler. Bu tür organizmalar miksotroflardır. Organik bileşiklerden karbon elde eden ancak ışıktan enerji elde eden bir organizma "fotoheterotrof" olarak adlandırılırken, organik bileşiklerden karbon ve inorganik bileşiklerin oksidasyonundan enerji elde eden bir organizma "kemolitoheterotrof" olarak adlandırılır. Kanıtlar, bazı mantarların iyonlaştırıcı radyasyondan da enerji elde edebileceğini göstermektedir: Bu tür radyotrofik mantarlar Çernobil Nükleer Santrali'nin bir reaktörünün içinde büyürken bulunmuştur. Örnekler. Dünya ekosisteminde farklı durumlarda birçok farklı birincil üretici türü vardır. Biyokütlelerini organik maddeleri oksitleyerek elde eden mantarlar ve diğer organizmalar ayrıştırıcı olarak adlandırılır ve birincil üretici değildir. Bununla birlikte, tundra iklimlerinde bulunan likenler, mutualistik simbiyoz yoluyla algler tarafından fotosentezi (veya ek olarak siyanobakteriler tarafından azot fiksasyonunu) ayrıştırıcı bir mantarın korumasıyla birleştiren istisnai bir birincil üretici örneğidir. Ayrıca, bitki benzeri birincil üreticiler (ağaçlar, algler) güneşi bir enerji biçimi olarak kullanır ve diğer organizmalar için havaya verir. Bir tür bakteri ve fitoplankton da dahil olmak üzere H2O birincil üreticileri de vardır. Birincil üreticilerin birçok örneği olduğu gibi, iki baskın türü koral ve birçok kahverengi alg türünden biri olan laminarialestir. Fotosentez. Brüt birincil üretim fotosentez ile gerçekleşir. Bu, aynı zamanda birincil üreticilerin enerjiyi alıp başka bir yerde üretmelerinin/serbest bırakmalarının ana yoludur. Bitkiler, korallar, bakteriler ve algler bunu yapar. Fotosentez sırasında birincil üreticiler güneşten enerji alır ve bunu enerji, şeker ve oksijene dönüştürür. Birincil üreticiler aynı enerjiyi başka bir yere dönüştürmek için enerjiye de ihtiyaç duyarlar, bu yüzden enerjiyi besinlerden alırlar. Bir tür besin maddesi azottur. Ekoloji. Kendi başlarına enerji üretebilen organizmalar olan birincil üreticiler olmasaydı, Dünya'nın biyolojik sistemleri kendilerini sürdüremezdi. Bitkiler, diğer birincil üreticilerle birlikte, diğer canlıların tükettiği enerjiyi ve soludukları oksijeni üretirler. Dünya üzerindeki ilk organizmaların okyanus tabanında bulunan birincil üreticiler olduğu düşünülmektedir. Ototroflar dünyadaki tüm ekosistemlerin besin zincirlerinin temelini oluşturur. Çevreden güneş ışığı veya inorganik kimyasallar şeklinde enerji alırlar ve bunu karbonhidratlar gibi yakıt molekülleri oluşturmak için kullanırlar. Bu mekanizmaya birincil üretim denir. Heterotrof olarak adlandırılan diğer organizmalar, yaşamları için gerekli işlevleri yerine getirmek üzere ototrofları besin olarak alırlar. Dolayısıyla, heterotroflar - tüm hayvanlar, neredeyse tüm mantarlar, çoğu bakteri ve protozoa - ihtiyaç duydukları hammadde ve yakıt için ototroflara veya birincil üreticilere bağımlıdır. Heterotroflar karbonhidratları parçalayarak veya gıdalardan elde edilen organik molekülleri (karbonhidratlar, yağlar ve proteinler) oksitleyerek enerji elde ederler. Etçil organizmalar, heterotrofik avlarından elde ettikleri besinleri tükettikleri ototroflardan aldıkları için dolaylı olarak ototroflara bağlımlıdırlar. Çoğu ekosistem, başlangıçta güneş tarafından salınan fotonları yakalayan bitkiler ve siyanobakterilerin ototrofik birincil üretimi ile desteklenmektedir. Bitkiler bu enerjinin yalnızca bir kısmını (yaklaşık %1) fotosentez için kullanabilir. Fotosentez süreci bir su molekülünü (H2O) böler, atmosfere oksijen (O2) salar ve karbondioksiti (CO2) indirgeyerek birincil üretimin metabolik sürecini besleyen hidrojen atomlarını serbest bırakır. Bitkiler fotosentez sırasında foton enerjisini basit şekerlerin kimyasal bağlarına dönüştürür ve depolar. Bu bitki şekerleri, diğer şekerler, nişasta ve selüloz dahil olmak üzere uzun zincirli karbonhidratlar olarak depolanmak üzere polimerize edilir; glukoz ayrıca yağ ve protein yapmak için de kullanılır. Ototroflar; heterotroflar, yani hayvanlar gibi tüketiciler tarafından yenildiğinde, içerdikleri karbonhidratlar, yağlar ve proteinler, heterotroflar için enerji kaynağı haline gelir. Proteinler topraktaki nitratlar, sülfatlar ve fosfatlar kullanılarak üretilebilir. Tropikal akarsu ve nehirlerde birincil üretim. Sucul algler, tropikal nehir ve akarsulardaki besin ağlarına önemli bir katkı sağlamaktadır. Bu durum, bir ekosistem içinde sentezlenen karbon miktarını yansıtan temel bir ekolojik süreç olan net birincil üretim ile gösterilir. Bu karbon nihayetinde tüketiciler için kullanılabilir hale gelir. Net birincil üretim, tropikal bölgelerdeki akarsu içi birincil üretim oranlarının benzer ılıman sistemlere göre en az bir kat daha fazla olduğunu göstermektedir. Ototrofların kökeni. Araştırmacılar ilk hücresel yaşam formlarının heterotrof olmadığına, çünkü uzaydan gelen organik substratların ya mikrobiyal büyümeyi destekleyemeyecek kadar heterojen ya da fermente edilemeyecek kadar indirgenmiş olması nedeniyle ototroflara ihtiyaç duyduklarına inanmaktadırlar. Bunun yerine, ilk hücrelerin ototrof olduğunu düşünmektedirler. Bu ototroflar, derin deniz alkali hidrotermal bacalarında yaşayan termofilik ve anaerobik kemolitoototroflar olabilir. Bu ortamlardaki katalitik Fe(Ni)S minerallerinin RNA gibi biyomolekülleri katalizlediği gösterilmiştir. Bu görüş, son evrensel ortak atanın (LUCA) fizyolojisi ve habitatının da Wood-Ljungdahl yolağına sahip termofilik bir anaerob olduğu, biyokimyasının FeS kümeleri ve radikal reaksiyon mekanizmalarıyla dolu olduğu ve Fe, H2 ve CO2'ye bağımlı olduğu sonucuna varıldığı için filogenetik kanıtlarla desteklenmektedir. Çoğu yaşam formunun sitozolünde bulunan yüksek K+ konsantrasyonu, erken hücresel yaşamın Na+/H+ antiporterlerine veya muhtemelen semporterlerine sahip olduğunu düşündürmektedir. Ototroflar muhtemelen düşük H2 kısmi basınçlarındayken heterotroflara evrimleşmiştir; burada ilk heterotrofi biçimi muhtemelen amino asit ve klostridiyal tip pürin fermantasyonlarıdır ve fotosentez hidrotermal bacalardan yayılan uzun dalga boylu jeotermal ışığın varlığında ortaya çıkmıştır. Fotokimyasal olarak aktif ilk pigmentlerin Zn-tetrapiroller olduğu sonucuna varılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18423", "len_data": 9326, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.24 }
11 Eylül saldırıları ile ilgili komplo teorileri, 11 Eylül 2001 günü gerçekleşen ve 11 Eylül saldırıları olarak adlandırılan olayların sahte bayrak saldırısı olduğuna dair çeşitli komplo teorileridir. Kimi iddialara göre 11 Eylül olayları Amerikan hükûmeti ve gizli servisleri tarafından Orta Doğu'ya ve Afganistan'a yönelik işgal faaliyetlerini meşrulaştırmak, ülke ve dünya kamuoyunun desteğini almak amacıyla düzenlenmiş senaryodur. "New York Times" gazetesi tarafından yapılan bir ankete göre her dört Amerikalıdan üçü hükûmetin 11 Eylül olayları ile ilgili doğruları söylemediğinden şüphelendiğini belirtmiştir. Saldırıların sonrasından günümüze kadar olan süreçte, ABD içinden ve dışından çeşitli kişi ve gruplar tarafından, saldırıların Amerikan hükûmeti veya gizli servisleri tarafından düzenlendiğine dair çeşitli komplo teorileri ileri sürülmüştür. Bazı çevreler tarafından konuyla ilgili olarak başta, ABD'nin Orta Doğu'ya yönelik bir işgal harekâtı başlatmak için gerekçe oluşturabilmek amacıyla saldırının gerçekleştirildiği gibi komplo teorileri ortaya atılmaktadır. Amerikan Hükûmeti Tarafından Yapılan Resmî Açıklama. 11 Eylül 2001 günü Usame Bin Ladin'e bağlı teröristlerce kaçırılan iki yolcu uçağı, New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin ikiz kulelere özenle hesaplanmış noktalardan çarpmışlardır. Meydana gelen patlamalar sonucu her iki kule de çökmüştür. Üçüncü bir uçak Washington, DC'deki Pentagon binasına çakılmıştır. Dördüncü uçak, yolcularla teröristler arasında gerçekleştiği iddia edilen mücadele sonucunda 240 km kadar ötede Pensilvanya kırsalına düşmüştür. Olaylarda 2.974 sivil ABD vatandaşı ölmüştür. 24 kişi ise halen kayıp olarak listelenmektedir. Medyanın, Amerikan ve İngiliz Hükûmetlerinin Tepkisi. Amerikan hükûmeti 11 Eylül olaylarının bir komplo olduğunu ileri süren Loose Change isimli filmdeki iddiaları yalanlamış ve lanetlemiştir. Medyanın bu olayın üzerine giden görüntü ve programların kamuoyundan sakladığını iddia etmesi, gerçeklerin gizlendiği teorisini doğurmuştur. Irak'ın işgalinde Amerika Birleşik Devletleri ile birlikte hareket eden Birleşik Krallık İşçi Partisi milletvekili ve kabineden sorumlu devlet bakanı Michael Meacher, 11 Eylül olaylarının gerçekliğini soruşturmaktadır. Meacher, 2006 yılında Loose Change isimli filmin Avam Kamarası'nda izlenmesini önermiş, daha sonra bu fikrinden vazgeçmiştir. 11 Eylül olayları ile ilgili olarak şöyle demiştir: "Böylesine devasa önemi haiz bir olayın bu şekilde sırra gömülmesine modern tarihte daha önce hiç rastlanmamıştır. Anahtar konumundaki bazı gerçekler, mümkün ve anlaşılabilir bir temele dayandırılarak açıklanamamış durumdadır." Michael Meacher'ın bu sözleri Claremont İlahiyat Okulu'nda itibarlı bir profesör ve filozof olan David Ray Griffin'in en çok satanlar listesindeki kitabı "Yeni Pearl Harbor"'a () önsöz olmuştur. Kitaba bu ismin verilmesinin sebebi, dönemin başkanı Franklin D. Roosevelt'in ABD'yi II. Dünya Savaşı'na sokabilmek için Japonların Pearl Harbor'u bombalamalarına izin verdiği iddialarıdır. Profesör Griffin'e ve diğer bazı komplo teorisyenlerine göre 11 Eylül saldırıları, Northwoods Operasyonu'nun bir kopyasıdır. Northwoods Operasyonu, dönemin ABD başkanı Kennedy tarafından Küba lideri Fidel Castro'yu devirmek amacıyla hazırlanmış bir plandır. Bu plana göre ABD'de terör saldırıları meydana getirilecek, saldırılar komünist Küba'nın üzerine atılacak ve Küba işgal edilecektir. Ancak bu plan hayata geçirilmemiştir. İran Hükûmetinin Tepkisi. İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, 6 Mart 2010'da yaptığı bir konuşmada 11 Eylül saldırısında İkiz Kuleler'in çökmesini "karmaşık bir istihbarat senaryosu ve eylemi" olarak nitelemiştir. Ahmedinejad, "11 Eylül olayı terörizme karşı kampanya için bir bahane ve Afganistan'a karşı savaşın hazırlığı olarak kullanılan büyük bir uydurmadır" diye konuşmuştur. Kulelerin Yıkılması. Kulelerin yıkılış şeklinin planlanmış yıkımlar gibi olduğu öne sürülmüştür. Buna gerekçe olarak da uçakların çarpması sonucu yana yatıp etrafındaki binaların üstüne düşmek yerine bir yıkım firması tarafından kontrollü patlatma metodu ile yıkıma hazırlanmışçasına doğrudan kendi üzerlerine yıkılmaları örnek gösterilmiştir. Fiziksel olarak mümkün kabul edilse de komplo teorisyenleri, bu konunun çeşitli şüpheleri üstüne çektiğini iddia etmektedirler. Ayrıca, binaların yıkılma hızının hemen hemen serbest düşme hızında oluşunun da şüpheleri arttırdığı söylenmektedir. Kulelerin yıkılış şekli üzerine ciddi araştırmalar yapmış olan fizik profesörü Stephen E. Jones, toz kalıntılarında termit (alüminyum, demir oksit karışımı) kullanıldığını tespit etmiştir. Uçakların Gerçekliği. Video görüntüleri incelendiğinde güneydeki kuleye çarpan uçağın camlarının görülmediği ve United Airlines logosunun olmadığı, bu uçağın Amerika Birleşik Devletleri Ordusu'nda kullanılan Boeing 767 tipi yakıt ikmal uçağı olduğu öne sürülmüştür. Motorlarının ise Boeing 767 tipi yolcu uçağına ait olmadığı, sebep olarak da 767'lerin motor çapının üç metre, görüntüdeki uçağın motorlarının ise daha küçük olduğu ileri sürülmüştür. Pentagon Olayı. Pentagon'a çarpan uçakla alakalı olarak şunlar ileri sürülmüştür: İstihbarat Açıkları. Hazırlıklarının yıllar sürdüğü ve yüzlerce kişinin fiilen katkıda bulunduğu tahmin edilen böylesine geniş çaplı bir terör saldırısının dünyanın en büyük istihbarat ağına sahip Amerika Birleşik Devletleri tarafından fark edilememesi ve engellenememesi de şüpheleri arttırmıştır. Loose Change. 20'li yaşlardaki üç genç tarafından hazırlanan Loose Change isimli bir saatlik video büyük yankı uyandırmıştır. 11 Eylül olaylarının Amerikan hükûmeti tarafından planlandığını iddia eden video, 12 ülke televizyonlarında yayınlanmış, 50 milyon izleyiciye ulaşmıştır. Hâlen internette bulunmaktadır. Daha sonra bu filmdeki iddiaları çürütmeye yönelik "Screw the Loose Change" isimli bir film hazırlanmıştır. Birleşik Krallık İşçi Partisi milletvekili ve kabineden sorumlu devlet bakanı Michael Meacher, 11 Eylül olaylarını soruşturmuştur. ABD halkının bir bölümü, 11 Eylül'ün yeniden soruşturulmasını istemektedir. Fahrenheit 9/11. Saldırıdan üç sene sonra Başkan Bush'un (Bin Ladin ailesi dahil) Suudi sermayesiyle ticarî ortaklıkları olduğunu anlatan ve Bush hükûmetinin 11 Eylül saldırılarını önceden bildiğini ima eden Fahrenheit 9/11 (Fahrenhayt 11 Eylül) isimli, Michael Moore imzalı bir belgesel film vizyona girmiş ve bütün dünyada geniş yankı uyandırmıştır. Antoine Vitkine, bu filmdeki iddiaları çürütebilmek için "Yeni Şarlatanlar" adlı bir kitap yazmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18424", "len_data": 6532, "topic": "HISTORY", "quality_score": 2.84 }
Ömer bin Hattab (; 583 / 584 – Kasım 644), İslâm peygamberi Muhammed'in sahâbesi ve İslâm Devleti'nin Ebû Bekir'den sonraki ikinci halifesidir. Ehl-i Sünnet, Ömer bin Hattab'ı zaman zaman "Ömer'ul-Farûk" (عمر الفاروق) diye anarlar. Şiiler ise Ömer'in halifeliğini tanımazlar. 23 Ağustos 634 tarihinde Râşidîn Halifeliği'nin ikinci hâlifesi oldu ve bu görevi, öldürüldüğü yıl olan 644'e kadar sürdürdü. Ömer başlangıçta, Kureyşli uzak bir akrabası olan Muhammed'in mesajının en amansız karşıtlarından biriydi. Sonra, biraz da ani bir şekilde (616 yılında) Müslüman oldu. Müslüman olduktan sonra Kâbe'de açıkça namaz kıldı. Ömer daha sonraları, kendisine "el-Fârûk" "(ayırıcı)" ünvanını veren İslâm peygamberi Muhammed'in yönetimindeki neredeyse tüm savaşlara ve seferlere katıldı. Haziran 632'de, Muhammed'in ölümünden sonra Ömer, ilk halife olarak Ebû Bekir'e biat etti. Ebû Bekir, 23 Ağustos 634'te ölmeden önce Ömer'i halefi olarak aday göstermişti. Ömer, Ağustos 634 tarihinde ikinci İslam hâlifesi olarak seçildi. Ömer döneminde İslam Halifeliği, Sâsânî ve Bizans ordularını mağlup ederek sınırlarını benzeri görülmemiş bir oranda genişletti. Sasani İmparatorluğu'na yönelik saldırıları, iki yıldan kısa bir süre içinde (642-644) İran'ın fethiyle sonuçlandı. Ayrıca döneminde Mısır, Suriye, Lübnan, Filistin, Irak ve İran gibi önemli bölgeler devletin topraklarına dahil edildi. Yahudi geleneğine göre Ömer, Yahudiler üzerindeki Hristiyan yasağını kaldırdı ve onların Kudüs'e girmelerine ve ibadet etmelerine izin verdi. Ömer, "Dört Halife Dönemi"nde İslam Devleti'nin topraklarını en çok genişleten hâlife oldu. Ömer, 644 yılında Fars bir köle olan Ebu Lü'lüe Firuz tarafından suikastle öldürüldü. Tarihçiler tarafından Ömer, genellikle tarihteki en güçlü ve en etkili Müslüman liderlerden biri olarak görülür. Ehl-i Sünnet geleneğinde büyük ve adil bir hükümdar ve İslami erdemlerin mükemmel bir örneği olarak saygı görür ve bazı hadisler onu, Ebû Bekir'den sonra sahâbenin ikinci en büyüğü olarak tanımlar. İsnâaşeriyye Şîa geleneğinde olumsuz görülmektedir. İlk yılları. Ömer, Mekke'de Benî Adi kabilesinde, 583 veya 584 yılında doğdu. Babası Hattab bin Nüfeyl ve annesi Hanteme bint Haşim, Benî Mahzum adlı bir kabiledendi. Ailesi orta sınıfa mensuptu. Babası tüccardı ve kabilesinde zekâsıyla meşhurdu. Babası aynı zamanda bir putperest idi. Ömer, çocukluğundan itibaren deve çobanlığı yapmaya başladı. Ömer, "Babam çok acımasızdı. Develeri güderken, dinlenmek için işi bıraktığımda beni döverdi." demiştir. İslâm öncesi Arabistan'da okuryazarlık çok nadir olmasına rağmen, Ömer gençliğinde okuma ve yazmayı öğrendi. Ayrıca Arap edebiyatı ve Arap şiiriyle de ilgilendi. Ergenlik döneminde ata binme, dövüş sporları ve güreş öğrendi. Uzun boyu ve fiziksel üstünlüğü ile iyi bir güreşçi olduğu rivayet edilir. Aynı zamanda iyi bir hatip olduğundan, çoğu vakitler babasının yanında kabileler arası anlaşmazlıklarda hakemlik yaptı. Ömer, ilerleyen zamanlarda bir tüccar oldu. Tüccarlık yaptığı sırada Suriye, Irak ve Mısır gibi Rum ve Pers şehirlerine gittiği, buralarda çeşitli bilginlerle tanıştığı, Kureyş kabilesi adına elçilik yaptığı aktarılır. Erken Askerî Dönem. İslam'a Muhalefet oluşu. 613 civarında Muhammed, İslâm dinini Mekkeliler'e açıkça tebliğ etmeye başladı. Ancak Mekke'deki pek çok kişi gibi Ömer de İslam'a karşı çıktı ve hatta Muhammed'i öldürmekle tehdit etti. Arabistan'ın geleneksel çok tanrılı paganizm inancını savunmaya karar verdi. Muhammed'e karşı çıkmakta kararlı ve acımasızdı. Müslümanlara zulmetmek konusunda da Mekke'nin en önde gelenlerden biriydi. Ömer, Kureyş'in birliğine kesin olarak inandı ve yeni İslâm dinini ayrılık ve nifak sebebi olarak gördü. Artan baskılar nedeniyle Muhammed, 615 yılında bazı takipçilerine Habeşistan'a göç etmelerini emretti. Küçük bir Müslüman grubu göç ettiğinde Ömer, Kureyş'in gelecekteki birliği konusunda endişelendi. Mekkeli paganlar bu durumu konuşmak için meclislerinde toplandılar. Görüşmeye katılanlar arasında Ömer de vardı. Toplantının nihayetinde Ömer, Muhammed'i öldürmeye karar verdi ve bunu üstlendi. Müslüman oluşu. Ömer, Habeşistan'a hicretten bir yıl sonra, 616 yılında Müslüman oldu. Yaygın rivayetlere göre olay şu şekilde gerçekleşti: Ömer, Muhammed'i öldürmek için yola çıktı. Yolda, gizlice İslam'a geçen ancak Ömer'e söylememiş olan en yakın arkadaşı Nuaym bin Abdullah ile karşılaştı. Ömer, Muhammed'i öldürmek için yola çıktığını haber verince Nuaym, Ömer'in hedefini değiştirmek için kendisine kız kardeşi ile kocasının Müslüman olduğunu söyledi. Hiddetlenen Ömer, kız kardeşinin evine doğru yürüdü. Eve varınca Ömer, kız kardeşi ve kayınbiraderi Saîd b. Zeyd'i Tâhâ Suresi'nden Kur'an ayetlerini okurken buldu. Kayınbiraderi ile tartışmaya başladı. Ablası kocasını kurtarmaya gelince, o da onunla tartışmaya başladı. "Bizi istersen öldürebilirsin, ama biz İslam'dan vazgeçmeyeceğiz" demeye devam ettiler. Ömer bu sözleri işitince kız kardeşine ve kayınbiraderine şiddetli bir tokat attı ve kız kardeşi ağzından kanlar akarak yere düştü. Sonradan Ömer, ablasının hâlini görünce vicdan azabı çekti ve kız kardeşinden okuduklarını kendisine vermesini istedi. Kız kardeşi olumsuz yanıt vererek, "Sen kirlisin. Temiz olmayan hiç kimse bu kutsal yazılara dokunamaz." dedi. Ömer bunun üzerine vücudunu yıkadı ve Tâhâ Suresi'nin 14. ayetini okumaya başladı: "Şüphe yok ki ben Allah'ım. Benden başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl." Ömer, sonra ağlayarak, "Şüphesiz bu, Allah'ın sözüdür. Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna şehâdet ederim." dedi. O anda orada bulunan ve saklanan Habbâb b. Eret, bunu duyunca saklandığı yerden çıktı ve şöyle dedi: "Ey Ömer! Dün Peygamberimiz senin Müslüman olman için şöyle dua etmişti: 'Ey Allah'ım! Bu dini ya Ömer'le, ya Ebû Cehil'le, ya da kimi istersen onunla kuvvetlendir.' Duası kabul olmak üzere ve inşallah olacak." Bunu duyan Ömer çok şaşırdı ve hemen oradan ayrılıp Muhammed'i bulmaya gitti. Ömer daha sonra Muhammed'in yanına geldi ve oradakilere Peygamber'le görüşmek istediğini söyledi. Muhammed'in yanında bulunan sahâbeler bunun üzerine telaşlandılar. Yeni Müslüman olan Hamza, Ömer'in geldiğini duyunca kılıcını çekti. Muhammed onları sakinleştirdi ve Ömer'i huzuruna kabul etti. Ömer, onun ve arkadaşlarının önünde İslâm'ı kabul ettiğini belirtti. Müslüman olduğunda 39 yaşındaydı. Rivayete göre, İslam'ı kabul ettikten sonra Ömer, Kâbe'de açıkça namaz kıldı ve dua etti. Kureyş liderleri Ebû Cehil ve Ebû Süfyân, bu olayı öfkeyle izlediler. Bu olay, Müslümanlar'ın İslam'ı açıkça yaşama konusunda güven kazanmalarına daha da yardımcı oldu. Daha sonra Ömer, Müslümanlar'ı namaz kılmaktan alıkoymaya cüret eden herkese meydan okudu ve kimse, Ömer açıkça namaz kılarken ona müdahale etmeye cesaret edemedi. Ömer'in İslam'ı kabul etmesi Mekke'deki Müslümanlara ve İslâm'a güç verdi. Bu olaydan sonra Müslümanlar, ilk kez Mescid-i Harâm'da hep birlikte açıkça namaz kıldılar. Medine'ye Hicret. 622'de, Yesrib'in (daha sonraki adıyla Medine) sunduğu güvenlik nedeniyle Muhammed, takipçilerine Medine'ye göç etmelerini emretti. Müslümanlar'ın çoğu, Kureyş direnişinden korkarak geceleri göç etti. Buna karşılık Ömer'in gündüz vakti açıkça göç ettiği ve "Karısını dul ve çocuklarını yetim bırakmak isteyen gelip benimle çarpışsın." dediği rivayet edilir. Ömer, kuzeni ve kayınbiraderi Saîd b. Zeyd ile birlikte Medine'ye hicret etti. Halife oluşu. İslâm peygamberi Muhammed'in ölümünden sonra Ebû Bekir'in yaklaşık iki yıllık süren halifeliği, onun hastalanıp ölmesiyle son bulmuştur. Ebû Bekir, son günlerinde ashabın görüşlerini alarak yerine halife olarak Ömer'i tavsiye etmiştir. Ahitnameyi Osman'a yazdırmıştır. Halifelik dönemi (634 - 644). Ömer bin Hattab döneminde Bizans ile yapılan Yermük, Halep, Ecnâdeyn, Demirköprü, Dasin, Firaz ve Karyeteyn muharebeleri ile Mısır, Suriye, Lübnan ve Filistin; Sâsânî ile yapılan Köprü, Nihâvend ve Kādisiye muharebeleri ile de Irak'ın tamamı ve İran'ın büyük bir kısmı fethedildi. Ömer döneminde hilâfet güçlendi. Ömer adaletli bir hükümdardı, devlet memurları ve valileri her zaman kontrol ederdi. Beytülmâl'ı, yani devletin hazinesini Müslümanlar arasında en iyi şekilde bölüştürmüştür. Kendisi çok yoksuldu, aylık geliri sadece 16-20 dirhemdi. Ölümü. Ömer, milâdî 31 Ekim 644 tarihinde, kendisinden alınan verginin azaltılmasını isteyen, ancak talebi kabul edilmeyen Mugīre b. Şu'be'nin Fars bir kölesi olan Ebû Lü'lüe tarafından, Medine'de sabah namazında iken hançerle saldırıya uğradı. Saldırgan intihar ederken, Ömer saldırıdan üç gün sonra, 3 Kasım 644 tarihinde öldü. Yönetimi ve mirası. Siyasi. Ömer, 'emiru'l müminin' (inananların emiri) ünvanını alan ilk halifeydi. Ömer, Muhammed'in baş danışmanlarından biriydi. Muhammed'in vefatından sonra, Medineli Müslümanları, Mekkeli Ebu Bekir'i halife olarak kabul etmeleri için uzlaştıran oydu ve böylelikle doğabilecek bir iç kargaşayı engelledi. Ebu Bekir döneminde, yardımcısı ve danışmanı olarak aktif olarak yer aldı. Ebu Bekir'in yerine halife olduktan sonra, Ömer, Ridde savaşları sırasında ele geçirilen tüm esirleri ve köleleri serbest bırakarak Bedevi kabilelerinin kalbini kazandı. Geniş bir coğrafyaya yayılan halifelik topraklarını bir arada tutan etkili bir idari yapı kurdu. Bürokrasi üzerindeki güçlü hakimiyetinin nedenlerinden biri olan etkili bir istihbarat ağı örgütledi. Ömer, çok fazla yerel güç toplayabilecekleri için valileri asla iki yıldan uzun süre görevde tutmadı. En başarılı generali Halid bin Velid'i görevden aldı çünkü insanların zaferi bahşedenin Allah olduğunu bilmelerini ve Halid etrafında oluşan kişilik kültüne karşı koymak istiyordu. Elinde bir kırbaçla Medine sokaklarında devriye gezer, karşılaştığı suçluları cezalandırırdı. Ömer'in kırbacından bir adamın kılıcından daha çok korkulduğu söylenir. Ancak tüm bunlara rağmen, iyi kalpli olması, öksüzlerin ve dulların ihtiyaçlarına cevap vermesiyle de tanınıyordu. Ömer'in valilerine karşı işlediği suçlar nedeniyle adaleti hızla uygulaması, Muaviye gibi güçlü valileri bile korkutuyordu. Bu nedenle adaletiyle ün kazanmıştı. Ali bin Ebu Talib, Osman bin Affan'ın sonraki yönetimi sırasında, Osman'ın valilerine karşı daha katı olmasını istedi ve şöyle dedi: "Allah adına size yemin ederim ki, Muaviye'nin Ömer'den, Ömer'in hizmetkarı Yarfa'dan daha çok korktuğunu biliyor musunuz?" Ömer'in yönetimi altında, sıkı disiplini teşvik etmek için Arap askerleri şehirlerin dışında, çöl ve ekili araziler arasında "amsar" olarak bilinen özel garnizon kasabalarına yerleştirildi. Bu tür yerleşimlerin bilinen örnekleri Irak'taki Basra ve Kufe ile daha sonra Kahire olacak olan yerin güneyindeki Fustat'tır. Askerlerinin Arabistan dışında arazi sahibi olmaları yasaktı. Genellikle savaş ganimeti olarak düşünülen binalara ve diğer taşınmaz şeylere el koyma hakları kısıtlanmıştı. Taşınır ganimet, sosyal tabakalarına bakılmaksızın ümmet halkıyla paylaşılıyordu. Onun yönetimi, Müslümanların tek bir topluluk olarak birleştiği İslam tarihindeki birkaç nadir yıldan biriydi. Abdullah bin Mesud, Ömer'den bahsedildiğinde sık sık ağlardı. Şöyle demişti: "Ömer İslam'ın bir kalesiydi. İnsanlar İslam'a girer ve çıkmazdı. O öldüğünde kale yıkıldı ve şimdi insanlar İslam'dan çıkıyorlar". Ömer ölmeden önce Ebu Ubeyde bin Cerrah meşhur bir şekilde şöyle demişti: "Ömer ölürse İslam zayıflar". İnsanlar ona nedenini sordular ve o da "Eğer uzun yaşarsanız ne demek istediğimi göreceksiniz" dedi. Dini açıdan en büyük başarısı Kuran'ı derlemekti. Bu, Muhammed zamanında yapılmamıştı. Ancak, Yemâme Muharebesi sırasında Kuran'ı ezberleyenlerin büyük bir kısmı savaşta hayatını kaybetti. Ömer'in tavsiyesi üzerine Ebu Bekir, Zeyd bin Sabit'e Kuran'ı tek bir Kitapta derleme gibi önemli bir görev verdi. 14. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar Hindistan'ın kuzeyindeki Maharashtra'daki Handeş bölgesini yöneten Faruk hanedanı, soyunun Ömer soyundan geldiğini iddia eder. Askeri. Halid bin Velid ile birlikte Ömer, Ridde savaşlarında etkin olarak görev yaptı. Stratejik başarılarından biri, İmparator Herakleios ve İmparator III. Yezdigirt'in ortak düşmanlarına karşı ittifak kurduğu 636'daki Bizans-Sasani ittifakını bozmasıydı. Pers İmparatoru III. Yezdigirt, Herakleios ile uyumlu bir şekilde Araplara karşı birleşemedi. Ömer bunu iyi değerlendirdi ve Bizans saldırıları sırasında rahatlayan Sasani şahı III. Yezdigirt ile Arap birliklerini Suriye'den Irak'a nakletmesi için daha fazla zaman kazandıran müzakerelere girdi. Bu birlikler Kadisiye Muharebesi'nde belirleyici oldu. Ömer'in ordularının Bizans'a akınlarında rahatlayan Sasaniler sınırlarında Arapları görünce toparlanıp karşı koymaya çalışsa da başarılı olamadı. 638'de Bizans yanlısı Hristiyan Arapların Bizans İmparatoru'nun yardımıyla Cezire'ye beklenmedik bir kanat hareketi yaparak Emesa'yı (Humus) kuşattığı İkinci Emesa Muharebesi'nde Müslümanların zaferiyle sonuçlandı. Ömer, Emesa'yı kuşatan Hristiyan Arap güçlerinin anavatanı olan Cezire'yi işgal etme emri verdi. Irak'tan Cezire'ye karşı üç yönlü bir saldırı başlatıldı. Hristiyan Arap ordularına daha fazla baskı yapmak için Ömer, Irak'taki Müslüman güçlerinin komutanı Sad bin Ebi Vakkas'a Emesa'ya takviye göndermesi talimatını verdi. Ömer, Medine'den takviye birliklerini oraya bizzat kendisi götürdü. Bu benzeri görülmemiş baskı altında, Hristiyan Araplar Müslüman takviye birlikleri gelmeden Emesa'dan çekildiler. Müslümanlar Mezopotamya'yı ve Bizans Ermenistanı'nın bazı kısımlarını ilhak ettiler. Nihavend Muharebesi'nden sonra Ömer, Sasani İmparatorluğu'na tam ölçekli bir işgal başlattı. İşgal, hedeflerini izole etmek ve yok etmek için tasarlanmış, iyi koordine edilmiş çok yönlü bir dizi saldırıydı. Ömer, işgali, Azerbaycan'ı ve doğu Pers'i izole etmeyi amaçlayarak Pers'in tam kalbine saldırarak başlattı. Bunu hemen ardından Azerbaycan ve Fars'a eşzamanlı saldırılar izledi. Ardından Sistan ve Kirman ele geçirildi ve böylece Pers'in kalesi Horasan izole edildi. Son sefer Horasan'a karşı başlatıldı ve burada Oxus Nehri Muharebesi'nden sonra Pers imparatorluğu sona erdi ve III. Yezdigirt Orta Asya'ya kaçtı. Ailesi. Ömer yaşamı boyunca dokuz kadınla evlendi ve on oğlu ve dört kızı olmak üzere on dört çocuğu oldu. Eşleri. Ömer'in bilinen eşleri şunlardır: Oğullar. Ömer'in oğulları şunlardır: Kızları. Ömer'in kızları: Arkeolojik kayıtlar. 2012 yılında Suudi Arabistan'ın El Murakkab bölgesinde bir kayanın üzerinde Ömer'in imzası olduğu düşünülen bir yazıt bulunmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18437", "len_data": 14457, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.69 }
Açık kaynak, kaynak kodun; kopyalanması, değiştirilebilmesi ve yeniden dağıtım için serbestçe kullanıma sunulmasıdır. Açık kaynak yalnızca kaynak koda erişim anlamına gelmez. Kodların başkaları tarafından herhangi bir telif ücreti ödemeden kullanılabilmesi, değiştirilmesi ve yeniden dağıtımı gibi çeşitli haklar vermesi gerekir. Bunun için ürün, açık kaynak tanımına uyan bir lisans kullanmalıdır. Açık kaynak geliştirme modeli, açık işbirliğini teşvik eden merkezi olmayan bir geliştirme modelidir. Açık işbirliği, bir ürün (veya hizmet) oluşturmak için etkileşimde bulunan, hedefe yönelik ancak gevşek bir şekilde koordine edilmiş katılımcılara dayanan herhangi bir yenilik veya üretim sistemi anlamına gelir. Bu geliştirme modeline açık kaynak yazılım geliştirme projelerinin yanı sıra Wikipedia projeleri, açık kaynak uygun teknoloji, açık kaynak ilaç keşfi, açık veriler, açık hükûmet girişimleri, açık eğitim kaynaklarında rastlanabilir. Tarihçe. Teknik bilgilerin paylaşımı internetten ve kişisel bilgisayarlardan oldukça önceye dayanmaktadır. Örneğin, otomobil geliştirmenin ilk yıllarında, bir grup sermaye tekeli George B. Selden tarafından sunulan iki devirli benzinli motor patent haklarına sahipti. Bu patenti kontrol ederek sektörü tekeline alabildiler ve otomobil üreticilerini kendi taleplerine uymaya zorladılar. 1911'de bağımsız otomobil üreticisi Henry Ford, Selden patentine yönelik davayı kazandı ve yeni kurulan Motorlu Araç Üreticiler Birliği çok yönlü paylaşım antlaşması ile üyeleri arasında yeni icatların ücretsiz paylaşımını sağladı. ABD'nin ikinci dünya savaşına girdiği güne kadar Ford'un 92, diğerlerinin 515 patenti bütün üyeler tarafından ücretsiz paylaşılıyordu. Kaynak kodunun ücretsiz paylaşımının ilk örnekleri arasında IBM'in 1950'li ve 1960'lı yıllardaki işletim sistemleri ve diğer programlarının kaynak sürümleri ve yazılım alışverişini kolaylaştırmak için oluşturulan SHARE isimli gönüllü kullanıcı grubu yer alır. IBM bu gruba işletim sisteminin kaynak kodunu bağışladı. 1960'lardan başlayarak, ARPANET araştırmacıları ilk telekomünikasyon ağı protokollerinde geri bildirimi teşvik etmek için açık RFC (Yorumlar İçin Talep) sürecini kullandılar. Bu, 1969'da erken İnternet'in doğuşuna yol açtı. Kaynak kodun internette paylaşılması, internetin nispeten ilkel olduğu dönemde UUCP, Usenet, IRC ve Gopher aracılığıyla arttı. Örneğin BSD ilk olarak Usenet'teki comp.os.linux'a posta yoluyla geniş çapta dağıtıldı ve burada geliştirilmesi tartışıldı. GNU/Linux bu modeli takip etti. Terim olarak açık kaynak. 1990'lı yılların sonunda kaynak kodun paylaşılması ve işbirliğine dayalı geliştirme olgusuna olan ilgi, Linux'un Forbes yayınları ile tanınırlığının artması ve dönemin yaygın internet tarayıcısı Netscape'in kaynak kodunun yayınlanacağının duyurulmasıyla belirgin şekilde arttı. Ocak 1998'de Netscape kaynak kodunun GNU Genel Kamu Lisansı'na benzer Netscape Kamu Lisansı ile yayınlanacağının duyurulması üzerine 3 Şubat 1998'de özgür yazılım topluluğundan bir grup insan, özgür yazılım kavramındaki "özgür" kelimesinin ima ettiği felsefi ve siyasi gündem yerine özgür yazılımın iş dünyasına pragmatik terimlerle tanıtılmasını tartışmak üzere Kalifornia'nın Palo Alto şehrinde bir araya geldi. Özgür Yazılım Vakfı'nın sosyal aktivizminin şirketlere çekici gelmediği fikri ve yazılım kaynak kodu üzerinde paylaşma ve işbirliği yapma iş potansiyelini vurgulamak için özgür yazılım kavramını yeniden markalamanın bir yolunu aradılar. Ayrıca grup, özgür (İngilizce: free) kelimesinin İngilizcede hem özgür hem de ücretsiz anlamlarına gelmesi nedeniyle oluşan belirsizliğin işletmelerin bu terimi benimsemesinde cesaret kırıcı olarak görüyordu. Grupta bulunan kişiler arasında Christine Peterson (Foresight Enstitüsü'nden), Larry Augustin ve Jon Hall (her ikisi de Linux International'dan), Sam Ockman (Silikon Vadisi Linux Kullanıcı Grubu'ndan), Todd Anderson ve Eric Raymond vardı. Orada bulunan Christine Petersen, "açık kaynak" terimini önerdi. Ertesi gün Linus Torvalds destek verdi. Bruce Perens gruba "açık kaynak" ticari markasını oluşturmayı ve bu web sitesini barındırmayı teklif etti ve bir hafta sonra www.opensource.org web sitesini açtı. Richard Stallman bu terimi benimsemedi. Şubat 1998'de açık kaynak hareketinin resmileştirilmesi ve konu ile ilgili genel eğitim sağlamak amacıyla Eric Raymond ve Bruce Perens tarafından Açık Kaynak Girişimi (OSI) kuruldu. 1997'de Bruce Perens öncülüğünde Debian projesi kapsamında Debian Özgür Yazılım Yönergeleri oluşturmuştu. Şubat 1998'de Açık Kaynak Girişimi'nin kurulması ile beraber söz konusu yönergede Debian referansları "açık kaynak" ile değiştirilerek ve bir miktar revize edilerek Açık Kaynak Tanımı oluşturuldu. Ekonomisi. Bazı ekonomistler, açık kaynağın önemli miktarda zaman, para ve çaba gerektiren orijinal çalışmayla birlikte bir bilgi ürünü olduğu konusunda hemfikirdir. Çalışmayı yeniden üretmenin maliyeti, sıfır veya sıfıra yakındır - buna bir ürünün marjinal maliyeti denir. Telif hakkı ise bir tekel yaratır, böylece tüketicilere uygulanan fiyat, ürünün marjinal maliyetinden önemli ölçüde daha yüksek olabilir. Açık kaynak ekonomisi, yazılım, hizmet veya diğer ürünlerin üretimi için açık işbirliğine dayanan ekonomik bir platformdur. İlk olarak açık kaynaklı yazılım endüstrisine uygulanan bu ekonomik model, çok çeşitli işletmelere uygulanabilir. Günümüzde yazılım sektörü dışında da açık kaynaklı bir ekonomik model kullanan, hizmet ve ürünler sağlayan veya bu tür hizmet veya ürünlerin oluşturulmasına yönelik talimatlar sağlayan kuruluşlar mevcuttur. Açık kaynak donanım tasarımı bağlamında, dijital tasarımlar ücretsiz olarak paylaşılmakta ve dijital üretim teknolojilerine (örneğin RepRap 3B yazıcılar) erişimi olan herkes, malzeme maliyeti karşılığında ürünü çoğaltabilmektedir. Açık kaynaklı bir proje geliştirmenin pek çok sebebi olabilir. Örneğin gelir beklemeden bir değer üretme, daha iyi bir dünya yaratma (örneğin Wikipedia yazarları) gibi fedakar düşünceler olabileceği gibi ticari olarak gelir elde etme, pazar payı arttırma gibi amaçları olabilir. Çok sayıda şirket açık kaynaklı yazılım etrafında iş kurmuştur. Bunu, örneğin kodlarını açık kaynak olarak yayınlayarak, ardından eğitim, sertifikalar, eklentiler ve diğer hizmetler için ücret alma yoluyla yapabilmektedir. Örneğin Linux tabalı işletim sistemi (Linux dağıtımı) üreticisi Red Hat, ürünlerini kullanan kişi ve kuruluşlara 7/24 destek, şirket ürünlerine entegrasyon ve eğitim gibi hizmetler satmaktadır. Red Hat, açık kaynaklı iş modelinin öncüsüdür ve Nisan 2017 itibarıyla değeri yaklaşık 16 milyar dolardır. Diğer örnekler arasında, Linux tabanlı açık kaynaklı bir mobil işletim sistemi olan Android'i üreten Google yer alır. Bazı şirketler, ürünlerinin iş açısından kritik olan temel parçalarını açık kaynak olarak kullanmak yerine, yardımcı süreçleri ve altyapıları açık kaynak olarak kullanmaktadır. Bu şekilde, pazar payı kaybetmeden markalaşma ve bilinirliğini arttırma, geri bildirim alma ve yetenekli geliştiriciler edinme gibi amaçlar güderler. Açık işbirliği. Levine ve Prietula, açık işbirliğini "hem katkıda bulunanların hem de katkıda bulunmayanların kullanımına sundukları, ekonomik değere sahip bir ürün (veya hizmet) yaratmak için etkileşimde bulunan, hedef odaklı ancak gevşek bir şekilde koordine edilmiş katılımcılara dayanan herhangi bir yenilik veya üretim sistemi" olarak tanımlar. Riehle ve arkadaşları açık işbirliğini eşitlikçilik, meritokrasi ve kendi kendine organizasyon oluşan üç ilkeye dayanan işbirliği olarak tanımlar. Yazılım geliştirme için kullanılan açık kaynak modeli, terimin İnternet forumları, e-posta listeleri ve çevrimiçi topluluklar, Creative Commons gibi diğer açık işbirliği biçimlerine atıfta bulunmak için kullanılmasına ilham kaynağı olmuştur. Açık işbirliğinin aynı zamanda TEDx ve Vikipedi de dahil olmak üzere çok çeşitli girişimlerin çalışma ilkesidir. Açık işbirliğinin bulunabileceği başlıca yerler Wikipedia projeleri, açık kaynak projeleri, açık kaynak uygun teknoloji, açık kaynak ilaç keşfi, açık veriler, açık hükûmet girişimleri, açık eğitim kaynakları olabilir. Kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriğe dayalı ticari bir web sitesi de açık işbirliği kapsamda olabilir. Herkes katkıda bulunabilir ve gevşek bir şekilde koordine olan etkileşimli katılımcılar tarafından üretilen paylaşımın meyvelerinden herkes özgürce pay alabilir. Önceki adıyla "Uluslararası Wikiler ve Açık İşbirliği Sempozyumu" güncel adıyla "Uluslararası Açık İşbirliği Sempozyumu" (OpenSym) açık işbirliğinin araştırılmasına ve uygulanmasına yönelik olarak her yıl gerçekleştirilen bir konferanstır. Web sitesine göre grup, açık işbirliğini "eşitlikçi (herkes katılabilir, katılımın önünde hiçbir ilkesel veya yapay engel yoktur), meritokratik (kararlar ve statü empoze edilmek yerine liyakate dayalıdır) ve kendi kendini organize eden (insanların önceden tanımlanmış süreçlere uyum sağlamasından ziyade süreçler insanlara uyum sağlar) işbirliği" olarak tanımlamaktadır. Açık kaynak lisans. Açık kaynak lisansları, yazılım ve diğer ürünlere yönelik kaynak kodunun, planın veya tasarımın tanımlanmış şartlar ve koşullar altında kullanılmasına, değiştirilmesine ve dağıtılmasına (değişiklik yapılarak veya yapılmadan) olanak tanıyan lisans türüdür. Bu, son kullanıcıların ve ticari şirketlerin kaynak kodu, planı veya tasarımı kendi özelleştirme, merak veya sorun giderme ihtiyaçlarına göre incelemelerine ve değiştirmelerine olanak tanır. Açık kaynak lisanslı yazılımlar çoğunlukla ücretsiz olarak mevcuttur, ancak ücretsiz olmak zorunda değildir. Kaynak kodun yalnızca kişisel kullanım için yeniden dağıtımına ve değiştirilmesine izin veren, ticari amaçlı yeniden dağıtım ve değiştirilmesine izin vermeyen lisanslar genellikle açık kaynak lisansı olarak kabul edilmezler. Birçok açık kaynak lisansı, özellikle yazılımın kaynağına saygı gösterilmesiyle ilgili olarak, yazarların adının ve kod içindeki bir telif hakkı bildiriminin korunması gerekliliği gibi kısıtlamalara sahiptir. Açık Kaynak Tanımına dayalı olarak Açık Kaynak Girişimi tarafından onaylanan lisanslar açık kaynak lisans kabul edilir. Özgür ve açık kaynak ürünleri iki tür lisans kategorisi kapsamında lisanslanır: İzin verici lisanslar ve Copyleft lisanslar. Bu lisans türlerinin her ikisi de, daha fazla kullanıcının ürüne erişmesine izin vermesi ve lisansın koşullarına göre türetilmiş çalışmaların oluşturulmasına izin vermesi bakımından özel mülk lisanslardan farklıdır. İzin verici lisanslar, eserin alıcılarının türev çalışmalar için aynı lisansı kullanmak zorunda kalmadan kullanabilmesine olanak tanır. Bu tür lisanslara örnek olarak BSD lisansı, MIT Lisansı ve Apache Lisansı verilebilir. Copyleft lisanslar ise, alıcıların, eserlerini dağıtırken en azından bazı kısımlarında kaynak eserle aynı lisansı kullanmasını zorunlu tutar. Güçlü copyleft lisansları, tüm türev çalışmaların aynı veya benzer lisansı kullanmasını gerektirirken, zayıf copyleft lisansları, yalnızca belirli koşullar altında aynı veya benzer lisans kullanılmasını gerektirir. Copyleft lisanslara örnek olarak GNU GPL, GNU LGPL, MPL ve EPL lisansları verilebilir. "Açık", "özgür" ve "özgür ve açık". Bir yazılımın (veya başka tür bir eserin) açık kaynak sayılması için Açık Kaynak Tanımı'na uyması, bir özgür yazılım sayılması için Özgür Yazılım Tanımı'na uyması gerekir. Bu iki tanım pratikte birbirine çok yakın olduklarından Özgür Yazılım Vakfı'nın özgür kabul ettiği lisanslar ile Açık Kaynak Girişimi'nin açık kaynak kabul ettiği lisanslar çok büyük ölçüde örtüşmektedir. Örneğin yaygın kullanılan GNU GPL, MPL, MIT Lisansı, AGPL, LGPL, BSD lisansları hem özgür yazılım lisansıdır hem de açık kaynak yazılım lisansıdır. Bu nedenle neredeyse tüm özgür yazılımlar açık kaynak yazılımdır ve neredeyse tüm açık kaynak yazılımlar da özgür yazılımdır. 1998'de özgür yazılım topluluğundan bir grup insan, özgür yazılım kavramındaki "özgür" kelimesinin ima ettiği felsefi ve siyasi gündem yerine özgür yazılımın iş dünyasına pragmatik terimlerle tanıtılmasın amacıyla açık kaynak kavramını ortaya koymuştur. Richard Stallman özgür yazılım ve açık kaynak terimleri hakkında şunları yazmıştır: “Özgür yazılım” ve “açık kaynak” terimi neredeyse aynı program aralığını ifade eder. Ancak bu programlar hakkında farklı değerlere dayalı derinden farklı şeyler söylüyorlar. Özgür yazılım hareketi, bilgisayar kullanıcıları için özgürlük için kampanyalar; özgürlük ve adalet için bir harekettir. Aksine açık kaynak fikri temel olarak pratik avantajlara değer verir ve ilkeler için kampanya yapmaz. Bu nedenle açık kaynak ile aynı fikirde değiliz ve bu terimi kullanmıyoruz. Özgür yazılım hareketinde olan bizler açık kaynak kampını bir düşman olarak düşünmüyoruz; düşman özel mülk (özgür olmayan) yazılımdır. Açık Kaynak Tanımında da belirtildiği üzere "açık kaynak" sadece kaynak koda erişim anlamına gelmez. Kodları açık bir yazılım, açık kaynak tanımın gerektirdiği diğer hakları da kullanıcılara verecek bir lisans kullanması halinde "açık kaynak yazılım" sınıfına girer. Buna karşın Richard Stallman, "açık kaynak" teriminin genel İngilizcede tam olarak belirli bir anlamının olduğunu yani kaynak kodunun kamuya açılması/inceleme için erişilebilir olması şeklinde anlaşılacağını savunmuştur. Açık kaynak terimi savunucuları, İngilizce dilinde free sözcüğünün bedava anlamına da gelmesi nedeniyle "özgür yazılım" (free software) teriminin yanlış anlaşılmaya yol açabileceğini belirtmektedir. "Özgür" ve "açık kaynak" kelimeleri arasında tarafsız bir yol izlemek isteyenler ise genellikle "özgür ve açık kaynak" terimini kullanmaktadır. Uygulamalar. Açık kaynak kavramının büyümesinin sosyal ve politik görüşlere etkileri olmuştur. Açık kaynak destekçileri genellikle açık kaynağın diğer alanlara yayılmasını desteklemektedir. Ancak Eric Raymond ve açık kaynak hareketinin diğer kurucuları yazılım dışındaki bazı açık uygulamalar hakkındaki spekülasyonlara karşı çıktılar. Yazılımın açıklığı yönündeki güçlü savların, hikâyenin daha az zorlayıcı olabileceği alanlara aşırı uzanarak zayıflatılmaması gerektiğini söylediler. Bilgisayar yazılımı. Açık kaynaklı yazılım, kaynak kodun kamuya açık hale getirilerek yayınlandığı, herkesin herhangi bir ücret ödemeden kaynak kodu kopyalamasına, değiştirmesine ve yeniden dağıtmasına olanak tanıyan yazılımlardır. Özel mülk yazılımlarda olduğu gibi, kullanıcılar açık kaynak yazılım kullandıklarında lisansın koşullarını kabul etmelidir; ancak açık kaynak lisanslarının yasal koşulları, özel mülk lisanslardan önemli ölçüde farklıdır. LibreOffice, GIMP, Blender açık kaynaklı yazılım örnekleridir. Dünyada sunucu pazarında en yaygın kullanılan işletim sistemi Linux, Wikipedia'nın temel aldığı MediaWiki yazılımı yine açık kaynak yazılım örnekleridir. Elektronik. Açık kaynak donanım, genellikle tasarım şartnalemerinin yazılım biçiminde yayınlarak kamuya sunulduğu, herhangi bir telif ücreti veya ücret ödemeden donanımın ve kaynak kodun kopyalamasına, değiştirmesine ve yeniden dağıtmasına olanak tanıyan donanımdır. Açık kaynaklı donanım girişimlerine örnekler: Dijital içerik. Wikimedia Vakfı tarafından düzenlenen açık içerikli projeler – Wikipedia ve Vikisözlük gibi siteler, Creative Commons içerik lisanslarını benimsemiştir. Kullanılan lisansların çoğu, içeriğin yeniden kullanım için ücretsiz kalmasını, kaynak belgelerin ilgili tarafların kullanımına hazır olmasını ve içerikte yapılan değişikliklerin sisteme kolayca geri kabul edilmesini sağlar. Açık kaynak benzeri idealleri benimseyen önemli siteler Project Gutenberg ve Wikisource'tur; her ikisi de telif hakkı süresi dolmuş ve dolayısıyla kamu malı haline gelmiş birçok kitapı yayınlayarak herkesin bu içeriğe ücretsiz, sınırsız erişime sahip olmasını sağlar. Robotik. Açık kaynaklı robotik, robotların açık kaynaklı donanım ve açık kaynaklı yazılımla geliştirildiği, planların, şemaların ve kaynak kodlarının kamuya açık olarak paylaşıldığı bir robot bilim dalıdır. Yiyecek ve içecekler. Açık erişimli dergilerin bazı yayıncıları, gıda bilimi ve gastronomi çalışmalarından elde edilen verilerin tekrarlanabilirliğe yardımcı olmak için ücretsiz olarak erişilebilir olması gerektiğini savundu. Çok sayıda kişi, Creative Commons lisanslı yemek tarifi kitapları yayınladı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18438", "len_data": 16252, "topic": "CODING", "quality_score": 4 }
Kelile ve Dimne, Sanskritçe orijinal adı Pança-Tantra (Beş İlke) olan, fabl tarzında hikâyeler barındıran kitabın Abdullah İbn Al Mukaffa tarafından çevrilmiş Arapçadaki adıdır. Orijinal metin 3. yüzyılda yaşadığı düşünülen Brahman rahibi Beydeba tarafından yazıya geçirilmiştir. Arapça eser adını ilk bölümündeki bir hikâyenin kahramanları olan iki çakaldan alır: doğrunun ve dürüstlüğün simgesi ""Kelile" ile yanlışın ve yalanın simgesi "Dimne"". Kitabın Hint hükümdarı Depşelim zamanında yazıldığı düşünülmektedir. Zira eserin hükümdara sunulduğu ve kendisine bir tür nasihat niteliğinde olduğu öne sürülmüştür. Yazılış gayesi ise hükümdarın tembel üç şehzadesini adam etmektir. Fabl türünün ilk ve en önemli örneklerinden olan eserdeki hikâyeler siyâsetten erdeme kadar birçok farklı konuyu ele almıştır. Kitapta hikâyeler Binbir Gece Masalları’nda olduğu gibi iç içe geçmiş çerçeve hikâyelerden oluşur. ‘"Dostluğun Bozulması"’, ‘"Dost Kazanma"’, ‘"Savaş ve Barış"’, ‘"Zenginliklerimizin Kaybı"’ ve ‘"Tedbirsizlik ve Acele Karar Vermeye Dair"' isimli beş bölümle, bir girişten müteşekkildir. Her bölümde bir çerçeve hikâye, onun içinde de hikâyecikler, manzum hikmetler vardır. Sanskritçe yazılmış olan eser ilk önce Pehlevice'ye, oradan Arapçaya ve daha sonraları da Farsçaya çevrilmiştir. Batı dillerine olan tercümeleri bu son çeviriden yapılmıştır. Edebi otoritelerce, Ezop ve La Fontaine fabllarının, "Kelile ve Dimne"den ilham alınarak yazıldığı öne sürülür. Cemil Meriç, Kelile ve Dimne için "“dünyayı fetheden kitap”" tabirini kullanmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18444", "len_data": 1554, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.88 }
Leopold Ritter von Sacher-Masoch, (d. 27 Ocak 1836, Lemberg, Avusturya - ö. 9 Mart 1895, Wetteraukreis, Almanya), Avusturyalı yazar. Eserlerini "Charlotte Arand" ve "Zoë von Rodenbach" takma adlarıyla yazdı. Hayatı. 27 Ocak 1836'da, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'ın sınırlarında bulunan Lemberg'de (bugünkü L'viv, Ukrayna) doğdu. Sacher-Masoch'un ailesi Lviv'de yaşıyordu ve ataları Slovenya, İspanya ve Bohemya'ya uzanıyordu. Babası Leopold Johann Nepomuk Ritter von Sacher, Lemberg'in polis müdürüydü. Annesi Caroline Edle von Masoch, kadim bir Slav sülâlesinin hayatta kalan son mensubuydu. Bu nedenle babası von Sacher, Avusturya İmparatorunun izniyle, kendi soyadı ile karısının soyadını birleştirdi ve ailenin soyadı ondan sonra "von Sacher-Masoch" oldu. Leopold von Sacher-Masoch (1838'e kadar: Sacher Ritter von Kronenthal) 1844'te Lemberg'de Alman lisesine başladı ve 1848'den itibaren Prag'daki Alman lisesine devam etti. Liseden mezun olduktan sonra 1854'te Graz'da hukuk, matematik ve tarih alanlarında lisans eğitimine başladı. 1856'da doktor oldu. Üniversite eğitimi esnasında kendisi gibi edebiyat meraklısı Emerich von Stadion ve Emile Mario Vacano ile tanıştı. Viyana'da Avusturya Devlet Arşivleri'nde memuriyete girdi. 1857'de "İmparator Karl V. döneminde Gent ayaklanmaları" başlıklı çalışmasıyla yakın tarih alanında profesör unvanı aldı. Graz Üniversitesi'nde tarih dersi verirken "Maria Karolina ve Macaristan'ın Çöküşü" başlıklı popüler tarih araştırması neşredildi. 28 Ekim 1863'te altı kişiyle birlikte "Akademisches Corps Teutonia zu Graz" (Teutonia Akademik Görevliler Birliği, Graz) adında bugün hâlâ faaliyetlerine devam eden öğrenci derneğini kurdu. 1870 yılında üniversitedeki görevlerinden istifa etti ve vaktini roman ve öykü yazmaya adadı. Leopold von Sacher.Masoch, dönemin en çok okunanları arasında sayılan, popüler bir yazardı. Romanları ve çoğu folklorik öğeler taşıyan uyun öyküleri büyük ilgi görmüş, von Sacher-Maloch da Turgenyev'in halefi olarak görülmüş. Galiçya Yahudileri'nin gerçeğe yakın bir şekilde betimleyen ilk yazarlardan biriydi. Ömrü boyunca Orta Avrupa'da süregiden Yahudi düşmanlığına karşı durmaya çalıştı. Victor Hugo, Émile Zola, Henrik Ibsen hayranları arasındaydı. Von Sacher-Mazoch, içgüdüsel acıları ve boyun eğme arzusunu edebî bir şeklilde betimlemesi ile tanındı. Şöhreti, 1866'da aylık bir dergide neşredilen "Don Juan von Kolomea (Kolomealı Don Juan)" başlıklı romanıyla yayıldı. Von Sacher-Masoch, bu romanında "Don Juan" karakterine yepyeni bir bakış açısından yaklaştı: kahramanına romantik bir hayranlıkla yaklaşmaktan uzak durmuş, onun doyumsuz şehvetini vurgulamamıştı. Tam aksine, kadınlara olan düşkünlüğünden acı duyan ve kaybettiği haysiyetini ahlaksızlık ile tekrar kazanabileceğini zanneden bir Don Juan portresi çizdi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18446", "len_data": 2806, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.46 }
Pentagram, Pentagram grubunun kendi adını taşıyan ilk müzik albümüdür. 1990 yılında Nepa Müzik Yapım tarafından piyasaya sürülmüştür. Şarkı sözleri İngilizcedir. O dönem Türkiye'de piyasaya çıkmış en agresif yapılı albümlerden biridir. ""Powerstage" adlı şarkı da o dönemki Pentagram hayran kulübüne de ismini vermiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18455", "len_data": 320, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.93 }
Badem yağı, güzellik amacıyla veya ayakkabı koruma amacıyla kullanılan bir tür yağdır. Ayrıca çok tercih edilmemesine karşın ney sazının bakımında da kullanılır. Badem ağacı tohumlarından soğuk sıkma ile elde edilen, soluk sarı renkli, hafif kokulu ve ceviz tadında bir sabit yağdır. Kuru ve çatlak ciltleri çok olumlu etkiler ve pürüzlerini giderir. Ayrıca saç besleyici olup, saç dökülmesini önler. Kabızlık giderici özelliği sahiptir. Kaşları yanan/küsen ya da bir şekilde dökülmüş kişilerin periyodik olarak kaşlarına badem yağı sürmesi çok başarılı sonuçlar verir. Özellikle karın, bel, basen ve kalça kısmında oluşan cilt çatlaklarının giderilmesinde, besleyici, onarıcı, koruyucu, yumuşatıcı ve nemlendirici olarak cilt bakımında badem yağı kullanılmaktadır. Yapısı. Badem yağı çeşitli yağ asitlerince zengin bir yağdır. Bu yağ asitleri şu şekildedir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18458", "len_data": 858, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.29 }
Avcılar, İstanbul'un Avrupa yakasında yer alan bir ilçesidir. Tarihçe. Avcılar ilçesi 27 Mayıs 1992'de kuruldu. Coğrafya. İlçenin doğusunda Küçükçekmece Gölü ile Küçükçekmece ilçesi, kuzeyinde Başakşehir ilçesi, batısında Esenyurt ve Beylikdüzü ilçeleri, güneyinde ise Marmara Denizi ile çevrelenmiştir. Şehir merkezine 27 km uzaklıktadır. TEM () otoyolu, Karayolu ilçe sınırları içinden geçmektedir. Ekonomi. Avcılar'da sanayi tesislerinin gelişmesiyle balıkçılık, bağcılık ve tarım tarihe karışmış, bunların yerini sanayi, ticaret ve rekreasyon (eğlence-dinlenme) tesisleri almıştır. Avcılar'da başta madeni eşya, dokuma, giyim eşyası olmak üzere irili ufaklı 250'den fazla sanayi tesisi faaliyettedir. Buna göre nüfusun %40'ından fazlasını işçiler, %10'unu bölge esnafı ve küçük çapta memur kesimi oluşturmaktadır. Ulaşım. Avcılar'da en önemli ulaşım ağı Metrobüs'tür, bu sistemde yer alan Avcılar Merkez-Üniversite Kampüsü Metrobüs İstasyonu'ndan hem Beylikdüzü hem de Kadıköy, Söğütlüçeşme'ye ulaşmak mümkündür. Ayrıca üzerinden geçen otobüsler ile İstanbul'un birçok iline ulaşmak da kolaydır ve yine üzerinden geçen Küçükçekmece minibüsleri ile Marmaray'ın Küçükçekmece istasyonuna ulaşmak mümkündür. Metro bakımdan henüz bir hat geçmese de 3 tane raylı sistem planlanmaktadır ilk olarak M7 hattının Esenyurt'a uzatılması planlanmasında Avcılar'ın kuzey tarafındaki Tahtakale Mahallesi'nde Tahtakale istasyonu düşünülmektedir ve Esenyurt'a da uzatıldıktan sonra da Avcılar'ın Mustafa Kemalpaşa mahallesine de uzatılması planlanmaktadır. Avcılar'da ayrıca planlanan M20 metro hattının Avcılar'da toplam 4 tane istasyonu bulunmaktadır. Bunlar Reşitpaşa, Avcılar Merkez, Cihangir ve Saadetdere istasyonlarıdır. Avcılar'da füniküler hatta planlanmaktadır, iki duraklı hat İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Avcılar Yerleşkesi ve İDO'nun Avcılar'da bulunan Avcılar Terminali arasında planlanmaktadır. 2022 kazası. 9 Eylül 2022'de Şükrübey Metrobüs durağı yakınlarında 2 İETT metrobüsünün kafa kafaya çarpışmasıyla 99 kişi yaralandı. Eğitim. İlçede birçok eğitim kurumu vardır. Bu kurumların içinde İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Avcılar Kampüsü büyük öneme sahiptir. Kampüste Mühendislik, Veterinerlik ve Spor Bilimleri Fakülteleri, Teknik Bilimler Yüksek Okulu bulunmaktadır. Bunun yanında İstanbul Gelişim Üniversitesi de bu ilçede konumlanmıştır. Ayrıca, ilçede toplamda 98 adet devlet okulu ve 81 adet özel okul vardır. Basın. İlçe, birçok yerel basın organını yaşatmaktadır. İlçede 2 radyo, birçok dergi ve üçü günlük olmak üzere birçok gazete yayınlanmaktadır. Sağlık. Avcılar ilçesinde birçok muayenehane ile resmi ve özel sağlık kurumu bulunmaktadır. İlçede bulunan sağlık kurumlarının listesi aşağıda yer almaktadır. Mahalleler. Avcılar, 10 mahalleden oluşmaktadır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18463", "len_data": 2776, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.26 }
Emirdağ, Afyonkarahisar'a bağlı bir ilçedir. Konum. Ege Bölgesi'nin kuzeydoğusunda, İç Anadolu Bölgesi sınırında yer alır. Afyonkarahisar'a 73 km, Eskişehir'e 110 km, Ankara'ya 186 km, İzmir'e 396 km, İstanbul'a 440 km, Konya'ya ise 225 km uzaklıktadır. Batısında Afyonkarahisar ili Bayat ilçesi, güneyinde Bolvadin, Sultandağı ilçeleri ve doğusunda Konya ili Çeltik ilçesi, güneydoğusunda Yunak ilçesi, kuzeyinde Eskişehir ili Sivrihisar ve Çifteler ilçeleri, kuzeybatısında ise Han ilçesi ile komşudur. İsmin ortaya çıkışı ile ilgili iddialar. Türkmenler, 1071’den önce Türkistan’dan Horasan’a gelirler. Daha sonra bugünkü Irak Suriye bölgesine gelerek, Musul-Kerkük ve Halep-Şam’da oldukça fazla Türk nüfusu oluştururlar. Alparslan, Halep’teki, Şam’daki, Musul’daki ve Kerkük’teki Türkmenleri toplayarak ordu kurar. Arap aşiretlerinin Türkleri soylu kabul etmek istememeleri nedeniyle, Alparslan’ın ordusunda hiç Arap asker yoktur. Alparslan, Türkmen askerlerle Kubbetül İslam denilen Ahlat’a gider. Türkmenler önceden yerleştikleri yere Türkistan’dan geldikleri bölgenin ismini veriyorlardı. Buralara Kariyeyi Eymür ismini verirler. Eymür ismi daha sonra Emir kelimesine dönüşüyor. Diğer bir iddia ise, Bolybotum (Bolvadin) savaşından Selçuklu sultanı Müizzeddin Melikşah'ın komutanlarından Emir Mengücek'in çekildiği dağlara ise Emirdağı ismi verilmiş, ismini bu dağdan almıştır. Tarihçe. 8. yüzyıla kadar. Emirdağ yöresinde Hititler, Lidyalılar, Persler, Eski Yunanlar, Romalılar ve Bizanslılar hüküm sürdü. İlçe merkezine 13 km. uzaklıkta, Hisarköy'de bulunan Amorium ilçede bulunan en önemli tarihi yerleşimdir. Bizans İmparatorluğu hanedanlarından Amorian hanedanı, Amorium kökenliydi. Antik dönemde Aura, Roma ve Bizans dönemlerinde Amorium olarak anılan tarihi kentin kalıntıları Emirdağ'a 13 km mesafede yer almaktadır. Amorium, Bizans İmparatorluğu'nun Anatolik Themasının (Yunanca: θέμα Άνατολικῶν) merkezi ve 9. yüzyılda Anadolu'daki muhtemelen en büyük kentti ve Arap ordularının hedefindeydi. Harun Reşit'in ikinci oğlu Mu’tasim, 838 yılında kuşattığı kenti aldı ve yıktırdı. Kent, Arapların geri çekilmesinden sonra eski canlılığını bir daha kazanamadı. Türklerin Orta Anadolu'ya ayak basmalarının erken örneklerinden biri, Amorium'un kuşatılmasıdır. Çünkü Halife Mutasım'ın annesi Türk'tü, ordusu Türk komutanları tarafından komuta ediliyordu ve büyük çoğunluğu Türk askeri kuvvetlerinden oluşuyordu. Türk yerleşimleri. İlk yerleşim. Amorium, Malazgirt savaşı öncesinde Anadolu'ya akınlar düzenleyen Türkmen beylerinden Ahmet Şah ve Emir Afşin tarafından 1068 yılında bir süre zaptedildi. Ancak bölgeye geniş çaplı yerleşimi ve bölge nüfusunun Türkleşmesi, Anadolu Selçuklu devleti ile Bizans arasında 1116 yılında yapılan Bolybotum (Bolvadin) savaşından sonra cereyan etmiştir. Bu savaş esnasında dönemin Selçuklu sultanı Müizzeddin Melikşah'ın bir süre çekildiği Bolvadin güneyindeki dağlara Sultandağı, komutanlarından Emir Mengücek'in çekildiği dağlara ise Emirdağı ismi verilmiştir. 16. yüzyıl. Daha büyük bir Türk yerleşimi 1522 yılında Osmanlı İmparatorluğu'na dahil olan Dulkadiroğulları beyliği topraklarındaki Türkmenlerin bölgede iskan edilmesiyle gerçekleşmiştir. 1691-1696 yılları arasında Karabağlı oymağı yörede iskana tabi tutulmuştur. Daha çetin bir süreç içinde vuku bulan bu iskan ile bu oymak, Davulga, Bademli, Daydalı ve diğer merkezlere yerleşmiş, toplam 28 köy kurmuştur. 18. yüzyıl. 1729 yılından itibaren de bu kez, Musul vilayetinin Rakka sancağından Anadolu'ya gönderilen bu oymak Musul'dan geldiği için, bir kısım oymak iskan kayıtlarında Muslucalı ismi ile geçmiştir. Oymak kışın Emirdağ yaylalarında yazın Çankırı'da yaylamak kaydı ile buraya gelmiştir. 1752 tarihli 701 numaralı oymak iskan defterinde bu oymağın konar göçerlikten men edilip, yerleşmesi ferman buyrulmuştur. Merkeze yerleşimler. Gacerli (Kacerli/Kaçarlı), Çilli, İncili oymakları şimdi de aynı ismi taşıyan ilçe merkezindeki mahallelere yerleşmiştir. Bu mahalleler Musacalı Aşireti'ne bağlı olup Bozulus'un Dulkadir kolundandır. Köylere yerleşimler. Averen (Öşili, Evşili), Hacıfakılı (Türkmenköy) Musacalı aşiretine bağlı, Bozulus'un Dulkadir kolundan, Pörnek ve Hamzahacılılar, Bozulus'un Diyarbakır kolundandır. Oşulu, Caberli, Tanburacı ve Hacıfakılı oymakları da köylere yerleştirilmiştir. Bunları yine Halep Türkmenlerinden Alcı, Kılıçlı, Boynuyoğunlu, Ünlü ve Demircili oymakları ve Karakeçili, Sarıkeçili, Horzumlu, Alkaevli, Yüreğirli oymaklarının muhtelif köylere dağıtılması izlemiştir. Yörede ilk merkez olarak Kemerkaya (Çuğu) veya Avdan mevkileri veya Eskigömü veya Yozgatören köylerinin düşünüldüğü bilinmektedir. Ancak Cırgın Türkmenlerinin yerleşmiş bulunduğu yörede karar kılınmıştır. 19. yüzyıl. Emirdağ 1851 yılına kadar Cırgın kariyesi ve bir süre boyunca da Musluca nahiyesi olarak anılmış, 1864 yılında ise, Sultan Abdülaziz tarafından çıkarılan yeni vilayet kanunu ile eyalet sistemine son verilmesi üzerine ve 1867'de Hüdavendigar vilayetinin kurulmasıyla ilçe statüsü kazanmış, Sultan Abdülaziz'e atfen Aziziye ismini almıştır. Cumhuriyet dönemi. Ağustos 1921'de Yunan işgaline giren ve 22 Eylül 1921'de Kurtuluş Savaşı'nda Yunan işgalinden kurtulan ilçenin adı, 1 Temmuz 1931 tarihinden itibaren Emirdağ olarak değiştirilmiştir. Önemli yerler. Amorium. Amorium, Emirdağ ilçe merkezine 13 km uzaklıkta Hisarköy'de bulunan antik bir kenttir. Çarşı Camii. Muslucalu nahiyesi olduğu dönemin 1750 yılında inşa edilmiş, 1902 yılında yıkılıp aslına uygun olarak yeniden yapılmış, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1965 ve 2011 yıllarında genel onarımdan geçirilmiştir. 500 m² olup, 1060 m² bahçesi bulunmaktadır. 2011 yılındaki çalışmada bahçe içindeki tarihi şadırvan yıktırılmıştır. Cami levhasında ikinci inşa edildiği tarih olan 1902 yazılıdır. Caminin en önemli özelliği dört adet ardıç direğin devşirme Roma dönemi sütun ayakları üzerine oturtulmuş olmasıdır. Bu yöntemle yapılmış cami örneklerinden birisi de Sivrihisar Ulu Camii'dir. Ahşabın yoğun kullanıldığı cami duvarları, mermer görünümlü süslemelerle bezelidir. Dandindere. 260 ha. büyüklüğündeki tabiatı koruma alanlarıdir. Emirdağ'a 30 km'dir. "Toros sediri" (Cetrus Libani) ormanının korunması amacı ile tabiatı koruma alanı statüsüne alınmış olup, Toros Sediri, Boylu Ardıç, Kokara ardıç, Katran ardıç ve Saçlı meşe türleri ile tilki, kurt, porsuk, domuz, tavşan, keklik, bıldırcına rastlanmaktadır. Yaylalar. Emirdağ'ın özellikle Bolvadin tarafında bulunan kısmındaki Emirdağları eteklerinde Seki Yaylası, Göğüs Yaylası, Gedik Yaylası, Tekneçukuru Yaylası, Oluklu, Domuz Alanı, Alacaören, Geyik Güneyi, Kurt Tepesi, Kızdoğdu, Elmalı, Alıçlı, Kütüklü, Sinekli, Gökkuyu, Gölcük gibi eskiden aktif olarak gidip yaşanan yaylaları bulunmaktadır. Gurbetçilik. 1960 yıllarının başında Avrupa'ya başlayan göç hareketinde Emirdağ'dan ilk göçmenler ağırlıkla Belçika'ya gitmiştir. Buna bağlı olarak ilçeden Belçika'ya göç sürekli artarak devam etmiştir. Avrupa ülkeleri ve özellikle Belçika'da Emirdağ ve civar köylerinden göç etmiş kalabalık bir Emirdağlı topluluğu bulunmaktadır. Bu yoğun göç hareketi nedeniyle Emirdağ merkez ilçe nüfusu son 40 yılda sadece 10 bin civarında artmıştır (1960 nüfusu 10.069). Öte yandan, Avrupa'da yerleşik Emirdağlı kitlesi özellikle yaz aylarındaki ziyaretlerinde ilçenin nüfusunu kalabalıklaştırır. Bir yandan Avrupalı Emirdağlılar Emirdağ'da ev yaptırırken, bir yandan da Emirdağlıların Avrupa'ya göçü, özellikle evlilikler yoluyla sürmektedir. Belçika'da yaklaşık olarak 250 bin Emirdağ kökenli kişinin yaşadığı tahmin edilmektedir. Yerel politika. 31 Mart 2024 seçimlerinde Emirdağ Belediye Başkanlığını Adalet ve Kalkınma Partisi adayı Serkan Koyuncu kazanmıştır. Beldelerdeki belediye başkanları. İlçenin 2 tane belde belediyesi vardır. Belediyeler ve belediye başkanı isimleri: Davulga - Ergün Erdik (AK PARTİ) Gömü - Hakkı Tekin (AK PARTİ) Kültür. Düğün. Emirdağ'da düğünler, geleneksel olarak devam etmektedir. Perşembe ikindi sonu Bayrak Kaldırma Töreni yapılır. Cuma ve cumartesi günleri Emirdağ halkına ve uzak mesafelerden düğüne konuk olarak gelenlere düğün yemeği ikrâm edilir. Uzaktan gelen misâfirler, düğün sahibinin evinde ve yakınlarının evinde konuk edilir. Düğünün yapıldığı mekânda gelin damat evine gelinceye kadar 3 gün 3 gece-gündüz yemek servisleri devam eder. Perşembe veya cuma akşamı sarma sarması (yaprak dolması) için kadınlar, düğün evine davet edilir. Damat, düğün boyunca her gittiği mekâna sağdıçla beraber gider. Sağdıç damadın ayakkabısının çalınmaması için gayret sarf eder. Eğer ayakkabısı çalınırsa, çalan kimseye mükâfât verilerek ayakkabı geri alınır. Gelinin çeyizi evinden, damat evine yüklenirken yastığı gözü açık düğüne katılan misafilerden birisi tarafından kaçırılır. Kaçıran yastığı damada götürür. Damat yastığı alır ve kaçırana mükâfat verir. Gelinini damat evine getirecek taksinin önüne hediye olarak el dokuması kilim bağlanır. Düğün konvoyuna katılan araçlara ise hediye olarak kumaş veya havlu bağlanır. Gelin, araca anne babasına ve yakınlarına vedâ ederken, ağabeyi tarafından veya yakın bir erkek tarafından bindirilir. Gelinin yanında iki refekatçı bayan damat evine gider. Refekatçılardan birisi ön tarafa bindirilir ve kucağında tutması için büyük bir ayna verilir. Gelin damat evine girerken kapıda kurban kesilir. Damatın annesi ve babası gelinin bulunduğu taksinin önüne davet edilir. Gelinin kayınbabası ve kayınvâlidesi geline verecekleri hediyeleri ismen arzederler. Gelin araçtan inmeden önce yine dua edilir. Damat gelini koluna takarak araçtan indirir ve gelin odasına kadar refekât eder. Damatın ve gelinin nikâhları yatsı namazından önce yetkili bir zât tarafından kıyılır. Nikâhtan önce damada ve geline gerekli bazı bilgiler verilir. Damat, sağdıçla birlikte yatsı namazını kılmaya götürülür. Yatsı namazını kıldıktan sonra tekbirlerle gelin odasına getirilir. Orada bekleyen gençler, Damadın gelin odasına girişi sırasında sırtına yumruk vurmaya çalışırlar. Emirdağ türküleri. Türküleri ile ünlü bir yöredir. Bazı Emirdağ türküleri: Türkmen geleneğinden izler. Çocukluğunda büyüklerinden tekerleme şeklinde aşağıdakileri duymamış çocuk azdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18465", "len_data": 10157, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.42 }
Şile, İstanbul'un Anadolu Yakası'nda yer alan ilçesidir. Kocaeli Yarımadası'nın kuzey kesiminde yer alan Şile; doğudan Kandıra, güneydoğudan Derince ve Körfez, güneyden Gebze ve Pendik, batıdan Çekmeköy ve Beykoz ilçeleriyle, kuzeyden Karadeniz ile çevrilidir. İlçe 62 tane mahalleden oluşmaktadır. 2015 yılında gerçekleştirilen İstanbul'da Yaşam Kalitesi Araştırması'nda tüm ilçeler arasında 37. sırada yer almıştır. Coğrafî olarak Şuliş, Karadeniz Bölgesi'nin kuzeydoğusunda, Karadeniz kıyısındadır. Deniz yüksekliği ortalama 126 metre, yüzölçümü 712 km2'dir. İlçenin nüfusu 2023 yılında 48 bin 537 kişiydi. Etimoloji. Şile'nin Türkçedeki kelime anlamı mercanköşktür. "Şile" kelimesi Farsçada () "bir çeşit seyrek dokulu pamuklu bez" manasına geldiğinden "Şile" isminin Farsçadan geldiği düşünülse de Şile ilçesiyle alakası yoktur. İsmin etimolojisinin Yunanca olduğu söylenmektedir. Yunanca metinlerde "Hilea" () olarak geçen kelime "mendirek" anlamına gelmektedir. Özhan Öztürk'e göre Pontus Rumcasında Yunanca /H/ sesinin /Ş/ olarak telaffuzundan dolayı "Şilea" olarak telaffuz edilmekteydi. Öztürk ayrıca Yaşlı Plinius ile Ptolemaios'un notlarında andığı ve küçük gemilerin sığındığı bu koya dökülen Psilis deresinin "Şile" adının kaynağı olduğunu iddia etmiştir. Tarihçe. İlçede iskân çok eskiye dayanır. Şile çevresinin tarih öncesinde (Cilalı Taş Devri) iskan edildiğini göstermektedir. Kefken ile Bulgaristan sınırı arasındaki Karadeniz sahil kesiminde yapılan tarih öncesine ilişkin çalışmalarda, çeşitli yerlerde Paleolitik çağın muhtelif bölümlerine ve özellikle döneme ait birçok konak yeri ve işlik saptanmıştır. Buluntu yerlerinin sayısındaki artıştan, buzul sonrası dönemde (yaklaşık MÖ 12000 ile 6000 arasında) Karadeniz kıyı şeridi üzerinde önemli bir nüfus yoğunluğunun olduğu açıkça bellidir. Nitekim İstanbul ilinin en eski buluntu yerleri arasında Şile'nin Ağva ve Sahilköy (Domalı) köyleri bulunmaktadır. Marmara kıyısında Ambarlı'yı da içine alan kıyı konak yerlerinden biri olan Sahilköy, aynı adı taşıyan koyun kuzeyindeki kumluğun batısındadır. Sahilköy'e ait yontma taş aletler, Göztepe ve Kazlar deresinin doğusuna rastlayan Dereağzı Tepesi üzerinde toplanmıştır. Ayrıca, ilçede o dönem insanının yaşamı için elverişli çok sayıda mağara bulunmaktadır. Şile antik çağda iki defa istilaya uğramıştır. Birinci istila, Antik Yunanların Pers seferinden geri dönüşlerinde komutanları Ksenophon tarafından, ikincisi de kıyı şeridini takip ederek ilerleyen Roma komutanı Lucullus tarafından gerçekleştirilmiştir. Roma döneminin izleri hala Şile'de görülmektedir. Roma İmparatoru Diocletianus zamanında (284-305), İnkese, Sofular gibi Şile mağaraları ilk inanan Hristiyanlar için tabii korunaklar olmuştur. Gürlek Mağarası Doğu Roma askerlerinin yakaladığı ilk inanan Hristiyanları hapsettikleri bir cezaevi gibi kullanılmıştır. Selçuklu Türkleri Kutalmışoğlu Süleyman Şah ile 1090 senesinde Şile'yi ele geçirdiler. 1097 senesinde ise 1. Haçlı orduları Şile'yi Selçuklulardan geri almıştır. Şile'nin geri alınması ancak Yıldırım Bayezid döneminde mümkün olmuştur. I. Dünya Savaşı sırasında Şile'nin Ano ve Kato Neohorion'da (aşağı ve Yukarı Yeniköy) yaşaya 7 bin Rum güvenlik gerekçesiyle Eskişehir'e sürülmüştür. I. Dünya Savaşı sonrasında bölge silah ve askerden arındırılınca bölgeye dönebilen Rumlar ile Türkler çeteleşerek birbirleriyle mücadeleye girişmiştir. 12 Haziran 1920'de Yunan ordusu bölgeyi geçici olarak işgal etmişse de Ağustos ayından geri çekilmelerinin ardından Kuvvacılar tutukladıkları 115 Rum erkeğin birkaç tanesi hariç hepsini öldürmüş, düşmanla işbirliği yaptığı iddia edilen Hristiyanların mallarına el koyulup, evleri yakılmış, bölgenin Rum aileleri İstanbul'a sığınmışlardır. XV-XVII. yüzyıllarda Şile Kazasında sadece 2 yerleşim yerinde Rumlar yaşamaktaydı. Her ikisi de Bizans Döneminden kalma önemli birer kale ve liman kasabalarıydı. Bunlardan Şile'de, XVI. yüzyıla kadar hiç Müslüman yaşamazken, XVII. yüzyılda Müslümanlaşma oldukça artmıştır. Nitekim Fatih Devri kayıtlarına göre bu iki kaledeki Rum sayısı 105 iken, 1523 yılında 371'e, 1562 yılında 686'ya çıkmıştır. Şile ve Astrabek Rumlarının uzun yıllar varlıklarını korumasında, bir sahil ve kıyı kasabası olmasına borçlu olmalıdır. Olasılıkla denizcilik ve bağcılıkla geçinen bu kasaba halkından Astrabek boşaldığı halde, buraya hiç Türk iskan olmaması, Türk ve Müslümanların yaşamaları için gerekli koşulların olmamasıydı. Şile sahilinde bir liman kalesi olan ve bugünkü Seyrek Kalesi ile civarında kurulu bulunan Astrabek kasabası, önemli bir Rum yerleşimiydi. Bu kasaba tümüyle Rum yerleşimi olmayı, XVII. yüzyıl sonuna kadar sürdürmüş ve kasabada hiçbir zaman Türk iskanı olmadığı gözlenmiştir. Hatta köydeki Rumlar, çeşitli nedenlerle köyü tümüyle boşaltmış olsalar da, bu kasabaya Türklerin iskan olmadığı anlaşılmaktadır. Bu durum, köydeki Rumların köle özelliğinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Deniz kıyısında ve tarım alanı bulunmayan bu bölgede iskan olan köylülerin ya sadece bağcılık ya da denizcilik yaparak geçimlerini sağlamaları gerekmektedir. Bu nedenle de Yörükler, kendileri için cazip olmayan bu bölgeye gelip, yerleşmemişlerdir. Bu iki yerleşim yeri dışında birkaç köyde tektük Rum isimleri belirlenmiştir. Örneğin Üğümce köyünde 1466 yılında köylüler içinde bir Rum vardır. Bu Rumlar, köyün eski sakinleri mi, yoksa başka bir yerden gelmiş bir Rum olup olduğu belirlenememiştir. Yine Doğancıoğlu köyünde de 2 Rum kayıtlıdır. Bu köy, XV-XVI. yüzyılda limanı olan iri bir kasabadır. Olasılıkla eski Bizans yerleşimi üzerine kurulmuş köy olmalıdır. Körcivan köyünün ise Rum yerleşimi olduğu halde, XV. yüzyıldan itibaren tümüyle Müslümanlaştığı anlaşılmaktadır. Yine Akçe Kilise, Aleksi, Tova/Dova, Azgara/Ezgere, Kızılcaviran, Corca ve Çengi gibi köylerin de eski Bizans yerleşimleri olduğu düşünülmektedir. Şile tahrir defterlerinde, başka tahrir defterlerinde karşılaşılamayan Rumlara ait vakıf kayıtları bulunmaktadır. Örneğin “Vakf-ı Papa Şita” adıyla bir Rum vakfı kaydı vardır. Bunun dışında 3 Rum vakfı olup, tahrir defterlerinde vakfa dair bilgiler ayrıntılı olarak yer verilmesi sıradışı bir durumdur. Bu vakıf kayıtlarına göre; Şile sakinlerinden Papa Şita v. Yorgi adlı Rum, Şile'de bulunan mülkünü ve evini, içinde İncil okunmak üzere vakfettiği kayıtlıdır. Yine Şile sakinlerinden Papa Hanya v. Sarı Papaz adlı kişi de, bir evini, yine İncil okunmak üzere vakfettiği kayıtlıdır. Yine Şile sakinlerinden Papa Kaya v. Kenek adlı Rum da, bir evini, içinde İncil okunmak üzere vakfettiği kayıtlıdır. 19. yüzyıl Osmanlı kayıtlarına göre Şile kazası 1846'da Zaptiye Müşirliği'ne bağlıydı. 1876'da Şile kazasının Dersaadet Şehremaneti'ne bağlandığı görülür. 1877 Devlet Salnamesinde ise Şile, Zaptiye Nezaretine bağlı Üsküdar Mutasarrıflığına bağlıdır. 1924'te bütün sancaklar (mutasarrafflık) vilayet yapıldığında Şile'nin Üsküdar'a bağlılığı devam etmiştir. 1926'da yapılan yeni düzenlemeyle Üsküdar kaza haline getirilip İstanbul vilayetine bağlanınca Şile kazası da Üsküdar'la aynı yapı içinde yer almıştır. Ayrıca Şile, Cumhuriyet'in kuruluşu ile oluşturulan ilk belediyelerden biridir. Coğrafya. Kocaeli Yarımadasının Karadeniz kıyısında yer alan ilçenin doğusunda Kandıra, güneydoğusunda Derince ve Körfez güneyinde Gebze ve Pendik, batısında Çekmeköy ve Beykoz, kuzeyinde ise Karadeniz bulunmaktadır. İnişli çıkışlı, dalgalı bir yüzeye sahip olan ilçenin ortalama yüksekliği 126 metre, yüzölçümü 712 km²'dir. Alan olarak Anadolu yakasının en büyük, Çatalca ve Silivri'den sonra İstanbul'un 3. en büyük ilçesi olan Şile'nin yüzölçümünün %79'u orman, %10'u tarım alanı, %11'i diğer alanlardan oluşmaktadır. Hafif kıvrımlı küçük koy ve doğal plajların yer aldığı 60 km'lik sahil şeridine sahiptir. Göksu, Şile Kabakoz ve Yeşil Çay önemli akarsulardır. Kocaeli Yarımadası'nın su bölümünün Karadeniz'e bakan alanında kalan ilçede nemli ormanlarla birlikte psödomakinin de olduğu bitki türleri gelişmiştir. Baltalık meşe, kayın ve gürgen yaygın ağaç türleridir. İlçe ikinci derecede deprem bölgesi içinde yer alır. İklim. Şile, Karadeniz iklimi ile Akdeniz iklimi arasında geçiş iklimi özelliğini gösterir. Genelde alçak bir plato karakteri gösteren Şile ilçesinin Karadeniz'e ulaşan kısa ama çok sayıdaki akarsularla oldukça derin bir şekilde parçalanmış olması, bu vadiler boyunca Karadeniz'in nemli havasının sokulmasına olanak sağlar. Her mevsimde bulutluluk ve nispi nemliliğin görüldüğü ilçede yıllık ortalama sıcaklık değeri 13,6 °'dir. En yüksek sıcaklıklar 2002 Haziran'da 31,3 °, Temmuz'da 45,2 °, Ağustos'ta 29,5 ° olarak ölçülmüştür. En düşük sıcaklık Ocak'ta -6,6 °, Şubat'ta -1,7 °, Mart'ta -2,2 ° olmuştur. Şile bölgesinde en yağmurlu ay aralık olup, ortalama yağış 80 mm, en az yağmurlu ay temmuz olup, ortalama yağış 20 milimetre düzeyindedir. Yağışlı günlerin yıllık ortalaması 125-150 gün arasında değişmektedir. Yıllık ortalama nispi nemlilik, Karadeniz üzerinden gelen nemli hava kütlelerinin etkisinde kaldığından %70 - %80 arasındadır. Kuzeyi Karadeniz'e açılı olduğundan karayel, yıldız, poyraz gibi kuzey yönlü rüzgarların etkisi altındadır. Ekonomi. Turizm. Turizm, Şile'nin ekonomisi için çok önemli bir gelir kaynağıdır. Denizi ve tarihî değerleriyle özellikle yaz aylarında turizm ağırlık kazanmaktadır. Konaklama. Turizm bilincinin gelişmesiyle birlikte artan turizm hareketlerine bağlı olarak ilçenin ilk turistik belgeli konaklama tesisi 1953 yılında Kumbaba Motel adıyla hizmete girmiştir. Sonraki yıllarda artan talebe cevap vermek amacıyla 20'den fazla Otel/Motel (ev pansiyonları ve kampingler dışında) birçok turistik amaçlı tesisi hizmete açılmıştır. Ulaşım. İlçe, Şile Yolu olarak bilinen D 020 otoyolu ile İstanbul ve çevre yollarına bağlanır. İlçe merkezi Üsküdar'a 70 km, Kadıköy'e 71 km, Taksim'e 78 km ve Sabiha Gökçen Uluslararası Havalimanı'na 62 km uzaklıktadır. İETT otobüsleri ile Üsküdar ve Tepeüstü'ne seferler düzenlenir. Demografi. 2024 ADNKS verilerine göre nüfusu 48.936'dır. Ancak hafta sonları ve özellikle yaz aylarında ikinci konut ve yazlıkların devreye girmesi ile nüfus 100.000'i geçmektedir. 1881/82-1893 Osmanlı Genel Nüfus Sayımına göre Şile kazasında 10.314 Müslüman, 6.447 Rum, 3 Ermeni ve 6 yabancı uyruklu olmak üzere toplam 16.770 kişi yaşamaktaydı. Bugünkü Şile nüfusunun oluşmasında ise göçler önem taşır. Yeşilvadi, Avcıkoru, Kaşbaşı köylerinin nüfusu, Kuzey Kafkasya'dan gerçekleşen göç ile oluşmuştur. "Dere Köyleri" olarak adlandırılan Erenler, Kömürlük, Üvezli, Kervansaray, Oruçoğlu, Bıçkıdere, Ulupelit ve Darlık köylerinin nüfusu, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nın ardından Artvin-Batum yöresinden gerçekleşen göçlere dayanmaktadır. 1922 yılında Rumların boşalttığı Yeniköy'e ise Boşnaklar iskan ettirilmiştir. 1963 tarihli Şile monografisine göre 1961 yılında ilçe nüfusu Türkler (19.363), Gürcüler (2.453), Çerkesler (964), Çingeneler (479), Boşnaklar (361), Lazlar (247) ve Araplardan (147) oluşmaktaydı. 1987 tarihli başka bir araştırmada ise ilçenin nüfus dağılımı %87 Türkmenler, %10 Gürcüler, %2 Çerkesler ve %1 ise diğerleri olarak belirtilmiştir. Kültür. Festivaller ve etkinlikler. Her yıl geleneksel olarak kutlanan Şile bezi kültür ve sanat festivali Şile ve Şile halkı ile özdeşleşmiş ve bir gelenek haline gelmiştir. Türkiye'de kültür festivalleri arasında özel bir yeri olan şile bezi kültür ve sanat festivali her yıl Temmuz ayının son haftası kutlanmaktadır. Şile bezi kültür ve sanat festivali uluslararası alanda da kendini kanıtlamış bir festivaldir, kutlandığı dönemde bir birinden ünlü sanatçılar, modacılar bu festivalde boy göstermektedir. Ana teması "şile kültürü" ve "şile bezi" olan bu festival uzun yıllardır Şile Belediyesi tarafından tertip edilmektedir. Kardeş şehirler. Şile Belediyesi'nin 3 tane şehirle kardeş şehir anlaşması vardır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18470", "len_data": 11790, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.63 }
Zeytinburnu, İstanbul ilinin bir ilçesidir. 27 Haziran 1957 tarih ve 9644 sayı ile Resmî Gazete'de yayımlanarak 1 Eylül 1957 tarihinde 7033 kanun numarası ile ilçe oldu. Trakya’nın güneydoğusunda, Çatalca yarımadasının, Marmara Denizi'ne bakan yamaçlarının, bu denizle birleştiği yerdedir. Tarihi yarımada ile surlarla ayrılmış, E-5 karayoluna sınır ve havalimanına 15-20 dakikalık mesafededir. Bu sebeple İstanbul’un dışarı açılan önemli bir penceresidir. Doğusunda Fatih, kuzeydoğuda Eyüpsultan, kuzeyinde Bayrampaşa, batısında Güngören, Bakırköy, kuzeybatısında Esenler, güneyinde ise Marmara Denizi'yle çevrilidir. Coğrafya. Zeytinburnu, Çatalca yarımadasının Theodosius Surları'nın çevrelediği tarihi yarımada dışında kalan ve İstanbul'un Marmara Denizi'ne bakan kısmında yer almaktadır. Yüksekliği genellikle güneyden kuzeye doğru artmakta olup, güney mahallelerinde (Sümer, Nuripaşa, Kazlıçeşme vb.) setler, alüvyonlar ve eski dere yatakları, kuzey mahallelerinde ise (Beştelsiz, Telsiz, Maltepe vb.) Bakırköy üyesi (kil ara katkılı kireçtaşı) aşınma yüzeyleri yer almaktadır. Zeytinburnu'nda eğim %10 oranını aşmamaktadır. Ayrıca Zeytinburnu Kuzey Anadolu Fayı'nın batı kesiminin yakınında yer almaktadır, KOERI-UDIM'e göre önümüzdeki 50 yıl içinde M=7.0 büyüklüğünde bir deprem olma olasılığı %60,2'dir, bu nedenle Zeytinburnu sismik olarak risk altındadır. Zeytinburnu'nda 2024 yılında yapılan çalışmaya göre ağaç örtüsü miktarı 151 Hektar, ağaç örtüsü yüzdesi ise %13,02'dir. Zeytinburnu'nun ağaç örtüsü son yıllarda çoğunlukla mezarlıklarla sınırlı kaldığından ilçe beton yığını görünümündedir. Tarih. Zeytinburnu isminin, Tarihî yarımadanın Marmara kıyılarından doğuya bakınca coğrafi olarak bir burun gibi gözüken ilçe kıyılarından ve bu alandaki zeytinliklere ithafen yapılan "Zeytin Burnu" adlandırmasından geldiği düşünülür. Komşu ilçe Bakırköy'de bulunan Zeytinlik mahallesi, civardaki eski zeytin varlığının bir diğer delilidir. Doğu Roma İmparatorluğu. Zeytinburnu konum olarak, İstanbul Surları ve Bakırköy arasından yer alır. Sahilinde bulunan "Strongylion" ya da "Kyklobion" kimi kaynaklarda liman, kimi kaynaklarda kale/kule olarak geçer ve Zeytinburnu'nda konumlandırılır. Bu bölge yer alan Marmara kıyılarından başlamak üzere, Konstantinopolis'in başlıca giriş kapısı olan Altın Kapı (Yedikule Zindanları) başta olmak üzere Belgradkapı, Silivrikapı, Mevlanakapı ve Topkapı Zeytinburnu'na açılır. Ünlü Roma yollarından Egnatia Yolu ilçenin güneyin geçerek İmparatorluğun başkentini, Trakya ve Makedonya üzerinden Adriyatik Denizi'ne bağlar. Başkentin yaşadığı tüm kara kuşatmaları esasen ilçede topraklarında gerçekleşmiştir. Türkler öncesi döneme ilişkin en önemli yapı, Balıklı Ayazması yanına yapılan Balıklı Kilisesi (Panagia Pege)'dir. Kilise, İmparator I.Leo tarafından 457-474 yılları arasında yapılmıştır. Osmanlı dönemi. Zeytinburnu'na ilk yerleşim İstanbul'un Türklerin eline geçmesini izleyen yıllarda Kazlıçeşme dolaylarına Kudüslü Papazlar diye adlandırılan insan topluluğu yerleşmesiyle başladı. İstanbul, Türklerin eline geçince çok eskiden kentte yerleşmiş olan Rumlar arasında anlaşmazlık çıktı. Bu anlaşmazlık sonucu, “Kudüs'lü Papazlar” bugün Zeytinburnu olarak bilinen deniz kıyısına yerleştiler. Buraya yerleşen papazların İstanbul içine kalanlara göre daha dindar oldukları, İstanbul içinde eski yerlerinde kalan papazların Hristiyan dininin kurallarını çiğnemelerine göz yummadıkları için o çağlarda boş olan bu topraklar üzerine yerleştikleri söylentileri günümüze değin ulaşmış bulunuyor. Bir süre sonra, Zeytinburnu ile Kazlıçeşme dolayları Kudüslü Papazların, türlü tarım ürünleri, zeytin ve birçok yemişler yetiştirerek, gönüllerince yaşam sürdürdükleri bir yöre durumuna geldi. Bakırköy tapu kayıtları incelendiğinde; bugünkü Zeytinburnu ilçesi topraklarının 3/4'ünün “Kudüslü Şerif Çiftliği” adı altında, Kudüslü papazların tapulu yerleri olduğu ortaya çıkmaktadır. Son yıllarda yapılan araştırmalara göre, II. Bayezit çağından önce bu toprakların Türklerin tapulu yerleri olduğu ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Zeytinburnu topraklarının tapu kayıtlarında Kudüslü Papazların yeri olarak gözüken bölümlerden birçoğu Vakıflar yönetimine devredilmiştir. Küdüslü papazların yaşadıkları çağlarda bu yerler güzel bir yöre durumuna geldi. İklimin zeytin bile yetiştirilmesine elverişli olduğu bu çağlarda Zeytinburnu yöresi bir gezinti yeriydi. İstanbul kentinin kıyısında bir eğlenme, dinlenme, gezinme yeri olarak uzun yıllar İstanbul halkının yaşamını etkiledi. Bakırköy ile Kazlıçeşme arasında “İskender Çelebi” adıyla bilinen bir gezinti yeri bulunuyordu. Çok güzel bir bahçe, bahçenin içinde köşkler, köşklerin önünde denizle kucak kucağa olan yalılar vardı. Burası Osmanlı Hakanlarının (Padişahlarının) gönülerince yaşadıkları bir yerdi. İlçede dericiliğin başlaması Zeytinburnu ilçesi toprakları üzerinde yerleşmeyi etkileyici ikinci olay; Kazlıçeşme'de dericilik sanayisinin kurulmasıdır. Türkiye'de dericilik sanayisinin 150 yılı aşkın tarihçesi Kazlıçeşme'de başlamıştır denebilir. Kazlıçeşme kentin dışında kalan boş bir yöreydi. Dericilik sanayi, deniz kıyısında, suyu, güneşi kısaca kendisine gerekli tüm olanakları sağlayabileceği bir ortam bulmuştu. Bu ortamda dericilik gelişirken çevreye yerleşenlerin sayısı da her geçen gün biraz daha çoğalıyordu. Özellikle 19. yüzyılda yoğun dericilik faaliyetleri nedeniyle mezbaha anlamına gelen "Salhane" ismi sahil kesimi için kullanıldı. Bölge "Büyük Salhane" olarak anıldı. Dericilik sanayini, dokuma sanayi izledi. 1927 yılında Bezmen'ler Kazlıçeşme'de dokuma sanayini kurunca çalışan işçiler çevreye yerleşmeye başladılar. Cumhuriyet dönemi. Zeytinburnu ilçesi toprakları 1953 yılına değin doğusu Fatih ilçesi batısı Bakırköy ilçesi topraklarında kalan bir yöre olarak yönetildi. 1950 yıllarında artık Fatih veya Bakırköy ilçesinden yönetimi yapılamayan bu yörenin yönetimsel bir örgüte kavuşturulması düşünülmeye başlandı. 30 Temmuz 1953 tarihinde Fatih ilçesine bağlı Zeytinburnu Bucağı olarak örgütlendirildi. Batı bölümü yine Bakırköy ilçesine bağlı olarak kaldı. Nüfusu günden güne çoğalan toplumsal, ekonomik, kültürel sorunları her geçen gün bir kat artan bir yöre olarak büyüdü. 1940'lardan 1960 yıllarına değin iç göçün pek çok sorunuyla karşılaştı. 1955 sayımlarında 17.585 olan nüfus, 5 yıl sonra 1960 yılı sayımlarında 5 kat artarak 88.341 oldu. Artık Fatih ilçesinin bir bucağı olarak kalamayacak duruma gelmişti. Bunun üzerine 1 Eylül 1957 tarihinde 7033 sayılı yasa ile Zeytinburnu İlçesi adıyla İstanbul ilinin 14. ilçesi olarak örgütlendirilmeye başlandı. Günümüzde, Zeytinburnu İlçesi 13 mahalleden oluşup, ilçede köy yerleşimi yoktur. İlçede toplam 58 cadde ile 971 sokak bulunur. İlçenin ana caddesi 58. Bulvar adlı, trafiğe tek yönlü açık caddedir. İlçede caddeler genellikle numara ile adlandırılır. İlçedeki söz edilmesi gereken bir diğer yapı Olivium Outlet Center alışveriş merkezidir. Son yıllarda ilçenin denize yakın kamusal alanları soylulaştırmaya maruz kalarak beton yığınına dönüşmüştür. Nüfus. İstanbul Ticaret Odası desteğiyle Prof. Charles W. M. Hart'ın 1962'de hazırladığı "Zeytinburnu: Gecekondu Bölgesi" adlı eserde yerel halkın %51,8'inin yurt dışı doğumlu olduğu belirtilmektedir. Yurt dışından gelenlerin çoğunluğu Bulgaristan ve Yugoslavya doğumludur, bu ülkeleri Yunanistan ve Romanya doğumlular izler. Türkiye kökenli nüfusta benzer şekilde İstanbul asıllı değildir. Yurt içinden gelip Zeytinburnu'na yerleşenlerin %48,7'si Karadeniz bölgesindendir. Diğer bölgelerden gelenlerde çoktan aza doğru şu şekildedir; Doğu Anadolu, Trakya ve İç Anadolu. Fakat bunlar 1960 yılının verileridir. Günümüzde tabakhaneler kaldırılana kadar ilçede temel sektör dericilik olduğu için yoğun hayvancılık ile uğraşan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinden, Zeytinburnu'na yoğun göç olmuştur. Bunun yanında yurt dışı göçte durmamıştır. Kazaklar, Uygurlar, Afganistan kökenli Türkler, Batı Trakya Türkleri ve Bulgaristan Türkleri 1960'lar sonrasında da ilçeye yerleşmeye devam etmişlerdir. Günümüzde ilçede yaklaşık 15.000 Turkistan kökenli insan vardır. Temel olarak iki dalga halinde gelmişlerdir. Birinci aşama Adnan Menderes'in izniyle 1952-53 yıllarında yerleşenlerdir. İkinci etapta gelenler ise Afganistan'da yaşayan Türk soylu (ağırlıklı olarak Özbek) insanlardır. Bunlarda 1980'lerde ilçeye gelmiştir. Mahalleler. Zeytinburnu ilçesine bağlı 13 mahalle bulunmaktadır. Ekonomi. Tarihsel olarak ilçenin İstanbul'a yakınlığı ve düşük yoğunluktaki iskan varlığı, Zeytinburnu'nu sanayiye dayalı ekonomi için cazip kılmıştır. Osmanlı'da temelleri atılan Kazlıçeşme, tabakhaneleri ilçenin ana ekonomik faaliyetini ve ilçe kimliğini oluşturmuştur. Çevresel nedenlerle, 1996 yılında Tuzla Organize Sanayi Bölgesine taşınan tabakhaneler, uzun yıllar ilçede deri konfeksiyon atölyeleri, aksesuvarcılık gibi ilgili yan sektörlerin gelişmesine yardım etmiştir. Günümüzde tabakhaneler olmasa da ilçede hâlâ deri tacirliği, giyim atölyeleri ve aksesuvarcilik iş kolları faaliyet göstermektedir. Osmanlının ilk fabrikalarında olan 1850'de kurulan Bakırköy-Zeytinburnu sınırına kurulan Bakırköy Pamuklu Dokuma Fabrikası, ilçe içinde kurulmasada, işçilerin bir kısmı Zeytinburnu'nda ikamet ettiği için, aynı zaman ilçeninde ekonomik yapısında önemli bir etkendir. Fabrika Cumhuriyet Döneminde Sümerbank'a devredilir. Zeytinburnu Sümer mahallesinin ismi de buradan gelir. Mahalle uzun yıllar fabrika işçilerinin iskan mekânı olmuştur. Bir diğer Osmanlı fabrikasıda silah sanayisine hizmet için Zeytinburnu'nda kurulan demir fabrikasıdır. İlçe sahilindeki Demirhane Caddesi adını buradan almıştır. Günümüzde ilçenin kuzeydeki Seyitnizam, Merkezefendi ve Maltepe mahallerinde Demirciler ve Matbacılar Siteleri ile Otosanayi Siteleri bulunmaktadır. İlçenin merkezi sayılan güney kısmı ise artık yoğun iskan nedeniyle, temel faaliyet sanayi yerine ticarettir. Zeytinburnu Organik Halk Pazarı, 30 Ekim 2010 gününden beri ilçede faaliyettedir. Tabakhanelerin kaldırılmasıyla Kazlıçeşme'de açığa çıkan geniş alan günümüzde İstanbul'un önemli resmî miting alanlarından biridir. İlçenin uzun süre konut olarak iskân edilmeyişi ve Bakırköy, Fatih gibi kalabalık ve daha eski yerleşim yerlerine yakın olması sebebi ile ilçede mezarlıklar geniş yer kaplar. İlçede çeşitli Müslüman mezarlıklarının yanında Balıklı Ermeni, Balıklı Rum ve Kadim Süryani mezarlıkları da bulunur. Birçok Rum Patriğin mezarı ilçededir. Onların dışındaki mezarları Zeytinburnu'nda olan bazı ünlü isimler: Kültür. Zeytinburnu'nda yer alan Merkezefendi Tıp Bitkiler Bahçesi çeşitli tıbbi bitkilerin yetiştirildiği ve bu alanda kursların düzenlediği bir merkezdir. 1999 yılından beri her yıl haziran ayının başında kutlanan geleneksel Merkezefendi Geleneksel Tıp Festivali ilçedeki önemli aktivitelerdedir. İstanbul'un fethi için gerçekleşen savaşlar büyük oranda ilçe sınırları dahilinde gerçekleşmiştir. İlçede Fatih'in fetih için kurduğu karargahın yeri küçük bir anıtla belirtilmiştir. Anıta ithafen semtin adı Dikilitaş'tır. Fetih konusuna ışık tutması için yapılan Panorama 1453 Tarih Müzesi ilçenin kuzeyindeki Topkapı mevkiinde yer alır. Popüler Kültür. Büyükşehre göç ve sanayileşme olguslarıyla hızla büyüyen Zeytinburnu, işçi ve gecekondu temelı filmler için çekim mekanı olmuştur. 1960'larda çekilen ödüllü film Üç Tekerlekli Bisiklet ve Hayat Bazen Tatlıdır filmlerinin bazı sahneleri ilçede çekilmiştir. Yeşilçam dönemi komedi tarzı yapımlarıyla hatırlanan Kemal Sunal'ın Bekçiler Kralı filmi, Zeytinburnu'na atanan bir bekçinin hikâyesini anlatır. Bunun dışında surları dekor olarak kullanan filmlerde vardır. Türk sinemasının ilk salt işçi temalı filmlerinden sayılan olan Tarık Akan'ın rol aldığı Çark filmi ilçede bulunan deri işçilerinin yaşamını konu alır. Sağlık. İlçede faaliyet gösteren hastaneler şunlardır: Eğitim. İlçede 3 adet vakıf üniversitesinin yerleşkesi vardır. Bunlar Yeni Yüzyıl Üniversitesi Dr. Azmi Ofluoğlu Yerleşkesi, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Topkapı yerleşkesi ve Koç Üniversitesi Sağlık Bilimleri Kampüsüdür. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Topkapı yerleşkesi Yenikapı Mevlevihanesidir. 27 Şubat 2014 tarihinde Biruni Üniversitesi Zeytinburnu sınırları içerisinde kurulmuştur. Spor. Zeytinburnu, İstanbul çapında önemli yeri olan spor tesislerine ev sahipliği yapar. Bunlar birçok uluslararası spor ve kültür organisazyonuna ev sahipliği yapan Abdi İpekçi Arena ve Türkiye'nin önemli hipodromlarından, Bakırköy sınırında yer alan Veliefendi Hipodromudur. İlçedeki Veli Efendi mahallesine ismini vermiştir. Bunun yanında ilçenin lacivert-beyaz renkleri benimsemiş Zeytinburnuspor isimli bir futbol takımı vardır. Takım, Zeytinburnu Stadyumu'nda yapmaktadır.İlçede 3 tane daha önemli takımlar vardır, Bunlardan biri Merkezefendispordur. Diğeri Tepebağ Kültür Spordur. Son olarak da Türkiye'de birçok futbol kulüplerine altyapıdan sporcu yetiştiren Damlaspordur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18475", "len_data": 12905, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.67 }
Ümraniye, İstanbul ilinin ilçelerinden biridir. İstanbul'un nüfus bakımından en kalabalık beşinci, Anadolu Yakası'nın Pendik'in ardından en kalabalık ikinci ilçesidir. İlçe 35 mahalleden oluşur. 22 bin hektarlık bir yerleşim alanına sahiptir. Batıdan Üsküdar, güneyden Ataşehir, doğudan Sancaktepe, kuzeydoğudan Çekmeköy ve kuzeybatıdan Beykoz ilçeleriyle çevrilidir. Ümraniye İstanbul'un en hızlı kentleşmiş ve en fazla nüfus artışı tecrübe etmiş ilçelerinden biridir. Ümraniye, ekonomik çeşitlilik açısından çok zengin bir yöre olup, küçük imalat sanayisinden konfeksiyona, yedek parça ve ağaç ürünleri üretimine kadar çeşitlilik göstermektedir. Tarihçe. Tarihi kaynaklara göre Ümraniye'ye ilk yerleşenler Frigyalılardır. Çam ağacını kutsal kabul eden Frigyalılar Küçük ve Büyük Çamlıca'dan başlayarak Alemdağ ve Kayışdağı'na kadar bütün araziyi çam ormanlarıyla donatmışlardı. Sonraki yıllarda Ümraniye'nin bulunduğu yerler Romalılar ve Bizanslılar'ın egemenliğine geçmiştir. Harun Reşid ordularıyla 782 yılında Krizepolis (Üsküdar) önlerine kadar gelmiştir. Bir sene burada kaldıktan sonra 783 yılında Bizans İmparatoriçesi İren'in ordusuna mağlup olmuş, bunun sonucunda her sene Bizanslılar'a 70.000 altın vermeye zorunlu kalmıştır. İlçe toprakları Bizanslılar'la Müslüman ordular arasında zaman zaman el değiştirmiştir. Anadolu'yu Müslüman yapan ve Türkleştiren ilk devlet Danişmentliler Devletidir. Danişmend Beyliği Bizans topraklarına kadar sızmışlar, Alemdağ'ın üstünde bir kale yapmışlardır. Dânişmend Gazi'nin arkadaşı Sultan Turasan Bizanslılar'a karşı bu kalede çok defa savaşmış ve Anadolu'dan beklenen yardımı alamayınca burada öldürülmüştür. Selçuklular İznik'e kadar gelmiş, bu şehir alınmış ve bu şehri ilk başkent yapmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde padişah olan Orhan Gazi bölgeyi Osmanlı topraklarına katmıştır. İlçenin ilk adının "Yalnız Selvi" olduğu söylenmektedir. Bölge 17. yüzyıl başlarında Osmanlı padişahı I. Ahmet tarafından Şeyh Aziz Mahmut Hüdai'ye vakfedilmiştir. Cumhuriyet döneminden önce Bulgurlu'ya kadar olan bölge bu vakfın malı olarak Üsküdar'a bağlı kasaba olarak kalmıştır. Ümraniye'ye ilk ad olarak Yalnız Selvi demelerinin sebebi birkaç mezar ve birkaç selvi ağacının ve orman arasında birkaç evin bulunmasıdır. Ümraniye'ye ilk iskân edilenler Balkan Savaşları'ndan sonra, önce Batum'dan ardından da Yugoslavya ve Bulgaristan'dan gelen göçmenlerdir. Bundan dolayı bir süre de "Muhacir Köyü" olarak adlandırılmıştır. 1960 yılına kadar köy olarak kalan Ümraniye, Organize Sanayi Bölgesi olarak ilan edilmesinden sonra yoğun göçlere maruz kalmıştır. Belediye ilk defa 1963 yılında kurulmuştur. 12 Eylül Darbesi sonrasında Ümraniye Belediyesi feshedilerek Üsküdar'a bağlı şube müdürlüğüne dönüştürüldü. 4 Temmuz 1987 tarih ve 19507 sayı ile resmi gazetede yayımlanarak aynı gün 3392 sayılı kanun ile ilçe olan Ümraniye'de ilk yerel seçim 1989 yılında yapıldı. Ümraniye'nin anlamı. Ümran sözcüğü köken itibarı ile Arapçada topluluklarda mutluluk, saadet, refah anlamına gelir. Esas anlamı kalkınmış, gelişmiş, bayındırlaşmış yer. Bazı kaynaklarda ise; Ümran (Ar) 1- Bayındırlık, bayındır olma, bir yerin tamamıyla meskun ve yeterince işlenmiş olması, 2- Medeniyet, terakki, refah. Umran= Ümrandır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18476", "len_data": 3247, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.46 }
Frederick Winslow Taylor (20 Mart 1856 - 21 Mart 1915), Amerikan makine mühendisi ve endüstriyel idâre uzmanı. Endüstriyel verimliliği artırmak için sistematik bir şekilde çalışan ilk kişi olarak bilinmektedir. İşletme Yönetimi'nin babası olarak kabul edilir. Taylor'un çalışmaları ve geliştirdiği Bilimsel Yönetim ilkeleri Endüstri mühendisliği'nin temellerinden olmuştur. Yaşamı. 20 Mart 1856'da, Pensilvanya eyaletinin Germantown şehrinde varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Germantown akademisine devam ettikten sonra 1869-1870 yılları Fransa ve Almanya'da okullarda geçti. Bunu takip eden 1.5 yıl ise İtalya, İsviçre, Norveç, İngiltere, Fransa, Almanya ve Avusturya'da seyahat etti. Sınıf birincisi olduğu Exeter'de 2 yıl süresince Harvard'da hukuk okumak için hazırlandı fakat çeşitli sağlık sorunları yüzünden üniversite eğitiminden vazgeçmek zorunda kaldı. 1874 yılında makinist çıraklığına başladı. Bu sıralarda mühendis olabilmek amacıyla akşam eğitimine devam ediyordu. 1878'de işçi olarak girdiği Midvale Çelik Şirketi'nde altı yıl gibi kısa bir sürede yükselerek 1884'te başmühendis oldu. 1880 ve 1883 yılları arasında Stevens Institute'da akşam mühendislik programına devam ederek Makine Mühendisliği diplomasını aldı. Midvale Şirketi'nde idâreci oldu. Endüstriyel verimliliğin artması için geliştirdiği çeşitli fikirleri burada uyguladı ve şirketin gelişmesine katkıda bulundu. Midvale çelik şirketindeki en önemli mühendislik çalışması, fabrikanın ve makinelerin büyük bir bölümünün tasarımını yapmak oldu. Buna ABD'nin en büyük buhar işleyicisi de dahildi. Buhar işleyici, tamamıyla yeni ve orijinal tasarım olup 1890'da Taylor tarafından patenti alınmıştır. 1890'da Manufacturing Investment Co.'da genel müdür oldu. Burada, ağaç gövdesinden, Mitscherilch yöntemi ile sülfit hamuru üretiliyordu. Aynı süre içerisinde 2 büyük değirmen inşa etti. 1893'te kontratının bitmesi üzerine şirketle ilişiğini keserek 1901'e kadar olan zamanını kendi "yönetim sistemi"ni çeşitli üretim ve mühendislik kuruluşlarına tanıtarak geçirdi. Manufacturing Investment Co.'da çalışırken "defter tutma" sistemini geliştirdi ve birçok şirkete bu konuda önderlik yaptı. Bethlehem Steel'de çalıştığı sürede, takım çeliği kesme konusunda birçok deney yapıldı. Bunun sonucunda, modern Taylor-White yüksek hız takımlarını işleme yöntemi ortaya çıktı. Taylor'un Metal Kesme Sanatı isimli kitabı bu deneyleri kapsamaktadır. 1900'deki Paris fuarı Taylor'ı bu buluşu için altın madalya ile ödüllendirdi. Ayrıca, Franklin Institute tarafından Elliot Gresson Altın madalyası ile ödüllendirildi. Taylor, 1901'de, para yapacağı işlerden vazgeçerek hayatının geri kalan kısmını ve gelirinin fazlasını "Bilimsel Yönetim" amacına adadı. "Bilimsel Yönetim İlkeleri"nin pratik uygulamasını makine atölyesinde öğrenmek isteyen kişilerin masraflarını ödedi, dersler verdi ve kitaplar yazdı. 1907'de Amiral Goodrich, önerilerinden faydalanmak üzere New York tersanesi için Taylor'dan yardım istedi. Taylor'ın karşılık beklemeden yaptığı bu çalışması çok başarılı olunca, aynı metotlar deniz kuvvetlerinin diğer servislerinde de uygulandı. ""Shop Management" isimli kitabıyla ünlendi. O dönemin fabrika yönetimini ve endüstriyel idâri mekanizmalarını fazlasıyla amatör ve primitif buluyordu. İdâri mekanizmalar için çeşitli disiplinlerin gerekliliğini, işçilerin işbirliği içinde olmasının önemini ısrarla savunuyordu. Metot Etüdü ve Zaman Etüdü gibi çalışmaları ile tarihe geçmiştir. Çoğu uzman tarafından Endüstri Mühendisliğinin babası olarak kabul edilmektedir. 21 Mart 1915'te Philadelphia'da öldü. Mezarı Bala Cynwyd, Pennsylvania, West Laurel Hill Mezarlığı'ndadır. Çalışmaları. Taylor endüstriyel verimliliği arttırmayı hedefleyen bir makine mühendisiydi. Bilimsel Yönetimin kurucusu ve Endüstri Mühendisliğinin öncü kişilerinden biri olarak bilinmektedir. 1911 yılında yayınlanan "The Principles of Scientific Management" isimli makalesi ile iş yönetimi alanında ünlenmiştir. Bu son eserinde belirttiği birçok önemli ilke ile beraber, fikirlerinin tamamına "Taylorculuk"" denilmektedir. Taylor'un "Bilimsel (İşletme) Yönetim(inin) İlkeleri" (The Principles of Scientific Management) isimli makalesi üç bölüm içerir: Giriş, Bölüm 1: Bilimsel Yönetim Esasları, Bölüm 2: Bilimsel Yönetim İlkeleri. Giriş: Taylor, bu bölümde, vatandaşın neredeyse tüm günlük yaşamının verimsizliği yüzünden ABD'nin zarara uğradığını belirtmiş, bunun çaresinin ise olağanüstü insanlar aramak değil, sistematik yönetimle olacağına okuyucuyu ikna etmeye çalışmıştır. Taylor, en iyi yönetimin, bilim yoluyla olacağını ve buna da iyi belirlenmiş kanunlar, kurallar ve ilkelerin eşlik etmesi gerektiğini savunmuştur. Bilimsel yönetim ilke esaslarının, bireysel aktiviteden en büyük şirket aktivitelerine kadar tüm insan faaliyetlerine uygulanabileceğini belirtmiş ve en özenli işbirliğinin bilimsel yönetimle olacağını savunmuştur. Bölüm 1: Taylor, bu bölümde, yönetimin esas hedefinin, maksimum işveren refahını sağlamak ve buna tek tek her bir işçinin maksimum refahının eşlik etmesi olduğunu anlatmıştır. Maksimum refah ise ancak maksimum üretkenlikle olabilir. Yönetimin ve çalışanın esas hedefinin eğitim ve bunun sonucu her bir çalışanın gelişmesi olduğunu anlatmıştır. Böylece herkes doğal yeteneklerine uygun olduğu işlerde en üst seviyede başarı gösterecektir. Bölüm 2: Taylor, bu bölümde, kendi bilimsel yönetim ilkelerini anlatmıştır. Taylor'un bilimsel yönetimi dört ilkeden oluşur. 1- Bilimsel çalışmayı hedef alan metotların parmak hesabını ilke edinen iş metotlarıyla yer değiştirmesi. 2- Çalışanın bilimsel olarak seçilmesi, eğitilmesi ve gelişmesinin sağlanması. Geçmişte bu, çalışanın kendi işini seçmesi ve kendi kendisini eğitmesi şeklindeydi. 3- Her bir çalışanın farklı iş birimlerine göre detaylı olarak bilgilendirilmesi ve denetimi. 4- İşin, yöneticiler ve çalışanlar arasında eşit olarak bölünmesi. Böylece yöneticiler, bilimsel yönetim ilkelerini iş planlarına uygulayabilirler ve çalışanlar da işi en doğru şekliyle gerçekleştirirler. Taylor'a göre, çalışan, bu ilkeler esas alınarak teşvik edildiğinde ve buna yönetimin belirleyeceği yeni iş kolları eşlik ettiğinde, bilimsel yönetim, eski planlara göre, çok daha fazla verim sağlayacaktır. Yöneticiler ve çalışanlar. Taylor'un, kendi "sistem" anlayışının nasıl tanıtılacağı konusunda çok kesin fikirleri vardı: İşyerlerinde daha hızlı tempo ile çalışma, ancak metot standardizasyonunun, uygulama ve çalışma koşulları adaptasyonunun ve de işbirliğinin en iyi şekilde yürütülmesi ile mümkündü. Standartların adaptasyonu ve işbirliğinin yürütülmesi ise yalnızca "yönetim" ile gerçekleşebilirdi. Çalışanların neyi başardıklarının farkındalığının olmaması önemliydi. Taylor'a göre bu en küçük işler için bile geçerliydi. "En ufak bir şüphe duymadan söyleyebilirim ki" diyordu Taylor, "pik demir işlemenin bilimi o kadar muhteşemdir ki bunu başaran kişi aslında pik demir işlemeyi mesleği seçmeyecek kadar farkındalıktan uzaktır ve pik demir işleme bilimini algılayabilmesi az rastlanır "bir durumdur. Taylor'un "sistem" kavramını ilk tanıtımı çalışanların sıkça itirazına uğradı ve beraberinde birçok grevi getirdi. 1912'de Watertown Arsenal'deki grev, kongre araştırması ile sonuçlandı. Taylor, işçi çalıştırmanın değerini vermişti ve işçi ücretlerinin üretkenlikleri ile orantılı olması gerektiğine inanmıştı. Taylor'un çalışanları, geleneksel yönetimle çalışanlara göre oldukça fazla kazanıyorlardı ve bu da bilimsel yönetim kullanmayan bazı fabrika sahiplerinin kendisine düşman olmasına neden olmuştu. Kaynakça. , Frederick Winslow Taylor, Çeviren: Bahadır Akın.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18484", "len_data": 7612, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.72 }
Ruanda ya da resmî adı ile Ruanda Cumhuriyeti, Afrika kıtasının orta bölümünün doğu kısmında yer alan ve denize kıyısı bulunmayan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Uganda, Tanzanya, Burundi ve bir kısmı Kivu Gölü ile olmak üzere Kongo DC oluşturmaktadır. Ülkenin başkenti Kigali'dir. Ülke ismi. Ülke ismi eski Ruanda dilinde bulunan "kwanda" (Türkçe:büyümek, genişlemek) kelimesinden gelmektedir. Ön ek olan "ku-" ("ku"-anda = "kw"anda) eki fiilerin önüne geliyor olup, bu ön ek ülke isimlerinde "bu", "ru" hecelerinin yanı sıra "u" tanımlık hali eklenerek kullanılmaktadır. Köken -anda: "u-Ru-anda" = "uRwanda" ya da "Rwanda" (büyüyen/gelişen ülke, Ruanda) Ülke engebeli yapısı nedeniyle "bin tepeli ülke" olarak da adlandırılmaktadır. Kelimenin Fransızca karşılığı olan "Mille Collines" terimi ülke genelinde de sık kullanılmakta olup, ülkede radyo ve televizyon yayını yapan "Radio-Télévision Libre des Mille Collines" bu ismi kullanmaktadır. Bu kelime günümüzde Ruanda'nın eş anlamlısı olarak günlük hayatta da sık olarak kullanılmaktadır. Coğrafya. Ülkenin toplamda sahip olduğu 893 km sınırın 290 km'si Burundi, 217 km'si Demokratik Kongo Cumhuriyeti, 217 km'si Tanzanya ve 169 km'si Uganda ile oluşmaktadır. Ülke genel olarak derin vadilerle yer yer kesilmiş dağlık ve yaylalık bir ülkedir. Ruanda'da ortalama yükseklik 1.500 m düzeyinde olup, ülke genelinde 1.000 m ile 4.507 m arasında yükseklikler görülebilmektedir. Ülkenin en yüksek noktasını 4.507 m ile Demokratik Kongo Cumhuriyeti sınırında bulunan ve Virunga volkanik dağların bir parçası olan Karisimbi Dağı oluşturmaktadır. Ülke genel olarak üç arazi çeşidine ayrılmış konumdadır. Bu araziler güneydoğu vadileri, merkezi yüksek platolar ve Kongo-Nil havzasıdır. Ülkenin merkezinde yer alan yüksek platolar 1.500 m ile 2.000 m yüksekliği arasında bulunmakta olup, güneydoğu vadileri ile Kongo-Nil havzası arasında kalmaktadır. Bu bölgeler birçok su yolu ile bölünmüş olup, özellikle Kongo-Nil havzasına doğru ilerledikçe ülke için kullanılan "bin tepeli ülke" deyimi ile doğru orantılı birçok tepe gözlemlenebilmektedir. Bölgede yüzey su kaynaklarının bolluğu ile birlikte yıllık yağış ortalamalarının yüksek olması nedeniyle tarımsal faaliyetler yoğun bir şekilde gerçekleştirilmektedir. Geçmiş yıllarda bölgede çok sık bir şekilde bulunan ormanlık alanlar ise tamamen yok olmuş konumdadır. Ülkenin kuzey kesimlerinde yer alan Virunga volkanik dağları Ruanda'nın en yüksek noktalarını oluşturmaktadır. Bu bölgede düşük sıcaklıklar ve yoğun yağışlar gözlemlenebilmektedir. Virunga dağlarının yanı sıra batıdan Kivu gölünün etrafından kuzey ve güney yönde ilerleyen Kongo-Nil havzası da ulaştığı 3.000 m'ye yakın yükseklik ile bir diğer yükseltiyi oluşturmaktadır. Kongo-Nil havzasında yükseltiler 1.200 m ile 2.700 m arasında değişim göstermektedir. 1990 yılların sonlarına kadar ülkede var olan yağmur ormanları özellikle 1994 yılından sonra iç savaş nedeniyle komşu ülkelere kaçan Ruandalıların geri gelmesi ile yeni yerleşim alanları oluşturulmak adına yok edilmiştir. Günümüzde sadece Nyungwe yağmur ormanları varlığını sürdürmekte olup, bu orman alanı doğu ve merkez Afrika genelinde bulunan en büyük dağ ormanı olarak kabul edilmektedir. Nyungwe ormanları 2012 yılında ulusal park ilan edilmiştir. Ruanda'nın doğu ve güneydoğu bölgelerinde yer alan vadiler 1.000 ila 1.500 m arası yükseklikte bulunmaktadır. Coğrafi şartların yanı sıra iklim ve çeçe sineğinin varlığı bu bölgelerde tarımsal faaliyetlerin yapımını pek mümkün kılmamaktadır. Ülkenin kıyısı bulunduğu Kivu gölü civarında derin koy ve dik yamaçlar mevcuttur. Ülkenin Tanzanya'ya sınırının olduğu doğu bölgelerde bulunan ve Akagera bataklıkları olarak adlandırılan bataklıklar ve göller iki ülke arasında doğal bir sınır oluşturmaktadır. İklim. Ruanda konum olarak ekvatora yakın bir konumda olmasına rağmen yükseltilerin çok olması nedeniyle hafif nemli bir iklime sahiptir. Bölgede hakim olan sıcak ekvator iklimi dönemsel doğu Afrika iklimi ile üst üste gelmesi sonucu yükseltilerin de etkisi ile iklim yumuşamaktadır. Yıl genelinde ortalama sıcaklık yükseltiye bağlı olarak değişkenlik gösteriyor olsa da sıcaklık değerlerinde büyük değişimleri yaşanmamaktadır. yıllık sıcaklık değerleri en düşük 15 °C en yüksek 26 °C seviyesinde yaşanmaktadır. Ruanda genelinde yılda iki defa yağmur sezonları yaşanmaktadır. Muson yağmurları ülke içerisinde "umuhindo" olarak adlandırılan ve yıllık yağışların %27'sinin yağdığı Eylül-Aralık döneminde yağarken, "itumba" olarak adlandırılan muson yağmurları ise Şubat-Haziran döneminde yağmaktadır. Bu ikinci dönemde ise Mart-Mayıs aylarında yıllık yağışların %40'ı gerçekleşmektedir. Yıllık yağışlardaki düzensizlik ve buna bağlı yaşanan kuraklık ve yoğun yağışların art arda gelebilmesi tarım ürünleri üzerinde olumsuz etki yaratmakta olup, dönem dönem kıtlık yaşanmasına neden olabilmektedir. Bitki örtüsü ve yaban hayat. Ruanda'nın özellikle yüksek kesimleri burada yaşanan özel ekolojik sistemin de etkisi ile emsalsiz yaban hayatı ve bitki örtüsüne sahiptir. Bu bölgelerde mevcut olan nemli, sisli ve soğuk tropikal iklim bu ortamın oluşmasında başlıca etkenler arasında yer almaktadır. Özellikle Nyungwe yağmur ormanları ülkenin geriye kalan tek yağmur ormanları olarak benzersiz bir çeşitliliğe sahiptir. Ülkenin orta kısımlarında alanlar genel olarak tarımsal faaliyetler gerçekleştirmek adına tarım alanı olarak kullanılmaktadır. Ülkenin kurak ve sıcak doğu bölgelerinde ise çimin ve ağaçların hakim olduğu ovalar ağırlıkla bulunmakta olup, ayrıca bataklıklar ve göllerde bu bölgelerde yer yüzeyini şekillendirmektedir. Bölgede yer alan "Akagera Ulusal Parkı" 1994 yılına kadar bünyesinde birçok aslan, leopar,zebra, impala, antilop çeşitleri gibi hayvanların yanı sıra, az miktarda da olsa fil, zürafa mevcuttu. Sulak alanlarda birçok su aygırı ve timsah yaşamaktaydı. İç savaşın etkisi nedeniyle ülkede başta aslan ve zebralar olmak üzere yaban hayat neredeyse bitme noktasına gelmiştir. Ülke yaban hayatının en önemli parçalarından birini oluşturan ve soyu tükenme tehlikesi ile karşı karşıya olan ve koruma altında olan dağ gorilleri Virguna dağlarının yüksek kesimlerinde yaşamaktadır. Nüfus. Ruanda'da son olarak 2012 yılında gerçekleştirilen resmi sayım sonuçlarına göre 10,515,973 nüfus tespit edilmiştir. Bu güncel olarak son resmi sayım konumunda olup, 2022 tahmin sayım sonuçlarına göre ülkede 13,173,730 nüfus belirlenmiştir. Ülke içerisinde 433 kişi/km² nüfus yoğunluğu ile Ruanda Afrika kıtasının nüfus yoğunluğu en fazla olan ülkesi konumundadır. Ülke nüfusunun çoğunluğu başkent Kigali'de yaşamaktadır. Ruanda genç bir nüfusa sahip olup, 2020 tahmini verilerine göre nüfusun %60,05'i 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %2,65'i 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %39.95 (erkek 2,564,893/kadın 2,513,993) 15-24 yaş: %20.10 (erkek 1,280,948/kadın 1,273,853) 25-54 yaş: %33.06 (erkek 2,001,629/kadın 2,201,132) 55-64 yaş: %4.24 (erkek 241,462/kadın 298,163) 65 yaş ve üzeri: %2.65 (erkek 134,648/kadın 201,710) Şehirde yaşayanların oranı 2022 verilerine göre %17,7 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2022 tahmini verilerine göre %1,74 düzeyindedir. Etnik gruplar. Ruanda genelinde aynı dile, kültüre sahip olan bir toplum yaşamaktadır. Günümüzde mevcut olan Tutsi, Hutu ve Twa etnik grupları Ruanda'nın sömürge bölgesi olarak ilk önce Almanya daha sonra da Belçika tarafından dolaylı yoldan yönetilmesi neticesinde bu ülkeler tarafından belli statüler verilerek ayrıştırılmıştır ve her biri etnik grup yerine kabile olarak konumlandırılmıştır. İlk olarak üst kademeyi oluşturan Tutsileri destekleyen sömürgeci ülkeler Tutsileri kendi amaçları doğrultusunda kullanmış, kabile olarak ayırdıkları grupları da genel olarak dış görünüşüne ve mesleği ile ilgili olarak sınıflandırarak Tutsi (büyükbaş hayvan sahipleri), Hutu (çiftçi) ve Twa (avcı, çömlekçi) ayrımını gerçekleştirmişlerdir. Bu ayrım neticesinde farklılıkları belirgin bir şekilde ortaya konulan gruplar ilerleyen yıllarda ülke genelinde daha büyük sorunların yaşanmasına neden olmuştur. Ruanda soykırımı olarak adlandırılan olayda Ruandalı Tutsi nüfusunun dörtte üçünün hayatını kaybetmesine neden olmuştur. Sömürgeci Belçika devleti tarafından 1934/35 döneminde gerçekleştirilen nüfus sayımında, ailelerin hangi gruba dahil edilmesi gerektiği sahip oldukları büyükbaş hayvan sayısına göre kararlaştırılmış, buna göre on ve üzeri büyükbaş hayvana sahip olanlar Tutsi, ondan daha az büyükbaş hayvana sahip olanlar Hutu ve hiçbir büyükbaş hayvana sahip olmayanlar ise Twa olarak sayılmış ve sınıflandırılmıştır. Günümüzde Hutu etnik grubu ülkede çoğunluğu oluşturmaktadır. Nüfusun %85'i bu etnik grubun üyesi konumundadır. Tutsi nüfusu toplam nüfusun %15'i seviyesinde olup, Twa etnik grubu %1 ile ülke içerisinde az bir nüfusa sahiptir. Dil. Ülkenin Belçika sömürgesi olması nedeniyle Fransızca bağımsızlık sonrası resmi dil olarak kullanılmıştır. Bunun yanı sıra nüfusun %88 düzeyinde büyük çoğunluğunun anadil olarak kullandığı Kinyarwanda dili de ülkenin resmi dilleri arasında yer almaktadır. Bu dillere ek olarak özellikle Tanzanya ve Uganda'dan geri dönen uzun süreli mültecilerin nüfusa katılması ile 1994 yılında İngilizce de resmi dil statüsü kazanmıştır. Ekim 2008 yılında hükûmet tarafından yapılan açıklamada ülkenin ilerleyen yıllarda eğitim dilinin İngilizce olacağı belirtilmiş ve bu da 2009 yılından itibaren uygulanmaya başlanmıştır. Ülke genelinde bulunan tüm okullarda eğitimler ve sınavlar İngilizce dilinde gerçekleştirilmiştir. Yapılan bu değişik ile İngilizcenin hakim olduğu doğu Afrika ülkeleri ile daha sıkı ilişkiler hedeflenmiştir. 2003 yılı Ruanda anayasasının 5. maddesinde ülkenin ulusal dilinin Kinyarwanda, resmi dillerin İngilizce ve Fransızca olduğu belirtilmiştir. Din. Ruanda genelinde hakim olan din Hristiyan dinidir. Buna göre nüfusun %93,4'ü Hristiyan inancına göre yaşamını sürdürmektedir. Bu oran içerisinde katolik mezhebine mensup Hristiyanların oranı %49,5, protestan mezhebine mensup %39,4 ve diğer Hristiyan mezheplerine mensupların oranı da %4,5 düzeyindedir. İslamiyet ülke içerisinde en yaygın ikinci din konumunda olmasına rağmen nüfusun sadece %1,8'i islami inancına göre yaşamlarını sürdürmektedir.Bu iki dinin haricinde yerel dinlere inanan çok küçük bir topluluk da mevcuttur. Sosyal durum. Sağlık. Ülkede temiz su kaynaklarına ulaşabilen nüfusun oranı genel Afrika ortalamasına göre yüksek düzeyde olup, 2012 tahmini verilerine göre nüfusun %70,7'si temiz kaynaklardan su temin edebilmektedir. Bunun yanı sıra nüfusun %63,8'i tam teçhizatlı sağlık hizmetlerinden yararlandığı ülkede, nüfusun %36,2'si daha ilkel şartlarda sağlık hizmeti alabilmektedir. Ülke içerisinde ishal, hepatit, tifo, sıtma, humma ve kuduz çok sık görülen hastalıklar arasındadır. AIDS, Afrika kıtasının genelinin aksine düşük oranda görülmekte olup, bu oran 2012 verilerine göre %2,9 düzeyindedir. 2014 tahmini verilerine göre ülke genelinde ortalama yaşam 59,26 düzeyinde gözlemlenmekte olup, bu oran erkeklerde 63,11, kadınlarda ise 55,96 seviyesindedir. Eğitim. Ülke genelinde 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2010 verilerine göre %71,1 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %74,8 iken, kadınlarda %67,5 seviyesindedir. Ruanda genelinde sekiz yıllık zorunlu ilkokul eğitimi herhangi bir ücrete tabi olmamakla birlikte, 2010 verilerine göre ilkokul çağındaki erkek çocuklarının %94'ü, kız çocuklarının da %97'si ilkokula gitmektedir. Bu sekiz yıllık eğitim bitiminde üç yıl süren lise eğitimi alınabilmektedir. Ruanda genelinde birçok üniversite de yer almakta olup, en önemlisi başkentte bulunan "Université nationale du Rwanda"'dır. Ülke genelinde 5-14 yaş aralığında bulunan çocukların 2000 verilerine göre %35'i çocuk işçi olarak kullanılmaktadır. Tarih. Erken tarih. Ülkenin kurulu olduğu bölgelerde yaşayan ilk grupların günümüzde Ruanda toplumu içerisinde azınlığı oluşturan Twalar olduğu tahmin edilmektedir. Twa topluluklarının ne şekilde hangi koşullarda bu bölgeye geldikleri tam olarak bilinmemektedir. Bölgede 13.yy'dan itibaren gelecekte Ruanda Cumhuriyeti'nin kurulacağı topraklarda Ruanda Krallığı var olmuştur. Ruanda Krallığı, o bölgede var olan etnik bir grup olan Tutsiler tarafından kurulan, ilk başlarda yerel bir yöneticinin komşu evleri himayesine alarak genişleyen ve krallığı kadar giden bir yönetim biçimi olmuştur. Her ne kadar bünyesine kattığı topraklarda yaşayan Hutu etnik grubu belli bir dönem sonra nüfusun %85'ini oluştursa da, yönetim katında ve önemli görevlerde Tutsiler yer almıştır. İlerleyen dönemlerde Hutu etnik grubuna mensup kişiler, Tutsi grubuna mensup kişilerin hizmetine verilmiş, ilhak edilen topraklarda yaşayan kişiler de etnik grubuna bakılmaksızın Hutu olarak sınıflandırılmıştır. Kolonileşme. Almanya sömürge dönemi. Ruanda, Helgoland-Zanzibar Antlaşması kapsamında 1890 yılından itibaren I.Dünya Savaşı sonuna kadar uluslararası hukuk kapsamında Alman Doğu Afrikası'nın bir parçası konumundaydı. 1894 yılında Ruanda kraliyet alanında iki ay kalan üsteğmen Gustav Adolf von Götzen böylece bu şekilde bu bölgede kalan ilk Avrupalı olmuştur. 1900 yılında bölgede ilk misyonerlik merkezleri oluşturulmuş, 1907 yılında da Kigali'de ilk Alman üs noktası açılmıştır. Richard Kandt Alman İmparatorluğu'nun Ruanda'da ilk temsilcisi olarak 1908 yılında göreve başlamıştır. Almanya sömürge dönemi boyunca bölgede görevlendirilen Alman koloni memurlarının sayısı düşük düzeyde tutulmuş, az sayıda memur ile işlemler gerçekleştirilmiştir. 1910 yılında Brüksel'de gerçekleştirilen koloni konferansında Belçika Kongosu, Britanya Ugandası ile birlikte Ruanda-Burundi'nin de içerisinde bulunduğu Alman Doğu Afrikası'nın sınırları belirlenmiştir. 1911 yılında ülkenin kuzeyinde gerçekleştirilen halk ayaklanması Alman koruma orduları tarafından Tutsili kabile şeflerinin de yardımı ile bastırılmıştır. Bu sömürge dönemi içerisinde 1913-1914 yılları arasında da kahve ekimi ile birlikte ihracatına da başlanmıştır. Belçika manda yönetimi. Belçika orduları, I. Dünya Savaşı'nın devam ettiği bir dönemde Almanları herhangi bir direniş ile karşılaşmadan bölgeden uzaklaştırarak Ruanda ve Burundi'yi işgal etmişlerdir. I. Dünya Savaşı'nın sona ermesi ile birlikte günümüzdeki Ruanda'nın olduğu bölge tümüyle Milletler Cemiyeti manda bölgesi olarak Belçika'ya bağlanmıştır. Yönetimi ele alması ile birlikte bir önceki Almanya sömürge döneminin aksine varlığını tüm alanlarda kesin bir şekilde hissettiren Belçika sömürge yönetimi, 1933 yılından itibaren ırk ayrımını devreye almış, belirlenen dış özellikler ile birlikte yaşam biçimlerine göre ırklara ayırdığı halka kimlik kartlarını da buna göre dağıtarak yapay olarak farklı sınıflar yaratmıştır. 1946 yılında Milletler Cemiyeti'nin manda yönetimi sonlandırılarak bölge yine Belçika idaresinde Birleşmiş Milletler Güvenli Bölgesi ilan edilmiştir. Kasım 1959 yılında çiftçi Hutular üst yönetimlerde bulunan Tutsilere karşı ayaklanmış, toplumsal gerginlik gün yüzüne çıkmıştır. Yaşanan bu ayaklanmada 10.000 kişi hayatını kaybetmiş, birçoğu uzaklaştırılmış ve 150.000 Tutsi Belçika sömürge yönetiminin ülkede düzeni yeniden sağlamasına kadar komşu ülkeler Burundi ve Uganda'ya kaçmıştır. 1960 yılında gerçekleştirilen yerel seçimleri bir Hutu partisi olan ve Grégoire Kayibanda önderliğinde 1959 yılında kurulan "Parmehutu" (Parti du Mouvement de l'Emancipation des Bahutus) kazanarak önemli bir başarı elde etmiştir. Bu seçimlerden sonra ülkede kalan Tutsiler siyasi bir önemsizliğe terk edilmiştir. Bağımsızlık. 01 Kasım 1959 tarihinde fanatik Tutsilerin tanınmış bir Hutu siyasetçisine saldırması sonrası ülke genelinde artan şiddet gösterilerinde fanatik Hutular, Tutsilere ait evleri yakarak evde yaşayanları kovmuşlardır. Yaşanan bu kanlı çatışmaların gölgesinde Hutu siyasetçilerin talepleri daha da radikal bir hal almış, ülkenin geleceğine yön vermek adına bir konferans yapılması kararlaştırılmıştır. 28 Ocak 1961 tarihinde sömürge bölgesindeki tüm Hutu üyesi belediye başkanları ve yerel meclis üyeleri Gitarama'da gerçekleştirilen bir konferansa davet edilmiştir. Bu davete katılanların sadece küçük bir kısmı konferansın amacını önceden bilerek Gitarama'ya gelmiş, katılımcıların büyük çoğunluğu ise yeni bir geçiş anayasasının karara bağlandığını bu konferansta öğrenmiştir. "Gitarama darbesi" olarak adlandırılan girişim sonucu geçici bir parlamento oluşturulmuş, geçici devlet başkanı ile birlikte geçici bakanlar kurulu belirlenmiştir. Yaşanan bu gelişmeler ışığında yönetimde bulunan Tutsi kralı V.Kigeri tahttan indirilerek krallık ile birlikte tüm krallık kurumları ve sembolleri kaldırılarak cumhuriyet ilan edilmiş, Parmehutu partisi önderliğinde yeni hükûmet kurulmuştur. Belçika, yönetimi altında tuttuğu bölgede yaşanan bu gelişmeler karşısında gerekli adımları atamamış, birkaç gün sonra da BM'in tüm hoşnutsuzluğuna rağmen, Brüksel seçilen yeni hükûmeti tanıdığını açıklamıştır. Birleşmiş Milletler Mart 1961 yılında yaptığı açıklama ile Ruanda'da daha önceki aylarda şikayet edilen baskıcı bir rejimin yerine başka bir baskıcı bir rejimin kurulduğunu ve etnik bir diktatörlük ile ülkenin yönetildiğini ifade etmiş, azınlıkta bulunan Tutsilerin büyük mağduriyet yaşama tehlikesi ile karşı karşıya olduğu bildirilmiştir. 25 Eylül 1961 tarihinde gerçekleştirilen meclis seçimlerinde Parmehutu oyların %77,7'ini elde ederek çoğunluğu kazanmış, Ekim ayında da mecliste gerçekleştirilen seçim ile de Grégoire Kayibanda ülkenin başkanı olarak seçilmiştir. Yaşanan bu gelişmelerin ışığında Ruanda 01 Temmuz 1962 tarihinde bağımsızlığını ilan ederek, Belçika sömürge yönetimine son vermiştir. Bağımsızlık sonrası süreçte Hutular ile Tutsiler arasındaki gerginlikte herhangi bir azalma olmamış, özellikle Tutsiler yönetimi tekrar ele almak adına girişimlerde bulunmuşlardır. 1963 yılında onbinlerce Tutsi'nin katılımı ile gerçekleştirilen gücü yeniden ele alma çabası olumlu sonuçlandırılamamış, kanlı bir şekilde bastırılan girişim sonucunda yeniden alevlenen iç savaş sırasında Tutsilerin büyük bir bölümünün hayatını kaybetmesine neden olmuştur. 05 Temmuz 1973 yılında Juvénal Habyarimana önderliğinde gerçekleştirilen askerî darbe sonucu yönetime el konulmuş, Juvénal Habyarimana ülkenin yeni başkanı olarak ilan edilmiştir. Bu darbe sonucu ilk seçimler için üç yıl beklenmiş ve 1978 yılında gerçekleştirilmiştir. İç savaş ve soykırım. 1990 yılından itibaren Uganda sınırına yakın bölgelerde yerleşik bulunan Tutsi asi orduları Hutu iktidarını hedef almaya başlamış, yurt dışına iltica eden Tutsilerin Ruanda'ya geri dönmelerini hedeflemişlerdir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 1993 yılında aldığı karar doğrultusunda ülkeye General Roméo Dallaire önderliğinde BM Barış Gücü göndermiştir. 1994 yılında uçağının düşürülmesi sonucu devlet başkanı Juvénal Habyarimana hayatını kaybetmiş, yaşanan bu olayın nedenleri ile ilgili olarak tam açıklayıcı sebepler günümüze kadar da ortaya çıkarılamamıştır. Uçağın düşüşü ile ilgili olarak Tutsili asi güçler sorumlu tutulsa da, uçağın düştüğü alanın Hutular tarafından kontrol altında tutulduğu bölge içerisinde yer alması ve Tutsi güçlerinin o günkü insan ve silah gücü göz önüne alındığında böyle bir işlemi söz konusu bölgeye sızarak gerçekleştirme olasılığının düşük olması nedeniyle şüpheler daha çok Hutulu fanatiklere yönelmiş olsa da uçağın düşme sebepleri tam anlamıyla ortaya çıkarılamamıştır. Özellikle son dönemlerinde Tutsilere yönelik ılımlı adımlar atması ve Tutsileri de ülke yönetiminde söz sahibi yapma isteği ve bunlara bağlı olarak Tanzanya'da bu yönde imzaladığı antlaşmanın dönüşünde uçağının düşmesi bu yönde düşüncelerin de oluşmasına neden olmuştur. Yaşanan bu olay sonrası Tutsiler ile birlikte muhalif Hutuları da yönetimde istemeyen fanatik Hutuların başlatmış olduğu soykırım faaliyetleri sonucunda Nisan-Haziran 1994 döneminde 750.000 Tutsi ile 50.000 ılımlı Hutu ölmüştür. Bu dönemde gerçekleştirilen bu soykırımda ülke içerisinde yayın yapan Radio-Télévision Libre des Mille Collines radyosu propaganda aracı olarak aktif bir şekilde kullanılmış, radyodan yapılan ırkçı söylemlerin de daha büyük bir kitleye ulaşması nedeniyle yaşanan olayların boyutları daha da artmıştır. Aynı dönemde "Kangura" gazetesinde ölüm listeleri açıklanarak kişiler bizzat hedef olarak gösterilmiştir, bu olaylara müdahil olmak istemeyen ılımlı Hutular da aynı şekilde öldürülerek cezalandırılmışlardır. Ruanda devletinin yayınladığı resmi verilere göre gerçekleştirilen soykırım sürecinde 1.074.017 kişi hayatını kaybetmiş, bu kişilerden de 951.018 kişinin ismi tespit edilebilmiştir. Ülke içerisinde yaşanan bu soykırım sonrası "Génocidaires" olarak adlandırılan ve yaşanan bu soykırım faaliyetlerinde bizzat yer alan kişiler nüfusun büyük çoğunluğunu komşu ülkelere kaçmaları yönünde zorlamışlar, özellikle Zaire'de oluşturulan mülteci kamplarında da Tutsilere ve Zaire'de yaşayan bir etnik grup olan Banyamulengelere saldırmışlardır. İlerleyen dönemlerde BM tarafından gerçekleştirilen organizasyonlar ile de ülkeden kaçan kişilerin yeniden Ruanda'ya dönüşleri sağlanmıştır. Günümüzde. Ruanda genelinde yaşanan bu huzursuz ortamın sona ermesi ile birlikte Paul Kagame 2000 yılında Tutsi azınlığını temsilen ülkenin devlet başkanlığı koltuğuna oturmuş ve 2003 yılında Hutular arasında gerçekleştirilen halk referandumu ile de Hutular tarafından da devlet başkanlığı onaylanmıştır. Günümüzde ülke genelinde Tutsilerin partisi olan RPF çoğunluğu sağlamakta olup, ülkeyi yönetmektedir. 2010 yılında gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerde oyların %93'ünü alan Kagame yeniden devlet başkanlığı koltuğuna oturmuştur. Siyaset. Ruanda anayasa ile yönetilen bir cumhuriyettir. Günümüzde yürürlükte olan anayasa 2003 yılında gerçekleştirilen halk oylaması ile kabul edilerek yürürlüğe konulmuştur. Ruanda devlet başkanı genel seçimler ile halk tarafından seçilmektedir. Ruanda parlamentosu iki kanattan oluşmakta olup, bunlar ulusal meclis ile senato konumundadır. Tüm siyasi partiler "Forum de concertation" (Türkçe:"Oylama forumu") adı verilen bir yapı içerisinde toplanarak tüm alınması gereken kararları bütünlük içerisinde ve herkes tarafından kabul edilmiş bir şekilde almaktadırlar. Ülke genelinde 2003 yılına kadar yasak olan siyasi partiler söz konusu yılın Ağustos ve Eylül aylarında gerçekleştirilen iç savaş sonrası ilk seçimlere katılarak meclis ve devlet başkanlığı seçimleri gerçekleştirilmiştir. Ruanda'nın güncel olarak devlet başkanı görevinde bulunan Paul Kagame bu görevi 22 Nisan 2000 tarihinden bu yana sürdürmektedir. Ruanda devlet başkanları normal olarak halk tarafından seçilmesine rağmen Paul Kagame 17 Nisan 2000 tarihinde mecliste gerçekleştirilen özel bir oturum ile 86 oyun 81'ini alarak bu göreve getirilmiştir. Kagame 2003 ve 2010 yıllarında gerçekleştirilen genel seçimlerde de görevine yeniden seçilerek bu görevde kalmıştır. 1994 yılından 2003 yılına kadar geçici bir meclise sahip olan Ruanda'da başka bir yapı bulunmamaktaydı ve geçici meclis 70 sandalyeye sahipti. 12 Aralık 1994 tarihinde birçok partinin de katılımı ile varılan antlaşma neticesinde kurulan yeni yapının ilk üyeleri Arusha Mutabakatı kapsamında seçilmiştir. 2003 yılında yapılan seçimler ile birlikte iki kanatlı bir yapı oluşan Ruanda'da "Chambre des Députés" olarak adlandırılan ulusal mecliste 80 sandalye mevcutken, senatoda 26 sandalye bulunmaktadır. Ulusal mecliste bulunan 80 sandalyenin 53 üyesi genel seçimler sonucunda belirlenmektedir. 24 sandalyeyi kadın üyelere ayıran Ruanda'da kadın üyeler başkent bölgesi Kigali de dahil her bölgeden iki kadın üye olmak üzere belirlenmektedir. İki üyesi "Ulusal Gençlik Meclisi" tarafından belirlenen meclisin, bir üyesi de engelliler birliği olan "Engelliler Derneği Federasyonu" tarafından belirlenmektedir. Senatoda bulunan 26 sandalyenin üye seçimi şu şekilde gerçekleştirilmektedir; 12 üye dolaylı yoldan her bir bölgeden ve Kigali şehrinden seçilirken, sekiz senatör bizzat devlet başkanı tarafından atanmakta, dört üye "Forum of Political organizations" olarak adlandırılan yapıdan, bir senatör devlet üniversitesi ve yüksek okullarında görevli doçent ve araştırmacılarından, bir üye de özel üniversiteler ve yüksek okullarında görevli doçent ve araştırmacılarından seçilerek belirlenmektedir. Dış siyaset. Ruanda birçok uluslararası organizasyonlarda üye olarak bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler, Afrika Birliği, Doğu Afrika Birliği ile birlikte 2009 yılından bu yana İngiliz Milletler Topluluğu üyesi konumundadır. Ruanda, Mozambik ile birlikte bu birliğin geçmişinde kısmi de olsa hiçbir şekilde Büyük Britanya sömürgesi altına girmemesine rağmen üyesi olan iki ülkeden bir tanesidir. İnsan hakları. Ruanda'da, Uluslararası Af Örgütü'nün gözlemlerine göre düşünce özgürlüğü ciddi oranda kısıtlanmış bir konumdadır. Ülke genelinde örgütlenme özgürlüğü de hükûmet tarafından engellenmekte, sivil halk, insan hakları savunucuları, gazeteciler hükûmet yetkilileri tarafından kontrol edilerek hükûmet aleyhine olduğu düşünülen söylemlerde işlerinin yapılması engellenebilmektedir. Ruanda genelinde bulunan mahkemeler yine Uluslararası Af Örgütü'nün tahminlerine göre herhangi bir uluslararası standarta sahip konumda olmayan, adaletli kararların verilmediği yerler olarak kabul edilmektedir. Ruanda'da yaşanan soykırım özellikle çocuklar üzerinde olumsuz etkileri daha derin yaşanmaktadır. UNICEF verilerine göre 600.000 çocuk anne ya da babasından birinin ya da ikisinin de birden olmadığı bir ortamda çok kötü hayat koşullarında yaşamaktadır. Ordu. Ruanda silahlı gücü olan "Ruanda Savunma Kuvvetleri" (Fr.:"Forces Rwandaises de Défense" - İng.:"Rwanda Defence Forces - RDF") ülkenin ordusunu oluşturmaktadır. Genelkurmay başkanlığı emrinde silahlı kara kuvvetleri, hava kuvvetleri komutanlığı yanı sıra özel komanda birlikleri yer almaktadır. Günümüzde RDF içerisinde yer alan birçok emekli rütbeli askere karşı Ruanda'da 1994 yılında yaşanan soykırım ile ilgili olarak suç işlediği gerekçesiyle suç duyurusunda bulunulmuştur. İdari yapılanma. Ruanda kendi içerisinde beş yönetim bölgesine ("intara") ayrılmıştır. Söz konusu idari bölgeler de kendi içerisinde 31 ilçeye (Tekil:"akarere" - Çoğul:"uturere") ve belediyeye (Tekil:"umujyi" - Çoğul:"imijyi") ayrılmış konumdadır. 1 Ocak 2006 yılına kadar 12 idari yönetim bölgesinden oluşan ülkede, bu tarihte kabul edilen yeni idari yapılanma yasası ile idari yönetim bölgeleri beşe düşürülmüş ve merkezi yönetim yetkilerinin bölgesel yönetimler üzerinden gerçekleştirilmesi amaçlanmıştır. 2002 yılına kadar "perefegitura" (Türkçe:"Bölge") olarak adlandırılan idari yapılar, bu tarihten itibaren il olarak adlandırılmıştır. Özellikle 1994 yılında yaşanan Ruanda soykırımı ile ilgili geçmişe bir son verebilmek adına ülke bayrağı, millî marşı yanı sıra bölgeler de yeniden düzenlenerek, etnik grupların bir bölgede çoğunluğu teşkil etmesinden ziyade karışık bir şekilde her bir ilde yaşaması planlanmış ve yeni idari yapılanmalarda sınırlar bu konuya özen gösterilerek çizilmiştir. 2006 yılında gerçekleştirilen yeni idari yapılanma öncesi ülkenin on iki adet ili şunlardı: Butare, Byumba, Cyangugu, Gikongoro, Gisenyi, Gitarama, Kibungo, Kibuye, Kigali, Kigali Rural, Ruhengeri ve Umutara. Şehir. Ülke içerisinde kalabalığın en yoğun olduğu şehir başkent Kigali'dir. Ruanda nüfusunun %20'si başkent bölgesinde yaşamaktadır. Ülke içerisinde 2012 resmi nüfus verilerine göre en kalabalık beş şehir şu şekilde sıralanmaktadır: Kigali (859.332), Gisenyi (126.706), Ruhengeri (59.333), Butare (50.220), Gitarama (49.038) Ekonomi. Ruanda ekonomik açıdan gelişim gösterememesinde belirli faktörler önemli rol oynamaktadır. Buna göre Ruanda'nın ekonomik gelişiminde engel olarak görülen nedenlerindendir. Ülke ekonomisinin en önemli parçasını tarımsal faaliyetler oluşturmaktadır. Ülke nüfusunun yaklaşık olarak %93'ü direkt ya da dolaylı olarak tarımsal faaliyetler içerisinde yer almaktadır. Bu alanda gerçekleştirilen faaliyetlerin %90'ı ise kişisel tüketimi karşılamak için gerçekleştirilmektedir. Ülke topraklarının küçük olmasının aksine nüfusun yoğun olması ailelerin %90'ının tarımsal faaliyetleri bir hektardan daha az alanlarda yapmaya zorlamaktadır. Tarımsal alanların büyük çoğunluğu yamaçlarda yer almaktadır, tarımsal faaliyetlerle uğraşan aileler en küçük toprak parçasını bile değerlendirmekte, alanların nadasa bırakılması işlemi ise günümüzde neredeyse hiç uygulanmamaktadır. Uzun yıllar tarım reformunu içeren bir yasa tartışılmış, bu yasa 2005 yılında kabul edilerek yasalaştırılmıştır. Bu yasaya göre tarımsal faaliyetlerin gerçekleştirildiği toprakların ekimi gerçekleştiren aileler ve kişiler tarafından sürekli olarak sahiplenmesi ve buna bağlı olarak bu alanlara yatırım yapılması amaçlanmıştır. Bu yasanın kabulünden önce ülkedeki tüm topraklar devlete aitti ve ailelerin topraklar üzerinde sadece intifa hakkı bulunmaktaydı. Kahve, çay, manyok, tatlı patates, bezelye, soya, muz, mısır ekilen ve yetiştirilen en önemli tarım ürünlerini oluşturmaktadır. Soya özellikle tofunun üretiminde sık olarak kullanılmakta ve bu yüzden de yaygın olarak yetiştirilmektedir. Tarımsal faaliyetlerin yanı sıra hayvancılıkta toplum arasında yaygın bir konumdadır. Özellikle büyükbaş hayvan yetiştiriciliği önemli bir faaliyet konusudur. Büyükbaş hayvanların sütünden (özellikle tereyağı yapımında) ve etinden faydalanılmaktadır. Bunun yanı sıra az da olsa keçi başta olmak üzere küçükbaş hayvan yetiştiriciliği ile domuz ve tavşan yetiştiriciliği de aileler tarafından gerçekleştirilmektedir. Sanayi üretiminde ise çimento, küçük ölçekli içecekler, sabun, mobilya, plastik eşya, sigara gibi ürünler üretilmekte ve çoğunluğu iç piyasada satışa sunulmaktadır. İhracat. Ülke ekonomisinin en önemli ihracat ürünlerini kahve, çay, dalmaçya pire otundan elde edilen böcek ilaçları, koltan ve kalay oksit gibi madenler oluşturmaktadır. Ülkenin 2012 verilerine göre ihracat yaptığı ilk altı ülke şu şekildedir: Kenya %30.5 <br> Kongo DC %12.2 <br> Çin %12.1 <br> Malezya %10.7 <br> A.B.D. %5.8 <br> Esvatini %4.9 İthalat. Ülke ekonomisinin en önemli ithalat ürünlerini makine ve ekipmanları, çelik, petrol ürünleri, gıda ürünleri ve inşaat malzemeleri oluşturmaktadır. Ülkenin 2012 verilerine göre ithalat yaptığı ilk sekiz ülke şu şekildedir: Kenya %17.3 <br> Uganda %15.6 <br> BAE %8.9 <br> Çin %7.2 <br> Hindistan %5.6 <br> Tanzanya %5 <br> Belçika %4.5 <br> Kanada %4.1 Turizm. Turizm ülke genelinde herhangi bir önemli rol oynamamaktadır. Ruanda bölgesinde yer alan Tanzanya, Kenya gibi ülkelerin aksine büyük bir ulusal parka sahip değildir. Bu yüzden ülke kitle turizminden ziyade bireysel turizmin tercih edildiği bir ülke konumundadır. Afrika kıtasında seyahat düzenleyen bireysel gezginler de ülkede uzun süreli kalmayı tercih etmemektedir. Ülke genelinde ziyaretçilerin önem verdiği uğrak noktaları arasında dağ gorillerinin gözlemlenme süreci önemli bir yer tutmaktadır. Bunun haricinde Kivu gölü civarında bulunan az sayıda turistik tesisler ile ülkenin güneyinde yer alan Nyungwe yağmur ormanları ile soykırım dönemine ait müzeler ve anıtlar turist olarak ülkeye gelen gezginler tarafından ziyaret edilmektedir. Ulaşım. Demiryolu. Ruanda'da güncel olarak herhangi bir demiryolu ulaşımı bulunmamaktadır. Ruanda genelinde ülkeyi Tanzanya ile bağlayacak bir demiryolu hattının da dahil olduğu çeşitli demiryolu inşaatının yapımı için planlar önerilmiş olsa da henüz bir gelişme kaydedilememiştir. Aynı şekilde ülkenin Uganda ile de bağlantısını sağlaması planlanan demiryolu hattı da henüz aktif olarak gündeme alınamamış bir konumda bekletilmektedir. Geçmişte sanayide kullanılmak üzere inşa edilen demiryolu hatları da günümüzde aktif konumda değildir. Ülkede yaşanan iç çatışmalar ve savaşlar nedeniyle büyük hasar gören bu küçük çaplı demiryolu bağlantıları 20.yy sonlarında tamamen kapatılmıştır. Havayolu. Ülke genelinde bulunan ve öneme sahip olan beş adet havaalanı içerisinde en önemlisi başkent Kigali'de bulunan Kigali Uluslararası Havalimanı'dır ("Kigali International Airport"). Ülkenin ulusal havayolu 2002 yılında "RwandAir Express" olarak kurulan ve ismini Haziran 2009 yılında değiştiren RwandAir'dir. Havayolu şirketi %100 oranda devlete ait olup, birçok Afrika ülkesinin havayolu şirketinin aksine IATA üyesidir. RwandAir ülke içerisindeki hedeflerin haricinde Kenya, Güney Afrika Cumhuriyeti, Burundi, Uganda ve Tanzanya'daki hedeflere uçuş gerçekleştirmektedir. Ulusal havayolunun haricinde Kenya Airways, Brüksel Airlines, Ethiopian Airlines, Qatar Airways, KLM ve Türk Hava Yolları gibi havayolu firmaları da Ruanda ile bağlı oldukları ülkeler arasında karşılıklı uçuşlar gerçekleştirmektedir. Karayolu. Ülkede mevcut olan 12.000 km karayolunun sadece 1.000 km'si asfaltlanmış konumdadır. Ülkenin en önemli bağlantı yolları şu şekildedir: Denizyolu. Bir kısmı Ruanda sınırları içerisinde de yer alan Kivu Gölü üzerinden insan ve yük taşımacılığı gerçekleştirilmektedir. Göl üzerinden bulunan küçü adalara da sık olmasa da belli aralıklarda taşımacılık gerçekleştirilmektedir. Ayrıca Ruanda deniz filosuna bağlı ekiplerde sınırın diğer tarafından gelebilecek olası olumsuzlukları durdurabilmek adına göl üzerinde sürekli devriye gezmektedir. Ülkede bulunan diğer göllerde de daha az da olsa iki göl yakası arasında insan ve yük taşımacılığı yapılmaktadır. Spor. Ülkenin en sevilen spor dalı basketboldur. Ruanda millî basketbol takımı dört kez üst üste FIBA Afrika Şampiyonası'na katılma başarı göstermiş ancak şampiyona genelinde başarı elde edememiştir. 2007 ile 2013 yılları arasında yapılan dört şampiyona da ülkenin almış olduğu en iyi derece 2009 yılında Libya'da düzenlenen şampiyonada elde edilen 9.'luk olmuştur. Ülkede popüler olan diğer bir spor dalı olan futbol, 1972 yılında kurulan Ruanda Futbol Federasyonu ("Fédération Rwandaise de Football Association") tarafından yönetilmektedir. Ülkede on dört takımın katıldığı ulusal bir lig düzenlenmektedir. Ülkenin en başarılı futbol takımı bugüne kadar elde ettiği 14 şampiyonluk ile APR FC ("Armée Patriotique Rwandaise FC") takımıdır. Ruanda millî futbol takımı Aralık 2014'te FIFA sıralamasında en büyük başarısını elde ederek genel sıralamada 68., Afrika ülkeleri içerisinde 19., doğu Afrika ülkeleri içerisinde de 1. sırayı elde etmiştir. Kültür. Yerel dillerde gerçekleştilen müzik, dans ve şiir Ruanda kültürünün en önemli parçalarını oluşturmaktadır. Düzyazı, tiyatro ve görsel sanatlar geleneksel olarak daha az belirgin bir konumdadır. Ülke genelinde yaygın olarak gerçekleştirilen resim sanatı olan "Imigongo" sanatında kooperatifler bünyesinde bir araya gelen sanatçılar tarafından ahşap paneller üzerine geometrik boyamalar ve çizimler gerçekleştirilmekte, inek gübresi ile üç boyutlu oluşturulan şekiller daha sonra kurutularak boyanmaktadır. Bir savaştan dönüşü simgeleyen savaş dansı olan "Intore" ülkede yaygın bir şekilde dansçılar tarafından sergilenmektedir. Intore dansı kadınlar tarafından gerçekleştirilen bale, erkekler tarafından gerçekleştirilen kahramanlık dansı ve davul üçlüsünden oluşturulan bir dans bileşenidir. Davulcular büyük önem taşımakta olup, bu kişiler genelde yedi veya dokuz kişilik gruplar halinde çalmaktadırlar. Ruanda'da en popüler dans türleri genellikle ragga, hiphop ve R&B türleridir. Kitoko, Riderman, Tom Close ve King James ülkenin önde gelen yerel sanatçıları arasındadır. Müzik ve dans Ruanda'da gerçekleştirilen törenlerin, festivallerin ve sosyal toplantıların ayrılmaz bir parçası konumundadır. Ülkenin önemli sembollerinden olan ve aynı zamanda Ruanda arması içerisinde de yer alan geleneksel Ruanda sepeti "Agaseke" barış sepeti olarak da adlandırılmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18485", "len_data": 35742, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.44 }
Aleksandr Puşkin (; 6 Haziran 1799 - Jülyen takvimine göre 29 Ocak 10, Miladi takvime göre Şubat 1837), Rus şair ve yazardır. Rusya'nın "ulusal şair"i ve modern Rus edebiyatının kurucusu olarak kabul edilir. Yaşamı. Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, 6 Haziran 1799'da Moskova'da doğdu. Babası Sergey Lvoviç Puşkin, soylu bir ailenin ilk çocuğudur. Annesi Nadejda Osipovna Hannibal'in büyük dedesi Etiyopyalı Abraham Petroviç Hannibal, Rus Çarı I. Petro'nun vaftiz oğlu ve Çarlık ordusunda seçkin bir subaydı. Puşkin, soylu bir ailenin üyesiydi. Annesi ve babası eğitimli insanlardı. Puşkin, ilk bilgilerini Fransız mürebbiyelerden edindi. Henüz sekiz yaşındayken Fransızca ve Rusça öğrenmişti. 11 yaşına geldiğinde özgürlükçü ve hicivci yazarlarını beğendiği Fransız edebiyatından etkilenerek Fransızca şiirler ve güldürüler yazmaya başlamıştı. Döneminin tanınmış şair ve yazarları, Puşkin'in evine gelip gidenler arasındaydı. Ancak hiçbiri geleneksel Rus masalları anlatan, Rus türküleri söyleyen dadısı kadar Puşkin'i etkilememiştir. Yaşlı dadısı Arina'nın anlattıklarının, Puşkin'in çocuk ruhunda önemli izler bıraktığı düşünülmektedir. İleride Rus halk şiiriyle, masallarla, konuşma dilinin deyimleriyle ve anlatım özellikleriyle tanışıklığını dadısın ve anneannesi Mariya Hannibal'a borçludur. Şiire başlaması. Puşkin, on iki yaşına geldiğinde, aristokrat aile çocuklarına yönetime hazırlamak için Rus Çarı I. Aleksandr'ın Tsarskoye Selo'da (Çarın yazlık köyü) açtırdığı okula yazdırıldı ve bu okuldaki altı öğrenim yılı boyunca, tıpkı okulun diğer öğrencileri gibi, Petersburg'a gitme izni verilmeden dış dünyadan kopuk bir şekilde eğitim gördü. Şairlik yeteneğiyle arkadaşları arasında sivrildi. İlk şiiri "Şair Dost'a" (1814) Nikolay Karamzin'in "Avrupa Habercisi" dergisinde yayımlandı. Puşkin'in lise yıllarında yazdığı şiirlerinde gerçekçilik eğilimi açıkça göze çarpmaktadır. O dönem şiirinde kullanılmayan kaba ve gündelik sözcükleri kullandığı şiirleriyle Gavrila Derjavin'in dikkatini çekmeyi başardı. Artık ünlü bir şair sayılmaya başlayan Puşkin, Çar Köyü Lisesindeki eğitimini 1817'de tamamladıktan sonra Petersburg'a giderek Dışişleri Bakanlığında çalışmaya başladı. Bu arada birçoğu yasaklanan özgürlükçü şiirleri ve taşlamaları, bu sıralarda halk arasında yayılmıştır. Rus edebiyatında ilk kez, şiir halk tarafından hayranlıkla karşılanmıştı. Puşkin, bu sırada Rus Çarı I. Aleksandr tarafından Kafkasya'ya tayin edildi ve burada ünlü "Kafkas Esiri" ve "Bahçesaray" adlı destanlarını yazdı. Gerçeği olduğu gibi aktarmayı tercih eden Puşkin'in eserlerinde ne klasik şiirin kuralcılığı, ne de Romantizm'in etkileri belirgin bir şekilde öne çıkıyordu. Sürgün yılları. Kafkasya'dan dönen Puşkin'in Rusya'daki askeri yönetime karşı oluşundan dolayı dört yıl süreyle başkente girmesi yasaklandı ve ailenin sahip olduğu Mihaylovskoye köyünde yaşamak zorunda bırakıldı. Hükûmet tarafından oğlunu gözetim altında tutmakla görevlendirilen babası da görevini yerine getirmişti. Yirmi dört yaşındaki Puşkin, bu sürgün döneminde, yedi yıl sonra tamamlayacağı "Yevgeni Onegin" adlı romanını yazmaya başladı. "Çingeneler", "Peygamber" ve "Boris Godunov" adlı önemli eserlerini de yine bu sürgün yıllarında yazdı. Bu yıllarda ülkesinde süregelen özgürlük mücadelesi dışında Yunan İsyanı ve İspanya ile İtalya'daki mutlakıyet karşıtı hareketleri yakından takip etti. 1820-1824 yılları arasındaki sürgün döneminden sonra Rus Çarı I. Nikolay tarafından Moskova'ya çağrılan genç şairin kaleminden çıkan her şey, artık çarın sansüründen geçecektir. Polis baskınları ve aşk serüvenleri ise Puşkin'in yaşamının ayrılmaz parçaları olmuştu. Evliliği. Puşkin, bir baloda yüksek rütbeli ve emekli bir memurun kızı olan Natalya Gonçarova ile karşılaştı ve bu genç kıza âşık oldu. Puşkin, Natalya'ya evlenme teklif etti; Natalya ise şairin evlenme teklifini belirsiz bir tarihte cevaplamak üzere cevapsız bıraktı. Puşkin, bu durum karşısında umutsuzluğa kapılmış ve Moskova'dan uzaklaşmak istemişti. Bu nedenle, 1829'da, bir gözlemci olarak Rus ordusuna katıldı ve Osmanlı topraklarına geldi. Sonradan yazdığı "Erzurum Yolculuğu" adlı eserinde seyahat izlenimlerini anlatan Puşkin'in, daha başka birçok eserinde de Erzurum'dan aldığı esinlerin izlerini bulmak mümkündür. Moskova'ya dönen Puşkin, Natalya'ya evlenme teklifini yineledi. Uzun çekişmelerden sonra Natalya'nın ailesini de ikna etmeyi başardı ve sonunda nişanlandılar. Bu evliliği istemeyen Natalya ise bu duruma kayıtsız kaldı. Natalya'nın bu olumsuz tutumu, ilişkilerinin sonuna kadar da bu şekilde devam etti. Bitmek bilmeyen soruşturmalar ve yasaklamalar yüzünden rahatsız olsa da, Puşkin yazmaya devam etti. "Yevgeni Onegin", "Don Juan", "Veba Sırasında Ziyafet" gibi manzum tragedyalarını ve "Dubrovski", "Maça Kızı" gibi önemli eserlerini bu dönemde kaleme aldı. Gogol ile olan arkadaşlığı da bu döneme rastlamaktadır. Öyle ki, Gogol'a ünlü Ölü Canlar romanını yazma fikrini Puşkin'in verdiği söylenmektedir. Ölümü. Bu dönemde hayatına George Charles d'Anthès adında biri girdi. Puşkin, kendisine yazılan birkaç imzasız mektup aracılığıyla, d'Anthès adındaki bu Fransız'ın karısı Natalya Puşkin'e kur yaptığını öğrendi. 1837'de d'Anthès'i düelloya çağırdı. 27 Ocak 1837'de St. Peterburg yakınında Kara Dere'nin bir köşesinde düellonun yapılmasına karar verildi. Puşkin'in şâhidi arkadaşı Danzas'tı. Düelloda kullanacağı silahı almak için gümüşlerini sattığı iddia edilmektedir. Düelloda Puşkin tarafından omzundan yaralanan d'Anthès, Puşkin'i karnından yaralamayı başardı. Büyük bir soğukkanlılıkla iki gün boyunca can çekişen Puşkin, 29 Ocak'ta öldü. Şâirin ölüm haberi duyulunca evinin önünde toplanan halk, "Yevgeni Onegin"'in son baskısını tüketti. Şairin ölümü üzerine başlayan huzursuzluk, neredeyse hükûmete karşı bir ayaklanma noktasına geldi. Olayların kontrolden çıkmasından çekinen polis, bir gece yarısı şairin tabutunu gizlice kiliseden aldı ve Mihaylovskaya köyüne götürerek toprağa verdi. Hakkında Gogol'un “Puşkin, olağanüstü bir olaydır.” ve Dostoyevski'nin de daha mistik bir tavırla “Puşkin, bize gelecekten haber veren bir ermiştir.” dediği Puşkin, modern Rus edebiyatının oluşmasına en büyük katkıda bulunan edebiyatçı olarak kabul edilir. Puşkin, klasik Batı edebiyatını ve Rus halk ruhunu sentezleyerek, Rus edebiyatında "gerçekçilik akımı”nı başlatan öncü bir isim olmuştur. Aleksandr Puşkin'in düello günü uğradığı son yer, Peterburg Nevski Prospekt'de Wolf's şekercisidir (şimdiki Cafe Litteraturnia). Bu kafede Puşkin'in balmumundan bir heykeli bulunmaktadır. Eserleri. Puşkin'in birçok eserini filolog Metehan Mollamehmetoğlu Türkçeye çevirmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18489", "len_data": 6629, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.48 }
André Breton (d. 19 Şubat 1896 – ö. 28 Eylül 1966), Fransız yazar, şair ve gerçeküstücü kuramcı, Gerçeküstücülüğün babası olarak tanınır. 1924 yılında yayınlanan Gerçeküstücü Manifesto'su ile psikolojik çözümlemeler içeren otonom yazı tekniğini edebiyat dünyasına tanıtmıştır. Biyografi. Normandiya'da doğdu, tıp ve psikiyatri okudu. Genç yaşlarda Alfred Jarry'nin yaşamına ve eserlerine ilgi duydu, bu eserler onda temel oluşturdu .I. Dünya Savaşı sırasında bir nöroloji koğuşunda çalıştı, burada antisosyal davranışlarıyla geleneksel sanat anlayışlarına karşı çıkan Jacques Vaché ile tanıştı. Onların düşüncelerinden etkilendi. Sanatın bir aptallık olduğunu savunan Jacques Vaché savaştan döndüğünde girdiği bunalımların etkisinden çıkamayarak 24 yaşında yüksek dozdan intihar etti. Vaché'nin savaş sırasında Breton ve başkalarına yazdığı mektuplar "Savaş Mektupları" adı altında 1919'da yayınlandı. Bu kitap üzerine Breton'un yazdığı dört adet deneme bulunmaktadır. Hatta Breton eserlerinde ""Ne Rimbaud ne Alfred Jarry ne Apollinaire ne de Lautréamont. En çok etkilendiğim ilham aldığım sadece borçlu olduğum Vache'dir."" demiştir. 1919 yılında Louis Aragon ve Philippe Soupault ile birlikte "Edebiyat(Littérature)" adlı dergiyi kurdu. Bu yıllarda Dadaist Tristan Tzara ile bağlantıya geçti. 1924 yılında Gerçeküstücü Araştırma Bürosunu'nun kurucu öncülerinden oldu. "Manyetik Çayırlar (Les Champs Magnétiques)" kitabı ile otomatik yazı tekniği'ni pratiğe döktü. 1924 yılında "Gerçeküstücü Manifesto"yu yazdı ve "Gerçeküstü Devrim" dergisinin editörü oldu. Etrafında, Philippe Soupault, Louis Aragon, Paul Éluard, René Crevel, Michel Leiris, Benjamin Peret, Antonin Artaud ve Robert Desnos gibi genç yazarlardan bir topluluk oluşması zaman almadı. Arthur Rimbaud'nun özgür sanat anlayışını ve Karl Marx'ın politik düşüncelerini birleştirmek için sabırsızlanan Breton 1927'de Fransız Komünist Partisi'ne katıldı. 1933'te partiden atıldı. Bu süre içerisinde geçimini kendi sanat galerisinde sattığı tablolarla sağladı. Breton'un öncülüğünde gerçeküstücülük tüm Avrupa'da ses getiren bir sanat anlayışı oldu ve döneminin tüm sanat dallarını etkiledi. Bu dönemin ürünü olan eserlerde insanın algısının kökenleri ve insanın etrafındaki olaylara bakış açısı sorgulandı. 1938 yılında Fransız hükûmetinden aldığı kültürel komisyon ile Meksika'ya gitti. Bu Breton'a Troçki ile tanışma fırsatı sağladı. Beraber "Devrimci, Özgür Bir Sanat İçin (Pour un art révolutionnaire indépendent)" adlı manifestoyu yazdılar. Manifesto Breton ve Diego Rivera'nın isimleriyle yayınlandı ve o dönemlerde imkânsız gibi gözüken "sanatta tam özgürlük" çağrısı yapıldı. Fransız hükûmetinin çalışmalarından memnun olmayan Breton 1941'de Amerika Birleşik Devletleri'ne ve Karayip'e sığındı. Burada yazar Aimé Césaire ile tanıştı. Césaire'in "Memleket'e Dönüş Defteri(Cahier d'un retour au pays natal)" adlı kitabının 1947 baskısının özsözünü yazdı. Breton Paris'e 1946'de geri döndü ve Fransız sömürgeciliğine karşı "121'in Manifestosu"nu yazdı. Bu manifestoda Cezayir Kurtuluş Savaşı'nı ele aldı ve bu konuda çalışmalarını ölene kadar sürdürdü. 1961-1965 yılları arasında ikinci bir gerçeküstücü grubun öncüsü olarak çeşitli sergi ve incelemelerde bulundu. 1959 yılında İspanya'da "Gerçeküstücülüğe Saygı" adlı bir sergi düzenledi. Bu sergide Salvador Dalí, Joan Miró, Enrique Tábara ve Eugenio Granell gibi ünlü sanatçıların eserlerine yer verildi. Kitapları arasında durum öyküleri olan "Nadja" (1928) ve "Çılgın Aşk (L'Amour Fou)" (1937) bulunmaktadır. Breton üç kere evlendi; André Breton 1966'da, 70 yaşındayken öldü. Mezarı Paris'teki Batignolles Mezarlığı'ndadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18491", "len_data": 3645, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.78 }
1000 (M) pazartesi günü başlayan bir artık yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18503", "len_data": 50, "topic": "HISTORY", "quality_score": 1.79 }
1001 (MI) bir yıldır. 11. yüzyıl ve 2. milenyum bu yılın başlaması ile başladı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18504", "len_data": 79, "topic": "HISTORY", "quality_score": 2.52 }
1002 (MII) bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18505", "len_data": 22, "topic": "HISTORY", "quality_score": 0.91 }
1023 (MXXIII) salı günü başlayan bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18526", "len_data": 44, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.08 }
1038 (MXXXVIII) pazar günü başlayan bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18541", "len_data": 47, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.05 }
1046 (MXLVI) çarşamba günü başlayan bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18550", "len_data": 47, "topic": "HISTORY", "quality_score": 1.91 }
Slayer, 1981 yılında gitaristler Kerry King ve Jeff Hanneman tarafından Huntington Park, Kaliforniya'da kurulan Amerikalı thrash metal grubudur. 1986 yılında piyasaya sürülen "Reign in Blood" albümü ile adını duyurmayı başardı. Metallica, Megadeth ve Anthrax ile birlikte thrash metalin "Dört Büyük" (Big Four) grubundan biri sayılır. Grup, 1991 ve 2004 yılları arasında ABD'de 3,5 milyondan fazla albüm sattı. Dünya genelindeki albüm satışlarını resmen açıklamamış olsalar da, bu sayının 20 milyondan fazla olduğu düşünülmektedir. Slayer'ın müzikal tarzında hızlı tremolo vuruş tekniği, double bass drumming ve bağırmalı vokaller yer alır. Grubun orijinal kadrosunda yer alan King, bas gitarist/vokalist Tom Araya ve gitarist Jeff Hanneman grubun şarkı sözlerini yazarken, yine müziğin tamamına yakınını Dave Lombardo ve bazen de Araya'nın yardımlarıyla King ve Hanneman yazdı ve düzenledi. Grubun şarkı sözleri ve albüm kapaklarının; seri katiller, nekrofili, Satanizm, din, din karşıtlığı ve savaş gibi konuları işlemesi müziklerinin halk ve dindar gruplar tarafından sansüre uğramasına neden oldu. Bu esnada albümleri yasaklandı, gecikmelere uğradı ve davalar açıldı. Müzikleri kendilerinden sonraki grupları etkilemeyi başararak görsel, müzikal ve söz bakımından ilham kaynağı oldu. 1983'te çıkardıkları ilk albümleri "Show No Mercy"den itibaren iki canlı albüm, bir box set, altı video klip, iki EP ve dördü ABD'de altın albüm sertifikası kazanan 11 stüdyo albümü piyasa sürdü. Beş kez aday gösterildiği Grammy Ödülleri'nden ikisini kazandı. Bunların biri 2007'de "Eyes of the Insane" şarkısı biri de 2008'de "Final Six" şarkısı içindir. İki şarkı da grubun 2006 çıkışlı "Christ Illusion" albümündendir. Slayer; Unholy Alliance, Download ve Ozzfest gibi dünya genelinde festivallerde yer almıştır. Grup 2013 yılında piyasaya sürülmesi beklenen yeni bir stüdyo albümü hazırlığındadır. Slayer, Ocak 2018'de yapacakları son dünya turuna başlayacaklarını duyurdu. Mayıs 2018'de başlayan tur Kasım 2019'da sona erdi ve turun ardından da grup dağıldı. Slayer daha sonra Şubat 2024'te bazı yeniden birleşme konserleri düzenleyeceğini duyurdu. Tarihi. İlk yılları (1981-1982). 1981 yılında King, baterist Dave Lombardo ile tanıştığında Slayer kurulmuş oldu. İkili tanışır tanışmaz benzer müzik zevki ve beklentilere sahip olduklarını keşfetti. King çok geçmeden Jeff Hanneman'ı takdim etti ve kendisiyle daha önce Quits (önceki adıyla Tradewinds) adlı grupta da çalan Şili doğumlu bas gitarist ve vokalist Tom Araya'yı gruba kattı. Grup, Güney Kaliforniya'daki parti ve kulüplerde Iron Maiden ve Judas Priest şarkılarının cover versiyonlarını çaldı. İlk gösterileri pentagram, makyaj, çiviler ve ters haçların yer aldığı Satanizm imajı üzerine kuruluydu. Grubun ilk yıllarında Dragonslayer olarak bilindiği ve bu ismi 1981 filmi "Dragonslayer"dan aldığı yönündeki söylentiler King tarafından yalanlanmış ve "Bu bir mit." şeklinde yorumlanmıştır. İlk konserlerine 1982 yılında Southgate, Kaliforniya'da bir yetenek şovunda çıktılar. Bitch grubunun Anaheim, Kaliforniya'daki Woodstock Club'da sahne alacağı konsere ön grup olarak davet edildiler. Slayer, altısı cover olmak üzere sekiz şarkı çaldı. Iron Maiden'ın "Phantom of the Opera" şarkısını çalarken o zamanlar Metal Blade Records'u yeni kurmuş olan eski müzik gazetecisi Brian Slagel'ın dikkatini çekti. Slayer'ın performansından etkilenen Slagel, sahne arkasında grupla görüştü ve "Aggressive Perfector" () adlı şarkıyla yayımlanması yaklaşan "Metal Massacre III" derlemesi içinde yer almalarını istedi. Slayer bu isteği kabul edip şarkı da underground bazda büyük ilgi toplayınca Slagel, gruba Metal Blade ile kayıt sözleşmesi teklifi yaptı. "Show No Mercy", "Haunting the Chapel" and "Hell Awaits" (1983–1986). Herhangi bir kayıt bütçesi olmadan ilk albümlerini kendi başlarına çıkarmaya zorlandılar. Solunum terapisti olarak çalışan Araya'nın yaptığı birikimler ve King'in babasından ödünç aldığı parayla Slayer Kasım 1983'te stüdyoya girdi. Aceleyle piyasaya sürülen albüm, şarkılar tamamlandıktan üç hafta sonra raflarda yerini aldı. Metal Blade Records aracılığıyla Aralık 1983'te yayımlanan "Show No Mercy", gruba underground hayran kitlesi kattı ve grup 1984'te Araya'nın Chevrolet Camaro'sunun çektiği bir U-Haul ekipman taşıma aracıyla birlikte seyahat ederek albümlerini tanıtmak amacıyla ilk ulusal turuna çıktı. Tur gruba ekstra bir popülarite kazandırdı ve "Show No Mercy"nin satışları 20.000'den fazlası ABD'de olmak üzere 40.000'lere ulaştı. Ağustos 1984'te grup "Haunting the Chapel" adında üç şarkılık bir EP yayımladı. Bu EP, bir önceki albüme göre daha karanlık, thrash merkezli ve grubun ilerdeki tarzına yön verecek bir albüm oldu. Albümün açılış parçası "Chemical Warfare" 1984'ten beri neredeyse her konserde çalınarak grubun canlı performans sergilediği temel parçalardan oldu. "Haunting the Chapel"ın yayımlanmasından sonra Slayer ilk Avrupa konserine Belçika'da UFO grubunun ön grubu olarak "Heavy Sound Festivali"nde çıktı. ABD'ye döndüklerinde de "Haunting the West Coast" turunu gerçekleştirdiler. Turun ardından King, Dave Mustaine'in yeni grubu Megadeth'e katıldı. Hanneman verdiği bir röportajda King'in yaptığı seçimden kaygılı olduğunu "Sanırım yeni bir gitarist bulacağız" sözüyle belirtti. Mustaine, King'in kalıcı üye olmasını istediyse de King "Mustaine'in grubu çok zamanımı alıyor" diyerek beş gösteriden sonra ayrıldı. King ve Mustaine'in arasının açılmasına neden olan bu olay iki grup arasında da uzun soluklu bir düşmanlığa dönüştü. King'in dönmesi üzerine Venom ve Exodus ile birlikte "1984 Combat Tour"da yer aldı ve Kasım'da "Live Undead" aldı canlı albümü piyasaya sürdü. Slayer 1984'te "Combat Tour: The Ultimate Revenge" adlı, çok profesyonel olmayan bir video piyasaya sürdü. Video, grubun 1984'te turladığı Venom ve Exodus'un New York'taki Studio 54'te çekilen canlı performans görüntülerinden oluşuyordu. 1985'in başlarında "Show No Mercy" 40.000'den fazla kopya satmıştı. Grup bu yüzden ikinci stüdyo albümünü kaydetmek için stüdyoya girdi. Grup üyeleri Metal Blade'in gruba sağladığı kayıt bütçesiyle yapımcı Ron Fair'i tuttu. Eylül 1985'te yayımlanan Slayer'ın ikinci stüdyo albümü "Hell Awaits"; cehennem ve Şeytan gibi konuları yaygın bir biçimde işleyerek "Haunting the Chapel"ın karanlığını ileri boyutlara taşıdı. Albüm grubun en progresif ürünü oldu, uzun ve karmaşık şarkı yapıları içerdi. Albüme adını veren şarkının başında backmasking kayıt tekniği uygulanmıştır. Şeytani bir ses tersten "bize katıl" (join us) sözünü tekrarlar ve şarkı başlamadan önce de "tekrar hoş geldin" (welcome back) der. Albüm tam bir başarı abidesiydi. Britanya dergisi "Metal Forces"ın 1985'te okuyucularına yaptığı anketlerde Slayer en iyi grup, en iyi canlı performans sergileyen grup, "Hell Awaits" 1985'in en iyi albümü ve Dave Lombardo en iyi baterist seçildi. "Reign in Blood" (1986–1987). "Hell Awaits" ile gelen başarının ardından Russell Simmons ve Rick Rubin'in yeni kurduğu hip hop odaklı plak şirketi Def Jam Records, Slayer'a kayıt sözleşmesi teklif etti. Grup teklifi kabul etti. Tecrübeli bir yapımcı ve büyük plak şirketi boyutunda kayıt bütçesiyle sonik bir makyajdan geçen Slayer'ın şarkıları artık daha kısa, hızlı ve temizdi. "Hell Awaits"teki uzun ve karmaşık şarkı düzenlemeleri, daha temel rifflerden oluşan thrash metal etkileri gösteren şarkı yapıları oluşturmak için bir köşeye atılmıştı. Def Jam'in dağıtıcısı, Columbia Records, "Reign in Blood" albüm kapağı ve şarkı temalarını bahane göstererek albümü yayımlamayı reddetti. Örneğin "Angel of Death" Yahudi toplama kampları ve Nazi doktoru Josef Mengele'nin uyguladığı insan deneyleri hakkında detaylara giriyordu. Albüm 7 Ekim 1986'da Geffen Records aracılığıyla dağıtıldı fakat anlaşmazlıklar yüzünden "Reign in Blood" şirketin dağıtım takviminde yer almadı. Albüm radyo yayınlarında yer almasa da Billboard 200 listesine 94 numaradan giriş yaptı ve bu listede yer almak grup için bir ilk oldu. "Reign in Blood" grubun ABD'deki ilk altın sertifikalı albümü olmayı da başardı. Slayer, Ekim 1986'da ABD'de Overkill ve Avrupa'da da Malice ile "Reign in Pain" dünya turnesine çıktı. W.A.S.P.'in ABD turuna ön grup olarak dahil edildiler fakat sadece bir ay içerisinde Lombardo gruptan çıkarak "Hiç para kazanmıyordum, anladım ki eğer bunu küresel plak şirketlerinden biriyle profesyonel olarak yapıyorsak, kira ve yardım bedellerimin ödenmesini istedim." Slayer tura devam edebilmek adına Whiplash grubundan Tony Scaglione 'yi getirdi fakat 1987'de Lombardo'nun karısı Dave'i geri dönmeye ikna etti. Rubin'in ısrarı sonucu Less Than Zero filmi için Iron Butterfly'ın "In-A-Gadda-Da-Vida" şarkısını coverladı. Ortaya çıkan üründen memnun olmayan Hanneman ve King parça hakkında "Slayer'ı kötü temsil ediyor" ve "deli saçması" şeklinde yorumlar yapsa da şarkı radyoda yayınlanan ilk Slayer parçalarındandı. "South of Heaven" and "Seasons in the Abyss" (1988–1993). Slayer dördüncü stüdyo albümünü kaydetmek için stüdyoya geri döndü. "Reign in Blood"daki hıza nazaran albümdeki tempoyu bilerek düşürme ve albüme daha fazla melodi ekleme kararı aldı. Hanneman verdiği demeçte ""Reign in Blood"a yetişemeyeceğimizi biliyoruduk, bu yüzden yavaşlamamız gerekti. Ne yaparsak yapalım, ortaya çıkacak olan eser o albümle kıyaslanacaktı. Bu yüzden biraz hızımızı kesmemiz gerektiğini tartıştığımızı hatırlıyorum. Tuhaf bir karardı, daha önceden yapmadığımız böyle bir şeyi daha sonra yapmayı da düşünmedik." 1988'de piyasaya sürülen "South of Heaven" o zamanlar hem eleştirmen hem de hayranlardan karma yorumlar aldı. Tüm bunlara rağmen Billboard 200 listesine 57 numaradan giriş yapan albüm, Slayer'ın pazarlama açısından en başarılı albümüydü ve ABD'de altın sertifika alan ikinci albümleri oldu. Basının albüme olan tepkileri karışıktı. "Allmusic", albüme "rahatsız edici ve güçlü" şeklinde atıfta bulunurken "Rolling Stone"dan Kim Nelly "saldırgan şeytani zırva" olarak nitelendirdi. Slayer 1989'da yapımcı Andy Wallace ile birlikte beşinci stüdyo albümlerini kaydetmek için stüdyoya girdi. "South of Heaven"ın yarattığı ters tepkinin ardından, uyguladıkları yeni melodik anlayışlarını koruyarak "Regin in Blood"ın hızlı düzenine geri döndüler. 25 Ekim 1990'da yayımlanan "Seasons in the Abyss", farklı sanatsal anlayışları yüzünden Def Jam sahibi Russell Simmons'tan ayrılan Rubin'in yeni plak şirketi Def American etiketiyle piyasaya sürülen ilk albüm oldu. Albüm Billboard 200 listesine 44 numaradan giriş yaptı ve 1992'de altın sertifika kazandı. Albüme adını veren şarkı Slayer'ın ilk video klibi de oldu, bu klip Körfez Savaşı öncesinde Mısır'daki Giza Nekropolü'nün önünde çekildi. Slayer Eylül 1990'da Megadeth, Suicidal Tendencies ve Testament ile birlikte Clash of the Titans turuna katıldı. Tüm biletlerin tükendiği Avrupa'da, karaborsada bilet fiyatları 1000 Alman markına (680 ABD Doları) kadar çıktı. Thrash metalin ABD'de zirvede olduğu o dönem; Megadeth, Anthrax ve ön grup Alice in Chains ile birlikte turun içine Mayıs 1991'de ABD de dahil edildi. 1991'de onuncu yıllarını kutlamak adına canlı albüm "Decade of Aggression" yayımlandı. Bu derleme Billboard 200 listesine 55 numaradan giriş yaptı. Mayıs 1992'de diğer üyelerle yaşadığı tartışmalar ve ilk çocuğunun doğacak olması nedeniyle tura katılmak istemeyen Lombardo gruptan çıktı. Voodoocult gitaristi Waldemar Sorychta ile birlikte Grip Inc. grubunu kurarken Slayer da onun yerini doldurmak için Forbidden grubu üyesi Paul Bostaph'i kadroya dahil etti. Grup, Bostaph ile ilk gösterisine Donington Kalesi'ndeki Monsters of Rock festivalinde çıktı. Bostaph'in stüdyodaki ilk girişimi 1993'te rap müzisyeni Ice-T ile birlikte "War", "UK '82" ve "Disorder" adlı üç Exploited şarkısını harmanlayıp oluşturdukları Hüküm Gecesi film müziği oldu. "Divine Intervention" ve "Undisputed Attitude" (1994–1997). 1994 yılında Slayer, baterist Bostaph ile olan ilk albüm "Divine Intervention"ı yayımladı. Albüm Billboard 200 listesine 8 numaradan giriş yaparak grubun o zamana dek listelere en hızlı giriş yaptığı albüm oldu. Divine Intervention altın albüm sertifikasına layık görüldü. Albümde Holokost'un mimarlarından olan Reinhard Heydrich ile Amerikalı seri katil ve seks suçlusu Jeffrey Dahmer hakkında şarkılar yer aldı. Diğer konular arasında ise cinayet, kilisenin kötülükleri ve gücün hükûmetler tarafından istismar edilmesi gibi temalar bulunuyordu. Şarkı sözlerinin çoğuna ilham veren şey Araya'nın seri katillere olan ilgisiydi. 1995 yılında ön gruplar Biohazard ve Machine Head ile dünya turnesine katıldı. Machine Head ile ortak coverladıkları Venom'un "Witching Hour" adlı şarkısının konser vidyosu "Live Intrusion" adıyla yayımlandı. Turun ardından 1995 yılında başını Metallica'nın çektiği Monsters of Rock festivalinde yer aldı. 1996 yılında punk coverlarından oluşan "Undisputed Attitude" piyasaya sürüldü. Minor Threat, T.S.O.L., D.R.I., D.I., Verbal Abuse, Dr. Know ve The Stooges coverlanan gruplar arasındaydı. Albümde "Gemini", "Can't Stand You", "Ddamm" adlı üç tane özgün çalışma bulunmaktaydı bunların son ikisi Hanneman tarafından 1984-85 yıllarında bir yan proje olan Pap Smear için yazılmıştı. Bostaph albümün kayıtlarından kısa bir süre sonra kendi müzikal projesi Truth About Seafood üzerine yoğunlaşmak için gruptan ayrıldı. Bostaph'in ayrılmasından sonra Testament bateristi Jon Dette gruba dahil edildi ve Slayer; Ozzy Osbourne, Danzig, Biohazard, Sepultura ve Fear Factory ile birlikte 1996 Ozzfest'in afişlerine adını büyük harflerle yazdırdı. Bir yıl sonra Dette diğer üyelerle yaşadığı anlaşmazlıklardan dolayı gruptan kovuldu ve Bostaph tekrar kadroya dahil edildi. 1996 yılında Elyse Pahler'ın ailesi, açılan bir davada grubu kızlarını öldüren kişileri şarkı sözleri aracılığıyla cesaretlendirmekle suçladı. Elyse, grubun üç hayranı tarafından uyuşturulmuş, boğulmuş, bıçaklanmış, ayaklar altında ezilmiş ve tecavüz edilerek şeytana adak olarak sunulmuştu. 19 Mayıs 2000'deki mahkeme kararında Slayer ve onlarla ilişkili müzik piyasasının gençlere zarar verici ürünler dağıttığı, şarkı sözleriyle şiddete yönlendirdiği ve Slayer'ın kasıtlı pazarlama stratejisi olmasaydı Elyse Marie Pahler'a karşı işlenen şiddet suçlarının gerçekleşmemiş olacağı sonucuna vardı. Dava 2001 yılında ifade özgürlüğü, görevsizlik ve öngörülebilirlik eksikliği gibi nedenler yüzünden düştü. Pahler'ın ebeveynleri tarafından yeniden düzenlenmiş bir şikayetle Slayer, Slayer'ın plak şirketi ve piyasanın diğer kuruluşlarına, verdikleri zarar için ikinci bir dava daha açıldı. Dava reddedildi; Yargıç E. Jeffrey Burke yaptığı açıklamada "Slayer'ın yaptığı müziğin küçükler için müstehcen, edepsiz veya zararlı olduğunu düşünmüyorum." dedi. "Diabolus in Musica" (1998-2000). "Diabolus in Musica" (Latince "Müzikteki Kötülük") 1998'de piyasaya sürüldü ve 46.000'den fazla kopya satarak Billboard 200 listesine 31 numaradan giriş yaptı. Albümde gitarların akordunun düşürülmesi ve karanlık akorlar yapılarının kullanılması grubun Nu metal'e kaydığına dair yorumlara neden oldu. "Blabbermouth.net" eleştirmeni Borijov Krgin albümü “grubun sounduna yeni elementler eklemeye çalışılan zayıf bir girişim ama en azından Slayer'ın gelecekteki albümleri için sürekli aynı malzemeleri ısıtıp önümüze koymaktan vazgeçebilemesi adına umut vadedici” şeklinde yorumladı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18555", "len_data": 15300, "topic": "ENTERTAINMENT", "quality_score": 3.31 }
1064 (MLXIV) Jülyen takviminde perşembe ile başlayan yıl.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18570", "len_data": 57, "topic": "HISTORY", "quality_score": 2.26 }
Popüler Kültürde 1066. 1066, Paradox Development Studio'nun çıkardığı büyük strateji video oyunları Crusader Kings II ve Crusader Kings III'te başlangıç tarihidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18572", "len_data": 163, "topic": "GAMING", "quality_score": 3.3 }
1070 (MLXX) cuma günü başlayan bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18576", "len_data": 42, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.06 }
1079 (MLXXIX) salı günü başlayan bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18585", "len_data": 44, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 1.75 }
Fatih Sultan Mehmet Köprüsü veya halk arasında bilinen adıyla İkinci Köprü İstanbul'da Kavacık ile Hisarüstü arasında, Asya ile Avrupa'yı Boğaziçi Köprüsü'nden sonra ikinci kez bağlayan asma köprü. Ankraj blokları arasındaki uzunluğu 1.510 m, orta açıklığı 1.090 m, genişliği 39 m, denizden yüksekliği 64 m'dir. Köprünün temeli 29 Mayıs 1985'te atılmış ve yapımına 4 Aralık 1985 günü başlanmıştır. Hâlen dünyanın en büyük çelik asma köprüleri içinde 14. sırada yer alan bu büyük proje 3 Temmuz 1988 tarihinde dönemin başbakanı Turgut Özal tarafından hizmete açılmıştır. Köprünün proje hizmetleri İngiliz Freeman, Fox ve Partners firması ve BOTEK Boğaziçi Teknik Müşavirlik A.Ş. firması tarafından yerine getirilmiş, inşaatını ise Türkiye'den STFA, Japon Ishikawajima Harima Heavy Industries Co. Ltd., Mitsubishi Heavy Industries Ltd. ve Nippon Kokan K. K. adlı şirketlerin oluşturduğu konsorsiyum 125 milyon dolar karşılığında üstlenmiştir. Teknik ve temel özellikleri. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü projesinin temel özellikleri, taşıyıcı kule temellerinin boğazın iki yakasındaki yamaçlara oturması, kulelerin tabliye mesnet düzeyinden başlaması ve tabliyesinin Boğaziçi Köprüsü'ndeki gibi ortotropik, berkitmeli panellerden oluşan aerodinamik enkesitli kapalı kutu biçiminde olmasıdır. Boğaziçi Köprüsü'nden farklı olarak bu köprünün askı kabloları dikey olarak düzenlenmiştir. Bu kablolar çiftli tertiplenmiş olup gerektiğinde bu kablolardan biri kolayca değiştirilebilecektir. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nün kule temelleri 14 m x 18 m boyutunda ve ortalama 6 m yüksekliğindedir. Ama zemin durumuna göre yer yer kademeli olarak proje kotundan 20 m daha derine inilmiştir. Temellerin üzerinde yüksekliği 14 m'ye varan betonarme kaideler yer almakta ve çelik kuleler bu kaidelerin içine 5 m kadar ankre edilmiş bulunmaktadır. Köprünün ana bloklarına mesnet oluşturan bu kulelerin yüksekliği, temel betonu üst kotundan başlamak üzere 102,1 m'dir. Kuleler yüksek mukavemetli berkitmeli çelik panellerin birbirine bulonlanarak birleştirilmesiyle 8 kademe halinde monte edilmiştir. Boyutları tabanda 5 m x 4 m, tepede ise 3 m x 4 m'dir. Düşey kuleler birbirlerine ikişer adet yatay kirişle bağlanmış olup, her birinin içinde bakım hizmetleri için bir asansör yerleştirilmiştir. Taşıyıcı ana kablolar, her kulenin tepesinde yer alan kablo semeri üzerinden geçmektedir. Bunlar git-gel çekim yöntemi ile yapılmış, her seferinden ve bir doğrultuda 4 tel taşıyan kasnağın 4 m/sn gibi çok yüksek bir hızda çalışması sağlanmıştır. Her ana kablo bir ankraj bloğundan öbürüne uzanan 32 tane büklüm grubundan, ayrıca tepedeki semerlerle ankraj blokları arasında yer alan 4 tane ek gergi büklümünden oluşmaktadır. Her bir büklümde 504 tane, ek büklümlerde ise 288 ve 264 tane çelik tel vardır. Galvanizli yüksek mukavemetli çelikten olan tellerin çapı 5,38 mm'dir. Kutu kesitli tabliye 33,80 m genişliğinde ve 3 m yüksekliğinde olup her iki yanında konsol olarak dışa taşan 2,80 m eninde birer yaya yolu bulunmaktadır. Dört gidiş dörtte geliş olmak üzere toplam sekiz şeritli tabliyenin aerodinamik biçimi rüzgâr yükünü azaltmaktadır. Tabliye 62 üniteden oluşmaktadır.Çeşitli uzunluktaki bu üniteler birbirine kaynakla birleştirilmiştir. Ağırlıkları 115-230 ton arasında değişen tabliye üniteleri, denizden palangalar ile yukarı çekilerek yerlerine yerleştirilmiştir. Köprü, 3 Temmuz 1988'de dönemin başbakanı Turgut Özal tarafından hizmete açılmıştır. Köprüden geçen ilk araç Özal'ın resmî otomobili olmuştur. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü, Edirne-Ankara arasındaki "Trans European Motorway (TEM)"'in bir parçasıdır. Araç geçişleri. 2024 yılında Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nden 71 milyon 814 bin 940 araç geçti. Kısıtlamalar ve Geçiş İzinleri. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nü; 1. sınıf araçlar, 2. sınıf araçlar (Kamyon ve Otobüsler hariç), Tüm servis araçları (Turizm, Personel, Okul vb.), Karavanlar, Toplu Taşıma Araçları (IETT ve Halk Otobüsü, Otobüs A.Ş. vb. Taksi dolmuş) ve KGM'den izinli kamu kurum ve kuruluşlarının resmi plakalı hizmet araçları kullanabilmektedir. Köprüleri kullanımına izin verilen araçların dışındaki 2. 3. 4. ve 5. sınıf araçlar ile Kimyasal ve Tehlikeli Madde Taşıyan araçların zorunlu olarak Yavuz Sultan Selim Köprüsünü kullanması gerekmektedir. Yavuz Sultan Selim Köprüsü'nü ise bütün araç sınıfları kullanabilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18591", "len_data": 4337, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.49 }
1089 (MLXXXIX) pazartesi günü başlayan bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18597", "len_data": 50, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 1.82 }
1110 (MCX) cumartesi günü başlayan bir yıldır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=18621", "len_data": 46, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 1.91 }