text
stringlengths 3
198k
| metadata
dict |
|---|---|
Büyük Britanya, İrlanda Adası'nın doğusunda yer alan, üzerinde İngiltere, Galler ve İskoçya'nın bulunduğu Birleşik Krallık'a bağlı ada. Büyük Britanya Adası, Britanya Adaları'nın en büyüğüdür.
Adanın yüzölçümü 209.331 km² dir. Kuzey-güney doğrultusunda uzun bir ada olan Büyük Britanya'nın batı kesimi genellikle dağlıktır. Ancak yükseklikler fazla değildir. İskoçya'da Ben Nevis Tepesi 1.340 m, Galler'de Snowdon Tepesi 1.084 m'dir. Bütün ada hafif tepelerle düzlükler hâlinde uzayan çayır ve ağaçlıklarla kaplı yeşil bir ülkedir. İklim batıdan gelen okyanus etkisiyle yumuşak ve nemlidir. Batı kesimi daha çok yağış alır. Yıllık yağışlar 700-1.200 mm arasında değişir. Mevsimler arası sıcaklık farkı da çok azdır (Londra'da ocak ayı ortalaması 5 °C, temmuz ayı ortalaması 16,7 °C). Adanın en geniş yeri 130 km'yi geçmediği için ırmaklar kısadır. En önemli ırmaklar Thames, Trene, Severn'dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4581",
"len_data": 894,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.57
}
|
Kırım'ın Mishor kasabasında destanlara konu olmuş, efsanevi Arzı Kız'ın (Mishor Kızı) öyküsüdür. Yolu buraya düşenler Mishor Kızı'nın sahilden 20-30 metre açıktaki bronz heykelini görebilir ve hemen karşısındaki dalgalı ve derin Karadeniz'e girebilme ayrıcalığını yaşayabilirler.
Efsane.
Mishor köyünde yaşayan Abiy Aga'nın biricik kızı dillere destan güzellikteki Arzı'nın pek çok taliplisi vardır. Kimsede gönlü olmayan Arzı Kız bir gün çeşme başında komşu köyden Emir Asan adlı yiğit bir delikanlı ile karşılaşır. Birbirlerine aşık olan iki genç, köydeki coşkulu nişan töreninin ardından düğün hazırlıklarında başlarlar.
Köyde pek sevilmeyen tüccar Ali Baba, bir gün çeşme başında Arzı Kızı görür ve güzeller güzeli Arzı'yı kaçırıp saraya satmayı, bu işten de büyük paralar kazanmayı planlar. Bu amaçla Arzı Kızı adım adım takip ettirmeye başlar.
Düğün günü gençler neşe içinde düğün hazırlıkları ile meşgulken Ali Baba ve adamları çeşme başındaki Arzı Kızı kaçırırlar ve tekneye bindirip yola koyulurlar. Arzı'nın çığlıklarını duyan Asan, Abiy Aga ve köy halkı çeşme başına geldiklerinde Arzı Kız'dan geriye sadece su testisi kalmıştır.
Mishor'dan kaçırılan Arzı Kız, İstanbul’da ağırlığınca altın karşılığında satılır ve sarayda padişahın huzuruna çıkarılır. Artık Arzı Kız için hasret ve hüzün dolu günler başlamıştır. Sarayda mutsuzdur ve memleketini, Kırım’ı özlemektedir. Vatan hasretine dayanamayan Arzı Kız bir gün sarayın denize bakan kulelerinden birine çıkıp kucağında minik oğlu ile birlikte kendini denize bırakır.
İşte o akşam, Arzı Kız kucağında yavrusu ile "Deniz Kızı" olup, Mishor'da çeşmenin başında kıyıya çıkar. Çeşme başında eski günleri düşünüp, geçmişi andıkan sonra, yürekten bir “Ah!..” çekerek kendini tekrar Karadeniz’in dalgalarına bırakır.
Ruslar Kırım’ı işgal ettikten sonra bu bölgeyi mülküne geçiren Prens Knyaz Yusupov bu efsaneden çok etkilenir ve destanda adı geçen sahile bir çeşme ve Arzı Kız ile Ali Baba’yı tasvir eden bir anıt inşa ettirir. Denizin ortasında da deniz kızına dönüşen Arzı Kızı kucağındaki oğluyla tasvir eden bronzdan bir heykel yaptırır. Heykel zamanla Karadeniz’in azgın dalgalarına dayanamayarak yıkılsa da bilahare yerine bronzdan bir heykel daha yapılmıştır.
Edebi Yönü.
Bu duygusal destansı hikâye, 1900’lü yılların başında Yusuf Bolat tarafından oyunlaştırıldı ve kısa zamanda Kırım Tatarlarının en meşhur tiyatro oyunlarından biri oldu. "Kırım Tatar Akademik Tiyatrosu" tarafından sahneye konan "Mishor Kızı Müzikali", 2002 senesinde Kırım Derneği Genel Merkezi tarafından organize edilen bir turne ile Türkiye'deki sanatseverlerin karşısına çıkmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4584",
"len_data": 2620,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.58
}
|
Eski Kırım (Kırım Tatarcası: Eski Qırım, Ukrayna dili: Старий Крим, Rusça: Старый Крым). Ukrayna'nın Kırım Özerk Cumhuriyeti'nin doğusunda yer alan tarihi bir küçük şehir. 2001 yılı nüfus istatistiklerine göre nüfusu 9,960'dır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4589",
"len_data": 227,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.23
}
|
Balaklava Muharebesi, 25 Ekim 1854'te meydana gelen, Kırım Savaşı sırasında Ruslar ile Kırım'ın Sivastopol kentini kuşatan Osmanlı Devleti - Birleşik Krallık - Fransız İmparatorluk ittifak kuvvetleri arasındaki muharebedir. İttifak kuvvetlerinin amacı Sivastopol'un limanı ve kalesini ele geçirmekti. Muharebenin bir tarafının bu üç değişik devlet tarafından oluşması, Alma Muharebesi'nde kazanılan ittifak zaferinin ardından meydana geldi.
İttifak kuvvetleri Sivastopol kentine uzun sürecek bir kuşatma yerine hızlı bir şekilde saldırmaya karar verdi. Lord Raglan komutası altındaki İngilizler ve Canrobert komutası altındaki Fransızlar, birliklerini limanın güneyine konuşlandırdı. İngilizler Balaklava'nın güney limanına doğru ilerlerken, Fransızlar batı kıyısındaki Kamieş'e girdi. Fakat bu pozisyon, İngilizlerin sağ kuşatma kanadını zayıflattı ve bu kanatta az asker vardı. Rus komutanı Liprandi, 25.000 askerini yanına alarak Balaklava civarındaki kuvvetlere saldırmaya hazırlandı, bunu yaparken İngilizlerle sağ kuşatma kanadının arasındaki bağı koparmayı umuyordu.
Rus İmparatorluğu'nun süvari birlikleri Osmanlı askerleri yenip Balaklava Limanı'na giden yolunu açtı. Rus süvarileri önleyebilecek güç olarak az sayıda Osmanlı askerler ve Kraliyet Deniz Piyadesi (Royal Marines)'nin dışında Colin Campbell komutasındaki 93. Piyade Alayı ("Sutherland Highlanders" Regiment of Foot) kalmıştır. Alay iki sütun halinde hattı oluşturup Rus süvarilerinin şiddetli saldırlarını geri çevirmeyi başardı. 93. Piyade Alayı askerlerinin kırmızı renkli üniformasından dolayı bu çarpışma "İnce Kırmızı Hat" adıyla anıldı.
"İnce Kırmızı Hat" tarafından geri çevirilen Rus süvari birliklerine bağlı 3500 atlı bu sefer James Yorke Scarlett komutasındaki ve 5. Dragoon Muhafız ile 6. Dragoon Muhafızı'ndan oluşturulan "Ağır Süvari Tugayı" (Heavy Cavalry Brigade)'na yöneldi. 600 atlıdan oluşan "Ağır Süvari Tugayı" Rus süvari birliklerine karşı saldırı düzenledi ve sayıca yaklaşık altı katı olan Rus süvarileri yendi.
Balaklava Muharebe sırasında bir Rus topçu taburuna karşı gerçekleştirilen ve fiyaskoyla sonuçlanan "Hafif Süvari Tugayı"nın saldırısı "Hafif Süvari Alayının Hücumu - Charge of The Light Brigade" ismiyle Tennyson tarafından şiirleştirilmiştir. 1881'de Rudyard Kipling eleştiri niteliğindeki "The Last of the Light Brigade" şiirini yazmıştır.
Charge of The Light Brigade (Hafif Süvari Tugayının Hücumu) şiirinin Türkçeye çevrilip uyarlanmış Hali şöyledir:
<poem>
Yarım fersah ilerde, yarım fersah ilerde,
Yarım fersah ilerde,
Hepsi Ölüm vadisinde
At koşturdu altıyüz.
“Hafif Tugay İleri!”
Dendi: “Toplara Saldırın!”
Ölüm vadisine
Koşturdu altıyüz.
“İleri, Hafif Tugay!”
Korkan bir tek kişi mi var?
Yok, bilse bile Asker
Hatasını birinin:
Onlara düşmez cevap vermek,
Onlara düşmez sormak neden,
Onlara düşer bir tek şey yapmak ve ölmek:
Ölüm vadisine
Koşturdu altıyüz.
Sağında top,
Solunda top
Önünde top
Gürledi yaylım ateş;
Fırtına gibi yağdı gülle ve mermi,
Koşturdu atını güzel ve yürekli,
İçine ölüm çenesinin
Ağzına cehennemin
Koşturdu altıyüz.
Parladı süvari kılıcı çıplak,
Parladı dönerken havada,
Kılıçtan geçirirken topçuları orada,
Saldırırken koskoca bir orduya, o sırada
Bütün dünya merakla bakıyordu:
Daldılar batarya-dumanlarının içerisine
Kırdılar doğruca hattın dibine;
Kazak ve Rus
Püskürdüler kılıç saldırısından geriye
Darmadağın olup ayrıldılar ikiye
Sonra atlarını sürdüler geriye, fakat
Altıyüz değil.
Sağında top
Solunda top
Ardında top
Gürledi yaylım ateş
Fırtına gibi yağdı gülle ve mermi,
Yere düşerken at ve kahraman
O kadar güzel dövüşen
Çenesinden geçip ölümün
Geri geldi cehennemin ağzından
Hepsi onlardan geri kalan
Gerisi altıyüz’ün.
Bütün dünya merak etti
Onların şanı ne zaman sönebilir?
Ne kadar çılgınca saldırdılar!
Şeref ver yapıkları saldırıya,
Şeref ver hafif Tugaya,
Soylu altıyüz.'
</poem>
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4592",
"len_data": 3851,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.51
}
|
Gözleve Muharebesi (Rusça: Штурм Евпатории), Kırım Savaşı'nın muharebelerinden biri. Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa komutasında Osmanlı Ordusu Kırım'ın Gözleve (bugünkü Evpatoriya)'deki istihkam noktasına saldıran Rus İmparatorluğu güçlerini ağır kayıplarla geri püskürttü.
Arka plan.
Önemli Tatar yerleşimlerinden Gözleve liman kenti, Kırım'ın güney batısındaki Kalamiş (Kalamitski) Körfezi kuzeyindedir. Gözleve'de Mimar Sinan'ın 1552'de yaptığı bir cami vardır. 1783'te Rusya İmparatorluğu'nun egemenliğine giren Gözleve'nin adı Eupatoria oldu. Liman, Kırım'a 14 Eylül 1854'te başlayan Müttefik çıkarmasındaki ilk kıyıbaşı oldu. İzleyen 50 günde Müttefikler Alma, Balıklava ve İnkirman'da Rus direnişini kırıp, Sivastopol'u kuşattılar. Bu süreçte Osmanlı askeri önemli bir rol almadı.
Deniz üstülüğünü yitiren Rus Karadeniz Filosu, Sivastopol limanı ağzında karaya oturtulmuştu. Müttefikler denizden rahatça ikmal yapıyorlardı. Dar yarımada kıstağı yakınındaki Gözleve ise, Rusların tek ikmal ve geri çekilme yolu üzerinde ciddi bir tehditti.
Askeri Güçler.
Gözleve savunmasını Serdar-ı Ekrem Ömer (Lütfi) Paşa komutasındaki Osmanlı güçleri üstlendi. Tuna boyundan alınan takviyelerle asker mevcudu 30.000'e, top sayısı 100'e ulaştı. Kara tarafı tahkim edilen Gözleve, bir kaleye dönüştü. Toplar, kuzeye doğru yarım çember oluşturan, yer yer taşla berkitilip hendekler ve engellerle korunmuş toprak metrislere yerleştirildi.
Kırım'daki Osmanlı kara gücü üç piyade ve bir süvari fırkası (tümen) ile, Ferik (Tümgeneral) Selim Paşa komutasında bir Mısır fırkasından kuruluydu. Bu gücün büyük bölümü Gözleve'deydi. Ferik Mehmet İskender Paşa (Leh kökenli Antoni Aleksander Iliński) komutasında 1. Fırka Tuna boyundan yeni gelmişti. İki livasından (tugay) biri Tevfik Paşa, diğeri (Behram Paşa adı ve rütbesi ile) Britanya asıllı Albay Cannon'un emri altındaydı. 2. Fırka komutanı Salih Paşa, 3. Fırka komutanı ise İsmail Paşa idi. Halil Paşa komutasındaki Osmanlı süvari fırkasından ise 400 atlı bir alay Gözleve'de ve Miralay (Albay) İskender Bey (Bkz. İskender Paşa) komutasındaydı.
Limanda dört buharlı İngiliz saff-ı harp gemisi (HMS Valorous, HMS Curacao, HMS Viper ve HMS Furious) ile, bir Fransız (Veloce) bir de Osmanlı buharlı firkateyni (Şehvar) demirliydi. Fransız buharlı saff-ı harp gemisi Henri IV bir süre önce fırtınadan liman doğusunda kuma oturmuştu. Gemide 100 denizci ve dört bölük piyade kalmış, Kaptan Fervel ve subayları Ömer Paşa'nın emrine verilmişti. Fransızlar savunma hattının ortalarındaki bir tepeciğe bir çeşit tabya yapıp buraya gemi topları yerleştirmişlerdi.
Rus güçleri ise Korgeneral Stepan Aleksandroviç Hrulev komutasında 6 piyade alayı, 2 süvari tugayı, 5 Kazak süvari birliği (sotniya) ve 108 toptan oluşuyordu.
Çarpışmanın Gelişimi.
Hrulev harekâtın baskın olacağını umuyor, Gözleve'de sadece 30 kadar top bulunduğunu, toplar susturulunca piyadenin fazla direnmeden kaleyi boşaltacağını varsayıyordu. Rus topçusu kuzeybatı'daki yassı tepelere sessizce gelip 16 Şubat gecesi taarruz hazırlık mevzilerini aldı. Piyade topların arasında sipere girdi. Sağda Tuna ve Poltava, merkezde Aleksopol ve Kremençuk alayları mevzilendi. Sol kanada Azak ve Podolya alayları yerleşti. Yunan gönüllülerden oluşan bir milis birliği de merkezde ihtiyattaydı. İki kanatta süvariler vardı.
Rus vurucu darbesinin, (Alman asıllı Tümgeneral Kridener komutasında) güçlü Azak alayının ve 76 topun mevzilendiği sol kanattan geleceği görülebilirdi ama 17 Şubat sabahı Gözleve'yi örten koyu sis, göz keşfine imkân vermiyordu.
Çatışmalar gün ağarırken Osmanlı savunmasının sağ kanadına yönelen bir ağır top ateşi ile başladı. Osmanlı topçusu hemen güçlü bir karşılık vererek bu kanattaki Podolya Avcı Taburlarını epey hırpaladı. Ardından metrisleri aşmak için merdivenlerle koşan Yunan Milisler ve Azak piyadesi aynı kanada peş peşe üç kez yüklendilerse de kale önündeki engelleri aşamadılar. Saldırı kolları Osmanlı topçu ateşi ve zaman zaman İngiliz savaş gemisi Viper'dan atılan Congreve fişekleri ile sarsıldı. Ancak Rus hücumunu asıl kıran, yer yer süngü takıp karşı hücuma kalkan piyade ile geri çekilen Rus kollarını yanlardan vuran süvari birlikleri oldu. Piyade çarpışmalarında Mısırlı komutan Selim Paşa ile Miralay Rüstem bey şehit düştüler.
Dört saat süren çatışmalarda Ruslar 2.500 kadar yaralı ve ölü kayıp verip geri çekildiler. Kale'nin kaybı sadece 350 askerdi.
Sonuçları.
1855'te Kırım harp sahnesinde Sivasopol dışındaki tek önemli askerî harekât olan Gözleve çarpışması gerçek bir stratejik dönüm noktası oldu. Ruslar kaleye bir daha saldırmaya cesaret edemediler. Osmanlı savunmasıyla Müttefik elinde kalmaya devam eden Gözleve kalesi, Kırım kıstağı için tehdit olmaya devam etti. Böylece Rusların Kırım'da güçlü bir kara ordusu tutup müttefik kuşatmasını kırma ya da tehdit etme umutları da fiilen yok oldu. Çarpışmadan birkaç gün sonra Rus Çarı'nın öldüğü haberi geldi.
Gözleve'de Osmanlı Ordusu (Silistre'den sonra) ikinci önemli savunma zaferini kazanmış oldu. Müttefiklerin gözünde Osmanlı askerinin ve Ömer Paşa'nın prestiji büyük ölçüde yükseldi. Ayrıca Osmanlı yüksek rütbeli askerleri bu savaşta Osmanlı askerî gücüne yeni manevralar yaptırmış, önündeki 50 yıl boyunca bu taktik ve düzene sadık kalmıştır.
Tuna ve Kırım cephelerinde başarı ümidi kalmayan Rusya doğuya, Kars'a yöneldi. Savunması bir İngiliz Albayına bırakılan Kars kalesi Rus kuşatmasına epey direndikten sonra 26 Kasım 1855'te teslim olacaktır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4593",
"len_data": 5448,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.53
}
|
Volkswagen, Almanya'da, 1937 yılında tek model halk tipi otomobil üretimi için Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi lideri yani Adolf Hitler tarafından Alman Otomotiv Birliğine kurdurulan otomobil firması. Şirketin adı, Almancada "halkın arabası" anlamına gelmektedir. Volkswagen AG bünyesinde hizmet verir. Brezilya'daki fabrikalarında VW Titan Tractor adıyla kamyon üretimine başlamıştır. Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki fabrikasında Volksbus adıyla otobüs üretmektedir. 1967'den beri Brezilya Sao Bernardo Campo fabrikasında üretilen Combi modeli, çağdaş güvenlik şartlarına uyum sağlayamadığı için Temmuz 2013'te üretimi durdurulmuştur. Volkswagen ABD'de aldığı ceza için slogan olarak "Volkswagen (Halkın Arabası)"i 2014 yazından beri kullanmaktadır.
Tarihçe.
Volkswagen aslen Alman Emek Cephesi (Deutsche Arbeitsfront) tarafından 1937 yılında kuruldu. 1940'tan sonra Alman savaş gücünü arttırmak için harekete geçirilen Volkswagenwerk (Wolfsburg), kara ve hava taşıtlarının, özellikle uzun menzilli V-1 ve V-2 güdümlü füzelerin yapımı için sanayi gücünü ordunun emrine verdi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Volkswagen'in denetimini, Milli İktisat Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Federal Almanya Cumhuriyeti, Aşağı Saksonya Hükumeti, fabrika yönetici ve personeli temsilcilerinden kurulu on beş kişilik bir kurul üzerine aldı. Volkswagen "biz teknoloji üretiriz, diğerleri uygular" sloganını doğrularcasına dünyanın ilk hava soğutmalı motor sistemini üretti. Bunun nedeni su soğutmalı motorların II. Dünya Savaşı sırasında Rusya'nın sert iklimine dayanamayıp zarar görmesinden kaynaklanır. 1948'de Heinz Nordhoff (Berlin-Charlottenburg Politeknik okulu mühendisi, doğ. 1899) tarafından yeniden teşkilatlandırılan Volkswagenwerk, 1950'den sonra başlangıçtaki üretim kapasitesine ulaştı. 1953'te Batı Almanya'nın en çok otomobil üreten fabrikası haline geldi. Volkswagen, Adolf Hitler'in Alman halkını otomobil sahibi yapmak için yaptığı en geniş kapsamlı proje olarak kabul ediliyor.
1980'li yıllarda Volkswagen.
Volkswagen, 1980'li yıllarda dünya çapında genişleme hedefine ulaşmak için çalışmalara hız verdi. Uluslararası alanda faaliyete girişmeden önce kendi ürün çeşitlerini tamamen modernleştiren şirket, yeniden Avrupa'nın 1 numaralı markası olma yolunda kararlı adımlarla ilerledi. Markanın en başarılı modeli olan Golf'ün yanı sıra Polo ve onun sedan versiyonu Derby, sportif coupé modeli Scirocco, orta sınıf otomobili Passat ve Eylül 1981'de, Passat'ın sedan versiyonu olarak tanıtılan Santana modeli bulunuyordu. Efsanevi Beetle'ın üretimi, Meksika'da ve yeni yapılan bir anlaşmayla Mısır'da devam etmekteydi. Bu modelin toplam üretim sayısı, 15 Mayıs 1981 günü 20 milyon adede ulaştı. Sıra, en çok talep gören modelin, yani Golf'ün yenilenmesine gelmişti ve ikinci nesil Golf, birinci nesil gibi büyük bir ilgiyle karşılandı. Benzinli ve dizel motorların yanı sıra yeni Golf'ün bir de çevre kirlenmesini önleyen katalitik egzoz sistemli motor seçeneği vardı. Çevreye duyarlı emisyon sistemi, zamanla yaygınlaşıp tüm modelleri kapsayacaktı.
Genç bireyler arasında çok popüler olan "GTI" modeline yüksek performanslı 16 supaplı bir motor, Mayıs 1985'te ilave edildi. Bu modelin uluslararası otomobil sporundaki başarıları kısa zamanda gündeme gelmeye başlamıştı ve 1986'da Grup A Dünya Ralli Şampiyonu oldu.
23 Mart 1987 günü üretim bandından inen beyaz bir Golf CL modeliyle Volkswagen, hiçbir markanın kıramadığı bir rekora imza attı: Bu modelle Volkswagen, dünya çapında ürettiği 50 milyonuncu otomobilini üretim bandından indirdi. Ve böylece Golf, sadece Almanya'nın değil, artık bütün Avrupa'nın en çok beğenilen otomobili olmuştu. Bir yıl sonra, yani 8 Haziran 1988'de, Golf'ün toplam üretim adedi 10 milyona ulaştı. 4 Temmuz 1989'da ise emektar Wolfsburg fabrikasından 25 milyonuncu adet, üretim bandından indi. Bütün bu rekorlar birbiri ardına devam ederken, otomobil pazarındaki yerini sağlamlaştıran Volkswagen, kendini 1990'lı yılların getireceği daha da çetin bir rekabete hazırlıyordu.
1990'lı yıllarda Volkswagen.
1990’lı yıllar, Volkswagen için diğer otomobil markalarına kıyasla yenilikçi bir dönem olmuştur. Bu dönemde Japonya ve Güney Kore merkezli otomobil üreticilerinin Avrupa, Amerika ve diğer küresel pazarlara agresif bir şekilde giriş yapması, Volkswagen'in daha stratejik adımlar atmasını zorunlu kılmıştır. Şirket, 1990’lı yılların başında Golf MK2 modeli ile önemli bir popülarite kazanmış ve yüksek kar marjları elde etmiştir. Aynı dönemde, D segmentine hitap eden Passat modeli de geliştirilmeye devam etmiş ve ürün yelpazesinde önemli bir yer tutmuştur. On yılın sonuna gelindiğinde Volkswagen, milenyum çağına yönelik olarak yenilenmiş Golf ve Passat modellerini tanıtmış ve bu modellerin satışına 2000 yılı öncesinde başlamıştır. Ayrıca şirket, B segmenti otomobillere yönelmiş; Polo modeliyle bu pazardaki payını artırmayı hedeflemiş ve bu doğrultuda önemli başarılar elde etmiştir.
Volkswagen tasarım modelleri.
1980’li yıllarla birlikte Volkswagen, geleceğin otomotiv teknolojilerine yön verecek yeni model tasarımlarını hayata geçirmeye yönelik stratejik bir hamle başlatmıştır. Şirketin araştırma ve geliştirme faaliyetleri kapsamında yürütülen bu çalışmalar için 9.000 metrekarelik ofis ve laboratuvar alanı ile 6.000 metrekarelik atölye ve deney sahası ayrılmıştır. Bu birimlerde; artırılmış konfor, yüksek hızda güvenlik ve çevre kirliliği gibi konular detaylı biçimde ele alınmıştır. Bu doğrultuda geliştirilen ilk konsept araç, AUTO 2000 projesi olmuştur. Ardından, hız testlerinde kullanılan IRVW II modelini takiben, çarpıcı tasarımıyla öne çıkan IRVW 4-Futura konsept aracı geliştirilmiştir. Bu modelin taşıdığı özellikler arasında martı kanadı gibi açılan geniş yan kapılar, ABS fren sisteminin yanı sıra otomatik park etme sistemi de vardır. Bu nedenle de hem ön, hem de arka lastikleri yön değiştirebiliyordu.
İlk otomobilleri, Hitler'in her Alman ailesini bir otomobil sahibi yapma düşüncesi doğrultusunda, Porsche firması tarafından tasarlanıp üretilmeye başlanan, oldukça ekonomik ve kullanışlı olan, Türkiye'de ""kaplumbağa" ya da "tosbağa"" olarak bilinen (İngilizcede "Beetle", yani "böcek") modeliyle Volkswagen'in ünü tüm dünyaya yayıldı. Tüm dünyada 20 milyondan fazla üretilmiş olan bu modelin üretimi 2003 yılına kadar devam etti. Aynı modelin günümüze uyarlanmış yeni versiyonu olan New Beetle ise 1999 yılında piyasaya sürüldü. Volkswagen, bugün birçok modeliyle dünya pazarında söz sahibi olan önemli bir otomobil firmasıdır.
Şu sıralar, TSI kodlu yeni motorunu Polo, Golf,Jetta, Scirocco modellerine monte edip satışa sürmektedir. Bu motor, 1.4 litre hacme sahip olup 160 beygir (170 beygir ve 140 beygir güç üreten sürümleri üretimden kaldırılıp, 125 beygir ve 150 beygirlik modeller ile değiştirilmiştir.) güç üretebilmektedir.
Uluslararası başarılar.
Volkswagen'i 1980'li yıllara hazırlayan Toni Schmücker, 1981'in sonuna doğru şirketin idaresini Dr. Carl Hahn'a bıraktı. Otomotiv dünyasının globalleşme sürecine girdiği bu dönemde Dr. Hahn'ın liderliğinde birçok gelişmelere imza atıldı. Bunlardan en önemlisi Çin'de Volkswagen Santana modelinin üretimine başlamak olmuştu. Bakir sayılan bu pazarda Volkswagen, bugün hâlen güçlü pozisyonda öncülüğünü devam ettirmektedir. Hahn döneminin ikinci büyük anlaşması ise İspanyol Seat markası ile yapıldı. Önceleri teknik işbirliği ile başlayan ilişkiler, sonraları FIAT'ın çekilmesiyle tam bir devir teslimle sonuçlandı. Volkswagen yönetimi altında SEAT'ta gelişmeler hızla ilerledi. Diğer taraftan Güney Amerika ülkelerine araç temin etmek için % 51 Volkswagen hissesiyle güçlü bir kuruluş olan AUTOLATINA kuruldu. Ünlü Berlin Duvarı henüz yıkılmamıştı ama Volkswagen yetkilileri Almanya'nın doğu kesimindeki otomotiv kuruluşlarıyla görüşmeleri başlatmışlardı. Dünya, yeni bir dönemin eşiğindeydi ve Volkswagen yönetimi de bunun bilinciyle gelişmeleri izliyordu.
Ayrıca bakınız.
Volkswagen Derby
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4597",
"len_data": 7917,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.4
}
|
San Marino veya resmî adıyla San Marino Cumhuriyeti (), Güney Avrupa'da İtalya Yarımadası içerisinde Apenin Dağları'nın bir tepesindeki küçük bir ülkedir. Hiçbir denize kıyısı olmayan ülke, Avrupa'nın altı mikrodevletindendir ve etrafı İtalya toprakları ile çevrilidir.
Dünyanın süregelen en eski devletlerinden biri olan San Marino, Roma İmparatoru Diocletianus'un Hristiyanlara işkence etmesi üzerine 3 Eylül 301 tarihinde Dalmaçyalı Hristiyan bir taş ustası olan Marinus tarafından kurulmuştur.
61,2 km²'lik yüzölçümüne sahip olan ülke dünyanın en geniş 220. ülkesidir ve dünya alanının %0,01'inden daha azını kaplar.
Tarih.
Kuruluş.
Dünyanın en eski ülkelerinden biri olan ve en eski cumhuriyeti olan San Marino, 3 Eylül 301 tarihinde Roma İmparatoru Diocletianus'un Hristiyanlara karşı uyguladığı işkenceden kaçan Hristiyan bir taş ustası Dalmaçyalı Marinus ve çevresine toplananlar tarafından kurulmuştur.
Yeni Çağ.
Ülke tarihi boyunca genel olarak barış içinde yaşadı. Kent IX. yüzyılda özerklik kazandı, ardından San Marino XIII. yüzyılda Cumhuriyet oldu. 1503 yılında bir süre Cesare Borgia tarafından işgal edildi. 1739 yılında Papa XII. Clemens'in emriyle bir süre Papalık ordusu tarafından işgal edildi. 1815 yılında toplanan Viyana Kongresi, San Marino'yu bir devlet olarak tanımaya devam etti. San Marino Giuseppe Garibaldi'nin çabalarıyla gerçekleşen İtalya'nın Birleşmesine katılmadı.
Yakın Çağ.
I. Dünya Savaşı sırasında İtilaf Devletleri arasında yer alan ülke, İttifak Devletleri'ne savaş ilan etti. Savaş bitiminde Türkiye'de Cumhuriyet kurulduğu zaman tüm ülkeler ile anlaşma yapmış olmasına rağmen San Marino ile anlaşma yapmamıştır.
San Marino, 1923'ten 1943'e kadar San Marino Faşist Partisi (PSK) egemenliği altında idi. Yanlışlıkla 17 Eylül 1940 tarihinde İngiltere'ye savaş ilan edilmesine rağmen, II. Dünya Savaşı sırasında San Marino tarafsız kaldı. İtalya'da Benito Mussolini'nin düşmesinden sonra, başa gelen yeni hükûmet çatışmada tarafsızlığını ilan etti. Ülke İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri tarafından 26 Haziran 1944 tarihinde bombalandı. En az 35 kişi operasyonda öldürüldü. Müttefik kuvvetler Gotik Hattına gittiğinde, San Marino'lu binlerce sivil mülteciyi kabul etti. Eylül 1944'te, San Marino Alman kuvvetleri tarafından işgal edildi. Sonra Müttefik güçler tarafından saldırıya uğradı. Müttefik birlikler kısa bir süre sonra ülkeden çekildi. San Marino II. Dünya Savaşı'ndan sonra 1945-1957 yılları arasında Komünist Parti ile Sosyalist Parti tarafından kurulan bir koalisyon hükûmeti tarafından yönetildi. Böylece, Batı Avrupa'da Komünistler tarafından yönetilen ilk ülke olma niteliğini kazandı.
Demografi.
Yaklaşık 33.000 kişilik ülke nüfusunun 2.000-2.500 kadarı yabancıdır ve yabancıların büyük kısmını İtalyanlar oluşturur. Yaklaşık 40.000 kadar San Marinolu da yurt dışında özellikle de İtalya'da yaşar. San Marino'da konuşulan dil İtalyancanın Emilia-Romagna lehçesidir. Halkın çoğu Roma Katolik Kilisesi'ne bağlıdır.
Coğrafya.
San Marino, tamamı İtalya toprakları içerisindeki Emilia-Romagna ve Marche bölgeleri arasında yer alan bir ülkedir. Adriyatik Denizi kıyısından 20 kilometre batıda bulunan
ülkenin tek komşusu dört yanını çevreleyen İtalya Cumhuriyeti'dir. Başkenti Monte Titano üzerindeki San Marino şehridir. Avrupa'da Vatikan ve Monako'dan sonra en küçük ülkedir.
Yüzölçümü.
San Marino'nun yüzölçümü 61.2 km²'dir. Fakat San Marino'nunun ülkesi dışında toprakları vardır. 1.si: İtalya'nın San Marino'ya 90 km uzaklıkta Imola'da bulunan San Marino Grand Prix'i hem San Marino Hükûmeti'ne, hem de İtalya Hükümeti'ne bağlıdır. Bu Grand Prix 3,1 mil² büyüklüğündedir. 2.si: İtalya'nın Rimini kentinde bulunan ve San Marino'ya 16 km uzaklıkta olan Federico Fellini Uluslararası Havalimanı da hem San Marino Hükûmeti'ne, hem de İtalya Hükümeti'ne bağlıdır. Bu Havalimanın büyüklüğü de 1,85 mil² 'dir.
San Marino toprakları dışındaki 4.95 mil karelik bu iki bölge de hesaba katıldığında, toplam yüzölçümü 43.05 mil kare olarak elde edilir.
İklim.
Ülkede İtalya Yarımadasının kuzey yarısında egemen olan ılıman dönencealtı iklim etkilidir. San Marino'nun iklim ve hava durumu bilgileri hakkında bilgi toplayıp yaymak üzere bir kurumları vardır.
Ekonomi.
San Marino Avrupa Birliği'ne üye olmamasına rağmen para birimi olarak Euro'yu kullanır. Euro'dan önce İtalyan lireti ve San Marino lirası'nı kullanan ülke Avro'nun Avrupa Birliği'nin resmi para birimi olması ve bu nedenle İtalyan lireti'nin tedavülden kalkmasıyla İtalya ile birlikte Avro'ya geçmiştir.
Ülke, Gayri safi yurt içi hasılasındaki en önemli pay %50 ile turizmdir. 1997 yılında 3.3 milyon kişi ülkeyi ziyaret etmiştir. San Marino'yu her yıl 3 milyon'dan fazla insan ziyaret etmektedir. Geri kalan %50'lik bölümü ise bankacılık, elektronik ve seramikçilik gibi ekonomik etkinliklere aittir. San Marino nüfusunun önemli bir kısmı tarımla uğraşmaktadır. Ülke tarım sektöründe en çok peynir ve şarap üretir.
San Marino'nun bastırdığı pullar filatelistler ve pul koleksiyoncuları tarafından rağbet görür. Ülke Küçük Avrupa Posta Birliği'ne üyedir.
Turizm.
Her yıl milyonlarca insanın ziyaret ettiği San Marino, bir ovanın ortasında yükselen büyük bir kayanın üzerine kurulmuştur.
Orta Çağ Burçları, San Francesco Kilisesi, Aziz Marino'nun kutsal eşyalarının sergilendiği bazilika ve hükûmet konağı San Marino'nun görülmeye değer tarihi birer dekorunu oluştururlar.
Politika.
San Marino çok partili temsili demokrasi ile yönetilen bir demokratik cumhuriyettir. Yürütmeyle ilgili güç, hükûmet tarafından uygulanır. Yasamaya ilişkin güç, hem hükûmet ve görkemli ve genel konseyde kullanılır.
Adliye, yönetici ve yasama organından bağımsızdır. Ülke Avrupa'nın en eski anayasası olan 1600 tarihli bir anayasa'ya sahiptir. Yürütme görevini iki yüzbaşı üstlenmiştir. Bu yüzbaşı'lar her 6 ayda bir yapılan seçimlerle yenilenmektedir. Yüzbaşı seçimleri Büyük Konsey'de gerçekleşir. Büyük Konsey'in 60 üyesi 5 yıl için serbest seçimlerle işbaşına gelmektedir. Dünyada yürütme erkinin bu sıklıkla değiştirildiği bir başka ülke yoktur.
San Marino 9 idari bölgeye ayrılmıştır. Her bölgenin kendi yerel konseyi vardır. Birçok akademisyene göre San Marino gerçek Demokrasi'nin uygulandığı tek ülkedir.
Kültür.
Monte Titano üzerinde bulunan San Marino'nun Üç Kalesi ülkenin simgelerinden olup hem ülke bayrağı hem de armasında bulunur. Bu kalelerde üretilen çikolata ve kek oldukça ünlüdür.
Spor.
Ülkenin tek millî takımı olan spor alanı futboldur. Ülkedeki futbol kulüpleri San Marino Futbol Federasyonu çatısı altında birleşir. Yaklaşık on beş takım San Marino Şampiyonası'nda birincilik için yarışır. San Marino Calcio adında bir kulüp de İtalya Futbol Federasyonuna bağlı olarak Serie C2 liginde oynamaktadır.
San Marino millî futbol takımı ilk gayriresmî maçını 1986 yılında Kanada Olimpiyat Takımı ile yapmış ve 1-0 yenilmiştir. İlk resmi maçını 14 Kasım 1990 tarihinde Avrupa Futbol Şampiyonası için İsviçre ile yapan San Marino bu maçta 4-0 yenilmiştir. San Marino millî futbol takımı toplam 202 maça çıkmış ve bunlardan sadece birinde galip gelebilmiştir. Bu galibiyetini ise 28 Nisan 2004'te Lihtenştayn karşısında tek golle kazanmıştır.
Ülkede ikinci önemli spor olan Formula 1, dünyaca ünlü San Marino Grand Prix'i de yapılmaktaydı. Fakat bu yarış San Marino sınırlarında değil, İtalya'nın İmola kentinde yapılmaktaydı. FIA'nın "aynı ülkede bir sezonda iki yarış olmaz" kuralını delmek için San Marino düzenliyor gibi yapılmıştır. 2007 Formula 1 sezonu'nda pist yarışa dahil olmamıştır.
Mutfak.
San Marino mutfağı, İtalyan mutfağı ile kuvvetli bir benzerlik taşır. Özellikle arasında bulunduğu Emilia-Romagna ve Marche bölgelerinin mutfağına benzeyen San Marino mutfağının en özgün yemeği San Marino'nun Üç Kulesi'nde üretilen çikolatalı keklerdir. Ayrıca ülkede küçük bir şarap endüstrisi vardır.
Ordu ve Polis.
San Marino ordusu dünyanın en küçük ordularından biridir ve o yüzdendir ki ülkenin toplamda gönüllülerden oluşan 225 kişilik bir askerî gücü bulunmaktadır. Törensel vazifeler, sınırları devriye gezmek, hükûmet binalarında bekçilik yapmak, büyük suçlarda suçluları polise teslim etmede polise yardım etmek ve ülkeyi savunmak bu ordunun görevidir. Ayrıca San Marino'da personel sayısı yaklaşık 700 kişi olan bir Polis Teşkilatı bulunmaktadır.
Ulaşım.
Ülke 61,2 km²lik bir alan kaplamasına rağmen 290 kilometrelik bir karayolu ağı vardır ve bunun büyük kısmı otoyol niteliğindedir. San Marino'nun plakalarda kullandığı kod "RSM"'dir.
Ülkeye giriş çıkışların büyük kısmı karayolu ile yapılsa da ülkede Federico Fellini Uluslararası Havalimanı adında bir havalimanı da vardır ve birçok Avrupa ülkesinin büyük kentlerinden San Marino'ya direkt seferleri vardır.
Ülkenin denize kıyısı olmadığı için limanı da yoktur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4598",
"len_data": 8732,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.43
}
|
Ay, Dünya'nın tek doğal uydusu ve Güneş Sistemi içindeki beşinci büyük doğal uydudur. Dünya ile Ay arasında ortalama merkezden merkeze uzaklık 384.403 km, yani Dünya'nın çapının yaklaşık otuz katı kadardır. Jeofiziksel açıdan Ay, gezegen kütleli gök cismi veya uydu gezegendir. Kütlesi, Dünya'nın kütlesinin %1,2'si ve çapı ile Dünya'nın yaklaşık dörtte biri kadardır. Yüzeyinde kütleçekim etkisi yerçekiminin yaklaşık %17'sidir. Ay, Dünya'nın yörüngesinde bir turunu 27 gün 7 saatte tamamlar. Dünya, Ay ve Güneş geometrisinde görülen periyodik değişimler sonucunda her 29,5 günde tekrar eden Ay'ın evreleri oluşur.
Ay, insanların üzerine iniş yaparak yürüdükleri gökcismidir. Yer çekiminden kurtulup uzaya çıkan ve Ay'ın yakınından geçen ilk yapay nesne Sovyetler Birliği'nin Luna 1 uydusudur. Ay yüzeyine çarpan ilk insan yapısı nesne Luna 2 uydusudur. Normalde görünmeyen Ay'ın öteki yüzünün ilk fotoğraflarını ise Luna 3 uydusu çekmiştir. Bu üç uydu da 1959 yılında uzaya fırlatılmıştır. Ay yüzeyine ilk yumuşak iniş yapabilen uzay aracı Luna 9 ve Ay yörüngesine giren ilk insansız uzay aracı da Luna 10'dur. Bu iki uydu da 1966'da uzaya fırlatılmıştır. ABD'nin Apollo programı 1969 ve 1972 yılları arasında altı başarılı inişle, günümüze kadar insanlı görevleri başaran tek uzay programıdır. Ay'ın doğrudan insanlar tarafından incelenmesine Apollo programının bitişiyle son verilmiştir.
En yaygın olarak kabul edilen köken açıklaması, Ay'ın 4,51 milyar yıl önce, (Dünya'dan kısa bir süre sonra) Dünya ile Theia adlı Mars büyüklüğündeki varsayımsal bir cisim arasındaki dev çarpışma enkazından oluştuğunu ileri sürer. Sonrasında Dünya ile gelgit etkileşimi nedeniyle daha uzak bir yörüngeye çekildi. Ay'ın yakın tarafı parlak ve eski kabuksal yüksek dağlar ile, göze çarpan darbe kraterileri arasındaki boşlukları dolduran koyu volkanik maria "karanlık denizler" ile dikkat çekicidir. Büyük çarpışma havzaları ve karanlık yüzeylerinin mare çoğu yaklaşık üç milyar yıl önce Imbrian döneminin sonuna kadar yerindeydi. Ay yüzeyi nispeten yansıtıcı değildir, yansıma derecesi aşınmış asfaltdan biraz daha parlaktır. Ancak, açısal çapı büyük olduğu için dolunayda gece gökteki en parlak gök cismi olur. Ay'ın görünen boyutu Güneş'inkiyle hemen hemen aynıdır, bu ise tam güneş tutulması esnasında Güneş'i neredeyse tamamen kaplamasına neden olur, Aya ilk ayak basan insan Neil Armstorg"' dur"
Etimoloji.
Türk Dil Kurumu kelimenin Türkçe olduğunu söyler. Büyük harfle yazıldığını belirtir.
Ay yüzeyi.
Ay'ın iki yüzü.
Ay, Dünya'nın yörüngesinde eş zamanlı olarak hareket eder, yani her zaman aynı yüzü Dünya'ya dönüktür. Ay'ın oluşumunun başlarında dönüşü yavaşladı ve Dünya'nın kütlesi nedeniyle oluşan gelgit deformasyonlarına bağlı sürtünme etkilerinin sonucu olarak günümüzdeki konumunda kilitlendi.
Çok uzun zaman önceleri Ay daha hızlı dönerken, gelgit tümseği Dünya-Ay hattının önünde dönüyordu. Çünkü gelgit tümsekleri yeteri kadar hızlı olarak Dünya ile aynı hatta gelemiyordu. Bu hattın dışına çıkan tümsek nedeniyle oluşan tork Ay'ın dönüşünü yavaşlattı. Ay'ın dönüşü yörünge hızına denk gelecek kadar yavaşladığında gelgit tümseği Dünya'nın tam karşısına geldi ve bu nedenle tork ortadan kayboldu. İşte bu nedenden ötürü Ay, Dünya yörüngesinde döndüğü hızla kendi çevresinde de döner ve Dünya'dan her zaman Ay'ın aynı yüzü görünür.
Ay'ın göründüğü açının küçük değişimleri (Ay sallantısı) nedeniyle Ay yüzeyinin %59'u görünür.
Ay'ın Dünya'ya karşı olan yüzünden Ay'ın görünen yüzü, diğer tarafına da Ay'ın öteki yüzü denir. Öteki yüz Ay'ın karanlık yüzü ile karıştırılmamalıdır. Ay'ın karanlık yüzü herhangi bir anda Güneş tarafından aydınlatılmayan yarıküresidir. Ayda bir kere bu yüz yeniay safhasına Ay'ın görünen yüzü olur. Ay'ın öteki yüzü ilk olarak 1959'da Sovyet uzay sondası Luna 3 tarafından fotoğraflandı. Ay'ın öteki yüzünün ayırt edici özelliklerinden biri Ay denizi (Latince: ("mare", çoğulu "maria") adı verilen düzlüklerin hemen hemen hiç olmamasıdır.
Ay denizleri.
Çıplak gözle rahatlıkla görünebilen Ay yüzeyinde bulunan karanlık Ay düzlüklerine Ay denizi denir. Çünkü antik dönem gök bilimcileri bunların suyla dolu olduklarını zannediyordu. Günümüzde bunların katılaşmış bazalt olduğu bilinmektedir. Bazaltı oluşturan lav, Ay yüzüne göktaşları ve kuyruklu yıldızların çarpması sonucu oluşan krater düzlüklerini doldurmuş ve katılaşarak bu bazaltı oluşturmuştur (Oceanus Procellarum krater düzlüğü değildir ve bu kurala önemli bir istisna oluşturur.) Ay denizleri hemen hemen yalnızca Ay'ın görünen yüzünde bulunur. Ay'ın öteki yüzünün yalnızca %2'sinde birkaç dağılmış küçük düzlük bulunur. Ayın görünen yüzündeyse bu oran %31'dir. Bu farklılığın en akla yatkın açıklaması, "Lunar Prospector" uzay sondasının gamma ışını spektrometresi ile elde edilen jeokimyasal haritalarda gösterildiği üzere Ay'ın görünen yüzünde ısı üreten elementlerin daha yüksek konsantrasyonda bulunmasıdır. Kalkan tipi yanardağlar ve kubbemsi dağlar görünen yüz üzerindeki Ay denizlerinde rastlanan özelliklerdir.
Ay dağları.
Ay yüzeyinde görünen açık renkli bölgelere Ay dağları (Latince: "terrae" (çoğul), "terra" (tekil)) denir; çünkü Ay denizlerinden daha yüksektirler. Ay'ın görünen yüzünde, içleri bazalt ile dolu olan kraterlerin çevresinde birçok dağ sırasına rastlanır. Bunların kraterlerin çevrelerinde oluşan yükseltilerin kalıntıları olduğu düşünülmektedir. Dünya'da karşılaşılan oluşumun aksine, başlıca Ay dağlarının hiçbirinin tektonik etkinlikler sonucu oluşmadığına inanılmaktadır.
1994 yılında gerçekleştirilen Clementine görevinden alınan görsellerde Ay'ın kuzey kutbunda bulunan 73 km genişliğindeki Peary kraterinin çevresindeki dört dağlık bölgenin tüm Ay günü boyunca günışığı aldığı görülmüştür. Günışığının sürekli aydınlatığı bu bölgeler, Ay'ın tutulum düzlemine olan oldukça küçük eksenel eğikliği nedeniyle mümkündür. Güney kutbunda benzer bölgelere rastlanmamıştır; ancak Shackleton krateri Ay gününün %80'i boyunca gün ışığı altındadır. Ay'ın küçük eksenel eğikliğinin bir başka sonucu da kutup bölgesinde kraterlerin dibinde sürekli gölgede kalan bölgeler olmasıdır.
Kraterler.
Ay'ın yüzeyinde gökcisimlerinin çarpması sonucu oluşan birçok krater bulunur. Çapı 1 km'den büyük yaklaşık yarım milyon krater Ay yüzeyine göktaşlarının ve kuyruklu yıldızların çarpması sonucu oluşmuştur. Kraterler hemen hemen sabit bir oranla oluştuğu için birim alanda bulunan krater sayısı yüzeyin yaşını tahmin etmek için kullanılabilir. Atmosferin, hava olaylarının ve yakın geçmişte jeolojik etkinliklerin olmaması sayesinde bu kraterler, Dünya'dakilerin aksine oldukça iyi korunmuştur.
Ay yüzeyinin ve Güneş Sistemi'nin bilinen en büyük krateri Güney Kutbu - Aitken düzlüğüdür. Bu çarpma havzası Ay'ın öteki yüzünde Güney Kutbu ile ekvator arasında yer alır; 2240 km çapında ve 13 km derinliğindedir. Ay'ın görünen yüzünde başlıca kraterler Mare Imbrium, Mare Serenitatis, Mare Crisium ve Mare Nectaris'tir.
Regolit.
Aykabuğunun üzerinde regolit adı verilen taş ve tozdan oluşan bir tabaka bulunur. Yüzeye çarpan gökcisimleri nedeniyle oluşan regolit eski yüzeylerde yeni yüzeylere nazaran daha kalındır. Özel olarak regolitin kalınlığının denizlerde 3-5 metre, daha eski yayla bölgelerinde ise 10-20 metre arasında değiştiği tahmin edilmektedir. Çok ince toz hâlinde bulunan regolit tabakasının altında onlarca kilometre kalınlığında oldukça parçalanmış kayalardan oluşan "megaregolit" tabakası bulunur.
Su varlığı.
Ay yüzeyine sürekli çarpan göktaşları ve kuyrukluyıldızlar nedeniyle küçük miktarlarda su büyük olasılıkla yüzeye eklenmiştir. Bu durumda günışığı suyu elementlerine yani hidrojen ve oksijen ayıracak, bunlar da Ay'ın zayıf kütleçekimi nedeniyle zamanla yüzeyden kaçacaktır. Ancak Ay'ın dönme ekseninin tutulum düzlemine yalnızca 1,5° gibi çok küçük bir eğiklik yapması nedeniyle kutuplar yakınında bulunan bazı derin kraterler hiçbir zaman doğrudan günışığı almadığından ve sürekli gölgede kaldığından buraya düşen su molekülleri uzun zaman süreleri boyunca kararlılığını koruyacak.
Clementine görevi güney kutbunda gölgede kalmış böyle kraterleri haritalandırdı, ve bilgisayar simülasyonları yaklaşık 14.000 km² kadar bir bölgenin sürekli gölgede kaldığını göstermektedir. Clementine görevinin bistatik radar deneyi küçük donmuş su ceplerine işaret eder ve "Lunar Prospector" görevinden gelen bilgiler kutup bölgeleri yakınlarında regolitin üst bölümlerinde aşırı derecede yüksek hidrojen konsantrasyonlarını gösterir. Toplam su buzu miktarının bir kilometre küp olduğu tahmin edilmektedir.
Su buzu kazılarak toplanabilir ve nükleer jeneratörler ya da güneş panelleriyle donatılmış elektrik santralleri tarafından hidrojen ve oksijene ayrılabilir. Ay üzerinde kullanılabilecek miktarda su bulunması, Ay'ı yaşanılabilir kılmak için önemlidir çünkü Dünya'dan su taşımak mümkün olamayacak kadar pahalı olacaktır. Ancak son zamanlarda Arecibo gezegen radarı ile yapılan gözlemler, Clementine radarının su buzu bulunduğuna dair işaret ettiği bilgilerin aslında görece yeni kraterlerin oluşumunda fırlayan kayaların sonucu olabileceğini göstermiştir. Ay üzerinde ne kadar su bulunduğu sorusunun cevabı henüz bilinmemektedir.
Fiziksel özellikler.
Ay'ın şekli, gelgit gerilmesi nedeniyle hafif elipsoittir. Çarpma havzalarından kaynaklı kütleçekim anomalileriden dolayı, bu elipsoit şeklin uzun ekseni Dünya'ya göre 30° kaymıştır. Şekli, mevcut çekim kuvvetleri hesaba katıldığında daha uzundur. Bu 'fosil şişkinlik', Ay'ın Dünya'ya olan mevcut mesafesinin yarısındaki bir yörüngede dönerken katılaştığını ve artık şeklinin yörüngesine uyum sağlayamayacak kadar soğumuş olduğunu gösterir.
Boyut ve kütle.
Ay, büyüklük ve kütle bakımından Güneş Sistemi'nin beşinci en büyük doğal uydusudur ve gezegen kütleli uydulardan biri olarak kategorize edilebilir. Bu durum Ay'ı, jeofiziksel tanımlara göre bir uydu gezegen yapar. Merkür'den daha küçük ve Güneş Sistemi'nin en büyük cüce gezegeni olan Plüton'dan daha büyüktür. Plüton-Charon sistemi’nin küçük-gezegen uydusu olan Charon, Plüton'a göre daha büyük olsa da, Ay, ana gezegenlerine görece olarak Güneş Sistemi'nin en büyük doğal uydusudur.
Ay'ın çapı yaklaşık 3.500 km olup, Dünya'nın dörtte birinden fazladır ve Ay'ın yüzü Avustralya'nın büyüklüğü ile kıyaslanabilir. Ay'ın tüm yüzey alanı yaklaşık 38 milyon kilometre karedir ve Amerika kıtasının (Kuzey ve Güney Amerika) alanından biraz daha azdır.
Ay'ın kütlesi Dünya'nın 1/81'idir. Gezegen uyduları arasında ikinci en yoğun olanıdır ve 0,1654 g ile Io'dan sonra ikinci en yüksek yüzey kütle çekimine ve 2,38 km/s'lik bir kurtulma hızına sahiptir.
İç yapı.
Ay, kabuk, manto ve çekirdek gibi jeokimyasal olarak ayrımlanabilen katmanlardan oluşur. Bu yapının yaklaşık 4,5 milyar yıl önce, Ay'ın oluşumundan hemen sonra magma okyanusunun kademeli olarak kristalleşmesiyle meydana geldiğine inanılmaktadır. Ay'ın dış yüzeyini eritmek için gerekli olan enerjinin Dünya ve Ay sistemini oluşturduğu öne sürülen dev çarpma ile elde edildiği düşünülmektedir. Bu magma okyanusunun kristalleşmesi sonucu mafik manto ve plajiyoklâz zengini kabuk ortaya çıkmış olabilir.
Yörüngeden yapılan jeokimyasal haritalama ay kabuğunun magma okyanusu varsayımı ile uyumlu bir şekilde oldukça anortositik bir yapıda olduğunu gösterir. Aykabuğu başlıca oksijen, silikon, magnezyum, demir, kalsiyum ve alüminyum elementlerinden oluşmuştur. Jeofiziksel tekniklere dayanılarak ay kabuğunun kalınlığının ortalama 50 km civarında olduğu tahmin edilmektedir.
Ay'ın mantosunda oluşan kısmi erime Ay denizlerinde bulunan bazaltların yüzeye püskürmesine neden oldu. Bu bazaltların analizi mantonun olivin, ortopiroksen ve klinopiroksen minerallerinden oluştuğunu ve Ay mantosunun Dünya mantosundan demir açısından daha zengin olduğunu gösterir. Bazı Ay bazaltlarında ilmenit minerali içinde karşılaşılan yüksek oranda titanyum içeriği mantonun bileşiminin oldukça yüksek oranda heterojen olduğunu gösterir. Ay yüzeyinden yaklaşık 1.000 km derinde, mantoda Ay sarsıntıları olduğu bulunmuştur. Aylık periyotlarla oluşan bu sarsıntılar Ay'ın Dünya çevresinde dış merkezli yörüngede dönmesi nedeniyle oluşan gelgit streslerine bağlanmıştır.
Ay 3.346,4 kg/m³'lik ortalama yoğunluğuyla, Güneş Sistemi'nin İo'dan sonra ikinci yoğun doğal uydusudur. Ancak bazı kanıtlar Ay çekirdeğinin yaklaşık 350 km'lik yarıçapıyla oldukça küçük olduğuna işaret eder. Bu büyüklük Ay'ın yalnızca %20'sine denk gelir, halbuki birçok gökcisminde çekirdeğin oranı %50 civarındadır. Ay çekirdeğinin bileşimi tam olarak saptanamamıştır, ama az bir miktarda kükürt ve nikel alaşımlı metalik demirden oluştuğu sanılmaktadır. Ay'ın zamanla değişkenlik gösteren dönüşünün analizi çekirdeğin en azından kısmen erimiş olduğunu gösterir.
Topoğrafya.
Ay'ın topoğrafyası özellikle yakın zamanda yapılan Clementine görevinin sağladığı, lazer altimetri ve stereo görüntü analizi yöntemleriyle elde edilen data sayesinde ölçülmüştür. En çok görünen topoğrafik özellik öteki yüzde bulunan ve Ay'ın en alçak noktalarını barındıran Güney Kutbu - Aitken düzlüğüdür. En yüksek noktalar bu düzlüğün hemen kuzeydoğusunda bulunur. Buranın Güney Kutbu - Aitken düzlüğünün oluşumuna neden olan gökcismi çarpması sonucunda yer değiştirmiş kalın katmanlar nedeniyle oluştuğu önerilmiştir. Diğer büyük kraterler "Mare Imbrium", "Mare Serenitatis", "Mare Crisium", "Mare Smythii" ve "Mare Orientale" 'de de oldukça alçak noktalar ve çevrelerinde yüksek noktalar bulunur. Ay şeklinin dikkat çekici bir noktası da ortalama yüksekliklerin öteki yüzde, görünen yüze göre 1,9 km daha yüksek olmasıdır.
Kütleçekim alanı.
Ay'ın kütleçekim alanı, yörüngedeki uzay araçlarının yaydığı radyo dalgalarının izlenmesi sonucu belirlenmiştir. Kullanılan prensip Doppler Etkisi'ne bağlıdır. Uzay aracının bakış açısı yönündeki ivmesi radyo dalgalarının yönünü azar azar değiştirerek ve uzay aracından Dünya üzerindeki sabit bir noktaya olan uzaklığı kullanarak belirlenir. Ancak Ay'ın eş zamanlı dönmesi nedeniyle, uzay aracı öte taraftayken izlenemediğinden ötürü, öteki tarafın kütleçekimi alanı çok iyi belirlenememiştir.
Ay'ın kütleçekim alanının en önemli özelliklerinden birisi dev krater düzlükleri ile bağlantılı olan geniş pozitif kütleçekimsel anomalilerin varlığıdır. Bu anomaliler uzay araçlarının yörüngesini önemli ölçüde etkiler bu nedenle insanlı ya da insansız uçuşların planlanmasında Ay'ın doğru kütleçekimsel modeli gereklidir. Kütleçekimsel yoğunluğun olduğu bölgelerin nedeni kısmen, krater düzlüklerini dolduran yoğun bazaltı oluşturan lava akışının varlığına bağlıdır. Ancak bu lava akışları tek başına kütleçekimsel izin tamamını açıklayamaz, aykabuğu ile manto arasındaki etkileşime de gerek vardır. "Lunar Prospector" 'un kütleçekimsel modellemeleri bazaltik volkanların etkisi nedeniyle oluşmadığı sanılan bazı kütleçekimsel yoğunlukların varlığını gösterir. "Oceanus Procellarum"da devasa volkan kaynaklı bazaltlar bulunmasına rağmen kütleçekimsel anomali gözlemlenmemektedir.
Manyetik alanı.
Ay'ın dış manyetik alanı bir ile yüz nanotesla arasındadır yani 30-60 mikrotesla büyüklüğündeki Dünya'nın manyetik alanından yüz kat daha küçüktür. Diğer önemli farklılıklar çekirdeğindeki jeodinamo tarafından üretilmiş bir dipolar manyetik alanı yoktur ve var olan manyetik alanların kaynağı tamamen aykabuğudur. Bir varsayıma göre aykabuğundaki manyetikleşmelerin Ay daha gençken ve çekirdeğinde bir jeodinamo bulunurken oluştuğudur. Ancak Ay çekirdeğinin küçüklüğü bu varsayımın doğruluğu karşısında bir engel oluşturmaktadır. Alternatif varsayımlar arasında, Ay gibi havası olmayan gökcisimlerinde süreksiz manyetik alanlar büyük gök cisimlerinin çarpması bulunur. Bu varsayımı destekleyecek şekilde en geniş aykabuğu manyetikleşmelerinin dev kraterlerin tam karşısında Ay yüzeyinde gerçekleştiğinin farkına varılmasıdır. Böyle bir fenomenin çarpışma sonucu oluşan plazma bulutunun ortamda bir manyetik alan bulunurken serbest olarak yayılmasından kaynaklanabileceği önerilmiştir.
Ay'ın atmosferi.
Ay'ın toplam kütlesi 10 tondan az olan, neredeyse vakum sayılabilecek kadar ince bir atmosferi vardır. Bu küçük kütleli atmosferin yüzeydeki basıncı 3 × 10−15 atm (0,3 nPa) civarındadır ve Ay günü içerisinde değişiklik gösterir. Atmosferinin kaynaklarından biri aykabuğunda ve mantoda oluşan radyoaktivite sonucu ortaya çıkan radon gibi gazların salınımıdır. Diğer önemli bir kaynak ise mikrogöktaşları, güneş rüzgârı iyonları, elektronlar ve günışığının bombardımanı sonucu oluşan püskürtüm süreciyle gerçekleşir. Püskürtüm yoluyla salınan gazlar ya tekrar regolit içinde hapsolur ya da güneş radyasyon basıncı veya iyonize olmuşlarsa güneş rüzgârının manyetik alanı nedeniyle uzaya kaçar. Dünya üzerinden yapılan spektroskopik yöntemlerle sodyum (Na) ve potasyum (K) gibi elementlerin varlığı tespit edilmiştir. Radon-222 (222Rn) ve polonyum-210 (210Po) gibi elementler ise "Lunar Prospector"un alfa parçacık spektrometresi ile tespit edilmiştir. Argon–40 (40Ar), helyum-4 (4He), oksijen (O2) ve/veya metan (CH4), nitrojen (N2) ve/veya karbon monoksit (CO) ve karbon dioksit (CO2) Apollo astronotları tarafından yerleştirilen detektörler tarafından tespit edilmiştir.
Toz.
Ay'ın etrafında kuyruklu yıldızlardan gelen küçük parçacıklardan oluşan kalıcı bir asimetrik Ay tozu bulutu vardır. Tahminlere göre her 24 saatte 5 ton kuyruklu yıldız parçacığı Ay yüzeyine düşmektedir. Ay'ın yüzeyine çarpan parçacıklar, Ay yüzeyindeki Ay tozunu yukarı yönde püskürtmektedir. Püsküren toz, Ay'ın atmosferinde yaklaşık 5 dakika yükselip 5 dakika düşerek toplam 10 dakika kadar kalmaktadır. Ortalama olarak, Ayın üzerinde yüzeyin 100 kilometre yukarısına dek çıkan irtifalarda 120 kilo kadar toz bulunur. Toz ölçümleri, altı aylık bir sürede LADEE'nin Lunar Dust Experiment (LDEX) tarafından yüzeye 20 ila 100 kilometre yukarıda yapılmıştır. LDEX, her dakikada ortalama bir adet 0,3 mikrometre boyutunda Ay tozu partikülü tespit etmiştir. Deneylerde ölçülen toz parçacıkları, Dünya ve Ay'ın kuyruklu yıldız enkazlarından geçtiği İkizler, Quadrantid, Kuzey Taurid ve Omicron Centaurid meteor yağmurları esnasında en yüksek seviyeye çıkmıştır. Toz bulutu asimetrik dağılımdadır, Ay'ın gün ışığı alan ve almayan kısımları arasındaki aydınlanma çemberinin yakınında daha yoğundur.
Geçmişteki kalın atmosfer.
Ekim 2017'de, Houston'daki Marshall Uzay Uçuş Merkezi ve Ay ve Gezegen Enstitüsü'ndeki ("") NASA biliminsanları, Apollo Projesi tarafından toplanan Ay magma örneklerinin çalışmalarına dayanarak, Ay'ın 3 ile 4 milyar yıl önce 70 milyon yıllık bir dönem boyunca nispeten kalın bir atmosfere sahip olduğunu tespit eden bulgular açıkladılar. Ay'daki volkanik püskürmelerinden çıkan gazlardan kaynaklanan bu atmosfer, bugünkü Mars atmosferinden iki kat daha kalındı. Eski Ay atmosferi daha sonra güneş rüzgarları ile uzaya dağıldı.
Yüzey sıcaklığı.
Ay günü boyunca yüzey sıcaklığı ortalama 107 °C, Ay gecesi boyunca da ortalama -153 °C civarındadır.
Kökeni ve jeolojik evrimi.
Oluşumu.
Ay'ın oluşumunu açıklayan çeşitli varsayımlar önerilmiştir. Ay'ın Güneş Sistemi'nin oluşumundan 30-50 milyon yıl sonra, günümüzden 4,527 ± 0,010 milyar yıl önce oluştuğuna inanılmaktadır.
Bu varsayımların önemli bir açığı Dünya ve Ay sisteminin yüksek açısal momentumunu kolayca açıklayamamalarıdır.
Ay magma okyanusu.
Hem dev çarpma olayı sırasında hem de bunu izleyen Dünya'nın yörüngesinde maddenin birikmesinde çok büyük miktarlarda enerji salındığı için Ay'ın önemli bir kısmının başlangıçta erimiş olduğu düşüncesi yaygındır. Ay'ın o sırada erimiş dış yüzeyine Ay magma okyanusu adı verilir ve derinliğinin 500 km ile Ay'ın yarıçapı arasında değiştiği tahmin edilmektedir.
Magma okyanusu soğudukça kısmen kristalleşti ve katmanlara ayrılarak jeokimyasal olarak ayrı olan aykabuğu ve manto oluştu. Manto olivin, klinopiroksen ve ortopiroksen minerallerinin çökelmesi sonucu meydana geldiği düşünülmektedir. Magma okyanusunun dörtte üçünün kristalleşmesi tamamlandıktan sonra düşük yoğunluğu nedeniyle anortit minerali çökelmiş ve yüzeye çıkıp aykabuğunu oluşturmuştur.
Magma okyanusunun kristalleşen son sıvı bölümü Ay kabuğu ile manto arasında sıkışmıştır ve ısı üreten, birbiriyle uyumsuz elementleri kapsar. Bu jeokimyasal bileşiğe potasyum (K), soy toprak elementleri (İngilizce: "rare earth elements" - REE) ve fosfor (P) simgelerinden oluşan kısaltma "KREEP" adı verilir ve görünen yüzde Oceanus Procellarum ile Mare Imbrium'un çoğunu kapsayan küçük jeolojik bölgede toplanmış gözükmektedir.
Jeolojik evrimi.
Ay'ın magma okyanusu sonrası jeolojik evrimi gökcisimlerinin çarpması ile oluşmuştur. Ay'ın jeolojik dönemleri Nectaris, Imbrium, Orientale gibi büyük kraterlerin oluşumuna neden olan çarpma olaylarına göre ayrılmıştır. Çarpma sonucu oluşan bu yapılar yukarı fırlayan maddenin oluşturduğu çoklu halkaları ile gözlemlenir. Bu halkaların çapı genellikle yüzlerce kilometreden binlerce kilometreye kadar uzanır. Her çoklu halka düzlüğünde bölgesel stratigrafik ufku oluşturan püskürtü katmanları ile bağlantılıdır. Yalnızca birkaç çoklu halka düzlüğü kesin olarak tarihlendirildiyse de stratigrafik katmanlar sayesinde göreceli yaşların tespitinde faydalıdır. Sürekli olarak gökcisimlerinin çarpması sonucunda regolit oluşur.
Ay yüzeyinin oluşumunu etkileyen diğer önemli bir jeolojik süreçi ay denizlerinin oluşumunun temelindeki volkanik etkinliktir. Procellarum KREEP katmanında ısı üreten elementlerin toplanması sonucunda altında kalan mantonun ısınıp sonunda kısmen eridiği düşünülmektedir. Eriyen magmanın bir kısmı yüzeye çıkarak püskürtüldü ve Ay'ın görünen yüzünde bulunan ay denizi bazaltlarını oluşturdu. Ay'ın bu jeolojik bölgesinde bulunan bazaltların çoğu 3,0 - 3,5 milyar yıl önce Imbrian döneminde püskürtüldü. Yine de en eski tarihlenmiş örnekler 4,2 milyar yıla uzanırken en yeni püskürtüler yalnızca 1,2 milyar yıl önce oluşmuştur.
Ay yüzeyinin zamanla değişiklik gösterip göstermediği konusunda bazı anlaşmazlıklar bulunmaktadır. Bazı gözlemciler kraterlerin ortaya çıktığını ya da ortadan kaybolduğunu ya da diğer geçici fenomenlerin oluştuğunu iddia etti. Günümüzde bu iddiaların çoğunun yanılsama olduğu ve farklı ışık koşulları, zayıf astronomik gözlem ya da yetersiz eski çizimler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. Yine de gaz çıkması gibi fenomenlerin ara sıra oluştuğu ve bunların iddia edilen geçici Ay fenomenlerine sebebiyet vermiş olabileceği bilinmektedir. Geçenlerde, yaklaşık bir milyon yıl önce gazın serbest kalması nedeniyle kabaca 3 km çaplı bir bölgenin yüzey şeklinin değişmiş olabileceği önerilmiştir.
Ay taşları.
Ay taşları iki ana kategoride incelenir; Ay denizlerinde ve Ay dağlarında bulunan Ay taşları. Ay dağlarında bulunan Ay taşları üç takımdan oluşur: "demir anortosit takım", "magnezyum takımı" ve "alkali takımı". Demir anortosit takımı taşlar hemen hemen tamamen anortit mineralden oluşmuştur ve Ay magma okyanusu üzerinde yüzerek toplanan plajiyoklâzdan geldiğine inanılmaktadır. Radyometrik yöntemlerle demir anortositlerin yaklaşık 4,4 milyar yıl önce oluştuğu bulunmuştur.
Magnezyum ve alkali takımı Ay taşları asıl olarak mafik plütonik kayaçlardır. Tipi olarak rastlanan kayaçlar dunit, troktolit, gabbro, alkali anortosit ve nadiren de granittir. Demir anortosit takımı Ay taşlarıyla karşılaştırıldıklarında bu takımın mafik minerallerinde görece daha yüksek Mg/Fe oranları bulunur. Genel olarak bu kayaçlar önceden olmuş dağlık alan aykabuğuna sonradan girmiştir ve yaklaşık 4,4-3,9 milyar yıl önce oluşmuşlardır. Bu Ay taşlarında yüksek oranda KREEP bileşeni bulunur.
Ay denizlerinde hemen hemen yalnızca bazalt bulunur. Dünya bazaltlarına benzese de çok daha fazla demir barındırırlar ve su bazlı değişim ürünleri barındırmazlar. Ayrıca çok miktarda titanyum da içerirler.
Astronotlar yüzeydeki tozun kar gibi hissedildiğini ve yanık barut koktuğunu bildirmiştir. Toz asıl olarak Ay yüzeyine çarpan göktaşları nedeniyle oluşmuş olan silikon dioksit camından (SiO2) ibarettir. Aynı zamanda kalsiyum ve magnezyum da içerir.
Yörüngesi ve Dünya ile olan ilişkisi.
Yörünge.
Ay, sabit yıldızlara göre Dünya yörüngesinde her 27,3 günde bir tam tur atar. Ancak Dünya'da kendi yörüngesinde Güneş'in çevresinde döndüğü için Ay'ın evrelerinin dönüşümü için biraz daha uzun bir zaman, 29,5 gün gerekir. Diğer gezegenlerin uydularının aksine Ay Dünya'nın ekvator düzlemi üzerinde değil, tutulum düzlemi yakınlarında yörüngededir. Gezegeninin boyutlarına göre Güneş Sistemi içinde en büyük doğal uydudur. (Charon ile cüce gezegen Plüton'dan daha büyüktür.)
Dünya üzerinde görülen gelgit etkilerinin çoğu Ay'ın kütleçekim alanı nedeniyle oluşmaktadır, Güneş'in etkisi çok azdır. Gelgit etkileri nedeniyle Dünya ile Ay arasındaki ortalama uzaklık her yüzyılda 3,8 m artmaktadır. Açısal momentumun korunumu nedeniyle Ay'ın yarı büyük ekseninin artmasıyla birlikte Dünya'nın dönüşü yüzyılda 0,002 saniye kadar yavaşlamaktadır.
Dünya ve Ay sistemi bazen gezegen-uydu sistemi olarak değil de çifte gezegen sistemi olarak değerlendirilir. Bunun nedeni Ay'ın çevresinde döndüğü gezegene göre oldukça büyük olan boyutlarıdır. Ay'ın çapı Dünya'nın dörtte biri, kütlesi de 1/81'idir. Ancak sistemin orta kütle merkezi yeryüzünün 1.700 km; yani Dünya yarıçapının dörtte biri kadar altında olması nedeniyle bu görüş bazıları tarafından eleştirilmektedir. Ay yüzeyi Dünya'nın onda birinden azdır ve Dünya'nın kara alanının yaklaşık dörtte biri kadardır.
1997'de asteroit 3753 Cruithne'nin Dünya ile bağlantılı olağandışı bir atnalı yörünge üzerinde olduğu bulundu. Ancak gök bilimciler bu asteroidi Dünya'nın ikinci doğal uydusu olarak kabul etmemektedir; çünkü yörüngesi uzun dönemde kararlı değildir. Daha sonra Cruithne ile benzer yörüngede bulunan Dünya'ya yakın üç asteroit daha bulunmuştur: (54509) 2000 PH5, (85770) 1998 UP1 ve 2002 AA29.
Gelgit.
Dünya üzerinde okyanuslarda görülen gelgit Ay kütleçekiminin etkisiyle oluşur. Kütleçekimsel gelgit kuvvetlerinin oluşmasının sebebi Dünya'nın Ay karşısında bulunan yüzünün merkezine ve arka yüzüne göre Ay'ın kütleçekiminden daha fazla etkilenmesidir. Kütleçekimsel gelgit, okyanusları Dünya'nın merkezinde olduğu bir elips şekline esnetir. Bunun etkisi birisi Ay'a doğru bakan yüzde, diğeri de bunun zıt yüzünde oluşan "tümsek" yani deniz seviyesinin yükselmesi olarak görülür. Dünya kendi ekseni etrafında dönerken bu iki tümsek de Dünya çevresinde bir günde döndüğü için okyanus suları sürekli olarak hareket eden bu iki tümseğe doğru akar. Bu iki tümseğin ve onlara doğru giden büyük okyanus akıntılarının etkisi; Dünya'nın dönüşü nedeniyle okyanus tabanlarında oluşan suyun sürtünme etkisi, su hareketinin eylemsizliği, karaya yaklaştıkça sığlaşan okyanus tabanları ve değişik okyanus tabanları arasındaki salınımlar gibi nedenlerle daha da büyür.
Ay ile okyanuslar arasındaki kütleçekimsel bağ Ay'ın yörüngesini etkiler. Ay'dan bakıldığında gelgit tümsekleri Dünya'nın dönüşüyle ileriye doğru taşındığından doğrudan Ay'ın karşısında değildir. Kütleçekimsel eşleşme Dünya'nın dönüşünden kinetik enerji ve açısal momentumu emer. Buna karşın Ay'ın yörüngesine açısal momentum eklenir. Bu da Ay'ı daha uzun periyotlu daha yüksek bir yörüngeye iter. Bunun sonucunda da her yıl iki gökcismi arasındaki ortalama uzaklık 3,8 cm. artar. Dünya ile Ay arasındaki gelgit etkilerin önemsiz hâle gelene kadar Ay yavaş yavaş uzaklaşmaya devam edecektir ve bu durumda yörüngesi kararlı olacaktır.
Gözlemsel etkiler ve bulgular.
Ay ve Güneş tutulmaları.
Güneş, Dünya ve Ay aynı çizgi üzerinde sıralanınca, bu durum Dünya'da Ay ve Güneş tutulması olarak gözlenir. Güneş tutulması yeni ay evresinde, Ay Güneş ile Dünya'nın arasında iken oluşur. Buna karşın Ay tutulması dolunay evresinde Dünya Güneş ile Ay'ın arasında olduğunda oluşur.
Ay'ın yörüngesinin Dünya'nın Güneş çevresindeki yörüngesine nazaran yaklaşık 5° eğik olması nedeniyle her yeni ay ve dolunayda tutulmalar olmaz. Bir tutulmanın olması için Ay'ın her iki yörünge düzleminin kesişimine yakın bir yerde olması gerekir.
Ay ve Güneş tutulmalarının zamanlamaları yaklaşık 6.585,3 günlük (18 yıl 11 gün 8 saat) bir periyota sahip olan ve Babiler zamanında bulunan "Saros çevrimi" ile belirlenebilir.
Ay'ın ve Güneş'in Dünya'dan görülen açısal çapları değişimlerle üst üste gelebildiği için hem tam hem de yarım güneş tutulması oluşabilmektedir. Tam güneş tutulmasında Ay Güneş diskini tamamen kapatır ve Güneş koronası çıplak gözle görünür hâle gelir. Ay ile Dünya arasındaki uzaklık zamanla az da olsa arttığı için Ay'ın açısal çapı azalmaktadır. Bu yüzlerce milyon yıl önce Ay'ın tutulmalarda Güneş'in açısal çapı da değişmezse Ay artık Güneş diskini tamamen örtemeyecek ve yalnızca yarım tutulma oluşacaktır.
Tutulma ile ilgili bir başka fenomen "örtülme"dir. Ay sürekli olarak gökyüzünde 1/2 derece genişliğinde dairesel bir alanı kaplar. Parlak bir yıldız ya da gezegen Ay'ın arkasından geçerse "örtülür" yani gözden kaybolur. Güneş tutulması Güneş'in örtülmesidir. Ay Dünya'ya yakın olduğu için tek tek yıldızların örtülmesi aynı zamanda ve her yerden görülemez. Ay yörüngesinin yalpalaması sonucu her yıl farklı yıldızlar örtülür.
En son ay tutulması 20 Şubat 2008'de olan tam tutulmadır. Güney Amerika ve Kuzey Amerika'nın çoğu yerinden 20 Şubat'ta gözlemlenen tutulma Batı Avrupa, Afrika ve Batı Asya'dan 21 Şubat'ta gözlemlenmiştir. Güney Amerika ile Antarktika'nın bazı bölümlerinden gözlemlenen 1 Ağustos 2008'den sonraki güneş tutulması 15 Ocak 2010'dadır.
Gözlemsel bulgular.
En parlak olduğu dolunay evresinde Ay'ın görünür kadir derecesi yaklaşık −12,6'dır. Kıyaslanacak olursa Güneş'in görünen kadir derecesi −26,8'dir. Ay'ın dördün evrelerinde parlaklığı dolunay evresindeki parlaklığının yarısı değil ancak onda biridir. Bunun nedeni Ay yüzeyinin mükemmel bir Lambert yansıtıcısı olmamasıdır. Dolunay iken gözlemcinin arkasından gelen ışık nedeniyle olduğundan parlak görünen Ay diğer evrelerde yüzeye düşen gölgeler nedeniyle yansıtılan ışığın miktarı azalır.
Ay ufka yakınken daha büyük olarak görünür. Fakat bu tamamen Ay illüzyonu olarak bilinen psikolojik bir etkidir.
Ay düşük albedosuna rağmen gökyüzünde oldukça parlak bir gökcismi olarak görünür. Ay, Güneş Sistemi'nde bulunan en kötü yansıtıcıdır ve üzerine düşen ışığın ancak %7'sini yansıtır. Bu oran bir parça kömürün yansıtma oranı ile hemen hemen aynıdır.
Görsel sistemlerde renk istikrarı bir nesnenin rengiyle etrafındakilerin rengi arasındaki ilişkiyi ayarlar, dolayısıyla da görece karanlık olan gökyüzünde Güneş'in aydınlattığı Ay parlak bir nesne olarak algılanır.
Ay'ın gün içinde ulaştığı en yüksek nokta değişiklik gösterir ve Güneş ile aynı sınırlarda dolaşır. Ayrıca Dünya üzerindeki mevsime ve Ay'ın evrelerine göre değişir. Kış mevsiminde dolunayda en yüksek noktaya ulaşır. Ayrıca 18,6 yıllık düğüm çevriminin de etkisi vardır. Ay yörüngesinin yükselen düğüm noktası ilkbahar noktasındaysa Ay yükselimi 28° kadar yükselebilir. Bunun sonucunda 28 derece enlemlere kadar Ay tepe noktasına çıkar. Yaklaşık dokuz yıl kadar sonra yükselim yalnızca 18° kuzey ve güney enlemlere ulaşacaktır. Ayçanın (hilal) yönü de gözlem noktasının enlemine bağlıdır. Ekvator'a yakın yerlerde bir gözlemci Ay'ı "sandal" gibi görebilir.
Güneş gibi Ay da bazı atmosferik etkilere neden olabilir. Bunların arasında 22°'lik hâle halkası ve ince bulutlar arasından görünen daha küçük korona halkaları sayılabilir.
Gözlem ve keşiflerin tarihi.
İlk dönem gözlemler.
MÖ 5. yüzyılda Babilli gözlemcilerin Ay'ın döngülerini incelediğini, Hindistan'da benzer bulguların varlığını, Çinli Shi Shen'in MÖ 4. yüzyılda Ay ve Güneş tutulmalarının tarihlerini hesaplama yöntemi geliştirdiğini biliyoruz.
MÖ 4. yüzyılda Aristo; yanlış da olsa uzun bir süre çok etkili olan evren açıklamasında, Ay'ın dört temel eleman (toprak, su, hava ve ateş) arasındaki sınır bölgede yer aldığını öne sürdü. Öte yandan, Seleukialı Seleukos ve Aristarchus (MÖ 2. yüzyıl) ile Batlamyus (MS 90-168) Aristocu anlayışı çürüten gözlem ve hesaplamalar sundular.
Orta Çağ Avrupası için "gökbilim"den söz etmek zordur ve dönemin bilgisi gözlemden çok dinî inanışların etkisi altındaydı. Ay'ın tam bir yuvarlak ve yüzeyinin pürüzsüz olduğu da bu inanışlar arasındaydı.
Teleskobun keşfi ve bilimlerde yaşanan yaklaşık eşzamanlı paradigma değişimi, Ay gözleminde bir dönüm noktası olmuştur. Galileo Galilei 1609'da yayımladığı kitabı "Sidereus Nuncius"; Ay yüzündeki dağları ve kraterleri gösteren ilk teleskobik çizimlerden bazılarını içeriyordu. Ardından Ay'ın teleskobik haritalanması başladı: 17. yüzyılın devamında Giovanni Battista Riccioli ve Francesco Maria Grimaldi; Ay'ın yüzey unsurlarını bugün adlandırırken kullanılan sistemin temellerini attılar. Wilhelm Beer ve Johann Heinrich Mädler'in kitapları "Mappa Selenographica" (1834-6) ve "Der Mond" (1837); binden fazla dağ dahil olmak üzere Ay'daki yüzey unsurlarını, yeryüzündeki coğrafya için mümkün olan hassasiyetle tanımladı.
Uzay araçları.
20. yüzyıl.
Soğuk Savaş ile kaynaklanan Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki uzay yarışı; Ay üzerindeki ilginin giderek artmasına neden oldu. Fırlatıcı yetenekleri izin verir vermez hem alçak uçuş hem de çarpma/iniş görevleri için insansız sondalar, uzaya gönderildi. Sovyetler Birliği'nin Luna programı Ay yüzüne insansız uzay araçları ile ulaşmayı başaran ilk program olmuştur. Yerçekimini yenip Ay'ın yanından geçmeyi başarabilen ilk insan yapımı nesne Luna 1 uzay sondası olmuştur. 1959 yılında Ay yüzüne çarpan ilk insan yapımı nesne Luna 2 ve Ay'ın öteki yüzünün fotoğraflarını çeken ilk uydu da Luna 3 olmuştur. 1966 yılında Ay yüzeyine başarılı bir yumuşak iniş yapan ilk uzay aracı Luna 9 ve Ay yörüngesine giren ilk uzay aracı da Luna 10 olmuştur. Ay yüzeyinden örnekler üç Luna uçuşu (Luna 16, Luna 20 ve Luna 24) ile Apollo 11'den Apollo 17'ye kadar (Apollo 13 hariç) Apollo görevleri ile Dünya'ya getirilmiştir.
Ay yüzeyine 1969 yılında ilk insanların inmesi, uzay yarışının doruk noktasını oluşturmuştur. Neil Armstrong, ABD uçuşu Apollo 11'in komutanı olarak Ay'da yürüyen ilk insan oldu. Ay'da ilk adımını 21 Temmuz 1969 tarihinde saat 02:56'da (UTC) attı. 1960'ların başında özellikle yüzel erime kimyası ve atmosfere yeniden giriş konularında olduğu gibi önemli teknolojik gelişmeler; Ay yüzeyine iniş ve geri dönüşü mümkün kılmıştır.
"Apollo" uçuşlarının tamamında bilimsel ölçüm aletleri, Ay yüzeyine yerleştirildi. Uzun süreli ALSEP (İngilizce: "Apollo lunar surface experiment package" - Apollo Ay yüzeyi deney paketi) istasyonları Apollo 12, 14, 15, 16 ve 17 iniş sahalarına yerleştirildi. Apollo 11 uçuşuyla EASEP (İngilizce: "Early Apollo Scientific Experiments Package" - Erken Apollo bilimsel deney paketi) adı verilen geçici istasyon yerleştirilmiştir. ALSEP istasyonlarında ısı akış sondaları, sismometreler, manyetometreler ve küp köşeli retroreflektörler bulunmaktaydı. Bütçe sorunları sebebiyle 30 Eylül 1977'de Dünya'ya bilgi iletimi kesilmiştir. Ay laser mesafe ölçüm araçları pasif ekipmanlar olduğu için hâlâ kullanılmaktadır. Dünya üzerindeki istasyonlardan yönetilen ölçümler sonucu birkaç santimetrelik hassasiyetle ay çekirdeğinin boyutları belirlenebilmektedir.
14 Aralık 1972'de Apollo 17 uçuşunun bir parçası olarak Ay üzerinde yürüyen Eugene Cernan'dan beri başka bir insan Ay üzerinde yürümemiştir.
1960'ların ortasından 1970'lerin ortasına kadar Ay yüzüne ulaşan yaklaşık 65 farklı uçuş görevi yapılmıştır. Bunların sonuncusu, 1976 yılındaki Luna 24'tür. Bunları yalnızca 18'i kontrollü olarak Ay yüzeyine inmiş, dokuzu geriye dönerek ay taşı örnekleri getirmiştir. Daha sonra ise Sovyetler Birliği, Venüs ve uzay istasyonlarına ilgisini çevirirken ABD, Mars ve ötesi ile ilgilenmeye başladı.
Bir kısım uzmanlar Ay'a iniş yapılmasıyla ilgili görüntülerin sahte olduğunu iddia etmişlerdir. 2000'li yılların sonlarından bu yana LROC uzay aracı tarafından çekilen çok sayıda yüksek çözünürlüklü fotoğrafta Ay'a iniş yapmış uzay araçları ve izler görülebilmektedir. 2012 yılında Apollo bayraklarının Ay yüzeyindeki fotoğrafları yayınlanmıştır.
Özellikle 1990'lardan itibaren Ay'a yönelik ilgi tekrar canlandı ve projeler arttı.
1990 yılında Japonya "Hiten" uzay aracını Ay yörüngesine oturtarak bunu başaran üçüncü ülke oldu. Uzay aracı "Hagormo" adlı küçük bir sondayı yörüngede bıraktı ama vericinin arıza yapması nedeniyle uçuş görevinden bilimsel olarak daha fazla yararlanılamadı.
1994 yılında Clementine uçuş görevini gönderen ABD tekrar Ay ile ilgilenmeye başladı. Bu görev ile birlikte Ay'ın ilk küresel topoğrafik haritası ve ay yüzeyinin ilk multispektral görselleri elde edildi. Bunu 1998 yılındaki "Lunar Prospector" uçuş görevi izledi. "Lunar Prospector" 'da bulunan nötron spektrometresi ay kutuplarında hidrojen oranının görece yüksekliğini gösterdi. Bunun nedeni olarak sürekli olarak gölge altında kalan kraterlerdeki regolitin üst birkaç metresinde su buzu var olabileceği düşünüldü.
21. yüzyıl.
14 Ocak 2004'te ABD Başkanı George W. Bush 2020 yılından itibaren Ay'a insanlı uçuşların yapılmasını öngören bir plan yapılmasını istedi.
NASA'nın "Ay Arayışları" ("Lunar Quest") çatısı altında topladığı, Ay yörüngesinde (örneğin Haziran 2009'da fırlatılan LRC, "Lunar Reconnaissance Orbiter") ve yüzeyinde (örneğin Ay'ın sürekli karanlık güney kutbunda su buzu varlığını aramayı amaçlayan LCROSS) çeşitli programları vardır. NASA, ay kutuplarından birinde kalıcı bir üssün kuruluşunu da planlamaktadır.
Avrupa uzay aracı "Smart 1" 27 Eylül 2003'te fırlatıldı ve 15 Kasım 2004'ten 3 Eylül 2006'ya kadar Ay yörüngesinde kaldı.
"Japan Aerospace Exploration Agency" (Japon Uzay Araştırma Ajansı) 14 Eylül 2007'de yüksek çözünürlüklü kamera ve iki küçük uydu ile donatılmış olan SELENE adlı uzay aracını fırlattı. Uçuşun bir yıl sürmesi beklenmektedir.
Çin Ay araştırmaları için istekli olduklarını Chang'e programını başlatarak gösterdi. İlk uzay aracı Chang'e-1 24 Ekim 2007'de fırlatıldı.
Hindistan, Ekim 2008'de Chandrayaan I görevini başlatmış ve başarıyla tamamlamıştır. Daha sonra, 22 Temmuz 2019'da Chandrayaan II'yi başlatmış ama araç yüzeye inememiştir.
Rusya da dondurulmuş olan "Luna-Glob" projesine tekrar başlamayı ve 2012'de Ay yüzeyine iniş yapmayı düşünmektedir.
23 Ağustos 2023 tarihinde Hindistan, Ay'ın güney kutbu bölgesine uzay aracını başarıyla indirebilen ilk ülke olmuştur. ISRO ise Ay'a inmeyi başaran dördüncü uzay ajansı olmuştur.
19 Ocak 2024 tarihinde Japonya Uzay Ajansı uzay aracı SLIM'in Ay'ın yüzeyine indiğini açıkladı. Bununla birlikte Japonya Ay'a iniş yapan 5. ülke oldu.
Özel ve ticari girişimler.
13 Eylül 2007'de duyurulan "Google Lunar X Prize" (Google Ay X Ödülü) özel sektör tarafından finanse edilen Ay araştırmalarını artırmayı amaçlamaktadır. X Ödülü Vakfı, Ay üzerine robotik bir ay aracı gönderebilecek olan ve diğer bazı kriterlere uyacak olan herhangi bir kişiye 20 milyon dolar önermektedir.
İnsanların etkisi.
Ay'daki insan aktivitesinin izlerine ek olarak, "Ay Müzesi" sanat eseri, Apollo 11 iyi niyet mesajı, Ay Plakası, Ölen Astronot anıtı ve diğer insan yapımı nesneler Ay yüzeyinde yer almaktadır.
İnsan kavrayışı.
Ay birçok sanat ve edebiyat eserine konu olmuş ve sayısız başkalarına da ilhâm kaynağı olmuştur. Görsel sanatlar, sahne sanatları, şiir, yazın ve müzik için bir motif oluşturur. İrlanda'da Knowth'da bulunan 5.000 yıllık kaya üzerinde kazılı bulunan ve Ay'ı tasvir ettiği düşünülen eser keşfedilen en eski eserdir. Birçok tarihöncesi ve antik kültürde Ay'ın tanrı olduğuna ve diğer doğaüstü fenomenlerin kaynağı olduğuna inanılırdı. Ay üzerindeki astrolojik görüşler günümüzde de yaygındır.
Batı uygarlığında Ay hakkında bilimsel açıklama getiren ilk kişi Yunan filozof Anaksagoras olmuştur. Anaksagoras Güneş ve Ay'ın dev küresel kayalar olduğunu ve Ay'ın Güneş'in ışığını yansıttığını öne sürmüştür. Gökyüzü hakkında tanrıtanımaz görüşleri tutuklanmasına ve sürgüne gönderilmesine neden olmuştur.
Aristo'nun evren tanımında Ay değişken elementler (toprak, su, hava ve ateş) alanı ile Eter'in ölümsüz yıldızları arasındaki sınırı oluşturur. Bu ayrım yüzyıllar boyunca fiziğin bir parçasını oluşturmuştur.
Orta Çağ'a gelindiğinde, teleskobun keşfinden önce birçok kişi Ay'ın bir küre olduğunu kabul etti ancak "tamamen pürüzsüz" olduğuna inanılıyordu. 1609'da, Galileo Galilei, "Siderus Nuncius" adlı kitabında Ay'ın ilk teleskobik çizimlerini yayımladı ve ay yüzeyinin pürüzsüz olmadığını, dağlar ve kraterlerden oluştuğunu yazdı. Daha sonra 17. yüzyılda Giovanni Battista Riccioli ve Francesco Maria Grimaldi Ay'ın bir haritasını çizerek birçok kratere günümüzde bilinen adlarını verdi.
Haritalarda Ay yüzeyinin karanlık bölümleri "maria" ya da denizler ve açık bölümleri "terrae" ya da kıtalar olarak belirtilmiştir.
Ay üzerinde bitki örtüsünün varlığı ve yaşam olabileceği düşüncesi 19. yüzyılın başlarına kadar önemli gök bilimciler tarafından bile dikkate alınmıştır. Parlak yüksek bölgeler ile koyu denizler arasındaki kontrast değişik kültürler tarafında Ay'daki adam, tavşan, buffalo ve bunun gibi çeşitli modellemelere yol açmıştır.
1835'te Büyük Ay Aldatmacası birçok insanı Ay üzerinde egzotik hayvanların yaşadığına inandırmıştır. Hemen hemen aynı zamanlarda (1834-1836 arasında) Wilhelm Beer ve Johann Heinrich Mädler dört ciltlik "Mappa Selenographica" 'yı ve 1837'de "Der Mond" adlı kitabı yayımlamaktaydı. Bu eserler Ay üzerinde su ve atmosfer olmadığını belirtiyordu.
Ay'ın öteki yüzü 1959'da Luna 3 uzay sondası fırlatılana kadar bilinmiyordu. 1960'larda "Lunar Orbiter" programı tarafından haritası çıkarılmıştır.
Yasal durumu.
Her ne kadar 1959 yılında Luna 2 ve bunu izleyen diğer inişlerde birçok Sovyetler Birliği bayrağı ile ABD bayrağı Ay yüzüne sembolik olarak dikilmişse de günümüzde Ay yüzeyi üzerinde hiçbir ulus hak iddia etmemektedir. Rusya ve ABD Ay'ı uluslararası sular ile aynı statüye koyan (res communis) Dış Uzay Anlaşması'nın taraflarıdır. Bu anlaşma aynı zamanda Ay'ın yalnızca barışçıl amaçlar için kulllanılmasını emreder ve askerî üsler ile kitle imha silahlarını ve her türden silahları yasaklar.
Ay kaynaklarının herhangi bir ülke tarafından tek başına kullanılmasını kısıtlayan ikinci bir anlaşma olarak Ay Anlaşması önerilmiştir ama uzay yolculuğuna çıkabilen ülkelerden hiçbiri bu anlaşmayı imzalamamıştır. Çeşitli kişiler Ay üzerinde tamamen ya da kısmen hak iddia etse de bunlar dikkate alınmamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4605",
"len_data": 42201,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.97
}
|
Jayne Mansfield (19 Nisan 1933-29 Haziran 1967), Amerikalı sinema oyuncusudur.
Gerçek adı Vera Jayne Palmer. Sarışın Marilyn Monroe'ya rakip olmaya aday gösterilmiştir. Frank Tashlin, 1957 yılında çevirdiği "The Girl Can't Help It" (Dünya Güzeli) ve "Will Success Spoil Rock Hunter" filmlerinde Amerikan tüketim dünyasının aşırılıklarını açığa çıkarmak için onun iri göğüsleriyle belirginleşen bedensel özelliklerini kullanmıştır. Ölümüne yol açan araba kazası için de farklı yorumlar yapılmış, satanizm kurucu kuramcısı Anton Szandor LaVey'in kehanetinin yüzünden kaza yaşandığı iddia edilmiştir. Yaşarken olduğu gibi acımasızca sömürülmeye devam etmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4606",
"len_data": 657,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.17
}
|
Kimya mühendisliği, kimya, matematik, fizik, biyoloji, mikrobiyoloji, biyokimya,ve ekonomi bilimlerini, ham maddelerin ya da kimyasalların daha kullanışlı ve değerli biçimlere dönüştürüldüğü proseslere uygulayan mühendislik dalıdır. Kimya mühendislerinin çalışma alanı nanoteknolojinin ve nanomalzemelerin laboratuvarda kullanımından, kimyasalları, ham maddeleri, canlı hücreleri, mikroorganizmaları ve enerjiyi kullanışlı ürünlere dönüştüren büyük ölçekli endüstriyel işlemlere kadar değişebilir.
Kimya mühendisleri, güvenlik ve tehlike değerlendirmeleri, işletme talimatları, yapım tanımlamaları, proses tasarımı ve analizi, ünite operasyonları, modelleme, kontrol mühendisliği, kimyasal reaksiyon mühendisliği, nükleer mühendislik ve biyomühendislik gibi tesis tasarım ve işletmesinin birçok alanında yer almaktadır.
Kimya mühendisleri genellikle "kimya mühendisliği" veya "proses mühendisliği" alanında diploma sahibidir. Kimya mühendisleri uzmanlık sertifikaları alabilir ve profesyonel kuruluşların akredite edilmiş üyeleri olabilirler. Bu kurumlar arasında Kimya Mühendisleri Enstitüsü (IChemE), Amerikan Kimya Mühendisleri Enstitüsü (AIChE) gibi birçok kurum bulunmaktadır. Kimya mühendisliği diploması, diğer tüm mühendislik disiplinleriyle çeşitli kapsamlarda doğrudan bağlantılıdır.
Kelime kökeni.
1996 tarihli bir British Journal for the History of Science makalesi, 1839 yılında sülfürik asitin üretimi ile alakalı olarak "kimya mühendisliği" teriminden bahsetmesi dolayısıyla James F. Donnelly'ye atıfta bulunur. Ancak yine aynı makalede, kimya mühendisliği teriminin ilk olarak bir İngiliz danışman olan George E. Davis tarafından bulunduğu bahsedilmektedir. Davis aynı zamanda bir "Kimya Mühendisliği Derneği" kurmaya çalışmıştı ancak bunun yerine derneğin ismi ' olmuştu, kendisi de derneğin ilk sekreteriydi. The "History of Science in United States: An Encyclopedia," kimya mühendisliği teriminin ilk kullanımını 1890'lara tarihler. Kimya endüstrisinde mekanik ekipmanların kullanımı olarak tanımlanan "kimya mühendisliği", 1850'den sonra İngiltere'de yaygın olarak kullanılan kelimelerden biri haline geldi. 1910'a gelindiğindeyse, “kimya mühendisi” artık İngiltere ve Amerika'da yaygın olarak kullanılan bir kalıptı.
Tarihçe.
Kimya mühendisliği, günümüzde bu disiplinin temel bir kavramı olan ünite operasyonlarının gelişmesiyle ortaya çıkmıştır. Yazarların çoğu, Davis'in ünite operasyonları kavramını esasen kendisi geliştirmemiş olsa da, icat ettiğini kabul eder. Davis, kimya mühendisliği konusunda en eskilerden biri olarak kabul edilen Manchester Teknik Okulu'nda (daha sonra Manchester Üniversitesi'nin bir parçası haline gelecekti) 1887'de ünite operasyonları üzerine bir dizi ders verdi. Davis'in derslerinden üç yıl önceyse, Henry Edward Armstrong, City and Guilds of London Institute'te kimya mühendisliği alanında lisans dersi verdi. Armstrong'un kursu başarısız olmuştu, çünkü mezunları işverenlerin ilgisini çeker nitelikte değildi. Zamanın işverenleri, kimyagerleri ve makine mühendislerini işe almayı tercih ediyorlardı. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT), İngiltere'deki Owens College ve University College London tarafından sunulan kimya mühendisliği dersleri de benzer koşullar altında mağdur konumdaydılar.
Lewis M. Norton, 1888'den itibaren MIT'de ABD'deki ilk kimya mühendisliği dersini vermeye başladı. Norton'un verdiği kurs günceldi ve esasen Armstrong'un kursuna benziyordu. Fakat her iki kursta da yapılan, ürün tasarımı ile kimya ve mühendislik konularını birleştirmekten ibaretti. “İlk kimya mühendisleri, diğer mühendisleri kendilerinin de birer mühendis olduğu konusunda; kimyagerleri ise sadece birer kimyager olmadıkları konusunda ikna etmekte zorlanmışlardı." Ünite operasyonları 1905 yılında ilk kez William Hultz Walker tarafından kimya mühendisliği eğitimine eklendi. 1920'lerin başlarındaysa ünite operasyonları MIT'de, diğer ABD üniversitelerinde ve Imperial College London'da kimya mühendisliğinin önemli bir parçası hâline geldi. 1908 yılında kurulan Amerikan Kimya Mühendisleri Enstitüsü (AIChE), kimya mühendisliğinin bağımsız bir bilim dalı olarak değerlendirilmesinde ve kimya mühendisliğinin merkezine ünite operasyonlarının yerleştirilmesinde kilit rol oynadı. Örneğin Amerikan Kimya Mühendisleri Enstitüsü, 1922 tarihli bir raporunda kimya mühendisliğini "temeli ... ünite operasyonları olan, kendi başına bir mühendislik dalı" olarak tanımlamıştı ve “talebi karşılayan” kimya mühendisliği dersleri veren bir akademik kurumlar listesi yayınlamıştı. Bu sırada İngiltere'de kimya mühendisliğinin ayrı bir mühendislik dalı olarak tanıtılması, 1922'de Kimya Mühendisleri Enstitüsü'nün (IChemE) kurulmasının yolunu açmıştı. Kimya Mühendisleri Enstitüsü de, aynı şekilde ünite operasyonlarının bu disiplinin bir temeli olarak görülmesinde yardımcı oldu.
Yeni kavramlar ve gelişmeler.
1940'larda, kimyasal reaktörlerin geliştirilmesinde tek başına ünite operasyonlarının yetersiz kaldığı ortaya çıkmıştı. İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki kimya mühendisliği derslerinde ünite operasyonlarının baskınlığı 1960'lara kadar devam etmiş olsa da, taşınım olayı üzerinde çok daha fazla çalışma gerçekleştirilmeye başlanmıştı. Taşınım olayları, proses mühendisliği gibi diğer yeni kavramlarla birlikte "ikinci bir paradigma" olarak ortaya konulmuştu. Taşınım olayları kimya mühendisliğine analitik bir yaklaşım sunarken, proses mühendisliği, kontrol sistemi ve proses tasarımı gibi kimya mühendisliğinin daha suni unsurlarına odaklandı. II. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında kimya mühendisliğindeki gelişmeler temel olarak petrokimya endüstrisinin teşviki ile gerçekleşmiştir ancak diğer alanlarda da gelişmeler kaydedilmiştir. 1940'larda biyokimya mühendisliğindeki gelişmelerin ilaç endüstrisinde uygulama alanı bulması ve bu gelişmelerin penisilin, streptomisin gibi birçok antibiyotiğin seri üretiminin yolunu açması diğer alanlardaki gelişmelere örnek olarak gösterilebilir. Tüm bunlar gerçekleşirken, 1950'lerde polimer bilimindeki ilerlemeler de “plastik çağına” giden yolu açtı.
Güvenlik ve tehlikede gelişmeler.
Bu dönemde, büyük ölçekli kimyasal üretim tesislerinin güvenliği ve çevresel etkileri ile ilgili kaygılar da dile getiriliyordu. 1962'de yayınlanan ve o dönem ses getiren Rachel Carson'ın kaleme aldığı Sessiz Bahar adlı kitap, okuyucularını güçlü bir böcek ilacı olan DDT'nin zararlı etkilerine karşı uyarmaktaydı. Birleşik Krallık'ta gerçekleşen 1974 tarihli Flixborough felaketi, 28 ölüme sebep olmuştu, bunun yanı sıra bir kimyasal tesisi ile yakınlardaki üç köyde büyük hasar meydana gelmişti. 1984 yılında, Hindistan'da gerçekleşen Bhopal felaketi, neredeyse 4.000 ölümle sonuçlanmıştı. Gerçekleşen bu kazalar, diğer olaylarla birlikte yapılan işin itibarını lekelediğinden endüstriyel güvenliğe ve çevrenin korunmasına daha fazla odaklanılmaya başlandı. Buna cevaben IChemE, güvenlikle ilgili derslerin 1982'den sonra akredite edilen tüm lisans programlarına eklenmesi zorunluluğunu getirdi. 1970'lerde Fransa, Almanya ve ABD gibi çeşitli ülkelerde mevzuat ve denetleme acenteleri kuruldu.
Yakın zamandaki ilerlemeler.
Bilgisayar bilimindeki gelişmeler, tesislerin tasarımı ve yönetimi konusunda uygulama alanı buldu. Önceden elle yapılan çizimler ve hesaplamaları kolaylaştırdı. İnsan Genom Projesi'nin tamamlanması, sadece kimya mühendisliğinin gelişimi ile değil, aynı zamanda genetik mühendisliği ve genom biliminin de son dönemlerdeki gelişiminin sonucu olarak görülmektedir. Projede DNA dizilerini büyük oranlarda üretmek için kimya mühendisliğinin ilkeleri kullanıldı.
Kavramlar.
Kimya mühendisliği çeşitli prensiplerin uygulamasını kapsar. Bu kavramlar aşağıda görüldüğü gibidir:
Tesis tasarımı ve inşası.
Kimya mühendisliği tasarımı, pilot tesisler, yeni tesisler veya tesis modifikasyonları için plan, şartname ve ekonomik analiz oluşturmak ile ilgilenir. Tasarım mühendisleri genellikle müşterilerin ihtiyaçlarını karşılayacak tesisler tasarladıkları danışmanlık rolünde çalışırlar. Bir tesisin tasarımı finansman, devlet düzenlemeleri ve güvenlik standartları gibi birçok faktörle sınırlanır. Bu kısıtlamalar bir tesisin proses, malzeme ve ekipman seçimini belirler.
Tesis inşası, yatırımın büyüklüğüne bağlı olarak proje mühendisleri ve proje müdürleri tarafından koordine edilmektedir. Bir kimya mühendisi, tam zamanlı veya yarı zamanlı olarak proje mühendisliği yapabilir fakat bunu yapabilmek için yeterli ek eğitim ve iş becerilerine sahip olması ya da bir proje grubunda danışman olarak önceden rol almış olması gerekir. ABD'de ABET tarafından onaylanmış lisans programlarından mezun kimya mühendislerinin eğitiminde proje mühendisliği eğitimi genellikle zorunlu değildir. Proje mühendisliği eğitimi özel eğitim programlarıyla, seçmeli derslerle veya yüksek lisansla edinilebilir. Proje mühendisliği işi, kimya mühendisleri için dünya çapında en büyük istihdam alanlarından biridir.
Proses tasarımı ve analizi.
Ünite operasyonu, bir kimya mühendisliği prosesinin fiziksel bir adımıdır. Ünite operasyonları (kristalleştirme, filtrasyon, kurutma ve buharlaştırma gibi), reaktanların hazırlanması, reaksiyon ürünlerinin saflaştırılması ve ayrılması, artan reaktanların geri kazanımı ve reaktörlerde enerji aktarımının kontrol edilmesi gibi fiziksel işlemler için kullanılan bir terimdir. Ünite prosesleri ise kimyasal değişim içeren süreçler için kullanılan bir terimdir. Materyallerin biyokimyasal, termokimyasal ve çeşitli diğer kimyasal yollarla işlenmesi, ünite prosesleri kapsamına girer. Ünite prosesleri, ünite operasyonlarıyla birlikte bir "kimyasal proses" oluştururlar. Tüm bunlardan sorumlu kimya mühendislerine proses mühendisi adı verilir.
Proses tasarımı, kullanılacak ekipman tiplerinin ve boyutlarının tanımlanmasının yanı sıra bunların birbirlerine nasıl bağlanacaklarının ve inşasında kullanılacak malzemelerinin de belirlenmesini gerektirir. Detaylar genellikle yeni veya modifiye edilmiş bir kimya fabrikasının kapasitesini ve güvenilirliğini kontrol etmek için kullanılan bir proses akış şemasında gösterilir.
Kimya mühendisliği eğitiminin lisans programları, proses tasarımı ilke ve uygulamalarını zorunlu kılar. Bu beceriler, mevcut kimyasal tesislerinde verimliliği değerlendirmek ve iyileştirmeler için önerilerde bulunmak için kullanılır.
Taşınım olayı.
Taşınım olaylarının modellenmesi ve analizi birçok endüstriyel uygulama için birer esastır. Akışkanlar mekaniği, ısı aktarımı ve kütle aktarımı gibi dallar taşınım olayları kapsamına girer. Bu sayılan olaylar esas olarak momentum aktarımı, enerji transferi ve kimyasal türlerin taşınımı ile gerçekleşirler. Taşınım modelleri genellikle makroskobik, mikroskobik ve moleküler seviyedeki olaylar için farklı varsayımlardan oluşur. Bu sebepten ötürü taşınım olaylarının modellenmesi, uygulamalı matematiğin anlaşılmasını gerektirmektedir.
Uygulamalar ve pratik.
Kimya mühendisleri, "malzemelerin ve enerjinin kullanımının ekonomik yollarını geliştirir". Kimya mühendisleri, ham maddeleri büyük ölçekli endüstriyel ortamlarda ilaçlara, petrokimyasallara ve plastik gibi kullanılabilir ürünlere dönüştürmek için kimyayı kullanırlar. Ayrıca atık yönetimi ve araştırmalarında da rol oynarlar. Hem araştırmalarda hem de uygulamalarda bilgisayarlar oldukça yaygın olarak kullanılmaktadır.
Kimya mühendisleri, daha iyi ve güvenli üretim yöntemleri, çevre kirliliği kontrolü ve kaynakları koruma amacıyla tasarım yapacakları ve deneyler gerçekleştirecekleri endüstri kollarında veya üniversite araştırmalarında rol alabilirler. Bir proje mühendisi olarak tesislerin tasarlanması ve inşasında yer alabilirler. Proje mühendisleri olarak çalışan kimya mühendisleri, bilgilerini maliyetleri en aza indirmek, güvenlik ve ekonomik kârı en üst düzeye çıkartmak için optimum üretim yöntemlerini ve tesis ekipmanlarını seçmekte kullanır. Tesis yapımından sonra, kimya mühendisliği proje yöneticileri, ekipmanların geliştirilmesinde, proses değişikliklerinde, sorun gidermede ve günlük operasyonlarda tam zamanlı olarak çalışabilir veya danışmanlık pozisyonunda görev alabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4608",
"len_data": 12083,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.81
}
|
Lenine (Kırım Tatarcası: Yedi Quyu, Ukraynaca: Леніне, Rusça: Ленино / "Lenino", 1957'e kadar Семь Колодезей / "Semi Kolodezey", anlam: "Yedi Kuyu"), Ukrayna'nın Kırım Özerk Cumhuriyeti'nin Lenine Rayonu'nun idarî merkezidir. Lenine Rayonu Kırım'ın en uzak ve en fakir ilçesidir.
1861 yılında bu bölgedeki köylerden (Kazantüp, Bayar, Kocalar, Mezkürce, Kıpçak...) Köstence, Eskişehir ve Polatlı'ya yoğun göçler yaşanmıştır. Bugün Sivrihisar ve Polatlı' daki Kırım Tatar köyleri ağırlıklı olarak ya doğrudan Yedikuyu bölgesinden ya da Köstence ve Dobruca üzerinden gelerek yerleşmişlerdir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4611",
"len_data": 588,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.6
}
|
Gözleve, Ukrayna'nın Kırım Özerk Cumhuriyeti'nde yer alan bir şehirdir.
Toponim.
Yakın tarihte Kırım, Osmanlı, Ukrayna ve Rusya hâkimiyet sınırları içerisinde kalan şehre bu medeniyetler farklı adlar vermiş olup hepsi de günümüzde hâlen kullanılmaktadır. Şehrin Türkçede yaygın olan ve kullanılagelen adı Gözleve olup Gezleve şeklinde kullanıma da rastlanmaktadır. Kırım Tatarcası adı ise Kezlev () şeklindedir. Bu ad aynı zamanda Türkçede de kullanılmaktadır. Ukraynaca ve Rusçanın ikisinde ise kullanılan ad Yevpatoriya (, ) iken bu ad zaman zaman bozularak Evpatorya, Evpatoriya yahut Yevpatorya şekillerinde de Türkçeye aktarılabilmektedir.
Tarihçe.
Bir Antik Yunan kolonisi olan ve geçmişte Kerkinitis (Κερκινίτης) adıyla anılan Evpatorya'ya ilk kez MÖ 500 yıllarında yerleşime açıldı. Pontus Kralı VI. Mithridates'in Kırım'ı ele geçirmesinden sonra şehrin adı, "Eupator" olarak değiştirildi. Kabaca 7. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar Hazar Kağanlığı'nın egemenliğinde kalan şehir, "Güsliev" (Güzel ev) olarak anılmaktaydı.
Evpatorya, daha sonra Kıpçakların, Moğol İmparatorluğu'nun ve Kırım Hanlığı'nın bir şehri olmuştur. Kırım Hanlığı döneminde Kırım Tatarları tarafından "Kezlev" olarak adlandırılan şehri Osmanlılar "Gözleve" olarak tanımlamaktaydı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4616",
"len_data": 1255,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.89
}
|
Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) (, METU), 15 Kasım 1956 tarihinde, zamanın Türkiye Başbakanı Adnan Menderes, Karayolları Genel Müdürü Vecdi Diker ve bir grup akademisyen tarafından Ankara'da kurulmuş bir devlet üniversitesidir. Mersin'de bulunan Deniz Bilimleri Enstitüsü ve KKTC'de bulunan ODTÜ KKK (Kuzey Kıbrıs Kampüsü) dışında bütün binaları aynı kampüstedir. Bugüne kadar 120 binin üzerinde mezun veren üniversitenin eğitim dili İngilizcedir.
Yabancı dilde eğitim vermek, merkezî bilgisayar sistemi kurmak, üniversite müzesi açmak, teknokent kurmak, internet bağlantısı gerçekleştirmek gibi ülke çapında birçok ilki gerçekleştirmiştir. 2014'te Times Higher Education Dünya Üniversite Sıralaması'nda 85. sırada yer alan ODTÜ, bu listede ilk yüze girebilen tek Türk üniversitesidir.
Tarihçe.
Kuruluş.
1954'te Pensilvanya Üniversitesi'nden Prof. Charles Abrams, Birleşmiş Milletler'in görevlisi olarak Orta Doğu'daki konut sorunu ve üniversitelerin mimarlık ve şehir-bölge planlama eğitimine ilişkin araştırma yapmak üzere Türkiye'ye gelir. İncelemelerini bir rapor halinde BM'ye sunan Abrams, Türkiye'de mimarlık ve planlama eğitimi verecek bir teknoloji enstitüsünün kurulmasını önerir. Bunun üzerine BM, Pensilvanya Üniversitesi'nden G. Holmes Perkins'i, Türk mimarlarını ve şehir - bölge plancılarını yetiştirecek bir enstitünün kurulması için görevlendirir. Böylelikle ODTÜ, 15 Kasım 1956 tarihinde Millî Eğitim Bakanlığı'na bağlı bir enstitü olarak "Orta Doğu Yüksek Teknoloji Enstitüsü" adıyla 2 yabancı ve birkaç Türk öğretim elemanı kadrosuyla İngilizce dilde eğitime başlar. Birleşmiş Milletler kanalıyla gelen bu yabancı öğretim elemanlarından biri Mart 1959'a kadar geçici direktörlüğü de üstlenen Thomas Godfrey, diğeri ise Marvin Sevely'dir. Kurulduğu hâliyle yönetim düzeni, MEB'e bağlı herhangi bir enstitünün yönetimden farklı bir niteliğe sahip olan ODTÜ'de yönetimin en üst karar organı "Mütevelli Heyeti" olarak adlandırılan ve başlangıçta 5 üyeden oluşan bir kuruldur.
Türkiye ve diğer Orta Doğu ülkelerinin kalkınmalarına katkıda bulunmak, özellikle fen bilimleri ve sosyal bilimler alanlarında çalışan yetiştirmek üzere kurulan enstitünün açılışından önce dönemin Maarif Vekili Ahmet Özel "Meclise sunulan tasarının kanunlaşması sonunda enstitü, Orta Doğu'nun en büyük teknik üniversitesi hâline getirilecektir." diyerek enstitünün bir süre sonra üniversite hüviyetini alacağını bildirmiştir.
İlk olarak Mimarlık ve Şehircilik alanında eğitime başlayan ODTÜ; 1956-1957 ders yılının ikinci döneminde Makine Mühendisliği, 1957-1958 ders yılının başında İnşaat Mühendisliği ve İdari Bilimler Fakültesi'ne bağlı İş İdaresi, Kamu Yönetimi (Amme İdaresi) ve Endüstri Yönetimi programlarında eğitim vermeye başlar. Üniversite bu yıllarda Kızılay'da Emekli Sandığı'na ait küçük bir bina ile TBMM yakınlarında bulunan barakaları derslik olarak kullanır. 29 Ocak 1957'de üniversitenin "Kuruluş ve Hazırlıkları Hakkındaki 6887 Sayılı Kanun" çıkarılır ve ardından esas kanun 27 Mayıs 1959'da 7307 Sayılı Kanun olarak TBMM'de onanır. Yasanın onanmasıyla birlikle enstitü, tüzel kişiliğine kavuşarak "Orta Doğu Teknik Üniversitesi" olarak isim değiştirir.
İlk yıllar.
İlk zamanlar ortaokul binasını andıran küçük bir binada eğitim veren ve "baraka", "gecekondu üniversitesi" diye anılan üniversitenin kendine ait bir yerleşkeye kavuşması için çalışmalar kuruluşun ardından hemen başlamış, henüz yerleşke yeri kesinleşmemişken Perkins'in yaptığı yerleşke planı kabul görmüştür. Yerleşke alanı için Yalıncak Köyü'nün ardındaki arazinin veya Etimesgut Şeker Fabrikası binalarının kullanılmasının gündeme geldiği bir dönemde temelin bir an önce atılması için hükûmetten gelen baskıların üzerine 2 Ekim 1957'de Yalıncak Köyü'nde bir temel kazma töreni yapılmıştır. Uluslararası bir üniversite olacağı için Ankara'daki büyükelçilerin hemen hemen hepsi, dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes ve diğer bakanlar törende bulunur. ODTÜ'nün kurucularından ilk Mütevelli Heyeti Başkanı Vecdi Diker, Karayolları Genel Müdürlüğü'nden bir ekskavatör getirtmiş ve bu inşaat makinesi ile temel yeri kazılmıştır. Perkins'in tasarladığı yerleşke planı çerçevesinde inşa edilecek ilk bina İdari İlimler Fakültesi olarak belirlenmiş ve 1959'da düzenlenen uluslararası proje yarışmasında Dr. Turgut Cansever, Ertürk Yener ve Mehmet Tataroğlu'dan oluşan Türk ekip birinci olmuştur. Ancak yerleşkenin nereye kurulacağı hâlâ tam olarak belirlenmediği için proje askıya alınmıştır.
27 Mayıs Darbesinin ardından ODTÜ Mütevelli Heyeti üyesi olan dönemin Başbakanı Adnan Menderes ve Antalya milletvekili Ahmet Tokuş tutuklanarak heyetten ihraç edilmiş, üniversitenin kapatılacağı düşüncesi yayılmaya başlamıştır. Darbeden sonra Orta Doğu Teknik Üniversitesinin Adnan Menderes'in eseri olduğunu ileri sürerek kapatılmasını isteyen Millî Birlik Komitesi'ndeki diğer cuntacı arkadaşlarına karşı çıkan Kurmay Albay Sami Küçük, üniversitenin eğitim faaliyetlerine devamını sağlamıştır. Ağustos 1960'ta Mütevelli Heyeti'nin görevine son veren 43 sayılı yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte kısa bir süre sonra Mart 1959'da danışman rektör olarak atanan Prof. W.R. Woolrich'in görevine son verilerek ODTÜ'nün ilk Türk rektörü olarak Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu atanmıştır. Böylece Türkiye'deki hukuk sistemine uyum sağlayan üniversitenin açılış töreninde rektör Feyzioğlu "Orta Doğu Teknik Üniversitesi tamamıyla bir Türk üniversitesidir." diyerek "Türk üniversitesi" kimliğine vurgu yapmıştır. Bu dönemde ODTÜ'nün iç yazışmaları Türkçe olarak yapılmaya başlanmış ve ilk kez yönetmelikler çıkarılmıştır. Haziran 1960'ta ilk mezunlarını veren üniversiteden bu dönemde 11'i Makine Mühendisliği Bölümü'nden, 19'u Mimarlık Bölümü'nden olmak üzere toplam 30 kişi mezun olmuş ve ilk üniversite birincisi olan öğrenciye bin liralık ödül ile birlikte şilt verilmiştir.
27 Ekim 1960'ta 147'ler olayı olarak bilinen, askerî yönetimin 114 sayılı kanun ile 147 öğretim üye ve yardımcısını üniversitelerden ihraç etme kararını protesto etmek için Feyzioğlu da dahil birçok rektör ve öğretim üyesi görevlerinden istifa etmiş; ancak Turhan Feyzioğlu'nun istifası kabul edilmemiş ve Feyzioğlu görevini sürdürmüştür. Ocak 1961'de Feyzioğlu'nun Temsilciler Meclisi'ne seçilerek görevden ayrılmasıyla birlikte 23 Şubat 1961'de rektörlük görevine Prof. Dr. Seha Meray atanmıştır. Meray'ın rektörlüğe gelmesinden kısa bir süre sonra üniversite, öğrenci boykotuna tanık olur. Öğrenciler, hem öğretim olanakları hem de diplomaların tanınıp tanınmamasındaki belirsizlik konusunda bir boykot düzenleyerek derslere girmeme kararı almıştır. Rektörle yapılan görüşmenin ardından boykot sona ermiştir. Yaklaşık 3 ay boyunca rektörlüğünü yürüten Meray, rahatsızlığı nedeniyle Mayıs 1961'de görevinden ayrılmış ve rektörlük işlerini geçici olarak Uğur Ersoy sürdürmüştür. Ersoy, Ağustos 1961'de rektörlükten ayrılarak öğretim üyesi görevine devam ederken Ersoy'un istifasından sonra Feyzioğlu'nun rektörlüğü döneminde rektör yardımcılığı yapmış Doç.Dr. Arif Payaslıoğlu iki ay süreyle rektörlük işlerini üstlenmiştir.
26 Nisan 1961'de Mütevelli Heyeti, yerleşke yeri için Aşağı Balgat'ta (şimdiki yerleşke) karar kılmış ve yerleşke projesi için uluslararası jüriye sahip ancak ulusal düzeyde yeni bir yarışma düzenlenmiştir. Sonuçları Eylül 1961'de açıklanan yarışmayı, katılan 25 proje arasından Behruz Çinici ile Altuğ Çinici'nin projesi kazanmıştır. 22 Kasım 1961'de rektörlüğe gelen Kemal Kurdaş'ın yaptığı ilk çalışmalar yerleşke ile ilgili olmuştur. Yarışmayı kazanan mimarlar Behruz ve Altuğ Çinici ile 23 Kasım 1961'de görüşen Kurdaş, çalışmaların hızla başlamasını istemiştir. İlk aşamada Mimarlık Fakültesi, Fen-Edebiyat Falültesi'nin laboratuvarları, rektörlük binası ve kafeteryanın ilk bölümü ile iki yurt binasının planları hazırlanmıştır. Bunun ardından 3 Aralık 1961'de ODTÜ'de ilk ağaçlandırma faaliyetleri yapılmış ve ODTÜ'lü öğrenciler, yerleşke arazisine 135 bin fidan dikmiştir. Aynı ay içerisinde Kurdaş, Yalıncak Köyü'ndeki incelemeleri sırasında bazı yapı kalıntıları ile küçük eserlere rastlayarak buranın eski bir yerleşme yeri ve arkeolojik saha olduğunu Millî Eğitim Bakanlığı, Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü ve Ankara Arkeoloji Müzesi (bugün Anadolu Medeniyetleri Müzesi) Müdürlüğü'ne bildirir ve arkeolog Burhan Tezcan yönetimindeki ekip, burada arkeolojik çalışmalara başlar.
Üniversitenin kadro ve altyapısı yeterli olmamasına rağmen 1961 yılı içerisinde matematik, fizik, teorik fizik, kimya, eğitim, beşeri ilimler ve psikoloji bölümleri ile hazırlık sınıfı açılmıştır.
Ocak 1962'de yerleşkenin inşaat programı kesinleştirilmiş ve ilk iki yıl için programda Mimarlık Fakültesi ile altyapı tünelinin bitirilmesi yer almıştır. Bunun üzerine 11 Mayıs 1962'de dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in de katılımıyla Mimarlık Fakültesi binasının temel atma töreni gerçekleştirilir. Ardından hazırlık sınıfının yeni yerleşkeye taşınmasına karar verilir ve bu doğrultuda aynı yılın yazında Mimarlık Fakültesi'nin kuzeyindeki alana 4 baraka inşa edilir. Ekim 1962'de yeni yerleşkede eğitime başlayan Hazırlık Sınıfı böylece yerleşkeye taşınan ilk birim olmuştur. Bir süre sonra Hazırlık Sınıfı, Mütevelli Heyeti kararıyla Hazırlık Okulu'na dönüştürülmüştür. Aynı yıl içerisinde kampüs ağaçlandırma faaliyetleri devam etmiş ve rektör Kurdaş ile beraberindeki öğrenciler kampüse 1,5 milyondan fazla ağaç dikmiştir. 1961-62 öğretim yılında ODTÜ öğrenim gören toplam öğrenci sayısı 1025 iken 1962-63 öğretim yılında bu sayı 1274'e ulaşmıştır. 12,5 milyon liraya mal olan ve 30 Eylül 1963'te hizmete giren Mimarlık Fakültesi binasının tamamlanmasından sonra 1 Ekim 1963'te yeni yerleşke, zamanın Başbakanı İsmet İnönü'nün de katılımıyla gerçekleşen törenle eğitim-öğretime açılmıştır. 63-64 öğretim yılının başlangıcında üniversitenin büyük bir bölümü yeni kampüse taşınırken üniversite, bu öğrenim döneminde 310 Türk 56 yabancı öğretim görevlisi ile 1893 Türk 167 yabancı öğrenciye eğitim vermiş ve lisans programından toplam 158 kişi, yüksek lisans programından toplam 59 kişi mezun etmiştir.
Daha çok yerleşke inşasının bitirilmesine yönelik yapılan çalışmalarla geçen 1963 yılında kütüphane binasının mimari projeleri şekillendirilmiş ve günümüzde hâlen kullanılmakta olan ODTÜ Kütüphanesi'nin mimarı Behruz Çinici konuyla ilgili araştırmalarına başlamıştır. 63-64 yıllarında yerleşkede tamamlanmış binaların toplam alanı 67.000 m²'nin üzerine çıkmıştır. 1964 yılına gelindiğinde hesaplayıcı, yazıcı, sıralayıcı ve veri giriş kartı hazırlama makinelerinden oluşan donanımıyla daha çok yönetsel bilgi işlemlerine destek olmak amacı ile rektörlüğe bağlı bir birim olarak ODTÜ Bilgisayar Merkezi kurulmuştur. Aynı yılın sonunda Bilgisayar Merkezi'nin akademik çalışmalara yardımcı olması için bir bilgisayar sisteminin kurulmasına karar verilmiş ve bunun için Amerika Birleşik Devletleri Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT)'den iki Türk öğretim üyesi Dr. Şenol Utku ve Dr. Cenap Oran ODTÜ'ye davet edilmiştir. Kurulan çalışma ekibi, o dönemde ABD'deki üniversitelerde yaygın olarak kullanılan IBM 1620 bilgisayar sisteminin kiralanmasına karar vermiş ve o yıl Fizik Bölümü'nde kurulan merkeze 1965'te IBM 1620 sistemi kurulmuştur. Bir taraftan da kütüphanenin zenginleşmesi için çabalar devam ederken 30 Haziran 1965'te Winston Churchill anısına İngiliz Hükûmeti'nin yaptığı bin ciltlik bir koleksiyon kütüphane arşivine katılmış ve 31 Aralık 1965'te kütüphane koleksiyonu toplamda 50 bin cilde ulaşmıştır. Aynı yıl kampüse koyulmak üzere açılan Atatürk Anıtı Yarışması sonucunda birinci olan Atatürk Anıtı ile ikinci olan Bilim Ağacı kampüse yerleştirilmiştir.
1967 yılında özellikle bilimsel projelere ağırlık verilen ODTÜ'de yıl içerisinde toplam 219 proje yürütülmüştür, bu dönemde yapılan projelerle TÜBİTAK'tan en çok ödül alan üniversite unvanı ODTÜ'ye gelmiştir. Ders yılı başında Türkiye'de ilk defa düzenlenen test yöntemiyle üniversite 1843 yeni öğrenci almış ve toplam öğrenci sayısı 5127'ye yükselmiştir. Ayrıca üniversitenin öğretim üyesi kadrosu %20 artarak 607'ye ulaşmış, Teorik Kimya Bölümü ile Hesap Bilimleri Bölümü kurulmuş ve Modern Biyoloji Opsiyonu başlatılmıştır. Merkezi Kütüphane'nin inşaatı tamamlanmış ve kütüphaneye 14.620 yeni kitap eklenmiştir. Kütüphanenin bilimsel dergi ve periyodik sayısı 1456'ya yükselmiştir.
1967'de rektör Kurdaş başkanlığında "Keban Baraj Gölü Altında Kalacak Tarihi Eserleri Kurtarma ve Değerlendirme Komitesi" kurulmuş ve 8 yıl sürecek olan Keban bölgesini arkeolojisi, tarihi, mimarisi, etnografyası, folkloru, müziği, dili ile bir bütün olarak inceleyecek bir projeye başlanmıştır. Bu kapsamda Keban Baraj Gölü altında kalacak arkeolojik varlıkların kurtarılmasına ağırlık verilmiştir.
Sonraki dönem.
Temmuz 1987'de görev süresi dolan rektör Gönlübol'un yerine Endüstri Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ömer Saatçioğlu rektörlüğe atanmıştır. 1988'de Üniversite Senatosu, ODTÜ'nün kuruluş yasasının kabul tarihini esas alarak 27 Mayıs gününü "ODTÜ Günü" olarak belirlemiş ve bu günün her yıl bir törenle kutlanması yönünde karar almıştır. O tarihten itibaren 27 Mayıs'ın yer aldığı haftanın son iş günü "ODTÜ Günü" olarak kutlanmaktadır. 1989'da daha sonra gelenek hâline gelen "Mezunlar Günü" ilk kez düzenlenmiş, mezuniyetlerinin 30. yılını dolduran mezunlara plaket verilmiştir. Aynı sene içerisinde üniversitenin bilgisayar kapasitesi artırılarak kişisel bilgisayar sayısı bine ulaştırılmış, fiber optik bilgisayar ağı oluşturulmuş ve uluslararası ağlara bağlanılmıştır. 1987'de ön çalışmalarına başlanan Teknokent'te kurulacak teknoloji tabanlı firmalara destek olma gayesiyle 1990'da KOSGEB ile imzalanan işbirliği anlaşmasıyla Teknoloji Geliştirme Merkezi (TEKMER) açılmıştır.
7 Temmuz 1992'te çıkan yasa ile "YÖK tarafından yapılan rektör atamaları düzeni" kaldırılarak günümüzde hâlen uygulanan seçim sistemine başlanmıştır. Ömer Saatçioğlu'nun Eylül 1992'de görev süresinin sona ermesiyle birlikte yapılan ilk seçimlerde en çok oyu alan İnşaat Mühendisliği öğretim üyesi Prof. Dr. Süha Sevük rektör olarak atanmıştır. Aynı yıl, Türkiye'nin ilk CAD/CAM Laboratuvarı'nı içeren BİLTİR Merkezi, rektörlüğe bağlı birim olarak kurulmuştur. 12 Nisan 1993'te Ankara-Washington arasındaki 64 Kbps kapasiteli kiralık hat ile, ODTÜ Bilgi İşlem Daire Başkanlığı sistem salonundaki yönlendiriciler kullanılarak Türkiye'nin ilk internet bağlantısı gerçekleştirilmiş, Türkiye'nin ilk internet sayfaları .tr uzantılı olarak açılmıştır. 1994'te rektör Sevük'ün ve genel sekreter Mehmet Çalışkan'ın desteği ile kuruluş çalışmalarına başlanan Radyo ODTÜ, 1995'te 103.1 frekansıyla yayın hayatına başlamıştır. 25 Haziran 1996'da yapılan seçimde Süha Sevük tekrar rektör seçilmiştir.
1998'de ODTÜ Geliştirme Vakfı, Anadolu genelinde okul açma projesine başlamıştır. Öncelikli olarak Ankara, Denizli, Mersin ve Niğde'de kurulan okullar eğitime başlatılmış, okul sayısının 10-12'ye çıkarılması düşünülmüştür. 19 Kasım 1998'de Genelkurmay Başkanlığı ve Savunma Sanayii Başkanlığı ile imzalanan protokol sonucu MODSİM-LAB kurulmuştur. Yerleşkeye yapılan yeni binasında hizmete geçen laboratuvar 24 Haziran 1999'da "Araştırma ve Geliştirme Laboratuvarı" olarak devam etmiş ve ilerleyen yıllarda merkez statüsünü kazanarak ODTÜ-TSK MODSİMMER (Modelleme ve Simülasyon Uygulamaları Araştırma Merkezi) adını almıştır.
17 Ağustos 1999'da Türkiye'yi ciddi biçimde etkileyen ve yaklaşık 18 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan Marmara depremi sonrasında ODTÜ, kazazedeler için yardım köprüsü oluşturmuştur. Kriz masası kuran rektörlük, "ODTÜ Depreme Yardım Kampanyası" başlatmış, kampanya dahilinde yardım toplanırken afetzedeler için de ODTÜ yurtları kullanıma açılmıştır. İlköğretim, lise veya üniversite eğitimi gören öğrenciler için de "ODTÜ Deprem Bursu" kampanyası başlatılmıştır.
2000'in başında Bilkent, Boğaziçi, Çukurova, Dokuz Eylül, Ege, Gazi, Hacettepe, İTÜ, Koç, ODTÜ, Sabancı üniversitelerinin katılımıyla "Türkiye'deki akademisyen ve öğrencilerin küresel bilgi ağına en üst düzeyde erişimlerini gerçekleştirerek, eğitim ve araştırmaya kütüphanelerin desteğini arttırmak" için ANKOS (Anadolu Üniversite Kütüphaneleri Konsorsiyumu) oluşturulmuştur. Yine aynı dönemde Bilgi İşlem Daire Başkanlığına ait tüm yazılım/donanım/gömülü yongalı sistemlerin listesi çıkartılmış ve envanterdeki tüm sistemlerin 2000 yılı uyumluluğu konusunda araştırmalar yapılmıştır. 7 Ağustos 2000'de Süha Sevük'ün görev süresinin dolmasıyla birlikte yapılan seçimle Kimya Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ural Akbulut rektör olmuştur. Türkiye'de ilk kez yapılan bir uygulamayla, IEEE 802.11b teknolojisiyle 11Mbps bant genişliğinde, kütüphane, Kültür ve Kongre Merkezi'nde (ODTÜ KKM) ve yerleşke içindeki çeşitli açık alanlarda kablosuz ağ erişimi hizmeti sağlanmıştır. Devlet Planlama Teşkilatı, 2001'de "Öğretim Üyesi Yetiştirme Projesi"'sini onaylamış ve bu sayede 14 milyon liralık bir kaynak sağlanmıştır. Aynı yıl ağustos ayında teknokentler ile ilgili yasal çerçeveyi tanımlayan "Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Yasası" TBMM'den geçerek yasalaşmıştır. Böylece ODTÜ Teknokent, Türkiye'nin ilk yasal teknokenti olmuştur. Haziran 2002'de ayında, AB projelerinde güç birliği oluşturma amacıyla ODTÜ, Ankara Üniversitesi, İTÜ, Boğaziçi Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi ile birlikte "Üniversitelerarası Avrupa Birliği İnisiyatifi"ni kurmuştur. Avrupa Birliği İnisiyatifi, 6. Çerçeve programlarının 7 ana temasında toplam 12 çalıştay düzenlemiş ve ülke çapında ulusal ağlar oluşturmak için çalışmalara başlamıştır. Mühendislik, teknoloji ve bilişim alanlarındaki programları akredite eden Amerika merkezli kuruluş ABET'in yeni kriterlerine göre eşdeğerlik alan ilk Avrupa Üniversitesi olan ODTÜ, 2003'te aldığı eşdeğerliklerle Türkiye'de tüm mühendislik programları akredite olan iki üniversiteden biri olmuştur. 2000'li yılların başında kuruluş çalışmaları başlayan Kuzey Kıbrıs Kampüsü, 2003'te KKTC Cumhuriyet Meclisi tarafından çıkarılan kuruluş yasası ile beraber tüzel kişiliğine kavuşmuş ve eğitime başlamıştır. 8 Aralık 2004'te Eğitim, Ölçme, Moleküler Biyoloji ve Biyoteknoloji AR-GE Merkezleri olarak yapılandırılan Merkezî Laboratuvar'ın açılışı yapılmıştır. Yaygınlaştırılmış Ulusal ve Uluslararası Projeler (YUUP) kapsamında yapılan projeler için 2005'te DPT'den 5 milyon TL kaynak sağlanmış, 2004'te başlatılan İnsansız Hava Aracı, Akıllı Cam ve Kiral İlaç Hammaddesi YUUP projelerinde ürün ve patent aşamasına ulaşılmıştır. ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi de 2005'te hizmete girmiştir.
Üniversite yapısı.
Fakülte ve bölümler.
Üniversite bünyesinde 5 fakülte ve bu fakültelerde 37 bölüm vardır. Bunlar:
Üniversitenin Kuzey Kıbrıs Kampüsü'nde Kimya Mühendisliği, İnşaat Mühendisliği, Bilgisayar Mühendisliği, Elektrik-Elektronik Mühendisliği, Makine Mühendisliği, Havacılık ve Uzay Mühendisliği, Petrol ve Doğal Gaz Mühendisliği, İktisat, İşletme, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler, İngilizce Öğretmenliği, Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Öğretmenliği, Psikoloji, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümleri vardır. Bu kampüsteki bölümlerle birlikte toplam bölüm sayısı 51'dir.
Bunlara ek olarak, Uygulamalı Matematik Enstitüsü, Enformatik Enstitüsü, Deniz Bilimleri Enstitüsü, Fen Bilimleri Enstitüsü, Sosyal Bilimler Enstitüsü olmak üzere beş enstitü, bir Meslek Yüksekokulu, Yabancı Diller Yüksekokulu'nun altında; Temel İngilizce Bölümü, Modern Diller Bölümü ve Akademik Yazı Merkezi olmak üzere 3 bölüm ve Rektörlüğe bağlı olarak faaliyetlerini sürdüren, Türk Dili Bölümü ve Güzel Sanatlar ve Müzik Bölümü mevcuttur. Üniversitede toplamda 43 lisans, 106 yüksek lisans ve 67 doktora programı yürütülmektedir.
Amblem.
ODTÜ amblemi birbirine dönük iki ay ve bu ayların içindeki birbirine dönük iki yarım daireden oluşur. Amblemdeki renkler kırmızı ve beyazdır. Amblemdeki yarım daire ve ay şekilleri Orta Doğu ülkelerinin çoğunun bayraklarında bulunan ayları temsil eder. İç içe iki daireyse doğu-batı uygarlıkları ile bunların ilişkisini yansıtmaktadır.
Eşit çaplı iki dairenin merkezleri arasındaki uzaklık daire çapının beşte biridir (D/5). Renkli basımda bayrak kırmızısı kullanılır ve karşıdan bakıldığında içi dolu kırmızı ay solda bulunur.
Akademik yıl.
ODTÜ'de akademik yıl iki yarıyıldan oluşmaktadır. Genelde eylül ayının son haftasında başlayan akademik yılın birinci dönemi ocak ayının ortasında tamamlanır ve ikinci dönem de şubat ayının ortasında başlayıp haziran ayının ortasında sona erer. Ayrıca üniversitede dönem derslerini içeren Yaz Okulu ve uluslararası öğrencilere hitap eden dersler içeren Uluslararası Yaz Okulu da bulunmaktadır.
Üniversiteye kabul.
ODTÜ her yıl yüz binlerce lise son sınıf öğrencisi ve mezununun Türkiye'deki devlet ve vakıf üniversitelerine girebilmek adına girdiği Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sistemi sınav sonuçlarına göre önlisans ve lisans düzeyinde öğrenci kabul etmektedir. Bu sınavda dereceye girenlerin birçoğu eğitim yaşamlarını ODTÜ'de sürdürmeye karar vermiştir. ODTÜ'de öğrenim görme talebi çok yüksek olduğundan, üniversitenin birçok bölümü sınava giren yaklaşık iki buçuk milyon öğrenciden yalnızca en üstteki yüzde üçlük dilime girebilenleri kabul etmektedir. ODTÜ 2015 yılı kontenjanlarında 2861 öğrenci alacağını ilan etmiştir.
ODTÜ'ye giren öğrenciler, üniversitenin öğretim dilinin İngilizce olmasından dolayı, üniversite hayatının ilk eğitim döneminin başında İngilizce yeterlilik sınavına girmek zorundadır. Üniversite tarafından yapılan İngilizcede yeterlilik sınavından 59.50 ve üzeri not alanlar bölümlerine geçmeye hak kazanırken, sınavda geçersiz not alan öğrenciler İngilizce hazırlık programına alınırlar. Yine üniversite belirli koşulları sağlaması koşuluyla üniversite dışındaki TOEFL veya benzeri sınavlardan alınan notlarla, öğrencilerin bölümlerine geçmesine olanak tanımaktadır.
Akademik profil.
Üniversitede 1.115 öğretim üyesi, 324 öğretim görevlisi ve 1.259 araştırma görevlisi ile 2014-2015 dönemi verilerine göre 8.112'si lisansüstü olmak üzere 27.455 öğrenciye eğitim verilmektedir, 4.720 yüksek lisans, 3.168 doktora öğrencisi bulunmaktadır. ODTÜ mezunlarının %40'tan fazlası yüksek lisansa devam etmektedir. 2014 yerleştirme sonuçlarına göre ilk 100'e giren öğrencilerden 8, ilk binden 178, ilk bin ile 2 bin aralığından 150, ilk 2 bin ile 5 bin aralığından 445 ve 5 bin ile 10 bin aralığından 480 öğrenci ve ayrıca 74 okul birincisi ODTÜ'yü tercih etmiştir. Üniversitede eğitim gören yabancı uyruklu öğrenci sayısı 2014 verilerine göre 3166'dir.
Üniversite 2007 yılında TÜBİTAK projelerine 85 milyon TL civarında kaynak ayırmış ve Türkiye'deki üniversiteler arasında birinci olmuştur. ODTÜ'nün ardından en çok payı ayıran İstanbul Teknik Üniversitesi'nin projelere ayırdığı kaynak ise yaklaşık 20 milyon TL'dir. Üniversite, 2004-2008 yılları arasında TÜBİTAK tarafından desteklenen projelere 84.4 milyon TL harcamıştır. Bu oranla 2004-2008 yılları arasında öğretim elemanı başına düşen TÜBİTAK proje bütçesi 1.161.000 TL olmuştur.
ODTÜ, YÖK'ün 2010 verilerine göre yayımlanan makale sayısı sıralamasında 6. sırada yer almaktadır. Ayrıca aynı verilere göre öğretim üyesi başına düşen makale sayısında 1.26 oran ile ilk 50'de bulunan üniversiteler arasında birinci sırada yer alırken tıp fakültesi olmayan üniversiteler arasında da birinci durumdadır. TÜBİTAK'ın üniversiteleri girişimcilik ve yenilikçilik performanslarına göre sıraladığı "Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi" 'ne göre ODTÜ, 2014 yılında 83,09 puanla birinci olmuştur.
Uluslararası saygınlık.
ODTÜ'lü bilim insanları; COST, EUREKA, NASA, NATO, NSF, BM, Dünya Bankası, Jean Monnet, Erasmus Mundus, Leonardo ve SOCRATES gibi pek çok kuruluş ve projede etkin rol oynamıştır. Avrupa Birliği destekli gerçekleştirilen Araştırma ve Teknolojik Geliştirme Çerçeve Programı kapsamında 59 FP6 araştırma projesinde yer alan ODTÜ, şu ana kadar bunlardan 48'ini tamamlamıştır. Öte yandan 32 FP7 araştırma projesi hâlen sürdürülmektedir.
2010'dan bu yana Avrupa ve Amerika üniversiteleriyle lisans ve önlisans düzeyinde 19 ortak diploma programı yürüten ODTÜ; uluslararası eğitim ve değişimle ilgili EUA, EAIE, IIE, GE3, SEFI ve CIEE gibi birçok dernek ve ağa üyedir. Ayrıca ODTÜ, AIESEC ve IAESTE programları sayesinde öğrencilerine yurt dışı staj imkânı sunmaktadır.
Yükseköğretim kurumlarının uygulamalı bilim, mühendislik, teknoloji ve bilişim alanlarındaki programlarını akredite eden Amerika merkezli sivil toplum kuruluşu ABET akreditasyon sistemine başvuruda bulunan ilk Türk üniversitesi olan ODTÜ, bu başvuru ile ABET akreditasyonun Türkiye'de tanınmasına vesile olmuştur. Mühendislik fakültesindeki 13 programın tamamı akredite edilmiş ve ODTÜ, böylece Türkiye'de tüm mühendislik programları akredite olan iki üniversiteden biri olmuştur.
ODTÜ, dünyanın prestijli bir üniversite sıralaması olan Times Higher Education'da 2014 listesinde 85. sırada yer alarak Türkiye'nin en iyi üniversitesi seçilmiştir. Aynı zamanda ODTÜ, bu dereceyle dünya üniversite sıralamasında ilk 100'e girebilen tek Türk üniversitesi olmuştur. İngiltere merkezli Quacpuarelli Symonds (QS) tarafından hazırlanan dünya üniversiteler sıralamasında da toplamda 10 alanda listede yer almıştır.
Önemi.
Üniversite, 1966 yılında Türkiye'de merkezî bilgisayar sistemi kuran ilk üniversite olmuş, 1968 yılında kampüs içi kazı bulgularını sergileyen arkeoloji müzesi açmış ve 1987'de Türkiye'de teknopark girişiminin başlatılması, 1993'te ilk kez Türkiye'nin İnternet bağlantısının yapılması gibi birçok yeniliği gerçekleştirmiştir. Türkiye'nin İnternet Ülke Alan Kodu olan .tr, 1991 yılından beri ODTÜ tarafından yönetilen nic.tr kurumunca verilmektedir. .tr alan adı işlemlerinin politika ve prosedürleri, 1991-1998 yılları arasında ODTÜ Bilgi İşlem Daire Başkanlığınca oluşturulmuş ve uygulanmıştır. Nic.tr yönetimi, ODTÜ Enformatik Enstitüsü binasını kullanmaktadır.
Teknokent.
Türkiye'nin ilk bilim ve araştırma parkı olan ODTÜ-Teknokent için çalışmalara 1980'li yılların sonunda başlanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık başta olmak üzere dünya örnekleri incelenmiş, konunun önemine yönelik kamuoyu oluşturulmaya çalışılmıştır. 1996 yılında Dünya Bankası-TTGV işbirliği ile uluslararası bir konsorsiyuma hazırlatılan fizibilite çalışması, ODTÜ'yü, üniversitenin araştırma gücü, sanayi ile işbirliği potansiyeli ve yerleşkenin konumu gibi faktörler ile Ankara'da kurulacak bir bilim parkı için uygun görmüştür. 2001'de Türkiye'deki teknokentler ile ilgili yasal çerçeveyi tanımlayan Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Yasası Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edilmiştir. Bu yasa ile Türkiye'de üniversiteler önceliğinde bilim ve araştırma parklarının kurulması teşvik edilmiş ve bu amaçla başta vergisel muafiyetler olmak üzere çeşitli düzenlemeler yapılmıştır. 26 Ocak 2008 tarihinde ODTÜ'de bit çarpışma laboratuvarı açılmıştır. Türkiye'nin bu alandaki ilk laboratuvarı niteliğinde olan ODTÜ - BİLTİR Merkezi, akademik çalışmaların yanı sıra otomotiv sanayinin Ar-Ge çalışmalarında da test ve mühendislik hizmetleri sunmaktadır.
%60'tan fazlası Teknokent'te kurulmuş şirketlerden oluşan 300'ün üzerindeki şirket sayısına, %90'ı yüksek öğrenim mezunu olan 5 binden fazla personele ve Ar-Ge faaliyetlerinin yürütüldüğü 120.000 m² kapalı alana sahip olan Teknokent'te faaliyet gösteren şirketlerin %51'i yazılım-bilişim, %19'u elektronik, %15'i makine ve tasarım, %6'sı medikal teknolojiler, %6'sı enerji ve çevre, kalan %3'ü ise ileri malzeme, tarım, gıda, uzay-havacılık, otomotiv gibi diğer alanlarda Ar-Ge çalışması yürütmektedir. Yıllık ciro büyüklüğü yaklaşık 550 milyon TL olan Teknokent içinde yer alan şirketlerin bugüne kadar Ar-Ge'den elde ettiği gelir ve devlet ekonomisine kattıkları değer 4,7 milyar TL'i aşmış olmakla birlikte, bu çalışmalardan elde edilen ihracat geliri ise 660 milyon ABD dolarından fazladır. Ayrıca ODTÜ Teknokent, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından yapılan Teknoloji Geliştirme Bölgeleri 2011, 2012 ve 2013 Performans Endeks çalışmalarında üst üste üç kere birinci olarak Türkiye'nin en başarılı teknokenti seçilmiştir.
Yerleşke.
ODTÜ'nün ana yerleşkesi Ankara-Eskişehir yolu üzerinde bulunmaktadır. Yerleşke alanı 4.500 hektar (45,76 km²), orman alanı 3.043 hektar (30,40 km²) büyüklüğündedir ve Ankara şehir merkezinden 20 km uzaktaki Eymir Gölü'nü de içine almaktadır. ODTÜ'nün ana yerleşkesinden ve şehirdeki belli merkezlerden göle otobüs seferleri yapılmaktadır. Yerleşkeyle kent merkezi arasında ulaşım; dolmuş, özel halk otobüsü, EGO otobüsleri ve Ankara Metrosu'nun 13 Mart 2014'te açılışı yapılan M2 hattı ile sağlanmaktadır. Ayrıca belli saatlerde yerleşke içi ring servisleri de yapılmaktadır.
ODTÜ kampüsünün en önemli özelliği, bu kampüsün tasarlanması projesinin Türkiye mimarlık tarihinde gerçekleştirilen ilk planlı ve geniş kapsamlı uygulama olmasıdır. 1961 yılından itibaren ilk kampüs binalarının çoğunluğu Behruz Çinici ve Altuğ Çinici'nin tarafından tasarlanmıştır. Binaların çoğunluğu Brütalist bir eğilim sonucu çıplak beton tekniği ile inşa edilmekle birlikte ilk tasarlanan ve inşa edilen yapıların başında Kapalı ve Açık Yüzme Havuzları (1961), Kreş (1961), Teleskop Binası (1961), Öğrenci Merkezi (1961), Bilgisayar Mühendisliği Binası (1980), Mühendislik Fakültesi Laboratuvarları (1980), Fen - Edebiyat Fakültesi (1980), İdari İlimler Fakültesi (1980) ve Mimarlık Fakültesi (1980) gelmektedir. Kampüsün diğer bir önemli özelliği de Türkiye'de ilk defa bütün altyapı hizmetlerinin (elektrik, ısınma, iletişim, su) toprak altından verildiği bir mekân olmasıdır. Altyapı hizmetlerinin hepsi, kazılan 12 km'lik bir tünel aracılığıyla sağlanmıştır. Türkiye'nin ilk üniversite yerleşkesi olan yerleşke, Meltem Cansever tarafından "Türkiye'nin Kültür Mirası 100 Mimari Şaheser" arasında gösterilmiştir. Yerleşke aynı zamanda TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası'nın 50. kuruluş yılında yayınlanan ve odanın kuruluşundan itibaren 50 yıl içerisinde ülkede toprakları üzerinde yapılmış 50 seçkin inşaat projesinin bir jüri tarafından belirlendiği 50 Yılda 50 Eser listesinde de yer almıştır.
Doğal yaşam.
Yerleşke, 1960'lı yıllarda dönemin rektörü M. Kemal Kurdaş'ın ve öğrencilerin çabalarıyla düzenlenen ağaç bayramlarıyla ağaçlandırılmaya başlanır. O dönemden günümüze kadar karaçam, sarıçam, Toros sediri, meşe, kavak, badem gibi kurak koşullara uygun yaklaşık 10 milyon ibreli ve 23 milyon yapraklı ağaç yerleşkeye dikilmiştir. 1995'te 3043 hektarlık ODTÜ Ormanı, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından "Doğal ve Arkeolojik SİT Alanı" olarak ilan edilmiştir. Yerleşke günümüzde Ankara'nın en geniş yeşil alanıdır. Zamanla oluşturulan bu doğal çevre kurt, tilki, keklik, tavşan, yılan, kaplumbağa gibi birçok hayvana, 140'tan fazla kuş türüne ve tatlı suda yaşayan birçok balık türüne ev sahipliği yapmaktadır. ODTÜ Ağaçlandırma Projesi, 1995'te "Ekolojik değerleri hızla bozulan dünyamızda yaratmış olduğu artı değerler" nedeniyle Ağa Han Mimarlık Ödülü'nün "yenilikçi kavramlar" kategorisinde ödül kazanmıştır.
Yerleşke sınırlarında bulunan Eymir Gölü'nün çevresi de yapılan ağaç bayramlarında ağaçlandırılmıştır. Günümüzde üniversitenin su gereksinimi, Eymir Gölü çevresindeki derin su kaynaklarından sağlanmaktadır.
Kütüphane.
ODTÜ Kütüphanesi, Ekim 1957'de küçük bir birikimle açılmıştır. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü'nden Natelle Isley 1958'de Kütüphane Müdürü olarak atanmıştır. Amerikan ve İngiliz hükûmetlerinin bağışları ile kütüphanenin koleksiyonu gelişmiş, BM tarafından kütüphaneye önemli maddî yardımlar olmuştur. Bugünkü yerleşkeye 15 Eylül 1963'te taşınan ODTÜ Kütüphanesi; 2015 yılı verilerine göre 489.000 basılı kitap, 200.120 elektronik kitap, 183.259 ciltli dergi, 1.127 basılı dergi aboneliği, 53.824 elektronik dergi aboneliği, 19.300 yüksek lisans ve doktora tezi ile büyük bir koleksiyona sahiptir.
Müzeler.
Üniversite, ODTÜ Müzesi olarak da bilinen ODTÜ Arkeoloji Müzesi, ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi ve ODTÜ Jeoloji Müzesi adlarında üç müzeye sahiptir. Bunlardan ODTÜ Arkeoloji Müzesi, 1962-1968 yılları arasında ODTÜ arazisinde ve Ankara yakınlarında ODTÜ'nün katkılarıyla yapılan kazılarda elde edilen buluntuların korunması ve sergilenmesi amacıyla 1969'da kurulmuştur. Türkiye'nin ilk üniversite müzesi olma özelliği taşıyan ve idari olarak üniversite rektörlüğüne bağlı olan müze, her yıl Kültür Bakanlığı tarafından denetlenmektedir. Müzenin üç sergi alanı bulunmaktadır. Birinci katta, etnografik eserlerle Frig nekropolü buluntuları, asma katta ise Yalıncak ve Koçumbeli buluntuları sergilenmektedir. Müze giriş katı ise, sergi salonu, yönetim birimleri, saklama odaları ve servis alanlarına ayrılmıştır.
Üniversiteye bağlı diğer bir müze, 2003 yılında kurulan ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi'dir. Müzenin amacı M.Ö. 7000 yılından beri Anadolu'da gelişen teknolojinin tarihini belgelemek ve günümüz teknolojisini sergilemektir. Eski başbakanlardan Bülent Ecevit, ilkokul öğrenciliğinden bu yana yaklaşık 70 yıldır kullandığı Erika marka tarihî daktilosunu Ekim 2003'te ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi'ne armağan etmiştir.
Jeoloji Mühendisliği Bölümü binasında bulunan ODTÜ Jeoloji Müzesi'nde ise çeşitli mineral, kayaç ve fosil örnekleri sergilenmektedir.
Anıtlar, heykeller ve büstler.
Yerleşkede onlarca büst, heykel ve anıt bulunmaktadır. Bunların en ünlüleri 1965 yılında yerleşkeye konulmak üzere açılan Atatürk Anıtı Yarışmasında sonucu ilk ikide yer alan projeler olan ve bugün Fizik Bölümü'nün karşısında bulunan Atatürk Anıtı ile A1 Girişi önünde bulunan Bilim Ağacı'dır. Bunların dışında Devrim Stadyumu'nun önünde bulunan C Heykeli, Üçlü Amfide bulunan Soyut Heykel gibi heykellerin yanı sıra Albert Einstein, Mimar Sinan gibi birçok ünlü isme ait büst de yerleşke alanı içinde bulunmaktadır.
Diğer yerleşkeler.
1973'te ODTÜ Mütevelli Heyeti, gerek Ortadoğu'da bölgesel bir üniversite olma vizyonu, gerekse Ankara'da oluşturulan birikimin ülkenin kalanına yayılmasını sağlamak amacıyla, Gaziantep, Mersin ve Antalya'da dış yerleşkeler kurma kararı almıştır. 1973'te içerisindeki Mühendislik Fakültesi ile birlikte kurulan Gaziantep Yerleşkesi, 7 Haziran 1987'de Gaziantep Üniversitesi'ne dönüşmüştür. 1981'de ODTÜ Mütevelli Heyeti aldığı bir kararla, Mühendislik Fakültesi'nin yanı sıra, Gaziantep'te ODTÜ'ye bağlı bir Tıp Fakültesi kurulması ve 1879'dan beri Gaziantep'te faaliyet gösteren, zamanında tıp eğitimi de verilen Amerikan Hastanesi'nin bu amaçla devralınması için gerekli girişimleri başlatmış, fakülteye dekan da atanmış, ama bürokratik engeller sebebiyle bu karar hayata geçirilememiştir. 1975'te Mersin'in Erdemli ilçesine kurulan yerleşkede Deniz Bilimleri Enstitüsü yer almaktadır. Bu yerleşkeye de Mühendislik Fakültesi kurulması çalışmalarına başlanmışsa da o yılların koşulları altında gerçekleştirilememiştir. Antalya Yerleşkesi ise yalnızca fikirde kalmış, hayata geçirilememiştir. 2003'te Kuzey Kıbrıs Yerleşkesi'nin açılmasıyla ODTÜ, ülke dışında yerleşke kuran ilk Türk üniversitesi olmuştur.
Erdemli Yerleşkesi.
ODTÜ Üniversite Konseyi Aralık 1974'teki toplantısında ODTÜ Rektörlüğüne bağlı bir Deniz Bilimleri Bölümü'nün kurulmasını Üniversite Rektörlüğüne önerme kararı almış ve bu karar doğrultusunda ODTÜ Mütevelli Heyeti, 21 Aralık 1974 tarih ve 1974/22 sayılı toplantısında "uzun süreden beri etütleri tamamlanmış ve ülkemiz için kurulmasında büyük yararlar bulunacağı saptanmış olan Deniz Bilimleri Bölümü’nün şimdilik Ankara Kampusunda Rektörlüğe bağlı olarak kurulmasına; güney sahilinde daimi bir yer temin edilip gerekli tesisler tamamlandıktan sonra o kampusa taşınmasına" oy birliği ile karar vermiştir. Bu kararın ardından yasal ve akademik işlemler tamamlanarak Deniz Bilimleri Bölümü (DBB) kurulmuştur. 1975'te kuruluş çalışmaları hız kazanmış ve DBB, geçici çalışma yeri olarak tahsis edilen Teorik Kimya Bölümü zemin katında faaliyete geçmiş ve eğitime başlamıştır. Ayrıca bilimsel araştırmalar için Kimya Bölümü'ne ait binadaki yeterli donanıma sahip üç laboratuvar da DBB'ye tahsis edilmiştir. Aynı yıl yapılan ön araştırmaların ardından ülkenin güney kıyılarında yer seçimi yapılmış ve Erdemli İlçesi Limonlu Bucağı Kuşçarpacağı Mevkiindeki Yol Su Elektrik (YSE) İdaresine ait tesisler ve çevresindeki arazi tapulu kısmı tapu devri yolu ile, tapusuz (hali-orman) arazi ise 99 yıllığına kullanılmak üzere ODTÜ'ye verilmiştir. Mart 1977'de Erdemli yerleşkesinin bugünkü arazisinin tamamının üniversiteye kesin devri yapılmıştır. Böylelikle hızla yeni kampüsüne geçen Deniz Bilimleri Bölümü, yalnızca lisansüstü düzeyde eğitim-öğretim yapması ve etkinliklerinin araştırma ağırlıklı oluşuyla daha çok bir "Araştırma Enstitüsü" işlevini andırdığı için ilerleyen dönemde isim değişikliğine giderek "ODTÜ Erdemli Deniz Bilimleri Enstitüsü" (ODTÜ-DBE) ismini almıştır. Mersin şehir merkezinin 45 km batısında Doğu Akdeniz kıyısında yer alan kampüs, ODTÜ'nün Ankara dışında, 1973 yılında kurulan ve daha sonra ayrı bir üniversiteye dönüşen Gaziantep Yerleşkesi'nin ardından ikinci dış yerleşke olma özelliğini taşımaktadır. 660 bin m²den oluşan limon ağaçlarıyla çevrili kampüste yaklaşık olarak 700 m² laboratuvar alanı vardır.
Kuzey Kıbrıs Yerleşkesi.
ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Güzelyurt ilçesi'nde kurulmuş bir kampüstür. Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin daveti üzerine, her iki ülkenin hükûmetleri ve ODTÜ Rektörlüğü arasında 2000 yılında imzalanan üçlü-protokol ile başlatılan bir yükseköğretim projesidir. Bu üçlü-protokol, 2001 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi ve KKTC Cumhuriyet Meclisi'nde onaylanarak uluslararası anlaşma statüsü almış ve 2003 yılında KKTC Cumhuriyet Meclisince çıkarılan kuruluş yasası ile de ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü özel tüzel kişilik kazanmıştır. ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü, akademik ve idari bakımdan bütünüyle ODTÜ Senatosu, ODTÜ Yönetim Kurulu ve ODTÜ Rektörlüğüne bağlı bir yapı içinde faaliyet göstermektedir.
Öğrenci yaşamı ve kültür.
ODTÜ'de genel itibarıyla öğrenci yaşamı yıl boyunca yapılan sanat etkinlikleri, sergiler, müzik etkinlikleri, çeşitli sosyal ve akademik faaliyetlerin yanı sıra sıklıkla yapılan siyasi protestolardan oluşmaktadır. Üniversite, eski Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ve çeşitli medya organları tarafından "solun kalesi" olarak tanımlanmıştır. Kültür-sanat etkinliklerinin birçoğu ODTÜ Kültür Kongre Merkezi'nde (ODTÜ KKM) gerçekleştirilirken beş gün boyunca süren geleneksel Uluslararası Bahar Şenliği, mayıs ayında kampüs içerisinde stadyum da dahil olmak üzere çeşitli mekânlarda düzenlenir.
ODTÜ'de insanlar birbirine hitap ederken "hocam" kelimesini kullanır. Otobüs şoföründen öğretim üyesine kadar herkes birbirine "hocam" diye hitap eder. Bunun kaynağı hakkında farklı hikâyeler türetilmiştir.
Üniversitenin ana yerleşkesinde 7000 öğrenci kapasiteli yerleşimler, alışveriş için çarşı, bankalar, postane ve yiyecek-içecek alınabilecek yerler vardır. Ayrıca öğrencilerin spor etkinliklerini yürütebilmesi için kapalı spor salonları, tenis kortları, futbol sahaları, koşu yolları, olimpik kapalı yüzme havuzu, açık yüzme havuzu gibi yapılar da bulunmaktadır. Yerleşke alanı içerisinde kablolu ve kablosuz internet erişimi vardır. Yerleşke dışında, yerleşkeye 30 km uzaklıkta olan ODTÜ'nün Elmadağ yapıları ve Bursa Uludağ'da, yazın tırmanma ve dağcılık sporunun, kışın ise kayak etkinliklerinin yapılabileceği yapılar bulunmaktadır.
Öğrenci toplulukları.
Kampüste kültürel ve toplumsal alanlarda projeler üreten 97 öğrenci topluluğu vardır. Sağlık, Kültür ve Spor Dairesi Başkanlığına bağlı olarak çalışmalarını sürdüren "Kültür İşleri Müdürlüğü" ile "Spor Müdürlüğü" altında faaliyet gösteren öğrenci toplulukları her yıl konserler, sergiler, gösteriler, film gösterimleri, festivaller, şenlikler, kültür haftaları ile konferans, sempozyum, kongre, seminer, panel ve gezileri içeren Arkeoloji Haftası, Çağrı Haftası, Sinema Günleri, Toplam Kalite Yönetimi Seminerleri, Role Playing Oyunları Turnuvası, Uluslararası Bahar Şenliği, ODTÜ Kitap Fuarı, Uluslararası Çağdaş Dans Festivali, Uluslararası Klasik Gitar Festivali, Kampüs Gelişim Günleri, Bilimkurgu ve Fantezi Şenliği, Dünya Uzay Partisi-Yuri Gecesi, ODTÜ ARGE Günleri, Robot Günleri, Tiyatro Şenliği, Rock Şenliği gibi etkinlikler düzenler.
Yurtlar.
ODTÜ yerleşkesi içinde toplam 19 yurt binası bulunmaktadır. Bunlardan; 2,4,6,8,9, İsa Demiray yurdu ve Faik Hızıroğlu Konukevi'nde erkek; 1,3,5,7, Faika Demiray yurdu ile Öğrenci Konukevi 1 ve Osman Yazıcı Konukevi yurtlarında kız; Refika Aksoy yurdu, 19. Yurt ile Öğrenci Konukevi 2'de ayrı bloklarda kız ve erkek öğrenciler kalmaktadır. Yurtlar, "Demiray Yurtları" ve "Doğu Yurtlar Bölgesi" olmak üzere iki bölgede kümelenmiştir. Sosyal tesisler ve Çarşı'ya yakın olan Doğu Yurtlar Bölgesi'nde yer almaktadır. Yurtlara ailesi Ankara dışında ikamet eden öğrenciler başvurabilmektedir.
Spor olanakları.
Çeşitli spor olanaklarının bulunduğu üniversitede öğrenciler spor etkinliklerine farklı düzeylerde katılabilirler. Etkin sporcular ya da ilgilendikleri spor dallarında kendini geliştirmek isteyen öğrenciler, 37 okul takımından herhangi birinde danışman desteğiyle, çalıştırıcı gözetiminde çalışabilir. Ayrıca, öğrenciler spor etkinliklerine bireysel olarak da katılabilir. ODTÜ arazisinin içerisinde bulunan Eymir Gölü ve çevresi, öğrencilerin kürek, balık avlama, piknik yapma gibi etkinlikleri için uygun bir ortam oluşturmaktadır. Öğrenciler yerleşkeye 30 km. uzaklıktaki Elmadağ ODTÜ Kayak Tesisleri'nden ve Uludağ Eğitim, Spor ve Dinlenme Tesisleri'nden de yararlanabilmektedir.
Uluslararası Robot Günleri.
İlki 2002 yılında gerçekleştirilen Uluslararası Robot Günleri, geleneksel bir boyut almıştır. Türkiye'nin ilk uluslararası robot yarışmasına ev sahipliği yapan organizasyonda 8 farklı dalda yarışmalar düzenlenmektedir. Yarışmaların yanı sıra Robot Günleri boyunca çeşitli seminerler ve gösteriler yapılmaktadır. Türkiye'de kurulmuş ilk robot topluluğu olan ODTÜ Robot Topluluğu tarafından düzenlenen organizasyon, robotları ve robot teknolojilerini toplum kesimlerine tanıtmak, işlevleri ve kullanım alanları hakkında bilgiler sunmak, robotlara ilgi duyanlar arasında köprüler kurulmasını sağlamak gibi çeşitli amaçlara sahiptir.
Önemli mezunlar.
"Ayrıca bakınız: "
50 yılı aşkın süredir eğitim öğretime devam eden ODTÜ, birçok önemli mezun vermiştir. Üniversite mezunları arasında müzisyenler, diplomatlar, CEO'lar, yazarlar ve daha birçok meslek dalından kişiler bulunur. ODTÜ'ye Türk iş dünyasına yetiştirdiği liderlerden dolayı CNBC-e Business dergisi tarafından CEO Fabrikası yakıştırması yapılmıştır. Ayrıca insan kaynakları danışmanlık firması Data Expert'in 3850 üst düzey yönetici üzerinde yaptığı araştırma sonucunda Türkiye'deki üst düzey yöneticilerin yüzde 14'ünün ODTÜ mezunu olduğu tespit edilmiş ve ODTÜ, bu oranla birinci sırada yer almıştır. Üniversitenin mezunları ODTÜ'yle bağlarını korumak ve birbirleriyle dayanışmalarını sürdürmek için mezun dernekleri çatısı altında toplanmışlardır. Günümüzde 15'i yurt içinde ve 21'i yurt dışında olmak üzere toplam 36 mezun derneği faaliyet göstermektedir. Önemli mezunlarından bazıları şu kişilerdir:
Siyasi olaylar.
Öğrenci hareketi ve Komer'in aracının yakılması.
1968-1969 öğretim yılı 1 Ekim 1968'de düzenlenen bir törenle açılmıştır. Mimarlık Fakültesi öğrencileri, açılışın ardından iki gün sonra 3 Ekim'de "halka dönük üniversite reformu" isteğiyle boykot yapma kararı alarak derslere girmemiştir. Boykot, ertesi günlerde İdari İlimler Fakültesi, Fen-Edebiyat Fakültesi ve Makine Fakültesi öğrencilerinin de katılmasıyla büyümüştür. Bu dönemde üniversitede "forum" geleneği oluşmaya başlamış ve öğrencilerin, öğretim görevlilerinin, hizmetlilerin katılabildiği herkese açık toplantılar düzenlenip sorunlar, bir araya gelen kitlenin görüşleri doğrultusunda çözümlenmiştir. Öğrencilerin yönetime katılma isteklerinin kabul edilmesiyle birlikte yapılan boykota son verilmiş ve öğrenciler derslere girmeye başlamıştır. Aynı yılın yazında, ODTÜ öğrencisi olan Hüseyin İnan ve arkadaşları ODTÜ Stadyumu'na dev harflerle "DEVRİM" yazmış ve stadyum, o zamandan sonra "Devrim Stadyumu" olarak anılmaya başlamıştır.
Kasım 1968'de Robert Komer, Türkiye'ye ABD Büyükelçisi olarak atanmıştır. 28 Kasım 1968 tarihinde FKF, ODTÜ Öğrenci Derneği ve SBF Öğrenci Derneği bir kampanya düzenleyerek Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'dan "Vietnam'da sindirme eyleminin başında bulunan bir kişinin, Vietnam halkına işkence etmiş bir CIA ajanının sunacağı itimatnamenin kabul edilmemesi" istenmiştir. FKF genel merkezi bir kitapçık yayımlayarak Komer'i "istenmeyen adam" ilan etmiştir. 6 Ocak 1969'da Robert Komer, rektör Kemal Kurdaş tarafından yetkili kurullardan herhangi birine haber verilmeksizin ODTÜ'ye rektör yardımcıları ve dekanların da katılacağı bir öğle yemeğine davet edilmiştir. 13.00'da rektörlüğe gelen büyükelçinin makam aracını plakasından tanıyan bazı öğrenciler gruplaşmaya başlamış ve sayıları bir anda yüzü geçmiştir. Aracın etrafında kalabalıklaşan öğrenci grubu protestolara başlamış, kısa bir süre sonra araç ters çevrilmiş ve aracın benzin deposundan dökülen benzinden istifade edilerek büyükelçinin 1968 model Cadillac arabası yakılmıştır. Arabanın söndürülmesi için çağrılan şehir itfaiyesine de engel olan öğrenciler, aracın sonuna kadar yanmasının ardından enkaz üzerinde hatıra fotoğrafı çektirmeye başlamıştır. Olayın ardından büyükelçi "Müttefik bir ülkenin temsilcisinin otomobilinin ufak bir grup tarafından devrilip ateşe verilmesi üzücü bir husustur." açıklamasını yapmıştır. Aynı gün saat 16.30'da üniversitede Akademik Konsey toplanarak olayları kınama kararı almış ve öğrenciler hakkında kamu kovuşturmasının ODTÜ Disiplin Komitesince yürütüleceği kamuoyuna duyurulmuştur. Ertesi gün Ankara Sulh Ceza Mahkemesi, Komer'in arabasını yaktıkları iddia edilen Tuncay Çelen ile Seçkin İnceefe'yi tutuklamış ve yedi kişi hakkında da gıyabî tutuklama kararı vermiştir. Bunun üzerine öğrenciler rektör Kurdaş'ı protesto ederken kararın ardından üç binden fazla ODTÜ öğrencisi imzaladıkları dilekçelerle savcılığa başvurmuş ve aracı ateşe verenlerin dokuz kişi olmadığını, kendilerinin de yakma eylemine katıldıklarını bildirmiştir. Olayların ardından 10 Ocak 1969'da Akademik Konsey, üniversiteyi bir ay kapatma kararı almış; ancak bu kararı tanımayan öğrenciler, üniversiteyi işgal ederek direnmeye karar vermiştir. Bir "direniş komitesi" oluşturarak "Direniş" adıyla dergi yayınlayan öğrenciler ayrıca üniversitenin kapatılması konusundaki yürütmenin durdurulması için Danıştay'a başvurmuştur ve Danıştay, yürütmeyi durdurmuştur. 23 Ocak 1969'da tutuklama kararı alınan öğrencilerden 7'si teslim olmuş ve 12 Mart'ta görülen davada serbest bırakılmıştır. Yine de bu öğrenciler okuldan ihraç edilmiştir. 9 Nisan'da rektörlüğü işgal edip Akademik Konsey üyeleri ile rektör Kurdaş'a "satılmışlar" diye hitap eden ve binanın camlarını tekmeleyerek kıran öğrenciler, birkaç gün sonra bir basın toplantısı düzenleyip rektör Kurdaş'ı "istenmeyen adam" ilan etmiştir. 19 Nisan 1969'da Falih Rıfkı Atay, "Üniversite Komünistlerinin Azgınlığı" başlıklı yazısında üniversiteyi "Bolşeviklik Ocağı" olarak niteledi. İşgallerin devam etmesi üzerine "üniversitenin bütününde öğrencilerin ders yapmaları için gerekli normal çalışma düzeninin mevcut olmadığı" gerekçesiyle Akademik Konsey, üniversitenin 1 Ekim 1969'a kadar kapatılmasına karar vermiştir. Ardından rektörün yazılı talebiyle jandarma ve polis kuvvetleri, 13 Nisan 1969 sabahında üniversiteye baskın yapmış ve çıkan çatışmadan sonra 113 kişiyi yakalayıp 16'sını tutuklamıştır. 15 Nisan'da ODTÜ Öğrenci Dernekleri, ortak bir bildiri yayınlayarak alınan tatil kararını protesto etmek için ertesi günden itibaren derslere gireceklerini açıklamıştır; ancak bildirinin ardından jandarma, üniversitede geniş çapta tedbirler almış ve üniversiteye girişi yasaklamıştır. Bunun üzerine Danıştay'a giden öğrencilerin talebi reddedilmiştir. 2 Temmuz'da Kurdaş, "1200'ü aşkın öğrencinin diplomalarını aldıklarını gördükten sonra son ağaç bayramını yapacağız ve son fidanı dikip ayağımın çamuru ile ayrılacağım" demiş ve rektörlük görevini 30 Kasım 1969'da bırakacağını açıklamıştır. Bu sırada tekrar toplanan Akademik Konsey, okulun 1 Ekim'den önce açılmasına karar vermiş ve aylarca kapalı kalan üniversite 15 Ağustos 1969'da öğretime tekrar açılmıştır.
Komer'in aracının yakılmasıyla başlayan olaylar hakkında dönemin rektörü Kurdaş, Haziran 2006'da "Atlas" dergisine verdiği röportajda şöyle bir açıklama yapacaktır:
2 Eylül 1969'da Öğrenci Birliği seçimleri sırasında çatışma çıkmış ve tabancayla ateş eden "Toplumcular" isimli grup, bir öğretim üyesi ile İnşaat Fakültesi Öğrenci Birliği Başkanı'nı yaralamıştır. Ertesi gece üniversitenin Sosyal Demokrasi Derneği basılmış ve derneğin camları, sıraları, dolapları kırılmıştır. Dernek yöneticileri baskını "Toplumcular"'ın yaptığını söylerken baskın hakkında bildiri yayınlayan ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü, tahribin sosyalistler tarafından yapıldığını doğrulamış; ancak olayın tasvip edilmediğini belirtmiştir. Yaralama olayına karışanlar hakkında Akademik Konsey 12 Ekim'de karara varmış ve bir öğrenciyi üniversiteden tamamen ihraç etmiş, yedi öğrenciye de farklı sürelerde olmak üzere uzaklaştırma cezası vermiştir.
Kurdaş'ın ayrılışından sonra Mütevelli Heyeti, Mühendislik Fakültesi dekanı Prof. Dr. Mustafa Parlar'ı rektör olarak atadığını duyurmuştur. Parlar'ı istemeyen öğrencilerin başlattığı protestolar büyüyerek "öğrenci-öğretim üyesi direnişi"ne ve genel boykota dönüşmüş, jandarma olaylara müdahale için üniversiteye girmiştir. Basın toplantısı düzenleyen Öğrenci Birliği Başkanı, Parlar'ın "devrimci düşmanı" olduğu için tehdit edilip istenmediğini söylemiştir. Ayrıca forum düzenleyen öğretim üyeleri, Parlar rektörlükten çekilmezse 600 öğretim üyesinin istifa edeceğini açıklamıştır. Ertesi gün Parlar, rektörlük görevinden çekilmiş ve ayrıca fakültede yürütmekte olduğu dekanlıktan istifa etmiştir; ancak öğretim görevlileri Erdal İnönü, Yaşar Gürbüz ve İsmet Ordemir dışında hiç kimseyi rektör olarak tanımayacağını duyurmuş, öğrenciler de adaylardan biri göreve gelene kadar boykota devam kararı almıştır. 2 Şubat'ta Mütevelli Heyeti'nin rektör seçimini 28 Şubat'tan sonraya bırakması üzerine aralarında Erdal İnönü ve Yaşar Gürbüz'ün de bulunduğu 300'e yakın öğretim üyesi istifa etmiş ve öğretim üyeleri ortak bir bildiri yayınlayarak üniversitenin girdiği çıkmazın nedeninin Mütevelli Heyeti olduğunu belirterek heyeti istifaya çağırmıştır. 17 Şubat 1970'te Mütevelli Heyeti, rektör seçilinceye kadar Prof. Dr. Erdal İnönü'yü rektör vekilliğine atamıştır ve 1 Mart 1970'te Mütevelli Heyeti'nin istifasının ardından öğrenciler boykota son vermiştir. 16 Ağustos'ta seçilen yeni Mütevelli Heyeti göreve başlamıştır.
Banka soygunu ve yurtlar baskını.
11 Ocak 1971'de Türkiye İş Bankası'nın Emek şubesi, yüzlerini gizlemeyen Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Sinan Cemgil ve Hüseyin İnan tarafından soyulmuştur. Soygunda kullanılan arabanın ODTÜ arazisinde bulunması üzerine 13 Ocak'ta yüzlerce polis ve jandarma kuvveti üniversiteye arama yapmak için girmiştir. Soygun nedeniyle 18 Ocak'a kadar tatil edilen üniversitenin bina ve yurtlarında yapılan bu aramaya havadan keşif uçakları ve helikopterler de eşlik etmiştir; ancak yapılan aramalarda soyguncular bulunamamıştır. 17 Ocak akşamında Deniz Gezmiş olduğunu iddia eden biri, rektör İnönü'yü telefonla aramış ve İnönü'ye "Beni saklayın" demiştir. Arayan kişiye polise teslim olmasını söyleyen İnönü, kısa süren görüşmenin bitmesinin ardından hemen valiyi aramış ve "Ciddi mi, değil mi? Bilmiyorum. Böyle bir telefon aldım" diyerek durumu bildirmiştir. Valiyle konuşması sırasında alt kattan şiddetli bir patlama sesi duyulmuş ve İnönü'nün iki katlı evinin giriş kapısı dinamitle patlatılmıştır. Aynı zamanda üniversitenin öğretim üyeleri Mümtaz Soysal ile Uğur Alacakaptan'ın evleri de bombalanmıştır.
21 Ocak 1971'de öğrenci yurtları ve üniversitelerin kitlesel öğrenci hareketinin dayanakları olarak hükûmet için arzettiği tehlike nedeniyle ODTÜ, süresiz olarak kapatılmıştır. Jandarma yurtları aramış ve öğrencileri tek tek kontrol ederek üniversiteden çıkarmıştır. Aramaların biterek asayişin tekrar sağlanması üzerine 10 Şubat 1971'de ODTÜ öğretime tekrar açılmıştır. 19 Şubat'ta Hacettepe Üniversitesi'nin yurtlarının polis tarafından boşaltılmasının ve devamında çıkan çatışmanın ertesi günü ODTÜ öğrencileri, baskını protesto etmek için Ankara-Eskişehir yolunu iki saat trafiğe kapatmıştır.
4 Mart 1971 saat 01.30 sularında Ankara'da bulunan NATO Elektronik taburunda görevli Amerikalı 4 asker Gölbaşı mevkiinde içlerinde Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın da bulunduğu bir grup tarafından kaçırılmıştır. Sabah 8.30'da Anadolu Ajansı'na gelen silahlı üç kişi ültimatom bırakmış ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) ismi ile Emek'teki banka soygunu dahil daha önce gerçekleşmiş 5 olayı üstlenmiştir. Aynı saatlerde TRT ve Türk Haberler Ajansı'na da içinde THKO'nun bildirisi ve kaçırılan askerlerin kimlik kartları bulunan zarflar teslim edilmiş, metnin tam olarak yayınlanmaması hâlinde ajans binalarının tahrip edileceğini bildirilmiştir. "Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun bütün dünya halklarına ve Türkiye halkına çağrısı" başlıklı bildiride 400 bin dolar fidye, hapisteki bütün "devrimciler"in serbest bırakılması ve manifestonun TRT'den duyurulması istenerek "silahlı kurtuluş savaşı"nın başlatıldığı ilan edilmiştir. Bildirinin yayınlanması için 36 saat süre tanıyan THKO, yayın yapılmazsa verilen sürenin sonunda Amerikalı askerleri kurşuna dizeceğini açıklamıştır.
THKO üyelerinin ODTÜ yurtlarında üslendikleri gerekçesiyle, kaçırılan dört Amerikalı askeri aramak için 5 Mart 1971'de Ankara İl Jandarma Alayı, Nevşehir Jandarma Komando Taburu ve Ankara Toplum Polisi, ODTÜ'yü sarmıştır. Saat 04.00 sularında zırhlı birlikler ve 4000'e yakın silahlı asker tarafından çevrilen yerleşke arazisi üzerinde 2 helikopter ve 5 keşif uçağı aralıksız
olarak uçuş yapmıştır. Saat 04.30'da 2. yurda gelen rektör Erdal İnönü, rektör yardımcısı, İl Jandarma Alay Komutanı, ODTÜ Öğrenci Birliği Başkanı ve ODTÜ SFK (Sosyalist Fikir Kulübü) yöneticisi görüşmüş; elinde arama için mahkeme kararı olduğunu söyleyen albaya öğrenciler, arananların yurtlarda olmadığını, askeri birliklerin arama yapabileceğini ama polisi üniversiteye sokmayacaklarını bildirmiştir. Albay, teklife ilk başta olumlu yaklaştıysa da telefonla aradığı İçişleri Bakanı "öğrencilerin hiçbir talebinin karşılanmamasını" söylemiştir. Bunun üzerine mahkeme kararının yasalara uygun olmadığını söyleyerek aramaya karşı çıkan öğrenciler adına konuşan Öğrenci Birliği Başkanı "Hepimiz ölmeden aratmayız" demiş ve bu esnada yurttan tabancalarla ateş edilmeye başlamıştır. Ardından yurttan ayrılan albay, bütün telefonları ve elektrikleri kestirmiş, jandarmaları sipere çekmiştir. Saat 06.40'ta jandarma ve komandolar Makineli silahlar ile ateşe başlamıştır. Saat 07.30'da öğrenciler ateşkes istemiş ve bir heyetin yurtlarda arama yapmasına izin verileceğini söylemiştir. Polise "hazır ol emri" verilmiş, ardından bir grup asker arama yapmak için yurda doğru hareket etmiştir. Bu sırada ateş açan öğrenciler, megafonla "Polise ihtar. Polis olduğu yerde kalacak, buraya yanaşmayacak!" demiştir. Polis olduğu yerde kalırken heyet de geri çekilmiştir. Saat 7.55'te 2. yurtta yaralanan öğrenciler ambulans ile hastaneye nakledilmiş; ancak 6. yurdun çatısında beyninden ağır yaralı olarak yatan Erdal Şener için helikopter isteği, "helikopterin ele geçirilip, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının kaçacağı" sebebiyle reddedilmiş, Erdal Şener hayata veda etmiştir. Saat 09.40'ta istirahat eden askerlerden bir grup, stadyumun yakınındaki boş alanda miğferlerini çıkarmış hâlde otururken yurttan beş el ateş açılmış ve isabet eden kurşundan ağır yaralanan Mevlüt Meriç isimli er komaya girmiş, kaldırıldığı Gülhane Hastanesi'nde ölmüştür. Ara ara kesilen çatışmalar devam ederken İl Jandarma Kumandanı Albay Öztoprak kalp krizi geçirmiş ve kumanda başkasına devredilmiştir. Yeni komutan, öğrenciler teslim olmazsa havan ateşi açılacağını megafonla bildirmiştir. Bunun üzerine öğrenciler beyaz çarşaflar göstererek teslim olmuştur. Yurtları boşaltan öğrenciler jandarma kordonu altında stadyum ile spor salonuna doldurulmuş ve yurtların aranmasına başlanmıştır. Yurtlarda yapılan aramalarda silah ve Amerikalı askerler ile onları kaçıranlar bulunamamış, sadece patlayıcı bazı maddeler ele geçirilmiştir. Günün sonunda üniversite, Mütevelli Heyeti kararıyla süresiz olarak kapatılmıştır. Olaylarda Erdal Şener ve Mevlüt Meriç'in yanı sıra olay esnasında civarda bulunan MTA aşçısı Aziz Yaltay da hayatını kaybetmiş, bir üsteğmen, bir er ve yaklaşık yirmi öğrenci yaralanmıştır. Gözaltına alınan 1500 öğrenciden 32'si tutuklanmış, 54'ü hakkında gıyabî tutuklama kararı verilmiştir. Bunlardan 10'u Dev-Genç davasında anayasayı ihlâle teşebbüsten 4 yıl iki ay ceza almıştır.
Ankara Cumhuriyet Savcısı Fazıl Alp, kaçakların ODTÜ'nün yer altı tesisat tünellerinde saklanabileceği ihtimali üzerinde durmuş ve bu konu hakkında kampüsün mimarı Behruz Çinici'ye danışılmıştır. Yapılan aramaların ardından kaçırılan askerler bulunamadıysa da 5 tabanca ele geçirilmiş ve ODTÜ orman memurlarının 9 av tüfeğine de balistik inceleme için el konulmuştur. Kaçıran askerler 8 Mart'ta gözleri kapalı bir şekilde Kavaklıdere'de bir apartmana bırakılmıştır. Aynı gün ODTÜ yetkilileri hakkında tahkikat açılmış ve savcı Alp olaylarla ilgili olarak 26 kişiyi sanık olarak tespit ettiklerini bildirmiştir. Ertesi gün ODTÜ Akademik Konseyi yayınladığı bildiride "son olayların Türk gençliği ile Türk Silahlı Kuvvetleri'ni karşı karşıya getirmek için tertip olduğunu" belirtmiş ve hükûmeti suçlamıştır. Bunun üzerine Mütevelli Heyeti, Akademik Konsey'i siyasi davranışlar içinde bulunduğu gerekçesiyle lağvetmiştir. Ayrıca tahkikat sonuçlanıncaya kadar üniversiteyi güvenlik kuvvetlerine teslim eden heyetin bu kararlarının ardından Erdal İnönü, rektörlükten istifa etmiştir. 11 Mart günü, görevlerine son verilen Akademik Konsey üyeleri, fakülte dekanları, bölüm başkanları ve öğretim üyeleri yaptıkları basın toplantısında konseyin fesih kararını kanun dışı olarak nitelendirmiş ve bu hareketin "Orta Doğu Teknik Üniversitesini ortadan kaldırmayı amaçlayan düşüncenin başlangıcı olduğunu" iddia etmiştir. Yapılan bu açıklamalar birçok üniversite ve kuruluştan destek görmüştür.
Olayların ardından 12 Mart'ta Silahlı Kuvvetler, bir muhtıra vererek hükûmeti istifaya zorlamıştır. Bunun üzerine Süleyman Demirel başbakanlıktan istifa etmiş ve 26 Mart'ta 1. Nihat Erim hükûmeti kurulmuştur. Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) kapatılmış, birçok ilde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Ayrıca muhtıranın verilişinin ardından kısa bir süre sonra yakalanan Deniz Gezmiş, "ODTÜ arazisinde daha önceden kazdığı mağara gibi bir kovuğun içinde" arkadaşlarıyla birlikte saklandığını itiraf etmiştir.
Muhtıra sonrası.
12 Mart Muhtırası'nın ardından Mütevelli Heyeti onlarca rektör yardımcısı, dekan, öğretim üyesi ve asistanın sözleşmelerini feshetmiş, rektörlük görevine Emekli Korgeneral Şefik Erensü'yü getirmiştir. Yurtlar baskınından beri kapalı olan üniversite, 26 Temmuz 1971 tarihinde tekrar açılmıştır. Üniversite açılırken Sıkıyönetim Komutanlığı "üniversite içindeki her türlü forum, boykot ve bunun gibi eylemleri yasakladığını" bildirmiş ve rektör Erensü de yayınladığı bildiriyle öğrencilerden "politik çekişmelere sürüklenmemelerini" istemiştir. 13 Ağustos'ta Mütevelli Heyeti tarafından hazırlanan yeni Disiplin Yönetmeliği'nin yürürlüğe girmesiyle birlikte "heyete, heyet üyelerine, rektöre, müdürler ile müdürden yukarı kademelerde bulunan yöneticilere karşı saygısız ve küçük düşürücü davranışlarda bulunmak; silah, patlayıcı, yarıcı, yaralayıcı veya zedeleyici araç-gereç bulundurmak, taşımak veya kullanmak; üniversite bina, laboratuvar ve tesislerini kısmen veya tamamen işgal etmek; üniversitenin mallarını tahrip etmek; öğrenci, işçi, memur veya öğretim üyelerini yönetime ve yöneticilere karşı kışkırtmak" suç sayılarak bu suçlardan herhangi işleyen öğrencilerin üniversiteden çıkarılmasına karar verilmiştir.
1. Nihat Erim hükûmetinde ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı Atilla Karaosmanoğlu, bakanlığı bırakarak Ocak 1972'de ODTÜ'ye öğretim üyesi olmak için başvurmuş ve fakülte akademik kurulu ile rektör Erensü buna olumlu cevap vermiştir; ancak karar için toplanan Mütevelli Heyeti, oybirliği ile başvuruyu reddetmiştir. Bunun üzerine Erensü, görevinden istifa etmiştir. Görevden ayrılan Erensü'nün yerine 1 Nisan 1972'de Mühendislik Fakültesi dekanı Prof. Dr. İsmet Ordemir rektör olarak atanmıştır. Ordemir, atanmasının ardından "Üniversitemiz her türlü anarşizm eksenli olayların ve politikanın dışında, sadece asil Türk milletinin hizmetinde olacaktır" demiştir. Muhtıradan sonra birçok öğretim üyesinin atılması ve uzaklaştırılması yüzünden oldukça kan kaybeden üniversite, 8 Ekim'de yeni ders yılına zamanın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın katıldığı bir törenle başlamıştır.
Mütevelli Heyeti, 1973'te Gaziantep'te bir dış yerleşke kurma kararı almış, 5 Ocak 1973 tarihli ve 1973/47 nolu toplantısında alınan MH.1973/47-170 nolu kararla yerleşkenin temellerini atmıştır. Öncelikle Makine Mühendisliği Bölümü kurulan yerleşkeye Elektrik Mühendisliği Bölümü'nün de eklenmesiyle Mühendislik Fakültesi tamamlanmıştır. İlerleyen yıllarda İnşaat Mühendisliği, Uygulamalı Kimya, Temel Bilimler gibi birçok bölüm eklenen yerleşke ve içindeki fakülte Gaziantep Üniversitesi'ne dönüştürülmüştür. Aynı dönemde Deniz Bilimleri Bölümü'nün kuruluşu için çalışmalar da başlamıştır.
Nisan 1974'te İsmet Ordemir, rektörlük görevinden ayrılmış ve yerine Kimya Mühendisliği Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Tarık Somer atanmıştır. 28 Haziran 1974'te yapılan diploma töreni esnasında öğrenciler "kültür emperyalizminin simgesi" olarak niteledikleri cübbeleri giymemiştir. Rektör Somer konuşma yaparken "özerk üniversite" diyerek tempo tutan ve rektörü istifaya çağıran öğrencilerin bu protestoları üzerine diploma töreninin yapıldığı stadyum jandarmalar tarafından sarılmıştır. Mezunlar da "jandarma gözetiminde diploma almayı reddederek" stadyumu terk etmiştir.
7 Kasım 1974'te Kissinger'in Türkiye'ye gelişini, Amerika'yı ve rektörü protesto için sol görüşlü öğrenciler boykota başlamıştır. Ertesi gün sabah 07.30 sularında çeşitli fakültelerde okuyan sağ görüşlü 70-80 kadar silahlı ve sopalı öğrenci, arabalarla üniversiteye girmiş, giriş kapısındaki bekçiyi etkisiz hâle getirerek kapıyı ele geçirmiştir. Daha sonra rektörlüğe doğru yönelen öğrenciler, sol görüşlü öğrencilerle taşlı sopalı çatışmış, ikisi ağır yirmi kadar öğrenciyi silahla yaralamıştır. Olayın Sıkıyönetim'e bildirilmesiyle beraber üniversiteye yönelen jandarma kuvvetleri gerekli tedbirleri almıştır. Rektör, yaralı öğrenciler hakkında soruşturma açmış, direnişi yapan öğrencileri disiplin kuruluna vermiştir. Şubat 1975'te üniversite dışında, Sıhhiye'de bir dairede ODTÜ Öğrencileri Kültür ve Dayanışma Derneği (ODTÜ-DER) kurulmuş, öğrenci temsilciliğini bu dernek yürütmeye başlamıştır. Nisan 1975'te öğrencilerin tekrar boykot kararı alması üzerine yönetim, "eğitim ortamının kalmadığı" gerekçesiyle 28 Nisan'a kadar öğretimi durdurmuştur. Bu kararı kınamak için toplanan öğrenciler ODTÜ-DER'de ders yapmıştır. Derse katılan öğrenciler, rektörlüğün kendilerini yurttan atmakla tehdit ettiğini, bunun gibi keyfî baskılara karşı direneceklerini açıklamıştır. 28 Nisan'da üniversite tekrar açılmış, öğrenciler kimlik kontrolü yapılarak içeriye alınmıştır. Öte yandan rektörlük ve jandarma karakolu üniversiteyi dürbünlerle taramış, derse girmeyen öğrenciler tespit edilerek yakalanmıştır. Bu öğrencilerden 43'ü Mamak Askeri Cezaevinde bir hafta kalmış ve sorguları bile yapılmadan serbest bırakılmıştır. Üniversitenin kapatılmasıyla aksayan derslerin telafisi için öğrenim süresinin uzatılması ve jandarma baskısı ile disiplin cezalarının kaldırılması yönündeki taleplerini rektörlüğe ileten öğrenciler, rektörlükten cevap alamayınca 15 Mayıs 1975'te genel boykota başlamıştır. Öğrenciler, "üniversitenin faşist saldırı ve tertiplerin ana hedefi olduğunu" öne sürerek rektör ve mütevelli heyetini eleştirmiştir. Rektör Somer, ODTÜ-DER ile bir görüşme yapmış ve görüşme sonrasında birtakım isteklerin kabul edilmesiyle öğrenciler boykota son vermiştir; ancak öğrenciler stadyumda yaptıkları forumda hâlen isteklerinin karşılanmadığını öne sürerek süresiz boykot kararı almıştır. Rektörlük ise derslerin devam edeceğini ve dileyen öğrencilerin derslere girebileceğini açıklamıştır. Kasım 1975'te rektörlük, öğrencilerin kayıtlarını yaptırmalarını, kayıt yaptırmayanların yeni öğretim yılında üniversiteye alınmayacağını bildirmiştir. Bunun üzerine derslere girme kararı alan öğrenciler, jandarmanın ayın 10'una kadar üniversiteden çıkarılması şartını koşmuş, isteklerinin yerine getirilmemesi hâlinde tekrar boykota gideceklerini söylemiştir.
Dokuz aylık boykot.
5 Nisan 1976'da rektörlüğe görev süresi dolan Tarık Somer'in yerine İnşaat Mühendisliği öğretim üyesi Prof. Dr. Ilgaz Alyanak atanmıştır. Alyanak, göreve gelişinin ardından önceki dönemde gerçekleşen olumsuz olayların tekrar etmemesi için ilk iş olarak öğrenci temsilcileriyle görüşmüş ve akademik kadroyla iyi ilişkilerde bulunmuştur. 10 Ağustos 1976'da iktidarda bulunan II. Milliyetçi Cephe hükûmeti, Aydınlar Ocağı Ankara Şubesi Başkanı Ahmet Sonel'in başkanlığında yeni bir Mütevelli Heyeti kurmuştur. Heyet ile sürtüşmeler yaşadığını ve uyum içinde çalışamadığını söyleyen rektör Alyanak, 22 Aralık'ta heyete bir muhtıra vererek Mütevelli Heyeti Başkanı'nın görevden alınmasını istemiş; aksi takdirde kendi görevinden ayrılacağını bildirmiştir. Bunun üzerine Mütevelli Heyeti, Alyanak'ın rektörlük görevine son vermiş ve Metalurji Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Doruk'u rektör vekilliğine getirmiştir. Bu karara öğrencilerden, eğitimcilerden, siyasilerden ve çeşitli birçok çevreden tepkiler gelmiştir.
13 Şubat 1977'de Mütevelli Heyeti, Prof. Dr. Hasan Tan'ı rektör olarak atamıştır. Bu karar oldukça büyük tepkilere sebep olmuş ve öğrenciler, MHP'lilerin yakından tanıdığını, Aydınlar Ocağı üyesi olduğunu öne sürdükleri rektör aleyhinde gösteri yapmaya başlamıştır. Tan, rektörlük binasına girerken bina taşlanmış, olaya dahil olan jandarma ile öğrenciler çatışmış, bir kısım öğrenciler yaralanmıştır. Ertesi gün dört rektör yardımcısı istifa etmiş, öğrenciler düzenledikleri forumda Hasan Tan'ı rektör tanımadıklarını belirtmiştir. Öğretim üyeleri art arda istifalarını verirken Kimya, Maden, Elektrik Mühendisliği ve Fizik Bölüm Kurulları Hasan Tan görevden ayrılıncaya kadar öğretime ara verme kararı almıştır. Ord. Prof. Dr. Cahit Arf başkanlığında toplanan Akademik Konsey üyeleri de bildiri yayınlayarak "Tan'ın rektörlüğü görevini derhal bırakmasını zorunlu görmekteyiz" demiştir. 23 Şubat'ta Hasan Tan üniversiteyi 15 günlüğüne kapattığını açıklamıştır. Kararın üzerine sabah saatlerinde üniversiteyi işgal eden jandarma birlikleri, öğrenci girişini yasaklamış ve öğlene kadar yurtların boşaltılması çağrısını yapmıştır. Çağrıya sloganlarla karşılık veren öğrenciler, yurtları terk etmeyeceklerini bildirmiştir. Araya giren CHP'li bir parlamenter grubu ile bazı öğretim üyelerinin girişimleri neticesinde öğrenciler hiç kimsenin göz altına alınmaması şartıyla yurtlardan ayrılmayı kabul etmiştir. 25 otobüsten oluşan bir konvoyla şehre geçen öğrenciler Atatürk Bulvarı'nda yol boyunca Hasan Tan'ı ve Mütevelli Heyeti'ni istifaya çağıran sloganlar atmıştır. Ertesi gün 636 öğretim üyesi Tan'ın rektörlüğünü kınamış, okuldaki tüm dekan ve bölüm başkanları görevlerinden istifa etmiştir. Öğrenciler ve veliler ODTÜ'nün yeniden açılması için Danıştay'a başvurmuştur. Danıştay, 2 Mart'ta kapatma kararını iptal etmiş, üniversite ve yurtlar yeniden açılmıştır. Üniversitenin açılmasına rağmen rektör Tan, akademik takvime göre 3 Mart'ta son bulan güz döneminin uzatılması ve dönem sonu sınavlarının ertelenmesini, gereken sürede Akademik Konsey'e başvurulmadığını ileri sürerek onaylamamıştır. Bunun üzerine Akademik Konsey, öğrenciler ve öğretim üyeleri çeşitli bildiriler yayınlayarak sınavların yapılmasının mümkün olmadığını ve kimsenin sınavlara iştirak etmeyeceğini duyurmuştur. 28 Mart'ta Hasan Tan, "sömestr tatilinin başlaması ve tamirat yapılacağı" gerekçesiyle yurtları boşalttırmıştır. Sonrasında Tan'ın yeni yarıyıl için hazırladığı akademik takvim, Akademik Konsey'den onay almadığından 21 Nisan'da Danıştay tarafından iptal edilmiş ve bu karar üzerine Tan, 26 Nisan'da üniversiteyi kapatmıştır.
Tan, öğrenci taşkınlıklarını önlemek ve üniversite asayişini sağlamak için ODTÜ'ye yaklaşık dört yüz "işçi" almıştır. Üniversitenin öğrencilere kapatılmasının ardından idari ve akademik personele saldırılar başlamış, saldırılardan bazılarının okula işçi adıyla giren kişiler tarafından yapıldığı kanıtlanmıştır. Kimya Bölümü öğretim üyesi Sevim Mete, dövülmüş; kafeterya işçisi Feramuz Demir, silahla yaralanmış ve tedaviye alındığı hastanede ölmüş; İnşaat Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Uğur Ersoy, taşlanmış; Siyaset ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi Korel Göymen'in evine patlayıcı madde atılarak binanın bütün camları kırılmıştır. Akademik Konsey ve öğretim üyeleri yaptıkları bildirilerle Hasan Tan'ın istifasını ve "ODTÜ'te işçi adı ile alınmış görünen, öğretim üyesi ve öğrencilere karşı tehdit unsuru" olarak görülen kişilerin okuldan uzaklaştırılmasını istemiştir.
8 Haziran 1977'de Öğrenci Temsilcileri Konseyi (ODTÜ ÖTK) sözcüsü Ertuğrul Karakaya, ODTÜ'ye girerken üstünü aramak isteyen jandarmalarla tartışmış ve jandarma tarafından vurularak öldürülmüştür. Karakaya'nın vurulduğu ve günümüzde "A1 Girişi" olarak bilinen Eskişehir yolu üzerindeki giriş kapısı, uzun yıllar "Karakaya Kapısı" olarak anılmıştır. 22 Haziran'da Hasan Tan, rektörlükten istifa etmiştir. Bunun üzerine bildiri yayınlayan ODTÜ öğretim üyeleri, Mütevelli Heyeti'nin de görevi bırakmasını, yeni rektörün Akademik Konsey tarafından seçilmesini, Tan döneminde alınan "işçiler"in okulu terk etmesini ve üniversitede öğretimin bir an önce başlamasını istemiştir. 14 Temmuz'da dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, kendi isteğiyle Mütevelli Heyeti'nden ayrılan beş üyenin yerine yapılan atamaları onaylamıştır. Yeni Mütevelli Heyeti'nin ODTÜ'de yaptığı ilk toplantıda odaya giren "işçiler"in taşkınlık yaparak üyeleri tehdit etmesi sonucunda toplantılar önce Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü'nde, sonra Hacettepe Üniversitesi rektörlük binasında yapılmaya başlamıştır. Heyet, ilk iş olarak aralarında Nuri Saryal'ın da bulunduğu üç rektör yardımcısı atamıştır. 26 Eylül'de Mütevelli Heyeti Başkanı Ahmet Sonel istifa etmiştir. 5 Ekim'de Prof. Dr. Nuri Saryal, rektör vekilliğine getirilmiş ve 24 Ekim'de Akademik Konsey, üniversitenin 7 Kasım'da açılacağını duyurmuştur. 5 Kasım günü yurtların açılmasıyla beraber öğrenciler güvenlik kontrolünden geçtikten sonra yurtlara yerleşmeye başlamıştır. Hasan Tan'ın göreve gelmesiyle başlayan boykot dokuzuncu ayında son bulmuş ve üniversite, 7 Kasım 1977'de öğretime tekrar başlamış; ancak öğrenciler Tan döneminde okula alınan işçiler hâlâ uzaklaştırılmadığı için okula geleceklerini ancak derslere girmeyeceklerini açıklamıştır. Okulun açılmasıyla birlikte idari personele yapılan saldırılar da tekrar başlamıştır. 13 Kasım'da öğretim üyeleri Metin Ger'in evine ve Ziya Aktaş'ın arabasına, 28 Kasım'da da rektör vekili Nuri Saryal'ın evine patlayıcı atılmıştır. 2 Aralık'ta rektörlük binasının etrafında forum için toplanan öğrencilere işçilerden bir grup, rektörlük binasının beşinci katından bomba atmış ve ardından ateş etmeye başlamıştır. 52 öğrenci yaralandığı olayda yaralı öğrencilerden İbrahim Baloğlu, kaldırıldığı hastanede hayatını yitirmiştir. Olayın ardından Başbakan Yardımcısı Alparslan Türkeş ile görüşen rektör vekili Saryal, Tan döneminde alınan "işçiler"i üniversiteden uzaklaştırmıştır. Daha sonra 9 aylık boykotun anısına 9 direkten oluşan bir anıt, 2 Aralık'ta İbrahim Baloğlu'nun vurulduğu yere dikilmiştir. Boykotla geçen 9 ayda kaybedilen ders saatlerinin telafisi için Akademik Konsey, karar almış ve 1978 ile 1979'un yaz aylarında birer ek sömestr yapılmıştır. Haziran 1979'da iki yıllık görev süresini tamamlayan Nuri Saryal'ın yerine İnşaat Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi ve eski rektör yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Kıcıman rektörlüğe atanmıştır.
1979 ODTÜ İstiklal Marşı krizi.
8 Ağustos 1979 günü saat 10.30'da ODTÜ kampüsü içindeki stadyumda yeni eğitim öğretim döneminin açılış töreni başladı. Bando tarafından İstiklal Marşı çalınırken bir grup, "Ayağa kalkmayın!" diye bağırdı. Birçok öğrenci yerinden kalkmadı. İstiklal Marşı'nın bitmesinin ardından bütün öğrenciler ayağa kalktı ve toplu hâlde sol yumruklar eşliğinde enternasyonal marşı söylendi. Ardından; "Süngüsüz Eğitim!", "Sıkıyönetim ODTÜ'den elini çek!", "MHP kapatılsın, faşist Türkeş tutuklansın!" sloganları atıldı. Olay ülkede büyük yankı yaptı. Siyasiler, basın mensupları, öğretim üyeleri ve askerler tepki gösterdi. Ankara Cumhuriyet Savcılığı, soruşturma başlattı. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığına bağlı jandarma birlikleri, 11 Ağustos 1979 sabahı ODTÜ'de arama yaptı. 4 öğrenci gözaltına alındı. 13 Ağustos 1979'da ODTÜ Rektör Vekili, fakülte bölüm başkanları, asistanlar, öğretim üyeleri ve çok sayıda öğrencinin katıldığı "İstiklal Marşı ve Cumhuriyete Saygı" Töreni yapıldı. Tören, gerçekleşen yürüyüşün ardından Atatürk Anıtı'na çelenk koymayla başladı. Ardından Atatürk için bir dakikalık saygı duruşunda bulunuldu ve İstiklal Marşı söylendi. Tören öncesinde bir grup, "Kahrolsun Emperyalizm! NATO'ya-IMF'ye hayır!" sloganı atıp kaçtı. Kaçanları arayan güvenlik güçleri, bir öğrenciyi yakaladı.
YÖK'ün kuruluşu.
12 Eylül 1980'de Türk Silahlı Kuvvetleri, darbe ile yönetime el koymuş, parlamento ve hükûmet feshedilmiştir. Milletvekillerinin dokunulmazlığı kaldırılmış, yurt genelinde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Darbenin ardından öğrenci hareketleri bir süre daha devam etmiş, askerî yönetim ODTÜ'deki etkinliğini arttırmıştır. 6 Kasım 1981'de çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile Yükseköğretim Kurulu (YÖK) kurulmuş, Türkiye'deki tüm yükseköğretim kurumları bu kurula bağlanmış, akademiler üniversitelere, eğitim enstitüleri eğitim fakültelerine dönüştürülmüş ve konservatuvarlar ile meslek yüksekokulları üniversitelere bağlanmıştır. Böylece YÖK, tüm yükseköğretimden sorumlu tek kuruluş haline gelmiştir ve ODTÜ, 7307 sayılı kanunla kendine sağlanan "özerk" statüsünü yitirmiştir. YÖK'ün kuruluşunun ardından rektör Mehmet Kıcıman görevinden ayrılmış, rektörlüğe Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Gönlübol atanmıştır. Yeni sistemle bütçe konusunda sıkıntılar yaşayan ODTÜ'de yeniden yapılanmaya gitmiş, YÖK'ün kararı ile 1982'de Beşeri İlimler Bölümü kaldırılarak yerine Felsefe, Tarih, Modern Diller ve (Eğt. Fak) Yabancı Diller Eğitimi Bölümleri kurulmuştur. 18 Ekim'de kabul edilen 1982 Anayasası'nda YÖK'ün kuruluş yasası korunmuş ve aynen Anayasa'da yer almıştır. Üniversitedeki akademik ve idari tüm personel, işçi statüsünde sözleşmeli görev yapmış, 1 Ocak 1983'ten itibaren memur statüsüne geçmiştir. 1402 sayılı sıkıyönetim yasasının yürürlüğe girmesiyle birlikte 1402'likler kapsamında Şubat 1983'te üniversitelerde başlayan tasfiyelerde ODTÜ de ciddi kayba uğramış, bu dönemde 400 kişi ODTÜ'den istifa etmiştir. 1984 yılı yeni sisteme uyum için çalışmalarla geçerken 1985'te gelişmiş üniversite kabul edildiği için YÖK'ün bütçe ve kadro kısıtlamasına gittiği ODTÜ'de bu değişiklikler personel kaybına sebep olmuştur. Aynı dönemde vakıf üniversitesi olarak kurulan Bilkent Üniversitesi personel için çekim merkezi olmuştur. ODTÜ'deki erimeyi engellemek isteyen rektör Gönlübol, Bilkent Üniversitesi kurucusu Prof. Dr. İhsan Doğramacı ile 5 yıl Bilkent'in ODTÜ'den öğretim üyesi almayacağına dair bir anlaşma imzalamıştır.
Ocak 1987'de ODTÜ arazisinin bin dönümlük bir kısmı Bilkent Üniversitesine satılmıştır. Satış okulda tepkilerle karşılanırken Mühendislik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Altay Birand ve Elektrik Bölümü Başkanı Prof. Dr. Cana Toker, satışın yapıldığı toplantının ardından istifa etmiştir. Öğrenciler satış kararını protesto etmek için rektörlük binasına siyah çelenk bırakmıştır. ODTÜ eski rektörü Kemal Kurdaş da satılan arsa hakkında "Doğramacı, 1968'de de Hacettepe'ye arsa aktarıyordu. Ben engelledim." demiştir.
Günümüz ve belediye ile sorunlar.
Temmuz 2008'de Ankara Büyükşehir Belediyesi, 3194 sayılı İmar Kanunu'nun 42. maddesinin 1. fıkrası gereğince, ODTÜ içindeki kaçak olduğunu iddia ettiği 45 yapının her birine 40 bin TL olmak üzere toplam 1 milyon 800 bin TL para cezası kesmiştir. Belediye, kaçak olduğunu iddia ettiği yapıların mevzuata uygun hale getirilmemesi durumunda yıkılmasına karar vermiştir. Bunun üzerine mahkemeye giden üniversite rektörlüğü 45 yapının her biri için ayrı ayrı dava açmıştır. Mahkeme sonucunda "yıkım ve ceza kararlarının yasal dayanağı olmadığı, bunların kamu yararına aykırı olduğu" hükme bağlanmıştır.
Ankara Büyükşehir Belediyesince yapılan 1/25000 ölçekli planda bulunan Bilkent Yolu ile Anadolu Bulvarı arasında ve Eskişehir Yolu'na paralel olarak önerilen yolun ODTÜ eğitim binalarının arasından geçmesi planlanmış ve bu plan üniversite ile belediye arasında tartışmalara neden olmuştur. Belediye 2008'de aldığı kararla, 1994 yılında kabul edilmiş olan "ODTÜ İmar Planı" yerine "Koruma Amaçlı İmar Planı" hazırlanmasını talep etmiştir. Planlama sürecinde ODTÜ, 2010'da meslek odaları da dahil ilgili kurum/kuruluş temsilcileri ile iki toplantı düzenlemiş ve önerilen plan, yollar dahil tüm detaylarıyla ele alınmıştır. Anadolu Bulvarı'nın devamı olan yol, "Ankara Nazım Planı 2023" kararı uyarınca bu plan önerisinde de yer alırken ODTÜ'nün itirazı ile yapımı iptal edilen ve tartışmalara neden olan yola ise, "yüzeyde herhangi bir kazı yapılmadan inşa edilecek bir tünel olması" koşuluyla planda yer verilmiştir. ODTÜ tarafından hazırlanan ODTÜ Koruma Amaçlı İmar Planı'nın Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylandığı, 2 Ekim 2013'te Bakanlık faksıyla ilgili kurumlara bildirilmiştir. 11 Ekim'de üniversiteye teslim edilen planda onay aşamasında Bakanlık tarafından bazı değişiklikler yapıldığı görülmüş, ODTÜ Rektörlüğünün değiştirilen imar planı kararlarına itiraz edeceğini ve itiraz süresi içinde geriye dönüşü mümkün olmayan herhangi bir işlemin yapılmaması gerektiğini içeren görüşme ve yazışmalarına rağmen, askı ve itiraz sürelerinin dolması beklenmeksizin, 18 Ekim'i 19 Ekim'e bağlayan gece yarısı Ankara Belediyesi'ne bağlı ekipler iş makineleriyle tartışmalı araziye girip, başka bir alana taşınacağı belirtilen ağaçları dahi kesip kaldırmıştır. Bunun üzerine belediye ekiplerinin söktüğü ağaçların yerine 21 Ekim akşamı 5 bin fidan dikme eylemi yapan öğrencilere polis, ses bombaları ve biber gazlarıyla müdahale etmiştir. Aynı gün Melih Gökçek, kesilen 2 bin 388 ağaç için ODTÜ'ye 211 bin TL ödeme yapıldığını bildirmiş; ancak ODTÜ, herhangi bir anlaşma yapılmaksızın aktarılan bu parayı iade etmiştir. Olayların hemen ardından, eylem yapan grubun yerleşke içinde hizmet veren EGO otobüslerine saldırdığı gerekçesiyle belediyeye bağlı EGO Genel Müdürlüğü, ODTÜ seferlerine ara vermiştir. Gökçek'in, ODTÜ'ye sefer yapan belediye otobüslerini kaldırması kararı, Tüketici Hakları Derneği'nin açtığı dava sonucu iptal edilmiştir. 3 ay aradan sonra 20 Ocak 2014'te tekrar başlayan seferlere, Ankara Bölge İdare Mahkemesi'nin EGO'nun itirazını yerinde bulup yürütmeyi durdurma kararı vermesiyle 2 gün sonra yeniden ara verilmiştir. Yapıma başlanmasının ardından 4 ayda tamamlanan yol, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın katılımıyla 25 Şubat 2014'te açılmıştır. Açılış töreninin öncesinde polis ile yolu protesto eden öğrenciler karşı karşıya gelmiş ve öğrencilere tazyikli suyla müdahale edilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4632",
"len_data": 79951,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.61
}
|
L'amour en fuite (Kaçan Aşk), 1979 yapımı bir François Truffaut filmidir.
Filmin başrollerinde Jean Pierre Léaud (Antoine Doinel), Claude Jade (Christine Doinel) ve Marie France Pisier (Colette) oynamıştır. Bir François Truffaut klasiği olan bu filmde Antoine Doinel yolun yarısına merdiven dayamış haliyle görülür. İlkokula giden, müziğe yetenekli (annesine çekmiş) oğlu ve boşanmak üzere olduğu karısı, plak dükkânında tezgâhtar olarak çalışan sevgilisi ve tabii asla kaçamayacağı geçmişi, vazgeçemeyeceği yalanları çevresinde olaylar gelişir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4633",
"len_data": 545,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.23
}
|
Birinci İntifada (ayaklanma) veya Birinci Filistinli İntifada, İsrail'in, Aralık 1987'den 1993 Oslo Anlaşmasının imzalanmasına kadar süren, Filistin topraklarını ele geçirmesine karşı, Filistinlilerin ayaklanmasıdır. Ayaklanma 9 Aralık'ta Cebaliye mülteci kampında başladı. Gittikçe yükselen tansiyon, ölen Filistinli ve İsrailliler ve son olarak İsrail ordusuna ait bir aracın dört Filistinli'ye çarpıp öldürmesi, ayaklanmayı ateşledi. Aracın dört Filistinliye kasıtlı çarptığı söylentisi hızlı bir şekilde Gazze'de, Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te yayıldı. Genel grev, Gazze ve Batı Şeria’daki İsrailli kurumları boykot, ordu emirlerine karşı sivil itaatsizlik, İsrail yerleşkelerinde çalışmamak, İsrail ürünlerini satın almamak, vergi vermemek, Filistinli araçları İsrail ehliyetleriyle kullanmayı reddetmek, grafitiler yapmak, barikatlar kurmak ve Filistin sınırları içindeki İsrail’e ait askeri binalara taş ve molotofkokteyli atmak, ayaklanma sürecinde gerçekleşen eylemlerdi. Buna cevaben, İsrail, ayaklanmaları durdurmak için 80.000 askeri mobilize etti. Çocuk haklarını dünya çapında savunan “Save the Children” raporuna göre ilk iki yıl boyunca, 18 yaş altı bütün Filistinlilerin %7'si ateşlenen silahlardan, dayaklardan veya göz yaşartıcı gazdan dolayı yaralandı. Filistinlilerin kendi arasında, İsraille iş birliği yapma suçlamarından dolayı gerçekleşen şiddet eylemleri de ayaklanmaların daimi özelliklerinden biriydi. İsrail güvenlik güçleri 1087 Filistinliyi öldürürken, Filistinliler, 100 İsrailli sivili ve 60 İsrail güvenlik personelini öldürdü, 1400'den fazla sivili ve 1700 askeri yaraladı. Filistinliler 822 Filistinliyi, İsraille iş birliği yapma suçlamalarıyla öldürdü, yarısından fazlasının sonralarda İsraille hiçbir alakalarının olmadığı kanıtlandı. (1988-Nisan 1994)
Bir sonraki ayaklanma (İkinci İntifada) Eylül 2000'den 2005 yılına kadar sürdü.
Genel Sebepler.
Filistinliler ve destekçileri, İntifada'nın; İsrail'in baskılarına, hukuk dışı ölümlere, toplu tutuklamalara, evlerin yıkılmalarına ve sürgünlere karşı protestolar olduğunu savunurlar. İsrail'in 1967 yılındaki Altı Gün Savaşında Batı Şeria, Kudüs, Sina Yarımadası ve Gazze Şeridi'ni ele geçirmesinden sonra, bu topraklardaki Filistinliler arasında tansiyon yükseldi. Filistinliler arasındaki yüksek doğum oranı ve yeni yaşam alanları inşa etmek ve tarım için izin verilen alanların az olması, büyüyen bir nüfus ve artan işsizlikle kötüye giden yaşam şartları anlamına geldi. Üniversite mezunları bile iş bulamıyordu. İntifada döneminde, sekiz eğitimli Filistinliden sadece biri eğitimine uygun iş bulabiliyordu .
İsrail İşçi Partisi'nden, daha sonra Savunma Bakanı olan İzhak Rabin, Ağustos 1985'te, Filistinlilere karşı sürgün politikasını İsrail'in Filistinlillerin ayaklanmalarına karşı yürüttükleri politikalarına ekledi. Bu, sonraki 4 yılda 50 sürgün ve ekonomik entegrasyon ve İsrail yerleşkelerinin artması anlamına geldi. Öyle ki Batı Şeria'daki Yahudi yerleşim alanlarında, 1984 yılında 35.000 olan nüfus 90'ların ortasında 130.000'e ulaştı. İsrail'in Filistinlileri bulundukları topraklardan uzaklaştırma politikaları intifadayı genel olarak etkiledi.
Arka plan.
Birinci İntifada'yı fitilleyen nedenin, Aralık 1987'de gerçekleşen, Filistinli sivillerin ölümüne sebep olan kazanın olduğu bilinse de, Masim Qumsiyeh, başlangıcın, bir ay önce gerçekleşen bir dizi protesto olduğunu iddia eder. Bazı kaynaklara göre, Kasım 1987'de İsrail Güvenlik Güçlerinin; altı İsrailli askerin ölümüyle sonuçlanan bir gerilla saldırısını durduramaması, Filistinlilerin ayaklanmalarını katalize etti.
4 Aralık 1986 tarihinde, Birzeit Üniversitesi kampüsü içinde iki Gazzeli öğrencinin İsrailli askerler tarafından vurulması, cezalar, tutuklamalar, alıkoymalar ve eli kelepçeli Filistinli gençlerin sistematik bir şekilde dövülmeleri, eski mahkûmların ve aktivistlerin Gazze şehri dışında dönüştürülmüş askeri kamplardaki hücrelerde tutulmaları, yılın başlarında kitlesel gösterilere sebep oldu. Ocak 1987'de göstericileri korkutmak adına sınırdışı/sürgün politikası gündeme geldi. Şiddet, Khan Yunis'li bir çocuğun İsrailli askerler tarafından vurulup öldürülmesiyle kaynamaya başladı. O yılın yazında, tutukluların kontrolünden sorumlu teğmen Ron Tal, Gazze'de, trafikte vurularak öldürüldü. Gazze'de yaşayan müslümanlara Kurban Bayramı esnasında üç günlük dışarı çıkma yasağı uygulandı. 1 ve 6 Ekim 1987 tarihlerinde, İsrail güvenlik güçleri, mayısta hapishaneden kaçan, İslam'i cihad örgütleriyle ilişkili yedi Gazzeliyi pusuya düşürüp öldürdü. Kasım 1987'de Amman'da gerçekleşen Arap zirvesi, İran-Irak savaşına yoğunlaştı ve Filistinlilerin sorunu yıllardır ilk defa kenarda tutuldu .
Liderlik ve Amaçlar.
İntifada bir kişi ya da bir kurum tarafından başlatılmadı. Yerel liderlik, İsrail tarafından yönetilen sınırlar içindeki, Filistin Kurtuluş Örgütüyle ilişkili gruplar ve organizasyonlar tarafından yapıldı. Bunlar, Halk Cephesi (El Fetih), Demokratik Cephe ve Filistin Komünist Partisi’ydi . Bu süreçte Filistin Kurtuluş Örgütünün rakipleri, Hamas ve İslami Cihad gibi islami örgütlerdi ve Beit Sahour ve Beytüllahim gibi şehirlerin yerel yöneticileriydi. Buna rağmen, ayaklanma, Hanan Ashrawi, Faysal Hüseini ve Haydar Abdul-Şafi tarafından yönetilen cemaat konseyleri tarafından daha çok yönetildi. Bu konseyler bağımsız eğitimi destekleyip, sağlık ve yiyecek yardımları yaptı. Birleşmiş Ulusal Ayaklanma Liderliği (UNLU) halkın güvenini kazandı ve Filistinliler UNLU tarafından yayınlanan bildirilere ayak uydurdu . Geçmişteki tutumun aksine ölümcül şiddetten kolektif bir şekilde uzak duruldu. Shalev’e göre, bunun sebebi böyle bir şiddettin katliamla sonuçlanacağını bilmeleri ve İsrail tarafında liberallerin desteklerini kaybetme olasılığıydı. Pearlman, ayaklanmanın şiddetsiz oluşunu, hareketin iç organizasyonuna ve ayaklanmanın şiddetsiz olmasının yararla sonuçlanacağı düşüncesinin saçaklanıp geniş bir alana yayılmasına bağladı. Hamas ve İslami Cihad, ayaklanma liderlerine ayak uydurdu ve ilk yıl hiçbir silahlı saldırı gerçekleştirmediler. Sadece Ekim 1988’de bir İsrailli asker bıçaklandı ve herhangi bir yaralanmaya neden olmayan ik bomba patlatıldı.
Ayaklanmayla ilgili dağıtılan broşürlerde, İsrail’in 1967 itibarıyla ele geçirdiği topraklardan çekilmesi, sokağa çıkma yasaklarının ve kontrol noktalarının kaldırılması isteniyordu. Filistinli sivilleri eylemlere silah kullanmadan katılmaya çağırdı. Ayrıca Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bir Filistin Devleti kurulması çağrısını yaptı. Bu süregelen ‘Bütün Filistin için Özgürlük’ çağrısından uzaklaşıldığını gösterdi.
İntifada.
İsrail'in ele geçirilen topraklardaki müdahalesi anlık gelişen irili ufaklı direnişlere sebep oldu ama yönetim; demir yumruk politikasıyla, toplu cezalarla, sokağa çıkma yasaklarıyla ve siyaset kurumlarının üzerindeki baskıdan dolayı, Filistin direnişinin sona erdiğine inandı. Fakat İsrail'in direnişin düşeceği inancı zamanla yok oldu.
8 Aralık 1987 tarihinde, İsrail ordusuna ait bir araç, İsrail'deki çalışma yerlerinden dönen, içinde Filistinli bulunan bir sıra araca, Eretz geçiş noktasında çarptı. Üçü Cebaliye mülteci kampından olan dört Filistinli öldü ve yedi kişi ciddi şekilde yaralandı. Olaya işten eve dönen yüzlerce Filistinli işçi şahit oldu. Cenazelere kamptan 10.000 kişi katıldı ve cenazeler çabucak geniş gösterilere döndü. Filistinlileri öldüren araç kazasının, olaydan iki gün önce Gazze'de alışveriş yapan İsrailli bir iş adamının vurularak öldürülmesine karşı uluslararası bir intikam kampanyası olduğu söylentisi bütün kampa yayıldı. Ertesi gün Gazze şeridindeki bir devriye aracına atılan petrol bombası, İsrail askerlerinin sinirli kalabalığa karşı kurşun ve göz yaşartıcı gaz atmasına sebep oldu. Bir genç Filistinli öldü ve 16 kişi yaralandı.
9 Aralık'ta, birçok Filistinli popüler ve iş adamı, durumun kötüye gitmesinden dolayı Batı Kudüs’te İsrail İnsan Hakları Ligiyle birlikte basın toplantısı düzenledi. Toplantı başlarken, Cebaliye Kampında gösterilerin devam ettiği ve 17 yaşındaki bir gencin, İsrailli askerlere molotofkokteyli attıktan sonra vurularak öldürüldüğü haberleri geldi. Öldürülen kız daha sonra intifadanın ilk şehidi olarak bilindi. Protestolar hızlıca Batı Şeria ve Doğu Kudüs’e yayıldı. Gençler çeşitli muhitlerin kontrolünü ele geçirdi; çöplerden, taşlardan ve yanan araç tekerleklerinden barikatlar kurarak kampları kapattılar ve barikatları aşmaya çalışan askerlere molotofkokteyli attılar. Filistinli esnaflar dükkanlarını kapattılar ve İsrail’de çalışan işçiler işe gitmediler. İsrail bunları “ayaklanma” olarak gördü ve bu ayaklanmayı bastırmayı ise kanun ve düzeni yerine getirmek için yararlı gördü. Birkaç gün içinde İsrail yönetimindeki Filistin bölgeleri gösteriler ve grevlere boğuldu. Askeri araçlar, İsrail'den gelen otobüsler ve İsrail bankaları Filistinliler için en önemli hedefler oldu. İsrailli yerleşim alanlarına saldırılmadı ve ayaklanmanın erken dönemlerinde atılan taşlardan hiçbir İsrailli yaralanmadı. Gösterilere bu kadar geniş bir kitlenin katılması beklenmiyordu. Onbinlerce sivil, kadınlar ve çocuk gösterilerdeydi. İsrail güvenlik güçleri oluşan kalabalığı kontrol altına almak için bütün adımları attı: sopalamak, joplamak, göz yaşartıcı gaz, tazyikli su ve plastik mermiler kullanmak. Ama bunlar gösterileri sadece besledi .
Kısa zamanda taş atmalar, yol kapatmalar ve tekerlek yakmalar bütün bölgelere sıçradı. 12 Aralık'a gelindiğinde, 6 Filistinli öldü ve 30'u yaralandı. Bir sonraki gün göstericiler Doğu Kudüs'teki ABD Konsolosluğu'na molotof kokteyli attı ama kimse yaralanmadı. İsrail'in Filistinli ayaklanmasına cevabı sert oldu.
Taş atanların %60'ının çocuk olmasından dolayı İzhak Rabin, planı değiştirip farklı şekilde müdahale kararı aldı. İsrail toplu tutuklamalar, toplu cezalar ve okul kapatmaları kullandı. Batı Şeria’daki üniversiteler intifada boyunca kapalı tutuldu. İlk yıl sokağa çıkma yasağı yürürlükte kaldı. Yerleşim yerindeki insanların su, elektrik ve akaryakıt ihtiyaçları karşılanamaz oldu. Filistinlilerin çiftliklerindeki ağaçlar söküldü, tarımsal ürünlerin satışları engellendi. Filistinlilerin vergi ödememesinden dolayı evlerinden eşyalarına el konuldu.
Can Kayıpları.
Altı yıl süren intifadada, İsrail ordusu 1000'den fazla Filistinli'yi öldürdü ve 120.000'den fazlasını tutukladı. İlk beş haftada, 35 Filistinli öldürüldü ve 1200 Filistinli yaralandı. Bu ölümler ve yaralanmalar, daha fazla Filistinlinin gösterilere katılmasına neden oldu.
1990’a doğru Negev’deki Ktzi’ot hapishanesi, Batı Şeria’daki her 50 kişiden birini içinde barındırdı. Save the Children (Çocukları Koru) organizasyonunun İsveç kolu, 23.600 ila 29.900 çocuğun intifadanın ilk iki yılında dayaklar sonucu tıbbi desteğe ihtiyacının olduğunu raporladı. Bu sayının üçte birini 10 yaş altındaki çocuklar oluşturdu . Ramazan ayı boyunca, Gazze’deki birçok kampta sokağa çıkma yasağı uygulandı ve yerleşimcilerin gıda almaları engellendi. Ayrıca bazı kamplara göz yaşartıcı bomba atıldı. İntifadanın ilk yılında bu tür bombalamalardan dolayı 16 kişi öldü.
Toplum içi şiddet.
1989 ve 1992 arası, Filistin toplumu içindeki şiddet yaklaşık 1000 kişinin hayatına mal oldu. Haziran 1990’a varıldığında, Benny Morris’e göre, “İntifada yönünü şaşırdı. Filistin Kurtuluş Örgütünün içine düştüğü gerilim, öldürülen işbirlikçi olduklarından şüphelenen kişilerin artmasından belliydi.”
Diğer Kayda Değer Olaylar.
16 Nisan 1988 tarihinde, Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Halil El-Vezir, Tunus’un başkentinde İsrailli komandolar tarafından öldürüldü. İsrail’e göre, ayaklanmanın uzaktan yöneticisi oydu ve ölümü ayaklanmayı durdurabilecekti. Ardından gelen yas ve gösteriler esnasında, İsrail Güvenlik Güçleri iki camiye müdahale edip, dua edenleri dövdü, göz yaşartıcı gaz attı ve 16 Filistinliyi öldürdü. Aynı yılın haziran ayında, Arap Ligi, 1988 Arap Ligi Konferansında, İntifadaya finansal destek verme kararı aldı. Arap Ligi 1989 yılındaki toplantısında da finansal desteği tekrar teyit etti.
1989’da Beit Shour’daki yerel komiteler, şiddetsiz bir hareket başlatarak vergileri vermeme kararı aldı ve “Temsil edilmeden Vergi Yok” sloganını kullandılar Hapishanede kalmaları göstericileri durdurmadı ve İsrail bu boykotu ağır para cezaları ve mallara el koymakla çözmeye çalıştı.
8 Ekim 1990 tarihinde İsrail polisi El-Aksa cami yanında gösteriye katılan 22 Filistinliyi öldürdü. Bu Filistinlilerin daha tehlikeli taktikler edinmelerine sebep oldu. İki hafta sonra, üç İsrailli ve bir İsrail askeri Kudüs ve Gazze'de öldürüldü. Bıçaklama olayları bundan böyle devam etti. Filistinli militanların canlı bomba saldırıları 16 Nisan 1993'te başladı.
Birleşmiş Milletler.
Çok sayıdaki Filistinli can kayıpları uluslararası kınamalar getirdi. Güvenlik Konseyi 607 ve 608 nolu çözüm önerilerinde, İsrail'in sürgünleri durdurmasını istedi. Kasım 1988'de, Birleşmiş Milletler Genel Kurulundaki ülkelerin çoğu, İsrail'i, intifadaya karşı aldığı tutumdan dolayı kınadı . Sonraki yıllarda aynı çözüm önerileri tekrar tekrar geldi.
İsrail’in Uygulamalarını İncelemek İçin Kurulan Özel Komite.
26 Ağustos 1988 tarihli yıllık raporunda, İsrail'in Uygulamalarını İncelemek İçin Kurulan Özel Komite, intifada hakkında detaylı bilgiler verdi <ref name= "report_43/694">"Report of the Special Committee to Investigate Israeli Practices Affecting the Human Rights of the Population of the Occupied Territories" . 26 August 1988 (doc.nr. A/43/694 d.d. 24 October 1988).</ref>. Ardından gelen raporlardan sonra, Genel Kurul 8 Aralık 1989 tarihinde 44/48 nolu bir önergeyle oldukça güçlü bir kınama yayınladı. İsrail intifada sürecindeki uygulamalarından dolayı kınandı. Bu uygulamaları arasında, toprakları ele geçirme, sürgünler, yıkımlar, toplu cezalar, basın organlarını kısıtlamak, savunmasız göstericileri yaralamak, zehirli gaz kullanmak ve İsrailli yerleşimcilerin, Filistinli ve diğer Araplara karşı şiddet eylemlerinde bulunması ve bunun yaralı ve ölümlere sebep olması vardı. İsrail, Birleşmiş Milletler araştırmalarına engel oldu. Tüm çözüm yolları İsrail ve ABD tarafından reddedildi. 48 çözüm önerisinin 44'üne karşı oy kullanan sadece İsrail'di.
Güvenlik Konseyi’nin Başarısız Olması.
17 Şubat 1989'da, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi oybirliğiyle (ABD dışında) İsrail'i, 4. Genova Kurultayı kararlarına uymadığı ve Güvenlik Konseyi kararlarını önemsemediği gerekçesiyle kınadı. ABD hoşuna gitmeyecek bir çözüm önerisi taslağını veto etti. 9 Haziran'da ABD bir çözüm önerisini yine veto etti. 7 Kasım'da ABD İsrail'in insan hakları ihlallerini kınayarak 3. Çözüm önerisini de veto etti.
14 Ekim 1990'da, İsrail açıkça Güvenlik Konseyi Çözüm Önerisi 672'ye uymayacağını deklare etti ve İsrail insan hakları ihlallerini araştıracak olan Genel Sekreterlik delegasyonunu kabul etmeyi reddetti. Bir sonraki çözüm önerisi 673 küçük bir etki yaptı ama İsrail BM araştırmasını engellemeyi sürdürdü.
Sonuçlar.
İntifada ne askeri bir savaş ne de gerilla savaşıydı. Olanlarla ilgili kontrolü az olan Filistin Kurtuluş Örgütü ayaklanmanın bu kadar kötüye gideceğini beklemiyordu. Ayaklanma tabandan gelmişti ve kendilerinin bir girişimi değildi. Ayaklanma Filistinlilerin pozitif olarak gördükleri bazı sonuçlar doğurdu:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4638",
"len_data": 15182,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.4
}
|
Zeybek şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4639",
"len_data": 30,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 1.67
}
|
Debian (), 1993 yılında başlatılmış, Dünya'nın çeşitli bölgelerindeki gönüllüler tarafından hazırlanan; GNU/Hurd, GNU/Linux gibi farklı çekirdek seçeneklerine dayalı tamamen özgür bir Linux dağıtımıdır. En yaygın GNU/Linux dağıtımlarından biri konumundaki Debian, aynı zamanda Elive, Knoppix, Linux Mint, Mepis, Pardus, Parsix, Ubuntu, Peppermint OS ve Xandros gibi birçok GNU/Linux dağıtımına da kaynak teşkil etmekte ve Google başta olmak üzere iyi tanınan birçok Web sitesinde de tercih edilmektedir. Debian, farklı işletim sistemi çekirdekleriyle birlikte AMD64, ARM, DEC Alpha, i386, IA-64, PowerPC, SPARC, MIPS, HPPA, S390 gibi çok sayıda donanım platformunda da çalışabilmektedir. Desteklediği donanım ve çekirdek zenginliğinin yanı sıra Debian'ı diğer dağıtımlara nispetle özgün kılan en önemli husus, dağıtım kapsamındaki yazılımların bütünüyle özgür lisans şartlarına sahip olması, yazılım özgürlüğünü denetlemek ve sürekli kılmaya yönelik bir Debian Sosyal Sözleşmesi'nin bulunmasıdır.
1993 yılında Purdue Üniversitesi'nde bir öğrenci olan Debian'in kurucusu Ian Murdock, "Debian Manifesto" isimli yazısında Debian'ın misyon ve felsefesini anlatmıştır. Bu doğrultuda Debian, İnternet üzerindeki ilk demokratik topluluklardan birini temsil etmektedir. 1996 yılında Ian Murdock'ün yeri Bruce Perens'e geçerken Ian Murdock, 2015 Aralık ayında ölümüne kadar Debian projesi içerisinde çalışmaya devam etmiştir.
"Debian" adı, Ian Murdock'ın kız arkadaşı (daha sonra eşi olmuştur) Debora'nın Deb'i ve Ian'ın ismi yan yana getirilerek oluşturulmuştur.
Debian'da, kendine özgü bir paket (uygulamalar) üslubu olan codice_1 kullanılmaktadır. Paket yönetimi için alt seviyede codice_2 ve buna eşlik eden bir dizi araçla birlikte daha üst seviyede APT denilen gelişkin bir paket yönetim sistemi de mevcuttur. İstenilen bir paketin bağımlı olduğu diğer paketlerle birlikte İnternet veya CD-ROM gibi ortamlar üzerindeki paket arşivlerinden otomatik olarak kurulumuna imkân veren APT sistemini, codice_3 adında basit bir komut satırı istemcisiyle veya codice_4 tabanlı bir metin arayüzü sunan codice_5, codice_6 veya GTK+ tabanlı bir grafik kullanıcı arayüzü sunan synaptic gibi uygulamalarla kullanmak mümkündür. Debian'ın on binlerce derlenmiş paket içeren zengin paket depoları sayesinde belirli bir uygulamayı kurmak veya kurulan bir paketi yeni sürüme yükseltmek oldukça basittir. İnternet üzerindeki paket depoları Dünya'nın çeşitli konumlarında yansılanmaktadır. codice_7, codice_8 gibi araçlarla bulunduğunuz konuma en yakın depoyu seçmek ve bu suretle sistemi ağ üzerinden sürekli güncel durumda tutmak mümkün olmaktadır.
Kurulum.
Debian'ın ihtiyaca uygun kurulum kalıp dosyasını, yazılımın Web sitesindeki edinme bölümünden temin etmek mümkündir. Debian'ın farklı mimarilere yönelik çeşitli kalıp dosyaları bulunmaktadır. Debian'ın Web sitesinde bu kalıplardan codice_9 seçeneği 64-bit işlemciye sahip (AMD veya Intel mikroişlemci) bilgisayara yöneliktir. codice_10 seçeneği ise 32-bit işlemciye sahip (AMD veya Intel mikroişlemci) bilgisayarlar içindir.
Debian 4.0 sürümü ile Debian-Installer kurulum aracına grafiksel arayüz seçeneği eklenmiştir. Yazı ve grafik ortamında basit kurulum seçeneğinin yanı sıra gelişmiş kurulum seçenekleri mevcuttur. Debian kurulum medyasını (CD, DVD ya da USB bellek) bilgisayara takıp kurmak istendiğinde ilk ekranda "Install, Graphical install, Advanced Options" gibi seçeneklerin yer aldığı bir ekran görülür. Burada en başta yer alan codice_11 seçeneği, metin tabanlı basit kurulum yöntemini ifade eder. Grafiksel arayüz üzerinden kurulum yapabilmek için bu ekranda "" seçeneği kullanılmalıdır.
Sürümler.
Debian'ın şu ana kadarki sürüm isimleri Toy Story (Oyuncak Hikâyesi) filmindeki karakterlerden alınmadır. Debian 3 değişik şekilde bulunabilir: "Kararsız, Deneme, Kararlı"
Kararsız.
Bu sürümün adı sid olup yeni geliştirilen ya da güncellenmiş paketlerin deneme sürümünden önce ilk konulduğu sürümdür. Dolayısıyla en güncel sürüm olmakla birlikte kararsız oluşundan dolayı çalışma garantisi yoktur. Daha çok Debian geliştiricileri tarafından kullanılır. Büyük bir hatası olmayan paketler buradan deneme sürümüne aktarılırlar.
Kararsız sürüm olduğu için adı Oyuncak Hikâyesi filminin kötü karakteri olan Sid olarak seçilmiştir.
Deneme.
Geliştirilmesi test aşamasında devam eden sürümdür. Tam anlamıyla kararlı değildir. Kararsız sürümden paketler bu sürüme aktarılıp burada denemeye bırakılırlar. Deneme aşaması birkaç yıl devam eder ve sonunda yeni kararlı sürüm olarak ilan edilir. Debian'ın güncel olmasını isteyen kullanıcılar, bu sürümü tercih etmektedirler. Paketlerde günlük yenilemeler olmakta ve kullanıcılar her an işletim sistemlerini güncelleyebilmektedirler. Fakat deneme aşamasında bir sürüm olduğu için dikkatli olmak gerekir.
Kararlı.
Deneme sürecini bitirmiş kararlı olan sürümlerdir. Birkaç yılda bir yeni sürüm yapılmaktadır. Bugüne kadar sunulmuş ana Debian sürümleri aşağıda sıralanmıştır.
1.0 sürümü asla yayınlanmamıştır. Nedeni ise Infomagic adında bir CD dağıtıcısının Debian'ın geliştirme sürümlerinden birisini 1.0 olarak etiketleyip piyasaya sürmesidir. Karışıklık çıkmaması için ilk kararlı dağıtım 1.1 olarak numaralandırılmıştır.
Debian tabanlı dağıtımlar.
Debian tabanını kullanan çok sayıda Linux dağıtımı vardır. Bu dağıtımların geniş bir listesine Debian'ın web sitesinden ulaşılabilir.
Debian tabanlı başlıca Linux dağıtımları, alfabetik olarak şöyle sıralanabilir:
Debian Projesi öncüleri.
Debian projesinin kurucusu "Ian Murdock" ve sonrasında gelen proje liderleri aşağıda sıralanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4642",
"len_data": 5572,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.59
}
|
Linux dağıtımı (kısaca dağıtım), Linux çekirdeğini temel alan, kullanıcıya işlevsel bir işletim sistemi deneyimi sunmak amacıyla çeşitli yazılım bileşenlerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulan bütünleşik sistemlerdir. Bu bileşenler; GNU kullanıcı alanı araçları ve kütüphaneleri, sistem başlatma (init) altyapısı, paket yönetim sistemleri, sistem yapılandırma araçları, belge ve yardım içerikleri gibi temel unsurları kapsar.
Ayrıca çoğu dağıtım, grafik kullanıcı arayüzü sağlamak amacıyla bir ekran sunucusu (X.Org Server veya Wayland), bir pencere yöneticisi ya da masaüstü ortamı (örneğin GNOME, KDE Plasma, Xfce) ve ses sunucusu (PulseAudio ya da PipeWire) gibi multimedya altyapılarını da içerir.
Her dağıtım, bu bileşenleri bir bütün halinde sunarak, sistemin kurulumu, yapılandırılması, yönetimi ve güncellenmesi süreçlerinde kullanıcıya kolaylık sağlamayı hedefler. Bu nedenle bir Linux dağıtımı yalnızca yazılımların rastgele bir toplamı değil, bu yazılımların bir arada tutarlı ve sürdürülebilir şekilde çalışmasını garanti altına alan bütüncül bir mimaridir.
Linux dağıtımları, farklı hedef kitlelere (masaüstü kullanıcıları, sunucu yöneticileri, gömülü sistem geliştiricileri vb.) yönelik optimize edilmiş biçimlerde sunulabilir ve her biri kendi paket deposu, öntanımlı yapılandırmaları ve destek döngüsü ile karakterize edilir.
Dağıtım kavramı, özgür yazılım felsefesinin çok alternatifli dünyasının bir sonucu olarak ortaya çıkmış, Linux'a özgü bir terimdir. Yaygınlıkları ve GNU/Linux dünyasına katkılarıyla öne çıkan bazı dağıtımlar vardır: Debian, Ubuntu, Red Hat, Fedora, Linux Mint, openSUSE ve Arch Linux bunlardan birkaçıdır.
Bir GNU/Linux sistemi bilgisayara kurulmadan CD-ROM veya USB Bellek üzerinden çalışabilecek şekilde de tasarlanabilmektedir. Bir dağıtımın bu şekilde kurulmadan kullanılabilen sürümüne "canlı sistem" ("İng. live system"), kullanıldığı medyalara göre de "canlı CD", "canlı USB" denilmektedir. Günümüzde pek çok dağıtımın kurulum medyası aynı zamanda canlı sistem özelliklidir. Bazı dağıtımlar ise sadece canlı sürümü ile yayınlanmaktadır. Bu alanda en çok bilinen dağıtım Debian temel alınarak hazırlanan Knoppix ve bir dağıtımı temel almamış olan Slax örnek olarak gösterilebilir.
Kullanıcılar açısından dağıtımları birbirinden ayıran en önemli faktörler dağıtımların kullandıkları paket yönetim sistemleri, masaüstü ortamları ve yönetim araçlarıdır. Paket yönetim sistemleri yazılımların kurulup kaldırılması için kullanılırken, masaüstü ortamları kullanıcıların sistem gereksinimleri ve ihtiyaç duydukları masaüstü araçları ve konforu açısından önemlidir. Örneğin bazı sunucu dağıtımlarında hiçbir masaüstü ortamı bulunmazken Ubuntu gibi ev-ofis amaçlı bazı dağıtımların farklı masaüstü seçenekleri ile kullanılabilme imkânı bulunmaktadır.
Dağıtım geliştirme modelleri de paket yönetim sistemleri açısında temelde üç grupta incelenebilir. Bu üç grup ikili paket yönetimi, kaynak paket yönetimi ve melez paket yönetimidir. İkili yöntemde paketler yazılımcıların kaynak kodlarından ilgili dağıtımın özelliklerine uygun şekilde derlenerek ikili hale dönüştürülür ve paket depolarından kullanıcılara sunulur (apt, pacman, dnf). Kaynak paketlerde ise yazılımlar kaynak kodları ile depolarda bulunur, kullanıcılar derleme işlemini kendi bilgisayarlarında yaparlar (emerge). Bu şekildeki pek çok dağıtımın paket yönetim sisteminin yazılımların dağıtıma uygun derlenmesi için dağıtıma özgü bir derleme ve inşa sistemi vardır. Melez yöntemde ise bu iki yöntem de kullanılır.
Türkiye'de, Fedora üzerinde geliştirilen Turkuaz, Gelecek ve Mandrake üzerinden geliştirilen Turkix, Armador OS 2006 gibi uzun ömürlü olamayan projelerden sonra, TÜBİTAK bünyesinde Pardus isimli bir dağıtım geliştirilmektedir. 2005'ten 2013 yılına kadar bağımsız bir dağıtım olan Pardus'un Debian tabanlı olarak yola devam etmesi üzerine topluluk tarafından geliştirilen bağımsız Pisi Linux dağıtımı ortaya çıkmıştır.
Finansal güç açısından; Novell tarafından geliştirilen SUSE Linux Enterprise ve Red Hat tarafından geliştirilen Red Hat Enterprise Linux dağıtımları milyar dolarlık bütçelere sahiptir. Aynı zamanda, Mandriva'ın arkasında ise dünya devi Vivendi-Universal şirketin bulunmaktadır. Popüler GNU/Linux dağıtımlarından Ubuntu ise Canonical şirketi tarafından finanse edilmektedir.
Mepis, Ubuntu, Yoper, Knoppix, Libranet, Linspire, Xandros ve Adamantix gibi birçok GNU/Linux dağıtılımında da baz olarak kullanılan Debian; Google da başta olmak üzere birçok web sitesi tarafından başlıca kullanılmaktadır.
Hazır dağıtımların yanı sıra, internet depolarından kaynak kodlar alınarak hazırlanan ve deneyimli kullanıcılara hitap eden bir dağıtım modeli daha bulunmaktadır. Bu dağıtımların en popüleri Gentoo, en geniş kapsamlısı Linux From Scratch, kurulumu en rahat olanı da Arch LinuxSource Mage'dir. Bunun yanı sıra; Rock Linux kurulması halinde size özel bir dağıtıma dönüşebilmekte ve iso olarak CD'den kurulacak şekilde hazırlanıp sunulabilmektedir. Günümüzde sunulan birçok GNU/Linux dağıtılımı Rock Linux'de kurulmuştur ya da geliştirilmektedir.
Sayıları yüzleri bulan bu dağıtımlar gelişiminde temel aldıkları dağıtımlara göre şu şekilde sınıflandırılabilir;
Debian - Debian tabanlı dağıtımlar.
Debian Geniş donanım platformu desteği olan köklü bir geçmişe sahip özgür bir dağıtımdır. Debian ve türevi dağıtımlar .deb dosya biçimi ile kullanılan paket yönetim sistemine sahiptir.
Knoppix - Knoppix tabanlı dağıtımlar.
Knoppix, Debian tabanlı bir dağıtımdır.
Ubuntu - Ubuntu tabanlı dağıtımlar.
Ubuntu, Debian tabanlı bir dağıtımdır.
Gentoo - Gentoo tabanlı dağıtımlar.
Gentoo Portage paket yönetim sistemine sahip ve sınırsız özelleştirilebilmeye imkân veren bir dağıtım.
Fedora - Fedora tabanlı dağıtımlar.
RPM Paket yönetim sistemini kullanan bir dağıtım.
Red Hat Enterprise Linux - RedHat tabanlı dağıtımlar.
RPM Paket yönetim sistemini kullanan bir dağıtım.
Slackware - Slackware tabanlı dağıtımlar.
Yüksek ölçeklenebilirlik özelliği ile öne çıkan ve ileri seviye kullanıcıların veya GNU/Linux sistemleri öğrenmek isteyenlerin tercih ettiği bir dağıtım.
Arch Linux - Arch Linux tabanlı dağıtımlar.
Pacman Paket yönetim sistemini kullanan bir dağıtım. Aşağıdaki dağıtımların birçoğu Arch linuxun kurulum aşamasını kolaylaştırma amaçlı geliştirilmiştir. Manjaro, Chakra, Antergos, Netrunner, Aura ve KaOS ise başlı başına özgün hale gelmiş ve son kullanıcı için en ideal formu almış dağıtımlardır.
Başka bir dağıtımı temel almamış olan dağıtımlar.
Kendine özgü paket yönetimi sistemiyle veya diğer özellikleri nedeniyle belli bir dağıtımı temel almamış olan dağıtımlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4645",
"len_data": 6606,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.69
}
|
Galileo Galilei (15 Şubat 1564 8 Ocak 1642), İtalyan astronom, fizikçi, mühendis, filozof ve matematikçidir.
Rönesans'ın bilimsel devrimine büyük katkıda bulunan bilim insanına “gözlemsel astronominin babası”, “modern fiziğin babası” ve “bilimin babası” gibi isimler takılmıştır. Gözlemsel astronomiye katkılarının arasında Venüs'ün evrelerinin teleskopik kanıtı, Jüpiter'in en büyük dört uydusunun keşfi (Galileo'nun uyduları adı verilmiştir), güneş lekelerinin gözlemi analizi bulunmaktadır. Galileo ayrıca uygulamalı bilim ve teknoloji alanında da çalışmış ve geliştirilmiş bir askeri pusula gibi başka aletler icat etmiştir.
Galileo'nun güneş merkezciliği ve Kopernikçiliği yaşadığı dönemde daha çok dünya merkezcilik ve Tycho sistemi yaygın olduğu için tartışma konusu olmuştur. Astronomlar ona sık sık karşı çıkmış ve güneş merkezli bir sistemin yıldızsal paralaks gözlemlenmediği için mümkün olmadığını savunmuşlardır. Bu konu 1615 yılında Roma Engizisyonu tarafından soruşturulmuş ve bunun yalnızca bir olasılık olduğu sonucuna varılmıştır. Galileo daha sonrasında "İki Ana Dünya Sistemi Üzerine Diyalog" kitabında bu görüşünü savunmuştur. Kitabın Papa 8. Urban'a ve Cizvitler'e bir saldırı niteliğinde olduğu düşünülmüş ve Galileo itibar kaybetmiştir. Engizisyon tarafından yargılanan Galileo'nun dalalet suçu işlediğinden şüphelenilmiş ve Galileo hem yazdıklarından caymaya zorlanmış hem de hayatının geri kalanını ev hapsinde geçirmeye mahkûm edilmiştir. Ev hapsindeyken en başarılı çalışmalarından olan "İki Yeni Bilim"'i yazmış ve bu kitapta kırk yıl öncesinde yaptığı kinematik ve maddelerin kuvveti ile ilgili çalışmalarına yer vermiştir.
Gençliği ve ailesi.
Galileo, 15 Şubat 1564 tarihinde, o dönemde Floransa Dükalığı'na ait olan Pisa'da doğmuştur. Altı kardeşin en büyüğü olan Galileo'nun babası ünlü bir lavtacı ve müzisyen olan Vincenzo Galilei ve annesi Giulia Ammannati 1562 yılında evlenmişti. Galileo babasından erken yaşta lavta tekniği, otoriteyi sorgulama yetisini, dikkatli ölçüm ve deney yapma, ritmi müzikal bir şekilde irdeleme ve matematik ile deneysel yollarla sonuca ulaşma becerilerini aldı. Galileo'nun beş kardeşinden ikisi bebekken öldü. Diğerlerinden en küçüğü Michelangelo da yetenekli bir lavtacı ve müzisyen oldu; ancak Galileo'nun gençliğinde mali sıkıntılara yol açtı. Michelangelo babası tarafından kayınbiraderlerine söz verilmiş olan başlık paralarının kendine düşen kısmını ödeyemedi ve ona bu yüzden davalar açıldı. Galileo da zaman zaman kardeşine müzikal projeleri için borç verdi. Bu mali sıkıntılar Galileo'da erken yaşta para edecek buluşlar yapma isteği doğurmuştur.
Galileo sekiz yaşındayken ailesi Floransa'ya taşındı, fakat o iki yıl Jacopo Borghini ile yaşadı. Daha sonra Floransa'nın 35 kilometre güneybatısında Vallombrosa'daki Camaldolese Manastırı'nda eğitim gördü.
Adı.
Galileo'ya büyük büyük dedesi Galileo Bonaiuti'nin adı verilmiştir. Bonaiuti 1370-1450 yılları arasında Floransa'da yaşamış olan bir doktor, üniversite hocası ve siyasetçi idi. 14. yüzyılın sonunda ailenin soyadı Bonaiuti'den Galilei'ye çevrilmiştir. Galileo, tıpkı kendinden 200 yıl önceki Bonaiuti gibi Floransa'daki Santa Croce Bazilikası'na gömülmüştür.
Çocukları.
Koyu ve dindar bir Katolik olmasına rağmen Galileo, Marina Gamba ile evlilik dışı üç çocuk yapmıştır. Virginia (1600) ve Livia (1601) adında iki kızları ve Vincenzo (1606) adında bir oğulları olmuştur.
Evlilik dışı doğdukları için Galileo kızlarını evlendirilemez olarak görmüştür. Bu durumun yol açacağı mali sıkıntıları düşünen Galileo kızlarını hayatlarının geri kalanını geçirdikleri Arcetri'deki San Matteo rahibeler manastırına vermiştir. Virginia buraya girdiğinde adını Maria Celeste olarak değiştirmiştir. 2 Nisan 1634'te ölen Virginia, Galileo ile birlikte Santa Croce Bazilikası'nda gömülüdür. Livia ise Rahibe Arcangela adını almıştır. Hayatının çoğunu hasta olarak geçirmiştir. Vincenzo ise sonradan Galileo'nun yasal varisi haline getirilmiş ve Sestilia Bocchineri ile evlenmiştir.
Bilim insanı olarak kariyeri.
Galileo gençken rahip olmayı ciddi şekilde düşünmüş; ancak babasının teşvikiyle Pisa Üniversitesinin tıp bölümüne başvurmuştur. 1581 yılında hava akımlarının harmonik harekete ittiği bir avizenin sallanma uzaklığı ne olursa olsun her zaman aynı hızda sallandığını fark etmiş ve eve döndüğünde iki eşit uzunlukta sarkaç alarak ikisinin farklı sallantı uzaklıklarında bile aynı süre içinde sallandıklarını izlemiştir. Ancak 100 yıl sonra Christiaan Huygens'ın bir sarkacın tautochrone hareketini açıklaması ile doğru bir saat yapılmıştır. Hayatının bu noktasına kadar Galileo ailesi tarafından, bir doktordan daha az para getiren bir kariyer olduğu için matematikten uzak tutulmuştur. Ancak bir geometri dersine girdikten sonra Galileo babasını tıp yerine matematik ve doğa felsefesi okumasına izin vermesi yolunda ikna etmiştir. 1583 yılında, patronu olan Toskana Grandükünün emri ile, "3 zar atıldığında toplam 10, neden toplam 9'dan daha sık geliyor?" gibi soruları yanıtlamak üzere, "Zar oyunları üzerine düşünceler" yazısını yayınlayarak olasılık bilimine katkıda bulunmuştur. Termometrenin atası olan termoskopu keşfetmiş ve 1586'da kendi icat ettiği hidrostatik bir denge hakkında bir kitap yazarak bilim dünyasının dikkatini çekmiştir. Galileo ayrıca güzel sanatı kapsayan bir terim olan disegno kavramını da incelemiş ve 1588 yılında Floransa'daki Accademia delle Arti del Disegno'da perspektif ve chiaroscuro hocası olmuştur. Şehrin sanatsal geleneğinden ve Rönesans sanatçılarının yapıtlarından ilham alan Galileo sanatsal bir mantalite geliştirmiştir. Akademide genç bir hocayken Floransalı ressam Cigoli ile arkadaşlık kurmuş ve ressam Galileo'nun ay gözlemlerine bir tablosunda yer vermiştir.
1589 yılında Pisa'da matematik bölümü başkanı oldu. 1591'de babası öldü ve kardeşi Michelagnolo'nun bakımı Galileo'ya düştü. 1592'de Padova Üniversitesine geçerek burada 1610'a kadar geometri, mekanik ve astronomi hocalığı yaptı. Bu dönemde Galileo hem temel bilimlerde (hareketin kinematiği ve astronomi gibi), hem de pratik uygulamalı bilimlerde (örn. maddelerin kuvveti ve teleskopun keşfi) birçok önemli ilerleme kaydetti. İlgi alanlarının arasında matematik ve astronomiye bağlı olan astroloji de vardı.
Galileo, Kepler ve gelgit teorileri.
Kardinal Bellarmine 1615 yılında Kopernik sisteminin 'güneşin dünyanın etrafında dönmediğinin fiziksel bir kanıtı' olmadan savunulamayacağını yazmıştı. Galileo ise kendi gelgit kuramının dünyanın hareketi için gerekli fiziksel kanıtı oluşturduğunu düşünüyordu. Bu kuram onun için o kadar önemliydi ki 'İki Ana Dünya Sistemi Hakkında Diyalog' kitabının başlığını önceden 'Denizin Gelgit Hareketi Üzerine Diyalog' olarak koymayı düşünmüştür. Gelgit hakkındaki kısım Engizisyon'un emriyle kaldırılmıştır.
Galileo için gelgit, dünyanın güneşin etrafında dönerken üzerindeki bir noktanın hızlanıp yavaşlaması nedeniyle denizin sularının ileri geri hareketinden ibaretti. Bu teoriyi ilk defa 1616'da Kardinal Orsini'ye sundu. Bu teori, okyanus havzalarının gelgit zamanlaması ve hızına olan etkisini gözler önüne serdi. Adriyatik Denizi'nin ortası ile uçlarındaki gelgit farkı gibi olayları açıklamakta başarılı olsa da teori gelgitlerin genel nedenini açıklama konusunda başarısızdı.
Teori doğru olsaydı, günde yalnızca bir met olurdu. Ancak Galileo ile çağdaşları bunun yanlış olduğunun farkındaydı; çünkü Venedik'te 12 saat aralıkla günde bir yerine iki met meydana gelmekteydi. Galileo bu hatayı denizin şeklinden ve derinliğinden kaynaklandığı yönünde yorumladı. Galileo'nun bu yorumunun kandırıcı olduğu iddiasına karşı Albert Einstein onun büyüleyici teorilerini geliştirerek bunları dünyanın hareketini kanıtlamak için sorgulamadan kabul ettiğini savunmuştur. Galileo çağdaşı Kepler'in ayın gelgitleri oluşturduğu yönündeki teorisini reddetmiştir. Ayrıca Kepler'in gezegenlerin yörüngesinin eliptik olduğu iddiasını kabul etmemiş ve bunun çember şeklinde olduğunu savunmuştur.
Meteor tartışmaları ve Il Saggiatore.
1619 yılında Galileo Peder Orazio Grassi ile bir tartışma içine girmiştir. Meteorların doğası hakkında çıkan tartışma, Galileo'nun 1623'te Il Saggiatore kitabını yayınlamasıyla bilimin kendisi hakkında bir tartışmaya dönüşmüştür. Kitabın baş sayfası Galileo'yu Toscana Grandükasının filozofu ve 'İlk Matematikçisi' olarak tanımlamaktadır.
Il Saggiatore, bilimin nasıl uygulanması gerektiği konusunda Galileo'nun birçok fikrini içerdiği için onun 'bilimsel manifestosu' olarak tanımlanmıştır. 1619 yılının başlarında Peder Grassi anonim olarak '1618 yılının üç meteoru hakkında astronomik bir münazara' adlı broşürünü yayınlamış, o yıl Kasım'da görülen bir meteorun dünyadan sabit bir uzaklıkta bir çemberde, ve aydan daha uzakta hareket ettiğini açıklamıştır.
Grassi'nin görüşleri 'Meteorlar Hakkında Görüş' adlı makalede Galileo ve Mario Guiducci tarafından eleştirilmiştir. Çoğunlukla Galileo tarafından yazılan bu makalede özgür bir meteor teorisi sunulmamış ancak şimdi yanlış olduğu kabul edilen varsayımlara yer verilmiştir. Açılış paragrafında Cizvit Christopher Scheiner ve Collegio Romano'nun profesörlerine hakaret eden makale, Cizvitleri gücendirmiştir. Grassi, öğrencisi Lothario Sarsio Sigensano'nun ismini kullanarak yayınladığı "Astronomik ve Felsefi Denge" adlı makalesinde Galileo'ya karşı çıkmıştır.""
Il Saggiatore Galileo'nun bu makaleye cevabı idi. Oldukça yıkıcı olan kitap, bir polemik edebiyat başyapıtı olarak kabul edilmektedir. Sarsi'nin argümanları ağır bir aşağılamaya maruz tutulmuş ve kitap ithaf edildiği Papa 8. Urban'ı ve genel halkı oldukça mutlu etmiştir. Urban on yıl kadar önce Roma'da Galileo'nun tarafını tutmuştur.
Galileo'nun Grassi ile olan polemiği birçok Cizvit'i gücendirmiş ve fikirlerinden soğutmuştur. Galileo ve arkadaşları daha sonra bu Cizvitlerin mahkûmiyetinde rol oynadığını düşünse de bu yönde fazla delil bulunmamaktadır.
Güneşmerkezcilik hakkındaki uyuşmazlık.
Galileo'nun kilise ile münakaşasından önce Katolik dünyasında çoğu eğitimli insan ya Aristoteles'in dünyamerkezli görüşünü veya Tycho'nun güneş ve dünya merkezli teorilerin karışımı olan görüşlerini kabul etmekteydi. Güneş merkezli teorilerin ana sorunu, doğru olması durumunda yıllık bir yıldız paralaksı gözlemlenmesi gerektiği; ancak bunun var olmadığıydı. Bir yıldızın uzaklığıyla bu gözlemin zorluğunun doğru orantılı olması nedeniyle 19. yüzyıla kadar bu gözlemi yapabilecek hassasiyette aletler bulunmuyordu (ancak 17.yüzyılda sapınçın gözlemlenmesi güneşmerkezciliğin kabul edilmesini sağladı). Güneşmerkezci teoriler eski çağlardan beri var olsa da yakın zamanda Nicolaus Copernicus tarafından canlandırılmışlardı. Kopernik, yıldızların çok uzak olması nedeniyle paralaksın önemsiz olduğunu savundu. Ancak Tycho Brahe yıldızların ölçülebilir bir görünür büyüklüğü olması nedeniyle eğer güneşmerkezcilerin savunduğu kadar uzak olsalardı çok büyük olmaları gerektiğini ve güneşten veya herhangi bir gökcisminden daha büyük gözükmeleri gerektiğini savundu. Tycho'nun sisteminde yıldızların Satürn'ün hemen gerisinde olduğunu ve güneşle aynı boyda olduklarını düşünüyordu. O dönemde hiçbir kurum güneşmerkezciliği yalanlamıyordu ve hatta Papa 13. Gregory 1582'de bunu takvimi düzenlemek için kullandı.
Kopernik'ten sonraki yıllarda güneşmerkezcilik tartışmasız bir konuydu; ancak yıldızsal paralaksın yokluğu bunu kabul edilen bir teori olmaktan alıkoydu. Özellikle İtalyanlar için, Karşı Reformasyon'un ertesinde ve 30 Yıllık Savaşlara neden olan olaylardan sonra Papa'ya karşı gelmek tehlikeli bir şeydi. İncil'deki bazı kısımlar da dünyamerkezci teorileri desteklemekteydi. Galileo güneşmerkezciliğin İncil'e karşı gelmediğini savundu. Aziz Augustine'in görüşü olan şiir, şarkı ve eski yazıların her zaman olduğu gibi anlaşılmaması gerektiğini düşündü. Galileo yazarların güneşin doğup battığı sabit bir dünya sisteminden bahsettiklerini ve dönüş hareketi dışında hareketleri açıkladıklarını yazdı.
1615 yılı geldiğinde Galileo'nun güneşmerkezci yazıları Roma Engizisyonu'na verilmişti; ancak asıl suçu İncil'i tekrar yorumlamaya çalışmaktı. Bu Trent Konseyi'nin açık bir reddi ve Protestanlığa yakın bir hareketti. Galileo Roma'ya giderek kendini ve Kopernikçi ve İncil'le ilgili fikirlerini savundu. 1616 başlarında Monsignor Francesco Ingoli Galileo'ya Kopernik sistemini reddeden bir mektup yolladı. Galileo sonradan bu mektubun Kopernik karşıtı hareketi başlattığını düşünmekteydi. Maurice Finocchiaro'ya göre Ingoli büyük ihtimalle Engizisyon tarafından bu konuda uzman görüşünü bildirmek için görevlendirilmişti. Bu mektup güneşmerkezciliğe karşı 18 adet matematiksel ve fiziksel argüman içermekteydi. Öncelikle Tycho'nun argümanlarını ödünç alan mektup özellikle güneşmerkezcliğie göre yıldızların güneşten çok daha büyük olmalarını gerektirdiğini yazdı. Ayrıca dört teolojik argüman içeren makale, 1616'da Engizisyon'un güneşmerkezciliğin felsefi açıdan saçma olduğunu ve kafirce bir teori olduğunu açıklamasına yol açtı.
Papa 5. Paul Kardinal Bellarmine'ye bu bulguyu Galileo'ya ulaştırmasını söyledi ve güneşmerkezcilikten vazgeçme emri vermesini istedi. 26 Şubat'ta Galileo Bellarmine'nin evine çağrıldı ve 'güneşin evrenin merkezinde durarak dünyanın hareket ettiği fikrinden vazgeçme ve bu konuda hiçbir şey söyleyip yazmama' emri verildi.
Dizin Topluluğu, Kopernik'in De Revolutionibus ve diğer güneşmerkezci yapıtlarını düzeltilene kadar yasakladı. Bellarmine'nin emirleri Galileo'nun güneşmerkezciliği matematik ve felsefe yoluyla savunmasına engel olmuyordu; ancak bunu fiziksel bir gerçek olarak kabul etmesi yasaktı.
İlerideki on yıl boyunca Galileo tartışmadan uzak durdu. 1623'te bu konuda kitap yazma projesini Kardinal Maffeo Barberini'nin 8. Urban olması ve teşviki ile yeniden canlandırdı. Barberini Galileo'nun arkadaşı ve hayranı idi ve 1616'da mahkûmiyetine karşı çıkmıştı. Galileo'nun kitabı, 'İki Ana Dünya Sistemi Üzerine Diyalog' 1632'de Papa ve Engizisyon'un izniyle basıldı.
Papa Galileo'dan güneşmerkezcilik lehinde ve aleyhinde argümanlar yazmasını ve bunu sadece savunmamasını istemişti. Ayrıca kendi görüşlerinin de kitapta bulunmasını istemişti. Galileo yalnızca ikinci isteği yerine getirdi.
Bilerek veya bilmeyerek, kitaptaki Aristotelesçi karakter Simplicio birçok kez aptal durumuna düştü ve kendi hatalarına yenik düştü. Galileo kitabın başında Simplicio'nun meşhur Aristotelesçi filozoftan esinlendiğini yazsa da İtalyanca Simplicio “alık” anlamına da gelmektedir. Bu nedenle Diyalog Aristotelesçi dünyamerkezciliğe bir saldırı ve Kopernikçiliğin savunması gibi gözükmüştür. Ayrıca Galileo Papa'nın sözlerini Simplicio'nun ağzından yazarak onu sinirlendirmiştir.
Birçok tarihçi Galileo'nun kötü niyetli olmadığını ve kitabına tepkiye şaşırdığını düşünmektedir. Ancak Papa alenen alay edilmesini ve Kopernik savunmasını affetmemiştir.
Galileo en büyük destekçilerinden birini kaybederek Roma'ya savunma yapmaya çağrılmıştır. 1633 yılında Roma'ya gelmiş ve Vinzenco Maculani önüne yargılanmaya çıkarılmıştır. Galileo duruşması boyunca 1616'dan beri sözünü tutarak yasaklı fikirlerin hiçbirini savunmadığını söylemiştir. Ancak sonradan, Diyalog'u okuyan birinin bunun Kopernik savunması olduğunu düşünebileceğini kabul etmiştir. Galileo, 1616'dan sonra Kopernikçi fikirler savunmadığını söylemişse de bu inandırıcı olmamıştır. 1633 Temmuz'unda işkence tehdidi altında bile iken bu savunmasını sürdürmüştür.
Engizisyon'un hükmü 22 Haziran'da verilmiştir ve üç kısımdan oluşmaktadır:
-Galileo'nun ciddi kafirlik şüphesi altında olduğuna ve güneşin hareketsiz olarak evrenin merkezinde durması ve dünyanın hareket etmesi fikrine, İncil'e aykırı bulunmasından sonra bile inanması nedeniyle bu fikrini lanetlemesi ve vazgeçmesi gerektiğine,
-Engizisyon'un istediği gibi hapsedilmesine (bu sonraki gün ev hapsine çevrilmiş ve Galileo hayatı boyunca bu şekilde yaşamıştır),
-Diyalog'un yasaklanmasına ve diğer yapıtlarının (gelecekte yazacakları da dahil) basılmasının yasaklanmasına karar verilmiştir.
Bir efsaneye göre Galileo dünyanın güneşin etrafında döndüğü teorisini yalanladıktan sonra “Ama yine de dönüyor” gibi bir cümle sarf etmiştir. 1640'larda İspanyol ressam Bartolomé Esteban Murillo veya onun ekolünden bir ressam tarafından yapılan bir resimde Galileo, hapisteyken duvarda yazılı olan “E pur si muove” sözcüklerine bakmaktadır. Bu hikâye ölümünden yüz yıl sonra çıksa da Stillman Drake'e göre bu sözler Galileo ölmeden önce bile ona itham edilmiştir.
Bir süre Ascanio Piccolomini (Siena Başpiskoposu) ile kalan Galileo, 1634'te Floransa yakınlarındaki Arcetri'deki villasına dönmüş ve hayatını ev hapsinde geçirmiştir. Üç yıl boyunca haftada bir kere yedi pişmanlık ilahisi okuma emri verilmiş ancak kızı Maria Celeste bu görevi üstlenerek babasını kurtarmıştır.
Galileo ev hapsindeyken en başarılı çalışmalarından biri olan 'İki Yeni Bilim"i yazmıştır. Burada kırk yıl öncesinde yaptığı çalışmalara yer vermiş ve kinematik ile maddelerin kuvveti üzerine açıklamalar yapmıştır. Bu kitap Albert Einstein tarafından övülmüştür. Bu yapıt sonucunda Galileo'ya “modern fiziğin babası” adı verilmiştir. 1638'de tamamen kör oldu ve uykusuzluk ve fıtık şikayetleri yüzünden Floransa'ya tıbbi müdahale için gitmesine izin verilmiştir.
Dava Sobel'e göre Galileo'nun 1633'teki duruşması ve kafirlik hükmünden önce Papa 8. Urban kendi güvenliğinden ve devlet problemlerinden endişe duymuştur. Böylece Galileo sorunu papaya onun düşmanları tarafından sunulmuş ve kiliseyi savunmada güçsüzce hareket ettiği iddiası karşısında Galileo'ya karşı öfke ve korku ile saldırmıştır.
Ölümü.
1642'ye kadar Galilei, ziyaretçi kabul etmiştir. 77 yaşındayken (8 Ocak 1642), ateş ve kalp çarpıntısı sebebiyle öldü. Toscana Grandükası II. Ferdinando onu Santa Croce Bazilikası'na gömerek anısına mermerden bir mozole yapmak istemiştir. Bu planlar Papa 8. Urban'ın ve yeğeni Kardinal Francesco Barberini'nin karşı çıkması sonucu iptal edilmiş ve Galileo'nun kafirliği neden olarak öne sürülmüştür. Böylece Bazilika'nın koridorlarından birinde küçük bir odaya gömülmüştür. 1737 yılında anısına bir anıt dikilmiş ve Bazilika'nın ana bölgesine gömülmüştür. Bu süreçte üç parmağı ve bir dişi alınmıştır. Üç parmağından biri şu an Floransa Bilim Tarihi Müzesinde sergilenmektedir.
Bilimsel metotları.
Galileo hareket bilimine özgün katkılarda bulunmuş ve matematik ile deneyi birleştirmiştir. O zamanın daha yaygın bilimi William Gilbert'in niteliksel çalışmaları (manyetizma & elektrik) idi. Galileo'nun babası Vincenzo (lavtacı ve müzisyen) bilinen en eski çizgisel olmayan deneyi yapmıştır: çekilmiş bir telde ton, çekim gücünün karekökü ile birlikte değişmektedir. Bu gözlemler Pisagor müziğinin temelinde de yatmaktadır. Bir teli tam bir sayıya bölmek harmonik bir gam oluşturmaktadır. Kısıtlı bir miktar matematik böylece müziği ve fiziği birleştirmiş ve genç Galileo babasının gözlemlerinde bunu görmüştür.
Galileo doğanın kanunlarının matematiksel olduğunu söyleyen ilk modern düşünürlerden biridir. Il Saggiatore'de “Felsefe bu büyük kitapta yazmaktadır; evren matematiğin dilinde ve karakterleri üçgenler, daireler ve diğer geometrik figürlerdir.” demiştir. Matematiksel analizleri geç skolastik doğa filozoflarının geleneklerini geliştirmiştir. Galileo bunu felsefe okurken öğrenmiştir. Onun çalışmaları bilimin felsefe ve dinden ayrılmasına katkıda bulunmuş ve insan düşüncesini ileriye taşımıştır. Galileo sıkça düşüncelerini gözleme bağlı olarak değiştirmiştir. Galileo deneylerini yapmak için zaman ve uzunluk standartları oluşturmuş ve farklı gün ve yerdeki deneyleri böylece harmonize etmiştir. Bu da matematiksel yasaları tümevarım yöntemiyle oluşturmanın önünü açmıştır.
Galileo matematik, teorik fizik ve deneysel fizik arasındaki bağlantıyı iyi anlamıştır ve parabolü hem konik seksiyonlar hem de ordinat'ın (y) absis'in (x) karesine bağlı olarak değişmesi anlamında kullanmıştır. Ayrıca parabolün tek yönde hızlanan bir nesnenin hava rezistansı olmadığı durumlarda ideal yol çizgisi olduğunu bulmuştur. Bu teorinin kısıtlamaları (dünyanın büyüklüğünde bir yolun asla parabol olamayacağı gibi) olsa da, gününün topçuları için fırlatılan mermilerin parabolden çok az değişeceğini savunmuştur.
Astronomi.
Hans Lippershey'in 1608'de Hollanda'da patentlemeye çalıştığı teleskopun silik bir anlatımından yola çıkarak Galileo bir sonraki yıl 3x büyütmeli bir teleskop yapmıştır. Daha sonra bunu geliştirerek 30x büyütmeli versiyonlar bulmuştur. Galileo teleskopu ile, dünya üzerinde büyütülmüş, düz görüntüler izlemek mümkündür. Ayrıca gökyüzünü incelemek için de kullanılabilir. Galileo bir süreliğine bu amaçla kullanılacak teleskopu üretebilen tek kişi olmuştur. 25 Ağustos 1609'da erken teleskoplarından birini (8x veya 9x büyütme) Venedikli hukukçulara göstermiştir. Bu teleskopları tüccarlara satarak da para kazanan Galileo, Mart 1610'da teleskobik astronomik gözlemlerini Sidereus Nuncius adlı yazısında yayınlamıştır.
Kepler'in süpernovası.
Tycho ve diğerleri 1572'deki süpernovayı gözlemlemişlerdi. 15 Ocak 1605'teki mektubunda Galileo'ya bu konudan bahseden Ottavio Brenzoni sayesinde Galileo 1604'te Kepler'in süpernovasını izlemeye başlamıştır. Günlük paralaks gözlemlememesi sonucu Galileo bunların uzak yıldızlar olduğunu savunarak Aristoteles'in gökyüzünün değişmezliği teorisini yalanladı.
Jüpiter.
7 Ocak 1610'da Galileo 3 görünmez, küçük ve sabit yıldızı teleskopuyla gözlemlemeye başladı. Bunların hepsi Jüpiter'in yakınında ve onun içinden geçmekteydi. Daha sonraki gözlemler bu 'yıldızların' Jüpiter'e kıyasla yıldız olsalar açıklanamayacak bir şekilde hareket ettiklerini gösterdi. 10 Ocak'ta Galileo birinin kaybolduğunu gördü ve Jüpiter'in arkasında olduğunu düşündü. Birkaç gün içinde bu objelerin Jüpiter'i yörüngelediğini buldu. Galileo gezegenin en büyük 4 uydusunun üçünü keşfetmişti. Dördüncüyü de 13 Ocak'ta keşfetti. Bu dördüne ilerideki efendisi Cosimo II de' Medici'nin şerefine 'Medici yıldızları' ismini koydu. Ancak sonraki astronomlar bunları Galileo'nun şerefine 'Galileo uyduları' olarak adlandırdı. Bu uyduların şimdiki isimleri Io, Europa, Ganymede ve Callisto'dur.
Jüpiter'in uydularının gözlemleri astronomine bir çığır açtı: daha küçük gezegenler tarafından yörüngelenen büyük bir gezegen, Aristoteles'in dünyamerkezci teorisine ters düşüyordu ve birçok astronom ve filozof başta buna inanmadı. Christopher Clavius'un rasathanesi bu gözlemleri kanıtlayınca Galileo 1611'de Roma'da bir kahraman gibi karşılandı. Galileo ilerideki 18 ay boyunca uyduları gözlemledi ve evreleri hakkında (Kepler'in imkânsız dediği bir başarı) çok doğru bilgiler edindi.
Venüs, Satürn ve Neptün.
Eylül 1610'dan itibaren Galileo, Venüs'ün tıpkı ay gibi evreleri olduğunu gördü. Güneşmerkezli modele göre tüm evreler, Venüs'ün güneş etrafındaki yörüngesi nedeniyle aydınlık yüzünün dünyadan görülmesi ile izlenebilirdi. Aynı şekilde güneşin ön tarafındayken karanlık olması Kopernik'in teorisinin diğer bir tahminiydi. Diğer taraftan Ptolemaios'un dünyamerkezli modelinden hiçbir gezegenin yörüngesinin güneşi taşıyan küresel kabuğu kesmesi imkânsızdı. Venüs'ün yörüngesi başta tamamen güneşin yakın tarafında olarak düşünülmüş ve sadece hilal ve yeni evreler gösterebileceği kabul edilmişti. Ancak sonradan güneşin diğer tarafında da olabileceği düşünülmüş ve burada da tam veya tama yakın evreler olabileceği tahmin edilmiştir. Galileo'nun hilal, yarı tam ve tam evreleri gözlemlemesinden sonra Ptolemaios'un modeli çürütülmüş oldu. Böylece 17. yüzyılın başında bu buluştan sonra birçok astronom dünya ve güneşmerkezciliği birleştiren modelleri kabul etmeye başladı (Tychonic, Capellan, Uzatılmış Capellan). Tüm bu modeller dönen bir dünya ve Venüs'ün evrelerini, yıldızsal paralakstan bahsetmeden kapsıyordu. Galileo'nun Venüs çalışmaları dünya merkezcilikten karma teorilere ve oradan güneşmerkezciliğe geçmekte çok yararlı olmuştur.
Galileo Satürn'ü gözlemledi ve halkalarını gezegen sandı. Daha sonra gözlemlerinde halkalar direkt dünyaya dönüktü ve diğer gezegenlerin yok olduğunu düşündü. 1616'da tekrar ortaya çıkan halkalar kafasını daha da karıştırdı.
Galileo 1612'de Neptün'ü de gözlemledi. Defterlerinde sönük birçok önemsiz yıldızdan biri olarak geçer. Bunun gezegen olduğunu fark etmedi ancak onu gözden kaybetmeden önce hareketini not aldı.
Güneş lekeleri.
Galileo güneş lekelerini gözlemleyen ilk Avrupalılardan biriydi; ancak Kepler bilmeden 1607'de bir tanesini görüp Merkür sanmıştı. Charlemagne zamanında görülen ve Merkür sanılan bir gözlemi de tekrar yorumladı. Güneş lekelerinin varlığı da geleneksel Aristotelesçi astronomiyi zor durumda bırakıyordu; çünkü gökyüzünün değişmezliği anlamsız kalıyordu. Lekelerin hareketindeki yıllık değişimler Francesco Sizzi tarafından 1612-3'te bulundu ve hem Ptolemaios hem de Tycho'nun sistemini çürüttü. Galileo Cizvit Christoph Scheiner ile güneş lekelerinin keşfi üzerine bir polemik yaşadı.
Gerçekte ikisinden de önce David Fabricius ve oğlu Johannes bunu keşfetmişti. Scheiner Kepler'in 1615'teki teleskop dizaynını benimsedi; bu dizayn daha fazla yakınlaştırma ancak ters resimler sunuyordu. Galileo bu dizaynı hiç kullanmadı.
Ay.
Galileo teleskopunu yapmadan önce Thomas Harriot, İngiliz matematikçi ve gezgin, ayı gözlemlemek için 'perspektif tüpü'nü kullanmıştı. Bu gözlemlerde ayın hilalindeki garip noktaları tanımlayan Harriot nedenini anlamamıştı. Chiaroscuro ve sanatsal bilgisi sayesinde Galileo, bu ışık ve gölge desenlerinin topoğrafik işaretler olduğunu ve nedeninin ayın yüzeyindeki dağlar ve kraterler olduğunu anladı. Çalışmasında topoğrafik grafiklerle dağların yüksekliğini tahmin etti. Böylece ayın ne bir gezegen, ne de şeffaf ve mükemmel bir küre olduğu anlaşıldı (Dante: “gök kubbeye muhteşem bir şekilde yükselen ebedi bir inci”).
Samanyolu ve yıldızlar.
Galileo Samanyolu'nu gözlemledi ve önceki gibi bulutsal olmadığını, birçok yıldızın bir arada olduğu için öyle gözüktüğünü buldu. Çıplak gözle görülemeyecek kadar uzak olan birçok yıldız keşfetti. 1617'de Büyük Ayı'daki çift yıldız Mizar'ı izledi.
Sidereus Nuncius'ta Galileo yıldızların saf bir ışık alevi olduğunu ve teleskopta görüntülerinin değişmediğini, buna karşılık gezegenlerin disk şeklinde gözüktüğünü yazdı. Ancak kısa bir süre sonra güneş lekeleri hakkındaki yazılarında gezegenlerin de yuvarlak olduğunu yazdı. Bu noktadan sonra teleskopların yıldızların yuvarlaklığını gösterdiğini ve bunların çapının birkaç ark saniyesi olduğunu savundu. Ayrıca teleskop olmadan bir yıldızın görünen büyüklüğünü ölçmek için bir yöntem geliştirdi. Diyalog'da anlattığı gibi bu yöntem, yıldızla arasına bir ip asmak ve yıldızın gözden kaybolduğu maksimum mesafeyi not almaktı. İpin kalınlığı ve bu uzaklıktan yıldızın görüş noktasında yansıttığı açıyı bulabiliyordu. Diyalog'da ilk büyüklükten bir yıldızın en fazla 5 arksaniye büyüklüğünde, altıncı büyüklükten bir yıldızın ise 5/6 arksaniye olduğunu yazdı. Birçok çağdaş astronom gibi Galileo da ölçtüğü büyüklüklerin yapay olduğunu ve atmosferin ışığı bükmesinden meydana geldiğini fark etmedi. Galileo'nun bulguları yine de Tycho'nun en parlak yıldızların ölçümlerinden daha azdı ve Galileo'nun anti-Kopernikçi argümanlara bu yıldızların yıllık paralakslarının ölçülemez olması için aşırı büyük olmaları gerektiği şeklinde cevap verdi. Başka astronomlar (Simon Marius, Giovanni Battista Riccioli, Martinus Hortensius) da benzer ölçümler yaptı ve Marius ve Riccioli daha küçük büyüklükler bulunmasının Tycho'nun argümanını yalanlamak için yeterli olmadığına karar verdi.
Mühendislik.
Galileo fiziğe yaptığı katkıların yanı sıra mühendisliğe de katkılarda bulunmuştur. 1595 ve 1598 yılları arasında Galileo Geometrik ve askerî bir pusula geliştirmiştir. Bu pusula topçular ve silahşorlar tarafından kullanılmıştır. Bu cihaz Niccolò Tartaglia ve Guidobaldo del Monte yaptığı aletin geliştirilmiş halidir. Bu cihaz top kullanımı daha keskin ve daha güvenli bir hale getirdi. Barutun türüne ve top güllelerinin cinsine göre ne kadar barut koyacaklarını hesaplayabiliyorlardı. Geometrik bir cihaz olaraksa, herhangi bir çokgen şeklin ya da çember şeklin ve benzeri hesapların yapılmasında kullanılıyordu. Galileo'nun direktifleri altında Marc'Antonio Mazzoleni bu cihazlardan yüzden fazla üretmiştir. Galileo cihaz için elli lire, kullanım kılavuzu için ise 120 lire istemiştir.
1593 yılında Galileo bir termometre geliştirmiştir. Bu termometre bir tüpün içerisindeki hava baloncuklarının genişlemesi prensibi ile çalışmaktadır.
1609 yılında bir İngiliz olan Thomas Harriot ve diğerleri ile beraber mercekli teleskop ile ilk gözlemini yaptı. Teleskobu kullanarak ayı, yıldızları ve gezegenleri gözlemledi. Teleskop ismi Yunanca “Tele” yani uzak ve “skopein” bakmak, görmek kelimelerinin birleşmesi ile ortaya çıkmıştır. 1610 yılında teleskobu ayrıca böcekleri parçalarını incelemek için kullandı
1624 yılında Galileo mikroskop benzeri bir cihaz geliştirdi. Bu cihazlardan bir tanesini o yılın mayıs ayında Bavyera dükü olan Kardinal Zollern'e tanıtması için verdi. Başka bir tanesini ise eylül ayında Prens Cesi'ye yolladı. Linceans üyesi olan Giovanni Faber Galileo'nun icadına Yunanlar tarafından üretilmiş olan mikroskope adını taktı. Mikro Yunancada küçük Skopein ise bakmak anlamına geliyordu. Bu kelime yapı olarak teleskopa benziyordu. Galileo mikroskobu kullanarak böcek çizimleri yapıp bunu 1625 yılında yayınlamıştır, mikroskobun kullanılması ilk olarak bu çizimlerle belgelenmiştir.
1612 yılında Galileo Jüpiter'in uydularının belli periyotlarla döndüğünü tespit etti, eğer yörüngeleri ile ilgili yeterince bilgi toplayabilirse pozisyonlarını evrensel saate göre hesaplayabileceğini öne sürdü. Ve bu sayede tul dairesini belirleyebilmeyi olası kılıyordu. Zaman zaman bunun üzerine çalışıyordu fakat pratik olarak birkaç problem vardı. Bu metot ilk defa 1681 yılında Giovanni Domenico Cassini tarafından başarılı bir şekilde uygulanıldı ve sonrasında Fransa'da ve Orta Amerika'da da kullanıldı. Deniz ulaşımında yol bulmak için, teleskobik gözlem yapmayıp tul dairesini bulmak çok zordu ve bunu olası kılmak üzere John Harrison tarafından Marine chronometer geliştirildi.
Hayatının ilerleyen safhalarında Galileo tam anlamıyla kör olduğunda, sarkaç saati için bir saat maşası dizayn etti. Fakat bu maşa 1650 yılında Christiaan Huygens tam anlamıyla çalışan sarkaç saatini yapana kadar kullanılmadı.
Fizik.
Galileo teorik ve deneysel olarak Kepler ve René Decartes'ten bağımsız olarak hareket eden cisimler üzerinde çalışmalar yaptı. Bu çalışmalar ileride Newton tarafından klasik fizik adı altında geliştirilecektir. Galileo sarkaçlarla alakalı deneyler yaptı. Genel bir inanışa göre Pisa kulesindeki şamdanın sallanmasını kendi kalp atışını kullanarak izlemesiyle başlamıştır. Two New Sciences kitabında diğer deneylerinden bahsetmiştir. Galileo basit sarkaçların izokron oldukları iddiasında bulunmuştur. Bu salınımların büyüklüğe bağımsız olarak hep aynı süre zarfında gerçekleştiği anlamına gelmektedir. Christiaan Huygens'in bulunduğu keşfe göre bu çıkarım doğrudur. Galileo ayrıca sarkacın periyodunun, sarkacın uzunluğunun karesi ile doğru orantılı olduğunun farkına varmıştır. Galileo'nun oğlu Vincenzo, babasının 1642 yılındaki teorilerine dayanarak bir saat resmi çizmiştir. Bu saat hiçbir zaman yapılamadı çünkü çok büyük bir Verge escapement parçasına ihtiyaç duyuyordu ve kötü bir kronometre olurdu.
Çok bilinmemekle birlikte, Galileo sesin frekansı olduğunun farkına varan ilk kişi olmuştur. Keskiyi farklı hızlarda sürterek, oluşan sesin yüksekliğini keskinin boşluklarıyla bağdaştırarak, frekansı ölçmüştür. 1638 yılında Galileo ışığın hızını ölçmek için deneysel bir yöntem ortaya atmıştır. Ellerinde ışığı kapatacak kepenk sistemi ile donatılmış fener bulunan iki gözlemci, belli bir uzaklıktan birbirlerinin fenerlerini gözlerler, ilk gözlemcinin fenerini kapattığını gördüğü anda ikinci gözlemci fenerini kapatır, bu aralıkta geçen zaman iki gözlemci arasındaki zaman ile oranlanıp ışığın hızı bulunur şeklindeydi. Galileo bu deneyi bir buçuk kilometre mesafeden yaptığını fakat ışığın bir anlık görünüp görünmediğini gözlemleyemediğini belirtmiştir. Accademia del Cimento ‘daki bir grup öğrenci Galileo'nun ölümü ve 1667 arasında ışık deneyinin benzerini bir buçuk kilometrenin üzerinde bir mesafede gerçekleştirmişlerdir ve kifayetsiz sonuçlara ulaşmışlardır. Bugün biliyoruz ki ışığın hızı böyle bir yöntem için çok fazla hızlı kalmaktadır.
Galileo, Galile Değişmezliği'ni ilerletmiştir. Bu değişmeze göre fizik kanunları ne olursa olsun her sistem için aynıdır sabit hız ve düz bir hat üzerinde ilerler, cismin hızının ve yönünün bir önemi yoktur. Buna göre tam anlamıyla hareket ve sabit duruş söz konusu değildir. Bu prensip Newton'un hareket kurallarının ve Einstein'ın özel görecelik teorisinin yapı taşlarını oluşturmuştur.
Düşen Cisimler.
Galileo'nun öğrencisi Vincenzo Viviani tarafından yazılan biyografide, Galileo Pisa kulesinden attığı farklı ağırlıklı fakat aynı maddeden oluşan topların aynı zamanda yere düştüğünü yazmıştı. Bu durum Aristo'nun düşünceleri ile ters düşmekteydi, o durumun ağırlıkla doğru orantılı olduğunu söylemişti. Bu deney hikâyesi birçok kez tekrar anlatılmıştır; fakat Galileo'nun deney hakkında hiç bahsetmemiştir ve birçok tarihçi bu deneyin hiç gerçekleşmediğini Galileo'nun aklından gerçekleştirdiği bir deney olduğunu düşünmektedir. Bir istisna olarak Drake, deneyin az çok Viviani'nin bahsettiği gibi gerçekleştiğini düşünmektedir. Bu deneyin asıl olarak 1956 yılında Simon Stevin tarafından Delft'deki kilisenin kulesinde yapılmıştır. Ancak yaptığı deneylerde eğimli yüzey kullanmıştır bu da hem zamanlamada hem de hava sürtünmesinde azalmaya neden oluyordu.
1638 yılında Galileo'nun Discorsi de bulunan karakteri Salviati, Galileo'nın sözcüsü, kütleleri aynı olmayan cisimlerin havasız ortamda aynı hızda düşeceğini öne sürmüştür. Fakat bu fikir daha öncesinde Lucretius ve Simon Stevin tarafından öne sürülmüştür. Cristiana Banti sarkaçlar ile yaptığı deneyde ağırlıkların farklı olmasına rağmen hareketlerin birbirine benzer olduğunun farkına varmıştır.
Galileo düşen bir cismin ivmesinin düzenli olduğunu öne sürmüştür, tabi bu durum vakumlu bir alanda düşerken veya düşerken ki direnç orta düzeyde ya da yok sayıldığında geçerliydi. Ayrıca Galileo, ivme altındaki cisimlerin aldığı mesafenin hesaplanmasını sağlayacak bir kinematik yasa üretmiştir-alınan yolun, zamanın karesi ile doğru orantılı olduğu( "d" ∝ "t" 2 ). Galileo'dan önce, 14. Yüzyılda Nicole Oresme, düzenli ivmede zamanın karesi formülünü üretmiştir ve 16. Yüzyılda Domingo de Soto homojen bir ortamda cisimlerin düzgün hızlanarak düştüklerini öne sürmüştür. Galileo zamanın karesi kuralını, o günün standartlarındaki matematik ve geometrik kurallarla açıklamıştır.
Ayrıca cisimlerin bir engel bulunmuyorsa hızlarını koruduğunun kanısına varmıştır, sonuç olarak Aristonun ortaya koyduğu “doğal olmayan hareket” “zorla oluşan hareket” gibi hipotezlerin hepsi “hareket halinde olan” ile ters düşmektedir ve anlamlarını kaybetmişlerdir. John Philoponus ve Jean Buridan tarafından atalet hakkına filozofik düşünceler ileri sürülmüştür. Galileo atalet hakkında şunları demiştir; bir parçacık yatay bir yüzeyde hareket ettiğini hayal edin, sonrasından önceki sayfalarda açıkladığım gibi bu parçacık eğer düzlemin sonsuz ve sürtünmesiz olduğunu varsayarsak, aynı hızda konumda sonsuza kadar hareket edecektir” demiştir. Bu görüş sonrasında Newton yasalarına dahil oldu.
Matematik.
Galileo matematiği deneysel fiziğe uygularken, gününün standart matematiksel metotlarını kullanmaktadır. Bu metotlar ters orantı ve karekök Fibonacci ve Archimedes'den miras kalmıştır.
Analizleri ve ispatları Öklid Elementleri'nin beşinci kitabında geçen Eudoxian oran teorisine dayanıyordu. Bu teori sadece bir asır öncesinde ortaya çıkmıştı ve Tartaglia ve diğer dillere doğru olarak çevrilmişti. Teori Galileo'nun ölümüne kadar kabul görmüştür, sonrasında Descartes'in cebirsel yöntemlerine yerini vermiştir.
Bu Galileo paradoks olarak anılan kavram özünde onunla alakalı değildir. O sonucu sonsuz sayıların karşılaştırılamayacağı yönünde vermişti. Artık bu yönerge işe yarar olarak görülmemektedir.
Yazıları.
Galileo'nun bilimsel aygıtları tanımlayan erken yapıtları 1568'de yayınlanan 'Küçük Denge' (hava veya sudaki objelerin tartılması ile ilgili) ve 1606'da yayınlanan 'Geometrik ve Askeri Pusulanın Kullanılması' adlı yapıtları içermektedir.
Dinamik, hareket bilimi ve mekanik hakkındaki erken çalışmaları 1590'da Pisa'da basılan 'Hareket Üzerine' ve 1600 çevresinde Padua'da basılan 'Mekanik' idi. Hareket üzerine yaptığı çalışmalar Aristoteles-Arşimet sıvı dinamiğini kapsıyordu ve sıvının içindeki yerçekimsel düşüş hızının o objenin sıvıdan ne kadar ağır olduğuyla orantılı olduğunu açıkladı. Bir vakumda ise objeler ağırlıkları ile orantılı hızda düşmektelerdi. Ayrıca Philopon'un enerji dinamiğini de benimsiyordu (enerji kendini dağıtmakta ve bir vakumda serbest düşüşün baştaki hızlanmadan sonra ağırlıkla bağlantılı bir esas hızı vardır).
Galileo 1610'da yazdığı Sidereus Nuncius, ilk teleskobik gözlem kitabıdır. Bu kitapta aşağıdaki buluşlara yer verilmiştir:
-Galileo uyduları
-Ayın yüzeyinin pürüzlülüğü
-Gözle görülemeyen birçok yıldızın bulunması (özellikle Samanyolu'nun görüntüsünü oluşturanlar)
-Gezegenlerle yıldızların görünüşündeki farklar (gezegenler disk gibi görünürken yıldızlar büyütülmemiş ışık noktaları olarak gözüküyordu)
Galileo 1613'te güneş lekeleriyle ilgili bir yazı yazdı ve burada güneşin ve gökyüzünün bozulabileceğini savundu. Bu yazı ayrıca 1610'da yaptığı Venüs'ün evrelerinin teleskobik gözlemini ve Satürn'ün kafa karıştırıcı eklentilerini ve bunların yok oluşunu içeriyordu. 1615'te Galileo 'Grandüşes Christina'ya Mektup' adlı bir el yazması hazırladı (1636'ya kadar basılmamıştır). Bu mektup Castelli'ye yolladığının gözden geçirilmiş bir versiyonu olup Engizisyon tarafından Kopernikçiliği fiziksel ve dinsel bir gerçek olarak tanımladığı için kınanmıştır. 1616'da Engizisyon'un Kopernik'i savunmama emri üzerine Galileo Kopernik'in dünya teorisi hakkındaki 'Gelgit Teorisi Üzerine"yi basmış ve bunu Kardinal Orsini'ye göndermiştir. 1619'da Galileo'nun öğrencisi Mario Guiducci Galileo'nun derslerinden birini yayınlayarak (Meteorlar Üzerine Söylem) Cizvitlerin meteor teorilerine saldırıda bulunmuştur.
1623'te Galileo Il Saggiatore'yi yayınlayarak Aristotelesçi teorilere saldırmış ve matematiksel formül ve deneyleri bilimsel fikirlerin oluşmasında kullanmayı desteklemiştir. Bu kitap çok başarılı olmuştur ve kilisenin yüksek basamaklarında bile saygı görmüştür. Bu başarıdan sonra Galileo 'İki Ana Dünya Sistemi Üzerine Diyalog"u yayınlamış ve 1616'daki yasakları çiğnememeye dikkat etse de bu kitaptaki Kopernikçi ve güneşmerkezci teoriler Galileo'nun yargılanmasına ve kitabının yasaklanmasına neden olmuştur. Bu yasağa rağmen Galileo 1638'de Engizisyon'un yetki sınırları dışında olan Hollanda'da 'İki Yeni Bilime Dair Söylem ve Matematiksel İspatlar' kitabını yayınlamıştır.
Galileo'nun yayınlanmış yapıtlarının listesi.
Galileo'nun ana yapıtları aşağıdakilerdir:
-Küçük Denge (1586)
-Hareket Üzerine (1590)
-Mekanik (1600 civarı)
-Sidereus Nuncius (1610)
-Süzülen Cisimler Üzerine Söylem (1612)
-Güneş Lekeleri Üzerine Mektuplar (1613)
-Grandüşes Christina'ya Mektup (1615, basım 1636)
-Gelgitler Üzerine Söylem (1616)
-Meteorlar Üzerine Söylem (1619)
-Il Saggiatore (1623)
-İki Ana Dünya Sistemi Üzerine Diyalog (1632)
-İki Yeni Bilime Dair Söylem ve Matematiksel İspatlar (1638)
Mirası.
Galileo'nun Sonraki yıllarda kilise tarafından yeniden değerlendirilmesi
Galileo meselesi, Galileo'nun ölümünden sonra büyük ölçüde unutulmuş ve tartışmalar dinmişti. Galileo'nun üzerindeki olan yasak 1718 yılında kaldırılıp yeniden düzenlenmiş halinin basım izni alınmıştı. 1741 yılında Papa Benedikt Galileo'nun tam bilimsel çalışmalarının tamamını içeren bir baskısı olan Diyalog'un biraz sansürlenmiş basımının yayınlanmasına izin vermiştir. 1978 yılında günmerkezliliği savunan kitapları bile yasaklı kitaplar arasından çıkarıldı. Fakat Dialogue ve Copernicus's De Revolutionibus sansürsüz hallerinde özel bir yasak etkisini sürdürmeye devam etti. 1835 yılında kilisenin gücünü kaybetmesi ile günmerkezliliğe karşı olan her şey ortadan kayboldu. Galileo meselesi, 19. yüzyılın başlarında Protestan polemikçiler tarafından Roma Katoliklerine saldırmak adına yeniden gün yüzüne çıkarılmıştır. Olay gerçekleştiğinden beri ilgi zamanla azalmış ve tekrar yenilenmiştir. Papa XII. Pius’un 1939 yılında Pontifical Bilim Akademi’sinde yaptığı konuşmada Galileo’yu şu cümlelerle özetlemiştir; “Araştırmanın en cesur kahramanı… yolundaki hiçbir tehlikeden korkmamıştır, ne mezardan ne günahtan” Papa'nın 40 yıllık danışmanı Profesör Robert leiber “XII. Pius bilime yakın olmama noktasında çok dikkatli davranmıştır. Fakat konu Galileo olduğunda heyecanlı ve üzüntü hal almıştır.”
15 Şubat 1990 yılında KardinalRatzinger'in (sonrasında Pope XVI. Benedictus olmuştur) Roma Spienza Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşmada Galileo meselesi hakkında bazı güncel görüşleri ile şu sözleri söylemiştir; “ bulgu niteliğinde bir durumdur ki bizi modern çağda bilimin ve teknolojinin bugün nereye geldiğini görerek derin düşüncelere sürüklemiştir”. Bazı görüşleri Felsefeci Paul Feyerabend’den alıntı yaprak şu sözleri eklemiştir; ““Galileo zamanındaki Kilise Galileo’dan çok daha fazla sebebe yakın durdu ve o Galileo’nun öğretilerinin de sosyal ve etik sonuçlarını dikkate aldı. Galileo’ya karşı aldığı karar mantıklı, adil ve bu kararın revizyonu sadece politik fırsatların ne olduğu gerekçesi üzerine haklı çıkarılabilir.” Kardinal Feyerabend'in iddiasıyla aynı fikirde olduğunu veya olmadığını açıkça belirtmedi. Fakat yine de “Bu tür düşüncelerin temeline düşüncesiz özür inşa etmek aptallık olur.” dedi.
31 Ekim 1992'de Pope II. Ioannis Paulus Galileo meselesinin ele alınış şeklinden pişmanlık duyduğunu açıkladı ve Galileo Galilei'nin Pontifical Kütlür Konseyi tarafından yönetilen bir çalışma sonucu bilimsel pozisyonunu yargılayan Katolik Kilisesi mahkemesinin işlediği hataların kabulünü belirten bir beyanname çıkardı. Mart 2008'de Pontifical Bilim Akademi’nin (PAS) başı, Nicole Cabibbo, Galileo’nun Vatikan duvarları içerisinde bir heykelini dikerek Galileo’yu onurlandırmayı amaçlayan bir tasarı açıkladı. Aynı yılın aralık ayında, Galileo’nun en eski teleskobik gözlemlerinin 400. Yıl dönümü aktivitelerinde, Papa XVI Benedictus Galileo’nun astronomiye katkılarını övdü. Bir ay sonra, bir şekilde, Pontifical Kütlür Konseyi’nin başı, Gianfranco Ravasi, Vatikan içine dikilecek olan Galileo heykeli planının askıya alındığını meydana çıkardı.
Modern Bilime etkisi
Stephen Hawking, Galileo’nun modern bilimin doğmasında, modern bilimin babası olarak kabul edilen Einstein’dan daha fazla etkisi olduğunu söylemiştir.
Galileo’nun astronomik keşifleri ve araştırmaları Aristarkhos teorisi için kalıcı miraslar olmasını sağlamıştır. Galileo tarafında keşfedilen dört büyük Jüpiter Galilean Moons olarak bilinen uyduları (Io, Europa, Ganymede ve Callisto) miraslar içerisindedir. Başka bilimsel çalışmalar ve ilkelerde Galileo ismiyle anılmıştır. Jupiter’in yörüngesine yerleştirilen ilk uzay aracına Galileo spacecraft adı verilmiştir.
Sanat ve popüler medya
Queen grubunun “Bohemian Rhapsody” isimli şarkısının bir kısmında Galileo’nun ismi geçmektedir. Indigo girls tarafından yapılan “Galileo” ve Amy Grant'ın Heart in Motion albümünde ismi geçmektedir.
1943 yılında Alman Yazar Berltolt Brecht tarafından Galileo'nun yaşamı Life of Galileo adı altında yazıya aktarılmıştır, 1975 yılında Berrie Stevis tarafından yazılan Lamp of Midnight sinemaya aktarılmıştır.
2009 yılında Kim Stanley Robinson tarafından Galileo'nun Rüyası adında bir bilimkurgu romanı yazılmıştır. Romanda Galileo'yu bilimsel felsefedeki karışıklığı çözmesi adına kendi zamanı ve gelecek arasında bir geleceğe taşımıştır ve bunun yanı sırı büyük oranda biyografik bilgi içermektedir.
Galileo Galilei son zamanlarda çok değerli madeni para koleksiyon için bir ana motif olarak seçildi. 25 avro değerinde International Year of Astronomy commemorative coin koleksiyonuna katılmıştır. Ayrıca bu madeni para Galileo'nun teleskobu icat etmesinin 400. yılını anmak içindir. Ön tarafında portresi ve teleskobu, arka tarafında ise çizdiği ilk ay yüzeyi çizimi bulunmaktadır. Gümüş çemberinde ise Isaac Newton teleskobu, Kremsmünster Abbey deki gözlem evi, bir modern teleskop, bir radyo teleskobu ve bir de uzay teleskobuna yer verilmiştir. 2009 yılında Galileoscope adı altında bir teleskop piyasaya sürüldü. Çok sayıda, ucuza mal edilmiş eğitim amaçlı kaliteli bir teleskoptur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4650",
"len_data": 44590,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.67
}
|
Jeremy Bentham (15 Şubat 1748-6 Haziran 1832), İngiliz faydacı filozof, hukukçu ve toplum reformucusu.
İnsanları, rasyonel bir biçimde kendi çıkarlarını izleyen ve faydalarını en yüksek noktaya getirmeye çalışan canlılar olarak görüyordu.
Faydacılığın kurucusu olarak da bilinir. Hayvan haklarının ilk savunucularındandır ve liberalizmin gelişiminde büyük katkıda bulunmuştur. "Ahlak ve Yasama İlkelerine Giriş" adlı yapıtında ilk kez faydacılığın bütününü ana hatlarıyla sergiledi. Medeni hukukun reform yoluyla herkese güvenlik, eşitlik ve huzur sağlayacağını düşünüyordu. Bir ateist idi. Ölümünden sonra mumyalanmayı ve kurulmasına yardımcı olduğu okulun bir salonunda cam bir kutuda sergilenmeyi vasiyet etti.
Panopticon tasarımı.
1791'de dünyanın en kaba adamı seçildi. Az sayıda gardiyanın çok sayıda mahpusu gözetlemesini sağlamak üzere “denetim evi” anlamında "panopticon" adını verdiği daire planlı bir yapı tasarladı. Bu tasarım birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu. Her hücre bu halkanın iç kısmına açıktı ve halkanın dış cephesindeki duvarda birer pencere vardı. Halkanın ortasında mahpuslardan tamamen saklanmış konumdaki gözlemcilerin kaldığı bir nöbet kulesi yer almaktaydı. Panopticon'un temelinde yatan ilke, tek odalı hücrenin içindeki sakine saklanacak hiçbir yer bırakmaması, buna karşılık dış cephedeki duvarın penceresinden gelen dış ışığın kuledeki nöbetçilere mahpusun her hareketinin iyi aydınlatılmış bir silüetini izleme olanağını sağlamasıydı. Bentham'ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış davranışının ceza getireceğini bilen, ama davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen mahpusun aklını başına toplayarak her zaman izleniyormuşçasına davranmaktan başka çaresi yoktu. Böylece mahpus bizzat kendi hareketlerini kollamak durumunda kalacaktı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4653",
"len_data": 1825,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 4.06
}
|
Hopa (Gürcüce ve Megrelce: ხოფა; "translit".: "h'opa", Lazca: "ხოფა / Xopa, Hemşince: Hopa"), Türkiye'nin Karadeniz Bölgesi'nde yer alan Artvin iline bağlı bir ilçe ve bu ilçenin merkezi olan kasabadır. Hopa Limanı'yla, Türkiye'nin başlıca liman kentlerinden biri olan Hopa, Gürcistan sınırındaki Sarp Sınır Kapısı'na yaklaşık 20 kilometre uzaklıktadır.
Hopa ilçesi, kuzeydoğuda Kemalpaşa ilçesi, doğuda Borçka ilçesi, güneydoğuda Murgul ilçesi, güneybatıda Arhavi ilçesi ve kuzeybatıda Karadeniz'le çevrilidir. Hopa nüfusunun büyük bir bölümünü Lazlar, Hemşinliler ve Rize göçmenleri oluşturur.
Etimoloji.
Hopa'nın Türkçe dışındaki dillerdeki adları Hopa'ya benzer biçimde yazılmaktadır. Antik Çağ dönemindeki adı Anaxoupê'dir. Bu durum Hopa adının eskiden beri gelen bir adlandırma olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, günümüzde Gürcüce ve Megrelce Hopa (ხოფა), Lazca Hope (ხოპე / Xop'e) olarak bilinen yerleşimin Gürcücedeki eski adı Hupati'dir (ხუფათი). Hopa'nın adı Vahuşti'nin "Gürcistan Krallığı Tarihi", "Matiane Kartlisa", Evliya Çelebi'nin "Seyahatname" gibi Orta Çağ kaynaklarında Hopca (ხოფჯა) olarak geçer. Gürcistan'ın İç Kartli bölgesinde, 13. yüzyıldan kalma bir manastır da Hopa (ხოფის მონასტერი) adını taşımaktadır.
Kasabanın adı Osmanlıca da bugünkü gibi Hopa (خوپه) biçiminde yazılıyordu. Hopa adının kaynağı ve anlamı konusunda bilgi mevcut değildir. Bununla birlikte bu ad, Türkçe olmadığı için İttihat ve Terakki yönetimince 1916'da Cihadiye olarak değiştirilmiş, ancak bu ad uygulamaya girmemiştir.
Tarihçe.
Bulunduğu yer itibarıyla antik çağda Kolheti Krallığı içinde yer alan yerleşim, 5. yüzyılın ikinci yarısında, Bizans imparatoru I. Leo (457-474) ile Lazika kralı I. Gubaz arasında yapılan anlaşmada iki krallığın sınırı olarak belirlendi. 9-11. yüzyıllarda Haldia ülkesi sınırları içinde yer alıyordu. 1040'larda Gürcistan kralı IV. Bagrat (1027-1072) tarafından kuşatılan yerleşim, 1080'lerde Karadeniz kıyılarına kadar inen Büyük Selçuklular tarafından ele geçirildi. 12. yüzyılın başlarında, Kral (Kurucu) IV. Davit (1089-1125) döneminde Gürcü Krallığı sınırları içinde kaldı ve kral birkaç kez burayı ziyaret etti.
Hopa, daha sonraki dönemlerde Gürcü prenslikleri Samtshe Atabeyliği ile Guria Prensliği arasında el değiştirdi. Osmanlılar 1547'de, çevresindeki diğer yerlerle birlikte Hopa'yı da ele geçirdiler ve bu tarihten itibaren Hopa, Osmanlı idari biri olan Lazistan Sancağı içinde yer aldı. 18. yüzyılda önemli bir ticaret yolu üzerinde bulunan kasaba, bu dönemde yazılı kaynaklarda Hopca olarak geçmektedir. Gürcü tarihçi Vahuşti de kasabadan Hopca olarak söz etmektedir. Vahuşti "Kartlis Tshovreba"'da Hopa'dan, Gönye'nin batısında, Çaneti ile Borçka derlerinin kuzeyinde Karadeniz kıyısında yer alan küçük bir şehir olarak söz etmiştir.
Hopa kazası, 1876 tarihli Trabzon vilayeti salnamesine göre Trabzon vilayetinin Lazistan sancağına bağlıydı. Merkez nahiye ile Arhavi nahiyesinden oluşuyordu. Merkez kazada 21 köy, Arhavi nahiyesinde ise 40 köy bulunuyordu. Lazistan Sancağı bir bütün olarak Osmanlı idaresindeyken, 1874 yılında bu sancağın topraklarını gezen Rus ordusunda görevli Gürcü general ve coğrafyacı Giorgi Kazbegi yerleşimden bir köy olarak söz etmiştir. O tarihte Hopa, Lazistan Sancağında beş nahiyeden biriydi ve bu beş nahiyeden üçün Hopa, Gönye ile Arhavi Hopa kazasına bağlıydı. Hopa nahiyesi, Makriali köyünden Peroniti burnuna kadar deniz kıyısını ve bu kıyı ile Borçka nahiyesi arasında kalan üçgen bir bölgeyi kapsıyordu. Hopa nahiyesi sınırları içinde 21 köyde, yaklaşık 1.500 hanede 9-10 bin kadar kişi yaşıyordu. Hopa köyünde ise, altı bakkal ve bir kahvehane vardı. Hopa kaymakamının konutu da burada bulunuyordu. Bugün Hopa kentinin bir mahallesi olan Orta Hopa o tarihte ayrı bir köydü ve Hopa köyünün merkezine 1 km uzaklıktaydı. Hopa Deresi vadisinde beş köyde Ermeni kökenli Hemşinliler ile Lazlar yaşıyordu. Hemşinliler sadece Türkçe konuşuyor, Lazlar ise Megrelceyle neredeyse aynı olan bir Lazca konuşuyordu. Halkın tamamı Müslümandı. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ın ardından kazanın doğu kısmı savaş tazminatının bir parçası olarak Osmanlı Devleti tarafından Rusya’ya bırakıldı. Bu savaştan hemen önce, 1865 tarihinde Hopa, Trabzon vilayetine bağlı Lazistan Sancağı'nda yer alan aynı adlı kazanın merkeziydi. Savaştan sonra Hopa kazasının sınırları doğuda Kopmuş Burnu’ndan başlıyor ve batıda Gurupit köyünde son buluyordu. Hopa kasabası ise, Osmanlı tarafından kalırken, burayı bir ticaret merkezi olarak kullanan Murgul ise Rusya İmparatorluğu'na bırakıldı. Ne var ki Hopa halkının bir kısmının toprakları ve hayvanları Rusya tarafında kalmıştı. 1909 yılına kadar Rusya bu halkın sınırı geçmelerine müsaade ediyordu ancak bu tarihte pasaport ya da pasavan geçiş zorunluğu getirdi. Bunun üzerine Hopalıların bir kısmı Rusya uyruğuna da girip çifte vatandaşlık elde etti.
1877 yılında ilçeyi gezen tarihçe ve gazeteci Şakir Şevket'e göre, ilçede yapılan tarımdan fazla mahsul elde edilemiyordu ve toplanan ürünler Pazar'da satılacak kadar değerliydi. Şakir Şevket, Arhavi ve Hopalıların kılıcı iyi kullanmalarıyla meşhur olduğunu yazmıştır.
I. Dünya Savaşı başlayınca, hemen sınır bölgesi olan Hopa Osmanlı-Rus çarpışmalarına sahne oldu. Hopa bir süre sonra Rusların eline geçti. Savaşın sonlarına doğru Rus ordusunun bölgeden çekilmesinin ardından Hopa, 1918-1921 arasında bağımsız Gürcistan sınırları içinde kaldı. 1921'de, Kızıl Ordu'nun Gürcistan'ı işgali sırasında Türk kuvvetleri de Artvin ve Ardahan'ı, geçici olarak da Batum'u fiilen ele geçirdi. 16 Mart 1921'de imzalanan Moskova Antlaşması'yla Hopa'nın da içinde yer aldığı Artvin ve Ardahan bölgeleri Türkiye'ye bırakıldı.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında Hopa Rize vilayetine bağlı bir kazaydı. Nitekim 1928 tarihli "Son Teşkilat-i Mülkiyede Köylerimizin Adları" adlı yayında Hopa Rize vilayetine bağlı bir kazadır. Daha sonra Çoruh vilayetine bağlandı. Bundan dolayı Dahiliye Vekaleti'nin 1933'te yayımladığı "Köylerimiz" adlı kitapta Hopa Çoruh vilayetinin bir kazası olarak geçer.
Tarihsel yapılar.
Eski adı Hupati olan Hopa'da iki kilisenin varlığı bilinmektedir. Bunlardan biri olan Hupati Kilisesi, Hopa sakinlerine göre bugünkü Hopa kentinin mahalleleri olan Orta Hopa (Şkahopa) ve Kuledibi (Amçişe) arasında, Toliuça'da (Lazca “Kara gözlü”) yer alıyordu. Kesin yeri bilinmeyen kiliseden geriye iz kalmamıştır. İoseb Kipşidze'nin Lazlardan aktardığına göre eski Bucak köyü (bugün Hopa kentinin bir parçası) yakınında, Mapaşkari'nin sağından 1 saatlik yürüyüş yolunun sonunda büyük bir kilise vardı. 20. yüzyılın başlarında Nadirati denilen yerde kilisenin yıkıntıları mevcuttu. Bu kilisenin yerini tespit etmek artık mümkün değildir.
Eski kaynaklarda Gürcistan kralı IV. Bagrat'ın (1027-1072) 1040'larda Hupati Kalesi'ni kuşattığının belirtilmesi eskiden Hopa'nın sağlam bir kalesi bulunduğunu göstermektedir. Nitekim bu kale günümüzde kentin içinde, Hopa Deresi'nin denize döküldüğü yerde, derenin sağ kıyısında bir tepenin üzerinde yer almaktadır.
Kentin dışında Hopa ilçesi sınırları içinde de tarihsel yapılar bulunmaktadır. Bunlar arasında eski adı Azlağa olan Esenkıyı ve eski adı Makriali olan Çamlı köylerindeki kiliseler, eski adı Pançoli olan Yeşilköy'deki Ciha Kalesi sayılabilir.
İlçede Laz mimarisinin belirgin olduğu tarihi camiler de bulunmaktadır. Aşağı Sundura Camisi (19. yy), Esenkıyı Yukarı Camisi (1850), Orta Hopa Camisi (19. yüzyıl) ve 1997'de yıkılan Sugören Köyü Camisi (1866) bu camilerden en eskileridir.
Coğrafya.
Yeryüzü şekilleri.
Hopa'da bulunan en yüksek nokta 1513 m ile Yavuz Sultan Selim Tepesi'dir. İlçenin toplam yüzölçümü 289 km2dir. Deniz kıyısından başlayan Sultan Selim Dağları, Borçka'dan sonra Kaçkar Dağları'na dönüşür.
İklim özellikleri.
Hopa'nın iklimi ılık ve yağışlıdır. Yılda m2ye 2,5 kg yağmur düşer. Kar yağışına genellikle şubat ayında rastlanır.
Bitki örtüsü.
Bitki örtüsü; kışın yapraklarını döken, kızılağaç, kestane, gürgen, kayın ve meşe ağaçlarından oluşur. Doğal su kaynakları yönünden zengindir.
Ekonomi.
Çaycılık, tarım ve balıkçılık üzerine kurulu bir ekonomisi vardır. Sarp sınır kapısının açılmasıyla ticaret gelişmiş olsa da ekonomik güç olarak tarım ilk sırada gelir. İlçe dışarıya çok göç vermiştir.
İklim.
Hopa'da Ilıman dönencealtı iklimi (Köppen: "Cfa") görülmektedir.
Spor.
Artvin Hopaspor.
1961 yılında kurulmuştur. Renkleri mor-beyazdır. Hopaspor Artvin ilinde Türkiye Kupasında ve profesyonel liglerde oynayan ilk takımdır. Takım 2021-22 sezonunda 3. Lig'de mücadele etmektedir.
Ulaşım.
Kente en yakın havaalanı 35 km uzaklıkta bulunan Batum Havalimanı'dır. Gürcistanla yapılan anlaşma gereği pasaport olmadan havaalanı kullanılabilmektedir. Buradan İstanbul ve Ankara'ya uçuşlar vardır. Trabzon Havalimanı 150 km uzaklıktadır.
Hopa'nın ana karayolu bağlantısı Karadeniz sahil yoludur. Sarp Sınır Kapısı'na 20 km, Arhavi'ye 11 km, Borçka'ya 36 km, Artvin'e 70 km ve Rize'ye 92 km uzaklıktadır.
İdari bölünüş.
Hopa ilçesinde 17 köy ve 6 mahalle bulunur.
Yönetim.
Belediye Başkanlığı.
Seçildikleri yıllara göre belediye başkanları ve siyasi partileri:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4655",
"len_data": 9077,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.47
}
|
Anafilaksi aniden başlayan ve ölüme neden olabilen ciddi bir alerjik reaksiyondur. Anafilakside genel olarak kızarıklık, kaşıntı, boğaz şişmesi ve kan basıncının düşmesi gibi semptomlar söz konusudur. Yaygın nedenleri böcek ısırmaları, gıdalar ve ilaçlardır.
Anafilaksi, bazı akyuvar tiplerinden protein salınmasından kaynaklanmaktadır. Bu proteinler alerjik reaksiyon başlatabilen veya bir reaksiyonu daha ciddi hale getirebilen maddelerdir. Bunların salımına, bağışıklık sistemi reaksiyonu veya bağışıklık sistemi ile ilgisi olmayan başka bir şey neden olabilir. Anafilaksi kişideki semptom ve belirtilere bakılarak teşhis edilir. Öncelikli tedavi yöntemi epinefrin enjekte edilmesidir ve enjeksiyon bazen başka ilaçlarla birleştirilebilir.
Dünya üzerindeki insanların yaklaşık %0,05-2'si hayatlarında bir noktada anafilaksi yaşamıştır. Oranların arttığı görülmektedir. Terimin kökeni, Yunanca ἀνά - ana “karşı” ve φύλαξις phylaxis “koruma” kelimeleridir.
İşaretler ve semptomlar.
Anafilakside genelde dakikalar veya saatler içerisinde birçok farklı semptom görülmektedir. Eğer neden doğrudan kan akışına karışan bir madde ise semptomlar ortalama 5-30 dakika içerisinde ortaya çıkmaktadır (damar yoluyla). Eğer nedeni kişinin yemiş olduğu bir gıda ise ortalama süre 2 saattir. En çok etkilenen alanlar şunlardır: deri (%80-90), akciğerler ve solunum yolları (%70), mide ve bağırsaklar (%30-45), kalp ve kan damarları (%10-45) ve merkezi sinir sistemi(%10-15). Genellikle bu sistemlerden ikisi veya daha fazlası etkilenmektedir.
Deri.
Semptomlar genellikle deri üzerinde kabarıklıklar (kurdeşen), kaşıntı, yüzde veya deride kızarma (kızarıklık) veya dudaklarda şişme şeklinde ortaya çıkmaktadır. Deri altında kabarıklıklar (anjiyoödem) olan kişiler derilerinde kaşıntı yerine yanma hissedebilirler. Vakaların %20'sinde dil veya boğaz şişebilir. Diğer belirtiler arasında burun akıntısı ve göz yüzeyi ile göz kapağında mukoza zarının şişmesi yer alabilir (konjonktiv). Ayrıca, deri oksijen yetersizliğinden dolayı mavi renk (morarma) alabilir.
Solunum.
Solunumla ilgili semptomlar ve belirtiler nefes darlığı, hırıltılı sesle zorlanarak nefes alma (hırıltı) veya tiz bir sesle zor nefes almadır (stridor. Hırıltılı nefes genellikle hava yolunun (bronş kasları)alt kısmındaki kaslarda oluşan spazmlardan kaynaklanmaktadır. Tiz sesle nefes almanın nedeni ise üst solunum yolunda nefes yolunu daraltan şişmelerdir. Ses kısıklığı, yutkunmada zorluk veya öksürük de görülebilir.
Kalp.
Kalpteki kan damarları, kalpte bulunan bazı hücrelerden histamin salgılanması nedeniyle aniden daralabilir (koroner atardamar spazmı). Bu durum kalbe kan akışını kesintiye uğratarak kalp hücrelerinin ölmesine neden olabilir (miyokard enfarktüs) veya kalp çok yavaş ya da çok hızlı atabilir (kardiyak ritim bozukluğu) veya kalp atışı tamamen durabilir (ani kalp durması)). Daha önceden kalp hastalığı geçirmiş olan kişilerde anafilaksi yüzünden kardiyak etki oluşması riski daha yüksektir. Düşük kan basıncından dolayı nabzın hızlı olması daha yaygın iken, anafilaksiden muzdarip insanların %10'u düşük kan basıncında düşük nabız hızına (bradikardi) sahip olabilir. (Düşük nabız hızı ve düşük kan basıncının bir arada olması Bezold-Jarisch refleksi olarak bilinmektedir). Kişi kan basıncındaki düşüş nedeniyle baş dönmesi hissedebilir veya bilincini kaybedebilir. Bu düşük kan basıncının nedeni kan damarlarının genişlemesi (dağılma şoku) veya kalp karıncıklarının aksaması olabilir (kardiyojenik şok). Nadir durumlarda, anafilaksinin tek belirtisi çok düşük kan basıncı olabilir.
Diğer.
Mide ve bağırsaklardaki semptomlar arasında kramp benzeri karın ağrısı, ishal ve kusma görülebilir. Kişinin düşünceleri dağınıklaşabilir, idrarını tutamayabilir ve pelvis bölgesinde uterus krampları gibi ağrı hissedebilir. Beyin çevresindeki kan damarlarının genişlemesi bağ ağrısına neden olabilir. Kişi endişe duyabilir veya ölmek üzere olduğunu düşünebilir.
Nedenler.
Anafilaksi vücudun neredeyse her türlü yabancı maddeye karşı tepkisinden kaynaklanabilir. Yaygın tetikleyiciler arasında böcek ısırmaları ve sokmaları, gıdalar ve ilaçlardan gelen venom sayılabilir. Çocuklar ve genç yetişkinlerde en yaygın tetikleyici gıdalardır. İlaçlar, böcek ısırmaları ve sokmaları yaşı daha büyük yetişkinlerde daha yaygın tetikleyicilerdir. Daha az görülen nedenler arasında fiziksel etkenler, biyolojik etken maddeler (semen gibi), bitki sütü, hormonsal değişiklikler, gıda katkı maddeleri (monosodyum glutamat ve gıda boyası gibi) ve deriye uygulaman ilaçlar (lokal ilaçlar)yer almaktadır. Egzersiz veya sıcaklık da (sıcak veya soğuk) bazı doku hücrelerinde alerjik reaksiyonu başlatan kimyasal maddelerin salınmasına yol açarak anafilaksiyi tetikleyebilir. Egzersizin neden olduğu anafilaksi genelde belirli gıdaların yenilmesi ile de bağlantılıdır. Eğer anafilaksi kişiye anestezi verilirken meydana gelirse, bunun en yaygın nedeni uyuşturmak için verilen bazı ilaçlar (kas sinir blokajı yapan etken maddeler), antibiyotikler ve bitki sütüdür. Vakaların %32-50'sinde neden bilinmemektedir (idyopatik anafilaksi).
Gıda.
Birçok gıda ilk defa yenildiği zaman bile anafilaksiyi tetikleyebilir. Batı toplumlarında yerfıstığı, buğday, ağaç yemişi, kabuklu deniz hayvanları, balık, süt ve yumurta yenilmesi veya bunlarla temas edilmesi en yaygın nedenlerdir. Orta Doğu'da, susam yaygın bir tetikleyici gıdadır. Asya'da pirinç ve leblebi sık sık anafilaksiye neden olur. Ciddi vakalar genellikle gıdanın yenilmesi sonucu meydana gelir, ancak bazı insanlarda gıda vücudun bazı yerlerine temas ettiğinde de ciddi bir reaksiyon gelişebilir. Çocuklardaki alerji geçebilir. 16 yaş itibarıyla, süt veya yumurtaya karşı anafilaksisi olan çocukların %80'i ve yer fıstığına karşı bir kez anafilaksi geçirmiş olanların %20'si bu gıdaları bir sorunla karşılaşmadan yiyebilmektedirler.
İlaçlar.
Herhangi bir ilaç anafilaksiye neden olabilir. En yaygın olanları β-laktam antibiyotikler (örneğin penisilin) daha sonra aspirin ve NSAID'lerdir. Eğer kişinin bir NSAİİ'a alerjisi varsa, genelde anafilaksiyi tetiklemeyen bir başkasını kullanabilirler. Anafilaksinin diğer yaygın nedenleri arasında kemoterapi, aşılar, protamin (spermde bulunur) ve bitkisel ilaçlar sayılabilir. Vankomisin, morfin ve röntgen görüntülerini iyileştirmek için kullanılan bazı ilaçlar (radyokontrast maddeleri) dokulardaki bazı hücrelere zarar vererek histamin salgılamalarına neden olup(mast hücresi degranülasyonu) anafilaksi meydana getirirler.
Bir ilaca karşı reaksiyon meydana gelme sıklığı, kısmen ilacın kişiye ne sıklıkta verildiğine ve kısmen ilacın vücut içerisindeki fonksiyonuna bağlıdır. Penisilin veya sefalosporin kaynaklı anafilaksi, ancak bunların vücut içerisindeki proteinlere bağlanmasından sonra meydana gelir ve bazıları diğerlerinden daha kolay bağlanırlar. Penisilin kaynaklı anafilaksi, tedavi gören her 2.000 ila 10.000 kişiden birinde meydana gelir. Tedavi edilen her 50.000 kişiden birinden daha azında ölüme rastlanır. Aspirine ve NSAID kaynaklı anafilaksi, her 50.000 kişiden birinde meydana gelir. Eğer bir kişide penisiline karşı reaksiyon meydana gelmiş ise sefalosporinlere karşı reaksiyon gelişmesi riski daha büyüktür; ancak risk yine de 1.000 kişide birden daha düşüktür. Eskiden röntgen görüntülerini iyileştirmek için kullanılan eski ilaçlar (radyokontrast maddeleri) vakaların %1'inde reaksiyona neden olmuştur. Daha yeni, düşük ozmolar randyokontrast maddeleri vakaların %0,04'ünde reaksiyona neden olmaktadır.
Venom.
Arı veya yaban arısı (Zarkanatlılar) gibi böceklerin veya kan emen böceklerin (Triatominae) sokması veya ısırmasıyla gelen venom (zehir) anafilaksiye neden olabilir. Eğer kişi geçmişte venoma karşı reaksiyon göstermişse ve sokma bölgesinin çevresinde lokal reaksiyondan fazlası meydana gelmişse, bu kişiler gelecekte daha büyük bir anafilaksi riski taşımaktadırlar. Ancak, anafilaksi nedeniyle ölenlerin yarısında, daha önce yaygın bir (sistemik) reaksiyon görülmemiştir.
Risk faktörleri.
Astım, egzama veya alerjik rinit gibi atopik hastalıkları bulunan insanların gıda, bitki sütü ve radyokontrast maddelerinden anafilaksi duyarlılığı geliştirme riski daha yüksektir. Bu insanların, enjekte ilaçlar veya iğneler ile ilgili riski daha yüksek değildir. Anaflaksi geçiren çocuklarda yapılan bir araştırma, %60'ının geçmişinde atopik hastalık olduğunu ortaya koymuştur. Anafilaksiden ölen çocukların %90'ından fazlasında astım hastalığı vardır. Dokularında çok fazla veya daha zengin mast hücre bulunmasından (mastositoz) kaynaklanan düzensizliklerden muzdarip insanların riskleri daha yüksektir. Anafilaksiye neden olan maddeye son maruz kalınan tarih ne kadar önceyse, yeni reaksiyon gelişmesi riski o kadar düşüktür.
Mekanizma.
Anafilaksi aniden başlayan ve birçok vücut sistemini etkileyen ciddi bir alerjik reaksiyondur. Mast hücrelerden ve bazofillerden inflamatuvar medyatörlerin ve sitokinlerin salınmasından kaynaklanmaktadır. Bunların salımı genellikle bir bağışıklık sistemi reaksiyonuna bağlıdır, ancak bu hücrelerde bağışıklık sistemi ile ilgili olmayan hasarlardan da kaynaklanabilir.
İmmünolojik.
Anafilaksi bir bağışıklık tepkisinden kaynaklandığı zaman, immunoglobulin E (IgE)alerjik reaksiyonu başlatan yabancı maddeye bağlanır (antijen). IgE'nin antijene bağlanması ile mast hücrelerdeki ve bazofillerdeki FcεRI reseptörler etkinleşir. Mast hücreler ve bazofiller histamin gibi inflamatuvar medyatörlerin salımı ile tepki verirler. Bu medyatörler bronşlardaki düz kasların kasılmasını artırır, kan damarlarının genişlemesine (vasodilasyon) neden olur, kan damarlarından sıvı sızıntısını artırır ve kalp damarlarının hareketini zayıflatır. IgE'ye bağlı olmayan bir başka immünolojik reaksiyon daha vardır, ancak bunun insanlarda meydana gelip gelmediği bilinmemektedir.
İmmünolojik olmayanlar.
Anafilaksinin bağışıklık tepkisi sonucu meydana gelmediği durumlarda reaksiyon, doğrudan mast hücrelerine ve bazofillere zarar vererek histamin ve genelde alerjik reaksiyonla (degranülasyon) bağlantılı başka maddeler salgılamalarına neden olan bir maddeden kaynaklanmaktadır. Bu hücrelere zarar veren etkenler arasında röntgen kontrast maddeleri, opioidler, sıcaklık (sıcak veya soğuk) ve titreşim sayılabilir.
Teşhis.
Anafilaksi teşhisi klinik bulgulara dayanır. Alerjen bir maddeye maruz kalınmasından dakikalar/saatler içinde aşağıdaki üç durumdan biri oluşursa, kişinin anafilaksi olması yüksek olasılıktır:
Eğer kişi böcek sokmasına veya ilaç tedavisine karşı kötü reaksiyon veriyorsa, anafilaksiyi teşhis etmede triptaz veya histamin (mast hücrelerden salınan) için kan testlerinin yapılması yararlı olabilir. Ancak sebep gıda ise veya kişinin kan basıncı normal ise bu testler çok faydalı olmaz, ve bu testler anafilaksi olmadığı teşhisini koyamaz.
Sınıflandırma.
Anafilaksinin üç ana sınıfı vardır. Anafilaktik şok, vücut genelinde kan damarlarının genişleyerek (sistemik vazodilasyon) kan basıncının kişinin normal kan basıncından en az %30 ya da standart değerlerden %30 daha düşük olmasına sebep olur. Bifazik anafilaksi, kişinin ilk reaksiyona sebep olan alerjenle tekrar karşılaşmamasına rağmen belirtilerin 1-72 saat içinde geri gelmesi ile tanılanır. Bazı çalışmalar anafilaksi vakalarının yaklaşık %20'sinin bifazik olduğunu iddia etmektedir. Belirtiler genel olarak 8 saat içinde tekrar görülür. İkinci reaksiyon, ilk anafilakside olduğu gibi aynı şekilde tedavi edilir. Psödoanafilaksi veya anafilaktoid reaksiyonlar, alerjik reaksiyona değil mast hücrelerinin doğrudan zarar görmesine (mast hücreleri degranülasyonu) bağlı olan anafilaksinin eski isimleridir. Günümüzde Dünya Alerji Örgütü tarafından kullanılan isim "bağışık olmayan anafilaksi"dir. Bazıları, eski isimlerin artık kullanılmamasını önermektedir.
Alerji testi.
Alerji testi, kişinin anafilaksisine neyin sebep olduğuna karar vermeye yardımcı olabilir. Cilt alerji testleri (yama testleri gibi) çeşitli gıdalar ve venomlar için mevcuttur. Belirli antikorlar için yapılan kan testleri; süt, yumurta, fıstık, ağaç yemişi ve balık alerjisini belirlemede yardımcı olabilir. Cilt testleri penisilin alerjisini belirleyebilir ama başka ilaçlara karşı olan alerjileri belirlemede kullanılabilecek cilt testi yoktur. Bağışık olmayan anafilaksi formları yalnızca kişinin geçmişine bakılarak ya da kişiyi geçmişte reaksiyon göstermesine sebep olmuş bir alerjene maruz bırakarak teşhis edilebilir. Bağışık olmayan anafilaksiler için bir cilt veya kan testi bulunmamaktadır.
Ayırıcı tanı.
Bazen anafilaksiyi, astım, oksijen yetmezliğine bağlı bayılma (sinkop) ve panik ataklardan ayırt etmek zordur. Astım hastalarının genelde kaşınma veya mide ya da bağırsak semptomları yoktur. Bir insan bayıldığında cildi solgundur ve kaşıntısı olmaz. Panik atak geçiren birinin cildi kızarık olabilir ama kurdeşeni olmaz. Benzer semptomları olan diğer durumlar, bozulmuş balık zehirlenmesi (histamin zehirlenmesi) ve belirli parazitlerden kaynaklanan enfeksiyonlardır (anisakiyaz).
Korunma.
Anafilaksiden korunmak için tavsiye edilen yöntem, geçmişte reaksiyona sebep olan koşullardan uzak durmaktır. Bunun mümkün olmadığı durumlarda, vücudun bilinen bir alerjene reaksiyon göstermesini önlemek için bazı tedavilere başvurulabilir (desensitizasyon. Zar kanatlı venomlara karşı bağışıklık sistemine uygulanan tedaviler (immunoterapi); arılara, yaban arılarına, eşek arılarına, sarı yabanarılarına ve ateş karıncalarına karşı olan alerjilere karşı hassasiyeti azaltmada yetişkinlerde %80-90 ve çocuklarda %98 oranında etkilidir. Oral bağışıklık tedavisi süt, yumurta, fındık ve fıstık gibi bazı besinlere karşı hassasiyeti azaltmada etkilidir; ama bu tedavilerin genellikle kötü yan etkileri vardır. Hassasiyetin azaltılması çoğu ilaç tedavisiyle de mümkündür ancak çoğu insan ilaç tedavisi probleminden sakınmalıdır. Bitki sütüne alerjisi olan kişilerin bağışıklık tepkisine sebep olan avokado, muz ve patates gibi(karşı reaktif besinler) içeriğe sahip besinlerden uzak durmaları önemlidir.
Yönetim.
Anafilaksi; hava yolunun açılması, oksijen desteği, damardan yoğun miktarda sıvı verilmesi ve yakın görüntüleme gibi hayat kurtarıcı önlemler gerektiren medikal bir acil durumdur. Epinefrin tercihe bağlı bir tedavidir. Antihistaminler ve steroidler genellikle epinefrine ek olarak kullanılır. Hasta normale döndükten sonra semptomların geri gelmediğinden emin olmak için, hastanede 2 ila 24 saat arasında gözetim altında tutulmalıdır; eğer hastada bifazik anafilaksi varsa semptomlar tekrar görünebilir.
Epinefrin.
Epinefrin (adrenalin) anafilaksi için öncelikli tedavi yöntemidir. Kullanılmaması için herhangi bir sebep yoktur. (hiçbir kesin kontrendikasyon yoktur). Anafilaksiden şüphelenildiği anda, bir epinefrin çözeltinin orta anterolateral kalçadaki adaleye enjekte edilmesi önerilmektedir. Hasta tedaviye iyi şekilde yanıt vermiyorsa, enjeksiyon 5 ila 15 dakikada bir tekrarlanabilir. Vakaların %16-%35'inde ikinci doz gereklidir. İki dozdan fazlası nadiren gerekli olur. Adaleye enjeksiyon yapılması (kas içine uygulama), ilacın daha yavaş emileceği cilt altına enjekte edilmesine (cilt altına uygulama) tercih edilmelidir. Epinefrinden kaynaklanan minör problemler arasında titreme, anksiyete, baş ağrıları ve çarpıntı yer alır.
B-Blokör kullanan hastalarda epinefrin etkili olmayabilir. Bu durumda, eğer epinefrin etkili olmazsa, damardan glükagon uygulanabilir. Glükagonun eylem mekanizması içinde β-alıcılar yer almaz.
Gerekliyse, seyreltik çözelti kullanılarak epinefrin damara (intravenöz enjeksiyon) enjekte edilebilir. Ancak intravenöz epinefrin, düzensiz kalp atışları (disritmia) ve kalp krizleri ile (miyokard enfarktüs) bağlantılıdır. Anafilaksi hastalarının epinefrini kendi kendilerine kaslarına enjekte etmelerini sağlayan oto epinefrin enjektörler tipik olarak iki doz halinde bulunur: biri 25 kilogramdan ağır ocuk ve yetişkinler için diğeri de 10–25 kg çocuklar için.
Yardımcılar.
Antihistaminler genelde epinefrine ek olarak kullanılır. Teorik sebeplere dayanarak etkili oldukları varsayılır, ancak anafilaksi tedavisinde gerçekten etkili olduklarına dair çok az kanıt vardır. 2007 Cochrane incelemesinde, önerilmeleri için yeterli kalitede herhangi bir çalışmaya rastlanmamıştır. Antihistaminlerin sıvı artışı veya hava yolunda spazm oluşmasında etkili olduğuna dair bir inanış yoktur. Hasta halihazırda anafilaksi nöbeti geçirirken kortikosteroidlerin bir fark yaratması pek mümkün görünmemektedir. Bifazik anafilaksi riskini azaltma umuduyla kullanılabilirler, ancak ileride anafilaksiyi engellemede ne kadar etkin oldukları belirsizdir. Solunum cihazı (nebulizör) yoluyla verilen salbutamol, epinefrinin bronkospazm belirtilerini rahatlatmadığı durumda etkili olabilir. Yumuşak kasları rahatlatabileceğinden dolayı, diğer önlemlere karşılık vermeyen hastalarda metilen mavisi kullanılır.
Hazırlık.
Anafilaksi riski altında olanların bir "alerji eylem planı" hazırlamaları önerilmektedir. Anne babalar, okullara çocuklarının alerjileri ve anafilaktik acil durumda neler yapılması gerektiği hakkında bilgi vermelidir. Eylem planında genellikle epinefrin oto enjektörlerinin kullanılması, medikal uyarı bileziği takılmasının önerilmesi ve tetikleyicilerden nasıl korunulacağına dair danışmanlık yer alır. Belirli tetikleyiciler için, vücudu alerjik reaksiyona sebep olan içeriğe karşı daha az hassas hale getirecek tedavi mevcuttur. Bu tür bir tedavi, ileride oluşabilecek anafilaksi nöbetlerini önleyebilir. Birkaç yıl süren deri altı desensitizasyonunun sokan böceklere karşı etkili olduğu bulunmuştur; oral desensitizasyonun da pek çok besine karşı etkilidir.
Genel Görünüm.
Sebebi biliniyorsa ve hasta acilen tedavi edilirse düzelme şansı oldukça yüksektir. Sebebi bilinmese bile reaksiyonu durduracak ilaç tedavisi mevcut ise hasta genellikle iyileşir. Ölüm genellikle solunuma (hava yolunun tıkanması) veya kardiyovasküler sebebe (şok) bağlı olarak gerçekleşir. Anafilaksi, vakaların %0,7-20'sinde ölüme sebep olur. Bazı ölüm vakaları dakikalar içinde gerçekleşir. Egzersiz nedeniyle anafilaksi yaşayan hastalar genelde iyi sonuçlar alır; yaşları ilerledikçe daha az sayıda ve daha az şiddetli nöbetler geçirirler.
Olasılık.
Anafilaksi oranı yıllık olarak 100.000 kişide 4-5'tir ve yaşam boyu riski ise %0,5-2%’dir. Oranların yükseldiği görünmektedir. 1980'lerde anafilaksi oranı 100.000 kişide yıllık yaklaşık 20 iken, 1990'larda 100.000 kişide yıllık 50 olmuştur. Artışın sebebi görünüşe göre besinlerden kaynaklanmaktadır. Gençlerde ve kadınlarda risk daha yüksektir.
Günümüzde anafilaksi, Birleşik Devletler’de yılda 500-1.000 ölüme (milyonda 2,4), Birleşik Krallık'ta yılda 20 ölüme (milyonda 0,33) ve Avustralya'da yılda 15 ölüme (milyonda 0,64) sebep olmaktadır. Ölüm oranları 1970'ler ve 2000'ler arasında azalmıştır. Avustralya'da anafilaksiden kaynaklanan ölümler kadınlarda çoğunlukla besinlere erkeklerde ise böcek sokmalarına bağlıdır. Anafilaksiden kaynaklanan ölümler genellikle ilaç tedavisinden kaynaklanmaktadır.
Tarihçe.
"Aphylaxis" (Afilaksi) terimi 1902 yılında Charles Richet tarafından türetilmiştir ve daha sonra kulağa daha hoş geldiği için "anaphylaxis" (anafilaksi) olarak değiştirilmiştir. Richet daha sonra 1913 yılında anafilaksi çalışmaları nedeniyle Tıp ve Psikoloji dalında Nobel Ödülüne layık görülmüştür. Bununla beraber, reaksiyonun varlığı antik çağlardan beri bilinmektedir. Terim Yunancadan gelmektedir |Yunanca sözcükler ἀνά ana, “karşı” ve φύλαξις phylaxis, “koruma”.
Araştırma.
Anafilaksi tedavisinde, epinefrinin dil altından (sublingual epinefrin) uygulanabilmesine yönelik devam eden çalışmalar bulunmaktadır. Anti-IgE antikor omalizumabın deri altından enjeksiyonu, tekrar oluşumun önlenmesine yönelik bir metot olarak geliştirilmekte olmakla beraber henüz tavsiye edilmemektedir.
Anafilaksi, vücutta alerjen maddelere karşı oluşabilen ciddi bir alerjik reaksiyon biçimidir. Bu alerjen maddelere örnek olarak böcek zehirleri, polenler, yiyecekler, ilaçlar verilebilir.
Bu tür maddelere maruz kalınca bağışıklık sistemimizin antikorları bazı kimyasal maddeler (mesela histaminler) salarlar. Bu kimyasal maddeler de vücudumuzda burun akması, deri kızarıklığı, kaşıntı gibi çeşitli alerji bulgu ve belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olurlar. Anafilakside bu belirtiler daha ağır ve ciddi bir biçimde ortaya çıkar. Kimyasal maddeler daha bol miktarda salınırlar; bunun sonucunda saniyeler içinde ani kan basıncı düşüklüğü, solunum yollarında darlaşma ve buna bağlı solunum güçlüğü, şok, şuur kaybı ve sonunda ölüm görülebilir. Anafilaktik şokta, alınan antikor immunglobulinlerle birleşerek, kanda histamin seviyesini yükseltir. Bunun neticesinde kapiller damar geçirgenliği artar. Vazodilatasyon şekillenir ve kan plazmasından intersitisiyel alana (doku sıvısına) plazma geçişi olur.
Anaflaksi, aniden ortaya çıkan, vücudu etkileyen, kısa sürede ölümle de sonuçlanabilen, şiddetli antijen-antikor tepkimesidir. Kişinin duyarlı olduğu bir maddeyle(alerjen) karşılaşması nedeniyle ortaya çıkan anaflaksinin kısa sürede oluşturduğu şiddetli belirti ve bulgulara anaflaktik şok denilmektedir. Hafif, orta düzeyde ve şiddetli olmak üzere sınıflandırılabilir.
Genellikle, Penicillin, cephalosporinler, sulfonamidler, demir, thiamine, bazı lokal anestezikler vücuda zerk (enjekte) edildiğinde
Çeşitli böcek sokmalarında (arı, ateş karıncası vd)
Kişilerin duyarlı olduğu bazı besinler(Kabuklu deniz ürünleri, fıstık, ceviz, süt ve süt ürünleri, çilek, mango, çikolata vd) yenildiğinde veya içildiğinde
Çevrede bulunan maddelerin (çiçek poleni, toz, duman, parfüm ve benzeri esanslar, toz veya gaz halindeki kimyasal maddeler) koklandığında ve/veya solunduğunda;
Anaflaksi 30 dakika içerisinde oluşursa da, bazen kişilere ve etkene göre bu ortaya çıkış süresi “saniyelerle saatler arasında” farklılık gösterebilir. Ölüm nedeni genellikle aniden oluşan bronkospazm(soluk yollarındaki daralmalar) ve bronşlardaki obstruksiyondur (soluk yolunda oluşan tıkanmadır). Hasta hayatta kalırsa belirtiler birkaç saat içerisinde kaybolur.
Anaflaktik/alerjik tepkiler, bir bölgede(lokal) veya tüm vücutta(sistemik) oluşabilir. Bölgesel etkilenme kısaca alerji olarak kabul edilirken, tüm vücudu etkileyen tepkiye anaflaktik şok denilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4661",
"len_data": 22148,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.3
}
|
Bağlama ya da saz, Türk halk müziğinde yaygın olarak kullanılan telli tezeneli bir çalgı türüdür. Tezene denilen kiraz ağacı kabuğundan yapılmış bir mızrapla tellere vurularak çalınır. Tekne bir kütükten oyulmuştur ve armut biçimindedir.
Kullanılan tekniğe göre mızrap (tezene) veya parmaklar ile çalınır. Parmaklarla çalma tekniğine "şelpe" ve "dövme" denir. Genellikle altta iki çelik ile bir sırma bam, ortada iki çelik ve üstte bir çelik ile bir sırma bam teli olmak üzere toplam 7 tellidir. Tezene ile çalınır.
Bağlama Ailesi.
Bağlama, kullanım amaçlarına göre farklı tür ve boylarda çalınmaktadır. Günümüzde genellikle aşağıdaki türlerle tanınır.
Bağlama; Tekne, Göğüs ve Sap olmak üzere üç ana kısımdan oluşmaktadır. Tekne kısmı genelde dut ağacından yapılmaktadır. Ancak dut ağacının dışında ardıç, kestane, ceviz, gürgen gibi ağaçlardan da yapılmaktadır. Göğüs kısmı ladin ağacından, sap kısmı ise gürgen, ak gürgen veya ardıç ağacından yapılmaktadır.
Bağlama metodları.
Halk müziğinde çoğunlukla karşılaşılan düzenler şunlardır:
Ayrıca bakınız.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4674",
"len_data": 1057,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.35
}
|
Elektro gitar, sesini manyetikleri aracılığı ile elektrik akımına dönüştüren ve bir amplifikatör ile bu akımdan ses elde edilmesine olanak tanıyan gitar türüdür.
Oluşturduğu sinyalin değiştirilebilir olması ve zamanında bir devrim niteliği taşıyan yükseklikte bir sese sahip olması nedeniyle, kullanım alanı çok genişlemiş bir gitar türüdür.
Elektronikteki gelişmeler ile tonal olarak sınırları 1960'lı yıllardan özellikleri ve çeşidi artan elektro gitarlar, özellikle 1980'li yılların başlarından itibaren üretilen süperstrat modeller başta olmak üzere günümüzün en bilindik enstrümanlardan biri haline gelmiştir.
Elektro gitar türleri.
Boş gövdeli.
Boş gövdeli gitarlar, "aynı zamanda kıvrımlı üst yüzeyleri ile Archtop adını da alır", bir yükselticiye gereksinim duymadan, sesin gitardaki boşlukta yankılanarak zengin bir ton çıkarmasıyla çalınan gitarlardır. Her ne kadar bu özelliğe sahip olsalar dahi, bu gitarlar da manyetiklerle kullanılabilmektedir. Üst ve alt ağaç plakaları bir parçadan oyulmuş, yahut ısı ile preslenmiş ağaçlar olabilir. Bu tip gövdelerde keman ailesindeki gibi f delikleri bulunabilir. Bu tarz gövdeyi 1890'da tasarlayan ve dünyaya tanıtan Gibson firmasıdır. Tam olarak 60 hz -250 hz desibel ortaya çıkarabilir.
Katı gövdeli.
Katı gövdeli gitarlar; masif gövdeye sahip, sesin doğal yollardan yükselmesine izin vermeyen tipte gövdelere sahip gitarlardır. Yüksek çıkış gücü olan ses kaynaklarının olduğu yerlerde geri beslemeyi en aza indirgeyen gövde türüdür. Fender firması, Stratocaster ve Telecaster modelleri ile bu tip gövde yapımına katkıda bulunmuştur. Gibson firmasının katı gövdeli Les Paul modeli gitarlarının çoğunda da Archtop özelliği bulunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4675",
"len_data": 1685,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.59
}
|
Barselona (İspanyolca ve Katalanca: Barcelona), İspanya'nın kuzeydoğu kıyısında bulunan bir kent. Katalonya özerk bölgesinin başkenti ve en büyük kenti, ayrıca İspanya'nın nüfus bakımından ikinci en büyük kentidir. Şehir merkezi sınırları içindeki nüfusu 1,6 milyon, komşu ilçelerle birlikte Barselona ilinin nüfusu 4,8 milyondur. Avrupa Birliği sınırları içindeki beşinci en büyük metropoliten alandır. Kent, İspanya-Fransa sınırının yaklaşık 150 km güneyinde yer alır. İspanya'nın Akdeniz kıyısındaki en önemli limanı ve ticaret merkezidir. Kendine özgü kültürü ve güzelliğiyle ün yapan Barselona'nın, Gaudi'nin başını çektiği modernizm akımıyla planlanmış, 1900'lerden kalma ızgara planlı modern bölümü ilgi çekmektedir. Yaygın dil Katalanca'dır.
Zengin bir kültürel mirasa sahip olan Barselona, günümüzde önemli bir kültür merkezi ve önemli bir turizm destinasyonudur. Özellikle Antoni Gaudí ve Lluís Domènech i Montaner'in UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alan mimari eserleri ünlüdür. Şehir, İspanya'nın en prestijli iki üniversitesine ev sahipliği yapmaktadır: Barselona Üniversitesi ve Pompeu Fabra Üniversitesi. Akdeniz için Birlik'in genel merkezi Barselona'da bulunmaktadır. Şehir, 1992 Yaz Olimpiyatları'nın yanı sıra dünya çapında konferans ve fuarlara ve ayrıca birçok uluslararası spor turnuvasına ev sahipliği yapmasıyla tanınmaktadır.
Barselona, Avrupa'nın başlıca limanlarından biri ve Avrupa'nın en işlek yolcu limanı olan Barselona Limanı, yılda 50 milyondan fazla yolcuya hizmet veren Barselona Uluslararası Havalimanı, geniş bir otoyol ağı ve Fransa ile Avrupa'nın geri kalanına bağlantı sağlayan yüksek hızlı tren hattı ile bir ulaşım merkezidir.
Tarih.
Barselona söylentiye göre MÖ 3. yüzyılda Kartacalılar tarafından eski bir İberya kenti üzerine kurulmuştur. Kentin adı, eski İberce "Barkeno" sözcüğünden gelir. Latince kaynaklarda ise "Barcino", "Barcilonum" ve "Barcenona" olarak anılır.
MÖ 218'de Romalılar tarafından fethedildi ve MÖ I. yüzyılda sömürge statüsü aldı. Kent Roma döneminde Colonia Faventia Julia Augusta Pia Barcino adını almış, Magriplilerce de Barcaluna olarak adlandırılmıştır. 415'te Vizigotların işgal ettiği kent, 717 dolaylarında Endülüs Emevi Devletinin topraklarına katıldı. 801'de Karolenj Hanedanı'ndan I. Louis (Dindar Louis) kenti Endülüs devletinden alarak kendi topraklarına kattı. Barselona kontları bu dönemde özerkleştiler ve 10.-11. yüzyıllarda Katalonya'nın geri kalan bölgelerini de denetimleri altına aldılar. 1137'de Katalonya ve Aragon'un birleşmesiyle kentte ticaretle uğraşan varlıklı sınıfların siyasi gücü arttı. Kısa sürede Barselona, Akdeniz ticaretinde Cenova ve Venedik'le boy ölçüşür hale geldi.
14. yüzyılda veba salgınları nüfusu önemli ölçüde azaltınca kent bir duraklama dönemine girdi. Napoli'nin 1442'de Barselona'nın yerine Katalonya-Aragon monarşisinin merkezi olması kentin önemini daha da azalttı. 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun Akdeniz'de artan gücü ve Amerika'nın keşfi de Barselona'nın Akdeniz ticaretindeki konumunu gölgeledi. 1615'ten sonraki dönemde Madrid'deki yöneticilerle ilişkiler bozuldu ve Katalonya'nın Amerikan kolonileriyle ticaret yapması tümüyle engellendi. 1705'te İspanya Veraset Savaşı sırasında Avusturyalı arşidük III. Karl Barselona'da krallığını ilan etti. Ama V. Felipe savaşı kazanınca kent 1714'te ele geçirildi ve özerkliğine son verildi.
1808-13 arasında Napoléon'un egemenliği altında kalan kent, bundan sonraki dönemde hızla sanayileşmeye başladı. Buhar gücüyle çalışan ilk dokuma fabrikası 1832'de açıldı. Kısa sürede Barselona, İspanya Krallığı'nın en önemli kenti haline geldi. İşçi sayısının hızla artmasıyla siyasi ve toplumsal çatışmalar da baş gösterdi. Bunların en önemlileri 1835'te 11 manastırın tahrip olmasına ve 1909'da 60'tan fazla kiliseyle dinsel yapının bütünüyle yakılmasına yol açan olaylardı.
Barselona, Katalan ayrılıkçı hareketinin de merkeziydi. 1936'da İspanya İç Savaşı'nın başlamasıyla kent Özerk Katalonya hükûmetinin ve Cumhuriyetçi güçlerin merkezi durumuna geldi. Temmuz 1936'da, şehri Francisco Franco'ya teslim etmeyi amaçlayan askeri ayaklanma, sendikacı milislerin kitle halinde harekete geçmeleriyle bastırıldı. Mart 1938'de İtalyan hava kuvvetleri tarafından şiddetli biçimde bombalandı. Ocak 1939'da kentin işgali Cumhuriyetçi hükûmetin yenilgiyi kabul etmesine yol açtı.
Franco kuvvetlerinin eline geçmesinden sonra Katalonya'nın özerk kurumları feshedildi. İç Savaş sırasında uğradığı yıkıma rağmen Barselona, sanayileşmiş ve zengin bir bölgenin merkezi olarak gelişimini devam ettirdi.
1978'de yeni anayasa uyarınca Katalonya Özerk Topluluğu'nun (Generalitat de Catalunya) merkezi oldu. Bölgede Barselona'yla birlikte Gerona ve Lérida ve Tarragona illeri yer alır. 1992 Yaz Olimpiyatları'na ev sahipliği yaptı.
Coğrafya ve İklim.
Barselona İber Yarımadası'nın kuzeydoğu kıyısında yer alır. Güneydoğu yönünde Akdeniz'e doğru inen hafif eğimli bir arazi üstünde kurulmuştur. Kuzeydoğuda Besôs, güneybatıda Llobregat nehirlerinin arasında kalan verimli ovada yer alır. Kuzeybatıdan, en yüksek tepesi Tibidabo (532 m) olan dağlarla çevrilidir. Akdeniz ikliminin hüküm sürdüğü Barselona'da iklim yumuşaktır.
Kentin Yapısı.
Barselona kent planı düzenli ve uyumludur. Ticaret ve yerleşme alanları eski kentin merkeziyle çevresinde yoğunlaşmıştır. Sanayi bölgeleri bunların dışından çevreye doğru yayılır. Eski kentin ana ekseni, kuzeyde büyük ticaret merkezi Plaza de Cataluña, güneyde ise Paseo Marítimo ve kıyı şeridi arasında uzanan bir dizi bulvardan oluşan Ramblas'tır. Geniş kaldırımları, ağaçlar altındaki bankları ve kitap, gazete, el sanatı ürünleri, özellikle de başta kuşlar olmak üzere ev hayvanları ve çiçek satılan küçük dükkanlarıyla Ramblas sevilen bir gezinti alanıdır.
Yeni kent Ensanche (Uzantı), birbirini dikine kesen geniş caddeleriyle kuzeye doğru uzanır. Eski kenti ve Ramblas'ın batısını yarım daire biçiminde çevreleyen Rondas'ın kuzey ucunda Üniversite Meydanı yer alır. Bu meydan geçen geniş Jose Antonio caddesinin her iki başında birer boğa güreşi arenası vardır. Kentteki öbür ana cadde kuzeydoğu-güneybatı doğrultusunda uzanan Avinguda Diagonal'dır (1979'a kadar Avenida del Generalismo Franco).
Demografi.
Barselona'nın nüfusu 20. yüzyılın ilk yarısında yavaş bir artış hızı göstermiştir. 1950'lerden 1980'lerin başlarına kadar İspanya'nın daha az gelişmiş yörelerinde gelen göçle nüfusu hızla artmış, 1980'ler ve 1990'lar boyunca yüksek yaşam standartları nedeniyle nüfus artışı yavaşlamaya başlamıştır.
Barselona kentinin nüfusu 2006 yılı itibarıyla 1.673.075, metropoliten alanının nüfusu 3.218.071'tür. Nüfusun üçte ikiye yakını Katalonya doğumludur.
Resmi dil olan İspanyolca Berselona'nın hemen hemen her yerinde anlaşılır. Bununla birlikte Barselona'nın yerel dili olan Katalanca nüfusun ezici bir kesimi tarafından konuşulur. Yine nüfusun büyük bir kısmı Katolik Hristiyandır, bununla birlikte Evanjelist, Ortodoks, Müslüman, Yahudi ve Budist azınlıklar da yaşar. İspanya'daki en büyük Yahudi nüfusa ev sahipliği yapar.
Ekonomi.
Katalonya'daki sanayi kuruluşlarının dörtte üçü Barselona ve çevresindedir. Buradaki üretim, toplam ülke üretiminin önemli bir kısmını oluşturur. 18. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak en önemli sanayi kolu olan dokumacılık, sonraları yerini metalurji ve makine sanayilerine bırakmıştır. Ama Avrupa Birliği'ne üye olması dokumacılığın modernleşmesine ivme kazandırmıştır. Başlıca imalat ürünleri otomobil, ağır makineler, kimyasal maddeler, ilaç, kozmetik ve deri ürünleridir. Barselona, borsası ve kentteki yerli ve yabancı bankacılık kuruluşlarıyla önemli bir finans merkezidir.
Deniz taşımacılığı da kent ekonomisinde önemli yer tutar. Yüzden fazla denizcilik şirketinin gemileri kenti dünya limanlarına bağlar. Bunların yanı sıra turizm de Barselona'nın önde gelen gelir kaynakları arasındadır.
Kültür ve Eğitim.
Barselona, bütün İspanya için bir kültür merkezi olmasının yanı sıra, Katalan dili ve kültürünün zenginleştirdiği özgün bir tarihsel geleneğe de sahiptir. Katalonya'nın siyasi ve toplumsal tarihinde belirleyici olan Katalan kültürü kapalı ve yerel bir kimliğe bürünmemiş, tersine dünyadaki öbür akımlarla, özellikle Avrupa'ya açılarak gelişmiştir.
1450'de kurulmuş olan Barselona Üniversitesi ve 1968'de kurulan Özerk Barselona Üniversitesi kentin önde gelen bilim ve araştırma kurumlarındandır. Kentte büyük önem taşıyan müzeler arasında romanesk ve gotik ressamların yapıtlarını barındıran Katalonya Güzel Sanatlar Müzesi, 12-18. yüzyıl heykellerinin sergilendiği Federico Marés Müzesi ve gençliğinde dokuz yıl burada yaşamış olan Pablo Picasso'nun pek çok yapıtının bulunduğu Picasso Müzesi, Deniz Müzesi ve Joan Miró Vakfı önemli yer tutar.
Ünlü ressam Picasso da 1895-1900 yıllarında Barselona'da yaşamıştır ve 1900 yılında ayrıldığı Barselona'ya 1901 yılında dönen Picasso 1904 yılına kadar tekrar Barselona'da yaşamış ve "Mavi Dönemim" dediği ürünlerini yaratmış, fakat 1904 yılından sonra Fransa'ya yerleşmiştir. 1973 yılında Fransa'da ölmüştür. Museo Picasso (Picasso Müzesi), 1981 yılında eşinin de Picasso'nun yaptığı seramik çalışmalarını bağışlamasıyla bugünkü halini almıştır. Ünlü ressamın 2.500'den fazla eserini bu şehirde özellikle de Museo Picasso'da görmek mümkündür.
1847'de kurulan Teatro del Liceo kent opera ve balesinin barındırır. Kentte saygın bir senfoni orkestrası da vardır. Geleneksel Katalan halk oyunları yörenin önemli sanat gösterilerindendir. Kentte 130 sinema ve 14 tiyatrodan başka eğlence parkları bulunur.
Spor.
Barselona, uzun spor geleneğine sahip bir şehir olarak 1992 Yaz Olimpiyatları ile İspanya'da düzenlenen 1982 FIFA Dünya Kupası'na iki stadyumuyla ev sahipliği yapmıştır. Şehir, 1899'da kurulan, dünyanın en çok tanınan futbol takımı ve dünyanın en zengin ikinci futbol kulübü olan Barcelona Futbol Kulübü'nün (FC Barcelona) evidir. FC Barcelona'nın ayrıca basketbol (Barcelona (basketbol takımı)), hentbol (FC Barcelona (hentbol)), rink hokey (FC Barcelona Hoquei) ve buz hokeyi (FC Barcelona (buz hokeyi)), futsal (FC Barcelona Futsal) ve ragbi (FC Barcelona (ragbi)) takımları da vardır. Kentin diğer önemli futbol takımı Espanyol'dur.
Popüler spor olayları arasında uluslararası otomobil yarışları, yüzme, tenis ve futbol karşılaşmaları sayılabilir. 10 binden fazla kişinin katıldığı Barselona Maratonu mart ayında düzenlenir.
Şehirde UEFA'nın beş yıldız kategorisindeki iki stadyum bulunur. Bunlar, FC Barcelona'nın maçlarını oynadığı ve 100 bin kişilik kapasitesiyle Avrupa'nın en büyük stadyumu olan Camp Nou ile 1992 Yaz Olimpiyatları'nın düzenlendiği 55.000 kapasiteli Lluís Companys Olimpiyat Stadyumu'dur.
Yapılar.
Kentin en eski yerleşim alanı, küçük bir tepe olan Monte Taber'dir. Roma dönemi surlarının kalıntıları buradaki bazı sokaklarda hala görülür. Eski kentin ortasındaki Barselona Katedrali'nin yapımına 1289'da kuzey cephesi ile başlanmış büyük bölümü 14. yüzyılda yapılmasına karşın ancak 15. yüzyıl sonlarında tamamlanmıştır. Batı cephesi ise 19. yüzyılda eklenmiştir. Geç gotik kiliselerde görülen mekansal bütünlük endişesi bu yapıda da kendini gösterir. Neflerin genişliği, yüksekliği, geniş aralıklı taşıyıcı ayakların inceliği ve transeptin ana nefe göre çok az dışarı taşması ile iç mekan bütün uzunluğu ve genişliğiyle tek bir hacim olarak kavranmaktadır. İç payandalar arasında şapeller yer alır. Bezemelerde zarif, gösterişli ve egzotik bir üslup egemendir; ışık kullanımı ise kısıtlıdır. Katedralin yakınlarındaki Plaza del Rey'de, büyük bölümü 14. yüzyılda inşa edilen Barselona kontlarının sarayı Palacio Real Mayor ve Aragon krallık arşivinin korunduğu 16. yüzyıl sarayı yer alır. Plaza de San Jaime'de 15. ve 16. yüzyıllrda inşa edilen Kongre Sarayı ve gotik Belediye Meclisi Binası vardır. Puerta de la Paz'daki 65 m'lik Kristof Kolomb Anıtı ve hemen yakınında bugün deniz müzesi olarak kullanılan 14. yüzyıl tersanesi Reales Atarazanas, kentin ilgi çekici yapılarındandır.
Barselona'nın belki de en önemli mimari yapısı ve kentin simgesi olan devasa Sagrada Familia Kilisesi'nin yapımına 1882 yılında mimar Villar başladı. Bir yıl sonra ünlü Katalan mimar Antoni Gaudi görevi devraldı. Gaudi'nin ömrü ancak kilisenin ön cephesi ve planlanan on sekiz kuleden sekizini tamamlamak için yetti. Gotik tarzın örneği olan ünlü kilise hâlâ tamamlanamadığı için 'Bitmeyen Kilise' olarak da bilinir. Kilisenin 2026-2028 yılında tamamlanması bekleniyor.
Kente damgasını vuran yerlerden birisi de Akdeniz'in en hareketli limanı olan Barcelona Limanıdır. Bu limana yılda 700.000'den fazla gemi uğradığı söylenir. Limana çıkan ana yollardan biri, ünlü kâşif Kristof Kolomb Anıtı'na gider.
Kent Meydanında yer alan arena, Katalanlar ve turistler için ilgi çekici bir yerdir. Flamenko dansının izlenebileceği gece kulüpleri çok sayıdadır. Aslında Barcelona daha çok bir eğlence şehridir; kentin her yerinde eğlenilebilecek yerler bulmak mümkündür.
Ulaşım.
Kentteki ulaşım otobüs, troleybüs, metro ve banliyö trenleri ile sağlanır. Tramvaylar 1971'de kaldırılmıştır. 1970'lerde hızlı ulaşıma olanak veren çevre yolları ve Tibidabo Tepesinin altından geçen tünellerle kentin çevredeki tepelerin ötesine doğru genişlemesi sağlanmıştır.
1747'de inşa edilen dalgakıran 17. yüzyılda bir liman haline gelmiştir. Sonraları genişletilen Barselona limanı giderek bugünkü dev boyutlarına ulaşmıştır.
Havalimanları.
Barcelona Uluslararası Havalimanı, kentin 10 km dışında, Llobregat Ovası'nda kurulmuştur. Şehir merkezinden 17 km uzaklıkta yer alan havalimanı, yıllık 35 milyonun üzerindeki yolcu trafiğiyle İspanya'nın ikinci, Akdeniz kıyısındaki en büyük havalimanıdır. Havalimanı çoğunlukla İspanya içine ve Avrupa'ya yapılan seferlerde kullanılır, bunun dışında havalimanını, Latin Amerika, Asya ve ABD'deki destinasyonlara uçan havayolları da kullanır.
Barselona'ya 20 km uzaklıktaki Sabadell Havalimanı ise adını aldığı Sabadell kasabasının yakınındadır ve uçuş eğitimi ile özel uçaklar için kullanılır. Barselona'dan 90 km uzakta bulunan, Fransa sınırı yakınındaki Girona-Costa Brava Havalimanı düşük maliyetli havayolları tarafından tercih edilir.
Kardeş şehirler.
Galeri.
Barselona
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4679",
"len_data": 14107,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.49
}
|
Andrey Arsenyeviç Tarkovski (Rusça: Андрей Арсеньевич Тарковский; 4 Nisan 1935 - 29 Aralık 1986) Sovyet-Rus film yönetmeni, senarist ve film kuramcısıdır. Tüm zamanların en büyük ve en etkili film yönetmenlerinden biri olarak kabul edilir. Yavaş ve şiirsel sinemanın önde gelen temsilcilerindendir.
Hayatı.
4 Nisan 1932'de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nde doğdu. Sergei Eisenstein'den sonra adı en çok duyulan Sovyet sinemacılardan biri olan Andrei Tarkovsky (Ünlü şair Arseniy Tarkovsky'nin oğlu), VGIK Sovyet Film Okulu'na girmeden önce müzik ve Arapça eğitimi aldı. VGIK'te saygın yönetmen Mikhail Romm'un öğrencisi oldu. Romm öğrencilerini bireysel yeteneklerini geliştirmek yolunda teşvik eden bir entelektüeldi.
Tarkovsky uluslararası sinema arenasında, ilk uzun metrajlı yapımı olan "Ivanovo detstvo" (İvan'ın Çocukluğu - 1962) ile dikkatleri üzerine çekti ve Venedik Film Festivali'nde büyük ödül kazandı. II. Dünya Savaşı yıllarında on iki yaşında bir casusun hikâyesini anlatan bu ödüllü film, ikinci yapımı için otoritelerde büyük bir beklenti oluşturdu.
İkinci filmi "Andrei Rublyov" (Andrey Rublev - 1966), 1971'e kadar Sovyet yetkililerce yasaklanmış olarak kaldı. Cannes Film Festivali dahilinde, ödül almaması için kasıtlı olarak festivalin son günü sabah saat 4:00'de gösterilmesine rağmen bir ödül kazanmayı başardı. 1972'de ünlü bilimkurgu yazarı Stanislav Lem'in aynı adlı romanından uyarlanan "Solyaris" (Solaris), Stanley Kubrick'in ""'na Sovyetlerin cevabı olarak görüldü ancak Tarkovsky bunu hiçbir zaman kabul etmedi. Solaris gezegeninin yörüngesindeki bir uzay istasyonunda yaşanan doğaüstü olayların ve insanların hayalleri ve vicdan muhasebeleri üzerine derin bir gerilim-bilimkurgu filmi olan Solaris, diğer yapıtlarına göre daha rahat bir şekilde seyirciyle buluştu ancak 1975'te çektiği "Zerkalo" (Ayna) ile tekrar "Resmi Engeller"e takıldı. Tarkovsky'nin kendi çocukluğundan kalma bazı anıları ile, kırklı yaşların sonundaki bir adamın çocukluğu, annesi ve savaş ile ilgili anılarında Sovyet halkına farklı bir bakış açısı sunan bu film yine pek çok resmi otorite tarafından yasaklanması gereken bir film olarak görüldü.
Bir sonraki film "Stalker" (İz Sürücü - 1979), ilk versiyonun bir laboratuvar kazası ile yok olmasından sonra, çok düşük bir bütçe ile yeniden çekilmek zorunda kaldı. Tarkovsky sinemasının belirgin özelliklerinden olan ağır ve uzun planların, özenli kompozisyonların, derin anlamlar içeren diyalogların en güzel şekilde kullanıldığı bu filmi takip eden ve resmi makamların izni ile İtalya'da çekilen "Nostalghia" (Nostalji - 1983) Andrei Tarkovsky'nin sıla özlemini dışa vurduğu ve sürgünde çevirdiği ilk filmidir. Son filmi "Offret" (Kurban - 1986)'in çekimlerini İsveç'te, Ingmar Bergman'ın ekibi ile tamamladı. Aynı sene Cannes Film Festivali'nde tam dört ödül alarak festivale damgasını vurdu. 28 Aralık 1986 tarihinde, Paris'te akciğer kanseri sebebiyle hayata veda etti.
1990'da "sinema sanatına olağanüstü katkısı, evrensel insani değerleri ve hümanist düşünceleri olumlayan yenilikçi filmleri" nedeniyle Tarkovsky'ye Lenin Ödülü verildi.
Sovyet yönetiminin tutumu.
Her ne kadar Tarkovsky'nin kendi mektuplarında ya da yakın çevresinin tanıklığında Tarkovsky Sovyet ideolojisinin bir "kurbanı" olarak görülse de, bu durumun Glasnost'un yarattığı politik atmosferle ilgisi olduğu da düşünülebilir. Her ne kadar sistem tarafından kendisine ayrıcalık verilmemişse de, Alexander Askodlov ya da Kira Muratova gibi filmleri yasaklanan yönetmenler gibi baskı görmemiş ya da Sergei Parazdhanov gibi yargılanıp, hapsedilmemiştir. 1970'lerdeki işsizlik zamanında bile filmler planlamaya, senaryo yazmaya ve hatta 1977'de Hamlet'i sahneye koymaya fırsat bulmuştur.
Johnson ve Petrie Tarkovsky'nin günlüğündeki bir tutarsızlıktan söz ederler. Roma'da bulunduğu dönemde günlüğüne yazdığı kimi sayfalarda Tarkovsky gerek Mosfilm stüdyolarındaki, gerekse de genel olarak Goskino'daki bürokratlardan yakınır, film çekiminin bütün adımlarının ne kadar güç olduğundan bahseder, filmlerinin festivallere yeterince gönderilmediğinden ve özellikle de Zerkalo ve Stalker'in Cannes'da resmi olarak engellenmesini acı bulduğunu bildirir. Bununla birlikte yine Tarkovsky'nin günlüğünde Fransa'ya, birçok kere İtalya'ya, İsviçre'ye, İsveç'e ve başka ülkelere genellikle festivallere katılmak üzere yaptığı ve genellikle parti çizgisindeki yönetmenler için mümkün olan gezilerden bahsedilir. Aynı sıralarda Paradzhanov hapistedir. Filmleri Andrey Rublev hariç tamamlandıktan çok kısa bir süre sonra gösterime girmiştir. Filmleri Tarkovsky'nin dilediği gibi birçok festivalde yer alamadıysa da, Tarkovsky'nin günlüğünde belirttiği üzere, 1980 Mart ayı itibarıyla 26 tane ödül kazanmıştır. Johnson ve Petrie bu çelişkiyi yorumlarken bazı yazarların iddia ettiği gibi Tarkovsky'nin "Goskino'nun gözdesi" olmadığını vurgularlar. Bununla birlikte ulaştığı uluslararası başarının ister istemez yönetim tarafından bir saygı görmesine yol açtığını ve bu uluslararası ünün, yönetmenin sorunlarını popülerleştirmekte yardımcı olduğunu belirtirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4689",
"len_data": 5080,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.53
}
|
Ayak mantarı (tinea pedis), ayaklarda oluşan bir mantar enfeksiyonudur. Sporcularda sık görülen bir rahatsızlık olduğundan bazı dillerde atlet ayağı olarak bilinir. Ayak mantarı rahatsızlığına neden olan cilt mantarı, nemli ortamlarda yaşamakta ve duş gibi ortak kullanım alanlarında ve ortak kullanılan havlu, çorap gibi nesneler vasıtasıyla kolaylıkla bulaşabilmektedir.
Dermatofitler ("Trichophyton rubrum", "T. mentagrophytes" veya "Epidermophyton floccosum") denilen mantarlar tarafından yapılan bir enfeksiyondur. Vücudumuzda normalde bakteriler ve mantarlar hastalık yapmadan yaşayabilirler. Uygun ortam bulduklarında hızla çoğalıp, enfeksiyona neden olurlar. Ayak mantarı oldukça sık rastlanan bir cilt mantar enfeksiyonudur. Genellikle ergenlikten sonra daha sık görülür. En sık görülen ve en çok tekrar eden mantar enfeksiyonudur. Diğer mantar enfeksiyonlarıyla birlikte görülebilir. Ayak mantarı ve benzer hastalıklara tinea enfeksiyonları denir ve saç, tırnak ve dış deri gibi dokularda yaşayabilirler. Nemli ve ılık bölgelerde daha kolay ürerler. Sıkı ayakkabılar giyilmesi, cildin uzun süre nemli kalması, küçük tırnak ve cilt sıyrıkları duyarlılığı arttırabilir. Tinea enfeksiyonları bulaşıcıdır, direkt temasla veya aynı ayakkabı, duş zemininin kullanılması ile kişiden kişiye geçebilir. Diabetus mellitus, uzun süreli antibiyotik kullanımı, bağışıklık sisteminin zayıflaması ile birlikte giden ilgili hastalıklar veya durumlarda fırsatçı enfeksiyona yol açan bu tarz mantar hastalıkları daha sık görünür.
Tinea grubu bakteriler kullanılan ilaçlara kolay direnç geliştirdikleri için tedaviyi zorlaştırabilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4698",
"len_data": 1630,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.62
}
|
Katalonya (Katalanca: "Catalunya", Oksitanca: "Catalonha", İspanyolca: "Cataluña"), İspanya'ya bağlı İber Yarımadası'nın kuzeydoğusunda yer alan özerk bölge. Katalonya 4 ilden oluşmaktadır: Barselona, Girona, Lleida ve Tarragona. Barselona, en büyük şehir ve başkenttir; İspanya'nın 2. en nüfuslu belediyesi ve Avrupa Birliği içerisindeki en yoğun nüfuslu 17. kentsel alandır.
Katalonya günümüzde büyük ölçüde eski Katalan Prensliği'nin sahip olduğu topraklardan oluşmaktadır. Kuzey sınırlarında Fransa ve Andorra, doğusunda Akdeniz, batı ve güney sınırlarında İspanyol özerk bölgeleri bulunmaktadır. Resmi diller Katalanca, İspanyolca ve Oksitanca'nın Aranca lehçesidir. Aranca, Aran Vadisi'nde yaklaşık 7 bin kişi tarafından konuşulur ve Oksitanca'nın bir lehçesidir. 2014 tahminlerine göre Katalonya toplam nüfusu 7.512.982'dir. Bölge nüfusu, İspanya nüfusunun %16,1'ini oluşturur.
27 Ekim 2017 tarihinde Katalonya Parlamentosu'nda yapılan oylamayla 70'e karşı 10 hayır ve 2 çekimser oyla İspanya hükûmetinin çağrılarına rağmen tek taraflı bağımsızlık ilan edilmiştir. Tek taraflı bağımsızlık ilanından sonra İspanya Senatosu'nda özerk hükûmetin görevden alınmasını sağlayacak düzenlemeler kabul edildi.
Tarihi.
Keltler ve Yunanlar yerleşimcilerin İber Yarımadası'na gelmesinden sonra yazılı tarihte ilk kez Romalılar'la MÖ. 218'de başladı. Roma İmparatorluğu'nun dağılma döneminde Vizigotlar, başkenti Barselona olan bir krallık yarattılar.
Orta Çağ.
717 yılında ise günümüzde Katalonya'yı oluşturan topraklar, Araplar tarafından fethedildi: Araplar, 717-718'de Tarragona'yı yıkıp yaktıktan sonra Barselona'yı işgal ettiler. 9. yüzyıl sonunda (873) Urgel ve Barselona Kontu Guifrö I (Wifredo) (865-898), Frank imparatorluğu'nun çökmesinden yararlanarak Pireneler ötesi frank markisinin yerine geçti. 10. yüzyılda İspanya Markalığı Gothia Markalığı'ndan ayrıldı.
11. yüzyıla değin, Guifrâ'nin torunlarının hüküm sürdüğü dönemde İspanya Markalığı, Frank krallığı'nın bir parçası olarak kaldı. Kurulmakta olan öbür İspanyol devletlerinden Orta Ebro bölgesindeki Müslümanların yerleşim yerleriyle ayrılan (tek bağlantı Aragón vadileriydi)
Bununla birlikte, 10. yüzyıldan sonra, İspanya Markalığı Fransa krallığı'ndan uzaklaştı; Fransa'nın Katalonya üzerindeki metbuluğu kısa bir süre sonra kâğıt üzerinde kaldı (13. yüzyıla değin). Markalık tüm olanaklarını Kurtuba (Córdoba) Emevileri'nin 986'da başlayan saldırılarını savuşturmakta yoğunlaştırdı. El-Mansur'un ele geçirdiği Barselona, Barselona Kontu tarafından geri alındı; ama iyice küçülen bölge 11. yüzyılın ortasına değin sürekli olarak kendini savunmak zorunda kaldı.
Kont, Yaşlı I. Ramón Berenguer (1035-1076), İspanya'da Müslümanlara karşı yapılan ilk savaştan (1063-1065) yararlanarak bundan üstünlük sağlayan ilk kişi oldu: Ampurdân ve Pallars kontları önünde eğildi, güneydeki birkaç Müslüman senyör vergiye bağlandı, Cortes'i topladı ve Katalan devleti için gerçek bir "Anayasa" niteliği taşıyan hukuksal töreleri ve kuralları bir araya getiren ülke "Usatges"ini ilan etti (1058), böylece Katalonya'nın siyasal yaşamının temellerini attı.
Ramón Berenguer'den sonra, ülke çetin bir veraset bunalımıyla karşılaştı; bu arada mağripli Zaragoza kralı adına savaşan ünlü "Cid", Barselona Kontu'nu yendi ve bir süre tutsak etti. Bununla birlikte kontluk Tarragona bölgesine 11. yüzyılın sonunda yayıldı.
III. Ramón Berenguer(1096-1131) Murabıtlar'ın istilasını (1108-1114) göğüslemek zorunda kaldı. 1114'te Müslümanlara karşı bir Katalan saldırısı düzenledi. Bu sefere Güney Fransa senyörleri de katıldı: Murabıtlar, Martorell'de yenilgiye uğratıldı. Bunun ardından III. Ramón Berenguerkarşı saldırıya geçti: denizde, bir süre için Mallorca'yı ele geçirdi (1115-16); karada, Müslümanlara karşı yapılan papa Gelasius II'nin salık verdiği İspanya haçlı seferinden (1118) ve Zaragoza'nın Haçlılar tarafından fethinden sonra, tüm Aşağı Ebro bölgesini topraklarına kattı.
Ramón Berenguer'in yayılmacılığı, yitirdiği toprakları yeniden ele geçirmeye yönelik basit bir fetih siyasetini aşıyordu: Besalú (1111), Cerdanya (1117) ve Ampurdân (1123) kontluklarını ele geçirdi; ayrıca Douce de Provence ile evlenerek Provence, Gevaudan, Rouergue ve Millau'ya sahip oldu.
Oğlu IV. Ramon Berenguer (1131-1162), keşiş kral Ramiro'nun vârisi Aragónlu genç Petronila ile evlenerek Katalonya tarihinin en önemli evresini başlattı. O tarihten sonra iki devletin (Katalonya ve Aragón) hükümdarlarının birleşmesiyle (1137) yazgıları da birleşti. IV. Ramon Berenguer, Tarragona ile Tortosa arasındaki Prades sierrasına boyun eğdirterek Katalonya'nın yeniden fethini tamamladı. Aragón, krallık olduğu için hukuki açıdan üstün görünse de, iki devletin birliğinde Katalonya'nın yeri daha önemliydi.
Kuzey Pireneler'in miras yoluyla Katalanlar'a geçmesi, Alfonso II'yi (1162-1196) Roussillon, Bearn ve Bigorre'u ele geçirmeye zorladı; Pedro II ise (1196-1213) Albililer'le birlikte Muret yıkımına sürüklendi.
Barselonalı tacirlerin etkisi ve Katalan Cortesi'nin öğüdü üzerine Jaime I, 1229-1235 arasında Balear Adalarını işgal etti. Valencia Krallığı'nın (1238'de fethedildi) ve Mallorca genel valiliğinin (1262'de krallık oldu) idari özerkliğine karşın Katalanlar bu iki bölgeyi kendilerine bağladılar ve iktisadi etkinliklerin yönetimini ele geçirdiler.
13. yüzyılda Katalonya, kıyı tarımı, Barselona, Girona, Besalú'daki yün sanayisi ve özellikle Barselona'nın temsil ettiği deniz ticareti bakımından, tüm Aragón'un en zengin bölgesiydi. O tarihte Akdeniz'in en büyük limanlarından biri olan Barselona'da, ticaret bankacılıkla destekleniyordu ve ticaret burjuvazisi neredeyse tam bir egemenliğe (1274'te Jaime I tarafından onaylandı) sahipti: seçimle oluşan bir konsey para basıyor, yasa çıkarıyordu; "deniz konsülleri" aracılığıyla gerçek bir ticaret mahkemesi vardı.
15. yüzyılda, Katalonya derebeylik kurumlarına karşı girişilen bir köylü ayaklanmasının yol açtığı ciddi bir bunalımla karşı karşıya kaldı. Katolik Fernando derebeylik haklarının çoğunu ortadan kaldıran ve köylülerin bu hakları satın almasını öngören Guadalupe kararıyla ayaklanmaya son verdi (1486). Ayrıca, Katalonya Katolik Krallarla birlikte gerçekleştirilen İspanya birliğine katıldı, ancak kendi özelliklerini ve kurumlarını korudu.
Renaixença.
Katalan ulusal kimliğinin yeniden doğuşu 17. yüzyılda ortaya çıktı. IV. Felipe'ye (1640-1659) karşı ayaklanan ve Fransızlar'ın desteğini alan Katalanlar, Fransız protektorasında bağımsız bir cumhuriyet ilan ettiler (1640-1652). Çatışma, Katalan anayasası'nın tanınmasıyla sona erdi (1652). Bununla birlikte, Pireneler Antlaşması'yla (1659) Roussillon kontluğu ve Cerdanya'nın bir bölümü Katalonya'dan alınarak Fransa'ya verildi, İspanya Veraset Savaşı'nın galibi V. Felipe, arşidük Carlos de Austria'nın adaylığını desteklemiş olan Katalonya'nın elindeki tüm ayrıcalıkları geri aldı ve burada Castilla kamu hukuk sistemini yerleştirdi.
Dokuma sanayisine ve pamuklu yapımına dayalı ilk sanayileşme 18. yüzyılda başladı. Amerika'yla ticaret ayrıcalığını Sevilla ve Cádiz'e veren hakkın kaldırılması deniz ticaretinin gelişmesini kolaylaştırdı.
Geç Modern dönem.
19. yüzyıl başındaki ciddi güçlüklerin atlatılmasından sonra sanayileşme sürdü. Katalonya iktisadi bakımdan İspanya'nın en ileri bölgesi durumuna geldi. Buna paralel olarak ortaya çıkan önemli bir kültür hareketi de siyasal Katalancılığın temeli oldu. Katalancılığın amacı, Katalonya'nın haklarını geri alma, Katalan kültürünü korumak ve siyasal özerklik elde etmekti; hareket, liberal hükûmetlerin merkezciliğine de tepki olarak gelişti. Seçkinci bir hareket olan Katalancılık, romantizm çağında ve sonrasında, Katalan dilinin edebiyat dili olarak yeniden doğmasıyla kendini gösterdi. Sonra, başlangıçta ticari korumacılığa bağlı bir siyasal hareket olarak ortaya çıktı. 1870'ten sonra Francesc Pi i Margall, Almirall ve Enric Prat de la Riba i Sarrà'nın kişiliğinde radikal bir nitelik kazandı; en önemlisi Lliga olan birkaç gruba bölündü; 20. yüzyılda Lliga'nın başlıca önderi Cambó'ydu. Muhafazakâr bir parti olan Lliga, 1918'den sonra bir tür bölgesel parlamento niteliğindeki Mancomunidad'ın kuruluşuna katıldı, ama Primo de Rivera'nın diktatörlüğü (1923-1930) ve monarşiye bağlılığı sonucu zayıfladı. Katalan solu hızla milliyetçi bir nitelik kazandı; komünist ve sosyalist partilerin yanı sıra, özellikle anarşizm iyice yerleşti. 1931 'de cumhuriyetçiler Katalonya'da seçimleri kazandılar ve Madrid'e özerklik statüsü ve bölgesel bir hükûmet (Generalitat de Catalunya) konusunu görüştüler.
İç Savaş (1936-1939) ve Franco dönemi (1939-1975).
Ama 1939 başında Franco'nun birlikleri Katalonya'yı işgal etti; bölge, özerklik yolunda elde ettiği tüm ayrıcalıkları yitirdi. Katalancılık, tüm kamu etkinliklerinden uzak tutuldu; merkezi iktidar Katalan kültürünü ezmeye çalıştı. Francoculuğun devrilmesinden sonra Katalan milliyetçiliği görece yumuşamış göründüyse de Katalan bilinci ve kültürel uyanışı büyük bir önem kazandı. 1979 referandumuyla bölgesel bir özerklik kabul edildi ve Jordi Pujol'un bölgesel partisi 1980'de bölge parlamentosu için yapılan seçimleri kazandı. Pujol, Generalitat de Catalunya'nın başına getirildi.
Coğrafya.
İber Yarımadası'nın kuzeyinde Fransa ve Andorra ile çevrilidir. Katalonya batıda Aragon, güneybatıda Valensiya bölgesi ile sınırdır. Barselona'nın haricinde Tarragona, Lleida, Girona, Manresa, Igualada, Terrassa ve Sabadell şehirleri Katalonya'nın diğer başlıca şehirleridir. Çeşitli sahilleri ve çok sayıda plajları vardır. Sahil hattının uzunluğu 580 kilometredir.
Kültür.
Müzik.
9. yüzyılda Ripoll, Sant Pere de Rodes ve Montserrat gibi manastırlardan gelişen Katalan müziği, 11-16. yüzyıllar arasında sadece Montserrat Manastırı'nda gelişti. Bu dönemde öne çıkar müzikçiler arasında 11. yüzyılda kalem aldığı "Breviarium de musica" ile tanınan Keşiş Oliva, Yaşlı Mateu Fletx (1481-1553), R Alberto Vila (1517-1582) ve Joan Brudieu (1520-1591) öne çıkar. 16. yüzyılda özellikle dinsel müzik konusunda doruğa çıkan Katalan müziğinin başyapıtlarından biri de 13. yüzyılda kalem alınan dinsel şarkılarını ve dans ezgilerini kapsayan tek Avrupalı koleksiyon olan Llibre Vermell'dir.
Rönesans dönemine gelindiğinde ise öne çıkan Katalan besteciler arasında Juan Pablo Pujol, Joan Cererols, Juan Marquos, Francisco Valls (1665-1747), Montserrat Manastırı'nın yetiştirdiği en büyük müzikçilerden biri olarak kabul edilen Antonio Soler (1729-1783), Jacint Boada (1765-1853), Benito Breli (1786-1850), ilk İspanyol operasını bestelemesiyle tanınan Ramon Carnicer (1789-1855), Josep Anselm Clavé (1824-1874) ve Felip Pedrell (1841-1922) öne çıkar.
Modern döneme geldiğinde Katalan besteciler arasında Montserrat'ta oluşmuş gelenek doğrultusunda mistik müzik eserleriyle tanınan Enrique Morera (1865-1942), Antoni Nicolau (1858-1933) ve Federic Mompou (1893-1987); Isaac Albéniz (1860-1909), Enrique Granados (1867-1916), özellikle yenilikçi "Orfeó Català" eseriyle tanınan Manuel Blancafort (1897-1987), Xavier Montsalvatge (1912-2002), çellocu Pablo Casals (1876-1973), kemancı Juan Manön (1883-1971) ve orkestra yöneticisi Eduardo Toldrà (1895-1962) öne çıkar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4699",
"len_data": 11111,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.46
}
|
Kasık mantarı veya tıbbî ismiyle Tinea cruris, kasık bölgesinde oluşan bir mantar enfeksiyonudur. Genellikle sporcularda ve şişman, çok terleyen kişilerde görülür. "Kasık kaşıntısı" diye de bilinir.
Belirtileri.
İsminden anlaşılabileceği gibi hastalık kasıkta, deri katları arasında veya anusta yanma ve kaşıntı şeklinde başlar. İç kasıklar ve genital bölgede de görülebilir. Etkilenmiş bölge kızarık veya kahverengi olabilir, deride dökülme soyulma ve çatlama görülebilir.
Enfeksiyon kasığın kat yerinde, genelde her iki tarafta, yaklaşık 1 cm büyüklüğünde bir alan halinde başlar. Ardından benzer başka alanlar da belirir. Kızarıklık deriden yüksek, kabuk gibi bir tabaka şeklindedir, kenar sınırları belirgin olur, içi su toplayıp sızabilir.
Enfeksiyonun yayılması halinde kasık içinden aşağıya doğru ilerler. İlerleyen kenar daha evvel enfekte olmuş kısma kıyasla daha kızarık ve yüksektir, kabuklu yüzeyinin altından sıvı sızabilir.
Genişleyen enfeksiyon alanının orta kısımları kırmızı-kahverengi olur ve kabuğunu kaybeder. Kenarlarda sivilce veya apse gibi küçük kabarıklıklar görülebilir. Bunlarin da ortasi kirmizi olup üstelerinde küçük kabuklar olabilir.
Nedenleri.
Hastalığa neden olabilen mikroorganizma başlıca "Trichophyton rubrum"dur. Hastalığa neden olabilen bazı başka mantar türleri ise Trichophyton mentagrophytes" ve "Epidermophyton floccosum" dur.
Vücudun başka bölgelerinden mantar (çoğu zaman ayak mantarı) bulaşması yoluyla da meydana gelebilir (kasık mantarı olanların yarısında ayak mantarı da bulunulmuştur). Mantar nemli, sıcak ortamda büyür, dolayısıyla deriye sürtünen sıkı, terli giysilerde hastalığın oluşmasına çok katkıda bulunurlar. Kasık mantarı, bağışıklık sisteminin zayıflaması durumlarında sıkça görülür ve ciddi komplikasyonlara yol açabilir.
"Candida albicans" da kasık bölgesi dahil olmak üzere katlanmış deriler arasında deri enfeksiyonuna neden olur, bu intertrigo olarak adlandırılır. İntertrigoda enfeksiyonu kasık mantarından daha kırmızı ve nemli görünür ve penise de yayılabilir.
Tedavi.
Hastalığın tedavisi çabuk sonuç verir ve basittir. Tedavide klotrimazol veya mikonazol içeren anti-mantar merhemler kullanılır. Butenafin içeren yeni ilaçlar da mevcuttur. Bu ilaçlar mantar hücre zarında bulunan ergosterol sentezini engelleyerek mantar hücrelerinin ölümüne neden olur. Eğer deri iritasyonu ve kaşınması rahatsızlık veriyorsa glükokortikoid steroid içeren merhemler de kullanılabilir. Bu merhemler kaşınmadan meydana gelecek ikincil bakteriyel enfeksiyon riskini de azaltır.
Eğer ilerleyen safhalarda ise ve kabuk bağlayıp yara oluşuyorsa bu durumda doktorunuza başvurmanız önerilir. Tinactiin sprey veya Travazol merhem de tedavide etkilidir.
Tekrarın engeli.
İyileşme evresinden sonra enfeksiyonun tekrarlanması sık görülen bir durumdur. Mantar dayanıklı olabilir ve geri gelmesini engellemek için uzun süreli dikkat gerekebilir. Kuruluk en önem verilmesi gereken şarttır. Terleyince hemen duş almak, kasıkların kuru kalması için ilaçlı pudra (talk pudrası değil) kullanılması, bunu sağlar. Sık sık iç çamaşırının değiştirilmesi, banyodan sonra kaşınan bölgelerin iyice kurulanması önerilir. Ayrıca giyilen iç çamaşırlarının, naylon türünde ve hava almayan iç çamaşırları olmamasına önem gösterilmelidir, tavsiye edilen pamuklu ve geniş çamaşırlardır. Tere neden olabilecek sentetik kumaşlı iç çamaşırları, deriyi tahriş edecek faaliyetlerden (bisiklet sürmek, sık sık jiletle tıraş olmak) kaçınılmalıdır. Mantar nemli kumaşta da büyüyebileceği için terden nemlenmiş giysiler yıkanmalıdır. Temiz giysiler kuru bir yerde saklanmalıdır.
Ayak mantarı kasığa da bulaşabilir ve tersi de olabilir. Bu yüzden iç çamaşırı giyerken kasıktan ayağa veya ters yönde bulaştırmamaya dikkat edilmelidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4700",
"len_data": 3745,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.49
}
|
Valensiya, resmî adı València, (İspanyolca: "Valencia" ; Katalanca: "València"), İspanya'da Valensiya özerk bölgesinin başkentidir ve 792.492 nüfusuyla İspanya'nın en kalabalık üçüncü belediyesidir. Aynı adı taşıyan ilin başkentidir. Komşu belediyeleri kapsayan daha geniş kentsel alan yaklaşık 1,6 milyon nüfusa sahiptir ve Akdeniz'in Avrupa yakasındaki en büyük kentsel alanlardan birini oluşturmaktadır. Turia Nehri kıyısında, İber Yarımadası'nın doğu kıyısında, Valensiya Körfezi'nde, Albufera lagününün kuzeyinde yer almaktadır.
Valensiya, MÖ 138 yılında bir Roma kolonisi olarak kuruldu. İslami yönetim ve kültürleşme 8. yüzyılda yeni sulama sistemlerinin ve ekinlerin kullanılmaya başlanmasıyla birlikte gerçekleşti. Aragonlu Hristiyanların 1238 yılında şehri fethetmesiyle birlikte şehir, Valensiya Krallığı'nın başkenti oldu. 15. yüzyılda şehrin nüfusu ticaret sayesinde arttı ve yüzyılın sonunda Avrupa'nın en büyük şehirlerinden biri haline geldi. Atlas Okyanusu'nun küresel ticaret ağlarında Akdeniz'in aleyhine ortaya çıkması ve 16. yüzyıl boyunca Berberi korsanlığının yarattığı güvensizlik nedeniyle zaten zarar gören kentin ekonomik faaliyeti, 1609'da Moriskoların kovulmasıyla bir kriz yaşadı. Şehir 18. yüzyılda önemli bir ipek üretim merkezi haline geldi. İspanya İç Savaşı sırasında şehir, 1936'dan 1937'ye kadar İspanyol Hükûmetinin kaza merkezi olarak hizmet vermiştir.
Valensiya Limanı, Avrupa'nın en işlek 5. konteyner limanı ve Akdeniz'in en işlek ikinci konteyner limanıdır. Şehir, Küreselleşme ve Dünya Şehirleri Araştırma Ağı tarafından Gama düzeyinde bir küresel şehir olarak sıralanmaktadır. Tarihi merkezi, yaklaşık 169 hektarlık (420 dönüm) alanıyla İspanya'nın en büyüklerinden biridir. Köklü tarihi nedeniyle Valensiya, 1965 yılında İspanya'nın Ulusal Turistik İlgi Fiestası ve Kasım 2016'da UNESCO tarafından somut olmayan kültürel miras ilan edilen Falles (veya Fallas) gibi çok sayıda kutlama ve geleneğe sahiptir. Şehir, 2022 yılında yaşam kalitesi ve uygun fiyat gibi kriterlere göre gurbetçiler için dünyanın en iyi destinasyonu seçilmiştir. Compromís Partisi'nden Joan Ribó, 2015 yılından bu yana Valensiya belediye başkanıdır.
İsim etimolojisi.
Şehrin Latince adı Valentia (: [waˈlɛntɪ.a]) olup, Romalıların savaştan sonra eski Romalı askerlerin cesaretini takdir etme uygulamasından dolayı "güç" veya "cesaret" anlamına gelmektedir.
Tarihçe.
Valencia Romalılar tarafından kurulmuş ve birçok farklı kültüre ev sahipliği yapmıştır. Bölgeye Romalılar, Vizigotlar, Berberiler, Endülüs Arapları ve Aragonlar göç ederek şehri ekonomik ve kültürel olarak zenginleştirmişlerdir.
1094'te Rodrigo Díaz de Vivar (El Cid Campeador) Hristiyanlık adına Valencia'yı fethetti. Fakat şehir daha sonra 1102'de Murabıtlar'ın eline geçti. Hemen arkasından Berberi egemenliğinde olan şehir 1238 yılında Aragonlu I. James tarafından ele geçirildi ve Valencia Krallığı kuruldu.
15. ve 16. yüzyıl boyunca Valencia Akdeniz kıyıları boyunca en büyük ve en önemli ticaret merkezi haline geldi. Bu dönem Valencia'nin hem ticârî, hem de sanatsal anlamda altın çağını oluşturur. Joanot Martorell (Tirant lo Blanch yazarı, Avrupa'da ilk modern roman), Ausias March, Roig de Corella, İsabel de Villena, Jordi de Sant Jordi and Jaume Roig gibi sanatkarlar bu döneme damgalarını vurdular.
İspanya Veraset Savaşı boyunca Valencia Avusturya arşidükünün yanında yer aldı ve 1707 Nisan'ında gerçekleşen Almansa Savaşı zaferiyle birlikte V. Philip, tüm imtiyazları kaldırdı. 1874'te XII. Alfonso, kuzey Valencia Kralı olarak ilan edildi.
Demokrasi tekrar yapılandırıldığında Valencia bölgesi özerklik kazandı. Valencia zenginleşerek ve çeşitli konularda gelişerek İspanya'nın hem kültürel, hem de ekonomik açıdan en önemli şehirlerinden biri oldu.
Coğrafi konum.
Valensiya İspanya'nın doğusunda Akdeniz kıyısında konumlanmıştır. Valensiya'nin Akdeniz sahillerine Costa del Azahar ismi verilmektedir.
Valensiya'da Akdeniz iklimi yaşanır, yazlar sıcak ve kurak, kışlar ise serin geçer.
Valensiya şehrinden bazı önemli İspanya şehirlerinin uzaklıkları şunlardır:
Demografi.
Valensiya belediye sınırları içinde nüfus (2010 tahmini) itibarıyla 809,267 kişi olup nüfus yoğunluğu 6.010,2 kişi/km² olur. Böylelikle Valensiya, nüfus itibarıyla İspanya'da şehir sıralamasında 3. sırayı alır. Avrupa Birliği şehirleri arasında ise belediye sınırları içindeki şehirler arasında Valensiya 15. sırada olur. Fakat şehrin etrafında belediye sınırları dışında şehir varoşları bulunur ve bunlarla bir büyük metropoliten Valensiya oluşur.
Valensiya belediye sınırları içinde nüfusun gelişmesi şu gösterimde izlenebilir:
Meydan ve parklar.
Valencia şehrinin en önemli meydanı içinde belediye binası, klasik filmlerin gösterildiği La Filmoteca ve pek çok barın ve restoranın olduğu Plaça de l'Ajuntament'tir. Bunun dışında Plaça de la Reina ve Plaça de la Verge, şehrin önemli meydanlarındandır. Şehirde özellikle Turia bahçeleri önemli bir yere sahip bir alandır. Bu parkın içinde çocuk bahçeleri, bir çeşme ve spor kompleksleri bulunmaktadır.
Şehir idare bölgeleri ve semtleri.
Valensiya belediye idaresi yerel idareyi halka indirmek maksadı ile şehir yerel idaresi için 15 "bölge (distirito)" kurmuştur. Valensiya bölgeleri ve bunların altında bulunan semt ve köyler su listede görülebilir:
Kardeş şehirler.
Valensiya'nin şu kardeş şehirleri bulunmaktadır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4701",
"len_data": 5342,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.53
}
|
Arif Sağ (d. 25 Şubat 1945, Erzurum), Türk halk müziği sanatçısı, bağlama virtiözü, söz yazarı, besteci, yapımcı, aranjör, sunucu, akademisyen ve eski milletvekilidir.
Çocukluk yaşlarında Nida Tüfekçi'den eğitim alan Arif Sağ, 1960'lı yılların ortasından itibaren yayınladığı 45'liklerle birlikte Türk halk müziğine getirdiği yenilikle geniş kitlelere yayılmasını sağlamıştır. 1975 yılında kurulan İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'na eğitim görevlisi olarak girmesiyle birlikte halk müziği ve bağlama üzerindeki akademik çalışmalarına bu dönemde başladı. 1979 yılında "Gurbeti Ben mi Yarattım" adını verdiği ilk albümünü yayınlayan Arif Sağ, 1982 yılında Şan Tiyatrosu'nda ilk bağlama resitali konserini verdi. 1983-1987 yılları arasında Musa Eroğlu, Muhlis Akarsu ve daha sonra Yavuz Top ile birlikte yayınladıkları "Muhabbet" adlı albüm serisiyle modern Türk halk müziğinin temellerini attılar.
1980'li yıllarda albümler ve konserlerin yanı sıra birçok sanatçının albümde söz yazarlığı ve bestecilik yaptı. Ayrıca albüm yapımcılığı yaptı ve birçok öğrenci yetiştirdi. Televizyon, radyo ve çeşitli yurt dışı konserinde Türk halk müziğini tanıtarak birçok kişiye ilham kaynağı oldu. 1987-1991 yılları arasında Türkiye Büyük Millet Meclisinde 18. dönemde SHP milletvekili olarak görev yaptı. 1990'lı yıllardan itibaren dünya çapında turneler, resitaller verdi ve birçok sanatçı ile ortak çalışmalarda bulundu. Arif Sağ, kariyeri boyunca 10 albüm, onlarca 45'lik ve yüzlerce beste bırakarak Türk halk müziğinin en önemli ve etkili isimlerinden olmuş ve birçok sanatçıyı etkilemiştir.
Hayatı ve kariyeri.
1945-1978: İlk yılları, kariyer başlangıcı ve konservatuvar öğretmenliği.
Arif Sağ, 25 Şubat 1945 tarihinde Dallı, Aşkale, Erzurum'da on iki çocuklu bir ailenin en küçüğü olarak dünyaya geldi. 3-4 yaşlarında babası Arif Sağ'ı çalıştığı değirmene götürüyordu ve müzikle ilk kez burada tanıştı. 5 yaşında kaval sonra davul ve zurna çalmaya başladı. 6 yaşında ise gramofon ve plak ile tanıştı. Bağlama ile tanışması ise Erzincan'da Kumaş Dede'nin Kumaş saz evi dükkanında tanışmıştır. Bu dükkan Davut Sulari, Aşık Daimi, Ali Ekber Çiçek ve Aşık Beyhani gibi ustaların yetişmesinde öncülük etmiştir. Babası Erzincan'da değirmencilik yapmaya gittiği için, ilkokulu burada okumuştur. 14 yaşına kadar Âşıklık geleneği'ni öğrenip deyişler söylemeye başlayan Sağ, sonraki yıllarda abisinin yanına İstanbul'a geldi. Fotoğrafa ilgi duyduğu için Milli Eğitim Basımevinde işe girdi. Burada çalışırken ilerleyen zamanlarda Aksaray Musiki Cemiyetine kaydolarak Nida Tüfekçi'den eğitim almaya başladı. Buraya daha sonra kaydolan Orhan Gencebay ile arkadaş oldu. Bir süre hayatını böyle sürdürdükten sonra 1965 yılında TRT İstanbul Radyosu kadrosuna bağlama sanatçısı olarak dahil oldu. 1966 yılında "Gafil Gezme Şaşkın" adlı ilk plağını yayınladı. 3 yıl bu kadroda kaldıktan sonra 1968 yılında TRT'den ayrıldı. 45'lik plak furyasının popüler olmaya başladığı bu dönemlerde birçok plak yapımcısında çalışan Arif Sağ, Barış Manço ve Zeki Müren gibi sanatçılara eşlik etmiştir. 1967 yılında Pathé etiketiyle "Hudey - Hudey / Varsak Bu Yerlerden Hicret Eylesek", 1968 yılında yine aynı firmadan "Koca Dünya / Aşka Susamışım" adlı 45'liklerini yayınladı. 1968 yılında Orhan Gencebay ile birlikte "Kars Oyun Havası / Karşılama" adlı 45'lik yayınladı. 1969 yılında "Emmioğlu" adlı dört parçadan oluşan çalışmasını yayınladı. Aynı yıl İstanbul Plak etiketiyle "Nasıl Kıydın Şahımıza" ve "Her Gönülde Bir Aslan Yatar" adlı eserlerin yer aldığı "Anadolu Evliyaları" adlı 45'liğini yayınladı.
Ayrıca, 1960'lı yılların sonunda ortaya çıkmaya başlayan arabesk müzik içinde birçok eser üretti. 1975 yılına kadar arabesk müzikte üreten Arif Sağ, 1970'li yılların ilk yarısında Zafer Dilek, Orhan Gencebay, Ayla Dikmen ve Selda Bağcan gibi sanatçılarla çalışmalarda bulundu. Bazı sanatçıların albümlerinde ve 45'liklerinde ise söz yazarı, besteci ve enstrüman çalarak yer aldı. 1970'li yılların ilk yarısında Topkapı Plak etiketiyle "Tamam mı / Sana Dargın Değilim", "Sen Nankörün Birisin / Yol Yakınken Dönelim", "Şu Samsunun Evleri / Osman Pehlivan" ve "Bizim Şarkımız / Tabib Olsan Ne Çıkar" gibi birçok 45'lik yayınladı. 1960'lı yılların ortalarından itibaren 45'likler yayınlamaya ve çeşitli sanatçıların albümlerinde çalmaya başladı. Ayrıca bu dönemde söz yazarlığı ve besteleriyle de ön plana çıktı. 1960'lı yılların sonunda Orhan Gencebay ile birlikte yeni ortaya çıkan arabesk müziği için çalışmalar yaptı. 1975 yılında kurulan İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'na eğitim görevlisi olarak girdikten sonra arabesk müzikten uzaklaşıp tamamen halk müziği üzerine çalışmalarda bulundu. Bu dönemde halk müziği ve bağlama üzerine akademik çalışmalar yapmaya başladı. Konservatuvarda birçok öğrenci eğiten Arif Sağ, bu dönemde televizyon yayınlarına da katılmaya başladı. 1970'li yılların başında sık sık yayınladığı 45'liklere bu dönemde ara verdi.
1979-1986: Albümler, festivaller ve muhabbet serisi.
1960'ların ortalarından ve 1970'li yılların ortalarına kadar birçok 45'lik plak yayınladı. Ayrıca farklı sanatçıların çalışmalarına çeşitli enstrümanlarla eşlik etti ve sanatçılara söz ve beste verdi. 1975 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'na eğitim görevlisi olarak girdikten sonra birçok öğrenci yetiştirdi ve müzikal kariyerine kısa bir ara vererek konserler verdi, radyo ve televizyon programlarına konuk oldu. 1979 yazında ilk albümünün kayıtları için stüdyoya girdi. Üç ay kadar süren kayıtlar sonrasında Türküola etiketiyle "Gurbeti Ben mi Yarattım" adını verdiği ilk stüdyo albümünü yayınladı. Albümde Muhlis Akarsu, Pir Sultan Abdal, Şah Hatayi, Davut Sulari, Aşık Veysel ve Aşık Ekberi gibi sanatçıların eserlerine yer verdi. "Kula Kulluk Yakışır mı?", "Gurbeti Ben mi Yarattım", "Gezdim Şu Alemi", "Dersim Dört Dağ İçinde", "Deli Gönül" ve "Açılın Kapılar" gibi eserlerin ön plana çıktığı albümdeki neredeyse tüm parçaların yorumu olumlu tepkiler aldı. Albüm daha sonra Şah Plak ve Kalan Müzik gibi şirketler tarafından da yayınlandı. 1980 yılında 12 Eylül Darbesi'nin gerçekleştiği gün Japonya'da Tokyo Üniversitesi kültür bölümü için sahneye çıktı. Darbe olduktan bir ay kadar sonra Türkiye'ye geri döndü. Yurt dışında farklı ülkelerde Türk halk müziği ve bağlama üzerine konserler verirken, 1982 yılında İstanbul Şan Tiyatrosunda ilk bağlama resitalini verdi. Bu resitalin kayıtları aynı yıl Hakan Avaz'ın prodüktörlüğünde "İşte Bağlama İşte Arif Sağ" adıyla Hakan Plak etiketiyle yayınlandı.
1982 yılının sonlarında ikinci albümünün kayıtları için stüdyoya girdi. On bir parça kaydettiği ikinci albümünü Sembol Plak etiketiyle 18 Mart 1983 tarihinde yayınladı. "İnsan Olmaya Geldim" adını verdiği albüm büyük bir çıkış yakaladı. Yapımcılığını Fevzi Kızıltaşoğlu'nun üstlendiği albümde Hüseyin Kutan, Cafer Tan, Mücrimî, Şah Hatayi, Nimri Dede, Sümmânî, Sefil Selimi, Ercişli Emrah ve Zaralı Halil Söyler gibi sanatçıların eserlerini seslendirdi. Anonim eserlerinde bulunduğu albümde Arif Sağ kendisi de dahil Nesimi Çimen, Hacı Taşan, Yavuz Top, Davut Sulari, Haydar Ağababa, Musa Eroğlu ve Muzaffer Sarısözen gibi sanatçıların bestelerine yer verdi. Aynı dönemde Arif Sağ bir açılışa birçok sanatçı arkadaşını davet etti. Musa Eroğlu ve Muhlis Akarsu bu açılışta tanıştıktan sonra üçlü uzun süre geçen muhabbetleri sonrasında Muhlis Akarsu'nun tavsiyesi üzerine birlikte bir albüm yapma kararı aldı. 1983 yazında başladıkları albüm çalışmaları üç ay kadar sürdü. Arif Sağ, Musa Eroğlu ve Muhlis Akarsu albümü yapımcı firma bulunmadığından dolayı yayınlanamadı. Ardından Muhlis Akarsu, Flaş Plak adıyla kurduğu şirketten albümü "Muhabbet 1" adıyla 23 Ekim 1983 tarihinde yayınladı. On parçadan oluşan albüm yayınlandığı an Türkiye'nin gündemine oturdu ve büyük satış rakamına ulaştı. Muhlis Akarsu'nun dört, Arif Sağ'ın üç, Musa Eroğlu'nun bir parça seslendirdiği albümde iki parçayı üçlü koro halinde seslendirdi. "Karlı Dağlar", "Tahtacı Semahı", "Sen O Zaman Gör Beni", "Bir Seher Vaktinde" ve "Dert Bende" gibi parçaların yer aldığı albüm büyük satış rakamlarına ulaşarak o dönemlerde birçok kişiye ilham kaynağı olmuştur. Modern Türk halk müziğinin de başlangıcı olarak kabul edilen albüm Türk halk müziğinin en iyi albümlerinden birisi olarak bilinir.
Albümün büyük ilgi görmesiyle birlikte Şah Plak, Muhlis Akarsu tarafından kurulan Flaş Plak'ı satın alarak albümü seri haline getirmeyi teklif etti. Bunun üzerine 1984 yılının ortalarında üçlü, serinin ikinci albümü için stüdyoya girdi. 10 Eylül 1984 tarihinde "Muhabbet 2" adıyla yayınlanan albüm yine büyük bir çıkış yakaladı. "Bağışla Sevdiğim", "Gurbet Elde Bir Hal Geldi Başıma", "Derdimi Dökersem Derin Dereye", "Aman Tabip", "Kulak Verdim Dört Köşeyi Dinledim" ve "Gurbeti Ben mi Yarattım" gibi parçaların yer aldığı albümde sanatçılar bazı parçaları solo olarak bazılarını ise koro olarak seslendirdi. 1970'li yıllarda pop ve rock müziğin 1980'li yıllarda ise arabesk müziğin revaçta olduğu yıllarda bu albüm serisi ile birlikte Türk halk müziği ön plana çıkarak geniş kitleler tarafından dinlenmeye başlandı. Serinin üçüncü albümü "Muhabbet 3" (1985) adıyla yayınlandı ve bu albümle birlikte Yavuz Top'ta albüme dahil oldu. 1985 yılında yayınlanan "Yılanların Öcü" adlı filmde "İnsan Olmaya Geldim" adlı parça film müziği olarak kullanıldı. Arif Sağ, 1986 yılında Türküola Müzik etiketiyle "Başına Döndüğüm" adını verdiği üçüncü solo albümünü yayınladı. Albümde "Başına Döndüğüm", "Bu Yıl Bu Dağların Karı Erimez", "Çoktan Beri Yollarını Gözlerim" ve "İşte Gidiyorum" gibi eserler yer aldı. Birçok sanatçının eserine yer verdiği albümde kendi besteleri de vardı. 1986 yılında "Muhabbet 4" adıyla yayınlanan serinin dördüncü albümünde Muhlis Akarsu yer almadı.
1987-1993: Solo, proje albümleri ve Sivas katliamı.
1987 yılında SHP'den Ankara milletvekili oldu. Milletvekillik görevinde bulunan ilk sanatçı olan Arif Sağ bu görevini 1991 yılına kadar devam ettirdi. 1987 yılında Muhabbet serisinin beşinci albümü olan "Muhabbet 5" yayınlandı. 13 parçanın yer aldığı albümde kadronun tamamı yer aldı. Yine olumlu tepkiler alan albüm Arif Sağ'ın yer aldığı son Muhabbet albümü olmuştur. 1980'li yılların ortalarında yurt dışında verdiği konserleri albüm halinde yayınladı. 1981 yılında Emre Saltık ile birlikte kurdukları Arif Sağ Müzik Merkezi'nde birçok öğrenciye eğitim verdi. 1987 yılında ASM Müzik adlı müzik şirketi kuruldu. 1987 yılının son aylarında Arif Sağ, "Halay" dördüncü albümünün kayıtları için stüdyoya girdi. On bir parçadan oluşan albüm 22 Nisan 1988 tarihinde ASM Müzik etiketiyle yayınlandı. "Ali Dost", "Çıktım Yücesine", "Ağ Gül" ve "Güle Reyhan Ekerim" gibi parçaların bulunduğu albümün yönetmenliğini kendisi üstlendi. ASM Ses Kayıt stüdyolarında kaydedilen albümün tonmaisterliğini Can Yeşilyurt yaptı. Bağlama ve vokallerde Gönülden Gönüle Halk Müziği Topluluğu yer alırken, zurnada Deniz Selman, kavalda ise Sinan Çelik yer aldı. "Ben Çaldım... Siz Söyleyin" adını verdiği beşinci albümünü 27 Ekim 1989 tarihinde yayınladı. "Bülbül Havalanmış", "Güzel Seni Çok Özledim" ve "Ali Dost" gibi parçaların bulunduğu "Duygular Dönüştü Söze" adlı altıncı albümünü 27 Mart 1990 tarihinde ASM Müzik etiketiyle yayınlandı. Yönetmenliğini kendisinin üstlendiği albümde on bir parça yer aldı. Aynı yıl "Nedir Bu Telaşın?", "Badı Sabah", "Kerbela" ve "Gül Yüzlü Sevdiğim" gibi parçalarında bulunduğu "Biz İnsanlar / Kerbela" adlı yedinci albümünü yayınladı. 13 Temmuz 1990 tarihinde Musa Eroğlu ile birlikte "Bağlama Resitali 1" albümünü yayınladı. 1990 yılının sonlarında on beş parçadan oluşan ve kalabalık bir ekiple çalıştığı "Türküler Yalan Söylemez" adlı albümü yayınladı. ASM Ses Kayıt stüdyolarında kaydedilen albümün kayıtları dört ay kadar sürdü. Albümde Arif Sağ'ın yanı sıra Talip Şahin, İhsan Güvercin, Ozan Emekçi, Hasret Gültekin, Mehmet Koç ve Emre Saltık yer aldı. ASM Müzik etiketiyle yayınlanan albümde "Zahit" adlı parçayı sanatçılar koro halinde seslendirirken diğer parçaları ise solo olarak seslendirdiler.
1 Ocak 1992 tarihinde halaylar ve oyun havalarının yer aldığı bir enstrümantal albüm yayınladı. "Halaylar ve Oyun Havası" adını verdiği albüm ASM Müzik etiketiyle yayınlandı. Haziran 1993'te sekizinci albümünün kayıtlarına başladı. Yönetmenliğini kendisinin üstlendiği albüm 23 Ağustos 1993 tarihinde "Direniş" adıyla yayınlandı. Albümde "Bir Güzelin Aşığıyım", "Urfa Semahı", "Direniş", "Yaralı Ördek" ve "Gelin Canlar Bir Olalım" gibi parçalar yer aldı. 1990 yılından itibaren her yıl düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri'ne çeşitli sanatçılar katılarak sahne alıyor ve şenliklerde çeşitli aktivitelerde yapılıyordu. 1990-1992 yılları arasında Pir Sultan Abdal'ın doğduğu Banaz, Yıldızeli'nde düzenlenen şenlikler, 1993 yılında Sivas'ın merkezinde düzenlendi. 1-4 Temmuz 1993 tarihleri arasında düzenlenen şenliğe birçok müzisyen, şair, yazar ve akademisyenin yanı sıra Aziz Nesin'de katıldı. Arif Sağ'ında sahne aldığı şenliklerin ikinci günü binlerce kişiden oluşan bir grup, Kültür Merkezinden yeniden Hükûmet Meydanı'na geldi. Hükûmet Konağını taşlamaya ve slogan atmaya başlayan grup ardından Madımak Oteli civarına ulaşarak, slogan atmaya devam etti. Grup önce Madımak Oteli önündeki Arif Sağ'ın ve çeşitli kişilerin arabalarını ateşe verdi ve oteli taşladı. Madımak Oteli tutuşturulan perdeler ve alt katta bulunan eşyalarla birlikte yakıldı. Otele sığınmış olan kişilerden, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Behçet Aysan, Metin Altıok, Hasret Gültekin ve Muhlis Akarsu'nun da bulunduğu 35 kişi yanarak veya dumandan boğularak öldü. Aralarında Arif Sağ'ında aralarında bulunduğu 51 kişi de olaylardan kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla kurtuldu.
1994-2003: "Umut", "Seher Yıldızı" ve "Dost Yarası".
Arif Sağ, 1994 yılında adlı iki proje albümde yer aldı. ' adlı albümde Adnan Ataman ve Binali Selman'ın kendisi gibi daha önceki albümlerinde yer alan parçalar kullanıldı. ' adlı albümünü ise Musa Eroğlu ile birlikte yayınladı. İki albümde Avrupa'da yayınlandı. Ekim 1994 tarihinde dokuzuncu albümünün kayıtlarına başladı. 1995 yılının ilk aylarına kadar kayıtları devam eden albüm için on bir parça kaydedildi. 16 Mart 1995 tarihinde ASM Müzik etiketiyle "Umut" adıyla yayınlanan albümün yönetmenliğini ve prodüktörlüğünü kendisi üstlendi. Albümden üç gün önce yayınlanan "Yolver Dağlar" adlı parça albümden yayınlanan ilk ve tek parça oldu. Albümde Aşık Yener, İsmail Özden, Aşık Miskini, Davut Sulari ve Pir Sultan Abdal gibi sanatçıların yanı sıra anonim eserlere de yer verildi. Ferhat Livaneli albümün aranjörlüğünü yaparken aynı zamanda akustik gitarda da yer aldı. Bağlamalarda ve perküsyonda Arif Sağ, bendir de Ali İhsan Yılmaz, çello da Saim Erkul, klarnette Göksun Çavdar, yan flütte Ali Koç, cümbüş ve solo kemanda İlyas Tetik, kontrbasta Engin Titiz, mey ve balabanda Ertan Tekin, kanunda Halil Karaduman, neyde Ercan Irmak, obua Sezai Kocabıyık, viola da Mustafa Süder ve kemanlarda Gülden Tunalı, Saim Perker, Sevil Perker ile Yusuf Güler Aksöz yer aldı. Prodüktörlüğünde İhsan Güvercin'inde yer aldığı albümün süpervizörlüğünü A. Haydar Göğercin üstlendi. Arif Sağ'ın kalabalık bir ekiple çalıştığı "Umut" albümü yılın en başarılı albümlerinden birisi oldu. Güler Duman'ın "Bu Devran" albümüyle birlikte yılın en çok satan halk müziği albümlerinden oldu. Bu sebeple Güler Duman 2. Kral TV Video Müzik Ödülleri töreninde Türk Halk Müziği En İyi Kadın ödülünü alırken Arif Sağ, Türk Halk Müziği En İyi Erkek ödülünü kazandı. "Yola Çevirdiler", "Umut" ve "Ötüşün Kuşlar" gibi parçaların ön plana çıktığı albümün "Ötüşün Kuşlar" adlı son parçasında Arif Sağ, Belkıs Akkale, Sabahat Akkiraz ve Nuray Hafiftaş ile düet yaptı. Sezen Aksu'nun 28 Temmuz 1995'te yayınlanan "Işık Doğudan Yükselir" albümünde bağlamaları çaldı. Ayrıca albümde yer alan "Ne Ağlarsın" adlı parçada ikili düet yaptı ve parça video klip olarak yayınlandı.
Almanya Cumhurbaşkanı'nın desteği ile 1996 yılında Köln Filarmoni Orkestrası'nda konser vererek, bağlama ve Anadolu müziğinin batıya tanıtılmasında büyük rol üstlenmiştir. Aynı yıl 27 Eylül tarihinde Belkıs Akkale ile birlikte "Seher Yıldızı" adlı düet albüm yayınladılar. 23 Eylül'de albüme adını veren "Seher Yıldızı" adlı parça yayınlandı. "Sarı Gelin", "Şu Dağlar", "Mektup" ve "Kırklar Kapısı" gibi parçaların yer aldığı albüm dinleyiciden olumlu tepkiler aldı. Türk halk müziğinin klasik albümleri arasına giren çalışma ASM Müzik etiketiyle yayınlandı. 1997 yılında eski albümlerinde yer alan parçaları "Türküler Kervanı 1", "Asya İçlerinden Balkanlara Saz" ve "Türkülerimiz 3" gibi derleme albümlerde yer aldı. 20 Şubat 1998 tarihinde Erdal Erzincan ve Erol Parlak ile birlikte "Concerto for Bağlama" adlı bir proje albüm yayınladı. Altı parça bulunan albümdeki "Part 5" adlı parçanın bestesi kendisine aittir. 1999 yılında oğlu Tolga Sağ'ın ilk solo albümü olan "Yol"un yönetmenliğini, aranjörlüğünü ve prodüktörlüğünü üstlendi. Aynı zamanda albümde bağlama ve perküsyonda da yer alan Arif Sağ, bazı parçalarda geri vokalde yer aldı. Bu dönemde solo albüm çalışmalarına ara veren Sağ, sıkça konser ve festivallerde sahne aldı. Ayrıca birçok radyo ve televizyon programına da konuk olarak katıldı. 2001 yılının sonlarında onuncu albümünün kayıtlarına başladı. 2000 yılında ünlü İspanyol flamenko gitarist Tomatito ile Avrupa'nın 12 şehrinde konser vermiştir. 1 Mart 2002 tarihinde "Dost Yarası" adını verdiği albümünü Bay Müzik etiketiyle yayınladı. On dört parçanın bulunduğu albümden sadece "Serçeşme" adlı parça yayınlandı. "Nurhal Semahi", "Feridem", "Hop Çerkez" ve "Erisin Dağların Karı" gibi parçaların ön plana çıktığı albüm olumlu tepkiler aldı. 2003 yılında Tarkan'ın "Dudu" adlı EP albümünde yer alan Aşık Veysel'in "Uzun İnce Bir Yoldayım" eserinin aranjesini yaptı. Ayrıca parçada bağlama ve perküsyonda da yer alan Arif Sağ, Tarkan'a geri vokalde de eşlik etti. Arif Sağ, 2000'li yılların ilk yarısında İbrahim Tatlıses'in "Tek Tek" (2003), Pınar Sağ'ın "Türkü Söylemek Lazım" (2003), Tolga Sağ'ın "Toprak Ve Turna" (2004), Mahsun Kırmızıgül'ün "Sarı Sarı / Başroldeyim" (2004), Sezen Aksu'nun "Bahane" ve Özcan Türe'nin "Sürgün Sevdam" (2005) gibi albümlerde yer aldı.
2004-2015: "Davullar Çalınırken", dizi müzikleri ve derleme albümler.
Arif Sağ, 2000'li yılların başında solo albümünü yayınlamasının yanı sıra birçok sanatçının albümünde çalıştı. 2004 yılının ilk yarısında oyun havalarının bulunduğu enstrümantal albümü için stüdyoya girdi. Beş ay kadar süren kayıtlar sonrasında 11 Ekim 2004 tarihinde "Davullar Çalınırken" adını verdiği enstrümantal albümünü yayınladı. İber Müzik etiketiyle yayınladığı albümün yönetmenliğini kendisi üstlendi. Arif Sağ ritim perküsyon, solo bağlama ve bas bağlamada sadece kendisi yer alırken bağlamada Erdal Erzincan ile birlikte yer aldı. Erdal Erzincan, Barış Güney ile birlikte şelpe bağlamada da yer aldı. Zurna ve balabanda Ertan Tekin, zurnada Adil Çelebi, kaval ve sipside Murat Toroman, garmonda Nejat Özgür yer aldı. Geri vokallerde Erol Kökler, Celal Asker, Tuncay Tokcan, Zeynep Atagür, Olcay Köker, Ümit Açıkalın, Gökan Kaya, Gülay Özer, Tolga Sağ, Pınar Sağ, Mercan Erzincan ve Erdal Erzincan yer aldı. Türkiye'nin her yöresindeki oyun havalarının bulunduğu albümün prodüktörlüğünü İbrahim Yılmaz ve Erdal Yılmaz üstlendi. Göktürk Sarvazlar mix, masteringlerini kendisi yaparken tonmaisterliğini Can Sarvazlar ile birlikte yaptı. Arif Sağ, "Barış Konçertosu 1", "Barış Konçertosu 2", "Çiftetelli", "Halay" ve "Dokuzsekiz" gibi eserlerin bestelerini yaparken bazı parçalarında aranjelerini yaptı. 2004-2005 yılları arasında birçok radyo ve televizyon programına konuk oldu. Ayrıca birçok sanatçı ile birlikte festivallere katılmaya devam etti. 1984 yılında Türküola Müzik etiketiyle yayınlanan "Anadolu Döktürmeleri" adlı enstrümantal albümü 27 Eylül 2006 tarihinde yeniden yayınlandı. 21 Kasım 2006'dan 7 Mayıs 2008 tarihine kadar Show TV'de yayınlanan başrollerinde Nurgül Yeşilçay, Serhat Tutumluer ve Erkan Sever gibi oyuncuların yer aldığı "Ezo Gelin" adlı dizinin müziklerini yapmaya başladı. İki sezon süren dizi reytinglerde ilk sıralarda yer alırken müzikleri de seyirci tarafından çok beğenildi. 10 Ocak 2007 tarihinde dizinin ilk sezonunda yer alan parçaları "Ezo Gelin (Dizi Müzikleri)" adlı albümde yayınladı. On parçanın yer aldığı albüm Mert Müzik etiketiyle yayınlandı. "Dağlar Yüce Dağlar", "Di Gel Ağam", "Ezo Gelin" ve "Bahçalarda Mor Meni" adlı parçalar albümün ön plana çıkan eserleri oldu.
2000'li yılların sonunda Avrupa'da yayınlanan ve çeşitli sanatçıların yer aldığı "" (2007) ve "Obsession" (2008) gibi derleme albümlerde bazı parçaları yer aldı. 2008 yılında halk müziğindeki katkılarından dolayı Nida Tüfekçi Altın Bağlama Kültür ve Sanat Ödülü'nü aldı. 25 Kasım 2008'de Cumhuriyet Halk Parti'sine katılımının ardından yeniden aktif siyasete döndü. 2009 yılında Sancaktepe için başkan adayı oldu. 2009 yılında Erdal Erzincan ile birlikte Bağlama Metodu adlı kitabı yayınladı. 2010 yılında "Turkish Freakout (Psych-Folk Singles 1969-1980)" adlı 1970'li yıllardaki farklı tarzlara ait Türkçe parçaları içeren derleme albümde yer aldı. 2011 yılında İbrahim Tatlıses'in "Hani Gelecektin" adlı albümünde bağlamalarda yer aldı. 2011 yılında Türkiye Musiki Eserleri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) eski başkanı Faruk Demir, birliğin Temmuz ayındaki yönetim kurulu toplantısında güvenoyu alamaması sonucu yerine Arif Sağ'ın getirildiği kararın yok hükmünde sayılmasını isteyerek dava açtı. Birliğin söz konusu tarihteki oturumunda kanuna aykırı olarak oluşturulduğu ileri sürülen yönetim kurulunun MESAM'ı bağlayıcı kararları ile bu tarihten sonraki yönetimin aldığı kararların da tespiti istenen dava dilekçesinde, yönetim kurulunun bu kararlarının da geçersiz sayılmasına karar verilmesi istendi. 2011 yılında Muhlis Akarsu için yayınlanan "Akarsu Türküleri" adlı saygı albümünde "Gül Yüzlü Sevdiğim" adlı parçayı seslendirdi. 18 Ekim 2012 tarihinde Erdal Erzincan ve Ertan Tekin ile birlikte TRT Müzik adlı kanalda "Beşinci Mevsim" adlı bir müzik programı sunmaya başladı. Birçok halk müziği sanatçısı ve oyuncularında katıldığı program yayınlandığı dönemde olumlu tepkiler aldı. Program 2013 yılının son aylarında final yaptı. 2013 yılında kuruluşunda büyük emek verdiği ve kurucu üyelerinden olduğu Müzik Yorumcuları Birliği (MÜYORBİR)'den ihraç edildi ve ardından bu konu ile ilgili hukuki süreç başlattı. 22 Mart 2014 tarihinde yapılan MESAM 13.Olağan Genel Kurulunda, MESAM başkanlığına yeniden seçildi. 2015 yılında Şevval Sam'ın "Toprak Kokusu" adlı yedinci albümünde "O Yar Gelir" adlı parçanın düzenlemelerini yaptı. Ayrıca albümün kayıtlarında bağlama, perküsyon ve asma davulu çaldı.
2016-gümümüz: Proje albümler, hastalığı ve konserler.
Arif Sağ, 2010'lu yılların ortalarından itibaren belli aralıklarla konser ve festivallerde sahne almaya devam etti. 2016 yılında Soma Faciası için yayınlanan "Yaralı Soma'ya Ağıtlar" albümde "Ağıt" adlı enstrümantal parçayla yer aldı. 24 Şubat 2017 tarihinde Sabahat Akkiraz'ın "Sabahat Akkiraz & Dostaları 47" adlı düet albümde "Gönül Defteri" adlı parçayı Sabahat Akkiraz ve Orhan Gencebay ile birlikte seslendirdi, "Medet Sevdiğim" parçanın ise Sabahat Akkiraz ve Muhlis Akarsu ile birlikte düet versiyonunda yer aldı.
Mayıs 2017 tarihindeki sağlık sorunlarından dolayı albümlere ve çalışmalara ara verdi. 2018 yılında "", "Canlı Kayıtlar 1" ve "Kelam" gibi proje albümlerde yer aldı. 2018'de 22. Aydın Doğan Ödülü'ne layık görüldü. Düzenlenen törende, Arif Sağ'a ödülü Aydın Doğan tarafından verildi. 31 Mayıs 2018'de Kayyım atanan Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliğinin (MESAM) 9. Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı. Seçimlerde Arif Sağ ve ekibi seçildi. Yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle bir süre sahnelerden uzak kalan Arif Sağ, Üç Usta Bir Muhabbet başlıklı konser dizisi kapsamında Sabahat Akkiraz ve Erdal Erzincan'la 2019 yılında yeniden sahne almaya başladı. 2020 yılında COVID-19 pandemisi'nden dolayı konserler ve sahnelere ara vermek zorunda kaldı. 2021 yılının sonundan itibaren konserlerde ve festivallerde sahne almaya devam eden Arif Sağ, bu dönemde albüm çalışmalarında yer almadı.
Sanatı.
Müzikal tarzı.
Arif Sağ'ın özellikle 1970'li yıllardan itibaren değişim ve yenilik içeren müzikal tarzı birçok eleştirmen tarafından olumlu yorumlandı. Türk halk müziğindeki eserleri özgün halinden çıkmayarak modernize ederek yorumladı. 1960'lı yılların sonundan 1975 yılında eğitim görevlisi olarak girdiği İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'na kadar arabesk tarzda söz yazdı ve besteler yaptı. Ayrıca, 1970'li yılların başından itibaren Barış Manço, Selda Bağcan gibi birçok sanatçıya bağlama ile eşlik ederek popüler tarzdaki parçalara bağlama ile eşlik eden ilk sanatçı oldu. 1960'lı yıllardan itibaren çeşitli sanatçıların albümlerinde bağlama, perküsyon ve davul gibi enstrümanlarla eşlik etti. Ayrıca bu yıllarda birçok Türk halk müziği eserini yeniden düzenleyerek enstrümantal olarak yayınladı. 1970'li yıllarda birçok 45'lik yayınladı. 1975 yılından itibaren ise birçok kişiye halk müziği eğitimi verdi. 1970'li yılların ikinci yarısında halk müziği üzerine çalışmalarda bulundu. Halk müziği ve bağlama üzerine akademik çalışmalar yapmaya başladı. 1979 yılında "Gurbeti Ben mi Yarattım?" adını verdiği albümü yayınlamasıyla adından sıkça söz ettirdi. "Kula Kulluk Yakışır mı", "Gurbeti Ben mi Yarattım", "Gezdim Şu Alemi", "Dersim Dört Dağ İçinde", "Deli Gönül" ve "Açılın Kapılar" gibi farklı sanatçılara ait olan eserleri kendi modernize bir şekilde düzenledi ve büyük beğeni gördü. 1980'li yılların başında Türkiye'de dahil olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde festivallere ve resitallere katıldı. 1983 yılında yayınladığı "İnsan Olmaya Geldim" albümü ise o döneme kadar yayınlanan en başarılı halk müziği albümlerinden birisi oldu. Aynı yıl Muhlis Akarsu ve Musa Eroğlu ile birlikte yayınladığı "Muhabbet 1" adlı proje albüm Türk halk müziğinin dönüm noktası olmuştur.
Yayınlandığı dönem gündeme giren büyük satış rakamlarına ulaşarak halk müziğinin geniş kitleler tarafından tanınmasını sağladı. Albüm, 1980'ler boyunca seri olarak yayınlanmaya devam etti. Birçok sanatçı ile birlikte ortak albümler yayınladı ve birçok sanatçının albümünde yer aldı. Türkiye ve Avrupa'da ses getiren konserler ve turnelere katıldı. Türkiye'nin birçok ilçesinde festival ve etkinliklerde yer aldı. Eserleri birçok sanatçı tarafından seslendirildi. Arif Sağ sanat yaşantısı boyunca on solo albüm, birçok enstrümantal albüm, onlarca 45'lik yayınlamış ve birçok proje albümde yer almıştır. 1960'lı yılların başında Nida Tüfekçi'den eğitim alan Arif Sağ, kariyeri boyunca halk müziği temellerinin dışına çıkmadan eserleri modern şekilde düzenleyerek yorumladı. Toplumsal olaylara karşıda duyarlı olmuş ve yüzlerce eser kaleme almıştır. Sayısız eseri bulunan Arif Sağ, aynı zamanda birçok ülkede Türk halk müziği ve bağlama üzerine konserler verdi.
Söz yazarlığı ve besteciliği.
Arif Sağ, 1950'li yılların sonundan itibaren Davut Sulari, Aşık Daimi, Ali Ekber Çiçek ve Aşık Beyhani gibi usta sanatçılarla tanışmıştır. 1960'lı yılların başında Nida Tüfekçi'den halk müziği eğitimi almıştır. 1960'lı yılların ortalarından itibaren 45'likler yayınlamaya başlayan Arif Sağ, bu dönemde söz yazmaya ve beste yapmaya başlamıştır. 1970 yılında Topkapı Müzik etiketiyle yayınladığı "Salında Gel / Dahlenk / Metelik / Ankara Oyun Havası" adlı plağındaki tüm parçaların söz ve müzikleri kendisine aittir. 1970'ler boyunca kendi plaklarının yanı sıra Hayri Şahin, Ayten Şenol, Şükran Ay, Bedia Akartürk, Gülcan Opel ve Ayla Dikmen gibi sanatçılara da söz ve beste vermiştir. 1971 yılında Barış Manço'nun "Lambaya Püf De! / Kalk Gidelim Küheylan" adlı 45'liğinde yer alan "Lambaya Püf De!" adlı parçada bağlama çalmıştır. 1979 yılında yayınladığı "Gurbeti Ben mi Yarattım" adlı ilk albümündeki ve 1983 yılında yayınladığı "İnsan Olmaya Geldim" albümündeki birçok eserin düzenlemelerini yaptı. İlk iki albümündeki bu eserleri orijinalinden dışarı çıkmayarak modernize bir şekilde aranje etmiş ve büyük beğeni toplamıştır.
1970'li yıllardan itibaren yayınladığı "Oyun Havaları" (1978) ve "Anadolu Döktürmeleri" (1984) gibi enstrümantal albümlerle birçok oyun havasını yeniden düzenlemiştir. 1983-1987 yılları arasında yer aldığı ve Türk halk müziğinin en önemli seri albümü olarak kabul edilen "Muhabbet" albüm serisindeki birçok parçanın düzenlemelerini yaptı. "Biz İnsanlar / Kerbela" (1990) albümündeki "Gül Yüzlü Sevdiğim", "Söz Etme Gönül", "Yar Seninle", "İnsan Olan Nura Çevrilir", "O Yar Gelir" ve "Eşşeği Saldım Çayıra" gibi parçaların müziklerini ve düzenlemelerini yaptı. Aynı yıl yayınlanan "Türküler Yalan Söylemez" adlı proje albümde de birçok eseri aranje etti. 1995 yılında yayınlanan ve en başarılı albümlerinden birisi olan "Umut" adlı albümündeki "Dillerde Kaldım" adlı parçanın sözlerini yazdı. "Umut" ve "Gel Efendim Gel" adlı parçalarında müziğini besteledi. 1990'lı yıllar boyunca sık sık albümlerde çalıştı. Festivallerde ve resitallerde konserler veren Arif Sağ, bu konserlerin kayıtlarını albüm olarak da yayınladı. 2002'de yayınlanan "Dost Yarası" adlı onuncu albümünde de birçok parçanın derlemesini yaptı. 2000'li yıllar boyunca İbrahim Tatlıses'in "Tek Tek" (2003), Pınar Sağ'ın "Türkü Söylemek Lazım" (2003), Tolga Sağ'ın "Toprak Ve Turna" (2004), Mahsun Kırmızıgül'ün "Sarı Sarı / Başroldeyim" (2004), Sezen Aksu'nun "Bahane" ve Özcan Türe'nin "Sürgün Sevdam" (2005) gibi sanatçıların albümlerinde çalıştı. 2010'lu yıllardan sonra albüm çalışmalarına ara veren Arif Sağ, konserlerde ve festivallerde sahne almaya devam etti.
Etkilendikleri ve etkiledikleri.
5 yaşında kaval sonra davul ve zurna çalmaya başladı. 6 yaşında ise gramafon ve plak ile tanıştı. Bağlama ile tanışması ise Erzincan'da Kumaş Dede'nin Kumaş saz evi dükkanında tanışmıştır. Bu dükkan Davut Sulari, Aşık Daimi, Ali Ekber Çiçek ve Aşık Beyhani gibi ustaların yetişmesinde öncülük etmiştir. Babası Erzincan'da değirmencilik yapmaya gittiği için, ilkokulu burada okumuştur. 14 yaşına kadar Âşıklık geleneği'ni öğrenip deyişler söylemeye başladı. İstanbul'a taşındıktan sonra Aksaray Musiki Cemiyetine kaydolarak Nida Tüfekçi'den halk müziği eğitimi almaya başladı. 1960'lı yılların ortasından itibaren art arda 45'likler yayınladı ve farklı sanatçıların albümlerinde yer aldı. Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre, Karacaoğlan, Âşık Veysel ve Pir Sultan Abdal gibi sanatçılardan etkilendi ve ozanların eserlerinin bazılarını yeniden düzenledi.
1970'li yıllardan itibaren Muhlis Akarsu, Musa Eroğlu, Yavuz Top, Mahzuni Şerif ve Ali Ekber Çiçek gibi sanatçılarla iş birliği yaptı. 1975 yılından beri öğrenciler yetiştirmeye başlayan Arif Sağ'dan Sevcan Orhan, Ender Balkır, Erdal Erzincan, Özcan Türe, Hasret Gültekin ve Özlem Özdil gibi birçok sanatçı etkilenmiştir. Arif Sağ, söz yazarlığı ve besteciliğinin yanı sıra ileri derecede bağlama çalabilmektedir. Kendine has bağlama çalışıyla virtüözlüğü de birçok sanatçıyı etkilemiştir. Türkiye'de bağlamanın tanınmasında önemli bir rol oynamıştır.
Özel Hayatı.
Arif Sağ, askerden sonra ailesi tarafından yakın arkadaşı Muharrem Akkuş'un dayısının kızıyla nişanlandı. Üç sene nişanlı kaldı, sonra dedikodular çıkmaya başlayınca hemen evlendiler. İstemeyerek evlendiği için evlendikten üç dört ay sonra Erzurum'a gitti ve Yıldız'a aşık oldu. İki sene sürdü bu durum ve bir sürü sıkıntılar yaşandı. Ailesi karşı çıkmıştı, sonra Yıldız'ı kaçırdı. Sonra ailesi razı oldu ama öbür taraf ayrılmak istemedi. Biz Yıldız'la birlikte yaşamaya başladık, ben öbür eve hiç gitmedi. 1973'te Tolga Sağ, 1977 ise Aslı Sağ doğdu. Çocuklar olunca eski eşi ikna oldu ve boşandılar. Boşanınca da 1979'da Yıldız Sağ'la resmi olarak nikah kıydı. Eşi Yıldız Sağ, 2016 yılında İçerenköy'deki Bayındır Hastanesi'nde kanser tedavisi görüyordu. 18 Ekim 2016 tarihinde tedavisi devam ettiği sırada öldü.
Hastalığı.
13 Mayıs 2017 tarihinde Sabahat Akkiraz ve Erdal Erzincan ile İstanbul Bostancı Gösteri Merkezi'nde vereceği konser öncesi rahatsızlanan Arif Sağ hastaneye kaldırıldı. Akciğer kanseri teşhisi konuldu ve ameliyat oldu. Operasyonla sol lobundaki kanserli bölge alındı. 6 Aralık 2017'de kızı ve oğlu ile Küba'ya giderek aşı tedavisine bir süre bu ülkede devam etti. Türkiye'de kanser tedavisini bitirdikten sonra Küba'ya giden Sağ, kanseri atlattı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4702",
"len_data": 32410,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.51
}
|
Mehmet Erte, (d. 1978, İzmir) Türk şair ve yazardır.
1978 yılında İzmir'de dünyaya geldi. İlköğrenimini Çeşme Namık Kemal İlköğretim Okulu'nda, lise öğrenimini Ertan Lisesi'nde tamamladı. Sakarya Üniversitesi Fizik Bölümü'nden 2003 yılında mezun oldu.
Yayımlanan ilk ürünü “Yıldırımları Beklemek” (Varlık Dergisi, Aralık 1999) adlı şiiridir. 2003 Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü'ne değer görülen “Suyu Bulandıran Şey” adlı dosyası, aynı yıl Varlık Yayınları tarafından kitaplaştırıldı.
Öykü, şiir, deneme ve çevirileri Varlık, Özgür Edebiyat, Kül Öykü, Milliyet Sanat, Papirüs, Öküz, E, Yasakmeyve, Akşam-lık ve Kitap-lık gibi dergilerde yayımlandı. "Bakışın Kirlettiği Ayna" adlı öykü kitabı Mayıs 2008'de, "Alçalma" adlı ikinci şiir kitabı Şubat 2010'da, "Sahte" adlı romanı Haziran 2012'de YKY'den çıktı.
İki yıl Yasakmeyve dergisinin yayın müdürlüğünü yaptı. Varlık dergisinde editörlük yapmaktadır.
Dış bağlantılar.
mehmeterte.wordpress.com
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4703",
"len_data": 947,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 2.87
}
|
Kitap-lık, Yapı Kredi Yayınları (YKY) tarafından 1993 yılından itibaren çıkarılan edebiyat dergisi.
İki ayda bir yayımlanır. Her sayısında işlediği belli bir dosya konusunun yanı sıra, şiir, öykü, deneme ve incelemelere yer verir.
Tarihçe.
Yapı Kredi Yayınları'nın kitaplarının, yazarlarının tanıtımını yapma ihtiyacıyla 1993'te bir kitap tanıtım dergisi olarak yayımlanmaya başladı. İlk sayısı Eylül 1993'te çıkan dergi 1995'e kadar yayınevi müşterilerine ücretsiz dağıtıldı. İlk dönemin sloganları, ""Kitabı seven herkes Kitap-lık’ı da sevecektir" ve "İyi edebiyatın adresi Kitap-lık"" idi.
Kitap-lık, 1995'ten itibaren iki ayda bir çıkan, ücretli bir dergi oldu. Pierre Bourdieu’nün yönetimindeki Uluslararası Kitap Dergisi "Liber'i" ek olarak vererek evrensel bir mahiyet kazandı. 1997’ye dek kitap tanıtma, eleştiri, deneme, inceleme, değini yazıları yayımlayarak okura kitap dünyasını tanıtan, yayınevi bülteni görünümünde bir dergi idi. Derginin yayın periyodu 1998’den sonra üç aylık oldu.
Dergi, 2000’den sonra yeniden iki aylık periyotla çıktı ve bir edebiyat dergisi kimliği kazandı. "Babil Kulesi" başlıklı sayfalarında kitap tanıtımı yapmayı sürdürdü. 44. sayıdan (Kasım-Aralık 2000) itibaren derginin editörlüğünü Murat Yalçın üstlendi.
2005’te içeriği ve tasarımı yenilenerek aylık edebiyat dergisi oldu. 2005’e dek "A'dan Z'ye" yazar ekleri verdi; on yıl boyunca okurlara "YKY Şiir Yıllığı" armağan etti. Yurt genelinde gazete bayilerinde satıldı; tirajı bir dönem on bini geçti.
Dergi, Eylül 2012'de yeniden iki ayda bir yayımlanmaya başladı. 2015'te yeniden tasarlandı; renkli baskıya geçti ve daha canlı bir görünüm kazandı. Eylül-Ekim 2022'de yayımlanan 223. sayı ile yayın hayatının 30. yılına girdi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4704",
"len_data": 1721,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.39
}
|
Ahmet Kaya (28 Ekim 1957, Malatya - 16 Kasım 2000, Paris), Türk protest müzik şarkıcısıdır. Türkiye'de albümleri en çok satan şarkıcılar arasında yer almaktadır.
Hayatı.
Ahmet Kaya, 1957 yılında Malatya'da bir ailenin beşinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Annesi Erzurumlu bir Türk, babası Adıyaman'ın Çelikhan ilçesine bağlı Yağızatlı köyünden bir Kürt'tür. Babası Sümerbank dokuma fabrikasında çalışan bir işçiydi.
Ahmet Kaya, ilkokulu Malatya'da okudu. Müzikle altı yaşında babasının hediye ettiği bağlama ile tanıştı. Okuldan geri kalan zamanlarında plak ve kaset satan bir dükkânda çalışmaya başladı. Ailesinin geçim sıkıntısı çekmesi nedeniyle 1972'de İstanbul Kocamustafapaşa'ya göç ettiler ve okulu bırakmak zorunda kaldı. İşportacılık ve çeşitli işyerlerinde çıraklık yaptı. Bu dönemde küçük bir yerleşim yerinden büyük bir şehre taşınmanın ve alışmanın sıkıntılarını yaşadı. Bu sıkıntılarını bir belgeselde şöyle dile getirdi:
On altı yaşında yasa dışı afiş basmaktan hapse atıldı. Daha sonra birkaç arkadaşıyla birlikte Halk Birimleri Derneği'nin çalışmalarına katıldı. Bu çalışmaları sırasında çeşitli etkinliklerde bağlama çalmaya devam etti. Boğaziçi Üniversitesinde yapılan bir etkinlikte Ruhi Su ile tanışma fırsatı buldu ve "Mahsus Mahal" isimli Ruhi Su türküsünü söyledi. 1978 yılında Gelibolu'da askerlik yaptı, bu arada askeri orkestrada müzik çalışmalarına devam etti. Askerden döndükten sonra Emine adlı ilk eşiyle evlendi ve 1982 yılında kızları Çiğdem doğdu. Ancak bu evlilik uzun sürmedi. Daha sonra Yusuf Hayaloğlu'nun kız kardeşi Gülten Hayaloğlu ile evlendi. Bu evlilikten, 1987 yılında ikinci kızı Melis dünyaya geldi.
İlk profesyonel çalışmaları.
Ahmet Kaya, işsizlik sebebiyle ekonomik zorluklar çekti ve bu sırada eşi kendisinden ayrıldı. Bu ekonomik sorunlarından kurtulmak umuduyla kendi deyimiyle "sistemin tersine hareket" ederek hapse girmeye çalıştı. Nihayetinde uzun uğraşları sonucu çıkardığı "Ağlama Bebeğim" albümünü 1984 yılında yayınladı. İstanbul Şan Tiyatrosu'nda küçük bir konser verdi. Yayımlandığı yıl albüm toplatıldı, fakat daha sonra sansürü kaldırıldı. 1985'te ikinci albümü "Acılara Tutunmak" için birinci albümde olduğu gibi Değişim Stüdyosu'yla anlaştı. Stüdyonun sahibi, o sıralarda Metris Askeri Cezaevi'nde olan Selda Bağcan'ın kardeşi Sezer Bağcan'dı. Cezaevinde tanıştığı 12 Eylül Darbesi mağduru Gülten Hayaloğlu ile Ahmet Kaya'nın tanışmasına aracılık etti. Albüm yayımlandıktan sonra evlendiler. Gülten Hayaloğlu hapishanede idam cezasına mahkûm olan Nevzat Çelik'in "Şafak Türküsü" şiirini Ahmet Kaya'ya iletti. Böylelikle geniş kitlelerce tanınması sağlanan albüm, 1985 yılında yapılıp 1986'da piyasaya çıkan "Şafak Türküsü" oldu. Bu albümde aranjör Oğuz Abadan'la çalıştı ve hemen hemen tüm besteleri kendisi yaptı. Aynı yıl "An Gelir" albümünü yayınladı.
Yusuf Hayaloğlu ile tanışması.
Gülten Hayaloğlu ile tanıştığı dönemde kardeşi Yusuf Hayaloğlu ve şiirleriyle tanıştı. Sözlerinin çoğunluğunun Yusuf Hayaloğlu'na ait olduğu "Yorgun Demokrat" adlı albümü 1987 yılında yayımlandı. 1988 yılında sadece iki şarkının söz yazarlığını Hayaloğlu'nun yaptığı ve diğer sözlerin tanınmış şairlerin şiirlerinden oluşan "Başkaldırıyorum" albümü çıktı. Ardından 1989 yılında sadece bağlama ve vokal ile oluşturduğu konserlerinden bir derleme olan "Resitaller-1" yayımlandı. Aynı yıl Osman İşmen'in düzenlemesiyle, sözlerinin büyük çoğunluğunu Hayaloğlu'nun yazdığı "İyimser Bir Gül" adlı albümü çıktı. 1990 yılında "Resitaller-1"'in devamı niteliğinde olan "Resitaller-2" albümü yayımlandı. Aynı yılın Ekim ayında çeşitli şairlerin şiirlerinden oluşan "Sevgi Duvarı" isimli albümünü çıkarttı. Ardından "Başım Belada" ve "Dokunma Yanarsın" albümlerini yayınladı.
1994 yılında çıkan "Şarkılarım Dağlara" adlı albümü, basılan 2.800.000 bandrolle rekor kırdı. Albümde yer alan "Özgür Çağrı" isimli şarkıda geçen "Abin bir gün dağdan döner, sarılırsın yavrucağım" gibi sözler nedeniyle albümü toplatıldı, konser vermesi yasaklandı.
1990 yılında "Tatar Ramazan" ve 1992 yılında "Tatar Ramazan Sürgünde" filmlerinin müziklerini yaptı. 1994 yılında prodüksiyonunu Gülten Kaya ve Yusuf Hayaloğlu'nun yaptığı, Kanal D'de yayınlanan "Ahmet Abi'nin Vapuru" programını yaptı. Sadece 13 hafta süren bu programa Nihat Akgün'ün katılması ve JetPA'nın programın sponsorluğunu yapması büyük eleştiriler aldı.
Müzikal tarzı.
İlk dönem albümlerinde genel olarak bağlamaya ağırlık verdi. Ahmet Kaya'nın tarzı pop, Türk halk müziği ve arabesk kategorilerine tam olarak dahil edilemediği için özgün müzik olarak adlandırılmaya başlandı. Kendisi müzik tarzının devrimci arabesk veya protest olarak tanımlanmasına karşı çıkmıştır.
Ahmet Kaya, sözlerini kendisinin yazdığı bestelerle beraber, Attilâ İlhan, Can Yücel, Nevzat Çelik, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Enver Gökçe, Ahmed Arif, Arkadaş Zekai Özger, Ahmet Erhan gibi tanınmış şairlerin şiirlerini de besteledi. Genellikle şarkılarında toplumsal meseleleri işledi. Toplam yirmi iki albümünde sadece bir Kürtçe şarkısı ("Karwan") vardır ve bir tane de Kürtçe açılış bulunur.
Boğaziçi Üniversitesi'nde Ruhi Su ile tanışıp Mahsus Mahal isimli türküyü çaldığı zaman, Ruhi Su bağlamanın bu şekilde, at teper gibi çalınmayacağını söyler. Yıllar sonra Ahmet Kaya bir konserinde bağlama çalarken bu olaya nüktedan bir gönderme yaparak "Bağlama böyle de çalınır" demiştir.
Hakkındaki suçlamalar.
10 Şubat 1999'da Magazin Gazetecileri Derneği'nin Princess Otel kongre salonunda düzenlenen ödül töreninde "Yılın En İyi Sanatçısı Ödülü"nü aldı ve ödül konuşmasında: "Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği'ne, Cumartesi Anneleri'ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayınlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayınlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını biliyorum." dedi. Bu sözleri üzerine davetlilerin bir kısmı tepki gösterip, küfretmeye ve kendisine çeşitli eşyalar fırlatmaya başladılar. Kaya, MGD görevlileri tarafından kongre salonundan olağandışı koşullarda dışarıya çıkartıldı.
Bu olayın hemen sonrasında Ahmet Kaya'nın 1993 yılında Berlin'de Kürt İş Adamları Derneği'nin düzenlediği bir gecede verdiği iddia edilen bir konsere ilişkin fotoğrafların "Hürriyet Gazetesi"nde yayınlanması üzerine "Bölücü PKK terör örgütüne yardım ve yataklık yaptığı ve halkı ırk farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiği" iddiasıyla hakkında İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde toplam 10.5 yıl ağır hapis istemiyle iki ayrı dava açıldı. Ahmet Kaya 1999 yılında mahkemeye yaptığı savunmada bu iddialara yönelik olarak:
"İddianamenin suçlamaya esas aldığı, "Hürriyet Gazetesi"'nin 14 Şubat 1999 tarihli sayısında yer alan "Ayıp Ettin Gözüm" başlıklı haber gerçekleri yansıtmamaktadır. Yukarıda da belirttiğim gibi, 1993 yılı sonbaharında sanatçı arkadaşım Zuhal Olcay'ın da olduğunu hatırladığım bir Avrupa turnesine orkestramla birlikte katıldım. Berlin dahil Avrupa'nın birçok kentinde bu arkadaşlarımla birlikte konserler verdim. Bu konserler arasında Almanya'da sadece PKK'nın katıldığı ve 'Kürt İşadamları Derneği' adlı bir kuruluşun düzenlediği ileri sürülen bir konsere katılmadım. Böyle bir derneğin gerçekte var olup olmadığını dahi bilmiyorum. Söz konusu gazete haberi üzerine yaptığım araştırmada 1994 yılı başlarında Berlin'de 'Demokratik Esnaflar Birliği' adlı bir kuruluş tarafından düzenlenen bir geceye katıldığımı tespit ettim. Geceyi düzenleyen 'Demokratik Esnaflar Birliği' tarafından gönderilen yazıda da belirtildiği üzere, bu gecenin hiçbir örgüt ya da başka bir kuruluşla ilgisi bulunmamaktadır. Bu kuruluş, hatırladığım kadarıyla Berlin'deki tüm yabancı esnafların bir araya gelip oluşturduğu bir meslekî kuruluştur. Savcılık ifademde de belirttiğim gibi, sahne sıram gelinceye kadar sahneyi daha önceden görme şansım yoktu. Sahneye çıktıktan sonra fotoğrafta yer alan pankartı görsem dahi hiçbir şey yapamazdım. Konseri iptal etmem halinde salonu dolduran ve benim şarkılarımı dinlemek için gelmiş binlerce dinleyicinin haklı tepkisini alacak ve gecenin o atmosferinde, o salondan rahatlıkla ayrılabilmem bile mümkün olmayacaktı; ama sahneden fark ettiğim kadarıyla salonun çeşitli yerlerinde asılı başka pankartlar da vardı; fakat sahne ışıkları ve yüksek spotlardan dolayı benim onların içeriğini de görebilme şansım yoktu. Her zaman olduğu gibi kendi şarkılarımı söyledim ve sahneden ayrıldım. Bütün titizliğime rağmen bu konser sırasında çekilmiş olması mümkün olan fotoğrafın yıllar sonra ve tamamen gerçek dışı bir haberle birlikte kullanılması beni üzdü. Böyle bir fotoğrafın varlığı ve bunun bugüne kadar yayımlanmaması hiçbir ciddi habercilik anlayışıyla bağdaşmaz ve haberin gerçek dışı oluşunu ve başka amaçlara yönelik bir yayıncılık anlayışı olduğunu açıkça ortaya koyar. Bununla ilgili takdiri Sayın Mahkemenize bırakıyorum." demiştir.
16 Haziran 1999'da Türkiye'den ayrıldı. Yargılamaların sonucunda gıyabında toplam 3 yıl 9 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı.
Ayrıca, Ahmet Kaya hakkında konserlerinde şarkılarının sözlerini Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına aykırı olarak değiştirdiği gerekçesiyle birçok dava açıldı. Ahmet Kaya bu suçlamalara yönelik olarak ise 1999 yılında mahkemede yaptığı savunmada şöyle demiştir:
"İddianamenin ikinci sayfa, dokuzuncu paragrafında yer alan şarkı sözlerini, Türkiye'deki birçok konserimde de bu şekilde değiştirerek söyledim. Bu küçük değişiklikten başka anlamlar çıkarılmasına sadece çok şaşırıyorum. Bütün samimiyetimle şunun bilinmesini isterim ki bunu yaparken başka bazı şeyler hedefliyor olsam, benim kadar sözünü sakınmadan söyleyen bir insan -takdir edersiniz ki- bu kadar dolaylı bir yola başvurmaz, "şimdilik hoşça kal yaban çiçeğim, yasal mermisiyle bir komiser yaklaşmakta" biçimindeki orijinal sözleri, "şimdilik hoşça kal yaban çiçeğim, yasal mermisiyle bir TC yaklaşmakta" şeklinde söylemem, kanımca iddianamedeki gibi yorumlanamaz. En yalın haliyle; mermiyi polis kullanır, polis Türkiye Cumhuriyeti'nin polisidir ve devletin polisini şarkının sözel kalıbı içerisinde bu şekilde ifade etmemden nasıl farklı bir sonuç çıkarılabilir? Çünkü şarkıdaki sözün özü şudur: 'Yasal mermisi ile Türkiye Cumhuriyeti'nin bir komiseri yaklaşmakta'. 'Başım Belada' adlı bu şarkımın bir başka yerinde; "üstelik göğsümde, yani tam şuramda, kirli sakalıyla bir eşkıya gezinmekte" yerine, "üstelik göğsümde, yani tam şuramda, kirli sakalıyla bir gerilla gezinmekte" dersem, bunun sakıncası ne olabilir? Her ikisi de dağlarda yaşar ve sakalları kirlidir. Kaldı ki şarkının bütünü dikkate alındığında, şarkıdaki mizah ve ironi zaten görülecektir. Sevgili Can Yücel'in 'Sevgi Duvarı' adlı şiirinde, 'sidikli kontes' diye bir nitelemesi vardır. Yıllar önce ben bu şiiri bestelediğimde denetimden geçirilmemiş ve onu 'pasaklı kontes' biçiminde değiştirdiğimizde bu çok önemli (!) sakıncayı ortadan kaldırmıştık. Bu örneği, hukuk tarihi kendi komedisini yazdığında malzeme olması açısından verdim. Dünyanın uğraştığı ve çözüm bulmaya çalıştığı hayatî konularla bizim mahkemelerimizin gündemini işgal eden konular karşı karşıya getirildiğinde, ülke olarak dünyanın gidişatını neden çok geriden takip ettiğimiz daha iyi anlaşılsın ve sıradan bir şarkı sözüyle bir ülkenin bölünebileceği kompleksinden artık herkes kurtulabilsin diye verdim. Bu durumdan benim çıkardığım sonuç şu: Demek ki bundan böyle sahne şovlarımda bunun bir parçası olarak, kendime ait şarkıları biraz değiştirip söylerken ciddi bir çekince yaşayacağım. Örneğin bir şarkımda "örselendi aşklarım, üstelik çok uzak bir diyardayım" sözlerini, konser verdiğim yere göre "Hamburg'tayım" ya da "Bayburt'tayım" şeklinde yorumlamaktaydım. Bir başka şarkımda; "O mahur beste çalar, müjganla ben ağlaşırız." (ki müjgan burada kirpik anlamında kullanılmıştır) biçimindeki sözleri "Ayten'le ben ağlaşırız." biçiminde değiştirerek söyleyebiliyorken bundan böyle söyleyemeyeceğim anlaşılıyor. Peki, size göre kendimi böyle daha mı özgür hissedeceğim?"
1999 yılında Münih'te PKK yanlıları tarafından düzenlenen konserde "‘‘Arabamı o şerefsizlerin memleketinde bıraktım’’" dediğini iddia eden "Hürriyet Gazetesi" haberi için hakkında DGM tarafından bir kez daha soruşturma başlatıldı. 9 Şubat 2000 yılında "Zaman Gazetesi"'ne yaptığı röportajda "Ben 3 tane şerefsiz yüzünden ülkemde arabama bile binemedim dedim" diyerek yalanladı. 1999'da Almanya'nın Münih şehrindeki "Barış, Demokrasi ve Özgürlük Festivali" isimli organizasyonda söylediği ve içinde "Kürdüz Ölene Kadar, Vallahi biz dostu özledik, Kürdüz sonuna kadar, Vallahi Apo'yu özledik" sözleri geçen şarkısı nedeniyle eleştirildi. 1999 Mart ayında Ordu Valiliği, Ahmet Kaya'nın kasetlerinin kentte satılmasını ve bulundurulmasını yasakladı.
Ahmet Kaya, yasal suçlamaların yanı sıra çeşitli kesimlerce "lüks içinde yaşarken yoksulluk edebiyatı yapmak"la suçlandı. Bu eleştirilerle ilgili olarak yöneltilen bir soruya şu şekilde yanıt verdi:
"Benim hiç Mercedes'im olmadı. Şimdiki arabam Mercedes'ten daha pahalı, cip olduğu için gözüne batmıyor insanların. Salaklaşmamak lazım; bunlar önemli şeyler yani. Biz insanların yoksulluğunu savunmadık. Bizler yaşamımız boyunca insanların zenginliğini savunduk. Yani ben cipe binsem, Mercedes'e binsem; bunlar önemli şeyler midir? Ben tarihin yüklediği misyonu yerine getiriyor muyum? Bu önemli. Tam 30 sene aç yaşadım bu ülkede, 30 yıl boyunca. Bütün lokantaların kenarlarına gidip, o lahmacunların nasıl çıktığına baktım. Artık ben bu saatten sonra bunu yerim ve kimse bunu engelleyemez..."
Medyanın büyük kesimi tarafından tepki gören Ahmet Kaya, bunun yanında bu tepkileri hak etmediği düşünüldüğü için kimi köşe yazarları tarafından da destek görmüştür. Bunlara örnek olarak 21 Şubat 1999 tarihli "Radikal" gazetesinde, Yıldırım Türker'in "Ne Yapmalı" başlıklı yazısı, 18-24 Şubat 1999 tarihli "Aktüel" dergisinde Defne Asal imzası ile yayımlanan "Sen Demirel misin be Ahmet" başlıklı yazı, Şubat 1999 tarihli "Radikal" gazetesinde, Arda Uskan imzalı "Ayıptır Ayıp" başlıklı yazı verilebilir.
Ölümü.
"Hoşçakalın Gözüm" isimli albümünün kayıtlarını yaparken, 16 Kasım 2000 gününün gecesi, Paris'in Porte de Versailles semtindeki evinde kalp krizi geçirmesi sonucu öldü. 17 Kasım 2000'de 30.000'in üzerinde kişinin katıldığı törenle Paris'in Père Lachaise Mezarlığı 71. bölüme defnedildi.
Ölümünden sonra.
Her fırsatta “Öldüğümde değil yaşarken anlayın beni” diyen Ahmet Kaya hakkında ölene kadar bir linç kampanyası yürütülmüştür.
2002 yılında Ahmet Kaya'nın şarkılarını 20 ünlü sanatçının söylediği "Dinle Sevgili Ülkem" isimli bir albüm yapılmış, Magazin Gazetecileri Derneği'nin gecesinde duyurduğu Kürtçe "Karwan (Kervan)" parçasının ve klibinin de bulunduğu "Hoşçakalın Gözüm", "Biraz da Sen Ağla" albümü yayımlandı. Père Lachaise Mezarlığı 71. bölümde bulunan mezarı 2003 yılında tekrar düzenlendi. Ağırlığı 3.5 tonu bulan mezarının üzerinde kardelen motifleri, enstrümanlar, Kastamonu yazması deseni, İstanbul silüeti, şarkı sözleri ve büstü bulunmaktadır. "Kalsın Benim Davam" ve "Gözlerim Bin Yaşında" (Aralık 2006) adlarında dört albümü daha yayınlanmıştır.
4 Eylül 2007'de Türkiye'de kendi ismine açılan tek yer olan Ahmet Kaya Halk Evi, Batman'da açıldı. 2009 yılında AK Parti hükûmetince mezarının Paris'ten Türkiye'ye taşınması konusunda fikirler ortaya atıldı. Ahmet Kaya'nın kabri hâlen Paris'in Père Lachaise Mezarlığı'nda yer almaktadır.
Ölümünün onuncu yılına denk gelen 2010 yılında Ümit Kıvanç tarafından hazırlanan "Uçurtmam Tellere Takıldı" isimli belgesel gösterime girdi.
Haziran 2012'de Magazin Gazetecileri Derneği tarafından "Ahmet Kaya Özel Ödülü" verileceği açıklandı. İlk ödülü Kaya'nın bağlamacısı Ümit Yılmaz'ın alacağı söylendi.
28 Ekim 2013'te 2013 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri'nde "müzik" alanındaki ödül Ahmet Kaya'ya verildi.
1 Eylül 2020 tarihinde İzmir'ın Menemen ilçesinin Asarlık Irmak Mahallesi'nde anısına Dünya Barış Günü'ne denk getirilerek kendi adını taşıdığı bir parkın açılışı yapılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4708",
"len_data": 16094,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.29
}
|
Liberalizm, bireysel özgürlük üzerine kurulan bir siyasi felsefe veya dünya görüşüdür. Bireysel özgürlük ve bireysel haklar düşüncesiyle yola çıkan liberalizm, daha sonraki yıllarda farklı türlere bölündü ve bireylerin eşitlik ilkesinin de önemini vurgulamaya başladı. Klasik liberalizm bireysel özgürlüklerin rolünü vurgularken, sosyal liberalizm özgürlüğe vurgu yaptığı kadar; bireylerin eşitlik hakkı ilkesinin önemine vurgu yapar ve özgürlük ile eşitlik arasında denge kurmayı amaçlar. Liberal görüşü savunanlar geniş bir görüş dizisi benimsemekle birlikte genellikle ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü, basın özgürlüğü, sivil haklar ve sivil özgürlükler, seküler devlet, liberal demokrasi, ekonomik ve siyasi özgürlük, hukukun üstünlüğü, özel mülkiyet ve piyasa ekonomisi gibi fikirleri destekler.
18. yüzyılda liberal fikirlerin Aydınlanma Çağı filozofları ve iktisatçıları arasında yayılmasıyla liberalizm ilk kez belirgin bir siyasi hareket olarak ortaya çıkar. Liberal düşünce; kalıtsal ayrıcalık, teokratik yönetim, mutlak monarşi ve kralların ilahi haklarına karşı çıkmaktaydı.
17. yüzyıl düşünürü John Locke sıklıkla ayrı bir felsefe geleneği olarak liberalizmin kurucusu şeklinde yansıtılır. Locke, her insanın hayat, özgürlük ve mülkiyet haklarına sahip olduğunu savundu ve Toplumsal sözleşmeye göre de hükûmetlerin bu hakları ihlal etmemesi gerektiğini belirtti. Dönemlerinin liberal felsefesine sahip devrimciler, bu felsefeyi despot yönetimlerin devrilmesi için başlattıkları silahlı mücadeleleri meşru göstermek için kullandı. Şanlı Devrim, Amerikan Devrimi, Fransız Devrimi bunların arasındaydı. 19. yüzyılda Avrupa, İspanyol Amerika ve Kuzey Amerika'da liberal devletlerin kurulduğu görüldü.
20. yüzyıla kadar serbest ticaret, laissez faire ekonomiyi destekleyen hükûmet, minimum müdahale ile vergilendirme ve dengeli bütçe liberallerin ekonomi görüşlerinin genel hatlarını yansıtmaktaydı. Liberaller bu dönemlerde bireycilik, özgürlük ve eşit haklara yoğunlaşmaktaydı. Ancak 19. yüzyılın sonunda yoksulluk, işsizlik ve modern sanayi kentleri içinde göreli yoksunluk gibi sebepler klasik liberal fikirlere eğilimleri değiştirdi. Sanayileşme ve laissez-faire ekonominin yarattığı sosyal dengedeki değişimlere karşı büyük politik tepkiler bu dönemde güçlenmeye başladı. 1929 yılında başlayan Büyük Buhran liberal ekonomiye yönelik desteğin azalmasını hızlandırdı. Avrupa ve Kuzey Amerika'da sosyal liberal görüşler bu dönemde yükselişe geçti ve refah devletinin genişlemesinde önemli bir bileşene dönüştü.
Batı dünyasının 2. Dünya savaşından sonra yaşadığı otuz yıllık eşi görülmemiş genel refah modern liberalizmin yükselişini imliyordu. Ancak 1970'lerin ortalarından başlayarak çoğu batılı ülkeyi saran ekonomik büyümenin yavaşlaması modern liberalizme ciddi bir meydan okuma olanağı sundu. Bu on yılın sonunda, ekonomik durgunluk, refah devletinin sosyal faydalarını korumanın maliyetiyle birleştiğinde, hükûmetleri giderek politik olarak savunulamaz vergilendirme ve artan borç seviyelerine doğru itti. Pek çok hükûmet tarafından uygulanan Keynesyen iktisadın etkinliğini yitirmiş görünmesi de aynı derecede rahatsız ediciydi. Hükûmetler, ekonomik büyümeyi teşvik etmeyi amaçlayan programlara para harcamaya devam etti, ancak bunun sonucu, sıklıkla artan enflasyon ve işsizlik oranlarında her zamankinden daha küçük düşüşler oldu. Modern liberaller, olgun endüstriyel ekonomilerdeki durgun yaşam standartlarının zorluklarını karşılamak için mücadele ederken diğerleri klasik liberalizmin canlanması için bir fırsat gördü. Yeniden güçlenen liberalizmin bu “neoklasik” versiyonunun öneminin en açık imi, Amerika Birleşik Devletleri'nde Liberteryen Parti'nin artan önemi, liberteryen piyasa idealini ve keskin bir şekilde sınırlı hükûmetleri desteklemeyi ve özendirmeyi amaçlayan çeşitli düşünce kuruluşlarının birçok ülkede kurulumuyla liberteryenizmin politik bir güç olarak ortaya çıkmasıydı.
Doğası ve kökenleri.
Doğuşu.
Liberalizmin kökenlerinin İlk Çağ'da Eski Yunan siyasi ve iktisadi düşüncesine dek uzandığı düşünülmektedir. MÖ 5. yüzyılda sofistlerin (Protagoras, Gorgias, Antiphon, Kallikles, Tharsymachos ve diğerleri) düşünce sistemlerinde liberal düşüncenin izleri görülebilir. Yine İlk Çağ'da kimi düşünürler eserleriyle onlardan sonraki düşünürler üzerinde etki oluşturmuş ve liberal ideolojinin doğuşuna kaynak yaratmıştır. Örneğin, Aristoteles'nin "Politika" adlı eseri bu konuyla ilişkilendirilir.
Orta Çağ'daysa Hristiyan ve İslam dünyasında bazı liberal düşünürlere rastlanılır. Hristiyan dünyasında Saint Thomas d'Aquino ilk kez iktidarın sınırlandırılması ve özgürlüğün korunması yönünde fikirler ortaya atmıştır. Aquino bu anlamda Anayasacılığın, iktidarın sınırlandırılması anlayışının, ilk savunucularından birisi olarak kabul edilebilir. O dönemde Saint Paulus'un "Bütün iktidar Tanrı'dan gelir" sözüne karşılık, Saint Thomas, "Bütün iktidar Tanrı'dan gelir, fakat halkın aracılığıyla kullanılır" görüşünü savunmuştur. Yine Orta Çağ'da büyük İslam düşünürü İbn'i Haldun liberalizmin ilk habercilerindendir. İbn'i Haldun'un "Mukaddime" adlı eserinde liberalizmin bazı temel ilkelerine rastlanır.
Etimolojisi ve kullanımı.
Liberal kelimesi tıpkı liberteryen, liberter, libertin gibi latince "özgür" anlamına gelen "liber"'den türemiştir. Kelime, önceleri İngiltere kaynaklı, yabancı kaynaklı politikaları ifade etmek amacıyla kötüleyici ve suçlayıcı bir anlamda kullanılmıştır. İzleyen yıllardaysa İspanyollar "Liberal" sıfatını İngiltere kaynaklı politikaların nitelendirilmesi amacıyla kullanmaya başlamış ve Lockecu anayasal monarşi ile parlamenter yönetim ilkelerini savunan milletvekillerini "liberales" olarak isimlendirmiştir. Bir başka görüşe göre, Adam Smith, Ulusların Zenginliği'ndeki "liberal ihracat ve ithalat sistemi" ifadesiyle liberal kavramını ilk kullanan yazar olmuştur. Zamanla kullanımı yaygınlaşan kavram, yüzyılın ortalarına ve sonlarına doğru siyaset sözlüğüne iyice yerleşerek "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" ifadesinin yerini almış ve düşünce özgürlüğünü, ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü ve serbest ticareti savunanların adlandırılmasında kullanılan etiket durumuna dönüşmüştür. Ancak daha sonraları dünyanın çeşitli yerlerinde liberalizmin bir kavram olarak aşırı esneklik kazandığı görülmüştür. Liberalizm, Türkçede "erkincilik" şeklinde de kullanılmıştır. Erkincilik, Türkçede sözcük anlamı olarak felsefede hür düşünüşe bağlı olmak, ekonomide ise bireyin özgürlüğünü ve ekonomik güçler arasında hür rekabeti savunan anlamlarına gelir.
Önemli Tarihi Olaylar.
Rönesans Hareketi.
Rönesansın vurgusu, onunla birlikte gelişen yeni bir insan anlayışı ve bu anlayışa bağlı olarak vurgulanan özgürlük kavramıdır. Rönesansın asıl önemi özgürlük kavramı etrafında oluşan bireycilik anlayışının gelişimine temel oluşturan yeni bir insan felsefesi doğurmuş olmasıdır. Bu felsefe liberalizmin en önemli ilkeleri olan bireycilik ve özgürlük anlayışının gelişmesine katkıda bulunmuştur.
Rönesansın insan anlayışının en önemli özelliği; insanın kendi eylemiyle kendini gerçekleştiren, kendi tarihini kendi yapıp ettikleriyle oluşturan bir varlık olduğu anlayışıdır.
Rönesans ile birlikte insan, birey olarak toplumdan ayrı bir varlık halinde anlaşılmaya başlanmıştır. İnsanı cemaat, aile veya toplumsal tabakaların önceden hiyerarşik ve değişmez kalıplarının dışında, ayrı bir varlık olarak anlaşılmasının kökleri atılmıştır. İnsan aklının tek yol gösterici olduğu kabul edilmiş, insan aklının sürekli bir şekilde ileriye doğru geliştiği anlayışı sonucu akıl dışı engellerin kaldırılarak akla uygun “rasyonel” bir düzen kurmanın gerekli olması anlamında projeler ve arayışlar başlamıştır. Liberal arayışlar ve Fransız devrimiyle özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganları bu arayışların tarihsel sonuçları olmuştur.
Amerikan Devrimi.
16. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’nın diğer uluslarının göçmenleri ve İngilizler, Amerika’da ilk sürekli yerleşim yerlerini kurdular. Bu sırada da Myflower gemisi ile 200 İngiliz püriteni Plymouth Rock’a ayak bastı. Bu püritenler aynı yıl çoğunluk ve eşitlik esasına dayanan bir yönetim kurdular. Püritenler, görev dağılımı ve temsilde eşitlik, insan özgürlüğünün sınırlanmaması gerektiği düşüncelerini kıtaya yaymaktaydılar. Göçler kesintisiz devam ediyor, Avrupa ve İngiltere’deki mutlakiyet rejimlerinden kaçan göçmenler, kafalarında umutları ve Avrupa’daki özgürlük düşünceleri ile Amerika kıyılarından karaya çıkıyorlardı. Artan göçlerle beraber çeşitli koloniler arasında milliyetçilik gelişmeye başladı. İngiliz kolonileri toplamda 13 taneydi ve her koloninin başında bir vali vardı. Vali ile beraber koloni halkının seçtiği bir de meclis vardı. Vali ile halk meclisi devamlı çatışma halindeydi. Yedi yıl savaşlarında bozulan bütçe için yeni ve ağır vergilerin konması, kolonileri eyleme geçirdi. İngiltere’ye karşı eylemlerin birincisi 1765’te Pul Kanunu Kongresi oldu. 5 Eylül 1774’te Pensilvanya’nın Philadelphia kentinde toplanan ilk parlamento iki kıta kongresi yaptı. Kongre, şu önemli kararı aldı: "“Sömürge fermanına uygun hareket etmeyen Vali iktidarını kaybeder. Hükümetsiz koloni kendi kaderini kendi tayin eder. Koloni halkı, ayrı, özgür ve bağımsızdır”". 19 Nisan 1775'te başlayan ilk çatışmalarla Amerikan kolonileri, İngiltere'ye karşı bağımsızlık için savaşa başladı. Bütün Amerika'yı etkileyen, oradan da Avrupa'yı etkisi altına alacak olan bir beyanname ile Amerika bağımsızlık savaşı noktalanır. Bu beyanname; siyasi liberalizmin ilk ve en önemli siyasi belgesi olarak tarihe geçmiştir. Bu beyanname Thomas Jefferson, John Adams, Benjamin Franklin, Robert R. Livingston ve Roger Sherman tarafından düzenlenen, büyük bölümünü Thomas Jefferson'ın yazdığı "4 Temmuz 1776 Bağımsızlık Bildirgesi"dir. Bildirge Avrupa'yı da etkilemiş, siyasi liberalizmin temel felsefesindeki gelişmeleri hızlandırarak halkın özgürlük ve eşitlik taleplerini arttırmıştır.
Fransız Devrimi.
Amerikan Devrimi kıta Avrupasını etkileyerek İngiltere'ye, Fransa'ya yol göstermiş ve Amerikan Devrimi'nden daha etkili olarak 1789'da Fransa'da bir devrim yaşanmıştır. Fransız Devrimi'yle feodal düzenden doğan sosyal hukuki ayrıcalıklar, angarya kaldırıldı ve toprak mülkiyeti sınırlandırılıp bütün insanlar yasalar önünde eşit kabul edildi. Fransız Devrimi'yle İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirisi, Ulusal Meclis tarafından 26 Ağustos 1789'da kabul edildi. Bildiri giriş bölümünde insan haklarının evrensel olduğunu belirtiyor ve insan haklarının doğal haklar olduğunu söylüyordu. Doğal haklar insanın sırf insan olmasından dolayı sahip olduğu haklardır ve insanın dışında hiçbir güçten ve iktidardan kaynaklanmaz. İnsan hakları devredilmez. İnsanlar kendi istekleri ile dahi bu haklardan vazgeçemezler. Bu haklar zaman aşımına uğramaz, kutsaldır, ihlal edilemezler. Devletin amacı da insanların bu kutsal haklarını korumaktır. İnsanların bu doğal hakları; özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnmedir. Bildiri herkesin yasa önünde eşit sayılacağını açıklıyor ve eski düzenin ayrıcalıklara dayanan yapısını yıkıyordu. Yasa önünde eşit sayılan yurttaşların yeteneklerine göre her türlü kamu görevi, rütbe ve mevkilere eşit olarak kabul edilebilecekleri ilan ediliyordu. Bildiri, keyfi tutuklamaları ve cezaları yasaklıyor; konuşma, yazma ve yayın özgürlüğünü getiren bildiri eski düzenin sansürcü sistemini yıkıyordu. Vergi koymayı ulusun veya ulusun temsilcilerinin iradesine bağlayarak eski düzenin keyfi vergileme sistemine, keyfi el koymalarına son veriyor, vergide adalet ve eşitlik ilkesini getiriyordu. Bildiri, eski düzenin Katolik kilise örgütünün insanları vicdanları üzerinde kurduğu tekeli yıkıyor, dini inanç özgürlüğünü getiriyordu. Kimse inançları yüzünden -ki bunlar dini inanç bile olsa- rahatsız edilmeyecektir ilkesini savunuyordu. Bildiri, liberalizmin temel ilkelerini bu şekilde dile getirirken çağdaş hukuk anlayışını da liberalizmle örtüştürüyordu. Devletin, siyasi toplumun ve iktidarın varlık sebebi olan insanların sahip olduğu haklarının ve özgürlüklerinin korunmasıdır. Devlet, iktidar ve halkın menfaati için kurulmuştur.
Felsefe.
Özgürlük.
Liberal gelenek içinde negatif özgürlük ve pozitif özgürlük olmak üzere iki tür özgürlük anlayışı bulunmaktadır. Klasik liberal ve liberteryenler “negatif özgürlük” anlayışına sahiplerdir. Negatif özgürlük anlayışı, bireyi başkalarına zarar vermeyen kendi tercihleri konusunda serbest bırakmak dışında ikinci kişilere hiçbir pozitif yükümlülük yüklemez. Bu çerçevede, “bireysel özgürlük, bireyin diğer bireylerden meşru olarak talep edebileceği tek şeydir. Özgürlüğün negatif yorumuna bağlı kalan liberaller sınırlı devleti savunur.
Ancak, geniş liberal gelenek içerisinde yer alan bütün düşünürler, özgürlüğün bu negatif yorumuna bağlı kalmazlar. Nitekim, 19. yüzyılda Thomas Hill Green, bireylerin dışarıdan bir baskıya maruz bırakılmamalarının onların gerçekten özgür oldukları anlamına gelmediğini ifade etmiştir. Green’e göre, bireylerin özgür sayılabilmesi için onların kişilik potansiyellerini gerçekleştirme doğrultusunda istedikleri şeyleri yapabilmeye muktedir olmaları da gerektir. Green için özgürlük; yapmaya veya zevk almaya değer bir şeyi yapmak, yahut da zevk almak hususunda olumlu bir güç veya yeterliliktir. Dolayısıyla, insanın gerçekten özgür olabilmesi için, yalnızca ona bu imkânı sağlayan hukuki bir çerçevenin bulunması yeterli değildir. Aynı zamanda fiili imkânlardan, toplumun ürettiği mal ve hizmetlerden pay almalı ve bireyin gücü ortak refaha katkıda bulunacak ölçüde artmalıdır. Örneğin seyahat özgürlüğüne gerçek anlamda sahip olabilmesi için onun seyahat etmek istemesi halinde engellenmemesi yetmeyip, bilet alabilecek maddi imkânlara da sahip olması gerektir. Green, bu bağlamda topluma, bireyi refah devleti benzeri pozitif destekler sağlayarak özgürleştirme amacı yükler. Özgürlüğün bu pozitif yorumuna bağlı kalan liberaller, “modern liberaller” olarak isimlendirilir. Modern liberallere göre bireylerin, kendi iyi hayat anlayışlarını oluşturabilmeleri için onların dış baskıdan korunmaları (negatif özgürlük) yetmez; bireyler aynı zamanda imkânlarla (pozitif özgürlük) da donatılmalıdır.
Bireycilik.
Bireycilik, klasik liberal gelenekte önemli bir yer tutar. Başlıca iki türlü anlamı bünyesinde barındırır. Bunlardan ilki toplumun, toplumsal düzenin ve toplumsal yapıların ancak bunların kurucu unsuru veya temel birimleri olan bireylerden, onların davranışları doğrultusunda açıklanabileceğini savunur. Başka bir ifadeyle, liberalizmin bireyciliği onun toplumsal olanın varlığını reddettiği anlamına gelmez; yalnızca toplumsal gerçeğin bireysel elementleriyle açıklanabileceğini söyler. İkinci olarak, liberalizm ahlâki veya normatif anlamda da bireycidir. Normatif bireycilik her bir bireyin ayrı bir değer olduğunun kabul edilmesini ifade eder. Her bir birey kendi için yaşamı neyin değerli kıldığına ancak kendi karar verebilir. Bu çerçevede, bir soyutlama olarak toplumun onu oluşturan bireylerinkinden ayrı bir varlığı, iradesi ve amaçları yoktur. Bireylere bağımsız bir değer olarak saygı göstermek gereği onların her birinin ahlâki bir statüye sahip olmalarından kaynaklanır. Ahlâki bir değer olarak bireycilik, bireysel insanların kendi potansiyellerini geliştirebilecekleri ve değerlerini belirleyip gerçekleştirebilecekleri bir alanın varlığına ihtiyaç duyar. Kendini geliştirme ancak bireysel olarak başarılabilir.
Özgürlük bireysel bir durumu belirtir, özgürlüğün öznesi herhangi bir toplu varlık biçimi (toplum, ulus, grup, cemaat vs.) değil, yalnızca ve her zaman birey olarak insandır. Dolayısıyla, liberallerin “özgür toplum” sözüyle belirttikleri genellikle, özgür bireylerden oluşan ve özgürlüğü güvenceleyen kurumlarla donatılmış olan bir toplumdur. Liberal kuramda özgürlük, temel politik bir değerdir. Politik anlamda özgürlük, siyasi baskıdan korunmuşluk durumunu belirtir.
Felsefi anlamda bireycilik.
Bireyin başlı başına en üstün değer olması, toplum ve devlet içinde tek gerçek olarak görülmesidir.
Siyasal anlamda bireycilik.
Bireyi, devletin kaynağı ve amacı görmektedir. Toplum ve devletin kuruluş amaçları bireylerin haklarını ve çıkarlarını korumaktır.
Sosyolojik anlamda bireycilik.
Bireyin toplumun temeli olarak kabul edilmesidir.
Ekonomik anlamda bireycilik.
Bireyin ekonomik faaliyetin temel aktörü olarak kabul edilmesidir. Bireyin özel mülkiyet hakkının dokunulmaz ve kutsal olduğunu ilan eder. Bireyin ekonomik özgürlüğünü kısıtlayan merkantilizm ve korporatizm reddedilmektedir.
Hoşgörü.
Hoşgörü, insanların onaylamadıkları davranışlara veya eylemlere müdahale etmemeleri gerektiği inancıdır. Bu inancın iki temel niteliği bulunur: Belirli bir davranışın onaylanmaması ve kişilerin kendi görüşlerini başkalarına dayatmalarının reddedilmesi. Ahlaki açıdan ikna etmek, muhakemede bulunmak veya argümanlar ileri sürmek gibi bazı müdahale biçimleri meşru olabilir, ancak baskı yapmak veya güç kullanmak değildir.
Hoşgörü, bireysel özgürlüğe bağlılığın önemli ifadelerinden biridir. Bireysel özgürlüğün olduğu bir yerde insanlar pek çok insanın görüşünden gayet farklı olsa bile, iyi bir hayat sürmeye dair kendi görüşlerini takip edebilirler. Bireyler bağımsız, kendi hayatları ve içinde bulundukları şartlar üzerinde kontrol sahibi olabilmelidirler.
Özerklik.
Liberal özerklik çoğu kez kendinin, başkalarının ve toplumsal pratiklerin devamlı olarak akılcı incelemeden geçirilmesiyle ilişkilendirilmiştir. Andrew Mason da buna benzer şekilde, özerkliğin kendi kendini yönetme veya kendi yazgısını kararlaştırmayla ilgili olduğunu belirtmekte ve bunun akıl tarafından yönetilmek ve başkalarının iradesinden bağımsız olmak, kısaca kendi tarafından yönetilmek gibi iki unsuru bulunduğunu belirtmektedir. Bu ikinci unsurla ilgili başlıca özerklik anlayışları ise “bağımsız düşünceli” olmak ve “eleştirel-düşünme” yeteneğidir. Susan Mendus ise özerkliği, Kantçı bir tarzda, kişinin kendi için belirlediği bir yasaya itaat etmesi olarak tanımlamaktadır. Onun için, üzerinde düşünüp taşınmadan geleneğe veya günün pratiğine uyan kişinin doğru anlamda özerk olduğu söylenemez, çünkü onun iradesi çevresindekilerin iradesi tarafından belirlenmektedir. Özerkliğin bu anlatımı kişinin yalnızca zordan, sınırlandırmadan ve tehditten uzak olma gibi standart negatif özgürlükleri değil, fakat aynı zamanda toplumsal törenin ve geleneklerin boğucu sınırlarının ötesine geçip özgür olmayı da gerektirmektedir.
Kısaca özerklik fikri kişinin seçimlerinin dış etkenler tarafından belirlenmemesini, kendi gerçek iradesinin sonucu olması gerektiğini savunur.
Çoğulculuk ve Tarafsızlık.
Liberalizm, toplumsal ve siyasi tasarımı açısından bakıldığında çoğulcu bir teoridir. Charles Larmore'a göre liberalizm, nihai önemdeki meseleler hakkındaki görüş farklılıklarına rağmen, birlikte yaşamanın zora başvurmayan bir yolunun bulunabileceğine ilişkin umudu simgeler. Ona göre insanlar hayatı neyin yaşanmaya değer kıldığı konusundaki farklı görüşlerini koruyarak öz bir ahlaklılık açısından anlaşmaya varabilir.
Öz-Sahiplik.
John Locke’un “öz-sahiplik” düşüncesi liberalizmin temellerinden biridir. Bireyler kendilerinin sahipleridir. Bu, her bireyin bedeni üstündeki bütün kullanım haklarına sahip olduğu anlamına gelir. Ayrıca, yapılmak istenilen her şey için harici malların kullanımına da ihtiyaç olduğundan Locke, bunlar üzerinde de bir şekilde mülkiyet edinilmesi gerektiğini düşünmüştür. Bunun da tabii yolu, sahip olunan emeğin bu harici mallara katılmasıdır. Böylece birey onları mülk edinmiş olur. Ancak, Locke'a göre harici malları özel mülk haline getirebilmenin bir sınırı vardır. “Locke'cu şart” denen bu sınıra göre, sahiplenmenin meşru olması için geriye “başkalarının ortak kullanımı için yeterli miktarda ve iyi durumda” bırakılmış olmalıdır.
Klasik ve modern liberalizm.
Klasik liberalizm.
Klasik liberalizm, sivil özgürlükler ve politik özgürlük ile hukukun egemenliği altında temsili demokrasiyi savunan ve ekonomik özgürlüğü vurgulayan liberalizmin bir dalıdır.
Klasik liberaller, bireysel özgürlük üzerine kurulu ve bu özgürlüklerin korunmasıyla sınırlandırılmış, topluma yüksek oranda avantaj sağlayacak bazı hizmetleri sunan bir devletin olması, geriye kalan bütün fonksiyonların düşürülerek serbest piyasa tarafından karşılanması gerektiğini savunur. Klasik liberaller laissez faire ekonomi politikalarını savunur, iktisadi özgürlükler ve serbest piyasa ekonomisini vurgular, devletin görev alanının genişletilmesine karşı çıkar.
Modern liberalizm.
Sosyal liberalizm, modern liberalizm veya reform liberalizmi olarak da bilinir. Bireysel özgürlük ve sosyal adalet arasında denge kurmayı amaçlayan politik bir ideolojidir. Klasik liberalizm gibi piyasa ekonomisi, sivil ve siyasi hak ile özgürlüklerin genişlemesini onaylaması bakımıyla uyuşur ancak bunlara ek olarak hükûmetin meşru rolünün yoksulluk, sağlık ve eğitim gibi ekonomik ve sosyal konuları da içerdiği fikrini barındırır. Sosyal liberalizmde toplumun iyiliği bireyin özgürlüğü ile uyumlu görülür. İkinci dünya savaşı sonrasında sosyal liberal fikirler dünyanın birçok ülkesinde benimsenmiştir. Sosyal liberal düşünceler ile partiler merkez veya merkez sol olarak kabul edilir.
Modern liberaller refah anlayışını fırsat eşitliği temelinde savunmuşlardır. Birey ve gruplar, mevcut sosyal koşullardan dolayı zarara uğruyorlarsa devletin bu zararları azaltmak veya tamamen ortadan kaldırmak için üstlenmesi gereken sosyal sorumlulukları vardır. Yurttaşlar; konut edinme, eğitim ve çalışma hakkı gibi çeşitli refah ve sosyal haklara sahiptir. Sosyal liberallere göre devletin ekonominin yönetiminden, en azından düzenlenmesinden sorumlu olması gerekmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4710",
"len_data": 21575,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 4.02
}
|
Ludwig Josef Johann Wittgenstein (26 Nisan 1889 - 29 Nisan 1951), Avusturya doğumlu filozof, matematikçi.
Mantık ve dil felsefesi konularında yaptığı çalışmalarla modern felsefeye önemli katkılarda bulunmuştur. 20. yüzyılın en önemli filozoflarından sayılır.
Hayatı.
Asıl adı Ludwig Josef Johann Wittgenstein olan Avusturya asıllı filozof, 26 Nisan 1889'da Viyana'da dünyaya gelmiştir. Wittgenstein, çok önceleri asimile olmuş, Avusturyalı Yahudi fabrikatör Karl Wittgenstein ve onun eşi Leopaldine'nin sekiz çocuğundan en küçüğüdür. Karl Wittgenstein, Avusturya-Macaristan monarşisinin başarılı, çelik sanayicilerinden sayılırdı. Bununla beraber, Wittgenstein çifti, o asır içerisinde Viyana'da bulunan en zengin ailelerden biriydi. Wittgenstein'ın babası, çağdaş sanat ve sanatçının hoşgörülü destekçisi iken annesi de harika bir piyanistti.
Wittgenstein'ın büyükanne ve büyükbabalarından sadece biri dışında hepsinin Yahudi kökenli olmasına rağmen Wittgenstein, Katolik gelenek ve göreneklerine göre eğitilmiştir. Tıpkı diğer kardeşleri gibi (Örneğin Paul ünlü bir piyanisttir.) Wittgenstein da entelektüel yaşam ve müzik dalındaki yetenekleriyle kendini göstermiştir. Bu yeteneklere sahip olmanın yanı sıra, Wittgenstein'ın kardeşlerinden üçü Hans, Rudolf ve Kurt psikolojik sorunlarından dolayı intihar etmişlerdir. Yaşamı boyunca, özellikle I. Dünya Savaşı esnasında yaşadığı olumsuzluklar, depresif davranışlar sergilemesine neden olmuşsa da Wittgenstein, insan ilişkilerinde otoriter ve inatçı olduğu kadar; aynı zamanda duyarlı ve şüpheli bir yaklaşım sergilemiştir.
14 yaşına kadar eğitimine özel derslerle devam eden Wittgenstein, ortaokulu Linz’de okuduktan sonra 1906 yılında Berlin-Charlottenburg’da bulunan teknik lisenin makine mühendisliği bölümüne girmiştir. Aslında Wittgenstein, Viyana’da Ludwig Boltzmann’ın yanında okumak istemiş; ancak ortaokul karnesi tahsilini aynı yerde, yani Berlin’de devam ettirmesi gerektiğini göstermiştir. Burada Wittgenstein, kız kardeşi Hermine gibi uçağın teknik sorun ve çözümleriyle uğraşmıştır. Bundan sonra aynı dönem içerisinde ya da çok az bir zaman sonra felsefe ilgisini çekmeye başlamıştır. Bu durum, yani felsefi sorunlar üzerine düşünmek, Wittgenstein’ın arzularına o kadar zıttır ki, içinde yaşadığı bu çelişkiler ona çok acı vermiştir.
1908 yılında mühendis diplomasını aldıktan sonra uçak motoru yapımı denemelerinin yapıldığı Manchester mühendislik bilimi bölümüne gitmiştir. Kısa bir süre sonra bu kararından vazgeçen Wittgenstein, 17 Ağustos 1911 yılında patent aldığı “Uçak pervanesini geliştirme önerileri” projesi üzerinde çalışmıştır.
Burada Wittgenstein, kendini derinden etkileyen İngiliz matematikçi ve filozof Lord Bertrand Russell'in kendisiyle ve eserleriyle tanışmıştır. 1912 yılında matematik ve mantık alanında, Russell'in yanında okumak için Cambridge Üniversitesi'ne gitmiştir. Kısa sürede Russell, Wittgenstein'ın bir dahi olduğunu anlamış ve Wittgenstein da donanımlarıyla etkilendiği Russell'in seviyesine ulaşmıştır. Zaten Russell de Wittgenstein'ın mantık ve felsefi eserler verme konusunda kendinden sonra en uygun kişi olduğu kanısına varmıştır.
1911 yılının kasım ayında Wittgenstein Russell'in de yardımlarıyla Cambridge’de gizli bir topluluk olan seçkin Apostles’e üye seçilmiştir. Bu esnada ilk sevgilisi David Pinsent’le karşılaşmıştır. Kısa zamanda aralarında sarsılmaz bir dostluk oluşmuş ve birlikte Norveç’in Skjolden şehrinde, ahşap bir ev satın almışlardır. Wittgenstein, mantığın sistemleri konusu üzerindeki çalışmalarına birkaç ay burada devam etmiştir. Wittgenstein’ın homoseksüel olduğu, ilk olarak 1973’te William Warren Barley’in biyografisinde bahsettiği ancak adını zikretmediği bir erkek arkadaşı olmasından, ikinci olarak ise tuttuğu günlüklerindeki gizli yazılarından anlaşılmaktadır.
1912’de başlayıp 1917 yılına kadar tuttuğu günlüğündeki mantıksal ve felsefi denemeleri Wittgenstein’ın ilk felsefi eserini oluşturmuştur. I. Dünya Savaşı sırasında gönüllü olarak çalışırken bu eserini yazmaya devam etmiş ve nihayet 1918 yılının yazında eserini tamamlamayı başarmıştır. Eserin tamamlanmamış hali ilk olarak 1921’de Almanya’nın Doğa Felsefesi Dergisi Annalen’da yayımlandıktan sonra 1922 yılında bugün de daha çok İngilizce adıyla bilinen, orijinal adı Tractatus Logico-Philosophicus’un iki dilde baskısı yayımlanmıştır. Bu eserinin yanı sıra iki küçük felsefi denemesi, halk okulları için oluşturduğu bir sözlüğü ve mantıksal felsefi denemeleri, Wittgenstein hayatta iken yayımlanmıştır.
Erken dönem eserleri.
Wittgenstein, Tractatus’da birden çok anlamlı sözcükler gibi dilin doğal eksikliğini, dilin yapay ve mantıksal olduğu fikrini geliştirmiştir. Onun yeni dili, tıpkı mantık dilinde kullandığı gibi sembollerden oluşmuştur. Eserinin önsözünde tüm felsefi problemlerin dilin araştırılmasıyla çözülebileceğini belirtmiştir. Felsefi analizlerinin hedefi, işlevselliğin açıklanması yoluyla anlamlı ve anlamsız önermelerin farkını ortaya koymaktır. “Felsefenin tamamı dil eleştirisidir.” Tractatus'un temel görüşleri Russell'in aşıladığı fikirlerden oluşmuş ve mantıksal atomculuğun felsefesi olarak sayılmıştır.
Wittgenstein'ın erken dönem felsefesinin temelinde dilin resmedilmesi vardır. Daha sonra ise gerçeklikte bir olan şeylerin ayrılması konusu vardır. Her “Şey”in dilde bir adı vardır. Cümlede adların yan yana durması, anlamı oluşturur. Şeylerdeki gerçeklik gibi önermeler de adlarına ayrılırlar. Gerçeklikteki konu ve olguların adlarının resmedilmesi gibi, bir önermedeki göstergelerin adlarının düzeni ya da yapısı, o cümlenin doğru olduğunu gösterir. Örneğin “aRb”, “bRa”dan farklıdır; çünkü “b” göstergesi birinde “R” nin solunda, diğerinde ise sağındadır. Bu nedenle “a” ve “b”nin gösterge adları ayrılmış önermelerin her birinde farklı bir yapıya sahiptir. “bRa”nın resmedilmesiyle, resmedilen olgular arasında nasıl bir gösterge olduğu “aRb” önerme göstergesiyle görülür. Önerme göstergelerinde, gerçeklikteki şeylerin başka bir olgu olarak adlandırılmasıyla oluşturulan önerme yanlış bir önermedir.
“Anlamsızlık”, gerçeklikteki olguların bağımsızlığı doğru ya da yanlış olan önermelere, örneğin totoloji ve çelişkiye karşıdır. Buna karşın şu örnekteki gibi, gerçeklikte, aslında şeyle bağlantısı resmedilmeyen göstergeler anlamsız önerme olarak adlandırılır: “Burada söylediğim önerme yanlıştır.” Bu önerme olası şey ve gerçeklikle bağlantı sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda anlamsızlığın ne olduğunu da açıklıyor. Aynı şey, bir şeyler isteyerek ya da tasvir edilen şeyleri iyi ya da kötü adlandırarak, dünyadaki şeylerin saf düzenini aşmak üzerine söylenen önermeler için de geçerlidir. Çünkü önerme göstergelerinde resmedilen gerçeklik, sadece yapısını güçlendirmekle kalmayan, aynı zamanda ad topluluğunun ortaya çıkmasından dolayı anlam ifade etmeyen bir değere sahip olmalıdır. Wittgenstein'a göre bir değer, içini olduğu gibi dökmez. Konuşulamayan ve üzerinde mantık yürütülemeyen şeyler hakkında susulmalıdır.
Wittgenstein mantıksal felsefi denemesinde (Tractatus logico-philosophicus) kendisi şöyle belirtmektedir: Önermelerim, beni anlayan şeyin anlamsız olduğunu açıklıyor. Böylelikle Wittgenstein'ın felsefesi, şeyle ilişkisi olmayan ve gerçek olmayanın araştırılmasının gerekli olduğunu belirtir. Mantıksal felsefi denemesinin tamamı, anlamsız form, gerçeğin olanaklı olup olmadığı ya da düşünülebilen anlam açısından, mantıksal bir çerçeve içerisinde incelenmektedir. Wittgenstein, anlamın sadece kendi başına olamayacağını, anlamı, nelerin mümkün kıldığını açıklamaya çalışmıştır. Daha sonra bunu, öz metre (ideal/soyut ölçüm birimi) kadar uzun olduklarını varsayarak, uzunluğu olan nesnelerle karşılaştırıldığında uzunluğu olmayan öz metrelerin resmedilmesiyle açıklamıştır. Wittgenstein, Gottlob Frege’nin yolunda, Charles S. Peirce’den bağımsız olarak eseri Tractatus’ta bugün okullarda okutulan mantık kitaplarının hiçbirinde bulunmayan, “hakikatin tablosu”nu geliştirmiştir. Bu tablo, bir sistemin betimlemesini konu alır.
Wittgenstein: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” görüşüyle yola çıkarak, bilginin temelinde mantığın olduğunu ve bilginin sınırlarını da yine mantığın belirlediğini söyler. Bu bağlamda Wittgenstein, mantıksal felsefi denemesinin önsözünde şunları dile getirir: Bu kitabın mantığı şunun üzerine kurulmuştur: Söylenmek istenen şey açıkça söylenir, üzerine konuşulmayan konular hakkında ise susulmalıdır. Bu cümle, felsefe camiası içerisinde tepkiyle karşılanmıştır. Wittgenstein'ın bu cümlesi aynı zamanda, Friedrich Nietzsche'nin dünyanın metafiziğini açıklamasına, anlam ve ardıllık açısından karşı çıktığını göstermiştir.
Geçiş dönemi.
Wittgenstein, mantıksal felsefi denemesinin yayımlanmasıyla felsefeye yeterince katkıda bulunduğu kanısına varmış ve daha başka alanlara yönelmiştir. İtalya'daki savaş esiri iken Leo Tolstoy'un eserlerini okumuş ve büyük ihtimalle, onun düşüncelerinden etkilenerek öğretmenlik yapmaya karar vermiştir. Servetini kardeşleriyle paylaşmıştır, bir bölümünü dönemin genç sanatçılarından Adolf Loos, Georg Trakl ve Rainer Maria Rilke'ye bağışlamıştır.
Daha sonra Wittgenstein, 1919/1920 yıllarında Viyana’daki öğretmen eğitim kurumuna gittikten sonra, Viyana’ya 4 saat uzaklıkta, güneyde Trattenbach adında küçük bir kasabada, birkaç yıl ilkokul öğretmenliği yapmıştır. İki yıl sonra Wittgenstein, yeni işini değiştirerek, ilkokul için sözlük yazıp yayınladığı yere, yani Otterthal’a öğretmenlik yapmaya gitmiştir. 1926 yılının Nisan ayında 11 yaşındaki bir çocuğa tokat atmıştır ve bu düşüncesizce hareketinden dolayı, resmi makamlara gitmeden önce, okul müfettişinin zoruyla Wittgenstein, istifa dilekçesini vermiştir. Bunun ardından birkaç ay, Viyana’nın Hüttendorf kasabasındaki bir manastırda bahçıvan yardımcısı olarak çalışmıştır. Bu süre içerisinde, manastırın bahçesindeki alet hırdavat deposunda kalmıştır. Wittgenstein, başrahibin, rahip olarak tarikata katılma çağrısına cevap verme konusunda kararsızlık yaşamıştır.
1926 yılında Wittgenstein Viyana’ya taşınmış ve burada filozof Moritz Schlick’le tanışmıştır. Modern tarzıyla Viyana’nın gösterişli yapısı Palais, kısa sürede kültürel yaşamın merkezi ve aynı zamanda Viyanalıların, Wittgenstein’la buluşma noktası haline gelmiştir.
Wittgenstein bir süre özellikle evlerin iç mimarisi ve dizaynı ile ilgilenmiştir. Bunun yanı sıra heykeltıraşlıkla uğraşmış ve Viyanalı sanatçı Drobil’in tarzıyla bir büst yapmıştır. Bu tarz pratik uğraşlar, Wittgenstein’ın iş ve ilgi alanını göstermiştir.
Onun amacı, herkese ait olan toplumsal bir doğa yaratmak değildi. O, hem dünyayı daha da iyileştirmek, hem de insanın içinde bulunduğu ruhsal kurtuluşu sağlamak ve entelektüel, psikolojik saflık ve açıklık için uğraşmıştır. Daha sonra Wittgenstein, geçmişi hatırlayarak şunları yazmıştır: Felsefedeki iş, tıpkı mimarideki bir iş gibi kendi işinden fazlasıdır ve kendi düşüncesini yansıtır. Yani, bir şeyi nasıl görüyorsa öyledir ya da istenen ne ise odur.
1920’li yılların sonunda Wittgenstein, yeniden felsefi konular ve sorunlar üzerinde uğraşmaya başlamıştır. Bu esnada, Wittgenstein “Viyana çevresi” (Wiener Kreis) akımının birkaç üyesinin görüşlerini önemli ölçüde etkilemiştir. Sezgicilik akımına kapılan matematikçi L. E. J. Brauwer'in bir konuşması aracılığıyla, en azından Herbert Feigl'in mektubundan sonra, felsefeye tekrar dönme kararı almıştır. Bu geçiş aşaması esnasında, Wittgenstein kısa bir süreliğine doğruculuk akımının bir şeklinin betimlendiği şu görüşü benimsedi: “Önermelerin anlamının bilinmesi, önemli veri ve delillerin toplanması yönteminin bilinmesiyle bağdaşır.“
Geç dönem eserleri.
Wittgenstein, 1929 yılında Russell'in ve Moore'un yanında sözlü sınava girdiği ve Tractatus üzerine doktora yaptığı Cambridge'e filozof olarak geri döndü. 1930'lu yılların başında öğretim görevlisi olarak çalıştı.
1939 yılında ise, Cambridge'de felsefe profesörü George Edward Moore’un yerini alacak kişi ilan edilmiş ve 1947’ye kadar profesörlük yapmıştır. Bu ilandan kısa bir süre sonra, İngiliz vatandaşı olmuştur. Bu durumun oluşması, 12 Mart 1938’de, Nazi Almanyası’nın Avusturya bağlantısına göre Wittgenstein’ın sadece Alman vatandaşı olduğu ve Nürnberg Yasalarına göre de Yahudi olduğundan kaynaklanmıştır. Wittgenstein 30’lu yıllarda, dilsel anlamdaki ilk eseriyle, başka tartışmaları da içeren yeni düşüncelerini, kitap halinde kaleme almış, çok sayıda el yazması ve daktiloyla yazılmış eser vermek için uğraş vermiştir. Bu bağlamdaki önemli eserler şunlardır: “Mavi Kitap“ (The Blue Book), matematiğin felsefesi üzerine ders notlarıdır. Bir diğeri ise, Büyük Daktilo Yazısı (The Big Typescript), bir kitabın reddedilen planı ve “Kahverengi Kitap” (The Brown Book), dil oyunlarını konu alan bir yazıdır. Bunları takip eden el yazması eserleri ise “Felsefi Notlar” ve “Felsefi Dilbilgisi”dir.
Wittgenstein, 1936 yılında yeni fikirlerini derlemeye başlamıştır. Aynı zamanda, 1953 yılında Wittgenstein’ın ölümünden sonra yayımlanan ikinci eseri “Felsefi Soruşturmalar” denemesini oluşturmuştur. Bununla birlikte, Wittgenstein dünya ününe kavuşmuş ve mantıksal felsefi denemesi “Tractatus” ile felsefe tarihini kalıcı bir şekilde etkilemiştir. Analitik dil felsefesi de, temel yapıtlarından bir tanesi olarak kabul edilir. 1940'lı yıllarda ise Wittgenstein, matematiğin temeli hakkındaki el yazması “Felsefi Notlar”ı yazdı.
Wittgenstein, II. Dünya Savaşı esnasında, yeniden uygulamayla uğraşmaya başlamıştır. Bir Londra Hastanesinde gönüllü bakıcılık yapmıştır. 1943 yılında, yaralı şoklarını araştıran, tıbbi araştırma grubuna laboratuvar asistanı olarak katılarak laboratuvar araç ve deneylerini tasarlamıştır. Wittgenstein burada nabız, tansiyon, nefes darlığı ve şiddeti için aletler geliştirmiş ve bu esnada uçak motorlarının yapımında edindiği deneyimlerini kullanmıştır.
1944 yılında Wittgenstein, tekrar Cambridge Üniversitesi’nde ders vermeye başladı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Wittgenstein, “Felsefi Soruşturmalar” adlı eserini yazmaya devam etti ve aynı zamanda ‘algının felsefesi’, ‘kesin bilgi’ ve ‘şüphe’ konuları üzerinde çalıştı. Bunun yanı sıra, çok sayıda kültürel ve bilimsel teorik konuların aydınlığa kavuşup açıklanması da yine Wittgenstein sayesinde oldu. 1939 yılında tuttuğu notlar arasında şöyle bir cümle var: “Bilim adamlarının, insanlara bir şeyler öğretmek; müzisyen ve şairlerin ise onları memnun etmek için var olduğuna inanılır; ancak bir şeyler öğretmek durumunda oldukları, kimsenin aklına bile gelmez.”
Wittgenstein 1947 Ekim'inde, kendini tamamıyla felsefeye adamak amacıyla üniversitedeki işini bıraktı. Daha sonra İrlanda'da inzivaya çekildi ve zamanının bir bölümünü burada geçirdi. Çalışmalarının esas noktasını, “Felsefi Soruşturmalar” eserinin ikinci kısmı olan “psikolojinin felsefesi” oluşturmuştur. Söz konusu bu eserdeki düşüncelerin ‘Felsefi Soruşturmalar’a dâhil edilmesi, Wittgenstein’ın da isteklerine uyup uymadığı konusu hâlâ kesin değildir. Wittgenstein, 1949 yılında ikinci eserine de son noktayı koyduktan sonra 1951 yılında, yakalandığı kanser hastalığına yenilerek hayata veda etmiştir. Wittgenstein, hastalığı süresince bir İngiliz hastanesine gitmeyi reddetmiştir ve son haftalarını doktorunun evinde, onun gözetiminde geçirmiştir. Bu doktor arkadaşının eşi, Wittgenstein’a ölümünden bir gün önce, İngiliz arkadaşlarının kendisini ziyarete gelmek istediğini bildirdiğinde, hasta yatağındaki adam şu sözleri söylemiştir: “Onlara harika bir hayat yaşadığımı söyleyin!” Wittgenstein'ın mezarı, Cambridge'deki Ascension Parish Burial Ground mezarlığındadır.
Geç dönem felsefesinin yorumlanması.
İki filozofa Wittgenstein'ın fikirleri sorulduğunda, genellikle iki değil, tam dört farklı cevap alınır; iki farklı cevap birbirine çok benzeyen Wittgenstein'ın erken dönem eserlerinden, diğer iki cevabı da birbiriyle çelişen geç dönem eserlerindendir. Wittgenstein'ın bu sıra dışı eserini oluştururken, baştan sona kadar çelişki içerisinde olduğunu şu sözleriyle anlıyoruz: “Birkaç başarısız denemeden sonra, elde ettiğim sonuçlarla başarılı olamayacağımı anladım. Felsefi alanda daha iyi yazılar yazdım. Düşüncelerimi kendi yönüne karşıt bir yöndeki düşünceye zorladığımda, düşüncelerim bu zorlamaya yenik düştü hep.”
Wittgenstein geç dönem eserlerindeki kısa diyalog bölümleri üslup açısından gelişmişti. Wittgenstein'ın giriş cümleleri geleneksel tarzının dışındaydı. Wittgenstein, geç dönem eserlerini oluştururken, özellikle felsefe tarihi açısından herhangi bir öncü edinmemişti. Felsefede düşünmeye yeni bir tarz getirdi. Felsefedeki bu yeni düşünme tarzı, tıpkı yabancı bir dili yeni öğreniyormuş gibi öğrenilmeliydi. Wittgenstein'ın bu yeni düşünme tarzının arkasından, sadece çok az filozof gitti. Felsefe yaparak, akıl bozukluğunu büyük bir felsefi problem olarak ele aldı. İnsanların uygun olmayan bir dil kullanımına saplanıp kaldıklarını düşündü ve bu yüzden de düşüncelerini kuralların dışında bırakmayı tercih etti.
Wittgenstein geç dönem felsefesinin temel eseri olan 'Felsefi Soruşturmalar'da, sözcüklerimizin kullanımına dikkat etmememizin, bizim anlayışsızlığımızın ana kaynağı olduğundan bahsediliyor. “Benim bir sandalyem var”, “bir izlenime sahibim”, “diş ağrım var” şeklindeki önermelerde belirlen benzerlik, “var” sözcüğünü hem duygu içeren ifadeler için, hem de insanın sattığında ya da yaktığında yok olabilecek basit bir sandalye için kullanabileceğini gösteriyor. “İzlenim”, “duygu”, “düşünce” ya da “sayı” gibi kelimeler “sandalye” gibi, görünen bir şey olmasa da, düşünce ya da iç sezgilerde yerlerini alır. Wittgenstein, bilincin oluşmasını örnekleyerek görünemeyen nesnelerle, iç alanı etkileyen, bilinçsizce ortaya çıkan resimlerin üstesinden gelmeyi amaçlamıştır.
Wittgenstein'ın kendisinin de belirttiği gibi, felsefe yapma, sürekli ona –dilin sınırlarını zorlamakla birlikte- çarptığı için artık başının yara bere içinde olduğu en yalın mantıksızlığın keşfi (aynı zamanda bu etkisizleştirilmesi demek) ile gerçekleşmektedir.
Bu noktaya kadar herkes uzlaşma içindedir; ancak çıkarımlar konusunda Wittgenstein'ın düşüncelerini anlamak bağlamında, yorumlar ikiye ayrılır; kendi ifadesine göre, kendi felsefe anlayışı, “her şeyi olduğu gibi bırakma eğilimi içindedir”, “sadece ortaya koyar, üzerine bir çıkarım ve yorum yapmamada kararlıdır; “her şey açık” olduğu için “açıklamaya gerek olmadığını” belirtir. Yorumların bir kısmı Wittgenstein'ın şimdiye kadar dünyanın gizli bağlantılarını açıklamak konusunda, hiçbir yol bulamadığı hususunu ve düşüncelerin karşıtlığı ve sabitliği ya da sadece kötü ve fena olan şeyleri çözüme kavuşturmak istediğini vurgular. Daha sonra bu yorumlar gerçeklere döndüren ve tedavi edici görüş olarak adlandırılmıştır. Buna karşıt görüş olarak da diğer bir kısım, Wittgenstein'ın dünyayı açıklamadığını; fakat mantığın sınırlarını göz önüne alarak gözlemlediğini savunmuştur. Onlara göre Wittgenstein'ın yeni tarzı ve gerekçesi “Dilbilgisel Tasvir”dir. Bu şekilde Wittgenstein, yaşam biçimi ve gelenekleriyle çevrilebilen kelimelerin kullanım biçimlerini dilbilgisiyle anlamaya çalışmıştır.
Wittgenstein, dilbilgisini, kullanıcı tarafından düzenlenebilen kurallı, öğrenilebilir şey olarak adlandırarak, dilbilgisinin mutlak olduğunu belirtir. Wittgenstein’ın geç dönemde okuduğu dilbilgisi betimlemelerini içeren bu görüşleri, daha sonra, nedensiz olan şeyin kabul edilmesi konusunu içeren metafiziksel konular olarak adlandırılmıştır.
Wittgenstein, herhangi bir şeyi tasvir etmekle kalmamış, aynı zamanda buna karşı olarak, belirli resimlerin sebepsiz kabulünün temeli olarak gördüğü, kesin gibi görünen şeylere çözüm yolu aramıştır. Burada ”Resim”den kasıt, nedeni araştırılmaz, açık ve kesin olan belirli görüşlerin bir araya gelmesidir. Böylece tasvir, şeyler için sayıların teminatıdır. Herhangi bir yer gibi zaman da ölçülebilmelidir.
Wittgenstein, bir resmin büyüsünü, cazibesini bozmak için çözüm yolu olarak, bir nesnenin karşıt nesnesinin düşünülmesi fikrini geliştirmiştir. Bu büyüsü bozulmuş resimleri de anlamlandırdıktan sonra, başka felsefi bir problem olarak da zamanın ölçülmesi konusu vardır. Bu anlamda Wittgenstein’ın bu sorunlu resimlere yaklaşımı, aşağı yukarı, metre hesabıyla ölçülen bir şeydir. Örneğin bir mekânın ölçülmesi. Zamanı ölçmek mümkün müdür peki? Zaman ölçülürken hangi ölçüt alınmalıdır? Geçmiş mi yoksa gelecek mi? Zaman ölçülmeye pek de müsait değildir. Ancak, bu durumda 1 saat neyin ölçütüdür o zaman?
Wittgenstein içindeki şüphe duygusunu, karşıt nesneleri düşünerek bastırmıştır. Şöyle ki nasıl bir yer ölçmek için hem metre hesabı hem de adım hesabı varsa, zaman için de öyle olmalı. Wittgenstein burada, yandaşlarının, “mekânın bir adımı zamanın ölçütü olabilir” yorumunu kastetmemiştir. O, bunu açıklamak için, sadece karşıt bir nesnenin düşünülmesi gerektiğini söylemiştir. Yani metre hesabı yerine zamanı ölçmek için de, tıpkı mekânı adımla ölçmek gibi benzer bir şey olabilir. Böylelikle sorun ortadan kaldırılabilir. Wittgenstein; “Beni bu denli yetenekli kılan asıl buluşum, istediğim zaman, felsefe yapmaya ara vermemdir.” diyerek bu duruma bir açıklama getirmektedir. Örneklerle birlikte bir yöntem belirlenmiştir, örnekler değişkenlik gösterebilir, bu metotlarla sadece bir problem değil, çok sayıda problem çözülebilir.
Wittgenstein'ın metre hesabı kullanımı gibi, dilbilgisinde oluşan “dil oyunları”nın tüm yöntemleri yaklaşımı, metafizik yorumuna destek verenler için, ilk defa elde edilmek istenen yeteneklerin zorluğudur. Bu şekilde Wittgenstein, bir yandan bazı temel kavramların kullanım ilişkilerini ortaya koyup, yaklaşımlarını ‘kural’ ya da ‘anlam’ kavramlarının anlamlarıyla açığa kavuşturmayı tercih ederken diğer yandan da dil oyunu ya da köken benzerliği ile beraber, keşfettiği dil oyunlarının açıklaması için, dilin nasıl kullanılacağına ilişkin oluşturduğu yöntemdeki özgün kavramları oluşturup bu kavramları netleştirmiştir.
Wittgenstein'a göre, filolojik ya da tarihsel eleştirel metotların incelenmesine ait olan ya da anlam, gelişim ve eleştirisinin karşılaştırılması, kullanım ilişkisi ve dil oyunlarının canlandırılmasını açığa kavuşturur. Buna ilişkin olarak, metafizikçiler, Wittgenstein'ın geç dönem felsefesinin can damarı kavramının “dil oyunu” olabileceğini düşünür.
Wittgenstein'a göre, hayati gerçeklik belirlenmiş kural sınırının aşılmasıdır. Bu durum, felsefede örnek teşkil eden ya da farklı örneklerin bir arada olduğu dilbilgisini oluşturmayı sağlar. Bu oluşum bazen şaşırtıcı olayları da beraberinde getirir, hiçbir şeyin gizli olmadığı bir hayalin anlaşılır kullanım ilişkisini ortaya çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda insanlar arasında belirlenmiş bir gelişmeyi kastedebilir. Ve bu da 1. tekil şahsın ifadelerinin gerçekte hiçbir değer taşımadığını gösterir.
Wittgenstein'ın, her bir yaşam biçiminin kavramsallaştırılmış dünya resmi anlayışının açıklaması, metafizikçilerin düşüncelerinden farklı bir düşüncedir. Wittgenstein'ın, bilgi cümleleri biçiminde oluşan kesin cümlelerin donuklaşması, yöntem olarak ise hiçbir şeyi donuklaştırmayan, hatta akıcı bilgi cümlelerini işlevsel hale getiren, akıcı cümleleri donuklaştırarak, sabitleştirerek zamanla olan ilişkilerinin değiştirildiği, ‘hakikat hakkında’, ”insan kendini tanıtabilir” cümlesi alıntılanır.
Metafiziksel tutum, ivedi anlamsızlığının ivedi anlamlılığı yoluyla sınırlamak için donuklaştırılmış cümlelere şu açıdan bakar: “Taş düşünemez” gibi kesin olan ya da yarı kesin olan yargıları tespit etmek. Wittgenstein'ın geç dönem eseri herkesi büyülemiştir, o sadece dil felsefesiyle değil, aynı zamanda insan ruhu ile ilgilenen başka bilim dallarının araştırmaları ile de ilgilenmiştir. Bunlar psikoloji ve psikiyatridir. Wittgenstein'ın fikirleri, psikoterapi yönteminin kullanılması gerektiğini gösteriyor. Çok sayıda psikolog ‘Wittgenstein Yaklaşımı’ olarak adlandırılan bu yaklaşımı çok iyi bilir.
Metafizikçiler, Wittgenstein'ın kesin tedavi edici görüşünün var olduğu geç dönem felsefesinin etkisini azalttılar. ‘Doğru’nun, ‘izin’in ya da ‘anlamlılık’ın ne olduğunu kanıtlarla göstererek, yanlışların doğrusu, izin verilmeyen dil kullanımının izin verileni, anlamsızın anlamlılığı sınırlamasını ortaya koyar.
Wittgenstein kelimelerin anlamları üzerine konuştuğunda, sadece kavramların somutlaştırılması amacına yönelik tedavi edici görüşlerine değil, aynı zamanda ifadesinin hemen ardından nasıl iyi sözlerin çıktığı konusunda entelektüel sorunların çözüme kavuşturulması amacına da yer vermiştir. Burada ‘iyi’den kastedilen nedir ki? Belirli bir özelliği olmalı, aksi takdirde her şey birbirine girer.
‘Dil oyunu’ kavramı konusundaki tartışmalar, ‘anlam‘ kavramıyla sıkı bir ilişkisinin olduğunu gösteriyor. Bu konu hakkında “Felsefi Soruşturmalar” eserinin 43. sayfasında şunlar yazıyor: “Bir kelimenin anlamı, onun dildeki kullanımıdır.” Daha sonraki cümlede ise Wittgenstein, sınırlayıcılığa dikkat çekiyor: Kelimelerin anlamlarına göre kullanım koşullarının büyük bir bölümü için, (kullanım koşullarının hepsi için geçerli değil) şu cümle açıklanabilir: “Bir kelimenin anlamı, onun dildeki kullanımıdır.” Söz konusu cümleye ilişkin yapılan farklı yorumlar, metafizikçilerin ve terapistlerin farklı görüşlerinin olduğunu gösteriyor.
Metafizikçiler tarafından bakılacak olursa; Wittgenstein, bu kitapta alfabetik olarak gösterilen kavramların yapısını, anlamın bir açıklaması olarak göstermiştir. Buna göre Wittgenstein'ın eserlerinden sağlam bir görüş çıkarmak asıl görevdir. Wittgenstein'ın tanımlamaları, belirgin bir özellik taşıyan klasik açıklama yöntemiyle değil, aksine belirli kavramların uyumu ya da benzerliğinin oluştuğu açıklama yöntemi ile gösterilir. Burada Wittgenstein'ın düşüncelerinin en önemli noktası olan, her zaman yeterli ve açık olmak konusu ortaya çıkar.
Yine “Felsefi Soruşturmalar” eserinin 43. sayfasında bu konuyla alakalı olarak şu tanım yapılmıştır: ‘Her durum için geçerli olmayan’, yazar aracılığıyla, anlamın genişleyen belirginliğini bir liste şeklinde okumak ve “Felsefi Soruşturmalar” eserinin ikinci kısmında, Wittgenstein, ikincil anlamı tanımlayan, psikolojinin felsefesi yaklaşımlarını açıklar ve bunu da kelimenin kullanımının neye göre oluştuğunu tanımlar. Wittgenstein'ın geç dönem eserinde “anlam” kavramının temel ve ikincil kullanımı ile ilgili hiçbir şey yoktur, Wittgenstein'ın herhangi bir genişlemiş yorumunun olmadığı ve anlam kavramının detaylı bir şekilde açıklandığı metafiziksel yorum görüşlerine yandaşları tarafından ilgi gösterilmiştir.
Buna karşın, terapötik (tedavi yöntemsel) yaklaşım yandaşları eserinin 43. sayfasında Wittgenstein'ın “anlam”ın varlığı ve çekirdeğini adlandırma konusundaki yaklaşımının mevzu bahis olmadığını savunurlar. ‘Her durum için geçerli değil” sınırlaması yazarın geç dönem eserlerindeki metninde bir uyarı niteliği taşımıyor, aynı zamanda ileride yapılacak adlandırmanın da hiçbir şeyi tam olarak açıklamadığını gösteriyor. Felç olmuş bir düşüncenin sebep olduğu gizem dolu bir resim, mümkün bir araştırma nesnesinin olduğunu açıklar. Bunu da bakış açılarını karşılaştırma yöntemiyle yapmıştır. Böylece ‘betim’ ya da ‘diş ağrısı’ kavramlarının anlamlarının, uzayda bir yere sahip olan ‘araba’ ya da ‘sandalye’ gibi görülemeyeceğini belirtmiş, hatta bunun yerine bunların ‘tasvir’ ve ‘diş ağrısı’ arasındaki anlam ve oluşum kurallarının benzerliklerini göstermeye çalışmıştır. Çözüm yolları ve tedavi edici tutumlara göre, sadece anlam kavramının farklı adlandırılmasının nasıl yapılacağı sorunu ortaya çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda çözüm yolları göstermek için, karşılaştırma yöntemiyle tasarlanmış konularının olup olmadığını ortaya koyuyor.
Erken ve geç dönem eserleri arasındaki bağlantı.
Geç dönem felsefesinin yorumlanması üzerine yapılan tartışmalar, Wittgenstein'ın düşüncelerinin devamlılığını da değerlendirmeyi gerektiriyor. Çünkü her iki dönemde de düşünceleri değişmiştir. Terapistler, ‘Felsefi Soruşturmalar’ adlı eserinin başarısız yöntemleri ve mantıksal-felsefi denemesindeki belirsizliği arasında fark yaratan şeyin varlığını kabul etme eğilimi gösterirler. Metafizikçiler ise, iki eserini de negatif metafizik içerisinde açıklar. Onlar erken dönem eserinde anlamsal açıdan mantığın araştırma nesnesini boşluk olarak görürler. Wittgenstein'ın bu bağlamda şu değerlendirmesi önemlidir: “Benim asıl düşüncem mantıksal bir sabitliğin ve de olguların mantığının olmadığıdır.” Geç dönem eserlerinde ise canlı, günlük bir pratikten, yani ‘dilbilgisi’nden bahseder.
Wittgenstein’ın geç dönem eserinde dünya yıkılmıştır, artık dili çözülemez şeyler içerisinde belirginleşir ve bu şeylerin, durum ve önermelerle olabilecek mantıksal bir bağlantısı yoktur. Artık mantığın zamana uyum iddiaları dil yapısını belirlemeyecektir. Wittgenstein, dili eski bir şehirle karşılaştırır. Bunlar, çevresinde tek tek evlerin ve düzensiz upuzun sokakların olduğu kenar mahalle kümeleri ve dar sokak ve mekânlardan oluşan, farklı farklı dönemlere ait yeni ve eski ev yapılarının bulunduğu bir mahaldir. Buna göre, onlar için dil düşüncelerin ve hakikatin yeridir.
Bir kelimenin anlamı onun dil içinde nasıl kullanıldığına bağlıdır. Ancak kullanım alışkanlıklardan oluşan bir takım işlevsellik ya da ‘dil oyunu’ içerisinde yok olan bir çeşit yaşam tarzıdır. ‘Dil oyunu’ kavramı ile burada şu vurgulanmaktadır: Dili konuşarak kullanmak bir yaşam tarzıdır. Bir tıpçının, esnaf ya da tüccara göre, ateist birinin inançlı birine göre bambaşka ‘dil oyunları’ vardır. Felsefenin görevi ise, dil aracılığıyla aklımızın büyülenmesine karşı mücadele etmektir.
Felsefenin araştırma nesnesi, günlük konuşma dilidir. Biz kelimeleri, günlük kullanım metafizikleriyle bağlantılarız. Felsefenin amacı (iyileştirme) terapidir. Filozof bir problemi tıpkı bir hastalık gibi ele alır, inceler. ‘Dil karmaşıklığı’na esir olmuş biri bu durumdan kurtarılmalıdır. “Felsefedeki amacın ne?” sorusuna cevap olarak ‘sineğe, sinek kavanozundan çıkış yolunu göstermek” diye yanıtlamıştır Wittgenstein.
Geç dönem felsefesinde ‘mantık’ kavramı ‘dilbilgisi’ ile yer değiştirmiştir. Aralarındaki fark, mantığa karşılık olarak ‘dilbilgisi’nin yaşam tarzı alışkanlıklarının değişebilmesinden kaynaklanır. Aralarındaki benzerlik ise, ne mantığın ne de ‘dil bilgisi’nin açıklanamadığıdır. Bunun yanı sıra her ikisi de oluşturduğu şeyi sadece ortaya koyar, açıklamaz.
Sonuç olarak ise, metafizikçiler Wittgenstein’ın erken dönem eserini geç dönem eserlerinde olduğu gibi, özel olan’ iç ve dış dünyadaki dualizmin reddedilmesi ve de ayrıca öznel düşüncelerin esas alındığı, ‘aşkın felsefe’ ya da 'bilgi kuram'larını açıklama yoluyla özdeşleştirmezler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4711",
"len_data": 30460,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.72
}
|
Mehmet Erkan Oğur (17 Nisan 1954, Ankara), Türk müzisyen. Perdesiz gitarların öncüsü olarak 1976'da ilk perdesiz klasik gitarı icat etti.
İlk yılları ve eğitimi.
Aslen Elâzığlı olan Erkan Oğur müziğe 4 yaşından itibaren keman, bağlama, flüt ve cümbüş çalarak başlamıştır. Onu halk müziği icrası konusunda teşvik eden ilkokul müzik öğretmeni "İlkokulu bitirdiğinde, bizim yöreden çalmadığı saz kalmamıştı." demiştir. Liseyi Ankara'da tamamlamış, ardından Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü ile başladığı üniversite hayatına Münih Üniversitesi Fizik Mühendisliği'nde okuyarak devam etmiştir. Müzisyen olmaya karar verdikten sonra eğitim görmek için Türkiye'ye dönmüş, İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Müzik Teorisi Bölümünden mezun olmuştur.
Sanat hayatı.
Çalışmalarında ağırlıklı olarak kopuz ya da dede bağlama, ud, e-bow, perdesiz gitar, klasik gitar, elektrogitar ve sesini kullanmıştır. Bunlar dışında birçok enstrümanı da albümlerinde başarılı bir şekilde çalmıştır. Gitar çalışında Jimi Hendrix'in bazı etkileri olmuştur. Telvin Trio ile birlikte çıkardığı "Telvin" albümünde doğaçlama caz denemeleri yapmıştır. "Fretless" albümü çıktığı yıl Avrupa'da yılın yaratıcı albümü seçilmiştir. "Bir Ömürlük Misafir" albümü olarak Türkiye'de daha sonra yayımlanmıştır. Türk müziğine icracı ve yorumcu olarak önemli katkılar yapmıştır. 1976'da icat ettiği perdesiz gitar ile birlikte perdesiz bağlamayı da geliştiren kişi olarak dünya müzik literatüründe yerini almıştır. Oğur, 1984 yılında MFÖ grubunun "Ele Güne Karşı Yapayalnız" albümünde yer alan "Güllerin İçinden" şarkısına ve Yavuz Çetin'in 1997 yılında çıkardığı İlk albümünden "Dünya" adlı enstrümantal parçaya perdesiz gitarıyla eşlik etmiştir.
Müzik yaşamı boyunca pek çok müzisyene ilham kaynağı olduğu gibi bağlama ustalarına da işlerini yaparken âdeta sufle vermiştir. "İnsanın, salt yaşantısı ve yapıp ettikleri "doğayla uyumlu" olduğu müddetçe başarıya erişme şansı vardır." diyerek hayattaki duruşu hakkında ipucu vermiştir. Öyle ki saz ustası ve müzisyen Kemal Eroğlu meslek hayatını Erkan Oğur'u tanıdıktan önce ve sonra olarak ikiye ayırmaktadır.
Nisan 2021'de Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın'a bir türküsünde eşlik etmesi nedeniyle eleştirilere maruz kalmıştır. Eleştirmen Murat Meriç yazdığı yazısında "Erkan Oğur hâlden hâle geçerken onu görmek istemediğim tek noktaya da uğradı. Bunu müzik adına yaptığı muhakkak ama beni yaraladı. Bu yara zaman içinde kapanır, ara ara hatırladıkça sızlar belki ama Erkan Oğur’a bakış açımı, onun müziğinden aldığım zevki, müziğine olan tutkumu değiştirmez. Bu böyle bilinsin." ifadelerini kullanmıştır.
Ayrıca Türk müziğine kazandırdığı "Neden Geldim İstanbul'a" şarkısının orijinali "Neden Geldim Amerika'ya"dır. Erkan Oğur, bu şarkıyı Amerika'da eğitim aldığı sırada keşfetmiştir. Kendisi bu olayı: "İlginç bir öyküsü var. O türkü, Aşil Ponolos adlı, Harput'tan Amerika'ya göç eden Elâzığlı bir Ermeni vatandaşımızın bestelediği bir türküdür. New York'ta bir taş plakta çıktı. Amerika'da 1992 yılında, Amerika'ya göç eden göçmenlerin müzikleri ile ilgili bir kitap yayımlamış olan Jerry Silverman adlı bir müzikoloğun, kitabında Harput yöresinden kullanmak istediği bir türkü idi. Bana 'Bu parça hangi makamdadır, ne anlatıyor bu adam?' gibi sorular sordu, açıklama istedi. Ben de türküyü bu vesileyle ilk kez o zaman dinlemiştim. Türkünün orijinal ismi Neden Geldim Amerika'ya?" olarak ifade etmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4948",
"len_data": 3435,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.48
}
|
Mercedes Sosa (9 Temmuz 1935 - 4 Ekim 2009), Arjantinli şarkıcı.
Mercedes, 9 Temmuz 1935'te Arjantin Tucuman'da dünyaya geldi. 15 yaşında profesyonel olarak şarkı söylemeye başlayan sanatçı ilk albümünü 1959'da çıkarttı. 1960'ların ortalarına doğru Latin Amerika müziğini Rock ve politik müzikle harmanlayan Nueva canción tarzında yaptığı müziklerle tüm dünyada tanınmaya başlandı.
1976'da Jorge Videla komutanlığında yapılan askeri darbenin ardından ülkesi Arjantin zor günler yaşamaya başladı. Politik tavrından ve müziğinden ödün vermeyen Sosa 1979'da La Plata'da verdiği konser sırasında sahnede gözaltına alındı. Bu olaydan sonra Arjantin'de şarkı söylemesi yasaklandı ve sanatçı sürgün hayatı yaşamak zorunda kaldı. Sosa, ülkesine ancak 1982'de dönebildi.
Bu tarihten itibaren müzik çalışmalarına devam eden sanatçı 30'u aşkın albüme imza attı. Tüm dünyada konserler verdi. Sağlığı bozulana kadar müzik çalışmalarına ve politik mücadelesine devam etti. (Latinbilgi.Net)
İlk albümleri olan La Zafra (1962) ve Canciones con Fundamento (1965) dikkatleri çok çekmemiş olsa da ülkesindeki en önemli festivallerden biri olan Cosquin Festivali'ne katılarak bildiğimiz ününe kavuşmuştu.
İlk diktatörlük döneminde “La Negra” albümündeki tüm şarkılar yasaklanmıştı, ama o 1979 yılına kadar ülkesinde kaldı. Ve 1979 yılında çıktığı bir konserde tutuklandı. Bundan kısa bir süre sonra Avrupa'ya yerleşti ve 1982 yılına kadar orada yaşadı.
Arjantin'e geri dönüşüyle birlikte diktatörlük karşısında kültürel ifadenin yolunu açan Buenos Aires Opera ve Tiyatrosu'nda çeşitli konserler verdi.
Müzik tairihindeki ünü, sosyal adanmışlığı ve insan hakları için verdiği mücadele ile 2002'de Arjantin'de Sarmiento Ödülü'ne layık görüldü.
Victor Heredia ve Leon Gieco ile müzikal-sanatsal bir proje olan Arjantin Şarkı Söylemek İstiyor projesine başladıysa da hastalığı nedeniyle yarım bırakmak zorunda kaldı.
"Amerika'nın Sesi"ne tam da bu yıl Şarkıcı 1 ve Şarkıcı 2 adlı konseptsel bir çalışma ile katkı koymuştu.
"La Negra"nın hassas olan fiziksel durumu, Joan Manuel Serrat, Julieta venegas, Diego Torres, Shakira ve Gustavo Santaolalla gibi sanatçılarıla düetlerini de içeren bu albümü resmi olarak çıkarmasından onu alıkoydu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4950",
"len_data": 2214,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.47
}
|
Nefron, böbreğin en küçük yapısal birimidir. Nefron böbrekte idrarın yapıldığı morfolojik üniteyi oluşturur. Bir böbrekteki nefron sayısı 1-2 milyon arasındadır. Nefronlar ortak açılma kanalları ile böbrek papillaları üzerindeki deliklere açılırlar. Böylece oluşan idrar ilk olarak kalikslerde ve dolayısı ile havuzcukta biriktirilmiş olur. Sağ ve sol böbreklere gelen günlük kan akımı 1,5 tonu bulur. Nefronlarda gerçekleşen süzme (filtrasyon), salgılama (sekresyon) ve geri emilme (reabsorpsiyon) aşamalarından sonra idrar şeklinde atılan miktar 1,5 lt kadardır.
Ayrıca içindeki süzücü kanallar kanı temizlemekte yardımcıdır. Bir nefronda; bowman kapsülü, glomerulusa kan getiren afferent damar, glomerulusdan kanı uzaklaştıran efferent damar, glomerulus ve tubuluslar bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4952",
"len_data": 786,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.86
}
|
Uvertür, opera, bale veya konçertonun açılışındaki parçadır.
Opera, baştan sona bestelenmiş, sololu, korolu, orkestralı sahne oyunudur. Oyuncuların her şeyi şarkıyla anlattığı oyunun metnine "libretto" denir. Oyun süresinin çoğunu sözlü bölümler oluşturur. Sözler, konunun akışına göre belli başlı şu müzik türleri içinde bestelenir: Arya bir kişinin duygu ve düşüncelerini yansıtır. Düet, terzet, kuartet, kentet vb iki, üç, dört ve beş kişinin duygu, düşünce ve konuşmalannı iletir. Resitatif kişilerin sözlerini konuşurcasına bir şarkıyla söyledikleri bölümdür. Koro ise oyundaki kamu vicdanının sesini ortaya koyar.
Bunların dışında oyun başlarken genellikle bir giriş parçasına (uvertür) ve oyun içinde yer yer orkestra bölümleri ya da geçitleri gibi çalgısal bölümlere yer verilir. Bazı operalarda bale sahneleri de bulunur. Operalarda bütün bu müzik tür ve biçimleri genellikle ayrı parçalar olarak arka arkaya gelir. Ama bazılarında (örn. Richard Wagner'inkiler) müzik bir perde boyunca kesintisiz sürer.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4953",
"len_data": 1012,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.61
}
|
Erciş, Van ilinin bir ilçesidir. Van Gölü'nden 5 km içeride, Van Gölü'nden 25 metre yükseklikte kurulmuş olan Erciş'in Van il merkezine uzaklığı ise 100 kilometredir.
Coğrafya.
13. yüzyılda ünlü ticaret yolunun geçtiği Erciş'in bugün doğunun batıya açılan kapısı olması buraya ayrı bir önem kazandırmıştır. İran'dan Ortadoğu ülkelerine giden yol buradan geçmektedir. Erciş-Ağrı, Erciş-Bitlis ve Erciş-Van karayoluyla Türkiye'nin her tarafından gidilmektedir.
Erciş Ovası, Van Gölü kıyılarının en geniş ovalarından biridir. Ova, geniş vadiler boyunca içerilere sokulmuştur. Ilıca Deresi'nin geçtiği yerlere "Hatun Çukurovası", üzerinde Erciş ilçesinin bulunduğu düzlüğe de "Suluova" adı verilmektedir. Ayrıca bol otlu ve sulu birçok ova ve yaylası bulunmaktadır. Belli başlı akarsuları, ovayı kuzeyden güneye geçen Ilıca Deresi, Deliçay, İrşad Çayı ve Yekmal Çayı'dır.
Kuzeyinde Aladağ ve Tendürek, ilçeye yaklaştıkça Meydan Dağı, Gürgür Baba Dağı, Zurnaki Tepe, hemen devamında Grekor ve Kızılkaya Tepeleri ilçeye hakim yükseltilerdir. 1841 yılında Van Gölü sularının tekrar alçalıp yükselmesi sonucu Erciş halkı, eski yerleşim yerleri olan Erciş Kalesi ve civarını terk ederek Yukarı Çınarlı, Gölağzı, Kasımbağı, Alkanat ve Çelebibağı'na, idare merkezi de bugünkü Erciş'in kurulduğu 15-20 hanelik bir köy olan Eganis (Akans) adı verilen yere taşınmış ve burası Erciş adını almıştır. 1910 yılında ilçe olmuş, 18 Mayıs 1915'te Rus ve Ermeni işbirliği ile işgal edilmiş ve 1 Nisan 1918'de de kurtarılmıştır.
Tarihte Arzaşkun, Arsissa, Argişti Khinili, Arciş, Ardişi, Eganis, Erdiş şeklinde geçen ilçenin adını, Urartu Krallarından II. Arsissa veya bu topraklar üzerinde kurulduğu belirtilen Arsissa veya Arzaşkun adlı şehirlerden aldığı tahmin edilmektedir. Bugün Erciş'te birçok tarihî eser ve yer bulunmaktadır. İlçenin Çelebibağı mahallesinde Tunç Çağından günümüze kadar kullanılan ve üzerinde Urartular'a Selçuklu Hanedanı'na Osmanlılar'a, Celayirlilere ve Karakoyunlular'a ait değişik örneklerin bulunduğu mezarlığı, Van Bitlis ve Ağrı yol güzergahlarında bulunan Karakoyunlular'a ait Kadem Paşa Hatun, Zortul ve Akçayuva Kümbetleri, Osmanlı-İran savaşlarında büyük önem kazanan ve şu anda Van Gölü suları içerisinde sadece iki yıkık bedeni kalan Erciş Kalesi, ilçenin hemen kuzeyinde Urartular'dan kaldığı belirtilen Zernaki şehir kalıntısı sadece birkaçıdır.
Erciş, 1365-1469 arasında Doğu Anadolu ve Irak ve İran'a egemen olan Azeri Türkmen Karakoyunlu Devleti'nin başkentliğini de yapmıştır.
Doğu Anadolu bölgesinin Tatvan'la birlikte en gelişmiş ve düzenli ilçesidir. Ticaret hayatı güçlüdür fakat özellikle kükürt gibi doğal ürünlerini işleyecek bir orta boy sanayiden yoksundur. Şehrin önemli geçim kaynaklarının başında Erciş Şeker Fabrikası gelmektedir. Ayrıca Van Gölü havzasındaki ilçe belediyeler içerisinde ekonomik gelişme itibarıyla ilk sıradadır. Kültürel havza itibarıyla ise, Van kentinden çok Ahlat ve Adilcevaz kuzey Van Gölü hattına daha yakındır. Bu yönüyle Van ve Erzurum arasındaki kültürel geçiş bölgesi özelliği gösterir. Folklorik ögeleri daha çok Bitlis havzasının karakterini gösterir. Bölgesinin demografik ve ekonomik çekim merkezidir. Doğal güzellikleri itibarıyla Ahlat'tan sonra ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Şehrin Osmanlı dönemindeki mahalle düzeni korunmakla beraber daha sonraki yıllarda yüksek katlı yapılaşmaların artmasıyla otantik görünümünü kaybetmiştir. Van Gölü kıyıları da aynı ekolojik sorunla yüz yüzedir.
Yerel yönetim.
PKK-KCK'ya yardım ve destek verdiği gerekçesiyle 16 Eylül 2019'da tutuklanan belediye başkanı Yıldız Çetin'in yerine kaymakam Dr. Nuri Mehmetbeyoğlu kayyum olarak atandı.
2024 Türkiye yerel seçimleri sonucunda Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi adayı Baran Bilici seçimi kazandı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4954",
"len_data": 3757,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.43
}
|
Aziz Nesin, asıl adıyla Mehmet Nusret Nesin, (20 Aralık 1915; İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu - 6 Temmuz 1995; İzmir, Türkiye), Türk mizah yazarı. Kısa öykü, tiyatro ve şiir dallarında pek çok eser yazmıştır.
UNESCO'nun yayınladığı "Index Translationum" adlı dünya çeviri bibliyografyasına göre Aziz Nesin, Türkçe eser veren yazarlar arasında Orhan Pamuk, Yaşar Kemal ve Nâzım Hikmet'in ardından eserleri yabancı dillere en çok çevrilen dördüncü yazar konumundadır. Yazar 59. Hükûmet tarafından hazırlanan 100 Türk Edebiyatçısı listesinde de yer almaktadır.
1990 Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü sahibidir.
Çocukluğu.
Aziz Nesin, 20 Aralık 1915'te Heybeliada'da doğdu. Babası Abdülaziz Bey Giresun'un Şebinkarahisar ilçesine bağlı Gölve köyünden gelerek İstanbul'a yerleşti ve bahçıvanlık yaparak geçimini sağladı.
Annesi ise Ordu'nun Perşembe ilçesinin Anaç köyünde doğmuş olup küçük yaşlarda deniz binbaşısı Salim Bey'e evlatlık verilmiş 13 yaşındayken 35 yaşındaki Abdülaziz bey ile evlendirilmiştir.
Nesin çocukluğunda İstanbul işgalinde yaşadığını şöyle yazmıştı: ""Koşuşanlar beni kamyonun altından çıkardılar. Polisler de geldi. Babam şoförü öldürecek bıraksalar..."
"- Davacıyım!"
"Polisler anlatıyor babama: Dava edilemezmiş. Çünkü kamyon İngiliz işgal ordusunun kamyonuymuş. Şoför de bir Yunanlı... Bunları sonra düşündükçe anlıyorum ki, İstanbul yabancı çizmesi altındaymış.""
Öğrenim hayatı.
Aziz Nesin, 1924'te Süleymaniye'deki adı daha sonra İstanbul 7. İlkokulu olarak değiştirilecek olan Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebi'nin 3. sınıfına girdi. Ortaokulu Çengelköy Askerî Ortaokulunda tamamladı. İki yıl Darüşşafaka Lisesinde okuduktan sonra, 1935'te Kuleli Askerî Lisesinden üçüncülükle, 1937'de Harp Okulundan ikincilikle istihkâm asteğmen rütbesiyle mezun oldu. 1939'da Fen Tatbikat Okulunu bitirdi. Bu dönemde bir yandan da Güzel Sanatlar Akademisi Süsleme Bölümüne devam etti. Bir röportajında ona bu eğitim hayatının "fikr-i takip" dedikleri şeyi getirdiğini belirtmiştir.
Çalışma hayatı.
Aziz Nesin, Kara Harp Okulu'nu bitirmesinin ardından asteğmen rütbesiyle orduya katıldı. 1941'den başlayarak II. Dünya Savaşı yıllarında 2 yıl Trakya'da çadırlı ordugâhta görev yaptı. 1942'de Erzurum Müstahkem Mevkii İstihkam Taburu Bölük Komutanlığı'na atandı ve bir bomba kazasında yaralandı. Erzincan'da depremde yıkılmış bir cephaneliğin boşaltılmasıyla görevlendirildi. 1944'te Ankara'da Harp Okulu'nda açılan ilk tank kursuna katıldı. Aynı yıl Zonguldak'ta uçaksavar top mevzileri yaptırmakla da görevlendirilir. Üsteğmen rütbesindeyken "görev ve yetkisini kötüye kullandığı" suçlamasıyla askerlikten uzaklaştırılır.
Oğlu Ateş Nesin babasının köylülere ekmek dağıtmasının bahane olarak gösterilerek askerlikten atıldığını aktarmaktadır. Halk arasındaki yoksulluk, üniversite ve ordu mensupları arasında muhalefetin oluşmasına sebep olmuştur. Takma adlarla gazete ve dergilere şiir ve deneme yazıları gönderen Aziz Nesin, takma adlarla yazdığı deşifre olunca askerî istihbarat tarafından yakın takibe alınmıştır. Kars'taki bölüğünü tahliye sırasında yolda karşılaştığı köylülerin askerden erzak dilenmesi üzerine, askerin tayınlarının bir bölümünü köylülere dağıtır. Bunun üzerine açılan soruşturmayla askerî mahkemede alınan kararla ordudan atılır.
Özel hayatı.
Aziz Nesin, iki kere evlenmiş, 1939 yılında Vedia Nesin ile yaptığı ilk evliliğinden Oya (d. 1940) ve Ateş Nesin (d. 1942) olmuştur. Çift 1948’de boşandı. Yusuf Ziya Ortaç’ın yönlendirmesiyle 1956 yılında Meral Çelen ile yaptığı ikinci evliliğinden ise Hüseyin Ali (d. 1956) ve Ahmet Nesin (d. 1957) adlarında 2 çocuk sahibi daha olmuştur. Meral Çelen 29 Ekim 2024 tarihinde vefat etmiştir.
Mizah ve sanat anlayışı.
Gazeteci Zeynep Oral'ın Milliyet Sanat Dergisi için yaptığı röportajda, Aziz Nesin; mizahı, sanatçıyı ve sanatını şu şekilde tanımlamaktadır.
Sanat hayatı.
1940'lar.
Askerlikten uzaklaştırılmasının ardından bir süre bakkallık, muhasiplik gibi işler yaptıktan sonra 1945 yılında Sedat Simavi'nin çıkardığı "Yedigün" dergisine girdi; daha sonra Karagöz gazetesinde de yapacağı gibi redaktörlük ve yazarlık yaptı. Aynı yıllarda profesyonel olarak oyun yazarlığı yaptı ve "Tan" gazetesinde köşe yazarlığına başladı. 4 Aralık 1946'da bir grup üniversite gencinin "Tan" gazetesini yakması üzerine, sekiz sayı süren, "Cumartesi" adlı haftalık magazin dergisini çıkarmaya girişti. Bu dergi denemesi de sonlanınca "Vatan" gazetesinde çalışmaya başladı. Aynı yıl, ilk bağımsız yapıtı olan Parti Kurmak ve Parti Vurmak adlı 16 sayfalık broşürü de yayınlanmıştı.
1946'da Sabahattin Ali ile birlikte Marko Paşa mizah gazetesini çıkardı ve büyük ses getirdi. Dergi dönemin politikacılarını ve tiplemelerini sözünü esirgemeden eleştirmeyi bilmiş, tüm baskıların ve defalarca kapatılmasının getirdiği zor koşullara karşın hedeflediği satış rakamlarına ulaşmıştır. Ancak davalar ve suçlamalar dergi yazarlarına epeyi zor dönemler yaşatmıştır. Nitekim yeni adlarla sürdürmeye çalıştıkları "Markopaşa" ekolünün hararetle eleştirdiği Amerikan yardımının Türkiye üzerindeki emellerine değindiği henüz yayınlanmamış olan "Nereye Gidiyoruz?" adlı yazısı nedeniyle; 12 Ağustos 1947'de 10 ay ağır hapis ve 3 ay 10 gün de Bursa'da "emniyet-i umumiye nezareti" altında bulundurulma cezasına çarptırıldı. Yazılarının bulunduğu bazı gazete ve dergileri illegal ya da masraflı olduğu için meslektaşlarıyla birlikte sattı.
Bu yıllarda yazar Kerim Sadi ile ortak bir ev tutarlar. Kerim Sadi'nin ismi Aziz Nesin'in Bir Sürgünün Anıları kitabında sık sık geçmektedir. Aziz Nesin bu eserinde Sadi'nin entelektüel birikimini teslim etmekle birlikte kişiliğini fazlasıyla eleştirmiştir. Nesin'in trajikomik Bursa anılarına göre Kerim Sadi bencil ve kendini beğenmiş bir kişidir.
İkinci kitabı Azizname'yi 1948'de çıkardı. Taşlamalardan oluşan bu kitap için İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açıldı. 4 ay tutuklu olarak süren dava sonunda mahkûmiyet almadı; ancak 1949 yılında Birleşik Krallık Prensesi II. Elizabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi, Mısır Kralı I. Faruk, birlikte Ankara'daki elçilikleri aracılığıyla Türkiye Dışişleri Bakanlığına resmen başvurarak, bir yazısında kendilerini aşağıladığı iddiasıyla aleyhine dava açınca 6 ay hapse mahkûm edildi.
1950'ler.
1952'de İstanbul'da Levent'te bir dükkân kiraladı ve Oluş Kitabevi'ni açtı; Levent sakinlerine gazete dağıtma işini sürdürmekle beraber, iki küçük çocuğunun geçimini sağlayamayınca 1953'te Beyoğlu'nda bir ortağıyla "Paradi Fotoğraf Stüdyosu"nu kurdu. 1954'te "Akbaba" dergisinde takma adlarla öyküler yazmaya başladı. Zira edebiyat hayatında iki yüze yakın takma ad kullanmıştır.
1955'te 6-7 Eylül faciası olarak tarihimize gelen İstanbul'daki azınlıkların ev ve dükkânlarının korkunç yıkımına suçlu aranmaya başlanmıştı. Demokrat Parti iktidarı olayların bir "Komünist komplosu" olduğunu iddia ederek aralarında Aziz Nesin'in de olduğu, 100'e yakın solcuyu tutuklattı. Aziz Nesin hiçbir gerekçe olmaksızın 9 ay cezaevinde yattı.
“Dolmuş”, (1955); “Yeni Gazete” (1957), "Akşam" (1958), “Tanin” (1960), "Günaydın" (1969), "Aydınlık" (1993) gibi dergi ve gazetelerde yayımlanan gülmece öyküleri, röportajlar ve fıkralarla Çağdaş Türk edebiyatının tanınmış ve en verimli kalemlerinden biri durumuna geldi.
1956'da Kemal Tahir ile birlikte Düşün Yayınevini kurdu. 1958'de "Dolmuş-Karikatür" dergisi ile birleşerek 1963'e dek yayıncılığı tek başına sürdürdü. Bir yandan da Yeni Gazete, Akşam ve Tanin'de günlük köşe yazıları yazdı. 1962'de 42 sayı yaşayacak olan “Zübük” adlı mizah dergisini çıkardı.
1956 yılında İtalya'da (Bordighera'da) yapılan ve 22 ülkenin katıldığı Uluslararası Gülmece Yarışması'nda ilk ödül olan Altın Palmiye'yi "Kazan Töreni" adlı öyküsüyle kazandı. Ertesi yıl aynı ödülü "Fil Hamdi" adlı öyküsüyle ikinci kez kazandı.
1960'lar.
27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile Türkiye'de özgürlük döneminin başladığını düşünerek ilk ödülünü devlet hazinesine bağışladı. Ardından CHP'nin eski genel sekreteri Kasım Gülek'in sahibi olduğu Tanin gazetesinde yazmaya başladı. Fakat 18 Mayıs 1961'de "komünizm propagandası" yapmaktan dolayı tutuklanarak sıkıyönetim mahkemesinde yargılandı. Bunun üzerine Kasım Gülek gazetede "Dün nezarete alınan muharrir Aziz Nesin’in bir hafta önce gazetemizle ilişkisi kesilmiştir" denilen bir açıklama yayınlattı.
Düşün Yayınevinin Şubat 1963'te yanması üzerine, yazarlığı tek uğraş edindi. İlk kez 1965 yılında -ancak 50 yaşındayken bu hakkı elde edebilmişti- bir pasaport alabildi. Berlin ve Weimar'daki Antifaşist Yazarlar Toplantısı'na davetli olarak katıldı. 6 ay süren bu ilk yurt dışı gezisinde, Polonya, Sovyetler Birliği, Romanya ve Bulgaristan'a gitti.
Nesin, 1966'da Bulgaristan'da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Kirpi'yi "Vatani Vazife" adlı öyküsüyle kazandı. 1968'de Milliyet Gazetesi'nin açtığı Karagöz oyunu yarışmasında "Üç Karagöz" oyunuyla birincilik ödülü aldı.
1969'da Moskova'da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında "İnsanlar Uyanıyor" adlı öyküsüyle Krokodil birincilik ödülü, 1970'te de Türk Dil Kurumunun oyun ödülünü "Çiçu" adlı oyunuyla kazandı.
1970'ler.
Eşi Meral Çelen'in önerisiyle 1972'de Nesin Vakfını kurdu. Vakıfta, her yıl belirli sayıda alınan kimsesiz ve yoksul çocukların bakım ve eğitimlerini üstlendi. Kitaplarının tüm gelirini Vakfa bıraktı.
1976-1980 arasında her yılın edebiyat ürünlerinden seçmelerin bulunduğu Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı'nı çıkardı. 1974'te Asya-Afrika Yazarlar Birliğinin Lotus Ödülü'nü kazanan Nesin, 1975 Lotus Ödülü'nü almak için Filipinler'in başkenti Manila'da yapılan törene katıldı.
1976'da Bulgaristan'da Gabrovo kentinde düzenlenen gülmece kitabı uluslararası yarışmasında birinciliği elde ederek Hitar Petar Ödülü'nü kazandı. 1977'de Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı seçilen Nesin, bu göreve uzun yıllar devam etti.
1978'de "Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz" adlı romanıyla Madaralı Roman Ödülü'nü kazanırken, 1982'de Vietnam'daki Asya-Afrika Yazarlar Birliği toplantısından dönüşte Moskova'da kalp hastalığından hastaneye kaldırılan Nesin, "Kalp Hastalıkları Araştırma Merkezi"nde bir ay kalarak tedavi gördü.
1980'ler.
1983'te Amerika Birleşik Devletleri'nde Indiana Üniversitesinin düzenlediği uluslararası toplantıya çağrılan Nesin, pasaportu 12 Eylül idaresince geri alındığı için bu toplantıya katılamadı.
20 Aralık 1984'te Şan Sinema Salonu'nda 70. doğum günü töreni yapıldı. 1984'te Aydınlar Dilekçesi girişiminde bulundu. 1985'te Ekin A.Ş.nin kurulması girişiminde bulundu. Aynı yıl, Birleşik Krallık'ta PEN Kulüp onur üyeliğine seçildi ve TÜYAP'ın düzenlediği "Halkın Seçtiği Yılın Yazarı Ödülü"nü kazandı.
Nesin, 1989'da "Demokrasi Kurultayı"nın toplanmasında etkin görev aldı ve oluşturulan "Demokrasi İzleme Komitesi"nin iki başkanından biri oldu. Aynı yıl, Sovyet Çocuk Fonu'nun ilk kez verilen "Tolstoy Altın Madalyası"na değer görüldü.
1990'lar ve Sivas Katliamı.
19 Mart 1990'da Ankara Sanat Kurumunda 75. yaşını kutlayan Nesin, 2 Temmuz 1993'te Pir Sultan Abdal etkinliklerine katılmak üzere Sivas'a gitti. 37 kişinin yaşamını yitirdiği Madımak Oteli katliamından yaralı olarak sağ kurtuldu.
Türkiye Yazarlar Sendikası Yönetim Kurulu, 30 Mart 1994 tarihinde, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını kazanan RP'li Recep Tayyip Erdoğan'ın bazı gazetelerde yer alan “Aziz Nesin'in ismini İstanbul'dan sileceğiz” ifadesini kınayan bir bildiri yayınladı.
Ölümü ve vasiyeti.
Yazar, söyleşi ve imza günü için gittiği Alaçatı’da 1995'te 5 Temmuz'u 6 Temmuz'a bağlayan gece sabaha karşı geçirdiği kalp kriziyle hayatını kaybetti. Cenazesi Çeşme Cumhuriyet Savcısı'nın isteğiyle otopsi yapılmak üzere 6 Temmuz'da Çapa Tıp Fakültesine getirildi. 7 Temmuz 1995'te vasiyeti gereği hiçbir tören yapılmaksızın ve yeri belli olmayacak şekilde Çatalca'daki Nesin Vakfının bahçesine gömüldü.
Ankara Uluslararası Film Festivali çerçevesinde verilen özel ödüllerin arasında "Aziz Nesin Emek Ödülü" verilmektedir.
Başlıca yazım biçimleri.
Aşağıda, Aziz Nesin'e özgü başlıca yazım biçimleri verilmiştir.
-beri, -buçuk, aradabir, ara sıra, arayer, azbiraz, azçok, azkaldı, azkalsın, başüstüne, beribenzer, bibakıma, bibaşına, biçok, bidolu, bigün, bikaç, bikez, birara, bir arada, birdenbire, biriki, bisüre, bisürü, bişey, bitakım, bitane, bitek, bitürlü, biyana, biyer, buyüzden, candarma, cıgara, çokaz, enaz, ençok, epiy, fotograf, gülegüle, hangibir, herhangi biri, herneyse, herşey, hertürlü, heryan, heryer, herzaman, hiçbirşey, hiç kimse, hoşgeldin, hoşbulduk, Istanbul, ikidebir, işgören, kıravat, kimbilir, nağra, pek az, pek çok, sağol, Sıvas, tiren ya da ve yazıyla gösterilen her sayı bitişik
Ödülleri.
Hayatı boyunca pek çok ödül, mansiyon ve madalya ile onurlandırılan Aziz Nesin'in kazandığı bazı önemli ödüller aşağıda listelenmiştir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4958",
"len_data": 12738,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.39
}
|
ADSL (İngilizce: "Asymmetric Digital Subscriber Line"), Asimetrik Sayısal Abone Hattı, günümüzde yerini fiber internet bağlantısına bırakmıştır. Bir dağıtıcı (İngilizce: "Splitter"), tek bir telefon bağlantısı ile hem ADSL hattına hem de gelen çağrılara izin verir. ADSL genellikle merkez ofisten 4 kilometreden uzakta olmayan mesafelere dağıtılabilir. Fakat kablo bağlantısının izin verdiği ölçüde 8 kilometreye kadar ulaşabilir.
Telefon santralinde geleneksel telefon ağı için hat genellikle başka bir frekans dağıtıcısının ses bandı sinyalini ayırdığı yer olan Digital Abone Hattı Erişim Çoklayıcısı/Paylaştırıcısı (İngilizce: "Digital Subscriber Line Access Multiplexer") 'nda sona erer. ADSL tarafından taşınan veriler genellikle telefon şirketinin veri ağı üzerinden yönlendirilir ve sonunda internet protokol ağına ulaşır.
Asimetrik kelimesi, veri transfer hızının, gönderim ve alım için eşit olmadığını belirtir. Kullanıcının veri alım hızı, gönderim hızından yüksek olur.
Teknoloji.
Mevcut telefonlar için kullanılan bakır teller üzerinden yüksek hızlı veri, ses ve görüntü iletişimini aynı anda sağlayabilen bir modem teknolojisidir.
Mevcut telefon hattını daha etkili kullanmak amacıyla sayısal verileme tekniği ile aktarılabilecek veri yeterliliğinin arttırılması yoluyla kullanıcıya geniş veri aktarım olanağı sağlamaktadır. Dolayısıyla bu teknoloji sayısal veri ve ses bilgilerini aynı anda kullanmamıza olanak sağlar. Ses ve veri bilgilerinin birbirlerini etkilememeleri için splitter/ayırıcı kullanılması gerekmektedir.
Protokoller.
Farklı ADSL protokolleri mevcut, bunlar; PPPoA - VCmux/Null (Point-to-Point Protocol over ATM), PPPoA - LLC (Point-to-Point Protocol over ATM - Logical Link Control) ve PPPoE - LLC (Point-to-Point Protocol over Ethernet - Logical Link Control). Her iki protokol de hız açısından benzer özellikler taşıyor. PPPoA ile PPPoE arasındaki en önemli fark; PPPoA'da yapılan işin büyük kısmının donanım tarafından yapılması. Uzunca bir süredir açılan portların çoğu PPPoE - LLC protokolünü destekliyor.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4964",
"len_data": 2042,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.89
}
|
Altea, İspanya'nın Comunidad Valenciana özerk bölgesinde yer alan Alicante'ye bağlı bir kasabadır. Akdeniz kıyısında yer alan şirin kasaba taşlı bir sahile sahip olup, bir tepenin en üst kısmında güzel bir kiliseye sahiptir.
1990'lardan sonra yoğun bir Kuzey Avrupalı nüfus daha sıcak bir yerde yaşama amacıyla Altea'ya ve çevresine de yerleşmiştir. Yerli halkı Katalancanın başka bir ağzı olan Valensiyaca dilinde konuşur ve bu dil aynı zamanda İspanyolca ile birlikte resmi dildir.
Ekonomisi turizm ve tarıma dayalıdır. Yoğun olarak badem ve portakal yetiştirilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4965",
"len_data": 566,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.56
}
|
DNA bilgisayarı veya DNA hesaplaması, geleneksel silikon temelli yapı bileşenleri veya bilgisayar teknolojileri yerine, DNA, biyokimya ve moleküler biyoloji kullanarak yapılan bir hesaplama biçimi hesap edilen yeni nesil bilgisayarlardır. DNA hesaplaması veya daha genel olarak biyomoleküler hesaplama, hızla gelişen, disiplinler arası bir sahadır. Bu sahadaki araştırma ve geliştirmenin konuları, DNA hesaplamasının teorisi, uygulaması ve bu konuda yapılan deneyleri kapsar. Hacmi sadece 1 cm³ olan 1 gram DNA, 750 terabayt bilgi barındırabilir.
Tarih.
Nörofizyologlar beynin gizemli mekanizmasını keşfedebilmek için ilk önce yaşamsal fonksiyonlarını nasıl yerine getirebildiğini çözebilmeyi hedeflediler. Algıların yanı sıra, öğrenme ve fonksiyonların gerçekleştiği beynin hipokampus bölgesinin bir protezinin yapılması hedeflendi.
Bu saha ilk Leonard Adleman tarafından 1994'te başlatıldı. Adleman, 7 noktalı Hamilton patika problemini çözerek DNA'nın bir hesaplama aracı olarak kullanılabileceğinin kavramını ıspatladı. Adleman'ın bu deneylerinden beri önemli gelişmeler yapılmış ve DNA hesaplaması ile çalışan çeşitli Turing makinaları inşa edilebilmiştir.
1994 yılında ortaya konulan DNA'ya dayanan bilgisayar kavramı kombinasyon temelli problemlerin çözümünü hedefliyor. Yaşamın temel taşı olan ve en basitten en karmaşığına bütün canlıların fonksiyonlarını kodlayan DNA molekülünün basit ve kararlı yapısı, karmaşık matematik problemlerinin çözümü olarak önerilmiş. DNA bilgisayarları ‘Hamiltonian Path Problem’ olarak adlandırılan ve DNA'nın yapısını kullanarak çözüm üreten bir sistem. Kombinasyon temelli problemleri seri olarak çözmeye çalışan geleneksel bir bilgisayarın masif paralel olan DNA bilgisayarının hızına erişmesi asla mümkün olamaz. DNA bilgisayarlarının çok daha az enerji gerektirdiğini ve daha da önemlisi 1000 litre suyun, şimdiye kadar üretilmiş normal bilgisayar hafızalarından daha fazla bilgi tutabileceği ya da 1 kilogram DNA'nın bilişim kapasitesinin şimdiye kadar üretilmiş bilgisayarlardan daha fazla olduğunu göz önünde bulundurursak, bu sistemin kapasitesini anlayabiliriz.
1996'da biyomedikal mühendis Theodore W. Berger, hippocampusun aktivitesini üretebilen, özel olarak tasarlanmış bir DNA çipi üretti. Şimdi ise mikroelektrodlarla bu çipi beyin hücrelerine (neuron) bağlamayı hedefliyor. Berger, kendi kara kutusunu inşa ederek beyni kopya edebilmek ve hippocampusun her algısı karşılığında ürettiği cevabın kusursuz olarak aynısını üretebilmeye çalışıyor. Hippocampusun özel bir bölgesi olan ‘dentate gyrus’ dokusunun taklidi bu yolla yapılmış bulunuyor. Böylece beynin her bölümünün fonksiyonlarını yerine getirebilecek çiplerin yapılabileceği de kanıtlanmış oluyor. Bu yaklaşımı kullanarak gerçek nöronları ve gerçek beyin sistemlerini kurabilmeyi amaçlayan Berger'in ümidi sadece belleği ve öğrenmeyi değil, hareketi ve algıları yöneten beyin bölgelerini de çözümleyebilmek.
1997'de CALTECH'te bir araştırma grubunun sonuçlanan araştırmalarının açıklanmasıyla, geliştirilen neurochip metodunun canlı beyin hücrelerine bağlanması başarıldı. Ayrıştırılan hippocampus hücresinin, yine in vitro olarak neurochipin bulunduğu ortama yerleştirilmesiyle ve beslenmesi için gerekli ortamın sağlanmasıyla, hücre dendritler ve akson geliştirdiğinde hemen yanındaki hücrenin akson ve dendirtleriyle elektrik bağlantısı kurup bilgi iletimini kurar. Bu gelişme neural networkler üzerine yapılan araştırmalarda çok önemli bir adımı belgeliyor.
2002'de, Weizmann Institute of Science'de araştırmacılar, enzim ve DNA moleküllerinden oluşan programlanabilir bir moleküler hesap makinasını duyurdular. 2004'te ise aynı kuruluştan araçtırmacılar yeni bir DNA hesaplayıcısının duyurusunu yaptılar; bu sistem, bir girdi ve bir çıktı modülü ile birleştirilerek, bir hücrenin kanserli olduğunu teşhis edip, bu tanı üzerine bir anti-kanser ilacı salabilmekteydi.
2009'da biyohesaplayıcı sistemlerin standart silikon çiplerle birleştirilebildiği ilan edildi. Bu deneyde, yüzey-etkin silikon çipleri kullanılarak enzime dayalı bir "OR-Reset/AND-Reset" mantık sistemi elde edilmiştir. Bu sistem biyolojik ve elektromekanik sistemlerin hücreden küçük boyutta bütünleşmesinin ilk örneği olmuştur.
Özellikleri.
DNA hesaplaması temelde paralel hesaplama yapmaktadır çünkü pek çok farklı DNA molekülü farklı olanakları aynı anda denemektedir.
DNA hesaplaması silikonlu bilgisayarlara kıyasla çok daha az enerji tüketir. Ligasyon reaksiyonu ve hatta DNA'nın iki ipliğinin ayrışması için adenozin trifosfat (ATP) kullanılır. Hem iplik hibridizasyonu hem de DNA omurgasının hidrolizi, DNA içinde depolanmış potansiyel enerjinin etkisiyle kendiliğinden olabilir. İki ATP molekülünün hidrolizi 1.5 x 10−19 J enerji salar. İkişer ATP molekülü kullanan pek çok geçiş (transition) olayı olsa dahi güç tüketimi düşüktür. Örneğin, Kahan, tasarımını sunduğu sistemin saniyede 109 transisyonu (geçişi) 10−10 W kullandığını belirtilmiştir. Shapiro da 4000 saniyede 7.5 x 1011 çıktı üreten bir sistemini rapor etmiştir ki bu da ~ 10−10 W enerji üretimine karşılık gelir.
Özelleşmiş bazı problemler için DNA bilgisayarları bugüne kadar imal edilmiş tüm bilgisayarlardan daha hızlı ve daha küçüktür. Bazı matematik hesaplamaların DNA bilgisayarı üzerinde çalıştığı gösterilmiştir. Örneğin Strassen'in matris çarpım algoritmasının bir DNA bilgisayarında çalışabilen genel ve ölçeklenebilir bir uygulamasını yayımlanmıştır.
Ancak, DNA hesaplaması hesaplanabilirlik kuramı bakımından yeni bir yetenek sağlamamaktadır. Hesaplanabilirlik kuramı farklı hesaplama modelleri ile hangi problemlerin berimsel olarak çözülebilir olduğunun araştırmasıdır. Örneğin, Von Neumann makinalarında bir problemin çözümü için gereken bellek hacmi üssel olarak büyüyorsa (EXPSPACE tabir edilen problemler), DNA makinalarında da üssel olarak büyür. Çok büyük EXSPACE problemlerinde gerekli olan DNA miktarı kullanışlı olamayacak derecede çoktur. (Buna karşın kuantum hesaplaması ilginç yeni berimsel yetenekler sağlamaktadır.)
DNA hesaplaması DNA nanoteknolojisi ile örtüşen ama ondan farklı bir sahadır. DNA nanoteknolojisi Watson-Crick baz eşleşmesinin spesifisitesini ve DNA'nın diğer özelliklerini kullanarak DNA'dan yeni yapılar inşa eder. Bu yapılar DNA hesaplamasında kullanılabilir ama bu şart değildir. Buna ek olarak, DNA hesaplaması DNA nanoteknolojisi ile mümkün olan bu tür molekülleri kullanmadan da yapılabilir.
Yöntem.
DNA temelli bir hesaplama cihazı inşa etmenin çeşitli yöntemleri vardır, her birinin avantajları ve dezavantajları vardır. Bunların çoğu DNA'dan yapılmış temel mantıksal kapılardır (AND, OR, NOT). Sistemin çalışması için ayrıca oligonükleotitler, enzimler, DNA dizilimler ve polimeraz zincir tepkimesi kullanılır.
DNAzimler.
Katalitik DNA (deoksiribozim veya DNAzim), uygun bir sinyal girdisinin (uyuşan bir oligonükleotit gibi) varlığı hâlinde bir reaksiyonu katalizler. DNAzimler, silikon temelli sayısal mantığa benzer şekilde çalışan mantık kapıları imal etmekte kullanılır. Ancak, DNAzimler 1-, 2- ve 3-girdili kapılarla sınırlıdır ve birbirini seri olarak izleyen önermeleri değerlendirebilecek tasarımlar hâlen mevcut değildir.
DNAzim mantık kapısında, kendisi ile uyuşan bir oligonükleotite bağlandığı ve kendi bağlı olduğu fluorogenik substrat kesilip salınınca bu mantık kapısının yapısı değişir. Başka malzemeler de kullanılabilse de, çoğu modeller flüroresan bir substrat kullanırlar çünkü bunun algılanması kolaydır, tek molekül seviyesinde dahi. Flüoresans miktarı ölçülerek bir reaksiyonun olup olmadığı anlaşılabilir. Değişen bir DNAzim "kullanılmış" olur ve yeni bir reaksiyon başlatamaz. Bu yüzden, bu reaksiyonlar eski ürünün atıldığı ve yeni moleküllerin eklenebildiği, sürekli karıştırmalı tank benzeri bir alet içinde bu reaksiyonlar yer alır.
Yaygın kullanılan iki DNAzimi E6 ve 8-17 olarak adlandırılır. Bunların popüler olmasının nedeni, bir substratın herhangi bir yerinden kesilmesine olanak vermeleridir. Stojanovic ve MacDonald, E6 DNAzimini kullanarak MAYA I ve MAYA II makinalarını yaratmışlardır; Stojanovic ise, 8-17 DNAzimini kullanarak mantık kapıları yapılabileceğini göstermiştir. Bu DNAzimlerin mantık kapıları yapmakta yararlı olduğu gösterilmiş olmakla beraber, işlev göstermek için Zn2+ veya Mn2+ gibi bir metal kofaktörüne gerek duymaları onların yaygın kullanımını kisitlar, bunlar in vivo kullanılamazlar.
"Sap ilmik" adı verilen bir tasarım, ucunda bir ilmik olan tek bir DNA ipliğinden oluşur, bu ilmik kısmına başka bir DNA ipliği bağlanınca bu dinamik yapı açılıp kapanır. Bu olgudan yararlanılarak çeşitli mantıksal kapılar yaratılmıştır. Bu mantıksal kapılar MAYA I and MAYA II adlı bilgisayarların tasarımında kullanılmıştır.
Enzimler.
Enzim-temelli DNA bilgisayarları basit Turing makinası şeklinde çalışırlar; enzim, Turing makinasına karşılık gelir, DNA da yazılıma. Shapiro Fok I enzimi ile çalışan bir DNA bilgisayarı üretmiştir. sonra bu çalışmayı geliştirerek prostat kanseri tanısı koyabilen ve ona bir tepki verebilen bir otomat imal etmiştir: otomat PPAP2B ve GSTP1 genlerinin düşük ifadesi ile, PIM1 ve HPN genlerinin yüksek ifadesine duyarlıdır. Bu otomat bu genlerin ifade düzeyini teker teker belirlemekte ve pozitif tanı hâlinde kendini keserek tek sarmallı bir DNA molekülü salmaktadır. Bu tek sarmallı DNA MDM2 genine ters anlamlıdır (MD2 p53'in bir represörü, yani bir tümör süpresörüdür). Bu sistemin tasarımında, negatif tanı hâlinde bu otomatın hiçbir şey yapmamasındansa pozitif tanı ilacının bir baskılayıcısını salmasına karar verilmişti. Bu uygulamanın bir sınırlaması, iki farklı otomata gerek olmasıdır, her bir ilaç için ayrı bir otomat gerekmektedir. İlacın salınmasına kadar geçen değerlendirme safhası yaklaşık bir saat sürmektedir. Bu yöntem ayrıca geçiş molekülleri ve FokI enzimin mevcut olmasını gerektirmektedir. FokI enziminin gerekliliği "in vivo" uygulamayı sınırlamaktadır, en azından "üst düzey organizmalarda" kullanım söz konusuysa. Bu tasarımda 'yazılım' molekülleri tekrar kullanılabilmektedir.
Tutanma yeri değişimi.
Bazı DNA bilgisayarlarından bir "girdi" DNA ipliği başka bir DNA molekülündeki yapışkan uca (tutunma yeri) bağlanır, bu sayede o moleküldeki öbür ipliğin yerine geçebilir. Bu tasarım sayesinde modüler AND, OR ve NOT kapıları ve sinyal amplifikatörleri yaratılabilir ve bunlar olabildiğince büyük bilgisayarlara bağlanabilir. Bu DNA bilgisayarları enzim gerektirmez.
Algoritmik öz birleşme.
DNA nanoteknolojisi, kendisiyle ilişkili olan DNA hesaplaması sahasında uygulanmıştır. Çoklu yapışkan uçları olan DNA "karoları" tasarlanabilir, bu DNA moleküllerinin dizileri uygun şekilde seçilirse Wang karosu özelliğinde karolar oluşur. "Çifte krosover" (DX kısaltması ile bilinir) parçalarının birleşmesinden oluşan bir dizilimin XOR mantık işlemini kodladığı gösterilmiştir; Bunun sonucunda, DNA dizilimi hücresel otomat gibi davranarak Sierpinski üçkeni olarak adlandırılan bir fraktal üretir. Böylece gösterilmiştir ki DNA dizilimlerine hesap ürünleri de dahil edilebilmekte ve basit periyodik dizilimlerden daha karmaşık yapılar oluşturabilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4967",
"len_data": 11072,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.25
}
|
Yerel yönetimler, ulusal sınırlar içerisindeki değişik büyüklüklerdeki topluluklarda yaşayan insanların, ortak ve yerel nitelikteki gereksinimlerini karşılamak amacıyla kurulan ve hukuk düzeni içerisinde oluşturulmuş olan anayasal kuruluşlardır. Merkezin üstlenmediği bazı kamu hizmetlerinin merkeze bağlı olmayan, özerk faaliyet gösteren, ayrı bir mal varlığı ve bütçeye sahip kurumlarca yürütülmesi esasına dayanır.
Yerel yönetimler, belli bir coğrafi alan üzerinde yaşayan yerel topluluk üyelerinin kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla ekonomik, sosyal, kültürel zenginliğe ve refaha ilişikin yerel hizmetleri genel yetkiyle, kendi sorumluluğu doğrultusunda yerine getiren, işleyişinde açıklığı, şeffaflığı çoğulcu ve katılımcı demokrasi ilkelerini hayata geçiren, yetkilerin yerel halka en yakın yönetim birimince kullanıldığı, kamu tüzel kişiliğine sahip, özerk, demokratik kuruluşlardır. Belediyeler ve İl Özel İdareleri bu kuruluşlara örnek olarak gösterilebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4969",
"len_data": 973,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.61
}
|
1982 Anayasasının 126. maddesi "Türkiye merkezi idare ve kamu hizmetlerinin gereklerine göre, illere; iller de diğer kademeli bölümlere ayrılır." hükmünü getirmektedir. Merkezi hükûmetin taşrada örgütlenmesinin temelinde iller yer almaktadır. İl Özel İdareleri görevleri bakımından merkezi yönetim ile belediye ve köyler arasında "ara düzey" niteliğe sahip idari birimlerdir.
Anayasanın 127. maddesine göre il özel idareleri, il halkının yerel nitelikteki ortak ihtiyaçlarını karşılamak üzere, kuruluş esasları yasa ile belirtilen ve karar organları yine yasada gösterilen, seçmenlerce seçilerek oluşturulan kamu tüzel kişileridir. İl özel idareleri 04.03.2005 tarihli ve 5302 sayılı kanunla yönetilir. Türkiye'de büyükşehir olmayan 51 ilde il özel idaresi bulunmaktadır.
Görevleri ve yetkileri.
Belediye sınırları dışında olmak kaydıyla aşağıdaki görev ve hizmetleri yerine getirirler.
İl özel idaresi tüzel kişiliği olan, idari ve mali özerkliğe sahip kamu kuruluşlarıdır. Tüm tüzel kişilerde olduğu gibi özel idarelerde de tüzel kişilik adına hukuken bağlayıcı eylemlerde bulunacak organlara gereksinim vardır. Bu organlar;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4970",
"len_data": 1126,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.23
}
|
Ekonomik ortamı değişmez kabul (Ceteris Paribus) edip belli bir amaca en iyi şekilde ulaşmak için üretim faktörlerinin ne şekilde kullanılması gerektiğini gösteren mekanizmalara "kaynak dağılımı mekanizması" adı verilir. Kıt üretim faktörlerinin (kaynakların) çeşitli kullanım alanları arasında farklı dağılımı, farklı üretim, tüketim, bölüşüm ve yatırım büyükleri ortaya çıkaracak ve bunların sonucunda elde edilecek toplumsal refah düzeyleri de farklı olacaktır. Bu nedenle toplumsal refah maksimizasyonunu sağlamak için, hangi maldan, ne miktarda üretileceği, bunların ne kadarının tüketileceği ve ne kadarının yatırımlara ayrılacağı ve bu yatırımların sektörler arasındaki dağılımının ne olacağı soruları ekonomik sistemlerin özellikleri çerçevesinde kaynak dağılım mekanizması içinde yanıtını bulur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4974",
"len_data": 804,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 4.07
}
|
Gelir dağılımı, bir ekonomide ortaya çıkan gelirin, oyunculara nasıl paylaştırıldığını gösteren ekonomik göstergedir. Ülkeler düzeyinde, gelirin sosyal sınıflar arasındaki dağılımıdır.
Bir ekonomideki bütün kişiler yaşamları boyunca üretim sürecine emek, sermaye veya servetleriyle katılarak yaşamlarını sürdürmek için yeterli bir gelir sağlamak durumunda olmayabilirler. Hastalık, sakatlık, yaşlılık, işsizlik gibi nedenlerle yeterli bir gelir elde edilemeyebilir ve yeterli servet stoklarına sahip olunamayabilir. Bu nedenle devlet, kendi kusurları olmaksızın geçimlerini tamamen ya da kısmen sağlayamayanların yeterli bir gelire kavuşmalarını mümkün kılan yeniden dağılım tedbirlerini almak zorundadır.
Ekonomik süreç içerisinde fonksiyonel gelir dağılımı ile ilk olarak ortaya çıkan gelir brüt gelirdir. Ekonomi teorisi brüt gelirle ilgilenir, buna faktör gelirlerinin dağılımı, birincil dağılım adı da verilmektedir. İkincil dağıtım ise, gelirin doğuşu ile kullanışı arasında geçen yeniden dağılımı ile ilgili konuları kapsamaktadır. Bu nedenle ikincil dağıtım devletin araya girerek sosyal ve etik nedenlerle birincil dağılımı düzenlemesi anlamına gelir. Böylece devletin müdahalesi sonucu ortaya çıkan gelir dağılımı ikincil gelir dağılımı olarak adlandırılır ve birincil dağılıma göre daha eşitçi olduğu kabul edilir.
Devletin gelirleri daha eşitlikçi bir düzeye sokma çabaları, gelirin yeniden dağılımı olarak adlandırılabilir. Bu amacı gerçekleştirmek için devletin elinde gelir dağılımının fonksiyonunu ve büyüklüğünü etkileyebilecek çok sayıda araç bulunmaktadır. Mali olmayan politika araçlarının başlıcaları: istihdam, ücret ve fiyat kontrolleridir. Temel maliye politikası araçları ise; vergi ve kamu harcamalarıdır
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4975",
"len_data": 1730,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 4.01
}
|
Tam istihdam, bir ekonomide mevcut olan tüm üretim faktörlerinin tam olarak kullanılmasıdır. Ancak ekonomik kuramda ve uygulamada tam istihdam üretim faktörlerinden emek üzerinden tanımlanmaktadır. Bununla beraber, tam istihdamı toplam işgücünün hepsinin istihdam edilmesi gibi bir durum olarak düşünmek hatalıdır. Birçok ekonomist geçici veya yapısal unsurlarında göz önünde tutularak makul işsizliğin olduğu bir istihdam düzeyini, tam istihdam durumu olarak kabul eder. Doğal olarak tam istihdam düzeyinde ortaya çıkacak işsizlik (friksiyonel işsizlik) oranı ülkeden ülkeye ve çeşitli koşullara bağlı olarak değişecektir.
Klasik iktisata göre, sanayileşmiş ülkelerde tam istihdam durumu, doğal durumdur, ekonominin kendi dinamikleri onu tam istihdam durumuna taşıyacaktır. Adam Smithin Görünmeyen El kuramı, bu dinamikleri ve süreci açıklamaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4977",
"len_data": 850,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 4.26
}
|
Dışsallık; bir ekonomik birimin kendi faydasını artırmak için aldığı kararın, aslında hiçbir organik bağı olmayan başka bir ekonomik birimin aldığı kararının sonuçlarını dolaylı ya da dolaysız etkilediği durumlarda ortaya çıkan bir kavramdır. Buna göre bir ekonomik birimin seçimleri, diğer birime fayda ya da zarar olarak etki edebilir. Dışsallıklar genelde pozitif dışsallıklar ve negatif dışsallıklar olarak iki grupta toplanır.
Pozitif dışsallık.
Pozitif dışsallık ya da bir diğer adıyla toplumsal yarar gözetimi; bir kişinin ya da kurumun aldığı bir kararın birincil kişi dışında başka kişi ya da kurumlara da yarar sağlayıcı nitelikte olma durumudur.
Negatif dışsallık.
Negatif dışsallık, kişinin ya da kurumun aldığı bir kararın başka bir ekonomik birime zarar verme durumudur. Bu noktada bir birim fayda sağlarken diğer birim bu faydadan açık bir şekilde zarar görür. Kurumlar noktasında negatif dışsallıklar genelde maliyetlendirilen bir unsurdur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4979",
"len_data": 956,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.78
}
|
Çerkesler ya da Adigeler (Çerkesçe: Адыгэхэр), Kuzey Kafkasya'da, tarihi Çerkesya'nın yerli halkı olan etnik grup. Rus İmparatorluğu tarafından işlenen Çerkes Soykırımı'nın sonucunda Çerkeslerin çoğu öldürülmüş, kalanlar ise Osmanlı topraklarına sürülmüştür. Çerkesler Çerkesçe konuşur ve neredeyse tamamı Sünni Müslümandır. Çerkesya eski zamanlardan beri istilalara maruz kalmıştır; izole edilmiş arazisi, bitmeyen savaşlarla birlikte Çerkes ulusal kimliğini büyük ölçüde etkilemiştir. Çerkes bayrağı Çerkeslerin millî bayrağıdır ve yeşil zemin üzerinde dokuzu yay, üçü yatay şekilde on iki altunî yıldız ve üç çapraz oktan oluşur.
Çerkesler yerleştikleri bölgelerde önemli roller oynamışlardır: Türkiye'de Çerkesler geldikleri andan itibaren büyük roller üstlenmiş, Türk Kurtuluş Savaşında var olmuştur; Ürdün'de başkent Amman'ı kurmuş ve ülkedeki neredeyse tüm önemli pozisyonlarda bulunmuşlardır; Suriye ve Libya'da orduda üst rütbelere sahiptirler; Mısır'ın kurucu unsurlarından biridirler. Türkiye'de yaşayan Çerkesler ve diğer diaspora Çerkesleri Kafkasya'dan sürgün edilmeleri tarihini 21 Mayıs 1864 Çerkes Sürgünü ve Soykırımı Anma Günü olarak kabul etmektedirler.
Adlandırma ve etimoloji.
Adige.
Çerkesler kendilerine "Adige" derler."" Bir görüşe göre bu sözcük "yüksek" anlamına gelen "atığe" sözcüğünden gelmektedir ve Çerkeslerin dağlarda yaşayan bir halk oluşunun yansımasıdır.
Farklı bir görüşe göre ise, Orta Çağ Çerkes halkı olan Zihler’in Bosporus yazıtlarında "Adzaha" olarak anılmasından yola çıkılarak, Çerkeslerin endonimlerinin aslında Adzığa () olduğu ve bu adın zamanla "Adige" şekline dönüştüğü ileri sürülmektedir.
Çerkes.
Çerkes sözcüğünün kökeni tartışmalıdır. Antik Yunanlar, Çerkesya'dan "Sirakes" olarak bahsetmiştir, bir görüşe göre bu sözcükten türemiştir. Bir görüşe göre Moğolca "yol kesen kimse" anlamına gelen Jerkes sözcüğünden türemiştir. Moğol istilasından önce Çerkesya sözcüğü yerine Zihya sözcüğünün kullanılması bu ismin Moğollar tarafından takılmış olabileceğine delil sürülür. Başka bir görüşe göre, Çerkes adının etimolojisi Kıpçak Türkî dillerde "çeri" sözcüğü ile "kes-" fiili ile kurulu bir sözcük olup "asker doğrayan" anlamına gelmektedir. Diğer bir görüşe göre ise Farsça kökenlidir. Çerkesler, Çerkes kelimesine ek olarak Zih olarak biliniyordu ve bazen Arap kaynaklarında Kaşak ve Şerkes, Rus kaynaklarında ise Kassog olarak geçiyordu.
Çerkesya'ya komşu halkların Çerkesler için kullandığı farklı isimler vardı (; ), ancak Rus etkisi ile bu isimlerin çoğu unutuldu ve Çerkes sözcüğü yerleşti. Bu dillerden alıntı yapan birçok Batı dilinde de aynı ya da benzerdir (Almanca: Tscherkessen, İngilizce: Circassian, Fransızca: Circassien).
Rusya'da sınıflandırma.
Rusçada önceleri Çerkes adı altında bütün Çerkes grupları tanımlanırken, Sovyetler Birliği'nin ilk yıllarında terminoloji değişime uğradı ve kurulan idari birimlere göre adlandırma yapıldı. Adığey’de yaşayan Çerkesler Adıge/Adıgeyli, Karaçay-Çerkesya'da yaşayanlar Çerkes, Kabardey-Balkarya'da yaşayanlar Kabardey, Şapsığ Ulusal Bölgesinde Şapsığ adlarıyla Çerkesler dörde bölündü. Rusçada bugün de kullanılmaya devam eden bu terminolojiye göre Çerkes aslında etnik değil, sadece Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’ndeki Çerkesleri belirten coğrafi bir tanımdır. Dolayısıyla Rusça'da 1920’lerden önceki ve sonraki Çerkes terimi farklı anlamlara gelmektedir. Son yıllarda buna karşı eleştiriler artmakta ve tarihi/etnik adlandırmaya dönme eğilimleri artmaktadır.
Tarih.
Köken.
Günümüzdeki Çerkeslerin ataları, Meot kabileleri olarak bilinmektedir. Arkeolojik araştırmalar sonucu ortaya çıkan bulgular Meot kabilelerinin Kafkasya'nın yerli halkı olduğunu göstermektedir. Sovyet araştırmacılar Çerkesler ve Hint-Avrupa dili konuşan topluluklar, özellikle Keltler arasında bağlantılar olduğunu iddia etmiştir, ancak bu teori genel kabul görmemektedir. Bazı araştırmacılar Çerkesler ve Antik Anadolu Halklarından olan Hattiler arasında bağlantılar olduğunu, Çerkes dili ile bu medeniyetlerin dilleri arasında benzerlik olduğunu savunmaktadır. Çerkesler üzerinde yapılan genetik testler kapsamında Adige Cumhuriyeti, Kabardey-Balkarya Cumhuriyeti, Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti ve çeşitli diasporalarda yaşayan Çerkesler üzerinde yapılan testlerde, Çerkeslerin en yakın akrabalarının İnguşlar, Çeçenler ve Abhazlar olduğu ortaya konmuştur. Çerkeslerin de dahil olduğu topluluk, günümüzde "Kuzey Kafkasya halkları" olarak sınıflandırılır.
Antik Çağ.
Antik çağlarda "Kerket" ve "Sucha" adlandırılmaları da dahil olmak üzere Çerkesler farklı isimlerle adlandırılmıştır. Sindler ve Meotlar tarafından kurulan Sindika devletininin tarihteki en eski Çerkes devletleri olduğu düşünülmektedir. Sindlerden ilk kez, MÖ 5. yüzyılda yaşayan Grek şairi Hipponaks, daha sonra da Herodot söz etmektedir. Sindika krallığının sanatçı ve tüccarların konakladığı, işlek bir ticaret devleti olduğu da bilinmektedir.
Orta Çağ.
Çerkeslerde 4. yüzyıl itibarıyla feodalizm oluşmaya başlamıştı. Çerkesler, Meot kabilelerinin önderliğinde kurulan Cite devleti (5. yüzyıl) ve Ubıhlar önderliğinde kurulan Zihya gibi pek çok devlet kurdu ancak siyasi birlik sağlayamadı. 9. yüzyıl itibarıyla Çerkesya'da Bizans etkisi ile Hristiyanlık yayılmaya başladı. 1223'te Kafkasya'yı istila etmeye başlayan Moğollar Çerkeslerin bir bölümünü ve alanların çoğunu yok ettiler. Bunu izleyen Altın Orda saldırıları sırasında topraklarının büyük bir bölümünü yitiren Çerkesler, Kuban nehrinin gerisine çekilmek zorunda kaldı. Ardından alanların bazı topraklarını ele geçirdiler. Altın Orda devletinin yıkılmasından sonra daha önce yitirdikleri toprakların bir kısmını geri alan Kabardey Çerkesleri, bu kez de Kırım Hanlığı'nın baskıları ile karşılaştılar. 1390'lı yılların başı itibarıyla ise Timur'un Kafkasya'ya saldırıları başlamıştır. Bu saldırılar neticesinde tüm Güney Kafkasya Timur'un kontrolüne geçmiş, yaşanan savaşlar neticesinde birçok yerleşim yeri tahrip edilmiştir.
15. yüzyılda İnal isimli bir Çerkes soylu topraklarını genişletmeye başladı. Çerkes beylikleri birer birer İnal'ın eline geçerken, İnal savaş ağaları ve aşiret reisleriyle savaştı ve onları yendi. İnal'ın yükselişi yerleşik Çerkes beylerini rahatsız etti ve İnal'a karşı çıkan 30 Çerkes boyundan oluşan bir konfederasyon, onunla savaşmak için bir ittifak kurdu. Mzımta Nehri yakınlarındaki bir savaşta otuz Çerkes lordundan oluşan koalisyon, İnal ve destekçileri tarafından mağlup edildi. On tanesi idam edilirken, geri kalan yirmi bey biat ederek İnal'ın yeni devletinin güçlerine katıldı.
İnal, Batı Çerkesya'daki hakimiyetini sağlamlaştırdıktan sonra 1434'te Doğu Çerkesya'ya bir sefer düzenleyerek Kabardey eyaletini kurdu. 1438'de kuzeye yeni bir sefer düzenledi ve Ten Nehri boyunca Kuban Nehri'nin kuzeyindeki Çerkes yerleşimlerinin yakınındaki Tatar göçebelerini kovarak sınırlarını günümüzdeki Azov'a kadar genişletti. Johannes de Galonifontibus, 14. ve 15. yüzyılların başında Çerkesya'nın sınırlarını kuzeye, Don'un ağzına kadar genişlettiğini anlatıyor. Johannes de Galonifontibus'un tanımı, İnal'ın fetihleriyle örtüşmektedir. Fetihleri sonucu İnal, Çerkesya'nın tamamını veya büyük bir kısmını tek devlet altında birleştirmiş oldu. nal, 1453 yılında topraklarını oğulları ve torunları arasında bölüştürdü ve 1458 yılında öldü. Bunun ardından Çerkes prenslikleri oluştu.
1453'te İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Mehmed, Çerkeslerin Ortodoks dünyası ile bağını kopararak İslam'a geçmelerinin yolunu açmış oldu. Bu olayın ardından Çerkesler İslam'ı yavaşça kabul etmeye başladı. Ardından Ceneviz kalıntılarını yok eden Osmanlılar Çerkesya ile Katolik dünyası arasındaki bağı da kopardılar. Tursun Bey'e göre bunun amacı Çerkesler arasında İslam'ı yaymaktı. Buna rağmen 16. yüzyılda dahi Müslümanlar Çerkesya'da azınlık halindeydiler. 1578'de Kabardey prensi resmen İslam'a geçti. Bu dönemden kalma cami kalıntıları bulunmaktadır. Ardından Hatukay, Jane, Barakay ve Besleney Çerkesleri Müslüman oldu. 1666'da Çerkesya'yı ziyaret eden Evliya Çelebi, Çerkes köylerinde cami olduğunu ve Çerkeslerin "la ilahe ilallah" dedikleri, ancak İslam'ı tam olarak anlamadıkları ve eski geleneklerini devam ettirdikleri tespitinde bulunuyor.
İslam'ın Çerkesler arasında yayılma hızı 18. yüzyılın sonlarından itibaren hızla arttı.
Yeni Çağ.
1714 yılında I. Petro Kafkasya'yı işgal planı kurdu. Bu planı uygulamaya koyamasa da, işgalin gerçekleşmesi için politik ve ideolojik temeli attı. II. Katerina, bu planı uygulamaya koymaya başladı. Rus ordusunu, Terek Irmağı kıyılarına konuşlandırıldı.
1763 yılında Rus İmparatorluğu, Çerkesya işgalini başlattı ve Rus-Çerkes Savaşı başladı. Bunun ardından Çerkes kabileleri birleşerek kısmi bir konfederasyon yapısı oluşturdular. Rus-Çerkes savaşı sırasınca iki taraf da birbirine pek çok baskınlar düzenledi. Savaş sırasında Rus İmparatorluğu, Çerkesya'yı bağımsız bir bölge olarak tanımadı. Bölge hiçbir zaman Rus kontrolünde olmamış olmasına rağmen, Çerkesler Rus toprağında isyan çıkaran bir grup asi olarak görüldü ve Rus generaller Çerkesleri ulusal isimleriyle değil, "dağlılar", "haydutlar" ve "dağ pisliği" olarak adlandırdı.
Savaş sırasında ve sonrasında Rus İmparatorluğu, sistematik olarak sivilleri katletme stratejisi uyguladı ve bu 1.500.000'e kadar Çerkes'in (toplam nüfusun %85-97'si) ya öldürüldüğü ya da Osmanlı İmparatorluğu'na sürüldüğü Çerkes Soykırımına sebep oldu. Savaş başlangıçta bireysel bir çatışma iken, Rusya'nın tüm bölgeye yayılması kısa süre sonra Kafkasya'daki bir dizi başka ulusal çatışmanın içine çekti. Bu nedenle savaş genellikle Kafkas Savaşı'nın batı yakası olarak incelenir.
13 Haziran 1861 tarihinde Soçi şehrinde Çerkesler "Büyük Özgürlük Meclisi" adında bir meclis kurdular. Meclis başkanı rolüne Gerandıqo Berzeg getirildi. 1864 Mayıs ayında Qbaade muharebesi gerçekleşti. 100.000 kişilik Rus ordusu ile 20.000 kişilik Çerkes ordusu karşı karşıya geldi. Muharebeyi Ruslar kazandı ve Çerkesya, Rusların eline geçti.
Rus İmparatorluğuna teslim olmayan Çerkeslerin çoğu öldürüldü ya da sürgüne maruz kaldı. Osmanlı İmparatorluğu gemileri tarafından Anadolu, Balkanlar ve Orta Doğu'ya (günümüzde Türkiye, Suriye, Ürdün, Filistin, İsrail, Irak, İran ve Kosova) yerleştirilen Çerkesler, yolda Osmanlı gemicilerinden de zulüm gördü ve başta salgın hastalıklar olmak üzere pek çok sebeple yolda büyük kayıp verdiler. İtaat eden azınlık kısım ise Kuban Nehri yakınındaki bataklıklara yerleştirildi.
Yakın Çağ.
1917 yılında Çerkesler de dahil olmak üzere pek çok Kuzey Kafkas halkı birleşerek bağımsızlık ilan ettiler ve Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti (Aynı zamanda Dağlı Cumhuriyeti olarak da bilinir) devletini kurdular. Bu devlet, 1921 yılında Sovyetler Birliği ordusu tarafından işgal edildi. Hâlen Rusya sınırları içerisinde bulunan Dağıstan, Çeçenistan, İnguşetya, Kuzey Osetya, Kabardino-Balkarya Cumhuriyeti ve Karaçay-Çerkesya Cumhuriyeti bölgeleri de bu Cumhuriyet sınırlarına dahildi.
Ülkelerine göre Çerkesler.
19. yüzyıldaki Çerkes Sürgünü sırasında Kafkasya'daki yurtlarından Osmanlı İmparatorluğuna sürgün edilen Çerkeslerin boy-kabile düzenleri yerle bir edildiği gibi şiveleri de bu yıkımdan etkilenmiştir; zira, sürgün öncesi Kafkasya'da ve bugün diasporada ("хэхэс") konuşulan en yaygın Batı Çerkesçesi ağzı, nüfusları itibarıyla Abzehlerin konuştuğu ağız iken, Kafkasya'da Abzeh ağzı konuşan tek köy Adigey Cumhuriyeti'nde bulunan Hakurine Hable (Şovgenovski)'dir ve
Kafkasya'da kalmadığı için Çerkes diyalektolojisinde adları geçmeyen Hatukaylar birkaç köy dışında Kayseri-Pınarbaşı'nda yaşarlar (18 köy). Bugün Kafkasya'da Batı Çerkesçesi konuşanlar Doğu Çerkesçesi konuşanların beşte biri kadar iken; Kafkasya dışı Çerkes diasporasının yoğun olduğu Osmanlı coğrafyasında kurulan Türkiye, Ürdün, Suriye ve İsrail'de ise bunun tersidir. Günümüzde Kafkasya'da yaşayan Çerkeslerin çoğu Doğu Çerkeslerinden Kabardeyler ile Batı Çerkeslerinden Bjeduğ ve Çemguy boylarından oluşurken, Kafkasya dışı diasporada yaşayanlar ise Batı Çerkeslerinden Abzeh ve Şapsığ gibi boylardan oluşur. En çok Çerkes barındıran bölge Kafkasya değil Türkiye'dir.
Rusya Çerkesleri.
Çerkesya ya da Çerkezistan olarak adlandırılan Çerkes toprakları iki kolda gelişim göstermiş olup, Doğu Çerkesya (ya da Kabarda) 1825'ten beri, Batı Çerkesya ise 1864 yılından beri Rusya'ya bağlıdır. 2010 yılı rakamlarına göre Rusya'da Çerkeslerin nüfusu 712.072 kişi olup bölgelere göre dağılımı şöyledir: Kabardino-Balkarya 490.453, Adige Cumhuriyeti 109.699, Karaçay-Çerkesya 56.466, Krasnodar Krayı 13.800, Stavropol Krayı 10.380
Çerkes kaynaklarına göre, Rusya Federasyonunda bugün idari ve kültürel olarak birbirinden bağımsız altı Çerkes / Adige grubu bulunmaktadır:
Rus kaynaklarına göre, Rusya Federasyonunda yaşadıkları cumhuriyet ve bölgeler esas alınarak resmî olarak birbirinden bağımsız üç (2002 yılından beri dört) ayrı halk ayırt edilir:
Günümüzdeki Adigeyliler ve Çerkesler 1897, 1926 ve 1939 nüfus sayımlarında sadece "Çerkes" (ya da "Adıgeyli") adı altında ortak bir sayı olarak verilmiş, 1959 nüfus sayımı ile birlikte nüfus toplamı,"Adıgeyli" ve "Çerkes" adları altında birbirinden ayrı verilmeye başlanmıştır. 2002 sayımından beri "Şapsığ" etnik adı da eklenmiş ve böylece Çerkeslerin/Adigelerin etnik ad listesi dörde çıkmıştır: Adigeyliler, Çerkesler, Kabardeyler, Şapsığlar.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Rusya Federasyonu, Çarlık Rusyası dönemi de dahil olmak üzere, tarihinde görülmemiş şekilde etnik yapı bakımından homojen (% 81,5 Rus) duruma gelmiş olup, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının yarattığı ağır travmanın etkisi altında bulunan Rusya Federasyonu’nun siyasi ve askerî kadroları, Slav kökenli (Rus, Ukraynalı, Slav Kazağı) nüfusun Moskova yönetimi ve yerel yönetimler üzerindeki milliyetçi baskısı altında kalmaktadır. Ancak, federe cumhuriyetlerin ve diğer idari birimlerin (kray, oblast, okrug ...) yönetimleri, Moskova’nın merkezî güçlendirme çabalarının aksine, Sovyetler Birliği döneminde elde edilen ekonomik, siyasi ve kültürel özerklik sınırlarını genişletmeye çalışmaktadır. Rusların "merkezin ağırlığını hissettirme" çabaları ile Rus olmayan yerel halkların "merkezden uzaklaşma" çabaları gerilim yaratmakta ve olası bir kırılmadan korkulmaktadır.
1864 yılındaki Çerkes Sürgününden 65 yıl sonra, 1929 baharında Adigey'e bilimsel çalışma üzerine giden Gürcü tarihçi Simon Canaşia’ya Şapsığların bölgesi Cubga’da karşılaştığı 91 yaşında bir ihtiyar o günleri şöyle anlatmıştır:
Adigey Çerkesleri.
Günümüzde Adigey Cumhuriyeti’ndeki Çerkeslerin çoğunu Bjeduğlar ve Çemguylar oluşturur. Bjeduğ ve Çemguy ağızlarını konuşanların sayısı Kafkasya’daki nüfuslarıyla ters orantılı olarak Türkiye’de ve diğer ülkelerde nispeten azdır; Temirgoylar (Çemguylar) diasporadaki en küçük Çerkes topluluğudur.
Günümüzde Adigey'de yaşayan Çerkesler yedi topluluğa ("tlepk/лъэпкъ") ayrılırlar:
Adıgey Cumhuriyeti'nde Nüfus:
Krasnodar Çerkesleri.
Krasnodar Krayındaki nüfus:
Diasporada Şapsığların sayısı Abzehlere yakın olup onlardan sonra gelirler. Şapsığların tarihi topraklarının büyük bölümü bugünkü Adigey Cumhuriyeti'nin sınırları dışında kalmıştır ve Adıgey'deki küçük bir grup dışında Şapsığlar bugün Krasnodar Krayı’nın Tuapse ve Lazarevsk ilçelerine bağlı köylerde yaşamaktadırlar(yaklaşık 10 bin). 1924-1945 yıllarında feshedilene kadar Şapsığ Ulusal Rayonu döneminde Şapsığcanın gelişimi için adımlar atılsa da, Adigey Cumhuriyeti’nin dışında kaldıklarından günümüzde anadillerinde eğitim ve yayın hakkından yararlanamamaktadırlar. Şapsığlara 1999’da “Koruma Altında Küçük Yerli Toplum Statüsü” verilmiştir. Diaspora'da ve Kafkasya'da 1920'den önce Şapsığca ve Kabardeyce başlıca yazı dilleri idiler ve Adıgece Mevlid bir ibadet dili olan Şapsığ lehçesinde kaleme alınmıştır.
Besleneylerin Krasnodar Krayı'nın Uspensk rayonunda 2 köyü vardır: Kurgokovki ve Konokovski
Stavropol Çerkesleri.
Stavropol Krayı eski Çerkesya sınırları içerisinde kalmış ve bu yüzden sürgünden sonra burada yaşayan Çerkeslerin büyük bir bölümü göç ederken bir bölüm Çerkes ise dağlara sığınmış diğer Çerkesler ise Hristiyan olduğu için göçe zorlanmamıştır.
Stavropol Krayı'ndaki nüfus:
Karaçay-Çerkesya Çerkesleri.
Karaçay-Çerkes'de Karaçaylar ve Çerkesler büyük çoğunluğu oluşturmuştur. Bölgede daha çok Kabardeyler, Abazalar ve Besleneyler bir de cumhuriyetin diğer büyük etnik grubunu oluşturan Karaçaylar vardır.
Karaçay-Çerkes Cumhuriyetindeki nüfus:
Besleneylerin Karaçay-Çerkesya'da 2 köyü vardır: Бесленей, Вако-Жиле
Kabartay-Balkarya Çerkesleri.
Kabardey-Balkar Cumhuriyetindeki nüfus:
Diasporada Doğu Çerkesçesi konuşanların sayısı az olup Kafkasya'dakiyle ters orantılıdır. Türkiye'deki Çerkesler içinde dillerini en iyi koruyan grup olan Kabardeylerin en yoğun yaşadığı bölge, esas olarak Kayseri ve Sivas’a bağlı köylerin bulunduğu Uzunyayla ile Maraş-Göksun ilçesidir.
Kuzey Osetya Çerkesleri.
Kuzey Osetya'nın Mozdok rayonunda yaşayan Mozdok Kabardeyleri Rusya'ya ilk (250 yıl kadar önce) bağlanan Çerkesler olup Hristiyandırlar.
Kuzey Osetya Cumhuriyetindeki nüfus:
Osmanlı Çerkesleri.
Osmanlı'da (ve ondan miras Türkiye ile Orta Doğuda) "Çerkes" nitelemesi Adığeler dışında ayrıca Abazalar, Abhazlar, Osetler, Karaçaylar ve Balkarlar gibi farkli dil ailelerinden dilleri konuşan Kuzey Kafkasyalıları topluca belirtmek için yaygın biçimde kullanılır ve bu tanıma Çeçenler ile Dağıstan dillerini konuşan Kafkas halkları da dahil edilir. Ancak, son yıllarda Çerkes ifadesinin kullanılması bir şekilde Adığelerle sınırlandırılmıştır. Gürcistan'dan ayrılıp bağımsızlıklarını ilân eden Abhazya ile Güney Osetya halkı kendini Çerkes olarak görmez ve Çerkes günümüzde Adığe ile sınırlanmıştır.
Türkiye'de ve diğer Osmanlı diasporasında Çerkes terimi dar ya da geniş anlamda kullanılıp kullanılmamasına göre farklı tanımlanır ve daha çok Kuzey Kafkasyalıları kapsayacak kadar geniş tutulur:
1774 Küçük Kaynarca Antlaşması'ndan itibaren Çarlık Rusyası ile Osmanlı İmparatorluğu arasında şiddetli bir mücadele alanı hâline Kafkasya'da Çerkesler, Osmanlı tarafını tutarak, Ruslara karşı amansız bir savaşım içine girmişlerdir. Kırım Savaşı'ndan sonra ise Ruslar, Kafkaslar yönünde kararlı şekilde ilerlemiş, diğer Kafkas kavimleri ile birlikte Çerkesleri de hâkimiyetleri altına almışlardır. Bunun üzerine yurtlarından ayrılmak zorunda kalan Çerkesler, Osmanlı İmparatorluğu'nun çeşitli yerlerine yerleştirilmişlerdir. Sürgünden yaklaşık yirmi yıl sonra Sultan II. Abdülhamit döneminde 1882 yılında kaleme alınan "Çerkesistan Tarih-i Umûmiyesinin Sûret-i Tanzîmine Dair Lâyihadır" başlıklı kapsamlı bir Çerkes Tarihi tasarısı, gerek Osmanlı tarih yazımı gerekse Çerkes tarih yazımı açısından önemli bir girişimdir. Bu girişim, geleneksel Osmanlı tarih yazımı çizgisinde ve ümmetçi-milletçi nitelikte bir tarih anlayışının ürünü sayılabilir.
Osmanlı hareminde tarih boyunca Çerkes cariyeler padişah ve halifelerin eşlerinin önemli bir bölümünü oluşturmuş, pek çok Osmanlı Hanedanı üyesi de, aralarında son Osmanlı halifesi olan Abdülmecid Efendi'nin ilk eşi Şehsuvar Kadınefendi'nin de bulunduğu Çerkes asıllı anneler tarafından dünyaya getirilmiştir. Osmanlı ve İran'da haremlerde yer almış Çerkesler, 17 ve 18. yüzyıl boyunca Batı sanat ve edebiyatında, özellikle Oryantalizm döneminde geniş yer bulmuş ve Çerkes güzeli ideali ile karakterize edilmiş, halkın kadınları beyaz ten, yeşil göz ve kibarlık ile bağdaşlaştırılmıştır. Şapsığca Türkiye'de 1923 yılına değin, Kabardeyler dışında Osmanlı Adiğeleri arasında bir yazı ve ibadet dili olarak kullanılıyordu.
Osmanlı topraklarına yerleştirilen Çerkes muhacirleri ile yerliler arasındaki çıkar çatışmasının en bilindik örneklerinden biri Kayseri Pınarbaşı, Kayseri'ndaki Uzunyayla'ya yerleştirilen Çerkesler (Kabardeyler, Hatkoylar) ile Avşarlardır.
Türkiye Çerkesleri.
Türkiye'deki bütün Çerkes/Adige boyları İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük illerde yaşasa da, Anadolu'da yoğun bir şekilde yerleşik bulunduğu iller şöyledir:
Kıbrıs Çerkesleri.
15. yüzyılda Memlûk Çerkesleri olarak Kıbrıs'a ayak basan Çerkesler, 19. yüzyılda ise bir sürgün sonucu gelmiş ve yerleştirilmişlerdir. Kıbrıs'ta Çerkes denildiğinde gerek halk arasında gerekse araştırmacılar arasında hem Adığeler hem de Abhazlar algılanmaktadır. Eylül 1864'te İstanbul'da 3 Yunan gemisine bindirilen kadınlı erkekli 2.700 Çerkesten oluşan grup iki haftalık yolculuğun ardından Kıbrıs'a varmış, 1.400 den fazla Çerkes ise yolculuk sırasında can vermiştir. Ocak 1865'e gelindiğinde hayatta kalan Çerkeslerin sayısı sadece 300 kişi idi. Gelen Çerkeslerin sayısının o dönemde daha fazla olabileceğine rağmen, o dönemde gerek Kıbrıslı Rumların, gerekse Kıbrıslı Türklerin tepkilerinden dolayı, Çerkeslerin Kıbrıs'a iskânı sınırlı tutulmuştur. Gemilerle getirilen Çerkesler Larnaka civarındaki günümüzde Kuzey Kıbrıs'ta Lefkoşa'ya bağlı Erdemli (Tremeşe) ve Yiğitler (Arçoz) köyleri ile 1974 Barış Harekatı öncesi çoğu Kıbrıslı Türklerden oluşurken bugün Güney Kıbrıs'ta kalan Vuda köyünün yanı sıra, bir kısmı da toplu olarak Limasol'da daha sonra Çerkez Çiftliği olarak adlandırılan bölgeye yerleştirilmişlerdir.
Kosova Çerkesleri.
1856 sonrası Kırım ve Kafkasya'dan gelen göçmenlerin bir kısmı Osmanlı yetkilileri tarafından Varna üzerinden Kosova'ya sevk edilmiş, ilk etapta bu göçmenlerden 5 bin ailenin Kosova sahrasında yerleştirilmesi planlanmıştır. Rumeli Eyaleti Valisi Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa 600 göçmen ailesinin kışı geçici olarak Priştine ve Vuçıtrın kazalarında geçirmelerini sağlamıştır. Geleneksel Çerkes kaynaklarına göre Kosova sahasına gelen Çerkes sayısı toplam 12 bin (2.000 aile) kadardı. Çerkesler Kosova sahasında bir iki tanesi 100 haneli diğerleri ortalama 40-50 haneli 30 kadar köy kurmuşlardır. Kosova'daki Çerkesler 1876 Bulgar isyanının bastırılmasında ve 93 Harbi (1877-1878) sırasında takviye kuvvet olarak kullanılmıştır. Niş tarafına yerleştirilen Çerkesler Sırplar tarafından sürülünce Anadolu ve Suriye'ye gitmiş, Kosova'da meskûn olanlar da bunları takip etmiştir. 1890'ların sonunda Kosova'daki Çerkeslerin sayısı asağı yukarı 6.400'e (Avustralya istatistiklerine göre 6 bin) gerilemiştir. 1912 sonrası Çerkesler daha büyük oranda göç etmiş, 1918'den sonra da yine büyük bir göç olmuş ve sonuçta 1930'larda 50 haneye düşmüşlerdir. Çoğu Arnavutlaşan bu Çerkeslerin Balkanlar'daki son canlı kalıntısı Kosova'da Priştine'ye yakın mesafede Stanovça ve Miloşevo köylerinde yaşayan 300-400 kişilik Çerkes/Adığe topluluğudur. 1995'te Hasan Mercan'ın Prizren'de yayımlanan Kosova Türklerinin "Çığ" adlı dergisinde Kosova'daki bu Çerkes topluluğuyla ilgili röportajın yayımlanmasından sonra Çerkeslerin varlığı duyulmuş oldu. 1998-1999 Kosova Savaşında seslerini duyuran Abzeh boyundan Çerkesler, 1999 yılında ilk kafile olarak Adigey Cumhuriyeti ile Çerkes kuruluşlarının desteğiyle ata topraklarına getirilmiş ve onlar için Maykop'un dört kilometre yakınlarında çoğunluğu nüfusunun önemli bir kısmı Ermeni olan Rus köylerinin ortasında Mafehabl adlı yeni bir Çerkes köyü kurulmuştur. Kosovalıların Adıgey'den kısa sürede gideceklerine dair karamsar tahminlerin aksine, Adigey'e gelen yaklaşık 200 Yugoslavyalı Çerkesten sadece 30 kadarı Almanya'ya ve Türkiye'ye gitmiştir.
Irak Çerkesleri.
Kuzey Kafkasya'dan sürgün edilen Çerkesler (Kuzey Kafkasyalıların toplu adı olarak) Osmanlı Devleti'nin iskân politikasının bir sonucu olarak 1864 yılından itibaren Irak'a yerleştirilmeye başlanmıştır. Bu Kuzey Kafkasyalılar Çeçen, Dağıstanlı ve Adığe kökenli olup Kerkük, Diyala, Bağdat, Musul ve Felluce bölgelerine yerleştirilmişlerdir. Ayrıca, Kuzey ve Güney Dağıstan'dan gelen aileler Duhok, Erbil ve Süleymaniye'ye yerleşmişlerdir. Günümüzde Irak'ta "Çerkes" adıyla bilinen Kuzey Kafkasyalıların % 75'ini Çeçenler oluşturmaktadır. Irak'ta en fazla tanınan 18 Çerkes aşiretinden üçü Çeçen kökenli olup diğerleri El-Lezgi, Avar, Kumuk, Tebesaran, Abzeh, Kabardey, Şapsığ, Nahşoy olarak ifade edilebilir. Irak Çerkesleri ayrı bir kimlik olarak tanınmadıkları gibi birçok haktan da mahrum durumdadırlar.
Suriye Çerkesleri.
Memlûklar döneminde Mısır'ın hâkimiyeti altında bulunan Suriye'deki garnizonlarda önemli sayıda Çerkes vardı ve bunlar varlıklarını Osmanlı döneminde de sürdürmüş olsalar da, Suriye'de bugün Çerkes diasporasını oluşturanlar 19. yüzyılda, Çerkes Sürgününde buraya gelenlerin torunlarıdır. Osmanlı yönetimi birkaç amaç güderek tampon Çerkes yerleşimleri kurmuş, yerli halka kıyasla daha yüksek tarım tekniğine sahip Çerkeslerle boş toprakları değerlendirmiştir.
Osmanlı Devleti'nin iskân politikasının bir sonucu olarak 1860'lı yılların ortasında Suriye’ye yerleştirilmeleri Kuzey Kafkasya’dan doğrudan ve Balkanlar’dan olmak üzere iki aşamada gerçekleşmiştir. 1860 ortalarında Kuzey Kafkasya’dan gelen ilk gruplardan biri Suriye’nin kuzeyine, Maraş sancağına yerleştirilmiştir. Daha sonra, 1872 yılında bine yakın Çerkes, Hama ve Humus şehirleri civarına ve Havran Sancağı sınırları içindeki Golan Tepeleri’ne yerleştirilmiştir. Çerkeslerin Kuzey Kafkasya’dan Suriye’ye göçü küçük ölçülerde de olsa 1920’li yılların başına kadar sürmüştür. Çerkesler yoğun olarak Golan Tepeleri’ne Mavera-i Ürdün’e, Hama, Humus ve Halep kentlerinin yakınlarına yerleştirilmişlerdir. Kurdukları Amman, Ceraş, Kuneytra ve Mumbuc köyleri zamanla büyüyerek kentlere dönüştür. Son grup Çerkes göçmeni II. Dünya Savaşı’ndan sonra gelen ve çoğunlukla Almanlara esir düşen ve savaştan sonra Kuzey Kafkasya’ya dönmeyen Kızılordu’nun eski askerleri ile 1942’de Kuzey Kafkasya’nın Nazi Almanyası tarafından işgalinde Alman ordusuna alınan gençlerdir.
Bugün Suriye’de çoğunluğu Şam, Halep ve Humus’ta yaşayan 90 ilâ 100 bin Çerkes vardır ve bu "Çerkes" nitelemesi geniş anlamda olup Adığeler dışında ayrıca Oset, Çeçen ve Avarları da kapsar.
Ürdün Çerkesleri.
Ürdün'de 120.000 kadar Çerkes bulunuyor ve bunların büyük çoğunluğu da başkent Amman'da yaşamaktadır. 1878'den başlayarak Kafkasya'dan Osmanlı Anadolusuna sürülen ve oradan da Osmanlı Ürdününe yollanan ilk Çerkesler daha çok Şapsığlardan oluşuyordu. Bu ilk gelen Çerkesler iki farklı güzergâh izlemişlerdir; deniz yoluyla gelenler Şam üzerinden, kara yoluyla gelenler ise Halep üzerinden Ürdün'e ulaşmışlardır. 1878 ve 1904 yılları arasında Çerkesler Ürdün'de beş köy kurdular: Amman (1878), Wadi al-Sir (1880), Jerash (1884), Na'ur (1901) ve al-Rusayfa (1904). Ürdün'de Çerkeslik, yönetim tarafından resmen tanınan bir siyasi/kültürel kimliktir. Monarşik yapı içerisinde faaliyet gösteren Meclis'te Çerkeslere ayrılmış üç koltuk vardır. Seçilenlerden bir tanesi Bakanlık makamına getiriliyor. 8 adet Çerkes Derneği var ve bunlardan hemen hepsi devletten maddi yardım almaktadır. Özellikle Kral Hüseyin'in oğlu Prens Ali, Çerkeslerin yönetim nezdindeki fahri temsilcisi gibi davranmaktadır. Bugün Ürdün'de "Emir Hamza" ve "Abdülmalik Şeref" olmak üzere iki tane Çerkes okulu vardır ve bunlar bütünüyle Çerkes Hayır Cemiyeti'nin yönetimindedir.
İsrail Çerkesleri.
Kuzey Kafkasya'dan Osmanlı İmparatorluğu topraklarına sürülen ve Osmanlılar tarafından 1864 yılında Balkanlara yerleştirilen Çerkeslerden bir grup, buralardaki yerli halkla yaşanan sorunlar yüzünden 1870 yılında ikinci defa göçe tabi tutulmuşlar ve deniz yoluyla bugün İsrail toprakları olarak bilinen bölgeye gönderilmişlerdir. Günümüzde Şapsığlardan oluşan 3500 nüfuslu belediye Kfar Kama ile Abzehlerden oluşan 850 nüfuslu Rehaniya adlı iki yerleşimde yaşarlar. Ebu Guş yerleşimindekiler ise Memlûkler dönemi Çerkeslerine dayanır. Kfar Kama'dakiler Kfar Kama Şapsığcası denen ağızları okulda öğretilmektedir.
Memlûk Çerkesleri.
Mısır ve Suriye'de 267 yıl varlık gösteren Memlûk Devleti, sultanlarının eğitim aldıkları askerî okullara (tıbâk) göre, Bahrî Memlûkler ya da Türk Memlûkler (1250-1382) ve Burcî Memlûkler ya da Çerkes/Çerkez Memlûkler (1382-1517) olmak üzere iki dönem halinde ele alınır. Nil Nehrindeki bir adada bulunan tıbâkta yetiştirilen memlûkler (kölemenler) dönemi Bahrî olarak adlandırılırken Kahire'de bulunan Kalat'ul-Cebel'de eğitimini almış olan memlûkler dönemi Burcî olarak tanımlanır. Bahrîler döneminde Mısır'a getirilen memlûkler Kıpçak ülkesi ve Mâveraünnehr gibi Türk havzalarından satın alındığı için bunların çoğu Türk kökenli (özellikle de Kıpçaklar) olurken, Burcî Memlûkler Kafkasya'dan getirildiği için Çerkesler (geniş anlamda Kuzey Kafkasyalılar) ve Gürcüler gibi Müslüman değişik Kafkas halklarından olmakta idi.
Mısır Çerkesleri.
Mısır'da Çerkeslerin varlığı Memlûk döneminde başlamıştır. Burcî Memlûkler ya da Çerkes/Çerkez Memlûkler (1382-1517) denen ikinci dönemde iktidara gelip yönetimde ve orduda büyük bir nüfus oluşturan Çerkeslerin (geniş anlamda Kafkasyalılar) hanedanlığı Osmanlı egemenliğine kadar sürmüştür. 1517'de Yavuz Sultan Selim Mısır'ı Osmanlı'ya bağladıktan sonra yönetimi yine bir Çerkes'e bırakmıştır. Çerkes Emirleri İstanbul'a bağlı olarak Mısır'ı 1811 yılına kadar yönetmiştir. Çerkeslerin Mısır'daki etkinliği 1811'de 500 Çerkes komutanın Kahire kalesinde tuzağa düşürülerek öldürülmesinden sonra sona ermiştir. Ülkede başlayan Memluk avı üzerine Çerkeslerin bir kısmı Suriye'ye, bir kısmı Sudan’a sığınmış, bazıları da yeni yöneticinin hizmetine girerek Mısır’da kalmıştır. Mısır Hidivliği döneminde 1830’larda, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın iktidarında Çerkeslerin devlet içinde askerî-idarî kademelerde etkisi tekrar artmıştır. 19. yüzyıldaki Çerkes Sürgününde Osmanlı toprağı Mısır’a da Çerkes yerleştirilmiştir. Fakat bu dönemde Mısır’da toplu yerleşim olmadığı için Suriye ve Ürdün’deki gibi bir Çerkes topluluğu oluşmamıştır. Çoğunlukla ordu ve devlet içinde seçkinler kesimini oluşturan Çerkesler Cemal Abdünnasır’ın darbesinden sonra hem mal varlıklarının çoğunu hem de etkinliklerini kaybetmişlerdir. Bugün Mısır’da dedelerinin Çerkes olduğunu bilen, ama artık Araplaşmış çok sayıda insan yaşamaktadır.
Sosyal yaşam.
Çerkes toplumu, kendi içinde gelenek ve göreneklerinden oluşmuş habze ya da "Çerkes âdetleri" denen yazılı olmayan sözlü örfî hukuk kurallarıyla biçimlenir.
Geleneksel toplumsal yapı Çerkeslerde soy topluluğu (klan) ve boy-kabile yapılanması özellikleri taşır. Ortak bir atadan geldiğine inanan ve aynı soyadını taşıyan aileler "tlepk" ("lhepk" olarak da yazılır; "лъэпкъ") denen soy topluluklarını yani sülaleleri oluşturur. Aynı tlepk'ten olan herkes birbirini yakın akraba sayar ve aralarında kesin evlenme yasağı uygulanır. Evlenme yasağı anne tarafından tlepk için de geçerlidir. Her tlepkin kendine ait bir damgası vardır. Macarcada olduğu gibi, Çerkesçede de sülale adı önce şahıs adı ise sonra gelir: Tevune Haçim. Sülale adlarında «... oğlu» anlamındaki takı ("-ka, -ko, -kua, -kue") Doğu Çerkesçesinde "-kwue", Batı Çerkesçesinde " kwo" biçiminde yazılır.
Çerkeslerin en önemli değerlerinden bir tanesi de saygıdır. Çerkeslerle yapılan bir mülakatta “Çerkes denilince aklınıza gelen ilk özellik nedir?” sorusuna çoğu “saygı” karşılığını vermiştir.
Sınıflar.
Orta Çağ ve izleyen çağlarda derebeyi/köy beyleri (pşı "пщы") ve bu beylerin birincil soyluları/lekopleş ("лӀэкъолӀэш"), ikincil soyluları ya da soylu kahyaları/özdenleri/verkleri ("оркъ"), onların toprak köleleri yani serfleri/pşıtlı ("пщылӀы"), beylerin koruma ve egemenliği altında yaşayan köylüler/fekotl ("фэкъолӀ") ve köleler/vıneut ("унэӀут") toplumun ana sınıflarını oluşturuyorlardı.
Adığelerde iki farklı toplum yapılanması görülür: aristokratik Çerkesler olarak da adlandırılan ve beyleri/kahyaları olan ve yalnızca köleleri çalışan Doğu Çerkesleri (Kabardey, Besleney) ve Batı Çerkesleri (Bjeduğ, Çemguy) ile demokratik Çerkesler olarak da adlandırılan ve beyleri olmayan ve köleleriyle birlikte kendileri de çalışan Batı Çerkesleri (Şapsığ, Hakuç, Abzeh). Çerkes Sürgününde Kafkasya'da kalanlar esas olarak ilk grup iken, Kafkasya'dan çıkıp diasporayı oluşturanlar ise ikinci gruptaki Çerkeslerdir.
Yarı feodal Adiğe toplulukları (Kabardey, Besleney, Bjeduğ, Çemguy) içinde serf ve köleler çoğunluğu oluşturur ve bunlarda köle emeği önemli bir yer tutardı. Ubıh ve Abazalar (Abazin) arasında da köle emeği ve ticareti önemliydi. Ancak Ubıhlarda soylu (bey) sınıfı yoktu, onun yerini "kuaşkha" denilen köle tüccarı ya da köle sahibi zengin bir köylü sınıfı almıştı. Bu tür toplumlarda bey ("pşı") ya da soylu kahya ("verk") sınıfından olanların çalışmaları ayıp sayılırdı. Bunlar günlerini uyumak, eğlenmek, konuk ağırlamak ve ava gitmekle geçirirlerdi. Köylü sınıfı ("fekotl") kadınları da ev işleri dışında çalıştırılmazdı. Bu yüzden bu tür toplumlardaki üst sınıflar arasında yaygın bir tembellik durumu bulunuyordu. Toplumun yükünü serfler, köleler ve yoksul köylüler sırtlanmış durumdaydılar. Son dönemlerde köle (esir) ticareti Abzeh ve Ubıhların tekeline geçmiş gibiydi, Osmanlı esir tüccarları onlarla, özellikle dürüst kişiler olarak güvendikleri Ubıhlarla ticaret yapıyorlardı.
Buna karşın Karadeniz kıyısında ve dağlarda yaşayan Natuhay, Şapsığ, Hakuç ve Abzehler gibi sınıfların yeterince belirmediği Adığe topluluklarında arkaik demokratik toplum yapısı büyük ölçüde korunmuştu. Egemenlik Hase denilen halk meclisleri eliyle köylü sınıfı ("fekotl") tarafından kullanılırdı. Daha çok ataerkil köleci ilişkiler söz konusuydu. Ataerkil kölecilikte köle sahibinin kendisi de dahil kadın erkek herkes ev dışında ve tarlada çalışır, köylülere hükmeden bir bey ya da soylu (kahya/оркъ) sınıfı yoktu. Köle ve serfler (toprak kölesi) bulunsa bile sayıları azdı. En çok köle Abzehler arasında bulunurdu. Bazı yazılı kaynaklara göre Ubıhların dörtte biri, Abzehlerin onda biri, Şapsığların da yirmide biri doğrudan köle ("vıneut") ya da toprak kölesi ("pşıtlı") idi.
Damga.
Karaçaylar, Balkarlar, Tatarlar, Başkurtlar, Kazaklar, Kırgızlar ve Oğuzlar gibi Türk halklarında kullanılan damga (GökTürkçe: "tamga") geleneği Tatarların komşusu Marilerde (Çirmişler) görüldüğü gibi Karaçay-Balkarların (sülale damgası: "tukum tamğa") komşuları olan Çerkesler (Batı "дамыгъ", Doğu "тамыгъэ"), Abazalar, Abhazlar, Osetler gibi Kafkas halklarında da görülür. Çerkes sülale damgaları günümüzde de bilinmekte olup her sülale/tlepk farklı damga şekline sahiptir.
Aile.
Aile reisi ve bütün kararları alan babadır ve onun kararları emir niteliğindedir. Erkeğin ailedeki otoritesi yaşı ilerledikçe artar ve kabilede de etkili olmaya başlar. Çerkeslerde “ikili aile‟, yani baba ve oğlun çocukları ile birlikte yaşadığı aile yapısı büyük çoğunluğu oluşturmaktadır. Baba ve iki oğlun, aileleri ile birlikte oluşturdukları “üçlü aile‟, nüfusu az olan ailelerde daha fazla görülür. Öğrenim veya çalışmak için şehre gitme söz konusu olunca, kardeşlerden biri, özellikle de öğrenime önem vermeyen kardeş baba ocağında kalır. Bugün Çerkes ailelerinde evlenen kişinin baba ocağında oturması ender rastlanan bir durumdur. Bir hanede birden fazla kardeşin oturmasına sık rastlanmasına rağmen, bu kardeşler mal varlığı ve iş açısından birbirlerinden bağımsızdırlar. Ancak, bir konuk geldiğinde veya dışarıdan gelebilecek haksızlıklara karşı tek vücut olurlar.
Çocuğa anası babası değil, dedesi ninesi (ya da yakın akrabadan veya dostlardan biri) ad verir.
Kaşenlik.
Kaşenlik, habze kuralları çerçevesinde, evli ya da nişanlı olmayan bekar kız ve erkeklerin arasındaki arkadaşlık ilişkisi olup bu ilişkiyi sürdüren her ikisine de kaşen adı verilir. Genç kız ve erkeğin ne kadar uzak olursa olsun akraba (aynı sülaleden/tlepkten) olmaması gerekir. Tanışma sürecinde akraba olduğunu öğrenen gençler kaşen olmamaktadır. Eskiden genç kız ve erkeğin aynı köyden olması yasaktı. Günümüzde ise hoş karşılanmamakla beraber izin verilir. Gençler birbirlerine saygılı davranmak zorundadır. Kız, genç erkekle tanışmak istemediğinde, erkek kızı rahatsız etmez. Çerkeslerin yazılı olmayan habze kurallarına uymak zorundadırlar. İki kardeş aynı anda toplantıda bulunmaz. Öncelik büyük kardeşindir. Kaşenler topluluk dışında buluşamazlar. Zehes esnasında genç erkeğin ayağa kalkması ve "toplum müsaaade ederse ... hanıma kaşenlik teklif ediyorum" demesiyle gerçekleşmesi adettendir. Genç kız da ayağa kalkarak cevap verir eğer ortamda akrabadan bir büyüğü varsa ona vekalet verir. Genelde köyün gençlerinin misafir kızlara kaşenlik teklif etmesi adeti vardır. Çerkes kız ve erkekleri birbirleri ile düğünlerde ("ceug"), toplantılarda, muhabbet ortamlarında birlikte olurlar. Sorumluluğu "thamate" adı verilen bir kişide olan bu toplantılar en yaygın olarak köylerde görülür. Bu tür toplantılarda genellikle birkaç köyün gençleri bir araya gelir. Sabahlara kadar süren sohbetler, oyunlar ve eğlenceler yapılır. Kız ve erkeklerin karşılıklı oturduğu bu geceler gençlerin birbirlerini tanımalarına yardımcı olmaktadır. Muhabbet geceleri bir eğlence kaynağı olduğu kadar aynı zamanda eğitim yeri de sayılmaktadır, zira kızlar ve erkekler belirli bir yaştan başlayarak bu tip toplantılarda Çerkes adet ve görenekleri çerçevesinde eğitilirler. Kaşenlik, Çerkeslerde sosyal dayanışmaya, toplum bütünleşmesine katkı yaptığı gibi, toplum düzenini sağlamada çok önemli bir işlev görmektedir ve esas olarak evliliğin ilk adımıdır. Çerkeslerin çoğu kaşenlik süreci sonunda evlenmişlerdir. Her Çerkesin kaşeni vardır, fakat her kaşenlik evlilikle sonuçlanmaz. Pseluk ile başlayıp daha sonra da devam eden kaşenlik Çerkeslerde ciddi ve şaka kaşenlik olmak üzere iki tipte görülür. "Şaka kaşenlik" (semerko) sadece bir toplantı süresince yapılır ve gençlerin her toplantıda farklı kaşeni olabildiği için bir Çerkez kızının ya da erkeğinin evleninceye kadar çok fazla kaşeni olabilmektedir. "Ciddi kaşenlik" ise evliliğe yöneliktir ve başka toplantılarda da devam eder. Tam olarak karşılamasa da, günümüzde en yakın biçimde flört kavramıyla ifade edildiği de olur. Fakat flört ya da sevgili gibi yorumlanması yanlıştır. Zira, flörtte iki cins de üçüncü bir kişi olmadan başbaşa vakit geçirirken, kaşenler kesinlikle bir arada yalnız kalamazlar. Düğün de dâhil herhangi bir toplulukta, birbirini beğenip kaşen olan bir gençle bir kızın o topluluğu terk ederek bir odaya çekilmeleri veya birlikte dışarı çıkmaları doğru karşılanmaz. Bunu gizli yapsalar bile, terk ettikleri topluluğu hafife almak, geleneklere karşı çıkmak ve özellikle kızın ailesine hakaret kabul edilir. Eğlenceli bir toplantıda ve daha çok da düğünlerde kaşen olunur. Kaşenler söyleyecekleri her şeyi birbirine yine toplum içerisinde söyler. Baş başa sohbet yoktur. Kullanılan kelimeler, birbirlerini ve beraberlerindeki insanları rahatsız etmeyecek şekilde özenle seçilir. Kısaca sohbet karşılıklı iltifatlar şeklinde geçebilir. Kaşen olanlar bu düşünceyi daha da olgunlaştırıp evlilik ile de sonlandırabilir. Kaşenlik ile görücü usulü evlilik arasında da benzerlik bulunmaz; zira, kaşenlikte gençler tanışır, birbirlerini beğenir ve severlerse evlenirler, ailelerin etkisi yoktur. Görücü usulü evlilikte ise aileler devreye girer ve daha önce birbirlerini tanımayan gençler evlendirilir. Kaşenlik; her Çerkes gencinde (kız-erkek) en tatlı anıları bırakan ve hayatının her döneminde, eşine bile eski kaşenini söylemekte sakınca göremeyeceği bir olaydır. Yapılan bir araştırmada küreselleşme ile beraber kaşenlik kavramının azaldığı ve kaşenlik geleneğinde bozulmalar olduğu tespit edilmiştir. Toplumsal değişmelerin yaşandığı günümüzde kaşenlik devamlılığını azalarak da olsa sürdürmektedir.
Kişiler evlenmeye karar verirlerse bu sefer bunu kendi aralarında akitleşirler. Bu durumda da euç denilen bir hediye verilir. Euç söz karşılığı verilen maddi bir hediyedir. Söz verdi anlamına gelir. Kaşenlik neticesinde evlenmeyi kabul etti demektir. Bu hediyeyi erkek bayandan ister. Bayan da kendi inisiyatifinde bir hediye verir. Bu hediye bir boyun bağı, mendil, yüzük, bilezik olabilir. Erkek de bunun karşılığında kıza bir yüzük vermektedir.
Bu karşılıklı hediyeleşme durumu sadece kız ve erkek arasında olmaz. Kızın ve erkeğin yanında arkadaşlarından veya akrabalarından birkaç kişi bulunmak durumundadır. Söz verme ve hediyeleşme hadisesi onların nezaretinde olmaktadır.
Evlenmek amacıyla kaşen olan ve bunu akit altına alan genç kız ve erkekler bu durumda toplumdan ayrı bir yerde yalnız başlarına konuşamazlar. Onların yanlarında mutlaka arkadaşları da olmak durumundadır. Toplumun dışında ve toplumdan habersiz bir yerde konuşmaları yasaktır. Bu durum evleninceye kadar böyle devam eder. Kaşenlik sonucunda yapılan evliliklerde boşanmanın yok denecek kadar az yaşandığı tespit edilmiştir. Bu durumun nedeni evlenen kişilerin birbirlerini tanıdıktan sonra evlenmeleri olarak tespit edilmiştir. Bir başka nedeni ise Çerkeslerde boşanmanın ayıp olması ve yadırganmasıdır.
Evlilik.
Çerkeslerde erken yaşta evlilik görülmez ve geç evlenmeleriyle dikkati çekerler. Türkiye'de genelde Lazlardan, Türklerden ya da Kürtlerden daha geç evlenirler. Bir Çerkes atasözü «köpek niteliklerini üç yaşında, at dokuz yaşında, erkek otuz yaşında gösterir» der. Evlenme yaşı erkek için 25-35 arasıdır; zira aile sorumluluğunun bilineceği yaş olarak o yaşlar görülür. Büyük kardeş evlenmeden küçük kardeş evlenemez. Kafkasya'da sürgün öncesi güçlü sınıf ayrımı görülürken, sürgün sonrası toplumdaki sınıf farklılığının kopuk olmasına karşın yine de Türkiye'de yakın zamana kadar Çerkesler arasında soylu sınıftan birinin köle sınıfından biriyle evlenmemesi şeklindeki kuralların geçerliliğini koruduğu söylenebilir. Bunun yanında Çerkes olmayanlardan kız alıp vermemek şeklinde sürdürülen bir tavır gelenek ve göreneklerin daha az değişime uğramasında etkili olmuştur. Çerkeslerde iç güveyi uygulaması hemen hemen görülmez. Daha çok, genç yaşta dul kalmış çocuklu ve yalnız kadınlar, çok yoksul ya da azatlı köle erkekleri evlerine kabul etmiş ve evlenmişlerdir. Bu tür evlilik yapan erkeğe "tlekhehaj" denir. Kızlar evlenene kadar baba ya da erkek kardeşlerinin evinde yaşarlar. Kadının evindeki yaşamı çok rahattır; genç kızların baba evinde büyük özgürlüğe sahip olmalarına karşın evlendikten sonra bu rahatlıkları ortadan kalkar. Kız iken rahat olan Çerkeslerin gelin olduktan sonra sıkıntıya girmeleri bir Çerkes atasözünde "Çerkesin kızı Türkün gelini/Çerkese kız Türke gelin olacaksın" biçiminde dile getirilir. Yaşlıların bulunduğu büyük ailelerde gelin yemek yemez, konuşmaz, oturmaz ve çekingen davranır. Kardeşler evlendikten sonra ayrı ev kursalar bile, "büyük ev" ya da "ana ev" dedikleri baba evi ile ilişkilerini koparmazlar.
Çerkeslerde kız kaçırma yaygın bir gelenektir. Fakat zor kullanılmaz, kızın rızası olmadan kaçırılmaz. Kızı erkeğin arkadaşları kaçırır ve bir aileye teslime eder ve o aile kız evi rolünü yüklenir.
Zehes.
Zehes ("зэхэс"), uzun kış gecelerini hoşça geçirmek, misafiri hoş tutmak gibi gerekçelerle bir araya gelen gençlerin, habze kuralları çerçevesinde kendilerinden daha olgun bir büyüğün (thamade) nezaretinde düzenlediği sohbet ve eğlence meclisleridir. Düğünler gibi zehesler de bir çeşit okul işlevini görürler. Gençlerin tanışmaları için en uygun ortam olup ayrıca kaşenlerin seçildiği mekanlardır. Zeheslerdeki en gözde oyun el vurma (eguav "Ӏэгуау") oyunudur.
Thamate / Thamade.
Thamate ya da Thamade (Batı "тхьамат, тхьэматэ", Doğu "тхьэмадэ"), toplum düzeninin doğal temsilcileri olup eğlenceyi ("zehes"), düğünü ("gegu, cegu"), toplantıyı, herhangi bir elçi grubunu temsil eden ve yöneten, başkanı olan erkek kişidir. Kadınlardan thamate seçilmez. Toplantıda olan ve olacak olan bütün olayların sorumlusu ve hakimi olan thamateler cemiyet içerisinde hiçbir şekilde düzensizlik ya da kargaşa çıkmasına müsaade etmez, kurallara aykırı hareket eden kişileri uyarır. Toplantıyı yönetebilecek kabiliyete ve bilgiye sahip olan, habze denen Çerkes adetini çok iyi bilen kişiler arasından cemiyetteki fertler tarafından seçilir. Thamate seçiminde yaş ("nexhıjj thamade": yaşlı thamade) çok önemli olmakla beraber yöneticilik kabiliyeti yüksek, toplum içinde belli bir ağırlığı olan ya da savaşlarda kahramanlık göstererek öne çıkmış, doğal bir saygınlık kazanmış hatta asalet sahibi soylu gençler tercih edilebilir. Thamate ile topluluk arasında iletişimi sağlayan ve onun tarafından alınan bütün kararları topluluğa, topluluğun isteklerini de thamateye bildiren, sayıları (1-3) cemiyetin büyüklüğü ile orantılı olan yaverlerine/ulaklarına pşeriha/pşerah/pşşaf'e denir ve bunlar daha çok toplumdaki sorunlara hakim yetenekli küçük yaşta olanlar arasından seçilir.
Atçılık.
Çerkeslerde gelişmiş bir atçılık kültürü görülür. At Çerkesler için değerli bir binit aracı idi. Çerkesler atı yalnızca binmek için yetiştirirler ve ancak aygırlara ve iğdiş edilmiş atlara (alaşe "алащэ", şıhu "шыхъу") binerlerdi. Atı iğdiş eden kişilere şıseç' ("шысэкӀ") denir. Kısraklar (şıbz "шыбз") sadece üreme amacıyla tutulurdu. En varlıklı ve nüfuzlu at yetiştirici olan Çerkes beylerinin (pşı) sürüleri hiçbir zaman 150-200 kısrağı geçmezdi. Eskiden bey ailelerinin kendi adlarıyla anılan at ırkları vardı. En ünlü Çerkes atı ırkları Karaçay-Çerkesya'daki Zelençuk vadilerinde Şoloh ("щолэхъу") ve Adigey'deki Beçkan ("бэчкъан") idi. Bunlardan başka Zelençuk vadilerinde Alheskir ("алъэскир"), Hağundoko ("хьэгъундокъуэ"), Hatohşoko ("хьэтэхъушокъуэ") ırkları ile Yeceruakay'da Yivuan ("иуан") ırkı atlar biliniyordu. Diğer Çerkes cins at ırkları arasında Abuk ("абыку"), Açetır ("ачэтыр"), Ağan ya da Yeğan ("агъэн, егъэн"), Huara ("хуарэ"), Jaje ("жажэ"), Jeraştı ("жэращты"), Juhar ("жухьэр"), Kaban ("къэбан"), Kokşavul ("куэкушаул"), Kundeyt ("къундет"), Kuratı ("къураты"), Şeceroko ("шэджэрокъуэ"), Trama ("трамэ"), Yeseney ("есэней") sayılabilir. Yüz yıldan fazla süren yıkıcı Rus-Kafkas Savaşı ve sürgün Çerkes at cinslerinin çoğunun yok olmasına yol açmıştır. 20-30 Çerkes atı ırkından bugün sadece Şağdiy ("шагъдий") kalmış olup dünya atçılık literatüründe "Kabardin" olarak bilinir ve en iyi dağ atlarından biri kabul edilir. Çerkes eyerinin ön ve arkası iki çıkmalıdır ve bu yönüyle Asya ve Avrupa eğerlerinden farklıdır.
Uzunyayla atları 1864 yılında Kafkasya'dan Anadolu'ya gelen Kabardey Çerkeslerinin beraberinde getirdikleri atların yetiştirilmesi ile ortaya çıkmış bir at ırkıdır. At ırkları arasında önemli bir yer tutan bu atlar ismini yetiştirildikleri İç Anadolu Bölgesi'nin Uzunyayla yöresinden almışlardır. Baş uzunluğu Malakan atı hariç Anadolu atlarının hepsinden uzun olduğu gibi, Türkiye atları içinde kulak uzunluğunun baş uzunluğuna oranı en küçük olanıdır.
Çerkes at kültürünü habze şekillendirir. Bir kadının veya yaşlının önünden atla geçmek büyük ayıptır. Atlı 30-40 metre kala atından iner, karşılaştığı kişi yürüyorsa saygılı bir şekilde durur ve sağ taraftan geçmesini bekler. Karşılaştığı kişi duruyorsa, atının dizginlerinden tutarak saygılı şekilde yanından geçmesi gerekir. Bir kadınla veya büyükle atın üzerinde oturarak konuşmak ayıptır.
Rus-Çerkes Savaşı sırasında Çerkesler için en büyük prestij, akınlarla Rus askerlerinin bulunduğu yerleri basıp, oradan onların düşmanın atlarını almaktır; bu baskınlarda elde edilen ve getirilen atlardan dolayı, zamanla evlenmek isteyen delikanlıların Rus birliklerine baskın yapıp at getirmesi istenmiştir. Bu sebeple «at hırsızı» deyimi onlar için pejoratif değil, gururlu bir sıfattır. At çalmak yiğitlik sayılır. Çerkesler at çalmayı ("тыгъон, тыгъун") asla hırsızlıktan ("тыгъоныр, тыгъугъэр") saymadılar ve at çalıp getirmeyen delikanlıya da kız vermediler. Abhazlarda da at çalıp getirmeyen delikanlıya kız vermezlerdi. Çerkeslerde başlık, Kafkasya'da evlenecek gencin sınırı aşıp Ruslardan bir at çalıp getirmesi ve atı kızın dayısı, amcası ya da oğullarından birine vermesi ve böylece yiğitliğini ispat etmesi şekli ile başlamıştır. Evliya Çelebi 1660'lı yıllarda Çerkes diyarında hırsızlık etmeyenlere, “yiğit değildir” diye kız verilmediğini, bu yüzden, Çerkesistan'da hırsızlığın bir sosyal gerçeklik olduğunu belirtmiştir. Çerkesler için kullanılan "at hırsızı" nitelemesine Türk edebiyatında rastlanmaktadır:
Kültür.
Giyim Kuşam.
Geleneksel kadın kıyafetleri çok çeşitli ve süslü olup bölgeye, kabileye, aileye ve sınıfa göre değişir. Ergenliğe adım atışından itibaren evlenene kadar kadınların giydiği korse/sutyen ya da "şohtan" keçi ya da kuzu derisinden işlenmiş sahtiyan denen ince ve yumuşak deriden yapılır ve bunlar biçim, malzeme, kullanım amacı, işlev ve yapılış biçimi yönünden Avrupa korselerinden ayrılır. Bey ve soylu kızları için kırmızı sahtiyan, özgür aileler için de kahverengi sahtiyandan dikilirdi. Şohtanlar gece gündüz giyilir ve yatarken ağaç ya da boynuzdan yapılma küçük çubukları çıkarılıp sabah kalkarken yerlerine takılırdı. Bu şohtan çubukları önden iki adet, arkadan ise sırt kemiklerine denk gelecek şekilde bir adet olurdu. Evlenip başka bir aileye giden kadınlar şohtanlarını çıkarıp birine verirlerdi, zira Çerkeslerde evli ya da dul kadınlar şohtan takmazlar. Patiska bezden dikilen içlik/fanila boyun kısmı alınmış, kolsuz ve diz üstüne uzanacak boyda olan bir iç giysisidir. İçliğin üstüne giyilen entari kolları uzun ve uçları bolca olup ipek, atlas, saten ve basma kumaştan dikilir ve en çok işlemeli ipek ve atlas kumaşlar seçilir ve kaftanla aynı renkte olmasına özen gösterilirdi. Entari üzerine giyilen ince belli ve vücudu saran manto uzun kollu ve kol uçları bölünmüş ve açılır olup düğme ve düğme ilikleri bulunurdu. Mantonun etekleri pileli ve serbest/dalgalanır, boyun yakası dik olup gümüş düğmelerle iliklenirdi. Manto üstüne boynu yakasız kaftan bel hizasında düğme ve iliklerle düğümlenirdi. Kaftanın kolu kısa olup dirseğe kadar erişmez, kollara yassı kaşık biçimli uzun bir kol eki eklenirdi. Kaftanın ense bölümü ve ön kısmı, eteğin açıldığı bölümler, kaftanın uç ve kol eki kısımlarının üzerleri işlemelidir. Kol eki ile kollarında da altın işlemeli yumuşak süsler bulunurdu. Kaftan üzerinde gümüş düğmelere uygun düşecek bir gümüş kemer bulunur, gümüş omuzluk/apolet takılırdı. Kaftanın ön kısmındaki gümüş çiviler bazen büyük olurdu. Gümüş kemer üzerindeki kösteğe/kancaya bağlı dörtgen, üçgen ya da silindir biçimli bir gümüş çanta da bulunurdu. Kadın şapkaları değişik tiplerde olur. Bayramlık elbiseler daha çok ipek ve kadifeden yapılırdı. Kadın kıyafetlerinde geleneksel renkler olarak nadiren görülen mavi, yeşil ya da parlak tonlar yerine daha çok beyaz, kırmızı, siyah ve kahverengi görülür.
Geleneksel erkek kıyafetleri esas olarak geniş kollu çuha kaftan, gömlek, pantolon, ayakkabı ve kalpaktan oluşur. Kaftan üzerine bele takılı kama ve kılıç bulunurdu. Savaşçılar savaşırken ayakbağı olmaması için kısa kollu kaftan giyerlerdi. Sosyal sınıfına bağlı olarak erkek giyiminde renkler değişkenlik gösterir. Beyaz renk beyler tarafından kullanılırken, soylular kırmızı rengi, köylüler ise gri, kahverengi ve siyah rengi seçerlerdi.
Müzik.
Çalgı.
Adığelerin çok değer verdiği ve hepsinin de çok severek dinlediği müzik aletleri Kamıl, Şıç'epşıne ve Pheç'iç'tir.
Şarkı.
Şarkılar (vered/орэд) konularına göre şöyle ayrılır: kahramanlık, tarihî, dinî, hissî, ağıt, saban sürme, hasat, düğün, dans ve diğerleri. Çerkes halk şarkıları temelde insan sesiyle şekillenir ve ezgiye çok seslilik hâkimdir. Çerkeslerde halk yaşamının sözlü efsaneler yoluyla sonraki kuşaklara aktarılmasında köy köy, meclis meclis dolaşan geguak'o/ceguak'o adındaki çok sesli koro ile birlikte yaylı ve telli çalgılar kullanan profesyonel müzik topluluklarının katkısı çok büyük olmuştur.
Dans.
Türkiye Çerkeslerinde esas olarak dört ana dans görülür: wuic, kafe, tleperıfe ve şeşen. Çerkes diasporasının toplu halde yaşadığı Türkiye, Suriye ve Ürdün'de orijinal adını korumuş, ama tarihi vatan olan Kafkasya'da tamamen unutulmuş (ya da bilinmeyen) danslar vardır: "şeşen" dansı en yaygın hızlı dans, "kaşo bğunc" yan dans, "kaşo phenc" ters dans, "şıreç kaşo" üç kişilik dans ...
Mutfak.
Yemek.
Çerkes yemekleri ("шхынхэр") daha çok et ve süt ürünlerine dayanır, sebzeye itibar etmezler. Çerkesler ekmeği (хьэлыгъу haluğ ekmek) az kullanırlar. Çerkesleri/Adığeleri tanıtan yemekler "şıpsı-p’aste" (щыпс-пӀастэ; soslu et suyu ve kaçamak) ile "şelame-halıjo"’dur (щэлэмэ-хьалыжъо; yağda kızartılmış ve içi peynirle doldurulmuş ince börek). Adiğelerin geleneksel yemekleri et, tahıl ve süt yemeklerinden oluşur. Çerkeslerde yemeğe başlamadan, sofra büyüğünün bir konuşma (dua) yapması adettir.
Tahıl yemekleri ("лэжьыгъэхэкӀ шхынхэр"): Çerkes tavuğu ya da şipsi (şıpsı "щыпс"): çoğu cevizden bulamayanlar yağda kavrulmuş undan ve bazıları da süt ilave ederek yaparlar. Şipsi daima pasta ile yenir. Pasta yemeğin “ekmek” olarak adlandırılabilecek kısmı iken, şıpsi da soslu kısımdır. Dövülmüş dana etinden yapılma şıps Bjeduğlar, kaymakla donatılmış beyaz renkli tavuk şıpsı Kabardeyler, içine dövülmüş çeviz katılan şıps Şapsığlar, sütlü hindi ile et suyu karışımı şıps Türkiye'deki Abzehler, içine dana ya da koyun eti doğranmış lıts'uk'u şıps Çemguylar arasında yaygındır. Çerkes pastası ya da pasta: akdarı, mısır ya da buğday unundan pişirilen ve ekmek yerine kullanılan lâpa. Türk mutfağındaki kaçamak gibidir. Pasta kelimesi Latince kökenli olup hamur demektir. Mamrıse: bir tür Çerkes kaçamağıdır. Pasta gibidir. Arap ülkelerinde yaşayan bazı Adiğeler pirinç kaçamağı yaparlar. Çerkes böreği ya da haluj: üçgen şeklinde yağda kızartılmış peynirli puf böreğidir. Kaynamış sütle, sıcak/ılık sütle, peynir suyu ile ya da sadece sıcak suyla yoğrulan una ufalanmış peynir konmuş biçimini K'emguylar, kızartılmış ve dövülmüş biber konmuşunu Bjeduğlar, doğranmış taze soğan ve maydanoz konmuşunu da Türkiye'deki bazı Adiğeler yaparlar. Thurıje halıjo, tavada tereyağı içinde kızartılmış börek. Tebe halıjo ya da goşe halıjo, tava içinde közde pişirilmiş börek. Haku halıjo ("хьаку хьалыжъо"), fırında pişirilmiş bir börek çeşidi. Halıjojıye, suda pişirilmiş peynirli börek; suda pişirilmiş börek. Çerkes mantısı (Batı "psıhaluj" «su haluju»; Doğu "psıhalıwe" "псы хьэлыуэ"): yarımay şeklinde hazırlanan mantı türüdür. Metaz, buğday unundan içine peynir konan ve suda pişirilen küçük ama kalınca börek. Şapsığlar buna “psıjo halıjo” derler. Şapsığ metaz'ı, içine peynir, dövülmüş soslu ceviz, vs konur, portakal iriliğinde mısır unundan hazırlanır ve suda pişirilir. Guıvbat, börek çeşidi, buğday unu, süt ve yağ ile birlikte yoğurulur, içine peynir konur ve ekmek fırınında pişirilir. Çerkes simidi ya da halvane, halguane. Seku: Düzce'de, özellikle de Haç'emzıy köyü K'emguyları tarafından yapılan bir darı yemeğidir. Hatık darı, mısır veya buğday unundan kaynar süt ile yoğrulmuş (çörek büyüklüğünden yumruk büyüklüğüne kadar) ufak parçacıkların fırında pişirilmesi ile yapılan bir tür çörek. Yoğrulduğu unun yapıldığı tahılın adına bağlı çeşitleri bulunur: mısır hatığı.
Et yemekleri ("лыхэкӀ шхынхэр"): et, Çerkes mutfağında geniş bir yer tutar. Eskiçağlarda Adığeler büyükbaş hayvanlar, küçükbaş hayvanlar ve domuz beslerlerdi. En çok tutulan etler koyun (özellikle de kuzu) etidir. Kümes hayvanları arasında, en çok tavuk ve hindi eti tercih edilirdi. Sucuk: dövülüp doğranmış et bağırsağa doldurulur, fırında ya da bacalara asılarak kurutulur. Corme: temizlenen işkembe, bağırsak ve süt birlikte karıştırılır, ince bağırsaklara doldurulup bağlanır ve ocaklarda kurutulur. Yeneceği zaman tavada pişirilir. Thamç'eğunıb: karaciğer süt içine doğranır, içine bir miktar kemiksiz et konur, kalın ya da ince bağırsaklara doldurulur ve suda pişirilir. Lepsı: haşlanmış taze et suyu yemeği.
Süt yemekleri ("гъэщхэкӀ шхынхэр"): Adiğe yiyecekleri içinde üçüncü sırayı oluşturur. Süt değişik biçimlerde üretilerek değerlendirilir: krema, kaymak, taze tereyağı, kaynatılmış tereyağı, yoğurt, peynir. Süt katılan değişik yiyecek ve katıklar olarak, süt, Kalmuk çayına katıldığı gibi, pirinç ve akdarı çorbası/fıgu hanthups, hagulıjo, mısır çorbası/natrıfıps ve cençıps/fasulye yemeği içine de katılır. Seku, sütlaç/şedes, pirinç lapası/pıncğapts'e ve fabe, su katılmadan sırf sütle yapılır. Hamur suyu ve hamur kabartması da sütle gerçekleştirilir. Süt ile halıjuap'e, şelame, mık'umıpş ve zetépşşıç' yoğurulur, mecac ve hatık kaynar süt ile yapılır. Şep'aste/sütlü kaçamak farklı bir yiyecek olup, bazen kaynamış sütlü kaçamak/şejo şep'aste yapılır. Peynir türleri arasında sepet peyniri/metekuaye ve şirdenli peynir/tletekuaye sayılsa da Türkiye'de adı çok duyulanı Çerkes peyniri ("Adiğe kueyey") denendir. Sofradan eksik edilmeyen yoğurt, özellikle öğle yemeğinde sıcak kaçamak ve etli yemeklerin üzerine tüketilir. Yoğurt yemeklerde de kullanılır. Yumurta çılbırı, suda pişirilmiş ya da karıştırılıp tavada kızartılmış olan yumurta doğranıp yoğurdun üzerine konur ve karıştırılır. Cençtur, yoğurt ve kremaya pişmiş fasulye katılır. Kabtur, pişmiş kabak yoğurt-krema karışımına doğranır. Kundısıv, sütlü içeceklerden olup acılaşmış, turşu tadını almış peynir suyu kaynatılarak içine ekşimemiş süt konarak tüketilir.
İçecekler ("шъонхэр"): Alkollü içkiler arasında yer alan şarap tüketilen içeceklerin başında gelir ve konuk ve düğün/şölen sofralarından eksik olmazdı. Sofraya konan şarabı konuklar tek kâseden sırayla içerlerdi. Darı, mısır ve baldan yapılan baksime (ya da maksime) az alköllü bir içecektir, alkolsüz olarak da boza yaygın şekilde imal edilir. Kabardeyler arasında içilen ve baskımeye benzeyen fakat ondan daha sert olan, darı ya da mısır unundan yapılan meremjıy. Çay Türkiye'de bugün herkesçe yapılan biçimde olsa da, Kafkasya'da geleneksel olarak Kafkas ormangülü ("Rhododendron caucasicum") adı verilen bir ormangülü türünden yapılırdı. Kalmuklardan alınıp bütün Kuzey Kafkasya kültürüne aktarılan ve benimsenen Kalmuk çayı Adığe kahvaltılarının vazgeçilmezi olmuştur. Kalmuk çayı esasen Tibet'e kadar uzanan Orta Asya halklarınca yaygın tüketilen sütlü ve terayağlı bir çaydır. Besleneyler kuşburnu dalının uç sürgünü, Hatkoylar ve diğerleri labada (şş'orey/kuzu kulağı "шӀорэй" ya da lebevıts/efelik, Çemguylar vılevıts derler) türlerinin tohumunu ya da dadıv denen bir bitki türünü kaynatarak suyunu süzerler ve içine süt, tereyağı ve tuz ile karabiber koyarak kabardıktan sonra kahvaltıda tüketirler.
Öğün.
Aile içi sofra, pek çok kültürde olduğu gibi Çerkeslerde de kahvaltı, öğle yemeği ve akşam yemeği olmak üzere 3 ana öğün olarak kurulur.
Sabah kalvaltısında geleneksel olarak, Kalmuk çayı ve kaymak; ilkbahar sonu ile yazın taze peynir, sonbaharda isli peynir, kışın ve ilkbaharda kuru peynir, taze kaymak ve yeni dövülmüş tereyağı sofrada yer alırdı. Kalmuk çayına eşlik eden tahıl ürünleri arasında yağda kızartılmış ince börek olan sıcak şelame/şeleme fabe, yağda kızartılmış sade börek olan thurıje haluj, fırınlanmış pide olan haku haluj, sütle yoğurulmuş ama kabartılmamış buğday hamuru içine peynir konup fırınlanan guvıvbat, kabartılmamış/mayasız ekmek, kabartılmış/mayalanmış ekmek, undan yapılma thurıje/börek çeşidi (ki hamur ince sürülür, sarılır, ikinci kez sürülür; çüvende pişirilir, katlarına ayrılmaya ve parçalanmaya uygun) olan zetepşş'ıç', yağ, yumurta ve un karıştrılıp yağda kızartılan thujevıt gibi daha çok buğday unundan yapılanlar tercih edilse de, mısır unundan yapılan ve tavada pişirilen mecac ile akdarı ya da mısır unundan yapılan hatık gibi buğday dışı tahıl ürünleri de bazen sofraya konabilir.
Dil ve edebiyat.
Evliya Çelebi 1660'lı yıllarda gezip gördüğü Çerkes topraklarında konuşulan Çerkesçeyi "yüz kırk yedi lisanın hepsini gayet güzel yazdım ama bu Çerkes lisanı gibi saksağan sadalı lisanı yazamadım" demiştir.
Rusya'da 1920 sonrasında üç lehçede (Doğu Çerkesçesinden Kabardey ile Batı Çerkesçesinden Çemguy ve Şapsığ) yazılan dört bölgesel edebiyat (Kabardey, Şerces, Adigey ve Şapsığ) doğmuştur. Bu dört edebiyattan ikisi, yani Kabardey ve Şerces bölgesel edebiyatları (bazı önemsiz kelimeler dışında) Kabardey edebî dilini benimsemiştir. Bu dört edebiyat 1945 yılına değin sürmüş, aynı yıl Şapsığların özerkliğine son verilmesi ile birlikte, Şapsığ edebiyatı ve yazılı yaşamı da son bulmuş, geriye sadece iki edebiyat dili (Kabardey ve Adigey) ve üç bölgesel edebiyat kalmıştır: Kabardey, Şerces (Çerkes) ve Adigey. Adığe edebiyatının sözlü ürünleri Abhaz ve Abaza dili ürünlerinden daha süslü ve duygulu olan anlatımlarıyla farklılaşır.
14 Mart 1853 tarihinde Abzehlerden Vımar/Wumar Bırsey ("Бырсэй Умар, Бэрсей Умар", Rusça: "" 1807-1870) tarafından Tiflis'te ilk Adığe alfabesinin ve Adığece Sözlüğün ("Адыгэбзэ псэлъалъэр") yayımlandığı günün anısına her yıl Çerkesler tarafından 14 Mart Çerkes Dili Günü ya da Adığe Dili Günü/ Adığece Günü olarak kutlanmaktadır.
Eskiden Ubıhça konuşmuş olan Ubıhların da anadili haline haline gelen Çerkesçe, Çerkes Ermenileri ile Çerkes Rumları (Urımlar) tarafından konuşulduğu gibi, Karaçay, Balkar ve Abazalar (Abazin) arasında da konuşulabilmektedir.
Sözlü edebiyatın başlıca türleri şarkılar ve türküler ile bilmece, atasözü, masal, öykü, tekerleme, vb'dir. Anlatımlarda sık sık mecaza başvurulur. Sözlü ürünler içinde en geniş yeri tutan ve birçok öğesi eski Grek destanlarını hatırlatan Nart destanları ya da Nartlar 1946-1968 yılları arasında derlenen ve biriktirilen 705'tekstin bir araya getirilmesiyle 1968-1971 yılları arasında Maykop'ta yayımlanmıştır. Destan yeni derlemelerle 8 cilde ulaşmıştır. Destan 31 bölüme ayrılmaktadır. Her bir bölüm ayrı bir Nart kahramanını yaşamına ayrılmaktadır. Yaklaşık üç asırlık Koç'as destanı daha çok Batı Çerkeslerinde görülür.
Şapsığya Çerkes edebiyatı.
Şapsığ Ulusal Rayonu (1924-1945) Çerkeslerinin edebiyatı Şapsığların özerkliğinin 1945 yılında Stalin tarafından kaldırılmasına kadar sürmüştür. Özerkliğin sürdüğü 21 yıl boyunca oluşturulan çalışmalar hakkında bir bilgi yoktur. Burada yazılı kullanımdan çıkartılan Şapsığca Osmanlı Çerkes diyasporasında Kabardeycenin yoğun olarak konuşulduğu yerler dışında ibadet dili olarak kullanılmaya devam etmiş 1906'da İstanbul'da yayımlanan Adıgece Mevlid (Адыгэ Мэулыд) Şapsığ lehçesiyle kaleme alınmıştır. 19. yüzyılda (tahminen 1820'li yıllarda) ilk Adiğe alfabesi bir Şapsığ aydını olan Şeretlıko Netavko Hace ("ШэрэлӀыкъо НэтӀаукъо Хьаджэ") tarafından hazırlanmıştır.
Adigey Çerkes edebiyatı.
Adigey Cumhuriyetindeki Çerkeslerin (Rusça resmî adları: Adigeylerin) edebiyatının temelini düz yazı ustası Ç’eraşe Tembot atmıştır. Ancak, günümüzde şiir de gelişmiştir. Adigey Çerkes edebiyatı Çemguyların lehçesi esas alınarak yazılmakta ve geliştirilmektedir. Son zamanlarda Adıgey şiirinin gelişmesinde Meşbaşe İshak'ın etkisi yadsınamaz. Meşbaşe, romanda da aynı ustalığı göstermiştir. Nartolog (Nart destanları uzmanı) oluşunun yanı sıra, usta bir şair olan Hadağatle Asker'in şiirleri de Adıgey şiir sanatında önemli bir yer almaktadır. Meşbaşe İshak'ın ardından Kuyeko Nalby ve daha yüzlerce yazar, şair ve araştırmacı yetişmiştir.
Karaçay-Çerkes Çerkes edebiyatı.
Karaçay-Çerkesya Cumhuriyetindeki Çerkeslerin (Rusça resmî adları: Şercesler/Çerkeslerin) düz yazı ve tiyatro yapıtları, 19. yüzyıl sonu ile 1920-30'lı yıllarda dikkat çekmeye başlamıştır. Abuk Halit, Dışe'c Muhammed, Temir Salih, Vokthuta Abdullah, Gueşoko Husin gibi yazarlar, Şerces edebiyatının temelini atmışlardır. Şerces edebiyatında, Hanfen Alim ile lirizm belirginleşmeye başlamıştır. Sonraki yıllarda Abıt'e H., Nehuş M., Şave E., Dığuıj K. gibi genç şairler görülür.
Kabardey-Balkar Çerkes edebiyatı.
Kabardey-Balkar Cumhuriyetindeki Çerkeslerin (Rusça resmî adları: Kabardeylerin) ilk yazarı tarihçi Negume Beçmırza ve ilk eser de onun "Adıge Yi Thıda" (Adıge Ulusunun Tarihi) adlı çalışmasıdır. Negume ayrıca biri Kiril (1840), diğeri Arap-İran harfli (1843) iki el yazması ilk Kabardey alfabesini hazırlayan kişidir. Aynı dönemin bir diğer önemli yazarı da, “kalemby” mahlası ile yazan K'aşe Adelceri'dir. 1920 sonrasının iki önemli yazarı, Türkiye'de eğitim görüp dönen ve “Şiirin Büyük Ustası” olarak da anılan Şocentsıuk Ali (1900-1942) ile ünlü derlemeci ve fabl yazarı Paş'e Beçmırza'dır. (1854-1936) Bu klasik şairleri izleyen K'işşokue Alim, K'uaşş Bet'al, Şortan Askerbiy, Thagazit Zuber, Akhsıra Zalimkhan, Tevune Haçim, Nalo Zavuır, Nalo Ahmethan Kabardey edebiyatının temel taşları olmuşlardır. Türkçeden kelime alan Anadolu Kabartay lehçesi ile Rusçadan kelime alan Kafkasya Kabartay lehçesi birbirinden leksik düzeyde farklılaşmaktadır.
Din.
Çerkes Paganizmi.
Semavi dinlerle tanışmadan önce Çerkesler geleneksel dinine inanıyordu. Bu dinin temeli baş tanrı Thaşho'ya (; "Büyük Tanrı") ibadettir. Bazı kişiler bu dini politeistik bazıları ise monoteistik olarak sınıflandırmıştır. Thaşho'nun "herkesin ihtiyaç duyduğu, ama kimseye ihtiyaç duymayan", "yoktan var eden, çoğaltan", "evrenin döngüsüne izin veren" gibi sıfatları vardır.
Tüm varlıklar öz olarak birdir ve sonsuz bir döngünün parçasıdır; sadece yaratıcı olan Thaşho bu döngüden etkilenmez. Thaşho'ya "Güzel Tanrı, biz zavallılar sana dua ediyoruz" şeklinde dua edilirdi. Bunun yanında Thaşho'nun emrindeki daha alt tanrılar da vardır. Dünyanın başlangıcı büyük boşluğun veya evrenin () oluşumu ile ilişkilidir. Thaşho evreni ve düzeni yaratmıştır, daha sonrası kendiliğinden gelişmiştir. Çerkes dininin sembolü T sembolüdür.
Çerkesya'yı gezen Leonti Lyulye'ye göre Çerkes inancında Ruhlar öldükten sonra dünyada yaptıkları işlere göre ödüllendirilirlerdi. Bu nedenle, insanın dünyevi varoluşunun amacı ruhun mükemmelliğidir. Önemli bir unsur, ataların ruhuydu. Ataların ruhları anma gerektirir: cenaze şölenleri düzenlenir ve ölü ruhların anılması için kurban veya anma yemeği hazırlıkları uygulanır ve dağıtılır.
Antik dönemde Çerkesler ve Yunanlar arasında ticaret ilişkileri vardı. Çerkes orman tanrısı Mezıtha ve Yunan orman tanrısı Pan aşağı yukarı aynı kişidir. Çerkes Arı tanrıçası Merisse'nin ismi Yunanca "Arı" demektir. Yunan ve Çerkes inanışları arasında başka benzerlikler de bulunabilir: Antik Yunan mitolojisinde Çerkesya göndermeleri vardır (Prometheus'un Elbruz Dağı'na zincirlenmesi gibi). Bu mitolojinin Çerkesya kökenli olduğunu iddia edenler de olmuştur.
E. Spencer Çerkeslerin geleneksel dinini şöyle tanımlamıştı:Çerkeslerde ölüleri yüksek yerlere gömme geleneği vardı, 1427 yılında Çerkes topraklarından geçen Alman seyyah Johannes Schiltberger şunları yazmıştır:Türk seyyah Evliya Çelebi şunları yazmıştır:Orta Çağ Mısır'ının Çerkes Memlük hükümdarı Sultan Berkuk da başlangıçta halkının geleneğine uygun olarak gömüldü; cesedinin bulunduğu tabut, Çerkes cemaati tarafından caminin tavanına asıldı.
Musevilik.
8. yüzyılda Çerkesya'da yaklaşık 20 bin Yahudi'nin iskân edilmesi ve Hazar Kağanlığı ile kurulan ilişkiler sonucunda az da olsa bazı Çerkesler Museviliğe geçmiştir. Pek çok prens ve soylu Museviliği kabul etse de halktan sadece 59 Çerkes Museviliğe geçmişti. Çerkesya'da Musevilik sonunda yerini Hıristiyanlığa bıraktı.
Hristiyanlık.
Ortodoks.
Hristiyan geleneğine göre, Hristiyanlık MS 55 yılında Havari Andreas'ın seyahatleri ve vaazlarıyla Çerkesya'ya geldi. Seküler kaynaklar ise Hristiyanlığın ilk olarak Bizans ve Gürcü etkisi ile MS 3. ve 5. yüzyıllar arasında Çerkesya'ya yayıldığını gösteriyor.
İsa Mesih, merkezî Tanrı olmak yerine, Çerkes Tanrılar panteonuna eklenmişti. Baş Tanrı hala Thaşho idi. Hristiyanlığın Çerkes inancına en büyük etkisi, Tanrı'nın fiziksel olarak ikonlar () ile temsil edilmesiydi. Bunlardan bazıları, Tanrı'nın annesi () ve Kutsal Ruh () idi. Çerkesler Hristiyan dinine "Çelehstan" ya da "Çiristan", Noel'e "Hurome", Paskalya'ya "Utıj", rahiplere "Şogen" Papazlara "Şekhnik" adını verirlerdi. Ayin ve dualar Yunanca yapılıyordu.
Johannes Schiltberger şunları yazmıştır:Çerkesler için, tüm Hristiyan öğretilerindeki en önemli ve çekici kişilik Aziz Yorgi'nin () kişiliğiydi. Zihya (Çerkesya) Ortodoks dünyasında bir konuma sahipti. Çerkesya'nın Sinopoli, Phanagoria, Nikopsia ve Tmutarakan'da dört eski piskoposluk bölgesi vardı. 13. yüzyılın sonunda Zihya Piskoposluğu statüsü metropolitan statüsüne yükseltilmiştir. 1318'den beri kaynaklar, "Zicho-Matarch" adıyla bağımsız bir Zihya metropolünden bahsediyor. Rahip Ricasdus'a göre Çerkesler, "kendisini Ortodoks Hristiyanları olarak kabul ediyor ve Yunan yazısı kullanıyor" idi.
Katolik.
12. yüzyılda Kafkasya'da ilk Katolik misyonerler ortaya çıktı. Katolik haçlılar tarafından Konstantinopolis'in Fethi ile Katolik inancının yayılması hızlandı. Katolik dini Çerkesya kıyısında yayıldı ve hatta Çerkes prensi Ferzakht bu dini benimsedi. Papa, 1333'te ona çabalarından dolayı teşekkür eden bir mektup gönderdi. Katolik Kilisesi'nin misyonerlik faaliyeti sonucunda İtalyan kaynaklarında "Frenkkardaşi" olarak geçen bir Katolik Çerkes grubu ortaya çıktı. Daha sonra Papa'nın emriyle Çerkesya'ya gönderilen Katolik misyonerler Müslüman oldu. Bu Misyonerler Çerkesya'da "Karden" olarak biliniyordu. Bu kelimenin Kardinal kelimesinden geldiği düşünülmektedir. Çerkes prensi Büyük İnal, Katoliklerin Çerkesya'yı terk etmesi karşılığında Cenevizlilerin liderine kız vermişti.
Hristiyanlığın çöküşü.
Tüm bunlara rağmen Hristiyanlık Çerkesler arasında tam olarak oturmamıştı, yerel pagan din ile karışıp yarı-pagan yarı-Hristiyan bir din haline gelmişti. Meryem Ana hem Tanrı'nın annesi hem de Arılar Tanrıçasıydı. İsa ise Çerkes baş tanrısı Thaşho ile bir olmuştu. Rus-Çerkes Savaşı'nın başlaması ile Hristiyanlık Çerkesler arasında Rus dini olarak görülmeye başladı ve kalan Hristiyanlar yavaş yavaş dinlerinden döndü. Bunun sonucunda Hristiyanlık halk arasında ağır tepki görmeye başladı.
İslâm.
Erken dönem.
Çerkesler arasında tutunabilen tek İbrahimi din İslam olmuştur. Çerkesya'da küçük bir Müslüman topluluk, Orta Çağ'dan beri her zaman var olmuştu: 815 yılında Ebu İshak ve Muhammed Kindi isimli iki Arap dâî, Çerkesya'ya gelerek İslam'ı yaymaya çalıştı. Bunun sonucunda çok az da olsa bir grup Çerkes Müslüman oldu.
1382'de Mısır'da Çerkes bir köle olan Berkuk devletin kontrolünü ele geçirerek kendisini sultan ilan etti. Devletin ismi Devletü'l-Çerâkise () yani "Çerkeslerin Devleti" olarak anılmaya başlandı. O dönemde Çerkesya'daki Çerkeslerin çoğunluğu Müslüman olmasa da Mısır'daki Çerkes Memlükler Müslümandı. Çerkes Memlük sultanlığı var olduğu sürece Çerkes Memlükler de Çerkesya'da İslam'ı yaymak için çaba gösterdiler.
1453'te İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Mehmed, Çerkeslerin Ortodoks dünyası ile bağını kopararak İslam'a geçmelerinin yolunu açmış oldu. Bu olayın ardından Çerkesler İslam'ı yavaşça kabul etmeye başladı. Ardından Ceneviz kalıntılarını yok eden Osmanlılar Çerkesya ile Katolik dünyası arasındaki bağı da kopardılar. Tursun Bey'e göre bunun amacı Çerkesler arasında İslam'ı yaymaktı. Buna rağmen 16. yüzyılda dahi Müslümanlar Çerkesya'da azınlık halindeydiler. Çoğunluk hala Hristiyanlık veya geleneksel pagan dinine inanıyordu.
Çerkeslerin Müslüman oluşu.
İlk olarak Kabardey Çerkesleri Müslüman oldu. 1578'de Kabardey prensi resmen İslam'a geçti. Bu dönemden kalma cami kalıntıları bulunmaktadır. Ardından Hatukay, Jane, Bolakay ve Besleney Çerkesleri Müslüman oldu. 1666'da Çerkesya'yı ziyaret eden Evliya Çelebi, Çerkes köylerinde cami olduğunu ve Çerkeslerin "la ilahe ilallah" dedikleri, ancak İslam'ı tam olarak anlamadıkları ve eski geleneklerini devam ettirdikleri tespitinde bulunuyor.
17. yüzyılda Giovanni Luca, Çerkeslerin dini hakkında şunları yazdı:İslam'ın Çerkesler arasında yayılma hızı 18. yüzyılın sonlarından itibaren hızla arttı. Bu dönemde Abzeh Çerkesleri Müslüman oldu. Abzehlerin Müslüman olmasından rahatsız olan Şapsığlar Abzehler ile savaştılar. Buna rağmen 1730'larda Şapsığ Çerkesleri de İslam'a geçti. Şapsığların Müslüman olmasından rahatsız olan Natuhaylar Şapsığları hain ilan ettiler ve bu sefer bu iki boy arasında savaş çıktı. Yine de eninde sonunda Natuhaylar da Müslüman oldu ve hatta bayraklarına Muhammed'in ismini yazdılar. 1737'de Jabağı Qazanoqo Kabardey baş kadısı olarak atandı ve adalet sistemini Kur'an ve Adığe Xabze öğretilerini harmanlayarak düzenledi. 1779'da Çerkesya'ya gelen Ferah Ali Paşa'nın teşviki ile Çerkesya'da 85 yeni cami inşa edildi. 1785'te İmam Mansur Çerkesya'ya geldi ve Rus kuvvetlerine karşı saldırılarda Çerkeslere önderlik etti. İmam Mansur'dan etkilenen birçok Çerkes İslam'a geçti. Daha sonra İmam Mansur Ruslarca yakalandı ve Şlisselburg Kalesine ömrü boyunca hapsedildi.
Gezgin Tasavvufçular ve Rusya'dan gelen istila tehdidi, Çerkesya'nın İslamlaşma sürecini hızlandırdı. Osmanlı İmparatorluğu'nda yetişen Çerkes alimler de İslam'ın yayılmasında büyük rol oynadı. 1820'lerde Çerkesya'yı ziyaret eden Taitbout de Marigny, Çerkeslerin çoğunlukla Müslüman olduğunu ancak Haç sembolüne de saygı duyduklarını belirtir. 19. yüzyılın ilk yarısında Çerkesya'yı ziyaret eden Karl Heinrich Koch, Çerkeslerin dini inancından şu şekilde söz etmiştir:1826'da İslam tüm Çerkesya'nın dini ilan edildi. Çerkes etnograf Sultan Han-Girey 1830'da şöyle yazdı:19. yüzyılın ortalarında Çerkesler Arap alfabesiyle yazmaya, Müslüman isimlerini kullanmaya başladılar ve Arapça kelimeler dile girmeye başladı. Çerkesya'daki İslam yerleşik soyluluk sistemlerine balta vurdu: James Bell'e göre nüfusun alt katmanları Kuran hükümlerine uygun olarak eşitlik için çabalıyordu. Yeni yükselen şeriat hareketinin hedefi soyluluk ve köleliği kaldırmak ve Rus işgaline karşı tüm kesimleri birleştirmekti. Bu hareketin başında din adamları ve Çerkesya'nın liderleri vardı. Daha sonra İmam Şamil'in 3 temsilcisi de bu amaç uğruna mücadele etti.
1837 itibarıyla Cuma hutbelerinde Rusların tarafına geçenler hain ilan ediliyordu. 1840'ta Müslüman olmayan azınlık Çerkesler de Naib Muhammed Emin'in emrine girerek topluca şehadet getirdi. Seferbiy Zanuqo bu dönemde Rus Çarına yazdığı bir mektupta Çerkeslerin "küçükten büyüğe tamamen Müslüman olduğunu" belirtiyor.
1841'de Pşeh nehrinde büyük bir toplantı gerçekleşti. Bu toplantılar, tüm ülkeyi ilgilendiren konularda karar almak amacıyla düzenli olarak yapılıyordu. 1841'deki bu toplantıda "defter" adı verilen bir sözleşme istisnasız tüm Çerkes liderlerinin onayıyla kabul edildi. Bu sözleşmenin ilk cümlesi şuydu:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4986",
"len_data": 73536,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.27
}
|
Tarihçe.
Ürgüp, tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olan Kapadokya bölgesinin önemli yerleşim merkezlerinden biridir. Antik çağlarda "Osiana" (Assiana) adıyla bilinen yerleşim, Bizans döneminde "Prokopi" olarak adlandırılmıştır. Bu adın, Bizans İmparatoru Maurikios’un oğlu Prokopios’tan geldiği düşünülmektedir.
Roma ve Bizans dönemlerinde Hristiyanlığın gelişmesiyle birlikte Ürgüp, dini bir merkez hâline gelmiştir. Bölgedeki kayalara oyulmuş kiliseler ve manastırlar, bu dönemin izlerini taşır. 1071 Malazgirt Savaşı sonrasında Selçuklular tarafından fethedilen Ürgüp, Anadolu Selçuklu Devleti döneminde ticari ve kültürel olarak gelişmiş ve çeşitli vakıf eserleriyle donatılmıştır.
Osmanlı döneminde Ürgüp, Niğde sancağına bağlı bir kaza merkezi olarak önemini sürdürmüştür. 19. yüzyılda çok kültürlü yapısı ile dikkat çeken Ürgüp’te Türklerin yanı sıra Rum ve Ermeni topluluklar da yaşamıştır. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte 1924 nüfus mübadelesi sonrasında Rum nüfus Yunanistan’a gönderilmiş, yerine Batı Trakya’dan gelen Türk göçmenler yerleştirilmiştir.
1954 yılında Nevşehir ilinin kurulmasıyla birlikte Ürgüp, Nevşehir iline bağlı bir ilçe olmuştur. Cumhuriyet döneminde özellikle 1980’li yıllardan sonra gelişen turizm sektörü sayesinde bölgesel bir cazibe merkezi hâline gelmiştir.
Gezilecek Yerler.
Temenni Tepesi: Ürgüp şehir merkezine hâkim bir konumda yer alan bu tepe, panoramik şehir manzarası sunar. Tepede Selçuklu döneminden kalma türbeler ve seyir terası bulunur.
Turasan Şarap Evi: Ürgüp’ün köklü bağcılık geçmişinin bir yansıması olan Turasan, Kapadokya’nın en bilinen şarap üreticilerindendir. Şarap tadımı ve üretim sürecine dair turlar düzenlenmektedir.
Ürgüp Erhan Ayata At Müzesi ve Güzel Atlar Sergisi: Ürgüp Belediyesi tarafından kurulan bu özel müze, Kapadokya’nın "Güzel Atlar Ülkesi" kimliğini vurgulayan at temalı sanat eserleriyle dikkat çeker. Müze, yaklaşık 800 parçalık koleksiyona sahiptir.
Ürgüp Müzesi: Arkeolojik ve etnografik koleksiyonlarıyla Ürgüp ve çevresinin tarihsel gelişimini sergileyen küçük ama etkileyici bir müzedir.
Üç Güzeller Peribacaları: Kapadokya’nın sembolü hâline gelmiş olan bu üçlü peribacası oluşumu, Ürgüp’ün doğal güzellikleri arasında en çok fotoğraflanan noktalardandır.
Ürgüp Şehir Hamamı: Osmanlı döneminden kalma tarihi hamam, restore edilerek turizme açılmıştır. Geleneksel mimarisi ve işlevselliğiyle ziyaretçilerin ilgisini çeker.
Mazı Yeraltı Şehri: Ürgüp’e yaklaşık 15 km mesafede bulunan Mazı Yeraltı Şehri, Kapadokya bölgesindeki en iyi korunmuş yeraltı şehirlerinden biridir. Kayalara oyulmuş çok katlı yapılarıyla tarihî bir öneme sahiptir.
Gomeda Vadisi: Doğal yürüyüş parkurları, vadinin kendine has bitki örtüsü ve kaya oluşumları ile ziyaretçilere doğa ve tarih iç içe bir deneyim sunar.
Kardeş Şehirler.
Ürgüp Belediyesi, kültürel ve sosyal ilişkileri güçlendirmek amacıyla çeşitli şehirlerle kardeş şehir protokolleri imzalamıştır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4989",
"len_data": 2937,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.41
}
|
Cevat Şakir Kabaağaçlı veya tanınan adıyla Halikarnas Balıkçısı (17 Nisan 1890, Girit - 13 Ekim 1973, İzmir), Bodrum'a olan aşkı ile tanınan ünlü roman ve hikâye yazarıdır.
Hayatı.
17 Nisan 1890 tarihinde, Osmanlı'nın son köklü ailelerinden Şakir Paşa Ailesi'ne mensup babasının yüksek komiser olarak görev yaptığı Girit'te doğdu. Babası Girit ve Atina'da sefirlik ve valilik yapan Mehmed Şakir Paşa, annesi Giritli Sare İsmet Hanım; amcası II. Abdülhamid devri Sadrazamı Ahmed Cevad Paşa, dedesi Şurayı Askerî Dairesi Reisi Miralay Mustafa Asım Bey'dir.
Cevat, Şakir Paşa'nın ikinci eşinden ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Doğumdan bir önceki gece annesi İsmet Hanım'ın rüyasında Musa peygamberi görmesinden dolayı "Musa" ön adını almış, II. Abdülhamit zamanında sadrazamlık ve kumandanlık yapmış ve iki evliliğinden de çocuğu olmayan ve onu kendi çocuğu gibi seven amcası "Cevat" ile babası "Şakir"’in isimleri ise adı olmuştur: Musa Cevat Şakir.
Cevat Şakir, altı çocuklu ailenin en büyük evladıydı. Ailesinin tüm fertleri sanatta yetenekliydi. Sırasıyla dünyaya gelen Hakkiye, Ayşe, Suat, Fahrünnisa ve Aliye adlı kardeşlerinden Fahrünnisa resim alanında, Aliye gravür alanında üne kavuştu; Hakkiye'nin kızı Füreya Koral, ilk Türk kadın seramikçi oldu; Fahrünnisa'nın çocukları Nejad Melih Devrim ressam; Şirin Devrim ise tiyatrocu oldu.
Cevat Şakir, çocukluk hayatının ilk yıllarını babası Şakir Paşa'nın elçi olarak bulunduğu Atina'da geçirdi. İlköğrenimini Büyükada'da, orta ve liseyi 1907'de Robert Kolej'inde tamamladı. İlk yazısı aynı yıl "İkdam" gazetesinde yayımlandı. Bu, İngilizceden tercüme bir yazıydı. Lise öğreniminden sonra İngiltere'de denizcilik öğrenimi yapmak istediyse de ailesinin ısrarı ile Oxford Üniversitesi'nde tarih öğrenimi gördü. 1913'te İtalyan bir hanımla evlenerek İtalya'da kaldı ve resim öğrenimi gördü.
İstanbul'a döndüğünde gazete ve dergilerde yazılar yayınlamaya başladı. Aile, 1914 yılında maddi sıkıntı içine girmiş ve babası Mehmed Şakir Paşa Afyon'daki Kabaağaçlı çiftliğine yerleşmişti. Babasının çiftlikte bir tartışma anında Cevat Şakir'in silahından çıkan kurşunla vurularak ölmesi üzerine cinayet iddiasıyla yargılandı ve 15 yıl kürek cezasına çarptırıldı. Cezasının yedi yılını çektikten sonra baş gösteren verem hastalığından ötürü tahliye edildi.
1925 yılına kadar geçimini, haftalık dergilerde çeviriler ve yazılar yayımlayarak, resim ve modern tarzda tezhipler yaparak, karikatür çizerek ve renkli dergi kapakları tasarlayarak sağladı. Türk basınında kapak tasarımının gelişimine önemli katkılarda bulundu.
Dört asker kaçağının kadersizliğiyle ilgili olarak "Hüseyin Kenan" takma adıyla kaleme aldığı 13 Nisan 1925 tarihli "Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmağa Nasıl Giderler" başlıklı öyküsünden ötürü İstanbul İstiklal Mahkemesinde yargılandı. ‘Memlekette isyan bulunduğu sırada, askerî isyana teşvik edici yazı yazmaktan suçlu bulundu. Mahkeme Başkanı Ali Çetinkaya tarafından idama mahkûm edilmek istendiyse de, Kılıç Ali Bey'in önerisiyle kalebentlikle Bodrum'a sürüldü.
Üç yıllık sürgün hayatının yarısını Bodrum’da geçirdi. Cezasının kalan kısmını İstanbul’da tamamladıktan sonra, insanlarını ve doğal güzelliklerini çok sevdiği Bodrum’dan uzak kalamadı. Bu yüzden tekrar Bodrum’a dönerek yaklaşık 25 yıl orada yaşadı.
Bodrum'un Antik Çağ'daki adı olan Halikarnas'ı mahlas olarak benimseyen Cevat Şakir, Bodrum'da balıkçılık dâhil çeşitli işlerde çalıştı. İlk evliliği Agniesia adındaki İtalyan bir kadınlaydı ve Mutarra isminde bir kız çocukları oldu. Edebiyat sahasına giren eserlerinin büyük bir kısmını da Bodrum'da yazdı. İkinci evliliğini dayısının kızı Hamdiye, üçüncü evliliğini Hatice Hanım'la yapan Cevat Şakir'in üç evliliğinden beş çocuğu oldu. Çocukları ortaöğrenim çağına geldiğinde, o yıllarda kasabada ortaokul olmadığı için ailesini İzmir’e taşıdı. Geçimini yazarlık ve turist rehberliği yaparak sağladı, ayrıca rehberlik kurslarında ders verdi. 13 Ekim 1973’te İzmir’de kemik kanseri nedeniyle hayatını kaybetti ve vasiyeti üzerine Bodrum’a defnedildi. Kabri Bodrum-Gümbet'teki Türbe Tepesi'nde manevi oğlu Şadan Gökovalı ile seçtiği yerde küçük bir müzesi ile birlikte "Halikarnas Balıkçısı Müzesi" adı altında bulunmaktadır.
Halikarnas Balıkçısı, özellikle denizcilik, mitoloji, turizm ve edebiyat alanlarında birçok kuşağı etkileyerek öncü bir rol oynamıştır. Düşünceleriyle Mavi Anadolu fikrinin gelişmesine katkı sağlamış ve arkeolojiye olan ilgiyi artırmıştır.
Edebi hayatı.
1926'dan sonra deniz hikâyeleriyle tanındı. Konularını Ege Bölgesi ve Akdeniz Bölgesi kıyı ve açıklarında gelişen, denize bağlı olaylardan çıkardı. İçinde yaşadığı, en küçük ayrıntılarına kadar bildiği "hür ve asi denizi", kaderleri denizin elinde olan balıkçıları, dalgıçları, sünger avcılarını ve gemileri zengin bir terim ve mitologya hazinesinden güçlenerek, denize karşı sonsuz bir hayranlıktan gelen şiirli, yer yer aksayan, ama sürükleyip götüren bir anlatımla hikâye ve romana geçirdi.
Yazı ve düşünceleriyle Azra Erhat gibi döneminin önemli aydınlarını etkilemiş bir kişi olarak, çeşitli dillerden yüz kadar da kitap çevirmiş olan ve kendi eserlerinin sonraki baskıları yapılagelen Halikarnas Balıkçısı'na Kültür Bakanlığınca 1971 Devlet Kültür Armağanı verilmiştir.
Bodrum'da yaşadığı dönemde arkadaşları ile ilk Mavi Yolculuk fikrini ve uygulamasını gerçekleştirmişlerdir. Bu mavi yolculuklarda yanlarına aldıkları şeyler: Peynir, su, İstanköy peksimeti, tütün ve rakı idi. Mavi Yolculuk'ta gazete okumaz, radyo dinlemezlerdi. Amaç dünyadan kaçmak ve medeniyetten uzak olarak kafayı dinlemektir. Haftalarca denizde kalınır sadece acil ihtiyaçları temin etmek için karaya çıkılırdı. Oysaki bugün yapılan mavi yolculuklarda her türlü lüks mevcuttur. Bu yolculuklar yazarın edebî eserlerini de büyük oranda etkilemiştir.
Geniş bibliyografyası "Yeni Yayınlar" dergisinin Ekim 1974 sayısındadır.
Kızı İsmet Kabaağaçlı Noonan (1930-2020), oğulları Dr. Sina Kabaağaç(1924-1997) ve Suat Kabaağaçlı(1934-2009) 'dır.
Anısına.
17 Nisan 2015 tarihinde 125. yaşgünü nedeniyle Google tarafından özel bir doodle hazırlandı.
Popüler kültürdeki yeri.
2024 yılında NOW'da gençlik döneminin yer aldığı "" dizisinde Cem Yiğit Üzümoğlu tarafından canlandırılmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=4999",
"len_data": 6235,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.31
}
|
İngiltere ( ), Birleşik Krallık'ı meydana getiren dört ülkeden biridir. Ülke, kabaca %62'sini kapladığı Büyük Britanya adasında ve 100'den fazla küçük bitişik adada yer almaktadır. Kuzeyde İskoçya ve batıda Galler ile kara sınırı bulunmaktadır ve doğuda Kuzey Denizi, güneyde Manş Denizi, güneybatıda Kelt Denizi ve batıda İrlanda Denizi ile çevrilidir. Kıta Avrupası güneydoğuda, İrlanda ise batıda yer alır. Başkenti ve en büyük şehri Londra'dır.
İngiltere'nin arazisi, özellikle orta ve güneyde, esas olarak alçak tepeler ve ovalardan oluşur. Yüksek ve engebeli araziler çoğunlukla Dartmoor, Göller Bölgesi, Pennine Dağları ve Shropshire Tepeleri dahil olmak üzere kuzeyde ve batıda yer alır. İngiltere'nin 56,3 milyonluk nüfusu, Birleşik Krallık nüfusunun %84'ünü oluşturur ve nüfus büyük ölçüde Londra, Güney Doğu ve her biri 19. yüzyılda büyük sanayi bölgeleri olarak gelişen Midlands, Kuzey Batı, Kuzey Doğu ve Yorkshire'daki kentsel alanlarda yoğunlaşmıştır. Ülkenin başkenti olan Londra, 2021 yılı itibarıyla 14,2 milyon nüfusu ile Birleşik Krallık'ın en büyük metropoliten alanıdır.
Günümüzde İngiltere olarak adlandırılan bölge, ilk olarak Üst Paleolitik dönemde modern insanlar tarafından iskân edilmeye başlansa da adını, 5 ve 6. yüzyıllarda bölgeye Angeln Yarımadası'ndan yerleşen Cermen kökenli Angluslardan almıştır. İngiltere, 10. yüzyılda birleşik bir devlet hâline geldi ve 15. yüzyılda başlayan Keşifler Çağı'ndan bu yana dünya genelinde geniş bir kültürel ve yasal etkiye sahip olmaya başladı. 1535'ten sonra Galler'i de kapsayan İngiltere Krallığı, 1707 Birlik Yasaları'nın yürürlüğe girmesiyle 1 Mayıs 1707'de ayrı bir egemen devlet olmaktan çıktı. Bunun sonucunda İskoçya Krallığı'nın da dahil olduğu Büyük Britanya Krallığı kuruldu.
İngiltere, İngilizcenin, diğer birçok ülkenin ortak hukuk sistemlerinin temelini oluşturan İngiliz hukuk sisteminin, futbol ve İngiltere Kilisesi dahil olmak üzere dünya çapında bilinen birçok ihracatın kökenidir; parlamenter hükûmet sistemi diğer ülkeler tarafından geniş çapta benimsenmiştir. Ülkenin toplumunu dünyanın ilk sanayileşmiş ulusuna dönüştüren Sanayi Devrimi de yine burada gerçekleşmiştir.
Etimoloji.
"England" adı, "Anglusların ülkesi" anlamına gelen Eski İngilizce 'Englaland’ kelimesinden türetilmiştir. Angluslar, Erken Orta Çağ'da Baltık Denizi'nin Kiel Körfezi bölgesindeki (günümüz Almanya'nın Schleswig-Holstein eyaleti) Angeln Yarımadası'ndan Büyük Britanya'ya yerleşen Cermen kabilelerinden biriydi. Terimin "Engla londe" olarak kaydedilen en eski kullanımı, 9. yüzyılın sonlarında Bede'nin "İngiliz Halkının Kilise Tarihi" adlı eserinin Eski İngilizceye çevirisindedir. Terim daha sonra "İngilizlerin yaşadığı topraklar" anlamında kullanıldı ve günümüzde güneydoğu İskoçya'da bulunan ancak o zamanlar Northumbria İngiliz krallığının bir parçası olan İngiliz halkını da kapsıyordu. "Anglosakson Kroniği", 1086 tarihli Domesday Kitabı'nın tüm İngiltere'yi, yani İngiliz krallığını kapsadığını kaydederken, birkaç yıl sonra Chronicle, Kral III. Máel Coluim'ün "İskoçya'dan İngiltere'deki Lothian'a" gittiğini ve dolayısıyla onu daha eski anlamda kullandığını belirtti.
Angluslara ilişkin kanıtlanmış en eski referans, Latince Anglii kelimesinin kullanıldığı Tacitus'un 1. yüzyılda yazdığı "Germania" adlı eserinde yer alır. Kabile adının etimolojisi bilim adamları tarafından tartışılmaktadır; Angeln yarımadasının köşeli şekline ithafen "angular" sözcüğünden türediği öne sürüldü. Saksonlar gibi diğerlerinden daha az öneme sahip bir kabilenin adından türetilen bir terimin nasıl ve neden tüm ülke için kullanıldığı bilinmemektedir, ancak bunun Britanya'da Angli Saksonlar veya İngiliz Saksonları Almanya'daki Eski Saksonya'nın kıta Saksonlarından (Eald-Seaxe) ayırmak için kullanılan bir hitap etme geleneğiyle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. İskoççada, Sakson kabilesi İngiltere ("Sasunn") kelimesine kendi adını vermiştir; benzer şekilde İngilizcenin Galce adı da "Saesneg"'dir. İngiltere için romantik bir isim olan "Loegria", İngiltere için Galce kelimesi olan "Lloegr" ile akrabadır ve Kral Arthur efsanesinde kullanımıyla popüler hale gelmiştir. "Albion", orijinal anlamı bir bütün olarak Britanya adası olmasına rağmen, daha şiirsel bir anlamda İngiltere için de kullanılır. Ülkeyi tanımlamak için Türkçede kullanılan "İngiltere" sözcüğü ise İtalyancadaki "Inghilterra" ve Fransızcadaki "Angleterre" adlandırmalarına dayanmaktadır. "Terra"; toprak, arazi anlamlarına gelmektedir.
İngiltere adı günümüzde yaygın olarak uluslararası medyada ve zaman zaman da resmî düzeyde Birleşik Krallık veya Büyük Britanya anlamında kullanılır. İngiltere kavramının siyasi, ekonomik ve kültürel efsanesi yaşamakla birlikte; kendi yerel hükûmetleri olan İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda'nın aksine günümüzde İngiltere isimli bir siyasi oluşum veya hükûmet bulunmamaktadır.
Tarihçe.
Tarih öncesi ve Antik Çağ.
İngiltere'deki insan varlığının bilinen en eski kanıtı, yaklaşık 780.000 yıl öncesine tarihlenen "Homo antecessor" olarak kabul edilir.. İngiltere'de keşfedilen en eski proto-insan kemikleri 500.000 yıl öncesine aittir. Üst Paleolitik dönemde modern insanların bölgede yaşadığı bilinse de kalıcı yerleşimler yalnızca son 6000 yıl içinde kuruldu. Son Buzul Çağı'ndan sonra insanların çekilmesiyle bölgede yalnızca mamut, bizon ve yünlü gergedan gibi büyük memeliler yaşamaya devam etti. Yaklaşık 11.000 yıl önce buz tabakaları çekilmeye başladığında insanlar bölgeye yeniden yerleşmeye başladı; genetik araştırmalar bunların İber Yarımadası'nın kuzey kesiminden geldiklerini göstermektedir. Deniz seviyesi günümüze göre daha düşüktü ve İngiltere kara köprüsüyle İrlanda ve Avrasya'ya bağlanıyordu. İngiltere, denizlerin yükselmesiyle 10.000 yıl önce İrlanda'dan, 8000 yıl önce de Avrasya'dan ayrıldı.
Çan biçimli çömlek kültürü, MÖ 2500 civarında geldi ve bu döneme ait kilden yapılmış içecek ve yiyecek kaplarının yanı sıra bakır cevherlerini eritmek için indirgeme kapları olarak kullanılan kaplar da keşfedildi. Stonehenge ve Avebury gibi önemli Neolitik anıtlar bu dönemde inşa edildi. Bu kültürün insanları bölgede bol miktarda bulunan kalay ve bakırı birlikte ısıtarak bronz ürettiler, daha sonra da demir cevherinden demir elde ettiler. Demir eritme tekniğinin gelişmesi, daha iyi sabanların yapımına, tarımın ilerlemesine (örneğin Kelt tarlalarında) ve daha etkili silahların üretilmesine olanak sağladı.
Demir Çağı'nda Hallstatt ve La Tène kültürlerinden türeyen Kelt kültürü Orta Avrupa'dan geldi. Britonca bu süre içinde konuşulan dil haline geldi. Toplum kabileseldi; Batlamyus'un "Coğrafya El Kitabı" eserine göre bölgede 20 civarında kabile bulunmaktaydı. İmparatorluğun sınırındaki diğer bölgeler gibi Britanya da uzun süredir Romalılarla ticari bağlantılardan yararlanıyordu. Roma Cumhuriyeti diktatörü Jül Sezar, MÖ 55'te iki kez istila girişiminde bulundu; büyük ölçüde başarısız olmasına rağmen Trinovanteler'den bağımsız bir krallık kurmayı başardı.
Romalılar MS 43'te İmparator Claudius'un hükümdarlığı sırasında Britanya'yı işgal ettiler, ardından Britanya'nın çoğunu fethettiler ve bölge Britannia eyaleti olarak Roma İmparatorluğu'na dahil edildi. Direnmeye çalışan yerli kabilelerin en bilineni, Caratacus'un liderliğindeki Catuvellaunilerdi. Daha sonra Iceni Kraliçesi Boudica'nın önderlik ettiği ayaklanma, Boudica'nın Watling Yolu Muharebesi'ndeki yenilgisinin ardından intihar etmesiyle sona erdi. Bu çağda, Roma hukuku, Roma mimarisi, su kemerleri, kanalizasyonlar, birçok tarımsal ürün ve ipeğin tanıtılmasıyla bir Greko-Romen kültürünün hakim olduğu görüldü. MS 3. yüzyılda İmparator Septimius Severus, Konstantin'in bir yüzyıl sonra imparator ilan edildiği bugünkü York kenti olan Eboracum’da yaşamını yitirdi. Hristiyanlığın Britanya’ya ilk kez bu dönemde girdiği düşünülmektedir. Bazı geleneklere göre, Hristiyanlık Glastonbury ile ilişkilendirilerek Aramatyalı Yusuf aracılığıyla tanıtılmıştır. Diğer anlatımlar ise, bu dinin Britanya’ya Kral Lucius aracılığıyla ulaştığını öne sürmektedir. MS 410'a gelindiğinde, Roma İmparatorluğu'nun gerilemesiyle Romalılar, kıta Avrupası'ndaki sınırlarını savunmak için adayı terk etmeye başladılar.
Orta Çağ.
Roma ordusunun geri çekilmesi, Britanya'yı, Kuzeybatı Kıta Avrupası'ndan gelen Saksonlar, Angluslar, Jütler ve Frizler gibi pagan, denizci savaşçıların işgaline açık bıraktı. Bu gruplar daha sonra 5. ve 6. yüzyıllar boyunca artan sayılarda, başlangıçta ülkenin doğu kesimine yerleşmeye başladı. İlerlemeleri, Britonların Badon Dağı Muharebesi'ndeki zaferinden sonra birkaç on yıl boyunca durduruldu ancak daha sonra Britanya'nın verimli ovalarını aşarak ve Briton kontrolü altındaki alanı batıdaki daha engebeli ülkede bir dizi ayrı yerleşim bölgesine indirerek 6. yüzyılın sonuna kadar yeniden devam etti. Bu dönemi anlatan çağdaş metinlerin son derece az olması, bu dönemin Karanlık Çağ olarak tanımlanmasına yol açmaktadır. Sonuç olarak, Britanya'daki Anglosakson yerleşiminin ayrıntıları önemli ölçüde anlaşmazlığa konu olmaktadır. Fethedilen bölgelerde Roma egemenliğindeki Hristiyanlığın yerini genel olarak Anglosakson paganizmi almıştı ancak MS 597'den itibaren Augustine liderliğindeki Romalı misyonerler tarafından yeniden tanıtıldı.
7. yüzyılda bu bölgeler Northumbria, Mercia, Wessex, Doğu Anglia, Essex, Kent ve Sussex Krallığı dahil olmak üzere güney ve orta Britanya'da yedi krallık olarak bilinen çeşitli Anglosakson krallıkları ortaya çıktı. Northumbria ve Mercia erken dönemde en baskın güçlerdi. 9. yüzyılın sonlarında kuzey ve doğudaki Viking fetihleri ve Danelaw'un dayatılmasının ardından, Büyük Alfred hükümdarlığında Wessex, ayakta kalan tek İngiliz krallığı olarak kaldı. İngiltere'nin siyasi birliği ilk kez MS 927'de oğlu Æthelstan yönetiminde sağlandı ve 953'te Eadred'in Vikingleri yenmesinden sonra kesin olarak tesis edildi. 10. yüzyılın sonlarından itibaren yeni bir İskandinav saldırıları dalgası, bu birleşik krallığın 1013'te Çatalsakal Sweyn tarafından fethedilmesiyle sona erdi. 1016'da yine oğlu Knut tarafından Danimarka ve Norveç'in de dahil olduğu kısa ömürlü bir Kuzey Denizi İmparatorluğu'nun merkezi haline getirildi. Ancak yerli kraliyet hanedanı, 1042'de Günah Çıkartıcı Edward'ın tahta çıkmasıyla yeniden kuruldu.
Edward'ın verasetiyle ilgili bir anlaşmazlık, Eylül 1066'da Kuzey'deki York yakınlarında başarısız bir Norveç istila girişimine ve Ekim 1066'da, Normandiya dükü William liderliğindeki bir ordunun Eylül 1066'nın sonlarında Hastings'i işgal etmesiyle gerçekleştirilen başarılı bir Norman işgaline yol açtı. Normanlar, İskandinavya kökenliydi ve 9. yüzyılın sonlarında ve 10. yüzyılın başlarında Normandiya'ya yerleşmişlerdi. Bu fetih, İngiliz seçkinlerinin neredeyse tamamen mülksüzleştirilmesine ve onun yerine, konuşmaları İngilizce üzerinde derin ve kalıcı bir etkiye sahip olan, Fransızca konuşan yeni bir aristokrasinin gelmesine yol açtı.
Daha sonra Anjou'lu Plantagenet Hanedanı, II. Henry yönetimindeki İngiliz tahtını devraldı ve ailenin Fransa'da Akitanya Dükalığı da dahil olmak üzere miras aldığı filizlenen Angevin İmparatorluğu'na İngiltere'yi ekledi. I. Richard, I. Edward, III. Edward ve V. Henry gibi hükümdarların altında üç yüzyıl boyunca hüküm sürdüler. Bu dönemde hükümdarın yetkilerini kanunla sınırlandığı ve özgür insanların ayrıcalıklarının koruduğu bir İngiliz yasal tüzüğü olan Magna Carta'nın imzalanması da dahil olmak üzere önemli değişiklikler görüldü. Filozoflar aracılığı ile Katolik manastır sistemi gelişti ve Oxford ve Cambridge üniversiteleri kraliyet himayesiyle kuruldu. Galler Prensliği 13. yüzyılda Plantagenet tımarı haline geldi ve İrlanda Lordluğu Papa tarafından İngiliz monarşisine verildi.
14. yüzyılda Plantagenet'ler ve Valois Hanedanı, Capet Hanedanı ve Fransa'nın meşru talipleri olduklarını iddia etmesi sonucunda iki güç arasında Yüz Yıl Savaşları meydana geldi. Kara Ölüm salgını, 1348'den başlayarak sonunda İngiltere nüfusunun yarısının kaybedilmesine neden oldu. 1453 ile 1487 yılları arasında, kraliyet ailesinin iki kolu olan Yorklular ve Lancasterlılar arasında Güller Savaşı olarak bilinen bir iç savaş yaşandı. Bu savaş, sonunda Yorkluların tahtı Bosworth Muharebesi'nde zafer kazanan Henry Tudor liderliğindeki Lancasterlıların bir kolu olarak bilinen Galli soylu bir aile olan Tudorlara kaptırmasına yol açtı.
Erken Modern Çağ.
Tudor Dönemi'nde İngiltere'de denizcilik gelişmeye başladı ve Keşif Çağı'nda keşifler yoğunlaştı. VIII. Henry, boşanmasıyla ilgili sorunlar nedeniyle, 1534'te İngiltere Kilisesi'nin hükümdarı kilisenin başı ilan eden Üstünlük Kanunları uyarınca Katolik Kilisesi ile olan iletişiminden koptu. Avrupa Protestanlığının çoğunun aksine, bölünmenin kökleri teolojik olmaktan çok politikti. Ayrıca 1535-1542 kanunlarıyla atalarının toprakları Galler'i yasal olarak İngiltere Krallığı'na dahil etti. Henry'nin kızları I. Mary ve I. Elizabeth'in hükümdarlıkları sırasında iç dini çatışmalar yaşandı. I. Mary ülkeyi tekrar Katolikliğe geri götürürken I. Elizabeth ise Anglikanizmin üstünlüğünü güçlü bir şekilde öne sürerek tekrar Katoliklikten ayrıldı. Tudor Dönemi'nde I. Elizabeth'in saltanatını kapsayan Elizabeth Dönemi, genellikle İngiliz Rönesansı'nın zirvesini temsil eden ve büyük sanatın, dramanın, şiirin, müziğin ve edebiyatın geliştiği İngiltere tarihinin altın çağı olarak kabul edilir. Bu dönemde İngiltere merkezi, iyi organize edilmiş ve etkili bir hükûmete sahipti.
Amerika kıtasındaki ilk İngiliz kolonisi 1585 yılında kaşif Walter Raleigh tarafından Virginia'da kuruldu. 1588 yılında Lord Howard komutasındaki İngiliz filosu, İngiltere'yi işgal etmek ve Katolik monarşisini yeniden kurmak isteyen bir İspanyol Armadası'nı geri püskürtüldü. İngiltere, bu dönemde İspanyolların yanı sıra Doğu Hindistan Şirketi ile Doğu'da Hollandalılar ve Fransızlarla da rekabet ediyordu. Adanın siyasi yapısı, 1603 yılında İngiliz çıkarlarına uzun süredir rakip olan İskoçya kralı VI. James'in I. James adıyla İngiltere tahtını devralmasıyla değişti ve böylece kişisel bir birlik oluştu. I. James, kendisini Büyük Britanya kralı ilan etse de bunun İngiliz hukukunda hiçbir temeli yoktu.
Çatışan siyasi, dini ve sosyal konumlara dayanan İngiliz İç Savaşı, parlamentoyu destekleyenler ile halk arasında sırasıyla Roundheads ve Cavaliers olarak bilinen Kral I. Charles'ın destekçileri arasında gerçekleşti. Bu, İskoçya ve İrlanda'yı kapsayan daha geniş, çok yönlü Üç Krallık Savaşları'nın iç içe geçmiş bir parçasıydı. Savaşın sonunda parlamenterler galip geldi, I. Charles idam edildi ve krallığın yerini İngiltere Topluluğu aldı. Parlamento güçlerinin lideri Oliver Cromwell, 1653'te kendisini Lord Protektör ilan etti ve bunu bir kişisel yönetim dönemi izledi. Cromwell'in ölümü ve oğlu Richard'ın Lord Protektör görevinden istifasının ardından, II. Charles, 1660 yılında Restorasyon adı verilen bir hareketle hükümdar olarak geri dönmeye davet edildi. Artık anayasal olarak kral ve parlamentonun birlikte yönetmesi gerektiği belirlenmişti ancak pratikte bu durum bir sonraki yüzyıla kadar tam olarak sağlamlaştırılmadı. 1660 yılında Kraliyet Cemiyeti'nin kurulmasıyla bilim büyük ölçüde teşvik edildi.
1666'da meydana gelen Büyük Londra Yangını Londra'yı tamamen yok etti, ancak Christopher Wren'in planıyla yeniden inşa edildi. 17. yüzyılın ortalarından sonlarına doğru Toryler ve Whigler olmak üzere iki siyasi grup ortaya çıktı. Toryler başlangıçta Katolik Kral II. James'i desteklese de, 1688 Muhteşem Devrim sırasında Whiglerle birlikte bazıları Hollanda Prensi Orange William'ı James'i yenmeye ve kral olmaya davet etti. Özellikle kuzeydeki bazı İngilizler Jakobittiler ve James ve oğullarını desteklemeye devam ettiler. İngiltere ve İskoçya parlamentoları anlaşmaya vardıktan sonra iki ülke, 1707'de Büyük Britanya Krallığı'nı oluşturmak için siyasi birliğe katıldı. Birliğe uyum sağlamak için her birinin hukuk ve ulusal kiliseleri gibi kurumları ayrı kaldı.
Geç Modern Çağ ve günümüz.
Yeni kurulan Büyük Britanya Krallığı altında, Kraliyet Cemiyeti ve diğer İngiliz girişimlerinden elde edilen çıktılar, bilim ve mühendislikte yenilikler yaratmak için İskoç Aydınlanması ile birleştirilirken, Kraliyet Donanması tarafından korunan Britanya denizaşırı ticaretindeki muazzam büyüme, Britanya İmparatorluğu'nın kuruluşun yolunu açtı. Ülke içinde, İngiltere'nin sosyoekonomik ve kültürel koşullarında derin bir değişim dönemi olan Sanayi Devrimi'ni tetikledi; bu, sanayileşmiş tarım, imalat, mühendislik ve madenciliğin yanı sıra bunların genişlemesini ve gelişmesini kolaylaştıracak yeni ve öncü karayolu, demiryolu ve su ağlarının ortaya çıkmasını sağladı. Kuzeybatı İngiltere'deki Bridgewater Kanalı'nın 1761'de açılması Britanya'da kanal çağını başlattı. 1825'te de dünyanın ilk kalıcı buharlı lokomotifle çekilen yolcu demiryolu olan Stockton ve Darlington demiryolu açıldı.
Sanayi Devrimi sırasında pek çok işçi fabrikalarda çalışmak üzere İngiltere'nin kırsal kesimlerinden yeni ve genişleyen kentsel sanayi bölgelerine, örneğin Birmingham ile dünyanın ilk sanayi şehri olan Manchester'a taşındı. İngiltere, III. George ve Genç William Pitt yönetiminde Fransız Devrimi boyunca göreceli istikrarı korudu. Napolyon Savaşları sırasında Napolyon İngiltere'yi güneydoğudan istila etme girişiminde bulunduysa da Napolyon kuvvetleri denizde Horatio Nelson ve karada Arthur Wellesley tarafından Britanya kuvvetleri tarafından mağlup edildi. Trafalgar Muharebesi'ndeki büyük zafer, Britanya'nın 18. yüzyıl boyunca kurduğu deniz üstünlüğünü pekiştirdi. Napolyon Savaşları, Britanyalılık kavramını ve İngilizler, İskoçlar ve Gallilerle paylaşılan birleşik bir ulusal Britanya halkını teşvik etti.
Londra, Viktorya Dönemi'nde dünyanın en büyük ve en kalabalık metropoliten alanı haline geldi ve Britanya İmparatorluğu içindeki ticaretin yanı sıra Britanya ordusunun ve donanmasının konumu da prestijliydi. Teknolojik olarak bu çağ, Birleşik Krallık'ın gücü ve refahının anahtarı olan birçok yeniliğe tanık oldu. Çartistler ve oy hakkı savunucuları gibi radikallerin yurt içinde yarattığı siyasi ajitasyon, yasal reformu ve genel oy hakkını mümkün kıldı. 20. yüzyılın başlarında Doğu Avrupa ve Orta Avrupa'daki güç değişimleri I. Dünya Savaşı'na yol açtı; yüzbinlerce İngiliz asker İtilaf Devletleri'nin bir parçası olarak Büyük Britanya adına savaşırken öldü. 20 yıl sonra, II. Dünya Savaşı'nda Birleşik Krallık yeniden Müttefik Devletler'den biri oldu. Savaş teknolojisindeki gelişmeler, The Blitz sırasında birçok şehrin hava saldırılarından zarar görmesine neden oldu. Savaşın ardından Britanya İmparatorluğu hızlı bir dekolonizasyon deneyimi yaşadı ve teknolojik yeniliklerde hızlanma yaşandı; otomobiller birincil ulaşım aracı haline geldi ve Frank Whittle'ın jet motorunu geliştirmesi daha geniş hava yolculuğuna yol açtı.
20. yüzyıldan bu yana, çoğunlukla Britanya Adaları'nın diğer bölgelerinden, aynı zamanda İngiliz Milletler Topluluğu'ndan, özellikle de Hint alt kıtasından İngiltere'ye önemli bir nüfus hareketi yaşandı. 1970'lerden bu yana imalattan büyük bir uzaklaşma yaşandı ve hizmet sektörüne verilen önem giderek arttı. Birleşik Krallık'ın bir parçası olarak bölge, Avrupa Birliği haline gelen Avrupa Ekonomik Topluluğu adı verilen bir ortak pazar girişimine katıldı. 20. yüzyılın sonlarından bu yana Birleşik Krallık yönetimi İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda'da devredilmiş yönetime doğru ilerledi. İngiltere ve Galler, Birleşik Krallık'ta yargı yetkisi olarak varlığını sürdürmektedir. Yetki devri, daha çok İngilizlere özgü bir kimliğe ve vatanseverliğe daha fazla vurgu yapılmasını teşvik etti. Günümüzde devredilmiş bir İngiliz hükûmeti bulunmamaktadır ancak alt bölge bazında benzer bir sistem oluşturma girişimi referandumla reddedilmiştir.
Coğrafya.
Coğrafi olarak İngiltere, Büyük Britanya adasının orta ve güneydeki üçte ikisini ve ayrıca Isle of Wight ve Scilly Adaları gibi açık deniz adalarını içerir. İngiltere, kuzeyde İskoçya ve Galler ülkeleriyle sınır komşusudur. İngiltere, Avrupa kıtasına anakara Britanya'nın diğer tüm bölgelerinden daha yakındır. İngiltere ve Fransa Folkestone yakınındaki Manş Tüneli ile birbirine bağlı olsa da Fransa'dan deniz mesafesi uzaklıktadır. İngiltere'nin İrlanda Denizi, Kuzey Denizi ve Atlantik Okyanusu'nda da kıyıları bulunmaktadır.
Londra, Liverpool ve Newcastle limanları sırasıyla Thames, Mersey ve Tyne gelgit nehirleri üzerindedir. uzunluğu ile Severn, İngiltere'den geçen en uzun nehirdir. Bristol Kanalı'na boşalır ve 2 m yüksekliğe ulaşabilen Severn Bore (bir gelgit deliği) ile dikkate değerdir. Ancak tamamı İngiltere'de bulunan en uzun nehir uzunluğundaki Thames'tir. İngiltere'de ayrıca pek çok göl bulunmakta olup en büyüğü Lake District'teki Windermere'dir.
İngiltere arazilerinin çoğu alçak tepeler ve ovalardan, kuzey ve batıda ise yüksek ve dağlık arazilerden oluşur. "İngiltere'nin omurgası" olarak bilinen Pennine Dağları, yaklaşık 300 milyon yıl önceki Paleozoyik Çağ sonundan kalma ülkedeki en eski sıradağlardır. Jeolojik bileşimleri diğerlerinin yanı sıra kumtaşı ve kireçtaşı ve ayrıca kömürü içerir. Yorkshire ve Derbyshire bölgeleri gibi kalsit alanlarında karst manzaraları bulunmaktadır. Pennine bölgesi, bölgenin nehirlerinin verimli vadileriyle girintili çıkıntılı yüksek arazilerdeki yüksek kıraç arazilerden oluşur. Yorkshire Dales ve Peak District olmak üzere iki millî park içerirler. İngiltere'nin en yüksek noktası, 978 m ile Lake District'teki Scafell Pike'dır. İngiltere ile İskoçya arasındaki sınırın iki yanında Cheviot Tepeleri yer alır. Arazi türleri arasındaki yaklaşık ayrım çizgisi genellikle Tees-Exe hattı ile gösterilir.
İngiliz Ovaları ülkenin orta ve güney bölgelerinde yer alır ve Cotswold Tepeleri, Chiltern Tepeleri, North Downs ve South Downs dahil olmak üzere yeşil inişli çıkışlı tepelerden oluşur ve denizle buluştukları yerde Dover'ın Beyaz Uçurumları gibi beyaz kaya çıkıntıları oluştururlar. West Country'de, Güneybatı Yarımadası'ndaki Dartmoor ve Exmoor, granitle desteklenen yüksek kıraç arazileri içerir.
İklim.
İngiltere ılıman bir deniz iklimine sahiptir. Ortalama olarak kışın 0 °C'den (32 °F) çok düşük olmayan ve yazın 32 °C'den (90 °F) çok yüksek olmayan sıcaklıklarla karakterizedir. Hava nispeten sık nemli ve değişkendir. Güney Batı'da birkaç küçük subarktik ve daha sıcak alanlar bulunmaktadır. İngiltere'nin kuzeyine doğru iklim soğur ve İngiltere'deki dağların ve yüksek tepelerin çoğu burada yer aldığından bu bölgelerin iklimi üzerinde etkisi bulunmaktadır. En soğuk aylar Ocak ve özellikle İngiltere kıyılarında olmak üzere Şubat iken, Temmuz ise normalde en sıcak aydır. Ilıman ve sıcak havaların olduğu aylar Mayıs, Haziran, Eylül ve Ekim aylarıdır. Yağışlar yıl boyunca oldukça eşit bir şekilde yayılır.
İngiltere'nin iklimi üzerindeki önemli etkiler Atlas Okyanusu'na yakınlığı, kuzey enlemi ve Körfez Akıntısı tarafından denizin ısınmasıdır. Yağışlar batıda daha fazladır ve Lake District'in bazı kısımları ülkenin diğer yerlerine göre daha fazla yağış almaktadır. Hava durumu kayıtları başladığından beri kaydedilen en yüksek sıcaklık 19 Temmuz 2022'de Coningsby'de 40,3 °C (104,5 °F) iken en düşük sıcaklık ise 10 Ocak 1982'de Edgmond'da -26,1 °C (-15,0 °F) idi.
Çevre ve doğa.
İngiltere'nin faunası, çeşitli habitatlarda geniş bir omurgalı ve omurgasız yaşamı yelpazesiyle Britanya Adaları'ndaki diğer bölgelere benzemektedir. Ulusal doğa rezervleri (NNR), ülkedeki yaban hayatı ve doğal özellikler açısından önemli yerler olarak belirlenmiştir. Genellikle nadir türleri veya ulusal düzeyde önemli bitki ve hayvan popülasyonlarını içerirler.
Yaprak döken ormanlık alanlar tüm İngiltere'de yaygındır ve İngiltere'nin yaban hayatının çoğu için harika bir yaşam alanı sağlar, ancak bunlar İngiltere'nin kuzey ve yüksek kesimlerinde yerini aynı zamanda belirli yaban hayatı türlerine de fayda sağlayan iğne yapraklı ormanlara bırakır. Bazı türler, özellikle de kahverengi fareden sonra en başarılı şehir memelisi olan kızıl tilki ve tahtalı güvercin gibi diğer hayvanlar, hem kentsel hem de banliyö bölgelerde gelişerek genişleyen kentsel çevreye uyum sağlamıştır.
Yönetim.
İngiltere, parlamenter sisteme sahip anayasal monarşi olan Birleşik Krallık'ın bir parçasıdır. Birlik Antlaşması'nın şartlarını yürürlüğe koyan 1707 Birlik Yasaları'nın Büyük Britanya Krallığı'nı oluşturmak üzere İngiltere ve İskoçya'yı birleştirdiği 1707'den bu yana İngiltere'de bir hükûmet bulunmamaktadır. Birlikten önce İngiltere, hükümdarı ve İngiltere Parlamentosu tarafından yönetiliyordu. Günümüzde İngiltere doğrudan Birleşik Krallık Parlamentosu tarafından yönetilmektedir, ancak Birleşik Krallık'ın diğer ülkeleri devredilmiş hükûmetlere sahiptir.
Westminster Sarayı'nda bulunan Birleşik Krallık Parlamentosu'nun alt meclisi olan Avam Kamarası'nda, İngiltere'deki toplam 650 seçim bölgesinden 532 milletvekili bulunmaktadır. İngiltere, Muhafazakâr Parti'den 345, İşçi Partisi'nden 179, Liberal Demokratlar'dan yedi, Yeşiller Partisi'nden bir milletvekili ve meclis başkanı ile temsil edilmektedir.
Birleşik Krallık'ın diğer ülkelerinin (İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda) her birinin yerel meseleler için kendi devredilmiş parlamentolarına veya meclislerine sahip olduğu yetki devrinden bu yana, İngiltere'de bunun nasıl dengeleneceği konusunda tartışmalar yaşandı. Başlangıçta İngiltere'nin çeşitli bölgelerinin devredilmesi planlanmıştı ancak teklifin 2004 referandumunda Kuzey Doğu tarafından reddedilmesinin ardından bu gerçekleştirilemedi.
Hukuk.
Yüzyıllar boyunca geliştirilen İngiliz hukuk sistemi, çoğu İngiliz Milletler Topluluğu ülkesinde ve Amerika Birleşik Devletleri'nde (Louisiana hariç) kullanılan ortak hukuk sistemlerinin temelidir. Artık Birleşik Krallık'ın bir parçası olmasına rağmen, İngiltere ve Galler Mahkemeleri'nin hukuk sistemi Birlik Antlaşması uyarınca İskoçya'da kullanılandan ayrı bir hukuk sistemi olarak devam etti. İngiliz hukukunun genel özü, mahkemelerde oturan yargıçlar tarafından, sağduyularını ve içtihat bilgilerini ("stare decisis") önlerindeki gerçeklere uygulayarak yapılmasıdır.
Mahkeme sistemi, Temyiz Mahkemesi, hukuk davaları için Adalet Yüksek Mahkemesi ve ceza davaları için Kraliyet Mahkemesi'nden oluşan İngiltere ve Galler Yüksek Mahkemeleri tarafından yönetilmektedir. Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesi, İngiltere ve Galler'deki ceza ve hukuk davalarına bakan en yüksek mahkemedir. Lordlar Kamarası'nın yargı işlevlerini devralan anayasa değişikliklerinin ardından 2009 yılında kuruldu. Yüksek Mahkemenin bir kararı, hiyerarşideki diğer tüm mahkemeler için bağlayıcıdır ve mahkemeler de bu talimatları takip etmek zorundadır.
İngiltere'de suç oranı 1981-1995 yılları arasında artış gösterirken, 1995-2006 yılları arasında %42 düştü. Hapishane nüfusu aynı dönemde ikiye katlanarak 100.000'de 147 ile Batı Avrupa'daki en yüksek mahkûm oranlarından biri oldu. Adalet Bakanlığı'na bağlı Majestelerinin Cezaevi Servisi, çoğu hapishaneyi yönetmektedir ve Eylül 2022 itibarıyla İngiltere ve Galler'de 81.309 mahkûmu barındırmaktadır. Güvenlik ise esas olarak yerel polis teşkilatları tarafından sağlanmaktadır.
İdari bölümler.
İngiltere'nin idari bölümleri, yerel yönetim amaçları için oluşturulan çeşitli idari kuruluşlar tarafından kontrol edilen dört düzeydeki alt ulusal bölümden oluşur. İngiltere, öncelikli olarak 48 törensel kontluğa ayrılmaktadır. Bunlar öncelikle coğrafi bir referans çerçevesi olarak kullanılır. Bunlardan 38'i Orta Çağ'dan bu yana kademeli olarak gelişmiştir; bunlar 1974'te 51'e ve 1996'da günümüz sayılarına göre yeniden düzenlendi. Her birinin Birleşik Krallık hükümdarını yerel olarak temsil eden bir kraliyet temsilcisi ve yüksek şerifi bulunmaktadır.
Büyük Londra ve Scilly Adaları dışında İngiltere, yerel yönetim olarak 83 metropoliten ve metropoliten olmayan kontluğa ayrılmaktadır. Bu kontluklar yerel yönetim amacıyla kullanılan alanlara karşılık gelir ve tek bir bölgeden oluşabileceği gibi birkaç bölgeye de ayrılabilmektedirler. Bir ilçe, bir törensel kontluğa bağlı olabilir veya bir metropoliten olmayan kontluk içinde bir ilçe kademesi, bir kraliyet veya metropoliten ilçe, semt veya şehir statüsüne sahip olabilir veya üniter bir otorite olabilir. Topluluk düzeyinde ise İngiltere'nin büyük bir kısmı kendi konseyleri olan civil parishlere bölünmüştür.
1994'ten 2010'ların başına kadar İngiltere birkaç amaç doğrultusunda bölgelere bölündü; Londra Bölgesi için 1998 yılında yapılan bir referandumla iki yıl sonra Londra Meclisi kuruldu. Törensel ve idari olarak bölge, Londra Şehri ile Büyük Londra arasında bölünmüş olup Büyük Londra 32 semte ve Londra Şehri ise 25 mahalleye ayrılmaktadır.
Ekonomi.
İngiltere ekonomisi, dünyanın en büyük ve en dinamik ekonomilerinden biridir. Genellikle karma piyasa ekonomisi olarak kabul edilen bu ekonomi, birçok serbest piyasa ilkesini benimsemiş olmasına rağmen gelişmiş bir sosyal refah altyapısını sürdürmektedir.
İngiltere ekonomisi, Birleşik Krallık ekonomisinin en büyük kısmını oluşturmaktadır. İngiltere, kimya ve ilaç sektörlerinde ve başta havacılık ve uzay, savunma ve yazılım endüstrisi olmak üzere önemli teknik endüstrilerde liderdir. Birleşik Krallık'ın ana menkul kıymetler borsası ve Avrupa'nın en büyüğü olan Londra Borsası'na ev sahipliği yapan başkent Londra, İngiltere'nin ve Avrupa'nın en büyük finans merkezi olup 2014 yılı itibarıyla dünyanın da ikinci büyük finans merkezidir. 1694 yılında İngiltere hükûmetine özel bankacı olarak kurulan ve 1946'dan beri devlete ait bir kurum olan İngiltere Bankası, Birleşik Krallık'ın merkez bankasıdır.
İngiltere, Sanayi Devrimi'ni ilk gerçekleştiren ülkedir. İngiltere oldukça sanayileşmiş bir ülkedir, ancak 1970'lerden bu yana geleneksel ağır sanayi ve imalat endüstrilerinde bir düşüş yaşanmakta ve daha çok hizmet sektörü odaklı bir ekonomiye verilen önem giderek artmaktadır. Turizm, her yıl İngiltere'ye milyonlarca ziyaretçi çeken önemli bir sektör haline geldi. Ekonominin ihracat kısmına ilaç, otomotiv, ham petrol ile Kuzey Denizi petrolünün İngiltere'deki kısımlarından elde edilen petrolün yanı sıra uçak motorları ve alkollü içecekler hakimdir. Yaratıcı endüstriler 2005 yılında GSKD'nin %7'sini oluşturdu ve 1997 ile 2005 yılları arasında yılda ortalama %6 oranında büyüdü. Londra aynı zamanda Avrupa'nın en hızlı büyüyen teknoloji merkezi olarak da adlandırılmaktadır.
Tarım, yoğun, yüksek düzeyde mekanize ve Avrupa standartlarına göre verimli olup, işgücünün yalnızca %2'si ile gıda ihtiyacının %60'ını karşılamaktadır. İngiltere önemli bir balıkçılık endüstrisine de sahiptir. Ülke ayrıca kömür, petrol, doğalgaz, kalay ve bakır gibi doğal kaynaklar açısından da zengindir. İngiltere, dünyanın en büyük açık deniz rüzgâr çiftliği olan Hornsea 2'ye ev sahipliği yapmaktadır.
Bilim ve teknoloji.
İngiltere, 17. yüzyıldan itibaren Bilimsel Devrim'in önde gelen merkezlerinden biriydi. Sanayi Devrimi'nin doğduğu yer olan İngiltere, 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarında birçok önemli mucit çıkardı. Bilim ve matematik alanından önde gelen İngiliz isimler arasında Isaac Newton, Michael Faraday, Robert Hooke, Robert Boyle, Joseph Priestley, J. J. Thomson, Charles Babbage, Charles Darwin, Stephen Hawking, Christopher Wren, John Dalton, Alan Turing, Francis Crick, Joseph Lister, Tim Berners-Lee, Paul Dirac, Andrew Wiles, Thomas Young ve Richard Dawkins yer almaktadır.
Ünlü İngiliz mühendisler arasında toplu taşıma ve günümüz mühendisliğinde devrim yaratan Great Western Railway, bir dizi ünlü vapur ve çok sayıda önemli köprünün yaratılmasıyla tanınan Isambard Kingdom Brunel bulunmaktadır. Thomas Newcomen'in buhar makinesi Sanayi Devrimi'nin ortaya çıkmasına yardımcı oldu. Edward Jenner'ın çiçek aşısının "kayıtlı tarihin başlangıcından bu yana insanlığın tüm savaşlarında kaybedilenlerden daha fazla hayat kurtardığı" söylenmektedir.
İngilizlerin icatları ve keşifleri arasında jet motoru; ilk endüstriyel iplik makinası; ilk bilgisayar ve ilk modern bilgisayar; HTML ile birlikte World Wide Web; ilk başarılı insan kanı nakli; motorlu elektrikli süpürge; çim biçme makinesi; emniyet kemeri; hava yastıklı tekne; elektrik motoru; buhar makinesi; ve Darwin'in evrim teorisi ve Dalton'un atom teorisi gibi teoriler bulunmaktadır. Newton, evrensel çekim fikirlerini, Newton mekaniğini ve kalkülüsü geliştirdi; Robert Hooke ise kendi adını taşıyan esneklik yasasını geliştirdi. Diğer icatlar arasında demir levha demiryolu, termosifon, kırma taşlı asfalt, lastik bant, fare kapanı, "kedi gözü" yol işareti, elektrik lambasının ortak gelişimi, buharlı lokomotifler, modern ekim mibzeri ve hassas mühendislikte kullanılan birçok modern teknik ve teknoloji yer almaktadır. Bazı uzmanlar, metrik sistemin en eski konseptinin 1668'de John Wilkins tarafından icat edildiğini iddia etmektedir.
Birleşik Krallık'ın ulusal bilimler akademisi olan Royal Society, 28 Kasım 1660'da kurulan dünyanın en eski ulusal bilim kurumudur. Cambridge, dünyadaki bilim ve teknolojiye yönelik en yoğun araştırma kümelerinden biridir.
Ulaşım.
İngiltere yoğun ve modern bir ulaşım altyapısına sahiptir. İngiltere'de pek çok otoyolun yanı sıra İngiltere'nin doğusundan Londra'dan Newcastle'a ve oradan da İskoçya sınırına kadar uzanan A1 karayolu gibi birçok ana yol bulunmaktadır. İngiltere'deki en uzun otoyol, Rugby'den Kuzey Batı'ya ve İskoçya sınırına kadar uzanan, uzunluğundaki M6'dır. Londra'dan Leeds'e giden M1, Londra'yı çevreleyen M25, Manchester'ı çevreleyen M60, Londra'dan Güney Galler'e M4, Liverpool'dan Manchester üzerinden Doğu Yorkshire'a M62 ve Birmingham'dan Bristol ve güneybatıya uzanan M5 otoyolları ise diğer önemli yol güzergahlarıdır.
Ülke genelinde otobüs taşımacılığı yaygın olup birçok şirket tarafından işletilmektedir. Londra'nın otobüs ağı, hafta içi her gün altı milyon yolcu ile dünyanın en kapsamlı ve Avrupa'nın en büyük otobüs ağlarından biridir. Londra (Londra metrosu) ve Newcastle (Tyne ve Wear metrosu) olmak üzere İngiltere'de iki kentte metro ağı bulunmaktadır. Manchester (Manchester Metrolink), Sheffield (South Yorkshire Supertram), Birmingham (West Midlands Metro), Nottingham (Nottingham Express Transit) ve Güney Londra (Tramlink) gibi kentlerde birçok kapsamlı tramvay ağı bulunmaktadır.
İngiltere'deki demiryolu taşımacılığı dünyanın en eskisi olup yolcu demiryolları 1825'te İngiltere'de ortaya çıkmıştır. Britanya'nın demiryolu ağının büyük kısmı İngiltere'de bulunmaktadır ve ülkeyi oldukça geniş bir şekilde kapsamaktadır. 1994 yılında tamamlanan Manş Tüneli adlı deniz altı demiryolu bağlantısı aracılığıyla Fransa ve Belçika'ya demiryolu ulaşımı erişimi mevcuttur. Londra'yı, Midlands, Kuzey İngiltere ve İskoçya'ya bağlayacak yeni bir yüksek hızlı kuzey-güney demiryolu hattı olan High Speed 2, yapım aşamasındadır.
İngiltere'nin ayrıca kapsamlı yurt içi ve uluslararası havacılık bağlantıları bulunmaktadır. En büyük havalimanı, uluslararası yolcu sayısına göre ölçülen dünyanın en yoğun ikinci havalimanı olan Heathrow Havalimanı'dır. Deniz yoluyla, Liverpool'dan İrlanda'ya ve Man Adası'na ve Hull'dan Hollanda ve Belçika'ya kadar hem yerel hem de uluslararası feribot taşımacılığı mevcuttur. İngiltere'de yaklaşık gemi ulaşımına elverişli su yolu bulunmaktadır, ancak nehir taşımacılığı çok sınırlıdır. Thames Nehri, İngiltere'nin en büyük su yoludur; ithalat ve ihracat, Birleşik Krallık'ın üç büyük limanından biri olan Thames Halici'ndeki Tilbury Limanı'nda yoğunlaşmıştır.
Demografi.
56 milyondan fazla nüfusuyla İngiltere, Birleşik Krallık'ın en yüksek nüfuslu ülkesidir ve toplam nüfusun %84'ünü oluşturur. Bir birim olarak ele alındığında ve uluslararası devletlerle karşılaştırıldığında İngiltere, nüfus bakımından dünyanın 26. büyük ülkesi haline gelmektedir.
İngilizler, Britanya halkının bir parçasıdır. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Avustralya, Güney Afrika ve Yeni Zelanda olmak üzere Britanya İmparatorluğu'nun eski bölgelerinde bir İngiliz diasporası vardır. 1990'ların sonlarından bu yana birçok İngiliz İspanya'ya göç etti. Özellikle Güney Doğu İngiltere'nin ekonomik refahı nedeniyle, Birleşik Krallık'ın diğer bölgelerinden çok sayıda ekonomik göçmen almıştır. Önemli bir İrlandalı göçü de yaşandı. Almanlar ve Polonyalılar da dahil olmak üzere etnik olarak Avrupalı sakinlerin oranı %87,50'dir. 1950'lerden bu yana çok daha uzaklardan eski Britanya kolonilerinden gelen başka insanlar da bulunmaktadır. Özellikle İngiltere'de yaşayan insanların %6'sının aile kökenleri çoğunlukla Hindistan, Pakistan ve Bangladeş olmak üzere Hint alt kıtasından gelmektedir. Yaklaşık %0,7'si Çinlidir. Nüfusun %2,90'ı Afrika ve Karayipler'den, özellikle de eski Britanya kolonilerinden gelen siyahlardan oluşmaktadır. 2007'de İngiltere'de ilkokul çağındaki çocukların %22'si etnik azınlık ailelerinden geliyordu; 2011'de bu oran %26,5'ti. 1991 ile 2001 yılları arasındaki nüfus artışının yaklaşık yarısı göçten kaynaklanmıştır.
İngiltere'de, Birleşik Krallık hükûmeti tarafından Kernevekler de 2014 yılında Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesi kapsamında yerli ulusal azınlık olarak kabul edilmektedirler.
Büyük Londra yerleşim bölgesi, İngiltere'nin açık ara en büyük kentsel alanı ve dünyanın en işlek şehirlerinden biri olup küresel bir şehir olarak kabul edilir. Manchester, Birmingham, Leeds, Liverpool, Newcastle, Sheffield, Bristol, Coventry, Leicester, Nottingham ve Hull gibi diğer önemli büyüklükte ve nüfuza sahip diğer kentsel alanlar genellikle kuzey İngiltere'de veya Midlands'da yer almaktadır. İngiltere'de nüfus büyüklüğü şehir statüsü için bir ön koşul olmayıp, geleneksel olarak bu statü, piskoposluk katedrallerinin bulunduğu kentlere veriliyordu.
Din.
2011 nüfus sayımında İngiltere nüfusunun %59,4'ü dininin Hristiyan olduğunu, %24,7'si herhangi bir dini olmadığını, %5'i Müslüman olduğunu, %3,7'si diğer dinlere mensup olduğunu açıklarken, %7,2'si ise dinini belirtmemiştir. Hristiyanlık İngiltere'de en yaygın olarak uygulanan dindir. İngiltere'nin yerleşik kilisesi, 1530'larda VIII. Henry'nin Catherine ile evliliğini iptal edememesi üzerine Roma ile olan ilişkisini bırakan İngiltere Kilisesi'dir. Kilise kendisini hem Katolik hem de Protestan olarak görmektedir.
Yüksek Kilise ve Aşağı Kilise gelenekleri vardır ve bazı Anglikanlar kendilerini Traktaryan Hareketi'ni takip eden Anglokatolikler olarak görürler. Birleşik Krallık hükümdarı, yaklaşık 26 milyon vaftiz edilmiş üyesi olan (bunların büyük çoğunluğu kiliseye düzenli olarak gitmeyen) İngiltere Kilisesi'nin yüksek valisidir. Canterbury başpiskoposunun dünya çapındaki sembolik başkanı olarak görev yaptığı Anglikan Komünyonu'nun bir parçasını oluşturur. Westminster Abbey, York Katedrali, Durham Katedrali ve Salisbury Katedrali gibi birçok katedral ve bölge kilisesi, önemli mimari öneme sahip tarihi yapılardır.
İkinci büyük Hristiyan mezhebi ise Katolik Kilisesi'dir. Katolik Kurtuluşu'ndan sonra yeniden uygulamaya konmasından bu yana Kilise, 4,5 milyon üyenin (çoğu İngiliz) bulunduğu İngiltere ve Galler temelinde dini olarak örgütlenmiştir. Bugüne kadar İngiltere'den IV. Hadrianus olmak üzere bir papa çıkmıştır, azizler Bede ve Anselmus ise kilise doktorları olarak kabul edilmektedir. Metodizm olarak bilinen bir Protestanlık biçimi, üçüncü büyük Hristiyan mezhebidir ve John Wesley aracılığıyla Anglikanizm'den doğmuştur. Lancashire ve Yorkshire'ın değirmen kasabalarında ve Cornwall'daki kalay madencileri arasında yayılmıştır. Baptistler, Kuveykırlar, Kongregasyonalistler, Üniteryenler ve Selâmet Ordusu gibi diğer başka azınlık mezhepler de bulunmaktadır.
İngiltere'nin koruyucu azizi Aziz George'dur; sembolik haçı İngiltere bayrağında yer almaktadır. Cuthbert, Edmund, Alban, Wilfrid, Aidan, Edward, John Fisher, Thomas More, Petroc, Piran, Margaret Clitherow ve Thomas Becket dahil olmak üzere birçok başka İngiliz ve ilişkili aziz bulunmaktadır. Yahudilerin adada 1070'ten bu yana küçük bir azınlık geçmişi bulunmaktadır. Sürgün Fermanı'nın ardından 1290'da İngiltere'den kovuldular ve 1656'da geri dönmelerine izin verildi.
Özellikle 1950'li yıllardan itibaren eski Britanya sömürgelerinden göç nedeniyle farklı dinlere mensup insanların sayısı arttı. İslam bunlardan en yaygın olanıdır ve günümüzde İngiltere'deki nüfusun yaklaşık %5'ini oluşturmaktadır. Hinduizm, Sihizm ve Budizm, toplam %2,8'lik bir oranla ikinci sırada yer almaktadır. Nüfusun küçük bir azınlığı eski Pagan dinlerine inanmaktadır. İngiltere'de insanların %24,7'si dinsiz olduğunu beyan etmiştir.
Dil.
Bugün dünya çapında yüz milyonlarca insan tarafından konuşulan İngilizcenin kökeni, ana dil olarak kaldığı İngiltere'den gelmektedir. 2011 nüfus sayımına göre nüfusun %98'i tarafından iyi veya çok iyi konuşulmakta ve dünya çapında da yaygın olarak konuşulmaktadır. İngilizce öğrenimi ve öğretimi önemli bir ekonomik faaliyettir. İngiltere için resmi bir dili zorunlu kılan bir mevzuat bulunmamaktadır, ancak resmî işlerde kullanılan tek dil İngilizcedir. Ülkenin nispeten küçük boyutuna rağmen, birçok farklı bölgesel aksanı bulunmaktadır.
Kernevekçe, 18. yüzyılda bir topluluk dili olarak ortadan kalktı ancak yeniden canlandırılmaktadır ve günümüzde Avrupa Bölgesel Diller ve Azınlık Dillerini Koruma Antlaşması kapsamında korunmaktadır. Cornwall'daki insanların %0,1'i tarafından konuşulmaktadır ve çeşitli ilk ve orta dereceli okullarda bir dereceye kadar öğretilmektedir.
Devlet okulları öğrencilere yedi yaşından itibaren ikinci bir dil veya üçüncü bir dil öğretmektedir; bu diller çoğunlukla Fransızca, İspanyolca veya Almancadır. 2007 yılında yaklaşık 800.000 okul öğrencisinin evinde yabancı bir dil konuştuğu, en yaygın olanı ise Pencapça ve Urduca olduğu bildirildi. Ancak Ulusal İstatistik Ofisi tarafından yayınlanan 2011 nüfus sayımı verilerinin ardından, rakamlar artık İngiltere'de İngilizceden sonra konuşulan ana dilin Lehçe olduğunu göstermektedir. 2022 yılında Britanya İşaret Dili İngiltere'nin resmî dili haline geldi.
Eğitim.
Birleşik Krallık'ta olduğu gibi İngiltere'de de 5 ila 16 yaş arasında eğitim zorunludur. Devlet tarafından işletilen ve finanse edilen okullara İngiliz öğrencilerin yaklaşık %93'ü devam etmektedir. Bunlardan azınlığı, başta İngiltere Kilisesi veya Katolik olmak üzere inanç okullarıdır. Üç ile dört arası anaokulu, 4 ile 11 arası ilkokul ve 11 ile 16 arası ortaokuldur ve altıncı sınıf koleje gitmek için iki yıllık uzatma seçeneği bulunur. İngiltere'deki çoğu orta öğretim okulu kapsamlı olmasına rağmen, girişin 11+ sınavını geçmenin zorunlu olduğu seçmeli giriş gramer okulları da bulunmaktadır. İngiliz öğrencilerin yaklaşık %7,2'si özel kaynaklar tarafından finanse edilen özel okullara gitmektedir.
Öğrenciler zorunlu eğitimi tamamladıktan sonra GCSE sınavlarına girerler ve bunun ardından ileri eğitime devam etmeye ve bir ileri eğitim kolejine gitmeye karar verebilirler. İngiltere'de 90'ın üzerinde üniversite bulunmaktadır ve bunlardan bazıları dünyanın en üst düzey üniversiteleri arasında yer alır. 2024 itibarıyla İngiltere merkezli dört üniversite, Cambridge Üniversitesi, Oxford Üniversitesi, Imperial College London ve University College London, 2024 QS Dünya Üniversite Sıralamaları'nda ilk on arasında yer almaktadır. 1209 yılında kurulan Cambridge Üniversitesi ve 1096 yılında kurulan Oxford Üniversitesi, İngilizce konuşulan dünyanın en eski iki üniversitesidir. Öğrenciler genellikle öğrenim ücretlerini ve yaşam masraflarını karşılamak için öğrenci kredisi alma hakkına sahiptir. Lisans öğrencilerine sunulan ilk derece, genellikle tamamlanması üç yıl süren lisans derecesidir. Öğrenciler daha sonra genellikle bir yıl süren yüksek lisans derecesi veya üç veya daha fazla yıl süren doktora derecesi için çalışabilirler.
Londra Ekonomi Okulu, hem öğretim hem de araştırma açısından dünyanın önde gelen sosyal bilim kurumu olarak tanımlanmaktadır. London Business School dünyanın önde gelen işletme okullarından biri olarak kabul edilmektedir ve 2010 yılında MBA programı "Financial Times" tarafından dünyanın en iyileri arasında yer almıştır. Winchester College, Eton, St Paul's School, Harrow School ve Rugby School gibi İngiltere'nin en tanınmış okullarının çoğu ücret ödeyen kurumlardır.
Sağlık.
Ulusal Sağlık Hizmeti (NHS), ülkedeki sağlık hizmetlerinin çoğunluğunu sağlamaktan sorumlu, kamu tarafından finanse edilen bir sağlık sistemidir. NHS, 5 Temmuz 1948'de 1946 tarihli Ulusal Sağlık Hizmeti Yasası'nın hükümlerini yürürlüğe koyarak başladı. Hizmet, ekonomist ve sosyal reformcu William Beveridge tarafından hazırlanan Beveridge Raporu'nun bulgularına dayanıyordu. NHS, büyük ölçüde genel vergiler ve Ulusal Sigorta ödemeleriyle finanse edilmektedir; bazı kişilerden göz muayeneleri, diş bakımı, reçeteler ve kişisel bakım için ücret alınmasına rağmen hizmetlerinin çoğunu kullanım anında ücretsiz sağlamaktadır.
İngiltere'de ortalama yaşam beklentisi erkeklerde 77,5 yıl, kadınlarda ise 81,7 yıl olup Birleşik Krallık'taki dört ülke arasında en yüksek olanıdır. İngiltere'nin güneyi, kuzeye göre daha yüksek bir yaşam beklentisine sahiptir, ancak bölgesel farklılıklar yavaş yavaş kapanmaktadır: 1991-1993 ile 2012-2014 arasında, Kuzey Doğu'da beklenen yaşam süresi 6,0 yıl, Kuzey Batı'da ise 5,8 yıl artmıştır.
Kültür.
Folklor.
İngiliz folklorü yüzyıllar boyunca gelişme göstermiştir. Bazı karakterler ve hikayeler İngiltere'nin her yerinde mevcuttur, ancak çoğu belirli bölgelere aittir. Yaygın folklorik varlıklar arasında pixieler, devler, elfler, öcüler, troller, goblinler ve cüceler bulunur. Melek Offa ve Demirci Völund gibi birçok efsane ve halk geleneğinin eski olduğu düşünülürken, diğerleri Norman istilasından sonra ortaya çıkmıştır. Robin Hood'un ve onun Sherwoodlu Neşeli Adamlar Çetesi'nin anlatıldığı efsaneler ve Nottingham Şerifi ile yaptıkları savaşlar bunların en bilinenleri arasındadır.
Yüksek Orta Çağ boyunca Brython geleneklerinden kaynaklanan masallar İngiliz folkloruna girdi ve Arthur efsanesine dönüştü. Bunlar, Kral Arthur, Camelot, Ekskalibur, Merlin ile Lancelot gibi Yuvarlak Masa Şövalyeleri'ni içeren Anglonorman, Galli ve Fransız kaynaklarından türetilmiştir. Bu hikayeler en merkezi şekilde Monmouth'lu Geoffrey'in "Historia Regum Britanniae" ('Britanya Krallarının Tarihi") kitabında bir araya getirilmiştir.
Bazı halk figürleri, hikâyesi yüzyıllar boyunca aktarılan yarı ya da gerçek tarihi kişilere dayanmaktadır. 5 Kasım'da insanlar Guy Fawkes'in Barut Komplosu'nun engellenmesini anmak için Şenlik Ateşi Gecesi'ni kutlamaktadırlar. Morris dansı, Mayıs direği dansı, Kuzey Doğu'da Rapper kılıcı, Yorkshire'da Uzun Kılıç dansı, Mummers' oyunu, Leicestershire'da şişe tekmeleme ve Cooper's Tepesi Peynir Yuvarlama Festivali gibi günümüze kadar katılan çeşitli ulusal ve bölgesel halk etkinlikleri bulunmaktadır. Resmi bir ulusal kostüm yoktur, ancak cockneylerle ilişkilendirilen Pearly Kings ve Queens, Kraliyet Muhafızı, Morris kostümü ve Beefeaters gibi birkaçı iyice yerleşmiştir.
Mimarlık.
Tarih öncesi dönemde birçok antik dikili taş anıt dikilmiştir; en bilinenleri arasında Stonehenge, Devil's Arrows, Rudston Monolith ve Castlerigg yer almaktadır. Antik Roma mimarisinin ortaya çıkışıyla birlikte bazilikalar, hamamlar, amfitiyatrolar, zafer takıları, villalar, Roma tapınakları, Roma yolları, Roma kaleleri, barakalar ve su kemerleri gelişti. Londra, Bath, York, Chester ve St Albans gibi ilk şehir ve kasabaları Romalılar kurmuştur. Belki de en bilinen örnek kuzey İngiltere boyunca uzanan Hadrian Duvarı'dır. İyi korunmuş bir diğer örnek ise Bath'taki Roma Hamamları'dır.
Erken Orta Çağ mimarisinin laik binaları, çoğunlukla çatı kaplaması için sazlı kerestenin kullanıldığı basit yapılardı. Dinî mimari, Hibernosakson manastırcılığının bir sentezinden, Erken Hristiyan bazilikasına ve pilaster şeritleri, boş kemerler, korkuluk direkleri ve üçgen başlı açıklıklarla karakterize edilen mimariye kadar uzanıyordu. 1066'daki Norman fethinden sonra çeşitli kaleler kuruldu; en iyi bilinenleri Londra Kalesi, Warwick Kalesi, Durham Kalesi ve Windsor Kalesi'dir.
Plantagenet Dönemi boyunca, Canterbury Katedrali, Westminster Abbey ve York Katedrali gibi Orta Çağ katedralleri gibi önemli örneklerle İngiliz Gotik mimarisi gelişti. Norman mimarisiyle genişleyen kaleler, saraylar, büyük evler, üniversiteler ve pariş kiliseler de vardı. Orta Çağ mimarisi, 16. yüzyıl Tudor stiliyle tamamlandı; Artık Tudor kemeri olarak bilinen dört merkezli kemer, yurt içindeki dal örgülü evler gibi tanımlayıcı bir özellikti. Rönesans'ın ardından, Hristiyanlıkla sentezlenmiş klasik antik çağları yansıtan bir mimari biçimi ortaya çıktı; mimar Christopher Wren'in İngiliz Barok tarzı özellikle desteklendi.
George mimarisi, basit bir Palladyan formu çağrıştıran daha rafine bir tarzı takip etti; Bath'taki Royal Crescent bunun en iyi örneklerinden biridir. Viktorya Dönemi'nde romantizmin ortaya çıkmasıyla birlikte Neogotik mimari ortaya çıktı. Buna ek olarak Sanayi Devrimi aynı dönemde Kristal Saray gibi yapıların da önünü açtı. 1930'lardan bu yana, alımlanışı genellikle tartışmalı olan çeşitli modernist biçimler ortaya çıktı, ancak gelenekçi direniş hareketleri etkili yerlerde destek almaya devam etmektedir.
Bahçeler.
Lancelot Brown tarafından geliştirilen peyzaj bahçeciliği, İngiliz peyzaj bahçesi için uluslararası bir trend oluşturdu. Bahçecilik ve bahçeleri ziyaret etmek tipik İngiliz uğraşları olarak kabul edilir. İngiliz bahçesi idealize edilmiş bir doğa manzarası sunuyordu. Büyük kır evlerinde, İngiliz bahçesi genellikle gölleri, ağaç korularının karşısında hafifçe dalgalanan çimleri ve pastoral bir pastoral manzarayı yeniden yaratmak için tasarlanmış klasik tapınakların, Gotik kalıntıların, köprülerin ve diğer pitoresk mimarilerin yeniden canlandırılmasından oluşuyordu.
18. yüzyılın sonuna gelindiğinde İngiliz bahçesi, Fransız peyzaj bahçesi ve Rusya'da da I. Pavel'in bahçeleri tarafından taklit ediliyordu. 19. yüzyılda dünya çapında ortaya çıkan halka açık park ve bahçeler üzerinde de büyük etkisi oldu. İngiliz peyzaj bahçesi, İngiliz kır evi ve malikanelerine odaklanmıştı.
RHS Chelsea Çiçek Gösterisi her yıl Kraliyet Hortikültür Derneği tarafından düzenlenmektedir ve dünyanın en büyük bahçecilik fuarıdır.
Görsel sanatlar.
Bilinen en eski örnekler, en çok Kuzey Yorkshire, Northumberland ve Cumbria'da öne çıkan tarih öncesi kaya ve mağara sanatı parçalarıdır; ancak aynı zamanda daha güneyde, örneğin Creswell Crags'de de görülmektedirler. MS 1. yüzyılda Roma kültürünün gelişiyle birlikte heykel, büst, cam işçiliği ve mozaik gibi çeşitli sanat türleri norm haline geldi. Lullingstone ve Aldborough'dakiler gibi hayatta kalan çok sayıda eser bulunmaktadır. Erken Orta Çağ'da stil, yontulmuş haçlar ve fildişileri, el yazması tabloları, altın ve emaye mücevherleri tercih ediyordu ve 2009'da keşfedilen Staffordshire definesinde olduğu gibi karmaşık, iç içe geçmiş tasarımlara olan sevgiyi gösteriyordu. Bu harmanlanmış Gal ve Anglikan tarzları arasında, örneğin Lindisfarne İncilleri ve Vespasian Mezmurları bulunmaktaydı. Daha sonra Gotik sanat Winchester ve Canterbury'de popülerdi; St. Æthelwold'un Kutsaması ve Luttrell Psalter gibi örnekler hayatta kaldı. Tudor Dönemi, önde gelen sanatçıları saraylarının bir parçası olarak gördü; İngiliz sanatının kalıcı bir parçası olarak kalacak olan portre resmi, Alman Hans Holbein tarafından desteklendi ve Nicholas Hilliard gibi yerel sanatçılar tarafından bunun üzerine inşa edildi. Stuartlar döneminde Kıta Avrupası sanatçıları özellikle Flamanlar etkiliydi; dönemin örnekleri arasında Anthony van Dyck, Peter Lely, Godfrey Kneller ve William Dobson yer almaktadır. 18. yüzyılda Kraliyet Sanat Akademisi kuruldu; Thomas Gainsborough ve Joshua Reynolds'un İngiltere'nin en değerli sanatçılarından ikisi haline gelmesiyle Yüksek Rönesans'a dayanan bir klasisizm hakim oldu.
19. yüzyılda John Constable ve J. M. W. Turner önemli manzara sanatçılarıydı. Norwich Okulu peyzaj geleneğini sürdürürken, Holman Hunt, Dante Gabriel Rossetti ve John Everett Millais gibi sanatçıların önderlik ettiği Ön Raffaeloculuk akımı, canlı ve detaylı üslubuyla Erken Rönesans tarzını yeniden canlandırdı. 20. yüzyıl sanatçıları arasında öne çıkan, Britanya heykel sanatının ve genel olarak Britanya modernizminin sesi olarak kabul edilen Henry Moore'du.
Edebiyat ve felsefe.
Bede ve Alcuin gibi ilk yazarlar eserlerini Latince yazdılar. Eski İngiliz edebiyatı döneminde, "Judith", Cædmon'un "Hymn" ve hagiografiler gibi Hristiyan yazılarının yanı sıra destansı şiir "Beowulf" ve "Anglosakson Kroniği" gibi dünyevi düzyazısı gibi eserler üretildi. Norman fethinin ardından Latince, Anglonorman edebiyatının yanı sıra eğitimli sınıflar arasında da devam etti.
Orta İngiliz edebiyatı, "Canterbury Hikâyeleri" eserinin yazarı Geoffrey Chaucer'ın yanı sıra Gower, Pearl Poet ve Langland ile ortaya çıktı. Fransisken olan Ockhamlı William ve Roger Bacon, Orta Çağ'ın önemli filozoflarıydı. "Revelations of Divine Love" kitabının yazarı Norwichli Juliana, önde gelen bir Hristiyan mistiğiydi. İngiliz Rönesans edebiyatıyla birlikte Erken Modern İngiliz tarzında ortaya çıktı. "Hamlet", "Romeo ve Juliet", "Macbeth" ve "Bir Yaz Gecesi Rüyası" gibi eserleri bulunan William Shakespeare, İngiliz edebiyatının en çok savunulan yazarlarından biri olmaya devam etmektedir.
Christopher Marlowe, Edmund Spenser, Philip Sydney, Thomas Kyd, John Donne ve Ben Jonson Elizabeth Dönemi'nin diğer tanınmış yazarlarıdır. Francis Bacon ve Thomas Hobbes, bilimsel yöntem ve toplumsal sözleşme de dahil olmak üzere deneycilik ve materyalizm üzerine yazdılar. Filmer, Kralların İlahi Hakkı üzerine yazdı. Marvell, İngiltere Topluluğu'nun en tanınmış şairiydi; John Milton ise Restorasyon sırasında "Kayıp Cennet" eserinin yazarıydı.
Aydınlanma Çağı'nın en önde gelen filozoflarından bazıları John Locke, Thomas Paine, Samuel Johnson ve Jeremy Bentham'dı. Daha radikal unsurlara daha sonra muhafazakarlığın kurucusu olarak kabul edilen Edmund Burke tarafından karşı çıkıldı. Şair Alexander Pope hicivli dizeleriyle büyük saygı gördü. İngilizler romantizmde önemli bir rol oynadı: Samuel Taylor Coleridge, George Gordon Byron, John Keats, Mary Shelley, Percy Bysshe Shelley, William Blake ve William Wordsworth önemli isimlerdi.
Sanayi Devrimi'ne tepki olarak tarım yazarları özgürlük ile gelenek arasında bir yol aradılar; William Cobbett, G. K. Chesterton ve Hilaire Belloc ana temsilciler olurken, lonca sosyalizminin kurucusu Arthur Penty ve kooperatif hareketi savunucusu G. D. H. Cole bir şekilde ilgilidir. Deneycilik John Stuart Mill ve Bertrand Russell aracılığıyla devam ederken, Bernard Williams analitikle ilgilendi. Viktorya Dönemi yazarları arasında Charles Dickens, Brontë kardeşler, Jane Austen, George Eliot, Rudyard Kipling, Thomas Hardy, H. G. Wells ve Lewis Carroll yer almaktadır. O zamandan beri İngiltere, George Orwell, D. H. Lawrence, Virginia Woolf, C. S. Lewis, Enid Blyton, Aldous Huxley, Agatha Christie, Terry Pratchett, J. R. R. Tolkien ve J. K. Rowling gibi romancılar yetiştirmeye devam etti.
Müzik ve sahne sanatları.
İngiltere'nin geleneksel halk müziği asırlık bir geçmişe sahiptir ve birçok türe önemli ölçüde katkıda bulunmuştur; çoğunlukla heyamola, jigler, hornpipe ve dans müziği gibi unsurlar bulunur. Bunun farklı varyasyonları ve bölgesel özellikleri bulunmaktadır. 16. yüzyılda Wynkyn de Worde tarafından basılan Robin Hood'un yer aldığı baladlar, John Playford'un "The Dancing Master" ve Robert Harley'nin "Roxburghe Ballads" koleksiyonları gibi önemli bir eserdir. En çok bilinen şarkılardan bazıları arasında "Greensleeves", "Pastime with Good Company", "Maggie May" ve "Spanish Lady" bulunur. "Mary, Mary, Pretty Contrary", "Roses Are Red", "Jack and Jill", "London Bridge Is Falling Down", "The Grand Old Duke of York", "Hey Diddle Diddle" ve "Humpty Dumpty" gibi birçok tekerleme İngilizce kökenlidir. Geleneksel İngilizce Noel şarkıları arasında "We Wish You a Merry Christmas", "The First Noel", "I Saw Three Ships" ve "God Rest You Merry, Gentlemen" yer alır.
Klasik müzikteki ilk İngiliz besteciler arasında Rönesans sanatçıları Thomas Tallis ve William Byrd, ardından Barok dönemden Henry Purcell ve yurtsever şarkısı "Rule, Britannia!" ile tanınan Thomas Arne yer alır. Bestecilik yaşamının çoğunu Londra'da geçiren Almanya doğumlu George Frideric Handel, klasik müziğin en tanınmış eserlerinden bazılarını, özellikle de İngiliz oratoryolarını, "Messiah", "Solomon", "Su Müziği" ve "Kraliyet Havai Fişek Şenliği için Müzik" gibi eserler yarattı. 20. yüzyılda İngiltere'den gelen bestecilerin profilinde Edward Elgar, Benjamin Britten, Frederick Delius, Gustav Holst, Ralph Vaughan Williams ve diğerlerinin önderliğinde bir canlanma yaşandı. Günümüzün İngiliz bestecileri arasında "Piyano" ile tanınan Michael Nyman ve müzikalleri West End'de ve dünya çapında büyük başarılara imza atan Andrew Lloyd Webber yer almaktadır.
Popüler müzikte birçok İngiliz grup ve solo sanatçı, tüm zamanların en etkili ve en çok satan müzisyenleri olarak gösteriliyor. Beatles, Led Zeppelin, Pink Floyd, Elton John, Queen, Rod Stewart, David Bowie, Rolling Stones ve Def Leppard gibi sanatçılar dünyanın en çok satan kayıt sanatçıları arasında yer almaktadır. British Invasion, progresif rock, hard rock, Mod, glam rock, heavy metal, Britpop, indie rock, gotik rock, shoegazing, acid house, garage, trip hop, drum and bass ve dubstep gibi pek çok müzik türünün kökeni veya güçlü ilişkilerinin bulunduğu İngiltere'dir.
Glastonbury, V Festival ve Reading ve Leeds Festivalleri gibi yaz ve sonbahar aylarındaki büyük açık hava müzik festivalleri popülerdir. İngiltere'deki en önemli opera binası Covent Garden'daki Royal Opera House'dır. The Proms, İngiliz takviminde her yıl düzenlenen önemli bir kültürel etkinliktir. Kraliyet Balesi dünyanın önde gelen klasik bale topluluklarından biridir. Kraliyet Müzik Akademisi, Birleşik Krallık'taki en eski konservatuvardır; 1822'de kurulmuştur ve kraliyet fermanını 1830'da almıştır. İngiltere, BBC Senfoni Orkestrası, Kraliyet Filarmoni Orkestrası, Filarmoni Orkestrası ve Londra Senfoni Orkestrası gibi çok sayıda büyük orkestraya ev sahipliği yapmaktadır. İngiltere'de ortaya çıkan diğer eğlence türleri arasında sirk ve panto yer alır.
Sinema.
Aralarında Alfred Hitchcock, Charlie Chaplin, David Lean, Laurence Olivier, Vivien Leigh, John Gielgud, Peter Sellers, Julie Andrews, Michael Caine, Gary Oldman, Helen Mirren, Kate Winslet ve Daniel Day-Lewis'in de bulunduğu tüm zamanların en büyük aktörlerinden, yönetmenlerinden ve sinema filmlerinden bazılarını üretmiştir. Hitchcock ve Lean eleştirmenlerden en çok beğenilen film yapımcıları arasında yer almaktadırlar. Hitchcock'un "Kiracı, Sisli Bir Londra Hikayesi" (1926) adlı filmi sinemada gerilim türünün şekillenmesine yardımcı olurken, 1929 tarihli "Şantaj" filmi genellikle Britanya'nın ilk sesli uzun metrajlı filmi olarak kabul edilir.
İngiltere'deki başlıca film stüdyoları arasında Pinewood, Elstree ve Shepperton bulunmaktadır. Tüm zamanların ticari açıdan en başarılı filmlerinden bazıları İngiltere'de çekilmiştir; bunların arasında en yüksek hasılat yapan iki film serisi ("Harry Potter" ve "James Bond") bulunmaktadır. Londra'daki Ealing Studios, dünyanın sürekli çalışan en eski film stüdyosu olma iddiasına sahiptir. Pek çok sinema filmi müziklerini kaydetmesiyle ünlü Londra Senfoni Orkestrası, ilk kez 1935'te film müzikleri hazırladı. Christopher Lee'nin başrol oynadığı Hammer Horror filmleri, kan ve cesareti renkli gösteren ilk kanlı korku filmlerinin yapımına tanık oldu.
BFI Top 100 British films arasında, Birleşik Krallık kamuoyu tarafından düzenli olarak tüm zamanların en komik filmi olarak oylanan "Brian'ın Hayatı" (1979) filmi de yer almaktadır. İngiliz yapımcılar aynı zamanda uluslararası ortak yapımlarda da aktif olarak yer almaktadırlar ve İngiliz aktörler, yönetmenler ve ekip Amerikan filmlerinde düzenli olarak yer alırlar. Birleşik Krallık film konseyi, David Yates, Christopher Nolan, Mike Newell, Ridley Scott ve Paul Greengrass'ı 2001'den bu yana ticari açıdan en başarılı beş İngiliz yönetmen olarak sıraladı. Diğer çağdaş İngiliz yönetmenler arasında Sam Mendes, Guy Ritchie ve Richard Curtis yer almaktadır. Güncel aktörler arasında Tom Hardy, Daniel Craig, Jason Statham, Benedict Cumberbatch, Lena Headey, Felicity Jones, Emilia Clarke, Lashana Lynch ve Emma Watson yer almaktadır. Hareket yakalama çalışmalarıyla beğeni toplayan Andy Serkis, 2011 yılında Londra'da The Imaginarium Studios'u açtı. Londra'daki görsel efekt şirketi Framestore, modern sinemada en çok beğenilen özel efektlerden bazılarını üretti. Pek çok başarılı Hollywood filmi İngilizleri, hikayelerini veya olaylarını konu alır. Disney animasyon filmlerinin 'İngiliz Döngüsü' arasında "Alice Harikalar Diyarında", "Orman Çocuğu" ve "Ayı Winnie'nin Maceraları" yer almaktadır.
Sit alanları ve kurumlar.
Birleşik Krallık'taki 25 UNESCO Dünya Mirası Listesi'ndeki alanlardan 17'si İngiltere sınırları içerisinde yer almaktadır. Bunlardan en bilinenlerinden bazıları Hadrian Duvarı, Stonehenge, Avebury ve Bağlantılı Siteler, Londra Kalesi, Jurassic Coast, Saltaire, Ironbridge Vadisi, Blenheim Sarayı ve Lake District'tir. Londra, dünyanın en çok ziyaret edilen şehirlerinden biridir ve küresel bir finans, sanat ve kültür merkezi olarak kabul edilir.
Londra'daki British Museum, dünyanın en büyük ve en kapsamlı koleksiyonlarından biridir ve dünya genelindeki insan kültürü tarihini gösteren ve belgeleyen yedi milyondan fazla nesneyi barındırmaktadır. Londra'daki Britanya Kütüphanesi, ulusal kütüphanedir ve yaklaşık 25 milyonu kitap olmak üzere bilinen hemen hemen tüm dil ve formatlarda 150 milyondan fazla öğeyi barındıran dünyanın en büyük araştırma kütüphanelerinden biridir. Trafalgar Meydanı'ndaki National Gallery, 13. yüzyılın ortalarından 1900'e kadar uzanan 2.300'den fazla tablodan oluşan bir koleksiyona ev sahipliği yapmaktadır. Tate galerileri, Britanya ve uluslararası modern sanatın ulusal koleksiyonlarına ev sahipliği yapmaktadır; aynı zamanda Turner Ödülü'ne de ev sahipliği yapmaktadır.
Mutfak.
Erken modern dönemden bu yana İngiltere'nin yemekleri tarihsel olarak basit yaklaşım ve yüksek kaliteli doğal ürünlere olan güven ile karakterize edilmiştir. Orta Çağ ve Rönesans döneminde İngiliz mutfağı mükemmel bir üne sahipti, ancak Sanayi Devrimi sırasında kentleşmenin artmasıyla birlikte bir düşüş başladı. Ancak İngiliz mutfağı son zamanlarda bir canlanma yaşadı ve bu durum yemek eleştirmenleri tarafından "Restaurant" dergisinde dünya listelerindeki en iyi restoranı olarak bazı iyi derecelerle kabul edildi.
İngiliz yemeklerinin geleneksel örnekleri arasında çeşitli sebzeler, Yorkshire pudingi ve gravy ile servis edilen kavrulmuş et yemeği içeren Pazar rostosu yer alır. Diğer öne çıkan yemekler arasında balık ve patates kızartması ile tam İngiliz kahvaltısı yer alır. Ayrıca biftek ve böbrek turtası, biftek ve ale turtası, çoban payı, domuz turtası ve Kernevek pasty gibi çeşitli etli turtalar tüketilir.
Sosisler, genellikle ya bangers and mash veya toad in hole olarak yaygın olarak tüketilmektedir. Lancashire güveci, kuzeybatı kökenli iyi bilinen bir güveçtir. En popüler peynirlerden bazıları Çedar, Red Leicester, Wensleydale, Double Gloucester ve Blue Stilton'dur. Tavuk tikka masala ve balti gibi birçok Anglohint hibrit yemeği de ortaya çıkmıştır. Geleneksel İngiliz tatlıları arasında elmalı turta ve "spotted dick" bulunur. Tatlı hamur işleri arasında reçel veya kremayla servis edilen "scone"lar, kurutulmuş meyve somunları, "Eccles" kekleri ve "mince pie"ların yanı sıra tatlı veya baharatlı bisküviler yer alır. Yaygın alkolsüz içecekler arasında çay ve kahve; sıklıkla tüketilen alkollü içecekler arasında şarap, elma şarabı ve bitter, "mild ale", "stout" ve kahverengi ale gibi İngiliz biraları bulunur.
Medya.
1922 yılında kurulan BBC, Birleşik Krallık'ın kamu tarafından finanse edilen radyo, televizyon ve internet yayın kuruluşudur ve dünyanın en eski ve en büyük yayıncısıdır. Birleşik Krallık, İngiltere ve yurt dışında çok sayıda televizyon ve radyo istasyonu işletmektedir ve yurt içi hizmetleri televizyon lisansı ile finanse edilmektedir. BBC World Service, BBC'nin sahibi olduğu ve işlettiği uluslararası bir yayıncıdır. Dünyanın her türden en büyük uluslararası yayıncısıdır ve 40'tan fazla dilde radyo haberleri, konuşmalar ve tartışmalar yayınlamaktadır.
Londra, İngiltere'deki medya sektörüne hakimdir. Manchester da aynı zamanda önemli bir ulusal medya merkezi olmasına rağmen, ulusal gazeteler, televizyon ve radyo büyük ölçüde Londra'da bulunmaktadır. Kitaplar, rehberler ve veritabanları, dergiler, dergiler ve iş medyası, gazeteler ve haber ajanslarını içeren Birleşik Krallık yayıncılık sektörünün toplam cirosu yaklaşık 20 milyar sterlindir ve yaklaşık 167.000 kişiyi istihdam etmektedir. İngiltere'de basılan ulusal gazeteler arasında "The Times", "The Guardian", "The Daily Telegraph" ve "Financial Times" bulunmaktadır. İngiltere'de yayınlanan ve dünya çapında dolaşıma giren dergi ve dergiler arasında da "Nature", "New Scientist", "The Spectator", "Prospect", "NME" ve "The Economist" bulunmaktadır.
Spor.
19. yüzyılda şu anda dünya çapında oynanan birçok sporun kurallaştırıldığı yerdir. İngiltere kökenli sporlar arasında futbol, kriket, ragbi birliği, ragbi ligi, tenis, boks, badminton, squash, rounders, hokey, snooker, bilardo, dart, masa tenisi, çim topu, netbol, safkan at yarışı, tazı yarışı ve tilki avcılığı yer alır. Bunun dışında golf, yelken ve Formula 1'in gelişmesine de yardımcı oldu.
Futbol bu sporlar içinde en popüleridir. İngiltere, 1872 yılında ilk uluslararası futbol maçında İskoçya ile karşılaştı. FIFA tarafından "futbolun evi" olarak anılan İngiltere, 1966 FIFA Dünya Kupası'na ev sahipliği yaptı ve kazandı. İngiltere, FIFA tarafından kulüp futbolunun doğum yeri olarak kabul edilmektedir: 1857'de kurulan Sheffield FC, dünyanın en eski futbol kulübüdür. İngiltere'nin en üst ligi Premier League, dünyanın en çok izlenen futbol ligidir. İngiltere, yine ev sahipliğini yaptığı 2022 Avrupa Kadınlar Futbol Şampiyonası'nı da kazandı.
Ragbi birliği, 19. yüzyılın başlarında Warwickshire'deki Rugby School'da ortaya çıktı. Kulüp katılımının en üst seviyesi Premiership Rugby'dir. Ragbi ligi, 1895 yılında Huddersfield'da doğdu ve en çok Lancashire, Yorkshire ve Cumbria olmak üzere kuzey İngiltere'de popülerdir. Kulüp takımları, Super League'de oynamaktadırlar.
Kriketin genel olarak erken Orta Çağ döneminde Weald'ın çiftçilik ve metal işleme toplulukları arasında geliştirildiği düşünülmektedir. İngiltere kriket takımı, İngiltere ve Galler'in birleşiminden oluşan bir takımdır. Oyunun en büyük rekabetlerinden biri, İngiltere ve Avustralya arasında 1882'den beri oynanan The Ashes serisidir. Londra'da bulunan Lord's Cricket Ground, bazen "Kriketin Mekke'si" olarak anılır. İngiltere, 2019 Kriket Dünya Kupası'nı kazandıktan sonra futbol, ragbi ve kriket dallarında Dünya Kupaları kazanan ilk ülke oldu.
Golf, kısmen İskoçya ile olan kültürel ve coğrafi bağlarından dolayı İngiltere'de de öne çıkmaktadır. Dünyanın en eski golf turnuvası ve golfün ilk büyük turnuvası, hem İngiltere'de hem de İskoçya'da oynanan Britanya Açık'tır. Tenis, 19. yüzyılın sonlarında Birmingham'da ortaya çıktı ve Wimbledon Tenis Turnuvası dünyadaki en eski tenis turnuvasıdır ve yaygın olarak en prestijli turnuva olarak kabul edilir. Wimbledon, İngiliz kültür takviminde önemli bir yere sahiptir. Dart ise geleneksel bir pub oyunu olup ayrıca profesyonel bir spordur.
Silverstone'daki 1950 Britanya Grand Prix'si, yeni oluşturulan Formula 1 Dünya Şampiyonası'nın ilk yarışıydı. Teknik açıdan en gelişmiş yarış arabalarından bazılarını üretti ve günümüzün yarış şirketlerinin çoğu, operasyon üssü olarak İngiltere'yi seçmektedir. İngiltere aynı zamanda motosiklet yol yarışlarının önde gelen şampiyonası olan Grand Prix motosiklet yarışlarında da zengin bir mirasa sahiptir ve birçok dünya şampiyonu yetiştirmiştir.
William Penny Brookes, modern Olimpiyat Oyunları'nın formatını organize etmede öne çıkan kişiydi. Londra; 1908, 1948 ve 2012'de üç kez Yaz Olimpiyat Oyunları'na ev sahipliği yaptı. İngiltere, ayrıca her dört yılda bir düzenlenen İngiliz Milletler Topluluğu Oyunları'nda yarışmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5001",
"len_data": 68023,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.6
}
|
Halikarnas şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5002",
"len_data": 34,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 1.83
}
|
Kharoon ya da Kharon, mitolojide ölülerin kayıkçısıdır.
Kharoon ölü ruhlarına Acheron ırmağını geçirtmek için para alır. O nedenle ölülerin ağzına bir metelik konurdu. Para almazsa Kharoon ruhları kovar, taş çatlasa yumuşamazdı. Hele toprağa gömülmeyen ruhların Hades bataklığını geçmeleri olanaksızdı. Kharoon Etrüsk mezarlarında sık rastlanan bir simgeydi. Ölmekte olan insanı yeraltı ülkesine almakla tam anlamıyla öldüren bir cin olarak gösterilir. Hermes'in kılavuzluğunda yeraltına inen birçok ölü Kharoon ve kendi kendisiyle konuşur, ölümden sonra her türlü varlığın boş olduğu sonucuna varır.
Hades'in Ülkesi.
Ölüler ülkesi Hades'in anlatıldığı bölgenin görünüşü ürkütücü olarak tasvir edilir. Ölü ruhların içeri girmesi de kolay değildir. Ölü ruhları styx ırmağından geçiren bir sandalcı vardır. Kharoon ölü ruhlarını geçirmek için para alır. Bu nedenle ölülerin ağızlarına bir obolos (metelik) konurdu. Zalim kayıkçı Kharoon, bedel ödeyemeyen ruhları kovar ve asla yumuşamazdı. Toprağa gömülmeyen ruhların ise Hades’in ülkesine ulaşması mümkün değildi. Gömülmeyen ruhlar yüz yıl havada gezinip dururlardı.
Bu efsanevi anlatım o kadar etkili olmuştur ki Yunanlar, ölüleri Hristiyanlığın ilk dönemlerindeki mağara ayinleri tasviri ile birlikte değerli eşyalarını da mezara koymayı adet olarak edinmişlerdir. Yunanlar, ölü ile birlikte “hediye parası” diye anılan bir tas içerisine 10 - 15 civarında para koymayı gelenekselleştirmişlerdir.
Astronomi.
Cüce gezegen Plüton'un en büyük uydusu Charon'a onun adı verilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5014",
"len_data": 1527,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.6
}
|
Yahudilik (), Yahudi milletinin kolektif inancını, kültürünü, hukukî kurallarını ve medeniyetini içeren etnik bir dindir. İlk İbrahimî din olmasının yanı sıra insanlık tarihindeki en eski dinler arasında da yer alan Yahudilik, monoteizm temelli dinlerin ilk örneğidir. Yahudilik, riayetkâr Yahudiler tarafından "Avraham'ın YHVH ile yaptıkları sözleşmenin bir ifadesi" olarak yorumlanır. Geniş metinleri ve uygulamaları, çeşitli teolojik pozisyonları ve örgütlenme biçimlerini kapsayan Yahudilik, bir İbrani felsefi görüşü olmakla birlikte aynı zamanda bir dünya görüşüdür. Torah, Tanah'ın bir parçasıdır ve "Midraş" ile Talmud gibi ikincil metinlerle birlikte temsil edilen tamamlayıcı bir sözlü geleneğin parçasıdır. Dünya çapındaki toplam 14 ila 15 milyon takipçisi ile Yahudilik, en büyük onuncu dindir.
Yahudilik, "evrenin yaratıcısı, ebedi güç sahibi, her şeye gücü yeten, her yerde olan, adil, merhametli, doğmamış veya doğurmamış" bir varlığın her şeyi yarattığı inancı temeline kuruludur; O varlığın (Tanrı) ismi inanışa göre o kadar mukaddestir ki, nihai telaffuzunun sonsuza dek bilinememesi için Tanah'ta (YHVH) harfleriyle kodlanmıştır. İnanca göre YHVH'nin, Y’israil'in büyükbabası Avraham'ı ve ulusunu "tüm milletler arasında en üstünü" yapma ve "onlara özel bir toprak verme" sözünü vermesiyle isimsiz bir din olarak kurulur; bu din ismini, gelecek yıllarda dünyaya gelecek olan Yehuda'dan alacaktır.
Yahudilikte, Tanrı'nın Sina Dağı'ndaki Musa'ya hem yazılı hem de sözlü şekilde vahyettiği kanun ve emirlere dayanan, çoğu Rabbânî Yahudilikten ortaya çıkmış bir dizi dinî hareket vardır. Tarihsel olarak bu savunmaların tamamına veya bir kısmına, İkinci Tapınak dönemindeki Sadukiler veya Helenistik Yahudilik üyeleri gibi çeşitli gruplar tarafından meydan okundu; daha sonra Orta Çağ'daki Karaiteler ve modern Ortodoks olmayan mezhepler arasında bu fikir akımı devam etti. Hümanistik Yahudilik gibi Yahudiliğin bazı modern dalları, seküler veya nonteist olarak kabul edilebilir. Günümüzde en büyük Yahudi dinî hareketleri, Ortodoks Yahudilik (Haredi Yahudilik ve Modern Ortodoks Yahudilik), Muhafazakar Yahudilik ve Reform Yahudiliğidir. Bu gruplar arasındaki en önemli fark Yahudi hukukuna, Rabbânîk geleneğin otoritesine ve İsrail Devleti'ne olan fikirsel yaklaşım farklılıklarından kaynaklanır.
İnancın özelliklerinin ve ilkelerinin tanımı.
Eski Orta Doğu tanrılarının aksine, İbranilerin Tanrısı üniter ve tek olarak tasvir edilir; sonuç olarak İbrani Tanrısının temel ilişkileri dünyayla ve daha spesifik olarak yarattığı insanlarladır, diğer tanrılarla değil. Bu nedenle Yahudiliğin temeli etnik tektanrıcılık ve Tanrı'nın bir olduğu ve insanlığın eylemleriyle ilgilendiği inancı ile atılır. Tanah'a göre Tanrı YHVH, Avraham Avinu'ya, ulusunu "tüm milletler arasında en üstünü" yapma ve "onlara özel bir toprak verme" sözü verir. O nesiller sonra İsrail ulusuna seslendi ve yalnızca tek Tanrı olan O'na tapınmasını emretti; yani Yahudi milleti, Tanrı'nın dünya olan hassas tutumundan dolayı O'na ibadet etmelidir. Ayrıca YHVH, Yahudi milletine "birbirinizi sevin ve birbirinize destek olun!" emrini verdi; yani Yahudiler, Tanrı'nın insanlara olan sevgisini örnek almalıdır.
Önemli ilkeler.
Yahudilikte, Hristiyanlık ve İslam'ın aksine, ayinlere dahil olmaları nedeniyle katı anlamda bağlayıcı sabit bir inanç koşulu yoktur. Yahudi tarihi boyunca bilginler, Yahudiliğin temel ilkeleri için çeşitli formülasyonlar önermiş fakat bunların hepsi farklı farklı eleştirilere maruz kalmıştır. En popüler formülasyon, İbn Meymun tarafından 12. yüzyılda geliştirilen on üç inanç ilkesidir. İbn Meymun'a göre bu ilkelerden birini dahi reddeden bir Yahudi'nin, artık yoldan çıkmış bir kâfir olarak lanse edilmesi uygun olur.
İbn Meymun'un çağdaşları Hasdai Crescas, Yosef Albo ve ben David gibi isimler, her ne kadar İbn Meymun'un ilkeler listesini beğenip olumlu yorumlar yapsalar da, "aslında inancın temellerini teşkil etmeyen, bu yüzden de sadece kusurlu görülmeleri gereken çok sayıda Yahudi'yi "sapkın" kategorisine sokan ve gereğinden fazla sayıda madde içerdiği" gerekçesiyle eleştirmiştir. Eski Yahudi tarihçi Josephus ise bu doğrultuda dinî inançlardan ziyade uygulamayı ve ibadetin samimiyetini vurgulayarak, sapkınlığı yalnızca Yahudi hukukunu reddetmek halinde gerçekleşeceğini savunmuştur; ek olarak Yahudilikteki asıl hususun sünnet ve geleneklere bağlılığın sağlamlığı olduğunu savundu. Bu ve buna benzer farklı görüşlerden ötürü İbn Meymun'un ilkeleri birkaç yüzyıl boyunca büyük ölçüde göz ardı edildi. Daha sonra, bu ilkeler şiirsel şeklinde tahvil edilerek ("Ani Ma'amin" ve "Yigdal") tekrar gün yüzüne çıkarıldı ve birçok Yahudi cemaati bu ilkelere entegre oldu, dua kitabına eklendi ve evrensel olarak 'temel inanç ilkeleri' oldu.
Günümüz devrindeki Yahudilik, tam bir dinî dogmayı dikte edecek merkezî bir otoriteden yoksundur. Bu nedenle, temel ve basit bazı inançlar bile Yahudilik içerisinde farklılıklar gösterebiliyor. Bu başkalıklara rağmen tüm Yahudi dinî hareketleri, Tanah, Talmud ve "Midraş" kitaplarından gelen ilkelerin yorumlanışlarına göre şekil almıştır. Aynı zamanda Yahudilik, YHVH ile Avraham arasında yapılan ahiti ve Moşe'nin en büyük peygamber olduğunu kabul eder.
Yahudi dinî metinleri.
Aşağıda, Yahudi pratik düşüncesine ilişkin temel çalışmaların yapılandırılmış bir listesi bulunmaktadır.
Tevrat.
Tevrat Tanah'ın ilk beş bölümüne verilen isimdir. Çoğu zaman Yahudilerin kutsal kitabının tamamı "Tora" ismiyle açıklanır. İbranice bir terim olan Tora, Arapçadan Türkçeye geçmiş olan Tevrat'ın karşılığıdır.
Tevrat terimi "Kanun, Töre, şeriat, emir, ders" vb. anlamlara denk gelir. Beş bölümden oluşan Tevrat, Tanrı'nın 7704 kelimeyle Musa'ya verdiği dinî esasları içeren kitap olarak görülür. Tevrat metninin orijinal dili Kutsal Kitap İbranicesidir. Bir bakıma "Şeriat" diye de tanımlanabilen Eski Antlaşma'yı oluşturan kitapların sayısı, Yahudilerce 24, Hristiyanlarca 39'dur. Kitapların sıralanışı ve gruplanışı konusunda da her iki din de farklı görüşlere sahiptir.
Tora, Tanah'ın ilk beş kitabını (Pentatök) ve Sina Dağı'nda Musa'ya açıklanan «On Emir»i (Dekalogos) içerir; bunların tamamı, Tanrı'nın kullarıyla antlaşmasını içeren ve kutlayan bir dinsel yasayı oluşturur. Her sinagogda, yani Musevi tapınağında, Tora'nın makara şeklinde iki çubuğa (Ets Hayim) sarılmış deri üzerine el ile kopya edilmiş bir nüshası (Sefer Tora) bulunur. Haftada 3 gün, törende Hazan sinagogdaki cemaat ile beraber Tora'nın her hafta okunmak üzere 54 bölüme ayrılmış bölümlerinden birini (Peraşa) okur.
Tanah ve Talmud.
Tanah yaklaşık olarak bin yıl içerisinde meydana gelmiştir. Ancak kitabın sınırlandırması M.S. 90 yılında toplanmış olan Yemnia Şurası'nda yapılmış ve bugünkü yazılar seçilerek tespit edilmiştir. Tanah ile birlikte hahamların nesilden nesile sözlü olarak aktardıkları sözlü kanunların bütününe Talmud adı verilir. M.S. 150 yıllarında Yehuda HaNasi adında bir haham, kendilerine kadar aktarılan sözlü kanunların kaybolmasından endişelenerek onları Mişna'da toplamıştır. "Tekrar edilmek suretiyle belletilen" anlamına gelen Mişna, Tevrat'ın tekrarı, kanunların açıklaması ve tefsiri sayılır. Ancak belli bir seviyedeki bilgiye sahip olanların anlayabileceği dilde yazılmış olan Mişna'nın anlaşılmasını kolaylaştırmak amacıyla O'na Yahudi alimlerince şerhler yazılmıştır. Bu şerhlere ve açıklamalara Gemara adı verilir. Talmud, Mişna ve Gemara adı verilen eserlerin bütününe verilen isimdir.
Kabala.
Kutsal Kitap dışında Yahudi tasavvufuna ve gizemciliğine Kabala adı verilir. Kabala, İbranicede "gelenek görenek" anlamına gelir. Yahudilerin harfçilik ve sayıcılıkla karışık tasavvufî varlık bilgisi öğretisidir. Daha açık bir tanımla Kabala, Kutsal Kitap metinleri ile sözlü gelenekler üzerine yapılan her tür yorumların ve uygulamaların genel adıdır. Yanlış anlaşıldığı gibi Kabala bir kitap veya kitaplar toplamı değil "Evren'in görünür kargaşasını açıklamayı ve zıtlıklarını kolay anlaşılabilir bir kalıp hâline getirmeyi amaçlayan bir doktrin"dir.
Başlangıcı 2. Tapınak Dönemi'nin sonuna (I. yüzyıl) kadar uzanan Kabala, tam olarak Yahudi gizemciliğinin (esoterism) ortaya çıktığı tarih olan XIII. yüzyıldan başlayarak özel bir öğreti biçiminde gelişmiştir.
Bazı Dinler Tarihçilerine göre Kabala'nın kökenleri eski gelenekte (Talmud dönemi) aranmalıdır. Kabala'nın öğreti ve uygulamaları ancak bir kılavuzun denetimi ve önderliğinde mümkündür. Kabala temelde her zaman sözlü geleneğe dayanmıştır. Tanrı'nın Musa'ya indirdiği yazılı olmayan Sözlü Tora vahyin gizli bilgisini taşımaktadır. Kabalanın en önemli kitabı 23 ciltten oluşan Sefer Zohar'dır.
Kabala XV. yüzyıl Avrupa’sında da son derece yaygınlaşmıştır. Kabala'nın genel doktrinini, Evrenin bir bütün olduğu, belli bir düzene göre hareket ettiği, evrende görülen her şeyin Tanrı'nın bir parçası ve yer yüzündeki yansıması olduğu, insanın da, evrenin ve dolayısıyla Tanrı'nın bir parçası olma sebebiyle adeta küçük evren sayılması gerektiği şeklinde özetlemek mümkündür (Vahdet-i Vücud, Vahdet-i Mevcud, Macrocosmos, Microcosmos).
Yahudi hukuk literatürü: Halaha.
Yahudi hukuku ve geleneğinin ("halaha") temelini aynı zamanda Pentatök ya da Musa'nın (Moşe Rabenu) Beş Kitabı olarak da bilinen Tora oluşturur. Rabinik geleneğe göre, Tora'da 613 yönerge vardır. Bu yönergelerin bazıları sadece erkeklere veya sadece kadınlara, kimileri sadece kadim mabet görevlileri Kohenler ile Levilere (Levi kabilesinin üyeleri), kimileri ise, sadece İsrail diyarındaki çiftçilere yöneliktir. Birçoğu sadece Kudüs Tapınağı'nın ayakta kaldığı dönem için geçerli olan bu emirlerden günümüzde hâlen uygulanabilir durumda olanların sayısı 300'den azdır.
Her ne kadar inançlarının sadece Tora'nın yazılı metnine dayalı olduğu iddia edilen Yahudi grupları olmuşsa da (örn. Sadukiler ve Karaylar), Yahudilerin çoğu Sözlü Yasa'ya inanmıştır. Kadim Yahudiliğin Ferisiler mezhebi tarafından aktarılan bu sözlü gelenekler, daha sonraları yazılı hale getirilmiş ve hahamlar tarafından genişletilmiştir.
Rabinik Yahudilik her zaman Tora kitaplarının (Yazılı Kanun olarak adlandırılır) daima sözlü geleneğe paralel olarak aktarıldığını savunagelmiştir. Bu görüşe gerekçe olarak da, Yahudiler birçok kelimenin belirsiz bırakıldığı ve birçok usulün herhangi bir açıklama veya talimat olmaksızın zikredildiği Tora'nın metnine dikkat çekerler; bu ise, okuyucunun detaylara diğer kaynaklardan (örneğin sözlü) aşina olduğunun varsayıldığı anlamına gelir. Tora'ya paralel giden bu maddeler esasında sözlü olarak aktarılmış ve zaman içinde "Sözlü Yasa" adını almıştır.
Kudüs'teki 2. Mabet'in yıkılmasının ardından, bu maddelerin büyük kısmı Haham Yehuda haNasi tarafından (M.S. 200) Mişna adı altında düzenlenmiştir. Sonraki dört yüzyıl boyunca, bu kanun Kudüs ve Babil'de bulunan dünyanın en büyük iki Yahudi cemaatinde de tartışılmış ve bu cemaatlerin her birinden gelen Mişna tefsirleri zaman içinde düzenlenerek iki Talmud olarak bilinen derlemeler altında bir araya getirilmiştir. Bunlar, çağlar boyunca, çeşitli Tora alimlerinin tefsirleri ile de yorumlanmıştır.
O halde, Yahudilikte Rabinik yaşam tarzını oluşturan Halaha, Tora ile sözlü geleneğin -Mişna, Midraş Halaha. Talmud ve tefsirleri- birlikte mütalaası üzerine kuruludur. Halaha, emsale dayalı bir sistem yoluyla zaman içinde gelişmiştir. Hahamlara yöneltilen sorular ve onların kesin cevaplarından oluşan yazına responsa (cevaplar; İbranice Şelot U-Teşuvot) adı verilir. Zaman içinde, göreneklerin ortaya çıkması ile, Yahudi hukukunu oluşturan kanunlar kaleme alınmaya başlamıştır; en önemli kanun olan Şulhan Aruh günümüzdeki Ortodoks dinî uygulamalarına büyük ölçüde şekil vermektedir.
Yahudi felsefesi.
Yahudi felsefesi, ciddi felsefe çalışmaları ile Yahudi teolojisi arasındaki birleşmeye gönderme yapar. Önde gelen Yahudi felsefeciler arasında, Solomon ibn Gabirol, Saadia Gaon, Musa ibn Meymun ve Levi ben Gerşon bulunmaktadır. Aydınlanmaya (1700'lerin sonu ile 1800'lerin başı) tepki olarak meydana gelen önemli değişiklikler sonucunda, Aydınlanma sonrası Yahudi felsefecileri ortaya çıkmıştır. Modern Yahudi felsefesi hem Ortodoks hem de Ortodoks olmayan yönelimli felsefeden oluşmaktadır. Önde gelen Ortodoks Yahudi felsefeciler arasında, Eliyahu Eliezer Dessler, Joseph B. Soloveitchik ve Yitzchok Hutner sayılabilir. Tanınmış Ortodoks olmayan Yahudi felsefeciler arasında ise, Martin Buber, Franz Rosenzeig, Mordecai Kaplan, Abraham Joshua Heschel ve Emmanuel Lévinas da bulunmaktadır.
"Yahudilik" teriminin kökeni.
Yahudilik terimi Latince ludaismus, Yunanca Ιουδαϊσμός Ioudaïsmos ve İbranice יהודה, Yehudah, "Judah" tan türemiştir. İlk olarak Helenik iudaismus olarak, 2. Maccabi döneminde, M.Ö. 2. yüzyılda ortaya çıktı. Bu dönemin koşullarında, terim, kültürel bir varlık oluşturma anlamını taşıdı. Terimin ilk İngilizce kullanımı, “Yahudi dinine uymak, Yahudi dininin sistemi ya da Yahudi nüfusunu anlatmak” için kullanıldı.
Yahudi halkı ile Yahudilik arasındaki fark.
Daniel Boyarin'e göre, din ile etnik kimlik arasındaki temel fark Yahudiliğe yabancı bir kavram olup kökleri Eflatun'un felsefesine dayanan ve Helenistik Yahudiliğe de nüfuz eden ruh ile beden arasındaki dualizmin bir biçimidir. Boyarin bundan ötürü, Yahudiliği din, etnisite ve kültür gibi geleneksel Batı kaynaklı kategoriler altına sokmanın kolay olmadığını savunur. Boyarin, bunun kısmen Yahudiliğin 4.000 yıllık tarihinin Batı kültürünün yükselişinin öncesine dayanmasından ve Batı'nın dışında gelişmiş olmasından kaynaklandığını belirtir. Bu süre zarfında, Yahudilerin başından kölelik, anarşik ve teokratik özyönetim, fetih, işgal ve sürgün deneyimleri geçmiş; Diyasporalarda, temas ettikleri antik Mısır, Babil, Pers ve Helen kültürlerinin yanı sıra, Aydınlanma (bkz. Haskala) gibi modern hareketlerden ve meyvesini Doğu Akdeniz'de bir Yahudi devleti ile verecek olan milliyetçiliğin yükselişinden de etkilenmişlerdir. Ayrıca, bir seçkin sınıfın (Hazarlar) Yahudiliğe geçişine, ardından da bulunduğu topraklardaki güç merkezi statüsünü bu toprakların önce Rusların ardından da Moğolların eline geçmesi ile yitirişine tanıklık ettiler. Boyarin'a göre, böylece "Yahudi kimliği hiçbir kimlik kategorisine uymaz, zira ne salt bir ulusa, ne bir soya, ne de bir dine ait olup diyalektik gerilim içinde bunların hepsini kapsar."
Bu bakış açısına karşı, Hümanist Yahudilik gibi uygulamalar, Yahudiliğin dinî yönlerini reddederek belirli kültürel gelenekleri korurlar.
Kişiyi Yahudi yapan nedir?
Geleneksel Yahudi Hukuku'na göre, bir Yahudi anneden doğan veya Yahudi Hukuku'na uygun şekilde Yahudiliğe geçen kişiye Yahudi denir. Amerikan Reform Yahudiliği ve Britanya Liberal Yahudiliği, anne-baba farkı gözetmeksizin ebeveynlerinden sadece biri Yahudi olan çocuğu ebeveynleri tarafından Yahudi kimliği ile yetiştirilmesi şartıyla, Yahudi kabul eder. Geleneksel olarak Yahudiliğe geçmek isteyenlerin cesareti kırılsa da, günümüzde Yahudiliğin tüm ana akımları içtenlikle din değiştirmek isteyenlere açıktır. Dine geçiş süreci bir otorite tarafından değerlendirilir ve kişi samimiyeti ve bilgisi konusunda bir sınamaya tabi tutulur. Din değiştirenlere, "ben Abraham Avinu" veya "bat Abraham Avinu" (İbrahim'in oğlu veya kızı) adının verildiği Yahudilikte, dine geçiş bir aile tarafından evlat edinilmeye benzetilebilir.
Geleneksel Yahudilik, gerek Yahudi olarak doğan gerekse Yahudiliğe sonradan geçen her bireyin ebediyen Yahudi olarak kaldığını savunur. Bu yüzden, ateist olduğunu iddia eden ya da başka bir dine geçen bir Yahudi, geleneksel Yahudilik tarafından hâlen Yahudi kabul edilir. Öte yandan, Reform hareketi başka bir dine geçen bir Yahudinin artık Yahudi olmadığını savunur; Yüksek Mahkeme davaları ve hükümleri sonucunda İsrail Hükûmeti de bu duruşu benimsemiştir.
İsrail Devleti'nde Yahudi kimliğini neyin belirlediği sorusu ise, 1950'lerde, David Ben-Gurion'un vatandaşlık ile ilgili meselelere bir cevap bulabilmek için dünyanın her yerindeki Yahudi dinî otoriteleri ve entelektüellerden "Mihu Yehudi" ("Kim Yahudidir") sorusuna dair görüşlerini istemesi ile yeni bir ivme kazanmış oldu. Bu konu hâlen çözümlenmekten çok uzaktır ve dönem dönem İsrail siyasetinde de kendini gösterir.
Yahudi nüfus istatistikleri.
"Kimin Yahudi olduğu" tanımlamasının yapılmasında karşılaşılan sorunlar, dünya üzerindeki Yahudilerin toplam sayısını belirlemeyi de zorlaştırmaktadır; tüm Yahudiler kendilerini Yahudi olarak tanımlamamakta, kendini Yahudi olarak tanımlayanların bazıları ise diğer Yahudiler tarafından öyle kabul edilmemektedir. Yahudi Yıllığı'na (1901) göre, 1900 yılında dünya üzerindeki Yahudi nüfusu yaklaşık 11 milyondu. Yahudi Nüfus Araştırması'na göre, 2002 yılında dünyada 13,3 milyon Yahudi yaşıyordu. Yahudi Yılı Takvimi ise bu sayıyı 14,6 milyon olarak vermektedir. Yahudi nüfusunun artış hızı 2000-2001 yılları arasında %0,3 büyüme ile hâlen yüzde sıfıra yakındır. Yahudiliğe yapılan geçişlerin kısmi olumlu katkısına rağmen karma evlilikler ve düşen doğum oranları Yahudi nüfus sayısını olumsuz yönde etkilemektedir.
Kimi yazarlar tarafından Yahudilerin toplumda nüfuslarının ötesinde bir öneme sahip oldukları kaydedilmiştir. Bir örnekte, Mark Twain şu yorumu yapar:
Yahudi mezhepleri.
Rabbânî Yahudilik.
Tarih boyunca pek çok Yahudi mezhebi var olmuş, ancak 6. yüzyıldan beri Rabbânî Yahudilik baskın mezhep haline gelmiştir.
Avrupa ile Batı Asya'nın Hristiyan ve Müslüman ülkeler arasında bölündüğü Orta Çağ'ın sonlarında, Yahudiler de kendilerini iki ana gruba bölünmüş buldular. Orta ve Doğu Avrupa'da, yani Almanya ve Polonya'daki Yahudilere Aşkenaz deniyordu. Sefarad Yahudilerinin geleneği ise, Müslüman hakimiyeti altındaki İspanya ve Portekiz başta olmak üzere Akdeniz ülkelerine dayanır. 1492 yılında buradan çıkarıldıklarında, Kuzey Afrika, Doğu Akdeniz, Uzak Doğu ve Kuzey Avrupa'ya yerleştiler. İki gelenek kimi ritüelik ve kültürel detaylarla birbirinden ayrılsa da, teolojileri ve temel dinî uygulamaları aynıdır.
Son iki yüzyıl içinde, Aşkenazi Yahudi cemaati bir dizi mezhebe bölünmüştür; bu mezheplerin her biri (her ne kadar Yahudilikte inanç uygulama ve görenekten daha düşük bir rol oynasa da) Yahudilerin riayet etmesi gereken inanç esasları ve kişinin bir Yahudi olarak hayatını nasıl yaşaması gerektiği konularında farklı bir anlayışa sahiptir. Doktrinden kaynaklanan bu farklılıklar Yahudi mezhepleri arasında bir ölçüde hizipleşmelere de yol açmıştır. Bununla birlikte, Yahudiler arasında belirli düzeyde bir birlik vardır. Örneğin, Muhafazakâr bir Yahudinin Ortodoks ya da Reform sinagogunda ibadet etmesi sıra dışı bir durum değildir. Başta Amerika Birleşik Devletleri'ndekiler olmak üzere, Aşkenaz olmayan birçok Yahudi farklı hareketler ile ilişkili cemaatlere üye olsa da kendini özellikle bu mezhebin üyesi olarak tanımlamaz. Daha ziyade rahatlığından ötürü bunu yapan bu kesim dinî uygulamalarını "Ortodoks" veya "Muhafazakâr" değil, "geleneksel" ya da "mütedeyyin" şeklinde nitelendirir.
Ortodoks Yahudilik.
Ortodoks Yahudilik, hem Yazılı hem de Sözlü Tora'nın Tanrı tarafından Musa'ya vahyolunduğunu ve ihtiva ettiği yasaların bağlayıcı ve değişmez olduğunu savunur. Ortodoks Yahudiler, Moses Isserlis'in HaMappah adlı çalışması ve Mişna Berurah gibi, Şulhan Aruh (Halaha'nın büyük ölçüde Seferad geleneklerini öne çıkaran kısaltılmış bir formu) üzerine yapılan tefsirleri Yahudi hukukunun kati yasası kabul eder ve Kudüs Tapınağı dönemindeki Yahudilik ile, Aydınlanma öncesi Rabinik Yahudilik ve günümüzdeki Ortodoks Yahudilik arasında bir devamlılık olduğunu iddia ederler. Ortodoks Yahudiliğin büyük bölümü, ibn Meymun'un Yahudi inancının 13 esasına dayalı belirli bir Yahudi teolojisine bağlıdır. Ortodoks Yahudilik, Modern Ortodoks Yahudilik ve Haredi Yahudiliği olmak üzere genelde (ve gayriresmî olarak) iki farklı üsluba ayrılır. Bu üsluplar arası felsefi farklılık genel olarak moderniteye uyum sağlama ve Yahudilik dışı disiplinlere verilen önem çevresine odaklansa da, uygulamada farklılıklar sıklıkla giyim tarzlarına ve uygulamadaki ihtimama yansır. Çoğu Ortodoks Yahudiye göre, Şabat ve Yom Tov (bayramlar), kaşrut (beslenme kuralları) ve aile saflığı yasalarına riayet etmeyen Yahudiler imanlı değildir. En azından bu yasalara riayet eden her Yahudi'yi dindar ve imanlı kabul ederler.
Muhafazakâr Yahudilik.
Muhafazakâr Yahudilik, ABD ve Kanada'nın dışında Masorti Yahudiliği olarak da bilinir. 1800'lü yıllarda, Aydınlanma ve Yahudilerin serbestleşmesinin getirdiği değişimlere Yahudiler tarafından verilen bir tepki olarak Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde ortaya çıkmıştır. Muhafazakâr Yahudiler, Şabat ve Kaşrut'a riayet edilmesinin de aralarında bulunduğu geleneksel Yahudi yasa ve adetlerine bağlılıkları, Yahudi inanç esaslarını özellikle köktenci olmayan bir şekilde öğretmeleri, modern kültüre yönelik olumlu yaklaşımları ve Yahudi dinî metinlerinin ele alınmasında geleneksel rabinik çalışma biçimlerinin yanı sıra, modern ilmi ve eleştirel metin çalışmalarını da kabul etmeleri ile öne çıkarlar. Muhafazakâr Yahudilik, Yahudi Hukuku'nun statik olmayıp, değişen koşullar karşısında sürekli olarak geliştiğini savunur. Tora'nın, Tanrı'dan aldıkları ilham ile peygamberler tarafından yazılmış ve Tanrı'nın iradesini yansıtan, ilahi bir belge olduğunu kabul etmekle birlikte, Ortodoksların savunduğu gibi Tanrı'nın Musa'ya dikte ettirdiği bir kitap olduğu inancını da reddederler. Benzer şekilde, Muhafazakâr Yahudilik Sözlü Yasa'nın ilahi ve normatif olduğunu savunurken, Ortodoksların kimi Sözlü Yasa yorumlarını reddeder. Dolayısıyla, Muhafazakâr Yahudilik, hem Yazılı hem de Sözlü Yasa'nın, modern hassasiyetleri yansıtacak ve modern çağın koşullarına uyacak şekilde hahamlar tarafından yorumlanabileceğini, ancak bunu yaparken çok temkinli olunması gerektiğini savunur. Muhafazakâr Yahudilik kendi içinde mutlak bir tekbiçimlik barındırmazken, daha geleneksel uygulamaları koruyan cemaatlere Mortodoks (Modern Ortodoks) adı da verilir.
Reformist Yahudilik.
Reformist Yahudilik, birçok ülkede liberal veya ilerici olarak da adlandırılır. Aydınlanma'ya tepki olarak Almanya'da ortaya çıkmıştır. (Birleşik Krallık'ta, Reform ve Liberal olmak üzere iki ayrı cemaat vardır. Bunlardan ilki, diğerinden çok daha geleneksel bir duruşa sahip olsa da, her ikisi de benzer teorik duruşlara sahiptir.) Diğer hareketler karşısındaki belirleyici özelliği, mevcut haliyle Yahudi ritüelinin bağlayıcı doğasını reddederek, bilgi sahibi Yahudi bireyin neyi uygulayacağı konusunda otonomiye sahip olması gerektiği inancına yer vermesidir. Başlangıçta Yahudiliği bir ırk ya da kültürden ziyade, din olarak tanımlayan Reform Yahudiliği, Tora'daki tören yasalarının çoğunu reddederken ahlaki yasalara riayet etmiş ve Neviim kitabının etik çağrısına vurgu yapmıştır. Reform Yahudiliği, yerel dilde (birçok durumda İbranice ile birlikte) eşitlikçi bir ibadet şekli oluşturmuş ve Yahudi geleneğine kişisel bağın belirli ibadet biçimlerinin üzerinde olduğunun altını çizmiştir. Günümüzde, birçok Reform cemaatinde İbranice çalışmaları ve gelenekler teşvik edilirken, on dokuzuncu yüzyılın klasik reformcularının liberal tutumunu benimsemeyi sürdürenleri sayısı daha azdır.
İsrail'deki Yahudi mezhepleri.
Bu mezheplerin tümü İsrail'de de varlığını sürdürse de, İsrailliler Yahudi kimliğini diyasporadaki Yahudilerden daha farklı şekillerde tanımlarlar. Çoğu İsrailli Yahudi, kendini "laik" ("hiloni"), "gelenekçi" ("masorti"), "dindar" ("dati") veya Haredi şeklinde tanımlar. "Laik" tanımı, Yahudi kimlikleri yaşamlarında çok güçlü bir kuvvet olmakla birlikte, bunu büyük ölçüde geleneksel dinî inanç ve uygulamalardan ayrı bir yerde tutan Batı (Avrupa) kökenli İsrailli aileler arasında daha revaçtadır. Nüfusun bu kesimi, gerek resmî İsrail hahamlığının (Ortodoks) gerekse diyasporadaki Yahudiler arasında yaygın olan liberal hareketlerin (Reform, Muhafazakâr) önderliğindeki örgütlü dinî yaşama katılmaz.
"Gelenekçi" (masorti) tanımı ise, en çok "Doğu" kökenli (örn. Ortadoğu, Orta Asya ve Kuzey Afrika) İsrailli aileler tarafından kendilerini tanımlamakta kullanılır. Yaygın olarak kullanılan bu terimin resmî Masorti (Muhafazakâr) hareketi ile ilgisi yoktur.
İsrail'de "laik" ve "gelenekçi" terimlerinin kullanımı önemli belirsizlikler içerir. Bunlar sık sık çakışabilmekte, ideoloji ve dinin gereklerinin yerine getirilmesi açısından son derece geniş bir alanı kapsamaktadırlar.
"Ortodoks" ise İsrail'de bu kategoriye giren Yahudilerin yüzdesinin diasporadakilerden çok daha yüksek olmasına rağmen, ülkede kullanılan söylemde tercih edilen bir terim değildir. Diyasporada "Ortodoks" olarak adlandırılan mezhebin İsrail'deki muadili, ülkede genel olarak dati (dindar) ve haredi (Ultra-Ortodoks) olarak adlandırılan gruplardır. "Dati", "Dindar Siyonizm" ya da "Ulusal Dindar" topluluğun yanı sıra, son on yılda ortaya çıkan ve büyük ölçüde haredi yaşam tarzı ile milliyetçi ideolojiyi bir araya getiren "haredi leumi" (milliyetçi haredi) veya "Hardal"ı da içine alır. (Yidiş'de, mütedeyyin Ortodok Yahudilere "frum", daha liberal Yahudilere ise "frei" da denmektedir.).
Haredi, toplumun etnik ve ideolojik olarak kabaca üç farklı gruba ayrılabilecek bir kesimini içine alır: (1) Aşkenaz kökenli "Litvanyalı" (Hasidik olmayan) harediler; (2) Aşkenaz kökenli Hasidik harediler; ve (3) Sefarad haredileri. Bu gruplardan en büyüğünü oluşturan üçüncü grup, 1990'ların başından bu yana siyasette de en aktif olanıdır.
Diğer mezhepler.
Yahudi kimliğinin bu muhafazakâr-liberal çizgi dışında kalan ifade şekilleri de bulunmaktadır. Geleneksel Rabinik Yahudiliğin modern zamanın radikal değişikliklerine maruz kalması sonucunda ortaya çıkan ideolojik tepkiler olan yukarıda sayılan mezheplerin aksine, Karaim Yahudiliği modern bir Yahudi hareketi olarak ortaya çıkmamıştır. Karaizmin takipçileri, Sadukiler gibi, İkinci Tapınak döneminin Rabinik olmayan Yahudi tarikatlarının devamı olduklarına inanırken diğerleri bunun 8. ve 9. yüzyıllarda başlatılmış bir tarikat olduğunu iddia eder. Karaylar (ya da diğer adıyla, Yazıtların Halkı), sadece İbrani Kutsal Kitabı'nı ve Peşat'ı (Açık ve Yalın Anlam) kabul ederken, kutsal kitap haricindeki metinlerin yetkinliğini reddederler. Bazı Avrupalı Karaylar kendilerini Yahudi toplumunun parçası kabul etmese de çoğunluğu eder. İlginç şekilde, Naziler sıklıkla Karayları Yahudiler ile ilişkilendirmemiş ve bundan dolayı birçok Karay cemaati II. Dünya Savaşı'ndan sağ çıkabilmiştir. Bu sayede, Litvanya gibi Yahudi cemaatlerinin tümüyle yıkıma uğradığı yerlerde Karaylar bugün dahi varlığını sürdürmektedir. Yunanistan gibi diğer yerlerde ise, Naziler Karayları Yahudi geleneğinin bir parçası olarak görmüş ve onları da kötü muameleye maruz bırakmıştır.
Etnik Yahudiler arasındaki bir başka tarihi grup da, Yahudiliğin ana kolundan farklı bir kültürel ve dinî kimliğe sahip olan ve tümüyle Batı Şeria'daki Nablus/Şehem bölgesindeki Gerizim Dağı'nın etrafı ile Tel Aviv'in yakınlarındaki Holon'da bulunan Samirîlerdir.
Yahudi görenekleri.
Dini kıyafetler.
Kipa (İbranice: כִּפָּה, çoğul "kippot"; Yidiş: יאַרמלקע, "yarmulke"), kimi Yahudi erkekler tarafından, dua ederken, yemek yerken, şükür duası okurken ya da Yahudi dinî metinleri üzerine çalışırken, kimi Yahudi erkekler tarafından da her zaman takılan, siperi olmayan, hafif yuvarlak bir takkedir. Ortodoks olmayan cemaatlerde, kimi kadınlar da kipa takmaya başlamıştır. Kipalar, sadece başın arkasını kapatan küçük yuvarlak olanlarından başın tepesini tümüyle örten büyük takkelere kadar çeşitli boyutlardadır.
Tsitsit (İbranice: צִיציִת) (Aşkenazlar "Tzitzis" şeklinde okur) tallitin (İbranice: טַלִּית) (Aşkenazlar "tallis" şeklinde okur) veya dua şalının dört köşesinde bulunan özel olarak düğümlenmiş püsküllerdir. Tallit, dua sırasında Yahudi erkekler ve kimi Yahudi kadınlar tarafından giyilir. Bir Yahudi'nin tallit giymeye başlama zamanı ile ilgili adetler değişiklik gösterir. Sefarad topluluklarında, erkek çocukları talliti bar mitsva yaşından itibaren giymeye başlarlar. Bazı Aşkenaz cemaatlerinde ise, ancak evlilikten sonra tallit giyilmesi adettendir. Tallit katan (küçük tallit) ise gün boyunca elbisenin altına giyilen püsküllü bir giysidir. Kimi Ortodoks çevrelerde, püsküllerin giysilerin dışında serbestçe sallanmasına izin verilir.
Tefilin (İbranice: תְפִלִּין), deri kayışlar yardımı ile biri alna takılan diğeri de kola sarılan, içinde Tevrat'tan ayetlerin bulunduğu, küp şeklindeki iki kutucuğa verilen addır. Mütedeyyin Yahudi erkekler ve bazı Yahudi kadınlar tarafından, hafta içinde, sabah duasında takılır.
Kittel (Yidiş: קיטל), Ulu Günler'de duaya liderlik eden kişi ve kimi mütedeyyin gelenekçi Yahudiler tarafından kıyafetlerin üzerine giyilen ve diz hizasına kadar inen bir giysidir. Geleneksel olarak, aile reisi Pesah yemeğinde kittel giyer. Kimi damatlar da, Hupa (evlilik kubbesi) altında kittel giyerler. Yahudi erkekler, öldükten sonra, defin kıyafetleri arasında yer alan tallitin yanı sıra, kimi zaman kittel giydirildikten sonra defnedilirler.
Dualar.
Geleneksel olarak, Yahudiler günde üç vakit ibadet ederler; buna Şabat ve bayramlarda dördüncü bir vakit daha eklenir. Her ibadetin merkezinde Amida bulunur. Birçok ibadette anahtar önem taşıyan bir başka dua ise, imanın beyanı Şema Yisrael'dir (kısaca Şema). Şema, Tora'dan bir ayetin okunmasıdır (Tesniye 6: 4): Şema Yisrael Adonay Eloheynu Adonay Ehad -"Dinle, Ey İsrail! Tanrı bizim Tanrımızdır! Tanrı Tektir!"
Yahudilikte geleneksel ibadette okunan duaların çoğunluğu yalnızken de okunabilirse de cemaat ile birlikte yapılan ibadet daha makbuldür. Cemaat hâlinde ibadet etmek için on erişkin Yahudi'nin bir araya gelmesi, yani minyanın oluşturulması gerekir. Neredeyse tüm Ortodoks Yahudilerde ve çok az Muhafazakâr çevrede, minyanda sadece erkek Yahudilerin sayısına bakılır; çoğu Muhafazakâr Yahudi ve diğer Yahudi mezheplerinin üyeleri ise Yahudi kadınların sayısını da hesaba katar.
İbadete ek olarak, mütedeyyin gelenekçi Yahudiler gün boyunca gerçekleştirdikleri çeşitli eylemler sırasında da dua okurlar. Sabah yataktan kalkarken, farklı yemekleri yemeden veya içmeden önce, yemekten kalktıktan sonra vs. dualar okunur.
Dualara yaklaşım Yahudi mezhepleri arasında da farklılık gösterir. Bu farklılıklar arasında, duaların metinleri, okunma sıklığı, çeşitli dinî etkinliklerde okunan duaların sayısı, müzik enstrümanlarının kullanımı ve koro tarafından okunan ilahiler, duaların geleneksel litürjik dillerde mi yoksa yerel dilde mi okunduğu konusu da vardır. Genelde, geleneğe en sıkı riayet edenler Ortodoks ve Muhafazakâr cemaatlerken, Reformcu ve Yeniden Yapılanmacı sinagoglar ibadetlerinde çevirilere ve çağdaş metinlere yer vermesi en muhtemel olanlardır. Ayrıca, birçok Muhafazakâr sinagog ve tüm Reformcu ve Yeniden Yapılanmacı Yahudi cemaatlerinde, kadınlar erkekler ile eşit statüde ibadetlere katılabilmekte, Tora okuma gibi geleneksel olarak erkekler tarafından yerine getirilen rolleri de üstlenebilmektedirler. Bunun yanı sıra, birçok Reform mabedinde yer verilen orglar ve karma korolarla ibadete müzik ile de eşlik edilmektedir.
Bayramlar.
Yahudi bayramlarında, yaratılış, vahiy ve kefaret gibi Tanrı ile dünya arasındaki ilişkiye dair merkezi temalar da kullanılır.
Şabat.
Cuma gecesi günbatımından kısa bir süre önce başlayıp cumartesi gecesi günbatımından kısa bir süre sonra biten haftalık tatil günü Şabat, Tanrı'nın yaratılışın altı gününden sonra istirahat ettiği günün anısına idrak edilir. Şabat olgusu Yahudilik adetlerinde kilit bir rol oynar ve derin bir dinî hukuk külliyatı ile düzenlenir. Cuma günbatımında, evin hanımı iki ya da daha fazla mum yakıp şükran duası okuyarak Şabat'ı karşılar. Akşam yemeği, bir bardak şarap üzerine yüksek sesle okunan Kiduş ve ekmek üzerine okunan Motzi şükran duaları ile başlar. Masa üzerinde iki somun örülmüş hala ("challah") ekmeği bulunması adettir. Şabat boyunca, Yahudilerin 39 "melaha" ("iş" olarak çevrilebilir) kategorisinden herhangi birine giren faaliyetleri yapması yasaktır. Aslında, Şabat'ta yasaklanan faaliyetler bilindik anlamda "iş"ler değildir: Bunlar arasında, ateş yakmak, yazı yazmak, para kullanmak ve kamusal alanda eşya taşımak da vardır. Modern zamanda, ateş yakma yasağı yakıt yakılmasını gerektirdiği için taşıt sürmeyi ve elektrik kullanmayı da içine alacak şekilde genişletilmiştir.
Üç ziyaret bayramı.
Yahudi kutsal günleri ("haggim"), Mısır'dan çıkış ve Tora'nın indirilmesi gibi Yahudi tarihinin önemli günlerini kutlarken bazen mevsim dönümlerine ve tarım dönemlerindeki geçişlere de işaret eder. Üç önemli bayram olan Sukot, Pesah ve Şavuot'a "Şaloş Regalim" (İbranice "regel" vesile ya da ayak anlamına da gelir) adı da verilir. Üç regalde, İsrailoğullarının Tapınak'ta kurbanlar adamak üzere Kudüs'e hacca gitmeleri adetti.
Ulu Günler.
Ulu Günler ("Yamim Noraim") yargılama ve bağışlanma kavramlarına odaklanır.
Diğer bayramlar.
Hanuka.
Hanuka ("Işık Bayramı"), İbrani takviminde Kislev ayının 25. günü başlar ve sekiz gün sürer. Bayram, festivalin sekiz gecesinin her birinde, mumların birer artırılarak yakılması ile Yahudi evlerinde idrak edilir.
Bayrama, "adama/tahsis" anlamına gelen Hanuka adı verilmiştir, zira bu gün, Tapınak'ın IV. Antiokhos Epiphanes tarafından ele geçirilmesinin ardından yeniden Tanrı'ya adanmasını simgeler. Ruhani açıdan, Hanuka'da "Zeytinyağı Mucizesi" anılır. Talmud'a göre, Makabilerin Selevkos İmparatorluğu karşısındaki zaferinin ardından Kudüs Tapınağı'nın yeniden Tanrı'ya adanması sırasında, Tapınak'daki ebedi ışığı sadece bir gün beslemeye yetecek kadar kutsal yağ bulunmaktaydı. Mucizevi bir şekilde, bu yağ, yeni yağın preslenmesi, hazırlanması ve kutsanması için gerekli süre olan sekiz gün boyunca yanmıştı.
Tevrat'ta hiç bahsi geçmeyen Hanuka, Yahudilikte hiçbir zaman önemli bir bayram olarak görülmemişse de, özellikle Noel ile aynı zamanlara rastgelmesi ve İsrail Devleti'nin kurulmasından bu yana vurgu yapılan ulusal motifleri içermesinden ötürü modern zamanda çok daha yaygın şekilde kutlanmaya başlamıştır.
Purim.
Purim, İran Yahudilerinin, Ester Kitabı'nda yazıldığı üzere, kendilerini yok etmek isteyen Haman'ın komplosundan kurtarılmalarının anıldığı, neşeli bir Yahudi bayramıdır. Bayramda, Ester Kitabı topluca okunur, karşılıklı yiyecek ve içecek hediye edilir, yoksullara sadaka verilir ve bir kutlama yemeği yenir (Ester 9: 22). Diğer adetler arasında, şarap içilmesi, hamanteş adı verilen özel hamur işlerinin yenmesi, maskeler takılıp kostümler giyilmesi, karnavallar ve partiler düzenlenmesi de vardır.
Purim, her yıl Miladi takvimde Şubat veya Mart'a denk gelen, İbrani takviminin Adar ayının 14. gününde kutlanır.
Tora okumaları.
Aftara adı verilen, Tanah'ın diğer kitaplarından bağlantılı okumaların yanı sıra toplu Tora okumaları bayramların ve Şabat ibadetlerinin merkezinde yer alır. Sonbaharda, Simhat Tora'dan itibaren yıl boyunca, tüm Tora okunur.
Sinagoglar ve dinî yapılar.
Sinagoglar, Yahudilerin ibadet ettikleri ve kutsal metinler üzerinde çalışmalar yaptıkları mekanlardır. Genellikle, ibadet için ayrı odalar (ana mabet), daha küçük etüd odaları ve sıklıkla da cemaat ve eğitim için bir alan içerirler. Sinagoglar için belirli bir plan olmadığı gibi sinagogların mimari şekilleri ve iç tasarımları da büyük farklılıklar gösterir. Reform hareketinde sinagoglara mabet denir. Her sinagogda geleneksel olarak şu unsurlar bulunur:
Sinagoglara ek olarak, Yahudilikte önem taşıyan diğer yapılar arasında, "yeşiva" adı verilen Yahudi din okulları ve "mikve" adı verilen arınma havuzları da bulunur.
Etik görüş.
Yahudi etiği Halaha'ya ait geleneklerle, diğer manevi ilkelerle ya da merkezi Yahudi erdemleriyle şekillenmiştir. Yahudi etiği tipik olarak, adalet, doğruluk, barış, sevmek ve naziklik, anlayış, alçakgönüllülük ve saygı gibi değerleri içerir. Bunlara ek olarak hayırseverlik (tzedakah) ve kötü konuşmaktan sakınmak (Lashon hara) gibi erdemlerde Yahudi etiğinin parçalarıdır. Cinsellik ve diğer birçok konuda ise Yahudiler arasında tartışma konularıdır.
Beslenme yasaları: "Kaşrut".
Yahudilikte beslenme yasalarına Kaşrut kuralları denir. Yahudi hukukunun gereklerine uygun gıdalara kaşer (İslamda "helal") adı verilirken, Yahudi hukukuna uygun olmayan gıdalara ise "trefa" (İslamda "haram") denir. Tora'da, kaşrut kuralları için hiçbir sebep gösterilmese de, hahamlar aralarında törensel arılık, insanlara dürtülerini kontrol etmenin öğretilmesi ve sağlık faydaları gibi farklı açıklamalar getirmişlerdir.
Kaşrut, diğer hayvanları yiyen kuş ve hayvanların ve deniz tabanında gezinerek diğer hayvanların dışkıları ile beslenen yaratıkların tüketilmesinden sakınılmasını emreder. Pis bir hayvan olarak kabul edilen domuz eti ve kabuklularla yumuşakça deniz ürünleri ile ilgili ciddi yasaklar vardır. Hayvan kesimi özel bir işlemle yapılır ve kutsal kitapta yavruyu ana sütü içinde pişirmenin yasak edilmesinden ötürü et ile süt birlikte yenmez. Birçok türün kesin çevirileri günümüze kadar hayatta kalmamıştır. Birçok kaşer olmayan kuş türünün adları artık kesin değil. Ama birkaç kuşun kaşrut durumu gelenekler aracılığıyla günümüze kadar gelmiştir. Tavuk ve Hindi yenilebilir. Amfibiler, sürüngenler ve böceklerin çoğu yasaklanmıştır.
Her ne kadar hijyenin sağlanması bir etken olmuş olabilirse de, kaşrutun daha derinde yatan anlamı yemek yeme fiiline ruhani bir boyut katmaktır. Bunun altında, Yahudilerin acı, hastalık, pislik ve hayvanlara eziyet gibi ruhsal "negatifler" içeren hiçbir şeyi ağızlarına koymaması düşüncesi yatar.. Ortodoks ve bazı Muhafazakâr otoriteler, Yahudi olmayan kişiler tarafından hazırlanmış işlenmiş üzüm ürünlerinin tüketilmesini yasaklar. Bunun nedeni antik çağda şarap kullanılarak yapılan rituellerdir.
Aile saflığı.
"Nidah" ("ayrı düşen" anlamına gelir; çoğu zaman "aile saflığı" olarak da adlandırılır) yasaları ve erkekler ile kadınlar arasındaki etkileşimi düzenleyen çeşitli başka yasalar (örn. tseniut, mütevazı giyim), özellikle de Ortodoks Yahudiler tarafından, Yahudi yaşamında hayati etkenler olarak görülürse de, Reformcu ve Muhafazakâr Yahudiler bunlara nadiren uyar.
Cinsel ilişkileri düzenleyen yasalardan biri, kadının adet döneminin başlamasından itibaren adet akıntısının bitiminden sonra yedi gün sayıp mikveye girene kadar cinsel birleşmenin olamayacağıdır.
Yaşam evreleri.
Yaşam evreleri, Yahudi kimliğini güçlendirmek ve kişi ile cemaat arasında bağ oluşturmak üzere bir Yahudinin yaşamı boyunca meydana gelen olaylardır.
Cemaat liderliği.
Klasik Kohenlik (Kehuna).
Yahudilikte Kudüs Tapınağı'nın işleri ve kurbanlardan sorumlu olan mabet görevliliğinin rolü İkinci Tapınak'ın M.S. 70 yılında yıkılmasından bu yana önemli ölçüde azalmıştır. Babadan oğula geçen bir statü olan Mabet görevliliği müessesesi, günümüzde artık törensel görevler dışında herhangi bir görevi olmamasına rağmen, hâlen birçok Yahudi cemaatinde saygı görür. Birçok Ortodoks Yahudi cemaatinde, gelecekteki Üçüncü Tapınak için Mabet görevlilerine ihtiyaç duyulacağına ve gelecekteki görevlerine hazır olmaları gerektiğine inanılır.
İbadet önderleri.
Mişna ve Talmud zamanından günümüze dek, Yahudilik çok az ayin ve törenin uygulanması için uzmanlaşmış veya yetkin kişilerin bulunmasını gerektirmiştir. Bir Yahudi ibadet için gerekli koşulların çoğunu kendi başına yerine getirebilir. Tora ve aftara (Neviim kitabından ek kısımlar) okunması, matem tutanlar için dua edilmesi, damat ve gelin için bereketlendirme duası edilmesi, yemeklerden sonra şükran duası edilmesi gibi bazı faaliyetlerde minyan oluşturulması, yani on yetişkinin hazır bulunması gerekir (Ortodoks ve kimi Muhafazakâr Yahudiler minyan için on yetişkin erkek bulunmasını şart koşarken, bazı Muhafazakâr Yahudiler ile Reform Yahudileri kadınları da minyana dahil ederler).
Bir sinagogda en yaygın olarak bulunan profesyonel din adamları şunlardır:
Yahudi ayinlerinde, birçok cemaatte her zaman olmasa da bazen bir haham ve/veya hazan tarafından doldurulan iki özel rol vardır. Diğer cemaatlerde, bu roller ayinin bölümlerini dönüşümlü olarak yöneten cemaat üyeleri tarafından geçici olarak doldurulur:
Başta büyük cemaatler olmak üzere, birçok cemaatte bir de "Gabbay" vardır:
Bu üç vazife genellikle gönüllülük esasına dayanır ve bunları üstlenmek onur kabul edilir. Aydınlanma'dan bu yana, büyük sinagoglarda sıklıkla şatz ve "baal kriyah" olarak haham ve hazanlar işe alınmaktadır; birçok Muhafazakâr ve Reformcu cemaatte hâlen bu uygulama söz konusudur. Öte yandan, Ortodoks sinagoglarında bu mevkiler dönüşümlü veya geçici olarak cemaat üyelerince doldurulur. Her ne kadar çoğu cemaat bir veya daha fazla hahamı işe alsa da, ABD'de profesyonel hazanların hizmetinden yararlanan cemaatlerin sayısı genelde düşerken diğer mevkiler için profesyonellerin kullanımı hâlen nadiren rastlanan bir durumdur.
Geçmiş.
Kökenler.
Geleneksel bakış.
Özü itibarıyla, Tanah İsrailoğullarının tarihlerinin en başından İkinci Tapınak'ın yapımına kadar (M.Ö. 535 civarı) geçen dönemdeki Tanrı ile ilişkisinin hikâyesini anlatır. Bu, sıklıkla çekişmeli bir ilişki olmuş, İsrailoğulları Tanrı'ya olan inançları ile diğer tanrıların cazibesi arasında bocalamışlardır. Kutsal Kitap'ta yer alan gerçek üstü şahsiyetler arasında, inançları ile mücadele eden İbrahim, İshak ve Yakub ile İsrailoğullarını Mısır'dan çıkartan Musa da vardır.
İlk İbrani ve Yahudi halkının babası olarak kabul edilen İbrahim, çevresinde gördüğü putperestliği reddederek tek tanrıcılığı benimsemişti. Tek Tanrı'ya iman etmesinin ödülü olarak, İbrahim'e kalabalık bir soy vadedildi: "[Rab] sonra Avram'ı dışarı çıkararak, 'Göklere bak' dedi, 'Yıldızları sayabilir misin? İşte senin soyun o kadar çok olacak'" (Tekvin 15:5). İbrahim'in ilk çocuğu İsmail, ikinci oğlu ise Tanrı'nın İbrahim'in kültünü sürdürecek ve sürülüp kurtarıldıktan sonra İsrail Diyarı'nı (o zamanki adı ile Kenaan Ülkesi) miras alacak olan İshak'tı. Tanrı ata Yakub'u ve çocuklarını, birçok kuşaktan sonra esir edilecekleri Mısır'a gönderdi. Tanrı'nın Musa'ya İsrailoğullarını esaretten kurtarmasını emretmesinin ardından Mısır'dan Çıkış gerçekleşti. İsrailoğulları, M.Ö. 1313 (Yahudi Yılı 2448) tarihinde Sina Dağı'nda toplantılar ve onlara Tora indirildi. (Neviim ve Ketuvim ile birlikte, bu kitaplar Yazılı Tora olarak bilinirken, Mişna ve Talmud ise Sözlü Tora olarak bilinir.) Sonunda, Tanrı onları İsrail diyarına götürdü.
Tanrı, Musa'nın erkek kardeşi Harun'un soyundan gelenleri İsrailoğlu toplumu içinde mabet görevlileri sınıfı olarak belirledi. İlk dinsel törenleri mişkanda (taşınabilir tapınak) yönettiler; sonrasında da onların soyundan gelenler Kudüs Tapınağı'nda ibadetten sorumlu oldular.
İsrailoğulları İsrail diyarına yerleştikten sonra, taşınabilir tapınak Şiloh şehrine yerleştirildi ve 300 yılı aşkın bir süre boyunca da burada kaldı. Bu süre içinde, kimileri halkın günahlarının cezası olarak Tanrı tarafından gönderilen saldırgan düşmanlara karşı halkı toparlaması için Tanrı önemli erkekler, zaman zaman da kadınlar, gönderdi. Bu, Yeşu Kitabı ile Hakimler Kitabı'nda anlatılır. Zaman içinde, ulusun ruhani düzeyi öylesine düştü ki, Tanrı Kadim Filistinlilerin Şiloh'daki taşınabilir tapınağı ele geçirmesine izin verdi.
Bunun üzerine, Samuel Kitapları'nda anlatıldığı gibi, İsrail halkı Samuel peygambere diğer milletler gibi, daimi bir hükümdar tarafından yönetilmeleri gereken bir noktaya geldiklerini söyledi. Samuel, isteksizce bu talebi kabul etti ve büyük fakat çok mütevazı bir insan olan Saul'u Hükümdar olarak atadı. Halk, Saul'a baskı yaparak kendisine Samuel tarafından aktarılan bir emre karşı gelmeye itince, Tanrı Samuel'e onun yerine Davud'u atamasını söyledi.
Kral Davud tahta geçtikten sonra, Nathan peygambere daimi bir tapınak yapmak istediğini söyledi ve yaptıklarının ödülü olarak, Tanrı Davud'a oğlunun tapınağı yapmasına izin vermeyi ve tahtın hep çocuklarında kalacağını vadetti (Davud'un tapınağı inşa ettirmesine izin verilmemişti, zira, birçok savaşta yer aldığı için barışı temsil eden bir tapınak yaptırması uygun olmayacaktı). Bunun sonucunda, Tanrı'nın arzu ettiği ve Krallar Kitaplarında belirtildiği gibi, ilk daimi tapınağı Kudüs'te yaptıran da Davud'un oğlu Süleyman oldu.
Rabinik gelenek, Sözlü Tora veya sözlü kanun olarak bilinen hukuki yorum ve ayrıntıların esasında Tanrı'nın Sina Dağı'nda Musa'ya söylediklerine dayanan yazılı olmayan bir gelenek olduğunu savunur. Ne var ki, Yahudilere yönelik baskıların artması ve ayrıntıların unutulma tehdidi ile karşı karşıya gelmesi sonucunda, bu sözlü yasalar Haham Yehuda HaNasi tarafından M.S. 200 civarında derlenerek Mişna oluşturuldu. Talmud, Mişna ile sonraki üç yüzyıl boyunca redakte edilen haham yorumları olan Gemara'nın bir derlemesinden oluşuyordu. Gemara, Yahudi ilim dünyasının iki önemli merkezi Filistin ve Babil'den çıkmıştır. Daha eski olan derlemeye Kudüs Talmudu denir. Dördüncü yüzyılda, İsrail'de derlenmiştir. Babil Talmudu ise, I. Ravina, II. Ravina ve Rav Aşi tarafından M.S. 500'de derlenmiş, ancak daha sonraları da düzenlenmeye devam etmiştir.
Eleştirel tarihi bakış.
Eleştirel yaklaşan akademisyenler (mütedeyyin olan ve olmayan Yahudiler) aralarında İbrani Kutsal Kitabı'nın da bulunduğu kutsal metinlerin Tanrı tarafından dikte ettirildiğini reddederken kimileri bunların vahyolunduğu savını reddeder. Bunun yerine, bu metinlerin insanlar tarafından kaleme alındığını ve belirli tarihi ve kültürel bağlamlarda anlam kazandığını düşünürler. Bu akademisyenlerin birçoğu belgesel hipotezin genel ilkelerini kabul eder ve Tora'nın birbirinden ayrılan hikâyelere dikkat çekecek bir şekilde bir araya getirilmiş bir dizi tutarsız metinden oluştuğunu öne sürer.
Bu akademisyenler, İsrailoğullarının ve İsrail dininin kökenlerine dair çeşitli teorilere sahiptir. Çoğunluğu, Birinci Tapınak döneminde İsrail ulusunu oluşturan insanların kökenlerinin Mezopotamya ve Mısır'a dayandığı konusunda birleşse de, bazıları bu halkların atalarının bir kısmının veya tümünün Mısır'da köle olup olmadığını sorgulamaktadır. Birçoğu, Birinci Tapınak döneminde, İsrail halkının henoteist olduğunu, yani her milletin kendine ait bir tanrısı olduğuna, ancak kendi tanrılarının diğerlerinin tanrılarından üstün olduğuna inandıklarını savunur. Kimileri ise, katı tek tanrıcılığın Babil döneminde, belki de Zerdüştlükteki dualizme bir tepki olarak geliştiğini savunur.
Bu görüşe göre, Yahudilerin çoğunluğu kendi tanrılarının tek tanrı (dolayısıyla da herkesin tanrısı) olduğuna ve vahyin kaydının (Tora) evrensel gerçekleri içerdiğine ancak Helenistik dönemde inanmaya başlamıştır. Bu yaklaşım, Yahudi olmayanlar arasında Yahudiliğe olan ilgideki artışı (bazı Yunanlar ve Romalılar, görsel olarak temsil edilemeyen bir tanrıya olan inançlarından ötürü Yahudileri en "felsefi" halk olarak görüyordu) ve Yahudilerin evrensel gerçekleri belirlemeye çalışan Yunan felsefesine yönelik yoğunlaşan ilgisini yansıtıyor, dolayısıyla da –potansiyel olarak- en azından "tüm tanrılar birdir" anlamında tek tanrıcılık fikrine gidiyordu. "Yahudilik ile bire bir örtüşen, sınırları açık şekilde belirlenmiş bir Yahudi ulusu fikri de bu zamanda oluşmuştur." Bir akademisyene göre, nihayetinde Hristiyanlık dininin ve Rabinik Yahudiliğin doğuşu ile sonuçlanan ilk Hristiyanlar ile Ferisiler arasındaki çatışma, Yahudilerin kendi ulusal adanmışlık iddiaları ile teolojik evrenselciliği bağdaştırma mücadelelerini yansıtıyordu.
Tel Aviv Üniversitesinden Prof. Ze'ev Herzog'a göre, bir devlet dini olarak tek tanrıcılık muhtemelen "İsrail Krallığı'nın ortadan kaldırılmasının ardından, Yehuda Krallığı döneminde icat edilmiştir." Herzog şöyle devam ediyor: "Tek tanrıcılığın İsrail ve Yehuda krallıkları tarafından ne zaman benimsendiği sorusu, iki tanrıdan bahseden eski İbranice yazıtların keşfedilmesi ile ortaya çıkmıştır; Yehova ve Aşerah'ı. Negev tepesi bölgesinin güneybatısındaki Kuntiliet Ajrud ve Yahudiye eteklerindeki Khirbet el-Kom'daki iki kazı alanında, "Yehova ve Aşerah'ı," "Yehova Şomron ve Aşerah'ı," "Yehova Teman ve Aşerah'ı"ndan bahseden yazıtlar bulunmuştur. Yazıtları hazırlayanlar, iki tanrıyı, Yehova ve eşi Aşerah'ı tanıyorlar ve bu ikilinin adına şükranlarını sunuyorlardı."
Kenan etkisi.
Yehova'nın kökenleri, merkezinde Yunan panteonuna çok benzer bir tanrılar panteonunun bulunduğu daha önceki Kenaan dinine dayanıyor olabilir. Bu panteonun en tanınan tanrısı, Tevrat'ta da ismi altmıştan fazla defa geçen Ba'al'di. Ba'al, tapılması Tanah'da defalarca yasaklanan fırtına ve bereket tanrısıydı. Hayatta kalmaya odaklanmış bir toplumda, bereket en yüksek faydayı temsil ediyordu. Bununla birlikte, Ba'al panteonun başı değildi. Bu unvan, Merhametli El'e aitti. İlk olarak Mendenhall tarafından ortaya atılan bir teoriye göre, kendi kendini marjinalize etmiş, bir grup mazlum insan, yani "apiru" (kurulu düzenin dışında duran insanları tanımlayan, muhtemelen İbrani kelimesinin de kökeni olan bir terim) baş tanrıları olarak El'e tapınmaya başladı.
Esasında bir Kenaan tanrısı olmayan Yehova olarak bilinen tanrıya tapınma, muhtemelen Levant bölgesinin güneyindeki Midyan'da ortaya çıkmış, Levant bölgesine de güneyden bir grup göçebe tarafından getirilmişti (Tevrat geleneğine göre, Mısır'dan gelen köleler). Yabancı tanrı Yehova'nın yerel tanrı El ile birleştiği ve Yehova'nın El'in birçok özelliğini aldığına inanılmaktadır: yaşlı bir tanrı; bilge bir tanrı; hatta yaratıcı bir tanrı. Bu birleşmeye ek kanıt olarak, Tanah'ta Tanrı için "El" kelimesi kullanılır. Özellikle, Rabinik kaynaklarda Tanrı için "El-Şaday" terimi kullanılır. El-Şaday'ın, El'in yeryüzünde oturmasına yapılan bir gönderme ile, "Dağda oturan El" anlamına gelmesi kuvvetle muhtemeldir.
Genellikle, İsraillilerin yeni, yerleşik bir etnik grup olarak konumlarını M.Ö. 12. yüzyılda pekiştirdikleri düşünülürse de, başta Israel Finkelstein olmak üzere bazı arkeologlar İsraillilerin baskı altındaki insanlar tarafından oluşturulmuş bir koalisyon olduğu iddiasını, Yahudi halkının ayrı bir etnik grup olarak ortaya çıkışının M.Ö. dokuzuncu veya sekizinci yüzyıla kadar gerçekleşmediğini savunarak reddetmektedir.
Zaman içinde, Yahudilik Kenaan panteonunun diğer tüm tanrı ve tanrıçaları ile tüm bağlantılarını keserek tek tanrıcı bir din olmuştur. Ancak bunun ne zaman gerçekleştiği de ayrı bir tartışmanın konusudur. Yehova'nın El ile birleşmesinden ve sadece Yehova'ya ibadeti merkez alan resmî ortodoksluğun ortaya çıkışından çok daha sonra İsrailoğullarının Yehova'nın eşi olarak Aşerat'a da tapınması veya hürmet göstermesini savunan argümanlar ortaya konmuştur. Kenaan panteonunda El'in eşi olan Aşera'dan, genellikle bu tanrıçaya tapınmanın veya stylize edilmiş bir ağaç şeklinde olduğuna inanılan kült sembolünün kullanımının kınanması bağlamında Tanah'da kırktan fazla defa bahsedilir. Çok da puta benzemeyen bu sembolün özellikle İsrailoğulları kadınları arasında yaygın bir tapınma aracı olarak kullanılmasına (resmî ortodoksluk tarafından olmasa da halk arasında) hoşgörü gösterildiğine inanılmaktadır.
Kuntillet Ajurd ve Khirbet el-Kom'da bulunan yazıtlarda, "Yehova ve Aşera'sına" atıfta bulunulmaktadır. Yazıtların tanrıça Aşera'ya mı yoksa Aşera kültünün bir sembolü olan "Aşera"ya mı atıfta bulunduğu tartışılmaktadır. Her iki durumda da, Yehova'nın Aşera ile ilişkilendirildiğine şüphe yoktur. Muhtemelen Yehova'nın El'in birçok özelliği ile birlikte, eşini de aldığı algılaması ortaya çıkmıştır.
Aşera'nın ve tüm Kenaan tanrılarının İsrailoğullarının dininden kati olarak tasfiye edilmesinde, M.Ö. 621 yılında Josiah tarafından gerçekleştirildiğine inanılan reformasyonun muhtemelen etkisi olmuştur.
Antik çağ.
Başkenti Kudüs olan Birleşik Monarşi Saul'un hükümdarlığı döneminde kuruldu ve Kral Davud ve Süleyman'ın hükümdarlığında devam etti. Süleyman'ın ardından, ülke İsrail Krallığı (kuzeyde) ve Yehuda Krallığı (güneyde) olmak üzere iki ayrı krallığa ayrıldı. İsrail Krallığı, M.Ö. 8. yüzyılda Asur hükümdarı II. Sargon tarafından fethedildi ve ülkenin başkenti Samarya'dan çok sayıda insan esir edilerek Media ve Habur vadisine götürüldü. Yehuda Krallığı ise, M.Ö. 6. yüzyılda Babil ordusu tarafından fethedilene kadar bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürdü. Bu sırada, Yahudilikte ibadetin merkezinde yer alan Birinci Tapınak da yıkıldı. Yehudalı seçkinlerin Babil'e sürgün edilmesi ile ilk Yahudi diyasporası da oluşmuş oldu. Bu esaret döneminde, Babil'deki Yahudiler, "Babil Talmudu"nu, Yehuda'da kalan Yahudiler ise "Filistin Talmudu"nu kaleme almışlardır. Bunlar, Tora'nın ilk bilinen yazılı halleridir ve Babil Tamudu da günümüzde kullanılan Talmud'dur. Babil'in Persler tarafından fethedilmesinin ardından, Babil Sürgünü olarak da bilinen yetmiş yıllık dönemden sonra Babil'deki Yahudilerin birçoğu memleketine döndü. Yeni İkinci Tapınak inşa edildi ve eski dinî uygulamalara yeniden başlandı.
İkinci Tapınak'ın ilk yıllarında, en yüksek dinî otorite, Büyük Meclis olarak bilinen başını Ezra Kitabı'ndan Ezra'nın çektiği bir konseydi. Büyük Meclis'in diğer başarıları arasında, Tevrat'ın son kitaplarının bu dönemde kaleme alınması ve kanunun kesinleştirilmesidir. Helenistik Yahudilik, M.Ö. 3. yüzyıldan itibaren Ptolomeos dönemi ve sonrası Mısır'da yayılmaya başlamış ve gnostisizm ile Erken Hristiyanlığın yükselişine paralel olarak 3. yüzyıldaki düşüşüne kadar, Roma İmparatorluğu'nun her yerinde kayda değer bir hoş görülen din ("religio licita") hâline gelmiştir.
Milattan sonra 66'da, Roma yönetimine karşı patlak veren Yahudi ayaklanmasından sonra, Romalılar Kudüs'ü neredeyse tümüyle yıktı. İkinci bir ayaklanmanın ardından ise, Yahudilerin Kudüs şehrine girmesi yasaklanırken çoğu Yahudi ibadeti de Roma tarafından yasaklandı. Kudüs'ün yıkılmasının ve Yahudilerin sürülmesinin ardından, Yahudilerin ibadetinin Tapınak etrafında merkezlenmesi sona erdi, kurbanın yerini dua aldı ve ibadet, cemaatin öğretmeni ve önderi olarak hareket eden hahamlar etrafından yeniden şekillendirildi (bkz. Yahudi diyasporası).
Tarihte Yahudilik gruplaşmaları (1700 yılına kadar).
Milattan Sonra 1. yüzyıl civarında, aralarında Ferisiler, Sadukiler, Zealotlar, Esseniler, Yazıcılar ve Hristiyanların da bulunduğu çok sayıda küçük Yahudi mezhebi bulunuyordu. İkinci Tapınak'ın M.S. 70 yılında yıkılmasının ardından bu mezhepler de yok olmuştur. Hristiyanlık, Yahudilikten kopup ayrı bir din hâline gelerek varlığını sürdürdü; Ferisiler ise Rabinik Yahudilik (günümüzde kısaca "Yahudilik") şeklinde ayakta kalmıştır. Sadukiler, Neviim ve Ketuvim'in vahyolunduğunu reddederek tek vahyolunmuş kitap olarak addettikleri Tora'ya dönmüşlerdir. Sonuç olarak, Ferisilerin inanç sisteminin (modern Yahudiliğin temelini oluşturan) bazı temel özellikleri Sadukilerden de kabul görmemiştir.
Sadece Tora'yı esas alan Sadukiler gibi, 8. ve 9. yüzyıllarda bazı Yahudiler Mişna'da kayda geçen (ve daha sonra her iki Talmud ile hahamlar tarafından geliştirilen) Sözlü Yasa'nın otoritesini ve vahyolunduğunu reddetmiş, bunun yerine sadece Tanah'ı esas almışlardır. Bu gruplar kısa sürede, Rabinik geleneklerden ayrılan kendi sözlü geleneklerini oluşturmuş, sonunda da Karaim mezhebini kurmuşlardır. Günümüzde hâlen az sayıda Karay varlığını sürdürmekte, bunların büyük bölümü de İsrail'de yaşamaktadır. Rabinik Yahudiler ve Karay Yahudileri birbirlerinin Yahudi olduğunu kabul etmekle birlikte, öteki inancın kusurlu olduğunu savunmaktadır.
Zaman içinde, Yahudiler farklı etnik gruplara bölünmüşlerdir; diğerlerinin yanı sıra, Aşkenaz Yahudiler (Orta ve Doğu Avrupalı), Sefarad Yahudileri (İspanya, Portekiz ve Kuzey Afrika'dan), Etiyopya'dan Beta Israel ve Arap Yarımadası'nın güney ucundan Yemen Yahudileri. Bu kültürel bir ayrım olup herhangi bir doktrinel anlaşmazlığa dayanmamaktadır, ancak aradaki mesafe uygulama ve dualarda küçük farklılıklara yol açmıştır.
Baskılar.
Antisemitizm, Orta Çağ'da ortaya çıkmış, kendini, baskılar, pogromlar, din değiştirmeye zorlama, sürülmeler, sosyal kısıtlamalar ve gettolara kapatma şeklinde göstermiştir.
Bu niteliksel olarak, antik çağlarda Yahudilere yönelik baskılardan farklı olmuştur. Antik çağdaki baskı siyasi sebeplere dayanıyor, Yahudiler başka herhangi bir etnik gruptan farklı bir muameleye tabi tutulmuyorlardı. Kiliselerin yükselişi ile birlikte, Yahudilere yönelik saldırıların daha ziyade özellikle Hristiyanlığın Yahudilere ve Yahudiliğe bakışından kaynaklanan teolojik değerlendirmelerden destek almaya başlamıştır.
Hasidizm.
Hasidik Yahudilik, "Baal Şem Tov" (veya "Besht") olarak da tanınan Yisroel ben Eliezer (1700-1760) tarafından kurulmuştur. Kökenleri, Yahudi halkının baskıya uğradığı, Avrupalı Yahudilerin kendi içlerine dönerek Talmud çalışmalarına odaklandığı bir döneme dayanır; çoğu kişi, Yahudi yaşamının birçok ifadesinin gereğinden fazla "akademik" hale geldiğini ve ruhaniyet ile neşe üzerinde hiç durmadığını hissediyordu. Müritleri birçok takipçi çekerek Avrupa'nın her yerinde sayısız Hasidik tarikatlar kurmuşlardır. Hasidik Yahudilik zaman içinde Avrupa'daki birçok Yahudi'nin yaşam biçimi hâline gelmiş, 1880'li yıllardaki Yahudi göç dalgaları, bu akımı Amerika Birleşik Devletleri'ne de taşımıştır.
Başlarda, Hasidik olan ve olmayan Yahudiler arasında ciddi bir hizipleşme yaşanmıştır. Avrupalı Yahudilerden Hasidik hareketi reddedenleri "Mitnagdim" ("Karşıtlar/Reddiyeciler") olarak adlandırıyordu. Hasidik Yahudiliğin reddedilmesinin sebepleri arasında, Hasidik ibadetin aşırı yoğun olması, liderlerine geleneklerin dışında yanılmazlık ve mucize yaratma özelliklerini isnat etmesi ve mesihçi bir mezhep hâline gelebileceğine yönelik endişeler vardı. O zamandan bu yana, Hasidler ile rakipleri arasındaki farklılıklar kademeli olarak azalmış, bugün her iki grup da Haredi Yahudiliğin parçası hâline gelmiştir.
Aydınlanma ve Reform Yahudiliği.
18. yüzyılın sonlarında, Avrupa Aydınlanma olarak da bilinen bir grup entelektüel, sosyal ve siyasi hareketin etkisi altına girdi. Aydınlanma, Avrupa'da Yahudilerin kendi dışlarındaki laik dünya ile etkileşimlerini yasaklayan kanunların azalmasına da yol açarak Yahudilerin laik eğitim ve deneyime erişmesine imkân vermiştir. Gerek Aydınlanma'ya gerekse bu yeni özgürlüklere tepki olarak özellikle Orta Avrupa'da Haskala veya "Yahudi Aydınlanması" adı verilen buna paralel bir Yahudi hareketi de başlamıştır. Hareket, laik toplum ile entegrasyona ve akıl gibi, dinî olmayan bilgiye ulaşma çabasına önem veriyordu. Haskala'nın destekçileri ile daha geleneksel Yahudi kavramlarının takipçileri arasındaki etki ve tepkiler Yahudilikte bir dizi farklı kolun oluşumu ile sonuçlanmıştır: Haskala destekçileri Reform Yahudiliği ve Liberal Yahudiliği, gelenekselciler Ortodoks Yahudiliği, her iki taraf arasında bir denge noktası arayan Yahudiler ise, Masorti ve Muhafazakâr Yahudiliği kurmuşlardır. Bu süreçte birkaç küçük grup da ortaya çıkmıştır.
Günümüzde Yahudilik.
Amerika Birleşik Devletleri, İsrail, Kanada, Birleşik Krallık, Arjantin ve Güney Afrika gibi modern ekonomilere sahip sanayileşmiş ülkelerin birçoğunda, çok farklı Yahudilik uygulamaları bulunmakta, bunun yanı sıra, laik ve dindar olmayan Yahudilerin sayısında da artış görülmektedir. Örneğin, 2001 Ulusal Yahudi Nüfus Araştırması'na göre, dünyada en kalabalık ikinci Yahudi nüfusa ev sahipliği yapan Birleşik Devletler'deki Yahudi toplumunda, 5,1 milyon Yahudiden 4,3 milyonu din ile bir şekilde bağlantılıydı. Din ile ilgisi olan Yahudi nüfusun %80'i bir şekilde dinî ibadete katılırken sadece %48'i bir sinagoga üyeydi.
Bu durumu bir kriz olarak algılayan ABD ve Kanada'daki dinî (ve laik) Yahudi hareketleri, Yahudi cemaatindeki karma evlilikler ve asimilasyon oranlarındaki artıştan büyük endişe duymaktadır. Amerikalı Yahudiler daha geç evlendikleri ve daha az sayıda çocuk sahibi oldukları için, ülkedeki Yahudiler arasındaki doğum oranları 2,0'dan 1,7'ye düşmüştür (nüfus ikame oranı 2,1'dir). Karma evlilik oranları ABD'de %40 ile 50 arasında iken, karma evlilik yapan çiftlerin çocuklarından sadece üçte biri Yahudi olarak yetiştirilmektedir. Karma evlilikler ve düşük doğum oranları yüzünden, ABD'deki Yahudi nüfusu 1990 yılında 5,5 milyondan 2001 yılında 5,1 milyona düşmüştür. Bu, Diyaspora'daki Yahudi cemaatindeki genel nüfus eğilimleri açısından da gösterge niteliği taşımakla birlikte, toplam nüfus üzerine odaklanılması, Haredi Yahudilik gibi bazı mezhepler ile cemaatlerdeki büyüme eğilimlerini gizlemektedir. Baal teşuva hareketi, dine "dönen" veya daha dindar hale gelen Yahudilerin oluşturduğu bir harekettir.
Yahudilik ve diğer dinler.
Hristiyanlık ve Yahudilik.
Tarihçiler ve teologlar bazı Hristiyan gruplar ile Yahudi halkı arasındaki değişen ilişkiyi düzenli olarak gözden geçirmektedir; Hristiyan-Yahudi uzlaşısı başlıklı makale güncel meselelerden birini ele almaktadır.
İslam ve Yahudilik.
İslam ve Yahudilik arasında karmaşık bir ilişki bulunmaktadır. Geleneksel olarak, İslam topraklarında zımmi statüsünde yaşayan Yahudilerin dinlerini uygulamalarına ve kendi iç meselelerini yönetmelerine, çeşitli koşullar çerçevesinde izin veriliyordu. Müslümanlara cizye (her özgür yetişkin gayrımüslüm erkekten alınan vergi) ödemek zorundaydılar. İslami yönetim altında, zımmiler düşük bir statüye sahiptiler. Silah taşımalarının ve Müslümanları ilgilendiren davalarda şahitlik etmelerinin yasaklanması gibi çok sayıda sosyal ve yasal engelleri vardı. Ancak bu engellerin büyük bölümü sembolikti. En onur kırıcı olanı ise, Kur'an'a ya da hadislere dayanmayan ancak Orta Çağ başlarında Bağdat'ta ortaya çıkan ve son derece düzensiz bir şekilde uygulanan ayırt edici kıyafet giyme zorunluluğuydu. Yahudiler dinleri yüzünden öldürülme ya da sürülme veya zorla din değiştirmeleri yönünde baskı ile nadiren karşılaşmışlar, çoğunlukla da ikamet ve meslek tercihlerinde serbest olmuşlardır. Nitekim, Emeviler ve Abbasilerin yönetimi altında 712-1066 yılları arası dönem Endülüs Emevi Devleti'ndeki Yahudi kültürünün altın çağı olarak adlandırılır. Yahudilere yönelik katliamların en önemli örneklerinden biri, 12. yüzyıl Endülüs'ünde Muvahhid hanedanının hükümdarları tarafından Yahudilerin öldürülmesi ya da din değiştirmeye zorlanmasıdır. İkamet ettikleri yeri seçme özgürlüklerinin ellerinden alındığı örneklerin başında ise, Yahudilerin 15. yüzyıldan başlayarak, özellikle de 19. yüzyıl başlarından itibaren Fas'ta mellah adı verilen duvarlarla çevirili mahallelerde yaşamaya zorlanmasıdır.
Hizbullah ve Hamas gibi Arap-İslami hareketlerin propragandasında, İran'nin çeşitli kurumları tarafından yapılan çeşitli açıklamalarda ve Refah Partisi'ne yakın gazete ve diğer yayınlarda standart antisemitik temalar yaygın olarak kullanılmaktadır.
Yahudiliği içine alan sinkretik hareketler.
Yahudilikten unsurları diğer dinlerinkilerle birleştiren bazı örgütlenmeler de bulunmaktadır. Bunların en tanınmışı, çoğunlukla Yahudi olmayanların yanı sıra bazı etnik Yahudilerin de üyeleri arasında bulunduğu, Yahudileri Hristiyanlığa çekmek amacıyla başlatılan, Mesihçi Yahudilik adlı Hristiyan hareketidir. Mesihçi Yahudilik, tarihi olarak neredeyse tamamen İsa'nın ikinci defa gelmesi için Yahudilerin İsa'yı mesih olarak kabul etmesi gerektiği inancını savunan Hristiyan Evanjelist örgütler tarafından maddi olarak desteklenmiştir. Bu gruplar, tipik olarak Hristiyan teolojisini ve Kristoloji'yi Yahudi dinî uygulamalarından oluşan ince bir cila ile bir araya getirirler. Bu gruplar arasından en tartışmalı olanı, ABD'nin büyük şehirlerinde sayısız misyonerlik kampanyaları ile etnik Yahudileri aktif şekilde Hristiyanlığa çekmeye çalışan, "İsa için Yahudiler"dir ("Jews for Jesus").
Sinkretizmin diğer örnekleri arasında, Mesihçi Yahudilik gibi, pagan veya Vika inançlarını Yahudiliğin bazı uygulamaları ile bir araya getiren gevşek örgütlenmiş az sayıda Yahudinin oluşturduğu Judeo-Paganlar da vardır. Bir diğer gevşek örgütlü grup olan Yahudi Budistler ise, inançlarında Asya ruhaniliğine de yer verirler; bazı Yenilenmeci Yahudiler ise rahatça ve açık bir şekilde Budizm, Sufizm, Kızılderili dini ve diğer dinlerden de unsurları almaktadır.
Yahudilikteki mistik Kabbala uygulaması, Kabbala Merkezi'nin temsil ettiği bir hareket doğurmuştur. Merkezde, çeşitli dinlerden öğretmenler görev almaktadır.
Yahudilik'te ahiret inancı tarihi bir gelişme izlemiştir. Tevrat'ın bazı bölümlerinde ahiret inancına dair ipuçları bulunmaktadır. Bazı dinler tarihçilerine göre, yeniden dirilme ile ilgili metinler günümüze kadar ulaşmadığı için Yahudiler bu tür inançları Babil Sürgünü sırasında İran'dan almışlardır.
Babil Sürgünü öncesi Yahudilik'te iyi, kötü, ölen bütün insanlar "Şeol" adı verilen bir yere gidecekler, orada üzüntülü bir şekilde varlıklarını sürdürecekler, ruhları da mezarda kalacaktır. Yahudilik'te ahiret inancı konusunda, daha sonraki dönemlerde birtakım gelişmeler olmuş, yeniden dirilme, yargılanma, sonsuz yaşam, cennet, cehennem gibi inançlar ortaya çıkmıştır. Yahudilik'teki cennet (Gan Eden), cehennem (Geinam), hüküm günü vb. ilgili emirleri Talmud açıklamıştır. Yahudilerin, Müslümanlık ve Hristiyanlık'ta olduğu gibi belli başlı iman esaslarına kavuşmaları filozof Rabbi Moşe ben Maymon (Maymonides, 1135-1204)'le mümkün olabilmiştir. O'nun meydana getirdiği ve günümüze ulaşan 13 Maddelik İnanç Esasları şudur:
Yahudiler ibadetlerini sinagoglarda (Bet Kneset) yaparlar. Sinagoglarda rulo hâlinde el yazması Tevrat tomarlarının konulduğu, Ehal HaKodeş adı verilen, Doğu'ya (Mizrah) yönelik kutsal bir bölme vardır. Sinagoglarda Yedi Kollu Şamdan (Menora) da bulunur. Bundan ayrı olarak Kral Davud'un mührü kabul edilen iki üçgenden meydana gelmiş Magen David denilen altı köşeli bir yıldız da vardır.
Yahudiler sinagoglarda Tevrat'tan bazı parçaları sesli bir şeklide okurken bazı bölümler ise sessiz okunur. Tevrat rulolarının kılıfından çıkarılarak hazan tarafından okunması, ibadetin en önemli anıdır. Yahudilikte sinagog dışında evlerde de ibadet edilebilir ancak cemaat ile ibadet daha makbul sayılır.
Musevi evlerinin giriş kapılarının ve tuvalet banyo hariç her kapısının sağ pervazında "Mezuza" denilen, rulo hâline getirilmiş Tevrat'tan cümlelerinin yazılı olduğu kutucuklar çakılıdır. Eve giriş çıkışta Yahudiler bu kutucuğa dokunarak parmaklarını öperler. İbadet, Doğu yönüne yönelerek yapılır. Başa Kipa, adı verilen takke takılır. Erkekler her sabah sırtlarına beyaz renkte ve mavi çizgileri olan dua şalı Tallit giyerler. Kadınların ibadete katılma mecburiyeti yoktur, ancak başları örtülü olarak ibadete katılabilirler.
Yahudi dininde ibadet esasını ilâhiler oluşturur. İbadet sırasında okunan bazı kalıplaşmış dua ve ilâhiler vardır. Dua, dindar Yahudinin yaşamında önemli bir yer işgal eder. Yahudilikte ibadet günlük ve haftalık olmak üzere ikiye ayrılır. Günlük ibadet sabah, öğle ve akşam yapılır. Haftalık ibadet ise Cumartesi (Şabat) günü havra (sinagog)'da yapılır.
Yahudiler sabah ayininde bir dua şalı (Tallit) kuşanırlar. Bayram ve Cumartesi günleri dışında sabah ayininde, sol pazu (Solaklar sağ pazuya) ile alına içinde Tora'dan bölümlerin bulunduğu küçük kutucukların takılı olduğu birer dua kayışı Tefilin bağlanır. Dualar ayakta, oturarak vücudu sallayarak ve bazen öne hafifçe eğilerek okunur. Toplu dualar 13 yaşına girmiş en az 10 erkeğin (Minyan) iştirakiyle yapılır. Cumartesi ibadeti, cuma akşamı güneşin batmasıyla başlar, cumartesi akşamı güneşin batışından sonra sona erer. Bu ibadet sinagogda yapılır. Bu maksatla cumartesi günü ateş yakmak, çalışmak, taşıt kullanmak vb. yasaktır.
Yahudilikte Tanrı'nın adını telaffuz etmek günah sayıldığından YHWH ismi yerine Elohim, Şaday, Adonay gibi isimler kullanılır hatta bunların da yerine Haşem yani "İsim" kullanılır. Yehova, Yahudilerin millî ve hâkim tanrısıdır. İnsan da O'nun kulu durumundadır. İnançlarına göre Yehova sadece İsrâiloğulları'na şefaat eden, kıskanç bir Tanrı'dır. İsrâiloğulları yabancı bir ülkede de O'nun tarafından korunacaktır. O, İbrahim, İshak ve Yakub'un Tanrısı'dır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5019",
"len_data": 67511,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.91
}
|
Gemi inşaatı ve gemi makineleri mühendisliği (İngilizce: "Naval Architecture and Marine Engineering"), her türlü sivil veya askeri deniz aracının (gemi, yat, denizaltı, açık deniz yapıları, platformlar), bu araçların makinelerinin ve diğer donanımlarının tasarımı, üretimi ve planlamasından sorumlu mühendislik dalıdır.
Temeli makine mühendisliğine dayanmakta olup zamanla ayrı bir disiplin haline gelmiştir. Deniz teknolojisi mühendisliği ve gemi makineleri işletme mühendisliği ile birçok ortak yönü olmakla beraber, bu üç alan birbirleriyle karıştırılmaması gereken ayrı uzmanlık dallarıdır.
Çalışma alanları.
Gemi inşaatı ve gemi makineleri mühendislerinin temel çalışma alanları tersaneler, tasarım büroları, denizcilik şirketleri, denetim kuruluşları, üniversiteler ile ürün ve servis sağlayıcı firmalar olmakla birlikte, farklı sektörlerde de çalışmak mümkündür.
Ayrıca, bazı ek eğitimlerin ardından gemilerde uzak yol vardiya mühendisi olarak çalışmak mümkündür. Sonraki eğitimler ve sınavlar sonucunda ise üst yeterliliklere terfi imkânı da bulunmaktadır.
Gereken nitelikler.
Genel olarak tüm mühendislik alanlarında olduğu gibi:
becerilerinin iyi ve geliştirilebilir olması gerekmektedir.
Eğitim.
Türkiye'de gemi inşaatı ve gemi makineleri mühendisliği programında alınması gereken eğitimin süresi 4 yıldır.
Eğitim süresince birçok mühendislik alanında olduğu gibi temel bilim ve temel mühendislik derslerinin ardından, alan dersleri ile tamamlayıcı dersler verilmektedir. Eğitim kurumuna göre derslerin adı, içeriği ve kapsamı değişebilmekte, bölünmüş ya da bir diğeri ile iç içe olabilmektedir.
Eğitim esnasında çeşitli ödevler, projeler ve sunumlar hazırlanır. Staj zorunluluğu vardır.
Türkiye'deki eğitim kurumları.
Türkiye'de gemi inşaatı ve gemi makineleri mühendisliği eğitimi verilen üniversiteler İstanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Bursa Teknik Üniversitesi, Karadeniz Teknik Üniversitesi, İzmir Katip Çelebi Üniversitesi, İskenderun Teknik Üniversitesi, Bandırma 17 Eylül Üniversitesi, Deniz Harp Okulu ve Piri Reis Üniversitesi'dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5023",
"len_data": 2076,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.57
}
|
Karaburun, İzmir ilinin bir ilçesi ve bu ilçenin idari merkezi kasabadır. İlçenin güneyinde Urla ilçesi; batısında, kuzeyinde ve doğusunda Ege Denizi bulunmaktadır. Karaburun Yarımadası'nda bulunan ilçe, nüfus bakımından ilin en küçük ikinci ilçesidir.
Coğrafya.
Karaburun'un İzmir il merkezine uzaklığı 106 km'dir. Yüzölçümü 421 km2dir. İlçenin güneyinde Urla ilçesi; batısında, kuzeyinde ve doğusunda Ege Denizi bulunmaktadır. Merkezi aynı adlı yarımadanın kuzeydoğusundadır. İç denize bakan tarafının karşı kıyısında Foça, Küçükbahçe tarafında Çeşme ilçeleri yer alır.
Karaburun ilçe merkezi Kaza, İskele, Burgaz Arkası ve Bodrum olarak 4 ana kısıma ayrılmıştır. İskele kazanın balıkçı barınağının bulunduğu yerdir. Aynı zamanda da akşamları insanların yürüyüş yaptığı kordon boyudur. Dalış merkezleri ve balık lokantaları bulunur. Burgaz arkası daha çok yazlık evlerin olduğu kesimdir. Bodrum ise ilçenin en işlek plajının bulunduğu kısımdır.
Karaburun'da İskele'nin önünde Büyük Ada ve Burgaz Arkasına bakan Küçük Ada bulunmaktadır. İskelenin ilerisinde Karaburun Yelken Kulübü vardır.
Yaz aylarında öğleden sonra başlayıp hava kararıncaya kadar her gün düzenli esen imbat rüzgarına sahiptir.
Köylerin merkeze ve beldelere uzaklıkları.
Karaburun Yarımadasında kurulu Karaburun ilçesine bağlı köyler, gruplar halinde birbirine uzaktır. Karaburun ilçesi; düşük nüfus yoğunluğuna karşın, yüzölçümü olarak geniş bir alana yayılmıştır. Yaklaşık 500 km².
Eğlenhoca, Kösedere ve İnecik köyleri, birbirine yakın, Merkez ilçeye 15–16 km, Mordoğan beldesine 5–6 km, Küçükbahçe beldesine 35–37 km uzaklıktadırlar.
Tepeboz, Hasseki ve Sarpıncık köyleri, birbirine yakın, Merkez ilçeye 8–11 km, Mordoğan beldesine 23–26 km, Küçükbahçe beldesine 25–35 km uzaklıktadırlar.
Parlak ve Salman köyleri, birbirine yakın, Merkez ilçeye 15–18 km, Mordoğan beldesine 30–33 km, Küçükbahçe beldesine 11–14 km uzaklıktadırlar.
Bozköy, Ambarseki ve Saip köyleri, birbirine yakın, Merkez ilçeye 1–3 km, Mordoğan beldesine 18–22 km, Küçükbahçe beldesine 23–25 km uzaklıkta köylerdir.
Yaylaköy de Merkez ilçeye 10 km, Mordoğan beldesine 26 km ve Küçükbahçe beldesine 12 km uzaklıktadır.
Sazak köyü, bütünüyle terkedilmiştir.
Köylerdeki iskele yerleşimleri.
Köyler, tepelerin yamaçlarına ve ağırlıklı olarak denizden kolay görünmeyen noktalara eski zamanlardaki korsan tehlikesi yüzünden kurulmuştur. Bu nedenle, genelde her köyün, denize ulaşımı mümkün kılacak birer iskelesi vardır. Bu iskelelerin bir bölümü hala kullanılmakta ve geliştirilmektedir.
İskele yerleşimlerinden bazıları giderek, köylerden daha büyük hale gelmiştir. Örneğin; Mordoğan olarak bilinen yerleşim, aslında Mordoğan İskelesi'dir ve gerçek Mordoğan Köyü, denizden 2–3 km içeridedir. Aynı şekilde; Denizgiren yerleşimi Küçükbahçe köyünün, Kaynarpınar yerleşimi İnecik köyünün iskeleleridir.
Mordoğan beldesinde bir Yat Limanı yapılmaktadır.
Ekonomi.
Başlıca ticari ürünleri enginar, üzüm, nergis çiçeği, nar, narenciye, bademdir. Yöreye has olarak nitelendirilebilecek olan hurma zeytini ve kopanisti peyniri vardır.
Yörede ayrıca balıkçılık da köylüler tarafından ağ veya olta aracılığı ile yapılmaya devam etmektedir. Özellikle gezgin balık türlerinden kefalin ağ (yörece dalyan tipi denilen ve kazıklar arasına yerleştirilen yatay ağ düzeneği) ile avlanması oldukça yaygındır. Ağustos ve eylül aylarında topan kefal avcılığı verimli geçer. Bunun yanında açık denizde kalamar, mercan, istavrit, kolyoz avcılığı da amatör olarak yapılmaktadır. Koylarda ise kıyıdan veya küçük tekneler ile amatör olarak sargoz, kupes, melanur, hani avcılığına sıkça rastlanır.
Kültür.
Turizm.
Her ne kadar doğal zenginlikleri itibarı ile tatil turizminin tüm imkânlarına sahip olsa da, turistler açısından tenha denilebilecek bir durumdadır. Bunda en büyük etmen olarak çok virajlı ve dar yollara sahip olması gösterilmektedir. Tabii ki bu girintili çıkıntılı kıyı şeridi virajlar yanında birçok irili ufaklı koyları da beraberinde getirmektedir.
Karaburun konumu itibarı ile açık denize baktığı için, suyun devridaim içinde olması nedeniyle, temiz bir denize sahiptir. Lodoslu veya poyrazlı kötü hava şartları sebebiyle dalgalı ve çalkantılı durumlar dışında, deniz çok berraktır. Dik dağlık yapısı gereği kumsaldan çok kayalık yapıya sahip olan Karaburun, su altı zenginliği açısından dikkat çekmektedir. Bu yapısı ile tüplü ve tüpsüz dalış meraklılarının ilgisini çekmektedir. Balıkçılık ile ilgilenenler için de birçok imkân sunmaktadır.
Turizm sayfiye ağırlıklı olsa da, bahar aylarında açan yüzlerce çeşit çiçekler temiz hava ve doğa meraklılarını kendine çeker. Özellikle kelebek ve çiçek fotoğrafçılığı ve trekking ile ilgilenen yerli turistlerin vazgeçilmez ziyaret noktalarından biridir Karaburun yöresi.
Turist potansiyelini daha çok yazlığı olan yerli turistler oluşturmaktadır. Yabancı turistlere fazla rastlanmamaktadır. Buna bağlı olarak yazlık eğlenceye yönelik tesisleri sınırlıdır. Özellikle İskele mevkiinde deniz kenarındaki balık restoranları ve birkaç kafe dışında fazla tesis yoktur. İskele mevkiinin kuzeybatısında yaklaşık yarım mil açığında bulunan Büyük Ada turizme açık olup, ancak tekne kiralama ile ya da yerel halkın kendi tekneleri ile sağlanabilmektedir. Adada herhangi bir turistik tesis bulunmamakta sadece kuzey ucunda çakarlı deniz feneri bulunmaktadır. Adada ayrıca küçük keçi sürüsü de bulunmaktadır. Keçilerin mevcudiyeti ve sert hava koşulları yüzünden adada ağaç yetişmemekte, sadece maki tipi bitki türleri yetişmektedir. Adanın güneyinde poyrazdan korunaklı küçük bir koyu ve plajı vardır.
İlçede üç adet turistik otel bulunmaktadır. Bunun dışında konaklama için ağırlıklı olarak butik tip pansiyonlar, pansiyonlar ve ev pansiyonculuğu kullanılmaktadır.
İlçede 2018'den beri her yıl Karaburun Nergis Festivali düzenlenmektedir.
Altyapı.
İzmir'e bağlı Üçkuyular semtinden kalkan Karaburun midibüsleri vasıtasıyla ulaşım sağlanmaktadır. 2007 yılında başlayan Üçkuyular-Karaburun İskele seferleri 2008 yılında durdurulmuştur. 2009 yılı itibarıyla Foça-Karaburun Saipaltı yazlık hafta sonu seferleri başlamıştır. İZDENİZ yeni alınan katamaranlar ile Karaburun'a yaz sezonunda sefer düzenlemektedir.
İzmir yolu üzerinde bulunan Seferihisar ilçesi üzerinden ara bağlantılarla, doğrudan Selçuk'a geçiş mümkündür.
2013 yılında İYTE-Mordoğan arasındaki yol yeni yapılmış ulaşım 56 km'ye düşürülmüştür. Yolun Karaburun merkeze ulaştırılması çalışmaları devam etmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5024",
"len_data": 6436,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.17
}
|
Erasure, New Wave ve pop-rock/synthpop tarzında müzik yapan bir İngiliz grubudur. Grubun solisti Andy Bell'dir. Klavyede ise Vince Clarke bulunmaktadır.
Grup 1985 yılında kurulmuştur. Depeche Mode grubunun kuruluşunda ve ilk albümünde yer alan Vince Clarke, daha sonra bu gruptan ayrılarak solo çalışmalarına başlamış, sonrasında Alison Moyet ile kurduğu grubu ile de büyük başarı kazanmıştır. Yeni bir proje arayışına giren Clarke, Melody Maker dergisine verdiği bir ilan sayesinde daha önceden hiç tanınmayan bir isim olan Andy Bell ile tanışmış ve Erasure ismini alacak grubun ilk single'ı "Who Needs Love Like That" aynı yıl yayımlanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5027",
"len_data": 644,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.49
}
|
Analog şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5029",
"len_data": 30,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 1.18
}
|
DivX, üstün sıkıştırma yöntemi ve kalite kaybını en aza indiren tekniğiyle son yıllarda kullanıcılar arasında olağanüstü rağbet görmüş "DivX, Inc." (eski adıyla, "DivXNetworks") tarafından geliştirilen görüntü sıkıştırma biçimidir ("video codec"). DivX, sayısal videoyu MPEG-4 bölüm 2 "Advanced Simple" profili uyumlu sıkıştırarak görece az görsel kayıpla videonun kompakt bir biçimde saklanabilmesini sağlar.
Popülerlik ve yaygınlık nedeniyle, MPEG-4 standardı sadece görüntü kodlamasında kullanılmaktadır; DivX ile kodlanmış görüntü içeren dosyalarda ses kısmı AAC (MPEG-4 ses kodlama standardı) yerine MP3 ya da AC-3 ile kodlanır. Windows ve Macintosh ortamlarında çalışan DivX codec ve uygulaması dışında "DivX" logosu taşıyan oynatıcılar ya da oynatıcı yazılımları DivX yazılımı içermemekte, ancak DivX ile sıkıştırılmış filmleri oynatabilmektedir.
DivX 3.11 Alpha ve önceki sürümler, Microsoft'un (sadece ASF içinde kullanılabilen) MPEG-4 Sürüm 2 video çözücü/açıcısı ("codec") kırılarak geliştirilmiştir. Bu şekilde codec'in AVI gibi ASF harici muhafazaları da desteklemesi sağlanmıştır. Daha sonra 2000 yılında sıfırdan geliştirilen DivX 4.0 piyasaya sürülmüş, bunu 2002'de DivX 5.0 ve 2005'te DivX 6.0 izlemiştir. DivX 4 öncesinde DivX Networks şirketi kurulmuş, daha sonra şirket DivX, Inc. adını almıştır.
DivX 4, açık kaynak kodlu OpenDivX üzerine geliştirilmiş, ancak DivX Networks şirketi "amacına ulaştıktan sonra" OpenDivX kodu kapalı hale getirilmiştir. Kod kapatılmadan önce alınan kod parçalarıyla açık kaynak kodlu XviD codec'i geliştirilmiştir. XviD yazılımı da açık kaynak kodlu ve Microsoft çalışmasından bağımsız olmasına rağmen MPEG-4 video kodlamanın doğası gereği ABD ve Japonya'yı da içeren bir grup ülkede yazılım patentlerini ihlal ettiğine inanılmaktadır.
DivX, DVD kopyalamanın kitleler için erişilemez olduğu bir dönemde çıkarak DVD filmlerin az görsel kayıpla CDlere yazılabilmesini sağladığı ve (3.11 alpha sürümünün) çıkış noktası itibarıyla korsan olmasıyla çok tartışılan bir yazılım olagelmiştir. Buna ek olarak, DivX 4.0-5.2 arası sürümler ile gelen kötü niyetli yazılımlar, kitleleri DivX alternatiflerine yöneltmiştir. DivX, aynı zamanda BS Player, VirtualDub ve FlaskMPEG gibi bir dizi programın da yaygınlaşmasını sağlamıştır.
Günümüzde DivX sıkıştırma biçiminden daha yüksek verim sunan MPEG-4 bölüm 10 (AVC ve H.264) sıkıştırıcılar giderek daha popülerleşmektedir. Apple QuickTime ve x264 yazılımları H.264 sıkıştırmayı desteklemektedir.
Ayrıca bakınız.
Stage 6
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5031",
"len_data": 2507,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.59
}
|
Winamp, Time Warner şirketine bağlı AOL tarafından satın alınan Nullsoft adına tescilli ve yine bu firma tarafından geliştirilen kişiselleştirilebilir, kişisel bilgisayar ve Android aygıtları için çoklu ortam oynatıcısıdır.
Winamp skin adıyla bilinen dış görünüm ve plug-in adıyla bilinen eklentileriyle kullanıcıların isteklerine göre kişisel hale getirilebilmesiyle dikkat çekmiştir.
AOL dan yapılan açıklama ile 20 Aralık 2013 tarihinden itibaren Winamp uygulaması ve ona bağlı web servisler artık erişilebilir olmayacağı açıklansa da, 14 Ocak 2014 tarihinde Radionomy şirketi Nullsoft şirketinin hisselerini, Winamp ve Shoutcast'ı satın alarak Winamp'ın devam edeceğini açıkladılar.
Özellikleri.
Winamp'ın yürütebildiği ses dosyaları başta MP3, WAV, MIDI, MOD olmak üzere AAC, M4A, FLAC ve WMA dosyalarıdır. Ayrıca varsayılan olarak Ogg Vorbis yürütme desteği olan ilk ortam oynatıcısıdır. MP3 ve AAC için boşluksuz yürütme desteği bulunur. Albüm veya parçanın ses seviyesini eşitlemek için kullanılan ReplayGain desteği tercihen kullanılabilir. CDDA için CD-Text okuma ve yazma desteği seçeneğe bağlıdır. Winamp Windows Media Video ve Nullsoft Streaming Video desteğini dâhili olarak MPEG video, AVI ve diğer biçimleri için Microsoft'un DirectShow API'sini kullanır. Biçim ve kod çözücülerin izin verdiği 5.1 surround sesi desteklenmektedir.
Winamp Nullsoft'un geliştirdiği Nullsoft Database Engine Veritabanı sistemini kullanarak ortam kitaplığı oluşturmayı ve yönetmeyi sağlar. Gelişmiş Veritabanı sorgulama veya Gracenote servisini kullanarak otomatik çalma listeleri oluşturabilir. Çoklu kullanıcılar için ayrı olarak yapılandırılır.
Winamp Gracenote servisini kullanarak dosyaların etiket bilgilerini, sesi ve veriyi analiz ederek bulabilir. Etiket ve albüm kapaklarını el ile düzenleyebilir.
Winamp Podcast içeriklerini yönetip otomatik indirme desteği sunmaktadır.
Winamp taşınabilir ortam oynatıcıları ve çıkarılabilir aygıtlar, Microsoft PlaysForSure ve ActiveSync için desteği vardır. iPod için korumasız müzik senkronize edebilir.
Winamp'ın en önemli özelliklerinden biri olan eklentilerle çalışma biçimi sonradan edinebileceğiniz eklentilerle genişletilebilir.
Winamp grafiksel kullanıcı arayüzü (GUI) estetik tasarımlarımlar ile değiştirerek kullanılabilir. Winamp 2 ile dış görünüm oluşturmak ile ilgili belgeler yayınlamış ve kullanıcıların kendi tasarımlarını winamp.com üzerinde indirmeye sunmasıyla 2000 yılı itibarıyla 3000 adet dış görünüm aşılmıştır. Winamp3 ile sabit dış görünümler terk edilmiş daha esnek olan modern dış görünüm desteğine geçilmiştir. Winamp'ın modern dış görünümleriyle işlevselliği de geliştirilebilir. Winamp 5 klasik ve modern dış görünümleri kullanabilir. Dış görünümler indirmeler için paket olarak klasik için WSZ, modern dış görünümler için WAL uzantılarını kullanır. Winamp'ın dış görünümleri yanında eklenti olarak kurulabilen ve bir kod ile farklı dış görünümlerin oluşturulmasının kolay olduğu ClassicPro dış görünümlerini kullanılabilir. ClassicPro dış görünümlerinin adının önünde cPro ekiyle tanınır.
Winamp'ın Tarihi.
Winamp ilk kez 1996 yılında Justin Frankel tarafından geliştirilip yayımlandı. Winamp'ı programlayanlar arasında Ben Allison (benksi), Will Fisher, Taber Buh, Maksim Tyrtyshny ve Chris Edward önemli yer tutar.
Winamp, 2005 yılının sonunda 50 milyon kullanıcıya ulaşarak Windows Media Player'a ciddi rakip oldu. Hızla artan kullanıcı sayısı 2005'nin sonundan itibaren biraz yavaşlasa da Nullsoft geliştirdiği yeni dış görünüm ve AOL tecrübesini de arkasına alarak çevrimiçi hizmetler ile yeniden ilgi odağı olmayı başardı.
Winamp 0x.
Winamp, WinAMP, 0.20 sürümü ile ücretsiz olarak 21 Nisan 1997'de yayınlandı. Hiçbir ek penceresi olmayan sadece aç, kapat, duraklat ve devam et seçenekli basit bir menüden ibaretti.
Mayıs 1997'de 0.92 sürümü yayımlandı. Standart Windows çerçeve ve menü çubuğu ile grafik arayüzlü (skin) ilk sürümü oldu. Bu dış görünüm koyu gri çerçeve ile 3B efektli saydam düğmeler, kırmızı/yeşil ses ayarı kaydırma çubuğu, yeşil göstergeli LED ve parça adı, MP3 bit hızı ve yeşil "örnekleme hızı" göstergesi vardı. Parçanın konumunu gösteren çubuk yoktu. Dalga çözücü ve titreşim izleyici efektleri daha sonra gözükecekti. Dosyalar çalma listesine komut satırı veya sürükle bırak yöntemiyle eklenebiliyordu.
Winamp 1.
7 Haziran 1997'de 1.006 sürüm numarasıyla "Winamp" (önceki WinAMP) adıyla yayımlandı. Titreşim izleyici (spectrum analyzer) ve sesin ayarına göre rengi değişen ses ayarı kaydırma çubuğu geldi, fakat waveform yoktu. Yardım menüsünde lisans bilgisi içeriyordu.
Tomislav Uzelac söylediğine göre, 1 Haziran'da AMP 0.7 motoru lisanslandı. Bu arada Frankel, Nullsoft şirketini kurdu. Ücretsiz olan Winamp, Ocak 1998'de 10 dolarlık fiyatı ile ücretli hale geldi. Mart 98'de Uzelac, PlayMedia Systems adlı yeni bir şirket kurdu. Nullsoft ile AMP adı üzerinde sahiplik tartışması yaşadı.
1.90 sürümü 31 Mart 1998'de yayımlandı. Genel amaçlı ses yürütücüsü ve winamp.com sitesi ile çeşitli belge, eklenti (MOD ve MP3) desteği ve görsel öğe desteği (visualization) sağlandı. 18 gün sonra 1.91 sürümü ile WAVE, CDDA ve Windows tray handling eklentileri ve sloganı olan ünlü "Winamp, it really whips the llama's ass" adlı DEMO.MP3 dosyası geldi. Bu slogan Wesley Willis adlı sanatçının 2000 yılında "Guitar Rock of Ages" adıyla çıkardığı albümündeki "Whip the Llama's Ass" adlı parçasından esinlenilmiştir.
Winamp 2.
8 Eylül 1998'de 2.0 sürümü yayımlandı. Bu 2x sürümleri en çok indirilen Windows programlarından biri oldu. Bu yeni sürüm iyileştirilmiş ve kullanılabilirliği kısmen iyi olan çalma listesi, daha doğru bir equalizer ve daha fazla eklenti içeriyordu. Çalma listesi ve equalizer pencereleri için "skin" adı verilen grafik arayüzü eklentileri kullanılabiliyordu.
1999 yılında AOL, 80 milyon dolara Nullsoft şirketini satın aldı. Yine bu yıl winamp.com sitesinde kolayca erişilip indirilebilen eklenti, dış görünüm, müzik dosyaları, forum ve çeşitli referans bilgilerini içeren içerikler yayımlandı.
2000 yılının ortalarında Winamp'ın kayıtlı kullanıcı sayısı 25 milyonu aştı.
Winamp 2.8 ile bu serinin sonunu getirip Winamp3 geliştirilmeye başlansa da daha sonra bu seri için geri adımlar atıldı.
Winamp 3.
Winamp için kayda değer ve önemli bir atılım sayılan sürümü Winamp3 ile geldi (Ağustos 1998). Yeniden yazılan ve pek çok özellik içeren ve bugünkü esnek yapısının temelleri atıldı. Winamp3 Winamp 2'nin devamı sayılır ancak çekirdek olarak farklılıklar içerir. Winamp3'ün geriye doğru eklenti uyumluluğu yoktu. Winamp 2 dış görünüm ve eklentileri, SHOUTcast kaynak eklenti desteği yoktu. Winamp3 sürümü ile SHOUTcast hiç yayınlanmadı.
Pek çok kullanıcı Winamp3'ün Winamp 2'ye döndürülmesini istedi. Nullsoft, Winamp 2'nin devamı sayılan 2.9 ve 2.91 sürümleriyle bu isteklere yanıt verdi. Kendi inançları (vaftiz geleneği) gereği, 2+3=5 hesabına göre 4 atlandı ve 5. sürüm geldi.
Winamp 5.
Winamp'ın belki de en önemli değişimi sürüm 5 ile geldi. Winamp 2 ve 3 sürümleri ile gelen ortak özellikler Winamp 5 ile bütünleştirildi. Winamp 5, Winamp 2'nin kod temeli üzerine yükseldi. Winamp3'ün hantal yapısı terk edildi. Winamp, 5 Aralık 2005'te yayımlandı ve günümüze kadar kod yapısında bir değişiklik olmadı.
Winamp 5 üç farklı sürüm ile yayımlandı. Lite ve Full ücretsiz, Pro ise 19.95 dolar. Lite sürümü ile sadece mp3 dosyaları yürütülebilir. Full sürümü pek çok ses, müzik ve video dosyası yürütebilir, CD'ye yazabilir, çoklu ortam dosyaları farklı biçimlere dönüştürebilir. Pro sürümü ise sınırsız yazma hızı, CD'den direkt mp3 dosyası oluşturma gibi ek özellikleri içerir.
Ekim 2007'de 10. yıl sürümü 5.5 yayınlandı. Tüm pencerelerin tek bir ekranda gösterildiği Bento dış görünümü eklendi. Bento ile yerleşik web tarayıcı desteği sağlandı. Özellikle yeni dış görünüm, Winamp için çok önemliydi. Çünkü dış görünümsüz bir Winamp hiçbir şeydir. Dış görünümler konusunda Almanların başarısını görüyoruz. Winamp'ın Modern dış görünümü bir Alman olan Sven Kistner tarafından geliştirilmişti. Bento dış görünümü de Ben Allison ile birlikte 2007'de 19 yaşında olan Alman Martin Pöhlman yazmış. Grafikleri Taber Buhl yaptı.
Bu sürüm ile farklı Winamp uygulamaları yayımlandı. Winamp Remote ve Winamp Toolbar. Özellikle Winamp Remote uygulaması ilgi çekeceğe benziyor. Bu uygulama sayesinde Internet'in olduğu her ortamda evde, işyerinde, cep telefonunda, PlayStation, Wii, Xbox gibi oyun konsollarından kısaca Internet'in olduğu her ortamda müzik dinleyebilme ya da video seyredebilme imkânı sağlandı. Winamp Toolbar ise; Web tarayıcısına eklenen basit bir araç çubuğudur. Bununla web araması yapılabilir, Winamp eklentileri ve dış görünümleri bulunabilir ve indirilebilir. Ancak asıl dikkat çeken özelliği web tarayıcından çoklu ortam dosyası açma, müzik yürütme vs. işlevleri çubuğun üzerindeki düğmeler ile gerçekleştirilebilmesine imkân vermesidir.
Winamp 5.6.
30 Kasım 2010'da yayımlandı. Winamp 5.6 ile Android Wi-Fi desteği ve doğrudan fare tekerleği desteği sağlandı. VBR kodlama desteği ile Fraunhofer AAC Codec geliştirildi. Ayrıca, etiketleri (mp3, wma / wmv, OGG ve FLAC için) derecelendirme yazmak için seçenek eklendi. Macarca ve Endonezce kurulum ve kullanım için dil paketleri eklendi.
Radionomy dönemi.
14 Ocak 2014 tarihinde AOL şirketi Winamp'ın sitesini tamamıyla kapatılmadığını açıkladı. Resmî açıklamalara göre, Belçika kökenli çevrimiçi radyo toplayıcısı Radionomy, Nullsoft şirketinin hisselerini, Winamp'ı ve Shoutcast'ı satın aldı. Satın alma değeri konusunda ise açıklama yapılmadı. Winamp'ın önümüzdeki tarihlerde yeni arayüz ve yeni kullanım koşulları ile tekrar geri döneceği söyleniyor.
Sürpriz Yumurtalar.
Winamp, hakkında bilgi verilmeden, gizlenmiş özellikler olarak bilinen bir dizi sürpriz yumurtaları barındırdı. En çok bilinenlerden Winamp temel arayüzünde klavyeden nullsoft yazmaktır. L tuşu dosya aç ekranını getirdiği için bu ekranı ESC tuşuyla kapatmak gerekir. Diğer bir sürpriz ise hakkında penceresindeki animasyona ÜstKrk veya CTRL tuşlarıyla beraber çift tıkamaktır. Her sürüm ile değişen bu özellikler toplamda otuzu aşmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5032",
"len_data": 10097,
"topic": "GAMING",
"quality_score": 3.23
}
|
Çerkez Ethem (y. 1886, Bandırma – 21 Eylül 1948, Amman), Çerkes asıllı Osmanlı askeri. Kurtuluş Savaşı'nda Kuvâ-yi Milliye birliklerinde komutanlık yapmıştır. Kuvâ-yi Seyyâre'nin kurucusu ve lideridir.
Yaşamı.
Çerkez Ethem, Bandırma'nın bir köyü olan Emreköy'e yerleşmiş Çerkeslerin Şapsığ boyundan, Ali Bey'in beş oğlunun en küçüğü olarak yaklaşık 1886 yılında doğdu. Ağabeyleri, İlyas ve Nuri beyler Rum eşkıyalarıyla çarpışırken ölmüşler, Reşit ve Tevfik de 1901 ve 1902 yıllarında Harbiye'yi bitirerek subay çıkmışlardı. Reşit Bey çeşitli cephelerde çarpıştı, Son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ına Saruhan (şimdiki Manisa) Mebusu olarak katıldı, oradan Birinci TBMM'ye geçti.
Gerilla mücadelesi.
Çerkez Ethem, evden kaçarak Bakırköy Süvari Küçük Zabit Mektebine girdi. 1912-1913 Balkan Savaşlarında Bulgar cephesinde yaralandı. Kıdem zammı ve madalya aldı. I. Dünya Savaşı'nda Kuşçubaşı Eşref'in yönettiği Teşkilat-ı Mahsusa ile birlikte İran, Afganistan ve Irak'a yapılan akınlara katıldı. Yaralanarak savaş sonunda köyüne çekildi. 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir'in işgali üzerine, vatan savunmasına başlamak için vurucu güç olarak Kuva-yi Seyyare'yi kurdu ve "Umum Kuvâ-yi Milliye Komutanı" ve Ankara'daki 20. Kolordu Komutanı olan Ali Fuat Paşa ile istişare ederek İngiliz ve Yunan birliklerinin ilerlemesine karşı gerilla operasyonları düzenledi.
Düzenli ordu kurulana dek TBMM'ye karşı girişilen ayaklanmaları bastırdı. Anzavur Ayaklanması, Çopur Musa Ayaklanması ile Gerede ve Yozgat isyanlarını bastıran Çerkez Ethem'in isyancıları yargılamadan derhâl infaz etmesi TBMM üyeleri tarafından onaylanmıyordu.
1920 yılının sonunda 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa ile birlikte Gediz Muharebeleri'ne katıldı.
Birinci TBMM'nin düzenli ordusuna katılmamak için isyan etti. Kuvvetleri dağıtılıp isyan bastırıldıktan sonra kaçarak Yunanistan kuvvetlerine sığındı. Savaştan sonra Ürdün'e geçti ve 21 Eylül 1948 tarihinde Ürdün'ün başkenti Amman'da öldü. Ölümünün ardından bir Çerkes mezarlığına gömüldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5033",
"len_data": 1999,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.48
}
|
Şok, kalbin aorta attığı kanın akut olarak azalmasına bağlı bir hipoperfüzyon sendromdur. Şok olgusunda yaşamsal dokulara ve organlara yeterli kan gidemez. Dolaşan kanın azalması, dokuların oksijen ve enerji kaynaklarının kesilmesi, metabolizma artıklarının temizlenememesi anlamına gelir (generalize iskemi tablosu). Başlangıç belirtiler hipotansiyon, bilinç kaybı, ağızda kuruluk, deride solukluk, terleme, nabızda artma/azalma, laktik asidoz, parmak uçlarında ve dudaklarda siyanozdur.
Şok Nedenleri.
Ortaya çıkış hızı etkene ve gücüne göre değişir. Şok tablosunun gelişmesinde 2 temel öge vardır;
(1) Akut kalp yetmezliği: Kalbin pompalama gücünün azalması şok nedenidir. Akut kalp yetmezliğine bağlı şoklara "“kardiyojen şok”" adı verilir. Başlıca nedenler;
(2) Hipovolemi: Efektif kan sıvısı niceliğinin azalmasına (hipovolemi) neden olan faktörler şok tablosunun oluşmasında çok önemlidir. Hipovolemiye yol açan faktörler şunlardır:
Şok Patofizyolojisi.
Yukarıdaki nedenlerle tetiklenen şok sürecinin başlangıçtaki amacı organizmanın önemli sistemlerini koruyarak yaşama tutunabilme çabasıdır. Üstesinden gelebileceği olgularda başarılı olur. Olguların bir bölümünde ise önemli sistemleri korumaya çalışırken organizmanın tümüne zarar verebilir. Süreç uzadıkça ölüme dek gidebilen şok tablosunda çeşitli evreler vardır. Bu evreler arasındaki geçiş süreleri etkene ve hastaya göre farklılıklar gösterebilir. Diyare nedenli hipovolemilerde her evreyi aşama aşama izlerken önemli bir arter kanamasına bağlı hipovolemi olgularında hasta çok kısa sürede kaybedilebilir.
Başlangıç evresi (erken kompanzasyon evresi; reversibl evre).
Kan basıncının düşmesi (hipotansiyon), erken kompanzasyon evresinin ilk ve önemli bulgusudur (şok süreci hipotansiyon ile başlar). Hipotansiyonu gidermeye çalışan organizmada hipofiz, böbreküstü bezleri (adrenal; sürrenal) ve böbrekler şok tablosunun yerleşmesini önlemek amacıyla kan basıncı yükseltmeye çalışırlar. Organlarda önemli zararlar oluşmaz. Kan basıncını yükseltme (kompanzasyon) çabası başarılı olamazsa tablo giderek kötüleşir, irrevesibl döneme girerse ölümle sonuçlanır. Şok sürecinde hipotansiyonun belirmesiyle birlikte vasküler kompanzasyon sistemi çalışır ve damarlarda bir dizi tepki izlenir. Hipotansiyon nedeniyle beliren sistemik hipoksi beyindeki vazomotor merkezleri uyarır ve arteriollerde vazokonstriksiyona başlar. Vazokonstriksiyonun amacı periferik kanı önemli organlara saklamak, kalbin ve beynin perfüzyonunu kompanze etmektir. Vasküler kompanzasyonu sağlamak için 3 sistem devreye girer: (a) Sempatik sinir sistemi, (b) Vazokonstriktör hormonlar, (c) Yerel vazoregülasyon.
(a) Sempatik sinir sistemi
(b) Vazokonstriktör hormonlar
Vazokonstriksiyonun 3 sonucu vardır: (i) Periferik direnç artar, kan basıncı yükseltilerek kalp ve beyin gibi yaşamsal organların kan debisi korunmaya çalışılır; (ii) Arteriol kontraksiyonu sonucu kapillerlerin hidrostatik basıncı düşer, dokulara sıvı çıkışı azalır (ağız ve deri kurur). Renal arterlerin vazokonstriksiyonu nedeniyle idrar azalır (oligüri); (iii) Vazokonstriksiyon uzayınca oksijen perfüzyonu azalır. Anaerobik metabolizma etkinleşir, laktik asid üretimi başlar (2.evreye geçiş).
c) Yerel vazoregülasyon (kalp koroner arterlerinde ve beyin arterlerinde vazodilatasyon): Korku, kan görme, vb nedenlerle ortaya çıkan şok tablolarının büyük bölümü önemli bir tıbbi girişim gerektirmeksizin kendiliğinden düzelebilir. Bu durumdaki hastalar ansızın bilicini yitirir ve olduğu yere yığılır. Bu eylem yer çekiminin etkisini azaltarak beyin ve kalp için gerekli olan kanın sağlanabilmesi amacını güder. "Hasta kendisine gelene dek kesinlikle yatar durumda tutulmalıdır".
Önemli sıvı kaybına bağlı hipovolemilerde, akut kalp yetmezliğinde ve benzeri etyolojik faktörlerin saptandığı olgularda gereken tıbbi girişimler uygulanmadığında tablo kısa sürede dekompanzasyon evresine yönelir.
Dokularda perfüzyon bozulması evresi (geç dönem kompanzasyon evresi).
Şok sürecinin istenmeyen ve ölümle sonlanabilen son evresiyle ilgili bulguların başlangıç aşamasıdır; başlıca nedenleri:
Vazokonstriksiyonun ve hipoksinin uzun sürmesi doku zararlarının belirmesine neden olur. Perfüzyon bozulur. Dokulara gelen oksijen ve enerji kaynakları azalır, metabolizma artıkları birikir. Reversibl evredir ancak kısır döngülerin tümünü kırarak hastayı yaşama döndürebilecek tıbbi girişimlerin uygulanması için son şanstır. Bu evrede endotel zararları belirginleşir. Endotel hücreleri hipoksiye oldukça duyarlıdır. Hipoksi ile birlikte endotel hücrelerinin bağlantıları çözülmeye başlar ve damar geçirgenliği artar. Kan sıvısının damar dışına kaçması 3 önemli sonuca yol açar;
Peşpeşe gelen bu 3 aksaklık nedeniyle dokuların perfüzyonu azalır. Çoklu organ yetmezliği sendromu (Multipl Organ Disfonksiyonu Sendromu; MODS)'nun ilk bulguları belirir.
Geç dönem kompanzasyon evresi bulguları:
İrrevesibl dönem (dekompanzasyon evresi).
İlk iki evre geri döndürülemez ve uzarsa kompanzasyon mekanizması çökmeye başlar. Şok sürecinin istenmeyen ve ölümle sonlanma olasılığı yüksek olan evresidir. Düşük kan basıncı ve perfüzyonun bozulması nedeniyle dokularda etkin bir hipoksi yerleşir. Damarlar genişler (vazodilatasyon), kan hacmi giderek azalır, hipotansiyon güçlenir. Çoklu organ yetmezliği sendromu bulguları yoğunlaşır ve ölümle sonlanır. Dekompanzasyon (irreversibl) evresinin sonuçları:
Bu evredeki başlıca bulguların ayrıntıları: Arteriol Genişlemesi (vazodilatasyon): vazodilatasyonun 2 nedeni vardır;
(1) Hipoksi uzadığında arteriollerin daralmasında etkili rol oynayan vazomotor merkezler felce uğrayarak çalışamaz ve arterioller genişler. Beyinde iskemik ensefalopati oluşur.
(2) Hipoksi böbreklerde VEM ("vasoexcitator material") yapımını azaltır ve durdurur. Bunun yerine VDM ("vasodepresor material") yapımı artar. Bu madde arteriolleri adrenaline refrakter kıldığı için arterioller genişler ve kan özellikle visseral organlarda birikir. VDM normal koşullarda karaciğer, dalak ve iskelet kaslarında yapılır. Karaciğerde inaktive edilir. Hipoksi uzadığında karaciğer görevini yapamaz VDM inaktivasyonu durur ve bu maddenin kandaki düzeyi giderek yükselir.
Şok tipleri.
Akut kalp yetmezliğine bağlı şok tabloları.
Kardiyojen şok: Kalbin pompalama gücünü yitirmesi sonucudur. Özellikle geniş myokard infarktlarında ortaya çıkar. Sistol gücünü akut olarak yitiren kalbin aortaya pompaladığı kan hızla azalır. Çok kısa bir sürede irreversibl evreye giren hastanın reanimasyonu çok zorlaşır.
Obstrüktif şok: Kalbe gelen kan debisindeki düşüş benzer sonucu oluşturur. Pulmoner embolizm ve kalp tamponadı olgularında ventriküllere gelen kan azalır, böylece aortaya atılan kan yetersiz olur. Bu tür olgular “"obstrüktif şok"” olarak nitelenir.
"Volüm yüklenmesi:" Mitral ve aort kapakları yetmezliği, aşırı pompalama süreçleri (anemi, hipertiroidizm)
"Basınç yüklenmesi:" Sistemik hipertansiyon, obstrüksiyonlar (aort darlığı, asimetrik septal hipertrofi)
Kas dokusu yitirilmesi: Myokard infarktı, SLE
"Kasılma gücünde azalma:" Toksik maddeler (alkol, kobalt, doxorubicin); infeksiyonlar (virüs, bakteri, parazit)
"Dolma güçlüğü:" Mitral stenozu
"Perikard patolojisi:" Konstriktif perikardit, tamponad, amiloidoz
"Sol kalp yetmezliği:" Konjenital (şant, obstrüksiyon), idiopatik pulmoner hipertansiyon
"Primer sağ kalp yetmezliği: S"ağ ventrikül myokard infarktı
"Cor pulmonale:" Pulmoner embolizm, hipoksi nedenli vazokonstriksiyon, KOAH
Efektif kan sıvısı niceliğinin azalmasına (hipovolemi) bağlı şok tabloları.
Hemorajik şok: Önemli kanamalarda yitirilen kan kaybı sonucu kalbin aortaya attığı kan hacmi giderek düşer (hipovolemi). Hipotansiyonla birlikte hasta şoka girer. Akut olarak %33'ünün kaybı öldürücüdür. Gerekli önlemler alınmaz ve eksilen sıvı yerine konmazsa kan basıncı giderek düşer. Hasta irreversibl evreye girerse süreç ölümle sonuçlanır.
Travmatik şok: Ağrı çok önemli bir şok nedenidir. Ayrıca, travma sonrası gelişen kan ve plazma kaybı, zarara uğrayan dokuların otolizi sonucunda ortaya çıkan toksik maddeler ve santral sinir sisteminin etkilenmesi şok için önemli faktörlerdir. Ameliyat travmalarında bunlara anestezi maddelerinin etkileri de katılır. Travmalara hipovolemi eşlik edebilir. Örneğin basit ve kapalı bir kemik kırığında yaklaşık 1/2 litre kan dokulara çıkarken, daha ağır nitelikteki açık kırıklarda yaklaşık 3 litre kan kaybedilebilir.
Yanık şoku: Yanıklardaki şok plazma kaybı (hipovolemi), ağrı ve toksik maddeler nedeniyle gelişir. Kapiller damarlardaki permeabilite artışı plazma kaybının önemli nedenlerinden biridir. Şok tablosunun oluşmasında yanık yüzeyinin genişliği en önemli etkendir. Küçük çocuklarda vücut yüzeyinin %10'unun, erişkinlerde %15'inin yanması tehlikelidir. Olaya infeksiyon ve kusma eklenirse durum ağırlaşır.
Anafilaktik şok: Tip I aşırıduyarlık reaksiyonlarında izlenen yaygın vazodilatasyon ve damar geçirgenliğinin aşırı artmasıyla karakterize şok türüdür. Glottis ödemi nedeniyle beliren asfiksi ölümle sonlanabilir. Bu konuyla ilgili ayrıntılar Aşırıduyarlık Reaksiyonları başlığı altında incelenir.
Nörojen şok (primer şok): Primer (nörojen) şok gelip geçicidir ve birden ortaya çıkar. Uzarsa organlardaki anoksi nedeniyle sekonder şok tablosu gelişebilir. Ağrı, kan görme, korku, testis ve epigastriuma vurma, rektal dilatasyon, karotis sinüsleri üzerine basınç, anestezi, santral sinir sistemi (kafa ve "medulla spinalis") travması başlıca nedenleridir. Nörojenik vazodilatasyonda özellikle splanknik bölgedeki damarlar genişler ve kanın burada göllenmesine neden olur. Dolaşımdaki efektif kan niceliği azalır, kalbe gelen kan azalır (hipovolemi). Kan basıncı hızla düşer. Kalbin aortaya attığı kan azalır. Hasta bayılarak yere düşer, böylece yer çekiminin etkisi azaltılır ve kalbe dönen kan miktarı artar. "Örnekler:" dişhekiminin koltuğuna oturan bir hasta ya da kan gören bir kişi korku nedeniyle nörojen (primer) şoka girebilir.
Septik şok.
Septik şok süreci “sistemik yangısal tepki sendromu "(Systemic Inflammatory Response Syndrome; SIRS")” ile başlar. SIRS vücudun herhangi bir yerindeki lokalize bir yangının uyardığı sistemik ve abartılmış tepkiler kümesidir. Etyolojisinde solunum yolları infeksiyonları, genital ve üriner sistem infeksiyonları, batın kökenli canlı etkenler, cerrahi aletlerden gelen etkenler, yara infeksiyonları ve yumuşak doku infeksiyonları gibi yerel lezyonlara neden olan canlı etkenler ve/veya toksinleri rol oynar. Septik şok tablosunun oluşmasında Gram (-) bakteriler ("Neisseria meningitidis, Enterobacteriaceae, Pseudomonas", vd) ve Gram (+) bakteriler ("S.aureus, Enterococcus, S.pneumonia") ilk sıralarda yer alırlar. Gram (-) bakterilerden kökenli endotoksinler (lipopolisakkaridler-lipid A komponenti) ile bakteriler tarafından üretilen ekzotoksinler septik şok tablosunda çok önemli rol oynarlar. Polimikrobiyal olan ya da mantar kökenli septik şok olguları seyrektir.
Septik şok patofizyolojisi.
Uyaranlar
Tepkiler
SIRS sürecini tetikleyen ve septik şok tablosuna yol açan çok sayıda sitokin belirlenmiştir: "tumor necrosis factor" (TNF-α), interlökinler ve "platelet-activating factor" (PAF) söz konusu sitokinlerin başlıcalarıdır.
Septik şok sürecinin ilk adımı bakteri kökenli lipopolisakkaridlerin (LPS) plazmadaki bir proteine ("LPS-binding protein"; LBP) bağlanarak bir kompleks oluşturmasıyla atılır. Bu kompleksin makrofajlardaki CD14 reseptörlerine bağlanmasıyla şok süreci başlar. İlk aşamada doğal bağışıklık mekanizması tetiklenerek sitokin salınımı uyarılır. "Tumor necrosis factor" (TNF), interlökinler (IL-1, IL-6, IL-8, IL-12) ve "platelet-activating factor" (PAF) bu süreçteki en önemli sitokinlerdir. Sitokinler ve ortama sonradan eklenen nitrik oksid (NO) ile prokoagülan proteinler kardiyovasküler sistemin çökmesine neden olan vazodilatasyona ve hipotansiyona neden olurlar.
Yerel bir infeksiyondan başlayan sürecin ilk aşaması SIRS tablosudur. SIRS ile başlayan süreç hastadan hastaya değişen aralıklarla bir sonraki aşamaya geçer.
Aşamalar ve ana bulgular:
1. Sistemik yangısal tepki sendromu (Systemic Inflammatory Response Syndrome; SIRS): aşağıdaki bulguların en az 2‘si olmalıdır):
2. Sepsis
3. Güçlü sepsis
4. Septik şok
Şok Tedavisi.
Acilen 0,5 mg adrenalin İ.M uygulama
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5040",
"len_data": 12216,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.7
}
|
Düşük tansiyon ya da hipotansiyon, düşük kan basıncı demektir; sistolik kan basıncının (büyük tansiyon) 90 mmHg'dan az olmasıdır.
Normal kan basıncının alt limitleri bireyden bireye değişmekle birlikte, sistolik 90, diastolik (küçük tansiyon) 60 mmHg kabul edilmektedir.
Düşük tansiyonun nedeni parasempatik sinir faaliyetinin artması ya da başka rahatsızlıklardır ve genelde halsizlik sendromu göstermektedir. Vücuttaki sodyum ve iyonların dengesizliği ve yetersizliğinde de baş göstermektedir.
Tansiyon düşüklüğünde sık görülen şikayetler baş dönmeleri, kulak çınlaması ve bayılmadır.
Hipotansiyona aşırı egzersiz, aşırı ısı, düşük kan hacmi (hipovolemi), hormonal değişiklikler,kan damarlarının genişlemesi, anemi, kalp sorunları, veya endokrin sorunları neden olabilir.
Bazı ilaçlar da hipotansiyona neden olabilir. ortostatik hipotansiyon, vazovagal senkop, ve diğer daha nadir durumlar dahil olmak üzere hastalarda hipotansiyona neden olabilen sendromlar da vardır.
Birçok insan için aşırı düşük kan basıncı baş dönmesine ve bayılmaya neden olabilir veya ciddi kalp, endokrin veya nörolojik bozukluklar belirtisi olabilir.
Egzersiz yapan ve fiziksel durumu en iyi olan bazı kişiler için düşük tansiyon normal olabilir.
Tek bir egzersiz seansı hipotansiyonu indükleyebilir ve su bazlı egzersiz hipotansif bir yanıtı indükleyebilir.
Hipotansiyon tedavisi intravenöz sıvılar veya vazopresörler kullanımını içerebilir. Vazopresörleri kullanırken 70 mm Hg'den yüksek bir ortalama arter basıncı (MAP) elde etmeye çalışmak, yetişkinlerde 65 mm Hg'den daha yüksek bir MAP elde etmeye çalışmaktan daha iyi sonuçlar vermiyor gibi görünmektedir.
Nedenleri.
Düşük tansiyon, az kan hacmi, hormonal değişiklikler, kan damarlarının genişlemesi, ilaç yan etkileri, anemi, kalp problemleri veya endokrin problemlerinden kaynaklanabilir.
Azalan kan hacmi hipovolemi hipotansiyonun en yaygın nedenidir. Bunun nedeni kanama; açlıktaki gibi yetersiz sıvı alımı; veya ishal veya kusmadan kaynaklanan aşırı sıvı kaybıdır. Hipovolemi, diüretiklerin aşırı kullanımı ile uyarılabilir. Düşük tansiyon ayrıca terleme yokluğu, baş dönmesi ve koyu renkli idrarla gösterilebilen sıcak çarpmasına da bağlanabilir.
Diğer ilaçlar, farklı mekanizmalarla hipotansiyon oluşturabilir. Alfa blokerlarının ya da beta blokerlarının kronik kullanımı hipotansiyona neden olabilir. Beta blokerlar hem kalp atış hızını yavaşlatarak hem de kalp kasının pompalama kabiliyetini azaltarak hipotansiyona neden olabilir.
Normal kan hacmine rağmen şiddetli konjestif kalp yetmezliği, büyük miyokardiyal enfarktüs, kalp kapakçığı sorunları veya çok düşük kalp hızı (bradikardi nedeniyle azalmış kardiyak çıktı) sıklıkla hipotansiyona neden olur ve hızla kardiyojenik şoka ilerleyebilir. Aritmi genellikle bu mekanizma ile hipotansiyona neden olur.
Aşırı vazodilasyon veya kan damarlarının yetersiz daralması (çoğunlukla arteriyoller) hipotansiyona neden olur. Bunun nedeni beyin veya omuriliğin yaralanmasının bir sonucu olarak sempatik sinir sistemi çıktısının azalması veya parasempatik aktivitenin artması olabilir.
Otonomik sistemin işleyişinde içsel bir anormallik olan Dysautonomia da hipotansiyona yol açabilir. Aşırı vazodilatasyon ayrıca sepsis, asidoz veya nitrat preparatları, kalsiyum kanal blokerları veya AT1 reseptör antagonistleri (Anjiyotensin II, AT1 reseptörleri üzerinde etkilidir) gibi ilaçlardan da kaynaklanabilir. Spinal anestezi ve çoğu inhalasyon ajanları dahil olmak üzere birçok anestezik ajan ve teknik önemli vazodilasyon üretir.
Meditasyon, yoga veya diğer zihinsel-fizyolojik disiplinler hipotansif etkiler yaratabilir.
Düşük tansiyon bazı bitkisel ilaçların yan etkisidir ve aynı zamanda birkaç ilaçla etkileşime girebilir. Bir örnek "Theobroma cacao" 'daki teobromin, hem vazodilatör hem de diüretik, olarak hareketleri yoluyla kan basıncını düşüren ve yüksek tansiyonu tedavi etmek için kullanılmıştır.
Tedavi.
Hipotansiyon tedavisi, nedenine bağlıdır. Kronik hipotansiyon nadiren bir semptomdan daha fazlası olarak bulunur. Sağlıklı kişilerde asemptomatik hipotansiyon genellikle tedavi gerektirmez. Diyete elektrolitler eklemek hafif hipotansiyon semptomlarını hafifletebilir. Sabah dozu kafeini de etkili olabilir. Hastanın hala duyarlı olduğu hafif vakalarda, kişiyi dorsal dekübit (sırt üstü yatarak) pozisyonuna yatırmak ve bacakları kaldırmak toplardamarın (venöz) dönüşü artırarak göğüs ve kafadaki kritik organlara daha fazla kan gitmesini sağlar. Trendelenburg pozisyonu, tarihsel olarak kullanılmasına rağmen artık önerilmemektedir.
Hipotansif şok tedavisi her zaman aşağıdaki ilk dört adımı takip eder. Mortalite açısından sonuçlar, hipotansiyonun düzeltilme hızıyla doğrudan bağlantılıdır. Hipotansiyonu düzeltmedeki ilerlemeyi değerlendirmek için kriterler olduğu gibi hala tartışılan yöntemler parantez içindedir. Septik şok üzerine yapılan bir çalışma, bu genel ilkelerin tanımlanmasını sağlamıştır. Bununla birlikte, enfeksiyona bağlı hipotansiyona odaklandığından, tüm şiddetli hipotansiyon formlarına uygulanamaz.
Bir kişinin sıvılardan fayda sağlayıp sağlamayacağını belirlemenin en iyi yolu, pasif bacak kaldırma yapmak ve ardından kalpten çıkış ölçmektir.
İlaç tedavisi.
Kronik hipotansiyon bazen ilaç kullanımını gerektirir. Yaygın olarak kullanılan bazı ilaçlar arasında Midodrin ve Noradrenalin ve öncül (L-DOPS gibi Fludrokortizon, Eritropoietin ve Sempatomimetikler bulunur).
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5046",
"len_data": 5390,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.58
}
|
Yüksek tansiyon da denilen hipertansiyon, atardamarlardaki kan basıncının sürekli yükseldiği uzun süreli tıbbi bir durumdur. Yüksek tansiyon genellikle semptomlara neden olmaz. Ancak felç, koroner arter hastalığı, kalp yetmezliği, atriyal fibrilasyon, periferik arter hastalığı, görme kaybı, kronik böbrek hastalığı ve demans için önemli risk faktörüdür.
Hipertansiyon dünyada önemli bir erken ölüm nedenidir.
Yüksek tansiyon, birincil (sürekli) hipertansiyon veya ikincil hipertansiyon olarak sınıflandırılır. Vakaların yaklaşık %90-95'i "birincil hipertansiyon" olup, altta yatan herhangi belirli sebep olmadan kan basıncının yüksek olması ve genetik faktörlerden kaynaklanan yüksek tansiyon olarak tanımlanır. Riski artıran yaşam tarzı faktörleri arasında diyette aşırı tuz, aşırı vücut ağırlığı, sigara içme, fiziksel hareketsizlik ve alkol kullanımı vardır. Vakaların geri kalan %5-10'u, kronik böbrek hastalığı, böbrek arterlerinin daralması, endokrin bozukluğu veya doğum kontrol haplarının kullanılması gibi net tanımlanabilir bir nedene bağlı yüksek tansiyon olarak tanımlanan ikincil yüksek tansiyon olarak sınıflandırılır.
Kan basıncı sistolik sistol (büyük tansiyon) ve diyastolik diyastol (küçük tansiyon) basınçları olarak iki ölçüme göre sınıflandırılır. Çoğu yetişkin için istirahat halindeki normal kan basıncı sistolik 100-130 milimetre cıva (mmHg) ve diyastolik 60-80 mmHg aralığındadır. Yetişkinlerin çoğunda dinlenme halindeki kan basıncı sürekli olarak 130/80 veya 140/90 mmHg veya üzerindeyse yüksek tansiyon vardır. Çocuklar için farklı rakamlar geçerlidir. 24 saatlik bir süre boyunca ayaktan kan basıncı izlemesi, ofis esaslı kan basıncı ölçümünden daha doğru görünmektedir.
Hipertansiyon diyabetiklerde yaklaşık iki kat daha yaygındır.
Kan basıncının artışıyla, kalp kanın damarlarda dolaşımını sağlamak için normalden daha fazla çalışmak zorunda kalır. Kan basıncı, kalp kaslarının kalp atışları arasında kasılması (büyük tansiyon) veya gevşemesine (küçük tansiyon) göre değişir.
Atardamarda kan basıncının azıcık artışı bile ortalama yaşam süresinin kısalması ile bağlantılıdır. Beslenme ve yaşam şeklindeki değişiklikler tansiyon kontrolünü iyileştirebilir ve ilgili sağlık komplikasyon risklerini azaltabilir. Ancak, yaşam şeklindeki değişikliklerin etkili olmadığı veya yetersiz kaldığı kişiler için genelde ilaçla tedavi gereklidir. Yüksek tansiyon sonucu beyin kanaması gerçekleşmesi oranı oldukça yüksektir.
Belirtiler ve semptomlar.
Hipertansiyona nadiren semptomlar eşlik eder ve teşhisi genellikle sağlık taramasıyla veya ilgisiz bir sorun için sağlık hizmeti aranırken yapılır. Yüksek tansiyonlu bazı kişiler baş ağrılarının (özellikle başın arkasında ve sabahları) yanı sıra baş dönmesi, vertigo, kulak çınlaması (kulaklarda uğultu veya tıslama), görme bozukluğu veya bayılma şikayetlerinde bulunur. Ancak bu semptomlar yüksek tansiyonun kendisinden ziyade kaygıya bağlı olabilir.
Fizik muayenede hipertansiyon, oftalmoskopi ile görülen optik fundustaki değişikliklerin varlığıyla ilişkili olabilir. Hipertansif retinopatiye özgü değişikliklerin şiddeti I–IV arasında sınıflandırılmış olmakla beraber daha az şiddetli türlerin birbirinden ayırt edilmesi zor olabilir. Retinopatinin ciddiyeti, kabaca hipertansiyonun süresi veya ciddiyeti ile ilişkilidir.
Uzun süredir tedavi edilmeyen hipertansiyon, oftalmoskopi ile görülen optik fundustaki değişiklikler gibi belirtilerle organ hasarına neden olabilir. Hipertansif retinopatinin şiddeti, kabaca hipertansiyonun süresi veya şiddetiyle ilişkilidir. Hipertansiyonun neden olduğu diğer organ hasarları, kronik böbrek hastalığı ve kalp kasının kalınlaşmasıdır.
İkincil hipertansiyon.
İkincil hipertansiyon, tanımlanabilir bir nedenden kaynaklanan hipertansiyondur ve bazı spesifik ek belirti ve semptomlara neden olabilir. Örneğin Cushing sendromu, yüksek tansiyona neden olmasının yanı sıra sıksık obezite, glikoz intoleransı, ay yüzü, boyun ve omuzların arkasında yağ tümseği (bufalo tümseği denir) ve mor karın çatlaklarına neden olur.
Hipertiroidizm sıklıkla iştah artışı, hızlı kalp atış hızı, şişkin gözler ve titreme ile birlikte kilo kaybına neden olur.
Tiroid hastalığı ve akromegali de hipertansiyona neden olabilir ve karakteristik semptomları ve belirtileri vardır.
Renal arter stenozu (RAS, böbreği besleyen arterlerde daralma), orta hattın solunda veya sağında (tek taraflı RAS) veya her iki yerde (iki taraflı RAS) lokalize abdominal üfürüm ile ilişkili olabilir.
Aort koarktasyonu (aort damarının kalbi terk ettikten hemen sonra daralması) sıklıkla bacaklarda kollara göre kan basıncının azalmasına veya femoral arter nabzının gecikmesine veya kaybolmasına neden olur. Feokromasitoma, baş ağrısı, çarpıntı, solgun görünüm ve aşırı terlemenin eşlik ettiği ani hipertansiyon ataklarına neden olabilir.
Hipertansif kriz.
Şiddetli derecede yüksek kan basıncı (sistolik 180'e veya diyastolik 120'ye eşit veya daha yüksek) hipertansif kriz denilir. Bu düzeylerin üstündeki kan basıncı yüksek komplikasyon riski gösterir. Bu aralıkta tansiyonlu kişilerde herhangi bir semptom bulunmayabilir, ancak bu kişilerde baş ağrısı (vakaların %22'si) ve baş dönmesi şikayetlerinin olması genel nüfusa göre daha olasıdır.
Hipertansif krizin diğer semptomları, görme bozukluğu veya kalp yetmezliğine bağlı nefes darlığı veya böbrek yetmezliğine bağlı genel halsizliktir.
Hipertansif kriz yaşayan kişilerin çoğunda yüksek tansiyon olduğu bilinir ancak ilave tetikleyiciler ani tansiyon yükselmesine neden olmuş olabilir.
Hipertansif kriz, uç organ hasarının yokluğuna veya varlığına göre sırasıyla hipertansif aciliyet veya hipertansif acil durum olarak sınıflandırılır.
Hedef organ hasarına ait herhangi bir kanıtın bulunmadığı hipertansif acil durumlarda kan basıncının hızla düşürülmesi gerektiğine dair kanıt yoktur. 24 ila 48 saat içinde kademeli kan basıncını düşürmek için hipertansif acil durumlarda ağızdan ilaç kullanımı tavsiye edilir.
Hipertansif acil durumlarda, bir veya daha çok organın doğrudan hasar gördüğüne dair kanıtlar vardır. En çok etkilenen organlar beyin, böbrek, kalp ve akciğerlerdir.
Hipertansif kriz, kafa karışıklığı, uyuşukluk, göğüs ağrısı ve nefes darlığı gibi semptomlara neden olur.
Hipertansif acil durumlarda, devam eden organ hasarını durdurmak için kan basıncının daha hızlı düşürülmesi gerekir. Ancak bu yaklaşım için rastgele kontrollü çalışma kanıt eksikliği vardır.
Hipertansif tehlike, aşırı artan kan basıncı sonucunda bir veya daha çok organda doğrudan hasar gözlemlendiğinde olur. Bu hasar, beyin tümörü ve fonksiyon bozukluğunun neden olduğu hipertansif ensefalopatiyi ortaya çıkarabilir ve baş ağrısı bozulmuş bilinç düzeyi (kafa karışıklığı veya sersemlik) ile karakterizedir. Retinal göz diski ödemi ve fundus kanama ve eksüda, hedef organ hasarının diğer belirtileridir.
Göğüs ağrısı, kalp kas hasarının (Kalp krizine yol açabilir) veya bazen aort iç çeperinin parçalanması anlamına gelen aort diseksiyonunun belirtisi olabilir.
Nefes darlığı, öksürme ve kanlı balgam çıkarma akciğer ödeminin karakteristik işaretleridir. Bu durum, kalbin sol karıncık kısmının, kanı akciğerlerden atardamar sistemine yeterli olarak pompalayamaması demek olan sol karıncık yetmezliğine bağlı akciğer doku şişmesidir.
Böbrek işlevlerinin hızla bozulması (akut böbrek yetmezliği) ve mikroanjiyopatik hemolitik anemi de (kan hücrelerinin yok olması) olabilir.
Hamilelik.
Hamileliklerin %8-10'unda hipertansiyon görülmektedir. Hamilelikte hipertansiyon sorunu yaşayan kadınların çoğunda önceden primer hipertansiyon vardır.
Hamilelikte yüksek tansiyon, hamileliğin ikinci yarısında ve doğumdan sonraki birkaç hafta için ciddi bir durum teşkil eden preklamsinin ilk belirtisi olabilir.
Tansiyonun yükselmesi ve idrarda protein bulunması, preklamsi teşhisine neden olur. Preklamsi, hamileliklerin %5'inde görülür ve dünyada gebelikte anne ölümlerinin yaklaşık %16'sından sorumludur. Preklamsi aynı zamanda bebek ölümü riskini de ikiye katlar. Preklamside genellikle hiçbir semptom görülmez ve düzenli taramalarda ortaya çıkar.
Preklamsi semptomları belirirse, en yaygın olanları baş ağrısı, görme bozukluğu (genellikle “ışık çakması” şeklinde), kusma, epigastrik ağrı ve ödem (şişme)'dir. Preklamsi bazen hayati tehlike yaratan eklampsi halini alabilir.
Eklamsi hipertensif acil durum olup çeşitli ciddi rahatsızlıkları vardır. Eklamsiden kaynaklanan rahatsızlıklar görme kaybı, beyinde ödem, nöbetler veya konvülsiyon, böbrek yetmezliği, akciğer ödemi ya da yaygın damar içi pıhtılaşmasıdır.
Bebekler ve çocuklar.
Büyüme geriliği, nöbetler, irritabilite, enerji azlığı ve solunum güçlüğü yeni doğanlarda ve 0-6 aylık bebeklerde hipertansiyon ile ilişkilendirilebilir. 6-12 aylık bebeklerde ve çocuklarda, hipertansiyon baş ağrısı, açıklanamayan irritabilite, hâlsizlik, büyüme geriliği, bulanık görme, burun kanaması ve yüz felcine neden olabilir.
Komplikasyonlar.
Hipertansiyon dünya genelinde erken ölümlerde önlenebilir risk faktörlerinden en önemlisidir.
İskemik kalp hastalığı felç, periferik vasküler hastalık, ve kalp yetmezliği, aort anevrizması, difüz damar sertliği ve akciğer ambolisi gibi diğer kardiyovasküler hastalıkların riskini artırır.
Hipertansiyon, kognitif yetersizlik, demans ve kronik böbrek hastalığı için de risk faktörü oluşturur. Diğer komplikasyonlar şunlardır:
Hipertansiyon nedenleri.
Birincil hipertansiyon.
Hipertansiyon, genlerin ve çevresel faktörlerin karmaşık etkileşiminden kaynaklanır. Kan basıncı üzerinde küçük etkileri olan çok sayıda yaygın genetik varyantın yanı sıra, kan basıncı üzerinde büyük etkileri olan bazı nadir genetik varyantlar da tanımlanmıştır. Ayrıca genom çapında ilişkilendirme çalışmaları (GWAS) kan basıncıyla ilişkili 35 genetik lokus tanımlamıştır. Kan basıncını etkileyen bu genetik lokuslardan 12'si yeni bulundu.
Tanımlanan her yeni genetik lokus için Sentinel SNP, yakındaki birden fazla CpG bölgesinde DNA metilasyonu ile bir ilişki göstermiştir. Bu sentinel SNP, vasküler düz kas ve böbrek fonksiyonuyla ilgili genlerin içinde bulunur. DNA metilasyonu, bu ilişkilerin altında yatan mekanizmalar anlaşılmamış olsa da, ortak genetik çeşitliliğin çoklu fenotiplere bağlanmasını bir şekilde etkileyebilir. Bu çalışmada 35 sentinel SNP (bilinen ve yeni) için gerçekleştirilen tek varyant testi, genetik varyantların tek başına veya toplu olarak yüksek tansiyonla ilişkili klinik fenotip riskine katkıda bulunduğunu göstermiştir.
Koroner arter ektazisi: Koroner arter ektazisi (CAE), koroner arterin, damarın ektazi olmayan diğer kısımlarına göre 1,5 kat veya daha fazla genişlemesi ile nitelenir. Hipertansiyonlu (HTN) hastalarda CAE'nin havuzlanmış ayarlanmamış OR'si, HTN olmayan kişilerle karşılaştırıldığında 1,44 olarak tahmin edildi.
Birincil (sürekli) hipertansiyon, tüm hipertansiyon vakalarının %90-95'ini oluşturmakta olup hipertansiyonun en yaygınıdır.
Çağdaş toplumların hemen hepsinde tansiyon, batı tarzı diyet ve yaşam tarzıyla ilişkilendirildiğinde yaşlanma birlikte artar ve yaşamın ilerleyen dönemlerinde yüksek tansiyon hastası olma riski vardır.
Çeşitli çevresel faktörler kan basıncını etkiler. Çok tuz tüketimi tuza duyarlı kişilerde kan basıncını yükseltir. Egzersiz eksikliği ve merkezi obezite bireysel vakalarda rol oynar. Birçok çevresel faktör tansiyonu etkilemektedir. Besinsel tuz alımının azaltılması, meyve ve az yağlı ürünlerin daha çok tüketimi, tansiyon düşüren yaşam tarzı faktörlerindendir.
Egzersiz, kilo kaybı ve alkol alımının azaltılması da tansiyonu düşürmeye yardımcı olur.
Stres, kafein tüketimi, ve D vitamini eksikliği gibi diğer faktörlerin oynadığı olası rol net değildir.
Obezitede yaygın olarak görülen ve X sendromunun (veya metabolik sendrom) bir bileşeni olan insülin direncinin de hipertansiyona katkıda bulunduğu düşünülmektedir.
Yapılan son çalışmalar, yaşamın erken dönemlerindeki olayların da (örneğin az doğum ağırlığı, gebelikte sigara içme ve emzirme ile beslenmeden mahrum kalma) yetişkinlerde sürekli hipertansiyon için risk faktörleri olduğunu gösterir. Ancak bu maruziyetleri yetişkinlikte hipertansiyonla ilişkilendiren mekanizmalar belirsizliğini korur.
Hipertansiyonu olan tedavi edilmemiş kişilerde kan basıncı normal olan kişilerle karşılaştırıldığında yüksek kan ürik asit oranının arttığı bulunmuştur, ancak birincisinin nedensel bir rol oynayıp oynamadığı veya böbrek fonksiyonundaki zayıflığa bağlı olup olmadığı belirsizdir.
Ortalama kan basıncı kışın yaz aylarına göre daha yüksek olabilir.
Periodontal hastalık aynı zamanda yüksek tansiyonla da ilişkilidir.
İkincil hipertansiyon.
İkincil hipertansiyon tanımlanabilir bir nedenden kaynaklanır. Böbrek hastalığı hipertansiyonun en sık görülen ikincil nedenidir. Hipertansiyona Cushing sendromu, hipertroidizm, hiportroidizm, akromegali, Conn sendromu ya da hiperaldosteronizm, hiperparatiroidizm ve feokromositoma gibi endokrin ile ilgili durumlar da sebep olabilir.
İkincil hipertansiyonun diğer nedenleri obezite, uyku apnesi, hamilelik, aort daralması, aşırı meyan kökü tüketimi, aşırı alkol tüketimi, bazı reçeteli ilaçlar, bitkisel ilaçlar ve kahve, kokain ve metamfetamin gibi uyarıcılardır.
İçme suyu yoluyla arsenik maruziyetinin yüksek kan basıncıyla ilişkili olduğu gösterilmiştir.
Depresyon aynı zamanda hipertansiyonla da bağlantılıdır. Yalnızlık da risk faktörüdür.
2018'de yapılan bir inceleme, alkolün erkeklerde tansiyonu artırdığını, bir veya ikiden fazla içkinin ise kadınlarda riski artırdığını ortaya çıkardı.
Böbrek hipertansiyonu: en belirgin nedeni böbrek iskemisidir. Böbrek arterlerdeki/arteriollerdeki kan debisi düştüğünde jukstaglomerüler aparatta gerçekleşen renin üretimi hızla artarak dolaşıma verilir. Renin karaciğerde üretilen angiotensinogen'i angiotensin'e (angiotensinogen-hypertensinogen-renin substrate) çevirir. Bu madde angiotensin I niteliğindedir daha sonra angiotensin II'ye değişir ve kan basıncını hızla yükseltir. Bu süreçte sürrenal korteksindeki aldosteron üretimi de artar (RAAS). Tek taraflı böbrek lezyonuna bağlı renal hipertansiyonda o böbreğinin çıkarılmasıyla kan basıncı normale döner (tek taraflı hipoplazi, tümör, hidronefroz). Böbrek hipertansiyonu şu durumlarda görülür:
Endokrin Hipertansiyon: endokrin sistem patolojilerinin yol açtığı hipertansiyon grubudur.
Santral Sinir Sistemi ile ilgili hipertansiyon: kan basıncı santral sinir sisteminin bulbustaki merkezlerinde düzenlenir. Bu merkezler beyin korteksinin ve thalamus'un etkisi altındadır. Düşünce ve duygularla uyarılırsa kan basıncı yükselir. Ayrıca yangılarda, intrakraniyal basınç artışlarında ve tümörlerde bulbustaki merkezler zarara uğrarsa hipertansiyon belirebilir.
Gebelik toksemisi: eklampsi ve pre-eklampside hipertansiyon, ödem ve albuminüri görülür. Tabloya bilinç kaybının ve kramplar da eklenebilir ve ölümle sonlanabilir. Nedeni plasentada kökenli vazoaktif maddeler ve sodyum retansiyonudur.
Kardiyovasküler nedenlere bağlı hipertansiyon: kalp-damar hastalıklarının sonucunda ortaya çıkar. Başlıca nedenleri:
Fizyopatoloji.
Yerleşmiş sürekli (birincil) hipertansiyonu olan kişilerin çoğunda, kan akışına karşı artan direnç (total periferik rezistans) yüksek tansiyon nedeni olurken, kalp debisi normal seyrindedir. Prehipertansiyon ya da “sınır hipertansiyon”dan muzdarip daha genç bazı kişilerin yüksek kalp debisi, yüksek nabız ve normal periferik rezistansa sahip olduğuna dair bulgular bulunur. Bu duruma hiperkinetik sınır hipertansiyon denir. Bu kişiler, daha ileriki yıllarda yaşlanmayla birlikte kalp debileri düşüp periferik rezistansları arttığında, sürekli birincil hipertansiyonunun tipik özelliklerini gösterir. Bu modelin sonuçta hipertansiyon geliştiren tüm insanlar için tipik olup olmadığı tartışmalıdır.
Sürekli hipertansiyonda yüksek periferik direnç esasen küçük arterlerde ve arteriyollerde yapısal daralmaya neden olur. Kılcal damarların sayısında veya yoğunluğundaki azalma da periferik dirence katkı yapabilir.
Hipertansiyon kanın kalbe dönüşünü ve kardiyak ön yükü artırabilen ve sonuçta diyastolik işlev bozukluğuna sebep olabilen, periferik damarlarda esnekliğin azalması ile de ilişkilidir. Kan damarlarında artan şekilde aktif daralmanın yerleşik sürekli hipertansiyonda rol oynayıp oynamadığı kesin değildir.
Nabız basıncı (sistolik ve diyastolik kan basıncı arasındaki fark), hipertansiyonlu yaşlı kişilerde çoğu kez artar. Bu durumda sistolik basınç anormal derecede yüksek iken, diyalostik basınç normal ya da düşük olabilir. Bu duruma izole sistolik hipertansiyon adı verilir.
Hipertansiyon ya da izole sistolik hipertansiyon hastası olan yaşlılarda yüksek nabız basıncı, tipik olarak yaşla birlikte ortaya çıkan ve yüksek tansiyon ile artabilen atardamar sertliği ile açıklanır.
Hipertansiyonda atardamar sistemindeki direnç artışı için pek çok mekanizma öne sürülmüştür. Çoğu bulgu şu nedenlerden bir veya ikisidir:
Bu mekanizmalar birbirini dışlamaz ve her ikisinin de sürekli hipertansiyona bir derecede katkıda bulunduğu muhtemeldir. Ayrıca endotel işlev bozukluğu (kan damarlarında işlev bozukluğu) ve vasküler inflamasyonda çevresel direncin artmasına ve hipertansiyonda damarsal hasara neden olabilir.
Interleukin 17, tümör nekroz faktörü alfa, interleukin 1, interleukin 6 ve interleukin 8 gibi hipertansiyonda rol oynadığı düşünülen diğer bazı bağışıklık sistemi kimyasal sinyallerinin üretimini artırmadaki rolü nedeniyle ilgi topladı.
Diyetteki aşırı sodyum veya yetersiz potasyum, aşırı hücre içi sodyuma yol açar, bu da vasküler düz kasları kasar, kan akışını kısıtlar ve dolayısıyla kan basıncını artırır.
Tanı.
Hipertansiyon tanısı, istirahat halindeki kan basıncının sürekli yüksek olmasıyla konur. Amerikan Kalp Derneği (AHA), en az iki ayrı sağlık bakım ziyaretinde en az üç dinlenme ölçümü yapılmasını önerir.
Britanya'da 'Blood Pressure UK' sağlıklı bir kan basıncının 90/60 mmHg ile 120/80 mmHg arasındaki herhangi bir değer olduğunu belirtir.
Ölçüm tekniği.
Hipertansiyon tanısının doğru konulabilmesi için doğru kan basıncı ölçüm tekniğinin kullanılması şarttır. Kan basıncının yanlış ölçümü yaygındır ve kan basıncı ölçümünü 10 mmHg'ye kadar değiştirebilir, bu da hipertansiyonun yanlış tanısına ve yanlış sınıflandırılmasına yol açabilir. Doğru kan basıncı ölçüm tekniği birkaç adımdan oluşur. Doğru kan basıncı ölçümü, kan basıncı ölçülen kişinin en az beş dakika sessizce oturmasını ve ardından uygun şekilde takılmış bir kan basıncı manşonunun çıplak üst kola uygulanmasını gerektirir. Kişi sırtı destekli, ayakları yere düz basacak ve bacakları çapraz olmayacak şekilde oturmalıdır. Tansiyonu ölçülen kişinin bu süreçte konuşmaktan ve hareket etmekten kaçınması gerekir. Ölçülen kol kalp seviyesinde düz bir yüzeyde desteklenmelidir. Kan basıncı ölçümü sessiz bir odada yapılmalıdır, böylece kan basıncını kontrol eden tıp uzmanı, doğru kan basıncı ölçümleri için brakiyal arteri bir stetoskopla dinlerken Korotkoff seslerini duyabilir. Korotkoff seslerini dinlerken kan basıncı manşonunun havası yavaş yavaş (saniyede 2–3 mmHg) indirilmelidir. Kişinin kan basıncı ölçülmeden önce mesanenin boşaltılması gerekir çünkü bu, kan basıncını 15/10 mmHg'ye kadar artırabilmektedir. Doğruluğu sağlamak için 1-2 dakika arayla birden fazla kan basıncı ölçümü (en az iki) yapılmalıdır. Tanıyı doğrulamak için 12 ila 24 saat boyunca ayaktan kan basıncının izlenmesi en doğru yöntemdir. Bunun istisnası, özellikle organ fonksiyonlarının zayıf olduğu durumlarda çok yüksek tansiyon değerlerine sahip olanlardır.
Diğer araştırmalar.
Hipertansiyon tanısı konulduktan sonra sağlık hizmeti sağlayıcıları, varsa risk faktörlerine ve diğer semptomlara dayanarak altta yatan nedeni belirlemeye çalışmalıdır. İkincil hipertansiyon ergenlik öncesi çocuklarda daha sık görülür ve vakaların çoğu böbrek hastalığından kaynaklanır. Birincil hipertansiyon ergenlerde ve yetişkinlerde daha yaygındır ve obezite ve ailede hipertansiyon öyküsü dahil olmak üzere birçok risk faktörüne sahiptir. İkincil hipertansiyonun olası nedenlerini belirlemek ve hipertansiyonun kalbe, gözlere ve böbreklere zarar verip vermediğini belirlemek için laboratuvar testleri de yapılabilir. Diyabet ve yüksek kolesterol düzeylerine yönelik ek testler genellikle yapılır çünkü bu durumlar kalp hastalığının gelişimi için ek risk faktörleridir ve tedavi gerektirebilir.
Hipertansif kişilerin ilk değerlendirmesi tam bir öykü ve fizik muayeneyi içermelidir. Hipertansiyonun nedeni veya sonucu olabilecek böbrek hastalığının varlığını değerlendirmek için serum kreatinin ölçülür. Serum kreatinin tek başına glomerüler filtrasyon hızını olduğundan fazla tahmin edebilir ve 2003 JNC7 kılavuzları, glomerüler filtrasyon hızını (eGFR) tahmin etmek için Böbrek Hastalığında Diyetin Modifikasyonu (MDRD) formülü gibi öngörücü denklemlerin kullanılmasını savunur. eGFR ayrıca bazı anti-hipertansif ilaçların böbrek fonksiyonu üzerindeki yan etkilerini izlemek için kullanılabilecek böbrek fonksiyonunun temel ölçümünü de sağlayabilir. Ek olarak, idrar örneklerinin protein açısından test edilmesi, böbrek hastalığının ikincil bir göstergesi olarak kullanılır. Elektrokardiyografi (EKG/EKG) testi, kalbin yüksek tansiyon nedeniyle baskı altında olup olmadığına dair kanıtları kontrol etmek için yapılır. Ayrıca kalp kasında kalınlaşma (sol ventriküler hipertrofi) olup olmadığını veya kalbin daha önce sessiz kalp krizi gibi küçük bir rahatsızlık geçirip geçirmediğini de gösterebilir. Kalp büyümesi veya kalpte hasar belirtileri aramak için göğüs röntgeni veya ekokardiyografi da yapılabilir.
24 saat ambulatuvar kan basınç monitörleri ve evde kullanılan tansiyon ölçüm aletlerinin varlığı ile birlikte, beyaz önlük hipertansiyonu olan hastalarda yanlış tanıdan kaçınmanın önemi, protokollerde değişikliğe yol açmıştır. Birleşik Krallık'ta mevcut en iyi uygulama ambulatuvar ölçümlerle tek bir artan klinik incelemeyi takip etmektir. Takip, daha az ideal olmakla birlikte, evde yedi gün boyunca tansiyonun izlenmesi ile de gerçekleştirilebilir.
Hipertansiyon tanısı konulduktan sonra varsa hekimler, risk faktörleri ve varsa diğer belirtilere dayanan nedeni belirlemeye çalışacaktır.
İkincil hipertansiyon ergenlik öncesi çocuklarda daha sık görülür ve vakaların çoğunun nedeni böbrek hastalığıdır.
Birincil ya da sürekli hipertansiyon ergenlerde daha sık görülür ve obezite ve hipertansiyon aile öyküsü dahil birden çok risk faktörü barındırır.
Sınıflandırma.
Yetişkinler.
18 yaş ve üstü yetişkinlerde hipertansiyon, kabul edilen normal değerden (mevcut değerler 139 mmHg sistolik, 89 mmHg diastolik) daha yüksek sistolik ve/veya diastolik kan basıncı olarak tanımlar. Ölçümler 24-saat açık gezici hastane veya ev taraması yapılırsa, daha az eşik değerler kullanılır (135 mmHg sistolik veya 85 mmHg diastolik).
Güncel uluslararası hipertansiyon kılavuzları, normal aralıktaki kişiler için yüksek tansiyon risk sürecini belirtmek için hipertansiyon aralığı altında da sınıflandırmalar yapmıştır. JNC7 (2003), 120–139 mmHg sistolik ve/veya 80–89 mmHg diastolik aralığındaki kan basıncı için prehipertansiyon terimini kullanırken, ESH-ESC Kılavuzları (2007) ve BHS IV (2004) 140 mmHg sistolik ve 90 mmHg diastolik altındaki basıncı sınıflandırmak için optimal, normal ve normal üstü kategorilerini kullanır.
Hipertansiyonu JNC7, 1. derece hipertansiyon, 2. derece hipertansiyon ve izole sistolik hipertansiyon olarak alt sınıflara ayırır. İzole sistolik hipertansiyon, küçük tansiyon normal iken büyük tansiyonun yüksek olmasıdır ve yaşlılarda sık görülür.
ESH-ESC kılavuzları (2007) ve BHS IV (2004), sistolik tansiyonu 179 mmHg'den veya diastolik tansiyonu 109 mmHg'dan yüksek kişiler için 3. derece hipertansiyon olarak tanımlamıştır. İlaçlar kan basıncını normal seviyeye indiremezse, hipertansiyon “dirençli” olarak sınıflandırılır.
Yetişkinlerde sınıflandırma.
18 yaş ve üzeri kişilerde hipertansiyon, sistolik veya diyastolik kan basıncı ölçümünün kabul edilen normal değerden sürekli olarak yüksek olması olarak tanımlanır. (bu, kılavuza bağlı olarak sistolik 129 veya 139 mmHg, diyastolik 89 mmHg'nin üzerindedir). Ölçümler 24 saatlik ayakta veya evde izlemeden elde ediliyorsa daha az eşikler kullanılır.
Yenidoğanlar ve bebekler.
Yenidoğanlarda hipertansiyon nadiren görülmekte olup yenidoğanların sadece %0,2 ila 3'ü arasından gözlenir. Sağlıklı yenidoğanda düzenli tansiyon ölçülmez.
Yüksek riskli yenidoğanlarda hipertansiyon daha sık görülür.
Yenidoğanda tansiyonun normal olup olmadığına karar verirken gebelik müddeti, doğum sonrası yaş ve doğum ağırlığı gibi çeşitli faktörlerin dikkate alınması gerekir.
Çocuklar.
Hipertansiyon, çocuk ve ergenlerde sıklıkla gözlenmekte olup (yaş, cinsiyet ve etnik kökene bağlı olarak %2–9 arası) hastalıklar açısından uzun vadeli risk yaratır. Artık, üç yaşından büyük çocukların düzenli muayene veya kontrollerinde tansiyon ölçümü önerilir. Yüksek tansiyon, çocuğu hipertansiyon hastası olarak sınıflandırmadan önce sürekli muayeneler ile teyit edilir. Tansiyon, çocuklukta yaşa bağlı olarak artmakta olup çocuklarda hipertansiyon çocuğun cinsiyeti, yaşı ve boyuna uygun olarak ve üç veya daha fazla muayene sonunda yüzde 95'e eşit veya daha yüksek olan ortalama sistolik veya diastolik kan basıncı olarak tanımlanır. Çocuklarda prehipertansiyon, yüzde 90'a eşit veya daha yüksek, ancak yüzde 95'ten daha az olan ortalama sistolik veya diastolik kan basıncı olarak tanımlanır.
Ergenler.
Ergenlerde, hipertansiyon ve prehipertansiyonun yetişkin kriterleri kullanılarak tespit edilmesi ve sınıflandırılması önerilir.
Patoloji.
Hipertansiyonda sistolik kan basıncının yükselmesinin önemi azdır. Diastolik kan basıncının artması daha önemlidir. Buna göre hipertansiyon ikiye ayrılır: selim evre, habis evre.
(1) Selim evre (benign hipertansiyon): Selim fazdaki hipertansiyonda sistolik kan basıncı yükselmiştir. Diastolik kan basıncı ya normal kalmıştır ya da çok az yükselme göstermiştir (140 mmHg'nin altındadır). Bu nedenle de kalp ve damarlar üzerinde yüklenme orta derecededir. Benign hipertansiyondaki morfolojik değişmeler şunlardır:
(2) Habis evre (malign hipertansiyon): Sistolik kan basıncı ile birlikte diastolik basınç da yükselir ve 140 mmHg'nin üzerine çıkar. Daha çok gençlerde görülür. Genellikle hızlı seyreder. En önemli bozukluklarını böbreklerde oluşturduğu için başlıca ölüm nedeni üremidir. Malign hipertansiyon ya birden başlar (primer malign hipertansiyon) ya da selim fazın bir süre sonra değişmesiyle ortaya çıkar (sekonder malign hipertansiyon). Kronik böbrek hastalıklarında ve esansiyel selim hipertansiyonda bu tür değişmeler saptanabilmektedir. Habis hipertansiyondaki morfolojik değişiklikler şunlardır:
Önleme.
Yüksek tansiyonun hastalık yükünün büyük bir kısmı, hipertansif olarak etiketlenmeyen kişiler tarafından yaşanır. Sonuçta, yüksek tansiyon sonuçlarını azaltmak ve antihipertansif ilaçlara olan ihtiyacı azaltmak için toplum stratejileri gereklidir. İlaçlara başlamadan önce kan basıncını düşürmek için yaşam tarzı değişiklikleri önerilir.
2004 Britanya Hipertansiyon Derneği yönergeleri, hipertansiyonun birincil önlenmesi için 2002'de ABD Ulusal Yüksek Tansiyon Eğitim Programı tarafından belirtilenlerle tutarlı yaşam tarzı değişikliklerini önermiştir:
Stresten kaçınmak veya stresi yönetmeyi öğrenmek, kişinin kan basıncını kontrol etmesine yardımcı olabilir. Stresi hafifletmeye yardımcı olabilecek birkaç rahatlama tekniği şunlardır:
Etkili yaşam tarzı değişikliği, kan basıncını bireysel bir antihipertansif ilaç kadar düşürebilir. İki veya daha fazla yaşam tarzı değişikliği daha da iyi sonuçlar elde edebilir. Diyetle tuz alımının azaltılmasının kan basıncını düşürdüğüne dair önemli kanıtlar vardır, ancak bunun ölüm oranlarında ve kardiyovasküler hastalıklarda azalmaya dönüşüp dönüşmediği belirsizliğini korumaktadır. Tahmini ≥6g/gün ve <3g/gün sodyum alımının her ikisi de yüksek ölüm riski veya majör kardiyovasküler hastalık ile ilişkilidir, ancak fazla sodyum alımı ile olumsuz sonuçlar arasındaki ilişki yalnızca hipertansiyonu olan kişilerde gözlemlenmektedir. Sonuçta, tesadüfi kontrollü çalışmalardan elde edilen sonuçların yokluğunda, diyetle tuz alımını 3 g/gün'ün altına düşürmenin mantıklılığı sorgulanmıştır. ESC kılavuzları periodontitisin kötü kardiyovasküler sağlık durumuyla ilişkili olduğunu belirtmektedir.
Hipertansiyon için düzenli taramanın değeri tartışılmaktadır. 2004 yılında Ulusal Yüksek Tansiyon Eğitim Programı, 3 yaş ve üzeri çocukların her sağlık ziyaretinde en az bir kez kan basıncı ölçümü yaptırmasını tavsiye etti ve Ulusal Kalp, Akciğer ve Kan Enstitüsü ve Amerikan Pediatri Akademisi de benzer öneride bulundu. Ancak, Amerikan Aile Hekimleri Akademisi, ABD Önleyici Hizmetler Görev Grubu'nun, semptomları olmayan çocuk ve ergenlerde hipertansiyon taramasının yararları ve zararları dengesini belirlemek için mevcut kanıtların yetersiz olduğu yönündeki görüşünü desteklemektedir. ABD Önleyici Hizmetler Görev Gücü, 18 yaş ve üzeri yetişkinlerin ofis kan basıncı ölçümüyle hipertansiyon açısından taranmasını önerir.
Tedavi.
2003 yılında yayınlanan bir incelemeye göre, kan basıncının 5 mmHg düşürülmesi felç riskini %34, iskemik kalp hastalığı riskini %21 oranında azaltabilir ve bunama, kalp yetmezliği ve kardiyovasküler hastalıktan kaynaklanan ölüm olasılığını azaltabilir.
Hedef kan basıncı.
Çeşitli uzman gruplar, kişi hipertansiyon tedavisi gördüğünde kan basıncı hedefinin ne kadar az olması gerektiği konusunda kılavuzlar oluşturmuştur. Bu gruplar, genel nüfus için 140–160 / 90–100 mmHg aralığının altında bir hedef önerir.
Cochrane incelemeleri, diyabetli kişiler ve daha önce kardiyovasküler hastalığı olan kişiler gibi alt gruplar için benzer hedefler önermektedir. Ayrıca, Cochrane incelemeleri, orta ila yüksek kardiyovasküler riske sahip yaşlı bireyler için, standarttan daha az kan basıncı hedefine (140/90 mmHg veya altında) ulaşmaya çalışmanın faydalarının, müdahaleyle ilişkili risk tarafından ağır bastığını bulmuştur. Bu bulgular diğer nüfuslar için geçerli olmayabilir.
Birçok uzman grubu 60 ila 80 yaş arasındaki kişiler için 150/90 mmHg'lik biraz daha yüksek bir hedef önerir.
JNC 8 ve Amerikan Tabipler Koleji, 60 yaş üstü kişiler için 150/90 mmHg'lik bir hedef önermektedir ancak bu gruplardaki bazı uzmanlar bu öneriye katılmamaktadır. Bazı uzman grupları ayrıca diyabet veya kronik böbrek hastalığı olan kişiler için biraz daha az hedefler önermiştir ancak diğerleri genel nüfus için olduğu gibi aynı hedefi önerir.
En iyi hedefin ne olduğu ve hedeflerin yüksek riskli kişiler için farklı olup olmaması gerektiği konusu henüz çözülmemiştir, ancak bazı uzmanlar bazı kılavuzlarda savunulandan daha yoğun bir kan basıncı düşürme önermektedir.
Yaşam tarzı değişiklikleri.
Hipertansiyon tedavisinin ilk adımı diyet değişiklikleri, fiziksel aktivite ve kilo kaybı dahil olmak üzere yaşam tarzı değişiklikleridir. Bunların hepsi bilimsel tavsiyelerde önerilmiş olsa da, bir Cochrane sistematik incelemesi, hipertansiyonu olan kişilerde kilo verme diyetlerinin ölüm, uzun vadeli rahatsızlıklar veya olumsuz olaylara etkilerine ilişkin veri eksikliği nedeniyle hiçbir kanıt bulamadı. İncelemede vücut ağırlığında ve kan basıncında bir azalma bulundu. Bunların potansiyel etkinliği tek bir ilaca benzerdir ve bazen onu aşar. Hipertansiyon, ilaçların hemen kullanılmasını haklı çıkaracak kadar yüksekse, ilaçla birlikte yaşam tarzı değişiklikleri yine de önerilir.
Kan basıncını düşürdüğü gösterilen diyet değişiklikleri arasında, az sodyumlu diyetler, DASH diyeti (Hipertansiyonu Durdurmak İçin Diyet Yaklaşımları), bir genel incelemede 11 diğer diyete göre en iyisiydi ve bitki esaslı diyetler vardır. Beyaz ırka mensup kişiler için 4 haftadan fazla az sodyum diyeti hem hipertansiyonlu bireylerde hem de tansiyonu normal olan bireylerde tansiyonu düşürmede etkilidir.
National Heart, Lung, and Blood Institute tarafından desteklenen fındık, tahıl, balık, tavuk, meyve ve sebze açısından zengin bir diyet olan DASH diyeti de kan basıncını düşürür. Diyet potasyum, magnezyum, kalsiyum ve protein açısından zengin olmasına rağmen, planın önemli özelliği sodyum alımının sınırlandırılmasıdır.
Yeşil çay tüketiminin kan basıncını düşürmeye yardımcı olabileceğine dair bazı kanıtlar vardır ancak bu, bunun bir tedavi olarak önerilmesi için yeterli değildir.
Ebegümeci çayı tüketimi kan basıncını düşürebilir. Pancar suyu tüketimi de kan basıncını düşürebilir.
Diyet potasyumunu artırmanın hipertansiyon riskini azaltmada olası faydası vardır. 2015 Beslenme Kılavuzları Danışma Komitesi (DGAC), potasyumun Amerika Birleşik Devletleri'nde az tüketilen eksik besinlerden biri olduğunu belirtmiştir. Ancak, belirli antihipertansif ilaçlar (ACE inhibitörleri veya ARB'ler gibi) kullanan kişiler, yüksek potasyum seviyeleri riski nedeniyle potasyum takviyeleri veya potasyumla zenginleştirilmiş tuzlar almamalıdır.
Kan basıncını düşürdüğü gösterilen fiziksel egzersiz rejimleri arasında izometrik direnç egzersizi, aerobik egzersiz, direnç egzersizi ve cihaz rehberliğinde solunum yer alır.
Biyogeribildirim veya transandantal meditasyon gibi stres azaltma teknikleri, hipertansiyonu azaltmak için diğer tedavilere ek olarak düşünülebilir, ancak kendi başlarına kardiyovasküler hastalıkları önlemeye yönelik kanıtları yoktur. Kendi kendine izleme ve randevu hatırlatmaları, kan basıncı kontrolünü iyileştirmek için diğer stratejilerin kullanımını destekleyebilir, ancak daha fazla değerlendirmeye ihtiyaç vardır.
İlaç Tedavileri.
Günümüzde hipertansiyon tedavisinde kullanılan ve antihipertansif ilaçlar denilen çeşitli ilaç tedavi sınıflandırmaları vardır.
Hipertansiyon için birinci basamak ilaçlar arasında tiazid diüretikler, kalsiyum kanal blokörleri, anjiyotensin dönüştürücü enzim inhibitörleri (ACE inhibitörleri) ve anjiotensin II reseptör antagonistleri (anjiyotensin reseptör blokerleri (ARB'ler)) bulunur. Bu ilaçlar tek başına veya birlikte kullanılabilir (ACE inhibitörleri ve ARB'lerin birlikte kullanılması önerilmez); ikinci seçenek, kan basıncı değerlerini tedavi öncesi seviyelere döndürmeye çalışan karşı düzenleyici mekanizmaları en aza indirmeye hizmet edebilir ancak birinci basamak kombinasyon tedavisine ilişkin yeterli kanıtlar yoktur. Çoğu insan hipertansiyonunu kontrol altına almak için birden fazla ilaca gerek duyar. Hedef seviyelere ulaşılamadığında kan basıncı kontrolüne yönelik ilaçlar basamaklı bakım yaklaşımıyla uygulanmalıdır. Yaşlılarda bu tür ilaçların kesilmesi sağlık uzmanları tarafından düşünülebilir çünkü ölüm oranı, kalp krizi veya inme üzerinde etkisi olduğuna dair güçlü bir kanıt yoktur.
Daha önceleri atenolol gibi beta blokörlerin hipertansiyon için birinci basamak tedavi olarak kullanıldığında benzer faydalı etkilere sahip olduğu düşünülüyordu. Bununla birlikte, 13 çalışmayı içeren bir Cochrane incelemesi, beta-blokörlerin kardiyovasküler hastalıkları önlemedeki etkilerinin diğer antihipertansif ilaçlardan daha az olduğunu buldu.
Hipertansiyonu olan çocuklara antihipertansif ilaç reçete edilmesi konusunda sınırlı kanıt vardır. Bunu plaseboyla karşılaştıran ve kısa vadede kan basıncı üzerinde ılımlı bir etki gösteren sınırlı kanıt vardır. Daha yüksek dozun uygulanması kan basıncındaki azalmayı daha fazla artırmadı.
Reçeteler yazılırken kişinin kardiovasküler riskler (miyokardial enfarktüs ve felç riski dahil) ve kan basınç değerleri göz önüne alınır. İlaç tedavisine başlanırsa, Ulusal Kalp, Akciğer ve Kan Enstitüsü'nün Yedinci Ortak Ulusal Yüksek Tansiyon Komitesi (JNC-7), doktorun tedaviye olan tepkiyi görüntülemesini ve ilaç tedavisinden dolayı oluşan herhangi bir olumsuz reaksiyonu değerlendirmesini tavsiye etmiştir.
Tansiyonun 5 mmHg düşürülmesi felç riskini %34 ve iskemik kalp hastalığı riskini %21 azaltabilir. Tansiyonun düşürülmesi ayrıca Kardiyovasküler hastalıklar nedeniyle demans, kalp yetmezliği ve ölüm oranı ihtimalini de azaltabilir.
Tedavinin amacı, kan basıncını çoğu kişide 140/90 mmHg düzeyinden aşağıya ve diyabet veya böbrek hastalığı olanlar kişilerde daha da düşük seviyeye indirmek olmalıdır. Bazı tıp uzmanları, seviyenin 120/80 mmHg'den aşağıda tutulmasını tavsiye eder. Kan basıncı hedefine ulaşılmazsa daha fazla tedaviye ihtiyaç vardır.
İlaç tedavisinin ve çeşitli alt gruplar için tedavinin en iyi şekilde belirlenmesine dair esaslar zamanla değişmiştir ve ülkelere göre farklıdır. Uzmanlar en iyi ilaç tedavisi üzerinde fikir birliğine varamamaktadır. Cochrane işbirliği, Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşik Devletler'in rehber ilkeleri, tercih edilen ilk tedavi olarak az dozlu Tiazid tabanlı diüretikler tedaviyi destekler.
Birleşik Krallık'ın rehber ilkeleri, 55 yaş üstü ya da Afrika veya Karayip kökenli kişiler için kalsiyum kanal blokörlerinin (CCB) önemini vurgular. Bu rehber ilkeler, genç kişiler için tercih edilen ilk tedavi olarak anjiyotensin dönüştürücü enzim inhibitörlerini tavsiye eder.
Japonya'da, CCB, ACEI/ARB, tiazid diüretikler, beta blokörler ve alfa blokörler dahil olmak üzere altı ilaç tedavisi sınıfından herhangi biri makul kabul edilir.
Kanada'da, alfa blokörler hariç diğer ilaç tedavileri olası ilk seçenekler olarak önerilir.
İlaç Kombinasyonları.
Çoğu insan, hipertansiyonu kontrol altında tutmak için birden fazla ilaca gerek duyar. JNC7 ve ESH-ESC rehber ilkeleri tansiyon, sistolik hedefin 20 mmHg üzerinde ya da diyastolik hedefin 10 mmHg üzerinde olduğu durumlarda tedaviye iki ilaç ile başlanmasını destekler. Tavsiye edilen kombinasyonlar, renin-anjiyotensin sistem inhibitörleri ve kalsiyum kanal blokerleri ya da renin-anjiyotensin sistem inhibitörleri ve diüretiklerdir.
Kabul edilebilir kombinasyonlar şunlardır:
Aşağıda yazılanlar kabul edilemez kombinasyonlardır:
Yüksek akut böbrek yetmezliği riskinden dolayı mümkün olan durumlarda, bir ACE inhibitör veya anjiyotensin II reseptör antagonist, bir diüretik ve bir (selektif COX2 inhibitörler ve ibuprofen gibi reçetesiz ilaçlar dahil) NSAID (steroid olmayan anti-inflamatuar ilaç) içeren kombinasyonlar kullanmaktan kaçınılır. Kombinasyon Avustralya sağlık literatüründe, halk arasında "üçlü darbe (üçlü bela)" olarak bilinir. İki sınıf ilacın sabit kombinasyonunu içeren tabletler mevcuttur. Kullanışlı olmakla beraber bu kombinasyonlar, tedavisi tekli bileşen üzerine kurulmuş olan kişilere mahsustur.
Yaşlılar.
60 yaş ve üzeri kişilerde orta ve ciddi derecede hipertansiyonun tedavisi, ölüm oranlarını ve kardiyovasküler yan etkileri azaltır.
80 yaş üzerindeki kişilerde, tedavinin ölüm oranlarını ciddi ölçüde azalttığı görülmemiştir ancak kalp hastalıkları riskini azaltır.
Amerika'da tercih edilen ilaç tedavisi olan tiazid diüretikler ile önerilen tansiyon hedefi 140/90 mm Hg'den azdır.
Yeniden düzenlenmiş Birleşik Krallık rehber ilkelerinde, hedef klinik ölçümlerde 150/90 mmHg'den az veya ambulatuvarda ya da evde tansiyon ölçümünde 145/85 mmHg'den az olan durumlar için tercih edilen tedavi kalsiyum kanal blokerlerdir.
Dirençli hipertansiyon.
Dirençli hipertansiyon, farklı etki mekanizmalı üç veya daha fazla antihipertansif ilacın aynı anda reçete edilmesine rağmen yüksek kan basıncının hedef düzeyin üzerinde kalmasıdır. Reçeteli ilaçları belirtildiği şekilde almamak, dirençli hipertansiyonun önemli bir nedenidir.
Dirençli hipertansiyonun bazı yaygın ikincil nedenleri arasında obstrüktif uyku apnesi, birincil aldosteronizm ve renal arter stenozu bulunur ve bazı nadir ikincil nedenler arasında feokromositoma ve aort daralması'dır. Dirençli hipertansiyonlu her beş kişiden birinde, tedavi edilebilir ve bazen de iyileştirilebilen birincil aldosteronizm vardır.
Dirençli hipertansiyon, "nörojenik hipertansiyon" olarak bilinen bir etki olan otonom sinir sisteminin kronik olarak yüksek faaliyetinden de kaynaklanabilir. Bu durumdaki kişilerde kan basıncını düşürmek için barorefleksi uyaran elektrik tedavileri bir seçenek olarak araştırılmaktadır.
Refrakter hipertansiyon, bir kaynak tarafından farklı sınıflardan beş veya daha fazla eş zamanlı antihipertansif ajanla hafifletilemeyen yüksek kan basıncı olarak tanımlanır. Refrakter hipertansiyonu olan kişilerde genellikle artmış sempatik sinir sistemi aktivitesi vardır ve daha şiddetli kardiyovasküler hastalıklar ve her nedene bağlı ölüm riski yüksektir.
Dirençli hipertansiyonun tedavisine dair rehber ilkeler Birleşik Krallık'ta ve ABD'de yayımlanmıştır.
Epidemiyoloji.
2000 yılı itibarıyla, neredeyse bir milyar insan yani dünyadaki yetişkin nüfusunun 26%'sının hipertansiyonu vardır. Hem gelişmiş (333 milyon) hem de gelişmekte olan (639 milyon) ülkelerde yaygındır. Ancak bu oranlar, Hindistan'ın kırsal bölgelerinde %3,4 (erkek) ve %6,8 (kadın) kadar düşük ve Polonya'da %68,9 (erkek) ve %72,5 (kadın) kadar yüksek olan değerlerle farklı bölgelerde değişkenlik gösterir.
1995 yılında Birleşik Devletler'de 43 milyon insanın hipertansiyonu olduğu veya antihipertansif ilaçlar aldıkları tahmin ediliyordu. Bu değer Birleşik Devletler yetişkin nüfusunun %24'ünü temsil ediyordu. Amerika Birleşik Devletleri'nde hipertansiyon oranları artıyordu ve 2004'te %29'a ulaştı. 2006 itibarıyla, hipertansiyon Birleşik Devletler'de 76 milyon yetişkini (nüfusun %34'ü) etkilemekte ve Afrikalı Amerikalı yetişkinler %44 ile dünyadaki en yüksek hipertansiyon oranına sahiptir. Yerli Amerikalılar arasında yaygın, beyazlar ve Meksikalı Amerikalılar arasında nadirdir. Oranlar yaşla beraber artar ve Birleşik Devletler'in güneydoğusunda daha yüksektir. Hipertansiyon, kadınlara nazaran (menopoz bu farkı azaltsa da) erkekler ve düşük sosyoekonomik duruma sahip olanlar arasında daha yaygındır.
Çocuklar.
Çocuklarda yüksek tansiyon oranı artmaktadır. Çocukluk çağında özellikle ergenlikte hipertansiyon, altta yatan bir bozukluğun sonucudur. Obezite dışında, çocuklarda böbrek hastalıkları hipertansiyonun en yaygın (%60-70) nedenidir. Ergenlerde vakaların %85-95'ine tekabül eden birincil veya sürekli hipertansiyon vardır.
Tarihçe.
Kardiyovasküler sistemin modern anlayışı, "De motu cordis" adlı kitabında kan dolaşımını anlatan doktor William Harvey'in (1578-1657) çalışmasıyla başladı.
Harvey "De otu ordis" ("Kalp ve Kan Hareketleri Üzerine") adlı kitabında kan dolaşımını anlatmıştır.
İngiliz din adamı Stephen Hales, 1733'te ilk yayınlanan kan basıncı ölçümünü yaptı. Ancak yüksek tansiyonun klinik bir vaka olması 1896'da Scipione Riva-Rocci tarafından kolluklu tansiyon aletinin icadıyla gündeme geldi. Bu buluş, sistolik tansiyonun kliniklerde ölçülebilmesine olanak sağladı.
1905 yılında, Nikolai Korotkoff atardamarı stetoskopla dinlerken tansiyon aletinin kola geçirilen kısmındaki hava boşaltıldığında duyulan Korotkoff seslerini tanımlayarak sistemi geliştirmiştir. Bu sistolik ve diyastolik basıncın ölçülmesine izin verdi.
Tanılama.
Hipertansif kriz geçiren hastaların semptomlarına benzer semptomlar, Orta Çağ Farsça tıp metinlerinde "doluluk hastalığı" bölümünde tartışılır. Semptomları baş ağrısı, başta ağırlık, hareketlerde yavaşlık, vücutta genel kızarıklık ve dokunulduğunda sıcaklık hissi, belirgin, şişmiş ve gergin damarlar, nabızda dolgunluk, ciltte gerginlik, renkli ve yoğun idrar, iştah kaybı, zayıf görme, düşünme bozukluğu, esneme, uyuşukluk, damar yırtılması ve hemorajik felçtir. Doluluk hastalığının kan damarlarındaki aşırı miktarda kandan kaynaklandığı düşünülüyordu.
Hipertansiyonun bir hastalık olarak tanımlanması diğerlerinin yanı sıra 1808'de Thomas Young'dan ve özellikle 1836'da Richard Bright'dan geldi.
Böbrek hastalığı belirtisi olmayan bir kişide kan basıncının yükseldiğine ilişkin ilk rapor Frederick Akbar Mahomed (1849-1884) tarafından yapılmıştır.
1990'lı yıllara kadar sistolik hipertansiyon, sistolik kan basıncının 160 mm Hg veya daha yüksek olması olarak tanımlanıyordu. 1993 yılında WHO/ISH kılavuzları hipertansiyon eşiği olarak 140 mmHg'yi tanımladı.
Tedavi.
Tarihsel olarak, “sert nabız” olarak adlandırılan hastalığın tedavisinde kan alma ya da sülük uygulamalarıyla kan miktarı azaltılıyordu. Çin'in Sarı İmparatoru, Cornelius Celsus, Galen ve Hipokrat kan alma yöntemini savunuyordu.
Sert nabız hastalığının tedavisine yönelik terapötik yaklaşım, hastalar için yaşam tarzı (öfkeden ve cinsel ilişkiden uzak durmak) ve diyet programında değişiklik yapılmasını içeriyordu (şarap, et ve hamur işleri tüketiminden kaçınmak, öğündeki yiyecek miktarını azaltmak, az enerjili beslenmek, diyette ıspanak ve sirke kullanmak gibi).
19. ve 20. yüzyıllarda, hipertansiyonun etkili farmakolojik tedavisi mümkün olmadan önce, her biri çok yan etkileri olan üç tedavi yöntemi kullanıldı: katı sodyum kısıtlaması (örneğin pirinç diyeti), sempatektomi (sempatik sinir sisteminin bazı kısımlarının cerrahi ablasyonu) ve pirojen tedavisi (ateşe neden olan maddelerin enjeksiyonu, dolaylı olarak kan basıncını düşürme).
Yüksek tansiyon için ilk kimyasal olan sodyum tiyosiyanat 1900 yılında kullanılmış olup pek çok yan etkisi vardı ve popüler olmadı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında çeşitli başka maddeler de geliştirildi. Bunlardan en popüler ve makul derecede etkili olanları tetrametilamonyum klorür, heksametonyum, hidralazin ve reserpindir ("Rauwolfia serpentina" şifalı bitkisinden türetilmiştir). Bunların hiçbiri iyi tolere edilmedi. Ağızdan alınabilen ilk iyi tolere edilen ajanların keşfiyle büyük ilerleme sağlandı. Bunlardan ilki, tiazit idrar söktürücü klorotiazid olup Sülfanilamid antibiyotiğinden geliştirildi ve 1958'de kullanıma sunuldu. Bu madde, tuz atılımını artırırken sıvı birikimini önlüyordu. Birleşik Devletler Gaziler İdaresi'nin sponsorluğunda yapılan rastgele kontrollü denemede, hidroklorotiazid artı reserpin artı hidralazin ile plasebo madde karşılaştırılmıştır. Tedavi görmeyen yüksek tansiyonlu kişilerin olduğu grupta tedavi edilen hastalara göre çok daha fazla rahatsızlık geliştiğinden, çalışma erken safhada duruldurulmuş ve onların tedaviden mahrum bırakılması etik bulunmamıştır. Çalışmaya düşük tansiyonlu kişilerle devam edilmiş ve tedavinin orta derecede hipertansiyonlu kişilerde dahi kardiyovasküler ölüm riskini yarıdan fazla oranda engellediği görülmüştür.
1975 yılında, klorotiazidi geliştiren ekibe Lasker Özel Halk Sağlığı ödülü verildi. Bu çalışmaların sonuçları sayesinde, yüksek tansiyon hakkında halk bilincini artırma amaçlı halk sağlığı kampanyaları yapıldı ve yüksek tansiyonun ölçümü ve tedavisi teşvik edildi. Bu tedbirlerin 1972-1994 yılları arasında felç ve iskemik kalp kastalığında görülen %50'lik düşüşe en azından kısmen katkısı olduğu görünmektedir.
Daha sonra antihipertansif ajanlar olarak beta blokörler, kalsiyum kanal blokörüleri, anjiyotensin dönüştürücü enzim (ACE) inhibitörleri, anjiyotensin reseptör blokerleri ve renin inhibitörleri geliştirildi.
Toplum ve Kültür.
Farkındalık.
Dünya Sağlık Örgütü hipertansiyon ya da yüksek kan basıncını, kardiyovasküler mortalitenin ana sebebi olarak tanımlar.
85 adet ulusal hipertansiyon topluluğu ve derneğinden oluşan bir şemsiye örgüt olan Dünya Hipertansiyon Derneği (WHL), dünya çapında hipertansif hasta olan kişilerin %50'den fazlasının durumlarının farkında olmadığını belirledi. WHL bu sorunu ele almak için, 2005 yılında hipertansiyon hakkında farkındalık yaratma amaçlı küresel bir kampanya başlatmış ve her yıl 17 Mayıs gününü Dünya Hipertansiyon Günü (DHG) olarak kabul etmiştir. Son üç yılda daha fazla ulusal topluluk DHG'ye katılmış ve mesajlarını halka iletmek için yenilikçi yollar denemişlerdir. 2007'de, DHG'ye 47 üye ülkenin rekor katılımı sağlanmıştır. DHG haftası boyunca, tüm bu ülkeler yerel hükûmetler, profesyonel topluluklar, sivil toplum örgütleri ve özel kuruluşlarla ortak çalışarak çeşitli medya ve kamu toplantıları yoluyla hipertansiyon farkındalığını artırmaya çalışmıştır. Internet ve televizyon gibi kitle iletişim araçları kullanılarak, verilmek istenen mesaj 250 milyondan fazla kişiye ulaşmıştır. Yıllar geçtikçe ivmesi artan DHG, yüksek tansiyondan muzdarip 1,5 milyar civarında olduğu tahmin edilen hemen herkese ulaşmak konusunda emin adımlarla ilerlemektedir.
Ekonomi.
Yüksek tansiyon, Birleşik Devletler'de temel sağlık hizmeti veren kuruluşlara başvurulmasına neden olan en yaygın tıbbi kronik sorundur. Amerikan Kalp Derneği, 2010 yılında yüksek tansiyonun yol açtığı doğrudan ve dolaylı maliyetleri 76,6 milyar $ olarak tahmin etmiştir. Birleşik Devletler'de yüksek tansiyonlu insanların %80'i durumlarının farkındadır ve %71 ise tansiyon düşüren bazı ilaçlar kullanmaktadır. Ancak, hipertansiyonu olduğunu bilen kişilerin sadece %48'i durumlarını gerektiği gibi kontrol etmektedir.
Yüksek tansiyonun tanı, tedavi veya kontrolünde yetersizlikler hipertansiyonun tedavisini tehlikeye atabilir. Sağlık uzmanları tansiyonu kontrol etmeye çalışırken, istenen kan basıncı seviyesine ulaşmak için alınması gereken birden çok ilacın kullanılmasına direnç gösterilmesi dahil pek çok engelle karşılaşır. Ayrıca, tıbbi planlara sadık kalınması ve yaşam tarzında değişiklik yapılmasında da zorluklar yaşanır. Yine de tansiyonda varılmak istenen hedeflere ulaşmak mümkündür. Tansiyonun düşürülmesi, ileri tıbbi bakımın yaratacağı masrafları belirgin şekilde azaltmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5048",
"len_data": 48838,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.57
}
|
Obolos, Yunan parası Drahmi'nin 1/6'sı, gümüş meteliktir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5049",
"len_data": 57,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 2.63
}
|
Drahmi (Yunanca: "Δραχμή"), Grekçe " avuç dolusu" anlamına gelen Draks kelimesinden gelir. 1 Drahmi=6 obol. 6 obol avuç dolusu olduğundan bu isim verilmiştir. Drahmi, 6 obol değerindeki gümüş sikkeye ve birimine verilen isimdir.
Antik dönemden son döneme kullanılma biçimi ve bazı değerler söyledir:
Arabistan ekonomisinde bilinen kullanım biçimi "dirhem" (Arapça: درهم), İslam öncesi zamanlarda Bizans'ta da kullanıldı.
Yunanistan resmi para birimi olarak 2002 yılına kadar kullanılan Drahmi; 28 Şubat 2002 tarihinde tedavülden kaldırılmıştır. Bununla birlikte Yunan Drahmisi 10 yıl daha geçerliliğini sürdürmüş ve Drahmi-Euro değişimi Yunanistan Merkez Bankası tarafından 2012 yılına kadar devam etmiştir. Yunan Drahmisi Euro'ya çevrilirken; yaklaşık; 350 Drahmi 1 Euro'ya denk olarak kabul edilerek dönüşüm gerçekleştirilmiştir. Bunun yanı sıra, 2008 yılında başlayan küresel ekonomik krizin etkileri Yunanistan ekonomisinde derin şekilde hissedilince 2013 yılında Yunan Drahmisi Euro kuru; 1500 Drahmi = 1 Euro olacak şekilde güncellenmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5053",
"len_data": 1046,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.47
}
|
İbn Rüşd (; Künyesi "Ebū'l-Velīd Muḥammed ibn Aḥmed ibn Muḥammed ibn Rüşd" ابوالوليد محمد بن احمد بن محمد بن رشد; Latince: Averroes, 14 Nisan 1126, Kurtuba, Endülüs - 10 Aralık 1198, Marakeş, Fas), Endülüslü-Arap felsefeci, hekim, fıkıhçı, matematikçi ve tıpçı. Tercüme ve yorumlamalarıyla Aristo'yu Avrupa'ya yeniden tanıtmıştır. İslam felsefesinde Aristocu akım olan meşşailiğin temsilcilerindendir.
Önemi.
İbn Rüşd, en çok Aristo'nun eserlerinden yaptığı, bugün Batı'da pek çoğu unutulmuş Arapçaya tercümeleri ve yorumlamalarıyla ünlüdür. 1150'den önce Avrupa'da Aristo'nun eserlerinin birkaç tercümesinden başkası yoktu ve bunlar da din adamlarınca beğenilmeyip incelenmiyordu. Batı'da Aristo'nun mirasının yeniden keşfedilmesi, İbn Rüşd'ün eserlerinin 12. yüzyıl başlarında Latinceye tercümesiyle başlamıştır.
İbn-i Rüşd'ün Aristo üzerine çalışmaları otuz yıllık bir dönemi kapsar ve bu dönem içinde erişemediği "Politika" dışında bütün eserlerine yorumlamalar yazmıştır. Eserlerinin İbranice tercümeleri de İbrani Felsefesi üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır. İbn-i Rüşd'ün düşünceleri, Hristiyan skolastik gelenekten Aristo'nun mantık çalışmalarına değer veren Brabantlı Siger, Thomas Aquinas ve Dacialı Boetius gibi Paris Üniversitesi öğretim görevlileri tarafından özümsenmişti. Thomas Aquinas gibi meşhur skolastik filozoflar, ona ismi yerine "Şârih" (Yorumcu) ve Aristo'ya da "Filozof" diyerek yüksek derecede önem veriyorlardı. İslâm dünyasında bir okul bırakmamış ve ölümü Endülüs'teki serbest düşünce hayatının sonuna işaret etmiştir.
Edebiyatta İbn Rüşd.
Orta Çağ'ın Avrupalı skolastiklerinin kendisine gösterdikleri saygıdan ötürü Dante, İbn Rüşd'ü İlahi Komedya'da diğer büyük pagan filozoflarla beraber "iltifatın üne borçlu olunduğu" Limbo'da göstermiştir.
Victor Hugo'nun, Quasimodo ile Esmeralda'nın talihsiz öyküsünün anlattığı, Notre Dame'ın Kamburu adlı eserinde, bilimle hukukun kaynaklarına değinildiği bir bölümde, İbn Rüşd referans verilir. Avrupa'da bilinen adıyla Avveroes ismiyle anılır.
James Joyce'un Ulysess adlı eserinde ve Jorge Luis Borges'un La Busca de Averroes (Averroes'in Arayışı) eserinde de, İbn Rüşd anılır.
Umberto Eco'nun Gülün Adı romanında İbni Rüşd birçok kez anılır ve Aristo'ya getirdiği yorumlar ve çıkarımlar referans olarak gösterilir.
Eserleri.
İbn Rüşd'ün siyaset, din, hukuk, tıp ve felsefenin pek çok alanında 150'den fazla eser kaleme aldığı bilinmektedir. Özellikle Aristo'nun Organon külliyatı üzerine yazdığı pek çok şerh vardır. Bu şerhlerin boyutları küçük, orta ve büyük olmak üzere üç çeşittir. Küçük ve orta şerhler, ekseriya eserin tamamının şerhi olmamakla beraber bazı kapalı ifadelerin sayfalar boyu analiz edildiği çalışmalardır. Biz burada İbn Rüşd'ün eserlerinin çokluğunun yanında birçok dile tercüme edildiğini de göz önünde bulundurarak çalışmaları hakkındaki bilgileri ayrıntısıyla aktaracağız.
Organon (Ὄργανον)'a giriş mahiyetindeki eserleri.
Îsâġūcî.
İbn Rüşd, Îsâġūcî adıyla Organon'un altı kitaplık külliyatına giriş mahiyetinde bir eser kaleme almıştır. Benzeri bir örneği İbn Sina'nın Şifa Külliyatı'na yazdığı el-Medhal isimli çalışmada görmekteyiz. İbn Rüşd bu eser için iki şerh kaleme almış, bunlardan eż-Żarûrî fi'l-manŧıķ adlı özetin İbrânî harfleriyle Arapça metninin iki nüshası günümüze ulaşmış, ancak İbrânîce ve Latince tercümeleri kaybolmuştur.
Telħîśu medħali furfuryus.
Telħîśu medħali furfuryus adını taşıyan ve yukarıdaki eser üzerine yaptığı orta hacimde bir şerh kaleme almıştır. William de Lune tarafından Averrois, Commentarium medium. Super libri introductionum Porphyrii adıyla Latinceye tercüme edilen bu şerhin bir de İbrânîce tercümesi bulunmaktadır. Her iki tercüme Jacob Mantino tarafından yayımlanmıştır (Venedik, 1560). Herbert A. Davidson, Latince ve İbrânîce çevirilere dayanarak eseri İngilizceye tercüme edip “Corpus Commentariorum Averrois in Aristotelem” serisi içerisinde neşretmiştir
Kategoriler üzerine çalışmaları.
I. Kitâbü’l-Maķūlât (Categorias).
Aristo'nun Kategoriler eserinin çevirisidir. Filozof bu esere iki şerh yazmış, Arapça küçük şerhinin orijinali kaybolmuştur. Palmesli Abraham'ın "Epistola de Primitate Praedicatorum" adıyla yaptığı Latince tercümesi basılmış olup (Venedik 1560) İbrânîce çevirisi kayıptır.
II. Telħîśu Kitâbi’l-Maķūlât/Katıguryas (Kategoriler Şerhi).
Yukarıdaki Kategoriler çevirisine yazmış olduğu orta şerhtir. Arapça yazma nüshaları da günümüze ulaşmıştır. İbrânî harfleriyle yazılmış olan Arapça orijinalinden sadece bir nüsha mevcuttur. Orta şerhin Arapça metnini Maurice Bouyges neşretmiş (Beyrut, 1932), Gérard Jéhami daha sonra Floransa, Leiden ve Meşhed nüshalarını esas alarak bunu Telħîśu Manŧıķı Arisŧo içinde (Beyrut 1982, s. 1-77) yeniden yayımlamıştır. Bu orta şerh üç defa Latinceye tercüme edilmiştir. Jacob Mantino tarafından Commentum Averrois cordubensis expositione media adıyla yapılan çeviri basılmış (Venedik, 1552, 1562, 1573), anonim olduğu anlaşılan ikinci çeviri Liber praedicamentorum Aristotelis cum commeentariis Averrois (Lyon, 1542), yine anonim olan bir başka çeviri de Padoalı Nicolet tarafından Commentum Auerois super librum predica-mentorum Aristotelis (Venedik, 1483) adıyla yayımlanmıştır. Ayrıca Zacharias Zenari'nin 1560'ta Venedik'te eserin yeni ve farklı bir edisyonunu yaptığı görülmektedir. Eserin Jacob ben Abba-Mari Anatolio tarafından Napoli'de yapılan İbrânîce çevirisinden de günümüze iki nüsha ulaşmıştır. Herbert A. Davidson bu eseri Arapça, İbrânîce ve Latince tercümelerine dayanarak Middle Commentary on Aristotle's Categoriae adıyla İngilizceye çevirmiş ve “Corpus Commentarium Averrois in Aristotelem” serisi içerisinde yayımlamış (Cambridge, 1969), Levi ben Gerson bu İbrânîce çeviri üzerine bir şerh yazmıştır.
"Yorum Üzerine" üzerine çalışmaları.
I. Kitâbu'l-İbâre (Περὶ Ἑρμηνείας / Peri Hermenias / De Interpretatione).
Aristo'nun Yorum Üzerine adlı eserinin Arapça çevirisidir. Balmesli Abraham tarafından Latinceye tercüme edilmiştir. İbn Rüşd, kendisinin Arapça çevirisi üzerine küçük ve orta olmak üzere iki şerh yazmıştır. Arapça küçük şerhin orijinali kaybolmuştur. Fakat bu şerhin Latincesi mevcut olup "Epithome in Libros Perihermenias" başlığı altında yayımlanmıştır (Venedik, 1560).
II. Telhîsu Kitâbi'l-İbâre/Bari Ermenias ("Yorum Üzerine" Şerhi).
Yorum Üzerine adlı eserinin orta büyüklükteki şerhidir. Arapça orijinali günümüze ulaşmış ve Gérard Jéhami tarafından neşredilmiştir. Bu şerhin Jacob Mantino'nun yaptığı, hâlen Venedik'te bulunan Latince tercümesi Cominum de Tridino tarafından "Aristotelis Perihermenias Commentum Averrois Cordobensis Expositione Media" adıyla basılmıştır (Venedik, 1560). Eserin ayrıca William de Lune'nun yaptığı bir başka çevirisi daha vardır.
Bâzı eserleri.
Felsefe üzerine sayısız eseri vardır. Aristo'nun Organon külliyatı üzerine küçük, orta ve büyük olmak üzere pek çok şerhi vardır. Şunları sıralayalım:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5055",
"len_data": 6876,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.8
}
|
İbn Haldun ( 27 Mayıs 1332, Tunus - 19 Mart 1406, Kahire), modern tarihyazımının, sosyolojinin ve iktisadın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisidir. Ayrıca İslam aleminde Liberalizm ilkelerini kitaplarında bulunduran ilk Müslüman düşünür. Köklü bir aileden geldiği için iyi bir eğitim aldı. Tunus ve Fas'ta devlet görevlerinde bulunduktan sonra Gırnata ve Mısır'da çalıştı. Kuzey Afrika'nın o dönem istikrarsız ve entrikalarla dolu siyasal yaşamı 2 yıl hapiste yatmasına neden oldu. Bedevi kabilelerini çok iyi tanımasından dolayı aranan bir devlet adamı ve danışman oldu. Mısır'da 6 defa Maliki kadılığı yaptı. Şam'ı işgal eden Timur ile görüşmesi bir fatih ile bir bilginin ilginç buluşması olarak tarihe geçti.
Siyasal yaşamdan çekildiği dönemlerde adını tarihe geçiren 7 ciltlik dünya tarihi Kitâbu'l-İber ve onun giriş kitabı olarak düşündüğü Mukaddime'yi yazdı. Eseri, Arap dünyasında etki yaratmasa da Osmanlı tarih anlayışını derinden etkilemiştir. Başta Katip Çelebi, Naima ve Ahmet Cevdet Paşa olmak üzere Osmanlı tarihçileri Osmanlı Devleti'nin yükseliş ve çöküşünü pek çok defa onun teorileriyle analiz etti. Arap dünyasında yeniden keşfedilmesi ancak Arap milliyetçiliğinin gelişmeye başlaması ile oldu. 19. yüzyıldan itibaren ise Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedildi ve eserleri büyük takdir gördü. Öyle ki Toynbee, aradan geçen yüzyıllardan sonra onun için şöyle dedi: "Herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi.".
Yaşamı.
Tam adı Ebu Zeyd Abdurrahman ibn Haldun el-Hadramî ya da Abdurrahman b. Muhammed b. Ebu Bekr Muhammed b. Hasan'dır. Künyesindeki Ebu Zeyd büyük oğlu Zeyd'den gelir. Ayrıca Mısır'da Malikî başkadılığı yaptığı için Veliyüddin, ailesi Yemen'in Hadramut ilinden olduğu için Hadramî, kendisi Tunus'ta doğduğu için Tunusî, diğer mezheplere bağlı olan kadılardan ayırt edilmek için Malikî, hayatının önemli bölümünü Mağrip'te geçirdiği için de Mağribî gibi lakaplarla da anılmıştır.
İbn-i Haldun'un yaşamı çok iyi belgelenmiştir. Hayatı hakkındaki en önemli kaynak, kendi yazdığı otobiyografisi "Et-Ta""'rif" adlı eserdir. Bu eserde hayatına ilişkin çeşitli dokümanlar ayrıntılı şekilde aktarılmıştır. Bununla birlikte otobiyografisi, özel hayatı ve ailesinin geçmişi hakkında çok az bilgi içerir. Endülüs'te yaşayan ve Beni Haldun olarak anılan bir aileden olup, 1332'de (Hicri 732) Tunus'ta doğdu. Endülüs'te önemli devlet görevlerinde bulunan ailesi, 13. yüzyılın ortalarında Endülüs'ün Kastilya kralı III. Ferdinand tarafından ele geçirilmesinden sonra Tunus'a göç etti. Ailesi Tunus'taki Hafsi hanedanının yanında resmî hizmetlerde bulundu. Buna karşın İbn-i Haldun'un babası ve dedesi politik hayattan çekilmiş ve kendilerini mistik bir hayata vermişti. Kendisi gibi tarihçi olan kardeşi Yahya İbn Haldun, Abdülvadi hanedanı üzerine bir kitap yazmış ve sarayın resmî tarihçisi olmak isteyen bir rakibi tarafından suikasta uğramıştı.
Özgeçmişinde İbn-i Haldun, kökeninin İslam Peygamberi Muhammed zamanındaki Yemenli Arap kabilelerinden Hadramut'a kadar uzandığından ve ailesinin İslamî fetih başlarında İspanya'ya geldiğinden bahseder. Kökenini dayandırdığı Vail bin Hacer, Muhammed'i ziyaret etmiş, hayır duasını almış ve ondan 70 hadis rivayet etmiş bir sahabedir. İbn-i Haldun'un ailesi 8. yüzyıl sonlarında Yemen'den Endülüs'e göç etmiş ve 12. yüzyılda Endülüs'ün İspanya kralı Ferdinand tarafından ele geçirilmesinden sonra Tunus'a göç etmiştir. "Haldun" aile isminin kökeni, öncülleri Osman bin Halid'ten gelir. Halid ismi Yemen halkının âdeti gereği vav ve nun harfleri eklenerek Haldun biçimine dönüşmüştür. Ben-i Haldun ailesi, birkaç kuşak boyunca Endülüs'ün Carmona ve Sevilla bölgelerinde yaşamıştır. İbn-i Haldun, otobiyografisinde "ve bizim ecdadımız, Hadramutlu Yemen Araplarından, Arapların en tanınmış, en saygınlarından olan Vail bin Hacer'den gelmektedir" der. Buna karşın biyografi yazarı Muhammed Abdullah Enan bu iddiayı sorgular ve İbn-i Haldun'un ailesinin o dönemde sosyal statü kazanabilmek için Arap kabilelerinden olduğunu iddia eden Muladilerden olabileceğini öne sürer. Enan, aynı zamanda bazı Berberi grupların da kendilerini Arap bir ecdada dayamak için aldatıcı ve abartılı bir çabaya girdiklerini ayrıntılı şekilde belgeler. Bu çabanın altında yatan nedenin politik ve sosyal nüfuz elde etme arzusu olduğunu belirtir. Başka bir görüşe göre ise, İbn-i Haldun doğduğu yerdeki yerli çoğunluk gibi aynı Berberi atalardan gelmektedir. Bu görüşe göre, Berberi kabilelere duyduğu hayranlık ve saygı yaşadığı dönemin geleneksel bakışına pek uymuyordu. Ayrıca eserlerinde Berberilere ayırdığı yer ve Araplarla karşılaştırmalarında iğneleyici ifadeler kullanması ve Mağrip'in dışındaki olaylara ve devletlere oldukça ilgisiz kalması onun Berberi olabileceğine dair varsayımlar üretilmesini sağlamıştır. Muhammed Hozien bu düşünceye "İbn-i Haldun'un ailesi Berberi olabilir, bununla birlikte ataları zamanında Endülüs'ten ayrılıp Tunus'a gelmişler ise atalarının Arap olduğunu iddia etme ihtiyacı duymazlardı. Çünkü Endülüs'te hüküm süren Muvahhidler ve Murabıtlar da Berberi idiler ve İbn-i Haldun Berberi kökenini inkâr etmeyi düşünmezdi" ifadeleriyle karşı çıkar. İbn-i Haldun'un en önemli eseri olarak kabul edilen "Mukaddime"nin en iyi denilebilecek çevirisini yapan Rosenthal ise bu konuda şöyle der: "Her ne kadar yazarımızın kişiliğindeki Berberi ve İspanyol katkıların sonradan işe karışmış olması mümkün olsa da, aklıselim, onun uzak geçmişten gelen Arap kökenine kuşku ile bakmamıza izin vermez.".
Eğitim ve öğrenim.
İbn-i Haldun'un dedesi, Tunus'ta Hafsî sarayında vezirdi. Babası Muhammed Vâbili kendini İslami ilimler ve edebiyata adamış birisi idi. İlk öğretmeni babası oldu, öğrenimine ondan aldığı derslerle ve Kur'an'ı ezberleyerek başladı. Ailesinin konumu sayesinde Tunus'taki en iyi öğretmenlerden eğitim alma olanağına kavuştu. Kaliteli bir Arap eğitimi olan, Kur'an, Arap dilbilimi, Hadis ve Fıkıh eğitimi aldı. O dönemin tanınmış kıraat âlimi olan Şeyh Abdullah Muhammed bin Bezzal-i Ensari'den "Kur'an'ı Arapçanın yedi lehçesine göre yedi şekilde okumayı" (Kıraat-ı Seba) öğrendi. Şatibiyye ve Raiyye kasidelerini ezberledi. Kendi anlatımına göre Kur'an'ı 21 defa yedi kıraat üzerine hatmetti. Arap dili ve edebiyatını babasının dışında Şeyh Muhammet el-Arabi el-Hasayidi, Şeyh Muhammed Şevvaş el-Mezazi ve Şeyh Ebu Abbas Ahmed bin Kassar'dan öğrendi. Edebiyat ilmini Şeyh Ebu Abdullah bin Bahr'den okudu ve onun tavsiyesiyle Muallekatı (İslamdan önce Kâbe duvarına asılı olan yedi kaside), Mütenebbi'nin şiirlerini ve 10. yüzyıl şiirlerinin büyük bir derlemesi olan Egani kitabını okudu ve bazılarını ezberledi. Fıkıh ve hadis ilmini Şeyh Şemsettin Ebi Abdullah Muhammed bin Cabir, Şeyh Ebu Abdullah Muhammed bin Abdullah Ceyyani ve Şeyh Ebu Kasım Muhammed Kusayr'dan öğrendi. O dönemin ileri gelen aydınlarından olan Şeyh Ebu Abdullah Muhammed bin Süleyman Satti, Şeyh Muhammed bin İbrahim Eyli ve Kadı Şeyh Ebu Abdullah Muhammed bin Abdüsselam'ın meclislerine katılıp her birinden icazet aldı. Böylece hem aklî hem naklî bilimlerde kendini geliştirdi. Ayrıca matematikçi ve filozof olan el-Âbilî'den (1282/3-1356) matematik, mantık ve felsefe eğitimi aldı, İbn-i Rüşt, İbn-i Sina, Fahreddin Razî ve Şerafeddin el-Tusî'nin eserlerini okudu. 17 yaşında iken üç kıtayı ve bu arada Tunus şehrini de etkisi altına alan Büyük Veba Salgınında ailesini kaybetti.
Tunus, Fas ve Gırnata'da ilk yılları.
Eğitimi bitince Tunus şehrinde Hafsi hanedanından Sultan Ebu İshak İbrahim II. El-Mustansır'a yazman yapıldı. 1347 yılında Ebu Hasan Tunus'u işgal ettiğinde, henüz yirmi yaşında idi. Merini sarayı ile iyi ilişkileri olduğu için Tunus'tan Fas'a taşındı ve burada Sultan Ebu İshak'ın isteği ile İbn Tafragin'in kaleminde alâmet kâtibi olarak çalışmaya başladı. Alâmet katibinin görevi, besmele ile ondan sonra gelen resmî yazı arasına kaligrafi ile "Allah’a hamd olsun, Allah’a şükür" ifadesini yazmaktı. Bu dönemde, şu anda dahi Fas mimarisinin en güzel örneklerinden olan Ebu İnaniye medresesinde yaşadı ve çalışmalar yaptı. Dönemin Merini Sultanı Ebu İnan Faris, İbn-i Haldun'u daha sonraları sultan fermanlarını yazma görevine getirdiyse de, bu, genç İbn-i Haldun'un adının sultana karşı bir takım entrikalara karışmasının önüne geçemedi. 25 yaşında iken hapse atıldı ve Ebu İnan Faris'in ölümüne kadar, 22 ay hapiste kaldı. Ebu İnan Faris'in 1358'de ölümünden sonra oğlu ve halefi tarafından serbest bırakıldı. Bu sırada sürgünde yaşayan amcası Ebu Salim ile gizlice anlaştı. Ebu Salim, Fas'ın idaresini ele geçirince İbn-i Haldun'a sır kâtipliği ve hâkimlik gibi önemli görevler verdi. Ancak Ebu Salim'in İbn-i Haldun'un bir arkadaşı olan Ömer ibn Abdullah tarafından devrilmesinden sonra umutları yerle bir oldu. Çünkü ülkenin yeni hâkimi ona hiçbir görev vermediği gibi, Tilimsan'da iktidarda olan ve İbn-i Haldun'un politik yeteneklerini iyi bilen Abdülvadilerin de ona yardımcı olmalarını engelledi. İbn-i Haldun, buna rağmen, politik girişimciliğini sürdürme isteğinden vazgeçmedi ve 1362'de Cebelitarık'ın karşı kıyısına, Gırnata'ya taşındı. Fas'ta sürgünde olduğu sırada yardımcı olduğu ve sonradan Gırnata emiri olan V. Muhammed İbn-i Haldun'u çok iyi karşıladı. Emir onu bir barış anlaşması yapmak üzere Sevilla'daki Kastilya kralı olan Zalim Pedro'ya elçi olarak gönderdi. Kendinden istenen bu anlaşmayı başarıyla halletti. Bir zamanlar ailesinin sürüldüğü ülkenin kralını bilgisiyle etkilediği gibi, kralın, ailesinin zararlarını telafi etme ve oraya yerleşmesi için yaptığı teklifi de nazikçe reddetmiştir.
İbn-i Haldun'un Gırnata'dan ayrılmasına neden olan olaylara ilişkin bir belirsizlik vardır. Oryantalist Muhsin Mahdi'ye göre Gırnata'da yaşadığı sürede Sultan V. Muhammed ile olan yakın ilişkisi, kısa zamanda rakibi haline gelecek olan vezir Lisannüddin İbn Hatip tarafından artan bir huzursuzluk ile izleniyordu. İbn-i Haldun, genç sultan Muhammed'den idealindeki bilge hükümdarı yaratmaya çalışıyordu. Vezir İbn Hatip'e göre ise bunlar birer saçmalıktı ve ülkenin huzurunu bozmaktan başka işe yaramayacak şeylerdi. İbn Hatip'in çabaları sonunda İbn-i Haldun, Kuzey Afrika'ya geri gönderildi. İbn Hatip de bir süre sonra V. Muhammed tarafından zındıklıkla suçlandı ve öldürüldü.
İbn-i Haldun, otobiyografisinde İbn Hatip'le çatışmasına ve Kuzey Afrika'ya geri dönüşüne çok az değinir. Muhsin Mahdi, İbn-i Haldun'un V. Muhammed'i yanlış değerlendirmiş olduğuna dair sonraki itiraflarından bu sonucu çıkarmıştır. Diğer bir görüşe göre ise, İbn Hatip ile iyi arkadaşlık kurmuş; ancak onun dinsizlikle suçlanıp halk tarafından taşlanarak öldürülmesi (bir başka kaynağa göre hapiste boğularak öldürülmüştür) İbn-i Haldun'un Gırnata'dan ayrılmasına neden olmuştur. Ancak İbn Hatip'in öldürülme tarihi Nasr'a göre 1374'tür ve bu tarihte İbn-i Haldun Gırnata'yı terkedeli yıllar olmuştur. Seyyid Hüseyin Nasr'a göre ise İbn-i Haldun, hem V. Muhammed hem İbn Hatip ile çok yakın arkadaş olmuştur, ama iki yıl sonra onların artık kendisine yakınlık duymadıklarını hissettiği için Gırnata'dan ayrılıp Kuzey Afrika'ya dönmüştür.
Önemli politik görevler.
İbn-i Haldun, Afrika'ya geri döndüğünde Hafsiler karışıklık içindeydi, Ebu İshak Tunus'ta, Ebu Abdullah Bicâye'de, Ebu Abbas ise Konsantine'de saltanat sürüyorlardı Bicâye'deki Hafsî sultanı Ebu Abdullah'ın veziri olma davetini severek kabul etti. Kendisine verilen görev, o dönem için oldukça maceralı bir iş olan, Berberi kabilelerden vergi toplamaktı. 1366'da Ebu Abdullah'ın ölümünden sonra, bu kez Tilimsan hâkimi Ebu Abbas'a yanaştı. Birkaç yıl sonra Tilimsan sultanını yenen ve tahtı ele geçiren Abdulaziz tarafından tutsak edildi. Ardından bir derviş hayatına girdi, inzivaya çekildi ve 1370 yılında yeni bir sultan tarafından Tilimsan'a çağrılana kadar dinî çalışmalarla meşgul oldu.
İbn-i Haldun, politik yönelimlerini ve tarafını sürekli değiştiren biri olmasına karşın, göçebe Berberi kabileleri ile ilişki kurma konusundaki politik yetenekleri dolayısıyla Kuzey Afrika'daki iktidarlar tarafından aranan biriydi. Steplerde ve dağlarda yaşayan Arap ve Berberi aşiret reislerinin, hizmet ettiği hükümdarlara siyasal olarak bağlanmalarında önemli rol oynadı. Aşiret reisleriyle ilişkilerinde kazandığı itibar, hükümdarın gözünden düştüğü zamanlarda bile ona faydalı oldu. 1375'te Tilimsan'daki Abdülvadi Sultanı Ebu Hammu tarafından bir görev için Biskra'daki Davadid Berberilerine gönderildi. Bundan sonra İbn-i Haldun Tilimsan ile Biskra arasında, Bicâye'nin güneyinde bulunan Kal'atu ibn Seleme adlı kalede Beni Arif kabilesinin himayesinde yaşadı. Burada tarih ve Berberi toplumları hakkındaki düşüncelerini geliştirmeye başladı ve geniş bir dünya tarihi olarak planladığı Kitâbu'l-İber'inin ilk bölümü olan Mukaddime'sini yazdı. Bu kalede dört yıla yakın süre inzivaya çekilip kitabını yazma olanağı bulmasına karşın, kitabının tamamlanabilmesi için daha fazla kaynağa ihtiyacı olduğunu görünce kaleden ayrıldı ve 1378'de tekrar Tunus'a döndü. Doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği bu topraklardan 20'li yaşlarında ayrılmış ve Fas, Gırnata ve Cezayir'de birçok yerde dolaştıktan sonra geri dönmüştü. Tunus'ta Kitâbu'l-İber'i üzerinde çalışmaya devam etti. Bu arada Tunus'u tekrar fetheden Ebu Abbas onu tekrar hizmetine aldı. İbn-i Haldun kendisini çalışmalarına ve eserini tamamlamaya verdi. Ebu Abbas İbn-i Haldun'un sadakatinden kuşkulu olduğu için ilişkileri gergindi. Eserini tamamlayıp sultana sunduğunda bu gerginlik iyice keskinleşti. Bunun nedeni eserinde alışılageldik şekilde sultana medhiyeler düzmeyi atlaması idi. Bunun üzerine Hacca gitme bahanesiyle sultandan izin istedi ki hiçbir Müslüman sultan buna hayır diyemezdi. Orta Çağ'da hac, çoğu kez bir çıkmaza girdiklerini hisseden Müslümanlar için nihai bir çözüm yolu sayılıyordu. Hacca gitmek aylar sürdüğü için, böylelikle iç politik sorunlardan ve baskılardan da uzak kalmış olunuyordu. Böylece İbn-i Haldun Tunus'tan ayrıldı ve Mısır'a yelken açtı.
İbn-i Haldun, çeyrek asır boyunca Müslüman Batı'nın yaşadığı siyasal kargaşaya tanıklık etmişti. Saray entrikalarını, hapisliği, güç, itibar ve şerefli iktidar sahiplerini ve çöllerde yaşayan kabileleri gözlemlemiş, hepsini deneyimlemişti. Mısır'a yolculuğu ile hayatındaki ilk evre sona eriyor, ikinci ve yeni bir evre başlıyordu.
Mısır yılları.
İbn-i Haldun Mısır için "burayı görmeyen, İslam'ın gücünü anlayamaz" demişti. Çünkü diğer İslam ülkeleri, özellikle Müslüman Batı, sınır çatışmaları, işgaller ve iç kargaşalarla boğuşurken, Memlukların Mısır'ında refah ve kültürel zenginlik hüküm sürüyordu. İbn-i Haldun, Mağrip'ten sonra cennete gelmiş gibi hissetmiş olmalıydı. Fakat, hayatının geri kalanını geçireceği Mısır'da da politikadan tamamen uzak duramadı. Mısır'a gelmeden önce, muhtemelen Mukaddimesi nedeniyle Mısırlılar tarafından tanınıyordu. 1384'te Sultan Zahir Berkuk'a tanıştırıldı ve Kamhiye medresesi müderrisliğine ve Kahire Malikî başkadılığına tayin edildi. Maliki kadılığı dolayısıyla Veliyüddin unvanı verildi. Aynı zamanda Ezher Camisinde de dersler veriyordu. Ancak reformist yorumları Mısırlılar tarafından direniş ile karşılanınca, dava edildi. Sultanın huzurunda yapılan duruşmasında beraat ettiyse de gururu incinen İbn-i Haldun başkadılık görevini bıraktı. Bu kararı vermesindeki başka bir etken de ailesini kaybetmesi oldu. Ailesini de Mısır'a getirtmek istemişti; ancak Tunus'tan deniz yolu ile Mısır'a gelen gemi bir kasırgaya yakalandı ve eşini ve iki oğlu dışındaki çocuklarını bu kazada kaybetti. Nasr'a göre ise, eleştiriler dolayısıyla kadılık makamından alındı. Sultan'ın sarayındaki görevi kendisini iyice huzursuz ettiği için, Feyyum vahasındaki kendi mülküne taşındı. 1387 yılında hem hac görevini yapacağı hem de bir süre kütüphanelerinde çalışacağı Mekke'ye doğru yola çıktı.
1388'de Mısır'a geri dönüşünden sonra Sarğatmeş Medresesinde hadis müderrisliğine atandı. Bu görevi sırasında Berkuk'a karşı girişilen bir isyan sırasında, muhtemelen baskı altında kalarak, diğer bazı kadılarla birlikte Berkuk'a karşı bir fetva yayınlanmasına katıldığı için gözden düştü. Daha sonra Sultan Berkuk ile ilişkisini yeniden düzeltti ve bir kez daha Malikî kadısı olarak atandı. Ancak kadılığı bu sefer de uzun sürmedi, bir yıldan biraz fazla çalıştıktan sonra bu görevden alındı. 1401'de Timur İmparatorluğunun hükümdarı Timur ile görüşmeye gitmesinden ölümüne kadar dört kez, toplamda ise altı kez daha bu göreve atandı ve her seferinde başka bir nedenle görevden azledildi.
1400'de Berkuk'un oğlu ve tahtın yeni sahibi Farac, Şam'a saldırıya geçen Timur'a karşı askerî bir sefer hazırlığına giriştiğinde, bu sefere İbn-i Haldun da katıldı. Neredeyse 70 yaşına gelmiş olan bu devlet adamı aslında Mısır'dan ayrılmayı istemiyordu ve aynı zamanda bu seferin tehlikeli bir girişim olacağını düşünüyordu. Şüpheleri doğru çıktı ve ordu Şam önlerine geldiği sırada genç ve deneyimsiz Farac (10 yaşında tahta çıkmıştı ve sefer sırasında 12 yaşında idi) geride bıraktığı Mısır'da kölemen emirlerinin isyan çıkardığı haberini aldı. Ordusunu Şam önünde bırakarak Kahire'ye döndü. İbn-i Haldun diğerleriyle birlikte kuşatılmış Şam'da kaldı.
Aralık 1400'de ve 1401 başında Timur ile İbn-i Haldun'un tarihî görüşmeleri gerçekleşti. Bu görüşmeleri otobiyografisinde detaylı biçimde anlatmıştır. İbn-i Haldun, Şam halkı adına Timur'la görüşmeye giden elçilik heyetinin içindeydi ve ondan şehre merhamet etmesini istedi. Ülkeleri fetheden Timur ile bir entelektüel arasında geçen bu görüşmeler iki haftayı buldu ve çok değişik konulara girildi. Timur, İbn-i Haldun'a özellikle Mağrip ülkelerindeki ilişkiler hakkında sorular soruyordu. Bunun üzerine, Timur'a kuzeybatı hanedanları hakkında uzun bir rapor sundu. Bu rapor bir Türkçe lehçesine tercüme edildi ancak bugün kayıptır. Prof. Barbara Stowasser'a göre Timur İbn-i Haldun'la Kuzey Afrika hakkında istihbarat toplamak amacıyla konuşmak istemişti. Ancak İbn-i Haldun bu tuzağa düşmeyecek kadar tecrübeliydi ve Timur'un istediği bilgiler yerine ona göçebe ve kente yerleşmiş topluluklar, uygarlıkların doğuşu ve yıkılışı konusunda uzun bir konferans verdi. Bu durum karşısında Timur da ondan bir hizmet talep etmekten vazgeçti. Aynı zamanda Fez sultanına da Tatar hükümdarı ve orduları hakkında uzun bir mektup gönderdi. İbn-i Haldun, otobiyografisinde Timur'un şehri ele geçirmesini, talan etmesini ve şehirde çıkan büyük yangını anlatmıştır.
1401 Mart ayında Kahire'ye geri döndü. Sonraki beş yılını otobiyografisi ve dünya tarihini tamamlama çabasıyla ve müderrislik ve kadılık yaparak geçirdi. Altıncı defa Maliki kadısı atanmasından bir ay sonra 17 Mart 1406'da hayata veda etti ve Nasr Kapısı dışında Sufiyye Kabristanı'na defnedildi.
Bilim insanı kimliği üzerine söylenenler.
İbn-i Haldun, çeşitli yazarlar tarafından modern tarihçiliğin, siyasal bilimlerin ve sosyolojinin kurucusu olarak gösterilmiştir.
Toynbee, ondan "herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi" diye söz eder. Hitti’ye göre İbni Haldun, İslam’ın en büyük tarih felsefecisidir. Claude Huart, Italo Pizzi, Reynold Alleyne Nicholson (Arap Edebiyatı tarihçileri), T. J. de Boer (İslam-Arap felsefecisi), William Muir, August Müller (İslam tarihçileri), Eduard Meyer, Yves Lacoste (tarihçiler), ondan övgüyle söz ederler.
A. Ferreira ve Ludwig Gumplowicz gibi sosyologlar İbn-i Haldun'u sosyolojinin habercisi ve öncüsü olarak nitelendirirler. Bazı kaynaklarda ise tarih sosyolojisinin, sosyal morfolojinin, genel sosyolojinin ve siyaset sosyolojisinin öncüsü olduğu ileri sürülür.
Cemil Meriç'e göre İbn-i Haldun "kendi semasında tek yıldız"dır.
Politik kişiliği üzerine eleştiriler.
İbn-i Haldun'un yaşadığı dönem Kuzey Afrika'da istikrarsızlığın hâkim olduğu bir dönemdi. İstikrarsızlık sürekli yeni ittifaklar ve ihanetler yaratıyordu. İbn-i Haldun'un karmaşık politik kişiliğini değerlendiren ve kendisi de Mısır'da yargıçlık yapmış olan Muhammed Abdullah Enan biyografisinde İbn-i Haldun'un bazı can sıkıcı özelliklerini hiç çekinmeden önümüze koyar: "İbn-i Haldun bir oportünist (intihâzî) idi. Her çareye başvurarak fırsatları yakalamasını biliyordu ve amaç, onun gözünde bu çareleri temize çıkarıyor, haklı kılıyordu (s. 15).", "Her zaman, hiç duraksamadan, "kazananın yanında" yer alıyordu (s. 19).", "Onun her zamanki davranışı, çığırından çıkmış bencilliğine, nankörlüğüne, hakkaniyeti ve borçluluğu, şükranı hiç kaale almadan her fırsattan yararlanma eğilimine tanıklık eder (s. 29)."
Rosenthal da İbn-i Haldun'un bu özelliklerini yalanlamaz ve "Bütün deha sahibi insanlar gibi İbn-i Haldun’un davranışları ve istemleri çapraşıklıktan uzak ve yalındı... Her çare, her araç ona gerekli ve dolayısıyla da haklı görünüyordu ve o hoyratça ve oportünist bir biçimde amacına yöneliyordu” diye yazar. Hatta İbn-i Haldun'u "tüm zamanların en büyük şahsiyetlerinden biri" olarak nitelemesine karşın onun kendi makyavelizminin kurbanı olduğunu belirtir. Rosenthal'e göre "yakındığı entrikalar, kendi entrikalarına verilen yanıtlardan başka bir şey değildi".
Etkilendiği düşünürler.
Ülker Gürkan'a göre İbn-i Haldun'u etkileyen herhangi bir düşünürden söz etmek zordur. Mukaddimesinde "Yunan" ve "Rum" düşünürlerden, özellikle Aristo ve Eflatun'dan bahsetmişse de, ne Aristo, ne Eflatun ne de sıkça karşılaştırılmış olduğu Thukydides'in doğrudan doğruya eserlerini okumuş olduğuna dair bir bilgi yoktur. Birçok yerde Aristo'dan küçümseyici bir dille bahsetmekte ve İslam düşünürlerine ise ancak onları yermek için değinmektedir. Farabi'nin "faziletli şehri"nden bahsederken, toplumsal gerçekliğin böyle bir devlet göstermediğini belirterek açıkça eleştirmiştir.
Buna karşın Mustafa Yıldız'a göre İbn-i Haldun, bu filozofları eleştirse de, temel varsayımını onlardan alır. İbn-i Haldun, olayların yasalarını mantıksal çıkarımlar yoluyla değil, deneyimlerle elde etmek gerektiğini belirtse de, Platon ve Aristo'dan İslam düşünürleri Farabi ve İbni Sina'ya geçmiş olan insanın doğası gereği toplumsal/medeni olduğu düşüncesini kabul eder. İnsanların topluluklar halinde bir araya gelmesi bir zorunluluktur ve Tanrı, halifesi olan insanı dünyayı bayındır hale getirmesi için göndermiştir. Yine aynı şekilde insanların bir yasakçıya, yani devlete ihtiyacı vardır. İbn-i Haldun, bu noktada düşüncelerini benimsediği Farabi ve İbni Sina'dan ayrılır. Çünkü onlar bu yasakçı/devleti peygamberlerle sınırlamışlardır. Halbuki peygamber gönderilmemiş olan Mecusiler gibi kavimler de devletler kurup yeryüzünü bayındır etmiştir. Demek ki, devlet Tanrı'nın emrettiği ve peygamberlerin yerine getirdiği bir şey değil, toplumsal yaşamın pratik ihtiyaçlarının bir ürünüdür. Bu düşüncesi ile İbn-i Haldun, İbni Sina'dan ayrılıp kelamcılara daha çok yaklaşır.
Osmanlı tarihçiliği üzerindeki etkileri.
İbn-i Haldun, 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı tarihçileri tarafından tanınmaya başlanır. İlk örnekleri Kemalpaşazade'de görülen bu etki 17. yüzyıl tarihçilerinden Hezarfen Hüseyin (ö. 1691) ve Müneccimbaşı Ahmed Dede (ö. 1702) gibi tarihçilerde daha belirgindir. Kâtip Çelebi (ö. 1657) Dustûru’l Amel adlı eserinde Osmanlı Devletinin gerilemesini açıklarken İbn-i Haldun'un etkisinde olduğu görülür. İlk Osmanlı vakanüvisi Mustafa Naimâ Efendi'nin (ö. 1716) Hicri 1000 yılından sonraki olayları anlattığı ve "Naima Tarihi" adı verilen eserinde İbn-i Haldun'un tarih anlayışından etkilendiği görülür. Naima, İbn-i Haldun'un devletin beş döneminden oluşan teorisini özetleyerek Osmanlı tarihine uyarlar ve Osmanlı tarihinin dönemlerini bu şemaya göre açıklar. Naima'dan sonraki Osmanlı tarihçilerinin de, Osmanlı Devletinin gidişatını İbn-i Haldun'un devlet kuramına dayanarak açıkladıkları görülür.
Osmanlı tarihçiliğinin dönüm noktası sayılan ve 19. yüzyılın en önemli Osmanlı tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa'nın eseri olan 12 ciltlik "Tarih-i Cevdet"te topluma ve devlete bakış tarzının İbn-i Haldun'un bakış tarzı olduğu görülür. İpşiroğlu'na göre "XVI. yüzyıl sonlarından XX. yüzyıla kadar Osmanlılarda, imparatorluğun çöküşü ile ilgili düşünceler ve bunu önlemek için yapılması gereken ıslahatları yansıtan eserlerde İbni Haldun’un görüşlerinin ve tarihçilik anlayışının özellikle “tavırla” telakkîsinin Osmanlı tarihçileri tarafından benimsendiği bilinmektedir." 20. yüzyılın sosyalist tarihçilerinden Hikmet Kıvılcımlı da Osmanlı tarihini İbn-i Haldun'un bakış açısıyla ele alır. Kıvılcımlı'ya göre Osmanlı Beyliği, göçebe Moğol ve Türk oymaklarının İslam medeniyetine yaptıkları "göçebe aşısı" ile ortaya çıkmış "tavâi’fül Mülük"tür. Bizans'ı da fethedince bir imparatorluk olur.
Ümran ilmi.
İbn-i Haldun'a göre tarihin görünür yüzünde bir dizi olaylar yer alırken, tarihin asıl manası gizli yüzündedir. Mukaddimenin girişinde sırf nakil ve söylentilere dayanan bir tarih bilimine güvenilemeyeceğini, çeşitli milletlerin ve devletlerin gelişimlerinin peşpeşe sıralanmasının tarihi anlamaya hiçbir katkı sağlamayacağını belirtir. Önemli olan bu gelişmenin sırrını kavramaktır. Nakledilen bilgilerin ve olayların bir mantık süzgecinden geçirilip, gerçeğe uygun olup olmadığını anlamak gerekir. Peki toplumların gelişip değişmesiyle ilgili bu mantık süzgeci nedir? İbn-i Haldun'a göre tarihin gerçek bilgisine ulaşabilmek için sosyal olay ve olguların objektif gözleminden işe başlamak gerekir. Uygarlık ve toplulukların çeşitleri, zaman içindeki değişimleri ve bu değişimlerin nedenleri incelenmelidir. İşte bunu yapacak bir bilime ihtiyaç vardır.
İbn-i Haldun, kendinden önceki düşünürlerin eserlerini tarar ve böyle bir bilimin oluşturulmamış olduğunu, oluşturulmuşsa da kendisinin buna ulaşamadığını belirtir. "Fars fetholunduğunda Halife Ömer'in eski Farslılardan kalma eserlerin yakılmasını emrettiğini", bu yüzden bu eserlerin yo kolup gittiğini, Keldanilerin, Süryanilerin ve Babil ahalisinin eserlerinin kalmadığını söyleyerek bundan dert yanar. Halife Memun'un büyük paralar harcayarak çevirilerini yaptırdığı Yunanların eserlerinden bahseder. İbn-i Haldun'a göre "Aristo'ya nispet edilen ve önemli bir parçası ellerde dolaşan "Siyaset" adlı bir kitap vardır. Fakat, bu kitapta da bizim bu eserimizde incelenen konulara dair yeter bilgiler verilmemiş, delil ve burhanlar da lüzumu derecesinde anılmamış, başka sözlerle karıştırılmıştır." Ayrıca Fars din bilgini Mubezan ve Nuşirevan'dan da söz eder ve onların da Mukaddime'de incelediği ilimle ilgili bazı değinmeleri olduğunu belirtir. Bunun dışında İbni Mukaffa'nın risalelerinde ve Kadı Ebubekir Tartuşi'nin Sirac-ül-mülük adlı eserinde de bu konulara kendi kitabındaki başlıklara yakın başlıklarla değinildiğini ancak bunlarda yeterli delil ve açıklama olmadığını belirtir.
İbn-i Haldun, ilk kez kendisi tarafından kurulduğunu yeminle belirttiği bu ilme "Ümran ilmi" der ki, gerçekten de bu keşfi ile bir taraftan bilimsel tarihçiliğin diğer taraftan da sosyolojinin temellerini atmıştır. İbn-i Haldun bu yeni bilimin araştıracağı konuları şöyle özetler: "Geçmiş çağlarda yaşamış kavimlerin durumları ve yaşayışlarında meydana gelen değişiklikler; bunların idareyi ve ülkeyi ellerine geçirmelerinin sebepleri; insan topluluklarının tabiatları, yerleşik veya göçebe hayat sürme, göçler ve nüfus hareketleri; devlet kurma, devletlerin kuvvet kazanmaları ve çökmeleri; üretim ve tüketim, bilim, sanat, ticaret, kâr ve zarar olayları; zamanın akışı içerisinde bu sayılan durumların değişmesi ve değişmelerin sebeplerinin incelenmesi"
İbn-i Haldun'un, "Tarih"i, felsefi ilimlerden biri olarak kabul ettirme çabası klasik felsefe anlayışı ile çelişir. Her ne kadar Aristo ve Platon'un toplum ve devlet konusundaki görüşleri tarihsel öğeler taşısa da, her ikisi de, tarihi, "bilgeliğin" bir dalı olarak görmezler. Aristo'ya göre şiir tarihe göre çok daha felsefi ve üstündür; çünkü tarih özel ve tikel olana yönelirken, şiir evrensel olana yönelmektedir. Farabi ve İbni Sina'nın bilimler sınıflandırmasında da "Tarih"in hiçbir yeri yoktur. İbn-i Haldun'un keşfettiğini ilan ettiği yeni ilmi kabul ettirmede karşılaştığı güçlüğü anlayabilmek için düşünürün yaşadığı dönemde bilim olarak algılanan şey ile bugünkü bilim algısı arasındaki farkı bilmek gerekir. Mustafa Yıldız'a göre "Tarih"in klasik felsefe tarafından bilim sayılmamasının iki temel nedeni vardır: Birincisi, tarihin nesnesi geçmişe ilişkindir, karşımızda bir nesne olarak bulunmaz, belirlenemez ve sürekli değişir. Halbuki bilgeliğin konusu ancak Platon'un "İdealar Evreni" ya da Aristo'nun "Devinmeyen Devindirici"si gibi değişmeyen şeyleri incelemek olabilirdi. İkinci güçlük ise nedensellik ilkesinin uygulanabilirliği konusundadır. Burada nedenselliği de bugünkü anlayışımızdan daha farklı şekilde anlamak gerekir. Klasik felsefede nedensellik tüm nedenlerin kendine bağlandığı bir "İlk "Neden" (Tanrı) düşüncesine gider ve felsefenin konusu bu İlk Neden'i incelemektir. Oysa İbn-i Haldun, somut olaylar arasındaki nedensellikten bahsetmektedir, yani nedenselliği tarihe uygulayarak, olaylar arasında geriye dönük bağlantılar kurarak, tarihe ve toplumlara ilişkin yasalar bulmaya çalışmaktadır. Tarihsel olayların doğruluklarını denetleyebilmek böylelikle mümkün olabilmektedir. Kendi deyişiyle: ""Umran ilmi" ile tarihte neyin olanaklı neyin olanaksız olduğu hakkında bir "zorunlu yasa bilgisi"ne ulaşılır ki, bu aynı zamanda tarihçilerin aktara geldikleri haberlerin doğruluk ve yanlışlıklarını sınama olanağı verir"
İbn-i Haldun'un olayların nedenlerine, aralarındaki görünmeyen bu bağlantıya işaret etmesi, birçok yazar tarafından onun için determinist, pozitivist, tarihi materyalist, ampirist ve rasyonalist gibi tanımlamalar kullanılmasına yol açmıştır. Hatta İlyas Ba-Yunus ve Ahmed Ferid, "İbn Haldun'un İslam'a hizmet amacıyla eserlerini kaleme aldığı pek söylenemez" derler.
Toplum biçimleri.
İbn-i Haldun'a göre insan toplumsal bir hayvandır. Birkaç kişi Allah'ın verdiği düşünme gücüne dayanarak ve birbirleriyle işbirliği yaparak birtakım kurumlar yaratmaya başladıkları an, kültür ya da kendi deyimiyle ümran doğmuş demektir. İnsanın soyunu sürdürebilmesi için aklı ve eli yeterli olmamış, aynı zamanda dayanışması ve toplumsal şekilde yaşaması gerekmiştir. İnsan topluluklarına bakıldığında bunların birbirlerinden farklı oldukları görülür. İbn-i Haldun, bunun sebebinin, kendi deyimiyle "geçinme şekil ve tarzlarının birbirinden başka ve türlüce olması" olduğunu belirtip, bunun dışında toplulukların yerleştikleri coğrafî yer, iklim, iktisadî şartlar, üretim şekil ve ilişkilerinin de bu farklılıkları doğuran etkenler olduğunu ekler. Benzer özelliklerine bakarak bu toplulukların sınıflandırılabileceğini söyler ve birbirine zıt özelliklere sahip iki grup sayar. Bunları hadarî (yerleşik toplumlar (Gürkan), kentsel çevre (Stowasser), gelişmiş toplum (Yıldız)) ve bedevî (göçebe toplumlar (Gürkan), çöl çevresi (Stowasser), ilkel toplum (Yıldız)) olarak adlandırır. Bir de ücra, kırsal yerleşim birimlerinde olup, tarımla uğraşan, yerleşik hayata geçmekle birlikte henüz bir uygarlık kuramamış küçük topluluklar vardır. Bu son gruptaki topluluklardan, yerleşik bir topluma bağlı olmaksızın sahralarda yerleşerek ekincilik ve tarımla uğraşan grupların durumları iyi ve rahatken, yerleşik topluluklara tabi olan ve dolayısıyla kendilerinden vergi alınanların durumu pek kötü ve aşağılıktır. İbn-i Haldun bu son gruba kısaca değinip geçer ve iki ana grupla ilgilenir.
Göçebe toplumlar.
İbn-i Haldun'a göre göçebe yaşam, toplum halinde yaşamanın ilk örneği olup yerleşik yaşamdan önce gelir. Göçebeler ikiye ayrılabilir. Birinci grup olan "Çoban göçebeler" koyun ve inek beslerler. Türk, Türkmen ve bazı Berberi topluluklar bu gruptandır. İkinci göçebe gruba ise deve besleyen Araplar, Batı Afrika'daki Berberiler ve Kürt göçebeler girer ki, bunlar otlak aramak için çöllerin derinliklerine kadar girerler. İşte göçebe toplumların asıl karakteristik özellikleri bu ikinci grupta görülmektedir. Göçebeler uzak ve tenha yerlerde yaşadıkları ve diğer toplumlarla temas imkânı bulamadıkları için utangaç, kaba ve sert tabiatlı, fakat şehirlilere göre iyi ahlaklı olurlar. Barınakları, yiyecek ve içecekleri açısından kanaatkârdırlar. Egoist değillerdir, kabilelerinin çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün görürler. Bu yüzden cesaret ve kahramanlık, başlıca değer yargılarıdır. Kendilerini koruyacak bir devlet teşkilatı olmadığı için topluluğun her bireyi, her an olabilecek bir saldırıya karşı tetikte ve atik olmalıdır. Sürekli güvenlik sorunu yaşadıklarından, yabancılara karşı çekingen; ancak kendilerine güvenen, savaşçı ve cesur kişilerdir. Bu toplumlar şehir yaşamının rehavetine dalmış yerleşik toplumlar için daima tehlike oluştururlar.
Yerleşik toplumlar.
Yerleşik toplumlar devletin kurulmasından hemen sonra veya devletin kuruluşu ile beraber ortaya çıkmaktadır. Bedevi yaşam biçimi sadece yaşamı sürdürebilmek için gerekli şeylerin üretilmesi ile sınırlıdır. Toplumsal üretimde güç, zenginlik, rahatlık ve boş zaman isteği ile artı değerler artmaya başlar ve böylece toplum hadari (yerleşik) yaşam biçimine doğru ilerler. Göçebe toplumların bu yerleşik hayata geçme eğilimi kasaba ve şehirlerin kurulması ile kendini gösterir. Ancak bütün göçebe toplumlar devlet kuramazlar. Bir kısmı kurulmuş bir devlete tabi olarak yerleşik hayata geçerler. Sadece asabiyye bağları güçlü olan toplumlar devlet kurmayı başarır.
Devletin kurulması ile gelinen bu aşamada artık göçebelik dönemindeki kan bağı yeterli olmaz. Toplumsal dayanışmayı sağlayacak yeni bağlara ihtiyaç duyulur. Böylece "hanedana bağlılık ve din duygusu" devreye girer. Din, burada oldukça önemli bir rol oynar. Farklı kan bağına sahip olan asabiyyeler arasındaki çekişmeyi giderip hepsinin tek bir amaç etrafında bir araya gelmesini sağlayacak olan dindir. İbn-i Haldun, kan bağına dayalı olan asabiyye olmaksızın dine çağrını yetmeyeceğini belirtir. Başka deyişle, din, kan bağına dayalı asabiyyesi en güçlü olan grubun içinde gelişir ve sonra diğer gruplara yayılır.
Ancak devlet bir kez kurulduktan sonra artık insanları dış tehlikelerden koruyan bir siyasi örgüt var olduğu için insanlar askerlikten ve tekdüze bir iş olan üretim yapmaktan vazgeçerler ve sanat, edebiyat, mimarlık gibi kültürel alanlarla ve ticaret ve zanaat gibi daha çok para kazandıran işlerle uğraşmaya başlarlar. Güvenlik, bol para ve işbölümü insanlarda daha güzel, daha ince ve yeni ihtiyaçların oluşmasına yol açar. Böylece toplum yerleşik hayata geçtikçe daha çok rahatına ve zevkine düşkün, daha egoist olur ve giderek kötü alışkanlıklar sahibi olur. Kolaylıklar ve lüks ancak çok sayıda insan kümeler halinde bir arada yaşadığı zaman ortaya çıkar. Bu lüks ve ihtişam beraberinde soysuzlaşma ve gerileme tohumlarını getirir. Başlangıçtaki grupta var olan saf bağlılık, yalın güç ve sadelik yozlaşmaya başlar.
Toplumun rahata alışması, kendilerini güvenli hissettikleri kaleler içinde huzurlu şekilde yaşamaları, göçebelik dönemindeki cesaret ve savaş kabiliyetlerini yitirmelerine neden olur. Devleti idare edenlerden gelen emirlere uymayı da alışkanlık haline getirirler. İdareciler de zulme ve şiddete başvurdukça, göçebelik dönemindeki bağımsızlık ve onur duygularını iyice yitirerek kendine güveni olmayan, korkak, sinsi ve dalkavuk kişiler haline gelirler.
Asabiyye ve din.
İbn-i Haldun'un toplumsal örgütlenmelerin nicelikleri, çapları, güçleri ve başarıları açısından farklılaşmalarını açıklamak için kullandığı önemli bir kavram "asabiyye"dir. Sözcük Arapça "tutmak, bağlı olmak" anlamına gelen "asabe" kökünden gelmektedir. Farklı araştırmacılar tarafından "yakınlık bağı", "topluluk duygusu", "dayanışma duygusu", "ortak ruh", "toplumsal uyuşma", "toplumsal dayanışma", "milliyetçilik fikri", "askerî ruh" gibi karşılıklar verilmiştir. İlerlemeci bir yaklaşımla "toplumların ilkellikten uygarlığa doğru ilerlemesini güdüleyen güç" olarak yorumlanabilecek olan asabiyye en açık şekliyle kan bağıyla bağlı olan yakın akrabalık ilişkilerinde görülür. İbn-i Haldun'a göre kabilelerin çeşitli yollarla nüfusu arttıkça bu bağ kan bağından bir kabile veya kavim bağına dönüşür. Bir akrabası hakarete veya saldırıya uğrayan bir kişi bu saldırı kendisine yapılmış gibi faile düşmanlık besler. İbn-i Haldun, benzer bir davranış özelliğini çöllerin derinliklerinde yaşayan, soyları bozulmamış Arap kabilelerinde de görür. Ancak bu saflık durumu sürekli olmaz; savaş, barış ve evlenmelerle başka soyları da içine alarak büyüyen kabilede başkanlık da asabiyye bağı daha güçlü olan grupta kalır. Çeşitli nedenlerle kendi soylarını kaybedip başka bir kabileye sığınan topluluklarla da hami-mahmi, efendi-köle ilişkilerinden doğan yapma bir akrabalık bağının yarattığı yeni bir asabiyye bağı ortaya çıkar. Başlangıçta yaşlı ve akil olanların hakemliği ile çözümlenen çatışmalar, kabile büyüdükçe gruplaşmalara ve grup içi çatışmalara yol açar. En yoğun grup içi dayanışması olan, başka deyişle asabiyye bağı en güçlü olan grup diğerlerine üstün olur ve hükümranlığı eline geçirir.
Asabiyye bağı bu grup içindeki yardımlaşma ve şeref duygusundan gelen ve dış düşmanlarla uğraşma gücü veren bir bağdır. Eğer tüm topluluklar eşit oranda işbirliği yapmış olsalardı böyle farklılıklar olmazdı. Toplumsal örgütlenmenin çap ve yoğunluğunu belirleyen değişken grup duygusu, grup dayanışması Asabiyye'dir. Tüm ilkel gruplarda dayanışma, direniş gücü ve cesaret vardır ve hepsi de zenginliğe ve boş zamana ulaşmak isterler. Grup dayanışması onları fetihler yapmaya da götürür. Ya var olan bir devleti fethederler ya da yenisini kurmaya çalışırlar. Ancak devlet kurma aşamasında kan bağı yeterli gelmez. İhtiyaç duydukları yeni gücü ise dinde bulurlar. Din, asabiyyesi en güçlü olan grubun içinde gelişir ve yayılır. Din, dünyevi istekler ve hısımlığın ötesine geçtiği için kan bağına dayalı asabiyyeden çok daha güçlü bir sadakat duygusu yaratır. İbn-i Haldun'a göre din, bir uygarlığın yaratılışındaki en üstün güçtür ve aynı zamanda o uygarlığı korumak için de en etkili olanıdır.
Devlet kuramı.
İbn-i Haldun, devletin kökeniyle ilgili yazılarında toplum (cemiyet) ile devleti ayrı ayrı varlıklar olarak ele alır. Toplum, insanların doğa ile mücadelelerinde birbirlerine ihtiyaç duymalarından dolayı bir araya gelmelerinden oluşurken, devlet insanı hemcinslerinin saldırıları ve zulmünden korumak için oluşturulan bir şeydir. İnsanlar hemcinslerinin tacizinden korunabilmek için bir yasakçıya ihtiyaç duyar ve onun otoritesine boyun eğerler. Devlet de toplum gibi doğal bir şeydir, tüm insan topluluklarını kapsar; ancak bu ne Tanrı buyruğudur ne de tek tanrılı dinlere özgü bir durumdur. İbn-i Haldun, burada İslam düşünürlerinden ayrılır ve hükümdarlık ile peygamberliği karıştırdıkları için onları eleştirir. Ehl-i kitap olmayan kavimlerin de çok sayıda devlet kurduğunu, hatta bunların sayısının Ehl-i Kitap olanlardan çok daha fazla olduğunu söyler. Ona göre, peygamberlik ile hükümdarlık arasında hiçbir mantıki ve zorunlu ilişki yoktur.
Devletin aşamaları.
İbn-i Haldun'a göre devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Buna göre, devletin geçirdiği aşamaları beşe ayırır. Hatta bu beş aşamanın üç ya da dört kuşağın ortalama ömrü olan 120 yılda tamamlandığını ileri sürer. İbn-i Haldun'un bu süreyi tespit ederken, zamanında doktor ve müneccimlerin, normal insan hayatının 120 yıl olduğu iddiasına dayandığı ve bu yüzden devletlerin normal yaşam sürelerinin de 120 yılı aşamayacağını düşündüğü ileri sürülmüştür.
"Birinci aşama" fetih ve kuruluş aşamasıdır. Bu aşamada yerleşik bir yönetimin elinden askerî güç ile iktidar alınır. Asabiyye bağlarının çok güçlü olduğu, hükümdarın bir lord ya da kraldan çok bir şef olduğu dönemdir.
"İkinci aşama"da hükümdar iktidarı tekeline almaya başlar. Bunun için kendisinin başa gelmesini sağlayan doğal dayanışmayı tasfiye etmeye başlar, onunla güç paylaşanları ortadan kaldırır, kan bağına dayalı dayanışma yerine doğrudan kendisine bağlı paralı asker ve bürokratlardan oluşan bir grup oluşturmaya başlar. Bunların dışında bilginlerden oluşan danışmanlar da bulur. İbn-i Haldun'a göre bilginler en kötü siyasal danışmanlardır. Ayrıntıdan çok evrenseli, insan türü yerine tüm türleri görmek üzere eğitildikleri ve toplumsal ve siyasal olayları tek başlarına görmek yerine birbirleriyle kıyaslayarak gördükleri için olumsuz siyasal önerilerde bulunurlar. Hükümdarlara asıl yararlı olan öğütleri ise "ortalama zekâya sahip, alelade kişiler" verirler.
"Üçüncü aşama" ekonomik refahın arttığı, kültürel unsurların geliştiği bir yükseliş ya da lüks ve debdebe aşamasıdır. Bu aşamada hükümdar kişisel gelirini artırmak, tebaasının vergilerini azaltarak devletin mali kaynaklarını artırmak ve yeniden düzenlemek, kentleri güzelleştirmek için uğraşır. Herkes ekonomik refahtan payını alır, güzel sanatlar, bilim ve el sanatları teşvik görür, hâkim sınıflar kültürel projelerin koruyucuları olarak boy gösterirler. Refah ve serbestlik devletin egemen iklimi haline gelir.
"Dördüncü aşama" doyum, tatmin ve kendini beğenme aşamasıdır. İstikrar ve barışın egemen olduğu, yönetimde yenilikçi hiçbir girişimin olmadığı, eski yönetimlerin taklit edildiği ve bundan ayrılmanın devleti yıkacağına inanılan bir aşamadır. Hem yönetenler hem yönetilenler bu istikrar ve refahın ebediyen devam edeceğine inanırlar. Devlet kurucularının gücü ve başarılarına göre bu durum gerçekten de uzun sürebilir. Ancak bu aşama içinde farkına varılmadan gerileme ve çözülme başlamış ve devlet son aşaması olan sefahat ve israf aşamasına geçmektedir.
"Son aşama" sefahat, israf ve çöküş aşamasıdır. Bu aşamada hükümdarın ekonomik ve toplumsal olayları kişisel arzularına göre yönetmeye çalışmasıyla, devlette iyileşmesi olanaklı olmayan hastalıklar ortaya çıkar. Hükümdarın lüksünü ve desteğini, satın almış olduğu ordu ve bürokrasinin desteğini sürdürebilmesi için vergileri artırması gerekir. Artan vergi oranları ekonomik faaliyetlerin azalmasına neden olur ve hükümdarın amacının tersine devlet gelirleri azalır. Yönetilenlerin devletten beklentileri zayıflar ve umutsuzluk yayılır. Ekonomik faaliyetler duraklar, insanlar uzun vadeli planlar yapamaz olurlar. Doğum hızı geriler, kalabalık kentlerde nüfus ve çevre sorunları ortaya çıkar. Devlet çözülmeye başlar. Merkezden uzak bölgelerdeki valiler, generaller, prensler ya da başka devletler belli toprak parçalarını koparmaya başlarlar. Başkentte bile ordu ve bürokratlar hükümdarın otoritesini ele geçirmeye, hükümdarı sadece makam ve sıfattan oluşan bir şeye dönüştürmeye başlar. Sonunda dışarıdan gelen, asabiyyesi güçlü genç, sağlıklı bir topluluk devleti istila eder ve çürüyen yapıyı ortadan kaldırıp yenisini kurar.
Toplumsal ve siyasal koşullar devletin bu aşamalarında bir takım değişiklikler yapabilse bile İbn-i Haldun'da katı bir belirlenimcilik vardır. Her devlet bu süreçleri yaşar ve bunlar döngüsel bir şekilde sürekli tekrarlanır. Görüldüğü gibi bir aşamadan diğerine geçiş toplumsal yapıdaki doğal güçlerle açıklanır. İbn-i Haldun'a göre bu süreç bir toplumsal yasadır ve kişilerin iradesinden bağımsızdır.
Siyaset biçimleri.
İbn-i Haldun, yerleşik yaşamın ortaya çıkardığı karmaşık sorunları çözebilmek, hükümdarın yetkilerini sınırlandırıp, belli kurallara uymasını sağlamak ve devleti çökmekten kurtarabilmek için belli bir siyaset izlenmesi gerektiğini ileri sürer. Ona göre üç tür siyaset vardır:
Akli siyaset: İnsanların akılları ile bulup koydukları kanunlar aracılığı ile devleti yönetmeleridir. Siyasetçi akla dayanarak kimi zaman yöneticinin iyiliğini, kimi zaman da yönetimin/sistemin iyiliğini araştıran kişidir. İbn-i Haldun bu siyaseti de ikiye ayırır. Birinci tipi bilgiye ve akla dayandığı için iyidir. Akli siyasetin diğer bir şeklinde ise devlet yönetimi şiddet ve cebire dayanır. Bu siyaset biçimi akli siyasetin kötü bir biçimi olduğu halde gerek Müslüman gerek Müslüman olmayan çok sayıda devlette uygulanır.
Medeni siyaset: Filozofların ileri sürdükleri ideal bir siyaset biçimi olup, gerçekle ilgisizdir. İdare eden bir otorite olmaksızın, insanların barış ve huzur içinde yaşaması şeklindeki bir sistemdir. (krş. Anarşizm) İbn-i Haldun'a göre böyle bir sistemin gerçekleşebilmesi için her bir ferdin fazilet ve bilgi sahibi olması gerekir ki, pratikte bu gerçekleşmesi uzak bir ihtimaldir. Nitekim filozoflar da bu gerçeği kabul ederler.
Dinî siyaset: Devletin peygamber tarafından bildirilmiş olan Tanrı buyrukları ile idare edilmesidir. Dinî kurallar insanların davranışlarını gösterdiği kadar, devletin izlemesi gereken yolu da gösterir. Peygamberden sonra da halifeler tarafından yürütülür. Bu yüzden hem bu dünya hem ahiret için faydalı bir siyasettir. İbn-i Haldun'a göre İslam devletleri telifçi bir yol izlemişler, önce şeriat hükümlerine, sonra da filozofların ortaya koydukları etik kurallara uymaya çalışmışlardır. Buna örnek olarak da Halife Memun zamanında Sultan Tahir bin Hüseyin'in oğluna devleti nasıl idare etmesi gerektiği hakkında tavsiyeleri taşıyan bir mektubunu örnek gösterir.
Medeni siyaseti tamamen hayalî bir tarz olarak tanımlayarak devre dışı bırakan İbn-i Haldun, akli ve dinî siyaset türlerini karşılaştırır ve dinî siyasetin akli siyasetten üstün olduğunu ileri sürer. İbn-i Haldun'da batı dünyasında sonradan gelişen din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması şeklindeki fikre hiçbir şekilde rastlanmaz. Bu anlamda Ortodoks islam siyasi düşünce biçimine bağlıdır. Dünyada çok sayıda akli/dünyevi siyaset yürütüldüğünü gören İbn-i Haldun, İslam toplumlarını bunlardan ayırır. İslam toplumunun devam edebilmesinin yolunun peygamberin koyduğu kuralların sürdürülmesinde olduğunu, halifelik kurumunun da bunun için gerekli olduğunu belirtir.
İbn-i Haldun, bu çerçevede İslam devletinin geçirdiği aşamaları inceler. Buna göre Muhammed'den Halife Ömer'e kadar olan süreçte dinî siyaset uygulanmışken, Emevi hanedanı ile islam devleti dinî siyasetten ayrılmış ve akli/dünyevi siyasete geçmiştir. Bu yüzden yıkılmış ve iktidar Abbasilere geçmiştir. Abbasi halifesi Mutasım'ın saltanatı ile benzer bir durum yaşanmış ve bundan sonra Arap asabiyyesi bozulmuştur.
Diğer konulardaki yaklaşımları.
İlimler sınıflandırması.
İbn-i Haldun, henüz gençliğinde yazdığı Şifâu's-Sâil adlı tasavvufa dair kitabında iki tür ilim olduğunu belirtir: Birincisi cisim âlemine ilişkin olan "kesbî" ilimler, diğeri ise ruhlar âlemine ilişkin olan "vehbî" ilimlerdir. Kesbî ilimler duyular aracılığıyla yapılır. Bu ilimlerde eşyaya ilişkin sentez, analiz ve kıyaslamalar yapılır. Başka deyişle akli/felsefi ilimlerdir. Kesbî ilimler mantık, tabiat, metafizik ve matematiksel ilimlerden oluşur. Matematiksel ilimler de kendi içinde hendese, aritmetik, musiki ve astronomi olarak dört kısımdan oluşur. İbn-i Haldun, metafiziği akli/felsefi ilimler içerisine koymakla birlikte metafiziğin akılla kavranamayacağını ileri sürer.
"Vehbî" ilimler ise ruhlar âleminden melekler aracılığıyla yapılır. En yüce ilim bu ilimdir. Vahiy bu ilmi elde etmenin en üst aşaması iken daha alt bir aşamada "kalbe üfleme" yer alır. Bu iki aşamanın da altında ise "kalbe doğma" şeklinde başka bir aşama vardır.
İbn-i Haldun, Mukaddime'sinde ise ilimleri amaçlarına göre sınıflandırır. Burada ilimleri "amaç ilimleri" ve "araç ilimleri" şeklinde iki gruba ayırır. Amaç ilimlerde detaylı açıklamalar yapmak gerekirken, araç ilimlerde gerekmez. Buna göre amaç ilimlere örnek, dinî ilimlerden tefsir, hadis, fıkıh ve kelam, felsefi ilimlerden tabiat ve ilahiyatken, araç ilimlere örnek dinî ilimler için Arapça ve miras ilmi, felsefi ilimler için ise mantık ilmidir.
Varlıklar sınıflandırması.
Aristo ve onu islami çerçevede yorumlayan birçok islam filozofu gibi İbn-i Haldun da varlıkları aşağıdan yukarıya belli bir düzene göre sıralar ve yine benzer şekilde ruhani âlem, cismani âlem gibi ayrı âlemlere yerleştirir. İbn-i Haldun, varlıkların içinde olduğu üç âlemden sözeder. Bunlar duyularımızla idrak edilen ve içinde maden, bitki ve Hayvanların bulunduğu "duyular âlemi" veya "maddi ve cismani âlem", içinde insanların bulunduğu ve düşünce ile idrak edilen "düşünce âlemi" ya da "beşeri âlem" ve rüyalar ve kalbe ilham gelmesi gibi daha farklı şekillerde hissettiğimiz "melekler ve ruhlar âlemi"dir. Bu âlemlerdeki varlıklar da yukarıdan aşağıya bir düzen içinde sıralanırlar. Her âlemin en üst basamağındaki varlık, kendinden sonra gelen âlemin en alt basamağındaki varlığa geçiş özelliğine sahiptir. Örneğin bitkiler âleminin son basamağında yer alan üzüm ve hurma ile hayvanlar âleminin en alt basamağındaki salyangozun böyle bir ilişkisi vardır. Benzer şekilde duyular âleminde en üst seviyede olan maymun ile düşünceler âlemindeki insan da böyle bir ilişkiye sahiptir. Peygamberlerin de, insan görünümünde olmalarına karşın, en üst basamakta oldukları için bir üst âlem olan "melekler âlemi"ne geçmeleri mümkündür.
İnsan aklı.
İnsan düşüncesinin çeşitli dereceleri vardır. "İlk derece" "temyizi akıl"dır. İnsan bu akıl sayesinde kendisini tehlikelerden korur, para kazanır ve yaşamını sürdürür. "İkinci derece" "tecrübi akıl"dır. Toplum içerisinde ilişkiler kurma, toplumsal kuralları oluşturma bu akıl sayesinde gerçekleşir. "Üçüncü derece" ise "nazari akıl"dır ve "varlık"ı olduğu gibi tüm özellikleriyle bu akıl kavrayabilir. İbn-i Haldun'un akıl konusundaki düşünceleri Farabi'nin düşünceleriyle örtüşür. Farabi ve İbn-i Rüşd de aklı "amelî" ve "nazari" akıl olarak iki gruba ayırırlar.
İbn-i Haldun'a göre ilimler sosyal şartlarla birlikte gelişen "tecrübi akıl"ın ürünleridir. İnsanda aklın oluşumu konusunda İbn-i Haldun, idealist filozoflardan ayrılır ve Farabi, İbn-i Sina ve bazı Kuran ayetlerinin benimsediği gibi insanın doğuştan bilgi getirmediğini düşünür. Bilgi "a posteriori"dir, sonradan edinilir. İnsan dünyaya geldiğinde zihni boş bir levha gibidir.
İbn-i Haldun, bazı yönlerden Farabi ve İbn-i Sina ile ortak yaklaşımlara sahip olsa da, "ruhani âleme" ait bilgiye insanın akıl yoluyla ulaşabileceğini reddeder. Ona göre, insan bu bilgiye vahiy dışında bir yolla erişemez, bizim erişebileceğimiz sadece "beşeri âlem"in bilgisidir. Mukaddime'nin 6. bölümünde "Felsefe ve Filozoflara Reddiye" başlığı altında bu görüşlerini açıklar.
İktisat.
İbn-i Haldun'a göre ilk üretim tarzı bedeviliktir. Göçebe yaşamın ihtiyaçları sınırlıdır. Hayvancılık ve tarım sade bir yaşam tarzı getirir. Şehir hayatında ise üretim artar, bu ticareti geliştirir ve insanlar artan zamanlarını zanaat alanlarına ayırırlar ve ihtiyaçlar giderek çeşitlenir. Bu çeşitlenme tüketim ve israf artışını da beraberinde getirir. İhtiyaçları karşılamak için emek sarf etmek gerekir. Bu yüzden üretimde "emeğin rolü" üzerine değinir. Malın değerini iki şey belirler: Biri harcanan emek, diğeri ise mala olan talep. Eğer elde edilen kazanç, o kazancı sağlayan kişinin harcamalarına gidiyorsa "geçim aracı"dır, ihtiyaçtan fazla oluyorsa "sermaye" haline gelir. Şehirlerde emek arzı fazla olduğu için sermaye ortaya çıkar.
İbn-i Haldun ekonomik faaliyetler konusunda liberal bir görüşe sahiptir. Özel girişimciliği savunur ve devletin ekonomik hayata müdahale etmesine karşı çıkar. Ona göre ekonomik olayların da kendine has kanunları vardır ve bunlar üzerinde uygulanacak bir baskı ekonomiyi altüst eder. Ekonomik şartların bozuk, ticari hayatın dengesiz, gelir dağılımının adil olmadığı bir toplumda refah ve sağlam bir ahlaki hayat da ortaya çıkamaz.
Devletin görevi ekonomik hayatın bir düzen içinde gelişmesini sağlamaktır. Devletin ekonomiye adil olmayan müdahaleleri, haksız vergilendirmede bulunması veya mülkiyete el koyması ekonomiyi olumsuz etkiler ve devlet varlığını devam ettirmesi için gereken vergilerden mahrum kalır. Devletin gelirleri azalınca da asıl yapması gereken adalet, savunma, diplomasi gibi faaliyetlerini yapamaz hale gelir ve çöker.
İbn-i Haldun'a göre ekonomide ücret, kâr ve vergi'den oluşan bir döngü vardır. Ücretler azalmadığı sürece pazara gelir, pazarda elde edilen kazanç kâr yaratır, artan kâr ise vergiye dönüşür. Bu döngünün sürmesini sağlamak ve dengeli bir ekonomik politika izlemek devletin görevidir. "Ücret ve aylıkları eksiltmek devletin gelirini eksiltir" der. Çünkü azalan ücretler ekonomiyi durgunluğa sürükleyecek ve bu da vergileri azaltacaktır. Aynı şekilde vergilerin düşük olması da vergi gelirlerinin artması ile sonuçlanacaktır. Düşük vergiler yatırımcıları teşvik edecek ve hem yatırımlar hem de istihdam artacaktır.
İbn-i Haldun, devletin ticaret yapmasına da karşı çıkar. Ona göre, bu, üreticiler için zararlıdır ve vergi düzenini bozar. Devletin rekabet ettiği bir alanda çiftçiler ve tüccarlar rekabet edemez. Çünkü devlet hem üretimi için gereken girdileri, diğer girişimcilerden çok daha ucuza alabilir, hem de diğer girişimcileri ürettiği malı çok daha pahalıya satın almak zorunda bırakabilir. Bu durumda haksız rekabet ortaya çıkar, devlet arz-talep dengesini bozarak her iki tarafın da zarar etmesine neden olmuş olur. Tüccar ve çiftçilerin geliri düştüğü için hem yeni girişimler olmaz, hem de vergilerde azalma olur.
Eserleri.
Birçok Arap aliminin aksine, İbn-i Haldun büyük dünya tarihi olan "Kitâbu'l-İber" dışında fazla bir eser kaleme almamıştır. Kendi otobiyografisinde de diğer yazılarından hiç söz etmemiş olması, bazı tarihçiler tarafından düşünürün tarihçi olarak ve "Kitâbu'l-İber" yazarı olarak tanınmak istediği şeklinde değerlendirilmiştir. Buna karşın, diğer bazı kaynaklardan Kuzey Afrika'da ve Endülüs'te yaşadığı yıllar boyunca başka eserler kaleme aldığı bilinmektedir.
Kaside-i Bürde şerhi, İbn Rüşd felsefesi hakkında bir risale, Mantığa dair bir risale (Kitab el-Mantık), Hesap (Matematik) hakkında bir risale (Kitab el-Hisab), Marakeş sultanına yazılan bir risale, Şiire dair bir risale.
"Kitâbu'l-İber".
Tam adıyla "Araplarla Arap Olmayanların ve Berberilerin ve Aynı Devirdeki Büyük Kudret Sahiplerinin Muharebelerine ait Kaynak ve Haberleri Toplayan ve Yorumlayan Kitap" (كتاب العبر وديوان المبتدأ والخبر في أيام العرب والعجم والبربر ومن عاصرهم من ذوي السلطان الأكبر; "Kitâbul-Iber ve Dîvânul-Mubtede vel-Haber fî Eyyâmil-Arab vel-Acem vel-Berber ve men Asarahum min zeviyiyîs-Sultânil-Ekber") adlı bu eser İbn-i Haldunun yedi ciltten oluşan ve onu ölümsüzleştiren en önemli eseridir. Kitabın adında geçen ""iber" sözcüğü "ibret"" sözcüğünün çoğuludur. Mustafa Yıldız'a göre Yahudi-Hristiyan çizgisel tarih anlayışını benimseyen İslamiyete göre tarih, peygamberlerin topluma vermek istediklerini öğrenmek, doğru yoldan çıkmamak ve hatalardan ibret almak için önemlidir. Bir dünya tarihi niteliğinde olan eser üç bölüme ayrılır.
"Mukaddime".
İbn-i Haldun'un en çok tanınan eseri "Mukaddime" (Arapça: "المقدّمة"; "el mukaddime") büyük tarih kitabının 1. cildidir. Aslında "Mukaddime" İslami tarihî eserlerde bir gelenek olan "Tarihe övgü" öndeyişi olarak yazılmıştır ve kısa bir bölümdür. Bu kısa bölüm 7 kitaptan oluşan Kitâbu'l-İber'in tamamına bir "Giriş" olarak yazılmıştır. 7 ciltlik tarih kitabının ilk cildi olan "Kitab-ı Evvel" ise yazarın teorik görüşlerini açıkladığı oldukça kapsamlı bir eser haline gelmiş (3 cilt halinde yayınlanıyor) ve daha İbn-i Haldun hayatta iken "Mukaddime" diye anılmaya başlanmış ve kendisi de bunu benimsemiştir. Bu yüzden Ümit Hassan, Z.F. Fındıkoğlu'nun bu kısa giriş bölümünü "Mukaddime'nin Mukaddimesi" adlandırmasını doğru bulmaz. Bu kısa metin birinci cilt olan "Kitab-ı Evvel"in değil tamamı 7 cilt olan "Kitâbul-İber"in Mukaddimesidir. İbn-i Haldun, bir önsözde kitabını tanıtır ve tarih ilminin öneminden bahseder. Giriş bölümünde ise tarih ilminde yöntem sorununa değinir ve özellikle İslam tarihçilerinin hatalarını gösterip, yöntemlerini eleştirir. Toplumların gelişim ve hareket süreçlerine dair değerlendirmeleri içeren "Mukaddime" 6 bölümden oluşur:
"Lubâb'ul-Muhassal".
İlk kitabı "Lubâb'ul-Muhassal", (لباب المحصل في أصول الدين; "Lubâb'ul-Muhassal fî Usûli'd-Dîn") Fahreddin Razi'nin El-Muhassal isimli kitabının bir özeti ve yorumu olup 19 yaşında iken Tunus'ta hocası el Âbili'nin denetiminde yazılmıştır. Kapağında İbn-i Haldun'un imzası olan kitabın orijinali (imzası yandaki resimde görülüyor) Madrid'e 45 km. uzaklıktaki Escorial kütüphanesinde korunmaktadır. 4 bölümden oluşan kitap, İspanyolcaya da çevrilmiş ve günümüze ulaşmıştır.
"Şifâus-Sâil li-Tehzîbil-Mesâil".
"Şifâus-Sâil" (شفاء السائل;) diye anılan bu kitabı tasavvufa dairdir ve "Mukaddime"den önce 1372 ile 1374 yılları arasında yazmış olduğu kabul edilir. Eser, Muhammed Tavit et-Tanci tarafından 1358'de yayımlanmış, Süleyman Uludağ tarafından da 1977'de Türkçeye çevrilmiştir.
"Et-Târif bi ibn Haldun".
"Et-Târif bi ibn Haldun" ("Et-Tarifu bi-İbni Haldun ve Rıhletehu Garben ve Şarken" التعريف بابن خلدون ورحلته غربا وشرقا) yazarın otobiyografisidir. Bu eseri Mısır'da yazmaya başlamış ve ölümünden bir yıl öncesine kadar olan hayatını, yolculuklarını ve anılarını anlatmıştır. Bu otobiyografiyi daha sonra Kitâbu'l-İber adını vereceği dünya tarihinin 7. ve son cildine eklemiştir.
"Mukaddime"nin klasikleşen çevirisini yapan Franz Rosenthal'e göre İbn-i Haldun'un yazdığı otobiyografisi İslam edebiyat tarihinin en ayrıntılı otobiyografisi olmakla kalmaz, İslam dışı değişik çağ ve uygarlıklarda yazılmış otobiyografiler arasında da hem yazılışındaki dikkat ve özen hem de olayları anlatışındaki ayrıntı zenginliği açısından önemli bir yere sahiptir. Otobiyografi ilk kez Kitâbu'l-İber'in 1867 yılındaki Bulak baskısında yayınlanmıştır. "Mukaddime" üzerine yapılan çalışmalar geliştikçe bu metnin tatminkâr olmadığı görülmüş ve "Mukaddime"nin 1904'teki Kahire baskısında genişletilmiş haliyle yeniden yayınlanmıştır. Bu metin de sadece 1394'e kadar olan olayları içeriyordu. Eserin devamı ise ancak 1951 yılında bulunmuş ve "Muħammad ibn-Tāwīt at-Tanjī" tarafından Kahire'de yayınlanmıştır. Eser bu haliyle 1405 yılı ortalarına kadar, yani ölümünden bir yıl öncesine kadar olan süreci kapsamaktadır. İbn-i Haldun'un eksik bıraktığı bazı otobiyografik notlar ise arkadaşı İbn el-Hatip'in "el-İhata fı ahbar el-Gırnata"sından öğrenilmektedir.
İbn-i Haldun ile ilgili biyografilerin yazılması ise ancak 1950'den sonra gerçekleşmiştir.
Diğer eserleri.
Yukarıda sayılan eserlerin dışında İbn-i Haldun'a ait 6 eser daha bulunmaktadır:
Çağdaş dünyada tanınması.
İbn-i Haldun, Mukaddime'yi yazdığında 45 yaşında idi. Bundan sonra ölünceye kadar geçen sürede eseri üzerinde pek çok değişiklik yaptı, yeniden düzenledi. Dolayısıyla eserin farklı yazmaları oluştu. İbn-i Haldun hayatta iken yazıldığı düşünülen dört yazma bugün Türkiye'dedir. İki yazma da hemen ölümünden sonra yazılmış izlenimi vermektedir. Türkiye'de Süleymaniye, Nuruosmaniye, Topkapı Sarayı, Atıf Efendi, Ragıp Paşa, Murat Molla, Millet, İstanbul Üniversitesi, Orhan Bey Camii kütüphanelerinde Mukaddime yazmaları bulunmaktadır.
İbn-i Haldun'un yaşadığı dönem için oldukça yeni ve modern olan düşünceleri Doğu'da yeterince ilgi görmemiştir. Görüşlerinin 14. yüzyılın sonu ve 15. yüzyılın başında Arap düşünce dünyası üzerinde etkisi olduğuna dair hemen hiçbir kanıt yoktur. İbn-i Haldun'u 16. ve 17. yüzyılda yeniden keşfedenler Osmanlılar oldu. Osmanlılarda tarih ve siyasal düşünce üzerine yoğunlaşma eğilimi vardı ve doğal olarak İbn-i Haldun Osmanlı aydınlarının ilgisini çekti. 16. 17. ve 18. yüzyılda İbn-i Haldun'un eserlerinin incelenmesi Osmanlı düşüncesinin gelişiminde önemli yer tutar. Avrupa'da tanınmaya başlaması ise ancak 19. yüzyılda olmuştur.
Kâtip Çelebi, Naima ve diğer Osmanlı tarihçilerinin Mukaddime'nin yazmalarından faydalandıkları bilinmektedir. Eserin Türkçeye ilk çevirisi ise III. Ahmet döneminde 1730'da Pîrîzâde Mehmet Sâhib Efendi (1674-1748) tarafından yapılmıştır. Pîrîzâde eserin ilk 5 bölümünü çevirmiş, kalan 6. bölümü (ya da 3. cildi) ise daha sonra Ahmet Cevdet Efendi çevirmiştir. Pîrîzâde'nin metni 1859'da Kahire'de basılmıştır. Litograf olarak basılan bu metin 617 büyük sayfadan oluşmaktadır. Bunun dışında Rosenthal Mısır'da Kavalalı Mehmet Ali Paşa için yapılan bir Türkçe çeviriden de bahsetmektedir. Eser bir yıl sonra, 1860'ta Ahmet Cevdet Paşa'nın çeviriyi tamamladığı haliyle İstanbul'da basılmıştır. Aynı yıllarda Kitâbu'l-İber'den ilk çeviriler ise Abdüllatif Suphi Paşa tarafından yapılmıştır.
Pîrîzâde/Ahmet Cevdet çevirisinin yayınlandığı yıl eserin Arapça tam metni de Paris'te basılmış ve birkaç yıl sonra De Slane tarafından Fransızcaya çevrilmiştir. De Slane daha sonra Kitâbu'l-İber'in 6. ve 7. ciltlerini de Arapça ve Fransızca olarak yayımladı. Kitâbu'l-İber'in tamamı ise 1867-68'de Bulak/Kahire'de yayımlandı. 1900'lerin başına kadar İbn-i Haldun ve Mukaddime'si üzerine İngilizce ve Fransızca olarak çeşitli makaleler yazıldı. Örneğin Silvestre de Sacy "Chrestomathie Arabe" adlı eserinde Mukaddimeden seçme parçalara yer vermiş, Joseph von Hammer-Purgstall ise "Notice sur L'Introduction â la Connaisance de L'Histoire, Celebre Ouvrage Arabe d'Ibn Khaldoun"da Mukaddime'nin ilk 5 bölümünün bir tasvirini yapmıştır. 1835'te Jakob Grefve, 1852'de Quatremère de Quincy de İbn-i Haldun'u batı dünyasına tanıtmış ve nihayet de Slane'in çevirileri yayımlanmıştır.
Bütün bunlara karşın İbn-i Haldun'un sosyoloji alanında ilgi çekmesi Robert Flint'in 1893'te yazdığı "History of Philosophy of History" (Tarih felsefesinin tarihi) sayesinde olmuştur. Ardından Gumplowicz'in "Soziologische Essays"da yazdığı bölüm ile düşünüre olan ilgi artmış ve ardından İbn-i Haldun üzerine sayısız kitap ve makale yazılmıştır. Bunlar:
İbn-i Haldun'un ve Mukaddime'nin batı dünyasında tanınmaya başlanmasıyla aynı dönemde, Mukaddime ve İbn-i Haldun İslam dünyasında da Arap toplumlarının uluslaşma süreci için yararlanılan bir kaynak oldu. Bu çerçevede Mukaddime Arap toplumlarının sosyo-ekonomik gelişmesi sürecinde siyasal hedefler çıkarma amacıyla kullanılmaya çalışıldı. Mukaddime'nin Arapça dışında İngilizce. Fransızca, Almanca, Türkçe, Farsça, Urduca, Hintçe, Portekizce, İbranice tam çevirileri bulunmaktadır.
Rosenthal çevirisi.
Mukaddime çevirilerinde öncelikle Arapça metnin esas alınması düşünülür. Ancak metnin Arapça baskılarının hayret verecek derecede yanlış basılmış olduğu ortaya çıkmıştır. Güvenilir bir Arapça baskı bulmak oldukça zordur. Bunun dışında İbn-i Haldun'un Mukaddime'yi ilk yazışından sonra defalarca değiştirdiği, bazı bölümleri çıkardığı, eklemeler yaptığı biliniyor. Bu da çeviri yaparken, elde bulunan çok sayıda el yazması nüshayı karşılaştırarak bir inceleme yapmak gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Bugüne kadar yapılan çeviri girişimlerinden Franz Rosenthal ve Zakir Kadiri Ugan çevirileri bu açılardan en başarılı çeviriler olmuştur.
Mukaddime'nin en değerli yazmaları Türkiye kütüphanelerinde bulunmaktadır. Rosenthal Süleymaniye Kütüphanesindeki dört, Nuruosmaniye Kütüphanesindeki yedi, Topkapı, Atıf Efendi, Ragıp Paşa, Murat Molla, Millet, İstanbul Üniversitesi ve Orhan Bey Camii kütüphanelerindeki birer adet yazmanın tümünü inceledi. Beş yazmayı çevirisine esas aldı ve diğerlerinden de yararlandı. Esas alınan yazmalardan, özellikle Yeni Cami ve Atıf Efendi yazmaları tüm dünya kütüphanelerindekilerin en önemlileridir. Atıf Efendi yazmasında, İbn-i Haldun'un kendi el yazısıyla "bu yazmayı incelediği, düzelttiği ve Mukaddime'nin hiçbir yazmasının bundan doğru olmadığı" şeklinde bir not vardır. Rosenthal, 10 yıl süren bir çalışmanın sonunda nitelikli ve yoğun emek içeren Mukaddime çevirisini tamamladı. Rosenthal'in çevirisi Arapça bulunabilecek herhangi bir Mukaddime nüshasından çok daha güvenilirdir. Bu sorunların dışında Mukaddime çevirilerinde en çok karşılaşılan sorunlardan biri yazarın düşüncelerini çağdaş bir yazarın kaleme alabileceği biçimde yazarak, yazarın düşüncelerini modernleştirmektir ki De Slane'in çevirilerinde böyle bir tehlike ortaya çıkar. Bir diğer sorun ise kullanılan terimlerde ortaya çıkar ki, yeni bir ilim geliştirdiği iddiasında olan İbn-i Haldun, doğal olarak bazı terimler üretmiş, bazılarına da yeni anlamlar vermiştir. Rosenthal çevirisi bu açılardan metnin orijinaline oldukça yakındır ve "ümran", "asabiyyet", "bedevî" gibi terimleri olduğu gibi bırakır.
Zeki Velidi Togan, Rosenthal çevirisini "muazzam" diye niteleyerek diğer çevirilerin eksiğini şöyle açıklar: "Eserin Bulak tabı, onun Tunus'ta yazılmış ilk hali idi. Quatremère'nin istifade ettiği nüsha onun biraz sonra Mısır'da iken yazdığı redaksiyonu idi. İstanbul ve Bursa kütüphanelerindeki yazmalar ise eserin en son redaksiyonlarından ibarettir. F. Rosenthal bu nüshalardan kâmilen istifade etmiş. Bir de İbn Haldun'un Suriye Seyahatnamesini ve Kitap al-Muhassal nam eserini görmüş, bu sayede Mukaddime'deki bazı muğlak noktaların doğru izahını yapabilmiştir. Fakat M. Tanci'nin yayınladığı Şifa ül-Mesail'ini maalesef görememiştir." Rosenthal çevirisi bir çeviri olmanın sınırlarını aşmış, yazmalar arasındaki farklılıkları ve en son redaksiyonları gösterdiği için 1958'den beri yaygın, güvenilir temel referans metni haline gelmiştir.
Mukaddime'nin Türkçe çevirileri.
Mukaddime çok sayıda Osmanlı tarihçisi tarafından yararlanılmış bir eser olmasına karşın, yazılışından 500 yıl sonra II. Abdülhamit "serbest görüşlerinden ötürü" kitabın okunmasını ve satılmasını yasakladı. Pîrîzâde'nin yayımladığı ilk çeviriden sonra yeni alfabe ile yapılan ilk çeviri Zakir Kadiri Ugan'ın çevirisi oldu. Bu çeviri Millî Eğitim Bakanlığı tarafından 3 cilt halinde yayınlandı ve ilk baskısı 1954 ile 1957 arasında, ikinci baskısı 1968-70 yıllarında yapıldı. Eserin ikinci defa Türkçeye çevirisi Turan Dursun tarafından yapıldı. Kitabın ilk cildi Onur Yayınları tarafından 1977'de yayınlandı. 12 Eylül darbesi ve kitabı ilk baskıya hazırlayan İlhan Erdost'un öldürülmesinden dolayı ikinci cildi ancak 1989'da yayınlanabildi. Turan Dursun'un planına göre kitap 4 cilt halinde yayınlanacaktı. Ancak üçüncü kitabın çevirisini yayınevine bıraktıktan bir süre sonra 1990'da silahlı bir saldırı sonucu ölmesi üzerine çeviri yarım kaldı. Daha sonra Sevim Belli Vincent Monteil'in Fransızca çevirisinden ikinci kez Onur Yayınları için çevirdi.
Mukaddime'nin üçüncü çevirisi Süleyman Uludağ tarafından yapıldı. Çeviri, Dergah Yayınları tarafından 2 cilt olarak yayınlandı. Kırbaşoğlu, bu çeviriyi Rosenthal ve Ugan çevirileriyle karşılaştırdı ve çeviriye sert eleştiriler yöneltti. Ayrıca çevirinin önündeki uzun giriş metninin de intihal olduğunu ileri sürdü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5056",
"len_data": 66012,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.74
}
|
Mukaddime, İbn Haldun'un en ünlü eseridir. Tarih, iktisat, sosyoloji ve siyaset gibi birçok sosyal bilim için temel teşkil eden görüşleri içinde barındırır. İbn Haldun eserini 1375'te Kal'atu ibn Seleme adlı kalede Beni Arif kabilesinin himayesinde yaşadığı dönemde kaleme aldı.
Sözcüğün kökeni.
Mukaddime bir kitabın asıl metninden önceki yazısı, önsözü anlamına gelir. Klasik kaynaklarda "mukaddimetu’l-kitâb" ve "mukaddimetu’l-ilim" olarak ikiye ayrılır. Birincisi kitaba bir giriş, ikincisi ise eserin ait olduğu ilim dalı ile ilgili temel bilgilerin verilmesini amaçlar. Mukaddime yerine "İftitâh", "Fâtihatu’l-Kitâb", "Tavtıe", "Temhîd", "Tasdîr", "Dîbâce" ve "Medhal" gibi terimler de kullanıldığı olur. Bu giriş yazısına "konuyu okuyucuya takdim eden, arz eden" anlamında Mukaddime denildiği gibi, eserin başında ilk olarak yer alan, öne geçirilen anlamında Mukaddeme de denilir.
Arap edebiyatında Hicri 3. yüzyıl ortalarından itibaren El-Cahız ve öğrencisi İbn-i Kuteybe () sayesinde Mukaddime bağımsız bir edebi tür haline geldi. Özellikle tefsirlere yazılan Mukaddimeler başlı başına önemli bir alan oluşturdu. 2009 yılında yazılmış bir doktora tezi erken dönem Tefsir Mukaddimelerini inceler.
Yazılma süreci ve elyazmaları.
İbn-i Haldun, Mukaddime'yi büyük tarih kitabı Kitâbu'l-İber'in birinci cildi olarak tasarladı. İslami tarih kitaplarında "Tarihe övgü" bölümü yazmak geleneğine uygun olarak bu hacimli eserin ilk cildi olarak Mukaddimeyi yazdı. Kitâbu'l-İber 7 ciltlik bir kitap oldu. Ancak bu 7 ciltlik kitabın birinci cildi olarak planlanan "Kitab-ı Evvel" Haldun, henüz hayatta iken Mukaddime adıyla sanki ayrı bir esermiş gibi anılmaya başlandı ve Haldun'un kendisi de bunu benimsedi. Bu yüzden Ümit Hassan, Z.F. Fındıkoğlu'nun bu kısa giriş bölümünü "Mukaddime'nin Mukaddimesi" adlandırmasını doğru bulmaz. Bu kısa metin birinci cilt olan "Kitab-ı Evvel"in değil tamamı 7 cilt olan Kitâbu’l-İber'in Mukaddimesidir.
Haldun, Mukaddime'yi yazdıktan sonra üzerinde defalarca değişiklikler yaptı, bazı bölümleri çıkarıp bazı bölümler ekledi ve yeniden düzenledi. Dolayısıyla zamanla eserin farklı yazmaları oluştu. Bu farklı yazmalar da sonradan başkaları tarafından çoğaltıldı. Mukaddime'nin en değerli kopyaları Türkiye kütüphanelerinde bulunmaktadır. İbn-i Haldun hayatta iken kaleme alındığı düşünülen 4 elyazması bulunmaktadır. İki yazma da yazarın ölümünden hemen sonra kaleme alınmış izlenimi vermektedir.
Mukaddime el yazmalarını kapsamlı bir şekilde incelemiş olan Rosenthal'ın tespit ettiği el yazmaları şöyledir:
Rosenthal kitabının başında yukardaki el yazmalarından en eski ve en önemli olanları hakkında kısaca bilgi verir.
Damat İbrahim 863 El Yazması.
433 folyodan oluşur ve tarihsizdir. İbn-i Haldun'un 7 ciltlik dünya tarihi Kitâbu'l-İber'in 6 bölümünü içeren "Damat İbrahim 867" ile aynı kişi tarafından yazılmış olduğu bellidir. Bu ikinci el yazması ise 12 Kasım 1394 tarihlidir. Yazan kişi adını "Abdullah bin Hasan bin Şihib" olarak vermektedir. Bu isim, ilginç bir şekilde, Yeni Cami el yazması ile aynı olmasına karşın el yazıları birbirinden farklıdır. Diğer el yazmalarına benzer şekilde, farklı üstbaşlıklar ve fihristler içeren iki bölüme ayrılmıştır. Altı ana bölümden oluşan Mukaddime'nin ilk 3 bölümü birinci, geri kalan kısmı ikinci bölümde yer alır.
El yazmasının başında, Memluk Sultanı Berkuk'un kütüphanesinde yazılmış olduğu belirtilmiştir. İbn-i Haldun elyazmasının başına sultan Berkuk'a uzun bir ithaf yazmış ve hatta bölüm başlıklarını değiştirip sultanın lakabı olan az-Zahiri'yi metne geçirmiştir. Bunlar el yazmasının Berkuk hayatta iken yazılmış olduğunu göstermektedir.
Bu elyazması korunmuş olan elyazmalarının içinde en eskisi olmasına karşın Yeni Cami ve Atıf Efendi elyazmaları kadar önemli değildir. Profesyonel bir şekilde kopyalanmış olup ve adeta matbaada basılmış kadar güvenilir bir kopyadır. Quatremère de Quincy'nin Fransızca Mukaddime çevirisi bu metnin bir kopyasından yapılmıştır.
Yeni Cami 888.
273 büyük boy folyodan oluşmakla birlikte bir folyosu kayıptır. Elyazması 9 Şubat 1397 olarak tarihlendirilmiş, kopya eden kişi olarak Abdullah bin Hasan bin el-Fakhar olarak belirtilmiştir. Bu kişi aynı zamanda Fas'taki tam seti ve Ayasofya ile Topkapı sarayında bulunan İbn-i Haldun otobiyografisini kopyalayan kişidir. Kopya orijinal metindeki eklemeleri ve küçük notları da içerir. İbn-i Haldun'un bu metni gözden geçirmiş olduğuna dair bir de ibare bulunur.
Elyazması iki bölüme ayrılmamıştır. Başındaki içindekiler bölümü bütün bölümü kapsar. İbn-i Haldun'un orijinal elyazmasına yaptığı eklemeler metnin içine eklenmemiş, ayrı kâğıtlar halinde metne iliştirilmiştir.
Atıf Efendi 1936.
303 folyodan oluşur. Elyazmasının başında yazımın bitiş tarihi olarak 1401 tarihi görülmektedir. Yazmanının adı verilmemiştir, ancak İbn-i Haldun'un kendisi değildir.
Elyazması 302. folyoda kesilir ve ardından başka bir elyazısı ile birkaç satır ve İbn-i Haldun'un onay yazısı ile son bulur. 129 ile 130'uncu folyonun arasında başka bir elyazısı ile yazılmış 7 folyoluk bir tabaka eklenmiş Arapça olarak şöyle bir not düşülmüştür: "Burdan sonra bir tabaka kayıptır. İnşallah tanrı düzeltir." Hemen ardından Türkçe olarak "rahmetli Veysi Efendi'nin elyazması" şeklinde not düşülmüştür. Veysi Efendi 1561 ile 1628 arasında yaşamış ünlü bir yazman olup 7 Nisan 1598'de bu elyazmasını Kahire'den satın aldığını belirtmiştir. Elyazmasının başında, Şaban 804 (Nisan 1402) tarihli başka bir notta da Muhammed bin Yusuf bın Muhammed el-İsfiyabi adı görülmektedir. Yazmanın sol üst köşesinde altın bir çerçeve içinde İbn-i Haldun'a ait bir not bulunur. Burada hiçbir elyazmasının bu elyazmasından daha güvenilir olmadığı belirtilir. Muhtemelen yazmanın sonraki sahipleri İbn-i Haldun'un imzasına dikkat çekmek için bu bölümü altın çerçeve içine almıştır.
Elyazmasının başlığında başka satış notları da bulunur. Bazıları Tantada ailesine aittir. Öyle görünüyor ki, 1400 ile 1483 arasında yaşamış olan kör bir alim olan Bedrettin Hasan el-Tantada 1465'te bu elyazmasını satın almış, sonra oğlu Bahaattin Muhammed tarafından kardeşlerinden satın alınmıştır. Başlık sayfasından yazmanın el değiştirmeleri anlaşılabilir. Veysi Efendi'den sonraki sahibinin 1665/66 tarihli notu ve daha sonra 1705/6 tarihi ile bir Mekke yargıcından bahsedilir.
Bu metin Mukaddime'ye yapılan eklemeleri ve düzeltmeleri içerir. Muhtemelen bu elyazması Mukaddime'nin ilk elyazmalarından birinden İbn-i Haldun'un kontrolünde kopyalanmış ve üzerinde değişiklikler yapılmıştır. İbn-i Haldun 1401 yılında Mukaddime üzerindeki çalışmasını sonlandırmış, aynı yılın sonlarında da el-İsfiyabi yazmayı okuduktan sonraki ilk sahibi olmuştur.
Atıf Efendi elyazması sonraki yüzyıllarda birçok defa kopyalanmıştır. Örneğin Mehmet Müezzinzade Nuruosmaniye 3424 ve Hamidiye 892 bu elyazmasının kopyaları gibi görünmektedir.
Hüseyin Çelebi 793.
239 folyodan oluşur. 20 Şubat 1404 tarihlidir. Yazmanının adı olarak İbrahim bin Halil es-Sadiaş-Şafii el Mısri verilmiştir. Kapağındaki nottan 1446/47 yılında sahibinin Yahya bin Hicci aş-Şafii olduğu görülmektedir. Bu elyazması Atıf Efendi yazmasını temel almış ya da ondan türetilmiş olmalıdır. Atıf Efendi'deki hatalı yazımların bu yazmada da aynen tekrarlanmasından bu anlaşılabilmektedir.
Bu yazma sonraki yıllarda başka kopyalar üretmek için sıkça kullanılmıştır. Nuruosmaniye 3423 bu yazmanın, 15. yüzyılda üretilmiş bir kopyasıdır. Bir baska kopyası ise 1706 tarihli Hekimoğlu Ali Paşa 805 kopyasıdır. Halet Efendi 617'nin ikinci kısmı da yine bu yazmanın bir kopyasıdır.
Diğer yazmalar.
"Ahmet III, 3042" 297 folyodan oluşur. Tarihlenmemiştir ancak üzerindeki nottan 1415/16 yılındaki sahibinin Muhammed bin Abdurrahman ad Darib olduğu anlaşılmaktadır. Bu elyazmasının önemi Mukaddime metninin önemi Mukaddime metninin ilk versiyonlarından birini içeriyor olmasından gelir.
"Halet Efendi 617" 235 ve 181 folyoluk iki bölümden oluşur. İkinci bölüm Hüseyin Çelebi 793'ün bir kopyasıdır. İlk bölüm 15. yüzyıla tarihlenmiştir. 1449 yılındaki sahibi Muhammed bin Muhammed el-Kusavi olarak görülmektedir.
"Ragıp Paşa 978" 382 folyodan oluşur. 18. yüzyıldan daha eskiye gitmez. Ancak bu yazmayı ilginç kılan şey, yazmanı Abu Salih Muhammed el-Hanefi el-Katari'nin yazmayı "orijinal elyazmasından" kopyalamış olduğunu not düşmüş olmasıdır. Nuruosmaniye 3066 ve Nuruosmaniye 9065'te aynı yazmanın elinden çıkmış olup, bir notta el-Katari'nin Cidde'deki Vezir camii imamı olduğu belirtilmiştir. Ne yazık ki, el-Katari'nin bahsettiği orijinal elyazmasına dair başka bir bilgi yoktur.
Çeviriler.
Batılılar İbn-i Haldun'u 'Tunus'lu Büyük Bilge' olarak tanırlar. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Ahmet Cevdet Paşa’nın üzerinde derin tesirleri hissedilen İbn-i Haldun’un Mukaddimesi ismi bilinen ancak muhtevası üzerinde fazla durulmayan bir kitap haline gelmiş. Aynı yıllarda tercümesi yapılmış olmasına rağmen, kitabın içindeki önemli bilgiler, asıl kitabın okunmasını kolaylaştıracak detaylar içerisine serpiştirildiği için, amatör okuyuculara ağır geldiğinden, fazla itibar görmemiş.
Asrın sonlarına doğru sosyal çalkantılarla burun buruna gelen Batılı tarihçiler Mukaddime’yi tarih felsefesinin el kitabı olarak okudular. İngiliz tarih felsefecisi Toynbee için Mukaddime bir hazineydi: “Mukaddime’deki tarih felsefesi, nevinin en büyük eseri. Şimdiye kadar, hiçbir ülkede, hiçbir çağda, hiçbir insan zekası böyle bir eser ortaya koyamamıştır.” Cemil Meriç'e göre İbn-i Haldun "Kendi semasında tek yıldız"dır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5057",
"len_data": 9473,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.88
}
|
Endonezya, resmî adıyla Endonezya Cumhuriyeti (, ), Hint ve Pasifik okyanusları arasında, Güneydoğu Asya ve Okyanusya'da toprakları bulunan bir ülkedir. 17 binden fazla adadan oluşur. Bu adaların en büyükleri Sumatra, Cava ve Sulavesi ile kısmen Borneo ve Yeni Gine'dir. Endonezya dünyanın en büyük ada ülkesidir, 1.904.569 km²'lik yüzölçümüyle dünyada 14. sıradadır. 280 milyon civarında nüfusuyla dünyanın en kalabalık dördüncü ülkesi ve aynı zamanda en kalabalık Müslüman ülkesidir. Cava dünyanın en kalabalık adasıdır ve nüfusun yarıdan fazlasına ev sahipliği yapar.
Endonezya başkanlık sistemi ile yönetilen bir demokrasidir. Ülke dokuz özel statülü olmak üzere 38 ile ayrılmıştır. Ülkenin şimdiki başkenti Nusantara, 17 Ağustos 2024 tarihinde resmen başkent olan, sıfırdan inşa edilen bir şehirdir. Ülkenin eski başkenti ve en kalabalık şehri Cakarta, dünyanın en kalabalık ikinci metropolüdür. Kara komşuları; Papua Yeni Gine, Doğu Timor ve Malezya'dır. Singapur, Filipinler, Avustralya ve Hindistan'a bağlı Andaman ve Nikobar Adaları ile deniz sınırı bulunur. Yüksek nüfusuna rağmen Endonezya, geniş yaban alanlarına sahiptir ve en yüksek seviyede biyoçeşitliliğe sahip ülkelerden biridir.
Endonezya takımadaları yedinci yüzyılda Srivijaya ve Majapahit'in Çin ve Hint altkıtası ile ticarete başlamasıyla önemli bir ticaret bölgesi haline gelmiştir. Yerel liderler ilk çağlardan beri yabancı kültür, din ve politik sistemleri yavaş yavaş özümsediler ve böylelikle Hindu ve Budist krallıklar kuruldu. Sünni tüccarlar ve Sufi din adamları bölgeye İslam'ı getirdiler, Hristiyanlık ise Avrupalı kaşifler yoluyla yayıldı. Avrupalı güçler Coğrafi keşifler ile "Baharat Adası" adı verilen Maluku'yu elde edip bölgedeki ticareti tekelleri altına almak için birbirleriyle savaştılar. Portekiz, Fransa ve Britanya kısa sürelerle hakimiyet sağlasalar da Hollanda 350 yıl boyunca bölgedeki önde gelen sömürgeci güç oldu. 20. yüzyıl başlarında Endonezya ulusal bilinci ortaya çıktı. Ülke 1945'te II. Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle birlikte bağımsızlık ilan etti. Ancak Hollandalılar bu ilanı tanımadılar ve iki ülke arasında 1949'da Hollanda'nın bağımsız Endonezya'yı tanımasıyla sonuçlanacak bir çatışma ve diplomatik mücadele dönemi yaşandı. Endonezya tarihi daha sonra doğal afetler, rüşvet, bölünme, Suharto sonrası demokratikleşme süreci ve hızlı ekonomik değişikliklerle çalkantılı geçti.
Endonezya farklı dil, din ve kültüre sahip etnik gruplardan oluşur. Cavalılar en büyük etnik gruptur. Endonezya ulusal bir dil, etnik çeşitlilik, çoğunluğu Müslüman olmak üzere farklı dinlerin bir araya gelmesi, sömürgecilik tarihi ve isyanla tanımlanan ortak bir kimlik geliştirmiştir. Endonezya'nın "çoklukta birlik" anlamına gelen ulusal sloganı "Bhinneka Tunggal Ika" çeşitliliğin ülkeyi şekillendirdiğini ifade eder. Endonezya dünyanın nominal GSYİH'ye göre 15., satın alma gücü paritesine göre 7. büyük ekonomisidir. Ülke Güneydoğu Asya'daki tek bölgesel güçtür ve uluslararası ilişkilerde orta güç olarak değerlendirilir. Endonezya Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü, G20, Bağlantısızlar Hareketi, D-8, ASEAN, Doğu Asya Zirvesi ve İslam İşbirliği Teşkilatı üyesidir.
Etimoloji.
"Endonezya" adı Latince "Indus" ve Yunanca "nesos" sözcüklerinden türetilmiştir ve "ada" anlamına gelmektedir. Bu ad Endonezya'nın bağımsızlığından çok önceye, 18. yüzyıla dayanır. 1850'de İngiliz etnolojist George Earl yayınladığı bir eserle, bölgedeki Hint ve Malay takımadalarında yaşayanlar için "Indunesians" ve "Malayunesians" isimlerini önerdi. Aynı eserde George Earl'ün öğrencilerinden James Richardson Logan "Endonezya" ismini "Hint Takımadası" ile eşanlamda kullandı. Bununla birlikte Hollandalı akademisyenler sömürge döneminde yazdıkları eserlerde "Endonezya" ismini kullanmaktan imtina ettiler. Bunun yerine "Malay Takımadası", "Hollanda Doğu Hindistanı", "Doğu Hindistan" ve "Insulinde" isimlerini kullandılar.
1900'lerden sonra "Endonezya" ismi Hollanda dışındaki akademik çevrelerde yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Hollanda sömürgeciliğine karşı Endonezyalı milliyetçi gruplar bu ismi siyasi bir bakış açısını belirtmek üzere kullanmaya başladılar. Berlin Üniversitesinden Adolf Bastian yayınladığı "Indonesien oder die Inseln des Malayischen Archipels" eseriyle "Endonezya" ismini 1884–1894 yılları arasında yaygınlaştırdı. "Endonezya" ismini ilk kullanan Endonezyalı eğitimci Hollanda'da 1913 yılında kurduğu basın bürosuna "Indonesisch Pers-bureau" adını veren Suwardi Suryaningrat (Ki Hajar Dewantara) idi.
Tarihçe.
Halk arasında "Java Adamı" olarak bilinen Homo erectus'un fosilleşmiş kalıntıları, Endonezya takımadalarında 2 milyon ila 500.000 yıl önce yerleşim olduğunu öne sürüyor. Homo sapiens bölgeye M.Ö. 43.000 civarında ulaştı. Modern nüfusun çoğunluğunu oluşturan Avustronezyalılar halkları, şimdiki Tayvan'dan Güneydoğu Asya'ya göç etti. Takımadalara M.Ö. 2.000 civarında ulaştılar ve doğuya yayılırken yerli Melanezyalılar uzak doğu bölgeleriyle sınırlandırdılar.
İdeal tarım koşulları ve ıslak tarlada pirinç ekiminin MÖ sekizinci yüzyıl gibi erken bir tarihte ustalaşması, köylerin, kasabaların ve küçük krallıkların MS birinci yüzyılda gelişmesine olanak sağladı. Takımadaların stratejik deniz yolu konumu, M.Ö. birkaç yüzyıldan itibaren Hint krallıkları ve Çin hanedanları da dahil olmak üzere adalar arası ve uluslararası ticareti destekledi. Ticaret o zamandan beri Endonezya tarihini temelden şekillendirdi.
Srivijaya deniz krallığı, MS yedinci yüzyıldan itibaren ticaret ve Hinduizm ile Budizmin etkisiyle gelişti. MS sekizinci ve onuncu yüzyıllar arasında tarımsal Budist Sailendra ve Hindu Mataram hanedanları, Java'nın iç kısımlarında gelişip gerilediler ve geride Sailendra'nın Borobudur'u ve Mataram'ın Prambanan'ı gibi büyük dini anıtlar bıraktılar. Hindu Majapahit krallığı 13. yüzyılın sonlarında Doğu Java'da kuruldu ve Gajah Mada yönetimi altında etkisi günümüz Endonezya'sının büyük bir kısmına yayıldı. Bu dönem Endonezya tarihinde genellikle "Altın Çağ" olarak anılır.
Takımadalardaki Müslümanlaştırılmış nüfuslara dair en eski kanıt, Kuzey Sumatra'daki 13. yüzyıla kadar uzanıyor. Takımadaların diğer bölgeleri yavaş yavaş İslam'ı benimsedi ve 16. yüzyılın sonuna gelindiğinde Java ve Sumatra'da hakim din buydu. Çoğunlukla İslam, Endonezya'da, özellikle Java'da İslam'ın hakim biçimini şekillendiren mevcut kültürel ve dini etkilerle örtüşüyor ve karışıyor.
Portekiz 1511 yılında Malakka'yı işgal etti. Bundan sonra İspanya, Hollanda ve İngilizler ülkeyi istilâ ettiler. Bu devletler Endonezya'yı sömürmenin yanı sıra Hindistan'ı da sömürgelerine katmak için üs olarak kullanmakta idiler. On altıncı asrın sonlarında Hollandalılar, Doğu Hindistan, Cava ve Moluk'da kurdukları şirketlerle bölge ticaretini ele geçirdiler. Bunun yanı sıra Cakarta'ya üs kurmalarıyla Hollanda'nın bölgedeki nüfuzu arttı. Diğer sömürgeci devletlerin anlaşmaları neticesinde 18. asrın sonlarında Hollanda ülkeyi tam manasıyla egemenliği altına almıştır. 1900'lü senelerin başlarından îtibâren gün geçtikçe anti-emperyalist fikirlerin kuvvetlenmesi sonucu Hollanda sömürgeciliğine karşı, milliyetçilik ve bağımsızlık mücadelesi fiilen başladı. Bu mücâdelenin önde gelen liderlerinden Ahmed Sukarno 1927'de kurulan Milliyetçi Partinin başkanı oldu. Endonezya halkının başlattıkları ve her geçen gün kuvvet kazanan bağımsızlık mücadelesi karşısında Hollanda endişeye düştü. Halk tamamen Hollandalı sömürgecilerin menfaatleri doğrultusunda yönetilmekteydi. Milliyetçilik ve bağımsızlık hareketlerini yatıştırmak ve sömürgeciliğini devam ettirmek için Hollanda siyâsî bir oyun olarak yerli halka idârede kısmen iştirak hakkı tanıdı. Bu oyuna kanmayıp tam bir bağımsızlık isteyen halkın mücâdelesi çok kanlı bir şekilde bastırılmaya çalışıldı. Mücadelenin liderlerinden Ahmed Sukarno ve arkadaşları yakalanarak sürgüne gönderildi. İkinci Dünyâ Savaşında Japonya, Endonezya'yı işgal etti. Siyâsî olarak Japonlar ülke halkının Hollandalılara karşı yaptıkları bağımsızlık mücâdelesini desteklediler. Japonlar, milliyetçilerin hükûmet kurmalarına müsaade etti.
17 Ağustos 1945'te Japonların teslim olmalarıyla Endonezya'da Ahmed Sukarno başkanlığında bir hükûmet kurularak bağımsızlıklarını îlân ettiler. Hollanda, Endonezya'nın bağımsızlığını tanımadı. Endonezya ve Hollanda arasında bu sebepten başlayan mücadele, Endonezya'nın zaferiyle neticelendi. Hollanda, “Endonezya Birleşik Devletleri”ni resmen tanımak zorunda kaldı. 1950 senesinde devletin adı “Endonezya Cumhuriyeti” olarak değiştirildi. Ülkenin kurulu olduğu adalardan Yeni Gine Hollandalıların elinde kaldı. Endonezya ancak 1962 senesinde adanın batı kısmını Hollandalılardan kurtardı. 1965 Mayıs'ında Çin ve SSCB destekli bir devrim teşebbüsü oldu. Çeşitli birliklerden solcu general ve subayların ve Endonezya Komünist Partisi'nin öncülük ettiği bu girişim ABD gizli servislerinin büyük komploları sonucu ve ülkedeki Marksist kültürün çok yetersiz oluşu sebebiyle bastırıldı. 1.000.000 civârında insanın öldüğü iç savaşta komünistler ve komünist olduğundan şüphelenilenler dünyada eşine az rastlanan bir katliamla ortadan kaldırıldılar. Özellikle Çinli azınlık bertaraf edildi. Devletin kuruluşundan itibaren meydana gelen hâdiselerde oldukça yıpranan Ahmed Sukarno iktidarı, 1967'de General Suharto tarafından yapılan hükûmet darbesi ile son buldu. Darbe sonunda başa geçen General Suharto daha sonra yapılan seçimleri de kazandı. 1982'de Sebker seçimleri kazandı. 1983'te Suharto dördüncü defa 10 Mart 1988'de beşinci defa başkan seçildi. Fakat 1998 yılındaki büyük bir ayaklanmayla Suharto ve siyasi rejimi devrildi. Ülke olağan bir parlamenter demokrasiyle idare edilmeye başladı.
Coğrafya.
Endonezya'nın üzerinde bulunduğu adalardan büyük olan beş tanesi, Sumatra, Borneo, Cava, Selebes ve Yeni Gine'dir. Yeni Gine Adasının Endonezya'ya ait olan batı kısmına İrian Barat adı verilir. Borneo Adasının Endonezya'ya ait olan kısmına ise Kalimantan adı verilir. Sumatra, Borneo, Cava ve Selebes adalarına Büyük Sunda Adaları; Bali, Lombok, Sumba, Sumbawa, Flores, Timor gibi orta büyüklükteki adalara Küçük Sonda Adaları; Buru, Ceram, Halmehera vb. adalara ise Moluk Adaları ismi verilir. Adalar arasında çeşitli iç denizler mevcuttur. İç denizlerle beraber yüzölçümü yaklaşık 5.000.000 km2 olan Endonezya'nın kara parçalarının toplam yüzölçümü ise 1.919.443 km2dir. İç denizleri, Cava, Sunda, Banda, Flores, Selebes ve Moluk denizleridir. Adaları birbirinden ayıran deniz ve boğazların önemli özellikleri derin olmalarıdır.
Endonezya'nın başkenti Cakarta, Endonezya genel yapı îtibârıyla volkanik adalardan müteşekkildir. Çoğu sönmüş vaziyette yaklaşık 150 civarında volkan bulunmaktadır. Ülke Ekvator çizgisi üzerindedir. Büyük adalardan olan Sumatra ülkenin batısında olup, Malakka Boğazı ile Asya kıtasından, kuzey batı, güney doğu doğrultusunda, güney doğuda Sonda Boğazı ile Cava Adasından ayrılmıştır. Birmanya'daki sıradağların bir uzantısı Sumatra Adasının batı kıyılarında devam eder. Bu sıradağlar sönmüş ve hâlen faaliyette bulunan pek çok volkandan müteşekkildir. Dünyanın en büyük krater gölü Endonezya'daki Toba Gölü'dür. 3000 m'yi aşan yüksekliklere sahip bu dağ silsilesinin kuzeyinde geniş ve verimli vâdiler, büyük göller bulunur. Adanın doğu kesimleri, düz ve basık olan ovalıktır. Bataklıklar doğu sahillerinde oldukça geniş yer kaplar. Büyük ırmaklara sâhiptir. Cava Adası, Sumatra ile Küçük Sonda adalar dizisinin en batısındaki Bali Adası arasında batı doğu istikametinde yer alır. Yaklaşık 1000 km boyunda ve 200 km eninde olan bu adada ekvatora paralel sıradağlar vardır. Bu sıradağlar, güneye daha yakın olup, üzerinde çok sayıda, bazıları hâlen tütmekte olan volkanlar mevcuttur. Adanın kuzeyi düz ovalı olmasına rağmen güney kıyıları yüksektir. Güney de deniz dibi fazla kayalık değildir. Bu da gemilerin adanın güney kıyılarına rahatlıkla yaklaşmalarını sağlamaktadır. Bu sebepten limanlar güneyde kuzey kıyılarına nispeten daha çoktur. Cava Adasının doğusunda yer alan orta büyüklükteki adalar topluluğu olan Küçük Sonda Adaları da fizikî yapı îtibârıyla diğer Sumatra ve Cava Adalarından pek farklı yapıya sâhip değildir. Topluluğu meydana getiren adaların hepsi volkanik olup, kıyıları düz ovalıktır. İrian Barat denilen Yeni Gine'nin Endonezya'ya ait batı kısımları da fizikî yapı olarak pek fazla değişmez. Bradjamusti Sıradağları, bölgenin ortasında batı doğu doğrultusunda yer alır.
Güney kısmı verimli ovalarla kaplı olan bölgenin kuzeyinde orta kesimlerindekine nazaran daha alçak olan sıradağlar, paralel olarak yer alır. Bu iki dağ silsilesi arada yer alan ova ile birbirinden ayrılır. Her iki sıradağlardan inen çok sayıdaki ırmak tarafından sulanan ova oldukça verimlidir. Yeni Gine Adasının batı kısmı olan bu bölgenin ortasındaki Bradjamusti Sıradağlarında yer alan Carstenz Tepesi 5050 m ile ülkenin de en yüksek noktasıdır. Yeni Gine ve Selebes adaları arasında yer alan pek çok ada ve adacıktan müteşekkil olan Moluk Adaları da dağlıktır.
Kıyıları çok girintili çıkıntılı, aynı oranda kayalık olan adalar gemilerin yanaşmasına müsait olmadığı halde bazı yerler gemiler için iyi bir barınak vazifesi görmektedirler. Selebes Adası, adanın tam ortasındaki dağların dört farklı yöne açılması ile bir ahtapot görünümü arz etmektedir. Dört yarımadanın arasında kalan üç körfez de derin ve oldukça geniştir. Dağların en yüksek noktası 3840 m ile Latimodjang Tepesidir. Selebes Adası yakınlarında pek çok küçük adacıklar mevcuttur. Endonezya'yı meydana getiren adaların en büyüğü Borneo'dur. Bu ada siyasi bakımdan üç bölgedir. Kuzeyde ve kuzey batıda Malezya'ya bağlı Sarawak ve Sabah bölgeleri ve bu iki bölge arasında kalan bağımsız Brunei Devleti ile bu bölgelerin dışında kalan, adanın orta ve güney kısmını teşkil eden Endonezya'ya bağlı Kalimantan adı verilen bölgedir. Güney-batı, kuzey doğu istikametinde, Endonezya, Malezya sınırının bir kısmında dağlar uzanır. Kalan geniş kısımları düz ovalık, kıyı kesimleri ise bataklıktır. Genellikle alçak ve bataklık olan kıyılarında gemilerin yanaşmasına elverişli pek çok körfez vardır.
Önemli akarsuları ülkenin büyük adalarında bulunmaktadır. Sumatra Adasındaki ırmaklar, Musi, Kampar, Rokar ve Hari'dir. İrian Barat bölgesindeki en önemli akarsu ise adanın ortasındaki sıradağlardan çıkıp, kuzeyde Büyük Okyanusa dökülen Mamberamo Irmağıdır. Borneo Adasının Endonezya'ya ait kısmı olan Kalimantan bölgesindeki en önemli akarsuları ise, Kayan, Mahakam, Barito ve Kapuas ırmaklarıdır. Ülkenin en önemli gölleri ise Sumatra Adasının kuzeyinde yer alan Toba Gölü, Selebes Adasındaki Towuti ve Poso gölleri ile Kalimantan bölgesindeki Semajang ve Djempang gölleridir.
Doğal kaynaklar.
İkliminden dolayı gür, tropik ormanlar ülkenin bitki örtüsünü meydana getirir. Ülkede bol ve çeşitli bitkiler vardır. Bataklıkların çok bulunduğu kıyı bölgelerinde bataklık bitkileri ve mangrovlar hâkim bitki örtüsüdür. Dağ yamaçlarının gür ormanlarla kaplı bulunduğu Sumatra'da bazı bölgelerde kauçuk ormanlarına da rastlanır. Küçük Sonda Adalarında, kerestesi makbul ağaçlarla kaplı ormanlar daha çoktur. Ülkede hemen hemen 2500 m yüksekliklere kadar ekvator bitkilerinin meydana getirdiği ormanlar vardır. Selebes Adasında düzlük olan bölgelerde iri yapraklı bitkiler daha hâkim olurken, yükseklere çıkıldıkça kerestesi mobilyacılıkta çok değerli olan abanoz ve tek ağaçları yaygınlaşır. Borneo Adasının kıyı kesimlerinde bataklıklar yoğun olduğundan bu bölgelerde bataklık bitkileri hâkimdir. Burada da iç kısımlarda ormanlar, değerli tropik ağaçlar barındırırlar. Bambu, ülkenin her yerinde en bol bulunan ağaçtır. Palmiye, muz, hint kirazı ve turunçgillerin yaygın olduğu Endonezya'da, yüksek ve yağışın daha az bulunduğu bölgelerde ormanlar seyrekleşir ve yerlerini savanlara, tik, kazein, okaliptus ağaçlarına bırakır.
Hayvan çeşitleri çok boldur. Dünyâda kuş çeşitlerinin bolluğu ile meşhurdur. Tropik ormanlarda kaplanlar, leoparlar, büyük orangutanlar, maymunlar, her boyda yılanlar, sürüngenler, bataklık bölgelerinde timsahlar ülkenin her bölgesinde bulunan hayvanlardır. Sumatra ve Kalimantan'da Hindistan filleri, Sumatra ve Cava adalarında ise gergedanlar bol olarak bulunur.
Yer altı zenginlikleri bakımından da yer üstü zenginliklerinde olduğu gibidir. Bol ve çok çeşitli madenler mevcuttur. Kalay, petrol, doğalgaz, kömür, boksit, manganez, altın ve gümüş yatakları dünya rezervleri arasında önemli bir yer işgal eder. Ayrıca bunlardan başka nikel, bakır ve iyot ile tuz da zengin yeraltı madenleri arasında yer alır.
Flora ve fauna.
Florası.
Endonezya florası, çeşitli benzersiz tropikal bitki çeşitlerinden oluşur. Endonezya, dünyadaki en büyük ikinci biyolojik çeşitliliğe sahip bir ülkedir. Endonezya florası, Asya, Avustralya ve endemik bitki türlerinin bir karışımını yansıtır. Bu, Endonezya'nın iki kıta arasında bulunan coğrafi konumundan kaynaklanmaktadır. Endonezya Takımadaları, kuzey ova tropikal yağmur ormanlarından ve güney ova mevsimlik ormanlarından tepeler ve dağlık bitki örtüsüne ve dağlık çalı bitki örtüsüne kadar çeşitli alanlardan oluşur. Dünyanın en uzun ikinci kıyı şeridine sahip olan Endonezya, ayrıca çok sayıda bataklık alana ve kıyı bitki örtüsüne sahiptir.
Endonezya'da 2.500 tür orkide, 6.000 geleneksel şifalı bitki türü, 122 bambu türü, 350'den fazla rattan türü ve abanoz, sandal ağacı ve tik dahil 400 Dipterocarpus türünden oluşan yaklaşık 28.000 çiçekli bitki türü vardır. Endonezya ayrıca etçil bitkiler gibi bazı sıra dışı türler için bir yaşam alanıdır. En bilinen bitki türlerinden biri Rafflesia Arnoldi'dir. Bu parazit bitki büyük çiçeklere sahiptir, yaprak üretmez ve yağmur ormanı tabanındaki belirli liana türleri üzerinde yetişir. Bir başka eşsiz bitki ise Sumatra'dan Amorphophallus titanum'dur. Kalimantan, Sumatra ve Endonezya takımadalarındaki diğer adalarda böcekleri (Nepenthes spp.) yakalayan çeşitli türlerde sürahi bitkileri de bulunabilir.
Faunası.
Endonezya faunası, geniş tropik adalardaki dağılımı nedeniyle yüksek düzeyde biyolojik çeşitlilik ve endemiklikle karakterizedir. Endonezya üç ekolojik bölgeye ayrılmıştır; Endonezya'nın batı kısmı, Asya faunası, geçiş faunasından daha fazla etkilenir ve doğu kısmı, Avustralasya faunasından daha fazla etkilenir.
Endonezya'da plajlar, kum tepeleri, haliçler, mangrovlar, mercan resifleri, deniz otu yatakları, kıyı çamur düzlükleri, gelgit ovaları, alg habitatları ve küçük ada ekosistemleri dahil olmak üzere çeşitli fauna ekosistemleri vardır.
Endonezya'da Fauna'nın üç dağıtım alanı vardır. Asya fauna bölgesi, geçiş fauna bölgesi, Australis fauna bölgesi.
Fauna Asiatis (Endonezya'nın batı kısmı)
Asya veya Asya bölgesine dahil olan bölgeler Sumatra, Cava, Bali, Kalimantan ve çevresindeki küçük adalardır. Asya tipi fauna veya hayvan türleri şunları içerir:
Memeliler: Sumatra fil, tek boynuzlu gergedan, geyik, tapir, bizon, bufalo, maymun, orangutan, kaplan, leopar, panter, sıçan, sincap, ayı, antilop, çakal, yarasa, kirpi, yaban domuzu, fare geyiği ve Yavaş loris.
Sürüngenler: kertenkeleleri, timsahları, kaplumbağaları, kertenkeleleri, yılanları, kertenkeleleri, bukalemunları ve pangolinleri izleyin.
Kuş türleri: Bondol kartalları, sığırcıklar, tavus kuşları, keklikler, baykuşlar, ispinozlar ve diğer çeşitli kuş türleri. Tilapia ve arowana gibi balıklar ve yunus.
Geçiş faunası
İkinci bölge, Wallacea Adaları olarak da bilinen geçiş veya karışık Asya-Avustralya bölgesi olarak adlandırılan bir alandır. Bu alan Sulawesi, Timor, Nusa Tenggara Adaları ve Maluku Adaları adalarını içerir.
Geçiş alanında bulunabilecek fauna türleri şunlardır:
Memeliler: anoa, geyik domuz, tapir, kuskus, siyah maymun, ayı, tarsiers, seba maymunu, at, inek, bizon.
Amfibi: ağaç kurbağaları, uçan kurbağalar ve su kurbağaları.
Sürüngenler: yılanlar, timsahlar, monitör kertenkeleleri ve Komodo ejderhaları.
Çok çeşitli kuşlar: ilah, maleo, mandar, kral karides, arı kuşu, gürgen, kakadu, güvercin ve kuğu.
Fauna Australis (Endonezya'nın doğu kısmı)
Bu arada sonuncusu Australis bölgesi. Australis fauna alanına dahil olan adalar Papua Adası, Aru Adaları ve çevresindeki küçük adalardır.
Bu bölgesel gruptaki fauna türlerinin örnekleri şunları içerir:
Memeliler: kangurular, ayılar, koalalar, nokdiak (İran kirpileri), uçurtma opossumları (cepli dağcılar), kuskus, ağaç kanguruları.
Sürüngenler: timsahlar, monitör kertenkeleleri, yılanlar, kertenkeleler, kaplumbağalar.
Amfibiler: ağaç kurbağaları, uçan kurbağalar ve su kurbağaları.
Çeşitli kuş türleri: kakadular, papağanlar, papağanlar, kral karidesler, cennet kuşları ve cassowaries. Arowana gibi balıklar ve diğer çeşitli tatlı su balıkları.
Demografi.
2010 nüfus sayımına göre Endonezya nüfusu 237,64 milyondur. 2015 yılında 255,4 milyon olarak tahmin edilmektedir. Nüfusun %58'inin yaşadığı Cava adası, dünyanın en yoğun nüfuslu kalabalık adasıdır.
Ülkenin en dikkat çekici özelliklerinden biri de nüfus dağılımının çok düzensiz olmasıdır. Cava adası nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu bölgedir. İrian Barat ise yoğunluğun en az olduğu bölgedir. Ülke yüzölçümünün % 7'sini teşkil etmesine rağmen Cava'da nüfus yoğunluğu kilometre kareye 450 kişidir. Yoğunluğun en az olduğu İrian Barat bölgesinde ise kilometre kareye 1,7 kişi düşer. Ülkenin başşehri olan Cakarta, Cava adasında bulunmaktadır. Endonezya'nın önemli şehirleri de buradadır.
Halk genellikle tarımla uğraşır. Buna rağmen nüfusu milyonları aşan pek çok büyük şehirleri vardır. Ülke halkının başlıca besin maddesi pirinçtir.
Halkın % 50'si köylerde yaşar. Kıyı bölgelerinde yaşayan halk ile iç kesimlerde yaşayanlar arasında hayat tarzı ve kültür farklılıkları oldukça fazladır. Halk güzel evler yapmaya düşkünlükleri ile meşhurdur. Yaptıkları evler iklim ve imkânlar icâbı, daha ziyade kazıklar üzerine kurulmuş, çatıları çok dik, genellikle bambudan yapılmıştır. Temel gıda maddeleri pirinç olmasına rağmen, bazı fakir bölgelerde mısır ve manyok bitkilerinin pirinç yerine ikâme olduğu görülmektedir. Erkek ve kadınlar gelenek halinde olan, kain veya sarong adı verilen, vücuda sarılan elbiselere bürünürler. El sanatları, özellikle kumaş dokuma ve işleme yönünde çok yaygındır. Batik denilen egzotik renk ve desenli kumaşlar en fazla işlenen el sanatı ürünleridir.
Din.
Ülke, en kalabalık İslam nüfusunu barındırır. Endonezya anayasası seküler bir anlayıştadır. Ancak değişik dini inanışların ülkedeki politik, ekonomik ve kültürel yaşayışa etkisi önemli düzeydedir. 2023 nüfus sayımına göre halkın % 87,06'sı Müslüman'dır. Müslümanlıktan ise itikatta mezhepleri Sünnilik amel de ise Şafi mezhebindendirler. Kalanı ise Hristiyanlık, Hinduizm, Budizm ve Konfüyüsçülük gibi inançlara sahiptirler.
Etnisite.
Ülkede 1.300 farklı etnik grup bulunmakla birlikte, bunların %95'i yerel Endonezya halklarıdır. Nüfûsun büyük bir kısmını meydana getiren halklardan başka Papular, Bataklar, Alaslar, Kabauslar, Gojolar, Araplar, Çinliler ve Hindular da etnik grupları teşkil eder.
Dil.
Ülkede, birbirine çok benzeyen 250'den çok dil kullanırlar. Bağımsızlıktan sonra yapılan çalışmalarla ülkenin resmî dili olarak, kullanılan farklı lehçelerin ortak kısımlarını ihtiva eden “Bahasia” denilen dil kabul edilmiştir. Hollandalılar sömürge zamanlarında kendi dillerini okullarda zorunlu tutmuşlardı. Fakat, halk bunu kabul etmemiştir.
Eğitim.
Endonezya'da okuryazarlık oranı son on yılda artmaya devam etti. 2011 yılında 15 yaş ve üzeri okur-yazar oranı %92,81'dir. Bu oran 2021 yılında %96,04'e ulaşana kadar artmaya devam ediyor. Bu oran bağımsızlıktan önce %50'nin altındaydı. Günümüzde 8-14 yaş arası öğretim zorunlu ve parasızdır.
Merkezi İstatistik Kurumu raporuna göre, 2021'de Endonezya'ya yayılmış 3.115 üniversite olacak. 2021 yılında kayıtlı üniversitelerin toplam 2.990 birimi veya %93.98'i vakıf üniversiteleridir. Geriye kalan 125 üniversite ise devlet üniversiteleridir.
Siyasi yaşam.
Endonezya'da başkanlık sistemine dayalı, cumhûriyet rejimi vardır. Parlamento, 460 üyeli Millet Meclisi'nden meydana gelmektedir. 1967'ye kadar ülkeyi Achmed Soekarno başkanlığındaki hükûmet yönetti, bundan sonra da Soeharto başkanlığa geçti. Ülke idari bakımdan 21 bölgeye ayrılmıştır.
Ülkede uzun yıllar baskın durumda olan ve tek başına iktidar görevini yürüten partisi, 1999 seçimlerinde oy oranını %74.51'den %22.46'e düşürdü. Ardından 1999 ile 2002 yılları arasındaki anayasal reformlar sonrasında rejimde köklü bir değişim yaşandı. Bunların arasında en çok iki defa beş yıllığına görev yapacak başkan ve başkan yardımcısının doğrudan halk tarafından seçilmesi de bulunuyordu. Daha önce anayasaya göre en yüksek seviyede olan hem anayasaya bağlı diğer kurumlar düzeyine indirildi, hem de başkanı seçme alındı.
2004 yılında ilk kez başkan ve yardımcısı halk tarafından seçildi ve 2004 ile 2009 yıllarında 'den Susilo Bambang Yudhoyono başkan seçildi.
20 Ekim 2014 tarihinde adına aday olan ve mecliste azınlıkta olan partilerin desteklediği Cakarta valisi Joko Widodo, %53,15 oyla başkan seçildi. Böylece 10 yıldır başkanlığı elinde bulunduran Susilo Bambang Yudhoyono'nun dönemi sona erdi. (Oysa Widodo'yu destekleyen partilerin yalnız 6 ay önce 9 Nisan 2014 seçimlerindeki oy oranlarının toplamı %40.88 idi.)
Ekonomi.
Endonezya ekonomisi Güneydoğu Asya'nın en büyüğüdür ve yükselen piyasa ekonomilerinden biridir. Orta gelirli bir ülke ve G20 üyesi olarak Endonezya, yeni sanayileşmiş bir ülkedir.
Endonezya ayrıca nominal GSYİH ile dünyanın en büyük 17. ekonomisi ve GSYİH (PPP) açısından en büyük 7. ekonomisidir. Endonezya iç piyasaya ve hükûmetin bütçe harcamalarına ve devlete ait işletmelerin mülkiyetine (merkezi hükûmet 141 şirkete sahiptir) güvenmektedir.
Çeşitli temel malların (pirinç ve elektrik dahil) fiyatlarının idaresi de Endonezya'nın piyasa ekonomisinde önemli bir rol oynamaktadır. Ancak 1990'lardan beri ekonominin büyük bir kısmı özel şirketler tarafından kontrol ediliyor.
İmalat.
Endonezya'da imalat sektörü artan bir büyüme oranına sahiptir. Bu, GSYİH'deki artış, yatırım gerçekleştirme, ihracat başarıları ve istihdam gibi imalat sektörünün performansındaki çeşitli iyileştirmelerde görülebilir. İmalat sanayi sektörünün Endonezya'nın Gayri Safi Yurtiçi Hasılasına (GSYİH) katkısı yıldan yıla artış göstermektedir. 2010'dan bu yana imalat sanayi sektörü, 2021'deki pandeminin zirvesinde bile Endonezya'nın ulusal GSYİH'sine en büyük katkıyı sağlamaya devam etti, Endonezya imalat sanayi sektörü GSYİH'ye Rp2,946,9,9 trilyon (US$ 198 milyar) katkıda bulundu.
Endonezya Sanayi Bakanlığı ayrıca, %9,94 ile ana metal endüstrisi, %7,53 ile tekstil ve konfeksiyon endüstrisi ve %6,33 ile ulaşım ekipmanı endüstrisi dahil olmak üzere, ulusal olarak GSYİH'nın üzerinde bir performans yüzdesine sahip birkaç sektör kaydetti. Endonezya, ASEAN'daki en büyük imalat sanayi üssü haline geldi, çünkü Endonezya, ASEAN'daki diğer ülkelerden çok daha üstün bir sanayi tabanına sahip olan bir trilyon dolarlık kulüp grubuna dahil oldu.
Ayrıca, Endonezya'daki imalat sanayi sektörü, 2015'te 15,54 milyon kişiden 2018'de 18,25 milyon kişiye veya yılda ortalama 677 bin yeni iş büyümesine kadar yıldan yıla artmaya devam eden istihdam fırsatları da sağlıyor.
Tarım.
Endonezya'nın tarım sektörü 2021 yılında ülke ekonomisine %13,28 oranında katkı sağlayacak. Endonezya her zaman tarım ürünleri açısından zengin olmuştur; başlıca ürünler pirinç, soya fasulyesi, mısır, yer fıstığı, manyok ve tatlı patatestir. Ayrıca, çay, kahve, hindistancevizi, kinin, karanfil, şeker kamışı, kauçuk ve diğerleri gibi ticari ürünler olarak adlandırılan tarım ürünleri de vardır.
Endonezya şu anda dünyanın en büyük palmiye yağı, karanfil ve tarçın üreticisidir. Hindistan cevizi, doğal kauçuk, manyok, vanilya ve hindistancevizi yağının ikinci büyük üreticisi. Üçüncü en büyük pirinç ve kakao üreticisi. Dördüncü büyük kahve üreticisi. Beşinci en büyük tütün üreticisi. Ve dünyanın altıncı büyük çay üreticisi.
Turizm.
Endonezya, çeşitli birinci sınıf doğal turistik mekanlarla doğal zenginliğe sahiptir. Bu doğal turistik cazibe merkezleri arasında ekoturizm, deniz, küçük adalar ve Endonezya'ya dağılmış göller ve dağların yanı sıra yüksek ve çeşitli bir kültürel zenginlik bulunmaktadır.
Şu anda Endonezya'nın turizm sektörü toplam ekonominin yaklaşık %4'üne katkıda bulunuyor. 2019 yılına kadar Endonezya Hükûmeti, bu rakamı GSYİH'nın %8'ine iki katına çıkarmak istiyor; bu, önümüzdeki birkaç yıl içinde ziyaretçi sayısının ikiye katlanarak yaklaşık 20 milyon ziyaretçiye çıkarılması gerektiğini ima eden iddialı bir hedef.
Endonezya Turizm Bakanlığı daha sonra Endonezya'nın 10 öncelikli turistik destinasyonunun bir listesini yayınladı. On turizm alanı; Toba Gölü (Kuzey Sumatra), Borobudur (Orta Java), Mandalika (NTB), Tanjung Kelayang (Bangka Belitung), Wakatobi (Kuzey Sulawesi), Morotai (Kuzey Maluku), Tanjung Lesung (Banten), Bin Adalar ve Kota Tua (DKI Jakarta), Bromo Tengger Semeru (Doğu Java) ve Labuan Bajo (NTT).
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5060",
"len_data": 28807,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.58
}
|
Paris, Fransa'nın başkenti ve 'den fazla alanda 2,175,601 (2018 itibarıyla tahmini nüfus) nüfusu ile en kalabalık şehridir. 17. yüzyıldan beri Paris Avrupa'nın en önemli finans, diplomasi, ticaret, moda, gastronomi, bilim ve sanat merkezlerindendir.
Paris şehri tahmini 12,174,880 nüfusu ile veya Fransa nüfusunun yaklaşık yüzde 18'i ile (2017 itibarıyla) Paris Bölgesi'nin veya Île-de-France bölgesinin yönetim merkezidir.
Paris Bölgesinin 2017'de 709 milyar € (808 milyar $) GSYİH'sı vardı.
Economist Intelligence Unit'in 2018'deki Dünya Çapında Yaşam Maliyeti Anketine göre Paris, Zürih, Hong Kong, Oslo ve Cenevre'nin önünde ve Singapur'dan sonra dünyanın en pahalı ikinci şehriydi. Başka bir kaynaksa Paris'i 2018'de Singapur ve Hong Kong ile eşit derecede en pahalı olarak sıraladı.
Paris, iki uluslararası havalimanı tarafından hizmet verilen önemli bir demiryolu, otoyol ve hava taşımacılığı merkezidir: Paris–Charles de Gaulle (Avrupa'nın en yoğun ikinci havalimanıdır) ve Paris–Orly.
1900 yılında açılan şehrin metro sistemi Paris metrosu günde 5.23 milyon yolcuya hizmet verir; Avrupa'nın Moskova Metrosu'ndan sonra en yoğun ikinci metro sistemidir. Gare du Nord dünyanın en yoğun 24. tren istasyonudur ancak 2015 yılında 262 milyon yolcu ile Japonya dışında bulunan en yoğun tren istasyondu.
Paris özellikle müzeleri ve mimari simgeleriyle tanınır: Louvre, COVID-19 virüsünün neden olduğu uzun müze kapanışlarına rağmen 2021'de 2.8 milyon ziyaretçi aldı.
Musée d'Orsay, Musée Marmottan Monet ve Musée de l'Orangerie, Fransız Empresyonist sanat koleksiyonlarıyla tanınır. Pompidou Merkezi Musée National d'Art Moderne, Avrupa'daki en büyük modern ve çağdaş sanat koleksiyonuna sahiptir. Musée Rodin ve Musée Picasso iki ünlü Parisli'nin eserlerini sergiler. 1794 yılında kurulan Musée des arts et métiers, bilim ve teknolojiye adanmıştır.
Şehir merkezindeki Sen Nehri boyunca uzanan tarihi bölge, 1991'den beri UNESCO Dünya Miras Alanı olarak sınıflandırılmıştır; orada görülecek popüler yerler arasında Île de la Cité üzerindeki Notre Dame de Paris Katedrali vardır halen 15 Nisan 2019 yangını'ndan sonra yenileme çalışmaları nedeniyle kapalıdır.
Diğer popüler turistik yerler arasında yine Île de la Cité'de bulunan Sainte Şapeli 'nin Gotik kraliyet şapeli; 1889 Paris Evrensel Sergisi için inşa edilen Eyfel Kulesi; 1900 Paris Evrensel Sergisi için inşa edilen Grand Palais ve Petit Palais; Champs-Élysées üzerindeki Arc de Triomphe ve sanat tarihiyle ve Sacré-Coeur Bazilikası ile Montmartre tepesi vardır.
Paris, COVID-19 virüsü nedeniyle 2019'a göre yüzde 73 düşüşle otel konaklamalarıyla ölçülen 2020'de 12.6 milyon ziyaretçi aldı. Yabancı ziyaretçi sayısı yüzde 80.7 azaldı. Müzeler, bir seferde ziyaretçi sayısında sınırlamalar ve ziyaretçilerin maske takma zorunluluğu ile 2021'de yeniden açıldı.
Futbol kulübü Paris Saint-Germain ve Ragbi birliği kulübü Stade Français Paris'tedir. 1998 FIFA Dünya Kupası için inşa edilen 80,000 kişilik Fransa Stadyumu, Paris'in hemen kuzeyinde, komşu Saint-Denis komünündedir. Paris, Roland Garros'un kırmızı kili üzerinde her yıl düzenlenen Fransa Açık Grand Slam tennis turnuvasına ev sahipliği yapar. Şehir 1900, 1924 Olimpiyat Oyunlarına ev sahipliği yaptı ve 2024 Yaz Olimpiyatları'na da ev sahipliği yapacaktır. 1938 ve 1998 FIFA Dünya Kupası'ları, 2007 Rugby World Cup ve 1960, 1984 ve 2016 UEFA Avrupa Şampiyonası da kentte yapıldı. Her Temmuz, Fransa Bisiklet Turu bisiklet yarışı Paris'teki Avenue des Champs-Élysées'de biter.
Paris Sen Nehri'nin üzerine, Paris Havzası'nın ortasına kurulmuştur. Paris'te ikamet edenlere "Parisien(ne)" diye hitap edilir. Tüm dünyada anıtları, sanatsal ve kültürel yaşamı ile bilinen ve dünya tarihinde önemli bir yeri olan Paris, başlıca ekonomik ve politik merkezler arasında yer almakta ve uluslararası taşımacılığın geçiş noktalarından birini oluşturmaktadır. Moda ve lüksün dünya başkenti olan Paris, "Işık Şehir" ("Ville Lumière") diye de anılmaktadır.
Paris şehrinin özlü sözü Latince "Fluctuat nec mergitur" yani "Sallanır ama batmaz" (Fransızca: « Il est battu par les flots sans être submergé »). Şehrin armasındaki "Scilicet" yani gemiyi anlatmak için kullanılır. Bu gemi Orta Çağ'da şehri yöneten güçlü "Gemiciler" (Nautes) ya da "Su tüccarları"nın kurduğu birliği sembolize eder. Şehrin koruyucusu, 5. yüzyılda Attila'yı şehri yıkmaması için ikna ettiğine inanılan Azize Geneviève'dir.
Tarihçe.
Etimoloji.
Paris adını Galya halklarından Parisi lerden almaktadır. "Paris" aslında Romalıların "Lutetia" yerine kullandıkları "Civitas Parisiorum" (Parisiilerin şehri) adının zamanla değişmesi sonucu oluşmuştur. "Paris" aynı zamanda şehrin etrafındaki yöreye de ("Parisis") verilen isim olmuştur. Cormeilles-en-Parisis ve Fontenay-en-Parisis gibi şehirlerin isimlerinde buna rastlanır. Bu adın kaynağı tam olarak bilinememektedir. Paris bölgesinde çokça bulunan taş ocaklarına istinaden Galce "kwar" ("taş ocağı") kelimesinden geliyor olabilir. Başka etimolojilerde önerilmiştir. Pierre Hubac ve Cheikh Anta Diop'a göre, Parisiilerin adı Mısır tanrıçası İsis'ten gelmektedir çünkü Paris bölgesinde İsis'e adanmış birçok tapınak ya da Eski Mısır dilinde "per Isis" bulunmaktaydı. Bir efsane de Paris adını dalgalar altında kalıp denize batan efsanevi Ys şehriyle birlikte anar. Maurice Druon "Paris de César à Saint Louis" (Sezar'dan St.Louis'ye kadar Paris) adlı kitabında Paris adının Galce "par" (gemi) sözcüğünden geldiğini iddia eder. Şekli gemiye benzeyen, su üzerine kurulmuş, geçimini suya borçlu olan ve ismini de belki sudan almış olan bir şehir. Bir ada olan Lutèce'in refahı "gemiciler" tarafından sağlanıyordu ve bu gemicilerin sembolü olan gemi de şehir armasını oluşturmuştur.
Paris'in Tarih Öncesi Dönemleri.
Seine nehri kıyılarında yapılan teraslama çalışmaları sırasında bulunan oyma taş el aletlerinin gösterdiği gibi Paris kent alanı yaklaşık 40.000 yıldır insanlar tarafından yerleşim alanı olarak kullanılmaktadır.
En önemli arkeolojik bulgular 12. bölge'de 1991 yılında ortaya çıkartılan Paris bölgesindeki en eski kalıcı insan yerleşimine ait kalıntılardır. Bercy'de yapılan altyapı çalışmaları sırasında MÖ 4.000 ile 3.800 yılları arasında avcılık dönemine ait Seine nehrinin eski kıyısında yerleşik bir köyün izlerine rastlanmıştır. Bu kalıntılar çok önemli arkeolojik değere sahip olan birçok tahtadan oyma kayık, topraktan çanak çömlek, ok ve yaylar, kemik ve taştan aletlerdi. Diğer buluşlar da 14. bölge ile 13. bölge arasındaki su kemerleridir. Aşıklar şehri olarak bilinir.
Antik Çağ.
Tarih öncesi yerleşimlerle Galya-Roma dönemi arasında olup bitenler hakkında pek bir şey bilinememektedir. Tek emin olunan nokta Sezar'ın birlikleri ülkede dolaşırken bölgenin hâkimlerinin hala Parisiiler olduğudur. Bazıları Parisiilerin Paris'i kurmasının tarihi olarak MÖ 250 ile 200 yılları arasını göstermektedir ancak önemli kanıtları yoktur. MÖ 52 yılında Jül Sezar'ın teğmeni Labienus Paris şehrini ele geçirdiğinde Romalılar tarafından "Lutetia" (Fransızcası: Lutèce) diye adlandırılmıştır. Galya'nın başkenti görevini "Lugdunum" (Lyon) şehri yapmaktaydı. O zamanki Galya şehrinin tam olarak nerede yerleştiği konusunda kesin bilgi yoktur. Uzun süre buranın île de la Cité'de olduğu düşünülmüştür ancak metro çalışmaları nedeniyle baştan aşağı bu adada kazı çalışmaları yapılmış ve hiçbir ize rastlanmamıştır. Galya şehri île Saint-Louis'te ya da bugün artık karşı kıyı ile birleşmiş olan ve Bièvre nehri'nin yarattığı delta üzerinde bulunmuş olan bir adada da bulunmuş olabilir. Çok tartışılan başka bir varsayıma göre ise ilk kurulan Galya köyünün Nanterre'deki Valérien tepesi'nden çok uzak olmadığı yönündedir. Roma şehri 1. yüzyılda nehrin sol kıyısına kurulmuştur. Şehrin Saint-Germain Bulvarı'ndan Val-de-Grâce'a ve "rue Descartes"'tan jardins du Luxembourg'a kadar uzandığı düşünülmektedir. Lutèce şehri bir cardo (Roma şehirlerinde kuzey-güney doğrultusundaki ana cadde) olan "rue Saint-Jacques" çevresinde dik kesen sokaklardan oluşan bir şehir yapısıyla yerleşmişti. Roma şehirlerinde olduğu gibi forum, hamamlar, tiyatro, arena ve nekropol bu şehirde bulunmaktaydı
Orta Çağ.
Paris şu andaki adını 5. yüzyılda alır ve Romalılar'a karşı elde ettiği zaferin ardından Frankların kralı Merovenj Hanedanından I. Clovis 508 yılında Paris'e yerleşerek burayı başkenti yapar. Nehrin sağ kıyısına 6. yüzyıldan itibaren bir kilisenin kurulduğu dikkat çeker: Saint-Gervais kilisesi (günümüzde "Hôtel de ville" 'in arkasında bulunmaktadır. 9. yüzyılda Saint-Gervais ve Saint-Germain-l'Auxerrois kiliselerinin (günümüzde Louvre'un yakınında bulunmaktadır) çevresinde koruma amaçlı duvarlar inşa edilmiştir. Nehrin sol kıyısı 885 yılında Vikingler tarafından tamamen yok edilmiştir. Taht 987 yılında Capet Hanedanına geçti. Paris, Orleans şehri ile birlikte bu hanedanın kişisel serveti içinde yer alıyordu. Bu hanedanın atası I. Eudes şehri Vikingler'e karşı savunmasıyla ünlenmiştir.
Yakın Çağ.
İmparator III. Napolyon'un görevlendirdiği Georges Eugène Haussmann'ın öncülüğünde 1853 yılında kentsel dönüşüm çalışmaları başladı.
20. yüzyıl.
Paris, II. Dünya Savaşı'nda, 14 Haziran 1940 tarihinde, Alman ordusu tarafından işgal edildi. 25 Ağustos 1944 günü, şehir Fransızların 2. Zırhlı Tümeni ve Amerika Birleşik Devletleri Ordusu 4. Piyade Tümeni tarafından kurtarıldı.
Coğrafya.
Paris, kuzey orta Fransa'da, tepesi iki ada, Île Saint-Louis ve şehrin en eski bölümünü oluşturan daha büyük Île de la Cité içeren Sen Nehri'nin kuzeye kıvrılan bir yayında yer almaktadır. Nehrin İngiliz Kanalı'ndaki ("La Manche") ağzı şehirden yaklaşık 233 mil (375 km) akış aşağısındadır. Şehir, nehrin her iki kıyısına da yayılmıştır. Genel olarak, şehir nispeten düzdür ve en alçak noktası deniz seviyesinden 35 m (115 ft) yüksekliktedir. Paris'in birkaç önemli tepesi vardır ve bunların en yükseği 130 m (427 ft) yüksekliğiyle Montmartre'dir.
Boulogne Ormanı ve Vincennes Ormanı'in dış parkları hariç, Paris, 35 km'lik (22 mil) çevre yolu Périphérique Bulvarı tarafından çevrelenen, yaklaşık 87 km2 (34 sq mi) alanda bir ovali kapsıyor. Kentin 1860'ta dış bölgelerin son büyük ilhakı, şehre sadece modern biçimini kazandırmakla kalmadı, aynı zamanda saat yönünde dönen 20 ilçeyi (belediye ilçeleri) yarattı. 1860 78 km² (30 sq mi) alandan, şehir sınırları 1920'lerde marjinal olarak 86.9 km²'ye (33,6 sq mi) genişletildi. 1929'da Bois de Boulogne ve Bois de Vincennes orman parkları resmen şehre ilhak edildi ve alanı yaklaşık 105 km²'ye ulaştı.
Notre Dame Katedrali'nin önündeki 'sıfır noktasından' ölçülen Paris, karayoluyla Londra'nın 450 kilometre (280 mil) güneydoğusunda, Calais'in 287 kilometre (178 mil) güneyinde, Brüksel'in 305 kilometre (190 mil) güneybatısındadır. Marsilya'nın 774 kilometre (481 mi) kuzeyinde, Nantes'in 385 kilometre (239 mi) kuzeydoğusunda ve Rouen'in 135 kilometre (84 mi) güneydoğusunda.
İklim.
Paris, Kuzey Atlantik Akıntısından etkilenen tipik bir Batı Avrupa okyanusal iklimine (Köppen: Cfb) sahiptir. Yıl boyunca genel iklim ılıman ve orta derecede yağışlıdır. Yaz günleri, ortalama sıcaklıkları 15 ila 25 °C (59 ve 77 °F) ve yeterli miktarda güneş ışığı ile genellikle sıcaktır. Bununla birlikte, her yıl, sıcaklığın 32 °C'nin (90 °F) üzerine çıktığı birkaç gün vardır. Sıcaklıkların haftalarca 30 °C'yi (86 °F) aştığı, bazı günlerde 40 °C'ye (104 °F) ulaştığı ve geceleri nadiren soğuduğu 2003 ısı dalgası gibi daha uzun süreli daha yoğun ısı bazen meydana gelir. İlkbahar ve sonbaharda ortalama olarak ılıman günler ve taze geceler vardır, ancak bunlar değişken ve istikrarsızdır. Şaşırtıcı derecede sıcak veya soğuk hava her iki mevsimde de sıklıkla görülür. Kışın güneş ışığı azdır; günler serin ve geceler soğuk ama genellikle 3 °C (37 °F) civarında düşük sıcaklıklarla donma noktasının üzerindedir. Ancak hafif gece donları oldukça yaygındır, ancak sıcaklık nadiren -5 °C'nin (23 °F) altına düşer. Kar her yıl yağar, ancak nadiren yerde kalır. Şehir bazen birikmiş veya birikmemiş hafif kar veya sağanak yağışlar görür.
Paris'te yıllık ortalama 641 mm (25,2 inç) yağış vardır ve yıl boyunca eşit olarak dağıtılan hafif yağışlar görülür. Bununla birlikte, şehir aralıklı, ani, şiddetli sağanak yağışlarla tanınır. Kaydedilen en yüksek sıcaklık 25 Temmuz 2019'da 42,6 °C (108,7 °F) ve en düşük sıcaklık 10 Aralık 1879'da −23.9 °C (−11,0 °F) idi.
Ekonomi.
Paris şehrinin ekonomisi büyük ölçüde hizmetlere ve ticarete dayanır; şehirdeki 390,480 işletmenin yüzde 80.6'sı ticaret, ulaşım ve çeşitli hizmetlerle uğraşırken, yüzde 6.5'i inşaatta ve sadece yüzde 3.8'i sanayide çalışır.
Hikâye Île-de-France (Paris Bölgesi) için de benzer: Girişimlerin yüzde 76.7'si ticaret ve hizmetlerle ve yüzde 3,4'ü sanayiyle uğraşır.
2012 nüfus sayımında, Paris Bölgesi'ndeki işlerin %59.5'i pazar hizmetlerindeydi (%12.0 toptan ve perakende ticarette, %9.7'si profesyonel, bilimsel ve teknik hizmetlerde, %6.5'i bilgi ve iletişimde, %6.5'i nakliye ve depolamada) finans ve sigortada %5.9, idari ve destek hizmetlerinde %5.8, konaklama ve yemek hizmetlerinde %4.6 ve diğer çeşitli piyasa hizmetlerinde %8.5), piyasa dışı hizmetlerde %26.9 (insan sağlığı ve sosyal hizmetlerde %10.4) faaliyetlerde, kamu yönetimi ve savunmada %9.6 ve eğitimde %6.9), imalatta ve kamu hizmetlerinde %8.2 (imalatta %6.6 ve kamu hizmetlerinde %1.5), inşaatta %5.2 ve tarımda %0.2.
Paris Bölgesi'nde 2010 yılında 5.4 milyon maaşlı çalışan vardı ve bunların 2.2 milyonu 39 "pôles d'emplois" veya iş bölgesinde yoğunlaşmıştı. Çalışan sayısı bakımından bunların en büyüğü, Fransızcada QCA veya “quartier Central des Affairs” olarak bilinir; Paris şehrinin batı kesiminde, 2., 8., 9., 16. ve 18. bölgelerdedir. 2010 yılında, 500,000 maaşlı çalışanın, Paris'teki maaşlı çalışanların yaklaşık yüzde 30'unun ve Île-de-France'dakilerin yüzde 10'unun işyeriydi. Merkezi iş bölgesindeki en büyük faaliyet sektörleri finans ve sigorta (bölgedeki çalışanların yüzde 16'sı) ve iş hizmetleri (yüzde 15) idi. Bölgede ayrıca çok sayıda mağaza, alışveriş alanı, otel ve restoranın yanı sıra devlet daireleri ve bakanlıklar bulunur.
İstihdam açısından en büyük ikinci iş bölgesi şehrin hemen batısında, 1990'larda birçok şirketin ofislerini kurduğu La Défense'dir. 2010 yılında yüzde 38'i finans ve sigorta, yüzde 16'sı iş destek hizmetlerinde çalışan 144,600 çalışanın işyeri oldu. Diğer iki önemli bölge, Neuilly-sur-Seine ve Levallois-Perret, Paris ticaret bölgesinin ve La Défense'nin uzantılarıdır. Boulogne-Billancourt, Issy-les-Moulineaux ve 15. bölgenin güney kısmı dahil olmak üzere başka bir bölge, medya ve bilgi teknolojisi için bir faaliyet merkezidir.
2018 Fortune Global 500 listesinde listelenen ilk on Fransız şirketinin hepsinin merkezi Paris Bölgesi'ndedir; altısı Paris şehrinin merkezi iş bölgesinde; ve dördü şehre yakın Hauts-de-Seine Departmanında, üçü La Défense'de ve biri Boulogne-Billancourt'ta. Société Générale gibi bazı şirketlerin hem Paris'te hem de La Défense'de ofisleri vardır.
Paris Bölgesi, kişi başına düşen €681 milyar (~850 milyar ABD Doları) ve 56,000 Avro (~70,000 ABD Doları) olan GSYİH ile Fransa'nın önde gelen ekonomik faaliyet bölgesidir. 2011'de GSYİH, Avrupa bölgeleri arasında ikinci sırada yer aldı ve kişi başına düşen GSYİH, Avrupa'daki en yüksek 4. oldu. Paris bölgesinin nüfusu 2011'de büyükşehir Fransa'nın yüzde 18.8'ini oluştururken, Paris bölgesinin GSYİH'sı büyükşehir Fransa'nın GSYİH'sının yüzde 30'unu oluşturdu.
Paris Bölgesi ekonomisi kademeli olarak sanayiden yüksek katma değerli hizmet sektörlerine (finans, BT hizmetleri) ve yüksek teknoloji üretimine (elektronik, optik, havacılık, vb.) doğru kaymıştır. Paris merkezi Hauts-de-Seine bölümü ve banliyö La Défense iş bölgesi aracılığıyla bölgenin en yoğun ekonomik faaliyeti, Paris'in ekonomik merkezini şehrin batısında, "Opéra Garnier", "La Défense" ve "Val de Seine" arasındaki bir üçgende yerleştirir. Paris ekonomisine hizmetler hakim olurken ve imalat sektöründeki istihdam keskin bir şekilde azaldı, bölge özellikle havacılık, otomobil ve "eko" endüstriler için önemli bir üretim merkezi olmaya devam ediyor.
Economist Intelligence Unit tarafından Eylül 2016'da yapılan bir ankete dayanan 2017 dünya çapındaki yaşam maliyeti anketinde Paris, dünyanın en pahalı yedinci şehri ve Zürih'ten sonra Avrupa'nın en pahalı ikinci şehri oldu.
2018'de Paris, Singapur ve Hong Kong ile dünyanın en pahalı şehriydi.
Station F, Paris'in 13. bölgesinde bulunan yeni başlayanlar için bir iş inkübatörü'dür. Dünyanın en büyük başlangıç tesisi olarak kaydedildi.
Gelirler.
Paris'te ortalama net hane geliri (sosyal, emeklilik ve sağlık sigortası primlerinden sonra) 2011 için 36.085 € idi. 19. bölgede 22.095 € ile 7. bölgede 82.449 € arasında değişiyordu. 2011 yılı için ortalama vergilendirilebilir gelir, Paris'te yaklaşık 25.000 € ve "Île-de-France" için 22.200 € idi. Genel olarak, gelirler şehrin batı kesiminde ve batı banliyölerinde kentsel alanın kuzey ve doğu kesimlerine göre daha yüksektir.
Paris, Fransa'nın en zengin mahallelerinden bazılarına sahip olsa da, çoğunlukla şehrin doğu tarafında olmak üzere en fakir mahallelerden bazılarına da sahiptir. 2012 yılında, şehirdeki hanelerin yüzde 14'ü, resmi yoksulluk sınırı olan ayda 977 Avro'nun altında bir gelir elde etti. 19. bölgede yaşayanların yüzde yirmi beşi yoksulluk sınırının altında yaşıyordu; Yüzde 24 18'de, yüzde 22'de 20'de ve yüzde 18'de 10'da. Şehrin en zengin mahallesi olan 7. bölgede, yüzde 7'si yoksulluk sınırının altında yaşıyordu; 6. bölgede yüzde 8; ve 16. bölgede yüzde 9.
Din.
Yirminci yüzyılın başında Paris, dünyanın en büyük Katolik şehriydi. Fransız nüfus sayımı verileri, dini mensubiyet hakkında bilgi içermiyor. Bir Fransız kamuoyu araştırma kuruluşu olan Institut français d'opinion publique (IFOP) tarafından 2011 yılında yapılan bir ankete göre, Paris Bölgesi (Île-de-France) sakinlerinin yüzde 61'i kendilerini Roma Katolik olarak tanımladı. Aynı ankette, sakinlerin yüzde 7'si kendilerini Müslüman, yüzde 4'ü Protestan, yüzde 2'si Yahudi ve yüzde 25'i dinsiz olarak tanımladı.
INSEE'ye göre, 4 ila 5 milyon Fransız vatandaşı, çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede, özellikle Cezayir, Fas ve Tunus'ta doğdu veya en az bir ebeveyni doğdu. 2008'de yapılan bir IFOP araştırması, çoğunluğu Müslüman olan bu ülkelerden gelen göçmenlerin yüzde 25'inin düzenli olarak camiye gittiğini; Yüzde 41'i dini uyguladı ve yüzde 34'ü mümindi ama dini uygulamadı. 2012 ve 2013'te Paris şehrinde yaklaşık 500.000 Müslüman, Île-de-France bölgesinde 1,5 milyon ve Fransa'da 4 ila 5 milyon Müslüman olduğu tahmin ediliyordu.
Paris Bölgesi'nin Yahudi nüfusunun 2014'te, İsrail ve ABD dışındaki dünyadaki en büyük Yahudi konsantrasyonu olan 282.000 olduğu tahmin ediliyordu.
Turizm.
Paris Mastercard'ın 2016 yılı verilerine göre yaklaşık 18 milyon turistle Avrupa'nın en çok ziyaret edilen 2. Dünya'nın ise en çok ziyaret edilen 3. şehri olmuştur. 2016 yılında turistler Paris'de yaklaşık 13 milyar Amerikan doları harcamıştır.
Notre Dame Katedrali.
Meryem Ana'ya adanarak yapılan bu gotik katedral, Seine Nehri'nin ortasındaki Île de la Cité'nin doğu kısmında bulunur. Bu katedral Paris'in sembollerinden biri haline gelmiştir. 19. yüzyılın başlarında yıkılma kararı alınan katedralin kurtarılması için ünlü Fransız yazar Victor Hugo "Notre Dame'ın Kamburu" adlı romanı yazmıştır. Halkın da desteğiyle yıkılmaktan kurtulmuştur.
Louvre Müzesi.
1793'te açılan ve müze yapılan bina aynı zamanda Fransa'nın ilk devlet müzesidir. Koleksiyonunda La liberté guidant le peuple, Mona Lisa, Winged Victory of Samothrace ve Venus de Milo gibi birçok eser görülebilir. Avrupa'nın ve Dünya'nın en büyük müzesi olarak bilinmektedir. Ayrıca, Avrupa'da en çok ziyaret edilen müzelerden biridir. Müzede, toplamda 70.000 sanat eseri yer almaktadır.
Église de la Madeleine.
İnşasını Napoleon'un emrettiği kilise, Fransız Ordusu'nun ululuğuna ve görkemliliğine yaraşır bir zafer tapınağı olması için yapılmıştır. 1806'da Pierre-Alexandre Vignon tarafından tasarlanmıştır. Korint tarzı sütunlarla çevrelenmiş tapınak, Boubonlar'ın yönetimi ele geçirmesiyle Hristiyan kilisesine dönüştürülmüştür.
Champs-Élysées (Şanzelize).
Adını Yunan mitolojisinde cennet olarak gösterilen Elysion ovalarından almıştır. Paris'in en güzel caddesi olarak bilinir. Cadde, yukarı doğru çıkarsanız sizi Zafer Takı'na, aşağı doğru inerseniz sizi Concorde Meydanı'na çıkarır. Daha ileride ise Jardin des Tuileries ve Louvre Müzesi vardır.
Eyfel Kulesi.
İsmini, inşa ettiren firma olan Gustave Eiffel'den alır. Kule tüm dünyaya kendini Fransa'nın sembolü olarak tanıtmıştır. Fransız Devrimi'nin kutlamaları için düzenlenen Paris fuarına kapı olarak yapılmıştır. Kule sadece 20 yıl kalması için inşa edilmişti. 1909'da yıkılması gereken kule Atlantik ötesi haberleşmeye imkân tanıdığından kalmasına izin verildi.
Altyapı.
Taşıma.
Paris, önemli bir demiryolu, karayolu ve hava taşımacılığı merkezidir. Île-de-France Mobilités (IDFM), eski adıyla Syndicat des transports d'Île-de-France (STIF) ve bundan önce Syndicat des transports parisiens (STP), bölgedeki toplu taşıma ağını denetler. Sendika toplu taşımayı koordine eder ve bunu RATP'ye (347 otobüs hattını, Metro'yu, sekiz tramvay hattını ve RER'nin bölümlerini işletir), SNCF'ye (banliyö raylarını, bir tramvay hattını ve şehrin diğer bölümlerini işletir) ihale eder. RER) ve 1.176 otobüs hattını yöneten özel operatörlerden oluşan Optile konsorsiyumu.
Elektrikli otomobil teşvikleri oluşturulurken bisiklet yolları iki katına çıkarılıyor. Fransa'nın başkenti, çevreyi en çok kirleten otomobilleri kilit bölgelerden yasaklıyor.
Metro, RER ve tramvay.
1900 yılında ilk hattının hizmete girmesinden bu yana, Paris'in metro ağı büyüyerek şehrin en yaygın kullanılan yerel ulaşım sistemi haline geldi; bugün 16 hat, 308 istasyon (391 durak) ve 226,9 km (141,0 mi) ray ile günde yaklaşık 5,23 milyon yolcu taşıyor.
Hava.
Paris, dünyanın en yoğun 5. havalimanı sistemine sahip büyük bir uluslararası hava taşımacılığı merkezidir. Şehre üç ticari uluslararası havaalanı hizmet vermektedir: Paris Charles de Gaulle Havalimanı, Paris-Orly Havalimanı ve Beauvais–Tillé Havaalanı. Bu üç havalimanı birlikte 2019'da 112 milyon yolcu trafiği kaydetti. Ayrıca bir genel havacılık havalimanı olan Paris-Le Bourget, tarihsel olarak Paris'in en eski ve şehir merkezine en yakın havalimanıdır ve şu anda sadece özel iş uçuşları ve hava gösterileri için kullanılmaktadır.
Paris'in güney banliyölerinde bulunan Orly Havalimanı, 1950'lerden 1980'lere kadar Paris'in ana havalimanı olarak Le Bourget'in yerini aldı. Paris'in kuzey banliyölerinin kenarında yer alan Charles de Gaulle Havalimanı, 1974'te ticari trafiğe açıldı ve 1993'te Paris'in en yoğun havalimanı oldu. 2017 yılı için dünyanın en yoğun 5. havalimanıydı. Uluslararası trafikle ve ülkenin bayrak taşıyıcı Air France'ın merkezidir. Paris şehir merkezinin 69 kilometre (43 mil) kuzeyinde bulunan Beauvais-Tillé Havalimanı, charter havayolları ve Ryanair gibi düşük maliyetli taşıyıcılar tarafından kullanılıyor.
Yurtiçinde, Paris ile Lyon, Marsilya veya Strazburg gibi Fransa'nın en büyük şehirlerinden bazıları arasındaki hava yolculuğu, 1980'lerden itibaren birkaç yüksek hızlı TGV demiryolu hattının açılması nedeniyle büyük ölçüde yüksek hızlı demiryolu ile değiştirildi. Örneğin, 2001'de LGV Méditerranée açıldıktan sonra, Paris ve Marsilya arasındaki hava trafiği 2000'de 2.976.793 yolcudan 2014'te 1.502.196 yolcuya düştü. LGV Est 2007'de açıldıktan sonra, Paris ve Strasbourg arasındaki hava trafiği 1.006.327 yolcudan düştü. 2006'da 2014'te 157.207 yolcuya ulaştı.
Uluslararası olarak, son yıllarda Paris ve Körfez havaalanları, gelişmekte olan Afrika ülkeleri, Rusya, Türkiye, Portekiz, İtalya ve anakara Çin arasındaki hava trafiği önemli ölçüde artarken, Paris ile Britanya Adaları ve Mısır arasında gözle görülür bir düşüş kaydedildi.
Elektrik.
Paris'e elektrik, birden fazla kaynaktan beslenen çevresel bir şebeke aracılığıyla sağlanmaktadır. 2012 yılında, Île-de-France'da üretilen elektriğin yaklaşık %50'si bölgenin dış sınırlarına yakın bulunan kojenerasyon enerji santrallerinden geldi; diğer enerji kaynakları arasında termal güç (%35), atık yakma (%9 - kojenerasyon santralleri ile bunlar şehrin ısınmasını da sağlar), metan gazı (%5), hidrolik (%1), güneş enerjisi (%0,1) ve ihmal edilebilir miktarda rüzgar enerjisi (0.034 GWh). Şehrin bölgesel ısıtmasının dörtte biri, Saint-Ouen-sur-Seine'de yılda 50/50 oranında kömür ve 140.000 ton odun peleti yakan bir fabrikadan sağlanacak.
Kültür.
Resim ve heykel.
Yüzyıllar boyunca Paris, kendilerini eğitmek ve geniş sanatsal kaynak ve galeri havuzundan ilham almak için dünyanın dört bir yanından şehre gelen sanatçıları kendine çekmiştir. Sonuçta, Paris "Sanat Şehri" olarak ünlenmiştir.
16. ve 17. yüzyıllarda özellikle heykel ve kabartmalarda İtalyan sanatçılar, Paris'teki sanatın gelişimi üzerinde çok etkiliydi. Resim ve heykel, Fransız monarşisinin gururu haline gelmişti ve Fransız kraliyet ailesi, Fransız Barok ve Klasisizm döneminde birçok Parisli sanatçıyı saraylarını süslemeleri için görevlendirdi. François Girardon, Antoine Coysevox ve Nicolas Coustou gibi heykeltıraşlar, 17. yüzyıl Fransa'sında kraliyet sarayının en iyi sanatçıları olarak ünlendiler. Pierre Mignard, bu dönemde Fransa Kralı Louis XIV'ün ilk ressamı oldu. 1648'de, başkentte sanata olan dramatik ilgiyi karşılamak için "Académie royale de peinture et de sculpture" (Kraliyet Resim ve Heykel Akademisi) kuruldu. Bu, 1793 yılına kadar Fransa'nın en iyi sanat okulu olarak hizmet etti.
19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında Paris, zamanın en iyi ressamlarından bazılarıyla ilişkili sanat okullarında kurulmuş sanatçı kolonisi olduğundan sanatsal zirvedeydi: Henri de Toulouse-Lautrec, Édouard Manet, Claude Monet, Berthe Morisot, Paul Gauguin, Pierre-Auguste Renoir ve diğerleri. Fransız Devrimi ve Fransa'daki siyasi ve sosyal değişim, başkentteki sanat üzerinde çok etkiliydi. Paris, Géricault gibi ressamlarla birlikte sanatta Romantizm'in gelişiminde merkezi bir rol oynadı.
İzlenimcilik, Art Nouveau, Sembolizm, Fovizm, Kübizm ve Art Deco akımlarının tümü Paris'te gelişti. 19. yüzyılın sonlarında Fransız eyaletlerinde ve dünya çapında birçok sanatçı, eserlerini sayısız salon ve sergide sergilemek ve kendilerine bir isim yapmak için Paris'e akın etti. Pablo Picasso, Henri Matisse, Vincent van Gogh, Paul Cézanne, Jean Metzinger, Albert Gleizes, Henri Rousseau, Marc Chagall, Amedeo Modigliani gibi sanatçılar ve daha birçokları Paris ile ilişkilendirildi. 1905 ve 1907 arasında Montmartre'de Le Bateau-Lavoir'de yaşayan Picasso ünlü "La Famille de Saltimbanques" (Türkçe: Saltimbanques ailesi) ve "Avignonlu Kızlar'"ın resimlerini yaptı. Montmartre ve Montparnasse sanatsal üretim merkezleri haline geldi.
Modern çağda Paris'te ünlenmiş Fransız ve yabancı heykeltıraşların en prestijli isimleri Frédéric Auguste Bartholdi (Özgürlük Heykeli – "Dünyayı Aydınlatan Özgürlük"), Auguste Rodin, Camille Claudel, Antoine Bourdelle, Paul Landowski (Rio de Janeiro'daki "Kurtarıcı İsa" heykeli) ve Aristide Maillol. Paris Okulu'nun Altın Çağı iki dünya savaşı arasında bitti.
Müzik.
12. yüzyılın sonlarında, Notre-Dame'da bir çok seslilik okulu kuruldu. Kuzey Fransa'nın Trouvères arasında bir grup Parisli aristokrat şiirleri ve şarkılarıyla tanınır hale geldi. Fransa'nın güneyinden Troubadours da popülerdi. Fransız François I'in saltanatı sırasında Rönesans dönemi'nde Lavta Fransız sarayında popüler oldu. Fransız kraliyet ailesi ve saray mensupları "maskeler, baleler, alegorik danslar, resitaller, opera ve komedilerde yer değiştirdiler" ve ulusal bir müzik matbaası kuruldu. Barok dönemi'nde, Jean-Baptiste Lully, Jean-Philippe Rameau ve François Couperin gibi ünlü besteciler vardı. "Conservatoire de Musique de Paris" 1795'te kuruldu. 1870'e gelindiğinde Paris senfoni, bale ve opera müziği için önemli bir merkez olmuştu.
Paris'te Romantik dönem bestecileri arasında Hector Berlioz ("La Symphonie fantastique"), Charles Gounod ("Faust"), Camille Saint-Saëns ("Samson et Delilah"), Léo Delibes ("Lakmé") ve Jules Massenet ("Tais") diğerleri arasındaydı. Georges Bizet'nin "Carmen" 3 Mart 1875'te prömiyer yaptı. "Carmen" o zamandan beri klasik Batı canon'da en popüler ve en sık icra edilen operalardan biridir.
Piyano, orkestra, opera, oda müziği ve diğer müzik türleri için yeni eserler yaratan Empresyonist besteciler arasında özellikle Claude Debussy ("Suite bergamasque" ve ünlü üçüncü bölümü "Clair de lune", "La Mer", "Pelléas et Mélisande"), Erik Satie ("Gymnopédies", "Je te veux", "Gnossiennes", "Parade") ve Maurice Ravel ("Miroirs", "Boléro", "La valse", "L'heure espagnole") vardı. Frédéric Chopin (Polonya), Franz Liszt (Macaristan), Jacques Offenbach (Almanya, Niccolò Paganini (İtalya) ve Igor Stravinsky (Rusya)) gibi birkaç yabancı doğumlu besteci hem eserleri hem de Paris'teki etkileriyle önemli katkılarda bulundular.
Bal-musette ilk olarak 1870'lerde ve 1880'lerde Paris'te popüler hale gelen bir Fransız müziği ve dansı tarzıdır; 1880'de Paris'in işçi sınıfı mahallelerinde yaklaşık 150 dans salonu vardı. Müdavim müşteriler şehrin kafe ve barlarında kabret (İngilizce:cabrette) (yerel "musette" olarak adlandırılan körük şişirilmiş gayda) ve sıklıkla vielle à roue (hurdy-gurdy) eşliğinde bourrée (Türkçe:sarhoş) dansı yaptılar. Akordeon çalan Parisli ve İtalyan müzisyenler, stili benimseyerek özellikle 19. bölgede Auvergnat barlarında yer edindiler ve akordeonun romantik sesleri o zamandan beri şehrin müzik ikonlarından biri haline geldi. Paris caz için önemli bir merkez oldu ve hala dünyanın her yerinden caz müzisyenlerini kulüplerine ve kafelerine çekmektedir.
Paris, özellikle çingene cazının manevi yuvasıdır ve 20. yüzyılın ilk yarısında gelişen Parisli cazcıların çoğu, şehirde Bal-musette çalarak başlamıştır. Django Reinhardt genç bir çocukken bir karavanda 18. bölgeye taşınarak Paris'te ün kazandı ve 1930'lar ve 1940'larda kemancı Stéphane Grappelli ve onların "Quintette du Hot Club de France" ile birlikte konser verdi.
Savaştan hemen sonra Saint-Germain-des-Prés mahallesi ve yakındaki Saint-Michel mahallesi, yer darlığı nedeniyle çoğunlukla mahzenlerde bulunan birçok küçük caz kulübüne ev sahipliği yaptı; Bunlara Caveau des Lorientais, Club Saint-Germain, Rose Rouge, Vieux-Colombier ve en ünlüsü "Le Tabou" dahildir. Parislileri Claude Luter, Boris Vian, Sidney Bechet, Mezz Mezzrow ve Henri Salvador müzikleriyle tanıştırdılar. Müzik zevkleri rock and roll'a kaydığı için kulüplerin çoğu 1960'ların başında kapandı.
Dünyanın en iyi manouche (Türkçe:Çingene) müzisyenlerinden bazıları burada geceleri şehrin kafelerinde çalarken bulunur. Daha dikkate değer caz mekanlarından bazıları New Morning, Le Sunset, La Chope des Puces ve Bouquet du Nord'dur. Paris Caz Festivali ve "Rock en Seine" rock festivali dahil olmak üzere Paris'te her yıl birkaç festival düzenlenir. Orchestre de Paris 1967'de kuruldu. 19 Aralık 2015'te Paris ve dünya'daki diğer hayranları geniş çapta Fransa'nın ulusal chanteuse'ü (Türkçe:şarkıcı) ve Fransa'nın en büyük uluslararası yıldızlarından biri olarak kabul edilen kabare şarkıcısı-söz yazarı ve aktris Edith Piaf'in doğumunun 100. yıldönümünü kutladılar. Benzer tarzdaki diğer şarkıcılar arasında Maurice Chevalier, Charles Aznavour, Yves Montand ve Charles Trenet vardır.
Paris'in büyük bir hip hop sahnesi vardır. Bu müzik 1980'lerde popüler oldu. Büyük bir Afrika ve Karayip topluluğunun varlığı gelişimine yardımcı oldu, birçok azınlık için bir ses, siyasi ve sosyal bir statü verdi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5062",
"len_data": 31470,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.44
}
|
İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), (Arapça: "منظمة المؤتمر الإسلامي", İngilizce: "The Organisation of Islamic Cooperation", OIC, Fransızca: "Organisation de la Coopération Islamique," OCI) Eylül 1969 tarihinde Fas'ın başkenti Rabat'ta toplanıp İslam ülkelerini çatısı altında toplamak üzere İslam Konferansı Teşkilatı adıyla kurulan 57 üyeye sahip, uluslararası hukuk tüzel kişiliğini haiz bir uluslararası teşkilattır.
2011 yılında Kazakistan'ın başkenti Astana'da düzenlenen İslam Konferansı Teşkilatı'nın 38. Dışişleri Bakanları toplantısında alınan karar gereğince örgütün ismi İslam İşbirliği Teşkilatı olarak değiştirildi.
Tarihçe.
"Church of God" adlı tarikata bağlı Denis Michael Rohan adında Avustralyalı bir Hristiyan'ın 21 Ağustos 1969 tarihinde 1969 Mescid-i Aksa'yı kundaklamayı denemesinden sonra İslam ülkeleri başkanları BM'de daimi olarak temsil de edilen "İslam Konferansı Teşkilatı"nı kurdular. Pakistan'daki ikinci toplantılarında İslam Kalkınma Bankası'nın kuruluş planı gündeme getirildi. Bunun ardından İKÖ maliye ve ekonomik işleri bakanları 1973 yılında katıldıkları Cidde toplantısında mali ve parasal bir müessesenin kuruluşunun önemini vurguladılar. Nihayet İslam Konferansı Teşkilatı'nın 20 Ekim 1975 tarihli zirve toplantısında İslam Kalkınma Bankası'nın kuruluş planı onaylandı. Bugün İslam ülkelerinin tek çatı altında toplandığı tek kuruluş sıfatına sahiptir.
25 Eylül 1969 tarihinde Cidde, Suudi Arabistan'da kurulan örgütün 57 üyesi bulunmaktadır, Türkiye kuruluşundan beri üyedir.
Organizasyon.
Siyaset yapan en yüksek organı olan, üye devletlerin devlet başkanları ve hükûmet yetkililerinin katıldığı ve her üç yılda bir yapılan İslam Zirvesi'nde alınan kararların işleyişini incelemek için üye ülkelerin dışişleri bakanları her yıl toplanır. Organizasyonun yönetici organı ise daimi sekreterya, iki organın kararlarının uygulanması ile görevlendirilmiştir ve merkezi Suudi Arabistan'ın Cidde şehrinde yer alır. Şu anki genel sekreter 17 Kasım 2021'den beri Çad'lı diplomat Hüseyin İbrahim Taha tarafından yürütülmektedir.
Komiteler.
İslam İşbirliği Teşkilatı'nın başlıca organları şunlardır;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5063",
"len_data": 2127,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.47
}
|
İç hastalıkları, tıbbın bir ana bilim dalıdır; "Dahiliye" olarak da bilinir.
İnsanın sindirim sistemi, böbrek, kalp, akciğer, karaciğer, mide, kan hastalıkları, kanserin dahili tanı ve tedavisi, romatizmal, hormonal ve alerjik hastalıklar, yaşlı ve genç hasta grubunun sağlığı ve hastalıkları ile ilgilenir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5067",
"len_data": 307,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.51
}
|
José Ortega y Gasset (9 Mayıs 1883, Madrid - 18 Ekim 1955, Madrid), İspanyol filozof.
Hakkında.
Madrid ve Alman üniversitelerinde okudu. 1910'da doğduğu kente (Madrid) dönerek metafizik profesörü oldu. Çeşitli dergiler çıkararak İspanya'da kültür ve edebiyatı yeniden canlandırma hareketinde önemli bir isim oldu. "La Revista de Occidente" bu dergilerin en tanınmışıdır.
İç savaşın çıkmasıyla İspanya'dan ayrılan Gasset, önce Fransa'da, sonra Arjantin'de yaşadı. Yaşamının son yıllarında tekrar İspanya'ya döndü ve 1955'te Madrid'te öldü.
Ne söylediği kadar nasıl söylediğine de önem veren bu İspanyol filozof, Camus'ye göre "Nietzsche'den sonra belki de en büyük Avrupalı yazar"dır. Varoluşçu düşünce içerisinde anılması gereken önemli düşünürdür.
Kültürel ve siyasi açıdan muhafazakâr biri olan Gasset, tıpkı diğer varoluşçu düşünürler gibi, insan söz konusu olduğunda, varoluşun özden önce geldiğini söyler. Ona göre, taşa bir varoluş verilmiştir, onun olduğu şey olması için çarpışması, mücadele etmesi gerekmez. Oysa insan, içinde bulunduğu her anda, varoluşunu yeniden yaratmak, özünü belirlemek durumundadır.
1948'de Hans Breider tarafından Würzburg'daki "Bayerischen Landesanstalt für Wein-, Obst- und Gartenbau'da" yaratılan üzüme José Ortega y Gasset'in adı yani Ortega adı verilmiştir.
Başlıca yapıtları.
Gasset'nin bitiremediği büyük yapıtının derslerinde de kullandığı uzun bir bölümü, 1957'de "El hombre y la gente" (İnsan ve "Herkes") adıyla yayımlandı. Ortega y Gasset'nin Türkçedeki ilk kitabı 1968 yılında May Yayınları tarafından çıkarılan "Kitlelerin Ayaklanışı"(')dır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5069",
"len_data": 1589,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.85
}
|
Bilgisayar ağı, küçük bir alan içerisindeki veya uzak mesafelerdeki bilgisayarların ve/veya iletişim cihazını iletişim hatları aracılığıyla birbirine bağlandığı, dolayısıyla bilgi ve sistem kaynaklarının farklı kullanıcılar tarafından paylaşıldığı, bir yerden başka bir yere veri aktarımının mümkün olduğu iletişim sistemidir. En az iki bilgisayarı birbirine bağlayarak bir ağ oluşturulur. 1980'li yıllarla birlikte, Ethernet ve LAN teknolojisinin gelişmesiyle, kişisel bilgisayarlar ve ofisler bilgisayar ağlarına kavuşmuştur. En bilinen ve en büyük bilgisayar ağı, İnternettir.
İlk bilgisayar ağı, İleri Araştırma Projeleri Ajansı'nın Amerikan Savunma Bakanlığı için geliştirdiği İleri Araştırma Projeleri Ajansı Bilgisayar Ağı yani ARPANET (Advanced Research Projects Agency Network)'tir.
Tarihçe.
Ethernet yerel iletişim ağı altında sistemleri birbirine bağlayan bir tür kablolama ve sinyalleşme biçimidir. Bilgisayar haberleşmesinin temelinde OSI modeli geçerlidir.
OSI modellemesinde ilk iki katmanda (1. katman -fiziksel- ve 2.inci katman -data link-) belirlenen Ethernet, ilk kez 1980'lerde Xerox firmasının DEC ve Intel firmalarıyla ortaklaşa yaptığı çalışmalar sonucunda, Ethernet Versiyon I. için 'Blue Book Standard' (Standart Mavi Kitap) adı altında, bu versiyonun kullandığı standartları açıklayan bir kitap ortaya çıkarılmıştır.
Burada açıklanan standartlar arasında, 'baseband' tekniği, CSMA/CD (Carrier Sense Multiple Access/Collision Detect) network standardı ve ethernetin ilk dönemlerinde kullanılan ve uzun yıllar yaygın bir şekilde uygulanan koaksiyel kablo kullanım standartları anlatılmaktadır. Bu standart daha sonra 1985 yılında çıkan Ethernet II adlı yeni standartla revize edilmiştir.
IEEE (Institute of Electrical and Electronics Engineer) 802 numaralı projesinde ve 802.3 CSMA/CD network standardının oluşumunda, Ethernet II Versiyonu baz alınmıştır. Genelde de ethernet paketinin başında yer alan bilgi (header) dışında bir farkları olmadığı için, ikisi birbirlerinin yerine anılırlar.
Kablosuz Teknoloji.
Karasal mikrodalgalar dünya tabanlı alıcı ve vericiler kullanır. Bu ekipmanlar çanak antenlere benzerler.
Karasal mikrodalga hattı düşük gigahertz aralığı kullanır. Mikrodalga antenler genellikle binalar, kuleler, tepeler ve dağ zirveleri üstüne yerleştirilir.
Amaçları.
Bilgisayar ağları çeşitli amaçlar için kullanılır:
Ağ Paketi.
Modern çoğu internet ağı, paket iletişimine dayalı protokoller kullanır. Bir ağ paketi, paket anahtarlamalı ağ tarafından taşınan verinin, biçimlendirilmiş birimidir.
Paketler iki tip veriden meydana gelir:
Bilgi kontrolü, kullanıcı bilgisini ulaştırmak için ağın ihtiyaç duyduğu veriyi sağlar.
Örnek olarak:
Genellikle bilgi kontrolü, arasında yararlı yük verisi olmakla beraber, paket başlıkları ve alt bilgilerde bulunur.
Ağın devre anahtarlamalı olması yerine, paketlerle beraber kullanıcılar arasındaki iletim ortamının bant genişliği daha iyi paylaşımlı olabilir. Eğer bir kullanıcı paket göndermiyorsa, ağdaki bağlantı diğer kullanıcılar tarafından paketlerle doldurulabilir. Böylece maliyet, kısmen küçük aksaklıklarla, paylaştırılır ve sunulan bağlantı aşırı kullanılmaz. Sık sık, bir paketin internet üzerinden gitmesi gereken rotası çabucak müsait olmaz. Bunun gibi durumlarda, paket sıraya alınır ve bağlantı boşalana kadar bekler.
Paket ağlarının fiziksel katman teknolojileri, genellikle paketlerin boyutunu belirli bir en yuksek iletim birimine (MTU) sınırlar. Uzun bir mesaj, iletilmeden önce parçalanmış olabilir ve paketler ulaştıklarında ise, tekrar asıl mesaj hali için bir araya getirilir.
Ağ Topolojileri.
Ağ düğümleri ve bağlantılarının fiziksel ve coğrafik konumlarının bir ağ zerinde genellikle nispeten ufak etkisi olur ama bir ağın ara bağlantılarının topolojisi, veri hacmini ve güvenilirliği önemli ölçüde etkiler.
Yol ve yıldız ağları gibi birçok teknolojiyle, sadece bir hata tüm ağın hata almasına neden olabilir.
Genel olarak, bir ağın daha çok bağlantıya sahip olması, onun daha hatasız ve sağlam olmasını sağlar. Fakat aynı zamanda, yüklemek ve kurmak daha pahalı olabilir. Bu sebeple çoğu ağ diyagramı, ağdaki ana bilgisayarların mantıksal ara bağlantılarının haritası olan topolojisine göre yerleştirilir.
Bilgisayar Ağı Türleri.
Bilgisayar ağları büyüklüklerine, topolojilerine ve kullanılan protokollere göre çeşitli türlere ayrılırlar. .
Ağ katmanı (OSI Modeli'nde katman 3).
Ağ katmanının ana görevi yönlendirmedir (routing). İletilen veri blokları ağ katmanına geldiğinde paket olarak adlandırılır. Yönlendirme işlemi paketlerin yerel network dışında diğer bilgisayar ağlarına gönderilmesini sağlar.
Ağ katmanında iki istasyon arasında verinin iletimi kontrol edilir. Bu veri iletilmesi sırasında bunun en ekonomik yoldan gerçekleşmesine dikkat edilir. Bu katman sayesinde verinin routerlar aracılığıyla yönlendirilmesi sağlanır. Yönlendirme işleminde verinin ağ adreslerine bakılır.
Bilgisayar ağı aşamasında mesajlar adreslenmesi ve mantıksal adreslerin fiziksel adreslere çevrilmesi gerçekleştirilir. Bu aşamada ağ (network) trafiği ve yönlendirme (routing) gibi işlemler de yapılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5070",
"len_data": 5098,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.7
}
|
Jorge Francisco Isidoro Luis Borges Acevedo (d. 24 Ağustos 1899, Buenos Aires - ö. 14 Haziran 1986, Cenevre), Arjantinli öykü, deneme yazarı, şair ve çevirmen. En önemli eserleri arasında 1940'larda yayınlamış "Ficciones" ve rüya, labirent, indeterminizm, sonsuzluk, ayna ve mitolojik motifleri ihtiva eden Alef yer alır. Eserleri, felsefe literatürünü ve fantezi türünü etkilemiştir, 20. yüzyıl Latin Amerika literatüründe Büyülü gerçekçilik akımını önemli ölçüde etkilemiştir. Büyülü gerçekçilik akımının önde gelen isimlerindendir ve gerçeküstücülük konusunda yazdığı denemeleri ile ünlüdür.
Yaşamı.
Borges, 24 Ağustos 1899 tarihinde Buenos Aires'te doğdu. Babaannesi İngiliz olduğu ve evde iki dil birden konuşulduğu için daha çocukken her iki dili de çok iyi derecede konuşabiliyordu. Oğluna satranç tahtasında Zeno'nun paradoksunu öğreten Jorge Guillermo Borges avukat ve psikoloji öğretmeniydi. Evlerinde Borges'in hayal gücünün sürekli olarak işgal edecek bir bahçe ve kütüphane vardı.
Babasının görme yetisinin azalması üzerine, aile tedavi için I. Dünya Savaşı'ndan önce (1914) Cenevre'ye taşındı. Burada kaldıkları süre boyunca Borges Calvin Koleji'ne devam ederek, Latince, Fransızca ve Almanca öğrendi. Sembolizm akımının örneklerinden Verlaine, Rimbaud ve Mallarmé'in eserleriyle bu sırada tanıştı. Schopenhauer'a olan sevgisi ve Walt Whitman'ı keşfetmesi de Cenevrede'yken başladı.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ailesiyle birlikte İspanya'ya taşındı. Borges artık yazar olmaya karar vermişti, babasına 1870'lerde geçen bir roman yazmaya yardım ediyordu. Birkaç edebî gruba girme çalışmasından sonra, kendine akıl hocası buldu: Endülüs'lü şair Rafael Cansinos-Asséns. Onun etkisiyle kendisini "ultraistler" grubundan saymaya başladı ama kısa zamanda aidiyet hissinden sıkılarak kimseye bağlı olmadan bir şeyler yapmaya çalıştı. Denemelerle ve şiirle pasifizm, anarşi, Rus devrimi gibi bazı şeyleri övdüğü, genel düşüncelerini dile getirdiği iki kitap yazdı. Ama sonra yazdıklarından utanarak, her iki kitabı da İspanya'dan ayrılmadan önce imha etti.
1921'de ailesiyle Buenos Aires'e geri dönmesinden sonra, babasının arkadaşı Macedonio Fernandéz'in düşüncelerinden etkilenmesi, düşüncenin yeni yollarına yönelmesine neden oldu. Fernandez'in düşünceleri Schopenhauer, Berkeley ve Hume'ün bir yansıması idi. Edebî stili ekzantrik ve düşünce tarzı karmaşıktı. Borges'e en büyük etkisi her şeye kuşkuculukla bakmasını sağlamasıdır.
1923'te ilk kitabı olan "Buenos Aires Tutkusu" ("Ferver de Buenos Aires")'i çıkardı. 1924-1933 arası Borges için oldukça heyecan verici bir zamandı. Bu dönemde pek çok yazısı ve şiiri basıldı. "Luna de Enfrente" 1925'te, "San Martin Defteri" ("Cuaderno San Martín") 1929'da basıldı. 1933-1934 yıllarında "Crítica"'da "Alçaklığın Evrensel Tarihi" ("Historia universal de la infamia") yayımlandı. Bu öykü dizisi, önceden basılmış bazı hikâyelerden alınan karakterler ve fikirler üzerine yeniden hikâye yazmakla oluşmuştu. Gerçeği ve hikâyeyi harmanladığı bu hikâyeler gerçeküstü bir otantizm taşıyorlardı. Daha sonraları bu tarz "büyülü gerçekçilik"in ilk örneklerinden sayılacaktı. Ama onun asıl kariyeri 1935'te yazdığı "Borges stili"nin ilk örneği denilen, hayâlî bir romanı eleştirdiği "Al-Motasim'e Bir Bakış" isimli öyküsüdür. 1936'da denemelerini topladığı Sonsuzluğun Tarihi "Historia de la eternidad" basıldı. Bu sırada maddî sıkıntılar çekiyordu, bu nedenle 1937'de Belediye Kütühânesi'nde çalışmaya başladı. Kütüphânedeki işi hafif olan yazar, iş günlerinin kalanını klasikleri okuyarak ve modern edebiyatın uluslararası örneklerini İspanyolcaya çevirerek geçirmiştir. Bu çevirilerin en önemlileri Virginia Woolf'un ve William Faulkner'ın kitaplarıdır. Borges, bu yazarların İspanyolcadaki ilk çevirmenlerindendir. Yaratıcılığını kaybetmekten korkan Borges, eşşiz bir eser yazmak istedi ve "Pierre Menard, Don Quixote'un Yazarı"'nı kaleme aldı. Ardından da "Tlön, Uqbar, Orbis Tertius" geldi. Her iki hikâye Victoria Ocampo'nun "Sur" edebiyat dergisinde yayınlandı. Bunların başarısının verdiği motivasyonla Babil Kütüphanesi'nin çalışmalarına başladı. 1941'de bu öykülerin toplandığı Yolları Çatallanan Bahçe basıldı. Aynı hikâyeler toparlanarak "Artifices"e eklendi ve ve 1944'te "Ficciones" adıyla yeniden basıldı. 1942'de "Bustos Domecq" takma adı altında Adolfo Bioy Casares ile birlikte polisiye hikâyeler dizisi olan Don İsidro İçin Altı Problem'i yazdılar. Felsefe, gerçekler, fantezi ve gizemleri harmanladığı bu yeni öykülerin yanında, El Hogar'da anti-semitizmi, faşizmi ve nazizmi eşeltiren politik makaleler de yazıyordu. Bu makalelerle oldukça tanındı. 1946'da Juan Perón'un iktidara gelişiyle, kütüphanedeki işinden atıldı. Bu işten atılma onun için bir tür kurtuluş olmuştu, çünkü hem Arjantin'den Uruguay'a kadar pek çok yeri gezip, Budizmden Blake'e kadar pek çok konuda seminerler veriyor, hem de iyi para kazanıyordu. Ama ailesi Peron'un baskıcı rejiminde zor günler geçirdi, annesi ve kız kardeşi hapse girdi. 1949'da ikinci önemli kısa hikâyeler kitabı "Alef" ("El Alef") basıldı.
1955'te Peron devrilince Borges hayâlindeki meslek olan Arjantin Ulusal Kütüphânesi Müdürlüğü'ne getirildi. ailesinden gelen hastalık nedeniyle görme bozukluğu çeken Borges bu dönemde görme yetisini tamamen kaybetti. "Bana aynı anda hem 800,000 kitabı hem de karanlığı veren Tanrı'nın muhteşem ironisi" diyerek bu gerçeği kabullenmiştir. (Umberto Eco unutulmaz romanı Gülün Adı'nda yer alan ana karakterlerden kör kütüphaneciyi Borges'ten esinlenerek oluşturmuştur.) 1956'da Buenos Aires Üniversitesi'nde İngiliz ve Amerikan edebiyatı profesörlüğüne atandı ve 12 yıl bu görevi yürüttü. 1961'de Samuel Beckett'le birlikte Uluslararası Yayımcılar Ödülü'nü (Formentor Ödülü) kazandı. Bu ödül ona gecikmiş bir uluslararası ün kazandırdı. Gözlerinin görmeyişini şiire yönelerek telâfi etmeye çalıştı. 1970'li yıllarda ABD'de çeşitli üniversitelerde dersler verdi. 1973'te Peron geri dönünce, görevinden istifa etti. Ders vererek ve yolculuk yaparak geçirdiği zamanın meyvesi 1975'te basılan toplama hikâyelerin olduğu "Kum Kitabı" ("El libro de arena") oldu. Dünya gezilerinin sonucu ona eşlik eden Maria Kodama'nın resimlerini çektiği yazılarını ise kendi yazdığı "Atlas"la (1984) sonuçlandı.
Zannedilenin aksine, Nobel ödülünü alamadan 87 yaşında, 14 Haziran 1986'da Cenevre'de karaciğer kanserinden hayatını kaybetti.
Çevirileri.
Borges'in ilk eseri bir çeviridir: Mutlu Prens. Borges, Oscar Wilde'ın eserini 1909 yılında, henüz 10 yaşındayken, İngilizceden İspanyolcaya çevirmiştir. ""Alvaro Lafinur çeviriyi öyle kusursuz bulmuştu ki, Buenos Aires gazetesi El Paìs'de 'Jorge Borges' imzasıyla yayımlanmasını sağlamıştı; baba Borges'in arkadaşları onun sandılar."
Virginia Woolf'un isimli eserini de, "Orlando" adıyla, 1937 yılında İspanyolcaya kazandırmıştır. Bu, annesiyle (Leonor) yaptığı imece usulü bir çeviridir. Bu çeviride kendisinin yahut annesinin ne kadar payı olduğu konusunda eleştirmenler ve Borges farklı fikirdedir. James Woodall, Leonor'un tek başına bu eseri çeviremeyeceğini söyler. Borges annesiyle yaptığı çeviriler söz konusu olunca çevirileri bazen kendisinin yaptığından ve annesinin kontrol ettiğinden, bazen de annesinin yaptığından kendisinin kontrol ettiğinden bahseder. Lakin soru ilk sorulduğunda muzipliği uyarınca "tercümeleri o yaptı ama benim imzam var"." demekten geri durmaz. Woolf'dan Kendine Ait Bir Oda'yı da, "Un cuarto propio" adıyla, 1936'da benzer bir yöntemle İspanyolcaya kazandırmış olmalılar.
Borges'in en sevdiği yazarlardan biri de kuşkusuz Franz Kafka'dır. Borges, 1938 yılında, Kafka'nın Dönüşüm isimli öyküsünü, "La metamorfosis" adıyla, İspanyolcaya çevirmiştir. Borges, bu çeviri üzerine, yaptığı bir söyleşide, Alastair Reid'in, ""Kafka'yı tercüme etmek nasıl bir tecrübeydi?" sorusuna, "Çok kıskandım. Ben yazmış olmayı isterdim. Kıskançlıktan kudurdum. Evet. (Güler)" yanıtını vermiştir. Borges, aynı söyleşide, Kafka'yı tercüme etmenin zor olmadığını zira Kafka'nın berrak bir üslupla yazdığını ve çok fazla metafor kullanmadığını dile getirmiştir.
William Faulkner'ın Çılgın Palmiyeler romanını 1940 yılında, "Las palmeras salvajes" adıyla İspanyolcaya kazandırmıştır. Bu, Faulkner'ın İspanyolcadaki ikinci, Latin Amerikadaki ilk çevirisidir. Borges, Norman Thomas di Giovanni ile yaptığı bir söyleşide çeviri hakkında, "Tabiî, tercüme Buenos Aires'te yayınlanınca insanlar fazlaca uzun ve karmaşık cümleler kullanarak Faulkner'a sadık kalmadığımı söylediler. Bu uzun ve karmaşık cümlelerin metinde de yer alabileceğini hatırlatmak zorunda kaldım."" demiştir.
Borges'in Woolf'un Orlando [1928 (telif)-1937 (çeviri), 9 yıl arayla] ve Kendine Ait Bir Oda'sını [1929 (telif)-1936 (çeviri), 7 yıl arayla], Faulkner'ın Çılgın Palmiyeler'ini [1939 (telif)-1940 (çeviri), 1 yıl arayla] kitapların telif tarihine bu kadar yakın bir zamanda, henüz bu yazarlar bugünkü kanonik yerlerini almamışken, çevirmiş olması onun dönem edebiyatını nasıl titiz ve günlük takip ettiğini kanıtlar niteliktedir. Kaldı ki Borges bu çevirileri bu tarihlerde yapmış olsa da bu yazarlara ilişkin eleştiri yazılarını daha erken tarihlerde zaten kaleme alıyordu.
Borges, Marcel Schwob'un, Düşsel Yaşamlar isimli eserinde yer alan, Bay Burke ve Bay Hare isimli yaşam öyküsünü de İspanyolcaya çevirmiştir.
Borges'in bir başka çevirisi de Yastıkname'ydi. Borges Sei Şonagon'un eserini sevgilisi María Kodama ile birlikte "El libro de la almohada" adıyla İspanyolcaya kazandırmıştı.
Borges'in yaptığı çeviriler kadar yap(a)madığı/bitiremediği çeviriler de söz konusuydu. En yakın arkadaşlarından birisi olan Adolfo Bioy Casares ile beraber "Macbeth" çevirisine "kalkışmışlardı". 1970 yılında Shakespeare'e karşı denenen bu "taaruz" yarıda kalacaktı. Çeviri hiçbir zaman tamamlanmadı ve dolayısıyla yayımlanmadı. Borges Macbeth'e bir önsöz yazdı ama bu kendi çevirisi için değildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5071",
"len_data": 9860,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.58
}
|
Oscar Fingal O'Flahertie Wills Wilde (16 Ekim 1854, Dublin - 30 Kasım 1900, Paris), İrlandalı oyun yazarı, romancı, kısa öykücü ve şair.
İğneli üslubu ile geç Victoria dönemi Büyük Britanya'sının en başarılı ve ünlü yazarları arasına girdi. Bir dava sonucu fiili livata ve ahlaksızlıktan suçlu bulununca büyük bir düşüş yaşadı ve doğduğu ortamla tam bir zıtlık içinde Paris'te fakir bir otel odasında öldü.
Doğumu ve gençliği.
Oscar Wilde İrlanda'nın tanınmış göz cerrahlarından olan Sir William Wilde ve başarılı bir yazar, genç İrlandalı devrimcilere örnek bir şair olan Jane Francesca Wilde'ın ikinci çocuğu olarak Dublin'de doğdu. Babası 1864'te tıp bilimine hizmetleri nedeniyle şövalye unvanı almıştı.
Haziran 1855'te aile lüks bir bölgeye taşındı. Wilde'ın kardeşi Isola burada doğdu. Jane Wilde burada cumartesi akşamları Sheridan le Fanu, Samuel Lever, George Petrie, Isaac Butt ve Samuel Ferguson gibi isimleri davet ettiği partiler düzenlerdi. Wilde 9 yaşına kadar evde eğitim gördükten sonra Portora Kraliyet Okulu'na kaydoldu. Yazları aileyle geçiren Wilde kardeşler George Moore'la oyunlar oynardı.
Portora'dan mezun olduktan sonra Dublin'deki Trinity Kolejinde 1871'den 1874'e kadar eğitim gördü. Sıra dışı bir öğrenciydi, Trinity öğrencileri için en büyük ödül olan Berkeley altın madalyasını ve aynı zamanda Oxford Üniversitesi Magdalen Koleji'nden bir burs kazandı. Burada 1874'ten 1878'e kadar eğitimine devam etti ve en önemli ilkelerinden biri hayatı sanata yaklaştırmak olan estetik akımının bir parçası oldu. Magdalen'deyken 1878 Newdigate Ödülü'nü Ravenna şiiriyle kazandı. Bu şiiri Encaenia'da okuyup kaybetmiş, fakat ödülü daha sonra Tarihsel Eleştirinin Yükselişi makalesiyle almıştı.
Evliliği ve ailesi.
Oxford'dan mezun olduktan sonra Wilde, Florence Balcomb ile tanışacağı yer olan memleketi Dublin’e gitti. Fakat Florence, yazar Bram Stoker ile nişanlanınca Oscar, ona İrlanda’yı terk edeceğini yazdı. 1878’de İrlanda’dan ayrıldı ve buraya küçük ziyaretler gerçekleştirmek için, sadece iki kez döndü. Sonraki altı yılını Paris, Londra ve ABD’de geçirdi.
Londra’da kraliçenin danışmanlarından olan Horace Lloyd’un kızı Constance Lloyd ile tanıştı. Wilde ve Lloyd 29 Mayıs 1884'te Paddington, Londra’da evlendiler. Constance’ın 250 sterlinlik maaşı ikisinin de lüks bir yaşam sürmesini sağlıyordu. Çiftin bu evlilikten iki çocukları oldu: Cyril (1885) ve Vyvyan (1886). Babalarının yankı yaratan davasından sonra Constance ve çocuklar Holland soyadını aldılar. Constance 1898’de geçirdiği belkemiği ameliyatından sonra öldü. Cyril ise I. Dünya Savaşı’nda Fransa'da savaşırken öldü. Vyvyan uzun süre çevirmenlik ve yazarlık yaptı. Anılarını 1954’te yayımladı. Vyvyan’ın oğlu Merlin dedesi hakkında araştırmalar yaptı. Wilde’ın yeğeni Dolly, yazar Natalie Clifford Barney ile yaşadığı lezbiyen ilişkiyle tanınmaktadır.
Estetizmi ve felsefesi.
Magdalen Koleji’ndeyken Wilde estetizm hareketindeki fikirleriyle tanındı. Saçlarını uzattı, "eril" sporlara karşı küçümsemesini her fırsatta dile getirdi ve odasını papatya, lale ve benzeri objelerle dekore etti.
Söylentilere göre bu hareketi ona River Cherwell'de bir boğma girişimine ve odasının dağıtılmasına yol açtı, fakat estetizm fikri halk arasında daha tanıdık ve olağan bir hale geldi. "Springfield Republican" gibi bazı yayınlar, Wilde'ın Boston gezisi sırasındaki estetizm ile ilgili konuşmalarından sonra onun anlayışının, güzelliğe ve estetiğe övgüden çok şöhret amacıyla yapılan bir hareket olduğuna karar verdi. Ayrıca Wilde'ın giyim tarzı da Higginson gibi eleştirmenlerin odak noktası haline geldi. Higginson, "Unmanly Manhood" gazetesine yazdığı mektupta Wilde'ın dişiliğinin erkek ve kadınların davranışlarını etkileyeceğinden ve şiirinin erkekleri dişil züppeliğe yaklaştıracağından endişe duyduğunu belirtti. Ek olarak Wilde'ın edebiyatı, eşcinselliği ve kişisel imajını inceleyerek onun hayat tarzını ve eserlerini ahlaksız bulduğunu açıkladı.
Wilde, John Ruskin ve Walter Pater’dan derin anlamda etkilenmişti. Bu iki edebiyatçı sanatın hayattaki yeri üzerine makaleler yayımlamışlardı. Wilde daha sonra ironik bir biçimde Pater’in depresif duyguları hakkında yorum yapacaktı: Pater’in ölüm haberi üzerine ""O daha önce yaşamış mıydı ki?”" demişti. Pater’in üslubuyla Dorian Gray’in Portresi’nde “Bütün sanatlar aslında kullanışsızdır." demişti. Bu yorum edebi anlamda okunmalıydı çünkü filozof Victor Cousin tarafından oluşturulan "Sanat sanat içindir." ideolojisini içinde barındırıyordu. 1879’da Wilde, Londra’da estetizm dersleri vermeye başladı.
William Morris ve Dante Gabriel Rosetti’nin okulunun tanıttığı estetizm, İngiliz mimarisinde büyük yer edinmişti. İngiltere’nin önde gelen estetik sanatçısı Wilde zamanının en göze çarpan simalarından biri oldu. Yine de zaman zaman paradoksları ve esprili sözleri nedeniyle garipsendiği de oluyordu.
Estetizm, genel olarak Gilbert ve Sullivan’ın operası "Patience" (1881)’ta karikatürize edilmişti. Patience, New York’ta büyük başarı sağlamışken; Estetizm, Amerika’nın kalan kısımları için hala anlamsız bir isimdi. Bu nedenle Richard D’Oyly Carte, Wilde’ı Amerika’da yapılacak bir konferanslar serisine davet etti. D’Oyly Carte bu gezinin Patience’ın başarısını daha da artıracağına inanıyordu. Bu gezi Wilde’ın 3 Ocak 1882’de "SS Arizona" gemisiyle Amerika’ya varmasıyla başladı. Bu olaya ait bir kanıt olmamasına rağmen, Wilde'ın bir gümrük memuruna "Deham dışında beyan edecek hiçbir şeyim yok." dediği rivayet edilir.
Amerika ve Kanada’ya yaptığı tur sırasında Wilde birçok kasaba eleştirmeni tarafından ayıplandı. "The Wasp Wilde", estetizmi küçümseyen bir karikatüre gazetesinde yer verdi.
İngiltere’ye döndükten sonra Wilde, Pall Mall Gazette’de 1887’den 1889’a kadar köşe yazarlığı yaptı. Daha sonra Woman’s World dergisinin editörü oldu.
Siyasi fikirleri.
Wilde hayatının büyük bir bölümü boyunca sosyalizmi destekledi. Ayrıca özgürlükçü yanını da "Sonnet to Liberty" şiiriyle gösterdi. Wilde ayrıca bir pasifistti. Ve "Özgürlük kanlı elleriyle geldiğinde onunla el sıkışmak zor olacak." demişti. Politika hakkındaki ana yazısı "Sosyalizmin Etkisindeki İnsan Ruhu" dışında "Daily Chronicles"’a hapishane reformunu destekleyen yazılar yazmıştı.
Lady Florence Dixie’nin 1890’da yazdığı "Gloriana ya da 1900 Devrimi" adlı romanda Hector l'Estrange kılığındaki Gloriana’nın Avam Kamarası'na seçilmesiyle kadınlar oy hakkı kazanıyordu. Dixie’nin l’Estrange karakterini yaratırken Wilde’ı temel aldığı açıktır.
Cinselliği.
Wilde çoğu yerde biseksüel olarak nitelendirilmesine rağmen kendini Yunan kültüründen gelen bir erkek aşkı geleneğine bağlıyor ve Sokratik olduğunu iddia ediyordu. Şu kişilerle birliktelik yaşamıştı (kronolojik sıraya göre): Frank Miles, Constance Lloyd (karısı), Robert Baldwin ve Lord Alfred Douglas. Wilde ayrıca birçok jigoloyla da beraber olmuştu.
Tarihçiler genellikle Wilde’ın homoseksüelliğinin farkına 17 yaşındaki Robert Ross’a âşık olduktan sonra vardığını söylerler. Neil McKenna’nın "The Secret Life of Oscar Wilde" adlı biyografisinde Wilde’ın homoseksüelliğinin farkına 16 yaşındayken başka bir genç erkeği öptüğünde fark ettiği yazar. McKenna’ya göre Wilde 1874’te Oxford’a vardıktan sonra cinsel eğilimini keşfetti ve daha çok esmer ve sıska erkeklerden hoşlandığını öğrendi. 70'lerin sonlarına doğru Wilde eşcinsel aşkı konusunda kendisiyle aynı düşüncelere sahip bir arkadaş grubuna sahipti ve bu sıralarda Walt Whitman’la tanıştı. Bir arkadaşına Whitman’ın cinsel yönelimini açık edecek biçimde "Walt’ın öpücüğü hâlâ dudaklarımda" dediği bilinir. Wilde, 1884'te Constance Lloyd ile evlendi.
Wilde, Ross'la ilk tanıştığında kendi cinselliği konusunda hâlâ tam olarak bilgili değildi. Ross, Wilde'la tanışmadan önce de ona hayrandı ve Victoria döneminin katı ahlak anlayışına karşı ilgisizdi. Sonraları Ross, Lord Douglas'a Wilde'ın ilk erkeğinin kendisi olduğunu söyleyerek aralarında büyük bir kıskançlık başlattı. Wilde kısa zamanda içinde genç erkeklerin bulunduğu bir hayata atıldı. Ona göre ilişki panterlerle ziyafet çekmek gibiydi ve tehlike zevkin yarısıydı. Hemcins aşkı ilk kez Bay W.H.'nin Portresi adlı yapıtında işledi.
1891 yazında Lord Douglas onu şair Lionel Johnson'la tanıştırdı. Aralarında büyük bir dostluk başladı. Bu ilişkinin cinsel bir içeriği olmadığını, sadece entelektüel seviyede olduğunu daha sonraları Lord Douglas söyleyecekti.
Davası, hapis hayatı ve Reading Zindanı'na transferi.
Bir süre sonra Wilde'ın Lord Douglas ve Alfred Taylor'la ilişkileri basında yer etmeye başladı. Aktör Charles Brookfield'in de yardımıyla polisler Wilde'ın Londra suçlularıyla olan ilişkisini açığa çıkardı ve Wilde dava edildi.
Dava halkın büyük ilgisiyle 3 Nisan 1895'te başladı ve aynı şekilde 25 Mayıs'ta Wilde'ın büyük ahlaksızlık suçu nedeniyle iki yıl kürek hapsine çarptırılmasıyla bitti.
İlk başta Pentonville'de ve sonra Wandsworth'te yatan Wilde en sonunda Reading Zindanı'na transfer edildi.
Bundan sonra mahkûm C.3.3. olarak bilinen Wilde'a ilk başta kalem kâğıt bile verilmemişti; fakat daha sonra bu ihtiyacı karşılandı. Hapis günlerinde Douglas'a 50.000 kelimelik bir mektup yazdıysa da gönderme şansı bulamadı. Ölümünden sonra mektup Ross tarafından kısaltılarak De Profundis adıyla basıldı. 1962'de tam haliyle "Oscar Wilde’ın Mektupları" adı altında yayımlandı.
Salıverilmesi ve ölümü.
Hapis hayatı Wilde'a hiç yaramamıştı ve hayatının kalan üç yılını beş parasız bir halde geçirdi. Yine de hızlı bir biçimde eski zevklerine döndü. Reading Zindanı Baladı bu yıllarda yayımlandı. Son yıllarını geçirdiği "Hotel d'Alsace"'ta, daha önce hiç yapmadığı kadar cüretkar şeyler yaptığı söylenir.
Wilde, 30 Kasım 1900'de menenjitten öldü. Ölmeden hemen önce rahip Cuthbert tarafından Katolikliğe tekrar kabul edildi. Ölürken otel sahibi ve papaz yanındayken ünlü "Ya duvar kağıdı gider, ya ben." sözünü söylemiştir. Vefatının ardından "Cimetiere de Bagneur" mezarlığına gömüldüyse de, daha sonra yine Paris'teki ünlü "Pere Lachaise"’e taşındı ve "Sir Jacob Epstein" tarafından tasarlanan ve üzerinde erkek melekler olan mezartaşının altına gömüldü. Mezarı bugün bile hayranlarının öpücük izleriyle kaplıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5074",
"len_data": 10120,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.47
}
|
Jane Francesca Agnes, Lady Wilde (d. 27 Aralık 1821, Dublin - ö. 3 Şubat 1896, Londra) "Speranza" takma adıyla da yazan, İrlandalı şair, çevirmen, İrlanda halk masallarının derleyicisi ve ulusal hareket destekçisi. 12 Kasım 1851'de evlendiği Sir William Wilde'dan üç çocuğu oldu: William 'Willie' Charles Kingsbury Wilde (1852-1899), Oscar Wilde (1854-1900) ve Isola Francesca Emily Wilde (1857-1867).
Yaşamı.
Jane Wilde, Wexford'da hukuk görevlisi olan Charles Elgee (1783–1824) ve eşi Sarah'nın (d.1851) dört çocuğunun sonuncusu olarak Dublin'de dünyaya geldi. Büyük dedesi 18. yüzyılda Wexford'a gelmiş olam bir italyandı. Gotik oyunlar ve romanlar yazan Charles Maturin'in yeğeni olan Lady Wilde, 1940'larda Genç İrlanda Hareketi'ne katıldı. "Speranza" takma adıyla "The Nation" (Ulus) gazetesinde şiirleri yayınlandı. Bağımsız İrlanda'dan yana ve İngiliz karşıtı yazıları nedeniyle zaman zaman "Speranza of the Nation" (Ulusun Umudu) olarak adlandırılıyordu. "Speranza" gazetede silahlı devrim çağrısı yaptığında, Dublin Kalesi'ndeki yetkililer gazeteyi kapattılar ve editör Charles Gavan Duffy'i mahkemeye çıkardılar. Duffy makaleyi yazanın adını vermeyi reddetti. "Speranza" mahkemede ayağa kalktı ve sorumluluğu üstlendi ancak itiraf yetkililer tarafından göz ardı edildi; ama her durumda gazete İngiliz yetkililer tarafından kalıcı olarak kapatıldı.
Jane Wilde, kadın haklarının ilk savunucularındandı ve ve kadınlar için daha iyi bir eğitim kampanyaları düzenledi. Kadınlara oy hakkı için mücadele eden ünlü eylemci Millicent Fawcett'i kadın özgürlüğü üzerine konuşma yapması için evine davet etti. 1883'te evli kadınların mülkiyet hakları ile ilgili yasanın çıkmasına destek verdi.
1864 yılında eşine şövalyelik unvanı verilmesi nedeniyle Jane Wilde, "Lady" oldu. Aynı yıl içinde aile Mary Travers adında genç bir kadınla ilgili Dublin mahkemesinde görülen dava ile ilgili bir skandalla sarsıldı. 1867 yılında, kızı Isola dokuz yaşındayken yüksek ateş nedeniyle öldü. 1876 yılında da eşini kaybetti. Aile, Sir William'ın ölümünün ardından iflasın eşiğine geldiklerini öğrendi.
Lady Wilde 1879 yılında Dublin'i terkederek edebiyat çevrelerinde yeni yeni isim yapmakta olan oğulları Willie ve Oscar'ın yanına Londra'ya taşındı. Geriye kalan yaşamını kocasının İrlanda folkloru ile ilgili araştırmalarını yayınlayarak ve moda dergileri için yazarak yoksulluk içinde büyük oğlu ile birlikte geçirdi.
Lady Wilde, 1896 Ocak ayında bronşit oldu ve ölmeden önce cezaevindeki oğlu Oscar ile görüşmek istedi; ancak isteği geri çevrildi. 3 Şubat 1896'da Chelsea'deki evinde öldü. 5 Şubat'ta düzenlenen cenaze töreninin ardından Londra'da Kensal Green Mezarlığı'da, çok masraflı olduğu için bir mezar taşı bile konmadan anonim bir mezara gömüldü. 1999 yılında Oscar Wilde Derneği tarafından Kensal Green Mezarlığı'na Kelt haçı şeklinde bir anıt dikildi.
1911 yılında Lady Wilde ile yakın bir dostluk kurmuş Amerika doğumlu yazar Anna de Brémont "Oscar Wilde and His Mother" (Oscar Wilde ve Annesi) adlı bir anı kitabı yayınladı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5075",
"len_data": 3028,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.45
}
|
Père-Lachaise Mezarlığı (Fransızca: "Cimetière du Père-Lachaise"), Paris'in merkezindeki en büyük (43,93 hektar) mezarlıktır. Paris'in 20. bölgesinde bulunur.
Tarihi.
1803 yılında yapımına başlanan mezarlığın inşaatının mimarı Alexandre Théodore Brongniart'dir. 18 Mayıs 1804 tarihinde küçük bir kızın gömüldüğü bir törenle mezarlık açılmıştır. Mezarlık Paris'te ikamet edenler için inşa edilmesine rağmen o zamanlarda Paris dışında kaldığı için pek kullanılmadı.
1804 yılında Père Lachaise'de 13 mezar bulunmaktaydı. 1805 yılında 44, 1806 yılında 49, 1807 yılında 62 ve 1812 yılında 833 mezar bulunuyordu. 1817 yılında, mezarlığı popüleştirme amacıyla Paris Belediyesi, Héloïse d’Argenteuil, Pierre Abélard, Molière ve Jean de La Fontaine'in mezarlarını Père Lachaise Mezarlığı'na taşıdı. Mezarlıkta 1830 yılında 33.000 mezar bulunuyordu.
O tarihlerde Père Lachaise Mezarlığı'na 5 yenileme yapılmıştır: 1824, 1829, 1832, 1842 ve 1850 yıllarında. Bu yenilemelerden sonra mezarlık büyümüş ve 17 hektardan bugünkü haliyle 43 hektarı bulmuştur. 70.000 mezar, 5.300 ağaç, yüzlerce kedi ve iki milyon ziyaretçi ağırlamaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5078",
"len_data": 1121,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.68
}
|
Honoré de Balzac (asıl ismi Honore Balssa; 20 Mayıs 1799, Tours - 18 Ağustos 1850), Fransız yazar.
Hayatı.
Asıl adı Honoré Balssa'dır. Ancak ismini Balzac olarak değiştirmiş ve De ön takısını eklemiştir. Köy kökenli bir ailenin çocuğudur. Babası tüccardır. 6 yıl Vendome'da College des Oratoriens'te öğrenim gördü. Napolyon'un devrilmesinden sonra ailesi Paris'e taşındı. Burada 2 yıl daha okula gitti. 3 yıl bir avukatın yanında çalıştı. Ama küçük yaşlardan beri edebiyata gösterdiği eğilim ağır bastı. Trajedi türünü denediği 1819'da yazılmış "Cromwell" başarı kazanamayınca romana yöneldi. Para kazanmak için tarihsel, mizahi ve gotik romanlar yazdı. Bunları değişik adlarla yazdı. Basımcılık, yayıncılık, hatta dökümcülük yaptı. Başarılı olamayınca tekrar edebiyata döndü. Edebiyat hayatında çok başarılı eserler sundu. Birçok ülkede satılan romanları ve kitapları çok büyük ilgi gördü ve tepkileri üstüne topladı. Edebiyatta başarılı olan Balzac hayatının sonuna kadar edebiyatla uğraştı.
Edebiyat kariyeri.
1829'da yazdığı "Les Chouans" isimli tarihi roman tanınmasını sağladı. Bu eser Türkçeye (Köylü İsyanı 1974 ve Şu Anlar 1977 olarak) çevrildi. 1824-1834 arasında yayıncılarından aldığı parayla bohem bir yaşam sürdü. 1829-1831 arasında yergici gazetelere yazılar yazdı. 1830'lardan sonra bir toplum tarihi yazmak amacıyla, eski ve yeni romanlarını üç bölüm altında toplamaya karar verdi. Örf ve âdet incelemeleri, felsefi incelemeler ve çözümleyici incelemeler. Bu tasarı 1834-1837 arasında 12 cilt olarak gerçekleşti. 1840'ta bu yapıtların hepsine Dante'yi anımsatan bir başlık koydu: "İnsanlık Komedisi". 1842-1848 arasında 17 ciltlik bir baskı yapıldı. 1869-1876 arasında da 24 cilt olarak yayınlandı. Eserlerinde aynı kahramanlara tekrar tekrar yer verme düşüncesini geliştirdi. Bunu gerçekçiliğin baş romanı kabul edilen ve 1834'te yayınlanan "Goriot Baba"da uyguladı. 1836 ve 1837'de İtalya gezisine çıktı. 1828'de Versailles yakınlarında pahalı bir ev yaptırdı. Borç sorunu nedeniyle Passy'de bir eve yerleşti (Bugün Balzac müzesi). Para kazanmak için tiyatroda başarısız denemeler yaptı. Edebiyatçılar Derneği başkanı olarak yazar haklarıyla ilgili girişimlerde bulundu.
1847'de Polonya'da sevgilisi Eveline Hanska'nın şatosunda kaldı. 1850'de Eveline ile evlendi Paris'e döndüler. Birkaç ay sonra yaşamını yitirdi. Geride 85’i tamamlanmış, 50’si taslak halinde eser bıraktı. Romanda gerçekçilik ve doğalcılık akımlarının yaratıcısı olarak kabul edilir. Mantıksal bir sıra izleyen olayların her şeyi gören bir gözlemcinin ağzından anlatıldığı, kahramanların tutarlı bir biçimde sunulduğu, kuralları belli "klasik roman tekniğini" Balzac'ın kurduğu benimsenir. Olağanüstü bir gözlem yeteneği ve güçlü bir hafızası vardı. Kendisini başka insanların yerine koyup onların duygularını paylaşmayı biliyordu. Eserlerinde nedenselliği ve arka plan ile karakterler arasındaki ilişkiyi açıklamakta ustadır. Bütün bu özellikleriyle "romanın Shakespeare'i sayılır.
1789'la başlayan ve uzun bir süreç alan Fransız Devrimi sırasında gelişen toplumsal değişimi anlatan; çatışmaları, iyiyi kötüyü ortaya koyan, Cumhuriyetçiler ve Kraliyetçiler'in 1830'da ülkeyi bırakıp gitmek zorunda kalan X. Charles'e dek yaptıkları kanlı kansız tüm çekişmeyi özellikle göz önüne seren, bireylerin bu çatışmadaki ulu düşüncelerin altında aslında kendi çıkarlarını nice korumaya çalıştıklarını betimleyen; sevgi, güç gibi evrensel konuları tüm çıplaklığı ve eleştirel bir yaklaşımla inceleyen; günümüz okuruna sıkıcı gelebilecek ama öncelikle Fransa ve demokrasiyi algılayabilmekte yardımcı olması bakımından tüm dünya için önemli bir Roman yazardır. Fransız Devrimi'nin geçmişsel belgesidir kitapları.
İnsanlık Güldürüsü, yazarın 1830'da kendi yapıtlarını toplamaya başladığı bir üst yapıttır. Şu anda emin değiliz ama belki de 1830'da Kraliyetçiler'in yenilgisini perçinleyen sürgünden sonra devrimdeki ulu düşüncelerin bir yalan olduğunu düşünerek böyle bir yola gitti.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5080",
"len_data": 3960,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.49
}
|
Dorian Gray'in Portresi, Oscar Wilde'ın 1891 yılında yayımlanan felsefi romanıdır.
Wilde'in yayımlanmış tek romanıdır. Kendisi yerine tuvaldeki portresinin yaşlanmasını dileyen ve bu dileği gerçekleşince yoldan çıkıp yozlaşan haz ve güzellik tutkunu yakışıklı bir adamı konu almaktadır.
İlk kez Temmuz 1890'da İngiltere ve Birleşik Amerika'da eşzamanlı olarak "Lippincott's Monthly Magazine" adlı dergide tefrika edilmeye başladı ve ahlaksızlığı yücelttiği gerekçesiyle özellikle İngiliz basınında büyük tepkiyle karşılandı. Sanatın özünde ahlakdışı olduğunu ve herkesin Dorian Gray'de kendi günahını göreceğini savunan Wilde, ertesi yıl eseri genişletip sanat anlayışını açıklayan bir önsözle birlikte kitap olarak yayımladı.
Roman, yayımlanışından sonra meydana gelen olaylar, skandallar ve davalar nedeniyle Victoria devri insanlarının edebiyata bakışlarının; içinde yaşadıkları dünyayı, özellikle cinsellik ve erkeklikle ilgili olarak, algılama ve anlama biçimlerinin değişmesine yol açmıştır.
Konusu.
Dorian Gray, yüksek sınıfa mensup çok yakışıklı genç bir adamdır. Yeni bir sanat denemesi peşinde koşan ressam Basil Hallward, onun güzelliğinden çok etkilenmiştir ve bir portresini yaparak bu portre aracılığıyla onunla adeta bütünleşir. Dorian, Basil'in evinin bahçesinde Basil'in arkadaşı Lord Henry Wotton ile tanışır. Zevk ve güzelliğe düşkün Lord Henry, Hazcılık üzerine kurulu bu düşüncelerini Dorian'a anlatır. Dorian, Lord Henry'nin sözleri üzerine güzelliğini bir gün yitireceğini fark edince ağlayarak onun yerine Basil'in çizmekte olduğu portresinin yaşlanmasını ne kadar çok istediğini dile getirir. Dorian'ın bu dileği gerçekleşir. Ancak portresi işlediği her günahın izini taşımak üzere işaretlenir; artık bu günahların her biri portresinde kusur veya yaşlanma belirtisi olarak yer alacaktır.
Dorian'ın hayatının geri kalan kısmı Lord Henry'nin etkisi altında geçer. Onun öneri ve rahatlatmalarıyla Dorian üst üste günahlar işler. Günün birinde genç bir tiyatrocu kıza aşık olup evlenmeye karar verir. Bu evliliği onaylamayan dostları Basil ve Lord Henry'e nişanlısı Sibyl'i göstermek için tiyatroya götürür ancak nişanlısının sahnede kötü bir performans sergilemesi üzerine ona olan duyguları değişir. Sibyl, Dorian'ın onu terk edişinin gecesinde intihar eder. Dorian bu intihardan da kendini sorumlu hissetmez ve yeni günahlar işleyerek yaşamına devam eder. Hiç yaşlanmaz ne var ki tablosuna her baktığında yaşlanıp çirkinleştiğini görerek melankoliye sürüklenmektedir. Güzelliğinin bedelini gittikçe kötüleşen ruh hali ile öder.
Dorian, kimseye göstermediği resmini sonunda ressam Basil'e gösterir ve üstündeki lanetten ötürü sanatçıyı suçlayarak öldürür. Günah işlemeye devam ettikçe gittikçe yalnızlaşır ve portresini seyrederek içindeki karanlığı keşfeder. Melankoliden kurtulmak için tabloyu yok etmeye karar verir. Portresini bıçakla doğramaya kalktığı an kendini öldürür. Uşakları onu bulduğunda yerde yaşlı ve çirkin bir bedenle yatmaktadır, bu cansız bedeni uşaklar tanımazlar. Yanı başındaki tabloda ise Dorian Gray'in genç portresi vardır.
Karakterler.
Bir mektupta Wilde, karakterlerin kendisini yansıttığını belirtmiştir. "Basil Hallward kendi hakkımda düşündüklerim: Lord Henry dünyanın hakkımda düşündükleri: Dorian -belki başka yaşlarda- olmak istediğim."
Diğer karakterler:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5081",
"len_data": 3312,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.59
}
|
Bologna veya Türkçe Bolonya (Bologna lehçesi: "Bulåggna"), İtalya'nın kuzeyinde Emilia-Romagna bölgesinde yer alan bir şehirdir. Emilia-Romagna bölgesi ve aynı ismi taşıyan Bologna ilinin merkezidir.
"Kızıl Şehir" olarak da anılan Bologna, Orta Çağ mimarisinin birçok örnekleriyle doludur ve ismini de binaların çoğunun kırmızı tuğlalı olmasından almıştır. Bologna 12. yüzyılda 180 adet kuleye ev sahipliği yapıyordu. Bu nedenle çok kez o dönemin New York'u olarak anılmıştır. Aynı zamanda "Bolonez sos" adını bu şehirden almıştır.
Şehir ayrıca lâkabındaki "kızıl"a da gönderme yapılabilecek düzeyde solcu bir şehir olmasıyla tanınır. 1088'de kurulan üniversitesi, Avrupa'nın en eski üniversitesi olarak bilinir. Dante, Erasmus ve Kopernik, Bologna Üniversitesi'nin ünlü öğrencilerinden bazılarıdır.
Bologna, sık sık üst şehirlerden biri olarak sıralanır, İtalya'daki yaşam kalitesi koşullarında: Bologna 2006 yılında 5. ve 2007 yılına ise 12. olup; 103 İtalyan şehrinin dışındadır. Bu durum onun, kuvvetli endüstriyel geleneği, hayli gelişmiş geniş sosyal hizmet alanı ve onun ülke içindeki çok önemli transit ve demir yollarının çapraz noktada bulunmasından kaynaklanmaktadır.
Diğer bir özelliği de İtalya gibi futbol fanatiği bir ülkede basketbola olan tutkusudur. Devamlı EuroLeague'de oynayan iki önemli basketbol takımına sahiptir.
Nüfus gelişmesi.
Bologna komününün belediye sınırları içinde nüfusu (30.6.2010 itibarıyla) 379.778 kişidir. Bu belediye sınırları içindeki nüfusun 19. ve 20. yüzyıllarda gelişmesi resmi nüfus sayımı sonuçlarına göre şu gösterimde özetlenmiştir:
Komşu komünler.
Bologna komünü şu komünlerle sınır komşusudur: Anzola dell'Emilia, Calderara di Reno, Casalecchio di Reno, Castel Maggiore, Castenaso, Granarolo dell'Emilia, Pianoro, San Lazzaro di Savena, Sasso Marconi, Zola Predosa
Kardeş şehirler.
Bologna şu kentlerle kardeş şehir bağlantısı kurmuştur:
Resimler.
Bologna
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5086",
"len_data": 1907,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.5
}
|
Monarşi ya da tek erklik, bir hükümdarın devlet başkanı olduğu bir yönetim biçimidir. Saltanatın bir başka adıdır. Genellikle seçim dışı yöntemler kullanılır. Bu hükümdar, Türkçede kral, imparator, şah, padişah, prens, emir, kağan, hakan, han gibi çeşitli adlar alabilir. Monarşiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran en önemli özellik, devlet başkanının bu yetkiyi yaşamı boyunca elinde bulundurmasıdır. Hükümdar öldükten sonra onun soyundan biri gelir (oğlu, kızı, kardeşi gibi). Yani yetki genellikle babadan oğula geçer. Demokrasilerde ise devlet başkanı seçimle işbaşına gelir. “Monarşi” sözcüğü Türkçeye Fransızcadan ("Monarchie") geçmiştir. Cezalandırma ve bağışlama yetkileri sadece hükümdarın elindedir.
Otoritenin bir kralın veya bir imparatorun elinde olduğu yönetim türüdür.
Etimolojik anlamına bakılırsa monarşi bir kişinin yönettiği bir devlet düzenidir. Bu terim, iktidarın aynı soyda kaldığı, monarşinin en yaygın şekli olan kalıtsal monarşiyi de tanımlamakta kullanılabilir. Bununla birlikte, seçimli monarşiler de vardır.
Monarşi, yüzyıllar boyu, dünyada en yaygın yönetim biçimiydi. Bunlar çoğu zaman, geleneksel tanıma en yakın, tanrısal hakka dayanan monarşilerdi: prens, iktidarı tek başına elinde tutardı ve Tanrı'dan başka kimseye hesap vermek zorunda değildi, çünkü otoritesini Tanrı'dan aldığına inanılıyordu. Aslında, bu tip yönetim hiçbir zaman tam anlamıyla uygulanamadı. Gerçekten, en müstebit hükümdarlar bile, uyruklarının bazılarını (zengin ve güçlü soylular, etkili din adamları gibi) kollamak zorundaydılar; üstelik ulaşım ve haberleşme araçlarının yavaşlığı da onları, uzak bölgelerdeki topraklarını başkaları eliyle yönetmeye zorluyordu. Bununla birlikte otorite, kralın veya danışmanlarının elinde toplanmıştı ve halk alınan kararlara karışamıyordu.
Birçok ülkede toplumsal ve siyasal gelişim, özellikle XVIII. yüzyıl sonlarında, Meşrutîyet adı verilen yeni bir tür monarşinin doğmasına yol açtı: buna göre hükümdarın yetkileri, yazılı bir anayasa ile tanımlandı ve sınırlandı. Bu monarşi genellikle parlamenterdir ve demokratik bir rejimdir: kral, devletin simgesi olarak kalır, ancak yürütme yetkisini bir hükûmete bırakır. Hükûmet de halk tarafından seçilmiş bir millet meclisinin kararlarına uymak zorundadır. Söz gelimi Hollanda, Danimarka, Birleşik Krallık, İspanya, İsveç, Japonya ve Belçika'da bugünkü durum böyledir.
Antik monarşi.
Tüm toplumlar, tarihlerinin şu veya bu evresinde monarşiyi yaşamış ve ona kutsal bir nitelik vermiştir. Her eylemin bir ayin görünümüne büründüğü kalıcı bir dini ortam içinde yaşanılan bir dünyada, kral, ancak tanrının (İbranilerde) veya tanrıların seçtiği bir kişi, hatta mısır firavunları gibi tanrının kendi de olabilirdi. Monarşilerin bu ağırlıklı dini niteliği bu yönetim biçiminin ortadan kalkmasından sonra bile varlığını korudu: Mesela, Atina'da demokratik dönem içinde, yargıç kral, sitenin tüm dini hayatını denetimi altında tutuyordu. Tanrılar ve insanlar arasında aracılık görevini üstlenen hükümdar, kendini destekleyenlerin ve iktidarını kabul ettirmek için gerekli olan kişilerin gücünün, kendi iktidarını sınırladığını görüyordu. Mısır'da kral, defalarca rahiplerin engellemesiyle karşılaştı ve onlarla uzlaşmak zorunda kaldı; yine mikenai dönemi Yunanistan'ında krallık gücü, ayrıntılı ve bürokratik bir saray yönetimine dayanıyordu. Kral, aynı zamanda ordunun başıydı ve savaşlarda kendine eşlik eden savaşçılar sınıfını göz önünde bulundurmak zorundaydı.
Monarşilerin en mutlak nitelik kazandığı ve en uzun süre varlığını koruduğu bölgeler, tarımın sulamaya dayandığı ve karmaşık bir örgütlenme gerektirdiği yerlerdi (Nil Vadisi ve Mezopotamya deltası). Atina, Sparta veya Roma gibi başka yerlerde, oligarşi kısa süre içinde kralın yetkisi yerine kendi yetkisini kabul ettirdi. Bununla birlikte, İskender'in fethi sonucunda, Yunanistan'da doğu monarşilerinin kutsal niteliğinden geniş ölçüde esinlenen bir monarşi türü ortaya çıktı.
Modern monarşi.
Kıta Avrupası'nda monarşi, Fransız İhtilali'ne kadar sürmüştür. 1789 Fransız İhtilalinden günümüze kadar olan süreçte modern devlet anlayışının ikinci aşaması yaşanmıştır. Bu aşamada egemenlik topluma verilmiştir. Egemenliğin yetkilerinin sınırlı olarak kullanılması gerektiğinin düşünülmesi gibi gelişmelerin yaşanmasının ardından, mutlak egemenlikten farklı olarak sınırlı bir egemenlik ortaya çıkmıştır. Egemenliğin sınırlandırıldığı dönemin siyasal iktidar tipi ulus devlet olmuştur.
Rönesans'ın etkisiyle 16. yy başlarından itibaren toplumların sosyal, ekonomik ve kültürel ölçüleri değişikliğe uğramaya başlamıştır. Bu dönemde kent uygarlığının gelişmesi ve açık ekonomi düzenine geçilmesiyle sermaye, ulusal alanda ağırlığını daha fazla duyurmuştu. Burjuvazi sınıfı, niteliğini değiştirme ve üretken bir sınıf olma yolunda ilerlemekteydi. Ticarete ve el sanatlarına dayalı sermaye, giderek artış göstermekteydi. Ticaret burjuvazisinin korunması gerektiğini düşünen dönemin kralları, ticareti içte ve dışta korumaya yönelik önlemler alma yoluna girdiler. Ekonomiye egemen olan burjuvazi sınıfı, tüm yetkilerin kralda toplanmasıyla kazancını her bakımdan garantiye alabilecekleri düşüncesini taşımaktaydılar. Ayrıca kilise de kralın yönetimine girdi ve yönetimdeki ağırlığı ciddi oranda bir kayba uğramış oldu. Burada krallığın burjuvazi sınıfıyla kolaylıkla uyuşmasının bir nedeni de soylularla olan ve kökleri tarihte çok eskilere dayanan bir anlaşmazlık içinde oluşlarıdır. Krallar ve soylular tüm tarih boyunca birbirlerinin yetkilerini sınırlandırmak için uğraş vermişlerdir. Bu iki taraf arasındaki çatışmanın bir örneği de Magna Carta olarak gösterilebilir. "Özgürlük" terimi burjuvazi sınıfının temel statüsü haline gelecektir. Yeni dönem hukuku, genellik ve kesinlik karakterine sahip "modern" bir hukuk olacaktır.
Niccolò Machiavelli'ye göre; ahlakın kökenini toplum oluşturmaktadır. İnsanı evrensel bencil olarak tanımlamaktadır. Prensi ahlak dışı tutar ve toplumda düzeni sağlayacağına inanır. Ahlakın temel ilkesinin sevgi olduğu görüşündedir. Din, birleştirici olmalıdır. Bunun için de din, devlete bağlı durumda olmalıdır. Machiavelli, bu şekilde laikliği gerçekleştirmiş olur.
Jean Bodin ise, vicdan özgürlüğünü savunur. Machiavelli ile ortak yönleri; dinsel hoşgörüyü ülkenin düzeni için bir araç olarak görüyor oluşudur. Bodin'e göre kral, Tanrının vekili konumundadır ve gücünü ondan alır. Farklı dinlerde insanların birbirlerine hoşgörüyle yaklaşımında din birliğinin sağlanabileceği görüşündedir.
Thomas Hobbes da Machiavelli gibi kiliseyi devlete bağımlı kılar. Aslında hepsinin amacı; barış ve birliğin korunmasıdır. Fakat bu amaca, Bodin hoşgörüyle ulaşmayı amaçlarken Machiavelli ve Hobbes toplumu güderek ve zor kullanılarak bu ulaşmayı amaçlar. Üç düşünürün de benimseyip savunduğu yönetim biçimi mutlak egemenliktir. Üçü de görüşlerinde objektif ve tarihsel bir metot kullanmıştır.
Osmanlı monarşisi.
"Osmanlı Saltanatı" veya "Padişahlık", Osmanlı İmparatorluğu döneminde kullanılan monarşiye verilen addır. Yönetim şekli Osmanlı Hanedanı mensubu padişahın görünüşte mutlak egemen olmasına dayalıdır.
Saltanatın bazı dönemlerinde, padişahın yetkin olmamasından dolayı, Haseki sultanlar veya Valide sultanlar (hatta Mihrimah Sultan örneğinde görüldüğü gibi, padişah kızı) devlet yönetimine müdahale etmişler, hatta zaman zaman bizzat devleti yönetmişlerdir. Bu dönem Kadınlar saltanatı olarak bilinir. Dönem büyük ölçüde Osmanlı İmparatorluğu'nun duraklama dönemine denk gelir. Kanuni Sultan Süleyman'ın yaşlılık döneminde (1550 civarı) başlamış, 1656 yılında Köprülü Mehmed Paşa’nın sadrazam oluşuna kadar devam etmiştir.
Saltanatın sınırlanması.
1876 yılında II. Abdülhamid tarafından Birinci Meşrutiyet ilan edildi. 3 Ocak 1877'de Osmanlı'da ilk seçim yapıldı. Rusya'da bundan memnun değildi. 20 Nisan 1877'de Rusya, Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etti. Savaştan dolayı II. Abdülhamid 13 Şubat 1878'de parlamentoyu feshetti. 30 yıl askıda kalmasından sonra yine İkinci Meşrutiyet ilan edildi. Bununla birlikte Osmanlılar Trablusgarp Savaşı ve I. Dünya Savaşı'nda savaştı. Osmanlı'nın I. Dünya Savaşı'nda yenilmesiyle Meclis-i Mebusan 23 Nisan 1920'ya kadar açık kaldı. 28 Ocak 1920'de Son Osmanlı Meclisi Misak-ı Milli'yi kabul etti. 23 Nisan 1920'de yerini Türkiye Büyük Millet Meclisine bırakmıştır.
Saltanatın kaldırılması.
Saltanat, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)'nin 1 Kasım 1922'de kabul ettiği "Osmanlı İmparatorluğu'nun münkariz olduğuna dair" 308 numaralı kararname ile kaldırılmıştır. Kararname, ilga hükmünü geriye yürüterek "İstanbul'daki şekl-i hükûmetin 16 Mart 1336 (1920)'de tarihe intikal ettiğini" bildirmiştir. Saltanatın kaldırılmasıyla Türk tarihinin en uzun ömürlü devleti olan Osmanlı Devleti'nin 623 yıllık ömrü resmen sona ermiştir. 17 Kasım 1922'de son Padişah VI. Mehmed Vahdettin, Osmanlı'nın sonu olduğunu anlamış ve tahtından çekildiğini açıklamıştır. Aynı zamanda TBMM'ye de tahtından çekildiğini bildirmiştir. Saltanatın kaldırılmasının ardından Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5090",
"len_data": 9010,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 4.22
}
|
Rüzgarlı Mimas, Karaburun'un MÖ 4000 yıllarına kadar dayanan mitolojik adı.
Homeros'un ünlü eseri "Odysseia"'da Rüzgarlı Mimas olarak geçen "Mimas Dağı", Mordoğan-Karaburun arasındaki bugün Bozdağ diye adlandırılan dağdır. Gene Narsisus'un adını alan ve bugün aynı özelliklerle sadece Karaburun Yarımadası'nda yetişen "Nergis" çiçeği arasında bir bağ bulunmaktadır.
Yine Yunan mitolojisine göre Tanrıların tanrısı Zeus'un kıskanç karısı Hera çapkın kocası Zeus'un ölümlü kadınlar ve diğer tanrıçalarla olan ilişkilerini gözetlemek ve kendisini haberdar etmek üzere yüksek tepelere iki gözcü yerleştirir. Bunlardan biri olan İris'i Mimas dağına gönderir. Bugünkü İris gölü belki de adını buradan almaktadır.
Prehistorik çağdan beri yerleşimin var olduğu bölge, gerek mitolojik öykülerde yer alması ve gerekse Antik Çağ'da içinde bulunduğu coğrafyanın önemli uygarlıklara ve zenginliklere sahip olması itibarıyla gözalıcı bir tarihin ve kültürel mirasın sahibidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5091",
"len_data": 962,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.71
}
|
Narcissus aşağıdaki anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5092",
"len_data": 40,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.47
}
|
Nergis, nergisgiller (Amaryllidaceae) familyasından "Narcissus" cinsinden bitki türlerinin ortak adı.
Bu bitkilerde sap 20–80 cm kadar yükselebilmektedir. Soğanlı olan bu bitkilerde taç yaprakları beyaz veya sarının karışımları şeklindedir.
Anavatanı Avrupa olan bu bitkilerin en çok tür zenginliğine İspanya ve Portekiz'de rastlanmaktadır. Ancak doğal olarak tüm Akdeniz kıyılarında, hatta bunun uzantısı olan Japonya'ya kadar aynı enlem dereceleri arasında görülmektedir. Dünyada Avrupa, Kuzey Amerika, Kuzey Afrika ülkelerinde tarımı yapılmaktadır.
Bu bitkinin soğanları en az 1 sene ara ile kullanılmaktadır. Zira çiçeğini vermiş olan soğan ekilirse, bir dahaki seneye çiçek vermez.
"Narcissus poeticus", Türkiye'de Ege Bölgesi'nde özellikle Karaburun ve Mordoğan'da yetiştirilmektedir.
Kastamonu ili, İnebolu ilçesinde zellankadef denilen bu çiçek halk pazarlarında köylü kadınlar tarafından satılır. Zellankadef Azerbaycan'da ve Urdu dilinde de nergis çiçeği yerine kullanılır.
Tanım.
30–35 cm kadar boylanabilen tek yıllık soğanlı bitkilerdir. Parlak yeşil yaprakları vardır. Çiçekleri az sayıda, şemsiyemsi dizilişlidir. Çiçekleri hoş kokulu, sarı ve beyaz renklidir. Ayrıca çiçekleri kesme çiçek olarak da kullanılabilir.
Işık İsteği: Tam güneş ve yarı gölge yerleri tercih eder.
Sıcaklık İsteği: Bitkinin çiçeklerinin hemen solmaması için çiçek açtığı dönemde fazla güneşten korunması gerekmektedir.
Toprak İsteği: Kumlu-tınlı topraklarda iyi gelişme gösterirler.
Sulama: Eğer bahçede toprakta ise hiç sulanmaz, doğal şartlara göre yaşarlar, saksıda yetiştiriliyorsa, yapraklar sararana kadar toprak kontrol edilir ve biraz nem kaybettikçe sulanmalıdır.
Gübreleme: Bir yıl önce ahır gübresi ile gübrelenmiş toprağa dikilirlerse daha iyi çiçeklenme gerçekleşmektedir.
Budama: Çiçeklenme dönemi geçtikten sonra budanmalıdır.
Üretimi: Tohum ve yavru soğanlar ayrılarak çoğaltılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5093",
"len_data": 1887,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.62
}
|
Narsisizm veya özseverlik, kişinin kendi bedensel ve/veya zihinsel benliğine karşı duyduğu hayranlık ve bağlılık, kabaca tabirle kişinin kendisine aşık olması olarak tanımlanan bir terimdir. Kelime kökeni Yunan mitolojisinde bir kahraman olan Narkissos'dan gelir. Narkissos adını narkoza ve bir çiçek familyası olan nergisgillere de vermiştir. Narsisizmin ileri boyutlarda olmasına tıpta narsisistik kişilik bozukluğu adı verilmektedir. Sigmund Freud narsisizmi "dış dünyadan soyutlanan libidonun (cinsel enerji) egoya (ben) yönlendirilmesi" şeklinde açıklamıştır. Yani libidonun büyük bir depoda toplanır gibi egoda toplanması ve daha sonra nesnelere yönlendirilmesi; fakat kolaylıkla tekrar soyutlanarak egoya yönlenmesi durumudur.
Bebek dış dünya ile ilişki kuramadığı erken bebeklik döneminde gerçek bir narsisizm durumu içindedir. Libido dış dünyaya yönlendirilmemiştir. Bebeğin nesneleri "ben olmayan nesneler" olarak algılaması aylar alır. "Ben" ve "ben olmayan" arasında bir ayrım yapamaz. Dış dünyaya ilgi duymuyordur ve dış dünyada bile değildir. Bebek için tek gerçek kendisidir. Acıkması, susaması, üşümesi bebek için tek gerçekliktir. Bu durum "birincil narsisizm" olarak tanımlanır.
Bebek büyüdükçe dış dünya ile ilişkileri artar ve dış dünya kurallarını öğrenir. Giderek libidosunu nesnelere yönlendirir; nesne sevgisi ve giderek nesnel düşünce ağırlık kazanır. İnsan her ne kadar libidosuna nesne bulabilse de mutlaka görece olarak bir ölçüde narsisist kalır. Bu durumu "ikincil narsisizm" olarak tanımlanmıştır.
Narsisizm insan için yaşamını sürdürebilmesi açısından bir ölçüde gereklidir. Bazı durumlarda; kişinin narsisizmi toplum için, hatta kendi akıl sağlığı için makul oranlarda değilse, kişi akıl hastalıklarıyla karşılaşabilir. Önemli psikiyatrik rahatsızlıklar olan nevroz, paranoya hatta psikozda narsisizm etkileri görülmektedir. Birincil narsisizmde bebek dış dünyanın ayrımına varmamışken; ikincil narsisizmde dış dünya gerçekliğini yitirmiştir.
Narsisizmin çok özel bir türü de, Roma sezarları, Mısır firavunları, diktatörler gibi çok güçlü kişilerde bulunan türüdür. Bu insanlar adeta nefes alıp yürüyen yeryüzü tanrıları gibidirler kendi gözlerinde. Yaşam ya da ölüm gibi önemli doğa olaylarına bile bir tek cümleyle karar verebilmekteydiler. En büyük korkuları güçlerini kaybetmeleri, ölüm, etraflarındaki herkesin kendilerine düşman olmasıydı. Güçlerinin ve şehvetlerinin bir sınırı yokmuş gibi davranmaya çalışırlar; sayısız insan öldürüp, sayısız şatolar kurarlardı. Varlıklarının kendilerinin de çözemediği sorununu insan değilmiş gibi çözmeye çalışsalar da aslında durumları düpedüz deliliktir. Dış dünya "ben" olmadığı için, narsisist kişi dış dünyayı anlayamaz/algılayamaz ve bu durum kişide korku yaratır. Diktatör gitgide daha yıkıcı, daha yalnız ve korkak olur.
Narsisistik kişilik bozukluğu olan kişiler, başkalarının düşünce ya da isteklerine gereken ilgiyi gösteremeyen kişilerdir. Plan ve hedeflerine ulaşamadıklarında, gereken ilgiyi göremediklerinde aynı Narkissos gibi erirler, çökerler. Başkalarının hakkına saygı göstermeden ve gerçeklerle bağdaşmasa bile daima kendilerini haklı göstererek ve o hedefi, gerekli emeği vermeden bile hak etmiş sayarak en önde, en gözde ve tek olmak isterler. Kendilerini başkalarının yerine koyamaz ve başkalarını anlayamazlar. Sanki her şey sadece kendileri için vardır ve ne olursa olsun her şeyin kendi amaçlarına hizmet etmesi gerekir. Başkalarının fikir ve hareketleri kendi amaçlarına hizmet ediyorsa vardır, aksi halde bu fikir ve hareketler tahammül edilemez düşüncelerdir. Gerçekle bağdaşmayan, başkalarının zararına olup sadece kendi çıkarlarına uygun, kendi plan ve hedeflerine hitap eden maddi ve manevi kazanç sağlayabilecek plan ve hedeflerine ulaşamadıklarında öfkelerine hakim olamaz, saldırganlaşır, çöker, hatta ağır psikotik tablolara girerler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5094",
"len_data": 3848,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 4.07
}
|
Botanik veya bitki bilim(ler)i, bitki biyolojisi, fitoloji, bitki yaşamı ile ilgili bir bilim dalı ve biyolojinin bir koludur. Bir botanikçi, bitki bilimcisi veya fitolog, bu alanda uzmanlaşmış bir bilim insanıdır. "Botanik" terimi; otlak, ot veya yem anlamına gelen ("botanē") kelimesinden türetilmiştir. Geleneksel olarak, botanik, mantarları ve algleri de içine alan bir bilim dalıdır. Günümüzde, botanikçiler (tam anlamıyla), 391.000'i damarlı bitki türü (yaklaşık 369.000 çiçekli bitki türü dahil) ve yaklaşık 20.000'i kara yosunu olan yaklaşık 410.000 kara bitkisi türünü incelemektedir.
Botanik, ilk insanların yenilebilir, şifalı ve zehirli bitkileri tanımlama ve daha sonra yetiştirme çabalarıyla herboloji olarak tarih öncesinde ortaya çıktı ve bu da onu bilimin en eski dallarından biri haline getirdi. Genellikle manastırlara bağlı orta çağ fizik bahçeleri, tıbbi öneme sahip bitkiler içeriyordu. Bunlar 1540'lardan itibaren kurulan üniversitelere bağlı ilk botanik bahçelerinin öncüleriydi. Bu bahçelerin en eskilerinden biri Padova botanik bahçesiydi. Bu bahçeler, bitkilerin akademik olarak çalışılmasını kolaylaştırdı. Bitki koleksiyonlarını kataloglama ve açıklama çabaları, bitki taksonomisinin de başlangıcıydı ve bu çabalar botaniği 1753'te, Carl Linnaeus'un bugüne kadar kullanımda olan ikili adlandırma sistemine götürdü.
19. ve 20. yüzyıllarda, bitkilerin incelenmesi için optik mikroskopi ve canlı hücre görüntüleme yöntemleri, elektron mikroskobu, kromozom sayısının analizi, bitki kimyası ve enzimlerin ve diğer proteinlerin yapısı ve işlevi dahil olmak üzere yeni teknikler geliştirildi. 20. yüzyılın son yirmi yılında botanikçiler, bitkileri daha doğru bir şekilde sınıflandırmak için genomik ve proteomik ve DNA dizileri dahil olmak üzere moleküler genetik analiz tekniklerini kullandılar.
Modern botanik, bilim ve teknolojinin diğer alanlarının çoğundan girdiler içeren geniş, çok disiplinli bir konudur. Araştırma konuları arasında bitki yapısı, büyüme ve farklılaşma, üreme, biyokimya ve birincil metabolizma, kimyasal ürünler, gelişme, hastalıklar, evrimsel ilişkiler, sistematiği ve bitki taksonomisi çalışmaları yer alır. 21. yüzyıl bitki bilimindeki baskın temalar, bitki hücrelerinin ve dokularının farklılaşması sırasında gen ekspresyonunun mekanizmaları ve kontrolü olan moleküler genetik ve epigenetiktir. Botanik araştırmaları, temel gıda, kereste, yağ, kauçuk, lif ve ilaç gibi malzemeleri, modern bahçecilikte, tarım ve ormancılıkta, bitki çoğaltmada, ıslahta ve genetik modifikasyonda, inşaat için kimyasalların ve hammaddelerin sentezinde kullanmada çeşitli uygulamalara sahiptir ve enerji üretimi, çevre yönetimi ve biyolojik çeşitliliğin sürdürülmesi konularını içerir.
Tarih.
Erken botanik.
Botanik orijinli olan herbalizm, bitkileri tıbbi özellikleri sebebiyle kullanma çalışmalarıdır. Holosen dönemine ait birçok kayıt, erken botanik bilgisinin 10.000 yıl öncesine kadar uzandığını göstermektedir. Bu kayıt dışı bitki bilgisi, günümüzde Cherokee topraklarının çoğunu oluşturan Tennessee'deki insan işgalinin eski bölgelerinde keşfedildi. İlk kaydedilen botanik tarihi, birçok eski yazı ve bitki sınıflandırmasını içerir. Erken botanik eserlerin örnekleri, Hindistan'dan MÖ 1100 öncesine dayanan eski metinlerde, arkaik Avestan yazılarında ve MÖ 221'de birleşik olmayan Çin'den gelen çalışmalarda bulunmuştur.
Modern botaniğin kökleri Antik Yunan'a özellilke Aristoteles'in öğrencisi olan Theophrastus (c. 371-287 BC)'a dayanır. Aristo'nun çalışmaları botaniğin ilkelerinin birçoğu açıklar ve Aristo bilimsel topluluk tarafından yaygın bir biçimde "Botaniğin babası" olarak isimlendirilir. adlı başlıca çalışmaları, "Enquiry into Plants" ve "On the Causes of Plants" neredeyse on yedi yüzyıl sonra, Orta Çağlara kadar botanik bilimine en önemli katkıları oluşturur.
Botanik üzerinde erken bir etki yaratan Antik Yunan'dan bir başka eser, birinci yüzyılın ortalarında Yunan doktor ve farmakolog Pedanius Dioscorides tarafından yazılan bitkisel ilaçlarla ilgili beş ciltlik bir ansiklopedi olan "De Materia Medica'dır". "De Materia Medica", 1500 yıldan fazla bir süredir geniş çapta okunmaktadır. Ortaçağ Müslüman dünyasından önemli katkılar arasında İbn Vahşiyye'nin "Nabatean Tarımı", Abū Ḥanīfa Dīnawarī'nın (828-896) "Bitkiler Kitabı" ve İbn Bassal'ın "Toprakların Sınıflandırılması" bulunmaktadır. 13. yüzyılın başlarında, Abu al-Abbas al -Nabati ve Ibn al-Baitar (ö. 1248) sistematik ve bilimsel bir şekilde botanik üzerine çalışmalar yaptı.
16. yüzyılın ortalarında, bir dizi İtalyan üniversitesinde " botanik bahçeleri " kuruldu - 1545'teki Padua botanik bahçesi genellikle orijinal konumunda olan ilk bahçe olarak kabul edilir. Bu bahçeler, bitkilerin tıbbi kullanım için yetiştirildiği, genellikle manastırlarla ilişkilendirilen eski "fizik bahçelerinin" pratik değerini sürdürdü. Botaniğin büyümesini akademik bir konu olarak desteklediler. Bahçelerde yetişen bitkiler hakkında dersler verildi ve tıbbi kullanımları gösterildi. Botanik bahçeleri çok daha sonra kuzey Avrupa'ya geldi; İngiltere'de birincisi, 1621'de Oxford Üniversitesi Botanik Bahçesi idi. Bu dönem boyunca, botanik tıbba sıkı sıkıya bağlı kaldı.
Alman hekim Leonhart Fuchs (1501-1566), ilahiyatçı Otto Brunfels (1489-1534) ve doktor Hieronymus Bock (1498-1554) (Hieronymus Tragus olarak da anılır) ile birlikte "üç Alman botanik babasından” biriydi. Fuchs ve Brunfels, kendi orijinal gözlemlerini yapmak için önceki çalışmaları kopyalama geleneğinden koptu. Bock kendi bitki sınıflandırma sistemini yarattı.
Hekim Valerius Cordus (1515-1544), botanik ve farmakolojik açıdan önemli bir bitkisel eser olan "Historia Plantarum'u" 1544'te ve kalıcı öneme sahip bir farmakope olan "Dispensatorium'u" 1546'da yazdı. Naturalist Conrad von Gesner (1516-1565) ve bitki uzmanı John Gerard (1545– c. 1611) bitkilerin tıbbi kullanımlarını kapsayan eserler yayımladılar. Doğa bilimci Ulisse Aldrovandi (1522-1605), bitkilerle ilgili çalışmaları da içeren "doğa tarihinin babası" olarak kabul edildi. Polymath Robert Hooke, 1665 yılında erken bir mikroskop kullanarak mantarda ve kısa bir süre sonra canlı bitki dokusunda kendi icat ettiği bir terim olan hücreleri keşfetti.
Erken modern botanik.
18. yüzyılda, bitki tanımlama sistemleri, tanımlanamayan bitkilerin karakter çiftleri arasında bir dizi seçim yapılarak taksonomik gruplara (örneğin aile, cins ve tür) yerleştirildiği ikili anahtarlara benzer şekilde geliştirildi. Karakterlerin seçimi ve sırası, tamamen tanımlama (teşhis anahtarları) için tasarlanmış anahtarlarda yapay olabilir veya sinoptik anahtarlardaki taksonların doğal veya fiziksel düzeniyle daha yakından ilişkili olabilir. 18. yüzyıla gelindiğinde, yeni keşfedilen ülkelerden ve dünya çapındaki Avrupa kolonilerinden artan sayıda araştırma için yeni bitkiler Avrupa'ya geliyordu. 1753'te Carl von Linné (Carl Linnaeus), modern botanik terminolojinin referans noktası olan bitki türlerinin hiyerarşik bir sınıflandırması olan Species Plantarum'unu yayınladı. Bu, ilk adın cinsi temsil ettiği ve ikincisinin cins içindeki türleri tanımladığı standart bir iki terimli veya iki parçalı adlandırma şeması oluşturdu. Linnaeus'un Systema Sexuale eseri bitkileri erkek organların sayısına göre 24 grupa ayırmıştır. 24. grup olan "Cryptogamia", gizlenmiş üreme kısımlarına sahip tüm bitkileri, yosunları, ciğerotları, eğrelti otları, algler ve mantarları içermektedir.
Bitki anatomisi, morfolojisi ve yaşam döngüleri hakkındaki artan bilgi, bitkiler arasında Linnaeus'un yapay cinsel sisteminden daha fazla doğal afinite olduğunun farkına varılmasına yol açtı. Adanson (1763), de Jussieu (1789) ve Candolle (1819), bitkileri daha geniş bir ortak karakter yelpazesi kullanarak gruplandıran ve yaygın olarak takip edilen çeşitli alternatif doğal sınıflandırma sistemleri önerdi. Candollean sistemi, morfolojik karmaşıklığın ilerleyişine ilişkin fikirlerini yansıtıyordu ve daha sonra 19. yüzyılın ortalarına kadar etkili olan Bentham & Hooker sistemi, Candolle'un yaklaşımından etkilendi. Darwin'in "Türlerin Kökeni'ni" 1859'da yayınlaması ve ortak soy kavramı, yalnızca morfolojik benzerlikten farklı olarak evrimsel ilişkileri yansıtmak için Candollean sisteminde değişiklikler yapılmasını gerektiriyordu.
Botanik, ilk "modern" ders kitabı olan Matthias Schleiden'den "" ortaya çıkışıyla büyük ölçüde canlandı. "Bilimsel Botanik İlkeleri" olarak 1849'da İngilizce olarak yayınlandı. Schleiden, Theodor Schwann ve Rudolf Virchow ile birlikte hücre teorisini kuran ve Robert Brown tarafından 1831'de tanımlanan hücre çekirdeğinin önemini ilk kavrayanlardan biri olan bir mikroskopist ve erken bir bitki anatomistiydi. 1855'te Adolf Fick, Fick'in biyolojik sistemlerdeki moleküler difüzyon oranlarının hesaplanmasını sağlayan yasalarını formüle etti.
Geç modern botanik.
Gregor Mendel (1822-1884) ile ortaya çıkan gen kromozom kalıtım teorisine dayanan August Weismann (1834-1914), kalıtımın yalnızca gametler aracılığıyla gerçekleştiğini kanıtladı. Başka hiçbir hücre, miras alınan karakterleri aktaramaz. Katherine Esau'nun (1898-1997) bitki anatomisi üzerine yaptığı çalışma, hala modern botaniğin önemli bir temelidir. "Plant Anatomy" and "Anatomy of Seed Plants" kitapları, yarım yüzyıldan uzun süredir önde gelen bitki yapısal biyolojisi metinleridir.
Bitki ekolojisi disiplininin öncülüğünü, bitkilerin topluluklar oluşturduğu hipotezini üreten Eugenius Warming ve bitki yaşam formlarını tanımlama sistemi bugün hala kullanımda olan danışmanı ve halefi Christen C. Raunkiær gibi botanikçiler tarafından 19. yüzyılın sonlarında başlatıldı. Ilıman geniş yapraklı orman gibi bitki topluluklarının bileşiminin ekolojik bir ardışık süreçle değiştiği kavramı Henry Chandler Cowles, Arthur Tansley ve Frederic Clements tarafından geliştirilmiştir. Clements, bir çevrenin destekleyebileceği en karmaşık bitki örtüsü olarak doruk bitki örtüsü fikriyle tanınır ve Tansley ekosistem kavramını biyolojiye tanıtmıştır. Alphonse de Candolle'un daha önceki kapsamlı çalışmasına dayanan Nikolai Vavilov (1887-1943), ekonomik bitkilerin biyocoğrafyası, menşe merkezleri ve evrimsel tarihinin hesaplarını üretmiştir.
Özellikle 1960'ların ortalarından bu yana, terleme (suyun bitki dokuları içinde taşınması), yaprak yüzeyinden su buharlaşma oranlarının sıcaklığa bağımlılığı ve suyun moleküler difüzyonu gibi bitkisel fizyolojik süreçlerinin fiziğinin anlaşılmasında ilerlemeler kaydedilmiştir. Stomataaçıklıkları yoluyla buhar ve karbondioksit salınır. Bu gelişmeler, stoma açıklıklarının boyutunu ve fotosentez oranını ölçmek için yeni yöntemlerle birleştiğinde, bitkiler ve atmosfer arasındaki gaz değişim oranlarının tam olarak tanımlanmasını sağladı. Rothamsted Experimental Station'daki Ronald Fisher, Frank Yates ve diğerleri tarafından istatistiksel analizdeki yenilikler, botanik araştırmada rasyonel deneysel tasarımı ve veri analizini kolaylaştırdı. 1948'de Kenneth V. Thimann tarafından oksin bitki hormonlarının keşfi ve tanımlanması, bitki büyümesinin dışarıdan uygulanan kimyasallarla düzenlenmesini sağladı. Frederick Campion Steward, bitki hormonları tarafından kontrol edilen mikro çoğaltma ve bitki doku kültürü tekniklerine öncülük etti. Sentetik oksin 2,4-Diklorofenoksiasetik asit veya 2,4-D, ilk ticari sentetik herbisitlerden biriydi.
Bitki biyokimyasındaki 20. yüzyıl gelişmeleri, spektroskopi, kromatografi ve elektroforez gibi modern organik kimyasal analiz teknikleri tarafından yönlendirilmiştir. Moleküler biyoloji, genomik, proteomik ve metabolomiklerin ilgili moleküler ölçekli biyolojik yaklaşımlarının yükselişiyle, bitki genomu ile bitkilerin biyokimyası, fizyolojisi, morfolojisi ve davranışlarının çoğu yönü arasındaki ilişki ayrıntılı deneysel analize tabi tutulabilir. İlk olarak 1902'de Gottlieb Haberlandt tarafından , tüm bitki hücrelerinin totipotent olduğu ve "in vitro" olarak yetiştirilebileceği fikri "," nihayetinde genetik mühendisliğinin deneysel olarak belirli bir özellikten sorumlu bir gen veya genleri yok etmek için kullanılmasını sağladı. ilgilenilen bir genin ifade edildiğini bildiren GFP gibi genler eklendi. Bu teknolojiler, pestisitleri, antibiyotikleri veya diğer farmasötikleri sentezlemek için biyo-reaktörlerde yetiştirilen bütün bitkilerin veya bitki hücresi kültürlerinin biyoteknolojik kullanımına ve ayrıca gelişmiş verim gibi özellikler için tasarlanmış genetiği değiştirilmiş mahsullerin pratik uygulamasına olanak tanır.
Modern sistematik, bitkiler arasındaki filogenetik ilişkileri yansıtmayı ve keşfetmeyi amaçlamaktadır. Modern Moleküler filogenetik, veri olarak DNA dizilerine dayanarak morfolojik karakterleri büyük ölçüde göz ardı eder. Çoğu çiçekli bitki familyasından DNA dizilerinin moleküler analizi, Angiosperm Phylogeny Group'un 1998 yılında çiçekli bitkilerden oluşan bir filogeniyi yayınlamasına ve anjiyosperm aileleri ve türler arasındaki ilişkiler hakkındaki birçok soruyu yanıtlamasına olanak sağladı. Bitki türlerinin ve ticari çeşitlerin DNA barkodlama ile tanımlanmasına yönelik pratik bir yöntemin teorik olasılığı, aktif güncel araştırmaların konusudur.
Kapsam ve önemi.
Bitkilerin incelenmesi hayati önem taşımaktadır, çünkü insanlara ve diğer organizmalara var olmaları gereken kimyasal enerjiyle aerobik solunum sağlayan oksijen ve besinlerin büyük bir kısmını üreterek Dünya'daki neredeyse tüm hayvan yaşamını desteklerler. Bitkiler, algler ve siyanobakteriler, su ve karbondioksiti hem kimyasal enerji kaynağı hem de organik moleküllerin kaynağı olarak kullanılabilen şekere dönüştürmek için güneş ışığının enerjisini kullanan bir süreç olan fotosentezi gerçekleştiren başlıca organizma gruplarıdır. Fotosentezin bir yan ürünü olarak bitkiler, hemen hemen tüm canlıların hücresel solunum için ihtiyaç duydukları bir gaz olan oksijeni atmosfere salarlar. Ayrıca küresel karbon ve su döngülerinde etkilidirler ve bitki kökleri toprağı bağlayarak stabilize ederek toprak erozyonunu önler. Bitkiler, toprağı oluşturup muhafaza etmenin yanı sıra insanlar için besin, oksijen, ilaç ve ürünler sağladıkları için insan toplumunun geleceği için çok önemlidir.
Tarihsel olarak, tüm canlılar ya hayvanlar ya da bitkiler olarak sınıflandırıldı ve botanik, hayvan olarak kabul edilmeyen tüm organizmaların incelenmesini kapsıyordu. Botanistler, bitki organelleri, hücreler, dokular, bütün bitkiler, bitki popülasyonları ve bitki toplulukları içindeki hem iç işlevleri hem de süreçleri inceler. Bu seviyelerin her birinde, bir botanikçi bitki yaşamının sınıflandırılması (taksonomi), filogenisi ve evrimi, yapısı (anatomi ve morfolojisi) veya işlevi (fizyolojisi) ile ilgilenebilir.
"Bitki" sıkı tanım sadece "toprak bitkiler" veya içeren embryophytes arasında, tohum bitkileri (açıktohumlu dahil olmak üzere, çam ve bitkilerin çiçek) ve serbest-spor oluşturan kriptogamların içeren eğrelti otları, clubmosses, kuzu yosunları, boynuzluciğerotları ve yosunlar. Embriyofitler, enerjisini güneş ışığından fotosentez yoluyla elde eden bir atadan gelen çok hücreli ökaryotlardır. Alternatif haploid ve diploid fazları olan yaşam döngüleri vardır. Olarak bilinen embryophytes cinsel haploid faz gametofit gelişmekte diploid embriyo besleyen sporofit ömrünün en azından kısmen için dokular içinde, daha gametofit kendisi üst sporofit beslenmektedir tohum bitkilerde. Daha önce Botanikçiler tarafından incelenmiştir, organizmaların diğer grupları (şimdi incelenen bakteriler bakteriyoloji, mantarlar () Mikoloji dahil -) liken 'i oluşturan mantarlara (Likenolojinin), non- chlorophyte yosun (Fikoloji) ve virüs (viroloji). Bununla birlikte, botanikçiler tarafından bu gruplara hala ilgi gösterilmekte ve mantarlar (likenler dahil) ve fotosentetik protistler genellikle başlangıç botanik kurslarında ele alınmaktadır.
Paleobotanistler , bitkilerin evrimsel tarihi hakkında bilgi sağlamak için fosil kayıtlarındaki eski bitkileri incelerler. Yeryüzündeki ilk oksijen salgılayan fotosentetik organizmalar olan siyanobakterilerin, erken bir ökaryot ile endosimbiyotik bir ilişkiye girerek bitkilerin atasını oluşturduğu ve sonuçta bitki hücrelerinde kloroplast haline geldiği düşünülüyor.
21. yüzyılın önemli botanik soruları arasında, bitkilerin, yaşamın temel bileşenlerinin küresel döngüsünde birincil üreticiler olarak rolü vardır: enerji, karbon, oksijen, nitrojen ve su ve tesis yönetimimizin küresel çevre sorunlarının ele alınmasına yardımcı olabileceği yollar. Kaynak yönetimi, koruma, insan gıda güvenliği, biyolojik olarak istilacı organizmalar, karbon tutumu, iklim değişikliği ve sürdürülebilirlik.
İnsan beslenmesi.
Neredeyse tüm temel gıdalar ya doğrudan bitkiler tarafından birincil üretimden ya da dolaylı olarak onları yiyen hayvanlardan gelir. Bitkiler ve diğer fotosentetik organizmalar besin zincirlerinin çoğunun temelinde yer alırlar çünkü güneşten gelen enerjiyi ve topraktan ve atmosferden gelen besinleri kullanarak onları hayvanlar tarafından kullanılabilecek bir forma dönüştürürler. Ekologların ilk trofik seviye dedikleri şey budur. Kenevir, teff, mısır, pirinç, buğday ve diğer tahıl otları, bakliyat, muz ve plantain gibi başlıca temel gıdaların modern formları ve ayrıca lifleri için yetiştirilen kenevir, keten ve pamuk, en çok arzu edilen özelliklere sahip yabani atalardan kalma bitkiler arasından binlerce yıllık tarih öncesi seleksiyonun sonucudur.
Botanistler, bitkilerin nasıl yiyecek ürettiklerini ve örneğin bitki ıslahı yoluyla verimin nasıl artırılacağını inceleyerek, çalışmalarını insanlığın dünyayı besleme ve gelecek nesiller için gıda güvenliği sağlama yeteneği için önemli hale getiriyor. Botanistler ayrıca tarımda önemli bir sorun olan yabani otları ve tarım ve doğal ekosistemlerdeki bitki patojenlerinin biyolojisi ve kontrolünü de inceler. Etnobotani, bitkiler ve insanlar arasındaki ilişkilerin incelenmesidir. Tarihsel bitki-insan ilişkilerinin araştırılmasına uygulandığında etnobotanik arkeobotanik veya paleoetnobotanik olarak adlandırılabilir. En eski bitki-insan ilişkilerinden bazıları, yenmeyen bitkilerden yenilebilir bitkilerin tanımlanmasında Kanada'nın yerli halkı arasında ortaya çıktı. Yerli halkın bitkilerle olan bu ilişkisi etnobotanistler tarafından kaydedildi.
Bitki biyokimyası.
Bitki biyokimyası, bitkiler tarafından kullanılan kimyasal süreçlerin incelenmesidir. Bu işlemlerden bazıları, fotosentetik Calvin döngüsü ve krassulacean asit metabolizması gibi birincil metabolizmalarında kullanılır. Diğerleri vücutlarını oluşturmak için kullanılan selüloz ve lignin gibi özel malzemeler ve reçineler ve aroma bileşikleri gibi ikincil ürünler yaparlar.
Bitkiler ve topluca " alg " olarak bilinen diğer çeşitli fotosentetik ökaryot grupları, kloroplast olarak bilinen benzersiz organellere sahiptir. Kloroplastların, eski bitki ve alg ataları ile endosimbiyotik ilişkiler oluşturan siyanobakterilerden geldiği düşünülmektedir. Kloroplastlar ve siyanobakteriler mavi-yeşil pigment klorofil "a içerir". Klorofil "a" (aynı zamanda bitkisi ve yeşil alglere özgü kuzeni klorofil "b") , spektrumun mavi-mor ve turuncu / kırmızı kısımlarındaki ışığı emerken, bizim bu organizmaların karakteristik rengi olarak gördüğümüz yeşil rengi yansıtırlar. Bu pigmentlerin absorbe ettiği kırmızı ve mavi ışıktaki enerji, kloroplastlar tarafından, yan ürün olarak moleküler oksijen (O 2) üreten oksijenli fotosentez yoluyla karbondioksit ve sudan enerji açısından zengin karbon bileşikleri yapmak için kullanılır.
Klorofil "a" tarafından yakalanan ışık enerjisi, başlangıçta enerjiyi geçici olarak depolayan ve taşıyan ATP ve NADPH moleküllerini yapmak için kullanılan elektronlar (ve daha sonra bir proton gradyanı) biçimindedir. Enerjileri, 3-karbonlu şeker gliseraldehit 3-fosfat (G3P) moleküllerini üretmek için rubisco enzimi tarafından Calvin döngüsünün ışıktan bağımsız reaksiyonlarında kullanılır. Gliseraldehit 3-fosfat, fotosentezin ilk ürünüdür ve glikoz ve biyolojik kaynaklı hemen hemen tüm diğer organik moleküllerin sentezlendiği hammaddedir. Glikozun bir kısmı kloroplastta depolanan nişastaya dönüştürülür. Nişasta, kara bitkilerinin ve alglerin çoğunun karakteristik enerji deposudur, ayçiçeği familyası Asteraceae'de aynı amaç için bir fruktoz polimeri olan inülin kullanılır. Glikozun bir kısmı bitkinin geri kalanına ihraç edilmek üzere sükroza (genel sofra şekeri) dönüştürülür.
Hayvanların (kloroplast içermeyen) aksine, bitkiler ve onların ökaryot akrabaları, tüm yağ asitlerini ve amino asitlerin çoğunu sentezlemek de dahil olmak üzere kloroplastlarına birçok biyokimyasal rol atamıştır. Kloroplastların ürettiği yağ asitleri, hücre zarlarını oluşturmak için malzeme sağlamak ve bitki kütikülünde bulunan ve kara bitkilerinin kurumasını önleyen polimer kütini yapmak gibi birçok şey için kullanılır.
Bitkiler, kara bitkisi hücre duvarının inşa edildiği polisakkarit molekülleri selüloz, pektin ve ksiloglukan gibi bir dizi benzersiz polimeri sentezler. Vasküler kara bitkileri, bir bitki su stresi altında içlerinden su emdiğinde çökmelerini önlemek için ksilem trakeidlerinin ve damarlarının ikincil hücre duvarlarını güçlendirmek için kullanılan bir polimer olan lignini yapar. Lignin, bir bitki için yapısal destek sağlayan ve ahşabın ana bileşenlerinden biri olan sklerenkima lifleri gibi diğer hücre türlerinde de kullanılır. Sporopollenin, fosil kayıtlarında erken kara bitki sporlarının ve tohum bitkilerinin polenlerinin hayatta kalmasından sorumlu olan kara bitkilerinin sporlarının ve polenlerinin dış hücre duvarlarında bulunan kimyasal olarak dirençli bir polimerdir. Ordovisiyen döneminde kara bitki evriminin başlangıcı için bir işaret olarak kabul edilir. Bugün atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonu, Ordovisyen ve Silüriyen dönemlerinde bitkilerin karaya çıktığı zamandan çok daha düşük. Birçok tek çenekliler gibi mısır ve ananas ve bazı dikotlardan gibi Asteraceae bağımsız olarak gelişen, gibi yollar Crassulacean asit metabolizması ve C karbon fiksasyonu kaynaklanan kayıpları önlemek fotosentez için yolunun fotorespirasyon daha yaygın olarak C karbon fiksasyonu yolunun. Bu biyokimyasal stratejiler kara bitkilerine özgüdür.
İlaç ve malzemeler.
Fitokimya, bitki biyokimyasının birincil olarak ikincil metabolizma sırasında bitkiler tarafından üretilen kimyasal maddelerle ilgilenen bir dalıdır. Bu bileşiklerin bazıları, baldıran otu kaynaklı alkaloid koni gibi toksinlerdir. Diğerleri gibi uçucu yağlar yağ nane ve limon yağı aroma ve baharatların (örneğin gibi kendi kokusu için yararlıdır kapsaisin) ve olduğu gibi ilaç olarak tıpta kullanılan haşhaş. Tetrahidrokanabinol (kenevirdeki aktif bileşen), kafein, morfin ve nikotin gibi birçok tıbbi ve eğlence amaçlı ilaç doğrudan bitkilerden gelir. Diğerleri, botanik doğal ürünlerin basit türevleridir. Örneğin, ağrı kesici aspirin asetildir esteri arasında salisilik asit ilk olarak izole edilen, kabuğu ve söğüt ağaçları, ve geniş bir opiat ağrı kesiciler gibi eroin kimyasal modifikasyonu ile elde edilir. Popüler uyarıcılar, kahve, çay ve çikolatadaki kafein ve tütünden nikotin gibi bitkilerden gelir. Alkollü içeceklerin çoğu, arpa (bira), pirinç (sake) ve üzüm (şarap) gibi karbonhidrat bakımından zengin bitki ürünlerinin fermantasyonundan gelir. Yerli Amerikalılar, binlerce yıldır hastalıkları veya hastalıkları tedavi etmek için çeşitli bitkileri kullandılar. Yerli Amerikalıların bitkiler hakkında sahip oldukları bu bilgi, enthnobotanistler tarafından kaydedildi ve daha sonra ilaç şirketleri tarafından bir ilaç keşif yolu olarak kullanıldı.
Şeker, nişasta, pamuk, keten, kenevir, bazı ip türleri, tahta ve yonga levhalar, papirüs ve kağıt, bitkisel yağlar, balmumu ve doğal kauçuk, bitki dokularından veya bunların ikincil ürünlerinden yapılan ticari açıdan önemli malzemelere örnektir.
Bitki anatomisi ve morfolojisi.
Bitki anatomisi, bitki hücrelerinin ve dokularının yapısının incelenmesidir, bitki morfolojisi ise bunların dış biçimlerinin incelenmesidir. Tüm bitkiler çok hücreli ökaryotlardır, DNA'ları çekirdeklerde depolanır. Bitki hücrelerini hayvan ve mantar hücrelerinden ayıran karakteristik özellikler, polisakkaritler selüloz, hemiselüloz ve pektinden oluşan birincil hücre duvarı, hayvan hücrelerinden daha büyük vakuoller ve plastidlerin varlığıdır. Kloroplastlarda gerçekleşen eşsiz fotosentetik ve biyosentetik fonksiyonlara sahiptirler. Diğer plastidler, nişasta (amiloplastlar) veya lipitler (elaioplastlar) gibi depolama ürünlerini içerir.
Sistematik botanik.
Sistematik botanik, sistematik biyolojinin bir parçasıdır. Organizmaların dağılışı, çeşitliliği, aralarındaki ilişkileri ve kısmen evrimsel tarihleri sistematik botaniğin çalışma alanına girer. Sistematik botanik; biyolojik sınıflandırma, bilimsel taksonomi ve filogenetik ile ilişkilidir. Biyolojik sınıflandırma organizmaları cins veya tür gibi kategorilere ayıran bir yol izler ve bilimsel taksonominin bir formudur. Modern taksonomi Carl Linne'nin çalışmalarından köken alır. Linne'nin çalışmaları ise gruplandırılan türlerin fiziksel karakteristiklerini esas almaktadır.
Bir grup organizmanın evrimsel ilişkileri ve kalıtımına filogenisi denir. Filogenetik araştırmalar filogenetikleri keşfetmeye çalışır. Temel yaklaşım, ilişkileri belirlemek için paylaşılan mirasa dayalı benzerlikler kullanmaktır.
İlişkileri paylaşılan karakterlere göre değerlendirmek özen gerektirir, çünkü bitkiler, karakterlerin bağımsız olarak ortaya çıktığı yakınsak evrim yoluyla birbirlerine benzeyebilirler. Bazı Euphorbia'lar, küresel kaktüslerinkine benzer şekilde su korumasına uyarlanmış yapraksız, yuvarlak gövdelere sahiptir, ancak çiçeklerinin yapısı gibi karakterler, iki grubun yakından ilişkili olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Kladistik yöntem, karakterlere sistematik bir yaklaşım getirerek, paylaşılan evrimsel tarih hakkında hiçbir bilgi içermeyenler - örneğin farklı gruplarda ayrı ayrı evrimleşenler (homoplaziler) veya atalardan kalanlar (plesiomorfiler) - ve daha önce yapılmış olan türetilmiş karakterler arasında ayrım yapar. Yalnızca kaktüslerin omurga üreten areolleri gibi türetilmiş karakterler, ortak bir atadan geldiklerine dair kanıt sağlar. Kladistik analizlerin sonuçları kladigramlara giren (evrimsel dallanma ve iniş deseni gösteren şemalar) ağaçlar şeklinde ifade edilir.
1990'lardan itibaren, canlı bitkiler için filogenetikler oluşturmaya yönelik baskın yaklaşım, dikenlerin ve areollerin varlığı veya yokluğu gibi morfolojik karakterler yerine moleküler karakterler, özellikle DNA dizileri kullanan moleküler filogenetik olmuştur. Aradaki fark, genetik kodun, oluşturduğu karakterler aracılığıyla dolaylı olarak kullanılmak yerine, evrimsel ilişkilere karar vermek için kullanılmasıdır. Clive Stace, bunu "evrimin genetik temeline doğrudan erişim" olarak tanımlıyor. Basit bir örnek olarak, genetik kanıtların kullanılmasından önce, mantarların ya bitki oldukları ya da bitkilerle hayvanlardan daha yakından ilişkili oldukları düşünülüyordu. Genetik kanıtlar, çok hücreli organizmaların gerçek evrimsel ilişkisinin aşağıdaki kladogramda gösterildiği gibi olduğunu göstermektedir - mantarlar bitkilerden çok hayvanlarla daha yakından ilgilidir.
1998'de Angiosperm Phylogeny Group, çiçekli bitkilerin çoğu familyasından DNA sekanslarının analizine dayanan çiçekli bitkiler için bir filogeniyi yayınladı. Bu çalışmanın bir sonucu olarak, anjiyospermlerin en eski dallarını hangi ailelerin temsil ettiği gibi pek çok soru cevaplandı. Bitki türlerinin birbirleriyle nasıl ilişkili olduklarını araştırmak, botanikçilerin bitkilerdeki evrim sürecini daha iyi anlamalarını sağladı. Model bitkiler üzerinde yapılan çalışmalara ve DNA kanıtlarının artan kullanımına rağmen, taksonomistler arasında bitkileri çeşitli taksonlara en iyi nasıl sınıflandıracakları konusunda devam eden çalışmalar ve tartışmalar vardır. Bilgisayarlar ve elektron mikroskopları gibi teknolojik gelişmeler, incelenen ayrıntı düzeyini ve verilerin analiz edilme hızını büyük ölçüde artırmıştır.
Alt dalları.
Bitki morfolojisi birçok alt dala ayrılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5096",
"len_data": 27910,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.01
}
|
Gentoo, kaynak kod temelli bir Linux dağıtımıdır. Kaynak kod tabanlı kurulumunun zorluğu sebebiyle, diğer Linux dağıtımları kadar popüler olamasa da; kaynak kurulumlu dağıtımlar arasında en popüleridir. Özelleşmiş Linux dağıtımları hazırlanırken temel olarak kullanılmaya uygundur. Gentoo, adını bir çeşit penguen olan 'nden almıştır.
Tarihçe.
İlk sürümü 31 Mart 2002 tarihinde sunulan Gentoo, 2004 yılına kadar 1.4 sürümüne kadar ulaşmış, bu tarihten sonra yıl içerisindeki sürümler 2004.0, 2004.1, 2004.2 ve 2004.3 olarak gelişmiştir. Hemen hemen tüm bilgisayar mimarilerinde çalışabilen Gentoo; kurucusu Daniel Robbins'in 26 Nisan 2004 tarihinde Gentoo Foundation'u kurarak başından ayrılmasıyla demokratik olarak seçimlerle işleyişine devam etmektedir.
Kurulum.
Gentoo kurulumu canlı CD aracılığıyla yapılmaktadır. Canlı CD'ler içinde üç temel seçenek bulunmaktadır. İlki Minimal canlı CD'dir. Bu canlı CD sadece komut satırı araçları içermektedir ve kurulum sırasında yapılacak işlerin büyük bir kısmı kullanıcı tarafından elle yapılmalıdır, kaynak kodları ve Portage verileri İnternetten indirilmelidir. İkinci seçenek olan Universal CD, Minimal CD'ye ek olarak kaynak kodlar ve Portage verileri içerir; ağ bağlantısı olmayan bilgisayarlara kurulum için tasarlanmıştır. Üçüncü seçenek Gentoo Installer LiveCD kullanmaktır. Bu seçenek grafik ortamda çalışan bir gentoo kurulumunun denenmesine olanak sağlar, ayrıca kurulum işlemi de grafik arayüz ile yapılmaktadır.
Kurulumu; derleme işlemleri ve kurulum adımların elle uygulanmak zorunda olması sebebiyle uzun sürebilen Gentoo'nun resmi web sitesinde, kurulumunu adım adım anlatan detaylı bir kurulum belgesi bulunmaktadır. Büyük bir sorun yaşanmadığı müddetçe bu belge takip edilerek kurulum başarıyla tamamlanabilir. Kurulum işlemi sırasında Linux Çekirdeğini derlemek, disk bölümlerini bağlamak(mount), açılış yöneticisini ayarlamak tamamen kullanıcıya bırakılmıştır. Gentoo kurulumunun tamamen kullanıcıya bırakılması, olası zorluklarının yanında kullanıcıya sistemin işleyişini ve detaylarını öğrenebilmesi için büyük olanak sağlamaktadır. Kullanıcı Gentoo'yu ilk defa kurarken edindiği deneyim sayesinde, daha sonraki kurulumları çok fazla zorlanmadan ve zaman harcamadan tamamlayabilir. Gentoo'da edindiği genel Linux bilgisinden diğer sistemleri kullanırken de faydalanabilir.
Kullanım.
Sistemde temel işleyiş için ihtiyaç duyulanlar dışında hiçbir paketin kurulu gelmemesi, kurulum aşamasının tamamen kullanıcıya bırakılmasının getirilerindendir. Bu sayede kullanıcı, ihtiyacı olmayan hiçbir paketin getireceği ek sorunlar ve güvenlik açıklarıyla uğraşmak zorunda kalmaz. Bu özellik, Gentoo'yu özellikle sunucu sistemlerde tercih edilen bir dağıtım yapmaktadır. Bir masaüstü sistemde kurulduğunda ise ihtiyaç duyulan bütün çokluortam uygulamaları, grafik tabanlı uygulamalar vb. Gentoo'nun paketleri arasından bulunup sadece birkaç komut ile kurulabilir. Gentoo'nun diğer bir avantajı da, hakkında yazılmış kapsamlı belgeleri, wiki sayfası ve pek çok soruna hazır çözüm bulunabilen forumlarıdır.
Gentoo'da her ne kadar programların kurulumları uzun sürebilse de programların derlenmesi sırasında yapılacak ayarlarla, programların çalışma zamanındaki hızları attırılabilmektedir. Bunun yanında, bütün programlar kurulu olduğu sistemin özelliklerinden en iyi faydalanacak şekilde derlenebileceği için, kullanılan sistemden verimli bir şekilde yararlanılabilir.
Paket yöneticisi olarak portage'ı kullanan Gentoo; uçbirimde yazacağınız basit bir "emerge world" komutu ile tüm programlarınızı en son sürümleriyle güncelleştirebilmektedir. Portage ile paket bağımlılıklarını otomatik olarak çözen gentoo, paketleri indirmek, derlemek ve sistemde gereken yerlere kopyalamak adımlarının hepsini otomatik olarak yapmaktadır. Paketlerin derlenmesi sırasındaki seçenekleri "/etc/make.conf" dosyasında tanımlanmış olan değerlerden alır. Ayrıca bu dosyada çeşitli "use flag"ler tanımlanabilir. Use flagler sayesinde, her programın derleme zamanında kazanabileceği özellikler belirtilebilir. Örneğin "jpeg" use flaginin varlığı, programların Jpeg desteğine sahip olacağını belirtirken, "-jpeg" şeklinde kapatılmış bir use flag, derlenen programların Jpeg desteğini içermeyeceğini belirtir. Use flag mekanizması ile, tam olarak kullanıcının isteklerine göre şekillenmiş bir sistem elde edilir. Kullanıcı ihtiyaç duyduğu bütün özelliklere use flagleri kullanarak sahip olurken, istemediği hiçbir özelliği kurmak zorunda değildir. Gentoo'nun esnekliğinin ve özelleştirilebilirliğinin bir kısmı, paket yöneticisi portage'ın bu özelliklerinden ötürüdür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5108",
"len_data": 4599,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.42
}
|
Brezilya, resmî adıyla Brezilya Federatif Cumhuriyeti, Güney Amerika'nın en büyük ülkesidir. Yüzölçümü bakımından dünyanın beşinci, nüfus açısından ise yedinci büyük ülkesidir ve 212 milyondan fazla nüfusa sahiptir. Ülke, 26 eyalet ve başkenti Brasília'nın bulunduğu Federal Bölge'den oluşan bir federasyondur. En kalabalık şehri São Paulo'dur, onu Rio de Janeiro izlemektedir. Dünyada en çok Portekizce konuşulan ülke olup Amerika kıtasında bu dili resmî dil olarak kabul eden tek ülkedir.
Doğuda Atlas Okyanusu ile çevrili olan Brezilya'nın bir kıyı şeridi vardır. Güney Amerika kıtasının yaklaşık yarısını kaplayan Brezilya, kıtada Ekvador ve Şili dışında tüm ülkelerle kara sınırına sahiptir. Ülke; tropikal ve subtropikal bölgeler, sulak alanlar, savanlar, platolar ve alçak dağlar gibi çok çeşitli doğal manzaralara ev sahipliği yapar. Dünyanın en büyük nehir sistemini ve en geniş bakir tropik ormanlarını barındıran Amazon Havzası'nın büyük bölümü Brezilya sınırları içerisindedir. Zengin yaban hayatı, çeşitli ekolojik sistemleri ve koruma altındaki pek çok doğal alanı ile Brezilya, 17 mega biyoçeşitlilik ülkesi arasında ilk sırada yer almaktadır. Doğal mirası küresel düzeyde büyük ilgi görürken, ormansızlaşma gibi çevresel bozulmalar iklim değişikliği ve biyoçeşitlilik kaybı gibi küresel sorunları da doğrudan etkilemektedir.
1500 yılında Portekizli kâşif Pedro Álvares Cabral'ın karaya çıkmasından önce Brezilya, çeşitli yerli halklar tarafından iskân edilmişti. Bölge, Portekiz tarafından sahiplenilip kolonileştirildi ve plantasyonlarda çalıştırılmak üzere zorla Afrika'dan köleleştirilmiş insanlar getirildi. Brezilya, 1815 yılına kadar koloni statüsünde kaldı. Bu tarihte, Portekiz sarayının Rio de Janeiro'ya taşınmasının ardından Portekiz, Brezilya ve Algarve Birleşik Krallığı kurulunca Brezilya krallık statüsüne yükseltildi. Braganza Hanedanı'ndan Prens Pedro, 1822 yılında ülkenin bağımsızlığını ilan ederek Brezilya İmparatorluğu'nu kurdu. Bu yeni devlet, parlamenter anayasal monarşiyle yönetilen bir üniter devletti. Brezilya'nın 1824'te kabul edilen ilk anayasası, bugün Ulusal Kongre olarak bilinen iki meclisli bir yasama organı kurdu ve din ve basın özgürlüğü gibi temel hakları güvence altına aldı. Ancak köleliği kaldırmadı. Kölelik, 19. yüzyıl boyunca kademeli olarak kaldırıldı ve nihayet 1888'de tamamen yasaklandı. Ertesi yıl, 1889'da gerçekleşen bir askerî darbe ile Brezilya, başkanlık sistemine dayalı bir cumhuriyet haline geldi. 1930'daki silahlı devrim Birinci Cumhuriyet'e son verdi ve Getúlio Vargas'ı iktidara getirdi. Başlangıçta demokratik yönetime bağlı olan Vargas, 1937'de kendi kendine yaptığı darbenin ardından diktatörlük yetkilerini üstlendi ve Estado Novo'nun başlangıcına işaret etti. Vargas'ın 1945 yılında devrilmesinden sonra demokrasi yeniden tesis edildi. Otoriter bir askeri diktatörlük 1964 yılında ortaya çıktı ve 1985 yılına kadar hüküm sürdü, ardından sivil yönetim yeniden başladı. Brezilya'nın 1988'de yürürlüğe giren mevcut anayasası, ülkeyi demokratik bir federal cumhuriyet olarak tanımlar.
Brezilya, bölgesel ve orta ölçekli bir güç olmasının yanı sıra, yükselen bir küresel güç olarak da değerlendirilmektedir. Gelişmekte olan piyasa ekonomisine sahip olan ülke, üst orta gelirli bir ekonomi ve yeni sanayileşmiş bir ülke statüsündedir. Hem nominal GSYİH hem de satın alma gücü paritesine (SAGP) göre dünyanın en büyük ilk 10 ekonomisi arasında yer alır. Latin Amerika'nın ve Güney yarımkürenin en büyük ekonomisine, ayrıca Güney Amerika'daki en yüksek servet payına sahiptir. Karmaşık ve son derece çeşitlenmiş ekonomisiyle Brezilya, dünyada çeşitli tarım ürünleri, maden kaynakları ve sanayi ürünlerinin başlıca ihracatçılarından biridir. Zengin kültürü ve tarihi sayesinde, UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne giren yer sayısı bakımından dünyada on üçüncü sıradadır. Brezilya; Birleşmiş Milletler, G20, BRICS, G4, Mercosur, Amerikan Devletleri Örgütü, İbero-Amerikan Devletleri Örgütü ve Portekizce Konuşan Ülkeler Topluluğu'nun kurucu üyesidir. Aynı zamanda Arap Birliği'nin gözlemci devleti ve NATO dışı önemli müttefiklerden biridir.
Etimoloji.
"Brezilya" sözcüğü muhtemelen bir zamanlar Brezilya kıyılarında bolca yetişen bir ağaç olan brezilya ağacının Portekizce karşılığından gelmektedir. Portekizcede brezilya ağacı "pau-brasil" olarak adlandırılır ve brasil sözcüğünün etimolojisi genellikle "brasa" ('köz') ve "-il" ("-iculum" veya "-ilium"dan) sonekinden oluşan "köz gibi kırmızı" olarak verilir. Alternatif olarak bunun, kırmızı bir bitki için Arapça veya Asya kökenli bir kelimeyle ilişkili bir bitki için bir halk etimolojisi olduğu öne sürülmüştür. Brezilya ağacı koyu kırmızı bir boya ürettiğinden, Avrupa tekstil endüstrisi tarafından çok değerliydi ve Brezilya'dan ticari olarak yararlanılan en eski üründü. 16. yüzyıl boyunca Brezilya kıyılarındaki yerli halklar (çoğunlukla Tupiler) tarafından büyük miktarlarda brezilya ağacı toplanmış ve bu keresteler çeşitli Avrupa tüketim malları karşılığında Avrupalı tüccarlara (çoğunlukla Portekizli ama aynı zamanda Fransız) satılmıştır.
Orijinal Portekizce kayıtlarda ülkenin resmi Portekizce adı "Kutsal Haç Ülkesi" ("Terra da Santa Cruz") olsa da, Avrupalı denizciler ve tüccarlar brezilya ağacı ticareti nedeniyle buraya yaygın olarak "Brezilya Ülkesi" ("Terra do Brasil") diyorlardı. Popüler adlandırma Portekizlilerin resmî adını gölgede bırakmış ve sonunda onun yerini almıştır. Bazı erken dönem denizciler ise buraya "Papağanlar Ülkesi" adını takmışlardı.
Paraguay'ın resmi dili olan Guaranicede Brezilya, 'palmiye ağaçlarının ülkesi' anlamına gelen "Pindorama" olarak adlandırılır.
Tarihçe.
Cabral öncesi dönem.
Amerika'da bulunan en eski insan kalıntılarından birisi olan Luzia Kadını, Pedro Leopoldo, Minas Gerais bölgesinde bulunmuştur ve insan yerleşiminin en az 11.000 yıl öncesine dayandığına dair kanıtlar sunmaktadır. Batı Yarımküre'de şimdiye kadar bulunan en eski çanak çömlek Brezilya'nın Amazon Havzası'nda kazılmış ve radyokarbonla 8.000 yıl öncesine (MÖ 6000) tarihlendirilmiştir. Santarém yakınlarında bulunan bu çanak çömlek, bölgenin karmaşık bir tarih öncesi kültürü desteklediğine dair kanıt niteliğindedir. Marajoara kültürü, Amazon deltasındaki Marajó'da MS 400 ila 1400 yılları arasında gelişerek sofistike çömlekçilik, toplumsal tabakalaşma, büyük nüfuslar, höyük inşası ve şeflikler gibi karmaşık sosyal oluşumlar geliştirmiştir.
Portekizlilerin gelişi sırasında, bugünkü Brezilya topraklarında avcılık, balıkçılık, toplayıcılık ve göçebe tarımla geçinen, çoğunlukla yarı göçebe 7 milyonluk bir yerli nüfusu olduğu tahmin edilmektedir. Nüfus birkaç büyük yerli etnik gruptan (örneğin Tupiler, Guaraniler, Gêler ve Arawaklar) oluşuyordu. Tupi halkı Tupiniquinler ve Tupinambalar olarak ikiye ayrılmıştı.
Avrupalıların gelişinden önce, bu gruplar ve alt grupları arasındaki sınırlar kültür, dil ve ahlaki inançlardaki farklılıklardan kaynaklanan savaşlarla belirlenmiştir. Bu savaşlar aynı zamanda karada ve suda büyük ölçekli askeri eylemleri ve savaş tutsakları üzerinde yamyamlık ritüellerini de içeriyordu. Kalıtımın bir ağırlığı olsa da liderlik, veraset törenleri ve geleneklerle atanmaktan ziyade zamanla kazanılan bir statüydü. Yerli gruplar arasındaki kölelik, asimetrilerin akrabalık ilişkilerine dönüştüğü farklı bir sosyoekonomik örgütlenmeden kaynaklandığı için Avrupalılar için olduğundan farklı bir anlama sahipti.
Portekiz kolonizasyonu.
1494 Tordesillas Antlaşması'nın ardından, Pedro Álvares Cabral komutasındaki Portekiz filosunun 22 Nisan 1500'de bölgeye ulaşmasıyla, günümüzde Brezilya olarak adlandırılan topraklar Portekiz İmparatorluğu'nun oldu. Portekizliler, çoğu Tupi-Guarani ailesinin dillerini konuşan ve kendi aralarında savaşan çeşitli etnik toplumlara bölünmüş yerli halklarla karşılaştı. İlk yerleşim 1532 yılında kurulmuş olsa da, kolonizasyon fiilen 1534 yılında Portekiz Kralı III. João'nun bölgeyi on beş özel ve özerk kaptanlığa bölmesiyle başlamıştır.
Ancak, kaptanlıkların adem-i merkeziyetçi ve örgütsüz eğilimleri sorun yarattı ve 1549'da Portekiz kralı bunları, Güney Amerika'da tek ve merkezi bir Portekiz kolonisinin başkenti haline gelen Salvador şehrinde Brezilya Genel Valiliği olarak yeniden yapılandırdı. Kolonizasyonun ilk iki yüzyılında, yerli ve Avrupalı gruplar sürekli savaş halinde yaşadı ve birbirlerine karşı avantaj elde etmek için fırsatçı ittifaklar kurdu.
16. yüzyılın ortalarına gelindiğinde şeker kamışı Brezilya'nın en önemli ihracatı haline gelirken, Brezilya şekerine yönelik artan uluslararası talep nedeniyle şeker kamışı plantasyonlarıyla başa çıkmak için Batı Afrika'nın köle pazarında Sahra Altı Afrika'dan satın alınan köleler (yalnızca Portekizlilerin Angola ve Mozambik'teki kolonilerinden gelenler değil) en büyük ithalatı haline gelmişti. Brezilya 1500 ile 1800 yılları arasında Afrika'dan 2,8 milyondan fazla köle almıştır.
17. yüzyılın sonunda şeker kamışı ihracatı azalmaya başladı ve 1690'larda bandeirantes tarafından keşfedilen altın, koloni ekonomisinin yeni bel kemiği haline gelerek Portekiz'den ve dünyanın dört bir yanındaki tüm Portekiz kolonilerinden binlerce yeni yerleşimciyi Brezilya'ya çeken bir altına hücumu teşvik etti. Bu artan göç seviyesi de yeni gelenler ve eski yerleşimciler arasında bazı çatışmalara neden oldu.
Bandeiras olarak bilinen Portekiz keşif gezileri Brezilya'nın Güney Amerika'daki orijinal sömürge sınırlarını kademeli olarak yaklaşık bugünkü sınırlarına kadar genişletti. Bu dönemde diğer Avrupalı güçler de Portekizlilerin savaşmak zorunda kaldığı akınlarla Brezilya'nın bazı bölgelerini kolonileştirmeye çalıştı. Özellikle 1560'larda Rio'da, 1610'larda Maranhão'da Fransızlara ve İber Birliği'nin sona ermesinden sonra Hollanda-Portekiz Savaşı sırasında Bahia ve Pernambuco'da Hollandalılara karşı çatışmalar yaşandı.
Brezilya'daki Portekiz sömürge yönetiminin, kolonyal düzeni ve Portekiz'in en zengin ve en büyük kolonisinin tekelini sağlayacak iki hedefi vardı: Palmares Quilombo'su gibi her türlü köle ayaklanması ve direnişini kontrol altında tutmak ve ortadan kaldırmak ve Minas Gerais Komplosu gibi tüm özerklik veya bağımsızlık hareketlerini bastırmak.
Krallığa yükseliş.
1807 yılının sonlarında İspanyol ve Napolyon güçlerinin kıta Portekiz'inin güvenliğini tehdit etmesi, Kraliçe I. Maria adına Naip Prens João'nun kraliyet sarayını Lizbon'dan Rio de Janeiro'ya taşımasına neden oldu.. Orada yerel borsalar ve Ulusal Banka gibi Brezilya'nın ilk finansal kurumlarından bazılarını kurdular, ayrıca Brezilya ticareti üzerindeki Portekiz tekeline son verdiler ve Brezilya'nın limanlarını diğer uluslara açtılar. 1809 yılında, sürgüne zorlanmasına misilleme olarak Naip Prens, Fransız Guyanası'nın fethini emretti.
1814'te Yarımada Savaşı'nın sona ermesiyle birlikte Avrupa mahkemeleri, eski bir Avrupa monarşisinin başının bir kolonide ikamet etmesini uygun bulmayarak Kraliçe I. Maria ve Naip Prens João'nun Portekiz'e dönmesini talep etti. Kraliyet, kraliyet sarayının altı yıl boyunca geliştiği Brezilya'da yaşamaya devam etmeyi haklı göstermek için 1815'te Portekiz, Brezilya ve Algarve Birleşik Krallığını kurdu ve böylece çok kıtalı bir transatlantik monarşik devlet yarattı. Ancak, büyük kolonisinin yeni statüsüne içerleyen Portekiz'deki yönetim, sarayın Lizbon'a dönmesini talep etmeye devam etti (bkz. 1820 Liberal Devrimi). 1821 yılında, Porto şehrini ele geçiren devrimcilerin isteklerini kabul eden VI. João, Lizbon'a doğru yola çıktı. Orada yeni anayasa üzerine yemin ederek oğlu Prens Pedro de Alcântara'yı Brezilya Krallığı Naibi olarak bıraktı.
Bağımsız imparatorluk.
Portekizliler ve Brezilyalılar arasındaki gerilim arttı ve Liberal Devrim'in dayattığı yeni siyasi rejimin rehberliğindeki Portekiz Cortesi Brezilya'yı yeniden bir koloni olarak kurmaya çalıştı. Brezilyalılar boyun eğmeyi reddettiler ve Prens Pedro onların yanında yer almaya karar vererek 7 Eylül 1822'de ülkenin Portekiz'den bağımsızlığını ilan etti. Bir ay sonra Prens Pedro, Dom I. Pedro kraliyet ünvanıyla Brezilya'nın ilk imparatoru ilan edildi ve Brezilya İmparatorluğu kuruldu.
Bu süreçte zaten başlamış olan Brezilya Bağımsızlık Savaşı kuzey, kuzeydoğu bölgelerine ve Cisplatina eyaletine yayıldı. Son Portekiz askeri 8 Mart 1824'te teslim oldu. Portekiz 29 Ağustos 1825'te Brezilya'nın bağımsızlığını resmen tanıdı.
7 Nisan 1831'de, yıllarca süren idari çalkantılar ve siyasetin hem liberal hem de muhafazakâr kesimleriyle yaşanan siyasi anlaşmazlıklar nedeniyle yıpranan, cumhuriyetçi bir ayrılma girişimi de dahil olmak üzere Portekiz'deki mutlakiyetçilerin Kral VI. João'nun halefiyetine verdiği şekle razı olmayan I. Pedro, beş yaşındaki oğlu ve varisi (Dom II. Pedro) lehine Brezilya tahtından çekildikten sonra kızının tacını geri almak için Portekiz'e doğru yola çıktı.
Yeni imparator reşit olana kadar anayasal yetkilerini kullanamayacağından, Ulusal Meclis tarafından bir naiplik oluşturuldu. İktidarın ılımlı yüzünü temsil edebilecek karizmatik bir figürün yokluğunda, bu dönemde Grão-Pará'da Cabanagem, Salvador'da Malê isyanı, Balaiada (Maranhão), Sabinada (Bahia) ve Rio Grande do Sul'da başlayan ve Giuseppe Garibaldi tarafından desteklenen Ragamuffin Savaşı gibi bir dizi yerel isyan meydana geldi. Bunlar eyaletlerin merkezi iktidara karşı memnuniyetsizliklerinden ve geniş, köle sahibi ve yeni bağımsızlığını kazanmış bir ulus devlete özgü eski ve gizli toplumsal gerilimlerden kaynaklanıyordu. Pernambuco'daki Praieira isyanını da içeren bu iç siyasi ve sosyal karışıklık dönemi, ancak 1840'ların sonunda, 1841'de II. Pedro'nun erken taç giymesiyle meydana gelen naipliğin sona ermesinden yıllar sonra aşıldı.
Monarşinin son döneminde iç siyasi tartışmalar kölelik meselesi üzerinde yoğunlaştı. Atlantik köle ticareti 1850 yılında Britanya Aberdeen Yasası ve Eusébio de Queirós Yasası'nın bir sonucu olarak terk edildi, ancak Mayıs 1888'de, ülkede köleliğin etik ve yasal olarak ortadan kaldırılması için uzun bir iç seferberlik ve tartışma sürecinden sonra, kurum Altın Yasa'nın onaylanmasıyla resmen kaldırıldı.
Monarşinin dış ilişkiler politikaları, Brezilya'nın sınırlarının bulunduğu Güney Konisi ülkeleriyle olan sorunlarla ilgilendi. Uruguay'ın bağımsızlığıyla sonuçlanan Arjantin-Brezilya Savaşı'ndan çok sonra, II. Pedro'nun 58 yıllık hükümdarlığı sırasında Brezilya üç uluslararası savaş kazandı: Platin Savaşı, Uruguay Savaşı ve Brezilya tarihinin en büyük savaş çabası olan yıkıcı Paraguay Savaşı.
Brezilyalıların çoğunluğu ülkenin yönetim biçimini değiştirmek istemese de, 15 Kasım 1889'da İmparatorluk Ordusu subaylarının çoğunluğunun yanı sıra kırsal ve mali elitlerle (farklı nedenlerle) anlaşmazlığa düşen monarşi askeri bir darbe ile devrildi. Birkaç gün sonra ulusal bayrak, pozitivizmden etkilenen “Ordem e Progresso” ulusal sloganını içeren yeni bir tasarımla değiştirildi. 15 Kasım artık ulusal bir bayram olan Cumhuriyet Bayramı'dır.
Erken cumhuriyet.
Erken cumhuriyet hükûmeti, ordunun hem Rio de Janeiro'da hem de eyaletlerde işlere hakim olduğu askerî bir diktatörlüktü. Basın özgürlüğü ortadan kalktı ve seçimler iktidardakiler tarafından kontrol edildi. Ekonomik ve askerî bir krizin ardından 1894'e kadar siviller iktidara gelmedi ve Ekim 1930'a kadar iktidarda kaldılar.
Dış politikasıyla ilgili olarak, bu ilk cumhuriyet döneminde ülke, komşu ülkelerle olan sınır anlaşmazlıklarını çözmedeki başarısıyla karakterize edilen göreceli bir dengeyi korudu, yalnızca Acre Savaşı (1899-1902) ve I. Dünya Savaşı'na (1914-1918) katılması ve ardından Milletler Cemiyeti'nde önemli bir rol oynama girişiminin başarısız olmasıyla bozuldu. İçeride ise, "Encilhamento" krizi ve Donanma İsyanları ile başlayan uzun süreli mali, siyasi ve sosyal istikrarsızlık döngüsü 1920'lere kadar devam etmiş ve ülke hem sivil hem de askerî çeşitli isyanlarla kuşatılmıştır.
Yavaş yavaş, bu krizlerin yol açtığı genel istikrarsızlık döngüsü rejimin altını öylesine oydu ki, aday arkadaşının öldürülmesinin ardından ordunun büyük bir kısmı tarafından desteklenen muhalefetin mağlup başkan adayı Getúlio Vargas 1930 Devrimi'ni başarıyla yönetti. Vargas ve ordunun iktidarı geçici olarak devralması gerekiyordu, ancak bunun yerine Kongre'yi kapattı, Anayasa'yı ortadan kaldırdı, olağanüstü hal yetkileriyle yönetti ve eyalet valilerini kendi destekçileriyle değiştirdi.
1930'larda Vargas ve destekçilerini iktidardan uzaklaştırmaya yönelik üç girişim başarısız oldu. Bunlardan ilki 1932'de São Paulo oligarşisi tarafından yönetilen Anayasacı Devrim'di. İkincisi Kasım 1935'te komünist bir ayaklanma ve sonuncusu da Mayıs 1938'de yerel faşistlerin darbe girişimiydi. 1935 ayaklanması, Kongre'nin yürütme organına daha fazla güç aktardığı bir güvenlik krizi yarattı. 1937 darbesi 1938 seçimlerinin iptaliyle sonuçlandı ve Vargas'ı diktatör olarak resmileştirerek Estado Novo dönemini başlattı. Bu dönemde hükûmetin basına uyguladığı şiddet ve sansür arttı.
II. Dünya Savaşı sırasında Brezilya, Güney Atlantik üzerindeki stratejik bir anlaşmazlıkta Nazi Almanyası ve Faşist İtalya'nın misillemesine maruz kaldığı ve bu nedenle müttefiklerin yanında savaşa girdiği Ağustos 1942'ye kadar tarafsız kaldı. Brezilya, Atlantik savaşına katılımının yanı sıra İtalya Cephesi'nde savaşmak üzere bir keşif gücü de gönderdi.
Müttefiklerin 1945'teki zaferi ve Avrupa'daki faşist rejimlerin sona ermesiyle Vargas'ın konumu sürdürülemez hale geldi ve 15 yıl önce demokrasiyi sona erdiren aynı ordu tarafından demokrasinin yeniden tesis edildiği bir başka askerî darbeyle hızla devrildi. Vargas, 1950'de seçimle iktidara geldikten sonra Ağustos 1954'te siyasi bir krizin ortasında intihar etti.
Vargas'ın intiharını birkaç kısa süreli geçici hükûmet izledi. 1956'da başkan seçilen Juscelino Kubitschek, siyasi muhalefete karşı uzlaşmacı bir tavır benimsedi, böylece büyük krizler yaşamadan yönetimi sürdürebildi. Ekonomi ve sanayi sektörü önemli ölçüde büyüdü, ancak en büyük başarısı 1960 yılında açılışı yapılan yeni başkent Brasília'nın inşasıydı. Kubitschek'in halefi Jânio Quadros, göreve gelmesinin üzerinden bir yıl geçmeden 1961'de istifa etti. Başkan yardımcısı João Goulart başkanlığı üstlendi, ancak güçlü bir siyasi muhalefete neden oldu ve Nisan 1964'te askerî diktatörlükle sonuçlanan bir darbeyle görevden alındı.
Askerî diktatörlük.
Yeni rejimin geçici olması amaçlanmıştı ancak giderek kendi içine kapandı ve 1968'de Beş Numaralı Kurumsal Kanun'un ilan edilmesiyle tam bir diktatörlüğe dönüştü. Baskı, rejimle savaşmak için gerilla taktiklerine başvuranlarla sınırlı kalmadı, aynı zamanda kötü şöhretli "Condor Planı" aracılığıyla ülke içindeki ve dışındaki kurumsal muhaliflere, sanatçılara, gazetecilere ve diğer sivil toplum üyelerine de ulaştı. Diğer acımasız otoriter rejimler gibi, "ekonomik mucize" olarak bilinen ekonomik patlama nedeniyle rejim 1970'lerin başında popülaritesinin zirvesine ulaştı.
Ancak, solcu gerillaların yenilgiye uğratılmasından sonra bile yıllarca süren diktatörlük iktidarının yıpranması baskıyı yavaşlatmadı. Dönemin ekonomik krizleriyle baş edememe ve halk baskısı, rejim açısından General Ernesto Geisel ve Golbery do Couto e Silva tarafından yönetilen bir açılım politikasını kaçınılmaz hale getirdi. 1979'da Af Yasası'nın yürürlüğe girmesiyle Brezilya, 1980'lerde tamamlanan yavaş bir demokrasiye dönüş sürecine girdi.
Çağdaş dönem.
Siviller 1985 yılında José Sarney'in başkanlığı üstlenmesiyle iktidara geri döndü. Görev süresi boyunca askeri rejimden devraldığı ekonomik kriz ve hiperenflasyonu kontrol etmekteki başarısızlığı nedeniyle sevilmeyen biri haline geldi. Sarney'in başarısız hükûmeti 1989'da neredeyse hiç tanınmayan Fernando Collor'un seçilmesine yol açtı ve Collor daha sonra 1992'de Ulusal Kongre tarafından görevden alındı. Collor'un yerine başkan yardımcısı Itamar Franco geçti ve Fernando Henrique Cardoso'yu Maliye Bakanı olarak atadı. Cardoso 1994 yılında, önceki hükûmetler tarafından hiperenflasyonu engellemek için yapılan ve onlarca yıl başarısızlıkla sonuçlanan ekonomik planların ardından Brezilya ekonomisini nihayet istikrara kavuşturan son derece başarılı bir Plano Real hazırladı. Cardoso 1994 seçimlerini ve 1998'de tekrar seçimleri kazandı.
İktidarın Cardoso'dan ana muhalefet lideri Luiz Inácio Lula da Silva'ya (2002'de seçildi ve 2006'da yeniden seçildi) barışçıl bir şekilde geçmesi, Brezilya'nın uzun zamandır aradığı siyasi istikrara kavuştuğunun kanıtı olarak görüldü. Ancak, yolsuzluk, polis şiddeti, siyaset kurumunun ve kamu hizmetlerinin verimsizliği nedeniyle on yıllardır biriken öfke ve hayal kırıklıklarının yol açtığı, 2010'da ve 2014'te seçimleri az farkla kazanarak Lula'nın yerine geçen Dilma Rousseff'in ilk döneminin ortasında Brezilya'da çok sayıda barışçıl protesto patlak verdi.
Rousseff 2016 yılında, ikinci döneminin yarısında Brezilya Kongresi tarafından görevden alındı ve yerine 31 Ağustos'ta Rousseff'in görevden alınmasının kabul edilmesinin ardından tam başkanlık yetkilerini üstlenen Başkan Yardımcısı Michel Temer getirildi. Azil süreci boyunca Rousseff lehine ve aleyhine büyük sokak protestoları düzenlendi. Kendisine yöneltilen suçlamalar, siyasi ve ekonomik krizlerin yanı sıra tüm ana siyasi partilerden siyasetçilerle ilişki içinde olduğuna dair kanıtlarla desteklendi. 2017 yılında Yüksek Mahkeme, Petrobras yolsuzluk skandalıyla bağlantılı olduğu iddia edilen 71 Brezilyalı milletvekili ve Devlet Başkanı Michel Temer'in kabinesinden dokuz bakanın soruşturulmasını talep etti. Başkan Temer'in kendisi de yolsuzlukla suçlandı.
Oldukça tartışmalı geçen 2018 seçimlerinde, Sosyal Liberal Parti'nin (PSL) tartışmalı muhafazakâr adayı Jair Bolsonaro, İşçi Partisi'nden (PT) Fernando Haddad'a karşı ikinci turda geçerli oyların %55,13'ünün desteğini alarak başkan seçildi. 2020'lerin başında Brezilya, COVID-19 pandemisi sırasında en çok etkilenen ülkelerden biri oldu ve Amerika Birleşik Devletleri'nden sonra dünya çapında ikinci en yüksek ölü sayısına ulaştı. Mayıs 2021'de Luiz Inácio Lula da Silva, 2022 Brezilya genel seçimlerinde Bolsonaro'ya karşı üçüncü bir dönem için aday olacağını açıkladı. Ekim 2022'de Lula, seçmenlerin %48,43'ünün desteğini alarak ilk turda birinci sırada yer aldı ve ikinci turda oyların %50,90'ını aldı. 8 Ocak 2023'te, Lula'nın göreve başlamasından bir hafta sonra, Bolsonaro'nun destekçilerinden oluşan bir güruh, birkaç hafta süren huzursuzluğun ardından başkent Brasília'daki Brezilya federal hükûmet binalarına saldırdı.
Coğrafya.
Brezilya, Güney Amerika'nın doğu kıyısı boyunca geniş bir alanı kaplar ve kıtanın iç kısımlarının çoğunu içerir. Güneyde Uruguay; güneybatıda Arjantin ve Paraguay; batıda Bolivya ve Peru; kuzeybatıda Kolombiya ve kuzeyde Venezuela, Guyana, Surinam ve Fransa (Fransız Guyanası'nın Fransız denizaşırı bölgesi) ile kara sınırlarını paylaşır. Ekvador ve Şili hariç tüm Güney Amerika ülkeleriyle sınırı bulunmaktadır.
Brezilya toprakları ayrıca Fernando de Noronha, Atol das Rocas, São Pedro ve São Paulo Takımadaları ile Trindade ve Martim Vaz adaları gibi bir dizi okyanus takımadasını da kapsamaktadır. Büyüklüğü, rölyefi, iklimi ve doğal kaynakları Brezilya'yı coğrafi açıdan çeşitlilik arz eden bir ülke haline getirmektedir. Atlas Okyanusu'ndaki adalar da dahil olmak üzere Brezilya 6°K ve 34°G enlemleri ile 28° ve 74°B boylamları arasında yer almaktadır.
Brezilya, su alanı da dahil olmak üzere toplam , yüzölçümüyle dünyanın beşinci, Amerika kıtasının ise üçüncü büyük ülkesidir. Kuzeyden güneye 4.395 km (2.731 mil) uzunluğuyla dünyanın en uzun ülkesi olan Brezilya, dünyada ekvator ve Oğlak Dönencesi'nin her ikisinin de içinden geçtiği tek ülkedir. Acre eyaletini ve Amazonas'ın en batı kısmını kapsayan UTC-5'ten batı eyaletlerinde UTC-4'e, doğu eyaletlerinde UTC-3'e (ulusal saat) ve Atlas Okyanusu'ndaki adalarında UTC-2'ye kadar dört zaman dilimini kapsar.
İklim.
Brezilya'nın iklimi, geniş bir alan ve çeşitli topoğrafya boyunca çok çeşitli hava koşullarından oluşur, ancak ülkenin çoğu tropikaldir. Köppen sistemine göre Brezilya altı ana iklim alt tipine ev sahipliği yapmaktadır: çöl, ekvatoral, tropikal, yarı kurak, okyanusal ve subtropikal. Farklı iklim koşulları, kuzeydeki ekvatoral yağmur ormanlarından kuzeydoğudaki yarı kurak çöllere, güneydeki ılıman iğne yapraklı ormanlara ve orta Brezilya'daki tropikal savanlara kadar değişen ortamlar üretir.
Brezilya'da orman örtüsü, 1990 yılında 588.898.000 hektar (ha) iken 2020 yılında 496.619.600 hektar (ha) ormana eşdeğer olarak toplam arazi alanının yaklaşık %59'u kadardır. 2020 yılında, doğal olarak yenilenen orman 485.396.000 hektar (ha) ve dikilen orman 11.223.600 hektar (ha) alanı kaplamıştır. Doğal olarak yenilenen ormanın %44'ünün birincil orman (insan faaliyetlerinin açıkça görülebildiği yerli ağaç türlerinden oluşan) olduğu ve orman alanının yaklaşık %30'unun korunan alanlar içinde bulunduğu bildirilmiştir. 2015 yılı için orman alanının %56'sının devlet mülkiyetinde, %44'ünün ise özel mülkiyette olduğu bildirilmiştir.
Birçok bölge birbirinden oldukça farklı mikroiklimlere sahiptir. Kuzey Brezilya'nın büyük bölümünü ekvatoral iklim karakterize etmektedir. Gerçek bir kuru mevsim yoktur, ancak yılın en çok yağmur yağan döneminde bazı farklılıklar vardır. Sıcaklıklar ortalama olup, gece ve gündüz arasındaki sıcaklık değişimi mevsimler arasındaki sıcaklık değişiminden daha fazladır. Orta Brezilya'da yağışlar daha mevsimseldir ve savan ikliminin karakteristik özelliğidir. Bu bölge Amazon havzası kadar geniştir ancak daha güneyde ve daha yüksek bir rakımda yer aldığı için çok farklı bir iklime sahiptir. İç kuzeydoğuda mevsimsel yağışlar daha da aşırıdır. Bahia'nın güneyinde, kıyılara yakın yerlerde ve São Paulo eyaletinin daha güneyinde yağış dağılımı değişir ve yıl boyunca yağmur yağar. Güney, serin kışlar ve ; aşmayan yıllık ortalama sıcaklıklarla subtropikal koşullara sahiptir; yüksek bölgelerde kış donları ve kar yağışı nadir değildir.
Yarı kurak iklim bölgesi genellikle daha az yağmur alır ve bu yağmurun çoğu yılın üç ila beş aylık bir döneminde, bazen de bundan daha az bir sürede düşerek uzun kuraklık dönemleri yaratır. Brezilya'nın tarihindeki en kötü kuraklık olan 1877-78 Grande Seca (Büyük Kuraklık) yaklaşık yarım milyon kişinin ölümüne neden olmuştur. Benzer şekilde yıkıcı bir kuraklık da 1915 yılında meydana gelmiştir. 2024 yılında ilk kez "kuzeyden ülkenin güneydoğusuna kadar uzanan bir kuraklık" yaşanmıştır. Bu, Brezilya'da 1950'lerde ölçüm yapılmaya başlanmasından bu yana görülen en şiddetli kuraklıktır ve ülke topraklarının neredeyse %60'ını kapsamaktadır. Kuraklık ormansızlaşma ve iklim değişikliğiyle bağlantılıdır.
Brezilya'daki iklim değişikliği daha yüksek sıcaklıklara ve daha uzun süreli sıcak hava dalgalarına, değişen yağış düzenlerine, daha yoğun orman yangınlarına ve artan yangın riskine neden oluyor. Ülkenin hidroelektrik, tarım ve kentsel su kaynakları etkilenecektir. Yağmur ormanları ve Amazonlar iklim değişikliği karşısında özellikle risk altındadır. En kötü ihtimalle, Amazon Havzası'nın geniş alanları savanaya dönüşebilir ve bu da küresel iklim ve yerel geçim kaynakları için ciddi sonuçlar doğurabilir. Kuraklık ve ani seller gibi ekstrem hava olayları, ülkenin 2022 GSYİH'sinin %0,1'ine denk gelen yaklaşık 13 milyar R$ (2,6 milyar ABD$) yıllık kayba neden olmaktadır. İklim etkileri yoksulluğu daha da kötüleştirebilir.
Brezilya'nın kişi başına sera gazı emisyonları küresel ortalamadan daha yüksektir ve Brezilya en yüksek emisyona sahip ilk 10 ülke arasındadır. Brezilya'nın sera gazı emisyonları yıllık dünya toplamının %4'ünden fazladır. Brezilya 2024 yılında Ulusal Olarak Belirlenmiş Katkısını (NDC) revize ederek 2035 yılına kadar sera gazı emisyonlarını 2005 seviyelerine kıyasla %59 ila %67 oranında azaltma hedefi koymuştur. Ülkenin yılda 10 milyar dolar alması halinde 2060 yılına kadar karbon nötrlüğüne ulaşma gibi gösterge niteliğinde bir hedefi vardır.
Topografya ve hidrografi.
Brezilya topografyası da çeşitlilik gösterir ve tepeler, dağlar, ovalar, yaylalar ve çalılık alanları içerir. Arazinin çoğu ile yükseklik arasında yer almaktadır. Ana yayla alanı ülkenin güney yarısının çoğunu kaplar. Platonun kuzeybatı kesimleri alçak, yuvarlak tepelerle bölünmüş geniş, inişli çıkışlı arazilerden oluşur.
Güneydoğu kesimi ise daha engebeli olup, yüksekliğe kadar ulaşan karmaşık bir sırtlar ve sıradağlar kütlesine sahiptir. Bu sıradağlar arasında Mantiqueira ve Espinhaço dağları ile Serra do Mar bulunmaktadır. Kuzeyde, Guyana Dağlığı, güneye Amazon Havzası'na akan nehirleri kuzeyde Venezuela'daki Orinoco Nehir sistemine boşalan nehirlerden ayıran büyük bir drenaj bölünmesi oluşturur. Brezilya'nın en yüksek noktası ile Pico da Neblina, en alçak noktası ise Atlas Okyanusu'dur.
Brezilya, hepsi Atlantik'e dökülen sekiz büyük drenaj havzası ile dünyanın en kapsamlılarından biri olan yoğun ve karmaşık bir nehir sistemine sahiptir. Başlıca nehirler arasında Amazon (dünyanın en uzun ikinci nehri ve su hacmi bakımından en büyüğü), Paraná ve başlıca kolu Iguaçu (Iguazú Şelaleleri'ni içerir), Negro, São Francisco, Xingu, Madeira ve Tapajós nehirleri bulunmaktadır.
Biyoçeşitlilik ve koruma.
Brezilya'nın vahşi yaşamı, Güney Amerika ülkesinde doğal olarak oluşan tüm hayvanları, bitkileri ve mantarları kapsar. Dünyadaki tüm türlerin yaklaşık onda birini barındıran Amazon yağmur ormanlarının %60'ına ev sahipliği yapan Brezilya, kataloglanan tüm hayvan ve bitki türlerinin %70'inden fazlasını barındırarak gezegendeki en büyük biyoçeşitliliğe sahip ülke olarak kabul edilmektedir. Brezilya bilinen en fazla bitki türüne (55.000), tatlı su balığına (3.000) ve memeliye (689'dan fazla) sahiptir. Ayrıca 1.832 kuş türüyle bu alanda dünya sıralamasında üçüncü, 744 sürüngen türüyle ise ikinci sıradadır. Mantar türlerinin sayısı bilinmemektedir ancak büyüktür. Brezilya, Endonezya'dan sonra en fazla endemik türe sahip ikinci ülkedir.
Brezilya'nın geniş toprakları, dünyanın en büyük biyolojik çeşitliliğine sahip olduğu kabul edilen Amazon yağmur ormanları, Atlas Ormanları ve Cerrado gibi farklı ekosistemlerden oluşmaktadır. Güneyde Araucaria nemli ormanları ılıman koşullar altında yetişir. Brezilya'nın zengin yaban hayatı, doğal yaşam alanlarının çeşitliliğini yansıtmaktadır. Bilim insanları Brezilya'daki bitki ve hayvan türlerinin toplam sayısının, çoğu omurgasız olmak üzere dört milyona yaklaşabileceğini tahmin etmektedir. Daha büyük memeliler arasında etobur pumalar, jaguarlar, oselolar, nadir çalı köpekleri ve tilkiler ile otobur pekariler, tapirler, karıncayiyenler, tembel hayvanlar, keseli sıçangiller ve armadillolar bulunur. Geyikler güneyde bol miktarda bulunur ve Yeni Dünya maymunlarının birçok türü kuzey yağmur ormanlarında bulunur.
Brezilya'daki Amazon yağmur ormanlarının beşte birinden fazlası tamamen yok edilmiştir ve 70'ten fazla memeli türü tehlike altındadır. Nesillerinin tükenmesi tehdidi, ormansızlaşma ve kaçak avlanma da dahil olmak üzere çeşitli kaynaklardan gelmektedir. Ormanın yaklaşık %93'ünün temizlendiği Atlas Ormanları'nda neslin tükenmesi daha da sorunludur. Brezilya'da nesli tükenmekte olan 202 hayvanın 171'i Atlas Ormanı'nda bulunmaktadır. Amazon yağmur ormanları, hızlı ekonomik ve demografik genişleme nedeniyle 1970'lerden bu yana doğrudan ormansızlaşma tehdidi altındadır. Kapsamlı yasal ve yasadışı ağaç kesimi, yılda küçük bir ülke büyüklüğündeki ormanları ve beraberinde habitat yok olması ve habitat parçalanması yoluyla çeşitli türleri yok etmektedir. 1970 yılından bu yana Amazon yağmur ormanlarının fazlası ağaç kesimi ile yok edilmiştir.
2017 yılında, korunmuş doğal bitki örtüsü Brezilya topraklarının %61'ini kaplıyordu. Tarım ulusal toprakların sadece %8'ini, meralar ise %19,7'sini kaplıyordu. Karşılaştırma yapmak gerekirse, 2019 yılında tüm Avrupa kıtasının %43'ü ormanlara sahip olmasına rağmen, Avrupa'daki toplam orman alanının sadece %3'ü doğal ormanlardan oluşmaktadır. Brezilya, tarım sektörü doğrudan ormanlarına bağlı olduğu için koruma konusunda güçlü bir ilgiye sahiptir.
Hükûmet ve siyaset.
Hükûmet şekli, başkanlık sistemine sahip demokratik federatif bir cumhuriyettir. Başkan, Birliğin hem devlet başkanı hem de hükûmet başkanıdır ve dört yıllık bir dönem için seçilir ve ikinci bir dönem için yeniden seçilme olasılığı vardır. Mevcut başkan Luiz Inácio Lula da Silva'dır. Başkan, hükûmete yardımcı olan Devlet Bakanlarını atar.
Her siyasi oluşumdaki yasama meclisleri Brezilya'daki yasaların ana kaynağıdır. Ulusal Kongre, Federasyon'un Temsilciler Meclisi ve Federal Senato'dan oluşan iki meclisli yasama organıdır. Yargı makamları neredeyse münhasıran yargılama görevlerini yerine getirmektedir. 2021 yılında Economist Intelligence Unit'in Demokrasi Endeksi Brezilya'yı "kusurlu demokrasi" olarak sınıflandırarak raporda 46. sırada yer almış, Freedom House ise Freedom in the World raporunda özgür bir ülke olarak sınıflandırmıştır.
Brezilya Federatif Cumhuriyeti'nin siyasi-idari teşkilatı Birlik, eyaletler, Federal Bölge ve belediyelerden oluşmaktadır. Birlik, eyaletler, Federal Bölge ve belediyeler, "hükûmet alanları"dır. Federasyon beş temel ilke üzerine kurulmuştur: egemenlik, vatandaşlık, insan onuru, emeğin sosyal değerleri ve girişim özgürlüğü ve siyasi çoğulculuk.
Klasik üçlü hükûmet organları (denge ve denetleme sistemi altında yürütme, yasama ve yargı) Anayasa tarafından resmen kurulmuştur. Yürütme ve yasama, hükûmetin her üç alanında bağımsız olarak örgütlenmişken, yargı sadece federal ve eyalet ve Federal Bölge alanlarında örgütlenmiştir. Yürütme ve yasama organlarının tüm üyeleri doğrudan seçilmektedir.
Brezilya, demokratik tarihinin büyük bir bölümünde nispi temsile dayalı çok partili bir sisteme sahip olmuştur. Oy kullanma 18-70 yaş arası okuryazarlar için zorunlu, okuryazar olmayanlar ve 16-18 yaş arası ya da 70 yaş üstü kişiler için ise isteğe bağlıdır. Ülkede yaklaşık 30 kayıtlı siyasi parti bulunmaktadır. Yirmi siyasi parti Kongre'de temsil edilmektedir. Politikacıların parti değiştirmesi yaygındır ve bu nedenle belirli partilerin Kongre'de sahip olduğu sandalye oranı düzenli olarak değişmektedir.
Hukuk.
Brezilya hukuku Kara Avrupası hukuk düzenine dayanmaktadır ve medeni hukuk kavramları örfi hukuk uygulamalarına üstün gelmektedir. Brezilya hukukunun çoğu kodifiye edilmiştir, ancak kodifiye edilmemiş tüzükler de tamamlayıcı bir rol oynayarak önemli bir kısmı temsil etmektedir. Mahkeme kararları yorumlayıcı kılavuz ilkeler ortaya koyar; ancak nadiren diğer özel davalar için bağlayıcıdır. Doktrinel çalışmalar ve akademik hukukçuların eserleri, hukukun oluşturulmasında ve hukuk davalarında güçlü bir etkiye sahiptir. Hakimler ve diğer yargı görevlileri giriş sınavlarını geçtikten sonra atanırlar.
Hukuk sistemi, 5 Ekim 1988 tarihinde ilan edilen ve Brezilya'nın temel yasası olan Federal Anayasa'ya dayanmaktadır. Diğer tüm mevzuat ve mahkeme kararları bu kurallara uygun olmalıdır. Temmuz 2022 itibarıyla 124 değişiklik yapılmıştır. En yüksek mahkeme Federal Yüksek Mahkemedir. Eyaletlerin, Federal Anayasa ile çelişmemesi gereken kendi anayasaları vardır. Belediyeler ve Federal Bölge, anayasalara benzer şekilde hareket eden "organik yasalara" () sahiptir. Yasama organları tüzüklerin ana kaynağıdır, ancak belirli konularda yargı ve yürütme organları yasal normlar çıkarabilir. Yargı yetkisi yargı organları tarafından yönetilir, ancak nadir durumlarda Federal Anayasa Federal Senato'nun yasal kararlar almasına izin verir. Ayrıca uzmanlaşmış askeri, iş ve seçim mahkemeleri de bulunmaktadır.
Askeriye.
Brezilya silahlı kuvvetleri, aktif personel bakımından Latin Amerika'nın en büyüğü ve askeri teçhizat bakımından da en büyüğüdür. Ülke 2025 yılında gezegendeki en büyük 11. askeri güç olarak kabul edilmiştir. Brezilya Ordusu (Kara Havacılık Komutanlığı dahil), Brezilya Donanması (Deniz Piyadeleri ve (Deniz Havacılığı dahil) ve Brezilya Hava Kuvvetleri'nden oluşmaktadır. Brezilya'nın zorunlu askerlik politikası, yılda 1,6 milyondan fazla yedek askerle dünyanın en büyük askeri güçlerinden biri olmasını sağlamaktadır. Hava Kuvvetleri Latin Amerika'nın en büyüğüdür ve hizmette olan yaklaşık 700 mürettebatlı uçağı ve yaklaşık 67.000 etkili personeli vardır.
Aktif personel sayısı 236.000'e yaklaşan Brezilya Ordusu, zırhlı nakliye araçları ve tanklar da dahil olmak üzere Güney Amerika'daki en fazla sayıda zırhlı araca sahiptir. Eyaletlerin Askeri Polisi ve Askeri İtfaiyeciler Birliği anayasa tarafından ordunun yardımcı kuvvetleri olarak tanımlansa da her eyaletin valisinin kontrolü altındadır.
Brezilya donanması bir zamanlar Minas Geraes sınıfı iki dretnot ile dünyanın en güçlü savaş gemilerinden bazılarını işletmiş ve Arjantin, Brezilya ve Şili arasında bir deniz silahlanma yarışına yol açmıştır. Bugün ise bir yeşil su gücüdür ve kıyılarındaki Brezilya petrol platformlarını korumak için özel olarak eğitilmiş GRUMEC adlı, gemileri ve deniz tesislerini geri alma konusunda uzmanlaşmış elit bir gruba sahiptir. 2022 itibarıyla Latin Amerika'da helikopter gemisi NAM Atlântico'yu işleten tek donanmadır ve dünyada helikopter gemisi işleten ya da inşa halinde olan on iki donanmadan biridir.
Dış siyaset.
Brezilya'nın uluslararası ilişkileri, Brezilya'nın diğer ülkeler ve çok taraflı örgütlerle ilişkilerinde yol gösterici ilkeler olarak müdahale etmeme, kendi kaderini tayin hakkı, uluslararası iş birliği ve çatışmaların barışçıl yollarla çözülmesini belirleyen Federal Anayasa'nın 4. Maddesine dayanmaktadır. Anayasaya göre, başkan dış politika üzerinde nihai yetkiye sahipken, kongre tüm diplomatik adaylıkları ve uluslararası antlaşmaları ve Brezilya dış siyasetiyle ilgili mevzuatı gözden geçirmek ve değerlendirmekle görevlidir.
Brezilya'nın dış siyaseti, ülkenin Latin Amerika'da bölgesel güç, gelişmekte olan ülkeler arasında bir lider ve yükselen bir dünya gücü olarak konumunun bir yan ürünüdür. Brezilya dış siyaseti genel olarak çok taraflılık, anlaşmazlıkların barışçıl yollarla çözümü ve diğer ülkelerin iç işlerine karışmama ilkelerine dayanmaktadır. Brezilya, Lusofon uluslarının uluslararası bir örgütü ve siyasi birliği olan Lusofon Milletler Topluluğu olarak da bilinen Portekizce Konuşan Ülkeler Topluluğu'nun (CPLP) kurucu üye devletlerinden biridir.
Brezilya'nın dış siyasetinin giderek gelişen bir aracı da diğer gelişmekte olan ülkelere donör olarak yardım sağlamaktır. Brezilya artan ekonomik gücünü sadece mali yardım sağlamak için kullanmıyor, aynı zamanda yüksek düzeyde uzmanlık ve en önemlisi de yönetişim düzeylerini iyileştirmek için çatışmacı olmayan sessiz bir diplomasi sağlıyor. Toplam yardımın yılda yaklaşık 1 milyar dolar olduğu tahmin edilmektedir. Brezilya ayrıca Haiti'de bir barışı koruma misyonunu yönetmekte (350 milyon dolar) ve Dünya Gıda Programına (300 milyon dolar) ayni katkıda bulunmaktadır. Bu yardımların ölçeği Brezilya'yı Çin ve Hindistan ile aynı seviyeye getirmektedir. Brezilya'nın Güney-Güney yardımları "bekleyen küresel bir model" olarak tanımlanmaktadır.
Kolluk kuvvetleri ve suç.
Brezilya'da Anayasa, kolluk kuvvetleri için altı farklı polis teşkilatı kurmuştur: Federal Polis Teşkilatı, Federal Otoyol Polisi, Federal Demiryolu Polisi, Federal, Bölge ve Eyalet Ceza Polisi (2019 tarihli 104 sayılı Anayasa Değişikliği ile dahil edilmiştir), Askeri Polis ve Sivil Polis. Bunlardan ilk üçü federal makamlara, son ikisi eyalet hükûmetlerine bağlıdır ve Ceza Polisi federal veya eyalet/ilçe hükûmetine bağlı olabilir. Tüm polis güçleri federal ya da eyalet hükûmetinin yürütme organı tarafından denetlenir. Ulusal Kamu Güvenliği Gücü de ülkenin herhangi bir yerinde ortaya çıkan kamu düzensizliği durumlarında harekete geçebilir.
Ülkede silahlı şiddet ve cinayet gibi şiddet suçları yüksek seviyededir. 2022 yılında Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi (UNODC), kasıtlı cinayet oranının 100.000 kişi başına 21,1 olduğunu tahmin etmiştir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından kabul edilebilir olarak değerlendirilen rakam ise 100.000 kişi başına yaklaşık 10 cinayettir. 2024 yılında Brezilya'da 38.772 cinayet kaydedildi. Bu rakam, 2023'teki 40.768 cinayetten ve 2017'deki rekor seviye olan 63.880 cinayetten düşüş göstermiştir. Cinayet oranları bölgelere göre değişiklik göstermektedir. São Paulo'da 2023 yılında kaydedilen cinayet oranı 100.000 kişi başına 6,4 iken, Amapá'da bu oran 100.000 kişi başına 57,4 idi. 2024 yılında ulusal cinayet oranı 100.000 kişi başına 17,9 ile on yıldan fazla bir süredir en düşük seviyeye ulaştı.
Brezilya'da hapis cezası oranları da yüksektir. 2024 yılında yaklaşık 909.067 mahkumla dünyanın en büyük üçüncü hapishane nüfusuna sahipti ve bu sayı ile sadece Amerika Birleşik Devletleri (1.808.100) ve Çin (1.690.000) gerisinde kaldı. Yüksek mahkûm sayısı, Brezilya cezaevi sistemini aşırı yükleyerek yaklaşık 200.000 kişilik bir kapasite açığına yol açmıştır.
İnsan hakları.
Brezilya'daki insan hakları arasında yaşama hakkı ve ifade özgürlüğü, kölelik ve işkencenin kınanması yer almaktadır. Ülke Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi'ni onaylamıştır. Freedom House tarafından hazırlanan 2017 yılındaki Freedom House Dünya Özgürlük Raporu'nda Brezilya'ya hem siyasi haklar hem de sivil özgürlükler açısından “2” puan verilmiştir. "1" en özgür, "7" ise en az özgür ülkeyi temsil etmektedir.
Bununla birlikte, şu insan hakları sorunları rapor edilmiştir: polis ve cezaevi güvenlik güçleri tarafından tutuklu ve mahkumlara işkence yapılması, ceza davalarında yer alan tanıkların korunamaması, ağır koşullar, uzun süreli tutukluluk ve yargılamaların aşırı gecikmesi, yolsuzluk nedeniyle hükûmet yetkililerinin yargılanmasında isteksizlik ve verimsizlik, kadınlara yönelik şiddet ve ayrımcılık, cinsel istismar da dahil olmak üzere çocuklara yönelik şiddet, insan kaçakçılığı, polis şiddeti, siyahlara ve yerli halka karşı ayrımcılık, iş kanunlarının uygulanmaması ve kayıt dışı sektörde çocuk işçiliği. İnsan hakları ihlalcileri genellikle cezasız kalmaktadır. UNESCO'ya göre, "Brezilya, muazzam sosyal ve ekonomik eşitsizliklerle karşı karşıya olmasına rağmen, insan haklarının ilerletilmesi ve savunulması için geniş bir dizi eylemi teşvik etmektedir".
Brezilya'da aynı cinsiyetten çiftler Mayıs 2013'ten bu yana ülke çapında evlilik hakkına sahiptir.
Siyasi alt bölümler.
Brezilya 26 eyalet, bir federal bölge ve 5.571 belediyeden oluşan bir federasyondur. Eyaletlerin özerk yönetimleri vardır, kendi vergilerini toplarlar ve Federal hükûmet tarafından toplanan vergilerden pay alırlar. Doğrudan seçmenleri tarafından seçilen bir valileri ve tek meclisli bir yasama organları vardır. Ayrıca genel adalet için bağımsız Adalet Divanı vardır. Buna rağmen eyaletler kendi yasalarını oluşturma konusunda Amerika Birleşik Devletleri gibi diğer federal devletlere kıyasla çok daha az özerkliğe sahiptir. Örneğin, ceza ve medeni kanunlar sadece iki meclisli federal Kongre tarafından oylanabilir ve ülke genelinde tek tiptir.
Eyaletler gibi belediyelerin de özerk yönetimleri vardır, kendi vergilerini toplarlar ve federal ve eyalet hükûmeti tarafından toplanan vergilerden pay alırlar. Her birinin seçilmiş bir belediye başkanı ve yasama organı vardır, ancak ayrı bir Hukuk Mahkemesi yoktur. Aslında, devlet tarafından organize edilen bir Hukuk Mahkemesi, çomarca (ilçe) adı verilen tek bir adli idari bölümdeki birçok belediyeyi kapsayabilir.
Brezilya anayasası ayrıca doğrudan federal hükûmet tarafından kontrol edilen idari bölümler olan federal bölgelerin oluşturulmasını da öngörmektedir. Ancak şu anda ülkede herhangi bir federal bölge bulunmamaktadır. 1988 Anayasası ile son üçü kaldırılmıştır: Amapá ve Roraima eyalet statüsü kazanmış, Fernando de Noronha ise Pernambuco eyaletine bağlı bir eyalet bölgesi olmuştur.
Ekonomi.
Brezilya, doğal kaynaklar açısından zengin, üst-orta gelirli karma piyasa ekonomisine sahip gelişmekte olan ülkedir. Latin Amerika'nın en büyük ulusal ekonomisine, nominal GSYH'ye göre dünyanın en büyük onuncu ekonomisine ve SAGP'ye göre en büyük sekizinci ekonomisine sahiptir. Önceki on yıllardaki hızlı büyümenin ardından Brezilya, 2014 yılında siyasi bir yolsuzluk skandalı ve ülke çapındaki protestoların ortasında devam eden bir durgunluğa girmiştir. Ancak 2024 yılında ekonomi istikrarlı bir şekilde önemli bir büyüme göstermeye başlamıştır. Brezilya'nın işgücü yaklaşık 100 milyon kişiden oluşmaktadır ve bu sayı dünya çapında beşinci sıradadır. Uluslararası rezervleri dünyanın en yüksek onuncu rezervidir. São Paulo'daki B3, piyasa değerine göre Latin Amerika'nın en büyük borsasıdır. Brezilyalıların yaklaşık beşte biri yoksulluk içinde yaşamaktadır: toplam nüfusun yaklaşık %3,8'si günde 3 dolar ile, yaklaşık 23'ü ise günde 8,30 dolar ile yaşamaktadır. Brezilya ekonomisi yaygın yolsuzluk ve yüksek gelir eşitsizliğinden muzdariptir. Brezilya reali ulusal para birimidir.
Brezilya'nın çeşitlendirilmiş ekonomisi tarım, sanayi ve geniş bir hizmet yelpazesini içermektedir. Büyük hizmet sektörü toplam GSYH'nin yaklaşık %72,7'sini oluştururken, bunu sanayi sektörü (%20,7) takip eder. Tarım sektörü ise toplam GSYH'nin %6,6'sını oluşturarak açık ara en küçük sektördür.
Brezilya çeşitli tarımsal ürünlerin en büyük üreticilerinden biridir ve aynı zamanda ülkedeki gıdanın %50'sini sağlayan büyük bir kooperatif sektörüne sahiptir. Son 150 yıldır dünyanın en büyük kahve üreticisi olan ülke; şeker kamışı, soya, kahve ve portakalda dünya lideridir. Ayrıca mısır, pamuk, limon, tütün, ananas, muz, fasulye, Hindistan cevizi, karpuz ve papayada ilk beş; kakao, kaju, mango, pirinç, domates, sorghum, tangerina, avokado, trabzon hurması ve guava gibi ürünlerde ilk on üretici arasında yer almaktadır. Hayvancılık alanında ise tavuk eti, sığır eti, domuz eti ve inek sütü üretiminde dünyanın en büyük beş üreticisinden biridir.
Madencilik sektöründe Brezilya en büyük demir cevheri, bakır, altın, boksit, manganez, kalay, niyobyum ve nikel üreticileri arasında yer almaktadır. Değerli taşlar açısından Brezilya dünyanın en büyük ametist, topaz, akik üreticisi ve turmalin, zümrüt, akuamarin, garnet ve opal ana üreticilerinden biridir. Ülke; soya, demir cevheri, selüloz, mısır, sığır eti, tavuk eti, soya küspesi, şeker, kahve, tütün, pamuk, portakal suyu, ayakkabı, uçak, otomobil, yedek parça, altın, etanol ve yarı işlenmiş demir gibi çok çeşitli ürünleri ihraç etmektedir.
Brezilya 2021 itibarıyla dünyanın 24. en büyük ihracatçısı ve 26. en büyük ithalatçısı konumundadır. Çin, toplam ticaretin %32'sini oluşturan en büyük ticaret ortağıdır. Diğer büyük ticaret ortakları arasında Amerika Birleşik Devletleri, Arjantin, Hollanda ve Kanada yer almaktadır. Otomotiv endüstrisi dünyanın en büyük sekizinci endüstrisidir. Gıda sektöründe Brezilya 2019 yılında dünyanın en büyük ikinci işlenmiş gıda ihracatçısı olmuştur. Ülke 2016 yılında dünyanın en büyük ikinci kâğıt hamuru üreticisi ve sekizinci en büyük kâğıt üreticisi olmuştur. Ayakkabı sektöründe Brezilya 2019 yılında dördüncü en büyük üretici olmuştur. Aynı zamanda dünyanın dokuzuncu en büyük çelik üreticisi olmuştur. 2018 yılında Brezilya'nın kimya endüstrisi dünyanın en büyük sekizinci endüstrisiydi. 2013'te dünyanın en büyük beş üreticisi arasında yer almasına rağmen, Brezilya'nın tekstil endüstrisi dünya ticaretine çok az entegre olmuştur.
IBGE'ye göre üçüncül sektör (ticaret ve hizmetler) 2018 yılında ülkenin GSYH'sinin %75,8'ini temsil etmiştir. Hizmet sektörü GSYH'nin %60'ından, ticaret ise %13'ünden sorumluydu. Bu sektör ticaret, ulaşım, eğitim, sosyal ve sağlık hizmetleri, araştırma ve geliştirme, spor faaliyetleri vb. alanları kapsamaktadır. Mikro ve küçük işletmeler ülkenin GSYH'sinin %30'unu temsil etmektedir. Örneğin ticaret sektöründe, sektörün faaliyetleri dahilinde GSYH'nin %53'ünü temsil etmektedirler.
Turizm.
Brezilya'da turizm büyüyen bir sektördür ve ülkenin çeşitli bölgelerinin ekonomileri için kilit öneme sahiptir. Ülke 2015 yılında 6.36 milyon ziyaretçi ağırlayarak uluslararası turist girişleri açısından Güney Amerika'da birinci, Latin Amerika'da ise Meksika'dan sonra ikinci sırada yer almıştır. Uluslararası turistlerden elde edilen gelirler 2010 yılında 6 milyar ABD Dolarına ulaşarak 2008-2009 ekonomik krizinden sonra bir toparlanma göstermiştir. Tarihi rekorlar olan 5,4 milyon ziyaretçi ve 6,8 milyar ABD doları gelir 2011 yılında elde edilmiştir. Dünya turizm destinasyonları listesinde Brezilya, 2018 yılında 6,6 milyon turist (ve 5,9 milyar dolar gelir) ile en çok ziyaret edilen 48. ülke olmuştur.
En popüler turizm ürünü olan doğal alanlar, ekoturizm ile başta güneş ve plaj olmak üzere eğlence ve dinlence, macera seyahati ve kültür turizminin bir kombinasyonudur. En popüler destinasyonlar arasında Amazon Ormanları, Kuzeydoğu bölgesindeki plajlar ve kumullar, Orta-Batı bölgesindeki Pantanal, Rio de Janeiro ve Santa Catarina'daki plajlar, Minas Gerais'taki kültür turizmi ve São Paulo'ya yapılan iş gezileri yer almaktadır.
Ülkelerin seyahat ve turizm sektöründe iş geliştirmeyi cazip kılan faktörlerin bir ölçümü olan 2024 Seyahat ve Turizm Gelişim Endeksi (TTCI) açısından Brezilya dünya düzeyinde 26. sırada yer alırken, Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri'nin ardından Amerika kıtasında üçüncü sırada yer almıştır. İç turizm, Brezilya'daki turizm endüstrisi için önemli bir pazar segmentidir. 2005 yılında 51 milyon Brezilya vatandaşı yabancı turistlerden on kat daha fazla seyahat gerçekleştirmiş ve uluslararası eşdeğerlerinden beş kat daha fazla para harcamıştır. 2023'te ana hedef eyaletler São Paulo, Rio de Janeiro ve Rio Grande do Sul olmuştur. Tüm ülke için ana turist kaynağı São Paulo eyaletidir. Turizm gelirleri açısından, eyaletlere göre en çok kazananlar São Paulo ve Bahia'dır. 2005 yılı için üç ana seyahat amacı arkadaş ve aile ziyareti (%53,1), güneş ve plaj (%40,8) ve kültür turizmi (%12,5) olmuştur.
Bilim ve teknoloji.
Brezilya'da teknolojik araştırmalar büyük ölçüde devlet üniversiteleri ve araştırma enstitülerinde yürütülmekte olup, temel araştırmalar için sağlanan fonların büyük bir kısmı çeşitli devlet kurumlarından gelmektedir. Ülkenin en saygın teknoloji merkezleri Oswaldo Cruz Vakfı, Butantan Enstitüsü, Hava Kuvvetlerine ait Havacılık ve Uzay Bilimleri ve Teknolojisi Bölümü, Brezilya Tarımsal Araştırma Kurumu ve Ulusal Uzay Araştırmaları Enstitüsüdür.
Brezilya Uzay Ajansı, fırlatma araçları ve uydu üretimi için önemli kaynaklara sahip Latin Amerika'daki en gelişmiş uzay programına sahiptir. Ülke denizaltı ve uçak geliştirmenin yanı sıra uzay araştırmalarında yer almakta, bir Araç Fırlatma Merkezi Işığı'na sahip olmakta ve Güney yarımkürede ünlü Uluslararası Uzay İstasyonu'nu (ISS) inşa eden bir ekibi entegre eden tek ülke olmaktadır.
Ülke aynı zamanda rezervlerinin %73'ünü çıkardığı derin sularda petrol arama konusunda da öncüdür. Uranyum, Resende Nükleer Yakıt Fabrikasında çoğunlukla araştırma amaçlı olarak zenginleştirilmektedir (Brezilya elektriğinin %88'ini hidroelektrikten elde etmektedir) ve ülkenin ilk nükleer denizaltısının 2029 yılında fırlatılması beklenmektedir.
Brezilya, Latin Amerika'da fizik, kimya, malzeme bilimi ve yaşam bilimleri üzerine bir araştırma tesisi olan Sinkrotron Laboratuvarı'nın faaliyette olduğu üç ülkeden biridir ve Brezilya, kendi üretim tesisi olan CEITEC adlı yarı iletken şirketine sahip tek Latin Amerika ülkesidir. Dünya Ekonomik Forumu'nun 2009-2010 Küresel Bilgi Teknolojisi Raporu'na göre Brezilya, dünyanın en büyük 61. bilgi teknolojisi geliştiricisidir. Brezilya, 2019 yılında 66. sırada yer aldığı Küresel İnovasyon Endeksi'nde 2024 yılında 50. sıraya yükselmiştir.
En ünlü Brezilyalı mucitler arasında rahipler Bartolomeu de Gusmão, Landell de Moura ve Francisco João de Azevedo ile birlikte Alberto Santos-Dumont, Evaristo Conrado Engelberg, Manuel Dias de Abreu, Andreas Pavel ve Nélio José Nicolai yer almaktadır. Brezilya bilimini uluslararası düzeyde temsil eden önde gelen isimler arasında ise Pi Mezonu'nun öncüsü fizikçi César Lattes, Brezilya'nın en büyük teorik fizikçisi olarak kabul edilen Mário Schenberg, "UNESCO Bilim Ödülü"nü kazanan tek Brezilyalı fizikçi José Leite Lopes, Fields Madalyası'nı kazanan ilk Latin Amerikalı Artur Avila ve Charles Darwin'in evrim teorisini deneysel olarak destekleyen öncülerden Fritz Müller bulunmaktadır.
Enerji.
Brezilya dünyanın on birinci en büyük enerji tüketicisidir. Enerjisinin büyük bir kısmı yenilenebilir kaynaklardan, özellikle de hidroelektrik ve etanolden gelmektedir. Itaipu Barajı enerji üretimi açısından dünyanın en büyük hidroelektrik santralidir ve ülkede Belo Monte ve Tucuruí gibi başka büyük santraller de bulunmaktadır. Etanol motorlu ilk otomobil 1978 yılında, etanolle çalışan ilk uçak motoru ise 2005 yılında üretilmiştir.
2021 yılı sonunda Brezilya, kurulu hidroelektrik gücü (109,4 GW) ve biyokütle (15,8 GW) açısından dünyanın 2. ülkesi, kurulu rüzgâr gücü (21,1 GW) açısından dünyanın 7. ülkesi ve kurulu güneş enerjisi gücü (13,0 GW) açısından dünyanın 14. ülkesi olmuştur. Güneş enerjisinde de dünyanın ilk 10 ülkesinden biri olma yolunda ilerlemektedir. 2024 yılı sonunda Brezilya, Çin, ABD ve Almanya'nın ardından dünyanın en büyük 4. rüzgâr enerjisi üreticisi (107,8 TWh) ve dünyanın en büyük 5. güneş enerjisi üreticisi (74,7 TWh) olmuştur.
Brezilya enerji matrisinin temel özelliği, dünyadakinden çok daha fazla yenilenebilir olmasıdır. 2019'da dünya matrisinin sadece %14'ü yenilenebilir enerjiden oluşurken, Brezilya'nınki %45'ti. Petrol ve petrol ürünleri matrisin %34,3'ünü, şeker kamışı türevleri %18'ini, hidrolik enerji %12,4'ünü, doğal gaz %12,2'sini, yakacak odun ve odun kömürü %8,8'ini, çeşitli yenilenebilir enerjiler %7'sini, maden kömürü %5,3'ünü, nükleer %1,4'ünü ve diğer yenilenemeyen enerjiler %0,6'sını oluşturmaktadır.
Elektrik enerjisi matrisinde Brezilya ile dünya arasındaki fark daha da büyüktür: 2019 yılında dünya yenilenebilir elektrik enerjisinin sadece %25'ine sahipken, Brezilya %83'üne sahipti. Brezilya elektrik matrisi şu kaynaklardan oluşuyordu: hidrolik enerji %64,9, biyokütle %8,4, rüzgar enerjisi %8,6, güneş enerjisi %1, doğal gaz %9,3, petrol ürünleri %2, nükleer %2,5, kömür ve türevleri %3,3. Brezilya, Latin Amerika'daki en büyük elektrik sektörüne sahiptir. Sektörün 2021 yılı sonundaki kapasitesi 181.532 MW'tır.
Petrol konusunda ise Brezilya hükûmeti, daha önce ülkenin petrol ihtiyacının %70'inden fazlasını karşılayan ithal petrole olan bağımlılığı azaltmak için on yıllar boyunca bir program başlatmıştır. Brezilya 2006-2007 yıllarında petrolde kendi kendine yeterli hale geldi. Ülke 2021 yılında, günde ortalama üç milyon varile yakın petrol üretimiyle dünyanın 7. petrol üreticisi olarak yılı kapattı ve ürünün ihracatçısı haline geldi.
Ulaşım.
Brezilya yolları, yük ve yolcu trafiğinin başlıca taşıyıcılarıdır. Karayolu sistemi 2019 yılında toplam 'ye ulaşmıştır. Asfalt yolların toplamı 1967'de 'den 2018'de 'ye yükselmiştir.
Brezilya'nın demiryolu sistemi, otoyol yapımına ağırlık verildiği 1945 yılından bu yana gerilemektedir. Ülkenin toplam demiryolu hattı uzunluğu 1970'teki ile karşılaştırıldığında 2015'te idi ve bu da onu dünyanın dokuzuncu büyük ağı yapıyordu. Demiryolu sisteminin büyük bir kısmı 2007 yılında özelleştirilen Federal Demiryolu Ağı Şirketi'ne (RFFSA) aitti. São Paulo Metrosu 14 Eylül 1974 tarihinde Brezilya'daki ilk yeraltı ulaşım sistemi olarak faaliyete geçmiştir.
Brezilya'da iniş alanları da dahil olmak üzere yaklaşık 2.500 havalimanı bulunmaktadır. Bu, Amerika Birleşik Devletleri'nden sonra dünyadaki en büyük ikinci sayıdır. São Paulo yakınlarındaki São Paulo-Guarulhos Uluslararası Havalimanı, yılda yaklaşık 43 milyon yolcuyla en büyük ve en işlek havaalanıdır ve ülkenin ticari trafiğinin büyük çoğunluğunu gerçekleştirmektedir.
Yük taşımacılığı için su yolları önem taşımaktadır. Manaus'un sanayi bölgelerine yalnızca Solimões-Amazonas su yolu ( uzunluğunda, minimum derinliğinde) aracılığıyla ulaşılabilir. Ülkede ayrıca su yolu bulunmaktadır. Kıyı taşımacılığı ülkenin birbirinden çok uzak bölgelerini birbirine bağlamaktadır. Bolivya ve Paraguay'a Santos'ta ücretsiz limanlar verilmiştir. 36 derin su limanı arasında Santos, Itajaí, Rio Grande, Paranaguá, Rio de Janeiro, Sepetiba, Vitória, Suape, Manaus ve São Francisco do Sul en önemlileridir. Dökme yük gemileri hizmet almadan önce 18 güne kadar beklemek zorunda kalırken; konteyner gemileri ortalama 36,3 saat beklemektedir.
Demografi.
En son resmi projeksiyona göre, 1 Temmuz 2022 itibarıyla Brezilya'nın nüfusunun 210.862.983 kişi olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakam, 2022 nüfus sayımında bildirilen 203 milyonluk ilk sayıma göre %3,9'luk bir düzeltmeyi yansıtmaktadır. Brezilya'nın 2008 PNAD tarafından kaydedilen nüfusu yaklaşık 190 milyondur (), erkeklerin kadınlara oranı 0,95:1'dir ve nüfusun %83,75'i kentsel olarak tanımlanmıştır. Nüfus büyük ölçüde Güneydoğu (79,8 milyon kişi) ve Kuzeydoğu (53,5 milyon kişi) bölgelerinde yoğunlaşırken, Brezilya topraklarının %64,12'sini oluşturan en geniş iki bölge olan Orta-Batı ve Kuzey'de toplam sadece 29,1 milyon kişi yaşamaktadır.
Brezilya'da ilk nüfus sayımı 1872 yılında yapılmış ve 9.930.478 kişilik bir nüfus kaydedilmiştir. 1880'den 1930'a kadar 4 milyon Avrupalı gelmiştir. Brezilya'nın nüfusu 1940 ile 1970 yılları arasında, doğum oranında hafif bir düşüş olmasına rağmen ölüm oranındaki düşüş nedeniyle önemli ölçüde artmıştır. 1940'larda yıllık nüfus artış hızı %2,4 iken, 1950'lerde %3,0'a yükselmiş ve 1960'larda %2,9'da kalmıştır. Bu süreçte yaşam beklentisi 44 yıldan 54 yıla, 2007 itibarıyla ise 72,6 yıla çıkmıştır. Bu oran 1960'lardan bu yana sürekli olarak düşmektedir. 1950 ve 1960 yılları arasında yıllık %3,04 olan bu oran 2008 yılında %1,05'e düşmüştür ve 2050 yılına kadar negatif bir değer olan -%0,29'a düşerek demografik geçişi tamamlaması beklenmektedir. 2022 yılında okuma yazma bilmeyenlerin oranı yaklaşık %7 idi, bu oran 2008 yılında %11,48 olan orandan önemli ölçüde düşmüştü. Buna karşılık, 1940 yılında nüfusun yarısından fazlası (%54) okuma yazma bilmiyordu.
Irk ve etnik köken.
2022 Brezilya nüfus sayımına göre, nüfusun %45,3'ü (92,1 milyon) kendisini Pardo (kahverengi veya çok ırklı anlamına gelmektedir), %43,5'i (88,2 milyon) Beyaz, %10,2'si (20,7 milyon) Siyah, %0,6'sı (1,2 milyon) Yerli ve %0,4'ü (850 bin) Doğu Asyalı (resmi olarak sarı veya amarela olarak adlandırılmaktadır) olarak tanımlamaktadır.
Portekizlilerin 1500 yılında gelişinden bu yana, ülkenin tüm bölgelerinde Kızılderililer, Avrupalılar ve Afrikalılar arasında önemli genetik karışımlar meydana gelmiştir:
19. yüzyıldan itibaren Brezilya sınırlarını göçe açmıştır. Çoğu Portekizli, İtalyan, İspanyol, Alman, İngiliz, Ukraynalı, Polonyalı, Yahudi, Afrikalı, Ermeni, Rus, Çinli, Japon, Koreli ve Arap kökenli olmak üzere 1808 ile 1972 yılları arasında 60'tan fazla ülkeden yaklaşık beş milyon kişi Brezilya'ya göç etmiştir. Brezilya, Arjantin'den sonra Latin Amerika'da ikinci büyük Yahudi topluluğuna sahiptir ve nüfusunun %0,06'sını oluşturmaktadır. Arap dünyası dışında Brezilya, 15-20 milyon kişiyle dünyadaki en büyük Arap kökenli nüfusa sahiptir. Brezilya Dışişleri Bakanlığı'na göre Brezilya, Lübnan'da ikamet eden Lübnanlıların nüfusunu aşan 7 milyon ila 10 milyon arasında bir Lübnan diasporasına ev sahipliği yapmaktadır.
Irk grupları arasında yüksek gelir eşitsizliği bulunmasına rağmen Brezilya toplumu sosyal sınıf çizgileriyle daha belirgin bir şekilde bölünmüştür, bu nedenle ırkçılık ve sınıfçılık sıklıkla örtüşmektedir. Kahverengi nüfus (Portekizce'de resmi olarak pardo, halk arasında moreno olarak da adlandırılır), caboclo (genel olarak asimile olmuş Kızılderililer ve Beyazların ve Yerlilerin torunları), mulatto (esas olarak Beyazların ve Afro-Brezilyalıların torunları) ve cafuzo'yu (Afro-Brezilyalıların ve Yerlilerin torunları) içeren geniş bir kategoridir. Siyahlar, melezler ve üç ırklıların yüksek yüzdeleri Bahia'dan Paraíba'ya kadar Kuzeydoğu bölgesinin doğu kıyısında ve ayrıca kuzey Maranhão, güney Minas Gerais ve doğu Rio de Janeiro'da bulunabilir.
Kuzey, Kuzeydoğu ve Orta-Batı bölgelerindeki nüfusun çoğunluğunu önemli ölçüde Kızılderili kökenli insanlar oluşturmaktadır. Yerli Halklar Ulusal Vakfı 2007 yılında Brezilya'da temasa geçilmemiş 67 farklı kabile olduğunu tahmin etmiştir. 2005 yılında bu rakam 40'tı. Brezilya'nın dünyada en fazla sayıda temas kurulmamış insanlara sahip olduğuna inanılmaktadır.
Din.
Hristiyanlık ülkenin baskın inancıdır ve Roma Katolikliği en büyük mezhebidir. Brezilya dünyanın en büyük Katolik nüfusuna sahiptir. 2022 nüfus sayımına göre (PNAD anketi din hakkında soru sormamaktadır), nüfusun %56,75'i Katoliklik'i, %26,85'i Protestanlık'ı, %1,84'ü Kardesist spiritizm'i, %5,06'sı diğer dinleri, beyan edilmemiş veya belirsiz dinleri takip ederken, %9,28'i herhangi bir dine mensup değildi.
Brezilya'daki dini çeşitlilik, Roma Katolik Kilisesi ile köleleştirilmiş Afrika halklarının ve yerli halkların dini geleneklerinin bir araya gelmesiyle gelişmiştir. Portekiz'in Brezilya'yı sömürgeleştirmesi sırasında inançların bu şekilde bir araya gelmesi, Brezilya Katolik Kilisesi'nin kapsayıcı şemsiyesi altında geleneksel Portekiz şenlikleriyle karakterize edilen çeşitli senkretistik uygulamaların gelişmesine yol açmıştır.
Dini çoğulculuk 20. yüzyılda artmış ve Protestan topluluğu, kısmen Amerikan misyonerliği ve hükûmet etkisinin bir karışımı nedeniyle 2010 yılı itibarıyla nüfusun %22'sinden fazlasını kapsayacak şekilde büyümüştür. En yaygın Protestan mezhepleri Evanjelik ve Pentikostal mezheplerdir. Ülkede kayda değer bir varlığı olan diğer Protestan kolları arasında Baptistler, Yedinci Gün Adventistleri, Lutherciler ve Reform geleneği bulunmaktadır. Son birkaç on yılda Protestanlık, özellikle de Pentikostalizm ve Evanjelikalizm biçimlerinde Brezilya'da yayılırken, Katoliklerin oranı 2010'larda önemli ölçüde düşmüştür. Brezilya genelinde yayıldıkça, birçoğu Brezilya ve uluslararası siyasete derinlemesine dahil oldu ve Evanjelik Protestan etkisi 2022 Brezilya darbe planına dahil edildi. 2022'den bu yana Evanjelikler ve Katolikler dini siyasi bir faktör olarak yeniden değerlendirmeye başlamışlardır.
Protestanlıktan sonra, hiçbir dine mensup olmayan bireyler de önemli bir gruptur ve 2010 nüfus sayımına göre nüfusun %8'ini aşmışlardır. Boa Vista, Salvador ve Porto Velho şehirleri Brezilya'da en yüksek oranda dinsiz nüfusa sahip şehirlerdir. Teresina, Fortaleza ve Florianópolis ise en yüksek Katolik oranına sahip şehirlerdir. Şehir merkezini içermeyen Büyük Rio de Janeiro, Brezilya'nın en dinsiz ve en az Roma Katoliği olan periferisi iken, Büyük Porto Alegre ve Büyük Fortaleza sırasıyla listenin diğer taraflarında yer almaktadır.
Ekim 2009'da Brezilya Senatosu, Vatikan ile Brezilya'daki Katolik Kilisesi'nin Yasal Statüsü'nün tanındığı bir anlaşmayı onaylamış ve Şubat 2010'da Brezilya Devlet Başkanı tarafından yürürlüğe konmuştur.
Sağlık.
Brezilya halk sağlığı sistemi, Birleşik Sağlık Sistemi (Sistema Único de Saúde - SUS), hükûmetin tüm kademeleri tarafından yönetilmekte ve sağlanmakta olup, dünyada bu türdeki en büyük sistemdir. Öte yandan, özel sağlık sistemleri tamamlayıcı bir rol oynamaktadır. Kamu sağlık hizmetleri evrenseldir ve ülkenin tüm vatandaşlarına ücretsiz olarak sunulmaktadır. Ancak sağlık merkezleri ve hastanelerin inşası ve bakımı vergilerle finanse edilmekte ve ülke GSYİH'sinin yaklaşık %9'unu bu alandaki harcamalara harcamaktadır. 2021 yılında Brezilya'da her 1.000 kişiye 2,1 doktor ve 2,5 hastane yatağı düşüyordu.
1988 yılında evrensel sağlık hizmeti sisteminin kurulmasından bu yana kaydedilen tüm ilerlemelere rağmen, Brezilya'da hala birçok halk sağlığı sorunu bulunmaktadır. 2023 yılında, bebek ölüm oranı (%2,51) ve anne ölüm oranı (100.000 doğumda 197,3 ölüm) hala yüksekti.
Kardiyovasküler hastalıklar (100.000 kişi başına 151,7 ölüm) ve kanser (100.000 kişi başına 72,7 ölüm) gibi bulaşıcı olmayan hastalıklardan kaynaklanan ölümlerin sayısı da Brezilya nüfusunun sağlığı üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Son olarak, araba kazaları, şiddet ve intihar gibi dışsal ancak önlenebilir faktörler ülkedeki tüm ölümlerin %14,9'una neden olmuştur. Brezilya sağlık sistemi 2000 yılında Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından değerlendirilen 191 ülke arasında 125. sırada yer almıştır.
Eğitim.
Federal Anayasa ve Milli Eğitimin Esasları ve İlkeleri Kanunu, Birlik, eyaletler, Federal Bölge ve belediyelerin kendi eğitim sistemlerini yönetmeleri ve organize etmeleri gerektiğini belirler. Bu kamu eğitim sistemlerinin her biri, fonların yanı sıra mekanizmaları ve finansman kaynaklarını yöneten kendi bakımından sorumludur. Anayasa, devlet bütçesinin %25'ini, federal vergilerin ve belediye vergilerinin %18'ini eğitim için ayırmaktadır.
IBGE'ye göre, 2019 yılında okuryazarlık oranı %93,4'tür. Bu da yaklaşık 11,3 milyon kişinin (%6,6) hâlâ okuma yazma bilmediği anlamına gelir. Rio de Janeiro ve Santa Catarina gibi bazı eyaletlerde okuryazarlık oranı %97 civarındadır. Ancak işlevsel okuryazarlık oranı %21,6'dır. Okuma yazma bilmeyenlerin oranı nüfusun %13,87'sinin okuma yazma bilmediği Kuzeydoğu'da daha yüksekken, Güney'de nüfusun %3,3'ü okuma yazma bilmemektedir.
Brezilya'nın özel kurumları daha seçkin olma ve daha kaliteli eğitim sunma eğilimindedir, bu nedenle birçok yüksek gelirli aile çocuklarını buralara göndermektedir. Sonuç, aşırı gelir farklılıklarını yansıtan ve sosyal eşitsizliği pekiştiren ayrıştırılmış bir eğitim sistemidir. Ancak, bu durumu değiştirmeye yönelik çabalar da etkisini göstermeye başlamıştır. São Paulo Üniversitesi genellikle Brezilya ve Latin Amerika'nın en iyisi olarak kabul edilir. Latin Amerika'daki en iyi 20 üniversitenin sekizi Brezilya'dadır ve bunların çoğu devlet üniversitesidir. Bir yükseköğretim kurumuna devam etmek, Eğitim Yönergeleri ve Esasları Kanunu tarafından zorunlu kılınmıştır. Anaokulu, ilkokul ve ortaokul eğitimi tüm öğrenciler için zorunludur.
Dil.
Brezilya'nın resmî dili, Brezilya Federal Cumhuriyeti Anayasası'nın 13. maddesine göre nüfusun neredeyse tamamının konuştuğu ve gazetelerde, radyoda, televizyonda ve iş ve idari amaçlar için kullanılan neredeyse tek dil olan Portekizcedir. Brezilya'nın Amerika kıtasında Portekizce konuşan tek ülke olması, bu dili Brezilya ulusal kimliğinin önemli bir parçası haline getirmekte ve İspanyolca konuşan komşularından farklı bir ulusal kültüre sahip olmasını sağlamaktadır.
Brezilya Portekizcesi, çoğunlukla Avrupa Portekizcesinin 16. yüzyıl Orta ve Güney lehçelerine benzer şekilde (çok sayıda Portekizli sömürge yerleşimcisine ve kuzey bölgelerden gelen daha yeni göçmenlere ve küçük ölçüde Portekiz Makaronezyası'na rağmen), Kızılderili ve Afrika dillerinden, özellikle Batı Afrika ve Bantu'dan yalnızca sözcük dağarcığıyla sınırlı birkaç etki ile kendi gelişimini göstermiştir. Sonuç olarak, dil Portekiz ve Portekizce konuşulan diğer ülkelerin dilinden çoğunlukla fonolojik olarak biraz farklıdır (diğer ülkelerin lehçeleri, kısmen bu bölgelerde Portekiz sömürgeciliğinin daha yakın zamanda sona ermesi nedeniyle, çağdaş Avrupa Portekizcesine daha yakın bir bağlantıya sahiptir). Bu farklılıklar Amerikan ve İngiliz İngilizcesi arasındaki farklılıklarla karşılaştırılabilir.
2002 tarihli işaret dili yasası, hükûmet yetkililerinin ve kamu kurumlarının Brezilya İşaret Dili olan Língua Brasileira dos Sinais ya da "LIBRAS" dilini kabul etmelerini ve bu dilde bilgi vermelerini gerektirmektedir. 2005 tarihli bir başkanlık kararnamesi ise bunu genişleterek bu dilin eğitim ve dil ve konuşma patolojisi müfredatının bir parçası olarak öğretilmesini zorunlu hale getirmiştir. LIBRAS öğretmenleri, eğitmenleri ve çevirmenleri tanınmış profesyonellerdir. Okullar ve sağlık hizmetleri işitme engellilere erişim ("bütünleştirme") sağlamalıdır.
Ülke genelinde azınlık dilleri konuşulmaktadır. Yüz seksen Kızılderili dili uzak bölgelerde konuşulmaktadır ve önemli sayıda diğer diller de göçmenler ve onların soyundan gelenler tarafından konuşulmaktadır. São Gabriel da Cachoeira belediyesinde Nheengatu (Tupi sözlüğü ve Portekizce temelli grameri olan ve güneydeki akrabası língua geral paulista ile birlikte bir zamanlar Brezilya'da önemli bir lingua franca olan ve şu anda tehlike altında olan bir kreol dili), Baniwa ve Tucano dillerine Portekizce ile ortak resmi statü verilmiştir.
Güney ve Güneydoğu bölgelerinde, atalarının ana dilleri Brezilya'ya taşınmış olan ve hala orada yaşayan, Portekiz dilinden etkilenen Alman (çoğunlukla bir Yüksek Almanca lehçesi olan Brezilya Hunsrückisch'i) ve İtalyan (çoğunlukla bir Venedik lehçesi olan Talian) kökenli önemli topluluklar vardır. Talianca resmi olarak Rio Grande do Sul'un tarihi mirasıdır ve iki Alman lehçesi birkaç belediyede ortak resmi statüye sahiptir. İtalyanca da Espírito Santo eyaletindeki Santa Teresa ve Vila Velha'da etnik dil olarak tanınmakta ve okullarda zorunlu ikinci dil olarak öğretilmektedir.
Kentleşme.
IBGE'ye (Brezilya Coğrafya ve İstatistik Enstitüsü) göre kentsel alanlar halihazırda nüfusun %84,35'ini barındırırken, Güneydoğu bölgesi 80 milyonu aşkın nüfusuyla en kalabalık bölge olmaya devam etmektedir. Brezilya'daki en büyük kentsel yığılmalar sırasıyla 21.3, 12.5 ve 5.1 milyon nüfusla São Paulo, Rio de Janeiro ve Belo Horizonte'dir ve hepsi Güneydoğu Bölgesinde yer almaktadır. Espírito Santo'nun başkenti Vitória ve Santa Catarina'nın başkenti Florianópolis hariç, eyalet başkentlerinin çoğunluğu kendi eyaletlerindeki en büyük şehirlerdir.
Kültür.
Brezilya'nın temel kültürü, Portekiz İmparatorluğu ile olan güçlü kolonyal bağları nedeniyle Portekiz kültüründen türemiştir. Diğer etkilerin yanı sıra Portekizliler, Portekizceyi, Roma Katolikliğini ve sömürge mimari tarzlarını tanıtmıştır. Brezilya kültürü aynı zamanda Afrika, yerli ve Portekizli olmayan Avrupa kültürleri ve geleneklerinden de güçlü bir şekilde etkilenmiştir.
Brezilya kültürünün bazı yönleri, 19. ve 20. yüzyıllarda Brezilya'nın güney ve güneydoğusuna çok sayıda gelen İtalyan, Alman ve diğer Avrupalıların yanı sıra Japon, Yahudi ve Arap göçmenlerin katkılarından etkilenmiştir. Yerli Kızılderililer Brezilya'nın dilini ve mutfağını; Afrikalılar ise dilini, mutfağını, müziğini, dansını ve dinini etkilemiştir.
Brezilya sanatı 16. yüzyıldan bu yana Barok'tan (19. yüzyılın başlarına kadar Brezilya'da hâkim olan tarz) Romantizm, Modernizm, Dışavurumculuk, Kübizm, Gerçeküstücülük ve Soyut sanata kadar uzanan farklı tarzlarda gelişmiştir. Brezilya sinemasının geçmişi 19. yüzyılın sonlarına dayanmaktadır ve 1960'lardan bu yana yeni bir uluslararası beğeni kazanmıştır.
Mimari.
Brezilya mimarisi Avrupa'dan, özellikle de Portekiz'den etkilenmiştir. Pedro Álvares Cabral'ın 1500 yılında Brezilya'ya ayak bastığı zamana kadar uzanan 500 yıllık bir geçmişe sahiptir. Portekiz sömürge mimarisi Brezilya'ya gelen ilk mimari dalgadır. Daha sonraki yüzyıllardaki tüm Brezilya mimarisinin temelini oluşturmuştur. 19. yüzyılda, Brezilya İmparatorluğu döneminde, ülke Avrupa trendlerini takip etti ve Neoklasik ve Gotik Uyanış mimarisini benimsedi. Ardından, 20. yüzyılda, özellikle Brasília'da, Brezilya modernist mimariyi denedi.
Brezilya'nın kolonyal mimarisi, Brezilya'nın Portekizliler tarafından ilk kez keşfedildiği, fethedildiği ve yerleşildiği 16. yüzyılın başlarına dayanmaktadır. Portekizliler Brezilya'yı sömürgeleştirmek amacıyla Avrupa'da aşina oldukları mimariyi inşa ettiler. Brezilya şehirlerinde ve kırsalında kiliseler ve evler ve kaleler de dahil olmak üzere sivil mimariyi içeren Portekiz sömürge mimarisini inşa ettiler.
19. yüzyıl boyunca Brezilya mimarisi, Neoklasik ve Gotik Uyanış mimarisi gibi daha fazla Avrupa tarzının Brezilya'ya girişine tanık oldu. Bu genellikle Brezilya'nın kendi mirasından gelen etkilerle karıştırılmıştır. 1950'lerde Brezilya'nın iç kesimlerini kalkındırmak amacıyla [[Brasília]'nın yeni bir federal başkent olarak inşa edilmesiyle modernist mimari ortaya çıkmıştır. Mimar [[Oscar Niemeyer]] hükûmet binalarını, kiliseleri ve sivil binaları modernist tarzda idealize etmiş ve inşa etmiştir.
Müzik.
[[Dosya:Antonio Carlos Jobim and lyricist Vinicius de Moraes Brasilia architecture and music Brasil architectural review 1465 660 341729925.jpg|thumb|Tom Jobim (solda) ve de [[Vinícius de Moraes]] (sağda) 1962 yılında. Birlikte "[[The Girl from Ipanema]]" gibi birçok başarılı şarkı yazdılar.]]
Brezilya müziği temel olarak Avrupalı, Yerli ve Afrikalı unsurların birleşiminden oluşmuştur. On dokuzuncu yüzyıla kadar Portekiz, Brezilya müziğini inşa eden etkilerin çoğuna açılan kapıydı, ancak bu unsurların çoğu Portekiz kökenli değil, genellikle Avrupalıydı. Bunlardan ilki, Viyana klasisizminden etkilenen kutsal eserlerin yazarı [[José Maurício Nunes Garcia]]'dır. Afrika unsurunun en büyük katkısı ritmik çeşitlilik ve bazı danslar ve enstrümanlar olmuştur.
On sekizinci yüzyılın sonlarından bu yana popüler müzik olan [[samba]], en tipik müzik olarak kabul edilmiş ve UNESCO kültür mirası listesinde yer almıştır. [[Samba reggae]], [[Maracatu]], [[Frevo]] ve [[Afoxê]], yıllık [[Brezilya karnavalı|Brezilya karnavallarında]] ortaya çıkmalarıyla popülerleşen dört müzik geleneğidir. [[Capoeira]] genellikle [[capoeira müziği]] olarak adlandırılan ve genellikle halk müziğinin bir çağrı ve yanıt türü olarak kabul edilen kendi müziğiyle oynanır. [[Forró]], Brezilya'nın kuzeydoğusundaki [[Festa Junina]] sırasında öne çıkan bir halk müziği türüdür. [[Missouri Üniversitesi]]nde Portekizce profesörü olan Jack A. Draper III, Forró'nun kırsal bir yaşam tarzı için nostalji duygularını bastırmanın bir yolu olarak kullanıldığını savunmaktadır.
[[Choro]] popüler bir enstrümantal müzik tarzıdır. Kökenleri 19. yüzyıl Rio de Janeiro'sudur. Bu tarz genellikle hızlı ve mutlu bir ritme sahiptir, ince [[Modülasyon (müzik)|modülasyonlarla]] karakterize edilir ve [[Senkop (müzik)|senkop]] ve [[kontrpuan]]la doludur. [[Bossa nova]] aynı zamanda 1950'ler ve 1960'larda geliştirilen ve popülerleşen Brezilya müziğinin iyi bilinen bir tarzıdır. "Bossa nova" ifadesi kelimenin tam anlamıyla 'yeni trend' anlamına gelmektedir. Samba ve cazın lirik bir füzyonu olan bossa nova, 1960'lardan itibaren geniş bir takipçi kitlesi edinmiştir. Uluslararası alanda tanınan bazı Brezilyalı müzisyenler arasında [[Carmen Miranda]], [[Antônio Carlos Jobim|Tom Jobim]], [[João Gilberto]], [[Sérgio Mendes|Sérgio Mendes & Brasil 66]], [[Eumir Deodato]], [[Kaoma]], [[Sepultura]] ve [[Olodum]] gibi isimler yer alır.
Edebiyat.
[[Dosya:Machado de Assis aos 57 anos (cropped).jpg|thumb|Machado de Assis, şair ve romancı, Brezilya Edebiyat Akademisinin kurucusu]]
[[Brezilya edebiyatı]] 16. yüzyıla, [[Pêro Vaz de Caminha]] gibi Brezilya'daki ilk Portekizli kaşiflerin Avrupalı okuyucuları büyüleyen [[fauna]], [[flora]] ve yerli halk hakkında yorumlarla dolu yazılarına kadar uzanır.
Brezilya [[Romantizm]] alanında önemli eserler vermiştir. [[Joaquim Manuel de Macedo]] ve[[ José de Alencar]] gibi romancılar aşk ve acı üzerine romanlar yazmıştır. Alencar uzun kariyeri boyunca [[O Guarani]], [[Iracema]] ve [[Ubirajara (roman)|Ubirajara]] adlı [[İndianizm (sanat)|yerli]] romanlarında da yerli halkı kahraman olarak ele almıştır. Çağdaşlarından [[Machado de Assis]] neredeyse tüm türlerde yazdı ve dünya çapındaki eleştirmenlerden uluslararası prestij kazanmaya devam etti.
1922'deki [[Modern Sanat Haftası]] ile kanıtlanan [[Brezilya edebiyatı#Modernizm|Brezilya Modernizmi]], milliyetçi avangard bir edebiyatla ilgilenirken, [[Brezilya edebiyatı#Post-Modernizm|Post-Modernizm]] [[João Cabral de Melo Neto]], [[Carlos Drummond de Andrade]], [[Vinicius de Moraes]], [[Cora Coralina]], [[Graciliano Ramos]], [[Cecília Meireles]] gibi farklı şairler ve [[Jorge Amado]], [[João Guimarães Rosa]], [[Clarice Lispector]] ve [[Manuel Bandeira]] gibi evrensel ve bölgesel konuları ele alan uluslararası üne sahip yazarlar kuşağını getirdi.
Brezilya'nın en önemli edebiyat ödülü, [[Portekizce konuşulan dünya]]nın geri kalanıyla paylaştığı [[Camões Ödülü]]'dür. 2016 yılı itibarıyla Brezilya'nın bu ödülü alan on bir yazarı bulunmaktadır. Brezilya'nın kendi edebiyat akademisi de bulunmaktadır: [[Academia Brasileira de Letras|Brezilya Edebiyat Akademisi]], ulusal dil ve edebiyatın bakımını sürdürmeyi amaçlayan kâr amacı gütmeyen bir kültür kuruluşudur.
Sinema.
[[Dosya:Palácio dos Festivais de Gramado.jpg|thumb|[[Festival de Gramado|Gramado Film Festivali]], ülkenin en büyük film festivalidir.]]
Brezilya film endüstrisi 19. yüzyılın sonlarında, [[Belle Époque]]'un ilk günlerinde başlamıştır. Yirminci yüzyılın başlarında ulusal film prodüksiyonları yapılırken, [[Rio de Janeiro]]'da turizmi teşvik etmek amacıyla "Rio the Magnificent" gibi Amerikan filmleri çekilmiştir. [[Adhemar Gonzaga]]'nın üretken stüdyo Cinédia aracılığıyla yapımcılığını üstlendiği [[Limite]] (1931) ve [[Ganga Bruta]] (1933) filmleri gösterime girdiklerinde ilgi görmemiş ve gişede başarısız olmuşlardır. Ancak günümüzde bu filmler, Brezilya sinema tarihinin en iyi yapımları arasında kabul edilmektedir. 1941 yapımı tamamlanmamış film "[[It's All True (film)|It's All True]]", ikisi Brezilya'da çekilen ve [[Orson Welles]] tarafından yönetilen dört bölüme ayrılmıştır. Getúlio Vargas'ın Estado Novo hükûmeti sırasında Amerika Birleşik Devletleri'nin [[İyi Komşuluk Politikası]]'nın bir parçası olarak üretilmiştir.
1960'larda [[Cinema novo]] hareketi [[Glauber Rocha]], [[Nelson Pereira dos Santos]], [[Paulo César Saraceni]] ve [[Arnaldo Jabor]] gibi yönetmenlerle öne çıktı. Rocha'nın [[Deus e o Diabo na Terra do Sol]] (1964) ve [[Terra em Transe]] (1967) filmleri Brezilya sinema tarihinin en büyük ve en etkili filmlerinden bazıları olarak kabul edilir. Rocha, [[1969 Cannes Film Festivali]]'nde "[[O Dragão da Maldade contra o Santo Guerreiro]]" ile [[Cannes Film Festivali En İyi Yönetmen Ödülü|En İyi Yönetmen Ödülü]]'nü, [[1977 Cannes Film Festivali|1977]]'de ise "Di" ile [[Kısa Film Altın Palmiye Ödülü|En İyi Kısa Film Özel Jüri Ödülü]]'nü kazandı.
1990'larda Brezilya, [[O Quatrilho]] ([[Fábio Barreto]], 1995), [[O Que É Isso, Companheiro?]] ([[Bruno Barreto]], 1997) ve [[Merkez İstasyonu (film)| Merkez İstasyonu]] ([[Walter Salles]], 1998) gibi filmlerle eleştirel ve ticari başarı yakaladı. Bu filmlerin hepsi [[En İyi Uluslararası Film Akademi Ödülü]]'ne aday gösterildi ve sonuncusu [[Fernanda Montenegro]]'ya [[En İyi Kadın Oyuncu Akademi Ödülü|En İyi Kadın Oyuncu]] dalında adaylık getirdi. [[Fernando Meirelles]]'in yönettiği 2002 yapımı suç filmi [[Tanrı Kent]] eleştirmenlerce beğenilmiş, [[Rotten Tomatoes]]'ta %90 puan almış, [[Roger Ebert]]'in On Yılın En İyi Filmleri listesinde yer almış ve 2004 yılında [[En İyi Yönetmen Akademi Ödülü|En İyi Yönetmen]] dahil dört dalda [[Akademi Ödülü]]'ne aday gösterilmiştir. Brezilya'daki önemli film festivalleri arasında [[São Paulo Uluslararası Film Festivali|São Paulo]] ve [[Festival do Rio]] festivalleri ve [[Festival de Gramado]] bulunmaktadır.
Walter Salles'in yönettiği "[[Hâlâ Buradayım]]" filmi, [[97. Akademi Ödülleri]]'nde [[En İyi Kadın Oyuncu Akademi Ödülü|En İyi Kadın Oyuncu]] (Torres) ve [[En İyi Kadın Oyuncu Akademi Ödülü|En İyi Film]] dallarında aday gösterildi ve [[En İyi Uluslararası Film Akademi Ödülü|En İyi Uluslararası Film]] ödülünü kazanarak, Akademi Ödülü kazanan ilk Brezilya yapımı film oldu. "[[O Agente Secreto]]" filmi, 18 Mayıs 2025'te [[2025 Cannes Film Festivali]]'nin ana yarışmasında dünya prömiyerini yaptı ve [[Wagner Moura]]'ya [[Cannes Film Festivali En İyi Erkek Oyuncu Ödülü|En İyi Erkek Oyuncu]], Mendonça'ya [[Cannes Film Festivali En İyi Yönetmen Ödülü|En İyi Yönetmen]] ve [[Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu|FIPRESCI Ödülü]]'nü kazandırdı. Film, eleştirmenler tarafından da büyük beğeni topladı.
Görsel sanatlar.
[[Dosya:Mural painting "Entry into the Forest" by Candido Portinari, on the vestibule wall of the Hispanic Reading room, Library of Congress, Thomas Jefferson Building, Washington, D.C LCCN2011631432.tif|thumb|[[Thomas Jefferson Binası]]'ndaki "Ormana Giriş" duvar resmi, Brezilya’nın en önemli ressamlarından biri olan [[Candido Portinari]] tarafından yapılmıştır.]]
Brezilya resim sanatı 16. yüzyılın sonlarında [[barok]], [[rokoko]], [[neoklasisizm]], [[romantizm]], [[Realizm (sanat)|realizm]], [[modernizm]], [[dışavurumculuk]], [[gerçeküstücülük]], [[kübizm]] ve [[soyut sanat]]tan etkilenerek ortaya çıkmış ve [[Brezilya akademik sanatı]] olarak adlandırılan önemli bir sanat [[Stil (görsel sanatlar)|stili]] haline gelmiştir.
[[Missão Artística Francesa|Fransız Sanat Misyonu]] 1816'da Brezilya'ya gelerek saygın Académie des Beaux-Arts'ı örnek alan, hem sanatçılar hem de zanaatkârlar için modelistlik, dekorasyon, marangozluk gibi faaliyetler için mezuniyet kursları düzenleyen ve [[Jean-Baptiste Debret]] gibi sanatçıları getiren bir sanat akademisi kurulmasını önermiştir.
[[Academia Imperial de Belas Artes (Brezilya)|İmparatorluk Güzel Sanatlar Akademisi]]nin kurulmasıyla birlikte 19. yüzyıl boyunca yeni sanatsal akımlar ülke geneline yayılmış ve daha sonra 1922 yılında [[Modern Sanat Haftası]] adı verilen etkinlik akademik gelenekten koparak modernist sanatlardan etkilenen milliyetçi bir akım başlatmıştır.
Brezilya'nın en tanınmış ressamları arasında [[Ricardo do Pilar]] ve [[Manuel da Costa Ataíde]] (barok ve rokoko), [[Victor Meirelles]], [[Pedro Américo]] ve [[Almeida Júnior]] (romantizm ve realizm), [[Anita Malfatti]], [[Ismael Nery]], [[Lasar Segall]], [[Emiliano di Cavalcanti]], [[Vicente do Rego Monteiro]] ve [[Tarsila do Amaral]] (dışavurumculuk, gerçeküstücülük ve kübizm), [[Aldo Bonadei]], [[José Pancetti]] ve [[Cândido Portinari]] (modernizm) yer almaktadır.
Tiyatro.
[[Dosya:Augusto Boal nyc3.jpg|thumb|[[Augusto Boal]], 2008 yılında [[New York]]'taki [[Riverside Church]]'te [[Ezilenlerin Tiyatrosu]] konulu bir atölye çalışması sunarken]]
Brezilya'da tiyatronun kökenleri, 16. yüzyılda Katolik doktrininin yayılması için tiyatronun kullanıldığı [[Cizvitler|Cizvit]] yayılma dönemine dayanmaktadır. 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa kökenli tiyatro yazarları saray ya da özel gösteriler için sahnedeydi. 19. yüzyılda oyun yazarları [[Gonçalves Dias]] ve [[Martins Pena]] performanslarıyla tanınıyordu. Ayrıca çok sayıda opera ve orkestra da vardı. Brezilyalı orkestra şefi [[Carlos Gomes]], [[Il Guarany]] gibi operalarla uluslararası alanda tanınmıştır. 19. yüzyılın sonunda, orkestrasyonlu dramaturjilere şef [[Chiquinha Gonzaga]] gibi ünlü sanatçıların şarkıları eşlik ediyordu.
Daha 20. yüzyılın başlarında tiyatroların, girişimcilerin ve aktör şirketlerinin varlığı söz konusuydu. 1940 yılında Paschoal Carlos Magno ve öğrenci tiyatrosu, komedyenler grubu ve Teatro Brasileiro de Comédia'nın kurucuları olan İtalyan aktörler [[Adolfo Celi]], Ruggero Jacobbi ve Aldo Calvo Brezilya tiyatrosunu yeniledi. 1960'lardan itibaren, sosyal ve dini konulara adanmış bir tiyatro katıldı. Bu aşamada en önde gelen yazarlar Jorge Andrade ve [[Ariano Suassuna]] idi.
Mutfak.
[[Dosya:Feijoada à brasileira -.jpg|thumb|Feijoada, Brezilya mutfağının ulusal yemeğidir.]]
Brezilya mutfağı, ülkenin yerli ve göçmen nüfusunun farklı karışımını yansıtacak şekilde bölgelere göre büyük farklılıklar göstermektedir. Bu durum, bölgesel farklılıkların korunduğu ulusal bir mutfak yaratmıştır. En iyi bilinen Brezilya yemeklerinden bazıları ülkenin ulusal yemeği olarak kabul edilen [[Feijoada]] ve genellikle [[rodízio]] tarzında servis edilen bir tür barbekü olan [[Churrasco]]'dur. Diğer yöresel yiyecekler arasında beijú, [[feijão tropeiro]], [[vatapá]], [[moqueca]], [[polenta]] (İtalyan mutfağından) ve [[acarajé]] (Afrika mutfağından) bulunmaktadır. Ulusal içecek [[kahve]]dir, [[cachaça]] ise Brezilya'nın yerli [[likör]]üdür. Cachaça şeker kamışından damıtılır ve ulusal kokteyl [[Caipirinha]]'nın ana maddesidir.
Tipik bir öğün çoğunlukla [[sığır etli]] [[pirinç ve fasulye]], [[salata]], [[patates kızartması]] ve [[sahanda yumurta]]dan oluşur. Genellikle manyok unu ([[farofa]]) ile karıştırılır. Kızarmış patates, kızarmış manyok, kızarmış muz, kızarmış et ve kızarmış peynir öğle yemeğinde çok sık yenir ve çoğu tipik restoranda servis edilir. Popüler atıştırmalıklar [[Pastel (Brezilya yemeği)|pastel]] (kızarmış hamur işi), [[coxinha]] (tavuk kroketin bir çeşidi), [[pão de queijo]] (peynirli ekmek ve manyok unu / [[tapyoka]]), [[pamonha]] (mısır ve süt ezmesi), [[esfirra]] (Lübnan hamur işinin bir çeşidi), [[kibbe]] (Arap mutfağından), [[empanada]] (hamur işi) ve empada, karides veya palmiye kalbi ile doldurulmuş küçük tuzlu turtalar.
Brezilya'da [[brigadeiro]] (çikolatalı şekerleme topları), [[bolo de rolo]] ([[goiabada]]lı rulo kek), [[cocada]] (hindistan cevizli tatlı), [[beijinho]] (hindistan cevizli trüf ve karanfil) ve [[Romeu e Julieta]] (goiabadalı peynir) gibi çeşitli tatlılar bulunmaktadır. Yer fıstığı [[paçoca]], [[rapadura]] ve [[pé-de-moleque]] yapımında kullanılır. [[Acai üzümü|Acai]], [[cupuaçu]], [[mango]], [[papaya]], [[kakao çekirdeği|kakao]], [[kaju]], [[guava]], portakal, [[misket limonu]], [[Passiflora edulis|çarkıfelek meyvesi]], [[ananas]] ve [[spondias]] gibi yerel yaygın meyveler meyve suyuna dönüştürülmekte ve [[çikolata]], [[dondurma]] ve [[meyveli buz]] yapımında kullanılmaktadır.
Medya.
[[Dosya:Jornal Nacional 3.jpg|thumb|Eski Devlet Başkanı [[Dilma Rousseff]], "[[Jornal Nacional]]" haber programında. [[Rede Globo]], dünyanın en büyük ikinci ticari televizyon ağıdır.]]
Brezilya basını resmi olarak 13 Mayıs 1808 tarihinde [[Rio de Janeiro]]'da Naip Prens [[VI. João|Dom João]] tarafından Kraliyet Ulusal Basımevinin kurulmasıyla doğmuştur. Ülkede yayınlanan ilk gazete olan 10 Eylül 1808'de yayınlanmaya başlamıştır. Günümüzdeki en büyük gazeteler , "[[O Globo]]" ve "[[O Estado de S. Paulo]]"dur.
Radyo yayıncılığı 7 Eylül 1922'de dönemin Devlet Başkanı Pessoa'nın bir konuşmasıyla başlamış ve 20 Nisan 1923'te "Rio de Janeiro Radyo Topluluğu"nun kurulmasıyla resmiyet kazanmıştır. Brezilya'da televizyon resmi olarak 18 Eylül 1950 tarihinde [[Assis Chateaubriand]] tarafından [[Rede Tupi|TV Tupi]]'nin kurulmasıyla başlamıştır. O tarihten itibaren televizyon ülkede büyüyerek [[TV Globo|Globo]], [[Sistema Brasileiro de Televisão|SBT]], [[Record (televizyon kanalı)|Record]], [[Band (televizyon kanalı)|Band]] ve [[RedeTV!]] gibi büyük ticari yayın ağları oluşturdu.
1960'ların ortalarında [[Eyaletlere göre Brezilya'daki üniversitelerin listesi|Brezilya üniversiteleri]] [[IBM]] ve [[Burroughs Large Systems]]'in [[anaçatı bilgisayar]]larını kurmuştu. 1970'lerde ve 1980'lerde Brezilya hükûmeti yerel bilgisayar üretimini korumak için yabancı [[ithalat]]ı kısıtladı. 1980'lerde Brezilya, ülkede satılan bilgisayarların yarısını üretiyordu. 2009 yılına gelindiğinde Brezilya'daki [[cep telefonu]] ve [[internet]] kullanımı dünyanın en büyük beşinci kullanım alanı olmuştur.
Mayıs 2010'da Brezilya hükûmeti, başlangıçta 49 ülkeye yayın yapan uluslararası bir televizyon kanalı olan [[TV Brasil Internacional]]'i kurdu. Uluslararası yayın yapan ticari televizyon kanalları arasında [[TV Globo Internacional]], [[Record Internacional]] ve [[Band Internacional]] bulunmaktadır.
Spor.
Brezilya'da en popüler spor [[futbol]]dur. [[Brezilya millî futbol takımı|Brezilya erkek millî takımı]] [[FIFA Erkekler Dünya Sıralaması|FIFA Dünya Sıralaması]]'na göre dünyanın en iyileri arasında yer almaktadır ve [[FIFA Dünya Kupası|Dünya Kupası]] turnuvasını rekor sayıda olmak üzere beş kez kazanmıştır.
[[Voleybol]], [[basketbol]], [[otomobil yarışı]] ve [[dövüş sanatları]] da geniş izleyici kitlelerine sahiptir. Örneğin Brezilya erkek millî voleybol takımı [[Yaz Olimpiyatları'nda voleybol|Olimpiyat Oyunları]], [[Dünya Erkekler Voleybol Şampiyonası|Dünya Şampiyonası]], [[Erkekler Voleybol Dünya Kupası|Dünya Kupası]], Dünya Büyük Şampiyonlar Kupası, Dünya Ligi ve Milletler Ligi şampiyonluklarına şampiyonluklarına sahiptir. Otomobil yarışlarında üç Brezilyalı pilot sekiz kez [[Formula 1]] dünya şampiyonluğunu kazanmıştır. Ülke ayrıca [[yelken (spor)|yelken]], [[yüzme (spor)|yüzme]], [[tenis]], [[sörf]], [[kaykay]], [[karma dövüş sanatları|MMA]], [[jimnastik]], [[boks]], [[judo]], [[atletizm]] ve [[masa tenisi]] gibi diğer spor dallarında da önemli başarılar elde etmiştir.
Bazı spor çeşitlerinin kökeni Brezilya'ya dayanmaktadır: [[plaj futbolu]], [[futsal]] (salon futbolu) ve [[ayak voleybolu]] futbolun çeşitlemeleri olarak Brezilya'da ortaya çıkmıştır. Dövüş sanatlarında Brezilyalılar [[Capoeira]], [[Vale tudo]] ve [[Brezilya Jiujitsusu]]'yu geliştirmiştir.
Brezilya, [[1950 FIFA Dünya Kupası]] gibi birçok yüksek profilli uluslararası spor etkinliğine ev sahipliği yapmış ve yakın zamanda [[2014 FIFA Dünya Kupası]], [[2019 Copa América]] ve [[2021 Copa América]]'ya ev sahipliği yapmıştır. [[São Paulo]] pisti [[Autódromo José Carlos Pace]], her yıl düzenlenen [[Brezilya Grand Prix]]'sine ev sahipliği yapmaktadır. São Paulo 1963 yılında [[1963 Panamerikan Oyunları|IV. Panamerikan Oyunları]]'nı düzenlemiş, Rio de Janeiro ise 2007 yılında [[2007 Panamerikan Oyunları|XV. Panamerikan Oyunları]]'na ev sahipliği yapmıştır. 2 Ekim 2009'da Rio de Janeiro [[2016 Yaz Olimpiyatları|2016 Olimpiyat Oyunları]] ve [[2016 Yaz Paralimpik Oyunları|2016 Paralimpik Oyunları]]'na ev sahipliği yapmak üzere seçilerek oyunlara ev sahipliği yapan ilk Güney Amerika şehri ve [[Meksiko]]'dan sonra Latin Amerika'da ikinci şehir olmuştur. Ülke ayrıca [[1954 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası|1954]] ve [[1963 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası|1963]] yıllarında [[FIBA Basketbol Dünya Kupası]]'ına ev sahipliği yapmıştır. [[Brezilya millî basketbol takımı]] 1963'teki organizasyonda iki dünya şampiyonluğundan birini kazanmıştır.
Notlar.
Dış bağlantılar.
"Hükümet"
[[Kategori:Brezilya| ]]
[[Kategori:BRICS ülkeleri]]
[[Kategori:Eski Portekiz kolonileri]]
[[Kategori:Federal anayasal cumhuriyetler]]
[[Kategori:G15 ülkeleri]]
[[Kategori:G20 ülkeleri]]
[[Kategori:Güney Amerika ülkeleri]]
[[Kategori:Mercosur üye ülkeleri]]
[[Kategori:Portekizce konuşan bölgeler ve ülkeler]]
[[Kategori:Portekiz Dili Konuşan Ülkeler Topluluğu üye ülkeleri]]
[[Kategori:Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler]]
[[Kategori:1822'de kurulan bölgeler ve ülkeler]]
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5114",
"len_data": 89815,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.68
}
|
Girit (Eski Yunanca "Krētē"; modern Yunanca Κρήτη "Kriti", Osmanlıca گريد "Girid"), Yunanistan'ın en büyük, Akdeniz'in beşinci büyük adasıdır. Ege Denizi'nin güneyinde yer alır.
Girit dünyaca tanınmış bir turizm merkezidir. En ilgi çeken turistik ziyaret yerleri arasında Knossos, Faistos ve Gortis'teki arkeolojik sitler, Retimnon'daki (Resmo) Venedik kalesi ve Samarya, Aya İrini ve Aradena geçitlerinin doğal güzellikleri sayılabilir.
Girit Avrupa'nın ilk uygarlıklarından biri olan Minos Krallığı'na (yaklaşık MÖ 2000-1400 arası) beşiklik etmiştir. İngiliz arkeolog Arthut Evans'ın bölgede rastladığı oyulmuş mühür taşlarına olan ilgisi, onu 1900 yılında Knossos'ta düzenlediği kazı sonucu Doğu Akdeniz'de “başka bir uygarlığın zanaatkârlığı ve işçiliğinin bir devamı olarak görmediği” bu saraylarının en büyüğüne rastladı. Yapılan kazılar sonucu ortaya çıkan bu medeniyete bir isim vermek gerekiyordu. Bunun için her zaman olduğu gibi efsanelere başvuruldu. Efsanelere göre Zeus'un oğlu olduğu farz edilen Kral Minos'a Girit'in yönetimi verilmişti. Minos'tan sonra gelen hanedan fertlerinin de hâliyle “Minos” adıyla anılacağını düşünen İngiliz arkeologlar Girit uygarlığını tüm dünyaya “Minos” adıyla yayıp bunlara da “İlk Yunanlar” demiş olsa da, hakikat, o dönemin Giritli sakinlerinin kendilerine ne dediğinin hâlen bilinmemekle birlikte: arkeolog Arthur Evans'ın başvurduğu efsanelerin tabletlerdeki kayıtlardan çok sonrasına ait olduğuydu. Dolayısıyla bu verilerle Girit adasında izlerine rastlanan ilk sakinlerin “İlk Yunanlar” olduğunu söylemek mümkün olmamakla birlikte, “ilk dönemlere ait definler, adadaki toplumun klanlar ya da geniş aileler hâlinde yaşadıklarını düşündürüyor ve sarayların etrafındaki kasabalarda yapılan kazılar, kendi ambarlarını kontrol eden geniş ve bağımsız ailelerin varlığını gösteriyordu.
Ayrıca, Knossos ile Kandiye arasında kalan, "Khaniale Tekke", Teke ya da Tekke adındaki bölgede Tunç Dönemi'ne ait oldukça zengin saraylar bulunmuştur. 1. Dünya Savaşı sırasında bulunan mezarlar sonrasında birçoğu yağmalanmıştır. Yakın yüzyılda, Girit adasındaki pek çok yer isimlerinin değiştirilmiş olması, adres bulmak ve belgelemek açısından araştırmacıları oldukça zora sokmuştur. 1967'de Tekke mezarlarına da Payne tarafında bulunanlarına da “Fortetsa” adı verilmiştir. Bugün ise Girit'te "Khaniale Teke" antik saray ve mezarlarının olduğu yeri sorsanız, kimse bunların yerini size gösteremeyecektir.
Tarihçe.
Girit'in tarihi Milattan önce 2000'li yıllara kadar dayanmaktadır. Milattan önce 1700'lerde gerçekleştiği düşünülen bir felaket nedeniyle Girit halkının yapıları büyük hasar görmüş, pek çoğu yıkılmıştır. Eski adı Minos olan Girit adası Akalar ve Dorlar tarafından işgal edilmiştir. Bu işgale tepkisiz kalan Girit halkı adaya yeni gelenlerden uzak durmak amacıyla yaşamlarını sürdürecekleri kasabaları adanın en ulaşılmaz yerlerine kurmuşlardır. Bunların gerçekleştiği dönem Girit tarihinde Karanlık Çağ olarak adlandırılmaktadır. Bu dönemde adanın yerlileri yeni yaşam koşullarına adapte olamamış ve pek çoğu ölmüştür.
Ada, Roma ve Doğu Roma İmparatorluğu egemenliklerinden sonra Arap işgaline uğramış ve 828-961 arasında Abbasiler'e bağlı Hafsiler tarafından yönetilmiştir. 6 Mart 961'de tekrar Doğu Roma egemenliğine girmiştir. Doğu Roma İmparatorluğu'nun çözülme döneminde Venedikliler tarafından ele geçirilmiştir.
Girit, 1645'te İbrahim saltanatı döneminde Sünbül Ağa hadisesinin tetiklemesi üzerine başlatılan fetihle Osmanlı idaresine geçmiş, Venedik Cumhuriyeti'nin ada üzerinde 1204'ten beri devam eden hakimiyetine böylece son verilmiştir. Adanın hemen hemen tamamı ve bu arada Hanya ve Resmo gibi önemli kentler Osmanlı İmparatorluğu tarafından kolaylıkla fethedilebilmişse de, en büyük merkez olan Kandiye kalesinin alınması 24 yıl sürmüş, 1669'da Fazıl Ahmet Paşa tarafından tamamlanabilmiştir.
Adanın Osmanlı hakimiyetine geçişi ile Venedik Cumhuriyeti 'nin Doğu Akdeniz'de yüzyıllardır süregelen önemli rolü son bulmuştur. Ege Denizi'nde ve Mora'da Venedik hakimiyetinde kalan birkaç küçük ada ve kale de müteakip yıllarda Osmanlı Devleti tarafından alınmıştır. Bölgedeki isyankar Rum aileler Trabzon'un Of ilçesi civarlarına yerleştirilmiştir. Kos, Yasiciannis ve Dimitris bugün bilinen ailelerin başlıcalarıdır. Meşhur papaz İgor Yasiciannis'den sonra ailelerin dili dönüştürülmüştür (Neye?). Bu durum, Osmanlı fütuhatı açısından, Fatih Sultan Mehmet zamanından beri teker teker alınan Ege adalarının ve kıyı kalelerinin ve nihayet 1571'de Kıbrıs'ın (yine Venedik'ten) alınmasının mantıklı bir uzantısını teşkil etmiştir.
24 yıllık fetih süreci ve hemen sonrasında, ilki Batı Avrupa medeniyeti açısından, ikincisi de Osmanlı kültür mozaiği bakımından önem arzeden iki ilginç gelişme cereyan etmiştir. Ada halkı 450 yıl süren Venedik yönetimi bünyesinde orijinal bir entelektüel kültür ve zümre yetiştirmiş bulunmaktaydı. Bu oluşumda Girit'in antik çağlardan beri muhafaza ettiği özgün benliğin ve 1453'ten sonra Bizans kültür odaklarının artık tarihe karışmalarının veya köklü bir kimlik değişimi yaşamalarının da etkisi olmuştur. Osmanlı fethi ile birlikte Venedikli Girit kültürel birikimin temsilcilerinden bir kısmı eski idarecileri ile birlikte Batı Avrupa'ya geçmişlerdir. Batı Avrupa'da aydınlanma çağı ruhunu besleyecek olan bu Giritli aydın şahsiyetler arasında en önemlisi İspanyol resim sanatının temel taşlarından biri haline gelecek olan El Greco veya asıl adıyla Domenikos Theotokopulos'tu.
Aynı dönemde bir kısım Giritli de doğuya yöneldi. O dönemde olgunluk çağına ermiş bulunan Osmanlı bürokratik geleneğinin düzenli kayıtlarından takip edilebildiği üzere, fethin hemen ardından Girit yerli halkı arasında bir ihtidâ (İslamiyet’i kabul) süreci yaşandı. Osmanlı'nın Venedik'e kıyasla dini inançlara müsamaha ve vergilendirme konularında ada halkı açısından kurtarıcı kimliğine bürünmüş olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Girit adası Birinci Balkan Savaşı neticesinde 1913 yılında Yunanistan'ın hâkimiyetine geçmiştir.
II. Dünya Savaşı'nda.
Girit Adası İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası tarafından işgal edildi. İngiliz birlikleri, 3 Kasım 1940'ta Yunan Hükûmeti'nin izni ile Girit'e indi. Mihver güçleri tarafından anakara Yunanistan'ın işgali 6 Nisan 1941 tarihinde başladı ve Yunanistan ile birlikte Commonwealth ordularının müdahalelerine rağmen birkaç hafta içinde bu işgal tamamlandı. Kral II. Yorgos ve Emmanuil Çuderos Hükûmeti Atina'dan kaçmak zorunda kalarak 23 Nisan tarihinde Girit'e sığındılar.
Anakara Yunanistan işgalinden sonra Almanya, Girit ve Balkan seferinin son aşamasına geldi. (20 ve 31 Mayıs 1941 tarihleri arasında) on gün süren Nazi Almanyası ve müttefikler (İngiltere, Yeni Zelanda, Avustralya ve Yunanistan) arasındaki sert ve kanlı çatışmaların ardından Girit adası da Almanya tarafından işgal edildi.
20 Mayıs 1941 sabahı, Girit tarihinin ilk büyük havadan saldırı başladı. Üçüncü Reich "Mercury Operasyonu" (Girit Muharebesi) kod adı altında Girit'e havadan işgal başlattı. General Kurt Student komutasındaki 17.000 paraşütçü, Maleme, Kandiye ve Rethymnon olmak üzere hava meydanları ile üç stratejik konumlara indirildiler. Paraşütçülerin amacı Kraliyet Donanması ve hala denizleri kontrol eden Yunanistan Donanmasının çökertilerek Anakara Yunanistan'daki Luftwaffe tarafından helikopterle takviye gelişini sağlamak için üç havaalanını işgal ve kontrol etmekti.
Müttefikler 1 Haziran 1941 tarihinde Girit adasını tamamen boşalttı. Alman işgalcilerinin zaferine rağmen, özel eğitimli Alman paraşütçüleri, Müttefik askerler ve Yunan sivil direnişçileri, çok ağır kayıplar verdiler. Adolf Hitler bu yüzden savaşın geri kalanında bu tür büyük ölçekli hava operasyonlarını yasakladı.
Coğrafya.
Girit Yunanistan'ın 13 idari bölgesinden biridir. Yunanistan'ın en büyük, Doğu Akdeniz'in Kıbrıs'tan sonra ikinci büyük, Akdeniz'in beşinci büyük adasıdır. Girit, Ege Denizi'nin güney sınırlarını belirler ve yüzölçümü 8.450 km²'dir. 2020 itibarıyla nüfusu 636.504'dir. Adanın uzunluğu 260 km olup, genişliği ise Diyon burnu ile Litinon burnu arasındaki 60 km'lik en geniş mesafeden, doğu ucundaki Yerapetre kıstağında sadece 12 km'lik bir mesafe arasında değişmektedir. Girintili çıkıntılı sahil şeridinin toplam uzunluğu 1,000 km'ye ulaşmaktadır. Yunanistan anakarasının yaklaşık 160 km güneyinde yer alır.
Ada oldukça dağlık bir araziye sahiptir ve bu özelliğini en batıdan en doğuya uzanan aşağıdaki sıradağ zincirleri boyunca korumaktadır:
Bu dağlar zincirinin arasında Lasiti, Omalos ve Nida ovaları gibi verimli düzlükler, Diktaion ve Idaion mağaraları ve ünlü Samarya geçidi gibi tabiat harikaları yer almaktadır.
İklim.
Girit iki farklı iklim kuşağının etkisindedir: ağırlıklı olarak Akdeniz iklimi ve yer yer Kuzey Afrika iklimi. Bu durumuyla Girit özellikle ılıman iklimin etkisi altındadır. Nemlilik denize yakınlığa göre değişmekte, ovalarda kışın kar yağışı istisnai kalırken dağ zirvelerinde sık sık görülmektedir. Yazları sıcaklık 25-35 derece arasında değişmektedir. Güney kıyılarında yer alan ve Kuzey Afrika ikliminden etkilenen Mesara ovası ve Asterusya dağları gibi bölgelerde yazlar daha sıcak ve uzun geçmektedir.
Ekonomi.
Akdeniz bölgesinde yapılan arkeolojik kazılar, eski adı Minos olan Girit'in donanmasıyla ünlü olduğunu açığa çıkarmıştır. Ürettikleri tarım ürünlerinin ticaretini donanmaları sayesinde yapan Girit halkı bu sayede ekonomik olarak müreffeh bir dönem yaşamıştır. Girit'te deniz ticaretinin en büyük ispatı Saint Theodori ve Vathianos Kambos gibi tersaneler için büyük alanlar inşa edilmiş olmasıdır. Girit'e ait gemiler kereste, bal, şarap, zeytinyağı ve çömlek gibi malzemelerin ticaretini yapmışlardır.
Evvelce tarıma dayalı olan Girit ekonomik yapısı 1970'lerden itibaren temelden değişmeye başlamıştır. Tarım ve hayvancılık ada ekonomisinde hala önemli bir paya denk gelmekle birlikte, adanın ikliminden ve engebeli coğrafyasından kaynaklanan engeller nedeniyle tarıma dayalı sanayi üretimi belli bir düzeyin ötesine gidememiş ancak özellikle turizm ile bağlantılı hizmetler sektörlerinde kayda değer ilerlemeler sağlanmıştır.
Yine de özellikle zeytincilik adada oldukça gelişmiş olup, resmî kayıtlara göre 300.000 zeytin ağacı bulunmaktadır.
Girit'te kişi başına düşen yıllık gelir Yunanistan ortalaması ile aynı düzeyde olup, işsizlik ise ülke genelindeki oranın yaklaşık yarısı düzeyinde seyretmektedir.
Adada üç büyük havaalanı bulunmaktadır: Kandiye'deki Nikos Kazancakis havaalanı, Hanya'daki Daskaloyannis askeri havaalanı ve Sitya'daki yeni açılmış sivil havaalanı.
Kültür.
Girit'in kendine özgü Mantinades şiiri vardır.
Ada, Mantinades esaslı müziği (genellikle Girit liri ve laouto ile icra edilir) ile tanınır ve en ünlüsü Pentozali olan birçok yerli dansı vardır. 1980'lerden beri dans etmeyi öğreten kültür derneklerinin sayısı arttı (Batı Girit'te çoğu rizitiko şarkıcılığı ile ilgilidir). Bu dernekler genellikle resmi etkinliklerde performans sergiler ancak aynı zamanda insanların buluşup geleneksel uygulamalara katılmaları için sahnedirler. Gelenek konusu ve kültür derneklerinin geleneğin canlandırılmasındaki rolü Girit'te hep tartışılır.
Giritli yazarlar, modern dönem boyunca Yunan edebiyatına önemli katkılarda bulunmuşlardır. 17. yüzyıl epik romantizmi Erotokritos'un (Yunan Ερωτόκριτος) yaratıcısı Vikentios Kornaros ve 20. yüzyılda Nikos Kazancakis önemli isimler arasındadır.
Rönesans'ta Girit, El Greco'yu ve onun aracılığıyla sonraki Avrupa resmini etkileyen Girit ikon resim okulu'nun yeriydi.
Giritliler adaları ve gelenekleriyle gurur duyarlar ve erkekler günlük yaşamda sıklıkla geleneksel kıyafet unsurlarını giyerler: diz boyu siyah binici çizmeleri (stivania), diz hizasında çizmelerin içine sokulmuş vráka pantolonlar, siyah gömlek ve başın çevresine sarılan veya omuzlara dökülen dokuma başörtüsü (mantili / kefalomantilo) fileden oluşan siyah başlık. Erkekler genellikle gururun, erkekliğin ve yiğitliğin işareti olarak büyük bıyık bırakırlar.
Girit toplumu, Yunanistan'da ve uluslararası alanda bugüne kadar adada devam eden aile ve klan kan davası kavgalarıyla tanınır. Giritlilerin, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı direniş döneminden kalma, evlerinde ateşli silah bulundurma geleneği de vardır. Girit'te neredeyse her kır evinde en az bir ruhsatsız silah bulunur. Silahlar, Yunan hükûmetinin katı düzenlemelerine tabidir ve son yıllarda Yunan polisi tarafından Girit'te ateşli silahların kontrol altına alınmasına yönelik bir girişimde bulunulmuştur, ancak bu çaba sınırlı bir başarı ile sonuçlanmıştır.
Turizm.
Girit Yunanistan'ın en popüler turizm bölgelerinden biridir. Yunanistan'a turistik girişlerin %15'i Kandiye'deki havaalanından veya limanından gerçekleşir, bu şehre inen charter uçaklarının sayısı Yunanistan'a inen toplam charter uçaklarının beşte birine denk gelir.
2004 içinde toplam iki milyon turist Girit'i ziyaret etmiştir. Girit'te turizm Yunanistan genelinden de daha hızlı gelişmektedir. 1986-1991 döneminde Girit'teki otel yatak sayısı %53 artarken Yunanistan'ın diğer bölgelerinde bu artış % 25'te kalmıştır. Büyük lüks oteller, yüzme havuzları, spor ve eğlence tesisleri, kamp tesisleri ve aile pansiyonlarına kadar her çeşit turizm altyapısı vardır.
Ziyaretçiler, Kandiye ve Hanya'daki iki uluslararası hava limanı ve Sitya'daki küçük hava limanından (uluslararası charter ve iç hat uçuşları vardır) hava yoluyla veya Kandiye, Hanya, Resmo, Agios Nikolaos ve Sitya limanlarından gemiyle adaya ulaşır.
Minos uygarlığı arkeolojik alanları, eski Venedik şehri ve Hanya limanı, Resmo'daki Venedik kalesi, Samiriye Boğazı, Altınada, İspirlonga Adası, Elafonisi, Gramvousa adaları ve Avrupa'daki en büyük doğal palmiye ormanı olan Vai Palmiye sahili popüler turistik yerlerdir.
İnsan coğrafyası.
Girit, 600.000'den fazla nüfusuyla Yunanistan'ın en kalabalık adasıdır. Yaklaşık %42'si Girit'in ana şehir ve kasabalarında, %45'i ise kırsal bölgelerde yaşar.
Yönetim.
Girit ve yakınındaki adalar, 1987 idari reformuyla kurulan Yunanistan'ın 13 bölgesinden biri olan Girit Bölgesi'ni (Yunanca: Περιφέρεια Κρήτης, Periféria Krítis) oluşturur.
2010 Kallikratis planı kapsamında bölgelerin yetki ve yetkileri yeniden tanımlanarak genişletildi. Bölge Kandiye merkezlidir ve dört bölgesel birime (Kallikratis öncesi vilayetlere) bölünmüştür. Batıdan doğuya bunlar: Hanya, Resmo, Kandiye ve Laşit. Bunlar ayrıca 24 belediyeye bölünmüştür.
1 Ocak 2011'den bu yana bölge valisi Panhelenik Sosyalist Hareket'ten Stavros Arnaoutakis'tir. İlk olarak 2010'da seçildi, 2014, 2019 ve 2023'te yeniden seçildi.
Şehirler.
Girit'in başlıca şehirleri:
Kandiye Girit'in en büyük şehri ve başkentidir ve adanın nüfusunun dörtte birinden fazlasını barındırır. Hanya 1971 yılına kadar başkentti. Başlıca şehirler şunlardır:
İdari yapı.
Girit adası 4 vilayete (Yunanca nomos, νόμοι) ayrılmıştır. Bunlar:
Amatör radyoculuk açısından Yunanistan'dan ayrı bir bölge olarak telakki edilmektedir. Alan kodu SV9'tür. Ayrıca, Ortodoks mezhebi idari yapısı açısından Girit Başpiskoposluğu, Atina merkezli Yunanistan otosefal kilisesi'ne değil, Fener Patrikhanesi'ne bağlıdır ve Oniki Adalar ve diğer bazı Ege adaları'nın metropolitlerini idaresi altında toplamaktadır. Girit halkının kendisini Yunan dünyasının diğer bölgelerinden farklı görme dürtüsü yüksektir ve zaman zaman spazmodik ve folklorik boyutları pek de aşmayan ayrılıkçı hareketler cereyan etmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5128",
"len_data": 15348,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.98
}
|
Sarıyer, İstanbul ilinin Avrupa Yakası'nda yer alan ilçedir. Güneyden Beşiktaş ve Kâğıthane, batıdan Eyüpsultan ilçeleri ile doğudan İstanbul Boğazı ve kuzeyden Karadeniz ile çevrilidir. Sarıyer ilçesi toplam 38 mahalleden oluşmaktadır. Bahçeköy Belediyesi'nin 2009 yılında feshedilerek Sarıyer ilçesinin bir mahallesi olması, 2012 yılında da Şişli sınırları içinde yer alan Ayazağa, Maslak ve Huzur mahallelerinin bu ilçeye dahil edilmesiyle son halini alan ilçe İstanbul'un en kuzeydeki ilçelerinden biridir.
Etimoloji.
İlçenin ilk adı Simas'tır. Sarıyer adının kökeni konusunda, kimisi yakıştırma olduğu hemen belli olan farklı anlatımlar vardır. Fatih Sultan Mehmed'in iki sarışın askerinin burada Merkez Camii yanında gömülü oldukları, bu yüzden “Fatih'in sarı erleri”nden bozularak yöreye Sarıyer dendiği veya öteden beri mesire yeri olan yörede Mısırlı zenginlerin harcadıkları altınları yüzünden bölgenin adının “Sarı lira yer”den Sarıyer'e dönüştüğü gibi rivayetler yanında tutarlı görülen varsayım, Sarıyer'in kuzeybatısında Maden Mahallesi'ne doğru sırtların altın madeni ve kil yüzünden sarı renkte olmaları ve buradaki yerleşmeye bu sarı topraklar nedeniyle önce Sarıyar adı verilmiş olmasıdır. Osmanlı kaynaklarında XIX. yüzyıla kadar Sarıyar kullanımı sürmüştür. Yar sözü uçurum anlamının yanı sıra dağ yamacı, dağ sırtı anlamını da taşır. Bir başka rivayet de bölgede doğal yayılım gösteren katırtırnağı bitkisinin çiçeklendiği zaman tüm bölgenin belirgin bir şekilde sarı olmasından aldığı yönündedir.
Tarih.
Sarıyer ilçesi sınırları içindeki bazı yerleşme alanlarının Bizans döneminden beri meskun olduğu bilinir. Bunlar özellikle kıyılardaki koylarda bulunan bazı ayazma, kilise, eski liman, sarnıç ve eski kaleler çevresindeki birkaç hanelik küçük kırsal yerleşmelerden oluşuyordu. Buralarda yaşayanlar geçimlerini genellikle balıkçılıktan sağladıklarından bu yerleşimler bir balıkçı köyü niteliği taşıyordu.
Türklerin ilk kez bu köylerden Baltalimanı'na yerleştiği söylenir. İstanbul Boğazı'na dökülen bütün akarsular gibi Baltalimanı Deresi'nin de ağız bölümü eskiden bir haliçti. Bu küçük haliç, boğazda seyreden tekneler için önemli bir doğal barınaktı. Buradaki büyük sarnıcın, yanaşan gemilerin su ihtiyacını karşılamak amacıyla yaptırıldığı sanılır. İstanbul'un fethinden önce Kaptan-ı Derya Baltaoğlu Süleyman Bey'in donanmasını burada korumaya aldığı ileri sürülür. Eski kaynaklarda rastlanmamasına karşın Baltalimanı adının bu olay nedeniyle Baltaoğlu Süleyman Bey'den geldiği söylenir.
Boğaz kıyısındaki küçük köylerin gelişmeye başlaması 16. ve 17. yy'lara rastlar. Bu dönemde Sarıyer, Yeniköy ve Rumeli Hisarı gelişmiş birer köy haline geldi. 18. yy'a gelindiğinde saraya yakın bazı kişilere ait yalılar bu kıyıda belirmeye başladı. Padişah izniyle bazı gayrimüslim ailelerin bu köylere yerleşmeleri de aynı yüzyıla rastlar. 19. yy'ın başlarında şayak ve fes boyama sanatını öğretmeleri için Trakya'dan bazı köylüler İstanbul'a getirildi ve Baltalimanı ile Emirgan arasına yerleştirildi. Bu köylülerin yerleştirildiği Baltalimanı ile Emirgan arasındaki alan Boyacıköy olarak adlandırıldı. İstanbul'daki elçilikler bu yüzyılda yazlık olarak kullanmak üzere kıyı boyunca uzanan geniş arazileri elde ettiler. Bütün bu gelişmelere karşın İstanbul Boğazı kıyısındaki köyler balıkçılıkla uğraşma geleneğini yakın zamana kadar sürdürdü. Bu köylerin iskelelerine bağlı çok sayıda balıkçı teknesinin yanı sıra Boğaz'ın çeşitli yerlerinde dalyanlar vardı.
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde, bugünkü Sarıyer ilçe sınırları içindeki yerleşimler, gelişimi donmuş köyler biçimindeydi. Kırsal alandaki köyler Kilyos Nahiyesi'nin sınırları içindeydi ve bu nahiye de Çataca Vilayeti'ne bağlıydı. İlçenin İstanbul Boğazı kıyısındaki kesimi ise Beyoğlu Kazası'nın sınırlarına dahildi. 1926'da Çatalca'nın kaza yapılarak İstanbul Vilayeti'ne bağlanmasından sonra da bu yönetsel durumda herhangi bir değişiklik olmadı. 1930'da yapılan bir yönetsel düzenleme sonucunda 21 Mayıs 1930 tarih ve 1499 sayı ile resmi gazetede yayımlanarak 1 Eylül 1930 tarih ve 1612 sayılı kanun ile bugünkü Sarıyer İlçesi kuruldu. 1936'da Kemerburgaz nahiyesinin o yıl kurulan Eyüpsultan ilçesine, 1954'te Maslak ve Ayazağa köylerinin de o yıl kurulan Şişli ilçesine verilmesiyle ilçe sınırları daralmıştır. Sarıyer Belediyesi 1984'te kurulmuştur.
1960'lara değin ilçenin Boğaz kıyısındaki semtleri, daha çok yazın kalabalıklaşan sayfiye yeri niteliği taşıyordu. Her semtte bir iskele vardı ve ulaşımda daha çok 19. yy'dan beri yararlanılan su yolu kullanılıyordu. Zaman içinde vapur seferlerinin sıklaşması kıyı semtlerinin gelişmesinde önemli bir etkendi. Bu semtlerin bazılarında kıyı boyunca gazinolar ve yazın büyük ilgi gören plajlar inşa edildi. Ayrıca Belgrad Ormanı'ndaki su başları ve bentler yıl boyunca İstanbulluların ilgisini çeken mesire yerleriydi. Daha sonra hem Maslak üzerinden gelen Büyükdere Caddesi'nin yapılması, hem kıyıyı izleyen sahil yolunun genişletilmesi sonucunda karayolu ulaşımı gelişti.
Böylece semtlerinin doğrudan birbirine bağlanması sonucunda bu ulaşım eksenleri boyunca mevcut semtlerin gelişmesi ve bu semtler arasındaki boş alanların yerleşime açılması süreci başladı. Kıyı kesiminde daha çok üst gelir gruplarına ait konutlar ve köşkler, sırt biçiminde uzanan yüksek alanın yamaçlarında da gecekondu mahalleleri ortaya çıktı. İstanbul Boğazı'na bakan yamaçlarda oluşan bu yapılaşmalar bir yandan ilçenin doğal yapısını tahrip ederken öbür yandan da yörenin görünümünü önemli ölçüde çirkinleştirdi. 1980'lerin sonundan itibaren köylerin, hem İstanbul şehir merkezine yakın olmak isteyen hem de doğaya yakın olmak isteyen üst gelir grubunun yerleşmeye başlaması sonunda çehresi önemli ölçüde değişmiştir.
Coğrafya.
İlçe toprakları, Çatalca Yarımadası'nın en doğu kesiminde yer alan sırtın, bir yandan İstanbul Boğazı'na, öbür yandan da kuzeyde Karadeniz'e doğru alçalan bölümlerden oluşur. Kuzey-güney doğrultusunda uzanan bu sırtın batı yamaçlarından çıkan sular (Göksu Deresi, Şeytandere ve Ayazağa Suyu) Kâğıthane Deresi aracılığıyla Haliç'e, kuzey kesiminden doğan sular Karadeniz'e, doğu yamaçlarından kaynaklanan sular da İstanbul Boğazı'na ulaşır. Günümüzde bunlardan en önemlileri İstanbul Boğazı'na doğru akan Sarıyer, Bakla ve Baltalimanı dereleridir.
Sarıyer ilçesinin Karadeniz kıyısı yer yer düz ve kumsal, bazı kesimlerde de falezlidir. Batıda, Kısırkaya'dan Kilyos'a (Kumköy) kadar uzanan kıyıdaki kumsal, doğuda Kilyos ile Rumelifeneri arasında, yerini kayalık falezlere bırakır. İstanbul Boğazı girişindeki Rumelifeneri açıklarında yer alan kayalıklara Öreke Adaları denir. İlçenin İstanbul Boğazı kıyıları oldukça girintili çıkıntılıdır. Bu kıyıdaki en önemli girinti Çayırbaşı'na doğru bir körfez gibi sokulan Büyükdere Koyu, başlıca çıkıntı ise doğuya doğru bir burun oluşturan Yeniköy'dür. Boğaz kıyısında yer alan başlıca küçük ve dar girintiler ise Tarabya ve İstinye koylarıdır.
Sarıyer, doğal bitki örtüsü açısından İstanbul'nin zengin ilçelerinden biridir. Belgrad Ormanı'nın doğu ucu ilçe sınırları içine sokulur. Ayrıca Rumelikavağı-Rumelifeneri-Kilyos üçgeni içinde kalan alan, büyük ölçüde ormanlarla kaplıdır. Eskiden bu alanda çok daha sık olan ormanlar, varlıklı İstanbullular için ikinci konut yapımına girişen kooperatifler tarafından yer yer tahrip edilmiştir.
İklim.
Sarıyer'de Akdeniz iklimi (Köppen: "Csb") görülmektedir.
Yönetim.
Bugünkü ilçe toprakları 1930'a kadar Beyoğlu ve Çatalca kazalarının sınırları dahilindeydi. 1930'da yapılan bir yönetsel düzenleme sonucunda bugünkü Sarıyer ilçesi kuruldu. Sarıyer'in yerel hizmetleri uzun yıllar İstanbul Belediyesi
Şube Müdürlüğü tarafından sürdürüldü. 1984 yılında çıkartılan "Yerel Yönetimler Kanunu" ile İstanbul'daki birçok ilçede olduğu gibi Sarıyer'de de belediye teşkilatı kuruldu. 1992'de belediye olan Bahçeköy Beldesi 2008 yılında fesh olarak Sarıyer ilçesinin mahallesi oldu. 2012 yılında çıkarılan 6360 Sayılı kanun ile Şişli sınırları içinde yer alan Ayazağa, Maslak ve Huzur mahalleleri Sarıyer ilçesine bağlanırken, aynı düzenlemeyle 8 köy mahalle statüsüne geçti.
Sarıyer ilçesi 38 mahalleden oluşmaktadır.
Turizm.
Sarıyer, doğal ve tarihsel değerler açısından zengin bir ilçedir. Orman varlığının yanı sıra su kaynakları da eskiden beri İstanbul için önem taşımıştır. Bu su kaynaklarından en ünlüleri Çırçır, Hünkar, Kocataş ve Sultan sularıdır. İlçede Kestâne, Şifâ, Gürcü, Fındık, Ayazma ve Mâden adlarında birçok kaynak suyu bulunur. İlçe arazisindeki akarsular küçük olmalarına bakılmadan çok eskiden beri İstanbul'un su ihtiyacını karşılamak için değerlendirilmiştir. Bu amaçla dereler üzerinde bazı bentler ve bentlerin ardında biriken suları kente akıtmak için sukemerleri inşa edilmiştir. Bunlardan II. Mahmut, Topuzlu, Kirazlı ve Valide bentleri ile Bahçeköy ve II. Mahmud sukemerleri ilçe sınırları içindedir. İstanbul'un akciğerlerini oluşturan alanlardan biri olan Belgrad Ormanı'nda yer alan gezi yolları ve piknik alanları özellikle hafta sonlarında halkın ilgisini çeker. Belgrad Ormanı içindeki İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi'ne bağlı Atatürk Arboretumu bilimsel araştırmalara her yönü ile açık bir canlı laboratuvar olarak hizmet vermektir.
İlçe, eskiden kıyılarındaki plajlarıyla da ünlüydü. Ancak deniz kirliliğinin yoğunlaşması nedeniyle, dalyanlar gibi ilçenin İstanbul Boğazı kıyısındaki plajları da kapanmıştır, günümüzde boğaz kıyısında yalnızca Altınkum plajı faaliyet halindedir. Sarıyer'ın, özellikle Karadeniz kıyısındaki plajları, yaz aylarında bir turistik cazibe merkezi halini alır. İlçenin en gözde plajı Kilyos'tadır. Özellikle kıyı kesimindeki eğlence ve konaklama tesisleri yıl boyunca ilgi çeker.
Rumeli Hisarı Müzesi deniz kıyısındadır, günün belli saatlerinde ziyaretçilere açıktır. Şair Tevfik Fikret'in 1906-1915 arasında yaşadığı ve 1945 yılından bu yana müze olarak hizmet veren Aşiyan Müzesi Rumelihisarında Kayalar Mevkiindedir.
Sadberk Hanım Müzesi Büyükdere Piyasa Caddesindedir. Bu müzede eski Türk eserleri sergilenmektedir. Rumeli Hisarüstü'nde, Duatepe Parkı'nda idari yönetimi İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne ait Serpuş Müzesi bulunmaktadır. Emirgan'da Sabancı Üniversitesine bağlı Sakıp Sabancı Müzesi bulunmaktadır.
İlçede mimari değer açısından önem taşıyan birçok yapı vardır. Bunlar arasında konsolosluk binaları, kasırlar, köşkler, yalılar, iskeleler, kiliseler dikkati çeker. Ayrıca Rumelifeneri'ndeki Ceneviz kalesi de görülmeye değer yerlerindendir.
Kamu hizmetleri.
Eğitim.
İstanbul Teknik Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, Koç Üniversitesi, Işık Üniversitesi, Beykent Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi, Türk Silahlı Kuvvetleri Harp Akademileri ile Adile Sadullah Mermerci Polis Meslek Yüksekokulu Sarıyer ilçesinde bulunan yüksek öğretim kurumlarıdır. 2009 yılı itibarıyla Sarıyer ilçesi sınırları içinde 47 okulöncesi, 50 ilköğretim ile 31 lise ve dengi eğitim kurumu vardır.
Sağlık.
İlçe sınırları içinde 6 hastane (Metin Sabancı Baltalimanı Kemik Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İstinye Devlet Hastanesi, İsmail Akgün Devlet Hastanesi, Şişli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi - Sarıyer Çayırbaşı Yerleşkesi, Özel Acıbadem Maslak Hastanesi, Özel Acıbadem Zekeriyaköy Hastanesi), 34 aile sağlığı merkezi, 121 eczane ve 7 poliklinik bulunur.
Ulaşım.
Sarıyer ilçesinde yaşayanlar deniz ve kara yollarından yararlanarak kentin öbür kesimlerine ulaşırlar. Denizyolu ulaşımı semtlerdeki iskelelerden (Sarıyer, Rumelikavağı, Yeniköy, Emirgan, İstinye, Büyükdere) Şehir Hatları vapurlarıyla sağlanır. İlçe kıyılarında balıkçı teknelerinin sığındığı bazı iskeleler vardır. Bunlardan başlıcaları Rumelifeneri'ndeki balıkçı barınağı ile Sarıyer'deki küçük dalgakırandır.
İlçedeki önemli karayolu eksenlerinden biri Boğaz kıyısını izleyen ve değişik semtlerde farklı adlar taşıyan "sahil yolu"dur. Diğer bir ulaşım aksı ise Zincirlikuyu'dan gelip Tarabya kavşağından sonra Hacı Osman Bayırı adıyla anılan ve Kefeliköy'de sahil yoluna bağlanan Büyükdere Caddesi'dir. Büyükdere Caddesi, İstinye'den ve Tarabya'dan da sahil yoluna bağlanmaktadır. Üçüncü önemli karayolu ekseni, batı ayağı Rumelihisarı'nda olan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'yle Avrupa Yakası'nı Anadolu Yakası'na bağlayan batı-doğu doğrultulu O-2 Otoyolu'dur. Yavuz Sultan Selim Köprüsü'nün Avrupa yakasındaki ayağı Garipçe'dedir. Bu köprüden geçen Kuzey Marmara Otoyolu'nun Avrupa'daki ilk kavşağı Uskumruköy'dedir. Sarıyer-Çayırbaşı Tüneli Büyükdere Caddesini doğrudan ilçe merkezine bağlar.
İlçe merkezinden İstanbul'un değişik noktalarına otobüs ve minibüs seferleri vardır.
Ayrıca ilçe halkı şu an için M2 Metro Hattının en kuzeydeki dört istasyonu olan Hacıosman, Darüşşafaka, Atatürk Oto Sanayi ve İTÜ Ayazağa istasyonlarından metroya binerek Levent, Mecidiyeköy, Taksim güzergahından Yenikapı durağına kadar ulaşabilmektedirler.
Spor.
1940 yılında kurulan ve adını ilçeden alan Sarıyer Spor Kulübü, futbol, voleybol ve boks dallarında faaliyet göstermektedir. Kulübün renkleri lacivert ve beyazdır; Lacivertin asaleti, beyazın ise temizliği simgelediği kabul edilmiştir. "Beyaz Martılar" olarak bilinen kulübün futbol takımı 1982-1994 ve 1996-1997 yılları arasında Süper Lig'de mücadele etmiştir. 1980'lerde ve 1990'ların başlarında altın dönemini yaşayan Sarıyer futbol takımı bir zamanlar boğazın en güçlü takımlarından biri ve üç büyüklerin korkulu rüyası olmuştur. İç saha maçlarını Yusuf Ziya Öniş Stadı'nda oynamaktadır.
İlçenin diğer ünlü takımıysa 2003-2005 arasında 3. Lig'de (4. Kademe) oynamış olan Yeniköyspor'dur. Ayrıca Sarıyer Belediyespor, Ferahevlerspor, Bahçeköyspor, Pınar İY., Pınarspor, İstinye, Reşitpaşa, Kireçburnu, Madenspor, Rumelikavağı, Çayırbaşı, Büyükdere ve Çayırbaşı Özkan gibi takımlar amatör futbol liglerinde mücadelelerine devam etmektedirler.
Galatasaray futbol takımı'nın iç saha maçlarını oynadığı Ali Sami Yen Spor Kompleksi TEM Otoyolu'nun kuzeyinde yer alır. 52.883 seyirci kapasitesi ile Atatürk Olimpiyat Stadyumu'ndan sonra Türkiye'nin ikinci en yüksek kapasiteli stadyumudur.
İlçedeki diğer önemli spor tesisleri; Çayırbaşı Stadı, İTÜ Stadyumu, Kilyos Stadı, Mersinli Ahmet Kamp Eğitim Merkezi, Orhan Keçeli Stadı, Sarıyer Kapalı Spor Salonu, Yusuf Ziya Öniş Stadı, Volkswagen Arena, Enka Spor Kulübü Sadi Gülçelik Spor Sitesi, İTÜ Ayazağa Spor Salonu ile Darüşşafaka basketbol takımının iç saha maçlarını oynadığı Ayhan Şahenk Spor Salonu'dur. İstinye ve Zekeriyaköy'de binicilik tesisleri bulunur.
Ekonomi.
Sarıyer ilçesinde iktisaden faal olan nüfusu oluşturan kesim, daha çok ilçe dışındaki işyerlerinde çalışır. İlçede fazla sanayi tesisi yoktur. Geçmiş yıllarda kibrit, kablo ve vinç fabrikaları taşınmış, İstinye'deki tersane kaldırılmıştır. Hizmet işkolu ilçenin en canlı ekonomik etkinlik alanını oluşturur.
Özellikle kıyı kesiminde lokanta ve bar gibi işyerleri yılboyunca İstanbulluların ilgisini çeker. Borsa İstanbul İstinye'de bulunmaktadır. Ayrıca ABD, Avusturya, Çin ve Özbekistan'ın İstanbul başkonsoloslukları Sarıyer ilçesi sınırları içindedir.
Nüfus.
2020 TÜİK verilerine göre Sarıyer ilçesinin nüfusu 335.298'dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5130",
"len_data": 15114,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.68
}
|
William Henry Gates III (d. 28 Ekim 1955, Seattle), bilinen adıyla Bill Gates, Amerikalı bir iş insanı, yazılım geliştirici, yatırımcı, yazar ve hayırseverdir. Çocukluk arkadaşı Paul Allen ile birlikte Microsoft'un kurucu ortaklarındandır. Gates, Microsoft'taki kariyeri boyunca yönetim kurulu başkanlığı, icra kurulu başkanlığı (CEO), başkanlık ve baş yazılım mimarlığı görevlerinde bulunmuş, aynı zamanda Mayıs 2014'e kadar Microsoft'un en büyük bireysel hissedarı olmuştur. 1970'ler ve 1980'lerdeki mikrobilgisayar devriminin önemli girişimcilerinden biriydi.
Gates Seattle, Washington'da doğup büyümüştür. Allen ile birlikte 1975 yılında Albuquerque, New Mexico'da Microsoft'u kurdu. Şirket dünyanın en büyük kişisel bilgisayar yazılım şirketi haline geldi. Ocak 2000'de CEO'luktan istifa edip yerine Steve Ballmer geçene kadar Gates şirketi başkan ve CEO olarak yönetti, ancak yönetim kurulu başkanı olarak kaldı ve baş yazılım mimarı oldu. 1990'ların sonlarında, rekabete aykırı olduğu düşünülen iş taktikleri nedeniyle eleştirildi. Bu görüş çok sayıda mahkeme kararıyla onaylandı. Gates, Haziran 2008'de Microsoft'ta yarı zamanlı bir pozisyona ve o zamanki eşi Melinda Gates ile 2000 yılında kurdukları Bill & Melinda Gates Vakfı'nda tam zamanlı çalışmaya geçti. Şubat 2014'te Microsoft yönetim kurulu başkanlığından istifa etti ve yeni atanan CEO Satya Nadella'yı desteklemek üzere teknoloji danışmanı olarak yeni bir görev üstlendi. Gates, Mart 2020'de iklim değişikliği, küresel sağlık ve kalkınma ve eğitim alanlarında hayırseverlik çalışmalarına odaklanmak üzere Microsoft ve Berkshire Hathaway'deki yönetim kurulu görevlerinden ayrıldı.
Gates, 1987 yılından bu yana "Forbes'un dünyanın en zenginleri listesinde" yer almaktadır. 1995'ten 2017'ye kadar, 2010-2013 yılları hariç her yıl "Forbes"'un dünyanın en zengin insanı ünvanını elinde tutmuştur. Ekim 2017'de, o sırada Gates'in 89,9 milyar ABD doları olan net değerine kıyasla tahmini net değeri 90,6 milyar ABD doları olan Amazon'un kurucusu ve CEO'su Jeff Bezos tarafından geçildi. Eylül 2022 itibarıyla, Gates'in tahmini net değeri 114 milyar ABD doları olup, kendisini dünyanın en zengin beşinci kişisi yapmaktadır.
Kariyerinin son dönemlerinde ve 2008'de Microsoft'un günlük operasyonlarından ayrılmasının ardından Gates birçok iş ve hayırseverlik girişiminde bulunmuştur. BEN, Cascade Investment, bgC3 ve TerraPower gibi birçok şirketin kurucusu ve yönetim kurulu başkanıdır. Dünyanın en büyük özel vakıf olduğu bildirilen Bill & Melinda Gates Vakfı aracılığıyla çeşitli hayır kurumlarına ve bilimsel araştırma programlarına önemli miktarda para bağışlamıştır. Vakıf aracılığıyla, 21. yüzyılın başlarında Afrika'da poliovirüs'ün yok edilmesine önemli ölçüde katkıda bulunan bir aşılama kampanyasına öncülük etti. 2010 yılında Gates ve Warren Buffett The Giving Pledge'i kurarak, kendileriyle birlikte diğer milyarderlerin de servetlerinin en az yarısını hayır işlerine bağışlama sözü vermelerini sağlamıştır.
İlk yılları.
Bill Gates 28 Ekim 1955 tarihinde Seattle, Washington'da doğmuştur. William H. Gates Sr. (1925-2020) ve Mary Maxwell Gates'in (1929-1994) oğludur. İngiliz, Alman ve İrlanda/İskoç-İrlanda kökenlidir. Babası önde gelen bir avukat, annesi ise First Interstate BancSystem ve United Way of America'nın yönetim kurullarında görev yapmıştır. Gates'in anne tarafından büyükbabası ulusal bir banka başkanı olan J. W. Maxwell'dir. Gates'in Kristi (Kristianne) adında bir ablası ve Libby adında bir kız kardeşi vardır. Kendisi ailesinin dördüncü ferdidir ancak babasının "II" ön ekine sahip olması nedeniyle III. William Gates ya da "Trey" (üç) olarak tanınmaktadır. Ailesi Seattle'ın Sand Point bölgesinde, Gates yedi yaşındayken nadir görülen bir kasırga nedeniyle hasar gören bir evde yaşıyordu.
Gates, yaşamının erken dönemlerinde ailesinin ondan hukuk alanında kariyer yapmasını beklediklerini gözlemlemiştir. Gençliğinde ailesi düzenli olarak Protestan Reform mezhebine bağlı Congregational Christian Churches kilisesine gidiyordu. Gates yaşına göre küçüktü ve çocukken zorbalığa maruz kaldı. Ailesi rekabeti teşvik ediyordu; bir ziyaretçilerinin dediğine göre "hearts, ister pickleball ya da rıhtımda yüzme olsun fark etmezdi; kazanmanın her zaman bir ödülü, kaybetmenin de her zaman bir cezası olurdu".
Microsoft.
BASIC.
Gates, "Popular Electronics" dergisinin Altair 8800'ü tanıtan Ocak 1975 sayısını okudu ve Micro Instrumentation and Telemetry Systems (MITS) ile irtibata geçerek kendisi ve diğerlerinin bu platform için bir BASIC yorumlayıcısı üzerinde çalıştıklarını bildirdi. Aslında Gates ve Allen'ın bir Altair'i yoktu ve platform için kod yazmamışlardı, yalnızca MITS'in ilgisini ölçmeye çalışıyorlardı. MITS başkanı Ed Roberts bir demonstrasyon için onlarla buluşmayı kabul etti ve birkaç hafta içinde bir minibilgisayarda çalışan bir Altair emülatörü ve ardından BASIC yorumlayıcısı geliştirdiler. Demonstrasyon MITS'in Albuquerque, New Mexico'daki ofislerinde yapılmıştı, başarılı oldu ve yorumlayıcının Altair BASIC olarak dağıtılması için MITS ile bir anlaşma yapılmasıyla sonuçlandı. MITS Allen'ı işe aldı ve Gates Kasım 1975'te MITS'te Allen'la birlikte çalışmak üzere Harvard'dan ayrıldı. Allen kurdukları ortaklığa "mikrobilgisayar" ve "yazılım" kelimelerinin birleşiminden oluşan "Micro-Soft" adını verdi ve ilk ofislerini Albuquerque'de açtı. Gates ve Allen'ın işe aldıkları ilk çalışan liseden ortak arkadaşları Ric Weiland oldu. Bir yıl içinde tire işaretini kaldırdılar ve 26 Kasım 1976'da New Mexico Eyalet Sekreterliğine "Microsoft" ticari adını resmen tescil ettirdiler. Gates eğitimini tamamlamak için Harvard'a tekrar dönmedi.
Microsoft'un Altair BASIC'i bilgisayar hobicileri arasında popülerdi, ancak Gates henüz piyasaya sürülmemiş bir kopyanın sızdırıldığını ve hızla kopyalanıp çoğaltıldığını fark etti. Şubat 1976'da MITS bülteninde Hobicilere Açık Mektup başlıklı bir yazı kaleme alan Gates, Microsoft Altair BASIC kullanıcılarının %90'ından fazlasının bu yazılım için Microsoft'a ödeme yapmadığını ve Altair "hobi pazarının" profesyonel geliştiricilerin yüksek kaliteli yazılım üretme, dağıtma ve sürdürme teşvikini ortadan kaldırma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu iddia etti. Mektup pek çok bilgisayar hobicisi tarafından beğenilmese de Gates, yazılım geliştiricilerin ödeme talep edebilmeleri gerektiğine olan inancında diretti. Microsoft 1976'nın sonlarında MITS'ten bağımsız hale geldi ve çeşitli sistemler için programlama dili yazılımı geliştirmeye devam etti. Şirket 1 Ocak 1979'da Albuquerque'den Bellevue, Washington'a taşındı.
Gates, şirketin ilk beş yılında ürettiği her kod satırını bizzat gözden geçirdiğini ve çoğu zaman yeniden yazdığını söyledi. Şirket büyüdükçe önce müdür, sonra da yönetici rolüne geçti.
DONKEY.BAS, 1981 yılında yazılmış ve orijinal IBM PC ile birlikte dağıtılan PC DOS işletim sisteminin ilk sürümlerinde yer alan bir bilgisayar oyunudur. Oyuncuların eşeklere çarpmaktan kaçınması gereken bir yarış oyunudur. Oyun Gates ve Neil Konzen tarafından yazılmıştır.
IBM ortaklığı.
IBM, o dönemde ticari işletmelerin önde gelen bilgisayar donanımı tedarikçisi olarak, Bill Gates'in annesi Mary Maxwell Gates'in IBM'in CEO'su John Opel'e Microsoft'tan bahsetmesinin ardından, Temmuz 1980'de yakında çıkacak olan kişisel bilgisayarı IBM PC için yazılım konusunda Microsoft'a başvurdu. IBM ilk olarak Microsoft'un BASIC yorumlayıcısını yazmasını önerdi. Aynı zamanda IBM temsilcileri bir işletim sistemine de ihtiyaç duyduklarını belirtmiş, Gates de onları yaygın olarak kullanılan CP/M işletim sisteminin yapımcıları olan Digital Research'e (DRI) yönlendirmiştir. Fakat IBM'in Digital Research ile yürüttüğü görüşmeler olumsuz sonuçlandı ve bir lisans anlaşmasına varamadılar. IBM temsilcisi Jack Sams, Gates ile daha sonra yaptığı bir toplantıda lisanslama konusundaki zorluklardan bahsetti ve Microsoft'un kendilerine bir işletim sistemi sağlayıp sağlamayacaklarını sordu. Birkaç hafta sonra Gates ve Allen, Seattle Computer Products'tan (SCP) Tim Paterson'ın PC'ye benzer donanımlar için ürettiği CP/M'e benzer bir işletim sistemi olan 86-DOS'u önerdiler. Microsoft, SCP ile 86-DOS'un özel lisans temsilcisi ve daha sonra da tamamen sahibi olmak üzere bir anlaşmaya vardı. Microsoft, işletim sistemini PC'ye uyarlaması için Paterson'ı görevlendirdi ve tek seferliğine 50.000 dolar karşılığında IBM'e PC DOS ürününü teslim etti.
Sözleşme Microsoft'a görece küçük bir kazanç sağladı. Microsoft'un küçük bir işletmeden dünyanın önde gelen yazılım şirketine dönüşmesinin kaynağı IBM'in işletim sistemini benimsemesiyle Microsoft'a kazandırdığı prestijdi. Gates işletim sisteminin telif hakkını IBM'e devretmeyi teklif etmemişti çünkü diğer kişisel bilgisayar üreticilerinin IBM'in PC donanımını taklit edeceğine inanıyordu. Nitekim öyle de oldu ve DOS çalıştıran IBM uyumlu PC kullanımı fiili bir standart haline geldi. MS-DOS'un (DOS'un IBM dışındaki müşterilere satılan versiyonu) satışları sayesinde Microsoft sektörde önemli bir oyuncu haline geldi. Basın, Microsoft'un IBM PC üzerinde çok etkili olduğunu kısa sürede keşfetti. "PC Magazine", Gates'in "makinenin arkasındaki adam" olup olmadığını sordu.
Gates, 25 Haziran 1981'de Microsoft'un yeniden yapılandırılmasını denetledi; Washington eyaletinde şirketi yeniden kurdu ve kendisini başkan ve yönetim kurulu başkanı, Paul Allen'ı ise başkan yardımcısı ve yönetim kurulu başkan yardımcısı olarak atadı. Allen 1983 yılının başlarında Hodgkin lenfoma teşhisi konduktan sonra şirketten ayrılmış ve Gates ile bu olaydan aylar önce yaşadıkları, Microsoft'un özsermayesi konusundaki çekişmeli bir anlaşmazlık nedeniyle gerilen iş ortaklıklarını etkin bir şekilde sona erdirmiştir. İlerleyen yıllarda Gates, Allen ile olan ilişkisini düzeltti ve birlikte çocukken okudukları Lakeside'a milyonlarca dolar bağışta bulundular. Allen'ın Ekim 2018'deki ölümüne kadar arkadaş kaldılar.
Windows.
Microsoft ve Gates, sadeliği ve sağladığı kullanım kolaylığıyla tüketicileri büyüleyen Apple'ın Macintosh GUI'sinin yarattığı rekabeti savuşturabilmek amacıyla 20 Kasım 1985'te Microsoft Windows'un ilk perakende versiyonunu piyasaya sürdü. Ertesi yılın Ağustos ayında şirket, OS/2 adında ayrı bir işletim sistemi geliştirmek için IBM ile bir anlaşma yaptı. Her ne kadar iki şirket yeni sistemin ilk versiyonunu başarıyla geliştirmiş olsa da, artan kreatif farklılıklar nedeniyle ortaklık bozuldu. İşletim sistemi, Windows 95 ile DOS metin ekranı rafa kaldırılana kadar on yıl boyunca DOS'tan bağımsız olarak doğal bir şekilde gelişmiştir. Gates'in Microsoft CEO'luğundan ayrılışından bir yıl sonra piyasaya sürülen Windows XP'nin DOS tabanlı olmayan ilk işletim sistemi olduğu belirtilmiştir. Windows 8.1, Gates'in 5 Şubat 2014'te şirket başkanlığını John W. Thompson'a devretmesinden önce piyasaya sürülen son işletim sistemi sürümü oldu.
Yönetim tarzı.
Gates, şirketin kuruluşundan 1975'ten 2006'ya kadar Microsoft'un ürün stratejisinden öncelikli olarak sorumluydu. Başkalarına karşı mesafeli olmasıyla ün kazanmıştı. 1981'de bir sektör yöneticisi "Gates'in telefonla ulaşılamaz ve telefonlara yanıt vermemesi ile ünlü olmasından" şikayet etmişti. Bir Atari yöneticisi Gates'e bir oyun gösterdiğini ve 37 oyundan 35'inde onu yendiğini anlattı. İkili bir ay sonra tekrar bir araya geldiklerinde Gates her oyunu kazanmış ya da berabere kalmıştı. Oyunu çözene kadar üzerinde çalışmıştı.
Allen'a göre Gates, 1980'lerin başında, iş ortağı Paul Allen kanser tedavisi görürken, kendisine hisse senedi opsiyonları vererek Allen'ın Microsoft'taki payını azaltmak için komplo kurdu.
Gates, Microsoft'un üst düzey yöneticileri ve program müdürleriyle düzenli olarak bir araya gelirdi. Yöneticiler Gates'i lafını esirgemeyen biri olarak tanımlarlardı. Ayrıca iş stratejilerinde ya da şirketin uzun vadeli çıkarlarını riske atan tekliflerde algıladığı eksiklikler nedeniyle yöneticileri azarladı. Sunumları "bu şimdiye kadar duyduğum en aptalca şey" ve "neden opsiyonunuzu bırakıp Barış Gönüllüleri'ne katılmıyorsunuz?" gibi yorumlarla keserdi. Öfkesinin hedefi olan kişi daha sonra Gates tamamen ikna olana kadar önerisini ayrıntılı olarak savunmak zorunda kalırdı. Astlarının işi erteledikleri görüldüğünde, alaycı bir şekilde "Hafta sonu yaparım" ifadesini kullandığı olurdu. Gates, Microsoft çalışanlarına zorbalık yapmakla suçlanmıştır.<ref name="bbc5/8/20212">"Epstein meetings a huge mistake, says Bill Gates" . BBC.</ref>
Microsoft'un ilk yıllarında Gates, özellikle şirketin programlama dili ürünlerinde aktif bir yazılım geliştiricisiyken, şirket tarihinin çoğunda birincil rolü yönetici ve idareci olmuştur. TRS-80 Model 100 üzerinde çalışmasından bu yana resmi olarak herhangi bir geliştirme ekibinde yer almadı, ancak 1989 gibi ileri bir tarihte şirketin ürünleriyle birlikte gönderilen kodları yazdı. Jerry Pournelle 1985 yılında Gates Microsoft Excel'i duyurduğunda şöyle yazmıştı: "Bill Gates bu programı, ona çok para kazandıracağı için değil (eminim kazandıracaktır da), kullanışlı bir hack olduğu için seviyor."
15 Haziran 2006'da Gates, hayırseverliğe daha fazla zaman ayırmak için Microsoft'taki görevinden ayrılacağını açıkladı. Ray Ozzie'yi yönetimden ve Craig Mundie'yi uzun vadeli ürün stratejisinden sorumluluğa getirdiğinde sorumluluklarını kademeli olarak iki halefi arasında paylaştırdı. Ozzie ve Mundie'ye görevlerini tam olarak devretme süreci iki yıl sürdü ve 27 Haziran 2008'de tamamlandı.
Antitröst davaları.
Gates, Microsoft'un iş uygulamaları konusunda antitröst davalara yol açan birçok kararı onaylamıştır. 1998 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nin Microsoft'a karşı açtığı davada Gates, bazı gazetecilere göre kaçamak olarak nitelendirilebilecek bir ifade vermişti. Müfettiş David Boies ile "rekabet", " endişe" ve "biz" gibi kelimelerin bağlamsal anlamları üzerinde tartıştı. Yıl içerisinde, videoya kaydedilen ifadenin bazı bölümleri mahkemede oynatıldığında, hakimin güldüğü ve başını salladığı görüldü. "BusinessWeek"'in haberine göre:
Sonrasında Gates, Boies'in sözlerini ve eylemlerini yanlış nitelendirme girişimlerine direndiğini söyledi. "Boies ile tartıştım mı? [...] Boies'e karşı birinci dereceden kabalık suçunu kabul ediyorum." Gates'in yalanlamalarına rağmen yargıç, Microsoft'un Sherman Antitröst Yasasını ihlal ederek tekelleşme, bağlayıcılık ve rekabeti engelleme suçlarını işlediğine karar verdi.
Microsoft sonrası.
Gates, Microsoft'taki günlük işlerini bırakmasından bu yana hayırseverlik faaliyetlerini sürdürmekte ve farklı projeler üzerinde çalışmaktadır.
"Bloomberg Milyarderler Endeksi"'ne göre Gates, 2013 yılında net servetini 15,8 milyar ABD doları artırıp 78,5 milyar ABD dolarına yükselterek dünyanın en çok kazanan milyarderi olmuştur. Ocak , Gates'in varlıklarının çoğu, Four Seasons Hotels and Resorts ve Corbis Corp dahil olmak üzere çok sayıda işletmede hissesi bulunan Cascade Investment LLC'de tutulmaktadır. 4 Şubat 2014 tarihinde Gates, Microsoft'un CEO'su Satya Nadella ile birlikte şirketin "teknoloji danışmanı" olmak üzere yönetim kurulu başkanlığından istifa etti.
Gates, "Rolling Stone" dergisinin 27 Mart 2014 tarihli sayısında yayınlanan bir röportajda farklı konulara ilişkin bakış açılarını paylaşmıştır. Gates röportajda iklim değişikliği, hayırseverlik faaliyetleri, çeşitli teknoloji şirketleri ve bu şirketlerde yer alan kişiler ve Amerika'nın durumu hakkındaki düşüncelerini paylaştı. Gates, 50 yıl sonrasına baktığında en büyük korkusunun ne olacağına ilişkin bir soruya yanıt olarak şunları söyledi "Önümüzdeki 50 ila 100 yıl içinde gerçekten kötü şeyler olacak ama umarım hiçbiri, örneğin bir pandemi ya da nükleer veya biyoterörizm nedeniyle ölmesini ummadığınız bir milyon insan ölçeğinde olmaz." Gates ayrıca inovasyonu "ilerlemenin gerçek itici gücü" olarak tanımladı ve "Amerika bugün her zamankinden çok daha iyi" dedi.
Gates, süper zekanın olası zararları hakkındaki endişelerini dile getirmiştir; Reddit'te yayınlanan "bana bir şey sor" başlıklı bir yazısında şunları söylemiştir.Mart 2015'te TED konferansında Baidu'nun CEO'su Robin Li ile yapılan bir röportajda Gates, Nick Bostrom'un son çalışması olan adlı eserini "şiddetle tavsiye edeceğini" söyledi. Gates konferans sırasında dünyanın bir sonraki pandemiye hazırlıklı olmadığını belirterek, bu durumun 2019'un sonlarında COVID-19 pandemisinin başlamasıyla ortaya çıktığının altını çizdi. Mart 2018'de Gates, Suudi Arabistan'ın reformcu veliaht prensi ve fiili yöneticisi Muhammed bin Selman ile Seattle'daki evinde bir araya gelerek Suudi Arabistan'ın 2030 vizyonu için yatırım olanaklarını görüştü. Haziran 2019'da Gates, mobil işletim sistemi yarışını Android'e kaptırmanın en büyük hatası olduğunu itiraf etti. Bunun baskın oyuncu olma becerilerinin içinde olduğunu belirtti, ancak kısmen o dönemdeki antitröst davalarını sorumlu tuttu. Gates aynı yıl Bloomberg New Economy Forum'un danışma kurulu üyesi oldu.
13 Mart 2020'de Microsoft, Gates'in iklim değişikliği, küresel sağlık ve kalkınma ve eğitim gibi hayırseverlik çabalarına kendini adamak için Berkshire Hathaway ve Microsoft'taki yönetim kurulu görevlerinden ayrılacağını duyurdu.
COVID-19 pandemisi sırasında Gates, bir kamu görevlisi olmamasına veya herhangi bir tıp eğitimi almamış olmasına rağmen, medyada konunun uzmanı olarak geniş yer buldu. Bununla birlikte Gates'in vakfı, COVID-19 hastalarını tedavi etmek için yeni ve yeniden geliştirilmiş ilaçların ve biyotik maddelerin geliştirilmesini ve değerlendirilmesini hızlandırmak amacıyla 2020 yılında COVID-19 Therapeutics Accelerator'ı kurdu ve Şubat 2021 itibarıyla Gates, Anthony Fauci ile pandemiyle mücadele için aşılar ve diğer tıbbi inovasyon konularında sık sık konuştuklarını ve işbirliği yaptıklarını ifade etti.
Ticari girişim ve yatırımlar (kısmi liste).
Gates, çeşitli sektörlerde hissesi bulunan milyarlarca dolarlık bir yatırım portföyüne sahiptir. Gates, Microsoft dışında aşağıdakiler de dahil olmak üzere çeşitli girişimci teşebbüslere katılmıştır.
İklim değişikliği ve enerji.
Gates, iklim değişikliği ve enerjiye küresel erişimin birbirleriyle bağlantılı kritik konular olduğunu düşünmektedir. Hükûmetleri ve özel sektörü temiz, güvenilir enerjiyi daha ucuz hale getirmek için araştırma ve geliştirmeye yatırım yapmaya teşvik etmiştir. Gates, sürdürülebilir enerji teknolojisinde çığır açacak bir yeniliğin hem sera gazı emisyonlarını hem de yoksulluğu azaltabileceğini ve enerji fiyatlarını dengeleyerek ekonomik faydalar sağlayabileceğini düşünmektedir. 2011 yılında "Eğer bana gelecek 10 başkanı seçmek ya da enerjinin çevre dostu ve dörtte bir maliyetli olmasını sağlamak arasında bir seçim yapma şansı verseydiniz, enerji konusunu seçerdim." demiştir.
2015 yılında, dünyanın enerji sistemini temel olarak fosil yakıtlara dayalı bir sistemden sürdürülebilir enerji kaynaklarına dayanan bir sisteme dönüştürmenin zorluğunu yazdı. Küresel enerji geçişleri tarihsel olarak onlarca yıl sürmüştür. Gate's bu konu hakkında şunları yazmıştır: "Bu geçişi daha hızlı yapabileceğimize inanıyorum, çünkü hem inovasyonun hızı artıyor hem de bir enerji kaynağından diğerine geçmek için hiç bu kadar acil bir nedenimiz olmamıştı." Gates'e göre bu hızlı geçiş, nükleer enerji, güneş ve rüzgar enerjisinin daha fazla kullanımını kolaylaştırmak için şebeke enerji depolaması ve güneş yakıtları gibi çeşitli alanlarda inovasyonu mümkün kılacak temel araştırmalar için artan hükûmet finansmanına ve finansal olarak riskli özel sektör yatırımlarına bağlı olacaktır.
Gates, 2015 yılında Paris'te düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı'nda duyurduğu iki farklı inisiyatife öncülük etmiştir. Bunlardan İlki, 20 ulusal hükûmetin karbonsuz enerji için araştırma ve geliştirme harcamalarını beş yıldan uzun bir süre içinde iki katına çıkarma taahhüdünde bulundukları Mission Innovation'dı. Bir diğer girişim ise temiz enerji teknolojilerinde yüksek riskli girişimleri finanse etmeyi kabul eden bir grup yatırımcının kurduğu Breakthrough Energy adlı girişimdi. Kendi parasının 1 milyar dolarını yenilikçi enerji girişimlerine yatırmış olan Gates, Breakthrough Energy'ye 1 milyar dolar daha vermeyi taahhüt etti. Aralık 2020'de ABD federal hükûmetine, Ulusal Sağlık Enstitüleri'ne benzer şekilde temiz enerji araştırmaları için enstitüler kurma çağrısında bulundu. Gates ayrıca zengin ülkeleri gıda üretiminden kaynaklanan sera gazı emisyonlarını azaltmak için %100 sentetik sığır eti endüstrisine geçmeye davet etti.
Gates, yüksek emisyonlu özel jet hizmeti veren Signature Aviation şirketinde büyük bir hisseye sahip olduğu için eleştirilmektedir. 2019 yılında fosil yakıtlardan vazgeçmeye başladı. Fosil yakıtları elden çıkarmanın pratikte fazla bir etkisi olmasını beklemediğini, ancak alternatifler sunma çabalarının başarısız olması halinde, fosil yakıt hisse senedi fiyatlarındaki artıştan kişisel olarak fayda sağlamak istemeyeceğini söylemiştir. "How to Avoid a Climate Disaster" adlı kitabını yayınlamasının ardından iklim aktivistleri Gates'in bu yaklaşımını teknolojik çözümcülük olarak eleştirdi.
Haziran 2021'de Gates'in şirketi TerraPower ve Warren Buffett'ın sahibi olduğu PacifiCorp, Wyoming'deki ilk sodyum nükleer reaktörünü hayata geçireceklerini duyurdu. Wyoming Valisi Mark Gordon projeyi karbon-negatif nükleer enerjiye doğru atılmış bir adım olarak değerlendirdi. Wyoming Senatörü John Barrasso da bu projenin eyaletin bir zamanlar aktif olan uranyum madenciliği endüstrisini canlandırabileceğini belirtmiştir.
Gates, iklimi önemsediğinden 2022 Enflasyon Azaltma Yasası'nın geçmesi için çalışmalar yaptı. Joe Manchin'i 2019 yılına ait bir iklim tasarısını desteklemesi için, özellikle de tasarının kabul edilmesinden önceki aylarda ikna etmeye çalıştı. Tasarı, küresel sera gazı emisyonlarını "Fransa ve Almanya'nın yıllık toplam küresel ısınma kirliliğini ortadan kaldırmaya" benzer bir düzeyde azaltarak küresel ısınmayı, Paris Anlaşması'nın hedefi olan 1.5 derece ile sınırlandırmaya yardımcı olmayı amaçlıyor.
Siyasi duruşu.
Yazılım endüstrisinin regülasyonu.
1998 yılında Gates, Amerika Birleşik Devletleri Senatosu önünde verdiği ifadede yazılım endüstrisinin regülasyon ihtiyacını reddetti. Federal Ticaret Komisyonu'nun (FTC) 1990'larda Microsoft hakkında yürüttüğü soruşturma sırasında, Gates'in Komisyon Üyesi Dennis Yao'ya "Microsoft'un artan tekel gücüne olası sınırlamalar getirilmesini öneren bir dizi varsayımsal soru yönelttiği" için kızdığı bildirildi.
Kaynaklardan birine göre bu ifadeler şu şekildeydi:
Donald Trump Facebook yasağı.
6 Ocak ABD Kongre Binası saldırısıyla sonuçlanan 2020 Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimleri sonucunda Facebook ve Twitter'ın Donald Trump'ı platformlarından yasaklamasının ardından 18 Şubat 2021'de Gates, Trump'ın kalıcı olarak yasaklanmasının "utanç verici olacağını" ve "aşırı bir önlem" olacağını belirtti. Farklı siyasi görüşlere sahip kullanıcıların çeşitli sosyal ağlar arasında bölünmesi halinde bunun "kutuplaşmaya" neden olacağı uyarısında bulunan Gates, sözlerini şöyle sürdürdü "(Başkanlık seçimlerinde) makul sayıda oy almış -çoğunluktan daha az- birini yasaklamanın o kadar da iyi olacağını düşünmüyorum."
COVID-19 aşılarına ilişkin patentler.
Nisan 2021'de, COVID-19 pandemisi sırasında Gates, ilaç şirketlerinin COVID-19 aşılarının patentlerini ellerinde tutmalarını önermesi nedeniyle eleştirildi. Eleştirilerin nedeni, bu durumun yoksul ülkelerin yeterli aşı elde etmesini engelleme ihtimaliydi. Essex Üniversitesi'nden Tara Van Ho konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir: "Gates sanki Hindistan'da yaşamını yitirenler kaçınılmaz ama eninde sonunda Batı yardım edecekmiş gibi konuşuyor, oysa gerçekte ABD ve İngiltere [fikri mülkiyet hakları] korumalarını kaldırmayı reddederek gelişmekte olan ülkelerin ensesinde tepinmektedir. Bu iğrenç bir şey."
Bill Gates TRIPS'ten muaf tutulmaya karşı çıkmaktadır. Bloomberg News, Gates'in Oxford Üniversitesinin daha önce açıkladığı gibi COVID-19 bilgilerinin haklarını vermemesi, bunun yerine tek bir endüstri ortağına satması gerektiğini savunduğunu yazdı. Tıp alanındaki yasal tekellerin değerine ilişkin görüşleri, yazılım alanındaki yasal tekellere ilişkin görüşleriyle ilişkilendirilmiştir.
Kripto paralar.
Bill Gates Bitcoin gibi kripto para birimlerini eleştirmektedir. Gates'e göre kripto para birimleri "değerli bir çıktı" sunmuyor, topluma hiçbir katkıda bulunmuyor ve özellikle potansiyel olarak yüksek kayıplara dayanamayacak küçük yatırımcılar için tehlike teşkil ediyor. Kendisinin de herhangi bir kripto para birimine sahip olmadığını belirtmiştir.
Hayırseverlik.
Bill & Melinda Gates Vakfı.
Gates, Andrew Carnegie ve John D. Rockefeller'ın çalışmalarını inceledi ve 1994 yılında Microsoft hisselerinin bir kısmını "William H. Gates Vakfı"nı kurmak üzere bağışladı. 2000 yılında Gates ve eşi üç aile vakfını birleştirdi ve Gates, 2013 yılında Funds for NGOs şirketi tarafından 34,6 milyar dolardan fazla olduğu bildirilen varlıklarıyla dünyanın en zengin hayır vakfı olarak tanımlanan hayır kurumu Bill & Melinda Gates Vakfı'nı kurmak üzere 5 milyar dolar değerinde hisse senedi bağışladı.
Gates, kendisine en büyük etkiyi David Rockefeller'ın cömertliği ve hayırseverliğinin yaptığını belirtmiştir. Gates ve babası Rockefeller ile birkaç kez bir araya gelmiş ve hayırseverlik çalışmaları kısmen Rockefeller ailesinin hayırseverlik odağını model almıştır; hükûmetler ve diğer kuruluşlar tarafından göz ardı edilen küresel sorunların üstesinden gelmekle ilgilenmişlerdir. Bill ve Melinda Gates 2007 yılı itibarıyla Amerika'nın en cömert ikinci hayırseverleri olarak 28 milyar doların üzerinde bağışta bulunmuştur, çift servetlerinin %95'ini hayır kurumlarına bağışlamayı planlamaktadır.
Vakıf faaliyetlerini, Küresel Kalkınma Bölümü, Küresel Sağlık Bölümü, Amerika Birleşik Devletleri Bölümü ve Küresel Politika ve Savunuculuk Bölümü olmak üzere beş bölüm halinde yürütmektedir. Bunların yanı sıra, AIDS, verem ve sıtma gibi bulaşıcı hastalıklarla mücadele ve çocuk felcini ortadan kaldırmaya yönelik geniş çaplı aşılama gibi çok çeşitli halk sağlığı projelerini yürütmektedir. Eğitim enstitülerine ve kütüphanelere fon sağlamanın yanı sıra üniversiteler için burslar da vermektedir. Vakıf, yoksul ülkelerde sürdürülebilir sanitasyon hizmetleri sağlamak amacıyla su, sanitasyon ve hijyen programları oluşturmuştur. Tarım bölümü, A vitamini eksikliğiyle mücadelede kullanılan genetiği değiştirilmiş bir pirinç çeşidi olan Altın Pirinç'in geliştirilmesinde Uluslararası Pirinç Araştırma Enstitüsü'nü desteklemektedir. Vakfın amacı, en yoksul ülkelerde 120 milyon kadın ve kız çocuğuna yüksek kalitede doğum kontrol bilgi ve hizmetleri sağlamak ve daha uzun vadede gönüllü aile planlamasına evrensel erişimi hedeflemektir. 2007 yılında "Los Angeles Times" vakfı, fonlarını yoksulluğu daha da kötüleştirmekle suçlanan şirketlere, çevre kirliliğine ve gelişmekte olan ülkelere satış yapmayan ilaç firmalarına yatırdığı için eleştirmiştir. Vakıf, sosyal sorumluluğu değerlendirmek üzere fonlarını gözden geçireceğini duyurmuş olsa da, daha sonra bu karar iptal edilmiş ve şirket uygulamalarını etkilemek için oy haklarını kullanırken maksimum getiriye yönelik yatırım yapma politikasını sürdürmüştür.
Gates, 8 Aralık 2020'de Singapur FinTech Festivali'nde gazeteci ve haber sunucusu Shereen Bhan'ın moderatörlüğünde düzenlenen "Dayanıklılık için Altyapının Oluşturulması" konulu söyleşide düşüncelerini paylaşarak COVID-19 Müdahalesi Bize Finansal Kapsayıcılığın Nasıl Ölçeklendirileceği Hakkında Ne Öğretebilir?" konulu bir sohbet gerçekleştirmiştir.Gates, COVID-19 koruyucu maskelerinin normal hale getirilmesinden yana. Kasım 2020'de verdiği bir röportajda şöyle demiştir: "Bunlar ne, nüdistler gibi mi? Demek istediğim, bilirsiniz, sizden pantolon giymenizi istiyoruz ve hiçbir Amerikalı bunun korkunç bir şey olduğunu söylemiyor ya da çok az Amerikalı söylüyor."
Hayır amaçlı spor etkinlikleri.
Gates, 29 Nisan 2017 tarihinde İsviçreli tenis sporcusu Roger Federer ile birlikte Seattle'daki Key Arena'da kapalı gişe oynanan ve rekabetsiz bir tenis maçı olan Match for Africa 4'e katıldı. Etkinlik, Roger Federer Vakfı'nın Afrika'daki hayırseverlik faaliyetlerini desteklemek amacıyla düzenlenmişti. Federer ve Gates, son on yılın en iyi Amerikalı oyuncusu John Isner ve Pearl Jam'in baş gitaristi Mike McCready'ye karşı oynadı. İkili maçı 6'ya 4 kazandı. Afrika'daki çocuklar için toplam 2 milyon dolar bağış topladılar. Ertesi yıl, Gates ve Federer 5 Mart 2018'de San Jose SAP Center'da Match for Africa 5'te oynamak üzere geri döndüler. Rakipleri, Amerikalı oyunculardan biri olan ve çiftlerde grand slam kazanan Jack Sock ve NBC'nin "Today" programının yardımcı sunucularından Savannah Guthrie idi. Gates ve Federer 6-3'lük skorla birlikte ikinci maç zaferlerini elde ederken, etkinlikte 2,5 milyon doların üzerinde bağış toplandı.
Kitapları.
Gates dört kitap kaleme almıştır:
Özel hayatı.
Gates tutkulu bir okuyucudur ve evindeki büyük kütüphanesinin tavanında "Muhteşem Gatsby"'den bir alıntı yer almaktadır. Ayrıca briç, tenis ve golften de oldukça keyif almaktadır. Gates'in günleri, ABD başkanının programına benzer şekilde dakikası dakikasına planlanmaktadır. Zenginliğine ve yoğun iş seyahatlerine rağmen Gates, özel bir jet satın aldığı 1997 yılına kadar ticari uçaklarda ekonomi sınıfında uçmuştur. Gates, 1994 yılındaki bir müzayedede Leonardo da Vinci'nin bilimsel yazılarından oluşan Codex Leicester'i 30,8 milyon ABD dolarına satın almıştır. 1998 yılında, 1885 tarihli orijinal denizcilik tablosu "Lost on the Grand Banks" için 30 milyon dolar ödemiştir bu o dönemde bir Amerikan tablosu için rekor bir fiyattı. Gates, 2016 yılında renk körü olduğunu açıklamıştır. Gates, 10 Mayıs 2022'de COVID-19 testinin pozitif çıktığını ve hafif semptomlar yaşadığını söyledi. Kendisine üç doz COVID-19 aşısı yapılmıştır.
Evlilik ve boşanma.
Gates, Melinda French ile 1 Ocak 1994 tarihinde Hawaii'nin Lanai Adası'nda evlendi. İkili 1987 yılında Melinda Microsoft'ta çalışmaya başlamasının ardından tanıştı. Evlendikleri dönemde Melinda, Gates'e eski kız arkadaşı iş insanı Ann Winblad ile sınırlı zaman geçirmesi için izin verdi. Bill ve Melinda'nın evliliğinden Jennifer, Rory ve Phoebe olmak üzere üç çocukları vardır. Ailenin ikametgâhı, Washington, Medina'da Washington Gölü'ne bakan bir tepenin yamacında topraktan korunaklı bir malikanedir. 2009 yılında malikânenin emlak vergileri, toplam 147,5 milyon ABD doları değer biçilmiş değer üzerinden 1,063 milyon ABD doları olarak bildirilmiştir. malikanede su altı müzik sistemine sahip bir yüzme havuzunun yanı sıra bir spor salonu ve bir yemek odası bulunmaktadır. 3 Mayıs 2021'de Gates'ler 27 yıllık evlilik ve 34 yıllık birlikteliğin ardından boşanmaya karar verdiklerini açıkladılar. Hayır işlerinde birlikte çalışmaya devam edeceklerini söylediler. "Wall Street Journal", Melinda'nın 2019'dan beri boşanma avukatlarıyla görüştüğünü ve Bill'in Jeffrey Epstein ile olan bağlarını öne süren röportajların endişelerinden en az biri olduğunu bildirdi. Çiftin boşanması 2 Ağustos 2021 tarihinde kesinleşti.
Jeffrey Epstein ile ilişkisi.
"New York Times"'ta yayınlanan bir makalede Gates'in eski bir seks suçlusu olan Jeffrey Epstein ile ilişkisinin 2011 yılında, Epstein'ın mahkûmiyetinden sadece birkaç yıl sonra başladığı ve birkaç yıl boyunca devam ettiği, hatta 2013 sonbaharında Melinda'nın rahatsızlığını belirtmesine rağmen Gates'in Epstein'ın evini ziyaret ettiği bildirildi. Gates 2011 yılında Epstein hakkında şöyle söylemiştir: "Benim için uygun olmasa da onun yaşam tarzı çok farklı ve ilgi çekici".
Gates ve Epstein arasındaki arkadaşlığın boyutu belirsizdir. Gates, Epstein ile olan ilişkisi hakkında genel olarak "Onunla tanıştım. Onunla herhangi bir iş ilişkim ya da arkadaşlığım olmadı." yorumunda bulunmuştur. Ancak Gates, Epstein'ı "Epstein'ın geçmişine rağmen birçok kez" ziyaret etmiştir.
Epstein ve Gates'in "Gates Vakfı ve hayırseverliği tartıştıkları" yönünde haberler çıkmıştı. Ancak 2019 yılında verdiği bir röportajda Gates, Epstein ile Gates Vakfı veya genel olarak hayır işleri arasındaki herhangi bir ilişkiyi tamamen reddetti. Ağustos 2021'de Gates, Epstein ile görüşmesinin nedeninin Epstein'ın hayırseverlik çalışmaları için para sağlayabileceğini ummasından kaynaklandığını, ancak bu fikirden hiçbir şey çıkmadığını söyledi. Gates, "Onunla zaman geçirmek, ona orada olmanın güvenilirliğini vermek büyük bir hataydı" şeklinde bir açıklamada da bulunmuştur.
Epstein ve Gates'in Mart 2013'te Nobel Komitesi Başkanı Thorbjørn Jagland ile Fransa'nın Strazburg kentindeki konutunda bir araya gelerek Nobel Ödülünü görüştükleri de basına yansımıştır. Görüşmede ayrıca, Ekim 2013'te 2.5 milyon dolarlık "toplumsal yükümlülük" hibesi de dahil olmak üzere Gates Vakfı'ndan milyonlarca hibe alan Uluslararası Barış Enstitüsü'nün temsilcileri de bulunmaktaydı.
Kamu imajı.
Gates'in kamuoyundaki imajı yıllar içinde değişti. Önceleri zeki ama acımasız bir "soyguncu baron", "inekten kodamana dönüşmüş" biri olarak algılanıyordu. 2000 yılında Bill ve Melinda Gates Vakfı'nın kurulmasıyla başlayan ve sonrasında özellikle Microsoft'un başkanlığından ayrılmasıyla ilgisini hayırseverliğe yönelten Gates, sağlık, yoksulluk ve eğitim gibi alanlarda 50 milyar dolardan fazla harcama yaptı. İmajı "zalim teknokrattan aziz kurtarıcıya", dergi kapaklarında kutlanan ve küresel sağlık ve iklim değişikliği gibi önemli konulardaki görüşleri için aranan "kucaklanabilir milyarder tekno-hayırsevere" dönüştü. Kamuoyunda bir başka değişim de 2021 yılında Melinda ile boşandıklarını duyurmasıyla yaşandı. Bu süreçle ilgili haberler, kendisi için çalışan kadınların romantik arayışları, uzun süreli bir evlilik dışı ilişki ve hüküm giymiş seks suçlusu Jeffrey Epstein ile arkadaşlığı hakkında bilgileri gündeme getirdi. Elde edilen bu bilgiler ve COVID-19 salgınına verdiği tepki, kamuoyundaki imajının bir miktar zedelenmesine neden oldu; "dünyayı kurtarmaya çalışan sevimli bir inekten" "halk sağlığı yerine kârını korumak isteyen bir teknoloji süper canisine" dönüştü.
Araştırmacı gazeteci Tim Schwab, Gates'i kamuoyundaki imajını koruyabilmek amacıyla medyanın kendisiyle ilgili haberlerini şekillendirmek için medyaya yaptığı katkıları kötüye kullanmakla suçladı.
Dini inancı.
Gates, "Rolling Stone"'a verdiği bir röportajda inancıyla ilgili olarak şunları söyledi: "Dinin ahlaki sistemlerinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çocuklarımızı dindar bir şekilde yetiştirdik; Melinda'nın gittiği ve benim de iştirak ettiğim Katolik kilisesine gittiler. Ben oldukça şanslıydım ve bu nedenle dünyadaki adaletsizliği azaltmaya çalışmayı kendime vazife edindim. Ve bu bir tür dini inanç. Yani, en azından ahlaki bir inanç." 2014 yılında aynı röportajda ayrıca "Richard Dawkins gibi kişilere, insanoğlunun bir yaratım mitine ihtiyaç duyduğu konusunda katılıyorum. Hastalık ve hava durumu gibi olguları gerçekten anlamaya başlamadan önce bunlar için hatalı açıklamalar aradık. Şimdi bilim, daha önce din tarafından doldurulan alemin -hepsini değil- bir kısmını dolduruyor. Ama dünyanın gizemi ve güzelliği muhteşem ve nasıl böyle olduğu hakkında bir bilimsel açıklama yok. Rastgele sayılardan meydana geldiğini söylemek, bilirsin.. biraz kusur arayan bir bakış gibi görünüyor [gülüşler]. Ben Tanrıya inanmanın mantıklı olduğuna inanıyorum, ama bu inanç nedeniyle hayatında hangi kararı farklı alırsın, bunu bilmiyorum."
Servet verileri.
1999 yılında kısa süreliğine serveti 101 milyar ABD Dolarını aşmıştır. 2000 yılından günümüze Microsoft'taki hisselerinin nominal değeri, dot-com balonunun patlamasının ardından Microsoft'un hisse senedi fiyatının düşmesi ve hayırsever vakıflarına yaptığı milyarlarca dolarlık bağışlar nedeniyle düşmüştür. Mayıs 2006'da Gates, dünyanın en zengin adamı olmamayı dilediğini çünkü getirdiği ilgiden hoşlanmadığını belirtti. Bloomberg Milyarderler Listesi'ne göre Mart 2010'da Carlos Slim'in ardından en zengin ikinci kişi olan Gates, 2013'te yeniden birinciliğe yükseldi. Slim, Haziran 2014'te yeniden zirveye yerleşti. 2009 ve 2014 yılları arasında serveti iki katına artarak 40 milyar ABD dolarından 82 milyar ABD dolarının üzerine çıkmıştır. Gates, Ekim 2017'de Amazon'un kurucusu Jeff Bezos tarafından dünyanın en zengin insanı olarak geride bırakılmıştır. 15 Kasım 2019'da Microsoft hisselerindeki %48'lik artışın ardından Bezos'u geçerek bir kez daha dünyanın en zengin insanı oldu. Gates BBC'ye verdiği demeçte, "Şimdiye kadar herkesten daha fazla vergi ödedim ve bunu seve seve yaptım... 6 milyar doların üzerinde vergi ödedim." demiştir. Gates, özellikle zenginler için daha yüksek vergilerin uygulanmasını savunmaktadır.
2017 yılı itibarıyla Gates, önceki 23 yılın 18'inde Dünyanın Milyarderleri listesinde zirvede yer almıştır. Gates'in, 2006 yılında kendisine 616.667 dolar maaş ve 350.000 dolar ikramiye olmak üzere toplam 966.667 dolar ödeyen Microsoft dışında da çeşitli yatırımları bulunmaktadır. 1989 yılında bir dijital görüntüleme şirketi olan Corbis'i kurdu. 2004 yılında, uzun süredir arkadaşı olan Warren Buffett'ın başında bulunduğu yatırım şirketi Berkshire Hathaway'in yöneticisi oldu.
1987 yılında "Forbes" dergisinin Amerika'daki En Zengin 400 Kişi sayısında milyarder olarak listelenen Gates, o dönemde 1,25 milyar dolar servete sahipti ve dünyanın kendi kendini yetiştirmiş en genç milyarderiydi. 1987 yılından bu yana "Forbes" The World's Billionaires listesinde yer alan Gates, 1995-1996, 1998-2007, 2009 yılları arasında en zengin kişi olmuş ve Jeff Bezos tarafından geride bırakılmadan önce 2018 yılına kadar bu unvanı elinde tutmuştur. Gates, 1993'ten 2007'ye, 2009'a ve 2014'ten 2017'ye kadar Forbes 400 listesinde bir numaraydı.
Medyadaki görünüm.
Radyo.
Gates 31 Ocak 2016 tarihinde BBC Radio 4'ün "Desert Island Discs" programına konuk oldu ve programda babası ve Steve Jobs ile olan ilişkilerinden, Melinda Ann French ile tanışmasından, Microsoft'un kuruluşundan ve bazı alışkanlıklarından (örneğin "The Economist"'i "her hafta baştan sona" okumak) söz etti. Issız bir adaya götürmek için seçtiği şeyler arasında ise müzik olarak Willie Nelson'dan "Blue Skies", kitap olarak Steven Pinker'dan "The Better Angels of Our Nature" ve lüks bir eşya olarak ise The Teaching Company'den DVD Collection of Lectures'ı tercih etti.
Televizyon.
Gates, "The Big Bang Theory" adlı TV programında kendisi rolünde konuk oyuncu olarak yer almıştır. Gates'in yer aldığı bölüm uygun bir şekilde "The Gates Excitation" başlığını taşıyordu. Ayrıca 2019 yılında "Silicon Valley" dizisinin finalinde cameo rolünde yer aldı. "The Simpsons"'ın "Das Bus" bölümünde Gates'in parodisi yapıldı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5145",
"len_data": 38571,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.3
}
|
İstinye, İstanbul'un Sarıyer ilçesine bağlı, İstanbul Boğazı'nın Rumeli yakasında yer alan bir sahil semtidir. Kuzeyde Yeniköy, güneyde Emirgan semtleriyle komşudur. Semt, Boğaz'ın büyük koylarından biri olan İstinye Koyu'nun kuzey ve kuzeybatı doğrultusundaki sahil şeridinde ve yamaçlarında yerleşim gösterir ve çok eski bir yerleşim bölgesidir.
1995'ten beri İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'nın genel merkezi İstinye'dedir.
İstinye, 2007 yılında açılan İstinye Park alışveriş merkezine yakındır. İstinye Park, üst düzey tüketici grubunu hedeflemekte ve çoğunlukla dünyaca ünlü moda markalarının mağazaları vardır.
Etimoloji.
İstinye'nin Antik Çağ'daki adı Yunanca kökenli "Leosthenion"'du. Ancak bölge aynı dönemlerde "Lasthenes" ve "Sosthenion" adlarıyla da anılmıştır. Bu ad, "saos/sos" (güvenli) ve "Sthenion" (güçlünün -Athena'nın- yeri) sözcüklerinden türetilmiş olup "güçlü tanrıça Athena'nın güvenli koyu" anlamına gelmektedir. Bu isim İstinye koyunun güvenliliği dolayısı ile verilmiştir.
Bizans döneminde İstinye'nin adı "Stenos" olmuş ve yine aynı dönemde "Stenia" adını almıştır. Modern İstinye ismine eski dönem isimlerden en yakını "Stenia" olduğu için modern adın bu kelimeden türediği düşünülmektedir. Bir başka efsaneye göre ise semtte Eskiye adında bir din adamı yaşadığı ve bölgede bir tapınak inşa ettirdiği için semtin adı İstinye olmuştur.
Tarih.
Mahalle tarihi bakımından zengin yerleşim bölgelerinden biridir. Tarih boyunca çeşitli uygarlıkları barındırmış İstinye, pek çok kez Bulgarlar, Hunlar, Kazaklar ve Rusların saldırısına uğramış ve yıkılıp tahrip olmuştur.
Antik Çağ, Roma ve Bizans.
Klasik Antik Çağ'da daha sonra "Leosthenion" (Yunanca: Λεωσθένιον) olarak yeniden adlandırılan Lasthenes, adlı kasabanın yeriydi, Orta Çağ‘da "Sosthenion" (Yunanca:Σωσθένιον) olarak değiştirildi.
İstinye'de Antik Çağ'da bir adak yeri bulunmaktaydı. Bu adak yeri, Argonotların Bebrik kralı Amyknos'u yenmelerine karşı saygı ve zafer ifadesi olarak inşa edilmiştir. Bu tapınağı, Argonotların kaptanı Iasson inşa etmişti. İstinye Argonotlar zamanında seçkin bir bölgeydi.
Argonotların yaptırdıkları adak yeri (tapınak), Bizans İmparatoru Konstantin tarafından kendisiyle aynı ada sahip bir kiliseye çevrildi ve daha sonra ibadethane Makedonyalı Basil tarafından onarıldı. O dönemde İstinye'de "Romanos" adlı bir İmparatorluk sarayı bulunmaktaydı, ancak saray 921 yılında Tuna kıyısından gelen Bulgarlar tarafından yıkılmıştır. Döneme ait bir efsane; bir münzevi olan Daniel'in, otuz üç yıl boyunca İstinye'de bulunan bir sütun üzerinde oturduğundan ve yaz kış gelen ziyaretçilere bıkmadan usanmadan vaaz ederek sütunun üzerinde kalmayı sürdürdüğünden bahsetmektedir.
Bizans zamanlarında köyde, Mikâil’e adanmış, ünlü Michaelion kilisesi ve manastırı vardı.
İstinye koyu, derin ve korunaklı olduğu için, Bizans döneminden beri iskan edilmeye başlanmıştır.
Hemen her dönemde Karadeniz'den gelen donanmalar İstinye koyunda demirlemişlerdir. Megaralılar, Argonotlar, Bebrikler, Gotlar, Cenevizliler ve Bizanslılar İstinye koyunu kullanmışlardır. Zaman zaman İstanbul'un Karadeniz'e yakın semtlerine baskın yapan Don Kazaklarının da uğrak yeri olmuştur.
Osmanlı.
İstinye, 16. yüzyıldan itibaren gelişmeye başladı.
Osmanlı döneminde de üs olarak kullanılan İstinye koyu, aynı zamanda tersane ve kalafat yeri olarak kullanılmaya başlanan bölgeye, gelişmesi için Neslişah Sultan tarafından bölgedeki mevcut yerleşkeye bir mahalle kurulmuş ve bir mescit (1547) yaptırılmıştır.
Evliya çelebi ünlü seyahatnamesinde İstinye ile ilgili şöyle yazar: "Bin parça gemi alır büyük limanı vardır. Han ve Medrese yoktur. Bağ ve bahçesi çoktur. Ahalisinin fukaraları bahçevan ve balıkçıdır. kasaba, körfez dahilinde olduğundan havası o kadar iyi değildir. Liman burnunda bir misafirhanesi vardır. Limanı rüzgardan emindir."
18. yüzyılda İstinye'de sahil boyunca yerleşme başlar ve yalılar, konaklar yer almaya başlar.
Demografi.
İstinye'nin yerli halkı, Osmanlı'nın bölgeyi ilhak etmesine kadar Rum ve diğer milletlerden oluşuyordu. Daha sonra bölgenin Türk nüfusu artmış olmasına rağmen İstinye'de Rumlar ve Türkler iç içe yaşamazlardı. Rumlar genelde deniz kıyısını tercih ederken Türkler iç kısımlarda yaşarlardı. Ancak 1877 Rus Harbi (93 harbi) göçleri, Balkan Savaşı (1912) göçleri ve Rize'nin Ruslar tarafından işgali nedeniyle İstinye, en çok Türk göçü alan yerleşim alanlarından biri olmuştur. 6-7 Eylül Olayları sonucunda bölgedeki azınlıkların neredeyse tamamı bölgeyi terk etmiştir veya terk etmeye zorlanmıştır.
Yirmi-otuz yıl öncesine kadar İstinye halkının büyük çoğunluğunu Rize, Ardeşen, Hopa, Fındıklı ve Artvin halkı oluşturuyordu. Balkanlar'dan gelenler de az değildi. Bu yöre toplulukları yine bu bölgede ikamet etmekte ve İstinye'nin yerli halkını oluşturmaktadırlar. Ne var ki son yıllarda yapılaşma, siteleşme ve yeni yerleşim alanlarının meydana gelmesi nedeniyle nüfus da büyük bir artış meydana gelmiştir.
Ekonomi.
İstinye eski zamanlarda, tersanesi, kalafat yerleri, balıkçılığı, taş ve kireç ocakları ve topraklarının verimli olması nedeniyle bahçeciliği ile ünlüydü. Bağ ve bahçelerde yetişen bostanlar, sebzeler, meyveler ve özellikle Osmanlı çileği ile tanınıyordu. Günümüzde hala az da olsa Osmanlı çileği yetiştirilmektedir.
İlçede, Borusan oto, Otokoç, CarrefourSA, Migros, Sanovel, İstinye Park gibi büyük iş yerleri ve alışveriş merkezlerini yer almaktadır.
Balıkçılık ve Gemicilik.
İstinye koyunda yıllarca kefal, istavrit, levrek gibi balıklar avlandı. Günümüzde koyda kirlilik nedeniyle balık avı yapılamamaktadır. İstinye koyu tersaneleri ile tanınmaktaydı. "Küçük Haliç" olarak bilinen koy, Osmanlılar döneminde Kaptan-ı Derya Cezayirli Gazi Hasan Paşa'nın isteği ve ısrarı ile tersane ve kalafat yeri olarak kullanılmıştır. Büyük bir iş merkezi olan tersane yüzlerce işçi barındırıyor ve İstinye ile özdeşleşiyordu.İstinye koyunda modern bir tersane yapılması için ilk adım 1856 yılında atılmış ve Zaptiye Müşiri (Deli) Fuad Paşa'nın bu bölgedeki arazisi üzerine ticaret gemileri için bakım onarım ve gemi inşa tersanesi yapım ruhsatı verilmiştir. Tersane yapımına 1909 yılında İtalyanlar talip olmuş, fakat Trablusgarp harbi nedeniyle çalışmalar yarıda kalmıştır. 1911-1912 yıllarında Fransız şirketi tersane yapımını üstlendi ve ismi "Boğaziçi İstinye Havuz ve Destgahları Anonim Şirketi" olan bir tersane kurdular. Tersane 1912 yılında hizmete girdi. 1918 yılında Mondros Mütarekesinden sonra İngilizler tarafından tersane işgal edilmiş ise de, Fransızlar tersane üzerinde hakimiyet kurmuş ve 1928 yılına kadar çalıştırmışlardır. 1928 yılında tersane, devlet tarafından satın alındı. Önce Denizbank'a sonra Deniz İşletmeleri'ne, 1944 yılında ise Devlet Deniz Yolları ve Limanları Genel Müdürlüğü'ne bağlandı.
İstinye Tersanesi'nde üç havuz vardı. Biri 137.15 metre uzunluğunda ve 21.3 metre genişliğinde, diğeri 67.32 metre uzunluğunda ve 29.4 metre genişliğinde sonuncu ve üçüncü havuz ise, 152.1 metre uzunluğunda ve 29.4 metre genişliğinde idi. Bu ölçülerden daha uzun bir şilep ya da tanker geldiğinde, ikinci ve üçüncü havuzlar birleştirilerek çok daha uzun bir havuz oluşturuluyor ve tersaneye gelen gemiye rahatlıkla hizmet veriliyordu.
Bostancı (1956), Caddebostan (1956), Çengelköy (1962), Suadiye (1964), şehit Temel Şimşir (1977), Aydın Güler (1981), Rumeli Feneri (1988) ve Kızıltoprak (1988) yolcu gemileri ile Celal Atik (1988), Hamit Kaplan (1988) tarak gemileri İstinye Tersanesi'nde inşa edilmiştir.Uzun yıllar Türk ve Dünya denizciliğine hizmet eden tersane, Boğaziçi yasasının 12. maddesi gereğince, 26.08.1991 tarihinde kapatılmış ve bu arazi turizm alanı ilan edimiştir. Bu tarihi tersane de İzmir Alaybey tersanesine nakledilmiştir. Boşaltılan alan turizm ve eğlence merkezi olarak kullanılmakta, sosyal ve kültürel etkinlikler bu alanda yapılmaktadır. Bu geniş alan üzerinde ve Tokmakburnu yönünde, İstanbul Gemi Trafik hizmetleri merkezi vardır. Boğaz geçişleri bu merkezden yönlendirilmektedir.
Denizi ve koyu ile tanınan İstinye'de ilk deniz hamamı, 05.10.1877 tarihinde Vilayet-i Belediye kanunu gereğince, halkın açıktan denize girmelerini önlemek amacıyla, 1878 yılında açıldı. Bu deniz hamamı çok uzun yıllar kullanıldı. Günümüzde İstinye'de plaj (deniz hamamı) yoktur.
İstinye ile Çubuklu arasında bir arabalı vapur hattı bulunur.
Sanayi.
İstinye, Sarıyer ilçesinin sanayi bölgesidir. İstinye'nin iç kısımlarında taş ve kireç ocakları vardı. Bunlar terk edildikten sonra buralarda binalar yapılmaya başladı. İstinye'nin iç kısımlarında Kavel Kablo fabrikası, Türkay Endüstri ve Ticaret A.Ş. (Türkay Kibrit Fabrikası), Beldeyama, Beldesan, Termo teknik fabrikaları bulunmaktaydı ve bu fabrikalar nedeniyle İstinye ilçenin sanayi merkezi konumundaydı. Ancak, günün koşulları dikkate alınarak bu fabrikaların büyük bir kısmı şehir dışına taşındı. Boşaltılan alanlar ya konut inşaatına açıldı ya da değişik iş alanlarına dönüştürüldü.
Altyapı.
İstinye'de bir de itfaiye teşkilatı bulunmaktadır. Bu teşkilat 1926 yılında İstanbul Belediyesi tarafından " deniz itfaiyesi " olarak kuruldu ve 1960 yılına kadar hem deniz hem de kara itfaiyesi olarak görev yaptı. Deniz itfaiye gemisi ömrünü tamamladığından hizmetten kaldırıldı. Ancak İstinye itfaiyesi kara müfrezesi ile görevine halen devam etmektedir.
ABD Başkonsolosluk binası da İstinye semti sınırları içerisindedir.
Sarıyer ilçesinin önemli hastanelerinden İstinye Devlet Hastanesi, İstinye'nin sahil kesiminde bulunmaktadır. Semt ile aynı ismi taşıyan lise bulunmaktadır. Bununla beraber İstinye İmam Hatip Lisesi, İstinye Şükran Ülgezen Kız Teknik ve Meslek Lisesi ve Rotary Anadolu Lisesi vardır.
1960'lı yıllarda Paşabahçe ile İstinye arasında arabalı vapur seferleri işletilirken, 1. Köprü'nün açılması ile bu hat iptal edilmiştir. 2017'de İstinye-Çubuklu arabalı vapur hattı devreye girmiştir. 2025'te hem bu hattın kapatılacağı; hem de İstinye İskelesi'ni kullanan diğer yolcu vapurlarının ikinci bir duyuruya kadar semte uğramayacağı açıklanmıştır. Kararlar, yerel kamuoyunda tepki toplamıştır.
Tarihi yapılar.
İstinye, tarihî eser özelliği taşıyan bina bakımından zengindir. Bölgede çeşitli dinlere ait pek çok tarihi ibadethane bulunmasının yanı sıra, sahilde bulunan yalılar da genellikle İstinye ile özdeşleştirilir. Semtte eski hamam ve çeşmelere rastlamakta mümkündür.
İbadethaneler.
İstinye'deki tarihî eserlerden biri, Neslişah Sultan Camii'dir. İstinye'de Değirmen sokakta bulunan cami, II. Beyazıt'ın torunu Neslişah Sultan tarafından 1540 yılında yaptırıldı. Cami yol çalışmaları nedeniyle 1957 yılında yıktırıldı. Arsasının bir kısmının yola verilmesine rağmen diğer kısmı üzerinde aynı ismi taşıyan bir cami yaptırıldı.
Kürkçübaşı Mescidi Çayır sokaktadır. Padişahın kürkçübaşısı tarafından 17. yüzyıl başlarında yaptırılmıştır. Yapım tarihi bilinmeyen bu mescit, yangın sonucu tahrip olduktan sonra yeniden inşa edilmiştir. Onarımlar sonucu bu mescidin tarihi özelliği tamamen kaybolmuştur.
Mahmut Çavuş mescidi, İstinye devlet hastanesine yakın bir yerde ve ana cadde üzerindedir. Mahmut çavuş isimli bir kişi tarafından yaptırılmış olup yapım tarihi bilinmemektedir. Zaman içerisinde yıpranan cami, 1974 yılında yeniden yapılmıştır. Son kez 2004 yılında onarım gördü. Ahşap olan bu cami 1930 lu yıllarda üç sınıflı okul olarak da kullanıldı. İstinye'nin koru mevkiinde Boğaziçi Camii var. Bu caminin de tarihi özelliği yoktur. İstinye'de kaplıcalar mevkiinde de bir cami bulunmaktadır. Ayrıca İstinye Çarşısı'nda ve İstinye İtfaiyesi müştemilatı içerisinde de bir itfaiye mescidi vardır.
Bizans imparatoru Büyük Konstantin (324-337) "baş melek" Arhistratigos Mihail'in anısına şimdiki mevcut kiliseyi (iki melek) yaptırdı. Bu, Taksiarhon Mihail ve Gavril Kilisesi'dir. Bugünkü kilise 1820 yılında Rus gemiciler tarafından yeniden inşa edilmeye başlanmış, 1938 yılında ancak tamamlanmıştır. Bu kilise Fener Patrikhanesi'ne bağlıdır.
Mahallede bir adet Müslüman mezarlığı bulunmaktadır. Azınlıklara ait mezarlık ise yoktur.
Hamamlar.
İstinye Hamamı, Neslişah Sultan Camii karşısında İstinye Hamamı Sokağı ile İstinye Değinilen Sokağı'nın birleştiği yerdedir. Hamam 1460 yılında Gazi Semiz Ali Paşa tarafından yaptırılmış ve vakfedilmiştir. Aslında aynı yerde iki hamam yaptırılmış ancak biri yıkılmıştır. Halk arasında bu hamama, Neslişah sultan hamamı da denilmektedir. Dilencilerin rağbet ettiği hamam aynı zamanda "dilenciler hamamı" olarak da anılırdı.
Denizi ve koyu ile tanınan İstinye'de ilk deniz hamamı, 05.10.1877 tarihinde Vilayet-i Belediye kanunu gereğince, halkın açıktan denize girmelerini önlemek amacıyla, 1878 yılında açıldı. Bu deniz hamamı çok uzun yıllar kullanıldı. Günümüzde İstinye'de plaj (deniz hamamı) yoktur.
Çeşmeler.
İstinye'deki çeşmelerin en eskisi, Ahmet Şemsettin Efendi çeşmesidir. Çeşme İstinye meydanındaki küçük parkın içinde olup, 1767 yılında Ahmet Şemsettin efendi tarafından yaptırılmıştır. Çeşmelerin su yolları, 1926 yılında İslamiyeti kabul eden Trandıl Şem-i Nur adını alan bir hanım tarafından onarılmıştır.
I. Abdülhamit Çeşmesi, İstinye Camii Sokak'ta Neslişah Sultan Camii'nin avlu kapısı bitişinde olup 1782 yılında yaptırılmıştır. II. Mahmut Çeşmesi de 1834 yılında yapılmış ve günümüze ulaşmamıştır. İstinye sahil yolunda ve Toprak ailesine ait binanın bahçe duvarına bitişik olarak yaptırılan Rizeli Hacı Bayram Kaptan çeşmesi, duvar çeşmesi hüviyetinde olup yapım yılı 1900 yılıdır. Tarihi çeşmelerdendir. Mimar yapısı ile dikkati çeken İskele çeşmesi 1908 yılında yaptırılmış olup, Vapur iskelesi karşısındadır. Bu çeşmeyi kimin yaptırdığı bilinmemektedir.
Yalılar.
19. yüzyılda yapılan Faik bey yalısı, mimarisi ile dikkati çeker. Bina daha sonra el değiştirdiği için Pakize hanım yalısı olarak da anılır. Recaizade (Hancıoğlu) yalısı, İstinye vapur iskelesi yanındadır. Yalı 19. yüzyılın ikinci yarısında yapılmıştır. Zamanla harap olan yalı, 1970'li yıllarda yıkılmış, 1985 yılında yeniden yapılmıştır.
Yeniköy'den İstinye'ye girişte, sağ tarafta ve tam köşedeki beyaz yalı denilen yalı da İstinye'nin göz okşayan tarihi binalarındandır. Bu binayı geçtikten sonra, hastanelere varmadan sağ tarafta harap görünümdeki tarihi binalar ile, büyük bahçe içesindeki Toprak ailesine ait köşk ve müştemilatı dikkati çeker. İstinye deresinin ve halı sahasının yanındaki tarihi İbrahim Efendi köşkü de harap haldedir. İstinye'de sokak aralarında pek çok tarihi bina vardır. Bunların bir kısmı restore edilmiş, bir kısmı da harap haldedir.
İstinye-Emirgan yolu üzerinde ve deniz tarafındaki Müşir (Deli) Fuat Paşa Yalısı da tarihî eserlerdendir. Yalı 19. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış olup, ilk sahibi Billuri Mehmet efendidir. Sonra sırası ile İran Sefiri Muhsin Han, Hicaz kralı Şura-ı Devlet azalarından Şerif Hüseyin Bey yalının sahibi olmuştur. Son sahibi ise, Müşir (deli) Fuat paşa'dır. Müşir Deli Fuat Paşa, başarılı bir asker ve devlet adamı olması, bildiklerini ve düşündüklerini çekinmeden ve dürüstçe söylemesi nedeniyle kendisine " deli " lakabı takılmıştır. Bu nedenle yalı son sahibinin ismiyle anılır. Yalı daha sonra Deniz Yolları idaresine satıldı. 1991 yılında, tersane alanı boşaltılınca onarıma alındı. Nihayet 1999 yılında Karadeniz Ekonomik işbirliği D8 Uluslararası sekreteryası, Dış işleri bakanlığının, Türkiye temsilciliğinin kullanımına verildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5147",
"len_data": 15269,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.57
}
|
İstiklal Caddesi (; ), İstanbul'un Beyoğlu ilçesindeki Tünel Meydanı ile Taksim Meydanı arasında yer alan popüler bir caddedir. 19. yüzyılın sonlarından günümüze dek Türkiye'nin en popüler caddesi olma ünvanını koruyan cadde, 1,4 km uzunluğundadır. Orta noktası Galatasaray Lisesi'nin yanından geçen Yeniçarşı Caddesi'nin caddeyi kestiği ve 50. Yıl Anıtı'nın bulunduğu yer kabul edilir. Ortalama olarak 74 metre yükseklikte yer alan İstiklal Caddesi idari olarak 9 ayrı mahalleyi kapsar.
Beyoğlu İlçesi adını, -aynı zamanda ana ekseni olan- İstiklal Caddesi ve ona açılan sokakların olduğu alanı kapsayan Beyoğlu semtinden alır. Tarlabaşı Bulvarı caddenin paralelinde uzanır.
Şekillenmesi ve gelişimi.
Caddenin ilk şekillenmeye başlaması Haliç'in İstanbul yakasının ve karşısındaki Galata'nın aksine, Bizans döneminden sonraya rastlar. Bizans döneminde Galata surlarla çevrili bir Cenova kolonisiyken ve çeşitli Latin topluluklarını, Katolik ruhbanının kilise ve manastırlarını bulundurur ve Haliç'in bu yakasına Pera (karşı yaka) adı verilirken, nüfusun hemen tamamı surlar içindeydi. Haliç ve Boğaziçi arasında burun yapan Galata sırtlarının en yüksek noktasını ortalama 110 m eğrisinden geçen uzunlamasına ve bugün burunda dar açıyla başlayıp sonra genişleyen Beyoğlu Platosu denilen morfolojik yapı oluşturmaktaydı. Doğuda Boğaziçi'ne, batıda ise Haliç'e hakim olan bu tepe, bağlar, mezarlık, koruluk ve av alanlarıyla kaplıydı. Galata Kulesi'nin biraz kuzeyindeki sur kapısının ilerisinde yokuş yukarı, kent dışına çıkılınca sırtın güney ucuna varılıyor (bugünkü Tünel Meydanı), ondan sonra da mezarlıklar, bağlar, bahçeler arasında dar bir yol uzanıyordu. Burada tek tük bağ evleri ya da yazlık konutlar bulunmaktaydı. Bizans döneminde Galata'nın canlılığı ve ticari özellikleri, kentin Osmanlılara geçmesinden sonra çeşitli güvencelerle daha da gelişince, surlar içine sığamayan Latinler, dışarı doğru taşmaya, gerek Boğaz'a, gerek Haliç'e bakan yamaçlara taşınmaya başladılar. Bu arada sırt boyunca uzanan dar yol da yavaş yavaş değerlendiriliyor ve Grand Rue de Pera'nın nüvesi oluşuyordu. Galata'nın ve giderek Pera'nın ticari önemi arttıkça, İstanbul yakasındaki Venedik, Pisa, Amalfi kolonileri de Pera bağlarına göçecekler, ayrıca Avrupa'dan hem İtalya Yarımadası'ndan, hem de Osmanlı imtiyazlarına sahip Fransızlardan, ama aynı zamanda Hollandalılar ve İngilizlerden de gelip yerleşenler olacaktı. 16. yüzyılda iyice belirginleşen bu nispi Avrupalı akını sonucunda, Galata surları içinde açılan Fransız Sefareti, bir veba salgınından sonra Pera (Beyoğlu) bağlarının içindeki ve bugünkü İstiklal Caddesi'ne çok yakın bir konuta taşınacak, sonra da Fransız Elçiliği binası olan Fransız Sarayı (Maison de France) inşa edilecekti.
Bu binayı, biraz ötede, ama sırtın Haliç'e bakan kesiminde inşa edilecek İngiltere Elçiliği olan İngiliz Sarayı izleyecekti. Bugünkü İstiklal Caddesi alanına giren yöredeki ilk Müslüman yerleşimleri ise 1491'de II. Bayezid'in armağan olarak verdiği arazi üzerinde İskender Paşa'nın Galata Mevlevihanesi'ni kurmasıyla başlar.
Gene II. Bayezid, o zaman “Dörtyol” (Yunanca: "Stavrodromion") denilen mevkide bir mescit yaptırmıştı. Asmalı olmasından dolayı böyle bir tanımlama sıfatıyla anılan mescit bugün yerinde yoksa da, adı Asmalımescit Sokağı'nda yaşamaktadır. Aynı dönemde, bugünkü Galatasaray mevkiinde Acemioğlanlar Kışlası kurulmuş, bu kışla I. Süleyman döneminde (1520-1566) yıktırılıp yeniden yaptırılmıştır (Galatasaray Lisesi). Böylece 15. yüzyılın sonlarından itibaren Müslümanların yerleşmesi de cadde üzerinde ve çevresinde başlıyordu. Bununla birlikte yöreye esas olarak yabancılar yerleşmekteydi. Avrupa'dan gelenler, kendi geleneklerini, kültürlerini ve yaşam tarzlarını da getirip Pera'da sürdürüyorlar, yabancı nüfus çoğaldıkça onlara hizmet verecek dükkânlar da artıyordu. Grand Rue de Pera'nın, Osmanlı Türkçesiyle Cadde-i Kebir'in yavaş yavaş bir alışveriş ve zanaat merkezi haline dönüşmesi, Avrupalı ya da İstanbullu gayrimüslim esnaf ve zanaatkarlarla başlar. Gene bu dönemde Fransız Sarayı yanında yapılan St. Louis Kilisesi de Beyoğlu'nun ilk Latin kilisesi olarak bilinir (1628).
17. yüzyıl'da Cadde-i Kebir, Galata surlarının kuzeyinde Galata Kulesi yakınındaki Kule Kapısı'ndan başlayıp, Galata Sarayı adı verilen kışla mektebine dek sürüyordu. 17. yüzyıl gezgini Eremya Çelebi orada gördüğü bellibaşlı binaları, Galata Sarayı'na doğru, Ceneviz elçisinin evi, Hollanda Elçiliği, Fransisken Kilisesi, Terra Sainte Kilisesi, onun biraz aşağısında Venedik Elçiliği onun da yakınında Fransız Elçiliği, ileride tepede, Kasımpaşa'ya bakan bir mevkide İngiliz Elçiliği olarak belirtiyordu. 18. yüzyılda Grand Rue de Pera ekseni etrafında Beyoğlu'nun oluşması devam etti. Bugünkü Hollanda Başkonsolosluğu'nun bulunduğu Hollanda Elçiliği binası eski elçilik binasının yanması üzerine, şimdiki yerinde inşa edildi, İsveç Elçiliği olan İsveç Sarayı da bu yüzyılın ortalarında satın alınıp genişletildi. Aziz Antuan Katolik Kilisesi da ilk kez 1752'de yapılmıştır. Santa Maria Draperis Kilisesi ise yangın ve deprem geçirerek bugünkü haliyle 1769'da inşa edilmiştir. 18. yüzyılın sonu gelindiğinde Cadde-i Kebir karşılıklı binalarla dolmuştur, ama Galata Sarayı'ndan sonrası gene boştur, tek tük evler vardır. O dönemin seyyahlarının yazdıklarına göre kalabalıklaşmasına ve konut fiyatlarının hayli artmasına rağmen, birkaç kagir bina dışında, evler genellikle ahşaptır, bazı bölümleri ise kerpiçtir.
19. yüzyıla girildiğinde Grand Rue de Pera eksenli Beyoğlu hala bir çeşit sayfiye yer ya da Galata'nın bir banliyösü gibiydi. Cadde-i Kebir'in bugünkü tarzının gerçek şekillenmesi 19. yüzyılın ikinci yarısında başlar ve böyle bir caddenin oluşması Tanzimat'ın ürünü sayılabilir. Osmanlı toplumunun üstten gelen reformlarla Batı'ya açılması, kuşkusuz ki birçok Osmanlı aydını, genç soylusu ve zenginini Avrupa yaşam tarzına “alafranga” veya “Frenk usulü” denilen yaşama yönelttiği gibi, İstanbul'daki Levantenlerin ve konuk Avrupalıların ıslahatlarla elde ettikleri imtiyazlar birleşince Grand Rue de Pera birdenbire lüks, şık binaların yapıldığı, Avrupalı dükkânların, eğlenme ve dinlenme yerlerinin açıldığı son derece önemli bir merkez haline dönüştü. Gelişme özellikle Abdülaziz döneminde hızlandı ve yüzyıl biterken, Paris'teki La Belle Époque tarzı yaşam ve tüketim Türkiye'de Grand Rue de Pera'da somutlaştı. Bu süre içinde sokakların taşla döşenmesi, gazla aydınlatılması, kanalizasyonların yapılması, daha sonra elektriğin getirilmesi, Tünel'in inşası, atlı tramvaylar, elektrikli tramvaylar vb ile çok sayıda altyapı hizmeti gerçekleştirildi. Bütün bu hizmetler özellikle Tünel - Taksim ekseni aksında yoğunlaşmaktaydı. Ona paralel Şişhane-Tepebaşı-Tarlabaşı-Taksim ekseni ise Cadde-i Kebir'in gelişmesinin yanında ikincil kalıyordu. Kısacası, servet, zenginlik, ihtişam bu caddede toplanıyordu.
20. yüzyıl'ın ilk yarısı, savaşlara, işgallere, karartmalara rağmen adı Cumhuriyetin ilanı'ndan sonra İstiklal Caddesi'ne dönüşen caddenin altın çağı oldu. Sinema ve tiyatrolarıyla, önemli lokantalarıyla, kafeleriyle, pastaneleri ve otelleriyle cadde görkemini her koşul altında sürdürdü, belki de en olağanüstü dönemini 1917 Ekim Devrimi'nden ve özellikle iç savaştan sonra ülkelerinden kaçan Beyaz Rusların kültürleriyle, müzikleriyle, alışkanlıklarıyla, özgül giysileriyle, askeri üniformalarıyla caddeyi ve arka sokaklarını kapladıkları yıllarda yaşadı.
19. yüzyılın sonlarında ve özellikle 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Cadde-i Kebir çok sayıda dilin konuşulduğu, Osmanlılarda var olan bütün etnik toplulukların, pek çok ulustan Levantenin ya da yabancının yaşadığı, gezdiği, eğlendiği, alışveriş yaptığı inanılmaz derecede kozmopolit bir yerdi. Cumhuriyetin ilanı'ndan sonra geçen zaman içinde, belli bir Türkleştirme politikası izlenmekle birlikte, Beyoğlu ve onun ekseni olan İstiklal Caddesi değişik renklerini ve tonlarını korudu. Ama kuşaktan kuşağa Levantenler azaldı ve diğer yabancılar da ülkelerine döndüler. Gayrimüslimlere yönelik olarak II. Dünya Savaşı sırasındaki Varlık Vergisi ile 1955'teki 6-7 Eylül Olayları gibi politikalar İstanbul'dan göçlerle sonuçlandı; özellikle Rum nüfus düştü, İsrail devletinin kurulması ise Yahudilerin göç etmesine neden oldu. Gidenlerden boşalan yerlere aynı zanaatlar, beceriler, ilgi alanları ikame edilemedi. İstiklal Caddesi yeni bir kimlik kazanamadı, tersine eski kimliği dejenere oldu, kültürel dokusunun içi boşaldı.
Böylece Beyoğlu ve İstiklal Caddesi yavaş yavaş köhneleşmeye, fakirleşmeye, zevksizleşmeye terk edildi. Binalar bakımsız kaldı, yıkılıp yerlerine çirkin ve ucuz yapılar inşa edildi.
1950'lerde başlayan büyük kentlere olağanüstü göçlerden, en çok da İstanbul nasibini aldı. Anadolu'dan gelenlerden işçileşenler gecekondu semtlerini oluştururken, lümpenleşenler de İstiklal Caddesi'nin yan sokaklarını mesken tuttular. Sayısız kahvehane, aşhane, batakhane erkek olsun, kadın olsun lümpenlerin barınağıydı ve hepsi de İstiklal Caddesi ekseni etrafında toplanmışlardı. Bunun sonucu 1960'lı, 1970'li ve 1980'li yıllarda İstiklal Caddesi çok kötüledi, alışveriş merkezi niteliğini Halâskârgazi Caddesi, Nişantaşı ve Etiler ile paylaşmak zorunda kaldı.
1990 yılında, kendisine açılan yan sokaklarla birlikte motorlu araç trafiğine kapatılarak tamamen yaya yolu haline getirildi. Yaklaşık 7 ay süren bu çalışmayla nostaljik tramvay da cadde boyunca işlemeye başladı. Bu gelişmeyle birlikte 1990'lı yılların başından itibaren İstiklal Caddesi'nde yeniden bir düzelme gözlenmeye başlandı, mimari değer taşıyan eski şık binalar onarıldı, ön cepheleri temizlendi, cadde o eski köhneliğinden sıyrılmaya yöneldi. Yan sokakların hiç değilse caddeye açılan kesimleri çoğunlukla trafiğe kapatıldı, zemin taşları yenilendi.
Caddenin özellikleri.
İstiklal Caddesi ve çevresi geçmişten kalma olumlu ve olumsuz özelliklerini bir arada sürdürmekle beraber Türkiye'nin istisnasız en kozmopolit bölgesi olma özelliğini de taşımaktadır. İstanbul'a gelen yabancı ve yerli ziyaretçilerin olmazsa olmaz ziyaret mekanı olan İstiklal Caddesi sabaha karşı sayılabilecek saatler dışında hemen hemen günün her saatinde her daim kalabalıktır. Dünyaca ünlü markalardan ucuz giysi satan pasajlara kadar cadde bugün alışveriş bakımından çok büyük ölçüde bir giyim mağazaları kompleksi gibidir. Giysi, iç çamaşır, aksesuar, bijuteri, kundura-çanta dükkânları, cadde üzerindeki alışveriş yerlerinin takriben yarısını oluşturmaktadır. Geri kalanları ise bankalar ile neredeyse her türlü damağa ve bütçeye hitap eden çabuk yemek (fast food) büfelerinden, küresel lokanta zincirlerine, balık lokantaları, muhallebiciler, tatlıcılar ve börekçiler gibi geleneksel tatlara uzanan lokantalar oluşturur. Gece gezmeleri için ise meyhanelerden türkü evlerine, fasıl mekanlarından rock barlara, striptiz kulüplerinden eşcinsel barlarına kadar uzanan muazzam genişlikteki bir yelpazeye sahiptir. Cadde ayrıca, tiyatro, sinema, kitabevleri ve sanat galerileri gibi birçok kültür merkezine ev sahipliği yapar.
Aynı zamanda yıllardır haklarını savunmak, seslerini çıkarmak ve bu toplumda görünür olmak isteyen birçok kişi bu caddede buluşup, haklarını savunmuşlardır. 15 Mayıs 2011 tarihinde on binlerce kişi Türkiye'de 22 Ağustos 2011 tarihinde yürürlüğe girecek olan yasayı protesto etmek için toplanmışlardır.
Nostaljik tramvay.
Tramvay hizmeti 1869'dan 1966'ya kadar İstanbul'da önce atlı sonra da elektrikli olarak sürdürülmüştü. Tramvay 1990 yılı sonlarında motorlu araç trafiğine kapatılan Taksim - Tünel arasında Nostaljik Tramvay adıyla tekrar işletmeye alındı. 1,65 km uzunluğundaki bu güzergâh tek hatlı olup bir matris ve römorktan oluşan iki vagonludur. Günlük ortalama 2.500 yolcu kapasitesiyle ulaşımdan çok turistik amaçlı bir hizmettir. 1990'lı yıllarda tramvay raylarına paralel olarak dikilen ağaçlar 2005'te söküldü.
İstiklal Senin.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 2020 yılında oluşturulan İstiklal Senin projesi, İstiklal Caddesi'nin tarihinin korunması amacıyla başlatılmıştır.
İstiklal Caddesi saldırıları.
İstiklal Caddesi'nde 19 Mart 2016 ve 13 Kasım 2022 tarihlerinde iki adet bombalı saldırı gerçekleşmiştir. 2016 yılındaki saldırının sorumlusunun IŞİD, 2022'deki saldırının sorumlusunun PKK/PYD olduğu açıklanmıştır. İlk saldırıda 4, ikinci saldırıda 6 kişi hayatını kaybetmiştir.
İstiklal Caddesi'nde bulunan bazı yerler.
Tünel'den Taksim'e doğru İstiklal Caddesi üzerindeki kayda değer yapılardan bazıları;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5151",
"len_data": 12432,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.78
}
|
İlhan Berk (18 Kasım 1918 - 28 Ağustos 2008), Türk şair, çevirmen.
Balıkesir Necatibey Öğretmen Okulundan mezun oldu, Espiye'de iki yıl ilkokul öğretmenliğinden sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü'ne girdi. Enstitünün Fransızca bölümünden 1944'te mezun olan Berk, 1945-1955 yılları arasında Zonguldak, Samsun ve Kırşehir'de ortaokul ve liselerde Fransızca öğretmenliği yaptı. 1956 yılından itibaren 13 yıl boyunca Ankara'da Ziraat Bankası'nın Yayın Bürosu'nda çevirmenlik yaptı.
Bu süre içinde modern dünya şiirinin iki büyük şairi sayılan Arthur Rimbaud ve Ezra Pound'un şiirlerini çevirerek kitaplaştırdı. Bu tarihten sonra kendini tümüyle yazmaya verdi ve bir anlatı kitabı dışında, sadece şiir ve şiire ilişkin eserler üretti. "Kül" adlı kitabıyla 1979 yılında Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü ve "İstanbul Kitabı" ile de 1980 yılında ilk Behçet Necatigil Şiir Ödülünü kazandı. 1983'te "Deniz Eskisi" adlı kitabıyla, Yeditepe Şiir Armağanı'nın 1988'de de "Güzel Irmak" adlı kitabıyla Sedat Simavi Edebiyat Ödülü'nü aldı.
28 Ağustos 2008 tarihinde Bodrum'da 89 yaşında vefat etmiş, cenazesi burada defnedilmiştir.
Yazın Hayatı.
İlhan Berk, ilk şiirlerini Manisa Halkevi'nin dergisi Uyanış'ta yayımlamıştır. (1935) Berk, 17 yaşındayken Güneşi Yakanların Selâmı adıyla kitaplaştırdığı bu şiirlerinde "hece vezni" kullanmakta ve o dönemin şiir anlayışına özgü bir karamsarlık taşımaktaydı. "Sonsuzluk", "kızıl", "hulya", "ateş" en sevdiği sözcükler olarak görülmektedir. Sembolist şiirden esinlenilmiş izlenimi veren imgeler kullanmayı sevmektedir: "Bir karanlık gecenin masmavi seherinde / Kızıl başörtünle gül yüzlü bahçede görün".
Dil anlayışının henüz döneminden kopamamasını genç bir şair için doğal karşılamak gerekir: "Kıpkızıl hulyalı bir renge yükselmeden gün / Bir devrin neşesini taşımakta yüzün". Berk'in ilk kitabına adını veren şiirinin son kıtası da şöyledir: "Neler, neler beklenmez nihayetsiz bir yerden / Güneşi içelim mor şafaklar gecesinden / Selâm! Sonsuzluklara, hasret gönüllerden / Selâm, güneşe, göğü yakanlar bahçesinden!".
1940'lara doğru Yeni Edebiyat anlayışı içinde yer almış, "Servet-i Fünûn" (Uyanış), Varlık, Ses, Yığın, Yeryüzü, Kaynak gibi dergilerde yazmıştır. 1954'ten itibaren İkinci Yeni tarzında şiirler yazmaya başladı, “Salt Şiir” dediği bu tarzı savunan yazılar yazdı. “Galile Denizi” (1958) kitabından sonra, İkinci Yeni'nin en çok anılan şairlerinden biri oldu. 1960'ların başından itibaren peş peşe yayımladığı kitaplarıyla, “şiirin kırk türlü yazılabileceği”ni gösterdi. Dilin tüm olanaklarını deneyerek modernist şiirin ufkunu genişletti. Kadim uygarlıklardan cinselliğe, nesnelerden şehirlere, şifalı otlardan şairlere kadar “her şeyi” şiirin alanına dahil etti. .
1982'de yayımlanan otobiyografisi “Uzun Bir Adam”dan sonra günlüklerini, kendine özgü bir “tür”e dönüştürdüğü “defterler”ini kitaplaştırmaya başladı. Türünün tek örneği “Şifalı Otlar Kitabı”nda doğaya bakışını saydamlaştırdı. 1985’te yayımlanan “Galata” ve 1990'da yayımlanan “Pera” kitaplarıyla İstanbul'un “kent belleği”ni kayda geçirdi. Şiir anlayışını anlattığı yazılarını ve aforizmalarını “Poetika” ve “Logos”ta bir araya getirdi.
Türk şiirinin en deneyci şairlerinden biri olan İlhan Berk, durmadan yatak değiştirerek, ama bazı sorunsallara hep bağlı kalarak şiirini günümüze kadar eskitmeden getirmeyi başarmıştır.
“Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz.
bu yeryüzünü olduğu gibi görmeme engel olan
ve bana bu yeryüzünü cehennem eden
bu yazmak eyleminden kurtulduğum,
mutlu olduğum bir tek şey var: resim yapmak.”
İlhan Berk
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5152",
"len_data": 3546,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.48
}
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.