text
stringlengths 3
198k
| metadata
dict |
---|---|
Beyoğlu veya eskiden Pera, İstanbul ilinin Avrupa yakası nda bulunan ilçelerinden biridir. Kuzeybatıda Şişli ve Kâğıthane, doğuda Beşiktaş ve İstanbul Boğazı, güneyde ve batıda ise Haliç ile sınırlı ilçenin yüzölçümü 8,76 km2dir ve 45 mahalleden oluşmaktadır. İsmini "Pera" da denen, Tünel–Taksim arasında uzanan İstiklal Caddesi ve ona açılan sokakların belirlediği alanı kapsayan Beyoğlu semtinden alır.
Etimoloji.
Tarihî yarımadanın ve Haliç'in karşısında gelişen bölge Orta Çağ'dan itibaren, Yunancada "karşı yaka", "öte" anlamına gelen "Pera" (Πέρα) adıyla anılmaktaydı. Türkler tarafından kullanılan "Beyoğlu" adının, bir beyin oğlunun bölgedeki konağından kaynaklandığı ileri sürülmüştür. Bu konuda öne sürülen iki rivayetten biri; Osmanlı Padişahı II. Mehmed döneminde, Trabzon İmparatorluğu Prensi Aleksios Komnenos'un İslamiyeti kabul ederek bu bölgeye yerleşmesinden; diğeri ise Padişah I. Süleyman döneminin Venedik elçisi Andrea Gritti'nin, Rum bir kadınla evlenmesi sonucunda dünyaya gelen oğlu Luigi Gritti'nin Taksim dolaylarında bir konakta oturmasından dolayı Beyoğlu adının kullanılmaya başlanıldığını belirtir. 1925 yılında Pera kullanımı resmî yazışmalardan çıkarıldı ve Beyoğlu ismi kullanılmaya başlandı.
Tarih.
Galata'nın ilk çağlara dek uzanan tarihine karşın, Beyoğlu, 16. yüzyılın ilk yarısında, içinde tek tük yapıların yer aldığı, bağlık bahçelik bir alandı.
Beyoğlu, Galata'dan gelen Hristiyanlarla yabancıların, elçilikler dolaylarına ve o zamanlar "Grand Rue de Pera" denilen İstiklal Caddesi boyunca yerleşmesiyle Avrupa kenti görünümünde bir yerleşme olarak ortaya çıktı.
Böylece, İstanbul içinde farklı bir topluluk 17. yüzyılda gelişmeye başladı. İlk önceleri, Fransız ve Venedik elçilikleri ile onların çevresinde yerleşmiş Fransisken misyonerleri yerleşmenin çekirdeğini oluşturuyordu. 17. yüzyılın başlarında Galata'yı gösteren bir gravürde surların dışında çok az bina gözükmektedir.
1700'lerde Beyoğlu, bugünkü Tünel-Galatasaray caddesinin iki tarafı ile, bu caddenin yan sokaklarına yayılmıştı. Dörtyol, merkez olmak üzere Beyoğlu gelişmişti. Batısında mezarlıklar ve doğusunda ise elçilikler vardı. 18. yüzyılda yavaş yavaş Avrupa etkisi artmıştır. 18. yüzyıl sonunda, İstiklal Caddesi'nde, yapıların tamamı taş veya tuğla ya da alt katları taş ve üstleri ahşaptır.
18. yüzyılın sonunda İstanbul'a gelen Dallaway, Beyoğlu'nu Galata'nın yazlığı olarak tanımlıyor, yolların düzensiz olduğunu belirtiyor ve bu bölgede Fransız, İngiliz, Hollanda, Venedik, Rusya, İsveç, İspanya, Prusya ve Napolili diplomatların kışlık malikanelerinin bulunduğunu yazmıştır.
Beyoğlu, genel olarak 19. yüzyılda gelişmiştir. Bu gelişmenin nedeni, bu döneme Osmanlı dış ticaretinin daha önceki dönemlerde görülmemiş boyutlarda büyümesi ve ulaşımın gelişmiş olmasıdır. 19. yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu'nun dünya kapitalist sistemi ile bütünleşmesi sonucu, Beyoğlu uluslararası bir ticaret merkezi olmuştur. 19. yüzyılın başında, Beyoğlu, bahçeli evleriyle hala bir banliyö görünümünde idi. Bu yüzyılın ilk yarısında, Beyoğlu ve çevresi henüz tam olarak kentleşmemişti. İkinci yarısında ise Galatasaray ile Taksim arası gelişti. Beyoğlu, artık kapitülasyonların koruması altındaki yabancıların, tüccarların, bankerlerin, armatörlerin ve kozmopolit bir çevreye yerleşmek isteyen zenginlerin Paris modasını taklit ederek yaşadıkları bir yer olmuştur. Yüzyılın sonunda, burada, Paris'in en ünlü sahne oyunlarını aynı zamanda gösteren üç tiyatro vardı. Bu tarihte, modern toplumun gereksinim duyduğu tramvay, gaz, su gibi altyapı hizmetleri sağlanmıştı. Bu kuruluşların işletme ayrıcalıkları çok uzun süreli sözleşmelerle yabancılara ya da azınlık mensuplarına verilmişti. Bu dönemdeki hızlı yapılaşma, Batı'daki örneklerden etkilenmekle birlikte Osmanlı etkisinde de kalmıştır.
20. yüzyılda Beyoğlu'nda Galatasaray ile Taksim arası önem kazandı. Bu alanda hala bahçeli konakların bulunması ve bunların apartmana dönüşmesi olanağı, buranın gelişmesini sağlamıştır. Ayrıca 1913'te ilk elektrikli tramvayın Beyoğlu'nu Şişli'ye bağlaması Galatasaray-Taksim arasını, Tünel-Galatasaray arasına göre daha merkezi bir duruma getirmiş, Beyoğlu'nun en kolay ulaşılabilir ve gözde yeri yapmıştır. Bu dönemde Beyoğlu'nun çevresindeki semtlerde çağdaş binalar yapılmış ve yeni semtler gelişmiştir. 20. Yüzyılın başlarında Beyoğlu'nda da yapılan apartmanların cephelerinde Art Nouveau üslubu uygulanmıştır.
Cumhuriyet Dönemi'nde 1950'lere kadar yabancılardan ve onlar için çalışan azınlıklardan boşalan yerlere, yeni yetişen Türk iş adamları ve Beyoğlu yakasını kentin en çağdaş semti bilen aydın Türkler ilgi gösteriyorlardı. Sinema ve tiyatroları, lokanta ve pastaneleri, sanat galerileri ve mağazalarıyla hala kentin en seçkin semti idi. 1950'lerden sonra, kırsal göç ve hızlı kentleşme sonucu İstanbul'un aşırı büyümesi, yeni semtlerin gelişmesi, eğlence kuruluşlarının, ticaretin ve zengin ailelerin bu yeni gelişen çağdaş alt merkezlere dağılımı ve toplumun kültürel değişimi Beyoğlu'na olan ilgiyi azalttı.
Hala bazı lüks mağazaların İstiklal Caddesi'ni terk etmeyişi ve yoğun bir trafik akışı üzerinde oluşu eski kültürel düzeyinde olmasa bile Beyoğlu'nun canlılığını korumasını sağlamaktadır. Bununla birlikte, pek çok bina boş durmakta ya da atölye olarak kullanılmaktadır. Bu özellikler Beyoğlu'nda yavaş yavaş çöküntü alanının ilerlediğini göstermektedir.
Beyoğlu, ilk önceleri bir diplomasi merkezi olarak gelişmiş, fakat daha sonraları yabancı ticaretinin, ekonomik kontrolünün artması ve burada yoğunlaşması sonucu İstanbul'un ticaret merkezi durumuna dönüşmüştür. Ticaretin yanı sıra eğlence, kültür kuruluşlarının da burada yer alması ve konumu, bütün İstanbul'un odak noktası olmasını sağlamıştır.
Kültür.
Beyoğlu İstanbul'un en İstanbul kokan ilçesi olarak tanımlanabilir, kozmopolit teriminin hayat bulduğu yerdir. İstiklal Caddesi ve çevresindeki sokaklar yalnızca Beyoğlu'nun değil İstanbul'un da merkezi sayılabilir. İstiklal Caddesi dışında Cumhuriyet, İnönü ve Cihangir caddeleri de ticaret ve eğlence fonksiyonunun en belirgin oldukları yerlerdir. İlçe sınırları içinde yer alan çeşitli kültürel etkinliklerin yapıldığı tesisler, ilçenin bir kültür merkezi olmasını da sağlamıştır. Sinemalar, tiyatrolar, gösteri merkezleri gibi yerler, Beyoğlu İlçesi'nde yaşayan nüfustan çok fazla nüfusun faydalandığı, İstanbul ve Türkiye genelinde bir anlam ifade eden yerlerdir. Ayrıca Beyoğlu Gürcü ressamların oluşturduğu Pirosmani Sanat galerisine de ev sahipliği yapmaktadır.
2020 yılından itibaren Beyoğlu'nun eski canlılığını ve kültürünü kazanması adına Ticaret Bakanlığı ve Büyükşehir Belediyesi ile Beyoğlu Belediyesi işbirliğinde ilçede Beyoğlu Kültür Yolu Projesi başlatılmış, buna yönelik olarak ilçede her yıl düzenli olarak müzik, resim, sanat, heykeltıraş gibi çeşitli atölyeler; dil, enstrüman kursları; müzikal konserler ve birçok etkinlik yer almaktadır. Aynı proje kapsamına Galataport, Galata Kulesi, Galata Mevlevihanesi, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi, Narmanlı Han, Mehmet Akif Ersoy Müze Evi, Atlas Pasajı, Emek Sineması, Taksim Camisi ve Atatürk Kültür Merkezi gibi yapılar yenilenip amaçlandırılmış veya en baştan yapılmıştır.
Günümüzde Beyoğlu; tarih ve sanat müzeleri, birçok kültür merkezi, opera salonu, konser alanları, çok amaçlı meydan ve parklar, spor kompleksleri; metro, otobüs, füniküler, minibüs ve metrobüs gibi çeşitli ulaşım araçları, sanat atölyeleri, yardımlaşma merkezleri, halk eğitim kursları ve eğlence mekanlarıyla aktif faaliyetini sürdürmektedir.
Tarihsel, önemli yapı ve yerleri.
Pasajları.
İstiklal Caddesi ve çevresi, 19. yüzyılda inşa edilmiş pek çok pasaj ve han barındırır. Bu yapıların bir kısmı caddenin çevresindeki birçok sokak ve caddeye geçiş imkânı sağlamasının yanı sıra, bireylerin günlük yaşantıları içerisinde çeşitli gereksinimlerine cevap veren ve farklı aktivite imkânları sunan mekânlardır. İçerisinde pek çok dükkân bulunduran bazı pasajlar, Türkiye'nin en eski modern alışveriş merkezleri olarak nitelendirilir. Beyoğlu'nda yer alan bazı önemli pasajlar şu şekilde listelenebilir:
İdari durum.
Beyoğlu ilçesi, 20 Nisan 1924 tarihinde yürürlüğe giren 491 sayılı kanunla kurulmuştur. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında Beyoğlu ilçesi; Merkez, Beşiktaş, Kemerburgaz, Şişli ve Taksim bucaklarından meydana geliyordu. 1930'da Beşiktaş ilçesinin kurulmasıyla önce Beşiktaş bu ilçeden ayrıldı. 1935 sayımında Merkez bucağının 3, Kemerburgaz bucağının 10, Şişli bucağının 2 köyü ve Taksim, Beyoğlu ilçesini oluşturuyordu. Kemerburgaz bucağı 1936'da kurulan Eyüp ilçesine, Şişli bucağı da 1954 kurulan Şişli ilçesine bağlandı. 1970'ten beri Beyoğlu ilçesi, mahallelerden oluşan bir idari yapıya sahiptir. Bugün Beyoğlu ilçesi 45 mahalleden oluşmaktadır.
1984'e kadar İstanbul Belediyesi'ne bağlı şube olarak şube müdürlerince yönetilen Beyoğlu, 1984'te büyükşehir ve ilçe belediyeleri için çıkartılan "Yerel Yönetimler Kanunu" çerçevesinde yeniden yapılanarak mevcut statüsünü aldı.
Mahalleler.
Beyoğlu ilçesi, 45 mahalleden oluşmaktadır.
Nüfus.
Beyoğlu ilçesi bugünkü sınırlarına ulaştığı 1950'lerden beri 220-250 bin arasında dalgalanan nüfus grafiğine sahiptir. Bunun başlıca sebebi normal gelişme süreci içinde gelişebileceği herhangi bir yer kalmaması nedeniyledir.
Eğitim ve sağlık.
Beyoğlu ilçesi eğitim kurumları açısından zengindir. İlçe sınırları içindeki yükseköğretim kurumları arasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi merkez kampüsü, İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu ve Taşkışla Kampüsleri, İstanbul Galata Üniversitesi kampüsleri, İstanbul Kent Üniversitesi ayrıca Beykent, Haliç ve İstanbul Bilgi üniversitelerinin bazı birimleri bulunur.
Beyoğlu ilçesinde 15 yaşın üzerindeki nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı yüzde 84,83'tür.
İlçe sınırları içinde 31 ilköğretim okulu ve 30 ortaöğretim kurumu vardır. Galatasaray Lisesi, Beyoğlu Anadolu Lisesi, İstanbul Özel Alman Lisesi, İtalyan Lisesi, Saint Benoît Fransız Lisesi, Avusturya Lisesi, Sainte-Pulchérie Fransız Lisesi Beyoğlu'ndaki yüzyıldan eski eğitim kurumlarıdır. Ayrıca Ermeni ve Rum azınlıklara yönelik hizmet veren eğitim kurumları da vardır.
İlçe sınırları içinde 12 hastane, 29 poliklinik ve dispanser ve 7 sağlık ocağı bulunur.
Spor.
Türkiye'nin en köklü spor kulüplerinden biri olan Galatasaray Spor Kulübü'nün ortaya çıktığı Galatasaray Lisesi Beyoğlu'ndadır. Galatasaray Beyoğlu Hasnun Galip Kulüp Merkezi 2004 senesine kadar Galatasaray Spor Kulübü'nün kulüp merkezi olmuştur. Bina, bugün kulübün Stadyum'dan sorumlu bölümlerine ve Sicil Kuruluna hizmet vermektedir.
Galatasaray dışında Kasımpaşa ve Beyoğluspor diğer ünlü spor kulüpleridir. İlçede faaliyet gösteren diğer spor kulüplerinden bazıları Çıksalın Spor Kulübü, Hasköy Spor Kulübü, Sessizler Spor Kulübü, Şişli Spor Kulübü, Beyoğlu Yeni Çarşı ve Tophane Tayfun Spor Kulübü'dür.
İlçedeki spor tesislerinden biri Kasımpaşa Stadı'dır. İlçedeki diğer spor tesisleri İBB Beyoğlu Stadı, Piyalepaşa Spor Tesisi, Okmeydanı Fetih Futbol Sahası, Hasköy Futbol Sahası, Çıksalın Sahası, Sütlüce Spor Kulübü Halı Saha Tesisleri, Beyoğlu Spor Tesisi, Beyoğlu Yüzme Havuzu, Kasımpaşa Spor Kulübü Derneği, Mehmet Oktav Güreş Salonu ve Okmeydanı Atıcılık Okçuluk Tekkesi'dir.
Kardeş şehirler.
Beyoğlu'nun çeşitli ülkelerde kardeş şehirleri bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5154",
"len_data": 11281,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.71
}
|
Lidya (Lidce: 𐤮𐤱𐤠𐤭𐤣𐤠 "Śfarda", "Lȳdíā"), Anadolu'da Tunç Çağı'nın sonlarından başlayarak MÖ 6. yüzyıla kadar hüküm süren Lidya medeniyetinin merkezini oluşturan tarihî bölge. Esas olarak Gediz Nehri ve Küçük Menderes vadilerini kapsayan, günümüzde yaklaşık olarak Manisa ve Uşak illerine denk gelen bölgedir. Lidya medeniyetinin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra da Roma İmparatorluğu dönemine kadar bu isimle anılmıştır. Kuzeyinde Misya, güneyinde Karya, doğusunda Frigya, batısında ise İyonya bölgeleri bulunmaktadır.
Tarihçe.
Köken ve ilk yıllar.
Herodot MÖ 7. yüzyıl öncesinde Lidya Krallığı'nın iki ayrı hanedanlık tarafından yönetildiğini bildirir. Bu hanedanlıklardan ilki olan Heraklesoğulları, Herakles tarafından kurulmuştur. Yine Herodot, MÖ 1185'ten 680'e kadar 22 nesil, yani 505 yıl boyunca hüküm süren Heraklesoğullarından bahseder. MÖ 12. yüzyılın başlarında başa geçen bu hanedanın gerçekten tam Hitit ve Miken krallıklarının yıkıldığı politik olarak istikrarsız bir döneme rastladığı görülür. Heraklesoğulları krallarından birkaçının adı bilinse de bunlarla ilgili hikâyeler oldukça gerçek dışıdır ve soyağaçları ya da kronolojileri oluşturulamamaktadır.
Bir sonraki yönetim değişikliği de Yunan mitolojisinde yer alır. Heraklesoğullarına mensup son kralın adı kaynaklarda Kandaulis, Mirsilos ya da daha az olarak Sadyattis olarak geçer. Herodot'a göre Kandaulis karısını o kadar çok sevmektedir ki koruması Gigis'ten onun güzelliğini takdir etmesi için karısını çıplakken izlemesini ister. Gigis ilk başta bu öneriye karşı çıkmasına rağmen ısrarlarına dayanamaz ve kralın yatak odasına saklanır. Gigis'in odasındaki varlığını fark eden kralın karısı ona bir kesin uyarı vererek ya kendisinin öleceğini ya da kocasını öldürüp onun yerine tahta geçip bu durumdan kurtulabileceğini söyler. Gigis, Kral Kandaulis'i öldürmeyi tercih edip tahta geçer ve böylelikle yaklaşık beş kuşak sonra hanedanlığın bu yüzden cezalandırılacağı bir suç işlenmiş olur.
Mermnadlar idaresi.
Antik kaynaklar, krallığın Mermnadlar sülalesinden önce hüküm süren sülaleleri hakkında fazla bilgi vermezler. Elde edilen bilgilerin çoğunluğu Mermnadlar sülalesinin ilk kralı Gigis'in hüküm sürdüğü yıllar ve haleflerinin dönemlerine aittir. Gigis tarafından kurulan hanedanlık Mermnadlar adıyla bilinir. Hanedanlığın egemen olduğu dönemde tahta geçen beş kral topraklarını genişletme politikası izler ve bunda başarılı olur. Lidya artık yerel bir Anadolu krallığı olmaktan çıkarak dönemin en önemli ve büyük imparatorlukları arasına girer.
Arkeolojik kaynaklar Lidya bölgesindeki en erken kalıntıların Neolitik'ten kaldığını gösterir. Daha gelişmiş kültürlerin varlığı ise MÖ 3. ve 2. bin yıllarında Tunç Çağı'nda çıkar. Bu buluntular Sardis kentinde ve Marmara Denizi'nin güney kıyısındaki Eski Balıkhane, Ahlatlı Tepecik ve kıyı boyunca dikkati çeken diğer birkaç yerleşimde görülmektedir.
Batı Anadolu'nun diğer kesimlerinde olduğu gibi, Lidya bölgesi de Santorini'de MÖ 2. binyılda meydana gelen yanardağ patlaması sonucu volkanik külle kaplanmıştır. Herodot, Lidya'da meydana gelen açlık sonucunda Lidyalıların İtalya'ya göç ettiklerinden ve bu halkın Etrüsklerin atası olduğundan bahseder. Volkan patlaması ve İtalya'ya yapılan göç arasında bir bağlantı olduğu düşünülmektedir.
MÖ 7. yüzyılın ilk yarısı krallığın önemli bir devlet olarak ortaya çıktığı ve yoğun dış ilişkilerin olduğu bir dönemdir. Antik yazar Gaius Plinius Secundus, Lidya'nın İyonya'nın ötesine yayıldığını, doğusunda Frigia, kuzeyinde Propontis ile komşu olduğunu ve güneyinde ise Karya'nın bulunduğundan söz eder.
Strabon, Gigis zamanında Lidya'nın kontrolünün Biga Yarımadası'na kadar uzandığından ve yöredeki Gigis isimli bir burnun varlığından bahsetmektedir. Lidya Krallığı'nın ilgisi sadece kuzeyde değildir. Batı Anadolu'da yer alan İyonya bölgesindeki Yunan kentlerine olan ilgi Gigis zamanında başlar. Gigis döneminde Milet, Smirni, Kolofon ve Magnesia'ya saldırılar düzenlenmiştir. Bu kral zamanında Mısır ve Asur devletleriyle müttefik olunur. Gigis'in halefleri olan Ardis ve Alyattis, Yunan kentlerine saldırılara devam ederler. Alyattis'in büyük oğlu Kroisos zamanında Lidler, Likya ve Kilikya dışında, Kızılırmak'ın batısında kalan bütün bölgeleri egemenlikleri altına alabilmeyi başarmışlardır.
Lidlerin doğuya yayılımları aynı zamanda göçebe Kimmerlerin MÖ 8. yüzyılın sonları ile 7. yüzyılın başlarında Anadolu'ya girip büyük bir yıkıma yol açmaları ile bağlantılıdır. MÖ 665 yılına doğru ise Kimmerler Sardis'e ulaşmayı başarır. Göçebe kabilelerin bu baskısı altında kalan Gigis, Asur Kralı Asurbanipal'a bir elçi yollayarak yardımını ister. Böylelikle, daha önce Asur'a haraç yollayarak ve kızlarını krala cariye olarak sunan Asurlulardan Kimmerlere karşı yardım uman Taballı Mugallu ve Hilakkulu Sandasarme adlı diğer iki Anadolulu krala katılmış olur. Fakat Gigis haraç veya kızını cariye olarak yollamak yerine Asur'a hediyeler ve selamlarını yollar. Böylelikle, Lidya üzerindeki herhangi bir Asur egemenliğini reddetmiş olur. Asur tabletlerinde belirtildiğine göre, Lidya ülkesi o zamanlar Asur etki alanının dışında kalıyordu. Yine aynı tabletlerde Lidlerin Asurlara yakın diğer Anadolu halklarından çok daha farklı bir dili konuştukları, Lidya kralının ismini bile daha önce hiç duymadıklarını hatta bu dili konuşan bir çevirmen bulamadıklarından yakınılmaktadır. Kimmerler sürekli geliştirdikleri ataklar sonucunda Lidya'yı ele geçirirler ve Gigis'i öldürürler. Oğlu Ardis, Asur otoritesini kabul etmek zorunda kalır. Buna rağmen Kimmer saldırıları devam eder ve sonunda Sardis kentinin akropolis dışında kalan bölümünü ele geçirirler. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkan bazı verilerin bu kuşatmaya ait olduğu düşünülse de tam olarak kanıtlanamadığı için bu izlerin tarihsel olarak bilinmeyen bir savaşa ait oldukları kabul edilmektedir.
Alyattis'in, Lidlerin Orta Anadolu'ya yayılmalarında etkin rol oynadığı kral olduğu tahmin edilmektedir. Herodot'a göre, yalnızca Lidya'dan değil Anadolu'nun bütününü büyük bir seferin sonunda Kimmerlerin elinden kurtaran Alyattis'tir. Alyattis yönetimindeki Lidya'nın doğuya yayılımı, onları İran topraklarında gitgide daha da yükselen bir güç oluşturmaya başlayan Medler ile karşı karşıya getirir. Böylelikle Orta Anadolu'da gerçekleşecek olan uzun süreli bir savaş başlar. MÖ 28 Mayıs 585 tarihinde gerçekleşen güneş tutulması, savaşı sona erdirir. Kızılırmak, Lidya ve Med imparatorlukları arasındaki sınırları belirleyici nehir olur.
Bu bölgede yürütülen diğer askerî seferler konusunda ayrıntılı bilgi yoksa da MÖ 6. yüzyılın ilk yarısında Lidlerin, Frig ve diğer komşu Anadolu krallıklarını alt ederek Gordion gibi önemli merkezlerde askerî garnizonlar kurdukları bilinmektedir.
Pers, Helenistik ve Roma dönemleri.
Medlerin MÖ yaklaşık 550 yılında, Pers Kralı II. Kiros tarafından bölgeden çıkarılmaları Lidler için doğu sınırlarında yeni bir tehlikenin doğmasına neden olur. Bunun üzerine Kroisos, Persler saldırmadan onların üzerine gidip aynı zamanda da topraklarını Kızılırmak'ın ötesinde de genişletmek ister. Fakat bunu yapmadan önce Yunanistan'ın önde gelen kâhinlerine bu konuda danışma kararı alır. Yunan söylencesine göre kâhinlerden eğer Perslere saldırırsa büyük bir imparatorluğu yıkacağı yanıtını alır. Bu yanıt üzerine cesaretlenen Kroisos Perslerle karşılaşmak için hazırlıklara koyulur. Kerkenes'te karşı karşıya gelen iki ordu birbirlerine üstünlük sağlayamaz. Kroisos'un orduları sayıca fazla olmasına rağmen geriye dönüş kararı alınır. Kroisos askerlerini evlerine yollayarak Sardis'e döner ve Perslere karşı bir sonraki sene düzenleyeceği sefer için Mısır ve Sparta'da kendisine müttefik aramaya başlar. Ancak, geri çekilmeyen II. Kiros Lidya ordusunu beklenmedik ve çok hızlı bir şekilde izleyerek kendi kent duvarlarının önünde ani saldırıya geçer. Lidya ordusu tamamıyla bozguna uğramadan zor da olsa şehir duvarları içerisine sığınır. Kent iki hafta süren kuşatmadan sonra düşer ve Kroisos esir alınır. Lidya Krallığı, Ahameniş İmparatorluğu'nun bir eyaleti halini alarak egemenliğini bütünüyle kaybeder.
MÖ 546 yılında gerçekleşen Pers hâkimiyeti bağımsız Lidya devletinin sonunu getirmiştir. Son kral Kroisos büyük zenginliği ve gücü ile Kârûn olarak tanınmıştır. Gigis'in soyundan gelen ve Alyattis'in oğlu olan Kroisos tahtında, Miletli filozof Thales ve Atinalı devlet adamı Solon gibi önemli ve ünlü Yunan konukları ağırlamıştır.
Pers Kralı II. Kiros'un Lidya Krallığı'na son vermesinin ardından Kroisos önce Kiros'un daha sonra da II. Kambises'in danışmanı olmuştur. Pers egemenliğinde Lidya'nın zenginliği devam etmiştir.
Perslerin Anadolu'yu egemenlikleri altında tuttuğu dönem boyunca, Lidya bölgesi imparatorluğun stratejik açıdan çok önemli bir eyaleti haline gelmiş ve bölgenin valisi de bu öneminden satraplık merkezini Sardis'te kurmuştur. Anadolu ve Mezopotamya'dan geçerek Susa'ya ulaşan Kral Yolu'nun ana durağını Lidya oluşturmaktaydı. Burası aynı zamanda Pers ordularının batıya, özellikle Trakya ve Yunanistan'a karşı düzenlediği askerî seferlerin de başlangıç noktasıydı. MÖ 499'da gerçekleşen İyon Ayaklanması sırasında kentin yakılması, MÖ 490 ve 480 yıllarında Yunanistan'a seferler düzenlenmesi ile sonuçlanan ve I. Serhas'ın MÖ 480 yılında Atina akropolisini yakması için bir bahane olmuştu. Pers egemenliğine rağmen Lidler zenginliklerinden pek bir şey kaybetmemişlerdi. Kroisos'un torunu olduğu düşünülen Pithios, büyük kral Serhas'tan sonra dünyanın en zengin insanıydı. Serhas'a savaş karşılığında yaklaşık 50 bin kilogram kadar gümüş ve 33 bin 541 kilogram kadar da altın sikke vermişti. Güre ve çevresine dağılmış o döneme ait Lidya tümülüs mezarlarında bulunan ve şu anda Uşak Arkeoloji Müzesinde sergilenen altın ve gümüş vazolar ile çok sayıda diğer lüks nesneler bu zenginliği yansıtmaktadırlar.
İskender'in MÖ 334 yılında Sardis'i ele geçirmesiyle Pers egemenliği sona erer. Kentin son valisi hiçbir direnişte bulunmadan kenti, İskender'e teslim eder. İskender Lidlere özgürlüklerini iade ederek eski kanunları devam ettirmelerine izin verir.
Helenistik Dönem'de de Lidya stratejik önemini korumaya devam eder. Ancak çok büyük bir imparatorluğun ve sistemin küçük bir parçası halindedir. Lidya ve Pers dönemlerindeki ekonomik ve politik gücünün arkasında yatan en büyük neden olan altın ve gümüş kaynakları artık azalmaya başlamıştır. Strabon zamanında, Sart Çayı ve diğer nehirler yüzyıllardır ürettikleri elektronu artık üretemez hale gelmişlerdir. Lidya, MÖ 280 yılında Suriye ve Mezopotamya topraklarını yöneten Seleukos İmparatorluğu'na katılır. MÖ 214 yılında, Seleukos Kralı III. Antiohos'un amcası Ahaios ayaklanarak Sardis'e sığınır. Bunun üzerine Antiohos kente bir sefer düzenleyerek aşağı şehri ele geçirir ve yıkıma uğratır. İki yıl süren kuşatmadan sonra bile kenti tam olarak ele geçiremez. Giritli iki askerin Ahaios'a ihanet etmesi sonucunda gelişen olaylarda kent düşer. Bu olay Yunan tarihçi Polibios tarafından ayrıntılı bir şekilde aktarılır. Savaştan sonraki gelişmeler aynı zamanda Sardis'teki Kibele Tapınağ'ında bulunan mektup ve belgelerde anlatılmaktadır.
Antiohos'un bölgede kısa süren egemenliği Romalılar ve onların Pergamonlu müttefikleri tarafından MÖ 189 yılında, Magnesia Muharebesi ile sona erer ve Lidya Pergamon Krallığı'na verilir. Pergamon Kralı III. Attalos'un vasiyeti üzerine tüm bölge Romalıların Anadolu'daki yeni bir eyaleti haline dönüştürülen Asya eyaleti altında yer alır. Roma İmparatorluğu'nun yönetiminde Sardis en geniş sınırlarını ulaşır ve yine bu dönemde günümüzde örenyerinde görünen birçok anıtsal yapının inşası tamamlanır. MS 17 yılında büyük bir deprem sonucunda yıkılan kent Roma imparatorluk bütçesinden ayrılan para ile yeniden inşa edilir.
Diocletianus devrinde imparatorluğun yeniden yapılanmasıyla Lidya tekrar başkenti Sardis olan ayrı bir eyalet haline gelir. MÖ 4. ve 5. yüzyıllar görece zengin dönemlerdir ve Sardis'te belli başlı kamu binalarının inşa edildiği görülür. Ne var ki bunu takip eden dönemde Batı Anadolu'nun tümünde yaşanan ekonomik çöküş Lidya'yı da etkisi altına alır ve zamanla kentin ve çevresindeki yerleşimlerin MÖ 7. yüzyıl civarında terk edilmesine neden olur.
Coğrafya.
Lidya, Batı Anadolu'daki yerli antik krallıkların en önemlilerindendir. Bu krallık tarihteki yerini zengin maden yatakları, verimli toprakları ve Kroisos gibi ünlü kralları ile almıştır. Ancak Lidya uygarlığı sadece bu özellikleri ile değil aynı zamanda mimarisi ve sanat eserleri ile de dikkat çekmektedir. Coğrafi konumundan dolayı hem kıyı Ege'deki komşu Yunan kentleriyle, hem de doğudaki komşusu Frigya ile yakın ilişkilerde bulunan Lidya uygarlığı bu iki farklı kültürden de etkilenmiş ve bunu sanat eserlerine yansıtmıştır. Lidya ülkesi, sahip olduğu oldukça büyük tarımsal potansiyelin ve zengin yeraltı kaynaklarının yanı sıra geniş ormanlara ve yaylalara sahipti. Anadolu platosundan Ege kıyısına uzanan ticaret yolları buradan geçmekteydi.
Ege kıyısına yakın ve iç kesimde bulunan Lidya bölgesi, dağlık bir alan ve aralarından nehir akan vadiler içerisinde konumlanmıştır. Gediz ve Küçük Menderes nehirleri Lidya'nın önemli su kaynaklarıdır. Bakırçay ve Büyük Menderes nehirleri Lidya bölgesinin kuzey ve güney sınırlarını oluşturmaktadır.
Lidya'ya komşu bölgeler güneyde Karya, doğuda Frigya, kuzeyde Misya ve batıda onu Ege kıyı şeridinden ayıran İyon ve Aiol kent devletleridir. Krallık sınırlarının en azından bir bölümü son kral Kroisos tarafından Lidya-Frig sınırında Kidrara'ya dikilen yazılı sınır taşı ile kesinleşmişti. Strabon, "bu bölgeden Toroslar'a kadar ulaşan yöreler öylesine iç içe geçmiştir ki artık Frig'i Karya'dan, Misya'yı Lidya'dan ayırmak olası değildir." şeklinde bahsetmektedir. Anadolu'nun bu yöresi kültürel ve etnik açıdan o kadar çeşitlidir ki kültürel sınırlar ile politik sınırlar örtüşmemektedir.
Doğu-batı doğrultulu iki dağ sırası Lidya'nın güney bölümünden geçer. Bunlar güneyde Aydın Dağları ve Bozdağlar'dır. Kuzeyde Simav Dağlarının uzantıları ve onların alçak tepeleri ile yamaçlarındaki nehirler ile kaplıdır. Adı geçen dağ sıralarının arasında Ege kıyıları ile iç kesimler arasındaki iletişimi kolaylaştıran vadiler ve tarıma oldukça uygun alanlar vardır. MÖ 4. yüzyıla kadar bölgenin güney sınırını Aydın Dağlarının oluşturduğu bilinmektedir. Ancak Diodoros ve Strabon sınırın Büyük Menderes tarafından çizildiği görüşündedirler.
Küçük Menderes, Aydın Dağları ile Bozdağların arasından akarak Efes yakınlarında Ege Denizi'ne dökülür. Öte yandan, Gediz Vadisi Bozdağlar uzantısının kuzeyinde yer almakta ve Lidya ülkesi ile onun başkenti Sardis'in çekirdeğini oluşturmaktadır. Daha kuzeyde bulunan ve Pergamon'dan geçen Bakırçay ise olasılıkla Lidya ile Misya arasındaki sınırı oluşturur.
Yaylalar ve verimli ovalara ek olarak Lidya önemli yeraltı kaynaklarına da sahipti. Bunlardan en ünlüsü, Sardis yakınlarından geçen Sart Çayı ve diğer çaylarda bulunan bir altın-gümüş alaşımı elektrondur. Elektron, MÖ 7. ve 6. yüzyıllarda Lidya krallarına zenginlik getirdiği gibi ülkenin en çok anılan özelliğidir. Herodot'un anlattığı hikâyeyi şu şekilde aktarmaktadır:
MÖ 7. ve 6. yüzyıllarda Lidler kıyı şeridindeki bazı Yunan kentlerine saldırmış ve bunlardan savaş ganimeti toplamış olsa da kıyıda kurulu bir Lidya yerleşmesine dair herhangi bir bilgi yoktur. Herodot'un aktardığı diğer bir olay Lidlerin iç bölgelere olan yatkınlıklarını gösterir. Rivayete göre Kral Kroisos İyonya ve Aiolis'i fethinden sonra Yunan adalarına saldırmak üzere hazırlanmaktadır. Bu sırada Sardis'e gelen Bias ya da Pittakos olduğu düşünülen bir Yunan filozofu Kroisos'a adalıların atlı birlikler hazırladığını iletir. Bunu duyan kral çok memnun olur çünkü adalılarla Lidya usulünde savaşacağını ve kesinlikle kazanacağını düşünür. Sonradan filozofun bu hikâyeyi uydurduğu ortaya çıkar. Oysa filozof Yunanların karşılarında nasıl bir düşman beklemesi gerektiğini anlatmaya çalışmakta, böylece Lidlerin deniz savaşındaki deneyimsizliğine değinmektedir. Bunun üzerine Kroisos, adaları fethetme yönündeki hırsını bir kenara bırakır. Bu hikâye gerçek bir olayı yansıtmasa da Lidlerin İç Batı Anadolu'daki egemenliğini ve Ege Denizi'ne yayılmadaki isteksizliğini gösterir.
Dil ve yazı.
Hint-Avrupa kökenli olan Lidceyi konuşan Lidyalılar yerli Anadolu halkıdır. Lidyalıların kültürü, yine yerli Anadolu halkları olan komşuları Frigler ve Karyalılar ile benzeştiği gibi diğer komşusu Doğu Yunanları ile de benzerlik göstermektedir.
Antik çağ yazarlarına göre, Karia, Mysia ve Phryglerle akrabadırlar. Hint-Avrupalı bir dilleri olan Lydialılar'ın MÖ 2.Binde Batı Anadolu'da yaşadıklarıbilinmektedir. Diller hakkında yapılan çalışmalar sonucunda Lidyalılar'ın kökeninin Anadolu'da Tunç Çağlarına kadar uzandığı görülmektedir.
MÖ 6. yüzyılın başlarından itibaren Lidlerin de yazılı eserler vermeye başladıkları görülmektedir. Bu dil ve yazının çözümlenmesi Ludca-Aramice, Ludca-Grekçe gibi çift dilde yazılmış kitabeler aracılığı ile gerçekleşir. Hint-Avrupa kökenli bu dil, dil bilgisi özellikleri ve sözcük yapısı ile Eski Anadolu grubunda sınıflandırılır. Yine de pek çok sözcüğün anlamı hala bilinmeyen bu yazı 26 harften oluşmaktadır. Frig ve Likya yazılarına benzerlik gösteren Lidya dilindeki bu benzerlikleri Fenike ve Friglerle ilişkilere değil, o çağda Batı Anadolu'da oluşmaya başlayan yükselen düşünce sistemine bağlamak gerektiği düşünülmektedir.
Lidlerin MÖ 2. binyıl kökenleri hakkındaki araştırmalar henüz bir sonuca ulaşamamıştır. Adları Anadolu kökenli değildir ve "insanlar, halk" anlamına gelen Almanca "leute", Slavca "ljudije" gibi sözcükleri bünyesinde barındıran Hint-Avrupa kökenli eski Anadolu dil gruplarıyla onomastik etimoloji açısından ilişkilendirilebilir. Diğer taraftan dillerindeki Luvice etkisi Demir Çağı'nda şekillenmiş olabilir.
Lidce ile yazılmış belgeler azdır. Bunlar çoğunlukla mezar ve adak taşlarında, seramikler, mühürler ve sikkeler üzerindeki çizimlerde görülmektedir. Lidyalıların yazısı MÖ 3. yüzyıla kadar, Lidce ise MÖ 1. yüzyıla kadar varlığını sürdürmüştür.
Din.
Lidya'nın erken tarihi tümüyle efsanelerle örülüdür. Gigis ve Kroisos gibi tarihî karakterler bile fantastik öykülerin parçası hâline gelmiştir. Lidya ile ilgili efsanelerde Tantalos, Pelops, Midas, Arakne ve Omfali gibi karakterlere rastlanır. Yunan mitolojisine göre, Tantalos'un oğlu Pelops Lidyalıdır. Pelops Yunanistan'a kaçar ve orada Olimpia yakınlarındaki Pisa'nın kralı olarak adını bu bölgeye verir. "Peloponez" adı buradan gelir. Pelops'un soyundan gelenler arasında Atreus, Thyestes, Agamemnon ve Menelaos gibi Yunan mitolojisinin önemli karakterleri vardır. Frig Kralı Midas kendisinde bulunan altın yapma özelliğini Sart Çayı'nda yıkanarak nehre aktarmıştır. Lidya kadınları Yunan mitolojisinde sık sık karşımıza çıkar. Arakne adlı Lidyalı kadın kendi dokuduğu kumaşlarla o kadar çok gurur duyar ki tanrıça Athena ile aşık atmaya kalkar. Buna sinirlenen Athena onun dokuduğu bütün kumaşları parçalayıp kadını da bir örümceğe çevirir. Bu efsane Lidya'nın dokumacılıktaki üstünlüğüne işaret eder.
Sanat.
MÖ 7. ve 6. yüzyıllardaki Lidya kültürünün köklü bir şekilde Yunan etkisinde, özellikle de Ege kıyısında yaşayan Doğu Yunanlarının etkisi altında kaldığı anlaşılmaktadır. Yunan etkileri temel olarak seramikte, mimaride (taş işçiliği ve pişmiş toprak süslemelerinde), yazı sisteminde ve heykel sanatında belirgindir. Anadolu etkileri olarak yığma toprakla örtülü tümülüs tipi mezarlar, kaya mezarlar ve bazı seramik tiplerini örnek gösterilebilir.
Gigis zamanından itibaren izlenen ticaretin ve refah düzeyinin artışı hem Lidya, hem de İyonya'yı yoğun bir ticaret ağı içerisine yerleştirmiştir. Yunanlar iç bölgedeki ürünleri alıp kendi endüstrilerinin ihtiyacı olan ticaret ürünlerini getirmekteydiler. Yunan yazılı kaynaklarında belirtilen önemli Lidya ürünleri arasında tekstil (kilim, altın iplikle dokunmuş kumaş ve sandikis olarak adlandırılan ince ve şeffaf dokulu elbise), kırmızı boya ve kozmetik maddeler (bakkaris ve brenthiori) yer almaktadır. Kozmetik maddelerin konduğu kap bugün "lidion" olarak adlandırılmaktadır. Pişmiş topraktan yapılan şişkin gövdeli bu kap Lidyalı seramik ustalarının icat ettiği en ünlü Lidya kap formu olarak bilinmekte ve Anadolu dışına (Yunanistan ve adalar, İtalya, İspanya ve Fransa) ihraç edilen ve yerel olarak üretilen tek Lidya seramik türü olarak dikkati çekmektedir. Lidya seramiğinin genel özelliklerine bakıldığında kap formları olarak daha çok Yunan seramiklerinden ve az olsa da komşu Frig seramiklerinden etkilenildiği görülmektedir. Lidya seramiğine has diğer bir öge de "mermer taklidi bezeme" olarak adlandırılan boyama tekniğidir. Bezemelerde kullanılan temel renkler beyaz, kırmızı-turuncu ve kahverengi-siyah tonlarından oluşmaktadır.
Lidya'nın en ünlü zenginlik kaynağı değerli metaldir. Lidya Krallığı, Sardis yakınlarında kolaylıkla elde edilebilen elektron alaşımının kaynağına sahip bulunmaktaydı. Hayatta olduğu dönem boyunca zenginliği ile ön plana çıkan Gigis'ten sonraki nesillerde elektron para basımı icat edilmiş ve para Lidya ile İyonya arasındaki ticaretin ihtiyaçlarına hizmet etmiştir.
Herodot Lidyalıların ilk parayı basan ve daha sonra da hem altın, hem gümüş para basan halk ve ilk "perakende tüccarlar" olduğundan bahsetmektedir. Sardis kentinde Sart Çayı'nın kuzeyinde 1960'lı yıllarda yapılan kazılar altının arıtıldığı işliğin varlığına işaret etmektedir. MÖ 6. yüzyılda kullanılmış olan bu işlik belki de dünyada bilinen en erken altın arıtma merkezidir.
Lidya Krallığı zamanında yaşayan ve güçlü sur duvarlarıyla korunan insanlar, öldükten sonra sosyal sınıfına göre farklı yerlerde gömülmekteydi. Temel gömü geleneği inhumasyon, diğer bir deyişle ölünün yakılmadan direkt gömülmesidir. Basit taş lahit mezarlardan kaliteli taş işçiliğine sahip oda mezarları ve görkemli tümülüs tipi mezarlara kadar çeşitlilik göstermektedir. Lidya kralları ve kraliyet ailesi mensupları anıtsal, görkemli ve üzeri yığma tepeyle örtülü mezarlar yaptırma ayrıcalığına sahiptiler. Lidya tümülüsleri Frig tümülüslerinden farklılık göstermektedirler. Frig tümülüslerinde mezar odaları ahşaptan yapılırken Lidya'da taştan yapılmaktadır, Lidya'da mezar odaları bir ya da iki odalı ve dromoslu (giriş koridoru) tavansız olabilmektedir. Tümülüslerin tepesinde genellikle fallos şeklinde bir taş işaret bulunmaktadır. Bu tip mezarlar Sardis kentinde, Marmara yakınlarındaki Bintepeler mezarlık alanında ve Uşak sınırındaki Güre'de yer almaktadır. Bintepeler'deki tümülüslerin en büyüğü Herodot tarafından da anlatılmış olan, Kroisos'un babası Alyattis'e ait tümülüstür. Taban çapı 350, yüksekliği ise 60 metre olan mezara Roma döneminde mezar soyguncuları tarafından tüneller açılmıştır.
Sikke basımı.
Madenî paranın ne zaman icat edildiği Antik Çağ'da bile tam anlamıyla kesinlik kazanmış bir olgu değildi. Yine de gerek antik kaynaklar, gerekse bulunan ilkel formdaki elektron sikkeler sikkenin icadının Anadolu'nun batısıyla, Lidya Krallığı ve İyonya bölgesi ile ilişkili olduğunu gösterir. Herodot bu konuda şunları aktarmaktadır:
MÖ 2. yüzyılda yaşayan Polideukis ise sikkenin icadıyla ilgili kişi ve halkları sıralar:
Polideukis, kendisinden birkaç yüzyıl önce yaşayan Ksenofanes'in ilk sikkenin Lidler tarafından bastırıldığına dair sözlerini aktarır. Ksenofanes'in MÖ 6. yüzyıl gibi erken bir tarihte yaşadığı göz önüne alınırsa verdiği bilgiyi göz ardı etmemek gerekir. Keza Herodot da ilk kez altın ve gümüş sikke basanların Lidler olduğunu bildirir. İlk örnekler olasılıkla Kral Alyattis zamanında basılır. Sikkeler önceleri yalnızca elektrondan (altın-gümüş alaşımı) basılırken bir süre sonra, Kroisos elektron sikke darbını bırakarak hem altın ve hem de gümüşten, iki ayrı metalden sikkeler bastırır. Herodot, ilk kez altın ve gümüş sikke basanların Lidler olduğunu söylerken olasılılıkla bu olayı anlatmak ister. Her iki yazar da sikkenin ortaya çıkışını ve ilk aşamalarını Lidler ile ilişkili görmektedir.
Krallığın başkenti Sardis'te, Sart Çayı'nın kuzeyindeki kazı alanının kuzeybatı kesiminde MÖ 6. yüzyılın ortalarına tarihlenen arıtma atölyeleri açığa çıkarıldı. Bu atölyelerde elektron ayrıştırılarak saf altın ve saf gümüş elde ediliyor, altının içinde bulunan bakır gibi adi metaller küpelasyon (bir tür fırınlama) yöntemiyle altından ayrıştırılıyordu. Rafineri alanında çok sayıda ocak çukuru (küpel) ve hava üflemede kullanılan pişmiş topraktan körük ağzı bulunmuştur. Elektronda bulunan altın ve gümüşü birbirinden ayırmak için ise sementasyon yöntemi kullanılırdı. Sardis altın atölyeleri yılda birkaç yüz kilo altının ayrıştırılıp sikke basımı için hazır hale getirilmesine imkân verecek kapasitedeydi.
Sikkenin ortaya çıkışı ile ilgili antik kaynakların verdiği bilgiler Lidya ve İyonya'da yapılan kazı çalışmaları ile de doğrulanır. 1904-1905 yıllarında British Museum adına David George Hogarth başkanlığında Artemis Tapınağı'nda yürütülen kazılarda çeşitli çömlek, fildişi heykelcik ve mücevher parçalarıyla beraber yaklaşık 93 adet elektron sikke de bulundu. Eski olanlarının üzerinde herhangi bir işaret ya da resim yoktu, düz bırakılmışlardı. Biraz daha gelişkin örneklerin üzerinde ise artık bazı işaret veya tasvirler yer almaktaydı. Bazılarında aslan başı betimi basılmıştı. Bu tür sikkelere Anadolu'nun batısında oldukça geniş bir alanda rastlanması ve aslanın Lidya Krallığı'nın arması olması, bunların Lidya krallarının ilk sikkeleri olduğunu göstermektedir. Nitekim Herodot, Kroisos'un Delfi'deki Apollon Tapınağı'na som altından 10 talanton (yaklaşık 250 kilogram) ağırlığınca aslan heykelciği armağan ettiğini söyler. Bu da aslanın Lidya Krallığı için taşıdığı önemi ve onun kralî bir sembol olduğunu gösterir.
Lidya Krallığı'nda ilk darphane Mermnadlar sülalesinin ilk kralları döneminde açılmış olmalıdır. Daha çok bakla şeklindeki bu sikkeler, kaynağı Bozdağlarda bulunan ve başkentin içinden geçen Sart Çayı alüvyonlarında doğal halde bulunan elektrondandı. Ancak yapılan son analizler, elektronun içindeki altın miktarının düşürülerek gümüş ilavesiyle basılmış olduklarını ortaya koydu. Sart Çayı'nın alüvyonlarından elde edilen elektrondaki gümüş miktarı %20-30, altın miktarı %70-80 olduğu halde bu elektrondan basılan sikkelerde altın oranı %55, gümüş oranı %45'tir. Ayrıca bu sikkeler %1-2 oranında bakır da içerir. Buradan Lidlerin doğal elektron alaşımına müdahale ederek içerdiği altın miktarını düşürdükleri, buna karşılık gümüş miktarını arttırdıkları anlaşılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5156",
"len_data": 26399,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.73
}
|
Frigya veya Firigya (Antik Yunanca: Φρυγία "Phrygía"), Sakarya Irmağı ile Büyük Menderes'in yukarı çığırları arasında kalan bölgenin eski çağdaki adıdır. Bu ad, Balkanlardan gelip bu bölgeye yerleşen Friglerden geliyordu.
Tarih.
Frigler önce Bitinya bölgesine yerleştiler ve MÖ 12- MÖ 7. yüzyıllar arasında Orta Anadolu'nun batısına egemen oldular. Ama yeni göç dalgası Frigleri daha iç bölgelere itti. Frigler önce Sakarya Irmağı çevresine, ardından batıda Gediz ve Büyük Menderes’in yukarı vadileri ile doğuda Kızılırmak ve Tuz Gölü yöresine yerleştiler. Friglerin bir bölümü Burdur Gölü, Erciyes Yaylası ve Yeşilırmak vadisine kadar ilerlediler.
Batıda Gordion kentini başkent edinen asıl Frigler ilk kralı Gordios'tu. Frigler Urartularla birleşerek Asurlulara karşı savaştılar. En parlak dönemlerini MÖ 9-8. yüzyıllarda yaşayan Frigler, Hitit topraklarının neredeyse tümünü ele geçirdiler. MÖ 7'de başa geçen Gordios'un oğlu efsanevi kral Midas, Asurlularla anlaşma yolunu seçti. Midas döneminde başkent Gordium’un yanı sıra Midas Kenti ve Pessinus de çok gelişmişti.
MÖ 7’lere doğru Kafkasya’dan Anadolu'ya giren Kimmerler, Frigler’in başkenti Gordium’a kadar ilerlediler. Kenti ele geçirerek yaktılar. Bu yenilgi karşısında Kral Midas’ın kendisini öküz kanı içerek öldürdüğü söylenir.
Bölgenin sınırları.
Strabon’da, MS 1. yüzyılda, Frigya’nın bir kısmı Büyük Frigya, yani ("Phrygia Magna") olarak geçer; burası erken dönemde Midas’ın hüküm sürdüğü ve daha sonra bir kısmı Galatlar tarafından işgal edilen topraklardır. Hellespontos üzerindeki ve Olympos’un etrafındaki kısım ise Küçük Frigya, yani ("Phrygia Epiktetos") olarak geçer. Latince’de Büyük Frigya anlamına gelen "Frigya Magna" veya Hellespontos Frigya’sı denen bölgeyi (Troas ve Mysia bölgelerinde yer alan) asıl Frigya’dan ayırmak için kullanılmıştır.
Phrygia Epiktetos, “ilaveten kazanılmış, ilaveten fethedilmiş Frigya” anlamına gelir. Frigya'nın Pergamon krallarınca kurtarılıp kendi ülkelerine katılan kuzeybatı bölümüne denmiştir. Aezanis, Nakoleia, Kotiaeum, Midaeium ve Dorylaeum Frigya Epiktetos'un başlıca kentleridir. Ayrıca, Mysia’ya ait olduğu kabul edilen Kadoi’yi de Strabon bu kentler arasında göstermiştir. Frigya Epiktetos içinde yer alan ve Frigya Paroreia olarak adlandırılan kısımda, Frigya'nın Pisidia boyunca uzanan parçası ile Amorium dolayındaki kısımları, Eumeneia, Synnada ve Frigya kentlerinin en büyükleri olan Laodikeia ile Apameia bulunur. Bunlara komşu olarak kasabalar yer alır ve diğer kentler arasında Aphrodisias, Kolossae, Themisonium, Synaos, Metropolis ve Apollonias; bunlardan daha uzakta ise Peltae, Tabai, Eukarpeia ve Lysias kentleri bulunur . Strabon’da şu şekilde geçmektedir: “Frigya Paroreia doğudan batıya uzanan bir çeşit dağ silsilesine sahiptir, onun eteklerinde her iki tarafta geniş bir ova uzanır ve yakınında kentler vardır; kuzeye doğru, Philomelion ve Pisidia yakınındaki Antiokheia bulunur”.
MS 400 yılından önce, kısa bir süre için, Frigya Romalılar tarafından iki ile bölünmüş, birine Frigya Prima (Birinci Frigya), diğerine Frigya Secunda (İkinci Frigya) denmişti. MS 400'den sonra birincisine Pacatiana, ikincisine Saluratis denmiştir. Afyon ili güney yarımını, Denizli ili kuzey yarımını içeren bölüme “Frigya Pacatiana” adı verilmiştir. Geriye kalan bölüme “Frigya Salutaris” deniyordu. Burası Afyon ilinin kuzey yarısı ile Kütahya ilinin yakın çevresini içeriyordu.
Toplumsal ve ekonomik yaşam.
Frig Devleti bir kral tarafından yönetiliyordu. Ama topraklarının rahiplerin denetiminde olduğu sanılır. Eski Yunan belgelerine göre Frigler tarım ve hayvancılıkla uğraşıyordu. Bu belgelerde Friglerin büyük sürüler beslemeleri, özellikle at yetiştirmeleri, bağ ve bahçelerinin verimliliği övgüyle anlatılır. Çöken Hitit Devleti'nin kentlerine yerleşen Frigler bugünkü Ankara, Eskişehir, Afyonkarahisar, Kütahya, Çorum ve Yozgat'ı içine alan topraklarda yaşadılar. Anadolu'da bir karayolu ağı kurarak doğudaki Asur ve Luvi devletleri, Ege kıyılarındaki Ege uygarlıkları ile ticaret ilişkilerine girdiler.
Frig sanatı ve kültürü.
Eskiçağ yerleşmeleri Midas, Ayazini, Aslantaş, Yazılıkaya, Gordion, Pazarlı, Alişar Höyüğü, Alacahöyük ve Boğazköy'de Friglerle ilgili kalıntılar bulunmuştur. Bu eski Hitit yerleşkelerinde yaşayan Frigler, Hitit uygarlığından etkilendiler ve kendileri de güçlü bir uygarlık yarattılar. Frig sanatı, Hititlerin yanı sıra Urartu, Asur ve Eski Ege uygarlıkları sanatının da izlerini taşır. Frigler, kaya anıtları çeşitli insan ve hayvan motifleriyle bezediler. Tanrıça Kibele için yaptıkları tapınakların duvarlarını, pişmiş topraktan levhalarla süslediler.
Frig mimarisinin ve mühendisliğinin en önemli ürünü MÖ 8.yüzyılda inşa edilmiş olan başkent Gordion'daki kaledir. Kale, MÖ 4. yüzyıla kadar ayakta kalmıştır. Kalenin anıtsal bir kale kapısı vardı. Kalenin içinde ise megaron denilen dikdörtgen yapılar ve krallık sarayı bulunuyordu. Yapıların içinde çakıl taşı mozaik döşemeleri vardı. Frigler bu bezemeci döşeme yönteminin mucididirler. Maden ve ağaç işlemeciliğinde de gelişmişlerdi. Kazılarda makara kulplu bronz tabaklar, kazanlar, altın, gümüş ve bronz yaylı çengelli iğneler, değerli madenlerden giysi kemerleri, tokalar ve zengin bezemeli dokuma ürünleri, ahşaptan ve seramikten hayvan heykelcikleri ve geometrik desenlerle süslü ev eşyaları bulunmuştur. Özellikle çengelli iğne (fibula) yapımında kullandıkları teknolojinin o döneme göre çok ileri olduğu görülür. Frigler dokumacılıkta çok ustaydılar. Günümüzde Anadolu kilimlerindeki ve diğer Türk devletlerindeki binlerce yıllık motiflerin, Frig Motifleri'nde de var olmasının nedeni, hâlen çözülememiştir. Friglerin müzik alanında da ileri oldukları ve birçok müzik aleti geliştirdikleri bilinmektedir.
Frig kültürünün en önemli özelliği ise tümülüslerdir. Bunlar, MÖ 8. yüzyıl ile MÖ 6.yüzyılın ilk yarısı arasında yapılmış yapay mezarlardır. Sayıları yüz civarındadır. Friglerden önce bu yapılar Anadolu'da görülmemiştir. Büyük olasılıkla Frigler Avrupa'daki ölü gömme geleneklerini Frigya'ya yerleşince de devam ettirdiler. Tümülüslerin içindeki oda mezar, ana zemin üzerine inşa edilmiştir.
Friglere ait yazılı belgeler, MÖ 8. yüzyıl ile MÖ 4. yüzyıl arasındaki dönemden kalmadır. Bugüne kadar ele geçen yazılı metinler sayısı az ve içeriği de kısa olduğu için tam olarak çözülememiştir. Ancak Frigler Hint-Avrupa kökenli bir dil konuşmuşlardır.
Frig Vadisi.
Günümüzde Eskişehir, Kütahya ve Afyon il sınırları içerisinde kalan bölgeye yayılmış olan ve Frigya medeniyetinden izler taşıyan tarihi kalıntıları ve antik eserleri bünyesinde barındıran bölgeye Frig Vadileri denir.
Frig Vadisi 2'nci Kapadokya olarak tanınmakta olup, çok önemli kiliseler, kral mezarları bulunmaktadır. Vadide bulunan Frigler döneminden beri önemli bir yerleşim yeri olarak kullanıldığı bilinen Ayazini köyünde ise, arazinin elverişli olması nedeniyle oyularak yapılmış Roma ve Bizans dönemlerine ait aile ve tek kişilik kaya mezar odaları, Bizans dönemine ait kiliseler ve kaya yerleşimleri ve kaya kütlesinin oyularak yerleşime dönüştürüldüğü içinde sarnıç bulunan Avdalaz Kalesi bulunmaktadır.
Yürüyüş yolu rotalar ve önemli yerler.
FRİGKÜM tarafından vadiyi içerisine alan bir Frig vadisi gezi rotası hazırlanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5157",
"len_data": 7222,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.62
}
|
Grekçe veya Antik Yunanca (Ἑλληνῐκή, "Hellēnikḗ"), MÖ 1500 ila MÖ 300 yılları arasında antik Yunanistan ve antik dünyada konuşulan Yunanca dilinin biçimleri. Genellikle şu dönemlere ayrılır: Miken Yunancası (MÖ 1400-1200), Karanlık Çağ (MÖ 1200-800), Arkaik veya Homeros dönemi (MÖ 800-500) ve Klasik dönem (MÖ 500-300).
Bugünkü Yunancanın atası sayılmakla beraber gerek farklı harfler kullanması gerek telaffuz farkları gerekse dil bilgisi ve oldukça gelişmiş bir vurgu sistemi ile bugünkü Yunancadan oldukça farklıdır.
Grekçe Dilbilgisi.
Fiiller.
Grekçede fiiller mastar, emir, dilek - şart ve istek kipi olmak üzere dört farklı forma sahiptir.
Mastar.
Çekimlenmemiş fiiller -σαι, -ειν, -σθαι, -ναι eklerinden mutlaka birisine sahiptirler ve bu ekler fiillerin hangi zamana ait olduklarını da bildirirler. Bütün mastarlar ön eksiz olmakla birlikte, edilgen yapıdaki bütün fiiller -σθαι ekiyle bitmektedir.
Emir kipi.
Emir kipi, komuta verirken kullanılan bir fiil formudur. Sıklıkla ikinci tekil ve çoğul şahıslarda kullanılır. Olumsuz bir komuta verilmek istendiğinde, cümleye μή negasyonu eklenir.
Dilek - Şart kipi (Konjunktiv ya da Subjonktiv).
Dilek - Şart kipi ile çekimlenen fiillerin eklerinde mutlaka ω (ō) ya da η (ē) harfi bulunur. Nadiren bazı durumlarda ikinci ve üçüncü tekil şahısta bu harfler görünmez. Dilek - şart kipi yalnızca geniş zaman, aorist ve geçmiş zaman'da olsa da, geçmiş zamanda dilek - şart kipi oldukça nadir kullanılmaktadır. Aşağıda geniş zamanda dilek - şart kipiyle çekimlenen bazı fiiller listelenmiştir
Bu fiil türü ana cümlede kullanıldığından, çevirisinde 3 farklı duruma dikkat etmek gerekmektedir.
Bu fiil türü yan cümle olarak kullanıldığında genellikle tam olarak belirli olmayan gelecek bir zamana ya da mevcut zaman içerisinde tekrarlayan bir olaya işaret etmektedir. Aşağıda listelenen üç farklı duruma dikkat etmek gerekir.
Latincede "olurdu" ya da "olmuş olurdu" gibi cümleleri ifade etmek için bu kip kullanılmasına karşın, Grekçede bunun gibi ifadeler için aorist ya da imperfekt kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5158",
"len_data": 2044,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.86
}
|
Anadolu'da Antik Roma Tiyatroları, Anadolu yarımadasındaki Roma dönemlerinden kalma açık hava tiyatrolarını ifade eder.
Anadolu yarımadasında Yunan ve Roma dönemlerinden kalma elliden fazla antik tiyatrodan çoğu Roma döneminde inşa edilmiştir (Aspendos, Perge, Limyra, Myra, Hierapolis gibi); bir kısmı ise Yunan tiyatrolarının Roma mimarisine uygun biçimde yapılan eklemelerle dönüşüme uğramış binalardır (Priene, Milet, Efes, Bergama gibi). M.Ö. 129'da Roma'nın Asya Eyaleti olan Anadolu'da kamuya hitap eden yapıların inşasıyla yerel halkı hoşnut edip, Romalılaştırma hareketlerine destek vermek üzere politikası güdülmüştü. Bu politikanın sonucu olarak Roma döneminde Anadolu'da tiyatro yapıları inşa edilmiştir.
Anadolu'daki Antik tiyatrolar yarımadanın güney ve batı bölgelerinde yoğunlaşır. Birçoğu günümüzde kullanılmaktadır.
Roma dönemi tiyatrolarından bazıları.
"Miletos Tiyatrosu:"
M.Ö. 240 yılında Helenler tarafından birinci bölümünü yapılmıştır ve M.S. 302'ye kadar sahne ve kaveaları büyütülerek inşa edilmiştir. Romalılar döneminde 15,000 kişilik bir kapasiteye ulaşmıştır. Bir yamaç üzerine oturmuştur. Auditorium ve orkestra yarım daire biçimlidir. İmparatorluk döneminde skeneye bir kat daha eklenerek üç katlı hale getirilmiştir. Sahne sütunlar ve kabartmalarla süslenmiştir. Yine bu dönemde anıtsal giriş ve merdivenler ile auditorium üzerine sütunlu galeri eklenmiştir. Oturma sıralarının orkestradan daha yüksek bir seviyede başlaması burada venationes denilen gladyatör-vahşi hayvan dövüşleri düzenlenmiş olduğunu gösterir (aynı özellik Ksanthos Tiyatrosu'nda da görülmektedir). Ayrıca venationes sahnelerinin canlandırılmış olduğu friz parçaları ele geçmiştir. Bununla birlikte üzerinde bir üç ayaklı kazanın iki yanında duran iki antitetik grifonun betimlendiği bir Dionysos sunağı bulunmuştur. Yaklaşık 15.000 kişi kapasitelidir.
Helenistik dönemde M.Ö. 2. yüzyılın sonlarında inşa edilmeye başlanmış; Cladius döneminde eklemeler yapılmış, Trajan döneminde tamamlanmıştır. Sahne binasının ilk iki katı Neron döneminde, üçüncü kat ise Septimius Severus döneminde inşa edilmiştir. Analemma duvarları 92-112 yılları arasında, velarium (tente) ve scaenae frons süslemeleri 140-144 yılları arasında, velarium yenilemesi ise 200-210 arasında yapılmıştır. Sahnenin ön yüzü nişler, sütunlar, kabartma ve heykellerle bezenmiştir. Auditorium üzerinde sütunlu bir galeri yer almaktadır. Orkestrası yarım daire biçimlidir. Paradoslar ise Grek özelliği gösterir. Auditoriumu iki diazoma ile üç bölüme ayrılmıştır ve en alt oturma sırasında orkestrayı çevreleyen korkuluklar yer almaktadır. Yamaca yaslanmış olması, auditoriumunun at nalı biçimli olması ve paradosların çapraz olması Hellenistik özellikleridir, orkestra yarım daire biçimiyle ve sahnenin düzenlenişi Roma planındadır. Auditoriumun genişliği 145 metre, yüksekliği 30 metredir. Yaklaşık 24-25 bin kişi kapasitelidir. Sahne 25x40 metre ölçülerindedir.
At nalı biçimli auditoriumu nedeniyle daha önce bir Hellenistik tiyatro olduğu düşünülür. Caveanın alt kısmında 26, üst kısmında 16 oturma sırası bulunur. Proskenionu, imparatorluk döneminde yenilenmiştir. Skene ön cephesinde Dor düzeninde yarım sütunlar yer almaktadır. Skenenin arkasındaki koridorun iki ucundaki odaların kapıları üzerinde “Homerites”, “Olimpionikos”, “Asttonikos” gibi oyuncu isimleri bulunmaktadır. Paradoslar herhangi bir değişikliğe uğramamıştır. Güney paradosta yer alan yazıtta logeion ve proskenenin 10 kez üst üste stephanephores olmuş G. Iulios Zolios tarafından yaptırılıp tanrıça Aphrodite ve Demos'a ithaf edilmiş olduğunu bildirir. Bu yazıtta bahsedilen kişi M.Ö. 39 – 27 arasında yaşamış olmalıdır. Başka bir yazıtta ise cunei'de yapılan çalışmaların Aristocles Mosollos tarafından Artemis ve Sebastoi'ye ithaf edildiği görülmüştür. Bu yazıt da 1. yüzyıl tarihi vermektedir. Antonius Pius (138-161) dönemi'nde yaşamış T. Cladius Zoilos tarafından ve M. Aurelius (161-180) zamanında yaşamış M. Aurelius Menestheus Scopas orkestrada çalışmalar yaptırmışlardır. Yaklaşık 10.000 kişi kapasitelidir.
Asya kıtasında sahne binası ayakta kalmış tek Roma tiyatrosu olan yapı, halen tiyatro binası olarak kullanılır.
Klasik Roma açıkhava tiyatrosu olan Aspendos, ele geçen bir yazıttan öğrenildiğine göre M. Aurelius döneminde mimar Theodoros'un oğlu Zenon tarafından tasarlanmıştır. Sahne binasının her iki yanındaki giriş bölümleri üzerine işlenmiş olan Grekçe ve Latince yazıtlar Curtius Crispinus ile Curtius Auspicatus'un tiyatroyu “ülkenin tanrılarına ve imparatorluk evine” sunduklarını belirtmektedir.
Küçük bir bölümü yamaca dayanmış olan Aspendos Tiyatrosu'nun üst kesimi tonozlu üzerine inşa edilmiştir ve auditoriumu at nalı biçimlidir. Böyle bir biçim Hellenistik geleneğe bağlılık ya da mimari zorunluluk olarak ortaya çıkmış olabilir.
Paradoslar paraleldir ve tonozludur, bunların üzerinde localar yer alır. Auditorium bir diazoma ile iki kısma ayrılmış ve üstteki bölümün en üst sırası 50 sütunlu bir revak ile örtülmüştür. Sahne binası, scaenae frons ve proskeneden oluşmaktadır ve iki katlıdır. Scaenae fronsun proskeneye açılan 5 kapısı vardır. Bunlardan ortada yer alan büyük kapı “porta regia”, küçük olanlar ise “porta hospitales” olarak adlandırılıyordu. Skene frons günümüze ulaşmayan zengin bir sütun mimarisi ile bezenmişti, sütunlar dönüşümlü olarak yuvarlak ve üçgen alınlıklar taşıyorlardı.
Sahne dış duvarı iç düzenleme ile uyumludur. Dış duvarın en üst sırasındaki 17 pencere, auditoriumdaki kemerli bölüme karşılık gelmektedir. Dış yüzdeki basit bir silme ile yapının iki katlılığı vurgulanmıştır.
Perge tiyatrosunda Roma ve Grek mimari özellikleri bir arada görülmektedir. Tonozlarla taşınan diazoma, auditoriumun üst kesimini çeviren sütunlu galeri ve yüksek sahne binası Roma mimari özellikleri gösterir. Buna karşın bir yamaç üzerine inşa edilmiş olması, üstü açık paradoslar ve at nalı biçimli auditorium ve orkestra ise Grek özelliğidir. Yaklaşık 15.000 kişi kapasiteli olan tiyatroya diazomanın iki yanında bulunan kapılar ve paradoslardan geçilerek girilebilmekteydi. 2. yüzyılın ikinci yarısında inşa edilmiş olan sahne iki katlıydı ve oldukça zengin biçimde bezeliydi. Gladyatör ve vahşi hayvan dövüşleri yapılıyor olması nedeniyle auditoriumun en alt sırasına orkestrayı çevreleyen korkuluklar eklenmiştir.
Bir arşitrav yazıtında Marcus Plancius Rutlius Varus isimli Pergeli bir senatörün tiyatro inşaatında finansör olduğu bilgileri vardır. Başka bir yazıtta Tacitus döneminde (272-276) orkestra ve sahnedeki değişikliklere işaret eder. Sahne binasının Dionysos ile ilgili frizi Antoninler (117-193), Kentauromakhia ve Gigantomakhia frizleri Gallienus (260-268) dönemi özellikleri göstermektedirler. Yapının son şeklini alması Nero döneminden (54-68) Tacitus dönemine kadar devam eden süreç içinde gerçekleşmiştir.
Eski Side sınırları içinde Helenistik zamanların ve Roma İmparatorluğu'nun çok zengin bir döneminde yapılmıştır (M.S.120 ve M.S.175-200). Tonozlu temeller üzerine oturtulan yapı, bu biçimdeki inşa sistemiyle Doğu Akdeniz'deki tek örnektir. Skene arkasındaki yer alan agora ile birlikte auditoriumun yerleştirildiği tonuzlu ve iki katlı konstrüksiyonun Side'nin kuzey-güney yönlü caddesine dayanması, halkın rahatlıkla ve kısa zamanda yapıya girip çıkmasını sağlamıştı. Ancak auditoriumun yarım daireyi aşan şekli Hellenistik geleneğe uygundur. Sahne binası üç katlı ve auditorium ile aynı yükseklikte olmalıydı. Sahne binasının ön yüzü sütunlar, heykeller ve nişler ile zengin bir biçimde süslenmiştir. Proskenionun arkasında, skenenin alt bölümü mitolojik olayları tasvir eden kabartmalarla bezelidir. Paradoslar tonozlarla kapatılmıştır ve auditoriuma çapraz şekildedir. Auditoriumun her iki ucundaki iki küçük şapel ile auditorium sıralarında rahiplerin oturacağı yerler yazıtlarla gösterilmiştir ki bu da tiyatronun 5.-6. yüzyıllarda kilise olarak kullanıldığı göstermektedir.
Tiyatro Mersin ilinin Erdemli İlçesi batısında bugünkü adı Ayaş olan Elaiussa Sebaste antik kentindedir. karayolu üzerinde olup Mersin'e olan uzaklığı 55 kilometre kadardır. Tiyatro muhtemelen ikinci yüzyılda Marcus Aurelius (M.S. 161-180) ile Lucius Verus (M.S.161-169) tarafından yaptırılmıştır. Tiyatro 2350 kişiliktir. Orta yolun altında 16 sıra ve üstünde de 7 sıra vardır. Tiyatronun güneyinde halen kazı işleri devam etmekte olan antik liman vardır. Günümüzde tiyatro ve çevresindeki antik kent İtalyan arkeolog Eugenia Equini Schneider tarafından kazılmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5159",
"len_data": 8461,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.61
}
|
Tsunami [Japoncada "liman dalgası" anlamına gelen "津波" (つなみ) sözcüğünden] ya da dev dalga, okyanus ya da denizlerin tabanında oluşan deprem, gök taşı düşmesi, deniz altındaki nükleer patlamalar, yanardağ patlaması ve bunlara bağlı taban çökmesi, zemin kaymaları gibi tektonik olaylar sonucu denize geçen enerji nedeniyle oluşan uzun periyotlu deniz dalgalarıdır. Ayrıca kasırgalar da tsunamiye neden olabilir. Önceleri tsunami dalgalarına gelgit dalgaları da denmiştir. Tsunamilerin %80'i Pasifik Okyanusu'nda gerçekleşir.
Yunan tarihçi Thukididis, tsunamilerin denizaltı depreminden kaynaklandığını Peleponnes Savaşı'nın Tarihi adlı kitabında öne sürdü. Tukididis'in, bu öneriyi ileri süren ilk kişi olarak bilinmesine karşın tsunaminin oluşumu hakkında 20. yüzyıla dek pek bir şey bilinmemekteydi. Konu, hâlâ araştırılmaktadır. İlk jeolojik, coğrafik ve oşinografik makaleler, tsunamileri "depremsel deniz dalgaları" olarak adlandırdı.
Tropikal kasırga gibi bazı hava koşulları, büyük alçak basınç alanlarını oluşturarak "fırtına dalgalanması" () denilen fırtınalarda denizin çok yükselmesi olgusuyla meteotsunamilere neden olabilir. Meteotsunamiler de deniz seviyesini gelgit normalin birkaç metre üstünde çıkartabilir. Bu değişim, alçak basınç alanındaki düşük atmosfer basıncından kaynaklanır. Bu "fırtına dalgalanması" kıyıya erişince çevreyi suya boğarak tsunamiye benzetilebilirler.
Tsunami dalgaları olağan denizaltı akımlarına ya da deniz dalgalarına benzemez, çünkü dalga boyları çok daha uzundur. Bir tsunami, başlangıçta hızla yükselen bir gelgite benzeyebilir. Bu nedenle gelgit dalgası olarak adlandırılır -her ne kadar bu kullanım bilim toplulukları tarafından tercih edilmese de-; bu, gelgitler ve tsunamiler arasındaki nedensel ilişkinin yanlış anlaşılmasına neden olabilir. Tsunamiler genel olarak "dalga treni" olarak adlandırılan dakikalar ve saatler arasında değişen periyotlardan oluşan bir dizi dalgadan oluşur. Büyük olaylarla onlarca metrelik dalgalar oluşabilir. Tsunamilerin etkisi kıyı alanlarıyla sınırlı olsa da yıkıcı güçleri muazzam olabilir ve tüm okyanus havzalarını etkileyebilir. 2004 Hint Okyanusu tsunamisi, insanlık tarihinin en ölümcül doğal yıkımları arasındaydı, Hint Okyanusu'nu sınırlayan 14 ülkede en az 230.000 kişi öldü ya da kayboldu.
Terminoloji.
Tsunami.
"Tsunami" (津波) Japoncada liman dalgası anlamına gelir. Türkçe karşılık olarak "dev dalga" önerilmiştir.
Gelgit dalgası.
Tsunamiler bazen gelgit dalgası olarak adlandırılır. Bir zamanlar popüler olan bu terim, tsunaminin en yaygın görünümünden, yani olağanüstü yüksek bir gelgit deliğinden kaynaklanmaktadır. Tsunamiler ve gelgitler, iç kısımda hareket eden su dalgaları üretir, ancak bir tsunami durumunda, suyun iç hareketi çok daha büyük olabilir ve inanılmaz derecede yüksek ve güçlü bir gelgit izlenimi verir. Son yıllarda gelgit dalgası terimi gözden düştü, özellikle bilim camiasında, çünkü tsunamilerin nedenlerinin, suyun yer değiştirmesinden ziyade ayın ve güneşin yerçekimi çekmesi ile üretilen gelgitlerle ilgisi yoktur. "Gelgit" anlamları gelgite "benzeyen" veya gelgit biçimine veya karakterine sahip olsa da, gelgit dalgası teriminin kullanımı jeologlar ve okyanus bilimciler tarafından vazgeçirilmektedir.
Sismik deniz dalgası.
Sismik deniz dalgası terimi de aynı fenomeni ifade etmek için kullanılır, çünkü dalgalar en sık deprem gibi sismik aktivite tarafından üretilir. İngilizcede tsunami teriminin kullanımının artmasından önce, bilim adamları genellikle gelgit dalgası yerine sismik deniz dalgası teriminin kullanılmasını teşvik ettiler. Bununla birlikte, tsunami gibi, sismik deniz dalgası tam olarak doğru terim değildir, deprem dışındaki kuvvetler - sualtı heyelanları, volkanik patlamalar, sualtı patlamaları, okyanusa düşen kara veya buz, göktaşı etkileri ve atmosfer basıncının çok hızlı değiştiği hava - su gibi yer değiştirerek bu dalgaları üretebilir.
Tarih.
Japonya tsunami tarihinin en uzun tarihine sahip olsa da, 2004 Hint Okyanusu depremi ve tsunami olayının neden olduğu saf yıkım, modern zamanlarda türünün en yıkıcısı olarak işaret ediyor bu olayda yaklaşık 230.000 insan ölmüştür. Endonezya'nın Sumatra bölgesi de adanın kıyılarında meydana gelen çeşitli depremler ve tsunamilere alışkındır.
Tsunamiler Akdeniz'de ve Avrupa'nın bazı bölgelerinde sıklıkla hafife alınan bir tehlikedir. Tarihsel ve güncel (risk varsayımlarına ilişkin), 1755 Lizbon depremi ve tsunamisi (Azorlar-Cebelitarık Dönüşüm Fayı'nın neden olduğu), her biri onbinlerce ölüme neden olan 1783 Calabrian depremleri ve 1908 Messina depremi ve tsunamisi önemlidir. Tsunami Sicilya ve Calabria'da 123.000'den fazla can aldığı iddia ediliyor ve bu onu Avrupa'nın en ölümcül doğal felaketlerinden biri yapıyor. Norveç Denizi'ndeki Storegga Heyalanı ve Britanya Adaları'nı etkileyen bazı tsunami örnekleri, toprak kayması ve meteotsnamis ağırlıklı olarak deprem kaynaklı dalgalara işaret ediyor.
M. Ö. 426 gibi erken bir tarihte Yunan tarihçi Thukididis, Mora Yarımadası Tarihi adlı kitabında tsunami nedenleri hakkında sorular sordu ve ilk neden okyanus depremlerinin olması gerektiğini savunuyordu.Bence bu doğal olayın nedeni depremde aranmalıdır. Şokun en şiddetli olduğu noktada deniz geri çekiliyor ve aniden tekrarlanan kuvvetle geri tepme, su baskınına neden olur.Roma tarihçisi Ammianus Marcellinus, MS 365 tsunami İskenderiye'yi harap ettikten sonra yeni başlayan bir deprem, denizin ani geri çekilmesi ve ardından gelen devasa bir dalga da dahil olmak üzere bir tsunaminin oluşumunu tarif etti.
Nedenleri.
Bir tsunaminin ana üretim mekanizması, önemli miktarda suyun yer değiştirmesi veya denizin bozulmasıdır. Suyun bu yer değiştirmesi genellikle depremlere, toprak kaymalarına, volkanik patlamalara, buzul buzağılamalarına veya daha nadiren göktaşları ve nükleer testlere bağlıdır.
Sismisite.
Tsunamiler, deniz tabanı aniden deforme olduğunda ve üstteki suyu dikey olarak yer değiştirdiğinde oluşabilir. Tektonik depremler, Dünya'nın kabuk deformasyonu ile ilişkili belirli bir deprem türüdür; bu depremler denizin altında meydana geldiğinde, deforme olmuş alanın üzerindeki su denge konumundan çıkar. Daha spesifik olarak, yakınsak veya levha tektoniği sınırları ile ilişkili itme hataları aniden hareket ettiğinde, ilgili hareketin dikey bileşeni nedeniyle su yer değiştirmesine neden olduğunda bir tsunami oluşturabilir. Normal (Genişlemeli) faylar üzerindeki hareket de deniz tabanının yer değiştirmesine neden olabilir, ancak bu tür olayların sadece en büyüğü (tipik olarak dış hendekte şişme ile ilgili) 1977 Sumba ve 1933 Sanriku olaylarıdır.
Tsunamiler denizde küçük bir dalga yüksekliğine ve çok uzun bir dalga boyuna sahiptir (genellikle yüzlerce kilometre uzunluğunda, normal okyanus dalgalarının dalga boyu sadece 30 veya 40 metredir), bu yüzden genellikle denizde fark edilmeden geçerler ve normal deniz yüzeyinin genellikle yaklaşık 300 milimetre (12 inç) üzerinde hafif bir şişlik oluştururlar. Herhangi bir gelgit durumunda bir tsunami meydana gelebilir ve gelgitlerde bile kıyı bölgelerini sular altında bırakabilir.
1960 Büyük Şili depremi (Mw 9.5), 1964 Alaska depremi (Mw 9.2), 2004 Hint Okyanusu depremi (Mw 9.2) ve 2011 Tōhoku depremi (Mw 9.0) tsunamiler(teletsunami olarak bilinir) üretene güçlü megathurst depremlerine örnektir tüm okyanusu geçebilir. Japonya'daki daha küçük (Mw 4.2) depremler, kıyı şeridinin parçalarını tahrip edebilen ancak bir seferde sadece birkaç defa meydana gelebilen tsunamileri tetikleyebilir.
Heyelanlar.
1950'lerde, daha önce mümkün olduğuna inanılandan daha büyük tsunamilerin dev denizaltı heyelanlarından kaynaklanabileceği keşfedildi. Enerji suyun emebileceğinden daha hızlı bir oranda aktarıldığı için, bunlar büyük su hacimlerini hızla yer değiştirir. Alaska'daki Lituya Körfezi'ndeki dev bir heyelanın 524 metre (1.719 ft) yüksekliğe sahip kaydedilen en yüksek dalgaya neden olduğu 1958'de doğrulandı.
Başka bir heyelan-tsunami olayı 1963 yılında Monte Toc'tan devasa bir heyelanın İtalya'daki Vajont Barajı'nın arkasındaki rezervuara girmesiyle meydana geldi. Ortaya çıkan dalga 262 metrelik (860 ft) yüksek barajın üzerinden 250 metre (820 ft) yükseldi ve birkaç kasabayı yok etti. Yaklaşık 2.000 kişi öldü. Bilim adamları bu dalgaları megatsunami olarak adlandırdılar.
Bazı jeologlar volkanik adalardan gelen büyük heyelanların, örn. Kanarya Adaları'ndaki La Palma'daki Cumbre Vieja, okyanusları geçebilen mega tsunamiler üretebilir, ancak bu birçokları tarafından tartışılır.
Genel olarak, heyelanlar esas olarak kıyı şeridinin daha sığ kısımlarında yer değiştirmeler meydana getirir ve suya giren büyük heyelanların doğası hakkında bir varsayım vardır. Bunun daha sonra kapalı koylarda ve göllerdeki suyu etkilediği gösterilmiştir, ancak kaydedilmiş tarih içinde bir transokeanik tsunamiye neden olacak kadar büyük bir heyelan meydana gelmemiştir. Bu olay için müsait konumların Hawaii'nin Büyük Adası, Cape Verde Adaları'ndaki Fogo, Hint Okyanusu'ndaki La Reunion ve Kanarya Adaları'ndaki La Palma adasındaki Cumbre Vieja olduğu düşünülmektedir; diğer volkanik okyanus adalarıyla birlikte.
Hava olayları.
Bazı meteorolojik koşullar, özellikle berometrik basınçtaki hızlı değişiklikler, bir cephenin geçişi ile görüldüğü gibi, sismik tsunami ile karşılaştırılabilir dalga boylarına sahip dalga trenlerine neden olacak kadar su kütlelerini yerinden edebilir, ancak genellikle bu düşük enerjilidir. Bunlar esasen dinamik olarak sismik tsunami ile eşdeğerdir, tek fark, meteotsunamisin önemli sismik tsunamilerin transokean erişiminden yoksun olması ve suyu yer değiştiren gücün, meteotsunamisin anında yaratıldığı şekilde modellenemeyeceği bir süre boyunca sürdürülmesidir. Düşük enerjilerine rağmen, rezonansla çoğaltılabilecekleri kıyı şeritlerinde, bazen lokalize hasara ve insan hayatı kaybına neden olacak kadar güçlüdürler. Büyük Göller, Ege Denizi, İngiliz Kanalı ve yerel bir isme sahip olacak kadar yaygın olan Balear Adaları da dahil olmak üzere birçok yerde belgelendi. Yıkıcı meteotsunamilerin bazı örnekleri Nagasaki'de 31 Mart 1979 ve Menorca'da 15 Haziran 2006,
Meteotsunamiler fırtına dalgalarıyla karıştırılmamalıdır, Tropikal siklonların düşük barometrik basıncı ile ilişkili deniz seviyesinde yerel artışlar, ne de güçlü kıyı rüzgârlarından kaynaklanan deniz seviyesinin geçici olarak yerel olarak yükselmesi durumuyla karıştırılmamalıdır. Fırtına dalgalanmaları ve yerleşimi şiddetli havalarda kıyı taşkınlarının tehlikeli nedenleridir, ancak dinamikleri tsunami dalgalarıyla tamamen ilgisizdir. Dalgaların yaptığı gibi, kaynaklarının ötesine yayılamazlar.
İnsan yapımı veya tetiklenen tsunamiler.
Tektonik bir silah olarak en az bir tsunami dalgası yaratma potansiyeli üzerine çalışmalar yapılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı'nda Yeni Zelanda Askeri Kuvvetleri, bugünkü Shakespear Bölge Parkı alanında patlayıcılarla küçük tsunamiler yaratmaya çalışan "Project Seal'ı" başlattı; girişim başarısız oldu.
Bir düşman kıyı şeridinin yakınında tsunamiye neden olmak için nükleer silah kullanma olasılığı konusunda önemli spekülasyonlar oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında bile geleneksel patlayıcıların kullanıldığı fikrinin incelenmesi araştırıldı. Amerika Birleşik Devletleri tarafından Pasifik kanıtlama alanındaki nükleer testler kötü sonuçlar doğurmuş gibi görünüyordu. Crossroads Operasyonu, biri hava diğeri sualtı olmak iki adet 20 kiloton TNT (84 TJ) bomba ateşlendi, Bikini Atolü lagününün sığ (50m(160 ft)) sularının üstünde ve altında. En yakın adadan yaklaşık 6 km (3.7 mil) mesafedeki kıyı şeridene dalgalar ulaştığında 3–4 m'den (9,8-13,1 ft) daha yüksek değildi. Diğer sualtı testleri, başta Hardtack I /Wahoo (derin su) ve Hardtack I/Umbrella (sığ su) sonuçları doğruladı. Sığ ve derin sualtı patlamalarının etkilerinin analizi, patlama enerjisinin kolayca derinlik üretmediği, tsunami olan tüm okyanus dalga formları; Enerjinin çoğu buhar oluşturur, suyun üzerinde dikey çeşmelere neden olur ve sıkıştırma dalga formları oluşturur. Tsunamiler, patlamalarda meydana gelmeyen çok büyük miktarlarda suyun sürekli büyük dikey yer değiştirmeleri ile ayırt edilir.
Özellikleri.
Tsunamiler iki mekanizma ile hasara neden olur: yüksek hızda hareket eden bir su duvarının darbe kuvveti ve araziden süzülen ve beraberinde büyük miktarda enkaz taşıyan büyük hacimli suyun yıkıcı gücü, büyük görünmeyen dalgalarda bile.
Günlük rüzgâr dalgalarının dalga boyu (tepeden tepeye) yaklaşık 100 metre (330 ft) ve yüksekliği yaklaşık 2 metre (6.6 ft), derin okyanustaki bir tsunami, 200 kilometreye (120 mil) kadar büyük bir dalga boyuna sahiptir. Böyle bir dalga saatte 800 kilometreden (500 mil/saat) daha fazla hareket eder, ancak muazzam dalga boyu nedeniyle herhangi bir noktadaki dalga salınımı bir döngüyü tamamlamak için 20 veya 30 dakika sürer ve sadece yaklaşık 1 metre (3.3 ft) genliğe sahiptir.) Bu, tsunamileri derin sularda gemilerin geçişlerini hissedemediği yerlerde tespit etmeyi zorlaştırır.
Bir tsunaminin hızı, suyun derinliğinin kare kökünün, yerçekimi nedeniyle hızlanma ile çarpılarak metre cinsinden (10 m/s2'ye yakın) elde edilmesiyle hesaplanabilir. Örneğin, Pasifik Okyanusu'nun 5000 metre derinliğe sahip olduğu düşünülürse, tsunaminin hızı formula_1 (5000 x 10) = formula_150000 = saniyede formula_3 224 metre (saniyede 735 feet) karekökü olacaktır, bu da saatte formula_3 806 kilometre veya saatte yaklaşık 500 mil hıza eşittir. Bu, sığ dalgalarının hızını hesaplamak için kullanılan formüldür. Derin okyanus bile bu anlamda sığdır, çünkü bir tsunami dalgası karşılaştırma ile çok uzun (tepeden tepeye).
Japonca adı "liman dalgası" olmasının nedeni bir köyün balıkçılarının yelken açması ve deniz balıkçılığı sırasında olağandışı dalgalarla karşılaşmaması ve daha sonra karaya geri döndüklerinde köylerini büyük bir dalga tarafından harap edilmiş olarak bulmasıdır.
Tsunami sahile yaklaştıkça ve sular sığlaştıkça, dalga sığlaşması dalgayı sıkıştırır ve hızı saatte 80 kilometrenin (50 mph) altına düşer. Dalga boyu 20 kilometreden (12 mil) daha az azalır ve genişliği Green yasasına göre muazzam bir şekilde büyür. Dalga hâlâ aynı çok uzun süreye sahip olduğundan, tsunaminin tam yüksekliğe ulaşması birkaç dakika sürebilir. En büyük tsunami hariç, yaklaşan dalga kırılmaz, daha ziyade hızlı hareket eden bir gelgit deliği gibi görünür. Çok derin suya bitişik açık koylar ve sahiller, tsunamiyi daha dik bir cepheye sahip basamak benzeri bir dalgaya dönüştürebilir.
Tsunaminin dalga zirvesi kıyıya ulaştığında, deniz seviyesindeki sonuçta ortaya çıkan geçici yükseliş koşulu olarak adlandırılır. Akma referans deniz seviyesinden metre cinsinden ölçülür. Büyük bir tsunami, saatlerce gelen birden fazla dalgaya sahip olabilir. Sahile ulaşan ilk dalga en yüksek akıntıya sahip olmayabilir. Tsunamilerin yaklaşık %80'i Pasifik Okyanusu'nda meydana gelir, ancak göller de dahil olmak üzere büyük su kütlelerinin olduğu her yerde mümkündür. Bunlara depremler, toprak kaymaları, volkanik patlamalar, buzul buzağıları ve bolidler neden olur.
Dezavantajı.
Dalgaların pozitif ve negatif bir zirvesi vardır; yani bir sırt ve bir çukur. Bir tsunami gibi yayılan bir dalga durumunda, ilk gelenler de olabilir. Kıyıya ilk ulaşılan kısım sırt ise, karada fark edilen ilk etki büyük bir kırılma dalgası veya ani sel olacaktır. Ancak ulaşılacak ilk bölüm bir çukur ise, kıyı şeridi dramatik bir şekilde azaldıkça, normalde batık alanları açığa çıkaracak bir dezavantaj meydana gelecektir. Dezavantajı yüz metreyi aşabilir ve tehlikeden habersiz insanlar bazen meraklarını gidermek veya maruz kalan deniz tabanından balık toplamak için kıyaya yakın kalırlar.
Zarar veren bir tsunami için tipik bir dalga süresi yaklaşık 12 dakikadır. Böylece, deniz 3 dakika sonra deniz seviyesinin çok altında kalan alanlar ile dezavantaj aşamasında gerilemektedir. Sonraki 6 dakika boyunca, dalga oluğu kıyaya taşabilecek bi sırt haline gelir ve yıkım başlar. Sonraki 6 dakika boyunca, dalga bir sırttan bir oluğa dönüşür ve sel suları ikinci bir dezavantaja dönüşür. Mağdurlar ve enkaz okyanusa sürüklenebilir. Süreç sonraki dalgalarla tekrarlanır.
Ölçekleri.
Depremlerde olduğu gibi, farklı olaylar arasında karşılaştırmaya izin vermek için tsunami yoğunluğu veya büyüklüğünde ölçekler oluşturmak için birkaç girişimde bulunulmuştur.
Yoğunluk.
Tsunaminin yoğunluğunu ölçmek için rutin olarak kullanılan ilk ölçekler Sieberg-Ambreseys ölçeğidir (1962), Akdeniz ve İmamura-lida yoğunluk ölçeğinde kullanılır (1963), Pasifik Okyanusunda kullanılır. İkinci ölçek Soloviev (1972) tarafından değiştirildi, tsunami yoğunluğunu "I" formülüne göre hesaplanır:
formula_5
Burada formula_6 en yakın sahil şeridi boyunca ortalaması alınan "tsunami yüksekliği" dir, tsunami yüksekliği, tsunaminin meydana geldiği sırada su seviyesinin normal gelgit seviyesinin üzerine çıkması olarak tanımlanır. Soloviev-Imamura tsunami yoğunluk ölceği olarak bilinen bu ölçek, NGDC / NOAA ve Novosibirsk Tsunami Laboratuvarı tarafından tsunami büyüklüğünün ana parametresi olarak derlenen küresel tsunami kataloglarında kullanılmaktadır.
Bu formül şunları sağlar;
2013 yılında, 2004 ve 2011 yıllarında yoğun olarak çalışılan tsunamileri takiben, 12 puanlık yeni bir ölçek önerildi; Entegre Tsunami Yoğunluk Ölçeği (ITIS-2012), değiştirilmiş ESI2007 VE EMS deprem yoğunluğu ölçekleriyle mümkün olduğunca yakından eşleşmesi amaçlanmıştır.
Büyüklük.
Belirli bir konumdaki bir yoğunluktan ziyade, gerçekten bir tsunami için bir büyüklük hesaplayan ilk ölçek, Murty & Loomis tarafından potansiyel enerjiye dayalı olarak önerilen ML ölceğiydi. Tsunaminin potansiyel enerjisini hesaplamadaki zorluklar, bu ölçeğin nadiren kullanıldığı anlamına gelir. Abe, tsunami büyüklük ölçeğini formula_11'dan hesapladı,
formula_12
burada h, merkez üssünden R mesafesindeki bir gelgit göstergesi ile ölçülen maksimum tsunami dalgası genliğidir (m cinsinden), a, b ve D, Mt ölceğinin moment büyüklüğü ölçeği ile mümkün olduğunca yakın eşleşmesi için kullanılan sabitlerdir.
Tsunami yükseklikleri.
Yükseklikleri açısından tsunami'nin farklı özelliklerini tanımlamak için birkaç terim kullanılır:
Uyarılar ve tahminler.
Kusur ve hatalar kısa bir uyarı görevi görebilir. Kusurları gözlemleyen insanlar, ancak hemen yüksek bir zemin için koşarlarsa veya yakınındaki binaların üst katlarına ulaşabilirlerse hayatta kalabilirler. 2004 yılında, on yaşındaki Surrey, İngiltere'den Tilly Smith, anne ve kız kardeşi ile Tayland'ın Phuket kentindeki Maikhao plajındaydı. Tayland hükûmet yetkilileri, ailesi ve kız kardeşi ile birlikte son zamanlarda okulda tsunami hakkında bilgi sahibi olan ailesine, bir tsunaminin yakın olabilceğini söyledi. Ailesi, dalga gelmeden dakikalar önce başkalarını uyardı ve düzinelerce hayat kurtardı. Coğrafya öğretmeni Andrew Kearney'e güveniyordu.
2004 Hint Okyanusunda tsunami dezavantajı Afrika kıyılarında veya ulaştığı diğer doğu kıyılarında rapor edilmedi. Bunun nedeni, ilk dalganın megathrust'un doğu tarafında aşağıya, batı tarafında yukarı doğru hareket etmesiydi. Batı vuruşu kıyı Afrika'ya ve diğer batı bölgelerine çarptı.
Bir depremin büyüklüğü ve yeri bilinse bile, bir tsunami tam olarak tahmin edilemez. Jeologlar, oşinograflar ve sismologlar her depremi analiz eder ve birçok faktöre dayanarak bir tsunami uyarısı verebilir veya vermeyebilir. Bununla birlikte, yaklaşmakta olan bir tsunaminin bazı uyarı işaretleri vardır ve otomatik sistemler depremden hemen sonra hayat kurtarmak için uyarılar sağlayabilir. En başarılı sistemlerden biri, şamandıralara bağlı olan, üstteki su sütununun basıncını sürekli olarak izleyen alt basınç sensörlerini kullanır.
Yüksek tsunami riski olan bölgeler, dalga karaya ulaşmadan önce popülasyonu uyarmak için tsunami uyarı sistemlerini kullanır. Pasifik Okyanusu tsunamisine eğilimli olan Amerika Birleşik Devletleri'nin batı kıyısında, uyarı işaretleri tahliye yollarını göstermektedir. Japonya'da, topluluk depremler ve tsunamiler hakkında iyi eğitimlidir ve Japon kıyı şeridi boyunca, tsunami uyarı işaretleri, tipik olarak çevre tepelerinin uçurumunun tepesinde bulunan bir uyarı sirenleri ağı ile birlikte doğal tehlikeleri hatırlatır.
Pasifik Tsunami Uyarı Sistemi, Honolulu, Hawai'i merkezli. Pasifik Okyanusu'nun sismik aktivitesini izler. Yeterince büyük bir deprem büyüklüğü ve diğer bilgiler bir tsunami uyarısını tetikler. Pasifik çevresindeki batma bölgeleri sismik olarak aktifken, tüm depremler bir tsunami üretmez. Bilgisayarlar, Pasifik Okyanusunda ve bitişik kara kütlelerinde meydana gelen her depremin tsunami riskini analiz etmeye yardımcı olur. Hint Okyanusu tsunamisinin doğrudan bir sonucu olarak, tsunami tehdidinin tüm kıyı alanları için yeniden değerlendirilmesi ulusal hükûmetler ve Birleşik Milletler Afet Azaltma Komitesi tarafından üstlenilmektedir. Hint Okyanusunda bir tsunami uyarı sistemi kuruluyor.
Bilgisayar modelleri, genellikle varış saatinden birkaç dakika içinde tsunami varışını tahmin edebilir. Alt basınç sensörleri bilgileri gerçek zamanlı olarak iletebilir. Bu basınç okumalarına ve diğer sismik bilgilere ve deniz tabanının şekline (batimetri) ve kıyı topografyasına dayanarak, modeller yaklaşan tsunaminin genliğini ve dalgalanma yüksekliğini tahmin ediyor. Tüm Pasifik Kıyıları ülkeleri Tsunami Uyarı Sisteminde işbirliği yapar ve çoğu zaman tahliye ve diğer prosedürleri uygular. Japonya'da böyle bir hazırlık hükûmet, yerel yetkililer, acil servisler ve nüfus için zorunludur. Amerika Birleşik Devletleri'nin batı kıyısında, sirenlere ek olarak, Acil Durum Uyarı Sistemi kullanılarak Ulusal Hava Durumu Servisi aracılığıyla televizyon ve radyoda uyarılar gönderilir.
Hayvanlardaki etkileri.
Bazı zoologlar, bazı hayvan türlerinin deprem veya tsunamiden sesaltı Rayleigh dalgalarını algılama yeteneğine sahip olduğunu varsaymaktadır. Doğruysa, davranışlarını izlemek deprem ve tsunamiler hakkında önceden uyarı verebilir. Ancak, kanıtlar tartışmalıdır ve geniş çapta kabul görmemektedir. Lizbon depremiyle ilgili olarak bazı hayvanların daha yüksek bir yere kaçtıklarını iddia ederken, aynı bölgelerdeki diğer birçok hayvan boğuldu. Bu olay, 2004 Hint Okyanusu depreminde Sri Lanka'daki medya kaynakları tarafından da not edildi. Bazı hayvanların (örneğin filler) tsunaminin sahile yaklaşırken seslerini duymuş olması mümkündür. Fillerin tepkisi yaklaşan gürültüden uzaklaşmaktı. Buna karşılık, bazı insanlar araştırmak için kıyıya gitti ve birçoğu sonuç olarak boğuldu.
Önlemler.
Bazı tsunami eğilimli ülkelerde, karada meydana gelen hasarı azaltmak için deprem mühendisliği önemleri alınmıştır.
Tsunami bilimi ve müdahale önlemlerinin 1896'da bir felaketin ardından ilk başladığı Japonya, her zamankinden daha ayrıntılı karşı önlemler ve müdahale planları üretti. Ülke, kalabalık kıyı alanlarını korumak için 12 metreye (39 ft) kadar birçok tsunami duvarı inşa etti. Diğer mahaller, 15,5 metre yüksekliğe kadar olan taşkınlar ve gelen tsunamiden suyu yönlendirmek için kanallar inşa ettiler. Bununla birlikte, tsunamiler genellikle engelleri aştığı için etkinleri sorgulandı.
Fukushima Daiichi nükleer felaketi, dalgaların bitkinin deniz duvarının yüksekliğini aştığı 2011 Tōhoku depremi ve tsunami tarafından doğrudan tetiklendi. Tsunami açısından yüksek risk altındaki bir alan olan Iwate Eyaleti, kıyı kasabalarında toplam 25 kilometre (16 mil) uzunluğunda tsunami engel duvarlarına (Tarı deniz duvarı) sahipti. 2011 tsunami duvarların %50'sinden fazlasını devirdi ve felakete neden oldu.
12 Temmuz 1993 depreminden iki ila beş dakika içinde Hokkaidō Okushiri Adası'nı vuran Okushiri, Hokkaidō tsunami, 10 katlı bir bina kadar yüksek 30 metre (100 ft) yükseklikte dalgalar yarattı. Liman şehri Aonae tamamen bir tsunami duvarı ile çevriliydi, ancak dalgalar duvarın hemen üzerinde yıkandı ve bölgedeki tüm ahşap çerçeveli yapıları tahrip etti. Duvar tsunaminin yüksekliğini yavaşlatmayı ve hafifletmeyi başarmış olabilir, ancak büyük yıkımı ve yaşam kaybını engellemedi.
Dış bağlantılar.
__İÇİNDEKİLERZORUNLU__
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5163",
"len_data": 23890,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.11
}
|
Gelincik şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5165",
"len_data": 32,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 1.29
}
|
Ahmet Cevdet Sunay (10 Şubat 1899, Erzurum - 22 Mayıs 1982, İstanbul), Türk asker ve devlet adamı. Türkiye'nin 5. Cumhurbaşkanı ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12. Genelkurmay Başkanıdır.
Askerlik yaşamı.
10 Şubat 1899 tarihinde Erzurum'da doğdu. Diğer bazı kaynaklarda doğum tarihi olarak 1896 ya da 1899 yılı ve doğum yeri Trabzon olarak geçse de, başka bir kaynağa göre doğum tarihi 1900 yılı ve doğum yeri Trabzon ilinin Çaykara ilçesinin Ataköy mahallesi olarak gösterilmektedir. Babası Çaykara'nın Şinek (Ataköy) köyünden Alay Müftüsü İslâm Sabri Efendi, annesi Hatice Hanım'dır. İlk ve orta öğrenimini Erzurum, Kerkük, Edirne ve Kuleli Askerî Lisesinde yaptı. Birinci Dünya Savaşı sırasında, 7 Temmuz 1917 tarihinde subay namzedi olarak orduya katıldı. Aynı yıl Sina ve Filistin Cephesi'nde görev aldı. 1918 yılında İngilizlere esir düştü. Mısır'a götürüldü. Esaretten döndükten sonra, Türk Kurtuluş Savaşı'na katılarak, Güney Cephesi'nde görev aldı. Sonradan Batı Cephesi'nde görevini sürdürdü. 1927 yılında Harp Okulu öğrenimini tamamladı. 1930 yılında Harp Akademisini bitirdi. Silahlı Kuvvetler'de çeşitli görevler almıştır. 1949 yılında Tuğgeneral rütbesine terfi etti.
Tuğgeneral rütbesi ile 3. Zırhlı Tugay Komutanlığı ve Genelkurmay Harekât Daire Başkanlığı yapmıştır. 1952 yılında Tümgeneral rütbesine terfi etti. Tümgeneral rütbesi ile Genelkurmay Harekât Daire Başkanlığı ve 33. Tümen Komutanlığı görevlerinde bulundu. 1955 yılında Korgeneral rütbesine terfi etti. Korgeneral rütbesi ile 9. Kolordu Komutanlığı, Genelkurmay Harekât Başkanlığı ve Genelkurmay II. Başkanlığı görevlerinde bulunduktan sonra 1958 yılında Orgeneral rütbesine terfi etti. Orgeneral rütbesinde Genelkurmay II. Başkanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevlerini yürüttü. 2 Ağustos 1960 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı görevine atandı. 15 Mart 1966 tarihinde kendi isteği ile emekli oldu ve aynı yıl kontenjan senatörü seçildi.
Cumhurbaşkanlığı (1966-1973).
Cemal Gürsel'in rahatsızlığı sebebiyle görevden ayrılması üzerine, 28 Mart 1966'da Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye'nin beşinci Cumhurbaşkanı seçildi. 28 Mart 1973 tarihine kadar devam eden Cumhurbaşkanlığı döneminde zaman zaman sıkıntılı günler geçirdi. Sırasıyla Süleyman Demirel, Nihat Erim ve Ferit Melen'in hükûmet kurdukları bu dönemde en uzun müddet hükûmet başında kalan (27.10.1965-19.03.1971) Süleyman Demirel'dir. Demirel bu dönem için Sunay'ın ölümünden sonra: "Beş yıl, Cumhurbaşkanı Sunay ile rahat çalıştık. Birbirimizi anlıyorduk. Çankaya ile hükûmet arasındaki bu uyum Türkiye'ye pek çok şey kazandırmıştır" demiştir.
Türkiye'de sol hareketin ivme kazanması, CHP'nin "Ortanın Solu" sloganı, Ecevit'in adının duyulmaya başlaması, öğrenciler arasındaki sağ-sol kavgası, Yassıda Mahkemesi'nde yargılanıp hapse mahkûm olan ve Kayseri Kapalı Cezaevinde kalan başta Celâl Bayar olmak üzere Demokrat Parti milletvekillerinin affı ile siyasi haklar verilmesi mevzusunda o günlerin partileri arasındaki mücadele, Suat Hayri Ürgüplü'nün başbakanlığa getirilip (29 Nisan 1972) kurduğu hükûmetin Sunay tarafından önce uygun görülüp sonra reddedilmesi, üniversitelerde zaman zaman arama yapılması, hatta bazen kapatılması, İsmet İnönü'nün irtica ve Nurculuk kelimelerini sık sık tekrarlaması, 1967 Kıbrıs olayları, ABD Başkanı Johnson'un mektubu, Yargıtay Başkanı İmran Öktem'in cenaze merasimindeki olaylar (1969) ve sonrasındaki gösteriler, Birinci Boğaz Köprüsü, İstanbul ve Ankara'da bazı resmî binaların bombalanması Genelkurmay Başkanı Cemal Tural'in Askeri Şûra'ya alınarak Orgeneral Memduh Tağmaç'ın Genelkurmay Başkanı olması (12 Mart 1969), Millî Nizam Partisi'nin kurulması (26 Ocak 1970), İsrail Başkonsolosu'nun kaçırılması ve daha sonra öldürülmesi, üç İngiliz teknisyenin kaçırılıp öldürülmesi, Boğaziçi adlı yolcu uçağının Bulgaristan'a kaçırılması, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamı, İsmet İnönü'nün önce CHP liderliğinden daha sonra CHP'den ve milletvekilliğinden istifası, birinci ve ikinci Nihat Erim hükûmetleri (1971-1972), sonra Ferit Melen'in başbakanlığı ve benzeri olaylar ve meşhur 12 Mart Muhtırası Cevdet Sunay'ın cumhurbaşkanlığı döneminde cereyan etmiştir.
Yedi yıllık görev süresini 28 Mart 1973 tarihinde tamamladı ve cumhurbaşkanlığından ayrıldı. Aynı gün Cumhuriyet Senatosu tabii senatörü olarak göreve başladı ve 12 Eylül Darbesine kadar görevini sürdürdü.
1929 yılında Atıfet Hanım'la evlenen ve üç çocuğu olan Cevdet Sunay 22 Mayıs 1982'de 83 yaşında ölmüştür. Cenazesi, 28 Mayıs 1982'de törenle, Ankara Cebeci Asri Mezarlığında toprağa verildi. 6 yıl sonra, 30 Ağustos 1988'de, Büyük Zafer'in 66. yılı nedeniyle, Devlet Mezarlığına nakledilmiştir.
Halil Falyalı'nın iddiaları.
Sedat Peker'in öne sürdüğü uyuşturucu iddialarıyla gündeme gelen Kıbrıslı iş insanı Halil Falyalı, 15 Ekim 2021 tarihinde tutuklanıp mahkemeye sevk edildi. Mahkemede mal varlığı hakkında bilgi veren Falyalı, Cevdet Sunay hakkında şu açıklamalarda bulundu: "Fly Oil adında Kıbrıs'ın üçüncü büyük petrol şirketine sahibim. Bu petrol firması Cevdet Sunay'a aitti ve 1974'ten beri faaliyettedir. 25-30 yıl önce ben satın aldım."
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5168",
"len_data": 5127,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.25
}
|
Land art, 1960'ların sonunda ABD'de ortaya çıkmış, 1970'lerde tüm batı ülkelerini etkilemiş avant-garde sanat türüdür. Çağdaş sanatın non–art veya anti-form hareketleri içinde yer alan Land art akımı hiçbir sanatsal "-izm" ile açıklanamaz. Bu akım, doğanın geniş alanlarına insan müdahalesi olarak düşünülebilir. Taş, toprak ve birçok doğal malzemenin kullanılmasıyla gerçekleştirilen bu sanatta, çok çeşitli uygulama biçimleri vardır, örneğin doğada hendekler açma, toprağa gömme, galeri mekanı içinde toprak, gübre, taş ya da insan ürünü çevresel nesneler…
II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan yenilikçi sanat tavrı resim, heykel ve benzeri disiplinler arasındaki sınırları kaldırırken sınırsız malzemeyi barındıran çevreye yönelim başlamıştır
Doğa sanatı niteliği altında toparlanmış sanatsal çalışmalar iki düşünce altında irdelenebilir. Birincisi, sanatsal malzeme ile doğaya uyumlu çalışma ve ikincisi doğadan sanata aktarma. Doğaya uyumlu çalışmada ‘sanat doğa içindir’ düşüncesi ile birlikte sanatsal biçimlendirme yolu seçilmiştir. Yani zaman aynı anda bir sanatsal etken de olmaktadır. Sanat yapıtları zaman içinde yok olurlar.
Land-art aynı zamanda galericilik düzenine karşı oluşmuş bir akımdır. "Land-art" akımı içerisinde yer alan sanat eserleri zaman zaman galerilerde sergilenmiştir, ancak bu işlerin asla satışı yapılamamıştır. Çünkü Richard Long’un Wyoming Çemberi isimli eserinde olduğu gibi oluşturulan düzenleme, aynı şekilde bir kez daha asla oluşturulamaz ya da Andy Goldsworthy’nin ‘Çamur Kaplı Taş’larında ve kardan,buzdan yaptığı heykellerinde olduğu gibi zamana karşı koyamayarak yok olur.
Robert Smithson.
New Jersey, Rutherford’da doğan ve çok iyi eğitim alan sanatçı jeoloji, kristalografi, endüstriyel artıklar ve bilimkurgu gibi alanlarda çalıştı. İlk olarak 1960’larda modüler birimleri ile çoğunlukla kristal yüzeyleri anımsatan minimalist çelik heykelleri ile dikkat çekmiştir. Daha sonraki işlerinde heykelle alakalı olan oluşmaya karşı özellikle yere atma ve dökme gibi işlemlerin farkında olduğunu ortaya çıkarıyor. ‘Yavaş akış’ kavramını sürdürerek yerçekimi kuvvetine karşılık verir.
1970 Nisan'ınında Smithson, en ünlü yeryüzü eseri haline gelecek olan ’i (Spiral Mendirek) Utah’taki büyük Tuz Gölü'nün kuzeydoğusundaki dondurucu kıyılarına inşa etti.
Spiral Jetty dağınık konmuş kayalık bir alandır, kendi etrafında sarmalanmış ve bir çıkmazla sonlanmıştır. Spiral Jetty sezon ve iklimsel değişimlere şaşırtıcı derecede duyarlı olmuştur. Su yosunlarının miktarlarına ve değişen tuz tabakalarına maruz kalan kayalara bağlı olarak su renk değiştirir.
Smithson, Spiral Jetty’i yaptığı gibi kazıklarla eseri oluşturmak için gölün içine tıkaçlar yaptı. 20 Haziran 1973’te Smithson ve bir profesyonel fotoğrafçı, alanın keşif ve dokümanlarını oluşturmak için küçük bir uçakla havalandılar ve uçak bir süre sonra düştü, içindeki üç kişi de öldü.
Otuzbeş yaşında hayatını kaybeden sanatçının yarım kalan işi 'i eşi Nancy Holt tamamladı.
Michael Heizer.
Michael Heizer temiz kesim geometrik soyutlamalar yapmak peşindeydi. 1972’de Heizer 1800 dönümlük Nevada’da, Los Angeles’in yaklaşık yüz seksen mil kuzeyinde Garden Valley’i satın aldı. Burada,masif toprak ve beton formlardan oluşan bir çeşit yeryüzü işleri şehri inşa etmeye başladı. İlk eleman ‘Complex One’ 1974'te tamamlandı ve bir mastabayı anlatıyordu.
1980'e kadar Heizer Complex Two, Complex Three ve Complex Four üzerinde çalışmıştır. ‘Complex Two’ çeyrek milden daha uzundur ve yarısı yeryüzüne, yarısı da yeraltına yerleştirilmiştir.
Heizer'in Double Negative’i ve Smithson’un Spiral Jetty’si hiç şüphesiz, çağdaş sanatın daimi klasikleri haline gelerek, en etkileyici ve üzerinde en çok konuşulmuş erken dönem yeryüzü eserlerindendir. Ama Landart’ta minik patlamaya katkısı olan pek çok eser vardır.’ (Bourdon David,1995
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5169",
"len_data": 3824,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.8
}
|
Canon Inc.(キヤノン株式会社), Japonya merkezli çokuluslu şirket. Resim ve optik ürünleri, kameralar, fotokopi makineleri ve stepper ürünleriyle tanınmaktadır. Merkezi Öta/Tokyo'da bulunmaktadır.
Canon, Tokyo Menkul Kıymetler Borsası'nda birincil listeye sahiptir ve TOPIX Core 30 ve Nikkei 225 endekslerinin bir bileşenidir. Eskiden New York Menkul Kıymetler Borsası'nda ikincil bir kotasyona sahipti.
Tarihi.
Takeshi Mitarai, Goro Toshida, Saburo Uchida ve Takeo Maeda Canon Inc.'i kurmadan önce 1937 yılında "Precision Optical Instruments Laboratory" (Hassas Optik Aletler Laboratuvarı)'i kurdu.
Şirket Adı.
Şirketin orijinal adı Seikikōgaku kenkyūsho (Japonca: 精機光学研究所, lit. 'Hassas Optik Laboratuvarı') idi. 1934'te Japonya'nın ilk odak düzlemi tabanlı deklanşöre sahip 35 mm kamerasının prototipi olan Kwanon'u üretti.[5] 1947'de şirketin adı Canon Camera Co., Inc. olarak değiştirildi,[5] 1969'da Canon Inc. olarak kısaltıldı. Canon ismi, daha önce İngilizcede Kuanyin, Kwannon veya Kwanon olarak çevrilen Budist bodhisattva Kannon'dan (Japonca: 観音, lit. 'Guan yin') gelmektedir.
Ürünler.
Canon EOS Dijital Fotoğraf Makineleri.
Canon dijital kamera üretmeye RC-701 modeli ile 1984'te başlamıştır. RC serisini PowerShot ve Digital IXUS serisi izlemiştir. D-SLR lensleri geliştirerek EOS serisini piyasaya sürmüştür.
Tarayıcılar.
Canon uzun yıllardan beri ev bilgisayarları için yüksek kaliteli tarayıcılar üretmektedir. Bu ürünlerin en ünlülerinden biri CanoScan 8800F modelidir. Canon Nisan 2009'da CanoScan LiDE 700F adlı yeni bir modelin çıkacağını duyurmuştur.
Canon V-10 / V-20.
Canon 1983 yılında 2 tane MSX ev bilgisayarı üretti. V-20 modelinde dijital fotoğraf makinesinden bilgisayara transfer yapılabiliyordu.
Şirket binası.
Canon'un Amerika, Avrupa, Orta Asya, Afrika, Japonya, Asya ve Okyanusya'da merkez binaları bulunmaktadır.
Sponsorlukları.
Canon 1976'da Motreal's Olympics Games'in resmi kamera sponsoru olmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5193",
"len_data": 1927,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.31
}
|
Bülent Özcan (d. 25 Şubat 1973, Sarız, Kayseri), Türk şairdir.
Ahmet Ozan Akgüneş, Özlem Günay Aytekin, Can Ozan imzalarını da kullanmıştır.
İlk, orta ve lise öğrenimini Gaziantep’te tamamladı. Londra’da Southgate, Nottingham’da New Kolej'de okudu. 1995 yılında Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni birinci sınıfta iken yarıda bıraktı. Gaziantep’te yayımlanan Doğuş, Önder, Sizin Gazete, Gaziantep Ekspres ve Arena gazetelerinde sanat yönetmenliği yaptı. Gaziantep 27 gazetesinde felsefe ve kültür sanat üzerine yazılar yazdı. Doğan ve Şok gazetelerinde yazı işleri müdürlüğü görevlerinde bulundu. Şiir sergileri açtı.
Şiirleri; Ana, Aykırı Sanat, Gülpınar, Şiir Defteri, Damla, Kuzeysu, Şafak (Yunanistan), Kırk Merdiven, Hürriyet Kelebek, Müzik Magazin, Hayat, Ses, Berfin Bahar, Çalı, Edebiyat Gündemi, Köşe Taşı (İngiltere), Öteki-siz, Dem Gazetesi (Almanya), Wird (Almanya), Demokratik Gündem Gazetesi(Almanya), Avrupa Gazetesi (İngiltere), Olay Gazetesi (İngiltere) başta olmak yüzlerce yayın organında yayımlandı. Çeşitli antolojilerde şiirleri yer aldı.
1988 yılında Türkiye Çocuk dergisi tarafından “Yılın Araştırmacısı” seçildi. Şiir sanatına yapmış olduğu katkılardan dolayı 1990 yılında, Müzik Magazin dergisi tarafından “Onur Belgesi” ile ödüllendirildi. 1992 yılında İsveç’te bulunan Hümanist Enternasyonal tarafından Jüri Özel Ödülü’nü, Türkiye Dergisi ve Bay Ajans tarafından düzenlenen şiir yarışmasında ise “Barış Şiiri” ödülünü aldı. Şiirleri Naser Feiz, Hengameh Heidari, Kadir Dilavernijad ve Khazar Ahmetnijadi tarafından Farsçaya ve Azericeye çevrilerek, İran'ın önde gelen sanat edebiyat dergilerinde yayımlandı. Şiirlerinin bir bölümü Ali Ekber Eren, Birol Topaloğlu, Cihangir Bostancı, Gül Kansu, Suat Adalar tarafından bestelendi.
Bülent Özcan Türkiye Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Derneği ve Kilis Gazeteciler Cemiyeti üyesidir.
İnsanların toplumsal olaylara karşı duyarsızlığını eleştirmek amacıyla, bir dizi protesto girişiminde bulunma kararı aldı: 8 Kasım 1996'da, Galata Köprüsü üzerinde kitaplarını denize attı. 25 Şubat 1997'de ise, Gaziantep Asrî Mezarlığı'nda, ölülere bir şiir dinletisi sunarak, mezarlıklara şiir kitaplarını bıraktı.
Mayıs 1997'de Türkiye'den ayrılarak Londra'ya yerleşti. Londra'da yayımlanan Londra Olay gazetesinin kültür sanat yönetmenliğini yapan Bülent Özcan'ın şiirleri, İngilizceye çevrilerek İngiltere ve Amerika'da antolojilerde yayımlandı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5197",
"len_data": 2415,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.03
}
|
Anadolu (, "Anatolḗ"), Anadolu Yarımadası (, "Chersónisos tis Anatolías") veya coğrafi olarak Asya Kıtası'nın tüm özelliklerini içerdiğinden Küçük Asya (, "Mikrá Asía"), Asya kıtasının en batısında Karadeniz, Akdeniz ve Ege denizi arasında kalan yaklaşık 537.000 km²'lik bir alanı kaplayan dağlık bir yarımadadır.
Batıdan doğuya olan uzunluk 1.000 km'den fazla, genişlik ise 400 km'den 600 km'ye kadardır. Osmanlı döneminde "Anadolu"nun geleneksel doğu sınırı olarak Fırat Nehri kabul edilirken, Cumhuriyetle birlikte Birinci Türk Coğrafya Kongresinden sonra Türkiye'nin Asya'da kalan kısmının tümü aynı coğrafî terime dâhil edilmiştir. Günümüzde yaygın olarak Türkiye'nin Asya kıtasında kalan topraklarının adı olarak kullanılır.
Anadolu, Asya ve Avrupa'nın birleşim noktasındaki stratejik konumu nedeniyle, tarih öncesi çağlardan beri birçok medeniyetin beşiği olmuştur. Yeryüzünün en eski yerleşkelerinden bazıları Cilalı Taş Devri'nde Anadolu'da kurulmuştur. Çatalhöyük, Çayönü, Nevali Çori, Hacılar, Göbekli Tepe ve Mersin (Yumuktepe) yerleşkeleri Cilalı Taş Devri'nden kalmadır. Truva yerleşkesi de Cilalı Taş Devri'nde kurulmuş ve Demir Çağı'na doğru uzanmıştır. Sümer, Asur, Hitit, Yunan, Lidya, Kelt, Pers, Roma, Doğu Roma (Bizans), Selçuklu, Moğol ve Osmanlı gibi onlarca medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Yüzlerce dil ve lehçeyi barındırır.
Anadolu, Hristiyanlığın ilk doğduğu ve geliştiği topraklardan biridir. Uzun yıllar Doğu Roma topraklarının esasını teşkil etmiştir. 11. yüzyıldan itibaren Türkler tarafından iskân edilmiş ve yönetilmiştir. Özellikle 1071 yılındaki Malazgirt Meydan Muharebesi'nden itibaren Müslüman Oğuz Türkleri Anadolu'ya akın etmiştir.
Etimoloji.
Anadolu sözcüğü Yunanca doğu veya gündoğumu anlamına gelen "Ἀνατολή" sözcüğünden türemiştir. Bizans İmparatorluğu döneminde orta Anadolu'nun bir kısmı imparatorluğun merkezine doğuda olmasından kaynaklı doğu askeri idari birimi ya da Anatolikon Theması (Θέμα τῶν Άνατολικῶν, Thema tōn Anatolikōn) olarak adlandırılmaktaydı. Anatolikon Theması Afyon, Isparta, Konya, Kayseri ve Mersin yörelerini kapsamaktaydı.
Osmanlı döneminde ise "Anatoli", merkezi önce Ankara (1393-1451), sonra Kütahya (1451-1827) olan kuruluş tarihi ve protokol olarak ikinci beylerbeyliğinin adıdır. Beylerbeyliği'nin (daha sonraki ismiyle Eyalet) doğu sınırlarını Antalya, Isparta, Afyonkarahisar, Ankara, Çankırı ve Sinop oluşturmaktaydı. Beylerbeyliği'nin komşuları (kuzeyden güneye) Rum Eyaleti, Karaman Eyaleti, Adana Eyaleti'dir.
19. yüzyılda genel anlamda imparatorluğun Asya Kıtası'nda kalan ve Türklerle meskûn olan bölgesini tanımlamak için kullanılmıştır.
Coğrafya.
Yarımada hakim dağlık arazidedir. Büyük kısmı, doğuda yarı çöl Anadolu Yaylaları ve Ermeni Yaylası tarafından işgal edilmiştir. Anadolu Platosu'nun içi, marjinal Kuzey Anadolu Dağları (kuzeyde) ve Toros Dağları (güneyde) ile sınırlanan Anadolu Yaylası tarafından işgal edilmiştir. Ege, Akdeniz ve Marmara Denizi kıyıları boyunca Akdeniz bitki örtüsü ile dar ovalar vardır.
Tanımlama.
Anadolu; kuzeyde Karadeniz, güneyde Akdeniz, batıda Ege denizi, kuzeybatıda Marmara denizi ile sınırlanmış bölgedir. Doğuda ise, tarihsel olarak, İskenderun Körfezi'nin güneyindeki Akdeniz kıyılarından sonra 40. meridyen ile Van Gölü arasında bir çizgi olarak kabul edilir ve kuzeyde sınır, Çoruh Nehri'nin alçak seyri ile kabaca çakışır. Cumhuriyetin ilanından itibaren ise, Anadolu Türkiye'nin Asya'da kalan kısmıyla eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Yarımada, Asya'nın diğer tüm bölgelerine kıyasla batıdadır.
Anadolu coğrafik olarak daha çok Avrupa'ya benzemektedir. Çünkü bütün Akdeniz'in kuzeyi Avrupa kabul edilmektedir. Anadolu da coğrafik olarak, kendisinden çok farklı özellikler barındıran Asya ülkelerinden (Çin, Hindistan, İran vb.) çok, Akdeniz'in kuzeyindeki Yunanistan, İtalya ve İspanya gibi Avrupa ülkelerine benzemektedir. Doğal sebepler siyasi olayları da etkilediği için Anadolu'nun, tarihte Asya'dan çok Avrupa ile münasebetleri olmuştur. Bütün bunlara rağmen Anadolu'nun Asya içinde düşünülmesi, onun güçlü bir Asya kültürüne sahip olmasındandır. Tarih boyunca Asya kültürü, kendisinin batısındaki Anadolu'ya akmıştır. Asya kökenli Türklerin, "eski Yunan-Roma coğrafyası olan Anadolu"'daki (ki Diyar-ı Rum tabiri tam da bunu anlatır) varlığı bunun maddi bir göstergesidir.
Tarih.
Anadolu'nun tarihi bir anlamda Balkanlar, Kafkasya ve Ön Asya'dan gelen işgal, istila ve fetih dalgalarının tarihidir.
Neolitik Çağ.
Asya ve Avrupa'nın stratejik kesişme bölgesinde olmasından dolayı Anadolu, tarih öncesi çağlardan beri pek çok uygarlık için beşik olmuştur.
Neolitik yerleşim olarak Taşhöyük Pottery Neolithic, Çayönü Pre-Potttery Neolithic A to Pottery Neolithic, Nevali Cori Pre-Pottery Neolithic B, Hacılar Pottery Neolithic (Türkiye'de şimdiki Burdur ilinin 25 km güney batısında), Göbeklitepe Pre-Pottery Neolithic A ve Mersin ile. Truva yerleşimi Neolithic çağ ile başlar ve Demir çağı içinde devam ederek ilerler.
Bronz Çağı.
Hattiler ve Hurriler.
Hattiler, MÖ 2300 ile 2000 yıllarında Orta Anadolu'da yaşamış ve Hattice isimli bir yalıtık dil konuşmuş uygarlıktır. Anadolu Yarımadası'nın bilinen en eski adı "Hatti Ülkesi"'dir ve kendilerinden sonra gelen Hititler gibi halkalar da yaşadıkları bölgeye bu adı vermiştir. Hattilere ait ilk kaynaklar Akad İmparatorluğu tarafından MÖ 24. yüzyılda yazılmıştır.
Hurriler ise Anadolu'nun güneydoğusunda yaşamış Urartular ile ilişkili bir halktır. Tarihsel açıdan Hurricenin varlığı MÖ 20. yüzyıldan eskiye dayanmaktır. MÖ 16. yüzyılda Mitanni gibi Hint-Aryanlar tarafından yönetilmiş Hurri devletleri Anadolu'da önemli ölçüde toprağa sahip olmuştur.
Asur İmparatorluğu.
MÖ 21. ve 18. yüzyıllar arasında Hurri ve Hatti bölgeleri Asurlular tarafından kolonize edilmeye başlanmıştır. Akadların kuzey kolu olan Asurlular Anadolu'da özellikle gümüş çıkarmıştır. Kaneş antik kentinde bulunmuş MÖ 20. yüzyıl tarihli Asur tabletleri, gelişmiş bir ticaret sisteminin Anadolu'da yer aldığını ortaya koymaktadır.
Hititler.
Hititler, MÖ 1600 civarında İç Anadolu'daki Hatti beyliklerini ele geçirerek Hattuşaş merkezli bir devlet kurmuştur. Halk, Hint-Avrupa dillerinin bilinen ilk örneği olan ve Anadolu dilleri sınıfına ait Hititçe, Luvice ve Palaca dillerini konuşmuştur. Hitit kültürü, bölgede yer alan yerli halklar ile Hint-Avrupa kültüründen etkilenmiştir. Kurgan hipotezine göre Hititçenin Anadolu'ya MÖ 2500 civarında geldiği düşünülmektedir.
MÖ 14. yüzyıl ortalarında I. Şuppiluliuma yönetimi altındaki krallık, Levant ve Yukarı Mezopotamya'ya değin genişleyerek bir süper güç hâlini almıştır. Eski Hitit Krallığı olarak anılan bu dönemde sanat, başta Boğazköy olmak üzere Alacahöyük, Bitik, Alişar, Eskiyapar, İnandık, Maşat Höyük, Hüseyindede ve İmikuşağı kazılarının ortaya koyduğu gibi büyük ölçüde Anadolu geleneğine bağlıdır. Ülke içindeki politik çekişmeler nedeniyle zayıflayan Eski Hitit Krallığı MÖ 2. binin ikinci yarısında, II. Tuthaliya devrinde yeniden kuvvetlenmiş ve bir imparatorluk haline gelmiştir. Mısır ile Babil'in yanında Tunç Çağı Orta Doğusu'nun üçüncü büyük politik gücünü oluşturmuştur. Bu yeni evreye Yeni Hitit Devleti ya da Hitit İmparatorluk Çağı denir.
MÖ 2. binyılın son yüzyılları, Bronz Çağı Çöküşü olarak adlandırılan ve tüm Yakın Doğu için kaos ve sıkıntıların doruk noktasına ulaştığı bir dönemdir. Çeşitli yönlerden kopup gelen istilacılar ve göçmenlerin yarattığı bunalımlar sonucunda Hattuşaş'ın son hükümdarı II. Şuppiluliuma'dan sonra Hitit devleti son bulmuştur. Hitit İmparatorluğu'na son veren etkenler arasında, Kaşkaların MÖ 2. binyılın son yüzyılları içinde Palaca konuşan bölgelere yaptıkları göçler de vardır. Eski Hitit (ve Hurri) bölgelerinin büyük bir kısmı Asur kontrolüne girmiştir.
Demir Çağı.
Geç Hitit Devletleri.
Geç Hitit Dönemi, Bronz Çağı Çöküşü sonrasında dağılan Hitit bölgelerinde kurulmuş küçük devletlerin tarihini kapsar. Devletler, Anadolu Demir Çağı'ndaki Luvice, Aramice ve Fenikece konuşan siyasi varlıklarıdır. MÖ 1200'lerde batıdan gelen Ege Göçleri'nin saldırılarından kurtulabilen Hititler güney ve güneydoğu Toroslar’ın dağlık bölgelerine çekilmeleri ile kurmuşlardır. Devletler, Urartu ve Asurlular'a bağımlı olarak hüküm sürmüş, MÖ 7. yüzyılda ise Asurlular tarafından bu devletlerin siyasal varlığına son verilmiştir.
Luvi bölgeleri.
Hitit İmparatorluğu'nun son dönemlerinde Luvice, Hititçeyi geçerek imparatorluğun dominant dili haline gelmiştir. Dil, Hititlerin yıkılmasından sonra da Anadolu'da varlığını sürdürmüştür. Özellikle Ege ve Batı Akdeniz'de yer alan ve MÖ 9. yüzyılda devletleşmeye başlayan tarihi Karya, Likya, Pamfilya ve Side bölgeleri, Yunan etkileri ile bu dillerin konuşurlarının egemenliği altında kalmıştır. Pelasgların ve Truvalıların da bu dilin konuşurları olduğu düşünülmektedir. Bu bölgeler daha sonra Yunanca konuşurları egemenliği altına girmiştir.
Anadolu dilleri.
Anadolu'da MÖ 2. ve 1. binyıllarda kullanılan bir grup Hint-Avrupa diline Anadolu dilleri adı verilir. Bu diller arasında en önemlisi ve en iyi tanınanı, MÖ 1600-1100 yılları arasında yazılı belge bırakmış olan Hititçe'dir ("nesili"). Hitit imparatorluğu döneminde, Hititçe ile akraba diller olan Luvice (Luwili) ve Palaca da konuşulmuştur. Luvicenin yayılım alanı Güney ve Batı Anadolu, Palaca'nınki ise Kuzeybatı Anadolu'dur.
Erken antik çağda, Luvice'den türemiş olduğu tahmin edilen Likya dili, Lisya dili, Karya dili, Pisidia dili, Side dili ve kökenleri yeterince bilinmeyen Paphlagonia dili ile Kappadokia dili kullanılmıştır. Bu dillerin tümü MÖ 1. yüzyıla doğru Yunancanın egemen dil olması üzerine tarih sahnesinden çekilmişlerdir.
21. yüzyılda ise Anadolu-Mezopotamya bölgesinde Ural-Altay dil ailesine bağlı Anadolu lehçesi kullanılır.
Günümüzde Anadolu.
Anadolu'da çok uluslu yapı 20. yüzyıla kadar sürmüştür. 1923 yılında üzerinde Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla birlikte Anadolu topraklarının büyük bir kısmı Türkiye'nin denetimine girmiştir. Şu anda Türkiye halkının demografik yapısının büyük bir kesimini Türkler oluşturmaktadır.
Günümüzde Anadolu'da yaşayan halkın büyük bir kısmı Türkçe konuşmaktadır. Anadolu Türkçe ile 11. yüzyılda Selçuklu Hanedanının fethi ile tanışmıştır. Buna rağmen çok kültürlü yapısını Selçuklular ve Osmanlılar döneminde devam ettirmiştir. Ayrıca Kuzeybatı Anadolu'da Manav, Kuzeydoğu Anadolu'da Laz, Gürcü ve Doğu ve Güneydoğu Anadolu (Kuzey Mezopotamya'nın bir kısmı)'da Kürtlerin, Zazaların ve Arapların yanı sıra az sayıda Süryani de bulunur. Ayrıca özellikle 19. ve 20. yüzyılda çeşitli göç hareketleriyle gelerek Anadolu'ya yerleşen Çerkesler ve Boşnaklar da bulunmaktadır. Anadolu'nun çeşitli bölgelerine yayılmış Rumların çoğu Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki mübadelede, Yunanistan'daki Müslüman olan halkla değiş-tokuş edilmişlerdir. Bugün Anadolu'da yaşayan halkın çoğunluğu Müslüman'dır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5212",
"len_data": 10818,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.55
}
|
Sinyaller ve sistemler kavram ve teorisi diğer birçok mühendislik ve bilim dallarıyla birlikte, elektrik ve elektronik mühendisliğinin hemen her alanında ve Biyomedikal mühendisliğinin tıbbi cihazlar ve biyoelektrik gibi elektrikle ilgilenen alt disiplinlerinde gerekli olup, haberleşme, EKG, EEG gibi tıbbi cihazlar, devreler ve sistemler ve kontrol sistemleri gibi alanlardaki ileri düzeyde çalışmaların matematiksel temelini oluşturur.
Elektrik ve Elektronik mühendisliği alt disiplinleri matematiksel ve fiziksel olmak üzere temelde iki köke bağlanırlar. Fiziksel köke bağlanan alanlar, mikroelektronik (VLSI), antenler ve mikrodalga, devreler ve sistemler, güç elektroniği ve sistemleri ve biyomedikal iken, Matematiksel köke bağlı olan alanlar haberleşme, kontrol, sinyal işleme, devreler ve sistemler ve bilgisayar sistemleridir. Matematiksel köke bağlı olan alanların ortak dili temelde iki konuyla özetlenir: 1- sinyaller ve sistemler teorisi, 2- olasılık ve rastgele süreçler teorisi.
Biyomedikal mühendisliğinin birçok alt disiplini arasından tıbbi cihazlar ve biyoelektrik gibi elektrikle ilgilenen alanları, sinyal işlemesinin yoğun olarak kullanıldığı alt dallardır. Özellikle vücuttan gelen sinyallerin toplanıp işlendiği ve bunlarla bir takım hastalık teşhislerinin konulmasına yardımcı olan EKG, EEG, EMG gibi tıbbi cihazlarda sinyal işlemesi çok önemlidir. Zira vücuttan alınan sinyallerin çoğunda gürültü oranı yüksektir. Ayrıca sinyallerin sadece belirli kısımları kullanılacağından mutlaka yükseltilmesi ve filtrelenmesi gerekir. Bunun için tıbbi cihazların içinde çok sayıda yükselteç devresi bulunur. Bu devreler elektrotlar yoluyla vücuttan alınan sinyallerin gürültüsünü süzer ve geriye sadece sinyalin kendisinin kalmasını sağlar. Daha sonra belirli filtrelerden geçirilen sinyal, son haliyle monitöre yansıtılır veya cihaza bağlı bir yazıcıyla çıktısı alınarak yetkili hekimin önüne gelir.
Klasik sinyaller ve sistemler teorisi, doğrusal ve zamanla değişmeyen sistemleri (DZD) inceler ve temelde matematiğin şu alanlarına dayanır: 1-İntegral ve diferansiyel hesap (Calculus) ve 2- Analiz (gerçel, karmaşık (kompleks), harmonik ve işlevsel (fonksiyonel) alt dalları olmak üzere). Ayrıca gerekirci (deterministik) olmayan durumlar için de rastgele süreçler teorisini kullanarak analiz yapar.
Yüksek lisans ve doktora seviyelerinde verilen şekli ile doğrusal sistemler teorisi (linear system theory) kapsamında, matematiğin doğrusal cebir, vektör uzayları konularını da içerecek şekilde genişleyerek modern analiz dilini (Hilbert Uzayları, Doğrusal Dönüşümler ve İntegral Dönüşümler) kullanmaya başlar.
Ayrık zamanlı sinyal işleme için yaygın olarak anahtarlı kapasite adlı elektronik devre elemanı kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5216",
"len_data": 2734,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4
}
|
İbrahim Sadri (Eren) (d. 1963), Türk sunucu, televizyoncu, şair ve tiyatrocu.
Eyüpsultan, İstanbul'da doğan İbrahim Sadri aslen Erzincan Yücebelen, Kemahlıdır, ilk ve orta öğrenimini İstanbul Kasımpaşa'da tamamladı. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesinde okuduktan sonra, yedi yıl tiyatroyla uğraştı. Turnelere çıkarak, Anadolu'yu yakından tanıma imkânı buldu. Çeşitli gazete ve dergilerde yazı ve şiirleri yayımlandı. Radyo ve televizyonlarda programcılık ve sunuculuk yaptı. Halen bir özel televizyonda program yapmaktadır. Şiir ve tiyatro kasetleri de bulunan şairin, şiir kitapları da mevcuttur.
"Adam Gibi" İbrahim Sadri'nin 1998'den beri devam ettirdiği şiir-kaset serüveninin altıncısı ve kendinden en çok söz ettireni oldu. Aslında kendini bir şair gibi görmediğini ama şiirlerinin olduğunu ve bu şiirlerini yıllardır okuduğunu söylüyor. Kendisinin iyi bir şiir okuyucusu olduğunu belirtiyor. Eski kasetlerinde de bulunan 'fondaki müzik', 'Adam Gibi'de oldukça fonksiyonel olarak yer alıyor.
İbrahim Sadri'nin şiirlerinin belli bir dönemin ruh yapısını yansıttığı belirtiliyor. Şiirlerinde, Türkiye'de 60'lı yıllarda doğan ve 70'li, 80'li yılların kargaşa ile sükun arasında aykırı yaşam biçimlerini idrak eden gençlerin bakış açılarını, yaşadıklarını ve geçirdikleri süreçleri ifade ediyor. İbrahim Sadri bu dönemin kuşağına ve yaşadıklarına tanıklık etmek istediğini sık sık belirtmiştir.
İbrahim Sadri her ne kadar tiyatro, şiir, mizah ve televizyon alanlarında çalışmış ve çalışıyor olsa bile, kendisini "tiyatrocu" olarak gördüğünü ifade etmekle beraber, tiyatroyu bırakmasını tiyatronun kurumsallaşmamış olmasına ve ekmek kapısı olarak yeterli olmamasına bağlıyor.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5233",
"len_data": 1682,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.39
}
|
Ümit Yaşar Oğuzcan (22 Ağustos 1926, Tarsus - 4 Kasım 1984, İstanbul) Türk şairdir.
Hayatı.
22 Ağustos 1926'da Tarsus'ta doğmuştur. 3 yaşında ayağını kırmış, 5 yaşında merdivenlerden yuvarlanmış, geçirdiği ateşli hastalık sonucu kekeme kalmıştır. 1946 yılında Eskişehir Ticaret Lisesini bitirmiştir. Bir böbreğinin alınması nedeniyle askerlikten muaf sayılmıştır. Ardından Türkiye İş Bankasına bankacı olarak girerek Adana, Ankara ve İstanbul'da çalışmıştır. Halkla ilişkiler müdür yardımcısı görevinde iken hizmette otuz yılını doldurunca kendi isteğiyle Haziran 1977'de emekliliğe ayrılmış ve İstanbul'da kendi adını taşıyan bir sanat galerisi kurmuştur.
Kariyeri.
Şiir hayatına 1940'ta "Yedigün Şairleri" arasında başlayan, ardından 1975 yılında 33 şiir, 4 düzyazı kitabı, 13 antoloji ve biyografik eser, toplam 50 kitap çıkarmış bulunan Oğuzcan; şiir plakları, şarkı sözleri ve yergileriyle tanınır. Genellikle Faruk Nafiz Çamlıbel duyarlılığında ve aşk, ayrılık, özlem temaları ekseninde çoğalttığı şiirini, 1973 yılında büyük oğlu Vedat Oğuzcan'ın vefatı üzerine, hayatın boşluğu, ölüm ve acı gibi derinliklere, öz ve biçim yoğunlaştırmalarına yöneltmiştir.
Ölümü.
4 Kasım 1984 günü kalp krizi geçirerek ölmüştür. Cenaze namazı 7 Kasım 1984 günü Teşvikiye Camii'nde öğle namazına müteakip kılındıktan sonra Zincirlikuyu Mezarlığına defnedilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5234",
"len_data": 1353,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.19
}
|
Alupka (Kırım Tatarcası: Alupka, Ukraynaca: Алупка, Rusça: Алупка) Ukrayna'nın Kırım Özerk Cumhuriyeti'nde bulunan bir sahil kasabasıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5236",
"len_data": 137,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 2.97
}
|
Musti şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5241",
"len_data": 29,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 1.32
}
|
Murat Yalçın (d. 24 Mart 1970, İstanbul), Öykücü.
İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nü bitirdi. Yapı Kredi Yayınlarında edebiyat ve Kitap-lık Dergisi editörü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5246",
"len_data": 163,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 2.45
}
|
Notre Dame de Sion Fransız Lisesi, İstanbul'da, bulunan 1856'da kurulmuş özel bir Fransız lisesidir.
Osmanlı Devleti'nin ilk kız lisesi olarak eğitim vermeye başlayan kurum, günümüzde Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ve karma eğitim veren bir okuldur. Eğitim süresi hazırlık hariç dört yıldır. Türkçe ve Fransızca dillerinde eğitim verilir.
Okul, Taksim-Harbiye arasında Cumhuriyet Caddesi üzerinde bulunur.
Tarihçe.
7 Ekim 1856'da, İstanbul'a gelen 11 rahibenin Harbiye semtinde, o güne kadar "Filles de la Charité" teşkilatına bağlı rahibeler tarafından idare edilen "Maison du Saint-Esprit" adlı yatılı okulun yönetimini devralması ile 27 Kasım 1856 tarihinde, "Notre Dame de Sion" yatılı okulu Türkiye'de resmen açılan ilk kız lisesi olarak hizmete girdi. Önceleri, yaklaşık tümü yatılı olan Hristiyan öğrencilere kısa bir süre sonra Musevi öğrenciler, 1863 yılında padişahın ilgisi ve İmparatorluğun ileri gelenlerinin teklifleri ile de Müslüman öğrenciler katıldı.
I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti ve Fransa karşı cephelerde yer aldığı için Fransız rahibelerin ülkeyi terk etmeleri üzerine kapanan kurum, önce mühendislik okulu, daha sonra da, rahibelerin çalıştığı bir hastane olarak kullanıldı.
Cumhuriyet yılları.
1919 yılında öğretime tekrar başlayan okul, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla T.C. Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı. Bu yeni yapılanma ile birlikte kadrosunda Türk yönetici ve öğretmenler yer aldı. Okuldaki dini simgeler kaldırıldı, rahibeler kıyafetlerini çıkardılar, ders programı laik ve milli bir karaktere kavuştu. 1935'te Türk vatandaşlarının ilköğretimi Türk okullarında görmesi zorunlu kılındığından ilkokul kısmına sadece yabancı uyruklu öğrenciler alınmaya başlandı. 1960'ların sonuna doğru bele kemer takmak, öğrencileri gülden taçlarla ödüllendirmek gibi gelenekler son buldu.
Notre Dame De Sion Fransız Lisesi zamanla toplumun tüm kesiminden gündüzlü öğrencileri de kabul etmeye başladı. kurumun İlkokul bölümü 1971 yılında, yatılı kısmı 1972 yılında kapandı. 1989'a kadar rahibeler tarafından yönetilen okulda bu tarihten sonra da rahibeler çalışmaya devam ettiler ancak yönetime laik bir müdür getirildi.
Karma eğitime geçilmesi.
140 yıl boyunca kız lisesi olarak hizmet veren kurum, 1996 - 1997 öğretim yılında geleneksel özelliklerini karma eğitimde sürdürmeye karar vererek erkek öğrenci kabul etmeye başladı.
1997'de, sekiz yıllık ilköğretim okulları döneminin başlamasıyla, orta okul kısmı kapanan okul, özel bir liseye dönüştü. Okulun adının ilk harflerinin daha çok bilinmesi nedeniyle, ilköğretim kısmına "Neslin Değişen Sesi" ismi verilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5252",
"len_data": 2595,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.55
}
|
Dağcılık, yüksek dağlarda zirve yürüyüşü ve kamp kurmanın yanı sıra, aynı zamanda tırmanma (teknik kaya tırmanışı) sporunu da kapsayan bir doğa sporudur.
18 ile 19. yüzyıllarda Avrupalı (İngiliz ve Fransızlar başta olmak üzere) zenginlerin boş zamanlarını değerlendirme ve hayatlarının rutinlerini yeni maceralarla süsleme arayışı neticesinde bir spor sayılmaya başlanmıştır. 20. yüzyılın başında diğer ulusların da ilgisini çekmeyi başarmıştır.
Uluslararası bir spor haline gelmesi ise, 1931 yılında, merkezi Cenevre'de olan Uluslararası Dağcılar Birliği (UIAA)'nin kurulmasıyla mümkün olmuştur. İzleyen yıllarda, belirli teknik ve emniyet yöntemlerinin geliştirilmesine paralel olarak kendine özgü disiplini ve ilkeleri olan bir spor haline dönüşerek birçok doğa sporunun da önünü açmıştır.
Dağcılığa olan ilgi.
Günümüzde dağcılık en çok rağbet gören doğa sporlarından biri olsa da, buna eklenebilecek yeniliklerin azalması, yeni neslin farklı doğa sporlarına ilgi duyması ya da tehlikeli bulunması nedeniyle, 20. yüzyılın başındaki popülaritesini kaybetmeye başlamıştır.
Dağcılık stilleri.
Alpin stil.
Hafifliğin ve hızın ön plana çıktığı ve aynı zamanda teknik tırmanış içeren dağcılık sporunun esas ruhunu temsil eden tırmanış stilidir. Ana ve ara kamp yoktur. Hızlı ve hafif olmak için tek kamp noktasından hareket edilir. Temiz tırmanış diye tabir edilen ve tırmanış sonrası rotayı değiştirmeyen doğal yöntemler kullanılır.
Yapay yöntemlerden tamamen uzak olan bu tırmanış stilinde tırmanıcılar bütün zorluklar ve risklerle kendi başlarına başa çıkarlar. Temelindeki bu yöntemlerden dolayı macera ruhu ile beslenir.
Trekking ve hiking.
Türkçede Dağ veya doğa yürüyüşü olarak kullanılmasına karşılık dağ ve doğa yürüyüşünün tam karşılığı 'hiking'dir. Günü birlik olarak yapılır ve kamplı konaklama içermez. Eğer bu aktivite kamplı olacaksa adı 'trekking' olur.
Ekspedisyon.
Uzun zaman gerektiren dağ aktivitelerini kapsar. Tırmanılan yükseklik bakımından vücudun iklime uyum sağlayabilmesine olanak sağlamak amacı ile bol miktarda iniş çıkış içeren Yüksek İrtifa Tırmanışı'nın İngilizce adıdır. Tırmanıcılar zirveye çıkana kadar kendi kamp yüklerini bir üst kampa taşırken birden fazla gitgel yaptıkları faaliyettir. Genelde 5 bin metre üstü tırmanışlar için geçerlidir. Örneğin Ağrı Dağı bir ekspedisyon tırmanışı içerir.
Via Ferrata.
Kayaya sabitlenmiş metal merdivenleri kullanarak tırmanma stilidir. Dağcılıkta en kolay stillerden birisidir.
Sportif tırmanış (Sport climbing).
Genellikle kaya üzerinde ya da yapay duvarlarda kullanılan tırmanma stilidir. Kendi içinde dört ana kısma ayrılır.
Serbest stil.
En çok kullanılan tırmanış türü. Free climbing denilen bu tırmanışta, yükselmek için yapay teknikler kullanılmamaktadır. İp ise tırmanan kişiyi, düşüş ihtimaline karşı, tehlikeden korumak için kullanılır.
Free-solo.
Hiçbir emniyet aleti kullanılmadan, kaya tırmanış ayakkabısı ve toz torbasıyla yapılmaktadır. Free solo fazlasıyla deneyim gerektirir. Dünya genelinde Bu türde tırmanıcı sayısı oldukça azdır. Bu stilde tırmanmak için fiziksel olduğu kadar psikolojik olarak da hazır olmak gerekiyor. Çünkü, yapılan hata çoğunlukla ölümle sonuçlanabilmektedir.
Yapay tırmanış.
Yükselmek için çeşitli aletlerden faydalanılarak yapılan tırmanış türüdür. Yapay tırmanışta, sikke, jumar, hook, ip, merdiven gibi aletler kullanılır. Çıkışta, lider tırmanıcının örneğin sikkeye (emniyet noktası oluşturmak için kayaya çakılan metal) basması durumuna yapay çıkış adı verilir.
Boulder tırmanış.
Genellike 3 metre ila 5.50-6 metre arasında bulunan kaya tırmanışının bir dalıdır.
Yerde kalınlıkları değişkenlik gösteren minderler ile güvenlik alınmaktadır.
Yapay duvarlarda boulder ise ortalama 3.5 metre ila 5 metre arasında değişkenlik gösteren farklı eğimlere sahip olan tırmanış duvarıdır. Bu bölümde ise yerde 30–40 cm değişkenlik gösterebilmekle beraber yerde bulunan minderler ile güvenlik sağlanmaktadır.
Eğitim.
Kaya tırmanışı eğitimi veren birçok doğa sporu merkezi vardır. Eğitimin ilk aşaması teorik dersler; Öncelikle, tırmanış teknikleri, stilleri, tırmanış ve iniş istasyonlarının kurulması, top rope (tırmanış ipi) ve malzemeler hakkında ayrıntılı teorik eğitim alınıyor.
Bir sonraki aşamada uygulamaya geçiliyor. Malzeme takıp çıkartmak, yerden birkaç metre yükselerek yapılan egzersizlerle ip inişi ve top rope tırmanış uygulaması yapılıyor.
En son aşamada lider tırmanışın (eğitim alındıktan sonraki uzmanlaşılan tırmanış) temel bilgileri alınıyor ve tecrübeli bir kaya tırmanışçısıyla beraber uzun rotalarda tırmanışlara başlanıyor.
Uzun duvar tırmanışı.
Kaya tırmanma tekniklerini ve emniyet malzemelerini kullanarak bir ip boyundan daha yüksek olan kaya üzerinde yapılan tırmanış şeklidir.
Yapay duvar tırmanışı.
Çoğunlukla kapalı alanlarda kimyasal malzemeler kullanılarak yapılan, sabit veya ayarlanabilen duvar sistemlerine tırmanma etkinliğidir. Yarışma etkinlikleri veya antrenmana yönelik hazırlanan yapay duvarlar, farklı biçimlerde ve aralıklarda basamak ve tutamakları içerir.
Yapay duvar tırmanışlarında, duvara dağcılıkta kullanılan teknik malzemelerin yerleştirilmediği, "top rope" (üstten emniyetli ip) tekniği de kullanılmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5255",
"len_data": 5170,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.52
}
|
Çufutkale ya da Çıfıt Kale (Kırım Tatarcası: Çufut Qale, Ukrayna dili: Чуфут-Кале, Rusça: Чуфут-Кале, Karayca: Джуфт Къале, "Cuft Kale") Ukrayna'nın Kırım Özerk Cumhuriyeti'nde Bahçesaray civarında 8. ila 19. yüzyıllar arasında yerleşime açık kalmış Orta Çağ kalesi ve mağara kenti.
Bahçesaray’ın bulunduğu dar vadinin doğu yönündeki Zincirli Medrese’den yukarı bakıldığında, üzerinde Çufutkale’nin de yer aldığı büyük kaya kütlesi ile karşılaşılır. Çufutkale ya da Çufut Kale görülmeye değer, günümüze kadar ulaşabilmiş bir Ortaçağ mağara kasabasıdır. Kalenin doğu duvarı da hala ayakta kalabilmiş durumdadır (1396 - 1433).
Bahçesaray'dan 3,5 km mesafede, bir uçurum kenarında yer alan Çufutkale’ye ulaşmak için, Zincirli Medrese yolundan devam etmek gerekmektedir. Çufutkale asırlar öncesine uzanan tarihi, içinde barındırdığı eserleriyle önemli bir kültür hazinesidir. Aynı zamanda Kırım Tatar tarihinde de önemli bir yer tutmaktadır.
Bahçesaray civarındaki kireçtaşından kayalıklarda doğal aşınmalarla oluşan mağaralarda Neolitik Çağ'dan beri birçok milletten insanlar yaşamıştır. Yahudi kalesi de denen Çufutkale de bu sarp vadinin dik kayalıklarına inşa edilmiştir. Çufutkale’deki mağaraların her yere çıkışları vardır. Bu mağaralar barış zamanı depolama, savaş zamanı saklanma amaçlı kullanılmıştır. Savunma amaçlı güçlü istihkamları, kuleleri, mağaraları, zaptedilemez duvarları, doğal engelleri ve uçurumları vardır. Doğudan gelen tehlikelere karşı halk verimli ve uygun vadiler yerine bu mağaralarda yaşamışlardır. Mağaralarda keşişlerin yaşadığı hücreler, çile odaları, yeraltı mezarları, tapınaklar ve zirai amaçlı binalar yer almaktadır.
Popüler kültürde, Jasper Kent tarafından yazılmış "The Danilov Quintet" (Danilov Beşlemesi) isimli roman serisinin ikinci kitabı olan "Thirteen Years Later" (On üç yıl sonra) isimli romanda Çufutkale'den ayrıntılı olarak bahsedilir.
Tarihi.
Çufutkale, Hazar Türkleri döneminde 8. yüzyılda yapılmıştır. En erken referanslar kasabanın bir Bizans ileri karakolu olduğunu gösterir. 1299'da Tatarlar tarafından ele geçirilmiştir.
Cenevizliler tarafından Potmay olarak adlandırılan Çufutkale'ye Altın Orda orduları tarafından fethedildikten sonra Gevherkermen adı verilmiştir. Yine bazı kaynaklarda buranın ismi Çiftkale olarak geçmektedir.
Tatarlar kasabada 16. yüzyıla kadar yaşamışlardır. Bu tarihten sonra vadinin aşağısına göçmüşler ve şimdiki Bahçesaray'da yaşamaya başlamışlardır. Tatar hakimiyetinde Karaim (Karay) Türkü esnaf ve tüccarlar kasabaya yerleşmişlerdir. Tatarlar göçtükten sonra da orada yaşamaya devam etmişlerdir.
Musevi dinine mensup Karay Türkleri, dinlerini yaşama imkânları sınırlanınca, 14. yüzyıl itibarıyla bu yalçın ve sarp bölgeye çekilmişlerdir. Çufutkale tam bir "kaya şehir" görünümündedir. Kayalar oyularak merdivenler, yağmur sularının aktığı muhtemelen biriktirilmesine de yarayan su kanalları, gıdaların saklandığı depolar ve ibadet hücreleri, taştan binalar ve dini yapılar inşa edilmiştir.
Çufutkale'de binalar, birbirine paralel iki cadde üzerine yerleştirilmiştir. Karay Türkleri 'nin Kenesa dediği ve 14. ile 18. yüzyılda inşa edilmiş günümüzde kısmen restore edilmiş iki adet ibadethane, kalenin vadiye bakan sarp tarafında, vadinin başındaki platoda yer almaktadır.
Karaimlere göre, Karaizm bir Musevilik dini, bağımsız, bağnaz olmayan, tek tanrılı İbrahim’in dinidir. Şu anki Karaite dininin kurucusu Anan Ben David Eski Ahit'te (Tevrat) yazılanlara geri dönüşü vaazında belirtir. O Talmudic düşünceyi reddetmiştir. Bu din, Rabbinical Yahudilikten çok farklıdır. Şu an Kırım’da aktif bir Karaim topluluğu bulunmaktadır.
Kalede Karay Türklerinin yaptığı eserlerin dışında başka eserler de mevcuttur. Özbek Han’dan sonra tahta çıkan altın Orda Hanı Canıbek Han tarafından 1340’larda yaptırılan ve Kırım Hanı Hacı Giray Han tarafından tamir ettirilen (1454) Canıbek Han Camii günümüzde harap bir vaziyettedir. Çufutkale’deki bir diğer tarihi eser olan Hanike (Canike) Hanım Türbesi ise nispeten iyi durumdadır. Altın Orda Hanı Toktamış Han’ın kızı olan ve Kırım genelinde oldukça etkin bir konumda bulunan Hanike (Canike) Hanım vefat ettiğinde kendisi için 1437 yılında bu türbe inşa edilmiştir. 6 ila 12. yüzyıla tarihlenen kalenin içinde han ailesine ait başka türbeler de bulunmaktadır.
Çufutkale, Hanlık döneminde Karay Türklerinin en önemli ikamet yerlerinden biri idi. Hatta Kırım Hanlığı’nın bir dönem darphaneleri de buradaydı. Çufutkale’deki darphanede Kırım Hanlığı’nın kurucusu Hacı Giray Han ile daha sonra I. Mehmet Giray Han, I. Sahib Giray Han ve I. Devlet Giray Han para bastırmış, daha sonraki hanlar zamanında ise paralar Bahçesaray’da basılmıştır.
Kırım Hanlığı döneminde Çufutkale’nin altındaki mağaralar aynı zamanda zindan olarak kullanılmaktaydı.
Korkunçluğu ile ünlü bu zindanlar o dönemde özellikle Han’a karşı gelen muhaliflerin ve esirlerin muhafaza edildiği yerlerdi.
Kırım’ın Ruslar tarafından işgal edilmesinin ve Karayların Bahçesaray ile diğer şehirlerde yerleşeceklerinin ilanının ardından, 19. yüzyılın ortalarından itibaren yavaş yavaş terk edilmeye başlanmış, özellikle 1920’den sonra ise, tamamen boşalmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5258",
"len_data": 5134,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.51
}
|
Mangup, Ukrayna'nın Kırım Özerk Cumhuriyeti'nde Bahçesaray'ın hemen yakınlarında Hoca Sala köyü civarında tarihi bir kaledir. Orta Çağ'daki adı, "Doros" olarak geçer.
Yayla dağlarının Sivastopol'dan başlayarak kuzeye doğru uzanan silsilenin kuzey kesimlerinde, nispeten dağlık ve ormanlar içindeki bir bölgede yer almaktadır. Kale, etrafı düz ve yeşillik bir sahada göğe yükselen yüksek bir dağın zirvesinde, beyaz bir kaya üzerinde Rumlar tarafından inşa edilmiştir. Kalenin asıl ismi Theodoro Kalesi'dir. 13. yüzyılın sonlarında / 14. yüzyılın başlarında Trabzon ve İstanbul hükümdarlarının soyundan Theodoro Prensliği'nin prensleri tarafından yönetilmekteydi.
İstanbul'un fethinden sonra, 1475 yılında Osmanlı orduları tarafından kuşatılarak Rum prenslerin elinden alınmıştır. Evliya Çelebi, "Kırım Vilayeti'nin "Kahkaha Kalesi" olan Mankup (Mankop) Kalesi'ne geldik. Ceneviz keferesi yapısıdır. Bayezid Velî Han zamanında Gedik Ahmet Paşa fethidir. Kale muhasara ile alınabilecek iken hücum ile yedi bin yeniçeri kırdırdığı için Gedik Ahmet Paşa görevden alınmıştır. İç kale kapısından doğuya yüz adım yerde Bayezid Velî Camii vardır. Üzerindeki tarihi 1056 (1646?) dır. Bu camiden aşağıda bir müslüman mahallesi, bir mescidi, yüz evi, bir küçük hamamı, iki çeşmesi vardır" der.
Mangup, günümüzde özellikle yürüyüş turlarını tercih edenlerin önemli güzergâhlarından birisidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5260",
"len_data": 1380,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.58
}
|
Otto Viktor Karl Liman von Sanders veya Liman Paşa ( 17 Şubat 1855, Stolp - 22 Ağustos 1929, Münih), Alman general ve Osmanlı mareşali olan asker.
17 Şubat 1855'te o dönem Almanya'ya bağlı Pomeranya bölgesindeki Stolp'da (bugün Polonya'da Słupsk) doğdu. Babası Yahudi bir asilzade idi. Aristokrat ailelere mensup diğer birçok Prusyalılar gibi o da askere katıldı. 1874'te Essen muhafız birliğinde subaylığa başladı. 1877 yılında Darmstadt'ta Amelie von Sanders ile evlendi ve von Sanders soyadını eşinden aldı.
1904 yılında Albay rütbesine terfi etti. 1908 yılında Tümgeneral rütbesine terfi etti ve 22. Piyade Tümeni'nin komutanlığına atandı. 1911'de Korgeneral rütbesine terfi etti. 30 Haziran 1913 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Alman Askerî Misyon Başkanlığı görevine atandı. Bu göreviyle birlikte 1. Ordu komutanlığına atandı. 1915 yılında Gelibolu ve Çanakkale Boğazı'nı savunan 5. Ordu komutanlığına atandı. Bu görevindeki başarıları nedeniyle Osmanlı Ordusu'nda Müşir rütbesine terfi ettirildi.
1918 yılında Sina ve Filistin Cephesi sırasında General Erich von Falkenhayn'ın yerine Yıldırım Ordular Grubu komutanlığına atandı. 1918 sonunda İngiliz General Edmund Allenby tarafından yenilgiye uğratıldı ve savaş sona erdikten sonra savaş suçu işlediği iddiasıyla Şubat 1919'da Malta'da tutuklandı. Altı ay sonra serbest bırakıldı ve Alman Ordusu'ndan o yıl emekli oldu.
1927 yılında savaş sırasında ve öncesinde kendi deneyimleri hakkında Malta'da tutsak kaldığı yıllara ait yazdığı bir kitabını yayınladı. 22 Ağustos 1929'da Münih'te 74 yaşında öldü. Darmstadt'ta eşi Amelie von Sanders'in yanında defnedildi. Mezarının yeri Darmstadt Alter Friedhof'da 2 N 28 numaradadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5268",
"len_data": 1687,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.43
}
|
Klasik mekanik, makroskobik boyutlarda (~10−9 m >) cisimlerin hareketlerini hem deneysel hem de matematiksel olarak inceleyen, fiziğin iki ana dalından biridir.
Klasik mekanik basit kristal modellerinden, galaksilerin hareketlerine kadar oldukça geniş bir büyüklük skalasında tutarlı sonuçlar vermektedir. Bunların yanı sıra, çevremizde gördüğümüz birçok mekanik olay klasik mekanik kullanılarak oldukça yüksek bir doğrulukla hesaplanabilir.
Klasik mekanik, Newton mekaniği, klasik istatistik mekanik ve klasik elektromanyetik teori alt dallarını içinde barındırır. Özel ve genel görelilik kuramları bazı kaynaklarca klasik mekaniğin bir alt dalı olarak kabul edilse de bu kuramların yapıları gereği klasik mekaniğin veya kuantum mekaniğinin bir alt dalı olmak yerine bu kuramları, ışık hızına yakın hızlarda veya kütleçekimin büyük olduğu durumlarda modifiye ettiğini söylemek daha doğru olur.
Klasik mekanik günlük olaylar çerçevesinde oldukça kesin sonuçlar üretmektedir, ancak ışık hızına yakın hızlarda hareket eden sistemler için göreli mekanik (relativistic mechanics), çok küçük uzaklık ölçeklerinde sistemler için nicemleme mekaniği (quantum mechanics) ve her iki özelliğe sahip sistemler için de göreli nicemleme alan teorisi (relativistic quantum field theory) kullanılmalıdır. Klasik mekaniğin araştırma dalları için yandaki şablonu kullanabilirsiniz.
Konum ve türevleri.
Noktasal bir parçacığın konumu uzayda rastgele seçilen O referans noktasından, parçacığa çizilen vektördür.
Hız ve sürat.
Hız ya da yerdeğiştirmenin zamana oranı, konumun zamana göre birinci türevi olarak tanımlanır.
İvme.
İvme ya da hızın zamana oranı, hızın zamana göre türevi (aynı zamanda konumun ikinci türevi) olarak tanımlanır.
Sınırları.
Klasik mekaniğin birçok dalı genel göreliliğin ve göreli istatistiksel mekaniğin basitleştirilmiş ve günlük yaşama uyarlanmış halidir.
Newton kanunlarının genel hali.
Özel görelilikte, bir parçacığın momentumu şudur:
"m" parçacığın kütlesi, v hızı ve "c" ışık hızı
Eğer v "c" ye göre çok küçükse kökün içi yaklaşık 1 olur ve
Böylece klasik mekaniğin p="m"v eşitliğinin aslında ışık hızına göre çok daha küçük hızlarda hareket eden cisimler için basitleştirilmiş bir eşitlik olduğu görülebilir.
Dalları.
Klasik mekanik, ilk önce geleneksel üç ana dala ayrıldı:
Bütün mekaniksel büyüklükler kütle (kilogram), uzunluk (metre) ve zaman (saniye) cinsinden ifade edilebilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5269",
"len_data": 2407,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4
}
|
Musa Kâzım Karabekir (Osmanlıca : موسی كاظم قرە بكر) (23 Temmuz 1882, İstanbul - 26 Ocak 1948, Ankara), Türk asker ve siyasetçi. "Alçıtepe Kahramanı" namıyla tanınır. Türk Kurtuluş Savaşı'nı başlatan komutanların arasında yer alarak Doğu Cephesi'nde gösterdiği başarılardan dolayı Kırmızı-Yeşil şeritli İstiklâl Madalyası ile taltif edildi. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk muhalif partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucuları arasında yer alıp, genel başkanı oldu. Afşar Türklerinden olup soyu Karamanoğulları'na dayanmaktadır.
İlk yılları ve eğitimi.
Jandarma Alaybeyi Mehmet Paşa'nın oğlu olarak 23 Temmuz 1882 tarihinde İstanbul'da doğdu. Kâzım Karabekir, İstanbul Zeyrek'te ilkokula başlamıştır. Babası Mehmet Paşa'nın Mekke'ye tayin olmasıyla eğitimini burada devam ettirmiştir. Mehmet Paşa'nın ölmesiyle, Kâzım Karabekir ailesi ile birlikte İstanbul'a gelmiş ve 1894 yılında Fatih Askeri Rüştiyesine gitmiştir. 1897 yılında Kuleli Askeri İdadisine girmiş ve bu okulu 1899 yılında bitirmiştir. 1902 yılında Harbiye Mektebi'nden, 1905 yılında Mekteb-i Erkân-ı Harbiye'den mezun oldu.
Askerî kariyeri.
1907 yılında Enver Paşa ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Manastır şubesini kurdu. 1909'da 31 Mart Olayı'nı bastırmak için kurulan Hareket Ordusu'na katıldı. 1912 yılında I. Balkan Savaşı'nda yer aldı.
I. Dünya Savaşı.
Avrupa'nın genel bir savaşa sürüklendiği bu dönemde görevli olarak Paris'te bulunmaktaydı. Fakat bu durumu fark etti. 14 Temmuz 1914 tarihinde İstanbul'a geri döndü. 3 Ağustos 1914 tarihinde Genelkurmay II. (İstihbarat) Şube Müdürü olarak görevlendirildi. Savaş konusundaki düşünceleri, İstanbul ve Çanakkale boğazlarını kuvvetlendirmek, boğazlardaki kuvvetleri desteklemek, savaşa girmekten mümkün olduğunca kaçınmaktı.
Genelkurmay'daki görevini devam ettirirken, Konya'ya bir soruşturma sebebiyle gönderilmişti. 29 Kasım 1914 tarihinde "Üç Yıl Hazerî Kıdem Zammı" aldı ve bunun sonucunda 9 Aralık 1914 tarihinde Yarbay rütbesine terfi etti. 6 Ocak 1915 tarihinde Mürettep 1. Kuvve-i Seferiye Komutanı olarak İran Harekâtına gönderildi. Halep'e geldiğinde, 3. Ordu'nun Sarıkamış'ta büyük bir felakete uğramış olduğunu, komutasına verilen kuvvetlerin Doğu Cephesi'ne kendisinin de Süleyman Askeri Bey'in yerine Irak Havalisi Kuvvetleri Komutanlığı'na ve Basra Valiliğine atandığını öğrendi. Böylece Süleyman Askeri Bey'in yerine geçmek üzere İstanbul'a geldi.
Çanakkale Cephesi.
6 Mart 1915 tarihinde İstanbul'a gelince 5. Kolordu'ya bağlı İstanbul Kartal'da bulunan 14. Tümen Komutanlığına atandı. Bu görevde bulunduğu esnada, Marmara Denizi ve Karadeniz kıyılarının tahkimatı ile uğraştı. Ancak 14. Tümen'in Gelibolu'ya gönderilmesi ile bu bölgede Seddülbâhir ve Kerevizdere'deki (12-13 Temmuz 1915) savaşlarda bulundu. Kerevizdere'de bulunduğu sıralarda Fransızlar, Haziran'dan itibaren Zığındere ve Kerevizdere bölgelerinde taarruzlar yapmakta idi. Fransızların amacı, Türk ordusunun dikkatini güney bölgesine çekmekti. Böylece ağustos ayında Anafartalar'a yapılacak olan çıkarmanın başarısını garanti altına almak istiyorlardı. Fransızların planı amacına ulaştı ve Türk kuvvetlerinin çoğu güney bölgesine kaydırıldı. Bu amacın gerçekleşmesi için İngilizler I. Tümen ile Türk kanadına, Kereviz Dere bölgesine, 12 Temmuz sabahı saat 07.00'da taarruza başladılar. Türk tümenlerinin batıdan itibaren 1., 4., 7. ve 9. tümenleri cephede, 6. Tümen ise geride bekletilmekte idi. 7. Tümen cephesine taarruz eden İngiliz Tümeninin her iki günündeki taarruzları da başarısızlıkla sonuçlandı. 4. Tümen cephesine taarruz eden Fransızların taarruzları ise beklemedeki 6. Tümen'in de bölgede kullanılması üzerine gelişme gösteremedi. Birkaç metrelik ileri geri hareketler şeklinde gelişen muharebede oldukça fazla kan döküldü ve Türk kaybı 9700 kişiye ulaştı.
Kerevizdere Muharebeleri sırasında 5. Kolordu Komutanlığına bağlı 14. Tümen Komutanı olarak bulunmaktaydı. Bu görevi sırasında 6-13 Ağustos 1915 Muharebeleri'nde de görev aldı. Bu muharebeler sırasında İtilaf kuvvetleri Arıburnu ve Anafartalar bölgesine, çıkarma ile takviye ederek yapacağı taarruza karşılık güney cephesinden Türk kuvveti kaydırılmasını engellemek amacıyla 6-7 Ağustos tarihlerinde bu cephenin merkezine Kirte istikametinde taarruzlar ettiler. Ancak her iki taarruz da zayiat verilerek püskürtüldü. Sonraki küçük çaptaki taarruzlar da sonuçsuz kaldı. Bundan sonra da bu cephede düşmanın tahliyesine kadar mevzi muharebeleri devam etti. Böylece İtilaf kuvvetleri, çıkarmanın ilk günü almayı planladığı Alçıtepe'yi ele geçiremedi. Her yönden sayıca üstün olmasına karşın Türk direnişi karşısında sadece 5 km ilerleyebildi. Bu muharebeler sırasında düşmana karşı 3.5 ay başarıyla savaştı. Askerî kişiliği açısından takdir toplayarak Muharebe Gümüş Liyakat Madalyası ile taltif edilerek Miralay rütbesine terfi etti. Ayrıca Almanya'dan İkinci Rütbeden Kron Dö Braş Kılıçlı Nişanını, Osmanlı'dan da Gelibolu Şeref Nişanı'nı ve Muharebe Madalyası'nı aldı. Eylül 1915 - 9 Ocak 1916 Mevzi Muharebeleri'nde Güney Grubu Komutanlığına bağlı 2. Bölge Komutanlığı'nda 14. Tümen Komutanı olarak görevlendirildi. Muharebeler devam ettiği sırada komutasındaki 14. Tümen, 11 Ocak 1916 tarihinde bölgeden ayrıldı.
Çanakkale Cephesi sonrası.
Çanakkale Cephesi'ndeki taarruz savaşlarının, siper muharebelerine dönüşmesi ile birlikte, Gelibolu'dan alınarak 26 Ekim 1915 tarihinde İstanbul'daki 1. Ordu Kurmay Başkanlığına atandı. Daha sonra da 6. Ordu Kurmay Başkanı olarak Irak Cephesine gönderildi. Bu arada Gelibolu'daki başarılarından dolayı "Üç Yıl Savaş Zammı" alarak 14 Aralık 1916 tarihinde Mirliva rütbesine terfi etti ve "Paşa" oldu. Almanya'dan ikinci kez "Alman Demir Haç Nişanı" aldı. 24 Nisan 1916 tarihinde Kût'ül-Amâre'yi kuşatmakta olan 18. Kolordu Komutanı olarak görevlendirildi. Bu cephedeki başarılarından dolayı 8 Şubat 1917 tarihinde yeniden "Altın Muharebe Liyakat Madalyası" ile taltif edilerek "İki Yıllık Kıdem Zammı" verildi.
Kafkasya Cephesi.
Cafer Tayyar Paşa ile o yıllarda yapılabilen karşılıklı yer değiştirme (becayiş) usulü ile Kafkas Cephesindeki 2. Kolordu Komutanı olarak atandı. Bu Kolordu Van Gölü'nün güney mıntıkası, Bitlis, Muş, Murat Çayı ve Palu Doğusu'na kadar olan geniş bir araziyi savunmakla görevlendirildi. Bu dönemde Osmanlı Devleti, toplam dört kolordusu olan iki ordusunu Van Gölü ile Karadeniz arasında bulundurmaktaydı. Bu orduların en güneyde olanı komutanı olduğu 2. Kolordu idi. Bu kolorduda on aya yakın bir süre görev yaptı. Bölgedeki başarılarından dolayı 23 Eylül 1917 tarihinde padişah iradesiyle "Kılıçlı İkinci Mecidi Nişanı" ile taltif edildi. 2 Mart 1919 tarihinde Erzurum'daki 15. Kolordu Komutanlığı'na atandı.
Kurtuluş Savaşı.
Türk Kurtuluş Savaşı'nı başlatan komutanların arasında Anadolu'ya ilk geçen komutan oldu. 19 Nisan 1919 tarihinde Trabzon'a geldi. 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun'a çıkarak Türk Kurtuluş Savaşı'nı başlatmış olan 9. Ordu Müfettişi Mirliva Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'daki Osmanlı padişahı Mehmed Vahdettin ile haberleşmeleri sonucu görevinden istifa etmesi üzerine, İstanbul'dan bizzat kendisine gönderilen ve Mustafa Kemal Paşa'yı tutuklamasını emreden telgrafa rağmen "Ben ve kolordum emrinizdedir Paşam!" sözünü söyleyerek Mustafa Kemal Paşa'nın emrine girdi. Ardından Erzurum Kongresi'nin düzenlenebilmesi için büyük gayret gösterdi ve askeri güvenliği sağladı.
93 Harbi sırasında Rus Çarlığına kaybedilen Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin ve Batum'u Eylül 1920 tarihinde kurtarıp, Türkiye'nin doğu sınırlarında Misak-ı Milli'yi gerçekleştirdikten sonra 31 Ekim 1920 tarihinde TBMM tarafından Ferik rütbesine terfi ettirildi.
Doğu Cephesi.
Mustafa Kemal Paşa, İtilaf Devletleri'nin doğuda Ankara Hükûmeti'nin Bolşeviklerle birleşmesine engel olmak amacıyla Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan'dan ibaret bir Kafkas bloku kurarak, memleketin işgal edilmesinden endişelenmiştir. Mustafa Kemal, 6 Şubat 1920 tarihinde Kâzım Karabekir'e taarruz planı hakkındaki düşüncelerini bildirmiştir: "Doğu Cephesi'nde seferberlik yapılması; Kafkas hükümetleri ile görüşülüp bize karşı durumlarının anlaşılması; devlet içinde teşkilatın kuvvetlendirilmesi; silah, cephane ve malzemenin teslim edilmeyerek gerekirse zor kullanılması; en önemli görev olarak da İtilaf Devletleri'nin zaman kazanmasına engel olunması önemle istenmektedir."
Mustafa Kemal Paşa, Nutuk'ta "Kâzım Karabekir Paşa ve adamları Kurtuluş Savaşı'nda canları pahasına savaşarak galip geldiler. Bu galibiyet sadece onların değil bütün Türk milletinin galibiyetidir." diyerek onun başarılarını takdir etti.
Savaştan sonra Doğu Cephesi'nde gösterdiği başarılardan dolayı TBMM tarafından Kırmızı-Yeşil şeritli İstiklâl Madalyası ile taltif edildi.
Sovyet Rusya-TBMM İlişkileri açısından Kâzım Karabekir Paşa.
Sovyet Rusya ile imzalanacak dostluk antlaşması için Bekir Sami Bey başkanlığında bir delegasyon, 11 Mayıs 1920 tarihinde Ankara’dan hareketle 19 Temmuz 1920'de Moskova'ya ulaştı. Dostluk antlaşmasının esasları 24 Ağustos 1920 tarihinde hazır olmakla beraber, Bekir Sami Bey'in bu antlaşmayı imzalaması mümkün olmadı. Çünkü Sovyet Rusya, Bitlis, Van ve Muş illerinin Ermenistan'a terk edilmesini istedi.
Fakat Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Türk kuvvetleri Eylül 1920 tarihinde taarruza geçip, Brest-Litovsk Antlaşması ile Türkiye'ye verilen ve Misak-ı Milli hudutları dahilinde olan Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin ve Batum'u aldıktan sonra Gümrü'yü de ele geçirince, Menşevik iktidarı altındaki Ermeni hükûmeti barışa yanaşmak zorunda kaldı ve 3 Aralık 1920 tarihinde Ermenistan ile Gümrü Antlaşması imzalandı. Bu arada, Bolşevikler de Ermenistan'da iktidarı ele geçirmişlerdi. Bu şekilde Ermenistan meselesi kendiliğinden çözümlenmiş oluyordu. Kazanılan bu zaferler üzerine Sovyet Rusya, Millî Mücadele'ye daha fazla önem vermeye başladı.
3 Aralık 1920 tarihinde TBMM Murahhası sıfatıyla Gümrü Antlaşması'nı imzaladıktan sonra; 18 Ekim 1921 tarihinde biten Kars Konferansı'na Türkiye Baş Murahhas olarak katıldı. Ayrıca bu konferansa başkanlık yaparak; 13 Ekim 1921 tarihinde Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan ile Kars Antlaşması'nı imzaladı. Kütahya-Eskişehir Muharebeleri'nden hemen sonra yapılan Sakarya Meydan Muharebesi sonrasına denk gelen bu antlaşma ile Batum'un Sovyetler Birliği'ne terk edilmesi karşılığında karşı taraftan belli miktarlarda silah, cephane ve altın alınacaktı.
Siyasî kariyeri.
15 Ekim 1922 tarihinde Ankara'ya geldi. Edirne Milletvekili sıfatı ile 30 Ekim'den itibaren meclis çalışmalarına devam etti. 17 Şubat 1923 tarihinde Türkiye'de ilk defa toplanan İzmir İktisat Kongresi'ne başkanlık yaptı. 29 Haziran 1923 tarihinde TBMM'nin İkinci Devresi'nde İstanbul Milletvekili seçildiği dönemde; Doğu Cephesi komutanlığı görevini de fiili olarak devam ettirmekte idi. 21 Kasım 1923 tarihinde "Millî Mücadelemizde Siyasi ve Savaş Yararlılığı" görülenlere verilen kırmızı ve yeşil şeritli İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi. 21 Ekim 1923 tarihinde son askeri görevi olan 1. Ordu Müfettişliği'ne atandı. 26 Ekim 1924 tarihinde bu görevinden istifa ederek sadece siyasi alanda faaliyet gösterdi.
9 Kasım 1924 tarihinde CHP'den istifa etti. 17 Kasım 1924 tarihinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucuları arasında yer aldı ve bir süre sonra da bu partinin genel başkanı oldu. Doğu'da çıkan Şeyh Said İsyanı üzerine İsmet Paşa Hükûmeti Takrir-i Sükûn Kanunu'nu çıkardı ve bu isyanda TCF'nin de rolü olduğu iddia edildi. İsmet İnönü başkanlığındaki hükûmet tarafından bu olay sebep gösterilerek 5 Haziran 1925 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile tüm muhalif gazeteler ve partilerle birlikte TCF de temelli kapatıldı. Ayrıca Kâzım Karabekir, Haziran 1926 tarihinde Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal'e düzenlenen İzmir Suikastı girişimi ile ilgili olarak tutuklandı ve İstiklal Mahkemesi'nde idam ile yargılandıysa da beraat etti.
1927 yılında TBMM'nin ikinci dönemi sona erince milletvekilliği son buldu. Ordu açığında 5 Aralık 1927 tarihinde "Müşir" rütbesine hazırken resen emekliye sevk edildi. Bu dönemden sonra uzun bir süre siyasetten uzaklaştırılarak inzivaya çekilmek zorunda kaldı ve yönetimle olan anlaşmazlığı yüzünden sıkıyönetim altında tutulması istenen 84 kişilik "muhalifler" listesinin başında yer aldı. 10 sene sürekli takip ve gözaltında tutuldu ve hatıralarını yazdığı "İstiklal Harbimiz" adlı eseri zamanın hükûmetinin kararıyla "Takrir-i Sükun" kanunu uyarınca toplatıldı. Belki de en sıkıntılı yıllarını bu dönemde geçirdi. Atatürk'ün ölümünün ardından 26 Ocak 1939 tarihinde İstanbul Milletvekili seçildi. 1943 yılında tekrar milletvekili seçildi ve 5 Ağustos 1946 tarihinde yapılan TBMM başkanlık seçimlerinde Meclis Başkanı seçildi. 26 Ocak 1948 tarihinde 66 yaşında iken geçirdiği bir kalp krizi sonucu Ankara'da öldü. Törenle Cebeci Askeri Şehitliği'ne defnedilen cenazesi sonraki yıllarda Devlet Mezarlığı'na nakledildi. 2010 yılının başında dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ Kâzım Karabekir'in ölüm yıl dönümünü ilk kez andı.
Bulgarca, Fransızca, Almanca ve Rusça bilmekteydi.
Ailesi.
Evlilik hayatına 1924 yılında 42 yaşındayken Aydınlı Cemal Bey'in kızı İclal Hatun (1900-1954) ile adım attı. Bu evlilikten Hayat (1927-2018), Emel (1927-1984) ve Timsal (26 Ocak 1941-?) adında üç kız çocuk sahibi oldu. Küçük kızı Timsal Karabekir çeşitli TV programlarında ya da konferanslarda yaşadığı anıları anlatmaktadır.
Mirası.
1968 yılında Erzurum'da inşa edilen Cemal Gürsel Stadyumu'nun adı, 10 Ağustos 2012 tarihinde alınan bir kararla Kâzım Karabekir Stadyumu olarak değiştirildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5271",
"len_data": 13504,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.34
}
|
Mehmet Esat Bülkat veya Esat Paşa (18 Ekim 1862, Yanya - 2 Kasım 1952, İstanbul), Türk asker. Balkan Savaşları sırasında kendi gibi asker olan küçük kardeşi Mehmet Vehip Kaçı ile birlikte Yanya'da gösterdiği savunma ve direnişi ile tanınan Esat Paşa, yine küçük kardeşi ile birlikte görev aldığı Çanakkale Savaşı'nda büyük başarı göstermiş; İtilaf kuvvetlerinin boğazı geçip İstanbul'a varmasını önleyen komutanlardan biri olmuştur.
Hayatı.
1862'de Yanya'da dünyaya geldi. Esat Paşa'nın soyu Özbekistan'dan Anadolu'ya gelen ve buradan da Rumeli'ye geçen bir Türk boyu olan “Kaçı” veya “Kaçın” boyudur. Bu boya mensup Taşkentli Mehmet Ağa, Selanik'te Osmanlı Hükümdarı II. Murat'ın hizmetine girmiş ve Hükümdar tarafından Yanya'ya mütesellim tayin edilmiştir.
Ancak bir tarafı da Arnavut kökenlidir. Yanya'daki Rum Zosimea Okulu'nda okudu.
1890'da kurmay yüzbaşı olarak Erkan-ı Harbiye Mektebini bitirdi. Aynı yıl Almanya'ya giderek burada askeri görevlerde bulundu. Temmuz 1893'te kıdemli yüzbaşı olarak İstanbul'a döndü. 5 Kasım 1893'te binbaşı oldu ve Osmanlı Ordusu'nu düzenlemekle görevli Goltz Paşa'nın yardımcılığına atandı.
Osmanlı-Yunan Savaşı çıkınca 18 Nisan 1897'de Yanya Kolordusu kurmay başkanlığı'na atandı. Burada gösterdiği başarıdan dolayı 31 Ocak 1898'de rütbesi albaylığa yükseldi.
1899'da Harbiye Mektebinin ders nazırlığına, daha sonra da kurmay başkanlığına atandı. Harbiye mektebindeki hizmetlerinden dolayı 27 Kasım 1902'de mirlivalığa ve 17 Ocak 1906'da ferik rütbesine yükseltildi.
15 Temmuz 1907'de Selanik'teki 3. Ordu komutan yardımcılığına getirildi. 1908 devrimiyle yönetime gelenler, daha önce çok çabuk ilerleyenlerin rütbelerini 1909'da "Tasfiye-i Rütep" kanunuyla geri alınınca mirliva rütbesine indirildi.
1911'de Gelibolu'da 5. Nizamiye Tümeni, çok geçmeden de Tekirdağ'da 2. Kolordu ve 12 Temmuz 1911'de İşkodra Müretteb Kuvvetleri komutanlığına atandı.
İtalya'nın savaş ilan etmesi üzerine 16 Eylül 1911'de Yanya Bağımsız Tümen komutanı ve seferberlik gereği olarak 10 Ekim 1911'de Yanya Kolordusu komutanı oldu. Balkan Savaşları'nda 5 Mart 1913'e kadar Yanya ve civarını sayıca üstün Yunan kuvvetlerine karşı fedakarca savunarak büyük yararlılıklar gösterdi.
16 Ocak 1913'te Tekirdağ'da 3. Kolordu Komutanlığına ve I. Dünya Savaşı'nda Gelibolu Yarımadasında 3. Kolordu ve Arıburnu Kuzey Grubu Komutanlığına atandı. Burada Çanakkale Boğazı'nın kilidi sayılan Conkbayırı'nı İtilaf kuvvetlerine karşı büyük fedakarlıklara katlanarak savundu. Çanakkale'deki hizmetlerine ödül olarak 15 Eylül 1915'te rütbesi tekrar ferikliğe yükseltildi.
Goltz Paşanın Bağdat Komutanlığına gitmesi üzerine 3 Kasım'da 1. Ordu Komutanlığına atandı. Almanya'nın Doğu ve Batı cephelerini görmek üzere 1917'de Berlin'e gitti ve burada incelemelerde bulundu.
Yurda dönünce 21 Şubat 1918'de Bandırma'da 5. Ordu Komutanlığı'na ve 22 Haziran'da Batum'da 3. Ordu Komutanlığı'na atandı. Bundan sonra 2. Ordu Genel Müfettişliğinden 22 Kasım 1919 tarihinde emekliğe ayrıldı. Hulusi Salih Paşa kabinesinde Bahriye Nazırlığı görevinde bulundu.
""Çanakkale Hatıraları" (4 cilt) ve "1912-1913 Balkan Harbi"" adlı iki eser kaleme aldı.
2 Kasım 1952'de İstanbul'da öldü ve Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi.
Çanakkale Savaşı'ndaki Rolü.
25 Nisan 1915'te İngiliz ve Fransız birliklerinin Seddülbahir Cephesi ve Arıburnu Cephesini açmalarıyla Çanakkale Kara Muharebeleri başlamış oldu. Haziran ayına kadar süren saldırılar Türk kuvvetleri tarafından karşılandı ve İtilaf güçlerinin geri çekilmesi sağlandı. Bunun üzerine tekrar saldırı kararı alan İtilaf kuvvetleri, Haziran ve Temmuz ayı boyunca Türk mevkilerini sürekli ateş ve bombardıman altında tuttular.
Bu sırada Gelibolu'daki savunma hattı iki kısma ayrılmıştı. Esat Paşa, Arıburun Kuzey Grubu komutanı olarak; kardeşi Vehip Paşa da Güney Grubu Komutanı sıfatıyla İtilaf güçlerinin kuvvetli saldırılarına karşı direniş göstermekteydi. Kuzey Grubu komutanı Esat Paşa Haziran ve Temmuz aylarında İngiliz ve Fransız birliklerinin Arıburnu'na yaptıkları taarruzlar karşısında zor şartlar altında düşmanını karşılamış ve geri püskürtmüştür.
Bundan sonra Ağustos ayında İtilaf kuvvetleri, Conkbayırı denen mevkii üzerine harekete geçmiş ve burayı ele geçirmek için hazırlıklara başlamıştır. 6 Ağustos'ta başlayan İngiliz taarruzu, Conkbayırı'nı korumakla görevli Esat Paşa emrindeki Türk kuvvetleri tarafından karşılanmış ve İngilizler yenilgiye uğratılmıştır.
Ağustos sonuna kadar devam eden savaşlar sonunda İtilaf kuvvetleri, mevki yönünden çok önemli olan Conkbayırı'nı ele geçirememiş ve Çanakkale'den geçerek İstanbul'u zaptedip Osmanlı Devleti'ni savaşın dışına çıkarma hedefleri suya düşmüştür. Özellikle Conkbayırı'ndaki muharebelerde oldukça başarılı bir askerlik gösteren Esat Paşa, Kaymakam Mustafa Kemal'in de bu bölgede Anafartalar Cephesinde zafer kazanmasında büyük paya sahiptir. Çünkü Mustafa Kemal'in Anafartalar kumandanlığına atanmasını sağlamış ve onun burada yeteneğinin görülmesi ve dünyaca tanınan bir asker olması bu sayede mümkün olmuştur. Esat Paşa, İtilaf kuvvetlerinin Çanakkale Boğazını geçerek İstanbul'a gelmesini önleyen üç önemli kumandandan biri olarak ortaya çıkmaktadır. Diğer iki kişi, Çanakkale Müstahkem Mevkii komutanı Cevat Paşa ve Anafartalar kahramanı Kaymakam (Yarbay) Mustafa Kemal'dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5272",
"len_data": 5286,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.45
}
|
Fizik disiplininde, kuvvet bir cismin hızını değiştirmeye zorlayabilen, yani ivmelenmeye sebebiyet verebilen — hızında veya yönünde bir değişiklik oluşturabilen — bir etki olarak tanımlanır; bu etki diğer kuvvetlerle dengelenmediği müddetçe geçerlidir. Itme ya da çekme gibi günlük kullanımda yer alan eylemler, kuvvet konsepti ile matematiksel bir netliğe ulaşır. Kuvvetin hem büyüklüğü hem de yönü önemli olduğundan, kuvvet bir vektör olarak ifade edilir. Kuvvet için SI birimi, newton (N)'dur ve genellikle simgesi ile gösterilir.
Klasik mekanikte, kuvvet merkezî bir öneme sahiptir. Kuvvet, sabit bir kütleye sahip bir cisme etki eden kuvvetin, cismin kütlesi ile bu cismin maruz kaldığı ivmenin çarpımına eşit olduğunu ifade eden Newton'un hareket yasaları dahilinde ele alınır. Klasik mekanikte yaygın olarak rastlanan kuvvet çeşitleri elastiklik, sürtünme kuvveti, temas ya da "normal" kuvvetler ve kütleçekim kuvvetleridir. Kuvvetin dönüsel karşılığı olan tork, bir cismin dönüş hızındaki değişimleri meydana getirir. Genişlemiş bir cismin her bir parçası genellikle yanındaki parçalara kuvvet uygular; bu kuvvetlerin cisim içindeki dağılımı içsel mekanik gerilimi oluşturur. Denge halinde, bu gerilimler cismin herhangi bir ivmelenme göstermemesi için kuvvetlerin birbirini dengelemesiyle sonuçlanır. Bunlar dengede olmadığında, katı materyallerde deformasyona veya sıvılarda akışa yol açabilirler.
Modern fizik alanında, görelilik ve kuantum mekaniği dahil olmak üzere, hareket yasaları, kuvvetin temel kaynağı olarak temel etkileşimlere dayanarak yeniden düzenlenmiştir. Ancak, klasik mekaniğin sunduğu kuvvet anlayışı, pratik amaçlar için faydalıdır.
Kavram gelişimi.
Antik dönemdeki filozoflar, hareketsiz ve hareket halindeki cisimler ile basit makinelerin analizinde kuvvet konseptini temel almışlar; fakat Aristo ve Arşimet gibi düşünürler, kuvvetin doğru anlaşılması noktasında hatalar yapmışlardır. Bu durum, kısmen, sürtünme kuvvetinin zaman zaman açık olmayan niteliğinin ve doğal hareketin içeriğine dair yetersiz görüşlerin eksik kavranmasından kaynaklanmaktadır. Temel yanılgılardan biri, sabit bir hızla hareketin devam etmesi için kuvvetin zorunlu olduğu inancıdır. Hareket ve kuvvet üzerine önceki yanlış kavrayışlar, Galileo Galilei ve Isaac Newton tarafından zamanla düzeltilmiştir. Matematiksel derinliği ile Newton, iki yüz yıl boyunca daha da geliştirilmeyecek olan hareket yasalarını ortaya koymuştur.
19. yüzyılın başlarında, Einstein ışık hızına yaklaşan hızlara sahip nesneler üzerindeki kuvvetlerin davranışını doğru bir şekilde tahmin eden ve yerçekimi ile eylemsizlik kuvvetleri hakkında bilgiler sunan bir görelilik kuramı ortaya koymuştur. Kuantum mekaniğine ilişkin çağdaş anlayışlar ve ışık hızına yakın hızlara parçacıkları ivmelendirebilen teknolojik gelişmeler ışığında, parçacık fiziği alanı, atomlardan daha küçük parçacıklar arasındaki kuvvetleri açıklamak amacıyla bir Standart Model tasarlamıştır. Standart Model, kuvvetlerin yayılımı ve emilimi süreçlerinde temel bir rol oynayan ayar bozonları adı verilen değişim parçacıklarının varlığını öngörmektedir. Bilinen yalnızca dört ana etkileşim vardır: güç sıralamasına göre azalan şekilde bunlar; güçlü, elektromanyetik, zayıf ve kütleçekimsel kuvvetlerdir. 1970'ler ve 1980'lerde gerçekleştirilen Yüksek enerji parçacık fiziği gözlemleri, zayıf ve elektromanyetik kuvvetlerin, daha temel bir elektrozayıf etkileşimin tezahürleri olduğunu onaylamıştır.
Newton öncesi kavramlar.
Antik dönemden itibaren, kuvvet kavramı, basit makinelerin her birinin işleyişi için temel bir unsur olarak tanınmıştır. Basit bir makine tarafından sağlanan mekanik avantaj, daha az kuvvet kullanılmasını sağlarken, bu kuvvetin aynı miktar iş için daha büyük bir mesafe boyunca etki etmesine olanak tanımıştır. Kuvvetlerin karakteristiklerinin detaylı incelenmesi, özellikle sıvılar içerisinde bulunan yüzdürme kuvvetinin formülasyonunu yapmasıyla tanınan Arşimet'in eserlerinde zirveye ulaşmıştır.
Aristo, Aristo kozmolojisinde kuvvet kavramına dair felsefi bir muhakeme sunmuştur. Onun perspektifine göre, yer küresi, içerisindeki farklı "doğal konumlar"da istirahat eden dört temel elementten oluşmaktadır. Aristo, öncelikle toprak ve su elementlerinden meydana gelen, Dünya üzerinde hareketsiz durumda bulunan cisimlerin, yer yüzeyinde kendi doğal konumlarında olduklarını ve müdahale edilmezlerse bu durumun devam edeceğini savunmuştur. Cisimlerin kendi "doğal konumlarını" bulma yönündeki doğuştan gelen eğilimi (örn. ağır cisimlerin düşme eğilimi) ile doğal olmayan veya zoraki hareketi; yani bir kuvvetin devamlı olarak uygulanmasını gerektiren hareketi ayırt etmiştir. Bu kuram, nesnelerin hareket şekillerine dair günlük gözlemlere dayanarak, bir arabanın hareket etmekte kalması için gerekli olan sürekli kuvvet uygulaması gibi, atkı (İng. "projectile") örneğinde okların uçuşu gibi davranışları açıklama noktasında kavramsal zorluklarla karşılaşmıştır. Bir okçu, uçuşun başlangıcında oku harekete geçirir ve daha sonra üzerinde algılanabilir bir etkin nedenin bulunmadığı halde ok hava boyunca ilerler. Aristo bu problemi teşhis etmiş ve atkının yolu boyunca itilen havanın, atımı hedefine taşıdığını önermiştir. Bu açıklama, hareketin devamını sağlayabilmek için hava gibi kesintisiz bir ortamın varlığını gerektirmektedir.
Aristo fiziği, 6. yüzyıl itibarıyla eleştirilere maruz kalmıştır, ancak bu eksiklikler, Galileo Galilei’nin 17. yüzyılda gerçekleştirdiği çalışmalara değin giderilememiştir. Galileo, Aristoteles'in hareket teorisine meydan okuyan bir deney gerçekleştirmiştir. Bu deneyde, bir eğim boyunca yuvarlanan taş ve top mermilerinin, bu cisimlerin kütlesinden bağımsız olarak yer çekimi ile hızlandığını ve bir kuvvet, örneğin sürtünme, uygulanmadıkça hızlarını muhafaza ettiklerini ortaya koymuştur. Galileo’nun, hareketi sürdürmek yerine değiştirmek için kuvvet gerektiği tezi, Isaac Beeckman, René Descartes ve Pierre Gassendi tarafından ileriye taşınmış ve Newton fiziğinin temel prensiplerinden biri haline gelmiştir.
17. yüzyılın başlarında, Newton'un "Principia" eserinden önce, "kuvvet" (Latince "vis") terimi, bir noktanın ivmelenmesi gibi, çok sayıda fiziksel ve fiziksel olmayan fenomene uygulanagelmiştir. Bir nokta kütlesinin ve onun hızının karesinin çarpımı, Leibniz tarafından "canlı kuvvet" (Latince "vis viva") olarak isimlendirilmiştir. Günümüz kuvvet kavramı, Newton'ın tanımladığı "ivmelenme kuvveti" (Latince "vis motrix") ile örtüşmektedir.
Newton mekaniği.
Isaac Newton, atalet ve kuvvet gibi kavramlar yardımıyla tüm cisimlerin hareketlerini tanımlamıştır. Newton, 1687 yılında, kendi alanındaki en önemli eseri "Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica"'yı yayımlar. Bu çalışmasında Newton, günümüz fizik biliminin kuvvetlerin açıklanmasına yön veren üç temel hareket yasasını belirlemiştir. Newton'un yasalarının matematiksel ifadeleri, yeni matematiksel metodolojilerle birlikte zaman içinde gelişim göstermiştir.
Birinci yasa.
Newton'un ilk hareket yasasına göre, hareketsizlik halinde bulunan bir cismin doğal eğilimi hareketsizliğe devam etmek, sabit hız ile doğrusal bir trajektorya üzerinde hareket eden bir cismin ise bu sabit hızda ve doğrultuda hareketine devam etme eğilimindedir. Bu sonuç, fizik kanunlarının tüm eylemsiz gözlemciler açısından değişmez olduğunu belirten ilkeye dayanarak, ilk durumdan türetilmiştir; yani, hareket halinde olduklarını hissetmeyen tüm gözlemciler. Bir cisimle eş zamanlı hareket eden bir gözlemci, bu cismin hareketsizlik halinde olduğunu algılayacaktır. Bu bağlamda, cismin doğal eğilimi, bu gözlemciye göre hareketsizlik durumunu korumaktır, bu da sabit hızla ve doğrusal bir yolda hareket ettiğini gözlemleyen birisinin, cismin bu hareket tarzını sürdüreceğini görmesini sağlar.
İkinci yasa.
İlk yasaya göre, düz bir çizgi boyunca sabit bir hızla gerçekleşen hareket için herhangi bir sebep zorunlu değildir. Asıl olarak, hareketin "değişimi" bir sebebi gerektirmekte olup, Newton'un ikinci yasası kuvvet ile hareketin değişim süreci arasındaki nicel ilişkiyi açıklamaktadır.
na göre, bir cisim üzerine etki eden net kuvvet, cismin zaman içindeki momentum değişiminin oranına eşdeğerdir. Cismin kütlesi sabit kaldığında, bu yasa, cismin ivmesinin, üzerine etki eden net kuvvete doğrudan orantılı olduğunu, bu kuvvetin yönünde olduğunu ve cismin kütlesi ile ters orantılı olduğunu öngörmektedir.
Newton'un ikinci yasasının çağdaş bir ifadesi, bir vektör denklemi şeklindedir:
formula_1
bu denklemede formula_2, sistemin momentumunu ve formula_3, net (vektörlerin toplamı) kuvveti temsil eder. Bir cisim dengede ise, tanımsal olarak net kuvvet sıfırdır (bununla birlikte, dengelenmiş kuvvetler mevcut olabilir). İkinci yasa, bir nesne üzerinde "dengelenmemiş" bir kuvvetin varlığında, nesnenin momentumunun zaman içinde değişeceğini öne sürer.
Mühendislikte sık karşılaşılan durumlarda, bir sistemin kütlesi değişmez kabul edilir ve bu, ikinci yasayı basit bir cebirsel forma indirger. Momentumun tanımı gereğince,
formula_4
"m" kütleyi ve formula_5, hızı ifade eder. Newton'un ikinci yasası, sabit kütleli bir sistemde uygulandığında, "m" sabit kabul edilerek türev işlemcinin dışına çıkarılabilir. Böylece denklem şu şekle dönüşür:
formula_6
İvmenin tanımının yerine konulmasıyla, Newton'un ikinci yasasının cebirsel formülasyonu elde edilir:
formula_7
Üçüncü yasa.
Bir cismin başka bir cisme kuvvet uygulaması durumunda, ikinci cisim de derhal ilk cisme karşılık olarak eşit büyüklükte ve ters yönde bir kuvvet uygular. Vektörel ifadeyle, eğer formula_8 birinci cismin ikinci cisim üzerine uyguladığı kuvvetse ve formula_9 ikinci cismin birinci cisim üzerine uyguladığı kuvvetse, o zaman
formula_10
Bu ilke sıklıkla "etki-tepki yasası" olarak tanımlanır; burada formula_8 "etki", formula_12 ise "tepki" olarak adlandırılır.
Newton'un üçüncü yasası, farklı cisimlerin varlığının sonucunda ortaya çıkan kuvvetlerin analizinde simetri prensibinin uygulanmasının bir ürünüdür. Bu yasa, tüm kuvvetlerin, çeşitli cisimler arasındaki "karşılıklı etkileşimler" olduğunu belirtir; dolayısıyla tek yönlü bir kuvvet veya yalnız bir cisim üzerine etki eden bir kuvvetin mümkün olmadığını ifade eder.
Cisim-1 ve cisim-2'den meydana gelen bir sistemde, bu nesneler arasındaki karşılıklı etkileşimler sonucu meydana gelen sistem üzerindeki net kuvvetin sıfır olduğu görülür:
formula_13
Daha kapsamlı bir açıdan, bir parçacık topluluğunun oluşturduğu kapalı sistemde, tüm içsel kuvvetler dengelenmiş durumdadır. Parçacıklar birbirlerine nazaran ivmelenme gösterebilir; fakat sistemin kütle merkezi herhangi bir ivmelenme göstermez. Sisteme dışarıdan bir kuvvet uygulandığında, kütle merkezinin ivmelenmesi, uygulanan dış kuvvetin büyüklüğünün sistem kütlesine oranıyla doğru orantılı olacaktır.
Newton'un ikinci ve üçüncü yasalarının bir araya getirilmesi ile, bir sistem içerisindeki doğrusal momentumun, herhangi bir kapalı sistem içinde korunduğu ispatlanabilir. İki parçacıklı bir sistemde, formula_14 birinci cismin momentumunu ve formula_15 ikinci cismin momentumunu temsil ederse, şu eşitlik geçerlidir:
formula_16
Bu argümanlar, rastgele bir parçacık sayısına sahip sistemler için genelleştirilebilir. Temelde, eğer tüm kuvvetler, kütlesi olan cisimlerin etkileşimlerinden kaynaklanıyorsa, net momentumun hiçbir zaman kaybolmadığı ya da kazanılmadığı bir sistem tanımı mümkündür.
"Kuvvet" tanımlaması.
Birtakım ders kitapları, Newton'un ikinci yasasını kuvvetin "tanımı" olarak benimser. Bununla birlikte, sabit bir kütle formula_17 için formula_18 denkleminin herhangi bir tahminsel içerik sunabilmesi, ilave bilgilerle desteklenmelidir. Ayrıca, bir cismin ivmelenmesi sonucu bir kuvvetin varlığı sonucuna varılması, yalnızca bir atalet referans çerçevesi içinde mümkündür. Newton yasalarının hangi unsurlarının tanım olarak alınacağı ve hangilerinin fiziksel içerik taşıdığına dair sorular, çeşitli yollarla yanıtlanmıştır, bu, kuramın pratikteki kullanımını etkilemez. Kuvvet kavramına dair daha açık bir tanım arayan saygın fizikçiler, filozoflar ve matematikçiler arasında Ernst Mach ve Walter Noll yer almaktadır.
Kuvvetlerin birleştirilmesi.
Kuvvetler, belirlenen bir yön içerisinde etki ederler ve uygulanan itme veya çekmenin şiddetine bağlı olarak değişen büyüklüklere sahiptirler. Bu karakteristikler sayesinde kuvvetler, "vektörel nicelikler" olarak tanımlanır. Bu durum, yön içermeyen fiziksel niceliklerden (skaler nicelikler olarak ifade edilir) farklı matematiksel prensiplerin kuvvetler için geçerli olduğunu gösterir. İki kuvvetin aynı cisim üzerine etkisini değerlendirirken, sonuçları hesaplayabilmek adına her iki kuvvetin de büyüklüğünü ve yönünü bilmenin zorunlu olduğu örnekler mevcuttur. Eğer her bir kuvvet için bu bilgilerin her ikisi de sağlanmamışsa, durum muğlaktır.
Tarih boyunca, kuvvetlerin nicel incelemesi ilk kez, birbiriyle zıt yönde etki ederek birbirlerini iptal eden birkaç kuvvetin var olduğu statik denge durumlarında gerçekleştirilmiştir. Bu deneyler, kuvvetlerin toplanabilir vektörel nicelikler olduğunu; ayrıca büyüklük ve yön gibi özelliklere sahip olduklarını vurgulayan temel özellikleri sergilemektedir. Bir nokta parçacık üzerinde iki farklı kuvvetin etki etmesi durumunda, "bileşke" (İng. "resultant") olarak ifade edilen sonuç kuvvet (bu aynı zamanda "net kuvvet" olarak da bilinir), paralelkenar yasasına dayanan vektör toplama yöntemiyle hesaplanabilir: bir paralelkenarın iki kenarı ile temsil edilen vektörlerin toplanması, paralelkenarın çaprazı ile eş büyüklük ve yön özelliklerine sahip eşdeğer bir sonuç vektörü üretir. Bu bileşke vektörünün büyüklüğü, ilgili iki kuvvetin büyüklüklerinin farkı ile toplamı arasında değişiklik gösterir, bu değişim onların etki hatları arasındaki açı ile doğrudan ilişkilidir.
Serbest cisim diyagramları, bir sisteme etki eden kuvvetlerin izlenmesinde kullanışlı bir araç olarak değerlendirilebilir. İdeal bir durumda, bu diyagramlar net kuvvetin "grafik vektör toplamı" yoluyla tespit edilebilmesi için, kuvvet vektörlerinin açılarını ve göreli büyüklüklerini muhafaza edecek şekilde çizilir.
Kuvvetler, toplama işlemine ek olarak, birbirine dik açılar oluşturacak şekilde bağımsız bileşenlere de çözümlenebilirler. Bu bağlamda, kuzeydoğu yönünde etki eden bir yatay kuvvet, kuzeye ve doğuya doğru etki eden iki farklı kuvvete ayrıştırılabilir. Bu bileşenlerin vektörel toplamı, ilk kuvvetin elde edilmesini sağlar. Kuvvet vektörlerinin bir dizi taban vektör bileşenlerine çözümlenmesi, büyüklük ve yön kullanarak yapılandan daha matematiksel olarak düzenli bir metot sunar. Dik bileşenler söz konusu olduğunda, vektörlerin toplamının bileşenleri, vektörlerin bileşenlerinin skaler toplamları ile tayin edilir. Dik bileşenler, birbirlerine dik açıda etki eden kuvvetlerin birbirlerinin büyüklüğü veya yönü üzerinde etkisi olmadığından birbirlerinden bağımsızdır. En uygun matematiksel çözümü sağlayacak taban vektörler setini seçme işlemi, hangi taban vektörlerinin matematiği en kolaylaştıracağını düşünülerek gerçekleştirilir. Bir kuvvetle aynı yönde olan bir taban vektörü seçmek tercih edilir, çünkü bu durumda söz konusu kuvvet yalnızca tek bir sıfır olmayan bileşene sahip olacaktır. Dik kuvvet vektörleri, diğer iki bileşene dik açıda olan üçüncü bir bileşeni içerebilir şekilde üç boyutlu olabilir.
Denge.
Bir nesne üzerine etki eden bütün kuvvetlerin dengelenmesi durumunda, bu nesnenin denge durumunda olduğu ifade edilir. Bu bağlamda, denge; bir nokta parçacığa etki eden toplam kuvvetin sıfıra eşit olduğu (yani, tüm kuvvetlerin vektör toplamının sıfır olması durumu) zaman gerçekleşir. Genişletilmiş bir nesne durumunda ise, net torkun da sıfır olması şarttır. Bir cisim, belirli bir referans çerçevesi bağlamında "statik denge" içinde ise, o cisim dinlenme durumundadır ve ivmelenmemektedir; öte yandan, "dinamik denge" içindeki bir cisim, sürekli bir hızla ve düz bir hat üzerinde hareket etmektedir, yani hareket halindedir ancak ivmelenmemektedir. Bir gözlemci tarafından statik denge olarak algılanan durum, başka bir gözlemci tarafından dinamik denge olarak değerlendirilebilir ve bunun tersi de mümkündür.
Statik Denge.
Klasik mekanik biliminin ortaya çıkışının çok öncesinde, statik denge kavramı iyi bir şekilde kavranmıştır. Dinlenme halindeki cisimlerin üzerine etki eden net kuvvetin sıfır olduğu bilinmektedir.
Statik denge durumunun en temel örneği, iki kuvvetin büyüklük açısından birbirine eşit olması ancak yön bakımından birbirine zıt olması halidir. Bir örnek olarak, düz bir yüzeyde bulunan bir cisim, yerçekimi kuvveti nedeniyle Dünya'nın merkezine doğru aşağı yönde çekilir. Bu süreçte, yüzeyden cisime, aşağı yönde uygulanan kuvvete eş değerde bir yukarı yönlü kuvvet (bu kuvvete normal kuvvet adı verilir) uygulanır. Bu senaryo, net bir kuvvetin oluşmamasını ve sonuç olarak herhangi bir ivmelenmenin meydana gelmemesini sağlar.
Sürtünme özelliği gösteren bir yüzey üzerinde konumlanmış bir cisme karşı itme kuvveti uygulanması, uygulanan kuvvetin cisim ile masa yüzeyi arasında oluşan statik sürtünme kuvveti tarafından nötralize edilmesi nedeniyle cismin pozisyon değiştirmemesi sonucunu doğurabilir. Hareketin olmadığı bir senaryoda, statik sürtünme kuvveti uygulanan kuvvetle "kesin bir denge" oluşturur ve bu durum herhangi bir ivmelenme meydana gelmemesini sağlar. Statik sürtünme kuvveti, yüzey ile cisim arasındaki temasın karakteristiklerine bağlı olarak tanımlanan bir üst sınır değerine kadar, uygulanan kuvvete bağlı olarak artış veya azalış gösterir.
İki kuvvet arasındaki statik dengenin sağlanması, terazi ve el kantarı gibi basit ölçüm araçları aracılığıyla kuvvetlerin ölçümünde en sık başvurulan yöntemdir. Bir örnek olarak, dikey bir el kantarı üzerine asılan bir nesne, nesne üzerine etki eden yerçekimi kuvveti ile bu kuvvete karşı gelen ve nesnenin ağırlığına denk gelen "yayın tepki kuvveti" arasında bir denge durumu yaşar. Bu tip araçların kullanımı ile, sabit yoğunluk değerine sahip nesneler için yerçekimi kuvvetinin hacme doğru orantılı olduğu gibi bazı niceliksel kuvvet yasaları keşfedilmiştir (bu durum, standart ağırlık tanımlarının binlerce yıl boyunca geniş çapta kullanılmasına olanak sağlamıştır); kaldırma kuvveti için Arşimet prensibi, kaldıraç üzerine Arşimet'in analizi; gaz basıncı için Boyle yasası ve yaylar için Hooke yasası gibi. Bu teoriler, Isaac Newton'ın hareket yasalarını ortaya koymasından önce formüle edilmiş ve deneysel olarak teyit edilmiştir.
Dinamik Denge.
Dinamik denge, Aristotelesçi fizikteki bazı ön kabullerin gözlem ve mantıksal çerçevede tutarsızlıklar içerdiğini tespit eden Galileo tarafından ilk defa ortaya konulmuştur. Galileo, basit hız ekleme işleminin, "mutlak dinlenme çerçevesi" anlayışının geçersiz olduğunu gösterdiğini fark etmiştir. Galileo'ya göre, sabit bir hızda hareket, dinlenme hali ile birebir eşdeğerdir. Bu durum, cisimlerin kütleye sahip olmaları nedeniyle doğal olarak bir "doğal dinlenme hali"ne yönlendirdiği Aristoteles'in düşüncesinin aksini işaret eder. Basit deneyler, Galileo'nun sabit hız ve dinlenme halinin eşdeğerliği üzerine kurulu anlayışının doğruluğunu kanıtlamıştır. Mesela, sabit bir hızla ilerleyen bir geminin karga yuvasından bırakılan bir top mermisinin, Aristoteles fizik anlayışına göre, gemi hareket ederken doğrudan aşağı düşmesi beklenirken, deneyin gerçekleştirilmesi sonucunda top mermisi her zaman, sanki gemi ile birlikte seyahat etmesi gerektiğini bilircesine, direğin dibine düşer. Düşerken top mermisi üzerine herhangi bir ileri yatay kuvvet uygulanmadığından, elde kalan tek sonuç, top mermisinin düşerken gemi ile aynı hızda hareket etmeye devam ettiğidir. Dolayısıyla, top mermisinin sabit ileri hızda hareketini devam ettirmek için herhangi bir ek kuvvete ihtiyaç duyulmamaktadır.
Ayrıca, sabit bir hızda ilerleyen her cismin, net kuvvetin sıfır olduğu bir durumda olduğu kabul edilmelidir. Dinamik denge, bir cisim üzerindeki tüm kuvvetlerin birbirini dengelemesine rağmen cismin hala sabit bir hızda hareket ettiği durumdur. Dinamik dengenin basit bir örneği, kinetik sürtünmenin olduğu bir yüzey üzerinde sabit hızla ilerleme durumunda görülür. Bu tür bir senaryoda, hareket yönünde bir kuvvet uygulanırken, kinetik sürtünme kuvveti uygulanan kuvvete tam bir karşıtlık gösterir. Bu, net kuvvetin sıfır olmasına neden olur; ancak, cisim sıfır olmayan bir hızla harekete başladığı için, sıfır olmayan bir hızla hareket etmeye devam eder. Aristoteles, bu hareketi uygulanan kuvvet tarafından meydana getirildiği şeklinde yanlış bir yorumda bulunmuştur. Kinetik sürtünme dikkate alındığında, sabit hız hareketini tetikleyen herhangi bir net kuvvetin olmadığı açıkça görülmektedir.
Klasik mekanikte kuvvet örnekleri.
Bazı kuvvetler, temel kuvvetlerin doğrudan sonucu olarak ortaya çıkar. Bu gibi durumlar kapsamında, fiziksel kavrayışı derinleştirmek amacıyla idealize edilmiş modellerden yararlanılabilir. Örnek olarak, her katı nesne, katı cisim modeli çerçevesinde ele alınır.
Yerçekimi.
Isaac Newton'un çalışmalarıyla birlikte evrensel bir etki olarak kabul gören yerçekimi kavramı günümüzde anlaşılmıştır. Newton öncesinde, cisimlerin Dünya yönünde düşme eğilimleri, gök cisimlerinin hareketleriyle ilişkilendirilmemişti. Galileo, serbest düşüş halindeki cisimlerin ivmelenmelerinin sabit olduğunu ve cismin kütlesinden bağımsız bulunduğunu tespit ederek, düşen cisimlerin karakteristiklerini açıklamada kritik bir rol üstlenmiştir. Günümüzde, Dünya'nın yüzeyine doğru olan yerçekimi kaynaklı ivme, genellikle formula_19 ile ifade edilir ve bu ivmenin büyüklüğü saniyede yaklaşık 9,81 metre/s² olarak belirlenmiştir (bu değer deniz seviyesinden alınmış olup coğrafi konuma göre değişiklik gösterebilir); bu ivme, Dünya'nın merkezine doğru yönelir. Bu gözlem, Dünya'nın yüzeyindeki bir nesnenin üzerine etki eden yerçekimi kuvvetinin, nesnenin kütlesiyle doğrudan orantılı olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, kütlesi formula_17 olan bir nesne, şu kuvveti hisseder:
formula_21
Serbest düşüş halindeki bir cisim için, karşıt bir kuvvet olmadığından, cismin üzerindeki net kuvvet onun ağırlığına eşittir. Serbest düşüşte olmayan cisimlerde ise yerçekimi kuvveti, bu cisimlerin desteklerince uygulanan tepki kuvvetleri ile dengelenir. Örneğin, yere basan bir birey, yere temas eden kısmı üzerine uygulanan normal kuvvet (tepki kuvveti) nedeniyle, aşağı yönlü ağırlığının tam olarak dengelediği bir durumda, net kuvvet sıfırdır.
Newton'un yerçekimi kuramına yaptığı katkı, Aristoteles tarafından sürekli hareket halinde olan doğal durumda bulunduğu düşünülen gök cisimlerinin hareketlerini, Dünya üzerinde gözlemlenen düşme hareketleriyle entegre etmekti. Newton, daha önceden Kepler'in gezegensel hareket yasaları ile açıklanmış olan gök cisimlerinin hareketlerini açıklayabilen bir yerçekimi yasası önerdi.
Newton, yerçekiminin etkilerinin uzak mesafelerde farklı biçimlerde gözlenebileceğini keşfetmiştir. Bu bağlamda, Newton, Ay'ın Dünya çevresindeki ivmesinin, yerçekiminin azalan bir ters kare kanununa bağlı olarak aynı yerçekimi kuvveti ile açıklanabileceğini tespit etmiştir. Bununla birlikte, bir cismin yerçekimiyle ivmelenmesinin, onu çeken diğer cismin kütlesi ile doğru orantılı olduğu sonucuna varmıştır. Bu düşüncelerin bütünleştirilmesiyle, Dünya'nın kütlesi (formula_22) ve yarıçapı (formula_23) ile yerçekimsel ivme arasındaki ilişkiyi ifade eden bir formül elde edilmiştir:
formula_24
burada formula_25, hipotetik test yükünün büyüklüğünü temsil eder. Aynı bağlamda, "manyetik alan" kavramı, mıknatısların uzaktan birbirlerini nasıl etkileyebileceğini açıklamak üzere geliştirilmiştir. Lorentz kuvvet yasası, elektrik ve manyetik alanların bir yüklü cisme uyguladığı kuvveti şu şekilde formüle eder:
formula_26
burada formula_3, elektromanyetik kuvvet; formula_28, cismin bulunduğu yerdeki elektrik alanı; formula_29, manyetik alan; ve formula_5, parçacığın hızını gösterir. Lorentz kuvvetine manyetik katkı, hız vektörünün manyetik alan ile çapraz çarpımı şeklinde gerçekleşir.
Elektrik ve manyetik alanların kökenleri, James Clerk Maxwell'ın 1864 yılında önceki teorileri bir araya getirerek 20 adet skaler denklem şeklinde ifade etmesi ve bu denklemlerin daha sonra Oliver Heaviside ve Josiah Willard Gibbs tarafından dört vektör denklemine dönüştürülmesi ile tam anlamıyla açıklığa kavuşmuştur. "Maxwell denklemleri", bu alanların kaynaklarını duran ve hareket eden yükler olarak ve aynı zamanda alanların birbirleriyle olan etkileşimlerini kapsamlı bir şekilde tanımlar. Maxwell'in bu çalışmaları, elektrik ve manyetik alanların ışık hızında seyahat eden bir dalga ile "kendi kendine oluşabilen" yapılar olduğunu ortaya koymuştur. Bu bulgu, elektromanyetik teori ve optik alanlarını bütünleştirmiş ve elektromanyetik spektrumun eksiksiz bir açıklamasına doğrudan katkıda bulunmuştur.
Normal.
Temas halindeki nesneler arasındaki doğrudan etki eden kuvvete normal kuvvet adı verilir. Bu kuvvet, nesneler arasındaki ara yüzeye dik olarak sistemin toplam kuvvetinin bir bileşenini oluşturur. Normal kuvvet, Newton'un üçüncü kanunu ile sıkı bir bağlantı içindedir. Örneğin, normal kuvvet masaların ve yer döşemelerinin yapısal dayanıklılığından sorumludur; aynı zamanda harici bir kuvvet katı bir cisim üzerine uygulandığında bu kuvvete tepki olarak ortaya çıkar. Normal kuvvetin uygulamada görülen bir örneği, sabit bir yüzeye çarpan bir cismin aldığı darbe kuvvetidir.
Sürtünme.
Sürtünme, iki cismin birbirine göre hareketini engelleyen bir kuvvettir. Makroskobik düzeyde, sürtünme kuvveti, temas noktasında etki eden normal kuvvet ile doğrudan bir ilişkiye sahiptir. Sürtünme kuvvetleri, temel olarak iki farklı kategori altında incelenir: statik sürtünme ve kinetik sürtünme.
Statik sürtünme kuvveti (formula_31), bir cismin bir yüzeye paralel olarak maruz kaldığı kuvvetlere, statik sürtünme katsayısı (formula_32) ile normal kuvvetin (formula_33) çarpımı kadar olan sınır değere ulaşana dek direnç gösterir. Yani, statik sürtünme kuvvetinin büyüklüğü, aşağıdaki eşitsizliği sağlar:
formula_34
Kinetik sürtünme kuvveti (formula_35), uygulanan kuvvetlerden ve cismin hareketinden bağımsız olarak belirlenir. Bu durumda, kuvvetin büyüklüğü şu formülle ifade edilir:
formula_36
burada formula_37, kinetik sürtünme katsayısını ifade eder. Genellikle kinetik sürtünme katsayısı, statik sürtünme katsayısından daha azdır.
Gerilim.
Gerilim kuvvetleri, modellemelerde kütle barındırmayan, sürtünmesiz, kopmaz ve esneyebilen ideal ipler kullanılarak tasarlanabilir. Bu tür ipler, ideal kasnaklar ile entegre edilebilir. Bu kasnaklar, iplerin fiziksel yönelimlerini değiştirmelerine olanak tanır. İdeal ipler, gerilim kuvvetlerini eylem-tepki çifti olarak anında iletebilirler; böylece eğer iki obje ideal bir ip ile birbirine bağlanmışsa, birinci obje tarafından ip boyunca uygulanan herhangi bir kuvvet, otomatik olarak ikinci obje tarafından ip boyunca zıt yönde bir kuvvetle karşılanır.
Hareketli kasnakların kullanımıyla, aynı ipin aynı nesneye defalarca bağlanması yoluyla, yük üzerindeki gerilim kuvveti artırılabilir. Yüke etki eden her bir ip, ipteki gerilim kuvvetinin bir katını daha yüke uygular. Bu tür düzenekler, yükü hareket ettirmek için gereken ipin yer değiştiren uzunluğunda bir artışla orantılı olarak önemli bir mekanik avantaj elde etmeyi mümkün kılar. Bu tandem etkiler, makinenin karmaşıklığına rağmen, yüke uygulanan işin değişmemesi nedeniyle mekanik enerjinin korunumu ile sonuçlanır.
Yay.
Temel bir elastik kuvvet, bir yayın kendi doğal boyuna geri dönmesini sağlamaya yöneliktir. İdeal yay, kütle içermeyen, sürtünmesiz, kopmayan ve sınırsız esneyebilen olarak tanımlanır. Bu tür yaylar, yayın denge durumundan olan yer değiştirmeye bağlı olarak, yay daraldığında itme veya genişlediğinde çekme kuvveti uygular. Bu lineer ilişki, 1676'da Robert Hooke tarafından tanımlanmış ve Hooke yasası adıyla bilinir hale gelmiştir. Eğer formula_38 yer değiştirme miktarını belirtirse, ideal bir yayın uyguladığı kuvvet aşağıdaki formülle ifade edilir:
formula_39
burada formula_40, ilgili yayın özelliklerine göre belirlenen yay sabiti (veya kuvvet sabiti) dir. Eksi işaret, kuvvetin uygulandığı yüke zıt yönde etki gösterdiğini belirtir.
Merkezcil.
Düzgün dairesel hareket gerçekleştiren bir cisim için, cisim üzerinde etki eden net kuvvet aşağıdaki gibi ifade edilir:
formula_41
burada formula_17 cismin kütlesi, formula_43 cismin hızı, formula_44 ise cismin dairesel yoldaki merkeze olan uzaklığı ve formula_45 merkezden dışarıya radial yönde gösteren birim vektör olarak tanımlanmıştır. Bu durum, cismin hissettiği net kuvvetin sürekli olarak eğri yolun merkezine doğru yönlendirildiğini gösterir. Bu tür kuvvetler, cismin hareketiyle ilişkili hız vektörüne dik olarak etkiler ve bu nedenle cismin hızının büyüklüğünü (hızın değeri) değiştirmez, yalnızca hız vektörünün yönünü değiştirir. Daha genel bir ifadeyle, bir cismi ivmelendiren net kuvvet, yola dik ve yola teğet olacak şekilde iki bileşene ayrılabilir. Bu, cismin hızını azaltarak veya artırarak ivmelenmesini sağlayan teğetsel kuvvetle birlikte, yön değişikliğini sağlayan radial (merkezcil) kuvveti içerir.
Süreklilik mekaniği.
Newton yasaları ve genel Newton mekaniği başlangıçta, idealize edilmiş nokta parçacıklar üzerindeki kuvvet etkileşimlerini açıklamak amacıyla ortaya konulmuştur, ancak bu durum üç boyutlu nesneleri doğrudan kapsamamaktadır. Gerçekte, maddenin genişlemiş bir yapısal formu vardır ve bir nesnenin belirli bir bölümüne etki eden kuvvetler, nesnenin diğer bölümlerini de etkileyebilir. Nesnelerdeki atomları bir arada tutan yapıların akışkanlık, büzülme, genişleme veya şekil değiştirme yeteneği olduğu durumlar için süreklilik mekaniği teorileri, kuvvetlerin malzemeler üzerindeki etkilerini tanımlar. Örneğin, genişlemiş akışkanlarda, basınç farkları, basınç gradyanları boyunca kuvvetlerin yönlendirilmesine yol açar:
formula_46
burada formula_47 akışkan içindeki objenin hacmini ve formula_48 uzaydaki tüm noktalardaki basıncı tanımlayan skaler fonksiyonu ifade eder. Basınç gradyanları ve farklılıkları, yerçekimi alanlarında askıda kalan akışkanlar için yüzdürme kuvveti, atmosfer biliminde rüzgarlar ve aerodinamik ve uçuş ile ilişkili kaldırma kuvvetini tetikler.
Dinamik basınç ile bağlantılı olarak tanımlanan özgül bir kuvvet, akışkan direncidir: Bu, bir cismin viskozite nedeniyle akışkan bir ortamda hareket etmesine karşı koyan bir cisim kuvvetidir. Özellikle "Stokes sürüklemesi" durumunda, bu kuvvet hızın büyüklüğü ile yaklaşık olarak doğru orantılıdır ancak yön olarak tersine işler:
formula_49
şu şekilde tanımlanır:
Süreklilik mekaniği çerçevesinde kuvvetler, belirli bir gerilim tensörü aracılığıyla ifade edilir. Bu tensör, genelde
formula_52 formülü ile gösterilir,
burada formula_53, gerilim tensörünün değerlendirildiği hacimdeki ilgili kesit alanını temsil eder. Bu kuramsal yapı, kesit alanına dik kuvvetlerle ilişkili basınç bileşenlerini (tensörün matris diyagonalleri) ve kesit alanına paralel kuvvetlerle ilişkili kayma bileşenlerini (off-diagonal elemanlar) kapsar. Gerilim tensörü, tüm deformasyon türlerini (gerilmeler) içeren kuvvetleri, çekme gerilimleri ve sıkıştırmaları da dahil olmak üzere, hesaplar.
Kurgusal kuvvetler.
Belirli kuvvetler, çerçeve bağımlı olarak nitelendirilir; bu, Newton dışı (yani eylemsiz olmayan) referans çerçevelerinin benimsenmesi sonucu ortaya çıktıklarını ifade eder. Bu tür kuvvetlere örnek olarak merkezkaç kuvveti ve Coriolis kuvveti verilebilir. Bu kuvvetler, hızlanmayan referans çerçevelerinde mevcut olmadıkları için kurgusal olarak tanımlanır. Ayrıca, bu kuvvetlerin gerçek olmaması nedeniyle "sanki kuvvetler" (İng. "pseudo forces") olarak da isimlendirilirler.
Genel görelilik kapsamında, yerçekimi kuvveti, uzayzamanın düz geometriden sapması durumlarında ortaya çıkan kurgusal bir kuvvet olarak değerlendirilir. Bu bağlamda, yerçekimi, klasik mekanikte ele alınan bir kuvvet olmaktan ziyade, görelilik teorisinde farklı bir yorumlama alanına girer ve uzayzamanın geometrisiyle ilişkili bir fenomen olarak incelenir.
Kuvvet temelli kavramlar.
Döndürme ve tork.
Genişletilmiş cisimlerin dönüşünü tetikleyen kuvvetler, torklar ile bağlantılıdır. Matematiksel ifadeyle, bir kuvvetin formula_54 torku, herhangi bir referans noktasına göre çapraz çarpım kullanılarak tanımlanmaktadır:
formula_55
burada formula_56, kuvvetin uygulandığı noktanın referans noktasına göre pozisyon vektörünü temsil eder. Bu tanım, torkun büyüklüğünün ve yönünün, uygulama noktasının konumuna göre nasıl değişebileceğini matematiksel olarak açıklar.
Tork, kuvvetin dönüşsel karşılığıdır; benzer biçimde, açı pozisyonun, açısal hız hızın ve açısal momentum ise momentumun dönüşsel eşdeğerleridir. Newton'un birinci hareket yasası uyarınca, tüm cisimlerin dengesiz bir tork uygulanmadığı sürece açısal momentumlarını korumasını sağlayan dönüşsel atalet mevcuttur. Aynı şekilde, Newton'un ikinci hareket yasası, rijit bir cismin anlık açısal ivmesinin hesaplanması için benzer bir formülasyon sağlar:
formula_57
şu şekilde ifade edilir:
Bu, kütlenin dönüşsel karşılığı olan eylemsizlik momentinin tanımını oluşturur. Mekaniğin daha gelişmiş teorilerinde, belirli bir zaman dilimi boyunca gerçekleşen dönüşlerin açıklandığı durumlarda, eylemsizlik momenti, tensör ile ikame edilmelidir. Bu tensör, uygun biçimde analiz edildiğinde, devinme ve üğrüm gibi dönüşlerin karakteristiklerini eksiksiz olarak belirler.
Alternatif olarak, Newton'un ikinci yasasının diferansiyel formülasyonu, torkun başka bir tanımını sunar:
formula_60
bu formülde formula_61, parçacığın açısal momentumunu ifade eder. Bu ifade, açısal momentumun zamanla nasıl değiştiğini gösterir ve bu değişim miktarı, torkun büyüklüğünü belirler.
Newton'un üçüncü yasasının, tork uygulayan her cismin, kendisine eşit büyüklükte fakat zıt yönde bir tork deneyimlemesini zorunlu kılar, ve dolayısıyla, içsel torklar vasıtasıyla dönmeler ve devinmeler gerçekleştiren kapalı sistemlerde açısal momentumun korunumunun sağlandığını ifade eder. Bu prensip, sistemin iç dinamikleri arasındaki etkileşimlerin dengede olduğunu ve sistemdeki toplam açısal momentumun zamanla değişmediğini gösterir.
Çekiş.
Çekiş, kuvvetin zamanla nasıl değiştiğinin hızını ifade eder ve matematiksel olarak
şu şekilde tanımlanır:
Bu tanım, bir kuvvetin belirli bir zaman aralığındaki değişim oranını ölçer ve bu oran, çeşitli dinamik sistemlerde önemli bir biyomekanik değişken olarak kabul edilir.
Diğer terimler olan "çeki" (formula_63), "kapma" (formula_64) ve "sallama" (formula_65) gibi ifadeler, doğrusal momentumun zamanla ilişkili dördüncü, beşinci ve altıncı türevleri için kullanılmıştır. Ancak, çekişin ardışık türevlerini ifade etmek için evrensel olarak kabul görmüş bir terminoloji henüz mevcut değildir. Bu tür ölçümler, özellikle biyomekanik çalışmalarda, sporcu performans değerlendirmelerinde ve robotik kontrol sistemlerinde önemli ölçütler olarak kullanılmaktadır.
Kinematik integraller.
Kuvvetler, kinematik değişkenlere göre integrasyon yaparak çeşitli fiziksel kavramların tanımlanmasında kullanılabilir. Örnek olarak, zaman parametresine göre yapılan entegrasyon, impuls kavramını ortaya koymaktadır:
formula_66
bu işlem, Newton'un ikinci yasasına göre momentumdaki değişime denk gelmekte ve bu bağlamda impuls momentum teoremine yol açmaktadır.
Pozisyon değişkenine göre yapılan integrasyon, bir kuvvetin gerçekleştirdiği işin tanımını sağlar:
formula_67
bu işlem, kinetik enerjideki değişimlerle eşdeğerdir ve iş-enerji ilkesine yol açar.
Güç "P", iş "W" değerinin zamanla değişim oranıdır, d"W"/d"t" ve belirli bir zaman dilimi d"t" süresince meydana gelen pozisyon değişimi formula_68 ile yörüngenin genişlemesi sonucunda hesaplanır:
formula_69
bu durumda,
formula_70
ile formula_71 bir cismin hızını ifade eder.
Potansiyel enerji.
Genellikle, bir kuvvet yerine, onunla matematiksel olarak ilişkili olan potansiyel enerji alanı kavramından yararlanılır. Mesela, bir cisme etki eden yerçekimi kuvveti, cismin bulunduğu noktada var olan yerçekimi alanının etkisi olarak değerlendirilebilir. Enerji tanımını (iş tanımı üzerinden) matematiksel olarak yeniden formüle ederek, bir potansiyel skaler alan formula_72 her bir noktadaki kuvvete eşit ve ters yönde olan gradiyent ile tanımlanır:
formula_73
Kuvvetler, enerji korunumunu sağlayan konservatif ve sağlamayan konservatif olmayan olarak iki ana kategoriye ayrılabilir. Konservatif kuvvetler bir potansiyelin gradyanına denk gelirken, konservatif olmayan kuvvetler bu özelliği taşımaz.
Korunum.
Bir kapalı sisteme etki eden bir korunumlu (konservatif) kuvvet, enerjinin kinetik ve potansiyel enerji türleri arasında dönüşüm yapmasını sağlayan ilişkili mekanik işle karakterize edilir. Kapalı bir sistemde, korunumlu bir kuvvetin etkisi altında sistemdeki net mekanik enerji korunur. Bu kuvvet, uzaydaki iki farklı nokta arasındaki potansiyel enerji farkıyla doğrudan ilişkilendirilebilir, ve bu bağlamda, suyun bir kot haritası tarafından belirlenen yükseklik farklarına göre akış yönü ve şiddeti gibi, potansiyel alanın bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
Korunumlu kuvvetler içerisinde yerçekimi, elektromanyetik kuvvet ve yay kuvveti yer almaktadır. Bu kuvvetlerin her biri için modeller, çoğunlukla küresel simetrik potansiyellerden kaynaklanan ve belirli bir radial vektör formula_74 ile ifade edilen konum bağımlılığı gösterir. Bu durumun örnekleri şu şekilde sıralanabilir:
Yerçekimi durumunda:
formula_75
burada formula_76 yerçekimi sabiti'ni ve formula_77 ise "n" numaralı cismin kütlesini ifade eder. Bu ifade, iki kütle arasındaki çekim kuvvetinin, kütleler arası mesafenin karesi ile ters orantılı olduğunu ve kuvvetin yönünün birleştirici doğrultuda olduğunu gösterir.
Elektrostatik kuvvetler bağlamında:
formula_78
burada formula_79, boş uzayın elektriksel geçirgenliği olarak tanımlanır ve formula_80 "n" numaralı cismin elektrik yükünü temsil eder.
Yay kuvvetleri durumunda:
formula_81
burada formula_40, ilgili yayın yay sabiti olarak bilinir ve bu sabit, yayın esneklik özelliğini gösterir.
Belirli fiziksel durumlar kapsamında, kuvvetlerin yalnızca potansiyel gradyanlarına bağlı olarak modellenmesi yetersiz kalabilir. Bu durum, çoğunlukla mikro durumlar üzerinden yapılan makroskopik istatistiksel ortalamanın bir sonucudur. Örnek olarak, statik sürtünme, atomlar arası çok sayıda elektrostatik potansiyel gradyanlarından kaynaklansa da, makro ölçekli herhangi bir konum vektöründen bağımsız olarak kendini bir kuvvet modeli olarak gösterir. Sürtünme dışında korunumlu olmayan diğer kuvvetler arasında çeşitli temas kuvvetileri, gerilim, basınç ve sürükleme yer alır. Detaylı bir açıklama ile, bu makroskopik kuvvetlerin her biri, mikroskopik potansiyel gradyanlarının toplam sonuçları olarak konservatif kuvvetlerin bir neticesidir.
Makroskopik düzeyde korunumlu olmayan kuvvetler ile mikroskopik düzeyde korunumlu kuvvetler arasındaki ilişki, istatistiksel mekanik kullanılarak detaylı bir şekilde incelenir. Makroskopik kapalı sistemlerde, korunumlu olmayan kuvvetler, sistemlerin iç enerjilerinde değişikliklere yol açar ve sıklıkla ısı transferi ile ilişkilendirilirler. Termodinamiğin ikinci yasası gereğince, korunumlu olmayan kuvvetler, kapalı sistemler içerisinde enerjinin daha düzenli halden daha rastgele koşullara doğru dönüşümüne neden olurken, entropinin artmasına yol açar.
Birimler.
SI sisteminde kuvvetin birimi newton (sembolü N) olarak tanımlanır. Newton, bir kilogram kütleyi saniye karede bir metre ivmelendirebilmek için gereken kuvvet miktarını ifade eder ve bu birim kg·m·s−2 olarak formüle edilir. Karşılık gelen CGS birimi ise dyndir; bu birim bir gram kütleyi saniye karede bir santimetre ivmelendirmek için gerekli olan kuvveti ifade eder, yani g·cm·s−2. Dolayısıyla, bir newton yaklaşık 100.000 dyn değerine eşdeğerdir.
Yerçekimi kuvvetlerini ölçmek için kullanılan foot-pound-second sistemindeki İngiliz birimi, pound-kuvvet (lbf) olarak tanımlanmıştır. Bu birim, bir pound-kütle üzerine standart yerçekimi alanında, yani 9.80665 m·s−2 ivme ile etki eden kuvvet olarak ifade edilir. Pound-kuvvet, alternatif bir kütle birimi olarak da kullanılabilir: bir slug, bir pound-kuvvetin etkisi altında saniyede bir feet kare ivme kazandığında bu kütleye eşittir. Ayrıca, mutlak fps sistemi olarak adlandırılan farklı bir foot-pound-second sistemine özgü başka bir kuvvet birimi olan poundal, bir pound kütleyi saniyede bir feet kare hızlandırmak için gereken kuvvet olarak tanımlanır.
Pound-kuvvet'in metrik sistemdeki karşılığı olan kilogram-kuvvet (kgf) (bazı durumlarda kilopond olarak da bilinir), newton kadar yaygın olmamakla birlikte, bir kilogramlık bir kütleye standart yerçekimi tarafından uygulanan kuvveti ifade eder. Kilogram-kuvvet, çok nadir kullanılan bir kütle birimi olan metrik slug'ı (bazen mug veya hyl olarak da adlandırılır) tanımlar; bu kütle, 1 kgf'lik bir kuvvete maruz kaldığında 1 m·s−2 hızlanır. Kilogram-kuvvet, günümüzün modern SI sisteminin bir parçası değildir ve genel olarak kullanımı önerilmemektedir; ancak bazı özel durumlar için, örneğin uçak ağırlıklarının, jet motorlarının itme kuvvetlerinin, bisiklet jant tellerinin gerilimlerinin, tork anahtarlarının ayarlarının ve motorların çıkış torklarının belirtilmesinde kullanılmaktadır.
Kuvvet kavramının güncellenmesi.
20. yüzyılın başlarında, gözlemlenen astronomik ve mikroskop-altı düzeydeki deneysel sonuçları açıklamaya yönelik yeni fiziksel teoriler geliştirilmiştir. Aşağıda daha detaylı bir şekilde ele alınacağı üzere, görelilik teorisi momentum tanımını modifiye etmiş, kuantum mekaniği ise Newton yasalarının doğrudan geçerli olmadığı mikroskopik düzeylerde "kuvvet" kavramını yeniden formüle etmiştir.
Özel görelilik kuramı.
Özel görelilik kuramı kapsamında, kütle ve enerji arasındaki eşdeğerlik, bir cismin hızlandırılması için gerekli işin hesaplanmasıyla anlaşılabilir. Bir cismin hızı arttıkça, bu durum enerjisi ve dolayısıyla kütle eşdeğeri (eylemsizliği) artışına yol açar. Bu nedenle, cismin daha önceki daha düşük hızına kıyasla aynı oranda hızlandırılması için daha fazla kuvvet gerekir. Newton'un ikinci yasası,
formula_83
bir matematiksel tanım olduğundan dolayı geçerliliğini korur. Ancak, görelilik kuramına göre, göreceli hız formula_43 değerleri için momentumun korunumu sağlanabilmesi adına, momentum şu şekilde yeniden tanımlanmalıdır:
formula_85
burada formula_86 durgun kütleyi ve formula_87 ışık hızını ifade eder. Bu yeni tanım, yüksek hızlarda momentumun korunumunu anlamak için esastır.
Sabit ve sıfırdan farklı durgun kütlesi formula_17 ile karakterize edilen bir parçacığın, formula_89 yönünde formula_43 hızıyla hareket ettiği durumda, kuvvet ve ivme arasındaki matematiksel ilişki aşağıdaki gibidir:
formula_91
burada
formula_92
Lorentz faktörü olarak bilinen bu terim, göreceli hızın ışık hızına yaklaşması durumunda önemli ölçüde artış gösterir. Bu nedenle, aşırı hızlarda aynı ivmeyi sağlamak için artan kuvvetlerin uygulanması gerekmektedir. Göreceli hızın formula_87 değerine ulaşması mümkün değildir.
Eğer formula_43, formula_87 değerine kıyasla önemli derecede düşükse, formula_96 değeri yaklaşık olarak 1 olur ve
formula_97
ifadesi yüksek bir yakınsaklık gösterir. Görelilik bağlamında dahi,
formula_98
ifadesi dört-vektör kullanılarak başlangıç formuna geri dönüştürülebilir. Bu ilişki, formula_99 dört-vektör, formula_17 değişmez kütle ve formula_101 dört-ivme olduğunda görelilik açısından geçerlidir.
Kuantum mekaniği.
Kuantum mekaniği, moleküler, atomik veya atom altı boyutlardaki fenomenleri açıklamak amacıyla ortaya konmuş bir fizik teorisidir. Genel bir yaklaşımla, bir sistemin boyutları ne kadar küçükse, bu sistemi açıklamak için gerekli matematiksel modelin kuantum etkilerini dikkate alması o derece önem kazanır. Kuantum fiziğinin temel prensipleri, klasik fiziğinkinden ayrılır. Nesnelerin pozisyon, momentum ve enerji gibi özelliklere "sahip olduğu" fikri yerine, belirli bir ölçüm yapıldığında ne tür sonuçlar "elde edilebileceği" üzerine odaklanılır. Kuantum mekaniği, fizikçilerin seçilen ölçümün belirli bir sonucu elde etme olasılığını hesaplamalarına imkân verir. Her ölçüm için beklenen değer, mümkün sonuçların olasılıkları ile ağırlıklandırılarak hesaplanan ortalamadır.
Kuantum mekaniğinde, etkileşimler çoğunlukla kuvvetten ziyade, enerji kavramları aracılığıyla tanımlanır. Ehrenfest teoremi, kuantum beklenti değerleri ile klasik kuvvet kavramı arasında bir ilişki kurar; bu ilişki, kuantum fiziğinin klasik fizikten köklü bir şekilde ayrılması nedeniyle doğası gereği tam olarak kesin olmayan bir yapıya sahiptir. Kuantum fizik alanında, Born kuralı bir konum veya momentum ölçümünün beklenti değerlerini hesaplamak için temel araç olarak kullanılır. Bu beklenti değerleri genelde zaman içinde değişim gösterir; yani, örneğin bir pozisyon ölçümü yapıldığında, muhtemel farklı sonuçlar için olasılıklar değişebilir. Ehrenfest teoremi, genel olarak, bu beklenti değerlerinin zaman içindeki değişimini açıklayan denklemlerin, Newton’un ikinci kanununu hatırlatan bir biçimde, potansiyel enerjinin negatif türevi olarak tanımlanmış bir kuvvetle formüle edildiğini öne sürer. Ancak, bir durumda kuantum etkileri ne kadar belirginse, bu benzerlikten yola çıkarak anlamlı sonuçlar elde etmek o ölçüde güçleşir.
Kuantum mekaniği, mikroskop-altı düzeydeki kuvvetlerle etkileşimde bulunan, özellikle atomlar için hayati önem taşıyan iki yeni kısıtlayıcı unsur sunar. Çekirdeğin yoğun çekim gücüne karşın, belirsizlik ilkesi bir elektronun olasılık dağılımının minimum sınırlarını belirler ve Pauli dışarlama ilkesi elektronların aynı olasılık dağılımını paylaşmasını önler. Bu durum, dejenerasyon basıncı olarak adlandırılan bir basınç yaratır. Atomlar, moleküller, sıvılar ve katılar üzerinde dejenerasyon basıncı ve çekici elektromanyetik kuvvet arasındaki dinamik denge, bu yapıların kararlılığını sağlar.
Kuantum alan teorisi.
Çağdaş parçacık fiziği alanında, kuvvetler ve parçacıkların ivmelenmeleri, momentum taşıyıcı ayar bozonlarının alışverişinin matematiksel bir türevi olarak izah edilmektedir. Kuantum alan teorisi ve genel görelilik kuramlarının ilerlemesiyle, kuvvet kavramının aslında gereksiz olduğu ve bu kavramın, momentum korunumundan (dört-momentum ve kuantum elektrodinamiğinde sanal parçacıklarının momentumları dahil) kaynaklandığı kavranmıştır. Momentum korunumu, uzayın homojenliği veya simetrisi üzerinden doğrudan çıkarımlanabilir ve bu nedenle, kuvvet kavramından daha temel bir öneme sahiptir. Bu bağlamda, günümüzde tanımlanan temel kuvvetler, daha isabetli bir deyişle "temel etkileşimler" olarak nitelendirilmektedir.
Bu tür etkileşimlerin ayrıntılı sonuçlarını öngörebilmek için ileri düzey matematiksel tanımlar gereklidir; ancak, Feynman diyagramı kullanımı yoluyla bu etkileşimlerin kavramsal olarak basit bir biçimde ifade edilmesi mümkündür. Feynman diyagramında her madde parçacığı, zaman boyunca ilerleyen ve genellikle diyagramda yukarı veya sağa doğru artış gösteren düz bir çizgi ile temsil edilir (bkz. Hayat Çizgisi). Madde ve antimadde parçacıkları, Feynman diyagramı üzerindeki yayılım yönleri hariç, birbirleriyle özdeştir. Parçacıkların hayat çizgileri etkileşim düğümlerinde kesişmekte ve Feynman diyagramı, bir etkileşimden doğan kuvveti, parçacık hayat çizgilerinin yön değişikliği ile ilişkilendirilmiş şekilde düğüm noktasında oluşmuş olarak gösterir. Ayar bozonları, dalgalı çizgiler halinde düğümden yayılır ve sanal parçacıkların değiş-tokuşu halinde, yanındaki bir düğümde emilir. Feynman diyagramlarının avantajı, kuvvetlerden kavram olarak ayrı olmakla birlikte, genel temel etkileşim resminin bir parçası olan diğer fiziksel olayların da aynı ilkelerle açıklanabilmesidir. Örneğin, bir Feynman diyagramı, zayıf nükleer kuvvetten sorumlu olan aynı ayar bozonu aracılığıyla gerçekleşen bir nötronun bozunmasını, elektron, proton ve antineutrino üretimiyle detaylı bir şekilde tasvir edebilir.
Temel etkileşimler.
Evrendeki tüm tanımlanmış kuvvetler, dört temel etkileşim kategorisine ayrılmaktadır. Güçlü ve zayıf kuvvetler yalnızca çok kısa mesafelerde etkili olup atomaltı parçacıklar arasında, özellikle nükleonlar ve bileşik çekirdekler arasındaki etkileşimlerden sorumludur. Elektromanyetik kuvvet, elektrik yükleri arasındaki etkileşimlerde; yerçekimi kuvveti ise kütleler arasındaki etkileşimlerde görev alır. Doğadaki diğer tüm kuvvetler, bu dört temel etkileşimin, kuantum mekaniği çerçevesinde işlemesi ve Schrödinger denklemi ile Pauli dışlama ilkesinden kaynaklanan kısıtlamalar ile ilişkilidir. Mesela, sürtünme kuvveti, iki yüzey arasındaki atomlar arasında etki eden elektromanyetik kuvvetin bir gösterimidir. Yaylardaki kuvvetler, Hooke yasası tarafından modellenmekte olup, bu kuvvetler elektromanyetik kuvvetlerin bir sonucudur. Merkezkaç kuvvetleri, dönen referans çerçevelerindeki ivmelenmeden doğrudan kaynaklanan ivme kuvvetleridir.
Farklı kavramların birleştirilmesi neticesinde kuvvetler üzerine temel teoriler ortaya konmuştur. Mesela, Newton'un evrensel yerçekimi teorisine göre, Dünya'nın yüzeyine yakın bir yerde düşen cisimler için etkin olan kuvvet, Ay'ın ve Güneş çevresindeki gezegenlerin hareketlerinden de sorumlu olan kuvvettir. Michael Faraday ve James Clerk Maxwell, elektriksel ve manyetik kuvvetlerin, elektromanyetizma teorisinde birleştiğini göstermişlerdir. Yirminci yüzyılda, kuantum mekaniğinin ilerlemesi, yerçekimi dışındaki ilk üç temel kuvvetin, maddenin (fermionlar) ayar bozonu adı verilen sanal parçacıklar aracılığıyla etkileşiminin bir sonucu olduğunu ortaya koymuştur. Standart Model çerçevesinde, parçacık fiziğindeki bu kuvvetler arasındaki benzerlikler, bilim insanlarına elektrozayıf teoride zayıf ve elektromanyetik kuvvetlerin birleştirilmesini öngörmelerini sağlamış ve bu teori sonraki gözlemlerle doğrulanmıştır.
Yerçekimsel.
Newton'ın yerçekimi yasası, "uzaktan etkileşim" olarak tanımlanabilir: Örneğin, Güneş gibi bir nesne, Dünya gibi başka bir nesneyi, aralarındaki uzaklığa bakılmaksızın etkileyebilir. Bu etkileşim, "anlık" bir nitelik taşır. Newton'un teorisine göre, herhangi bir cismin konumu değiştiğinde, diğer tüm cisimler tarafından hissedilen yerçekimi çekimleri aynı anda değişir. Albert Einstein, bu durumun özel görelilikle çeliştiğini ve etkilerin ışık hızından daha hızlı yayılamayacağı öngörüsüyle uyumsuz olduğunu belirtmiştir. Einstein, bu nedenle, göreliliğe uygun yeni bir yerçekimi teorisi geliştirilmesinin gerekliliğini vurgulamıştır.
Merkür'ün yörüngesi, Newton'ın yerçekimi yasalarıyla öngörülenin dışında bir seyir izlemekteydi. Bazı astrofizikçiler, bu anormalliği açıklayabilecek keşfedilmemiş bir gezegen (Vulcan) hipotezini ileri sürmüşlerdir. Einstein, genel görelilik teorisini geliştirirken Merkür'ün bu problemli yörüngesine yoğunlaşmış ve teorisinin, söz konusu farklılıkları açıklayabilecek bir düzeltme sağladığını tespit etmiştir. Bu bulgu, Newton'ın yerçekimi teorisinin kusurlu olduğunun ilk kez kanıtlandığı bir an olmuştur.
Genel görelilik, günümüze kadar yerçekimini en iyi açıklayan teori olarak kabul görmüştür. Bu teoriye göre, yerçekimi bir kuvvet olarak değerlendirilmez; aksine, yerçekimi alanlarında serbestçe hareket eden nesneler, kendi ataletleri doğrultusunda düz hatlar boyunca eğri uzay-zaman içerisinde yol alırlar – bu, iki uzay-zaman olayı arasındaki en kısa uzay-zaman yolculuğu olarak tanımlanır. Nesnenin bakış açısından bakıldığında, tüm hareketler, yerçekiminin hiçbir etkisi olmadığı gibi gerçekleşir. Ancak hareket geniş bir çerçeveden incelendiğinde, uzay-zamanın eğriliği gözlemlenebilir ve kuvvet, nesnenin eğimli yörüngesi üzerinden tespit edilir. Bu bağlamda, uzay-zamandaki düz çizgi yolu, uzayda eğri bir hat olarak algılanır ve bu, nesnenin "balistik yörünge" olarak adlandırılır. Örneğin, düzgün bir yerçekimi alanında yerden atılan bir basketbol topu, parabolik bir yörüngede hareket eder. Uzay-zaman yörüngesi neredeyse düz bir çizgidir ve az bir eğrilik gösterir (eğrilik yarıçapı birkaç ışık yılı seviyesindedir). Nesnenin ivme değişikliğinin zaman türevi, "yerçekimi kuvveti" olarak ifade edilir.
Elektromanyetizma.
Maxwell denklemleri ve bu denklemlere dayalı olarak geliştirilen teknikler, elektrik ve manyetizma alanlarında kuvvetle ilgili geniş bir fiziksel fenomenler dizisini etkili bir şekilde açıklamaktadır. Bu klasik teori, zaten görelilik etkilerini barındırmaktadır. Temel parçacıklar arasında gerçekleşen kuantize elektromanyetik etkileşimlerin anlaşılması, kuantum elektrodinamiği (QED) ile mümkündür. QED içerisinde, fotonlar tüm elektromanyetik etkileşimleri, elektromanyetik kuvvet de dahil olmak üzere tanımlayan temel değişim parçacıkları olarak işlev görür.
Güçlü nükleer.
Çağdaş fizikte, genellikle parçacık fiziğinin kuantum teorileri çerçevesinde meydana gelen etkileşimler olarak nitelendirilen iki tür "nükleer kuvvet" tanımlanmaktadır. Güçlü nükleer kuvvet, atom çekirdeklerinin yapısal bütünlüğünü sağlamakla yükümlüdür ve protonlar arası elektromanyetik itme kuvvetini etkisiz hale getirebilme kapasitesi nedeniyle bu ismi kazanmıştır.
Güçlü kuvvet, günümüzde kuarklar ve gluonlar arasındaki etkileşimleri, kuantum kromodinamiği (QCD) teorisinin detaylı bir biçimde açıkladığı bir fenomen olarak kabul edilmektedir. Bu temel kuvvet, gluonlar vasıtasıyla kuarklar, antikuarklar ve gluonların kendileri üzerinde etkili olup, yalnızca temel parçacıklar üzerinde doğrudan bir etkiye sahiptir. Hadronlar arasında, özellikle atom çekirdeklerinde yer alan nükleonlar arasında gözlemlenen kalıntı etki, nükleer kuvvet olarak adlandırılır. Bu durumda güçlü kuvvet, nükleer kuvvetin klasik taşıyıcıları olan sanal pi ve ro mezonlarını oluşturan gluonlar aracılığıyla dolaylı bir etkileşim sergiler. Serbest kuarklar için yapılan pek çok araştırmanın başarısızlıkla sonuçlanması, etkilenen temel parçacıkların doğrudan gözlemlenemeyeceğini ortaya koymuştur. Bu fenomen, renk hapsi olarak tanımlanmaktadır.
Zayıf nükleer.
Temel etkileşimler içerisinde eşsiz bir niteliğe sahip olan zayıf nükleer kuvvet, bağlı durumlar oluşturmaz. Bu kuvvet, ağır W ve Z bozonları arasındaki değişimden kaynaklanır ve iki çeşit bozonun aracılık ettiği iki tür etkileşime, yani elektrik yükü taşıyan W+ ve W− bozonlarını içeren yüklü akım ve elektriksel olarak nötr Z0 bozonlarını içeren nötr akıma ayrılır. Zayıf etkileşimin en bilinen örneği, atom çekirdeklerindeki nötronların beta bozunumu ve bunun sonucu ortaya çıkan radyoaktivitedir. Bu, yüklü akım türünden bir etkileşimdir. "Zayıf" terimi, bu kuvvetin güçlü kuvvete kıyasla yaklaşık 1013 kat daha düşük alan şiddetine sahip olmasından gelmektedir. Ancak, kısa mesafelerde yerçekiminden daha güçlüdür. Elektromanyetik kuvvetler ile zayıf kuvvetin sıcaklığında ayırt edilemez olduğunu ortaya koyan tutarlı bir elektrozayıf teori de geliştirilmiştir. Bu sıcaklıklar, Büyük Patlamanın başlangıç anlarında plazma çarpışmaları sırasında gerçekleşmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5273",
"len_data": 54734,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.29
}
|
Kırım Savaşı, 4 Ekim 1853-30 Mart 1856 tarihleri arasındaki Osmanlı-Rus savaşıdır.
Birleşik Krallık, Fransa ve Piyemonte-Sardinya'nın Osmanlı Devleti'nin yanında savaşa katılmasıyla, Avrupalı devletlerin Rusya'yı Avrupa ve Akdeniz'den uzak tutma amacı taşıyan bir savaşa dönüşmüştür. Savaş, müttefik güçlerin zaferiyle sonuçlanmıştır.
Fransa'nın, Osmanlı Devleti'ndeki Katoliklerin, Rusya'nın ise Ortodoksların haklarının yeniden doğrulanmasına yönelik talepleri sonucu ortaya çıkan “Kutsal Yerler Meselesi”nde, Fransa galip gelmiştir.
Savaşın Sebepleri.
Rusya, 1853 yılından itibaren Kavalalı Mehmet Ali Paşa bunalımı sırasında takip ettiği zayıf bir Osmanlı Devleti üzerinde etki alanı kurma politikasını bırakarak, bu devleti yıpratma politikası takip etmeye başladı. Bunu gerçekleştirebilmek için de kutsal yerler sorununu kullandı. Osmanlı Devleti, Hristiyanlarca kutsal sayılan Kudüs ve çevresinde Katolik ve Ortodoks cemaatlerine çeşitli ayrıcalıklar tanımıştı. 1853 yılına gelindiğinde ayrıcalıklar konusunda Rusya ile Katolikliğin dünya çapında savunuculuğunu yapan Fransa çatışmaya başladılar. Bu durumu bahane eden ve asıl amacı "Hasta adam" gözüyle baktığı Osmanlı Devleti'ne ve onun bekasına son vermek isteyen Rusya, Birleşik Krallık'a mirasın paylaşılması teklifinde bulundu. Ancak, çıkarları gereği Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünün muhafazasından yana olan Birleşik Krallık bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Rusya, tek başına harekete geçerek, Osmanlı Devleti'ne bir ittifak teklifinde bulundu ve bu devletin sınırları içinde yaşayan Ortodoksların koruyuculuğunun Rusya'ya bırakılmasını önerdi. Osmanlı Devleti, Britanya'nın da desteğine güvenerek Rus isteklerini reddetti.
Bu bağlamda gelişen Osmanlı-Rusya gerginliği, Birleşik Krallık başta olmak üzere Avrupa devletlerinin de ilgisini çekmekte gecikmedi. Birleşik Krallık hükûmeti, 1853'te yaşanan gerilim sırasında Rusya'ya karşı Osmanlı Devleti'ni destekleme politikasını benimsedi. Bu tercih, Osmanlı Devleti'ne destek olma isteğinin ötesinde, Avrupa'daki güç dengelerini yeniden tanımlama amacı taşıyordu. Avusturya İmparatorluğu'na karşı 1848 yılında başlayan Macar ayaklanmasının Rusya'nın yardımıyla kanlı bir şekilde bastırılması, bu dönemde Rusya'nın Avrupa'da artan bir şekilde güç kazanmasının göstergesi olarak yorumlanmıştı. Birleşik Krallık, bu ve benzer nedenlerle Avrupa'daki güç dengesinin kendi aleyhine bozulmasını engellemek istiyor, bu amaç doğrultusunda Rusya'nın güçlenmesinin önüne geçmeye çabalıyordu. Bunun yanında, Osmanlı Devleti'nin dağılması Rusya'nın topraklarını güneye doğru genişletmesi anlamına gelecekti; bu durum Birleşik Krallık'ın Asya'daki kolonilerine (özellikle Hindistan'a) ulaşmasını zorlaştıracaktı.
Fransa Rusya'nın Avrupa güçler dengesinin dışında tutulması konusunda Büyük Britanya hükûmetiyle benzer bir politika izliyordu. Rusya'ya bağlı olan Polonya topraklarında yeniden bir bağımsız Polonya kurulması ve bu bağımsız devletin Fransa'nın müttefiki olması olasılığı da Fransa'yı Rusya'ya karşı cephe almaya teşvik ediyordu. Bu ve benzer nedenlerle, Rusya'ya karşı girişilebilecek bir müdahale, Fransa'yı Avrupa'da yeniden üstün duruma getirebilirdi. Bu nedenlerle Fransa, Osmanlı Devleti-Rusya geriliminde, tıpkı Birleşik Krallık gibi, Osmanlı Devleti'nden yana bir tutum takındı.
Prusya başta olmak üzere merkezi Avrupa devletleri bu düşüncelere karşıydı. Özellikle Avusturya, savaş sonunda yapılacak antlaşmadan ve ortaya çıkacak yeni statükodan endişeli idi.
Savaşın başlaması ve gelişmesi.
Rusya'nın İstanbul'da görevli elçisi Aleksandr Mençikof isteklerinin reddedilmesi üzerine 19 Mayıs 1853'te İstanbul'dan ayrıldı. Rus orduları savaş dahi ilan etmeden 22 Haziran 1853'te Eflak ve Boğdan'ı işgale başladılar. Çar I. Nikolay, bu hareketinin bir savaş başlangıcı kabul edilmemesi gerektiğini açıkladı ve bu girişimin bir güvenlik tedbiri olduğunu belirtti. Ancak, bu durum Avrupa'nın statüsünü değiştirmeye yönelikti. Bunun üzerine Avusturya'nın teklifi ile Viyana'da bir konferans toplandı. Fakat toplantıdan sonuç alınamadı. Bu sırada İstanbul'da, Rusya'ya karşı savaş ilanı için halk padişaha baskı yapmaya başladı. 4 Ekim 1853'te Rusya'ya bir nota verildi ve Eflak ile Boğdan'ın 15 gün içinde boşaltılması istendi. Rusya bu notaya kayıtsız kaldı ve tanınan sürenin sonunda savaş fiilen başladı.
Savaşın başlangıcında Osmanlı Ordusu Balkanlar'da başarılı oldu. Fakat Batum'a yardım götüren Osmanlı donanması 30 Kasım 1853'te Rus Donanması tarafından Sinop açıklarında batırıldı. Rusların bu ani hareketi ve Karadeniz'de durum üstünlüğü sağlamaları Boğazlar'ı ve İstanbul'u tehlikeye düşürdü. Bu durum Avrupa devletlerini endişelendirdi. Birleşik Krallık ve Fransa devreye girerek tarafları uzlaştırmak istedi, ancak yapılan teklifi Rusya reddetti. Bunun üzerine Fransa ve Birleşik Krallık, Rusya'ya bir ültimatom verdiler ve taraflardan şu isteklerde bulundular:
Osmanlı Devleti'nden;
Çar, ültimatomu ve istekleri kabul etmedi ve Rus ordusuna Tuna nehrini geçerek ilerleme emrini verdi. Birleşik Krallık ve Fransa, 12 Mart 1854'te Rusya'ya savaş ilan ettiler.
Birleşik Krallık ve Fransa, Osmanlı Devleti lehine savaşa girerken Avrupa kamuoyunu güven verecek ve özel çıkarlar sağlayacak önlemleri almayı da savsaklamadılar (ihmal etmediler). Bu maksatla 12 Mart 1854'te İstanbul'da; 10 Mayıs 1854'te Londra'da ve 14 Haziran 1854'te Avusturya ile antlaşmalar imzaladılar. Avusturya ile yapılan antlaşma Tuna eyaletlerinin Rus ordusundan boşaltılmasını öngörüyordu ve Avusturya, gerekirse asker göndermeyi üstlenmekteydi. Bu nedenle 15 Mart 1855'te Sardinya Krallığı da ittifaka katıldığını açıkladı.
Savaş devam ederken Osmanlı ülkesinin Epir, Etolya ve Teselya eyaletlerinde Rum halkının başkaldırı hareketleri başladı. Yapılan ikazlar dikkate alınmadı ve bunun üzerine Fransızlar Pire limanına asker çıkararak Yunanistan'ı abluka altına aldılar. Bu hareket Yunanistan'ı tarafsızlığa zorunlu kıldı ve Rusya da bir müttefikini kaybetti.
Savaş; Tuna, Kafkas ve Karadeniz'de yoğunluk kazandı. Tuna cephesinde durum önce Osmanlılar lehine gelişti. Fakat bir süre sonra Rus ordusu Silistre'ye kadar ilerledi (Silistre Kuşatması). Bunun üzerine Britanyalılar ve Fransızlar Gelibolu yarımadasına asker çıkardılar. Çıkan birlikler Varna'ya sevk edildi. Bu sırada Avusturya da Rusya'yı baskı altına aldı. Rus ordusu Silistre önlerinden çekilmeye mecbur kaldı. Müteakiben de Eflak ve Boğdan'ı tahliye ederek savunmaya geçti. Rus Ordusu'nu izlemeye başlayan Serdar-ı Ekrem Müşir Ömer Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu Ağustos ayında Bükreş ve İbriş'e girdi. Seferberlik ilan eden ve Rus Ordusu'na saldıran Avusturya Ordusu da Yaş kentine girdi.
Müttefikler, Rusya'yı barışa zorlamak için Kırım yarımadasında da bir cephe açmaya karar verdiler. 20 Eylül 1854'te 30 bin Fransız, 21 bin Britanyalı ve 60 bin Osmanlı askerinden oluşan müttefik kuvveti 89 harp ve 267 nakliye gemisiyle Kırım'a çıkarıldı. Ancak Kırım Savaşı düşünüldüğü gibi kısa sürede tamamlanamadı. 1855 ilkbaharında 140 bin kişilik bir müttefik kuvveti daha bölgeye çıkarıldı. Ruslar mağlup oldu ve çekilmek zorunda kaldılar. Kafkas cephesinde ise Ruslar başarı kazandılar ve Kars'ı ele geçirmeye başardılar. Bu sırada Çar I. Nikolay öldü, yerine geçen II. Aleksandr barış istemek zorunda kaldı. Barış şartları Avusturya tarafından kendisine verilen bir ültimatomla bildirildi. II. Aleksandr istenen şartları ana öge tutarak barış önerisini kabul etti. Önce 15 Mayıs'tan 14 Haziran 1855'e kadar Viyana'da barış için hazırlık görüşmeleri yapıldı ve Paris Konferansı ana ögeleri tespit edildi. Rusya ile Osmanlı Devleti, Birleşik Krallık ve Fransa arasında Paris Antlaşması'nın imzalanmasıyla savaş sona erdi.
Kırım Savaşı'nda devletlerin harcama tablosu İngiliz Sterlini cinsinden şöyledir:
Osmanlı İmparatorluğu'nun harcamaları kesin olarak bilinemez veya kuşkuludur Nedeni ise Osmanlı'nın müttefiklerden daha fazla askeri vardı. Bu kadar askerin bakımı, yürütülmesi, bütünleme vb. nedenlerden dolayıdır. Osmanlı İmparatorluğunun harcamalarının çok fazla olması gerekmelidir. Bilgiler kesin değildir
Savaşın sonuçları.
Kâğıt üzerinde, savaşın galiplerinden olan Osmanlı Devleti, aslında savaştan çok büyük zarar alarak çıkmıştır. Çok pahalı olan bu savaşı yürütebilmek için Osmanlı devleti, ödeme yeteneğinin çok üstünde borç almıştır. Endüstrileşmeyi kaçırdığı için ekonomisi çağdışı kalmış olan devlet, bu borçların altından kalkamayacak ve 1881 yılında II. Abdülhamit döneminde Düyunu Umumiye idaresinin kurulmasıyla, Avrupalı devletlerin mali denetimi altına girip, ekonomik bağımsızlığını kaybedecektir.
Kırım Savaşı'nın sonunda ilan edilen Islahat Fermanı, Osmanlı reform hareketlerinde çok önemli bir yer tutar. Islahat Fermanı'nın amacı, imparatorluk içindeki herkese Osmanlı yurttaşlığı vererek, yasalar önünde dine bakılmaksızın eşitlik sağlamaktı. Islahat Fermanı ile Batı'da dolaşan liberal düşünceler Osmanlı Devleti'ne girmeye başlayacaktır.
Kırım Savaşı, İtalya birliğine giden yolu hızlandırmıştır. Savaşa asker göndererek Birleşik Krallık'ın sempatisi ve Fransa'nın etkin desteğini kazanan Sardinya-Piemonte Krallığı, savaşı izleyen yıllarda İtalya birliğini kuracaktır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5289",
"len_data": 9179,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.62
}
|
Ödemiş, İzmir'in bir ilçesidir. İlçenin doğusunda Kiraz ve Beydağ, batısında Bayındır ve Tire ilçeleri, kuzeyinde Manisa, güneyinde Aydın illeri bulunmaktadır. 2020 yılı nüfus verilerine göre toplam nüfusu 133.679'dur.
Kökenbilim.
Ödemiş ilçesinin ismi hakkında pek çok görüş vardır. Kimi görüşlere göre Ödemiş (Yunanca: Οδεμήσιο) ismi Yunanca Eudaimos (Mutluluk) ya da Adamis (Ana Tanrıça) kelimelerinden gelmektedir. Fransız oryantalist Vital Cuinet'in V.La Turquie d'Asie eserine göre bölgenin ismi Teke Türkmenlerine bağlı Ötemiş oymağından gelmektedir. Ayrıca Refik Ahmet-Anadolu Türkmen Aşiretleri eserinde de bu görüş yer alır.
Coğrafya.
Ödemiş Türkiye'nin batısında Ege Bölgesi'nde İzmir iline bağlı bir ilçedir. Ödemiş'in il merkezine uzaklığı 113 kilometredir. Denizden yüksekliği 123 metre olup en yüksek noktası 2157 metre ile Bozdağlar'dır. Yüzölçümü 1.019 km2'dir. İlçenin doğusunda Kiraz ve Beydağ, batısında Bayındır ve Tire ilçeleri, kuzeyinde Manisa ilinin Turgutlu ve Salihli ilçeleri, güneyinde Aydın ilinin Sultanhisar, Köşk ve Efeler ilçeleri bulunmaktadır. Ödemiş, İzmir ilinin Bergama'dan sonra en geniş yüzölçümüne sahip ilçesidir. Büyük bir kısmı ovalık olan arazinin ortasından Küçük Menderes Nehri akmaktadır. Gölcük Gölü ilçe topraklarında bulunur.
Bölge Akdeniz ikliminin etkisi altındadır. İlçede yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağmurlu geçer. Bozdağlar ve Aydın Dağları'na kar yağar, nem oranı %64'tür. Ödemiş bitki örtüsü genelde makidir. Dağlarda meşe ağacı türleri, kestane menengiç ve kızılçam ağaçları yetişmektedir. Ovada ise ceviz, incir, kavak, fıstıkçamı, turunçgiller, zeytin ve meyve ağaçları yer almaktadır.
Ekonomi.
Ödemiş'in ekonomisi tarıma dayalı olup ilçe yüzölçümünün %36'sı tarım arazisidir. 21 binden fazla aile tarımla uğraşmakta ve geçimini böylelikle sağlamaktadır. Başlıca tarım ürünleri patates, incir, zeytin, karpuz, susam, kestane, tütün, üzüm ve yaş sebzelerdir. Yöre verimli topraklara sahip olup, tarım arazilerinde bir yılda üç kere hasat yapılabilmektedir. 2004 verilerine göre Ödemiş'in tarımsal üretim değerinin ülke içindeki payı 0,70675'tir. Bu oranla tarımsal üretim değer sıralamasında ülke içinde 13. sırada yer almıştır. Ayrıca Bademli yöresi meyve fidanı yetiştiriciliği ve kiraz üretimi alanlarında Türkiye ekonomisinde büyük bir paya sahiptir. Ayrıca Ödemiş'te üretilen bir diğer önemli ürün ise Ödemiş Deri Tulum Peyniri'dir. Ege bölgesinde Deri Tulum Peyniri sadece Ödemiş'te yapılmaktadır.
İlçenin ilçe halkı tarafından "kompir" olarak nitelendirilen sarı renkli patatesi sadece Ege Bölgesi'nde değil tüm Türkiye pazarlarında görülebilen en meşhur tarım ürünüdür.
İlçenin hazır yemek kültürünün en meşhur örnekleri Ödemiş Kebabı, Ödemiş Sandviçi ve Töngül Pidesi'dir. Ev yemek kültüründe ise sebze ve et yemeklerine ilaveten birçok bölgede bilinmeyen ebegümeci, ısırgan, iğnelik, sarmaşık gibi çeşitli otlardan yapılan leziz ot kavurmaları mevcuttur.
Ödemiş'in sanayi yapısı da tarımsal hammaddelere dayalıdır. Ayrıca imalat sanayi içinde değerlendirilecek iş makineleri, çelik döküm, elektronik, süt ürünleri, plastik, ağaç ürünleri, zeytinyağı vb. fabrikalar ve işletmeleri bulunmaktadır. Sanayileşme yönünde özellikle son yıllarda önemli adımlar atılmaktadır.
Kültür.
Turistik yerler.
Ödemiş ilçesinde bulunan turistik yerler şöyledir:
Tarihî yerler.
Ödemiş bölgesine ait tarihi sit alanları şöyledir; Hypaipa (Günlüce), Dios Hieron (Birgi), Digda (Ovakent), Potamia (Bademli), Ayasurat (Türkönü), Torrhebia (Gölcük), Mesotmolos (Bozdağ), BASegümi (Yolüstü), Medeksis (Ortaköy), Adagüme (Konaklı), Bükürgüme (Bademli).
Mutfak.
Ödemiş ilçesine ait yöresel yemekler şöyledir: Ödemiş Kebabı, Töngül Pidesi, Keşkek, Ekmek Dolması, Yağlı Sulu Akıtma, Kestirme Çorbası, Höşmerim, Heybeli Çorba, Yağlı Ekmek, Sinkonta, Isırgan Avukması, Dibile, Kabakaşı Tatlısı, Kalburbastı Tatlısı.
Altyapı.
Ödemiş'te kurulan katı atık yönetim tesisi Küçük Menderes Havzası'ndaki ilçelere hizmet vermektedir. İlçede herhangi bir altyapı eksikliği yoktur.
Ulaşım.
İzmir'den Aydın Otoyoluna girip Torbalı-Ödemiş kavşağından çıkarak Bayındır-Ödemiş yoluna girerek Ödemiş'e varılır. Ankara-İzmir yolundan geliyorsanız Salihli ilçesinden Bozdağ-Ödemiş yönüne sapılır ve Ödemiş'e varılır.
Denizli'den geliyorsanız Buldan ilçesinden Alaşehir Yoluna girilir ve Alaşehir'den Kiraz-Ödemiş yönüne sapılarak Ödemiş'e varılır.
Demiryolu ile İzmir (Basmane)-Torbalı-Bayındır-Ödemiş istasyonları arası günde 7 kez karşılıklı 100 dk süren modern tren seferleri düzenlenmektedir.
Torbalı (İZBAN) - Ödemiş arasında 795 numaralı düzenli ESHOT seferleri düzenlenmektedir.
İzmir, Balıkesir, Bursa, İstanbul, Uşak, Afyon, Ankara ve Antalya otogarından karşılıklı otobüs seferleri de düzenlenmektedir.
Ayrıca ilçe merkezinden Tire, Bayındır, Kiraz, Aydın, Nazilli, Beydağ, Alaşehir, Salihli ve Kuşadası'na karşılıklı minibüs seferleri vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5319",
"len_data": 4886,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.41
}
|
Cemal Gürsel (10 Haziran 1895, Hınıs - 14 Eylül 1966, Ankara), Türk asker ve devlet adamı. 27 Mayıs Darbesi sonrası oluşturulan Millî Birlik Komitesi başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin dördüncü cumhurbaşkanıdır.
İlk yılları ve eğitimi.
10 Haziran 1895 tarihinde Erzurum'un Hınıs ilçesinde doğan Cemal Gürsel, asker bir babanın 5 çocuğundan (Kemal, Celâl, Cemile ve Sırrı) ikincisiydi. İlk öğrenime Ordu ilinden sonra Erzincan Askerî Lisesinde devam eden Gürsel, orta eğitimini tamamladıktan sonra Kuleli Askerî Lisesine askeri öğrenci olarak girdi. Kuleli'de son sınıf öğrencisiyken I. Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine 16 Ekim 1914'te askeri eğitimine ara verdi ve 4. Kolorduda subay olarak göreve başladı.
1 Eylül 1922'de yüzbaşı rütbesine terfi etti. Bir yıl Kara Harp Okulunda eğitim aldı. 1 Ekim 1926 tarihinde Harp Akademisine başladı ve 1 Eylül 1929 tarihinde kurmay subay olarak Akademiden mezun oldu. Gürsel, 27 Ocak 1927 tarihinde Melahat Hanım ile evlendi ve bu evlilikten Özdemir (1928-9 Eylül 1995) adını verdikleri bir oğlu oldu. Gürsel çiftinin Hatice Ergün adlı bir evlatlıkları da bulunmaktaydı. Oğlu Özdemir Gürsel'den ise Melkan ve Özdem adında iki torun sahibiydi. Babası Osmanlı subayı, Abidin, dedesi İbrahim (1820 - 1895) ve büyükdedesi Hacı Ahmet'tir (1790 - 1860).
Askerlik kariyeri.
Birlik komutanlıkları ve karargâh görevlerinde 45 yıl süren askerlik hizmetinde bulundu.
Gürsel, aktif askerlik görevine Çanakkale Savaşı'na katılarak başladı. 45 yıl süren askerlik kariyerinde, Türk Kara Kuvvetlerine bağlı çeşitli birliklerde komutanlık ve karargâh görevlerinde hizmet verdi. Askerî öğrencilik yıllarından itibaren, popülerliği ve kendisine duyulan sevgi nedeniyle arkadaşlarınca "Ağa" lakabı verildi ve ölümüne kadar hep Cemal Ağa olarak bilindi.
Katıldığı savaşlar.
Gürsel, Çanakkale, Filistin-Suriye ve Kurtuluş savaşlarında yer aldı.
1915 ve 1917 yılları arası topçu teğmen olarak Çanakkale Savaşı'nda 1. Topçu Alayının 1. Bataryasında savaştı. Çanakkale Savaşı sonrası, 1 Eylül 1917'de 41. Tümen Obüs Bataryası Komutanlığına atanarak Suriye-Filistin Cephesine gönderildi. Filistin ve Suriye cephesindeki bütün savaşlarda 41. Alayın 5. Bağımsız Bataryasında görev aldı. İngilizlere Gazze cephesinde 19 Eylül 1919'da esir düşerek Mısır'da iki yıl esir kaldı. 6 Ekim 1920 tarihinde serbest kalınca İstanbul'a dönüp, Erzurum Kongresi'ni izleyen günlerde Anadolu'ya geçerek, Türk Kurtuluş Savaşı'nın Batı Cephesi'ndeki bütün savaşlara katıldı.
Aldığı ödüller.
1. Tümende üstün başarı ile verdiği hizmetleri için kıdem zammı ile taltif edildi. Büyük Taarruz'da fiilen görev başında muharebede bulunarak Harp Madalyası ve İstiklâl Madalyası ile taltif edildi.
Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Harp Okulunda bir yıl okudu; 1926'da Harp Akademisine girdi, 1929'da kurmay oldu. Bu tarihten sonra çeşitli görevlerde bulunan Gürsel 1940'ta albay, 1946'da tuğgeneral oldu. Bir süre 65. Tümen komutanlığı yaptı, 1948'de tümgeneralliğe yükseldi. 12. Tümen komutanlığı, 18. Kolordu komutanlığı ve 2. Yurtiçi Bölge komutanlığı görevlerinde bulundu. 1953'te korgeneral, 1957'de orgeneral oldu. 7 Aralık 1957'de 3. Ordu müfettişliğine atandı.
27 Mayıs 1960 Darbesi.
25 Ağustos 1958'de Kara Kuvvetleri Komutanı oldu. 2 Mayıs 1960 tarihinde ziyareti sırasında sohbet ettiği Millî Savunma Bakanı Etem Menderes'e ve dolayısıyla hükûmete görüşlerini açıkladı. 3 Mayıs 1960 tarihinde Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'ın istifasını istediği tarihi mektubu yazdı. Bu mektubunda Başbakan Adnan Menderes'in halk tarafından çok sevildiğini belirterek Bayar yerine Cumhurbaşkanlığına getirilmesini önerdi. Bunun üzerine iki ay sonra re'sen emekliliğe sevk edilmek üzere zorunlu izinle İzmir'e gitti.
Silahlı Kuvvetlerin tüm kademelerine iletilen ve ordunun mutlaka siyasetten uzak kalmasını tavsiye eden veda mektubunda Gürsel'in ifadeleri: ""Ordunun ve taşıdığınız üniformanın şerefini daima yüksek tutunuz. Şu sırada memlekette esen hırslı politika havasının zararlı tesirlerinden kendinizi korumasını biliniz. Ne pahasına olursa olsun politikadan katiyen uzak kalınız. Bu, sizlerin şerefi, ordunun kudreti ve memleketin kaderi için ehemmiyeti haizdir." idi.
27 Mayıs 1960 tarihinde albay ve daha alt kademedeki subaylarca gerçekleştirilen darbe sonrasında 3. Ordu Komutanı Orgeneral Ragıp Gümüşpala'nın Millî Birlik Komitesine (MBK) liderlerinin kim olduğunu sorması ve eğer başlarında kendisinden daha kıdemli bir asker olmadığı takdirde 3. Ordu ile birlikte Erzurum'dan Ankara'ya yürüyüp isyana son vereceğini bildirmesi üzerine, ihtilalciler zorunlu izindeki Orgeneral Cemal Gürsel'i askeri uçakla İzmir'den Ankara'ya getirdiler. Gürsel, MBK'nın daveti ile başkanlık görevini üstlendi ve ihtilal lideri olarak kabul edildi. Kendisiyle yapılan 16 Temmuz 1960 tarihli "Cumhuriyet" gazetesi görüşmesinde "Şebeke zaten hazırdı. Ben şahsen ordunun siyasete katılmasını istemiyor ve genç arkadaşlarımın (ihtilal) girişimlerine engel oluyordum. İşler öyle bir seviyeye geldi ki ordunun siyasete karışmasına karşı olmama rağmen, onları görevlerinde serbest bıraktım. Şimdi bütün hedefim, adalet ve ahlak prensiplerine dayalı bir idareyi yeniden kurmaktır." açıklamasında bulundu.
Cemal Gürsel, 27 Mayıs 1960 günü öğleden sonra, İstanbul ve Ankara üniversiteleri hukuk fakültelerinin öğretim üyeleri Ordinaryüs Profesör Sıddık Sami Onar, Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Prof. Ragıp Sarıca, Prof. Naci Şensoy, Prof. Hüseyin Nail Kubalı, Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, Doç. Dr. İsmet Giritli, Prof. İlhan Arsel, Prof. Bahri Savcı, Prof. Muammer Aksoy ve hocalarına yardım eden İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi asistanı (eski YÖK Başkanı ve uzmanlık alanı anayasa hukuku olan) Prof. Erdoğan Teziç'i kabul etti. Ord. Prof. Sıddık Sami Onar, heyet adına: "Bugün içinde bulunduğunuz durumu adi ve siyasi bir hükûmet darbesi saymak doğru değildir."" ifadesinde bulundu. Heyet, Gürsel tarafından yeni bir Türkiye'nin anayasa taslağını hazırlamakla resmen görevlendirildi.
Cemal Gürsel, 30 Mayıs 1960 tarihinde TBMM Genel Kurulunda okunan programda "İkinci Cumhuriyet" tanımını ilk kez şu cümlelerle kullandı: “İkinci Cumhuriyet'in Anayasası, ilmin ve geçmiş uzun yılların acı tecrübelerinin ışığı altında, memleketin mümtaz ilim adamlarının geceli gündüzlü çalışmaları memleket aydınlarının bu çalışmalara anketler vasıtasıyla katılmaları suretiyle hazırlanmaktadır. Birleşmiş Milletler Anayasası, İnsan Hakları Beyannamesi, hukuk prensipleri ve millî ruh ve ihtiyaçlardan doğmuş olan eski anayasamız ile millî gelenekler ve yurdumuzun özellikleri yeni anayasamız için ilham alınan başlıca kaynakları teşkil etmektedir.”Tutuklu gazeteci ve öğrencilerin serbest bırakılmasını, yasaklı kapatılmış gazetelerin yeniden açılmasını sağladı. Emekliye ayrılan Orgeneral Ragıp Gümüşpala'ya Demokrat Partilileri bir araya getiren Adalet Partisini kurma görevini verdi. Anayasanın ardından en önemli sorun Yassıada'daki yargılamanın sonuçlarıydı. Bu noktada Cemal Gürsel'in gücü ancak 15 idamı üçe indirmeye yetti. Devlet Başkanı Cemal Gürsel ve İsmet İnönü’nün, diğer dünya liderleri ile birlikte Adnan Menderes ve diğer iki kabine üyesinin idam cezalarının affı dilekleri, Millî Birlik Komitesinin idam cezalarının onaylanma kararlarının seçimle kurulacak olan yeni meclis tarafından verilmesi dilekleriyle birlikte, yönetimi sivil iradeye bırakmaya yanaşmayan Silahlı Kuvvetler Birliği tarafından reddedildi.
Başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı görevleri için Ankara ve İstanbul'daki çeşitli akademisyenlere ve doktorlara teklifte bulundu ve destek verdi. Kendisinin seçilmesi için dolaylı ya da doğrudan hiçbir girişim ya da lobi faaliyetinde bulunmadı.
Halk oyuna sunulan ve kabul edilen yeni anayasa gereğince, 10 Ekim 1961'de yapılan genel seçimlerden sonra oluşturulan yeni Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından cumhurbaşkanlığına seçildi.
Yüksek Adalet Divanı tarafından verilen idam kararlarının onaylanmasıyla ilgili aleyhte oy kullanmıştır.
Cumhurbaşkanlığı (1961-1966).
Türkiye'nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine 1961 yılında kabulünü sağladı.
Meclis'te çoğunluğa sahip iktidar partisinin her istediğini kontrolsüz yapabilme zihniyetini politikadan uzaklaştırmak için, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile verilen görevleri yapmak ve yetkileri kullanmak üzere demokrasinin "emniyet supabı" olarak görülen Anayasa Mahkemesini, Cemal Gürsel, 25 Nisan 1962 tarihinde Ankara'da ilk defa yürürlüğe soktu. Kutsal Emanetler, Topkapı Sarayı muhafaza depolarından ilk olarak, 31 Ağustos 1962 tarihinde modern müzecilik anlayışına uygun bir şekilde Türk halkına ve dünyaya sergilenmeye başlandı. Kendisinin direktifi ile "Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun" 22 Haziran 1965'te kabul edilmiş ve Diyanet İşleri Başkanlığına yeni bir yapı kazandırılmıştır.
ABD ile SSCB arasındaki Küba Füze Krizi'nde, batı tarafında Türkiye'nin komünizme karşı koruyuculuk görevini yürüttü.
Birleşik Krallık Kraliçesi II. Elizabeth ve ABD Başkan Yardımcısı Lyndon B. Johnson'u konuk etti. Birleşik Krallık askeri uçaklarının Türk hava sahasını Kuveyt'i tehdit eden Irak'a karşı kullanması için izin çıkardı. Avrupalı liderlerle olan yakın diplomatik ilişkileri sayesinde, Avrupa Birliği 1963 Ankara Anlaşması'nı ve bir yıl sonra da Assosiye Üyelik konumuna Türkiye'nin ulaşmasını sağladı. Kıbrıs'taki Türklere uygulanan mezalim ve katliamın devamı üzerine, 7 Ağustos 1964 tarihinde Türk Hava Kuvvetlerine bağlı savaş uçakları Kıbrıs üzerinde ihtar uçuşu yaptı. Kıbrıs'ta Rumlar saldırılarını ve katliamlarını artırınca Başkomutan ve Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in emriyle 8 Ağustos 1964 tarihinde askeri hedefler bombalamaya başlandı. Kore Savaşı'ndan sonraki bu ilk Türk askerî harekâtı, Sovyetler Birliği Başkanı Nikita Kruşçev'in Başbakan'a mesaj göndererek itidal tavsiye etmesi üzerine, 10 Ağustos 1964 tarihinde tamamlandı.
O günkü şartlarda, İstanbul ve Ankara radyolarının dinlenemediği Doğu Anadolu Bölgesi'nde daha sonra bütün Doğu Anadolu'ya hitap edecek olan ilk radyo istasyonunun merkezi konumlu Erzurum'da kurulmasını sağladı ve açılış konuşmasında ""Aziz Doğulu vatandaşlar; Sizleri yabancı radyoları dinlemekten kurtarmak için Erzurum'da bir radyo istasyonu tesis ettik. Ve bugün neşriyata başlıyoruz. Yabancı radyolardan çok defa fesat, fitne hatta zehir gelir. Erzurum radyosu sizleri bu kötülüklerden koruyacak, kendi temiz sözlerimizle millî meselelerimizi öğrenecek, güzel seslerimizle şarkılarımızı dinleyeceğiz. Erzurum radyosu, doğu illeri ve yurdumuz için mutlu olsun. Bu vesileyle, tüm doğulu vatandaşlarıma sevgi ve saygı hislerimi ifade ederim."” ifadelerini kullandı. Daha sonra Türkiye Radyo ve Televizyon Devlet Kurumunu başkent Ankara'da organize ederek, televizyon hizmetlerinin yurda ilk kez getirilmesini sağladı.
Türkiye tarihinde ilk kez planlı ekonomiye geçiş, Devlet Planlama Teşkilatı ve Devlet İstatistik Enstitüsü kuruluşu, 5 yıllık kalkınma planları, sendikalar, grev ve toplu sözleşme yasalarının çıkarılması, Ortak Pazar üyeliği, SSCB ile iyi ilişkiler kurulması, Kıbrıs'a garantör ülkeler tarafından müdahalesi, cumhuriyet öncesi Erzurum ve Doğu Anadolu Bölgesi'nde işgalcilerle işbirlikçi, isyancı azınlıklarca katledilen 250.000 sivil Türk halkının anıtsal temsili konusunda ulusal ve tarihsel önderlik niteliğinde çalışmalar yaptı. Millî İstihbarat Teşkilatı Kuruluşu yasası ve düzenlemesi, Millî Güvenlik Kurulunun başlangıç ve geliştirilmesi, Türk ordusunun modernizasyonu, İran, Pakistan ile birlikte bölgesel kalkınma organizasyonunun kurulması, Avrupa ve Orta Asya memleketlerini bağlayan mikrodalga radyo iletişim ağı kurulması, Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin kalkınma ve geliştirilmesi planları, Basın Yayın Yüksek okulunun ilk kuruluşu, Turizm Bakanlığının kurulması da yine kendisinin Türkiye'ne olan katkılarıdır. Ayetullah Humeyni ve Mustafa Barzani'ye Türkiye'ye sığınma izni ve korunma verdi. Sinema ve görsel sanatlara duyduğu ilgi ve verdiği destek ile ülkenin batıda turistik amaçlarla kitlelere tanıtılabilmesi fikri, İngiliz yazar Eric Antler'in romanının Paris ve İstanbul'da çekilen, Peter Ustinov'un oynadığı ""Topkapı" isimli popüler filme başarıyla uygulanması ile birleştirildi. Aynı bağlamda, turizmde Türkiye'nin dış propagandasına yardım amacıyla, ABD Başkanı John F. Kennedy'nin en sevdiği kitaplardan olan Ian Fleming'in "Rusya'dan Sevgilerle" romanının İstanbul'da 1962-63 yıllarında filme çekilmesinde öncülük etti. Cumhurbaşkanı onayına sunulan yasa tekliflerini bir kez daha Mecliste görüşülmek üzere geri gönderme uygulamasını 1963'te başlattı. Milletvekili gazeteci Cihat Baban, "Politika Galerisi" isimli kitabında Cemal Gürsel'in kendisine "Eğer Süleyman Demirel Adalet Partisi'nin başına geçebilirse bütün dertleri hallederiz. Aydın adam, yobazlığa yüz vermez. Benim gözüm de arkada kalmaz. O başkan olsun diye ben çok çalışıyorum. Bir muvaffak olursam rahat edeceğim."" dediğini iddia eder. Toplumda görme kaybı ve körlüğün önlenmesi için hayır yardımı amacını güden uluslararası Lion's Kulübünün Türkiye'de hizmete girmesi (1963), Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumunun başlangıcı (1964), ilk millî nüfus kontrol planlama çalışmaları (1965), ülkede ilk bilgisayar kullanımı, demir çelik üretimi gelişmesi (AET demir çelik birliği doğrultusunda), petrol boru hattı inşası Cemal Gürsel'in idaresi altında gerçekleşti.
Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun'a verilen hapis cezalarını affetti.
İlk Devlet Araştırma Kütüphanesi ve hükûmete yol göstericilik görevini yasayla verdiği Türkiye Bilim Teknik ve Araştırma Kurumunu kurdu.
Ordunun binek otomobil ihtiyacını karşılamak amacı da güden, ilk yerli ve seri üretimi hedefleyen Devrim Otomobili projesini başlattı.
Devlet başkanlığı ve cumhurbaşkanlığı görevlerini ve ilgili masraflarını devletten maaş almadan, emekli asker maaşıyla karşıladı.
Ölümü.
Gürsel, 1960'ta hafif bir felçle başlayan hastalığının gitgide ilerlemesi üzerine 2 Şubat 1966'da Başkan Lyndon B. Johnson'un özel uçağıyla tedavi için Amerika Birleşik Devletleri'ne gitti. Kısa süre sonra komaya girince 26 Mart'ta Ankara'ya getirildi. 38 kişiden oluşan hekimler kurulunun, sağlığının görevini sürdürmeye engel olduğuna ilişkin raporu üzerine TBMM kararıyla 28 Mart 1966 tarihinde cumhurbaşkanlığına son verildi. Yerine, eski Genelkurmay Başkanı ve kontenjan senatörü Cevdet Sunay seçildi. Yaklaşık 7,5 ay komada kalan Gürsel, 14 Eylül 1966 günü öldü. Geriye hiçbir vasiyet ve kendisi ile ilgili dilek bırakmadı. 18 Eylül 1966 Pazar günü naaşı, Anıtkabir devrim şehitleri bölümünde toprağa verildi. Naaşı, 30 Ağustos 1988'de Anıtkabir'den alındı ve 2549 Sayılı kanun ile Devlet Mezarlığı'na nakledildi.
Yorumlar.
"General Gürsel, modern Türkiye'nin Ata'sı olan Mustafa Kemal Atatürk'e benzer bir şekilde, ikinci Türkiye'nin babası olarak tarif edilebilir. Derin bir bölünme zamanında Gürsel, kendisini millî bütünlüğün bir simgesi olarak gören Türk Milleti'nin saygı ve sevgisini kazanıp devam ettirdi. Vefat ettiğinde, ulusun güven duyulan babası kimliğine sahipti." (Vefatı üzerine tüm Türk gazetelerinde yayımlanan başsağlığı mesajıdır.) Prof. Bernard Lewis, 15 Eylül 1966
Ölümünden sonra o dönemin Yargıtay Başkanı İmran Öktem'in 1967-1968 Adli Yıl Açılış Konuşmasında Onun hakkındaki düşünceleri şu şekildeydi:Zeki, şefkatli, sağ duyusu kuvvetli, kararlarında isabetli, olduğu gibi görünmesini, gösterişten uzak kalmasını seven, sadelik içinde büyük olan, büyüklüğünü belli etmek için bir çaba ve gayret göstermek lüzumu duymayan, Atatürk Devrimlerine bağlı, devrimleri korumayı amaç edinmiş, gericiliğin amansız düşmanı, milletine daha çok ve dürüst çalışmayı daima tavsiye eden Cemal Gürsel, büyük mümtaz vasıflarıyla ve büyük devrim ve Devlet adamı olarak Türk Tarihi'nde müstesna bir yer almıştır. Olağanüstü devrim idaresinin anayasa kuruluşlarına arızasız olarak intikalinde ve demokrasinin yerleşmesinde Cemal Gürsel'in büyük etkisi olmuştur. Bunu sağlamak için geceli gündüzlü çalışmış, sağlığını ve hayatını yitirmiştir. Devrimci Türk milleti sana minnettardır.İsmi, çeşitli okullar, caddeler ve silahlı kuvvetler karargâh binalarına verildi. 2008 yılında gösterime giren "Devrim Arabaları" filminde Sait Genay tarafından canlandırıldı.
Dış bağlantılar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5320",
"len_data": 16214,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.41
}
|
W.C. Röntgen'in x-ışınlarını buluşundan sonra, görüntüleme yöntemleri hızla geliştirilmiş ve yüz yıllık bir süre içerisinde, Röntgen'in bilimsel atılımı, günümüz teknolojisiyle birleşmiş, yeni görüntüleme yöntemleri ve teknikler geliştirilmiştir. Geliştirilen yeni yöntemlerin farklı farklı fiziksel prensipleri vardır.
Görüntüleme yöntemlerinde, başlıca üç ana prensip kullanılmaktadır.
Emisyon.
Enerji kaynağı vücuttadır. Görüntüyü oluşturmak için vücuttan salınan enerjinin alınması ve işlenmesi gerekmektedir. Vücutta sinyal veren enerjiyi oluşturabilmek için ya radyonüklid görüntülemede (RG) radyonüklid maddelerin değişik yollarla doku ve organlara ulaştırılması ya da manyetik rezonans görüntülemede (MRG) olduğu gibi radyofrekansla dokuların uyarılması gerekmektedir.
Transmisyon.
Bu prensiple geliştirilmiş görüntüleme yöntemlerinde kullanılan enerji, vücudu geçer ve öbür taraftaki alıcıya ulaştırılır. Enerji kaynağı ve alıcı farklıdır. Burada kullanılan enerjinin vücudu geçebilecek kadar güçlü olması gerekir. Röntgen ve bilgisayarlı tomografi yöntemlerinde transmisyon söz konusudur.
Refleksiyon.
Enerji kaynağı ve alıcı hastanın aynı tarafında bulunur. Üretilen enerji vücuda gönderildikten sonra, vücuttan yansıyan enerji alınarak görüntüleme sağlanır. Ultrasonografi (US) yöntemi, refleksiyon prensibiyle geliştirilmiştir.
Görüntüleme yöntemleri; röntgen, bilgisayarlı tomografi, manyetik rezonans görüntüleme, ultrasonografi ve radyonüklid görüntüleme olmak üzere beş ana grupta toplanabilir.
Röntgenin, günümüzde bilgisayar teknolojisinin gelişmesiyle artık dijital röntgen gibi hızla gelişen bir alt grubu vardır.
Bu yöntemlerin her biri farklı fiziksel prensibe dayanmaktadır. Görüntü elde etmek için kullanılan enerji ve görüntü alıcı sistemleri farklıdır.
Kullanılan enerjiye bağlı bazı yöntemlerin riskleri vardır.
Elde edilen görüntü, iki boyutlu ya da üç boyutlu (kesitsel) olmak üzere yöntemden yöntem değişiklik göstermektedir. Röntgen, yaygın kullanılan şekliyle üç boyutlu objenin, iki boyutlu bir izdüşümünün elde edilmesidir. Bununla birlikte, röntgenin bir alt dalı olan konvansiyonel tomografide kesitsel görüntü elde edilir. Radyonüklid görüntülemede de SPECT ve PET yöntemleri kesitsel görüntüleme sağlamaktadır.
Yöntemlerin farklı fiziksel prensiplere dayanması nedeniyle görüntü zenginleştirmede kullanılan kontrast maddelerin türleri de farklıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5325",
"len_data": 2387,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.77
}
|
Elektromanyetik radyasyon, elektromanyetik ışınım, elektromanyetik dalga ya da elektromıknatıssal ışın (genellikle EM radyasyon veya EMR olarak kısaltılır) bir vakum veya maddede kendi kendine yayılan dalgalar formunu alan bir olgudur. Elektromanyetik dalgalar, yüklü bir parçacığın ivmeli hareketi sonucu oluşan, birbirine dik elektrik ve manyetik alan bileşeni bulunan ve bu iki alanın oluşturduğu düzleme dik doğrultuda yayılan, yayılmaları için ortam gerekmeyen, boşlukta "c" (ışık hızı) ile yayılan enine dalgalardır. Elektromanyetik dalgalar, frekansına göre değişik tiplerde sınıflandırılmıştır. Bu tipler sırasıyla (artan frekansa ve azalan dalga boyuna göre):
Çeşitli canlıların gözleri bu ışınların sadece küçük bir frekans aralığındaki ışınları algılayabilir. Buna “ışık” ya da “görülebilir tayf” denir.
Fizik.
Teori.
Elektromanyetik dalga kavramı ilk olarak James Clerk Maxwell tarafından ortaya atılmış ardından Heinrich Hertz tarafından doğrulanmıştır. Maxwell elektrik ve manyetik alanların dalga benzeri yapılarını ve simetrilerini açığa çıkaran alan dalga formu denklemleri elde etmiştir. Maxwell, ışığın ölçülen hızının, dalga denklemlerinden çıkan EM dalgaları hızları ile çakışık olmasından dolayı ışığı da bir elektromanyetik dalga olarak kabul etmiştir. Maxwell'in denklemlerine göre, hareketsiz bir elektrik yükü etrafında bir elektrik alan oluşturur. İvmeli hareket eden bir elektrik yüküyse oluşturduğu elektrik alana ek olarak manyetik alan oluşturur. Bu alanlar birbirlerine dik olarak salınırlar ve EMR oluşur.
Faraday ve Maxwell'in titreşen yükler üzerindeki teorik elektromanyetizma çalışmaları.
Maxwell denklemlerine göre, Elektromanyetik dalga asıl olarak bir yükün bir doğrultuda ivmeli salınım hareketi (harmonik hareket) yapması sonucu oluşur. Faraday'ın Elektrik alan teorisinde, durgun bir yükten uzayın her yönüne elektrik alan kuvvet noktacıkları saçılır, bu noktacıklar aynı yükten belli doğrultularda peşi sıra saçıldıkları için elektrik alan kuvvet noktacıkları birleşerek bir doğru halini alırlar, bu doğrulara elektrik alan kuvvet çizgileri yayılır.
Şimdi sayfa düzlemindeki bir durgun pozitif yükü ele alalım. Bu pozitif yükü, sayfa düzlemini dik kesen bir doğrultuda, önce sayfa düzleminden içeri doğru sonra da sayfa düzleminden dışarı yönde ivmelenecek şekilde, sürekli bu sırayla giden bir harmonik hareket yaptırırsak, yükten çıkan elektrik alan kuvvet noktacıklarının yükten ayrıldıkları konum sürekli değişeceğinden, yukarı aşağı salınım hareketi yapan yükten peşi sıra saçılan noktacıklar bu sefer bir dalgasal hareket görüntüsü oluşturacak şekilde bir yörüngede yükten uzaklaşmış olurlar.
Sonuçta durgun veya sabit hızda hareket eden bir yükten elektrik alan kuvvet çizgileri yayılırken; salınım yapan bir yükten elektrik alan kuvvet dalgası yayılır denir.
Yine bu pozitif yük harmonik hareket yaptığı için, ivmeli olarak sayfa düzlemine göre yukarı aşağı salınım hareketi yapan bu pozitif yük, Maxwell denklemlerine göre uzaydaki elektrik alanın değerinin ivmeli bir şekilde değişimine neden olur ve yine Maxwell denklemlerine göre uzayın elektromanyetik eylemsizliği nedeniyle, ivmeli olarak sırayla artan ve azalan elektrik alanı dengelemek amacıyla uzay tarafından oluşturulan manyetik alan kuvvet çizgilerinin şiddeti de harmonik olarak artar ve azalır, böylece manyetik alan kuvvet çizgilerinin şiddeti de bir dalgasal hareket görüntüsü oluşturmuş olur. Pozitif yük salınım yaparken hareket yönü sürekli değiştiği için yükten yayılan elektrik alan kuvvet dalgasına daima dik yönde olan manyetik alan kuvvet dalgası da sırasıyla bir düzlemden içeri ve aynı düzlemden dışarı olacak şekilde yön değiştirecektir. Böylece elektrik alan dalgasının yayılım düzlemine dik düzlemde ve elektrik alan dalgasının yayıldığı düzlemden içeri ve dışarı salınım hareketi yapan bir manyetik alan kuvvet dalgası oluşacaktır. Bu da bir elektromanyetik dalga olan ışığın yapısıdır. Sonuç olarak, "salınım yapan her yükten elektromanyetik dalga (radyasyon) saçılır" denir.(Bakınız:Maxwell Denklemleri) James Clerk Maxwell bunu matematiksel olarak kanıtlayan ilk bilim adamıdır. Manyetik alan ve elektrik alanı kuvvet noktacıklarının yükten salındıktan sonra yükten uzaklaşarak uzayda hareket etmeleri, vakum uzayda ışık hızıyla(c) gerçekleşir. Bu nedenle elektrik ve manyetik alan kuvvet noktacıklarının birlikte olup dalgasal bir hareket yaptığı elektromanyetik radyasyonun hareket hızı vakum uzayda ışık hızıdır ve elektromanyetik dalgaların yayılım hızı, uzaydaki hızı ne olursa olsun her gözlemci için aynı hızdadır. Bu bilgi üzerinden A.Einstein, görelilik teorilerini oluşturmuştur. Bu teorilerde ışık hızına yakın hızlarda hareket eden bir cisim için göreli olarak zamanın yavaş aktığını, cismin içerisindeki taneciklerin hareketinin yavaşladığını, bu nedenle cisme uygulanacak herhangi bir kuvvetin cismi daha az ivmelendireceğini, yani hızlanan cisimlerin kuvvete karşı direncinin artacağını bu nedenle teorik olarak hızlanan cisimlerin kütlesinin artması gerektiğinden tutun da her cismin bir iç enerjisinin mc2 kadar olduğuna dek birçok evrensel kanun bulunmuştur. Bunların hepsinin hareket noktası ışık hızının sabit olduğunu ifade eden Maxwell denklemleridir.
Faraday'a göre bir yükten her doğrultuda peşi sıra elektrik alan kuvvet noktacıkları saçılır ve birleşerek elektrik alan kuvvet çizgilerini oluşturular, uzayın her yönüne yayılarak elektrik alan kuvvetini oluşturmuş olurlar. Maxwell denklemlerine göre uzay hem elektrik alan yönünden ve manyetik alan yönünden (elektromanyetik) olarak eylemsizlik kuralını sergiler. Yani, sayfa düzlemi üzerinde sabit hızla hareket eden bir elektronu ele alalım, elektronun hareket yönündeki uzay parçasında herhangi bir konumda elektrik alan kuvvet çizgilerinin yoğunluğu arttığı için, uzay kendi iç enerjisiyle bir bu artış etkisine tepki vererek, elektronun kendi üzerine hareketine karşıt olan bir negatif yük akımı oluşturur, böylece uzaklaşan negatif yükler artan elektrik alan kuvvet çizgilerinin yoğunluğunu azaltarak, elektronun hareketinden kaynaklanan artışı dengelemeye çalışarak bir eylemsizlik sağlamış olur. Buna uzayın elektromanyetik eylemsizliği denir. Bu karşıt yönlü negatif yük akımıyla oluşan manyetik alan da elektronun hareket yönünün sağında sayfa düzleminden içeri, solunda sayfa düzleminden dışarıdır. Bu durum sağ el kuralına göre oluşan manyetik alan kuvvet çizgilerinin yönünü verir. Teoriye göre, uzay kendi eylemsizliği adına, yük akımları ve manyetik alanlar oluşturabilecek bir iç enerjiye sahiptir. Manyetik alan kuvvet çizgileri daima elektrik alan kuvvet çizgilerine dik olan bir düzlemde oluşmak zorundadır.
Özellikler.
EMR fiziğinin adı elektrodinamiktir. Elektromanyetizma, elektrodinamik teorisi ile ilişkili bir fiziksel olaydır. Elektrik ve manyetik alanlar süperpozisyon ilkesine uygun olduklarından, herhangi bir parçacık ya da zamana bağlı elektrik veya manyetik alan aynı yerdeki mevcut alanlara vektör alan oldukları için vektörel olarak toplanırlar. Örneğin bir atom yapısı üzerinde seyahat halindeki bir EM dalgası yapının atomları içinde salınım indükler, böylece kendi EM dalgalarını yaymalarına sebep olur. Bu özellikler kırılma ve kırınım gibi çeşitli olaylara neden olur. Kırılma, bir dalganın bir ortamdan yoğunluğu farklı başka bir ortama geçerken hızını ve yönünü değiştirmesidir. Ortamın kırılma indisi kırılma derecesini belirler ve Snell yasası ile özetlenmiştir.
Işık da bir salınım olduğundan, vakum gibi doğrusal ortamda statik elektrik ya da manyetik alan boyunca seyahat etmekten etkilenmez. Ancak bazı kristaller gibi doğrusal olmayan ortamlarda ışık ve statik elektrik ve manyetik alanlar arasında Faraday etkisi ve Kerr etkisi gibi etkileşimler görülebilir.
Elektromanyetik ışımaların ortak özellikleri şunlardır;
Dalga parçacık ikililiği.
EMR hem dalga hem de parçacık özellikleri taşır. Her iki karakteristik çok sayıda deney ile onaylanmıştır. EM radyasyon nispeten geniş zaman ölçeklerinde ve büyük mesafelerde incelendiğinde dalga karakteristiği daha belirgin, küçük zaman ölçeklerinde ve mesafelerde parçacık karakteristiği daha belirgindir. Örneğin EMR madde tarafından emildiğinde ve ilgili dalga boyunun küpü başına 1'den az foton düştüğünde parçacık benzeri özellikler daha açıktır. Işık emilimi durumunda düzensiz enerji birikimini deneysel gözlemlemek zor değildir. Açıkçası bu gözlemler tek başına ışığın parçacık davranışına kanıt değildir, o maddenin kuantum niteliğini yansıtır.
Tek fotonun kendi kendine parazitlenmesi gibi, aynı deneyde elektromanyetik dalgaların hem dalga hem de parçacık niteliklerinin ortaya çıktığı durumlar vardır. Gerçek tekil-foton deneyleri (kuantum optik duyarlılıkta) bugün lisans düzeyinde yapılabilmektedir. Bir tek foton girişimölçer üzerinden gönderildiğinde, her iki patikayı da izleyerek, dalgalar gibi kendisi ile etkileşir, karışır ancak ışıl çoğaltıcı ile ya da benzer hassas algılayıcılar ile ancak bir kez tespit edilebilir.
Dalga modeli.
Işığın doğasının önemli bir yönü frekansıdır. Bir dalganın frekansı salınım hızıdır ve Hertz birimi ile ölçülendirilir. Bir Hertz saniyede bir salınıma eşittir. Işık genelde, toplamı bileşke dalgayı veren frekanslar tayfına sahiptir. Farklı frekanslar farklı kırılma açılarına maruz kalır.
Bir dalga peşi sıra tepelerden ve çukurlardan oluşur. İki çukur ya da tepe noktası arası mesafe dalga boyunu verir. Elektromanyetik tayf dalgaları boylarına göre sınıflandırılır, bina büyüklüğündeki radyo dalgalarından atom çekirdeği büyüklüğünde gamma ışınlarına kadar. Frekans şu denkleme göre dalga boyuna ters orantılıdır:
Denkleme göre, “v” dalga hızı (vakum ortamda hız “c” olur), “f” frekans, “λ” ise dalga boyudur. Dalgalar değişik ortamlar arasından geçerken hızları değişir ama frekansları aynı kalır.
Girişim, iki ya da daha fazla dalganın çakışması sonucu yeni bir dalga şekli oluşmasıdır. Eğer alanlar aynı yönde bileşenler içeriyorsa yapıcı girişim, ayrı yönlerde ise yıkıcı girişim]] yaparlar.
Elektromanyetik dalga enerjisi bazen “ışıyan enerji” olarak adlandırılır.
Parçacık modeli.
Elektromanyetik radyasyonun foton denen farklı enerji paketleri (kuanta) olarak parçacık benzeri özellikleri vardır. Dalganın frekansı dalganın enerjisi ile doğru orantılıdır. Çünkü fotonlar enerji taşıyıcıları olarak davranırlar, yüklü parçacıklar tarafından yayılır ve soğurulurlar. Foton başına enerji Planck-Einstein denklemi ile hesaplanır:
formula_2
Burada “E” enerjiyi, “h” Planck sabitini, “f” ise frekansı temsil eder. Bu foton-enerji ifadesi ortalama enerjisi Planck yayılım yasasını elde etmek için kullanılan daha genel bir elektromanyetik osilatörün enerji seviyelerinin özel bir durumudur. Bu enerji seviyesinin düşük sıcaklıkta eşdağılım prensibi ile tahmin edilenden kesin bir farkla ayrıldığı gösterilebilir. Bu eşdağılım hatası düşük sıcaklıklardaki kuantum etkisinden dolayıdır.
Bir foton bir atom tarafından soğurulduğunda bir elektronunu uyararak onu daha yüksek onu daha yüksek bir enerji seviyesine çıkartır. Eğer enerji yeterince yüksekse yüksek enerji seviyesine zıplayan elektron çekirdeğin pozitif çekiminden kurtulup atomdan kurtulabilir, buna fotoelektrik etki denir. Tersine bir elektron daha düşük enerji seviyesine indiğinde enerji farkı kadar foton yayar. Her element, atomların içindeki elektronların enerji seviyeleri ayrı olduğundan, kendi frekansında yayar ve soğurur.
Bütün bu etkiler birlikte yayılım ve soğurma tayfını açıklar. Soğurma tayfında koyu bantlar karışık ortamdaki atomların değişik frekanstaki ışığı soğurmasından kaynaklanmaktadır. Işığın geçtiği ortamın bileşimi soğurma tayfının yapısını belirler. Örneğin uzak bir yıldızın yaydığı ışıktaki koyu bantlar yıldızın atmosferindeki atomlardan kaynaklanır. Bu bantlar atom içinde izin verilen enerji seviyelerine karşılık gelir. Benzer bir durum yayım için de oluşur. Elektronlar daha düşük enerji seviyelerine indiklerinde bu düşüşü temsil eden bir tayf yayılır. Bu durum, bulutsu yayılım tayfında kendini gösterir. Bugün bilim adamları bu durumu yıldızların hangi elementlerden oluştuklarını bulmak için kullanmaktadırlar. Ayrıca aynı durum tayfın kırmızıya kayma (redshift) yönteminde kullanılarak yıldızların uzaklıklarını hesaplamada kullanılır.
Yayılma hızı.
İvmelenen herhangi bir elektrik yükü ya da herhangi bir değişen manyetik alan EMR üretir. Herhangi bir kablo (ya da anten gibi herhangi bir iletken) alternatif akım ilettiğinde, elektromanyetik radyasyon akımla aynı frekansta yayılır. Kuantum seviyesinde ise elektromanyetik radyasyon yüklü parçacığın dalga paketi dalgalandığında ya da ivmelendiğinde oluşur. Durağan haldeki yüklü parçacıklar hareket etmez ama bu hallerin birbirleriyle çakışması (süper pozisyonu) yüklü parçacığın kuantum halleri arasında radyasyonsal geçiş durumuna sebep olur.
Elektromanyetik radyasyon koşullara bağlı olarak dalga ya da parçacık davranışı gösterir. Dalga durumunda radyasyon hızı (ışık hızı), dalga boyu ve frekansı ile karakterize edilir. Parçacık olarak ele alındığında (foton), her parçacığın dalganın frekansı ile ilişkili enerjisi vardır. Bu enerji Planck'ın "E=hf" ilişkisinden bulunur. Burada “E” fotonun enerjisi, h=6.626 x 10−34 Js ise Planck sabitidir, “f” ise dalganın frekansını simgeler.
Bir kurala koşullar ne olursa olsun uyulur: vakum içindeki EM radyasyon gözlemciye göre, gözlemcinin hızı ne olursa olsun, her zaman ışık hızında yol alır. (Bu gözlem Albert Einstein'ın özel görelilik kuramını geliştirmesini sağlamıştır.)
Bir ortamda (vakum dışında), hız faktörü ve kırılma indisi frekansa ve uygulamaya bağlı olarak dikkate alınır. Her ikisi de vakumda hızlanan bir ortamın hız oranıdır.
Elektromanyetik tayf.
EM dalgalar dalga boylarına göre radyo dalgaları, mikrodalga, kızılötesi, görünür ışık, morötesi, X-ray ve Gama ışını olarak ayrılırlar.
EMR'nin maddeyle etkileşimi.
EMR'nin maddeyle etkileşimi üç şekilde olur: yansıma, soğurma ve maddeyi geçebilme (aktarma). Bu etkileşimi EMR'nin dalga boyları belirler. Radyo dalgaları, radyo antenleriyle alınabilir. Mikrodalgalar bazı maddeleri ısıtabilmektedir. Görülebilir ışık, görme hücrelerini (çubuk ve koni) etkileyecek boyuttadır. Morötesi ışın ve X ışını ise atom ve atom altı parçacıklarla etkileşir.
Görülebilir ışık fotonu maddeye çarptığında madde uyarılır ve foton, maddenin moleküler yapısına göre değişen diğer bir ışık fotonu şeklinde yansıtılır. Bir madde, günışığında eğer kırmızı görülüyorsa, bu madde gün ışığındaki kırmızı dışında tüm görülebilir ışık fotonlarını soğurur, yalnınca uzun dalga boylu olan kırmızı ışığı yansıtır.
Görülebilir ışığı geçiren maddeler saydam (transparent), yarı geçirgen maddeler translusent, geçirmeyen maddeler ise opak olarak adlandırılır. Radyolojide kullanılan tanısal amaçlı X-ışınını fazla geçiren vücut yapıları (akciğerler, yağ dokusu gibi) radyolusent, az geçiren vücut yapıları (kemik, kalsifikasyon gibi) ise radyoopaktır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5327",
"len_data": 14853,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.97
}
|
Anime (, : ), Japonya'ya özgü manga çizim sanatıyla çizilmiş animasyondur. Anime kelimesi İngilizcedeki "animation" kelimesinin kısaltılmış hâlidir. Günümüzdeki anime çizimleri çok eski ilk animelere göre farklıdır, zamanla çizimler geliştirilmiştir.
Animeler, genelde mangaların televizyona ya da sinemaya uyarlanmasıdır. TV'de gösterilmeyen özel bölümler OAV veya OVA denilen video, DVD, Blu-ray şeklinde de piyasaya sürülebilir.
Animelerin kendine özgü çizim tekniği vardır. Animeler, el çizimi veya bilgisayar yapımı olabilir. Animelerin konusu her şey olabilir, birçok türü mevcuttur. Yetişkinlere yönelik, felsefe, psikoloji, bilim, savaş, şiddet, cinsellik gibi konuları ele alan ciddi konulu animeler olduğu gibi, genç çocuklara uygun konusu olan animeler de çok fazladır. Çok küçük çocuklar için eğitim ve komedi türündeki animeler de mevcuttur.
Anime endüstrisi, Studio Ghibli, Gainax, Madhouse, Production I.G, Sunrise,Toei Animation ve Shin-Ei Animation dahil olmak üzere büyük isimlere sahip 430'dan fazla yapım stüdyosundan oluşmaktadır. Anime, Japonya'nın yerel film pazarının sadece bir bölümünü oluşturmasına rağmen DVD ve Blu-ray satışlarının çoğunu oluşturmaktadır. Ayrıca, İngilizce dublajlı ve altyazılı programlamanın yükselmesiyle uluslararası başarı da gördü. 2016 yılı itibarıyla animeler, dünyanın animasyonlu televizyon şovlarının %60'ını oluşturmaktadır.
Tarihçe.
Osamu Tezuka, Japonya'da çağdaş animenin öncüsü olarak kabul edilir. Genç yaşta 8 mm'lik kamerasıyla küçük animasyonlar çekmeye başlamış ve bu animasyonlarında Walt Disney ve Max Fleischer'ın eserlerinden ilham almıştır. Onun izinden yürüyen sanatçıların yapıtlarıyla anime adı verilen yeni bir stil ortaya çıkmıştır.
Anime tarihi 20. yüzyıl başlarında Japon film yapımcılarının Fransa, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya'daki animasyon tekniklerini keşfetmesiyle başlamıştır.
Bu dönemde Japonya'da filmlere alternatif bir hikâye anlatımı sunabilen animasyon oldukça popüler olmuştur. Amerika'da filmler ve şovlar için oldukça büyük bütçeler mevcut iken, Japonya'da küçük bir piyasayı ve bütçe, yer ve aktörlük eksikliklerini de taşıyordu. Batılı aktörlere benzeyen aktörlerin bulunmaması Avrupa, Amerika ve fantezi dünyalarında Asyalı oyuncuların varolmasını imkânsız kılıyordu. Animasyonun değişik kullanımları Japonlara benzemeyen karakterler ve yerlerin yaratılmasını sağlamıştır.
1970'li yıllarda manga çizimleri büyük bir ilgi çekmiştir. Bu çizimlerin büyük çoğunluğu da animasyonlarda kullanılmıştır. Eserlerinin ve diğer tasarımcıların da etkisiyle, anime günümüzdeki sanatın mutlak karakteristiklerini ve türlerini yaratmıştır. Mecha tarzı Tezuka tarafından şekil almış, Go Nagai ve diğerleri de geliştirmiştir. Yoshiyuki Tomino'nun katkısıyla da bir devrim gerçekleşmiştir. Gundam ve Macross gibi mecha animeleri 80'lerin klasikleri arasına girmiştir ve mecha türü anime günümüzde hâlâ Japonya'da ve dünyada popülerdir. 1980'lerde anime Japonya'da ana görüş haline gelmiştir ve büyük bir üretime geçmiştir. Bununla beraber manga da popülaritesini Japonya'da ve dünyada zirveye taşımıştır. 1990'ların ortalarında ve sonlarında, ayrıca 2000'lerde animeler tüm ülkelerde popüler olmuştur.
Özellikler.
Anime, çizgi dizilerle aynı teknik özelliklere sahip olsa da çizimleri her yaştan insana hitap etmektedir. Duygusal, drama, fantastik, doğaüstü özellikler gibi birçok sayısız özel türü bünyesinde barındırır. 18 yaşından küçük çocukların izleyebileceği animeler de vardır.
Anime 2D animasyon tekniği ile yapılır. Her sahne ayrı ayrı çizilir. Bu sahneler saniyede 24 kare hızında oynatılarak animasyon hâline getirilir.
Bazı animelerde karakterlerin büyük gözleri, uzun bacakları vardır. Bunu Japonlar'ın kısa boylu ve çekik gözlü olmalarının yarattığı bir komplekse bağlayarak açıklayanlar vardır ancak bu açıklama çizimlerin kökeninde batılı örnekler olduğunun bilinmemesinden kaynaklanır. İlk Walt Disney çizgi filmlerindeki karakterlerin büyük gözleri ve uzun bacakları vardı. Bu çizim tarzı bugün bazı batı animasyonlarında hâlâ kullanılmaktadır.
Japonlar'ın boy-göz takıntıları nedeniyle böyle şeyler yaptıklarına dair inanç tamamen bir Aristo Mantığı'nın bir çıkarımıdır. Yani "Biber acıdır, hayat da acıdır, demek ki hayat biberdir." gibi bir önermedir. Bu konuda doğru ve gerçek yorumlar yapabilmek için derin bir tarih ve psikoloji bilgisine ihtiyaç vardır. Ama unutulmaması gereken bir şey varsa bunun sadece uzakdoğuya özgü bir takıntı olmadığıdır. Bu takıntı az veya çok yeryüzündeki bütün ülkelerde, bütün milletlerde vardır. Animelerde göze çarpan sadece büyük gözler uzun bacaklar değildir. Çoğunluğunda bizim normal hayatta verdiğimiz tepkiler, mimikler ve jestler daha fazla abartılı bir görsellikle ifade edilir
Popüler kültür.
Sinema filmi olan 1958 yapımı ilk renkli anime The White Snake Enchantress'ın Venedik, Meksika ve Berlin festivallerinde ödüller kazanmasının ardından dünya çapında söz sahibi olmaya başlayan animeler, uluslararası yarışmalardaki bu başarılarını her yıl daha da arttırarak sürdürmektedir.
Anime'nin başarısına doğal olarak batılı animasyon şirketleri de kayıtsız kalmamaktadır. Uzun süredir batılı şirketlerle ortaklaşa birçok proje yapılmaktadır ve sonuçta ortaya mükemmel animeler çıkmaktadır. Buna Fransız-Japon ortak yapımı olan Mysterious Cities of Gold (Türkiye'de bilinen ismiyle Güneşin Oğlu Esteban) gibi birçok örnek verilebilir. Ayrıca, batı animasyonun temsilciliğini yapan Disney de artık animelerin başarısını açıkça kabul etti. Japon animasyonunun en büyük temsilcisi olan Studio Ghibli'nin anime filmlerinin dünya çapında dağıtımını ve pazarlanmasını üstlenmiştir. Ayrıca Disney, Studio Ghibli'nin hazırladığı anime filmlerinin üretim masraflarının bir kısmını karşılayarak bu filmlere yatırım yapmaya başlamıştır. Mesela Studio Ghibli'nin Tonari no Yamada-kun (My Neighbours the Yamadas) adlı filminin 2.4 milyar yen tutan üretim maliyetinin %10'u Disney tarafından ödenmiştir. Ayrıca Disney, anlaşma uyarınca dağıtımını üstlendiği Studio Ghibli filmlerinden olan Princess Mononoke'nin İngilizce dublajı için 2,4 milyon dolar harcamıştır.
Fan art.
Anime karakterlerinin ve resimlerinin hayranları tarafından çizilen resim çalışmalarıdır.
Hayran kurgu.
Anime serileri hakkında hayranlarının kendi yazdığı öyküler anlamına gelir. Animede beğenmediği ya da hoşuna gitmeyen her şeyi değiştirebilir veya tamamen kendine ait olan bir öykü yazabilir. Ama çoğunlukla animelerdeki karakterleri içerir.
Fansub.
Fansub, hayran çevirisi olarak nitelendirilir. Bu çevirilerin herhangi bir resmiyeti yoktur fakat ekstra olarak açılış ve kapanış müziklerine karaoke ve çeviri ekleyerek izleme keyfini artırabilir. Aynı zamanda düşük boyut ve benzeri özellikler sayesinde hala günümüzde çoğu topluluk ve insan tarafından tercih edilmektedir.
Cosplay.
Beğenilen anime ve oyun karakterlerinin kostümleri ile gerçek hayatta onlara benzemek ve bir bakıma eğlenmek amacıyla insanların gerçekleştirdiği yaratıcı deneyimdir.
Otakular.
Anime Otaku şeklinde kullanıldığında hayatını animelere adamış kişi anlamını çağrıştırır. Özellikle de anime memleketi Japonya'dan çıkan bir kelime olduğu için günümüzde Anime otakulara sadece otaku denir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5337",
"len_data": 7190,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.39
}
|
Elvis Aaron Presley (8 Ocak 1935, Tupelo, Mississippi - 16 Ağustos 1977, Memphis, Tennessee), Amerikalı şarkıcı, müzisyen, oyuncu. Dünya çapında 'Rock'n Roll'un Kralı' ya da kısaca kral olarak tanınır. Diğer lakabı olan 'Elvis the Pelvis' ise 1950'li yıllarda kendisine takılmıştır. Böyle söylenmesinin nedeni ise ilginç dansı olduğu kadar argo bir ifade ile o zamanların tutucu toplumunda yakışıklı ve seksi olduğunu ifade etmek amaçlı uygun bir argo söylem daha doğrusu modern bir deyim olmasıdır. Presley'in sahip olduğu en büyük avantajlardan biri ise sesiydi. Siyahi ve beyaz tonlarını rahatlıkla kullanabiliyordu. Kilise müziğinden popüler müziğe; Rock'n Roll'dan Blues tarzına kadar çok çeşitli türlerde eserler verdi. It's Now or Never gibi opera tarzında yakın parçalar seslendirdi. My Way gibi bazı "cover" çalışmalarının şöhreti asıllarını dahi geride bıraktı.
Yaşamı boyunca her türlü şöhret, unvan ve zenginliği yaşayan Presley'in şöhreti hayata gözlerini kapatmasından bu yana on yıllar geçmesine rağmen hiç azalmadı. Dünyanın her köşesinde taklit yarışmaları yapıldı. Hayran kulüpleri ve web siteleri kuruldu. Sayısız televizyon, radyo programı ve belgesele konu oldu. Hayranları ona o kadar bağlandı ki hâlen onun ölmediğine ve ıssız bir yerde şöhretten uzak bir yaşam sürdüğüne inananlar dahi vardır. Ayrıca özellikle ABD'de ölümden dönen insanların ""Işıklı bir tünel gördüm. Elvis bana tünelin sonundan el sallıyordu..."" anlatımları bilimsel araştırmalara konu olan bir fenomene dönüştü.
Yaşamı.
Elvis'in babası, Vernon (10 Nisan 1916 - 26 Haziran 1979), tarlalarda düşük ücretle çalışır ve zaman zaman da kamyon şoförlüğü yapardı. Annesi, Gladys Love Smith (25 Nisan 1912 - 14 Ağustos 1958) ise bir dikiş makinesi operatörüydü. Tupelo, Mississippi'de tanışıp 17 Haziran 1933 tarihinde evlendiler.
Presley babasının yaptığı iki odalı bir evde doğdu. İkizi doğumdan önce öldüğünden tek çocuk olarak büyüdü ve annesine daha yakındı. Yoksulluk sınırına çok yakın şartlarda yaşayan Presley ailesi kilise'ye de düzenli olarak giderdi. Vernon sorumluluğunun bilincinde ve çalışkan bir adamdı ancak 1938 yılında sadece 8 dolarlık bir borç yüzünden hapse girdi. Onun yokluğunda Elvis'in annesi borçlar yüzünden evlerini kaybetti. Annesi daha sonraları eşi Priscilla tarafından alkolik olarak nitelendirilecekti.
Elvis okulda arkadaşlarınca hor görülüyordu. Sakin bir anne kuzusu olarak tanınırdı ve sessizliğinden yararlanan arkadaşları ona meyve parçaları gibi şeyler fırlatırdı. 10 yaşında iken Mississippi-Alabama Fuar ve süt ürünleri şovundaki bir şarkı yarışmasına katılarak ilk performansını sergiledi. Elvis burada kovboy kıyafeti giymişti ve mikrofona ulaşmak için bir sandalyede olduğu halde, "Old Shep" adlı şarkıyı söyledi ve ikincilik ödülü kazandı. Bu arada Elvis zaman zaman Pentecostal kilise korosunda şarkılar söyledi. 1946 yılında, Presley ilk gitarını aldı. 1948 Kasım ayında Presley ailesi alelacele Memphis, Tennessee'ye taşındı. Bu ani taşınmanın nedeni hem Vernon'un yasadışı içki işinden dolayı kanundan kaçması hem de acele yeni bir işe ihtiyaç duymasıydı. 1949 yılına gelindiğinde ailecek "Lauderdale Courts" adı verilen Memphis'in en fakir semtlerinden birinde yaşıyorlardı. Elvis çamaşır yıkama odasında gitarıyla pratik yapıyor ve aynı zamanda dört gençle birlikte bir grupta çalıyordu. Komşularından, Johnny Burnette, onun için, "Nereye gitse gitarı sırtında asılı olurdu" diyordu... Aynı kişinin anlattığına göre o bir kafe ya da bara gittiğinde bazıları hemen: "Hadi bize bir şeyler söyle çocuk" derlerdi. Elvis L. C. Humes Lisesi'ne devam ederken daha büyükçe olan öğrenciler onun tarzı ve müziğinden pek hoşlanmıyorlardı. Öğrencilerden birinin anlattığına göre o utangaç, mutsuz ve hiç de çekici olmayan bir çocuktu ve gitarıyla birlikte söylediği şarkıların hiç şansı yoktu. Başkaları da Elvis için işe yaramaz züppe müziği yapan işe yaramaz adamın teki diyorlardı. Elvis ara sıra aile bütçesine katkı amacıyla akşamları çalışıyordu. Bu arada favorilerini uzatmaya başladı ve Beale sokağındaki Lansky Kardeşler mağazasından alınmış olan parlayan ve dikkat çeken kıyafetler giymeye başladı. Okuldan mezun olduğunda hâlen ailesinden ayrı bir gece bile geçirmemiş utangaç bir gençti. Crown Elektrik firması için kamyon şoförlüğü yapıyordu ve favorilerini de o zamanki kamyoncularınkine ayak uydurmaya başlamıştı.
Değişik müzik tarzlarından esinlenmesi.
Ailesi ile birlikte gittiği Pentecostal kilisesinde dinlediği kilise şarkıları ona müzikal anlamda ilk etkileri bırakmaya başladı. İncil o günlerde onun karakteri ve yaşamı üzerinde oldukça etkiliydi. Meşhur olduktan sonra dahi bazı konser ve kayıtların ardından tek başına veya başkalarıyla ilahiler söylemeyi huy edinmişti. Genç Presley sıklıkla yerel radyo'yu dinlerdi. Müzikal anlamda ilk kahramanı aynı zamanda bir aile dostları olan Tupelo şehri WELO radyosunda program yapan şarkıcı "Mississippi Slim" di. Presley zaman zaman Slim'in cumartesi sabah programı olan "Singin’ and Pickin’ Hillbilly'de şarkılar söylüyordu. Slimin küçük kardeşi ve Elvis'in altıncı sınıftan arkadaşı olan James Ausborn onun için ""Müzik için çıldırıyordu... Konuştuğu tek şey müzikti"" diyordu. O sıralar müzik onun en çok tükettiği tutkusuydu.
İlk kayıt ve performansları.
Blues ve caz müzikle tanışması ve bu müzik türlerine ilgi duyması onu şarkı söylemeye itti. 1953 yılında liseden mezun olduğunda daha 18 yaşındayken müzik firmalarının kapısını aşındırmaya başladı. ‘My Happiness’ ve ‘That’s When Your Heartaches Begin’ parçalarını annesine doğum günü armağanı olarak yazmıştır. Memphis Recording ve Sun Recording'e giderek sesini dinlemelerini istedi. Plak yapımcısı ve müzik şirketi sahibi Sam Phillips, Elvis'in ses tonundan ve müzik tarzından çok etkilendi. 1954 yılında Gitarda Scotty Moore, bas gitarda Bill Black ile birlikte üçlü ilk stüdyo kayıtlarını yaptılar. "That's All Right" ve "Blue Moon of Kentucky" country, blues tarzında hareketli rock'n roll parçalarıydı. Sun Records'la yaptığı kontrat RCA Record firmasına satılınca yavaş yavaş kariyer basamaklarını tırmanmaya başlamıştı. Bu sıralarda çıkardıkları 5 single gençlerin ilgisini çekerek müzik listelerinde ilk ona girmeye başlamıştı. Bu 5 single içinde en ilgi çeken parça ise "I Forgot to Remember to Forget" ti ve Country listelerine 1 numaradan girmişti.
"Heartbreak Hotel" parçası ise Elvis Presley'in tekrar müzik listelerine girip 8 hafta boyunca listelerde kalmasıyla son buldu. Ed Sullivan'ın televizyon programına çıkan Elvis Presley, hareketleri ve konuşmasıyla ilgi çekti. Bu ilginin farkına varan ve onların doğrudan kalplerinde son bulan parçalarla karşılık veren Elvis bu dönemde "Don't Be Cruel," "Hound Dog," "Love Me Tender," "All Shook Up" ve "Jailhouse Rock" parçalarını yaptı.
"I Want You", "I Need You", "I Love You" parçasıyla 11 hafta boyunca listeler de kalan Elvis hızla yükseliyordu. 1956 Kasım'ında "Love Me Tender" filmiyle kamera karşısına geçti, böylece ileride 31 filmde yer alacağı Hollywood stüdyolarıyla tanışmıştı. Bu filmden iki ay once Ed Sullivan ’ın televizyon programında ‘Love Me Tender’ı televizyon ekranlarında onu izleyen 54 milyon izleyici önünde söyleyerek ününe ün katmıştı, artık Amerika onu konuşmaya, onu dinlemeye başlayacaktı. Bir gün şöyle demişti: "Çocukken gerçek anlamda hayaller kuruyordum. Çizgi roman okur, kendimi çizgi kahraman hayal ederdim. Film seyreder, filmdeki kahramanla kendimi özdeşleştirdim. Aslında tüm kurduğum hayaller bir gün gerçek oldu. Hatta defalarca. Çocukluğumda öğrendiğim bir cümle var: Şarkısız bir gün yaşanmış değildir. Yaşamınızda müzik yoksa arkadaşınız da yoktur. Şarkısız yolculuk bitmez. Ben de hep şarkı söylüyorum. Kendim için, sizler için."
1959 yılında askerliğini Almanya'da yaparken NATO ülkelerine ziyaret kapsamında Türkiye'de konser vermesi planlanmış, ancak bu konser daha sonradan iptal edilmiştir.
Ölümü.
Elvis son yıllarda obeziteye yakalanmıştı. Sabahları kahvaltıda onlarca sosis, bal, tereyağı ve ekstra malzemeler içeren hemen hemen yarım metrelik bir sandviç yiyordu. 1973 yılında eşinden boşanan Elvis Presley, 1977 yılında Indianapolis'deki son konserinden sonra 16 Ağustos 1977 tarihinde öldü. Ölümünden sonra açıklama yapan Doktor Jerry Francisco ölümüne kalp yetmezliğinin neden olduğunu söyledi. Tüm dünyada milyonlarca hayranı bulunan Elvis Presley, Rock'n Roll müziğinin öncüsü, kralı ve babası olarak anılır. Onlarca filmde oynamıştır ve milyonlarca insanın gönlünde taht kurmuştur. Kral'ın cenaze törenine yüzbinlerce hayranı ve seveni katılırken, o dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter ın isteği üzerine resmî bir başsağlığı mesajı yayınlamış, Elvis Presley'in Graceland'daki evi ise daha sonra müzeye çevrilerek önemli bir turizm mekanı haline dönüştürülmüştür. Elvis'in evi önünde her sene ölüm yıl dönümünde sevenleri toplanarak onu anarlar. Sayıca hiç de az olmayan bir kısım hayranı ise onun ölmediğini, ölemeyeceğini başka bir diyarda olduğunu anlatan sözler sarf eder ve bunu anlatan giysiler giyerler.
Elvis hakkında söylenenler.
Michael Jackson
John Lennon
Phil Spector
Paul McCartney
John Lennon
Hal Wallis
Bruce Springsteen
Mick Jagger
Carl Perkins
James Brown
Robbie Williams
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5340",
"len_data": 9162,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.39
}
|
Michael Joseph Jackson (29 Ağustos 1958, Gary, Indiana - 25 Haziran 2009, Los Angeles), "Popun Kralı" olarak tanınan Amerikalı şarkıcı, müzisyen, besteci, söz yazarı ve dansçıdır.
Jackson ailesinin dokuz çocuğunun yedincisi olarak dünyaya gelen Michael Jackson, babasının kurduğu Jackson 5 grubunda 1964 yılında henüz 6 yaşındayken müzik yaşamına atılmıştır. Daha sonra Off the Wall (1979), Thriller (1982), Bad (1987), Dangerous (1991), HIStory (1995), Invincible (2001) gibi milyonlarca satan solo albümlere imza atan Jackson, büyük bir şöhret kazanmış ve “Popun Kralı” () olarak anılmaya başlanmıştır. Albümleri tüm dünyada 140 milyon üzerinde satmıştır. Michael Jackson sadece stüdyo albümleri olarak 125 milyon albüm satışı ile stüdyo albümleri dünyada tüm zamanların en çok satmış müzisyenidir. Thriller albümü 55 milyon üzeri ile dünyada en çok satan 1. albümdür, ayrıca ABD'de en çok satan 1. albümdür. Dünyanın en çok satan albümleri listesinde beş albümü ile listeye en çok girmiş 1. kişidir ve Thriller ile 1 numaradadır. Tamamen kendine ait dans tarzı ile dansa yeni bir soluk getirmiş, herkesi etkilemiş, dünyaca ünlü R&B kliplerinde Michael Jackson figürleri görmek klasik hâle gelmiştir, R&B kliplerindeki birçok dans hareketinin orijini Michael Jackson'a aittir, dünyanın en iyi dansçılarından biri olarak gösterilir. Guinness Rekorlar Kitabı'na da girmiştir.
Michael Jackson, özellikle ölümünden önceki son yıllarda bazı sağlık sorunları ve skandallarla gündeme gelmiştir. Üç çocuk babası olan Michael Jackson, 25 Haziran 2009 günü Los Angeles'taki evinde geçirdiği rahatsızlık sonucu koma hâlinde hastaneye kaldırılmış fakat kurtarılamamıştır. Ölüm nedeni kalp durması sanılsa da Los Angeles Adli Tıp Kurumunun yaptığı otopsi ile ölüm nedeninin uykusuzluk tedavisinde kullandığı çok güçlü anestezi ilacı propofol olduğu açıklanmıştır. Propofol ve sakinleştirici lorazepam ilaçlarının Jackson'ın ölümünün en önemli nedenleri olduğu kaydedilen açıklamada, Jackson'ın kanında midazolam, diazepam, lidokain ve efedrin ilaçlarının da bulunduğu söylenmiştir. Olayın cinayet olmasından şüphelenilmekle birlikte Jackson'ın şahsi doktoruna Şubat 2010'da "kazara ölüme sebebiyet verme" suçundan dava açılmıştır. Bu dava doktorun mahkeme kararıyla hapis cezasına çarptırılmasıyla sonuçlandı.
Hayatı.
Çocukluk ve gençlik yılları: 1958 - 1978.
Michael Joseph Jackson, 29 Ağustos 1958'de Indiana'nın Gary şehrinde doğdu. Jackson ailesinin on çocuğundan sekizincisiydi ve aile, Jackson Sokağındaki iki odalı bir evde yaşıyordu. Annesi Katherine Jackson (doğumdaki soyadı Scruse), klarnet ve piyano çalardı, country ve western müzik sanatçısı olmayı hayal etmişti ve Sears'ta yarı zamanlı çalışıyordu. Katherine bir Yehova'nın Şahidi'ydi ve çocuklarını da bu inançta yetiştirmiştir. Babası Joseph Jackson, eski bir boksördü, US Steel'de vinç operatörü olarak çalışıyordu ve ailenin gelirini artırmak için yerel bir ritim ve blues grubu olan Falcons'ta gitar çalıyordu. Joe'nun büyük büyükbabası July "Jack" Gale, ABD Ordusu'nda izci olarak görev yapmıştı; aile hikâyelerine göre aynı zamanda Kızılderili bir şifacıydı. Michael, üç kız kardeşi (Rebbie, La Toya ve Janet) ve beş erkek kardeşiyle (Jackie, Tito, Jermaine, Marlon ve Randy) birlikte büyüdü. Marlon'un ikiz kardeşi Brandon, doğumdan kısa bir süre sonra ölmüştür.
60'lı yılların başlarında büyük erkek kardeşleri, Jackie, Tito ve Jermaine, babaları tarafından organize edilen "The Jacksons" adında bir grup kurarak kulüplerde şarkı söylemeye ve yarışmalara katılmaya başladılar. Jackson'ın sahip olduğu ses ve dans yeteneği, kısa zamanda fark edildi. Henüz yaşı küçük olmasına rağmen, özellikle solo şarkılardaki performansı nedeniyle, 1963'te, diğer kardeşi Marlon'la birlikte gruba dâhil edildi. Artık beş üyeden oluşan kardeşler, grubun adını "The Jackson 5" olarak değiştirdi.
1968'e kadar geçen süreçte, amatör çalışmalarına gece kulüplerinde ve barlarda devam eden grup, Harlem, New York'ta bulunan Apollo Tiyatrosu'nda düzenlenen bir yarışmada birinci gelerek dönemin en ünlü R&B plak şirketi Motown'ın kurucusu Berry Gordy'nin dikkatini çekti. 1968'de Motown'la imzaladıkları sözleşmeden sonra Kaliforniya'ya taşınan grubun yıldızı hızla parlamaya başladı.
Söz konusu şirketten Suzanne de Passe'ın menajerliğinde çıkan ilk dört tekli, "I Want You Back", "ABC", "The Love You Save", "I'll Be There" listelerde bir numaraya oturdu. O-Jays grubu ve James Brown gibi soul müziğin önderlerinin izinden giden The Jackson 5, 70'lerin başında zenci pop ve soul vokal gruplarının dünya çapında bir numaralı temsilcisi hâline gelmişti. Michael Jackson ise bu yeni müzik tarzını kendi içerisinde, dansıyla birlikte harmanlayarak özgün bir tarza dönüştürecek, kendi kulvarında yalnız koşacaktı. Grubun bu hızlı yükselişinden sonra, güçlü sesiyle, farklı dansıyla oldukça sivrilen ve öne çıkan Michael Jackson, 1971-1976 yılları arasında yine The Jackson 5'a bağlı olarak Motown'dan, "Got To Be There", "Ben", "Music and Me" ve "Forever Michael" adlı ilk solo albümlerini çıkardı. Artık Jackson için bireysel kariyerin önü açılmıştı.
Walt Disney Pictures tarafından, 1971'de grubun çizgi filmi yapıldı ve yayına verildi. Ününü tüm dünyaya duyuran Jackson kardeşler, uluslararası konserler serisine 1972'de İngiltere'den başladılar ve gittikleri her yerde kapalı gişe yaptılar. Bu dünya turnelerinde Commodores ve Lionel Richie, The Jackson 5'ın alt grupları olarak sahneye çıkmıştı. 1973'ten itibaren grubun satış rakamlarının düşme eğilimi göstermesiyle birlikte, Motown kontrolü ele alarak bundan böyle şirket tarafından seçilecek şarkıların seslendirilmesi konusunda Jackson'lara baskı yapmaya başladı. Sıkıntılı günler geçiren grup, 1976'da şirketten ayrılma kararı alarak Epic Records'la sözleşme imzaladı.
Şirketin sahibi Berry Gordy'nin kızıyla evli olan Jermaine Jackson, taraflar arasındaki bu ihtilaftan dolayı, gruptan ayrılarak Motown'da kaldı. İsim hakkını kaybeden Jackson kardeşler ise Jermaine'in yerine en küçük kardeşleri Randy'yi gruba dâhil ederek The Jacksons olarak ismini değiştirdi. Yenilenen grup için artık yeni bir dönem başlıyor; Michael ise zirveye doğru koşar adım ilerliyordu. The Jacksons kısa zamanda toparlandı ve 1976 - 1984 yılları arasında, ağırlıklı kendi parçalarından oluşturdukları albümler ve teklilerle kariyerlerinde yükselmeye devam etti. Yeni şirketlerinden altı yeni albüm çıkaran grubun, 1978'deki Destiny çalışması neredeyse patlama yaptı ve Jackson kardeşlerin en başarılı albümleri arasında yer aldı.
Bu albümün Michael için de ayrı bir önemi oldu. Çünkü kendi bestelediği şarkılar, dünya çapında büyük beğeni topladı ve grubun klasikleri arasına girmeyi başardı. Böylece Michael'ın "beste yapabilme" gibi başka bir yeteneği daha ortaya çıkmış oldu. Söz konusu albüm iki milyondan fazla satarak grubun ve özellikle de Michael'ın ününe ün kattı.
Off The Wall: 1978 - 1982.
1978'e gelindiğinde ise Michael için farklı tecrübeler söz konusu olacaktı. Jackson, korkuluğu canlandırdığı "The Wiz" adlı müzikal filmde, aralarında aşk dedikodusunun çıktığı Diana Ross ile birlikte rol aldı. Tam da bu dönemde, müzikalde kullanılacak olan şarkıları aranje eden Quincy Jones'la Michael'ın yolları kesişti. Jones, ünlü pop starın gelecekteki başarısının ortaklarından biri olacaktı. Çünkü film prodüksiyon aşamasındayken, Jackson'la Jones oldukça uyumlu bir ortaklık kurdular ve Michael'ın bağımsız ilk solo albümünü birlikte yapmak için anlaştılar. Böylece 1979'da, ünlü şarkıcının ilk bağımsız solo albümü olan "Off the Wall", Jones'un yapımcılığında Epic Records'tan çıktı. "Don't Stop 'Til You Get Enough", "She's Out Of My Life", "Off The Wall", "Rock With You" gibi dünya çapında ses getiren birçok hit parçayı içinde barındıran bu albüm, inanılmaz satış rakamlarına ulaşarak Michael'ı pop müzik ve eğlence dünyasının idolü hâline getirecek; sanatçıya ilk önemli ödüllerini kazandırmaya başlayacaktı. 1980 yılında, American Music Awards tarafından 3 dalda ödüle layık görülen albüm (En İyi Soul/R&B Albümü - Off the Wall, En İyi Soul/R&B Erkek Şarkıcı, En İyi Soul/R&B Şarkı - Don't Stop 'Til You Get Enough), birçok liste başarı ödülünün de sahibi oldu. Aynı yılın Şubat ayına gelindiğinde, Michael yine "Don't Stop 'Til You Get Enough"la "En İyi R&B Erkek Vokal" dalında ilk Grammy ödülünü aldı.
Bir caz müzisyeni olan Jones'un, albümdeki parçalarda bu müzik türünü altyapıya yerleştirmesi doğal karşılanırken, bununla yetinilmeyip disco ve funky tarzı ritimlere de yer vermiş olması, sadece Michael'a özgü yeni bir müzik türünün ortaya çıkmasına neden oldu. Elbette bu da, Jackson'a benzersiz ve evrensel bir ün getirdi. İlk olarak yakın arkadaşı Elizabeth Taylor tarafından kendisine atfedilen ve sonraları yaygın bir ifade şeklini alan "pop idolü" benzetmesi, özellikle bu dönemlerde anılmaya başladı.
İlk solo albümünün getirdiği başarıların yanı sıra, Jackson kardeşlerle de çalışmaya devam eden Michael, 1980'de grupla birlikte "Triumph" albümünü çıkardı. Bestelediği şarkılar ve bunlara yazdığı sözlerle Triumph'a damgasını vuran yine Michael oldu. "Can You Feel It"e çekilen farklı klip de büyük ses getirdi ve sanatçının dans yeteneği milyonlarca müziksever tarafından yansındı. 1982'de ise ünlü pop yıldızına, En İyi Çocuk Albümü dalında Grammy ödülü kazandıracak olan E.T. (Extra-Terrestrial) filminin orijinal soundtrack'i "Someone in the Dark" şarkısını seslendirdi.
Thriller: 1982 - 1987.
1982 yılı, ünlü pop yıldızı için neredeyse bir dönüm noktası oldu. Jackson'ı hemen hemen bugün bulunduğu noktaya getiren ve efsaneleştiren albüm, "Thriller", Epic Records'tan yine Quincy Jones yapımcılığında müzikseverlerin beğenisine sunuldu. Genellikle arka arkaya, tekli hâlinde piyasaya sürülen albümün "Wanna Be Startin' Somethin'", "Billie Jean", "Beat It"i de içeren her şarkısı hit oldu ve müzik tarihinde tüm zamanların en yüksek satış rakamına ulaşarak rekor kırdı.
Şarkıların yanı sıra, dört hit parça için kısa film tadında çekilen, güçlü ve geniş bütçeli prodüksiyon gerektiren ilginç klipler de büyük yankı uyandırdı. MTV, Billie Jean'le, ilk defa siyahi bir şarkıcının video klibini yayınlamış oldu. Fantastik bir konuyla kurgulanmış ve danslarla görsel bir şölene dönüştürülmüş Thriller şarkısının 13 dakikalık klibi ise patlama yaptı ve gelen talepler üzerine VHS formatında piyasaya sunularak yine ulaşılamayacak bir satış rekoruna imza attı.
Klipte Michael'ın sergilediği özgün dans koreografisi, birçok gence ilham kaynağı oldu. Özellikle Jackson kardeşler olarak katıldıkları Motown'ın 25. kuruluş yıldönümünde, Billie Jean'i seslendirirken sergilediği moonwalk denilen ayak kaydırma hareketi, Jackson'ın imzasıyla tarihe geçti.
37 hafta zirvede kalan ve Billboard albüm listesinde 122 hafta geçiren Thriller, elbette birçok ödülü de beraberinde getirdi. 1984 yılında, 12 dalda aday gösterildiği Grammy'den 8 ödülle ayrılan Jackson, bir gecede en çok ödül alan sanatçı unvanını, 2000 yılında Carlos Santana egale edene kadar elinde tutmayı başardı (Ödüllerin yedisi Thriller'a giderken, biri de 1982'de seslendirdiği "Someone in the Dark"a verildi). Albüm aynı yıl, 8 Amerikan Müzik Ödülü, 4 Amerikan Video Ödülü, 3 MTV Video Müzik Ödülü ve Üstün Başarı Ödülü almaya hak kazandı.
Bu sırada, Pepsi-Cola'yla sponsorluk anlaşması imzalayan ve kardeşleriyle birlikte şirketin reklam filmlerinde rol alan Jackson'ın başına talihsiz bir olay geldi. Reklam çekiminde, havai fişek gösterisi esnasında saçları alev alarak cildinde ciddi hasar meydana geldi. Jackson, gördüğü fiziksel zarardan şirketi sorumlu tuttu ve tazminat davası açtı. Lehine sonuçlanan davadan kazandığı astronomik meblağı ise tedavisini yürüten hastaneye bağışladı.
1984'te, Thriller rüyası devam ederken, kardeşleriyle tekrar bir araya gelerek "Victory" albümünü çıkardılar. Bu albümde de Michael tarafından yazılmış ve bestelenmiş hit parçalar bulunuyordu. Jackson kardeşlerin en başarılı albümü olan Victory için 5 aylık uluslararası dev bir turne düzenlendi. Turne gelirinin tümünü bağışlayacaklarını duyurması üzerine, Jackson'ın adı, jest olarak Hollywood yıldızlar geçidine eklendi. Turneden 5 milyon $ gelir elde edildi. 1985'te, "Beat It" adlı şarkısını, alkollü araba kullanmaya karşı televizyonlarda ve diğer basın-yayın organlarında yürütülen kampanyalarda kullanılmak üzere bağışlaması nedeniyle, dönemin devlet başkanı Ronald Reagan tarafından, teşekkür amacıyla Beyaz Saray'a davet edildi.
Jackson ileriki yıllarda, ünlü bir dünya starı olarak çok daha fazla ses getirecek sosyal sorumluluk ve insani yardım projelerini hayata geçirecekti. Bunlardan en önemlisi, USA for Africa kampanyası çerçevesinde, özellikle Doğu Afrika'da açlık sınırında ve yardıma muhtaç bir şekilde yaşayan insanlar için, Lionel Richie ile birlikte yazdığı "We Are the World" parçasıydı. Dünya çapında en çok satış rakamına sahip tekli olma özelliğini hâlâ taşıyan şarkı, Stevie Wonder, Tina Turner, Diana Ross, Ray Charles, Cindy Lauper, Bob Dylan, Bruce Springsteen gibi ünlülerin de aralarında bulunduğu 40'tan fazla popüler sanatçı tarafından seslendirildi. Bu başarının ardından, We Are the World'le Richie ve Jackson, Yılın Şarkısı dalında Grammy Ödülü'nü almaya hak kazandı.
1985 yılı yıldız şarkıcı için yalnızca övgülerle geçmedi. Jackson, içinde birçok ünlü sanatçı tarafından seslendirilmiş parçanın yanı sıra, özellikle Beatles'a ait 200'den fazla şarkının telif hakkını bulunduran ATV Müzik'in en büyük hissesini satın alarak birçok tartışmaya neden oldu. En sert tepki de müzayedeyi düzenleyen yakın arkadaşı, söz yazarı Paul McCartney'den geldi. Bu olay, dostluklarının ve bilhassa ortak söz yazarlığı çalışmalarının sonu oldu.
Söz konusu tartışmaların ardından, birtakım basın ve medya çevreleri, uzun süre yaşamak için Elephant Man'in kemiklerini satın almaya kalkıştığından, ilginç tavırlarına kadar birçok konuda sanatçıya karşı alaycı bir üslup kullanmaya ve adından "Wacko Jacko" gibi irrite edici şekilde bahsetmeye başladı.
1986'da, George Lucas'ın yapımcılığında ve Francis Ford Coppola'nın yönetmenliğinde çekilen "Captain EO" adlı kısa filmde Jackson, Kaptan EO rolüyle ekran karşısına geçti. 17 dakika olmasına rağmen yaklaşık 17 milyon dolara mal olan film, o güne kadar çevrilmiş, dakika başına en büyük maliyete sahip filmdi. Disneyland'de gösterime giren film için Jackson, "Another Part Of Me" (sonradan "Bad" albümünde de yer aldı) ve "We Are Here To Change The World" adlı iki yeni parça seslendirdi.
Bad: 1987 - 1990.
1987'de, pop yıldızı, "Bad" albümüyle müzikseverlerin karşısına çıktı. Quincy Jones'un yapımcılığını üstlendiği son Michael Jackson albümüydü ve yine Epic Records etiketi taşıyordu. "I Just Can't Stop Loving You", "Bad", "The Way You Make Me Feel", "Man in the Mirror" ve "Dirty Diana" gibi tekliler listelerde bir numaraya oturdu ve Bad, Amerikan müzik tarihinde beş şarkısı Amerikan müzik listesinin zirvesine yerleşen ilk albüm oldu. 2008 itibarıyla albüm, ABD'de sekiz milyon gönderileri de dâhil olmak üzere dünya çapında 30 milyon kopya satmıştır.
Albümün tanıtımından sonra Jackson, yine Pepsi sponsorluğunda, on altı ay gibi oldukça uzun bir zaman alacak ilk solo dünya turnesine çıkarak hayranlarıyla buluştu; 123 konser verdi. Bu arada Pepsi reklamlarıyla ekranlarda boy gösterdi. Dönüşündeyse Bad şarkısına, Martin Scorsese yönetmenliğinde 18 dakikalık, yine kısa film niteliğinde bir klip çekildi. Ancak klipteki yeni Michael Jackson görüntüsü, neredeyse şarkıdan daha çok konuşulur hâle geldi. Çünkü ünlü şarkıcının hem yüzünde, hem de ten renginde çok belirgin ve şaşırtıcı değişiklikler vardı. Medya, sanatçının, zenci olmaktan utandığı için ten rengini beyazlatmaya çalıştığı, burun estetiği, alın kaldırma ve dudak inceltme operasyonu gibi birçok ameliyat geçirdiği iddialarını ortaya attı. Ancak şarkıcı, 1988 yılında kendi yazmış olduğu Moonwalk adlı otobiyografisinde, sadece iki tane estetik operasyon yaptırdığını ve çenesindeki yaralardan dolayı da cildi için cerrahi işlem uygulandığını yazdı. Bad'in klibi de tüm bu sansasyonlara rağmen, oldukça iyi bir satış rakamına ulaştı.
Jerry Kramer ve Colin Chilvers tarafından yönetilen; Kellie Parker, Sean Lennon ve Brandon Adams'ın Jackson'a eşlik ettiği "Moonwalker" adlı müzikal film, 1988 yılında gösterime girdi ve izleyiciler tarafından büyük ilgi gördü. Filmin VHS sürümü bir milyon satış adediyle yeni bir rekora imza attı. Artık yıldız sanatçı, pop,Rock ve soul müziğinin kralı ilan edilecek ve Elvis Presley, Beatles, Frank Sinatra gibi dünya çapında üne kavuşarak zirveye oturmuş bir idol hâline gelecekti. Filmin başarısından sonra, paparazzilerden ve hakkında türetilen dedikodulardan bunalan Michael, Hayvenhurst'te ailesiyle birlikte yaşadığı evi terk ederek 2700 dönümlük dev bir alana kurulu Neverland çiftliğini satın aldı ve orada gözlerden uzak yaşamaya başladı. Çok küçük yaşta hayata atılmak zorunda kaldığı için, özlemini kurduğu çocukluk günlerini yaşayabilmek adına, lunaparktan hayvanat bahçesine, büyükçe bir göle kadar kendine apayrı bir dünya kurdu bu çiftlikte.
Dangerous: 1991 - 1994.
1991'de, Jackson, müzik şirketini değiştirerek astronomik bir rakamla Sony'yle sözleşme imzaladı. 15 yıllık bir sürece ve altı albüm ile bir film çalışmasına dayanan kontrat, Michael'a sağladığı ekonomik getiriyle, adından çok söz ettirdi. Aynı yılın Kasım ayında, sanatçının yeni albümü Dangerous piyasaya çıktı. Albümün hit parçası olan "Black Or White"a John Landis yönetmenliğinde çekilen klip, olay yarattı. Klip, şiddet ,cinsellik ve ırkçılık gibi ögelere gönderme yapıyor; özellikle sonlarına doğru görülen bazı sahnelerle şimşekleri üzerine çekiyordu. Söz konusu klibin, medya ve kamuoyunda yarattığı tartışmalar nedeniyle, Jackson bir basın bülteni yayınlayarak üzüntüsünü ifade etti ve ihtilafa konu olan bölümleri kaldırttı. Sansasyonlara rağmen, "Remember The Time", "In The Closet", "Jam" gibi hit parçalar daha çıkaran albüm, sonraki albüm "HIStory"'nin yayımlanmasına kadar dünya çapında yirmi iki milyon adet satmıştı. Sanatçının çıktığı ikinci dünya turnesi Dangerous World Tour, hemen her ülkenin basın-yayın organları tarafından bire bir takip edildi.
1992'de, MTV tarafından kanalın ilk uluslararası yarışması yayınlanmaya başladı. Dünya çapında birçok insanın katılabildiği yarışmanın ödülü ise Michael'la bir akşam yemeğiydi. Oldukça büyük ilgi uyandıran yarışmanın talihlileri, ünlü sanatçının "In the Closet" adlı teklisinin klip çekimlerinde bir araya geldi. Ertesi yıl ise ABC kanalınca Jackson kardeşlerin gerçek hayat hikâyelerine dayanan görsel biyografileri "The Jacksons: An American Dream" yayına sunuldu. Gerçekten de, neredeyse bir rüyanın dünyanın gerçek olgularıyla yakın temasa geçtiği bir hikâyeye sahip olan Michael ve kardeşlerinin, evrensel popülaritesinin altında yatan neden belki de buydu.
Aynı yıl, Jackson, sosyal sorumluluk çerçevesinde, hümanist projelere imza atmaya devam etti ve "Heal the World Foundation" adı altında bir fon kurdu. Fonun amacı, çocukların daha iyi ve eşit yaşam koşullarına sahip şekilde büyümesini, yaşadıkları topluma faydalı hâle gelmesini sağlamaktı. Kuruluşun faaliyet merkezi Kaliforniya civarında, Santa Ynez'di ve yardıma muhtaç çocuklar, ünlü yıldızın Neverland çiftliğindeki oyun alanlarından yararlanıyordu. Jackson bu fon için 3,5 milyon kişiye 67 tane konser verdi. Konserlerin tüm gelirleri bu fona yatırıldı. O $20 milyon, bir rekor daha kırma için hâlen ayakta olan HBO ile yaptığı anlaşmayla "Dangerous" dünya turu için yayın haklarını sattı.
1993'te 27. Superbowl maçının devre arasında mini bir konser veren Michael, Amerikan televizyonlarında o zamana kadar elde edilmiş en büyük izlenme payına sahip oldu ve yaklaşık 100 milyon kişiyi ekranları başına topladı. Şubat ayında düzenlenen 35. Grammy Ödül töreninde, Jackson'a "Yaşayan Efsane" ödülü verildi. Mart ayında ise Soul Train tarafından Yılın Hümanisti ödülüne layık görüldü.
HIStory, Blood On The Dance Floor: 1995 - 2000.
Jackson, "HIStory: Past, Present And Future" adlı yeni albümünün birinci bölümünü, 1995'in Haziran ayında çıkardı. HIStory Begins, albüm serisinin başlangıcıydı ve cover'lanmış 15 eski hit parçadan oluşuyordu. Serinin ikinci bölümü, HIStory Continues ise 15 yeni parçayla piyasaya sürülmüştü. İlk albümün ilk teklisi, büyük liste başarısı sağlayan "Scream" oldu. Kız kardeşi Janet Jackson'la birlikte seslendirdiği bu parçaya çekilen klip ise tüm zamanların en pahalı videosu oldu. Jackson, yarım şirket sahipliğini korunur gibi hatta daha fazla şarkı için haklarını açık $95 milyon kazandı.
Jackson kardeşler "Scream"le, MTV Video Müzik Ödülleri gecesinden, farklı kategorilerde 3 ayrı ödülle ayrıldı. Antisemitik ifadeler içerdiği için Yahudi toplumunun tepkisini çeken "They Don't Care About Us" şarkısı, HIStory albümünden çıkan dördüncü tekli oldu. Parçanın antisemitik sözleri, sonraki düzenlemelerde sound'a uygun bir şekilde değiştirildi. Bu arada Michael; Elvis Presley'in kızı olan Lisa Marie Presley ile evlendi. Ancak evlilik 18 ay gibi kısa bir zaman sürdü.
Albümün başarısı üzerine 1996'da yine dünya turnesine çıkan Jackson, (HIStory World Tour) henüz konserler devam ederken Deborah Jeanne Rowe ile evlendi.
Ancak bu evliliğini de sürdüremeyen Jackson ile Rowe, 1999 yılında olaylı bir şekilde boşandı.
Sansasyona neden olan şey, çocukların velayet davasıydı. Popun kralı hakkında yapılan tartışmalar bununla da sınırlı kalmadı. 1996'da Brit Ödülleri gecesinde, "Earth Song" adlı parçasını, beyazlara bürünmüş ve çevresini sarmış birçok küçük çocukla seslendiren Jackson, iki ağaç arasında kollarını açtığı figürü nedeniyle, kendisini Mesih gibi gördüğü iddiaları ile karşı karşıya kaldı.
1997 yılına gelindiğinde, ünlü pop şarkıcısı, HIStory albümünün hit parçalarının remix'lerinden oluşan ve 5 yeni şarkı içeren, aynı zamanda dünyanın en çok satan remix albümü olan
"Blood On The Dance Floor: HIStory in the Mix" i piyasaya çıkardı. Albümün çıkış parçası "Blood On The Dance Floor", "Is It Scary" ve "Ghosts" büyük ilgi gördü ve iyi bir liste başarısı kazandı.Michael, bu albümünü, büyük yardımını gördüğü Elton John'a ithaf etti. "Is It Scary" ve "Ghosts"a, Jackson ile Stephen King tarafından yazılan, Stan Winston tarafından yönetilen 35 dakikalık bir klip çekildi. Hâlen dünyanın en uzun müzik videosu olma özelliğini koruyan klip, yine uluslararası bir başarı kazandı.
Invincible: 2001 - 2002.
2001'de Jackson, 13 ülkenin pop müzik listesinde bir numaraya oturacak olan "Invincible"'ı çıkardı. "You Rock My World", "Cry" ve "Butterflies" gibi hit teklilerle piyasalarda fırtına gibi esti. Ancak, albüm çıkmadan önce, ünlü yıldızın, Sony Müzik'in sahibi Tommy Mottola'yı, süresi dolmak üzere olan kontratlarını yenilemeyeceği doğrultusunda uyarmasına rağmen, Jackson'la şirketin arası açıldı.
Yasal prosedürler nedeniyle, albümle ilgili tüm promosyonlar ve tekli satışları iptal edildi. Mottola'nın, Afrika kökenli Amerikan sanatçılara saygısız davrandığını ve hakaret içerikli konuşmalar yaptığını iddia eden Michael, şirketin zenci artistleri çıkarları doğrultusunda kullandığı yönünde bir açıklama yaptı. Sony ise sanatçının iddialarında doğruluk payı olmadığını savundu.
2001 yılının Eylül ayında, yıldız şarkıcı, solo kariyerinin otuzuncu yılını doldurması şerefine, Madison Square Garden'da bir kutlama partisi düzenledi. () Partide Michael'ın yakın dostlarından efsane aktris Elizabeth Taylor, bir zamanların ünlü çocuk yıldızı Macaulay Culkin ve Chris Tucker da yer almıştır. Bu özel gecede, Usher, Dionne Warwick, Whitney Houston, Destiny's Child, James Ingram, Gloria Estefan, Liza Minelli, Marc Anthony, Shaggy gibi ünlülerden bazıları Michael'ın hafızalara kazınmış şarkılarını okurken, bazıları da kendi parçalarını seslendirerek geceye renk kattılar. N'sync ve Britney Spears Michael'la düet yapma şansını yakalamışlardır. Michael kardeşleriyle de özel bir performans sergiledi.
11 Eylül saldırılarından sonra Jackson, 21 Ekim 2001'de Washington, D.C.'deki RFK Stadyumu'nda yardım konserinin düzenlenmesine yardım etti. Jackson konserde "Man in the Mirror" ve "What More Can I Give" şarkılarını seslendirdi.
2002 yılında adı bilinmeyen bir taşıyıcı anne Jackson'ın üçüncü çocuğu Prince Michael Jackson II'yi (Blanket) doğurdu.
24 Nisan 2002'de Jackson, Apollo Tiyatrosu'nda konser verdi. Konsere adı verildi ve bu Jackson'ın son sahne performansıdır.
Number Ones, Visionary: 2003 - 2007.
2003 yılında Jackson'ın zirveye çıkıp hit olmuş tüm parçalarını içeren "Number Ones", Sony Records etiketiyle CD ve DVD formatında piyasaya sürüldü ve 8 milyondan fazla bir satış rakamı yakaladı. Çocuk istismarı hakkında şunları söyledi:
2003 yılında albümdeki tek yeni parça olan "One More Chance"in klip çekimlerinde, yine çocuk istismarı iddiasıyla ikinci kez suçlandı. Aynı yıl, basında Michael Jackson'ın dinini değiştirerek İslamiyet'i seçtiği ve Müslüman olduğu yönünde haberler çıktı. Sonrasında ise 2005'te, bir cami yaptırdığı haberleri de çıktı. Fakat Michael Jackson'ın İslam Milleti ile bir ilişkisinin olmadığı geçer.
2004 yılının Ağustos ayında VH1 müzik kanalında, "" adında, sanatçının hayat hikâyesini anlatan görsel bir biyografi yayınlandı. Gavin Arviso tarafından Jackson aleyhine tekrar gündeme getirilen cinsel çocuk istismarı suçlamalarına karşılık, ünlü rap şarkıcısı Eminem "Just Lose It" şarkısıyla göndermeler yaptı. Tartışmaların alevlenmesi üzerine Michael, açıklama yapmak zorunda kaldı. Eminem'in bu hareketinden sonra Michael Jackson, Eminem'in tüm müzik kataloğunu satın almıştır.
2005 yılının Haziran ayında, hakkında açılan on davanın tamamından beraat eden Jackson, Neverland Çiftliği'ne yapılan FBI baskını sebebiyle Neverland'i terk etti ve çeşitli otellerde kalarak bir süre sonra geçici süreliğine Bahreyn'e yerleşti. Şarkıcının aşırı kilo kaybetmesi ve stres-zararlı alışkanlıkları onu kötü etkiliyordu. Ünlü sanatçı California, Santa Maria'daki mahkemede hakkında öne sürülen çocuklara taciz suçlamasından aklandıktan hemen sonra Prens Şeyh Salman bin Hamed Halife'nin davetlisi olarak Bahreyn'e uçmuştu. 'Movie Database' sitesinin haberine göre Jackson'ın avukatı Thomas Mesereau, şarkıcının Neverland'daki malikanesini satıp hayati bir karar alarak Bahreyn'i çalışma merkezi ve ikametgâhı olarak seçeceğini doğruladı. Mesereau, 'Jackson hayatının seçimini yaparak en zor anında kendisini yalnız bırakmayan sadık dostlarının yanına yerleşiyor. Ayrıca Bahreyn Michael'a sağlık açısından oldukça iyi geldi' dedi. Burada zamanını yeni besteler yaparak ve Katrina Kasırgası mağdurlarına ithafen "I Have This Dream" şarkısını yazarak geçirdi. Bu şarkının seslendirilmesinde Ciara, Snoop Dogg, Keyshia Cole, James Ingram, Jermaine Jackson, Shanice, Shirley Caesar ve The O'Jays gibi ünlüler yer aldı. Ancak, şarkı bilinmeyen nedenlerden dolayı yayınlanmadı.2006'nın şubat ayında, Jackson'la eski eşi Deborah Rowe'un velayet davası sonuçlandı. Mahkeme, eski eşlerin çocukları üzerindeki haklarını sınırlandırarak ihtilafa açık bir karar verdi. Mart ayında ise Kaliforniya İşçi Dairesi, sigorta ücretlerini ödemediği gerekçesiyle Neverland çiftliğini kapatarak sanatçıyı, 69 kişiden oluşan her bir işçi başına 1000 dolar olmak üzere, toplamda 69.000 dolar tazminat ödemeye mahkûm etti.
Jackson Nisan ayında, Two Seas adlı müzik şirketinin CEO'su olan İngiliz müzik yapımcısı Guy Holmes ile, 2007'de çıkması planlanan tek albümlük bir sözleşme yaptı. Mayıs 2006'da ise Tokyo'da, MTV'nin Japonya lokasyonu tarafından düzenlenen Video Müzik Ödülleri'nde Yaşayan Efsane ödülünü aldı. Uzun bir aradan sonra Michael'ın ekranlarda göründüğü ilk geceydi bu. Kasım ayında, ünlü pop yıldızının, "Visionary: The Video Singles" adında, yirmiden fazla hit şarkısını içeren bir çalışması, yine Sony Müzik etiketiyle yayınlandı. Guiness Dünya Rekorları'nın Londra ofisinde 8 dalda layık görüldüğü ödülleri alan Jackson, Dünya Müzik Ödülleri'nde, 100 milyondan fazla satış rakamına ulaştığı için Elmas ödülün de sahibi oldu.
Thriller 25, This Is It: 2008 - 2009.
2008'in şubat ayında Michael Jackson Thriller albümünün 25. yılı şerefine Thriller 25'i yayınladı. Thriller 25, Amerika'da 2, Birleşik Krallık'ta 3. sıraya ulaştı. 25.Yıl özel versiyonu; orijinal albüm ve sekiz bonus şarkı içeriğiyle piyasaya sunuldu. Ayrıca Michael Jackson'ın yayınlandığı anda pop dünyasını yerinden oynatan videoları; "Thriller", "Beat It," ve "Billie Jean"den kısa filmler de albümle birlikte bir DVD ile sunuldu. Michael Jackson’ın Emmy adayı unutulmaz “Billie Jean” performansının bulunduğu "Motown 25:Yesterday, Today, Forever" özel televizyon şovunun görüntüleri de bu DVD'de yer alıyor.
2009’un ilk aylarında Michael Jackson, müzik kariyerine görkemli bir geri dönüş yapmaya hazırlanıyordu. 5 Mart 2009'da Londra’daki O2 Arena’da düzenlenen basın toplantısıyla This Is It adlı konser serisini duyurdu. Bu, kariyerinin en büyük projelerinden biri olacaktı ve Jackson için aynı zamanda bir veda niteliği taşıyordu. İlk etapta 10 konser olarak planlanan etkinlikler, büyük talep nedeniyle 50’ye çıkarıldı. Mart ve Nisan aylarında konser provaları başladı. Jackson, Kenny Ortega yönetiminde Los Angeles’ta Center Staging'de provalara başladı, Sahne tasarımı büyük bir prodüksiyon gerektiriyordu; üç boyutlu ekranlar, lazer şovları, özel efektler ve devasa sahne platformları kullanılarak modern bir gösteri planlandı. Ancak bu süreçte Jackson’ın sağlığıyla ilgili endişeler de yavaş yavaş gündeme gelmeye başladı. Yakın çevresinden bazı kişiler, onun aşırı kilo kaybettiğini, uykusuzluk çektiğini ve sık sık yorgun göründüğünü belirtiyordu.
Mayıs ayına gelindiğinde, Jackson’ın fiziksel sağlığıyla ilgili çeşitli spekülasyonlar ortaya çıkmaya başladı. Bazı kaynaklar, aşırı kilo kaybettiğini ve yorgun göründüğünü öne sürdü. Buna rağmen provalar devam etti. Staples Center'da yapılan provalarda Jackson, şarkılarının canlı performanslarını ve sahne gösterilerini hazırlıyordu. 19 Mayıs 2009'da turnenin dansçıları seçildi. 20 Mayıs 2009'da Beverly Hills'te bir muayeneden çıkarken görüntülendi. Aynı gün Jackson'un ilk konserinin 5 gün sonrasına ertelendiği açıklandı.
9 Haziran 2009'da Jackson bir muayeneden çıkarken görüntülendi, Jackson, 14 Haziran'daki provaya doktoru Conrad Murray'ın tavsiyesi üzerine katılmadı. ardından 18 Haziran 2009'da Jackson Dermotolog olan Arnold Klein'in muayenesi ziyaret ederken görüntülendi. Haziran ayında Jackson, konserler için prova sürecine devam etti. 24 Haziran'da Jackson, gösterinin bazı görsel çalışmaları sonlandırmak için yapım ekibiyle bir araya geldi. Daha sonra, 31 Ekim'de CBS'de yayınlanması planlanan ve "Thriller" ve "Threatened" performanslarını içeren planlanmış bir televizyon özel bölümü hakkında bir toplantıya katıldı. Daha sonra Jackson, iki şarkıyı ve "Earth Song"u prova etti. Bu, Jackson'ın ölümünden önceki son performansıydı. 25 Haziran 2009 sabahında, Los Angeles'taki kiralık malikanesinde baygın halde bulundu. Paramedikler tarafından UCLA Tıp Merkezi'ne kaldırılan Jackson, yapılan tüm müdahalelere rağmen 14:26'da 50 yaşında hayatını kaybetti.
This Is It turnesi provaları sırasında hayatını kaybettikten sonra, provalar sırasında kaydedilmiş görüntüler AEG Live tarafından Sony Music'e 60 milyon dolara satıldı. Provaların da yönetmeni olan Kenny Ortega ve ekibinin hazırladığı Michael Jackson's This Is It adlı belgesel 27 Ekim 2009 tarihinden itibaren sadece 2 haftalığına sinemalarda gösterildi ve ilk haftasında 101 milyon dolar (ABD için) hasılat yapmayı başardı. Gösterimin ardından hazırlanan ve filmde yer almayan mini-belgeselleri ve yayınlanmamış görüntü ve röportajları da içeren VCD/DVD ve Blu-ray formatlarında 26 Ocak 2010'da satışa sunuldu. Bu belgesel, dünya tarihinin en çok hasılat yapan belgeselidir. Provaların çoğu AEG'nin sahibi olduğu Staples Center'da gerçekleşti.
Ölümü.
25 Haziran 2009 günü, yerel saat 14.26'da Michael Jackson'ın kalp durması sonucu Los Angeles'ta hayata veda ettiği açıklandı. Akşam saatlerinde Los Angeles'taki evinde, yanında doktoru ve yardımcıları ile beraber olan Londra'da vereceği konserlerin provaları arasında inzivaya çekilmiş dinlenirken, sabah saatlerinde ani bir şekilde fenalaştı ve UCLA Tıp Merkezi'ne kaldırıldı. Nefes darlığı yaşayan ve bilinci kapanan Jackson bir süre sonra komaya girdi, yapılan tüm müdahalelere karşı duran kalbi tekrar çalıştırılamadı ve vefat etti. Daha sonra yapılan otopsilerde ise Jackson'ın ölmeden önce gayet sağlıklı olduğu ve asıl ölüm nedeninin kullandığı kuvvetli anestezi ilacı olduğu açıklandı.
7 Temmuz 2009'da, Jackson'ın ölmeden 2 gün önce son provasını yaptığı Staples Center'da onun için bir anma töreni düzenlendi. Bu törene Usher, Mariah Carey, Lionel Richie, Jennifer Hudson, Brooke Shields gibi ünlüler katıldı. Bunun yanında tüm ailesi, çocukları ve hayranları da oradaydı. Tören dünyada en çok kişi tarafından izlenen cenaze töreni ve televizyon olayı oldu. Törenin sonunda tüm aile sahneye çıktı. Jackson'ın kızı Paris de kısa bir konuşma yaptı.
3 Eylül 2009'da Jackson Ailesi ve dostlara özel gerçekleşen anma töreninin ardından Kaliforniya'nın Glendale şehrinde bulunan Forest Lawn Memorial Park'a gömüldü.
Ölümüyle ilgili doktoruna Şubat 2011'de açılan dava 8 Kasım 2011'de karara bağlandı. Jackson'ın doktoru Conrad Murray, popun kralına ölümcül olabilecek düzeyde ve ameliyatlarda kullanılan anestetik ilacı (propofol) gerekli teçhizat ve ekip olmadan verdiği, onu ilacı aldığı süreden itibaren alarmlı monitörle izlemesi gerekirken, sanatçının ölümünden önce sevgilisiyle telefonda konuşmak için dışarı çıktığı, bu sırada fenalaşan Jackson'a yanlış ilk yardımda bulunarak ölümüne sebep verdiği gerekçesiyle kasıtsız adam öldürmekten suçlu bulundu. Doktorluk lisansı iptal edilen Murray dört yıl hapis cezasına çaptırıldı.
Yaşadığına dair iddialar.
Jackson’ın ölümünden bir süre sonra, onun hâlâ yaşadığına dair çeşitli iddialar ortaya atılmıştır. Hayranları bu konuda araştırmalar yapmış ve çeşitli teoriler geliştirmiştir. Bu iddialardan biri, Jackson’ın Dave Dave kimliğiyle CNN’de bir televizyon programına katıldığı yönündedir. Bu spekülasyon, birçok hayranın Jackson’ın ölmediğine inanmasına yol açmıştır. Ayrıca, bazı hayranlar Jackson’ın mezarının boş olduğunu iddia ederek bu görüşü desteklemiştir.
Fiziksel görünüşteki değişiklikler.
Michael Jackson'da 1980'li yıllarda fiziksel değişiklikler görülür. Siyah olan teni açılarak bölgesel olarak beyazlaşmış ve 1987'ye kadar makyajla beyaz bölgeler siyah makyaj ile kapatılmıştır. Ancak 1987 yılında vücuttaki beyaz bölge miktarı yoğunluğu ele geçirince siyah bölgeler beyaz makyajla kapatılmış fakat 1998 yılı civarında makyajlar tüm vücudun beyaz olmasından dolayı sonlanmıştır. Michael Jackson'ın teninin açılması vitiligo hastalığından ötürüdür. Kendisi 1993'teki bir röportajda bu hastalığın Thriller albümünden bir süre sonra olduğunu söylemektedir. Bu hastalık en çok yüzüne ve kaval kemiği bölgesine vurmuştur. Yüzü beyazlamış, burnunun üstünde bir leke oluşmuştur. Kaval kemiğinde büyük yaralar meydana gelmiştir.
Jackson yaptığı bir açıklamada bu hastalığın babasının ailesinde de olduğunu söylemiştir. Ancak doktorlar vitiligo hastalığının asla genlerle insana bulaşmadığını söylemişlerdir. Bir söylentiye göre bazı kişiler Jackson'a 1982 yılı itibarıyla verilen ilaçlardan dolayı renginin beyazlığı söylemişlerdir.
Leaving Neverland.
2013 yılında koreograf Wade Robson, Jackson tarafından yedi yaşından beri cinsel tacize uğradığını iddia eden bir dava açtı. 2014 yılında, James Safechuck tarafından on yaşından itibaren dört yıllık bir süre boyunca cinsel istismara uğradıkları iddiasıyla dava açtı. Her ikisi de 1993 iddiaları sırasında Jackson'ın savunmasında tanıklık etmişti; Robson 2005'te tekrar tanıklık etmiştir. Robson ve Safechuck'ın iddiaları, Mart 2019'da HBO kanalında yayınlanan Leaving Neverland belgeselinin konusu oldu. Belgesel, Jackson'ın "yüzlerce kez" istismar ettiğini söyleyerek Jackson'ın cinsel tacizde bulunma iddialarını ayrıntılarıyla ele aldı.
Film, Jackson hayranlarından eleştiri aldı. Corey Feldman, Aaron Carter, Brett Barnes ve Macaulay Culkin gibi Jackson'ın yakın arkadaşları, Jackson'ın onları taciz etmediğini söyledi. Belgeselin ardından Yeni Zelanda, Kanada, İngiltere ve Hollanda'daki radyo istasyonları Jackson'ın müziğini çalma listelerinden kaldırdı.
21 Şubat'ta Jackson mülkü, HBO'ya dava açtı. Dava, HBO'nun mülke verilen zararlar için Jackson mülkü 100 milyon dolar tazminat istemiştir. 20 Eylül'de Yargıç George H. Wu, HBO'nun karşı açtığı davanın iptali isteğini reddetmiştir.
2019'un dördüncü çeyreğinde, bazı Yeni Zelanda ve Kanada radyo istasyonları, Jackson'ın bazı müziklerini çalma listelerine yeniden ekledi.
Diskografi.
Ölümünden sonra.
"Not: HIStory çift diskli bir albümdür. CD 1'de Michael'ın en iyi şarkıları yer alır ve ismi "HIStory Begins'"tir. CD 2 ise bir stüdyo albümüdür ve adı "HIStory Continues"'tur. Aslında bu çift disk, albümün bir parçasıydı. Fakat bazı ülkelerde çift diskli özel versiyon olarak duyuruldu, çünkü albümün yüksek fiyatı satışları azaltabilirdi."
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5341",
"len_data": 36943,
"topic": "ENTERTAINMENT",
"quality_score": 3.22
}
|
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi; Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk hukuk okulu olarak 1925 yılında Ankara'da "Ankara Adliye Hukuk Mektebi" adıyla kurulan, 1946 yılından itibaren Ankara Üniversitesine bağlı bir fakülte olarak hizmet veren hukuk okuludur.
5 Kasım 1925'te Mustafa Kemal Atatürk tarafından açılan okul, cumhuriyet dönemi Türkiye'sinde sıfırdan kurulan ilk yükseköğrenim kurumudur.
İlk TBMM binasında öğretime başlayan Ankara Adliye Hukuk Mektebi, 1928 yılında ilk mezunlarını vermiştir. Daha sonra adı "Ankara Hukuk Fakültesi" ve "Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi" olarak değişen kurum, eğitim hizmetini günümüzde Ankara Üniversitesinin Cebeci kampüsünde sürdürür.
Tarihçe.
1925 öncesi dönem.
Ankara'da bir hukuk mektebi açılması konusu Millet Meclisinde Kastamonu Milletvekili Abdülkadir Kemali Bey tarafından dile getirilmiştir. 16 Mart 1921'de Abdülkadir Kemali Bey, I. Dünya Savaşı'nda askere gönderildikleri için eğitimleri yarım kalan öğrenciler için Ankara'da Adalet Bakanlığına bağlı bir hukuk mektebi açılmasını öngören üç maddelik bir kanun teklifi vermiş; ancak, teklif Maarif Encümeni (Meclis Millî Eğitim Komisyonu) tarafından bina, malzeme ve öğretmen bulunamadığı gerekçesi ile reddedilmiştir.
Osmanlı Devleti'nde hakim-savcı yetiştiren Mekteb-i Kuzzat'ın varlığına son verilmesinin ardından, hakim, savcı, icra memuru, zabıt katibi, müstantik gibi adliye memurunun yetiştirilmesi için bir hukuk mektebinin kurulmasına ihtiyaç duyulmuştur. Bu bağlamda 1925 yılında Ankara'da bir hukuk okulu kurma isteği dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey'in girişimi ile gerçekleştirildi. Mahmut Esat Bey 1925 yılı Bütçe Kanunu tasarısına, hakim azlığı gerekçesi ile bir yatılı hukuk okulu açılması için ödenek koydurmuştu. 23 Şubat 1925 günü Bütçe Kanunu Meclis Genel Kurulunda, uzun tartışmalardan sonra dört oyluk farkla Ankara Leylî (yatılı) Hukuk Mektebi'nin açılması kabul edilmiştir. Hakim kadrolarındaki açıkları kapatmak üzere kurulan kurum bir fakülte değil, Adalet Bakanlığı bünyesinde yatılı bir meslek okulu niteliğindeydi ve öğretim kadrosu adliye erkânından oluşuyordu. Mahmut Esat Bey'in olağanüstü çabaları olmasaydı böyle bir karar alınamazdı. Adliye Vekili, Ankara'ya hukuk mektebi açılmasına itiraz eden milletvekillerini ikna edebilmek için bütün enerjisini, beceri ve kudretini, tatlı dil ve güler yüzünü kullanmış ve mektebin kurulmasını kişisel çabalarıyla sağlamıştı. Bu nedenle Ankara Hukuk Mektebi'nin kurucusunun Mahmut Esat Bozkurt olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu tartışmalar sırasında Cemil Bilsel, Ankara'da bir hukuk okulu kurulması fikrini şu şekilde ifade etmiştir:"Merkez-i Cumhuriyette bulunuyoruz. Buranın bir Mekteb-i Hukuka behemehâl ihtiyacı vardır. Yapılacak tedrisâttan bu muhit de istifâde edecektir, yalnız talebe değil. Dünyanın en güzel inkılâbını yapmış bir memlekette asrın hukukiyâtı okunmaz olur mu, efendiler? Biraz da İstanbul'un ettiği istifâde kadar Anadolumuz da maariften hissemend olsun..."
1925-1927 dönemi (Ankara Adliye Hukuk Mektebi).
Henüz binası, müdürü ve öğretim kadrosu bulunmadığı halde 1925 yılı yaz aylarında okula kayıt için başvuru alınmaya başlandı. Lise, yedi senelik idadi veya bir yükseköğrenim kurumu mezunları veya bir yükseköğrenim kurumunda kayıtlı olanlar sınavsız, lise öğrencisi olanlar veya lise muadili başka kurumlardan mezun olanlar ise oldukça zor bir sınavla okula kabul edildiler. Okula ilk olarak 301 öğrenci kayıt yaptırdı, içlerinden 75 öğrenci yatılıydı.
15 Eylül 1925 tarihinde Mahmut Esat Bozkurt Adalet Bakanlığında okul müfredatının ve yönetiminin belirlenmesi amacıyla Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura, Şevket Memadali Bilgişin, Cemil Bilsel, Tevfik Kamil Koperler, Yusuf Kemal Tengirşenk, Süheyp Nizami Derbil, Hasan Saka, Refik Sayfdam, Sadri Maksudi Arsal ve Şükrü Kaya gibi dönemin önemli hukukçularından oluşan bir komisyon oluşturmuştur.
Ankara Hukuk Mektebinde ilk dersi 5 Kasım 1925'te Hukuk-ı Esasiye profesörü Ağaoğlu Ahmet Bey vermiştir.
Yapısı ve ilk müfredatı.
Okul kurulduğu sırada henüz Ankara'da bir üniversite bulunmadığından herhangi bir üniversiteye bağlı değildi bu yüzden ""fakülte" adıyla değil "Ankara Adliye Hukuk Mektebi"" adıyla kurulmasına karar verildi. 3 yıllık olarak belirlenen okul müfredatında Mecelle'nin okutulmamasına karar verildi. İlk kez Türk Hukuk Tarihi kürsüsü kuruldu, "Usûl-i Fıkıh" dersi ise kaldırıldı. Komisyon toplantısında en önem verilen konulardan biri de okulda izlenecek metottu. Gerek bilimsel araştırmada ve gerekse öğretimde tetkik ve tenkit (araştırma ve eleştirme) metodu seçildi. Okulun ilk yıllarında Medeni Hukuk, Cezaiyât, İktisat, İlm-i Mâli, Ticaret-i Beriyye, Ticaret-i Bahriye, Devletler Umumi Hukuku, Devletler Hususi Hukuku, İdare Hukuku, Hukuk-ı Esasiye, Roma Hukuku ve Mukayeseli Kavanin, Siyasi Tarih ve Hukuk Tarihi kürsüleri bulunuyordu.
"Profesör" unvanının kullanılması.
Okulda ders verecek hocaların akademik unvanlarının ne olacağı konusu da komisyonda uzunca tartışılmıştır. O dönemde üniversite hocalarına "müderris" deniyordu. Ancak müderris unvanının medreseyi çağrıştırdığını düşünen Ankara Hukuk Mektebi kurucuları kendilerine bu unvan ile hitap edilmesini istemiyorlardı. Akla gelen bir diğer sıfat "muallim" idi. Ancak İstanbul Hukuk Fakültesi'nde "muallim" unvanının doçentliğe karşılık kullanılmasından dolayı, İstanbul'dan gelen Müderris Cemil Bilsel'in unvanının sanki doçentliğe düşürülmüş gibi algılanabileceği kaygısıyla bu unvan da kabul görmedi. Bu sebeplerle, Ankara Hukuk Mektebi'nin kurucuları ders verilecek kişilere ""müderris" yerine "profesör" denmesine karar verdi. Böylece Ankara Hukuk Mektebi'nde öğretimin başlaması ile birlikte "profesör" unvanı Türk yükseköğretim tarihinde ilk defa kullanılmış ve kelime Türkçeye girmiş oldu.
İlk eğitim kadrosu ve açılış.
Mustafa Kemal Paşa, "Profesörler Meclisi" adını alan komisyonun fahri başkanlığına, başvekil İsmet Paşa ise "Türk Hukuk Tarihi fahri profesörlüğüne" getirildi. Mahmut Esat Bey, Meclis Reisi görevini üstlendi ve "İhtilaller Tarihi" dersinin profesörlüğünü üstüne aldı. İstanbul Darülfünun müderrislerinden Cemil Bey, "Reis Vekili"" yani fakülte dekan oldu. 11 profesörle eğitim-öğretim hayatına başlayan Ankara Adliye Hukuk Mektebi'nin öğretim elemanı sayısı zamanla yirmilere çıkmıştır. Ankara Adliye Hukuk Mektebi'nin ilk yıllardaki kadrosu şu şekildedir:
Ankara Hukuk Mektebi 5 Kasım 1925 günü Türkiye Büyük Millet Meclisinin (1. Meclis Binası) Genel Kurul Salonu'nda Mustafa Kemal Atatürk tarafından açılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk, Ankara Adliye Hukuk Mektebi'nin açılışına atfettiği anlamı şu sözlerle dile getirmiştir:"Cumhuriyetin merkez-i idaresinde bir Hukuk Mektebi açmak vesilesi bugünkü içtimaımızı ihzar etmiş bulunuyor. Bugün şahit olduğumuz, hâdise, yüksek memur ve mütehassıs âlimler yetiştirmek teşebbüsünden daha büyük bir ehemmiyeti hâizdir. Senelerden beri devam eden Türk İnkılâbı, mevcudiyetini ve zihniyetini, hayat-ı içtimaiyenin menbâsı olan yeni esasat-i hukukiyede tespit ve teyit etmek çaresine tevessül etmiştir... Cumhuriyetin müeyyidesi olacak bu büyük müessesenin küşâdında hissettiğim saadeti hiçbir teşebbüste duymadım ve bunu izhar ve ifade etmekle memnunum."Açılış konuşmalarından sonra Ankara Adliye Hukuk Mektebi'nin ilk dersini vermek üzere Hukuku Esasiye Profesörü Ağaoğlu Ahmet Bey Anayasa Hukukuna genel bir giriş yaparak okulun ilk dersini vermiş oldu. Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı 5 Kasım 1925 tarihini hukuk eğitimimizde bir dönüm noktası olarak kabul etmektedir.
Ankara Hukuk Mektebi eski bir kuruluş geleneğini takip etti, Tanzimat döneminde kurulan yüksekokullar ya Maarif-i Umumiye Nezareti'nin ya da İstanbul Ticaret mektebi örneğinde olduğu gibi Ticaret ve Meadin Nezareti'nin bir-iki odasında kurulur, birkaç sene nezaretin içinde idare ederler, sonra ayrı bir binaya taşınırlardı. Ankara Adliye Hukuk Mektebi'nin ilk binası iki katlı ahşap bir bina olan ve telgrafhane olarak Kurtuluş Savaşı boyunca önemli görevler üstlenen binadır. Yatılı öğrencileri de barındıran bu binanın, fakülte müdürüne ve diğer fakülte üyelerine ait iki de eklentisi vardır. 5 Kasım 1925 tarihinde okul açıldıktan sonra, telgraf binasının boşaltılması geciktiği için dersler bir ay kadar Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapıldı. Yatılı öğrenciler ise, okulun tadilat hazırlıkları yapılırken bir süre Yahudi Mahallesi'ndeki eski Müstantik Mektebi'nde kaldılar. Tadilatlar tamamlanınca, eğitim Meclis binasından telgrafhane binasına; yurtlar da Müstantik Mektebinden, telgrafhanenin arka sokağında bulunan bir binaya taşındı. Yeni yurdun üst katındaki odalardan biri müdüre, birisi ise kalacak yer bulamayan hocalara ayrılmıştı. Medeni Hukuk Profesörü Veli Saltıkgil Bey ve Ceza Hukuku Profesörü Baha Kaya Bey ev bulana kadar bu yurtta kalmışlardır. Yeni alınan yurt binası da yatılı 75 öğrenciyi barındırmakta yetersizdi. Bu nedenle binanın avlusuna 2 tane daha kerpiç bina yapıldı.
Ankara Adliye Hukuk Mektebi'nin ilk yılındaki yatılı öğrencilerden biri olan ve sonradan 1948-1950 yıllarında Fakülte dekanı ve Ankara Üniversitesi Rektörü olarak görev yapacak olan Hüseyin Cahit Oğuzoğlu, yurt binasına yaptırılan bu 2 kerpiç bina ile ilgili olarak şu anısını paylaşır: "Binalar kışlayı andırıyordu. Yağmur yağdığı zaman yatakların başına şemsiyeler açılır, herkes ıslanmamak için gerekli tedbirlere başvururdu. Burada kalan arkadaşların odalar içerisinde şemsiye açması nedeniyle son derece eğlenceli olaylar yaşanmıştı"Ankara Adliye Hukuk Mektebi'nin ilk öğrencileri birçok yönden tarihe tanıklık etmiştir. TBMM, toplantı salonunu, kütüphanesini, zabıt kâtiplerini, matbaasını bir fakültenin kullanımına tahsis etmiştir. Öğrenciler, gerek eski meclis binasında, gerekse eski Telgrafhane Müdürlüğü binasında öğrenim görürken, TBMM'nin bazı oturumlarını ("örneğin 17 Şubat 1926 tarih ve 743 sayılı Türk Kanun-ı Medenisi ile 1 Mart 1926 tarih ve 765 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun görüşmelerini)" dinleyici sıralarından izlemişlerdi. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu da TBMM'de kabul edilmeden Ankara Adliye Hukuk Mektebi'nde ders olarak okutulmaya başlanmıştır. 1925 yılı öğrencileri, Atatürk'ün Nutuk adlı eserinin 15-20 Ekim 1927 tarihinde okunduğu sırada TBMM'de hazır bulunmuş ve 6 gün boyunca bu eseri canlı olarak dinlemişlerdi. Mustafa Kemal Paşa da, kuruluşundan itibaren Ankara Hukuk Mektebi'ne son derece önem vermiş, dersleri ve sınavları sık sık izlemiştir. Nitekim Mustafa Kemal Paşa, Sadri Maksudi'nin bir sınavına girmiş, bu sırada sınavdaki öğrencilerden çok sınıfta bulunan hocalar ter dökmüşlerdi. Ankara Hukuk Mektebi'nin ilk öğrencilerinin tanıklık ettiği başka bir tarihî olay da İstiklâl Mahkemeleri'ydi. Yurtta kalan öğrenciler sabah okula giderken Ulus meydanında ve Karaoğlan'da göğüslerinde yaftaları, sehpada geceden asılmış kimseleri görüyorlardı.
1927-1946 dönemi (Ankara Hukuk Fakültesi).
1927 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile Ankara Adliye Hukuk Mektebi, "fakülte" adını almış ve "Ankara Hukuk Fakültesi" olarak isimlendirilmiştir. Okula "fakülte" adının verilmesi ile Ankara Üniversitesi'nin temeli de atılmış kabul edilir. İlk kız öğrenciler 1927 yılından itibaren kabul edildi. 1925-1926 öğretim yılında kayıt yaptıran 300 öğrenciden 143'ü, 1927-1928 yılında derslerini tamamlayarak fakültenin ilk mezunları oldular. Ankara Adliye Hukuk Mektebi'nin ilk öğrencilerinden olan Hüseyin Cahit Oğuzoğlu, 1928 yılında 1 numaralı diplomayı alarak mezun olmuştur. Oğuzoğlu daha sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde dekanlık ve Ankara Üniversitesi'nde rektörlük yapmıştır.
1928 yılından sonra okul kapıları lise mezunu olmayanlara kapatıldı ve sınavlar kaldırıldı. Bu durum öğrenci sayısını ve dershane ve yatakhane ihtiyacını giderek artırır. Nitekim üçüncü yıl bir dershaneye daha gerek duyulur. Maliye vekaletinden Çankırı Caddesi'ne doğru inilen küçük sokakta sol kolda bulunan Mescit binası dershane olarak kullanılmaya başlanır. Üçüncü yıl telgrafhane binasındaki yemekhane, ikinci sınıf olarak kullanılır. Birinci sınıf ise mescitte kalır. Yemekhane ise bir ara Anafartalar Karakolu olan ve Adliye Vekaleti olarak kullanılan binaya yerleşir. Böylece okul iyice dağınık bir hale gelmiştir. Bu dağınıklık eğitimi olumsuz yönde etkilemektedir. Bu sebeple Dekan Cemil Bilsel'in girişimleriyle 1927 yılında yapımına başlanan ve ilkokul binası olarak tasarlanan (Ankara Opera Binası'nın karşısında İller Bankası binasının arkasında bululmaktadır) bina, 1929 yılında hukuk eğitimine devam etmek üzere Ankara Hukuk Fakültesine verilir. Binanın müteahhiti ise Vehbi Koç'tur. Yeni inşa edilen binanın Ankara Hukuk Fakültesi'ne tahsis edilmesinden sonra üç dershaneden ikisi yeni binanın en üst katında, biri orta katında yer alacak şekilde düzenleme yapılır. Dekan ve müdür odaları ile kitaplık, tek dershanenin bulunduğu orta katta yer alır. En alt kat ise büro ve diğer ihtiyaçları karşılanmasına ayrılmıştır. Eski telgrafhane binası ile yeni kiralanan evkaf apartmanlarının üst katı yatılı öğrenciler için yatakhane olarak kullanılır. 1928-1941 yılları arasında Ankara Hukuk Fakültesi olarak kullanılan bu bina, bir süre Ankara Kız Sanat Mektebi ve Ankara Yükseköğrenim Vakıf Kız Öğrenci Yurdu olarak hizmet görmüş daha sonra üst katları Ankara Müftülüğü tarafından kiralanmış, bodrum katı ise, Vakıflar Genel Müdürlüğünce halka hizmet veren Aşevi olarak kullanılmıştır. Şu an Ankara Vakıf Eserleri Müzesi olarak hizmet vermektedir.
1940 yılında Ankara Hukuk Fakültesi Adalet Bakanlığı'ndan Millî Eğitim Bakanlığı'na devrolmuş ve 3 yıllık olan eğitim süresi 4 yıla çıkarılmıştır. Ankara Hukuk Fakültesi 1941 yılında mimarlığını Recai Akçay'ın, müteahhitliğini Abdullah Ziya Kozanoğlu'nun yaptığı Cebeci yerleşkesindeki binasına taşınmıştır. Ankara Hukuk Fakültesi'nin bugünkü binasının tamamlanması 1946 yılına kadar sürmüştür. 1945 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'nde doktora eğitimi başlamıştır. Ankara Hukuk Fakültesi'nin Cebeci yerleşkesine taşınmasından İki yıl sonra da yanı başında Cebeci ortaokulu olarak düşünülen binaya İstanbul'daki Mekteb-i Mülkiye nakledildi. İki okulun hocaları ekseriyetle müşterekti. Fakat talebesi bir arada ders görmemiştir.
Ernst Hirsch 1943'te Ankara Hukuk Fakültesi'nde hocalığa başlamış 1952'ye kadar hoca olarak faaliyette bulunmuştur. Bu dönemde fakültede, hukuk felsefesi, hukuk sosyolojisi ve Ticaret Hukuku derslerini vermiştir.
1945 sonrası (Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi).
Ankara Üniversitesinin 18 Haziran 1946 tarihinde kurulması ile birlikte Ankara Hukuk Fakültesi Ankara Üniversitesine hukuk fakültesi olarak bağlanmıştır. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi bünyesinde 1 Aralık 1954 tarihinde Türkiye İş Bankası tarafından Türkiye'de banka, sigorta ve ticaret hukuku alanındaki bilimsel araştırma, inceleme ve yayınları geliştirmek ve Türk banka ve ticaret hukukunu, çağdaş hukuk sistemleri arasında ileri bir seviyeye ulaştırmak amacıyla Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü kurulmuştur. 31.03.1979 yılında, Adalet Bakanlığı'nın önerisi üzerine, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Adalet Bakanlığı arasında imzalanan bir protokolle ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine bağlı olarak Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Adalet Meslek Yüksekokulu kurulmuştur. 2015 yılında kontenjanı 820'den 650'ye düşürülmüştür.
Günümüzde Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi bünyesinde bulunan Anabilim Dalları şunlardır: Avrupa Birliği Hukuku Anabilim Dalı, Deniz Hukuku Anabilim Dalı, İş ve Sosyal Güvenlik, Hukuku Anabilim Dalı, Karşılaştırmalı Hukuk Anabilim Dalı, Medeni Usul ve İcra-İflas Hukuku Anabilim Dalı, Medeni Hukuk Anabilim Dalı, Roma Hukuku Anabilim Dalı, Ticaret Hukuku Anabilim Dalı, Milletlerarası Özel Hukuk Anabilim Dalı, Anayasa Hukuku Anabilim Dalı , Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı, Genel Kamu Hukuku Anabilim Dalı, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı, Hukuk Tarihi Anabilim Dalı, İdare Hukuku Anabilim Dalı, Mali Hukuk Anabilim Dalı, Milletlerarası Hukuk Anabilim Dalı.
Kütüphane ve Yayınlar.
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kütüphanesi 1925'te kurulmuştur. 1950 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kütüphanesi'ne 24.000 ciltlik kitap koleksiyonu ile ülkenin en büyük hukuk ihtisas kütüphanesine sahip olduğu görülür. Günümüzde, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kütüphanesi 150.000'den fazla kitap ile hukuk alanında Türkiye'nin en büyük ihtisas kütüphanesidir. Ayrıca kütüphane bünyesinde nadir eserler koleksiyonundan oluşan bir müze de mevcuttur. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi bünyesinde 3 adet kütüphane bulunmaktadır:
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından yayımlanan bilimsel dergiler şunlardır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5343",
"len_data": 16579,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.63
}
|
Active Server Pages (Türkçe: "Etkin Sunucu Sayfaları") kısaca ASP, Microsoft'un ilk dinamik web sayfaları üretmek için geliştirdiği sunucu taraflı betik motoru. "Klasik ASP" ya da "ASP Klasik" olarak da bilinir.
Bir ASP dosyasının içinde, özel nesneler ve VBS, JS, SQL kodları bulunur, bu sayfalar istemci tarafından istendiğinde sunucu öncelikle ASP içindeki kodları icra ederek, istemciye göndereceği bilgiyi oluşturur ve gönderir. Gönderilen bilgi genellikle HTML "(ya da SGML)" şeklindedir. Fakat sadece bunlarla sınırlı değildir, aynı şekilde bir grafik dosyası da oluşturulup, istemciye gönderilebilinir.
ASP sayfaları HTML kodlarının içine <% ve %> ASP taglarıyla gömülü şekilde oluşturulduğu halde bir kez sunucu tarafından yorumlandığında saf HTML olarak döner. Kaynak kodlara bakıldığında ASP kodları görülmez. Bu kodlamacıların kaynaklarını saklamalarını kolaylaştırır.
ASP'nin ortaya çıkış nedenlerinden birisi de CGI dillerinin Oturum (Session) ve Uygulamaların (Application) başından sonuna kadar izlenmesinin yetersiz oluşundandır.
ASP'de Kullanılan Nesneler.
ASP altı adet tümleşik nesneyi barındırır.
Response.
İstemciye HTTP içeriği ve çerez benzeri bilgileri gönderir.
<%
If Len(Request.QueryString("name")) > 0 Then
Response.Cookies("name") = Request.QueryString("name")
End If
Response.Write Server.HTMLEncode(Response.Cookies("name")) & " hoşgeldiniz!"
Request.
İstemci tarafından gönderilen bilgileri okur.
<%
' Get metodu ile gelen form bilgisini istemciye gönderir
Response.Write Server.HTMLEncode(Request.QueryString("name")) & " hoşgeldiniz!"
Session.
Oturum bazlı değişkenleri tutar.
<%
If Len(Request.QueryString("name")) > 0 Then
Session("name") = Request.QueryString("name")
End If
Response.Write "Welcome " & Server.HTMLEncode(Session("name")) & "!"
Application.
Tüm istemcilerin paylaşabildiği değişkenleri tutar.
<%
Application("uygulama_ismi") = "ASP Uygulamam"
Response.Write Server.HTMLEncode(Application("uygulama_ismi")) & " uygulamasına hoş geldiniz!"
Server.
Sunucu üzerinde kurulu veritabanı (ADO), dosya sistemi ve diğer kurulu kütüphanelere erişim sağlar.
<%
Dim oAdoCon, oAdoRec, oAdoStm, oCdoCon, oCdoMsg, oSciDic, oSciFsm, oMswAdr
Set oAdoCon = Server.CreateObject("ADODB.Connection")
Set oAdoRec = Server.CreateObject("ADODB.Recordset")
Set oAdoStm = Server.CreateObject("ADODB.Stream")
Set oCdoCon = Server.CreateObject("CDO.Configuration")
Set oCdoMsg = Server.CreateObject("CDO.Message")
Set oSciDic = Server.CreateObject("Scripting.Dictionary")
Set oSciFsm = Server.CreateObject("Scripting.FileSystemObject")
Set oMswAdr = Server.CreateObject("MSWC.AdRotator")
Err.
Hata yakalama metotlarını içerir.
<%
On Error Resume Next
Response.Write 1 / 0
Response.Write "Hata Kodu: " & Server.HTMLEncode(Err.Number) & "<br />"
Response.Write "Hata Kaynağı: " & Server.HTMLEncode(Err.Source) & "<br />"
Response.Write "Hata Açıklaması: " & Server.HTMLEncode(Err.Description)
If Err.Number <> 0 Then
Err.Clear
End If
Examples.
Basit örnekler.
Ekrana bugünün tarihini yazar.
<% = date() %>
Ekrana bugünün zamanını, saat ve tarih bilgisi ile yazar.
<% = now() %>
Ekrana sadece saat bilgisini yazar.
<% = time() %>
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5345",
"len_data": 3266,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.52
}
|
Bolvadin, Türkiye'nin Afyonkarahisar ilinin bir ilçesidir. İlçenin batısında Afyonkarahisar, Çobanlar ve Bayat, güneyinde Çay,kuzeyinde Emirdağ, doğusunda Sultandağı bulunmaktadır.
Güneybatı tarafı Eber Gölü ile çevrili olan Bolvadin'in güneyinden, ilçenin tek su kaynağı olan Akarçay Nehri geçmektedir. İlçenin merkezinin batı sınırını Eskişehir Konya Yolu oluşturur.
Bolvadin, Eskişehir Konya Yolu üzerinden Çay ve Emirdağ, Bolvadin Çobanlar Yolu üzerinden Çobanlar ve bu iki yolun da çıktığı Afyon Konya Yolu üzerinden Afyonkarahisar ve Akşehir'e bağlanmaktadır.
Etimoloji.
Romalılar döneminde "Polybotum" adıyla anılan ilçe 1116 yılında II. Melikşah'ın komutanlarından Emir Mengücek ile Bizans İmparatoru II. Aleksios arasında yapılan Bolvadin Muharebesi sonrası Anadolu Selçuklu Devleti'nin topraklarına girmiş ve adı "Bolvadin" şeklinde anılmaya başlanmıştır.
Tarih.
Ön tarihi.
Bolvadin, Anadolu'nun en eski yerleşim yerlerinden biridir. Mevcut vesikalara göre 10.000 yıllık geçmişi vardır. Bolvadin, antik "Paroreos Phrygia" vadisinde kurulmuştur.
Bu vadide MÖ 8000'de yerleşik hayata geçilmiştir.
Romalılar ve Bizanslılar dönemi.
Arkaik devirde bir site şehri olan Bolvadin, Afyon bölgesindeki 52 yerleşim biriminden birisiydi. Anadolu'daki bütün tarihî devirleri yaşamıştır. Romalılar zamanında Polybotum isminde il merkezidir. Üçhöyük mevkiinde mühim bir iskân merkezi olan Kayster Pedion şehri MÖ 401 yılında Persler tarafından yakıldıktan sonra Polybotum hızla gelişmiştir. Grek tarihçisi Ksnefon, "Anabasis" isimli kitabında Kayster Pedion şehri için "yolların birleştiği yerde kalabalık bir şehirdir" der.
133 yılında Polybotum'u ziyaret eden Roma kralı Hadrianus adına 3 cins para basılmıştır. Kralın heykelleri form ve agoraları süslemiştir. Bizans zamanında "Polybotos" ismiyle anılmıştır. Çevresine tesir eden kültür şehri olmuştur. Bizans'ın son zamanlarında Türk ve Arap akınlarının tesiri ile şehir küçülmüş, nüfus dağılmıştır. Bizans tarihçisi Anne Comnenus "Alexia" isimli eserinde bu şehrin çevresinin merkezi olduğunu yazar. 9. asrın başlarında büyük bir deprem geçirir. Şehrin surları ve binaları yıkılır. Bizans Kralı Aleksi Comnenus şimdiki Hisar Mahallesi'nin olduğu yere büyük bir kale yaptırır, halkın bir kısmı ile askerleri buraya taşır, büyük bir kısmı ise Sivrihisar ve Seyitgazi'ye taşınır. 732 yılında Emevi komutanı Mesleme büyük bir ordu ile Bolvadin'e gelir. Burada Akrenon (Afyon) kalesi kuşatılır. Kuşatmada Seyyid Battal Gazi ve Muhammed'in sahabesi Abdulvahab Gazi yaralanır. Seyit Battal Gazi, Seyit Gazi'de; Abdül Vahap Gazi de Bolvadin'de ölürler. Türbeleri bu yerdedir. Bu olayların hatırası olan Sahabe Abdül Vahap Gazi'nin türbesi Eber Gölü kenarında bir höyük üzerindedir.
Selçuklular dönemi.
Bolvadin, Malazgirt Meydan Muharebesi'nden sonra 1107 tarihinde yapılan Bolvadin Savaşı sonunda Emir Mengücek Bey tarafından Türklerin eline geçmiştir. Bolvadin Savaşı, Anadolu'nun Türkleşmesinde önemli bir rol oynamıştır.
Türklerin eline geçtikten sonra Bolvadin'e Yazır, Avşar, Karkın, Çepni boyları gelip yerleşmişlerdir. Daha sonra aşiretlerin iskanları sırasında çeşitli aşiretler, cemaatler yerleştirilmiştir. Bugünkü Bolvadin ve civarındaki halkın kökleri bu aşiretlere dayanır.
Bolvadin merkezinde Yazır, Peçenek, Karkın ve Çerkez aşiretleri etkindir. Daha sonra Sarıkeçili, Karakeçili ve Tekeli Yörükleri gelmişlerdir. Civarda ise Morcaali Türkmenleri (Kemerkaya), Oğuz Türkleri (Çay), Karabağ Türkmenleri (Büyükkarabağ, Ortakarabağ, Derekarabağ), Tabanlı Türkmenleri (Kurucaova Köyü), Selçuklu Yörükleri (Dişli Kasabası), Avşar Yörükleri (Özburun Kasabası), Karakeçili Yörükleri (Yörükkaracaören ve civarı) yerleşmiştir.
Bolvadin Selçuklular zamanında "Karahisar-ı Devle" ismiyle anılan Afyon'a bağlı 10 kadılıktan birisi olup yeniden imar edilmiştir. Bu devirde 11 nahiyesi (Han, Bayat, Musluca, Göçmen Akviranı, Nevahi-i Barkınlı, İshaklu, Çay, Karamık, Şuhut, Karaadilli, Çölabat), 326 köyü, 11 mahallesi vardı. Büyük bir ticaret merkeziydi. Selçuklular'dan günümüze kadar yalnızca Alaca Camii ulaşmıştır. Alaca Çeşmesi ve Ali Efendi Camisi'nin yalnız kitabeleri ulaşabilmiştir. Mevlana'nın oğlu Sultan Veled, Afyon'u ziyareti sırasında "Bolvadin Mevlevihanesi"ni açmıştır.
Anadolu beylikleri dönemi.
Bolvadin, Selçuklu Hanedanı yıkıldıktan sonra Eşrefoğulları, Sahipataoğulları ve Karamanlılar'ın eline geçmiştir. Bu devirde Eşrefoğlu Külliyesi ve Erkmenhisarı Camii yapıldı. Bu eserlerden günümüze Eşrefoğlu Camisi'nin kitabesi ve Erkmenhisarı Camisi'nin minaresi (Kırık Minare) gelebilmiştir.
Osmanlı dönemi.
Bolvadin, Sultan I. Murad zamanında Osmanlı topraklarına katıldı. Osmanlı döneminde, önceleri Anadolu vilayetine (Kütahya), 1839'dan sonra Hüdavendigar vilayetine (Bursa) bağlı kaza merkezi oldu. 1850 yılında muhassılığa yükseldi. Karahisar-ı Sahip Sancağı (Afyon) iki Muhassılığa ayrılmıştır:
Büyük bir kültür merkezi olan Bolvadin'de ticari hayat ve sanat çok gelişmiştir. 1831 yılında yapılan nüfus sayımındaki istatistiklere göre 150 çeşit meslek grubu vardır. Ziraat Bankası 22. şubesini 1873 yılında Bolvadin'de açmıştır. Bunu takiben Osmanlı Bankası ve Akşehir Bankası da şube açmışlardır. Daha sonra Bolvadinliler 1 Haziran 1914 yılında, Osmanlı'nın ilk özel bankalarından olan "Bolvadin İktisadi Osmani Bankası"nı kurmuştur.
Kültür hayatını temsil eden medreselere, tekkelere, ahi kuruluşlarına Selçuklular zamanında raslanır. Bu teşkilatlar Osmanlı zamanında gelişmiştir. Nakşibendi, Kadri, Rufai ve Şazeli tarikatlarının merkezi olmuştur. Arşivlerdeki vesikalara göre 14 tekke vardır. 1924 yılında medreselerin kaldırıldığı tarihte, 28 tane medrese bulunuyordu. Aynı tarihte Afyon'da 19, Sandıklı'da 6, Aziziye (Emirdağ)'de 1 medrese vardı. 1839'dan sonra medreselerin yanı sıra kurulan okullardan Bolvadin'de 7 ibtidaiye (ilkokul), 1 rüştiye (ortaokul) vardır. Ayrıca 63 tane sıbyan (mahalle mektebi) bulunuyordu.
Kurtuluş Savaşı.
Bolvadin, Türk Kurtuluş Savaşında stratejik yönden önemli bir merkez olmuştur. Birinci ve İkinci Ordu Bolvadin'de kurulmuştur. Cemal Kutay’ın değerlendirmesine göre Mehmet Fahrettin Koçak, “"az faniye nasip olacak bir şerefin sahibi"”dir. Zira Koçak, Yunan Başkumandanı Nikolaos Trikupis'i esir eden kıtalardan birinin Başçavuşudur ve esir düşman generalini Gazi Mustafa Kemal'in Başkumandanlık Karargâhına götürenler arasındadır. Mehmet Fahrettin Koçak Hicrî 1315'te Bolvadin'de doğmuş, 1978 yılında 79 yaşında ölmüştür.
Coğrafya.
Konum.
Bolvadin, 31 derece 2 dakika doğu meridyeni ile 38 derece 43 dakika kuzey paralelinin kesiştiği noktada, derin ve uzun bir alüvyon ova üzerine kurulmuştur.
Ege Bölgesi'nin İç Batı Anadolu kesminde yer alan Bolvadin güneyden Sultandağları, kuzeydoğudan Emirdağları ile çevrilidir.
Ulaşım açısından İç Anadolu, Ege ve Akdeniz bölgelerini birbirine bağlayan kilit noktadadır. Deniz seviyesinden ortalama yüksekliği 1016 metre ve yüzölçümü 1108 km²dir. Afyon yüzölçümünün %12,85'ini oluşturur.
Yüzey şekilleri ve iklim.
Bolvadin'in arazileri genellikle ovadır. İlçenin yüzölçümünün ortalama %40'ı tarımsal saha olup büyük bir kısmında tahıl üretilmekte, ikinci sırayı meyvelik, bağ ve bahçe sahaları almaktadır. İlçenin dağlarında sarı meşe, ardıç ve çam ormanları vardır.
Bolvadin iklim bakımından İç Anadolu Bölgesi ile Ege Bölgesi arasında yer aldığından, zaman zaman karasal, zaman zaman ılıman hava kütlelerinin tesiri altında kalmaktadır. Genel olarak yazları kurak ve sıcak, kışları soğuk ve kar yağışlı geçmektedir.
Bolvadin yeraltı suları bakımından zengin bir kuşakta yer almasına rağmen akarsular bakımından fakirdir. Bölgedeki tek akarsu Ahır Dağlarından doğup, Bolvadin'in güneyinden geçerek Eber Gölü'ne dökülen Akarçay'dır. Üzerinde Altıgöz, Develi, Kırkgöz ile Sırt köprüsü gibi köprüler vardır.
Eber Gölü.
Eber Gölü 967 metre ve yüzölçümü 125 km²dir. Bolvadin'e olan uzaklığı 7 kilometredir. Göl Akarçay ve Sultandağlarından gelen kaynak suları ile beslenmektedir. Bolvadin, Çay ve Sultandağı ilçelerine kıyısı olan Eber Golü hiçbir beşeri uğraşa ihtiyaç duyulmadan hasır, yastık ve son yıllarda kağıt üretiminin önemli hammaddesini oluşturan kamış ve kındıra üretim alanıdır. Gölde kamış, kındıra ve berdi ismi verilen sazlıklar arasında sazan balığı, turna balığı dışında su yılanı, su kaplumbağası, kunduz ve su faresi bulunur. Kuşlara barınak görevi gören gölde, avcılık yaygındır. Denizden yüksekliği gölde yetişen kamış, hasırotu ile gölde bulunana sazan ve turna balıkları gölün Bolvadin'in çevresinde bulunan köylüler için geçim kaynağı olmasını sağlamıştır.
Nüfus.
Nüfus ve Vatandaşlık Genel Müdürlüğü tarafından Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) uygulamasıyla yapılan nüfus sayımlarının sonuçlarını açıkladı. Açıklanan nüfus sayımında Afyonkarahisar'ın Bolvadin ilçesinin merkezi nüfusu 52 bin'den 31 bin'e gerileyerek yüzde 40 azaldı.
Nüfus ve Vatandaşlık Genel Müdürlüğü internet sitesinde yayınlanan Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) uygulamasıyla yapılan nüfus sayımlarının sonuçlarına göre, Bolvadin ilçe merkezinde 15 bin 618 erkek, 15 bin 734 Kadın yaşıyor. Sayım sonuçlarına göre, ilçe merkezi ve ilçe genelinde kadın sayısı erkek sayısından fazla çıktı.
Sayım sonucuna göre, Bolvadin'e bağlı kasabaların nüfusu ise şöyle: "Dişli Kasabası 3 bin 766, Kemerkaya Kasabası 2 bin 232, Özburun Kasabası 1 bin 966, Büyükkarabağ Kasabası 1 bin 621 olarak açıklandı."
İlçe 2 belde, 14 köy ve 64 mahalleden oluşmaktadır.
Siyaset.
Bolvadin Belediyesi, Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk kurulan belediye teşkilatlarındandır.
Ekonomi.
Bolvadin'de ekonomik hayat tarım, hayvancılık, ticaret ve sanayiye bağlıdır. Halkın geçim kaynağındaki ana unsur tarım ve hayvancılıktır. Buğday, arpa, mısır, nohut, fasulye, yeşil mercimek, şekerpancarı, haşhaş, ayçiçeği yetiştirilmekte; elma, armut, kayısı, vişne, kiraz gibi meyveler de üretilmektedir. Hayvancılıkta özellikle küçük baş hayvan yetiştiriciliği yaygındır.
Bolvadin, il ve ilçelere sanayi mamulleri pazarlamaktadır. Bunlar emaye ürünleri, işlenmiş kereste, teneke, demir doğrama, kaymak, sucuk, yumurtadır.
Bolvadin denince kaymak üzerinde durmak gerekir. Asıl kaymak Bolvadinli dilinde "camız" denen manda sütünden başkasından yapılmaz. Ancak son senelerde camız nüfusunda bir azalma olduğu söylenmektedir. Camız sütünün kendine has kıvamı, kokusu, yağ oranı ile kaymağın ham maddesi olarak önemli bir yeri vardır.
Burada bir noktayı da belirtmekte fayda var, son zamanlarda Afyon otogarındaki satıcılardan kaymak istendiğinde "kaymak" diye verdiklerinin içinde süt bulunan şekerden başka bir şey olmadığını bilmek ve aldanmamak gerekir. Asıl Bolvadin kaymağı, halis sütün şeker gibi hiçbir katkı maddesi katılmamış halinin özel metodlarla yoğunlaştırılması olduğunu ve mutlaka Bolvadin kaymağının aranması gerektiğinin altını çizmek gerekir.
Ekonomik göçler.
Gurbetçilik.
Kasaba ve köyler de dahil nüfusun büyük bölümü bu şehirlerinde yaşamaktadır:
Turizm.
İlçe çok miktarda yeraltı jeotermal kaynağa sahiptir. Afyonkarahisar-Konya yolunun üzerinde olan Heybeli Termal Tatil Köyü, Bizans döneminden beri kullanılan bir kaplıca olup, o dönemde "Kızılkilise" veya "Kızılkirse" adıyla bilinen, Bolvadin'in önemli bir turizm merkezidir. Bolvadin Belediyesi'nin işlettiği tesis, son yıllarda yapılan çalışmalar ile tam bir turizm merkezi haline gelmiştir. Bolvadin'e 37 km uzaklıktadır. Su sıcaklığı 46 °C ile 52 °C arasında değişmekte olup, pH değeri 6,8'dir.
Bayramlarda ve yaz aylarında kapasitesini zorlayan tesis, bölgenin önemli bir termal tesisidir. Suyu şifalıdır. Birçok cilt hastalığına iyi gelmektedir. Bünyesinde 4 yıldızlı Özer Termal Otel'ini de barındırmaktadır. Büyük bir alana yayılmış olan tesiste; çim saha, basketbol sahası, çay bahçesi, çocuk parkı, 2 tane büyük havuz, 2 tane eski ve daha küçük havuz (Orta havuzlar) ve sayamadığımız birçok mekân vardır. Her devremülkte havuz vardır.
Kırkgöz Köprüsü
Bolvadin'in 6 km Güneyinde Bolvadin ile Sultandağı arasında Akarçay üzerindedir.
Köprü hakkında ilk bilgiler Hitit tabletlerinde bulunmaktadır. Köprü 400 metre uzunluğunda 4 metre genişliğinde taş bir köprüdür İstanbul da başlayan ve Bağdat a kadar uzanan taş kaplı bir yolun parçasıdır. 400 metre olan bu köprünün 60 tane gözü vardır. Kırk göz denilmesinin nedeni Türk mitolojisinde 40 çokluğu ifade ettiği için 40 göz denmiştir.
Yaşanılan dönemde Anadolu'yu doğuya bağlayan tek yol tek geçit burası olması köprünün değerini arttırmıştır. Köprünün önemi o kadar büyüktür ki bu köprüye sahip olan Anadolu'ya sahip olurmuş. Hititlerden sonra Frigler kullanmışlardır. Roma döneminde 2 kez tamir geçirmiş ilk tamiri Sezar bu köprüden geçeceği için yapılmış 2. tamiri Hadrianus döneminde MS 133'te gerçekleştirilmiştir. Roma, Bizans, Selçuklular dönemine ait bütün doğu ve batı seferleri, bu köprü üzerinde yapılmıştır
Osmanlılar zamanında 1553 tarihinde kanuni sultan Süleyman Bizzat mimar Sinan'ı buraya getirerek burayı 2 defa tamir ettirmiştir ve ayrıca Bolvadin yönündeki 175 m'lik bölümü ile 22 gözünü Mimar Sinan yapmıştır. Köprünün gözlerine bakıldığında bu tamir farkları görülmektedir. Osmanlı döneminde köprünün yatağı üzerine bir de namazgâh eklenmiştir. Köprüden namazgaha girilen kapı üzerindeki beyaz mermer kitabeye bununla ilgili iki satırlık bir yazı yazılmıştır. Bugün bu kitabe Afyon Karahisar Müzesi'ndedir.
Türbeler, Mezarlar.
Bolvadin türbe bakımından da zengin bir ilçedir.
Spor.
Bolvadin ilçesini, Bölgesel Amatör Lig'de Belediye Bolvadin Termalspor temsil ederken Afyonkarahisar Amatör Liglerinde Bolvadin Horan Gençlikspor temsil etmektedir. Takımlar maçlarına 2.500 kişilik Bolvadin İlçe Stadında oynamaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5348",
"len_data": 13589,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.45
}
|
İbn-i Battuta (d. 24 Şubat 1304 - ö. 1369), Orta Çağ'da yaşamış olan Berberî Mağrip bilgini, kaşifi ve seyyahıdır. "Rıhletü İbn Battûta" diye bilinen seyahatnâmenin yazarıdır. Maliki mezhebine mensuptur. İbn-i Battuta, büyük ölçüde modern öncesi tarihte diğer tüm ünlü kaşiflerden daha fazla seyahat etmiş, toplam 117.000 km ile Zheng He'yi yaklaşık 50.000 km ve Marco Polo'yu da 24.000 km ile geride bırakmıştır.
İbn-i Battuta, 1325'te Mekke'ye hacca giden zengin, Faslı bir Müslümandı. Bu esnada yaşadığı maceralar onu daha uzaklara yolculuk etmeye sevk etti. İbn Battuta, Avrupalılarca çok az bilinen Afrika, Orta Doğu ve Uzak Doğu'ya cesur yolculuklar yaptı. 28 sene boyunca durmadan gezdi. Mısır, Arap Yarımadası, Irak coğrafyası, İran coğrafyası, Anadolu'da bulunan belli başlı beylikleri, Bizans hâkimiyetindeki İstanbul'u, Orta Asya'yı, Hindistan'ı, Maldivler'i, Çin'i ve Endülüs'ü gezdi. Buralarda yaşayan toplumların devlet ve toplum yapılarını, inançlarını, adetlerini, farklı coğrafyaların doğal güzelliklerini, yapıtlarını ve ürünlerini inceleyen ünlü seyahatnamesini yazdı. Ayrıca birçok ülkede kadılık görevinde bulundu.
İbn-i Battuta'nın doğduğu şehir olan Tanca'dan Mekke'ye kadarki yolculuğu, 2009 yılında yayınlanan "Journey to Mecca" "(Mekke'ye Yolculuk)" isimli belgesel filmine konu oldu.
Yaşamı.
Erken dönem.
İbn Battuta, 24 Şubat 1304 tarihinde Fas'ın Tanca şehrinde, Berberi kökenli bir ailede dünyaya geldi. Sünni Maliki mezhebinde okul okudu; çünkü o zamanlar Kuzey Afrika'daki baskın eğitim bu şekildeydi.
Mekke'ye Hac seyahati.
1325 yılında 20 yaşındayken hacca gitmeye karar verdi. Kuzey Afrika kıyılarından kara yoluyla Kahire'ye vardı. Daha sonra Nil kıyısından yukarı çıkarak Kızıldeniz'i aşıp Mekke'ye varmak istese de, yukarı Nil bölgesindeki kabilelerin bu sırada isyan halinde olmaları nedeniyle Kahire'ye geri dönmek zorunda kaldı. Bu sırada karşılaştığı bir ermiş ona Suriye'yi görmeden Hacc'a gidemeyeceği kehanetinde bulundu. Bunun üzerine Şam'a doğru yola çıktı ve Ramazan'ı orada geçirdi. Şam yolculuğu sırasında Kudüs, Beytülahim ve El Halil gibi kutsal kentleri ziyaret etti. Medine üzerinden Mekke'ye vararak hacı oldu. Ancak dönüş yolunda yolculuklarını sürdürmeye karar verdi.
Bir kervana katılarak Mezopotamya sınırına doğru yol aldı ve Necef'te Ali'nin mezarını ziyaret etti. Buradan Basra yoluyla İsfahan'a gitti. Bundan yaklaşık on yıl sonra İsfahan Timurlenk tarafından yerle bir edilecekti. Daha sonra Şiraz'a ve Hülagü Han tarafından yağmalanmış olan Bağdat'a gitti. Burada son İlhanlı hükümdarı Ebu Said ile tanıştı ve onun kervanıyla bir süre yol aldıktan sonra Tebriz'e gitti. Tebriz, Moğol saldırılarına karşı koymayarak onlara kapılarını açtığı için bölgede yıkılmadan kalmış tek büyük şehirdi. İpek yolu üzerinde de yer aldığından bölgenin önemli bir ticaret merkezi olmuştur. Daha sonra ikinci kez hacı olmak için Mekke'ye döndü. (Mekke'de bir yıl kalarak ikinci büyük yolculuğuna hazırlandı.)
Afrika kıyıları seyahati.
Bu sefer Doğu Afrika kıyılarından güneye indi. İlk durağı olan Aden'de Hint Okyanusu üzerinden Arap Yarımadası'na gelen mallarla ticarete atılmaya ve bir servet sahibi olmaya karar verdi. Ancak bu planını uygulamaya koymadan önce 1331 yılının baharında son bir maceraya atılmaya karar verdi. Daha da güneye inerek Etiyopya, Mogadişu, Mombasa, Zanzibar ve Kilva'da birer hafta kaldı. Muson rüzgarlarının dönmesiyle gemisi Arap Yarımadası'na geri döndü. Burada yerleşik hayata geçmeden önce son bir seyahate çıkmaya karar verdi ve Umman'ı ve Hürmüz Boğazı'nı görmek için tekrar yola çıktı.
Mekke'den Konstantinopolis'e, oradan Hindistan'a.
Dönüşte tekrar bir yıl kadar Mekke'de kaldı. Bu sırada Hindistan'daki Delhi Sultanı'nın hizmetine girmeyi kafasına koydu. Yolda kendisine gerekecek tercümanı bulmak için Selçukluların yönetiminde bulunan Anadolu'ya gitmeye karar verdi. Şam'dan bir Ceneviz gemisi ile Alanya'ya geçti. Buradan da Konya yoluyla Sinop'a gitti. Karadeniz'i geçerek Kırım'ın Kefe limanına vardı. Bu sırada Kırım Altın Ordu devletinin topraklarında bulunuyordu ve tesadüfen Altın Ordu Kağanı Özbeg'in kervanı ile karşılaştı. Volga nehrinin yukarısına doğru yol alan bu kervan ile Astrahan şehrine gitti. Astrahan'a vardıklarında Kağan hamile olan eşlerinden birinin doğum yapmak için memleketi olan Konstantinopolis'e dönmesine izin verdi. Bu seyahatte ona eşlik etmesi için İbn Battuta'ya izin verdi.
İbn Battuta 1332 yılında Konstantinopolis'e gitti ve İmparator III. Andronikos ile görüştü. Aya Sofya'yı dışarıdan gördü. Bir ay Konstantinopolis'te kaldıktan sonra Astrahan üzerinden Hindistan'a gitmek için yola çıktı. 1332 yılında Hazar Denizi'nin ve Aral Gölünün çevresinden dolaşarak Afganistan'a, buradan da dağ geçitlerini aşarak Hindistan'a ulaştı.
Delhi Sultanlığı'nda.
Hindistan'da Müslümanlık daha yeni yeni kabul görmeye başlamıştı. Delhi Sultanı gücünü sağlamlaştırabilmek için mümkün olduğunca çok bilgin ve memuru ülkesinde görevlendirmek istiyordu. İbn Battuta'yı da Mekke'de görmüş olduğu öğrenim nedeniyle kadı olarak görevlendirdi. Ancak Delhi Sultanı Muhammed bin Tuğluk o günün şartlarına göre bile oldukça dengesiz birisiydi. İbn Battuta kah lüks içinde kah güvensizlik içinde bir yaşam sürüyordu. Bu durumdan kurtulabilmek için tekrar hacca gitmek istediğini öne sürerek Delhi'den ayrılmak istedi. Sultan ise ona alternatif olarak Çin'e elçi olarak gitmeyi teklif etti. İbn Battuta bu teklifi hemen kabul ederek, hem yeni ülkeler görmek hem de Sultan'ın egemenlik bölgesinden uzaklaşmak fırsatını değerlendirdi.
Ancak kıyıya doğru giden bir grup Hint isyancının saldırısına uğradı. İbn Battuta yoldaşlarından ayrı düştü, parası ve malları elinden alındı ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Neyse ki yoldaşlarını iki gün gibi bir sürede yakalamayı başardı. Kambay limanından güneybatı Hindistan'daki Kalküta şehrine yolladılar. Burada İbn Battuta bir camiyi ziyaret ederken çıkan bir fırtınada sefer gemilerinden ikisi battı. Diğer gemi ise onu sahilde bırakarak denize açıldı ve birkaç ay sonra Sumatra'daki bir kral tarafından bu gemiye el konuldu. Delhi'ye başarısız olarak dönmekten korktuğu için burada Cemaleddin adlı dostunun koruması altında bir süre kaldı. En sonunda Çin'e gitmek üzere tekrar yola çıktı.
Maldivler üzerinden Çin'e.
Ancak önce Maldiv Adaları'na gitti. Burada öngördüğünden fazla kalmak zorunda kaldı. Çünkü yargıç olarak hizmet etmesi adalıların işine geliyordu. Onu tehdit ve rüşvetlerle adada kalmaya hem zorladılar hem de ikna ettiler. Kraliyet ailesine evlilik yoluyla bağlanması ve en yüksek yargıç konumuna getirilmesi onu adadaki yerel politikanın içine çekti. Daha özgür bir dünya görüşüne sahip ada toplumunun hoşuna gitmeyen birkaç sert karar vermesi onu Maldivleri terk etmek zorunda bıraktı. Seylan adasındaki kutsal Sri Pada tapınağını görmek üzere yelken açtı. Seylan'dan ayrılmak için bindiği gemi bir fırtınada batmak üzereyken başka bir gemi tarafından kurtarıldı ancak bu sefer de korsanların saldırısına uğradı ve sahile bırakıldı. Tekrar Kalküta'ya döndü. Buradan tekrar Maldiv Adaları'na gitti ve bu sefer bir Çin gemisine binerek sonunda amacına ulaştı. Çitatong, Sumatra ve Vietnam üzerinden Fujian eyaletindeki Quanzhou şehrine vardı. Buradan da kuzeye giderek Şanghay yakınlarındaki Hangzhou'ya ulaştı. Seyahatnamesinde daha da kuzeye Pekin'e kadar gittiğini söylese de bu inandırıcı bulunmaz.
Quanzhou'ya geri döndüğünde artık eve dönmek istediğine karar verdi. Ama aslında artık gerçek evinin neresi olduğunu bilmiyordu. Kaliküt'e döndükten sonra kısa bir süre Muhammed bin Tuğluk'un yanına dönmeyi düşündüyse de sonradan bundan vazgeçti ve Mekke'ye doğru yola çıktı.
Mekke'ye dönüş ve Kara Ölüm salgını.
Yolu, Sultan Ebu Said ölmüş olduğu için karışıklık içinde bulunan İlhanlı topraklarından geçti. Şam üzerinden hac yoluyla Mekke'ye gitmek için bu şehre geldi. Şam'da babasının ölüm haberini aldı. Ölümler bu yıl boyunca peşini bırakmadı. Suriye, Filistin ve Arabistan'da bu sırada patlayan veba salgınına tanık oldu. Mekke'ye ulaştığında ilk yola çıkışından çeyrek yüzyıl sonra Mağrib'e dönmeye karar verdi. Son olarak Sardinya'ya uğrayarak Tanca'ya vardı ve annesinin de birkaç ay önce ölmüş olduğunu öğrendi.
Tanca'dan İspanya'ya gidiş ve geri dönüş.
Ancak Tanca'da uzun süre kalmadı. Kastilya Kralı XI. Alfonso Cebelitarık'ı ele geçirmek için sefere çıkmıştı, İbn Battuta da şehri korumak için gönüllü olan bir grup Müslümanla birlikte Endulüs'e gitti. Ancak buraya vardıklarında XI. Alfonso'nun vebadan öldüğünü ve artık bir tehlike kalmadığını öğrendiler. İbn Battuta yolculuğuna zevk için devam etti. Valensiya'dan geçerek Granada'ya gitti.
İslam dünyasında en az araştırdığı yer kendi ülkesi Mağrib'di. Bu yüzden Endülüs'ten dönüşünde bir süre Marakeş'te kaldı. Bu sırada Marakeş veba ve başkentin Fes'e taşınması nedenleriyle harap durumdaydı. Tekrar Tanca'ya döndükten sonra da yolculuklarını bitirmedi. İlk yola çıkışından iki yıl önce Mali hükümdarı Mansa Musa hacca giderken Tanca'dan geçmiş ve zenginliği ile nam salmıştı. Bu sıralarda dünyada çıkarılan altının yarısı Batı Afrika'dan geliyordu. Bu konuda pek fazla bir şey anlatmasa da duydukları ilgisini çekmiş olacak ki Sahra Çölü'nün öbür tarafındaki bu İslam ülkesini ziyaret etmek için yola çıktı.
Çöl boyunca.
1351 sonbaharında Fas'tan ayrıldı ve bir hafta sonra yolu üzerindeki son Fas şehri olan Sijilmasa'ya vardı. İlk kış kervanlarından birine yazılarak bir ay sonra Sahra'nın ortasındaki Taghaza şehrine geldi. Taghaza tuz üretiminin getirdiği zenginlikle ve Mali altınlarıyla dolu da olsa İbn Battuta'nın üzerinde pek iyi bir etki bırakmadı. Çölün en zor 500 kilometresini geçerek Mali'deki Walata şehrine ulaştı. Daha da güneybatıya ilerledi. Burada kendisinin Nil nehri olduğunu sandığı Nijer nehri kıyılarından geçerek Mali'nin başkentine vardı. Burada 1341'den beri kral olan Mansa Musa tarafından ona gösterilen misafirperverlikten şüphe duysa da yine de 8 ay kaldı. daha sonra Nijer nehrini yukarıya doğru çıkarak Timbuktu'ya geldi. Bu sıralarda Timbuktu sonraki iki yüzyılda ulaşacağı zenginliğe ve büyüklüğe henüz sahip olmadığından gözüne küçük ve önemsiz göründü ve bu yüzden fazla kalmayarak Fas'a doğru eve dönüş yoluna geçti. Yarı yolda da zaten Mağrib Sultanı'nın onu saraya çağırdığı haberini aldı. 1353 Aralık'ında Fas'a kesin olarak döndü.
Sultan Ebu İnan Faris'in isteği ile şair Muhammed İbn Cüzac'a anılarını dikte ettirmeye başladı. Böylece ortaya çıkan Rıhle'sindeki bazı yerler hayal ürünü olsa da dünyanın birçok yöresinin 14. yüzyıldaki halini en doğru ve açık şekilde anlatan elimize kalmış en önemli kitaptır. Rıhle'nin yayınlanmasından sonra İbn Battuta Fas'ta 22 yıl daha büyük saygı görerek yaşadı.
Yüzyıllar boyunca İslam dünyasında bile Rıhle pek tanınmamıştır. Ancak 19. yüzyılda birçok batı dillerine çevrildikten sonra önem kazanmış ve İbn Battuta doğunun en bilinen isimlerinden biri olmuştur. Bugün aydaki bir meteor krateri ve Dubai'de koridorları onun araştırmalarıyla döşenmiş bir alışveriş merkezi onun adını taşır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5349",
"len_data": 11018,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.49
}
|
Tümör "(ur; neoplasm; tumor)" tanımı önceleri vücuttaki herhangi bir şişlik ya da kitle için kullanılırdı (yangıda, ödem ve şişlik nedeniyle oluşan doku büyümesi için bile “tumor” nitelemesi yapılmıştı). Sonraları hücrelerin kuralsız ve sınırsız çoğalmaları nedeniyle oluşan kitleler için kullanılmaya başlandı. Yaşamın herhangi bir döneminde organizmanın bir bölümündeki hücreler biyolojik niteliklerini düzenleyici kurallara uyum göstermez ve sınırsız olarak çoğalabilir "(otonomi)". Bu nitelikleri içeren bir kitleye tümör ya da neoplazm "(neoplasm; yeni gelişen kitle)" adı verilir. Tümör kitleleri vücudun kendi hücrelerinden yapılıdır"."
Tümörle ilgili en eski bulgular tarih öncesi (prehistorik) ve erken historik çağlardaki insan kemiklerinden elde edilen paleopatoloji verilerine dayanmaktadır. Kötü huylu (malign) tümörlerle ilgili tanımlamalar ise M.Ö. 1500 yılına dek uzanır. "Hippocrates" bu tür oluşumları "karkinoma" olarak adlandırmıştı.
Çağdaş istatistiklere göre kanserler gelişmiş ülkelerdeki ölüm nedenleri arasında 2. sırada yer alır (ilk sırada kalp-damar hastalıkları vardır); geri bırakılmış ülkelerde ise 3. sıradadır.
Selim tümörler ve Kanserler.
Kitle yapan oluşumların tümör olup olmadıkları alınan örneklerin histopatolojik incelemesi ile anlaşılır. Tümör olarak tanı konulan oluşumlar nedenlerine, kaynaklarına ya da taklit ettikleri hücrelere, davranışlarına, organizmaya etkilerine, tedaviye yanıtlarına, vb faktörlere göre sınıflandırılırlar. Kaynaklarına ya da taklit ettikleri dokulara göre yapılan sınıflandırmalarda tümör hücrelerinin benzeme çabaları (olgulaşmaları; diferansiyasyonu) çok önemlidir. Tümörler bu ilkeye göre 2 temel gruba ayrılırlar; epitelyal tümörler ve non-epitelyal tümörler. Non-epitelyal tümörler grubu mezenkimal tümörler, hematopoietik sistem tümörleri, kemik tümörleri gibi epitel dokusu dışında kalan tüm dokuların neoplazmlarını kapsar.
Tümörlerin davranışlarına göre gruplandırılmaları pratikte çokça kullanılan bir sınıflandırma yöntemidir; tedavi yöntemleri davranışlarına göre değişir. Tümörleri davranışlarına göre ilk kez gruplandıran "Hippocrates"’tır. Ona göre tümörler;
(a) Zararsız, (b) Tehlikeli/Öldürücü olarak ikiye ayrılmaktaydı.
Bugün de klinik gidişlerine ve patolojik niteliklerine göre tümörler ikiye ayrılır:
Selim tümörler (iyi huylu tümörler; benign tümörler).
Yavaş büyüyen ve bazıları uzun süre aynı büyüklükte kalan oluşumlardır. Çoğunda tümörü saran bir kapsül vardır. Tümör büyürken kapsülle birlikte çevresindeki dokuları iter. Çevre dokuların ve damarların içine girmez ancak sıkıştırarak basınç atrofisine yol açabilir "(ekspansif büyüme)." Selim tümörler başka organlara yayılmazlar (metastaz yapmazlar). Çoğunluğu zararsızdır. Bir bölümü bulunduğu yer nedeniyle (beyin) ya da hormon salgılayarak (adrenal gland) tehlikeli olabilir. Mikroskopla incelendiğinde, tümör hücreleri normal hücrelere benzerler (iyi diferansiye olmuşlardır). Mitozlar ya az sayıdadır ya da saptanmaz (1.000 hücreden bir tanesinde veya daha azında). Selim tümörlerde DNA yapısı genellikle düzenlidir. Bu tip tümörlerin çok azı sonradan kanserleşebilir.
Kanserler (habis tümörler, malign tümörler).
Kanserler, genellikle sürekli ve hızlı büyürler. Kapsülleri yoktur, büyürken sınır tanımazlar, çevresindeki dokuların ve damarların içine girerler "(invazyon, infiltratif büyüme)." Sıklıkla başka organlara da yayılırlar (metastaz) yaparlar. Tedavi edilmeyen ya da tedavisi gecikmiş kanserler öldürücüdür. Mikroskopla yapılan incelemelerde, normal hücrelere daha az benzerler ya da hiç benzemezler. Bazı olgularda taklit çabasının başarılı olmaması nedeniyle kanserin kökeni ya da taklit ettiği hücrelerin kaynağı anlaşılamaz. Mitozlar sık olabilir (1.000 hücreden 20 tanesinde veya daha fazlasında). Kanserlerde DNA yapısı genellikle yoğunlaşma içerir; yoğun DNA hücre çekirdeklerinin koyu renge boyanmasına neden olur. Sitogenetik incelemelerde çok sayıda gen anomalileri saptanır.
Tümörlerin adlandırılması ve Kökeni.
Tümörlerin adlandırılmasında belirli kurallar olmakla birlikte kuraldışı olanlar da vardır. Selim tümörler adlandırılırken genellikle tümörün temsil ettiği hücre ve dokunun adına -OMA takısı eklenir (Türkçede -OM takısı da kullanılabilmektedir). Kanserlerde, tümörün temel kökenine göre eklenen bir betimleme vardır: bu betimleme “epitel kaynaklı kanserlerde “karsinom "(carcinoma," kısaca "ca")”, epitel kökenli olmayan hücrelerden kökenli kanserlerde sarkom "(sarcoma," kısaca "sa)" olarak etiketlenirler.
Tümörlerin kökeni.
Selim ya da habis tüm tümörlerin (kanser) kökenini aldıkları ya da taklit etmeye çabaladıkları bir ya da birkaç hücre türü vardır. Tümörler benzedikleri hücrelerin adlarıyla etiketlenirler.
Tümörlerin bir bölümü embriyonal dönemde ve fetüsün olgunlaşmasında önemli görevleri olan hücrelerden "(totipotent hücreler ve pluripotent hücreler)" kökenlidir. Totipotent hücreler özellikle gonadlardaki (ovaryum, testis) germ hücreleridir. "Choristoma" ve "Hamartoma," totipotent hücrelerden kökenli oluşumlardır. Pluripotent hücreler doğumdan sonraki ilk yıllarda giderek kaybolurlar. Bu nedenle pluripotent hücre tümörlerinin çoğu çocukluk dönemi tümörleridir; genellikle kanser davranışı gösterirler. Örnekler; Wilms tümörü ya da Nefroblastoma (böbrek kanseri), ilkel sinir hücreleri nöroblastoma (böbrek üstü bezi kanseri), ilkel nöroektodermal hücre kanseri medulloblastoma (beyin kanseri).
Olgunlaşmış (diferansiye) hücrelerden kökenli tümörler iki ana grupta incelenir:
Epitel timörleri (epitelyal tümörler): Olgunlaşmış (diferansiye) epitel hücrelerinden kökenli tümörlerdir. Salgı üretme işlevi olan epitel hücrelerinin selim tümörlerine "“adenoma”," örtücü epitelden kökenli olanlara "“papilloma”" adı verilir. Skuamöz epitelden kökenli olan selim tümörlere "“skuamöz papillom”" ya da yalnızca "“papilloma”," salgı bezlerinin kanallarını döşeyenlere "“intraduktal papilloma”," mesane epitelinden kökenli olanlara "“transisyonel hücreli papilloma”" denir. Salgı yapan bezlerin papilloma benzer görünümdeki selim tümörleri "polip" olarak adlandırılır (bağırsak polipi, burun polipi).
Epitelden kökenli kanserlere "“karsinom”" nitelemesi yapılır. En önemli karsinomlar skuamöz epitelden kökenli "“skuamöz hücreli karsinom”" ve salgı üreten epitelden kökenli "“adenokarsinom”" türleridir. Karsinomların tanımlanmalarında hücresel ve yapısal nitelikleri yansıtan takılar kullanılabilir; örneğin, parmaksı çıkıntılar yapanlara "papiller adenokarsinom", yoğun fibrozis içerenlere "skiröz karsinom", gibi. Karsinomlar yaşa ve cinsiyete göre farklı özellikler gösterir. Bazı karsinomlar erkeklere (prostat) bazıları ise kadınlara (meme) özgüdür. Çocuklarda karsinom olağanüstü enderdir. Karsinomlar öncelikle bölgesel lenf düğümlerine metastaz yaparlar. Uzak organ metastazları daha sonra görülür.
Epitel-dışı dokuların tümörleri: Epitelyal doku elemanları dışında kalan tüm dokuların taklit edildiği tümörler anlaşılır. Çoğu mezenkimal doku niteliği taşır; iyi huylu mezenkimal tümörlerin adlandırılmasında genel kurallara uyularak tümörün kökeni olan hücre ya da doku adının arkasına “–oma” takısı eklenir (örnek; kıkırdak dokusu tümörü için kondroma). Habis mezenkimal tümörlerin adlandırılmasında “-sarcoma” takısı kullanılır (kondrosarkoma). Epitelyal doku elemanları dışında kalan tüm dokuların tümörleri yaşamın herhangi bir döneminde ortaya çıkabilir. Habis olanları "(sarkomlar)" öncelikle uzak organ metastazları yaparlar. Bu özelliği nedeniyle hastalığın gidişi karsinoma oranla daha hızlı olabilmektedir.
Tümörlerin adlandırılmasındaki ayrıcalık kuralları
Tümörlerde Sıklık.
XIX. yüzyıla dek hijyen koşullarının bozukluğu ve hastalıklardan korunma ile tedavinin (antibiyotiklerin) bilinmemesi nedeniyle özellikle enfeksiyon hastalıkları ve bunların yaptıkları salgınlar ilk sıradaki ölüm nedenleriydi. XIX. yüzyıl ortalarında başlayarak günümüze dek enfeksiyon hastalıkları ve salgınlar konusundaki bilgilerimiz hızla arttı. Aşılar ve korunma yöntemleri geliştirildi. Antimikrobiyal maddeler ve tedavi yolları açıldı. Ancak bu kez başka bir tehlike belirdi: yeni yaşam koşullarının zemin hazırladığı kalp ve damar hastalıklarını ön plana geçti, kanserler de ikinci sırayı aldı.
Tümör Oluşması (Karsinogenez; "Carcinogenesis)".
Karsinogenez kavramı normal bir hücrenin tümör hücresine dönüşmesi ve çoğalarak bir kitle oluşturması sürecini niteler. Tüm tümörlerin oluşumundaki temel ilke “bir dizi genetik farklılaşma”nın varlığıdır. Gen yapısındaki bozulmaların ve hasarların sonucunda normal hücrelerdeki biyolojik düzen (çoğalma, büyüme, yaşlanma, ölüm) bozulur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5356",
"len_data": 8596,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.93
}
|
Omurilik, omurga denilen kemik bir yapının içinde boyundan kuyruk sokumuna kadar uzanan ve ortasında yine boydan boya bir kanal içeren merkezî sinir sisteminin bir parçasıdır.
İlk lumbar, omurun alt kenarına kadar devam eder. Buradan itibaren sinirler atkuyruğu şeklinde yayılır. Yaklaşık olarak kadınlarda 43 cm, erkeklerde ise 45 cm uzunluğunda ve 35-40 gram ağırlığındadır. Omurilik soğanından gelen refleksleri kontrol eder ve tam olarak beyinde başlar.
Omurilik, dışta ak madde ve içte "H" şeklinde bir boz maddeden oluşur. Ak madde miyelinli sinirlerden, boz madde ise sinir hücrelerinin gövde kısımlarından ve miyelinsiz sinirlerden oluşur. Omuriliğin dorsal boynuzu duyusal sinirleri alır, ventral boynuzu ise motorik sinirleri alır.
Omurilik, vücutta istemsiz davranışları ve refleksleri kontrol eder. Vücuttan beyine gelen sinirler omurilikte çapraz yaparak gelir. Bu sayede vücudun sol tarafını beynin sağ lobu, vücudun sağ tarafını ise beynin sol lobu kontrol eder.
Omurilikte sinir, dokunun en ilkel diziliş şekli korunmuştur. 33 omurdan meydana gelmiş olan omuriliğin üzeri beyin gibi üç katlı zarla çevrilidir. Bunların arasında da omuriliği sarsıntı ve darbelerden koruyan beyin-omurilik sıvısı (BOS) bulunur.
Omuriliğin sağından ve solundan düzenli sıralanmış 31 çift duyu ve motor siniri çıkar. İç kısımda gri maddeden (perikaryonlardan veya sinir hücre gövdelerinden), dış kısımda ise sinir liflerinden (aksonlardan veya ak maddelerden) meydana gelmiştir. Boz madde, ak madde içerisinde kelebeğe benzer bir yapıya sahiptir. Ak maddenin beyaz görünmesinin nedeni, aksonun içerdiği miyelin kılıfdandır. Boz maddenin sağ ve sol yanlarında yan, ön ve arka boynuzcuk olarak isimlendirilen üç kısım bulunur. Bu boynuzcukların görevleri şunlardır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5357",
"len_data": 1759,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.74
}
|
Omur ya da vertebra, omurgayı oluşturan 33-34 kemikten her birine verilen bir addır. Kafatasının hemen altından başlayıp kuyruk sokumuna dek uzanırlar. Omurgada 7 adet boyun omuru (servikal vertebra), 12 adet sırt omuru (torasik vertebra), 5 adet bel omuru (lumbal vertebra), 5 sakral vertebra (sakrum) ve 4'de koksigeal (koksiks) vertebra bulunur. Bu vertebraların ilk 24 tanesi birbirine eklemler aracılığıyla bağlanmıştır. Bunlara presakral vertebralar denilir. Kalan 9 vertebradan daha üstteki 5 tanesinin birleşmesinden sakrum meydana gelmiştir. En altta bulunan küçük ve tam gelişmemiş 4 vertebranın birleşmesinden koksiks denilen kemik meydana gelmiştir. Bu vertebraların her birinin yapısı içlerinden geçen oluşumlara ve fonksiyonlarına göre değişiklik göstermesine karşın, hepsinin ortak özellikleri vardır.
Yapısı.
Genel yapısı.
Tüm vertebraların birçok ortak özelliği var ve bunların birçoğu torasik vertebranın farklı görünümleri incelendiğinde ortaya çıkmaktadır. Bir vertebranın gövdesi, omurga boyunca birincil ağırlık taşıma görevi gören büyük silindirik kemik kütlesidir. İntervertebral disk, omurga boyunca bir amortisör görevi gören kalın, sıvı dolu fibrokartilaj halkasıdır. Vertebralar arası eklem, iki vertebra gövdesi ve araya giren intervertebral diskin birleşiminden oluşmuştur. Her vertebra gövdesinin arkasında, hassas omuriliği barındıran ve koruyan vertebra kanalı bulunmaktadır. Pediküller, vertebra gövdesininin kısa, kalın kemik çıkıntılarıdır. Lamina, vertebral kanalın arka duvarını oluşturan ince kemik plakalarıdır. Her bir vertebra, birbiriyle eşleşen üst ve alt eklem yüzlerine sahiptir. Bir vertebranın alt yüzü, altındaki vertebranın üst yüzeyiyle birleşerek bir çift apofizeal eklem oluşturmuştur. Daha yaygın olarak faset eklemler olarak adlandırılan bu eklemler, vertebral hareketin yönünü yönlendirmeye yardımcı olmaktadırlar.
Gelişimi.
Erken embriyoda somitler oluşur ve bunların bir kısmı sklerotomlara dönüşür. Sklerotomlar, vertebraları, kaburga kıkırdağını ve oksipital kemiğin bir kısmını oluşturur. Somit içindeki ilk konumlarından, sklerotom hücreleri medial olarak notokord'a göç ederler. Bu hücreler, paraksiyel mezodermin diğer tarafındaki sklerotom hücreleri ile karşılaşır. Bir sklerotomun alt yarısı, her bir vertebra gövdesini oluşturmak için bitişik olanın üst yarısı ile birleşir. Bu vertebra gövdesinden sklerotom hücreleri dorsal olarak hareket eder ve gelişmekte olan omuriliği sararak vertebra kemerini oluşturur. Diğer hücreler, kaburgaları oluşturmak için torasik vertebraların kaburga uzantılarına uzar.
Bölgesel farklılıklar.
Tüm omurlar ortak anatomik özelliklere sahip olsalar da, belirli bir bölgenin benzersiz işlevini yansıtan farklı özelliklere de sahiptirler.
Servikal vertebra.
Servikal vertebranın enine uzantıları(prosessus), beyne doğru giderken vertebral arter için koruyucu bir geçit görevi gören enine foramenlere (delik) sahiptirler. Bu foramenler servikal vertebranın ayırıcı özelliğidir. C3-C7'nin küçük dikdörtgen gövdeleri, uncinate uzantılarla arkadan yana olarak sınırlandırılmıştır. Bu kanca benzeri unsinat uzantıların bitişik vertebralarla eklemlenmesi, gizli olmayan eklemleri oluşturmakta ve servikal vertebranın bu bölgesinin bir dizi istiflenebilir raf gibi görünmesini sağlamaktadır. Servikal bölgedeki dikenli uzantıların çoğu bifid veya iki uçludur ve vücudun her iki tarafındaki kaslar için bağlantı sağlar. C3-C7 boyunca apofizeal (faset) eklemlerin, yatay ve ön düzlemler arasında yaklaşık 45 derece olan bir düzlemde eğimli bir çatı üzerindeki zona gibi yönlendirildiği gözlemlenmiştir. Bu yönelim, bu bölgenin kinematiği üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Birinci ve ikinci servikal vertebra diğerlerinden farklılıklar göstermektedir.
Atlas (C1).
Yunan tanrısı Atlas'ın dünyanın yükünü sırtında taşıdığı söylenmektedir. İlk servikal vertebra, kafatasının ağırlığını destekleme işlevini yansıtan atlas olarak da adlandırılmaktadır. Atlas, esasen ön ve arka kemerlerle birbirine bağlanan iki büyük yan kütledir. Diğer ayırt edici özellikleri arasında, servikal bölgenin en büyüğü olan büyük transvers (enine) uzantıları olması yer almaktadır.
Axis (C2).
Axis adını, baş ve üst servikal bölge arasındaki dönme hareketleri için tam anlamıyla dikey dönme ekseni olarak işlev gören, dens adı verilen büyük sivri uçlu kemiğin çıkıntısından almıştır. Axsisin (C2) üst yüzü, atlasın düzleştirilmiş çarpık yüzüyle eşleşecek şekilde nispeten düzdür. Bu konformasyon, atlasın, başın sola veya sağa döndürülmesi gibi, eksen üzerinde yatay düzlemde serbestçe dönmesine izin vermek için iyi tasarlanmıştır. C2'nin bifid spinöz uzantısı geniş ve aşikardır.
Torasik vertebra.
12 torasik vertebra, keskin, aşağıya doğru yansıtılan spinal uzantıları ve büyük posterior, lateral olarak yansıtılan transvers (enine) uzantıları ile karakterizedir. Çoğu torasik vertebranın gövdesi ve transvers uzantıları, kaburgaların arka yüzü ile eklemlenme için kostal yönlere sahiptir. Çoğu kaburganın ön kısmı doğrudan veya dolaylı olarak sternuma bağlanmıştır. Bu nedenle kaburgalar, torasik vertebra ve sternum göğüs boşluğunun hacmini tanımlar.
Lumbal vertebra.
Vücudun üst üste binen tüm ağırlığını desteklemek için uygun, büyük, geniş gövdelere sahiptir. Gövdelerinin büyük olması lumbal vertebraların ayırıcı özelliğidir. Spinal uzantılar geniş ve dikdörtgendir, vertebra gövdesine sağlam, kalın laminalar ve pediküllerle bağlanmıştır. Üst lomber bölgenin faset eklemleri sagital düzleme yakın yönlendirilmiş, ancak alt bölgelerde (L4 ve L5) frontal düzleme doğru geçiş yapılmıştır.
Sacrum.
Sakrum, vertebral kolonun ağırlığını pelvise ileten üçgen bir kemiktir. Geniş yassı sakral çıkıntı ile eklemlenmiş ve lumbosakral bileşkeyi oluşturmuştur. Sakrumun arka (dorsal) yüzeyi dışbükey (konveks) ve pürüzlüdür. Çok sayıda bağ ve kas bağlantılarını içermektedir. Sakral kanal kauda ekinayı (omuriliğin alt ucundan uzanan periferik sinirler) barındırmakta ve korumaktadır. Dört çift dorsal sakral foramina (küçük delik), sakral sinirlerin dorsal dalını iletmektedir. Sakrumun anterior veya pelvik tarafında, dört çift ventral sakral foramina, sakral pleksusun çoğunu oluşturan spinal sinirlerin ventral dalını iletmektedir.
Koksiks.
Bazen kuyruk kemiği olarak da anılan kuyruk sokumu, 4-5 kaynaşmış vertebradan oluşan küçük üçgen bir kemiktir. Kuyruk sokumu tabanı, sakrokoksigeal eklemi oluşturan alt sakrum ile eklemlenmiştir.
Klinik önemi.
Vertebra ile ilgili olarak birçok kalıtsal ve sonradan oluşan deformiteler mevcuttur. Vertebraların birleşerek oluşturduğu omurga, içinde omuriliği taşıdığı için bunların deformiteleri bazen hayati risk teşkil edebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5358",
"len_data": 6641,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.25
}
|
Omurga (Spinal kolon), yani "columna vertebralis" vücudu destekleyen servikal, torasik, lumbar, sakral ve koksiks olarak gruplanan 26 kemikten 33 vertebradan oluşan ana yapıdır. Omurga, vücudu desteklemek üzere torasik ve pelvik uzuvların arasında bir köprü oluşturur.
Yapısı.
Beyin gibi omurilik de meninksler ismini alan (pia, arachnoidea ve dura) zarlar tarafından çevrilmiştir. Bu zarlar, beyin zarlarının devamıdır. Pia ve arachnoidea zarları arasında, beyin omurilik sıvısı bulunur. Bu sıvı, beyindeki özel boşluklarda bulunan koroid ağla iskeletin esasını ve vücûdun eksenini teşkil eden yapılardır.
Omurlar ligamentler ve eklem çıkıntıları sayesinde birbiriyle eklemleşir. Omurga sütunu çok kuvvetli bir destek olmasına rağmen, aynı zamanda eğilebilir bir yapıdadır. Omurga uzun ekseni boyunca üç büyük kıvrım yapmaktadır:
Görevi.
İnsanların ve hayvanların çatısını, duruşunu, destek yapısını meydana getiren temel sistem. Kasların tutunduğu, iç organların muhafaza edildiği organik yapı. İskelet; kireç şeklinde kalsiyum, silis, kıkırdak veya kemikten meydana gelebilir. Hareketli veya hareketsiz olabilir.
Başın, gövdenin, göğüs ve karın boşluğundaki birçok iç organın ağırlığını taşımak ve bunlara sağlam bir destek olmaktır. Ayrıca baş ve gövdenin hareketlerini de sağlar. Bu arada omurga kanalı içindeki omurilik gibi çok ehemmiyetli bir organa sağlam ve emniyetli bir kılıf teşkil eder.
Omurga, insanda, 33-34 adet omurdan meydana gelmiştir. Bu omurlardan ilk 24 tanesi, birbirleriyle, omurlar arası disk denilen kıkırdakların bulunduğu eklemler aracılığıyla bağlanmışlardır. Bu omurlar üç gruba ayrılır. Bunlar 7 boyun omuru, 12 sırt omuru ve 5 bel omurudur. Kalan 9-10 omurun ilk beşinin birleşmesiyle kuyruk sokumu kemiği, en altta bulunan küçük ve tam gelişmemiş 4-5 tane omurun birleşmesinden de kuyruk kemiği meydana gelmiştir.
Omurganın çeşitli parçalarına ait omurlar arasında büyüklük ve şekil bakımından bazı farklılıklar göstermekle beraber benzer ve hepsinde olan ortak özellikleri de vardır. Omurların benzerliği, yeni doğanlarda daha fazladır. Gelişme sırasında gittikçe artan ağırlık, hareket, gövdenin durumunda meydana gelen farklılıklar ve omurgaların çeşitli kısımlarına yapışan kasların tesirleri, omurganın bütün kısımlarında aynı olmadığından, omurlar arasında şekil farklılıkları ortaya çıkar. 1. ve 2. boyun omurları, başın değişik ve fazla hareketleri yüzünden diğer omurlara nazaran daha çok farklılaşmışlardır ve sırasıyla “atlas” ve “aksis” isimlerini alırlar. Omurganın, önden veya arkadan bakıldığında yana doğru eğrilmiş olması durumuna tıpta “skolyoz” denir.
İnsan omurgası.
Omurgalılarda, omurilik beyin sapından başlayıp, omurga içinde ikinci bel omuruna kadar uzanan ve bundan sonra fibröz (bağdokusu) bir kordon şeklindeki filum terminale denen kısımla devam eden merkezi sinir sisteminin önemli bir parçasıdır. Omurga 70 cm uzunluğundadır, içindeki omurilik ise 43–45 cm arasında değişir; yani omurilik columna vertebralis'ten daha kısadır. Omurga, kemikten, kıkırdaktan ya da her ikisinden oluşan iskeletin en önemli bölümü ve temel eksenidir. Omurların üst üste sıralanması ve birbirine bağlanmasıyla gövdenin arkasında orta çizgide yer alır ve gövdenin ağırlığını taşır.
İnsan vücudundaki yeri.
Omur, omurgayı oluşturan 33-34 kemikten her birine verilen addır. Kafatasının hemen altından başlayıp kuyruk sokumuna dek uzanırlar. Omurgada 7 adet boyun omuru (servikal vertebra), 12 adet sırt omuru (torakal vertebra), 5 adet bel omuru (lomber vertebra), 5 sakral vertebrasakral ve 4 de koksal vertebra bulunur. Bu 33 vertebranın ilk 24 tanesi birbirine eklemler aracılığıyla bağlanmıştır. Bunlara presakral vertebralar denilir.
Diğer hayvanlarda omurga.
Diğer hayvanlarda omurlar, kuyruk sokumu haricinde insanlarla aynı bölgesel isimleri alır. Kuyruklu hayvanlarda ayrı omurlara kaudal omurlar denir. Suda yaşayanlar ve diğer omurgalılar arasında ihtiyaç duyulan farklı hareket ve destek türleri nedeniyle, temel özellikler paylaşılsa da aralarındaki omurlar en fazla varyasyonu gösterir. Fillerde omurlar, omurganın esnekliğini sınırlayan sıkı eklemlerle birbirine bağlanmıştır.
Vücutlarında "heterosöl" olarak adlandırılan eyer şeklinde eklem yüzeyleri bulunan omurlar, omurların hem dikey hem de yatay olarak esnemesine olanak tanırken, bükülme hareketlerini de engeller. Bu tür omurlar kuşların ve bazı kaplumbağaların boyunlarında bulunur.
İlkel balıklarda omurga kıkırdak hâlindedir. (Bakınız: Kıkırdaklı balıklar) Köpekbalıkları ve mersinbalıklarında ise omurga yarı kıkırdak, yarı kemiktir. Kemikli balıklardan itibaren bütün omurgalılarda omurga kemikten yapılıdır. Balıkların omurları tek parçadır. Aralarında eklem yoktur. Bu yüzden omurgaları, ancak esnek bir çubuk gibi bükülebilir.
Omurgalılarda, omurlar arasında eklemler meydana gelmiştir. Bu sûretle omurganın çeşitli yönlerde hareketi mümkün olur. Kurbağagillerde omurga bölgelere ayrılmaya başlamıştır. Boyun bölgesinde halka şeklinde tek bir omur, göğüs bölgesi omurlarında ise güdük kalmış kaburga çıkıntıları vardır. Kuyruksuzlarda, tek bir kuyruk sokumu omuru bulunur.
Kuşlarda sırt, bel ve sağrı bölgeleri omurları kaynaşarak yekpare bir hâl almışlardır. Kaplumbağada ise, bu üç bölgenin omurları ile kaburgalar, bağaya yapışmıştır. Memelilerde omurga beş bölgeye ayrılmıştır. Bunlar, boyun, göğüs, bel, sağrı ve kuyruk sokumu bölgeleridir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5360",
"len_data": 5367,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.16
}
|
Acıpayam, Denizli iline bağlı bir ilçedir. İlçe nüfusu, TÜİK verilerine göre 31 Aralık 2021 tarihi itibari ile 55.141 kişidir. 1628 km² yüzölçümü ile Denizli'nin en büyük ilçesidir. Bu bölgede tütün tarımı çoğunluklu olmakla beraber ismindeki "payam" sözcüğünü badem üretiminden de almaktadır. Ayrıca yöre "goku" isimli yemeği ile de ismini duyurmuştur.
Tarihçe.
Yerleşimin eski ismi Garbikarağaç ve Karaağaç olarak kayıtlarda yer almıştır.
Coğrafi konumu.
Acıpayam, coğrafi konum olarak Akdeniz Bölgesindedir. Acıpayam, Deniz seviyesinden yüksekliği 885 metredir. Anadolu Yarımadasının güneybatısında, Ege Bölgesinin güneydoğusunda yer almaktadır. Ege Bölgesinden Akdeniz Bölgesine geçiş noktasında olan ilçenin doğusundaki, Burdur iline bağlı Çavdır, Yeşilova ve Gölhisar ilçeleri, batısındaki Tavas ve Beyağaç, kuzeyindeki Serinhisar ve Çardak ve güneyindeki Köyceğiz ve Çameli ilçeleri ile sınırı bulunur. Büyükşehir kanunu dolayısıyla merkeze bağlı 14 belediye, 38 köy ile ilçe merkezine mahalle statüsünde bağlanmıştır. İlçeye bağlı 56 mahalle bulunmaktadır.
İklim.
Coğrafi yönden Ege Bölgesi içindedir. Ege Bölgesi ile Akdeniz Bölgesi geçiş noktasında olması nedeniyle değişken iklimi vardır. Kuzey kısımlarında göller bölgesinin iklim özelliklerini taşır. Yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve yağışlı, bazen de kışlar ılıman geçer. Güneye inildikçe Gireniz Vadisi boyunca Akdeniz iklimi hüküm sürer.
Tarım.
Ovası yüksek olmasına karşın Akdeniz ikliminin ılımanlaştırıcı etkisi sayesinde iklimi, incir, pamuk, muz vb. yüksek sıcaklıklara gerek duyulan ürünler haricindeki diğer ürünlere gayet uygundur. Ovasının toprağı kumlu topraklardan oluşur ve oldukça bereketlidir. Ovanın tek sorunu, sulama kanalının bulunmayışıdır. Ovanın altında bol miktarda su bulunmaktadır. Bölgedeki çiftçilikle uğraşan halk, suyunu daha çok yer altından gelen sondaj suyu ile sağlamaktadır. Ovadaki sulama genellikle bu şekilde yapılmaktadır.
Buna rağmen bu ova, Denizli'deki en önemli tarım alanları arasındadır. İlçe kavunu ile meşhurdur ve bostan türü meyveler kolaylıkla yetişebilmektedir. Ovadan genellikle kavun, karpuz, lahana, ıspanak, domates, biber, elma ve daha akla gelebilecek pek çok ürün sağlanmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5364",
"len_data": 2209,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.42
}
|
"p"-sel sayılar, rasyonel sayıların "p"-sel norma göre genişletilmesiyle elde edilirler, "p"-sel sayılar cismi geleneksel olarak formula_1 simgesiyle gösterilir. Her "p"-sel sayı, "p" bir asal sayı ve "k" bir tam sayı olmak üzere formula_2 için;
şeklinde, formula_4 katsayılarının 0 ile "p-1" arasında değer aldığı bir açılıma sahiptir. Eğer bu açılımda sıfırdan farklı ilk formula_4 katsayısı formula_6 için gözleniyorsa, "z" sayısına "p"-sel tam sayı denir. "p"-sel tam sayılar halkası ise formula_7işaretiyle gösterilir.
"p"-sel sayılar Alman matematikçi Hensel tarafından kurgulanmış ve Hasse, Tate gibi matematikçiler tarafından geliştirilmiştir. En önemli uygulamaları sayılar kuramı alanındadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5370",
"len_data": 702,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.7
}
|
Matematik'te aritmetiğin temel teoremi, aynı zamanda benzersiz çarpanlara ayırma teoremi ve asal çarpanlara ayırma teoremi olarak da adlandırılır, şunu belirtir: 1'den büyük her tamsayı, benzersiz bir şekilde asal sayıların üslerinin çarpımı olarak gösterilebilir.
Örneğin,
Teorem bu örnekle ilgili iki şey söylüyor: birincisi, 1200 asal sayıların çarpımı olarak temsil edilebilir ve ikincisi, bu nasıl yapılırsa yapılsın her zaman tam olarak dört 2, bir 3 ve iki 5 olacaktır ve sonuç bunların dışında başka asal sayı içermeyecektir.
Çarpanların asal olması gereklidir: bileşik sayıları içeren çarpanlara ayırmalar benzersiz olmayabilir (örneğin, formula_2).
Bu teorem 1'in asal sayı olarak kabul edilmemesinin ana nedenlerinden biridir: eğer 1 asal olsaydı, asal sayılara ayırma benzersiz olmazdı; örneğin, formula_3
Teorem, bir alan üzerinde benzersiz çarpanlara ayırma alanı olarak adlandırılan ve temel ideal alanları, Öklid alanlarını ve polinom halkalarını içeren diğer cebirsel yapılara genelleştirilir. Ancak teorem cebirsel tamsayılar için geçerli değildir. Benzersiz çarpanlara ayırmadaki bu başarısızlık, Fermat'ın Son Teoremi'nin ispatının zorluğunun nedenlerinden biridir. Cebirsel tamsayı halkalarında benzersiz çarpanlara ayırmanın örtülü kullanımı, Fermat'ın ifadesi ile Wiles'ın kanıtıdır.
Tarihçe.
Temel teorem, Öklid'in "Elementler"'inin Kitap VII, 30, 31 ve 32. önermelerinden ve IX. Kitap, 14. önermesinden türetilebilir.
(Modern terminolojide: Eğer bir asal "p" "ab" çarpımını bölüyorsa, o zaman "p" ya "a"yı ya da "b"yi ya da her ikisini de böler.) Önerme 30'a gönderme yapılır. Öklid lemması olarak ve aritmetiğin temel teoreminin ispatında gereklidir.
(Modern terminolojide: birden büyük her tam sayı bir asal sayıya eşit olarak bölünür.) Önerme 31 doğrudan sonsuz bölünebilme kanıtı ile kanıtlanır.
Önerme 32, önerme 31'den türetilmiştir ve çarpanlara ayırmanın mümkün olduğunu kanıtlamaktadır.
(Modern terminolojide: birkaç asal sayının en küçük ortak katı herhangi bir başka asal sayının katı değildir.) Kitap IX, önerme 14, Kitap VII, önerme 30'dan türetilmiştir ve çarpanlara ayırmanın benzersiz olduğunu kısmen kanıtlar. – André Weil. Aslında bu önermede üsler hepsi bire eşit olduğundan genel durum için hiçbir şey söylenmiyor.
Asal çarpanlara ayırmanın varlığına giden yolda ilk adımı Öklid atarken, son adımı ise Kamāl al-Dīn al-Fārisī attı ve aritmetiğin temel teoremini ilk kez belirtti.
Gauss' "Disquisitiones Arithmeticae" Madde 16'sı, modüler aritmetik kullanan erken modern bir ifade ve kanıttır.
Uygulamalar.
Pozitif bir tam sayının kanonik gösterimi.
Her pozitif tamsayı asal kuvvetlerin çarpımı olarak tam olarak tek bir şekilde temsil edilebilir:
formula_4
burada asal sayılardır ve pozitif tam sayılardır. Bu gösterim, boş çarpım'ın 1'e eşit olduğu kuralıyla genel olarak 1 dahil tüm pozitif tam sayılara genişletilir (boş çarpım 'a karşılık gelir) .
Bu temsile ""nin kanonik temsili'
" of , or the standard form"
denir.. Örneğin,
çarpanları, değeri değiştirilmeden eklenebilir (örneğin, ). Aslında, herhangi bir pozitif tam sayı, tüm pozitif asal sayıların üzerine alınan bir sonsuz çarpım olarak benzersiz bir şekilde temsil edilebilir;
burada sonlu sayıda pozitif tamsayılardır ve diğerleri sıfırdır.
Negatif üslere izin vermek, pozitif rasyonel sayılar için kanonik bir form sağlar.
Aritmetik işlemler.
"a" ve "b" iki sayısının en büyük ortak bölen (OBEB) ve en küçük ortak kat (EKOK) çarpımının kanonik gösterimleri basitçe şu şekilde ifade edilebilir: "a" ve "b"nin kanonik temsilleri:
formula_6
formula_7 formula_8
Bununla birlikte, özellikle büyük sayıların tamsayı çarpanlara ayırma işlemleri, ürünlerin, EBOB'ların veya EKOK'ların hesaplanmasından çok daha zordur. Dolayısıyla bu formüllerin pratikte kullanımı sınırlıdır.
Aritmetik fonksiyonlar.
Birçok aritmetik fonksiyon kanonik gösterim kullanılarak tanımlanır. Özellikle, toplama ve çarpım fonksiyonlarının değerleri, asal sayıların kuvvetleri üzerindeki değerlerine göre belirlenir.
İspat.
İspat, Öklid lemmasını ("Elementler" VII, 30) kullanır: Eğer bir asal sayı iki tam sayının çarpımını bölüyorsa bölüyorsa, bu tam sayılardan en az birini bölmelidir.
Varlık.
'dan büyük her tam sayının ya asal ya da asal sayıların çarpımı olduğu gösterilmelidir. Birincisi, asaldır. Daha sonra, güçlü tümevarım yoluyla, bunun 'dan büyük ve 'den küçük tüm sayılar için doğru olduğunu varsayalım. Eğer asalsa kanıtlayacak başka bir şey yoktur. Aksi takdirde, ve tamsayıları vardır; burada ve . Tümevarım hipotezine göre, ve asal sayıların çarpımlarıdır. Ama sonra asal sayıların çarpımıdır.
Benzersizlik.
Teoremin tersine, iki farklı asal çarpanlara ayırmaya sahip bir tamsayı olduğunu varsayalım. böyle bir en küçük tamsayı olsun ve her bir ve asal olduğu yazalım. 'nin yi böldüğünü görürüz. Böylece by Öklid'in tezi'ne göre bazı leri böler. Genelliği kaybetmeden, i böler diyelim. ve her ikisi de asal olduğundan, böylece olur. 'yi çarpanlara ayırmamıza dönersek, gerçekleşmesi için bu iki çarpanı sadeleştirebiliriz. Böylece elimizde kesin olarak 'den küçük iki asal tamsayı çarpan var ve bu da 'nin küçüklüğü ile çelişiyor.
Öklid'in tezi olmadan benzersizlik.
Aritmetiğin temel teoremi, Öklid tezi kullanılmadan da kanıtlanabilir. Aşağıdaki kanıt, Öklid'in Öklid algoritması orijinal versiyonundan esinlenmiştir.
formula_9'in asal sayıların iki farklı çarpımı olan en küçük pozitif tamsayı olduğunu varsayalım. Bu, eğer varsa, formula_9'in formula_11'den büyük bileşik sayı olduğu anlamına gelir.
Böylece,
formula_12
yazılabilir.
Her formula_13 formula_14'den farklı olmalıdır. Aksi takdirde, eğer formula_15 dersek, formula_9'den küçük bazı pozitif formula_17 tamsayı çarpanları olacaktır. Gerektiğinde iki çarpan değiştirilerek formula_18 olduğu da varsayılabilir.
formula_19 ve formula_20 olarak ve formula_21 olarak, ayrıca, formula_22 olduğundan formula_23 olarak seçilir ve takiben
formula_24
elde edilir.
formula_9'den küçük pozitif tamsayıların benzersiz bir asal çarpanlara ayırmaya sahip olduğu varsayıldığından, formula_26, formula_27'in ya da formula_28'nun çarpanları arasında yer almalıdır. formula_28 formula_9'den küçük olduğundan, benzersiz asal çarpanlara sahip olmalıdır ve her için formula_14 için formula_26 farklı olduğundan ikinci durum mümkün değildir. Eğer formula_26, formula_27'in böleni ise, formula_35'in de böleni olacağından formula_26 ve formula_37 farklı asal sayılar olacağından ilk durum da mümkün değildir.
Böylece, tek bir farklı asal çarpanlara ayırmadan daha fazlasına sahip en küçük bir tam sayı olamaz. Her pozitif tamsayı ya benzersiz bir şekilde çarpanlara ayrılacak bir asal sayı ya da asal sayıları benzersiz bir şekilde çarpanlara ayıran bir bileşik ya da formula_11 tamsayısı durumunda herhangi bir asal çarpanı olmayan bir bileşik olmalıdır.
Genellemeler.
Teoremin ilk genellemesi Gauss'un dördüncü dereceden karşıtlık üzerine ikinci monografisinde (1832) bulunur. Bu makale, şimdi Gauss tamsayı'larının halka olarak adlandırılan tüm karmaşık sayı'lar "a" + "bi" kümesini tanıttı; burada " a" ve "b" tam sayılardır. Artık formula_39 ile gösterilmiştir. Bu halkanın sıfırdan farklı ±1 ve ±"i" dört birimine sahip olduğunu, birim olmayan sayıların asal sayılar ve bileşik sayılar olmak üzere iki sınıfa ayrıldığını ve bileşik sayılarrın asal sayıların bir ürünü olarak benzersiz çarpanlara ayırmaya sahip olduğunu gösterdi.
Benzer şekilde, 1844'te kübik karşıtlık üzerinde çalışırken, Eisenstein formula_40 halkasını tanıttı; burada formula_41 formula_42 birliğin (küp)köküdür. Bu, Eisenstein tamsayılarının halkasıdır ve kendisi bunun altı birimi formula_43 olduğunu ve benzersiz çarpanlara ayırmaya sahip olduğunu kanıtladı.
Ancak benzersiz çarpanlara ayırmanın her zaman geçerli olmadığı da keşfedildi. Örnek olarak formula_44 verilmiştir. Bu halkada
vardır.
Bunun gibi örnekler "asal" kavramının değişmesine neden oldu. formula_46'de yukarıdaki faktörlerden herhangi birinin bir çarpım olarak temsil edilebilmesi durumunda kanıtlanabilir, örneğin 2 = " ab" ise "a" veya "b"den biri bir birim olmalıdır. Bu, "asal"ın geleneksel tanımıdır. Bu faktörlerin hiçbirinin Öklid tezine uymadığı da kanıtlanabilir; örneğin 2, çarpımları 6'yı bölmesine rağmen ne (1 + ) ne de (1 − )'ı bölmez. Cebirsel sayılar teorisinde 2 formula_46'de indirgenemez olarak adlandırılır (kendisine ve birim sayıya bölünebilir) ancak asal değildir (çarpımı bölüyorsa çarpanlardan birini de bölmelidir). formula_46'in belirtilmesi gereklidir çünkü 2 asaldır ve formula_49'de indirgenemezdir. Bu tanımları kullanarak bir asal sayının indirgenemez olduğu kanıtlanabilir. Öklid'in klasik tezi "formula_49 tamsayılar halkasında her indirgenemez asaldır" şeklinde yeniden ifade edilebilir. Bu aynı zamanda formula_39 ve formula_40 için de doğrudur ancak formula_44 için geçerli değildir.
İndirgenemezler çarpanlara ayırmanın benzersiz olduğu yerlerde halkalara benzersiz çarpanlara ayırma alanı denir. Önemli örnekler, tamsayılar üzerindeki veya bir alan üzerindeki polinom halka'ları, Öklid alan'ları ve temel ideal alan'larıdır.
1843 yılında Kummer ideal sayı kavramını ortaya attı, bu kavram Dedekind tarafından 1876'da, halkaların özel bir alt alanı olan modern idealler teorisine geliştirildi. Burada idealler için çarpma tanımlanır ve bunların benzersiz çarpanlara ayrıldığı halkalara Dedekind alanları adı verilir.
sıra sayıları için benzersiz çarpanlara ayırmanın bir versiyonu vardır, ancak benzersizliği sağlamak için bazı ek koşullar gerektirir.
Kaynakça.
"Disquisitiones Arithmeticae" Latinceden İngilizce ve Almancaya çevrildi. Almanca baskısı sayı teorisi üzerine tüm makalelerini içerir: ikinci dereceden karşıtlığın tüm kanıtları, Gauss toplamının işaretinin belirlenmesi, iki ikinci dereceden karşılıklılık üzerine araştırmalar ve yayınlanmamış notlar.
Gauss'un iki ikinci dereceden karşılıklılık üzerine yayınladığı iki monografinin bölümleri ardışık olarak numaralandırılmıştır: ilki §§ 1-23'ü ve ikincisi §§ 24-76'yı içerir. Bunlara atıfta bulunan dipnotlar "Gauss, BQ, § "n"" biçimindedir. Disquisitiones Arithmeticae'ye atıfta bulunan dipnotlar "Gauss, DA, Art. "n"" biçimindedir.
Bunlar Gauss'un "Werke", Cilt II, s.65-92 ve 93-148'inde; Almanca çeviriler Disquisitiones'ın Almanca baskısının s.511-533 ve 534-586 sayfalarındadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5371",
"len_data": 10273,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.91
}
|
Bir asal sayı, yalnızca 1'den büyük olup kendisinden küçük iki doğal sayının çarpımı olarak ifade edilemeyen bir doğal sayıdır. 1'den büyük ve asal olmayan doğal sayılara bileşik sayı adı verilir. Örneğin, 5 bir asal sayıdır çünkü onu bir çarpım olarak ifade etmenin mümkün olan yolları, veya , yalnızca 5 sayısını içermektedir. Ancak, 4 bir bileşik sayıdır çünkü bu, her iki sayının da 4'ten küçük olduğu bir çarpım (2 × 2) şeklindedir. Asal sayılar, aritmetiğin temel teoreminden ötürü sayı teorisi alanında merkezi öneme sahiptir: 1'den büyük her doğal sayı, ya bir asal sayıdır ya da asal sayıların çarpımı olarak, sıralamalarından bağımsız bir şekilde, benzersiz olarak çarpanlarına ayrılabilir.
Bir sayının asal oluş özelliği, asallık olarak tanımlanır. Verilen bir formula_1 sayısının asal olup olmadığını denetlemek için kullanılan basit fakat zaman alıcı bir yöntem olan asallık testi, formula_1 sayısının 2 ile formula_3 arasındaki herhangi bir tam sayıya katı olup olmadığını sınar. Daha hızlı algoritmalar arasında, hızlı olmasına karşın küçük bir hata payı barındıran Miller–Rabin asallık testi ve her zaman polinom zamanında doğru sonucu veren fakat pratikte uygulanabilirliği sınırlı olan AKS asallık testi yer alır. Mersenne sayıları gibi özel biçimlere sahip sayılar için özellikle hızlı yöntemler mevcuttur. , bilinen en büyük asal sayı, 41.024.320 ondalık basamağa sahip bir Mersenne asalıdır. Bu asal sayı 2136,279,841-1'tur.
Asal sayılar ile bileşik sayıları birbirinden ayıran kesin ve basit bir formül bulunmamaktadır. Bununla birlikte, doğal sayılar arasındaki asal sayıların dağılımı, genel olarak istatistiksel yöntemlerle modellenebilir. Bu bağlamda elde edilen ilk önemli sonuç, 19. yüzyılın sonlarında ispatlanan asal sayı teoremidir; bu teori, büyük bir sayının rastgele seçilmesi durumunda asal olma olasılığının, sayının basamak sayısına, yani logaritmasına ters oranlı olduğunu ifade eder.
Bir asal sayı 1 veya kendisi dışında hiçbir sayıya bölünmeyen bir doğal sayıdır. M.Ö. 300 civarında Öklid tarafından ispatlandığı gibi, asal sayılar sonsuz bir kümedir bu nedenle en büyük asal sayı diye bir şey bulunmamaktadır.
Asal sayılara ilişkin tarihsel bazı sorular henüz çözüme kavuşturulmamıştır. Bu sorular içerisinde her 2'den (En küçük asal sayı 2'dir.) büyük çift tam sayının iki asal sayının toplamı olarak yazılabileceğini ileri süren Goldbach'ın hipotezi ve ikişer rakam aralıkla sınırsız sayıda ikiz asal sayı çiftinin var olduğunu iddia eden ikiz asal hipotezi yer almaktadır. Bu tür sorular, sayıların analitik ve cebirsel boyutları üzerine yoğunlaşan sayı teorisi alanlarının gelişimini hızlandırmıştır. Asal sayılar, bilgi teknolojisi alanında, özellikle de büyük sayıların asal çarpanlara ayrılmasının güçlüğüne dayanan açık anahtarlı kriptografi gibi çeşitli işlemlerde kullanılmaktadır. Soyut cebirde, asal sayılara genelleştirilmiş bir biçimde benzeyen yapılar arasında asal elemanlar ve asal idealler sayılabilir.
Tanım ve örnekler.
Bir doğal sayı (1, 2, 3, 4, 5, 6, vb.), 1'den büyük olması ve kendisinden küçük iki doğal sayının çarpımı olarak ifade edilememesi durumunda "asal sayı" olarak nitelendirilir. 1'den büyük olup asal olmayan sayılara bileşik sayılar adı verilir. Diğer bir ifadeyle, eğer formula_1 sayısı, kendinden küçük birden fazla eşit parçaya bölünemez ise, ya da formula_1 kadar nokta tam bir dikdörtgen olarak şekillendirilemez ise, formula_1 bir asal sayıdır.
Örneğin, 1 ile 6 arasındaki sayılar içinde, 2, 3 ve 5 sayıları asal sayılardır, zira bu sayıları kendinden başka tam bölebilen (kalan bırakmaksızın) başka bir sayı yoktur. 1 sayısı, tanım gereği asal olarak kabul edilmez. ve her ikisi de bileşik sayı kategorisindedir.
Bir doğal sayı formula_1'in bölenleri, formula_1 sayısını eşit olarak bölebilen doğal sayılardır. Her doğal sayı, kendisi ve 1 olmak üzere iki temel bölene sahiptir. Eğer bir sayının bu ikisinden başka bir böleni varsa, asal sayı olamaz. Bu durum, asal sayıların alternatif bir tanımını sunar: Yalnızca iki pozitif bölene sahip olan sayılar asal sayılardır. Bu iki bölen, 1 ve sayının kendisidir. Tek bir bölene sahip olan 1 sayısı, bu tanım çerçevesinde asal kabul edilmez. Aynı kavramı başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, bir sayı formula_1, 1'den büyükse ve formula_10 sayılarından hiçbiri formula_1 sayısını eşit bölmezse, o sayı asaldır.
İlk 25 asal sayı (100'den küçük tüm asal sayılar) şunlardır:
2'den büyük hiçbir çift sayı formula_1 asal olamaz çünkü herhangi bir böyle sayı formula_13 olarak ifade edilebilir. Bu nedenle, 2 dışındaki her asal sayı bir tek sayıdır ve "tek asal" olarak adlandırılır. Benzer şekilde, alışılagelmiş ondalık sistemde yazıldığında, 5'ten büyük tüm asal sayılar 1, 3, 7 veya 9 ile biter. Diğer rakamlarla biten sayılar hep bileşiktir: 0, 2, 4, 6 veya 8 ile biten ondalık sayılar çifttir ve 0 veya 5 ile biten ondalık sayılar 5'e bölünebilir.
Tüm asalların kümesi bazen formula_14 (kalın harflerle büyük bir "P") veya formula_15 (tahtaya yazı tipiyle büyük bir P) ile gösterilir.
Tarihçe.
M.Ö. 1550 civarından kalan Rhind Papirüsü, asal ve bileşik sayılar için farklı formdaki Mısır kesri genişlemelerini içerir. Ancak, asal sayıların incelenmesine dair en eski kayıtlar antik Yunan matematikçilerinden gelmektedir, onlar bu sayılara () demektedirler. Öklid'in "Elementleri" (M.Ö. 300 civarı) asal sayıların sonsuzluğunu ve aritmetiğin temel teoremini kanıtlar ve bir Mersenne sayısından nasıl bir mükemmel sayı oluşturulacağını gösterir. Başka bir Yunan icadı olan Eratosten kalburu, asal sayı listeleri oluşturmak için hala kullanılmaktadır.
Miladi 1000 yıllarında, İslam dönemi matematikçisi İbnü'l-Heysem, asal sayıları, formula_16 ifadesini tam bölünebilen formula_1 sayıları olarak tanımlayan Wilson teoremi'ni buldu. Ayrıca, tüm çift mükemmel sayıların Öklid'in Mersenne asallarını kullanarak yapılan inşasından geldiğini öne sürdü ancak bunu kanıtlayamadı. Bir diğer İslam dönemi matematikçisi, Ibn al-Banna' al-Marrakushi, Eratosten kalburunun, üst sınırın kareköküne kadar olan asal bölenleri dikkate alarak hızlandırılabileceğini gözlemledi. Fibonacci, İslami matematikten gelen yenilikleri Avrupa'ya taşıdı. Onun kitabı "Liber Abaci" (1202), asallığı test etmek için deneme bölmesini tanımlayan ilk eser oldu ve yine kareköküne kadar olan bölenleri kullanmayı önerdi.
1640 senesinde, Pierre de Fermat tarafından ispatı yapılmamış olmasına rağmen ortaya atılan Fermat'nın küçük teoremi, sonradan Leibniz ve Euler tarafından ispatlanmıştır. Fermat, formula_18 formülüyle ifade edilen Fermat sayılarının asallık özelliklerini araştırmış, Marin Mersenne ise formula_19'nin asal olduğu durumlarda formula_20 formunda tanımlanan Mersenne asallarını incelemiştir. Goldbach, Euler'e yazdığı 1742 tarihli mektupta, her çift sayının iki asal sayının toplamı olarak ifade edilebileceğini öneren Goldbach hipotezini dile getirmiştir. Euler, tüm çift mükemmel sayıların Mersenne asalları kullanılarak oluşturulabileceğini gösteren Heysem varsayımını (günümüzde Öklid–Euler teoremi olarak adlandırılır) kanıtlamıştır. Euler ayrıca, asal sayıların sonsuz olduğunu ve asal sayıların terslerinin toplamının diverjansını, formula_21, matematiksel analiz metodolojilerini bu alana taşıyarak kanıtlamıştır.
19. yüzyılın başlarında, Legendre ve Gauss, formula_22 sonsuza yaklaştıkça, formula_22'e kadar olan asal sayıların sayısının, formula_24 ile asimptotik olduğunu tahmin etmişlerdir, burada formula_25, formula_22'in doğal logaritmasıdır. Asal sayıların bu yüksek yoğunluğunun bir zayıf sonucu Bertrand'ın postülatı idir; bu postülat her formula_27 için, formula_1 ile formula_29 arasında bir asal sayı olduğunu öne sürer ve 1852'de Pafnuty Chebyshev tarafından kanıtlanmıştır. Bernhard Riemann'ın 1859 tarihli zeta-fonksiyonu üzerine yazdığı makalesindeki fikirleri, Legendre ve Gauss'un tahminini kanıtlamak için bir çerçeve çizdi. Yakından ilgili olan Riemann hipotezi hala kanıtlanmamış olmasına rağmen, Riemann'ın çizdiği çerçeve 1896'da Hadamard ve de la Vallée Poussin tarafından tamamlandı ve sonuç şimdi asal sayılar teoremi olarak bilinmektedir. 19. yüzyılın başka bir önemli sonucu Dirichlet'in aritmetik diziler üzerine teoremi idi, belirli aritmetik dizilerin sonsuz çoklukta asal sayı içerdiğini belirtir.
Deneme bölmesinin pratikte uygulanabilir olduğu sayılardan daha büyük sayılar için birçok matematikçi asallık testi üzerinde çalışmıştır. Belirli sayı formlarına sınırlı yöntemler arasında Fermat sayıları için Pépin testi (1877), Proth teoremi (yaklaşık 1878), Lucas–Lehmer asallık testi (1856'da ortaya çıktı) ve genelleştirilmiş Lucas asallık testi bulunmaktadır.
1951 yılından itibaren, en büyük bilinen asal sayıların tümü, bilgisayarlarda gerçekleştirilen bu testlerle keşfedilmiştir. Büyük asal sayıları arama çabası, Great Internet Mersenne Prime Search ve benzeri dağıtık hesaplama projeleri vasıtasıyla matematiksel olmayan topluluklarda da büyük bir ilgi uyandırmıştır. Asal sayıların soyut matematik dışında önemli uygulamalara sahip olmadığına dair görüş, 1970'lerde, asal sayıları temel alan açık anahtarlı kriptografi ve RSA kriptosisteminin geliştirilmesi ile çürütülmüştür.
Bilgisayarla yapılan asallık testlerinin ve çarpanlara ayırma işleminin artan pratik önemi, kısıtlama olmaksızın büyük sayılarla başa çıkabilen gelişmiş yöntemlerin geliştirilmesine yol açtı. Asal sayılar teorisinin matematiksel gelişimi, asal sayıların keyfi olarak uzun aritmetik dizilerinin olduğunu belirten Green–Tao teoremi (2004) ve Yitang Zhang'ın 2013'te sınırlı büyüklükte sonsuz çoklukta asal boşluklarının olduğunun kanıtı ile de ileriye taşındı.
1 sayısının asallığı.
Antik Yunanların çoğu, başlangıçta 1'i bir sayı olarak bile kabul etmemiştir, dolayısıyla asallığını tartışmaları mümkün değildi. Nicomachus, Iamblichus, Boethius ve Cassiodorus gibi birkaç Yunan ve sonraki Roma geleneği alimi, asal sayıları tek sayıların bir alt bölümü olarak kabul ettiği için, 2'yi de asal olarak kabul etmemişlerdir. Ancak, Öklid ve diğer birçok Yunan matematikçisi 2'yi asal olarak kabul etmiştir. Orta Çağ İslam matematikçileri genellikle Yunanların görüşlerini takip ederek 1'i bir sayı olarak görmemişlerdir. Orta Çağ ve Rönesans boyunca matematikçiler 1'i bir sayı olarak kabul etmeye başlamış ve bazıları onu ilk asal sayı olarak dahil etmiştir. 18. yüzyılın ortalarında Christian Goldbach, Leonhard Euler ile olan yazışmalarında 1'i asal olarak listelemiştir; ancak, Euler kendisi 1'i asal olarak kabul etmemiştir. 19. yüzyılda birçok matematikçi hala 1'i asal olarak kabul etmiş, ve 1'i içeren asal sayı listeleri en son 1956 yılında yayımlanmıştır.
1 sayısı günümüzde ne asal ne de bileşik kabul edilir ve özel bir durumu vardır. Geçmişte pek çok matematikçi 1'i asal sayı olarak kabul ediyordu. 1'in asal olarak kabul edilmesine dayanarak yapılan birçok çalışma geçerliliğini hâlâ sürdürmektedir: Stern ve Zeisel'in çalışmaları gibi. Henri Lebesgue, çalışmalarında 1'i asal olarak ele alan son profesyonel matematikçi olarak bilinir. 1 asal olarak ele alındığında bazı teoremlerde değişikliğe gidilmesi gerekir. Örneğin tüm pozitif tam sayıların "yalnız bir şekilde" asal sayıların çarpımları şeklinde yazılabileceğini söyleyen aritmetiğin temel teoremi, geçmişteki asal sayı tanımına göre geçerli değildir.
Bir sayının asal olarak tanımlanması değiştirilip 1 asal olarak kabul edilseydi, asal sayılarla ilgili birçok ifade daha zor bir şekilde yeniden formüle edilmek zorunda kalırdı. Örneğin, aritmetiğin temel teoremi, her sayının 1'in istenilen sayıda kopyasıyla çeşitli faktörizasyonları olacağı için, 1'den büyük asallara göre faktörizasyonlar açısından yeniden ifade edilmek zorunda kalırdı. Benzer şekilde, Eratosthenes kalburu 1'i bir asal olarak ele alırsa doğru çalışmazdı çünkü 1'in tüm katlarını (yani, tüm diğer sayıları) elemek ve sadece 1 sayısını çıkarmak zorunda kalırdı. Asal sayıların bazı diğer daha teknik özellikleri de 1 numarası için geçerli değildir: örneğin, Euler'in totient fonksiyonu veya bölenler toplamı fonksiyonu için formüller asal sayılar için 1 ile farklıdır. 20. yüzyılın başlarında, matematikçiler 1'in asal olarak listelenmemesi, ancak daha çok "birim" olarak kendi özel kategorisinde yer alması gerektiği konusunda anlaşmaya başladılar.
Temel özellikler.
Çarpanlama.
Bir sayının asal sayıların çarpımı olarak yazılması, o sayının "asal çarpanlara ayrılması" olarak adlandırılır. Örneğin:
Bu çarpımdaki terimlere "asal çarpanlar" denir. Aynı asal çarpan birden fazla bulunabilir; bu örnekte asal çarpan formula_31 iki defa görülmektedir. Bir asal sayı birden fazla kez bulunduğunda, üssel sayılar kullanılarak aynı asal sayı gruplandırılabilir: örneğin, yukarıdaki sonucun ikinci yazım şeklinde, formula_32, formula_31 sayısının karesini veya ikinci kuvvetini gösterir.
Asal sayıların sayılar teorisi ve genel olarak matematiğe merkezi önemi, "aritmetiğin temel teoremi"nden kaynaklanmaktadır. Bu teorem, 1'den büyük her tam sayının bir veya daha fazla asal sayının çarpımı olarak yazılabileceğini belirtir. Daha da önemlisi, bu çarpım özeldir; yani, aynı sayının her iki asal çarpanlarının çarpımı, çarpanların sıralaması farklı olsa bile, aynı asal sayıların aynı sayıda kopyasını içerecektir. Dolayısıyla, bir asal çarpanlarına ayırma algoritması kullanılarak çarpanlara ayırma işlemi yapmanın birçok farklı yolu olmasına rağmen, hepsi aynı sonucu üretmek zorundadır. Bu nedenle, asal sayılar doğal sayıların "temel yapı taşları" olarak kabul edilebilir.
Asal çarpanlara ayrılmanın benzersizliğinin kanıtlarından bazıları, Öklid'in lemmasına dayanır: Eğer formula_19 bir asal sayıysa ve formula_19, formula_36 ve formula_37 tam sayılarının çarpımı olan formula_38'yi bölerse, o zaman formula_19, ya formula_36'yı ya da formula_41'yi (veya her ikisini de) böler. Aksine, bir sayı formula_19, bir çarpımı böldüğünde daima çarpımın en az bir faktörünü bölerse, o zaman formula_19 asal olmalıdır.
Sonsuzluk.
Asal sayıların sayısı sonsuzdur. Diğer bir deyişle, asal sayı dizisi:
asla son bulmaz. Bu tez, antik Yunan matematikçisi Öklid onuruna, "Öklid Teoremi" olarak isimlendirilmiştir çünkü bu tezin bilinen ilk ispatı onun adıyla ilişkilendirilir. Asal sayıların sonsuzluğunu kanıtlayan birçok metod mevcuttur; bunlar arasında, Euler tarafından gerçekleştirilen analitik ispat, Goldbach'ın Fermat sayıları üzerine kurulu ispatı, Furstenberg'in genel topoloji kullanarak sunduğu kanıtı, ve Kummer'in ispatı sayılabilir.
Öklid'in ispatı, herhangi bir sonlu asal sayı listesinin eksik olduğunu gösterir. Ana fikir, verilen listedeki asal sayıların hepsini çarparak formula_44 eklemektir. Eğer liste formula_45 asal sayılarından oluşuyorsa, bu
Temel teorem gereğince, formula_47 sayısı,
şeklinde bir veya daha fazla asal çarpan içeren bir asal çarpanlara ayırımına sahiptir. formula_47 sayısı, bu çarpanlarca tam bölünebilirken, verilen asal sayı listesindeki herhangi bir sayı ile bölündüğünde 1 kalanını verir; bu durum, formula_47 sayısının asal çarpanlarının verilen liste içinde yer alamayacağını gösterir. Asal sayıların sonlu bir listesinin olmaması gerçeği, asal sayıların sonsuz olduğunu zorunlu kılar.
En küçük asal sayıların çarpımlarına bir eklenerek oluşturulan sayılara Öklid sayısı adı verilir. Bunlardan ilk beşi asal olmakla birlikte, altıncısı,
Asal sayı denklemleri.
Asal sayıları tespit etmek için bilinen etkin bir yöntem mevcut değildir. Öyle ki, yalnızca asal sayı değerleri üreten, sabit olmayan çok değişkenli bir polinom dahi bulunamamıştır. Bununla birlikte, yalnızca asal sayıları veya tüm asal sayıları temsil edebilen çeşitli ifadeler mevcuttur. Bu ifadelerden biri, Wilson teoremi'ne dayalı olup, 2 sayısının defalarca ve diğer tüm asal sayıların ise sadece bir kez elde edilmesini sağlayan bir formüldür. Dokuz değişken ve bir parametreye sahip Diyofantus denklemlerinden oluşan bir küme de mevcuttur; bu kümenin belirgin bir özelliği şöyledir: Eğer ve ancak eğer bu denklem sistemi doğal sayılar kümesi üzerinde bir çözüme sahipse, ilgili parametre bir asal sayıdır. Bu özellik, tüm "pozitif" değerleri asal sayı olan bir formülün elde edilmesi amacıyla kullanılabilir.
Mills teoremi ve Wright tarafından öne sürülen bir teoremle ilgili olarak, asal sayılar üreten diğer formüller de mevcuttur. Bu teoremler, formula_52 ve formula_53 şeklinde ifade edilen gerçek sabitlerin varlığını öne sürer.
İlk formülde, herhangi bir doğal formula_1 sayısı için belirtilen sayılar asal niteliktedir; ikinci formülde ise, üslerin herhangi bir sayıda oluşu durumunda da sayılar asal özellik gösterirler. Bu bağlamda, formula_56 sembolü, incelenen sayıya eşit veya bu sayıdan daha az olan en yüksek tam sayıyı ifade eden taban fonksiyonunu belirtmektedir. Fakat, formula_57 veya formula_58 değerlerinin hesaplanabilmesi için asal sayıların ilk etapta elde edilmiş olması gerekliliği göz önünde bulundurulduğunda, bu formüllerin asal sayı üretimi açısından pratikte bir yararı bulunmamaktadır.
Çözüm bekleyen sorular.
Matematik alanında, asal sayılarla ilgili bir dizi varsayım ileri sürülmüştür. Çoğunlukla temel bir ifade şekliyle ortaya konan bu varsayımlar, onlarca yıl süresince ispatlanamamıştır: 1912 yılında ortaya atılan Landau problemleri başlığı altındaki dört soru günümüze dek çözülememiştir. Bu varsayımlardan bir tanesi, 2'den büyük olan her çift tam sayı formula_1'nin, iki asal sayının toplamı şeklinde ifade edilebileceğini öne süren Goldbach hipotezi ile ilişkilendirilmiştir. 2014 itibarıyla, söz konusu varsayım, formula_60 değerine ulaşan tüm sayılar için teyit edilmiştir. Bu iddiadan daha zayıf önermeler ispatlanmıştır; mesela, Vinogradov teoremi, yeterli büyüklükteki her tek tam sayının, üç asal sayının toplamı şeklinde ifade edilebileceğini belirtmektedir. Chen teoremi, yeterli büyüklükteki herhangi bir çift sayının, bir asal sayı ile bir yarı asal (iki asal sayının çarpımı) toplamı şeklinde gösterilebileceğini öne sürmektedir. Bunun yanı sıra, 10 değerinden büyük olan her çift tam sayı, altı asal sayının toplamı şeklinde ifade edilebilir. Bu tür soruların incelendiği sayı teorisi dalı, toplamsal sayı teorisi olarak adlandırılmaktadır.
Ardışık asal sayılar arasındaki farkları ifade eden asal boşlukları ile ilgili bir başka problem türü bulunmaktadır. Herhangi bir doğal formula_1 sayısı için, formula_62 dizisinin formula_63 adet bileşik sayı içerdiği göz önüne alındığında, istenilen büyüklükte asal boşlukların mevcudiyeti tespit edilebilir. Bununla birlikte, büyük asal aralıkların oluşumu, bu argümanın işaret ettiğinden çok daha önce gerçekleşmektedir. Mesela, 8 birimlik ilk asal sayı farkı, 89 ile 97 arasındaki asal sayılar arasında gözlemlenir, bu, formula_64 değerinden önemli ölçüde daha düşüktür.
İki asal sayı arasındaki farkın 2 olması durumunda, ikiz asal çiftlerinin sonsuz sayıda var olduğu öne sürülmektedir; bu önerme, 'ikiz asal hipotezi' olarak bilinir. Polignac hipotezi ise daha geniş bir perspektiften, her pozitif formula_65 tam sayı değeri için, ardışık asal sayı çiftlerinin formula_66 farkla ayrıldığı durumların sonsuz sayıda olduğunu ifade etmektedir.
Andrica hipotezi, Brocard hipotezi, Legendre hipotezi ve Oppermann hipotezi, formula_44 ile formula_1 arasındaki asal sayılar arasındaki maksimum boşlukların yaklaşık olarak en fazla formula_3 olması gerektiğini ileri sürmektedir; bu çıkarım, Riemann hipotezi çerçevesinde elde edilen bilinen bir sonuçtur. Ancak, daha iddialı olan Cramér hipotezi, en büyük boşluk boyutunu formula_70 olarak tahmin etmektedir. İki asal sayı arasındaki boşluklar, asal sayıların arasındaki farkların desenlerini ifade eden asal formula_65-ikililer şeklinde genelleştirilebilir. Bu desenlerin sonsuz sayıda varlığı ve yoğunluğu, asal sayıların, asal sayı teoremi ile belirlenen yoğunluğa sahip rastgele bir sayı dizisi gibi davrandığını öneren sezgisel temellere dayanan ilk Hardy–Littlewood hipotezinin inceleme konusudur.
Analitik özellikler.
Analitik sayı teorisi, sayı teorisini, sürekli fonksiyonlar, limitler, sonsuz seriler ve bunların yanı sıra sonsuzluk ve sonsuz küçük kavramlarıyla ilişkili matematiksel yapılar üzerinden detaylı bir şekilde araştırır.
Bu araştırma alanının kökenleri, Leonhard Euler'in Basel problemini çözümüyle ilişkilendirilen ilk önemli çalışmasına dayanır. İlgili sorun, formula_72 şeklinde ifade edilen sonsuz serinin değerinin ne olduğunu sorgulamaktadır; bu değer günümüzde Riemann zeta fonksiyonu'nun formula_73 değeri olarak kabul edilmektedir. Söz konusu fonksiyon, asal sayılarla ve matematiğin en önemli çözülememiş problemlerinden biri olan Riemann hipotezi ile sıkı bir şekilde ilişkilidir. Euler'in bu konudaki katkısı, formula_74 eşitliğini ispatlamasıyla öne çıkmaktadır. Bu sayının ters değeri olan formula_75, geniş bir değer aralığından uniform dağılımla seçilen iki rastgele sayının birbirleriyle aralarında asal (yani ortak hiçbir çarpana sahip olmayan) olma ihtimalinin sınır değerini temsil etmektedir.
Büyük ölçekte asal sayıların dağılımı, örneğin belirli bir büyük eşik değerinden daha küçük olan asal sayıların sayısı gibi sorular, asal sayı teoremi tarafından açıklanmaktadır; fakat formula_1-inci asal sayıyı belirleyen etkin bir formül mevcut değildir. Dirichlet'in aritmetik diziler üzerine teoreminin temel versiyonu, aralarında asal olan formula_36 ve formula_41 tam sayıları için
biçimindeki doğrusal polinomların sonsuz sayıda asal değere ulaştığını öne sürer. Teoremin ileri versiyonları, bu asal değerlerin terslerinin toplamının ıraksadığını ve aynı formula_41 değerine sahip farklı doğrusal polinomların asal sayılar bakımından yaklaşık olarak aynı oranlara sahip olduğunu ifade eder.
Daha yüksek dereceli polinomlarda asal sayı oranlarına ilişkin varsayımlar ortaya konmuş olmakla birlikte, bu varsayımlar henüz kanıtlanmamıştır ve tam sayı girdileri için sonsuz kez asal olan bir kuadratik polinomun varlığı bilinmemektedir.
Öklid teoreminin analitik ispatı.
Euler'ın asal sayıların sonsuzluğunu kanıtlama yöntemi, asal sayıların terslerinin toplamlarını incelemektedir,
Euler, herhangi bir reel sayı formula_22 için, bu toplamın formula_22 değerinden daha büyük olacağı bir asal formula_19 sayısının mevcut olduğunu kanıtlamıştır.
Bu durum, asal sayıların sonsuz sayıda olduğunun bir göstergesidir; zira sonlu sayıda asal sayı var olsaydı, bu toplam, her bir formula_22 değerini aşmak yerine, en büyük asal sayıda en yüksek değerine erişirdi.
Bu serinin büyüme oranı, Mertens' ikinci teoremi ile daha detaylı bir biçimde tanımlanmıştır. Karşılaştırma amacıyla,
toplamı, formula_1 sonsuza yaklaştıkça sonsuzluğa yönelmez (bkz. Basel problemi). Bu çerçevede, her iki küme de sonsuz sayıda olmasına rağmen, asal sayıların doğal sayı karelerine göre daha sıklıkla ortaya çıktığı görülmektedir.
Brun teoremi, ikiz asalların terslerinin toplamının,
sonlu bir değere sahip olduğunu ifade etmektedir. Brun teoremi nedeniyle, Euler metodunun, sonsuz sayıda ikiz asalın var olduğu iddiasını ele alan ikiz asal hipotezini çözümlemek amacıyla kullanılabilmesi mümkün değildir.
Belirli bir üst sınıra kadar olan asal sayıların miktarı.
Asal sayıları sayma fonksiyonu olarak adlandırılan formula_89, formula_1 değerine eşit veya ondan küçük olan asal sayıların toplam sayısını ifade etmek için kullanılan bir fonksiyondur. Örnek olarak, formula_91 olarak ifade edilir; zira 11 sayısına eşit veya bu sayıdan daha küçük olan beş adet asal sayı mevcuttur. Meissel–Lehmer algoritması gibi metodlar, formula_1'ye kadar olan asal sayıların her birini tek tek sıralamaktan çok daha hızlı bir şekilde formula_89 değerinin doğru hesaplamasını gerçekleştirebilir.
Asal sayı teoremine göre, formula_89 değeri, formula_95 ifadesine asimptotiktir, yani
Bu durum, formula_89 ile sağ taraftaki ifadenin oranının, formula_1 değeri sonsuzluğa ulaştıkça 1 değerine yakınsadığını ifade eder. Bu durum, formula_1 değerinden daha küçük rastgele bir sayının asal sayı olma ihtimalinin, (yaklaşık olarak) formula_1 sayısının basamak sayısına ters orantılı olduğunu göstermektedir.
Bu durum, aynı zamanda, formula_1 sıradaki asal sayının büyüklüğünün formula_102 ile orantılı olduğunu ve bunun sonucu olarak, asal sayılar arasındaki ortalama boşluk büyüklüğünün formula_103 ile orantılı olduğunu göstermektedir. formula_89 değerinin daha doğru bir tahmini, logaritmik integral kullanılarak sağlanmaktadır.
Aritmetik diziler.
Aritmetik dizi, dizide yer alan ardışık sayıların her biri arasında sabit bir fark bulunan, sonlu veya sonsuz bir sayılar dizisini ifade eder. Bu farka, dizinin modülü denir.
Örneğin,
9 modül değerine sahip bir sonsuz aritmetik diziyi temsil eder. Aritmetik bir dizideki sayılar, modül değerine bölündüklerinde aynı kalanı alır; bu durumun bir örneği olarak, kalanın 3 olduğu görülür. Modülün 9 ve kalanın 3 olması, her iki değerin de 3'ün katları olması anlamına gelir, bu yüzden dizideki her bir eleman da 3'ün katıdır. Bu sebeple, bu dizi sadece bir tek asal sayı içermektedir ki o da 3'tür. Genel anlamda, sonsuz dizi
ancak kalan formula_36 ve modül formula_108 birbirine göre asal olduğunda birden fazla asal sayı içerebilir. Eğer bu iki değer birbirine göre asal ise, Dirichlet'in aritmetik diziler üzerine teoremi, ilerlemenin sonsuz sayıda asal sayı içerdiğini öne sürer.
Green–Tao teoremi, yalnızca asal sayılardan müteşekkil ve herhangi bir uzunlukta olabilen sonlu aritmetik dizilerin mevcudiyetini ispatlamaktadır.
Kuadratik polinomlar tarafından üretilen asal sayı değerleri.
Euler, formula_109 biçiminde ifade edilen fonksiyonun formula_110 aralığındaki n değerleri için asal sayı değerleri ürettiğine dikkat çekmiştir; bununla birlikte, bu fonksiyonun ileri değerleri arasında bileşik sayıların da yer aldığı gözlemlenmiştir. Bu fenomen için bir açıklama arayışı, Heegner sayıları ve sınıf sayısı problemi ile ilgili olarak, cebirsel sayı teorisinin derinliklerine dalmayı gerektirmiştir. Hardy–Littlewood F hipotezi, tam sayılı katsayılara sahip ikinci dereceden polinomların değerleri içerisindeki asal sayıların yoğunluğunun, logaritmik integral ve polinom katsayılarının fonksiyonu olarak öngörülmesine yöneliktir. Şu ana kadar, herhangi bir ikinci dereceden polinomun sonsuz sayıda asal sayı değeri ürettiği ispatlanamamıştır.
Ulam spirali, doğal sayıları, orijini çevreleyen konsantrik kareler halinde spiral bir düzende iki boyutlu bir ızgara üzerine yerleştirir ve asal sayıları belirginleştirir. Görsel bir inceleme sonucunda, asal sayıların belirli diyagonaller üzerinde, diğerlerine kıyasla daha yoğun bir şekilde gruplandığı görülmekte, bu durum bazı ikinci dereceden polinomların, diğerlerine nazaran daha sıklıkla asal değerler ürettiği yönünde bir izlenim uyandırmaktadır.
Zeta fonksiyonu ve Riemann hipotezi.
1859 yılından itibaren matematik alanında aydınlatılamamış en meşhur meselelerden biri, aynı zamanda Milenyum Problemleri arasında yer alan Riemann hipotezi, Riemann zeta fonksiyonu formula_111'nun sıfır noktalarının konumlarını sorgular.
Bu fonksiyon, karmaşık sayılar üzerinde tanımlı bir analitik fonksiyon niteliğindedir. Reel kısmı bir değerinden büyük formula_112 karmaşık sayıları için, fonksiyon hem tüm tam sayılar üzerinden hesaplanan bir sonsuz seri, hem de asal sayılar üzerinden tanımlanan bir sonsuz çarpım ile ifade edilir,
Euler tarafından ortaya konulan bu toplam ile çarpım arasındaki denklik, Euler çarpımı olarak isimlendirilmiştir. Euler çarpımı, aritmetiğin temel teoremi sayesinde elde edilmiş olup, zeta fonksiyonunun asal sayılarla derinlemesine ilişkisini açığa çıkarır. Sonsuz sayıda asal sayı bulunması gerektiğini kanıtlama yolunda bu durum, eğer sadece sınırlı sayıda asal sayı varsa,
toplam-çarpım eşitliğinin formula_114 noktasında da geçerli olması gerekirken, toplamın diverjans gösterdiği (harmonik seri formula_115 gibi), çarpımın ise sonlu bir değer alması gerektiğiyle sonuçlanan bir çelişki ile karşı karşıya kalınır.
Riemann hipotezi, zeta fonksiyonunun sıfırlarının tamamının ya negatif çift sayılardan ya da reel kısımları 1/2'ye eşit olan karmaşık sayılardan oluştuğunu öne sürer. Asal sayı teoreminin ilk kanıtı, bu hipotezin bir versiyonuna, yani reel kısmı 1 olan sıfırların var olmadığı varsayımına dayanmaktaydı, fakat daha basit kanıtlar da ortaya konmuştur.
Asal sayı sayım fonksiyonu, Riemann'ın açık formülü aracılığıyla, zeta fonksiyonunun sıfırlarının her birinden bir terimin katkısıyla oluşan bir toplam şeklinde ifade edilebilir; bu toplamın temel bileşeni logaritmik integral olup, geri kalan terimler ana terimin üzerinde ve altında dalgalanmalara yol açar.
Bu bağlamda, sıfırların, asal sayıların dağılım düzenini belirlediği söylenebilir. Riemann hipotezi eğer doğruysa, bu dalgalanmalar minimale indirgenecek ve
asal sayıların asimptotik dağılımı, asal sayı teoreminin öngördüğü gibi, formula_22 sayısına yakın aralıklarda (yaklaşık olarak formula_22 sayısının karekökü büyüklüğündeki aralıklar için) da geçerli olacaktır.
Soyut cebir.
Modüler aritmetik ve sonlu alanlar.
Modüler aritmetik, modül olarak isimlendirilen bir doğal sayı formula_1 için, yalnızca formula_119 sayılarının kullanıldığı, geleneksel aritmetik işlemlerin modifiye edilmiş bir şeklidir.
Diğer tüm doğal sayılar, formula_1 ile bölme işlemi sonrasında elde edilen kalan değer ile bu sisteme dahil edilerek karşılıkları bulunur.
Modüler toplama, çıkarma ve çarpma işlemleri, tam sayıların geleneksel toplama, çıkarma veya çarpma işlemlerinin sonucuna, bu sonucun modülünün alınarak yerine konulması yöntemiyle gerçekleştirilir.
Tam sayılar arasındaki eşitlik kavramı, modüler aritmetikte "denklik" olarak ifade edilir:
formula_22 ile formula_122, formula_1 ile bölündüklerinde aynı kalan değerine sahip olduklarında denk olmaları durumu (formula_124 mod formula_1 şeklinde belirtilir).
Bu numaralandırma sisteminde, modül bir asal sayı olduğunda ve yalnızca o zaman, sıfır olmayan tüm sayılara bölme işlemi gerçekleştirilebilir. Mesela, modül olarak formula_126 asal sayısının seçilmesi durumunda, formula_31 sayısı ile bölme işlemi gerçekleştirilebilir: formula_128, zira her iki tarafın da formula_31 ile çarpılması, paydalardaki terimlerin sadeleştirilmesi sonucunda formula_130 geçerli denklemini ortaya çıkarır. Ancak, bileşik bir modül olan formula_131 için, formula_31 ile bölme işlemi gerçekleştirilemez. formula_133 denkleminin geçerli bir çözümü bulunmamaktadır: payda terimlerinin formula_31 ile çarpılması, denklemin sol tarafını formula_135 yaparken sağ tarafını formula_136 ya da formula_31 olarak değiştirir.
Soyut cebir terminolojisinde, bölme işleminin yapılabilir olması, bir asal sayının modülü altında modüler aritmetiğin bir alan, daha özgül bir ifadeyle bir sonlu alan oluşturduğu; ancak diğer modüllerin yalnızca bir halka sağladığı, fakat bir alan oluşturmadığı anlamına gelir.
Asal sayılarla ilgili birçok teorem, modüler aritmetik kullanılarak ifade edilebilir. Mesela, Fermat'nın küçük teoremi, eğer bir
formula_138 (mod formula_19) ise, o zaman formula_140 (mod formula_19) olacağını öne sürer.
Tüm formula_36 değerleri için bu toplamın gerçekleştirilmesi, şu denklemi ortaya çıkarır:
bu denklem, formula_19 asal sayı olduğu durumlarda geçerlidir.
Giuga hipotezi, bu denklemin, formula_19 sayısının asal olması için yeterli bir koşul olduğunu ileri sürer. Wilson teoremine göre, formula_146 olan bir tam sayının asal olduğu; yalnız ve yalnız formula_147 faktöriyelinin, formula_19 modunda formula_149 ile denk olması durumunda geçerlidir. Bileşik bir için bu durum söz konusu olamaz, zira bu sayının çarpanlarından birisi, hem hem de formula_150'i bölebilecek ve bu nedenle formula_151 eşitliği mümkün olmayacaktır.
"p"-sel sayılar.
Bir tam sayının formula_19-sel düzeni formula_153, formula_1 sayısının asal çarpan ayrıştırmasında formula_19 asalının kaç defa yer aldığının göstergesidir. Bu kavram, tam sayılar için geçerli olduğu gibi, rasyonel sayılar için de, bir kesirin formula_19-sel düzeninin formula_157 olarak tanımlanmasıyla genişletilebilir. Herhangi bir rasyonel sayı için formula_19-sel mutlak değer formula_159, formula_160 şeklinde ifade edilir. Bir tam sayının formula_19-sel mutlak değeri ile çarpılması, onun çarpan ayrıştırmasındaki formula_19 asal çarpanlarını ortadan kaldırır, sadece diğer asal sayıları bırakır. Tıpkı iki gerçek sayı arasındaki uzaklığın, onların farklarının mutlak değeri ile ölçülebilmesi gibi, iki rasyonel sayı arasındaki uzaklık da onların formula_19-sel uzaklığı, yani farklarının formula_19-sel mutlak değeri ile ölçülebilir. Bu uzaklık tanımına göre, iki sayı birbirine yakın kabul edilir (küçük bir uzaklığa sahiptirler) eğer farkları formula_19'nin yüksek bir derecesi ile bölünebiliyorsa. Rasyonel sayıların ve onların uzaklıklarının ek sınırlayıcı değerler eklenerek gerçek sayılar gibi bir tam alan oluşturulduğu şekilde, formula_19-sel uzaklık ile rasyonel sayılar, farklı bir tam alan olan formula_19-sel sayılar olarak genişletilebilir.
Bu düzen, mutlak değer ve bu kavramlardan türetilmiş tam alan kavramı, cebirsel sayı alanları ve bu alanların değerlendirmeleri (alanın çarpımsal grupundan tamamen sıralı bir toplamsal gruba, düzen olarak da adlandırılan, özel eşlemeler), mutlak değerler (alanı gerçek sayılara çarpan olarak eşleyen, norm olarak da bilinen, özel çarpan eşlemeler) ve yerler (verilen alanın yoğun bir küme olarak yer aldığı, tamamlamalar olarak adlandırılan, tam alanlara yapılan genişletmeler) kavramlarına genelleştirilebilir.
Örneğin, rasyonel sayılardan reel sayılara yapılan genişleme, sayılar arasındaki uzaklığın, onların farklarının alışılagelen mutlak değerine dayandığı bir yer olarak tanımlanabilir. Bu bağlamda, bir toplamsal gruba yapılan karşılık gelen eşleme, mutlak değerin logaritması olurdu, fakat bu, bir değerlendirme için gerekli olan tüm özellikleri sağlamaz. Ostrowski teoremine göre, doğal bir denklik anlayışına kadar, gerçek sayılar ve formula_19-sel sayılar, onların düzen ve mutlak değerleri ile, rasyonel sayılar üzerinde tanımlanmış tek değerlendirmeler, mutlak değerler ve yerlerdir. Yerel-küresel prensip, rasyonel sayılar üzerindeki belirli sorunların, onların her bir yerinden elde edilen çözümlerin birleştirilmesi yoluyla çözülebilmesini sağlar, bu durum asal sayıların sayı teorisindeki kritik önemini bir kez daha altını çizer.
Halkalarda asal elemanlar.
Toplama, çıkarma ve çarpma işlemlerinin belirlendiği bir cebirsel yapı olan değişmeli halka, matematiksel yapıların bir çeşididir. Tam sayılar, bu yapıların bir örneği olup, tam sayılar içerisinde yer alan asal sayılar, "asal elemanlar" ve "indirgenemez elemanlar" şeklinde iki farklı yöntemle genellenmiştir. formula_169 halkasındaki sıfırdan farklı formula_19 elemanı, çarpmaya göre tersi olmadığında (yani bir birim olmadığında) ve formula_19 elemanı, formula_169'nin iki elemanının çarpımı formula_173'i böldüğünde, formula_22 veya formula_122 elemanlarından en az birini bölebilme özelliğini gösterdiğinde asal olarak nitelendirilir. Bir elemanın ne bir birim ne de iki birim olmayan elemanların çarpımı olmaması durumunda ise indirgenemez olarak tanımlanır. Tam sayılar halkasında asal ve indirgenemez elemanlar aynı küme içinde bulunur,
Herhangi bir halkada, bütün asal elemanlar indirgenemez niteliktedir. Bu durumun tersi genellikle doğru olmamakla birlikte, benzersiz çarpanlara ayırma alanları için geçerlidir.
Aritmetiğin temel teoremi, tanımı gereği, benzersiz çarpanlara ayırma alanları çerçevesinde geçerliliğini korur. Bu tür alanların bir örneği olarak formula_177 üzerinden tanımlanan Gauss tam sayıları gösterilebilir. Bu alan, formula_36 ve formula_41 herhangi tam sayılar olmak üzere, formula_180 formundaki karmaşık sayılardan oluşan bir halkayı ifade eder ve bu bağlamda formula_181, hayali birimi temsil eder. Bu yapıdaki asal elemanlara Gauss asal sayıları adı verilir. Tam sayılar arasında asal kabul edilen her sayının, Gauss tam sayıları içinde asal olarak kabul edilmemesi mümkündür; mesela, 2 sayısı, formula_182 ve formula_183 olmak üzere iki Gauss asalının çarpımı olarak ifade edilebilir. 3 mod 4 ile kongruent olan rasyonel asallar, Gauss tam sayılarında asal olarak kabul edilirken, 1 mod 4 ile kongruent olan rasyonel asallar asal olarak kabul edilmez. Bu durum, Fermat'nın iki kare toplamı üzerine teoreminden kaynaklanır; bu teorem, tek bir asal sayı formula_19'nin, formula_185 formunda iki karenin toplamı olarak ifade edilebileceğini ve bu sayede formula_19 1 mod 4 iken formula_187 şeklinde çarpanlara ayrılabileceğini öngörür.
Asal idealler.
Bütün halkaların benzersiz çarpanlara ayrılabilen bölgeler olduğu genellenemez. Örnek olarak, tam sayılar formula_36 ve formula_41 için tanımlanan formula_190 sayılar halkasında, formula_191 sayısı formula_192 şeklinde iki farklı çarpanlara ayrılabilir, ancak bu çarpanların hiçbiri daha ileri indirgenebilir durumda değildir; bu da benzersiz çarpanlara ayrım özelliğinin bulunmadığını gösterir. Benzersiz çarpanlara ayrım özelliğinin geniş bir halkalar sınıfına uygulanabilmesi için, sayı kavramı, bir halkanın öğeleri alt kümesi olan ve bu öğelerin çiftlerinin tüm toplamları ile halka öğeleri ile olan tüm çarpımlarını barındıran bir ideal ile yer değiştirebilir.
"Asal idealler", bir asal öğenin ürettiği başlangıç idealinin bir asal ideal olması anlamında asal öğeleri genelleştiren ve değişmeli cebir, cebirsel sayılar teorisi ile cebirsel geometri alanlarında önemli bir araç ve araştırma nesnesidir. Tam sayılar halkasının asal idealleri ise (0), (2), (3), (5), (7), (11), ... şeklinde sıralanabilir. Aritmetiğin temel teoremi, bir Noetherian değişmeli halka içerisindeki her idealin, birincil ideallerin bir kesişimi olarak tanımlanabileceğini belirten Lasker–Noether teoremi ile genelleştirilmiştir; bu ideal türleri, asal kuvvetlerin uygun bir şekilde genellenmiş halidir.
Bir halkanın spektrumu, söz konusu halkanın asal ideallerini içeren noktalarla tanımlanan bir geometrik alandır. Aritmetik geometri alanı, bu kavramdan önemli ölçüde yararlanmakta ve sayı teorisi ile geometri disiplinleri arasında çeşitli kavramsal paralellikler bulunmaktadır. Mesela, bir alana genişletme işlemi sonucu asal ideallerin faktörizasyonu veya dalgalanması gibi cebirsel sayı teorisinin temel problemleri, geometride dalgalanma fenomeni ile benzer özellikler gösterir. Tam sayılar üzerine kurulu sayı teorisi problemlerinin çözümünde bu kavramlar etkili olabilir. Kuadratik sayı alanlarının tam sayılar halkasındaki asal idealler, tam sayı asal sayıları üzerinde kare köklerin varlığını ifade eden kuadratik karşılıklılık teoreminin ispatlanmasında kullanılabilmektedir.
Fermat'nın Son Teoremi'ni ispatlama çabalarının ilk aşamaları, siklotomik tam sayılarda benzersiz çarpanlara ayrılmanın başarısız olması ile ilişkilendirilen tam sayı asal sayıları olan düzenli asalların, Kummer tarafından literatüre kazandırılmasına yol açmıştır.
Cebirsel bir sayı alanında, kaç adet tam sayı asal sayısının, birden fazla asal idealin ürünü şeklinde faktörize olduğu meselesi, Çebotarev yoğunluk teoremi ile çalışılmıştır. Bu teorem, siklotomik tam sayılar bağlamında uygulandığında, aritmetik ilerlemelerde yer alan asal sayılar hakkındaki Dirichlet teoremini özel bir örnek olarak içermektedir.
Grup kuramı.
Sonlu gruplar kuramında, Sylow teoremleri bir asal sayının formula_193 kuvvetinin bir grubun mertebesine bölünebilmesi durumunda, ilgili grubun formula_193 mertebesinde en az bir altgruba sahip olduğunu belirtir. Lagrange teoremi uyarınca, asal sayıda bir mertebe ile tanımlanan her grup bir döngüsel grup niteliğindedir
ve Burnside teoremi tarafından, mertebesi yalnızca iki farklı asal sayı ile bölünebilen her grup, çözülebilir özellik gösterir.
Hesaplamalı yöntemler.
Genel anlamda sayı teorisi ve özellikle asal sayılar üzerine yapılan çalışmalar, uzun bir süre boyunca, saf matematiğin matematik dışında herhangi bir uygulaması olmayan kanonik bir örneği olarak kabul edilmiştir. Bunun istisnası, dişli çarkların aşınmasını eşit bir şekilde dağıtabilmek amacıyla dişli dişlerinin asal sayılarla belirlenmesi uygulamasıdır. Bu bağlamda, Britanya'dan matematikçi G. H. Hardy gibi sayı teorisyenleri, çalışmalarının açık bir şekilde herhangi bir askeri amaç taşımadığından dolayı övünç duymuştur.
1970'li yıllarda, asal sayıların açık anahtarlı şifreleme algoritmaları geliştirmek için bir temel olarak kullanılabileceğinin kamuoyuna duyurulmasıyla, sayı teorisinin saflık vizyonu ciddi bir şekilde sarsılmıştır.
Bu uygulamalar, asal sayılarla hesaplama yapabilen algoritmaların ve özellikle de bir sayının asal olup olmadığını belirlemeye yönelik yöntemlerin, yani asallık testlerinin, kapsamlı bir şekilde incelenmesini teşvik etmiştir.
Büyük sayılar için kullanışlı olmaktan uzak, en temel asallık testi yöntemi olan deneme bölme yöntemi, yavaşlığı sebebiyle eleştirilmiştir. Modern asallık testlerinin bir kısmı herhangi bir sayıya uygulanabilirken, özel türdeki sayılar için daha verimli testler geliştirilmiştir. Çoğunlukla, asallık testleri sadece argümanın asal olup olmadığını belirlemekle sınırlıdır. Bileşik argümanların bir asal çarpanını (veya tüm asal çarpanlarını) belirleyebilen rutinler, çarpanlara ayırma algoritmaları olarak tanımlanır.
Ayrıca, asal sayılar bilgisayar bilimlerinde denetim toplamlarında, anahtarlı tablolarda ve sanki rastgele sayı üreteçlerinde kullanım alanı bulmaktadır.
Deneme bölme yöntemi.
Bir tam sayının asallık durumunun belirlenmesinde kullanılan en temel yöntem, "deneme bölme" olarak isimlendirilir. Bu metod, ilgili tam sayı formula_1'i 2'den başlayarak formula_1'in kareköküne kadar olan her tam sayıya bölme işlemi uygular. Bu sayılardan herhangi biri tarafından formula_1 düzgün bir şekilde bölünebilirse, formula_1 bileşik olarak tanımlanır; aksi halde asal olarak kabul edilir.
formula_1'in karekökünden büyük tam sayıların kontrol edilmesine gerek yoktur çünkü, formula_200 olduğu durumda, formula_36 ve formula_41 çarpanlarından biri her zaman formula_1'in kareköküne eşit veya ondan küçüktür. Bu yöntemin bir diğer iyileştirmesi, bu aralıkta yalnızca asal sayıların çarpan olarak kontrol edilmesidir.
Örnek olarak, 37 sayısının asal olup olmadığının belirlenmesi sürecinde, bu metod 2'den formula_204 değerine kadar olan asal sayılar, yani 2, 3 ve 5 sayıları ile bölme işlemi gerçekleştirir. Yapılan her bölme işlemi sıfırdan farklı bir kalan ile sonuçlandığı için, 37 sayısı asal olarak tanımlanır.
Bu metodun tanımı basit olmakla birlikte, büyük tam sayıların asallık testi için uygulanabilirliği sınırlıdır; zira, bu tam sayıların basamak sayısına bağlı olarak yürütülen testlerin sayısı, üstel bir artış göstermektedir. Bununla birlikte, bölücü büyüklüğü üzerinde karekökten daha az bir sınır belirlenerek kullanılan deneme bölme yöntemi, daha karmaşık yöntemlere başvurulmadan önce, küçük çarpanlara sahip bileşik sayıları hızla belirlemek amacıyla bu süzgeçten geçen sayılar üzerinde hâlâ tercih edilmektedir.
Kalbur yöntemleri.
Bilgisayarların var olmadığı dönemlerde, verilen bir sınır değere kadar tüm asalların ya da asal çarpanlaştırmaların listelendiği matematiksel tablolar yaygın biçimde basılmaktaydı. Asal sayıların listesinin elde edilmesinde kullanılan en kadim yöntem, "Eratosten kalburu" olarak isimlendirilir. Bu yöntemin optimize edilmiş bir çeşidini gösteren animasyon, metodun uygulanışını görselleştirir.
Aynı problem için daha asimptotik açıdan daha verimli bir başka kalbur yöntemi Atkin kalburu olarak belirlenmiştir. İleri düzey matematikte, elek teorisi benzeri metodlar diğer problemlerin çözümünde de kullanılmaktadır.
Asallık testi ile asallığın kanıtlanması.
Bir formula_1 sayısının asal olup olmadığını belirlemek amacıyla kullanılan en gelişmiş modern testlerden bazıları, yanlış bir sonuç üretme ihtimali olan olasılıksal (veya Monte Carlo) algoritmalarıdır. Örneğin, bir formula_19 sayısı için Solovay–Strassen asallık testi uygulamasında, formula_135 ile formula_208 arasından rastgele seçilen bir formula_36 sayısı üzerinden, formula_210 ifadesinin formula_19 tarafından bölünebilirliği modüler üs alma aracılığıyla denetlenir. Bu durumda, algoritma pozitif yanıt verir; aksi takdirde, negatif yanıt verir. formula_19 sayısı gerçekten asal ise, algoritma her zaman pozitif yanıt verir; fakat formula_19 bileşik bir sayı ise, pozitif yanıt verme olasılığı en fazla 1/2, negatif yanıt verme olasılığı ise en az 1/2'dir.
Bu deneyin aynı sayı üzerinde formula_1 defa yinelenmesi halinde, bir bileşik sayının her seferinde bu deneyden başarıyla geçme ihtimali en çok formula_215 olarak belirlenir. Deneylerin sayısı arttıkça, bu ihtimal üssel olarak azaldığından, yinelenen deneyi geçen bir sayının asal olduğuna ilişkin yüksek bir güven seviyesi (fakat kesin bir kanıt değil) elde edilir. Diğer taraftan, eğer deney en az bir kere dahi başarısızlıkla sonuçlanırsa, bu durumda söz konusu sayının mutlaka bileşik olduğu kesinleşir.
Bu şekilde bir testi geçmeyi başaran bileşik sayılara sanki asal (İng. "pseudoprime") adı verilir.
Diğer taraftan, bazı algoritmaların sonuçlarının daima doğru olacağına dair bir garanti bulunmaktadır. Bu durumun bir örneği deneme bölme yöntemidir. Kesin doğru çıktı sağlayan algoritmalar, AKS asallık testi gibi deterministik (rastgele olmayan) algoritmaları,
ve algoritmanın nihai yanıtını etkilemeyen rastgele seçimler yapan, örneğin bazı elips eğri asallık kanıtlama çeşitlerindeki gibi Las Vegas algoritmasını kapsar.
Elips eğri metodu, bir sayının asallığı konusunda bir karara vardığında, kolaylıkla doğrulanabilir bir asallık sertifikası temin eder.
Pratik uygulamalarda, garantili doğruluk sağlayan asallık testleri içinde, elips eğri asallık testi en hızlı olanıdır; ancak, bu testin çalışma zamanı analizi, katı ispatlara değil, sezgisel argümanlara dayanır. Matematiksel olarak zaman karmaşıklığı ispatlanmış AKS asallık testi mevcut olmakla birlikte, uygulamada elips eğri asallığını kanıtlamadan daha yavaş işler. Bu metodlar, rastgele sayılar üretilip test edilerek ve asal olan bir sayı bulunana dek büyük rastgele asal sayılar üretmek için kullanılabilir; bu süreçte, bir hızlı olasılıksal test, garantili doğruluk sağlayan bir algoritma ile kalan sayıların asallığının doğrulanmasından önce, çoğu bileşik sayıyı çabucak elemine etme işlevi görür.
Aşağıda sunulan tablo, mevcut testlerden seçilmiş olanları sıralamaktadır. Bu testlerin çalışma zamanları, incelenmek üzere olan sayıyı temsil eden formula_1 ve olasılıksal algoritmalar için gerçekleştirilen testlerin sayısını ifade eden formula_65 ile ilişkilendirilmiştir. Ek olarak, formula_218, keyfi olarak belirlenebilen küçük bir pozitif değeri simgeler ve log, belirli bir tabana atıfta bulunmaksızın logaritmayı işaret eder. Büyük O gösterimi, her bir zaman kısıtının, boyutsuz birimlerden zaman birimlerine çevrilebilmesi için bir sabit faktör ile çarpılması gerektiğini belirtir; bu faktör, algoritmanın uygulandığı bilgisayarın türü gibi uygulama ayrıntılarına bağlıdır, fakat formula_1 ve formula_65 girdi parametrelerine bağlı olmaz.
Özel amaçlı algoritmalar ve en büyük bilinen asal sayı.
Bahse konu testlerin yanı sıra, özgün biçimdeki bazı sayıların asallık durumu, daha hızlı bir metodoloji kullanılarak test edilebilir. Örnek olarak, Lucas–Lehmer asallık testi, bir Mersenne sayısının (iki'nin bir kuvvetinden bir az olan) asal olup olmadığını, deterministik bir yaklaşımla, Miller–Rabin testinin tek bir yinelemesi kadar sürede tespit edebilmektedir. Bu sebepten ötürü, 1992 yılından itibaren () en büyük "bilinen" asal sayı, sürekli olarak bir Mersenne asalı olagelmiştir.
Mersenne asallarının sonsuz olduğu varsayılmaktadır.
Aşağıdaki tablo, çeşitli kategorilerde tespit edilmiş en büyük asal sayıları içermektedir. Bu asal sayıların bir kısmı, dağıtık hesaplama yöntemiyle keşfedilmiştir. 2009 senesinde, en az on milyon rakam içeren bir asal sayıyı ilk defa bulma başarısı gösteren Great Internet Mersenne Prime Search projesi, yüz bin Amerikan doları mükafatına layık görülmüştür. Electronic Frontier Foundation, yüz milyon ve bir milyar rakam barındıran asal sayılar için sırasıyla yüz elli bin ve iki yüz elli bin dolar ödül sunmaktadır.
Asal çarpanlara ayırma.
Bir bileşik tam sayı olan formula_1 için, onun bir veya tüm asal çarpanlarını tespit etme işlemi, formula_1 sayısının "çarpanlara ayrılması" olarak isimlendirilir. Bu süreç, asallığın sınanmasından bariz bir şekilde daha zor bir hal almaktadır, ve birçok çarpanlara ayrılma algoritması tanımlanmış olmasına rağmen, bunlar en hızlı asallık testi metodlarına kıyasla daha yavaş çalışmaktadırlar. Deneme bölünmesi ve Pollard'ın rho algoritması gibi yöntemler, formula_1 sayısının oldukça küçük çarpanlarını keşfetmek amacıyla kullanılabilir, ve formula_1 sayısının az büyüklükte çarpanları varsa, elips eğri çarpanlarına ayırma yöntemi etkili olabilmektedir. Çarpanlarının büyüklüğünden bağımsız olarak, herhangi bir büyüklükteki sayılar için uygulanabilir yöntemler arasında kuadratik kalbur ve genel sayı alanı kalburu metodları yer almaktadır. Asallık testlerinde olduğu gibi, girdinin özgül bir yapıda olmasını zorunlu kılan çarpanlara ayrılma algoritmaları da mevcuttur; bunlar arasında özel sayı alanı kalburu bulunmaktadır. Aralık 2019 itibarıyla, genel amaçlı bir algoritmayla çarpanlarına ayrılmış en büyük sayı, 240 ondalık basamağa (795 bit) sahip RSA-240'dır ve bu, iki büyük asal sayının çarpımından meydana gelmektedir.
Shor algoritması, herhangi bir tam sayının çarpanlarına ayrıştırılmasını bir kuantum bilgisayar üzerinde polinomik sayıda işlem adımı ile gerçekleştirebilir. Bununla birlikte, günümüz teknolojisi, söz konusu algoritmayı sadece minimal büyüklükteki sayılar üzerinde uygulayabilmektedir. , bir kuantum bilgisayarında Shor algoritmasını kullanarak çarpanlarına ayrılan en büyük sayı 21 olarak kaydedilmiştir.
Diğer bilgisayımsal uygulamalar.
Çok sayıda açık anahtarlı şifreleme algoritması, örneğin RSA ve Diffie-Hellman anahtar değişimi gibi, büyük asal sayılar üzerine kuruludur (2048-bit asal sayılar yaygın kullanımdadır). RSA algoritması, iki (büyük) sayının çarpımı olan formula_22 ve formula_122 sayılarının çarpımını yapmanın, bu çarpım formula_173 sonucu bilindiğinde formula_22 ve formula_122 (aralarında aralarında asal kabul edilen) sayılarını bulmaktan çok daha kolay (yani daha etkili) olduğu önermesine dayalıdır. Diffie–Hellman anahtar değişim mekanizması, formula_230 şeklinde ifade edilen modüler üs alma işleminin etkili algoritmalarla gerçekleştirilebilmesi gerçeğine bağlıyken, bu işlemin tersi olan ayrık logaritma probleminin zor olduğu kabul edilmektedir.
Asal sayılar, hash tablolarında yaygın olarak tercih edilmektedir. Carter ve Wegman tarafından geliştirilen orijinal evrensel hashing metodolojisi, büyük asal sayılar cinsinden mod alınarak seçilen rastgele doğrusal fonksiyonlar aracılığıyla hash fonksiyonuların hesaplanmasına dayanır. Carter ve Wegman, bu metodu, yine büyük asal sayılar cinsinden mod alınarak daha yüksek dereceden polinomlar kullanılarak formula_65-bağımsız hashingi genelleştirerek iyileştirmiştir. Asal sayılar, hash fonksiyonlarının yanı sıra, kuadratik sondalama yöntemine dayalı hash tablolarında, sorgulama dizilerinin tablonun tamamını kapsayacak şekilde tasarlanmasını sağlamak amacıyla hash tablo boyutlarının belirlenmesinde de kullanılmaktadır.
Çeşitli sağlama toplamı yöntemleri, asal sayıların matematiğine dayalıdır. Mesela, Uluslararası Standart Kitap Numarası için kullanılan sağlama toplamları, asal bir sayı olan 11'e göre sayının mod alınarak hesaplanması yoluyla tanımlanmaktadır. 11 sayısının asal bir değere sahip olması, bu metodun hem tek basamaklı hataları hem de yan yana bulunan rakamların yer değiştirme hatalarını tespit edebilmesine olanak tanır. Adler-32 gibi başka bir kontrol toplamı yöntemi, formula_232 değerinden küçük olan en büyük asal sayı 65521'e göre modüler aritmetik kullanmaktadır. Asal sayılar ayrıca, lineer eşleşik üreteciler ve Mersenne Twister gibi çeşitli rastgele sayı üreteci modellerinde temel birer bileşen olarak kullanılmaktadır.
Diğer uygulamalar.
Asal sayılar, sayılar teorisinin yanı sıra, soyut cebir ve temel geometri gibi matematiğin diğer disiplinlerinde de geniş uygulama alanlarına sahiptir. Mesela, asal sayılar kadar noktanın iki boyutlu bir düzlem üzerine öyle bir yerleştirilmesi mümkündür ki, bu noktalardan herhangi üçü düz bir çizgi üzerinde konumlanmaz, üç-doğru-üzerinde-sorunu (İng. "No-three-in-line problem") ya da bu noktalar arasından seçilen her üçlü tarafından oluşturulan üçgenlerin geniş alanlara sahip olması sağlanabilir. Ayrıca, bir polinomun indirgenemezliğinin, polinomun katsayılarının bir asal sayı ve bu asal sayının karesi ile bölünebilirliğine dayanarak tespit edilmesini sağlayan Eisenstein kriteri, indirgenemez polinomlar üzerine bir test olarak öne çıkmaktadır.
Asal sayı kavramı, matematiğin çeşitli dallarında farklı şekillerde genelleştirilmiş kadar önemlidir. Genellikle, "asal" kelimesi, uygun bir anlamda, minimaliteyi veya ayrıştırılamazlığı belirtir. Örneğin, verilen bir alanın asal alanı, hem 0 hem de 1'i içeren en küçük alt alandır. Bu, rasyonel sayılar alanı veya asal sayıda elemana sahip bir sonlu alandır, isminin kaynağı budur. Sıklıkla, "asal" kelimesi kullanılarak bir nesnenin, esasen benzersiz bir şekilde, asal bileşenlerine ayrıştırılabileceği anlamı da amaçlanır. Örneğin, düğüm teorisinde, bir asal düğüm iki önemsiz düğümün bağlı toplamı olarak yazılamayacak şekilde ayrıştırılamaz bir düğümdür. Herhangi bir düğüm, asal düğümlerin bağlı toplamı olarak benzersiz bir şekilde ifade edilebilir. 3-boyutlu manifoldların asal ayrışımı bu türe başka bir örnektir.
Matematik ve bilgisayar bilimlerinin ötesinde, asal sayıların kuantum mekaniğine potansiyel ilişkileri mevcut olup, kültür ve edebiyat alanlarında metaforik öğeler olarak değerlendirilmişlerdir. Bunun yanı sıra, evrimsel biyoloji alanında, ağustos böceğilerinin yaşam evrelerinin izah edilmesinde asal sayılar başvurulan bir araç olmuştur.
Yapılandırılabilir çokgenler ve çokgen bölümlendirmeleri.
Fermat asalıları,
şeklinde tanımlanan ve formula_65 negatif olmayan bir tam sayı olduğunda geçerli olan asal sayılar olarak bilinir. Bu terim, her biri bu formdaki sayıların asal olduğunu varsayan Pierre de Fermat'ya atfen kullanılır. İlk beş Fermat sayısı – 3, 5, 17, 257 ve 65,537 – asal niteliktedir, fakat formula_235 ve 2017 yılı itibarıyla incelenmiş diğer tüm Fermat sayıları bileşik olarak sınıflandırılmıştır. Bir düzenli formula_1-genin cetvel ve pergel kullanılarak çizilebilir olması, ancak ve ancak formula_1'in tek asal faktörleri (var ise) birbirinden farklı Fermat asalları olduğunda mümkündür. Benzer şekilde, bir düzenli formula_1-genin çizimi, formula_1 sayısının asal çarpanlarının 2 veya 3'ün herhangi bir sayıda tekrarı ile birlikte, farklı Pierpont asalıları içeren (potansiyel olarak boş) bir küme olması durumunda, cetvel, pergel ve bir açı üçleyici kullanılarak gerçekleştirilebilir.
Herhangi bir dışbükey çokgenin, formula_1 sayısı bir asal sayının kuvveti olduğunda, eşit alan ve eşit çevreye sahip formula_1 adet daha küçük dışbükey çokgenlere ayrılması mümkündür; fakat formula_1 değerinin asal sayının kuvveti dışındaki diğer değerleri için bu durumun geçerli olup olmadığı bilinmemektedir.
Kuantum mekaniği.
Hugh Montgomery ve Freeman Dyson'ın 1970'lerde gerçekleştirdikleri çalışmaların öncülüğünde, matematik ve fizik alanında uzmanlar, Riemann zeta fonksiyonunun kökleri ile kuantum sistemlerinin enerji düzeyleri arasında bir bağlantı olabileceğini öne sürmüşlerdir. Aynı zamanda, asal sayılar, karşılıklı olarak önyargısız tabanlar ve simetrik bilgi tamamlı pozitif-operatör-değerli ölçüm gibi matematiksel yapılar vasıtasıyla kuantum bilgi bilimi alanında da kritik bir öneme sahiptir.
Biyoloji.
"Magicicada" cinsi ağustos böceğilerinin uyguladığı evrimsel strateji, asal sayılardan faydalanmaktadır. Bu böcek türleri, ömürlerinin büyük bir kısmını yer altında larva formunda geçirmekte, yalnızca 7, 13 veya 17 yıl gibi asal sayıları temsil eden süreler sonunda erginleşip yeryüzüne çıkarlar, çiftleşirler ve birkaç hafta içinde yaşam döngülerini tamamlayarak ölürler. Bu asal sayılara dayanan üreme döngüsü sürelerinin, avcıların bu döngülere uyum sağlamasını engellemek amacıyla evrildiği biyologlar tarafından öne sürülmektedir.
Öte yandan, bambu bitkilerinde görülen çiçeklenme periyotlarının, çarpanlarında yalnızca küçük asal sayılar içeren pürüzsüz sayılar olduğu varsayılmaktadır. Bu durum, bambunun çiçeklenme zamanlamalarının küçük asal sayılara dayalı bir düzenlilik gösterdiğini işaret etmektedir.
Sanat ve edebiyat.
Asal sayılar, pek çok sanatçı ve yazar üzerinde derin bir etkiye sahip olmuştur.
Fransız besteci Olivier Messiaen, "doğal olaylar"ı referans alarak ametrik müzik üretmede asal sayıları kullanmıştır. "La Nativité du Seigneur" (1935) ve "Quatre études de rythme" (1949–50) eserlerinde, birbirinden farklı asal sayılara dayanan motif uzunluklarını simultane kullanımıyla öngörülemez ritimler oluşturmuştur: "Neumes rythmiques" adlı üçüncü etütte 41, 43, 47 ve 53 gibi asal sayılar yer almaktadır. Messiaen, bu kompozisyon tekniğini "doğanın hareketlerinden, serbest ve eşitsiz süreçlerde meydana gelen hareketlerden ilham alarak" geliştirdiğini belirtmiştir.
Bilimkurgu eseri "Contact"'ta, Carl Sagan, uzaylılarla iletişim kurma sürecinde iki boyutlu görüntü düzlemlerinin oluşturulmasında asal sayıların çarpanlarına ayrılmasının potansiyel bir yöntem olarak kullanılabileceğini ileri sürmüştür. Bu düşünceyi ilk defa 1975 yılında Amerikan astronom Frank Drake ile informal bir şekilde ortaya koymuştur. "The Curious Incident of the Dog in the Night-Time" adlı eserde, yazar Mark Haddon, ana karakterin, Asperger sendromuna sahip matematiksel yeteneği yüksek bir genç, zihinsel durumunu yansıtmak amacıyla hikayenin bölümlerini ardışık asal sayılar kullanarak düzenlemiştir. Paolo Giordano'nun "The Solitude of Prime Numbers" adlı romanında asal sayılar, yalnızlık ve tecrit duygularını sembolize etmek için kullanılmış, asal sayılar tam sayılar içerisinde "yabancı" olarak tasvir edilmiştir.
Asal oturanlar.
Aritmetiğin temel teoremi 1'den büyük tüm tam sayıların asal sayıların çarpımları şeklinde yazılabileceğini, üstelik yazımın da (asal çarpanların değişik sıralanması hariç) yalnız bir şekilde (teklik) olacağını söyler. Bir sayının asal çarpanlara ayrılmasında bir asal sayı birden fazla tekrar edebilir. Dolayısıyla asal sayılar, doğal sayıların "temel inşa taşları" olarak düşünülebilir.
Örneğin, 23244'ü şu şekilde asal çarpanlarına ayırabiliriz:23244 = 22 × 3 × 13 × 149
ve 23244'ün diğer asal çarpanlara ayırış şekilleri yukarıdaki ile aynıdır, fakat asal sayıların sıralaması değişik olabilir. Büyük sayılar için değişik asal çarpanlara ayırma algoritmaları vardır.
İkiz asallar.
Aralarındaki fark iki olan asal sayılar hakkındaki ikiz asallar konjektürü.
Chen asalları.
Bir a asal sayısı (a+2) biçiminde yazıldığında asal ya da yarı asal oluyorsa a değeri, Chen asalı olarak adlandırılmaktadır. İkiz asallarda, küçük sayı aynı zamanda Chen asalıdır.
Asal örnekler:
Yarı asal örnekler:
Mersenne asalları.
Bir a doğal sayısı (2a – 1) biçiminde yazıldığında hesaplanan değer Mersenne sayısı, asal oluyorsa aynı zamanda Mersenne asalı olarak adlandırılmaktadır. Mersenne asalları hesaplanırken, a sayısı da asal olarak alınmaktadır. Ancak a sayısının asal olarak alındığı bazı durumlarda, bileşik Mersenne sayıları hesaplanabilmektedir. Bilinen en büyük asal sayı olan 2136,279,841 − 1, Mersenne asalıdır.
Mersenne asalları:
Bileşik Mersenne sayıları:
Goldbach hipotezi.
Asal sayılarla ilgili Goldbach hipotezi, doğru gözükmesine rağmen halen ispatlanamamıştır. "Her çift (2 hariç) sayı iki asal sayının toplamı mıdır?"
Örneğin:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5372",
"len_data": 59473,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.19
}
|
İkiz asallar, aralarındaki fark 2 olan asal sayılar. Örneğin 3-5, 5-7, 11-13 ikiz asallardır. 2-3 çifti hariç iki asal sayı arasındaki fark da zaten en az 2 olabilir.
İkiz asalların sonsuz tane olmasına ilişkin soru, sayılar kuramının yıllardır çözülememiş en büyük problemlerinden birisidir ve "ikiz asallar sanısı ( varsayımı, kestirimi) olarak adlandırılır. "Hardy-Littlewood sanısı" ikiz asalların dağılımı üzerine "asal sayılar teoremi" ne benzer bir varsayımda bulunur.
Viggo Brun, ünlü " eleme metoduyla" bir x sayısından küçük ikiz asal sayıların sayısının, x/(log)2 den küçük olduğunu göstermiştir. Bu sonuç da bütün ikiz asal sayı çiftler toplamının yakınsak olduğunu göstermektedir (bakınız Brun sabiti). Bu tüm asal sayı çiftlerinin toplamının ıraksadığına terstir (p ve p' asal sayılar ve k bir doğal sayı olmak üzere p-p'=2k, bu genellemeden k=1 için ikiz asallar varsayımına gidilir; bahsi geçen tüm asal sayı çiftlerin toplamı k değişken olmak üzere p ve p'lerin toplamıdır). Brun ayrıca her çift sayının, en fazla 9 tane asal çarpanı olan iki tane sayının farkı olarak sonsuz biçimde ifade edilebileceğini göstermiştir. Chen Jingrun'un ünlü teoremi göstermektedir ki herhangi bir m çift sayısı için m ile aralarında en fazla 2 tane asal çarpanı olan bir sayı kadar fark olan asal sayılardan sonsuz tane vardır.
3'ten büyük her ikiz asal sayı çifti, bazı n doğal sayıları için, (6n-1, 6n +1) şeklinde ifade edilir.
Öyle ki n, 1'e eşit değildir ve 0, 2, 3, 5, 7 ile sonlanmak zorundadır.
m ve m+2 sayı çifti ancak ve ancak
2005 yılına gelindiğinde bilinen en büyük ikiz asal sayı çifti 16869987339975 · 2171960 ± 1 dir. Macar Zoltán Járai, Gabor Farkas, Timea Csajbok, Janos Kasza ve Antal Járai tarafından 2005 yılında bulunmuş olup 51779 haneli sayılardır.
4,35 · 1015 e değin yapılan tüm asal sayı çiflerin deneysel analizi göstermektedir ki x den az çift sayısı x·f(x)/(log x)2 dir. Burada f(x) küçük değerli x ler için yaklaşık 1,7 dir ve x sonsuza giderken yaklaşık 1,3 e kadar azalır. f(x) 'in limit değeri "ikiz asal sabiti" ne eşit olduğu varsayılmaktadır.
Bu varsayım ikiz asallar sanısını gerektirmektedir ki hâlâ çözümsüzdür. Türk bilim adamlarından Cem Yalçın Yıldırım'ın da aralarında bulunduğu bir grup bilim insanı bu konu ile ilgili önemli araştırma çalışmaları yapmaktadırlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5373",
"len_data": 2309,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.95
}
|
Matematikte cebirin temel teoremi karmaşık değişkenli polinomların köklerinin varlığıyla ilgili temel bir sonuçtur. D'Alembert-Gauss teoremi olarak da anılmaktadır.
Teoremin açık bir ifadesi şöyledir:
Sonuç olarak, katsayıları tam sayı, rasyonel sayı veya gerçel sayı olan ve sabit olmayan her polinomun en az bir karmaşık kökü vardır; çünkü tam sayılar, rasyonel sayılar ve gerçel sayılar da aslında birer karmaşık sayıdır. Bu sonuç elde edildikten sonra, her polinomun karmaşık sayılar cismi olan formula_1 'de çarpanlarına ayrılabileceği görülebilir; yani daha doğru bir şekilde dile getirilirse, her polinom derecesi kadar sayıda doğrusal fonksiyonların çarpımı şeklinde yazılabilir. Bu doğrusal fonksiyonların üniter olması isteniyorsa bu çarpımın başına bir karmaşık sayı eklenir. Polinom bu son anlatılan şekilde çarpanlarına ayrılmaya çalışılırsa, böyle bir ayırma tek bir şekilde yapılabilir. Matematiksel bir dille şu ifade edilmektedir: Eğer formula_2 ise ve
"n" dereceli bir polinomsa,
eşitliği yazılabilir ve bu eşitliğin bu şekilde yazılabilmesi sadece tek bir şekilde yapılabilir. Bu şekilde yazıldıktan sonra, polinomun köklerinin formula_5 olacağı açıktır. Burada polinomun köklerinin birbirinden farklı olmak zorunda olmayacağına dikkat edilmelidir.
Cebirin temel teoremi, her ne kadar cebirin ve teoremin kanıtlanmasından sonra üretilmiş matematiğin büyük bir bölümünün geliştirilmesinde önemli bir yere sahipse de, isminin içerdiği "cebir" kelimesi teoremi dar bir alana sokmamalıdır. Zira, bu teoremin tamamen cebirsel olan bir kanıtı bile yok gibidir. Teoremin bu isimle anılmasının sebebi teoremin kanıtlandığı dönemde cebirin kendini "denklemler kuramı" yani polinomların çözümüyle uğraşan bir kuram olarak tanımlamasıdır. Ancak, kanıtın yapıldığı zamandan bu yana cebirin kapsamına giren fikirler artmışsa da teoremin ismi değişmeden kalmıştır.
Teorem, kendine matematiğin içinde oldukça geniş bir uygulama bulmuştur. Örneğin, doğrusal cebirde özyapı dönüşümlerinin indirgenmesinde önemli bir yere sahiptir. Yine analizde, rasyonel fonksiyonların ayrışımında ve daha birçok teoremin kanıtında kullanılmaktadır.
Teoremin dengi ifadeleri.
Cebirin temel teoreminin birbirine denk olan değişik ifadeleri mevcuttur:
Örneğin, 1+i karmaşık sayısı formula_6 polinomunun bir köküdür. Bu halde, teorem "P"(X) polinomunun bir kökünün varolduğunu ifade eder; ancak bu kökün nasıl bulunacağını açıklamaz. Köklerin varlığı ilgili bu ifade aslında karmaşık sayılar cisminin bir özelliğini de tanımlamaktadır. Katsayılarını bir "F" cisminden alan, tek değişkenli ve derecesi en az 1 olan her polinomun yine bu "F" cismi içinde bir kökü varsa, "F" cismine cebirsel kapalı cisim adı verilir. Teorem bu yüzden şu şekilde de ifade edilebilir:
Bu sonuç, aynı zamanda bir polinomun bölünmesi bağlamında da, yani karmaşık katsayılı çarpanlarının çarpımına eşit olması anlamında da ifade edilebilir:
Teorem, derecesi n olan ve karmaşık katsayılı "a"n"X"n +... + "a"1"X" + "a"0 şeklindeki polinomların
"a"n("X" - α1)...("X" - αn) halinde de yazılabileceğini işaret eder. Burada, 1'den k'ye kadar değişen her αk polinomun bir köküdür. Burada, farklı k'ler için αk'ler eşit olabilir. Bu durumda, αk'ye "katlı kök" adı verilir.
Cebirin temel teoremi, katsayıları gerçel sayı olan polinomlar ele alındığında şu dengi ifadelere karşılık gelmektedir:
Teoremin tarihi.
Peter Rothe (Petrus Roth), 1608'de yayımlanan "Arithmetica Philosophica" adlı kitabında gerçel katsayılara sahip n'inci dereceden bir polinom denkleminin n tane çözümünün "olabileceğini" yazmıştır. Albert Girard, 1629'da yayımlanan "L'invention nouvelle en l'Algèbre" adlı kitabında n'inci dereceden bir polinom denkleminin n tane çözümünün olduğunu yazmıştır. Dahası, bu ifadesinin "denklem eksikli olmadıkça" geçerli olduğunu ifade etmiştir. Ancak, ne demek istediğini detaylı bir şekilde açıkladığında, aslında ifade ettiği önermenin her zaman geçerli olduğuna inandığı ortaya çıkmaktadır. Mesela, x4 = 4x − 3 eksikli değildir; ancak yine de 4 kökü vardır:1 (iki kere), −1 + i√2 ve −1 − i√2.
Yukarıdaki dengi ifadelerde de ifade edildiği gibi cebirin temel teoremini izleyen ifadelerden biri de sabit olmayan ve gerçel katsayılara sahip bir polinomun derecesi bir veya 2 olan, gerçel katsayılı polinomların çarpımı şeklinde yazılabileceğidir. Ancak, 1702'de Leibniz a'nın reel olduğu ve sıfıra eşit olmadığı x4 + a4 türündeki hiçbir polinomun bu şekilde yazılamadığını söylemiştir. Sonraları, Bernoulli yine aynı ifadeyi bu sefer x4 − 4x3 + 2x2 + 4x + 4 polinomunu kastederek vermiştir. Ancak, 1742'de Euler'den bahsi geçen polinomun
şeklinde yazılabildiğini belirten bir mektup almıştır (Burada α, 4 + 2√7 sayısının kareköküdür.). Euler, ayrıca
olduğundan da bahsetmiştir.
Teoremi ilk kanıtlama girişimi 1746'da d'Alembert tarafından yapılmıştır; ancak kanıtı eksikti. Kanıtın sorunlarından biri de Puiseux teoremi olarak da bilinen bir teoremi varsaymasıdır ki bu teorem bu kanıtın yapılmaya tarihten 100 yıl sonra kanıtlanmıştır. Dahası, bu kanıt da cebirin temel teoremini varsayar. Teoremi kanıtlama girişimi euler tarafından (1749'da), de Foncenex tarafından (1759'da), Lagrange tarafından (1795'te) yapılmıştır. Bu dört girişimin hepsi de Girard'ın ifadesine dayanmaktadır.
18'inci yüzyıl sonunda, köklerin varlığını varsaymayan iki kanıt yayınlandı. Bunlardan biri James Wood tarafından verilmişti ve genel çerçevede cebirsel bir kanıttı; ancak zamanında pek de önemsenmedi. Wood'un verdiği kanıtın aynı zamanda cebirsel bir açığı vardı. Diğer kanıt ise Gauss tarafından 1799'da verilen kanıttı ve genel çerçevede geometrik bir kanıttı; ancak topolojik bir açığı vardı. Bu açık, Alexander Ostrowski tarafından 1920'de kapatılmıştır. Tamamen titizce hazırlanmış bir kanıt Argand tarafından 1806'da verilmiştir ve ilk defa burada cebirin temel teoremi gerçel katsayılı polinomlardan değil de karmaşık katsayılı polinomlardan bahsederek ifade edilmiştir. Gauss, daha sonra biri 1816'da ve diğeri de ilk verdiği kanıtın değişik bir hali olmak üzere 1849'da iki kanıt daha yayımlamıştır.
Teoremi ve kanıtını içeren ilk kitap Cauchy'nin Cours d'analyse de l'École Royale Polytechnique (1821) adlı kitabıdır. Argand'ın kanıtını içermektedir; ancak Argand'a herhangi bir atıf yapılmamıştır.
Kanıtlar.
Bu bölümde dahil edilen kanıtların neredeyse hepsi bir şekilde analizden en azından gerçel ve karmaşık fonksiyonların sürekliliğini kullanacak derecede faydalanmaktadır. Bazı kanıtlar türevi ve hatta analitik fonksiyonları kullanmaktadır. Bu yüzden, aslında cebirin temel teoreminin ne temel ne de tamamen cebirsel bir özelliği mevcuttur.
Teoremin bazı kanıtları sabit olmayan ve gerçel katsayılara sahip polinomların karmaşık bir köke sahip olacağını kanıtlamaktadır. Ancak, bu tür kanıtlar yine de teoremin en genel halini kanıtlamakta yeterlidir; çünkü "p"("z") karmaşık katsayılara sahip sabit olmayan bir polinomsa
polinomunun sadece gerçel katsayıları olacaktır. Dahası, "z" eğer "q"("z") 'yi sıfır yapan bir sayıysa yani "q"("z") 'nin köküyse, o zaman ya "z" ya da "z" 'nin eşleniği "p"("z") 'nin kökü olacaktır.
Teoremin cebirsel yöntemleri kullanmayan kanıtlarının büyük bir kısmı "büyüme önsavı" da denilen şu gerçeğe dayanmaktadır: baskın katsayısı 1 olan "n" 'inci dereceden bir polinom |"z"| yeterince büyükken aslında "zn" gibi davranır. Daha kesin bir ifade ise şöyle verilebilir: öyle bir "R" sayısı vardır ki |"z"| > "R" iken şu eşitsizlik sağlanır:
Karmaşık analizdeki kanıtlar.
Kanıt 1: |"z"| ≥ "r" iken |"p"("z")| > |"p"(0)| olacak şekilde orijin merkezli ve "r" yarıçaplı bir kapalı "D" diski alalım. "D" tıkız olduğu için |"p"("z")| fonksiyonunun minimumum "D" üzerinde vardır ve dahası bu minimum "D" 'nin sınır üzerinde değildir. Minimumun var olduğu nokta "z"0 ise, o zaman minimum mutlak değer ilkesi kullanılarak "p"("z"0) = 0 elde edilir. Başka bir deyişle, "z"0 "p"("z") 'nin bir sıfırıdır.
Kanıt 2: Kanıt 1'in biraz daha değiştirilmiş haliyle teorem yine kanıtlanabilir. Kanıt minimum mutlak değer teoremi kullanmadan yapılabilir (bu tür kanıtların birçoğu Cauchy integral teoremini veya sonuçlarını kullanır); ancak bu kez yapılan şey minimum mutlak değer teoreminin polinomlar için basit adımlarla kanıtlanmasıdır. Daha kesin bir ifadeyle, çelişki yoluyla kanıt yapmaya çalışırsak, formula_14 olsun. O zaman, formula_15 'yi formula_16'ın kuvvetleri halinde açıp şu şekilde yazabiliriz:
Burada, formula_18'ler formula_19 polinomunun katsayılarıdır ve formula_20 de sabit terimden sonra sıfır olmayan ilk terimin indeksini temsil etmektedir. Ama, formula_21 'a yeteri kadar yakın formula_22'ler için bu polinomun asimptotik olarak formula_23 polinomuna benzer davrandığını gözlemleyebiliriz. Başka bir deyişle,
formula_24
ifadesi formula_21 noktasının belli bir komşuluğunda pozitif bir formula_26 sabiti tarafından sınırlandırılmıştır. Bu yüzden, formula_27 tanımlarsak ve formula_28 alırsak, o zaman yeteri kadar küçük pozitif formula_29 sayısı için üçgen eşitsizliğini de kullanarak
elde ederiz. "r", 0'a yeteri kadar yakın olduğunda, üstte |"p"("z")| için bulunan bu üst sınır |"a"| 'dan kesinlikle daha küçük olacaktır ve bu da "z"0 'ın tanımıyla çelişmektedir.
Kanıt 3: Bu bağlamda elde edilen bir başka kanıt ise, "D"'nin dışında|"p"("z")| > |"p"(0)| olduğunu gözlemlenmesine ve bu yüzden |"p"("z")| 'nin karmaşık düzlemdeki minimumunun "z"0 gerçekleşmesine dayanmaktadır. |"p"("z"0)| > 0 ise, o zaman 1/"p" karmaşık düzlemin tümünde sınırlı bir holomorf fonksiyon olur. Karmaşık düzlemin tümünde sınırlı olan holomorf bir fonksiyonun sabit olması gerektiğini belirten Liouville teoremi kullanılarak 1/"p" 'nin sabit olduğu sonucuna ulaşılır. Bu yüzden "p" de sabit olur. Ama bu çelişkidir ve bu yüzden "p"("z"0) = 0 olmalıdır.
Kanıt 4: Bir diğer kanıt ise arguman ilkesini kullanmaktadır. Pozitif bir "R" gerçel sayısı seçelim öyle ki "p"("z") 'nin köklerinin mutlak değerinin her biri bu "R" sayısından küçük olsun. Böyle bir "R" sayısı vardır; çünkü sabit olmayan ve derecesi "n" olan bir polinomun en fazla "n" tane sıfırı olduğunu biliyoruz. "r" > "R" koşulunu sağlayan her "r" için
sayısını ele alalım. Burada, "c"("r") 0 merkezli, "r" yarıçaplı ve saatin tersi yöndeki çemberdir. O zaman, arguman ilkesi kullanılarak bu sayının "p"("z") 'nin 0 merkezli ve "r" yarıçaplı açık daire içinde sahip olduğu sıfır sayısı N'ye eşit olduğu elde edilir. "r" > "R" olduğu için bu aynı zamanda "p"("z") 'nin toplam sıfır sayısına eşittir. Diğer taraftan, "n"/"z" 'nin "c"("r") boyunca alınan integralinin 2π"i" 'ye bölünmesiyle "n" sayısı elde edilir. Ama, o zaman bu iki sayı arasındaki fark şöyle olur:
Sağdaki integralin içinde bulunan rasyonel ifadenin payını derecesi en fazla "n" − 1 iken, paydanın derecesi ise "n" + 1 dir. Bu sebeple, yukarıdaki ifadedeki farkı temsil eden sayı, "r" sonsuza giderken 0'a yaklaşmaktadır. Ancak, bu sayı aynı zamanda "N" − "n" sayısına eşittir. O zaman, "N" = "n" olmalıdır.
Kanıt 5: Bir başka kanıt ise doğrusal cebir ve Cauchy integral teoreminin birleştirilmesinden elde edilir. Derecesi "n" > 0 olan her karmaşık polinomun bir tane sıfırı olduğunu göstermek için "n"x"n" lik her karmaşık matrisin karmaşık bir özdeğerinin olduğunu göstermek yeterlidir. Çelişki yöntemiyle tartışalım:
"A", "n"x"n" lik karmaşık bir kare matris olsun ve "In" de "n"x"n" lik birim matris olsun.
resolvent fonksiyonunu ele alalım. "R(z)" karmaşık düzlemde tanımlı ve matrislerin vektör uzayında değerler olan bir meromorf fonksiyondur. "A" 'nın özdeğerleri, kesinlikle "R(z)" 'nin kutuplarıdır. Varsayımımızdan dolayı "A" 'nın özdeğeri olmadığı için, o zaman "R(z)" tam fonksiyon olur ve Cauchy integral teoremi sayesinde
elde ederiz. Diğer taraftan, "R(z)" 'yi geometrik seri olarak açarsak
elde ederiz. Bu formül, yarıçapı ||"A"|| ("A"'nın operatör normu) olan kapalı diskin dışında geçerlidir. Bu halde, "r" > ||"A"|| alalım. O zaman,
elde edilir. Burada sadece toplamdaki indeksin "k" = 0 olduğu durumda integralin değeri 0 olmaz. Bu bir çelişkidir. O yüzden, "A"'nın özdeğeri vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5374",
"len_data": 12035,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.84
}
|
P harfi "polynomial", NP harfleri ise "non-deterministic polynomial" ifadelerini temsil eder, Türkçe karşılıkları "polinom" ve "belirleyici olmayan polinom"dur. "P eşittir NP?" ise hesaplama teorisi'nin en temel ve meşhur problemidir.
Polinomsal zamanda çözülen problemler.
Hesaplama teorisinde, bazı tip problemlerin çözümü için en etkili algoritmaların çalışma süresinin girilen verinin büyüklüğüne bir polinom cinsinden bağlı olduğu bilinmektedir (buna polinomsal zamanda çalışan algoritma adı verilir), bu tür problemler P kategorisindeki problemlerdir. Mesela verilen formula_1 basamaklı bir sayının asal olup olmadığını kontrol etmek için çalışma süresi formula_2 mertebesinde bir polinomla hesaplanabilen bir algoritma vardır. Dolayısıyla verilen bir sayının asal olup olmadığının araştırılması P kategorisinde bir problemdir.
Polinomsal zamanda çözülemeyen problemler.
Buna karşılık bir diğer grup problem vardır ki bunlar için sorulan soruya girilen verinin büyüklüğüne polinom mertebesinde bağımlı bir sürede cevap verecek bir algoritma bilinmemektedir. Fakat bu tür bazı problemler için eğer bir şekilde cevabı tahmin edebiliyorsak, tahminimizin doğruluğunu sınamak için veri büyüklüğüne polinom mertebesinde bağımlı sürelerde çalışacak algoritmalar vardır. Bu tür problemler, yani bir tahminin doğruluğunun kontrolü için çalışma süresi verinin büyüklüğüne polinom cinsinden bağımlı bir algoritma olan problemler de NP kategorisini oluştururlar. Örnek olarak verilen formula_1 basamaklı bir sayının asal çarpanlarının neler olduğu sorusunu düşünebiliriz. Bu sorunun cevabı için bilinen en iyi algoritmanın çalışma süresi formula_1 sayısına bir polinom cinsinden değil de eksponansiyel fonksiyonlar cinsinden (formula_5 misali) bağımlıdır (buna üstel zamanda çalışan algoritma denir), fakat bu problem için eğer bir şekilde cevabı tahmin edebiliyorsak tahminimizin doğruluğunu sınamak için formula_1 sayısına polinom mertebesinde bağımlı bir sürede çalışacak bir algoritma mevcuttur. Dolayısıyla verilen bir formula_7 basamaklı sayının asal çarpanlarının neler olduğu sorusu NP kategorisindedir.
P ve NP arasındaki bağ.
Bu iki kategoriden NP'nin P'yi içerdiğini görmek kolaydır. Eğer bir sorunun cevabını verinin büyüklüğüne polinom mertebesinde bağımlı sürede çalışacak bir algoritmayla bulabiliyorsak, bu soruya cevap olarak üretilmiş bir tahminin doğruluğunu da verinin büyüklüğüne polinom mertebesinde bağımlı sürede çalışacak bir algoritmayla kontrol edebiliriz. Bunun için verilen sorunun cevabını verecek algoritmayı çalıştırıp, onun verdiği cevabı kendi tahminimizle karşılaştırmak yeterlidir. "P=NP?" problemi bunun tersinin de doğru olup olmadığını sorar. Yani NP kategorisinde olup da P kategorisinde olmayan problemler var mıdır? Veya diğer bir dille asal çarpanların bulunması için polinom mertebesinde bir sürede çalışacak bir algoritma gerçekten yok mu yoksa var da biz mi bulamıyoruz? Bu alanın uzmanlarının çoğunun görüşü bu tür algoritmaların gerçekten de var olmadıkları için bulunamadığı (yani P nin NP'ye eşit olmadığı) şeklinde ancak bu soruya kesin bir cevap verilebilmesi şimdilik çok zor gözüküyor.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5375",
"len_data": 3133,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.09
}
|
Süreklilik hipotezi (, kısaca CH), matematiksel mantık ve aksiyomatik kümeler kuramının en temel ve en meşhur problemlerinden biridir. En temel ifadesiyle, "kardinalitesi (yani büyüklüğü) tam sayılar kümesi ile reel sayılar kümesinin kardinaliteleri arasında olan bir küme yoktur" önermesidir.
Daha formel bir dille hipotez, doğal sayıların kardinalitesi olan formula_1 ile reel sayıların oluşturduğu kontinuumun kardinalitesi olan formula_2 (veya formula_3) arasında başka bir sonsuz kardinal sayı bulunmadığını öne sürer. Bu durum, genellikle formula_4 denklemi ile ifade edilir; burada formula_5, formula_1'dan sonra gelen ilk ve en küçük sonsuz kardinal sayıdır.
Hipotez, ilk olarak 1876 yılında kümeler kuramının kurucusu Georg Cantor tarafından ortaya atılmıştır. Cantor, hipotezin doğru olduğuna inanmış ve hayatının önemli bir bölümünü onu kanıtlamaya adamış ancak başarılı olamamıştır. Problemin temel önemi 1900 yılında Alman matematikçi David Hilbert'in 20. yüzyıl matematiğine yön vereceğini düşündüğü 23 problemden oluşan meşhur listesinin ilk sırasına bu hipotezi koymasıyla perçinlemiştir. Bu durum, süreklilik hipotezinin, matematiğin temellerinin sağlamlığı ve tutarlılığı arayışında ne denli merkezî bir sorun olarak görüldüğünü ortaya koymuştur.
Problemin çözümüne yönelik en önemli adımlar 20. yüzyılın ortalarında atılmıştır. 1940 yılında Kurt Gödel süreklilik hipotezinin, modern matematiğin standart aksiyom sistemi olan Zermelo-Fraenkel küme teorisi (kısaca ZFC) kullanılarak çürütülemeyeceğini kanıtlamıştır. 1963 yılında ise Paul Cohen, Gödel'in çalışmasını tamamlayarak, hipotezin ZFC aksiyomları kullanılarak kanıtlanamayacağını göstermiştir.
Bu iki sonucun birleşimi, süreklilik hipotezinin ZFC aksiyom sisteminden bağımsız olduğunu ortaya koymuştur. Bu, ZFC'nin tutarlı olduğu varsayımı altında, hem süreklilik hipotezinin kendisinin hem de karşıtının ZFC'ye bir aksiyom olarak eklenebileceği ve her iki durumda da tutarlı bir matematiksel sistem elde edileceği anlamına gelir. Bu devrim niteliğindeki sonuç "matematiksel doğruluk" kavramının mutlak olup olmadığı, aksiyomatik sistemlerin sınırları ve matematik felsefesi üzerine günümüze dek süren derin tartışmaları tetiklemiştir.
Tarihi.
Süreklilik hipotezinin kökenleri 19. yüzyılın sonlarında Georg Cantor'un sonsuzluk kavramına getirdiği yaklaşıma dayanır. Cantor'un çalışmaları sonsuzluğun tek bir monolitik kavram olmadığını, aksine farklı "büyüklüklerde" sonsuzların var olduğunu göstererek modern matematiğin temellerini sarsmıştır.
Sonsuz Kümeler Kuramı.
Cantor'un 1874 tarihli makalesi matematik tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Bu çalışmasında Cantor, tüm sonsuzların eşit olmadığını kanıtlamıştır. Özellikle cebirsel sayıların (yani katsayıları tam sayı olan polinomların kökleri olan sayılar) kümesinin, doğal sayılar kümesiyle birebir eşlenebildiğini, yani "sayılabilir" olduğunu göstermiştir. Ancak aynı çalışmada, reel sayılar kümesinin (kontinuum) bu şekilde sayılamayacağını, yani "sayılamaz" olduğunu kanıtlamıştır. Bu keşif kümeler kuramını ve "transfinit" (sonsuzötesi) sayılar teorisini başlatan temel adım olmuştur.
Bu farklı sonsuzlukları sınıflandırmak için Cantor, kardinalite kavramını geliştirmiştir. İki kümenin, elemanları arasında birebir eşleme kurulabiliyorsa, bu iki kümenin aynı kardinaliteye, yani aynı "büyüklüğe" sahip olduğu kabul edilir. Cantor, doğal sayılar kümesinin kardinalitesini İbrani alfabesinin ilk harfi olan alef ile göstererek formula_1 olarak adlandırmıştır. Reel sayıların kardinalitesini ise formula_2 ile göstermiştir.
Cantor, reel sayıların sayılamaz olduğunu kanıtlamak için köşegen kanıtı (diagonal argument) yöntemini kullanmıştır. Bu zarif kanıt, formula_2'nin formula_1'dan kesinlikle daha büyük olduğunu (formula_11) göstermiştir. Ancak bu kanıt, bu iki sonsuzluk arasında başka bir sonsuz büyüklüğün olup olmadığına dair bir bilgi vermemiştir.
Hipotezin Formülasyonu.
Cantor, bu iki farklı sonsuzluk olan formula_1 ile formula_2 arasında başka bir sonsuz kardinalitenin var olup olmadığını doğal olarak sorgulamıştır. Bu soru süreklilik hipotezi olarak bilinir hâle gelmiştir. Cantor hipotezin doğru olduğuna, yani böyle bir ara sonsuzluğun var olmadığına kuvvetle inanıyordu ve hayatının geri kalanında bu problemi çözmek için yoğun bir çaba sarf etti. Ancak tüm uğraşlarına rağmen hipotezi ne kanıtlayabildi ne de çürütebildi. Bu başarısızlık Cantor'un hem zihinsel sağlığı üzerinde yıkıcı bir etki yarattı hem de teorisinin temel bir parçasının eksik olduğu yönündeki eleştirileri alevlendirdi.
Cantor'un sonsuzlukla ilgili fikirleri dönemin matematik camiasında büyük bir dirençle karşılaştı. Leopold Kronecker gibi etkili matematikçiler Cantor'u alenen bir "şarlatan" olarak nitelendirirken, Henri Poincaré Cantor'un teorisini "matematiği istila eden korkunç bir hastalık" olarak tanımlamıştır.
Hilbert'in Birinci Problemi.
20. yüzyılın başında, süreklilik hipotezinin statüsü kökten değişti. 1900 yılında Paris'te düzenlenen İkinci Uluslararası Matematikçiler Kongresi'nde dönemin en önde gelen matematikçilerinden David Hilbert, yeni yüzyılda matematiğin ilerlemesine yön vereceğine inandığı 23 problemden oluşan bir liste sundu. Bu listenin en başında süreklilik hipotezi yer alıyordu.
Hilbert'in CH'yi listenin en başına koyması tesadüfî değildi. Bu seçim Hilbert'in daha geniş kapsamlı felsefî projesi olan Hilbert Programı ile yakından ilişkiliydi. Hilbert tüm matematiği çelişkisiz, tam ve karar verilebilir aksiyomatik bir temel üzerine inşa etmeyi planlıyordu. Bu programa göre her anlamlı ve iyi formüle edilmiş matematiksel problemin kesin bir çözümü olmalıydı. Süreklilik hipotezi, matematiğin en temel iki nesnesi olan doğal sayılar ve reel sayılar arasındaki ilişkiyi sorguladığı için, bu programın gücünü ve geçerliliğini test etmek için mükemmel bir adaydı.
Bu hamle, süreklilik hipotezini Cantor'un kişisel bir takıntısı veya tartışmalı bir teorinin bir parçası olmaktan çıkarıp, tüm matematik dünyasının en prestijli ve acil problemlerinden biri haline getirdi. Böylece hipotez, tek bir matematikçinin kişisel ve trajik mücadelesi olarak başlayan yolculuğunu, 20. yüzyıl matematiğinin temel taşı arayışının merkezinde yer alan kurucu bir prensip olarak sürdürdü.
Matematiksel İfadesi.
Süreklilik hipotezini tam olarak anlamak için, Cantor'un geliştirdiği kardinalite, transfinit sayılar ve kuvvet kümesi gibi temel kavramları incelemek gerekir.
Kardinalite ve Transfinit Sayılar.
Kardinalite, bir kümenin "eleman sayısı" veya "büyüklüğü"nü ifade eden bir ölçüdür. Sonlu kümeler için bu kavram, elemanları saymakla aynı anlama gelir. Ancak sonsuz kümeler için Cantor, birebir eşleme kavramını temel almıştır: Eğer iki kümenin elemanları arasında, her elemanı yalnızca bir kez eşleyen bir fonksiyon kurulabiliyorsa, bu iki küme aynı kardinaliteye sahiptir denir. Bu tanıma göre, bazı sonsuz kümeler diğerlerinden "daha büyük" olabilir.
Doğal sayılar kümesi formula_14 ile birebir eşlenebilen kümelere sayılabilir sonsuz (countably infinite) denir. Tam sayılar kümesi (formula_15) ve rasyonel sayılar kümesi (formula_16) de sayılabilir sonsuzdur. Sayılabilir olmayan sonsuz kümelere sayılamaz (uncountable) denir. Reel sayılar kümesi (formula_17) bunun en bilinen örneğidir.
Cantor, sonsuz kardinaliteleri belirlemek için İbrani alfabesinin ilk harfi olan Alef (formula_18) sembolünü kullanmıştır.
formula_1, sayılabilir sonsuz kümelerin kardinalitesidir. formula_20
Sonsuz kardinaller iyi-sıralı bir dizi oluşturur: formula_1, formula_5, formula_23 ... Bu dizide formula_5, formula_1'dan sonra olan en küçük kardinal sayıdır.
Kontinuumun Kardinalitesi ve Kuvvet Kümesi.
Kontinuum, reel sayılar kümesini (formula_17) ifade eder ve kardinalitesi genellikle formula_2 ile gösterilir. Cantor, bu kardinaliteyi daha temel bir kavram olan kuvvet kümesi ile ilişkilendirmiştir.
Bir formula_28 kümesinin kuvvet kümesi, formula_29 veya formula_30 ile gösterilir ve formula_28'nın tüm alt kümelerinden oluşan kümedir. Örneğin, formula_32 ise, formula_33'dir.
Cantor Teoremi, herhangi bir formula_28 kümesi için, kuvvet kümesinin her zaman formula_28'nın kendi kardinalitesinden kesinlikle daha büyük olduğunu söyler: formula_36. Bu teorem, sonsuz sayıda farklı sonsuzluğun varlığını garantiler çünkü bir kümenin kuvvet kümesini alıp ardından onun da kuvvet kümesini alarak sonsuza dek daha büyük kardinaliteler elde edilebilir.
Cantor, gerçel sayılarn kardinalitesinin (formula_2) doğal sayıların kuvvet kümesinin kardinalitesine eşit olduğunu kanıtlamıştır: formula_38.
Hipotezin Formal İfadesi.
Yukarıdaki tanımlar ışığında, Süreklilik Hipotezi (CH) birkaç farklı, fakat mantıksal olarak birbirine denk şekilde ifade edilebilir. Hipotezin en yaygın ve öz ifadesi şudur: formula_4. Bu denklem, kontinuumun kardinalitesinin, sayılabilir sonsuzluktan sonra gelen ilk kardinal sayı olduğunu iddia eder.
Ayrıca bu hipotezi formula_40 şeklinde ifade etmek de mümkündür.
ZFC'den Bağımsızlık.
Süreklilik hipotezinin 20. yüzyıldaki serüveni, onun ZFC aksiyom sisteminden bağımsız olduğunun kanıtlanmasıyla sonuçlanmıştır. Bu, hipotezin ZFC kullanılarak ne kanıtlanabileceği ne de çürütülebileceği anlamına gelir. Bu sonuç, iki aşamalı bir süreçte, iki farklı matematikçi tarafından, iki devrimci teknik kullanılarak elde edilmiştir.
CH Çürütülemez.
İlk büyük adım, 1940 yılında Avusturyalı mantıkçı Kurt Gödel tarafından atıldı. Gödel'in amacı, Süreklilik Hipotezi'nin ZFC aksiyomlarıyla tutarlı olduğunu göstermekti. Bu, ZFC'nin tutarlı olduğu varsayımı altında, ZFC'ye CH'nin bir aksiyom olarak eklenmesinin bir çelişkiye yol açmayacağını kanıtlamak anlamına geliyordu. Eğer bu gösterilebilirse, CH'nin ZFC içinde çürütülmesi imkansız olurdu, çünkü eğer bir çürütme (yani formula_41 kanıtı) var olsaydı, ZFC + CH sistemi hem CH'yi hem de formula_41'yi içererek çelişkili hale gelirdi.
İnşa Edilebilir Evren (L).
Gödel, bu tutarlılık kanıtını yapmak için iç model () tekniğini icat etti. Fikir, ZFC'nin tüm aksiyomlarını sağlayan, ancak standart kümeler evreni olan formula_43'nin (von Neumann evreni) içinde yer alan daha "dar" ve "minimalist" bir kümeler evreni inşa etmekti. Gödel'in inşa ettiği bu modele inşa edilebilir evren () adı verilir ve formula_44 harfiyle gösterilir.
formula_44'nin inşası, ordinal sayılar boyunca tranfisit yineleme () adı verilen bir süreçle adım adım gerçekleştirilir:
Bu inşa süreci, evrene yalnızca kesin olarak var olması gereken, yani bir formülle "inşa edilebilen" kümelerin dahil edilmesini sağlar. Bu nedenle formula_44, standart evren formula_43'den potansiyel olarak çok daha küçük ve zayıf bir yapıdır; içinde garip veya patolojik olarak görülebilecek kümelere yer yoktur.
İnşa Edilebilirlik Aksiyomu.
Gödel, bu iç modelin özelliklerini inceleyerek kanıtını tamamladı. "Evrendeki her küme inşa edilebilirdir" önermesi, yani formula_58, ZFC'ye eklenebilecek yeni bir aksiyom adayıdır.
Gödel, inşa ettiği formula_44 modelinin ZFC'nin tüm aksiyomlarını sağladığını gösterdi. Daha da önemlisi, formula_44 modelinin içine Genişletilmiş Süreklilik Hipotezi'nin (GCH) ve dolayısıyla özel bir durum olan CH'nin de doğru olduğunu kanıtladı. formula_44'nin minimalist yapısı yeni kümelerin oluşumunu o kadar kısıtlar ki, formula_1 ile formula_3 arasında bir kardinaliteye sahip bir kümenin inşa edilmesine olanak tanımaz.
ZFC'nin tutarlı olduğu varsayımı altında, formula_44 modeli ZFC + V=L'nin (ve dolayısıyla ZFC + CH'nin) bir modelidir. Bir teorinin bir modeli varsa, o teori tutarlıdır. Dolayısıyla, ZFC + CH sistemi tutarlıdır ve bu da CH'nin ZFC aksiyomları kullanılarak çürütülemeyeceği anlamına gelir.
CH Kanıtlanamaz.
Gödel'in sonucu, hikâyenin sadece yarısıydı. CH'nin ZFC'den tam bağımsızlığını kanıtlamak için, onun ZFC'de kanıtlanamayacağının da gösterilmesi gerekiyordu. Bu, ZFC'nin tutarlı olduğu varsayımı altında, ZFC + formula_41 sisteminin de tutarlı olduğunu göstermekle eşdeğerdi. Bu devasa adımı, 1963 yılında Amerikalı matematikçi Paul Cohen, zorlama (forcing) adını verdiği tamamen yeni bir teknik geliştirerek başardı. Bu çalışması ona 1966'da Fields Madalyası'nı kazandırdı.
Zorlama (Forcing).
Cohen'in zorlama tekniği, Gödel'in iç model tekniğinin felsefi olarak tam tersidir. Gödel evreni "küçülterek" bir model inşa ederken, Cohen evreni "genişleterek" yeni bir model inşa eder.
Zorlama, var olan bir ZFC modelini (buna "ground model" denir ve genellikle formula_66 ile gösterilir) alıp, ona dikkatlice seçilmiş yeni kümeler ekleyerek daha büyük bir model (formula_67) oluşturma yöntemidir.
Zorlama koşulları, eklenecek yeni küme veya kümeler hakkındaki "kısmî bilgilerdir". Örneğin, yeni bir reel sayı eklemek istiyorsak, bir zorlama koşulu bu sayının ondalık açılımının ilk birkaç basamağını belirten sonlu bir bilgi parçası olabilir.
Jenerik küme/filtre, zorlama koşullarının tutarlı ve tam bir koleksiyonudur. Zemin model formula_66'de olmayan ancak onun dışından jenerik olarak seçilen bir kümedir.
Jenerik genişletme, yeni model formula_67, zemin model formula_66'e küme formula_71'nin eklenmesiyle elde edilir. Cohen, bu yeni ve daha "zengin" modelin de ZFC aksiyomlarını sağladığını kanıtlamıştır.
¬CH Modelinin İnşası.
Cohen, zorlama tekniğini kullanarak Süreklilik Hipotezi'nin yanlış olduğu bir model inşa etti.
Gödel ve Cohen'in bu iki sonucu bir araya geldiğinde, Süreklilik Hipotezi'nin ZFC'den tamamen bağımsız olduğu kesinleşmiş oldu. Bu durum, ZFC aksiyomlarının kümeler evreninin "zenginliği" veya "yoğunluğu" hakkında ne kadar az şey söylediğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5376",
"len_data": 13529,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.15
}
|
Visual Basic, Microsoft tarafından, Basic programlama dili üzerinde geliştirilmiş, olay yönlendirmeli, üst seviye, nesne tabanlı ve görsel bir programlama dilidir. Öğrenilmesi de kullanılması da oldukça kolaydır.
Görsel programlama için basit bir tanım yapmak gerekirse ""göz göre göre program yapmak" diyebiliriz. Bu programlama anlayışı; önceki yıllarda kullanılan temel programlama dillerindeki bir düzenleyici (editör) ekran üzerine satır satır yazılan programlamanın yerine, Grafiksel Kullanıcı Arabirimi (GUI)’nin ve bu arabirim içerisinde program geliştirme amacıyla bulunan Entegre Geliştirme Ortamı (IDE) adlı bir araçlar koleksiyonunun almasıyla ortaya çıkmıştır.
Visual Basic'e gelince, öncelikle Basic programlama dili temel alınarak ortaya çıkarılmış olduğunu söylemek gerekir. Basic (Beginners-All Purpose Symbolic Instruction Code) kelime anlamı olarak "Yeni Başlayanlar İçin Çok Amaçlı Sembolik Talimat Kodu" anlamına gelmektedir. Basic metin tabanlı düzenleyiciler (editörler) arasında en çok rağbet göreni olmuştur. Başlangıçta çok basit programların geliştirilmesi amacıyla kullanılırken, bu ilgi dolayısıyla gitgide gelişerek son halini almıştır.
MS visual basic türevleri.
Microsoft, Visual Basic dilinin değişik türevlerini oluşturmuştur.
Microsoft Office gibi yazılımlar içerisinde otomasyon oluşturabilmek için geliştirilmiş bir yapıdır.
ASP ("Active Server Pages") web Platformunun standart dilidir.
Visual Basic sözdizimine dayalıdır. ASP ve VB Script, ASP.NET ile aynı şey değildir. ASP.NET, Visual Basic.Net ile benzer kategoridedir.
Visual Basic.NET, Visual Basic 6.0 Platformunun varisi olmakla birlikte farklı bir yapıdır ve .NET Frame work üzerinde çalışır. Bu Platform Visual Basic dilinin Obje Temelli özelliklerini güçlendirmek için atılmış bir adımdır. Ancak Visual Basic dilinin onu ileri seviye bir dil yapan kullanıcı dostu özelliklerinden ödün verildiği söylenebilir. Microsoft'un Visual Basic.NET'le birlikte Visual Basic'i VB 6.0'dan farklı bir yapıya dönüştürmesinin ardından RAD Basic ve TwinBASIC gibi VB 6.0 uyumlu olduğu iddia edilen 3. parti yazılımlar piyasaya çıkmıştır.
Yardım ve kullanım.
Visual Basic programlama diline ait tüm komutları ve bunların kullanım kurallarını bilmeniz oldukça güçtür. Bu nedenle programlarınızı hazırlarken birçok defa yardım almak amacıyla bir kitaba ya da internete ihtiyaç duyarız. İnternette programlama üzerine hazırlanmış yardım alabileceğimiz pek çok site mevcuttur. Bunun yanı sıra Visual Basic programlama dili kendi içerisinde de bir yardım menüsü barındırmaktadır. F1 tuşuna basılarak yardım menüsü görüntülenebilir.
Visual Basic'de yardım alabilmemiz için, bunların kütüphanelerini yani yardım içeriğini barındıran MSDN ("Microsoft Developer Network")'yi kurmamız gereklidir. MSDN'i Visual Basic kurulumu tamamlandıktan sonra karşınıza gelecek olan uyarı ekranını takip ederek kurabilirsiniz. Ancak Visual Basic kurulum CD'lerinin tamamına ya da MSDN kurulum dosyalarına ihtiyacınız olacaktır.
Yardım ekranı, internet sayfasına çok benzeyen bir görüntüye sahiptir. "Contents" yazan bölümden konu başlıklarına göre istediğiniz başlığı seçerek, "Index" bölümünden tüm başlık ve alt başlıkları alfabetik sıraya uygun şekilde inceleyerek ya da aradığınız konunun ilk harflerini girerek, "Search" bölümünden ise aradığınız konu içeriğini yazıp o konu ile ilgili tüm başlık ve alt başlıklara ulaşarak arama yaptırabilirsiniz. Aranıp bulunan konunun üzeri tıklanarak aynen bir web sayfasında olduğu gibi yan
tarafta görüntülenmesi sağlanabilir. "Favorites" kısmı ise arama için değil daha çok eski yapmış olduğumuz aramalara kolay ulaşmak için kullanılır. Örneği araştırıp bulduğunuz bir konu ile ilgili yardım ekranı açık iken, "Favorites" kısmına gider ve "Add" butonuna basarsanız, orada yer alan listeye o sayfanın eklendiğini göreceksiniz. Bir konu ile ilgili yardım sayfası görüntülenirken, bir sayfaya sığmayabilir bu durumda araç çubuğunda yer alan "Forward" butonu yardımıyla ilerlenebilir. Konu ile ilintili olabileceğini düşündüğünüz bir alt başlığa gitmek için "Next", bir üst başlığa gitmek için ise "Previous" butonu kullanılabilir. Arayıp bulmuş olduğunuz konu ile ilgili açılan sayfanın hemen üstünde "See Also", "Example", "Specifics", "Applies To" ve "Tasks"" gibi linklerin birini ya da birkaçını görebilirsiniz. Bunlar eğer var ise bu konuyla ilintili başka konuları, örnekleri, özellikleri, uygulamaları görmenizi sağlar. Ayrıca sayfanın içerisinde, konu anlatımı sırasında altı çizili ve mavi renkte göreceğiniz kelimelerinde, o kelimelerle ilgili yardım sayfalarına sizi yönlendiren birer link olduğunu belirtmemiz gerekir eğer link belirtmezseniz düzgün bir sonuç çıkartamazsınız.
Örnek kodlar.
Yorum Satırları.
'Bu 1. öntanımlı kod/yorum satırıdır
REM Bu ise 2. öntanımlı tanım/yorum satırıdır.
Mesaj kutusu.
codice_1
Basit Yönetimler.
Private Sub FormLoad()
If checkbox1.Checked = False Then 'CheckBox işaretli değil
textbox1.Enabled = True 'CheckBox işaretli değilken TextBox'umuz yazı yazılabilir. Yani "enabled" olacak.
Else
textbox1.Enabled = False
End If
End Sub
Private Sub Button1_Clicked() Handles Button1.Click
Label1.Text = (Label1.Text) + 1
'Alttaki kod ise daha karmaşık. Label2'yi x kabul edersek, Label1'e x'in bir fazlasını ekleyecek.
Label1.Text = (Label1.Text) + (Label2.Text + 1)
'Alttaki kod öncekilerden daha karmaşık. Label3'ü y kabul edersek, x ile y'nin 1'er fazlasını toplayıp label1'e ekleyecek.
Label1.Text = (Label1.Text) + ((Label2.Text + 1) + (Label3.Text + 1))
'En karmaşık olarak alttakini örnek verebiliriz. Label4'ü z kabul edersek, x + 1 ile y+1'i çarpacak ve bunun sonucu ile
'z'yi çarparak Label1'e ekleyecek.
Label1.Text = (Label1.Text) + (((Label2.Text + 1) * (Label3.Text + 1)) * Label4.Text)
'Alttaki komut button'a yazıldığında Label1'deki değer Textbox 1'e eşitlenecek (Less Than hatası yok.)
Label1.Text = TextBox1.Text
End Sub
Kod içinde yeşil yazıyla yazan kısım, bir açıklama metnidir. Yani yazmış olduğunuz kodun ne anlama geldiğini istediğiniz şekilde yazabilirsiniz, programınızı daha sonra güncellemek isterseniz ve hangi kodun ne işe yaradığını unutmamak isterseniz, yeni bir satıra geçip veya kodun bulunduğu satırın sonuna bir tane tek tırnak ( ' ) işareti koymalısınız, daha sonra boşluk bırakarak açıklamanızı yazabilirsiniz.
İki sayıyı toplama.
codice_2
İki sayıya işlem yaptırma kodu bu kadar basittir, istediğiniz işlemi yaptırmak için kod içinde geçen artı (+) işareti yerine; eksi (-), çarpma (*), bölme (/), tam sayı bölme (\), bölümün kalanını gösterme (mod) gibi işaretleri ya da kısaltmaları yazabilirsiniz.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5387",
"len_data": 6602,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.37
}
|
Yunanistan Birinci Ligi kulüpleri.
"Liste 2010-11 sezonuna göre oluşturulmuştur."
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5405",
"len_data": 81,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 1.71
}
|
Kapatılan kulüpler.
"Liste 2010-11 sezonuna göre oluşturulmuştur."
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5406",
"len_data": 66,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 1.55
}
|
Temmuz'da (Özgün adı: "Im Juli"), yönetmenliğini Fatih Akın'ın yaptığı, başrollerde Moritz Bleibtreu,Christiane Paul,
Mehmet Kurtuluş ve İdil Üner'in oynadığı 2000 yılı Almanya yapımı 99 dakikalık film. Türü romantik komedidir.
Aynı zamanda bir yol filmi olan Temmuz'da, birçok festivalde yer almış ödüllü bir yapımdır. Film o dönem 5 milyon mark (DM) bütçe ile çekilmiştir.
Fatih Akın, Okan Bayülgen'in Zaga programında film hakkında "...Bir aşk hikâyesi güzel hatunlar var arabalar falan yol hikâyesi işte..." ve "...Bir Alman herif bir Türk kızına âşık oluyor Türkiye'ye geliyor yani..." demiştir.
Konusu.
Sosyal hayatı pek olmayan içine kapanık fizik öğretmeni "Daniel", güzel bir işportacı olan "Juli"'den bir yüzük satın alır. "Juli", yüzüğün ona aşkta şans getireceğini söyler. Gerçekten de aynı gece "Daniel", "Melek" adında bir Türk kızına sırılsıklam aşık olur ve onun peşinden İstanbul'a gitmeye karar verir.
Uçakta yer bulamayınca Hamburg'dan Türkiye'ye doğru arabayla yola koyulur. Otoyola çıkmadan hemen önce arabasına şehirden bir an önce ayrılmak isteyen bir otostopçuyu alır. Bu Juli'den başkası değildir. "Daniel"'in kendisine aşık olacağını hayal eden "Juli", onun peşini bırakmaya pek niyetli değildir... Almanya'da başlayan ve İstanbul Ortaköy'de sonuçlanacak bir yolculuk başlar.
Bu çılgın yolculukta "Daniel" kendini yeniden keşfedecek, dayak yiyecek, baştan çıkarılacak, soyulacak, ilk kez uyuşturucu kullanacak ve Türk sınır güvenlik görevlileri tarafından tutuklanacaktır. Ancak, bu olayları yaşarken mutluluğu için savaşmayı öğrenecektir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5408",
"len_data": 1565,
"topic": "ENTERTAINMENT",
"quality_score": 2.14
}
|
Alfabetik olarak.
Ligler 2009-10 sezonuna göre yazılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5412",
"len_data": 59,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 1.78
}
|
Yeniköy (Bulgarca: Висока поляна Visoka Polyana), Bulgaristan'da Deliorman bölgesinde Şumnu iline bağlı bir Türk köyüdür. Eski kayıtlada adı 'Olluklu Yeni Köy' olarak da geçer.
Osmanlı İmparatorluğu'nda inşa edilen ilk demiryolu olan Rusçuk-Varna arasındaki demiryolu köyden geçmektedir. Köyün çevresinde bir zamanlar geniş alanları kaplayan ormanlar varken, zamanla düzlük olan bölgelerde ağaçlar köklenerek tarım alanları açılmışsa da yine de etraftaki köylere göre ormanlar oldukça büyük alanlar kaplar.
Yeniköy'ün komşuluğunda Razgrad ili köyleri Işıklar (Samuil) Kınalı (Huma) ve "omran köy" bulunur. Köyün kuruluşu ile ilgili hikâyelere göre komşuluğundaki Studenica (Sucazköy), Trem (Omran köy) ve Baykovo (Baykocalar) veya Kınalı (Huma) köylerinden gelen aileler tarafından kurulmuştur. Köy ile ilgili Osmanlı arşivlerinde şu ana kadar incelenen en eski kayıt 1686 yılındandır.
Muhtemelen zamanla çevredeki köylerden gelenler de buraya yerleşmiştir. Nüfusunun tamamı Müslüman Türklerden oluşmaktadır. Yeniköy nüfusu 1961 yılında 1200 kişiyi geçmişken daha sonra çok sayıda ailenin Türkiye'ye, bazılarının da şehirlere göç etmesiyle gittikçe azalmıştır. 1989 yılında nüfusu 700 kişi civarındayken yine büyük bir göç dalgasıyla yarıdan fazlası köyden ayrılarak mülteci olarak Türkiye'ye göçmüş ve büyük bölümü evlerine dönmemiştir. 2007 yılındaki son nüfus sayımında 275 kişinin yaşadığı tespit edilmiştir. Köyde yaşayanların yarıya yakınını emekliler oluşturmaktadır, göçmenlerin terk ettiği çok sayıda ev yıkılmaya başlamıştır.Köy (Kel Aliço) Kel pehlivanıyla'da meşhurdur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5413",
"len_data": 1581,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.51
}
|
Donanım aşağıdaki anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5416",
"len_data": 38,
"topic": "CODING",
"quality_score": 1.64
}
|
Uyku, bilincin değiştiği ve duyusal etkinliğin belirli bir dereceye kadar azaldığı, bilinçli zihinsel etkinliğin durduğu bir haldir. Uykuda kas ve çevre ile etkileşim azalır. Uyku, uyaranlara tepki verme yeteneği açısından uyanıklıktan farklı olsa da aktif beyin kalıplarını içerir ve bu da onu koma veya bilinç bozukluklarından daha duyarlı yapar.
Uyku, REM uykusu ve REM dışı uyku olmak üzere vücudun iki farklı mod arasında geçiş yaptığı tekrarlayan dönemlerde gerçekleşir. REM "hızlı göz hareketi" anlamına gelse de bu uyku modunun vücudun sanal felci de dahil olmak üzere birçok başka yönü de vardır.
Rüyalar, genellikle uykunun belirli aşamalarında istemsiz olarak zihinde meydana gelen birçok görüntü, fikir, duygu ve duyumdur. Uykuda vücut sistemlerinin çoğu anabolik durumdadır ve bağışıklık, sinir, iskelet ve kas sistemlerini eski haline getirmeye yardımcı olur ki bunlar ruh halini, hafızayı ve bilişsel işlevi koruyan ve endokrin ve bağışıklık sistemlerinin işlevinde büyük rol oynayan hayati süreçlerdir.
Dahili sirkadiyen saat, geceleri günlük uykuyu destekler. Uykunun çeşitli amaçları ve işleyişi devam eden önemli araştırmaların konusudur. Uyku, hayvan evrimi boyunca oldukça korunmuş bir davranıştır ve mazisi muhtemelen yüz milyonlarca yıl öncesine dayanır.
İnsanlar, uykusuzluk, hipersomnia, narkolepsi ve uyku apnesi; uyurgezerlik ve hızlı göz hareketi uyku davranış bozukluğu gibi parasomniler; bruksizm; ve sirkadiyen ritim uyku bozuklukları gibi dissomnialar da dahil olmak üzere çeşitli uyku bozukluklarından muzdarip olabilirler. Yapay ışığın kullanımı, insanlığın uyku düzenini değiştirmiştir. Yaygın yapay ışık kaynakları, dış mekan aydınlatması ve mavi ışık yayan akıllı telefon ve televizyon gibi elektronik cihaz ekranlarıdır. Bu, uyku döngüsünü düzenlemek için gerekli melatonin hormon salınımını bozar.
Uyku, tüm memelilerde, kuşlarda ve balıklarda gözlenen doğal dinlenme biçimidir. Bu canlılar günlük işlevlerini gerçekleştirebilmek için uykuya ihtiyaç duyarlar. Uyku tam anlamıyla şuursuzluk olarak nitelendirilemez.
İnsanlarda yeterli uyku alınmaması unutkanlık, asabiyet, dikkat dağınıklığı gibi sorunlara neden olabilir. Gereğinden fazla uyku, depresyon gibi rahatsızlıklardan kaynaklanıyor olabilir. Uyku bozukluğu kimi insanlarda kronik hale gelip çok büyük sorunlara neden olabilmektedir.
Uyku insan ömrünün en az 1/3'ünü oluşturur.
Uyku, vücudun dinlenmesini ve beynin bir gün önce aldığı bilgiyi işlemesini sağlar. Uyku, 24 saatlik döngüde doğal bir zamanı varıdır. Kişinin kolaylıkla uyandırılabildiği ve değiştirilmiş bilinçlilik halidir. Kişilerin uykudaki davranışlarını ve EEG kullanarak onların beyin dalgalarını inceleyen bilim insanları, uykuda gerçekleşen olaylara dair kanıtları ortaya koyarlar. Uyanıkken ya da uyurken beyindeki milyarlarca nöron arasındaki elektrik trafiği sonucunda beyin dalgaları üretilir. Uyku aynı zamanda hafızanın yeniden yapılandırılması ve psikolojik yenilenme için de gereklidir.
Fizyoloji.
Uykudaki en belirgin fizyolojik değişiklikler beyinde meydana gelir. Beyin uykudayken özellikle REM dışı uyku sırasında, uyanıkken olduğundan daha az enerji kullanır. Etkinliğin azaldığı bölgelerde beyin, enerjinin kısa süreli depolanması ve taşınması için kullanılan molekül olan adenozin trifosfat (ATP) tedarikini geri yükler. Sessiz uyanmada beyin, vücut enerjisinin %20'sini harcar dolayısıyla bu azalmanın genel enerji tüketimi üzerinde gözle görülür bir etkisi vardır.
Uyku, duyusal eşiği arttırır. Başka bir deyişle, uyuyan kişiler daha az uyarıcıyı algılar ancak genellikle yüksek sese ve diğer göze çarpan duyusal olaylara yanıt verebilirler.
Yavaş dalga uykusundayken insanlar büyüme hormonu patlaması salgılar. Gündüz bile tüm uyku, prolaktin salgılanmasıyla ilişkilidir.
Uyku sırasındaki değişiklikleri izlemek ve ölçmek için temel fizyolojik yöntemler arasında, beyin dalgalarının elektroensefalografisi (EEG), göz hareketlerinin elektrookülografisi (EOG) ve iskelet kas aktivite elektromiyografisi (EMG) yer alır. Bu ölçümlerin eş zamanlı toplanmasına polisomnografi denir ve özel bir uyku laboratuvarında yapılabilir. Uyku araştırmacıları ayrıca kardiyak aktivite için basitleştirilmiş elektrokardiyografi (EKG) ve motor hareketler için aktigrafi kullanırlar.
Uykunun Faydaları.
Uyku sırasındaki ölçülen beyin dalgaları.
EEG'de görülen elektriksel etkinlik beyin dalgalarını temsil eder. Belirli bir frekanstaki EEG dalgalarının genliği, uyku-uyanıklık döngüsündeki uykuda olma, uyanık olma veya uykuya dalma gibi çeşitli noktalara karşılık gelir.
Alfa, beta, teta, gama ve delta dalgalarının hepsi uykunun farklı evrelerinde ölçülür. Her dalga şekli farklı bir frekans ve genliktedir.
Alfa dalgaları, kişi dinlenirken görülür ancak kişi yine de tamamen bilinçlidir. Gözleri kapalı olabilir ve tüm vücut dinlenir ve vücudun yavaşlamaya başladığı yerde nispeten hareketsizdir.
Kişi bir görevi tamamlarken veya bir şeye konsantre olurken dikkatini topladığında, Beta dalgaları alfa dalgalarını devralır. Beta dalgaları, en yüksek frekanslardan ve en düşük genliklerden oluşur ve kişi tamamen uyanık olduğunda ortaya çıkar.
Alfa ve beta dalgaları, kişi uyanıkken görülen tek dalgalardır.
Gama dalgaları, bir kişi bir göreve yüksek oranda odaklandığında görülür.
Teta dalgaları kişinin uyanık olduğu dönemde ortaya çıkar ve uykunun 1. Aşamasına ve 2. Aşamasına geçişine devam ederler.
Delta dalgaları uykunun 3. ve 4. Evrelerinde kişi en derin uykudayken görülür.
REM dışı ve REM uykusu.
Uyku, hızlı göz hareketi olmayan (REM olmayan veya NREM ) uykusu ve hızlı göz hareketi (REM) uykusu olmak üzere iki genel türe ayrılır.
REM dışı ve REM uykusu o kadar farklıdır ki fizyologlar bunları farklı davranışsal durumlar olarak tanımlar. Önce REM dışı uyku oluşur ve ardından yavaş dalga uykusu veya derin uyku denilen geçiş dönemi vardır. Bu aşamada vücut ısısı ve kalp atış hızı düşer ve beyin daha az enerji kullanır. Paradoksal uyku olarak da bilinen REM uykusu, toplam uyku süresinin küçük bir bölümüdür. REM uykusu, rüyaların (veya kabusların ana sebebidir ve eşzamanlı olmayan ve hızlı beyin dalgaları, göz hareketleri, kas ton kaybı ve homeostazın askıya alınması ile ilişkilidir.
Alternatif NREM ve REM uykusunun uyku döngüsü, iyi bir gece uykusunda 4-6 kez olmak üzere ortalama 90 dakika sürer. Amerikan Uyku Tıbbı Akademisi (AASM) NREM'i üç aşamaya ayırır: N1, N2 ve N3, sonuncusu delta uykusu veya yavaş dalga uykusu da denilir. Tüm periyot normalde şu sırayla ilerler: N1 → N2 → N3 → N2 → REM. REM uykusu, bir kişinin derin bir uykudan 2. veya 1. aşamaya dönmesiyle oluşur. Gecenin erken saatlerinde daha fazla miktarda derin uyku (evre N3) varken, doğal uyanmadan hemen önceki iki döngüde REM uykusunun oranı artar.
Uyanış.
Uyanma, uykunun sonudur veya sadece çevreyi incelemek ve tekrar uykuya dalmadan önce vücut pozisyonunu yeniden ayarlamak için bir an da olabilir. Uyuyanlar genelde REM fazının bitiminden hemen sonra veya bazen REM'in ortasında uyanırlar. Dahili sirkadiyen göstergeler, homeostatik uyku ihtiyacının başarılı şekilde azaltılmasıyla birlikte genelde uyanışı ve uyku döngüsünün sonunu getirir. Uyanma, beyinde talamus ile başlayan ve korteks boyunca yayılan artan elektriksel faaliyeti kapsar.
Tipik bir gece uykusunda, uyanık durumda harcanan fazla zaman yoktur. Elektroensefalografi kullanılarak yapılan çeşitli uyku çalışmalarında, kadınların gece uykularında %0-1, erkeklerin ise bu süre zarfında %0-2 uyanık oldukları bulunmuştur. Yetişkinlerde, özellikle sonraki döngülerde uyanıklık artar. Yapılan bir çalışmada, ilk doksan dakikalık uyku döngüsünde %3, ikincide %8, üçüncüde %10, dördüncüde %12 ve beşincide %13-14 uyanıklık süresi bulunmuştur. Bu uyanık kalma süresinin çoğu REM uykusundan kısa bir süre sonra gerçekleşmiştir.
Günümüzde birçok insan çalar saatle uyanır ancak insanlar belirli bir saatte alarma ihtiyaç duymadan da güvenilir şekilde uyanabilir. Birçoğu iş günlerinde ve izin günlerinde oldukça farklı uyur, bu da kronik sirkadiyen senkronizasyon bozukluğuna yol açabilen bir modeldir. Pek çok insan yatmadan önce düzenli olarak televizyon izler vb. ekranlara bakar. Bu ise sirkadiyen döngünün bozulmasını şiddetlendirebilecek bir faktördür. Uykuyla ilgili yapılan bilimsel çalışmalar, uyanıştaki uyku aşamasının uyku ataletini artırmada önemli bir faktör olduğunu göstermiştir.
Uyandıktan sonra uyanıklığın belirleyicileri, alınan uykunun miktarı/kalitesi, önceki günün fiziksel etkinliği, karbonhidrat açısından zengin bir kahvaltı ve zengin kahvaltıya karşılık gelen düşük kan şekeri tepkisidir.
Rüyalar.
Rüya insanların uyurken deneyimlediği olaylardır. Nedenleri, kaynakları ve anlamları üzerine geliştirilmiş farklı anlayışlar bulunsa da, genelde iki kolda gelişen rüya çalışmalarından bahsedilebilir. Bunlar psikiyatri gibi bilim dallarının teorileri ile metafizik dinsel açıklama çabalarıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5417",
"len_data": 8840,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.59
}
|
Sunucu (), bilişim alanında "istemci" denilen diğer program ve cihazlara çeşitli işlevler sunan bilgisayar donanımları veya yazılımlarıdır. Bu mimariye istemci-sunucu modeli denir. Sunucular, istemciler arasında veri veya kaynak paylaşımı, bir istemci için hesaplama yapma gibi çeşitli işlevleri yerine getirebilirler. Bu işlevlere genellikle "servis" veya "hizmet" denir. Tek bir sunucu çok sayıda istemciye hizmet verebilir, tek bir istemci de çok sayıda sunucudan hizmet alabilir. İstemci ve sunucu aynı cihaz üzerinde çalışabileceği gibi, istemci ağ üzerinden farklı bir cihazdaki sunucuya da bağlanabilir. Tipik sunucular arasında veritabanı sunucuları, dosya sunucuları, e-posta sunucuları, yazdırma sunucuları, web sunucuları, oyun sunucuları ve uygulama sunucuları sayılabilir.
İşletim sistemleri.
Windows firması tarafından Windows NT ile başlayan sunucu işletim sistemlerine, zamanla Windows 2000 Server, Windows 2003 Server, Windows 2008 Server, Windows 2012 Server ve Windows 2016 Server eklenmiştir. Kullanıcılar Windows işletim sistemine sahip bir sunucudan faydalanmak istediklerinde, Microsoft Windows firmasına lisans ücreti ödemeleri de gerekmektedir. Bu ücretler genellikle sunucu hizmetini sağlayan firma tarafından karşılanarak, son kullanıcının aylık ödeyeceği masrafa dahil edilmektedir. Windows tabanlı sunucular, özellikle ASP gibi Windows işletim sistemine özgü programlama dilleriyle geliştirilen uygulamalar için kullanılmaktadır.
Linux tabanlı Centos, RedHat, Ubuntu, Debian ve SUSE dağıtımları da sunucu pazarında kendine yer edinmişlerdir. Linux tabanlı sunucular, linux işletim sisteminin açık kaynak kodlu ve ücretsiz olması nedeniyle genellikle daha düşük maliyete sahiptir.
Ayrıca sunucuların hangi amaçla kullanılacağı da önemlidir. Örnek vermek gerekirse web hizmeti veren web sunucuları vardır. Donanım olarak büyük farklılıklar göstermemekle birlikte, sunucular kullanılacakları alana göre özel yazılımlarla desteklenmektedir. Bunlara örnek olarak Apache, Microsoft IIS ve Abyss, Nginx ve Fastream IQ Web/FTP Server gösterilebilir. Dosya paylaşım, canlı yayın ve hatta çevrimiçi () oyun hizmeti verenleri de mevcuttur. Tüm bu sunucuların değişik sistem gereksinimleri olacaktır.
İnternetin neredeyse tüm yapısı bir istemci-sunucu modeline dayanmaktadır. Üst düzey kök ad sunucuları, DNS ve yönlendiriciler internetteki trafiği yönlendirir. İnternete bağlı, dünya çapında sürekli olarak çalışan milyonlarca sunucu vardır. Sıradan bir İnternet kullanıcısı tarafından gerçekleştirilen hemen hemen her eylem, bir veya daha fazla sunucuyla bir veya daha fazla etkileşim gerektirir. Tahsis edilmiş sunucuları kullanmayan istisnalar vardır; örneğin, eşler arası dosya paylaşımı ve bazı telefon uygulamaları yapar.
Donanım.
Sunucular için donanım gereksinimleri, sunucunun amacına ve yazılımına bağlı olarak büyük ölçüde değişir. Sunucular genellikle onlara bağlanan istemcilerden daha güçlü ve pahalıdır. Sunuculara genellikle bir ağ üzerinden erişildiğinden, birçoğu bilgisayar monitörü veya giriş cihazı, ses donanımı ve USB arabirimleri olmadan gözetimsiz çalışır. Birçok sunucuda grafik kullanıcı arabirimi (GUI) yoktur. Uzaktan yapılandırılır ve yönetilirler. Uzaktan yönetim, Microsoft Yönetim Konsolu (MMC), PowerShell, SSH, Dell DRAC veya HP'nin iLo'su gibi tarayıcı tabanlı bant dışı yönetim sistemleri dahil olmak üzere çeşitli yöntemlerle gerçekleştirilebilir.
Büyük geleneksel tek sunucuların kesintisiz olarak uzun süre çalıştırılması gerekir. Kullanılabilirliğin çok yüksek olması gerekir, bu da donanım güvenilirliğini ve dayanıklılığını son derece önemli hale getirir. Görev açısından kritik kurumsal sunucular, hataya çok dayanıklı olacak ve çalışma süresini en üst düzeye çıkarmak için düşük hata oranlarına sahip özel donanımlar kullanacak. Elektrik kesintisine karşı koruma sağlamak için kesintisiz güç kaynakları dahil edilebilir. Sunucular tipik olarak ikili güç kaynağı, RAID disk sistemleri ve ECC belleği gibi donanım yedekliliğinin yanı sıra kapsamlı önyükleme öncesi bellek testi ve doğrulaması içerir. Kritik bileşenler çalışırken değiştirilebilir olabilir, bu da teknisyenlerin bunları çalışan sunucuyu kapatmadan değiştirmesine olanak tanır, aşırı ısınmaya karşı koruma sağlamak için sunucuların daha güçlü fanları olabilir veya su soğutma kullanabilir. Genellikle IPMI tabanlı bant dışı yönetim kullanılarak uzaktan yapılandırılabilir, açılıp kapatılabilir veya yeniden başlatılabilirler. Sunucu kasaları genellikle düz ve geniştir, 19 inç raflarda veya açık raflarda rafa monte edilmek üzere tasarlanmıştır. Bu tür sunucular genellikle özel veri merkezlerinde barındırılır. Bunlar normalde çok kararlı güce, İnternete ve artırılmış güvenliğe sahip olacaktır. Gürültü de daha az endişe vericidir, ancak güç tüketimi ve ısı çıkışı ciddi bir sorun olabilir. Sunucu odaları klima cihazları ile donatılmıştır.
Bir sunucu çiftliği veya sunucu kümesi, tek bir aygıtın kapasitesinin çok ötesinde sunucu işlevselliği sağlamak için bir kuruluş tarafından tutulan bilgisayar sunucuları topluluğudur. Modern veri merkezleri artık genellikle çok daha basit sunuculardan oluşan çok büyük kümelerden inşa ediliyor ve bu kavram etrafında Open Compute Project adlı ortak bir çaba var.
Ağ araçları adı verilen bir küçük uzman sunucu sınıfı, genellikle ölçeğin alt ucundadır ve yaygın masaüstü bilgisayarlardan daha küçüktür. Bir mobil sunucunun taşınabilir bir form faktörü vardır. Büyük veri merkezlerinin veya raf tipi sunucuların aksine, mobil sunucu, güç gereksinimleri, boyutları ve dağıtım süreleri nedeniyle geleneksel sunucuların mümkün olmadığı acil durum, felaket veya geçici ortamlara özel amaçlı dağıtım için tasarlanmıştır. Sözde "hareket halindeki sunucu" teknolojisinin ana yararlanıcıları arasında ağ yöneticileri, yazılım veya veritabanı geliştiricileri, eğitim merkezleri, askerî personel, kolluk kuvvetleri, adli tıp, acil durum yardım grupları ve hizmet kuruluşları yer alır. Taşınabilirliği kolaylaştırmak için klavye, ekran, pil (arıza durumunda yedek güç sağlamak için kesintisiz güç kaynağı) ve fare gibi özelliklerin tümü kasaya entegre edilmiştir.
Sunucu kontrol panelleri.
İşletim sistemlerine göre kullanıcıların Sunucular için kullanımını kolaylaştırmak ve daha basit işlemleri sistem arayüzüne gitmeden (Konsole) üzerinden değil bizzat görsele dayalı sistem arayüzünden işlem gerçekleştirmeleri için kullanılan yazılımlardır. Bu kontrol panellerinden bazıları şunlardır;
Bunlar gibi daha birçok paneller mevcuttur, bu kontrol panellerinden bazıları aylık - yıllık - kullanıcı başlı fiyatlandırma sunarken bazıları ise tamamen ücretsizdir. Ücretsiz kontrol panelleri içinde Nginx kullanarak en iyi performans veren ise Cloudpanel 'dir.
Sunucuların enerji tüketimi.
2010 yılı itibarıyla sunucular ABD'deki enerji tüketiminin %2.5'inden sorumlulardır. %2.5'lik başka bir pay da sunucuları soğutmak için kullanılan soğutma sistemlerine ayrılmıştır. 2010 yılında yapılan araştırmalara göre, eğer enerji tüketimleri böyle devam ederse 2020 yılına kadar sunucuların dünya genelinde kullandığı enerji oranı, hava ulaşımına ayrılan enerji oranından daha fazla olacaktır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5418",
"len_data": 7137,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.42
}
|
İstemci (İngilizce "Client"), Bir ağ üzerinde, sunucu bilgisayarlardan hizmet alan kullanıcı bilgisayarlarıdır. Bilgiye erişim yetkileri sunucu tarafından belirlenir.
Değişik çeşitleri olmakla birlikte önemli sınıflaması
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5419",
"len_data": 220,
"topic": "CODING",
"quality_score": 2.72
}
|
Marangozluk, ağaç işleme zanaatıdır. Ağacın doğal hâliyle ya da makinelerce işlenmiş haliyle alınıp, kesme, biçme, zımparalama gibi işlemlerden geçirilerek nesnelerin ortaya çıkartılması işidir. Bu işi yapanlara marangoz denir.
Ahşap malzemeleri, isteğe göre işleyerek ve şekillendirerek, binalarda gerekli yerlere yerleştiren veya ahşap eşya yapan kişilere de "dülger" denir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5420",
"len_data": 376,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.6
}
|
Sheffield Football Club, Ekim 1857'de kurulan ve FIFA tarafından dünyada halen futbol oynayan en eski kulüp olarak tanınmaktadır. Kuzey İngiltere'de bulunan Sheffield şehri'nin takımıdır. Sheffield FC başlangıçta Sheffield Kurallarına göre oyunlar oynadı ve 1878'e kadar yeni FA kurallarını resmî olarak kabul etmedi.
Natheniel Creswick ve William Prest adlı iki eski Harrow okulu mensubu 24 Ekim 1857'de Sheffield FC'yi kurdular.
Herhangi bir okul ya da üniversiteye bağlı olmaksızın kurulan ilk futbol kulübü olan Sheffield FC uzun bir süre maçlarını günümüzde Sheffield United'ın sahası olan Bramall Lane'de yapmıştır.
Kulübün kurucuları Creswick ve Prest henüz İngiliz Futbol Birliğinin oluşturulmadığı bir dönemde, Sheffield kuralları adı verilen futbol oyununun genel kurallarını da çizme fırsatı buldular. O döneme kadar genellikle her okul ya da üniversite kendilerine özgü kurallarla futbolu oynuyorlardı. Nitekim Futbol Birliğinin kuruluşundan sonraki dönemde de Sheffield FC kendi kurallarıyla futbol oynamaya 1878 yılına kadar devam edecekti.
Sheffield FC'nin, komşu Hallam FC ile 1861 yılından beri oynadığı futbol maçları dünyanın en eski yerel derbisi olarak kabul edilmektedir. İki kulüpte günümüzde İngiltere Kuzey Bölgesi Doğu Liginde bulunmaktadırlar.
Kulübe 2004 yılında, yalnızca bir başka kulübe verilen bir ödül olan FIFA Liyakat Nişanı verildi.
Sheffield FC, 2007'de 150. yıldönümlerini anmak için İngiliz Futbol Onur Listesi'ne alındı.
Stadyum.
Sheffield FC'nin stadyumu BT Local Business Stadium'dur (eski adıyla Coach and Horses Ground). Bu yapıt, yakın zamana kadar yerel bara gelen ziyaretçilerin top oynarken eğlendiği şehir stadyumu olan 2000 kişilik küçük bir binadır. Ayrıca 2001 yılında stadyum Sheffield yönetimi tarafından satın alınmıştır. Bir takım oyununa 300-400'den fazla kişi gitmemektedir. Bu nedenle tarihin ve geleneklerin her zaman önem derecesine saygı duyulmaması gerçeğiyle ilgilidir. Ama çok daha önemli olan, bir kulüp futbolunun resmi kurucuları olarak da bilinmeleridir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5427",
"len_data": 2023,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.7
}
|
Sheffield şunlar da olabilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5428",
"len_data": 29,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 0.84
}
|
Fermat'nın Son Teoremi, Fransız matematikçi Pierre de Fermat'nın 17. yüzyılda öne sürdüğü, 1994 yılında İngiliz matematikçi Andrew Wiles tarafından kanıtlanan teorem.
İfadenin ortaokul matematik bilgileriyle anlaşılacak kadar yalın olmasına karşın öne sürülmesiyle kanıtlanması arasında geçen çok uzun sürede pek çok ünlü matematikçi tarafından üzerinde uğraşılıp da kanıtlanamamış olmasıyla matematik tarihinde öne çıkmıştır.
Kısaca, eğer "n" ikiden büyük bir tam sayıysa ve "x", "y", "z" sayıları pozitif tam sayılar ise
ifadesinin sağlanamayacağını ifade eder. İfadenin n=1 ve n=2 durumlarında kolayca sağlanabileceğini görmek zor değildir. Biraz açmak gerekirse, n=2 durumu ünlü Pisagor Teoremi ile yakından ilişkili olup x=3, y=4, z=5 veya x=5, y=12, z=13 tam sayı üçlüleriyle kolayca sağlanır.
Bu teorem ancak 20. yüzyılda, İngiliz matematikçi Andrew Wiles tarafından kanıtlanabilmiştir. 1993 yılında Wiles, Fermat'nın Son Teoremi'nin kanıtını açıkladığında büyük bir heyecan yaratmış ancak kısa süre sonra kanıtında bir hata olduğu tespit edilmiştir. Wiles, bu hatayı gidermek için uzun ve yorucu bir çaba harcamış ve 1994 yılında, teoremin doğruluğunu kesin olarak kanıtlayan bir çalışma sunmuştur. Bu kanıt, matematik camiası tarafından kabul edilmiştir.
Wiles'ın kanıtı, yalnızca Fermat'nın Son Teoremi'ni doğrulamakla kalmamış, aynı zamanda daha genel bir matematiksel ifade olan Şimura-Taniyama-Konjektürü'nün belirli bir durumunun da doğruluğunu göstermiştir. Bu konjektür, eliptik eğriler ile modüler formlar arasındaki derin ilişkiyi ifade eder ve sayılar teorisinin en önemli sonuçlarından biri olarak kabul edilir.
Wiles'ın kanıtı, sayılar teorisinin gelişmiş tekniklerini ve özellikle eliptik eğriler, modüler formlar ve Galois temsilleri gibi ileri düzey araçları içerir. Bu başarı, matematik tarihinin en büyük kilometre taşlarından biri olarak görülmektedir.
Popüler kültür.
Teorem, bilim dışında "en nadir matematiksel övgülerden biri olan popüler kültürde niş bir rol" elde etti.
Arthur Porges'un 1954 tarihli kısa öyküsü "The Devil and Simon Flagg", Şeytan'la pazarlık eden ve Şeytan'ın yirmi dört saat içinde Fermat'ın Son Teoremi'nin kanıtını bulamayacağını söyleyen bir matematikçiyi konu alır.
Simpsonlar'ın "The Wizard of Evergreen Terrace" bölümünde, Homer Simpson, Fermat'ın Son Teoremi'ne karşı bir örnek gibi görünen denklemini bir tahtaya yazar. Denklem yanlıştır, ancak 10 basamaklı bir hesap makinesine girildiğinde doğru gibi görünür.
'ın "The Royale" bölümünde, Kaptan Picard teoremin 24. yüzyılda hala kanıtlanmadığını söyler. Kanıt, bölümün ilk yayınlanmasından beş yıl sonra yayınlanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5429",
"len_data": 2631,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.76
}
|
DAAD (Deutscher Akademischer Austausch Dienst), Alman Akademik Değişim Servisi'dir. Almanya'da yükseköğrenim ve burs imkânları konularında çalışmalar yapmaktadırlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5432",
"len_data": 165,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.34
}
|
Kapatılan kulüpler.
"Liste 2011-12 sezonuna göre oluşturulmuştur."
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5440",
"len_data": 66,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 1.53
}
|
İtalya Futbol Ligleri'nde bulunan takımların listesi:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5443",
"len_data": 53,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 1.74
}
|
Sırbistan'da kurulu futbol kulüpleri listesi:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5445",
"len_data": 45,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 1.47
}
|
Belçika ligindeki futbol kulüpleri listesi:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5447",
"len_data": 43,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 1.67
}
|
Ubuntu, Linux tabanlı özgür ve ücretsiz bir işletim sistemidir. Bilgisayarlar, sunucular ve akıllı telefonlara yönelik olarak geliştirilmektedir. Ubuntu projesi Linux ve özgür yazılımın, bilgisayar kullanıcılarının günlük yaşamının bir parçası haline gelmesi amacıyla başlatılmış olup ilk kararlı masaüstü sürümü Ekim 2004'te yayınlanmıştır. Ubuntu'nun masaüstü sürümü günümüzde 40 milyonu aşkın kullanıcı sayısıyla dünyanın en yaygın kullanılan masaüstü Linux dağıtımı konumundadır.
Ubuntu, herkesin özgürce kullanabildiği; yayınlamakta, kopyalamakta ve kodlarını değiştirip geliştirebilmekte özgür olduğu yazılımlardan oluşur. Bunların çoğu GNU Genel Kamu Lisansı ile güvence altına alınmış, özgür yazılım / açık kaynak yazılımlardır.
Ubuntu Güney Afrikalı girişimci Mark Shuttleworth ve şirketi Canonical Ltd. tarafından finanse edilmektedir. Canonical, Ubuntu'yu bireysel ve kurumsal tüm kullanıcılara tamamen ücretsiz olarak sunmakta, teknik destek almak isteyen kuruluşlara destek vererek gelir elde etmeyi amaçlamaktadır. Canonical Ubuntu'yu açık kaynak kodlu ve özgür yazılım olarak sunduğu için, dünya çapında bu işletim sistemini kullanan ve geliştiren gönüllü kullanıcıları sayesinde, tüm bir işletim sistemini tek başına geliştirmek zorunda kalmaz. Diğer Linux katkıcılarının yaptığı geliştirmeler, onu temel alan Ubuntu'yu da doğrudan geliştirir.
Ubuntu'nun altı ayda bir yeni sürümünü yayınlanmaktadır. Canonical, iki yılda bir yayınlanan "LTS" (Uzun Süreli Destek; Long Term Support) sürümlerine, hem masaüstü için hem de sunucu ortamlarında 5 yıl boyunca güncelleme desteği sunmaktadır. Ara sürümler için ise 9 ay boyunca güvenlik yamaları, geliştirmeleri ve yazılım güncelleştirmeleri desteği sunulmaktadır.
Canonical; Ubuntu Desktop, Ubuntu Server, Ubuntu Cloud, Ubuntu Core türevlerini resmî olarak geliştirmekte ve kullanıcılarını desteklemektedir. Çin Halk Cumhuriyeti ile 2013 yılında yapılan anlaşma gereğince Çin'e yönelik olarak yerelleştirilmiş UbuntuKylin sürümünü yayınlamaktadır. Ayrıca Ubuntu benzeri Ubuntu GNOME, Ubuntu MATE, Kubuntu, Xubuntu, Lubuntu, Ubuntu Budgie, Edubuntu, Ubuntu Studio ve Mythbuntu isimli masaüstü türevlerini de geliştirmektedir. Bu türevler resmî olarak Canonical tarafından yayınlanmakla birlikte kullanıcıları resmî olarak desteklememektedir. Bu türevleri kullanan kullanıcılar ilgili gönüllü topluluklardan destek alabilirler.
Ubuntu'nun akıllı telefon ve tabletlere yönelik olarak geliştirilmiş Ubuntu Touch isimli türevi ise ilk kez Şubat 2015'te piyasaya sürülmüştür. BQ ve Meizu firmalarının birkaç telefon modelinde ve BQ'nun bir tablet modelinde kullanılmıştır. 5 Nisan 2017'de Ubuntu Touch projesine artık yatırım yapılmayacağı, projenin sona ereceği duyurulmuştur.
Ubuntu sözcüğü, Zulu dilinde "insanlık" anlamına gelir, aynı zamanda "başkalarına karşı merhametli, şefkatli, iyiliksever" olmak gibi insani değerlerin temel alındığı bir dünya görüşüdür. Buradan hareketle Ubuntu, "İnsanlık için Linux" (Linux For Human Beings) sloganını kullanır.
Tarihçe.
Linux, sunucu pazarında 2004 yılına kadar zaten geniş bir yer edinmişti ancak özgür yazılım, bilgisayar kullanıcıları için günlük yaşamın bir parçası haline gelememişti. Bu nedenle Mark Shuttleworth Linux tabanlı Debian projesinde çalışan geliştiricilerden küçük bir grup oluşturarak kullanımı kolay Ubuntu Linux masaüstü sistemini oluşturmuştur.
Debian Linux dağıtımı temel alınarak yola çıkılan ilk Ubuntu sürümü, 20 Kasım 2004 tarihinde yayımlanmıştır. O zamandan beri her 6 ayda bir yeni sürüm yayımlanmaktadır.
MEPIS, Xandros, Linspire, Progeny ve Libranet gibi diğer Debian tabanlı işletim sistemlerinin aksine Ubuntu, Debian'ın felsefesine sadık kalmış ve özgür bir yazılım olarak yoluna devam etmiştir.
Mark Shuttleworth, 8 Temmuz 2005'te, Ubuntu'nun uzun vadede geleceğinin korunması ve gelişiminin sürdürülebilmesi için Ubuntu Vakfı'nı kurmuştur ve başlangıç fonu olarak 10 milyon dolarlık bir bağışda bulunmuştur.
Ubuntu logosu ilk sürümden beri değişmemiştir. Elde çizilmiş ve şimdi ubuntu-title adlı bir yazıtipi olan bu logo, Andy Fitzsimon tarafından yapılmıştır. Logoda işlenen tema, insanlar arasındaki eşitliğe ve kardeşliğe dikkat çekmektedir. Ubuntu logosu, el ele tutuşmuş insanları temsil eder. Ubuntu 10.04 "Lucid Lynx" sürümüyle birlikte logo güncellenerek yeniden tasarlanmıştır.
Ubuntu paketlerinin çoğunluğu Debian tasarısının kararsız bölümünden derlenir. Ubuntu ve tüm resmi türevleri .deb paketleri ve APT/Synaptic tabanlı paket yöneticisi kullanır.
Ubuntu tasarısı, paketlerle ilgili bazı konularda Debian ile ortak çalışmaktadır. Ubuntu'ya yüklenen paketler Debian'ın kararlılık seviyesi için bir deneme ortamı yaratmaktadır. Öte yandan Ubuntu ve Debian çok sayıda kişi tarafından yeterince beraber çalışmamakla suçlanmaktadır; zira Ubuntu .deb'leri ve Debian .deb'leri birbiriyle uyumlu değildir. Her ne kadar çok sayıda Debian geliştiricisi aynı zamanda Ubuntu'nun gelişimine yardım ediyor olsa da Debian'ın kurucusu Ian Murdock, Ubuntu'nun ayrı bir proje olduğunu ve Debian ile yeterince ortak noktaya sahip olmadığını belirtmiştir.
Ubuntu, 11.04 sürümüne kadar GNOME arayüzünü kullanmış, bu sürümle birlikte GNOME masaüstü ortamına, Ubuntu'ya özgü Unity kabuğu eklenmiştir. Ancak 2018 Nisan ayında çıkması planlanan Ubuntu 18.04 sürümünde Unity yerine tekrar GNOME arayüzüne dönüş yapılacağı duyurulmuştur. Yine aynı duyuru ile Ubuntu Touch, Mir görüntüsü sunucusu ve Unity projelerine son verileceği bildirilmiştir.
Özellikler.
Ubuntu, başta Linux işletim sistemi çekirdeği olmak üzere, çok sayıda yazılım paketinden oluşmaktadır. Büyük çoğunluğu bir özgür yazılım lisansı altında dağıtılan bu bileşenler içinde tek istisna, bazı özel donanım sürücüleridir. Ubuntu'da kullanılan ana lisans, GNU Genel Kamu Lisansı (GNU GPL) ile birlikte GNU Kısıtlı Genel Kamu Lisansı (GNU LGPL)'dır. Bu özgür lisanslar, yazılımın kullanıcısına ve yazılımın kodlarını kullanmak isteyen kimselere kopyalama, dağıtma, üzerinde çalışma, değiştirme, geliştirme gibi çeşitli hak ve özgürlükler vermektedir.
Ubuntu ile birlikte LibreOffice ofis seti, Mozilla Firefox İnternet tarayıcı, Mozilla Thunderbird e-posta istemcisi gibi yaygın kullanılan özgür yazılım araçlarının yanı sıra müzik çalar, video oynatıcı, sohbet iletişim aracı, CD/DVD yazdırıcı, PDF görüntüleyici, çeşitli hafif oyunlar (örneğin, sudoku ve satranç gibi) gibi geniş bir yazılım yelpazesi yüklü olarak gelmektedir. Ayrıca Ubuntu Software arayüzü üzerinden Ubuntu paket depolarında yer alan binlerce yazılım ücretsiz olarak kolayca indirilip kullanılabilir.
Ubuntu aynı zamanda canlı sistem (DVD/USB) özelliklidir. Bir başka deyişle, Ubuntu bilgisayara kurulmadan, bilgisayarınızdaki mevcut işletim sistemine ve belgelere zarar vermeden doğrudan DVD ya da USB bellek üzerinden çalıştırılarak denenebilir. Böylece kullanıcılar Ubuntu'yu kurmadan Ubuntu'nun genel işleyişi hakkında fikir sahibi olabilirler ve donanım uyumluluklarını kontrol edebilirler.
Ubuntu'nun sistem kurulum aracı olan Ubiquity yükleyicisi, kullanıcının canlı sistem ortamını terk etmeden Ubuntu kurulumuna başlatıp tamamlamasına da olanak vermektedir.
UNIX ve Linux tabanlı sistemlerde bu sistemlerin mimarisinden kaynaklanan nedenlerle virüslerin bilgisayarlar arasında yayılması çok güçtür. Ubuntu Linux mimarisini kullanarak bu korunaklı ortamı kullanıcılara aynen sunmaktadır.
Sistem gereksinimleri.
Ubuntu için tavsiye edilen minimum sistem gereksinimleri şöyledir:
Gerekli minimum sistem gereksinimlerini karşılayamayan eski bilgisayarlar için, resmî olarak tanınan Ubuntu türevlerinden Lubuntu ya da Xubuntu kullanılabilir. Bu türevleri, hafif bir masaüstü ortamı (LXQt, Xfce) ile geldiklerinden dolayı epey düşük sistem kaynağı tüketirler.
Kurulum.
Ubuntu, temel masaüstü kullanıcılarını hedefleyen bir işletim sistemi olması itibarıyla kurulum kolaylığına ayrıca önem vermektedir. Kurulum sırasında ihtiyaç duyulacak olan sabit disk yapısı, saat grubu, kullanıcı adı ve parolası gibi gerekli bilgileri kuruluma başlamadan önce girmenizi ister ve kurulum başladıktan sonra bitene kadar sizi oyalamaz. Böylece isterseniz kurulumu bir an önce başlattıktan sonra diğer ilgilenilmesi gereken işlerinize geri dönebilirsiniz.
Aynı bilgisayarda Windows ve Ubuntu'nun bir arada kullanılması da mümkündür. Aynı bilgisayara Windows ve Ubuntu kurulması durumunda bilgisayarın açılış ekranında, kullanıcıya hangi işletim sistemini açmak istediğini soran bir menü eklenir. Böylece kullanıcılar bilgisayarı her yeniden başlattığında bu menü üzerinden dilediği işletim sistemini seçip kullanabilir. Bu şekilde çift işletim sistemi kullanıldığında iki sistem aynı anda çalışmadığı için bilgisayarın çalışma performansına herhangi bir olumsuz etkisi olmaz.
Ubuntu kalıp dosyası, bir DVD'ye yazdırılarak DVD üzerinden kurulabileceği gibi bir DVD sürücüsü olmayan bilgisayarlar için, kurulum kalıp dosyası bir USB belleğe yazdırılarak USB bellek üzerinden de kurulum gerçekleştirilebilir.
Ubuntu'nun ücretsiz olarak nasıl indirileceği, bir DVD ya da USB belleğe nasıl yazdırılacağı ve bilgisayara nasıl kurulacağı konuları, Ubuntu Türkiye Wiki sayfalarında detaylı olarak yer almaktadır.
Ubuntu'da yazılım kurma.
Ubuntu'da yazılımlar Windows'tan farklı olarak, *.exe değil, *.deb ya da .snap uzantılı paketler/dosyalar halinde sunulur.
Ubuntu'da yazılım kurmak için Ubuntu Software paket yöneticisi kullanılır. Bu aracın arayüzünde yer alan arama kutucuğu kullanılarak ya da listelenen kategoriler (Örn. eğitim, grafik, internet gibi) arasında gezinerek ihtiyaç duyulan bir program bulunur ve ardından Kur düğmesine tıklanır. Bu şekilde indirme ve yükleme işleme işlemi başlatılmış olur. Seçilen paketler internetteki depo sunucularından indirilir ve otomatik olarak bilgisayara kurulur.
Canonical tarafından oluşturulmuş Snap Paket Yöneticisi sayesinde yazılım merkezi (snap store), snapcraft.io (web sitesi) veya terminal aracılığıyla da ($snap install {paketismi}) kolayca yazılımlar indirilip kurulabilir.
Ticari lisanslı yazılımlar.
Ubuntu, özgür olmayan ticari ve kapalı kaynaklı bazı yazılımları doğrudan bünyesinde barındırmamaktadır. Bunların bir kısmı aşağıda sıralanmıştır:
Lisans kısıtlamaları nedeniyle Ubuntu ile birlikte gelmeyen bu yazılımlar kurulumdan sonra ubuntu-restricted-extras paketinin yüklenmesiyle kolayca edinilebilir.
Paket sınıflandırılması.
Ubuntu yazılım depoları, dört sınıfa ayrılmaktadır.
Main: Canonical tarafından destekli özgür yazılımları barındıran depodur. Ana depo niteliğindedir.
Universe: Ubuntu topluluğu tarafından bakılan özgür yazılımları barındıran depodur.
Restricted: Bazı donanımlar için gerekli kapalı kaynak sürücüleri barındıran paketler bu depoda yer almaktadır.
Multiverse: Telif haklarıyla veya yasal sorunlar nedeniyle kısıtlanmış olan yazılımlar bu depoda yer almaktadır.
Tüm bu depolar Ubuntu'nun resmî yazılım depoları olmakla birlikte ""Main ve Restricted" depolarındaki yazılımlar Ubuntu tarafından desteklenirken "Universe ve Multiverse"" depolarındaki yazılımlar Ubuntu tarafından desteklenmemektedir. Bir yazılımın "desteklenmiyor" olması o yazılımın "önerilmediği" anlamına gelmez. Bir yazılımın Ubuntu tarafından desteklenmiyor olması o yazılımın güncelleştirmelerinin resmî olarak Ubuntu tarafından, ancak Ubuntu toplulukları tarafından sunulabileceği ile ilgilidir.
Sürümler.
Ubuntu'nun altı ayda bir yeni sürümünü yayınlanmaktadır, ayrıca Canonical iki yılda bir yayınlanan ve "LTS" (Uzun Süreli Destek; Long Term Support) sürümlere, hem masaüstü için hem de sunucu ortamlarında 5 yıl boyunca güncelleme desteği sunmaktadır. Altı ayda bir yayınlanan ara sürümler için ise 9 ay boyunca güvenlik yamaları, geliştirmeleri ve yazılım güncelleştirmeleri desteği sunulmaktadır.
Ubuntu'nun sürüm numaraları, çıktığı yıl ve ayı işaret eder. Örnek olarak Ubuntu 4.10, 2004 yılının 10. ayında sunulmuştu.
Sürümün kod adları belirlenirken birinci sözcük sıfat, ikinci sözcük de kimi zaman mitolojik özellikler taşıyan bir hayvan adı olarak belirlenmektedir. Ayrıca sıfat ve isim aynı harfle başlamaktadır. Birkaç örnek: Hoary Hedgehog (Saygıdeğer Kirpi), Breezy Badger (Umursamaz Porsuk), Hardy Heron (Cüretkâr Balıkçıl), Natty Narwhal (Zarif Denizgergedanı). Bu isimler, sıralamayı hatırlamayı kolaylaştırmak amacıyla, her bir sürümde alfabenin bir sonraki harfiyle başlamaktadır.
Kullanım oranı.
Ubuntu resmî web sitesinde Ubuntu'nun 40 milyonu aşkın kullanıcıya sahip olduğu yazmaktadır.
Alttaki kaynaklarda, Ubuntu'nun dünya çapında en yaygın kullanılan Linux dağıtımı olduğunu doğrulayan bazı istatistikler bulabilirsiniz:
Eleştiriler.
Canonical, geçmişte kullandığı Unity arayüzünde yer alan bazı seçke menüsü (Dash) bileşenleri yüzünden Richard Stallman ve Özgür Yazılım Vakfı tarafından sertçe eleştirildi. Ubuntu'nun seçke menüsü aracılığıyla aradığınız herhangi bir bilgi, anonimleştirilerek de olsa, Amazon'a gitmektedir.
Eleştiriler sonrasında çevrimiçi arama özelliği Ubuntu 16.04 LTS sürümü ile beraber öntanımlı olarak kapalı konumda gelmeye başladı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5448",
"len_data": 12995,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.48
}
|
Bulgaristan ligindeki futbol kulüpleri:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5450",
"len_data": 39,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 1.57
}
|
İsveç Futbol Ligi'nde bulunan takımların listesi:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5452",
"len_data": 49,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 1.68
}
|
Bu madde, Arjantin'deki futbol kulüpleri'nin bir listesidir. Arjantin'de iki ulusal lig vardır: Primera Division ve Primera Nacional. Bu seviyenin altındaki ligler doğrudan Arjantin Futbol Federasyonu'na bağlı kulüpler ve yerel ligleri aracılığıyla Derneğe dolaylı olarak bağlı olanlar arasında bölünmüştür. Primera Nacional'ın altındaki kulüpler doğrudan Primera B Metropolitana, Primera C ve Primera D'de oynarken, dolaylı olarak bağlı olanlar Argentino A, Argentino B ve Argentino C'de oynar.
Bu ligler Arjantin futbolunun ilk beş kademesini oluşturur. Beşinci kademenin altında, dolaylı olarak bağlı kulüpler için çeşitli bölgesel ligler vardır. Öte yandan, doğrudan bağlı kulüplerin beşinci kademenin (Primera D) altında ligi yoktur, bu nedenle Primera D'den düşen bir kulüp bir yıl oynamadan geçirmek zorundadır (bağlantısız).
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5455",
"len_data": 832,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.68
}
|
Kömür, katmanlı tortul çökellerin arasında bulunan katı, koyu renkli, karbon ve yanıcı gazlar bakımından zengin kayaçtır. Taşkömürü torkugillerden oluşur. Kömür çoğunlukla diğer elementlerin değişken miktarlarda bulunmasıyla oluşur. Asıl bileşeni karbondur; bunun yanında değişken miktarda hidrojen, kükürt, oksijen ve azot içerir. Isı için yakılan bir fosil yakıt olan kömür dünyanın birincil enerjisinin yaklaşık dörtte birini ve elektriğinin beşte ikisini sağlar. Bazı demir ve çelik üretimi yapan işletmeler ve diğer endüstriyel faaliyetler kömürü yakar. Kömürün ekstraksiyonu ve kullanımı birçok erken ölüme ve çok fazla hastalığa neden olur. Kömür'den her yıl binlerce kişi erken ölüyor.
Dünyanın çoğu bölgesinde bulunan kömüre, yerin yüzeye yakın bölümlerinde ya da çeşitli derinliklerde rastlanır. Kömür çok miktarda organik kökenli maddenin kısmi ayrışması ve kimyasal dönüşüme uğraması sonucunda oluşan birçok madde içerir. Bu oluşum sürecine kömürleşme denir.
Tarihçe.
İlk olarak milattan önceki yıllarda Çinliler tarafından kullanıldığı bilinmektedir. Kömür işletmeciliğine ait dokümanlar 12. yüzyıla aittir. Kömürün yoğun olarak kullanımı ise 18. yüzyılın ikinci yarısına rastlar. Özellikle gelişen sanayi ve endüstri, kömür kullanımını arttırmış, kömürü önemli bir mineral haline getirmiştir. Roma döneminde kentte demir işçiliği için kömürün kullanıldığına dair kanıtlar bulunmuştur. Kömür demir-çelik sanayisinin hammaddesi olarak kullanılmış ve buharlı motorlarda, buharın oluşumu için yakıt olarak kullanılmıştır. Sanayi Devriminin gelişimi ile buhara olan ihtiyaç kömürün büyük ölçekli kullanımına yol açtı. Kömür bir enerji kaynağı olarak bulunmasaydı İngiltere, 1830'lu yıllarda su değirmenlerini çevirmek için tüm kaynaklarını tüketirdi. Bitümlü kömür ve Antrasit arasındaki bir sınıf, bir zamanlar buharlı lokomotifler için yakıt olarak yaygın kullanıldığı için "buhar kömürü" olarak biliniyordu. Kuru küçük buhar somunları olarak da adlandırılan küçük "buhar kömürü", evsel su ısıtması için yakıt olarak kullanılmıştır. Bugün çıkarılan kömürün büyük bölümü ise elektrik üretimi ve çeşitli alanlarda kullanılmaktadır. Kömürün en büyük tüketici ve ithalatçısı Çin'dir. Çin, Dünya kömürünün neredeyse yarısını çıkarıyor, Çin'in ardından Hindistan yaklaşık onda biri ile takip ediyor. Avustralya, Dünya kömür ihracatının yaklaşık üçte birini oluşturuyor ve onu da Endonezya ve Rusya takip ediyor.
Etimoloji.
"Kömür" kelimesi Öztürkçe olup muhtemelen Eski Türkçede "yanmak" anlamına gelen "köñ-" fiil köküne "+mUr" ekinin getirilmesi sonucunda oluşmuştur. Aynı fiil kökü, "köz" ve (yöresel bir kelime olan) "göyünmek" sözcüklerinin de kökenidir. Sevan Nişanyan, bu fiil köküyle Akadca "gumāru", Süryanice "gumartā" ("odun kömürü, köz") ve Arapça "camr/camra(t)" sözcükleri arasında bir benzerlik olduğunu işaret ederek Eski Ortadoğu medeniyetleri ile Eski Orta Asya Türkleri arasında MÖ 1. binyıl başlarına dayanan bir etkileşimin varlığı ihtimalini sorgulamaktadır.
Jeoloji.
Kömür makerallar, mineraller ve sudan oluşur. Fosiller ve kehribar kömürde bulunabilir.
Kömürün oluşumu.
Bu teori, yaklaşık 360 milyon yıl önce, bazı bitkilerin selülozlarını daha sert ve daha odunsu hale getiren karmaşık bir polimer olan lignin üretme yeteneğini geliştirdiğini belirtiyor.. Böylece ilk ağaçlar gelişti. Ancak bakteri ve mantar, lignini ayrıştırma yeteneğini hemen geliştirmedi, bu yüzden odun tamamen çürümedi, tortu altında gömüldü ve sonunda kömüre dönüştü.
Bataklıklarda uygun nem ve sıcaklığın oluşması, ortamın asit miktarının artması, gerekli organik maddelerin ortamda bulunmasıyla bozunmuş, çürüyen bitkilerin su altına inmesi ve bataklığın zamanla üstünün örtülmesi gibi olaylar sonucu oluşur. Yaklaşık 300 milyon yıl önce, mantarlar ve bakteriler bu yeteneği geliştirerek dünya tarihinin ana kömür oluşum dönemini sona erdirdi. Yüksek basınç ve yüksek sıcaklık altında ölü bitki örtüsü yavaşça kömüre dönüştü. Ölü bitki örtüsünün kömüre dönüşmesine kömürleşme denir. Daha sonra milyonlarca yıl boyunca derin gömünün ısısı ve basıncı su, metan ve karbondioksit kaybına ve karbon oranında bir artışa neden olur. Böylece ilk linyit ("kahverengi kömür" olarak da bilinir), daha sonra alt bitümlü kömür ve son olarak Antrasit ("sert kömür" veya "kara kömür" olarak da bilinir) oluşabilir.
Jeolojik devirde iki büyük kömür oluşum çağı vardır. Bunlardan daha eski olanı Karbonifer (345-280 milyon yıl önce) ve Permiyen (280-225) dönemlerini kapsar. Kuzey Amerika'nın doğusu ile Avrupa'daki taşkömürü yataklarının çoğu Karbonifer döneminde; Sibirya, Asya'nın doğusu ve Avustralya'daki kömür yatakları Permiyen döneminde oluşmuştur. İkinci büyük kömürleşme çağı ise Kretase (tebeşir) döneminde başladı ve tersiyer dönemi sırasında sona erdi. Dünyadaki linyitlerin ve yağsız kömürlerin çoğu bu dönemde oluşmuştur. Kömürlerin türediği bitkilerden geriye çok az iz kalmıştır. Kömür katmanlarının altında ve üstünde yer alan kayaçlarda eğreltiotları, kibritotları, atkuyrukları ve birçok bitki fosiline rastlanabilir. Kömürler yoğunluk, gözeneklilik, sertlik ve parlaklık bakımından farklılık gösterebilir. Genellikle kömür türleri bazı inorganik maddeler, genellikle de killer, sülfürler ve klorürler içerir. Bunlar da az miktarda cıva, titan ve manganez gibi bazı elementler de içerir.
Kömür: Bitkiler öldükten sonra, bakteriler etkisiyle değişime uğrar. Eğer su altında kalarak değişime uğrarsa, C (karbon) miktarı artarak kömürleşme başlar. C miktarı %60 ise turba, C miktarı %70 ise linyit, C miktarı %80–90 ise taş kömürü, C miktarı %94 ise antrasit adını alır.
Sınıflandırma / Türler.
Kömürler çeşitli şekillerde sınıflandırılabilir. Dört tip kömür vardır: antrasit, taş kömürü, linyit ve turbadır.
Antrasit en değerli kömür türüdür. Pahalı olduğu için kullanımı sınırlıdır. Güçlükle tutuşan, koku ve duman çıkarmadan yanan bir çeşit kaş kömürüdür. %95'i karbondan oluşur. En sert kömür türü olup yandığında diğerlerinden daha fazla ısı verir. Kömürün en üst sıradaki antrasit öncelikle konut ve ticari alan ısıtması için kullanılır. Parlak siyah bir kömürdür. Taş kömürünün %70'i, Linyitin %50'sinden daha az bir kısmı karbondan oluşur. Kömürler organik olgunluklarına göre linyit, alt bitümlü kömür, bitümlü kömür ve antrasit tiplerine ayrılırlar.
Linyit; Sağlığa en az zararlı kömür olan linyit veya kahverengi kömür açıkçası sadece elektrik enerjisi üretimi için yakıt olarak kullanıldı. Jet bazen cilalı kompakt bir linyit formudur. Üst Paleolitik dönemden beri süs taşı olarak kullanılmaktadır.
Linyit ve kısmen alt bitümlü kömürler genellikle yumuşak, kolayca ufalanabilen ve mat görünüştedirler. Bu tip kömürlerin ana özelliği göreceli olarak çok yüksek nem içerirler ve karbon içerikleri düşüktür. Antrasit ve bitümlü kömürler ise genellikle daha sert, dayanıklı, siyah renkli ve camsı parlak görünüştedirler. Göreceli olarak nem içerikleri daha düşük olup, karbon oranları daha yüksektir. Buhar-elektrik enerji üretiminde ve kok kömürü üretiminde öncelikle yakıt olarak kullanılır. Özellikleri linyit ile bitümlü kömürün özellikleri arasında değişen alt bitümlü kömür, öncelikle buhar-elektrik, güç üretimi için yakıt olarak kullanılır.
Grafit; tutuşması zordur ve yakıt olarak yaygın olarak kullanılmaz. Siyah-gri renkte ve dokusu yağlıdır. En çok kalemlerde kullanılır veya yağlama için tozlanır.
Kanal kömürü (bazen "mum kömürü" olarak da adlandırılır), temel olarak liptinitten oluşan ve önemli hidrojen içeriğine sahip, ince taneli, yüksek rütbeli bir kömürdür.
Jeolojik olarak kömürlerin yaşları 400 milyon ile 15 milyon yıl arasında değişir. Genellikle yaşlı kömürler daha kalitelidir.
Kömürler mikroskobik homojen bileşenlerine göre çeşitli kayaç tiplerine de ayrılır. Bu sınıflandırma kömürün türediği malzemeyi ve kömürleşme süreçlerini ele aldığından, aslında genetik bir sınıflandırmadır. Bu sistemde kömür dört temel tipe ayrılır: vitren, klaren, düren ve füzen.
kömür sınıflandırması genellikle uçucuların içeriğine de dayanmaktadır.
Bir başka sınıflandırma sistemi de kömürün ticari değerine yer verir madde içeriğine ve içerdiği katışıklar dikkate alınır.
Kömür; çok eskilerden beri enerji üretiminde, sentetik boyaların çözücülerin, ilaçların hazırlanmasında ara madde olarak ve çeşitli hoş kokulu maddelerin elde edilmesinde kullanılmaktaydı. Ayrıca kömürün yakılmasıyla elde edilen gazlardan yakıt olarak yararlanılır.
Kömürün gazlaştırılması.
Kömürün gazlaştırılması işlemi 18. yüzyılda ortaya çıkmış bir düşüncedir. Kömürler ve Kömürü gazlaştırıp özellikle doğal gaz ve petrolün yerini alması düşüncesi vardı ve bu çalışmalar 20. yüzyılın ikinci yarısında hız verilip özellikle 1972-75 yılları arasında yaşanan petrol krizinde hız verilmiş yeni projeler üretilmeye başlanmıştır. Değişik enerji kaynakları bulma çabaları çerçevesinde kömürün ham petrole benzeyen bir sıvı yakıta dönüştürülmesi çabalarına başlanmıştır. Bu amaçla uygulanmaya çalışılan bir yöntemde proliz ve hidrojenlemedir. Bu yöntem yüksek basınç altında bir katalizör yardımıyla hidrojen ile kömürün tepkimeye sokulmasıyla gerçekleşir. II. Dünya Savaşı sırasında Almanya'da kömürün hidrojenlenmesi yaygın olarak kullanılan bir teknikti, ama bu üretim yöntemi petrolden benzin elde etmekten çok daha pahalıya mal olduğundan giderek ticari önemini yitirdi.
Odun kömürü.
Öte yandan ağacın havasız ortamda yavaş yavaş kısmen yakılmasıyla elde edilen ve siyah barut üretiminde ve metallerin sert yüzeylerinin kaplanmasında kullanılan "odun kömürü" veya "mangal kömürü" denir. Hammaddesi daha çok meşe odunundan sağlanır.
Kok kömürü.
Taş kömürünün havasız ortamda, bütün uçucu bileşenlerinin giderildiği yüksek sıcaklıklara kadar ısıtılmasıyla elde edilen özellikle bazı önemli ya da önemsiz işlemlerinde kullanılan malzemeye ise kok kömürü denir.
Kok; gerçek anlamda bir kömür değildir. Tabiatta serbest halde bulunmaz, fabrikalarda taş kömürünün içindeki gazların çıkartılmasından sonra elde edilen kömürdür.
Havagazı.
Havagazı ilk kez 18. yüzyılın sonlarında ayrımsal damıtma yoluyla İngiltere'de üretildi. Hava gazı elektriğin dünyada yaygınlaşmasından önce sokakların aydınlatımasında, merkezî ısıtmada ve konutların ısıtılmasında yaygın olarak kullanıldı. Yerini zamanla doğal gaz almış olmasına rağmen doğal gazın giderek pahalıaşması üzerine kömürden gaz elde etmek için değişik yöntemler aranmaya başlandı. Üzerinde çalışılan yöntemlerden biri de 1870'te geliştirilmiş olan kömürün toz halinde üretildikten sonra yüksek sıcaklıklarda hava ve buharla karıştırılmasıdır.
Dünyada kömür.
Bilinen kömür yatakları incelendiğinde, Güney ve Kuzey yarımküreler arasında önemli bir farklılık olduğu görülmektedir. Güney yarım küre kömür bakımından oldukça yoksundur. Bunun nedeni Devoniyen dönem ve daha önceki dönemlerin alçak ovalarında kömür yataklarını oluşturacak ölçüde kalın bitki depolarının birikmesine elverişli bitkisel yaşamın olmayışıdır. Dünya sıralamasında, en büyük kömür tüketici ilk iki ülke Çin ve Hindistan'dır. Toplamda 101 ülke resmi olarak “No New Coal” taahhüdünde bulundu veya son on yılda geliştirdikleri yeni kömür santrali planlarını iptal etti. Kömür talebi 2015 ve 2016 yıllarda %4.2 düştü.
Emisyon Yoğunluğu.
Emisyon yoğunluğu, üretilen elektrik birimi başına bir jeneratörün ömrü boyunca yaydığı sera gazıdır. Şu anda yaygın olarak kullanılan elektrik üretme yöntemlerinden biri olan kömür ve petrolün emisyon yoğunluğu yüksektir çünkü üretilen her kWh için yaklaşık 1000g CO2 yayarlar; Doğalgaz ise kWh başına yaklaşık 500g CO2 ile orta emisyon yoğunluğundadır. Diğer tüm üretim yöntemleri kWh başına 100g'nin altına denk düşerek düşük emisyon yoğunluğundadır. Kömürün emisyon yoğunluğu tipe ve jeneratör teknolojisine göre değişir ve bazı ülkelerde kWh başına 1200 g'ı aşar.
Enerji Yoğunluğu.
Kömürün enerji yoğunluğu, yani ısıtma değeri kilogram başına yaklaşık 24 megajoule'dır. % 40 verimliliğe sahip bir kömür santrali için bir yıl boyunca 100 W'lık ampule güç vermek için tahmini 325 kg (717 lb) kömür gerekir. Dünya enerjisinin% 27,6'sı 2017 yılında kömürle sağlandı ve Asya Kıtası bunun neredeyse dörtte üçünü kullandı.
Kimya.
Kompozisyon.
Kömürün bileşimi, ya yakın bir analiz (nem, uçucu madde, sabit karbon ve kül) ya da nihai bir analiz (kül, karbon, hidrojen, azot, oksijen ve kükürt) olarak rapor edilir."Uçucu madde" kendi başına mevcut değildir (bazı adsorbe edilmiş metan hariç), ancak kömürün ısıtılmasıyla üretilen ve uzaklaştırılan uçucu bileşikleri belirtir. Tipik bir bitümlü kömür, ağırlık bazında kuru ve kül içermeyen% 84.4 karbon,% 5.4 hidrojen,% 6.7 oksijen,% 1.7 azot ve% 1.8 kükürt temelli bir nihai analize sahip olabilir.
Kok kömürü ve demir kokusu için kok kullanımı.
Kok kömürü, çelik ve diğer demir ürünlerinin üretiminde kullanılan koklaşabilir kömürden (düşük küllü, düşük kükürtlü bitümlü kömür, aynı zamanda metalurjik kömür olarak da bilinir) elde edilen katı bir karbonlu kalıntıdır. Kok kömürü, yüksek fırındaki aşırı yükün ağırlığına dayanacak kadar güçlü olmalıdır. Koklaşabilir taş kömürü, geleneksel yolu kullanarak çelik yapımında çok önemlidir. Kok kömürü kül, kükürt ve fosfor bakımından düşük olmalıdır, böylece bunlar metale göç etmez. Bazı ortak yapım işlemleri, kömür katranı, amonyak, hafif yağlar ve kömür gazı da dahil olmak üzere yan ürünler üretir.
Döküm bileşenlerinde kullanım.
Bu uygulamada deniz kömürü olarak bilinen ince öğütülmüş bitümlü kömür, döküm kumunun bir bileşenidir. Erimiş metal kalıp içinde iken, kömür yavaşça yanar, basınçta gazları azaltır ve böylece metalin, kumun gözeneklerine nüfuz etmesini önler. Isıtıldığında, kömür ayrışır ve gövdesi hafifçe kırılgan hale gelir ve erimiş metale dokunmak için açık delikleri kırma işlemini kolaylaştırır.
Kok alternatifleri.
Hurda, çelik bir elektrik ark ocağında geri dönüştürülebilir; eritme ile demir yapmanın bir alternatif yolu doğrudan azaltılmış demirdir, sünger veya pelet demir yapmak için herhangi bir karbonlu yakıt kullanılabilir. Karbondioksit emisyonlarını azaltmak için indirgeyici ajan olarak hidrojen kullanılabilir. Karbon kaynağı olarak biyokütle veya atık kullanılabilir.
Gaz haline getirme.
Gazlaştırma sırasında kömür, ısıtılır ve basınçlandırılma sonrası oksijen ve buharla karıştırılır. Reaksiyon sırasında, oksijen ve su molekülleri, kömürü karbonmonokside (CO) ederken hidrojen gazı (H2) salar. Bu, yeraltı kömür madenlerinde yapılırdı ve tüketicilere aydınlatma, ısıtma, pişirme için borulu şehir gazı yapmak için kullanılırdı.
3C ("as Coal") + O2 + H2O → H2 + 3CO
Syngas veya (sentez gaz) olarak da bilinen gaz en büyük etken olan hidrojen ve karbonmonoksit dahil olmak üzere karbondioksit, metan gibi bileşenleri içeren bir yakıt gazı karışımıdır. Syngas genellikle kömür gazlaştırma ürünüdür ve ana uygulama alanı elektrik üretimidir. Syngas ayrıca Fischer-Tropsch yöntemi ile benzin ve dizel gibi nakliye yakıtlarına dönüştürülebilir. Sentez gazı, doğrudan yakıta karışabilir veya metanol yardımıyla benzine dönüştürülebilir. Fischer-Tropsch teknolojisi ile birleştirilmiş gazlaştırma, Güney Afrika'nın Sasol Kimya Şirketi tarafından kömür ve doğalgazdan motorlu taşıt yakıtları yapmak için kullanılmaktadır.
Sıvılaştırma.
Kömür, hidrojenasyon veya karbonizasyon ile doğrudan benzine veya dizele eşdeğer olan sentetik yakıtlara dönüştürülebilir. Kömür sıvılaşması, ham petrolden elde edilen sıvı yakıt üretiminden yayılan karbondioksit miktarından daha fazla karbondioksit yayar. Devlete ait Çin Enerji Yatırım'ı bir kömür sıvılaştırma tesisi işletmektedir ve iki tane daha inşa etmeyi planlıyor.
Kimyasalların üretimi.
Kimyasallar 1950'lerden beri kömürden üretilmektedir. Kömür, çeşitli kimyasal gübrelerin ve diğer kimyasal ürünlerin üretiminde hammadde olarak kullanılabilir. Syngas üretmek için kömür gazlaştırması bu ürünlere giden ana yoldur. Doğrudan sentez gazından üretilen birincil kimyasallar arasında metanol, hidrojen ve karbonmonoksit bulunur. Birincil kimyasalların yüksek değerli türevi ürünlerin öncüsü olarak sentez gazının çok yönlülüğü, çeşitli değerli emtialar üretmek için kömür kullanma seçeneği sunar. Kimya endüstrisi, en uygun maliyetli olan hammaddeleri kullanma tercihindedir. Kömürden kimyasal üretimi, çok miktarda kömür madeni bulunan Güney Afrika ve Çin gibi ülkelerde çok daha fazla ilgi görüyor. Çin'de doğal gaz kaynaklarının eksikliği ile birlikte kömür madeninin bolluğu orada kimya endüstrisine kömür için güçlü bir teşvikidir. Sasol Güney Afrika'da kömürden, kimyasal tesisler inşa ederek işletti. Kimyasal işlemler için kömür önemli derecede su kaynağı gerektirir.
= Elektrik Üretmek İçin Kömür =
Yanma öncesi arıtma.
Rafine kömür, nemi ve belirli kirleticileri alt bitümlü ve linyit (kahverengi) kömürler gibi düşük işlevli kömürlerden uzaklaştıran kömür iyileştirme teknolojisinin ürünüdür. Yakma işleminden önce kömürün özelliklerini değiştiren kömür için yapılan bir ön işlemdir. Termal verimlilik iyileştirmesi, gelişmiş ön kurutma (linyit ve biyokütle gibi yüksek nem yakıtlarıyla ilgili) ile elde edilebilir. Yanma öncesi kömür teknolojisinin amacı kömür yakıldığında verimliliği artırmak ve emisyonları azaltmaktır. Ön yanma teknolojisi, bazen kömürle çalışan kazanlardan kaynaklanan emisyonları test etmek amaçlı yanma sonrası teknolojilere ek olarak kullanılabilir.
Santral yanması.
Termal kömür, elektrik üretmek için kömür santrallerinde katı yakıt olarak yakılan kömür çeşitidir. Kömür, yanma yoluyla çok yüksek sıcaklıklar üretmek için de kullanılır. Dünya genelinde kömür kullanımını azaltma çalışmalarında bazı bölgeler daha düşük karbon kaynağı olan doğalgaz ve elektriğe geçişine yol açmıştır. Kömür elektrik üretimi için kullanıldığında, toz haline getirilir ve daha sonra kazanlı bir fırında yakılır. Fırın ısısı, kazan suyunu buhara dönüştürür, bu daha sonra jeneratörleri çeviren ve elektrik üreten türbinleri döndürmek için kullanılır. IGCC enerji santralleri, toz haline getirilmiş kömür yakıtlı santrallere göre daha az yerel kirlilik yayar; ancak gazlaştırma ve yakmadan önce karbon tutma ve depolama teknolojisinin bugüne kadar kömürle kullanılması çok pahalı olduğu belirlenmiştir. 2017 yılında dünyadaki elektriğin% 38'i, 30 yıl önceki aynı yüzde olan kömürden geldi. 2013 yılında maksimum kömür kullanımına ulaşıldı.
Kömür Endüstrisi.
Kömür madenciliği.
Her yıl yaklaşık 8000 Mt kömür üretilmektedir, bunların neredeyse % 90'ı taşkömürü ve % 10 linyittir. Yeraltı madenciliğinde yüzey madenciliğinden daha fazla kaza meydana gelir. Tüm ülkeler madencilik kazası hakkında bulunan istatistikleri yayınlamamaktadır, bu nedenle dünya çapındaki rakamlar belirsizdir, ancak ölümlerin çoğunun Çin'de kömür madenciliği kazalarında meydana geldiği düşünülmektedir. 2017'de Çin'de 375 kömür madenciliği hakkında ölüm oldu. Maden kömürünün çoğu termal kömürdür (elektrik üretmek, buhar yapmak için kullanılan buhar kömürü olarak da bilinir), ancak metalurjik kömür (demir yapmak için kullanılan kok kömürü olarak kullanılan "koka kömürü" olarak da adlandırılır)küresel kömür kullanımının %10 ila %15'ini oluşturur.
İşlem gören kömür.
Çin, dünya kömürünün neredeyse yarısını madenler, ardından Hindistan'ın ise onda birini madenler. Avustralya dünya kömür ihracatının yaklaşık üçte birini oluşturmaktadır ve bunu Endonezya ve Rusya takip etmektedir. Kömür' ün en büyük ithalatçıları ise Japonya ve Hindistan'dır. Metalurjik kömürün fiyatı termal kömürün fiyatından çok daha yüksektir, çünkü metalurjik kömürde kükürt oranı daha düşük olmalıdır ve daha fazla temizlik gerektirir. Kömür Vadeli Sözleşmeleri, kömür üreticilerine ve elektrik enerjisi endüstrisine riskten korunma ve risk yönetimi için önemli bir araç sağlar.
Pazar eğilimleri.
Kömür üreten ülkelerden en fazla olanı Çin madenleridir, dünya kömürünün neredeyse yarısı çıkartırlar ve Hindistan % 10'dan daha az olarak Çin'den sonra geliyor. Çin açık ara en büyük tüketicidir. Fazla olması nedeniyle, piyasa eğilimleri Çin Enerji Politikasına bağlıdır.
Türkiye’de kömür.
Türkiye linyit kömürü açısından zengin bir ülke olup, bunun haricinde taş kömürü de çıkartılmaktadır.
Sağlığa zararları.
Kömürün yıllık sağlık maliyeti en az 800.000 erken ölüm hesaplanmıştır. Madencilik silikozis sebep oluyor. Cıva önemli bir risk taşımaktadır.
Çevresel zararları.
Kömürlü termik santraller çevre sağlığına zarar vermektedir.
Küresel ısınmanın başlıca aktörlerinden biri de kömürdür.
Yeraltı yangınları.
Dünyada yeraltında binlerce kömür madeni yanıyor. Yeraltında yananların bulunması zor olabilir ve çoğunlukla birçoğu söndürülemez. Yangınlar üst zeminlerin de çökmesine neden olabilir, yanma sırasındaki gazlar insan yaşamı için tehlikelidir ve yüzeye çıkması dahilinde yüzey yangınlarını başlatabilir. Kömür yatakları kendiliğinden yanması veya bir maden yangını sonucu veya yüzeyde çıkan yangın ile temas ederek ateşe verilebilir. Yıldırım çarpması önemli bir tutuşma kaynağıdır. Kömür alanındaki bir çim yangını, onlarca kömür yatağını ateşe verebilir. Çin'deki kömür yangınları yılda yaklaşık 120 milyon ton kömür yakıyor. Terkedilmiş antrasit şerit maden ocağında bulunan ilçe depolama alanındaki çöp yangını nedeniyle 1962'de ateşlenmiştir. Yangını söndürme girişimleri başarısız olmuş ve hala bu güne kadar yeraltında yanmaya devam ediyor.
Küresel Isınma.
Kömür kullanımının büyük ve uzun vadeli etkisi, iklim değişikliğine ve küresel ısınmaya neden olan bir sera gazı olan karbondioksit salınımıdır.2016 yılında dünya kömür kullanımından kaynaklanan brüt karbondioksit emisyonları 14.5 gigaton'dur. 2013 yılında BM iklim ajansı başkanı, felaket olan küresel ısınmadan kaçınmak için dünyanın kömür rezervlerinin çoğunun toprağa bırakılması gerektiğini önerdi.
= Kömür Kirliliğinin Azaltılması =
Tarihsel olarak, asıl odak asit yağmuruna sebep açan ve en önemli gaz olan SO2 ve NOx idi. Görünür hava kirliliği, hastalık ve erken ölümlere neden olan parçacıklar saçar. Cıva emisyonları % 95'e kadar azaltılabilir. Bununla birlikte, karbondioksit emisyonlarının yakalanması genellikle ekonomik olarak uygun değildir.
Standartlar.
Yerel kirlilik standartları; Çin, Hindistan, Endüstriyel Emisyonlar Direktifi (AB) ve Temiz Hava Yasası'nı (ABD) içerir.
Uydu izleme.
Uydu izleme artık ulusal verileri kontrol etmek için kullanılıyor, örnek olarak Sentinel-5 Habercisi, Çin'in SO2 kontrolünün kısmen başarılı olduğunu göstermiştir.
Kombine çevrim santralleri.
Kömür gazlaştırma ile birkaç Entegre gazlaştırma kombine çevrim (IGCC) için kömür yakıtlı enerji santrali inşa edilmiştir.
Karbon yakalama ve depolama.
Kömür dışındaki bazı kullanımlar için hala yoğun bir şekilde araştırılmaya, ekonomik olarak uygun görülmesine rağmen; karbon yakalama ve depolama, Petra Nova ve Sınır Barajında, kömürle çalışan enerji santrallerinde test edilmiş ve teknik olarak mümkün olduğu ancak kömürle kullanım için ekonomik olarak uygun olmadığı bulunmuştur.
Ekonomi.
2018'de kömür adına 80 milyar dolarlık yatırım yapıldı, ancak neredeyse hepsi yeni maden açmak yerine üretim seviyelerini korumak için kullanıldı. Uzun vadede kömür ve petrol, dünyaya trilyonlarca dolara mal olabilir. Kömür tek başına Avustralya'ya milyarlarca dolara mal oluyor. Kömürden (iklim değişikliği yoluyla) en fazla zarar gören ekonomiler, karbonun en yüksek sosyal maliyetine sahip ülkeler oldukları için Hindistan ve ABD olabilir. Kömürü finanse etmek için banka kredileri Hindistan ekonomisi için bir risktir. En büyük üretici olduğu bilinen Çin'in kömür santrallerinin beşte ikisinin zarar verici olduğu tahmin ediliyor.
Siyaset.
Çin, Hindistan ve Japonya gibi yeni kömürle çalışan elektrik santralleri inşa eden veya finanse eden ülkeler, Paris Anlaşması'nın amaçladığı hedefleri engellediği gerekçesiyle uluslararası eleştirilerle karşı karşıya kalkmaktadırlar. 2019'te, Pasifik Adası ülkeleri (özellikle Vanuatu ve Fiji) Avustralya'yı, emisyonlarını olduğundan daha hızlı bir oranda azaltmadığı için eleştirdi, kıyıya su baskını ve erozyonla ilgili endişelerini dile getirdiler.
Bozulma.
Hindistan'da ve Çin'de yolsuzluk iddiaları soruşturuluyor.
Kömür' e Muhalefet.
Kömür kirliliğine muhalefet, Modern Çevre Hareketinin 19. yüzyılda başlatılmasının ana nedenlerinden biriydi.
Kömürden Geçiş.
Küresel iklim hedeflerine ulaşmak için 2040 yılına kadar kömür gücü yaklaşık 10.000 TWh'den 2.000 TWh'nin altına düşürülmelidir.
Zirve kömür.
Birçok ülkede yeraltında kömür bulunmasına rağmen hepsi tüketilmeyecektir. Günümüzde "'pik kömür'", kömür tüketiminin maksimuma ulaştığı nokta anlamına gelmektedir. Kömür kullanımı 2013 yılında zirve yaptı.
İş.
Bazı kömür madeni işçileri, geçiş sürecinde işlerinin kaybedilebileceğinden endişe ediyorlar.
Biyoremediasyon.
Diplococcus bakterisinin kömürü bozduğu ve sıcaklığını artırdığı bulunmuştur.
Kültürel Kullanımı.
Bazı Batı kültürlerinde, kötü davranan çocukların Noel çoraplarında hediye yerine Noel Baba'dan sadece bir parça kömür alacağını söylenir.
Yılbaşı gününde kömür hediye etmek, İskoçya'da ve İngiltere'nin kuzeyinde şanslı sayılır. Gelecek yıl için sıcaklığı temsil eder.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5457",
"len_data": 24896,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.53
}
|
Tiyatro tarihi, tiyatronun tarih boyunca 2,500 yıllık gelişimidir. Performatif unsurlar her toplumda mevcut olmakla birlikte, bir sanat formu ve eğlence olarak tiyatro ile diğer faaliyetlerdeki teatral veya performatif unsurlar arasında bir ayrım olduğu kabul edilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5463",
"len_data": 267,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.86
}
|
Epik tiyatro, siyasal amaçlı bir tiyatro düşüncesidir. Bertolt Brecht'in doğrudan Marksizm-Leninizm etkilenimiyle oluşturduğu ve seslendiği seyirci kitlesini de emekçi sınıf olarak belirlemiş bir kuramdır. Epik kelime anlamıyla halk arasında söylenen destansılık anlamıyla epik kelimesi kullanılmamaktadır.
Asıl amacı tiyatronun; yalnızca lüks olarak toplumun elit kısımlarına hitap ediyor oluşu değil, aynı zamanda sıradan halkın sorunlarını da konu edinebilen bir anlayış üzerine kurulu olabileceğini göstermektir.
Teoride ve pratikte Marksizmin felsefi, siyasal ve ekonomik tahlillerini tiyatro sahnesine yansıtmaya çalışır. Brecht tarafından bilim çağının tiyatrosu olarak değerlendirilen epik tiyatro, kapitalizm ve sınıflı toplum eleştirisi yapar; oyunlar bir devrimin gerekliliğini çoğu kez doğrudan işaret etmese bile, var olan sistemin olumsuzlanması yoluyla, seyircisini başka alternatifler üzerine düşünmeye çağırma iddiasındadır.
İşte yazarın seyircisini sokmayı arzuladığı bu aktif eleştirel tutum, Brecht tarafından ilk kez 1927 yılında kullanılan epik tiyatro nitelemesinde karşılığını bulur. Brecht canlandıran, taklit eden, seyirciyi yanılsamaya sokan gerçekçi tiyatro düşüncesinin karşısına koyduğu epik tiyatronun, yanılsamacı yönü yok edilmiş, anlatımcı bir tiyatro olmasını hedefler. Brecht'e göre, görünenin ardındaki gerçeği göstermek, burjuva gerçekçiliğiyle ve bütünlüklü bir tiyatro algısıyla mümkün değildir. Tam tersine bu algıyı kıracak, seyirciyi determinist neden-sonuç ilişkisinin cenderesinden kurtaracak ve böylece yanılsamayı kıracak bir tiyatroya ihtiyaç vardır.
Yazarın siyasal amaçlı tiyatrosunu Piscator’unkinden ayıran, seyirciyi üstlenmeye çağırdığı bu aktif tutumdur. Epik tiyatro seyirciyi bir gözlemci yapar, ondan yargıya varmasını ister. Yazar bunu sağlamak için çeşitli araçlar kullanır. Oyunlar episodik olarak bölümlenmiştir ve bu episodlar arasındaki neden sonuç bağı olabildiğince gevşek tutulur. Hatta Brecht episodların başına açıklayıcı şarkılar ve notlar koyar; bu yolla merak öğesi olabildiğince yok edilir. Seyircinin oyuna olan mesafesini koruyabilmesi için tarihselleştirme kullanmak da yazarın bir diğer yöntemidir. Tarihselleştirme kullanarak, oyunlarının geçmiş bir zamanda ve/ya da başka bir toplumda geçirir. Bunu yaparken Brecht’in endişesi, şimdiki zamanda ve şimdiki toplumda geçen bir oyunun seyircinin özdeşlik kurmasına yol açarak, aktif eleştirel tutumunu kaybetmesine yol açacağıdır.
Brecht’in kullandığı araçlar arasında en bilineni yabancılaştırma efektidir ve en genel anlamıyla, sahnedekinin bir oyun olduğunun seyirciye hatırlatılması amacını taşır. Böylece seyircinin oyuna kapılması, akla dayanan eleştirel tutumunu bırakarak duygularına kapılması engellenecektir. Episodik anlatım ve tarihselleştirme gibi araçların yöneldiği amaca hizmet eden yabancılaştırma, oyunun tüm yapısından bağımsız olarak düşünülemez. Althusser’e göre Brecht’in yabancılaştırması, diyalektik materyalizm felsefesiyle doğrudan ilişkilidir. İnsanı, olayları ve toplumu bitmiş, tamamlanmış olarak almaz. Somut durumların irdelenmesine yardımcı olur. Brecht, “hiç düşünmeden öylece zaten anlaşılıyor sanılan bir şey, [yabancılaştırmayla] özellikle anlaşılmaz duruma bile getirilebilir. Ama bir koşulla: Böylece sonunda gerçekten anlaşılmasını sağlamak adına” der. Bu Althusser'e göre diyalektik bir bakıştır: Bildiğini sanan seyircinin yabancılaştırmayla gerçek bilgiye ulaşmasını sağlamak.
Walter Benjamin yazılarında Brecht'in gestus kavramından söz eder. Bu kavram oyun metinlerine ilişkin olmaktan çok, gösterimsel anlam taşır. Daha çok Brechtyen Oyunculuk altında incelenebilecek bu kavramın temel mantığı, sahnedeki oyun kişisinin sınıfsal konumunu belli edecek bir yüz ya da beden tavrıdır. Örneğin oyun kişisinin yerleri nasıl süpürdüğü bir gestus olabilir. Yerleri her zaman süpürmeye alışkın olan bir hizmetçinin tavrıyla bir prensesin yerleri süpürmek zorunda kaldığında göstereceği tavır, onların sınıfsal farklılıklarını ortaya koymak için bir araç olacaktır.
Brecht Küçük Organon'unda, tiyatronun eğlendirici yönünü ne kadar önemli bulduğunu da anlatır. Ancak bunu burjuva tiyatrosunun eğlence anlayışını eleştirerek yapar. Epik Tiyatro'nun ulaşmaya çalıştığı seyircinin kandırmacadan değil, öğrenmekten, bilmekten ve çözümlemekten zevk alan bir seyirci olduğunu söyler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5464",
"len_data": 4337,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 4.26
}
|
Eksiklik Teoremi, Kurt Gödel'in 1931 yılında doktorasında yer verdiği "Principia Mathematica Gibi Dizgelerin Biçimsel Olarak Karar Verilemeyen Önermeleri Üzerine" başlıklı makalesinde 4. önerme olarak geçer. Sezgisel olarak matematikte belitlere (aksiyom) dayanan her sistemin tutarlı olması dahilinde eksik olması gerektiğini bildirir.
Tarihi.
David Hilbert ve Gödel’in Eksiklik Teoremleri
Ünlü Alman matematikçi David Hilbert, matematiğin tüm doğrularının belirli sabit yöntemler veya aksiyomatik sistemler kullanılarak ispatlanabileceğini savunmuş ve bu doğrultuda çalışmalar yapmıştır. Temel aritmetiğin aksiyomlarından tüm matematiksel doğruların türetilebileceğini düşünmüştür.
Ancak Hilbert’in çağdaşı Kurt Gödel, bu fikrin mümkün olmadığını kanıtlamıştır. Gödel, "Bu önerme ispatlanamaz." ifadesini (G) aritmetik sisteminde formüle etmiş ve G ile ilgili matematiksel işlemler yaparak, eğer G’nin doğruluğu sistem içinde kanıtlanabilirse, bunun olumsuz halinin de kanıtlanabileceğini göstermiştir.
Gödel’in vardığı sonuçlar şöyledir:
Gödel’in bu teoremi, Hilbert’in "Matematik tamamlanabilir mi?" sorusuna olumsuz yanıt vermiştir. Hilbert, matematiği tutarsızlıklardan arındırmak için sınırlı ve tam bir aksiyomlar kümesi oluşturmayı hedeflemişti. Ancak Gödel’in eksiklik teoremi bu çabanın sınırlarını göstermiştir.
Ayrıca, Gödel cümlesi olarak bilinen G ifadesi, sisteme yeni bir aksiyom olarak eklenirse bile, yeni bir Gödel cümlesi oluşturulabilir. Bu da, aksiyom seti ne kadar genişletilirse genişletilsin, doğruluğu veya yanlışlığı sistem içinde ispatlanamayan önermelerin var olacağını göstermektedir.
Basitçe söylemek gerekirse, sayı kuramı gibi tutarlı formal sistemlerde karar verilemeyen önermeler mutlaka bulunur. Bu durum, matematiğin temel yapısını ve sınırlarını anlamada önemli bir dönüm noktasıdır.
Karar verilemeyen önermelere örnek olarak seçim aksiyomu, paralellik aksiyomu ve Eubulides paradoksu gösterilebilir.
Eubulides Paradoksu.
En çarpıcı ve yalın olanı Eublides Paradoksu'dur. "Bu önerme yanlıştır." önermesi karar verilemez bir önermedir. Önerme yanlış olduğu varsayılırsa doğru olduğunu ama doğru olduğu varsayılırsa yanlış olduğunu gösteriyor. Bu tür kendi hakkında konuşan önermelere "kendine-göndergeli önerme" terimi ilk Douglas R. Hofstadter 1989'da çıkan "" kitabında kullanmıştır.
Paralellik Beliti.
Pek açık olmayan bir örnek ise Paralellik Belitidir. Euclides (Öklit) M.Ö. 300'de yazmış olduğu ve hala geçerli olan geometri kitabı "Elementler"i sezgisel olarak 5 belite dayandırır. Bu 5 belitten sonuncusunun diğer dördünden farklı olduğu göze çarpmış ve matematikçiler bu beliti kanıtlamak için çok uğraşlar vermişlerdir ama kimse başaramamıştır. Daha sonra Lobachevsky, Bolyai ve gizlice Gauss birbirlerinden habersiz bu beş belitin tersinin alınarak da başka bir geometriye ulaşılabileceğini gösterdiler. Belit Playfair'in versiyonuyla "Bir doğrunun dışındaki bir noktadan geçen ve o doğruya paralel olan sadece ve sadece bir doğru bulunur." önermesidir. Bu önermenin tersi olan "... en az iki doğru bulunur" önermesi hiperbolik geometri (ya da Lobachevsky-Bolyai-Gauss Geometrisi) diye yeni bir geometriye kapı açmıştır.
Bu örnekle Gödel'in bu teoreminin aslında matematikte dizgeleri (sistemleri) dallara ayırarak yeni kapılar araladığı görülebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5466",
"len_data": 3299,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.29
}
|
, Japon film yönetmeni, film yapımcısı, senarist ve kurgucu. 57 senelik kariyerinde 30 film yöneten Kurosava, sinema tarihinin en önemli ve etkili yönetmenlerinden biri olarak görülmektedir.
Kurosava, 1936 yılında Japon sinema endüstrisine kısa bir süreliğine ressam olarak girdi. Çeşitli filmlerde yönetmen yardımcısı ve senarist olarak çalıştıktan sonra 1943 yılında II. Dünya Savaşı sıralarında ilk filmi olan popüler aksiyon filmi Sugata Sanshiro'yu çekti. Savaştan sonra 1948 yılında Drunken Angel filmini çekti. Bu filmde o zamanlar tanınmayan bir aktör olan Toshirō Mifune'yi başrolde oynattı. Ve yine bu filmle Japonya'daki gelecek vadeden genç yönetmenler arasındaki yerini sağlamlaştırdı. Daha sonra bu iki adam birlikte 15 film daha çektiler.
Kurosava'nın önemli filmlerden Raşamon filminin ilk gösterimi Tokyo'da 1950 yılında yapıldı. Film 10 Eylül 1951'de Venedik Film Festivali'nde, Altın Aslan ödülünün sürpriz kazananı oldu. Ve sonradan Avrupa ve Kuzey Amerika'da gösterime girdi. Bu filmin batı pazarında yakaladığı reklam başarısı ve olumlu eleştiriler Japon sineması için bir ilkti. Böylece Kurosava'nın bu başarısı diğer Japon yönetmenlere de uluslararası arenada tanınma olanağı tanıdı. 1950'li yıllardan 1960'lı yılların başına kadar Kurosava, aşağı yukarı her sene bir film üretti. Bunların içinde, Ikiru, Yedi Samuray ve Yojimbo gibi bazı filmler yüksek derecede saygınlık kazandı. 1960'ların ortalarından sonra Kurosava'nın daha az verimle çalıştı. Ama son zamanlarında yaptığı işlerinden son iki epik filmi Kagemusha ve Ran ile ödüller almaya devam etti. Bunların içerisinde "Kagemusha" filmi için aldığı Altın Palmiye ödülü de vardır.
1990 yılında Akademi Ödülleri'nin verdiği Akademi Onur Ödülü'nü kabul etti. Ölümünden sonra "AsianWeek" dergisinde "Sanat, Edebiyat ve Kültür" kategorisinde "Yılın Asyalısı" olarak isimlendirildi ve CNN tarafından "Son 100 yılda Asya'nın gelişmesine en çok katkıda bulunan insanlardan (beşliden) biri" seçti.
Yaşamı ve kariyeri.
Çocukluk ve gençlik (1910-1935).
Kurosava, 23 Mart 1910 tarahinde Tokyo'nun Shinagawa bölgesinde doğdu. Babası Isamu, Akita Prefecture'den gelen bir samuray ailesinin eski üyesiydi. Ordunun Beden Eğitimi Enstitüsü'nün orta okulunda yönetici olarak görev yaptı. Kurosava'nın annesi, Osaka'da yaşayan bir tüccar aileden geliyordu. Akira, bu kısmen varlıklı ailenin çocukları arasında arasında sekizincisi ve en genç olanıydı. Kurosava doğduğunda, iki kardeşi büyümüştü ve biri de ölmüştü. Kurosava ise geriye kalan 3 kız ve 1 erkek kardeşi ile büyüdü.
Babası, Kurosava'yı bedensel egzersizlere teşvik ederken bir yandan da onu batı geleneklerini tanımaya, tiyatro görmeye ve eğitici değeri olan sinema filmlerini izlemeye teşvik ediyordu. Böylece Kurosava 6 yaşındayken film izlemeye başladı. Kurosava, ilk ve ortaokulda silik bir öğrenci oldu. Okula yeni gelen öğretmeni Bay Tachikawa(Taçikava) yenilikçi eğitim uygulamalarıyla onu teşvik etti. Kurosava, Taçikava'yı büyümeme sebep olan ikinci gizli güç diye tanımlar. Taçikava, çizim konusunda öğrencileri ne istiyorsanız onu çizin deyip serbest bırakarak ve Kurosawa'nın resmine övgülerle en yüksek notu vererek, okuldan nefret eden Kurosawa'nın resim derslerine daha bir heyecanla koşmasına neden oldu. Ve resme olan aşkını başlattı. Bu dönemde Kurosava, hat sanatı ve kendo ile de ilgilendi.
Kurosava'nın çocukluğunda etkisi olan bir başka faktör ise kendinden 4 yaş büyük abisi Heigo Kurosava'ydı. 1923'te yaşanan Büyük Kanto Depremi'nin sonrasında, Tokyo harap olmuştu. Heigo, 13 yaşındaki Kurosava'yı yanına alarak ona depremin yıkımını tüm gerçekçiliğiyle gösterdi. Kurosava, her tarafa dağılmış insan cesetleri ve dağılmış hayvan gövdelerine bakmak istemedi. Heigo ise ona uzağa bakmayı yasakladı. Bunun yerine, Akira'yı korkularıyla yüzleştirerek cesaretlendirdi. Bazı eleştirmenler, bu olayın Kurosava'nın sanat kariyerini etkilediğini ve nadiren işlerindeki hoş olmayan gerçeklere yüz yüze gelmeye kararsız kaldığını yorumladılar.
Heigo bilimsel olarak kabiliyetliydi, lakin Tokyo'nun en önde gelen liselerinden birine girmeyi başaramayınca kendisini ailenin geri kalanından ayırmaya başladı. Ve kendisini ilgi alanı olan yabancı edebiyata odaklamaya başladı. 1920'lerin sonlarında, Tokyo tiyatrolarında yabancı filmleri anlatan bir Benşi (Sessiz film anlatıcısı) oldu. Bu alanda kendine bir isim yaptı. Akira bu zamanlarda bir ressam olmayı planlıyordu. Abisinin yanına taşındı ve ayrılmaz bir ikili oldular. Heigo vasıtasıyla, Kurosava birçok Avrupa sineması filmini görme imkânı buldu ve bunlarında yanında tiyatro ve sirk performanslarını izledi. Bir yandan da yaptığı resim işlerini ve tablolarını Solcu Proleter Sanatçılar Derneği'ne gösterdi. Buna rağmen ressamlığı hayatını sürdürecek bir iş olarak yapamadı. Çoğu proleter solcunun tuvallere gerçekleşmemiş politik ideallerini koyma hareketini algılayan Kurosava, resme karşı heyecanını kaybetti.
1930'lu yılların başlarında sesli filmlerin çoğalmasıyla Heigo gibi sessiz film anlatıcıları işlerini kaybetmeye başladılar. Ve Kurosava ailesinin yanına geri döndü. Temmuz 1933'te, Heigo intihar etti. Kurosava yazdığı biyografi kitabında abisinin ölümünden "Anlatmak İstemediğim Bir Öykü" başlığıyla bahseder. Ve bu olayın onu daima belirsizliklere sürüklediğini ve bunu bir daha hiç hatırlamak istemediğini söyler. Sadece 4 ay sonra Kurosava'nın büyük abisi de öldü. Akira'nın 23 yaşındaydı ve erkek kardeşlerinden sadece biri ve diğer üç kız kardeşiyle yaşamını devam ettirdi.
Yönetmenlik eğitimi (1935-1941).
1935'te, P.C.L. olarak bilinen Photo Chemical Laboratories yeni stüdyolarında yönetmen yardımcılarının arandığına dair reklamlar verilmişti. Daha önce sinema sektörüne hiç duymamasına rağmen Kurosava, gerekli makaleyi stüdyoya sundu. Adaylardan istenen bu makale onlara Japon sinemasının temel eksiklerini ve bu eksiklerin üstesinden gelme yollarını soruyordu. Kurosava'nın yarı alaycı görüşü eğer sorunlar varsa, bunların çözümü olmadığına dairdi. Kurosava'nın makalesi onu bir sonraki sınavlara geçirdi. İmtihanı yapanlar arasında yönetmen Kajirō Yamamoto'nun da olduğu bir heyet Kurosava'yı da seçilenler arasına aldı. Ve 1936'nın Şubat ayında Kurosava 23 yaşındayken stüdyoda işe başlamış oldu.
Kurosava, yönetmen yardımcılığı yaptığı 5 sene içerisinde birçok yönetmenle çalışma fırsatı buldu. Ama gelişiminde en etkili isim Kajiro Yamamoto'ydu. Yönetmen yardımcısı olarak çalıştığı 24 filmden 17'sinde Yamamoto'nun yardımcılığını yaptı. Bunlardan birçoğu "Enoken" takma adıyla bilinen popüler aktör Kenichi Enomoto'nun da oynadığı komedi filmleriydi. Yamamoto, Kurosava'nın yeteneğini eğitti. Onu bir sene içerisinde üçüncü yönetmen yardımcılığından baş yönetmen yardımcılığına getirdi. Ve Kurosava'nın sorumlulukları arttı. Ve sahne yapımı, mekan tespiti, senaryo düzeltmesi, provalar, ışık, dublaj, kurgu ve ikinci takımın yönetmenliği gibi çeşitli işlerde çalışmaya başladı. Kurosava, son asistanlığını yaptığı Horse (Uma, 1941) filminde filmin yönetmeni Yamamoto'nun başka bir film çekmesi nedeniyle çekimlerin büyük bir bölümünü yönetmen olarak üstlendi.
Yamamoto'nun Kurosava'ya verdiği önemli tavsiyelerden biri de iyi bir yönetmenin aynı zamanda senaryo yazma konusunda ustalaşması gerektiğiydi. Kurosava daha sonra senaryo yazarak yönetmen yardımcılığından daha fazla para kazanabileceğini fark etti. Daha sonra tüm filmlerinin senaryolarını ya kendi yazdı ya da ortaklaşa yazdı. Ve çoğu kez başka yönetmenler için de senaryo yazdı. Senaryo yazmak Kurosava'ya 1960'lara kadar daima iyi bir ek gelir sağladı, Kurosava daha sonraları ise dünyaca ünlü biri oldu.
Savaş zamanı filmleri ve evliliği (1942-1945).
1941'de piyasaya çıkan "Horse" filmini izleyen iki sene boyunca, Kurosava yönetmenlik kariyerinin çıkış filmini yapacak bir senaryo arayışına girdi. 1942'nin sonlarına doğru, Japonya'nın Amerika Birleşik Devletleri ile savaşının başlamasından bir sene sonra, Kurosava ilk filmi için bir kitaptan ilham aldı. Musashi Miyamoto isimli bu kitap yazar Tsuneo Tomita'nun bir judo ustası ile ilgili bir romanıydı. Kitabın reklamlarındaki genç ve bıçkın judo ustasından etkilenen Kurosava, Toho stüdyolarına giderek bu kitabın haklarını satın almalıyız diye rica etti. Toho'daki yetkili Morita ona güvendiğini lakin yine de kitap çıktığında bir okuyup gelmesini söyledi. Kurosava kitabı basıldığı gün aldı ve bir çırpıda bitirdi. Kurosava içgüdüsüyle doğru bir hamle yapmıştı. Çünkü birkaç gün içinde bazı büyük Japon stüdyoları kitabın haklarını satın almak istedi. Kitabın yazarının karısının Kurosava'yı sevmesi nedeniyle Toho kitabın haklarını satın aldı. Böylece, Kurosava yönetmen olarak ilk filmi için film öncesi çalışmalara başladı.
Kurosava'nın ilk filmi olan Sugata Sanshiro'nun çekimlerine Yokohama'da Aralık 1942'de başlandı. Çekimler düzgün geçmişti lakin tamamlanmış filmin sansürü geçmesi kolay olmadı. Dönemin Japon sansür kurulu yapılan işi çok "İngiliz-Amerikan" tarzı buldu. Yönetmen Yasujiro Ozu'nun destek verici müdahalesi ile film sansür kurulunda kabul gördü. Ve Kurosava 33 yaşındayken, 24 Mart 1943'te piyasaya sürüldü. Film hem eleştirisel hem de ticari olarak başarı yakaladı. Yine de, sonradan sansür kurulu filmin 18 dakikasını kesmeye karar verdi. Bu 18 dakikanın çoğunun günümüzde kayıp olduğunu düşünülür.
The Most Beautiful filmiyle savaş zamanı işçi kadınlarını konu aldı. Bu film 1944'ün başlarında çektiği yarı belgesel tarzı bir propaganda filmiydi. Kurosava, daha gerçekçi performans elde etmek amacıyla çekimler boyunca kadın oyuncuları gerçek bir fabrikada konaklattı. Fabrika için üretilen yemeklerden yedirtti ve onlara karakterlerinin ismiyle seslendi. Kurosava benzer metotları kariyeri boyunca da kullanmıştır.
Çekimler boyunca, kadın fabrika işçilerinin liderini oynayan kadın oyuncu Yōko Yaguchi aktris meslektaşlarının isteklerini yönetmen Kurosava'ya iletmek için seçilmişti. O ve Kurosava sık sık sonu gelmeyen anlaşmazlıklara giriyorlardı. Bu anlaşmazlıklar ikiliyi mantığa aykırı olarak birbirine yakınlaştırdı. Yaguchi, iki aylık hamile iken ikili 21 Mayıs 1945'te evlendiler. Ve ikili, Yaguchi 1985 yılında ölene kadar birlikteydiler. Bu birliktelikten iki çocukları oldu, bunlardan erkek olan Hisao 20 Aralık 1945'te dünyaya geldi. Babasının son zamanlardaki bazı projelerinde ona prodüktör olarak yardım etti. Ve diğer çocukları Kazuko, 29 Nisan 1954'te doğdu ve bir kostüm tasarımcısı oldu.
Evliliğinden kısa bir süre sonra, çıkış filmi Sugata Sanshiro'nun bir devam filmini çekmesi için stüdyo tarafından Kurosava'ya baskı yapıldı. Propaganda amacı taşıyan "Sanshiro Sugata Part Two" isimli bu film 1945'in Mayıs ayında ilk kez gösterime girdi. Genel olarak Kurosava'nın en zayıf filmi olarak görülür.
Kurosava sansür kurulunun kolaylıkla onaylayacağı ve maliyeti düşük bir film için senaryo yazmaya karar verdi. "The Men Who Tread On the Tiger's Tail" isimli, Kanjinchō isimli kabuki oyunundan uyarlanan ve başrolünde komedyen Enoken'in oynadığı bu film 1945 Eylül'ünde piyasaya sürüldü. Enoken, Kurosava'nın yönetmen yardımcılığı zamanlarınla sürekli çalıştığı bir isimdi. Bu zamanlarda, Japonya teslim olmuştu ve İşgal Japonyası başlamıştı. Filmin çekiminde ilginç bir tesadüf de yaşanmıştı. Kurosava bir gün çekimlerini yaparken Amerikalı bir grup amiral ve yüksek rütbeli Amerikan subayı sete gelerek filmi sessizce izleyip gittiler. Kurosava bu kişilerden birinin ünlü yönetmen John Ford olduğunu ise sonralardan Londra'da John Ford ile tanıştığında öğrenecekti. Bu dönemde sansür kurulu, Amerikanların eline geçmişti. Sansür kurulu tarafından incelenen filmler ile ilgili raporlar Amerikan Ordusu Genel Karagâh'ına yollandıktan sonra onay alınıyordu. Japon sansürcüleri filmi Kanjinchō'nun gülünç düşürülmüş bir taklidi olarak gördüğü için Kurosava kurul üyeleriyle tartıştı. Bu tartışma neticesinde kurul raporu Karargâh'a yollamadığı için film yasadışı sayıldı ve Amerikanlar tarafından yasaklandı. Lakin üç sene sonra tesadüfen Amerikan Karargâhı'nın bölüm başkanı filmi izledi ve çok ilginç bulduğu için yasaklamayı kaldırttırdı.
Savaş sonrası ilk filmleri (1946-1950).
Savaş bittiğinde, işgalcilerin demokratik idealleri insanların dikkatini topluyordu. Kurosava kendisine saygısını tekrar kazanabilmesi için kişisel ve kendine özgü filmler çekmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu tarzda ilk filmi No Regrets for Our Youth oldu. Filmin senaryosu, 1933'te gerçekleşen Takigawa kazası ve Hotsumi Ozaki'nin savaş zamanındaki casusluk hususundan ilham almıştı. Japonya'nın savaş öncesi politik baskı düzenini eleştiriyordu. Alışagelmişin dışında, yönetmenin ana karakteri bu sefer bir kadın karakterdi. Yukie isimli bu karakter, orta sınıfın üzerinde doğmuş ayrıcalıklı biriydi. Ve politik krizin içerisinde kendi değerlerini yargılıyordu. Filmin orijinal senaryosu, tartışmalı temasından ötürü büyük ölçüde yeniden yazıldı. Ve ana karakterin kadın olması eleştirmenleri ikiye bölmüştü. Ama yine de film, seyirci tarafından uygun bulundu. Savaş sonrası, filmin isminin, "No Regrets for... (...için pişmanlık yok)", herkesçe bilinir hale gelmiş olan çeşitli söz dizimi versiyonları yapıldı.
Kurosava'nın bir sonraki filmi One Wonderful Sunday, Temmuz 1947'de ilk kez gösterime girdiğinde çeşitli eleştiriler aldı. Nispeten karışık olmayan ve duygusal aşk hikâyesiydi. Film, savaş sonrası Tokyo'sunda savaşın fakirleştirdiği bir çiftin bir haftalık izin günlerindeki eğlencesini anlatıyordu. Film, Frank Capra, D.W. Griffith ve Friedrich Wilhelm Murnau gibi yönetmenlerin etkilerini taşıyordu. 1947 yılında Kurosava'nın katılımıyla bir başka film piyasa çıktı. Aksiyon, macera ve korku türündeki Snow Trail isimli bu film Senkichi Taniguchi tarafından yönetildi. Kurosava ise bu filmin senaryosunu yazmıştı. Bu film genç aktör Toshirō Mifune'nin çıkış filmi oldu. Kurosava ve onun akıl hocası Yamasan, Toho stüdyolarını Mifune ile anlaşması için ikna etmişti. Genç aktör, giriş sınavında Kurosava'yı oldukça etkilemişti, ama diğer juri üyelerini ise kendinden soğutmuştu.
Kurosava, prodüktör Sōjirō Motoki ve Kurosava'nın yönetmen arkadaşları Kajiro Yamamoto, Mikio Naruse ve Senkichi Taniguchi birlikte Eiga Geijutsu Kyōkai(Film Sanat Derneği) isimli özgür bir prodüksiyon birimi kurdular. Kurosava, Kazuo Kikuta, Taniguchi'nin birlikte ekranlara uyarladığı çağdaş bir tiyatro oyunu bu organizasyonun çıkış işi ve Daiei stüdyoları'nın da ilk filmi oldu. The Quiet Duel isimli bu filmde Toshirō Mifune'nin canlandırdığı ana karakter, frengi hastalığıyla mücadele eden idealist bir doktordu. Böylece Kurosava, sürekli aynı ganster rollerini oynayan Mifune'yi bu rolden ayırıyordu. Film, Mart 1949'da piyasaya çıktı. Gişe başarısı iyiydi lakin genel olarak yönetmenin daha az önemli filmlerinden biri olarak görüldü.
1949'deki ikinci filmi yine Film Sanat Derneği tarafından prodükte edilmişti. Shintōhō tarafından Stray Dog ismiyle piyasaya sürüldü. Bu dönemde Kurosava'nın en çok övülen işi oldu. Stray Dog, belki de Japonya'da tarz olarak ilk önemli dedektif filmiydi.
Scandal filmi, Shochiku stüdyosu tarafından Nisan 1950'de piyasaya sürüldü. Film, yönetmenin deneyimlerinden, Anger Towards ve Japon sarı gazeteciliğinden ilham almıştı. Film, mahkeme salonunda geçen konuşma özgürlüğü ve kişisel sorumluluklar üzerine sosyal bir filmdi. Ama Kurosava'nın da kabul ettiği üzere ve neredeyse tüm eleştirmenler, bitmiş projenin tatmin edici olmadığını ve konuya odaklanamadığını söyledi.
Kurosava'nın 1950'lerdeki ikinci filmi ise Rashomon'du. Bu film yönetmene yeni bir izleyici kitlesi kazandırdı.
Uluslararası tanınması (1950-1958).
"Scandal" filmi bittikten sonra, Daiei stüdyolarına yanaştı ve onlar için yeni bir film yapmayı teklif etti. Kurosava, genç arzulu bir senarist olan Shinobu Hashimoto'dan bir senaryo almıştı. Sonraları bu senaristle beraber 8 film daha yazdılar. Bu senaryo, Ryūnosuke Akutagawa'nın deneysel kısa hikâyesi "In a Grove"dan esinlenmişti. Bu hikâyede, bir samurayı öldüren ve karısına tecavüz eden bir katilin hikâyesi, çeşitli ve çelişkili bakış açılarından anlatılıyordu. Kurosava senaryodaki potansiyeli gördü. Ve Hashimoto'nin yardımıyla hikâyeyi geliştirdiler ve cilaladılar. Daha sonra senaryoyu Daiei stüdyosuna götürdüler. Stüdyo ise filmin bütçesinin düşük olmasından dolayı projeyi mutlulukla kabul etti.
Kurosawa'nın Yedi Samuray'dan sonra art arda çektiği üç filmi Japon seyircisini bu film kadar etkilemeyi başaramamıştı. Yönetmenin çalışmalarının ruh hali giderek karamsar ve karanlık bir hal alıyordu; kişisel sorumluluk yoluyla kefaret olasılığı, özellikle Throne of Blood ve The Lower Depths'te artık çok fazla sorgulanıyordu. Bunu fark etti ve Japonya'da popülerlik kazanan yeni geniş ekran formatına geçerken, bir sonraki prodüksiyonu için bilinçli olarak daha neşeli ve eğlenceli bir film hedefledi. Ortaya çıkan film, Gizli Kale, bir Orta Çağ prensesi, onun sadık generali ve iki köylünün evlerine ulaşabilmek için düşmanın sınırlarında yolculuk etmesini konu alan bir aksiyon-macera filmiydi. Aralık 1958'de ilk kez yayınlandı. "Gizli Kale" filmi Japonya'da muazzam bir gişe başarısı kazandı. Ve eleştirmenler tarafından sıcak karşılandı. Bugün, film, Kurosava'nın en az çaba harcadığı filmi olarak düşünülmesine rağmen popüler kalan bir filmi oldu. En önemsiz filmi de değildi. Çünkü George Lucas'ın büyük popülerlik kazanan uzay operası Star Wars'a büyük etkileri olan bir filmdi.
Hollywood yolu (1966-1968).
Kurosava'nın Toho stüdyolarıyla olan ayrıcalıklı kontratı 1966'da sona yaklaşmıştı. 56 yaşındaki yönetmen ciddi olarak bir değişiklik yapmayı düşündü. Yerli film endüstrisindeki sorunları gözlemledi ve yurt dışından düzinelerce teklif almıştı. Japonya dışında çalışma fikri daha önce hiç olmadığı kadar ilgisini çekti.
Kurosava, ilk yabancı yapımlı projesinin hikâyesi için Life dergisinin bir makalesinden yola çıktı. Embassy Pictures yapımı aksiyon korku filmi, İngilizce filme alınacaktı ve filmin ismine "Runaway Train" denildi. Bu film, yönetmenin ilk renkli filmi olacaktı. Ama dil konusunun büyük bir sıkıntı olduğu ortaya çıktı. Çünkü filminde senaryosunun İngilizce versiyonu filmin başlangıç tarihi 1966 sonbaharına bile yetişememişti. Çekimler için kar yağması gerekiyordu ve böylece çekimler bir sonraki yılın sonbaharına ertelendi. Daha sonra, 1968 yılında, çekimler iptal edildi. Neredeyse 20 sene sonra Hollywood'da çalışan bir başka yabancı yönetmen Andrei Konchalovsky, "Runaway Train" isimli bu filmi çekti. Lakin filmin senaryosu Kurosava'nın yazdığından tamamen farklıydı.
Yönetmen bu sırada daha iddialı bir Hollywood projesiyle ilgilendi. "Tora! Tora! Tora!" ismindeki bu film, 20th Century Fox ve Kurosawa Production tarafından finanse edildi. Ve hem Amerikan hem de Japon bakış açısından Japonların Pearl Harbor Saldırısını konu aldı. Kurosava filmin Japon bakış açısı kısmını devralırken, Amerikalı yönetmen Richard Fleischer ise filmin Amerikan bakış açısından çekilecek kısımlarını devraldı. Kurosaa senaryo için Ryuzo Kikushima ve Hideo Oguni ile birlikte birkaç ay çalıştı. Ama yakın zamanda proje ortaya çıkmaya başladı. Kurosava, Amerikan sekanslarını ünlü yönetmen David Lean'in yöneteceği söylendiğinden projeye dahil oldu. Lakin bu bir yalandı ve David Lean projeye hiç dahil olmamıştı. Kurosava bunu öğrenince projenin çekimlerinden kendini kovdurmayı denedi ve başarılı da oldu. Bütçe kesintileri ve Japon sekansları 90 dakikadan uzun olamayacak olması üzerine, Kurosava'nın senaryosu gözden geçirildi. Bazı revizyonlardan sonra, aşağı yukarı son halini almış kesilen senaryo Mayıs 1968'de kabul edildi. Çekimler Aralık'ın başında başladı. Ama Kurosava sadece 3 hafta yönetmen olarak çalıştı. Tanıdık olmayan film ekibir ve Hollywood prodüksiyonlarının gereklilikleri ile mücadele etti. Çalışma metotları Amerikan prodüktörlerin kafasını karıştırmıştı. Prodüktörler en sonunda yönetmenin kafadan rahatsız olduğunu sonucuna vardılar. 1968'in yılbaşı gününde, Amerikanlar, Kurosava'nın projeden "yorgunluk" sebebiyle için ayrıldığını duyurdu. Ve onu kovdular. Daha sonra Kurosava'nın yerine onun sekanslarını çekmesi için Kinji Fukasaku ve Toshio Masuda isimli iki Japon yönetmen getirildi.
"Tora! Tora! Tora!", en sonunda isteksiz eleştirilerle birlikte 1970 Eylül'ünde piyasaya çıktı. Eleştirmen Donald Richie'e göre Kurosava'nın kariyerinin "neredeyse tam anlamıyla trajedisi" idi. Hayatının yıllarını lojistik açıdan kâbus olan bu projeye vermişti. Ve sonunda filmin çekim aşamasına katkıda bulunamamıştı. İsmini filmin kredi yazılarından kaldırdı. Lakin Filmin senaryosunun Japon bakış açısı kısmı hâlen onun ve onun ortak yazarlarının yazdığı içerikler içeriyordu. Daha sonra hayatı boyunca iş birliği yaptığı yazar Ryuzo Kikushima ile yabancılaştı ve onunla bir daha asla çalışmadı. Proje, Kurosava'nın kendi yapım şirketinde kazara yolsuzluğa maruz kalmıştı. Kurosava'nın akıl sağlığı konusunda sorular ortaya çıktı. En kötüsü de Japon film endüstrisi (belki de Kurosava'nın kendisi de) onun bir daha film yapamayacağından şüphelenmeye başlamıştı.
Zor geçen on sene (1969-1977).
Fazlasıyla reklamı yapılmış ama bir fiyasko olarak sonuçlanmış "Tora! Tora! Tora! "filminden sonra, Kurosava hâlen iş gördüğünü kanıtlamak için hemen yeni bir projeye geçti. Ona yardım arkadaşlarından ve ünlü yönetmenler Keisuke Kinoshita, Masaki Kobayashi ve Kon Ichikawa'dan geldi. Bu isimler daha önce 1969 senesinin Temmuzunda Kurosava ile birlikte "Yonki no kai (4 Şövalyeler Kulübü)" isimli bir prodüksiyon şirketi kurmuştu. Aslında planları her yönetmenin birer film çekmesi olsa da, Kurosava'ya büyük bir motivasyon olacağı gerekçesiyle sadece Kurosava'nın başarılı bir film yapmasına karar verdiler, böylece o sinema sektörüne geri dönmenin bir yolunu bulacaktı.
İlk projenin, "Dora-Heita" isimli bir dönem filmi olması teklif edildi ve bu yönde çalışıldı. Lakin bunun çok pahalı olacağı varsayıldı. Ve Shūgorō Yamamoto romanından uyarlayacakları "Dodes'ka-den" isimli bir film üzerine çalışma kararı verdiler. Film, fakirlik ve muhtaçlık hakkındaydı. Film, Kurosava standartlarına göre çabuk olan 9 hafta gibi bir sürede çekildi. Kurosava'nın azmi, onun hâlen çabuk ve düşük bütçeli aynı zamanda etkili işler yapabileceğini kanıtladı. Bu film Kurosava'nın ilk renkli filmi oldu. Kurosava filmde kendi yaptığı tabloları kullandı. Ve film 1970 senesinin Ekim ayında Japonya'da gösterime girdi. Filmin eleştirisel başarısı düşüktü. Seyircisinin de ilgisini çekmedi. Filmin kaybettiği para 4 Şövalyeler Kulübü'nün dağılmasına neden oldu. Bu filmin başarısızlığı, bir sene sonra Kurosava'nın yaptığı intihar girişiminde de etkili oldu.
Film çekecek para bulamayan ve iddialara göre sağlık problemleri nedeniyle acı çeken Kurosava, kırılma noktasına ulaşmıştı. 22 Aralık 1971'de bileklerini ve birkaç kez de boğazını kesti. Bu intihar girişimi başarısız oldu ve yönetmen oldukça kısa sürede sağlığına tekrar kavuştu. Kurosava artık ev hayatına sığınmıştı ve bir daha hiç film çekip çekemeyeceği konuşunda kararsızdı.
1973'ün başlarında, Sovyet Mosfilm stüdyosu yönetmene yakınlaştı ve eğer o da isterse onunla çalışmak istediklerini söyledi. Kurosava, Rus kâşif Vladimir Arsenyev'in otobiyografik eseri "Dersu Uzala"nın bir uyarlamasını yapmayı tavsiye etti. Kitap, doğa, medeniyet tarafından işgal edilmeden önce de doğa ile uyum içinde yaşayan bir avcı hakkındaydı. Kurosava bu filmi 1930'lardan beridir yapmak istiyordu. Aralık 1973'te, 63 yaşındaki Kurosava, kendisine yakın 4 yardımcısı ile Sovyetler Birliği'ne yola çıktı. Ve bir buçuk sene ülkede kaldı. Çekimler Mayıs 1974'te başladı, fazlasıyla şiddetli doğa koşullarında emek isteyen şekilde devam etti. Film, Nisan 1975'te hazırdı. Kurosava, Haziran ayında tamamen bitkin ve ev hasreti içinde Japonya'ya ailesinin yanına döndü. "Dersu Uzala" filminin ilk gösterimi Japonya'da 2 Ağustos 1975'te yapıldı. Ve güzel bir gişe başarısı yakaladı. Japonya'daki eleştirmenler suskunken, film yurt dışında iyi eleştiriler aldı. Moskova Uluslararası Film Festival'inde Altın Küre ödülünü kazandı. Yine Yabancı Dilde En İyi Film Akademi Ödülü kazananı oldu.
Kendisine televizyon projeleri teklif edilmesine rağmen o film piyasası dışında çalışmaya sıcak bakmadı. Yine de içkiyi seven yönetmen 1976'da yayınlanan Suntory viskisi reklam serilerinde görünmeyi kabul etti. Bir daha asla film yapamayacağı korkusuna rağmen yönetmen, çeşitli projelerde çalışmaya devam etti. Senaryolar yazdı ve detaylı illüstrasyonlar(storyboardlar) yaptı. Çekmek istediği filmlere dair arkasında görsel kayıtlar bırakmak istiyordu. İstediği filmleri çekmeyi başaramamıştı.
İki epik film (1978-1986).
1977'de, Amerikan yönetmen George Lucas, "" filmini yayınladı. Kurosava'nın "Gizli Kale" ve daha birçok filminden etkilenen Yıldız Savaşları büyük bir başarı elde etti. Lucas, birçok Yeni Hollywood yönetmeni gibi Kurosava'yı rol modeli olarak düşündü. Ve Japon yönetmenin finansal yetersizlikten dolayı film yapamadığını öğrenince şoke oldu. İkili San Fransisco'da 1978 yılının Temmuz ayında buluştu. Ve Kurosava'nın finansal olarak en uygun filmi "Kagemuşa" hakkında tartıştılar. Bu didaktik hikâye Orta Çağ'daki büyük bir klana sahip bir Japon lordunun dublörü olan bir hırsız hakkındaydı. Lucas, Kurosava'nın senaryosundan ve film için yaptığı illüstrasyonlardan bir hayli etkilenmişti. 20th Century Fox yapım şirketiyle konuşarak onlara Kurosava'yı işe almaları konuşunda baskı yaptı. Stüdyo "Kagemusha"nın çekimlerine başlamadan 10 yıl önce Kurosava'yı işten atan stüdyoydu. Daha sonra Lucas, arkadaşı Francis Ford Coppola'yı da ortak prodüktör olarak işe aldı.
Ölümü ve öldükten sonraki işleri.
1995'te geçirdiği kaza sonrasında Kurosava'nın sağlığı kötüleşmeye başladı. Hayata veda etmeden önceki son yarım yılda, beyni keskin ve canlı kalırken, vücudu iflas etti. Yönetmen yatağa hapsolmuş şekilde evde müzik dinliyor ve televizyon izliyordu. 6 Eylül 1998'de ise Kurosava 88 yaşındayken Setagaya semtinde felç geçirerek öldü.
Kurosava öldükten sonra bazı filme alınmamış senaryoları filme çekildi. Bunlardan biri olan After the Rain filmi, Takashi Koizumi tarafından yöneltildi ve 1999'da piyasaya sürüldü. Ve bir diğeri Kei Kumai tarafından yönetilen "The Sea is Watching" filmi 2002'de izleyiciyle buluştu. Yonki no Kai ("Dört Şövalyenin Kulübü") isimli, Kurosawa, Keisuke Kinoshita, Masaki Kobayashi ve Kon Ichikawa isimlerinden oluşan bir takım "Dodeskaden" isimli bir senaryo hazırlamıştı. Bu senaryo "Dora-Heita" ismiyle 2000 senesinde filme alındı ve piyasaya sürüldü. Film çıktığında bu dörtlüden hayatta kalan bir tek Kon Ichikawa vardı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5467",
"len_data": 26466,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.5
}
|
Georg Cantor'un doğal sayılar ile reel sayıların birebir eşlemesinin yapılamayacağını göstermek için geliştirdiği yöntem. Böyle bir eşlemenin yokluğu sonsuz elemanlı kümelerin büyüklüklerinin karşılaştırılması kavramının gelişimi açısından son derece önemlidir.
Büyüklük.
Verilen bir A kümesinin en az B kümesi kadar büyük olması B'den A'ya bir birebir fonksiyonun var olması şeklinde tanımlanır (formula_1 yazılır). Böylelikle B'nin bir kopyasının A'nın içerisinde bulunabiliyor olması sağlanır. Eğer aynı şekilde B'den de A'ya bir birebir fonksiyon varsa o zaman bu iki küme eşit büyüklükte denir (formula_2 yazılır).
İspat.
0 ile 1 arasındaki reel sayılar kümesinin sayılabilir olduğunu varsayalım. Buna göre 0 ile 1 arasındaki her reel sayıya karşılık doğal sayılar kümesinde bir sayı gelmelidir. Yani iki küme birebir eşlenebilir diyoruz.
Böyle bir eşlemeyi ele alalım ve 0 ile 1 arasındaki reel sayıları verilen eşleşmeye göre sıralayarak bir liste elde edelim. Bu listede sayıları küçükten büyüğe gelecek şekilde sıralamadım(bu şekilde sıralamaya gerek yoktur bu kısma takılmayın). Aşağıdaki sadece ilk 4 eşleşmeyi yazdım. Bu eşleşmenin sonsuza kadar gittiğini varsayıyoruz(önemli olan nokta burasıdır). Dolayısıyla aslında aşağıdaki birebir eşleşmede tüm doğal sayılar ve 0-1 aralığındaki tüm reel sayılar var diyoruz.
0 ile 1 arasındaki tüm reel sayıları yazdığımızı diğer bir deyişle yazabileceğimizi iddia etmiştik. Şimdi bunun aksini kanıtlayalım.
0 ile 1 arasında olan öyle bir sayı bulalım ki: Bu sayıya C adını verelim ve onu şu kurala göre oluşturalım:
Birinci sayının ilk ondalık basamağına bakalım ve buradaki rakamdan farklı herhangi bir rakamı seçip C sayısının ilk basamağı olarak yazalım, aynı şekilde C'nin ikinci, üçüncü... basamaklarını da oluşturalım. Mesela eğer 0 la 1 arasındaki reel sayılar aşağıdaki gibi sıralanmışsa:
s0 = 0,13567...
s1 = 0,25678...
s2 = 0,00212...
s3 = 0,14291...
.
.
C sayısının ilk basamağını 1'den farklı, 2. basamağını 5'ten farklı, 3. basamağını 2'den farklı, 4. basamağını gene 9'dan farklı birer rakam olarak seçeriz. (Varsayımımıza göre) Bu şekilde devam ederek 0 ile 1 arasındaki tüm sayıları tararız. Hatırlayın: taradığımız her reel sayıya karşılık doğal sayılar kümesinde bir sayı var(birebir eşleşme).
0 ile 1 arasında var olan tüm sayıları taradık(bu sayılara baktık) ve yukarıdaki anlattığımız yol ile bir C sayısı bulduk. C sayısının 0 ile 1 arasında olduğunu ve 0 ile 1 arasındaki tüm sayıları taradığımızı varsaymıştık. O halde taradığımız sayılardan birisi C sayısı olmalı. Halbuki C sayısı bizim taradığımız sayılardan hiçbirine eşit değil çünkü C sayısını buna göre oluşturmuştuk zaten. Gördüğünüz gibi burada bir tezatlık var. 0 ile 1 arasındaki tüm sayıları tek tek taradığımızı kabul ediyoruz.Ama elimizde 0 ile 1 aralığında öyle bir C sayısı bulduk ki taradığımız tüm sayılardan farklı. Dolayısıyla bu C sayısına karşılık gelebilecek bir doğal sayı da yok. Demek ki varsaydığımız birebir eşleme mümkün değil ve aslında reel sayılar kümesindeki eleman sayısı doğal sayılar kümesindeki eleman sayısından daha fazla. O zaman 0 ile 1 arasındaki reel sayılar kümesi sayılamaz deriz.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5480",
"len_data": 3163,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.06
}
|
Huber Köşkü, Boğaziçi'nin Rumeli yakasında, Tarabya Koyu'nun güneyinde ve Yeniköy-Tarabya yolunun üzerinde bulunan köşk. Gerisinde Boğaz'a inen yamacın tümünü içine alan yaklaşık 64.000 m²'lik koruluğu vardır. Huber Köşkü, aslında ana bina dışında büyük bir ahır ve arabalık, hizmetliler konutu, iki küçük şale ve seradan oluşan bir malikanedir. 1985 yılından beri Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Köşkü olarak kullanılmaktadır.
Tarihçe.
Huber Köşkü, silah ticareti ve komisyonculuğu yapan ve Mauser Fişek ve Kolonya Müşterek Barut Fabrikaları'nın ve daha sonra da ünlü Krupp firmasının İstanbul'daki temsilciliğini yapan Huber kardeşlerden Auguste Huber ve ailesi tarafından yaptırılmıştır. Malikane, önceki sahipleri, Ermeni kökenli Tıngıroğlu ve Düzoğlu ailelerinden satın alınan arazi üzerine kurulmuştur.
Huberler, I. Dünya Savaşı sonrasında yenilginin ardından ve herhalde işgalden önce, İstanbul'u terk etti. M. Huber'in ölümü üzerine, eski Maliye Nazırı Necmeddin Molla ailenin yaşadığı Augsburg'a giderek köşkü satın aldı. Köşk daha sonra Mısır Prensesi Kadriye Hanım'a satıldı. Prenses de Mısır'a dönerken Notre Dame de Sion sörlerine sembolik bir ücretle bıraktı. 1973 yılında özel bir inşaat şirketinin eline geçen yapı, 1985 yılında kamulaştırıldı. Daha sonra onarılıp döşenerek Cumhurbaşkanlığı Rezidansı olarak kullanılmaya başlandı.
Mimari.
Mimarı ve yapım yılı tam olarak bilinmemektedir. Fakat muhtemelen ünlü İtalyan mimar Raimondo D'Aronco tarafından yapılmış, yine bu mimar tarafından farklı zamanlarda yapılan ilavelerle genişletilmiştir.
Tarabya'daki koru arazisini Bay Huber satın aldıktan sonra bizzat kendisi ağaçlandırmıştır. Şu anda Boğaziçi'nin günümüze ulaşan ender korularından biri Huber Malikanesi'nin korusudur. Alman Sefaret Yazlığı ile bitişiktir. İki koru bir bütünlük oluşturmaktadır.
Köşk ana bina dışında ahır, arabalık, hizmetliler konutu, iki küçük şale ve bir seradan oluşur. 64 dönümlük bir koruluğu vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5500",
"len_data": 1956,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.46
}
|
Tarabya, İstanbul Boğazı'nın Avrupa yakasında, Sarıyer ilçesine bağlı bir mahalledir. Deniz kenarındaki balık lokantaları ve tavernalarıyla ünlüdür. 2022 nüfus sayımına göre nüfusu 17.852'dir. İstanbul Boğazı'nın Avrupa kıyısında, Yeniköy ve Kireçburnu mahalleleri arasında yer alır. Kıyıdaki balık restoranlarıyla ünlüdür. Pierre Loti Fransız Lisesi ve Tarabya İngiliz Okulları'nın Tarabya'da lise kampüsleri bulunmaktadır.
Coğrafi konumu ve özellikleri.
Sarıyer'deki diğer beldelerin aksine yeşillik alan çok fazla bulunmaktadır ve diğer beldelere göre denizden gelen kuzey rüzgarları sayesinde daha serin bir havaya sahiptir. Birçok yat ve tekneye ev sahipliği yapan marinası, Huber Köşkü ve meydanında bulunan dev çınar ağacı ile İstanbul'un popüler kıyı semtlerinden birisidir. Bugün Marmara Üniversitesi'ne ait olan bölüm ise, eskiden prens Aleksandros İpsilanti'nin yalısıydı.
Yenikapı-Hacıosman Metro hattının son durağı olan Hacıosman Metro istasyonun, Tarabya Mahallesi sınırları içindedir ve mahallenin sahil kısmına uzaklığı yaklaşık olarak 3 kilometredir.
Tarihçe.
Bugün Tarabya denilen yerin adı antik çağlarda Farmakeia idi. Bu ad, Medea tarafından Trakya kıyılarına bırakıldığı iddia edilen “farmakon”dan (Antik Yunanca'da farmakon zehir anlamına gelir) ilişkilidir. Geleneğe göre Konstantinopolis Patriği Attikos, toplantılarını yaptığı bu yerin zehirle ilişkili olmasından rahatsız olmuş, Farmakeia’nın adını Terapeia olarak değiştirmiştir.
Terapeia, 1453'te Osmanlıların eline geçti. Bu tarihteki Konstantinopolis kuşatmasının ilk günlerinde, Osmanlı kuvvetleri o zamanlar küçük bir Bizans kalesi olan Therapia'yı işgal etti. Kalede teslim olan 40 Bizans askeri teslim oldu ve kuşatma sürerken idam edildi.
Osmanlı seyyah Evliya Çelebi (1611-1685), eskiden ıssız olduğunu belirttiği Terapeia'yı Sultan II. Selim'in 1570'lerde ziyaret ettiğini, hayran kaldığı ve "Tarabya" adıyla mekânı imar ederek yeni yerleşimcilere açtığını belirtmiştir. Seyahatnamede bu olay şöyle aktarılmıştır: "Eskiden deniz kıyısında bir balık dalyanı var imiş. Bundan başka hiç yapı yok imiş. II. Selim deniz kıyısında gezinirken bu balık avlanan yere uğrayıp çeşit çeşit balıklar avlatıp, o yerde nice servi ağaçları vardır, o servilerin gölgesinde taze avlanmış balıkları pişirterek içer ve eğlenir. Sonra Veziriazam Sokullu Mehmed Paşa'ya ferman edip, 'Bu mahalde bana bir yeşillik sofa ve bir kasaba yapın, ismi Tarabya olsun' buyururlar." Evliya Çelebi'nin verdiği bilgiye göre, bir köy olan Tarabya'da yaklaşık 800 ev vardı; köyün yedi mahallesinde Hristiyanlar, bir mahallesinde Müslümanlar yaşıyordu.
Bölge IV. Murad döneminde (1623-1640), İstanbul Boğazı kıyısındaki pek çok yer gibi Rus Kazaklar tarafından yağmalanmıştır. Eremya Çelebi Kömürciyan, Terapeia'nın 17. yüzyılda bir Ortodoks Rum köyü olduğunu aktarır.
Yaklaşık yüzyıl sonra Sarkis Sarraf Hovhannesyan birkaç Ermeni ile az sayıda Müslüman'ın da yaşadığı bir Ortodoks Rum yerleşmesi olduğunu yazar.
Terapeia, zamanla neredeyse tamamen Ortodoks Rumların yaşadığı küçük bir balıkçı köyü haline geldi. 1655'te Terkos Metropolitliği'nin merkezi haline gelmesinden sonra köyün durumu tamamen değişti. Yeni metropolitlik merkezi, Konstantinopolis'e yakınlığı sayesinde Ortodoks Kilisesi'nin hiyerarşisinde kademeli olarak yükseldi. Bunun sonucunda Terapeia yavaş yavaş gelişti ve Boğaz'ın Avrupa yakasındaki en önemli yerleşim yerlerinden biri haline geldi. Fenerlilerin ve Rum toplumunun başka üyeleri de bölgenin iyi iklimi ile kolera ve veba gibi salgın hastalıklara karşı korunaklı olmasından dolayı Terapeia'yı ikametgâh olarak seçmeye başladı. Aynı nedenlerden dolayı yabancı büyükelçiler ve Fenerli ünlü aileler ile Ermeni ve Yahudi tüccarlar da Terepeia'da ikametgâh etti ve evler yaptırdılar. Terapeia böylece Konstantinopolis'in Ortodoks Rum yönetici sınıfının gözde yeri haline geldi.
Murouzis ve İpsilanti gibi bazı Fenerli aileler buradaki sayfiye evlerini 1821'e kadar korudular. 1821 yılındaki Yunan ayaklanmasından sonra Fenerlilerin evlerinin tamamına el konuldu ve yeni mülk sahiplerine devredildi. Örneğin Alman Sefareti Yazlığının bulunduğu bina Sutsos ailesine, Fransız Sefareti Yazlığı ise İpsilantis ailesine aitti.
Yirminci yüzyılın ortalarına kadar Tarabya'nın nüfusu büyük ölçüde Rumlardan ibaretti. Kristoforos Kristidis'e göre 1955'te Tarabya'nın nüfusu 144 aileden oluşuyordu ve Rumların altı sınıflı bir ilkokulu, bir yatılı okulu ve bir spor kulübü vardı.
6-7 Eylül Olayları'nda daha önce buraya taşınmış olan Terkos metropolitinin ikametgâhı ve 1796'da inşa edilmiş olan Ayios Yergios Kilisesi ateşe verilip yağmalandı. Kilisenin ikonostasisi ve ikonalarının bir kısmı Aya Paraskevi Kilisesi'ne devredildi. Sonraki yıllarda, Türk-Yunan ilişkilerinin ağırlaşması ve esas olarak Kıbrıs sorunu yüzünden azınlıklara uygulanan baskılar nedeniyle, Rumlar göç etmek zorunda kaldı. Rum cemaate ait ilköğretim okulu, öğrenci eksikliği nedeniyle 1985'te kapatıldı. Bu tarihlerde Tarabya'da çoğu yaşlı yaklaşık 50 Rumun yaşadığı tahmin edilmektedir.
Tarihsel yapılar.
Tarabya'da pek çok tarihsel yapı bulunmaktadır. Kiliseler, ayazmalar, sefaret yazlıkları, çeşmeler, oteller, yalı ve köşkler bu yapıların başında gelir. Günümüze kadar ulaşan bu yapıların tarihi 17. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Tarabya 17. yüzyılın ortalarından itibaren Terkos metroplitinin ikamet yeriydi. Metropolit Athanasios zamanında inşa edilen metropolit konağı, bugünkü Büyük Tarabya Oteli'nin hemen yanında, 1796 yılında yeniden yapılan Ayios Yergios Kilisesi'nin avlusunda bulunuyordu. 1955'te, 6-7 Eylül Olayları'nda bu kilise ve metropolit konağı ateşe verilip yağmalandı. Ayios Yergios Kilisesi 1958 yılında Sarıyer Belediyesi tarafından istimlak edildi.
Aya Paraskevi Kilisesi, 1860 yılında Mavrogenis ailesi tarafından Aziz Paraskevi Ayazması yakınında inşa edilmiştir. Kilise, Athos Dağı Kilisesi tarzında kubbeli bir bazilikadır.
Tarabya cemaat mezarlığındaki Ayios Konstantinos ve Ayia Eleni Kilisesi (Tarabya Rum Ortodoks Mezarlığı Kilisesi) ise, Zarifis ailesi tarafından 1873'te inşa edilmiştir Şalcıkır Caddesi'ndedir.
Haziran-1 Sokağı'nda bulunan Katolik Ermeni kilisesi Surp Andon Kilisesi de Andon Tıngır Yaver Paşa tarafından 1871'de yaptırılmış ve Aziz Antuan'a ithaf edilmiştir.
Tarabya'da çok sayıda ayazma vardı. Bunların en önemlileri, Aya Fotini, Aya Paraskevi, Aya Marina, Aya Kiriaki, Aya İoannis (Vaftizci Yahya) ile Ayios Konstantinos ve Ayia Eleni ayazmalarıdır.
Aya Marina Ayazması Kalaycı Nuri Sokağı'ndadır ve yapısı 1916 yılında inşa edilmiştir.
Aya İoannis (Yani) Ayazması Bostan Sokağı'ndadır ve binası 1864 yılında yapılmıştır.
Aya Kiriaki (Ayia Kiriaki) Ayazması ise Dereiçi Sokağı'ndadır ve günümüzde Atsushi Miyazaki Parkı içindedir.
Tarabya'daki tarihsel cami Köstenceli Hacı Osman Camii'dir. Tarihi çeşmelerden Bezm-i Alem Valide Sultan Çeşmesi, 1853 yılında yapılmıştır ve Hayat Çeşmesi Sokağı'ndadır. 1814 yılında yapılan Sultan II. Mahmut Çeşmesi ise, Vilayetler Evi'nin yanındadır. 1831 yılında yapılan ve aynı adı taşıyan ikinci bir çeşme ise Tarabya Parkı'ndadır.
Birkaç elçiliğin sefaret yazlıkları da Tarabya'da yer alıyordu. Bir kısmı bugün de varlığını sürdürmektedir. Bunlardan biri olan Alman Sefareti Yazlığı 1887-1900 yılları arasında inşa edilmiştir. Fransız Sefareti Yazlığı 1700'lerin sonunda yaptırılmış ve 1807'de Fransa Büyükelçiliği'ne verilmiştir. 1913'te büyük bölümü yanmış ve kalan bölümü 1989-2012 yılları arasında Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü eğitim binası olarak kullanılmıştır. İngiliz Sefareti Yazlığı ise, 1829'da İngiltere Büyükelçiliğine verilmiştir. Bina 1911'de yanmıştır. İtalyan Sefareti Yazlığı (Villa Tarabya) 1905-06 yıllarında mimar Raimondo D'Aronco tarafından inşa edilmiştir.
Bir sayfiye olan Tarabya köşk ve yalılara da ev sahipliği yağmıştır. Huber Köşkü, Manas Efendi Yalısı, Zarifi Köşkü ve Zografos Yalısı bunların başında gelir. Huber Köşkü 1900'lerin başında inşa edilmiştir. 1985'te kamulaştırılarak Cumhurbaşkanlığı Köşkü olmuştur. Zografos Yalısı ise, 1754'ta inşa edilmiştir.
İstanbul'un gözde otellerinden bir kısmı Tarabya'da bulunuyordu. Bunlardan biri olan Sümer Palas (Summer Palace) Oteli, 1890'lı yılların başında inşa edilmiştir. 1950'de yıkılarak yerine apartmanlardan oluşan Sümer Sitesi yapılmıştır. Petala Oteli (Hotel d'Angleterre), Kırım Savaşı sırasında inşa edilmiştir. Daha sonra yerine Tokatlıyan Oteli yapılmıştır. Tokatlıyan Oteli ise 1909'da açılmış, 1954'te de yanmıştır. Tokatlıyan Oteli'nin 1954'te yanmasından sonra aynı yerde Büyük Tarabya Oteli inşa edilmiş ve 1966'da açılmıştır. Bu otel günümüzde Tarabya'daki tek oteldir.
Parklar.
Tarabya mahallesi sınırları içinde birkaç park bulunmaktadır. Bunların başında Atsushi Miyazaki Parkı ve Şalcıkır Parkı gelir. Atsushi Miyazaki Parkı, Ekim 2011 Van depreminin ardından meydana gelen artçı sallantılarda göçük altında kalarak yaşamını yitiren Japon yardım gönüllüsü Atsushi Miyazaki'nin anısına 2013 yılında açılmıştır. Şalcıkır Caddesi kıyısında, Tarabya Deresi yatağında kurulmuş olan Şalcıkır Parkı, küçük bir kent parkıdır. Parkta bir adet çocuk oyun alanı, bir adet fitness alanı ve bir adet basketbol sahası bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5501",
"len_data": 9170,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.58
}
|
Atlas Sineması, İstiklal Caddesi üzerinde 19. yüzyıl yapısı tarihî bina içinde 1948 yılından beri hizmet veren büyük sinema.
1948 yılında 1860 kişilik koltuk kapasitesi ile İstanbul'un en büyük sinema salonlarından birisi olarak Atlas Pasajı'nın arkasında hizmete girmiştir. Ön kısmındaki Küçük Sahne ve Kulis Bar ile birlikte İstanbul'da bir dönemin en önemli eğlence ve kültür merkezlerinden birisi idi.
Sinemanın ana salon kısmı 1970'lerde pasaja katıldı ve locaların olduğu bölüm üç küçük salona ayrılarak işlevine devam etti. 2018-2020 yılında restore edilip yeniden tek büyük salonlu bir sinema haline geldi.
Tarihçe.
Sinemanın içinde bulunduğu yapı, Sultan Abdülaziz zamanında, Ermeni iş adamı Agop Köçeyan tarafından 1870'teki Büyük İstanbul yangınında yanan evinin karşısındaki arazide, kışlık ev olarak kullanılmak üzere yaptırıldı.
Köçeyan tarafından Taksim Vosgeperan Ermeni Kilisesi'ne hediye edilen konağın arka bahçesi, 1910'lu yıllarda bir at cambazhanesine dönüştürüldü. Konağın mülkiyeti, 1930'larda tütün tüccarı Aziz ve Ahmet Borovalı kardeşlere geçti.
1932 yılında onarım gören binanın bazı bölümleri eğlence mekanı olarak kullanıldı. Vaktiyle Köçeyan'ın at ahırı olan kısımda kurulan "Moulen Rouge (Kırmızı Değirmen)" adlı gazino, 1930'lu yıllarda Seyyan Hanım'ın ilk Türkçe tangoları seslendirdiği, Safiye Ayla'nın ilk defa sahneye çıktığı yerdi. Sadi Işılay ile eşi Deniz kızı Eftelya'ya devredildikten sonra gazino, "Çağlayan" adını aldı ve devrin tanınmış sanatçıları sahneye çıkmaya devam etti. 1940'lı yıllarda Lütfullah Sururi ve Suzan Sururi tarafından "Halk Opereti"'nin mekanı olarak kullanılan mekanda revüler ve operetler sahnelendi.
"Atlas Sinemas"ı, şehrin önemli bir eğlence mekanı olan bu binanın arkasındaki bahçede, 1948 yılında inşa edildi. 19 Şubat 1948'de açılan sinema, 1.860 kişilik kapasite ve 35 loca ile Beyoğlu'nun en büyük sinemalarından birisi idi. Sinemanın girişindeki konağın üst katında 1951 yılında Küçük Sahne adlı tiyatro sahnesi açıldı; alt kattaki "Kulis Bar", dönemin tiyatro, sinema, ses sanatçısı, yazar, gazeteci ve eleştirmenin toplanma yeri halini aldı. Atlas Sineması, Küçük Sahne ve Kulis Bar ile birlikte dönemin en önemli eğlence ve kültür merkezlerinden birisi haline geldi.
1970'li yıllarda Atlas Sineması"nın ilk katı pasaj haline geldi. Üst kat, 450, 130 ve 85kişilik üç ayrı salona sahip bir sinema olarak düzenlendi.
Çeşitli defalar el değiştiren ve bir süre kullanılmayan Atlas Pasajı, 1992 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’na tahsis edildi, 1993 yılında onarım gördü. Atlas Sineması 1993 yılındaki onarımdan sonra Türker İna"noğlu" "ve İrfan Atasoy" tarafından işletilmeye devam etti. Seyirci sayısı azalan sinema, 3 Temmuz 2008'de ticari nedenlerden dolayı kapandı. Sinemanın büyük salonu yenilendi ve tek salonlu olarak 2012'de açıldı.
Bina, 2019-2021 arasında restorasyondan geçti. Geçmişte Küçük Sahne ve Kulis Bar olan bölümü bu restorasyon ile "İstanbul Sinema Müzesi" olarak yeni bir işlev kazandı. Müzenin oluşturulması sırasında sinema da restore edildi ve yeniden tek bir büyük salon haline geldi.
Türk sinemasının "galalarının yeni merkezi" olacağı açıklanan Atlas Sineması'nda restorasyondan sonra ilk defa 9 Nisan 2021'de "Mimarların Piri Sinan" belgeselinin galası yapıldı. Film Festivalleri, film galaları, çeşitli film gösterimleri ile bazı sahne sanatı performansları ve konserler için kullanılmaktadır; her ay izleyicilerin MUBİ adlı dijital platformda en çok tercih ettikleri filmleri beyazperde seyretme olanağı yaratmak üzere bir işbirliği yapılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5502",
"len_data": 3553,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.42
}
|
Emek Sineması, İstanbul'un Beyoğlu semtindeki Yeşilçam Sokağı'nda 1924 yılına hizmete girmiş sinema salonu.
Cumhuriyet döneminde İstanbul'da açılmış en eski sinema salonudur. Sinema 2009 yılında kapanmış, binası ise "Cercle d’Orient" (Serkldoryan) adlı tarihi yapının arka cephesinde bulunan diğer bazı binalarla birlikte 20 Mayıs 2013'te tamamen yıkılmıştır.
Yıkımı büyük tepki çeken Emek Sineması'nın kültür varlığı olarak tescillenen Barok üslubundaki tavan bezemeleri ve duvar süslemeleri tartışmalı bir restorasyon süreci sonunda renove edilmiştir. Sinema, Grand Pera adlı alışveriş merkezine dönüştürülen "Cercle d’Orient" binasının beşinci katına taşınarak, "Emek Sahnesi" adıyla 2016 yılında yeniden hizmete girmiştir.
Tarihi.
Emek Sineması'nın Beyoğlu Yeşilçam Sokak'ta bulunduğu bina, sinema olmadan önce başka amaçlarla kullanılmıştı. 1884'te mimar Alexandre Vallaury tarafından inşa edilen ve ilk kez “Club des Chasseurs de Constantinople” (İstanbul Avcılar Kulübü) olarak açılan bina daha sonra Strangali'nin Rum Atletik Jimnastikhanesi, ardından 1910'da “Nouveau Cirque” (Yeni Sirk), sonra da “Skating Palace” (Tekerlekli Paten Pisti) adlı eğlence merkezine ev sahipliği yapmıştı.
1918 yılında ise mevcut bina yıkılarak yerine "Yeni Tiyatro" inşa edildi ve 1924 yılının sonuna burada "Melek Sineması" adıyla film gösterimlerine başlandı. Sinema, adını perdenin iki yanında yer alan Art Nouveau tarzı melek heykellerinden almıştı. Tarihi kimliği, Barok ve Rokoko bezeli yaldızlı tavan ve duvarları, 875 kişilik salonu ve tarihi geçmişi ile diğer sinema salonlarından farklılık göstermekteydi. Daha sonra geçersiz sayılacak olan Türkiye'deki ilk güzellik yarışması, 1926 yılında burada düzenledi ve yarışmayı sinemanın yer göstericisi Araksi Çetinyan kazandı.
Sinemanın ilk sahipleri, o dönem "İpek ve Sümer Sinemaları"'nın da sahipleri olan, A. Saltiel ile H. Artidi'ydi. Varlık vergisi yıllarında (1940'lar) yaşanan iflasın ardından işletmeciliği devralan İpekçi Kardeşler, bina ve külliyesini bir süre sonra belediyeye sattı. Bina 1957'de Emekli Sandığı'na ihale edildi. Emek Film'in de sahibi olan Emekli Sandığı, yenilediği sinemanın adını "Emek Sineması" olarak değiştirdi. 1969 yılında mülkiyeti Turgut Demirağ’a geçen sinemanın işletmesini 1975 yılından sonra "İsmet Kurtuluş" ve "Süheyla Kurtuluş" yaptı.
1993 yılında ciddi bir restorasyondan geçen sinema, son olarak 2000 yılında koltukları ve ses düzeni (Dolby Digital) yenilenerek, yeni açılan modern sinemalarla yarışacak bir teknolojiye kavuştu.
Grand Pera dönemi.
Sinema binası, Kamer İnşaat'ın Grand Pera projesi kapsamında 20 Mayıs 2013 tarihinde restorasyon amacı ile yıkıldı. Bu düzenlemeler ve Grand Pera pek çok eleştiriye tabi tutuldu, haklarında hukuki süreç başlatıldı ve protestolar düzenlendi. Restorasyonu gerçekleştiren kişiler, Emek Sineması'na 1950'lerde eklenmiş çeşitli modifikasyonların binadan uzaklaştırıldığını ve yeni yapının 1924'teki aslına döndürüldüğünü açıklamıştır. Yeniden inşa edilen bina, 2016 Mayıs ayında hizmete açıldı. Sinema, süslemeleri ile birlikte Grand Pera'nın 5. katına taşınmış ve eskiden bulunduğu yere mağazalar inşa edilmiştir.
Binada yer alan ve Emek Sahnesi adıyla anılan sinema çeşitli kuruluşlar tarafından "Çakma Emek" olarak adlandırıldı.
Film gösterimleri.
1950'lerde Büyük Caruzo (The Great Caruso), Denizciler Geliyor (On the Town) ve Yağmur Altında (Singin' in the Rain) gibi popüler Hollywood müzikalleri gösterilen sinema 1952-1953 sezonunda Rüzgâr Gibi Geçti (Gone with the Wind) ile dönemin gişe rekorunu kırdı. 1958'de yeni adıyla açılan Emek Sineması'nda gösterilen ilk film, başrollerini Gina Lollobrigida ve Vittorio Gassman'ın oynadıkları Dünyanın En Güzel Kadını (La donna più bella del mondo) olmuştur. Bu filmle birlikte İtalyan ve Fransız filmlerine ağırlık verilmeye başlandı; Bisiklet Hırsızları (Ladri di biciclette), Beyaz Geceler (Le Notti Bianche) ve Gece (La Notte) gibi filmler gösterilmeye başlandı. Hemen 1959'dan itibaren yeniden Hollywood yapımları ağırlık kazandı; Bazıları Sıcak Sever (Some Like It Hot), Gurur ve İhtiras (The Pride and the Passion), Krallar Önde Gider (Kings Go Forth), Brahms'ı Sever misiniz? (Goodbye Again), 1962-1963 sezonunda Batı Yakasının Hikâyesi, Harika Hırsız (Gambit), İrlandalı Kız (Ryan's Daughter), (2001: A Space Odyssey), Walker, Pink Floyd Duvar (Pink Floyd The Wall) Günaha Son Çağrı (The Last Temptation of Christ) ve Kocalar ve Karılar (Husbands and Wives) gibi filmler gösterildi. 1987-1988 sezonunda Hakkâri'de Bir Mevsim, Selamsız Bandosu gibi Türk filmleri de yerini aldı. David Lean'in 1971 tarihli "İrlandalı Kız" (Ryan's Daughter) filmi Şubat 1973 tarihinden başlayarak tam 6 ay vizyonda kalarak bir rekor kırmıştı. Bu rekorda bir filmin Türkiye'de ilk kez 70 mm formatta ve 6 kanallı ses sistemiyle gösterilmiş olmasının da payı vardır.
Yirmi yılı aşkın süredir İstanbul Film Festivali'ne ve 2002 yılında İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenmeye başlanan Filmekimi etkinliğine de ev sahipliği yapmış olan sinema salonu, 2009-2010 sezonunda kapalı kalmıştır.
28. İstanbul Film Festivali'nde, "Vurun Kahpeye" filminin yeniden galası yapılmıştır. Yönetmeni Lütfi Akad gelemese de, başrol oyuncusu Sezer Sezin eşliğinde, film kalabalık seyirci kitlesiyle izlenilmişti.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5503",
"len_data": 5281,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.49
}
|
Kenneth Loach (d. 17 Haziran 1936 Warwickshire, Birleşik Krallık), İngiliz televizyon ve bağımsız film yönetmeni. Yoksulluk, barınma ve işçi hakları gibi sosyal konular filmlerinin konusu olmuştur. Sosyal açıdan eleştirel tarzı ve sosyalist idealleriyle tanınır.
Hayatı.
Babası elektrikçi olan Ken Loach, Oxford'da hukuk okudu. Üniversiteden sonra yönetmenlik öncesi şansını aktörlükte denedi. 1961 yılında Northampton Repertuvar Tiyatrosu'nda yönetmen asistanı oldu. Ardından 1963'te BBC'ye geçerek TV yönetmenliğine başladı. "Z Cars", "Diary of a Young Man" (Genç Bir Adamın Güncesi), "Cathy Come Home" (Cathy Eve Gel) gibi dizi ve TV filmlerine imza attı.
1969 yılında en önemli filmlerinden olan "Kes" (Kerkenez)'i çevirdi. 70'ler ve 80'ler boyunca, filmlerini dağıtma zorluğu, politik sansür ve ilgi yoksunluğu gibi sorunlarla karşılaştı. Thatcherizm'in İngiltere'de iktidarda olduğu dönemde konularını alt sınıflardan, yoksulların yaşamından alan sosyal içerikli filmler yapan Loach, madencilerin grevini anlatan "A Question of Leadership" isimli belgeseli ile Muhafazakâr Parti'nin büyük tepkisini çekti.
Filmlerinde sosyalist kimliğini her zaman öne çıkaran Loach, sıradan insanı ele alarak onun günlük yaşamını, yaşadığı sosyal ve maddi zorlukları tüm çıplaklığıyla ortaya sermiştir. 2 kez "Cannes" Film Festival'inde büyük ödül alan yönetmen, 90'lardan sonra, "Hidden Agenda" (Gizli Gündem), "Raining Stones", Nikaragua'daki Sandinist hareketi işleyen "Carla's Song" (Carla'nın şarkısı), İspanya iç savaşına katılmış bir İngiliz'in hikâyesi "Land and Freedom" (Toprak ve Özgürlük), Çaresizliğin umut ile harmanlandığı "My Name is Joe" (Benim Adım Joe), İngiltere'de demiryollarının özelleştirilmesinin demiryolu işçilerinin üzerindeki etkisini anlatan "Navigators" (Demiryolcular) gibi filmleri yönetti. Yönetmenin son filmi 2004 yılında gösterime giren Pakistanlı göçmen bir ailenin yaşamını anlatan "Ae Fond Kiss"tir.
Ken Loach, 2009 Temmuz ayında Avustralya'nın Melbourne şehrinde gerçekleşen film festivalinde yarışan 'Looking for Eric' filmini İsrail'i gerekçe göstererek geri çekti. Festivalin sponsorunun İsrail olduğunu öğrendiğinde, 'Şiddet üreten devletin gölgesinde sanat yapılmaz. Sanat savaşa ve yok etmeye değil, barışa ve insanlığa hizmet eder. İsrail, Ortadoğu'daki politikalarını gözden geçirmeli' dedi.
2012 yılında Torino Film Festivali'nde yaşam boyu onur ödülüne değer bulundu ancak Loach festivali düzenleyen Ulusal Sinema Müzesi'nde, işçilerin taşeron şirket aracılığıyla çalıştırılmasını ve güvencesiz düşük ücretle çalışmaya direnen işçilerin işten çıkartılmasını görmezden gelemeyeceğini açıklayarak ödülü reddetti.
Yönetmen üzerine Antony Hayward'ın yazdığı Hangi Taraftasınız ("Which Side are You on?") adlı kitap, Türkçe Agora Kitaplığı'ndan Özden Arıkan'ın çevirisi ile çıkmıştır.
Ken Loach, 2006 yılında The Wind That Shakes the Barley ve 2016 yılında Ben, Daniel Blake filmleriyle 2 defa Altın Palmiye ödülünü kazandı.
Filmografi.
Televizyon
Sinema
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5506",
"len_data": 2990,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.65
}
|
Kapadokya, 60 milyon yıl önce Erciyes, Hasandağı ve Göllüdağ’ın püskürttüğü lav ve küllerin oluşturduğu yumuşak tabakaların milyonlarca yıl boyunca yağmur ve rüzgâr tarafından aşındırılmasıyla ortaya çıkan bölgedir.
Etimoloji.
Kapadokya adı en eski M.Ö. 6. yüzyılda Pers kaynaklarında görülür. Katpatuka olarak geçen bu ismin kaynağı belirsizdir. Bazı uzmanlar Luvi dilinde "Alçak Ülke" anlamına geldiğini öne sürmüşlerdir. Ama daha sonraki araştırmalar "aşağı, aşağıda" anlamına gelen "katta" zarfının Hititçe olduğunu, Luvi karşılığının ise "zanta" olduğunu göstermektedir.
Persçe "İyi Atlar Ülkesi" anlamına geldiği söylense de Fotoğraf Sanatçısı Ozan Sağdıç, 12 Eylül döneminde generallerin Kapadokya ismini Yunanca olduğu için yasaklayacaklarını öğrenince bu deyimi uydurduğunu açıklamıştır. Ayrıca Pers dilinde "iyi atlar ülkesi" anlamına gelen kelime "Huv-aspa" diye geçer.
Tarihçe.
İnsan yerleşimi Paleolitik döneme kadar uzanmaktadır. Hititler'in yaşadığı topraklar daha sonraki dönemlerde Hristiyanlığın en önemli merkezlerinden biri olmuştur. Kayalara oyulan evler ve kiliseler, bölgeyi Roma İmparatorluğu'nun baskısından kaçan Hristiyanlar için devasa bir sığınak haline getirmiştir.
Coğrafyacı Strabo, Roma İmparatoru Agustus döneminde yazılan "Geographika" (Coğrafya-Anadolu XII. XIII, XIV) adlı kitabında Kapadokya'nın sınırlarından da bahseder. Bu tarife göre Kapadokya, güneyde Toros Dağları, batıda Aksaray, doğuda Malatya ve kuzeyde Karadeniz' e kadar uzanmaktaydı. Günümüzde ise, Kapadokya olarak adlandırılan bölge, coğrafi oluşumlarının 250 km²lik bir alanda yoğunlaşmış, başta Nevşehir olmak üzere Kırşehir, Niğde, Aksaray ve Kayseri illerine yayılmış bir bölgedir. En çok ziyaret edilen bölgeler ise; Uçhisar, Göreme, Avanos, Ürgüp, Derinkuyu, Kaymaklı ve Ihlara' dır.
Kapadokya bölgesi, doğa ve tarihin bütünleştiği bir yerdir. Coğrafi olaylar Peribacaları'nı oluştururken, tarihi süreçte, insanlar da bu peribacalarının içlerine evler, kiliseler ve manastırlar oymuş bunları fresklerle süsleyerek binlerce yıllık medeniyetlerin izlerini günümüze taşımıştır. İnsan yerleşimlerinin Paleolitik döneme kadar uzandığı Kapadokya'nın yazılı tarihi Hititlerle başlar. Tarih boyunca ticaret kolonilerini barındıran ve ülkeler arasında ticari ve sosyal bir köprü kuran Kapadokya, İpek Yolu'nun da önemli kavşaklarından biridir.
MÖ 12. yüzyılda Hitit İmparatorluğu'nun çöküşüyle bölgede karanlık bir dönem başlar. Bu dönemde Asur ve Frigya etkileri taşıyan geç Hitit Kralları bölgeye egemen olur. Bu Krallıklar MÖ 6. yüzyıldaki Pers işgaline kadar sürer.
MÖ 332 yılında Büyük İskender Persleri yenilgiye uğratır, ama Kapadokya'da büyük bir dirençle karşılaşır. Bu dönemde Kapadokya Krallığı kurulur. MÖ 3. yüzyıl sonlarına doğru Romalıların gücü bölgede hissedilmeye başlar. MÖ 1. yüzyıl ortalarında Kapadokya Kralları, Romalı generallerin gücüyle atanmakta ve tahttan indirilmektedir. MS 17 yılında son Kapadokya kralı ölünce bölge Roma'nın bir eyaleti olur.
MS 3. yüzyılda Kapadokya'ya Hristiyanlar gelir ve bölge onlar için bir eğitim ve düşünce merkezi olur. 303-308 yılları arasında Hristiyanlara uygulanan baskılar iyice artar. Fakat Kapadokya baskılardan korunmak ve Hristiyan öğretiyi yaymak için ideal bir yerdir. Derin vadiler ve volkanik yumuşak kayalardan oydukları sığınaklar Romalı askerlere karşı güvenli bir alan oluşturur.
4. yüzyıl, daha sonra "Kapadokya'nın Babaları" olarak adlandırılan insanların, dönemi olur. Fakat bölgenin önemi, III. Leon'un ikonları yasaklamasıyla doruk noktasına ulaşır. Bu durum karşısında, ikon yanlısı bazı kişiler bölgeye sığınmaya başlar. İkonoklazm hareketi yüz yıldan fazla sürer (726-843). Bu dönemde birkaç Kapadokya kilisesi İkonoklazm etkisinde kaldıysa da, ikondan yana olanlar burada rahatlıkla ibadetlerini sürdürdüler. Kapadokya manastırları bu devirde oldukça gelişir.
Yine bu dönemlerde, Anadolu'nun Ermenistan'dan Kapadokya'ya kadar olan Hristiyan bölgelerine Arap akınları başlar. Bu akınlardan kaçarak bölgeye gelen insanlar bölgedeki kiliselerin tarzlarının değişmesine sebep olur. 11. ve 12. yüzyıllarda Kapadokya Selçuklu Hanedanının eline geçer. Bu ve bunu takip eden Osmanlı zamanlarında bölge sorunsuz bir dönem geçirir. Bölgedeki son Hristiyanlar 1924-26 yıllarında yapılan mübadeleyle, arkalarında güzel mimari örnekler bırakarak Kapadokya'yı terk ettiler.
Jeolojik oluşumu.
60 milyon yıl önce 3. Jeolojik devirde Toroslar yükseldi. Kuzeydeki Anadolu Platosu'nun sıkışmasıyla yanardağlar faaliyete geçti. Erciyes, Hasandağı ve ikisinin arasında kalan Göllüdağ, bölgeye lavlar püskürttü. Platoda biriken küller yumuşak bir tüf tabakası oluşturdu. Tüf tabakasının üzeri yer yer sert bazalttan oluşan ince bir lav tabakasıyla örtüldü. Bazalt çatlayıp parçalara ayrıldı. Yağmurlar çatlaklardan sızıp yumuşak tüfü aşındırmaya başladı. Isınan ve soğuyan hava ile rüzgârlar da oluşuma katıldı. Böylece sert bazalt kayasından şapkaları bulunan koniler oluştu. Bu değişik ve ilginç biçimli kayalara halk bir ad yakıştırdı: "Peri bacası".
Bazalt örtüsü olmayan tüf tabakları ise erozyonla vadilere dönüştü. İlginç şekilli oluştu. Daha sonraları insan eli, emeği ve duygusu işe koyuldu. Dokuz-on bin yıl öncesine ait yerleşimlerden ilk Hristiyanların kayalara oydukları kiliselere, büyük ve güvenli yer altı kentlerine kadar uzun bir dönemde büyükana bir uygarlık yaratıldı.
Turizm.
Avanos, Ürgüp, Göreme, Akvadi, Uçhisar ve Ortahisar Kaleleri, El Nazar Kilisesi, Aynalı Kilise, Güvercinlik Vadisi, Derinkuyu, Kaymaklı, Özkonak Yeraltı Şehirleri, Ihlara Vadisi, Selime Köyü, Çavuşin, Güllüdere Vadisi, Paşabağ-Zelve Anapınar Köyü belli başlı görülmesi gereken yerlerdir. Kayalara oyulmuş geleneksel Kapadokya evleri ve güvercinlikler yörenin özgünlüğünü gösterirler. Bu evler 19. yüzyılda yamaçlara ya kayalardan ya da kesme taştan inşa edilmişlerdir. Bölgenin tek mimarı malzemesi olan taş yörenin volkanik yapısından dolayı ocaktan çıktıktan sonra yumuşak olduğundan çok rahat işlenebilmekte ancak hava ile temas ettikten sonra sertleşerek çok dayanıklı bir yapı malzemesine dönüşmektedir. Kullanılan malzemenin bol olması ve kolay işlenebilmesinden dolayı yöreye has olan taş işçiliği gelişerek mimari bir gelenek halini almıştır. Gerek avlu gerekse ev kapılarının malzemesi ahşaptır. Kemerli olarak yapılmış kapıların üst kısmı stilize sarmaşık veya rozet motifleriyle süslenmiştir. Yöredeki güvercinlikler 19. yüzyılın sonları, 18. yüzyılda yapılmış küçük yapılardır. Güvercinliklerin yüzeyi yöresel sanatçılar tarafından zengin bezemeler, kitabeler ile süslenmişlerdir. Bölge şarapçılık ve üzüm yetiştiriciliği ile de ünlüdür.
Resim galerisi.
Kapadokya
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5509",
"len_data": 6634,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.56
}
|
Friedrich Anton Christian Lang (5 Aralık 1890 Viyana - 2 Ağustos 1976 Hollywood) Avusturyalı yönetmen, senaryo yazarı, film yapımcısı. Sinema tarihinin önemli filmlerinden biri olan Metropolis en önemli yapıtıdır.
Hayatı.
Mimar bir babanın oğlu olarak Viyana'da dünyaya geldi. Viyana'da mimarlık ve resim eğitimi aldığı sıralarda çıktığı dünya turu ardından eğitimini Paris ve Münih sanat akademilerinde sürdürdü. Gönüllü olarak katıldığı I. Dünya Savaşında yaralandıktan sonra döndüğü Viyana'da film senaryoları yazmaya başladı. Daha sonra Alman UFA stüdyolarında çalışmaya başlayan Fritz Lang, Alman dışavurumcu sinemasının yükselişiyle kısa sürede bu akımın en önemli yönetmenlerinden biri konumuna geldi.
İki bölümden oluşan 1922 tarihli "Dr. Mabuse, der Spieler", insanları hipnoz ederek suç işleyen bir cani olan Dr. Mabuse'un hikâyesini anlatan bir psikolojik gerilimdi. Film, dışavurumcu sinemanın en önemli eserlerinden biri olurken yönetmenin toplumsal sorunlara olan duyarlılığını da gösteriyordu.
Ardından Alman halk destanı "Die Niebulungen" (Nibelungen) (1924) ve bilimkurgu türünün ilk örneklerinden sayılan Metropolis'i (1927) yönetti. Metropolis, gelecekteki bir şehirde insanların yaşamından kesitler sunuyordu. O dönem için rekor denilebilecek bir masrafla çekilen film, sinema dili açısından birçok yeni teknik kullanarak büyük bir başarı kazandı. Filmin başarısı ve konusunun çekiciliği yükselişte olan Nazi hareketinin de ilgisini çekti.
Dr. Mabuse'un ve Metropolis'in Nazilerin hayranlığını bu denli kazanması üzerine Nazi olmadığını açıklamak istercesine yönetmen, Das Testament des Dr. Mabuse (Dr. Mabuse'ın Vasiyeti) (1932) filmini çekti. Film Nazi propaganda bakanı Joseph Goebbels tarafından yasaklanmasına rağmen, Fritz Lang'a hayranlık duymaya devam eden Naziler ona Devlet Sinema Müdürlüğünü önerdiler. Fritz Lang Fransa'ya kaçarak bu öneriyi reddetti. Fakat karısı Thea von Harbou ondan boşanarak Nazi Partisine katıldı.
Dr. Mabuse'ın vasiyeti öncesi 1931 yılında çevirdiği M (Fritz Lang's M) ilk sesli film çalışmasıdır. Filmin başrolünde çocuk katili rolünde ünlü Alman oyuncu Peter Lorre'yi oynatmıştır. Kara film türünün en iyi örneklerinden sayılan M, Nazilerin iktidara gelmesi öncesi Alman toplumunun sokakta yaşadığı gerginliği ustalıkla yansıtıyordu.
Fransa'dan sonra Amerika'ya geçen Lang MGM stüdyolarında çalışmaya başladı. 1936 yılında çevirdiği Fury (Öfke), maden işçilerinin dünyasında geçmektedir. 1937 yılında ise You Only Live Once (Günahsız Katiller) adlı filmi çevirdi, Western türünde de eserler veren yönetmenin The Return of The Frank James (Frank James'in Dönüşü) (1940), Western Union (Çöl Devleri) (1941) filmleri bu türe örnektir.
Senaryosunu Bertolt Brecht'le birlikte yazdıkları Hangman Also Die (Cellatlar da Ölür) filmini 1942'de çevirmiştir. Ancak yönetmenin bu dönemdeki çalışmalarının Almanya'da yaptığı çalışmalara oranla daha zayıf olduğu dönemin eleştirmenleri tarafından vurgulanmaktaydı.
1950'ler boyunca Hollywood'da çalışma zorlukları yaşayan Lang, Almanya'ya dönerek son Dr. Mabuse filmini 1960 yılında Almanya'da çekmiştir. Lang, Jean-Luc Godard'ın 1963 yapımlı Le Mephris (Nefret) adlı filminde kendisini oynamıştır.
Son yıllarını Amerika'da gözleri görmez bir şekilde geçiren Lang, 1976 yılında Hollywood'da öldü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5529",
"len_data": 3290,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.48
}
|
Programlama dillerinde işaretçi, bellek adresi tutmak için tasarlanmış bir türdür.
İşaretçiyi anlamada, bir benzetim olarak kitap ayracı örneği verilebilir. Ayraç bir kitap sayfasına yerleştirilir, burada sayfa numarası bir bellek adresi, ayraç ise bir işaretçidir. Sayfa içeriğine erişmek için doğrudan ayracın bulunduğu sayfa açılabilir.
Bir değişken tanımlandığında, bellekte ona bir yer ayrılır. İşaretçiler bu bellek alanının başlangıç adresini tutar. a tam sayı değişkeni tanımlandığında, atandığı adresin başlangıcından değişkenin türünün boyu kadar bellekte yer kaplar. Değişkene atanan değer, ayrılan bu bellek alanında tutulur.
İşaretçi türünde bir pIa (pointer to integer a, a'yı gösteren bir tam sayı işaretçisi) değişkeni tanımlanır ve a değişkeninin adresi atanırsa, pIa a'nın adresini değer olarak tutar:
a değişkeninde yapılan her değişiklik, pIa işaretçi değişkenine görünür. İşaretçi kullanılarak a'nın değeri okunabilir veya değiştirilebilir.
Türünden bağımsız olarak bir işaretçi değişkeninin değeri her zaman bir sayıdır (bir bellek adresi). İşaretçinin türü, tutulan adresteki verinin nasıl yorumlanacağını belirtir. Buna göre int* türündeki pIa, tuttuğu adresteki veriyi int olarak yorumlayacaktır.
Bu durumun bir istisnası void* dır. void* türündeki bir değişken, bir adres tutar fakat bu adresteki veriyi yorumlamaz, kullanıcının istediği türde cast kullanması beklenir.
İşaretçiler, dinamik bellek tahsisi, özyinelemeli veri yapısı gerçeklenimi, büyük boydaki veriye hızlı erişim, hafızada ardışık (sequential) tutulan verilerin iterasyonu, nesne yaşam süresi işlemleri, donanım adresine erişim gibi pek çok yerde karşımıza çıkar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5532",
"len_data": 1656,
"topic": "CODING",
"quality_score": 4.12
}
|
Kernel Mode; bilgisayarda, Linux işletim sistemi açılışta "kernel mode"da ( ring 0 ) başlar.
Bu seviyede çalışan programlar bütün bellek adreslerine ve Giriş-Çıkış (sabit disk ve benzeri) aygıtlarına tam yetki ile erişirler. Ayrıca bu modadayken tüm sistem fonksiyonlarına erişilebilir, bellek yeniden adreslenebilir.
"(Not: Yukarıda yazanlar Linux işletim sistemi referans alınarak yazılmıştır. Ancak diğer pek çok işletim sisteminde de geçerlidir.)"
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5536",
"len_data": 451,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.34
}
|
Bir işletim sistemi açılışta kernel modeda başlar. Kullanıcı sisteme girdikten sonra, user moda (ring 3) geçer. Bu modda kullanıcı sistem için kullanılan fonksiyonları güvenlik açısından kullanamaz. Kullanıcı sadece kendi başlattığı uygulamaların adres alanları içerisinde kalmak suretiyle işlerini yürütebilir. Sistemin güvenli bir şekilde çalışabilmesi için kullanıcıya kısıtlı izinler tanınmıştır. GNU/Linux sisteminin sistem fonksiyonlarını kullanabilmesi için, user modundan sistem moduna (kernel mode ) geçmesi gerekir. Bu da kullanıcının programlarında kullandığı API (Application Programming Interface) fonksiyonlarıyla gerçekleşir. Örneğin read, write sistem fonksiyonlarıdır ve bunların çalışabilmesi için sistem moduna geçilmesi gerekmektedir. Bu değişiklik otomatik olarak yapılır ve daha sonra user moda geri dönülür.
Not: Yukarıda yazanlar Linux işletim sistemi referans alınarak yazılmıştır. Ancak diğer pek çok işletim sisteminde de geçerlidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5537",
"len_data": 960,
"topic": "CODING",
"quality_score": 3.63
}
|
Günümüze kadar yapılan araştırmalar sonucunda, mevcut koşullarda hidrojenin diğer yakıtlara kıyasla yaklaşık üç kat daha ucuz olduğu ve yaygın bir enerji kaynağı olarak kullanımının, hidrojen üretiminde maliyeti düşürücü teknolojik gelişmelere bağlı olacağı ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte ihtiyaç fazlası elektrik enerjisinin hidrojen olarak depolanması günümüzde geçerli bir alternatif olarak öne çıkmaktadır. Ancak bu şekilde depolanan enerjinin yaygın olarak kullanılabilmesi, büyük ölçüde yakıt piline dayalı otomotiv teknolojilerinin geliştirilmesine bağlıdır.
Depolanabilirlik, hidrojeni diğer yakıtlardan ayıran özelliklerinden biridir. Günümüzde büyük miktarlarda enerji depolamak için hâlâ uygun bir yöntem bulunamamış olması, hidrojene olan ilgiyi daha da artırmaktadır. Örnek olarak: eğer bugün hidroelektrik santrallerinden elde edilen enerjinin depolanması mümkün olsaydı, enerji sorunu büyük ölçüde çözülmüş olurdu. Hidroelektrik enerji kaynağı bol olan Kanada ve Yeni Zelanda gibi ülkelerin bu doğrultuda programlar başlattığı bilinmektedir. Bu yaklaşım hidroelektrik santrallerinin belirli yoğunlukta sürekli çalışmasını esas almakta, ihtiyaç fazlası enerji ise suyun elektrolizi ile hidrojen üretiminde değerlendirilmektedir ve bu şekilde enerji depolanmaktadır.
Buna rağmen hidrojenin en basit atom yapısı olması ve en hafif element olması, depolanma açısından sorun oluşturmaktadır. Bu sorunun üstesinden gelmek için çeşitli çalışmalar yapılmıştır.
Sıkıştırılmış Gaz.
Hidrojenin depolanması konusunda en yaygın bilinen yöntemlerden biri, gaz olarak basınçlı tanklarda saklanmasıdır. Günümüzde, hidrojen genellikle 50 litrelik silindirik depolarda, 200-250 barlık basınç altında depolanmaktadır. Bu basınç değeri, zaman zaman 600-700 bara kadar çıkabilir. Ancak hidrojenin düşük yoğunluğu nedeniyle, hacimsel enerji yoğunluğu oldukça düşüktür. Bu durum, hidrojen depolama tanklarının ağırlığını artırarak verimliliğini azaltır.
Örneğin, basınçlı depo malzemeleri olarak östenitik çelik ve bazı alüminyum türleri kullanıldığında, depolanan hidrojenin depo ağırlığına oranı genellikle %2-3 civarında kalmaktadır. Ancak karbon kompozit malzemelerin kullanılmasıyla bu oran daha da artmış ve %11,3 seviyesine yükselmiştir. Tanklar genellikle çelik, kompozit kaplı alüminyum ve kompozit kaplı plastik malzemelerden yapılmaktadır. Taşıtlarda ise hafif kompozit malzemeler tercih edilmektedir. Bu malzemeler, hidrojen depolama tanklarının ağırlığını azaltarak daha yüksek verimlilik sağlamaktadır.
Sıvı Hidrojen.
Hidrojen petrole göre 4 kat fazla hacim kapladığından dolayı, bu hacmi küçültmek için hidrojeni sıvı halde depolamak gerekir. Bunun için de yüksek basınç ve soğutma işlemine ihtiyaç duyulur. Hidrojen gazı 20,25 K (Kelvin) sıcaklıkta sıvılaştığı için, sıvı depolarında izolasyon önemlidir. Sıvı hidrojen, özellikle uzay teknolojisinde ve bazı roketlerde kullanılmaktadır. Sıvı hidrojen, 900 bar basınç altındaki hidrojen gazıyla aynı yoğunluğa sahiptir: 71 kg/m³. Ancak sıvı depolama, gaz sıkıştırmaya göre daha düşük basınçlarla çalışıldığı için daha emniyetlidir. Ayrıca depolama tankı ile sıvı hidrojenin ağırlık oranı %26 civarındadır.
Bu yöntem, orta veya küçük ölçekte depolama için en çok kullanılan yöntemdir, ancak büyük miktarlar için oldukça pahalıdır. Çünkü hidrojeni sıvılaştırmak için gereken enerji, hidrojenin sağlayacağı yakıt enerjisinin yaklaşık %28'ine denk gelmektedir. Bu oran büyük olsa da, uzay araçları ve roketlerdeki sıvılaştırma masrafları göz ardı edilmektedir. Ayrıca, Mercedes, GM ve Honda gibi üreticiler sıvı hidrojenle çalışacak modeller geliştirmektedir.
Bir diğer pratik çözüm ise, sıvı hidrojenin düşük sıcaklıktaki tanklarda saklanmasıdır. Örneğin, dünyanın en büyük sıvı hidrojen tankı Kennedy Uzay Merkezi'nde bulunmaktadır ve 3400 m³ sıvı hidrojen alabilmektedir. Bu miktar hidrojenin yakıt olarak değeri 29 milyon MJ veya 8 milyon kW/saat'e karşılık gelmektedir.
Sıvı hidrojen büyük tanklarda depolanmışsa günlük %0,06'sı, küçük tanklarda depolanmışsa günlük %3'ü buharlaşarak kaybolmaktadır. Bu oranın azaltılması izolasyona bağlıdır.
Hidrokarbonlar.
Metanol veya etanol gibi hidrokarbonlu yakıtlar, saf sıvı hidrojenden daha fazla hidrojen içerir. Yüksek sıcaklıklarda su buharı kullanılarak, hidrokarbonlardan hidrojen ayrıştırılabilir. Böylece, %70-75 oranında hidrojenin yanı sıra, karbondioksit, karbonmonoksit ve su oluşur.
Hidrokarbonlu yakıtlar, hidrojenli araçlar için daha iyi bir alternatif sunar. Örneğin, metanol kullanımı ile, ağır hidrojen tanklarına veya dolum istasyonlarına gerek kalmayacaktır. Daimler-Chrysler'e göre metanol, sıvı hidrojenden daha yaygın olarak kullanılacaktır. Çünkü normal şartlar altında sıvı olarak bulunması sebebiyle, kullanılan araçlar üzerinde fazla bir değişiklik yapılmadan adapte olunması mümkün olacaktır.
Hidrürler.
Hidrojen kimyasal olarak metallerde, alaşımlarda ve ara metallerde hidrür olarak depolanabilmektedir. Önemli ölçüde hidrojen absorbe eden metal hidrürler, hidrojen depolamak için çok uygun bir yöntem olmasına karşın, kendi ağırlıkları ciddi bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Şu anda en öne çıkan metal hidrür cinsi olan titanyum emdirilmiş NaAIH4, gelecek vadetmekte ve 250 °C'de %4,5 oranında hidrojen depolamaktadır. Ancak 35 defa tekrarlanan doldurma-boşaltma sonunda hidrojen depolama kapasitesinin %4,5'ten %3,5'e indiği gözlenmiştir.
Metal hidrürlerin çok ağır olması, belli bir doldurma-boşaltma kapasitelerinin olması ve ayrıca nadir bulunan elementlerden oluşmaları, eksi yanlarıdır. Son 10 yıldır yüksek depolama kapasiteleri nedeniyle alüminyum ve bor içeren kompleks hidrürler yoğun olarak çalışılmaktadır. Bor içeren kompleks hidrürler sıvı koşullarda kullanılması nedeniyle de önem taşımaktadır. Bor esaslı sistemler ana olarak sodyum bor hidrürü esas almaktadır. NaBH4, katı halde ağırlıkça %10,5 hidrojen içerir.
Çözelti halindeki sodyum bor hidrür, aşağıdaki reaksiyona göre hidrojenini vererek sodyum meta borata dönüşür:
NaBH4 + 2H2O → 4H2 + NaBO2
H2O ve NaOH ilavesi ile sodyum bor hidrürün sıvı içerisindeki miktarı ağırlıkça %20-35 arasında olabilmekte, bu da sistemde ağırlıkça %4,4-7,7 arasında hidrojenin depolanmasına olanak vermektedir.
Sodyum bor hidrürde hidrojen depolamanın en önemli üstünlüğü depolanan hidrojenin oda sıcaklığında geri alınabilmesi ve geri alımın katalizör yardımı ile kolaylıkla kontrol edilebilmesidir. Sodyum bor hidrürün hidrojen amaçlı kullanımında en önemli sorun, oluşan meta boratın tekrar NaBH4'e dönüştürülmesidir.
Hidrojen depolamada sodyum bor hidrür kullanmanın bir diğer avantajı, hidrojene geçişte en önemli sorun olarak görülen hidrojenin patlayıcılık riskinin azaltılmasıdır. Hidrojen kullanımının verimli hale gelebilmesi için, patlama riskinin mutlaka azaltılması gerekmektedir. Sodyum bor hidrür, belli koşullarda yanmayan, ancak istendiğinde hidrojeni açığa çıkartan bir özelliğe sahiptir. Halen özel camlar veya izolasyon malzemeleri gibi alanlarda kullanılan sodyum bor hidrürün ana maddesi olan bor, Türkiye'de de bolca bulunmaktadır.
Hidrojen depolamada sodyum bor hidrürün efektif olarak kullanılabilmesi pratikte mümkün olmayacaktır. Bir evin nominal güç ihtiyacının veya en düşük kapasiteli bir aracın 5000 watt olduğu düşünülürse, dakikada 64 litre hidrojene ihtiyaç duyulacak. (5000 watt yakıt pili ile ilgili özellikler: https://web.archive.org/web/20080820070700/http://www.horizonfuelcell.com/file/H-Series.pdf )
Bu durumda 5000 watt için saatte 3840 litre hidrojen lazım. Yani 272 kg hidrojeni 1 saatte tüketeceğiz. Borhidrür içerisinde ağırlıkça %20 hidrojen olduğu hesap edilirse 1300 kg bor hidrür kullanarak 1 saat boyunca 5000 watt güç elde etmiş olacağız ki bu da pratikte kaldırılması mümkün olmayan yükleri getirecektir. Enerji depolamada hidrojenin alternatif olabilmesi bu açıdan pek mümkün görünmüyor.
Karbon Nanotüpler.
Hidrojen, gaz veya sıvı olarak saf halde uygun çelik tanklarda depolanabileceği gibi, fiziksel olarak karbon nanotüplerde de depolanabilmektedir. Karbon, özellikle yüksek oranda gözenekli çok küçük parçalar haline getirilebilmesi ve karbon atomları ve gaz molekülleri arasında oluşan çekim kuvveti nedeniyle gaz depolamaya en elverişli maddelerden biridir. Karbon nanotüpler, grafit tabakaların tüp şekline dönüşmüş halidir. Çapları birkaç nanometre veya 10-20 nanometre mertebesinde, boyları ise mikron seviyesindedir. Elastiklik modülleri çelikten 5 kat daha fazladır. Tek cidarlı nanotüpler %14, çok cidarlılar %7,7, içlerine alkali elementler yerleştirilenler ise %20 ağırlık oranına kadar hidrojen depolayabilirler. 20 bar basınç altında yapılan deneylerde, bu oran %70'e kadar çıkarılmıştır.
Nanotüpler'in en büyük dezavantajı maliyetlerinin oldukça yüksek olmasıdır. Eğer gelecekte ucuz üretim yöntemleri gelişirse, yaygın olarak kullanılabilecek hale gelebilirler.
Nanotüplerdeki absorbe işlemi, karbon atomlarının hidrojen moleküllerine uyguladığı Van Der Waal's kuvveti ile gerçekleşmektedir. Yani kimyasal değil, fiziksel bir olaydır. Ayrıca karbon nanotüpler'in hidrojenin depolanması yanında hidrojen kullanılarak elde edilen enerji sistemlerinde de kullanımı vardır.
Cam Küreler.
Çapları 25-500 µm arasında değişen cam küreler, cidar kalınlıkları 1 µm olan bir tarafı açık cam baloncuklardır. Bu küreler yüksek basınç ve sıcaklık altında depolanmaktadır. Yüksek sıcaklık sonucunda cam cidarı geçirgen hale geldiğinde, hidrojen atomları camlara girer. Camlar soğutulunca da içeride hapsolur. Depolanan hidrojen, camların ısıtılması veya kırılması yoluyla tekrar geri alınabilir.
Cam kürelerin depolama kapasitesi, 200-490 bar basınç altında %5 ile %6 civarındadır.
Mağaralarda Depolama.
Bütün bu yöntemlerin dışında, hidrojen gazını depolamanın belki de en ucuz yöntemi, doğalgaza benzer şekilde yeraltında, tükenmiş petrol veya doğal gaz rezervuarlarında depolamaktır. Maliyeti biraz yüksek olan bir diğer depolama şekli ise, hidrojeni maden ocaklarındaki mağaralarda saklamaktır. Örneğin, Almanya'da Kiel şehrinde 1971'den beri yerin 1330 metre altındaki bir mağarada hidrojen depolanmaktadır. Ancak, mağaralarda saklanan hidrojenin yılda %1 ile %3 arasında değişen oranlarda sızıntı nedeniyle kaybolmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5539",
"len_data": 10179,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.68
}
|
Termoelektrik soğutucular, bir nesnenin sıcaklığını çevre sıcaklığının altına düşürürken, çevredeki sıcaklık ne olursa olsun, nesne sıcaklığını dengede tutarlar. Peltier ısı transferi elemanlarının aktif bir soğutma sistemi olup, miliwatt'tan kilowatt'a kadar değişen bir yelpazedeki uygulamalar için kullanılabilir.
Çoğu termoelektrik soğutucu modül, yüzey alanı başına 3-6 watt/cm2'lik bir pompalama yapabilir. Bu soğutucular piyasada peltier adıyla da bulunmakta olup çektiği güç miktarına bağlı olarak fiyatı değişmektedir. Günümüzde uygun fiyatla 45 watt ve 545 watt arası termoelektrik soğutucular bulunabilmektedir.
Termoelektrik soğutucular, bazen termoelektrik modül veya Peltier soğutucusu diye de adlandırılabilir. Termoelektrik soğutucular, genellikle iki seramik pilaka arasında bulunan yarı iletken elektrodlar şeklinde piyasaya arz edilmiş küçük bir ısı pompası gibi çalışan yarı iletkenlerdir. Bir doğru akım kaynağından sağlanan küçük bir voltaj sayesinde, ısı, modülün bir ucundan diğerine doğru hareket eder. Böylece modülün bir yüzü ısınırken, diğeri de eşzamanlı olarak soğumaya başlar. Bu olay, doğru akım kaynağının artı ve eksi kutuplarının yer değiştirmesiyle aksine çevrilebilir. Bir termoelektrik modülü, kullanım amacına göre ısıtıcı veya soğutucu olarak kullanılabilir.
Modülün soğuk kısmı –40C'ye ulaştığında, ısı pompalanması kesilir ve ısı pompası özelliğini kaybeder (verim sıfıra düşer). Bu yüzden –5 ila –15C arasında en verimli olur. Sıcaklık bu noktada en yüksek değeri DeltaT'ye (formula_1) ulaşır.
Eğer soğuk kısma azar azar ısı eklenmeye başlanırsa, bu kısmın sıcaklığı, ısı musluğunun sıcaklığına eşitlenene kadar yükselir. Bu noktada termoelektrik soğutucular, en yüksek ısı pompalama kapasitelerine ulaşırlar.
Termoelektrik soğutucular, evde kullandığımız buzdolaplarıyla aynı termodinamik yasalara göre çalışmasına rağmen bazı farklılıklar taşır. Buzdolabında kullanılan dondurucu sıvının yerini, bir yarı iletken alır. Yoğuşturucu da bir ısı transfer elemanıyla yer değiştirir. Ayrıca kompresörün yerini de doğru akım kaynağı alır.
Termoelektrik modüle doğru akım kaynağının bağlanması, elektronların yarı iletken nesneden geçmesini sağlar. Maddenin soğuk tarafında, elektron hareketi sayesinde ısı soğurulur ve sıcak uca gönderilir. Sıcak olan uca ısı transfer elemanı bağlandığı için, ısı, ısı transfer elemanından çevreye verilir.
Termoelektrik modüllerin önemli bir diğer özelliği elektrik üretimidir. Yarı iletken bağlı plakaların iki yüzeyine yeterli miktarda sıcaklık farkı uygulandığında plakalar arasında elektron hareketi gerçekleşir ve elektrik üretimi sağlanır. Sıcaklık farkının miktarına bağlı olarak voltaj değişir. Piyasada bol ve ucuz olarak bulunabilen, iki yüzeyi seramik kaplı 30 Watt termoelektrik modüller kullanılarak, iki yüzey arasında 40 derece sıcaklık farkı oluşturulduğunda 1.5 Volt gerilim ölçülmüştür. 8 adet termoelektrik modül seri bağlandığında 2 mt boyunda şerit led yakılabilmiştir.
Termoelektrik modüllerin bu özelliği termal kameralar ve gece görüş teçhizatlarında kullanılmaktadır.
Terrmoelektrik soğutucuların başlıca kullanım alanları mikroişlemciler, buzdolapları, gece görüş teçhizatları vb. olarak verilebilir.
Peltier soğutucu.
Peltier soğutucu veya termoelektrik soğutucu, termoelektrik prensiplerle çalışarak soğutucu olarak kullanılan elektronik bir cihazdır. Termoelektrikte peltier etkisi olarak bilinen olgu cihazın çalışma prensibinin temelini oluşturur. Bu etkiden
Teori bölümünde daha ayrıntılı bahsedilmiştir. Peltier Soğutucu temelde termoelektrik bir cihazdır. Termoelektrik cihaz iki şekilde kullanılabilir. Birincisi, cihazın iki tarafına sıcaklık farkı uygulandığında termoelektrik cihaz
elektrik üretmek için kullanılabilir. İkincisi, termoelektrik cihaza elektrik (doğru akım) uygulandığında cihazın bir tarafı ısınır ve diğer tarafı soğur. Cihazın soğuk tarafını herhangi bir uygulamada kullanmak bu cihazın peltier soğutucu olarak tanımlanmasını gerektirir. Peltier soğutucular ısı pompası olarak çalışırlar, ısıyı cihaz yapısı içerisinde bir yerden başka yere taşırlar. Bu cihazlar katı hal soğutucular olarak da tanımlanabilirler.
Peltier Soğutucunun basit yapısı yandaki şekil'den görülebilir. Doğru akımın yönü değiştirildiğinde sıcak ve soğuk taraflarda değişecektir. Peltier Soğutucular içlerinde birden çok termoelektrik element olacak şekilde üretilirler. İçerisinde birden çok termoelektrik element bulunduran bu yapıya modüler yapı denir ve modüler yapıdaki bu cihazlara ise termoelektrik modül denir. Modüler yapı cihaza performans yönünden büyük katkı sağlar, bir tek termoelektrik elementin bulunduğu yapıdan yeterli soğutma elde etmek çok zordur. Peltier soğutucuların kapasitelerini ve verimliliklerini değişik tasarımlar ve değişik termoelektrik malzemeler kullanarak değiştirmek mümkündür. Doğru tasarımlarla kriyojenik sıcaklıklara inmek mümkün olabilmektedir.
Peltier soğutucular gaz sıkıştırmalı soğutucularla aynı termodinamik kanunlara göre çalışsa da soğutma yöntemleri tamamen farklıdır. Fakat peltier soğutucular mevcut termoelektrik malzemelerle ve cihaz tasarımlarıyla geleneksel gaz sıkıştırmalı sistemler kadar verimli soğutma yapamamaktadırlar. Buna rağmen basit yapıları ve küçük boyutlarda üretilebilmeleri peltier soğutucuları bazı kullanım alanları için uygun kılmaktadır.
Tarihi.
1823'te Estonyalı bilim adamı Thomas Johann Seebeck, iki farklı iletken kullanılarak bir halka oluşturulduğunda ve bu halkadaki bağlantı uçları ısıtıldığında pusulanın iğnesini saptırabildiğini görmüştür. Oluşturulan yapı bir tür manyetik etki yapıyordu. Seebeck daha sonra bu olguyu Dünya'nın manyetik alanı ve kutuplarla ekvator arasındaki sıcaklık farkıyla ilişkilendirebilmek için kullandıysa da bir sonuca varamadı. Seebeck bu olguyu farklı malzemelerle denedi ve bunları elektriksel iletkenlikleri (σ) ve seebeck katsayıları (α) çarpımına göre sıraladı. Seebeck katsayısının birimi derece başına Volt'tur (VK−1) Sıralamadaki ilk ve en son malzemeleri kullanarak elektrik üretti.
Seebeck'ten 12 yıl sonra 1835'te, Fransız bilim adamı Jean Charles Athanase Peltier karşıt bir etkiyi keşfetti. İki farklı iletken kullanılarak yapılmış bir sisteme elektrik akımı uygulandığında halkanın bağlantı noktalarından birinin ısındığını ve diğerinin soğuduğunu gözlemledi. Fakat Peltier bulgularını Seebeck'inkilerle ilişkilendirmedi. 1832'de Peltier'in gözlemleri Lenz tarafından açıklandı ve şu şekilde sonuç çıkardı: İki farklı iletkenin oluşturduğu halkanın bağlantı noktalarından akım geçer ise akımın yönüne bağlı olarak bir bağlantı noktası ısınırken diğeri soğur. Çıkarımını bizmut-antimon bağlantı noktasında suyu dondurarak gösterdi.
1851'de İngiliz bilim adamı William Thomson, 1st Baron Kelvin, Seebeck and Peltier etkileri arasında bir bağlantı kurdu ve bu etkileri termodinamik yasalarını kullanarak açıkladı. Lord Kelvin daha sonra tek bir iletkenden geçen akımla iletkende oluşan sıcaklık değişimini ilişkilendiren başka bir termoelektrik etkiyi tahmin etti.
1885'te Rayleigh yanlış olmasına rağmen ilk termoelektrik jeneratörün verimini hesapladı.
1909 ve 1911'de Alman bilim adamı E. Altenkirch termoelektrik elektrik üretimi ve soğutma için bir teori geliştirdi ve iyi bir termoelektrik malzemenin küçük ısı iletkenliğine formula_2 ve yüksek elektriksel iletkenliğe formula_3 sahip olması gerektiğini söyledi. Teorisini "figure of merit (Z)" olarak toparladı.
formula_4, Z: Figure of merit (belli bir sıcaklıkta)
1950'de transistör uygulamaları için geliştirilen sentetik yarı-iletken malzemeler termoelektrik uygulamalar için de iyi özelliklere sahipti. Bu yeni malzemelerin ortaya çıkmasıyla modern peltier soğutucular diyebileceğimiz, p ve n tipi yarı iletken malzemelerin iki elektriksel yalıtkan plaka arasına eletriksel olarak seri ve termal olarak paralel bağlanmasıyla oluşturulan peltier modüller oluşturuldu.
Çok katlı modüllerin oluşturulmasıyla ticari peltier soğutucuların 170 K sıcaklığa kadar inmesi mümkün oldu. Bugün, malzemelerin katı hal teorisi, termoelektrik malzemelerin geliştirilmesi için sağlam bir model sunuyor. Yeni ve daha verimli termoelektrik malzeme üretim çalışmaları bu model çevresinde halen devam ediyor.
Kullanım alanları.
Peltier Soğutucular geleneksel gaz sıkıştırmalı soğutucular kadar verimli olmasalar da basit yapıları, küçük boyutlarda üretilebilmeleri ve kriyojenik sıcaklıklara inebilmeleri bu cihazları bazı uygulamalar için uygun kılmaktadır. Özellikle ufak boyutlu üretilebilmeleri elektronik cihazların soğutmalarında kullanılmalarına olanak sağlamaktadır. Mikro işlemci ve sensör soğutmaları bunların başlıcalarındandır. Dijital görüntü yakalayan cihazların sensörlerinde görüntü kalitesini artırmakta soğutmanın büyük önemi vardır. Topladığı ışık demetleri yüzünden ısınan sensörler, gelen ışıktan aldığı verinin yanında ısınmadan kaynaklı sensor içindeki elektron uyarılmasından da sinyal alacaktır ve bu sinyaller görüntüye kirlilik (=noise) olarak yansıyacaktır. Peltier soğutucu ile, sensörün topladığı ışıktan kaynaklanan ısıyı uzaklaştırmak mümkün hale gelmektedir. Benzer biçimde bu olgu kızılötesi dedektörlerde de mevcut ve daha önemlidir. Isının radyasyonla yayılması kızılötesi dalga boyunda gerçekleştiği için bu sensörlerin ısınması daha büyük bir problemdir ve temiz sinyal alınabilmesi için bu ısınmanın giderilmesi şarttır. Bu uygulamalarda peltier soğutucular küçük boyutları sayesinde uygun bir alternatiftir. Bunların yanında soğutmanın gerekli olduğu özellikle seyyar uygulamalarda peltier soğutucular önemli bir yere sahiptir. Bu cihazların hareketli parçalarının olmayışı seyyar uygulamalarda bu cihazları uygun kılmaktadır. Peltier soğutucuların kullanıldığı bazı uygulama alanlarını şöyle sıralayabiliriz:
Teorisi.
Seebeck etkisi.
İki iletkenin oluşturduğu halkanın iki bağlantı noktasına sıcaklık farkı uygulanırsa sistemde voltaj farkı oluşur, bu olguya seebeck etkisi ya da ısılçifti (thermocouple) etkisi denir. Seebeck katsayısı (α) bu olgunun farklı malzemeler için miktarını belirler. Seebeck katsayısı malzeme özelliğidir ve her malzemenin farklı bir seebeck katsayısı vardır.
Malzemenin bir tarafı diğer tarafına göre ısıtıldığında sıcak tarafta daha çok elektron fermi enerji seviyesini geçebilecek enerjiye sahip olacak. Fermi enerji seviyesini geçen, serbest halde dolaşabilen yüksek enerjili elektronlar malzemenin içerisinde yayınım gösterecekler ve net elektron yayınımı sıcak taraftan soğuk tarafa olacak, bu da malzeme içerisinde yerleşik bir voltaj farkına neden olacak. Uygulanan derece başına malzemede yaratılan bu voltaj farkı malzemenin seebeck katsayısını (α) verir. Fermi enerji seviyesini aşan elektronların ortalama enerjileri yayınımlarını etkileyeceğinden ve elektronların enerjilerinin malzemenin fermi enerji seviyesiyle ilişkili olduğundan;
formula_5,elektronların ortalama enerjisi formula_6:sıfır kelvindeki fermi enerji seviyesi
seebeck katsayısı her malzeme için özel bir değere sahiptir.
formula_7, seebeck katsayısı.
Verimli bir termoelektrik etki yaratmak için seebeck katsayısı mümkün olduğunca büyük olmalıdır.
Yukarıda bahsedilen durum serbest elektron teorisini baz alarak düşünülmüştür fakat gerçekte bütün malzemeler serbest elektron teorisine göre davranmaz Bazı malzemelerde enerjiyle birlikte örgü titreşimleri de artmaktadır. Bu örgü titreşimleri elektronların ortalama serbest yolunun büyüklüğünü yayınımını ters yönde etkileyebilir ve bazı metallerde elektron yayınımının yönü soğuktan sıcak bölgeye doğru olabilir. Bu durumda seebeck katsayıları negatif olacaktır.
Seebeck etkisi bağlantı yapılan malzemeler farklı ise gözlemlenebilir, bağlantı oluşturulan malzeme aynı ise oluşan iç voltaj farkıda aynı olacağından bir birini iptal eder. Farklı malzemeler kullanıldığında her malzemenin içerisinde oluşan voltaj farkının farkları kadar bir değer gözlemlenir. Yandaki şekilde bu durumu anlatan bir çizim görülebilir.
Peltier etkisi ile termoelektrik soğutma.
Peltier etkisi seebeck etkisinin karşıt etkisi olarak tanımlanabilir. Farklı iki iletkenden yapılmış bir halkaya akım uygulandığında iletkenlerin bağlı olduğu noktalar ısınır veya soğur. Peltier katsayısı ise uygulanan akımda ne kadar ısıtma veya soğutma elde edildiğinin bir ölçüsüdür. Akım uygulandığında bir bağlantıdan diğer bağlantıya elektronlar transfer edilecek ve bu elektronlar sahip oldukları enerjiyi bir bağlantıdan diğerine taşımış olacaklar elektronların ayrıldığı bağlantı soğuyacak ve elektronların gittiği bağlantı ise ısınacaktır.
formula_8, formula_9: ısınma ya da soğuma hızı formula_10: akım
Peltier ve seebeck katsayıları birbirleriyle şu şekilde ilişkilidir:
formula_11
Peltier katsayısı sıcaklığa bağlı, seebeck katsayısı ise sabit bir sayıdır.
Peltier soğutuclarda peltier soğutması şu eşitlikle verilir:
formula_12
P-tipi yarı iletkende yük taşıyıcılar pozitif yüklü "hole"lerdir (h^+) n-tipi yarı iletkende ise yük taşıyıcılar negatif yüklü elektronlardır (e^-). Elektron ve hole hareketi farklı yüklü oldukları için zıt olacaktır ve seebeck katsayıları bu iki malzeme için zıt işaretlidir böylelikle sistemin formula_13 farkı maksimum olacaktır. Holeler negatif kutba enerjilerini taşırken, elektronlar pozitif kutba enerjilerini taşıyacaktır ve bu kutupla ısınmaya başlayacaktır. Tersi şekilde de karşı taraf soğumaya başlayacaktır.
Sistemin peltier soğutması haricinde soğutma gücünü etkileyen iki faktör daha bulunmaktadır. Bunlar maalesef peltier soğutmasına karşı bir şekilde çalışır ve sistemin soğutma gücünü azaltır. Bu faktörler ısı iletimi ve Joule ısıtmasıdır.
formula_14
formula_15
Kp ve Kn yarı iletkenlerin ısı iletme kapasiteleri, Rp ve Rn de elektriksel dirençleri.
Bu etkenlerinde etkisiyle sistemin genel soğutma gücü (q) şu şekilde yazılabilir:
formula_16
Peltier soğutuclar için dikkate alınan bir diğer önemli özellik ise soğutucunun performans katsayısı(COP)'dır. COP soğutma gücünün elektrik tüketimine oranıdır.
formula_17
formula_18: soğutma gücü
formula_19:elektrik tüketimi
formula_20
Böylelikle COP şu şekilde yazılır:
formula_21
COP'un maksimum olduğu değer, o malzeme ile elde edilecek maksimum soğutma anlamına gelir. Yukarıdaki eşitliğin akıma göre türevini alarak sıfıra eşitlemek, performans katsayısının maksimum olduğu akım değerinicerecektir.
formula_22
formula_23 : elde edilebilecek maksimum sıcaklık farkı, Z: Figure of Merit Tm: Ortalama Sıcaklık
Yük taşıyıcıların optimizasyonu.
P ve N tipi yarı iletkenlerin yük taşıyıcı yoğunlukları üstünde katkılama yoluyla oynama yapmak mümkündür. N tipi bir yarı iletken malzemeye n tipi katkılama yaptıkca malzeme içerisindeki yük taşıyıcı olan elektronun yoğunluğunu artırmak mümkündür. Elektrik iletkenliği yük taşıyıcıların yoğunluğu ile ilişkilidir bu ilişki şu denklemden görülebilir:
σ = neμe n: elektron yoğunluğu μe:elektron mobilitesi
Görüldüğü gibi elektron yoğunluğu arttıkça elektriksel iletkenlik artmaktadır. Fakat katkılama yoluyla yük taşıyıcı yoğunluğunu artırmak seebeck katsayısında düşüşe neden olmaktadır. Bu yüzden Figure of merit grafiğinin katkılama miktarına göre değişimi belli bir katkılama miktarında maksima yapmaktadır. Katkılama miktarı bu maksimum değere göre optimize edilmelidir. Yandaki grafikten bu etki görülebilir.
formula_4, "Figure of Merit"
Malzeme seçimi.
Termoelektrik aygıtlar, önceki kısımlarda da açıklandığı üzere soğutma, ısıtma amaçlı veya elektriksel güç üretme amaçlı kullanılabilir. Şekil 1'de termoelektrik aygıtlara şematik olarak bir örnek gösterilmektedir. Görüldüğü üzere, bir termoelektrik aygıt iki düzlemsel yüzey arasında büyütülen yüzden fazla p ve n tipi malzemenin elektriksel olarak seri, termal olarak paralel bağlanmasından oluşmaktadır. Soğutulma amaçlı kullanılmak istendiği zaman, elektriksel bağlantılardan verilen elektriksel güç ile, bir sıcaklık farkı yaratmak, bir tarafı soğutarak diğer tarafı ısıtmak Peltier etkisi sebebiyle mümkün olabilmektedir. Benzer şekilde Seebeck etkisi olarak bilinen yöntemle, sıcaklık farkı oluşturarak sistemden elektriksel güç üretebilmek mümkün olmaktadır.
Oda sıcaklığı mertebelerinde, en yaygın olarak kullanılan malzemeler yüksek derecede katkılanmış (Bi, Sb )2Te3 malzemeleridir. Sistemde metal bağlantılar, alt malzeme, koruyucu tabakalar, p ve n tipi katkılanmış malzemeler olmak üzere birçok farklı malzeme grubu kullanılmaktadır. Snyder ve Lim, yaptıkları çalışmada bu malzemelerin kullanım amaçları hakkında detaylı bilgiler sağlamışlardır. Altyapı malzemesi olarak 400 µm büyüklüğünde Si kullanılması yaygın bir yöntemdir. Bu malzemenin gerek yüksek ısı iletim gücü, gerekse MEMS uygulamalarında kullanılan temel malzeme olması sebebiyle uyumluluğunun yüksek olması, Silikon'u taban malzemesi olarak kullanmak adına en güçlü aday yapmaktadır. Si tabakasının üzerine çok ince bir SiO2 filminin kaplaması alttaki elektrisel bağlantı ile Si arasında elektriksel kısa devre olmasını önlemek adına gerekli bir adımdır. Daha sonra sırasıyla ince (0.1-0.3 µm ) Cr ve Au filmleri SiO2 tabakası üzerine kaplanır. Bunların üstüne göreceli olarak daha kalın bir altın tabakası kaplanır. Bu altın kaplamanın amacı, alt taban elektriksel bağlantısını sağlamaktır. Daha sonra iodine çözeltisinde altın dağlanarak, seçimli olarak istenen yerlerde altın bırakılması sağlanır. Seçimli işlemi yapabilmek için yaygın olarak bilinen litografi yöntemi kullanılmaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz malzeme tabakaları Şekil 2‘de görülebilir.
Alt tabanda kullanılan altın iletken tabakası ve üst tarafta kullanılan nikel iletken tabakaları olabildiğince ince tutulmaya çalışılmaktadır. Bu tabakaların kalınlaşması, elektriksel direnci artıracak ve performansı düşürecektir. Bu tabakalar yaklaşık olarak 1-5 µm mertebelerinde kaplanmaktadır.
Termoelektrik malzemelerin kaplanmasında yine litografi yöntemi yaygın olarak kullanılmaktadır. Önce kaplanacak yüzeyler boşta kalacak şekilde kalın bir fotorezist tabakası sürülür. Cam maske uyumlanarak, kaplamanın yapılması istenen yerlere sırasıyla p ve n tipi malzemeler, litografi aşamaları tekrarlanarak kaplanır. Daha sonra yine benzer yöntemlerle en üstteki Nikel tabakası atılır ve elektriksel iletim sağlanmış olur. Şekil 3'te bu bahsedilen süreçlerin sonucu görülebilir.
Figure of merit.
Mikrotermoelektrik malzemelerin performansını etkileyen birçok unsur bulunmaktadır. Bunlardan bazıları, kullanılan termoelektrik malzemeler ve boyutları, kullanılan malzemelerin termal güçleri ve dirençleri, uygulanan ısıl işlemler ve katkılanma miktarlarıdır.
Bu sistemlerde soğutma performans verimliliği (“Figure of Merit “ ) aşağıdaki gibi formülize edilebilir.
Z=α2/ρ.к
α:Seebeck Katsayısı
ρ : Elektriksel özdirenç
к : Isıl iletim katsayısı
Soğutma verimliliğinin Seebeck katsayısıyla orantılı oluşu, Peltier soğutması sırasında taşınan ısının, Q, α*T*I ‘ya eşit olmasından kaynaklanır. Burada T sembolü sıcaklığı, I ise uygulanan akımı göstermektedir. Fakat aynı zaman Joule ısıtması olarak bilinen ve I2 ρ ile orantılı olan ısıtma türü, soğuk kısımda ısınmanın engellenmesi için elektriksel öz direncin düşük olması gerekliliğini ortaya koyar. Aynı şekilde, Joule ısınmasının uygulanan akımın karesiyle, taşınan ısının ise uygulanan akımla doğru orantılı olması, peltier soğutmasının etkili olabilmesi için akım üst sınır değeri, Joule ısıtmasının Peltier soğutmasından daha etkili hale geldiği akımla belirlenir. Benzer bir mantıkla, sıcak taraftan soğuk tarafa ısı transferini engellemek için sistemin termal iletimi düşük olmalıdır.
Bir Peltier soğutucusundan ya da Termoelektrik soğutucudan en yüksek seviyede verim elde edebilmek için “Z” değerini olabildiğince yüksek tutmak gerekmektedir. Bu da elektriksel direnci yüksek yani elektriksel iletkenliği düşük, termal iletkenliği düşük, Seebeck katsayısı yüksek malzemeler kullanılmasını gerekli kılar.
Literatürdeki bazı metal ve yarı iletkenlerin Seebeck katsayıları Şekil 4'te gösterilmektedir.
Termoelektrik malzemeler ve verimlilikleri.
Termoelektrik özellik gösteren, endüstride veya teoride uygulanabilirliği olan birçok malzeme bulunmaktadır. Uygun malzemeyi seçerken maliyet ve güvenilirlikle beraber diğer önemli unsur verimlilikleridir (Figure of Merit = Z )
Termoelektrik malzemelerden bazıları şunlardır:
Bi2Te3
CsBi4Te6
PbTe
CeFe3CoSb12
Zn4Sb3
Yb14MnSb11
Si-Ge
AgSbTe2-GeTe, TAGs
PbTe-PbS(n)
NaPb20SbTe22 SALT
Hf0.6Zr0.4NiSn0.98Sb0.02
Grafik 1,2,3,4 bu termoelektrik malzemelerin farklı sıcaklıklardaki verimlilikleri hakkında detaylı bilgiler ve faydalı sonuçlar ortaya koymaktadır.
Bi2Te3 ve Bi2Se3
Bi2Te3 grubu malzemeler ve bunların katı faz karışımları, oda sıcaklığında yüksek termoelektrik performans göstermekte ve çok yaygın olarak kullanılmaktır. Figure of Merit ("Z") değerleri 2.4 mertebelerindedir.
Bi ve Te bileşiklerinin taşıyıcı konsantrasyonları denge birleşimlerinden biraz fazla Bi veya Te eklenmesiyle sağlanmaktadır. "Te" elementinin zehirli olması ve az bulunması bu malzeme grubunun en büyük dezavantajlarıdır.
Termoelektrik malzemelerin gelişimi.
Termoelektrik alanı, termoelektrik malzemelerin davranışlarının anlaşılmasından ve yüksek derecede katkılanmış yarı iletkenlerin iyi termoelektrik özellikler göstermesinin keşfinden sonra 1950'lerden itibaren hızlı bir gelişim sürecine girdi. Termoelektrik endüstrisinin ilk ürünü Bi2Te3 malzemesidir. 1960-1990 arasında “Z” değerini artırmaya yönelik çalışmalarda en fazla (Bi1-xSbx)2(Se1-yTey)3 alaşımları üzerinde durulmuştur. Günümüzde, değişik uygulamalarda kullanılan birçok farklı malzeme grubu vardır. Son yıllarda Phonon-Cam/Elektron-Kristal olarak bilinen malzemenin kullanılmasıyla birlikte nano düzeye inmenin yolu açılmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi verimliliği artırmak için elektriksel iletkenliği artırmak, termal iletkenliği düşürmek gereklidir. Normal 3 boyutlu düzlem ve sistemlerde genellikle bu iki özellik beraber davranmakta, beraber azalmakta veya artmaktadır. Tek düzleme ve nano mertebelerine inerek bu özellikleri birbirinden bağımsız hale getirmeye yönelik çalışmalar son yıllarda sıklaşmıştır. Bu alanda en çok gelecek vadeden çözüm nano-kompozit üretimidir. Nano-kompozit üretimiyle hem termal iletkenliği düşürmek hem de elektriksel iletkenliği artırmak mümkün olabilmektedir. Şekil 5'te termal iletkenliğin parçacık boyutuyla değişimine bir örnek gösterilmektedir.
Yine, Si0.8Ge0.20.2B0.016 nanokompozit malzemesinin normal katı haliyle (bulk) elektriksel ve termal iletkenlik karşılaştırmaları Şekil 6'da görülebilir. Şekillerden de anlaşılacağı üzere hem termal iletkenliği düşürmek hem de elektriksel iletkenliği artırmak nano kompozit üretimiyle mümkün olabilmektedir.
Alternatif akım.
G.J. Synder, J.P. Fleurial ve T. Caillat (2002), çalışmalarında, uygulanan akımı doğrudan vermek yerine, alternatif akım kullanarak, kısa süreliğine daha yüksek ısı farkı yaratılabileceğini göstermiştir. Daha önce de belirtildiği gibi uygulanan akım, ısı taşınması ve Joule ısıtması arasında rekabet göstererek sonuca etki etmektedir. Joule ısıtması uygulanan akımın karesiyle orantılı olduğu için uygulanabilecek maksimum bir akım değeri vardır. Fakat, darbeli doğru akım (pulse current) yöntemini uygulayarak, bu maksimum akımdan daha büyük bir akımın kısa süreliğine de olsa daha büyük sıcaklık farkı yaratarak daha verimli bir soğutma sağlayabileceği bu çalışmada gösterilmiştir. Buradaki mantık, Peltier soğumasının soğuk taraf yüzeyinde direkt olarak olması, Joule ısıtmasının ise homojen olarak bütün aygıt yüzeyinde gerçekleşmesidir. Bu ısınma, soğuk uca gelmeden, soğuk uç şiddetli bir soğumaya maruz kalmaktadır. Bu şekilde dizayn edilmiş bir soğutucu, orta dalga boylu infrared gaz sensör lazerleri gibi birkaç milisaniyede soğukluğa erişmesi gereken sistemler için son derece uygundur.
Termoelektrik malzemelerin üretilmesinde kullanılan yöntemler.
Termoelektrik malzemelerin oluşturulmasıyla ilgili endüstride kullanılan ve literatürde çalışmaları devam eden birçok yöntem bulunmaktadır. Hangi yöntemin üretim aşamasında kullanılacağı, üretilecek olan Peltier soğutucunun istenen özelliklerine göre seçilmelidir. Bunu belirlemedeki kriterlerden bazıları; maliyet, güvenilirlik, aygıt ömrü, uygulanabilecek voltaj, istenen maksimum sıcaklık farkıdır. Üretim yöntemlerin bazıları aşağıda örnek çalışmaları da içerecek şekilde incelenmiştir. Elektrokimyasal işlemlerden biri olan elektrokaplama yöntemi, birçok uygulamada olduğu gibi burada da uygulaması kolay, maliyeti düşük, kontrolü ve verimliliği yüksek malzemeler geliştirilmesini olanaklı kılmaktadır. Elektriksel bağlantı olarak kullanılan nikel, altın, gümüş gibi malzemelerin kaplanmasına yönelik literatürde birçok çalışma bulunabilir. Nikel kaplamak için kullanılan en yaygın çözelti Watts çözeltisidir. Altın için değişik çözeltiler bulunmakla beraber en yaygın olarak kullanılanı Altın siyanür banyosudur. Kaplanacak malzemeye göre uygun anot malzemeleri ve akım değerleri belirlenerek kaplama işlemi gerçekleştirilir. Termoelektrik malzemelerin büyütülmesi ile ilgili de literatürde yapılan bazı çalışmalar vardır. Bunların bir tanesinde Snyder (2003 ) (Bi, Sb)2Te3 grubu malzemeleri elektrokimyasal metotlarla üretmiş ve bulgularını ortaya koymuştur. Bu malzemelerin kaplamasını gerçekleştirebilmek için oda sıcaklığında nitrik asit solüsyonu kullanılmaktadır. Bütün üretim yöntemlerinde olduğu gibi, elektrokaplama yönteminde de litografi metotlarının kullanımı önem arz etmektedir. Kaplanacak yüzeylerin bütün düzlem olmadığı için, seçimli olarak istenen yerlere kaplama yapılabilmesini sağlamak için fotoresist malzeme kullanımını gerektirmektedir. Elektrokaplama yöntemiyle üretilen termoelektrik malzemelerin ürettiği güç, voltaj ve akım değerleri yandaki şekilde görüşebilir. Elektrokimyasal metotlarla Bi2Te3,PbTe, PbTe-PbS gibi malzeme grupları üretilebilmektedir. Bu yöntemin bazı dezavantajları da bulunmaktadır. Yöntemin doğru uygulanabilmesi önemlidir. Uygulanmadığı takdirde, yüksek hata oranları, gaz salınımı ve molar kontrolün kaybedilmesi gibi problemlerle karşılaşılabilmektedir. Literatürde bunun dışında birçok kaplama yöntemi (termal evaporasyon, sputtering, MBE, MOCVD gibi ) bulunmaktadır. MBE (Molecular Beam Epitaxy) ve MOCVD yöntemleri, kimyasal kompozisyonun çok iyi kontrol edilebilmesine olanak sağlamakta, yüksek kalitede katman katman olarak malzeme deposit edilmesini sağlamaktadır. Bu metotlarla üretilen bazı malzemelerin verimlilikleri yandaki şekillerde görülebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5540",
"len_data": 26321,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.04
}
|
AEK (), tam adıyla Atlitiki Enosis Konstantinupoleos (), Yunanistan'ın büyük spor kulüplerinden biri. 1924 yılında kurulmuştur.
Türk Kurtuluş Savaşı'nın kazanılması ve işgal durumunun ortadan kalkması ile tedirgin olan Pera takımı Aralık ayında bir Avrupa turnesine çıkmıştır. Yunanistan'da Atina karmasını 3-0 ve 8-0 yendikten sonra Fransa'ya geçip, Marsilya karmasını 3-0 yenmişlerdir. Ancak Fransa'da İstanbul şampiyonu unvanını kullandıkları öğrenilince FIFA'ya yapılan şikayet üzerine Fransa Federasyonu kalan maçları iptal eder. Bunun üzerine Pera takımı Türkiye'ye dönmemeye karar verir. Kulüp üyelerinin bir kısmı Fransa'da kalırken, bir kısmı da Yunanistan'a giderek 1924 yılında "Athlitiki Enosis Konstantinoupoleos - AEK" takımını kurar. AEK'in forma renkleri sarı-siyahtır.
Yunanistan'da pek çok başarılar kazanmış kulübün Avrupa
Kupalarındaki en büyük başarısı ise 1976 yılında Juventus'a 0-1 ve 1-4 lük skorlarla yenilerek elendiği UEFA Kupası yarı finalidir.
Ağırlıklı olarak Atina'da, Anadolu göçmenlerinin ve alt sınıfların desteklediği AEK, 2003 yılına kadar kulübün merkezinin de bulunduğu Nea Philadelphia semtindeki "Nikos Goumas" stadyumunda oynadığı maçlarını, yeni stadı bitene kadar Atina Olimpiyat stadyumunda oynamıştır.
Kulübün sembolü yüzünü doğuya ve batıya çevirmiş Bizans İmparatorluğu simgesi çift başlı kartaldan esinlenerek tasarlanmıştır.
Altın yıllarını 1970'li yıllarda Loukas Barlos'un kulüp başkanlığını yaptığı dönemde yaşayan AEK,
Yunan futboluna Kostas Nestoridis, Dimitrios Papaioannou, Thomas Mavros gibi yıldızlar kazandırmıştır. 80. yılını 2004 yılında kutlayan AEK, kutlamalar dolayısıyla Galatasaray ile Atina da ve İstanbul'da olmak üzere dostluk maçları düzenlemiştir.
Kulübün en önemli taraftar örgütleri Original 21 ve Gate 21'dir.
2013-2014 sezonunda 3. Lig'de mücadele eden AEK, ligi 72 puanla şampiyon tamamladı ve Beta Ethniki'ye yükseldi. 2014-15 sezonuna ise 4'te 4 yaparak başladı. Yunanistan Kupasında ise Atromitos, Panthrakikos ve Psachna ile aynı grupta bulunan AEK, ilk iki maçında 4 puan topladı.
2022-23 sezonunu lig şampiyonu olarak tamamladı.
Küme Düşmesi.
2012-13 sezonunda Super League (Yunanistan)'nde bitime 1 hafta kala AEK ile Panthrakikos arasında Olimpiyat Stadyumu (Atina)'nda oynanan karşılaşmada, 87. dakikada Mavroudis Bougaidis'in kendi kalesinde attığı golün ardından, yüzlerce taraftar sahayı basmış ve ortalığı birbirine katarak büyük olaylar çıkarmıştı. Yapılan açıklamada, AEK'nın 3-0 hükmen mağlup sayılmasına ve 3 puanının da silinmesine karar verildiği duyuruldu. 4.000 Euro para cezasına çarptırılan sarı siyahlı kulüp, ayrıca yeni sezona da -2 puanla başlayacak.
Sonuncusu 1993-1994 sezonunda olmak üzere toplamda 13 lig şampiyonluğu bulunan ve 15 kez de Kipello Ellados'u müzesine götüren AEK, böylelikle 89 yıllık kulüp tarihinde ilk kez küme düştü.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5542",
"len_data": 2843,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.45
}
|
"Karayolu ulaşım araçları (modları):"
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5543",
"len_data": 37,
"topic": "NEWS",
"quality_score": 1.66
}
|
DOS (İngilizce: "Disk Operating System", Türkçe: "Disk İşletim Sistemi"), bilgisayarlar için ufak ve basit bir işletim sistemi türü olup, ana görevi disket ve sabit disk gibi saklama ortamlarının yönetimidir.
Bilgisayarların diğer işlevleri; grafik, ses, yazdırma, ağda gezinme, bellek yönetimi, çoklu kullanıcı ve çoklu işlem özellikleri, DOS tarafından üstlenilebilir. Bu özellik ve görevler çeşitli kullanım yazılımlarının yardımı ile olur.
DOS sistemleri 90'lı yılların ortasına kadar hemen hemen her PC'de işletim sistemi olarak görev yapmışlardır. Bugün çoğu alanda yerini grafik arabirimli işletim sistemleri almış ise de, DOS basit ve ufak oluşundan bir gömülü sistem olarak çeşitli kumanda ve denetleme sistemlerinde hayatını sürdürmektedir.
DOS'un tarihi, bilgisayarların (kişisel bilgisayarlar) tarihiyle başlar ve çoğunlukla da pek hayırla anılmaz. Çünkü DOS'ta grafiksel bir kullanıcı arabirimi (pencereler) yoktur, her şey komutlarla ve çok sayıda parametre ile yapılır. DOS, tüm x86 tabanlı bilgisayarlarda çalışır. Çok görevli bir işletim sistemi olmayan DOS, grafik kullanıcı arabirimini kullanmaz. Üstünde kolay yazılması, bellek ve sabit diskte az yer kaplaması, kolay ve çabuk öğrenilmesi, düşük donanımlı bilgisayarlarda çalışması gibi avantajları olmakla birlikte, etkin bir bellek yönetiminin olmaması, eski teknoloji kullanması ve grafik kullanıcı arabirimi olmaması önemli kısıtlamalarıdır.
DOS sürümleri.
Bazı DOS türleri şunlardır; MS-DOS (Microsoft), IBM-DOS (IBM), FreeDOS (Özgür ve açık kaynaklı), DR-DOS; Novell DOS; OpenDOS (Digital Research), OSx16 (IKS16), "Horizon OS" (UFUK), PTS-DOS (PTS-DOS Rusya'dan bir OS).
MS-DOS.
Eğer bilgisayar kullanmaya ilk defa Windows 95-98 ile başladıysanız büyük bir ihtimalle DOS kelimesi yabancı gelebilir. Her bilgisayar kullanıcısının yakından tanıdığı bu işletim sistemi, dünyada en yaygın olarak kullanılan işletim sistemidir. 1980'lerin başında IBM'in ilk bilgisayarları üretmesi ve bu bilgisayarlarda kullanılacak yeni bir işletim sistemi arayışı ile ortaya çıkan DOS, günümüzde birçok PC kullanıcısı tarafından hâlâ kullanılmaktadır.
MS-DOS, Microsoft Disk Operating System (Microsoft Disk İşletim Sistemi) kelimelerinin kısaltılmış halidir. MS-DOS bir disk işletim sistemi olarak bilinir, çünkü yaptığı işlerin büyük bölümü disk işlemleri, bellek işlemleri gibi yazılımların çalışabilmesi için gerekli düzenlemeler olan bir işletim sistemidir. MS-DOS bir yazılımdır, ama yalnızca bir yazılım değildir. O olmadan diğer yazılımların çalışma şansları yoktur. Çünkü bilgisayar sisteminin tüm parçalarını MS-DOS kontrol eder. MS-DOS yalnızca, diğer yazılımların çalışmasına olanak vermekle kalmaz, aynı zamanda bilgisayarınızın neyi nasıl yaptığı üzerinde size tam denetim sağlar.
Bilgisayar kapalı iken MS-DOS diskte durur. Her ne kadar özel bir yazılım da olsa, MS-DOS eninde sonunda bir yazılımdır, yani o da bilgisayarların kullandığı diğer bilgi toplulukları gibi bir dizi dosya içinde yer alır.
Eğer bir sabit disk varsa, MS-DOS büyük olasılıkla onun içindedir (bilgisayar dağıtıcısı ya da sistemi kuran kimse tarafından yerleştirilmiş olabilir). Eğer bilgisayarda sabit disk (HDD) yoksa, MS-DOS'un disketlerden kullanılması gerekir.
MS-DOS’un Tarihçesi.
MS-DOS, 1981'de piyasaya sürülüşünden beri birkaç kez değişikliğe uğramıştır. İlk sürümün numarası 1.00'dı. MS-DOS'un zaman zaman değiştirilmesinin amacı, daha gelişmiş donanımlardan yararlanmak ve önceki hataları düzeltmektir. Sisteminizi başlattığınızda MS-DOS, kullandığınız sürümün numarasını ekranda gösteriyor olabilir.
MS-DOS'un yeni bir sürümü çıktığında, eğer numarasının ondalık noktasından sonra değişiklik varsa (örnek 6.0'dan 6.2'ye), bu küçük bir değişiklik gösterir. Bu durumda MS-DOS öz olarak önceki sürüme göre pek değişiklik içermez. Ondalık noktasının önündeki sayının değişmesi ise büyük bir değişiklik gösterir. Örneğin sürüm 6, sürüm 5'te olmayan birçok yeni özellik getirmiştir.
MS-DOS' un yeni sürümleri eskilerine göre daha güçlü ve gelişmiş olsalar da öncekilerle uyumlu kalırlar. Bu yüzden, diyelim ki sürüm 2.1'i kullanıyorken başka bir sürümle çalışmaya başladığınızda, tüm bilgilerinizi, deneyiminizi, dosya ve disklerinizi eskisi gibi kullanabilirsiniz. Örneğin, MS-DOS 3.0'da kullandığınız bir dosyayı 5.0 sürümünde kullanabilirsiniz ama 5.0'da kullandığınız bir dosyayı 3.0'da kullanamayabilirsiniz.
MS-DOS'un 3.30'dan sonraki sürümleri şöyledir;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5544",
"len_data": 4413,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.57
}
|
Grip, influenza veya enflüanza, viral bir hastalıktır. Sağlıklı insanlarda ortalama bir haftada geçmesine rağmen; vücut direncini düşüren kronik hastalığı olan kişilerde (şeker, kalp-akciğer hastalıkları, AIDS vb.) ve yaşlılarda pnömoni (zatürre), meningoensefalit (beyin iltihabı), myokardit (kalp kası iltihabı) gibi ölümle sonuçlanabilecek hastalıklara yol açabilir. Bu tür risk grubundaki kişilere "yüksek risk grubundaki kişiler" denir.
Enfeksiyonun diğer komplikasyonları akut solunum sıkıntısı sendromu, menenjit, ensefalit ve astım ve kardiyovasküler hastalıklar gibi önceden var olan sağlık sorunlarının kötüleşmesidir.
Grip virüsleri A, B, C ve D olarak adlandırılan dört tip grip virüsü vardır. İnsanlar ve domuzlar da dahil olmak üzere çeşitli memelilerde de çok rastlanan İnfluenza A virüsünün (IAV) birincil kaynağı su kuşlarıdır. İnfluenza B virüsü (IBV) ve İnfluenza C virüsü (ICV) öncelikle insanlara bulaşır. İnfluenza D virüsü (IDV) sığır ve domuzlarda bulunur. IAV ve IBV insanlarda dolaşarak mevsimsel salgınlara neden olurken, ICV başta çocuklarda olmak üzere hafif bir enfeksiyona neden olur. IDV insanları enfekte edebilir ancak hastalığa neden olduğu bilinmemektedir. İnsanlarda grip virüsleri öncelikle öksürme ve hapşırma yoluyla çıkan solunum damlacıklarıyla bulaşır. Aerosoller ve virüs tarafından kontamine olmuş ara nesneler ve yüzeyler yoluyla da bulaşır.
Grip virüsü Orthomyxoviridae familyasına mensup örtülü bir RNA virüsüdür. Virüsteki nükleik asit sekiz tane negatif anlamlı RNA'dan oluşur. RNA'nın kopyalanmasında hata oranı yüksek olduğu için virüs genomu sürekli değişim hâlindedir. Ayrıca aynı hücreyi birden fazla virüsün enfekte etmesi durumunda viral RNA parçaları birbirleriyle karışıp yeni genetik kombinasyonlar oluşturabilirler. Bu nedenlerden dolayı vücudun bir grip türüne karşı kazandığı bağışıklık ertesi yıl ortaya çıkan yeni bir salgına karşı genelde etkisiz olur.
Tedavi ve korunma.
Grip, virüs enfeksiyonu olduğu için tedavisi yoktur. Antibiyotikler tedaviye yaramazlar çünkü antibiyotikler yalnızca bakterilere etki ederler. Yaklaşık bir hafta içinde hastalık kendiliğinden iyileşecektir ancak doktora gitmek ve 3-5 gün iyice dinlenmek gereklidir. Bol sıvı tüketilmesi de salgıların rahatça dışarı atılmasını sağladığından iyileşmeyi hızlandırır.
Virüs, öksürük ve hapşırmak ile yayılan damlacıklarla, ayrıca öpüşme ve tokalaşma gibi temaslar yoluyla da bulaşır. Bu nedenle hasta kişilere temas etmekten ve onlarla ortak eşya (havlu gibi) kullanmaktan sakınılmalıdır. Hasta olan kişi çevresindekilere hastalığı bulaştırmamak için eşyalarını ayırmalı, çok zorunlu olmadıkça dışarıya çıkmamalıdır. Neredeyse her virüste ölme olasılığı (Çok düşük olsa da) vardır. Bu yüzden gribi olabildiğince çabuk atlatmaya bakılmalıdır. Binlerce çeşit grip virüsü olduğu için ömür boyu kalıcı bağışıklık kazanılamaz.
Aşı olması önerilen kişiler şunlardır:
Tarihçesi.
Hastalığın en bilinen adı olan "Grip" kelimesi Galya yerlilerinin dilinde bulaşmak manasına gelen "gripan" kelimesinden köken almaktadır. Hastalığın tıbbi literatürdeki adı olan "influenza" kelimesi ise İtalyancada "yıldızlardan gelen gizli kuvvet" manasına gelen bir kelimeden türemiştir. Hastalığa "flu", "nezle" ve "paçavra hastalığı" gibi isimler de halk tarafından verilmiştir.
Grip hastalığı hakkındaki kayıtlar çok eski zamanlara kadar dayanmaktadır. Hipokrat M.Ö. 5. yüzyılda Sicilya'da ordu içerisindeki bir grip epidemisini kayda geçirmiştir. Kayıtlara geçmiş en eski pandemi ise 1510 yılında olmuştur. Malta'da başlayan bu pandemi Sicilya yoluyla neredeyse tüm Avrupa'yı etkisi altına almıştır. Daha sonra 1580, 1780-1782, 1830-1833, 1847-1850, 1889-1892 pandemileri 20. yüzyıl öncesi büyük grip salgınları olarak tarihe geçmiştir.
20. yüzyılda ise başta 1918 İspanyol gribi olmak üzere birçok pandemi kayıtlara geçti. 1918-1919 pandemisi bilinen en şiddetli grip salgını olarak 20 milyonu aşan insanın ölümüne sebep oldu. Daha sonraki dönemde 1972 yılından 1981 yılına kadar zaman diliminde saptanan altı epidemide ise 200.000'den fazla insan ölmüştür.
20. yüzyılda üç influenza pandemisinin her biri epidemiyolojik açıdan farklılık göstermektedir. Örneğin 1957 pandemisi genellikle çocuk yaş grubunu etkilemiş olup alınan önlemler de genellikle bu gruba yönelik olmuştur. Buna karşın 1968'de tüm yaş grupları etkilenmiştir. 1918'deki pandemi ise özellikle genç erişkin grubu etkilemiştir.
Hastalığın etkeni olan influenza virüsü, ilk defa 1933'te Smith tarafından izole edilebildi. Akabinde influenza B, 1939 yılında Francis ve İnfluenza C virus 1956 yılında Taylor tarafından izole edilmiştir. 1941 yılında virüslerin hemaglutinasyon özelliğinin tanımlanmasıyla geriye dönük bir araştırmaya imkân bulunmuş oldu. Daha önceki pandemilerin canlılarda oluşturduğu antikorların hemaglutinasyon inhibisyonları ile geçmiş pandemilere sebep teşkil eden influenza tipleri aydınlatılmış oldu. Bir nevi serolojik arkeoloji oluşturulmuş oldu. 1940 yılında ilk influenza aşısı, 1960 yılında da tedavi ve profilakside kullanılan amantadin geliştirilmiştir.
İspanyol gribi.
İspanyol gribi ya da nezlesi, ilk olarak 11 Mart 1918'de ABD'nin New Mexico eyaletinde tespit edildi.
1918-1920 yılları arasında H1N1 virüsünün bir alt grubunun yol açtığı bir salgındır. 18 ayda 50 ile 100 milyon arasında insanın ölümüne yol açarak dünya tarihinin bilinen en büyük salgını olmuştur. Grip zayıf, yaşlı ve çocuklardan çok sağlıklı erişkinleri etkilemiştir. İlk başlarda hayvanlardan insanlara geçtiği sanılan hastalık daha sonraları hava yolu ile bulaştığı fark edilmiş ve korunmak için maske takmanın önemi anlaşılmıştır.
Salgın İspanya'da başlamadı. İspanyol gribi olarak adlandırılmasının nedeni İspanya'nın Birinci Dünya Savaşı'nda yer almamış olması ve askeri sansürün olmaması nedeniyle ilk kez gündeme gelmiş olmasıdır.
Kuş gribi.
Avian influenza, tavuk vebası ya da kuş gribi olarak da bilinir. İnfluenza, A grubu virüslerin neden olduğu bir hastalıktır. Virüsün H5N1 adındaki türevi insanları da öldürebilir. Hastalık göçmen kuşların salyaları ve dışkılarıyla temas sonucu bulaşmaktadır.
Ateş, öksürük, boğaz ağrısı, üşütme ve kas ağrısı gibi belirtileri başlangıç belirtileridir. Hastalık ilerledikçe zatürre, solunum yetmezliği gibi hastalıklar ortaya çıkabilir. Hastalık ilk olarak 2005-2007 yılları arasında ortaya çıkmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5545",
"len_data": 6334,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.6
}
|
Tevrat (İbranice: תּוֹרָה Tōrā, "Talimat", "Öğretme" veya "Kanun"), İbrani Kutsal Kitabı'nın ilk beş kitabının, yani Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye kitaplarının derlemesidir.
Bu anlamda Tora, Pentatök veya Musa'nın Beş Kitabı ile aynı anlama gelir. Yahudi geleneğinde Yazılı Tevrat (İbranice: תורה שבכתב, Torah Şe'biçtav) olarak da bilinir. Eğer ayin amaçlıysa, bir Tora tomarı ("Sefer Torah") şeklini alır. Ciltli kitap biçimindeyse, buna "humaş" denir ve genellikle haham tefsirleriyle (peruşim) basılır.
Bununla birlikte, zaman zaman, "Tora" kelimesi aynı zamanda İbrani Kutsal Kitabı'nın tamamı veya Tanah'ın eş anlamlısı olarak da kullanılabilir; bu anlamda, İbrani Kutsal Kitabı'nın sadece ilk beşini değil, 24 kitabın tamamını içerir. Son olarak, Tevrat ister Kutsal Kitap metinlerinden, isterse daha sonraki rabbinik literatür (ruhban edebiyatı) türevi olsun, Yahudi öğretisinin, kültürünün ve uygulamasının toplamı anlamına gelebilir ve genellikle Sözlü Tevrat olarak bilinir. Yahudi manevi ve dini geleneğinin özünü temsil eden Tevrat, 70 veya potansiyel olarak sonsuz bakış ve yorumu kapsayacak şekilde, açıkça kendi kendini konumlandıran ve Tevrat'ın kesin bir tanımını imkansız hale getiren bir terim ve öğretiler dizisidir.
Tüm bu anlamlarda ortak olan Tevrat'ın, "Yahudi halkı olmanın" kökenini oluşturmasıdır: onların Tanrı tarafından var olma çağrıları, imtihanları ve belaları ve Tanrıları ile bir dizi ahlaki ve dini yaşam tarzını takip etmeyi içeren yükümlülükler ve medeni kanunları (halaha) olan antlaşmayı içerir.
Tevrat Müslümanların Musa'ya verildiğine inandıkları kutsal kitap bağlamında Tanah'ın Arapça adıdır ve genellikle kutsal kitabın tamamına atıfta bulunur.
Rabbinik literatürde, "Tora" kelimesi hem yazılı beş kitabı, hem de Sözlü Tevrat'ı (, "Konuşulan Tevrat") ifade eder. Sözlü Tora, haham geleneğine göre nesilden nesle aktarılan ve şimdi Talmud ve Midraş'ta somutlaşan yorum ve genişletmelerden oluşur.
Rabbinik anlayış, Tevrat'ta bulunan tüm öğretilerin (hem yazılı hem de sözlü) Tanrı tarafından peygamber Musa aracılığıyla, bazıları Sina Dağı'nda ve diğerleri Mişkan'da verildiği ve tüm öğretilerin Musa tarafından yazıldığı ve bunun sonucu olarak bugün var olan Tevrat'ta ortaya çıktığı şeklindedir. Midraş'a göre, Tora dünyanın yaratılmasından önce yaratılmış ve Yaratılış'ın planı olarak kullanılmıştır.
Kutsal Kitap bilginlerinin çoğu, yazılı kitapların daha önceki yazılı kaynak ve sözlü geleneklere dayanan MÖ 6. yy Babil esaretinin bir ürünü olduğuna ve Sürgün sonrası dönemde () son revizyonların yapıldığına inanırlar. Yahvist, Elohist, Tesniyeci ve Ruhbani kaynak olarak sınıflandırılan Kutsal Kitap yazarlarının, çok tanrılı dinlerden gelen hikâyeleri düzenlemekten sorumlu olduğunu ifade eder ve metinlerdeki monoteist-politeist tutarsızlıkları bu durumun yansımaları olarak değerlendirir. Rabbânî Yahudilik Musa'nın MÖ 1391-1271 aralığında yaşadığını, tarihçi Hieronymus MÖ 1592, James Ussher ise MÖ 1571 aralığında yaşadığını iddia etmektedir. Bu metinler Musa'nın yaşadığına inanılan dönemden yaklaşık olarak 1000 yıl sonrasına denk geliyor ve açıklama Musa veya Kutsal Kitap ile ilgili bazı anlatıların Babil-Sümer anlatıları ile benzerliklerine de ışık tutabilir. (bakınız: Anakronizm, Yahudiliğin kökenleri)
Tevrat sözleri geleneksel olarak, tomar üzerine bir katip (sofer) tarafından İbrani dilinde yazılır. Tevrat'tan bir bölüm, en az üç günde bir cemaatin huzurunda alenen okunur. Tevrat'ı herkesin önünde okumak, Yahudi toplumsal yaşamının temellerinden biridir.
Anlam ve isimler.
İbranicede kelime, "yol göstermek" veya "öğretmek" anlamına gelen "ירה" kökünden türetilmiştir. Bu kelime "öğretmek", "doktrin" veya "talimat "anlamına geliyor, yaygın olarak kabul edilen "yasa" ise yanlış bir izlenim vermektedir. Septuaginta'yı çeviren İskenderiye Yahudileri, norm, standart, doktrin ve daha sonra "hukuk" anlamına gelen Yunanca "nomos" kelimesini kullandılar. Yunanca ve Latince Kutsal Kitap daha sonra Pentatök'ü (Musa'nın beş kitabı) Kanun olarak adlandırma geleneğini başlattı. İngilizce diğer çeviri bağlamları arasında gelenek, teori, rehberlik veya sistem yer alır.
"Tevrat" terimi, genel anlamda, Rabbinik Yahudiliğin hem yazılı hem de sözlü yasasını içerecek şekilde kullanılır. Mişna, Talmud, Midraş ve daha fazlası dahil olmak üzere, tarih boyunca tüm yetkili Yahudi dini öğretilerini kapsamaya hizmet eder. "Yasa" olarak çevrilmesi, "Talmud Tora" (תלמוד תורה, "Tevrat çalışması") terimiyle özetlenen fikri anlamaya engel olabilir.
Kutsal Kitap'ın ilk bölümünün en eski adı "Musa'nın Tevrat'ı" gibi görünüyor. Ancak bu unvan ne Tevrat'ın kendisinde ne de Sürgün öncesi peygamberlerin edebi eserlerinde bulunur. Yeşu ve Krallar'da görünür, ancak orada akademik Kutsal Kitap eleştirisine göre tüm külliyatı ifade ettiği söylenemez. Buna karşılık, Sürgün sonrası eserlerde kullanımının daha kapsamlı olması olasılığı vardır. Diğer erken dönem başlıkları "Musa'nın Kitabı" ve "Tevrat'ın Kitabı" idi; bu "Tanrı'nın Tevrat Kitabı"nın kısaltılmış hali gibi görünüyor.
Alternatif isimler.
Hristiyan bilginler genellikle İbrani Kutsal Kitabı'nın ilk beş kitabına beş parşömen anlamında 'Pentatök' () olarak atıfta bulunurlar. Beş parşömen ilk kez İskenderiye'nin Helenistik Yahudiliğinde kullanılan bir terimdir.
İçindekiler.
Tora, Tanrı'nın dünyayı yaratması ile başlar, İsrail halkının başlangıcı, Mısır'a inişleri ve Tevrat'ın Sina Dağı'nda verilmesiyle devam eder. Musa'nın ölümüyle, İsrail halkının vaat edilen Kenan topraklarına geçmeden hemen önce sona erer. Anlatıya serpiştirilmiş olarak, açıkça verilen belirli dini yükümlülükler ve medeni yasalar içeren öğretiler (On Emir gibi) yanında anlatıya gömülü (Çıkış 12 ve 13 Fısıh kutlama yasalarında olduğu gibi) emirler de içerir.
İbranice'de, Tora'nın beş kitabı, her kitaptaki işaretlerle tanımlanır: kitapların temel temasını yansıtan İngilizce isimleri Yunanca Septuagint'ten türetilmiştir
Bereşit/Yaratılış.
Yaratılış, Tevrat'ın ilk kitabıdır. İlkel tarih (bölüm 1-11) ve Ataların tarihi (12-50 bölümler) olmak üzere iki bölüme ayrılabilir.
"İlkel tarih", yazar veya yazarların Tanrının doğası ve insanın yaratıcısıyla ilişkisi hakkındaki anlayışlarını ortaya koyar: Tanrı, insanlık için iyi ve uygun bir dünya yaratır, ancak insan onu -günahla- bozar, Tanrı insan ve Tanrı arasındaki ilişkiyi yeniden kurmak üzere yaratılışı yok etmeye ve yalnızca doğru yolda olan Nuh'u kurtarmaya karar verir.
"Ataların tarihi", Tanrı'nın seçilmiş halkı olan İsrail'in tarih öncesini anlatır. Tanrı'nın emriyle Nuh'un soyundan gelen İbrahim, oğlu İshak ve torunu Yakup'la birlikte kendi yurdundan Kenan diyarına göç eder ve orada yerleşirler. Yakup'un adı İsrail olarak değiştirilir ve oğlu Yusuf aracılığıyla (İsrailoğulları) Mısır'a inerler, evlerinde toplam 70 kişi bulunur ve Tanrı onlara büyük bir gelecek vadeder. Yaratılış, İsrail'in Mısır'da, Musa'nın gelişine ve Çıkış'a hazır olmasıyla sona erer. Anlatı, Tanrı ile olan bir dizi antlaşma ile noktalanır ve kapsamı art arda tüm insanlıktan (Nuh ile olan antlaşma) tek bir insanla (İbrahim ve onun soyundan İshak ve Yakup aracılığıyla) özel bir ilişkiye doğru daralır.
Şemot/Çıkış.
Çıkış, Tevrat'ın ikinci kitabıdır. Kitap, eski İsraillilerin, kendi halkı olarak İsrail'i seçen Tanrı Yahve'nin gücüyle Mısır'da kölelikten kurtuluşlarını anlatıyor. Yahve, efsanevi On Bela ile onları esir alanlara korkunç zararlar veriyor. Peygamber Musa'nın önderliğinde Sina Dağı'na giderler. Yahve, sadakatleri karşılığında onlara Kenan ülkesini vaat eder.
İsrailliler, onlara Buluşma Çadırı'nı inşa etmek için talimatlarını veren, gökten gelip onlarla birlikte yaşayacağı ve Kenanı ele geçirmek için yapılacak kutsal savaşta onlara önderlik edeceği, onlara barış ve zafer vadeden RAB ile bir antlaşma yaparlar.
Modern bilim, genel olarak başlangıçta Musa'nın kendisine atfedilen kitabı, daha önceki yazılı ve sözlü geleneklerden gelen, son revizyonları Babil sürgünü (MÖ 6. yüzyıl) sonrasında yapılan, sürgün sonrası dönemin (MÖ 5. yy) bir ürünü olarak görür. Carol Meyers, çıkış hakkındaki yorumunda, İsrail'in kimliğinin tanımlayıcı özelliklerini sunduğu için, Kutsal Kitap'taki tartışmasız en önemli kitap olduğunu öne sürüyor: zorluklar ve kaçışla işaretlenmiş bir geçmişin anıları, İsrail'i seçen Tanrı ile bağlayıcı bir antlaşma ve topluluk yaşamının kurulması ve onu sürdürmek için yönergeler.
Vayikra/Levililer.
Levililer Kitabı, İsraillilere inşa ettikleri kutsal Çadır'ı nasıl kullanacaklarına dair talimatlarla (Lev;1-10) başlar. Bunu, kesim ve yenmesine izin verilen hayvanları (ayrıca bkz: Kaşrut)içeren temiz ve kirli (Levililer 11-15) izler.
Bunu Kefaret Günü (Levililer 16) ve bazen çeşitli ahlaki ve ritüel yasaları içeren Kutsallık Kodu (Levililer 17-26) olarak adlandıran bölüm izler. Levililer 26, Tanrı'nın emirlerine uymanın ve uymamanın ödül ve cezalarının ayrıntılı bir listesini sağlar.
Levililer 17, Tabernakle'da kurban sunumunu sonsuz bir kural olarak belirler, ancak bu kural kurban sunumu için izin verilen tek yerin Tapınak olarak belirlenmesi şeklinde daha sonraki kitaplarda değiştirilir.
Bamidbar/Sayılar.
Sayılar, Tevrat'ın dördüncü kitabıdır. Kitabın uzun ve karmaşık bir tarihi vardır. Nihai şekli muhtemelen erken Pers döneminde (MÖ 5. yy) yazılmış Yahvist bir eserin Rabbîler tarafından yeniden düzenlemesinden oluşur. Kitabın adı, İsrailoğulları'na ait iki nüfus sayımından gelir.
Sayılar, İsraillilerin yasa ve antlaşmalarını Tanrı'dan aldıkları ve Tanrı'nın onların arasında, kutsal yerde ikamet ettiği Sina Dağı'nda başlar. Önlerindeki görev, Vaat Edilen Toprakları ele geçirmektir. İnsanlar sayılır ve yürüyüşe yeniden başlamak üzere hazırlıklar yapılır. İsrailliler yolculuğa başlarlar, ancak Musa ile Harun'un yetkisi ve yoldaki zorluklar karşısında "homurdanırlar". Tanrı bundan dolayı yaklaşık 15.000 kadarını helak eder. Kenan sınırlarına varır ve ülkeye casuslar gönderirler. Casusların Kenan'daki koşullarla ilgili korkunç raporunu duyunca, İsrailliler onu ele geçirmeyi reddeder. Tanrı, yeni bir nesil büyüyüp görevi yerine getirinceye kadar onları vahşi doğada ölüme mahkûm eder. Kitap, Moab ovalarında Ürdün Nehri'ni geçmeye hazır yeni nesil İsraillilerle sona eriyor.
Sayılar, İsrail oğullarının Mısır'dan çıkış ve Tanrı'nın vadettiği toprakları ele geçirme hikâyesinin doruk noktasıdır. Tekvin'de tanıtılan ve Çıkış ve Levililer'de oynanan temalar şu sonuca varıyor: Tanrı, İsraillilere Kenan ülkesini mülk edineceklerini, büyük (sayısız) bir ulus olacaklarını, tanrıları ile özel bir ilişkiye sahip olacaklarına dair söz verir. Sayılar ayrıca kutsallığın, sadakatin ve güvenin önemini vurgular: Tanrı'nın varlığına ve peygamberlere rağmen, İsrailoğulları inançsızdır ve bu sebeple vadedilen toprağın ele geçirilmesi yeni yetişen nesle bırakılır.
Devarim/Tesniye.
Tesniye, Tevrat'ın beşinci kitabıdır. Kitabın 1-30. bölümleri, Musa tarafından Moab ovalarında, Vaat Edilen Topraklara girmeden kısa bir süre önce İsraillilere verilen üç vaaz veya konuşmadan oluşur.
İlk vaaz, kendilerini bu günlere getiren kırk yıllık çöl gezintilerini anlatır ve daha sonra Musa Yasası olarak anılacak olan yasa (veya öğretilere) uymaya yönelik bir teşvikle sona erer;
İkincisi, İsraillilere, Yahve'yi ve topraklara sahip olmalarının önşarta bağlandığı yasa (veya öğretileri) takip etmeleri gerektiğini hatırlatır; ve
Üçüncüsü, İsrail'in sadakatsiz olduğunu kanıtlaması ve böylece toprağı kaybetmesi durumunda bile, tövbe ile her şeyin eski haline getirilebileceği tesellisini sunar.
Son dört bölüm (31-34) Musanın Şarkısını, Kutsamasını, liderlik mantosunun Musa'dan Yeşu'ya geçişini ve son olarak da Musa'nın Nibu Dağı'nda ölümünü anlatan kısımdır.
daha sonra Yoşiyahu (MÖ 7. yüzyılın sonları) zamanında bir milliyetçi reform programına uyarlandı ve modern kitabın son biçimi, Babil esaretinden dönüş ortamında ortaya çıktı. MÖ 6. yüzyılın sonlarında.
Modern bilginlerin geniş bir fikir birliği Musa'nın sözleri olarak sunulan ve Kenan'ın fethi öncesini anlatan hikâyenin kökenini, Asur'un Aram'ı işgali (8. yüzyıl) ardından güney Yahuda Krallığı'na getirilen Kuzey İsrail krallığından gelen geleneklerde görüyor.
MÖ 6. yüzyılın sonlarında Babil esaretinden dönüş ortamında ortaya çıkan son kitaba, Yoşiyahu (MÖ 7. yüzyılın sonları) zamanında milliyetçi bir reform uygulandı.
Birçok bilim insanı, kitabın, yazarlarına sağladığına inanılan Levililer kastının ekonomik ihtiyaçlarını ve sosyal statüsünü yansıttığını düşünüyor. Bu yazarlara topluca Tesniyeci denir.
En önemli ayetlerden biri Tesniye 6:4, Yahudi kimliğinin kesin ifadesi haline gelen Şema Yisraeldir; "Ey İsrail, işit: Tanrımız Yahve birdir". 6:4-5 ayetleri ayrıca Büyük Emrin bir parçası olarak Markos 12:28-34'te İsa tarafından alıntılanır.
Kaynak ve bileşim.
Talmud Tevrat'ın, (Musa'nın ölümünü anlatan Tesniye'nin son sekiz ayetinin Yeşu tarafından olmak üzere) Musa tarafından yazıldığını iddia eder. Alternatif olarak, Raşi Talmud'dan bir alıntıyla "Tanrı onları konuştu ve Musa onları gözyaşlarıyla yazdı" şeklinde açıklama yapar. Mişna, Yahudiliğin temel bir ilkesi olarak Tevrat'ın ilahi kökenini içerir. Yahudi geleneğine göre Tevrat, İkinci Tapınak döneminde Ezra tarafından yeniden derlenmiştir.
Tevrat'ın yazılmasıyla ilgili uzun süre en çok kabul gören teori belgesel hipotezdi. Ayrıca, Tevrat'ın yazılması ve Tevrat anlatılarının Sümer efsaneleriyle benzer imgeler ve hikâyeler içermesi konusunda Muazzez İlmiye Çığ'ın görüşleri şöyledir: "İsrail bilginleri Babil kitaplıklarından aktarmışlar. MÖ 5. yüzyılda da Babil kralı Nebukadnezar Filistin'i alınca oradaki Yahudilerin en bilginlerini alıp Babil'e götürüyor. Onlar orada boş durmuyorlar, Sümer bilginlerinin aktardıkları bilgilerden yararlanıyorlar. Bilginler Babil'den döndükten sonra Tevrat yazılmaya başlanıyor."
Buna karşılık, modern bilimsel fikir birliği, düzensiz yazıcılığı reddederek Tevrat'ın birden fazla yazarı olduğunu ve kompozisyonun yüzyıllar boyunca gerçekleştiğini onaylar. Bununla birlikte, Tevrat'ın tam olarak oluşturulduğu süreç, dahil olan yazarların sayısı ve her bir yazarın tarihi ateşli bir şekilde tartışılmaktadır. 20. yüzyılda, daha sonra bir redaktör tarafından bir araya getirilen Yahvist (J), Elohist (E), Rabbinik (P) ve Tesniyeci (D) olmak üzere dört bağımsız kaynağı öne süren belgesel hipotez çevresinde bilimsel bir fikir birliği oluştu. Bu kaynakların en eskisi J, MÖ 7. yüzyılın sonları veya 6. yüzyılda, en son kaynak P ise MÖ 5. yüzyılda yazılmıştır.
Belgesel hipotez etrafındaki fikir birliği, 20. yüzyılın son yıllarında değişti. Bunun temeli sözlü yazılı kaynakların kökenlerinin araştırılmasıyla atıldı; görüş J ve E'nin yaratıcılarının yazarlar ve tarihçiler değil koleksiyoncular ve editörler olduğunu ima ediyordu.
Rolf Rendtorff, Pentatök'ün temelinin kısa, bağımsız anlatılarda yattığını, yavaş yavaş daha büyük birimlere dönüştüğünü, Tesniye ve Rabbinik olmak üzere iki editoryal aşamada bir araya geldiğini savundu.
Buna karşılık, John Van Seters, Tevrat'ın mevcut bir çalışma külliyatına yapılan bir dizi doğrudan eklemeden türetildiğini öne süren tamamlayıcı bir hipotezi savunur. Orijinal hipotezin eleştirisine yanıt veren ve hangi metnin hangi kaynaklardan geldiğini belirlemek için kullanılan metodolojiyi güncelleyen bir "yeni-belgesel" hipotez, diğerlerinin yanı sıra Kutsal Kitap tarihçisi Joel S. Baden tarafından savunulmaktadır. Böyle bir hipotez İsrail ve Kuzey Amerika'da taraftar bulmaya devam ediyor.
Bugün bilim adamlarının çoğu, De Wette tarafından tarif edildiği gibi Yoşiyahu'nun mahkemesinde üretilen (ve sürgün sırasında Musa'nın sözleri olarak tanımlamak için yeni bir çerçeve verilen) yasa kodundaki kökeniyle Tesniye'yi bir kaynak olarak kabul etmeye devam ediyor.
Çoğu bilgin ayrıca, kapsamı, özellikle de son noktası belirsiz olmasına rağmen, bir tür Rabbî kaynağının var olduğu konusunda hemfikirdir. Kalan kısım toplu olarak Rabbî olmayan olarak adlandırılır, hem Rabbîlik öncesi hem de Rabbîlik sonrası materyali içeren bir gruplandırma.
Derleme tarihi.
Son Tevrat, yaygın olarak Pers döneminin (MÖ 539-333, muhtemelen 450-350) bir ürünü olarak görülür. Bu fikir birliği, Yahudi cemaatinin Babil'den dönüşte lideri olan Ezra'ya, çok önemli bir rol veren geleneksel bir Yahudi görüşünü yansıtmaktadır. Tevrat'ın yapısını açıklamak için birçok teori geliştirildi, ancak ikisi özellikle etkili oldu.
İlki, 1985 yılında Peter Frei tarafından geliştirilen Pers İmparatorluğu yetkilendirmesidir; teori İranlı yetkililerin Kudüs Yahudilerinden, özerkliğin bedeli olarak tek bir hukuk düzeni sunmalarını talep ettiğini ileri sürer. Eskenazi'ye göre Frei'nin teorisi, 2000 yılında düzenlenen disiplinler arası bir sempozyumda sistematik olarak "parçalanır", ancak Pers yetkilileri ile Kudüs arasındaki ilişki önemli bir sorun olarak kalmıştır.
Joel P. Weinberg ile ilişkilendirilen ve "Vatandaş-Tapınak Topluluğu" olarak adlandırılan ikinci teori, Mısır'dan Çıkış hikâyesinin, kendisine ait olanlar için fiili bir banka olarak hareket eden Tapınak çevresinde örgütlenmiş, sürgün sonrası Yahudi topluluğunun ihtiyaçlarına hizmet etmek için yazıldığını öne sürüyor.
Bilim adamlarının azınlık bir gurubu, Pentatök'ün nihai şekillenmesini biraz daha sonraya, Helenistik (MÖ 333-164) ve hatta Haşmonayım (MÖ 140-37) dönemlerine yerleştirirdi. Örneğin Russell Gmirkin, MÖ 5. yüzyılın son çeyreğine tarihlenen Mısır'daki bir Yahudi kolonisinin kayıtları olan fil papirüslerinin Fısıh bayramından bahsetmesine rağmen, yazılı Tevrat'ın Mısır'dan Çıkış veya başka herhangi bir olayına atıfta bulunmadığına dayanarak Helenistik bir tarihlemeyi savunuyor.
El yazmaları;
Tevrat ve Yahudilik.
Rabbinik yazılar, Sözlü Tevrat'ın Musa'ya, Ortodoks Yahudilik geleneğine göre MÖ 1312'de Sina Dağı'nda verildiğini belirtir. Ortodoks gelenek, Yazılı Tevrat'ın sonraki kırk yıl boyunca kaydedildiğini, Ortodoks olmayan birçok Yahudi bilgin ise Tevrat'ın birden fazla yazarı olduğu ve yüzyıllar boyunca yazıldığı konusundaki modern bilimsel fikir birliğini onaylar.
Talmud Tevrat'ın Musa tarafından yazılışı konusunda iki görüş sunar. Bir görüş, Musa tarafından, yıllar boyunca yavaş yavaş, kendisine dikte edildiği gibi yazıldığını ve ölümüne yakın bitirdiğini, diğer görüş ise Musa'nın tüm Tevrat'ı ölümüne yakın, kendisine dikte edildiği şekliyle tek bir yazma ile yazdığını savunuyor.
Talmud, Tevrat'ın Musa'nın ölümünü ve gömülmesini konu alan son sekiz ayetinin Musa tarafından yazılamayacağını, yazının yalan olacağını ve bunların ölümünden sonra Yeşu tarafından yazıldığını söyler.
Abraham bin Ezra ve Joseph Bonfils'e göre bu ayetlerdeki ifadeler, insanların ancak Musa'nın zamanından sonra bilmesi gereken bilgileri sunmaktaydı. Yeşu'nun bu ayetleri Musa'nın ölümünden yıllar sonra yazdığını İbn Ezra ima etti, Bonfils ise açıkça belirtti. Diğer yorumcular bu pozisyonu kabul etmemekte ve Musa'nın bu sekiz ayeti yazmamasına rağmen, ayetlerin yine de ona dikte edildiğini ve Yeşu'nun Musa tarafından bırakılan talimatlara dayanarak onları yazdığını, Tevrat'ın sıklıkla henüz gerçekleşmemiş olan gelecekteki olayları tarif ettiğini iddiasıyla ileri sürerler.
Tüm klasik haham görüşleri, Tevrat'ın tamamen Musa ve Tanrı kökenli olduğunu kabul eder. Günümüz Reformcu ve Liberal Yahudi hareketlerinin tümü, Muhafazakar Yahudiliğin çoğu görüşlerinde belirtilen Musa'nın yazarlığını reddediyor.
"Yahudi efsanelerine" göre, Tanrı dünyadaki her kabile ve millete yaklaşıp Tevrat'ı sunmuş, fakat onlar Tevrat'ı, cahilliklerine bir mazeret olmasın diye reddetmiş ve Tanrı Tevrat'ı İsrailoğullarına vermişti. Bu kitapta Tevrat, yaratılan ilk şeylerden biri, kötü eğilimlere karşı çare ve Tanrı'ya dünyanın yaratılışında insanı şerefli bir varlık kılacak tavsiye veren bir danışman olarak tanımlanmaktadır.
Ritüel kullanım.
Tevrat okuma (İbranice: K'riat HaTorah), Tevrat parşömeninden bir dizi pasajın halka açık olarak okunmasını içeren Yahudi dini ritüelidir. Parşömeni sandıktan çıkarma, alıntıyı geleneksel ilahilerle söyleme ve sandığa iade etme töreninin tamamına atıfta bulunur.
Nehemya Kitabına göre Tora'nın halka açık düzenli okunması, Yahudi halkının Babil esaretinden dönüşünden sonra (MÖ 537) Kâtip Ezra tarafından başlatılır. Ortodoks Yahudiler, Kudüs'teki Tapınağın yıkılmasından (MS 70) bu yana iki bin yıldır değişmediğine inandıkları bir prosedüre göre Tevrat okurlar. 19. ve 20. yüzyıllarda Reform Yahudiliği ve Muhafazakar Yahudilik gibi yeni hareketler okuma pratiğine uyarlamalar yaptı, ancak Tevrat okumanın temel modeli genellikle aynı kaldı:
Haftanın belirli günlerinde, oruç ve bayram günlerinde sabah tapınmasının bir parçası olarak, yanı sıra Şabat, Yom Kippur'da ikindi ibadetinin bir parçası olarak, Tevrat tomarından Pentatök'ün bir bölümü okunur.
Şabat (Cumartesi) sabahları, tüm Tevrat'ın her yıl ardışık olarak okunması için seçilen haftalık bir bölüm ("peraşa") okunur. Tüm Yahudi topluluklarının (Aşkenaz, Sefarad ve Yemenli) modern Tevrat parşömenlerinde bulunan bölümler, Mişna Tora, "Tefillin Kanunları, Mezuza ve Tevrat Parşömenleri", Musa bin Meymun tarafından bölüm 8'de sağlanan sistematik listeye dayanmaktadır.
Meymun, Tevrat'ın "peraşa" bölümlemesini Halep Kodeksi'ne dayandırdı. Muhafazakar ve Reformcu sinagoglar, yıllık program yerine üç yılda bir "peraşa" okuyabilir. Cumartesi öğleden sonraları, Pazartesi ve Perşembe günleri, bir sonraki Cumartesi bölümünün başlangıcı okunur. Yahudi bayramlarında, her ayın başı ve oruç günlerinde, güne bağlı özel bölümler okunur.
Yahudiler, okuma döngüsünün tamamlanması ve yeni başlangıç için yıllık bir tatil olan Simha Tora'yı kutlarlar.
Parşömenler bir kuşak, örtü, çeşitli süs eşyaları ve bir taç ile süslenir, ancak bu tür gelenekler sinagoglar arasında farklılık gösterir. Cemaatler geleneksel olarak Tora okunmak için gemiden çıkarıldığında, taşınırken ve kaldırılırken ve aynı şekilde, okuma sırasında otursalar bile, gemiye geri getirilirken saygı gösterirler.
Hukuk.
Tevrat, anlatılar, kanun ve ahlak beyanlarını içerir. Toplu olarak, genellikle Kutsal Kitap yasaları veya emirleri olarak adlandırılan bu yasalara bazen Musa Yasası ("Torat Moshɛ veya Sina Yasası") olarak atıfta bulunulur.
Sözlü Tevrat.
Rabbinik gelenek, Musa'nın Sina Dağı'nda 40 günde tüm Tevrat'ı öğrendiğini, kendisine Sözlü ve yazılı Tevrat'ın paralel olarak aktarıldığını söyler. Tora'nın kelimeleri ve kavramları tanımsız bıraktığı ve açıklama veya talimat olmadan prosedürlerden bahsettiği durumlarda, okuyucunun Sözlü Kanun veya Sözlü Tora olarak bilinen ek kaynaklardan eksik detayları bulması gerekir. Tora'nın açıklamaya ihtiyaç duyan emirlerinden bazıları şöyle sıralanır:
Klasik haham metinlerine göre, bu paralel malzeme seti Sina'da Musa'ya onunla da İsrail'e iletilir. O zamanlar, herhangi bir yazının eksik olacağı ve yanlış yoruma ve suistimale maruz kalacağı için sözlü kanunun yazılması ve yayınlanması yasaktır.
Ancak sürgün, dağılma ve zulümden sonra bu gelenek, Sözlü Kanunun korunmasını sağlamanın tek yolunun yazılı olarak korumak olduğunun ortaya çıkmasıyla sözlü yasa ortadan kalktı.
Sözlü gelenek çok sayıda Tannaim tarafından uzun yıllar süren çabalardan sonra, Mişna'nın (İbranice: משנה) yazılı bir versiyonunun derlenmesini üstlenen Haham Yehuda HaNasi tarafından, MS 200 civarında yazılı hale getirilir.
Aynı dönemden Mişna'ya girmeyen diğer sözlü gelenekler "Baraita" (dış öğreti) ve Tosefta olarak kaydedilir. Diğer gelenekler Midraş olarak yazılmıştır.
Devam eden zulmün ardından, Sözlü Kanun'un daha fazlasını yazma zorunluluğu ortaya çıktı. Mişna'nın yalnızca birkaç yüz sayfasında ima edilen çok daha fazla öğreti, ders ve gelenek, şimdi "Gemara" olarak adlandırılan binlerce sayfa haline geldi. Gemara, Babil'de derlenmiş ve Arami dilinde yazılmıştır. Mişna ve Gemara'ya birlikte Talmud denir. İsrail'de hahamlar da geleneklerini toplayarak Kudüs Talmud'unda derlediler. Babil'de daha fazla haham yaşadığından, ikisinin ihtilafı halinde Babil Talmud'u geçerli sayılır.
Yahudiliğin Ortodoks ve Muhafazakar dalları, bu metinleri, sonraki tüm "halaha" ve Yahudi kanunlarının temeli olarak kabul eder.
Reformist ve Yeniden Yapılanmacı Yahudilik, bu metinlerin veya bu konuda Tevrat'ın kendisinin normatif hukuku (bağlayıcı olarak kabul edilen yasalar) belirlemek için kullanılmasını reddeder, ancak onları Tevrat'ı ve onun tarih boyu gelişimini anlamak için gerçek ve tek kaynak kabul eder.
Hümanist Yahudilik, Tevrat'ın tarihsel, politik ve sosyolojik bir metin olduğunu kabul eder, ancak Tora'nın her kelimesinin doğru ve hatta ahlaki olduğuna inanmaz. Hümanist Yahudilik, sadece Tevrat'ın değil, tüm Yahudi deneyiminin Yahudi davranış ve ahlakının kaynağı olması gerektiğine inanır, Tora'yı sorgular ve onunla aynı fikirde olmamaya isteklidir.
Harflerin ilahi önemi, Yahudi mistisizmi.
Kabalistler, Tora'nın sözlerinin yalnızca ilahi bir mesaj vermekle kalmayıp, aynı zamanda kendilerini aşan çok daha büyük bir mesaja da işaret ettiğini savunurlar. Böylece, bir "kotso şel yod" (קוצו של יוד), İbranice "yod" (י) harfinin serifi, en küçük harf veya dekoratif işaretler veya tekrarlanan kelimeler kadar, küçük bir işaretin bile, Tanrı tarafından oraya öğretmek için konduğuna inanırlar.
Bu, yod'un "Ben senin Tanrın RAB'bim" ( Çıkış 20:2) veya "Ve Tanrı Musa'ya şöyle dedi" ( 6:2) ifadesinde olup olmamasından bağımsızdır.
Benzer bir şekilde, Rabbi Akiva'nın (c. 50 – c. 135 CE), Tora'daki her "edattan" (את) yeni bir yasa öğrendiği söylenir (Talmud, risale Pesachim 22b); edat kendi başına anlamsızdır ve yalnızca doğrudan nesneyi işaretlemeye yarar. Başka bir deyişle, Ortodoks inancına göre, "Ve Tanrı Musa'ya şöyle dedi: ..." sözü, gerçek ifadeden daha az kutsal değildir.
Diğer dinlerde.
Samiriyelilik.
Musa'nın beş kitabı, Samiriyeliliğin kutsal metin kanonunun tamamını oluşturur.
Hristiyanlık.
Farklı Hristiyan mezheplerinin Kutsal Kitap kanonlarında Eski Ahit'in biraz farklı versiyonları olmasına rağmen, Tevrat "Musa'nın Beş Kitabı" (veya "Musa Yasası") olarak hepsinde ortaktır.
İslâm.
İslam, Tevrat'ın Tanrı tarafından gönderildiğini belirtir. Kuran'a göre Allah şöyle buyurur: "Sana Kitap'ı, kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak hak ile indiren O'dur. Tevrat'ı ve İncil'i indirdi." (Âl-i İmrân Suresi) Müslümanlar Tevrat'ı Tanrı'nın Musa'ya vahyettiği bir kitap olarak kabul ederler. Bununla birlikte, kendi kendini kanıtlayan Müslümanların çoğu, bu orijinal vahyin zaman içinde Yahudi yazıcılar tarafından bozulduğuna ("tahrif") inanmaktadır. Kuran'da Tevrat, İslam'da her zaman saygıyla anılır. Müslümanların Tevrat'a ve Musa'nın peygamberliğine inanmaları İslam'ın temel ilkelerinden biridir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5547",
"len_data": 26520,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 4.17
}
|
Venedik Okulu, Venedik'te 1550 ve 1610 yılları arası çalışan bestecilere ve ürettikleri bestelere verilen ad.
Venedik Okulu'nu yaratan en önemli faktörlerden biri, Venedik'teki müzik hayatının merkezi olan San Marco Bazilikası'ydı. Her ne kadar Doge'nin törenlerine eşlik eden enstrümantal müzikler ve koral madrigaller uzun süredir yazılıyorsa da Venedik Okulu, San Marco Bazilikası'nda yaratılmıştır.
Polikoral stili.
San Marco'nun birbirine karşı duran iki koro bölümü ve geniş, boşluklu iç yapısı, dinsel baskılardan uzak yaşayan "maestro di capellalara" yeni fikirler yaratma yolunu açan en önemli faktördür. Ses gecikmelerini ve yansımalarını bir sorun olmaktan çıkarıp avantaj hâline dönüştürmeye çalışan besteciler, bu tür efektlere pek yatkın olmayan polifoniden uzaklaşarak monofonik eserler ortaya çıkarmaya başladılar. Bununla beraber ayrılmış koro bölümlerini de müziklerine uyarlayarak ("cori spezzati") Venedik'e özgü polikoral stili yarattılar.
Bu stili ilk olarak ciddi bir biçimde uygulayan, Doge Andrea Vitti tarafından, 1527'den 1562'deki ölümüne kadar San Marco Bazilikası'nda "maestro di capella" olarak görevlendirilen Adrian Willaert oldu. Yine Venedik Okulu'na dahil edilen Gioseffo Zarlino tarafından “yeni Pisagor” olarak adlandırılan Willaert, besteciliğinin yanı sıra eğittiği müzisyenler sebebiyle de etkisini uzun süre hissettirmiştir.
Willaert'ten itibaren, Venedikli besteciler bu teknikleri kullanmış, genellikle iki koro ve onları birleştiren bir org için eserler yazmışlardır. Andrea Gabrieli zamanında en yetkin örneklerini veren bu stil, kimi zaman beşe kadar bölünebilen, zengin enstrüman eşlikli, güçlü eserlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Venedik'in müzik tarihindeki önemini yaratan bir başka faktör de baskı teknolojisi olmuştur. Matbaanın bulunuşundan sonra müzik eseri basımında hızla dünyanın en önemli merkezi hâline gelen Venedik, Avrupa'nın dört bir yanından gelen müzik adamlarını da konuk ediyordu. Özellikle Fransız ve Flaman bestecilerin ziyaret ettiği Venedik bu dönem boyunca bir uluslararası müzik merkezi görevi gördü.
Fikir ayrılığı.
1560'lı yıllarda Venedik Okulu iki grubun fikir ayrılığı sonucu ortaya çıkan yoğun tartışmalara sahne oldu. Baldassare Donato'nun başını çektiği ilerici grup, zamanın "maestro di capellası" Gioseffo Zarlino'nun liderliğindeki muhafazakâr grupla anlaşmazlığa düştü. Donato ve Zarlino'nun Aziz Marko kutlamalarında halk önünde kavgaya tutuşmalarına kadar varan anlaşmazlıkların sebebi, muhafazakâr grubun Franko–Flaman kökenli polifonik stili korumak istemesiydi. Zarlino, Cipriano di Rore ve Claudio Merulo'nun dahil olduğu muhafazakâr grupla, Donato, Giovanni Croce ve daha sonra Andrea ve Giovanni Gabrieli'nin de dahil olduğu ilerici grubun anlaşamadığı bir konu da, San Marco'da İtalyan asıllı olmayan bestecilere görev verilip verilmemesi konusuydu. 1603'te yerel bestecilerin galip geldiği bu tartışmanın sonucunda Giovanni Croce "maestro di capella" oldu. Daha sonra onu 1609'da Giulio Cesare Martinengo ve 1613 yılında Claudio Monteverdi izledi.
Etkileri.
Venedik Okulu'nun en önemli zamanları, 1580'lerde Andrea ve Giovanni Gabrieli'nin güçlü enstrüman ve org destekli polikoral yapıtlarını verdikleri zamandır. Gabrieli gibi bestecilerin ve Claudio Merulo ve Girolamo Diruta gibi orgcuların yetiştirdiği müzisyenler Avrupa'nın her yanına dağılmış ve Venedik Okulu stilini geliştirmişlerdir. Heinrich Schütz, Jan Pieterszoon Sweelinck, Dietrich Buxtehude ve Johann Sebastian Bach bu stilden etkiler taşıyan bestecilerden bazılarıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5574",
"len_data": 3537,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.99
}
|
Kalkülüsün temel teoremi, türev ve integral işlemlerinin ilişkisini açıklayan teoremdir. Teoreme göre, bir fonksiyonun integralinin türevi o fonksiyonun kendisidir.
formula_1
Burada c herhangi sabit bir sayıdır.
İntegralleri limit yöntemiyle çözmek daha zor olduğundan onun yerine bu teorem aracılığıyla "neyin türevi bu fonksiyonu verir" işlemi yapılarak temel integraller bulunabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5575",
"len_data": 386,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.99
}
|
İncil (, "Eûángelion"), İsa'nın yaşamını, öğretilerini, ölümünü ve dirilişini anlatan her bir biyografidir. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna tarafından kaleme alınmış olan ve yazarlarının adlarıyla anılan dört incil, Yeni Ahit'in (Ahd-i Cedit/Yeni Antlaşma) ilk dört bölümünü teşkil eder. İncil sözcüğü Türkçe konuşan kimseler arasında sıklıkla Yeni Ahit anlamında kullanılır. Bu kullanıma –hatalı olsa dahi– Türkçe Hristiyan kaynaklarda da rastlanabilir. Bu kaynaklarda Müjde sözcüğü de Yeni Ahit anlamında kullanılır.
Yeni Ahit'in ilk dört bölümüne (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna) "kanonik inciller" denir. Kitâb-ı Mukaddes (Kutsal Kitap) kanonunda yer almayan incillere ise "apokrif inciller" adı verilir.
Etimoloji.
İncil sözcüğü Türkçeye Arapçadan geçmiştir. Nöldeke'ye göre Arapçaya ise Habeşçe "wangil" sözcüğünden geçmiştir. Kelimenin aslı Yunanca "Ευαγγέλιον" ("euangelion") şeklindedir ve "iyi haber, müjde" anlamına gelir. Latinceye evangelium olarak geçmiştir.
İncil sözcüğünün İngilizcedeki karşılığı "gospel" ise Eski İngilizcedeki "godspel" sözcüğünden gelir. Bu sözcük Yunanca eungelion (müjde) kavramının Latince çevirisi "bona adnuntiatio"nun (iyi haber) İngilizce çevirisidir ve "good" (iyi) ile "spel" (mesaj) sözcüklerinden oluşturulmuştur.
İncil ("euaggelion") kelimesini, Yeni Ahit külliyatı içinde Hristiyanî anlamda ilk defa Pavlus "İsa tarafından öğretilen yeni doktrin" anlamında kullanmıştır. Pavlus Hristiyan doktrinini kendi anladığı şekilde yaymış ve bu yorumu "benim incilim" veya "müjdelediğim incil" olarak tanımlamıştır. Pavlus'un incili Mesih'in ölümü ve dirilişi üzerine temellendirilmiştir. Yeni Ahit'in yazarları incil kelimesini genellikle "Mesih tarafından insanlığa getirilen ve havarilerce vaaz edilen kurtuluş müjdesi, İsa Mesih'in doktrini" anlamında değerlendirmiştirler. Bu anlamıyla İsa aracılığıyla Tanrı ve insanlar arasında yapılan "yeni ahit"i ifade etmektedir.
İncillerde İsa'nın hayatı.
İnciller Celileli bir marangoz, öğretmen ve şifa dağıtıcısı olan İsa'nın hayatını özetle anlatırlar. İsa bir Yahudi olarak Roma İmparatorluğu'nda dünyaya geldi (MÖ 8-MÖ 2). İsa Hristiyan ve İslâmî kaynaklara göre bir mucize eseri olarak Bakire Meryem'den babasız dünyaya gelmiştir.
Yahudilerin yüzyıllardır beklediği Mesih olduğunu ileri süren İsa, dinî öğretilerini yaydı ve geniş bir kitleyi peşinden sürükledi. Bazı Yahudi din adamlarının teşviki ve Roma'nın Yahudiye eyaletinin valisi Pontius Pilatus'un emri ile Kudüs'te çarmıha gerildi (MS 29-MS 36). İsa hakkında incil dışı tarihi kaynaklarda da bahsedilir. Yahudi tarihçi Josephus ve en önemli Roma tarihçilerinden olan Senatör Tacitus İsa'nın çarmıhtaki ölümü hakkında yazmışlardır.
Yazılma süreci.
Hristiyan kaynaklarına göre, İsa'nın çarmıhta öldürülmesi ve üç gün sonra diriltilerek göğe yükseltilmesi havarileri ve diğer öğrencileri arasında büyük etki yarattı. Havariler İsa'nın göğe alınışından sonra bir süre Filistin'de kaldılar. Ancak hem Yahudi muhafazakârlar hem de Romalılar'dan gördükleri baskılar nedeniyle dünyanın değişik yerlerine göç etmek zorunda kaldılar. Bunun sonuçlarından biri de Hristiyanlığın yayılması oldu. Havarilerden Petrus Roma'da, Bartalmay Ermenistan'da, Yehuda (Taday) ve Yurtsever Simun Pers topraklarında öldürülmüştür.
Hristiyan kaynaklarının aktardığına göre, İsa'nın havarileri ve onların yakın çevresinde yer alan kişiler İsa'nın öğretilerini anlatmayı sürdürdüler. Öğrencilerin önderi konumundaki Petrus Roma'da yaşamaktaydı. Onun yakın çalışma arkadaşı Markos büyük olasılıkla Petrus'un anlattıklarını bir araya getirerek İsa'nın yaşamını anlatan en eski incil kitapçığını yazmıştır (M.S. 50-60 yılları). Yeni Ahit uzmanlarına göre diğer incil yazarları İsa'nın öğrencisi Matta Levi ve Pavlus'un yakın çalışma arkadaşı doktor Luka'dır ve bu kitaplar Markos İncili ve başka bilgi kaynaklarının da birleşimiyle yazılmıştır. Her iki kitapçığın da 70 yılları dolayında yazıldığı düşünülmektedir. Yine İsa'nın öğrencisi olan Yuhanna ise incilini 85 yılından sonra kaleme almıştır. İncillerin yazım tarihleri kesinlik içermemekle beraber ilk olarak Grekçe yazılmıştır.
Yeni Antlaşma 27 kitapçıktan oluşmaktadır. İnciller ise İsa'nın yaşamını anlatan ilk dört kitapçıktır. Sonraki kitapçıkların büyük bir bölümü ise İsa'nın öğrencilerinin (elçilerinin) kiliselere yazdığı mektupları içerir.
Kanonik incillerin belirlenmesi.
İsa'dan sonraki ilk iki yüzyılda çok sayıda incil ortaya çıkmıştır. Bu inciller 2. yüzyıldaki Gnostisizm akımından etkilenerek İsa'dan 150 yıl sonra yazılan incillerdir. Kanonik incillerin oluşumu kiliselerde geleneksel olarak gerçekleşip kilise babalarının yazılarıyla onaylanmıştır. İlk olarak 27 kitabın tamamını bahsederek kanonik incil kelimesini kullanan kilise babası İskenderiyeli Athanasius'tur. İncillerin içerdiği kitapların resmi bir şekilde doğrulanması bu tarihten daha ileride gerçekleşmiştir. Augustinus'un otoritesiyle 381 yılında toplanan Roma Konsili'nde ilk defa resmi bir şekilde kanonik incil listesi kabul edilmiştir.
Sinoptik inciller.
Kitab-ı Mukaddes'teki incillerin üçü; Matta, Markos ve Luka'nınkiler, gerek verdikleri bilgi gerekse üslup açısından birbirini andırır. Bunlara sinoptikler denir. Yuhanna'nın incili, diğerlerinden farklıdır. Sinoptik incillerin ortak bir kaynaktan (Q metni) kaynaklandığı öne sürülmüştür. Ama "Q" belgesine dair hiçbir kanıtımız yoktur ve kanıtlanamazdır, hatta Q'ya inananların arasındada belgede nelerin yazdığına dair anlaşmazlıklar bulunur.
Kanonik inciller.
Matta İncili.
Matta İncili, İsa'nın on iki havarisinden biri olan, Roma vergi memuru Celileli Matta tarafından yazıldığı kabul edilen incildir. Yeni Ahit'in ilk bölümünü meydana getirir. Kelime anlamı olarak Matta, İbranice "efendimizin (tanrımızın) hediyesi" anlamına gelmektedir. MS 52 - 68 yılları arasında, Kudüs düşmeden önce yazıldığı tahmin edilmektedir.
Matta İncili, İsa'nın soyağacı ile başlar, hayatını ve dinî faaliyetlerini özetler. Havarilerin seçimini ve İsa'ya katılışlarını anlatır. Muhtemelen ilk olarak İbranice yazılmıştır. Markos İncili temel alınmıştır. Diğer üç kanonik incilden çok daha fazla Eski Ahit referansı içermektedir. İsa'nın da mensubu olduğu Yahudi toplumunu hedeflediği düşünülmektedir. Yahudileri, Nasıralı İsa'nın yüzyıllardır bekledikleri Mesih (kurtarıcı) olduğuna inandırmayı amaçlar. İsa'nın kral olduğu belirtilir. Yahudilerin fizikî ve materyalist bir kurtarıcı ve krallık beklemelerinden ötürü Matta İncili'nde İsa'nın manevî krallığı vurgulanır.
Markos İncili.
Markos İncili, Yeni Ahit'in ilk dört bölümünü oluşturan kanonik incillerden ikincisidir. "Evanjelist Markos" olarak da bilinen Yuhanna Markos tarafından yazılmıştır. Markos, Barnabas'ın kuzeni ve İsa'nın havarisi Petrus'un (Simun) yakın arkadaşıdır. Markos'un incili Petrus'a dayanarak yazdığı kabul edilir. MS 60'lı yılların sonlarında veya 70'li yılların başlarında yazılmıştır. Matta ve Luka İncillerine kaynak teşkil ettiği ve incillerin en eskisi olduğuna inanılır. Vaftizci Yahya'dan İsa'nın göğe yükselişine kadar olan kısmı anlatır. Kısa versiyonunda İsa'nın boş mezarına kadar olan kısmı anlatır.
Luka İncili.
Luka İncili, Vaftizci Yahya'nın doğumundan İsa'nın göğe yükselişine kadar olan yaklaşık 35 yılı kapsar. MS 60'lı yıllarda yazıldığı tahmin edilmektedir. Markos İncili'ni baz aldığı kabul edilir. Karakteristikleri, dönemin Yunanlarına hitap ettiğini düşündürür. İncilin yazıldığı dönemlerde Romalılar askerlikte ustalaşmış iken, Yunanlar bilgelikleriyle meşhurdurlar. Bu nedenle Luka İncili İsa'yı kusursuz bir insan ve tanrının bilgeliğinin insan şekline bürünüşü olarak resmeder. İsa'nın ibret verici kısa hikâyelerine geniş yer verir. İsa'nın Kutsal Ruh'la olan ilişkisini en yoğun şekilde ele alan kitaptır. Ayrıca Kutsal Ruh'un gücü sayesinde kilisesini kurduğunu ve Kutsal Ruh'tan akan sözlerini, vaatlerini anlatır.
Yuhanna İncili.
Yuhanna İncili, Yeni Ahit'in ilk dört bölümünü meydan getiren kanonik incillerden sonuncusudur. Kelime anlamı olarak "sevgili" veya "sevilen" demektir. Balıkçılık yaparak geçinen, "Evanjelist Yuhanna" olarak da bilinen, havari Yuhanna tarafından yazılmıştır. MS 90'lı yıllarda yazıldığı tahmin edilmektedir. Vaftizci Yahya'nın (Yahya Peygamber) dini faaliyetlerinden, İsa'nın göğe yükselişine kadar olan zaman aralığını kapsar.
Yuhanna İncili, İsa'nın kilisesinin oluşumunu anlatır. Cennetteki krallığından insanlığa yol göstermeye devam edeceği vurgulanır. Bu anlamda, diğer inciller gibi belirli bir kesimi değil, tüm insanlığı hedeflediği düşünülebilir. "Dünya" kelimesi birçok yerde tekrarlanır. Diğer incillerde vurgulanan İsa'nın insanî veya dünyevî faaliyetlerinden ziyade doktrinlerine geniş yer ayırır
İncillerin mesajı İsa'nın kimliği ve eylemleridir. Hristiyanlar için insanlığın temel sorunu günahtır. Günahkâr insan kutsal tanrı ile ilişki kuramaz. Günah insana ölüm getirir ve herkes bu ölümü hak etmektedir. Dünyada yaşamış tek günahsız kişi olan İsa ise insanların günahlarını bağışlatan bir kurban olarak çarmıhta ölmüştür. Tanrı bu kurbanı kabul ederek, İsa'yı ölümden diriltmiştir. Eğer bir insan İsa'nın ölümü ve dirilişine ve bu gerçeklerin onun yaşamındaki etkilerine iman ederse (güvenirse) günahlarından ve sonuçlarından kurtulacaktır. İsa'nın ölümü günahları bağışlatan bir kefaret kurbanı işlevi görmüştür. Dört kanonik incilde sık sık İsa'nın Mesih olduğu belirtilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5587",
"len_data": 9340,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.48
}
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.