text
stringlengths
3
198k
metadata
dict
Eski Ahit veya Eski Antlaşma (arkaik tabirle "Ahd-i Atik"), Kutsal Kitap'ın (Kitâb-ı Mukaddes) İbranice kaleme alınmış olan ilk kısmına Hristiyanların verdiği isimdir. Yahudilerin Tanah ve Müslümanların Tevrat ve Zebur olarak kabul ettikleri kitapları içinde barındırır. Kutsal Kitap'ın birinci yüzyılda Grekçe kaleme alınan yazılarına "Yeni Ahit" adı verildi. İnançlı Yahudilerce "Yeni Ahit" kabul edilmez. Toplam 39 bölümden oluşur. Eski Ahit; Tevrat, Tarihsel Kitaplar, Şiirsel Kitaplar, Peygamberlik Kitapları olarak 4 temel bölüme ayrılır. Kavramlar ve anlamları. Yahudilikte. Üç kısımdan oluşur: 1. Tora (Yasa/Öğreti) 2. Nev'im (Peygamberler) ve 3. Ketuvim (Kitaplar). Tanah kavramı (İbranice: תנ״ך TNK; not: İbranicede K harfi ortada ve sonda kullanıldığı zaman H olur) bu üç kısmın ilk harflerini içeriyor: T (=Tora), N (=Nev'im) ve K (=Ketuvim). Hristiyanlıkta. 1. Türkçe: Ahd-i Atik, Eski Ahit, Eski Antlaşma 2. Latinceden etkilenmiş olan dillerde: Old Testament (İngilizce), Altes Testament (Almanca), l'Ancien Testament (Fransızca), Antico Testamento (İtalyanca) Testament ve Ahit / Antlaşma Bu kavramlar 2. Korintoslular 3:14'te bulunan Yunanca bir ifadenin tercümesidir. 2. Korintoslular 3:14'teki Yunanca ifade diathḗké'dir. Tertullianus M.S. 200 civarında ilk olarak Yunanca diathḗké Latince "testamentum" ile çevirdi. Bugün Avrupa'daki dillerde kullanılan „Testament“ (=vasiyetname) kavramı Latince "testamentum" ve Yunanca "διαϑήκης" (diathḗké) sözcüğünün hatalı bir tercümesidir. Latince testamentum sözçüğünün anlamı hakkında "Essays in Biblical Greek" eserinde şunu okuyabiliriz: "Umumi Latincenin filolojisi tanınmadığı için eskiden "testamentum" kelimesinin "testament" ("vasiyetname") ya da "son istek" anlamına geldiği düşünüldü; halbuki yalnız "ahit" anlamına gelir." 2. Korintoslular 3:14'teki "diathḗké" sözcüğü aslında "ahit" yani "antlaşma" demektir. Temel bir eser olan "Theologische Realenzyklopädie" 2. Korintoslular 3:14 hakkında; eski "diathḗké"'de okumanın, gelecek ayette belirtildiği gibi Musa'yı okumakla bir olduğunu yazar. Devamen, eski "diathḗké" Musa'nın kanununu, olsa olsa "Pentatök"'ü ("Musa'nın beş kitabı") kastettiğini anlatır. Yunanca "diathḗké" sözcüğü kesinlikle İbranicede yazılan 39 (Başlangıç'tan Malaki'ye kadar) kitabı kastetmez. Pavlus, 2. Korintoslular 3:14'teki sözleriyle bu 39 kitabın küçük bir kısmına değinir. O, Musa'dan Pentatök içinde kaydedilen Kanun "Ahdinden" ("Kanun Antlaşmasından") söz etti. Kanun Ahdi Sina Dağında Tanrı ile İsrailoğulları arasında yapılan bir antlaşmadır. Tanrı'nın bu ahitte dile getirdiği iradesi havra (Yunanca: "synagōgē") ibadetlerinde okundu. Pavlus, Eski Ahdin İsa tarafından yerine getirildiğini ve böylece inananların zihinlerinden simgesel bir peçe kaldırıldığını açıkladı. Bu, "diathḗké"'nin asıl anlamıyla uyum içindedir. Hristiyanlık-Yahudilik karşıtlığında, ahit kelimesinden önce kullanılan "eski;" niteliği "eskimiş", "iptal edilmiş" ve "geçerli olmayan" olarak yorumlandı. Bu yorum Yahudiliğin değerden düşürülmesine hizmet etti. Fakat İsa Mesih ve takipçileri Kutsal Kitabın bir kısmının güncelliğini kaybettiğini ya da eski olduğunu ima etmektense, bu kayıtlardan “"Kutsal Yazılar"” olarak söz ettiler (Matta 21:42; Romalılar 1:2). Onlar o zamanki Yahudilik gibi aynı ya da benzeyen kavramlar kullandılar. O nedenle Eski Ahitten yani Eski Antlaşmadan İbranice Kutsal Yazılar ya da İbranice Kutsal Kitap olarak söz etmek daha uygundur; çünkü Kutsal Kitap'ın bu kısmının büyük bir bölümünün orijinal hali İbranice yazılmıştır. Benzer şekilde Yeni Ahit yani Yeni Antlaşma denilen kısımdan da Yunanca Kutsal Yazılar ya da Yunanca Kutsal Kitap olarak söz etmek daha uygundur; çünkü Kutsal Kitap'ın bu kısmını yazmak üzere Yunanca kullanıldı. İslamiyette. Bir görüşe göre "Tevrat" adı İbranice "torah" kelimesinden Arapçaya geçmiştir ve Musa'nın beş kitabı için kullanılır. Fakat gelenekte Tevrat denilince İbranice (ve Aramca) yazılmış olan tüm 39 kitabı da kapsayan İbranice Kutsal Yazılar anlaşılır. Bu iki farklı anlayışın sebebi, Kur'an'da Tevrat'ın hangi peygambere verildiğinin açıkça belirtilmemesidir. Ayetlerde Musa'ya "Kitap"ın verildiği, "Tevrat"ın bir hidayet ve nur olarak İsrailoğullarının elinde olduğu ve peygamberlerin onunla hükmettikleri belirtilmekte ama Musa'ya verilen kitabın Tevrat olduğuna dair açık bir ifade bulunmamaktadır. Bununla birlikte Kur'an bilginleri Musa'ya verilen kitabın Tevrat olduğunda fikir birliği etmişlerdir. Onlardan hiçbiri İncil'in İsa, Zebur'un Davud'la birlikte zikredilmesine rağmen Tevrat'ın Musa ile zikredilmemesinin üzerinde durmamışlardır. Ayrıca, Kur'an'da Musa'ya Kitap ve Furkan'ın (hak ile batılı ve doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyeti veyahut doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayıran anlamında kullanılan kelimedir) verildiği yazar. İslam inancında "Zebur"un Tevrat'tan ayrı bir kitap olduğu kabul edilir. Çünkü Kur'an'da Tevrat, Zebur ve İncil'in isimleri ayrı ayrı zikredilmektedir. Fakat Zebur Kutsal Kitap içinde Tevrat'tan ayrı bir kitap değil Tevrat'ın 39 bölümünden biridir. Orada Mezmurlar adıyla geçer (İbranice: "Mizmor," çoğulu: "Mizmorim" [ilahi şarkı], Arapça: Mezmur/mizmar, çoğulu: Mezamir [çalgı, kaval], Yunanca: "Psalmoi" [arp eşliğinde söylenen şarkı]). Bazı dil bilimcilere göre "zebûr" kelimesinin kökeni "yazmak" anlamındaki "zebr" masdarıdır ("Lisânü'l- Arab", "Tâcü'l-ʿarûs"). "Zeccac'a göre ise Zebur kelimesinin kökü "menetmek" anlamına gelen "zebr"dir. İşte Davud'a verilen Zebur da içinde kötülüklerden sakındıran nasihatler ve vaazlar bulunduğu için bu isimle anılmıştır." İbranice Kutsal Yazıların dilleri. Eski Ahit denilen kısım İbranice dilinde yazıldı. Sami dil ailesi içinde yer alır, hatta bu dil ailesinin atasıdır. Bu dilin İbrahim'in döneminde Kenan'da konuşulan dille de bağlantılı olduğu anlaşılıyor. Kenanlılar kendi konuştukları İbrani dilinde farklı lehçeler geliştirdiler. İşaya 19:18'de söz edilen “Kenan dili” budur. İbranice Kutsal Yazılarının dili 'Yahudice' de adlandırılır (İşaya 36:11; 2. Krallar 18:26, 28; 2. Tarihler 32:18; Nehemya 13:24). M.Ö. 6. yüzyılda Yahudiler Babil'deki sürgünde bulundukları zaman oradaki resmi dil olan Aramca (ya da Aramice) konuştukları İbraniceyi etkiledi. Aramca da Sami dil ailesine aittir ve İbraniceye yakın olan bir lisandır. İbranice Yazıların küçük kısımları Aramca yazıldı: İbranice Kutsal Yazılarının yazılış zamanı. İbranice Kutsal Yazıların tanıklığı. İlk olarak Musa İsraillilerle birlikte Mısır'dan çıktıktan sonra Sina Çölü'nde bulunduğu zaman "Pentatök"'ü (ilk beş kitap) kaleme aldı. İsrail'in Mısır'dan çıkış tarihini tespit etmek için, Pers kralı Büyük Kiros'un Babil'i fethettiği zamandan başlayarak geriye hesaplanması gerekir. Bu olay, hem İbranice Kutsal Yazılarda hem de dindışı tarihte iyi bilinen bir olaydır ve tarihi tartışılmaz. Tarihçiler, Koreş'in komutasındaki Med ve Pers kuvvetlerinin Babil şehrini ele geçirmesi M.Ö. 539 yılında olduğunu kabul ederler. Bu olay Daniel 5:30'da kayıtlıdır. Çeşitli eski tarihçiler (Diodoros, Africanus, Eusebios, Batlamyus ve Babil tabletleri) Kiros'un Babil'i M.Ö. 539'da ele geçirdiği konusunda hemfikirdir. Nabonidus Kroniği şehrin düşüşünün yılını belirtmediği halde ay ve gününü bildirir. Böylece Babil'in düşüşü Jülyen takvimine göre M.Ö. 11 Ekim 539'a veya Gregoryen takvimine göre M.Ö. 5 Ekim 539'a tarihlendirilir. Kiros'un saltanatının ilk yılında, yani M.Ö. 537'nin ilkbaharından önce çıkardığı bir fermanla Yahudiler serbest bırakıldılar. Ezra 3:1'de, İsrailoğullarının yedinci ay olan Tişri'de (Eylül-Ekim) Yeruşalim'e (Kudüs) dönmüş olduğu kayıtlıdır. O halde, Yahudilerin Yeruşalim'de tekrar oturmaya başladıkları tarih M.Ö. 537'nin sonbaharıdır. Bu tarih önceden bildirilen bir dönemin sonuna işaret eder. M.Ö. 537, Vaat Edilmiş Toprakların ‘viraneye döneceği yetmiş yıllık’ dönemin sonuydu (Yeremya 25:11, 12; 29:10). Bu sözleri çok iyi bilen Daniel, ‘"yetmiş yıllık"’ dönemin sonu yaklaşırken Tanrı'ya yönelip yardım diledi (Daniel 9:1-3). “Yetmiş yıl” M.Ö. 537 sonbaharında sona erdiğine göre, M.Ö. 607 sonbaharında başlamış olmalıdır. Birinci ve İkinci Krallar kitaplarında İsrail ve Yahuda krallarının saltanat süreleri kayıtlıdır. Bu sürelerin toplanması birleşik İsrail krallığın ikiye bölündüğü zamandan beri Yeruşalim'in yıkılışına kadar 390 yıl geçtiğini gösterir. M.Ö. 607'den geri sayarsak, 390 yıllık dönemin M.Ö. 997'de başladığını görürüz. O yıl Yeroboam Süleyman'ın ölümünden sonra, Davut'un krallığıyla bağlarını koparıp "İsrailoğullarını Rabbin yolundan ayırdı ve onları büyük bir günaha sürükledi." (2. Krallar 17:21). Süleyman'ın 40 yıl süren saltanatı M.Ö. 997'nin ilkbaharında bitti. Bunun için ilk saltanat yılı M.Ö. 1037'nin ilkbaharında başlamış olmalıdır (1. Krallar 11:42). 1. Krallar 6:1 ayeti Süleyman'ın saltanatının dördüncü yılının ikinci ayında, Tanrı'nın tapınağını Yeruşalim'de inşa etmeye başladığını söyler. Bu, mabedin yapımının başladığı güne kadar Süleyman'ın resmen kral olmasının üzerinden üç tam yıl ve bir ay geçtiği anlamına gelir. Dolayısıyla Süleyman M.Ö. 1034 yılında (Nisan-Mayıs) tapınağı inşa etmeye başlamış olmalıdır. Bununla birlikte aynı ayet (1. Krallar 6:1), mabedin yapımının ‘"İsrailoğullarının Mısır diyarından çıkışının dört yüz sekseninci yılında"’ başladığını da söylüyor. Bu ayette geçen “"dört yüz sekseninci"” sayısı yine bir sıra sayısıdır ve bununla 479 tam yıl kastedilir. Böylece M.Ö. 1034 yılından 479 yıl geri hesaplayarak İsrailoğullarının Mısır'dan çıkış yılı olarak M.Ö. 1513'ü buluruz. Musa Mısır'dan çıktıktan sonra çöldeyken Tevrat'ı yazmaya başladı. İbranice Kutsal Yazıların yazılış zamanı açısından son kitabı "Malaki" kitabıdır. Kayda göre o sırada bir vali diyarı yönetiyordu (Malaki 1:8). Bu ayrıntı, Yahuda’nın 70 yıl ıssız kalışının ardından Yeruşalim’in yeniden inşa edildiği döneme işaret eder. Kayıtta sadece orada sunulan hizmetlerden bahsettiği için Yeruşalim'deki tapınağının inşası bitirilmiş idi. Bunun için Malaki kitabında anlatılan dönem, mabet tamamlandığı sırada görevde olan birinci Vali Zerubbabel’den (Haggay 2:21) sonrası olmalıdır. İbranice Kutsal Yazılar o dönemde sadece bir validen daha söz eder; bu Nehemya’dır (Nehemya 5:14). Kaydın Nehemya’nın valilik döneminin ilk zamanlarında yazılmadığı anlaşılıyor. Çünkü Malaki Yeruşalim ile surlarının inşasına dair hiçbir şey söylemedi. Malaki, görevini kötüye kullanan kâhinler hakkında birçok ayrıntı verir. Dolayısıyla kitabını Nehemya’nın Yeruşalim’e ikinci kez geldiğinde yazdığı anlaşılır. Nehemya Artakserkses’in saltanatının 32. yılında, yani M.Ö. 443’te, kralın emri üzerine Babil’e geri çağrılmış, fakat sonra tekrar Yeruşalim’e dönmüştü (Nehemya 13:6; Malaki 2:1). Malaki ve Nehemya kitaplarında birbirlerine benzeyen bazı pasajların bulunması bu iki kaydın aynı dönemde yazıldığına işaret eder. (Malaki 2:4-8, 11, 12 - Nehemya 13:11, 15, 23-26; Malaki 3:8-10 - Nehemya 13:10-12). Musa'nın bilgi kaynağı Musa bilgisini üç yolla edinmiş olabilir: 1.) Musa Tanrı'dan haberler aldığını belirtir (Çıkış 17:14). Tanrı'nın peygamberlere ilham ettiğine inanan insanlar, Başlangıç kitabının Tanrı'nın yönlendirmesiyle kaleme alındığını kabul ederler. Musa yaratılış hakkındaki bilgileri yalnız bu şekilde alabildi. 2.) Öbür ayrıntılar ise sözlü gelenekle bir nesilden sonraki nesle nakledilmiş olabilir. Başlangıç kitabına göre Nuh Tufanından önce yaşamış olan insanlar uzun yaşadıkları için ilk insan Adem'den Musa'ya kadar ancak beş nesil geçmişti: Metuşelah, Sam, İshak, Levi ve Amram. 3.) Başka bir ihtimale göre Musa tarihsel bilgisini, var olan yazı ve belgelerden aldı. 18. yüzyılda Hollandalı bilgin Campegius Vitringa da (1659-1722) bu görüşü savundu; çünkü Başlangıç'ta 10 defa „... soyunu anlatan kayıt budur: ...“ ya da „... ilgili kayıt şudur: ...“ (Başlangıç 2:4; 5:1; 6:9; 10:1; 11:10, 27; 25:12, 19; 36:1, 9; 37:2) gibi ibareler bulunur. Burada „kayıt“ olarak çevrilen İbranice sözcük ("tōle·dhṓth") „tarih“ ya da „kaynak“ olarak da tercüme edilebilir. Bu sebepten dolayı Vitringa ve daha sonra başkaları da tōle·dhṓth kavramını Musa'dan önceki tarihsel belgeler olarak anladı. Onlar, bu raporların isimleri geçen kişiler tarafından (Adem, Nuh, Nuh'un oğulları, Sam, Terah, İsmail, İshak, Esav ve Yakup) kaleme alındığını ya da bu ataların bu belgelerin sahipleri olduğunu varsaydı. Diğer bir görüşe göre bu kayıtlar, daha kapsamlı bir tarih raporunun kısımlarını birbirlerinden ayıran başlıklardır. Dinbilimcilerin görüşü. Tanah'ın yazılış zamanıyla ilgili birçok teori vardır. • Dinbilimcilerin çoğu M.Ö. 1200 ila M.Ö. 100 yılları arasında yazıldığını kabul eder. • Tevrat'ın Musa tarafından yazılmadığını iddia eden eleştiriciler (Wellhausen ve taraftarları), M.Ö. 950'de değişik yazarların Tanah'ı kaleme almaya başladıklarını ileri sürerler. • Başkaları Tanah'ın Yahudilerin Babil'den dönmelerinden sonra (M.Ö. 5./4. yüzyılda) yazıldığını düşünürler. İbranice Kutsal Yazı sayılan kitapların listesi. (1)Parantez içinde olan (No. 1-5) isimler kitapların Latince adlarıdır. (2)Kitapların (No. 1-5) Yahudice isimleri metinlerin ilk sözleridir. Yahudilikte 24 kitap sayılır çünkü bazı kitaplar birleştirilmiştir. (örneğin: 12 peygamber = bir kitap). Birkaç Yahudi bilgin Rut ve Hakimler kitapları ile Yeremya ve Ağıtlar kitaplarını da birlikte kabul etmişlerdir. Bu şekilde İbranice alfabenin harflerinin sayısına denk gelen 22 kitabı elde etmiş oluyorlar. Bunun için Yahudi tarihçisi Flavios Josephus 22 kitaba değindi. ('Kanon ya da kitaplar listesi'ne bakınız). Kanon ya da kitaplar listesi. Kutsal Yazılara ait olan kitapların tümü Hieronymus (M.S. 347-420) tarafından Latince "Bibliotheca Divina" yani "Tanrısal Kütüphane" olarak adlandırılmıştır. Bu kütüphanenin bir kataloğu yani içindeki yayınların resmi bir listesi vardır. Bu liste bazı dillerde "kanon (uyumlu)" olarak adlandırılır. Yunanca "kanon" sözcüğünün İbranice karşılığı "kaneh"’tir. Geçmişte bu sözcük, ölçme çubuğu olan bir kamış için kullanılırdı. Dolayısıyla “"kanonik"” (Kutsal Metinler dizisine ait) kitaplar, doğru inançların, öğretilerin ve davranışların saptanmasında güvenilir bir ölçü olarak kullanılacak değerde olan gerçek kitaplardır. M.S. birinci yüzyıl Yahudi tarihçisi Flavios Josephus, "Pros Apiona" (Apion’a Karşı) adlı eserinde İbranilerce kutsal kabul edilen tüm kitaplara değinir. O şöyle yazar: “Birbiriyle çelişen binlerce kitabı kendi kitabımız olarak kabul etmiyoruz. Resmen kabul ettiğimiz kitaplar yalnızca yirmi iki tanedir ve tüm devirlerin kaydını içerir. Bunlardan beşi Musa’nın kitabıdır; bu kitaplarda Tanrı’nın kanunları ve insanın doğuşundan bu kanunları bildiren kişinin ölümüne dek yaşanan tarihsel olaylar yer alır. . . . . Musa’nın ölümünden Pers kralı Ahaşveroş’un ardılı olan Artakserkses’e kadar yaşamış peygamberler, on üç kitapta kendi devirlerinde geçen olayları kaleme aldılar. Diğer dört kitap Tanrı’ya ilahiler ve insan davranışlarını şekillendiren genel ilkelerle doludur” Böylece Josephus, İbranice Kutsal Metinler dizisinin M.S. birinci yüzyıldan çok önce belirlenmiş olduğunu gösterir. Geleneksel Yahudi inanışına göre İbranice Kutsal Metinler dizisinin derlenmesi ve listelenmesi işini Ezra başlatmış ve Nehemya tamamlamıştır. Ezra bir Kutsal Kitap yazarı olmasının yanı sıra kâhin, bilgin ve Kutsal Yazıları kopyalama işinde görevli biri olarak, bu iş için kesinlikle yeterli durumdaydı (Ezra 7:1-11). Dolayısıyla İbranice Kutsal Metinler dizisinin M.Ö. beşinci yüzyılın sonunda tamamlandığı yönündeki genel inanıştan kuşku duymak için bir neden yoktur. Apokrif yazılar Yunanca "apokrifos" (ἀπόκρυφος [apokryphos]) sözcüğü “"özenle gizlenmiş şeyler"" için kullanılır. Bu terim, kişisel olarak okunmaya değer görülmekle birlikte, Tanrı ilhamı olduğuna ilişkin kanıt içermeyen ve asıl kaynağı hakkında kuşku uyandıran kitaplar için kullanılır. Geçmişte bu kitaplar ayrı tutulur ve topluluk önünde okunmazdı. Bu nedenle bu kitaplara “"gizlenmiş"” anlamı taşıyan bir isim verilmişti. M.S. birinci yüzyıl Yahudi tarihçisi Flavios Josephus, Pros Apiona (Apion’a Karşı) adlı eserinde İbranilerce kutsal kabul edilen tüm kitaplara değinir. Onun listesinde apokrif yazılar İbranice Kutsal Yazılar'a dahil edilmediler. (Dipnot 11'e bakınız). M.S. 397’deki Kartaca Konsili’nde, Kutsal Metinler dizisindeki Ester ve Daniel kitabına eklemeler yapılması ve apokrif kitaplardan yedisinin İbranice Kutsal Yazılara eklenmesi önerildi. Buna rağmen Katolik Kilisesi bu eklerin Kutsal Metinler dizisine dahil edilmesini ancak 1546’daki Trento Konsili’nde kesin olarak onayladı. Apokrif yazılar: El Yazmaları. İbranice Kutsal Yazıları ilk kaleme alanlar ve çoğaltanlar bunları, o dönemde yaygın olarak kullanılan ve kolayca bozulabilen papirüs ve parşömen gibi malzemeler üzerine yazdılar. Papirüs, aynı adı taşıyan bir su bitkisinden, parşömen ise hayvan derilerinden yapılır. Yazıcılar yaklaşık M.S. 4. yüzyıldan itibaren el yazmalarında papirüs yerine genellikle dana, kuzu ya da keçi derisinden yapılan ve daha dayanıklı bir malzeme olan vellum (bir parşömen türü) kullanmaya başladılar. Orijinal metinlerin hiçbiri şimdiye kadar bulunamamıştır. Çünkü papirüs ve deri gibi dayanıksız malzemeler nemli iklimlerde hızla çürür. "The Anchor Bible Dictionary" şöyle diyor: “Bölgedeki iklim şartları yüzünden, bu döneme [MÖ birinci binyıl] ait papirüs bir belge ancak çöldeki bir mağarada ya da sığınakta muhafaza edilmişse bu kadar uzun süre dayanır.” Buna rağmen Kutsal Kitabın kısımlarının eski dönemlere ait binlerce kopyası bulunmuştur. Papirüs El Yazmaları. İbranice Kutsal Yazıların bazı kısımları eski Papirüs el yazmalarında bulunur: Vellum ve Deri El Yazmaları. İbranice Kutsal Yazıların bazı kısımları eski deri el yazmalarında bulunur: İbranice Kutsal Yazılar tercüme olarak ("Septuagint" çevirisi) bazı meşhur olan kodekste bulunur: Eski tercümeler. Samiriye Pentatökü. Samiriye Pentatökü eski tarihli bir tercümedir ve İbranice Kutsal Yazıların (Eski Ahit) ilk beş kitabını içerir. Bu çeviri bir transliterasyondur. Samiriye yazısı eski İbranice yazısından türediğinden dolayı Musa'nın beş kitabının İbranice metni Samiriyelilerin kullandıkları harflere çevrildi. M.Ö. 740'ta on kabilelik İsrail krallığı Asur imparatorluğu tarafından yıkıldı (2. Krallar 15:29). Üst tabakalı İsrailliler Asur'a sürgün edildikten sonra başka halklardan insanlar Samiriye yöresine getirildiler (2. Krallar 17:24). Samiriye bölgesinde kalmış olan İsarailoğullarının tapınması oraya yerleştirilen insanların kendi put tanrılarına sundukları tapınmayla birleştirildi. Samiriyeliler yalnız Musa'nın beş kitabını kutsal olarak saydıkları için Samiriye Pentatökü adlandırılan çevirisi yapıldı. Bilginler yazılış tarihi konusunda hemfikir değildir. Bazıları M.Ö. ikinci yüzyılı öne sürer, başkaları ise tercümenin M.Ö. dördüncü yüzyılda yapıldığını düşünür. Samiriye Pentatökü ile İbranice metin arasında yaklaşık 6.000 fark bulunur, fakat bunlar ekseriyetle anlamını değiştirmeyen önemsiz ayrıntılardır. Bu tercümenin bugün mevcut olan en eski elyazmaları M.S. 12./13. yüzyıldandır. Aramca Targumlar. Aramca kavram Targum “çeviri” ya da “yorumlama” anlamına gelir. Babil'e sürgün edilen Yahudiler Pers İmparatorluğu altında yaşadıkları zaman Aramca aralarında yaygın bir dil oldu. Bu sebepten dolayı Tanah ancak Aramca tercümeleriyle birlikte okunduğunda anlaşılabiliyordu. Targum adlandırılan bu tercümelerin M.S. beşinci yüzyıldan sonra yapıldıkları düşünülüyor. Aramca Targumlar orijinal metne bağlı kalan tercümeler değil, anlamı farklı şekilde ifade eden serbest çevirilerdir. Yunanca Septuagint. Yunanca Septuagint (“Yetmiş”) çevirisi M.Ö. 280 yıllarında İbraniceden yapılan ilk ve en önemli çeviridir. Yahudi geleneğe göre İbranice Kutsal Yazılar İskenderiye'de (Mısır) 72 Yahudi bilgin tarafından Yunancaya çevrildi. Sonra bu çevirinin 70 kişi tarafından yapıldığı söylenmeye başladı. Böylece bu tercüme Septuagint adını aldı. O zamanki Yunan kültürünün etkisi altında yaşayan Yahudiler böyle bir çeviriye gereksinim duyuyordu. Septuagint'in çok sayıda papirüs fragmanı var. En eski fragmanlardan biri M.Ö. birinci yüzyıla ait olan Fouad 266 Papirüsüdür. Bu papirüs Başlangıç ve Kanunun Tekrarı kitaplarından bölümler içerir. Bu papirüs fragmanı Tanrı'nın isminin Yunanca metin içinde klasik İbrani alfabesine ait karakterlerle yazıldığını gösterir. İbranice Kutsal Yazıların tümünü içeren diğer papirüsler M.S. dördüncü ile dokuzuncu yüzyıl arasında hazırlanmıştır. Bunlar birbirinden ayrı büyük harflerle yazıldığından onsiyaller olarak adlandırılır. Diğer el yazmaları minüsküller olarak bilinir; çünkü daha küçük ve el yazısı tarzında yazılmıştır. Minüskül harflerle bitişik yazılmış el yazmaları dokuzuncu yüzyıldan matbaanın icadına dek kullanılıyordu. Yunanca Septuagint metninin önemli onsiyal el yazmaları Sina Yazması, 1209 numaralı Vatikan Yazması ve İskenderiye Yazması'dır. İçerik. • Başlangıç: Yaratılış (1); Adem ve Havva (2, 3); Kain ve Habil (4); Tufandan önceki nesiller (5); Nuh (6-9): Tufan (7, 8); Halklar listesi (10); Babil kulesi ve tufandan sonraki nesiller (11); İbrahim (12-24): İbrahim oğlunu kurban edecekti (22); İshak (25-27); Yakup (28-36); Yusuf (37-50). • Çıkış: İsrail halkının Mısır'daki köleliği (1); Musa (2-40): Musa'nın doğumu (2), Musa peygamber olarak seçiliyor (3, 4), on bela (5-11), Mısır'dan çıkış (12), Kızıl Deniz'den geçiş (13-15), İsrail çölde (16-19), 10 emir (20), Musa çölde başka kanunlar ve tapınak için yönergeler alıyor (21-40). • Levioğulları: Tanrı'nın İsraillilere verdiği kanun ve kurallar (1-27): Kurbanlar (1-7), kâhinlik (8-10), temizlik (11-15), kefaret günü (16), kan (17-20), kâhinlik ve bayramlar (21-25), başka kanunlar (26, 27). • Sayılar: Sina Dağı'ndaki olaylar (1-10); Çöldeki olaylar (10-21); Moab düzlüklerindeki olaylar (22-36). • Kanunun Tekrarı: Musa'nın ilk konuşması (1-4); Musa'nın ikinci konuşması (5-26): Tanrı'ya tapınma konusundaki kanunlar (12-16), hukuki meseleler, yönetim ve savaşla ilgili kanunlar (16-20), halkın özel ve toplumsal yaşamını düzenleyen kanunlar (21-26); Musa'nın üçüncü konuşması (27, 28); Musa'nın dördüncü konuşması (29, 30); Yeşu'nun görevlendirilmesi ve Musa'nın ilahisi (31-32); Musa'nın son hayır duası (32-34). • Yeşu: Vadedilmiş topraklara giriş (1-5); "Kenan"'ın fethi (6-12); "Diyar"ın paylaştırılması (13-22); Yeşu'nun son tembihleri (23, 24). • Hakimler: Hakimler döneminde İsrail'deki ortam (1-2); Hakimlerin işleri (3-16); Ülkedeki iç karışıklığı gösteren bazı olaylar (17-21). • Rut: Rut Naomi'den hiç ayrılmamaya karar veriyor (1); Rut Boaz'ın tarlasında başak topluyor (2); Boaz akrabalık görevini yaparak Rut'la evleniyor (3, 4). • 1. Samuel: Eli'nin hâkimlik dönemi ve küçük Samuel (1-4); Samuel İsrail'de hâkimlik yapıyor (5-7); İsrail'in ilk kralı "Saul" (Talut) (8-12); Saul'un itaatsizliği (13-15); Davut'un meshedilişi, cesareti (16, 17); Saul Davut'un peşine düşüyor (18-27); Saul'un intiharı (28-31). • 2. Samuel: Davut'un hükümdarlık döneminin başındaki olaylar (1-4); Davut kral olarak Yeruşalim'de (5, 6); Tanrı'nın Davut'la yaptığı ahit (7); Davut İsrail topraklarını genişletiyor (8-12); Davut Tanrı'ya karşı günah işliyor (11, 12); Davut'un ailesinde yaşanan sıkıntılar (13-18); Davut'un saltanatındaki son olaylar (19-24). • 1. Krallar: Süleyman kral oluyor (1, 2); Süleyman ülkeyi hikmetle yönetiyor (3, 4); Süleyman'ın mabedi (5-10); Süleyman'ın sadakatsizliği ve ölümü (11); Krallık bölünüyor (12:1 - 14:20); Yahuda: Rehoboam, Abiyam ve Asa (14:21 - 15:24); İsrail: Nadab, Baaşa, Elah, Zimri, Tibni, Omri ve Ahab (15:25-16:34); İsrail'de İlya'nın peygamberlik hizmeti (17:1 - 22:40); Yahuda'da Yehoşafat dönemi (22:41-53). • 2. Krallar: İsrail kralı Ahazya (1); Elişa İlya'nın hizmetini devralıyor (2); İsrail kralı Yehoram (3); Elişa'nın diğer mucizeleri (4:1-8:15); Yahuda kralı Yehoram (8:16 - 29); İsrail kralı Yehu (9, 10); Yahuda kralı Yehoaş (11, 12); İsrail kralları Yehoahaz ve Yehoaş (13); Yahuda kralı Amatsya (14:1-22); İsrail kralı II. Yeroboam (14:23-29); Yahuda kralı Azarya (Uzziya) (15:1-7); İsrail kralları Zekeriya, Şallum, Menahem, Pekahya ve Pekah (15:8-31); Yahuda kralları Yotam ve Ahaz (15:32-16:20); İsrail'in son kralı Hoşea (17); Yahuda kralı Hizkiya (18-20); Yahuda kralları Manasse, Amon ve Yoşiya (21:1-23:30); Yahuda kralları Yehoahaz, Yehoyakim ve Yehoyakin (23:31-24:17); Yahuda'nın son kralı Tsedekiya (24:18-25:30) • 1. Tarihler: Soy kayıtları (1-9); Saul'un imansızlığı ölümüyle sonuçlanıyor (10); Davut'un krallığı pekişiyor (11, 12); Davut ve "Tanrı’nın Sandığı" (Ahit Sandığı)(13-16); Davut ve Tanrı'nın evi (16, 17); Davut'un fetihleri (18-21); Davut'un mabet hazırlıkları (21, 22); Davut hakiki tapınmayla ilgili hizmetleri düzenliyor (23-29) • 2. Tarihler: Süleyman'ın görkemli saltanatı (1-9); Rehoboam'ın ve Abiya'nın yönetimleri (10-13); Tanrı'dan korkan kral Asa (14-16); Yehoşafat'ın iyi yönetimi (17-20); Yehoram, Ahazya ve Atalya'nın kötü yönetimleri (21-23); Yehoaş, Amatsya ve Uzziya'nın iyi başlayıp kötü biten yönetimleri (24-26); Yotam Tanrı'ya kulluk ediyor (27); Kötü kral Ahaz (28); Sadık kral Hizkiya (29-32); Manasse ve Amon'un kötü yönetimleri (33); Cesur hükümdar Yoşiya (34, 35); Yehoahaz, Yehoyakim, Yehoyakin, Tsedekiya dönemi ve Yeruşalim'in ıssız kalışı (36) • Ezra: Bir grup Yahudi geri dönüyor (1:1-3:6); Mabedin yeniden inşası (3:7-6:22); Ezra Yeruşalim'e dönüyor (7, 8); Kâhinlerin arındırılması (9, 10) • Nehemya: Nehemya Yeruşalim'e gidiyor (1, 2); Surların inşası (3-6); Halka Kanunun öğretilmesi (7:1-12:26); Surların adanması (12:27-13:3); Kirletici etkenlerin ortadan kaldırılması (13:4-31) • Ester: Vaşti'nin kraliçeliği alınıyor (1); Ester kraliçe oluyor (2); Haman'ın komplosu (3-5); Durum tersine dönüyor (6, 7); Mordekay'ın konumu yükseltiliyor, Yahudiler kurtuluyor (8-10) • Eyüp: Eyüp kitabının girişi (1:1-5); Şeytan Tanrı'ya meydan okuyor (1:6-2:13); Tartışmanın birinci turu (3-14); Tartışmanın ikinci turu (15-21); Tartışmanın üçüncü turu (22-25); Eyüp'ün son savunması (26-31); Elihu'nun konuşması (32-37); Tanrı Eyüp'e cevap veriyor (38:1-42:6); Tanrı'nın verdiği hüküm ve bereket (42:7-17) • Mezmurlar: Tanrı'ya ibadet ederken çalgı eşliğinde seslendirilen şiirler: Birinci Kitap (1-41); İkinci Kitap (42-72); Üçüncü Kitap (73-89); Dördüncü Kitap (90-106); Beşinci Kitap (107-150) • Özdeyişler: Birinci Kısım (1-9): Bu kısım bir babanın oğluyla konuşması şeklinde yazılmış, birbiriyle bağlantılı kısa konuşmalardan oluşan bir şiir şeklindedir. İkinci Kısım (10-24): Bu kısım çok farklı konularda seçme sözlerden oluşur; bunlar yaşamda karşılaşılan karmaşık durumların nasıl hikmetle ele alınacağını gösteren özdeyişlerdir. Üçüncü Kısım (25-29). Bu kısımda çeşitli konularda yararlı öğütler bulunur. Dördüncü Kısım (30, 31): Agur ve kral Lemuel'in özdeyişleri. • Vaiz: Hayattaki uğraşların boşluğu (1-3); Tanrı'dan korkan kişilere hikmetli öğütler (4-7); Herkesin sonu bir (8:1-9:12); Hikmet ve insanın yükümlülüğü (9:13-12:14). • Ezgiler Ezgisi: Şulamlı kız Süleyman'ın konak yerinde (1:1-14); Genç kız çobanı özlüyor (2:3-3:5); Şulamlı kız Yeruşalim'de (3:6-5:1): Genç kızın rüyası (5:2-6:3); Süleyman'ın son çabaları (6:4-8:4); Şulamlı kız geri dönüyor (8:5-14). • İşaya: İşaya'nın “"Yahuda ve Yeruşalim hakkında"” mesajı (1-6); İstila tehlikesi ve tüm sıkıntıların sona ereceği vaadi (7-12); Babil'in sonu bildiriliyor (13:1-14:27); Toprakları ıssız kalacak uluslar (14:28-23:18); Tanrı'nın hükmü ve sağlayacağı kurtuluş (24-27); Tanrı'nın gazabı ve lütfu (28-35); Hizkiya'nın zamanında Tanrı öfkesini Asur'a yöneltiyor (36-39); Tanrı şahitlerini teselli ediyor (40-44); Babil'den öç alınıyor (45-48); Sion teselli ediliyor (49-59); Tanrı Sion'u güzelleştiriyor (60-64); “Yeni gökler ve yeni bir yer” (65, 66). • Yeremya: Yeremya görevlendiriliyor (1); Yeruşalim sadakatsiz bir şehir (2-6); Mabet onları koruyamayacak (7-10); Ahdi bozanlar lanetleniyor (11, 12); Değişmesi olanaksız olan Yeruşalim yok olmaya mahkûm (13-15); Tanrı balıkçılar ve avcılar gönderecek (16, 17); Çömlekçi ve balçık (18, 19); Yeremya zulme rağmen vazgeçmiyor (20); Tanrı'nın yöneticilere öfkesi (21-22); “"Doğru bir filiz"” çıkacak (23, 24); Tanrı'nın milletlerle davası (25); Yeremya haklı çıkıyor (26-28); Babil'deki sürgünlere teselli (29-31); Tanrı'nın Davut'la yaptığı ahit kesindir (32-34); Tanrı'nın Rekab'a vaadi (35); Yeremya kitabı yeniden yazıyor (36); Yeruşalim'in son günleri (37-39); Mitspa'da ve Mısır'da yaşananlar (40-44); Baruk'un payı (45); Tanrı'nın kılıcı milletlere karşı (46-49); Tanrı'nın kılıcı Babil'e karşı (50, 51); Yeruşalim düşüyor (52). • Ağıtlar: Yeruşalim'in yıkılışı hakkındaki ağıtlar: İlk şiir (1); İkinci şiir (2); Üçüncü şiir (3); Dördüncü şiir (4); Beşinci şiir (5). • Hezekiel: Hezekiel gözcü olarak görevlendiriliyor (1-3); Hezekiel Yeruşalim kuşatmasını canlandırıyor (4-7); Tanrı'ya isyan eden Yeruşalim hakkındaki görüntü (8-11); Yeruşalim hakkında Babil'de bildirilen diğer peygamberlik sözleri (12-19); Yeruşalim aleyhindeki hükümler (20-23); Yeruşalim son kez kuşatılıyor (24); Milletler hakkında bildirilen peygamberlik sözleri (25-32); Hezekiel'in sürgündeki gözcülük hizmeti; ülke eski durumuna kavuşacak (33-37); Magoglu Gog ülkesine geri dönen İsrail'e saldırıyor (38, 39); Mabetle ilgili görüntü (40-48). • Daniel: Devlet hizmetine hazırlık (1); Dev heykel rüyası (2); Üç İbrani alev alev yanan fırında hayatta kalıyor (3); Nabukadnezar'ın rüyası (4); Belşazar'ın şöleni; duvardaki elyazısı (5); Daniel aslanlar çukurunda (6); Canavarlarla ilgili görüntüler (7, 8); Geleceği bildirilen Önder Mesih (9); Kuzey kralıyla güney kralının mücadelesi; Mikael harekete geçiyor (10-12). • Hoşea: Zina yapan İsrail betimleniyor (1-3); Tanrı'nın Efraim'e (ve Yahuda'ya) hükümleri (4-14). • Yoel: Böcek sürüleri ülkeyi talan ediyor; Tanrı'nın günü yakın (1:1-2:11); Tanrı'ya dönün; O, insanlar üzerine ruhunu dökecek (2:12-32); “Milletler Yehoşafat Ovasında” yargılanacak (3). • Amos: Milletler hakkındaki hükümler (1:1-2:3); Yahuda ve İsrail hakkındaki hükümler (2:4-16); İsrail hesap veriyor (3-6); Amos muhalefete rağmen hizmetini sürdürüyor (7); Yoksulları ezenlerin cezalandırılması ve ülkeye geri dönüş (8, 9). • Obadya: Edom'a verilen hüküm (1-16. ayetler); Yakup evi eski haline dönüyor (17-21. ayetler). • Yunus: Tanrı Yunus'u Nineve'ye gönderiyor fakat o kaçıyor (1:1-16); Yunus'u “büyük bir balık” yutuyor (1:17-2:10); Nineve'de hüküm mesajı duyuruyor (3, 4). • Mika: Putperest Samiriye'yi cezalandırılacak (1, 2); İsrail evinin yöneticileri mahkûm edilecekler, fakat bir kurtarıcı gelecek (3-5); Mika halkının ahlaksal açıdan yozlaşmasından yakınıyor (6, 7). • Nahum: Nineve hakkındaki hükmü (1); Nineve'nin uğrayacağı yıkım betimleniyor (2, 3). • Habakkuk: Peygamber Tanrı'ya yakarıyor (1:1-2:1); Babil kınanıyor (2:2-20); Savaş gününde Tanrı ortaya çıkıyor (3). • Tsefanya: Tanrı'nın günü yakın (1); İnsanlar Tanrı'ya yönelmeli; yok edilecek milletler (2); Asi Yeruşalim'den hesap soruluyor; alçakgönüllü bir azınlık lütuf görüyor (3). • Haggay: Birinci mesaj Vali Zerubbabel ile Başkâhin Yeşu'ya iletiliyor (1); İkinci mesaj Zerubbabel, Yeşu ve sürgünden dönen halk içindir (2:1-9); Üçüncü mesaj Haggay kâhinlere hitap ediyor (2:10-19); Dördüncü mesaj Haggay bu kez Zerubbabel'e hitap ediyor (2:20-23). • Zekeriya: İlk görüntü: Dört atlı (1:1-17); İkinci görüntü: Boynuzlar ve zanaatçılar (1:18-21); Üçüncü görüntü: Yeruşalim'in refahı (2); Dördüncü görüntü: Yeşu kurtarılıyor (3); Beşinci görüntü: Şamdan ve zeytin ağaçları (4); Altıncı görüntü: Uçan tomar (5:1-4); Yedinci görüntü: "Efa (dönemin bir ölçü kabı)" (5:5-11); Sekizinci görüntü: Dört savaş arabası (6:1-8); Filiz. Yanlış güdülerle tutulan oruç (6:9-7:14); Ülke eski durumuna kavuşuyor (8); Milletler ve sahte çobanlar hakkındaki bildiriler (9-11); Tanrı savaşıyor ve yeryüzünün kralı oluyor (12-14). • Malaki: Tanrı'nın kâhinlere emri (1, 2); Rab ve habercisi (3); Tanrı'nın büyük ve korkunç günü (4). Eski Ahit'in Kutsal Kitap açısından anlamı. Eski Ahit Tanrı ile İsrail halkı arasında yapılan bir antlaşmadır. Peygamber Musa bu ahdin aracısı olarak Tanrı'dan gelen kanunları kaleme aldığı için Kanun Ahdi ya da sadece Kanun da adlandırılır (İbraniler 7:19). Sina dağında yapılan bu ahit 10 emirle birlikte aşağı yukarı 600 başka kanunlar da içeriyordu. Musa, ahit kitabına yazılmış olan kanunları İsrail halkının önünde okuduktan sonra onlar emirleri tutmak istediklerini dile getirdiler (Çıkış 24:7). Kurbanlar kesildikten sonra Eski Ahit yürürlüğe konuldu (Çıkış 24:8). Hayat ve tapınma için verilen kanunların yanında kurbanlar hakkındaki yönergeler büyük bir rol oynadı. Bu kişisel ve umumi kurbanlar günahları silip temizlemek (İbranice kafarʹ sözcüğünün birinci anlamı “örtmek” ya da “silip temizlemek”ti, fakat “kefaret” olarak da tercüme edilmişti.) amacıyla kesildi. Elçi Pavlus „boğaların ve keçilerin kanının günahları ortadan kaldırması olanaksız“ olduğunu yazdı. (İbraniler 10:4) Bu kurbanlar sayesinde „günahlar hatırlatılmış oluyordu.“ (İbraniler 10:3) Bu şekilde eski ahit „Mesih’e götüren“ bir „eğitici“ oldu (Galatyalılar 3:24), çünkü İsa'nın fidye niteliğinde (Matta 20:28) olan ölümü „günahlar için kalıcı değerde tek bir kurban“ olarak hizmet eder (İbraniler 10:12) ve insanların günahlarının bağışlanmasına yol açar (Koloseliler 1:14). Bunun için Tanrı Eski Ahit yürürlükteyken Yeremya peygamber aracılığıyla “yeni bir ahit” yapacağını bildirmişti (Yeremya 31:31-33). Böylece Eski Ahit Yeni Ahit'e sevk eden bir „eğitici“ (Galatyalılar 3:24) ve bir öngörüydü (İbraniler 10:1).
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5588", "len_data": 33436, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.71 }
Yeni Ahit veya Yeni Antlaşma (arkaik tabirle "Ahd-i Cedid"), Kitab-ı Mukaddes'in Eski Ahit'in ardından gelen ve Grekçe kaleme alınmış olan ikinci kısmına Hristiyanların verdiği isimdir. İnançlı Yahudilerce "Yeni Ahit" kabul edilmez. Hristiyanlarca kutsal kabul edilen 27 kitapçıktan oluşan bir kitap bütünüdür. Kutsal Kitap'ın bu ikinci kısmı değişik kavramlarla anılmaktadır: Kavramlar ve anlamları. Hristiyanlıkta. 1. Türkçe: Ahd-i Cedid, Yeni Ahit, Yeni Antlaşma 2. Latinceden etkilenmiş olan dillerde: New Testament (İngilizce), Neues Testament (Almanca), Nuveau Testament (Fransızca), Nuovo Testamento (İtalyanca) Testament ve Ahit / Antlaşma Bu kavramlar 2. Korintoslular 3:14'te bulunan Yunanca bir ifadenin karşılığıdır. 2. Korintoslular 3:14'teki Yunanca ifade "diathḗké"'dir. M.S. 200 civarında İlk olarak Tertullianus Yunanca "diathḗké" Latince "testamentum" ile çevirdi. Bugün Avrupa'daki dillerde kullanılan „Testament“ kavramı Latince "testamentum" (=vasiyetname) ve Yunanca "διαϑήκης" (diathḗké) sözcüğünün hatalı bir tercümesidir. Latince "testamentum" sözçüğünün anlamı "Essays in Biblical Greek" eserinde şunu okuyabiliriz: „Umumi Latincenin filolojisi tanınmadığı için eskiden ... 'testamentum' kelimesinin „Testament“ [vasiyetname] ya da „son istek“ anlamına geldiği düşünüldü; halbuki yalnız „ahit“ anlamına gelir.“ 2. Korintoslular 3:14'teki diathḗké sözcüğü aslında „ahit“ ya da „antlaşma“ demektir. Temel bir eser olan "Theologische Realenzyklopädie" 2. Korintoslular 3:14 hakkında eski "diathḗké"'de okumak gelecek ayette belirtildiği gibi Musa'yı okumakla bir olduğunu yazar. Devamen, eski "diathḗké" Musa'nın kanununu, olsa olsa Pentatök'ü (Musa'nın beş kitabı) kastettiğini anlatır. Yunanca "diathḗké" sözcüğü kesinlikle İbranicede yazılan 39 (Başlangıç'tan Malaki'ye kadar) yazılarını kastetmez. Pavlus 2. Korintoslular 3:14'teki sözlerle bu 39 kitapların küçük bir kısmına değinir. O, Musa'dan Pentatök içinde kaydedilen Kanun Ahdinden (Kanun Antlaşmasından) söz etti. Kanun Ahdi Sina Dağında Tanrı ile İsrailoğulları arasında yapılan bir antlaşmadır. Tanrı'nın bu ahitte dile getirdiği iradesi havra (Yunanca: "synagōgē") ibadetlerinde okundu. Pavlus, Eski Ahdin İsa aracılığıyla gerçekleştirilip böylece inananların zihinlerinden simgesel bir peçe kaldırıldığını açıkladı. Bu, "diathḗké"'nin asıl anlamıyla uyum içindedir. Hristiyanlık-Yahudilik karşıtlığında, ahit kelimesinden önce kullanılan eski; niteliği eskimiş, iptal edilmiş ve geçerli olmayan olarak yorumlandı. Bu yorum Yahudiliğin değerden düşürülmesine hizmet etti. Fakat İsa Mesih ve takipçileri Kutsal Kitabın bir kısmının güncelliğini kaybettiğini ya da eski olduğunu ima etmektense, bu kayıtlardan “Kutsal Yazılar” olarak söz ettiler (Matta 21:42; Romalılar 1:2). Onlar o zamanki Yahudilik gibi aynı ya da benzeyen kavramlar kullandılar. O nedenle, Eski Ahitten ya da Eski Antlaşmadan İbranice Kutsal Yazılar ya da İbranice Kutsal Kitap olarak söz etmek daha uygundur; çünkü Kutsal Kitabın bu kısmının büyük bir bölümü orijinal İbranice yazılmıştır. Benzer şekilde Yeni Ahit ya da Yeni Antlaşma denilen kısımdan da Yunanca Kutsal Yazılar (İncil) ya da Yunanca Kutsal Kitap olarak söz etmek daha uygundur; çünkü Kutsal Kitabın bu kısmını yazmak üzere Yunanca kullanıldı. İslamiyette. Yeni Ahit, müslümanların İncil olarak adlandırdıkları kitabı içinde barındırır. İncil adı Yunanca "euaggélion" kelimesinden türemiştir ve „iyi haber“ anlamına gelir. İsa'nın hayatını anlatan dört rapor (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna) için kullanılır. Fakat Türk kültüründe İncil adı daha geniş bir anlamda Yunancada yazılmış olan tüm 27 kitabı da (Yunanca Kutsal Yazılar) kasteder. Müslümanların kutsal kitabı Kur'an şöyle yazıyor: „O peygamberlerin izleri üzerinde Meryem oğlu Îsâ'yı, kendisinden önceki Tevrat'ı tasdik edici olarak gönderdik. Ona; kendisinden önceki Tevrat'ın tasdikçisi ve müttakilere bir hidayet ve öğüt olmak üzere içinde hidayet ve aydınlık bulunan İncil'i verdik. İncil sahipleri, Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsinler!“ (5.Mâide Sûresi 46. ve 47. ayetleri) İslamiyette İncil hakkında başlıca dört görüş vardır: - İncil'in değiştirildiğine dair ne Kur'an'da ne hadislerde açık bir ifade vardır. - Bugünkü İnciller İsa Mesih'e verilen İncil'in aynısı değildir. - İncil bir bütün olarak tamamen değiştirilmemiş olsa bile 'ilk günah', 'İsa'nın tanrılığı', 'Tanrı oğlu' gibi konularda eklemeler yapılmıştır. - Kur'an, Tevrat ve Zebur gibi İncil'in de hükmünü yürürlükten kaldırmıştır. Yunanca Kutsal Yazıların dili. Yunan dilinde klasik dönem M.Ö. dokuzuncu yüzyıldan M.Ö. dördüncü yüzyıla dek sürdü. M.Ö. dördüncü yüzyıldan M.S. altıncı yüzyıla dek süren dönem Koine, yani ortak Yunanca dönemi olarak bilinir. Bu dilin gelişiminde, Büyük İskender'in yaptığı askerî harekâtların önemli etkisi olmuştu. İskender'in ordusu Yunanistan'ın çeşitli yerlerinden toplanan askerlerden oluşuyordu. Bu askerlerin konuştuğu farklı lehçelerin kaynaşmasıyla ortak bir lehçe olan Koine oluştu ve yaygın olarak kullanılmaya başlandı. İskender'in Mısır'ı ve Hindistan'a kadar olan Asya topraklarını fethetmesiyle Koine birçok halk arasında yayıldı. Böylece uluslararası bir dil haline geldi ve bu özelliğini yüzyıllarca korudu. Koine, İsa ve elçilerinin döneminde Roma topraklarında konuşulan uluslararası dildi. Bunun için Yunanca Kutsal Yazıların özgün metinleri koine Yunancasında kaleme alındı. Yunanca Kutsal Yazılardan sayılan kitapların adları. Yeni Ahit 27 kitapçıktan oluşur. İlk dört kitapçık İncillerdir. Ardından Elçilerin İşleri ve Pavlus'un on dört mektubu gelir. Son olarak belirli bir kişiye ya da cemaate yazılmayan yedi "umumi" mektubu ve Yuhanna'nın kaleme aldığı kabul edilen ve Vahiy olarak da bilinen Apokalips gelir. Kanon ya da kitaplar listesi. Kutsal Yazılara ait olan kitapların tümü Hieronymus (M.Ö. 347-420) tarafından Latince "Bibliotheca Divina", yani Tanrısal Kütüphane olarak adlandırılmıştır. Bu kütüphanenin bir kataloğu, yani içindeki yayınların resmi bir listesi vardır. Bu liste bazı dillerde "kanon" olarak adlandırılır. Yunanca "kanon" sözcüğünün İbranice karşılığı "kaneh"’tir. Geçmişte bu sözcük ölçme çubuğu olan bir kamış için kullanılırdı. Dolayısıyla “kanonik” (Kutsal Metinler dizisine ait) kitaplar, doğru inançların, öğretilerin ve davranışların saptanmasında güvenilir bir ölçü olarak kullanılacak değerde olan gerçek kitaplardır. Matta'dan Titus'a kadar olan kitaplar aşağıda sıralanan tüm kanon dizilerinde kayıtlıdır. Diğer kitapçıklar bazı dizilerde bulunmaz (not: k = kanonik olarak kabul edildi; k- = bazı bölgelerde şüphelendi). Apokrif yazılar. M.S. ikinci ve üçüncü yüzyılda Hristiyan yazılardan Kutsal Kitap sayılmayan mektup ve kitapçıklar kaleme alındı. Onlar 'apokrif' (Yun.: apókryphos) yazılar olarak adlandırılır. Yunanca apókryphos sözcüğü “gizlenmiş” yazılar için kullanılır. Bu terim kanonik kitaplara ait olduğuna ilişkin kanıt içermeyen ve asıl kaynağı hakkında kuşku uyandıran kitaplar için kullanılır. Geçmişte bu kitaplar ayrı tutulur ve topluluk önünde okunmazdı. Bu nedenle bu kitaplara “gizlenmiş” anlamı taşıyan bir isim verilmişti. Daha sonra bu terim „sahte, kanonik olmayan“ anlamını alıp Roma Katolik Kilise tarafından Trient konsilinde (M.S. 1546) Kutsal Metinler dizisine eklenmiş olan yazılar için kullanıldı. Katolik dilde bu kitaplar protokanonik (ilk diziye ait) yazılar sayılmaz, fakat deuterokanonik (ikinci diziye ait) yazılar olarak adlandırılır. Kanonik (Yunanca Kutsal Yazılara ait olan) kitaplar ile apokrif yazılar arasındaki net ayrımın kanıtları bizzat apokriflerin içeriğinden görülür. Apokrif kitapların anlatım düzeyi düşüktür; içeriği de genellikle hayali ve çocuksudur. Çoğu kez doğru olmayan bilgiler içerirler. Kutsal Metinler dizisine ait olmayan bu kitaplarla ilgili bazı din bilginleri şunları söylüyor: İkinci yüzyıldan beri Tanrı'nın ilhamıyla yazıldığını iddia eden sayısız yazılar çıktı. Yazarlar kanonik yazıları taklit etmeye ve tanınmış bir kişinin (örneğin bir elçinin) adında yazmaya çalıştılar. Bu eserler psödo-epigrafik (Yunanca: pseudos = yanlış, sahte, taşlanmış; graphikós = yazı ile ilgili) yazılar olarak tanınır. Yazarlar İsa'nın öğretilerini onun elçilerinden daha iyi kavramış olduklarını iddia ederler. Bu yazıların çoğu sadece fragmanlar olarak ya da diğer apokriflerde bulunan alıntılardan tanınıyor. Diğer taraftan apokrif adlandırılan bazı yazılar Kutsal Kitabın metinler dizisine ait olduğunu ya da İsa'nın bir elçiden yazıldığını iddia etmezler. Bunlar tarihsel bir değere sahiptirler. Bu yazılar arasında Clemens'in Korintoslulara birinci mektubu, İgnatios'un bazı yazıları, Polikarpos'un Filipililere mektubu ve Hermas'ın Çobanı adlı kitaplar bulunur. Apokrif yazıların çoğu şunlardır: 1. Apokrif „İnciller“. Bu grupta bulunan metinlerin hepsi İsa'nın hayatı ve davranışlarından bahsetmezler. Bu listede özel anlamdaki incillerin (= İsa'nın hayatı ve işleri) yanında değişik sebeplerden dolayı yazarlarından 'İncil' olarak nitelenen metinler de bulunur. 2. Apokrif Elçilerin İşleri. Bir elçinin işleri (Latince: acta) ya da misyon yolculuklarını (kısmen fantastik bir roman gibi) anlatan yazılar (apokrif) "Elçiler İşleri" olarak adlandırılır; bunun için „apokrif elçilerin romanları“ndan da konuşulur. Manililerin Elçilerin İşleri koleksiyonu şu apokrif yazılarını içerir: Başka "Elçilerin İşleri" şunlardır: 3. Apokrif Mektuplar. Bu, çok değişik yazılardan oluşan bir mektuplar grubudur. Bazıları, Pavlus'un biyografisinin boşluklarını doldurmak amacıyla yazılmıştır ve Pavlus'un kanonik mektuplarından bir alıntı derlemesi şeklindedir. Apokrif Pavlus mektupları: 4. Apokrif Apokalipsler (Vahyler). Not: "Barnabas İncili" Orta Çağ'da yazıldığı için resmen apokrif bir yazı olarak sayılmaz. Gnostisizm. Birçok apokrif yazının metinleri Gnostisizm felsefesini yansıtır. Gnostisizm (Yun.: "gnō̂sis" „bilgi“), 2. ve 3. yüzyılda meydana gelen ve Hristiyanlıktaki “hakikati” farklı farklı anlayan ve yorumlayan birçok grup için kullanılan genel bir terimdir. Bu gruplar saklı bir dinsel bilgiye sahip olduklarını iddia ettiler. Gnostikler kendi yazılarına dayanan yorumlarını gittikçe geliştirdiler ve bu yorumlar M.S. ikinci yüzyılda hızla çoğaldı. Bu akım mistik ve pagan inançların, Yunan felsefesinin (Platon'un felsefesi), Yahudiliğin ve Hristiyanlığın bir harmanıydı ve birçok Hristiyan üzerinde yozlaştırıcı bir etkiye sahip oldu. Genel anlamda "gnō̂sis" „bilgi“ anlamına gelir. Bunun için gnostikler kavramı belirsiz bir anlam taşıyor çünkü 2. ve 3. yüzyılda bu kavram hem Hristiyan ve Yahudi hem de pagan ve Yunan entelektüeller için kullanıldı. Özel anlamda ise gnostik akımlar onların kurucuları veya liderlerine göre Valentinliler, Simonlular ya da Basiliuslular olarak adlandırıldı. Bir bilim adamı R. E. O. White'a göre Gnostisizm „felsefi kurgu, batıl inançlar, sihirbazlıkla ilgili ayinler, bazen de bağnaz ve hatta müstehcen bir tapınma şeklini“ birleştirdi. El Yazmaları. Yunanca Kutsal Yazıları ilk kaleme alanlar ve çoğaltanlar bunları, o dönemde yaygın olarak kullanılan ve kolayca bozulabilen papirüs ve parşömen gibi malzemeler üzerine yazdılar. Papirüs, aynı adı taşıyan bir su bitkisinden, parşömen ise hayvan derilerinden yapılır. Yazıcılar yaklaşık M.S. 4. yüzyıldan itibaren el yazmalarında papirüs yerine genellikle dana, kuzu ya da keçi derisinden yapılan ve daha dayanıklı bir malzeme olan vellum (bir parşömen türü) kullanmaya başladılar. Orijinal metinlerin hiçbiri şimdiye kadar bulunamamıştır. Çünkü papirüs ve deri gibi dayanıksız malzemeler nemli iklimlerde hızla çürür. "The Anchor Bible Dictionary" şöyle diyor: “Bölgedeki iklim şartları yüzünden, bu döneme [MÖ birinci binyıl] ait papirüs bir belge ancak çöldeki bir mağarada ya da sığınakta muhafaza edilmişse bu kadar uzun süre dayanır.” Buna rağmen Kutsal Kitabın kısımlarının eski dönemlere ait binlerce kopyası bulunmuştur. Papirüs El Yazmaları. Yunanca Kutsal Yazıların bazı kısımları eski Papirüs El Yazmalarında bulunur: Vellum ve Deri El Yazmaları. Yunanca Kutsal Yazıların bazı kısımları eski Deri El Yazmalarında bulunur: İçerik. İnciller. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri İsa Mesih'in vaizliğini nakleder. İlk üç İncil genellikle "sinoptik İnciller" olarak sınıflandırılır çünkü İsa'nın hayatıyla ilgili oldukça benzer anlatımlar içerir. Öte yandan Yuhanna İncili en son olarak yazıldığı için İsa'nın başka incillerde geçmeyen bir takım mucizeler ve deyişleri anlatmaktadır. • Matta: İsa ve “göklerin krallığı” hakkındaki haber (1:1-4:25). Dağdaki Vaaz (5:1-7:29). Duyuru işinin kapsamı genişliyor (8:1-11:30). İsa Ferisilerin iddialarını çürütüyor ve onları kınıyor (12:1-50). Krallıkla ilgili yedi örnek (13:1-58). İsa hizmetini ve mucizelerini sürdürüyor (14:1-17:27). İsa öğrencilerine öğütler veriyor (18:1-35). İsa'nın hizmetinin son günleri (19:1-22:46). ‘Vay halinize, ikiyüzlüler’ (23:1-24:2). İsa ‘hazır bulunuşunun alametini’ bildiriyor (24:3-25:46). İsa'nın son günü (26:1-27:66). İsa'nın diriltilmesi ve son talimatları (28:1-20). • Markos: İsa'nın vaftizi ve sınanması (1:1-13). İsa Celile'de hizmetine başlıyor (1:14-6:6). Celile'de hizmetin kapsamı genişliyor (6:7-9:50). İsa'nın Perea'daki hizmeti (10:1-52). İsa Yeruşalim ve civarındayken olanlar (11:1-15:47). İsa'nın ölümünden sonraki olaylar (16:1-8). • Luka: Luka'nın giriş sözleri (1:1-4). İsa'nın yeryüzündeki ilk yılları (1:5-2:52). İsa'nın hizmete başlamasından hemen önceki olaylar (3:1-4:13). İsa hizmetine başlıyor, çoğunlukla Celile'de dolaşıyor (4:14-9:62). İsa tekrar Yahudiye'de hizmet ediyor (10:1-13:21). İsa hizmetini Perea'da sürdürüyor (13:22-19:27). İsa son olarak Yeruşalim ve çevresinde hizmet ediyor (19:28-23:25). İsa'nın ölümü, diriltilmesi ve göğe çıkması (23:26-24:53). • Yuhanna: Giriş: “Söz” tanıtılıyor (1:1-18). Yahya ‘Tanrı Kuzusunu’ tanıtıyor (1:19-51). İsa'nın mucizeleri onun “Tanrı’nın Kutsal Kulu” olduğunu kanıtlıyor (2:1-6:71). “Işık” karanlıkla mücadele halinde (7:1-12:50). İsa'nın sadık elçilerine son öğütleri (13:1-16:33). İsa öğrencileri için dua ediyor (17:1-26). Mesih yargılanıyor ve direğe geriliyor (18:1-19:42). Diriltilen Mesih öğrencilerine görünüyor (20:1-21:25). İlk Hristiyanların tarihi. Elçilerin İşleri kitabında İsa'nın ölümünden sonraki otuz yıl içinde elçilerinin yaptıkları ve ilk cemaatin tarihi anlatılır. • Elçilerin İşleri: Pentekost'tan önceki olaylar (1:1-26). Pentekost günündeki olaylar (2:1-42). Şahitlik işi ilerliyor (2:43-5:42). İstefanos şehit ediliyor (6:1-8:1a). Zulüm devam ediyor, Saul Hristiyan oluyor (8:1b–9:30). İyi haber Yahudi olmayan sünnetsiz kişilere ulaşıyor (9:31-12:25). Pavlus'un Barnabas'la birlikte ilk vaizlik turuna çıkışı (13:1-14:28). Sünnet meselesi sonuca bağlanıyor (15:1-35). Pavlus'un ikinci vaizlik turuyla duyuru işi yayılıyor (15:36-18:22). Pavlus üçüncü vaizlik turunda cemaatleri tekrar ziyaret ediyor (18:23-21:26). Pavlus tutuklanıp yargılanıyor (21:27-26:32). Pavlus Roma'ya gidiyor (27:1-28:31). Elçi Pavlus'un mektupları. Elçi Pavlus 14 mektubun dördünü arkadaşlarına (iki tane Timoteos'a, Titus'a bir tane, Filimon'a bir tane) diğerlerini ise değişik cemaatlere yazdı. • Romalılar: Tanrı Yahudilere ve başka milletlerden olanlara tarafsız davranır (1:1-2:29). Herkes imanıyla aklanıyor (3:1-4:25). Günahın değil, Mesih aracılığıyla doğruluğun köleleri (5:1-6:23). Kanun açısından ölü, Mesih'le birlik içinde olmak üzere ruh aracılığıyla diri (7:1-8:39). “İsrail” imanı ve Tanrı'nın merhameti sayesinde kurtuluyor (9:1-10:21). Zeytin ağacı örneği (11:1-36). Zihninizi yenileyin; baştaki yetkililere boyun eğin (12:1-13:14). Kimseyi yargılamayın, herkesi kabul edin (14:1-15:33). Kapanış sözleri (16:1-27). • 1. Korintoslular: Pavlus gruplaşmalardan söz ediyor, birliğin gereğini belirtiyor (1:1-4:21). Cemaati temiz tutmakla ilgili öğütler (5:1-6:20). Bekârlık ve evlilikle ilgili öğütler (7:1-40). Her şey iyi haber uğruna yapılmalı (8:1-9:27). Zararlı arzulara karşı uyarı (10:1-33). Reislik ilkesi; Efendimizin Akşam Yemeği (11:1-34). Ruhun verdiği yetenekler; sevginin üstünlüğü ve sevgi yolundan ayrılmamak (12:1-14:40). Dirilme ümidinin kesinliği (15:1-16:24). • 2. Korintoslular: “Her tesellinin kaynağı olan Tanrı” (1:1-2:11). Yeni ahdin hizmetçilerini yeterli kılan Tanrı'dır (2:12-6:10). “Tanrı korkusuyla tam bir kutsallığa erişelim” (6:11-7:16). Cömertlik ödüllendirilir (8:1-9:15). Pavlus elçiliğini savunuyor (10:1-13:14). • Galatyalılar: Pavlus elçiliğini savunuyor (1:1-2:14). Kanun değil, iman sayesinde aklanılır (2:15-3:29). Özgürlüğünüzü korumaya kararlı olun (4:1-6:18). • Efesoslular: Tanrı'nın amacı Mesih aracılığıyla birliği sağlamaktır (1:1-2:22). “Mesih’in kutsal sırrı” (3:1-21). “Yeni kişiliği” giymek (4:1-5:20). Otoriteye boyun eğmenin gereği; ruhi savaş (5:21-6:24). • Filipililer: İyi haberin savunulması ve yayılması (1:1-30). Mesih'in zihniyetine bağlı kalmak (2:1-30). ‘Hedefe doğru koşuyorum’ (3:1-4:23). • Koloseliler: Cemaatin başı olan Mesih'e iman (1:1-2:12) Günahkâr bedenin işleri açısından ölü, Mesih için diri (2:13-3:17). Başkalarıyla ilişkiler (3:18-4:18). • 1. Selanikliler: Selanikliler iman edenlere örnek oluyor (1:1-10). Pavlus'un Selaniklilere sevgisi (2:1-3:13). Kutsal ve onurlu bir durumda hizmet etmek (4:1-12). Dirilme ümidi (4:13-18). Tanrı'nın günü yaklaşırken uyanık kalalım (5:1-28). • 2. Selanikliler: Efendimiz İsa'nın ortaya çıkışı (1:1-12). İsa'nın hazır bulunuşundan önce hakikate isyan başlayacak (2:1-12). İman yolunda kararlılığınızı koruyun (2:13-3:18). • 1. Timoteos: İmanı ve rahat bir vicdanı koruma tembihi (1:1-20). Tapınmayla ve cemaatteki düzenle ilgili talimatlar (2:1-6:2). ‘Elindekiyle yetinmeyi bilmek’ ve ‘Tanrı’ya bağlılık’ (6:3-21). • 2. Timoteos: “Sağlıklı sözlerdeki örneği izlemeye devam et” (1:1-3:17). “Hizmetini eksiksiz şekilde yerine getir” (4:1-22). • Titus: Cemaatte önderlik edenler sağlıklı öğretimle teşvik etmeli (1:1-16). Sağduyu, doğruluk ve Tanrı'ya bağlılık göstererek yaşamak (2:1-3:15). • Filimon: Onisimos “köleden çok daha üstün” bir kardeş olarak efendisine geri gönderiliyor (1-25. ayetler) • İbraniler: Mesih'in yükseltilmiş konumu (1:1-3:6). Tanrı'nın dinlenme gününe girebilmek için iman ve itaat gerekir (3:7-4:13). Olgun kişiler Mesih'in kâhinliğinin üstünlüğünü kavrar (4:14-7:28). Yeni ahdin üstünlüğü (8:1-10:31). İmanın tanımlanması ve iman örnekleri (10:32-12:3). İman mücadelesinde tahammül etmek (12:4-29). Tapınmayla ilgili konularda teşvikler (13:1-25). Genel (katolik) mektuplar. Bu yedi mektup „genel mektuplar“ olarak adlandırılır ve yazarının ismini taşır. • Yakup: Sabırla tahammül ederek ‘sözün uygulayıcıları olmak’ (1:1-27). İman doğru işlerle tamamlanır (2:1-26). Hikmetli öğretmen dilini kontrol eder (3:1-18). Beden arzularından ve dünyayla dost olmaktan kaçının (4:1-17). Doğruluk uğruna tahammül edenlere ne mutlu! (5:1-20). • 1. Petrus: Mesih aracılığıyla yeniden doğmak ve yaşayan bir ümide kavuşmak (1:1-25). Dünyadaki milletler arasında iyi yaşayışı sürdürmek (2:1-3:22). Acılara rağmen İsa'nın bir takipçisi olarak Tanrı'nın isteğini yapmaktan sevinç duymak (4:1-5:14). • 2. Petrus: Gökteki Krallık davetini kesinleştirmek (1:1-21). Sahte öğretmenlere karşı ciddi bir uyarı (2:1-22). ‘Tanrı’nın gününü aklınızdan hiç çıkarmayın’ (3:1-18). • 1. Yuhanna: Karanlıkta değil ışıkta yürümek (1:1-2:29). 'Tanrı'nın çocukları' günahı alışkanlık edinmez (3:1-24). Birbirimizi severek Tanrı'yla birlik içinde kalalım (4:1-5:21). • 2. Yuhanna: Birbirimizi sevelim, hakikate isyan edenleri reddedelim (1-13. ayetler). • 3. Yuhanna: Elçinin konukseverlik ve iyi işlerle ilgili öğütleri (1-14. ayetler). • Yahuda: Cinsel ahlaksızlık ve otoriteye saygısızlık hakkında uyarılar (1-16. ayetler). Tanrı'nın sevgisinden ayrılmama öğüdü (17-25. ayetler). Peygamberlikler içeren kitap. Bu kitap Tanrı'nın insanlıkla ilgili amacını açıklar ve İsa'nın bin yıl sürecek krallığının sonuna kadar olup biten olaylar anlatır. • Vahiy: Giriş kısmı (1:1-9). Yedi cemaate mesajlar (1:10-3:22). Tanrı'nın kutsallığı ve ihtişamıyla ilgili görüntü (4:1-5:14). Kuzu tomarın altı mührünü açıyor (6:1-7:17). Yedinci mühür açılıyor (8:1-12:17). Denizden çıkan canavar (13:1-18). “Ebedi iyi haber” ve bununla bağlantılı mesajlar (14:1-20). Son yedi belayı getiren yedi melek (15:1-16:21). Tanrı'nın Babil'e verdiği hüküm; Kuzunun düğünü (17:1-19:10). Kuzunun adil savaşı (19:11-20:10). Hüküm Günü ve Yeni Yeruşalim'in ihtişamı (20:11-22:5). Kapanış kısmı (22:6-21). Yeni Ahit'in Kutsal Kitap açısından anlamı. Yeni Ahit ya da Yeni Anlaşma ifadesi, İsa Mesih'in ölmeden önce elçileriyle yaptığı Akşam Yemeği adlandırılan kutlamadaki sözlerinde yer alır (Matta 26:27, 28; Luka 22:20). Eski Ahit (Musa aracılığıyla İsrail'e verilen kanun) yürürlükteyken Tanrı Yeremya peygamber aracılığıyla İsrail milletiyle “yeni bir ahit” yapacağını bildirmişti (Yeremya 31:31-33). Bu ahit Kanun Ahdi'nden (Eski Ahit) farklı olacaktı; çünkü kurbanlara gerek duyulmadan günahların bağışlanmasını mümkün kılacaktı (İbraniler 10:11, 12). Kanun Ahdi Tanrı ve İsrailoğulları arasında (Çıkış 24:7, 8), Yeni Ahit ise Tanrı ve ruhi İsrail (Gal. 6:16) arasındadır. Önceki ahdin aracısı Musa'yken (Levioğulları 26:46) yeni olanın aracısı İsa'dır (İbraniler 8:6). Kanun Ahdi hayvanların kanıyla geçerli kılınmış (Çıkış 24:3-6), Yeni Ahit ise İsa'nın kanıyla geçerli kılınmıştır (İbraniler 9:11, 12). Kanun Ahdi altındaki İsrail milletinin önderi Musa'yken, Yeni Ahit'te yer alan kişilerin önderi İsa'dır. Hristiyan inanışına göre Yeni Ahit, Tanrı'nın Sina dağında İsrail ile yaptığı antlaşmanın yerini alır (İbraniler 8:13). Eski ve yeni ahitler Tanrı'nın İbrahim peygambere olan vaadiyle başlar. Tanrı İbrahim peygambere oğlu İshak'ı kurban etmesini istedi. İbrahim oğlunu kesecekken son anda Tanrı İbrahim peygamberi durdurur. Tanrı imanından dolayı İbrahim'i şu sözlerle bereketledi: „Varlığım üzerine yemin ederim ki, bunu yaptığın, oğlunu, biricik evladını esirgemediğin için, sana nimetler vereceğim ve soyunu göğün yıldızları, deniz kıyısındaki kum taneleri kadar çoğaltacağım. Senin soyun düşmanlarının kapısını ele geçirecek.“ (Eski Ahit, Başlangıç 22:16, 17) Bu sözler İbrahim'in torunu Yakup'un soyu olan İsrail milletiyle gerçekleşti. Fakat İsrail milleti Tanrı'nın sonraki sözlerini yerine getirmedi: „Senin soyun aracılığıyla yeryüzündeki tüm milletler nimetler elde edecek, çünkü sözümü dinledin.” (Eski Ahit, Başlangıç 22:18). Elçi Pavlus bu ayeti açıkladı. Şunu yazdı: „Amaç, İbrahim’e vadedilen nimetlerin İsa Mesih aracılığıyla bütün milletlere ulaşmasıydı ... Vaatler İbrahim'e ve onun soyundan olana verildi. Birçok kişiden söz ediyormuş gibi “soyundan olanlara” demiyor. Tek kişiden söz ederek, “senin soyundan olana” diyor; o da Mesih'tir.“ (Yeni Ahit, Galatyalılar 3:14, 16) Pavlus'un yazdığı gibi, İbrahim'in bir tek soyu aracılığıyla „tüm milletler nimetler elde edecek“. İbrahim'in bu soyu İsa'ydı (İncil, Matta 1:1). Böylece Tanrı'nın İbrahim'le yaptığı ahit İsa vasıtasıyla ya da Yeni Ahit aracılığıyla gerçekleşecekti. Pavlus Eski Ahdin görevini şu sözlerle açıkladı: „Üstelik, dört yüz otuz yıl sonra gelen Kanun, Tanrı’nın daha önce yürürlüğe koyduğu ahdi geçersiz kılmaz ve vaadi iptal etmez. ... Öyleyse Kanun neden verildi? Kanun, İbrahim’in soyundan vaadi alan kişi gelene kadar suçları ortaya çıkarmak üzere sonradan eklendi. ... Böylece Kanun, imanla aklanabilelim diye bizi Mesih’e götüren eğiticimiz oldu.“ (Yeni Ahit, Galatyalılar 3:17, 19, 24) İsa'nın fidye niteliğinde (Matta 20:28) olan ölümü insanların günahlarının bağışlanmasına yol açar (Koloseliler 1:14) ve bu şekilde „tüm milletler nimetler elde edecek.“ (Başlangıç 22:18) Musa'nın kanunundaki (Eski Ahit) hayvan kurbanları „günahları ortadan kaldır“amadılar, fakat, „bu kurbanlarla her yıl günahlar hatırlatılmış oluyordu.“ (İbraniler 10:3, 4) Böylece Eski Ahit Yeni Ahit için bir eğitici olarak hizmet etti.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5589", "len_data": 23800, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.82 }
İsa (doğum adı Yeşua bar Yosef, ; Yahudilerce Yeşu adıyla anılır, İbranice: ; MÖ 4 - MS 30/33), 1. yüzyılda yaşamış olan bir Yahudi vaiz ve dinî lider. Günümüzde en çok mensuba sahip din olan Hristiyanlığın merkezî figürüdür. Hristiyanlar, İsa'nın Eski Ahit'te kehanet edilen ve beklenen Mesih, Tanrı'nın Oğlu ve Tanrı'nın enkarnasyonu olduğuna inanırlar. İsa'nın, Yeni Ahit'e göre Yosef (Yusuf) adında dünyevi bir babası olduğu için İsa, mensubu olduğu Yahudi toplumunda "Yusuf'un oğlu İsa" olarak anılırdı. Hristiyanlar, İsa'nın çarmıha gerilerek ölümünün hemen üç gün ardından dirildiğine ve kurduğu topluluğun Hristiyan Kilisesi'ne dönüştüğüne inanırlar. Hristiyan doktrinlerine göre İsa, Kutsal Ruh tarafından hamile bırakılan Meryem adında bir bakireden dünyaya gelmiş, birçok mucize gerçekleştirmiş, ardından Kilise'yi kurmuş ve en sonunda insanlığın günahlarının kefareti için çarmıha gerilerek ölmüş, üç gün sonra da dirilmiş ve tekrar geleceği tarihe kadar göğe yükselmiştir. Yahudiler, İsa'nın beklenen Mesih olduğu inancını reddederler ve Yeşu'nun Tanah'ta belirtilen Mesih kehanetlerini karşılamadığını savunurlar. Sâbiîlik de İsa'nın Mesih olduğu inancını reddeder. Gnostisizm, Maniheizm, İslam, Dürzîlik ve Bahâîlik inanç veya felsefeleri, İsa'ya farklı yorumlarda bulunmuşlardır. Bazı Hristiyan Gnostikler İsa'yı, Tanrı'nın "gizli bilgi"yi (gnosis) dünyaya getirmek için beden almış hâli olarak tanımlarken, diğerleri, Tanrı'nın beden aldığını inkâr ederek İsa'nın yalnızca aydınlanma yoluyla gizli bilgiye ulaşan ve öğrencilerine de aynı şeyi yapmayı öğreten bir insan olduğuna inanır. Maniheizm'e göre İsa; Zerdüşt, Gotama Buda ve son peygamber Mani ile beraber inancın dört peygamberinden biri ve Mesih'tir. Maniheizm'e göre İsa ayrıca, kurtuluşlarından sonra erdemlileri selamlayan bir "yol gösterici tanrı"dır. İslam inancına göre İsa, Tanrı'nın (Allah) görevlendirdiği ve "ulu'l-azm" (azim ve sebat sahibi) olarak kabul edilen peygamberlerdendir ve Mesih'tir. İslam'a göre İsa, Meryem adındaki bakire bir anadan doğmuşsa da Tanrı'nın Oğlu değildir ve onun doğumu bir mucizedir; ayrıca kendisine bir de kutsal kitap (İncil) indirilmiştir. Kur'an'a göre İsa çarmıha gerilmemiş, ancak Allah tarafından öldürülmüş ve Allah katına yükseltilmiştir. Dürzî inancında İsa, tarihin farklı dönemlerinde ortaya çıkan yedi peygamber arasında yer alan Mesih ve Tanrı'nın önemli peygamberlerinden biri olarak kabul edilir. Dürzîler, "Yusuf ve Meryem'in oğlu" İsa'ya ve incilleri yazan dört müjdeciye (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna) hürmet ederler. Dürzî kutsal metinlerine göre İsa, En Büyük İmam ve Nihai "Akl"ın yeryüzündeki enkarnasyonu ve ilk kozmik ilkedir ("hadd"). Bahâî öğretileri, İsa'yı "Tanrı'nın Tezahürleri"nden biri sayar. Bazı Hindular ise, İsa'yı bir avatar veya sadu olarak görürler. Tenzin Gyatso (14. Dalay Lama) da dahil olmak üzere bazı Budistler, İsa'yı hayatını halkın refahına adamış bir bodhisattva olarak görür. Kaynaklara göre İsa, yaklaşık MÖ 4 yılında, günümüzde Filistin bölgesi sınırlarında yer alan, ancak o dönemde Roma İmparatorluğu'nun Yahudiye eyaleti sınırları içerisinde bulunan Beytüllahim şehrinde, annesi Meryem'in bakire olduğuna ilişkin iddia edilen bir mucizeyle doğdu. İsa'nın doğum yeri Beytüllahim olarak kabul edilmekle birlikte, memleketi sıklıkla Nasıra olarak geçer. Hristiyan kaynaklarda İsa, "Nasıralı İsa" olarak da anılır. Bu nedenle Hristiyanlık dini "Nasranilik" olarak da adlandırılır. İsa'nın ilk yıllarıyla ilgili fazla bir şey bilinmemektedir, ama çok büyük olasılıkla Yahudi kutsal yazıları ve dini konusunda eğitim görmüştür. Babasının mesleğini sürdürüp marangozluk yaptığına, Nasıra'da yaşayıp çalıştığına inanılır. Yaklaşık 30 yaşındayken, Tanrı'nın mesajını ilan ederek bölgede vaaz verme ve şifa dağıtma hizmetine başladı. İncillere göre, çekici ve şaşırtıcı mucizeleriyle büyük kalabalıkları etrafında topladı; ancak 12 takipçisine ya da havarisine özel ilgi gösterdi. Çok geçmeden Tanrı'yla ilgili mesajı, yetkililerin engeliyle karşılaştı. Havarilerinden biri olan Yahuda'nın ihanetine uğradı ve Roma askerleri tarafından tutuklanıp uydurma suçlamalarla ölüme mahkûm edildi. Hristiyanlık inancı, İsa'nın çarmıha gerilip ardından dirildiğine inanırken İslam inancı, İsa'nın çarmıhta ölmediğine, Tanrı tarafından göğe yükseltildiğine, yerine de başkasının göründüğüne inanmaktadır. Çoğu bilimsel araştırmacı, Nasıralı İsa'nın Celileli Yahudi bir haham olduğu ve kelâmını sözel olarak ilettiği, Vaftizci Yahya tarafından vaftiz edildiği ve Roma İmparatorluğu Yahudiye valisi Pontius Pilatus'un emriyle çarmıha gerildiği konusunda hemfikirdir. Bugün bilim dünyasında genel olarak kabul edilen görüşe göre İsa, Yahudiliğin düzelmesi için çaba harcayan kıyametçi bir vaiz ise de, kimi önemli araştırmacıya göre kıyametçiliği tartışma konusudur. Bugün dünyanın çoğu ülkesinde kullanılmakta olan Miladi takvimdeki "milat", İsa'nın doğduğu kabul edilen tarihtir. Etimoloji. Türkçede kullanılan "İsa" sözcüğü Arapça olup Kur'an kökenlidir (عيسى, "ʿĪsā"). Hristiyanlığın merkezî kişisinin adı, İbranice ve Aramice bir ad olan "Yeşua"dır (; , "‘Yešua"). İsrailoğullarında oldukça yaygın olan bu ad "kurtuluş Yahveh'dendir!" anlamına gelir. Yeşua adı Arapçaya "Yasû" (يسوع, "Yasūʿ") olarak, Kitâb-ı Mukaddes kanonunun Yeni Ahit kısmının orijinal dili olan Grekçeye "Yesus" (Ἰησοῦς, "Iēsoûs") olarak geçmiştir. Pek çok dilde Yesus adının varyasyonları kullanılır ("Jesus", "Jesu", "Gesù" gibi). Birçok dilde kullanılan "Christ", "Christus", "Cristo" vb. isimler, 'kutsal yağ ile ovulmuş, kutsanmış' anlamına gelen "Mesih"in (İbranice: משיח; Aramice: משיחא‎) Grekçe karşılığı olan "Hristos"un [Χριστός] varyasyonlarıdır. Hristiyan kaynaklarında ve yer yer diğer inançların kaynaklarında ismi Yeşua Mesih/İsa Mesih olarak geçer. İslami inançta İsa'nın "Mesih" unvanıyla anılmasının bir sebebi, hastaları eliyle meshederek iyileştirmesidir. Bilim dünyasında. Bazı araştırmacılara göre İsa, Roma İmparatoru Augustus zamanında, o dönemde Roma İmparatorluğu'na bağlı olan Beytüllahim'de MÖ 4'te dünyaya gelmiştir. Kendisinin, soyunun ve müritlerinin Aramice konuştuğu, bunun yanında İbranice ve Grekçeyi de anladığı ifade edilir. Bazı kaynaklara göre Beytüllahim yer adı değil, İsa'nın doğumu sırasında gökyüzünde görülen çok parlak yıldız gibi bir nesnedir. Bu iddiaya göre Beytüllahim tabiri İsa'nın nerede değil, ne zaman doğduğunu göstermektedir. Doğum ve ölüm tarihleri ile ilgili olarak kimi tarihçiler ve araştırmacılar farklı görüşler belirtirler. Memleketine atfen Nasıralı İsa olarak da bilinir. Mesih Efsanesi teorisi. Bazı tarihçi ve araştırmacılar, İsa'nın gerçek bir şahsiyet olduğu konusunda şüphecidirler. Adının Yeni Ahit kaynaklı dinî metinlerde sıkça geçmesine rağmen tarihî belgelerde kendisinden bahsedilmemesi, kendisi hakkındaki bazı anlatıların daha önceki efsanelerde de aynen yer alması gibi sebeplerle onun mitolojik bir karakter olabileceğini düşünmektedirler. Bu görüşte olan araştırmacıların İsa hakkındaki teorilerine genel olarak Mesih Efsanesi teorisi denilmektedir. Bu teoriyi savunanların hemfikir oldukları noktalar şöyle sıralanabilir: İsa'dan bahseden ve miladi birinci asra ait birincil derecede kaynağın olmaması ve Hristiyanlıktaki ibadetlerin, kendisinden önce ortaya çıkmış putperest dinlerde köklerinin olması. İsa'nın tarihselliği. Günümüzde neredeyse bütün uzmanlar tarafından gerçekten yaşadığı düşünülen İsa'nın varlığının araştırılması için tarihçiler Sinoptik İnciller'i (Matta, Markos ve Luka) birincil kaynak olarak gösterir. Hristiyanlıkta. Hayatı. Hristiyan tarihçi ve teorisyenlerin çoğu, İsa'nın Celileli bir öğretmen ve marangoz olduğu, şifa dağıttığı, Yahya tarafından vaftiz edildiği, "halkı isyana teşvik etmek" suçuyla, Yahudi din adamlarının tahriklerine kanan Roma İmparatorluğu'nun Yahudiye eyaletinin valisi Pontius Pilatus'un emri ile Kudüs'te çarmıha gerildiği konusunda hemfikirdir. Hristiyanlık teolojisinde kullanılan, İsa'nın yaşamına dair ana kaynaklar Yeni Ahit'teki dört kanonik incildir (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna). Genel kabule göre bunlar İsa'nın ölümünden 60-70 yıl sonra, I. yüzyılda yazılmışlardır. Hristiyanlığın bakış açısına göre, Eski Ahit'te yer yer ileride zuhur edeceği vadedilen Mesih, İsa'dır. İsa'nın Davud'un soyundan geldiğine inanılır. Yahudi toplumu içinde doğup büyüyen İsa'nın yaşadığı dönemde Yahudilerin geleneksel olarak babalarının ismiyle anılması sebebi ile İsa yaşamı süresince, üvey babasına izafeten "Yusuf oğlu İsa" olarak tanınmıştır. Dinî anlatılara göre annesi Meryem, Levioğulları soyundan geliyordu. Matta İncili'nde Meryem'in kocası Yusuf'un soyağacı verilir ve bu, Kral Yehoyakin'e dayandırılır. Yeremya 22:28-30'da Yehoyakin'in soyuna konulmuş bir lanetten söz edilir. Matta'daki soyağacı ile İsa'nın lanetli bir soydan gelmediği açıklanır. İnanca göre Yusuf, İsa'nın biyolojik babası olsaydı İsa Davud'un krallık tahtına oturamazdı. Luka İncili'nde ise Meryem'in soyağacı verilir. Bu soy kaydında Meryem'in Yehoyakin'in soyundan değil Peygamber Natan aracılığıyla Kral Davud'a kadar uzanan soydan geldiği açıklanır. İsa'nın varlığının hikmeti. Hristiyanlara göre İsa'nın "dünyada kendine özgü bir önem"i vardır. Hristiyanlara göre İsa insanları Tanrı'ya yaklaştırmış ve Mahşer Günü dünyaya dönerek insanları bedensel dirilişlerinden önce ya da sonra yargılayacaktır. Kimilerine göre ise İsa'nın kurtarıcı rolü öteki dünyadan çok varoluşçu ya da toplumsal bir kimliktir; ve bazı araştırmacılar İsa'nın evrensel uzlaşıyı getireceğini savunur. Hristiyanlar İsa'ya Tanrı'nın beden almış hâli ve teslis de denilen Üçlü Birlik'teki üç hipostaz veya kişinin ikincisi olarak inanırken bazı gruplar teslis inancını kısmen ya da tamamen reddeder. İsa'nın tabiatı. Hristiyan inancında İsa Tanrı'nın Oğlu ve Tanrı'nın enkarnasyonudur. O, Baba (Tanrı) ile insanlar arasında aracı, Tanrı'nın sözlerinin beden bulmuş biçimi, beklenen Mesih, kurtarıcı, Rab, Tanrı ile aynı "öz"den olan, güçlü Tanrı, tek insan, dünyanın tek kralı, Üçlü Birlik'teki kişilerden "Oğul"dur. İsa için kullanılan "oğul" ifadesi biyolojik bir anlam içermemektedir, Tanrı'nın babalığı ruhanî bir babalıktır. Hristiyanlık inancına göre İsa, insanların günahlarının bağışlanması için çarmıhta bedenen can vermiştir. İsa'nın tanrısal ve insani özellikleri farklı mezheplerce farklı yorumlanır. Hristiyanlığın monofizit görüşüne göre insani tabiatı ile tanrısal tabiatı, tanrısal özü altında erimiş ve ayrılmaz, bölünmez tek bir tabiat meydana gelmiştir. Çarmıhta sadece insanî tabiatı acı çekmiştir. Tanrısal tabiatı acı çekmemiştir. Diofizit görüşe göre ise insani ve tanrısal olmak üzere birbirinden bağımsız iki tabiatı vardır. Çarmıha gerildiğinde tanrısal tabiatı bedeninden ayrılmış, sadece insani tabiat acı çekmiştir. Meryem, insan olan İsa'nın annesidir, dolayısıyla da ona "Theotokos", yani "Tanrı anası" denemez. Ortodoks, Katolik ve Protestanlara göre İsa'nın insani ve tanrısal iki tabiatı olup bunlar asla birleşmezler, karışmazlar ve ayrılmazlar. İslam'da. İslam'da Meryem oğlu İsa, Mesih'tir, Allâh'ın elçisidir, Rûhullah'tır, bir râsuldür, beş ulu'l-azm peygamberden biridir. Ayrıca Müslümanlar İncil'in İsa'ya vahiy yoluyla indirilen kutsal bir kitap olduğuna inanırlar. İsa, Tanrı da değildir, Allah'ın oğlu da değildir. Kur'anda İsa kendisine erkek dokunmamış bir bakirenin mucize çocuğudur. Ölüleri bile diriltebilir. Hristiyan teolojisinden önemli bir fark olarak O tanrı veya tanrının çocuğu değil, Muhammed’i müjdeleyen bir peygamberidir. Ama yine de O’nun için özel bir dil kullanılır; O tanrının sözü ve özü (ruhu)’dür. (Nisa:171) Bebekliğinden itibaren olağanüstü mucizeler ve harikalar gösteren İsa'nın hikayesine Al-i İmran ve Meryem surelerinde ayrıntılı olarak yer verilir. Hayatı. Doğumu. İslâmiyetin ana metni Kurân'a göre Îsâ, biyolojik veyâ ruhsal bir babası olmayarak, mûcizevî bir sûrette, annesinin rahminde yaratılmıştır. Kurân'da buna bir misâl olarak, toprağa insan sûreti verilip can ilka edilmesi sonucu babasız yaratılan Âdem Peygamber örnek getirilir ve iki peygamberin yaratılışı aynı mucize kategorisinde vurgulanır. Kur'an'da İsa'nın bir anne-baba ilişkisinden değil, sadece bir anneden meydâna geldiğini vurgulamak için birçok âyette, annesine izâfeten "Meryem oğlu İsa" şeklinde zikredilir. İnsanlar, doğduğunda, Şeytan tarafından dürtülüp rahatsız edilir ve ağlarlar. Meryem oğlu İsa, Şeytan'ın dokunup rahatsız edemediği kişidir. Çarmıhtan korunması ve göğe yükseltilişi. Çoğu İslami gelenek, İsa'nın fiziksel olarak çarmıhta veya başka bir şekilde öldüğünü kategorik olarak reddeder. Çoğu gelenek, bunun yerine ikame veya başka bir kişinin İsa'nın yerine çarmıha gerildiği fikrini öğretir. Bununla birlikte, bazı modern Müslüman bilginler, İsa'nın gerçekten öldüğüne ve onun hayatta kalmasına yapılan atıfların gerçek değil, sembolik olduğuna inanıyorlar. İsa'nın ölümünün doğası hakkındaki bu anlaşmazlık, İslam kanonunun kendisinde bulunur ve en eski hadis, Muhammed'in arkadaşlarının İsa'nın öldüğünü söylediğini aktarır. Bu arada, daha sonraki hadis ve tefsirlerin çoğunluğu bunun tersini savunmaktadır. Muhammed Reşid Rıza gibi bazı İslami reformcular, çağdaş yorumcuların Kur'an'daki İsa'nın ölümünün inkârının mecazi olarak yorumlanmasıyla hemfikirdir. Soyağacı. Kurân'da Îsâ'nın soyağacından olarak annesi Meryem ve dedesi İmran'ın adları zikredilmektedir. Müslüman bilginlerin eserlerinde hem Hristiyanların geleneklerinden iktibas edilmiş Marangoz Yusuf'un şeceresi, hem de Hristiyan geleneğine dayanmayan Meryem'in ve kuzeni Yahya'nın şecereleri mevcuttur. Marangoz Yusuf'un şeceresi ile Meryem Ana'nın ve Yahya bin Zekeriya'nın şecereleri arasında büyük farklılık mevcuttur. Yaşadığı dönem hakkındaki ihtilaflar. Hristiyan geleneklerinin etkisiyle, İslâm bilginleri, Meryem oğlu İsa'nın, MS 1. yüzyılda risâlet görevini yerine getirdiğini zımnî olarak kabûl etmektedir veya İslâm'ın temel metni Kurân ile çatışma arzetmediği ve ayrıca akîde konusunda bir mesele olmadığı için bu konuda bir îtirazda bulunmamaktadırlar. Bununla birlikte, İslâm bilginlerinin târih boyunca yazmış oldukları eserlerde, Meryem oğlu İsa'nın ve en bilinen çağdaşları Zekeriya ve Yahya Peygamberlerin ve Meryem Ana'nın hakkında Hristiyan gelenekleriyle uyumsuzluk gösteren pek çok vakâ rivâyet edilmiştir. Meryem Ana'nın şeceresi de bunlardan birisidir. Bu örneklerden bir diğeri Ashab-ı Karye vakâsıdır. Bazı tefsir yazarları, Ashab-ı Karye vakâsının, İsa'nın yolladığı elçiler ile ilgili olduğunu ve bu olayın Antakya'yı yöneten Antihas oğlu Antihas (انطيخس بن انطيخس) adındaki bir hükümdar zamânında yaşandığını rivâyet etmektedirler. MS 1. asra aykırı duran bu rivâyetlerin dışında, İsa'nın Hristiyan geleneğinde anlatılandan asırlar önce yaşadığını açıkça savunan rivâyetler de İslâm geleneğinde görülmektedir. Ahmed Sirhindî de mektuplarından ikisinde, onun Eflâtun (MÖ y. 427-347) zamanında yaşadığını ve tebliğinin Eflatun'a ulaştığını dile getirir. Taberi'nin rivâyetlerinde, Makedonyalı İskender'in Babil'i ele geçirmesinin altmış beşinci senesinde (yaklaşık MÖ 266) İsa'nın doğduğunu kabûl eden Farslar; İskender'in Babil'i fethinin üç yüz üç sene sonrasında (y. MÖ 28) İsa'nın doğduğuna inanan Hristiyanlar, Makedonyalı İskender'in hakimiyetiyle İsa'nın doğumu arasında elli bir sene geçtiğini (en geç MÖ 272) kabûl eden Zerdüştler vardı. İslam'daki özel konumu. Muhammed'in geleceğini bildirmesi. Kurân, İsa'nın, Ahmed adında, kendisinden sonra gelecek olan bir resûl olarak Muhammed'i, İsrailoğullarına haber verdiğini bildirir. Bununla ilgili olarak bir hadîste Muhammed, şöyle söylemiştir: “Benim ismim Kurân'da Muhammed, İncil'de Ahmed, Tevrat'ta Ahyed'dir.” Bazı İslâm bilginleri, Yuhanna İncili'nde geçen "Faraklit"in İslâm peygamberi Muhammed olduğunu savunur. Hristiyan inanışına göre ise "Faraklit", Kutsal Ruh'tur. Kanonik incillerde açıkça Muhammed'in geleceğini haber veren bir bilgi yoktur. O yüzden Müslümanların Yuhanna İncili'nde İsa'nın Muhammed'in geleceğini bildirdiğine dair delil kabul ettikleri sözleri, Hristiyan dünyası delil olarak kabul etmez. Evliya Çelebi, "Seyahatnâme"de, İslâm'a göre Meryem oğlu İsa'nın havârilerinden kabul edilen Şem'un-u Safa'nın Nakura yakınlarındaki türbesinde bulduğu incil nüshasını defalarca okuduğunu ve incelediğini, İsa'ya inen ve Muhammed'i müjdeleyen ayetin o nüshada mevcut olduğunu iddia etmektedir. Evliya Çelebi'nin, bizzat Şem'un-u Safa tarafından yazıldığını naklettiği bu el yazması incil, bulunamamıştır. Mesih olarak âhir zamanda geri dönecek olması. Kurân'da açıkça Meryem oğlu İsa'nın âhir zamanda geri gelip gelmeyeceği yazılı değildir. Âhir zamanda İsa'nın geleceğinin haber verildiği hadisler vardır. İsa, geldiğinde Deccâl'i helâk edecektir. Ancak, İslâm bilginleri, Deccâl'in mâhiyeti, İsâ'nın gelişinin mâhiyeti ve Deccâl'i helâk edişinin mâhiyeti konusunda oldukça farklı yorumlar yapmışlardır. Yahudilikte. Yahudiler, "Yeşu" adıyla bahsetmeyi tercih ettikleri İsa'nın Mesihliğini, peygamberliğini ya da Tanrı'nın Oğlu veya enkarnasyonu olduğunu tanımaz. İbn-i Meymun, Nasıralı Yeşu'nun ve Muhammed'in mevcudiyetlerinin hikmetinin, beklenen Yahudi Mesihi'nin gelişine dünyayı hazırlamak olduğunu savunur. Miladi takvimi ret. Miladî takvim, İsa'ya göre düzenlenmiştir. Milat, Roma imparatoru Ogüst'ün imparatorluğunun 28. yılıdır. Bu sene, Hristiyan geleneğinde İsa'nın doğum yılı olarak kabul edilir. Bu yıl, zaman çizelgesinde başlangıç noktasını temsil eder. Türkçede "Milattan Önce" (MÖ) ile "İsa'dan Önce" (İÖ) ve "Milattan Sonra" (MS) ile "İsa'dan Sonra" (İS) aynı anlamda kullanılır. "Milattan Sonra" anlamında kullanılan AD (Anno Domini) ise Latince "Rab'bin Yılı" anlamına gelir. 19. asrın ortalarından itibaren Yahudi akademisyenlerin öncülüğünde, "Before Christ" (Mesih'ten Önce) ve "Anno Domini" (Rab'bimizin Yılında) isimlendirmelerinin terk edilmesi gerektiği yönünde bir gelenek başlatıldı. Bunun yerine CE (İng. "Common Era"; Tr. "Ortak Zaman") ve BCE (İng. "Before Common Era", Tr. "Ortak Zamandan Önce") tabirleri kullanılmaya başlandı. Bu gelenek, bilimsel çevreler tarafından benimsendi ve yaygın kabul gördü, çünkü, "Ortak Zaman" ve "Ortak Zamandan Önce" adlandırmalarında, "Anno Domini" (Rab'bin Yılı) ve "Before Christ" (Mesih'ten Önce) gibi, Hristiyanlığın miladi takvimdeki belirleyiciliğinin baskınlığının hissedildiği anlamlar öne çıkmıyordu. Yaşadığı dönem hakkındaki ihtilaflar. İsa'nın Yahudi toplumlarındaki hayat öyküsü "Toledot Yeşu"nun bir versiyonunda İsa'nın MÖ 90 civarında yaşadığı anlatılır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5595", "len_data": 18497, "topic": "RELIGION", "quality_score": 4 }
Mustafa Sandal (d. 11 Ocak 1970, İstanbul), Türk şarkıcı-şarkı yazarıdır. 90'lı yılların başlarında çok sayıda şarkıcıya verdiği bestelerle müzik piyasasında önemli bir tanınırlığa ulaşan sanatçı 1994 yılında yayımladığı ilk stüdyo albümü "Suç Bende" ile önemli bir ticari başarı yakalayarak tüm Türkiye'de tanınan bir sanatçı hâline geldi. İlk albümünün ardından 1996 yılında "Gölgede Aynı" isimli albümüyle pek çok ödül kazandı. 1998 yılında "Detay" adlı albümüyle başarı yakaladı ve "Aya Benzer" isimli parçasıyla listelerde 1 numaraya oturdu. Ardından Sony Music'le sözleşme imzaladı ve "Araba" adlı albümünü dünyanın dört bir tarafında satışa sundu. "Araba" ve "Aya Benzer" parçalarıyla yurt dışında da tanınırlığını artırdı. 2000 yılında "Akışına Bırak" isimli 4. stüdyo albümünü çıkardı. 2002 yılında çıkardığı "Kop" adlı albümüyle "En İyi Erkek Sanatçı" dalında ödül kazandı. 2003 yılında Universal Music-Polydor etiketiyle "Seven" adını verdiği çalışmasını yurt dışında dinleyicilere sundu ve 1 yıl sonra "İste" isimli albümünü Türkiye'de yayımladı. 2005 yılında yurt dışında piyasaya çıkardığı “İsyankar” adlı single çalışması ile Almanya'da 150 bin tirajı geçerek "Gold Record (Altın Plak)" ödülünü kazandı. 2007 yılında tekrar Türkiye piyasasına yönelen sanatçı "Devamı Var" ve 2009 yılında çıkardığı "Karizma" adlı albümlerinin ardından 2011'de Gülben Ergen'le birlikte çıkardığı "Şıkır Şıkır" adlı single çalışması o yılın en çok indirilen şarkısı oldu. 2012 yılında 10. stüdyo albümü olan "Organik'i" çıkarttı. 2013 yılından itibaren single çalışmalarına yönelen sanatçı "Tesir Altında" isimli çalışmasını piyasaya sürdü ve bu çalışma 2013 yılının en çok satan single'ı oldu. 2018 yılında Eypio ile düet yaptığı Reset, 2019 yılında Zeynep Bastık ile düet yaptığı Mod ve 2020 yılında Damar adlı single çalışmalarıyla müzik listelerinde 1 numara olmayı başardı. Müzik alanında yaptığı çalışmaların yanı sıra televizyon, reklam, sinema gibi sektörlerde de önemli başarılar yakalayan Mustafa Sandal bugüne kadar tüm dünyada 14 milyonun üzerinde albüm satmış ve Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Hakan Peker gibi önemli isimlerin de aralarında olduğu çok sayıda sanatçıya şarkılarıyla destek vermiştir. Özel hayatı. Yusuf Sandal ve Tülin İleri'nin oğlu olan Mustafa Sandal 11 Ocak 1970 tarihinde İstanbul'un Beşiktaş ilçesinde doğmuştur. Arnavutköy’de yaşamaktadır. Dedesi TRT eski sanatçılarından, ritim - saz ustası Hüseyin İleri'dir. Baba tarafından Erzincan - Kemahlıdır. Anne tarafından ise Dedesi Hüseyin İleri İsfahan, İran’dan göç etmiştir. 13 Ocak 2008 - 6 Haziran 2018 tarihleri arasında Boşnak kökenli Sırp şarkıcı Emina Jahovic ile evli kaldı. Bu evlilikten Yaman ve Yavuz adında 2 erkek çocuğu olmuştur. 3 Haziran 2022'de butik işletmecisi Melis Sütşurup ile evlendi. Eğitim. Mustafa Sandal, ilköğrenimini Tarabya'daki Özel Dost İlkokulunda tamamladı. Daha sonra orta ve lise öğrenimi için İsviçre'nin Cenevre kentinde bulunan Léman Kolejine gitti. 8 yıllık tahsil süresinden sonra yükseköğrenim için ABD'nin New Hampshire eyaletindeki New Hampshire Üniversitesinde okumaya başladı. 1996'da Londra'ya yerleşen sanatçı Amerika'da yarım bıraktığı işletme eğitimine American College of London'da devam etti. İngilizce, İtalyanca ve Fransızca bilmektedir. Bedelli askerlik uygulamasından yararlanarak 2000 yılında Malatya'daki 2. Ordu Komutanlığı Altay Kışlası Ulaştırma Er Eğitim Alayında 28 gün askerlik yaptı. Uçuşa ve denize merakı ile bilinen sanatçı pilotluk sertifikasına ve tekne kaptanlığı ehliyetine sahiptir. Müzik kariyeri. 1989 - 1993: Bestecilik ve söz yazarlığı kimliği. 1989 yılında müzik tutkusu yüzünden Amerika'daki 2,5 yıllık üniversite tahsilini yarıda bırakarak Türkiye'ye döndü. Profesyonel müzik yaşamına İstanbul Gelişim Stüdyosu'nda Onno Tunç, Selçuk Başar, Uğur Başar ve Garo Mafyan gibi önemli müzik adamlarına asistanlık yaparak başladı. Burada bestecilik ve söz yazarlığı yönünü ortaya çıkardı. Bülent Tezcan ile birlikte oluşturduğu "Vazgeçme" isimli ilk şarkısını 1991 yılında Ajda Pekkan yorumladı. Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Zerrin Özer, Muazzez Abacı, Ayşegül Aldinç, Yonca Evcimik, Ozan Orhon, Burak Kut, Deniz Arcak, Emel Müftüoğlu, İzel, Reyhan Karaca, Sibel Alaş, Asya, Hakan Peker, Sertab Erener, Ferda Anıl Yarkın ve Mert Ekren gibi birçok sanatçıya besteler verdi. 1994 - 1998: Suç Bende, Gölgede Aynı, Detay. 1994 Temmuz'unda ilk albümü "Suç Bende"'yi çıkardı. Albümde 7 şarkısının söz ve müziğini kendisi yapan Mustafa Sandal bu albümü piyasaya sürmesinden 3 ay sonra başlayan Türkiye turnesi ile yurt içinde 140, yurt dışında ise 30 konser verdi. İlk albümünün ardından evine bir stüdyo kuran sanatçı, aranjör olarak da çalışmaya başladı. Bu albümde kendi çalışmalarının yanı sıra Ferda Anıl Yarkın, Ahmet Aşkın Tuna, Bülent Tezcan gibi önemli sanatçılarla çalıştı. Kendi albümünü yapmasının ardından 1995 yılında Sibel Alaş'ın "Adam" adlı albümünün müzik direktörü ve prodüktörlüğünü yaptı. İlk albümünün ardından yükselen beklentileri 1996 Haziran'ında "Gölgede Aynı" adındaki bütünüyle kendi yapımı olan ikinci albümüyle karşıladı ve bu albüm sanatçının müzik piyasasındaki yerini iyice sağlamlaştırdı. Bu albümünden sonra çıktığı Türkiye turnesinde 140'tan fazla stadyum konseri verdi. Albümün ilk klibi Araba adlı şarkıya Beşiktaş'ta çekildi. Ardından Zeki Demirkubuz'un da oynadığı ikinci klip "Jest Oldu" adlı parçaya çekildi. "Bir Anda" adlı şarkıya da aksiyon tarzı bir klip çekildi. 1996 yılında Türkiye'de en çok satan albüm olan Gölgede Aynı 3 milyon 600 bin satış tirajına ulaştı. 1997 yılında, Londra'ya yerleşip üniversite eğitimine kaldığı yerden American College Of London'da devam eden Mustafa Sandal bu sırada İzel'in "Emanet" adlı albümünün prodüktörlüğünü üstlendi. 1 Eylül 1998'de ise üçüncü stüdyo albümü olan "Detay"'ı Prestij Müzik etiketiyle çıkardı. Yurt içi ve yurt dışı olmak üzere toplam 120 konser veren sanatçı, bu albümde de iyi bir satış tirajını yakaladı. Albümde Uğur Başar, Andy Clayburn, Deneb Pinjo, Mert Ekren ve Hakkı Yalçın gibi isimlerle çalışan Mustafa Sandal 7 şarkısının söz ve bestesini kendi yaptı. Albümün çıkış şarkısı "Aya Benzer" büyük bir beğeni topladı ve albümün ilk video klibi bu şarkıya çekildi. Ardından Prestij Müzik'in 5. yılı için çıkardığı The Best Of Prestij adlı albümde bu proje için hazırladığı "Detay" şarkısının hareketli versiyonunu yayımladı ve şarkının klibi bu versiyona çekildi. Aynı albümde o dönemki Prestij Müzik sanatçıları ile "Kardeşlik Türküsü" adlı şarkıda düet yaptı. Daha sonra Detay albümünde yer alan "Çekilin" ve "Mevcut" adlı şarkılarını kliplendirdi. 1999: İlk Avrupa'ya açılma kararı. 1999 Mayıs ayında Fransa'da Sony Music ile yaptığı anlaşma ile, yurt dışında yayımlanmak üzere önce Aya Benzer adlı şarkının 4 yeni versiyonundan oluşan bir EP çıkaran Mustafa Sandal, sonrasında "Araba" şarkısının yeni aranjmanıyla çıkardığı single çalışmasına Fas'ın Marakeş şehrinde klip çekildi. "Araba" şarkısı Rusça, Arapça ve Yunancaya çevrilerek seslendirildi. Bu single'ın ardından Mustafa Sandal Türkiye'de çıkardığı ilk üç albüm olan Suç Bende, Gölgede Aynı ve Detay albümlerinden seçilen şarkılardan oluşan Araba adlı albümünü yurt dışında piyasaya sürdü. Ancak sonrasında yapımcısı Sony Music ile albümün çıkış şarkısının Aya Benzer yerine Araba olması ve klibin Avrupa yerine Fas'ta çekilmesi gibi yaşadığı sorunlar nedeniyle ilk Avrupa defterini kapatmış oldu. 2000-2002: Akışına Bırak ve Kop. 2000 Haziran'ında "Akışına Bırak" adlı dördüncü albümünü Prestij Müzik etiketiyle dinleyenlerine sundu. Bu albümde müzik direktörlüğünü İskender Paydaş'la paylaştı. Albümdeki "Tek Geçerim" adlı şarkı müzik listelerinde zirveye çıktı ve şarkıya hipodromda hareketli bir klip çekildi. Albümün diğer klipleri ise Yunan şarkıcı Natalia Dussopulos ile "Hatırla Beni" şarkısına yapılan düete, 3. ve son klip ise "Geriye Dönemem" isimli şarkıya çekildi. 2001 Haziran'ında İstanbul Metrosu için "Can Cana" isimli bir şarkı besteledi. İtalyan sanatçı Eros Ramazzotti ile birlikte Ali Sami Yen Stadyumu'nda 25 bin kişi önünde düet yaptı. Daha sonradan yaptığı açıklamada pek çok starla düet yapmasına karşın hayatında en değer verdiği ve unutamadığı düetin Ramazzotti ile yaptığını söylemiştir. Kasım ayında, yeni stüdyosunu kurdu ve beşinci albümünün kayıtlarını burada gerçekleştirdi. 2002 Mayıs'ında Erol Köse Production etiketiyle çıkardığı "Kop" adlı albümü yılın en çok satan ikinci albümü oldu. Albüm 2002 yazına damgasını vururken özellikle 2002 FIFA Dünya Kupası'na katılan Türkiye millî futbol takımıyla özdeşleşen "Pazara Kadar" şarkısı büyük beğeni topladı ve ülke genelinde geniş yankı uyandırdı. Sonrasında Telsim sponsorluğunda Kop (remix) adlı single çalışmasını yayımladı ve şarkının klibi bu versiyona çekildi. Kendi yapım şirketi olan Yada Prodüksiyon bünyesinde kurduğu ve altyapı çalışmaları 2 yıllık bir süreyi alan hayran kulübünü, internet sitesi üzerinden faaliyete geçirdi. 2003-2006 : Seven ve İsyankar ile Avrupa'da gelen başarı; Aşka Yürek Gerek ve İste ile Türkiye'deki yansımaları. Türkiye'de "Maxi Sandal 2003" isimli bir maksi single çıkardı. İlk klip "Aşka Yürek Gerek" adlı şarkıya çekildi ve Mustafa Sandal bu klipte bir kez daha Yunan şarkıcı Natalia ile birlikte kamera karşısına geçti. Aynı yıl Universal Music etiketiyle Türk asıllı Alman Vj Gülcan Karahancı ile düet yaptığı "Aya Benzer 2003 (Moonlight)" isimli bir single ve "Seven" isimli bir albümle Avrupalı müzikseverlerle buluştu. Çalışması Avrupa'da 2,5 ay boyunca en çok satan İlk 10 arasında yer aldı. Sandal, bu albümünde "All My Life" adlı şarkıya çektiği klipte dünya güzeli Azra Akın'la birlikte oynadı ve klip Michael Jackson'ın kendi klibini çekmek için izin alamadığı Topkapı Sarayı'nda çekildi. Mustafa Sandal'ın "Seven" ile Avrupa'da yakaladığı başarı üzerine ünlü Alman talk show'cu Stefan Raab 27 kişilik ekibiyle Musti'yle program yapmak için Türkiye'ye geldi ve çekimler Karaköy Limanı'nda gerçekleştirildi. Ayrıca Alman "Bild"e kapak olmayı başaran ilk Türk olurken, "Der Spiegel" dergisi de sanatçıya yer verdi. Avrupa'da da ilgi gören Mustafa Sandal yurt dışında da çok sayıda konser verdi. Önce Moskova'da Gorki Parkı'nda konser veren Sandal ardından 2003 yılında ekibiyle Olympia'da bir konser verdi. Beşiktaş Spor Kulübü'nün kuruluşunun 100. yılı için "100. Yıl Marşı" ve "Hadi Hisset" adlarında besteler yaptı. 13 Temmuz 2004'te "İste" isimli maksi single'ı piyasaya çıktı. Bu çalışmanın ilk video klibi "İsyankar" adlı parçaya çekildi. Sonrasında bu şarkının Oryantal Remix versiyonu konser görüntüleriyle kliplendirildi. Albümün diğer klibi ise "Kavrulduk" isimli parçaya çekildi. Sanatçı yaz boyu "Volkswagen ile Müzik Aşkına" konserlerinde sevenleriyle buluştu. Hatta bazı konserlerine Wolkswagen otomobillerinin üstünde çıktı. Aynı yıl LR Kozmetik toplam 24 ülkede kendi adına üretilen "7" adlı parfümü piyasaya sundu. 2005 yılının Ocak ayında Alman şarkıcı "Gentleman" ile yaptıkları düetle "İsyankar" isimli şarkısının single çalışmasını Universal Music etiketiyle yurt dışında çıkardı. "İsyankar" Almanya, Avusturya ve İsviçre'de de en çok satanlar listelerinde üst sıralarda yer aldı. Yurt dışında popülerliğini iyice arttıran Mustafa Sandal 2005 yılında İstanbul'da oynanan UEFA Şampiyonlar Ligi finali için Türkiye'ye gelen kupayı Taksim Meydanı'nda verdiği konser sırasında İstanbul belediye başkanı Kadir Topbaş ile birlikte kaldırdı. Ardından Almanya'nın ZDF televizyonunun Wetten Dass? (Bahse var mısın?) adlı programında Aspendos Tiyatrosu'nda Shakira ile aynı sahneyi paylaştı. Shakira programın ardından sahneyi paylaştığı Mustafa Sandal için "Mustafa Sandal çok iyi bir dost ve güzel bir arkadaş. Bu dostların varlığı yeter." demiştir. Mustafa Sandal da Shakira'ya kendisi için özel aldığı bir saz hediye etti. Tiyatro alanına 5 bin kişi çift arama sonrası girerken dünya genelinde bu program 15 milyon kişi tarafından izlendi. Ayrıca Musti "İsyankar" adlı parçasını Alman rapçi Gentleman ile birlikte söyledi. Programın ardından kuliste Mustafa Sandal Paris Hilton ile bir araya geldi. 7 Mayıs 2005 tarihinde ise resmî web sitesi üzerinden Musti TV yayın hayatına başladı. Ağustos'ta ise "Yamalı Tövbeler" isminde bir maksi single çıkardı. Yamalı Tövbeler'in ilk baskısı henüz ilk gününde tükenirken kısa sürede 180 bin satış rakamına ulaşan single büyük başarı elde etti. 2006 yılında önceki yıl yurt dışında piyasaya çıkardığı “İsyankar” adlı single çalışması ile Almanya'da 150 bin tirajı geçerek "Gold Record (Altın Plak)" ödülünü kazandı. Universal Music etiketiyle piyasaya sürülen İsyankar'ın İstanbul'da çekilen video klibinde İstanbul Boğazı'nın görüntüleri gözler önüne serilmiş ve klip MTV TRL Charts listesinde Blue ve Avril Lavigne gibi isimleri geride bırakarak MTV listelerinde bir numara olmuştu. Mustafa Sandal bu başarısının ardından 5 Şubat'ta yaptığı Almanya konseriyle dünya turnesine çıktı ve bu kapsamda Almanya, İngiltere, Pakistan, Rusya, Hollanda, Arnavutluk ve Brezilya'da konserler verdi. Mustafa Sandal, İsyankar single'ı ile Almanya resmî satış listelerinde en uzun süre kalan Türk sanatçısı ünvanını elinde bulunduruyor. 2007-2012: Devamı Var, Karizma, Organik. 13 Haziran 2007 tarihinde Mustafa Sandal "Devamı Var" adlı albümünü çıkardı. İskender Paydaş, Özgür Yedievli, Sinan Akçıl, Erhan Bayrak ve Tolga Kılıç'tan oluşan aranjör ekibiyle bir yıllık çalışmanın sonunda albümü tamamlayan Mustafa Sandal yeni albümü için "Bunun için 'hayatımın albümü' diyebilirim. Şarkılarım yaza damgasını vuracak. Bir yıl boyunca stüdyoda sabahladık. Konser vermeyi, hayranlarımla olmayı çok özledim." dedi. Albümün çıkış şarkısı söz müziği Sinan Akçıl'a ait olan "İndir" isimli şarkı oldu. İndir'in klibi G.O.R.A., Sınav gibi filmlerin de yönetmeni olan Ömer Faruk Sorak yönetmenliğinde bir şantiyede çeşitli ülkelerden dansçıların eşliğiyle çekildi. Albüm sonrası konserlere başlayan Mustafa Sandal, Arnavutluk'ta 42 derece sıcağa rağmen 8 bin kişiye konser verdi. Yeni Aktüel'de yaptığı bir röportajda kendisine albümün en özel şarkısının sorulması üzerine ise şu cevabı verdi " 'Dayan' var, 'Melek Yüzlüm' var ama 'Çoban'ın yeri bir başka. Bir Türk ressamın yaptığı ve benim de 2.5 yıl önce satın aldığım tablo çok özeldir benim için. 'Çoban' şarkısında bu tablodan ilham aldım. Baktığım zaman kalbimden damlalar aktı. Çobanın o heybetli ve vakur duruşu, arka fondaki dağ silueti... Konserlerimde bile yanımdan eksik etmedim bu tabloyu." 2008 yılında Muhabbet Kart sponsorluğunda gerçekleşen Türkiye turnesine Ordu'da verdiği konserle başladı ve Cumhuriyet meydanında 10 bin kişiye verdiği Muğla konseriyle turne sona erdi.Mustafa Sandal 15 kentte verdiği konserlerle 500 bin kişiye seslendi. Ayrıca Play Station 2'de bir oyunda sanatçının "İndir", "Aşka Yürek Gerek" ve "İsyankar" adlı şarkılarına yer verildi. Firma yetkilileri oyun konsolunda bir Türk pop starın yer almasının özellikle düşünüldüğünü söylerken, Sandal'ın tercih edilmesinin nedeni olarak sanatçının Avrupa'da büyük ilgi görmesi gösterildi. 2008 yılında Türkiye'deki sanatçılar arasında en fazla 'fan club' üyesine sahip olan Sandal, yeni bir rekora imza attı. Kendine ait internet sitesinde 200 bin hayranı bulunan şarkıcı, Avrupa'da Madonna ve Britney Spears'ın ardından üçüncü sırada yer aldı. 2009 yılı Haziran ayında "Karizma" adlı albümünü çıkardı. Albümü "Baba olarak çıkardığım ilk albüm benim için milat sayılır" şeklinde tanımlayan Musti bu albümde Britney Spears, Jennifer Lopez ve Sting gibi birçok ünlünün şarkılarını düzenleyen ünlü aranjör Bojan Dugic ile birlikte çalıştı ve albümün çıkış şarkısı olan Ateş Et ve Unut ve albümün isim parçası Karizma'nın düzenlemelerini yine Bojan Dugic'le birlikte yaptı. Ayrıca Dugic'in Jennifer Lopez için hazırladığı bir şarkıyı son anda Mustafa Sandal'a vermesi nedeniyle albüm 2 hafta gecikmeli olarak çıktı. Albümün dört günde 450.000 kişi tarafından internet sitelerinden indirilmesi üzerine 500 bin dolarlık kayba uğrayan Mustafa Sandal, fan club üyelerinden seçilen 300 kişilik ekip tarafından bu sitelerin ve korsan satıcıların tespit edilmesini sağladı. Ünlü popçu bu konuyla ilgili şöyle bir açıklama yaptı "Oğlumun geleceğiyle oynayan emek hırsızlarının en ağır şekilde cezalandırılması içi elimden geleni yapacağım. Korsana engel olması gerekenler suskun kalsa da ben ve gerçek dinleyicilerim bu onur savaşını sonuna kadar sürdüreceğiz." Albümde ilk klip "Ateş Et ve Unut" adlı parçaya yetkililerden özel izin alınarak Haydarpaşa Limanı'nda çekildi ve 50 bin dolara mâl oldu. Öte yandan albüm tanıtım konserleri çerçevesinde çeşitli şehirlerde konserler veren Mustafa Sandal 6 konserde toplam 150.000 kişiye ulaştı. Toplam 16 konserin sonunda da 600 bin seyirciye ulaşan Musti kendi rekorunu egale etti. Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu UNICEF Almanya komitesi, Pakistan’daki mülteci çocuklar için başlattığı yardım kampanyasının Avrupa’daki sözcüsü olarak Mustafa Sandal’ı seçti. Pakistanlı çocuklar ve çeşitli Avrupa ülkelerinde toplam 50 bin kişi arasında yapılan ankette ‘Avrupa’nın en sevilen Türk sanatçısı seçilen Sandal, 2009 Ramazan Bayramı'da yayınlanan UNICEF broşüründe dünyaya barış mesajı verdi. Mustafa Sandal, sürecini ise şöyle anlattı "Hiç düşünmeden kabul ettim. Doğu ve Güneydoğu Anadolu turnesinde de bizim çocuklarımızla bir araya geleceğiz." Sandal'ın İngiliz, Alman ve Fransız hayranları da internet sitelerinde "Ateş Et ve Unut" klibindeki hasır şapkaya gönderme yaparak "Müslüman Türkiye'nin Michael Jackson'ı çocuklarımızın iyi niyet elçisi oldu." yorumunu yaptı. 2010 yılında Nostaljik ve yeni jenerasyon sanatçıları bir araya getiren Her Devrin Devleri adlı albümde Mustafa Sandal ile Gökben "Nevrin Döner" adlı şarkıda düet yaptılar. 2011 yılında Mustafa Sandal ve Gülben Ergen Haziran ayında çıkardıkları Şıkır Şıkır adlı single çalışmasında düet yaptılar. Sözü Mustafa Sandal'a bestesi Mısırlı sanatçı Amr Mostafa'ya ait olan Şıkır Şıkır; 133.253 kişi tarafından indirilerek 2011 yılının digital platformda en çok satış yapan şarkısı oldu ve bunun neticesinde 2012 yılında yapılan 18. Kral Müzik Ödüllerinde "MÜYAP Digital Satış Ödülü"nün sahibi oldu. 2012 yazında "Organik" adlı albümü çıkardı ve bu albüm için "Hayatımın Albümü" diyerek bu albüme olan güvenini dile getirdi. Şarkıları ilk olarak Turkcellmuzik.com'da yayınlanan konseriyle hayranlarına dinletti. Albümün çıkış parçası olan "Ego" dijital platformdaki Top 100'e 1 numaradan girmeyi başardı. Musti bu başarı için "Üç yıllık emeğimin karşılığını dört günde aldım. İlgi görmeyi bekliyorduk ama bu kadar hızlı olacağını bile tahmin etmiyordum." dedi. Albüm özellikle sosyal medya da ses getirdi ve Mustafa Sandal bu gelişmeden duyduğu heyecanı Mahsun Kırmızıgül'ün çektiği bir videoyla youtube kanalından yayınlayarak dile getirdi. Albümün ilk klibi "Ego"ya çekildi. Tülay İbak yönetmenliğinde çekilen klipte çete üyeleri ve özel timi canlandıran 20 oyuncu rol alırken Musti yeni klibini "Klip değil adeta kısa film çektik. Birbirine benzeyen işlerden sıyrılmak ve insanlara farklı bir şey izletmek istedim." diyerek açıklamıştır. Ayrıca parça Nielsen Türkiye Müzik listelerinde de 24. haftanın en hızlı yükselen eseri oldu. Albümde yer alan "Çek Gönder" isimli parçada Mustafa Sandal eşi Emina Sandal ile düet yaptı. Soner Sarıkabadayı, Eflatun gibi önemli isimlerden de parçalar adlığı albümün tanıtım konserleri çerçevesinde Türkiye'nin dört bir yanında ve yurt dışında pek çok konserler veren Musti yüz binlerce hayranıyla bir araya geldi. İstanbul, Beykoz'da verdiği konserde 150.000 kişi toplayarak seyirci rekoru kırdı. Volga Tamöz'ün 90'lı yılların unutulmayan şarkılarına yer verdiği Tam 90'dan adlı albüm projesinde "Kalmadı" adlı şarkısını yeniden seslendirdi. Türkiye Millî Olimpiyat Komitesi (TMOK) ile beraber çocukların, gençlerin ve ailelerinin spora teşvik edilmesi için “Okulumdan Olimpiyat Oyunları 'na Projesi'nde Mustafa Sandal olimpiyat elçisi olarak yer aldı ve bu proje kapsamında "Teşekkürler Anne" adlı bir şarkı besteledi. Orhan Gencebay’ın müzikteki 60.sanat yılına özel olarak hazırlanan ve 32 sanatçının yer aldığı Orhan Gencebay ile Bir Ömür adlı tribute albümde Mustafa Sandal "Kır Gönlünün Zincirini" adlı şarkıyı seslendirdi. 2013-günümüz: Single çalışmaları. 14 Şubat 2013'te Sevgililer Günü'ne özel olarak 1996 tarihli Gölgede Aynı albümünde yer alan 2 Tas Çorba adlı şarkısını 3 yeni versiyonuyla dinleyicilerin beğenisine sundu. Aynı yıl Gülşen ve Ozan Çolakoğlu ile bir araya gelerek 2 şarkıdan oluşan Tesir Altında isimli single çalışmasını yayınladı ve bu çalışma 2013 yılının en çok satan single'ı oldu. 2015 yılında 2 şarkıdan oluşan "Ben Olsaydım", 2016 yılında 3 şarkıdan oluşan "Dön Dünya", 2018 yılında "Aşk Kovulmaz" ve Eypio ile düet yaptığı "Reset", 2019 yılında "Gel Bana", "Masum Gibi" ve Zeynep Bastık ile düet yaptığı "Mod" adlı single çalışmaları yayınladı. Türkiye'deki resmi müzik listesine girdi ve Reset ve Mod ile birinci Gel Bana ile ikinci sırada yeraldı. 2019 yılı Kasım ayında Asya-Pasifik Yayın Birliğince Tokyo'da düzenlenen; Güney Kore'den Twice ve Kazakistan'dan Dimash Kudaibergen ile birlikte 11 ülke yıldızlarının katıldığı 8. ABU Şarkı Festivalinde Mustafa Sandal, Aya Benzer adlı şarkısının yeni düzenlemesini seslendirerek Türkiye'yi temsil etti. 2020 yılı Nisan ayında koronavirüs ile mücadele kapsamında sağlık çalışanları için yapılan ve tüm dijital gelirleri onlara bağışlanan Melis Fis ve Defkhan ile düet yaptığı, Yanında adlı single çalışması yayınladı. Şarkı müziğin yeni teknolojisi 8D ile kaydedilmiştir. Aynı yıl Eylül ayında Damar adlı single çalışması yayınladı ve bu single çalışması ile Türkiye'deki müzik listelerinde 1 numara olmayı başardı. Yıl sonunda ise Kazakistan Televizyonu Astana Tv'de 2021 yılı yılbaşı özel programı için, Kazak şarkıcı Indira Elemes ile Mod adlı şarkısının Kazakça - Türkçe versiyonunda düet yaparken, Araba ve İsyankar adlı şarkılarında ise solo performans sergiledi. 2021 yılı Ocak ayında Doğu Demirkol ile düet yaptığı Tekrar adlı single çalışmasının normal ve kısa film olmak üzere 2 versiyonunun yayınlandığı skeç tadındaki farklı tarzıyla dikkat çeken klibinde Musti'nin eski kliplerine göndermede bulunuldu. Türkiye millî futbol takımı'nın Euro 2020 şarkısını yapması için TFF tarafından görevlendirilen Mustafa Sandal, 2021 yılı Haziran ayında Derya Uluğ, Irmak Arıcı ve Eypio ile birlikte Bizim Çocuklar adlı Milli Takım resmi şarkısını seslendirdi. Aynı yıl Aralık sonunda Indira Elemes ile düet yaptığı Türk - Kazak ortak yapımı Yoksay adlı single çalışması yayınlandı. 2022 yılı 10 Kasım'da Atatürk'ün anısına 1996 yılında Ferda Anıl Yarkın'ın seslendirdiği kendi bestesi olan "Sonuna Kadar" adlı şarkıda, Devlet Opera ve Bale Genel Müdürü Murat Karahan ile birlikte düet yaptı. 2023 yılı Temmuz ayında bestesi Harun Sürek'e ait olan "Tamam Tamam" adlı single çalışması yayınladı. 2024 yılı Temmuz ayında ilk albümü Suç Bende'nin 30. yıl dönümü olması nedeniyle; Belaruslu şarkıcı Olga Napoli ile birlikte albümde yer alan "Sana İhtiyacım Var 2024" adlı şarkısına single çalışmasında düet yaptılar. Aynı yıl Ağustos ayında ise sözleri Derya Uluğ'a ait olan "İhtimal" adlı şarkıyı single çalışması olarak yayınladı. Diğer çalışmaları. Sinema ve televizyona yöneliş. 1993 yılında Power FM'de "Hakan Akay" ile birlikte "Kırmızı Işık" adlı radyo programı yaptılar. Mustafa Sandal "Musti" lakabını ilk kez bu programda kullanmaya başladı. 1995 yılında "Bay E" adlı sinema filminde konuk oyuncu olarak yer aldı ve filmin müziğini seslendirdi. 2010 yılının 5 Kasım'ında vizyona giren ve 3.455.089 izleyici sayısıyla 2010 yılının en çok izlenen filmi olan New York'ta Beş Minare'de başrol oynayan Mustafa Sandal, "Acar" adlı bir terörle mücadele polisini canlandırdı. Mustafa Sandal Star TV' de yayınlanan Kimsin Sen adlı yarışma programının sunuculuğunu yaptı. 2011 yılında Dolunay Soysert ile TRT 1'de yayınlanan Başrolde Aşk adlı dizide başrol oynayan Mustafa Sandal "Gani Galip" adında bir menajeri canlandırdı. 2012 yılında yapımcılığını ve sunuculuğunu Acun Ilıcalı'nın yaptığı, Star Tv'de yayınlanan O Ses Türkiye adlı yarışma programında Mustafa Sandal; Hülya Avşar, Hadise ve Murat Boz ile juri olarak yeraldı. Bu program büyük ilgi gördü ve Mustafa Sandal'ın takımının üyesi olan İbrahim Şevki finale kaldı ve yarışmayı 2. olarak tamamladı. 2013 yılındaki yarışmanın 2. sezonunda ise Mustafa Sandal'ın Jüri üyesi olduğu Mustafa Bozkurt yarışmayı 1. olarak tamamladı. Bu yarışmadaki hedefi 1. çıkarmak olan Sandal, bunu 2. sezonda başarınca yarışmanın 3. sezonundan itibaren yarışmanın jürisinde yer almamıştır. Mustafa Sandal, Disney’in 23 Ağustos’ta 2013'te vizyona giren animasyon filmi "Uçaklar"'ın seslendirmesi için stüdyoya girdi. Sandal, filmde şampiyon olma hayali kuran ama yükseklik korkusuna sahip "Dusty" isimli uçağı seslendirdi. 2014 yılı yılbaşı gecesi özel programı için Kanal D'de yayınlanan Arkadaşım Hoşgeldin programına özel konuk olarak katılan Mustafa Sandal "Romada Aşk" adlı skeçte sahnede Tolga Çevik ve Ezgi Mola'ya eşlik etti. Skeç sonunda Tesir Altında adlı şarkısını seslendirdi. 2015 - 2016 yıllarında TV8'de yayınlanan Öykü Serter'in sunuculuğunu yaptığı Rising Star Türkiye adlı yarışmanın 2 sezonunda da yer alan Mustafa Sandal; 1. sezonda Gülben Ergen, Demet Akalın ve Fuat Güner; 2. sezonda ise Yılmaz Morgül, İrem Derici ve Emina Jahovic ile birlikte jüri üyesi olarak yer aldı. 2018 yılında Cem Yılmaz'ın Arif V 216 adlı filminde "Mıstık" adlı bir mahalleliyi canlandırdı. 2020 yılında Vodafone Freezone Online Müzik Yarışmasında yarışma koçu olarak yer aldı. Yarışma boyunca tüm yarışmacılar ile ilgilenen Musti, ayrıca onlar için "Nasıl ünlü olunur" konulu video yayınladı. 9 Temmuz'da Vodafone Freezone Youtube ve TV8,5 kanalı üzerinden canlı yayınlanan büyük finalde yarışma koçu olarak yarışmacıları yönlendiren sanatçı ayrıca Araba ve Mod adlı şarkılarında solo performans sergilerken Eypio ile Reset, Melis Fis ile Jest Oldu adlı şarkılarında düet yaptı. Mustafa Sandal; Bir Dilek Tut Derneği (Make a Wish)'nin tehlikeli hastalıklarla mücadele eden çocukların 2021 yılında hayallerini gerçekleştirmek için "Yıldızlı Hikayeler Projesi" kapsamında, Kidsnook Masal Seti'ndeki 20 ünlünün seslendirdiği sessiz kitap hikâyelerden biri olan "Bayan Tavşanın Sebzeleri" masalını seslendirdi. 2021 Mayıs ayında ise bu sefer TRT Çocuk kanalında yayınlanan "Kız Kulesi Masalları" adlı çocuk programında "Üç Arkadaş" adlı masalı seslendirdi. Oynadığı reklamlar. 1990'lı yıllarda da reklam filmlerinde oynayan Mustafa Sandal 2000'li yıllara "Tek Geçerim" şarkısı eşliğinde "Turkport" reklamıyla başladı. 2004 yılında Volkswagen firmasının yeni arabası için İsyankar şarkısı eşliğindeki reklam filminde hem arabayı hem de şarkısını tanıtmış oldu. Kendi yazdığı senaryolarda kılıktan kılığa girdiği Muhabbet Kart reklamları en dikkat çeken reklamları oldu. 2005 yılında "İtalyan", "Hint", "Rus" ve "Fransız" karakterleri canlandırdı. 2006 yılında Digiturk - Muhabbet Kart ortaklığında "Digi Muhabbet" konulu reklam filmini çekti. Aynı yıl Doğuş Otomotiv'in sosyal sorumluluk projesi çerçevesinde "Trafik Hayattır" ana temalı; "arka koltuk" ve "kırmızı ışık" konulu reklam filmleri çekti. 2007 yılında ise Muhabbet Kart için dedesi Hüseyin İleri ile birlikte "İndir" şarkısının da tanıtıldığı, gerçek hayatlarından esinlenerek çektikleri reklam dizisi beğenilince sonrasında Mustafa Sandal'ın psikolog dedesinin hasta olduğu "antilfüs" ana temalı, "leke testi", "deney" ve "iskelet" adlarında reklam dizisi de çekildi. 2008 yılında ise tiplemelere devam eden sanatçı "Laz balıkçı", "Rockçı" ve "Tiki" karakterlerini canlandırdı. 2008 - 2009 yılları arasında meşhur telefonla konuşuyormuş gibi yapan karakteriyle "trafik", "park", "gece", "bar", "Alpler" ve "Ramazan" konulu reklamlar çekti. Mustafa Sandal, bu reklamıyla "2008 yılının en iyi reklam filmi" ödülünü aldı. 2010 yılında ise Tır Şoförünü canlandırdığı "Atla arkaya", " Tır şoförü 1", "Tır Şoförü 2", "Osman Konuşuyor" adlı reklam filmleri yayınlandı. 2012 ve 2013 yıllarında Emina Jahovic ile birlikte "Akıllı telefon harekatı" konulu 3 adet Turkcell reklamı çekti. 2013 - 2016 yılları arasında BP için kamera karşısına geçen Mustafa Sandal 8 reklam filmi çekerken "Araba", "Ben Olsaydım", "Vardır Bir Numarası" ve "Bombacı" adlı şarkılarının müziklerini kullandı ve Fuat Güner, Gülse Birsel ve Rüştü Reçber gibi ünlülerle birlikte oynadı. 2014 yılında 8 yıl sonra yeniden "Trafik Hayattır" temasıyla bu kez Doğuş Otomotiv ile birlikte BP Türkiye'nin de işbirliğinde emniyet kemeri kullanımına vurgu yapan " Hayata bağlı kal" isimli reklam filminde oynadı. Aynı yıl Emina Jahovic ile birlikte Zekeriyaköy reklam filminde oynadı. Reklam filmi görüntüleriyle "Organik" adlı albümde yer alan "Çek Gönder" adlı şarkıya bir de klip çekildi. 2016 yılında Emina Jahovic ile birlikte bu kez Golf Dondurması için "Bravo Mustafa", "Bravo Emina", "Bravo Yaman" ve "sorbe" isimli 4 reklam filmi çekti. 2017 yılında "Jestiniyap" uygulaması için "1. Ay dönümü" ve "2. Ay dönümü" isimli 2 reklam filmi çekti. 2020 yılında Chaby Han ile birlikte oynadığı Vodafone Freezone Müzik Yarışmasının "Unkapanı Edition" adlı reklam filminde bir prodüktörü canlandırdı. Aynı yıl Fuse Tea için "Fuse Tea mi Musti mi?" temalı reklam filmleri çekildi. 2021 yılında Yumoş deterjan reklamında, Suç Bende şarkısının, sözleri markaya uyarlanmış versiyonunu seslendirdi. Aynı yıl mayıs ayında e-ticaret platformu n11.com'a bağlı; ikinci el otomobil platformu olan garaj11 için seneryolarını kendisinin yazdığı ve Araba şarkısının eşlik ettiği 3 farklı reklam filminde oynadı. 2023 yılında "Portal Çelik Kapı" reklam filminde oynadı. 2024 yılında Karsu ile birlikte Muhteşem Kasım indirimleri kapsamında Amazon Prime reklam filminde oynadı ve Araba şarkısının sözleri reklama uyarlanmış versiyonunu seslendirdiler. Aynı yıl Reacher gözlük markasının "dikkat çekeceksin" temalı reklam filminde oynadı. Mustafa Sandal ayrıca reklamlarında oynadığı sponsor firmalar eşliğinde başta " Muhabbet Kart Konserleri" ve "Volkswagen'le Müzik Aşkına" olmak üzere yaptığı konser turnelerinin reklamlarında da oynadı. Milli Sporcu kimliği. Mustafa Sandal, Türkiye Kayak Federasyonu tarafından 17 yıl sonra tekrar kurulan ve 11-13 Nisan 2019'da Amerika'nın Colorado eyaletindeki Aspen şehrinde düzenlenen ve 3 farklı disiplinde gerçekleşen Dünya Senkronize Kayak Şampiyonası'na Milli Sporcu olarak katıldı. Musti ile birlikte Cem Hakko, Doruk Kaya, Doç. Dr. Fatih Kıyıcı, Atakan Alaftargil, Arif Alaftargil, Metin Polat, Tunç Taşdemir ve Çetin Şirvani'nin yer aldığı Türkiye Senkronize Kayak Milli Takımı şampiyonada birinci gün yapılan paralel slalom yarışlarında 2. ve 3., bombeli inişte ise 8. oldu. İkinci gün yapılan senkronize inişlerde ise mecburi senkronize inişte 4. oldu. Otobiyografi kitabı. Mustafa Sandal 25. Sanat Yılında 50. doğum günü olan 11 Ocak 2020 günü Beni Ağlatma adlı otobiyografi kitabı çıkardı. Musti kitapta doğumundan, okul hayatına, besteci ve söz yazarı olarak başladığı ve sonra solist olarak devam ettiği sanat hayatından, ilişkileri ve özel yaşamına dair başından geçen birçok olay ve konular hakkında anektodlar paylaşmıştır. Yada Prodüksiyon. Yada Prodüksiyon, Mustafa Sandal'ın 1997 yılında kendi ismi adı altında kurduğu ve 2000 yılının Ekim ayında unvan değişikliği yaparak uzun zaman üzerinde çalıştığı bir prodüksiyon şirketidir. Yada'da Mustafa Sandal prodüksiyonlarının yanı sıra başka prodüksiyonlar ve çeşitli organizasyonlar da yapılmıştır. Mustafa Sandal kendi şirketinde 4 albüm ve 3 maxi single çıkardı. Ayrıca eski eşi olan Emina Sandal-Jahović'in albüm kayıtları da bu şirkette yapılmıştır. 2012 yılı Kasım ayında Barış Koç - Küçük Şeyler albümü, 2021 yılı Şubat ayında Samet Nohut - Aşk Makamı ve 2023 yılı Ağustos ayında Sarp İkiler - Acı Biber Single çalışmaları Ya da stüdyolarında kaydedilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5596", "len_data": 31846, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.15 }
James Dewey Watson (d. 6 Nisan 1928, Chicago), 1954 yılında yaptığı çalışma ile DNA'nın ikili sarmal yapısını, araştırmacı Francis Crick ile keşfederek Nobel Ödülü almış bilim adamıdır. Chicago Üniversitesinde zooloji öğrenimi gördükten sonra 1950 yılında Indiana Üniversitesinde doktora yaptı. Ancak bu süreçten sonra Avrupa'ya geçmiştir. 1950 ve 1953 yılları arası önce Kopenhag, sonra da Cambridge Üniversitesi'nde DNA'nın yapı çözümü konusunda çalışmalarda bulundu. Cambridge Üniversitesinden Francis Crick ile giriştiği çalışmalar sonuç verdi ve 1953 yılında "Nature" dergisinde 900 kelimeden oluşan makalelerinin yayınlanmasıyla bilim adına önemli bir karanlık bölüm aydınlanmış oldu. Makale şöyle başlıyordu: "Deoksiribo Nükleik Asit tuzu için bir yapı önermek isteriz..." Ancak bu keşif içinde Londra'daki King's Kolejinde kristalograf olarak çalışan Rosalind Franklin'in de katkısı büyüktür. Eğer 38 yaşında kanserden ölmeseydi o da verilecek Nobel Ödülünü paylaşabilirdi. DNA'nın çift sarmal olduğunun bulunmasında Rosalind Franklin'in X ışını resimleri kilit rol oynamıştır. Ancak kendisi X ışını resimlerini doğru yorumlayamamaktaydı. James Watson 1956'da Harvard Üniversitesi'nde Moleküler Biyoloji ve Biyokimya Profesörlüğüne getirildi. 1962 yılında Dr.Crick'le DNA'nın 3 boyutlu yapısını keşfetmelerinden dolayı Nobel Ödülü'ne layık bulundular. 1967 yılında ise "The Double Helix: A Personal Account of the Discovery of the Structure of DNA" ("İkili Sarmal : DNA Yapı Çözümünün Öyküsü") adlı, DNA'nın ayrıntılı çözüm öyküsünü içeren kitabını yazdı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5601", "len_data": 1563, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.94 }
Watson şu anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5604", "len_data": 30, "topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT", "quality_score": 1.2 }
Otizm, üç yaşından önce başlayan ve ömür boyu süren, sosyal etkileşime ve iletişime zarar veren, sınırlı ve tekrarlanan davranışlara yol açan beynin gelişimini engelleyen bir rahatsızlıktır. Bu belirtiler otizmi, Asperger sendromu gibi daha hafif seyreden otistik spektrum bozukluğundan (OSB) ayırır. Otizm kalıtımsal kökenlidir ancak kalıtsallığı oldukça karmaşıktır ve OSB'nin kökeninin çoklu gen etkileşimlerinden mi yoksa ender görülen mutasyonlardan mı kaynaklandığı çok açık değildir. Nadir vakalarda, doğum sakatlıklarına neden olan etmenlerle yakından bağlantılıdır. Diğer görüşlere göre ise çocuklukta yapılan aşılar gibi nedenler tartışmalıdır ve aşı kökenli varsayımların ikna edici bilimsel kanıtları yoktur. 2007 yılında yapılan araştırmalara göre otizmin prevalansını 1.000 kişiye bir ya da iki vaka olarak tahmin eder, aynı araştırmalardaki tahminlere göre OSB yaklaşık 1.000 kişide altı vakadır ve erkeklerde rastlanma oranı kadınlara göre 4,3 kat daha fazladır. 2022 yılı CDC verilerine göre otizmin görülme sıklığı 44 çocuktan 1'e yükselmiştir. OSB'de yer alan bireylerin %50-70'ine zeka geriliği de eşlik etmektedir. Otizm vakalarının sayısı 1980'lerden beri oldukça fazla oranda artmıştır. Bunun nedeni kısmen tanı koyma yöntemlerindeki değişikliklerdir; gerçek prevalansın artıp artmadığı anlaşılamamıştır. Otizm beynin birçok kısmını etkiler ama bu etkinin nasıl geliştiği çok iyi anlaşılamamıştır. Ebeveynler genellikle çocuklarının yaşamının ilk iki yılında belirtileri fark eder. Erken davranışsal ya da kavrayışsal müdahaleler çocukların kendine bakabilme yetisi ile sosyal ve iletişimsel yetiler kazanmasına yardımcı olabilir. Otizm tanılı çocukların çok azı erişkin olduktan sonra bağımsız yaşamakta, bunlardan bir kısmı bunda başarılı olabilmektedir. Bazılarının otizme bir çare aradığı, diğerlerinin de otizmin bir bozukluktan çok bir durum olduğuna inandığı bir otistik kültür ortaya çıkmıştır. Sınıflandırma. Otizm ilk belirtilerini bebeklik ya da çocukluk döneminde gösteren, ancak remisyon ya da relaps göstermeden düzenli seyir izleyen bir beyin gelişme bozukluğudur. Bozulmalar beynin çeşitli sistemlerinde olgunlaşma ile ilgili değişikliklerden kaynaklanır. Otizm, yaygın sosyal etkileşim ve iletişim anormallikleri, aşırı kısıtlanmış ilgiler ve oldukça fazla tekrar eden davranışlarla tanımlanan beş yaygın gelişimsel bozukluktan (YGB) biridir. Diğer dört YGB arasında Asperger sendromu, belirtiler ve olası nedenler açısından otizme en yakın olanıdır; Rett sendromu ve çocukluğun dezintegratif bozukluğunun çeşitli belirtileri ortaktır ama nedenleri farklı olabilir; başka türlü adlandırılamayan yaygın gelişimsel bozukluk (YGB-BTA) ise ölçütler daha belirgin bir bozukluğu göstermediğinde teşhis edilir. Asperger bozukluğunda otizmin aksine dil gelişiminde önemli bir gecikme yoktur. Otizmin terminolojisi şaşırtıcı olabilir. Otizm, Asperger sendromu ve YGB-BTA genellikle "otistik spektrum bozuklukları" (OSB) ya da bazen "otistik bozukluklar", olarak adlandırılabilirken otizm sıklıkla "otistik bozukluk", "çocukluk otizmi", "erken infantil otizmi" ya da "bebeklik otizmi" olarak adlandırılır. Bu maddede "otizm" klasik otizm bozukluğu için kullanılmaktadır ancak bazı kaynaklar "otizm" tanımını OSB'den söz etmek için kullanır ya da OSB ile YGB'yi bir tutar. OSB, göz temasından kaçınmak gibi otizmi benzer kişisel özelliklere sahip olan ama OSB'si olduğu kesin olmayan geniş otizm fenotipinin bir alt kümesidir. Otizm; sessiz kalma, zekâ engelli olma, durmadan el çırpma ya da sallanma gibi ciddi bozukluklar gösteren bireylerden, etkin ama belirgin olarak sıra dışı sosyal yaklaşımlar gösteren, çok dar ilgi odakları olan ve laf ebesi, bilgiçlik taslayan iletişimi olan daha az bozukluk gösteren bireylere kadar çok geniş bir spektrumda kendini gösterir. Bazen IQ eşiklerine ya da bireyin gündelik hayatında ne kadar desteğe gereksinimi olduğuna göre sendrom düşük, orta ya da yüksek işlevli otizm olarak bölümlere ayrılır ancak ölçütleri belirlenmemiş olan bu bölümlemeler tartışmalıdır. Otizm bazen sendrom ve sendrom dışı olarak da ikiye ayrılabilir, belirti gösteren otizm genellikle ciddi veya şiddetli zekâ geriliği ya da tüberoz skleroz gibi fiziksel belirtileri olan doğuştan gelen sendromlarla bağlantılandırılır. Asperger bozukluğu olan bireyler otizm bozukluğu olan bireylere göre kavrama alanında daha başarılı olsa da Asperger bozukluğu, yüksek işlevli otizm ve sendrom dışı otizmin çakışan noktaları çok açık değildir. Bazı araştırmalar, dil ve sosyal becerilerde ilerleyememe yerine on dört aylıktan sonra bu becerilerin kaybı ile otizm teşhisi konduğunu belirtmiştir. Bu fenomen için regresif otizm, kötüleyen otizm ve gelişimsel duraklama gibi çeşitli terimler kullanılmıştır. Bu ayrımın geçerliliği hâlâ tartışmalıdır; regresif otizmin özel bir alttip olması mümkündür. Özellikleri. Otizm tek bir belirtiden çok, bir dizi belirti ile fark edilir. Ana özellikleri sosyal etkileşim bozuklukları, iletişim bozuklukları, sınırlı ilgi ve yineleyici davranıştır. Atipik yemek yeme gibi diğer özelliklere sıklıkla rastlanır ama tanı koymak için gerekli değildir. Otizmin belirtileri genel popülasyon içinde tek tek görülür ama patolojik şiddette belirtiler ile kişilik özelliklerini birbirinden kesin hatlarla ayıracak kadar yüksek oranda bağdaştırılamaz. Sosyal gelişim. Otizmi olan kişilerin sosyal bozuklukları vardır ve sıklıkla, çoğu insanın farkına varmadan sahip olduğu, diğer kişiler hakkındaki sezgilere sahip değildirler. Tanınmış otistik Temple Grandin, nörotipiklerin sosyal iletişimini anlayamama yetersizliğinden ötürü kendisini "Mars’ta bir antropolog gibi" hissettiğini söylemiştir. Sosyal bozukluklar çocukluğun erken dönemlerinde belirginleşir ve erişkinliğe doğru devam eder. Otizm tanılı bebekler sosyal uyaranlara daha az dikkat eder, başkalarına çok daha az bakar ve gülümser ve kendi adlarına çok az tepki verir. Otizm tanılı çocukların daha çarpıcı normal dışı sosyal davranışları da vardır; örneğin çok az göz teması kurar, ileriyi düşünen tavırlar gösterir ve başka bir kişinin eli ile oynayarak iletişim kurmaya çalışırlar. Üç ile beş yaş arasındaki otism tanılı çocuklar başkalarına aniden yaklaşmak, duygulara karşılık vermek ve taklit etmek, konuşmadan iletişim kurmak ya da sıra ile bir şeyler yapmak gibi sosyal kavrayışları daha az sergilerler. Ancak, kendilerine bakan kişi ile bağ kurarlar. Normalden biraz daha az güvenli bağlılık gösterirler ama bu özellik zekâ gelişimi daha fazla olan ya da daha az şiddetli OSB'si olan çocuklarda görülmez. OSB'si olan daha büyük çocuklar ve erişkinler yüz ifadesi ve duygu tanıma testlerinde daha kötü sonuçlar alır. Yaygın inanışın aksine otizm tanılı çocuklar yalnız kalmayı tercih etmez. Otizmi olanlar için arkadaşlık kurmak ve sürdürmek zor olmaktadır. Ne kadar yalnız olduklarını, arkadaşlarının sayısı değil, arkadaşlıklarının kalitesi belirler. OSB'si olan bireylerdeki saldırganlık ve şiddet hakkında birçok hikâye anlatılır ama çok az sistematik araştırma bulunmaktadır. Eldeki sınırlı sayıdaki veri, zekâ geriliği olan çocuklarda otizmi saldırganlık, eşyalara zarar verme ve öfke nöbetleriyle ilişkilendirir. Dominick "et al." OSB'si olan 67 çocuğun ebeveyniyle yaptığı mülakat sonucunda bu çocukların üçte ikisinin şiddetli öfke nöbetleri geçirdiğini ve üçte birinin geçmişinde saldırganlık vakaları olduğunu belirtmiştir. Öfke nöbetleri, geçmişinde dil öğrenme bozukluğu olan çocuklarda belirgin bir şekilde daha yaygındır. İletişim. Otizmi olanların üçte biri ile yarısı arasında bir kısmı gündelik iletişim gereksinimlerini karşılayacak kadar doğal konuşma becerisi geliştiremez. İletişimdeki farklılıklar bir yaşından itibaren gözlemlenebilir. Bu farklılıklar, konuşmaya başlamadan önce anlamsız sesler çıkarmaya başlama döneminin gecikmesi, sıra dışı el hareketleri, azalan heveslilik ve bakıcının sesine, senkronize olmayan tepkiler olarak sayılabilir. İki ve üç yaşından sonra otizm tanılı çocukların daha seyrek ve daha az farklı anlamsız sesler çıkardığı, sözcükler ve sözcük grupları söylediği, el hareketlerinin sözlerle daha az bağlantılı olduğu gözlemlenir. Otizm tanılı çocuklar daha az istekte bulunur ya da deneyimlerini paylaşır, çoğunlukla başkalarının sözlerini tekrar ederler (ekolali) ya da kişi zamirlerini karıştırırlar. İşlevsel bir konuşma için birleşik dikkat gerekli gibidir. Birleşik dikkat eksiklikleri OSB'li çocukların fark edilmesini sağlayabilir: örneğin, işaret edilen nesne yerine işaret eden ele bakabilirler, ve sürekli olarak yaşlarına uygun olarak deneyimleri hakkında "yorum yapmayı" ya da "paylaşmayı" başaramazlar. Otist çocuklar hayalgücüne dayalı oyunlarda ve sembolleri dile çevirmede zorlanabilir. Birkaç çalışmada yüksek işlevli otizm tanılı 8-15 yaşındaki çocuklar kelime bilgisi ve heceleme gibi temel dil görevlerinde kişisel olarak eşleştirildikleri kontrol denekleri ile aynı performansı göstermiş, erişkinler ise daha iyi sonuç almıştır. Her iki otist grubu da, mecazi anlatım, anlama ve sonuç çıkarma gibi karmaşık dil görevlerinde kontrol gruplarına göre daha kötü sonuçlar almıştır. Genellikle insanlar başlangıçta temel dil yetilerine göre ölçüldüğü için bu araştırmalar otist bireylerle konuşan kişilerin çoğunlukla karşılarındakinin anlayabileceğinden fazla şey anlayacağını düşünebileceklerini göstermektedir. Yineleyici davranış. Otizm tanılı bireyler yineleyici ve sınırlı davranışın birçok türünü gösterirler. Bunlar Gözden Geçirilmiş Yineleyici Davranış Ölçeği'ne göre (İngilizce: "Repetitive Behavior Scale-Revised (RBS-R) " şöyle sınıflandırılır: Otizme özel yineleyici bir davranış yoktur ama yalnızca otizmde bu davranışlara çok sık rastlanır ve şiddetleri daha fazladır. Diğer belirtiler. Otizmli bireyler, tanı konmasına neden olmayan ama hem bireyi hem de ailesini etkileyen başka belirtiler de gösterebilir. OSB'si olan bireylerin çok küçük bir kısmı, önemsiz bilgilerin ezberlenmesinden, otistik savantların olağanüstü yeteneklerine kadar değişen bir yelpazede sıra dışı yetenekler sergiler. Algısal uyaranlara karşı alışılmadık tepkiler otist çocuklarda daha yaygın ve belirgindir ancak algısal belirtilerin otizmi diğer gelişim bozukluklarından ayırdığına dair yeterli kanıt bulunmamaktadır. Bu tepkilere çocuklarda daha sık rastlanır: Otistik yetişkinlerde görülmemesine rağmen, otizm tanılı çocuklarda dokunarak algılama bozuklukları olduğunu gösteren birkaç çalışma vardır. Aynı çalışmalar otizm tanılı erişkinlerin karmaşık hafıza ve fikir yürütme konularında daha çok sorunları olduğunu göstermiştir; bu sorunlar yetişkinlerde daha belirgindir. Çeşitli çalışmalar, kas güçsüzlüğü (hipotoni), kaba motor disfonksiyon (apraksi) ve parmak uçlarında yürüme gibi değişik motor bozukluklara rastlandığını göstermiştir; OSB'de şiddetli motor bozukluklar görülmez. Atipik yeme davranışı OSB'si olan çocukların dörtte üçünde görülür ve eskiden tanı koymada bir gösterge olarak kullanılırdı. Seçicilik en yaygın sorundur, ama yeme ritüelleri ve yemeği reddetmek gibi sorunlarda ortaya çıkabilir; bunlar yetersiz beslenme ile sonuçlanmaz. Bazı otizm tanılı çocuklarda gastrointestinal (Gİ) semptomlar görülse de otist çocukların normalden daha fazla Gİ sorunları olduğunu destekleyecek yeterli basılı veri bulunmamaktadır; çalışmalar çelişkili sonuçlar vermektedir ve Gİ sorunları ile OSB arasındaki bağlantı tam olarak belli değildir. Gelişimsel bozuklukları olan çocuklarda uyku sorunlarının çok yaygın olduğu bilinmektedir, eldeki kanıtlara göre OSB'si olan çocukların daha da fazla uyku sorunu bulunduğu görülmüştür. Otizm tanılı çocuklar, uykuya dalmakta zorlanma, sık sık geceleri uyanma ve sabahları erken kalkma gibi sorunlarla karşı karşıya kalabilmektedirler. Dominick "et al." OSB'si olan çocukların üçte ikisinin uyku sorunları olduğunu belirtmiştir. OSB'si olan çocukların ebeveynlerinin stres düzeyleri çok yüksektir. OSB'si olan çocukların kardeşlerinin, OSB'den etkilenen kardeşe daha büyük ilgi beslediği ve daha az çatışma içine girdikleri belirtilmiştir. Bu kardeşler erişkin olduklarında kardeşlik ilişkilerinin zayıflaması ve olumsuz sağlık sorunları yaşama riskleri yüksektir. Nedenleri. Otizm kalıtımsal kökenlidir ancak kalıtsallığı oldukça karmaşıktır ve OSB'nin kökeninin çoklu gen etkileşimlerinden mi yoksa ender görülen mutasyonlardan mı kaynaklandığı çok açık değildir. İkizler üzerine yapılan araştırmalar, ortak çevre koşulları ve başka genetik ya da tıbbi sendromlar olmadığı varsayıldığında, otizm riskinin %90'ınından fazlasını kalıtsallığın açıkladığını gösterir. Tipik olarak, otizm Mendel (tek gen) mutasyonu ya da Angelman sendromu veya frajil X sendromu gibi tek kromozom anomalileri ile izlenemez ve OSB ile bağlantılı genetik sendromların yalnızca OSB'ye yol açtığı da gösterilememiştir. Çeşitli genlerde olan mutasyonlar arasında ya da çevre ile mutasyona uğramış genler arasında önemli etkileşimler bulunabilir. Çeşitli genler bunlara aday olarak saptanmıştır ancak her birinin etkisi kendi başına çok küçüktür. Ailelerinde başka otistik olmayan otistik bireylerin çoğu, gen kopya sayısı varyantlarından (Mayoz bölünme sırasında kendiliğinden oluşan delesyon ya da duplikasyonlar) kaynaklanmış olabilir. Dolayısıyla, otizmin önemli bir miktarının kalıtsal olması mümkündür ama kalıtımla geçmemiştir; yani ebeveyn genomunda otizme neden olan mutasyonlar bulunmamaktadır. Son yıllarda, hücrelerimizin enerji fabrikaları olarak adlandırılan mitokondrilerin de otizmde önemli bir rol oynadığı savunulmaktadır. Farelerle yapılan çalışmalar, mitokondrilerin hücre enerjisi üretimindeki bozulmalarının otizm semptomları ile nasıl ilişkilendirilebileceğine dair yeni perspektifler sunmuştur. Mitokondrideki fonksiyonel değişimlerin mtDNA'da meydana gelen değişimlerle ilişkili olabileceğini düşünen bir grup bilim insanı 2012 yılında, 1,300 otistik birey ve 2,600 kontrol grubunun mtDNA'ysını dizilemiş ve mtDNA varyasyonlarının duruma önemli bir katkıda bulunmadığı sonucuna varmıştır. Bir başka grup bilim insanı da 2024 yılının sonlarında yayınladıkları çalışmada hem OSB hem de zeka geriliği gösteren bireylerin sadece zeka geriliğinden muzdarip bireylere oranla daha az mtDNA delesyonları taşıdığını gösterilmiş ve bu alanda daha fazla çalışmanın yapılmasına ihtiyaç duyulduğunun altını çizmiştir. Doğum kusurlarına yol açan faktörler olan ve otizm riski ile bağlantılı tüm teratojenlerin, gebe kalındıktan sonraki ilk sekiz hafta içinde etkilerinin görüldüğü bildirilmiştir. Bu sonuç, oti zmin daha sonra başlama ihtimalini dışarıda tutmasa da otizmin gelişimin çok erken döneminde ortaya çıktığına dair çok güçlü bir kanıttır. Çevresel nedenler ile ilgili kanıtlar bilimsel olarak bulunmasa da detaylı araştırmalar yapılmaktadır. Otizmin oluşmasına ya da kötüleşmesine neden olduğu ileri sürülen çevresel faktörler arasında bazı besinler, bulaşıcı hastalıklar, ağır metaller, solventler, Dizel egzoz gazı, PCBler, plastik ürünlerde kullanılan ftalatlar ve fenoller, pestisitler, bromine alev geciktiriciler, alkol, sigara içme, yasadışı uyuşturucular ve aşılar bulunur. Ebeveynler çocuklarındaki otistik belirtilerin ilk olarak rutin aşılanma sırasında farkına varsa da MMR aşısı anlaşmazlığı|MMR aşısı (kızamık, kızamıkçık, kabakulak aşısı) ve otizm arasında nedensel bağ bulunmadığını gösteren çok sayıda bilimsel kanıt bulunmaktadır. İşleyişi. Yaygın araştırmalara rağmen otizmin nasıl oluştuğu iyi anlaşılamamıştır. İşleyişi iki alana ayrılabilir: Otizm ile ilgili beyin yapıları ve süreçlerinin patofizyolojisi ve beyin yapıları ile davranışlar arasında bulunan nöropsikolojik bağlar. Davranışların birçok patofizyolojisi olduğu görünmektedir. Patofizyoloji. Otizmin beyin işlevsel sistemlerinin çoğunu ya da tümünü etkileyen gelişimsel faktörlerden kaynaklandığı, ve beyin gelişimini bozduğu anlaşılmaktadır.Nöroanatomik araştırmalar ve teratojenler ile olan bağlantılar, gebe kalındıktan kısa süre sonra beyin gelişimini değiştirmesinin otizmin işleyişinde önemli rol oynadığını göstermektedir. Bu yerel anomali beyinde, çevresel faktörlerin de önemli derecede etkilediği bir dizi patolojik olguya yol açar. Her ne kadar insan beyninin ana yapısı ile ilgili olsa da, hemen hemen tüm postmortem araştırmalar aynı zamanda zekâ geriliği olan bireylerde yapıldığından sonuç çıkarmak çok zordur. Beyin ağırlığı, hacmi ve kafa çevresi otizli çocuklarda genelde daha büyüktür. Patolojik erken aşırı büyümenin hücresel ve moleküler temelleri gibi aşırı büyümüş sinir sistemlerinin, otizmin karakteristik belirtilerinin sebebi olup olmadığı bilinmemektedir. Güncel varsayımlar şöyledir: Bağışıklık sistemi ve sinir sistemi arasındaki etkileşimler embriyonik gelişimin başlarında başlar ve başarılı bir sinir sistemi gelişimi dengeli bir bağışıklık sistemi tepkisine bağlıdır. Otist çocuklarda kötü ayarlanmış bağışıklık tepkileri ile uyumlu çeşitli belirtiler olduğu, araştırmalarda belirtilmiştir. Sinir sisteminin gelişiminin kritik dönemlerinde anormal bağışıklık sistemi aktivitesinin OSB'nin bazı türlerinin işleyişinin bir parçası olabilmesi mümkündür. OSB'den başka hastalıklarda görülen otoantikorlar patoloji ile bağlantılı değildir ve OSB'de her zaman bulunmazlar. Dolayısıyla bağışıklık sistemi bozuklukları ile otizm arasındaki ilişki net değildir ve tartışma konusudur. Otizmde, özellikle kanda yüksek serotonin düzeyleri gibi çeşitli nörotransmitter anomalileri tespit edilmiştir. Bunların yapısal ya da davranışsal anormaliklere neden olup olmadığı belli değildir. Ayrıca doğuştan metabolizma bozukluklarının bazıları otizm ile ilşkilidir ancak muhtemelen vakaların %5'inden azında rastlanır. Otizmin ayna nöron sistemi (ANS) teorisi, ANS'nin gelişimindeki bozuklukların taklide engel olduğunu ve otizmin ana özellikleri olan sosyal bozukluklara ve iletişim zorluklarına yol açtığını ileri sürer. ANS, bir hayvan bir eylemde bulunduğunda ya da kendi türünden bir hayvan aynı eylemi yaptığında işleyen bir sistemdir. ANS, başkalarının eylemlerinin, niyetlerinin ve duygularının somut simülasyonu yoluyla davranışlarını modellemeye olanak sağlayarak, bireyin başkalarını anlamasına yardımcı olabilir. Bu varsayımı test eden birkaç çalışma, OSB'si olan bireylerin ANS bölgelerinde yapısal anormallikler olduğunu göstermiştir. Asperger sendromu olanlarda taklidin oluştuğu çekirdek devrede gecikme gibi bu anormalliklerin varlığıyla birlikte, OSB'li çocuklarda azalmış ANS aktivitesiyle belirtilerin şiddeti arasında bir bağıntı (korelasyon) olduğu gösterilmiştir. Ancak, otistiklerin, ANS dışında bulunan birçok bölgelerinde de anormal beyin aktiviteleri bulunur ve ANS teorisi otizm tanılı çocukların bir hedef ya da amaç içeren taklit görevlerindeki normal performanslarını açıklamaz. Otizmli erişkinler üzerinde 2008 yılında yapılan bir araştırma, sosyal ve duygusal yönlendirme ile ilgili geniş beyin ağı olan ön dikkat sisteminde işlevsel düzenin değiştiğini ama dikkati toplama ve hedefe yönelik düşünme ile ilgili arka dikkat sisteminin bozulmamış olduğunu göstermiştir. 2008 yılına ait bir beyin görüntüleme araştırması, singulat girusta OSB'li bireylere özgü bir dizi sinyal bulunduğunu ortaya çıkardı. Otizmin düşük bağlantı teorisi, otizmde üst düzey nöral bağlantıların ve senkronizasyonunun düşük işlevselliğinin bulunduğunu ve bunların yanı sıra alt düzey süreçlerin de fazlalığını varsayar. Bu teoriyi destekleyen kanıtlar otistik bireyler üzerinde yapılan işlevsel sinir sistemi görüntüleme araştırmaları ile bulunmuştur. Bir beyin dalgası araştırması da OSB'li erişkinlerin korteksinde yerel aşırı bağlantı olduğunu ve frontal lob ile korteksin diğer bölgeleri arasında zayıf işlevsel bağlantılar olduğunu göstermiştir. Diğer kanıtlar, düşük bağlantıların korteksin her iki hemisferinde olduğunu ve otizmin assosiasyon korteksinin bir bozukluğu olduğunu gösterir. Nöropsikoloji. Otistik beyinler ve davranışlar arasındaki bağlantılar arasında iki ana bilişsel teori kategorisi önerilmiştir. İlk kategori sosyal kavramada görülen eksikler üzerine yoğunlaşır. Aşırı sistemlilik varsayımına göre otistik bireyler sistematik davranışlarda bulunabilir yani içsel olaylarla başaçıkabilmek için içsel hareket kuralları geliştirebilir ama diğer faktörler tarafından oluşturulan olaylarla başaçıkabilmek için empati yapmakta daha az başarılıdırlar. Bu varsayım aşırı erkek beyni teorisini genişletir. Bu teori, otizmin, psikometrik olarak empatiden çok sistematikte başarılı olan bireyler olarak tanımlanan erkek beyninin aşırı bir durumu olduğunu varsayar. Bu da daha önceki zihin teorisi ile ilişkilidir. Zihin teorisi, otistik davranışın, bireyin zihinsel durumlarını kendisine ya da başkasına yükleme yetisinin olmamasından ortaya çıktığını varsayar. Zihin teorisi, başkalarının güdüleri hakkında yorum yürütme ile ilgili Sally ve Anne testine otistik çocukların verdiği atipik cevaplarla desteklenir ve otizmin ayna nöron sistemi teorisi ile örtüşür. İkinci kategori sosyallik dışı ve genel süreçler üzerine yoğunlaşır. Kendini yönetme sistemi fonksiyon bozukluğu teorisi otistik davranışın esneklik, planlama ve diğer yönetsel fonksiyonlarda bulunan eksikliklerden kaynaklandığını varsayar. Teorinin güçlü yanı stereotipik davranışları ve sınırlı ilgiyi öngörmesidir; zayıf yanı ise küçük otizmli çocuklarda yönetsel fonksiyon bozukluklarının bulunmamasıdır. Zayıf merkezî tutarlılık teorisi, büyük resmi görmede sınırlı yeteneğin otizmin merkezî bozukluğunun temelinde yattığını varsayar. Teorinin kuvvetli bir yanı, otistik insanların performansındaki zirveleri ve özel yetenekleri öngörmesidir. Bağlantılı bir teori olan genişlemiş algısal fonksiyon teorisi, daha çok otistik bireylerde yerel olarak yönlenmiş ve algısal işlemlerin üstünlüğü üzerine yoğunlaşır. Bu teoriler otizmin düşük bağlantı teorisi ile örtüşür. İki kategori de kendi başına tatmin edici değildir; sosyal bilişim teorileri otizmin katı ve yineleyici davranışını kolayca açıklayamaz, sosyallik dışı teoriler de sosyal bozukluğu ve iletişim zorluklarını açıklamakta zorluk çeker. Karşılaşılan bozuklukların çoğu üzerine kurulmuş birleşik bir teori daha yararlı olabilir. Tarama. OSD'si olan çocukların ebeveynlerinin yaklaşık yarısı çocuklarının sıra dışı davranışlarını 18 aylıktan itibaren, yaklaşık beşte dördü de yaklaşık 24 aylıktan itibaren fark ederler. Tedaviyi geciktirmek uzun süreli sonuçlarda etkili olacağından, aşağıdaki belirtilerden herhangi birini gösteren çocukların bir uzman tarafından zaman geçirmeden değerlendirilmesi gerekir: "American Academy of Pediatrics" (Amerikan Pediatri Akademisi) tüm çocukların, 18 ve 24 aylık doktor muayeneleri sırasında otizme özel tarama testleri ile OSB için taranmasını önermektedir. Buna karşılık "UK National Screening Committee" (Birleşik Krallık Ulusal Sağlık Taraması Komitesi), tarama araçlarının tamamen onaylanmadığı ve etkinlikleri için yeterli kanıt bulunmadığı için genel popülasyonda OSB taraması yapılmamasını önermektedir. Tarama araçlarının arasında "Modified Checklist for Autism in Toddlers" (M-CHAT) (Yürüme çağındaki bebeklerde otizm için değiştirilmiş kontrol listesi), Otistik Özellikler için Erken Tarama Anketi ve İlk Yıl Envanteri gibi araçlar bulunur. M-CHAT ve öncülü CHAT hakkındaki ilk veriler, 18-30 aylık çocuklarda, en iyi klinik ortamlarda kullanıldığını ve düşük hassasiyeti (çok yanlış negatif) ama iyi belirliliği (düşük yanlış pozitif) olduğunu göstermektedir. Bir kültürün normlarına göre (örneğin göz teması normları), geliştirilmiş tarama araçları farklı bir kültürde kullanıldığında uygun olmayabilir. Otizm için genetik tarama henüz pratik değildir. Tanı. Otizm tanısı, nedenine ya da işleyişine göre değil, davranışlara göre yapılmaktadır. DSM-IV-TR'de otizmin toplamda en az altı belirti gösterdiği tanımlanır; bu belirtilerin en az ikisi sosyal etkileşimde nitel bozukluk, en az bir tanesi iletişimde nitel bozukluk ve en az bir tanesi de sınırlı ve yineleyici davranış olmalıdır. Örnek belirtiler arasında, sosyal ve duygusal karşılıklılık eksikliği, dilin stereotipik ve yineleyici kullanımı ya da idiosinkratik (kişiye özgü) dil kullanımı ve nesnelerin parçaları ile ısrarlı olarak ilgilenme bulunur. Sosyal etkileşimde, sosyal iletişimde kullanılan dilde ya da sembolik ve hayalî oyunlarda görülen anormallikler ve gecikmelerin ortaya çıkışı üç yaşından önce olmalıdır. Ne Rett sendromu ne de çocukluğun dezintegratif bozukluğu bu belirtileri daha iyi açıklamamalıdır. ICD-10 hemen hemen aynı tanımlamayı kullanır. Tanı koymak için çeşitli araçlar bulunur. Bunlardan, otizm araştırmasında sıklıkla kullanılan ikisi ebeveyn ile görüşmeden oluşan Otizm Tanı Görüşmesi – Gözden Geçirilmiş (ADI-R) ve çocuk ile etkileşim ve gözlemi içeren Otizm Tanı Gözlem Ölçeğidir. Çocukluk Otizmini Derecelendirme Ölçeği (CARS) klinik ortamlarda çocuğu gözlemlemeyi temel alır ve otizmin şiddetini belirlemek için yaygın olarak kullanılır. Çocuk doktoru genellikle çocuğun gelişim tarihçesini alarak ve çocuğu fiziksel muayeneden geçirerek bir ön inceleme yapar. Eğer izin verilirse, tanı ve değerlendirmeler OSB uzmanlarının yardımıyla yapılır. Bunun için standart araçlar kullanılarak bilişsel, iletişimsel, ailevi ve diğer faktörler değerlendirilir ve gözlemlenir, ayrıca bağlantılı tıbbi durumlar göz önüne alınır. Bu aşamada OSB için ayırıcı tanı, ayrıca zekâ geriliği, duyma kaybı ve Landau-Kleffner sendromu gibi bir gelişimsel dil bozukluğunu da içermelidir. OSB için bazen 14 aylık iken tanı konabilir ama tanı ilk üç yaş için giderek daha kararlı olur. Yani bir yaşında OSB tanı kriterlerine uyan bir çocuğun, üç yaşında bu kriterlere uyan bir çocuğa göre yaşamının ileriki dönemlerinde bu belirtileri göstermeme olasılığı daha fazladır. Birleşik Krallık'ta "National Autism Plan for Children" (Çocuklar İçin Ulusal Otizm Planı) ilk şikâyetlerden itibaren tanının konması ve değerlendirme için en çok 30 hafta süreyi önerir ama uygulamada çok az vaka bu kadar hızlı değerlendirilebilir. ABD'de 2006 yılında yapılan bir araştırma bir uzman tarafından yapılan ilk değerlendirmenin ortalama 48 aylık iken yapıldığını ve resmî OSB tanısının ortalama 61 aylık iken, yani ortalamada 13 aylık bir fark ile konulduğunu göstermektedir. Bu süreler önerilen sürelerin çok üzerindedir. Medikal genetik değerlendirmeler, özellikle diğer belirtiler genetik bir neden olduğuna işaret ediyorsa, OSB tanısı konduktan sonra sıklıkla yapılır. Her ne kadar genetik teknoloji, klinik genetikçilerin vakaların tahmini %40'ını genetik nedenlere bağlamasına olanak verse de, ABD ve Birleşik Krallık'ta fikir birliği yönergeleri yüksek çözünürlüklü kromozom ve frajil X testi ile sınırlıdır. Yeni genetik testler ortaya çıktıkça, çeşitli etik, yasal ve sosyal sorunlar ortaya çıkacaktır. Otizmin genetik karmaşıklığı göz önüne alındığında, testlerin piyasaya çıkması, bu test sonuçlarının nasıl kullanılacağının anlaşılmasından önce olacaktır. Metabolik ve sinir sistemi görüntüleme testleri bazen yararlı olur ama rutin olarak kullanılmazlar. Marjinal vakalarda, otizm varken tanı konulamaması ya da yanlışlıkla otizm tanısı konması sorunları ile karşılaşılabilir. Son zamanlarda artan OSB vakalarının nedeni de tanı uygulamalarında yapılan değişikliklerdir. İlaç ile tedavi seçeneklerinin tanınırlığının artması ve sağlanan yararların genişlemesi OSB tanısının konmasını teşvik etmiş, dolayısıyla da belirgin olmayan belirtileri olan çocuklara da otizm tanısı konmuştur. Buna karşın, tarama ve tanı koymanın maliyeti ve bunun karşılanmasının zorluğu tanı konmasını geciktirmekte ve engellemektedir. Görme kaybı olanlarda otizm tanısı koymak oldukça zor olmaktadır çünkü hem tanı kriterlerinin bir kısmı görme ile ilgilidir hem de yaygın körlük belirtileri ile otizm belirtilerinin bazıları örtüşür. Psikopatolojiler. Otizm ile birlikte hasta üzerinde oluşan çeşitli psikopatolojiler şunlardır: Başa çıkma. Tedavinin ana amaçları, ilgili bozuklukları ve ailenin çektiği sıkıntıyı azaltmak ve yaşam kalitesi ile işlevsel bağımsızlığı artırmaktır. En iyi tedavi yöntemi diye bir şey yoktur ve genellikle tedavi çocuğun gereksinimlerine göre ayarlanır. Küçük yaşlarda yoğun ve sürekli eğitim programları ve davranış terapileri çocukların kendine bakabilme, sosyal ve iş yetileri kazanabilmesine yardımcı olur ve sıklıkla işlevselliği artırır, belirtilerin şiddetini ve uyumsuz davranışları azaltır. İki ile üç yaş arasında müdahale etmenin çok önemli olduğu iddiaları kanıtlanamamıştır. Geçerli yaklaşımlar arasında uygulamalı davranış analizi, gelişimsel modeller, yapısal öğretme, konuşma ve dil terapisi, sosyal yetiler terapisi ve ergoterapi bulunur. Eğitsel müdahalelerin çocuklar üzerinde biraz etkili olduğu görülmüştür, yoğun uygulamalı davranış analizi tedavisinin okulöncesi çocuklarda toptan işlevliliği artırdığı gösterilmiştir ve küçük çocukların entelektüel performanslarını geliştirmek için yararlıdır. Erişkinler için uygulanan programların etkinliği üzerine yapılmış olan sınırlı araştırmalar farklı sonuçlar gösterir. OSB ile ilgili sorunları tedavi etmek için birçok ilaç kullanılmaktadır. ABD'de OSB tanısı konan çocuklardan yarısından fazlasına psikotrop ilaçlar ya da antikonvulsanlar reçete ile verilmektedir, bunların arasında en yaygın ilaç sınıfları antidepresanlar, stimülanlar ve antipsikotiklerdir. Antipsikotiklerin dışında, OSB'li erişkinler ve yeniyetmeler için ilaç tedavilerinin etkinliği ve güvenliği üzerine yetersiz sayıda güvenilir araştırma bulunmaktadır. OSB'li bir kişi ilaçlara atipik tepkiler verebilir, ilaçların ters etkisi olabilir ve bilinen hiçbir ilaç otizmin ana belirtileri olan sosyal ve iletişimsel bozuklukları dindirmez. Birçok alternatif terapi ve müdahale yöntemi bulunsa da, bunların çok azı bilimsel araştırmalarla desteklenmektedir. Tedavi yaklaşımlarının yaşam kalitesi kapsamında çok az deneysel desteği bulunur ve birçok program öngörüsel geçerlilik ve gerçek dünyaya uygunluk gibi konuları kapsamayan başarı ölçütleri üzerine yoğunlaşır. Hizmet sağlayıcıları için bilimsel kanıtların, tedavi programı pazarlama, eğitimi sağlama ve ebeveyn istekleri kadar önemli olmadığı görülmektedir. Melatonin gibi birçok alternatif tedavi yönteminin, yalnızca hafif ters etkileri olsa da 2008 yılında yapılan bir araştırmada kazein kullanılmayan diyetin otistik çocuklarda önemli ölçüde kemiklerin ince olmasına neden olduğu bulunmuştur, ve yanlış yapılan bir keleyşın terapisi sonucu 2005 yılında beş yaşında bir otistik çocuk ölmüştür. Otizm terapisi pahalıdır ve doğrudan olmayan maliyet oldukça yüksektir. ABD'de yapılan bir çalışma 2000 yılında doğmuş birisi için yaklaşık %10 tıbbi bakım, %30 fazladan eğitim ve %60 kayıp ekonomik verimlilik ile ortalama masrafın 3,2 milyon ABD doları olduğunu göstermiştir. Kamu destekli programlar genellikle herhangi bir çocuk için yetersiz kalmakta ya da uygun olmamakta, tıbbi ya da terapi içerikli masraflar aileler için ekonomik sorunlara neden olmaktadır.; ABD'de 2008 yılında yapılan bir çalışma OSB'li çocukları olan ailelerin yıllık gelirinde ortalama %14'lük bir kayıp olduğunu göstermiştir. Çocukluk döneminden sonra karşılaşılan ana konular ise, evde bakım, iş eğitimi ve yerleştirme, cinsellik, sosyal yetiler ve miras planlamasıdır. Prognoz. Otizmin çaresi yoktur. Çocuklar bazen yoğun bakımdan sonra, bazen bakım görmeden düzelebilmektedir ama bunun ne kadar sıklıkta olduğu bilinmemektedir. Otistik birçok çocuğun sosyal desteği, anlamlı ilişkileri, gelecekte iş olanakları yoktur ve kendi geleceklerini şekillendiremezler. Her ne kadar ana zorluklar kalsa da çocukluk ilerledikçe belirtiler ara sıra daha az şiddetli hâle gelir. Az sayıda yüksek kaliteli araştırma uzun dönem prognoz üzerinedir. Bazı erişkinler iletişim yetilerinde mütevazı oranda gelişme gösterir, ama bir kısmı da kötüleşir; orta yaştan sonraki otizm üzerine hiçbir araştırma yapılmamıştır. Altı yaşından önce dil yetisine ulaşma, IQ'su 50'nin üzerinde olma ve iş yetisi edinme, ilerisi için daha iyi sonuçlar verebilmektedir; ama şiddetli otizmi olanların bağımsız yaşamaları pek mümkün değildir. Birleşik Krallık'ta 2004 yılında yapılan bir araştırmada, 1980 yılından önce otizm tanısı konmuş ve IQ'su 50'nin üzerinde olan 68 erişkinin %12'sinin önemli bir bağımsızlık kazandığını, %10'unun arkadaşları olduğunu, çalıştığını ama biraz desteğe ihtiyacı olduğunu, %19'unun biraz bağımsız olduğunu ama genellikle evde yaşadığını ve gündelik yaşamında önemli desteğe ve bakıma ihtiyacı olduğunu, %46'sının OSB üzerine uzmanlaşmış kurumlarda kaldığını ve çok sınırlı otonomileri olup önemli ölçüde destek gördüğünü ve %12'sinin de hastanede bakım altında olduğunu göstermiştir. İsveç'te 78 erişkin üzerinde 2005 yılında yapılan ve düşük IQ'sü olanların da bulunduğu araştırmada daha kötü bir prognoz çıkmıştır; örneğin yalnızca %4'ün bağımsızlığını kazanabildiği görülmüştür. Kanada'da 2008 yılında okulöncesi dönemde otizm tanısı konmuş 48 genç erişkin üzerinde yapılan araştırma sonucunda, zayıf (%46), orta (%32), iyi (%17) ve çok iyi(%4) olarak çıkmış; yalnızca %56'sının genellikle gönüllü ya da yarı zamanlı işe girdiği görülmüştür. Tanı uygulamalarında değişiklikler ve etkin erken müdahalenin artan kullanılabilirliği bu araştırmaların sonuçlarının yakın zamanda tanı konmuş çocuklar için de geçerli olup olmayacağına açıklık getirmemektedir. Epidemiyoloji. En güncel araştırmalar otizmin prevalansını 1.000 kişiye 1-2, OSB'nin prevalansını da 1.000 kişiye 6 kadar tahmin etmektedir.; yetersiz veri nedeniyle, bu rakamlar OSB'nin gerçek prevalansını az tahmin etmiş olabilir. YGB-BTA OSB'nin büyük çoğunluğunu oluşturur, Asperger sendromu yaklaşık 1.000 kişi için 0,3 kadardır ve diğer OSB türleri oldukça ender görülür. Bildirilen otizm vakaları 1990'larda ve 2000'lerin başında oldukça önemli oranda artış gösterdi. Bu artışın nedeni büyük oranda tanı uygulamalarında, başvurulan modellerde, hizmetlerin ulaşılabilirliğinde, tanı yaşında ve kamu bilincinde olan değişikliklere yorulabilir, yine de şu anda tanımlanamamış çevresel faktörler göz ardı edilmemelidir. Aynı dönemde otizmin prevalansının artıp artmadığı bilinmemektedir. Prevalanstaki bir artış, genetik üzerine yoğunlaşmaktan çok çevresel faktörleri değiştirmek için daha çok dikkat edilmesi gerektiğini gösterecektir. Otizm riski, çeşitli prenatal ve perinatal faktörlerle bağlantılıdır. Risk faktörleri üzerine 2007 yılında yapılan bir araştırmada, ilerlemiş annelik yaşı, ilerlemiş babalık yaşı ve annenin Avrupa ile Kuzey Amerika dışında doğmuş olması gibi ebeveyn özellikleri ile de bağlantılar bulunmuştur. Ayrıca düşük doğum ağırlığı, kısa gebelik süresi ve doğum sırasında hipoksi gibi doğuma bağlı faktörlerin de bağlantısı olduğu görülmüştür. Otizm çeşitli diğer durumlarla da bağlantılıdır: Tarihçe. Otizmin adı konmadan çok önce otistik semptomlar ve tedavisi tanımlanmıştır. Martin Luther’in eserlerinde şiddetli derecede otistik olabilecek olan 12 yaşında bir erkek çocuğun öyküsü vardır. Luther’in yazıcısı Johannes Mathesius’a göre Luther çocuğun şeytan tarafından ruhuna girilmiş, ruhsuz bir et parçası olduğunu düşünmüş ve boğulmasını önermiştir. 1798’de yakalanmış yabani bir çocuk olan Aveyronlu Victor, otizmin çeşitli belirtilerini göstermiştir; tıp öğrencisi Jean Itard, sosyal bağlar kurmasına ve taklit yoluyla konuşmasını sağlamaya yarayan davranışsal bir programla çocuğu tedavi etmiştir. Neo-Latin "autismus" sözcüğü İsviçreli psikiyatr Eugen Bleuler tarafından şizofreninin belirtilerini tanımlarken 1910 yılında türetilmiştir. Bleuler sözcüğü Yunanca "autos" (αὐτός, "kendi" anlamında) sözcüğünden türetmiş ve kişinin kendisine olan hastalıklı hayranlığı anlamında kullanmıştır: "Dışarıdan gelen herhangi bir etkinin dayanılmaz bir rahatsızlık vermesine karşın hastanın fantezilerine otistik çekilmesi." "Otizm" sözcüğü günümüzdeki anlamında ilk defa 1938 yılında Viyana Üniversite Hastanesi’nden Hans Asperger tarafından çocuk psikolojisi üzerine verdiği Almanca bir derste Bleuler’in "otistik psikopatlar" terminolojisi ile kullanılmıştır. Asperger, günümüzde Asperger sendromu olarak bilinen bir OSB türünü araştırıyordu, ancak bu sendrom çeşitli nedenlerden ötürü 1981’e kadar ayrı bir tanı olarak tanınmamıştır. Johns Hopkins Hastanesi’nden Leo Kanner 1943 yılında çarpıcı davranışsal benzerlikler gösteren 11 çocuk hakkında yazdığı raporunda ilk olarak "erken infantil otizm" terimini kullanmıştır. Kanner'in ilk makalesinde tanımlanan, özellikle "otistik yalnızlık" ve "tekdüzelikte ısrar" gibi özelliklerin hemen hemen tümü hâlâ otistik spektrum bozukluklarının tipik özellikleri olarak görülmektedir. Kanner'in, terimi Asperger'den bağımsız olarak kullanıp kullanmadığı bilinmemektedir. Kanner'in "otizm" sözcüğünü tekrar kullanması yıllarca "infantil şizofreni" gibi terminoloji karmaşasına yol açtı ve 20. yüzyılın ortalarında çocuk psikiyatrisinin anne yoksunluğu üzerine yoğunlaşması, otizmin, "buzdolabı annelere" çocuğun tepkisi olduğu gibi yanlış kanılara yol açtı. 1960'ların sonundan başlayarak otizmin, yaşam boyu sürdüğünü, zekâ geriliği, şizofreni ve diğer gelişimsel bozukluklardan farkını ve ebeveynleri aktif terapi programlarına katmanın getirdiği faydaları göstererek ayrı bir sendrom olduğu kabul edildi. 1970'lerin ortalarına kadar otizmde genetiğin rolü üzerine çok az kanıt bulunmaktaydı ancak günümüzde otizmin tüm psikiyatrik durumlar içinde en kalıtsal olanı olduğu düşünülmektedir. Ebeveyn organizasyonlarının ortaya çıkışı ve çocukluk OSB'si hakkındaki sosyal stigmanın yıkılması ile birlikte OSB'nin etkileri, sınırları ve tedavisi hakkında görüşler büyük ölçüde etkilenmiştir. Genel Ağ, otistik bireylere başa çıkmakta zorlandıkları sözsüz işaretlerden ve duygusal paylaşımdan bağımsız olarak çevrimiçi topluluklara katılmalarına ve uzaktan çalışmalarına yardımcı olmuştur. Otizmin sosyolojik ve kültürel yönleri gelişmiştir; topluluk içinde bazıları bir çare aramakta, diğerleri ise otizmin varolmanın yalnızca başka bir yolu olduğuna inanmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5606", "len_data": 37787, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.91 }
Antibiyotik, bakterilere karşı aktif olan bir tür antimikrobiyal maddedir. Bakteriyel enfeksiyonlarla savaşmak için en önemli antibakteriyel ajan türüdür ve antibiyotik ilaçlar bu tür enfeksiyonların tedavisinde ve önlenmesinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Bakterileri öldürebilir ya da büyümelerini engelleyebilirler. Sınırlı sayıda antibiyotik de antiprotozoal aktiviteye sahiptir. Antibiyotikler soğuk algınlığı veya gribe neden olan virüsler gibi virüslere karşı etkili değildir; virüslerin büyümesini engelleyen ilaçlar antibiyotik yerine antiviral ilaçlar veya antiviraller olarak adlandırılır. Mantarlara karşı da etkili değildirler; mantarların büyümesini engelleyen ilaçlara antifungal ilaçlar denir. Bazen, "antibiyotik" terimi - Yunanca ἀντι "anti", "karşı" ve βίος "bios", "yaşam" köklerinden gelen, kelimenin tam anlamıyla "yaşama karşı" - mikroplara karşı kullanılan herhangi bir maddeyi ifade etmek için geniş anlamda kullanılır, ancak olağan tıbbi kullanımda, antibiyotikler (penisilin gibi) doğal olarak üretilenlerdir (bir mikroorganizmanın diğeriyle savaşmasıyla), antibiyotik olmayan antibakteriyeller (sülfonamidler ve antiseptikler gibi) ise tamamen sentetiktir. Bununla birlikte, her iki sınıf da mikroorganizmaları öldürmek veya büyümelerini önlemek gibi aynı amaca sahiptir ve her ikisi de antimikrobiyal kemoterapiye dahildir. "Antibakteriyeller" bakterisitler, bakteriyostatikler, antibakteriyel sabunlar ve kimyasal dezenfektanları içerirken, antibiyotikler daha spesifik olarak tıpta ve bazen hayvan yemlerinde kullanılan önemli bir antibakteriyel sınıfıdır. Antibiyotikler çok eski zamanlardan beri kullanılmaktadır. Birçok uygarlık küflü ekmeği topikal olarak uygulamıştır; eski Mısır, Nübye, Çin, Sırbistan, Yunanistan ve Roma'da küfün faydalı etkilerine dair birçok referans bulunmaktadır. Enfeksiyonları tedavi etmek için küf kullanımını doğrudan belgeleyen ilk kişi John Parkinson (1567-1650) olmuştur. Antibiyotikler 20. yüzyılda tıpta devrim yarattı. Alexander Fleming (1881-1955) 1928 yılında günümüzün modern penisilini keşfetti ve yaygın kullanımı savaş zamanında önemli ölçüde faydalı oldu. Ancak antibiyotiklerin etkinliği ve kolay erişimi, aşırı kullanımlarına ve bazı bakterilerin bunlara karşı direnç geliştirmesine de yol açmıştır. Dünya Sağlık Örgütü antimikrobiyal direnci "artık geleceğe yönelik bir öngörü olmaktan çıkmış, şu anda dünyanın her bölgesinde yaşanan ve herhangi bir ülkede, herhangi bir yaştaki herkesi etkileme potansiyeline sahip ciddi bir tehdit" olarak sınıflandırmıştır. Antimikrobiyal dirence bağlı küresel ölümlerin sayısı 2019 yılında 1.27 milyona ulaşmıştır. Etimoloji. "Yaşama karşı" anlamına gelen 'antibiyozis' terimi, Fransız bakteriyolog Jean Paul Vuillemin tarafından bu ilk antibakteriyel ilaçların sergilediği olgunun tanımlayıcı bir adı olarak ortaya atılmıştır. Antibiyoz ilk olarak 1877 yılında Louis Pasteur ve Robert Koch'un havadaki bir basilin "Bacillus anthracis"'in büyümesini engelleyebildiğini gözlemlemesiyle bakterilerde tanımlanmıştır. Bu ilaçlar daha sonra 1947 yılında Amerikalı bir mikrobiyolog olan Selman Waksman tarafından antibiyotik olarak yeniden adlandırılmıştır. Antibiyotik terimi ilk kez 1942 yılında Selman Waksman ve çalışma arkadaşları tarafından dergi makalelerinde, bir mikroorganizma tarafından üretilen ve yüksek seyreltmede diğer mikroorganizmaların büyümesine karşı antagonistik olan herhangi bir maddeyi tanımlamak için kullanılmıştır. Bu tanım, bakterileri öldüren ancak mikroorganizmalar tarafından üretilmeyen maddeleri (mide suları ve hidrojen peroksit gibi) hariç tutmuştur. Ayrıca sülfonamidler gibi sentetik antibakteriyel bileşikleri de kapsam dışı bırakmıştır. Mevcut kullanımda "antibiyotik" terimi, bir mikroorganizma tarafından üretilip üretilmediğine bakılmaksızın, bakterileri öldüren veya büyümelerini engelleyen herhangi bir ilaca uygulanmaktadır. "Antibiyotik" terimi "anti" + βιωτικός ("biōtikos"), "yaşama uygun, canlı", βίωσις ("biōsis"), "yaşam biçimi" ve βίος ("bios"), "yaşam" kelimelerinden türemiştir. "Antibakteriyel" terimi Yunanca ἀντί ("anti"), "karşı" + βακτήριον ("baktērion"), βακτηρία ("baktēria"), "asa, baston" kelimesinin küçültülmüş halinden türemiştir, çünkü keşfedilen ilk bakteriler çubuk şeklindeydi. Kullanım. Tıbbi kullanımlar. Antibiyotikler bakteriyel enfeksiyonları ve bazen de protozoan enfeksiyonları tedavi etmek veya önlemek için kullanılır. (Metronidazol bir dizi parazit hastalığına karşı etkilidir). Bir enfeksiyonun bir hastalıktan sorumlu olduğundan şüphelenildiğinde ancak sorumlu patojen tanımlanamadığında, ampirik bir tedavi benimsenir. Bu, sunulan belirti ve semptomlara dayalı olarak geniş spektrumlu bir antibiyotiğin uygulanmasını içerir ve birkaç gün sürebilen laboratuvar sonuçları beklenirken başlatılır. Sorumlu patojen mikroorganizma zaten biliniyorsa veya tanımlanmışsa, kesin tedaviye başlanabilir. Bu, genellikle dar spektrumlu bir antibiyotik kullanımını içerecektir. Verilecek antibiyotiğin seçimi de maliyetine göre yapılacaktır. Tanımlama, antibiyotik tedavisinin maliyetini ve toksisitesini azaltabileceği ve ayrıca antimikrobiyal direncin ortaya çıkma olasılığını azaltabileceği için kritik öneme sahiptir. Ameliyattan kaçınmak için, komplike olmayan akut apandisit için antibiyotik verilebilir. Antibiyotikler önleyici bir tedbir olarak verilebilir ve bu genellikle bağışıklık sistemi zayıf olanlar (özellikle HIV vakalarında zatürreyi önlemek için), bağışıklık sistemini baskılayıcı ilaçlar alanlar, kanser hastaları ve ameliyat olanlar gibi risk altındaki popülasyonlarla sınırlıdır. Cerrahi prosedürlerde kullanımları, insizyonların enfeksiyon kapmasını önlemeye yardımcı olmak içindir. Diş hekimliğinde antibiyotik profilaksisinde önemli bir role sahiptirler ve kullanımları bakteriyemi ve buna bağlı enfektif endokarditi önleyebilir. Antibiyotikler ayrıca özellikle kansere bağlı nötropeni vakalarında enfeksiyonu önlemek için kullanılır. Koroner kalp hastalığının ikincil olarak önlenmesi için antibiyotik kullanımı mevcut bilimsel kanıtlarla desteklenmemektedir ve aslında kardiyovasküler mortaliteyi, tüm nedenlere bağlı mortaliteyi ve inme oluşumunu artırabilir. Uygulama yolları. Antibiyotik tedavisi için birçok farklı uygulama yolu vardır. Antibiyotikler genellikle ağız yoluyla alınır. Daha ciddi vakalarda, özellikle de derin sistemik enfeksiyonlarda, antibiyotikler damardan veya enjeksiyon yoluyla verilebilir. Enfeksiyon bölgesine kolayca erişilebildiği durumlarda, antibiyotikler konjonktivit için konjonktiva üzerine göz damlası şeklinde veya kulak enfeksiyonları ve akut yüzücü kulağı vakaları için kulak damlası şeklinde topikal olarak verilebilir. Topikal kullanım aynı zamanda akne ve selülit gibi bazı cilt rahatsızlıkları için de tedavi seçeneklerinden biridir. Topikal uygulamanın avantajları arasında enfeksiyon bölgesinde yüksek ve sürekli antibiyotik konsantrasyonu elde edilmesi; sistemik emilim ve toksisite potansiyelinin azaltılması ve gerekli toplam antibiyotik hacimlerinin azaltılması ve böylece antibiyotiklerin yanlış kullanım riskinin azaltılması yer almaktadır. Belirli cerrahi yara türlerinin üzerine uygulanan topikal antibiyotiklerin cerrahi alan enfeksiyonu riskini azalttığı bildirilmiştir. Bununla birlikte, antibiyotiklerin topikal olarak uygulanmasıyla ilgili bazı genel endişe nedenleri vardır. Antibiyotiğin bir miktar sistemik emilimi meydana gelebilir; uygulanan antibiyotik miktarının doğru bir şekilde dozlanması zordur ve ayrıca lokal aşırı duyarlılık reaksiyonları veya kontakt dermatit meydana gelme olasılığı da vardır. Özellikle hayatı tehdit eden enfeksiyonlarda antibiyotiklerin mümkün olan en kısa sürede uygulanması tavsiye edilir. Birçok acil servis bu amaçla antibiyotik stoklamaktadır. Küresel tüketim. Antibiyotik tüketimi ülkeler arasında büyük farklılıklar göstermektedir. DSÖ'nün 2018 yılında yayınlanan antibiyotik tüketiminin gözetimine ilişkin raporunda 65 ülkenin 2015 verileri analiz edilmiştir. Günlük 1000 kişi başına tanımlanmış günlük doz olarak ölçülmüştür. Moğolistan 64,4'lük bir oranla en yüksek tüketime sahiptir. Burundi ise 4,4 ile en düşük orana sahipti. Amoksisilin ve amoksisilin/klavulanik asit en sık tüketilen ilaçlardır. Yan etkiler. Antibiyotikler klinik kullanım için onaylanmadan önce herhangi bir olumsuz etkiye karşı taranır ve genellikle güvenli ve iyi tolere edildiği kabul edilir. Ancak bazı antibiyotikler, kullanılan antibiyotiğin türüne, hedeflenen mikroplara ve hastaya bağlı olarak hafiften çok şiddetliye kadar değişen geniş bir yelpazede olumsuz yan etkilerle ilişkilendirilmiştir. Yan etkiler antibiyotiğin farmakolojik veya toksikolojik özelliklerini yansıtabilir veya aşırı duyarlılık veya alerjik reaksiyonları içerebilir. Yan etkiler ateş ve mide bulantısından fotodermatit ve anafilaksi dahil olmak üzere büyük alerjik reaksiyonlara kadar değişir. Oral antibiyotiklerin yaygın yan etkileri arasında, bağırsak florasındaki tür kompozisyonunun bozulmasından kaynaklanan ve örneğin "Clostridium difficile" gibi patojenik bakterilerin aşırı çoğalmasıyla sonuçlanan ishal yer alır. Antibiyotik tedavisi sırasında probiyotik almak antibiyotikle ilişkili ishalin önlenmesine yardımcı olabilir. Antibakteriyeller vajinal florayı da etkileyebilir ve vulvo-vajinal bölgede "Candida" cinsi maya türlerinin aşırı çoğalmasına yol açabilir. Sistemik kortikosteroid ile birlikte kinolon antibiyotik kullanımından kaynaklanan tendon hasarı olasılığı gibi diğer ilaçlarla etkileşimden kaynaklanan ek yan etkiler ortaya çıkabilir. Bazı antibiyotikler, insan hücreleri de dahil olmak üzere ökaryotik hücrelerde bulunan bakteri türevi bir organel olan mitokondriye da zarar verebilir. Mitokondriyal hasar hücrelerde oksidatif strese neden olur ve florokinolonların yan etkileri için bir mekanizma olarak önerilmiştir. Ayrıca kloroplastları etkiledikleri de bilinmektedir. Etkileşimler. Doğum kontrol hapları. Antibiyotik kullanımının oral kontraseptif başarısızlığı riskini artırıp artırmadığına dair az sayıda iyi kontrollü çalışma vardır. Çalışmaların çoğu antibiyotiklerin doğum kontrol haplarıyla etkileşime girmediğini göstermektedir, örneğin antibiyotiklerin neden olduğu doğum kontrol haplarının başarısızlık oranının çok düşük olduğunu gösteren klinik çalışmalar vardır (yaklaşık %1). Oral kontraseptif başarısızlığı riskini artırabilecek durumlar arasında ilaç programına uyumsuzluk (hapı almamak), kusma veya ishal, kandaki etinilestradiol serum seviyelerini etkileyen gastrointestinal bozukluklar veya oral kontraseptif emiliminde hastalar arası değişkenlik yer alır. Adet düzensizliği olan kadınlarda başarısızlık riski daha yüksek olabilir ve antibiyotik tedavisi sırasında ve tedavinin tamamlanmasından sonraki bir hafta boyunca yedek kontrasepsiyon kullanmaları önerilmelidir. Oral kontraseptif etkinliğinin azalması için hastaya özgü risk faktörlerinden şüpheleniliyorsa, yedek kontrasepsiyon önerilir. Antibiyotiklerin doğum kontrol haplarının etkinliğini etkilediği öne sürülen durumlarda, örneğin geniş spektrumlu antibiyotik rifampisin için, bu vakalar hepatik karaciğer enzimlerinin aktivitelerindeki artışa bağlı olarak hapın aktif bileşenlerinin daha fazla parçalanmasına neden olabilir. Kolonda östrojen emiliminin azalmasına neden olabilecek bağırsak florası üzerindeki etkiler de öne sürülmüştür, ancak bu tür öneriler kesin değildir ve tartışmalıdır. Klinisyenler, oral kontraseptiflerle etkileşime girdiğinden şüphelenilen antibiyotiklerin kullanıldığı tedaviler sırasında ekstra kontraseptif önlemlerin uygulanmasını tavsiye etmişlerdir. Antibiyotikler ve doğum kontrol hapları (oral kontraseptifler) arasındaki olası etkileşimler hakkında daha fazla çalışma yapılmasının yanı sıra, yedek kontrasepsiyon ihtiyacını reddetmeden önce potansiyel oral kontraseptif hap başarısızlığı için hastaya özgü risk faktörlerinin dikkatli bir şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir. Alkol. Alkol ve bazı antibiyotikler arasında etkileşimler meydana gelebilir ve yan etkilere ve antibiyotik tedavisinin etkinliğinin azalmasına neden olabilir. Orta düzeyde alkol tüketiminin birçok yaygın antibiyotikle etkileşime girmesi olası olmasa da alkol tüketiminin ciddi yan etkilere neden olabileceği belirli antibiyotik türleri vardır. Bu nedenle, potansiyel yan etki riskleri ve etkinlik, uygulanan antibiyotiğin türüne bağlıdır. Metronidazol, tinidazol, sefamandol, latamoksef, sefoperazon, sefmenoksim ve furazolidon gibi antibiyotikler, asetaldehit dehidrojenaz tarafından parçalanmasını engelleyerek alkol ile disülfiram benzeri bir kimyasal reaksiyona neden olur ve bu da kusma, bulantı ve nefes darlığı ile sonuçlanabilir. Buna ek olarak, doksisiklin ve eritromisin süksinatın etkinliği alkol tüketimi ile azalabilir. Alkolün antibiyotik aktivitesi üzerindeki diğer etkileri, antibiyotik bileşiğini parçalayan karaciğer enzimlerinin değişen aktivitesini içerir. Farmakodinamik. Antibakteriyel bileşiklerle antimikrobiyal tedavinin başarılı sonucu çeşitli faktörlere bağlıdır. Bunlar arasında konak savunma mekanizmaları, enfeksiyonun yeri ve antibakteriyelin farmakokinetik ve farmakodinamik özellikleri yer almaktadır. Antibakteriyellerin bakterisidal aktivitesi bakteriyel büyüme fazına bağlı olabilir ve genellikle devam eden metabolik aktivite ve bakteri hücrelerinin bölünmesini gerektirir. Bu bulgular laboratuvar çalışmalarına dayanmaktadır ve klinik ortamlarda bakteriyel enfeksiyonu ortadan kaldırdığı da gösterilmiştir. Antibakteriyellerin aktivitesi sıklıkla konsantrasyonuna bağlı olduğundan, antibakteriyel aktivitenin "in vitro" karakterizasyonu genellikle bir antibakteriyelin minimum inhibitör konsantrasyonunun ve minimum bakterisidal konsantrasyonunun belirlenmesini içerir. Klinik sonucu tahmin etmek için, bir antibakteriyelin antimikrobiyal aktivitesi genellikle farmakokinetik profili ile birleştirilir ve ilaç etkinliğinin belirteçleri olarak çeşitli farmakolojik parametreler kullanılır. Kombinasyon tedavisi. Tüberküloz da dahil olmak üzere önemli enfeksiyon hastalıklarında, kombinasyon tedavisi (yani, iki veya daha fazla antibiyotiğin eşzamanlı olarak uygulanması) direncin ortaya çıkmasını geciktirmek veya önlemek için kullanılmıştır. Akut bakteriyel enfeksiyonlarda, kombinasyon tedavisinin bir parçası olan antibiyotikler, her iki antibiyotiğin kombine etkisinin bireysel etkilerinden daha iyi olması nedeniyle tedavi sonuçlarını iyileştirmek için sinerjik etkileri nedeniyle reçete edilir. Fosfomisin, antibiyotikler arasında en yüksek sinerjik kombinasyon sayısına sahiptir ve neredeyse her zaman ortak ilaç olarak kullanılır. Metisiline dirençli "Staphylococcus aureus" enfeksiyonları fusidik asit ve rifampisin kombinasyon tedavisi ile tedavi edilebilir. Kombinasyon halinde kullanılan antibiyotikler de antagonistik olabilir ve iki antibiyotiğin kombine etkileri, antibiyotiklerden birinin monoterapi olarak verilmesinden daha az olabilir. Örneğin, kloramfenikol ve tetrasiklinler penisilinlere karşı antagonisttir. Ancak bu durum bakteri türüne bağlı olarak değişebilir. Genel olarak, bakteriyostatik antibiyotik ve bakterisidal antibiyotik kombinasyonları antagonistiktir. Bir antibiyotiğin başka bir antibiyotikle kombine edilmesine ek olarak, antibiyotikler bazen direnç modifiye edici ajanlarla birlikte uygulanır. Örneğin, bir hasta β-laktamaz üreten bir bakteri suşu ile enfekte olduğunda β-laktam antibiyotikler klavulanik asit veya sulbaktam gibi β-laktamaz inhibitörleri ile birlikte kullanılabilir. Sınıflar. Antibiyotikler genellikle etki mekanizmalarına, kimyasal yapılarına veya aktivite spektrumlarına göre sınıflandırılır. Çoğu bakteriyel fonksiyonları veya büyüme süreçlerini hedef alır. Bakteriyel hücre duvarını (penisilinler ve sefalosporinler) veya hücre zarını (polimiksinler) hedef alan veya temel bakteriyel enzimlere müdahale edenler (rifamisinler, lipiarmisinler, kinolonlar ve sülfonamidler) bakterileri öldürerek bakterisidal aktiviteye sahiptir. Protein sentezi inhibitörleri (makrolidler, linkozamidler ve tetrasiklinler) genellikle bakteriyostatiktir ve daha fazla büyümeyi engeller (bakterisidal aminoglikozidler hariç). Diğer sınıflandırmalar hedef spesifikliklerine göre yapılır. "Dar spektrumlu" antibiyotikler gram-negatif veya gram-pozitif gibi belirli bakteri türlerini hedef alırken, geniş spektrumlu antibiyotikler geniş bir bakteri yelpazesini etkiler. Antibakteriyel bileşik sınıflarının keşfedilmesine verilen 40 yıllık aranın ardından, 2000'lerin sonu ve 2010'ların başında dört yeni antibiyotik sınıfı klinik kullanıma sunulmuştur: siklik lipopeptitler (daptomisin gibi), glisilsiklinler (tigesiklin gibi), oksazolidinonlar (linezolid gibi) ve lipiarmisinler (fidaksomisin gibi). Üretim. Antibiyotikler, mikroorganizmaların diğer mikroorganizmaların gelişimini engellemek için ürettikleri doğal maddelerdir. En bilinen örneği küf mantarlarının penisilin üreterek bazı bakterilerden kendisini korumasıdır. 1928 yılında penisilin Alexander Fleming tarafından bulunduğunda sadece doğal yollarla elde edilebiliyordu ve hastalıkların tedavisinde çok sınırlı olarak kullanma imkanı vardı. 1942 yılında penisilinin sentetik yollarla büyük miktarda üretiminin başarılması, bakteri kaynaklı bulaşıcı hastalıkların tedavisinde yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Günümüzde penisilin ile birlikte birçok antibiyotik sentetik yollarla üretilebilmektedir. Tıbbi kimyadaki ilerlemelerle birlikte, modern antibakteriyellerin çoğu çeşitli doğal bileşiklerin yarı sentetik modifikasyonlarıdır. Bunlar arasında örneğin penisilinler ("Penicillium" cinsi mantarlar tarafından üretilen), sefalosporinler ve karbapenemleri içeren beta-laktam antibiyotikler yer almaktadır. Halen canlı organizmalardan izole edilen bileşikler aminoglikozitler iken diğer antibakteriyeller - örneğin sülfonamid, kinolonlar ve oksazolidinonlar - yalnızca kimyasal sentez yoluyla üretilmektedir. Birçok antibakteriyel bileşik, 1000 daltondan daha az moleküler ağırlığa sahip nispeten küçük moleküllerdir. Howard Florey ve Chain'in 1939'daki ilk öncü çabalarından bu yana, antibakteriyeller de dahil olmak üzere antibiyotiklerin tıp için önemi, büyük ölçeklerde antibakteriyel üretmeye yönelik yoğun araştırmalara yol açmıştır. Antibakteriyellerin geniş bir bakteri yelpazesine karşı taranmasının ardından, aktif bileşiklerin üretimi genellikle güçlü aerobik koşullarda fermantasyon kullanılarak gerçekleştirilir. Direnç. Antibiyotiklere dirençli bakterilerin ortaya çıkması, çoğunlukla aşırı kullanım/yanlış kullanımdan kaynaklanan yaygın bir olgudur. Bu durum küresel olarak sağlık için bir tehdit oluşturmaktadır. Direncin ortaya çıkması genellikle antibiyotik tedavisi sırasında gerçekleşen evrimsel süreçleri yansıtır. Antibiyotik tedavisi, fizyolojik veya genetik olarak yüksek dozda antibiyotikten kurtulma kapasitesi gelişmiş bakteri türlerini seçebilir. Belirli koşullar altında, duyarlı bakterilerin büyümesi ilaç tarafından engellenirken, dirençli bakterilerin tercihli büyümesiyle sonuçlanabilir. Örneğin, daha önce antibakteriyel direnç genleri edinmiş suşlar için antibakteriyel seçilim 1943 yılında Luria-Delbrück deneyi ile gösterilmiştir. Eskiden birçok bakteri türü ve suşuna karşı yüksek etkinliğe sahip olan penisilin ve eritromisin gibi antibiyotikler, birçok bakteri suşunun direncinin artması nedeniyle daha az etkili hale gelmiştir. Direnç, ilaçlı domuz dışkısı yoluyla sülfametazinle tanışan sülfametazini parçalayan toprak bakterileri gibi ilaçların biyolojik olarak parçalanması şeklinde olabilir. Bakterilerin hayatta kalması genellikle kalıtsal bir dirençten kaynaklanır, ancak antibakteriyellere karşı direncin artması yatay gen transferi yoluyla da gerçekleşir. Yatay aktarımın antibiyotiklerin sık kullanıldığı yerlerde gerçekleşme olasılığı daha yüksektir. Antibakteriyel direnç biyolojik bir maliyet getirebilir, böylece dirençli suşların değerini azaltabilir, bu da örneğin antibakteriyel bileşiklerin yokluğunda antibakteriyel dirençli bakterilerin yayılmasını sınırlayabilir. Bununla birlikte, ilave mutasyonlar bu uygunluk maliyetini telafi edebilir ve bu bakterilerin hayatta kalmasına yardımcı olabilir. Paleontolojik veriler, hem antibiyotiklerin hem de antibiyotik direncinin eski bileşikler ve mekanizmalar olduğunu göstermektedir. Faydalı antibiyotik hedefleri, mutasyonların bakteriyel üremeyi veya canlılığı olumsuz etkilediği hedeflerdir. Antibakteriyel direncin çeşitli moleküler mekanizmaları mevcuttur. İçsel antibakteriyel direnç, bakteri suşlarının genetik yapısının bir parçası olabilir. Örneğin, bir antibiyotik hedefi bakteriyel genomda bulunmayabilir. Edinilmiş direnç, bakteri kromozomundaki bir mutasyondan veya ekstra kromozomal DNA'nın edinilmesinden kaynaklanır. Antibakteriyel üreten bakteriler, antibakteriyel dirençli suşlara benzer olduğu ve onlara aktarılmış olabileceği gösterilen direnç mekanizmaları geliştirmiştir. Antibakteriyel direncin yayılması genellikle büyüme sırasında mutasyonların dikey aktarımı ve yatay genetik değişim yoluyla DNA'nın genetik rekombinasyonu yoluyla gerçekleşir. Örneğin, antibakteriyel direnç genleri, bu direnç genlerini taşıyan plazmidler aracılığıyla farklı bakteri suşları veya türleri arasında değiş tokuş edilebilir. Birkaç farklı direnç geni taşıyan plazmidler birden fazla antibakteriyele direnç kazandırabilir. Tek bir gen tarafından kodlanan bir direnç mekanizması birden fazla antibakteriyel bileşiğe direnç sağladığında da çeşitli antibakteriyellere karşı çapraz direnç oluşabilir. Bazen "süper böcekler" olarak adlandırılan antibakteriyel dirençli suşlar ve türler, bir süre iyi kontrol edilen hastalıkların ortaya çıkmasına katkıda bulunmaktadır. Örneğin, tüberküloza neden olan ve daha önce etkili antibakteriyel tedavilere dirençli olan yeni bakteri türleri, birçok tedavi zorluğu ortaya çıkarmaktadır. Her yıl dünya çapında yaklaşık yarım milyon yeni çok ilaca dirençli tüberküloz (MDR-TB) vakasının ortaya çıktığı tahmin edilmektedir. Örneğin NDM-1, geniş bir beta-laktam antibakteriyel yelpazesine karşı bakteriyel direnci taşıyan yeni tanımlanmış bir enzimdir. Birleşik Krallık Sağlık Koruma Ajansı "NDM-1 enzimine sahip çoğu izolatın, ciddi enfeksiyonların tedavisinde kullanılan tüm standart intravenöz antibiyotiklere karşı dirençli olduğunu" belirtmiştir. 26 Mayıs 2016'da Amerika Birleşik Devletleri'nde "son savunma hattı" antibiyotiği olan kolistine dirençli bir "E. coli" "superböcek" tespit edilmiştir. Son yıllarda, tarihsel olarak direnç açısından daha az endişe verici olduğu düşünülen anaerobik bakteriler bile, özellikle penisiline karşı direnç oranlarının %90'ı aştığı bildirilen "Bacteroides" gibi yüksek oranlarda antibiyotik direnci göstermiştir. Yanlış kullanım. "The ICU Book"'a göre "Antibiyotiklerin ilk kuralı onları kullanmamaya çalışmak, ikinci kuralı ise çok fazla kullanmamaya çalışmaktır." Uygunsuz antibiyotik tedavisi ve antibiyotiklerin aşırı kullanımı, antibiyotiklere dirençli bakterilerin ortaya çıkmasına katkıda bulunur. Bununla birlikte, antibiyotiklerin potansiyel zararları antimikrobiyal direncin seçilmesinin ötesine geçmektedir ve aşırı kullanımları, yoğun bakım ünitelerindeki kritik hastalarda en açık şekilde görülen, hastaların kendileri için olumsuz etkilerle ilişkilidir. Antibiyotiklerin kendi kendine reçete edilmesi yanlış kullanıma bir örnektir. Birçok antibiyotik, antibiyotiklere yanıt vermeyen veya tedavi olmaksızın düzelmesi muhtemel semptomları veya hastalıkları tedavi etmek için sıklıkla reçete edilmektedir. Ayrıca, bazı bakteriyel enfeksiyonlar için yanlış veya optimal olmayan antibiyotikler reçete edilmektedir. Penisilin ve eritromisin gibi antibiyotiklerin aşırı kullanımı, 1950'lerden bu yana ortaya çıkan antibiyotik direnci ile ilişkilendirilmektedir. Hastanelerde yaygın antibiyotik kullanımı, en yaygın antibiyotiklerle tedaviye artık yanıt vermeyen bakteri suşları ve türlerindeki artışla da ilişkilendirilmiştir. Antibiyotiklerin kötüye kullanımının yaygın biçimleri arasında seyahat edenlerde profilaktik antibiyotiklerin aşırı kullanımı ve tıp uzmanlarının hastanın kilosuna ve önceki kullanım geçmişine dayanarak doğru antibiyotik dozajını reçete etmemeleri yer almaktadır. Diğer yanlış kullanım şekilleri arasında reçete edilen antibiyotik kürünün tamamının alınmaması, yanlış dozaj ve uygulama veya yeterli iyileşme için dinlenilmemesi yer almaktadır. Uygunsuz antibiyotik tedavisi, örneğin, soğuk algınlığı gibi viral enfeksiyonları tedavi etmek için reçete edilmeleridir. Solunum yolu enfeksiyonları üzerine yapılan bir çalışmada, "hekimlerin antibiyotik bekleyen hastalara antibiyotik reçete etme olasılığının daha yüksek olduğu" tespit edilmiştir. Hem hekimlere hem de hastalara yönelik çok faktörlü müdahaleler, uygunsuz antibiyotik reçete edilmesini azaltabilir. Özellikle kaynakların kısıtlı olduğu ortamlarda hızlı bakım noktası tanı testlerinin eksikliği, antibiyotiklerin yanlış kullanımının nedenlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Antimikrobiyal dirençle ilgilenen çeşitli kuruluşlar, gereksiz antibiyotik kullanımını ortadan kaldırmak için lobi faaliyetleri yürütmektedir. Antibiyotiklerin yanlış ve aşırı kullanımına ilişkin sorunlar, Antimikrobiyal Direnç konusunda ABD Kurumlar Arası Görev Gücünün oluşturulmasıyla ele alınmıştır. Antimikrobiyal direnci aktif bir şekilde ele almayı amaçlayan bu görev gücü, ABD Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezleri, Gıda ve İlaç İdaresi (FDA), Ulusal Sağlık Enstitüleri ve diğer ABD kurumları tarafından koordine edilmektedir. Bir sivil toplum kuruluşu kampanya grubu da "Keep Antibiotics Working"'dir. Fransa'da 2002 yılında başlatılan "Antibiyotikler otomatik değildir" hükûmet kampanyası, özellikle çocuklarda gereksiz antibiyotik reçetelerinde belirgin bir azalmayı sağlamıştır. Antibiyotik direncinin ortaya çıkması, 1970 yılında İngiltere'de antibiyotik kullanımına kısıtlama getirilmesine neden olmuştur (Swann raporu 1969) ve Avrupa Birliği 2003 yılından bu yana antibiyotiklerin büyümeyi teşvik edici maddeler olarak kullanılmasını yasaklamıştır. Ayrıca, çeşitli kuruluşlar (Dünya Sağlık Örgütü, Ulusal Bilimler Akademisi ve ABD Gıda ve İlaç Dairesi dahil) gıda hayvanı üretiminde antibiyotik kullanım miktarının kısıtlanmasını savunmuştur. Bununla birlikte, antibiyotiklerin kullanımını sınırlandırmaya yönelik düzenleyici ve yasal eylemlerde, kısmen antibiyotik kullanan veya satan endüstrilerin bu tür düzenlemelere karşı direnç göstermesi ve kullanımları ile bunlara karşı direnç arasındaki nedensel bağlantıları test etmek için gerekli araştırmaların zaman alması nedeniyle, genellikle gecikmeler yaşanmaktadır. ABD gıda hayvanlarında antibiyotiklerin tedavi amaçlı olmayan kullanımını aşamalı olarak durdurmayı amaçlayan iki federal yasa tasarısı (S.742 ve H.R. 2562) önerilmiş ancak kabul edilmemiştir. Bu yasa tasarıları, aralarında Amerikan Bütünsel Hemşireler Derneği, Amerikan Tıp Derneği ve Amerikan Halk Sağlığı Derneğinin de bulunduğu halk sağlığı ve tıp örgütleri tarafından desteklenmiştir. Gıda şirketleri ve restoranların antibiyotiklerle tedavi edilen hayvanlardan elde edilen etleri azaltma veya ortadan kaldırma taahhütlerine rağmen, çiftlik hayvanlarında kullanılmak üzere antibiyotik alımı her yıl artmaktadır. Antibiyotiklerin hayvancılıkta yaygın kullanımı söz konusudur. Amerika Birleşik Devletleri'nde, çiftlik hayvanlarında antibiyotik kullanımına bağlı olarak antibiyotiklere dirençli bakteri türlerinin ortaya çıkması sorunu 1977 yılında ABD Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) tarafından gündeme getirilmiştir. Mart 2012'de, Amerika Birleşik Devletleri New York Güney Bölgesi Bölge Mahkemesi, Doğal Kaynakları Savunma Konseyi ve diğerleri tarafından açılan bir davada karar vererek, FDA'nın çiftlik hayvanlarında FDA yönetmeliklerini ihlal eden antibiyotik kullanım onaylarını iptal etmesine hükmetmiştir. Araştırmalar, yaygın hafif hastalıkların tedavisinde antibiyotiklerin etkinliği ve gerekliliğine ilişkin yaygın yanlış kanıların, bunların aşırı kullanımına katkıda bulunduğunu göstermiştir. Antibiyotiklerle ilişkili diğer zarar türleri arasında anafilaksi, başta böbrek ve karaciğer hasarı olmak üzere ilaç toksisitesi ve dirençli organizmalarla süper enfeksiyonlar yer almaktadır. Antibiyotiklerin mitokondriyal fonksiyonu etkilediği de bilinmektedir ve bu durum sepsiste görülen bağışıklık hücrelerinin biyoenerjetik yetmezliğine katkıda bulunabilir. Ayrıca bağırsak, akciğer ve deri mikrobiyomunu değiştirerek "Clostridium difficile" ile ilişkili ishal gibi yan etkilere yol açabilirler. Antibiyotikler bakteriyel enfeksiyonu olan hastalarda açıkça hayat kurtarıcı olabilirken, özellikle enfeksiyonların teşhis edilmesinin zor olduğu hastalarda aşırı kullanımları birden fazla mekanizma yoluyla zarara yol açabilir. Tarihçe. 20. yüzyılın başlarından önce enfeksiyonlara yönelik tedaviler öncelikle tıbbi folklora dayanıyordu. Enfeksiyonların tedavisinde kullanılan antimikrobiyal özelliklere sahip karışımlar 2000 yıl önce tanımlanmıştır. Antik Mısırlılar ve Antik Yunanlar da dahil olmak üzere birçok eski kültür, enfeksiyonları tedavi etmek için özel olarak seçilmiş küf ve bitki materyalleri kullanmıştır. 1990'larda incelenen Nübye mumyalarının önemli düzeyde tetrasiklin içerdiği bulunmuştur. O dönemde üretilen biranın bu maddenin kaynağı olduğu düşünülmüştür. Modern tıpta antibiyotik kullanımı, boyalardan elde edilen sentetik antibiyotiklerin keşfedilmesiyle başlamıştır. Çeşitli uçucu yağların anti-mikrobiyal özelliklere sahip olduğu gösterilmiştir. Bununla birlikte, bu yağların elde edildiği bitkiler niş anti-mikrobiyal ajanlar olarak kullanılabilir. Boyalardan elde edilen sentetik antibiyotikler. Bir bilim dalı olarak sentetik antibiyotik kemoterapisi ve antibakteriyellerin geliştirilmesi 1880'lerin sonunda Almanya'da Paul Ehrlich ile başlamıştır. Ehrlich, bazı boyaların insan, hayvan veya bakteri hücrelerini renklendirdiğini, diğerlerinin ise renklendirmediğini fark etti. Daha sonra, insan konakçıya zarar vermeden bakterilere bağlanacak ve onları öldürecek seçici bir ilaç görevi görecek kimyasallar yaratmanın mümkün olabileceği fikrini ortaya attı. Çeşitli organizmalara karşı yüzlerce boyayı taradıktan sonra, 1907'de tıbbi açıdan yararlı bir ilaç, şimdi arsfenamin olarak adlandırılan ilk sentetik antibakteriyel organoarsenik bileşik salvarsanı keşfetti. Bu, 1907 yılında Alfred Bertheim ve Ehrlich tarafından bir dizi arsenik türevi sentetik antibiyotiğin keşfedilmesiyle başlayan antibakteriyel tedavi çağının habercisiydi. Ehrlich ve Bertheim, farelerde tripanosomiasis ve tavşanlarda spirochaeta enfeksiyonunu tedavi etmek için boyalardan elde edilen çeşitli kimyasallarla deneyler yapmıştı. İlk bileşikleri çok toksik olsa da, Ehrlich ve frengiyi tedavi edecek bir ilaç arayışında Erlich ile birlikte çalışan Japon bir bakteriyolog olan Sahachiro Hata, deney serilerindeki 606. bileşikle başarıya ulaştılar. 1910 yılında Ehrlich ve Hata, "606" ilacı adını verdikleri keşiflerini Wiesbaden'deki İç Hastalıkları Kongresi'nde duyurdular. Hoechst şirketi, 1910 yılının sonlarına doğru bileşiği Salvarsan adı altında pazarlamaya başladı, günümüzde arsfenamin olarak biliniyor. İlaç 20. yüzyılın ilk yarısında frengi tedavisinde kullanıldı. 1908 yılında Ehrlich, immünolojiye yaptığı katkılardan dolayı Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü'nü aldı. Hata 1911 yılında Nobel Kimya Ödülü'ne, 1912 ve 1913 yıllarında ise Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü'ne aday gösterilmiştir. İlk sülfonamid ve sistemik olarak aktif ilk antibakteriyel ilaç olan Prontosil, Gerhard Domagk liderliğindeki bir araştırma ekibi tarafından 1932 veya 1933 yılında Almanya'daki IG Farben holdingine bağlı Bayer Laboratuvarlarında geliştirildi ve Domagk bu çalışmasıyla 1939 Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü'nü aldı. Prontosil'in aktif ilacı olan sülfanilamid, boya endüstrisinde birkaç yıldır kullanılmakta olduğu için patentlenebilir değildi. Prontosil, Gram-pozitif koklara karşı nispeten geniş bir etkiye sahipti, ancak enterobakterilere karşı etkili değildi. Başarısı araştırmaları hızla teşvik etti. Bu sülfonamid ilacın keşfi ve geliştirilmesi antibakteriyeller çağını açtı. Penisilin ve diğer doğal antibiyotikler. Bazı mikroorganizmaların diğer mikroorganizmaların büyümesini engellediğine dair gözlemler 19. yüzyılın sonlarından beri rapor edilmektedir. Mikroorganizmalar arasındaki bu antibiyoz gözlemleri doğal antibakteriyellerin keşfine yol açmıştır. Louis Pasteur, "eğer bazı bakteriler arasında gözlemlenen antagonizmaya müdahale edebilirsek, bu belki de tedavi için en büyük umutları sunacaktır" gözleminde bulunmuştur. 1874 yılında doktor Sir William Roberts, bazı mavi peynir türlerinin yapımında kullanılan "Penicillium glaucum" küfünün kültürlerinde bakteri kontaminasyonu görülmediğini belirtmiştir. 1895 yılında İtalyan doktor Vincenzo Tiberio, bazı küf özlerinin antibakteriyel gücü üzerine bir makale yayınladı. 1897 yılında doktora öğrencisi Ernest Duchesne, küflerin anti-mikrobiyal aktivitelerinden kaynaklanan tedavi edici yeteneklerini değerlendiren bilinen ilk bilimsel çalışma olan "Contribution à l'étude de la concurrence vitale chez les micro-organismes: antagonisme entre les moisissures et les microbes" (Mikro organizmalarda yaşamsal rekabetin incelenmesine katkı: küfler ve mikroplar arasındaki antagonizm) başlıklı bir tez sundu. Duchesne tezinde, bakteri ve küflerin hayatta kalmak için sürekli bir savaşa girdiğini öne sürmüştür. Duchesne, her ikisi de aynı kültürde yetiştirildiğinde "E. coli"'nin "Penicillium glaucum" tarafından ortadan kaldırıldığını gözlemledi. Ayrıca laboratuvar hayvanlarına "Penicillium glaucum" ile birlikte ölümcül dozlarda tifo basili aşıladığında hayvanların tifoya yakalanmadığını gözlemlemiştir. Duchesne'in diplomasını aldıktan sonra askere gitmesi daha fazla araştırma yapmasını engelledi. Duchesne, günümüzde antibiyotiklerle tedavi edilen bir hastalık olan tüberkülozdan öldü. 1928 yılında Sir Alexander Fleming, bazı küfler tarafından üretilen ve bazı bakteri türlerini öldüren ya da büyümesini durduran bir molekül olan penisilinin varlığını öne sürdü. Fleming, kültür plakalarından birinde yeşil bir küf olan "Penicillium rubens"'in sporlarını fark ettiğinde, hastalığa neden olan bir bakteri kültürü üzerinde çalışıyordu. Küfün varlığının bakterileri öldürdüğünü ya da büyümelerini engellediğini gözlemledi. Fleming, küfün antibakteriyel bir madde salgılaması gerektiğini varsaydı ve 1928'de bu maddeye penisilin adını verdi. Fleming, antibakteriyel özelliklerinden kemoterapi için yararlanılabileceğine inanıyordu. Başlangıçta bazı biyolojik özelliklerini karakterize etti ve bazı enfeksiyonları tedavi etmek için ham bir preparat kullanmaya çalıştı, ancak eğitimli kimyagerlerin yardımı olmadan daha fazla geliştirmeyi sürdüremedi. Ernst Chain, Howard Florey ve Edward Abraham 1942'de ilk penisilin olan penisilin G'yi saflaştırmayı başardılar, ancak 1945'ten önce Müttefik ordusu dışında yaygın olarak kullanılamadı. Daha sonra Norman Heatley, penisilini toplu halde verimli bir şekilde saflaştırmak için geri ekstraksiyon tekniğini geliştirdi. Penisilinin kimyasal yapısı ilk olarak 1942 yılında Abraham tarafından önerilmiş ve daha sonra 1945 yılında Dorothy Crowfoot Hodgkin tarafından doğrulanmıştır. Saflaştırılmış penisilin çok çeşitli bakterilere karşı güçlü antibakteriyel aktivite göstermiş ve insanlarda düşük toksisiteye sahip olmuştur. Ayrıca, sentetik sülfonamidlerin aksine, aktivitesi irin gibi biyolojik bileşenler tarafından inhibe edilmemiştir. (aşağıya bakınız) Penisilinin geliştirilmesi, benzer etkinlik ve güvenliğe sahip antibiyotik bileşiklerinin araştırılmasına yönelik ilginin yenilenmesini sağlamıştır. Chain ve Florey, Fleming'in tesadüfen keşfettiği ancak kendisinin geliştiremediği penisilini tedavi edici bir ilaç olarak başarılı bir şekilde geliştirdikleri için 1945 Nobel Tıp Ödülünü Fleming ile paylaştılar. Florey, René Dubos'u, gramisidinin keşfine yol açan ve Florey'in penisilin araştırmalarını yeniden canlandıran antibakteriyel bileşikleri kasıtlı ve sistematik olarak arama yaklaşımına öncülük ettiği için takdir etmiştir. İkinci Dünya Savaşı'nın başladığı 1939 yılında Dubos, "Bacillus brevis"'ten %20 gramisidin ve %80 tirosidin bileşimi olan ilk doğal kaynaklı antibiyotik olan tirotrisinin keşfini rapor etmiştir. Ticari olarak üretilen ilk antibiyotiklerden biriydi ve İkinci Dünya Savaşı sırasında yaraların ve ülserlerin tedavisinde çok etkili oldu. Ancak gramisidin toksisite nedeniyle sistemik olarak kullanılamıyordu. Tirosidinin de sistemik kullanım için çok toksik olduğu kanıtlanmıştır. Bu dönemde elde edilen araştırma sonuçları İkinci Dünya Savaşı sırasında Mihver ve Müttefik güçler arasında paylaşılmamış ve Soğuk Savaş sırasında sınırlı erişim sağlanmıştır. 20. yüzyılın sonları. 20. yüzyılın ortalarında, tıbbi kullanım için sunulan yeni antibiyotik maddelerin sayısı önemli ölçüde artmıştır. 1935'ten 1968'e kadar 12 yeni sınıf piyasaya sürülmüştür. Ancak bu tarihten sonra yeni sınıfların sayısı belirgin bir şekilde düşmüş ve 1969 ile 2003 yılları arasında sadece iki yeni sınıf piyasaya sürülmüştür. Antibiyotik hattı. Hem DSÖ hem de Amerika Bulaşıcı Hastalıklar Topluluğu, zayıf antibiyotik hattının bakterilerin artan direnç geliştirme kabiliyetiyle uyuşmadığını bildirmektedir. Amerika Bulaşıcı Hastalıklar Topluluğunun raporunda, her yıl piyasaya sürülmek üzere onaylanan yeni antibiyotiklerin sayısının azaldığı belirtilmiş ve Gram-negatif basillere karşı şu anda faz 2 veya faz 3 klinik çalışmalarda olan yedi antibiyotik tespit edilmiştir. Ancak bu ilaçlar Gram-negatif basillerin direnç spektrumunun tamamına hitap etmemektedir. DSÖ'ye göre Mayıs 2017 itibarıyla elli bir yeni terapötik varlık - antibiyotikler (kombinasyonlar dahil), faz 1-3 klinik çalışmalarda yer almaktadır. Çoklu ilaca dirençli Gram-pozitif patojenleri hedef alan antibiyotikler yüksek bir öncelik olmaya devam etmektedir. Son yedi yıl içinde birkaç antibiyotik ruhsat almıştır. Sefalosporin seftarolin ve lipoglikopeptidler oritavancin ve telavancin akut bakteriyel deri ve deri yapısı enfeksiyonu ve toplum kökenli bakteriyel pnömoni tedavisi için onaylanmıştır. Lipoglikopeptid dalbavansin ve oksazolidinon tedizolid de akut bakteriyel deri ve deri yapısı enfeksiyonu tedavisinde kullanım için onaylanmıştır. Yeni bir dar spektrumlu makrosiklik antibiyotik sınıfının ilki olan fidaxomicin, "C. difficile" kolitinin tedavisi için onaylanmıştır. Komplike idrar yolu enfeksiyonu ve karın içi enfeksiyon için seftazidim-avibaktam ve seftolozan-avibaktam gibi yeni sefalosporin-laktamaz inhibitörü kombinasyonları da onaylanmıştır. Olası iyileştirmeler arasında FDA tarafından klinik araştırma düzenlemelerinin netleştirilmesi yer almaktadır. Ayrıca, uygun ekonomik teşvikler ilaç şirketlerini bu çabaya yatırım yapmaya ikna edebilir. ABD'de Hasta Tedavisini İlerletmek için Antibiyotik Geliştirme (ADAPT) Yasası, artan 'süper böcek' tehdidiyle mücadele etmek için antibiyotiklerin ilaç geliştirmesini hızlı bir şekilde takip etmek amacıyla çıkarılmıştır. Bu yasa kapsamında FDA, hayatı tehdit eden enfeksiyonları tedavi eden antibiyotik ve antifungalleri daha küçük klinik deneylere dayanarak onaylayabilmektedir. CDC, antibiyotik kullanımını ve ortaya çıkan direnci izleyecek ve verileri yayınlayacaktır. FDA antibiyotik etiketleme süreci, 'Mikrobiyal Organizmalar için Duyarlılık Testi Yorumlama Kriterleri' veya 'kırılma noktaları', sağlık çalışanlarına doğru veriler sağlayacaktır. The Pew Charitable Trusts sağlık programları kıdemli direktörü Allan Coukell'e göre, "İlaç geliştiricilerinin daha küçük veri setlerine güvenmesine izin vererek ve FDA'nın risk/fayda hesaplaması yaparken bu ilaçlar için daha yüksek düzeyde belirsizliği tolere etme yetkisini netleştirerek, ADAPT klinik deneyleri daha uygulanabilir hale getirecektir." Antibiyotik hattının yenilenmesi ve diğer yeni tedavilerin geliştirilmesi. Antibiyotiklere dirençli bakteri türlerinin ortaya çıkmaya ve yayılmaya devam etmesi nedeniyle, yeni antibakteriyel tedavilerin geliştirilmesine sürekli ihtiyaç duyulmaktadır. Mevcut stratejiler arasında doğal ürün bazlı ilaç keşfi gibi geleneksel kimya bazlı yaklaşımlar, ilaç tasarımı gibi daha yeni kimya bazlı yaklaşımlar, immünoglobulin tedavisi gibi geleneksel biyoloji bazlı yaklaşımlar ve faj tedavisi, fekal mikrobiyota nakilleri, antisens RNA bazlı tedaviler ve CRISPR-Cas9 bazlı tedaviler gibi deneysel biyoloji bazlı yaklaşımlar yer almaktadır. Doğal ürün bazlı antibiyotik keşfi. Mevcut kullanımdaki antibiyotiklerin çoğu doğal ürünler veya doğal ürün türevleridir ve yeni antibiyotik arayışında bakteri, mantar, bitki ve hayvan özleri taranmaktadır. Organizmalar test için ekolojik, etnomedikal, genomik veya tarihsel gerekçelere dayalı olarak seçilebilir. Örneğin şifalı bitkiler, geleneksel şifacılar tarafından enfeksiyonu önlemek veya iyileştirmek için kullanıldıkları ve bu nedenle antibakteriyel bileşikler içerebilecekleri temelinde taranmaktadır. Ayrıca, toprak bakterileri, tarihsel olarak çok zengin bir antibiyotik kaynağı oldukları (mevcut kullanımdaki antibiyotiklerin %70 ila 80'i aktinomisetlerden elde edilmektedir) temelinde taranmaktadır. Doğal ürünlerin doğrudan antibakteriyel aktivite açısından taranmasına ek olarak, bazen antibiyotik direncini ve antibiyotik toleransını bastırma kabiliyetleri açısından da taranırlar. Örneğin, bazı ikincil metabolitler ilaç akış pompalarını inhibe ederek hücresel hedefine ulaşabilen antibiyotik konsantrasyonunu artırır ve antibiyotiğe karşı bakteriyel direnci azaltır. Bakteriyel akış pompalarını inhibe ettiği bilinen doğal ürünler arasında alkaloid lizergol, karotenoidler kapsantin ve kapsorubin ile flavonoidler rotenon ve krizin bulunmaktadır. Diğer doğal ürünlerin, bu kez ikincil metabolitler yerine birincil metabolitlerin, antibiyotik toleransını ortadan kaldırdığı gösterilmiştir. Örneğin, glukoz, mannitol ve fruktoz "Escherichia coli" ve "Staphylococcus aureus"'ta antibiyotik toleransını azaltarak onları aminoglikozit antibiyotikler tarafından öldürülmeye daha duyarlı hale getirmektedir. Doğal ürünler, bakteriyel virülans faktörlerini baskılama kabiliyeti açısından da taranabilir. Virülans faktörleri, bakterilerin vücudun bağışıklık savunmasından kaçmasını (örn. üreaz, stafiloksantin), insan hücrelerine doğru hareket etmesini, yapışmasını ve/veya istila etmesini (örn. tip IV pili, adhezinler, internalinler), virülans genlerinin aktivasyonunu koordine etmesini (örn. quorum algılama) ve hastalığa neden olmasını (örn. ekzotoksinler) sağlayan moleküller, hücresel yapılar ve düzenleyici sistemlerdir. Antivirülans aktivitesine sahip doğal ürünlere örnek olarak flavonoid epigallokateşin gallat (listeriolizin O'yu inhibe eder), kinon tetrangomisin (stafiloksantini inhibe eder) ve seskiterpen zerumbon ("Acinetobacter baumannii" hareketliliğini inhibe eder) verilebilir. İmmünoglobulin tedavisi. Antikorlar (anti-tetanos immünoglobulin) 1910'lardan beri tetanosun tedavisinde ve önlenmesinde kullanılmaktadır ve bu yaklaşım bakteriyel hastalıkların kontrolünde faydalı bir yol olmaya devam etmektedir. Örneğin monoklonal antikor bezlotoksumab, tekrarlayan "Clostridium difficile" enfeksiyonu için ABD FDA ve EMA tarafından onaylanmıştır ve diğer monoklonal antikorlar geliştirilmektedir (örneğin "S. aureus" ventilatör ilişkili pnömoninin ek tedavisi için AR-301). Antikor tedavileri, bakteriyel ekzotoksinlere ve diğer virülans faktörlerine bağlanarak ve bunları nötralize ederek etki gösterir. Faj tedavisi. Faj tedavisi, antibiyotiğe dirençli bakteri türlerinin tedavisinde bir yöntem olarak araştırılmaktadır. Faj tedavisi, bakteriyel patojenlerin virüslerle enfekte edilmesini içerir. Bakteriyofajlar ve konak aralıkları belirli bakteriler için son derece spesifiktir, bu nedenle antibiyotiklerin aksine konak organizmanın bağırsak mikrobiyotasını bozmazlar. Fajlar olarak da bilinen bakteriyofajlar, öncelikle litik döngüler sırasında bakterileri enfekte eder ve öldürür. Fajlar DNA'larını bakteriye yerleştirir, burada kopyalanır ve yeni fajlar yapmak için kullanılır, ardından hücre parçalanır ve aynı türden başka bakterileri enfekte edip yok edebilecek yeni fajlar serbest kalır. Fajın yüksek özgüllüğü "iyi" bakterileri yok edilmekten korur. Bununla birlikte, bakteriyofajların kullanımında bazı dezavantajlar da mevcuttur. Bakteriyofajlar genomlarında virülans faktörleri veya toksik genler barındırabilir ve kullanımdan önce genomik dizileme yoluyla bilinen virülans faktörleri veya toksinlerle benzerlik gösteren genlerin tanımlanması ihtiyatlı olabilir. Buna ek olarak, bakteriyel enfeksiyonların ortadan kaldırılması için fajların oral ve IV uygulaması, topikal uygulamadan çok daha yüksek bir güvenlik riski oluşturmaktadır. Ayrıca, bu büyük antijenik kokteyllere karşı belirsiz bağışıklık tepkileri de ek bir endişe kaynağıdır. Bu tür tedaviler için aşılması gereken önemli yasal engeller vardır. Çok sayıda zorluğa rağmen, geleneksel antibiyotiklere artık yanıt vermeyen MDR patojenlere karşı antimikrobiyal ajanların yerine bakteriyofajların kullanılması cazip bir seçenek olmaya devam etmektedir. Fekal mikrobiyota nakli. Fekal mikrobiyota nakli, sağlıklı bir insan donörden (dışkı şeklinde) tüm bağırsak mikrobiyotasının "C. difficile" enfeksiyonu olan hastalara aktarılmasını içerir. Bu prosedür ABD FDA tarafından resmi olarak onaylanmamış olsa da antibiyotiğe dirençli "C. difficile" enfeksiyonu olan hastalarda bazı koşullar altında kullanımına izin verilmektedir. Tedavi oranları %90 civarındadır ve dışkı bankaları, standartlaştırılmış ürünler ve oral uygulama yöntemleri geliştirmek için çalışmalar devam etmektedir. Fekal mikrobiyota transplantasyonu da son zamanlarda inflamatuar bağırsak hastalıkları için kullanılmaktadır. Antisens RNA tabanlı tedaviler. Antisens RNA tabanlı tedavi (gen susturma tedavisi olarak da bilinir) (a) temel proteinleri kodlayan bakteriyel genlerin belirlenmesini (örneğin "Pseudomonas aeruginosa" genleri "acpP", "lpxC" ve "rpsJ"), (b) bu temel proteinleri kodlayan mRNA'ya tamamlayıcı olan tek sarmallı RNA'nın sentezlenmesini ve (c) tek sarmallı RNA'nın hücreye nüfuz eden peptitler veya lipozomlar kullanılarak enfeksiyon bölgesine iletilmesini içerir. Antisens RNA daha sonra bakteriyel mRNA ile hibridize olur ve temel proteine translasyonunu engeller. Antisens RNA bazlı tedavinin "P. aeruginosa" pnömonisinin "in vivo" modellerinde etkili olduğu gösterilmiştir. Antisens RNA, temel bakteriyel genleri susturmanın yanı sıra antibiyotik direncinden sorumlu bakteriyel genleri susturmak için de kullanılabilir. Örneğin, "S. aureus" "mecA" genini (modifiye penisilin bağlayıcı protein 2a'yı kodlayan ve "S. aureus" suşlarını metisiline dirençli hale getiren gen) susturan antisens RNA geliştirilmiştir. mecA mRNA'yı hedef alan antisens RNA'nın hem "in vitro" hem de "in vivo" çalışmalarda metisiline dirençli stafilokokların oksasiline duyarlılığını geri kazandırdığı gösterilmiştir. CRISPR-Cas9 tabanlı tedaviler. 2000'li yılların başında, bakterilerin kendilerini istilacı virüslere karşı savunmalarını sağlayan bir sistem keşfedildi. CRISPR-Cas9 olarak bilinen sistem (a) DNA'yı yok eden bir enzim (nükleaz Cas9) ve (b) daha önce karşılaşılan viral istilacıların DNA dizilerinden (CRISPR) oluşmaktadır. Bu viral DNA dizileri, nükleazın kendi (bakteriyel) DNA'sı yerine yabancı (viral) DNA'yı hedef almasını sağlar. CRISPR-Cas9'un doğadaki işlevi bakterileri korumak olsa da sistemin CRISPR bileşenindeki DNA dizileri, Cas9 nükleazının viral genler yerine bakteriyel direnç genlerini veya bakteriyel virülans genlerini hedef alacak şekilde değiştirilebilir. Modifiye edilmiş CRISPR-Cas9 sistemi daha sonra plazmidler veya bakteriyofajlar kullanılarak bakteriyel patojenlere uygulanabilir. Bu yaklaşım, in vivo bir enfeksiyon modelinde antibiyotik direncini susturmak ve enterohemorajik "E. coli"'nin virülansını azaltmak için başarıyla kullanılmıştır. Antibiyotik direnci için seçilim baskısının azaltılması. Yeni antibakteriyel tedaviler geliştirmenin yanı sıra, antibiyotik direncinin ortaya çıkması ve yayılması için seçilim baskısını azaltmak da önemlidir. Bunu gerçekleştirmeye yönelik stratejiler arasında altyapının iyileştirilmesi (örneğin daha az kalabalık konutlar), daha iyi sanitasyon (örneğin güvenli içme suyu ve gıda) ve aşı geliştirme gibi köklü enfeksiyon kontrol önlemleri, antibiyotik yönetimi gibi diğer yaklaşımlar ve enfeksiyonu önlemek için prebiyotik ve probiyotik kullanımı gibi deneysel yaklaşımlar yer almaktadır. Mikrobik hastalıkları tedavi etmek için antibiyotiklerin klinisyenler tarafından dönüşümlü olarak kullanıldığı antibiyotik döngüsü önerilmiştir, ancak son çalışmalar bu tür stratejilerin antibiyotik direncine karşı etkisiz olduğunu ortaya koymuştur. Aşılar. Aşılar immün modülasyona veya güçlendirmeye dayanır. Aşılama, makrofajların aktivasyonuna, antikor üretimine, inflamasyona ve diğer klasik bağışıklık reaksiyonlarına yol açarak enfeksiyonu önlemek için bir konağın bağışıklık yeterliliğini ya uyarır ya da güçlendirir. Antibakteriyel aşılar, küresel bakteriyel hastalıklarda ciddi bir azalmadan sorumlu olmuştur. Zayıflatılmış tam hücrelerden veya lizatlardan yapılan aşıların yerini büyük ölçüde, kapsüler polisakkaritler ve bunların konjugatları da dahil olmak üzere saflaştırılmış bileşenlerden protein taşıyıcılarına, ayrıca inaktive edilmiş toksinler (toksoidler) ve proteinlerden oluşan daha az reaktojenik, hücresiz aşılar almıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5607", "len_data": 49314, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.94 }
Bakteri (; "tekil isim": bacterium), tek hücreli mikroorganizma grubudur. Tipik olarak birkaç mikrometre uzunluğunda olan bakterilerin çeşitli şekilleri vardır, kimi küresel, kimi spiral şekilli, kimi çubuksu, kimi virgül şeklinde olabilir. Yeryüzündeki hemen hemen her ortamda bakteriler mevcuttur. Toprakta, deniz suyunda, okyanusun derinliklerinde, yer kabuğunda, deride, hayvanların bağırsaklarında, asitli sıcak su kaynaklarında, radyoaktif atıklarda büyüyebilen tipleri vardır. Tipik olarak bir gram toprakta bulunan bakteri hücrelerinin sayısı 40 milyon, bir mililitre tatlı suda ise bir milyondur; toplu olarak dünyada beş nonilyon (5×1030) bakteri bulunmaktadır, bunlar dünyadaki biyokütlenin çoğunu oluşturur. Bakteriler gıdaların geri dönüşümü için hayati bir öneme sahiptirler ve gıda döngülerindeki çoğu önemli adım, atmosferden azot fiksasyonu gibi, bakterilere bağlıdır. Ancak bu bakterilerin çoğu henüz tanımlanmamıştır ve bakteri şubelerinin sadece yaklaşık yarısı laboratuvarda kültürlenebilen türlere sahiptir. Bakterilerin araştırıldığı bilim bakteriyolojidir, bu, mikrobiyolojinin bir dalıdır. İnsan vücudunda bulunan bakteri sayısı, insan hücresi sayısının yaklaşık olarak 1,3 katı kadardır, özellikle deride ve sindirim yolu içinde çok sayıda bakteri bulunur. Bunların çok büyük çoğunluğu bağışıklık sisteminin koruyucu etkisiyle zararsız kılınmış durumda olsalar ve ayrıca bir kısmı yararlı (probiyotik) olsalar da, bazıları patojen bakterilerdir ve enfeksiyöz hastalıklara neden olurlar; kolera, frengi, şarbon, cüzzam ve veba bu cins hastalıklara dahildir. En yaygın ölümcül bakteriyel hastalıklar solunum yolu enfeksiyonlarıdır, bunlardan verem tek başına yılda iki milyon kişi öldürür, bunların çoğu Sahra altı Afrika'da bulunur. Kalkınmış ülkelerde bakteriyel enfeksiyonların tedavisinde ve çeşitli hayvancılık faaliyetlerinde antibiyotikler kullanılır, bundan dolayı antibiyotik direnci yaygınlaşmaktadır. Endüstride bakteriler, atık su arıtması, peynir ve yoğurt üretimi, biyoteknoloji, antibiyotik ve diğer kimyasalların imalatında önemli rol oynarlar. Bir zamanlar bitkilerin Schizomycetes sınıfına ait sayılan bakteriler artık prokaryot olarak sınıflandırılırlar. ökaryotlardan farklı olarak bakteri hücreleri hücre çekirdeği içermez, membran kaplı organeller de ender olarak görülür. Geleneksel olarak "bakteri" terimi tüm prokaryotları içermiş ancak, 1990'lı yıllarda yapılan keşiflerle prokaryotların iki farklı gruptan oluştuğu, bunların ortak bir atadan ayrı ayrı evrimleşmiş oldukları bulununca bilimsel sınıflandırma değişmiştir. Bu üst alemler Bacteria ve Archaea olarak adlandırılmıştır. Bakteriyolojinin tarihçesi. Bakteriler ilk defa 1676'da Antonie van Leeuwenhoek tarafından, kendi tasarımı olan tek mercekli bir mikroskopla gözlemlenmiştir. Onlara "animalcules" (hayvancık) adını takmış, gözlemlerini Kraliyet Derneği'ne (Royal Society'ye) yazılmış bir dizi mektupla yayımlamıştır. "Bacterium" adı çok daha sonra, 1838'de Christian Gottfried Ehrenberg tarafından kullanıma sokulmuş, Antik Yunanca "küçük asa" anlamına gelen βακτήριον -α ("bacterion -a")'dan türetilmiştir. Latince kullanımıyla "Bacteria", bakteri sözcüğünün çoğulu, "bacterium" ise tekilidir. Louis Pasteur 1859'da fermantasyonun mikroorganizmaların büyümesi sonucu meydana geldiğini ve bu büyümenin yoktan varoluş yoluyla olmadığını gösterdi. (Genelde fermantasyon kavramıyla ilişkilendirilen maya ve küfler, bakteri değil, mantardır.) Kendisiyle ayni dönemde yaşamış olan Robert Koch ile birlikte Pasteur, hastalık-mikrop teorisi'nin erken bir savunucusu olmuştur. Robert Koch tıbbi mikrobiyolojide bir öncü olmuş, kolera, şarbon ve verem üzerinde çalışmıştır. Verem üzerindeki araştırmalarında Koch mikrop ("germ") teorisini kanıtlamış, bundan dolayı da kendisine Nobel Ödülü verilmiştir. "Koch postülatları"'nda bir canlının bir hastalığın nedeni olduğunu belirlemek için gereken testleri ortaya koymuştur; bu postülatlar günümüzde hâlâ kullanılmaktadır. On dokuzuncu yüzyılda bakterilerin çoğu hastalığın nedeni olduğu bilinmesine rağmen, antibakteriyel bir tedavi mevcut değildi. 1910'da Paul Ehrlich "Treponema pallidum" 'u (frengiye neden olan spiroket) seçici olarak boyamaya yarayan boyaları değiştirerek bu patojeni seçici olarak öldüren bileşikler elde etti, böylece ilk antibiyotiği geliştirmiş oldu. Ehrlich, bağışıklık üzerine yaptığı çalışmasından dolayı 1908 Nobel ödülünü kazanmış, ayrıca bakterilerin kimliğini tespit etmek için boyaların kullanılmasına öncülük etmiştir; çalışmaları Gram boyası ve Ziehl-Neelsen boyasının temelini oluşturmuştur. Bakterilerin araştırılmasında büyük bir aşama, Arkelerin bakterilerden farklı bir evrimsel soya ait olduklarının 1977'de Carl Woese tarafından anlaşılmasıdır. Bu yeni filogenetik taksonomi, 16S ribozomal RNA'nın dizilenmesine dayandırılmış ve üç alanlı sistem'in parçası olarak prokaryot alemini 2 evrimsel alana (üst âleme) bölünmüştür. Köken ve erken evrim. Modern bakterilerin ataları, yaklaşık 4 milyar yıl önce, dünyada gelişen ilk yaşam biçimi olan tek hücreli mikroorganizmalardı. Yaklaşık 3 milyar yıl boyunca tüm canlılar mikroskopiktiler, bakteri ve arkeler yaşamın başlıca biçimleriydi. Bakteri fosilleri, örneğin stromatolitler, mevcut olmakla beraber, bunların kendine has morfolojilerinin olmaması, bunlar kullanılarak bakteri evriminin anlaşılmasına veya belli bakteri türlerinin kökeninin belirlenmesini engellemektedir. Ancak gen dizileri bakteri filogenetiğinin inşası için kullanılabilir, bu çalışmalar bakterilerin arke/ökaryot soyundan ayrılmış evrimsel bir dal olduğunu göstermiştir. Bakteri ve arkelerin en yakın zamanlı ortak atası muhtemelen yaklaşık 2,5-3,2 milyar yıl önce yaşamış bir hipertermofil'di. Bakteriler, evrimdeki ikinci büyük ayrışmada, ökaryotların arkelerden oluşmasında da yer almışlardır. Bunda, eski bakteriler, ökaryotların ataları ile endosimbiyotik bir ilişki kurmuşlardır. Bu süreçte, proto-ökaryotik hücreler, alfa-proteobakteriyel hücreleri içlerine alıp mitokondri veya hidrojenozomları oluşturdular. Bu organeller günümüz ökaryotlarının tümünde hala bulunmaktadır ("mitokondrisiz" protozoalarda dahi aslında son derece küçülmüş olarak mevcutturlar). Daha sonraki bir dönemde, farklı bir olay sonucu, bazı mitokondrili ökaryotların, siyanobakteri-benzeri canlıları içlerine alması sonucunda, bitki ve yosunlardaki kloroplastlar oluştu. Hatta bazı yosun gruplarında bu olayı izleyen başka içe almalar meydana gelmiş, bazı heterotrofik ökaryotik konak hücrelerin, ökaryotik bir alg hücresini içine alması sonucunda "ikinci kuşak" bir plastid oluşmuştur. Morfoloji. Bakteriler, morfoloji olarak adlandırılan, şekil ve boyutları bakımından büyük bir çeşitlilik gösterir. Bakteriyel hücreler ökaryotik bir hücrenin yaklaşık onda biri boyundadır, tipik olarak 0,5-5,0 mikrometre uzunluktadırlar. Ancak, birkaç tür, örneğin "Thiomargarita namibiensis" ve "Epulopiscium fishelsoni" yarı milimetre boyunda olabilir ve çıplak gözle görülebilir. En küçük bakteriler arasında Mikoplazma cinsinin üyeleri bulunur, 0,3  mikrometre olan bu bakteriler en büyük virüsler kadar küçüktür. Bazı bakteriler daha da küçük olabilirler ama bu ultramikrobakteriler henüz iyi tanımlanmamıştır. Çoğu bakteri türleri ya küresel ya da çubuksu şekilli olur. Küresel olanlar kokus (veya "coccus"; Antik Yunanca "tohum" anlamında "kókkos" 'tan), çubuksu olanlar basil (Latince çubuk anlamlı "baculus" 'tan) olarak adlandırılır. Vibrio olarak adlandırılan bazı çubuksu bakteriler biraz eğri veya virgül şekillidir; diğerleri spiral şekillidir, spirillum olarak adlandırılır veya sıkıca sarılı olur, spiroket olarak adlandırılırlar. Az sayıda bazı türler tetrahedron veya küp benzeri şekilde olabilirler. Yakın zamanda keşfedilen bazı bakteriler uzun çubuk şeklinde büyür ve yıldız şekilli bir kesite sahiptir. Bu morfolojinin sağladığı yüksek yüzölçümü-hacim oranı bu bakterilere az besinli ortamlarda bir avantaj sağladığı öne sürülmüştür. Hücre şekillerindeki bu büyük çeşitlilik bakterinin hücre duvarı ve hücre iskeleti tarafından belirlenir. Hücre şekli, bakterinin gıda edinmesine, yüzeylere bağlanmasına, sıvı içinde yüzmesine ve doğal avcılarından kaçmasına etki eder. Çoğu bakteriyel tür tek hücre halinde varlığını sürdürür, diğerleri ise kendilerine özgü biçimlerle birbirlerine bağlanır: "Neisseria" diploitler (ikililer) oluşturur, "Streptokok" zincir, "Stafilokok" üzüm salkımı gibi kümeler oluşturur. Bazı bakteriler iplik (filament) oluşturacak şekilde uzayabilir Actinobacteria'da olduğu gibi. İpliksi bakterilerde çoğu zaman içinde pek çok hücre bulunan bir kın vardır. Bazı tipleri, örneğin "Nocardia" cinsine ait bazı türler, hatta karmaşık, dallı iplikçikler oluşturur, bunlar küflerdeki miselyuma benzer. Bakteriler yüzeylere bağlanıp biyofilm denen yoğun kümeler oluştururlar. Bu filmler birkaç mikrometre kalınlıktan yarım metre derinliğe kadar değişebilir ve birden çok bakteri, Protista ve arke türü içerebilir. Biyofilmlererde yaşayan bakteriler, hücre ve hücre dışı bileşenler ile karmaşık bir düzen oluştururlar. Meydana gelen ikincil yapılar arasında mikrokoloniler de sayılabilir, bunların içinde bulunan kanal şebekleri gıdaların daha kolay difüzyonunu sağlar. Doğal ortamlarda, örneğin toprak ve bitkilerin yüzeyinde, bakterilerin çoğunluğu biyofilim aracılığıyla yüzeye bağlanır. Biyofimler tıpta da önemlidir, çünkü bu yapılar kronik bakteriyel enfeksiyonlarda ve vücut içine yerleştirilmiş tıbbi cihazlarda bulunurlar. Biyofilmler içinde kendini koruyan bakterilerin imhası, tek başına ve izole durumda olan bakterilerinkinden çok daha zordur. Daha karmaşık morfolojik değişiklikler de bazen mümkündür. Örenğin amino asitlerden yoksun kalınca Myxobacteria'lar civarlarındaki diğer hücreleri algılamak için yeter çoğunluk algılaması () denen bir süreç kullanırlar. Bu süreçte bakteriler birbirlerine doğru hareket eder ve yaklaşık 100.000 bakteri içeren 500 mikrometre büyüklüğünde tohum yapıları () oluştururlar. Tohum yapılarında bulunan bakteriler farklı görevler yerine getirir; böylesi bir kooperasyon, çok hücreli organizasyonun basit bir tipini meydana getirir. Örneğin, her on hücreden biri bu tohum yapılarının tepesine göç eder ve "miksospor" adında özelleşmiş uyuşuk ("dormant") bir yapı oluştururlar. Miksosporlar normal hücrelere kıyasla kurumaya ve diğer olumsuz çevresel şartlara daha dayanıklıdır. Hücresel yapı. Hücre içi yapılar. Bakteri hücresi hücre zarı olarak adlandırılan bir lipit zarla çevrilidir. Bu zar, hücrenin içindekiler içine alıp besinler, protein ve sitoplazmanın diğer gerekli bileşenlerini hücrenin içinde tutar. Bakteriler prokaryot olduklarından dolayı sitoplazmalarında ender olarak zar kaplı organeller bulundururlar, içlerinde büyük boylu yapılardan az sayıda olur. Bakterilerde hücre çekirdeği, mitokondrisi, kloroplast ve ökaryotlarda bulunan, Golgi aygıtı ve endoplazmik retikulum gibi diğer organellerden yoktur. Bir zamanlar bakterilerin sadece sitoplazmadan içeren basit torbalar olduğu düşünülürdü ama artık karmaşık bir yapıları olduğu bilinmektedir, örneğin prokaryotik hücre iskeleti, ve bazı proteinlerin bakteriyel sitoplazmanın belli konumlarında stabil olarak konuşlanması gibi. Hücre içi organizasyonun bir diğer seviyesi mikrokompartımanlaşma ile sağlanır. Bunun bir örneği olan karboksizom, lipit membran yerine, polihedral bir protein kabukla çevrili olan bir bölmedir. Bu polihedral organeller, ökaryotlardaki zar kaplı organellere benzer bir şekilde, bakteri metabolizmasının bölümlerinin hücre içinde konuşlanmasını ve birbirlerinden ayrı tutulmasını sağlar. Çoğu önemli biyokimyasal tepkime, örneğin enerji üretimi, membran aşırı bir konsantrasyon gradyanı ile, bir bataryadakine benzer şekilde, potansiyel fark oluşması sonucu meydana gelir. Bakterilerde genelde dahilî zarlı yapıların olmaması nedeniyle, elektron taşıma zinciri gibi bu tür tepkimeler, hücre zarının iki yanı arasında, yani sitoplazma ile periplazmik aralık veya hücre dışı arasında oluşur. Ancak, çoğu fotosentetik bakteride plazma zarı çok kıvrımlıdır, hücrenin çoğunu ışık enerjisi toplayan membran tabakaları ile doldurur. Yeşil kükürt bakterilerinde bu ışık toplayıcı komplekslerin kimisi klorozom adlı lipit örtülü yapılar oluşturur. Başka proteinler hücre zarından içeri besin ithal eder veya atık maddeleri sitoplazmadan dışarı atar. Bakterilerin genetik malzemeleri tipik olarak tek bir dairesel kromozomdan oluşur. Bakterilerde zar kaplı bir çekirdek yoktur ve kromozom tipik olarak sitoplazmada yer alan, nükleoit olarak adlandırılan düzensiz şekilli bir cismin içinde yer alır. Nükleoitte DNA, onunla ilişkili proteinler ve RNA bulunur. Planctomycetes ordosu, bakterilerde dahilî zarlı yapıların bulunmadığı kuralının bir istisnasını oluşturur, bunlarda bulunan nükloit zar çevrilidir, ayrıca bu bakteriler başka zar çevrili hücresel yapılara da sahiptirler. Tüm canlılar gibi bakterilerde de protein üretimi için ribozomlar bulunur, ancak bakteriyel ribozomların yapısı arke ve ökaryot ribozomlarınınkinden farklıdır. Bazı bakteriler, hücre içinde glikojen, polifosfat, kükürt veya polihidroksialkanoat gibi besinler için depo granülleri oluştururlar. Bu granüller bakterinin daha sonradan kullanması için bu bileşikleri depolamasını sağlar. Bazı bakteri türleri, fotosentetik siyanobakteriler gibi, dahilî gaz vezikülleri oluştururlar, bunlar aracılığıyla hafifliklerini ayarlarlar, farklı miktarda ışık ve besin bulunan su seviyeleri arasında alçalıp yükselebilirler. Hücre dışı yapılar. Hücre zarının dışında bakteriyel hücre duvarı bulunur. Bakteriyel hücre duvarları peptidoglikan (eski metinlerde mürein olarak adlandırılırdı)'dan oluşur. Peptidoglikan, peptit zincirlerle birbirine çapraz bağlanmış polisakkarit zincirlerden oluşur, bu peptitler, hücredeki diğer protein ve peptitlerden farklı olarak, D-amino asitler içerir. Bakteri hücre duvarları bitki ve mantar hücre duvarlarından farklıdırlar; bitki hücre duvarları selülozdan, mantarlarınkiler ise kitinden oluşur. Bakteri hücre duvarları arkelerinkinden de farklıdır, bunlarda peptidoglikan bulunmaz. Hücre duvarı çoğu bakterinin varlığını sürdürmesi için gereklidir, bu yüzden bir antibiyotik olan penisilin tarafından peptidoglikan sentezinin engellemesi bakterilerin ölümüne neden olur. Bakterilerde başlıca iki tip hücre duvarı olduğu söylenebilir, bunlar Gram-negatif ve Gram-pozitif olarak adlandırılır. Bu adlar, hücrelerin Gram boyasıyla tepkimesinden kaynaklanır. Bu, bakterilerin sınıflandırılmasında çok eskiden beri kullanılan bir testtir. Gram-pozitif hücreler, pek çok peptidoglikan ve teikoik asit tabakasından oluşan kalın bir hücre duvarına sahiptir. Buna karşın, Gram-negatif bakteriler birkaç peptidoglikan tabakası bulunur, bunun etrafını ikinci bir hücre zarı sarar, bu zarda lipopolisakkaritler ve lipoproteinler bulunur. Çoğu bakteri Gram-negatif bir hücre duvarına sahiptir, sadece Firmicutes ve Actinobacteria'lar (bunlar daha evvel düşük G+C ve yüksek G+C Gram pozitif bakteriler diye bilinirdi) Gram-pozitif, düzene sahiptirler. Bu yapısal farklılık, antibiyotiklere duyarlılıkta farklılık yaratabilir; örneğin vankomisin Gram-pozitif bakterileri öldürmesine karşın, "Haemophilus influenzae" veya "Pseudomonas aeruginosa" gibi Gram-negatif patojenlere karşı etkisizdir. Çoğu bakteride hücrenin dışını proteinlerden oluşmuş sert bir bir S-tabakası kaplar. Bu tabaka, hücre yüzeyine kimyasal ve fiziksel bir koruma sağlar ve makromoleküllerin difüzyonuna karşı bir engel oluşturur. S-tabakalarının çeşitli, ama az anlaşılmış işlevleri vardır. Kampilobakter'lerde virülans faktörü olarak etki ettikleri ve "Bacillus stearothermophilus" 'ta yüzey enzimleri içerdikleri bilinmektedir. Kamçılar (flagellum, çoğul hali flagella), sert protein yapılardır, çapları yaklaşık 20 nanometre olup uzunlukları 20 mikrometreyi bulabilir, hareket etmeye yararlar. Kamçının hareketi için gereken enerji, hücre zarının iki yanı arasındaki bir elektrokimyasal gradyan boyunca iyonların taşınması sonucu elde edilir. Fimbrialar ince protein iplikçiklerdir, sadece 2-10 nanometre çaplı olup uzunlukları birkaç mikrometreyi bulabilir. Hücrenin yüzeyine dağılıdırlar, elektron mikroskobunda ince saçlara benzerler. Fimbriaların, sert yüzeylere veya başka hücrelere bağlanmakla ilişkili oldukları sanılmaktadır ve bazı bakterilerin virülansı için gereklidirler. Piluslar fimbrialardan biraz daha büyük hücresel uzantılardır, konjügasyon denen bir süreç ile bakteri hücreleri arasında genetik malzeme aktarılmasını sağlarlar (aşağıda bakteri genetiği ile ilgili bölüme bakınız). Çoğu bakteri kapsül veya sümük tabakaları üreterek kendilerini bunlarla çevreler. Bu yapılar farklı derecede karmaşıklık gösterir: hücre dışı bir polimer olan sümük tabakası tamamen düzensizdir, kapsül veya glikokaliks ise çok düzenlidir. Bu yapılar, bakterileri makrofaj gibi ökaryotik hücreler tarafından yutulmaya karşı korur. Bunlar ayrıca antijen olarak etki edip hücre tanınmasında rol oynayabilir, ayrıca yüzeylere bağlanmak ve biyofilm oluşmasına yardımcı olabilir. Bu hücre dışı yapıların bir araya gelmesi salgı sistemlerine dayalıdır. Bunlar proteinleri sitoplazmadan periplazmaya veya hücre dışı ortama aktarırlar. Çeşitli salgı sistemleri bilinmektedir ve bu yapılar virülans için gerekli olduğu için yoğun bir şekilde araştırılmaktdadır. Endosporlar. Bazı Gram-pozitif bakteri cinsleri, örneğin "Bacillus", "Clostridium", "Sporohalobacter", "Anaerobacter" and "Heliobacterium", endospor adlı çok dayanıklı, uyuşuk ('dormant') yapılar oluşturabilir. Hemen her örnekte üremeyle ilişkili olmayan bir süreç sonucunda bir hücreden bir endospor oluşur; ancak "Anaerobacter" durumunda bir hücrenin içinde oluşabilecek endospor sayısı yediyi bulabilir. Endosporların merkezinde, içinde DNA ve ribozomlar olan bir sitoplazma, bunun etrafında ise korteks tabakası, en dışta ise su geçirmez ve sert bir örtü bulunur. Endosporlar bir metabolizma belirtisi göstermezler, aşırı kimyasal ve fiziksel baskılara dayanıklıdırlar, örneğin, morötesi ışın, gama ışınları, deterjanlar, dezenfektanlar, ısı, basınç ve kurutulma. Bu uyuşuk halde bu organizmalar milyonlarca yıl boyunca tekrar yaşama geri dönebilirler. Endosporlar bakterilerin uzaydaki boşluk ve radyasyona dayanmalarını sağlar. Endospor oluşturan bakterilerin bazıları hastalık da yapar: örneğin şarbon hastalığı "Bacillus anthracis" endosporlarının teneffüsüyle kapılabilir, derin saplanma yaralarının "Clostridium tetani" endosporları ile kontamine olması da tetanosa yol açar. Metabolizma. Üst organizmalardan farklı olarak bakterilerde görülen metabolik tipler büyük bir çeşitlilik sergiler. Metabolik özelliklerin bir bakteri grubu içinde dağılımı geleneksel olarak onların taksonomisini tanımlamak için kullanılmıştır ama bu özellikler çoğu zaman modern genetik sınıflandırmaya karşılık gelmez. Bakteriyel metabolizmayı besinsel gruplara göre ayırırken üç ana kıstas kullanılar: büyüme için kullanılan enerji türü, karbon türü ve elektron vericisi. Solunum yapan mikroorganizmalar için kullanılan bir diğer kıstas, aerobik veya anaerobik solunum için kullanılan elektron alıcılarıdır. Bakterilerde karbon metabolizması ya heterotrofiktir, organik bileşikler karbon kaynağı olarak kullanılır veya ototrofiktir, yani hücresel karbon, karbon dioksitin karbon fiksasyonu elde edilir. Tipik ototrofik bakteriler arasında fototrofik siyanobakteriler, yeşil kükürt bakterileri ve bazı mor bakteriler sayılabilir, ama pek çok kemolitrofik türler de, örneğin azotlayıcı ve kükürt yükseltgeyici bakteriler de bu grupta yer alır. Bakterilerin enerji metabolizması ya fototrofiye, yani ışığın fotosentez yoluyla kullanımına ya da kemotrofiye, yani enerji için kimyasal bileşiklerin kullanımıdır ki bu bileşiklerin çoğu oksijen veya ona alternatif başka elektron alıcıları yoluyla yükseltgenir (aerobik veya anaerobik solunum). Nihayet, bakteriler ya inorganik ya da organik bileşikler elektron vericileri kullanmalarına göre, sırasıyla, litotrof veya organotrof olarak siniflanirlar. Kemotrofik organizmalar, hem enerji korunumu (solunum veya fermantasyon ile) hem de biosentetik tepkimeler için bu elektron vericilerini kullanır, buna karşın fototrofik organzmalar onları sadece biyosentetik amaçla kullanırlar. Solunum yapan organizmalar enerji kaynağı olarak kimyasal bileşikler kullanırlar, bunun için elektronlar bir yükseltgenme-indirgenme (redoks) tepkimesi ile indirgenmiş bir substrattan bir son elektron alıcısına taşınır. Bu tepkimenin açığa çıkardığı enerji ile ATP sentezlenir ve metabolizma yürütülür. Aerobik organizmalarda oksijen elektron alıcısı olarak kullanılır. Anaerobik organizmalarda nitrat, sülfat veya karbon dioksit gibi başka inorganik bileşikler elektron alıcısı olarak kullanılır. Bunlar sonucunda ekolojide büyük önem taşıyan denitrifikasyon, sülfat indirgenmesi ve asetogenez süreçleri meydana gelir. Kemotroflarda, bir elektron alıcısının yokluğu halinde, bir diğer olası yaşam yolu fermantasyondur, bunda indirgenmiş substratlardan elde edilen elektronlar yükseltgenmiş ara ürünlere aktarılarak fermantasyon ürünleri meydana getirir, örneğin laktik asit, etanol, hidrojen, butirik asit gibi. Substratların enerji seviyesi ürünlerinkinden daha yüksek olması sayesinde fermantasyon mümkün olur, böylece organizmalar ATP sentezler ve metabolizmalarını çalıştırırlar. Bu süreçler, çevre kirlenmesine neden olan biyolojik tepkilerde de önemlidirler: örneğin sülfat indirgeyici bakteriler, cıvanın çok toksik şekillerinin (metil- ve dimetil-cıva) üretiminden büyük ölçüde sorumludur Solunum yapmayan anaeroblar fermantasyon yoluyla enerji üretip indirgeyici güç elde ederler, bu sırada metabolik yan ürünleri (biracılıkta etanol gibi) atık olarak salgılarlar. Seçmeli anaeroblar (fakültatif anaeroblar), içinde bulundukları çevresel şartlara göre fermantasyon ile farklı elektron alıcıları arasında seçim yaparlar. Litotrofik bakteriler enerji kaynağı olarak inorganik bileşikler kullanırlar. Yaygın kullanılan elektron vericileri hidrojen, karbon monoksit, amonyak (nitrifikasyona yol açar), feröz demir ve diğer indirgenmiş metal iyonları ve bazı indirgenmiş kükürt bileşikleridir. Metan gazı metanotrofik bakteriler tarafından hem bir elektron kaynağı hem de karbon anabolizmasında bir substrat olarak kullanılması bakımından dikkat çekicidir. Hem aerobik fototrofi hem de kemolitotrofide, oksijen nihai elektron alıcısı olarak kullanılır, anaerobik şarlarda ise inorganik bileşikler kullanılır. Çoğu litotrofik organizma otortorfiktir, buna karşın organotrofik organzmalar heterotrofiktir. Karbon dioksitin fotosentezle fiksasyonuna ek olarak bazı bakteriler, nitrojenaz enzimini kullanarak azot gazını sabitlerler (azot fiksasyonu). Çevresel olarak önemli olan bu özellik, yukarıda sayılmış metabolik tiplerin her birindeki bazı bakterilerde görülür ama evrensel değildir. Büyüme ve üreme. Çok hücreli organizmalardan farklı olarak, tek hücreli organizmalarda büyüme (hücre büyümesi) ve hücre bölünmesi yoluyla üreme sıkı bir şekilde birbirine bağlıdır. Bakteriler belli bir boya kadar büyür ve sonra eşeysiz üreme şekli olan ikili bölünme ile ürerler. En iyi şartlarda bakteriler büyük bir hızla büyür ve ürerler; bakteri topluluklarının sayısı her 9,8 dakikada ikiye katlanabilir. Hücre bölünmesinde birbirinin aynı iki yavru hücre meydana gelir. Bazı bakteriler, eşeysiz üremelerine rağmen, daha karmaşık yapılar oluşturur, bunlar yavru hücrelerin yayılmasını kolaylaştırır. Buna örnek miksobakteri'lerde tohum yapıları ve Streptomyces'te hif oluşumudur. Bazı bakterilerde ise tomurcuklanma olur, hücre yüzeyindeki meydana gelen bir uzantı kopunca bir yavru hücre meydana gelir. Laboratuvarda bakteriler çoğu zaman katı veya sıvı ortamda büyütülürler. Katı büyüme ortamı olarak agar plakası kullanılır, bunlar aracılığıyla bir bakteri suşunun saf bir kültürü elde edilir. Ancak, büyümenin hızının ölçülmesi veya büyük miktarda hücrenin eldesi gerektiğinde sıvı büyüme ortamları kullanılır. Karıştırılan bir ortam içinde büyüyen bakteriler homojen bir hücre süspansiyonu olştururlar, böylece kültürün eşit olarak bölünmesi ve başka kaplara aktarımı kolay olur. Ancak sıvı ortamda tek bakteri hücrelerinini izole edilmesi zordur. Seçici ortam (belli besin maddeleri eklenmiş veya eksik bırakılmış veya antibiyotik eklenmiş ortam) belli organizmaların kimliğinin tespitine yardımcı olur. Bakteri büyütmek için kullanılan çoğu laboratuvar tekniğinde, çok miktarda hücrenin hızlı ve ucuz olarak üretilmesi için bol miktarda besinler kullanılır. Ancak, doğal ortamlarda besinler sınırlı miktradadır, bu yüzden bakteriler ilelebet üremeye devam edemez. Besin sınırlaması farklı büyüme stratejilerinin evrimleşmesine yol açar (bakınız: r/K seçilim teorisi. Bazı organizmalar besinler mevcut olunca son derece hızlı çoğalır, örneğin yaz aylarında bazı göllerde yosun ve siyanobakteriyel büyümelerinde olduğu gibi. Başka bazı organizmalar sert çevresel şartlara adaptasyonları vardır, örneğin "Streptomyces"'in rakip organizmaları engellemek için çoklu antibiyotik salgılaması gibi. Doğada çoğu organizma besin teminini kolaylaştıran ve çevresel streslere karşı koruyucu topluluklar halinde (biyofilm gibi) yaşar. Bu ilişkiler belli canlı veya canlı gruplarının büyümesi için şart olabilir (sintrofi). Bakteriyel büyüme üç evre izler. Bir bakteri topluluğu yüksek besin bulunduran bir ortama ilk girdiğinde hücrelerin yeni ortamlarına adapte olmaları gerekir. Büyümenin ilk evresi bekleme aşamasıdır ("latent dönem" veya "lag fazı"), bu yavaş büyüme döneminde hücreler yüksek besili ortama adapte olup hızlı büyümeye hazırlanırlar. Hızlı büyüme için gerekli olan proteinler üretilmekte olduğu için bekleme döneminde biyosentez hızı yüksektir. Büyümenin ikinci evresi logaritmik faz (log fazı) veya üssel faz olarak adlandırılır. Bu evrede üssel büyüme olur. Bu evrede hücrelerin büyüme hızı ("k"), hücre sayısının iki katına çıkma süresi de "jenerasyon zamanı" ("g") olarak adlandırılır. Besinlerden biri tükenip sınırlayıcı olana kadar süren log fazı sırasında besinler en yüksek hızla metabolize olur. Büyümenin son evresi "durağan faz" olarak adlandırılır ve besinlerin tükenmiş olmasından kaynaklanır. Hücreler metabolik etkinliklerini azaltır ve gerekli olmayan hücresel proteinlerini harcarlar. Durağan faz, hızlı büyümeden bir strese tepki haline geçiş dönemidir, DNA tamiri, antioksidan metabolizması ve besin taşıması ile ilişkili genlerin ifadesinde bir artış olur. Genetik. Çoğu bakteride tek bir dairesel kromozom bulunur, bunun büyüklüğü endosimbiyotik bir bakteri olan "Candidatus Carsonella ruddii" de 160.000 baz çiftinden, bir toprak bakterisi olan "Sorangium cellulosum"da 12,200,000 baz çiftine kadar uzanır. "Borrelia" cinsine ait spiroketler bu genel özelliğin bir istisnasıdır, "Borrelia burgdorferi" (Lyme hastalığı etmeni) gibi türlerde tek bir doğrusal kromozom bulunur. Bakteriyel kromozomlardaki genler genelde tek bir sürekli DNA parçasından oluşur, bazı bakterilerde intronlar bulunmuşsa da bunlar ökaryotlarda olduğundan çok daha enderdir. Bakteriler aynı zamanda plazmidler de bulunabilir, bunlar kromozomdan ayrı DNA parçalarıdır, antibiyotik direnç genleri veya virülans faktörleri içerebilirler. Bir diğer tip bakteriyel DNA, kromozoma entegre olmuş virüslere (bakteriyofajlara) aittir. Çeşitli bakteriyofaj türleri vardır, bazıları sadece konak bakterilerini enfekte edip onu parçalar, diğerleri ise hücre içine girdikten sonra DNA'larını bakteriyel kromozoma dahil ederler. Bir bakteriyofaj konak hücresinini fenotipine katkıda bulunan genler taşıyabilir: örneğin 'nin evrimi sırasında entegre olmuş bir fajın toksin genleri, zararsız bir atasal bakteriyi ölümcül bir patojene dönüştürmüştür. Bakteriler, eşeysiz organizmalar olarak, ana hücrelerinin genlerinin kopyalarını devralırlar. Ancak tüm bakteriler, DNA'larındaki değişikliklerin (mutasyon ve genetik rekombinasyonun) seçilimi ile evrimleşir. Mutasyonlar DNA ikileşmesi sırasında meydana gelen hatalar veya mutajenlerden kaynaklanır. Mutasyon hızları farklı bakteri türleri ve hatta aynı bakterinin farklı suşları arasında büyük farklılıklar gösterir. Bazı bakteriler ayrıca genetik malzemelerini hücreler arasında aktarabilirler. Bu üç yolla meydana gelebilir. Birincisi, bakteriler ortamlarıdaki yabancı DNA'yı içlerine alabilirler, buna transformasyon denir. Genler ayrıca transdüksiyon yoluyla, bir bakteriyofajın yabancı bir DNA parçasını kromozomun içine yerleştirmesiyle aktarılabilir. Gen aktarımını üçüncü yolu bakteriyel konjügasyondur, bunda DNA doğrudan hücresel temas yoluyla aktarılır. Başka bakteri veya ortamdan gen edinimine yatay gen transferi denir ve doğal şartlarda bu yaygın olabilir. Gen transferi özellikle antibiyotik direncinin oluşmasında önemlidir, çünkü bu, farklı patojenler arasında direnç genlerinin transferini sağlar. Hareket. Hareketli (motil) bakteriler Kamçı, bakteriyel kayma, seğirmeli hareket ve batmazlık (buoyuans) değişmesi yoluyla hareket ederler. Seğirmeli hareketlilikte bakteriler tip IV piluslarını bir kanca olarak kullanır, tekrar tekrar onu uzatır, bir yere saplar ve büyük bir kuvvetle (>80 pN) geri çeker. Bakteriyel türler kamçılarının sayı ve düzenine göre farklılık gösterirler; bazılarının tek bir kamçısı vardır (tek kamçılı veya monotrik), bazılarının iki uçta birer kamçısı (iki kamçılı veya amfitrik), bazılarının uçlarında kamçı kümeleri (iki demet kamçılı veya lofotrik), diğerlerinin ise tüm yüzeylerine yayılmış kamçıları vardır (çok kamçılı veya peritrik). Bakteri kamçısı yapısı en iyi anlaşılmış hareketlilik yapısıdır, 20 proteinden oluşur, ayrıca onun düzenlenmesi ve inşası için yaklaşık 30 diğer protein gereklidir. Kamçının tabanında bulunan motor, membranın iki yanı arasındaki elektrokimyasal gradyanı güç için kullanır. Bu motor, bir pervane gibi çalışan iplikçiği döndürür. Çoğu bakterinin (E. coli gibi) iki farklı hareket biçimi vardır: ileri hareket (yüzme) ve yuvarlanma ("tumbling"). Yuvarlanma sayesinde bakteri yönünü değiştirir ve izlediği yol üç boyutlu bir rassal yürüyüş şeklini alır (Aşağıda verilen dış bağlantılarda ilgili videoya bakınız) Spiroketlerin kamçısı periplamik boşlukta iki zar arasında bulunur. Bu bakterilerin kendilerine has sarmal bir gövdeleri vardır ve hareket ederken kıvrılırlar. Hareketli bakteriler belli uyaranlar tarafından çekim veya itime uğrarlar, bunun neden olduğu davranışlara "taksis" denir: bunların arasında kemotaksis, fototaksis ve manyetotaksis bulunur. Myxobacterialerde, bireysel bakteriler beraber hareket ederek hücre dalgaları oluşturur, bunlar farklılaşıp içinde sporlar bulunduran tohum yapıları oluşturur. myxobacteria'lar yalnızca katı ortam üzerindeyken hareket ederler, buna karşın E. coli hem sıvı hem katı ortamda hareketlidir. Birkaç Listeria ve Shigella türü, konak hücreler içinde hareket ederken, normalde organellerin hücre içinde taşınmasını sağlayan hücre iskeletini kullanırlar. Kendi hücrelerinin bir kutbunda aktin polimerizasyonunu sağlayarak bir cins kuyruk oluştururlar, bu onları konak hücre sitoplazması içinde iter. Sınıflandırma ve kimlik tespiti. Sınıflandırma, bakterileri benzerliklerine göre gruplandırıp adlandırarak onlardaki çeşitliliği betimlemeye yarar. Bakteriler hücre yapısı, hücresel metabolizma veya hücresel bileşenlerindeki (DNA, yağ asitleri, pigment, antijen ve kinonlar gibi) farklılıklara göre sınıflandırılabilirler. Bu yöntemler bakteri suşlarının kimliklerinin tespitini ve sınıflandırılmasına olanak sağlasa da, bu farklılıkların farklı türler arasındaki varyasyonları mı yoksa aynı tür içindeki varyasyonları mı yansıttığı belli değildi. Bu belirsizliğin nedeni, çoğu bakteride ayırdedici yapıların olmaması, ayrıca birbiriyle ilişkisiz türler arasında yatay gen transferi olmasıydı. Yatay gen trasnferi yüzünden birbirine akraba sayılabilecek bazı bakteri türleri çok farklı morfoloji ve metabolizmaya sahip olabilirler. Bu belirsizliğin üstesinden gelebilmek için modern bakteri sınıflandırması moleküler sistematiğe ağırlık verir, guanin sitozin oranının ölçümü, genom-genom hibridizasyonu, ayrıca yatay gen transferine uğramamış genlerin (ribozomal RNA gibi) dizilenmesi gibi genetik teknikler kullanır. Bakteri sınıflandırması "International Journal of Systematic Bacteriology" (uluslararası Sistematik Biyoloji) dergisi ve "Bergey's Manual of Systematic Bacteriology" kitapçığında yayımlanarak resmîleşir. "Bakteri" terimi bir zamanlar tüm mikroskopik, tek hücreli prokaryotlar için kullanılırdı. Ancak moleküler sistematik sayesinde prokaryotik yaşamın iki ayrı sahadan oluştuğu gösterildi. Önceleri "Eubacteria" ve "Archaebacteria" diye adlandırılan, ama artık "Bacteria" and "Archaea" olarak adlandırılan bu iki canlı grubu, ortak bir atadan ayrı ayrı evrimleşmişlerdir. Arkeler ve ökaryotlar arasındaki yakınlık, her birinin bakterilerle olan yakınlığından daha çoktur. Bu iki saha (üst alem), Eukarya ile birlikte, günümüzde mikrobiyolojide en yaygın kullanılan sınıflandırma sistemi olan üç saha sisteminin temelini oluşturur. Ancak, moleküler sistematiğin yakın zamanda kullanıma girmesi ve genom dizileri elde edilmiş canlıların sayısındaki hızlı artış nedeniyle bakteri sınıflandırması hâlen hızle değişen ve gelişen bir bilim dalıdır. Örneğin, bazı biyologlar arke ve ökaryotların Gram-pozitif bakterilerden evrimleştiğini iddia etmektedirler. Laboratuvarda bakteri kimlik tespiti özellikle tıpta çok önemlidir, çünkü doğru tedavi, enfeksiyona yol açan bakteri türüne bağlıdır. Dolayısıyla insan patojenlerinin kimliğinin tespiti, bakterilerin tanımlanma tekniklerinin gelişmesinin başlıca dürtüsü olmuştur. 1884'te Hans Christian Gram tarafından geliştirilmiş Gram boyama, bakterileri hücre duvarlarının yapısal özelliklerine göre tanımlamakta kullanılır. Bazı organizmalar Gram boyasından başka boyalarla en iyi tanınabilirler. Özellikle mikobakteriler ve "Nocardia" Ziehl-Neelsen ve benzeri boyalarla asit eşliğinde boyanır. Başka organizmalar özel ortamlarda büyümeleriyle tanınırlar veya seroloji gib başka teknikleri gerektirirler. Kültür teknikleri, bakterilerin büyümesini sağlamak ve belli bakterilerin kimliğini tespit etmek, aynı zamanda da nümenede bulunan başka bakterilerin büyümesini sınırlamak için tasarlanmıştır. Çoğu zaman bu teknikler belli nümune türleri göz önüne alınarak geliştirilmiştir; örneğin bir tükürük örneği pnömoniye yol açan organizmaları ortaya çıkaracak şekilde işlemden geçirilir, bir dışkı örneği ise ishale yol açan organizalar tanımak için seçici ortamda kültürlenir, bu ortamda patojen olmayan bakteriler büyümez. Normal olarak steril olan örnekler, örneğin kan, idrar veya omurilik sıvısı, tüm organizmaların büyümesini sağlayan şartlarda kültürlenir. Patojen bir organizma izole edildikten sonra, morfolojisi, büyüme özellikleri (aerobik veya anaerobik büyüme, hemoliz şekilleri gibi) ve boyama ile daha ayrıntılı olarak karakterize edilebilir. Bakteri sınıflandırmasında olduğu gibi, bakteri kimlik tespiti de gittikçe daha sık olarak moleküler yöntemlerle yapılmaktadır. DNA'ya dayalı yöntemler, örneğin polimeraz zincir reaksiyonu, özgüllükleri ve çabuklukları nedeniyle, kültür yapmaya dayalı tekniklere kıyasla artarak popülerleşmektedir. Bu yöntemler sayesinde "yaşayan ama kültürlenemeyen", yani metabolik olarak aktif olan ama bölünmeyen hücrelerin kimliklerini tespit etmek mümkün olmaktadır. Ancak bu gelişmiş yöntemlerle dahi, bakteri türlerinin toplam sayısı bilinmemektedir ve bu sayı belli güven sınırları içinde tamin dahi edilememektedir. Mevcut sınıflandırmaya göre bilinen bakteri türlerinin (siyanobakteriler dahil) sayısı 9000'inin altındadır, ama bakteriyel çeşitliliğin büyüklüğü hakkındaki tahminlerde toplam tür sayısı 107'den 109'a kadar uzanır ve hatta bu tahminlerin dahi birkaç büyüklük mertebesi kadar hatalı olabileceği düşünülmektedir. Diğer organizmalarla etkileşimler. Görünür basitliklerine rağmen, bakteriler diğer canlılarla karmaşık etkileşimler içindedir. Bu simbiyotik ilişkiler parazitizm, mutualizm ve komensalizm olarak üçe ayrılırlar. Komensal bakteriler her yerde bulunur, hayvan ve bitkiler üzerinde büyümeleri başka yüzeyler üzerinde büyümeleri ile aynıdır (ancak sıcaklık ve ter bunların büyümesini hızlandırabilir); insanlarda bu organizmalardan çok sayıda olması vücut kokusunun nedenidir. Mutualistler. Bazı bakteriler varlıklarının devamı için gerekli olan, mekânsal olarak yakın ilişkilere girerler. Bu tür mutualist ilişkilerden biri olan türler arası hidrojen transferi olarak adlandırılır, butirik asit veya propiyonik asit tüketip hidrojen tüketen anaerobik bakteriler ile, hidrojen tüketen metanojenik arkeler arasındadır. Bu ilişkide yer alan bakteriler kendi başlarına bu organik asitleri kullanamazlar çünkü bu reaksiyon sonucu aşığa çıkan hidrojen çevrelerinde birikir. Hidrojen tüketici arkelerle yakın ilişkileri sayesinde hidrojen konsantrasyonu yeterince düşük kalır ve bakteriler büyüyebilir. Toprakta, rizosferde (kökün yüzeyi ve kökü bağlı olan topraktan oluşan bölgede) mikroorganizmalar azot fiksasyonu yaparlar, yani azot gazını azotlu bileşiklere dönüştürürler. Bu süreç sonucunda bitkilerin (ki onlar azot fiksasyonu yapamazlar) kolayca absorbe edebildiği bir azot kaynağı meydana gelir. pek çok başka bakteri, insan ve başka canlılarda simbiont olarak bulunurlar. Örneğin normal insan bağırsağındaki bağırsak florasındaki 1000'den fazla bakteri, bağırsak bağışıklığına, bazı vitaminlerin (folik asit, K vitamini ve biyotin) sentezine, süt proteinlerinin laktik asite dönüştürülmesine (bkz. Laktobasiller) katkıda bulunur, ayrıca sindirilmemiş kompleks karbonhidratların fermantasyonunu sağlar. Bu bağırsak floarası ayrıca potansiyle patojen bakterilerin büyümesini engellediği için (genelde rekabetçi dışlanım ilkesi ile) bu faydalı bakterilerin probiyotik besin katkısı olarak alınmasının olumlu etkileri bulunmuştur. Patojenler. Eğer bakteriler başka organizmalarla parazitik ilişkiler kurarlarsa patojen olarak sınıflandırılırlar. Patojen bakteriler insanlarda ölüm ve hastalığın başlıca nedenidir; neden oldukları enfeksiyonlar arasında tetanos, tifo, tifüs, difteri, frengi, kolera, besin kaynaklı hastalıklar, cüzzam ve verem sayılabilir. Bilinen bir hastalığın patojenik kaynağının keşfi yıllar sürebilir, örneğin mide ülseri hastalığı ve Helicobacter pylori durumunda olduğu gibi. Bakteryel hastalıklar tarımda da önemlidir, bakteriler bitkilerde yaprak beneği, ateş yanıklığı ve solmaya, çiftlik hayvanlarında da paratüberküloz, mastit, salmonella ve şarbona neden olur. Her patojen türün insan konağı ile etkileşimlerinin karakteristik bir spektrum oluşturur. Bazı organizmalar, örneğin Stafilokok veya Streptokok, deri enfeksiyonu, pnömoni, menenjit ve hatta sistemik sepsis (şok, masif vazodilatasyon ve ölümle sonuçlanan sistemik bir enflamasyon tepkisi) neden olur. Lakin bu organizmalar aynı zamanda normal insan florasına aittir, genelde insan derisi ve burnunda bulunur ve hiçbir hastalığa yol açmazlar. Buna karşın bazı başka organizmalar her durumda insanda hastalık yaparlar. Örneği Rickettsia, ancak başka canlıların hücrelerinin içinde büyüyüp çoğalabilen, zorunlu bir hücre içi parazittir. Rickettsia'nin bir türü tifüse, bir diğeri ise Kayalık Dağlar benekli hummasına neden olur. Klamidya, zorunlu hücre içi paraziti bir diğer takımı içinde bulunan bazı türler pnömoni veya idrar yolu enfeksiyonuna neden olabilir, ayrıca koroner kalp hastalığı ile de ilişkili olabilirler. Nihayet, bazı bakteri türleri, "Pseudomonas aeruginosa", "Burkholderia cenocepacia" ve "Mycobacterium avium" gibi, fırsatçı patojendirler ve sadece immün yetmezlik çeken veya kistik fibrozlu kişilerde hastalık yaparlar. Bakteriyel enfeksiyonlar antibiyotikle tedavi edilebilirler, bu antibiyotikler bakterileri öldürürse bakteriosidal, sadece onların çoğalmasını engelliyorsa bakteriostatik olarak sınıflandırılır. Pek çok antibiyotik vardır ve bunların her sınıfı patojende olup konağında olmayan bir süreci engeller. Antibiyotiklerin nasıl seçici toksiklik gösterdiğine bir örneği kloramfenikol ve puromisindir, bunlar bakteri ribozomlarını engellerler, ama yapısal olarak farklı olan ökaryotik ribozomlara etki etmezler. İnsan hastalıklarını tedavide kullanılan antibiyotiklerin hayvancılıkta da hayvanlarının büyümesini hızlandırmak için kullanılması, bakterilerde antibiyotik direnci gelişmesine neden olabilir. Enfeksiyonları engellemek için antiseptik önlemler alınır, örneğin deri bir iğne ile delinmeden evvel sterilize edilir. Cerrahi ve dişçilik araçları da kontaminasyon ve bakteriyel enfeksiyonu önlemek için sterilize edilir. Çamaşır suyu gibi dezenfektanlar, eşya yüzeylerinde bulunan bakteri ve diğer patojenleri öldürüp kontaminasyonu önlemek ve enfeksiyon riskini daha da azaltmak amacıyla kullanılır. Teknoloji ve endüstride önemi. Bakteriler, çoğu zaman laktobasil türleri, maya ve küflerle beraber, fermante edilmiş gıdaların (peynir, turşu, soya sosu, sirke, şarap ve yoğurt gibi) hazırlanmasında binlerce yıldır kullanılmaktadır. Bakterilerin çeşitli organik bileşikleri parçalayabilme yetenekleri dikkate değerdir ve atıkların işlenmesi ve değerlendirilmesinde ("bioremediation") kullanılmıştır. Petroldeki hidrokarbonları sindirebilen bakteriler çoğu zaman petrol sızıntılarının temizlenmesinde kullanılır. 1989'da meydana gelen Exxon Valdez tanker kazasının ardından Prince William Sound kıyılarına gübre dökülerek bu doğal bakterilerin büyümesi teşvik edilmişti. Bu yöntem, çok fazla petrol kaplanmamış kıyılarda etkili olmuştu. Bakteriler ayrıca endüstriyel toksik atıkların değerlendirilmesinde de kullanılırlar. Kimya endüstrisinde, enantiyomerik olarak saf kimyasalların üretilmesinde (bunlar ilaç ve tarımsal kimyasalların hammaddesidir) bakteriler önemli rol oynarlar. Bakteriler ayrıca biyolojik haşare kontrolünde haşare ilaçlarının yerine kullanılabilirler. Bunun en yaygın örneği, Gram pozitif bir toprak bakterisi olan "Bacillus thuringiensis"dir (BT olarak da adlandırılır). Bu bakterinin alt-türleri kelebeklere (Lepidoptera türlerine) özgül bir böcek öldürücü olarak kullanılır. Spesifik olmalarından dolayı bu böcek öldürücüler çevre dostu olarak kabul edilir; insanlara, yabani hayvanlara, polinasyon yapan ve diğer faydalı böceklere etkileri çok az veya hiçtir. Hızlı büyüme ve kolaylıkla manipüle edilebilmelerinden dolayı bakteriler moleküler biyoloji, genetik ve biyokimyada birer araç olarak kullanılırlar. Bakteri DNA'sında mutasyon yapıp bunun fenotipini inceleyerek bilimciler genlerin, enzimlerin ve metabolik patikaların işlevlerini belirleyebilmekte, sonra edindikleri bilgileri daha karmaşık canlılara uygulayabilmektedirler. Muazzam miktarda enzim kinetiği ve gen ifadesi verileri, canlıların matematiksel modellerinde kullanılarak hücrenin biyokimyasının anlanması amaçlanmaktadır. Çok çalışılmış bazı bakterilerde bu mümkündür, "Escherichia coli" metabolizmasının modelleri üretilmekte ve denenmektedir. Bakteri metabolizması ve genetiğinin bu seviyede anlaşılır olması sayesinde bakterilerin biyoteknoloji kullanılarak yeniden tasarımı mümkün olmakta, böylece onların tedavi amaçlı proteinleri (insülin, büyüme faktörleri veya antikorlar gibi) daha verimli şekilde üretmesi sağlanabilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5608", "len_data": 43066, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.81 }
ICQ 1995 - 1996 yıllarında İsrailli bir grup olan Mirabilis tarafından yazılan dünyanın en çok kullanılan anında mesajlaşma programlarından biridir. ICQ ismi İngilizce ""I seek you." ("Seni arıyorum."") cümlesinin söylenişidir. ICQ kullanıcıları ardışık sırada dağılmış (söylentilere göre sırada boşluklar vardır), UIN ("user identification number") adı verilen numaralarla kimliklendirilirler. Yeni kullanıcılar 100.000.000'un üzerinde numaralar ile kayıt olurlar ve düşük numaralar (altı veya daha az) ICQ'ya ilk zamanlarda kayıt olmuş kullanıcılar tarafından eBay'da satılabilmektedir. Programı bilgisayara yüklemeden go.icq.com bağlantısından Java sürümüne ulaşılabilir. AOL, 1998'de Mirabilis ve ICQ'yu satın almıştır. 2012 yılı itibarı ile ICQ programının sekizinci sürümü indirilebilir durumdadır. ICQ, 24 Mayıs 2024 tarihinde yaptığı duyuru ile platformun 26 Haziran 2024 tarihinde kapatılacağını duyurdu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5622", "len_data": 913, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.53 }
Galata Kulesi ya da müze olarak kullanılmaya başlaması sonrasındaki adıyla Galata Kulesi Müzesi, İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde bulunan bir kuledir. Adını, bulunduğu Galata semtinden alır. Galata Surları dahilinde bir gözetleme kulesi olarak inşa edilen kule, farklı dönemlerde farklı amaçlarla kullanılmasının ardından 2020'den itibaren, bir sergi mekânı ve müze olarak hizmet verir. Hem Beyoğlu'nun hem de İstanbul'un sembol yapılarındandır. Bizans İmparatorluğu ile ittifak hâlinde olan Cenevizliler 1267'de, Haliç'in kuzeyinde bulunan Galata'da "Pera" adlı bir koloni kurmuş, bu koloninin hâkimiyet alanını da zaman içinde Bizans tarafından verilen izinlerle genişletmişti. Tepesindeki haçtan ötürü o dönem "Kutsal Haç Kulesi" (Turris Sancte Crucis) olarak adlandırılan kule, bu izinlere aykırı bir şekilde kuzeydoğu yönündeki tepeye doğru hâkimiyet alanı arttırılarak 1335-1349 yılları arasında bölgede yapılan tahkimatın bir parçası olarak inşa edildi. İki devlet arasında o yıl patlak veren savaş, ertesi yıl imzalanan antlaşmayla sona ererken kulenin bulunduğu tepe Ceneviz kontrolüne bırakıldı. Konstantinopolis'in 29 Mayıs 1453'te Osmanlı İmparatorluğu tarafından alınması sonrasında Pera'daki Cenevizliler, herhangi bir direniş göstermeden koloniyi Osmanlı'ya devretti. Kulenin de dâhil olduğu Galata'daki tahkimatta birtakım tahribatlar gerçekleştirilse de, Osmanlı Padişahı II. Mehmed'in fermanıyla kuledeki tahribatlar durduruldu ve tahrip edilen kısımlar yeniden inşa edildi. 1509'daki depremde hasar gören kule, 1510 itibarıyla onarıldı. 16. ve 17. yüzyıllarda, savaş esirlerini tutma yeri ve levazım ambarı, 18. yüzyıl itibarıyla Mehterhâne Ocağı ile yangın gözleyiciler tarafından bir yangın kulesi olarak kullanıldı. 1794'teki yangın sonrasında yapılan onarım çalışmalarında kulenin tasarımı değiştirilirken üst kısım kahvehaneye dönüştürüldü. 1831'deki yangın sonrasında tasarımı bir kez daha değiştirildi. 1875'teki bir fırtınada çatısının devrilmesinin ardından en üst katın üzerine kâgir iki ahşap kat çıkılarak bu kısım, şehirde çıkan yangınları gözleme ve haber verme amacıyla kullanılmaya başlandı. 1965-1967 yılları arasındaki restorasyon çalışmasıyla kule, katları farklı amaçlara hizmet eden turistik bir yapı olarak düzenlenirken kulenin çatısı da 1832-1876 yılları arasındaki tasarıma benzer şekilde yenilendi. Bu dönemde, Ünal Kardeşler ile sonrasındaki dönemde vârislerine ait şirket tarafından İstanbul Belediyesinden kiralanarak işletilmeye başlandı. 1999-2000 yıllarında dış cephesinde bir restorasyon yapıldı. 2013'te, İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı BELTUR işletmeyi devraldı. Bu dönemde kulenin en üst iki katında birer kafe ile restoran yer almaktaydı. Aynı yıl, UNESCO tarafından Dünya Mirası Geçici Listesi'ne dâhil edildi. 2019'da mülkiyeti ve işletmesi Vakıflar Genel Müdürlüğüne geçti. 2020'de yapılan çalışmalar sonrasında kule, müze ve sergi mekânı olarak düzenlendi. 2023'te, çatısında bir restorasyon gerçekleştirildi. Çatısının ucuna kadar olan yüksekliği 62,59 m olan Romanesk tarzdaki kâgir kulenin silindirik gövdesi taştandır. Birer bodrum, zemin ve asma kat dâhil olmak üzere 11 katı bulunur. Zemin katla altıncı kat arasında asansör yer alırken, zemin kattan dördüncü kata kadar taş merdivenler, altıncı kattan sekizinci kata kadar ise çelik konstrüksiyon merdivenler yer alır. Tepesini kaplayan koni şeklindeki çatısı ise betonarmedir. Günümüzde kulenin zemin katı, bilet kontrol ve güvenlik noktası olarak hizmet verirken altıncı kata kadar ulaşan asansörün girişi de burada yer alır. Birinci kat müze mağazası iken sonraki üç kat sırasıyla Hezârfen Ahmed Çelebi'nin Galata Kulesi'nden süzülüşünün bir animasyonunun gösterildiği bir ekranla birlikte simülasyon alanı ile kulenin Takiyüddin tarafından kullanıldığı dönemini konu alan eserlerin; Kurtuluş Savaşı'na ait fotoğrafların; Galata Kulesi ve Surlarına ait bilgi ve eserlerin; Galata Kulesi ve İstanbul ile ilgili eserlerin yer aldığı kalıcı müze ve sergi alanlarıdır. Bir geçiş alanı niteliğindeki altıncı katın sonrasındaki geçici sergi alanı olan yedinci katta, İstanbul'un bir bölümünü gösteren bir maket ile pencere önlerine konumlanan seyir dürbünleri yer alırken sekizinci kat, bir seyir terası olarak düzenlenmiştir. Kulenin dış cephesi ile kuleyi çevreleyen alan ise bazı özel ve belirli günlerde farkındalık yaratma, anma ya da kutlama amacıyla kullanılır. Tarihi. Arka plan, inşası ve Cenevizliler dönemi. Bizans İmparatorluğu ile ittifak hâlinde olan Cenevizliler 1267'de, Haliç'in kuzeyinde bulunan Galata'da "Pera" adlı bir koloni kurdu. Hakimiyet alanlarını bölgeyi kuzeydoğusundaki tepeye doğru izinsiz bir şekilde genişleten Cenevizliler, 1335-1349 yılları arasında bu tepenin yamaçlarında, hendeklerle çevrili sur ve kuleler inşa etti. Günümüzde Galata Kulesi olarak bilinen ve bir gözetleme kulesi olmasının yanı sıra karadan yapılabilecek bir kuşatmada, koloninin düzlükte bulunan kıyı kısmının korunması amacı güden surların baş kulesi, 1348'de inşa edildi. Kulenin önünde, yapıya iki yanından bitişik bir biçimde, düz sur hattından yarım daire şeklinde çıkıntı yapan bir barbakan vardı. Dört sur hattının kesiştiği ve Pera'nın ana girişinin bulunduğu bu kısım, üzerindeki levhaya göre 1 Nisan 1452'de tamamlanan inşasıyla Pera'nın Osmanlı İmparatorluğu kontrolüne girmesinden önce inşa edilmiş son tahkimattı. Bu dönem kule, tepesinde yer alan haçtan ötürü "Turris S. [Sancte] Crucis" ("Kutsal Haç Kulesi") olarak anılıyordu. Ağustos 1348'de Bizanslılar ile Cenevizliler arasında, ticari çekişmelerin yol açtığı bir savaş patlak verdi. Savaşın Bizans zaferiyle 1349'da sona ermesinin ardından barış sağlanırken aynı yıl, Bizans İmparatoru VI. İoannis tarafından yayımlanan bir fermanla, Galata Kulesi'nin bulunduğu tepenin kontrolü Cenevizlilere teslim edildi. Osmanlı dönemi. Konstantinopolis'in 29 Mayıs 1453'te Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetine girmesi sonrasında Pera'daki Cenevizliler, herhangi bir direniş göstermeden koloniyi Osmanlı kontrolüne bıraktı. Bu dönemde kulenin tepesinde yapılan tahribat, Osmanlı Padişahı II. Mehmed'in Pera'ya yönelik fermanının ardından durduruldu ve Zağanos Paşa'nın başında bulunduğu çalışmalar kapsamında kule tekrar yükseltilerek tepesindeki haç, Osmanlı bayrağıyla değiştirildi. 1509'daki depremde, Galata Kulesi de dâhil olmak üzere Galata'daki tahkimatta birtakım hasarlar meydana geldi. Mimar Hayreddin önderliğinde yapılan onarım çalışmalarının 1510 yılı ortalarında tamamlanmasıyla kule tekrar yükseltildi. Kulenin gövdesinde, yerden 13,20 m (ikinci katın başlangıcı) ve 17,17 m (üçüncü katın başlangıcı) yüksekliklerinde olmak üzere yer alan iki tuğla kuşak, bu deprem sonrasında yapılan tadilatların izleri olarak değerlendirilir ve bu tadilatın kapsamı, kaynaklara göre farklılık gösterir. 16. yüzyılda Galata Kulesi ve Galata Surları üzerindeki diğer burçlar, Kasımpaşa'daki tersanelerde çalışan Hristiyan savaş esirlerinin barınağı ve bir zindan olarak kullanıldı. 17. yüzyıla tarihlenen "Seyahatnâme"sinde Evliya Çelebi, kulenin önceleri zindan, o dönemlerde ise tersanenin gemi levazım ambarı olarak hizmet verdiğini yazar. Takiyüddin de gözlemevinin inşası öncesinde kulede birtakım çalışmalar gerçekleştirdi. 18. yüzyıl itibarıyla kule, Mehterhâne Ocağı ile yangın gözleyiciler tarafından bir yangın kulesi olarak kullanılmaya başlandı. 27 Temmuz 1794'te çıkan yangında meydana gelen hasarlar nedeniyle kulenin boyu kısaltılarak tasarımı değiştirildi. Bu çalışmalar kapsamında, en üst katın her bir yanına yapılan çıkmalı odalar, sofalar ve divanhâne eklenerek bu kısım bir kahvehaneye dönüştürüldü. Yangınları duyurma amacıyla da bir kös yerleştirilirken tavan arası ise güvercinlik olarak kullanılmaktaydı. 2-3 Ağustos 1831'de çıkan yangında kulede tahribat oluştu. Kulenin üst kısmı, önceki farklı bir tasarımla onarılarak -1875'teki fırtınada devrilecek olan çatısı hariç- günümüzdeki görünümüne kavuştu. 1853 ya da 1854 yılında kulenin çatısında bir onarım yapıldı. Aralık 1857'de kurulan, Galata ve Pera'nın idaresinden sorumlu Altıncı Belediye Dairesi tarafından kullanılacak olan binanın 1864 yılındaki inşaat çalışmaları sırasında kulenin çevresindeki avlusu, surlardaki kapılar ve kıyıya doğru uzanan sur duvarlarının 30 Kasım 1863 tarihinde alınan kararla yıkımına, hendeklerinin ise doldurulmasına başlandı. 1875 yılında meydana gelen bir fırtınada çatısının devrilmesinin ardından en üst katın üzerine, her birinde birer odanın olduğu iki katlı kâgir ahşap bir kısım inşa edildi. Kalenin tepesi, hem 1874'te şehirde kurulan itfaiye teşkilâtının hizmetinde yangın haber merkezi hem de deniz kuvvetleri tarafından bir haberleşme merkezi olarak kullanılmaya başlandı. Cumhuriyet dönemi. 1960'lara kadar kullanımı, 1965 restorasyonu ve sonrası. 1923'teki Türkiye'de cumhuriyetin ilanı sonrasında da kule, itfaiye teşkilâtı ile deniz kuvvetleri tarafından kullanılmaya devam etti. Galata Kulesi'ne aktarılmak üzere Şubat 1930'da sökülerek Mart 1930'da kulenin tepesine yerleştirilen İngiliz Bahriye Hastanesi'ndeki vakit küresi, Kasım 1934 itibarıyla faaliyete geçti. 1959-1960 kışında, üst kısımdaki ahşap odaların kirişlerinin çürüyerek çökmesinin ardından boşaltılan kulenin, İstanbul Belediyesi Başkanı Haşim İşcan'ın girişimiyle sonucunda onarım ve restorasyon çalışmaları yapılarak turistik bir tesise dönüştürülmesi kararlaştırıldı. Çalışmalar için 15 Eylül 1964'te yapılan ihaleyi Yapıtaş kazanırken 28 Eylül 1967'de gerçekleştirilen bir törenle kule tekrar açıldı. Çalışmalarla birlikte bodrum katı, bir servis katı olarak düzenlendi. Zemin kat bir giriş katı niteliği kazanırken; giriş ekseninin karşısına, bu kattan altıncı kata kadar ulaşan iki asansör eklendi. Birinci kat bir şark kahvesi, ikinci kat kulenin tarihiyle ilgili bir müze, üçüncü kat turistik eşyaların satıldığı satış reyonlarının yer aldığı bir kat, dördüncü kat Ceneviz Meyhanesi adını taşıyan bir meyhane, beşinci kat kuledeki yiyecek ve içecek servisi yapılan mekânlar tarafından kullanılacak bir mutfak, altıncı kat tuvaletler ile vestiyerin yer aldığı bir lobi, ziyaretçilerin ulaşabileceği son kat olan sekizinci kat ise bir gece kulübü olarak düzenlendi. Restoran kısmının inşasını gerçekleştiren Ünal Kardeşler, Şubat 1968'deki ihale sonucunda kulenin işletme haklarını da İstanbul Belediyesinden beş yıllığına kiraladı. Yapılan düzenlemeler sonrasında kulenin turistik tesis olarak açılışı ise 30 Mayıs 1969'da gerçekleştirildi. Kardeşler'in Belediye ile olan kiralama sözleşmesi, ilk beş yılın ardından her yıl yenilenmekteydi. 3 Eylül 1989 tarihli "T.C. Resmî Gazete"de yayımlanarak yürürlüğe giren Bakanlar Kurulu kararıyla Galata Kulesi ve Çevresi adlı bir "turizm merkezi" oluşturularak kule ile çevresi, Turizm Bakanlığının yetki alanına girdi. 1999-2000 restorasyonu ve İstanbul Büyükşehir Belediyesine devri. İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisinin Ekim 1996'da gerçekleştirilen bir toplantısında, kulenin müzeye dönüştürülmesi ve mülkiyetinin Belediyenin Kütüphane ve Müzeler Müdürlüğüne verilmesi kararı alındı. Kulenin restore edilmesi ve müzeye dönüştürülmesi için o yıl açılan ihaleyi Pekerler İnşaat kazandı. Kulenin işletmesini sürdüren Ünal Kardeşler şirketinin kuleden tahliye edilmesi için aynı yıl açılan dava reddedildi. Aralık 1997'de ise Kültür Bakanlığının izni olmadan böyle bir değişimin yapılamayacağı belirtilerek kulenin müze olarak kullanılmasının uygun görülmemesinden ötürü uygulamanın durdurulması talimatı verildi. 1998'de Belediye tarafından kulede kütüphane yapılması girişiminde bulunulsa da bu girişim Anıtlar Kurulu tarafından reddedildi. İstanbul 1 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulundan çıkan 7 Mayıs 1999 tarihli izin kararı sonrasında, 1996'daki ihaleyi kazanan Peker İnşaat'ın Haziran 2000'de tamamladığı dış cephedeki restorasyon çalışmalarının ardından kule 13 Kasım 2000'de tekrar kullanıma açıldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından, iç restorasyonu için 2000 yılında açılan ihaleyi de Pekerler İnşaat kazandı. Ancak bu iç restorasyon için İstanbul Büyükşehir Belediyesinin İstanbul 1 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kuruluna sunduğu ve kulenin bir müzeye dönüştürülmesini öngören proje, müze kurma izni vermesi gereken Kültür Bakanlığı tarafından verilen bir iznin olmadığı gerekçesiyle Kurul tarafından reddedildi. Bunun ardından aynı yıl, sergi salonu, hediyelik eşya satış kısmı ve kafenin yer aldığı yeni bir proje hazırlanarak Kurula sunuldu. Kulenin en üst iki katının Türk kahvehanesi, diğer katların ise hediyelik eşya reyonları ve turistik amaçlı diğer unsurlarla düzenlenmesine yönelik Anıtlar Kuruluna yapılan başvuru, Şubat 2004'te Kurul tarafından onaylandı. 28 Mart 2006 tarihli "T.C. Resmî Gazete"de yayımlanan Bakanlar Kurulu kararıyla Galata Kulesi ve Çevresi, "yenilenme alanı" olarak tanımlandı. 6 Temmuz 2006 tarihli "T.C. Resmî Gazete"de yayımlanan Bakanlar Kurulu kararıyla ise bu alanın, yenileme alanı çalışmaları kapsamında Beyoğlu Belediyesi tarafından kamulaştırılması belirlendi. Bölge, 7 Temmuz 1993 tarihli İstanbul I Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu kararıyla Beyoğlu'nun kentsel sit alanı ilan edilen kısımları içerisinde yer almasına karşın planlama alanı dışında bulunan yedi bölgeden biriydi. Kulenin işletmecilerini kuleden çıkarma amacıyla 1996'dan beri sürdürülen yasal girişimler, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile kulenin işletmecisi Kardeşler ailesi ile olan kira sözleşmesinin Belediye tarafından yenilenmemesi sonrasında, 16 Nisan 2013 İtibarıyla işletmenin Belediyeye bağlı BELTUR'a devredilmesiyle sona erdi. Belediye tarafından kulenin en üst iki katında yapılan yenilemeler sonucunda sekizinci kat restoran, yedinci kat ise kafe olarak düzenlendi. Dünya Miras Komitesinin 37. oturumu esnasında, 21 Haziran 2013'te alınan kararla Galata Kulesi, Türkiye'nin UNESCO Geçici Dünya Mirası listesindeki "Ceneviz Ticaret Yolu'nda Akdeniz'den Karadeniz'e Kadar Kale ve Surlu Yerleşimleri" adlı serideki mimari eserler arasında yer aldı. Vakıflar Genel Müdürlüğü dönemi ve 2020 restorasyonu. Vakıflar Genel Müdürlüğü 17 Nisan 2019 tarihli yazısıyla, Vakıflar Yasası'nın 30. maddesine dayanarak kulenin mülkiyetinin, Kule-i Zemin Vakfı adına kendilerine devredilmesi yönünde bir başvuruda bulundu. 13 Mayıs 2019 itibarıyla kulenin mülkiyeti, Kule-i Zemin Vakfı adına Vakıflar Genel Müdürlüğüne geçti ve Belediye, kulede kiracı statüsünde kaldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından bu devre karşı başlatılan yasal girişim sonuçsuz kalırken 31 Aralık 2019 itibarıyla BELTUR adına düzenlenmiş kira sözleşmesi sona erdi. Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy 18 Ocak 2020'de yaptığı duyuruyla, Galata Kulesi'ni de içeren "Beyoğlu Kültür Yolu" adlı turizm, kültür ve sanat projesi kapsamında kulenin etrafında kamulaştırma çalışmalarının yapılacağını ve kule çevresinde bir meydan oluşturulacağını açıkladı. Nisan 2020 itibarıyla İstanbul Büyükşehir Belediyesinin kuleden tahliyesine dair süreç başlatılırken Belediyenin buna karşı başlattığı yasal girişim ise olumsuz sonuçlandı ve 16 Mayıs 2020 itibarıyla kulenin mülkiyeti, Kule-i Zemin Vakfı adına İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğüne geçti. Restorasyon çalışmaları için yapılan ihaleyi kazanan ES Yapı, 30 Haziran 2020 itibarıyla çalışmalarına başladı. 1960'lardaki çalışmalar ve sonrasında iç kısma eklenen tüm unsurlar ve dekorasyonlar kaldırılırken hem iç hem de dış cephede restorasyon ve yenileme çalışmaları gerçekleştirildi. Bir sergi merkezi ve müze olarak düzenlenen kule, İstanbul'un Kurtuluşu'nun yıldönümü olan 6 Ekim 2020'de, Galata Kulesi Müzesi adıyla tekrar hizmete girdi. Çalışmalar kapsamında kulenin dışında yer alan meydana, Taksim-Tünel nostaljik tramvayı tasarımına sahip bilet gişesi konuldu. Zemin katı, bilet kontrol ve güvenlik noktası ile altıncı kata kadar ulaşan asansörün girişinden oluşacak şekilde düzenlendi. Birinci kat, müze mağazası hâline getirildi. İkinci kat, Hezârfen Ahmed Çelebi'nin Galata Kulesi'nden süzülüşünün bir animasyonunun gösterildiği bir ekranla birlikte simülasyon alanı olarak düzenlenmiş olup bunu ve kulenin gözlemevi olarak kullanıldığı dönemini konu alan bir sergi alanını da içermeye başladı. Üçüncü kat Kurtuluş Savaşı'na ait fotoğrafların, dördüncü kat Galata Kulesi ve Surlarına ait bilgi ve eserlerin, beşinci kat Galata Kulesi ve İstanbul ile ilgili eserlerin sergilendiği kalıcı sergi alanları olarak yenilendi. Geçiş alanı olarak kullanılan altıncı katın ardından ulaşılan ve geçici sergi alanı olan yedinci kata, İstanbul'un bir bölümünü gösteren bir maket ile pencere önlerine konumlanan seyir dürbünleri konuldu. Sekizinci kat ise seyir terası olarak düzenlendi. 1 Kasım 2023'te, Galata Restorasyon tarafından kulenin çatısında restorasyon çalışmalarına başlandı. Konumu ve mimarisi. Konumu, dış mimarisi ve gövdesi. Galata Kulesi, İstanbul'un Beyoğlu ilçesinin Bereketzade Mahallesi'ndeki Büyük Hendek Caddesi üzerinde yer alan 2 numaralı yapıdır. Kendisine ismini veren Galata semtinde, 35 m rakımlı bir tepenin üzerinde konumlanır. Romanesk tarzdaki silindirik kâgir kulenin, zeminden çatısının ucuna kadar olan yüksekliği 62,59 m'dir. Kayalık ve killi şistli bir zemin üzerinde yer alan yapının temeli masif taşlıdır. Zeminden yüksekte olan güney eksenindeki giriş kapısına, iki yanında yer alan mermer basamaklı merdivenlerle ulaşılır. Kulenin mermerden yapılan Ampir üsluplu söveli giriş kapısının üzerinde, 1831-1832 yıllarında gerçekleştirilen onarım ve restorasyon çalışmalarını konu alan, üzerine Şair Pertev'e ait bir manzumenin işlendiği kitâbe bulunur. Nuri Dede tarafından mermer üzerine kabartma tekniğiyle işlenen kitâbededeki celî talik üslubuyla yazılan metin, 4 paftaya ayrılmış 16 dizenin 4 satır hâlinde dendanlı kartuşlardan meydana gelir. Metin üzerindeki üç elips kartuşta sırasıyla "Ya Hafiz", "Maşallah" ve "Ya Rafi" yazar. Kitâbede daha önceleri yer alan II. Mahmud'un tuğrası ise cumhuriyetin ilanı sonrasında kazınmıştır. Kulenin güneye bakan cephesinin dış tarafının zemin katı hizasındaki kısmında yer alan, İstanbul Fethi Derneğinin girişimi sonrasında İstanbul'un Fethi'nin 500. yıldönümüne denk gelen 1953 yılında asılan ve Emin Barın tarafından hazırlanan levhada, büyük harflerle şu metin yazılıdır: Kulenin dışında yer alan meydanda, Taksim-Tünel nostaljik tramvayı tasarımına sahip bilet gişesi yer alır. Kulenin etrafındaki sur kalıntılarına bitişik ve ön cephesi kule meydanına bakacak şekilde, 1957 yılında eski yerinden sökülerek getirilen Bereketzade Çeşmesi konumlanır. 208 m2 alana sahip zemin katının iç çapı 8,95 m, dış çapı ise 16,45 m'dir. Dördüncü kata kadar 3,75 m olan duvar kalınlığı, bu kattan kulenin sonra dışa doğru bir meyille örülmesinden ötürü 3 m'ye kadar iner. Giriş kapısı hizasındaki dış duvarlarda 5 m'lik bir kısım daireselliğini kaybetse de bu durum birinci silmeye kadar azalır ve yapı tekrar daire şeklini alır. 4,2 m kotu ve giriş ekseninde, üstü tuğla tonozlu, 72 × 150 cm ölçülerinde bir kanal çıkması vardır. Anadol, bu kanalların daha önceleri kule dışına çıkarak surlar altında devam edip tahkimat arasında bağlantı sağlama olmasının mümkün olduğunu ifade eder. Kulenin iç mimarisi ile duvarda kullanılan malzemeler, dördüncü kata kadar aynı şekilde devam eder. Kat planlarındaki düzensiz mazgallar ile güney cephesindeki basıklık, zemin kattan dördüncü kata kadar kesintisiz bir şekilde sürerken bu kattan itibaren düzenli mazgallar ile gövdede tam silindirik bir şekil görülür. Kulenin gövdesinde, 13,20 m (ikinci katın başlangıcı) ve 17,17 m (üçüncü katın başlangıcı) kotlarında olmak üzere iki tuğla kuşak yer alır. İlk kuşağın altındaki kısım; kabaca yontulmuş ve kare şeklinde, farklı türlerdeki koyu sarı, açık kahverengi, koyu gri ve koyu mavi renklerdeki düzensiz yapılı taş blokları ile bunların arasına eklenen tuğla kırıklarına sahiptir. Bu kuşağın üstündeki kısımda ise görece daha küçük ve daha ince yontulmuş, genelde yatay dikdörtgen biçimli ve görece düzenli taş blokları varken taşlar arasında tuğla parçaları yer almaz. En çok kullanılan taş tipi kireç taşı olan bu kısımdaki taşlarda sarı ve kahverengi tonlara neredeyse hiç rastlanmazken koyu gri ve mavimsi renkler yine mevcuttur. Bu verilerden yola çıkarak Sağlam, "ne ... ilk kuşağın ne de ... ikinci kuşağın Ceneviz ve Osmanlı dönemlerini ayıran seviyeyi tek başına temsil ettiğini söylemek mümkündür" ifadelerini kullanarak 1509'daki depremde meydana gelen çökmenin, "önceki araştırmacıların varsaydığı" üzere düz değil, iç kesimde daha yüksek bir seviyeye sahip olacak şekilde düzensiz bir yapıda olduğunu belirtir. İlk kuşak sonrasında değişen taş işçiliğinden yola çıkarak dış cephedeki hasar ve malzeme kayıplarının ikinci kata kadar eriştiğini, gövdedeki kalın duvarlı kısım ile içerisindeki tonozlu galerinin dördüncü kata kadar "büyük ölçüde" korunduğunu, dış cephede ikinci kattan itibaren oluşan hasarın da onarıldığını yazar. Dördüncü kat itibarıyla tüm seviyenin düzlenip daha ince duvarlı ve farklı bir merdiven sistemine sahip yeni bir kısmın başladığını, tuğla kuşakların ise onarılan kısımlarla özgün gövde duvarları arasında dengeli bir ağırlık aktarımı sağlama amacıyla hatıl görevi gördüğünü ifade eder. İkinci tuğla kuşağın güneye bakan bölümünde, tuğlalarla yapılan Osmanlı karakterinde bir süsleme yer alır. Bu kısmın birleşim yerlerinde yer alan çaprazlama çatlaklarla farklı bir düzen meydana gelmiştir. Sağlam'a göre bu durum, "Ceneviz döneminden kaldığı varsayılan kısmın üzerinde, aslında tek bir evre değil en az iki evre bulunduğuna" işaret eder. Kulenin tepesini, koni şeklindeki kurşun kaplı betonarme bir çatı örter. Çatının üzerinde, her biri dört bir yöne bakan ve üst sınırları 50,29 m kotuna ulaşan dört pencere vardır. Tepesinde, Anadol'un ifadesine göre 7,41 m, imalatını gerçekleştiren Şevket Usta'nın ifadesine göre 6,75 m boyundaki, altın kaplı bronz bir âlem yer alır. Bu alemin tepesine, bir paratoner ile görülebilir olmasına olanak sağlayan yanıp sönen kırmızı bir ışığa sahip 50 cm'lik bir fener yerleştirilmiştir. İç mimarisi. Biri bodrum, biri zemin katı, biri asma kat olmak üzere toplam on bir katlı yapının ilk dört katı, birbirine tuğladan tonozlu ve direkt olarak gövde duvarlarının içerisine konumlandırılmış, üzeri epoksi ile kaplanmış ahşapla korunan taş merdivenli bir galeri yoluyla bağlanır. 1960'lardaki çalışmalar kapsamında yapılan sondaj kazılarında -4,3 m kotuna kadar herhangi bir döşemeye rastlanmamış ve temel takviyeleri yapma amacıyla bu kısmın boşaltılmasıyla -3,8 m kotunda bir bodrum kat oluşturulmuştur. Buradan zemin kata, zeminde dairesel pano ile kamufle edilmiş betonarme bir merdivenle çıkılır. Zemin kattan üst katlara çıkışı sağlayan 22 basamaklı merdiven; kulenin iç yüzünden 42 cm içeride, 80 cm genişliğinde ve 150 cm yüksekliğindedir. Tavanı altıgen şeklindeki doğal taşla kaplı giriş katında, giriş kapısının ekseni üzerinde ve kapının karşısında duvarı dayalı bir şekilde, altıncı kata kadar ulaşan sekizer kişilik iki asansör konumlanır. Asansörlerin kabinlerinde uygulanan video duvar tekniğiyle, duvarlar ile tavanlara konulan ekranlarda kuleden çekilen videolar oynatılır. 4,45 m kotundaki, Ampir profilli korkulukların olduğu betonarme asma katın üstünde, 8,97 m kotundaki birinci kat yer alır. Birinci katın pencere açıklıkları dışarıdan 20 × 45 cm, içeriden ise 200 × 180 cm ölçülerindedir. 13,20 m kotunda yer alan ikinci kat, 8,85 m'ye düşen iç çapı dışında birinci katla aynı mimari özellikleri taşır. 17,17 m kotunda yer alan üçüncü kat duvarının nişlerin içerisinde, Anadol'un Rumeli Hisarı'ndaki Zağanos Paşa Kulesi'ne "benzettiği" bacalar vardır. 20,80 m kotunda, 14 dikdörtgen pencerenin bulunduğu dördüncü kat yer alır. Tuğla işçiliklerinin olduğu galeri kısmı, gövde duvarını incelttiğinden dolayı yalnızca koloni yerleşimine bakan güvenli yön olan güneye doğru konumlanmış ve bu sayede dışarıdan gelebilecek olası saldırıları karşılayacak olan duvarın tam kalınlıkta olması sağlanmıştır. Bu incelmeyle birlikte iç çap 10,4 m'ye çıkar. İlk dört katın tonozlu galerisinde kullanılan tuğlaların ortalama ölçüleri, Galata'daki diğer 14. yüzyıl tahkimat ile ve şehirdeki geç Bizans dönemi tuğlalarının ortalama ölçüleriyle benzerlik gösterir. Sağlam, kulenin inşaatında yerel malzemelerin kullanmış olmasını "makul bir olasılık" olarak görür. Bu katla birlikte pencere sayısı 7'ye yükselir. 24,35 m kotunda başlayan beşinci katta yer alan 14 pencerenin; top ateşleme amacıyla konulan 7'si 35 cm çaplı dairesel, diğer 7'si ise 115 × 180 cm ölçülerinde ve sivri kemerlidir. Kattaki tüm pencereler dışarıdan, kemerleri tuğla örgüsüyle yapılmış nişli payelerin içerisine oturur. Ahşap yarım katların sonuncusu olan 27,90 m kotundaki altıncı katta, bir alt kattakilere benzer ancak boyut olarak daha küçük, 14 adet sivri kemerli pencere vardır. Bu katın ardından 32,60 m kotundaki yedinci kattaki tepe köşküne ulaşılır. Altıncı, yedinci ve sekizinci katlar birbirine çelik konstrüksiyon merdivenlerle bağlanır. Kattaki 14 pencereyi, aralarında 150 cm bulunan ve kemerlerle birbirine bağlanan 120 × 225 cm kesitli 13 kâgir ayak meydana getirir. 40,04 m kotundaki iç genişliği 12,40 m olan sekizinci kat, 50,5 m kotuna kadar ulaşır. Bu katın 14 penceresi, yedinci katın ayaklarıyla aynı eksenlerde yer alan ve aralarında 170 cm aralıkların olduğu 110 × 100 cm kesitli ayakların, kemerlerle birbirine bağlanmalarıyla meydana gelir. Sekizinci katın dış kısmında, iki kat arasındaki kesit farkının oluşturduğu 1,20 m genişliğinde bir teras yer alır. İçerideki ayakların eksenlerinde konumlanan 14 kâgir babanın her birinin üzerinde, düşme ihtimallerine karşı ankrajla önlem alınmış 35 cm çaplı taş küreler vardır. Babalar arasındaki 110 cm yüksekliğindeki demir korkuluklarda Ampir süslemeler bulunur. 2020'deki restorasyon sonrasında duvarların iç kısımları ile tavanlara alçı sıva kaplamalar uygulanmıştır. Müze mağazası olarak hizmet veren ikinci kat ile sergi alanı ve müze olarak hizmet veren üçüncü, dördüncü, beşinci ve yedinci katlarda bunlara dair eserler sergilenir. Yedinci katta, İstanbul'un bir bölümünü gösteren 1:2.500 ölçekli bir maket ile pencere önlerine konumlanan seyir dürbünleri bulunur. Seyir terası olarak kullanılan sekizinci katta ise banklar yer alır. Önceki dönemlerdeki mimari farklılıklar. 1348-1509 arası. İnşası tamamlandığında kule, parçası olduğu surların ana kulesi konumundaydı. Kulenin önünde, yapıya iki yanından bitişik bir biçimde, düz sur hattından yarım daire şeklinde çıkıntı yapan ve surların dış kısmı hendeklerle çevrili olduğundan kule ile arasındaki kısımda bir avlu meydana getiren, günümüzde ise bazı kalıntıları bulunan bir barbakan vardı. Ceneviz döneminde kulenin tepesinde bir haç yer almaktaydı. Üzerindeki izlere göre kule, gerektiği zaman kaldırılabilen, şehrin içiyle hendeklerin dışı arasındaki ulaşımı sağlayan ve günümüzde varlığını sürdürmeyen bir ahşap köprüye de sahipti. Cristoforo Buondelmonti'ye ait "Liber insularum Archipelagi"nin, günümüzde çeşitli arşivlerde yer alan farklı sürümlerinde kule, farklı şekillerde tasvir edilmiş olup aralarında tutarsızlıklar mevcuttur. Bu tasvirlerdeki silindirik yapıda olanlar, gerçeğe en yakın olanlarıdır. 1420'ler ile 1430'lar civarına tarihlenen Marciana Millî Kütüphanesi kopyasındaki Konstantinopolis haritasında kule; konik çatısı, bir sağır kemer dizisiyle çıkma yapan üst katı ve silindirik yapısıyla, diğer kulelerden daha yüksek bir şekilde tasvir edilir. Aynı eserin 1485-1490 yılları arasında tarihlenen Düsseldorf Üniversite ve Eyalet Kütüphanesi kopasındaki haritada, kulenin tepesinde Ceneviz bayrağı yer alır. Bu iki tasviri karşılaştıran Sağlam; ilkinde kulenin "dar ve yüksekçe" koni şeklindeki çatısının mazgallı bir siperle çevrili, ikincisinde ise çatının "çok daha basık ve geniş" olduğunu ve saçaklarının da mazgallardan dışarı taştığına dikkat çeker. Bununla birlikte ikinci kopyada, "kulenin beden duvarını bir tamirat izi gibi tam ortadan enine ikiye bölen tek bir kuşağa sahip" olduğunu ve bu durumun 1453'teki tahribat ve onarımı "doğrularcasına ... bir varsayım" olduğunu belirtir. Bölgenin 1453'te Osmanlı hakimiyetine girmesiyle kule, Ahmed Vefik Paşa'nın aktardığı anonim Osmanlı kaynaklarına göre yaklaşık 7,5 m kadar kısalmasına yol açan tahribata maruz kaldı. Pera'ya yönelik padişah fermanının ardından bu tahribat durdurularak kule tekrar yükseltildi ve tepesindeki haç, Osmanlı bayrağıyla değiştirildi. 1509-1794 arası. 1509'daki deprem sonrasında hasarların meydana geldiği kulede yapılan onarım çalışmalarının 1510 yılı ortalarında tamamlanmasıyla kule tekrar yükseltildi. Kulenin gövdesinde, 13,20 m (ikinci katın başlangıcı) ve 17,17 m (üçüncü katın başlangıcı) kotlarında olmak üzere yer alan iki tuğla kuşak, bu deprem sonrasında yapılan tadilatların izleri olarak değerlendirilir. Köksal Anadol ile Ersin Arıoğlu, bu kuşaklara bakılarak bu hizalardan itibaren kulenin yeniden inşa edildiğini ifade ederler. Semavi Eyice ise, tuğlayla oluşturulan motiflerin "tipik bir Osmanlı süsleme karakteri taşıdığı"nı belirterek görece "yalın" birinci kuşağın kulenin dış kısmında gerçekleştirilen yüzeysel bir onarımı işaret ettiğini; ikinci kuşaktan itibaren üst kısmının ise tümüyle Osmanlı döneminde inşa edildiğini yazar. Matrakçı Nasuh'un 1537 tarihli eserinde yer alan bir minyatürdeki Galata Kulesi tasvirinde; 1/2 orantılı bir şekilde kulenin tepe köşkü ile onun üzerindeki kat ve tepe köşkü katındaki yaklaşık 8 kemerli açıklık bulunur. 1509-1965 arası. 27 Temmuz 1794'te çıkan yangının neden olduğu hasarlardan ötürü kulenin çatısı ile üst katları hasar gördü. Kulenin boyu 1,9 m kadar indirilerek bu kısımdaki duvar yeniden örüldü. Bu çalışmalar kapsamında en üst katın her bir yanına, yaklaşık 1,5 m boyundaki camlı çıkmaların olduğu Ampir üsluplu köşk yapıldı. 2-3 Ağustos 1831'de çıkan yangının yol açtığı tahribat sonrasında gerçekleştirilen onarımda, kulenin üst kısmının tasarımı değiştirildi. Dört çıkmalı tasarımın yerini, duvarlarda yarım yuvarlak kemerli 14 adet pencerenin yer aldığı bir sofa alırken bunun üstündeki görece daha ufak çaplı ve pencereli katın önüne ise, yapıyı çevreleyen ve demir parmaklıklı bir balkon konuldu. Bu sofadan üst kata, sofanın ortasındaki kırk basamaklı bir merdivenle çıkılmaktaydı. 14 pencerenin yer aldığı ikinci katın üzerini kurşun kaplı konik bir çatı örterken çatının üzerine dört pencere yerleştirilmişti. 1875'teki bir fırtınada çatısının devrilmesinin ardından, en üst katın üzerine sekizgen şeklindeki iki ahşap kâgir kat ile üstlerine, 51,65 m kotuna bir teras inşa edilerek bu kâgir katların tepesine bir bayrak direği dikildi. Bu iki katı birbirine bağlayan döner merdiven kaldırılarak üst kata ulaşan 45° eğimli, düz bir ahşap merdiven konuldu. Mart 1930'da kulenin tepesine bir vakit küresi yerleştirildi. 1965-2020 arası. 1965'teki restorasyon sırasında kulenin çevresi, yalnızca yayaların dolaşımına tahsis edilerek trafiğe kapatılırken aynı zamanda birtakım turistik eşya dükkânlarının yer alacağı şekilde düzenlendi. Kuleye girişi sağlayan merdivenler ile girişin önündeki teras, mermer ayaklar arasında demir korkuluklarla çevrelendi. Giriş kapısı, "devrin özelliklerine yakın" bir şekilde detaylandırılarak yenilendi. Ahşap döşemeler, betonarme döşemelerle değiştirildi ve "genel olarak" doğal taşlarla kaplandı. Taş merdivenlerin basamakları da doğal taşlarla kaplandı ve merdivenler aydınlatıldı. Bir restoran olarak düzenlenen yedinci katın ortasında bulunan ahşap merdiven kaldırılarak altıncı, yedinci ve sekizinci katları birbirine bağlayan çelik konstrüksiyon merdivenler konuldu ve bunlara Ampir proporsiyonlu ahşap korkuluk ile basamaklar eklendi. Kattaki pencerelerin çerçeve kısımları ile duvarlardaki süslemeler sadeleştirildi, pencerelerdeki camın daha çok gözükmesi sağlandı. Kulenin çatısı, görece daha az sivri olsa da 1832-1876 yılları arasındaki konik tasarımı taşıyacak şekilde, kurşun kaplı betonarme bir sistemle inşa edildi ve üzerine altın kaplama bronz bir âlem yerleştirildi. Kule duvarlarında oluşan çatlaklar onarıldı ve taşıyıcı sistem betonarme unsurlarla güçlendirildi. Asansörün zemin kattaki girişinin üzerine, Tankut Öktem ile Haluk Tezonar tarafından yapılan ve Matrakçı Nasuh'un Galata tasvirini gösteren minyatürünün bir kabartması konuldu. Sembolik önemi ve etkinlikler. Kule, Beyoğlu'nun ve İstanbul'un sembol yapılarından biri konumundadır. Hem şehir için sembolik bir yapı olmasından hem de tepesinden şehir merkezini görme imkânı olmasından ötürü turistik bir değer taşır ve bu özelliğinden dolayı zaman içerisinde çevresinde restoranlar, kafeler ve dükkânlar açılmıştır. Kule, zaman zaman çeşitli farkındalık yaratma, kutlama ya da anma günlerinde farklı renklerle aydınlatılır ya da video haritalama tekniğiyle gövdesine çeşitli görseller yansıtılırken bu günlerde zaman zaman kulenin çevresindeki alanda birtakım etkinlikler de düzenlenir. Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü, Dünya Kanser Günü, Dünya Diyabet Günü, Mor Gün, Yeşilay Haftası, Sevgililer Günü, Yılbaşı, Türkiye'nin resmî bayramları (23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı, 30 Ağustos Zafer Bayramı, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı), İstanbul'un Fethi'nin yıldönümü, Emniyet Genel Müdürlüğünün kuruluşunun yıldönümü gibi belirli günlere ya da haftalara dikkat çekme veya onları anma; Dünya Saati kapsamında aydınlatmasının bir süreliğine durdurulması, meme kanserine farkındalık yaratma; 15 Temmuz Darbe Girişimi'ne tepki; şehrin sembollerinden biri olan erguvanın çiçek açma mevsimine atıfta bulunma, İstanbul Gençlik Festivali'ni tanıtma, Beşiktaş'ın Süper Lig şampiyonluğunu kutlama gibi amaçlarla bu tip uygulamalar gerçekleştirilir. Bu uygulamaların yanı sıra kule ile çevresi; gözaltındaki Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi mensuplarının serbest bırakılmasına yönelik, şizofreni için farkındalık yaratma adına kuleye benzer bir vücut boyama çalışması, Halk Cephesi üyeleri tarafından Hayata Dönüş Operasyonu'na karşı protesto, Greenpeace mensupları tarafından nükleer enerji karşıtı protesto, SOCIAL/IST 2012 Sosyal Medya Günü kapsamında nükleer enerji karşıtı protesto, Elektrik, Gaz, Su ve Baraj Çalışanları Sendikası üyeleri tarafından işten çıkarılmalarına yönelik, kulenin bulunduğu meydana çay bahçesi açılmasına karşı protesto, prostat kanserine dikkat çekme amacıyla sembolik bir mavi kravat takılması gibi birtakım etkinlik ve protestolara ev sahipliği yaptı. Kültürel etkileri. Başta Türk edebiyatı olmak üzere bazı eserlerde, kuleye yapılan birtakım atıflar ile kuleden etkilenilen anlatımlar söz konusudur. "[Ey sevgilim!] Aşıkların sana [sadece] bayrak göstermektedirler, [onların] Rezmî gibi serdengeçti askeri yazıldığını sanma" anlamına gelen aşağıdaki beyitinde Rezmî, kulenin yangınları haber verme işlevine atıfta bulunarak, sevgilinin aşkı ile yanma motifinden yola çıkarak diğer aşıkların sevgiliye yalnızca "yanıyoruz" anlamına gelecek şekilde bayrak sallasalar da kendisinin gerçek bir aşık sıfatıyla serdengeçti askeri olarak yazıldığını anlatır: Gelibolulu Mustafa Âlî'nin bir beyitinde de aynı duruma atıfta bulunulur: Cemal Süreya'nın "Burkulmuş Altın Hâli Güneşin" adlı şiirin Galata Kulesi ile ilgili bölümünde, telmih yöntemiyle ironi yapılarak Bizans ve Roma dönemine duyulan özlem ifade edilir: Süreya'nın "Rokoko" başlıklı şiirinde de kuleden bahsedilir. Sezai Karakoç'un "Kızkulesi'ne Gazel II" adlı şiirinde; Müslüman bir yapı olarak nitelendirdiği Kız Kulesi'nin, Hristiyan bir yapı dediği Galata Kulesi'ne nur göndererek onun üzerinde bulunan Ceneviz ve Bizans karanlığını sildiğini ifade ederek ilk kulenin Doğu, ikincisinin ise Batı medeniyetini sembolize ettiği yorumunu yaparak Doğu'nun gizemine ve büyüsünün Batı'yı da etkileyeceği anlatılır: Ümit Yaşar Oğuzcan, 15 yaşındaki oğlu Vedat'ın 6 Haziran 1973'te kuleden atlayarak intihar etmesi sonrasında, kendisinin ölümü üzerine "Galata Kulesi" adlı şiiri yazmıştır. 1877'de yayımlanan "İstanbul" ("Constantinopoli") adlı kitabında Edmondo De Amicis, Galata'yı "açılmış bir yelpaze"ye, tepenin üstüne yerleşmiş kuleyi ise "bu yelpazenin sapına" benzeterek nitelendirir. Konusunun bir kısmı 16. yüzyıl Konstantinopolis'inde geçen 2011 çıkışlı video oyunu 'in ana karakteri Ezio Auditore da Firenze, oyunun bir bölümünde Galata Kulesi'ne dışından tırmanır ve kulenin içine girer. 2012 çıkışlı tarayıcı oyunu "Forge of Empires"ta yer alan Devasa Binalar arasında Galata Kulesi de bulunur. 1997 çıkışlı video oyunu 'ın ("Byzantine: The Betrayal") Galata Kulesi'nde geçen kısımları vardır. 2017 çıkışlı video oyunu "Sabotaj"ın Galata adlı haritasında kulenin bir tasviri yer alır. İvan Ayvazovski'nin 1845 ve 1846 tarihli, şehirden farklı manzaralar içeren iki tablosunda Galata Kulesi tasvir edilir. Garabet Yazmacıyan'ın 1891 tarihli tablosunda da Galata ile kule tasvir edilirken 1903 tarihli tablosunda kulenin yakınlarında çıkan bir yangın resmedilmiştir. İbrahim Safi'nin de kuleyi tasvir ettiği iki tablosu vardır. Bununla birlikte birçok yazarın şehre yaptığı gezileri anlattıkları kitaplarda kulenin çeşitli tasvirlerine yer verilir. Beyoğlu Belediyesi ile İstanbul Galata Üniversitesinin logolarında kulenin tasvirleri yer alır. İlçedeki Miniatürk'te, parkın Mayıs 2003'teki açılışından itibaren yer alan maketler arasında Galata Kulesi'nin maketi de vardır. Bu maket, Mart 2016'da yenilenmiştir. Avusturya'nın Klagenfurt şehrindeki Minimundus'ta da kulenin bir maketi sergilenir. Mayıs 2004'te Konyaaltı, Antalya'da açılan ve 2018'de Kepez'e taşınan Kepez Açık Hava Müzesi'nde sergilenen maketler arasında kulenin maketi de bulunur. Temmuz-Eylül 2007'de, Kozyatağı'ndaki CarrefourSA şubesinde gerçekleştirilen Uluslararası Kumdan Heykeller Festivali'nde sergilenen kumdan yapılmış heykeller arasında, Galata Kulesi ve Hezârfen Ahmed Çelebi temalı bir heykele de yer verildi. Aralık 2010'da, Beşiktaş'tan Ortaköy'e uzanan Cumhuriyet Caddesi'nde oluşturulan İstanbul Panosu adlı seramik panosunda tasvir edilen İstanbul'daki yapılar arasında kule de bulunmaktaydı. İlki Ocak-Şubat 2014'te ANKAmall'da olmak üzere birkaç kez gerçekleştirilen Worldminia adlı sergide maketi yer alan eserler arasındaydı. 1632 yılında Hezârfen Ahmed Çelebi'nin tahtadan yaptırdığı kartal kanatlarını sırtına takarak Galata Kulesi'nin tepesinden Doğancılar, Üsküdar'a süzülmesi, kültürel açıdan çeşitli çalışma ve eserleri etkiledi. Almanya'nın Brandenburg eyaletinde yer alan Niederlehme kasabasında bulunan ve inşası 1902'de tamamlanan su kulesi, Galata Kulesi model alınarak tasarlanmıştır. Tamamı Türkiye'de basılan; şehirde düzenlenen Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü Kongresi anısına 17 Ekim 1950, Türk Hava Kuvvetlerinin kuruluşunun 60. yıldönümü anısına 6 Ocak 1971, şehirde düzenlenen 1996 Dünya Filateli Sergisi anısına 1 Eylül 1995, şehirde düzenlenen 22. Dünya Mimarlık Kongresi anısına 3 Temmuz 2005, Balkanfila XIV'e atfen 28 Ekim 2007 ve İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması anısına 7 Ocak 2010 tarihli posta pullarında Galata Kulesi'nin fotoğrafları ya da tasvirlerine yer verildi. Ülkenin ulusal darphanesi tarafından basılan Euro Serisi adlı hatıra parası serisinin 1999 tarihli 2 numaralı gümüş ve 2002 tarihli 8 numaralı altın madenî paralarının arka yüzünde kulenin birer tasviri yer aldı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5625", "len_data": 39210, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.52 }
Turizm ya da gezim, dinlenmek, eğlenmek, görmek ve tanımak gibi amaçlarla yapılan geziler ve bir ülkeye veya bir bölgeye gezmen (turist) çekmek için alınan ekonomik, kültürel, teknik önlemlerin, yapılan çalışmaların tümüdür. Turistik gezi, insanların sadece bir yerden bir yere gitmesi değil kültürel, ekonomik ve toplumsal olarak da iletişim içinde olmalarıdır. Turizm sayesinde insanlar hem diğer ülkelerin, hem kendi ülkelerinde yaşadıkları bölgenin dışındaki güzelliklerin, hem de geçmişte yaşamış olan insanların bırakmış oldukları kültürel mirasın farkına vararak, gelecek kuşaklara daha yaşanılabilir bir dünya bırakmanın gerekliliğine inanarak hayata farklı açılardan bakabilirler. Turistler gittikleri ülke ya da bölgede gördükleri yerler karşılığında o yöre halkına para kazandırırlar. Yani turizm ziyaret edilen ülke ve bölgenin ekonomisine büyük bir maddi katkı sağlar. Turizm açısından Türkiye'ye en çok Antalya ve Bodrum gelir kazandırır. Turizm sözcüğü ilkin 21. yüzyılda bazı İngilizlerin Avrupa'ya yaptığı yolculuklar için kullanılmıştır. II. Dünya Savaşı'ndan sonra bu eylem, dünya çapında yaygınlık kazanınca, turizm sözcüğü de dilden düşmez olmuştur. Eskiden yalnız zengin ve aylak kimselerin yaptığı bu geziler, ulaşım kolaylıklarının sürekli olarak gelişmesi (hız, konfor ve güvenlik gibi) ve kısa zamanda herkesin tatil yapmasını sağlayan toplumsal gelişmeler (oteller, moteller, kamp yerleri, tatil köyleri vb) sonucunda gittikçe çoğalmıştır. Turistlerin barınmaları, eğlenip dinlenmeleri için yapılan oteller, moteller, pansiyonlar, plajlar, lokanta ve gazinolar, kamp alanları, eğlence yerleri, spor ve avcılık tesisleri, kaplıcalar birer turizm kurum veya kuruluşudur. Bu kurumların sayısı, konforu, personelinin güler yüzlülüğü, buralara ulaşım kolaylığı turist akımını artırır. Turizmi arttıran bir başka bir etmen de tarihi anıtların bolluğudur. Eski kent harabeleri, ünlü anıtlar (camiler, kiliseler, açık hava tiyatroları, müzeler vb...) her zaman insanların ilgisini çekmiştir. Bunların yanı sıra doğa güzellikleri de önemli bir ilgi kaynağıdır. Dünya Turizm Örgütü (UNWTO) turizm gelirlerinin her yıl %4 oranında artış gösterdiğini belirtmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5640", "len_data": 2180, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.93 }
Televizyon veya kısaca TV, bir vericiden elektromanyetik dalga hâlinde yayımlanan görüntü ve seslerin, ekranlı ve hoparlörlü elektronik alıcılar sayesinde yeniden görüntü ve sese çevrilmesini sağlayan haberleşme sistemidir. Aynı zamanda kitle iletişim aracı da olan televizyon, yayımlanan görüntü ve sesleri alıcıya ulaştıran elektronik bir cihazdır. Etimoloji. Televizyon sözcüğü, Yunanca "uzak" anlamındaki "tele" (τῆλε) ve Latince "görmek" anlamındaki "visio" sözcüklerinden, 20. yüzyıl başlarında türetilmiştir. Sonradan Türk Dil Kurumu tarafından televizyon sözcüğüne karşılık olarak uzgöreç ve uzgörüm kelimeleri önerilmiştir ama bu kelimeler benimsenmemiştir. Türk Dili Dergisi'nde Kırgızcada televizyon anlamında kullanılan sınalgı () sözcüğünün kullanılması da gündeme getirilmiştir. Tarihçe. Televizyon 1923 yılında, John Logie Baird tarafından Birleşik Krallık'ın Hastings kasabasında icat edilmiştir. İlk televizyon görüntüsü ise yine Baird tarafından 1926 yılında yayımlanmıştır. Başlangıçta noktalar hâlinde ve titrek olan görüntülerin kalitesi Baird tarafından geliştirilmiştir. Baird'in televizyon sisteminde mekanik olarak döndürülen diskler kullanmasına karşın aynı dönemde Marconi - emi sistemi gibi elektronik olarak işleyen rakip sistemler de üretildi. Baird'in mekanik sistemi 1936'da BBC yayınlarında 240 satırlık bir çözünürlüğe ulaştı 1930'ların başında televizyon elektronik eşya olarak satılmaya ve geniş kitlelere hitap etmeye başladı. Örneğin 1936 Berlin Yaz Olimpiyatları, Almanya'da evlerdeki televizyonlardan izlendi. Renkli televizyonlar. 1940'larda renkli televizyon çalışmaları hız kazandı. 1950'lerde ABD'de ilk renkli televizyon satışa çıktı ve renkli televizyon ABD'de 1960'larda geniş kitlelerce kullanılmaya başlandı. Televizyon hakkında. Televizyon yayını, elektromanyetik yoluyla halkın doğrudan doğruya alması maksadıyla yapılan hareketli veya sabit resimlerin, sesli veya sessiz kalıcı olmayan görüntülerinin renkli ya da siyah beyaz yayınıdır. Televizyonlar Betamax ve VHS bantları, LaserDisc'ler, yüksek kapasiteli sabit disk sürücüleri, CD'ler, DVD'ler, flash sürücüler, yüksek çözünürlüklü HD DVD'ler, Blu-ray diskler ve bulut tabanlı dijital video kaydediciler gibi çeşitli arşiv depolama ortamı türlerinin kullanılabilirliği, izleyicilerin filmler gibi önceden kaydedilmiş materyalleri izlemesine olanak tanımıştır. Bir diğer gelişme ise standart tanımlı televizyondan (SDTV) (576i, 576 satırlık iç içe geçmiş çözünürlük ve 480i) yüksek çözünürlüklü televizyona (HDTV) geçiş oldu. HDTV farklı formatlarda yayınlanabilir: 1080p, 1080i ve 720p. 2010'dan beri akıllı televizyonun icadıyla birlikte, İnternet televizyonu, Pay-TV, Netflix, Amazon Prime Video, iPlayer ve Hulu gibi akışlı video hizmetleri aracılığıyla televizyon programlarının ve filmlerin İnternet üzerinden erişilebilirliğini artırdı. Daha önceki katot ışını tüpü (CRT) ekranların yerini, LCD'ler (hem soğuk katot arkadan aydınlatmalı hem de LED), OLED ekranlar ve plazma ekranlar gibi kompakt, enerji tasarruflu, düz panel alternatif teknolojilerin alması, 1990'ların sonlarında başlayan bir donanım devrimiydi. 2000'lerde satılan televizyonların çoğu hala CRT idi, düz ekran televizyonlar CRT'yi ancak 2010'ların başında kesin bir şekilde geçti. Büyük üreticiler 2010'ların ortalarında CRT, dijital ışık işleme (DLP), plazma ve hatta floresan arka aydınlatmalı LCD'lerin üretiminin durdurulacağını duyurdu. LED'ler yavaş yavaş OLED'lerle değiştirildi. Ayrıca, büyük üreticiler 2010'ların ortalarında giderek daha fazla akıllı TV üretmeye başladı. Entegre İnternet ve Web 2.0 işlevlerine sahip akıllı TV'ler 2010'ların sonlarında televizyonun baskın biçimi haline geldi. Televizyon sinyalleri başlangıçta yalnızca sinyali ayrı televizyon alıcılarına yayınlamak için yüksek güçlü radyo frekanslı televizyon vericileri kullanan karasal televizyon olarak dağıtıldı. Alternatif olarak, televizyon sinyalleri koaksiyel kablo veya optik fiber, uydu sistemleri ve 2000'lerden beri İnternet üzerinden dağıtılıyor. Standart bir televizyon seti, yayın sinyallerini almak ve kodunu çözmek için bir tuner dahil olmak üzere birden fazla dahili elektronik devreden oluşur. Tuner'ı olmayan bir görsel görüntü aygıtına televizyon yerine doğru bir şekilde video monitörü denir. Televizyon yayınları esas olarak simpleks yayınlardır, yani verici alamaz ve alıcı iletemez. Televizyonun parçaları. "Televizyon sisteminin temel parçaları şunlardır: Sosyal etkisi. Sayısal yayınların başlamasına kadar televizyon izleyicisi sadece alıcı durumunda idi. Sayısal yayınlar sayesinde kullanıcının etkileşime geçmesi süreci başladı. İzleyicilerin sürekli alıcı olması, televizyonun kolay ulaşılabilir bir kaynak olması, kullanılan etkili görsel ve işitsel ögelerle etkisinin yüksek olması, birçok aydının televizyona soğuk bakmasına neden oldu. Günümüzde televizyon yayıncılığının ilk amacı, reklam ve ticaret üzerine kuruludur. Ancak toplumda psikolojik etkisi de oluşmuş ve televizyon bağımlılığı olarak tabir edilen bir rahatsızlık ortaya çıkmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5641", "len_data": 5039, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.41 }
Mitoloji, mit veya söylen bilimi belirli bir din veya kültürdeki insanlık ile evrenin yaratılış ve doğasını, geleneklere özgü inanç ve uygulamaların sebebini açıklamaya yönelik söylencelerin tümü. Mit (söylen) sözcüğü gerçekte doğru olmayan bir hikâye veya anlatı için tercih edilir ve çoğunlukla bir "yanlışlık", "doğru olmayan" unsur vurgusu barındırır. Etimoloji ve isimlendirme. Yunanca kökenli mitoloji kelimesi bu dilde μυθολογία olarak yazılmakta olup, μυθος ("mithos") yani “söylenen ya da duyulan söz” ve λογος ["logos"] yani “konuşma” kelimelerinin birleşiminden oluşmuştur. Antik Yunanistan'da “geçmişte söylenenlerin tekrar edilmesi” gibi bir anlam barındırmaktayken zamanla Doğu dillerinde efsane, Batı dillerinde ise mit anlamı kazanmıştır. Türkçede aynı zamanda Arapça efsaneler veya mitoloji anlamına gelen أساطر ("asāṭir") kelimesi kökenli êsâtir sözcüğü de kullanılabilir. Arapça sözcüğün kökeni Arapça aynı anlama gelen اوسطورة (usṭūra(t)) sözcüğünün afāˁil vezninde çoğuludur. Nihai olarak ya Grekçe "anlatı, tarih" manasındaki "historía" sözcüğüne ya da Aramice “yazıcı, vakanüvis, tarih-kaydeden” anlamına gelen שְתָרָא (şṭārā) kelimesine dayandığı düşünülmektedir. Kelime Kuran'da "esâtîrü’l-evvelîne" kalıbıyla kullanılmakta olup eski halkların inançlarına atıfta bulunmaktadır. Mitoloji kelimesine karşılık "söylenbilim" veya "söylencebilim" isimleri önerilmiştir. Özellikler. Söylenceler konu itibarıyla tanrıları, soylu kişileri asilleri kahramanları ve doğaüstü varlıkları konu alan anlatılardır. Uyumlu bir sistem içerisinde düzenlenmişlerdir ve çoğunlukla geleneksel sözlü aktarı yoluyla (ozanlar, rahipler) yayılarak canlı kalırlar. Sıklıkla, ilgili oldukları topluluğun dinî veya ruhânî yaşantılarıyla bağlantılı olan mitler, rahipler veya hükümdarlar tarafından onaylanır. Topluluktaki bu ruhânî mevkilerini kaybettikleri zaman, yani topluluğun ruhânî yapısıyla aralarındaki bağ koptuğunda, mitolojik niteliklerini yitirir ve folklora ait söylenceler veya peri masalları haline gelirler. Bir mit gücünün bir kısmını topluluğun (en azından belirli bir kısmının) ona olan inancından ve doğru olarak kabul edilmesinden alır. Folklor, tüm kutsal geleneklerin birikimi vardır ve terimin kullanımında, günlük kullanımındakine benzer, herhangi bir kötüleme, aşağılama bulunmamaktadır. Örneğin bir dinin hem kendi mitolojisinden ve tekil olarak içerdiği mitlerden ayrı ayrı söz edilebilir. Bu durum tamamen bilimsel ve tarafsız bir yaklaşım olup, bahsedilen söylence ve kavramlara herhangi bir yalanlama atfetmediği gibi kötüleme ve aşağılama amacı da barındırmaz. Söylenceler sık sık gerek evrenin gerekse yerel bölgenin ortaya çıkışını açıklama amacı taşır. Örneğin sırasıyla yaratılış söylenceleri ve kuruluş söylenceleri gibi. Ayrıca sık sık doğa olaylarının, başka şekilde açıklanamayan kültürel geleneklerin açıklanması amacını da taşır. Genel olarak söylencelerin doğal anlamda basit bir izah sunmayan herhangi bir şeyi açıklamak için sık sık kullanıldığı söylenebilir. Mitoloji terimi Yunan mitolojisi veya Roma mitolojisi formunda olduğu gibi sıklıkla eski kültürlerin antik öykülerine atfen kullanılmaktadır. Bazı söylenceler orijinal olarak sözel bir geleneğin ürünüyken zamanla yazınsal duruma da gelmiştirler. Çoğu efsanenin başlangıç noktası aynı iken değişik coğrafya ve kültürlerden etkilenerek farklılaşmış birden farklı anlatı haline dönüşmüş, orijinal olanı ancak mitologların anlayabileceği kadar kompleks hale gelmişlerdir. Mit kutsal bir öyküyü anlatır; en eski zamanda, "başlangıçtaki" masallara özgü zamanda olup bitmiş bir olayı anlatır. Mit her zaman bir "yaratılış"ın öyküsüdür: Bir şeyin nasıl yaratıldığını, nasıl var olmaya başladığını anlatır. Din ve mitoloji. Çoğu dinde mitolojinin çok önemli ve öncelikli bir yeri bulunur. Mit, günlük kullanımdakinin tersine, aslında bir hikâyenin nesnel anlamda yanlış veya doğru olduğunu tanımlamaz, daha çok, nesnel veya materyalist nosyonlardan ilgisiz bir şekilde, doğru veya gerçek kavramının ruhsal, psikolojik ve/veya sembolik yönlerine gönderme yapar. Her ne kadar bugünkü yaygın dinlere mensup çoğu kişi dinlerinin kökeni ve gelişiminde yer alan anlatıları tarihî olaylar olarak ele alsalar da, bunları inanç sistemlerinin figüratif temsilleri olarak gören kişiler de mevcuttur. Bir dinin veya inancın sahip olduğu kavramlar ve anlatılar, karakteristikleri sebebiyle bilimsel anlamda mitik olabilirler ve buradan hareketle birisi Hristiyan mitolojisi, Hindu mitolojisi veya İslam mitolojisinden bahsedebilir. Bunun gibi terimlerden anlaşılması gereken o dindeki belirli kavramların, birer kültürel nesne olarak ruhâni, psikolojik ve/veya sembolik yönlerine yapılan atıf olmalıdır; bu dinlerin barındırdığı kavram veya anlatıların yanlış ve doğru olmadığı değil. Zira daha önce de tanımda belirtildiği gibi, mit ve dolayısıyla mitoloji, materyalist veya objektif bir doğruluk nosyonu barındırmadığı gibi bu tip amacı da barındırmaz. Din ve mitoloji ilişkisindeki yaygın bir hata da, eski toplulukların inandığı dinlerin mitolojileri ile karıştırılmasıdır. Din ile mitoloji arasındaki içleyici yakın ilişki sebebiyle belirli bir nesne her iki kümenin de elemanı olabilir. Bununla birlikte genel anlamda din ile mitoloji tamamen farklı terim ve kavramlardır. Mitoloji salt mitolojik nesnelerle ilgilenirken, dinin çevrelediği alan ve nesneler daha farklıdır; liturjiden eskatolojiye kadar. Dinî kavramların mitolojik bir yönünün olabilir olması, dinî kavramın dinî oluşunu arka plana itmez. Bu sebeple örneğin Kelt mitolojisi ve Kelt dini ile kastedilen ayrı şeylerdir; bazı aynı elemanları barındırsalar ve birçok ilişkileri olsa dahi. Sınıflandırma. Ritüel mitleri, belirli dinî uygulamaların yapılışını veya anlamını açıklayan mitlerdir. Tapınma, ibadet eylemi ile yakın bir ilişki içerisindeki bu mitler, dinî veya ruhâni sistemin liturjik yapısında yer alabilirler. Köken mitleri bir töre, isim, nesne veya canlının kökenini açıklayan mitlerdir. Kült mitleri bir tanrının (veya tanrısal unsurlar taşıyan varlığın) gücünü gösteren kompleks kutlamaları açıklayan mitlerdir. Prestij mitleri genellikle tanrısal unsurlar veya kutsallık atfedilmiş belirli bir halk, kahraman veya şehirle ilgili mitlerdir. Eskatolojik mitler bilinen dünyanın sonunu getireceği öne sürülen bir mutlak sonu veya buna dair kavram ve olayları açıklayan, kısacası eskatolojik şeyleri konu alan, mitlerdir. Sosyal mitler ise o anki sosyal değer veya uygulamaları savunmak veya güçlendirmek amacı taşıyan mitlerdir. Bir mit birden çok kategoriye uyabilirse de konularına göre efsaneler kabaca 3 kategoride incelenebilirler. İlgili kavramlar. Mitler öykünce, söylence, halk öyküsü (folklorik hikâye, "folktale"), peri masalı, anekdot veya kurgu gibi kavramlarla aynı (yani eşit) olmasa da, bu kavramlarla çakışabilir: örneğin bir öykü hem bir mit hem de bir efsane olabilir. Mitolojik temalar yazın(edebiyat)da sıklıkla ve bilinçli bir şekilde işlenir ve ortaya çıkan eser belirli mitolojik arka planlara gönderme yapsa da kendi bir mitler bütünü içerisinde yer almayabilir (Cupid ve Psyche). Kültürel ve veyahut dinî bir paradigma kayması sonucu mitler pragmatik bağlamda kendilerine yer edinebilirler: örneğin Hristiyanlığın yükselişiyle birlikte çeşitli pagan mitolojik nesnelerinin Hristiyanlaştırılması gibi. Böylece mitolojik nesneler değişime uğrayabilir, yeni kültür veyahut dinde kendilerine bir yer bulabilirler. Tersi yönde, kültürel veyahut dinî nesneler de mitolojik nesnelere dönüşebilir; zamanla tarihi veya edebî materyal mitolojik nitelikler kazanabilir. Mitolojinin bilinçli üretimine J. R. R. Tolkien tarafından mythopoeia ismi verilmiştir. Otoriteler efsanelerin aslı konusunda ortak bir kanıya varamamışlar, bir kısmı yaşanmış ama unutulmuş veya eksik hatırlanan tarihin zamanla efsanelere, gerçek insanların tanrılara dönüştürüldüğünü diğer kısmı ise tamamen bilinçaltı ve hayal gücünün ürünü olduğunu ileri sürmüştü. Mitoloji Güzel sanatlardan gelir, düşün ve duyguların töresel dışavurumudur. Mitlerin oluşumu. Mitlerin geniş açıklayıcı özellikleri oluşumlarını belirli bir oranda muğlaklaştırmakta olup söylencelerin kökeni konusunda yazarlar arasında ortak uzlaşı bulunmamaktadır. Kimi yazarlar yaşanıp unutulmuş gerçek olaylara kimisi tamamen bilinçaltı ve hayal gücüne, antropolog Paul Radin'in başını çektiği bir grup ise toplumların var olma ve kaynak bulma ihtiyaçlarını sömüren dini ve siyasi önderler tarafından teşvik edilip oluşturulduğu görüşündedir. Mitler kabile, şehir veya ulus gibi kültürel kurumları evrensel hakikatlere bağlayarak yetkilendirebilir (bunlara yetki verebilir). Tüm kültürler kendi dinleri, kahramanları, tarihleri ve benzeri unsurlarına ilişkin anlatıları barındıran kendi mitlerini zamanla geliştirmişlerdir. Bu mitlerin, barındırdıkları sembolik anlamların gücünün, uzun süreler boyunca canlı kalabilmelerinin (bazen binlerce yıl boyunca) ana sebeplerindendir. Mâche, temel (ve öncül) ruhsal bir bağlamdaki görüntü olarak mit ile, bir tür mitolojiyi, bu görüntüler (mitler) arasında belirli bir uyumu sağlamaya çalışan bir sözcükler sistemi şeklinde ayrıştırma yapmaya çalışırlar. Mitlerin toplamı, bütünü mitos olarak adlandırılır. Bunların (mitosların) toplamına, bütününe ise mitoi denir. Bunun önemli bir türü bir kültürün evrenin nasıl yaratıldığına ilişkin görüş ve inançlarını açıklayan ve tanımlayan Yaratılış Söylenceleridir. Çağdaş mitoloji. Yıldız Savaşları veya Tarzan gibi film ve kitap serileri zaman zaman güçlü mitolojik yönler barındırırlar ki bu yönler bazen derin ve karışık felsefî sistemlere (doğru) gelişebilir. Bu nesneler mitoloji olmasalar da mitik temalar içerirler ki bunlar bazı kişilere göre benzer psikolojik ihtiyaçları karşılar. Bunun bir örneği J. R. R. Tolkien tarafından yazılan Hobbit ve Yüzüklerin Efendisi isimli romanlarda ve yine yazarın notları incelenerek oğlu Christopher Tolkien tarafından yayına sunulan "Silmarillion", "Húrin'in Çocukları", "Orta Dünya Tarihi", vd. eserlerinde anlatılan Orta Dünya evreninde görülebilir. Bazı sevenleri veya takipçileri kurgusal kompleks dünyaları, Star Trek serisindeki gibi, yanlış bir şekilde mitoloji olarak yorumlarlar; oysa bunlar nesnel ve bilimsel bağlamda mitoloji olarak tanımlanamaz. Kurgu, insanlar ona inanmadıkları ve ruhâni (veya psikolojik) yaşantıyla bir bağ kurulmadıkça, gerçek anlamda mitoloji seviyesine ulaşamaz. Ayrıca Percy Jackson ve Olimposlular serisi mitolojinin günümüze uyarlamasıdır. Bölgelere göre mitoloji örnekleri. "Ana madde: Mitolojiler listesi" Asya mitolojisi. Ayyavazhi mitolojisi - Budist mitoloji - Bon mitolojisi (Budizm öncesi Tibet mitolojisi) - Çerkes mitolojisi - Çin mitolojisi - Gürcü mitolojisi - Hint mitolojisi - Hmong mitolojisi - Japon mitolojisi - Kore mitolojisi- Pers mitolojisi - Filipin mitolojisi - Türk mitolojisi - Vietnam mitolojisi Avustralya ve Okyanusya mitolojisi. Aborijin mitolojisi - Hawaii mitolojisi - Maori mitolojisi - Melanezya mitolojisi - Mikronezya mitolojisi - Papua mitolojisi - Polinezya mitolojisi - Rapa Nui mitolojisi Avrupa mitolojisi. Anglo-Sakson mitolojisi - Bask mitolojisi - Katalan mitolojisi – Kelt mitolojisi - Korsika mitolojisi - Çuvaş mitolojisi - Girit mitolojisi - Hollanda mitolojisi - İngiliz mitolojisi - Etrüsk mitolojisi - Estonya mitolojisi - Fransız mitolojisi - Cermen mitolojisi - Macar mitolojisi - Fin mitolojisi - İrlanda mitolojisi - Leton mitolojisi - Litvanya mitolojisi - Lusitanya mitolojisi - Nors mitolojisi - Roma mitolojisi – Romanya mitolojisi - Sardinya mitolojisi - İskoç mitolojisi - Slav mitolojisi - İspanyol mitolojisi - İsviçre mitolojisi – Tatar mitolojisi - Yunan mitolojisi-Norveç mitolojisi Orta Doğu mitolojisi. Arap mitolojisi (İslam ve İslam öncesi) - İbrahimi mitoloji (Yahudilik ve Yahudilik öncesi) - Anadolu mitolojisi - Pers mitolojisi - Mezopotamya mitolojisi (Sümer, Asur ve Babil) - Yezidi mitoloji - Kuzey Amerika Yerlileri mitolojisi. Abenaki mitolojisi - Algonkin mitolojisi - Karaayak mitolojisi - Çipevaa mitolojisi - Çiksav mitolojisi - Çoktav mitolojisi - Krik mitolojisi - Apsaloke mitolojisi - Haida mitolojisi - Ho-Chunk mitolojisi - Hopi mitolojisi - Eskimo mitolojisi - İrokua mitolojisi - Huron mitolojisi - Kwakiutl mitolojisi - Lakota mitolojisi - Leni Lenape mitolojisi - Miwok mitolojisi - Navaho mitolojisi - Nootka mitolojisi - Ohlone mitolojisi - Pavni mitolojisi - Pomo mitolojisi - Saliş mitolojisi - Seneca mitolojisi - Çimmesya mitolojisi - Ute mitolojisi - Zuni mitolojisi Güney Amerika ve Mezoamerika Yerlileri mitolojisi. Aztek mitolojisi - Chilota mitolojisi - İnka mitolojisi - Guaraní mitolojisi - Haiti mitolojisi - Maya mitolojisi - Mapuçe mitolojisi - Olmec mitolojisi - Toltec mitolojisi Diğer bölgeler. Mısır Mitolojisi-Sotho mitolojisi - Tonga mitolojisi - Tumbuka mitolojisi - Xhosa mitolojisi - Yoruba mitolojisi - Zulu mitolojisi Mitografi. Mitograf ya da mitolog, mitleri derleyen kişiye mitografi ise mitolojik konuların sunumuna verilen isim olup, Yunanca μυθογραφία “öykü yazma” kelimesiyle ilişkilidir. 21'inci yüzyılda mitograflar, bazen yeni bir çalışma alanı açan, genellikle de kültürel antropoloji ve din bilimi gibi alanlarda çalışan uzman yorumcular olarak ortaya çıkar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5642", "len_data": 13179, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 4.05 }
Cumhuriyet Bayramı veya "Cumhuriyet Günü" birçok ülkenin cumhuriyet rejimine geçtiği tarihi esas alarak, resmi tatil olarak kutladığı günün adıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5648", "len_data": 147, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.34 }
Kalevipoeg, Estonların Friedrich Reinhold Kreutzwald tarafından kitaba alınmış ulusal destanıdır. Destanda, başta Finlerin Kalevala Destanı olmak üzere, diğer İskandinav mitlerine benzerlikler görülmektedir. Destan, dev bir kahraman olan "Kalevipoeg" (Kalev'in Oğlu) etrafında gelişmektedir. Özellikle Doğu Estonya bölgesinde, Kalevipoeg'in düşmanlarının üstüne fırlatmak için dev kayaları taşıdığı ve hatta bir kirpinin ona verdiği öğüt doğrultusunda, kalasları da silah olarak kullandığı anlatılır. Destana göre Kalevipoeg, ayakları kesildiği zaman ölmüştür. Kelevipoeg, Kalev ve Linda'nin çocuklarından biridir. Akrabaları Alevipoeg, Olevipoeg ve Sulevipoeg de destanda sıkça geçen karakterlerdir. Destanda, Linda'nın, bir hastalıkta kaybettiği eşi Kalev'in mezarını yapmak için, bugünkü Estonya'nın başkenti Tallinn'in eski şehrindeki Toumpea tepesine kayalar taşımaya çalıştığı ve yeterince kaya taşıyamadığı için ağladığını ve göz yaşlarıyla bugünkü Tallinn'in içme suyu ihtiyacını karşılayan Ülemiste Gölü'nü oluşturğu yazar. Estonya halk müziğinde, Kelevipoeg çok sık kullanılan temalardan biridir. Kalevipoeg, ilk defa (17. yüzyılda) Heinrich Stahl araştırmaları sonucu ortaya çıkmıştır ve bu sözlü epik, 1839'de Friedrich Robert Faehlmann tarafından kaleme alınmıştır. Kalevipoeg'in 13.817 mısradan oluşan ilk hali (1853), o dönemdeki baskılar ve sansür yüzünden kaleme alınamamıştır. 19.087 mısradan oluşan tekrar gözden geçirilmiş hali, 1857 ile 1861 yılları arasında kaleme alınmış ve Almancaya da çevrilmiştir. 1862'de, 19.023 mısralık üçüncü hali de Kuopio, Finlandiya'da basılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5658", "len_data": 1599, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.68 }
Kannel, Estonyalıların geleneksel çalgısı. Yayla çalınanının dört, elle çalınanının altı teli vardır. Bu çalgı, Estonyalılarla akraba olan Finlerin kantele ve bugün Rusya'ya bağlı Mari El Cumhuriyeti'nde azınlık olarak yaşayan Marilerin kuslelerine benzer.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5659", "len_data": 256, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.54 }
Statik şu anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5674", "len_data": 30, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 1.33 }
Grup teorisi veya Grup kuramı, simetrileri inceleyen matematik dalıdır. Simetri kuramı olarak da adlandırılabilir. Bir nesnenin simetrileri ile kast edilen, nesneye uygulandığında nesneye hiçbir etki olmamış gibi sonuç veren dönüşümlerdir. Her nesnenin en az bir simetrisi vardır: hiçbir şey yapmadan olduğu gibi bırakma dönüşümü. Bahsettiğimiz dönüşümlerin tersleri de vardır ve aradığımız özellikleri sağlarlar. Son olarak da dönüşümlerin art arda yapılması, birleşimli bir işlemdir. Bu üç koşula sırasıyla birim elemana sahip olma, elemenların tersi olma ve grup işleminin birleşmeli olması denir. Bu kavramların matematikte soyutlanması, üzerinde tersinebilir ve bileşme özelliğine sahip ikili bir işlemin tanımlı olduğu kümeler ile yapılır. Daha detaylı açıklamak gerekirse, grup nesnesi bir küme G ve onun üzerinde tanımlı bir formula_1 işleminden oluşur. Bu operasyonun aşağıdaki şartları sağlaması gereklidir: 1) G'nin herhangi üç elemanı a, b, c için formula_2 eşitliği sağlanmalıdır, 2) G'nin öyle bir e elemanı vardır ki, G'deki herhangi bir a için formula_3 eşitliği sağlanır (yani e etkisiz elemandır) ve de e, G'de bu özelliği sağlayan tek elemandır, 3) G'deki her a elemanı için öyle bir b elemanı bulmak mümkündür ki formula_4 eşitliği sağlansın. Eğer bu eşitlik sağlanıyorsa b elemanına a elemanının tersi adı verilir. Yukardaki tanımda dikkat edilmesi gereken bir nokta ise işlemimizin değişme özelliği olduğunu varsaymıyor oluşumuzdur. Yani bazı gruplarda öyle iki a ve b elemanı bulmak mümkündür ki formula_5 olsun. Öte yandan eğer bir grupta fazladan değişme özelliği de varsa o gruba "Abel grubu" veya "değişmeli grup" denir. Gruplar sonlu, sayılabilir sonsuz veya sayılamaz sonsuz sayıda eleman içerebilirler. Kısa tarih. İlk başta Fransız matematikçi Evariste Galois tarafından cisimler teorisi'ndeki sonlu genişlemeleri açıklamak için tanımlanmışlardır. Bu konu daha sonraları Galois genişlemeleri adıyla anılmaya başlanmış ve bu alanda karşımıza çıkan gruplara da Galois grupları denmiştir. Galois grupları günümüzde hala daha Cebirsel geometri alanının temel uğraş alanları içerisindedirler. Öte yandan gruplar saf matematikte hızla başka uygulama alanları bulmuşlar ve katı hal fiziği ve Oyunlar teorisi gibi uygulamalı alanlara da sıçramışlardır. 1980'li yıllarda tamamlanan sonlu grupların sınıflandırılması projesi modern matematiğin en büyük başarılarından biri olarak kabul edilir. Gruplara bazı örnekler. 1) Tam sayılar kümesi ve üzerindeki toplama işlemi, bir Abel grubudur. 2) 0'dan farklı rasyonel sayılar ve çarpma işlemi, bu da Abeldir. 3) Simetrik n grubu, formula_6 kümesinden kendi içerisine birebir örten fonksiyonlardan oluşur. Eleman sayısı formula_7 dir ve Abel değildir. n sonsuz ise, bu grubun eleman sayısı da sonsuzdur. 4) Lie grupları, diferansiyel geometri alanının uğraş konularıdır. Lie gruplarının en temel örneği, genel doğrusal grup olarak adlandırılan ve formula_8 ile gösterilen, formula_9 doğrusal uzayanın birebir örten ve doğrusal dönüşümlerinin oluşturduğu gruptur. 5) n bir pozitif tam sayı ve G, 2n mertebeli bir grup olsun G'nin (e, G'nin birimi) a2=e olacak şekilde e' den farklı bir a elemanı vardır. 6) Boş olmayan bir formula_10 kümesi verilsin. formula_10 tarafından üretilen serbest grup, formula_12 ile gösterilen ve elemanları formula_10 in elemanları tarafından oluşturulan sadeleşmiş kelimeler olan gruptur. formula_10 boş olmadığından formula_12 her zaman sonsuzdur. formula_16 ise formula_17 dir. formula_18 ise formula_12 değişmeli değildir. Önemli Grup Sınıfları. 1) Değişmeli gruplar, eleman sayılarına göre sonlu veya sonsuz olabilirler. Değişmeli grupların sınıflandırılması şöyledir: Grup eğer sonlu ise, mertebesi asal sayıların kuvvetleri olan devirli değişmeli grupların toplamı şeklinde yazılabilir. Mesela, formula_20 i düşünelim. formula_21 olduğundan formula_22 tir. Aynı mertebeye sahip olan fakat birbirlerine izomorf olmayan değişmeli gruplar bulunabilir. Örnek olarak, mertebesi 8 olan değişmeli gruplar ailesi şu farklı grupları içermektedir: formula_23, formula_24 ve formula_25. Sonsuz mertebeli değişmeli gruplar kendi içlerinde sonlu eleman tarafından üretilenler ve sonsuz eleman tarafından üretilenler olmak üzere iki sınıfa ayrılırlar. Sonlu eleman tarafından üretilen sonsuz değişmeli gruplar, formula_26 nin formula_27 tane kopyasının ve bir sonlu değişmeli grubun toplamı şeklinde ifade edilebilirler. Örnek olarak, formula_28 yi verebiliriz. Burada formula_27 sayısına o grubun rütbesi, yani rankı, denir. formula_28 örneğinde rütbe 2 dir. Dikkat edilecek olursa, grubun rütbesinin tanımlandığı kısım, örnekte formula_31, grubun sonsuz kısmını ifade eder. Geriye kalan kısım, örnekte formula_23 kısmı, grubun burulma (veya kıvrılma) kısmını ifade eder. Sonlu gruplar her zaman sonlu bir küme tarafından üretildiklerinden şu sonuca varırız: Sonlu eleman tarafından üretilen değişmeli gruplar (sonlu veya sonsuz olabilirler) her zaman bir serbest değişmeli kısım (yani formula_26 li kısım) ve burulmalı kısmın toplamı şeklinde ifade edilebilirler. Başka bir örnek olarak, mertebesi 12 olan grupları düşünelim. Mertebesi 12 olan değişmeli gruplar formula_34 ve formula_35 tür. Mertebesi 12 olan fakat değişmeli olmayan gruplar, formula_36, formula_37 ve formula_38 dir. Bu lisetenin başka bir grup içermediği gösterilirken, başka bir deyişle, mertebesi 12 olan bir grubun bu listelenmiş gruplardan biri olduğu gösterilirken Sylow teoremleri kullanılır. Mertebesi 12 olan değişmeli grupların listesi hazırlanırken yukarıda bahsedilen sınıflandırma kullanılır. 2) Aşağıdaki tabloda, mertebesi küçük gruplar listelenmiştir. 3) Keyfi seçilmiş her grup bir grup gösterimine sahiptir. formula_39 grubu verildiğinde, öncelikle formula_39 yi üreten bir formula_41 altkümesi seçilir. Böyle bir formula_41 her zaman vardır çünkü formula_43 seçilebilir. Serbest gruplar gruplar kategorisinin serbest objeleri olduklarından formula_41 tarafından üretilen serbest grup formula_45 her zaman vardır. formula_41 kümesi formula_39 yi ürettiğinden, formula_41 nin elemanları tarafından üretilmiş sadeleşmiş serbest kelimelerin bir kısmı formula_39 nin elemanlarını temsil ederler. Diğer bir kısmı ise formula_39 içinde birim elemana eşit olan elemanları temsil ederler. formula_51 kümesi ile, formula_39 içinde birim elemanı temsil eden formula_41-kelimelerini gösterirsek, formula_54 grup gösterimini elde ederiz. Örnek olarak, formula_55 verilebilir. Bu gösterimden formula_56 grubunun formula_57 ve formula_58 gibi iki eleman tarafından üretildiği ve bu iki eleman arasında formula_59 ve formula_60 ilişkilerinin olduğu görülür. formula_60 ilişkisi grubun değişmeli olduğunu gösterir. Ayrıca, formula_57 ve formula_58 tarafından üretilen serbest grup formula_64 nin kelimelerinin, bu ilişkilere göre sadeleştirilmiş halleri formula_56 grubunun elemanlarını ifade ederler. Gruplar, sonlu gösterimli ve sonsuz gösterimli olmak üzere iki sınıfa ayrılırlar. Sonlu gösterimli gruplar formula_51 kümesi sonlu olan en az bir gösterimi kabul eden gruplardır. Hiçbir gösterimi sonlu olmayan gruplar ise gösterimi sonsuz sınıfına düşerler. Sonlu gösterimli grupların Descartes çarpımları da serbest çarpımları da sonlu gösterimlidir. formula_67 ve formula_68 olsun. formula_69 nin bir gösterimi formula_70 dir. formula_71 nin bir gösterimi ise formula_72 dir. 4) formula_39 üzerinde tanımlanan ikili işlemin, yine formula_39 üzerinde tanımlanmış bir topolojiye göre sürekli olup olmaması önemli grup sınıfları oluşturur. Eğer, bu ikili işlem formula_75 in topolojisine göre sürekli ise, formula_39 grubuna topolojik grup denir. Benzer şekilde, formula_39 üzerinde bir topoloji ve ayrıca gerçel analitik yapı var ise, mesela formula_39 bir çokkatlı olabilir ve ikili işlem gerçel analitik ise, formula_39 grubuna Lie grubu denir. Örnek olarak, 2 boyutlu tersinir kare matris grubu, bir gerçel 4 boyutlu tıkız olmayan bağlantısız Lie gruptur. Eğer gerçel yapı karmaşık yapıyla değiştirilirse, karmaşık Lie grubu elde edilir. 5) Gruplar ayrıca, hiperbolik gruplar, uyumlu grup lar (amenable group), T-özelliğine sağlayan veya sağlamayan gruplar gibi ana sınıflara ayrılırlar. Grupların Cayley Çizgeleri. Her gruba bir formula_80 çizgesi tayin edilerek, çizge teorisinin kombinatorik sonuçları, grup teorisinde kullanılabilir. Bu özel çizgeye Cayley çizgesi denir ve şöyle inşa edilir: formula_39 grubunu üreten formula_41 kümesi seçildikten sonra, formula_41 nin her formula_84 elemanına formula_85 ile gösterilen bir renk atanır. Uçlar kümesi, yani formula_86, olarak formula_39 kümesi seçilir. formula_88 için formula_89 şeklinde formula_90 var ise, formula_91 ucundan formula_92 ucuna formula_85 renkli kenar çizilir. Elde edilen renki yönlendirilmiş çizge formula_80 dir. Grupların Cayley çizgeleri formula_117 e her zaman gömülebilirler. Ayrıca, her yönlü çizge bir Cayley çizgesi değildir. Cayley çizgesi kullanılarak, grubun tekil Laplace operatörü tanımlanır. Grupların Gösterim Kompleksleri. Grup gösterimleri kullanılarak, her gruba karşılık bir hücre kompleksi inşa edilir. Bu teknik, geometrik grup teorisinde sıklıkla kullanılır. formula_54 gibi bir gösterimin verildiğini kabul edelim. formula_119 ile tek noktası olan topolojik uzayı gösterelim. formula_41 kümesinin her elemanı için, 1-boyutlu bir kenar, bu tekil noktaya uç noktalarından yapıştırılsın. Oluşan uzayı formula_121 ile gösterelim. formula_51 kümesinin elemanları, formula_39 içinde birim elemana denk gelen kelimeler olduklarından, bu tür her kelimeye karşılık, 2-boyutlu bir disk, topolojik sınırı 1-boyutlu kenarlara denk gelecek şekilde yapıştırılabilir. Oluşan 2-boyutlu formula_124 uzayı, formula_39 nin hücre kompleksi dir. Bu hücre kompleksinin temel grubu formula_39 nin kendisi olup, topolojik evrensel örtüsünün 1-boyutlu iskeleti formula_39 nin Cayley çizgesidir. Örnek: formula_128 in gösterim kompleksi torustur. Grup Teorisinin Diğer Teorilerle İlişkisi. Grup teorisi cebirin en sık kullanılan yapısı olduğundan, matematiğin diğer dallarında pek sık kullanılır. Aşağıda, bu ilişkilerin birkaçı açıklanmıştır. Grup Teorisinin Önemli Uygulamaları. Aşağıda bazı önemli uygulamalar verilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5678", "len_data": 10162, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.92 }
Tarih öncesi veya Prehistorya (Latince, præ = önce + Yunanca, ιστορία = tarih), insanlığın yazının bulunmasından önceki dönemidir. Yazılı tarih öncesi olarak da bilinen prehistorya, yaklaşık 3,3 milyon sene önce insansı ara türlerin taş aletleri ilk kez kullanması ile yazılı dilin icadı arasındaki zaman dilimini ifade eder. İnsanlar erken dönemlerde semboller, işaretler ve resimler kullanmış olsa da, bilinen en eski yazı dili yaklaşık 5000 yıl önce ortaya çıkmıştır. Yazı dilinin yaygın olarak benimsenmesi binlerce sene sürmüş ve 19. yüzyıla gelindiğinde neredeyse tüm kültürlerde kullanılmaya başlanmıştır. Tarih öncesinin sonu farklı yerlerde değişiklik gösterir ve bu terim tarih öncesinin nispeten yakın zamanda sona erdiği toplumlarda daha az kullanılır. Erken Tunç Çağı'nda, Sümer (Mezopotamya), İndus Vadisi ve eski Mısır'daki uygarlıklar kendi yazılarını geliştiren ve tarihsel kayıtlar tutan ilk uygarlıklar arasındaydı. Daha sonra diğer uygarlıklar da aynı yolu izlemiş ve çoğunluğu Demir Çağı'nda tarih öncesinin sonuna ulaşmıştır. Tarih öncesinin üç çağa ayrılması (Taş Devri, Tunç Devri ve Demir Devri) Avrasya ve Kuzey Afrika'nın büyük bölümünde hala kullanılmaktadır, ancak Okyanusya, Avustralasya, Sahra Altı Afrika ve Amerika'nın bazı bölgeleri gibi sert metal işçiliğinin Avrasya kültürleriyle temas yoluyla aniden ortaya çıktığı bölgelerde geçerli değildir. Bu bölgeler Avrupalıların gelişinden önce karmaşık yazı sistemleri geliştirmemişlerdir, bu nedenle tarih öncesi dönemleri daha yakın zamanlara kadar uzanmaktadır, örneğin 1788 yılı Avustralya'da tarih öncesinin bitimi olarak kabul edilmektedir. Bir kültürün başkaları tarafından yazıldığı ancak kendi yazı sistemini geliştirmediği dönem, o kültürün prototarihi olarak adlandırılır. Tanım gereği, insan tarih öncesine ait yazılı kayıtlar bulunmamaktadır ve bu durum ancak tarih öncesi malzemeler ve insan kalıntıları gibi maddi arkeolojik ve antropolojik kanıtlarla anlaşılabilir. Bunlar başlangıçta folklorun toplanmasıyla ve modern zamanlarda gözlemlenen okuma yazma öncesi toplumlarla karşılaştırılarak anlaşılmıştır. Tarih öncesi kanıtları anlamanın anahtarı tarihlendirmedir ve 19. yüzyıldan bu yana güvenilir tarihlendirme teknikleri geliştirilmiştir. Diğer teknikler arasında malzemelerin kullanımını ve kökenini belirlemek için adli kimyasal analiz ve tarih öncesi halkların akrabalık ve fiziksel özelliklerini belirlemek için kemiklerin genetik analizi yer almaktadır. Tanım. "Tarih öncesi" terimi, yazılı kayıtların tutulmasından önceki zaman dilimini ifade eder. Bu, evrenin veya dünyanın başlangıcından bu yana geçen süreyi içerebilir, ancak daha yaygın olarak yeryüzünde yaşamın ortaya çıkmasından veya insan benzeri varlıkların ortaya çıkmasından bu yana geçen süre olarak tanımlanır. Tarih öncesinin sonu tipik olarak yazılı tarihi kayıtların ortaya çıkışıyla işaretlenir ve bu da bölgeye göre değişebilir. Örneğin, Mısır'da tarih öncesinin M.Ö. 3100 civarında sona erdiği kabul edilirken, Yeni Gine'de daha yakın bir tarihte 1870'lerde sona erdiği kabul edilmektedir. Tarihçiler, insanlığın tarih öncesini bölmek için Taş Devri, Bronz Devri ve Demir Devri'ni içeren üç çağ sistemi gibi farklı sistemler kullanmaktadır. "Tarih öncesi" terimi Aydınlanma döneminde ortaya çıkmış ve ilk kez 1836 yılında İngilizce olarak kullanılmıştır. İnsanlık öncesi zaman dilimlerinin sistematik hale getirilmesi ve insan tarih öncesi için üç çağ sistemi 19. yüzyılın sonlarında İngiliz, Alman ve İskandinav antropologlar, arkeologlar ve antikacılar tarafından geliştirilmiştir. Taş Devri. "Taş Devri" terimi, dünyanın birçok bölgesinin arkeolojisinde insanlık tarihinin belirli bir dönemini ifade etmek için yaygın olarak kullanılmaktadır. Ancak, Amerika kıtası arkeolojisinde bu dönem Litik evre veya Paleo-Indian olarak adlandırılır. Ayrıca, Avrasya'da bu dönemi tanımlamak için kullanılan alt bölümler tüm bölgeye tutarlı bir şekilde uygulanamayabilir. Paleolitik. Eski Taş Devri olarak da bilinen Paleolitik dönem, Taş Devri'nin en erken dönemidir ve yaklaşık 3,3 milyon yıl önce homininler tarafından taş aletlerin ilk kez kullanılmasından MÖ 11.650 civarında Pleistosen'in sonuna kadar olan zaman dilimini kapsar. Paleolitik dönemin ilk kısmı, Kenya'daki Lomekwi bölgesinde bulunan ve muhtemelen Kenyanthropus tarafından kullanılan en eski taş aletlerle başlayan Alt Paleolitik olarak adlandırılır. Alt Paleolitik dönemde erken homininlerin ateşi kontrol ettiğine dair sınırlı kanıt vardır, ancak H. erectus veya H. ergaster'in İsrail'de M.Ö. 790.000 ila 690.000 yılları arasında ateş yakmış olabileceğine inanılmaktadır. Ateşin kullanımı ilk insanların yemek pişirmesine, ısınmasına ve geceleri bir ışık kaynağına sahip olmasına olanak sağlamıştır. Orta Paleolitik dönem yaklaşık 200.000 yıl önce erken Homo sapiens'in ortaya çıkmasıyla başlamıştır. Bu dönem, modern dil kapasitesini gösteren anatomik değişikliklere ve insanların ateşi kullandığına dair ilk kesin kanıtlara tanıklık etmiştir. Orta Paleolitik dönemde ayrıca sistematik gömü, müzik, erken sanat ve giderek daha sofistike hale gelen çok parçalı aletlerin kullanımı da gelişmiştir. Paleolitik Çağ boyunca insanlar genellikle göçebe avcı-toplayıcılar olarak, küçük ve eşitlikçi toplumlar halinde yaşamışlardır. Ancak, bol kaynaklara veya gelişmiş gıda depolama tekniklerine sahip bazı toplumlar, şeflikler ve sosyal tabakalaşma gibi karmaşık sosyal yapılara sahip yerleşik yaşam tarzları geliştirmiştir. Mezolitik. Orta Taş Devri olarak da bilinen Mezolitik Çağ, Paleolitik ve Neolitik dönemler arasında insanoğlunun teknolojik gelişiminin yaşandığı bir dönemdir. Bu dönem yaklaşık 10.000 yıl önce, Pleistosen çağının buzullarının geri çekilmeye başlamasıyla başlamıştır. Mezolitik dönemin sonu, bu tarih bölgeye göre değişmekle birlikte, tarımın başlamasıyla işaretlenmiştir. Son buzul çağının etkilerinin asgari düzeyde olduğu bölgelerde, bunun yerine bazen "Epipaleolitik" terimi kullanılmaktadır. Kuzey Avrupa gibi iklimin ısındığı ve bataklıklardan gelen besin kaynaklarının bol olduğu bölgelerde Mezolitik dönem birkaç bin yıl sürmüş ve Maglemosian ve Azilian gibi benzersiz kültürler üretmiştir. Buna karşılık, tarımın Pleistosen'de zaten mevcut olduğu bölgelerde Mezolitik dönem daha kısa ve daha az tanımlıdır. Mezolitik döneme ait kalıntılar çok azdır ve genellikle çöp çukurları ya da antik çöplüklerle sınırlıdır. Ormanlık alanlarda, tarım için daha fazla araziye ihtiyaç duyulan Neolitik döneme kadar yaygın olmasa da, erken ormansızlaşmaya dair kanıtlar bulunmuştur. Mezolitik dönem, mikrolit ve mikroburin gibi küçük çakmaktaşı aletlerin yanı sıra kano ve yay gibi ahşap nesnelerle karakterize edilir. Bu teknolojiler ilk olarak Azilya kültürleriyle Afrika'da ortaya çıkmış, daha sonra İbero-Maurus ve Kebaran kültürleri aracılığıyla Avrupa'ya yayılmıştır. Ancak, bağımsız olarak geliştirilmiş olmaları da mümkündür. Neolitik. "Yeni Taş Devri" olarak da bilinen Neolitik dönem, Orta Doğu'nun bazı bölgelerinde ve daha sonra dünyanın diğer bölgelerinde M.Ö. 10.200 civarında başlamıştır. M.Ö. 4.500 ile 2.000 yılları arasında sona ermiştir. Bu süre zarfında, baskın insan türü olarak sadece Homo sapiens sapiens kalmıştır. Bu döneme, ekinlerin ve hayvanların evcilleştirilmesi, kalıcı yerleşimlerin ve erken şefliklerin kurulması gibi teknolojik ve sosyal gelişmeler damgasını vurmuştur. Dönem, "Neolitik Devrim" olarak bilinen çiftçiliğin başlamasıyla başlamış ve metal aletlerin yaygınlaşmasıyla sona ermiştir. Neolitik terimi Eski Dünya'da yaygın olarak kullanılmaktadır, ancak Amerika ve Okyanusya'da metal işleme teknolojisini tam olarak geliştirmemiş kültürlere uygulanması sorunlara yol açmaktadır. Erken Neolitik dönemde tarım, siyez buğdayı, darı, kavuzlu buğday, köpek, koyun ve keçi gibi dar bir bitki ve hayvan yelpazesiyle sınırlıydı. M.Ö. 6.900-6.400'lere gelindiğinde, evcilleştirilmiş sığır ve domuzların yanı sıra çanak çömlek kullanımı ve kalıcı ya da mevsimlik yerleşimlerin kurulması da söz konusu olmuştur. Neolitik dönem aynı zamanda erken köylerin, tarımın, hayvan evcilleştirmenin, aletlerin ve savaşın başlangıcının gelişimine tanıklık etmiştir. Yerleşimler daha kalıcı hale gelmiş, bazılarında kerpiçten yapılmış dairesel evler, bazılarında ise ailelerin tek ya da birden fazla odada yaşadığı dikdörtgen kerpiç evler görülmüştür. Mezar bulguları bir atalar kültünün varlığına işaret etmektedir ve Vinča kültürü en eski yazı sistemini yaratmış olabilir. Ġgantija'nın megalitik tapınak kompleksleri büyük yapılarıyla bilinmektedir. Bazı geç Avrasya Neolitik toplumları karmaşık tabakalı şeflikler ve hatta devletler oluşturmuş olsa da, çoğu nispeten basit ve eşitlikçiydi. Bu dönemde giysiler, deriyi tutturmak için kullanılan çok sayıda kemik ve boynuz iğnenin keşfedilmesinden de anlaşılacağı üzere, öncelikle hayvan derilerinden yapılmıştır. Yün kumaş ve keten, Neolitik Çağ'ın sonlarında kullanılabilir hale gelmiş olabilir. Kalkolitik. Eneolitik veya Bakır Çağı olarak da bilinen Kalkolitik, Eski Dünya arkeolojisinde taş aletlerin yaygın kullanımının yanı sıra erken bakır metalürjisinin de mevcut olduğu bir dönemdir. Bu dönemde bazı silah ve aletler bakırdan yapılmıştır. Metallerin kullanılmasına rağmen, bu dönem hala büyük ölçüde Neolitik karakterdeydi ve Neolitik ile Bronz Çağı arasında bir geçiş olarak kabul ediliyordu. Ancak günümüzde Bronz Çağı'nın bir parçası olarak kabul edilmektedir. Sırbistan'daki bir arkeolojik alan, 7.500 yıl öncesine kadar uzanan, yüksek sıcaklıkta bakır eritme işlemine dair en eski kanıtları içermektedir. Bu da bakır eritme işleminin o dönemde Asya ve Avrupa'nın farklı bölgelerinde bağımsız olarak icat edilmiş olabileceğini düşündürmektedir. Metalürjinin ortaya çıkışı ilk olarak Bereketli Hilal'de gerçekleşmiş ve M.Ö. 4. binyılda Bronz Çağı'na yol açmış olabilir. Ancak Avrupa'daki Vinča kültürüne ait buluntular Bereketli Hilal'dekilerden biraz daha önceye tarihlendirilmiştir. Timna Vadisi'nde ayrıca 9.000 ila 7.000 yıl öncesine kadar uzanan bakır madenciliğine dair kanıtlar bulunmaktadır. Orta Doğu'da Neolitik Çağ'dan Kalkolitik Çağ'a geçiş, yüksek kaliteli hammaddelerin kullanımında bir düşüşle karakterize edilir. Kuzey Afrika ve Nil Vadisi demir teknolojisini Yakın Doğu'dan almış ve Bronz ve Demir Çağlarında benzer bir gelişim yolu izlemiştir. Ancak Afrika'nın büyük bölümünde Demir Çağı ve Tunç Çağı eşzamanlı olarak yaşanmıştır. Antik Tarihe Geçiş. Bronz Çağı. Bronz Çağı, insanlık tarihinde bakır ve kalayın eritilerek bronz elde edilmesi gibi ileri metal işleme tekniklerinin yaygın olarak kullanıldığı bir dönemdir. Bu dönem, daha sonraki dönemlere kadar yazılı kayıt sistemi geliştirmemiş olan uygarlıklar için tarih öncesinin bir parçası olarak kabul edilir. Yazının icadı genellikle Bronz Çağı'nın erken başlangıçlarına denk gelir. "Bronz Çağı" terimi, bakır ve kalayın birleştirilmesiyle oluşturulan bronzun kullanımına atıfta bulunur. Bakır ve kalay cevherleri nadirdir ve tunç kullanımı belirli bölgelerle sınırlıydı. Bronz Çağı, tarih öncesi toplumlar için üç çağ sisteminin bir parçasıdır ve dünyanın bazı bölgelerinde Neolitik Çağı takip eder. Bronz Çağı boyunca, kalayın az sayıdaki madenden diğer bölgelere taşınması için ticaret yolları kurulmuştur. Yeni malzeme öncelikle silahlar için kullanılmış, ancak tarım aletleri için yaygın olarak kullanılmamıştır. Genellikle sosyal elitler tarafından istiflenir ve büyük miktarlarda biriktirilirdi. Tunç Çağı'nın sonunda Mısır, Çin, Anadolu (Hititler) ve Mezopotamya'da imparatorluk olarak da bilinen büyük devletler ortaya çıkmıştı. Bu imparatorluklar okuryazardı ve yazılı kayıt sistemleri geliştirmişlerdi. Demir Çağı. Demir Çağı, Bronz Çağı'nda yazılı kayıtlar oluşturmuş olan medeniyetler için tarih öncesinin bir parçası olarak kabul edilmez. Birçok uygarlık, genellikle imparatorlukların genişlemesi ve fethi yoluyla Demir Çağı'nda yazılı kayıtlar oluşturmuştur. Örneğin, Avrupa'nın büyük bölümünde Demir Çağı terimi, Roma İmparatorluğu'nun fethinden sonra "Roma", "Gallo-Roma" ve benzeri terimlerle değiştirilmiştir. Arkeolojide Demir Çağı, demir metalürjisinin ortaya çıkışını ifade eder. Demirin benimsenmesine, gelişmiş tarım uygulamaları, dini inançlar ve sanatsal tarzlar gibi diğer kültürel değişiklikler eşlik etmiştir. Bu nedenle arkeolojik Demir Çağı genellikle felsefe tarihindeki "Eksen Çağı" ile aynı zamana denk gelir. Demir cevheri bol olmasına rağmen, demirle çalışmak için kullanılan yöntemler daha önceki metaller için kullanılanlardan farklıdır. Demirin yayılması yavaş olmuş ve çoğunlukla silahlar için kullanılırken, bronz aletler ve sanat için tipik metal olarak kalmıştır. Zaman Çizelgesi. Verilen tüm tarihler yaklaşıktır ve antropoloji, arkeoloji, genetik, jeoloji ve dilbilim gibi çeşitli alanlarda yapılan araştırmalara dayanmaktadır. Paleolitik. Alt Paleolitik. Yaklaşık 3,3 milyon yıl önce, en eski taş aletler üretildi Yaklaşık 2.8 milyon yıl önce, Homo cinsi ortaya çıktı Milattan önce 600.000 civarında avcılık ve toplayıcılık başladı. Milattan önce 400.000 civarında, ilk insanlar ateşin kontrolünü ele geçirdi Orta Paleolitik. 300.000-30.000 MÖ civarında, Avrupa'da Mousterian (Neandertal) kültürü vardı MÖ 200.000 civarında, anatomik olarak modern insanlar (Homo sapiens sapiens) Afrika'da ortaya çıktı ve diğer primatlara kıyasla belirgin bir vücut kıllarının olmaması ile karakterize edildi Milattan önce 170.000-83.000 yılları civarında, giysinin icadı MÖ 75.000 civarında, Toba Yanardağı'nın patlaması meydana geldi Milattan önce 80.000-50.000 yılları arasında Homo sapiens Afrika'dan tek bir popülasyon olarak çıktı ve güney Hindistan, Malay adaları, Avustralya, Japonya, Çin, Sibirya, Alaska ve Kuzey Amerika'nın kuzeybatı kıyısı gibi çeşitli yerlere göç etti Yaklaşık 80.000-50.000? MÖ, dil ve sofistike biliş de dahil olmak üzere davranışsal modernite başladı Üst Paleolitik. Yaklaşık 45.000 MÖ / MÖ 43.000, Fransa'da Châtelperronian kültürünün başlangıcı Yaklaşık 40.000 MÖ / MÖ 38.000, Avustralya anakarasının güney yarısında yerli Avustralyalılar tarafından ilk insan yerleşimi Yaklaşık 32.000 MÖ / MÖ 30.000, Fransa'daki Chauvet Mağarası'ndaki mağara resimleriyle örneklenen Aurignacian kültürünün başlangıcı Yaklaşık 30.500 MÖ / 28.500 MÖ, Yeni Gine Asya veya Avustralya'dan gelen kolonistler tarafından iskan edildi Yaklaşık 30.000 MÖ / MÖ 28.000'de, bugün Fransa'da bulunan Vezere Vadisi'nde bir ren geyiği sürüsü insanlar tarafından katledildi ve kesildi Yaklaşık 28.000-20.000 MÖ, Avrupa'da Gravettian dönemi, bu dönemde zıpkınlar, iğneler ve testereler icat edildi MÖ 26.500 civarında, Son Buzul Maksimum (LGM) meydana gelmiş, bunu buzların erimesi ve buzulların geri çekilmesi (Geç Buzul Maksimum) izlemiştir. Bu dönemde insanlar Batı Avrupa'ya geri dönmüş ve ilk kez Doğu Sibirya'dan Kuzey Amerika'ya girmiştir MÖ 26.000 / MÖ 24.000 civarında, dünyanın dört bir yanındaki insanlar bebek taşıyıcıları, giysiler, çantalar, sepetler ve ağlar yapmak için lifleri kullanmaya başladı Yaklaşık 25.000 MÖ / 23.000 M.Ö., en eski kalıcı insan yerleşimi Çek Cumhuriyeti'nde Moravya'da şimdiki Dolní Věstonice yakınlarında kurulmuştur Yaklaşık 23.000 MÖ / MÖ 21.000 yıllarında, İsrail'in Celile Denizi kıyısındaki bir avcı-toplayıcı yerleşik kampı olan Ohalo II'de küçük ölçekli deneme amaçlı bitki yetiştiriciliği yapılmıştır Yaklaşık 16.000 MÖ / MÖ 14.000'de, Fransız Pireneleri'nde bugün Le Tuc d'Audoubert olarak bilinen mağaranın derinliklerinde kilden bir Wisent yontuldu MÖ 14.800 / MÖ 12.800 civarında, Kuzey Afrika'da Nemli Dönem başladı ve daha sonra Sahra'ya dönüşecek olan bölgeyi ıslak ve verimli hale getirdi Mezolitik/Epipaleolitik. MÖ 12.500 ila 9.500 yılları arasında, Levant'ta (Doğu Akdeniz) çavdar yetiştirmiş olabilecek yerleşik avcı-toplayıcılardan oluşan bir kültür olan Natufian kültürü var olmuştur Neolitik. MÖ 9.400-9.200 civarında, erken Neolitik köy Gilgal I'de (Ürdün Vadisi'nde, Eriha'nın 13 km kuzeyinde) partenokarpik (ve dolayısıyla kısır) tipte incir yetiştirilmiştir. Bu durum buğday, arpa ve baklagillerin evcilleştirilmesinden öncesine dayanmaktadır ve bilinen ilk tarım örneği olabilir. MÖ 8.500 civarında, Bereketli Hilal'de hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilmesi başlar ve bu da Neolitik dönemin başlangıcını işaret eder. M.Ö. 7.500 civarında, bilinen en eski çanak çömlek Japonya'da üretilmiştir. M.Ö. 7.000 civarında, bilinen en eski sulama sistemleri Mezopotamya'da kullanılır. MÖ 6.500 civarında, Mezopotamya'da bilinen en eski kentsel yerleşimler kurulur. MÖ 5.500 civarında, bilinen en eski metal işleme Anadolu'da gerçekleşir. M.Ö. 4.500 civarında, bilinen en eski yazı sistemleri Mezopotamya'da geliştirilir. Kalkolitik. MÖ 3700 civarında, Sümer'de proto-çivi yazısı adı verilen erken bir yazı biçimi ortaya çıktı ve kayıt tutma başladı. Uzmanlara göre, bu erken yazı esas olarak kayıt tutmak için kullanılıyordu ve konuşma diliyle çok az bağlantısı vardı. 1991 yılında Ötztal Alpleri'nde buz içinde korunmuş olarak bulunan "Buz Adam Ötzi "nin yaklaşık ölüm tarihi MÖ 3300 civarındadır. Cesetle birlikte, bu dönemin karakteristik teknolojisi olan bakır uçlu bir balta da bulunmuştur. Stonehenge'in inşası MÖ 3000 civarında başlamıştır. İlk versiyonunda, 56 ahşap direkli dairesel bir hendek ve banktan oluşuyordu. MÖ 3000 civarında Yamnaya halkı Pontus-Hazar bozkırlarından Avrupa ve Asya'ya yayıldı. Bu göçlerin Yamnaya Bozkırlarının pastoralist soyunu ve Hint-Avrupa dillerini Avrasya'nın büyük bölümüne yaydığı düşünülmektedir. Bu tarihler ve olaylar, yeni keşifler ve araştırmalar yapıldıkça sürekli olarak gözden geçirilmekte ve güncellenmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5691", "len_data": 17568, "topic": "HISTORY", "quality_score": 4.13 }
Seyşeller (Seyşeller Kreolü: "Sesel"; İngilizce: "Seychelles"; Fransızca: "Seychelles") ya da resmî adıyla Seyşeller Cumhuriyeti, Afrika kıtasına bağlı ada ülkesidir. Seyşeller, Hint Okyanusu'ndaki 115'ten fazla ada üzerinde kurulu bir ülke olup, Afrika ana kıtasının doğusunda, Madagaskar'ın ise kuzeydoğusunda yer almaktadır. Ülkenin başkenti Victoria'dır. Tarihçe. Adaların, 1505 yılında Portekizliler tarafından bulunduğu sanılmaktadır. 1768'de Fransızlar tarafından işgâl edildi. 1794'te Büyük Britanya Krallığı yönetimi altına girdi. 1810'da bir İngiliz kolonisiydi. 1814'te Paris Antlaşması'yla tam olarak Birleşik Krallık'a verildi. 1903'te Birleşik Krallık'a bağlı bir koloni hâline geldi. 1976 yılında bağımsızlığını elde etti. Bir yıl sonra askerî bir darbe yapıldı ve France-Albert René yönetimi ele geçirdi. 1979'da ilan edilen yeni anayasa ile tek partili bir devlet oldu. France Albert René 1989 seçimlerini de kazanarak üçüncü defa başkan oldu. 1977'deki darbeden sonraki ilk çok partili seçim 23-26 Temmuz 1992'de yapıldı. Seçimin amacı anayasa taslağını hazırlamakla vazifeli 23 kişilik bir komisyonun üyelerini tespit etmekti. Anayasa teklifi 15 Kasım 1992'de halk oylamasına sunuldu ise de %60 barajını aşamadığı için kabul edilmedi. Coğrafya. Mevkii itibarıyla Hint Okyanusu'nda ve Madagaskar'ın 1200 km kadar kuzeydoğusunda ve Zanzibar'ın yaklaşık 1600 km doğusundadır. Yüzölçümü yaklaşık 493 km2dir. Bu yüzölçümüne 92 ada ve adacık, mercan ve granit ada ve kayalıkları dâhildir. Bu adaların en büyüğü 142 km2lik Mahé Adası'dır. Diğer önemli adalar; Praslin, La Digue, Silhouette, Destroches ve Aldabra'dır. Adalar, granit ve genellikle volkanik türde olup, dağlık bir araziye sâhiptir. En yüksek nokta Mahé Adasındaki Morne Seychellors Tepesi olup, yaklaşık 900 metredir. İklim ve doğa. Takımadalar ekvatora çok yakın olmasına rağmen, iklim, güneydoğu alizeler sebebiyle ılımandır. Hazirandan kasım ayına kadar bu ılık iklim devam eder. Mahé Adasında sıcaklık aşağı yukarı 24 °C ilâ 29 °C arasında değişir. Başşehir Victoria ve çevresine düşen yıllık yağış miktarı yaklaşık 2300 mm kadardır. Bu rakam yüksek bölgelere gelince artar ve hemen hemen 3550 mm'ye kadar ulaşır. Ülkede genellikle kaplumbağa, guano ve kıyılarda da köpekbalığı bulunur. Demografi. Ülkenin nüfusu yaklaşık 71.000'dir. Nüfus yoğunluğu 157'dir. Yıllık nüfus artışı %2 dolayındadır. Nüfusun %60'tan fazlası gençtir ve şehirlerde yaşayanlar aşağı yukarı %37 civarındadır. Nüfusun etnik yapısını kreol adlı halk meydana getirir. Kreoller, Fransız asıllı olup Louisiana'da ve İspanyol asıllı olup Karayip Adalarında doğmuş ve buralarda yaşamış kimseler demektir. Bunlar esas itibarıyla Fransız, İspanyol, Asyalı ve Afrikalı insanların birbirleriyle kaynaşması neticesi meydana gelen melez insanlardır. Halkın çoğu Katoliktir. Ayrıca bir miktar Müslüman, Protestan ve Hindu da mevcuttur. İngilizce ve Fransızca resmî dillerdir. Bunun yanı sıra Fransızca ile yerel dillerin etkileşimi ile oluşmuş bir kreol dil olan Seyşeller Kreolü de yaygındır. Ülkede okuma-yazma oranı %60 civarındadır. Yönetim ve siyaset. Ülkede 1993 senesine kadar tek partili yönetim sistemine dayalı bir cumhuriyet yer almaktaydı. 1979 anayasasına göre ülke, tek parti diktatörlüğünde sosyalist bir devletti. Devlet başkanı 1977'de bir darbe ile işbaşına gelen başkan France Albert René idi. Rene, 1993 yılında çok partili sisteme izin verdi. 2004 yılında Rene'nin yerine makama başkan yardımcısı James Michel gelmiştir. 2020'den beri Şeyseller'in başkanı Wawel Ramkalawan'dır Ekonomi. Ülke ekonomisi esas olarak tarım ve turizme dayanır. Ayrıca tüketim malları ihracatı da önemli bir gelir kaynağıdır. Ülkede yetişen başlıca tarım ürünleri; muz, tatlı patates, manyok ve bunun ürünü nişasta, hindistan cevizi ve vanilyadır. Ülkenin en önemli endüstrisi gıda endüstrisidir. Ayrıca deniz ürünleri önemli bir gelir kaynağıdır. İşçi gücünün %19'u tarımda, %20'si madencilik ve inşaatçılıkta, %14'ü kamu sektöründe ve sosyal hizmetlerde, %11'i de lokanta ve hotel işletmeciliğinde istihdam edilir. İthalat ve ihracatını daha çok Birleşik Krallık, Fransa, Güney Afrika, Yemen ve Pakistan ile yapar. Başlıca ihraç ürünleri şunlardır: Kurutulmuş hindistancevizi içi, tarçın, sabun ve parfüm yağı, vanilya ve balık. Diğer önemli gelir getiren kaynaklar ise guano, kaplumbağa kabuğu, köpekbalığı yüzgeci ve balık ürünleridir. Ulaşım sistemi yeterli olup ülkenin en gelişmiş şehri ve limanı başkenti Victoria'dır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5692", "len_data": 4466, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.39 }
İlahiyat, teoloji (Yunanca: "θεος, "theos", "Tanrı" + λογος, "logos", "bilim"") veya tanrı bilimi, "tanrı" kavramı ve din olgusunun sistematik olarak ele alan disiplindir. Temel konusu doğaüstü güçlerdir ancak dini epistemoloji ve vahiy ile ilgilenir. Vahiy üzerinden tanrı ya da tanrıların varlığının kabulüne ulaşır. Bunların sadece, doğa ötesi varlıklar olması ile değil, dünya ile ilişki kurmak ve insanlara varlığını göstermeye istekli olduklarını ispat etmeye çalışır. Orta öğrenim ve üniversite düzeyinde ele alınan akademik bir disiplindir. Teoloji ile ilgilenen kişilere "teolog", "ilahiyatçı" denir. Modern dönem öncesi kurulan pek çok üniversite, kilise okullarından ve manastır kurumlarından dönüştürülmüştür. Bu sebeple, Orta Çağ'da teoloji, üniversitelerin temel araştırma alanlarının en ön sıralarında gelmekte ve teolojiye "bilimlerin kraliçesi" (The Queen of the Sciences) adı verilmekteydi. Bu önceliğinden ötürü bu okulların müfredatlarında, "kilise kanunları" gibi dersler yer almakta ve bu dersler ile kiliseye hizmet edecek gençlerin yetişmeleri amaçlanmakta idi. Hatta bu üniversitelerin duâ etme, vâaz verme veya âyinleri de içeren şapelleri de bulunmaktaydı. Aydınlanma ile birlikte üniversiteler değişmeye ve hümanist bir perspektifle farklı alanlardaki konuları öğretmeye başladılar. Teoloji, artık üniversitelerde öğretilen ana konular arasında yer almıyordu. Üniversiteler, kiliselere din adamı yetiştirmenin dışında da amaçlar edinmeye başlamışlardı. Sonuç olarak teoloji, inancı ele alış şeklinin inancın içinden olması farkı ile aynı konuyu ele alan diğer akademik disiplinlerden ayrıldı. Çoğu "kilise babası", teoloğu ""hakiki olarak duâ eden kişi"" olarak tanımlamaktadır. Dindar olmayan teologlar bu görüşle uyuşmasa da teoloji aşağıdaki disiplinlerden ayırt edilmelidir. Din bilimleri şu beş başlık altında incelenir: Tüm bu disiplinler, dine hümanist varsayımlarla yaklaşır ve teolojiden farklı olarak, dinî inanç ve deneyimin tek biçimliliğini öne sürerler. İslam ilahiyatı. İslam felsefesindeki temel sorgu mekanizmalarını ve aklî delillendirme metodolojilerini ilke edinerek eşyanın hakikatini elde etme güdüsü sonucu ortaya çıkmış dinbilimsel yaklaşımların "İslam teolojisi" bağlamında ele alınmasıdır. İslamiyet'te Allah'ın varlığı ve nitelikleriyle ilgili konuları ele alan bilim kolu, tanrı bilimi ile İslam dini ilimlerinin bütününe verilen ad, ilahiyattır. İlah ve çoğul "-at" eki, Arapça kökenli olmasına karşın "ilahiyat" şeklindeki bir adlandırma Türkçe dışındaki dillerde bulunmamaktadır. Arapçada benzer anlamda "Ulûm-u Dîniyye" tâbiri kullanılmaktadır. "İslam İlahiyatı" ile ilgili konuların ayrıntılı ve bilimsel olarak incelenmesi de ilahiyat fakültelerinin ilgi sahasına girmektedir. Hristiyanlıkta ise hem ilahiyat fakülteleri, hem de teoloji okulları ayrı ayrı kurulmuştur. Türkiye'de ilahiyat fakülteleri, standart teoloji fakültelerindeki eğitimin yanı sıra detaylı bir İslam teolojisi eğitimi verir. Olgulara din bilimsel metodoloji ile yaklaşım benimsenir. İslam tarihinde Muhammed'den hemen sonra doğup gelişen; bir kısmı kutsal metin, bir kısmı İslam peygamberinin söz ve davranışları veya İslamiyet'in çeşitli felsefi ekollere ve ana akım din anlayışının dışındaki akımlara karşı genel akımı akli/felsefi metotlarla savunan kelâm gibi dalların tümü İslam ilahiyatı içerisinde yer almaktadır. Hristiyan teolojisi ile İslam teolojisi/Kelâm ilmi'nin karşılaştırılması. Hristiyan teolojisi içinde toplumsal kurallar ve davranış biçimlerini, peygamberin sözlerini ve tarihi de barındıran İslam ilahiyatından bir yönüyle benzeşmekte bir yönüyle de ayrılmaktadır. Tanrı ve fizikötesi diğer konuları felsefe dilini özellikle aristocu felsefe metotlarını kullanarak ispatlamaya çalışmasıyla, Hristiyan teolojisi ve İslam kelamı birbirine çoğunlukla benzemektedir. Ancak İslam ilahiyatı bu apolejetik (dini savunma) ihtiyacını kelâm ile savunurken bir yandan da "fıkıh" denilen ve bugünkü hukuk ve siyâset bilimi içine giren alanlarda da hem kutsal metne dayalı tasvir, hem de kutsal metne bağlı akılla "(fıkıh Arapçada anlamaya çalışmak manasına gelmektedir)" oluşan yeni durumlara dinden hüküm ortaya koymaya çalışmıştır. Her iki dinin karakteristik yapısı ve teolojileri arasında böyle bir farkın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Akide/İslam Kelâmı'nın "-/ ()", Fıkıh/İslam hukukunun "/", şeriatın da "" olarak İngilizceye çevrilmesinin ardında da bu ayrımları belirtme ihtiyacı bulunmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5701", "len_data": 4448, "topic": "RELIGION", "quality_score": 4 }
Azad Ziya Eren (d. 27 Ekim 1976, Diyarbakır), Türk şair ve yazardır. Biyografi. İlkokulu Çorum’da, ortaokulu Antep’te, liseyi Diyarbakır’da tamamladı. Dicle Üniversitesi, Biyoloji bölümü mezunudur. Şiir, deneme, plastik sanat eleştirileri ve şehir monografileri ("Mardin, Paris ve Diyarbakır") yazdı. Kültür & Sanat Politikaları üzerine makaleleri Avrupa Birliği Yayınları’nda yayımlandı. Uluslararası konferanslara ve kitap fuarlarına, şiir festivallerine, okumalara ve Avrupa’da résidence programlarına katıldı. Başta Portekiz (Lisboa) ve Amerika (San Francisco) olmak üzere birçok ülkede şiir festivallerine ve eleştiri üzerine konferanslara çağrıldı. Türkiye’de “Le Tour de France en 80 Jours/80 Günde Fransa Alem” fotoğraf sergisi, Fransa'da “La Nudité et la Poésie/Çıplaklık ve Şiir” resim sergisi açtı, şiir turnelerine katıldı. Yapıtları Fransızca, İngilizce, Almanca, Kürtçe, Arapça, Süryanice ve Ermenice dillerine çevrildi, Ortadoğu ve Avrupa'da yayımlandı. “Pitoresk Sanat” (2005) ve “Palto Sanat” (2009) dergilerini kurdu. Eren, 2009 yılında ("Ars Requiem" ve "Bırakılma Koridoru" adlı kitaplarıyla), 02 Temmuz 1993 yılında gerçekleştirilen Sivas Katliamı'nda, 36 sanatçıyla birlikte "Madımak Oteli"nde öldürülen şair Metin Altıok Şiir Ödülü"nü almıştır. Bijar adında oğlu, Mari Jiyan adında kızı var. Diyarbakır'da yaşıyor. 2009 Metin Altıok Şiir Ödülü'nü aldı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5702", "len_data": 1379, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.17 }
Greenpeace (Türkçe: "Yeşil Barış"), kırktan fazla ülkede şubesi ve Hollanda, Amsterdam'da uluslararası bir merkezi olan çevreci sivil toplum kuruluşu. Greenpeace amacının "Dünya'nın tüm çeşitliliği ile yaşamı besleme gücünü garantiye almak" olduğunu belirtir ve küresel ısınma, ormanların yok olması, aşırı avlanma, ticari balina avcılığı, genetik mühendisliği ve nükleer gibi dünya çapındaki sorunlardaki kampanyasına odaklanır. Greenpeace amaçlarına ulaşmak için doğrudan eylem, lobicilik ve araştırmadan yararlanır. Küresel örgüt 2,9 milyon bireysel destekçisine ve vakıf yardımlarına güvenerek hükûmetlerden, şirketlerden ve siyasi partilerden bağış kabul etmez. Greenpeace, gezegeni yaşanmaz hâle getiren çevre suçlarına karşı bilimsel verilere dayanan kampanyalar yürütür ve şiddet içermeyen doğrudan eylemlerle tanıklık ederek bu suçları basın aracılığıyla gündeme getirir. Tarihçe. Greenpeace, birkaç kişinin kiraladıkları kırık dökük bir tekne ile nükleer denemeleri protesto etmek için ABD'nin Alaska eyaletinden, Amchitka'daki nükleer deneme sahasına gitmeleri ile 1971 yılında Kanada'nın Vancouver şehrinde doğmuştur. Bölgesel ve ulusal ofisleri. Greenpeace Türkiye. Greenpeace Türkiye, uluslararası çevre kuruluşu Greenpeace'in Akdeniz Ofisi'ne bağlı olarak 1992 yılından itibaren faaliyet göstermeye başlamıştır. Kuruluş dünyayı tehdit eden en önemli çevre sorunları üzerinde çalışır ve çözümler öneriyor. Türkiye Ofisi şu anda enerji ve iklim değişikliği, toksik maddeler, denizler, Nükleer Silahsızlanma alanında etkin çalışmalar yürütüyor. Sürekli maddi destekte bulunan 60.000'den fazla destekçisi ve İstanbul ofisinde 12 tam ve yarım zamanlı çalışanı bulunmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5703", "len_data": 1684, "topic": "NEWS", "quality_score": 3.51 }
Budizm, bugün dünya üzerinde yaklaşık 500 milyonu aşkın inananı bulunan bir dindir. İlk önce Hindistan’da ortaya çıkmış, daha sonra zaman içinde Güneydoğu ve Doğu Asya’da (Çin, Japonya, Kore, Moğolistan, Nepal, Sri Lanka, Tayland ve Tibet gibi ülkelerde) yayılmıştır. Farklı bakış açılarına göre din veya felsefe olarak tanımlanan Budizm'in hedefi; hayattaki acı, ıstırap ve tatminsizliğin kaynaklarını açıklamak ve bunları gidermenin yollarını göstermektir. Budizm'de öğretilerin ana çatısını meditasyon gibi içe bakış yöntemleri, reenkarnasyon denilen doğum-ölüm döngüsünün tekrarı ve karma denilen neden-sonuç zinciri gibi kavramlar oluşturmaktadır. Budizm, Sanskritçe ve Pali dillerindeki eski Budist metinlerinde 'uyanmış kişi - farkında olan' anlamına gelen Buddha kelimesinden türetilmiştir. "Tarihî Buda" da denilen Siddhartha, Budizm'in kurucusu olarak kabul edilir. Siddharta'nın hayattaki acıların kaynağını açıklamak amacıyla yaptığı uzun çalışmalar sonucu ıstırabı sona erdirecek bir mânevî anlayışa ulaştığı ve böylelikle Budalık'a eriştiği kabul edilir. Budizm, Siddhartha Gautama'nın ölümünden sonra 500 sene boyunca Hint Yarımadası'nda, daha sonra Asya ve Dünya'nın geri kalanında yayılmaya başladı. Hindistan'da zamanla etkisini yitiren Budizm, Güneydoğu Asya ve Uzak Doğu kültüründe etkisini günümüze kadar devam ettirmiştir. Tarihçe. Budizm MÖ 563-MÖ 483 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen, bugün Buddha olarak bilinen Siddhartha Gautama tarafından kurulmuştur. Siddhartha Gautama, Kuzey Hindistan'da bir prens olarak doğduktan sonra hayattaki acıları sona erdirmek için bir yol bulmak amacıyla krallığını terk etmiş ve uzun çalışmalar sonucunda aydınlanmaya ulaşmıştır. Sosyolojik ve tarihsel plânda Budizm'in, Hindistan'ı işgal eden Aryan topluluklarının beraberinde getirdiği Brahmanizm'e karşı bir tepki olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Felsefî kaynakları arasında Brahmanizm ve Hinduizm ile birlikte Jainizm ve yerli halklarının eski din ve kültürleri de sayılabilir. Ancak geleneksel olarak Budizm'in en temel kaynağı olarak Siddharta Gautama'nın aydınlanma deneyimi ve bu deneyim sayesinde kazandığı bilgelik gösterilir. Buda'nın yaşamı. Siddhartha Gautama'nın, Nepal'deki Lumbini'de doğduğu düşünülmektedir. Yaygın olmamakla birlikte Hindistan-Nepal sınırındaki Kapilavastu'da doğduğuna dair iddialar da vardır. Geleneksel olarak kabul edilen yaşam hikâyesi şöyledir: Siddhartha Gautama klanı ve Sakya Kabilesi'nden bir prens olarak dünyaya gelir. Doğumundan kısa bir süre sonra babası Kral Suddhodana'yı bilge olduğu varsayılan bir kişi ziyaret eder. Siddhartha hakkında "Bu çocuk ya muhteşem bir kral (chakravartin) veya muhteşem bir kutsal adam (Sadhu) olacak" der. Siddhartha'nın ileride kral olarak yerine geçmesini arzulayan babası ise onun yaşamı boyunca acı ve ölüm gibi hayatın gerçeklerinden habersiz sarayda yaşamasına çaba gösterir. Bundan dolayı Siddhartha, hayatının ilk 29 yılını insan nefsinin arzu edebileceği her tür zenginliğin içinde yaşamıştır. Babasının çabalarına rağmen Prens Siddharta, 29 yaşındayken ilk kez bir yaşlı insanın acı çektiğini görür. Bu olaydan sonra sarayın dışında yaptığı gezintilerde hasta bir adam, çürümüş bir ceset ve çileci bir derviş görünce hayatın ızdırap içerdiğini fark eder ve acıyı altetmek için çileci bir derviş olarak yaşamaya karar verir. Derviş olmak için görkemli hayatı arkasında bırakarak sarayından ayrılan Siddhartha, başlangıçta çeşitli dervişlere katılarak onların çileci öğretilerini izler. Bu dervişler toplumdan ayrı, yoksun bir hayat sürerek açlık, kendine eziyet gibi çeşitli yöntemlerle nefislerini engellemeye çalışmaktadırlar. Uzun süre bu yoksun hayatı izleyen Siddhartha, bu yöntemlerin insana açlığa dayanma, hassas fısıltılar duyma, vücutta ağrı hissetmeme gibi olağanüstü rûhânî güçler kazandırdığını fark eder, ancak aynı zamanda vücuduna zarar verdiğini de görür. Siddhartha, bu yöntemlerin aradığı cevaba ulaşmasına katkıda bulunmadığını, prens olarak zenginlikler içindeki hayatında olduğu gibi tatminsizlik ve huzursuzluk yarattığına karar verir. Böylelikle çileci yaşamına son vererek anapanasati denilen "nefesi dikkatle takip etme" meditasyonunu geliştirir. Çileci yaşam yerine, ne nefsin her isteğine boyun eğen, ne de vücudu yıpratacak kadar mahrum bırakan ve "Orta Yol" olarak tanınan bir yaşam şekli geliştirir. Söylenceye göre çileci hayatı terk etmesi, bir gün köylü bir kızın getirdiği süt ve pirinç muhallebisini kabul etmesiyle olur; ve bir incir ağacının altında nefes meditasyonuna oturur. 49 günlük meditasyondan sonra 35 yaşındayken ilmini tamamlar ve günümüz Bodh Gaya'sında bulunan bu ağacın altında aydınlanmaya ulaşır. Aydınlanmasından sonra Buda veya Gautama Buddha adını alarak öğretilerini yaymaya başlar. Hindistan'ın kuzeyini, Ganj kıyılarının kutsal kenti Benares ve dolaylarını yeni felsefesini anlatarak gezen Gautama Buddha, kayıtlara göre 80 yaşında Kuşinagar'da (Hindistan) ölmüştür. Buda sonrası gelişmeler. Gautama Buddha'nın ölümünün ardından toplam altı Budist Konsey düzenlenmiştir. Bu konseyler, öğretilerin Asya'nın farklı yörelerine yayılmasına, farklı anlayışların ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. 20. yüzyıla gelindiğinde Avrupa ve ABD'de de ilgi görmeye başlayan Budizm, pek çok farklı mezhep ya da okula ayrılmıştır. Budist yazmalarda aktarıldığına göre MÖ 5. yüzyılda Gautama Buddha'nın Parinirvāṇa'sının üstünden henüz çok geçmeden birinci Budist konsey, Rajgir'de Buddha'nın öğrencisi Mahakasyapa'nın başkanlığında toplanmıştır. Amacı, öncelikli olarak öğretilerin sözlü aktarımında yanlışların yaşanmamasını sağlamaktır. Birinci Konsey'de Buda'nın kuzeni ve aynı zamanda onu çok uzun bir süre takip etmiş olan öğrencisi Ananda, Buda'nın konuşmalarını (sūtras, Pāli'de suttas) ezberden okuması için çağrıldı. Başka bir öğrencisi olan Upali ise keşişlik yaşamını düzenleyen kuralları (vinaya) ezberinden anlatır. Bunlar, daha sonra Pali dilindeki Tripitaka (Üç Sepet) derlemesinin temelini oluşturmuştur. Buda'nın Parinirvāṇa'sından yaklaşık 100 yıl sonra Yasa adlı bir rahibin çağrışı üzerine Hindistan'ın çeşitli yörelerinden gelen 700 rahip, Vesali'de Vinaya İlkeleri'nin uygulamasında ortaya çıkan farklılıkları tartışmak üzere toplanır. İkinci Budist Konsey olarak adlandırılan bu toplantıda Sangha'nın ilk ayrımları ortaya çıkmıştır. İlk etapta Sthavira ve Mahāsāṅghika anlayışları birbirinden farklılaşmıştır. MÖ 3. yüzyılda Kral Asoka, Budizmin gelişmesine büyük katkı sağlamıştır. Kanlı Kalinga Savaşı'nın ardından şiddeti reddederek Budizm'i seçen Asoka, pek çok stupa inşâ ettirmiş, Orta Asya ve Sri Lanka'ya elçiler göndererek Budizm'in ilk defa Hindistan dışında tanınmasını sağlamıştır. Üçüncü Budist Konsey MÖ 250 civarında Pataliputra’da Kral Asoka'nın çağrısı üzerine Moggaliputta Tissa adlı bir keşişin başkanlığında toplanmıştır. Amacı Budist hareketi saflaştırmak, öğretiden sapan mezhepleri belirlemektir. Okullar. Budizm tarihi 2500 yıllık bir geçmişe sahip olmakla birlikte çok sayıda okulu ve sistemi de beraberinde getirmiştir. Budizm’de okul (vada), araç (yana) ve yol kavramları “Mezhep” kavramıyla örtüşmekte ve bu sözü edilen kavramların hepsi aynı anlama gelmektedir. Bugün genelde kabul gören sınıflandırmaya göre, Budizmde başlıca dört akım vardır. Bunlar: Hinayana ("küçük taşıt") adı da verilen Theravada Budizmi (eskilerin yolu), bireyleri bu Dünya'nın sıkıntı ve ızdı­raplarından kurtarmayı amaçlar. Yani, öncelikle bireyin yazgısını ve kurtuluşunu dikkate alır. Buna göre, acı çekmekten kurtulmanın tek yolu, yaşamdan el etek çekerek, Nirvana'ya ulaşmakla elde edilebilecek olan ahlak yetkinliğidir. Buna karşın Mahayana Budizmi ("büyük taşıt"), bireyden çok tüm insanlığı, yani bütünü dikkate alır. Bu anlayışa göre, büyük borç gerçekte tüm insanlığa hizmet ettikten sonra ödenmiş olacaktır ve bireyin yalnızca kendisini kurtarmasının hiçbir önemi yoktur. Üçüncü büyük mezhep olan Vajrayana, Mahayana'dan türemiş tantrik bir okuldur. Felsefî açıdan Mahayana'dan çok farklı değildir ancak uygulamada yepyeni yöntemler ekler. Bütün Budist mezhepler "yeniden doğum" (reankarnasyon) ve karma inançlarını kabul eder. Karuna adı verilen Budist merhamet anlayışı da tüm okullarda ortaktır. Bundan başka bütün Budist mezhepleri ve okulları Dört Yüce Gerçek, Sekiz Aşamalı Asil Yol, 12 halkalı nedensellik yasası gibi temel Budist öğretileri kabul eder. Buda'nın ölümünden birkaç yüzyıl sonra erken dönem sanghasında, vinaya ve öğreti anlayışındaki farklar, coğrafi uzaklık gibi nedenlerle çeşitli ayrımlar ortaya çıkmıştır. Buna bağlı olarak Üçüncü Budist Konsey dönemine gelindiğinde ilk Erken Dönem Budist Okulları olan Mahasanghika (Büyük Cemaat) ve Sthaviravadin (eski yol) okulları kurulmuştur. Daha sonra bu şekilde farklı fikirleri olan 18 okul daha oluşturulmuştur. Bugün bile bu okulların hangi gruba ait oldukları belli değildir. Mahasanghika, dört Shravaka okullarından biri olarak kabul edilmiştir (Sthaviravada, Mahasanghika, Sammitiya ve Sarvastivada). Theravada. Theravada kimi zaman Güney Budizm, Pali Budizm ya da Mahayana Budistleri tarafından "Hinayana" (küçük taşıt) olarak da nitelendirilen, Budizmin en eski okulunun günümüzdeki tek temsilcisidir; disipline ve monastik hayata büyük önem verilir; rahipler için katı kuralları vardır. Theravada yalnızca Pali Derlemesi'ni kabul eder, Mahayana mezhebinden farklı olarak mistisizm ve mistik spekülasyonlara yer verilmez, felsefidir; ruhun ve tanrının olmadığı olgusu üzerine en çok duran Buddhizm mezhebidir. Mahayana mezhebinden farklı olarak yalnızca Gautama Buddha'nın öğretilerinin "üstün" olduğu kabul edilir, daha sonra aydınlanan ve "Buddha" olarak isimlendirilen kişiler Gautama seviyesinde değillerdir, Mahayana'nın aksine diğer Buddha'ların da değil yalnızca Gautama'nın öğretileri kutsal metin olarak kabul edilir. Nirvana'ya ulaşmak için pek çok kere ölüp yeniden doğarak "gelişmek" gereklidir. Mahayana. Mahayana mezhebi içinde, her biri farklı Sutraları vurgulayan, farklı okulları barındırır. En önemlileri, Arık Ülke Budizmi, Zen Budizm ve Niçiren Budizmi'dir. Pali Derlemesi, Mahayanacılar için sadece "başlangıç" seviyesinde olan kutsal metinlerdir. Theravada'dan farklı olarak pek çok Mahayana Sutrası kabul edilir. Hatta kimi okullar bunların öğreti olarak Pali derlemesinden daha ileri seviyede ve üstün olduğu söylenir. Mahayana Budizmine göre Buda-doğası herkesin içinde bulunur. Aydınlanmaya ulaşabilmiş çeşitli üstün varlıkların insanlara yardım edebileceği inancı, göksel mekanlar ve zengin bir kozmografyaya sahiptir. Zen Budizmi Japon ve Çin olmak üzere başlıca iki okula ayrılır. Çin'de bu okula "Chan" adı verilir. Japon Zen'inden farklı olarak biraz daha felsefidir ve Shurangama Sutra'ya ayrıca önem verilir. Japon Zen'inde başlıca Rinzai, Soto ve Obaku okulları vardır. Rinzai okulu koanlara fazlaca önem vermesiyle tanınır. Zen Budizmi kavramlardan ve kelimelerden daha çok anlamın, mananın üzerinde durmaktadır. İnanca olduğu kadar meditasyona ve kişisel deneye verdiği önemle diğer Budist okullarından ayrılır. Yeniden doğum olgusu üzerinde fazla durulmaz, anı yaşamanın önemli olduğuna dikkat çekilir. Zen Budizminde en çok Lankavatara, Elmas ve Platform (Altıncı Pirin Platform Sutrası) Sutralarına önem verilir. Arık Ülke Budizmi veya Amidism'de ise meditasyon ve deneyimleme değil, iman ön plandadır. Amida Buddha'nın adı sürekli tekrarlanır, böylece öldükten sonra "Arık Ülke" denilen Samsara'nın dışında olduğu kabul edilen bir boyutta yeniden doğulacağına ve oradan da Nirvana'ya daha kolay ulaşılacağına inanılır. Arık Ülke Budizmi kendi içinde kollara ayrılır bunlardan en katısı Jodo Shinshu adı verilen Japon Arık Ülke okuludur. Bu okula göre kişinin kendini kurtarması imkânsızdır; Gautama Buddha'nın öğrettikleri ile dahi kurtuluş artık mümkün değildir (Mappo), günümüzde insanoğlu kendini asla kurtaramayacak bir haldedir. Dolayısıyla meditasyonun veya deneyimlemenin yararı yoktur, kişinin tek yapması gereken Amida Buddha'nın adını Namu Amida Butsu şeklinde sürekli tekrarlaması (Nembutsu), onun gücüne inanması ve böylece öldükten sonra Arık ülkede doğabilmesidir. Arık Ülke Budistlerinin en önemli saydıkları Sutralar: Amitabha Sutra, Infinite Life Sutra ve Visualization Sutra'dır. Niçiren Budizmi tüm Budist mezhepleri içinde en katı olanıdır, diğer bütün Mahayana okullarını "ortodoksluktan, doğru öğretilerden sapma" olarak görür, diğer okullardan farklı olarak en çok Lotus Sutra'ya önem verir. Vajrayana. Vajrayana 4. yüzyıl Hindistan'ında oluşan Mahayana Budizmi'nin bir uzantısıdır. Moğolistan Budist geleneği ve Tibet Budizmi bu uzantının etkisi altında gelişmiştir. Sınırlı olarak da Çin ve Japonya'da kendisine yayılma alanı bulmuştur. Vajrayana kimi zaman “Elmas Araç”, Mantrayana (Mantra Aracı), Tantrayana (Tantra Aracı) ya da Ezoterik Budizm olarak da adlandırılır. Vajrayana, zaman zaman Theravada ve Mahayana'nın ardından, Budizmin üçüncü Yanası (veya 'taşıtı') olarak kabul edilir. Bu görüşe göre 'dharma çarkının üç devri' vardır. Dharma çarkının ilk dönüşünde Gautama Buddha Varanasi'de Dört Yüce Gerçek gibi dharmaları öğretmiş, sonucunda günümüze bir tek Theravada'nın ulaştığı Hinayana okulları ortaya çıkmıştır. İkinci dönüşünde ise Bilgeliğin mükemmelleştirilmesi sutralarının Rajgir bölgesinde öğretilmesiyle Mahayana okulları doğmuştur. Dharma çarkının üçüncü devirinde oluşan öğretiler ise Shravasti'de öğretilmiş ve tüm varlıklarda bulunan Buda-doğasını açıklamıştır. Vajrayana da bu üçüncü evreden ilham almıştır. Budizm'in en eski okul geleneği olan Theravada “Vazgeçmenin yolu”, Mahayana'nın Sutra sistemi “Birleşmenin yolu” olarak tanımlanırken, Vajrayana “Sonuca giden yol” olarak adlandırılmıştır. Vajrayana, Mahayana ile aynı felsefî temellere dayanır; daha çok benimsediği yöntemlerle (Tantra teknikleri, Vajrayana) ayrılır. Mahayana'da uygulamalar kabaca iki yola ayrılır: iyi niteliklerin mükemmelleştirilmesi metodu olan "Sutrayana" ve nihai Budalık hedefini yol olarak benimseyen "Vajrayāna" metodu. Vajrayana tam aydınlanmaya ulaşılmadan önce Buda-doğasının mistik tecrübe ile deneyimlenmesini gerektirir. Bu tecrübelerin aktarılması için, bir ezoterik bilgi kümesinin Budist tantrik yogiler tarafından toplanmış ve nesilden nesile aktarılmış olması gerekir. Uygulayıcı öncelikle yetkin bir rûhânî öğretmen ya da guru tarafından kabul edilmelidir. Budist uygulamanın özellikle Vajrayana'da sahip olduğu amaç, akıl sahibi canlıların bağlılığını ve varlığını ortaya çıkaran süreci acı döngüsünden ayırmaktır. Buna göre Vajrayana'da en ulu öğretiyle ilgili olarak iki tür yöntemsel yaklaşım vardır: Tantrik uygulamalar. Harfiyen “fikir aracı” anlamına gelen Sanskritçe "mantra" (मन्त्र) "dinî şiir" demektir. Meditasyon ve görselleştirmenin yanı sıra Mantra’nın sözlü geleneği de özel tantrik araçlar arasında yer alır. Bunun devamında gelen tantrik uygulamalar ise ayinlere, törenlere ve Guruyoga’ya (öğreticinin ruhu ile bütünleşmesine) aittir. Özellikle Tibet Budizm’inde öğretmenlerden öğrencilere doğrudan aktarma ve öğretmeye büyük değer verilmektedir. Budist öğretisinin başlangıç noktası olarak bu uygulamalarla birlikte güvenilir bir bilgi olması önemlidir. Anlayışlı bir şefkat ve doğru bir bakış açısı olmaksızın bu yöntemleri uygulamanın imkânı yoktur. Buda’dan öğrenilen Sekiz Aşamalı Asil Yol'un ahlâkî kuralları tüm Budist yolunun ve tabiî ki Vajrayana’nın temellerini oluşturur. Ayrıca "akıl sahibi bütün canlıların aydınlanmasındaki fayda"nın sağlanması için Mahayana’nın harekete geçmesi daima gereklidir. Öğretiler: Buddhadharma. Sanskrit Dharma (Pali dilinde "Dhamma") kelimesi Budizm’de iki anlamda kullanılmaktadır: Buda Dharma öğretilerinin olduğu gibi kabul edilmemesini söylemiş ve meditasyon gibi birçok zihinsel içe bakış yöntemleri ile doğrulanmasını istemiştir. İnançla değil, ancak kişisel deneyimleme ile bir üstün farkındalık durumu oluşturulabilir ve aydınlanmaya ulaşılabilir. Karma ve yeniden doğum. Budizmde her varlık sonsuz bir ölüm ve yeniden doğum döngüsü içinde, Altı Âlem denilen farklı yaşam formları arasında tekrar tekrar var olur. Ancak yeniden doğum kavramı diğer dinlerdeki, "sabit ve her şeyden apayrı bir varlığı olan “ruhun göçü”", yani reenkarnasyon inancından farklıdır. Bunun nedeni Budizm'e has iki temel kavramdır: anatta, çevresinden bağımsız bir "ben" olgusunun yokluğu; ve anicca, her şeyin değişime tabi olması. Karma (Sanskritçe) ya da Pali dilinde kamma kelimeleri, "eylem" anlamına gelmektedir. Budizm'de ise erdemli (kusala) veya zararlı (akusala) istemlerin ve bunların yol açtığı zihinsel etmenlerin, canlıların yeniden doğum süreçlerini ve yazgılarını şekillendirmesini ifade eder. Olumlu ya da olumsuz her eylemin karması, bizzat o yaşam süresinde veya daha sonrakilerde "meyve" verecek bir "tohum" yaratır. Reenkarnasyon (Pali dilinde Punabbhava) ve Karma Buda'dan önce Hint felsefesinde bilinen kavramlardı. Buda, çoğunlukla, batılı alımlamalardan kaçtığı gibi vedik tasarımlarına da karşı gelmekte ve kendi deneyimlerine göre eksiklikleri tamamlamaktaydı. Hint felsefesinde bilinen Atman (Sanskritçe) ya da Atta (Pali dilinde) ‘benlik’i Batı'ya ait düşünce dünyasındaki insan ruhuyla benzer görmekteydi. Buda, bireysel olarak varlığı ve yeniden de doğabilecek sabit bir bütünlüğü reddetti. Bunun aksine Anatman (Sanskritçe) ya da Anatta (Pali dilinde) hakkında görüşlerini dile getirmekteydi. Ona göre Atman’ın tasviri, Dünya'nın durumu hakkındaki yanılmanın bir bölümüdür. Buda’nın öğretilerine göre kişilik, insanın kendi deneyimleri ve Dünya'yı algılamasıyla birlikte beş gruptan (Sanskritçe: skandas) oluşmaktadır: Vücut, duyu, idrak, ruhsal farkındalık ve bilinçaltı. Vedik geleneğinde bilinen şey, Budizm’e göre sadece değişmez bir bütünlüğü değil, aynı zamanda sürekli bir oluşumu, değişimi ve ölümü içine alıyordu. Buna göre de yeniden doğuş olamazdı. Budizm’de reenkarnasyonun sadece ‘ruh göçü’ değil, karma bir dürtü olduğu anlaşılır. Bu dürtü, yeniden beliren, bir ya da birden fazla varoluşu yeniden açığa vuran söz konusu dengeli karmabilanzların bir sonucu değildir. Bildik bir alegori mum ışığıyla birlikte bu işlemi, yanan diğer mumlarla karşılaştırır. Ne mum ışığı kalır, ne de asıl mum ışığı olmadan ondan sonra gelenler. Yeniden doğuşun gerekçesi duyu tatminine olan istek, var olma ve gerçekleşme dürtüsü ve Karma'dır. Samsara'nın acı döngüsü. Kimi Budistler, aydınlanmış canlılar dışındaki “duyarlı canlıların” olayları algılamasında temel bir yanlış bulunduğunu kabul eder. Duyarlı canlılar, doğada tek başına ortaya çıkan olayları kendilerini diğerlerinden soyutlayarak algılarlar. Gerçek bir varlık bu anlayışa göre, her ne kadar asıl özünde “iç varlıktan yoksun” (Shunyata) olsa da, yanıltıcı bir şekilde bir olayın yerine geçmektedir. Bu yerine geçmeden ötürü diğer olaylardan bağımsız ortaya çıkan bir “Ben” tanımı oluşur. Bu “Ben” tanımı ile birlikte temelleri bilgisizlik, esaret ve nefret olan “Kök- Zihinsel zehir” diye adlandırılan üç tanım ortaya çıkar. Bu zihinsel zehir nedeniyle vücut, dil ve ruhla ifa edilen, acıya neden olan eylemler Karma felsefesini ortaya çıkarır. Karma zihinsel izlenimlerin nedeni olarak da tanımlanır. Bu izlenimler zihinsel zehirlenmeye koşullu eylemlerden oluşur ve gelecekteki acı dolu deneyimlerin sonucu olarak da ortaya çıkar. Aydınlatılmamış akıl sahibi canlıların zihnindeki karmik izlenimler (belirgin bir özne kabulüne dayalı olarak) bireysel yaşam gerçekliğinin ortaya çıkmasına neden olur. Yeniden doğumun, yaşlılığın, hastalığın ve ölümün ortaya çıkardığı acının döngüsüne (Samsara'ya) bağlı olan tanrılar, yarı tanrılar, insanlar, hayvanlar, aç ruhlar ve cehennem canlılarının farklı tabakaları bu yaşam gerçekliğinin örnekleridir. Dört Yüce Gerçek. Dört Yüce Gerçek ve Sekiz Aşamalı Asil Yol bütün Budist okullarında itibar edilen öğretilerdendir. Budist yazmalarda kaydedildiğine göre, Dört Yüce Gerçek Gautama Buddha tarafından, aydınlanmaya ulaştıktan sonra verdiği ilk vaazda öğretilmiştir. Sekiz Aşamalı Asil Yol. Sekiz Aşamalı Asil Yol, en önemli Budizm öğretilerinden biridir. Bu öğreti, tüm Budist okullarında temel öğreti olarak da gösterilmektedir. Buda'nın belirlediği “Dört Yüce Gerçek”in sonuncusudur ve Nirvana’ya giden (acıları sona erdiren) yol olarak kabul edilir. Bu yol, Pali Kanon’un Digha-Nikaya’sında yer alan ve en önemlilerinden biri olan 22. Buda öğretisidir. Bu öğreti, Mahasatipatthana Sutta’nın da temel taşlarındandır. Budizm, acıdan ve ıstıraptan kurtulmanın ancak bu sekiz yol sayesinde olacağını savunmaktadır. Sekiz basamak, üç başlıkta toplanır. Bunlar; bilgelik (ilk iki basamak), güzel ahlak ve ruhsal-manevi arınmadır (son üç basamak). Sekiz Asil Yol'un her basamağı “Samma” sözcüğüyle başlar. Bu sözcük, “doğru” ve “gerçek” kavramlarının tam karşılığıdır. Söz konusu kavramla benlik ve bencillik düşüncesi tamamen dışlanmıştır. Sekiz Asil Yol'un tüm düşünceleri; ayırmadan, ötekileştirmeden birbirine bağlayıcı özelliği vardır. Buda'nın yolu aşırılıktan uzak bir yoldur. İlk iki basamak, tavır ve düşünce arasında bağlantı kurar. Bilinçli olma ya da bilinçsiz olma arasındaki ayrıma varmak için daima düşünme sürecindedir. Bu süreç, insanı etkin olmaya hazırlamaktadır. Üçüncü basamak ve sonraki iki basamak da ahlâkî davranışlara vurgu yapar. Son üç basamak ise; manevi boyutta ruhsal arınmadan bahseder. Asil Yol kavramı, Budizm'de aşamalardan oluşan doğrusal bir yol anlamına gelmemektedir. Her basamak, aynı derecede öneme sahiptir, görünüşte birbirinden bağımsız gibi görünseler de aslında tam anlamıyla bir bütünlük içerisindedirler. Örnek gösterilecek olursa; basamaklarda yer alan “doğru söz” kavramı aynı zamanda “doğru davranış” ve “gerçek uyanıklık” kavramlarıyla bağlantı içerisindedir. Gerçekliğin doğası. Kimi mezhepler evren hakkında entelektüel tartışmaların faydasız olduğunu savunsa da, genel olarak belli aşamalarda felsefî çalışmaların gerekli olduğu kabul edilir. Budist yolda nihai hedef olan Kurtuluş (Nirvana), gerçekliğin doğru bir şekilde algılanmasıyla yakından ilgilidir. Kendinin ve tüm olguların gerçek doğasının farkına varan kişi, ızdıraplardan (Dukkha) ve sonsuz yeniden doğum döngüsünden (Samsara) kurtulmuş olur. Geçicilik, Izdırap ve Benliksizlik. Geçicilik (Anicca), "Varoluşun Üç İşareti"nden biridir. Budist görüşe göre, tüm olgular değişken, kararsız ve geçicidir. Deneyimlediğimiz her şey parçalardan oluşur ve varoluşları dışsal koşullara bağımlıdır. Her şey devamlı bir devinim içindedir, dolayısıyla koşullar ve bu arada nesnenin kendisi de değişmektedir. Nesneler durmaksızın var olup ardından yok olmaktadır. Hiçbir şey sonsuza dek süremez. Geçicilik öğretisine göre insan hayatı, bu akışın yaşlanma süreci, yeniden doğum döngüsü (samsara) veya her tür kayıp deneyimi içindeki somut bir ifadesidir. Öğreti ayrıca nesneler geçici olduğundan, onlara karşı bağlılığın da boş ve acı (dukkha) verici olduğunu ileri sürer. Budizm'in önemli kavramlardan biri olan Dukkha (Pāli दुक्ख; Sanskrit दुःख "duḥkha"), ızdırap, acı, keder, üzüntü, tatminsizlik, rahatsızlık, endişe, stres ya da hüsran olarak çevrilebilir. Dukkha genelde “ızdırap” olarak çevrilse de, felsefî olarak anlamı daha çok, rahatsız edilince duyulan “kaygı” şeklindedir. Kimi Budist yazarlar ızdırap kelimesinin orijinal anlamı tam olarak karşılamadığı ve “olumsuz duygusal çağrışımlar” yaptığını iddia etmektedir. Kimileri de Budizmin kötümser bir görüş olduğu izlenimi yarattığı gerekçesiyle ızdırap kelimesini reddeder ve Sanskritçe'deki şekliyle dukkha olarak kullanmayı tercih eder. Gerçekte Budizm ne kötümser, ne de iyimserdir, yalnızca gerçekçidir. Anatta (Pāli) ya da "anātman" (Sanskrit) "bensizlik" anlamına gelen bir kavramdır. Hint felsefesinde, değişmez, kalıcı bir özün veya ruhun varlığı "ātman" kavramıyla ifade edilmiştir. Bu kavram ve buna bağlantılı olan, tüm varlıkların nihai atman'ı kabul edilen Brahman kavramı, Hint metafiziği, mantığı ve bilimi için vazgeçilmez olmuş, tüm görünür şeylerin ardında kalıcı bir gerçek olması gerektiği anlayışı kabul görmüştür. Budistler tüm bu atman kavramlarını reddederek, geçicilik ve değişkenliği vurgulamıştır. Dolayısıyla Budist anlayışa göre, her tür tözel, kişisel benlik kavramı yanlıştır ve cahillik âleminde oluşmuştur. Nikaya’larda, anatta metafizik bir sav olarak değil, ızdıraptan kurtulmak için izlenen bir yaklaşım olarak kabul edilmiştir. Aslında Buda, kişiyi ızdıraba bağlayan ontolojik görüşler oldukları gerekçesiyle, “bir benliğim vardır” ve “bir benliğim yoktur” şeklindeki metafizik savlarının ikisini de reddetmiştir. Bir kişi ya da nesneyi oluşturan, sürekli değişmekte olan fiziksel ve zihinsel öğeleri ("skandhas") incelemek yoluyla, uygulayıcı ne tek tek parçaların, ne de bir bütün olarak kişinin bir benlik oluşturmadığı sonucuna varacaktır. Bağımlı Köken. Bağımlı kaynaklanma anlamına gelen pratītyasamutpāda (Sanskritçe; Pali: paticcasamuppāda; Tibetçe: rten.cing.'brel.bar.'byung.ba; Çince: 緣起) öğretisi, Budist metafiziğin önemli bir parçasıdır. Tüm olguların, bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde, neden ve etkiler ağından ortaya çıktığını ifade eder. “Bağımlı köken”, “birbirine bağımlı kaynaklanma”, “koşullu oluşma” ya da “durumsallık” olarak çevirmek mümkündür. Pratītyasamutpāda kavramının en çok bilinen uygulaması, ızdırap ve yenidendoğum döngüsünü (Samsara) ayrıntılı olarak anlatan On iki Nidānalar (Pali dilindeki "neden, temel, kaynak veya orijin" anlamındaki "nidāna"dan) şemasıdır. On iki Nidānalar, her biri bir sonrakine yol açacak şekilde birbirini takip eden nitelikler/koşullar arasında bir nedensellik ilişkisi tanımlar: Duyarlı varlıklar samsara boyunca, Nirvana'ya ulaşarak kendilerini bu ızdıraptan kurtarana değin sürekli acı çekerler. İlk Nidana'nın, cahilliğin ortadan kaldırılması, diğerlerinin de ortadan kalkmasını sağlayacaktır. Boşluk. Önemli Mahayana metinlerinden biri olan Kalp Sutra'da Buda'nın ciddi öğrencilerinden olan ve Nirvana'ya ulaştığına inanılan, kendisine de bazen "Buddha" (aydınlanmış) denilen Bodhisattva Avalokiteshvara (Guan Yin), Buda'nın yaptığı derin içe dalış meditasyonunu yaptıktan sonra şunları söyler ve Buddha da bu gerçeği kavradığı için onu över: "Form boşluktan farklı bir şey değildir; boşluk formdan farklı bir şey değildir. Aynı şey duygu, idrak, oluşum ve bilinç için de geçerlidir. Bütün olgular aslında boşluktur. Onlar ne yaratılmış, ne yok edilmiştir; ne kirlidir, ne de temiz; ne artarlar, ne de azalır. Bu nedenle boşlukta form, duygu, idrak, oluşum, veya bilinç yoktur; göz, kulak, burun, dil, beden, veya zihin de yoktur..." Avolakiteshvara kendinden, değişmez sabit gerçekliği olan hiçbir şey olmadığını her şeyin sebeplere ve koşullara bağlı olduğunu söyler. "Ben" diye bir şey aslında yoktur. Formlar (algıladığımız dış dünya) aslında "gerçek" değildir. "Form" olmadan algı da olmayacağından ve zihin kendini ifade edemeyeceğinden kendini anlamlandıramayacağından zihin de aslında bu "boşluğa" dahildir. Ama zihin olmadan da "formlar" hiçbir şey ifade etmeyecektir. Form olmadan zihin diye bir şey olmaz çünkü hiçbir şeye tepki vermez ama zihin olmadan da form hiçbir şey ifade etmez. Bütün Dünya aslında altı organın altı farkındalık biçiminin (ki bunun içine ayrıca düşünme de dahil edilir) ilüzyonundan ibarettir. Duyu organları ve beynin yarattığı düşünce yetisi de ilgili farkındalık biçimlerini algılar. Ama bunlar "gerçeklik" değildir, gerçeklik bunlardan oluşmaz. Buddha'ya göre aslında "gerçek zihin" beyinde yahut vücudun içinde de oluşmaz. Beyinde oluşturduğumuz düşünceler "gerçek saf zihin" değildir dış dünyaya bağlı yorumlardan, deneyimlerden, deneyimlemelerden ve egodan "ben" düşüncesinden oluşur. Budizm'de bilgelik: Prajna. Budizm, bilgeliği Prajñā kavramıyla daha doğrusu geniş kapsamlı olarak her şeyin ve bütün fenomenlerin iç içe girdiği ya da bağımsız bir ‘Oluş’un özündeki fenomenlerden yoksun bir bilgi olan Sunyata (Sanskritçe) ile tanımlamıştır. Fenomenlerin ve benliğin algılanmasındaki Sunyata gerçekliği aydınlanmanın elde edilmesinde temel bir deneyimdir. Prajna, bütün fenomenleri ve evrendeki olayların hepsini içine alan geniş kapsamlı bilgeliği tasvir etmektedir. Bu nedenle, Prajna, insan aklının bütün varlık biçimlerini algılamadan önce onları kavramlar içinde anlamaya çalışır. Budizm öğretilerine göre Prajna, beden ve ruh dengesini kurarsa ve Samadhi’deki özne ve nesnelerin ayrımına varırsa dolaysız ve sezgisel bir deneyim elde edecektir. Bu duruma gelebilmek için Zen-Budizm’deki oturma meditasyonunun (Zazen) alıştırmaları uygulanmaktadır. Prajna genelde dişil olarak kabul edilir. Bilgelik, Budizm’deki kutsal Asil Sekiz Yol’un birinci ve ikinci aşamasından sayılmaktadır. Doğru tanı, net bir görüşün uygulayıcısıdır ki hem maddi hem de manevi olarak sürekli bir değişimi boyunduruğu altına almıştır.(Anicca) Bu bilgi onu Dört Yüce Gerçek'e götürür: ‘Herkesin hayatı kederlidir.’ Doğru tutumun bilgeliği, acıların nedenini anlamak, üstesinden gelmek ve Asil Sekiz Yol üzerine yazdığı yazıları ölene kadar tamamlamak niyeti olgunlaştırır. Vedanta bilinç durumunu dörde ayırır: Vaischvanara, uyanık olma durumu; Taijana, rüyada olma durumu; Prajna ve Turiya ise ‘dördüncüsüdür.'Mandukya-Upanishad ayrıntılı olarak bunlarla ilgilenmiştir. Bu dört bilinç durumu Avastha, Jagrat, Svapna, Sushupti ve Turiye olarak da adlandırılmaktadır. Karuna. Karuna (şefkat), Budizm düşünce okulunun ve etiğinin merkezi bir kavramıdır. Acıma, sevgi ve şefkat erdemi anlatılmaktadır. Metta'nın (iyilik seven), Mudita'nın (neşeli) ve Upekkha'nın (suskun) yanı sıra bu düşünce tutumunun, Bodhisattva'nın diğer aydınlanma yoluna ulaşmasına yardım eden dört temel erdemden (Brahma-Viharas) birini geliştirmesi gerekmektedir. Karuna'nın gelişmesindeki koşul bütün varlıkların birlik tecrübesini edinmektir. Bu ayrı olmama deneyiminin tutarlılığı, bütün kutuplaşmış düşüncelerin ve bununla birlikte birbirine bağlı olan direniş ve antipatinin çözüldüğü bir şefkat durumudur. Bu Dünya'daki bütün varlıklar ve olaylar aynı sevgi ve yardımseverlikle karşı karşıya getirilmiştir. Bu düşünce tutumundaki erdem Boddhisattva Avalokiteshvara sayesinde Mahayana Budizm'inde hayat bulmuştur. Karuna kavramı, Budizm metinlerinde bulunmayan kurum adları ve sağlam tekniklerle ilintilendirilmektedir. Uygulamalar. Adanma. Adanma, Budistlerin çoğunluğu için uygulamanın önemli bir parçasıdır. Adanma uygulamaları arasında selamlama, bağış, hac, ilahi söyleme bulunmaktadır. Arık Ülke Budizminde Amitabha Buddha'ya adanma başlıca uygulamadır. Niçiren Budizminde ise başta gelen uygulama Lotus Sutra'ya adanmadır. Üç Hazineye Sığınma. Geleneksel olarak çoğu mezhepte Budizme girişte ilk adım Üç Hazine'ye (Sanskrit: त्रिरत्न Triratna or रत्नत्रय Ratna-traya, Pali: Tiratana) sığınmak olarak kabul edilir. Kimi kaynaklarda küçük hatta henüz doğmamış çocuklar için bile sığınma merasimi yapılabileceğini belirtilir. Tibet Budizminde kimi zaman bir dördüncü olarak Lama'ya sığınılır. Bodhisattva yolunu seçen kişiler ise yemin ederler; bu tür adanmışlık Budizmde şefkatin en yüksek ifadesi sayılır. Üç Hazine şunlardır: Kayıtlara göre Buda kendisini bir örnek olarak göstermiş, ancak takipçilerinden kendisine inanç (Sanskrit श्रद्धा śraddhā, Pāli saddhā) beslemelerini talep etmemiştir. Ayrıca öğretilerinin olduğu gibi kabul edilmemesini söylemiş ve öğrencilerini bunları kendi başlarına test edip kabullenmeleri için cesaretlendirmiştir (bakınız Kalama Sutta). Dharma da, aynı şekilde ızdıraba son vermek ve aydınlanmaya ulaşmak için kılavuzluk ederek ihtiyacı olana sığınma sağlar. Saṅgha, yani Budist manastır düzeninin ise, orijinal öğretileri muhafaza ederek ve Buda'nın ortaya attığı esasların gerçekleştirilebileceğine dair canlı örnekler sunarak sığınma sağladığı kabul edilir. Budist Etik. "Śīla" (Sanskritçe) ya da "sīla" (Pāli) genellikle diğer dillere "erdemli davranış", "ahlak", "etik" veya "ilke" olarak çevrilir. Beden, zihin ya da konuşma yoluyla yerine getirilen, bilinçli bir çabayı içeren bir eylemdir. "Üç uygulamadan" ("Sila", "Samadhi" ve "Panya") biri, "pāramitā"ların ikincisi olarak kabul edilir. Düşünce, söz ve eylemin ahlâkî saflığı anlamına gelir. "Sila", "Samadhi/Bhāvana" olarak anılan zihin gelişiminin temelidir. İlkeleri izlemek yalnızca içsel olarak uygulayıcının zihinsel huzurunu desteklemekle kalmaz, aynı zamanda dışsal olarak topluluğun da huzurunu sağlamaya yardımcı olur. Karma Yasasına göre, ilkeleri izlemek bir takım faydalar getirir, huzur ve mutluluk verici etkilere yol açacak nedenler oluşturur. "Sila" ahlâkî davranışın genel ilkeleri olarak kabul edilir. Birçok seviyede "sila" mevcuttur, bunlardan "temel ahlaka" (Beş İlke), "çileci temel ahlaka" (Sekiz İlke), "öğrenci rahiplere" (On İlke) ve "rahiplere" ("Vinaya" ya da "Patimokkha") yönelik olanları vardır. Sıradan halk genelde tüm Budist okullarında ortak olan Beş İlkeyi izler. Ancak isterlerse, temel çileci uygulamaları barındıran Sekiz İlke’yi izleyebilirler. Beş İlke, uygulayıcıların endişelerden uzak, mutlu bir yaşam sürüp rahatlıkla meditasyon yapabilmelerini sağlamak üzere geliştirilmiş eğitim kurallardır. İlkeler, uyulması zorunlu emirler olarak değil, halkın istekleri doğrultusunda kabul edip izleyeceği, uygulamayı kolaylaştıran eğitim kuralları olarak tasarlanmıştır. Dolayısıyla başkalarını ahlâkî olarak yargılamak için kullanılmazlar. Budist düşüncede, başka hiçbir ileri Budist uygulama yapmadan, yalnızca cömertlik geliştirilmesi ve ahlâkî davranışlar, bilincin öylesine saflaştırılmasını sağlar ki, alt düzey cennetlerden birinde yeniden doğmak bile mümkündür. Kişinin amacını sınırlayıp böyle bir cenneti hedeflemesinde ise herhangi yakışık almayan veya Budizme aykırı bir yön bulunmamaktadır. Sekiz İlke'de, cinsel suistimal hakkındaki üçüncü ilke daha katı yapılmış ve Bekârlık İlkesi haline getirilmiştir. Diğer üç ilke ise şunlardır: Budist Etik, ahlâkî kurallar çerçevesinde Budizm’in bir özeti niteliğindedir. “Buda’ya giden yol” kavramında uygulama odaklı yönlendirmeler söz konusudur. Budizm'in en büyük değeri ve kutsal amacı “Uyanış”tır (Nirvana). Budist Etik kutsal amaca ulaşma noktasında faydalı (kusala) ya da zararlı (akusala) davranışlar açısından Budizm’den farklıdır. Özerk Etik. Budist Etik, insanın içerisindeki uyanışı sağlamanın bir yoludur. Fakat Hristiyan dîni uyanmayı prensipte farklı olarak kabul eder. Özerk bir etik olan Budist Etik, kutsal amaca ulaşmak için yapılan erdemli davranışları değerlendirir. Diğer dinler ise; kutsal amaca ulaşmayı engelleyici davranışları ele alır. Bu farklılıklar sebebiyle Budizm’in din ya da felsefî bir görüş olup olmadığı daima tartışılmıştır. Budist Etik’te diğer dinlerin aksine doğru-yanlış, iyi-kötü gibi kavramların net ve değiştirilemez karşılıkları yoktur. Bunun yerine Budist Etik’te doğal davranışlar sonucu ortaya çıkmış Karma Felsefesi vardır. Bundan yola çıkarak, faydalı (kusala) kavramında tanrısal, itaatkâr ya da kutsal amaca ulaşmayı sağlayan davranışların tümü anlamı vardır. Zıt kavram olan zararlı (akusala) kavramı ise; tanrısal olmayan asi ya da kutsal amaca ulaşmayı engelleyici davranışların tümü anlamındadır. Temel şartlar. Örnek nitelikteki Budizm kaynaklarının büyük bir bölümü Buda öğretilerini ve önemli Budizm düşüncelerini içerir. Bu kaynaklar “Nirvana”yı sağlayan sayısız yolları ve metotları tanımlar. Budizm’in farklı okulları ve sistemleri bu kaynakların yorumlanmasındaki farklılıklar nedeniyle birbirinden ayrılır. Tüm Budist okullarının ve Budist Etik’in ortak şartı, Sekiz Aşamalı Asil Yol’u da içerisine alan Dört Yüce Gerçek’tir. Kutsal amaca ulaşmanın (ıstıraptan kurtulma) ancak bu şekilde gerçekleşeceğine inanılır. Fakat buna ek olarak, çoğu Budist okullarında verilen Budist öğretisi ve etiğinin önemli unsurlarının farklı algılanışı da söz konusudur. “Üç Ana Uygulama” Budist Etik'te; Güzel Ahlak (sila), Doğru Konsantrasyon (samadhi) ve Bilgelik (Panna) kavramlarını içermektedir. “Paramita” ise cömertlik ve sevgi doluluk anlamlarını verir. Manastır yaşamı. Vinaya rahip ve rahibeler için özel olarak geliştirilmiş ahlâkî kurallardır. Bu kurallar Theravada geleneğinin kabul ettiği, toplam 227 kuraldan oluşan Patimokkha’yı da kapsar. Vinaya yazmalarının (vinayapitaka) kapsamına giren kurallar okuldan okula küçük farklılıklar göstermekte, Vinaya’ya bağlılık konusunda da farklı okullar farklı standartlar uygulamaktadır. Öğrenci rahipler ise, manastır yaşamı için temel kurallar olan On İlke’yi izlerler. Manastır yaşamını düzenleyen kurallar hakkında Buda sürekli olarak dinleyicilerine önemli olanın ilkelerin özünü kaybetmemek olduğunu belirtmiştir. Diğer taraftan, kurallar tatminkar bir yaşamı temin etmek üzere tasarlanmış ve daha yüksek hedeflere ulaşmak için mükemmel bir sıçrama tahtası sağlamaktadırlar. Buda manastır yaşamını seçenlere, “kendi başına bir ada” gibi yaşamalarını söylemiştir. Bu açıdan yaşamı vinaya'nın belirlediği şekilde yaşamak, bir araştırmacının belirttiği üzere: “sona yönelmiş bir araç olmaktan öte: daha çok kendi içinde bir sondur.” Doğu Budizminde, Bodhisattvalar için Mahayana geleneğinin Brahmajala Sutra’sında (aynı adlı Pali metin ile karıştırılmamalıdır) ortaya konan kendine has bir Vinaya ve etik anlayış mevcuttur. Japonya’da bu kurallar tüm diğer manastır kurallarının yerini almıştır ve rahiplerin evlenmelerine izin verir. Meditasyon. Budist meditasyonu temelde iki tema ile ilgilenir: zihnin dönüşümü ve bu zihnin kendisinin ve diğer olguların keşfi için kullanılması. Theravada Budizmine göre Buda iki tür meditasyon öğretmişti, "samatha" meditasyonu (Sanskritçe:"śamatha") ve "vipassanā" meditasyonu (Sanskritçe:"vipaśyanā"). Çin Budizminde, bu meditasyonlar ("Chih Kuan" olarak tercüme edilmiştir) bilinmekle birlikte, Chan (Zen) meditasyonu daha popüler olmuştur. Yazar Peter Harvey’e göre, Budizm’in sağlıklı geliştiği dönemlerde, sadece rahipler, rahibeler ve evli Lamalar değil, sıradan halktan kendini adamış insanlar da meditasyon uygulamıştır. Budizm Ansiklopedisi adlı kaynağa göre, tam aksine modern zamanlara kadar Budist tarih boyunca, sıradan halkın ciddi meditasyon uygulaması olağan olarak görülen bir olgu değildi. Samādhi (Meditatif eğitim): samatha meditasyonu. Sekiz Aşamalı Asil Yol’un belirttiği şekliyle, "samyaksamādhi" "doğru konsantrasyondur". "Samādhi" geliştirmenin başlıca yolu meditasyondur. "Samādhi"'nin geliştirilmesiyle, kişinin zihni kirlerden arınmış, huzurlu, sakin ve berrak hale gelir. Meditasyonu yapan bir kez güçlü ve etkin bir konsantrasyona ("jhāna", Sanskritçe ध्यान "dhyāna") ulaştıktan sonra, zihni gerçekliğin nihai doğasına dalmaya ve içyüzünü kavramaya (vipassanā) hazır hale gelir ve sonunda tüm ızdıraplardan kurtulması mümkün olur. Kavrayışı elde etmek için ihtiyaç duyulan zihinsel konsantrasyona ulaşma yolunda, farkındalık gelişimi vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Samatha meditasyonu bir nesne ya da düşüncenin farkında olmakla başlar, kişinin bedenine, zihnine ve tüm çevresine yayılarak, bir tür tam konsantrasyon ve huzur ("jhana") durumuna yol açar. Meditasyon tarzında, bağdaş kurarak ya da diz çökerek oturmaktan, ilahi söylemeye, yürümeye kadar pek çok farklı yöntem bulunur. En yaygın yöntem, kişinin nefesine konsantre olmasıdır (anapanasati), çünkü bu yöntemle hem "samathaya", hem de "vipassanaya" ulaşmak mümkündür. Budist uygulamada, "samatha" meditationunun zihni sakinleştirebileceği, ancak zihnin nasıl rahatsız olmaya başladığını anlamamızı yalnızca "vipassanā" meditasyonunun sağlayabileceği söylenir. Böylelikle bilgi ("jñāna"; Pāli "ñāṇa") ve erdeme ("prajñā" Pāli "paññā") kavramak ve dolayısıyla "nirvāṇa"ya (Pāli "nibbāna") ulaşmak mümkün olacaktır. Kişi jhanadayken, tüm kirler geçici olarak bastırılır. Ancak erdem ("prajñā" veya "vipassana") tüm kirlenmeleri ortadan kaldıracaktır. Jhanalar aynı zamanda "Arahant"ların dinlenmek amacıyla geçtikleri durumlardır. Prajñā (Erdem): vipassana meditasyonu. "Prajñā" (Sanskritçe) veya "paññā" (Pāli), bağımlı köken, Dört Yüce Gerçek ve varoluşun üç işareti kavramlarının kavranmasıyla ulaşılan erdem anlamına gelir. "Prajñā" acıları ortadan kaldırma ve "bodhi"yi ortaya çıkarma gücü olan erdemdir. Tüm şeylerin doğasındaki "dukkha" (tatminsizlik), "anicca" (geçicilik) ve "anatta" (bensizlik) gibi olguları açığa çıkararak, nirvanaya ulaşmada temel araç olduğu söylenir. "Prajñā" Mahayana geleneğinde "pāramitāların" altıncısı olarak sayılmıştır. Öncelikle "prajñā", vaazlar (Dharma konuşmaları) dinleyerek, okuyarak, araştırarak, Budist metinleri ezberleyerek ve konuşmalara katılarak kavramsal düzeyde elde edilir. Kavramsal anlayışa ulaşıldıktan sonra günlük hayata uygulanmalıdır ki, böylelikle her Budist Buda'nın öğretilerinin doğruluğunu pratik düzeyde deneyebilsin. Burada dikkat edilmesi gereken, teoride kişinin derin meditasyonda olsun, vaaz dinlerken, günlük hayatında çalışırken ya da herhangi bir eylem sırasında olsun, uygulamanın herhangi bir devresinde Nirvana'ya ulaşabileceğidir. Zen. Zen Budizm (禅), Çin ve Japonya'da çokça rağbet gören bir Budist okuldur ve meditasyona özel bir vurgu yapar. Zen diğer Budizm modellerine kıyasla yazmalara daha az önem atfeder ve gerçeğe doğrudan rûhânî atılımlarla ulaşılacağını vurgulamayı tercih eder. Zen Budizm başlıca iki büyük okula ayrılmıştır: Rinzai (臨済宗) ve Soto (曹洞宗), birincisi büyük ölçüde rûhânî atılımın aracı olarak koan (公案, bir tür meditatif mesel veya bilmece) üzerine meditasyonu yeğler, buna karşılık ikincisi (belli oranda koanları kullanmakla birlikte) daha çok "shikantaza" veya "sadece oturma" üzerinde yoğunlaşır. Zen Budist öğreti paradokslarla doludur, burada amaç egonun bağlarını gevşetmek ve Buda'nın kendisiyle eşdeğer tutulan, Gerçek Benlik ya da Şekilsiz Benlik Âlemi'ne girişi kolaylaştırmaktır. Bununla birlikte, Zen yazmaları boşlamış da değildir. Vajrayana / Tantra. Mahayana geleneğinden gelmekle birlikte, Tibet-Moğol Budizmi "Vajrayāna" ya da "Elmas Araç" (Mantrayāna, Tantrayāna, Tantric Budizm veya Ezoterik Budizm olarak da anılır) uygulayan okullardan biridir. Mahayana'nın tüm temel kavramlarını kabul eder; bunlara Budist uygulamayı genişletmek amacıyla tasarlanmış, geniş bir düzlemdeki rûhânî ve fiziksel teknikleri de ilave eder. Tantrik Budizm büyük ölçüde ritüeller ve meditatif uygulamalarla ilgilenir. Vajrayana'nın öğelerinden bir de zihni geliştirme aracı olarak ritüeller, tahayyüller, fiziksel egzersizler ve meditasyon yoluyla psiko-fiziksel enerji tesis etmektir. Bu teknikleri kullanarak uygulayıcının bir yaşam süresi içinde, hatta üç yıl gibi kısa bir sürede Budalığa ulaşabileceği iddia edilir. Tibet geleneğinde bu uygulamalara, yalnızca çok ileri düzeydeki kimi uygulayıcılar için cinsel yoga da dahil edilebilir. Kutsal Metinleri. Budizm'de kutsal metinler Pali dilinde yazılmış olan Tipitaka (Sanskritçe: "tripitaka") ve sadece Mahayana okullarının kabul ettiği Mahayana Sutraları'ndan oluşur. Bu kitaplar Buddha'nın, aydınlanmaya, Nirvana'ya ulaştığına inanılan kişilerin felsefeleri ve öğretileridir. Bu öğretiler, normal yaşamlarını terk ederek, kendilerini Buddha'nın ve aydınlanmışların öğretilerine adayan öğrenciler (Sangha) tarafından ezberlenmiş, sonrasında kitap haline getirilmiştir. Buddha aydınlandıktan sonra 45 yıl boyunca kast ayrımı yapmadan her türden insana zengin, fakir, yaşlı, bilge, düşük seviye demeden öğretilerini anlatmıştır. Tipitaka ve Mahayana sutralarında daha basit anlatımlı hikâyelerden en derin felsefe ve kavramları açıklayan anlatımlara kadar pek çok değişik öğreti vardır. Pali Derlemesi de denilen Tipitaka, Buddhizmin bütün mezhepleri ve okullarınca kabul edilir. Üç bölümden oluşur: Vinaya Pitaka, Sutta Pitaka ve Abhidhamma pitaka. Üçüncü bölüm olan Abhidhamma pitaka, Sutta Pitaka'dan içerik olarak çok da farklı değildir. Ancak uzun kategoriler, eş anlamlı sözcükler ve bunun gibi pek çok sıralama yapılmıştır. Bundan başka bir de Budizmin en büyük mezhebi durumunda olan Mahayana okulunun ve ayrıca Vajrayana'nın kabul ettiği Sutra'lar vardır. Bunlardan en önemlileri: Kalp Sutra, Elmas Sutra, Avatamsaka Sutra, Lankavatara Sutra, Shurangama Sutra, Lotus Sutra, Amitabha Sutra, Vimalakirti Nirdesa Sutra'dır. En yüce bilgelik Sutra'sı Budizm'in ünlü Mahayana Sutra'sına ait olan kutsal metindir. Diğer adı, öteki dünyanın özü, öteki dünyaya ait olan bilgeliktir. (Sutra) (Prajñāpāramitā Hṛdayasūtra), Koreanisch: (Maha-banya-para-mida-simgyeong), Vietnamca: Kinh Ma Ha Bát Nhã Ba La Mật, Japonca: 摩訶般若波羅蜜多心經 (Maka Hannya Haramita Shingyō), Pinyin: Móhē bōrě bōluómìduō xīnjīng, Tibetçe: sNying mDo ve shes rab snying po'i mdo. Sadece Sanskritçe olan orijinal hali değil, Çince metinler de öğretilmektedir. Yaklaşık olarak 1. yüzyılda kaleme alınan Elmas Sutra (Vajracchedikā-prājñāpāramitā-sūtra) Mahayana Budizmi'nin en önemli metni sayılmaktadır. Elmas Sutra çeşitli Asya ülkelerine kadar yayılmıştır. Ayrıca ‘Prajnaparamita Sutra’nın’ (sanskr. "prajnaparamita" = Bilgeliğin Mükemmelleştirilmesi) bir parçasıdır. Kökeni Çin'e dayanan Sutra'nın ilk versiyonu toplu bir şekilde üretilmiştir. Bu doküman, Gutenberg İncili'nden yaklaşık olarak 600 yıl önce meydana gelen insanlık tarihinin ilk kitap baskısı sayılmaktadır. 1907'de Arkeolog Aurel Stein tarafından bir Çin şehri olan Dunhuang'daki Mogao mağarasında bulunmuştur. Bu Sutra'nın tam başlığı ‘Vajracchedika Prajnaparamita’dır ve ‘Bilgeliğin Mükemmelleştirilmesi’ anlamına gelmektedir. Budizm'in temel özellikleri. Farklı Budist okulların vurguladığı farklı kaynaklar bulunmaktadır ve bu nedenle her okulun vurguladığı özellikler değişebilmektedir. Batı anlayışında Budizm, bir dinden çok kısmen felsefî görüş olarak nitelendirilmektedir. Kurucusu Buda, tanrının öğretilerini getiren bir elçiden çok kendini biz insanların ve tanrıların öğretmeni olarak görmüştür. Pali dilinde Dhamma, Sanskritçe'de Dharma olarak adlandırılan öğretiler ortaya koymuştur. Bu öğretiler kişinin manevi duygularını kavraması yerine, evrenin düzenini ve ruhsal gelişimi sağlayan doğa yasalarını kabul eder. Bu anlayışa ancak onun öğretilerinin ve yönteminin izinde gidilirse ulaşılabilir. Ancak öğretileri de olduğu gibi kabul edilemez. Buda, aydınlığa körü körüne bir inançla değil, kişinin kendini bulmasıyla ulaşılabileceğini belirtmiştir. Ayrıca evrenin kavram ve dil yardımıyla anlaşılabileceği fikrinin gereksiz bir çabadan ibaret olduğuna da işaret etmiştir. Diğer dinlerin köktenci yaklaşımına ve basmakalıp öğretilerine de şüpheyle yaklaşır. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâmiyet gibi tek tanrılı dinler, temelde Budizm'den farklılık gösterir. Bu nedenle Budist öğretileri ne tanrıyı, ne de ruhun varlığını kabul eder. Budizm, özellikleri bakımından Hinduizm ve Brahmanizm'den de farklıdır. Bu dinlerde var olan “Kast Sistemine” (sınıf ayrımı) karşı çıkar. Buna karşın bu sistem Karma öğretilerinde yer almaktadır. Budizm Hindistan'daki veda inanç sistemine karşı bir yenilik hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Dînî ve felsefî yönleri. Budizm, farklı mezhepleri veya farklı Dünya görüşlerini içinde barındıran felsefe ve bilgeliktir. Hem eski hem de günümüzdeki Budist okullarının, birinin Budist sayılabilmesi için çok az şartları vardır. Temel koşulları “Dört Yüce Gerçek” öğretisini kabul etmek ve sonraki temel yaşama tamamen hazır olmaktır. Budizm'in temel öğretilerinden, Anatta doktrini, kalıcı bir varlığı ve ölümlü ruhu reddeder. Bu doktrinle, Budizm, “Büyük Dinlerin” temel inançlarından tamamen farklıdır. Budizm'in, tüm tek tanrılı dinlerden temel farkı, her şeye gücü yeten bir yaratıcı tanrı varlığını (İşvara) reddetmesidir. Budizm'e göre tanrılar, ruhlar ve yaşayan her canlı için acı, cehalet ve yeniden doğuş döngüsü (Reenkarnasyon) vardır. Budizm'in yayılmasıyla her ülkenin temel din ve kültüründen birçok unsurlar alınmış, Budizm'le bütünleşmiş ve böylece Tibet‘teki “Asıl Bön Tanrıları”, Buda'nın farklı şekillerinden “Bodhisattva” görüntüsünde değişmiştir. Bunlar genelde Buda'nın hayranları, dinleyicileri ve savunucuları şeklinde betimlenir. Budistler, yerel dinî inançlar, gelenek ve göreneklerle karışıp yaygınlaşırken, aynı zamanda Taoizm ve Konfüçyüsçülük gibi Budizm'i reddeden diğer öğretilerin temsilcileriyle de mücadele etmişlerdir. Hristiyanlık gibi mutlakçı ve saltçı bir konum talebine sahip dinler, temelde, aynı talep göz önünde bulundurulmadığı takdirde, Budizm ile bağlantılanabilir. Bu rakip öğretileri benimseyenler ve buna karşı olan Asya'daki dindar halka rağmen, farklı gelenekler birleştirilse bile, bunların temel inançlarını birbiriyle bağdaştırmak zordur. Bu zorluğun yaşanmış örneklerini Çin halk inançlarında ve Japonya'daki dinlerde görebiliriz. Günümüz Budizm'i, aslında bir dinin birçok özelliğini içinde barındırmaktadır. Fakat ibadet şekli, toplum yapısı, ayinleri, çilekeşlik, dervişlik, manastır, tasavvuf ve dogmatizm gibi gelenekleri tamamen farklıdır. Budizm, Asya'daki kendi kültürel ve tarihsel özelliklerinden ayrılmayan ve bunlara sıkı sıkıya bağlı bir şey olduğu varsayılırken, Batı'da, Budizm'in tarihsel, kültürel ve dinî bağlamlarından yola çıkarak, aydınlanma ve demokrasi gibi değerleri birleştirdiği için Budizm'e eğilim vardır. Önemli yerler. Gautama Buddha Mahaparinibbana Sutta'da takipçilerinin dört yeri ziyaret etmesinin rûhânî bir aciliyet hissi yaratacağını söylemiştir. Bu dört yer, Buda'nın doğduğu yer (Lumbini), aydınlanmaya ulaştığı yer (Bodh Gaya), öğretilerini yaymaya başladığı yer (Sarnath) ve nirvanaya kavuştuğu yer (Kuşinagar) Budistler tarafından en önemli hac merkezleri olarak kabul edilir. Sarnath. Siddhartha Gautama, Bodh Gaya'da (MÖ 589/525) aydınlandıktan sonra Sarnath'ta Ceylan Parkı'nda yaptığı konuşmayla ilk öğretisi Dört Yüce Gerçek'i aktarmıştır. Bu aynı zamanda Dharma tekerleğinin dönmeye başlaması, yani Budizm'in kuruluşu olarak nitelenir. Bu konuşmanın dinleyicileri daha önce Siddharta'yı çilecilikten ayrıldığı için terk eden beş eski arkadaşı - Kondanna, Bhaddiya, Vappa, Mahanama ve Assaji'dir; Buda'nın öğretisini dinledikten sonra tamamen aydınlanmaya ulaştılar. Buda tarafından rahip (Bhikkhu) olarak seçildiler ve böylece Budist Topluluğu (Sangha) kuruldu. Sarnath, 19. yüzyıldan beri yapılan kazı çalışmaları sonucu Budistler için önemli bir hac yeri olmuştur. Bulunan Stupa, manastır ve Ashoka sütunu kalıntıları bu şehrin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Kuşinagar. Kuşinagar, Hindistan'ın Uttar Pradeş eyaletindeki bir şehirdir. Burada Buda'nın Paranirvana'ya ulaştığına, öldüğüne inanılır. Malla Krallığı'nın merkezi ve Maurya İmparatorluğu'nun başkenti olan Kushinagar'da birçok kalıntı vardır. Ancak 5. yüzyılda Kushinagar önemini yitirmiştir. Aynı yüzyılda burası terkedilmiş ve unutulmuştur. 19. yüzyılda yeniden keşfedilmiş ve buraya insanlar yerleştirilmiştir. Angkor Vat. Khmer Krallığının başkenti ve gücünün simgesi olan Angkor Vat, Vişnu adına bir Hindu tapınağı iken 13. yüzyılda bir Budist tapınağına çevrildi. Yapı, günümüze dek oldukça iyi bir korunma altında ulaşabilmiştir ve kuzeyindeki Angkor Thom antik şehri ile birlikte 1992 yılında Dünya Kültür Mirası Listesi'ne girmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5715", "len_data": 50795, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.91 }
Fas (Arapça: المغرب, "el-Mağrib"; Berberice: ⵍⵎⵖⵔⵉⴱ, "l-Meġrib"), resmî adıyla Fas Krallığı (Arapça: المملكة المغربية, "el-Memleketü'l-Mağribiyye"; Berberice: ⵜⴰⴳⴻⵍⴷⵉⵜ ⵏ ⵍⵎⵖⵔⵉⴱ, "Tageldit n l-Meġrib"), yaklaşık 37 milyon nüfusa ve 720.000 km² yüzölçümüne sahip bir Kuzey Afrika ülkesidir. Başkenti Rabat ve en büyük şehri de Kazablanka'dır. Mağrip ülkelerinden biri olan Fas'ın, Atlantik Okyanusu'dan Cebelitarık Boğazı'nı çevreleyip Akdeniz'de son bulan uzun bir sahil şeridi vardır. Doğuda Cezayir, kuzeyde İspanya (boğaz boyunca denizden bir sınır ve Ceuta ile Melilla adlarında iki küçük özerk şehir), güneyde ise Moritanya ile komşudur. Aynı zamanda ülke, Batı Sahra adı verilen bölgede, 1975'te koloni ülkesi İspanya tarafından terk edildikten sonra hak iddia etmiş ve günümüzde de bölgenin dörtte üçünü fiilen yönetmektedir. Resmi ve baskın dini İslam olan ülkenin resmi dilleri ise Arapça ve Berbericedir. Fas; Afrika Birliği'nin, Arap Ligi'nin, Büyük Mağrip Birliği'nin, Frankofon'nun, İslam Konferansı Örgütü'nün, Akdeniz Diyaloğu grubunun ve G77'nin üyesidir. Etimoloji. Tam Arapça ismi "el-Memleketü'l-Mağribiyye" (المملكة المغربية "Batı Krallığı")'dır. Genellikle "el-Mağrib" (المغرب "Batı") ismi kullanılır. Tarihî referanslarda, Orta Çağ Arap tarihçileri ve coğrafyacılar, Fas'ı "el-Mağribü'l-Aḳṣâ" (المغرب الأقصى "En Uzak Batı") olarak anmışlardır. Aynı şekilde Cezayir için "el-Mağribü'l-Evsaṭ" (المغب الأوسط "Orta Batı") ve Tunus için de "el-Mağribü'l-Ednâ" (المغرب الأدنى "Yakın Batı") denmiştir. "Morocco" kelimesi; Latince'deki "Morroch" kelimesinden gelir. Morroch, Latince'de Murabıtlar ve Muhavvidler'in başkentleri olan Marakeş'e verilen isimdir. İranlılar "Marrakech" ve Türkler de antik İdrisî ve Marinî başkent Fes'ten dolayı bu ülkeye Fas demişlerdir. Marakeş ismi büyük ihtimâlle Berberice'de "Tanrı'nın Toprakları" anlamına gelen "Mur-Akush" kelimesinden gelmektedir. Tarihçe. Tarih öncesi ve Antik dönem. Bugünkü Fas topraklarındaki ilk yerleşimler Cilalı Taş Devri'ne tarihlenen MÖ 8000 yıllarından kalma, Capsian kültürüne ait kalıntılara aittir. Kalıntılar, o devirde Fas'ta büyük bir kuraklık yaşandığını göstermektedir. Birçok teorisyen, Berberîlerin ataları olarak kabul ettikleri Amazigh adında bir halkın bu devirde var olduğuna inanır. Büyük ihtimalle, bu halkın Fas topraklarına gelişi ve bu topraklarda tarımın başlaması aynı tarihlerdir. Daha sonraları, klasik dönemde Fas, "Mauretania" olarak anılmaya başlanmıştır. Kuzey Afrika ve Fas, Akdeniz uygarlığına erken klasik dönemde Fenikeli tüccarlar ve koloniler sayesinde -oldukça yavaş ve geç- dahil olmuştur. Fenikelilerin gelişiyle, Akdeniz'in bu stratejik köşesi Roma'nın ilgi alanına girmiş ve kısa süre sonra da bu bölge "Mauretania Tingitana" adıyla Roma'ya dahil olmuştur. 5. yüzyılda bölge Vandallar ve Vizigotların eline geçti. Bunu, Bizans idaresi izledi. Ancak hiçbirisi, Fas'ın yüksek dağlarındaki Berberîleri hüküm altına alamadılar. Orta Çağ. Müslümanların Mağrip'i ele geçirmesi 7. yüzyılda meydana geldi. Emevîler gücünün doruğundayken, Fas'taki ilk ele geçirmeyi Şam Emevileri'nin hizmetindeki bir komutan olan Ukbe bin Nafi komutasındaki İslam ordusu yaptı. 670 yılındaki bu ilk ele geçirmenin ardından Ukba ibn Nafi'nin halefleri ilerleyen dönemde Fas'ın tamamını kontrolleri altına aldılar ve 683 yılında ülkeye "Maghreb al Aqsa" (En Uzak Batı) adını verdiler. Uygulanan asimilasyon yaklaşık olarak bir asır sürdü. Fas'ın Arap ve İslam hâkimiyetine girmesinden sonra, yedinci asır boyunca, Arap kültürünün etkisi altında kalmış olan Berberîlerin büyük çoğunluğu; Arapların kıyafet geleneklerini, kültürlerini ve İslam dinini benimsediler. Devletlerini bu kültüre göre şekillendirip, ilk örneklerini Nekor ve Bergavata devletleriyle verdiler. Ancak bu devletlerin kuruluşları uzun iç savaşları da beraberinde getirdi. İdrisî Hanedanı'nın kurucusu olan İdris ibn Abdallah, ülkenin Bağdat'taki Abbasi halifeleriyle ve Endülüs Emevîleriyle olan bağını kopardı ve yollarını ayırdı. İdrisîler Fes şehrini alıp, bu şehri başkent haline getirdiler ve Fas bir bilim kültür merkezi ve bölgesel bir güç haline geldi. İdrisîler'in ardından Arap göçmenler Fas'taki politik güçlerini yitirdiler. Berberîler yönetimleri şekillendirmeye başladılar ve yeniden ülkenin hakim gücü haline geldiler. Fas, bu Berberî yönetimleri zamanında belki de tarihteki en parlak dönemini yaşadı. Arap İdrisîler 11. yüzyılda tehcir edildiler. Murabıtlar, Muvahhidler, daha sonra Merinîler ve son olarak Saadîler; Kuzeybatı Afrika'nın büyük bölümünü, Müslüman İberya'yı ve Endülüs'ü içine alan büyük devletler kurdular. Alevî Hanedanı idâresi (1666-günümüz). Saadîler'in ardından Alevî Hanedanı yönetime geldi. Bu sıralarda Fas, İspanya ve Osmanlı'nın nüfuz mücadeleleri ile baskılarına mâruz kalıyordu. Alevî Hanedanı kısa süre için, kendisinden önce gelen hânedanlara nazaran daha küçük bir alanda, sessiz bir zenginlikte hüküm sürdüler ve pozisyonlarını korudular. 1684 yılında Tanca'yı ilhâk ettiler. Hânedanın başındaki İsmail ibn Şerif, yerel güçlere karşı birleşik bir krallığı savundu ve bunu da gerçekleştirdi. Avrupalı nüfûzu. 15. yüzyılda, Atlantik kıyılarındaki başarılı Portekiz saldırı ve istilâları Fas'ı derinden etkilememişti. Napolyon Savaşları'nın ardından gittikçe İstanbul'dan bağımsız hareket etmeye başlayan Mısır ve Kuzey Afrika ile Beylerin hükmü altındaki korsanlar Avrupa için kolonicilik bakımından cazip hale geldiler. İlk olarak Fransa, 1830'lu yılların başlarında Fas ile ciddi şekilde ilgilenmeye başladı. Birleşik Krallık'ın Fas'taki Fransız nüfûzunu 1904 yılında tanıması Alman İmparatorluğu'nu kızdırdı. Haziran 1905 krizi Algeciras Konferansı'nda çözüldü. Buna göre, 1906 yılında Fransa'nın özel durumu tanındı ve Fas'ın geleceği Fransa ile İspanya'nın ortak kararlarına bırakıldı. İkinci Fas Krizi Berlin tarafından çıkarıldı ve Avrupa büyük güçlerinin arasını açtı. Krizin ardından imzalanan Fes Antlaşması'yla Fas tam olarak bir Fransız sömürgesi haline geldi ve Kuzey ile Güney Sahra sınır bölgeleri İspanya'ya bırakıldı. Modern dönemler. 1963'te Cezayir'in Atlas okyanusuna bir çıkış koridoru istediği için Fas ile Cezayir arasında "La guerre des sables" diye bilinen ve beş ay süren Kum Savaşı yaşandı. Coğrafya. Fas, Afrika'nın kuzeybatısında bir ülkedir. Atlantik okyanusu kıyıları Cebelitarık boğazı ile Akdeniz kıyılarını ayırır. Güneyinde tartışmalı Batı Sahra bölgesi ile güney ve güneydoğusunda Cezayir bulunmaktadır. Batısında atlantik kıyılarına yakın Kanarya Adaları ve Madeira Adaları bulunmaktadır. Kuzeyinde Cebelitarık İspanya'yı Fas'tan ayırır. Başkenti Rabat'tır. Büyük şehirleri Kazablanka, Agadir, Fez, Marakeş, Meknes, Tetouan, Tanca, Oujda, Ouarzazate ve Laayoune'dir (Batı Sahra). Yer şekilleri. Afrika'da bulunan sıra dağ dizisi olan Atlas Dağları kıtanın kuzeybatısında Fas'tan başlayarak, Cezayir ve Tunus ülkelerine uzanır. Dağlar Fas'ın üçte ikisini kaplar ve yüksek doruklara erişir. metreyi geçen dorukları bulunur. Cebel Toubkal, ülkenin en yüksek noktası, metredir. Fas'ta 4 ana dağ sırası bulunur; Atlas Dağları (Yüksek Atlas, Sahra Atlasları ve Orta Atlaslar) ve Rif Dağları. Kuzeydeki ilk sıra Akdeniz'e sınır oluşturur. Cebel Tihithin ile metrelik doruğa ulaşır. Rif Sıradağları bu bölgede sıralanır. Orta Atlaslar, Fas'ın su kuleleri olup doğudaki çorak düzlüklerle batıdaki verimli arazileri birbirinden ayırır. Doğuya doğru metreyi geçen doruklar (örneğin Cebel Bou Naceur) bulunmakta. Batıda yükseklikler azalarak platolara ve düzlüklere izin verir. Güneyde Yüksek Atlaslar ile sınırlanır. Ülkedeki en önemli dorukları şöyledir: Ovalar genellikle Rif ve Atlas sıradağları arasında kalan bölgede bulunmaktadır. Sebou Havzası km² yüzölçümü ile alçak platoları, nehirleri, tepeleri ve verimli ovaları ile burada bulunur. Garb ovasında şeker pancarı, pirinç, şeker kamışı ve tütün yetiştirilir ve bu ova içindeki mantar meşesi ve okaliptüs işletmelerinin olduğu Maâmora ormanı ile diğerlerinden ayrılır. Geniş düzlükler ve fosfat platoları Kongo DC sınırına kadar uzanır. Şaouya, Dukkala ve Tadla ovalarına Orta Atlas sıradağları sırtlarında bulunur. Daha güneydeki Haouz ovasına, Marakeş yakınlarında, Souss ovasına okyanus, Yüksek Atlaslar ve Orta Atlaslar arasındaki üçgende rastlanılır. Kuzeyde Lukos, Nekkor, Trifa, Ouergha, Baht, Inaouen gibi daha küçük ova ve verimli vadileri de bulunmaktadır. Güneyde, Erg Çebbide, Cezayir sınırı yakını, Fas'ın taş ve kumla kaplı en büyük bölgesidir. Burada kumulların yüksekliği 200 metreye ulaşmaktadır. Su. Fas su kaynakları, Dünya su kaynakları endeksi ortalamasına göre (ortalama 9,1'e göre), su kaynaklarında 5,4 puanla ve su zenginliği endeksine göre 46. sırayla, orta ila zayıf arasında addedilir. Toplam yenilenebilir su kaynağına göre sıralandığında yıllık 20~23 milyar m³lük hacimle 174 ülke arasında 114. sırada yer alır ve temiz su kaynağında yıllık 12,6 km³'lük hacimle de 41. sırada yer alır. Bitki örtüsü. Ağırlıklı olarak Akdeniz bitki örtüsü karakteri gösterir. Dağlık bölgeleri ağaçlara, (ardıç, meşe, sedir vd.) ve diğer dağ bitkilerinin büyümesine olanak verir. Ovalarında zeytin, sakız ağaçları yetişir. Ayrıca Atlas dağları ağaçların büyümesi için uygun ortama olanak sağlamaktadır. İç bölgelerde Alafh ve Binalşibh'de ağaçlara ev sahipliği yaparken ve güney bölgelerde ise vahalar palmiye ağaçlarının büyüme için ideal yerlerdir. Fas çölleşme sorunu yüzünden yılda 31 hektarlık ormanlık alanını kaybetmektedir. Sorun sadece güney bölgelerinde değil, kuzeyde de sarî olup sadece 1920 yılından bu yana kuzeydeki orman alanlarının yarısından fazlasını kaybetmiştir, özellikle 1951 (yüzbin hektar) ile 1992 (altmış bin hektar)arasındaki dönemde. Güneyde ise kumlar280 bin hektarı süpürdü ve sadece Fas'ta mevcut olan pek çok türün de dahil olduğu 1500 bitki nesli tükenme tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Siyaset ve yönetim. Fas'ın, Batı Sahra'yı işgal etmesi sebep gösterilerek, Afrika Birliği'nden geçici süreliğine çıkarılmıştır. 2011 başlarında meydana gelen demokrasi ayaklanmalarından Fas da etkilenmiş, halkın idareye karşı rahatsızlıkları çeşitli yürüyüş ve gösterilere sebep olmuştur. Fas, Temmuz 2016'da yaptığı açıklamada yeniden Afrika Birliği içerisinde yer almayı hedeflediğini açıklamıştır. Ülke Aralık 2016'da yaptığı yeni üyelik başvurusu ile birlik içerisinde yeniden yer almak istediğini ifade etmiştir. 30 Ocak 2017 tarihinde gerçekleştirilen 28. Afrika Birliği toplantısında Fas yeniden üyeliğe dahil edilmiştir. 20 Şubat 2011'de Rabat'ta yapılan (katılımında Facebook gibi İnternet sitelerinin de etkisinin olduğu) büyük mitingden sonra Kral Muhammed El-Sadis (VI. Muhammed) halka yaptığı ilk ulusa seslenişle reform sözü vermiştir. Kral Muhammed, komisyonun başkanlığına Abdüllatif Menuni'nin getirildiğini, Menuni'nin haziran ayına kadar kendisine anayasa reformu önerilerini sunacağını kaydetmiştir. VI. Muhammed anayasada reform sözünü tutmuş, yapılan reformla yetkilerinin devrini referanduma sunmuştur. Halkın Krala karşı büyük saygısının olmasının nedeni babası II. Hasan'dan sonra baskıcı rejime son vermesi ve İslam peygamberi Muhammed'in soyundan gelmesidir. (Kazablanka'daki II. Hasan Camii'nde altından yapılan levhada şeceresinde gösterilmektedir) İdari yapılanma. Fas idari olarak 16 bölgeye ve altında 62 vilayete () ve alt bölgeye () bölünmüştür. Bölgeler. 2015'te yerel yönetimi güçlendirme/Bölgeselleştirme Kanununun yürürlüğe girmesi ile, 12 bölge oluşturulmuştur. Buna göre bölgeler: Vilayetler. Fas 37 vilayet ve iki büyük şehre* bölünmüştür: Agadir, Al Hoceima, Azilal, Beni Mellal, Ben Slimane, Boulemane, Casablanca*, Chefchaouen, El Jadida, Sraghna El Kelaa, Er Rachidia, Essaouira, Fes, Figuig, Guelmim, Ifran, Kenitra, Khemisset, Rommani, Khenifra, Khouribga, Laayoune, Larache, Marakeş, Meknes, Nador, Ouarzazate, Oujda, Rabat-Sale*, Safi, Settat, Sidi Kacem, Tanca, Tan-Tan, Taounate, Taroudannt, Tata, Taza, Tetouan, Tiznit; ayrıca üç province/alt bölge Ad Dakhla (Oued Eddahab) Boujdour ve Es Smara. Ekonomi. Fas Afrika'nın en büyük beşinci ekonomisine sahiptir. Cezayir'den sonra, Mağrip'in ikinci büyük ekonomisidir. 2008 yılında Fas büyüme oranı yaklaşık %6,5 idi. Fas Afrika ortalamasına göre güçlü bir gayri safi yurt içi hasılaya sahiptir. 2008'de 8.52 milyar dolar civarında olan ya da kıtanın toplam GSYİH'nin% 9'u Fas'a aittir. Fas da 1999 yılında Kral VI Muhammed tahta çıkmasından bu yana her yıl ortalama %8 büyüme oranı yakalamıştır. Bu büyüme yıllık hasat gibi değişken sonuçlara bağlı olduğundan sürdürülebilir değildir. Avrupa kıtası ile Fas'ın yakınlığı, Avrupa şirketlerinin yer değiştirmelerinde Fas'a yönelimlerine yol açmış, bu da büyük ölçüde ekonomiye katkısı olmuştur. 2000'lerin başından bu yana, yürüttüğü tutarlı maliye politikası offshore için cazip bir ülke konumuna gelmiştir. OECD 2008'de yarattığı iş hacmi ile krallığı Estonya ve Çin'den sonra 3. sıraya yerleştirmiştir. Ülkede tarıma dayalı besin endüstrisi kollarının yanı sıra, kimya ve gübre sanayi ile küçük el sanatları gelişmiştir. Yeraltı kaynakları ülke ekonomisinde önemli bir yer tutmaktadır. Fas'ta çıkarılan madenlerin başında fosfat gelir. Fosfat dışında, manganez, arsenik,nikel, kobalt ve demir de bulunmaktadır. Ayrıca az miktarda kömür ve petrol gümüşlü kurşun da çıkarılır. Ülke sanayinin ihtiyacı olan enerji büyük ölçüde hidroelektrik santrallerden sağlanır. Tanca'nın İspanya'ya yakın olması ve bu sayede iki ülke arasında yapılan ve 45 dakika süren feribot seferleri sayesinde İspanya ile ticaret gelişmiştir. Bunun yanında günlük olarak Fransa'nın Güney ve liman kenti olan Marsilya şehrine de seferler düzenlenmektedir. Sosyal Güvenlik Ulusal Fon (La Caisse Nationale de Sécurité Sociale-CNSS), Nisan 1961 tarihinden itibaren, ücretliler için Fas sosyal güvenlik programını yönetmektedir. Bu kamu kurumu, şirketlerden prim toplamaktan ve ayrıca ekonominin temel sektörlerinde çalışan işçilerin (sanayi ve ticaret, tarım, balıkçılık ve esnaf) sosyal güvenlik şemsiyesi altındaki masraflarını karşılamaktan sorumludur. Sosyal güvenliğin şemsiyesi; hastalıklar, hamilelik, sakatlık ya da yaşlılık bir sonucu olarak ücret kaybına karşı, işçileri (ve ailelerini) korur. Yaklaşık 5.000 personeli ile, kurum, ülke genelinde 50 ofis ile yayılıdır. Tarım. Fas'ta tarım için ülkenin iş gücünün yaklaşık %40'ını kullanır. Ve böylece, tarım ülkenin en iş kolu konumunda yer alır. Arpa, buğday ve diğer hububat ana ürünler arasında yer almaktadır. Atlantik kıyısında, geniş ovalarda zeytin, narenciye ve üzüm yetiştirilmektedir. Turizm. Fas'ta genel olarak çöl turizmi yaygındır. Fas 2018 yılında Afrika'nın en çok ziyaret edilen ülkesi olmuştur. Demografi. Arap ülkeleri içerisinde Fas, Mısır, Sudan ve Cezayir'den sonra dördüncü kalabalık nüfusa sahip ülkedir. Çeşitli doğal çevrelerin çok eşitsiz yapılaşma sunması sonucunda nüfus, ülke içinde çok düzensiz olarak dağılım göstermektedir. Çorak ya da çöl bölgelerinin hemen hemen ıssız olmasına karşın Akdeniz kesimi ovaları ya da Atlas Okyanusu'na yakın kuzey kesimlerdeki ovalar oldukça yoğun nüfus barındırmaktadırlar. Rif ve Anti Atlaslar gibi bazı dağ kütlelerinin de nüfusu yoğundur. Kentleşme de çok eşitsizdir; Kuzey Fas'ın Atlas Okyanusu kesiminde, özellikle Casablanca-Kenitra ve Fas-Rabat eksenlerinde kentleşme yoğundur. Bununla birlikte, kentleşme hızla ilerlemektedir: 1926'da nüfusun %10'dan azı kentlerde yaşarken 1981'de bu oran yaklaşık % 40'a çıktı. Kazablanka, Rabat, Asfi ya da Agadir gibi modern kıyı kentlerinin gelişmesi, Fes ve Marakeş gibi iç kesimlerdeki geleneksel eski kentlerde oranla çok daha belirgindir. Ülkede nüfus artışı hızlıdır: 20. yüzyılın başında Fas'ın nüfusu 5 milyondan azdı; 1954'te 10 milyona ulaşan nüfus 1985-1990 yıllarında 22 milyona ulaştı ve bu rakam günümüzde 33 milyonun üzerinde seyir etmektedir. Doğal nüfus artış oranı %3 dolaylarındadır; aile planlaması siyaseti sayesinde doğumlar azalmaya başladıysa da, gene de doğum oranı çok yüksektir. Fas genç bir nüfusa sahiptir: 15 yaşından küçükler toplam nüfusun yarısına yakınını oluşturmaktadırlar. Din. Faslıların çoğunluğu Müslüman ve Maliki mezhebindendir. Geçmişte özel bir öbek oluşturan Fas'taki Musevi nüfus, 1956'da başlayan göçler sonucu bütünüyle ortadan kalkmıştır. Sömürge döneminde çok olan Avrupalıların sayısı günümüzde 50.000'i aşmamaktadır. Avrupalılar daha çok Rabat ve Casablanca'da toplanmıştır. Dil. Resmî dilleri Arapça olmasına rağmen devlet dairelerinde Fransızca kullanılmaktadır. Halk arasında kullanılan Arapçaya "Darija" denilir ve diğer Arap ülkeleriyle karşılaştırıldığında değişiktir. Nüfusun büyük bir bölümü Berberilerden oluşur ve çeşitli Berberi dilleri halkın üçte birince konuşulur, ancak özellikle dağlık kesimlerde Araplaşma sürmektedir. Bunların başında "Sheluh" veya Shelha dili, güneyde Sousi halkı tarafından konuşulmaktadır. Kuzeyde ise Tamazigt dili Kuzey Berberileri tarafından kullanılmaktadır. Ülkenin kuzey kesimi İspanyolların etkisi altında kaldığından buralarda İspanyolca konuşanlara rastlamak mümkündür. Bugün sorunlu olan Batı Sahra topraklarında da İspanyolca konuşulmaktadır. Sanat. Mimari ve dekorasyon. Geçen yüzyılın altmışlarında popüler olan ve ortaklaşa yapılan sergilerle gelişen, manda döneminin sanatta etkisini bu dönemin Fas resimlerinde görülebilir. Fas'ta dekorasyonda görülen çeşitlilik ve renklerdeki kontrast, ülkedeki ve çevresindeki medeniyetlerin çeşitliliğinin yansımasıdır. Geleneksel Fas modası pek çok kültür ve geleneğin çeşitliliğinin sonucu olarak Fas millî giyimini karakterize eder. Mağribi mimarisi bu bölgede özelliklerini kazanırken diğer mimari akımlara göre daha yavaş bir gelişim göstermiştir. Seville, Granada, Marakeş ve Fes gibi şehirlerin yapıları bu mimari tipinden (doğal olarak) etkilenirken dünyanın pek çok farklı bölgesinde de Mağribi mimarisinin etkilerini görmek mümkündür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5720", "len_data": 17801, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.58 }
Python, nesne yönelimli, yorumlamalı, birimsel (modüler) ve etkileşimli yüksek seviyeli bir programlama dilidir. Girintilere dayalı basit söz dizimi, dilin öğrenilmesini ve akılda kalmasını kolaylaştırır. Bu da ona söz diziminin ayrıntıları ile vakit yitirmeden programlama yapılmaya başlanabilen bir dil olma özelliği kazandırır. Modüler yapısı, sınıf dizgesini (sistem) ve her türlü veri alanı girişini destekler. Hemen hemen her türlü platformda çalışabilir (Unix, Linux, Mac, Windows, Amiga, Symbian). Python ile sistem programlama, kullanıcı arabirimi programlama, ağ programlama, web programlama, uygulama ve veritabanı yazılımı programlama gibi birçok alanda yazılım geliştirebilirsiniz. Büyük yazılımların hızlı bir şekilde prototiplerinin üretilmesi ve denenmesi gerektiği durumlarda da C ya da C++ gibi dillere tercih edilir. Python 1980'lerin sonunda ABC programlama diline alternatif olarak tasarlanmıştı. Python 2.0, ilk kez 2000 yılında yayınlandı. 2008'de yayınlanan Python 3.0, dilin önceki versiyonuyla tam uyumlu değildir ve Python 2.x'te yazılan kodların Python 3.x'te çalışması için değiştirilmesi gerekmektedir. Python 2 versiyonun resmi geliştirilme süreci, dilin son sürümü olan Python 2.7.x serisi versiyonların ardından 1 Ocak 2020 itibarıyla resmi olarak sona erdi. Python 2.x geliştirilme desteğinin sona ermesinin ardından, Python dilinin 3.7.x ve sonraki sürümlerinin geliştirilmesi devam etmektedir. Geçmiş. Geliştirilmeye 1990 yılında Guido van Rossum tarafından Amsterdam'da başlanmıştır. Adını sanılanın aksine bir yılandan değil Guido van Rossum'un çok sevdiği, Monty Python adlı altı kişilik bir İngiliz komedi grubunun "Monty Python’s Flying Circus" adlı gösterisinden almıştır. Günümüzde Python Yazılım Vakfı çevresinde toplanan gönüllülerin çabalarıyla sürdürülmektedir. Python 1.0 sürümüne Ocak 1994'te ulaşmıştır. 2.0 sürümü 16 Ekim 2000'de yayınlanmıştır. 3 Aralık 2008 tarihinden itibaren 3.x serisi yayınlanmaya başlamıştır; ancak 3.x serisi 2.x serisiyle uyumlu değildir. Kullanım. Django, Zope uygulama sunucuları, YouTube ve orijinal BitTorrent istemcisi Python kullanan önemli projelerden bazılarıdır. Ayrıca Google, NASA ve CERN gibi büyük kurumlar da Python kullanmaktadır. Pygame ile 2D oyun yapılabilir, Blockchain uygulamaları kodlanabilir, uzaktan kontrol veya görüntü işleme yapılabilir, veri analizi veya veri kontrolü yapılabilir, TensorFlow, PyTorch, Keras gibi kütüphanlerle derin makine öğrenmesi uygulamaları yapılabilir. Aynı zamanda Python Siber Güvenlik için çok kullanışlı bir programlama dilidir. Kötü amaçlı yazılım analizi ve sızma testi dahil olmak üzere birçok siber güvenlik işlevini yerine getirebilir. Ayrıca OpenOffice.org, GIMP, Inkscape, Blender, Scribus ve Paint Shop Pro gibi bazı programlarda betik dili olarak kullanılır. Pek çok Linux dağıtımında ve Apple macOS işletim sisteminde Python öntanımlı bir bileşen olarak gelir. Söz dizimi. Python'un son derece kolay okunabilir olması düşünülmüştür. Bu yüzden örneğin küme parantezleri yerine girintileme işlemi kullanılır. Hatta bazı durumlarda girintileme işlemine dahi gerek kalmadan kodun ilgili bölümü tek satırda yazılabilir. Böylece Python, program kodunuzu en az çaba ile ve hızlıca yazmanıza imkân tanır. Sade sözdizimi ile diğer programlama dillerinden üstündür. Girintileme. Python'da ifade bloklarını sınırlandırmak için süslü ayraçlar ya da anahtar kelimeler yerine beyaz boşluk girintileme kullanılır. Belli ifadelerden sonra girinti artar; girintinin azalması geçerli blokun sonlandığını gösterir. İşleçler. codice_1 işleci, çarpma işlemleri için codice_2 işleci, bölme işlemleri için codice_3 işleci, tam sayı bölme işlemleri için codice_4 işleci, toplama işlemleri için codice_5 işleci, çıkarma işlemleri için codice_6 işleci, mod alma işlemleri için codice_7 işleci, 'küçüktür' anlamına gelir codice_8 işleci, 'büyüktür' anlamına gelir codice_9 işleci, 'eşittir' anlamına gelir codice_10 işleci, 'küçük eşittir' anlamına gelir codice_11 işleci, 'büyük eşittir' anlamına gelir codice_12 işleci, 'eşit değil' anlamına gelir codice_13 işleci, 'üs alma' anlamına gelir codice_14 işleci, 'doğru' anlamına gelir codice_15 işleci, 'yanlış' anlamına gelir codice_16 işleci, 've' anlamına gelir codice_17 işleci, 'veya' anlamına gelir codice_18 işleci, 'değil' anlamına gelir. İfadeler ve akış kontrolü. Python ifadeleri şunları içerir: Her ifadenin kendi sözdizimi vardır, örneğin codice_28 ifadesi diğer ifadelerin genelinin aksine blokunu anında çalıştırmaz. Metotlar. Nesneler üzerindeki metotlar nesnenin sınıfına eklenmiş fonksiyonlardır; codice_47 sözdizimi, normal metot ve fonksiyonlar için codice_48 ifadesi için bir sözdizimsel şekerdir. Python metotlarının örnek verisine ulaşmaları için açık codice_49 parametresine sahip olmaları gerekir. Bu durum Java, C++, Ruby gibi bazı diğer nesne tabanlı programlama diliyle farklılık gösterir. Standart kütüphane. Python'un çok büyük bir standart kütüphanesi vardır. Bu, dilin artı özelliklerinden biri olarak kabul edilir. Örnekler. Python 3 ve üstü sürümler için uygundur. Merhaba dünya. print("Merhaba Dünya") Yorum satırları. """Bu çok satırlı bir python yorumu""" Girdi alma ve ekrana basma. veri = input('Bir veri giriniz:') print(veri) Palindromik sayı kontrolü. def palindrom_kontrol(number): # Sayıyı string veri tipine çevirir str_number = str(number) # Sayının tersi kontrol edilir if str_number == str_number[::-1]: return True else: return False sayi = int(input("Bir sayı girin: ")) if palindrom_kontrol(sayi): print(f"{sayi} bir palindromik sayıdır.") else: print(f"{sayi} bir palindromik sayı değildir.") İsim Kaynağı. Python'un ismi, dilin yaratıcısı olan Guido van Rossum'un dili geliştirirken keyif aldığı İngiliz komedi grubu Monty Python'dan gelmektedir. Monty Python'a ait birçok atıf Python kodunda ve kültüründe sıklıkla görülebilir. Örneğin, Python literatüründe sıklıkla kullanılan metasentaktik değişkenler, diğer dillerde bulunan geleneksel “foo” ve “bar” yerine “spam” ve “eggs” olarak geçer. Resmi Python belgeleri ayrıca Monty Python rutinlerine çeşitli referanslar içerir. Py- ön eki, bir şeyin Python ile ilgili olduğunu göstermek için kullanılır. Python uygulamalarının veya kitaplıklarının adlarında bu ön ekin kullanımına için Pygame, Qt ve GTK'yi Python'a bağlayan PyQt ve PyGTK ve orijinal olarak Python dilinde yazılmış bir Python uygulaması olan PyPy bunlara örnek olarak verilebilir. Popülerlik. 2003 yılından itibaren PythonTIOBE Programlama Topluluğu Endeksi'nde en popüler 10 programlama dili arasında istikrarlı bir şekilde yer alırken, Ekim 2021 itibarıyla Java ve C programlama dillerini geçerek en popüler dil konumunda bulunmaktadır. 2007, 2010, 2018 and 2020 yıllarında ise bir yıl içerisindeki en yüksek kademe artışı çatısı altında “Yılın Programlama Dili” seçilmiştir ve bunu 4 kez yapabilen tek dildir. Deneysel bir akademik çalışma, Python gibi komut dosyası yazma dillerinin, dize işlemeyi ve sözlükte aramayı içeren programlama sorunları için C ve Java gibi geleneksel dillerden daha üretken olduğunu raporlamış, bellek tüketiminin genellikle "Java'dan daha verimli ve C veya C++’dan çok daha verimsiz” olmadığını saptamıştır. Python kullanan büyük kuruluşlar arasında Wikipedia, Google, Yahoo! CERN, NASA, Facebook, Amazon, Instagram ve Spotify gibi bazı kuruluşlar yer almaktadır. Sosyal haber ağı sitesi Reddit, çoğunlukla Python ile yazılmıştır. Python'dan Etkilenen Programlama Dilleri. Python programlama dilinin tasarımı ve felsefesi, diğer birçok programlama diline de ilham vermiş veya bu dillere etki etmiştir: Python'un geliştirme uygulamaları diğer diller tarafından da taklit edilmiştir. Örneğin, Python'da “PEP” olarak geçen, bu dile yönelik bir değişikliğin gerekçesini ve bununla ilgili konuları açıklayan belge talep etme uygulaması, Tcl, Erlang, ve Swift'de de kullanılmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5722", "len_data": 7852, "topic": "CODING", "quality_score": 3.39 }
Aşağılık kompleksi ya da Aşağılık karmaşası, bireysel psikoloji ekolünün kurucusu Alfred Adler tarafından ortaya atılan ve kişinin bazı yönlerden kendini diğerlerinden aşağı hissetmesine neden olan karmaşasına verilen addır. Bu komplekse sahip kişilerde genellikle kendini ispat etme çabası görülür. Sıklıkla farkına varılmaz ve telafi etme düşüncesi kişileri eziyet içine sürükler ve şaşırtıcı bir kazanım veya aşırı bir antisosyal davranışla sonuçlanır. İlk çalışmalarında teorisini göstermek için Napolyon komplekslerini kullanan Alfred Adler öncülük etmiştir. Özgüven eksikliği, saplantı bozuklukları ve kültürel yozlaşma aşağılık kompleksinin nedenleri arasında gösterilebilir. Psikiyatrik bir hastalıktan çok psikolojik bir durumdur. Adler, bütün gelişme dönemi süresince çocuğun ebeveyni ve genel dünyayla ilgili bir yetersizlik duygusu hissettiği kavramını geliştirmiştir. Hastanın kompensasyon için gösterdiği psikolojik veya fiziki çabaların sonuçsuz kalmasıyla psikonevrozlar gelişir; hasta başarısızlıklarını örtbas etmek ve başkaları üzerinde bir güç kazanmak için bu semptomlarını kullanır. Çok kere depresyonla birlikte beliren aşağılık duygularına emeklilikte ve yaşlılıkta sık rastlanır. Bu vakalarda hasta kendisine saygısını önemli derecede kaybetmiştir. Kişi toplumsal bakımdan düştüğünü ve önemsiz kaldığını hisseder ve böylece paranoid reaksiyon tipleri gelişebilir. Nedenleri. Aşağılık kompleksinin nedenleri, kişiden kişiye değişebilir ve genellikle karmaşık bir etkileşimin sonucudur. Bununla birlikte, Adler'in teorisine göre, aşağılık kompleksinin altında yatan temel neden, kişilerin diğer insanlarla karşılaştırıldıklarında kendilerini yetersiz hissetmeleridir. Bu kompleksin nedenleri, birkaç farklı faktöre dayanabilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5726", "len_data": 1750, "topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT", "quality_score": 3.99 }
Sayılabilirlik, bir kümedeki eleman sayısıyla doğal sayılar arasında birebir eşleme kurulabilme durumu. 19. yüzyılın sonlarına kadar matematikte farklı büyüklüklerde sonsuzların olabileceğinden şüphelenilmiyordu. Ancak Alman matematikçi Georg Cantor'un reel sayıların sayılamayacağını ispatlamasının ardından matematikte farklı büyüklüklerde sonsuzlukların var olduğu anlaşıldı. Peki iki sonsuz sayıyı karşılaştırmaktan anlaşılan nedir? Diyelim ki elimizde A ve B isimli iki sonsuz küme var ve bunların eleman sayılarına sırasıyla a ve b diyelim. Eğer A kümesinden B kümesine birebir bir fonksiyon tanımlanabiliyorsa bu durumda formula_1 denir. Bu tanım Seçim Aksiyomu'nun varsayıldığı durumlarda bize sonsuz büyüklükler arasında bir doğrusal sıralama verir, yani kısaca bütün sonsuzluklar birbiriyle karşılaştırılabilir. İşte bu durumda, sayılabilirlik en küçük sonsuz büyüklüğü ifade eder, ancak bazı yazarlar sayılabilirliği aynı zamanda "ya sonlu ya da sayılabilir sonsuz olma" durumu için de kullanırlar. Süreklilik Hipotezi ise doğal sayıların kümesinin büyüklüğü ile reel sayıların kümesinin büyüklüğü arasında başka büyüklük olmadığını ifade eden aksiyomdur. Sayılabilir kümelere örnekler: Sayılamaz kümelere örnekler:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5729", "len_data": 1226, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.91 }
Matematikte, süreklilik, girdisi yeterince küçük miktarda değiştiğinde çıktısı da küçük miktarda değişen fonksiyonları ifade eder. Tek değişkenli gerçel fonksiyonlar için, "grafiğini el kaldırmadan çizebilme" şartının soyutlanmasıyla ulaşılmış bir kavramdır. Bunun geçerli olmadığı fonksiyonlara "süreksiz" fonksiyon denir. Örnek olarak, fonksiyon "h"("t") bir çiçeğin "t" zamanındaki boyu olsun. Zamandaki küçük değişim çiçeğin boyunu da küçük miktarda değiştireceği için bu fonksiyon süreklidir. Bunun aksine, başka bir fonksiyon "M"("t") bir banka hesabında "t" zamanındaki para miktarı ise, "M"("t") sürekli değildir. Çünkü hesaba para yatırıldığında ya da hesaptan para çekildiğinde, çok küçük bir zaman içinde para miktarında büyük zıplamalar olacaktır. Topolojik açıdan süreklilik, iki topolojik uzay arasındaki bir "f" gönderiminin, bir anlamda, "atlamasız" olma durumudur. Eğer "f" gönderimi, A topolojik uzayından B topolojik uzayına tanımlı bir gönderimse, "f" fonksiyonuna sürekli diyebilmemiz için B'nin her açık "U" altkümesinin ters görüntüsünün, yani "f" 'nin A 'dan alıp "U" altkümesine gönderdiği elemanların kümesinin, açık küme olması şartı aranır. Eğer "f" birebir örten bir fonksiyonsa ve "f" 'nin tersi de sürekli bir fonksiyonsa, "f" 'ye bir homeomorfizma (topolojik uzay eşyapısı) denir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5731", "len_data": 1312, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.35 }
Topolojik uzaylar, matematiğin Topoloji dalının başlıca uğraş konularıdır. Bir X kümesi ve bu kümenin alt kümelerinin bir kısmını içeren ve aşağıdaki varsayımları sağlayan S kümesinden oluşurlar: 1) formula_1 ve X kümeleri S'nin elemanıdır; 2) S'nin elemanları arasından seçilecek herhangi bir formula_2 koleksiyonu için, formula_3 birleşim kümesi de S'nin bir elemanıdır, 3) S'nin elemanları arasından seçtiğimiz formula_4 kümelerinin kesişimi olan formula_5 kümesi de S'nin elemanıdır. Burada ikinci şartta bahsettiğimiz koleksiyonun sonsuz sayıda eleman içerebileceğine ancak üçüncü şarttaki altkümelerin sayısının sonlu olduğuna dikkat etmek gereklidir. Geleneksel olarak X'in altkümelerinden S'nin elemanı olanlara açık kümeler denir. Buna karşılık C kümesi X'in bir altkümesiyse ve de formula_6 fark kümesi açık bir kümeyse, o zaman C'ye de kapalı bir küme denir. Bu tanıma göre X ve formula_1 kümeleri aynı zamanda hem açık hem kapalıdırlar. Verilen bir (X, S) topolojik uzayında X'in altkümelerinden oluşan öyle bir Y kümesi olsun ki X'te açık her küme Y'nin elemanlarının bir birleşimi olarak yazılabilsin. Bu durumda Y kümesine (X, S) uzayının temeli denir. Örnekler. 1) Verilen herhangi bir X kümesi için, S, X'in tüm alt kümelerinin kümesi olsun (yani her bir altküme açık olsun). Böyle oluşturulmuş topolojiye taneli (discrete) topoloji denir. 2) Reel Sayılar üzerinde (a, b) şeklindeki (a formula_8 ve b formula_9 olabilir) doğru parçalarının yarattığı topoloji. Öklit Uzayları'nın geometrik özelliklerini anlamakta kullanılan doğal topolojidir. 3) Uzunluk uzayları, metrik uzaylar, iç çarpım uzayları ve Banach uzayları topolojik uzaylardır. Açık Kümeler Kullanılarak Tanımı. X herhangi bir küme, T ise X kümesinin altkümelerinin bir kısmından oluşan bir küme olsun. Eğer T aşağıdaki koşulları sağlıyorsa T'ye X'in üzerinde bir topoloji denir: Bu koşulların sağlanması durumunda T ile donatılmış X kümesine bir topolojik uzay denir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5733", "len_data": 1947, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.83 }
Tıkızlık, topolojik uzayların sahip olabileceği başlıca özelliklerden biridir. Bir X uzayı ve birleşimleri X uzayını kaplayan herhangi bir açık kümeler topluluğu verildiğinde, bu topluluğun içinden sonlu sayıda açık küme hala X uzayını kaplayabiliyorsa, X uzayına tıkız (kompakt) denir. Gerçel sayılar kümesi (ℜ), üzerindeki standart topolojiye göre tıkız değildir, ancak ℜ'nin her kapalı ve sınırlı alt kümesi (mesela "a" ve "b" ("a<b") gerçel sayıları için [a, b] şeklindeki alt kümeler) altuzay topolojisine göre tıkızdır (Heine Borel teoremi). Matematiğin diğer pek çok alanında olduğu gibi, sonsuz bir nesnenin sonlu bir nesneye indirgenebilmesi çok önemli avantajlar sağladığı için topoloji alanında ve topolojik yöntemler kullanan diğer alanlarda vazgeçilmez bir kavramdır. Tıkızlık kavramı, Matematiğe 1906 yılında Maurice Fréchet tarafından kazandırılmıştır. Tıkızlık, matematiğin analiz dalı için çok önemli bir yere sahiptir. 19. yüzyılda analize gibi birçok klasik ve önemli teoremi kazandırmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5734", "len_data": 1013, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.09 }
Alfred Adler (d. 7 Şubat 1870, Viyana – ö. 28 Mayıs 1937, Aberdeen), bireysel psikoloji ekolünün kurucusu, Yahudi Avusturyalı psikiyatrist. Derinlik psikolojisinin üç büyük kurucusundan biridir. (diğerleri: Freud, Jung.) Adler, bireyin yeniden uyum sürecinde sosyal unsurun önemini vurgulayan ve psikiyatriyi topluma taşıyan ilk kişi olmuştur. 2002'de yayınlanan A Review of General Psychology araştırması, Adler'i 20. yüzyılın en seçkin 67. psikoloğu olarak sıraladı. Hayatı. Çocukluk ve gençliği. Alfred Adler, 7 Şubat 1870'de, Avusturya, Viyana'nın batı ucundaki bir köyde, şehrin 15. bölgesi olan Rudolfsheim-Fünfhaus‘ın modern kısmı, Rudolfsheim, Mariahilfer caddesi 208 numarada (Penzing) doğdu. Yahudi Pauline (Beer) ve Leopold Adler çiftinin yedi çocuğundan ikincisiydi. Leopold Adler Macaristan doğumlu bir tahıl tüccarı’ydı. Alfred'in küçük erkek kardeşi, Alfred henüz üç yaşındayken yanındaki yatakta öldü ve çocukluğu boyunca ağabeyiyle çekişti. Bu rekabet, Adler'in annesinin erkek kardeşini ona tercih ettiğine inandığı için alevlendi. Babasıyla olan iyi ilişkisine rağmen, annesiyle olan ilişkisinde hala aşağılık duygularıyla boğuşuyordu. Alfred aktif, popüler bir çocuk ve aynı zamanda ağabeyi Sigmund'a karşı rekabetçi tavrıyla tanınan ortalama bir öğrenciydi. Önceleri, Alfred'i dört yaşına kadar yürümekten alıkoyan raşitizm hastası oldu. Dört yaşında zatürree oldu ve bir doktorun babasına "Oğlun kayıp" dediğini duydu. İki kez ezilmesi ve küçük erkek kardeşinin ölümüne tanık olmasının yanı sıra, bu hastalık ona ölüm korkusu aşıladı. Bu zamanda doktor olmaya karar verdi. Psikoloji, sosyoloji ve felsefe konularına çok meraklıydı. Viyana Üniversitesi'nde okuduktan sonra göz doktorluğu ve daha sonra nöroloji ve psikiyatri alanlarında uzmanlaştı. Viyana Üniversitesi Tıp Okulunda doktorluk eğitimi aldı ve 1895'te mezun oldu. Kariyeri. Pratisyen hekim olarak çalıştığı ilk doktorluk yıllarından başlayarak hastayı çevresiyle ilişkileri içerisinde ele almak gerektiğini vurguladı ve bireyle ilgili sorunlara yönelik insancıl, bütünselci ve organik bir yaklaşım geliştirdi. Bedensel düzensizliklerle ilişkili olarak psikoloji ile ilgilenmeye başladı. 1902'de Sigmund Freud ile tanıştı, öğrencisi oldu ve birlikte Adler'in başkanlığında Viyana Psikanaliz Topluluğu'nu kurdular. Bir süre sonra Freud ile fikir ayrılıkları ortaya çıktı. Adler'in Organların Yetersizliği kitabından sonra tamamen uzlaşılmaz bir hale geldi ve 1911'de, Adler, izleyicileriyle beraber Freud'u açıkça eleştirerek bireysel psikolojiyi geliştirmeye başladı. Hans Vaihinger'in ruhsal inşa fikirlerinden etkilendi ve erkek egemen toplumda doğal bir sonuç olarak "Erkeksi Başkaldırı" ile organik aşağılık ve telafi teorisini geliştirdi (bkz. Aşağılık kompleksi). Adler, Freud'un teorileri ile karşı görüşe geldi, fikir ayrılığı 1911'deki Weimar Psikanaliz Kongresi'nde aleni oldu. Adler, Freud'un inandığı seks içgüdüsünün baskınlığı ve ego dürtüsünün libidinal(?) olup olmadığı ile çekişiyordu, Freud'un bilinçaltına atma üzerine fikirlerini de eleştirmişti. Adler bilinçaltına atma teorisinin, erkeksi başkaldırının aşırı telafisi ve aşağılık hislerinden türetilmiş sinirsel bir durum olan ego -savunma eğilimleri- konsepti ile değiştirilmesi gerektiğine inanıyordu, Oedipal Kompleksleri önemsizdi. Adler Viyana Topluluğundan ayrıldı ve 1912'de Bireysel Psikoloji Topluluğu adını alan, Özgür Analitik Araştırmalar Topluluğu'nu kurdu. 1912'de ana fikirlerini tanımladığı "Über den Nervösen Charakter" kitabını yazdı. Kişinin bilinçsiz öz ereğinin temel amaçlarının baskıladığı ayrı aşamaların aşağılık hislerini üstünlüğe (veya bilakis yeterliliğe) dönüştürdüğü ifade ederek insan kişiliğinin erek bilimsel açıklanabileceğini iddia etti. Adler'e göre öz erek arzularına, toplumsal ve etnik gereksinimler karşı koyar, düzeltici etkenler umursanmaz ve kişi aşırı telafi ederse aşağılık kompleksi oluşabilir, kişi benmerkezci, güç düşkünü ve saldırgan veya daha kötüsü olabilirdi. Üstünlük çabası ve anne baba baskısı önemli. I. Dünya Savaşı ile çalışmaları durdu, bu sırada Avusturya Ordusunda doktorluk görevi yaptı. Savaş sonrası 1930'lara olan etkisi epey arttı, 1921'den itibaren bir takım çocuk rehberliği klinikleri kurdu ve Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde sık sık okutman, 1927'de Kolombiya Üniversitesi'nde misafir profesör oldu. Tedavi edici yöntemlerinde sosyal ilgiyi cesaretlendirip ve ödüllendirip fakat şımartma ve ihmalden kaçınarak sorunları çocukta önceden tutup, yetişkin ruha yoğunlaşmaktan kaçındı. Yetişkinlerde tedavi, suçlama veya üstünlük taslama tutumlarının tedavi edilen kimse tarafından dışarıda bırakılmasına dayanmaktaydı, kişisel davranışın farkına varılmasının artışı ile karşı koymanın azaldığını ve reddetmenin terse döndüğünü ifade etti. Yaygın tedavi araçları mizah kullanımı, tarihi anları ve mantığa aykırı emirleri içermekteydi. Adler'in popülaritesi görece optivizmi ve fikirlerinin Freud ve Jung'unkilerle karşılaştırıldığında anlaşılabilir olması ile ilişkiliydi. Adler sıklıkla, "Kişinin davranış şablonu analizi toplumla, işi ve cinsiyeti ile ilişkilidir", savını vurgulamıştı. 1934'te Avusturya Hükûmeti, Yahudi olduğu için Adler'in kliniklerinin çoğunu kapattı. Adler 1935'te Long Island Tıp Kolej'ine Profesör olarak Avusturya'dan ayrıldı. Ölümü. 28 Mayıs 1937'de, İskoçya'nın Aberdeen Üniversitesi'ne yaptığı üç haftalık bir ziyaret sırasında aniden öldü. Sokakta yürürken yere yığıldığı ve kaldırımda hareketsiz yattığı görüldü. Adamın biri koşarak yakasını çözerken, Adler oğlunun adı olan "Kurt" diye mırıldandı ve öldü. Yapılan otopsi, ölümünün kalp kasındaki dejenerasyondan kaynaklandığını belirledi. Cesedi Edinburgh'daki Warriston Crematorium'da yakıldı, ancak külleri asla geri alınmadı. 2007'de külleri Warriston Krematoryumu'ndaki bir tabutta yeniden bulundu ve 2011'de defnedilmek üzere Viyana'ya gönderildi. Kişilik Gelişiminde Anne ve Baba Etkisi. Adler, çocuğun ileriki yıllarında kişilik sorunu yaşamasına neden olacak iki tür anne baba davranışı belirlemiştir. Bunlardan birincisi çocuklarına özen gösteren ve aşırı koruma sağlayan, sonuç olarak çocukta şımarma tehlikesi yaratan anne baba davranışıdır. Adler'e göre böyle bir anne baba tutumu yanlıştır. Bunun yerine çocuklar hata yapsalar bile kendi sorunlarını çözmelerine ve bazı kararları kendilerinin almalarına izin vermek uzun vadede onların iyiliğine olacaktır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5738", "len_data": 6386, "topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT", "quality_score": 3.56 }
Beyin (Eski Türkçede "meñi", Orta Türkçede "mengi ya da meyin"), sinir sisteminin merkezi olarak hizmet eden bir organıdır. Bütün omurgalı hayvanlar ve çoğu omurgasız hayvan -bazı süngerler, knidliler, tulumlular ve derisi dikenliler gibi omurgasızlar hariç- beyne sahiptir. Baş kısmında; duyma, tatma, görme, denge, koklama gibi duyulara hizmet eden organlara yakın bir noktada bulunan beyin omurgalıların vücudundaki en karmaşık organdır. Normal bir insanda serebral korteksin (en geniş kısmı) 15-33 milyar nörondan müteşekkil olduğu tahmin edilmektedir. Her biri birkaç bin nöronla sinaps denen bağlantılar yardımıyla bağlıdır. Bu nöronlar birbirleriyle akson denen uzun protoplazmik lifler yardımıyla iletişim kurar. Aksonlar bilgiyi beynin diğer kısımlarına yahut vücudun spesifik alıcı hücrelerine taşır. Fizyolojik olarak, beynin fonksiyonu vücudun diğer organlarının merkezi kontrolünü sağlamaktır. Hormon denen kimyasalların salgılanmasının işletimi ve kas aktivitesinin oluşumu vücudun diğer organları üzerindeki işlevlerindendir. Bu merkezi kontrol çevredeki ufak değişimlere bile gayet süratli ve koordine bir tepki vermeyi sağlar. Bazı temel tepkilerden olan refleksler, omuriliğin ve çevresel gangliyonların aracılığıyla gerçekleşebilir, fakat kompleks duyusal impulslara bağlı bilinçli yapılan komplike davranışlar ise beynin bilgileri bütünleme kabiliyetine ihtiyaç duyar. Anatomi. Merkezî sinir sisteminin kafa boşluğu içinde yer alan parçası "ansefal" olarak adlandırılır. Fransızca "encéphale" tüm beyin demektir. Ansefaldeki merkezlerin en önemlileri omurilik soğanı, beyincik ve beyindir. Türlerin beyinleri şekil ve boyut açısından muazzam bir fark gösterebilir ve ortak özelliklerini belirlemek genellikle güçtür. Buna rağmen beyin mimarisinin geniş tür yelpazesi için uygulanabilir bazı prensipleri vardır. Bu geniş yelpazede beyin yapısı bazı yönlerden hemen hemen birçok hayvan türünde ortaktır ancak diğer yönleri "gelişmiş" beyni ilkel örneklerinden ayırmaktadır ya da omurgalı ve omurgasızları ayırt etmektedir. Beyin anatomisi hakkında bilgi kazanmanın en kolay yolu görsel incelemelerdir ama daha kompleks teknikler de geliştirilmiştir. Beyin dokusunu doğal halinde incelemek güçtür çünkü üzerinde çalışmak için fazla yumuşaktır. Eğer alkol veya diğer fiksatiflelere muamele edilirse sertleştirilebilir ve sonra istenen çalışma için iç incelemesi yapılabilir. Gözle görülür biçimde beynin iç kısımlarında gri madde denen koyu renkli alanlara rastlanır. Daha açık renkli bu bölümden ayrılmış beyaz madde de gözlenir. Daha fazla bilgi spesifik bir molekülün yüksek konsantrasyonlarda bulunduğu yerleri gösteren çeşitli kimyasallarla boyanmış beyin dokusu örneklerinden elde edilebilir. Ayrıca mikroskoplarla beynin mikro yapısı da incelenebilir ve beynin bir bölümünden diğerine olan bağlantı yolları da takip edilebilir. Hücresel yapısı. Tüm türlerin beyinleri esasen iki geniş hücre sınıfından oluşur: nöronlar ve gliyal hücreler. Gliyal hücreler ("tutkal", "gliya" ya da "nörogliya" olarak da bilinir) çeşitli tiplere ayrılır ve birçok kritik (hayati) görevi yerine getirir; bunlar arasında yapısal desteklik, metabolik destek, yalıtım ve gelişime rehberlik etme gösterilebilir. Buna karşın nöronlar genellikle beyindeki en önemli hücreler olarak ele alınmaktalardır. Nöronlar bu sinyalleri akson adı verilen hücre gövdesinden çıkan ve genelde birçok dala sahip protoplasmik lif yapısındaki uzantılarıyla diğer bölgelere iletirler, bazen yakın bölgelere bazen de beynin ve vücudun uzak noktalarına bu impulslar taşınır. Bir aksonun boyu olağanüstü derecede uzun olabilir; örneğin, cerebral korteksin bir piramit hücresi (bir tür nöron) büyütülseydi muazzam derecede uzun olabilirdi ve insan vücudu kadar uzayabilirdi. Eğer aksonu da aynı derecede büyütülseydi birkaç santimetre çapında ve kilometrelerce uzunlukta bir kablo ortaya çıkardı. Aksonlar bu sinyalleri aksiyon potansiyeli adı verilen elektrokimyasal iletiler şeklinden saniyenin binde biri sürede ve saniyede 1-100 metre hızla iletirler. Karşılaştırmalı anatomi. Özellikle, 3 hayvan grubunda komplike beyin bulunmaktadır: eklembacaklılar (artropod) (örneğin: böcekler ve kabuklu hayvanlar), kafadanbacaklılar (cephalopod) (örneğin: ahtapot ve mürekkepbalığı) ve omurgalılar. Eklembacaklıların ve kafadanbacaklıların beyni, birbirine paralel ikiz sinirden meydana gelmektedir. Eklembacaklılar üç loptan ve görme işlemi için oluşmuş göz arkasındaki geniş "optik lop"lardan oluşan merkezi bir beyine sahiptir. Omurgalıların beyni, sonradan omuriliğe dönüşecek olan arkadaki bir nöral tüpün öndeki kısmından gelişir. Omurgalılarda beyin kafatası kemikleri tarafından korunmaktadır. Serebral korteksin kıvrım sayısı, canlının gelişmişliğini belirler. Kıvrım sayısı arttıkça basamak yükselir. Balık, sürüngen gibi ilkel omurgalılar beyninin dış katmanlarında altı katmandan daha az nörona sahiptir. Bu konfigürasyona allokorteks (veya heterotipik korteks) adı verilmektedir. Memeliler gibi daha komplike omurgalılarda, allokortekse ilaveten altı bölmeli neokorteks (veya homokorteks) bulunmaktadır. Memelilerde, daha fazla kıvrımlı beyin, daha gelişmiş beyinle karakterizedir. Bu kıvrımlar, kafatasına sıkışmış beyindeki nöronlara daha geniş bir alan sağlamaktadır. Kıvrılma, daha fazla gri maddenin daha az bir hacmin içine yerleşmesini sağlar. Kıvrımlar tıp dilinde gyrus (çoğul gyri), kıvrımlar arası boşluk da sulcus (çoğul sulci) olarak adlandırılır. İnsan beyni üç zarla sarılmıştır. Bunlar, en dışta duramater, ortada araknoid mater, en içte ise piamater bulunur. Beynin genel histolojik incelenmesi kişiden kişiye değişmese de, yapısal anatomi incelemesi farklı olabilmektedir. Temel embriyolojik bölümlerin tersine, spesifik gyrus veya sulcusların yeri, birincil duyu bölgeleri ve diğer yapıların yerleri türlere göre değişebilmektedir. Omurgasızlar. Böceklerde beyin dört bölümden oluşur: optik bölmeler, protoserebrum, dutoserebrum, tritoserebrum. Optik bölmeler her bir gözün arkasında bulunur ve görsel uyarıyı sağlar. Protoserebrum, kokuya cevap veren mantar vücudu ve merkezi vücut kompleksini barındırır. Arı gibi bazı türlerde mantar vücut kısmı görme duyusundan da uyarı almaktadır. Dutoserebrumda kokuları birbirinden ayırt etmeyi sağlayan ve baştaki antenlerin dokunma reseptörlerinden bilgi alan anten lobları bulunmaktadır. Sineklerin ve güvelerin anten lobları oldukça komplikedir. Kafadanbacaklılarda beynin özofagus tarafından ayrılmış iki bölgesi vardır: supraözofagal kütle ve subözofagal bölge. Bu iki kütle birbiriyle iletişimini bazal loplar ve arka magnoselüler loplarla sağlar. Geniş optik loplar bazen beynin bölmesi olarak tanımlanmaz çünkü anatomik olarak beyinden ayrıdırlar ve optik saplarla beyine katılırlar. Ama optik loplar görme işlemini sağladıklarından fonksiyonel olarak beynin bir parçasıdır. İşlev. Duyu organlarından gelen bilgi beyinde toplanır, beyinde bu bilgi doğrultusunda organizmanın yapacağı hareket belirlenir. Beyin kendine gelen veriyi işleyerek çevrenin yapısına dair çıkarımlar yapar. İşlenmiş bu bilgiyi canlının o anki ihtiyaçlarına dair bilgi ve geçmişe dair anılarla birleştirir. Bu işlemlerin sonucu doğrultusunda hareket örgüleri oluşturur. Sinyalleri işleme süreci çok sayıda farklı işleve sahip alt sistem arasında karmaşık bir etkileşim gerektirir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5739", "len_data": 7306, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.12 }
Paranoya, aşırı endişe veya korkuyla karakterize edilen, sıkça mantıksız kuruntularla bilinen bir rahatsızlıktır. Kelime Yunancada, "παράνοια" ("paranous") "düpedüz delilik" anlamına gelir ("para" = dışarıda; "nous" = akıl, aklını kaçırma) ve terim geçmişte kuruntu, delirme durumlarını ifade etmek için kullanılmıştır. Paranoya çoğu zaman şizofreni gibi psikotik hastalıklarla iç içedir. Bununla birlikte seyrek olarak, paranoyak kişilik bozukluğu gibi psikotik olmayan diğer durumlarda da gözlenebilir. Paranoya, bireyin herhangi bir olay karşısında olayın oluşumundan farklı olarak gelişebileceğini kendi içerisinde canlandırma yolu ile öne sürdüğü ve sınırsız sayıda çeşitlendirebileceği hayal ürünlerinin tümüdür. Halk arasında paranoya deyimi, genellikle bir şahsın çevresindekiler hakkında aşırı şüpheciliğini tanımlamak için kullanılır. Böyle bir kişiye yapılan tavsiyeler, iyi niyetli bile olsa, o kişi tarafından kötü niyetle yapılmış olarak algılanır. Başkalarının kendisi hakkında komplo yaptığı kuruntusuna kapılabilir, kendilerine veya mülklerine karşı bir tehdit olduğu endişesi içine düşer. Bu düşünceler kişiye büyük rahatsızlık verir. Çevresindekiler de bu durumdan rahatsız olur. Paranoya kişiye hiç ummadığı anda rahatsızlık vererek kuruntularının gerçekleşeceği düşüncesiyle daima sıkıntı yaşatır. Belirtiler. Paranoyanın yaygın bir belirtisi, yükleme yanlılığıdır. Bu bireyler tipik olarak önyargılı bir gerçeklik algısına sahiptir ve genellikle daha düşmanca inançlar sergiler. Paranoyak bir kişi, bir başkasının tesadüfi davranışını kasıtlı veya tehditkarmış gibi görebilir. Klinik olmayan bir paranoyak popülasyon üzerinde yapılan bir araştırma, güçsüz ve depresif hissetmenin, kendini soyutlamanın ve aktivitelerden vazgeçmenin, daha sık paranoya sergileyenlerle ilişkilendirilebilecek özellikler olduğunu buldu. Bazı bilim adamları, paranoyanın erotik, zulmedici, münakaşalı ve yüceltilmiş gibi çeşitli semptomları için farklı alt tipler oluşturmuşlardır. Paranoyanın şüpheli ve zahmetli kişilik özelliklerinden dolayı, paranoyası olan birinin kişilerarası ilişkilerde başarılı olması pek olası değildir. En yaygın olarak paranoyak bireyler tek bir statüye sahip olma eğilimindedir. Bazı araştırmalara göre paranoya için bir hiyerarşi var. Hiyerarşinin en tepesindeki en az yaygın paranoya türleri, daha ciddi tehditler içerenler olacaktır. Sosyal kaygı, en sık görülen paranoya düzeyi olarak bu hiyerarşinin en altındadır. Tarihçe. Psikiyatrist Emil Kraepelin, en önemli veya yegâne belirtinin kuruntulu inançlar olduğu ruhsal hastalıkları tanımlamak için, "paranoya" terimini kullanmıştır. Terimin kati kullanımı zaman içinde değişmiştir. Kraepelin'in tanımlaması günümüzde genel olarak terkedilmiştir. Psikiyatristler tarafından günümüzdeki kullanımıyla paranoya; "kişinin kendisine yönelik (benmerkezli) herhangi bir kuruntuyu işaret etmek" için kullanılır. Daha belirli olarak, eziyet korkusuna yol açan bir kuruntuya işaret etmek için kullanılır. Bundan dolayı psikiyatrik kullanım değişebilir. Kraeplin bu köke, kuruntusal inanışları da ekleyerek kendi tanımlamasını geliştirmiştir. Kraeplin'in yaptığı paranoya tanımlamasında kuruntulu inanışın ne olduğunun önemi yoktur, herhangi bir kuruntulu inanış paranoya olarak sınıflandırılabilir. Psikiyatride paranoya. Emil Kraepelin akıl hastalıklarının değişik biçimlerini sınıflandırdığı çalışmasında, kuruntunun olduğu fakat akli yeteneklerde herhangi bir kötüye gidişin görülmediği durumu tanımlamak için tek paranoya terimini kullanmıştır. Bu tanımda diğer şizofrenik bulgular bulunmamaktadır. Kuruntuların belirgin olduğu şizofreni biçimi için paranoyak şizofreni terimi kullanılır. Bu tanımlamada, kuruntuların hastaya rahatsızlık verip vermediği dikkate alınmaz. Yani hasta kuruntuları ile uyum içinde olsa bile paranoyak şizofreni tanısı alabilir. Ancak son dönemlerde kişideki kuruntuların rahatsızlık verici olması kavramı tekrar önem kazanmıştır. Özellikle iki ana nokta üzerinde durulmaya başlanmıştır: Paranoyak kuruntular arasında; kişinin takip edildiği, elektronik araçlarla gözlendiği, yiyecek veya içeceklerinin zehirlendiği, önemli biri veya tanınmış bir kişilik tarafından uzaktan sevildiği (erotomani) gibi kuruntular bulunabilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5741", "len_data": 4237, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.71 }
Yıldırım Akbulut, (2 Eylül 1935, Erzincan - 14 Nisan 2021, Ankara), Türkiye Cumhuriyeti'nin 20. Başbakanı. Türk avukat ve siyasetçi. Başbakanlık ve 1989-1991 yılları arasında Anavatan Partisi genel başkanlığı görevini sürdüren Akbulut, 1987-1989 ve 1999-2000 yılları arasında Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanlığı görevini üstlendi. Siyasi hayatı. Yıldırım Akbulut, 2 Eylül 1935 tarihinde Erzincan'da doğdu. Babasının PTT memuru olması nedeniyle ilkokulu Eskişehir'de, ortaokulu Samsun'da, liseyi ise Erzincan'da okudu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olduktan sonra bir müddet avukatlık yaptı. Akbulut, Adalet Partisi'nin Erzincan il başkanlığını yaptı. 1983 yılı Mayıs ayında Anavatan Partisi'nin kurucuları arasında yer aldı ve ilk defa 1983 Türkiye genel seçimlerinde ANAP Erzincan milletvekili olarak meclise girdi. 26 Ekim 1984 ile 6 Eylül 1987 tarihleri arasında Turgut Özal tarafından kurulan 45. Türkiye Hükûmeti'nde içişleri bakanı olarak yer aldı. 1987 Türkiye genel seçimleri'nde tekrar ANAP Erzincan milletvekili olarak meclise girdi ve 1987 yılında yapılan Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanlığı seçiminin üçüncü turunda 431 üyeden 250'sinin oyuyla TBMM başkanı seçildi ve bu görevini 9 Kasım 1989 tarihine kadar sürdürdü. 17'inci, 18'inci ve 19'uncu dönem Erzincan milletvekili ve 21'inci dönem Ankara milletvekili oldu. Başbakanlığı, 1989-1991. Turgut Özal'ın 1989 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçiminde cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin ardından aynı yıl Akbulut başkanlığında 47. Türkiye Hükûmeti kuruldu. Anavatan Partisi'nin 17 Kasım 1989 tarihinde gerçekleşen ilk olağanüstü kongresinde Turgut Özal'dan boşalan genel başkanlığa Akbulut getirildi. 15 Haziran 1991 tarihinde gerçekleşen kongrede Mesut Yılmaz'a karşı seçimi kaybederek genel başkanlık ve başbakanlıktan ayrıldı. Sonraki siyasi hayatı. 1992 yılında dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın talebiyle Yıldırım Akbulut ve 17 milletvekili ANAP'tan istifa etti, ancak bir süre sonra partiye döndü. 18 Nisan 1999 seçimlerinin ardından mayıs ayında yapılan TBMM başkanlığı seçimlerini kazanıp 2000 yılına kadar TBMM başkanlığını sürdürdü. 2000 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday oldu, ancak adaylığını ikinci turun ardından geri çekti. 2002'de ANAP'tan istifa eden Akbulut, aynı yıl yapılan genel seçimlerde Doğru Yol Partisi'nden İstanbul milletvekili adayı oldu, ancak DYP'nin barajı geçememesi nedeniyle seçilemedi. Turgut Özal Üniversitesi'nin mütevelli heyeti başkanlığını yaptı. Son olarak Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi olarak görev yapmaktaydı. Özel hayatı. Anayasa Mahkemesi eski üyelerinden Samia Akbulut'la (d. 1939) evli olan Akbulut, 3 kız çocuğu babasıdır. Ölümü ve sonrası. Akbulut, 14 Nisan 2021'de aterosklerotik kalp hastalığı, kalp yetmezliği ve kalp pili tanısıyla tedavi gördüğü Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 85 yaşında öldü. 15 Nisan 2021'de ilk olarak Türkiye Büyük Millet Meclisinde düzenlenen resmî cenaze merasiminin ardından Ahmet Hamdi Akseki Camii'nde cenaze namazı kılındı. Daha sonra naaşı Devlet Mezarlığı'na defnedildi. 1 Temmuz 2021 tarihinde yayınlanan cumhurbaşkanı kararı ile Erzincan Havalimanı'nın ismi, Erzincan Yıldırım Akbulut Havalimanı olarak değiştirildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5743", "len_data": 3223, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.3 }
Hacettepe Üniversitesi (HÜ), 8 Temmuz 1967 tarihinde, 892 sayılı kanun ile Türkiye'nin başkenti Ankara'da kurulmuş olan bir devlet üniversitesidir. Merkez kampüsü Sıhhiye'de, en geniş yüzölçümüne sahip yerleşkesi ise Beytepe Kampüsü'nde olan üniversitenin toplamda beş adet yerleşkesi bulunmaktadır. Sıhhiye ve Beytepe dışındaki kampüslerde çeşitli meslek yüksekokulları ve araştırma merkezleri bulunmaktadır. 2019 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı binasının da Beytepe Kampüsü'ne taşınması sonucunda Beşevler'deki kampüs tamamen boş kalmıştır. 2020 yılı itibarıyla üniversitenin rektörü, 24 Haziran 2020 tarihinde Cumhurbaşkanlığı tarafından atanmış olan Prof. Dr. Mehmet Cahit Güran'dır. Tarihçe. Hacettepe Üniversitesi'nin temelleri; 2 Şubat 1954 tarihinde, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne bağlı olarak Altındağ'ın Hacettepe semtinde kurulan "Çocuk Sağlığı Kürsüsü"'ne dayanır. Profesör Doktor İhsan Doğramacı başkanlığında yönetilen bu kürsü, 1957 yılında "Çocuk Sağlığı Enstitüsü ve Hastanesi" adını alarak bir sağlık kuruluşuna dönüştürüldü. 1958 yılına gelindiğinde ise, enstitü bünyesinde devam ettirilen araştırma ve tedavi çalışmalarına ek olarak, eğitim faaliyetlerine başlandı. 1961'de hemşirelik, tıbbi teknoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon bölümleri; 1962 senesinde de beslenme ve diyetetik üzerine "Sağlık Bilimleri Yüksekokulu" kuruldu. 1963 yılında yüksekokulun ismi "Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi" olarak değiştirildi. Ayrıca, yine aynı sene "Diş Hekimliği Yüksekokulu" da eğitim hayatına başladı. Tek bir çatı altında ve eş zamanlı olarak eğitim, araştırma ve tedavi faaliyetlerini yürütmek güçleştiği için 1965 yılında "Hacettepe Bilim Merkezi" kurularak bütün eğitim faaliyetleri bu birime bağlandı. Diğer tüm sağlık çalışmaları ise sonraki yıl aktif hale gelen "Hacettepe Tıp Merkezi ve Hastanesi" bünyesinde devam ettirildi. 8 Temmuz 1967 tarihinde Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 892 sayılı kanunla resmî olarak Hacettepe Üniversitesi kuruldu. Tıp, Sağlık, Fen ve Sosyal Bilimler Fakülteleri ile eğitime başlayan üniversiteye 1968 yılında "Ev Ekonomisi Yüksekokulu" dahil edildi. Önceki yıllarda yüksekokul sıfatıyla kurulmuş olan Eczacılık ve Diş Hekimliği bölümleri ise 1971 yılında fakülte haline getirildi. Zaman içerisinde yeni bölümlerin, fakültelerin, araştırma merkezlerinin ve yüksekokulların açılmasıyla giderek büyüyen ve bina sıkıntısı yaşamaya başlayan üniversite, çözümü yeni bir yerleşkeye taşınmakta buldu. Bu bağlamda; Sıhhiye Kampüsü'ne 20 kilometre uzaklıkta bulunan Beytepe mevkiinde, 1500 hektarlık bir alana Beytepe Kampüsü kuruldu. 2020 yılı itibarıyla Hacettepe Üniversitesi; on beş fakülte, on beş enstitü, iki yüksekokul, bir konservatuvar, dört meslek yüksekokulu ve doksan sekiz araştırma ve uygulama Merkezi ile faaliyetlerine devam etmektedir. 892 sayılı kanun. 4 Temmuz 1967 yılında Resmî Gazete'de yayımlanan ilana göre Hacettepe Üniversitesi'nin kurulması hakkındaki kanun açıklandı. Üniversite logosu ve maskot. Hacettepe Üniversitesi tarafından kullanılmakta olan logo esasen okulun kuruluşundan çok önce, Hacettepe Enstitüsü'nde öğrenim görmekte olan bir öğrenci tarafından tasarlanmıştır. Yücel Tanyeri'nin hazırladığı ve başlarda okulun tiyatro topluluğu tarafından kullanılan bu amblem, hem Hitit uygarlığının sembollerinden birisi olan geyik motifini hem de Hacettepe'nin "h" ve "T" harflerini içinde barındırır. 1967 yılında, okulun rektörü İhsan Doğramacı yeni kurulan bu okul için bir logo tasarlanmasını isteyince o sıralar Tıp Fakültesi'nde okuyan Tanyeri daha önceden tasarlamış olduğu bu çalışmayı düzenleyip yeniden projelendirmiş ve Senatoya sunmuştur. Olası iki proje arasında yapılan oylama sonucunda ise bütün jüri üyelerinin oylarını kazanan Tanyeri'nin çizimi, üniversitenin resmî amblemi seçilmiştir. Daha sonraki yıllarda maskot olarak yine geyik imgesi belirlenmiş, okulun Amerikan futbolu takımı olan Red Deers (Kızıl Geyikler) da adını bu tarih ve anlam yüklü amblemden almıştır. Esasen, Hitit kültürüne ait olan ve Ankara'nın pek çok yerinde, birçok kurumunda sembol olarak kullanılan geyiğin Hacettepe Üniversitesi tarafından benimsenmesi de bir tesadüf değildir. Çünkü okul henüz açılmadan önce, yeni kurulması planlanan üniversitenin isminin "Eti Üniversitesi" ya da "Hitit Üniversitesi" olacağı yönünde iddialar vardı. Yücel Tanyeri de bu olasılık üzerine Hitit medeniyetinden izler taşıyan bir çalışma yapmıştır. Akademik birimler. Fakülte ve enstitüler. 2019 eğitim yılı itibarıyla Hacettepe Üniversitesi bünyesinde 15 fakülte ve 15 enstitü bulunmaktadır. Sağlık bilimleri ile ilgili okullar genellikle Sıhhiye Kampüsü'nde toplanmışken diğer fakülte ve enstitüler Beytepe Kampüsü'nde yer almaktadır. Okullar. 2019 eğitim yılı itibarıyla Hacettepe Üniversitesi bünyesinde 2 yüksekokul ve 4 meslek yüksekokulu bulunmaktadır. Yüksekokullar Beytepe Kampüsü'nde, meslek yüksekokulları ise Sincan, Sıhhiye ve Opera mevkilerinde yer almaktadır. Konservatuvar. Geçmişi 1936 yılına kadar dayanan ve Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı olarak eğitim veren Ankara Devlet Konservatuvarı, 1982 yılından itibaren Hacettepe Üniversitesi bünyesinde faaliyet göstermeye devam etmektedir. 2019 yılının başlarına kadar Beşevler'deki kampüste bulunan okul, Şubat ayı itibarıyla Beytepe Kampüsü'ndeki yeni binasına taşınmıştır. Sosyal ve kültürel imkanlar. Öğrenci toplulukları. Hacettepe Üniversitesi, Türk üniversiteleri arasında bünyesinde en çok topluluk bulunan okullardan biridir. Çoğu Sıhhiye ve Beytepe Kampüsü'nde kümelenmiş olan yaklaşık 140 farklı öğrenci topluluğu bulunmaktadır. Sanat, spor, bilim, siyaset, teknoloji gibi belli başlı alanlarda etkinlikler düzenleyen kulüplerin yanı sıra hayvan, kadın ve insan hakları üzerine çalışmalar yapan gruplar da vardır. Okul öğrencileri yalnızca mevcut topluluklara üye olmakla kalmayıp, gerekli şartları yerine getirdikleri takdirde ilgi alanlarına göre kendi kulüplerini de oluşturabilmektedirler. Her topluluğun başında yönetici olarak öğrenciler arasından seçilen bir başkan ve her bölümden seçilen bir öğretim görevlisi bulunmaktadır. Her yıl, okula yeni kayıt yaptıran öğrencilerin bu topluluklarla tanışması ve onlara dahil olması amacıyla oryantasyon haftasında Beytepe Kongre ve Kültür Merkezi salonlarında mevcut kulüplerin tanıtımları ve kayıt işlemleri yapılmaktadır. Kütüphaneler. Cumhuriyet tarihinin en eski üniversitelerinden olan Hacettepe Üniversitesi, öğrencilerin ve öğretim görevlilerinin yararlanabilmesi için barındırdığı bilimsel kaynaklar açısından da ülkedeki sayılı okullardan biridir. Beştepe, Beytepe ve Sıhhiye Kampüslerinde üç büyük kütüphanesi bulunan üniversite, mevcut kaynaklarına kampüs dışından erişim sağlanabilmesi için internet üzerinden bilgi paylaşımı yapabilecek bir e-kütüphane sistemi de kurmuştur. Dileyen herkesin kaynak bağışında bulunabileceği kütüphaneler, Hacettepe Üniversitesi'nin çeşitli protokoller aracılığıyla anlaşma yaptığı üniversite ve kurumlar tarafından da kullanılabilmektedir. Müzeler. Hacettepe Üniversitesi, üzerine kurulduğu temel değerler ve kurum olarak benimsenen misyon çerçevesinde bilimin yanında daima sanatı da ön planda tutmuştur. Yıl içerisinde düzenlenen çeşitli sanat etkinliklerinin yanı sıra iki adet sanat müzesi de üniversitenin farklı kampüslerinde ziyarete açıktır. Bunlardan ilki ve en eski olanı, 2005 yılında açılan Hacettepe Sanat Müzesi'dir. Koleksiyonunda Burhan Doğançay, Şeref Akdik, Hikmet Onat, Feyhaman Duran, Avni Arbaş, Nevzat Akoral, Nuri Abaç ve Fikret Otyam gibi önemli sanatçıların eserlerine de yer verilen müze, Sıhhiye Kampüsü'nde bulunur. 3 Mart 2020'de açılışı gerçekleştirilen Hamiye Çolakoğlu Seramik Müzesi ise uzun yıllar boyunca Türk seramik sanatına ve Hacettepe Üniversite'ne emek veren sanatçı ve akademisyen Hamiye Çolakoğlu anısına kurulmuştur. Beytepe Kampüsü'nde, Ankara Devlet Konservatuvarı binasında yer alan müze Ankara Etnografya Müzesi Müdürlüğü'ne bağlıdır. Uluslararası başarılar. Webometrics Sıralaması. Webometrics; dünya çapında yaklaşık 19.000 üniversitenin çeşitli alanlarda karşılaştırıldığı ve sıralandığı, İspanya Ulusal Araştırma Konseyi (CSIC) bünyesinde faaliyet gösteren bir araştırma merkezidir. 2004 yılından beri Ocak ve Temmuz aylarında verilerini güncelleyen Webometrics, dünyanın önde gelen prestijli listelerinden biridir. QS listeleri. QS Dünya Üniversite Sıralamaları, Birleşik Krallık merkezli bir araştırma şirketi tarafından; akran denetimi, fakülte-öğrenci oranı, atıf alan akademik makale sayısı, mezunların başarısı, uluslararası öğrenci ve öğretim görevlilerinin sayısı gibi çeşitli kriterler doğrultusunda dünya üniversitelerinin sıralandığı prestijli bir listedir. 2012 yılından beri QS listelerine girmeyi başaran Hacettepe Üniversitesi, özellikle de sadece Avrupa ve Orta Asya'daki üniversitelerin dahil edildiği EECA sıralamalarında pek çok yerli ve yabancı okulu gerisinde bırakarak daima ilk 50 eğitim kurumu arasında yer almayı başarmıştır. ARWU listeleri. Hacettepe Üniversitesi; araştırmaları Şanghay Jiao Tong Üniversitesi tarafından yapılan ve 2003 yılından beri 1800 dünya üniversitesinin değerlendirilip ilk 1000'e girenlerin yayımlandığı Academic Ranking of World Universities listelerine ilk defa 2003 yılında girmeyi başarmıştır. THE listeleri. 2010 yılından beri Birleşik Krallık merkezli araştırma dergisi Times Higher Education tarafından yayımlanan listelere ilk defa 2016 senesinde girmeyi başaran üniversite, o tarihten beri yapılan her yeni sıralamada daha iyi bir sonuç elde etmiştir. CWUR Sıralaması. Center for World University Rankings, 2012 yılından beri Birleşik Arap Emirlikleri merkezli olarak yayımlanan ve dünya çapındaki 2000 üniversitenin sıralandığı bir listedir. CWUR'a Türkiye'nin en iyi üç üniversitesinden birisi olan Hacettepe, 2018 yılında ülkenin en başarılı eğitim kurumu olarak kayıtlara geçmiştir. Önemli mezunlar. 51 yılı aşkın süredir lisans, yüksek lisans ve doktora programlarında eğitim veren Hacettepe Üniversitesi; tıp, psikoloji ve sosyal bilimlerdeki başarısının yanı sıra edebiyat, müzik, tiyatro ve sahne sanatları alanında da birçok yetenekli kişiye eğitim yuvası olmuş, başta Türkiye'ye olmak üzere tüm dünyaya mâl etmiştir. Ankara Devlet Konservatuvarı'nı bünyesinde bulunduran üniversite sanat ve spor alanlarına önem vermekle yetinmeyip, bu alanlarda birçok yetenekli birey yetiştirerek başarısını kanıtlamış eğitim kurumlarından birisidir. Hacettepe Üniversitesi sahip olduğu senfoni orkestrası ile öne çıkmakla kalmayıp, her yıl bu orkestraya bütçe ayırmaktadır. Bu yönüyle Türkiye'deki sayılı üniversitelerden biridir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5744", "len_data": 10598, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 3.53 }
Friedrich Wilhelm Nietzsche (; 15 Ekim 1844, Röcken, Almanya - 25 Ağustos 1900, Weimar, Almanya), Alman klasik filolog ve filozoftur. Nietzsche'nin fikirleri ve üslubu, yerleşik düşünce kalıplarını kırmıştır, bu nedenle yaşadığı dönemde var olan bir klasik disipline sokulamamıştır. Nietzsche, günümüzde yepyeni bir felsefi ekol olarak yaşam felsefesi disiplininin kurucusu olarak kabul edilmektedir. Nietzsche, eğitiminin ardından 24 yaşında Basel Üniversitesi'nde klasik filoloji öğretmeni olarak atandı. Daha önce Prusya vatandaşıydı ancak 1869'da İsviçre'ye taşındıktan sonra kendi isteğiyle vatansız kaldı. Sadece on yıl sonra, 1879'da sağlık nedenleriyle akademik öğretmenlik görevinden istifa etti. O tarihten itibaren, havasının hastalıklarına iyi geleceği bir yer bulabilmek amacıyla seyahat etti ve çoğunlukla İtalya ve İsviçre'de kaldı. 1889 yılında, 45 yaşında, zihinsel sorunlar nedeniyle bedensel yetilerini kaybetti ve tek başına iş yapamaz hâle geldi. 1890'ların başında başlayan şöhretini bilinçli olarak yaşamadı. Hayatının geri kalanını önce annesinin, sonra da kız kardeşinin bakımına muhtaç bir hasta olarak geçirdi ve 1900 yılında 55 yaşında öldü. Nietzsche'nin hastalığının seyrinde frenginin geç etkilerinin rol oynamış olabileceği varsayımı, neredeyse 100 yıl kadar sürdü. Ancak tıp biliminin gelişmesi ile uzmanlar, bu varsayım hakkında giderek artan şüpheler ortaya koydu. Nietzsche'nin tedavi kayıtları üzerinde yapılan daha yeni değerlendirmeler, gibi bir hastalığın da aynı şekilde yaşamının sonundaki zihinsel iflasa yol açmış olabileceği sonucuna varmıştır. Nietzsche, gençliğinde özellikle Schopenhauer'in felsefesinden etkilenmişti. Daha sonra onun kötümserliğinden uzaklaştı. Çalışmaları ahlak, din, felsefe, bilim ve sanat biçimlerine yönelik keskin eleştiriler içermektedir. Çağdaş kültür onun gözünde Antik Yunan kültüründen daha zayıftı. Hıristiyan ahlakı ve Platoncu metafizik, Nietzsche'nin en şiddetli eleştirdiği konuların başında geliyordu. Genel olarak, hakikatin değerini sorgulamış ve böylece postmodern felsefi yaklaşımların öncüsü olmuştur. Nietzsche'nin "üst insan", "güç istenci" ya da "bengi dönüş" kavramları da günümüzde yorumlara ve tartışmalara yol açmaktadır. Nietzsche sistematik bir felsefe yaratmamıştır. Düşüncelerini ifade biçimi olarak sıklıkla aforizmaları seçmiştir. Düzyazıları, şiirleri ve "Böyle Buyurdu Zerdüşt"'ün patetik-lirik tarzı da ona bir yazar olarak tanınırlık kazandırdı. Hobi olarak klasik müzik ile ilgilenmiş, kendi kendine besteler de yapmıştı. Felsefesinin merkezini oluşturan şey, kişinin coşkun enerjisini sömüren her türlü öğretinin, toplumsal olarak ne kadar geçerli olursa olsun sorgulanarak "hayatın olumlanması"dır. Hakikatin değeri ve nesnelliği üzerine yürüttüğü kökten sorgulaması, geniş çaplı yorumların odağını oluşturur ve etkisi özellikle kıta felsefesi geleneğinde varoluşçuluk, postmodernizm ve postyapısalcılık da dâhil olmak üzere devam etmektedir. Nietzsche, kariyerine felsefeye dönmeden önce klasik filolog (Yunan ve Roma metin eleştirmeni) olarak başladı. 1869 yılında yirmi dört yaşındayken Basel Üniversitesinde klasik filoloji kürsüsüne, bu yeri alan en genç kişi olarak atandı. 1879 yazında, hayatının büyük bölümünde kendisine dert olacak olan sağlık sorunları yüzünden istifa etti. 1889'da kırk dört yaşında zihinsel yetilerinin tamamının kaybıyla sonuçlanan bir çöküş yaşadı. Çöküşü sonraları, frengi hastalığının yol açtığı, nadir görülen bir genel pareziye yoruldu; fakat bu teşhiste soru işaretleri vardı. Nietzsche, kalan yıllarını 1897'de ölümüne kadar annesinin, 1900'de kendi ölümüne kadar kız kardeşi Elisabeth Förster-Nietzsche'nin yanında bakıma muhtaç bir şekilde geçirdi. Bakıcısı olarak kız kardeşi, Nietzsche'nin el yazmalarının idareciliğini ve editörlüğünü üstlendi. Förster-Nietzsche, tanınmış bir Alman milliyetçisi ve antisemitist olan Bernhard Förster ile evliydi ve Nietzsche'nin yayımlanmamış yazılarını, kocasının ideolojisine uyarlamak üzere, Nietzsche'nin belirttiği, antisemitizm ile milliyetçiliğe sert ve bariz biçimde karşı çıktığı görüşlerine genellikle ters düşecek biçimde yeniden düzenledi. Förster-Nietzsche'nin yaptığı değişiklikler sebebiyle Nietzsche'nin adı, sonraları yirminci yüzyıl bilim insanları Nietzsche'nin fikirlerinin yanlış yorumlanmasına karşı harekete geçmiş olsalar da, Alman militarizmi ve Nazizm ile birlikte anılır olmuştur. Hayatı. 1844-1869: Gençlik yılları. Prusya Krallığı'nın Saksonya eyaletinde bulunan Leipzig yakınlarındaki Röcken'in küçük bir kasabasında büyümüştür. Adını, Nietzsche'nin doğum gününde kırk dokuz yaşına giren Prusya Kralı IV. Frederick William'dan aldı (Nietzsche daha sonra ikinci adı olan "Wilhelm"i atmıştır). Nietzsche'nin ebeveynleri Lutherci bir papaz ve eski öğretmen olan Carl Ludwig Nietzsche (1813-49) ile Franziska Oehler (1826-97), oğullarının doğumundan önceki yıl olan 1843'te evlenmişlerdi. İki çocukları daha vardı: 1846 doğumlu bir kız, Elisabeth Förster-Nietzsche ve ikinci oğulları, 1848 doğumlu Ludwig Joseph. Nietzsche'nin babası 1849'da bir beyin hastalığından öldü; bir sonraki yıl da erkek kardeşi Ludwig Joseph iki yaşında öldü. Bunlar üzerine ailece, Nietzsche'nin anneannesi ve iki bekar halası ile yaşayacakları Naumburg'a taşındı. Aile, Nietzsche'nin anneannesinin 1856'da ölmesinden sonra, şimdi müze ve Nietzsche çalışma merkezi olan kendi evlerine taşındı. Nietzsche bir erkek okuluna, ardından da son derece saygın ailelerden olan Gustav Krug, Rudolf Wagner ve Wilhelm Pinder ile arkadaş olduğu özel okula gitti. 1854'te Naumburg'da Domgymnasium'a katıldı, ancak müzik ve dil alanında özel yetenekler gösterdiğinden uluslararası tanınmışlığa sahip Schulpforta onu öğrencisi olarak aldı. Oraya giderek 1858'den 1864'e kadar orada okudu ve Paul Deussen ile Carl von Gersdorff ile arkadaş oldu. Şiirler ve besteler üzerinde çalışmaya da zaman buldu. Schulpforta'da önemli bir dil altyapısı (Yunanca, Latince, İbranice ve Fransızca) edindi ve böylece önemli eserleri birinci kaynaktan okuma imkanı buldu; ayrıca ilk kez küçük bir kasabanın tutucu ortamındaki aile hayatından uzakta olmayı deneyimledi. 1864 Martının dönem sonu notlarında Din ve Almanca 1; Yunanca ve Latince 2a; Fransızca, Tarih ve Fizik 2b ve İbranice ile Matematik "sönük" bir 3'tü. Pforta'da uygunsuz sayılan konuların peşinden koşma tutkusu ve eğilimi edinmişti. O zamanlar neredeyse hiç bilinmeyen şair Friedrich Hölderlin'in eserleriyle tanıştı. Hölderlin'den "en sevdiğim şair" diye bahsediyordu ve bir denemesinde bu çılgın şairin "en yüce düşüncelliğe" farkındalık getirdiğini yazıyordu. Denemeyi gözden geçiren öğretmen ona iyi bir not verdi, ancak Nietzsche'nin gelecekte daha sağlıklı, daha duru ve daha "Alman" yazarlar üzerine eğilmesinin uygun olacağı yorumunu yaptı. Nietzsche ayrıca tuhaf, dinsiz ve genellikle sarhoş bir şair olan Ernst Ortlepp'i de tanıyordu; Ortlepp, genç Nietzsche ile tanıştıktan birkaç hafta sonra bir hendekte ölü bulundu, ancak onun Nietzsche'yi Richard Wagner'in yazılı eserleriyle ve müziğiyle tanıştıran kişi olması muhtemeldir. Nietzsche, belki de Ortlepp'in etkisiyle Richter adında bir öğrenciyle birlikte okula sarhoş dönüp bir öğretmenle karşılaştı ve bu Nietzsche'nin sınıf birinciliğini kaybederek sınıf başkanlığının elinden alınmasıyla sonuçlandı. Mezuniyet sonrası ilk yılları. 1864'te mezuniyetinden sonra Bonn Üniversitesinde teoloji ve klasik filoloji alanında çalışmalara başladı. Nietzsche ve Deussen, kısa süreliğine Burschenschaft "Frankonia"ya üye oldular. Nietzsche, bir sömestr sonra (ve annesine olan öfkesi üzerine) teolojik çalışmalarını durdurdu ve inancını kaybetti. Daha 1862 yılında, yazdığı "Yazgı ve Tarih" adlı denemesinde "tarihi araştırmaların Hristiyanlığın temel öğretilerini geçersiz kıldığını" öne sürüyordu, ancak David Strauss'un "İsa'nın Hayatı" adlı eseri de bu genç adamı derinden etkilemişe benziyor. 1865 yılında 20'sindeyken, çok dindar biri olan kız kardeşi Elisabeth'e inancını kaybetmesiyle ilgili bir mektup yazdı. Mektup, şu cümleyle bitiyordu: "Sonuç olarak insanların yolu ikiye ayrılıyor: huzur ve zevk diye didinip durmak istiyorsan, inan; hakikatin tutkunu olmak istiyorsan, sorgula..." Bunların ardından Nietzsche, sayesinde gelecek yıl Leipzig Üniversitesine yöneleceği Friedrich Wilhelm Ritschl'in denetiminde filoloji çalışmaya yoğunlaştı. Orada akranı bir öğrenci olan Erwin Rohde ile yakın arkadaş oldu. Nietzsche'nin ilk filolojik yayımları bundan kısa süre sonra ortaya çıktı. 1865 yılında Arthur Schopenhauer'ın eserlerini enikonu inceledi. Felsefi ilgisinin uyanışını Schopenhauer'ın "İstenç ve Tasarım Olarak Dünya"'sına borçluydu ve daha sonra Schopenhauer'ın saygı duyduğu birkaç düşünürden biri olduğunu Çağa Aykırı Düşünceler'deki "Eğitimci Olarak Schopenhauer" adlı denemesinde kabul etti. 1866 yılında, Friedrich Albert Lange'ın Materyalizmin Tarihi'ni adlı eserini okudu. Lange'ın anti-materyalist Kant felsefesini betimleyişi, Avrupa materyalizminin doğuşu, Avrupa'nın bilimle artan yakınlığı, Charles Darwin'in evrim teorisi ve gelenek ile otoritelere karşı genel bir ayaklanma, Nietzsche'de büyük ilgi uyandırdı. Bu kültürel çevre, onu ufuklarını filolojiden öteye taşıyarak felsefi çalışmalarına devam etmeye teşvik etti. 1867'de Nietzsche Naumburg'daki Prusya ağır silah bölüğünde bir yıllık gönüllü hizmete kaydoldu. Akranı acemi erler arasında en iyi binicilerden biri olarak görülüyordu ve subayları, Nietzsche'nin kısa sürede yüzbaşı rütbesine ulaşacağını öngörüyordu. Ne var ki 1868 Mart'ında, atının eyerine atlarken Nietzsche'nin göğsü eyer kaşına çarptı ve sol yanında iki kası aylarca yürüyememesine sebebiyet verecek şekilde yırtıldı. Bunun sonucunda Nietzsche, ilgisini çalışmalarını yeniden tamamlamaya ve Richard Wagner ile o yıldan sonra ilk kez görüşmeye çevirdi. Basel'de profesörlüğü (1869-1879). Kısmen Ritschl'in desteğiyle Nietzsche, İsviçre'de Basel Üniversitesinde klasik filoloji profesörlüğü gibi hatırı sayılır bir teklif aldı. Henüz 24 yaşındaydı ve ne doktorasını tamamlamış, ne de öğretim sertifikası almıştı. Teklif tam da filolojiyi bırakmayı düşündüğü zamanda gelmiş olsa da, teklifi kabul etti. O gün bugündür, Nietzsche hâlâ Klasik Bilimi alanında en genç yaşta profesör olmuş insanlar arasındadır. Basel'e taşınmadan önce Prusya vatandaşlığını bırakmış, hayatının geri kalanını resmi olarak devletsiz yaşamıştır. Bununla birlikte, Fransa-Prusya Savaşında, Prusya güçleri arasında sıhhiye eri olarak hizmet verdi. Askeriyede geçirdiği kısa zamanında çok şey deneyimledi ve savaşın sarsıcı etkilerine tanıklık etti. Ayrıca difteri ve dizanteriye yakalandı. Walter Kaufmann, Nietzsche'nin o zaman diğer enfeksiyonlarla birlikte sifilis hastalığına da yakalandığı öngörüsünde bulunmaktadır. Nietzsche, 1870'te Basel'e dönüşünde Alman İmparatorluğunun kuruluşunu ve Otto von Bismarck'ın takiben belirlediği politikaları bir yabancı gözüyle ve dehalarına büyük bir kuşkuculukla gözlemledi. Üniversitedeki açılış konferansı Homeros ve Klasik Filoloji oldu. Nietzsche ayrıca, hayatı boyunca dostu olarak kalacak olan teoloji profesörü Franz Overbeck ile tanıştı. 1873'teki "Düşünce ve Gerçeklik" eserinin sahibi olan az tanınmış Rus filozof Afrikalı Spir ve Nietzsche'nin derslerine sıklıkla katıldığı ünlü bir tarihçi olan arkadaşı Jacob Burckhardt, bu sürede Nietzsche üzerinde belirgin etkiler göstermeye başladı. Nietzsche 1868'de Richard Wagner'le ve daha sonra Wagner'in eşi Cosima ile Leipzig'de tanışmıştı. İkisine de büyük hayranlık duydu ve Basel'deki geçirdiği zamanı boyunca Wagnerlerin Luzern'de Tribschen'deki evini sıkça ziyaret etti. Wagnerler Nietzsche'yi en samimi çevrelerine aldılar ve Beyrut Festivali'nin başlangıcına gösterdiği ilgiden memnun kaldılar. 1870'te Nietzsche, "Trajik Düşüncenin Başlangıcı"nın el yazmasını Cosima'ya doğum günü armağanı olarak verdi. 1872'deyse ilk kitabı olan "Trajedinin Doğuşu"nu yayımladı. Ancak bu alandaki arkadaşları -Ritschl de dâhil- Nietzsche'nin daha kuramsal bir yaklaşım adına klasik filolojik yöntemden kaçındığı bu çalışmaya pek az ilgi gösterdi. Polemiği "Filolojinin Geleceği"nde, Ulrich von Wilamowitz-Moellendorff kitabın algısına gölge düşürdü ve kitabın adını kötüledi. Karşılık olarak Rohde (artık Kiel'de profesördü) ve Wagner, Nietzsche'yi savunmaya geçti. Nietzsche, filolojik topluluğun arasında duyduğu yalıtılmışlığını özgürce dile getirdi ve Basel'de felsefe alanında bir pozisyona atanmayı denediyse de başarılı olamadı. 1873 ile 1876 yılları arasında ""David Strauss: İtirafçı ve Yazar", "Tarihin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine", "Eğitimci Olarak Schopenhauer" ve "Richard Wagner Beyrut'ta" olmak üzere dört ayrı uzun deneme yayımladı. Dört yazı sonraları Çağa Aykırı Düşünceler başlığıyla derlenmiş basımda yer aldı. Bu dört yazı, Schopenhauer ve Wagner'in önerdiği yollardan gelişmekte olan Alman kültürüne meydan okuyan bir kültürel eleştiri yönelimi taşıyordu. Nietzsche 1873'te, ölümünden sonra "Yunanların Trajik Çağında Felsefe"" adıyla yayımlanacak olan notlarını da biriktirmeye başladı. Bu süreçte Nietzsche, Wagnerlerin çevresinde Malwida von Meysenbug ve Hans von Bülow ile tanıştı ve 1876'da Nietzsche'nin erken dönem yazılarındaki pesimizmi bırakmasında etkili olan Paul Rée ile dostluk kurmaya başladı. Ancak Nietzsche, gösterilerin bayağılığı ve toplumun rezilliğinden tiksindiği 1876 Beyrut Festivali yüzünden derin bir düş kırıklığı yaşadı. Ayrıca Wagner'in, Nietzsche'nin karşıtlık duyduğu "Alman kültürüne" taraf olmasının yanı sıra Alman halkının arasında ününü kutlaması yüzünden yabancılaştı. Bütün bunlar Nietzsche'nin Wagner'den kendini uzaklaştırmasına neden oldu. 1878'de "İnsanca, Pek İnsanca"nın (yelpazesi metafizikten ahlâka, dinden cinsiyet bilimine kadar genişlikte olan bir aforizma kitabı) yayımlanmasıyla Nietzsche'nin eserlerindeki Afrikalı Spir'in "Düşünce ve Gerçeklik"ten yüksek derecede etkilenmiş ve Wagner ile Schopenhauer'ın pesimist felsefesine tepki gösteren yeni tarzı belirginleşti. Nietzsche, Deussen ve Rohde ile olan dostluğundan da soğudu. 1879'da sağlığındaki önemli bozulmadan sonra Basel'deki pozisyonundan istifa etmek zorunda kaldı. Çocukluğundan beri, onu neredeyse yarı yarıya kör bırakan uzağı görememe anları, migren ağrıları ve şiddetli hazımsızlıklar dâhil, sağlığını aksatan çeşitli hastalıklar ona dert olmuştu. 1868'deki binicilik kazası ve 1870'teki hastalıkları, Basel'deki yılları boyunca onu, günlük işini yerine getiremeyecek halde bırakıncaya kadar her seferinde daha uzun tatillere çıkmaya zorlayarak zarar vermeyi sürdüren bu durumu alevlendirmiş olabilir. Bağımsız filozof (1879-1888). Basel'den aldığı emekli maaşıyla geçinen Nietzsche, sağlığına yararlı olan iklimleri bulmak için sık sık yolculuk etti ve 1889'a kadar farklı şehirlerde bağımsız bir yazar olarak yaşadı. Birçok yazını İsviçre'de St. Moritz yakınlarındaki Sils Maria'da geçirdi. Kışlarını İtalyan şehirleri Cenova, Rapallo ile Torino'da ve Fransız şehri Nice'te geçirdi. 1881'de Fransa Tunus'u işgal ettiğinde Avrupa'yı dışarıdan görmek için Tunus şehrine seyahat etmeyi planladı, ancak daha sonra, muhtemelen sağlık sorunları nedeniyle bu fikirden vazgeçti. Nietzsche Naumburg'a arada sırada ailesini ziyaret etmek için döndü ve özellikle bu zamanlarda kız kardeşiyle tekrarlanan çatışma ve barışma dönemleri yaşadı. Cenova'dayken Nietzsche'nin görme yeteneğindeki zayıflık, yazmaya devam edebilmek için daktilo kullanmayı keşfetmesini sağladı. Çağdaş bir daktilo aygıtı olan Hansen Yazma Topu'nu kullanmayı denediği biliniyor. En sonunda, eski bir öğrencisi olan Peter Gast, Nietzsche'nin bir çeşit özel sekreteri oldu. Gast, 1876'da Beyrut'ta Richard Wagner ile Nietzsche'nin darmadağın ve neredeyse okunaksız el yazısını ilk kez transkript etti. Bundan sonra Nietzsche'nin neredeyse bütün eserlerinin galede yazım denetlemelerini o yaptı. 23 Şubat 1880'de en az bir tatilinde, genellikle parasız olan Gast, ortak arkadaşları Paul Rée'den 200 mark destek gördü. Gast, Nietzsche'nin kendisini eleştirmesine izin verdiği az sayıda arkadaşlarından biriydi. "Zerdüşt"e büyük coşkuyla cevaben Gast, "lüzumsuz" olarak tanımlanan kişilerin aslında oldukça gerekli olduğuna dikkat çekmeyi gerekli buldu. Örneğin, Epikuros'un keçi peynirinden oluşan yemeğini bile sağlamaları için kaç insana güvenmek zorunda kaldığını sıraladı. Gast ve Overbeck, Nietzsche'nin hayatının sonuna dek sadık dostları olarak kaldılar. Malwida von Meysenbug, Wagner çevresinin dışından da olsa anaç bir koruyucu gibi davrandı. Kısa süre sonra Nietzsche, müzik eleştirmeni Carl Fuchs ile irtibat kurdu. Nietzsche en üretken döneminin eşiğinde duruyordu. 1878'de "İnsanca, Pek İnsanca" ile başlamak üzere, 1888'e kadar her yıl bir kitabı veya kitabın büyük bir kısmını yayımlayacaktı; yazdığı son yıl olan 1888'de ise beş kitap tamamladı. 1882'de Şen Bilim'in ilk kısmını yayımladı. Ayrıca bu yılda Malwida von Meysenbug ve Paul Rée aracılığıyla Lou Andreas Salomé ile tanıştı. Nietzsche ile Salomé, yazı genellikle Nietzsche'nin kız kardeşi Elisabeth'in şaperonluğunda, Türingiya'daki Tautenburg'da geçirdiler. Ancak Nietzsche, Salomé'yi yetenekli bir öğrenciden çok, uygun bir eş olarak gördü. Salomé, Nietzsche'nin kendisine evlenme teklif ettiğini ve onu reddettiğini bildirmektedir, ancak Salomé'nin bildirilerinin güvenilirliği soru işaretleri taşımaktadır. Nietzsche'nin Rée ve Salomé ile ilişkisi 1882-83 kışında, kısmen Elisabeth'in düzenlediği entrikalar nedeniyle koptu. Yeni hastalık dönemleri arasında Salomé yüzünden annesi ve kız kardeşiyle arası açılmış ve hemen hemen yalıtılmış bir hayat yaşarken Rapallo'ya kaçtı. Burada "Böyle Buyurdu Zerdüşt"ün ilk bölümünü sadece on günde yazdı. 1882'de yüksek dozda afyon almasına rağmen uyku sorunu yaşamaktaydı. 1882'de Nice'de kalırken, kendi yatıştırıcı kloralhidrat reçetelerini "Dr. Nietzsche" diye imzalayarak yazıyordu. Schopenhauer ile (uzun zaman önce ölmüş ve Nietzsche'yle hiç tanışmamıştı) felsefi bağlarını, Wagner'le de sosyal bağlarını kopardıktan sonra Nietzsche'nin pek az arkadaşı kalmıştı. Gelişen yeni "Zerdüşt" tarzıyla, eseri daha da yabancılaştı ve kitapçılar onu yalnızca nezaketen aldı. Nietzsche bunu fark etti ve her ne kadar şikayet ettiyse de münzeviliğini sürdürdü. Kitapları çoğunlukla elde kaldı. 1885'te "Zerdüşt"ün sadece 40 kopyasının basımını yaptı ve yalnızca bir kısmını Helene von Druskowitz'in de aralarında olduğu yakın arkadaşlarına dağıttı. 1883'te Leipzig Üniversitesinde öğretim görevliliği almak için girişti ve başarısız oldu. Belli olmuştu ki "Zerdüşt"te dile getirdiği Hristiyanlığa ve tanrı kavramına karşı gösterdiği tutumları nedeniyle artık herhangi bir Alman üniversitesinde etkin bir şekilde görev alamayacaktı. Bunun ardından gelen "öç ve hınç duygularının" onu hayata küstürdüğünü şöyle dile getirdi: "Ve dolayısıyla, perişanlığın ne demek olduğunu (itibarımın, kişiliğimin ve amaçlarımın yıpranmasını) en geniş anlamda kavradığımdan beri gelişen öfkem, öğrencilerin güvenini ve bu güveni kazanma olasılığımı benden almaya yetmiştir." 1886'da Nietzsche, antisemitist fikirlerinden tiksindiği yayımcısı Ernst Schmeitzner ile ilişkisini kesti. Nietzsche, kendi yazılarını Schmeitzner'in bu "antisemitist çöplüğüne tamamen gömülmüş ve mezardan çıkarılamayacak hâle getirilmiş" olarak gördü ve yayımcıyı "her duyarlı aklın soğuk bir aşağılamayla tamamen reddedeceği" bir akımla ilişkilendirdi. Ardından kendi cebinden "İyinin ve Kötünün Ötesinde"nin basımını yaptı. Ayrıca daha önceki eserlerinin ve bir sonraki yıl ikinci baskılarının, eserlerin temelini ahenkli bir perspektife oturtan yeni önsözlerle yayımlanması planlanan "Trajedinin Doğuşu", "İnsanca, Pek İnsanca", "Tan Kızıllığı" ve "Şen Bilim"in yayım haklarını da aldı. Sonra, bir süreliğine eserlerini tamamlanmış gibi gördü ve yakında bir okuyucu kitlesinin ortaya çıkacağını umut etti. Aslında Nietzsche'nin düşüncesine ilgi bu kez gerçekten artmıştı, sadece Nietzsche'nin gözüne yavaş bir şekilde ve zorlukla çarpıyordu. Bu yıllarda Nietzsche, Meta von Salis, Carl Spitteler ve Gottfried Keller ile tanıştı. 1886'da kız kardeşi Elisabeth de antisemitist Bernhard Förster ile evlendi ve "Cermenik" bir sömürge olan, Nietzsche'nin kahkahalarla alay ederek tepki gösterdiği Nueva Germania'yı kurmak için Paraguay'a yolculuk etti. Nietzsche'nin Elisabeth'le ilişkisi mektuplaşmalarla çatışma ve barışma çemberinde sürüp gitti, ancak Nietzsche'nin çöküşüne kadar hiçbir zaman bir araya gelmediler. Nietzsche, uzun süreli çalışmayı imkânsız kılan, uzun ve acılı hastalık atakları yaşamaya devam etti. 1887'de, "Ahlâkın Soykütüğü Üzerine" adlı polemiği yazdı. Aynı yıl içinde, çabucak bir yakınlık duyacağı Fyodor Dostoyevski'nin eserleriyle karşılaştı. Hippolyte Taine ve Georg Brandes ile de mektuplaştı. 1870'lerde Søren Kierkegaard'ın felsefesini öğretmeye başlamış olan Brandes, Nietzsche'ye yazdığı mektupta ondan Kierkegaard okumasını istiyordu; Nietzsche bu mektuba cevaben, Kopenhag'a gelip onunla Kierkegaard okuyacağını yazdı. Ancak sözünü yerine getiremeden hastalığı çok kötüleşti. Brandes, 1888'in başlarında Kopenhag'a, Nietzsche'nin felsefesi üzerine ilk ders notlarından birini götürdü. Nietzsche, daha önce "Ahlâkın Soykütüğü Üzerine"de "Güç İstenci: Tüm Değerlerin Yeniden Değerlendirilmesi Denemesi" başlığıyla yeni bir çalışmasını duyurmuş olsa da sonraları bu özel yaklaşımını bir kenara bırakmış ve yerine taslak pasajlardan bazılarını 1888'de "Putların Alacakaranlığı" ile "Deccal"i yazarken kullanmıştır. Sağlığı düzeliyor gibi oldu ve yazı keyifle geçirdi. 1888 güzünde, yazıları ve mektupları, onun kendi durumu ve yazgısı için yaptığı yüksek öngörüsünü ortaya sermeye başladı. Yazılarına, özellikle en son yazdığı polemiği Wagner Olayı'na gelen tepkileri gözünde büyüttü. Kırk dördüncü yaş gününde "Putların Alacakaranlığı" ve "Deccal"i tamamladıktan sonra otobiyografisi "Ecce Homo"yu yazmaya karar verdi. Bu eserin önsözünde (Nietzsche, burada eserinin yaratacağı yorum zorluklarının gayet farkındaydı) şöyle belirtmektedir: "Duyun beni! Duyulması gerekenim ben. Hepsinden önce, başkası saymayın beni". Nietzsche, aralık ayında August Strindberg ile mektuplaşmaya başladı ve uluslararası bir dönüm noktasının eksikliğini hissedip eski yazılarını yayımcıdan geri satın alarak diğer Avrupa dillerine tercüme ettirebileceğini düşündü. Dahası, "Nietzsche Wagner'e Karşı" derlemesinin ve şiirlerinden oluşan "Dionysos Dithrambosları" koleksiyonunun yayımını planladı. Zihinsel çöküşü ve ölümü (1889-1900). Nietzsche, 3 Ocak 1889'da zihinsel bir çöküş yaşadı. Torino sokaklarında toplumsal kargaşa çıkardığı için etraftaki iki polis onun yanına geldi. Gerçekte orada tam olarak ne olduğu bilinmiyor fakat Nietzsche'nin ölümünden sonra ortaya çıkan hikâyeler, Nietzsche'nin Piazza Carlo Alberto çıkışında bir atın kırbaçlanmasını görmesi üzerine atı korumak için ona koşup boynuna sarıldığı ve sonra yere yığıldığı üzerinedir. Bunu takip eden günlerde Nietzsche, "Wahnbriefe" ("Delilik Mektupları") olarak bilinen kısa yazıları yazıp Cosima Wagner ve Jacob Burckhardt gibi birkaç arkadaşına gönderdi. Yazıların çoğu "Dionysos", bazıları da "der Gekreuzigte" yani "çarmıha gerilmiş olan" olarak imzalanmıştı. Eski arkadaşı Burckhardt'a şöyle yazmıştı: Kayafa'yı zincirlere vurdum. Ayrıca geçen yıl Alman doktorlar tarafından uzunca bir süre çarmıha gerildim. Wilhelm, Bismarck ve tüm antisemitistler ortadan kaldırıldı.Ayrıca Alman imparatoruna, Roma'ya gidip vurulmasını emretmiş ve Avrupa güçlerini Almanya'ya karşı askeri harekete geçmeye çağırmıştı. 6 Ocak 1889'da Burckhardt, Nietzsche'den aldığı mektubu Overbeck'e gösterdi. Bir sonraki gün Overbeck benzer bir mektup daha aldı ve arkadaşlarının Nietzsche'yi Basel'e geri götürmeleri gerektiğine karar verdi. Overbeck Torino'ya gidip Nietzsche'yi Basel'de bir psikiyatri kliniğine getirdi. İşte o zaman Nietzsche'nin tamamen, ciddi bir zihinsel hastalığın pençelerine kapılmış olduğu anlaşıldı ve bunun üzerine annesi Franziska, onu Otto Binswanger'ın yönetiminde Jena'daki bir kliniği naklettirmeye karar verdi. 1889 Kasım'ından 1890 şubatına kadar, sanat tarihçisi Julius Langbehn, doktorların yöntemlerinin Nietzsche'nin durumunu düzeltmede yetersiz kaldığını ileri sürerek Nietzsche'yi kendisi tedavi etmeye çalıştı. Langbehn'in Nietzsche üzerindeki kontrolü, tedaviyi gizlilik içinde sürdürmesinin kendine olan güvenin sarsılmasına kadar artarak devam etti. 1890 martında Franziska, Nietzsche'yi klinikten aldırdı ve 1890 mayısında onu Naumburg'daki kendi evine götürdü. Bu süreçte Overbeck ve Gast, Nietzsche'nin yayımlanmamış eserlerine ne yapılacağı konusuna kafa yoruyordu. 1889 ocağında, o anda basılmış ve ciltlenmiş olan Putların Alacakaranlığı'nın planlanmış bir yayımıyla ilerlediler. Şubatta "Nietzsche Wagner'e Karşı"nın elli kopyalık özel basımını sipariş ettiler, ama yayımcı C. G. Naumann gizlice yüz tane bastı. Overbeck ve Gast, "Deccal" ile "Ecce Homo"nun yayımını, daha radikal içerik taşıdıkları gerekçesiyle alıkoymaya karar verdi. Nietzsche algısı ve tanınması, ilk dalgasını atlatmıştı. 1893'te Nietzsche'nin kız kardeşi Elisabeth, kocasının intiharının ardından Nueva Germania'dan döndü. Nietzsche'nin yapıtlarını okuyup inceledi ve yayım işlerini tek tek kendi kontrolüne aldı. Overbeck, nihayetinde görev dışı kalmıştı. Gast da sonunda işbirliğine girdi. Franziska'nın 1897'deki ölümünden sonra Nietzsche, Elisabeth'in bakımındaki ve Rudolf Steiner (1895'te, Nietzsche'yi öven ilk kitaplardan birini yazan kişi) dâhil kendisini görmeye gelen ziyaretçilerin olduğu Weimar'da yaşadı. Elisabeth bir ara öyle ileri gitti ki Steiner'ı, kardeşinin felsefesini anlamakta kendisine yardım edecek bir danışman olarak işe almak istedi. Steiner hemen birkaç ay sonra Elisabeth'e felsefe konusunda herhangi bir şey öğretmenin imkânsız olduğunu söyleyerek bu girişime engel oldu. Nietzsche'nin zihinsel hastalık kökeninin teşhisi, o zamanlar henüz tedavisi olmayan frengi olarak kondu. Birçok yorumcu hastalığın felsefesine bir etkisi olmadığını söylese de Georges Bataille, bu konuda karanlık ipuçları bırakmış ve René Girard'ın postmodern psikanalizi Nietzsche'de Richard Wagner ile arasında bir rekabet saptamıştır. Sifilis teşhisi sorgulanmış ve Schain'in çalışmasından önce Cybulska tarafından vasküler bunamayı takiben periyodik psikozlu bipolar bozukluk ortaya atılmıştır. Leonard Sax, tıbbi kanıtları inceledikten sonra bunun sifilis değil, sağ taraflı retroorbital beyin zarı tümörü (menenjiyom) olduğuna hükmetmiştir ve Nietzsche'nin bunamasının en akla yatkın açıklaması bu olmuştur. Orth ve Trimble ise frontotemperal demans teşhisini koymuştur. Diğer birkaç kişi ise CADASIL adlı bir sendrom ileri sürmüştür. 1898 ve 1899'da Nietzsche, en az iki kere daha inme geçirerek konuşamaz ve yürüyemez hâle gelecek şekilde felç kaldı. 1900 Ağustos'unun ortalarında zatürreye yakalandıktan sonra 24-25 Ağustos gecesi bir başka inme geçirdi ve 25 Ağustos öğlesinde öldü. Elisabeth, onu Röcken bei Lützen'deki kilisede babasının yanına defnettirdi. Arkadaşı Gast, cenaze konuşmasında "Kutsal olsun adın tüm kuşaklar için!" dedi. Nietzsche, "Ecce Homo"da (cenaze yapıldığı zamanda hala yayımlanmamıştı) bir gün adının "kutsal" olarak anılmasından nasıl korktuğunu yazmıştı. Elisabeth Förster-Nietzsche, Nietzsche'nin yayımlanmamış notlarından ""Güç İstenci"ni derledi ve yayımladı. Elisabeth, Nietzsche'nin daha önceki taslaklarını kendi isteğince birleştirdiği ve bu materyalle büyük imtiyaz sahibi olduğu için, ortak görüşe göre bu kitap Nietzsche'nin niyetini yansıtmamaktadır. (Örneğin Elisabeth, Nietzsche'nin Deccal'inde İncil'den bir pasajı aynen yazdığı 35. aforizmayı kaldırmıştır.) Gerçekten de Nietzsche'nin "Nachlass""ının yayımcısı Mazzino Montinari, bu yapılanı bir tahrifat olarak adlandırmaktadır. Vatandaşlığı, uyruğu ve etnisitesi. Tarih anlatıcıları ve Nietzsche üzerine çalışmalar yapmış akademisyenler, Nietzsche'yi gerek kültürel geçmişinden, gerekse kullandığı dilden dolayı "Alman bir filozof" olarak tanımlamışlardır. Diğerleri ise onu belirli bir milli kimlikle etiketlememişlerdir. Nietzsche, Almanya birleşerek millî devlet haline gelmeden önce, o zaman Alman Konfederasyonuna dâhil bir bölge olan Prusya'da, Prusya vatandaşlığı ile doğdu. Doğduğu yer olan Röcken, bugünkü Almanya'nın Saxony-Anhalt eyaletindedir. Basel'deki görevini kabul ettiği zaman Prusya vatandaşlığının iptali için devlete başvurdu. Vatandaşlığının iptalinin 17 Nisan 1879 tarihine ait resmi onay belgesi geldi ve Nietzsche, o tarihten sonra hayatının sonuna kadar resmi olarak devletsiz yaşadı. Nietzsche, atalarının Leh olduğuna inanıyordu. Hayatının sonlarına doğru bu hikâyeye iyice adapte olmuştu. 1888'de, ""Atalarım Leh asilzadeleriydi (Nietzky); bu karakterin, üç jenerasyondur var olan Alman annelere rağmen iyi korunduğu görülmekte"," diye yazmış ve daha sonra Leh kimliğiyle ilgili olarak daha kararlı bir tavır sergilemiştir: ""Ben kanında bir damla bile kötü kan olmayan, safkan bir Leh asilzadesiyim, kesinlikle Alman kanına sahip değilim". Bir başka yazısında, "Alman milleti, yalnızca damarlarında oldukça fazla Leh kanı olduğu için yüce bir millettir [...] Leh soyundan geldiğim için gurur duyuyorum"." yazmaktadır. Nietzsche, isminin Almanlaştırılmış olabileceğini düşünüyordu. Bir mektubunda, "Kanımın kökenini ve ismimi, Leh asilzadelerine atfediyorum; onlar ki Niëtzky diye anılmış, yaklaşık 100 yıl önce evlerini ve asilliklerini bırakmış ve en sonunda dayanılmaz derecedeki baskıya boyun eğerek Protestan olmuşlardır." demiştir. Birçok akademisyen, Nietzsche'nin ailesinin kökeni konusunda tartışmışlardır. Hans von Müller, Nietzsche'nin kız kardeşinin öne sürdüğü ve asil Leh kalıtımını doğrulayan soyağacını ortaya çıkardı. Weimar'daki Nietzsche Arşivinin müdürü Max Oehler, Nietzsche'nin, eşlerinin aileleri dâhil bütün atalarının Alman isimleri taşıdığını savunmuş ve Nietzsche'nin eski bir Alman Lutherci ruhban soyundan geldiğini iddia etmiştir. Günümüzdeki araştırmacılar da Nietzsche'nin Leh soyundan geldiği iddialarının "safkan uydurması" olduğunu düşünüyorlar. Nietzsche'nin toplu mektuplarının yayımcıları olan Colli ve Montinari, Nietzsche'nin bu iddialarının "hatalı ve temelsiz düşünceler" olduğunu açıklamışlardır. Nietzsche ismi bir Leh ismi değildir, fakat Almanya'nın orta bölgelerinde bu isim ve benzerleri ("Nitsche" ve "Nitzke" gibi) son derece yaygın bir şekilde mevcuttur. Bu isim, bir ilk ad olan Nikolaus'tan kısaltılmış hali olan Nick'e, daha sonra Slavik dillerle asimile olmuş hali "Nitz", daha sonra da sırayla "Nitsche" ve "Nietzsche" olmuştur. Nietzsche'nin kendisini Leh soyluluğuna sahip olduğunu düşündürmek isteme sebebi bilinmemektedir. Biyografi yazarı R. J. Hollingdale'e göre Nietzsche'nin Leh soyundan geldiği propagandasının sebebi daha sonraki dönemlerinde kendi içinde "Almanya'ya karşı verdiği savaş"ın bir parçası olabilirdi. İlişkileri ve cinsel yaşamı. Nietzsche hiç evlenmedi. Lou Salomé'ye yedi ay içinde üç defa evlilik teklif etmesine rağmen her seferinde reddedildi. Nietzsche araştırmacısı Joachim Köhler, Nietzsche'nin hayat hikâyesini ve felsefesini, filozofun eşcinsel olduğunu iddia ederek açıklamaya çalıştı. Köhler, Nietzsche'nin frengi hastası olduğunu, bu hastalığı da "genellikle, Köln veya Leipzig'deki bir genelevdeki bir hayat kadınıyla olan münasebetinden ve/veya eşit oranda muhtemel olduğu üzere "Cenova'daki bir erkek genelevinden kapmış olabileceğinin düşünüldüğünü" öne sürmektedir. Köhler ayrıca, Nietzsche'nin Paul Rée ile arkadaşlığın yanında romantik bir ilişki de yaşamış olabileceği ihtimali üzerinde duruyor. Köhler'in görüşleri, Nietzsche araştırmacılarının ve anlatıcılarının arasında fazla kabul görmedi. Allan Megill, Köhler'in Nietzsche'nin homoseksüel arzularla yüzleşmiş bir adam olduğu iddiasının kolayca reddedilemeyeceğini düşünse de "kanıtın çok az olduğunu" da ekliyor. Diğer kişilerse Nietzsche'nin felsefesini anlamada Köhler'in cinsellik tabanlı yorumunun fayda sağlamayacağını savunuyorlar. Felsefesi. Üstinsan. Üstinsan sözcüğünü ilk olarak teolog ve yazar , 17. yüzyılda yazdığı "Geistlichen Erquickstunden" adlı eserinde kullanmıştır. Nietzsche, üstinsanın tüm evrenin amacı ve sebebi olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre Üstinsan, insanlığın da amacıdır. Nietzsche, üstinsan kavramıyla soylu bir insan eylemliliği kavramını yeniden kurmaya çalışır. Son İnsan, yalnızca maddi teselli peşindeyken üstinsan, yaşamını büyük eylemler uğruna harcamaya hazırdır. Üstün olmak, isteyerek iyinin ve kötünün ötesinde durmaktır. Yine Nietzsche, kendisini üstinsanın habercisi olarak tanıtır ve kendini Zerdüşt ile özdeşleştirir. Bu konuda eserinde şöyle yazmıştır: İnsanların üstinsanı karalayacaklarını şu ifadelerle bildirir: Nietzsche'nin üstinsanı, belli bir evrim sürecinin ardından, insanlar arasından çıkıp bütün insanlığı yönetecek, tüm insanlara tahakküm edecek bir diktatör değildir. O, her ne kadar on dokuzuncu yüz­yılda kapitalizmin yarattığı fabrika köleleri­ne, kapitalizmin Hristiyanlıktan miras alıp koruduğu köle ahlâkına, burjuva demokrasi­siyle onun eşitlik idealine karşı çıkarken, bu düzenin veya Avrupa'daki demokratikleş­menin bir yandan da zorbalık, acımasız bir diktatörün ortaya çıkışı için gerekli altyapı­yı hazırladığını söylemiş olmakla birlikte, onun üstinsanı sanılanın tersine Hitler değildir. "Tanrı öldü". "Tanrı öldü" (; ya da tanrının ölümü), Alman filozof Friedrich Nietzsche'nin yaygın olarak alıntısı yapılmış bir sözüdür. İlk kez 1882'de "Şen Bilim"de (Almanca: "Die fröhliche Wissenschaft") 108. ("Yeni Çabalar"), 125. ("Deli") ve üçüncü olarak 343. ("Keyifliliğimizin Anlamı") kısımlarında ortaya çıkar. Ayrıca Nietzsche'nin 1883 yılındaki, deyişin yayılmasına en büyük katkıyı sağlamış olan eseri "Böyle Buyurdu Zerdüşt"te de görülür. Düşünce, "Deli"de şöyle ifade edilmiştir: 8 Nisan 1966 tarihli "Time" dergisi, kapağında "Tanrı Öldü mü?" sorusunu sordu ve eşlik eden makalede de o zaman için Amerika'da yükselmekte olan ateizme değiniliyordu. O zamanlar Amerikan teolojisinde "tanrının ölümü" adında bir akım doğuyordu. Tanrının ölümü akımı kimi zaman teknik olarak, Yunanca "theos" (tanrı) ve "thanatos" (ölüm) sözcüklerinden türemiş olan "theothanatology" olarak adlandırılıyordu. Bengi dönüş. Bengi dönüş (sonsuz dönüş, ebedi dönüş veya ebedi tekerrür) düşüncesi, zamanın döngüsel bir formda olduğu; olayların bu döngüsellikte sonsuza dek yinelenmiş olduğu, yinelendiği ve yineleneceği tezini içermektedir. Friedrich Nietzsche bu düşünceyi etik anlamda oluştaki yaratıcılığın, en yüksek yaşama gücünü elde etmenin, acıyla başa çıkmanın ve Üstinsan'ı meydana getirme aracı olarak geliştirmiştir. Ayrıca bengi dönüş, aktif nihilizmin kendini gösterdiği güçlü sınıfın ön koşuludur. Bengi dönüş, Friedrich Nietzsche'nin başyapıtı olan "Böyle Buyurdu Zerdüşt"'ün ana sorunudur. Nietzsche bengi dönüşten ilk kez "Şen Bilim"'de şöyle söz eder: Bengi dönüş; etik düzeyde, insanların yaşamlarını en yüksek noktaya "onu bir daha yaşamayı isteyerek" ulaşacaklarını anlatır. Varlığın en kesin gerçeği olan yok oluş, bengi dönüş ile olumlandırıldığında korkutuculuğunu yitirir. Nietzsche'ye göre insan, yaşamını tamamladığında ölüm korkusu ortadan kalkacaktır. Bu "yaşamı tamamlama" olgusu, bengi dönüşe, yani bütün acılarına, kaderci yapısına rağmen yaşamı yeniden yaşamaya "evet" diyebilme gücüne sahip olmaktır. Bengi dönüş, kader sevgisinin (amor fati) de ön koşuludur. İnsanların kendi seçimleri olmayan yazgılarını sevebilmeleri için onu acılarla birlikte yeniden yaşamayı onaylamak ve bengi dönüşle yaşamı böylece olumlamak gerekir. Nietzsche, bengi dönüş düşüncesini "Güç İstenci" notlarında evrende atomların sınırlı sayıda olduğunu ortaya koyan, termodinamiğin birinci yasası olan enerjinin korunumu yasasına dayandırır. Bengi dönüşe her ne kadar yalnızca etik düzeyde yaklaşılsa da Nietzsche, görüşünü kozmolojik anlamda kanıtlamak istemiştir. Yine bengi dönüş, yalnızca etik düzeyde değil, varlık düzeyinde bir düşüncedir. Yine 1883 yılında yazdığı "Güç İstenci" notlarından birinde bengi dönüşün doktrin olarak kanıtlanmasını bir evre olarak sunar. Hristiyanlık ve deccal. Nietzsche, "Hristiyanlığa düşmanız, nefretle bakıyoruz, tüm romantizm ve anavatana tapınma biçimlerine de..." diyerek Batı Kültürü'nün çöküşünü ("decadence"), ahlâk değerlerine sökülüp atılamazcasına kök salmış olduğunu saptadığı, "çileci ülkü"ye yönelik olarak sunduğu soykütükçü çözümlemelerle açıklama yoluna gitmiştir. Nietzsche'nin din konusunda sert düşünceleri vardır. Hristiyan öğretisine karşı takındığı tutum, başkaldırışı ve bu öğretiye lanetler yağdırması 19. yüzyılda çok ses getirmese de Nietzsche'nin tanınması ve üne kavuşmasıyla beraber büyük bir yankı uyandırmıştır. Çünkü Nietzsche, "Deccal" adlı eserinde Hristiyanlığa lanetler yağdırmış, onu küçümsemiş ve kökeni konusunda çeşitli araştırmalarda bulunmuştur. Ona göre "İlk ve son Hristiyan çarmıhta ölmüştür." Nietzsche, "Deccal" adlı eserinin hemen başında şu sert yorumu yapar: Nietzsche'nin dine başkaldırışı, özelde Hristiyanlığa olmakla birlikte, genelde tüm nihilist özellik gösteren dinleredir. Nietzsche'nin başkaldırışı tüm dinlere değildir. Çünkü Nietzsche, doğrudan dine değil, nihilizme başkaldırır ve dolaylı olarak bu başkaldırışını nihilistik ögeler taşıyan dinlere de yöneltir. Nietzsche'ye göre Hristiyanlık, köle ahlâkını taşıyan ve hayatı yadsıyan bir öğretidir. Bu sebeple sürü psikolojisinin temeli, bu öğretiye dayanır. Bir tür çilecilik olarak adlandırılabilecek Hristiyanlık, Nietzsche'ye göre yok edilmelidir. Çünkü Nietzsche'ye göre Hristiyanlık, insan neslinin sonunu getirebilecek nitelikte yanlış bir anlayışın sonucudur. Nietzsche'ye göre Hristiyanlık, bilimin de düşmanıdır. Yine "Deccal" adlı eserinde, Hristiyanlığı kültür yıkıcısı bir din olarak nitelendirmiştir. Çünkü eski kültürlerin izini, varlığı ve varoluşu yadsıması sebebiyle silmiş ve yağmalamıştır. Hristiyanlık, Nietzsche'ye göre insanî içgüdüler taşıyan her türlü kültüre ve uygarlığa düşmandır. Çünkü ona göre Hristiyan, gerçeği fikri olarak yaşayan her şeye düşmandır ve onu yağmalamak, kendisi adına yok etmek ister. Nietzsche şöyle devam etmektedir: "Ecce Homo" adlı eserinde de bu konuda: Apollon ve Dionysos. Gerçekte iki Antik Yunan tanrısı olan Apollon ve Diyonisos, Nietzsche'de anlamca yüceleştirilir ve oluşun merkezine koyulur. Sanatın birebir oluşumu, bu iki kavrama bağlıdır. Apollon; Nietzsche'de anlamını "biçim"le, Dionysos ise Nietzsche'de anlamını "uyum"la bulur. Yine Nietzsche'ye göre Antik Yunan medeniyeti, bu iki sanat tanrısıyla, yani sırasıyla "heykel" ve "müzik" tanrılarıyla, sanat üretiminin derin gizlerini keşfetmişlerdir. Apollon düş deneyimini ifade eder. O ışık saçan Tanrıdır, Dionysos ise esrime deneyimidir. Hayatın iki kanadı olan Apollon ve Dionysos, insanın yaratıcı gücünü ortak olarak biçimlendiren ve yön veren iki tanrıdır. Nietzsche'de bu tanrısal değişim ve dönüşüm, aslında hayatın sanatsallığına bir işaret, bir göz kırpmadır. Dionysos, müzik ve şarabın tanrısıdır. Yaratma eylemi, Dionysos ve Apollon'un odak noktasının yakalanması, Nietzsche'ye göre "dans etmek"tir. Yine Dionysos, varlığın özünü sezgiyle kavramaya, Apollon ise sezgiyle kavranan özün dışa, yani görünen dünyaya etki ettirmeye yarar. Nietzsche'ye göre sanat, bu iki "kavramsal" tanrının etkisiyle şekillenir. Nietzsche'ye göre estetiğin temeli, bu iki kavramı anlamakla mümkündür. Bu konuda şöyle der: Nietzsche yorumlarına şöyle devam eder: Nietzsche, Sokrates'ten önceki Yunan felsefesine saygı duyar. Lakin ona göre Sokrates'ten sonraki çağ, Sokrates'in izlerini taşıdığı için onun gözünde neredeyse tamamen yozlaşmıştır. Sokrates'in yöntemi de bir tür diyalektik olarak tanımlanabileceği için diyalektik kavramı Nietzsche tarafından topyekûn reddedilir. İnsandaki yaratıcı güç şöyle dursun, Nietzsche'ye göre doğa yaratısı insan bile doğanın bu iki kavramındaki odak tarafından yaratılmıştır. Kısacası ona göre Apollon ve Dionysos doğanın elleridir. Doğa, bu kavramlarla yaratır ve yıkar. Güç istenci. Güç istenci, Friedrich Nietzsche'nin felsefesinin merkezi sayılabilecek bir önem taşımaktadır. Güç İstenci, Nietzsche'ye göre evrenin her türlü devinimindeki en temel istenç olmakla beraber; tüm detayları, mikro ve makro kozmosu kaplar. Tüm değişim ve dönüşümler, bu istencin farklı kisvelere bürünmüş halidir. Her detayda bu istencin izlerini yakalamak mümkündür. Nietzsche'nin kütüphanesi. Nietzsche arşivinde Yunan Felsefesi'ne oldukça büyük bir yer vermiştir. Kant, Mill ve Schopenhauer'i de okumuştur. (Bu isimler zaten felsefesini ilk şekillendirenlerdi.) Daha sonra Spinoza ile tanışmış ve ondan pek çok konuda etkilenmiştir. Edebî anlamda 17. yüzyıl Fransız Edebiyatı ve aynı dönem Fransız ahlâkçılarını da bolca okuma fırsatı bulmuştur. Bundan başka Pascal ve Stendhal de listesindedir. Paul Bourget'in "Organizm"'i de Nietzsche'yi etkilemiştir. Ayrıca Rudolf Virchow ve Alfred Espinas da aynı şekilde etkilemiştiler. Nietzsche, daha sonra Friedrich Lange'den Darvinizm'i öğrendi.Charles Baudelaire'nin pek çok kitabını okudu. Tolstoy'un "Din Nedir?", Ernest Renan'ın "İsa'nın Hayatı" ve Dostoevsky'nin "Ecinniler" kitapları kütüphanesindedir. Ralph Waldo Emerson'dan pek çok kitap okumuştur. Niccolo Machiavelli de kütüphanesinde yer tutar. Nietzsche'nin etkileri. Nietzsche'nin felsefeye nüfûzu ölümünden sonradır. En ünlü eseri "Böyle Buyurdu Zerdüşt" dünya klasikleri arasında yerini almıştır. Felsefe dışında, bazı siyasetçilerce Hitler'i etkilemekle suçlanmaktadır. Hitler, Nietzsche'yi gençken okumuştur ve ondan "militarizm" alanında etkilenmiştir. Dreyfus Olayı, onun algılanmasında olumsuz bir örnek barındırır: Fransız antisemitik sağı Alfred Dreyfus'u savunan Yahudi ve solcu entelektüelleri "Niçeci" olarak olumsuz etiketler. Naziler Nietzsche'nin felsefesini kullanmışlardı; ancak bilindiği gibi Nietzsche bir Alman düşmanıdır. Bu etkiden ise kız kardeşi sorumludur. Nietzsche, Avrupalı filozoflardan Michel Foucault, Gilles Deleuze, Jacques Derrida, Martin Heidegger, Albert Camus, Jean-Paul Sartre, Walter Kaufmann, R. J. Hollingdale, Alexander Nehamas, Georges Bataille ve Brian Leiter gibi isimleri etkilemiştir. Nietzsche, örneği taklit edilemeyecek kadar benzersiz ve ürkütücüdür... 1992 yılında Irvin D. Yalom, Nietzsche Ağladığında isimli bir romanı piyasaya sürmüştür. Bu romanda aslında birbirleriyle hiç karşılaşmamış olan Josef Breuer ile Nietzsche arasındaki ilişkiler anlatılmaktadır. Bu kitap, 2007 yılında aynı isimle filme de çekilmiştir. Başvurulabilecek kaynaklar. Nietzsche hakkındaki yazılmış 40.000'den fazla basılı eserin en önemlileri:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5750", "len_data": 42505, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.84 }
Mekanik (Yunanca: ), fiziğin fiziksel nesnelerin hareketleriyle, özellikle kuvvet, madde ve hareket arasındaki ilişkilerle ilgili alanıdır. Nesnelere uygulanan kuvvetler yer değiştirmeler veya bir nesnenin çevresine göre konumunda değişikliklerle sonuçlanır. Fizik'in bu dalının kökenleri Antik Yunanistan'da Aristoteles ve Arşimet'in yazılarında bulunur. (bkz. Klasik mekaniğin tarihi ve Klasik mekaniğin Zaman Çizelgesi). Erken modern dönem sırasında, Galileo, Kepler ve Newton gibi bilim adamları şimdiki klasik mekaniğin temellerini attılar. Klasik mekanik, duran veya ışık hızından çok daha düşük hızlarla hareket eden cisimlerle ilgili klasik fizikin bir dalıdır. Kuantum aleminde olmayan cisimlerin hareketini ve üzerindeki kuvvetleri inceleyen bilim dalı olarak da tanımlanabilir. Alan bugün kuantum teorisi açısından daha az anlaşılmıştır. Mekaniğin Önemi. İnsan yaşantısında mekanik biliminin yeri dün olduğu gibi bugün de büyüktür. Suyun akışından tutun da, uçağın uçuşuna, makinelerin çalışmasına kadar tabiattaki bütün hareketler mekanik prensiplerine göre gerçekleşir. Başta makine olmak üzere mühendisliğin tüm uygulamalarında, mekanik bilimi ve prensipleri çok önemlidir. Tarihi. Mekanik, fiziksel bilimlerin en eskisidir. Antik Çağ. Antik çağda mekaniğin ana teorisi Aristotelesçi mekanik idi. Bu geleneğin sonraki geliştiricilerinden biri Hipparchus'dur. Kaldıraçları ve suyun kaldırma kuvvetini kapsayan tarihteki ilk yazılı mekanik prensipler Arşimet'e (MÖ 287-MÖ 212) aittir. Makara, eğik düzlem ve somun anahtarı ile ilgili çalışmalar da antik metinlere kaydedilmiştir. Bu dönemde mekanik, bina inşaatı gereksinimlerini karşılamakla sınırlıydı. Ortaçağ Mekanizmi. Orta Çağ'da, Aristoteles'in teorileri, 6. yüzyılda John Philoponus ile başlayan bir dizi figür tarafından eleştirildi ve değiştirildi. Merkezi bir sorun, Hipparchus ve Philoponus tarafından tartışılan mermi hareketi sorunuydu. 1020'de Fars İslam bilgesi İbn Sīnā hareket teorisini "Şifa Kitabı"nda yayınladı. Fırlatıcı tarafından mermiye itici güç verildiğini ve ve hava direnci gibi dış kuvvetlerin o gücü harcadığını söyledi. İbn Sina 'kuvvet' ve 'eğim' ("meyl" olarak adlandırılır) arasında bir ayrım yaptı ve bir nesnenin doğal hareketine karşıt olduğunda nesnenin mayl kazandığını savundu. Böylece hareketin devamının cisme aktarılan meyilden kaynaklandığı ve eğim bitene kadar cismin hareket halinde olacağı sonucuna vardı. Ayrıca, boşluktaki merminin, harekete geçilmedikçe durmayacağını da iddia etti. Bu hareket anlayışı, Newton'un birinci hareket yasası olan atalet ile tutarlıdır. Bu, hareket halindeki bir cismin dış bir kuvvet tarafından etkilenmedikçe hareket halinde kalacağını belirtir. Aristotelesçi görüşe karşı çıkan bu fikir daha sonra İbn Sina'nın "Şifa Kitabı"ndan etkilenen John Buridan tarafından "itici" olarak tanımlandı. 12. yüzyıl Yahudi-Arap bilgini Hibat Allah Ebu'l-Barakat al-Baghdaadi (doğumlu Nathanel, Irak, Bağdat), sabit kuvvete maruz kalan cisim konusunda, sürekli kuvvet sabit ivme verir dedi. Shlomo Pines'e göre, el-Bağdadi'nin hareket teorisi, "Aristoteles'in [yani, sabit kuvvetin sabit hareket ürettiğine ilişkin temel dinamik yasasının en eski olumsuzlamasıydı, [ve dolayısıyla] klasik mekaniğin temel yasasının [yani, sabit kuvvetin ivme ürettiğinin] belirsiz bir şekilde önceden tahmin edilmesidir." Aynı yüzyılda İbn Bajjah her kuvvet için her zaman bir tepki kuvveti olduğunu öne sürmüştür. Bu kuvvetlerin eşit olduğunu belirtmemiş olsa da, her eylem için eşit ve zıt bir tepki olduğunu belirten üçüncü hareket yasasının hala erken bir modelidir. 14. yüzyılda yaşamış Fransız rahip Jean Buridan İbn Sina ve el-Bağdadi, gibi daha önceki yazarlardan etkilenerek, daha sonra modern atalet, hız, ivme ve momentum teorilerine dönüşen itici güç teorisi'ni geliştirdi. Bu çalışma ve diğerleri, 14. yüzyıl İngiltere'sinde, düşen cisimlerle ilgili çeşitli yasaları inceleyen ve formüle eden Thomas Bradwardine gibi Oxford Hesaplayıcılar ı tarafından geliştirildi. Cismin temel özelliklerden sabit ivmeli hareket kavramı (düşen cisimler gibi) 14. yüzyılda Oxford Hesaplayıcıları tarafından çalışıldı. Erken modern çağ. Erken modern çağın iki merkezi kişisi Galileo Galilei ve Isaac Newton'dur. Galileo'nun mekaniği, özellikle de düşen cisimler hakkındaki son ifadesi, onun "İki Yeni Bilim' (1638) adlı eseridir. Newton'un 1687 "Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica", yeni geliştirilen kalkülüs matematiğini kullanarak ve Newton mekaniğinin temelini sağlayarak mekaniğin ayrıntılı matematiksel hesabını sağladı. Çeşitli fikirlerin önceliği konusunda bazı anlaşmazlıklar vardır: Newton'un "Principia"sı kesinlikle ufuk açıcı bir çalışmadır ve son derece etkili olmuştur ve buradaki sistematik matematik daha önce ifade edilmemiş ve olamazdı çünkü kalkülüs geliştirilmemişti. Ancak, özellikle atalet (itici güç) ve düşen cisimler ile ilgili fikirlerin çoğu, hem o zamanın son Galileo'su hem de daha az bilinen ortaçağ öncülleri olan daha önceki araştırmacılar tarafından geliştirilmiş ve belirtilmişti. Ortaçağ ifadelerinin modern ifadelere "eşdeğer" mi yoksa "yeterli" kanıt mı, yoksa bunun yerine modern ifadelere "benzer" mi olduğu ve " 'hipotezler' genellikle tartışmalıdır. Arşimet'ten sonra gelen Eb'ul-İz el-Cezeri, İbn-i Heysem, İbn-i Sina, İbn Bacce, Galileo, Kepler, Leonardo da Vinci, Varignon, d'Alembert, Stevinus, Newton, Lagrange vb gibi bilim insanlarının çalışmalarıyla mekanik gelişti. Modern çağ. Mekanikteki iki modern gelişme, Einstein'in genel görelilik ve her ikisi de kısmen 19. yüzyılın başlarındaki fikirlere göre 20. yüzyılda geliştirilen kuantum mekaniği'dir. Modern sürekli ortam mekaniğindeki özellikle elastikiyet, plastisite, akışkanlar dinamiği, elektrodinamiği ve deforme olabilen ortamların termodinamiği alanlarındaki gelişmeler 20. yüzyılın ikinci yarısında başladı. Mekanik cisim türleri. Sıklıkla kullanılan cisim terimi parçacıklar, mermiler, uzay aracı, yıldızlar, makine parçaları, katı parçalar, akışkanlar, (gazlar ve sıvılar)’ın parçaları vb. çok çeşitli nesneleri ifade eder. Mekaniğin çeşitli alt disiplinleri arasındaki diğer ayrımlar kasdedilen cisimlerin doğasıyla ilgilidir. Parçacıklar, klasik mekanikte matematiksel noktalar olarak incelenen cisimlerdir. Katı cisimlerin boyutu ve şekli vardır, ancak uzayda oryantasyon gibi sadece birkaç serbestlik derecesi ekleneyerek parçacığınki gibidir. Aksi takdirde, cisimler yarı-rijit, yani elastik veya rijit olmayan, yani akışkan olabilir. Bu konuların hem klasik hem de kuantum çalışma bölümleri vardır. Örneğin, uzay aracının yörünge ve konumu (dönme) ile ilgili hareketi klasik mekaniğin göreli teorisi tarafından tanımlanırken, atom çekirdeğinin benzer hareketleri kuantum mekaniğince tanımlanır. Alt disiplinler. Aşağıdakiler, mekanikte incelenen çeşitli konuların iki listesidir. Fizikte ayrı bir disiplin oluşturan "alan teorisi" klasik alanlar veya kuantum alanları olsun, resmen mekanikten farklı olarak ele alınır. Ancak fiili uygulamada, mekaniğe ve alanlara ait konular yakından iç içe geçmiştir. Bu nedenle, örneğin, parçacıklar üzerinde etkili olan kuvvetler sıklıkla (elektromanyetik veya yerçekimi) alanlarından türetilir ve parçacıklar kaynak olarak hareket ederek alanları oluşturur. Aslında kuantum mekaniğinde parçacıkların kendileri teorik olarak dalga fonksiyonu tarafından tanımlandığı gibi alanlardır. Klasik. Aşağıdakiler klasik mekaniği oluşturan konulardır: Kuantum. Aşağıdakiler kuantum mekaniği kapsamında sınıflandırılır: Tarihsel olarak, klasik mekanik, kuantum mekaniği gelişmeden yaklaşık çeyrek binyıl önceydi. Klasik mekanik, on yedinci yüzyılda geliştirilen Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica'da Isaac Newton'un hareket yasaları ile ortaya çıktı. Kuantum mekaniği daha sonra, on dokuzuncu yüzyılda gelişti, Planck varsayımı ve Albert Einstein'ın fotoelektrik etki açıklaması tarafından hızlandırıldı. Her iki alan da genel olarak fiziksel doğa hakkında var olan en kesin bilgiyi oluşturur. Klasik mekanik, özellikle çoğu zaman diğer kesin bilim denilenler için bir model olarak görülmüştür. Bu bağlamda, matematiğin teorilerde yaygın olarak kullanılması ve deney tarafından teorilerin üretilmesinde ve test edilmesinde oynadığı belirleyici rol önemlidir. Kuantum mekanik, klasik mekaniği belirli sınırlı koşullar altında uygulanan bir alt disiplin olarak kapsadığı için daha geniş kapsamlıdır. Benzeşme ilkesi'ne (İngilizce:correspondence principle) göre, iki özne arasında hiçbir çelişki veya çelişki yoktur, her biri yalnızca belirli durumlarla ilgilidir. Karşılık ilkesi, kuantum teorileri tarafından tanımlanan sistemlerin davranışının klasik fiziği büyük kuantum sayıları sınırında yeniden ürettiğini belirtir, yani kuantum mekaniği büyük sistemlere uygulanırsa (örneğin bir beyzbol topu) klasik mekanik uygulanmış gibi sonuç neredeyse aynı olurdu. Kuantum mekaniği, temel düzeyde klasik mekaniğin yerini almıştır ve moleküler, atomik ve atom altı düzeydeki süreçlerin açıklanması ve öngörülmesi için vazgeçilmezdir. Ancak, makroskopik süreçler için klasik mekanik, kuantum mekaniğinde (esas olarak hesaplama limitleri nedeniyle) yönetilemeyecek kadar zor olan problemleri çözebilir ve bu nedenle kullanışlı ve iyi bir şekilde kullanılmaya devam eder. Bu tür davranışların modern tanımları, yer değiştirme (hareket edilen mesafe), zaman, hız, ivme, kütle ve kuvvet gibi niceliklerin dikkatli bir tanımıyla başlar. Ancak yaklaşık 400 yıl öncesine kadar hareket çok farklı bir bakış açısıyla açıklanıyordu. Örneğin, bilim adamları, Yunan filozof ve bilim insanı Aristoteles'in fikirlerini takip ederek, top güllesinin doğal konumu Dünya'da olduğu için yere düştüğünü; güneş, ay ve yıldızlar dünyanın çevresinde daireler çizerek hareket ederler çünkü göksel nesnelerin doğasında mükemmel daireler çizerler. Genellikle modern bilimin babası olarak anılan Galileo, zamanının diğer büyük düşünürlerinin fikirlerini bir araya getirdi ve hareketi, bir başlangıç konumundan kat edilen mesafe ve aldığı süre cinsinden hesaplamaya başladı. Düşen nesnelerin hızlarının, düşmeleri sırasında sürekli olarak arttığını gösterdi. Bu ivme, hava sürtünmesi (hava direnci) olduğu sürece, ağır nesneler için hafif nesneler için aynıdır. İngiliz matematikçi ve fizikçi Isaac Newton, kuvvet ve kütleyi tanımlayarak ve bunları ivme ile ilişkilendirerek bu analizi geliştirdi. Işık hızına yakın hızlarda hareket eden nesneler için, Newton yasalarının yerini Albert Einstein'ın görelilik kuramı aldı. Atomik ve atom altı parçacıklar için Newton yasalarının yerini kuantum kuramı aldı. Ancak günlük olaylar için Newton'un üç hareket yasası, harekete neden olan şeyin incelenmesi olan dinamiğin temel taşı olmaya devam etmektedir. Kaynakça. 17.TUĞRA KAHRAMAN
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5751", "len_data": 10717, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.88 }
İskambil oyunları (Fransızca: "Briscambille"), genellikle 52, 54 veya 36 kart içeren standart iskambil kâğıtları destesi veya onun türevleriyle oynanan beceri oyunu ve şans oyunu'dur. Türkiye'de yaygın olmamasına rağmen yabancı ülkelerde biraz daha farklı kartlar içeren tarot destesiyle oynanan iskambil oyunları da vardır. Bulmaca, eğlence ve kumar amacıyla oynanır. İskambil destesi üzerinde resim veya sayılar bulunan kartlar içerir. Bu kartlar sinek (sembolü formula_1, trefl de denir), karo (sembolü formula_2), kupa (sembolü formula_3, kör de denir), maça (sembolü formula_4, pik de denir) olmak üzere dört gruba ayrılmıştır. Her grup içerisinde üzerinde 1'den 10'a kadar bir sayı olan birer kart ve ayrıca birer tane de üzeri resimli "vale" (bacak, jilet vs de denir), "kız" (dam da denir), "papaz" (rua da denir) kartı vardır. Üzerinde sayı olan kartlar "maça ikilisi, sinek yedilisi" gibi adlarla anılırken, üzerinde 1 sayısı olan kartlara "as" demek gelenektir. Bazı oyunlar için desteye bir veya daha fazla "joker" kartı da eklenir (Jokerler 2 tane olur biri renkli biri renksiz). Joker kullanılan oyunların çoğunda, bu kart destedeki herhangi başka bir kartın işlevini üstlenebilme özelliğiyle öne çıkar. İskambil oyunlarının sayısı ve çeşidi çok fazla olduğundan ana hatlarıyla bile kartların işlevlerinden bahsetmek mümkün değildir. Dahası birçok oyunda modifiye desteler kullanılır. Mesela Ellibir oyunu iki tane 52'lik desteyle oynanırken, Altmışaltı oyunu standart destenin sadece As, papaz, kız, vale, 10'lu ve 9'lu kartları kullanarak oynanır. A. Altmışaltı Anastra Americano B. Batak Blöf Blackjack Bezik Bulum D. Dürt Dost kazığı Durak Dal E. Ellibir Eşşek Esperansa F. Fanti Fitil H. Hoşgin İ. İhale İskambil(Altıkol) K. Kanasta Kastet Kılıç King Konçina Konken Koyeye Küt Kaptı Kaçtı M. Maça Kızı O. Ohel Okşin P. Papaz Kaçtı Piket Pinaki Pis Yedili Pişti Poker Prafa R. Remi Rus batağı S. Sadrazam Ş. Şıpsevdi T. T-Rex Tık Toto U. Uno Ü. Üçbeşsekiz Y. Yanık Yirmibir Yükleme Yüzbir
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5753", "len_data": 2008, "topic": "GAMING", "quality_score": 3.49 }
Zürih şu anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5757", "len_data": 29, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 1.47 }
Çukurova Üniversitesi (ÇÜ), Adana şehir merkezine 15 kilometre uzaklıkta Seyhan gölü kıyısındaki kampüsünde eğitim-öğretim veren bir devlet üniversitesidir. Üniversitenin rektörlüğünü, 16 Ağustos 2024'ten beri Hamit Emrah Beriş yapmaktadır. Genel bilgiler. Çukurova Üniversitesinde, çoğunluğu Adana'da bulunan 19 fakülte, 1 devlet konservatuvarı, 1 yüksekokul, 11 meslek yüksekokulu, 4 enstitü, 38 araştırma ve uygulama merkezi bulunmaktadır. 2012 yılı sonu itibarıyla Çukurova Üniversitesinde yaklaşık 1900 akademik personel, 29.000'i lisans, 11.500'ü ön lisans ve 4500'ü lisansüstü olmak üzere 45.000 öğrencinin eğitim ve öğretiminde görev almaktadır. Öğrencilerin, öğretim elemanlarının, araştırmacıların gereksinim duydukları ulusal ve uluslararası yayınları barındıran Çukurova Üniversitesi Merkezi Kütüphanesi mevcuttur. Tarihçe. Üniversitenin temel atma töreni 5 Ocak 1971 yılında Başbakan Süleyman Demirel'in ve MHP genel başkanı Alparslan Türkeş'in katılımıyla gerçekleşmiştir. Çukurova Üniversitesi, 1969 yılında Ankara Üniversitesine bağlı olarak kurulan "Adana Ziraat Fakültesi " ile 1972 yılında Atatürk Üniversitesine bağlı olarak kurulan "Çukurova Tıp Fakültesinin yeni bir üniversitenin çatısı altında bir araya getirilmesiyle 1973 yılında kurulmuştur. Daha sonra kurulan Temel Bilimler, İdari Bilimler ve Mühendislik Fakülteleri ile bu sayı beşe yükselmiştir. 1982 yılında ise, Temel Bilimler, Fen-Edebiyat Fakültesi'ne; İdari Bilimler, Adana İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nin Ekonomi ve İşletme Fakülteleriyle birleşerek İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesine; Mühendislik Fakültesi ise yine Adana İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nin Mühendislik Fakültesi ile birleşerek Mühendislik - Mimarlık Fakültesine dönüşmüştür. Adana, İçel ve Hatay'daki Milli Eğitim Bakanlığına bağlı Yabancı Diller Yüksekokullarının tümü Üniversite çatısı altında toplanarak, Eğitim Fakültesini oluşturmuştur. 1992 yılına gelindiğinde, 6 fakülte, 11 yüksekokul, 3 enstitü, 1 devlet konservatuvarı, 22 araştırma ve uygulama merkezinden oluşan Çukurova Üniversitesi; 3 yeni üniversitenin nüvesinin oluşturulmasına katkıda bulunmuştur. Modern bina, laboratuvar ve eğitim araçlarıyla 2 yüksekokul Mersin Üniversitesine, 3 yüksekokul Hatay Mustafa Kemal Üniversitesine devredilmiştir. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesine ise Kahramanmaraş'taki Araştırma ve Uygulama Merkezi, yeni Üniversitenin Rektörlük binası ve iki fakülte binası olarak devredilmiştir. Su Ürünleri, İlahiyat, Diş Hekimliği ve Güzel Sanatlar Fakültelerinin kurulmasıyla fakülte sayısı 10'a yükselmiş, Adana Sağlık Meslek Yüksekokulu ve Kozan Meslek Yüksekokulları açılmıştır. 1994 yılı içerisinde, Karataş Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu, 1995 yılı içerisinde de Karaisalı Meslek Yüksekokulu kurulmuştur. Beden Eğitimi ve Spor Öğretmenliği Bölümü Çukurova Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu'na, Adana Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu da 1996 yılında Adana Sağlık Yüksekokulu'na dönüştürülmüştür. Lisansüstü eğitim öğretim yaptıran 3 Enstitü, Çukurova Üniversitesi Devlet Konservatuvarı ve 1997 yılında kurulan Kadirli Meslek Yüksekokulu ile birlikte akademik kurum sayısı böylece 23'e ulaşmıştır. 2007 yılına gelindiğinde 1 fakülte ve 2 meslek yüksekokulu Osmaniye Korkut Ata Üniversitesine devredilmiştir. 2009 yılında bölgedeki enerji merkezleri göz önünde bulundurularak Ceyhan Mühendislik Fakültesi, 2009 yılında Yabancı Diller Yüksekokulu, 2012 yılında ise Eczacılık, Kozan İşletme ve Ceyhan Veteriner Fakülteleri kurulmuştur. Yerleşkeler. Balcalı Kampüsü. Çukurova Üniversitesinin ana kampüsü 22.000 dekar arazi üzerine kurulu olan Balcalı Kampüsü olup, Adana'nın hemen kuzeyinde ve şehir merkezinden 11 km uzaklıkta bulunmaktadır. Seyhan Gölü'nün doğu ve kuzey yakasında yer alan kampüs, adını üniversitenin kurulmasından önce kampüs alanında bulunan Balcalı köyünden almaktadır. Kampüste yönetim ve eğitim-öğretim birimleri yanında, laboratuvarlar, Balcalı Hastanesi, merkezî kütüphane, spor tesisleri, lojmanlar, Kredi ve Yurtlar Kurumuna bağlı Fevzi Çakmak Öğrenci Yurdu, 5 Ocak Öğrenci Yurdu, Çukurova Öğrenci Yurdu, Toroslar Öğrenci Yurdu, Adana Öğrenci Yurdu ve Mahmut Sami Ramazanoğlu yurdu yer almaktadır. Şehirden kampüse, emekli rektör Prof. Dr. Mithat Özsan'ın adıyla anılan Mithat Özsan Bulvarı üzerinden ulaşılır. Adana şehir merkezinden kampüse, Büyükşehir Belediyesi Balcalı dolmuşları ile ve halk otobüsleri ile ulaşılabilir. Merkezi Kütüphane. 1972 yılında üniversiteyle birlikte kurulan üniversitesinin merkezî kütüphanesi için 1991 yılında bir kütüphane binası inşasına başlandı. Bülent Özkaraahmet tarafından tasarlanan bina, 1996 yılında tamamlandı. 2005 yılında, Türkiye'nin ilk dijital kütüphanesi olan Çukurova Üniversitesi Elektronik Kütüphanesi (CUeK) kuruldu. 2010 yılında, kütüphanenin iç mekanları modernize edildi ve yenilendi. Toplam kapalı alanı 34.000 metrekaredir. Kütüphane, farklı bölümlere ayrılan merkezi kütüphane ve fakülte/enstitü kütüphaneleriyle toplamda 30'dan fazla kütüphaneden oluşmaktadır. Akademik personel. Çukurova Üniversitesinin eğitim-öğretim kadrosunda 2004 yılı itibarıyla 332 profesör, 143 doçent, 299 yardımcı doçent, 153 öğretim görevlisi, 723 araştırma görevlisi, 77 uzman, 157 okutman, 1 çevirici, 24 yabancı öğretim elemanı olmak üzere toplam 1909 öğretim elemanı görev yapmaktadır. ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ Fakülte Sayısı : 19 Yüksekokul Sayısı : 1 Meslek Yüksekokulu : 11 Konservatuvar : 1 Enstitü : 4 Öğretim Gör. Sayısı : 165 Okutman Sayısı : 155 Uzman Sayısı : 79 Öğretim Üyesi Sayısı : 721 Profesör Sayısı : 334 Doçent Sayısı : 114 Yardımcı Doçent Sayısı : 358 Öğrenci Sayısı : 40000
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5759", "len_data": 5660, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 3.45 }
İsveç (), resmî adıyla İsveç Krallığı (), Kuzey Avrupa'daki İskandinavya yarımadasında yer alan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşuları batı ve kuzeyden Norveç, doğudan ise Finlandiya'dır. İsveç bunun dışında güneyinde yer alan Öresund Köprüsü ile Danimarka'ya bağlıdır. Yaklaşık 450.295 km² olan yüzölçümüyle İsveç, Avrupa Birliği ülkeleri arasında en büyük üçüncü ülkedir. Ülkenin toplam nüfusu 10,4 milyondur ve kilometrekare başına 25 kişi ile nüfus yoğunluğu düşüktür. Ancak nüfus yoğunluğu güneye doğru gidildikçe ivmeli şekilde artar. Ülkedeki halkın %85'i kentlerde yaşar. İsveç'in başkenti aynı zamanda ülkedeki en büyük kent olan Stockholm'dür. Başkentte 1,6 milyonu merkezde olmak üzere 2,4 milyon insan yaşar. Ülkenin diğer büyük kentleri sırasıyla Göteborg ve Malmö'dür. İsveç, meclis sistemine sahip, meşruti monarşi ile yönetilen bir ülkedir. Ekonomi bakımından gelişmiş bir ülke olan İsveç, The Economist'in Demokrasi İndeksi'ne göre birinci sırada olup Birleşmiş Milletler'in İnsani Gelişme Endeksi'ne göre de . sıradadır. Ülke bunun yanında 1 Ocak 1995 tarihinden beri bir Avrupa Birliği ülkesidir. İsveç, Orta Çağ'dan beri bağımsız ve tek bir ülkedir. Modern merkezi yönetim ise ilk defa 16. yüzyılda Gustav Vasa'nın kral oluşuyla başladı. 17. yüzyılda ülke İsveç İmparatorluğu'nu kurmak adına genişletildi. Ancak İskandinavya dışında fethedilen yerlerin büyük bir kısmı 18. ve 19. yüzyıllarda kaybedildi. İsveç'in bugün Finlandiya'da kalan doğu yarısı 1809'da Rusya tarafından ele geçirildi. İsveç'in yer aldığı son savaş ise 1814 yılında gerçekleşti. Bu savaş, İsveç'in, komşusu Norveç'i tek bir ülke altında birleştirmeye zorlamasıyla baş gösterdi. Kurulan birlik 1905 yılına kadar sürdü. 1814'ten beri İsveç, barış politikası izlemekte ve savaşa dayanmayan bir dış ilişkiler siyaseti gözetmekte, çıkan çoğu savaşta tarafsız kalmaktadır. Etimoloji. "İsveç" ismi Eski İngilizce'de yer alan "Sweoðeod" sözcüğünden türetilmiştir. (Eski Nors dili "Svíþjóð", Latince "Suetidi") Bu sözcük de "Sweon/Sweonas" sözcüklerinden türemiştir. (Eski Nors dili "Sviar", Latince S"uiones") İsveç isminin İsveççe karşılığı olan "Sverige" aslen Götaland'daki Gotlar dışında "İsveçlilerin Ülkesi" anlamını taşımaktadır. "Sweden" adının değişik yazımları birçok diğer ülkede "İsveç" adının karşılığı olarak kullanılmaktadır. Danca ve Norveççede İsveç'teki gibi "Sverige" adı kullanılır. Fin-Ugor dillerinde bu kalıplardan farklı bir isim kullanılır: İsveç'in Fincedeki karşılığı "Ruotsi", Estoncadaki karşılığı ise "Rootsi" şeklindedir. Bu farkın Uppland - Roslagen bölgelerinde yaşayan "Ruslar"dan kaynaklandığı sanılmaktadır. İsveçli ("Swede") ve dolayısıyla İsveç adının ("Sweden") Proto-Cermence "birinin sahip olduğu" anlamına gelen "Swihoniz" kökünden geldiğini öne sürenler varsa da bu yaygın olarak desteklenmeyen bir görüştür. Tarihçe. Tarih öncesi. İsveç'in tarih öncesi dönemi yaklaşık MÖ 12000'li yıllara uzanan Allerød salınımı dönemine kadar uzanmaktadır. Eski Taş Çağı sonlarında rastlanan Bromme Kültürü'ne ait ren geyiği av kamplarına ülkenin en güneyinde bir buz kenarında rastlanmıştır. Bu dönemdeki halk, avcı-toplayıcı olarak yaşayan ve taş teknolojisiyle avlanan bir grup insandan ibarettir. Tarım, hayvancılık, ölü gömme törenleri ve işlemeli çömlekler MÖ 4.000 civarında Avrupa'dan geçen Funnel Beaker kültürü ile yerleşti. İsveç'in güneyi, hayvancılık ve tarımsal açıdan İskandinav Tunç Çağı Kültürü alanının parçası oldu, bunun en önemli nedeni İsveç'in bu kültürün merkezi olan Danimarka'nın yakın çevresinde olmasıydı. Dönem, yaklaşık MÖ 1700 yıllarında Avrupa'dan tunç ithalatının başlamasıyla başladı. Bakır madenciliği bu dönemde henüz var olmadığından ve İskandinavya'da kalay madeni bulunmadığından bütün metallerin ithal edilmesi gerekiyordu. İskandinav Tunç Çağı tamamen şehircilik-öncesiydi, insanlar küçük köylerde tek katlı ahşap uzun-evler () bulunan çiftliklerde yaşıyorlardı. Roma işgali haricindeki İsveç'in Demir Çağı, bilinen sayısı yaklaşık 1100 olan taş yapı ve manastırları ile dikkat çeker. Bu dönemin çoğu protohistoriktir (), yani yazılı kaynaklar vardır fakat inanılırlığı düşüktür. Yazılı malzemelerden arta kalan parçalar, ya söz konusu zamandan çok sonraları uzak bölgelerde ya da yerinde ve çağında ama son derece kısa yazılmıştır. İklimin çok kötüleşmesi çiftçileri kışları sığırları kapalı tutmak zorunda bıraktı, bu da yıllık gübre birikimine yol açtı, böylece gübre ilk kez sistematik olarak toprak iyileştirilmesi için kullanılabildi. İmparatorluk sınırlarını Ren'den Elbe'ye kadar genişletmeyi amaçlayan Roma girişimi 9'da, Cermenler tarafından Teutoburg Ormanı Savaşı'nda pusuya düşürülen Publius Quinctilius Varus komutasındaki Roma lejyonlarının mağlup edilmesiyle durduruldu. Bu tarihlerde, Romalılar ile artan ilişkinin sonucu olarak, İskandinavya'nın kültür ortamında önemli bir değişiklik yaşandı. 2. yüzyıldan itibaren, güney İsveç'in tarımsal arazilerinin çoğu düşük taş duvarlarla parsellere ayrıldı. Arazileri daimi tarla ve çayırlara böldüler; duvarın bir tarafında kış için biriktirilmiş yemler ve diğer tarafında sığırların otladığı ağaçlık dış arazi vardı. Bu peyzaj düzeni ilkesi 19. yüzyıla kadar sürdü. Roma Dönemi'nde ayrıca, ülkenin kuzeyinin üçte ikisinin Baltık kıyılarına kadar uzanan tarımsal yerleşiminin ilk büyük çaplı genişlemesi görüldü. İsveç, 98'de Tacitus'un "Germania" adlı kitabı ile proto-historik döneme girer. ""'te İsveçlilerden, her iki ucunda da pruva olan gemilere (viking yelkenlisi) sahip, "Suiones" adlı güçlü bir kabile olarak bahsedilir. Hangi kralların ("kuningaz") bu Suiones kabilesini yönettiği bilinmese de İskandinav mitolojisinde MÖ son yüzyıla kadar uzanan efsanevi ve yarı-efsanevi kralların adı geçer. İsveç'in kendi yazılı eserleri ise 2. yüzyılda güneydeki İskandinav elitler tarafından icat edilen Runik yazı ile başlar. Fakat Roma Döneminden günümüze ulaşan runik yazıların tümü eşyaların üzerindeki kısa parçalardır. Erkek adlarının çoğuna bakarak güney İskandinavya insanlarının bu dönemde Proto-Nors (İsveççenin ve diğer Kuzey Cermen dillerinin atası olduğu varsayılan dil) konuştuğu düşünülmektedir. 6. yüzyılda Jordanes, Scandza'da yaşayan "Suehans" ve "Suetidi" adında iki kabileden bahseder. Bu iki adın da aynı kabileye ait olduğu düşünülmektedir. Jordanes'in yazılarına göre, "Suehans"ların aynı "Thyringi" kabilesi gibi çok iyi atları vardır ("alia vero gens ibi moratur Suehans, quae velud Thyringi equis utuntur eximiis"). Snorri Sturluson, çağdaşı İsveç kralı Adils'in (Eadgils) zamanının en iyi atlarına sahip olduğunu yazmıştır. Suehanslar, Roma pazarı için siyah tilki derilerinin tedarikçileriydi. Jordenes'in verdiği "Suetidi" adının, "Svitjod"'in o zamanlardaki Latince biçimi olduğu düşünülmektedir. Gene Jordenes, Suetidi'lerle beraber aynı soydan gelen Danların en uzun erkekler olduğunu yazar ve sonra da aynı boyda olan diğer İskandinav kabilelerinden bahseder. Vikingler ve Ortaçağ. İsveç'te Vikinglerin dönemi 8. ve 11. yüzyıllar arasında yaşandı. Bu dönemde İsveçlilerin, doğu İsveç'e genişlemeye başladığı ve güneyde Gotlar ile birleştiği düşünülmektedir. Aynı şekilde İsveçli Vikinglerin ve Götlandlıların yoğun olarak bugünkü Finlandiya'ya yakın olan güney ve doğu kesimlerde yaşadığına ve düzenli olarak Baltık ülkelerine, Rusya'ya, Belarus'a, Ukrayna'ya ve hatta Bağdat'a kadar göç ettikleri bilinmektedir. Vikingler bu göç yolları üzerinden Dinyeper nehri aracılığıyla o dönemde "Konstantinopolis" olarak bilinen İstanbul'a kadar giderek kenti birkaç kez istila ettiler. Vikinglerin bu savaşçı yetenekleri Bizans yönetimince anlaşılınca, imparator Theophilos onlara kendi kişisel koruması olmalarını teklif etti. Bu topluluğa günümüzde "Varangyan" adı verilmektedir. Zamanında "Rus" olarak bilinen İsveç Vikinglerinin, Kiev Ruslarının da atası olduğu bilinmektedir. Arap gezgin İbn Fadlan, bu Vikingleri şu şekilde betimledi: Bu İsveçli Vikinglerin maceraları İsveç'teki birçok dikilitaşta anlatılmış olup özellikle Yunanistan Dikilitaşları ve Varangyan Dikilitaşları'nda işlenmiştir. Bunun yanında Vikinglerin batıya doğru yaptığı önemli seferler de mevcuttur. Bu seferlerin birçoğu İngiltere Dikilitaşları'na işlenmiştir. Bilinen en son Viking göçleri, Hazar Denizi'nin güney yakası olarak bilinen ve genelde Abbasi Devleti anlamına gelen Serkland'a doğru gerçekleşti. Bu göçte sağ kalanların isimleri Ingvar Dikilitaşları'na işlenmiştir. Bu göçte yer alan diğer Vikinglere ne olduğu kesin olarak bilinmemekle beraber hastalıktan öldükleri düşünülmektedir. İsveç'te krallığın ilk olarak ne zaman ve nasıl kurulduğu bilinmese de Svealand (İsveç) ve Götaland (Götland) ülkelerini yöneten İsveç krallarının listesi kaynaklara işlenmiştir. Bu liste ilk kral Galip Erik ile başlamaktadır. Bu dönemden önce farklı kabileler olan İsveçliler ve Gotların tam tarihi bilinmese de sürekli olarak savaştıkları ve bu savaşları anlatan destanların 6. yüzyıla kadar uzandığı düşünülmektedir. İskandinav Viking tarihinin ilk zamanlarında, bugün İsveç'te yer alan Skåne'deki Ystad ve Gotland'daki Paviken kentleri birer ticaret merkeziydi. Özellikle Ystad'da rastlanan kalıntılar, şehirde 7. ve 8. yüzyıllarda pazarların bulunduğunu göstermiştir. Paviken'de ise 9 ilâ 11. yüzyıllar arasında, dönemin Baltık kentleri arasında önemli yere sahip bir ticaret merkezinin olduğu bilinmektedir. Bölgede rastlanan kalıntılara bakıldığında Vikinglerin bu yörede gemi tersaneleri ve el sanatı pazarları kurduğu söylenebilmektedir. Yine aynı bölgede, o dönemde yüklü miktarda gümüş çıkarıldığı bilinmektedir. Bu nedenle Gotlar gümüşü en çok biriktiren ve işleyen halklardan biri haline gelmiştir. St. Ansgar, 829 yılında Hristiyanlık dinini İskandinavya'ya taşıdı. Ancak bu yeni dinin, yerel din olan paganizmin yerini alması 12. yüzyıla kadar sürdü. 11. yüzyılda Hristiyanlık bölgede en yaygın din konumuna geldi ve 1050 yılından itibaren İsveç bir Hristiyan ülke olarak anılmaya başlandı. 12. ve 15. yüzyıllar arasında İsveç, iç karışıklıklarla ve diğer İskandinav ülkelerinin saldırılarıyla uğraştı. Ancak yine de İsveç kralları sınırlarını genişleterek bugünkü Finlandiya'yı İsveç sınırları içine kattılar ve Ruslarla savaştılar. 14. yüzyılda İsveç'te hıyarcıklı veba salgınlarıyla beraber "Kara Ölüm" kendini gösterdi. Buna rağmen bu dönemde İsveç diğer Avrupa ülkelerine oranla gelişimini daha hızlı sürdürdü. İsveç'in birçok kenti daha üst düzey haklar elde ederken Hansa Birliği'nden Alman tüccarları, halk tarafından örnek alınmaya başlandı. Bu tüccarlar o dönemde çoğunlukla Visby çevresinde yaşamaktaydı. 1319 yılında İsveç ve Norveç, kral Magnus Eriksson'un yönetimi altında birleşti. Yine 1397'de kraliçe I. Margaret, İsveç, Norveç ve Danimarka'nın Kalmar Birliği adı verilen tek bir güç altında birleşmesine etki etti. Fakat Margaret'ten sonra gelen Danimarkalı yöneticiler, İsveç soylularını kontrol edemediler. Asıl güç, çoğunlukla Sture ailesinden çıkan kral vekillerinin elinde kaldı. Danimarka kralı II. Christian, 1520'de Stockholm'deki İsveç soylularına karşı bir katliam yapılması konusunda ordusuna emir verdi. Bu olay "Stockholm Katliamı" olarak bilinmektedir. Bu olaydan sonra İsveç soyluluğu sarsıldı ve halk Gustav Vasa'yı kral olarak başa geçirdi. 6 Haziran 1523'te gerçekleşen bu olay, çağdaş İsveç'in kurulduğu gün olarak kabul edilip her yıl İsveç'te resmî bayram olarak kutlanmaktadır. Kuruluşundan kısa süre sonra İsveç'te Katolik mezhebi eriyerek Protestanlık mezhebine geçiş süreci başladı. İsveç İmparatorluğu. 17. yy'de İsveç, Avrupa'da bir süper güç durumuna geldi. İsveç İmparatorluğu'nun kuruluşundan önce son derece yoksul, düşük nüfuslu ve az bilinen bir kuzey ülkesi olan ülkenin elinde bir özel güç, ün ya da kaynak yoktu. İsveç, bu kötü durumundan kral II. Gustaf Adolf döneminde kurtuldu. Özellikle Rusya'dan, Lehistan-Litvanya Birliği'nden ve Otuz Yıl Savaşları'ndan aldığı topraklarla yavaş yavaş tanınmaya başladı. Bu askeri başarılar sayesinde İsveç İmparatorluğu, 1721'deki yıkılışa kadar Protestanlık mezhebinin ana merkezi oldu. II. Gustaf Adolf'un Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ile yaptığı savaş sonunda bu devlette ağır yaralar açan İsveç, Otuz Yıl Savaşları'nda Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun büyük bir nüfusunu öldürdü. Bu süreçten sonra önemini iyice yitiren Kutsal Roma'nın elinde bulundurduğu bölgelerin yarısı İsveç'e geçti. Başta kendini yeni bir Kutsal Roma kralı ilan etmeyi amaçlayan Gustav Adolf, 1632'deki Lützen Muharebesi'nde yenilince, bu amaç gerçekleşmedi. Nördlingen Muharebesi sonrasında İsveç yenilince, İsveç'i destekleyen Cermen kabilelerinin İsveç'e olan güveni sarsıldı. Bu Cermen bölgeleri, teker teker İsveç ile savaşarak bağımsızlıklarını ilan etti. Bu olayın sonucunda İsveç'in sadece birkaç güney Baltık bölgesinde bölgesi kaldı: İsveç Pomeranyası, Bremen-Verden ve Wismar. 17. yüzyılın ortalarında İsveç, Avrupa'da sahip olduğu yüzölçümü bakımından Rusya ve İspanya'nın ardından üçüncü büyük ülkeydi. İsveç, 1658 yılında Karl X. Gustav döneminde imzalanan Roskilde Antlaşması ile en geniş sınırlarına ulaştı. İsveç'in bu yükselişinin temelinde I. Gustav'ın 16. yüzyılda ekonomi alanında yaptığı köklü değişiklikler yatmaktadır. Yine Protestanlık mezhebinin yayılmaya başlaması da gelişmeyi artırdı. 17. yüzyılda ise İsveç sürekli olarak savaşlara sahne oldu. Bunlardan en önemlileri bugünkü Baltık devletlerinin bulunduğu yerde kurulan Lehistan-Litvanya Birliği gibi devletlerle yapılanlardır. Bu savaşlar arasında en belirgin olan ve mağlubiyet ile sonuçlanan Kircholm Savaşı, İsveç'in krallık tarihindeki önemli olaylardan biridir. Bu süreç, ayrıca kral Karl X. Gustav'ın Lehistan ve Litvanya üzerine sürekli akınlar yaptığı bir dönemdir. Yarım asır süren sürekli savaşlar sonunda İsveç'in ekonomisi kötüleşmeye başladı. Bu ekonomiyi düzeltmek de XI. Karl'ın göreviydi. Öncelikle ekonomik ilişkileri yeniden düzenleyen Karl, orduyu da bu doğrultuda düzenledi. Düzelen iç işleri sonunda kral XI. Karl, kendinden sonra başa geçen oğlu XII. Karl'a dünyanın en büyük ordularından birini miras olarak bıraktı. İsveç'in o dönemdeki en büyük rakibi olan Rusya'nın ordu sayısı daha fazla olsa da, sahip olduğu savaş ekipmanları bakımından gerideydi. 1700'de yapılan ve Büyük Kuzey Savaşı'nın ilk çekişmelerinden olan Narva Muharebesi'nde Rusya ağır bir hasar aldı ve İsveç'in Rusya'yı fethetmesi için açık bir fırsat oluştu. Ancak Karl, Rus ordusuyla uğraşmaktan vazgeçerek Lehistan ve Litvanya Birliği ile savaşmayı seçti. Bu savaşlarda Lehistan kralı II. August'u ve Sakson işbirlikçilerini 1702'deki Kliszów Savaşı ile yendi. Bu zaman aralığında Rusya'ya yeniden toparlanma ve güçlenme fırsatı verdi. Lehistan topraklarının işgal edilme başarısından sonra, Karl, Rusya'ya da bir saldırı girişiminde bulunmak istedi. 1709'da gerçekleşen Poltava Muharebesi, buna karşılık Rusya'nın kesin zaferiyle sonuçlandı. Slavlarla yapılan tüm bu çekişmelerin sonunda Rus çarı 1. Petro'nun savaş teknikleri ve soğuk Rus iklimi yüzünden İsveç ordusunun azalan sayısı bu yenilgide önemli bir etkendir. Üstelik buna Poltava'daki Rus askerlerinin sayıca oldukça fazla oluşu da yenilişin nedenleri arasındadır. Poltava'daki bu yenilgi, İsveç Krallığı için sonun başlangıcı oldu. XII. Karl, 1716 yılında Norveç'i ele geçirme planları yapmaya başladı. Ancak 1718 yılında Fredriksten Kalesi'nde vurularak öldürüldü. İsveçliler askerî anlamda bu olayda yenilmiş sayılmasa da, tüm Norveç planlarının yapısı ve organizasyonu büyük bir sekteye uğradı. Bunun bir sonucu olarak 1721 yılında imzalanan Nystad Antlaşması, İsveç'in "imparatorluk" sıfatının yok olmasına ve Baltık kıyılarındaki hemen hemen bütün İsveç topraklarının da elden çıkmasına neden oldu. Her ne kadar bu antlaşmadan sonra Büyük Kuzey Savaşı resmen bitmiş olsa da, bu düşüş ve kötüye gidiş sürecinin sonunda Rusya kısa sürede bir imparatorluk halini aldı ve Avrupa'nın gelecek yüzyıllardaki söz sahibi ülkeleri arasında yer aldı. 18. yüzyılda İsveç'in, İskandinavya dışındaki topraklarını onarabileceği kaynağı da kalmamıştı. Bunun sonucu olarak 1809 yılında o zamanki İsveç'in doğusu tamamen Rusya tarafından ele geçirildi. Bu bölge zamanla Rus İmparatorluğu içinde özerk Finlandiya Büyük Dükalığı olarak anılmaya başlandı. İsveç'in Baltık bölgesinde tekrar egemen olma arzusu nedeniyle ülke, Napolyon Savaşları sürecinde, tarihi olarak ülkenin dostu olan Fransa ile bir ittifak oluşturma yoluna gitti. İsveç, Leipzig Savaşı'ndaki rolü ile Danimarka-Norveç'i, Fransa ile ortak olma yolunda zorladı. Böylece Fransa, İsveç'in yanında Danimarka ve Norveç ile de ortak sayılabilecekti. Tüm bu çabaların sonucunda imzalanan Kiel Antlaşması ile Norveç, İsveç'e bağlanacak, ayrıca Pomeranya bölgesi de İsveç'e teslim edilecekti. Ancak bu antlaşma sonrasında Norveç, sürekli olarak bağımsızlık mücadelesi verdi. Ancak bu istekler XIII. Karl tarafından bastırıldı. Yine aynı kral tarafından Norveç'e 27 Temmuz 1814 tarihinde bir harekât düzenlendi. Bu karşılıklıklar Moss Sözleşmesi'ne kadar sürdü. Bu sözleşmede İsveç ve Norveç tek bir ülke altında, İsveç'in baskın olduğu bir birlik durumuna geldi. Bu birlik 1905 yılına kadar sürdüğü gibi 1814 yılında yaşanan harekât da İsveç'in şimdiye dek içinde bulunduğu son saldırı savaşı olmuştur. Modern tarih. 18 ve 19. yüzyıllarda İsveç nüfus bakımında büyük bir artışa sahne oldu. 1833 yılında Esaias Tegnér adlı yazar bunu " barış, aşı (çiçek) ve patates" şeklinde özetlemiştir. 1750 ve 1850 yılları arasında İsveç nüfusu ikiye katlandı. Bazı uzmanlara göre Amerika Birleşik Devletleri'ne İsveçli göçünün, İsveç halkının kıtlık ve isyanlardan korunmasını sağlayan en önemli unsur olduğu öne sürülmektedir. Özellikle 1880'lerde nüfusun yüzde birinden fazlası aşamalı olarak Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etti. Buna karşılık, İsveç yine de yoksul olarak kaldı. İsveç, başta Danimarka olmak üzere sanayiden dolayı gelişmeye başlayan Avrupa ülkelerine karşılık sanayisi büyük oranda tarıma dayalı olan bir ülkeydi. Birçok insan bu dönemde Amerika'yı daha iyi bir yer olarak gördü ve bir milyondan fazla İsveçli, Amerika'ya göç ettti. 20. yüzyılın başında, Amerika Birleşik Devletleri'nin Chicago kentinde, İsveç'in ikinci büyük kenti Göteborg'dan daha fazla İsveçli yaşamaktaydı. Ayrıca birçok İsveç vatandaşı da başta Minnesota ve Delaware olmak üzere Orta-Batı ABD'ye yerleşti. ABD'nin dışında da Kanada'ya ve Arjantin'e yerleşen İsveçlilerin olduğu bilinmektedir. 19. yüzyıldaki yavaş sanayileşme oranına rağmen, birçok önemli tarımsal değişiklik yaşandı. Özellikle bu alandaki yenilikçi atılımlar ve hızlı nüfus artışı nedeniyle tarım, ülkedeki en önemli ekonomik faaliyet oldu. Tarımsal alandaki yenilikçi atılımların başında arsaların çiftçilere verilmesi, tarımsal alanların değerinin arttırılması ve patates gibi yeni ürünlerin halka tanıtılması yer almaktadır. Bunun yanında İsveç'in Avrupa'nın diğer hiçbir tarafından görülmeyen bir şekilde halkını köylüleştirmeye başladı. Bunun bir sonucu olarak İsveç'in siyasi ilerleyişinde tarım, bir simge oldu ve "Tarım Partisi" (günümüzde "Merkez Partisi") gibi siyasi oluşumlara önayak oldu. 1870 ve 1914 yılları arasında İsveç, sanayileşme alanında daha önemli çalışmalara başlayarak tarım dışındaki alanlarda da gelişme gösterdi. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren halkın taban sınıfı çeşitli girişimlerde bulundu. Çeşitli ticari örgütler, sendikalar ve bağımsız dinî örgütlerin sahne olduğu bu hareketler, İsveç'in günümüzdeki demokratikleşme sürecinde önemli bir katkıya sahip oldu. 1889 yılında "İsveç Sosyal Demokrat Partisi" kuruldu. Tüm bu çalışmaların bir sonucu olarak İsveç, dışa verdiği göçlere bir son vererek, I. Dünya Savaşı öncesinde göç alan bir demokratik ülke halini almaya başladı. İsveç'e geç gelen sanayi devrimi, 20. yüzyılda yoğun olarak kendini gösterdi. İnsanlar köylerden kentlere, çeşitli fabrikalarda çalışmak için göç etti. Ayrıca halkın büyük bir kısmı da sosyalist sendikalara üye oldu. 1917 yılında komünistlerin devrim teşebbüsü başarısızlığa uğratılıp parlamenter sistem yeniden tesis edildikten sonra ülke demokratikleşti. Dünya Savaşları. İsveç, hem I. Dünya Savaşı, hem de II. Dünya Savaşı'nda resmen tarafsız olduğunu bildirdi. Ancak özellikle II. Dünya Savaşı'ndaki tarafsızlığı birçok kez tartışılmıştır. Almanya'yı uzun bir süre örnek alan İsveç, bu dönemde dünyada beliren bloklara kayıtsız kalmayı tercih etti. İsveç hükûmeti, ülkenin II. Dünya Savaşı sırasında Almanya ile savaşmayacağını beyan ederek birtakım ayrıcalıklar elde etti. Özellikle İsveç, savaş sırasında Almanya'ya çelik ve makine taşımacılığı yapmasıyla bilindi. Ancak İsveç, savaş sırasında Norveç'in savunmasını da destekledi. Bu bağlamda 1943 yılında Danimarkalı Yahudilerin toplama kamplarından kurtulması için girişimde bulundu. Savaşın bitimine doğru ise birtakım barışçıl girişimlerde bulunan İsveç, birçok toplama kampında özellikle İskandinav ve Baltık Yahudilerini kurtarmak için bazı atılımlar yaptı. Ancak savaşın sonrasında birçok İsveç ve Dünya otoritesi ülkenin bu yıllarda daha fazla insani yardım yapabileceğini ve Nazilerin savaştaki tahribatını daha fazla engelleyebileceğini söyleyerek, ülkenin savaştaki tutumunu eleştirdi. Soğuk Savaş. İsveç tüm 20. yüzyıl boyunca tarafsızlığıyla bilinse de, Soğuk Savaş döneminde ülkenin ve ülkede bulunan belli başlı otoritelerin Amerika Birleşik Devletleri ile daha ağırlıklı ilişkilerinin bulunduğu, geniş çevrelerce bilinmektedir. 1960'ların başında iki ülke, İsveç'in batı yakasında birkaç Amerikan nükleer denizaltının konuşlandırılması için anlaştı. Aynı yıl, İsveç, ABD ile bir savunma paktı imzaladı. Bu anlaşma bir devlet sırrı olarak kaldı ve 1994 yılında İsveç halkına açıklandı. Savaşın ardından İsveç, bozulmamış bir sanayi temeline, toplumsal bir dengeye ve birtakım doğal kaynaklara sahipti. Bu sayede ülke, yeniden kurulmakta olan Avrupa'nın gereksinimlerini karşılamak için önemli bir rol üstlendi. Marshall Planı'nın bir parçası olan İsveç, ayrıca Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü'ne de (OECD) dahil oldu. Savaş sonrası dönemin çoğunluğunda ülke, İsveç Sosyal Demokrat Partisi (İsveççe: "Socialdemokraterna") tarafından yönetildi. 1932 genel seçimlerinden 1976 genel seçmelerine kadar 44 yıl iktidarda kalan bu parti gerek işçi sendikaları gerekse özel şirketle iş birliği politikası izledi. Bu dönemde İsveç, serbest ticareti, uluslararası rekabeti ve imalat sektörünü destekledi. Buna bağlı olarak gerçekleşen büyüme, yetmişlere kadar yolunda gitti. İsveç, 1973-74 ve 1978-79 dönemlerindeki petrol ambargoları neticesinde dünyadaki diğer devletler gibi gerilemeler yaşadı. Seksenlerde İsveç sanayisinin önemli bir kısmı yeniden yapılandırıldı. Gemi yapımı durdurulurken, odunculuk sektörü, çağdaşlaştırılmış kâğıt sektörüyle kaynaştırıldı. Bunun yanında çelik sanayileri arttırılarak özelleştirildi. Son olarak mekanik işçilik robotlaştırıldı. 1970 ve 1990 yılları arasında vergiler arttı ve zamlar baş gösterdi. Bunun yanında İsveç, tam tersine diğer Batı Avrupa ülkelerine oranla daha yavaş gelişti. Çalışanlar için gelir vergisi sınırı %80'e dayandı. En sonunda devlet, ülkenin gayri safi yurt içi hasılasının yarısından fazlasını harcadı. İsveç, tüm bunlardan dolayı kişi başında düşen gayrı safi millî hasıla bakımından ilk beşteki yerini kaybetti. Yetmişlerin sonundan beri, ekonomik siyaset sürekli olarak Ekonomi Bakanlığı denetmenlerince denetlenmektedir. Günümüz. Yetersiz kontrol ve buna ek olarak uluslararası piyasalarda resesyon ve anti-işsizlik politikalarından anti-enflasyonist politikalara geçme, emlak sektörü balonunun patlamasına neden olmuş; tüm bunlar sonucunda 1990'ların başında bir mali kriz yaşanmıştır. İsveç'in GSYİH yaklaşık %5 azaldı. 1992'de para birimi değerinde bir dizi değişim vardı, döviz kuru karşısında para biriminin değerini korumak için merkez bankası başarısız bir çaba göstererek kısa yoldan faiz oranlarını %500'e yükseltti. Kriz süresince toplam istihdam yaklaşık %10 azaldı. Azalan refah devleti ve kamu servis ve mallarının özelleştirilmesi karşısında, hükûmetin yanıtı, harcamaları kesmek ve İsveç'in rekabet gücünü geliştirmek için bir sürü reform başlatmak oldu. Siyasi kurumların çoğu AB üyeliğini destekledi ve İsveç referandumu 13 Kasım 1994'te, AB'ye katılımın lehine %52'ye 48 olarak sonuçlandı. İsveç, 1 Ocak 1995'te Avrupa Birliği'ne katıldı. Soğuk Savaş döneminde, müttefiklerden olmayan İrlanda dışındaki Batı Avrupa ülkeleri, NATO ülkeleri ile güçlü ilişkiler içinde olan AB'nin önceli Avrupa Ekonomik Topluluğu'na üyeliğin akılsızca olduğunu düşünmekteydi. Soğuk Savaş'ın bitimini takiben, İsveç, Avusturya ve Finlandiya topluluğa katıldı, ancak İsveç yine de Euro'yu kabul etmedi. İsveç, savunma teknolojileri ve savunma sanayii alanında diğer Avrupa ülkeleri ile geniş kapsamlı işbirliğinin yanında NATO ve bazı diğer ülkelerle birlikte bazı askeri tatbikatların parçası olsa da askeri olarak müttefik olmamaya devam etmiştir. Diğerleri arasında, İsveç şirketlerinin ihraç ettiği silahlar Irak'ta Amerikan ordusu tarafından kullanılmaktadır. İsveç'in aynı zamanda, uluslararası askerî operasyonlara katılımının uzun bir geçmişi vardır, en güncel olanları, NATO komutası altında bulunan İsveç birliklerinin görev aldığı Afganistan ve Birleşmiş Milletler himayesindeki Kosova, Bosna-Hersek ve Kıbrıs'ta AB'nin himayesindeki barışı koruma harekâtlarıdır. Coğrafya. İsveç, Kuzey Avrupa'da, Baltık Denizi ile Botni Körfezi'nin batı kıyılarında yer alır. Bu nedenle İsveç oldukça uzun kıyılara sahiptir. Bu özellikleriyle İsveç, İskandinavya yarımadasının doğu yakasını oluşturur. Ülkenin batısında ülkeyi Norveç'ten ayıran İskandinav Dağları ("Skanderna") yer alır. Ülkenin batısında Norveç, kuzeydoğusunda Finlandiya, güneybatısında Skagerrak, Kattegat ve Öresund boğazları, doğusunda Baltık Denizi yer alır. Ülkenin ayrıca Danimarka, Almanya, Polonya, Rusya, Litvanya, Letonya ve Estonya ile deniz sınırları yer almaktadır. Bununla beraber Danimarka ile İsveç arasında yer alan Öresund Köprüsü, ülkeleri birbirine bağlar. Norveç ile olan sınırı (1.619 km uzunluğunda), Avrupa'daki en uzun kesintisiz sınırdır. Sahip olduğu 449.964 km²'lik toprak ile İsveç, dünyanın elli beşinci, Avrupa'nın beşinci, Kuzey Avrupa'nın en büyük ülkesidir. Ülke ayrıca Amerika Birleşik Devletleri'nin Kaliforniya eyaletinden biraz daha büyük, Özbekistan ile yaklaşık aynı yüzölçümüne sahiptir. İsveç, 2008 itibarıyla 9.5 milyonluk bir nüfusa sahiptir. İsveç'te rakımı en düşük nokta, Kristianstad kenti yakınındaki Hammarsjön Gölü'nde bulunan körfezde olup -2.41 m kadardır. Aynı şekilde ülkenin en yüksek noktası 2.111 metre ile Kebnekaise'dir. İsveç yirmi beş adet bölge ("landskap") barındırır. Bunlar; Bohuslän, Blekinge, Dalarna, Dalsland, Gotland, Gästrikland, Halland, Hälsingland, Härjedalen, Jämtland, Laponya, Medelpad, Norrbotten, Närke, Skåne, Småland, Södermanland, Uppland, Värmland, Västmanland, Västerbotten, Västergötland, Ångermanland, Öland ve Östergötland şeklindedir. Bu bölgeler herhangi bir yönetimsel durum teşkil etmezken, halkın kendilerini tanımlamakta kullandıkları birer isimden ibarettir. Bu bölgeler, üç ana bölümü ("land") oluşturur. Bunlar kuzeydeki Norrland, ortadaki Svealand ve güneydeki Götaland topraklarıdır. Norrland, oldukça seyrek bir nüfusa sahipken, ülkenin yüzölçümü bakımından yüzde altmışını kapsar. İsveç'in topraklarının yüzde on beşi, Kuzey Kutup Dairesi içinde yer alır. Yine güney İsveç tarımsal olarak ileriyken, kuzey bölgeler ise yoğun ormanları sayesinde ormancılığa elverişlidir. Ülkedeki en fazla nüfus yoğunluğu, güneybatıdaki Öresund bölgesi ile başkent Stokholm yakınlarındaki Mälaren Gölü çevresinde yer alır. Gotland ve Öland adaları İsveç'in en büyük iki adası olup her ikisi de güneydoğu kıyılarda bulunur. Aynı şekilde Vänern ve Vättern gölleri İsveç'in en büyük iki gölüdür. Vänern Gölü, Kuzey Avrupa'nın en büyük, Avrupa'nın ise Ladoga ve Onega göllerinden sonra üçüncü büyük gölü olmasıyla da bilinmektedir. İklim. İsveç, Sibirya ile aynı enlemde yer almasına karşın ılıman bir iklime sahiptir. Ülkede yıl boyunca dört mevsim ve yumuşak hava olayları belirgin bir biçimde görülebilmektedir. Ülke üç farklı iklim kuşağına ayrılmaktadır. En güneydeki bölgede okyanusal iklim, orta bölgede nemli karasal iklim, kuzeydeki bölgede ise subarktik iklim görülmektedir. İsveç, kendiyle aynı, hatta kendinden alçak enleme sahip birçok yerden daha ılık ve sıcaktır. Bunun nedeni Gulf Stream okyanus akıntılarıdır. Örnekle; orta ve güney İsveç, Rusya'nın ve Kanada'nın birçok bölümünden daha sıcaktır. Yine yüksek enlemlerde bulunması, ülkenin gündüz uzunluklarını oldukça çeşitli kılmaktadır. Ülkenin Kuzey Kutup Dairesi içinde yer alan bölgesinde yaz boyunca güneş batmazken, kışları da hiç güneş doğmaz. Yine güneydoğuda yer alan başkent Stockholm'de haziran ayında on sekiz saat gündüz görülür. Ancak yine bu kentte aralık ayında sadece altı saat gündüz yaşanır. Ülkenin büyük bölümü yıllık 1,600 ila 2,000 saat arasında gün ışığı alır. Ülkedeki sıcaklıklar kuzeyden güneye oldukça farklılık gösterir. Güney ve orta bölgeler ılık yazlara ve soğuk kışlara sahiptir. Bu bölgelerde yazın hava sıcaklığı ortalama 20 ila 25 °C'ye kara çıkar, 12 ila 15 °C'ye kadar düşer. Aynı şekilde bu bölgelerde kışın sıcaklıklar ortalama -4 ila 2 °C'ye kadar iner. Daha serin yazlar ile uzun, sert kışların görüldüğü ülkenin kuzey bölgelerinde hava genelde eylülden mayısa kadar donma noktasının altındadır. Tüm İsveç'te nadiren görülen sıcak hava dalgaları nedeniyle yıl içinde kuzey de dahil olmak üzere yazın hava sıcaklıkları 25 °C'nin üzerine çıkar. Ülkede görülmüş en yüksek sıcaklık 1947 yılında Målilla'da ölçülmüş olup 38 °C kadardır. Aynı şekilde en ölçülmüş en düşük sıcaklık ise 1966'da Vuoggatjålme'de ölçülmüş olup -52.6 °C kadardır. Ortalama olarak İsveç'in büyük kısmı yıllık 500 ila 800 mm kadar yağış alır. Bu da ülkeyi küresel ortalamanın altında bırakır. Ancak ülkenin güneyindeki bazı kesimlerde yıllık 1000 ila 1200 mm yağış düşer. Bunun dışında ülkenin kuzeyindeki dağlık alanlarda yağış yıllık 2000 mm'ye kadar yükselir. Kar yağışı görülen günler Güney İsveç'te aralık ve mart arasında, Orta İsveç'te kasım ve nisan arasında, Kuzey İsveç'te Ekim ve Mayıs arasında görülür. Ancak yine de ülkenin güney ve orta kesimlerinde kar yağışı görülen gün sayısı azdır. Bitki örtüsü. İsveç, özellikle kış aylarında büyük iklim farklılığına neden olan önemli bir kuzey - güney mesafesine sahiptir (K 55:20:13 ve K 69:03:36 enlemleri arasında uzanır). Dört mevsimin uzunluğu ve kuvveti ile ilgili husus, "doğal olarak" çeşitli yerlerde yetişebilen bitkilerin rolüdür. İsveç, beş ana bitki örtüsü bölgesine bölünmüştür. Bunlar: Nemoral bölge olarak da bilinen güney yaprak döken orman bölgesi, güneydeki yaprak döken orman bölgesi, Danimarka'yı ve Orta Avrupa'nın büyük bir bölümünü de kapsayan daha geniş bir bitki örtüsü bölgesinin bir parçasıdır. Oldukça büyük ölçüde tarım alanları haline gelmesi gerekiyor, ancak daha büyük ve daha küçük ormanlar hala var. Bölge, geniş bir ağaç ve çalı zenginliği ile karakterizedir. Kayın en baskın ağaçtır, ancak meşe daha küçük ormanlar da oluşturabilir. Bu bölgedeki diğer önemli ağaç ve çalılar arasında gürgen, mürver, ela, hanımeli, sinek,ıhlamur, iğ, porsuk, kızılağaç topalak, karaçalı, titrek kavak, Avrupa üvez, İsveç beyazışın, ardıç, Avrupa çobanpüskülü, sarmaşık, kızılcık, keçi söğüt, karaçam, kuş kiraz, yabani kiraz, akçaağaç, dişbudak, dere boyunca kızılağaç ve kumlu toprakta huş ağacı çam ile rekabet eder. Ladin yerli değil ama yaklaşık 1870 ile 1980 yılları arasında geniş alanlar onunla ekildi. Doğal menzillerinin dışında oldukları için çok hızlı büyüme eğilimindedirler ve ağaç halkaları arasındaki büyük mesafeler düşük tahta kalitesine neden olur. Daha sonra bazı ladin ağaçları optimum yüksekliğe ulaşamadan ölmeye başladı ve daha pek çok kozalaklı ağaç siklonlar sırasında kökünden söküldü. Son 40-50 yılda, eski ladin ağaçlarının geniş alanları yaprak döken ormanlarla yeniden dikildi. Boreo-nemoral bölge olarak da bilinen güney iğne yapraklı orman bölgesi, güney iğne yapraklı orman bölgesi meşenin kuzey doğal sınırı ("limes norrlandicus") ve Ladin'in güney doğal sınırı ile güney yaprak döken bölge arasında sınırlandırılmıştır. Bu bölgenin güney kesimlerinde, çeşitli yaprak döken ağaçlarla karışık, çoğunlukla ladin ve çam olmak üzere iğne yapraklı türler bulunur. Huş ağacı büyük ölçüde her yerde yetişir. Kayının kuzey sınırı bu bölgeyi keser. Ancak meşe ve dişbudak için durum böyle değildir. Doğal alanında Ladin "ekili" olmasına rağmen, özellikle bu bitki örtüsü bölgesinin güney bölgelerinde ladinler çok sıkı büyüyebildiğinden, bu tür ormanlar çok yoğundur. Kuzey iğne yapraklı orman bölgesi veya Tayga, meşenin doğal sınırının kuzeyinde başlar. Yaprak döken türler arasında, önemi olan tek ağaç huş ağacıdır. Çam ve ladin hakimdir, ancak ormanlar yavaş ama emin adımlarla kuzeye doğru uzaklaştıkça daha seyrek büyür. Aşırı kuzeyde, ağaçlar arasındaki büyük mesafeler nedeniyle ağaçların gerçek ormanlar oluşturduğunu söylemek zordur. İskandinav dağlarındaki alpin-huş bölgesi, hem enlem hem de yüksekliğe bağlı olarak, yalnızca daha küçük bir huş ağacının ("Betula pubescens" veya "B.tortuosa") yetişebildiği bir alandır. Bu bitki örtüsü bölgesinin bittiği yerde hiç ağaç büyümez. İsveç, 2019 Orman Peyzajı Bütünlük Endeksi ortalama puanı 5,35/10'a sahipti ve 172 ülke arasında dünya çapında 103. sırada yer aldı. Yönetim ve siyaset. İsveç, parlamenter monarşi ile yönetilen bir ülkedir. Kral XVI. Karl Gustaf ülkenin başında olmasına rağmen, resmî olarak fazla yetkiye sahip değildir. Araştırma kuruluşu olan the Economist Intelligence Unit, ülkenin monarşik yönetimi nedeniyle demokratik olarak sınıflandırmanın zor olmasını belirterek buna rağmen ülkeyi 167 ülke içinde en demokratik ülke olarak tanımladı. Ülkenin yasama merkezi Riksdag (İsveç Meclisi) 349 üyeye sahip olup başbakanı seçme yetkisine de sahiptir. Meclis seçimleri her dört yılda bir, eylül ayının üçüncü pazar günü yapılır. İller ve belediyeler. İsveç, üniter bir devlet olup yirmi bir ile ("län") ayrılmıştır. Her ilin, merkezi devlet tarafından belirlenen kendi yönetim sınırları ("länsstyrelse") vardır. Her bir ilde ayrıca birer il meclisi ("landsting") bulunmakta olup üyeleri doğrudan seçimler ile belirlenmektedir. Her bir ilin içinde birden fazla belediye ("kommuner") bulunur. 2004 itibarıyla bu belediyelerin sayısı 290'dır. İsveç'teki belediye yönetimi, kent komisyon hükûmeti veya kabine tarzı meclise benzer bir şekilde yapılır. Belediyelerdeki yasama topluluğu ("kommunfullmäktige") 31 ve 101 arasında üyeye sahip olup kesin bir sayı bulunmamaktadır. Bu üyeler, dört yılda bir ülke çapında düzenlenen ve bir belediye içinde oy verilen partilerin ağırlığı kadar üyeye dağılır. İsveç'te, belediyelerin daha alt birimleri olan mahalleler bulunmaktadır. 2000 yılı itibarıyla ülkede toplam 2.512 mahalle ("församlingar") bulunmaktadır. Her ne kadar bu birimler eskiden İsveç Kilisesi tarafından ayrılmış olsa da, günümüzde nüfus sayımı ve seçimlerde hâlen bir öneme sahiptir. Ülkede bu idari bölgelerin dışında yirmi beş bölge ve üç bölüm bulunmaktadır. İsveç hükûmeti ayrıca ülkedeki yirmi bir ilin dokuz büyük il altında birleştirilmesini tartışmaktadır. Bunu başarmak için ülkede çeşitli komiteler ve araştırma heyetleri bulunmaktadır. İstatistiksel sonuçlara göre bu projenin 2015 yılı civarında bitmesi planlanmaktadır. Siyasi tarih. İsveç'in krallık tarihinin yaşı kesin olarak belli değildir. Başlangıç tarihi, İsveç'in eski Cermen kabilelerinden olan Svearların, Svealand'ı kurmasıyla da başlayabildiği gibi, kimi tarihçiler de bu kabilenin Gotlar ile birleşerek yeni bir devlet kurmasını İsveç'in siyasi tarihinin başlangıcı olarak kabul eder. İsveç ilk kez 98 yılında Tacitus tarafından tek bir hükümdara sahip olarak yönetilmiştir, fakat ne kadar süre bu şekilde devam ettiğini bilmek neredeyse imkânsızdır. Bununla beraber, tarihçiler genellikle İsveç monarşisini Svealand ve Götaland'ın aynı tek bir kral altında yönetilmesiyle başlatır, bunlar 10. yüzyılda Galip Erik ve oğlu Olof Skötkonung adındaki krallardır. Her ne kadar önemli alanlar fethedilmiş ve bu daha sonra da devam etmişse de, bu olaylar sıklıkla İsveç'in konsolidasyonu () olarak tarif edilir. Önceki krallar için hiçbir güvenilir tarihi kaynak yoktur, onlar hakkındaki bilgiler İsveç'in mitsi kralları ve İsveç'in yarı-efsanevi krallarında bulunabilir. Bu kralların çoğundan, sadece çeşitli Norse destanlarında ve Norse mitolojisinin alakadar yerlerinde bahsedilir. "Sveriges och Götes Konung" unvanı en son I. Gustav tarafından kullanılmıştır, sonraları resmî dokümanlarda bu unvan "İsveç, Goth- ve Wend kralı-" ("Sveriges, Götes och Vendes Konung") olarak kullanılmıştır. 1920'lerin başlangıcına kadar, İsveç'teki tüm yasalar şu kelimelerle başlardı, "Biz, İsveç, Goth ve Wend kralı". Bu kullanım 1973'e kadar devam etmiştir. İsveç'in günümüzdeki kralı Carl XVI Gustaf, resmî olarak unvanına ek halklar eklemeden "İsveç kralı" ("Sveriges Konung") olarak anılan ilk hükümdardır. Değişik sosyal grupların temsilcilerinin ülkeyi etkileyen kararları belirlemek ve tartışmak için ilk buluşmaları 1435 yılında Arboga şehrinde olmuş olmasına rağmen, "Riksdag" terimi ilk kez 1540'larda kullanılmıştır. Kral Gustav Vasa hükümü altında 1527 ile 1544 yılları boyunca meclise, tüm dört sınıfın da ("ruhban sınıfı-, soylular sınıfı-, şehirliler- ve köylüler-") temsilcileri de üye olmak üzere ilk kez çağrılmıştır. Monarşi 1544 yılında soydan geçer hale gelmiştir. Yürütme gücü, tarihsel olarak 1680 yılına kadar Kral ve soylu bir Danışma Meclisi () arasında paylaşılmıştır, kralın otokratik kurallarını takiben parlamento genel bir yapıya kavuşmuştur. Büyük Kuzey Savaşı'ndaki başarısızlığın bir sonucu olarak, 1719 yılında ülke parlamenter sisteme geçiş yapmış, bunu 1772, 1789 ve 1809 yıllarında üç farklı yapıda anayasal monarşinin takip etmesinin ardından, 1809 İsveç Anayasası ile birçok sivil hak garanti altına alınmıştır. Krallık resmî olarak yerini korumuşsa da, sadece törensel görevleri ile devlet başkanlığı semboliktir. Riksdag iki farklı kısımdan oluşur. İsveç 1866 yılında iki meclisli (bikameral) parlamento ile anayasal monarşiye geçmiştir, Birinci Meclis yerel hükümetler tarafından ve İkinci Meclis direkt olarak halk tarafından her dört senede bir seçilir. 1971'de Riksdag tek meclisli (unikameral) hale gelmiştir. Yasama gücü (sembolik olarak) kral ve parlamento arasında 1975 yılına kadar paylaşılmıştır. İsveç vergi sistemi Riksdag (parlamento) tarafından kontrol edilmiştir. Modern siyasi sistem. Yasal olarak 349 üyeli İsveç meclisi ("riksdag") İsveç'in siyasi olarak oldukça önemli bir birimidir. Meclisin başbakanı seçme, bakanlar atama yetkileri bulunmaktadır. Ayrıca yasama görevi de meclis ile başbakanın ortak yetkisindedir. Ülkenin yürütme erki hükûmet tarafından uygulanır. Ayrıca yargı görevi de bağımsız mahkemelerce yapılır. İsveç, zorunlu yargı kontrolü olmayan bir ülkedir. Ancak bu zorunlu olmayan kontrol "lagrådet" (yasa konseyi) tarafından yürütülür. Bu yargı kontrolü daha çok teknik konular hakkında olup, daha az tartışmalı siyasi olaylarla ilgilidir. Meclisin tutumu ve hükûmetin kararları ne olursa olsun, özellikle durum yasalara aykırıysa, hükûmetin yapmak istedikleri uygulanmamaktadır. Ancak yargı kontrolündeki ve zayıf yargı görevindeki çeşitli sınırlamalar yüzünden bu durum çok nadiren uygulanabilmektedir. Siyasi oluşumlar. İsveç, en önemlileri sendikalar, bağımsız Hristiyan hareketi, "içki karşıtlığı" hareketi, kadın hareketi ve -yakın zamanlarda- spor hareketi olmak üzere, "popüler hareketler" ("Folkrörelser") aracılığıyla, sıradan halkın güçlü bir politik katılım geleneğine sahiptir. Hukuk ve yargı sistemi. İsveç Yüksek Mahkemesi ("Supreme Court of Sweden"), özel hukuk ve ceza hukukundan doğan davalara üçüncü ve son aşamada bakan makamdır. Bir davanın Yüksek Mahkemeye götürülebilmesi için öncelikle temyiz müsaadesi alınmış olmalıdır ve birkaç istisna haricinde, temyiz müsaadesi ancak davanın konusu örnek oluşturacak nitelikte ise verilmektedir. Yüksek Mahkeme hükûmet tarafından atanan 16 üyeden ("justitieråd") oluşur. Ancak mahkeme Riksdag'dan bağımsız bir kurumdur ve hükûmet mahkemenin kararlarına müdahale etme hakkına sahip değildir. İsveç'te hukuk, devletin çeşitli organları tarafından uygulanır. İsveç Polis Teşkilatı ("Swedish Police Service"), polisi ilgilendiren sorunlarla ilgilenen bir devlet kurumudur. National Task Force, National Criminal Investigation Department'ın içinde bulunan bir ulusal SWAT birimidir. İsveç Gizli Servisi'nin sorumlulukları karşı casusluk, terörist etkinliklerle mücadele, anayasanın korunması ve hassas nesneler ile insanların korunmasıdır. 2005'te 1201 kişiyle suçlara ilişkin yapılan bir araştırmaya göre, İsveç'te suç oranı diğer AB ülkelerine kıyasla, ortalamanın üzerindedir. İsveç'te saldırı, cinsel saldırı, nefret suçu ve tüketicilere yönelik dolandırıcılık suçlarının oranı yüksek ya da ortalamanın üzerindedir. Öte yandan, soygun, araba hırsızlığı ve uyuşturucu sorunlarının oranı düşüktür. Rüşvet ise nadirdir. Dış ilişkiler. 20. yüzyıl boyunca İsveç dış politikası, barış zamanında uyumsuzluk ve savaş zamanında tarafsızlık ilkesine dayanıyordu. İsveç hükûmeti, savaş durumunda tarafsızlığın mümkün olabilmesi için barış zamanlarında bağımsız bir uyumsuzluk rotası izledi. İsveç'in tarafsızlık doktrini, 1814'te İsveç'in Norveç'e karşı yürüttüğü harekâtın sona ermesinden bu yana ülke bir savaş durumunda olmadığı için genellikle 19. yüzyıla kadar uzanır. 2. Dünya Savaşı sırasında İsveç ne müttefik ne de eksen güçlerine katıldı. Bu bazen tartışıldı çünkü İsveç, belirli durumlarda Nazi rejiminin kendi demiryolu sistemini asker ve malları, özellikle de Alman savaş makinesi için hayati önem taşıyan kuzey İsveç'teki madenlerden gelen demir cevherini taşımak için kullanmasına izin verdi. Ancak İsveç, Kış Savaşı'nda Finlandiya'nın savunmasına dolaylı olarak da katkıda bulundu ve 1943'ten sonra İsveç'te Norveç ve Danimarka birliklerinin eğitimine izin verdi. Erken Soğuk Savaş döneminde İsveç, uluslararası ilişkilerde bağlantısızlık ve düşük profil politikasını güçlü ulusal savunmaya dayalı bir güvenlik politikasıyla birleştirdi. İsveç ordusunun işlevi saldırıyı caydırmaktı. Aynı zamanda, ülke, özellikle istihbarat alışverişi alanında, Batı bloğu ile nispeten yakın gayri resmi ilişkileri sürdürdü. 1952'de bir İsveç DC-3'ü Baltık Denizi üzerinde bir Sovyet MiG-15 savaş uçağı tarafından düşürüldü. Daha sonra yapılan araştırmalar, uçağın aslında NATO için bilgi topladığını ortaya çıkardı. Başka bir uçak, bir Catalina arama kurtarma uçağı da birkaç gün sonra gönderilmiş ve Sovyetler tarafından da düşürülmüştür. Başbakan Olof Palme, 1970'lerde Küba'ya resmi bir ziyarette bulundu ve bu ziyaret sırasında Fulgencio Batista hükûmetini kınadı ve bir konuşmasında çağdaş Küba ve Kamboçyalı devrimcileri övdü. 1960'ların sonlarından itibaren İsveç, uluslararası ilişkilerde daha önemli ve bağımsız bir rol oynamaya çalıştı. Özellikle Birleşmiş Milletler aracılığıyla uluslararası barış çabalarına önemli ölçüde dahil oldu ve Üçüncü Dünya'yı destekledi. 27 Ekim 1981'de, Sovyetler Birliği'nden bir Viski sınıfı denizaltı ("U 137"), ülkenin güneyindeki Karlskrona'daki deniz üssünün yakınında karaya oturdu. Araştırma, denizaltının bir seyir hatası nedeniyle mi yoksa bir düşmanın İsveç askeri potansiyeline karşı casusluk mu yaptığı konusunda hiçbir zaman net bir şekilde ortaya çıkmadı. Olay, İsveç ile Sovyetler Birliği arasında diplomatik bir krizi tetikledi. 1986 yılında Olof Palme suikastının ardından ve Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle İsveç daha geleneksel bir dış politika yaklaşımı benimsemiştir. Bununla birlikte, ülke barışı koruma misyonlarında aktif olmaya devam ediyor ve hatırı sayılır bir dış yardım bütçesini koruyor. 1995'ten beri İsveç, Avrupa Birliği'nin bir üyesidir ve yeni bir dünya güvenlik durumunun bir sonucu olarak, İsveç'in Avrupa güvenlik işbirliğinde daha aktif bir rol oynamasıyla ülkenin dış politika doktrini kısmen değiştirilmiştir. 2022'de Rusya'nın Ukrayna'yı işgaline yanıt olarak İsveç, NATO ittifakına resmen katılmak için harekete geçti. NATO genel sekreteri Jens Stoltenberg, sadece birkaç haftalık hızlı bir üyelik sürecinden bahsetti, ancak NATO üyesi Türkiye, İsveç'in PKK'ya karşı harekete geçmesini ve İsveç'in bazı teröristleri iade etmesini talep ederek İsveç'in ittifaka katılmasını defalarca engelledi. Türkiye, 2022'de Ukrayna'yı işgalinden bu yana Rusya ile bağlarını sürdürüyor. İsveç, 2024 yılında resmen NATO üyesi oldu. Ordu. Yasa, İsveç'te birkaç devlet kurumu tarafından uygulanmaktadır. İsveç polisi, polis meseleleriyle ilgilenen bir Devlet kurumudur. Ulusal Görev Gücü, polis gücü içindeki ulusal bir SWAT birimidir. İsveç Güvenlik Servisi'nin sorumlulukları karşı casusluk, terörle mücadele faaliyetleri, anayasanın korunması ve hassas nesnelerin ve insanların korunmasıdır. Försvarsmakten (İsveç Silahlı Kuvvetleri), İsveç Savunma Bakanlığı'na bağlı bir devlet kurumudur ve "İsveç" silahlı kuvvetlerinin barış zamanı operasyonlarından sorumludur. Teşkilatın birincil görevi, savaş durumunda İsveç'in savunmasına yeniden odaklanma kabiliyetini uzun vadeli olarak korurken, yurt dışında barışı koruma güçlerini eğitmek ve konuşlandırmaktır. Silahlı kuvvetler Ordu, Hava Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri olarak ayrılmıştır. Silahlı kuvvetlerin başı, ülkedeki en kıdemli görevli olan Yüksek Komutandır ("Överbefälhavaren, ÖB)." 1974'e kadar, Kral "proforma" Başkomutandı. Soğuk Savaş'ın sonuna kadar askerlik çağına gelen erkeklerin neredeyse tamamı askere alındı. Son yıllarda, askere alınan erkeklerin sayısı önemli ölçüde azalırken, kadın gönüllülerin sayısı biraz arttı. İşe alma, yalnızca hizmet için en uygun olanlara odaklanmak yerine, genellikle en motive olmuş işe alımları bulmaya doğru kaymıştır. Yasaya göre yurt dışında görev yapan tüm askerler gönüllü olmak zorundadır. 1975'te toplam asker sayısı 45.000 idi. 2003'te 15.000'e düştü. 1 Temmuz 2010'da İsveç, savunma hazırlığı için aksi gerekmedikçe, tamamı gönüllülerden oluşan bir güce geçerek rutin zorunlu askerliği sona erdirdi. Yalnızca daha sonra uluslararası hizmet için gönüllü olmaya hazırlananların işe alınmasına vurgu yapılacaktı. Toplanan toplam kuvvetler yaklaşık 60.000 personelden oluşacaktı. Ancak, Baltık bölgesindeki gerilimler nedeniyle 11 Aralık 2014'te İsveç Hükûmeti, İsveç zorunlu askerlik sisteminin bir bölümü olan tazeleme eğitimini yeniden uygulamaya koydu. 2 Mart 2017'de hükûmet, İsveç zorunlu askerlik sisteminin geri kalan kısmı olan temel askeri eğitimi yeniden uygulamaya karar verdi. İlk askerler eğitimlerine 2018'de başladı. Yasa artık cinsiyet açısından tarafsız olduğundan, hem erkekler hem de kadınlar askerlik yapmak zorunda kalabilir. İsveç, Nükleer Silahların Yasaklanmasına ilişkin BM anlaşmasını imzalamamaya karar verdi. İsveç birlikleri Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Kıbrıs, Bosna-Hersek, Kosova, Liberya, Lübnan, Afganistan ve Çad'daki barışı koruma operasyonlarına katıldı. Ekonomi. Altyapı: Enerji ve ulaşım. İsveç'in enerji pazarı büyük oranda özelleştirilmiş durumdadır. İskandinav enerji pazarı, Avrupa'da liberalleştirilen ilk enerji marketi olma özelliği taşımakta olup Nord Pool içinde alım-satımı yapılmaktadır. 2006 yılında 139 kvs üretimin içinde 61... (%44) kadarı hidroelektrik enerjisinden, 65ö (47%) kadarı da nükleer enerjiden elde edilmiştir. Aynı şekilde biyoyakıt, kömür gibi organik yakıtlardan, 13 TWh (9%) kadar, rüzgâr enerjisinden 1TWh (%1) kadar enerji üretilmiştir. İsveç, her yıl ortalama 6 x enerjisini dışarıdan almaktadır. Biyokütle, genel hatlarıyla bölgesel ısıtma, merkezi ısıtma ve sanayi işlemlerinde kullanılmaktadır. Diğer taraftan İsveç, benzinli araç kullanımını 2025 yılında yasaklayacak bir yasa çıkartmıştır. Ayrıca İsveç 2021 yılı itibarıyla %54,5 oranında yenilenebilir enerji kullanmaktadır. 1973 Petrol Krizi sonrasında İsveç, fosil yakıtların kullanım payını azaltma kararı aldı. O günden bugüne, elektrik enerjisinin en ağırlıklı üretim alanı nükleer ve hidroelektrik enerjiden sağlanmaktadır. Ancak yine de nükleer kaynakların kullanımı sınırlandırılmış durumdadır. Yine Amerika Birleşik Devletleri'nde 1979 yılında yaşanan Three Mile adası kazası sonucunda İsveç hükûmeti, yeni nükleer santrallarin açılmasına engel olmaya başladı. Enerji. İsveç'in enerji piyasası büyük ölçüde özelleştirilmiştir. Kuzey Avrupa enerji piyasası, Avrupa'daki ilk serbestleştirilmiş enerji piyasalarından biridir ve NASDAQ OMX Commodities Europe ve Nord Pool Spot'ta işlem görmektedir. 2006 yılında, 139 TWh'lik toplam elektrik üretiminin 61 TWh'sini (%44) hidroelektrikten ve 65 TWh'yi (%47) nükleer enerji sağladı. Aynı zamanda, biyoyakıt, turba vb. kullanımı 13 TWh (%9) elektrik üretirken, rüzgar enerjisi 1 TWh (%1) üretti. İsveç, 6 TWh'lik bir marjla net elektrik ithalatçısıydı. İsveç, 1973 petrol krizinin İsveç'in ithal fosil yakıtlara olan bağımlılığını azaltma taahhüdünü güçlendirmesinin ardından 1974'te Uluslararası Enerji Ajansı'na katıldı. Beklenmedik petrol arzı şoklarına karşı korunmak için ve IEA aracılığıyla verilen uluslararası taahhütlere uygun olarak İsveç, en az 90 günlük net petrol ithalatı tutarında stratejik bir petrol rezervi bulundurmaktadır. Şubat 2022 itibarıyla, İsveç'in petrol rezervleri toplam 130 günlük net ithalat değerine ulaştı. İsveç, çoğunlukla hidroelektrik ve nükleer enerjiden elektrik üretmek için harekete geçti. Bununla birlikte, nükleer enerjinin kullanımı sınırlıdır. Diğer şeylerin yanı sıra, Three Mile Adası Nükleer Üretim İstasyonu kazası(Amerika Birleşik Devletleri) Riksdag'ı yeni nükleer santralleri yasaklamaya sevk etti. Mart 2005'te bir kamuoyu yoklaması, %83'ünün nükleer enerjiyi sürdürmeyi veya artırmayı desteklediğini gösterdi. İsveç, dekarbonizasyonda "küresel lider" olarak kabul ediliyor. Politikacılar, İsveç'te petrolün aşamalı olarak kaldırılması, nükleer enerjinin azaltılması ve yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğine milyarlarca dolarlık yatırımlar hakkında duyurular yaptılar. Ülke, uzun yıllardır, genel olarak enerji vergileri ve özel olarak da karbondioksit vergileri dahil olmak üzere, çevre politikasının bir aracı olarak dolaylı vergilendirme stratejisi izlemiştir. İsveç, karbon fiyatlandırmasını uygulayan ilk ülke olduve karbon fiyatları 2020 itibarıyla dünyanın en yüksek fiyatları olmaya devam ediyor. Bu modelin özellikle ülke ekonomisini karbondan arındırmada etkili olduğu gösterildi. 2014'te İsveç, 16 TWh'lik bir marjla net elektrik ihracatçısıydı; rüzgar enerjisi değirmenlerinden elde edilen üretim 11,5 TWh'ye yükseldi. Vergiler. İsveç'te vergi mükelleflerinin parasının ortalama %27'si eğitim ve sağlığa, %5'i polise ve orduya ve %42'si sosyal güvenliğe gidiyor. Tipik bir işçi, vergi takozundan sonra işgücü maliyetlerinin %40'ını alır. İsveç tarafından GSYİH'nın bir yüzdesi olarak toplanan toplam vergi, 1990'da %52,3 ile zirve yaptı. Ülke, 1990-1991'de bir emlak ve bankacılık kriziyle karşı karşıya kaldı ve sonuç olarak, 1991'de vergi oranı indirimleri ve vergi matrahı uygulamak için vergi reformlarını kabul etti. zamanla genişliyor. 1990'dan bu yana, İsveç tarafından toplanan GSYİH yüzdesi olarak vergiler düşüyor ve en yüksek gelir elde edenler için toplam vergi oranları en çok düşüyor. 2010 yılında, ülkenin GSYİH'sının %45,8'i vergi olarak toplandı, OECD ülkeleri arasında en yüksek ikinci ve ABD veya Güney Kore'deki oranın neredeyse iki katı. Eğitim. İsveç, dünyanın eğitim konusunda en gelişmiş ülkelerinden biridir. 1-5 yaş arası çocuklar bir halk anaokuluna giderler. (İsveççe: "förskola" veya "dagis"). 6 ila 16 yaş arası zorunlu eğitim vardır. Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı'nda (PISA), 15 yaşındaki İsveçli öğrenciler OECD ortalamasına yakın bir puan alıyor. Dokuzuncu sınıfı tamamladıktan sonra, öğrencilerin yaklaşık %90'ı üç yıllık bir liseye ("gymnasium") devam ediyor, bu da hem iş yeterliliğine hem de üniversiteye giriş uygunluğuna yol açabilir. Okul sistemi büyük ölçüde vergilerle finanse edilmektedir. İsveç hükûmeti, 1992'de Hollanda'dan sonra dünyadaki ilk ülkelerden biri olarak eğitim kuponları getirerek kamu ve bağımsız okullara eşit davranır. Herkes kâr amacı güden bir okul açabilir ve belediye yeni okullara belediye okullarının aldığı kadar ödeme yapmak zorundadır. Okul öğle yemeği İsveç'teki tüm öğrenciler için ücretsizdir ve kahvaltı verilmesi de teşvik edilmektedir. İsveç'te, en eski ve en büyükleri Uppsala, Lund, Göteborg ve Stockholm'de bulunan bir dizi farklı üniversite ve kolej vardır. 2000 yılında, İsveç halkının %32'si yüksek öğretim derecesine sahipti ve bu da ülkeyi bu kategoride OECD'de beşinci yapıyor. Diğer bazı Avrupa ülkelerinin yanı sıra hükûmet, İsveç kurumlarında derece yapmak isteyen uluslararası öğrencilerin öğrenim ücretlerini de sübvanse ediyor, ancak Riksdag'da geçen yeni bir yasa tasarısı bu sübvansiyonu AEA ülkeleri ve İsviçre'den gelen öğrencilerle sınırlayacak. İsveç okullarına büyük göçmen akını, İsveç'in uluslararası PISA sıralamasında diğer tüm Avrupa ülkelerinden daha fazla düşmesinin önemli bir parçası olarak gösterildi. Nüfus. 2008 yılı itibarıyla ülkenin nüfusu 9.234.209 kadardır. Nüfus sayısı ilk defa 12 Ağustos 2004 tarihinden dokuz milyonun üzerine çıktı. Ülkedeki nüfus yoğunluğu kilometre kare başına sadece yirmi kişidir. Bu oran ülkenin güneyinde, kuzeyine göre daha fazladır. İsveç'te nüfusun yüzde seksen beşi kadarı kentsel alanlarda yaşar. Başkent Stokholm yaklaşık 800.000'lik (kentsel alan ile beraber 1,3 milyon, tüm çevresiyle beraber yaklaşık 2 milyon) bir nüfusa sahiptir. Göteborg ve Malmö ise ülkenin sırasıyla ikinci ve üçüncü büyük yerleşimleridir. 2007'de, nüfusun %13,4'ü (1,23 milyon) yurt dışında doğan insanlardan ibarettir. Bunun sebepleri arasında İskandinav ülkeleri arasında yaşanan göçler, iş gücü göçleri ve mültecilerin ülkeye göçü yer almaktadır. İsveç, I. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar göç veren bir ülkeyken, II. Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra göç alan bir ülke oldu. 2007 yılında ülkeye toplam 99.485 insan göç etti. 2007 yılı itibarıyla, İsveç'e en çok göç veren ülkelerin başında Finlandiya yer almaktadır. Bunu, Yugoslavya, Irak, Polonya, İran, Danimarka, Almanya, Norveç, Türkiye, Şili, Lübnan, Tayland, Somali, Birleşik Krallık, Suriye, Çin ve Amerika Birleşik Devletleri doğumlu insanlar izlemektedir. Son on yılda ise bu ülkelerin başında Irak, Polonya, Tayland, Somali ve Çin yer almaktadır. 1967 yılında tanıtılan ve İskandinav ülkeleri dışından ülkeye gelen göçü zorlaştıran yasalar sonucunda, 1969-70 yılları dolaylarında ülkeye göç eden İskandinav göçmen nüfusu 40.000 ile tarihteki en yüksek noktasına erişti. Yine mülteci olarak ülkeye gelip yerleşen mülteciler ve onların ardından gelen mülteci yakınları sayesinde ülkedeki mülteci oranı 1980'lerin sonundan sonra hızla arttı. Özellikle İran ve Şili'den gelen mülteciler daha yüksek bir ivmeye sahipti. 1990'lar boyunca bu ülkelere Yugoslavya'dan kopan ülkeler ile Orta Doğu ülkeleri eklendi. 15 Aralık 2008'de gelen yeni yasa sayesinde Avrupa Birliği dışından işçi alımları kolaylaştı. Böylece Hindistan, Çin ve Amerika Birleşik Devletleri'nden gelen işçi sayısı da artmaya başladı. Dil. İsveç'te en çok konuşulan dil, bir Kuzey Cermen dili olan ve Danca, Norveççe gibi dillerle yakın akraba olan İsveççedir. Ancak İsveççe, bu diğer Kuzey Cermen dillerinden biçimce ve okunuşça farklıdır. Norveççe bilen bir kişi zorlanarak da olsa İsveççe bir konuşmayı anlayabilir. Yine Danca bilen bir kişi, Norveççe bilenden biraz daha fazla zorlanarak konuşmaları anlayabilir. İsveççe İsveç'te en çok konuşulan dil olmasına karşın ülkede resmî dil konumunda değildir. İsveç Finleri de İsveç'te ikinci büyük dil grubunu oluşturur. Ülkedeki nüfusun yüzde üçü tarafından konuşulan Fince, azınlık dili olarak kabul edilmektedir. Ülkedeki diğer azınlık dilleri Meänkieli, Sami, Romanca ve Yidiş şeklindedir. İsveççenin devlet dili olması konusunda mecliste yapılan bir 2005 önerisi, sınırda bir oyla reddedildi. Halkın büyük bir kısmı, Anglo-Amerikan kültürüyle olan yakınlıklarına bağlı olarak yabancı dil olarak İngilizce gibi kimi yabancı dilleri bilmektedir. II. Dünya Savaşı sonrasında doğan İsveçliler, ticari bağlantılar, denizaşırı yolculukların popülerliği, Anglo-Amerikan etkiler ve filmlerde altyazı kültürünün baskın olması gibi nedenlerle İngilizceyi oldukça rahat öğrenebilmektedirler. İsveç'te İngilizce, liselerde öğretimi zorunlu olan yabancı dildir. Bölgesel öğretim kurumlarının kararlarına bağlı olarak, İngilizce birinci sınıf ile dokuzuncu sınıf arasında zorunlu olarak işlenmektedir. Bunların dışında Fransızca, Almanca ve İspanyolca gibi diller de bir ikinci yabancı dil olarak öğretilmektedir. Yine İsveççe kurslarında Danca ve Norveççeden örnekler işlenmektedir. Din. 11. yüzyıldan önce İsveçliler, İskandinav putperestliğine inanıp, Æsir tanrılarına taparlardı. Uppsala, tapınakların merkeziydi. 11. yüzyılda yaşanan Hristiyanlaşma ile, ülkenin yasaları değiştirildi. 19. yüzyıla kadar başka tanrılara tapmak yasaklandı. 1530'larda Protestanlık'ın gelişmesinden sonra Martin Luther'in İsveç kurumu Olaus Petri ülkede önemli etkiler yarattı. Bu dönemde kilise ile devletin bağı ve ülkenin Roma Katolik piskoposluğu ile olan bağları koparıldı. Bu sayede ülkede Lütercilik egemen olmaya başladı. Bu süreç 1593'te gerçekleşen Uppsala Kilise Meclisi'nin kurulmasıyla tamamlandı. Reform'u izleyen ve çoğu zaman Luteran Ortodokluğu adı verilen dönem boyunca Kalvinistler, Hollandalılar, Valonyalılar ve Moravya Kilisesi üyeleri gibi küçük Luteran-olmayan gruplar ticaret ve sanayide etkin rol oynadıkları gibi, dinî görünümlerini düşük tuttukları sürece oldukça hoşgörüyle karşılandılar. Kuzeydeki Sami toplulukları aslen şaman inançlarına sahipken, 17 ve 18. yüzyıl itibarıyla İsveçli Luteran misyonerlerin etkisiyle yavaş yavaş Protestanlık mezhebini benimsemeye başladı. Ülke 18. yüzyıl sonuna kadar liberalleşemese de Musevilik, Katoliklik gibi diğer inançlara sahip insanlar rahatça yaşama ve çalışma hakkı elde ettiler. Yine de 1860 yılına kadar İsveç'te Luteranların başka bir dine geçmesi yasa dışıydı. 19. yüzyılda laik kiliselerin ülkeye gelişiyle beraber yüzyılın sonunda laiklik, halk ile kilise törenlerinin arasının açılmasıyla son buldu. İsveç Kilisesi'nin terk edilmesi o dönemde 1860 muhalefet yasası olarak anılan uygulamayla, kişinin başka bir mezhebe geçmesi zorunlu kılınarak yasallaştı. Tam anlamıyla dinî mezhepleri terk etme hakkı, 1951'deki Din özgürlüğü yasası ile gerçekleşti. Günümüzde İsveç halkının %52,8'i Luteran olan İsveç Kilisesi'ne bağlıdır. Ancak bu sayı her sene yaklaşık %1 oranında azalmaktadır. Ayrıca kilise hizmetleri de yalnızca nüfusun tek rakamlı yüzdesi tarafından kullanılmaktadır. Bu büyük etkin olmayan grubun varlığının sebebi 1996 yılına kadar, anne ya da babasından en az birinin İsveç Kilisesi'ne bağlı olması durumunda her çocuğun otomatik olarak bu kiliseye üye yapılmasıydı. Ancak 1996'dan sonra sadece vaftiz edilen kimseler bu kiliseye üye olmaya başladı. Bunun yanında yaklaşık 275.000 İsveçli, çeşitli laik kiliselere üyedir. Bu laik kiliselere katılım yüzdesi çok daha yüksektir. Bunun dışında ülkeye gerçekleşen göç nedeniyle ülkede 92.000 Katolik ve 100.000 Ortodoks yaşamaktadır. Yine aynı nedenden dolayı ülkede önemli bir Müslüman kesim de bulunmaktadır. Ülkedeki yarım milyona yakın Müslümanın sadece %5'i (25.000 kişi) düzenli olarak namaz ibadetini yerine getirmekte ve Cuma namazlarına katılmaktadır. Sağlık. İsveç'teki sağlık hizmetleri kalitesi, diğer gelişmiş ülkelerle benzerlik gösterir. İsveç, bebek ölümü oranında dünyadaki en düşük beş ülkeden biridir. Ülkedeki ortalama yaşam süresi ve güvenilir içme suyu oranı yüksektir. Tedavi arayan herhangi bir İsveç vatandaşı, kısa sürede doktorlara erişebilmektedir. Yine birçok farklı tedavi şekli de talep edilebilmektedir. Ülkede sağlık hizmetleri, 21 il meclisi tarafından üstlenildiği gibi, hükûmet tarafından verilen bütçelerle karşılanmaktadır. İsveç'te yaşayan vatandaşlar ve sosyal güvenlik numarası olan herkes ücretsiz sağlık hizmetlerinden yararlanabilir. Ancak, ilk tedavi olunan tarihten itibaren bir yıl içinde 1150 İsveç Kronu'nu geçtikleri takdirde katkı payı ödemezler. Bu rakam ilaçlar için 2350 İsveç Kronu'dur. Kronik hastalıklar için herhangi bir ilaç ya da muayene katkı payı alınmamaktadır. Göçmenlik. Son yüzyıllarda ülke, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra sona eren bir net göç ulusundan, İkinci Dünya Savaşı'ndan itibaren net bir göç ulusuna dönüştü. Son yıllarda ülke, esas olarak 2015'te patlak veren Suriye İç Savaşı nedeniyle büyük bir mülteci ve göçmen akını aldı. İsveç, kişi başına Avrupa'nın herhangi bir yerinden daha fazla mülteci aldı. Yalnızca 2015 yılında rekor kıran 163.000 kişi, ancak 10 milyonluk bir ülkeye sığınma başvurusunda bulundu. Göçün ekonomik, sosyal ve politik yönleri, etnik köken, ekonomik faydalar, göçmen olmayanlar için işler, yerleşim kalıpları, yukarı doğru sosyal hareketlilik üzerindeki etkiler, suç ve oy kullanma davranışı ile ilgili tartışmalara neden olmuştur. İsveç hükûmeti etnik kökene dayalı herhangi bir istatistik yapmadığından, İsveç'teki göçmenlerin ve onların soyundan gelenlerin etnik kökenlerine ilişkin kesin rakamlar yoktur. Ancak bu, kaydedilen göçmenlerin ulusal geçmişleriyle karıştırılmamalıdır. İsveç'teki göçmenler çoğunlukla Svealand ve Götaland'ın kentsel alanlarında yoğunlaşmıştır. 1970'lerin başından bu yana, İsveç'e göç çoğunlukla Asya (özellikle Batı Asya) ve Latin Amerika'daki ülkelerden gelen mülteci göçü ve aile birleşiminden kaynaklanmaktadır. 2019'da İsveç, 2018'de 21.502 olan 21.958 kişiye sığınma hakkı verdi. 2021'de İsveç'te beş kişiden biri (2.090.503) yurtdışında doğdu. 2021'de İsveç nüfus sicilindeki yabancı uyruklu kişilerin en büyük on grubu şunlardandı: İsveç Emeklilik Kurumu tarafından hükûmetin emriyle yapılan resmi bir soruşturmaya göre, İsveç'e göç, devletin nüfusa emekli maaşı için yaptığı harcamaları ikiye katlayacak. 2017 için İsveç'e toplam göç kabaca 180.000 kişi ve bundan sonra her yıl 110.000 kişi olacak. Bilim ve teknoloji. İleri bir sanayi devleti olan İsveç, dünya genelinde söz sahibi olan bilimsel ve teknolojik birçok gelişmenin öncüsüdür. Yine devlet sektörün ve özel sektörün araştırma ve geliştirme kısmı ülkenin gayri safi yurt içi hasılasının yaklaşık %4'ünden pay alır. Bu bağlamda yüzde olarak en çok Ar-Ge yatırımı yapan ülkelerden biri İsveç'tir. İsveç'teki araştırma etkinlikleri standardı oldukça yüksek olup, ülke bu konuda birçok alanda dünya lideridir. İsveç, Avrupa'da en çok Ar-Ge yatırımı yapan ve kişi başına en çok bilimsel çalışma düşen ülke konumundadır. İsveç hükûmeti Ar-Ge uygulamalarını güçlendirmek ve bilimsel alanda yüksek öncelikler atamak için uğraşmaktadır. Bu bakımdan İsveç en yenilikçi devletlerden biri olarak gösterilebilir. Uzun yıllardır, ileri teknoloji yatırımları ve kullanımıyla OECD ülkeleri arasında öncüler arasında yer alan İsveç, uluslararası karşılaştırmada hemen hemen tüm ileri teknoloji ve sanayi alanlarda, özellikle farmasötik ve iletişim alanlarında, gelişmiş durumdadır. İstatistiklere bakıldığında 1970-2003 arasındaki dönem boyunca, İsveç'in yenilik sistemi OECD ülkeleri arasında patentlenmiş ürünlerin nüfus büyüklüğüyle ilişkisine göre hesaplanan teknolojik yenilik geliştirme sıralamasında ön sıralarda yer almaktadır. Patentleme kriterine bakıldığında, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ve Japonya'yı geride bırakan İsveç, sadece İsviçre'nin arkasından ikinci sıradadır. İsveç ekonomisi, bilgi yoğunluklu ve ihracat üzerine kurulu bir üretim sektörünü barındırır. Kültür. İsveç'in dünya çapında üne sahip çok sayıda sanatçısı bulunmaktadır. Bunlar arasında August Strindberg, Astrid Lindgren ve Nobel Ödülü sahipleri Selma Lagerlöf ve Harry Martinson yer almaktadır. Ülkenin toplamda yedi Nobel Edebiyat Ödülü bulunmaktadır (2010 itibarıyla). Yine ülkede doğmuş dünya çapında tanınan ressamlar arasında Carl Larsson ve Anders Zorn yer almaktadır. Ayrıca Tobias Sergel ve Carl Milles adlı heykeltıraşlar da heykel sanatında tanınırlığa sahiptir. Ülkenin 20. yüzyıl kültür tarihinde, ilk verilen sinema eserleri arasında yer alan filmler önemli bir yer tutmaktadır. Bu ilk sinema örnekleri arasında Mauritz Stiller ve Victor Sjöström gibi ünlü İsveçli oyuncuların eserleri yer almaktadır. 1920'lerden 1980'lere kadarki dönemde film yapımcısı Ingmar Bergman; oyuncu Greta Garbo ve Ingrid Bergman uluslararası olarak geniş tanınırlık elde etti. Son yıllarda Lukas Moodysson ve Lasse Hallström gibi isimlerin filmleri de geniş bir izleyici kitlesine sahiptir. Müzik. Viking sitelerinde bulunan enstrümanlara dayanarak İskandinav müziğinin tarihsel yeniden yaratımları denenmiştir. Kullanılan enstrümanlar "lur" (bir tür trompet), basit telli çalgılar, tahta flütler ve davullardı. İsveç'in önemli bir folk müzik sahnesi vardır. Bir tür Sami müziği olan "joik", geleneksel Sami animistik maneviyatının bir parçası olan bir ilahidir. Önemli besteciler arasında Carl Michael Bellman ve Franz Berwald bulunmaktadır. İsveç'te ayrıca önemli bir koro müzik geleneği vardır. 9,5 milyonluk bir nüfustan beş ila altı yüz bin kişinin korolarda şarkı söylediği tahmin edilmektedir. 2007'de 800 milyon doları aşan geliriyle İsveç, dünyanın en büyük üçüncü müzik ihracatçısıydı ve yalnızca ABD ve Birleşik Krallık'ın gerisindeydi. Bir kaynağa göre 2013, İsveç dünyada kişi başına en çok liste isabetini üreten ülkedir, onu Birleşik Krallık ve ABD izlemektedir. İsveç'in oldukça canlı bir caz sahnesi var. Son altmış yıl boyunca, hem iç hem de dış etkiler ve deneyimlerle teşvik edilen, dikkate değer derecede yüksek bir sanatsal standarda ulaştı. İsveç Halk Müziği ve Caz Araştırmaları Merkezi, Lars Westin'in İsveç'teki caza genel bakışını yayınladı. Cinsellik. 1960'lar ve 1970'ler boyunca İsveç, "cinsel devrim" olarak anılan ve kadın-erkek eşitliğini savunan kültürel akımda da öncü bir görev üstlendi. Günümüzde İsveç'teki bekarların sayısı dünya standartlarına göre oldukça yüksektir. Eski bir İsveç filmi olan "Ben Meraklı-Sarıyım" (1967), içerdiği sevişme sahnelerinin yanında cinselliğin liberal açısına değinmektedir. Bu tarz, o dönemden sonra "İsveç günahı" ("Swedish sin") olarak anılmaya başladı. İsveç ayrıca eşcinsellik konusunda da özgürlükçü bir tutuma sahiptir. Örneğin "Fucking Åmål" filminde küçük bir İsveç kenti olan Åmål'daki iki genç lezbiyenin hayatı aktarılmaktadır. İsveç'te hemcins çiftler, Mayıs 2009'da evlenme hakkına sahip oldular. Bunun yanı sıra hem yerli ortaklıklara hem de kayıtlı birlikteliklere izin verilmektedir. Her yaştan ve cinsiyetten birlikte yaşama (sammanboende) durumu ülke çapında yaygındır. Mutfak. İsveç mutfağı, diğer İskandinav ülkeleri (Danimarka, Norveç ve Finlandiya) gibi geleneksel olarak basitti. İsveç mutfağı, görece yoksul bir malzeme çeşitliliği gösterir ve bu açıdan diğer İskandinav mutfaklarına benzer. Balık (özellikle ringa), et, patates ve süt ürünleri İsveç mutfağında önemli bir yeri vardır. İsveç toprağında az yetiştiği için baharatlar görece çok az kullanılır. İsveç mutfağının zirvesi, geleneksel olarak sos, et suyu ve haşlanmış patates ve yaban mersini reçeli ile sunulan İsveç köftesidir. İsveç'e özgü yiyecekler arasında köfte hariç en tanınmışları "Knäckebröd" (kuru, sert, peksimete benzeyen bir 'çıtır ekmek') ve "lingon"dur (yabani kızılcık reçeli). Krepler, "pyttipanna", başlangıçta et artıklarını tüketmek anlamına gelen baharatlı kızarmış et ve patates karması, "lutfisk" ve "smörgåsbord" veya lüks büfe diğer yiyeceklerdir. Geleneksel yassı ve kuru gevrek ekmek birkaç çağdaş çeşit haline geldi. Bölgesel olarak önemli gıdalar kuzey İsveç'teki "surströmming" (fermente bir balık) ve güney İsveç'teki yılan balığı‘dır. Bazıları yüzlerce yıllık geleneksel İsveç yemekleri, modern İsveç mutfağının birçok uluslararası yemeği benimsemesine rağmen, İsveç'in günlük yemeklerinin önemli bir parçasıdır. "Aquavit" popüler bir alkollü damıtılmış içki'dir ve "snaps" içilmesi kültürel önemi vardır. Ağustos ayında, "kräftskiva" denilen kerevit partisi olarak bilinen geleneksel ziyafette, İsveçliler dereotu ile kaynatılmış bol miktarda kerevit yerler. Sinema. İsveç yıllar boyunca film alanında oldukça başarılı olmuştur, birçok başarılı İsveçli Hollywood aktöründen söz edilebilir: Ingrid Bergman, Greta Garbo, Max von Sydow, Dolph Lundgren, Lena Olin, Stellan Skarsgård, Peter Stormare, Izabella Scorupco, Pernilla August, Ann-Margret, Anita Ekberg, Alexander Skarsgård, Harriet Andersson, Bibi Andersson, Ingrid Thulin, Malin Akerman ve Gunnar Björnstrand. Birçok yönetmen arasında uluslararası başarılı filmler yapan yönetmenlerden bahsedilebilir: Ingmar Bergman, Lukas Moodysson ve Lasse Hallström. Medya. İsveç'te faaliyet gösteren başlıca gazeteler, Dagens Nyheter, Expressen, Afton Bladet ve Svenska Dagbladet'tir. Ülkenin devlet televizyonu ise SVT'dir. SVT'nin SVT24 kanalında ise haber içerikli yayınlar yapılır. Ülkenin en çok dinlenilen devlet radyoları ise P1, P2, P3, P4 ve P6'dır. Bu radyolar da haber ve tartışma içerikli yayınlar yapılmakta ve ülkedeki yol durumları ile ilgili olarak güncel bilgileri dinleyiciler ile paylaşılmaktadır. Moda. İsveç'te Hennes & Mauritz (işletme ismi H&M), Kappahl, Lindex,J. Lindeberg (işletme ismi JL), Acne, Gina Tricot, Tiger of Sweden, Odd Molly, Dagmar, Cheap Monday, Gant, Lexington, Svea, Resteröds, Nudie Jeans, WESC ve Filippa K gibi ünlü markaların genel merkezleri bulunmaktadır. Bu şirketler, bir başka deyişle moda firmaları, Avrupa ve Amerika'da büyük bir alıcı kitlesine sahiptir. Spor. Hükûmetin spor örgütlerine ("föreningsstöd") yaptığı büyük destek sayesinde spor etkinlikleri, nüfusun yaklaşık yarısının etkin olarak katıldığı ulusal bir hareket durumundadır. En çok izlenen iki spor dalı futbol ve buz hokeyi olup ülkenin en önemli buz hokeyi oyuncuları arasında Mats Sundin, Peter Forsberg, Henrik Lundqvist, Markus Näslund, Daniel Sedin, Henrik Sedin, Daniel Alfredsson, Henrik Zetterberg ve Nicklas Lidström sayılabilir. Bibliyografya. In "Encyclopædia Britannica". Encyclopædia Britannica Online.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5764", "len_data": 70004, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.57 }
Grönland (; ), Atlas Okyanusu'nun kuzeyinde, 2.166.086 km² ile kuzey kutbundaki en büyük buz örtüsüyle kaplı, Danimarka Krallığı'na bağlı özerk bir bölgedir. Kanada Arktik Adaları'nın doğusunda, Arktik ve Atlantik okyanusları arasında yer alan dünyanın en büyük adasıdır. Grönland, jeopolitik olarak Avrupa'nın bir parçasıdır. Ülkenin başkenti ve en büyük şehri Nuuk'tur. Fizyografik olarak Kuzey Amerika kıtasının bir parçası olmasına rağmen Grönland, 986'dan başlayarak bin yıldan fazla bir süredir siyâsî ve kültürel olarak Avrupa (özellikle sömürge güçleri olan Norveç ve Danimarka) ile ilişkilendirilmiştir. Sakinlerinin çoğunun ataları Alaska'dan Kuzey Kanada'ya göç eden ve 13. yüzyılda yavaş yavaş adaya yerleşmeye başlayan İnuitlerdir. Adanın sahilleri hariç her tarafı 3 km kalınlığına varan bir buz tabakasıyla kaplı olup buzun tabanı deniz seviyesinin altındadır. Adanın %81'i buzullarla kaplıdır. Adanın kuzeyinde Arktik Okyanusu (Arktik Deniz), güneydoğusunda İzlanda ve Danimarka Boğazı, batısında Kanada'nın Ellesmere Adası ve Baffin Körfezi yer alır. Ayrıca kimsenin yaşamadığı Hans Adası ile Kanada ile sınıra sahiptir. Grönland, yüzölçümü açısından dünyanın en büyük adasıdır. Küresel ısınma sebebiyle adanın buzla kaplı kısımları buzların erimesinden dolayı azalmaktadır. Özellikle 21. yüzyıl itibarıyla buzulların erimesi bilim çevrelerinin beklediğinden fazla hızlanmıştır. Daha önce benzeri kayıtlara geçmemiş biçimde 2012 yılında Grönland adasındaki yıllık buz kaybının, 2003 yılına kıyasla yaklaşık dört kat oranında arttığı bir erime durumu olmuştur. Grönland'da yaşayan nüfus 57.500 civarındadır. Nüfusun büyük bölümü batı kıyısındaki küçük kasabalarda ve şehirlerde yaşar. Grönland'ın buzullarla kaplı orta kesimlerinde insan yaşamaz. Ülkenin temel geçim kaynağı avcılık ve balıkçılıktır. Ülke toprakları çoğunlukla buzullarla kaplı olduğundan tarıma elverişsizdir. Sadece güneyinde küçük bir alanda patates ekilir. Tarım ürünleri çoğunlukla Danimarka'dan getirilir ve fiyatları Danimarka'ya göre pahalıdır. Genellikle en ucuz ürünler alkollü içeceklerdir. Ülkede su, buzdağlarından elde edilir. Onun dışında doğal su kaynakları yok denecek kadar azdır. Dolayısıyla suyun da büyük bir bölümü Danimarka'dan getirilir. Toplamda on üç adet resmî tatil bulunur. Grönlandlılar, hem Kalaallit (Grönland İnuitleri), hem İskandinavya kökenleri taşımaktadır ve Grönlandca dilini konuşur. Adanın iki önemli şehri başkent Nuuk ile Qeqertarsuaq'dır. Ancak her ne kadar başkent ve en kalabalık şehri Nuuk olmasına karşın ülkenin en büyük havalimanı Søndre Strømfjord'daki Kangerlussuaq Havalimanı'dır. Ortalama sıcaklığın -7 ⁰C olmasına karşın iklim kuru ve güneşlidir. Kışlar soğuktur ve buzlu bölgelerde sıcaklık yazın bile donma noktasının altında kalır. Danimarka'nın özerk bölgesi olan Grönland'ın yerli Kalaallisut dilindeki adı Kalaallit Nunaat'dır. 21 Haziran 2009'de bir referandumla Grönland hükûmeti, topraklarının zengin doğal kaynaklarını kullanma hakkına ve yetkilerine sahip olarak Danimarka'dan daha fazla bağımsızlık kazandı Tarih. 900 yılında Gunnbjorn Ulfsson Grönland'ı keşfetmiştir. 986 yılında ise Kızıl Erik, Grönland'da bir Viking sömürgesi kurdu. İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD tarafından işgal edilmiş, daha sonra tekrar Danimarka'ya verilmiştir. Bu sırada, 1943 yılında da ABD tarafından Amerikan Hava Kuvvetleri'nin kullanması için Thule Hava Üssü inşa edilmiştir. 1985 yılında AB'den ayrılmıştır. 11 Haziran 2022'de Danimarka ve Kanada hükûmetleri, 17 yıllık müzakerelerin ardından Hans Adası'nı ikiye bölmeyi kabul etti. Anlaşma, Kanada, Danimarka, Grönland ve Nunavut parlamentolarının her birinin onaylamak için oy kullanmasından sonra yürürlüğe girdi. Bununla, Kanada ve Danimarka (Grönland), adanın merkezine yakın kuzeyden güneye uzanan adanın yüzeyindeki bir çatlağı izleyen 1280 m'lik bir uluslararası kara sınırına sahip olacak. Ad. İlk İskandinav yerleşimcileri adayı Grönland olarak adlandırdı. İzlanda destanlarında Norveç doğumlu Kızıl Erik'in kasıtsız adam öldürmek suçundan İzlanda'dan sürgün edildiği söyleniyordu. Geniş ailesi ve köleleri ile birlikte gemilerle kuzeybatıda olduğu bilinen buzlu bir ülkeyi keşfetmek için yola çıktı. Yaşanabilir bir bölge bulup oraya yerleştikten sonra güzel ve ümit veren bir adın yerleşimcileri çekeceği ümidiyle adaya Grœnland (Yeşil Ülke) adını verdi. Kızıl Erik Efsanesi şöyle der: "Erik, Grönland adını verdiği ve uygun bir isme sahip olsa insanların oraya çekileceğini söylediği için bulduğu ülkeye yerleşmek için yaz aylarında ayrıldı." Grönland yerli dilinde ülkenin adı Kalaallit Nunaat'tır ("Kalaallit'in ülkesi"). Kalaallitler, ülkenin batı bölgesinde yaşayan yerli Grönlandik Eskimo halkıdır. Özelliği. Atlas Okyanusu'nda bulunan Grönland, Kuzey Amerika kıtasına bitişik olmakla birlikte tarihsel olarak Avrupa ile bağları daha fazladır. Her ne kadar geniş özerklikleri olsa da, Danimarka Kraliyet Birliği'nin bir parçasıdır. Danimarka'ya bağlı olarak 1973 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu'na dahil olan Grönland, 23 Şubat 1983 tarihinde yaptığı bir halk oylaması sonucunda AET'den ayrılma kararı alır ve gelişmelerin ardından 1 Şubat 1985'te Grönland kendi isteğiyle topluluktan ayrılır; hâlen Avrupa Birliği'nin dışındadır. Grönland kronu. Grönland kronu, Grönland'da gelecekte kullanılması düşünülen para birimidir. Günümüzde Danimarka kronu kullanılmaktadır. Mayıs 2007'de Danimarka'da çıkan yasaya göre Grönland'a Danimarka kronunun Grönland versiyonunun basılmasına izin verildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5766", "len_data": 5498, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.57 }
Yargıtay ya da Temyiz Mahkemesi, Türkiye'nin üç yüksek yargı organından birisidir. Adli yargı ilk derece mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Tarihçe. Osmanlı dönemi. II. Mahmud tarafından 1837 yılında Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye adında ve günümüz Danıştay’ı ile Yargıtay’ının temelleri olan bir yüksek mahkeme kurulmuş; daha sonra 1868 yılında Sultan Abdülaziz döneminde Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye ikiye ayrılarak Şura-i Devlet adıyla Danıştay ve Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye adıyla Yargıtay kurulmuş; böylelikle, yargı ve yürütme birbirinden ayrılmıştır. Bu iki yargı organından Şûrâ-i Devlet'e hem kanun tasarılarını hazırlama, hem de idarî uyuşmazlıklara çözüm getirme şeklinde hem "kanun tasarı hazırlama", hem "yargı" görevi olarak iki görev verilmişken Divân-­ı Ahkâm-­ı Adliye'ye ise yalnızca "yargı" görevi verilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti dönemi. Türk Kurtuluş Savaşı'nın başlamasıyla kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi hükûmetince 1920 yılında Sivas'ta "Muvakkat Temyiz Heyeti" adıyla kuruldu. Cumhuriyet'in ilanı ile beraber 1924 yılında bu mahkemenin adı "Temyiz Mahkemesi" olarak değiştirilerek Eskişehir'e taşındı. 1924 yılında kabul edilen Teşkîlât-ı Esâsiye Kanunu'nun adı 10 Ocak 1945 tarihinde "Anayasa" olarak değiştirilirken, Eskişehir'de bulunan temyiz mahkemesinin adı da "Yargıtay" olarak değiştirildi. Yapısı. 2011 yılında Yargıtayın daire sayısı 32'den 38'e, üye sayısıysa 250'den 387'ye çıkarılmıştır. 2014 yılında daire ve üye sayıları tekrar arttırılarak daire sayısı 46 üye sayısıysa 516 yapılmıştır. 2022 yılı itibarıyla Yargıtayın daire sayısı 24, üye sayısı ise 348'dir. Yargıtay başkanları. Aşağıda Yargıtay Birinci Başkanı olmuş kişilerin listesi bulunmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5768", "len_data": 1787, "topic": "LAW", "quality_score": 3.57 }
Hülya Avşar (d. 10 Ekim 1963, Balıkesir), Türk oyuncu, şarkıcı ve sunucudur. Eğitimi ve Kariyeri. Bulvar Gazetesi'nin düzenlediği Kâinat Güzellik Yarışması'nda birinci seçildi (1983) fakat evlendiği ortaya çıkınca tacı geri alındı. 1983 yılı Avşar'ın yaşamında dönüm noktasıydı. Fikret Hakan ve Salih Güney ile başrolü paylaştığı "Haram" filmi ile kariyerine başladı. Kariyerine müzik eğitimi aldıktan sonra müzikaller, altı albüm ve bir single ile devam etti. 1995 yılının son günlerinde yayınladığı "Yarası Saklım" adlı albümüyle döneme damgasını vurdu. "Bu Gece Uzun Olacak" adlı parçası, şarkının çıkış klibiydi. Klip, Hülya Avşar'ın popo sallama sahnesi başta olmak üzere daha pek çok sahnesi ile bir kült haline geldi. Klip, feministlerin tepkisini topladı, ancak ikinci klip "Yürü Ya Kulum" oldukça feminist ve erkek karşıtı bir klip oldu. Albümden üçüncü klip bir Suat Suna şarkısı olan "Sensiz Kaldım" parçasına çekildi. Şarkı oldukça beğenildi ve pek çok kişi tarafından Avşar'ın söylediği en iyi şarkı olarak görüldü.Yarası saklım albümü 1,1 milyon satış yaparak kariyerindeki en çok satan albümü oldu. Hülya Avşar artık 90'ların en çok konuşulan isimlerden biri haline gelmişti. 1998 yılında yayınladığı "Hayat Böyle" albümüyle müzik sahnesindeki yerini sağlamlaştırdı. "Aradın Mı" adlı Serdar Ortaç parçasıyla o yıl her yerde dinlendi. Şarkının klibinin de beğenilmesi üzerine, "Aradın Mı", Hülya Avşar'ın "Bu Gece Uzun Olacak"tan sonra en çok bilinen şarkısı oldu. Albümden ikinci klip "Ah Be Güzelim" parçasına çekildi. Sanatçı, bu şarkıyla da başarı sağladı. 2002 yılında söz-müzik Sezen Aksu imzalı “yar senin derdin ne” parçasını, söz müzik İlhan Şeşen imzalı Aşıklar delidir albümüyle yayınladı. Gülşen imzalı Alnının yazısı 2002 yılında radyolarda en çok yayınlanan şarkılardan olmuştur. İlhan Şeşen imzalı Delilerin delisi adlı şarkısı Hülya Avşar Show un jenerik müziği olarak klip çekilmiştir. 2000 yılında Kral TV tarafından düzenlenen yılın müzik ödüllerinde en iyi kadın şarkıcı ödülüne layık görüldü. Hülya Avşar, "Günaydın"'da köşe yazarlığı yaptıktan sonra, Show TV'de "Hülya Avşar Show"'u yaptı. Medyapım tarafından talk show formatında yayınlanan programının yönetmenliğini Birkan Uz ve Uğur Aksay yaptı. "Avşar Show" aynı zamanda Türkiye'de ilk defa Uğur Aksay tarafından uygulanan 16/9 mm sinematografik formattaki dijital rejili seti ile çekilen show programı olma özelliğini taşımaktadır. Avşar, TV şovuyla aynı anda sergilediği tek kişilik tiyatro oyunundan başka, reklam filmlerinde oynadı ve hâlâ "Hülya" adlı aylık derginin editörlüğünü yapmaktadır. 2001 yılında kendi adını taşıyan Hülya Avşar by H markasını kurmuştur. Kendisinin de üzerinden çıkarmadığı siyah-beyaz düz basic t-shirtler web sitesi www.byh.com.tr üzerinden satışa sunulmaktadır. Spora ve tenise tutkunluğuyla bilinen Avşar'ın 2001 yılından bu yana kendi adını taşıyan Hülya Cup tenis turnuvası düzenleyerek buradan elde ettiği gelirle eğitime destek vererek çocuklara burs ve tenis imkânı kazandırmaktadır. Özel yaşamı. Hülya Avşar, Balıkesir'in Edremit ilçesinde, Höçvan Hasköylü Kürt bir baba ve Edremitli Türk bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Anne tarafının bir kısmı Girit Türk’ü, diğer kısmı ise Yörük kökenlidir. Babası Celal Avşar, eskiden Kayseri-Pınarbaşı'ndan Kars-Ardahan'a göç eden Kürtleşmiş bir Türkmen aşiretine mensuptur. Hülya Avşar, bir televizyon programında babasının Kürtçe adının Ello, kendi Kürtçe doğum adının ise Malakan olduğunu ve evde kendisine bu isimle seslenildiğini belirtmiştir. İlk evliliğini 1979'da Mehmet Tecirli ile yaptı ve iki yıl evli kaldı. Kaya Çilingiroğlu ile olan evliliğinden Zehra (d. 1998) isminde bir kız çocuğu sahibidir. Çift, 2005 yılında boşandı. Kendisi sıkı bir Beşiktaş taraftarıdır. Kaya Çilingiroğlu'ndan boşandıktan sonra bir süre iş insanı Sadettin Saran ile beraber olmuştur. Annesi Emral Avşar, 6 Şubat 2009'da kanserden ölmüştür. 24-25 Ağustos 2009 tarihlerinde "Milliyet"'te yayımlanan röportajında Kürt açılımını hakkında görüşlerini bildirmesiyle hakkında Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından "Halkı kin, nefret ve düşmanlığa tahrik ettiği" gerekçesiyle soruşturma açıldı. Soruşturmayı yürüten savcı, Avşar hakkında takipsizlik kararı verdi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5770", "len_data": 4236, "topic": "ENTERTAINMENT", "quality_score": 3.03 }
Adilcevaz, Bitlis ilinin nüfus bakımından en küçük, Van Gölü'nün kıyısında kalan ilçesi. Tarihçe. Türk Ansiklopedisi'nin Adilcevaz maddesinde bölgenin eski ismi Arcige'dir. Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne ait bazı belgelerde ise bölgeden "Cevizler Vadisi" anlamına gelen Arapça Zatu'l- Cevaz olarak bahsedilmektedir. Adilcevaz ilçesi, bölgede yaşayan Ermenilerce "Ardzgue" adıyla anılmıştır. İlçenin kuzeyinde Urartular'a ait bugün "Kef Kalesi" adıyla anılan bir kale vardır. Adilcevaz'ın tarihi oldukça eskiye dayanmaktadır. Bölgenin geçmişi Kalkotik çağına kadar uzanmaktadır. Bölgede öncelikle Asurlular hakim olmuştur. Daha sonra ise Van Gölü ve çevresine Urartular yerleşmiştir. Persler (MÖ 700) ve Makedonyalılar (MÖ 330) buraya egemen olmuşlardır. MS 700 yıllarında Arap akınları buraya kadar ulaşmış, sonraki yıllarda bölge Araplar ile Bizanslılar arasında sürekli savaşlara sahne olmuş ve her iki toplum arasında zaman zaman el değiştirmiştir. Malazgirt Meydan Muharebesi'nden (1071) sonra da yörede Türklerin egemenliği başlamıştır. Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran Muharebesi'nden (1514) sonra da Osmanlı topraklarına katılmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Rus işgali ve sonrasında ise Ermeniler bu bölgeye hakim olmaya çalışmış olsa da, TBMM Hükûmeti ile Ermenistan arasında imzalanan Gümrü Antlaşması ile birlikte bölgedeki Türk hakimiyeti netleşmiştir. 29 Ekim 1923 tarihinde cumhuriyetin ilanı ile birlikte Van'a bağlı bir ilçe olmaya devam eden Adilcevaz'ın ilçe statüsü 1926'da kaldırılmıştır. 1929'da Ahlat Van'a bağlanınca Adilcevaz da Van'a tabii olmuştur. 1953 yılında ise ilçe haline dönüştürülerek Bitlis iline bağlanmıştır. Kültür. Adilcevaz'da ekim ayının ilk haftasında geleneksel olarak "Ceviz Festivali" düzenlenir. Çeşitli etkinliklerle beraber ceviz ağası seçimi yapılır. Etnik yapı olarak merkezde Türkmen kökenli, köylerde ise Kürt kökenli vatandaşların yoğunluğu söz konusudur. Ayrıca Yolçatı Köyü gibi Çerkes köyleri de mevcuttur. Etnik yapının fazla olduğu ilçede kültürel zenginlikler ön plana çıkmaktadır. Coğrafya. İl merkezine 90 kilometre uzaklıktadır. Etrafı sıra dağlarla çevrili olan Adilcevaz'ın güney cephesi ise Van Gölü'ne bakmaktadır. Ulaşım ilçenin yine düz ve engebesiz olan güney kısmından, Van Gölü'ne paralel olarak batıda Ahlat ilçesine doğuda ise Erçiş ilçelerine bağlamaktadır. İlçenin kuzeyinde Batmış Gölü bulunmaktadır. İklim ise Van Gölü'nün ılımanlaştırıcı etkisine bağlı olarak diğer Doğu Anadolu kentleri ve ilçelerine nazaran daha yumuşaktır. Ancak yine bulunduğu bölgenin iklim özelliklerini büyük ölçüde yansıtmaktadır. Karasal bir iklim özelliğine sahip olduğundan kışın soğuk, yazın ise sıcaklık fazladır. Yaz ve kış arasında sıcaklık farkı oldukça fazladır. Nüfus. İlçe; 1 belde, 28 köy ve 8 mahalleden oluşmaktadır. Aşağıda şemada görüldüğü gibi zamanla özellikle 2000'li yıllardan sonra şehir nüfusu hızla düşmüş kır nüfusu ise çok olmamakla birlikte son döneme kadar artmıştır. Ekonomi. İlçede yaklaşık olarak 49.300 adet ceviz ağacı bulunmaktadır. Yıllık fidan üretimi 10.000 adettir. Adilcevaz'da üretimi yapılan ceviz, dünya düzeyinde dereceye girmiştir. Bu cevizin kendine has bazı özellikleri mevcuttur. Van Gölü'ne en uzun kıyı şeridi olan ilçe olması bakımından turizm için avantajlara sahip olsa da bunu pek kullanamamaktadır. Turizm bakımından Türkiye'nin en çok tarihî eser ve çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapan bir yerde olması yeterli reklam yapılamaması bakımından turizm gelirlerinden Adilcevaz'ı mahrum bırakmıştır diyebiliriz.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5772", "len_data": 3519, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.34 }
Akdeniz Bölgesi, Türkiye'nin yedi coğrafi bölgesinden biridir. Anadolu'nun güneyinde Akdeniz kıyısı boyunca uzanır. Genişliği 120–180 km arasında değişir. Batı ve kuzey batısında Ege Bölgesi, kuzeyinde İç Anadolu Bölgesi, doğusunda Güneydoğu Anadolu Bölgesi, güneyinde ise Akdeniz bulunur. Güneydoğudan Suriye ile komşudur. Türkiye'nin başka bölgelerinde olduğu gibi Akdeniz Bölgesi'nde de bölge sınırları ile yönetim birimleri olan illerin sınırları tümüyle çakışmaz. Coğrafya. Coğrafi konum. Adını güneyindeki denizden alan Akdeniz Bölgesi, kuzeybatıda Ege Bölgesi, kuzeyde İç Anadolu Bölgesi, kuzeydoğuda Doğu Anadolu Bölgesi ve doğuda Güneydoğu Anadolu Bölgesi ile komşudur. Kıyı uzunluğu doğuda Suriye sınırından batıda Marmaris'e kadar 1542 kilometredir. Arazi Yapısı. Akdeniz bölgesinin arazi yapısı oldukça dağlık ve engebelidir. Bölgenin yeryüzü şekillerinin ana çizgilerini Toros Dağları belirler. Antalya Körfezi'nin iki yanında yer alan Batı Toroslar, Kuzeyde Göller Yöresinde birbirine yaklaşıp sıkışır. Teke Yarımadası'nın batısında beliren Batı Toroslar, Taşeli Platosu'na kadar uzanır. Genellikle kalker ve ofiyolitli kayalarından oluşan bu dağlar kırıklı ve kıvrımlı bir yapı gösterir. Batı Torosların en yüksek noktası Bey Dağlarındaki 3096 m'lik Kızlar Sivrisi Tepesidir. Göller Yöresi'nin kalker oluşumu, sarp dağlarının ortalama yüksekliği 2000–2005 m arasındadır. Yüksek kütleler arasında Avlan, Gördes, Söğüt gibi karstik kökenli çanak biçimli çukur alanlar vardır. Bu kesim aynı zamanda düden, obruk, mağara, yer altı dereleri, suyutan ve voklüz kaynakları gibi karstik şekiller bakımından da zengindir. Türkiye'nin, Beyşehir ve Eğirdir gibi büyük tatlı su gölleri buradadır. Batı Toroslar, dik eğimli yamaçlarından inen bol sulu akarsular tarafından parçalanmış ve genellikle boylamasına uzanan derin vadiler ortaya çıkmıştır. Orta Toroslar, güney batıdaki Taşeli platosu ile kuzey doğudaki Uzunyayla arasında uzanır. Bu kesimdeki başlıca yüksek kütleler batıdan doğuya doğru Bolkar Dağları, Aydos Dağları, Aladağlar, Tahtalı Dağları ve Binboğa Dağlarıdır. Orta Toroslar'ın en yüksek noktası Ala Dağlar'da 3756 m'ye yetişen Demirkazık Tepesidir. Orta Toroslar Uzunyayla'da 1500m yüksekliğindeki bir platoya dönüşür. Orta Toroslar kuzey-güney doğrultusunda akan bol sulu akarsular tarafından parçalanmıştır. Göksu, 130 km uzunluğundaki Limonlu Çayı, Tarsus çayı bunların başlıcalarıdır. Bu akarsular kalker oluşumlu dağlar arasında, derinliği 1000m'yi bulan vadiler açar ve yörenin yüzey şekillerinin sert bir görünüm almasına neden olur. Nur Dağları, Toroslar dağ sisteminin en güneyindeki bölümünü oluşturur ve İskenderun Körfezinin doğusunda dik bir duvar gibi yükselir. Bu dağların, Güneydoğu Torosların başlangıcı olan Ahır Dağlarına yaklaştığı noktada yükseltisi Düziçi İlçesinin kuzeyinde Düldül Tepesi 2200 m. Osmaniye'nin Güneydoğusunda Daz Tepesi 2200 m. Dörtyol'un doğusunda Mıgır Tepesi 2243 m.yüksekliğindedir. Lübnan topraklarından doğarak kuzeye doğru akan ve Antakya yakınlarında dik bir açıyla batıya dönen Asi Nehri, Amik Ovasının Güneybatı ucunda, geniş tabanlı bir vadiden geçer ve Samandağı yakınlarında Akdeniz'e dökülür. Çukurova, doğuda Amanos Dağları, batıda ise Orta Toroslar'la sınırlanır. Bu geniş düzlük batıda Seyhan doğuda Ceyhan ırmaklarının taşıdığı alüvyonlarla oluşmuş büyük bir delta ovasıdır. Çukurova'nın kuzey kesimleri bu iki ırmağın kolları ile yeryer parçalanmış bir plato görünümündedir; buna karşılık güneyde tekdüze bir hal alır. Bölgedeki en önemli akarsular doğudan batıya doğru sırasıyla Asi, Ceyhan ve Seyhan ırmakları ile Göksu, Köprü Suyu, Aksu, Eşem ve Dalaman çaylarıdır. Başlıca doğal göller Beyşehir, Eğirdir, Burdur ve Suğla gölleridir. Kıyılarda ise irili ufaklı birçok lagün vardır. En önemli yapay göller ise Seyhan, Çatalan, Aslantaş ve Menzelet baraj gölleridir. Akdeniz kıyıları genellikle, az girintili çıkıntılı olması ve geniş yaylar çizmesi bakımından Karadeniz kıyılarına benzer; kıyı sahanlıklarına da pek rastlanmaz. Bölgenin en batı kesiminde ise dağlar kıyıya dik uzandığı için, burada Ege kıyılarına benzeyen daha girintili çıkıntılı bir kıyı tipi vardır. Bu kıyıların, yakın zamanlardaki bir deniz düzeyi yükselmesi sonucu oluştuğu sanılmaktadır. Engebeli kıyının içine sokulmuş küçük koylar, adalar ve yarımadalar bu yükselme nedeniyle ortaya çıkmıştır. İklim. Akdeniz, Ege bölgesi kıyıları Marmara Denizi çevresinde ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinin Batı Kesminde Gaziantep ve Kilis çevresinde Akdeniz İklimi görülür. Bu iklimde yazlar sıcak ve kuraktır. Kışlar ise ılık ve yağışlıdır, yaz ve kış mevsimindeki yağış miktarı arasında, büyük bir fark bulunmaz.İç kesimlere doğru Karasal iklim görülür. Bitki örtüsü. Dağların denize bakan yamaçlarında makilikler ve yer yer yüksek ormanlar kaplı ve arkalarında çukur alanlar ise karasal etkilerin arttığı bir iklim tipine rastlanır. Yine de Akdeniz'in etkisi nedeniyle bu kesimlerdeki iklim, İç Anadolu'daki kadar şiddetli karasal özellikler taşımaz. En sıcak ay ortalaması kıyılardaki 27-28 °C, iç kısımlar 23-25 °C dir; en soğuk ay ortalaması ise kıyıda 10 °C dolayında iken iç kısımlarda 1,5-2 °C kadar iner. Benzer biçimde, yıllık ortalama sıcaklık kıyılarda 18-20 °C, iç kısımlarda ise 12-14 °C kadardır. Yine Türkiye'nin ortalama sıcaklıgı en yüksek noktası da buradadır Mersin kent merkezinin ortama sıcakklığı yıllık 22 °C dir. Bu sayede turizm gelişmiştir. Turizm bölgenin önemli geçim kaynaklarındandır. Aynı zamanda iklim şartları nedeniyle bitki örtüsü makidir ve aynı zamanda yazları sıcak ve kurak kışları ise ılık ve yağışlı geçer. Yine de bu bölgede ortalama derece yazları 18°-30° derece kışları ise ortalama 8°-10° derece arasında yer alır. Bitki örtüsü maki, defne, keçiboynuzu, zeytin gibi bodur ve kısa ağaçlardan oluşur. Ancak bu ağaçlar orman ağaçlarına nispeten sıcağa ve soğuğa daha dayanıklıdır. İller. Akdeniz Bölgesi sınırları içerisindeki iller şunlardır: Nüfus ve Yerleşme. 2007 nüfus sayımı sonuçlarına göre Akdeniz Bölgesi'nin nüfusu yaklaşık olarak 8,9 milyondur. Akdeniz Bölgesi kıyı bölgelerimize göre daha az nüfusludur. Nüfus yoğunluğunun en az olduğu yerler Teke ve Taşeli Platosu ile dağlık alanlardır. Akdeniz Bölgesi sulak ve kurak olmayan bir bölge olduğundan nüfus dağınıktır. Turizm. Bölgenin kıyı kesimindeki elverişli iklim koşulları, doğal güzellikler ve tarihi zenginlikler turizmin gelişmesini sağlamıştır. Antalya Bölümü, deniz ve tarih turizmiyle ön plana çıkmaktadır. Antalya, Alanya, Side, Kaş ve Kalkan, bu bölümde deniz turizminin geliştiği merkezlerdir. Akdeniz medeniyetini simgeleyen Olimpus, Patara gibi tarihi şehir kalıntıları önemli turistik çekiciliklerdir. Bölgede geniş alan kaplayan karstik şekiller, özellikle Damlataş ve İnsuyu ile Cennet – Cehennem doğa harikasıdır. Pek çok milli park ile uluslararası yarışma ve festivallere duyulan aşırı ilgi bölge turizminin gelişmesine katkıda bulunmaktadır. Adana Bölümü'nde bulunan Mersin, Adana ve Hatay illerinde de deniz, tarih, doğa ve özellikle gastronomi turizmi gelişmiştir. Bölge son yıllarda yalnızca gastronomi turizmi için 3 milyon civarında ziyaretçiyi ağırlar hale gelmiştir. Bölgenin meşhur yemeklerini yapan pek çok restoran yanında son yıllarda bu kentlerin sokak lezzetlerine olan ilgi, sosyal medya sayesinde katlanarak artmıştır. Gastronomi turizminin yanında Mersin'de bulunan Yapraklı koy, Kızkalesi ve Tisan Koyu, Adana'da bulunan Karataş ve Yumurtalık sahilleri, Hatay'da ise Arsuz sahilleri, deniz turizmi için her yıl pek çok insanı kendisine çekmektedir. Hem bu bölgelerdeki sit alanları, hem kent merkezlerinde bulunan Adana Arkeoloji Müzesi, Mersin Arkeoloji Müzesi müzeleri gibi pek çok müze, yerli ve yabancı turistlerin ilgi odağı olmakta ve bölgenin tarih turizminin önemli destinasyonlarından olmaya devam etmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5782", "len_data": 7804, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.57 }
Gelgit veya med cezir, bir gök cisminin başka bir gök cismine uyguladığı kütleçekimi nedeniyle her iki cisimde meydana gelen şekil bozulmaları. En çok bilineni, her bir ay gününde Ay ve Güneş'in göreli konumlarındaki değişmeler sonucu kütleçekimlerinde meydana gelen farklılıklar nedeniyle deniz seviyesindeki yükselme ve alçalmalardır. Galileo 1632'de yayımladığı "Gelgit Üzerine Diyalog" "(Dialogo sopra i due massimi sistemi del mondo)" kitabında gelgit için "Denizdeki suların, Dünya'nın Güneş etrafında dönmesi sonucu savrulmasıdır." diyerek yanılgıya düşmüştür. Gelgitin kütleçekim kuvveti sonucu oluştuğu 1687'de Newton'ın "Principia" eserinde açıklanmıştır. 18. yüzyılda su yüksekliğini hesaplayacak tablolar geliştirilmiştir. Günümüzde ise su yüksekliği, akıntılar ve gelgitin oluşacağı zaman bilgisayarlarla hesaplanmaktadır. Ay etkisi. Ay yerküre etrafında dönerken yerkürenin bir yüzü Ay'a daima daha yakındır. Bu durumda Ay'a yakın yerdeki sular ay tarafından kendine doğru çekilirler. Bu arada kabaran suların arkasında bulunan boşlukları yanlardan gelen sular doldurur. Böylece Dünya'nın Ay'a bakan yüzeyinde sular yükselirken diğer yerlerde alçalır. Bu yükselme ve alçalma birbirini devamlı izler. Dünya yüzeyinde Ay'ın (veya Güneş'in) çekim alanı farkı, gelgit oluşturan güç olarak bilinir. Bu gelgit hareketini oluşturan temel mekanizmadır ve günde iki yüksek gelgite neden olan iki eşit-potansiyel gelgit tümseğini açıklamaktadır. Güneş etkisi. Gelgit olayını etkileyen bir diğer faktör de Güneş'tir. Ay, Dünya ile Güneş arasındayken güneş etkisi çok; Ay, Güneş'e göre 90 derece farklı tarafta ise güneş etkisi azdır. Gelgit olayı ilk ve ikinci dördün evrelerinde en düşük, yeni ay ve dolunay evrelerinde en büyük değeri alır. Bir yerde sular kabarırken Ay, o yer için gökyüzünün en yüksek noktasındadır. Herhangi bir yerde gelgit olayı her gün aynı saatte olmaz. Bir önceki günden 50 dakika daha geç oluşur. Buna Liman Gecikmesi denir. Nedeni ise Güneş günü ile Ay günü arasındaki 50 dakikalık farktır. Bir meridyen, Ay'ın karşısına geldikten sonra dünya dönerek aynı alana 24 saatte gelir, fakat bu sırada Ay dünya çevresindeki yörüngesinde döndüğü için biraz ilerlemiştir, 50 dakika sonra meridyen yeniden ay karşısına gelir. Böylece Ay günü 24 saat 50 dakika olur. Gelgit olayındaki sürtünmelerden dolayı yerkürenin kendi etrafındaki dönme hızı azalır. Böylece günler yavaş yavaş uzar. Gelgit olayındaki sürtünme Dünya'nın dönme hızında yavaşlamaya neden olurken, Ay'ın da her yıl Dünya'dan 3,8 cm uzaklaşmasına neden olur. Kurumsal çalışmalar ve gözlemler, kabarma ve alçalmaların sıfır olduğu noktaların bulunduğunu ortaya çıkarmıştır; kabarma ve alçalmalar bu noktalar çevresinde (saat yönünde ya da ters yönde) döner. Akdeniz, Karadeniz ve Baltık Denizi gibi, neredeyse tamamen kapalı denizlerde, doğrudan yerel gelgit kuvvetlerinin etkisiyle bir duran dalga oluşur. Bu denizlerde gelgit genliği oldukça küçüktür (santimetre ölçeğindedir). Açık okyanuslarda genellikle bir metreden azdır. Körfezlerde ve bunlara bitişik denizlerde genlik çok daha büyük olabilir. Çünkü gelgit dalgası kıta sahanlığının sığ sularına girince, ilerleme hızı yavaşlar ve enerji küçük bir hacimde biriktiği için gelgit yükselme ve alçalmaları büyük boyutlara ulaşabilir. Gelgit olayının türleri. 1-Günlük gelgit (diurnal tide) 2-Yarı-günlük gelgit (semi-diurnal tide) 3-Karışık gelgit (mixed tide) Günlük gelgit; genelde tropik bölgelerde görülen, bir Ay gününde bir yükselme ve bir alçalma şeklinde oluşan gelgit türüdür. Yarı-günlük gelgit; genellikle Kuzey Avrupa kıyılarında görülen, iki yükselme ve iki alçalma şeklinde oluşan gelgit olayıdır. Karışık gelgit ise; genellikle Kuzey Amerika kıyıları ve Avustralya kıyılarında görülen, iki yükselme ve iki alçalma ile bütünleşik şekilde oluşan gelgit olayına verilen isimdir. Gelgit bileşenleri. Gelgit değişiklikleri değişen süreler boyunca hareketler birbirini etkiler. Bu etkilere gelgit bileşenleri denir. Birincil bileşenler Dünya'nın dönme, Ay ve Dünya'nın ekvator üzerinde, Ay'ın yükseklik (kot değişimleri) ve Güneş bağlı konumlarıdır. Bunlar, yarısından daha az bir gün süre ile varyasyonlarıdır yani harmonik bileşenleri denir. Bunun tersine ise, gün, ay veya yıl döngüleri olarak adlandırılır ve bu bileşenlere de uzun süreli bileşenler denir. Gelgit kuvvetleri, tüm dünyayı etkiler, ancak bu etkileme çok azdır. Bunun sebebi ise katı Dünya'nın hareketi sadece birkaç santimetre olduğu içindir. Gelgit enerjisi. Gelgit hareketlerinin enerjiye dönüştürülme fikri 11. yüzyıla kadar dayanır. O zamanlar, değirmenciler tahıl öğütürken gelgit hareketlerinden faydalanırlardı, şimdi ise; gelgit hareketlerinden doğan enerji, gelişmiş makineler vasıtasıyla elektrik enerjisine dönüştürülmektedir. Diğer bir deyişle Gel-git ve akıntı enerjisi, gelgit veya okyanus akıntısı nedeniyle yer değiştiren su kütlelerinin sahip olduğu kinetik veya potansiyel enerjinin elektrik enerjisine dönüştürülmesidir. Bilim adamları bu güçten yararlanarak suyun yükselmesiyle gelen akıntıdan ve yine alçalmasından meydana gelen ters yöndeki akıntıdan yararlanmışlar ve çok büyük kapasiteli elektrik jeneratörleri kurmuşlardır. Okyanuslarda henüz kullanılmamış ve maliyetli bir enerji türü olan gelgit enerjisi ile suyun kabarması ve inmesi şeklinde gelişen gelgit hareketi süresince suyun hareket enerjisinin kullanılması mümkündür. Gelgit enerjisinin %8-25'i faydalı hale dönüştürülebilir. Gelgit enerjisinden yararlanmak için sahillerin okyanusa açık olması gerekmektedir. Bu nedenle, gelgit enerjisi Türkiye açısından uygun olmamaktadır. Gelgit hareketlerinden elektrik üretmek için, alçalan ve yükselen gelgit arasındaki farkın en az beş metre olması gerekmektedir. Yeryüzünde bu büyüklükte gelgitlerin bulunduğu yaklaşık kırk bölge vardır. Körfezler, gelgit enerjisi üretmek için en ideal bölgeleri teşkil etmektedir. Mühendisler gelgitlerden enerji elde etmek için bir halice veya körfeze boydan boya baraj veya barikat kurarak gelgitleri sıkıştırmış ve gelgit barajın diğer tarafında yeterli su seviye farkını ürettiğinde geçitler açılmış, su türbinlere doğru akmış ve türbinler elektrik jeneratörleri vasıtasıyla elektrik üretmiştir. Bir diğer gelgit teknolojisi olarak da gelgit çitleri tasarlanmıştır. Gelgit çitleri, dev turnikeleri andırmaktadır. Bu turnikeler gelgitler olduğunda dönerek enerji üretmektedir. Henüz dünyanın hiçbir yerinde gelişmiş gelgit çitleri yoktur. Ancak Filipinler'de bu teknoloji için planlar yapılmaktadır. Gelgit enerjisinden yararlanmak için tasarlanan bir diğer yöntem ise; suyun altına yerleştirilecek gelgit türbinleridir. Avrupa Birliği yetkilileri Avrupa'da bu iş için uygun 106 bölge tespit etmişlerdir. Ayrıca Filipinler, Endonezya, Çin ve Japonya'da gelecekte geliştirilebilecek su altı türbini alanlarına sahiptirler. Gelgit enerjisinden, Rusya ve Fransa gibi ülkelerde, 400 kilo watt'tan 240 milyon watt'a varan kapasitelerde yararlanmak istemişlerdir. Hesaplamalara göre yeryüzündeki okyanuslardaki gelgit hareketleri her gün devamlı olarak 3 bin milyar kilo watt enerjinin yüzde 2'sinin (toplam 60 milyar watt) elektrik enerjisine dönüştürülebileceği tahmin edilmektedir. Resim galerisi. Bilinen en büyük gelgit Kanada'daki Fundy Körfezi içinde oluşur; burada 21 metre yüksekliğe kadar kabarmalar gözlenmiştir. Fundy Körfezi'nde denizin altı saatlik yükselişi sırasında kara, 100 milyar ton su ile dolar. Bu miktar dünyadaki tüm nehirlerin toplam su miktarına yakındır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5783", "len_data": 7464, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.26 }
Pozantı, Adana iline bağlı bir ilçedir. Tarihi boyunca Pozantı'ya çeşitli milletler tarafından değişik isimler verilmiştir. Pozantı'nın ilk çağlarda adı Pendonsis veya Pendosis idi. Araplar El Bedendum demişler, Türkler de Bozantı ismini vermişlerdir. Tarihçe. Gülek Boğazı yolu birçok milletin konup göçtüğü Pendonsis şehri kalıntıları üzerine kurulmuş, tarihi boyunca coğrafi konumundan dolayı önemli bir konak yeri olmuştur. Pozantı ve çevresi Hititlerin, Perslerin, İskender'in, Roma ve Bizans İmparatorluğunun idaresinde kaldıktan sonra, Abbasiler devrinde bilhassa Halife Harun Reşit zamanında bu bölgeye çok sayıda Türk aşiret ve boyu yerleştirildi. 1015 tarihinden itibaren Anadolu'ya başlayan Türk akınları buralara kadar uzandı. 1071 Malazgirt zaferinden sonra Türkler'in hakimiyetine alındı. Haçlı seferleri sırasında yeniden Bizansların eline geçen Pozantı daha sonra Kilikya Ermeni Krallığı ve Memlüklere bağlı Ramazanoğullarının eline geçtikten sonra Yavuz Sultan Selim'in 1517 seferi ile Osmanlı topraklarına katıldı. Mondros Ateşkes Antlaşmasının imzalanmasından sonra Anadolu, işgal güçlerinin istilasına uğramakla Pozantı'da Fransızların işgaline maruz kalmıştır. 25 Mayıs 1920'de Pozantı düşman işgalinden kurtarılmıştır. Bu esnada Adana da Fransızların işgali altındaydı. İl merkezi 5 Ağustos 1920 Pozantı kongresinden sonra, Pozantı'ya taşındı. 1954 yılına kadar bucak olan Pozantı bu tarihte ilçe olmuştur. Turizm. Pozantı, Çukurova Bölgesini ve Akdeniz kıyılarını İç Anadolu'ya bağlayan en kolay ulaşım yolu üzerinde bulunmaktadır. Sözü edilen ulaşım kolaylığı aynı zamanda turizmin Pozantı'dan geçerek bir taraftan İç Anadolu'ya (Kapadokya, Ihlara Vadisi, Konya, Ankara, Kayseri) diğer taraftan Akdeniz Bölgesi (Adana, Mersin, Osmaniye, Gaziantep, Kahramanmaraş, Hatay) ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinin (Şanlıurfa, Diyarbakır, Mardin) ulaşımını sağlamaktadır. Bölgede Aladağ Milli Parkı ve Demirkazık zirvesi, Çiftehan kaplıcaları, Ulukışla Karagöl ile Bolkar dağları özellikle yazın turizmin yoğunlaştığı alanlardır. Bu alanlara giden insanlar Pozantı'da konaklayarak günübirlik gidip gelebilmektedir. Günübirlik konaklama giderek yaygınlaşmaktadır. Halihazırda bu kişilere ilçede konaklama dışında diğer turizm imkanları (organizasyon, turlar, turistik eşya satışı, alışveriş mekanları vb.) sunulamamaktadır. Mahalleler. Pozantı'nın 21 mahallesinin 5'i merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 11.305 kişi (%58,8) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 42,4 km uzaklıktaki Çamlıbel'dir. Merkez mahalleleri dışında nüfusu en fazla olan mahalle, 1.542 kişi ile Kamışlı'dır. Pozantı'nın nüfusu 2017 yılında %0,76 azalmıştır. Pozantı ilçesinin mahallelerinin ilçeye uzaklığı, rakımı ve nüfusu Tarihi eserler. İlçe merkezinde bulunan tek tarihî eser, 1919 yılında kolordu komutanı Ahmet Cemal Paşa tarafından yaptırılan Cemal Paşa camii ve çeşmesidir. Bu camii sonradan onarılmıştır. Bugün ise bazı dini günlerde artan cemaata cevap verebilmesi için bir kat daha yükseltilmiş ve üzeri kubbeler ile örtülmüştür. İlçe sınırları içerisindeki eski ve yeni Anahşa kaleleri Tekir tabyaları vardır. 1671 tarihinde Gülek'in girişindeki tarihi Anahşa kalesini gören Evliya Çelebi, orasının mamur bir kale olduğunu yazmaktadır. Araplar, Hüsnüs-Sekabile derdi. Eski Konacık 4 km doğusundaki yalçın bir dönemecin gediği üzerine kurulu Anahşa kalesi de birkaç kez onarılmıştır. Tekir tepesini iki yönden kontrol altında tutan bugünkü E-90 karayolu kenarında üst kısmı yıkılmış, toprak altındaki bölümleri sağlam olan bir ara bölümünde bulunduğu Tekir tabyaları ise Mısırlı İbrahim Paşa zamanından kalmadır (19. yy başları). Aşçıbekirli köyü yakınlarındaki Fenese harabelerinin ise Bizans devrine ait bir şehir kalıntısı olduğu sanılmaktadır. Şeker pınarındaki tarihi taş köprü (Ak köprü) Ekim 1981'de meydana gelen sel taşkını sırasında yıkılmıştır. Bu köprünün tarihi hakkında kitabesinin kaybolması nedeniyle kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak köprü eski yapısal özellikleri bozulmadan tekrar onarılmıştır. Kamışlı köyü sınırlarında bulunan Ören ve Asar yaylarının da eski birer şehir kalıntısı olduğu söylenmektedir. Bu da topraktan çıkan eskiye ait kalıntılar ve künkle (taş boru) su yolu bozuntusu ile eski su yolu deposu bozuntularından anlaşılmaktadır. Yerel yönetim. Eylül 2016'da, FETÖ'ye yardım ve destek verdiği gerekçesiyle 5 Ağustos'ta tutuklanan belediye başkanı Mustafa Çay'ın yerine 1 Eylül 2016 tarihinde yürürlüğe giren 674 sayılı Kanun Hükmünde Kararname uyarınca belediye meclis üyesi Mahmut Sami Baysal atandı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5784", "len_data": 4544, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.38 }
Kozan, Adana ilinin bir ilçesidir. Adana ovasının Yukarı Ova denilen kısmında düz arazinin tepelik bölgeye geçtiği kesimde kurulmuş olup, il merkezine uzaklığı 73 km'dir. İlçe kuzeyde Kayseri, Yahyalı, Feke, Saimbeyli; doğuda Osmaniye, Kadirli; güneyde Ceyhan, İmamoğlu; batıda Aladağ ilçeleriyle çevrilmiştir. İlçenin yüzölçümü 1690 km²dir. Adana'nın, metropoller, hariç iki büyük ilçesinden birisidir. Ayrıca Adana İl Sınırları içindeki en geniş ilçe durumundadır. Tarih boyunca önemli bir yerleşim olan Kozan Kilikya Ermeni Krallığı'nın başkentliğini yapmış olup Osmanlı ile Cumhuriyet döneminde 1926'ya kadar vilayetlik yapmıştır. Ancak 1926'da bazı milletvekilleri yüzünden vilayetliği lağvedilmiştir. Ayrıca vilayetken Fevzi Çakmak'ı TBMM'ye milletvekili olarak göndermiştir. Profesyonel liglerde oynayan tek takımı Kozanspor'dur. Bölgesel Amatör Ligde mücadele etmektedir. Kulüp tarihi boyunca bir 3. Lig bir Bölgesel Amatör Lig arası gidip gelse de 2015 yılında 3. Lige yükselmiş ve bir daha hiç düşmemiştir. İç saha maçlarını İsmet Atlı Stadında oynar. İlçenin "Kozan Dağı", "Dengin Yoktur Kozan" ve "Kozan" gibi çok sayıda tanıdık türküleri bulunmaktadır. Otağ TV adında bir televizyon kanalı, Kozan FM ve Sis FM adında da iki radyosu bulunmaktadır. 7 adet yerel gazetesi bulunan Kozan, İnternet haberciliğinde birçok ilden ileri durumdadır. Eğitimde de oldukça iyi olan Kozan'ın okuryazarlık oranı birçok ilçeden yüksektir. İlçede Çukurova Üniversitesi'ne bağlı yüksekokul mevcuttur. İlçeye 4 yıllık fakülte kurulmuştur. Ekonomide de yükselen güç olan Kozan'da "Kozan Organize Sanayi Bölgesi" bulunmaktadır. Türkiye'nin birçok yerinde Kozan'dan göç etmiş olanların kurmuş olduğu, Kozan adını taşıyan yerleşim yerleri de mevcuttur (Kozanlı, Kulu, Kozanlı, Soma, Kozan, Çandır, Kozan, Serik, Hacılar vb). Etimoloji. Şehrin bilinen en eski ismi "Sis" veya Siski'dir. Roma kontrolü altında şehire "Flavias" veya "Flaviopolis" denilmiştir. Bizans döneminde ise şehrin eski Yunanca ismi olan Sision (Σίσιον) yaygınlık kazanmıştır. Ermenicede şehre "Sis" (Սիս) veya "Sissu" denilmiştir. Şehre "Kozan" (Osmanlıca: قوزان) isminin verilmesi, aslen Gaziantep'in Kozan köyü kökenli Kozanoğlu Hanedanı'na (1689-1865) dayanmaktadır. Kozan adı eski Türkçede aynı zamanda bazı boyların totemi olan “Yaban Tavşanı” (İng. jack Rabbit, Hare) anlamına gelir. Genellikle Ogur Türkçesinde çok eskiden kullanılan “Ksoran” biçiminin, Ogur-Oğuz değişimiyle yani –r ve –s/z değişimiyle “Kozan” şeklini almasıyla oluşmuştur. Diğer Kuzey Türkçelerinde çoğunlukla “Kıyan-Kuyan-Koyon-Köyön-Kodan-koygun” biçiminde görülen bu kelime Türkiye'de Orta Anadolu'da “Göcen-Gocen-Gozan” biçiminde fakat “Yaban Tavşanı Yavrusu” anlamında kullanılır. Orta Çağ'dan önce kaydı yoktur fakat kesinlikle iki nedenden dolayı daha eskidir. 1- bazı kuzey-doğu formları çok eski bir biçimi olan *Koḏan (Kozan) şeklindedir. 2- *Kuyan kelimesi Çuvaşca'daki (Ogur) eski *X/Ksoran biçiminin daha yeni bir formunun oldukça eski bir kanıtıdır ki burada –r ve -ḏ yani –s/z değişiminden dolayı *Koḏan (Kozan) biçimini alır. Diğer formları ise; Teleüt: Koyon/Köyön, Khakas: Kozan/Xozan, Tuva: Kodan/Koygun, Türkmen: Tawşan/ Dawuşğan, Bulgar: Tawşan ve Kıyan/Kuyan, biçimindedir. Ayrıca; Eski Uygurcada (8. yy.): Koyan/koyun, Çağataycada PdC: Koyan, Harezm'de: koyan, Codex Cumanicus'ta: Koyan, Biruni'de: Tuşkan, Kaşgarlı'da: Tavyişgan, «Imennik» Yıl 866 (Bul): Dvansh, Dovshon, Tatar: Kuyan, Taushan ve Karaçay-Balkar: K'on, olarak kayıtlıdır. Modern lehçelerde ise; Başkurd: kuyan, Nogay: Koyan, Kazak: Koyan, Kırgız: Koyon, Karakalpak: koyan, Altay: koyon / köyön, Leb (Lop/Karluk): koyon / köyön, Koyb: kozan, Sakha: Kozan, Şor: Kozan, Hakas: Hozan ve bazı orta kuzey, orta güney ve kuzey batı lehçelerinde koyan vb. biçimlerdedir. Nüfus. 1893 yılında Osmanlı Devleti tarafından yapılan nüfus sayımına göre Sis (Kozan) kazasının nüfusu 32.507 kişidir. Bunun %56'sı Müslümanlardan (çoğunluğu Türk), %43'ü Gayrimüslimlerden (çoğunluğu Ermeni) oluşmaktaydı. Kazada 18.338 Türk (Müslüman), 14.026 Ermeni, 56 Katolik ve 87 Protestan yaşamaktaydı. Aynı yılda Kozan sancağının toplam nüfusu 84.312 idi. Bunlardan 55.269 (%66) Müslüman ve 29.043 (%34) gayrimüslim idi. İlçenin nüfusu 31 Aralık 2020 tarihinde açıklanan ADNKS kesin sonuçlarına göre 132.974'tür. Kozan ilçe merkezi ve köylerin tamamı Müslüman Türklerden oluşmaktadır, etnik yapıda farklılık yoktur. Ancak az sayıda Balkan Göçmeni bulunur. İlçenin bugünkü görünümde dış savaşlar sırasındaki dış göçler etkilidir. Özellikle Aydın-Söke, Musul-Kerkük ve Bulgaristan ve Makedonya göçmenleriyle yerli Halk olan Varsak, Sırkıntılı Karakeçili, Sarıkeçili Türkleriyle beraber bölgedeki Türk nüfusunu oluşturur. Türklerden ayrı olarak Toros Arapı denen Arap ırkı Torosların eteklerinde yaşarlar. Mahalleler. Kozan'ın 103 mahallesinin 18'i merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 90.908 kişi (%69,7) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 79 km uzaklıktaki Y.Keçili'dir. Merkez mahalleleri dışında nüfusu en fazla olan mahalle, 1.540 kişi ile Hamam'dır. Kozan'nın nüfusu 2017 yılında %0,36 kişi artmıştır. Kozan ilçesinin mahallelerinin ilçeye uzaklığı, rakımı ve nüfusu
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5785", "len_data": 5176, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.51 }
Oğuz Atay (12 Ekim 1934, İnebolu - 13 Aralık 1977, İstanbul), Türk roman, öykü ve oyun yazarı. Hayatı. Oğuz Atay, 12 Ekim 1934'te Kastamonu'nun İnebolu ilçesinde dünyaya geldi. Babası, ağır ceza yargıcı ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) VI. ve VII. dönem Sinop, VIII. dönem Kastamonu vekili Cemil Atay'dır. İlk ve ortaokulu Ankara'da okuyan Atay, 1951'de bugünkü adı TED Ankara Koleji olan Ankara Maarif Koleji'nden, 1957'de İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi'nden mezun oldu. Askerliğini 1957-59 yılları arasında yaptıktan sonra tamir ve kontrol elemanı olarak Kadıköy vapur iskelesinin yapımında çalıştı. Görevinden istifa ettikten sonra İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (şimdiki Yıldız Teknik Üniversitesi) İnşaat Bölümü'nde öğretim üyesi oldu. 1975'te doçent olan Atay, Topografya adlı bir de mesleki kitap yazdı. Çeşitli dergi ve gazetelerde makale ve söyleşileri yayımlandı. Oğuz Atay, "Tutunamayanlar"ın 1971-72'de yayımlanmasından sonra, önemli bir tartışmanın odak noktası oldu. Bu romanıyla 1970 TRT Roman Ödülü'nü kazandı. Roman, Oğuz Atay'ın 20. ölüm yıldönümü olan 1997 yılında UNESCO tarafından 20. yüzyıl Türk edebiyatının en seçkin eseri olarak seçilmiştir. Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan "Tutunamayanlar", eleştirmen Berna Moran tarafından, "hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı" olarak nitelendirilmiştir. Moran'a göre "Tutunamayanlar"daki edebi yetkinlik, Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır. Atay'ın büyük etki yaratan eseri "Tutunamayanlar"ı 1973'te yayımladığı "Tehlikeli Oyunlar" adlı ikinci romanı izlemiştir. Hikâyelerini "Korkuyu Beklerken" başlığı altında toplayan Atay, 1911-1967 yılları arasında yaşamış ve aynı zamanda hocası olan Prof. Mustafa İnan'ın hayatını konu edinen Bir Bilim Adamının Romanı'nı 1975 yılında yayımlamıştır. 1973 yılında yayımlanan "Oyunlarla Yaşayanlar" adlı oyunu, Devlet Tiyatrosu'nda sahnelenmiştir. Atay, beyninde çıkan habis bir tümör nedeniyle büyük projesi "Türkiye'nin Ruhu"nu yazamadan 13 Aralık 1977'de, arkadaşı Altay Gündüz'ün Mecidiyeköy'deki evinde hayatını kaybetmiştir. Atay, Edirnekapı Mezarlığı Sakız Ağacı mevkiine defnedildi. Öldükten sonra 1987'de "Günlük", 1998'de ise "Eylembilim" adlı kitapları yayımlanmıştır. Sağlığında hiçbir kitabı ikinci baskı bile yapamayan Atay'ın kitapları ölümünden sonra büyük ilgi gördü ve defalarca basıldı. Yıldız Ecevit'in hazırladığı Oğuz Atay biyografisi ""Ben Buradayım..." - Oğuz Atay'ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası" 2005 yılında yayınlandı. "Korkuyu Beklerken" eseri 2008 yılında Öteki Tiyatro tarafından tiyatro oyunu olarak sahnelenmiştir"." "Tehlikeli Oyunlar" romanı, 2009 yılında Seyyar Sahne tarafından aynı adla tiyatro oyunu olarak uyarlanarak sahnelenmeye başlanmış ve hâlen sahnelenmektedir. Bir Bilim Adamının Romanı adlı biyografik eseri de 2012 yılında "Bir Bilim Adamının Oyunu: Mustafa İnan" adıyla "Te Sahne" tarafından tiyatroya uyarlanarak sahnelenmeye başlanmıştır. Eserlerinde düşle gerçeğin birbirine karışması, üstkurmacanın kurgunun ana ilkesi olması Oğuz Atay’ı postmodernist roman kategorisinde eser veren ilk Türk yazar yapmıştır. Oğuz Atay, özellikle "Tutunamayanlar" romanında, modern şehir yaşamı içinde bireyin yaşadığı yalnızlığı, toplumdan kopuşları ve toplumsal ahlaka, kalıplaşmış düşüncelere yabancılaşan, tutunamayan bireylerin iç dünyasını anlatır. Yapıtları eleştiri, mizah ve ironi barındırır. Kastamonu Valiliği kendisi adına 2007 yılından beri Oğuz Atay Edebiyat Ödülleri vermektedir. Belgesel. Nilgün Eroğlu Maktav'ın yönettiği "Hayat Bir Oyundur" adlı 2002 TRT yapımı bir belgesel bulunmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5788", "len_data": 3676, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.5 }
CHP şu anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5792", "len_data": 27, "topic": "POLITICS", "quality_score": 1.34 }
Yedi Kollu Şamdan, Menora veya Şamdan ( מְנוֹרָה), Tanah'ta, saf altından yapılmış, Musa'nın vahşi doğada ve Kudüs Tapınağı'nda kurduğu portatif sığınakta kullanılan yedi lamba (yedi mum ışığı) olarak, eski İbranicede ise lamba standı olarak tanımlanmıştır. En saf kalitede taze zeytinyağını yakarak günlük olarak kullanıldı. Yedi Kollu Şamdan eski çağlardan beri Yahudiliğin bir sembolü olmuştur ve modern İsrail devletinin resmî arması üzerindeki amblemdir. Menora ve Hanukiya'nın farkı. Menora yani Yedi Kollu Şamdan, Dokuz Kollu Şamdan yani Hanukiya ile karıştırılmamalıdır. Menora, Tapınağın var olduğu zamanlarda Kohen tarafından günde iki kere Tanrı'nın dünyaya ışık saçmasını dilemek için yakılırdı. Hanukiya ise Yahudi bayramı Hanuka'da da kullanılır. Işıklar Bayramı olarak da bilinen Hanuka'da kullanılan şamdanlar 9 kolludur. Kudüs Tapınağı Helen imparatorluklarından Selevkos'un işgali altındayken Makabiler Yahudi karşıtı baskılara isyan ettiler. Tapınağın içinde süren çatışmalarda Menora'daki sonsuz ateşi devam ettirebilmek için ancak bir günlük zeytinyağı kalmıştı. Bir mucize eseri şamdan ateşi sekiz gün boyunca yandı ve tapınağın yeniden inşa edilip yağ bulunmasına kadar yeterli oldu. Ortadaki kol, sağındaki ve solundaki üçer kolu yakmak amacıyla kullanılır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5793", "len_data": 1281, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.74 }
Dolmabahçe Sarayı, İstanbul, Beşiktaş'ta, Kabataş'tan Beşiktaş'a uzanan Dolmabahçe Caddesi'yle İstanbul Boğazı arasında, 250.000 m²'lik bir alan üzerinde bulunan Osmanlı sarayı. Marmara Denizi'nden Boğaziçi'ne deniz yoluyla girişte sol kıyıda, Üsküdar ve Kuzguncuk'un karşısında yer alır. Sultan Abdülmecid tarafından inşa ettirilen sarayın yapımı 1843 yılında başlayıp 1856 yılında bitirilmiştir. Günümüzde müze olarak kullanılmaktadır. Tarihi. Dolmabahçe Sarayı'nın bugün bulunduğu alan, bundan dört yüzyıl öncesine kadar Osmanlı Kaptan-ı Derya'sının gemileri demirlediği, Boğaziçi'nin büyük bir koyu idi. Geleneksel denizcilik törenlerinin yapıldığı bu koy zamanla bir bataklık hâline geldi. 17. yüzyılda doldurulmaya başlanan koy, padişahların dinlenme ve eğlenceleri için düzenlenen bir "hasbahçe"ye (hadayik-hassâ) dönüştürüldü. Bu bahçede çeşitli dönemlerde yapılan köşkler ve kasırlar topluluğu, uzun süre "Beşiktaş Sahil Sarayı" adıyla anıldı. 18. yüzyılın ikinci yarısına doğru, Türk mimarisinde Batı tesirleri görülmeye başlanmış ve "Türk Rokokosu" denilen süsleme şekli, gene Batı tesiri altında kalarak yapılan neobarok tarzı köşk, kasır ve sebillerde kendini göstermeye başlamıştır. Sultan III. Selim, Boğaziçi'nde Batı tarzında ilk binaları inşa ettiren padişahtır. Mimar Antoine Ignace Melling'e Beşiktaş Sarayı'nda bir kasır yaptırmış, lüzum gördüğü diğer yapıları da genişlettirmiştir. Sultan II. Mahmut, Topkapı Sahilsarayı'ndan başka, Beylerbeyi ve Çırağan bahçelerinde Batı tarzında iki büyük saray yaptırmıştır. Bu devirlerde Yeni Saray (Topkapı Sarayı) fiilen olmasa bile, terk edilmiş sayılırdı. Beylerbeyi'ndeki saray, Ortaköy'deki mermer sütunlu Çırağan, eski Beşiktaş Sarayı ile Dolmabahçe'deki kasırlar II. Mahmut'un mevsimlere göre değişen ikametgâhlarıydı. Sultan Abdülmecid de babası gibi "Yeni Saray"a fazla itibar etmemekteydi, orada yalnızca kış mevsiminde birkaç ay kalıyordu. Kırkı aşkın çocuğunun neredeyse tamamı Boğaziçi saraylarında dünyaya gelmiştir. Sultan Abdülmecid, eski Beşiktaş Sarayı'nda bir süre oturduktan sonra, şimdiye kadar tercih edilen klasik saraylar yerine, ikamet, sayfiye, misafir kabul ve ağırlama, devlet işlerini yürütme amacıyla, Avrupâî plan ve üslupta bir sarayın inşâ edilmesine karar verdi. Abdülmecid, diğer şehzadeler gibi iyi bir eğitim görmemesine rağmen, modern fikirlere sahip bir idâreciydi. Batı müziğini ve Batı üslubuyla yaşamayı seven padişah, anlaşabilecek kadar da Fransızca biliyordu. Sarayı yaptırırken, "Kötülük ve çirkinlikler burada yasaktır, burada sadece güzel olan şeyler bulunsun." dediği rivâyet edilir. Günümüzdeki Dolmabahçe Sarayı'nın yerinde bulunan köşklerin yıkımına, 200 yıl kadar önce denizden kazanılmış toprağın tekrar ortaya çıkarılması için kesin olarak hangi tarihte başladığına dâir bir bilgi yoktur. 1842'de eski sarayın hâlâ yerinde olduğu ve bu tarihten sonra yeni sarayın inşâsına başlandığı tahmin edilmektedir. Bununla birlikte bu tarihlerde inşaat arazisinin genişletilmesi için çevredeki tarla ve mezarlıkların satın alınarak istimlak edildiği belirtilir. İnşaatın tamamlanma tarihi Hakkında çeşitli kaynaklar değişik tarihler vermektedir. Ancak, 1853 yılı sonunda sarayı gezen Fransız bir ziyaretçinin anlattıklarından, sarayın hâlen süslemelerinin yapılmakta olduğunu, mobilyaların ise henüz yerleştirilmemiş olduğunu öğrenmekteyiz. Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılan Dolmabahçe Sarayı'nın cephesi, İstanbul Boğazı'nın Avrupa kıyısında 600 metre boyunca uzanmaktadır. Avrupa mimarî üsluplarının karışımı olan eklektik bir uslûpta, Ermeni mimarlar Garabet Amira Balyan ve oğlu Nigoğos Balyan tarafından 1843-1855 yılları arasında inşâ edilmiştir. 1855 yılında tamamıyla bitirilen Dolmabahçe Sarayı'nın açılış töreni Rus İmparatorluğu ile 30 Mart 1856'da imzalanan Paris Antlaşması'ndan sonra olmuştur. Hicrî 7 Şevval 1272, milâdî 11 Haziran 1856 tarihli Ceride-î Havâdis gazetesinde, sarayın 7 Haziran 1856'da resmen açıldığı haberi verilmiştir. Sultan Abdülmecid döneminde üç milyon kese altın tutan sarayın mâliyeti, Mâliye Hazinesi'ne aktarılınca, zor durumda kalan maliye, aylıkları, ay başı yerine ay ortalarında, sonraları da 3-4 ayda bir ödemek durumunda kalmıştır. Sultan Abdülmecid, 5.000.000 altına mâl olan Dolmabahçe Sarayı'nda sadece 5 yıl yaşayabilmiştir. Osmanlı Imparatorluğu'nu ekonomik anlamda tam bir iflas hâlinde devralan Sultan Abdülaziz devrinde 5.320 kişinin hizmet verdiği sarayın yıllık masrafı 2.000.000 sterlini bulmaktaydı. Sultan Abdülaziz, kardeşi Sultan Abdülmecid kadar Batı hayranı değildi. Mütevâzı bir hayat tarzını tercih eden padişahın pehlivan güreşleri ile horoz dövüşlerine merakı vardı. 30 Mayıs 1876'da Sultan V. Murad, saraydaki dairesinden alınarak Bâb-ı Serasker'e götürüldü ve Serasker Kapısı'nda (Üniversite Merkez Binası) biât merâsimi yapıldı. V. Murad Sirkeci'den Dolmabahçe'ye saltanat kayığıyla dönerken, aynı saatlerde Sultan Abdülaziz başka bir kayıkla Topkapı Sarayı'na götürülmekteydi. Saraya getirilen V. Murad'a Mabeyn Dairesi'nin üst kat sofrasında ikinci bir biat merasimi düzenlendi. V. Murad'tan sonra tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid şerefine bütün şehir fenerlerle aydınlatılırken, Dolmabahçe Sarayı'nda yalnızca bir odada ışık yanmaktaydı, padişah anayasa metni üzerinde çalışıyordu. Suikastten kuşkulanan Sultan Abdülhamid, Dolmabahçe Sarayı'nda oturmaktan vazgeçerek, Yıldız Sarayı'na taşındı. Sultan Abdülhamid, Dolmabahçe Sarayı'nda yalnızca 236 gün kaldı. Büyük masraflarla inşâ edilen saray, Sultan Abdülhamid'in 33 yıllık saltanatı boyunca yılda iki kez Büyük Muayede Salonu'nda düzenlenen bayram törenlerinde kullanıldı. V. Mehmet tahta çıktığında Dolmabahçe Sarayı otuz yıldır bakımsız kalmış ve yerine Yıldız Sarayı'nda yaşamayı tercih eden Sultan II. Abdülhamid döneminde harap durumdaydı. Dolmabahçe Sarayı padişahın yönetim merkezi olarak restore edildiğinde, binanın kapsamlı bir restorasyonuna ihtiyaç duyulmuştur. Mihran Mesrobyan daha sonra restorasyonun baş mimarı olarak işe alınmıştır. Sultan V. Mehmet zamanında sarayın kadrosu azaltılmış, yurt dışında çok önemli olaylar cereyan ederken, saray içinde, sekiz yıllık süre boyunca az sayıda olay gerçekleşmiştir. Bu olaylar, 9 Mart 1910'da 90 kişiye verilen bir ziyafet, aynı yılın 23 Mart'ında Sırp Kralı Petro'nun bir hafta süren ziyaret törenleri, Veliaht Max'ın ziyareti ve Avusturya imparatoru Karl ile İmparatoriçe Zita'nın şerefine düzenlenen ziyafetlerdir. Yorgun ve yaşlı padişahın vefatı Dolmabahçe Sarayı'nda değil Yıldız Sarayı'nda olmuştur. VI. Mehmet, Yıldız'da oturmayı tercih etmiş, ancak vatanı Dolmabahçe Sarayı'ndan terk etmiştir. Birinci TBMM reisi Gazi Mustafa Kemal tarafından imzalanmış telgrafı alan Abdülmecid Efendi, halife ilân edildi. Yeni halife TBMM'den gelen heyeti Dolmabahçe'nin Mabeyn Dairesi Salonu'nun üst katında kabul etti. Hilâfetin kaldırılmasıyla Abdülmecid Efendi mâiyetiyle birlikte Dolmabahçe Sarayı'nı terk etti. (1924) Boşalan saraya Atatürk üç yıl hiç uğramadı. Onun döneminde saray iki yönden önem kazandı; yabancı konukların bu mekânda ağırlanmaları, kültür ve sanat bakımından saray kapılarının dışarıya açılması. İran Şahı Pehlevi, Irak Kralı Faysal, Ürdün Kralı Abdullah, Afgan Kralı Amanullah, özel ziyaret için gelen Birleşik Krallık Kralı VIII. Edward ve Yugoslav Kralı Aleksandr, Mustafa Kemal Atatürk tarafından Dolmabahçe Sarayı'nda ağırlanmışlardır. 27 Eylül 1932'de Muayede Salonu'nda Birinci Türk Tarih Kongresi açılmış, 1934'te de Birinci ve İkinci Türk Dil Kurultayları burada toplanmıştır. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu'nun bağlı olduğu Alliance Internationale de Tourisme'nin Avrupa toplantısı Dolmabahçe Sarayı'nda düzenlenerek, sarayın turizme ilk açılışı sağlanmıştır (1930). Cumhuriyet döneminde, Atatürk'ün İstanbul ziyaretlerinde ikametgâh olarak kullandığı saray halini almıştır. Ayrıca Atatürk, sarayın 71 numaralı odasında ölmüştür. Muayede Salonu'nda kurulan katafalga konan naaşı önünden son saygı geçişi yapılmıştır. Saray, Atatürk'ten sonra cumhurbaşkanlığı sırasında İsmet İnönü tarafından, İstanbul'a gelişlerinde kullanılmıştır. Tek partili dönemden sonra saray, yabancı misafirleri ağırlamak amacıyla hizmete açılmıştır. İtalyan Cumhurbaşkanı Gronchi, Irak Kralı Faysal, Endonezya Başbakanı Sukarno, Fransa Başbakanı General de Gaulle şereflerine törenler düzenlenip, ziyafetler verilmiştir. 1952'de Dolmabahçe Sarayı, Millet Meclisi İdare Amirliği'nce haftada bir gün olmak üzere halka açılmıştır. 10 Temmuz 1964 tarihinde Millet Meclisi Başkanlık Divanı'nın toplantısıyla resmî açılışı yapılmış, Millet Meclisi İdare Amirliği'nin 14 Ocak 1971 tarihli yazısıyla bir ihbar sebep gösterilerek kapatılmıştır. 25 Haziran 1979'da 554 sayılı Millet Meclisi Başkanı emriyle turizme açılan Dolmabahçe Sarayı, aynı yılın 12 Ekim'inde yine bir ihbar üzerine kapatılmıştır. İki ay kadar sonra Millet Meclisi Başkanı'nın telefon emriyle tekrar turizme hizmet vermeye başlamıştır. MGK İcra Daire Başkanlığı'nın 16 Haziran 1981 tarih ve 1.473 sayılı kararıyla saray ziyaretçilere tekrar kapatılmış ve bir ay sonra 1.750 sayılı MGK Genel Sekreterliği'nin emriyle açılmıştır. Saat Kulesi, Mefruşat Dairesi, Kuşluk, Harem ve Veliaht Dairesi bahçelerinde ziyaretçilere yönelik kafeterya hizmetleri veren bölümler ve hediyelik eşya satış reyonları oluşturulmuş, bu reyonlarda millî sarayları tanıtıcı bilimsel nitelikte kitaplar, çeşitli kartpostallar ve Millî Saraylar Tablo Koleksiyonu'ndan seçilmiş ürünlerin tıpkı basımları satışa sunulmuştur. Diğer yandan, Muayede Salonu ve bahçeler ise ulusal ve uluslararası resepsiyonlara ayrılmış, yeni düzenlemelerle saray, müze içinde müze birimlerine, sanat ve kültür etkinliklerine kavuşturulmuştur. Saray 1984 yılından beri müze olarak hizmet vermektedir. 2024 yılı boyunca müzeyi toplam 1 milyon 384 bin 383 kişi ziyaret etmiştir. Mimari biçimi. Avrupa saraylarının anıtsal boyutlarına özenilerek yapılan Dolmabahçe Sarayı, değişik biçimlerin, yöntemlerin öğeleriyle donandığından belirli bir biçime bağlanamaz. Büyük bir orta yapıyla iki kanattan oluşan planında, geçmişte mimari açıdan işlevsel değeri olan öğelerin farklı bir anlayışla ele alınarak süsleme amacıyla kullanıldığı gözlemlenir. Dolmabahçe Sarayı'nın kendine has, belirli ekollere giren bir mimari biçemi olmamasına karşın Fransız Baroku, Alman Rokokosu, İngiliz Neo Klasizmi, İtalyan Rönesansı karışık bir şekilde uygulanmıştır. Saray, batı anlayışıyla çağdaşlaşma çabaları içinde bulunan toplumun sanatta da batının etkisi altında kalarak, Osmanlı saray gereksinimlerini de dikkate alıp, o asır bünyesinin sanat atmosferi içinde yapılmış bir eserdir. Nitekim, 19. yüzyıl köşk ve saraylarına dikkat edildiğinde onların, içinde yaşanılan yüzyılın sanat olaylarına değil, toplumun ve tekniğin gelişmesini de anlattığı fark edilebilir. Özellikleri. Deniz tarafından görünüşü batılı olmasına karşılık, bahçe tarafı yüksek duvarlarla çevrili ve ayrı ayrı birimlerden oluşması itibarıyla doğulu görünümündeki Dolmabahçe Sarayı, 600 m uzunluğunda mermer bir rıhtım üzerinde inşa edilmiştir. Mabeyn Dairesi (bugün Resim Heykel Müzesi)'nden Veliahd Dairesi'ne kadar olan uzaklığı 284 m'dir. Bu mesafenin ortasında yüksekliğiyle dikkat çeken Merasim (Muayede) Dairesi bulunur. Dolmabahçe Sarayı üç katlı, simetrik planlıdır. 285 odası ve 43 salonu vardır. Sarayın temelleri kestane ağacı kütüklerinden yapılmıştır. Deniz tarafındaki rıhtımın yanı sıra kara tarafında da birisi çok süslü iki abidevi kapısı vardır. Bakımlı ve güzel bir bahçenin çevrelediği bu sahil sarayının ortasında, diğer bölümlerden daha yüksek olan tören ve balo salonu yer alır. Büyük, 56 sütunlu kabul salonu 750 ışıkla aydınlanan, İngiliz yapımı 4,5 tonluk muazzam kristal avizesi ile ziyaretçilerin ilgisini çeker. Sarayın giriş tarafı Sultan'ın kabul ve görüşmeleri, tören salonunun diğer tarafındaki kanat ise harem bölümü olarak kullanılmıştı. İç dekorasyonu, mobilyaları, ipek halı ve perdeleri ve diğer tüm eşyası eksiksiz olarak, orijinaldeki gibi günümüze gelmiştir. Dolmabahçe Sarayı, hiçbir Osmanlı sarayında bulunmayan bir zenginlik ve ihtişama sahiptir. Duvar ve tavanlar devrin Avrupalı sanatkârlarının resimleri ve tonlarca ağırlığında altın süslemeleri ile dekore edilmiştir. Önemli oda ve salonlarda her şey aynı renk tonlarına sahiptir. Bütün zeminler birbirinden farklı, çok süslü ahşap parke ile kaplıdır. Meşhur Hereke ipek ve yün halılar, Türk sanatının en güzel eserleri, birçok yerde serilidir. Avrupa ve Uzak Doğu'nun ender dekoratif el işi eserleri sarayın her yerini süsler. Sarayın pek çok odasında kristal avizeler, şamdanlar ve şömineler bulunur. Dünyadaki saraylar içerisinde en büyük balo salonu bu saraydadır. 36 metre yüksekliğindeki kubbesinden ağırlığı 4,5 ton olan devasa kristal avize asılı durur. Önemli siyasi toplantılarda, tebrik ve balolarda kullanılan bu salon, önceleri alttaki, fırına benzer bir düzen ile ısıtılırdı. Saraya kalorifer ve elektrik sistemi 1910 ila 1912 yılları arasında, Sultan Mehmet Reşad döneminde eklendi. Altı hamamdan, selamlık bölümünde olanı, oymalı alabaster mermerleri ile dekorludur. Büyük salonun üst galerileri orkestra ve diplomatlar için ayrılmıştır. Uzun koridorlar geçilerek varılan harem bölümünde, sultan yatak odaları ve sultanın annesinin bölümü ile diğer kadın ve hizmetkârlar bölümleri bulunmaktadır. Sarayın kuzey eklenti bölümü şehzadelere tahsis edilmiştir. Girişi Beşiktaş semtinde olan yapı, günümüzde Resim ve Heykel Müzesi olarak hizmet vermektedir. Saray Haremi'nin dış tarafında ise Saray Tiyatrosu, Istabl-ı Âmire, Hamlacılar, Attiye-i Senniye Anbarları, kuşhane mutfağı, eczahane, pastahane, tatlıhane, fırınlar, un fabrikası, "Bayıldım Köşkleri" bulunmaktaydı. Dolmabahçe Sarayı yaklaşık olarak 250.000 m²'lik bir alanda yer almaktadır. Saray, müştemilatının neredeyse tamamıyla birlikte deniz doldurularak, bu zemin üzerine 35–40 cm. çapında, 40–45 cm. aralıklarla meşe kazıklar çakılarak üzerine takviye edilmiş yatay hatıllarla bütünleştirilmiş 100–120 cm kalınlığında oldukça sağlam horasan harçlı döşek (radyejeneral) üzerine kâgir olarak inşâ edilmiştir. Kazık boyları 7 ile 27 m. arasında değişmektedir. Yatay peşteban hatıllar ise 20 x 25 - 20 x 30 cm dikdörtgen kesitindedir. Horasan döşekler esas kütlenin 1–2 m. dışına taşacak şeklinde oluşturulmuşlardır. Yıktırılan eski sarayların temel döşekleri tamir ettirilerek yeniden kullanılmıştır. Gayet sağlam olduklarından, hiçbiri tasman yapmamış, çatlama ve yarılma olmamıştır. Sarayın temel ve dış duvarları, masif taştan, bölme duvarları harman tuğlasından, döşeme, tavan ve çatılar ahşap olarak yapılmıştır. Beden duvarlarında takviye amacıyla demir gergiler kullanılmıştır. Masif taşlar, Haznedar, Safraköy, Şile ve Sarıyer'den getirilmiştir. Stuka mermerle kaplanan tuğla beden duvarları, somaki mermer plak veya kıymetli ağaçlardan faydalanılarak lambrilerle örtülmüştür. Pencere doğramaları meşe kerestesinden yapılmış, kapılar maun, ceviz veya daha kıymetli kerestelerden imal edilmiştir. Çıralı çam keresteler Romanya'dan, meşe dikme ve hatıllar Demirköy ve Kilyos'tan, kapı, lambri ve parke keresteleri de Afrika ve Hindistan'dan getirtilmiştir. Alttan kızdırmalı alaturka stilinde inşa edilen kâgir kubbeli hamamlarda Marmara mermeri, Hünkâr hamamında ise Mısır alabaster cevheri kullanılmıştır. Pencerelerde özel imalatla ultraviyole ışınlarını geçirmeyen camlar kullanılmıştır. Özellikle padişahın kullanımında olan yerlerdeki duvar ve tavan süslemeleri diğer mekanlardakilere nazaran daha fazladır. Çatılarda toplanan kar ve yağmur suları dere ve oluklarla kanalizasyona bağlanmıştır. Kanalizasyon şebekesi kafi miktarda borularla kurulmuş, atık sular çeşitli işlemlerle temizlenerek, dört ayrı yerden denize akıtılması sağlanmıştır. Süslemeleri. Dolmabahçe Sarayı'nın iç ve dış süslemeleri Batı'nın çeşitli sanat dönemlerinden alınan motiflerin bir arada kullanılmasıyla gerçekleştirilmiştir. Barok, Rokoko ve Ampir özelliğindeki motifler iç içe kullanılmıştır. Sarayın inşaatında Marmara Adaları'ndan çıkarılan maviye benzer bir renkteki mermer kullanılmış, iç süslemede ise su mermeri, billur, somaki gibi kıymetli haiz mermer ve taşlarla çalışmalar yapılmıştır. Dış cephelerdeki süslemelerde olduğu gibi iç tezyinatta da eklektik (seçmeci) anlayış hakimdir. Sarayın duvar ve tavan süslemeleri İtalyan ve Fransız sanatçılar tarafından yapılmıştır. İç süslemelerde çoğunlukla altın tozu kullanılmıştır. Resimler sıva ve alçı üzerine yapılmış, duvar ve tavan süslemelerinde perspektifli mimari kompozisyonlarla boyutlu yüzeyler meydana getirilmiştir. Sarayın iç dekoru, tarih akışı içinde ilaveler yapılarak zenginleştirilmiş, özellikle yabancı devlet adamı ve kumandanların hediyeleri ile salon ve odalar ayrı bir değer kazanmıştır. Séchan isimli yabancı bir sanatkar sarayın dekore edilmesinde ve döşenmesinde çalışmıştır. Avrupai stilde (Regence, XV. Louis, XVI. Louis, Viyana-Thonet) ve Türk tarzındaki mobilyaların yanı sıra, saray odalarında görülen minder, döşek ve şalteler alaturka hayat tarzının devam ettirildiğini göstermektedir. 1857 tarihli belgelerde Séchan'a başarısından dolayı nişan verildiği ve kendisine üçmilyon frank hakkının ödenmesi gerektiği açıklanmıştır. Döşemelik ve perdelik kumaşların tümü yerli olup, sarayın dokumahanelerinde üretilmiştir. Sarayın parkelerinin üzerini (yaklaşık 4.500 m²'lik bir alanı) 141 halı ve 115 seccade süslemektedir. Halıların büyük bir kısmı Hereke fabrikalarındaki tezgâhlarda imal edilmiştir. Bohemya, Bakara ve Beykoz avizelerinin toplam sayısı 36'dır. Ayaklı şamdanların, bazı şöminelerin, billur merdiven korkuluklarının ve bütün aynaların malzemesi kristaldir. Sarayda ayrıca 581 tane kristal ve gümüşten yapılmış şamdan mevcuttur. Toplam 280 vazodan 46 tanesi Yıldız porseleni, 59'u Çin, 29'u Fransız Sevr, 26'sı Japonya, geri kalan diğerleri de muhtelif Avrupa ülkelerinin porselenleridir. Her birinin ayrı bir özelliği olan 158 adet saat sarayın oda ve salonlarını süslemektedir. Yaklaşık 600 adet tablo, Türk ve yabancı ressamlar tarafından yapılmıştır. Bunlar arasında saray baş ressamı Zonaro'nun 19, Abdülaziz döneminde İstanbul'a gelen Ayvazovsky'nin 28 tablosu da bulunmaktadır. Duvar ve kapıları. Dolmabahçe Sarayı'nın kara tarafındaki aşılması oldukça güç duvarların ne zaman yapıldığına dair kesin bir bilgi olmamakla birlikte, sarayın bugünkü duvarlarının Beşiktaş Sarayı ile Dolmabahçe'de bulunan eski saray zamanlarında yaptırıldığı hususunda yabancı kaynaklar mevcuttur. O devirde "Dolmabahçe" adı verilen has bahçenin duvarları harabeye dönmüş, böylece içindeki muhteşem binalar da devamlı toz duman içinde kalınca, bu bahçenin sıradan bahçelerden daha fazla özen ve ihtimâma layık bulunduğuna ve içinde bulunduğu çirkin vaziyetten bertaraf edilmesine karar verildi. Çünkü, burası gerek kara ve gerekse deniz yoluyla İstanbul'a gelen misafirlerin, yolcuların ilk gördükleri yerlerden biri olması özelliğiyle dikkate şâyan bir konumdaydı. Dolmabahçe duvarlerının onarımı ve yapımıyla, sarayın Beşiktaş'ta bulunan diğeriyle bütünleşebileceği, böylelikle eski itibarını koruyacağı bir ferman vasıtasıyla inşaatın yönetici ve idarecilerine bildirildi. Beşiktaş Sarayı'ndan Dolmabahçe'yi de içine alacak şekilde Kabataş'a kadar bir duvar örüldü. Fındıklı sakinleri daha önceleri Arap iskelesiyle Dolmabahçe ve Beşiktaş'a gitmekteyken, iskele yerine bir liman yapılmış, Dolmabahçe'den reâyânın da geçmesine izin verilmişti. Dolmabahçe Sarayı'na gösterilen önem, kara ve deniz tarafında bulunan kapılarda da görülmektedir. Çok süslü ve heybetli bir görünüme sahip kapılar sarayla bütünlük sağlar. Hazine kapısı, bugün idare binası olarak kullanılan Hazine-i Hassa ile Mefruşat Dairesi arasında bulunur. Yuvarlak kemerli ve beşik tonozlu bölümü bu kapının esas kirişini oluşturur. Kapının iki kanadı demirden imal edilmiştir. Kapının girişinde her iki tarafta, yüksek kaideler üzerinde ikiz sütunlar vardır. Hazine kapısının sağ ve solundaki kapılardan Hazine-i Hassa ve Mefruşat Daireleri'nin avlularına giriş sağlanmıştır. Kapının taçlandırılmış üst tarafında bulunan madalyonda oval şekil I. Abdülmecid'in tuğrası ve bunun altında da Şair Ziver'in 1855/1856 tarihli kitabesi yer alır. Kitabenin hattatı Kazasker Mustafa İzzet Efendi'dir. Hazine Kapısı'nın süslemesi daha ziyade kartuşlar, girland, inci, yumurta dizileri, istiridye kabukları motiflerinden oluşmaktadır. Üzerinde Abdülmecid'in tuğrasının bulunduğu Saltanat Kapısı, koridorlu iki yüksek duvar arasında bulunur. Bir taraftan bayıldım bahçesine, diğer taraftan da Hasbahçe'ye bakan kapının demirden yapılmış iki kanadı vardır. Abidevi bir görünümü bulunan kapının girişinde her iki tarafta da birer sütun vardır. Kapı, büyük panolar içine alınmış madalyonlardan sonra ikiz sütunların kullanılmasıyla taçlandırılmıştır. İçte ve dışta ikişer kulesi vardır. Saltanat Kapısı, yabancı ziyaretçilerin de ilgisini çekmektedir. Gerek Dolmabahçe Sarayı'nı ziyarete gelenler, gerekse Boğaz turuna katılanlar tarafından hatıra fotoğrafları çekilmektedir. Bu iki kapıdan başka Koltuk, Kuşluk, Valide ve Harem Kapıları da sarayın kara tarafında özenle yapılmış kapılardır. Dolmabahçe Sarayı'nın deniz tarafına bakan cephesinde taçlı, demir kanatlı, madalyonlu, bitki motifleriyle süslü, birbirlerine dilimli parmaklıklarla bağlanmış beş yalı kapısı vardır. Bahçeleri. Beşiktaş Hasbahçe ile Kabataş'taki Karabali (Karaabalı) bahçeleri arasında kalan koy doldurularak bahçeler birleştirilmişti. Bu bahçelerin arasına inşâ edilen Dolmabahçe Sarayı'nın deniz ile kara tarafındaki yüksek duvar arasında kalan alanda oldukça bakımlı bahçeleri bulunur. Hazine Kapısı ile saray girişi arasındaki kareye yakın dikdörtgen şeklindeki Has Bahçe, Mabeyn veya Selamlık Bahçesi adlarıyla da tanınmaktadır. Batı üslûbunda düzenlenmiş bu bahçenin ortasında büyük bir havuz bulunur. Muayede salonunun kara tarafında kalan "Kuşluk Bahçesi" ise adını Kuşluk Köşkü'nden almıştır. Dolmabahçe Sarayı'nın Harem Dairesi'nin kara tarafında bulunan Harem Bahçesi'nde oval havuz ve geometrik şekillerle düzenlenmiş tarhlar bulunur. Deniz tarafındaki bahçeler Has Bahçe'nin devamı sayılır. Büyük Yalı Kapısı'nın iki yanında yer alan tarhların ortasında birer havuz vardır. Tarhların geometrik şekillerle düzenlenmesi, süslemede fener, vazo, heykel gibi objelere yer verilmesi, bahçelerin de ana yapı gibi batı etkisi altında kalındığını gösterir. Sarayın bahçelerinde daha ziyade Avrupa ve Asya kökenli bitkiler kullanılmıştır. Hamamları. Sarayın selamlık kısmında bulunan ve somâkî mermerden imâl edilmiş hamamın dinlenme odasındaki iki pencere denize bakar. Çini soba, masa ve koltuk takımlarının bulunduğu bu odadan, tavanı haçvari motifli filgözleriyle kaplı antreye geçilir. Sol tarafta tuvalet ve karşıda somaki mermerden yapılmış çeşme bulunur. Antrenin sağından masaj odasına geçilir. Buranın aydınlanması iki büyük pencereyle filgözleriyle sağlanmıştır. Gece aydınlatmalarının, masaj odasına geçilen kapının sağ ve sol taraflarındaki camekan bölmelere konulan lambalarla yapıldığı görülmektedir. Barok tarzda yapılan hamamın duvarları yaprak, kıvrımlı dal ve çiçek motifleriyle süslenmiştir. Girişin sağ ve solunda somaki kurnalar vardır, ayna taşlarının işçiliği dikkat çeker. Harem Dairesi'nin çinili hamamına ise küçük bir koridordan girilir. Sağda, hamamın tuvaletine girilen antrede, ayna taşı çiçek motifleriyle süslü, bronzdan yapılmış bir çeşme bulunur. Sade bir tuvaleti vardır. Koridorun sonunda iki büyük pencereli ve tavandaki filgözleriyle aydınlanması sağlanan masaj odasında oturma yerleri vardır. Ayrıca, burada Kütahya yapımı, sıraltı tekniğiyle imal edilmiş, sekiz çini parçasından oluşan ve her bir çini parçasında şamdan bulunan bir masa mevcuttur. Geceleri sekiz adet mumla bu mekanın aydınlatıldığı anlaşılmaktadır. Masaj odasının duvarları 20 x 20 cm çiçek demeti desenli seramiklerle kaplıdır. Girişin sol tarafındaki mermer kurnanın ayna taşı barok tarzındadır. Sıcaklık bölümüne geçilirken kapının iki tarafındaki duvar içinde kalan cam bölmeler kandiller için yapılmıştır. Buradaki üç kurnadan, sağ ve soldakilerinin ayna taşları mermer oymalı olup barok tarzındadır. Girişin karşısında bulunan bronz çeşmeli kurna diğerlerinden daha büyüktür. Tavandaki geometrik şekillerle meydana getirilen filgözleri, mekanın aydınlatılmasını sağlar. Duvarlar, papatya desenli seramiklerle kaplanmıştır. Alt katta bulunan diğer bir hamam da Mustafa Kemal Atatürk tarafından kullanılmıştı. Aydınlanması tepe camlarıyla sağlanan bu hamamın sıcaklığında üç kurna vardır. Banyo şeklindeki hamama, bir ön odadan girilir. Yıkanma yerinin sağ tarafında bir küvet, sol tarafında ise musluk ile tuvalet bulunmaktadır. Girişin karşısında kurşun vitraylı pencere bulunmaktadır. Soldan dinlenme odasına geçilir. Burada ilaç dolabı, masa ve bir sedir bulunur. Sol tarafta ayna taşı çiçek motifleriyle süslü bir çeşmeyle yine sol tarafta koridora bir çıkış vardır. Aydınlatma ve ısıtma. Dolmabahçe Sarayı'nın aydınlatma ve ısıtılması, bugün BJK İnönü Stadyumu'nun bulunduğu yerde yer alan gazhane ile sağlanmaktaydı. Dolmabahçe Gazhanesi, 1873'e kadar saray hazinesi tarafından yönetilirken, daha sonraları Fransız Havagazı Şirketi'ne devredildi. Bir süre sonra da şirketin yönetimi belediyeye geçti. Havagazıyla aydınlatma, Dolmabahçe Saray'ından başka İstanbul'un bazı semtlerinde de kullanılmaktaydı. Muayede Salonu'nun ısıtılması değişik bir teknikle yapılmaktaydı. Salonun bodrumunda ısıtılan hava, gözenekli sütun kaidelerinden içeriye veriliyor, böylelikle kubbeli büyük mekânda 20 °C'ye varan bir sıcaklık elde ediliyordu. Sultan Reşad döneminde, saraydaki gazlı lambaların aslî görünümleri korunarak, elektrikle çalışır hale dönüştürülmüştür. Bu döneme kadar ısıtmada şömineler, çini sobalar, mangallar vasıtasıyla olurken, bunların yerini kalorifer almıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5796", "len_data": 25746, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.58 }
Évariste Galois (25 Ekim 1811-31 Mayıs 1832), Fransız matematikçi ve siyasi aktivist. Henüz gençlik yıllarındayken, bir polinomun radikaller tarafından çözülebilmesi için gerekli ve yeterli bir durumu belirleyebildi ve böylece 350 yıldır açık olan bir problemi çözdü. Çalışmaları soyut cebirin iki ana dalı olan Galois teorisinin ve grup teorisinin temellerini attı. Bir düelloda aldığı yaralardan 20 yaşında öldü. Hayatı. İlk yılları. Galois 25 Ekim 1811 tarihinde Nicholas-Gabriel Galois ve Adélaïde-Marie çiftinin çocukları olarak Dünyaya geldi. Babası Bourg-la-Reine'in liberal partisinin başı olan bir cumhuriyetçiydi. Daha sonra XVIII. Louis'nin 1814 yılında tahta geri dönmesi ile kasabanın Belediye Başkanı olarak görev yaptı. Bir hukukçunun kızı olan annesi, akıcı bir Latince ve klasik edebiyat okuyucusuydu. Oğullarının ilk on iki yıllık eğitiminden kendisi sorumluydu. Galois 10 yaşındayken Reims kolejinde okuması için teklif aldı. Ancak annesi eğitimine evde devam etmesini tercih etti. Ekim 1823'te Lycée Louis-le-Grand'a girdi. Okula girdiği ilk dönemdeki bazı karmaşıklıklara rağmen (yüze yakın öğrencinin okuldan kovulması ile sonuçlandı) ilk iki yılında başarılı bir tablo çizdi. Daha sonra aldığı bu eğitimden sıkılan Évariste, 14 yaşında matematiğe ciddi bir ilgi göstermeye başladı. Adrien Marie Legendre'nin Éléments de Géométrie eserini buldu ve söylenilene göre bu kitabı bir roman okur gibi okuyup ilk okuyuşunda bu konu üzerinde tamamen uzmanlaştı. Henüz 15 yaşındayken Joseph Louis Lagrange'ın Réflexions sur la résolution algébrique des équations gibi daha sonra onun eşitlik kuramı üzerinde çalışması için ilham kaynağı olan önemli çalışmalarını ve profesyonel matematikçiler için oluşturulmuş Leçons sur le calcul des fonctions gibi eserleri okumaktaydı. Buna rağmen sınıf çalışmalarında sönük kalmakta ve öğretmenlerinden uyarılar almaktaydı. Matematik hayatı. Galois 1828 yılında hiçbir hazırlık yapmaksızın o zamanlarda Fransa'daki en ünlü matematik enstitüsü olan École Polytechnique' nin sınavlarına girmeyi denedi ve sözlü sınavlardaki açıklama yetersizliklerinden ötürü başarısız oldu. Aynı yıl École Normale adlı diğerinden oldukça aşağıda görülen ve Évariste'nin oradaki birkaç profesörü kendisine yakın bulduğu matematik enstitüsüne girdi. Takip eden yıllarda Galois sonsuz kesirler üzerine ilk çalışmasını yayımladı. Yine bu yıllarda cebirsel denklemler alanında önemli keşiflerde bulunmaya başlamıştı. Bilim Akademisine iki adet makale gönderdi. Bu makalelere Augustin Louis Cauchy tarafından atıfta bulunulmasına rağmen hala tam olarak bilinmeyen sebeplerden ötürü Cauchy bu iki çalışmayı yayımlamadı. Ancak birçok karşıt görüşe rağmen, Cauchy'nin Galois'in çalışmalarının önemini anladığı ve sadece bu iki çalışmayı akademinin düzenlediği bir yarışmaya sokmak tek bir makale olacak şekilde bir araya getirmesini tavsiye ettiğine inanılır. O zamanın önemli matematikçilerinden olan Cauchy'e göre bu çalışmaların kazanma olasılığı çok yüksekti. 28 Temmuz 1829'da kasabanın rahibi ile aralarında geçen şiddetli bir politik tartışmadan sonra Galois'in babası intihar etti. Babasının intiharından birkaç gün sonra Évariste Polytechnique'e girmek için şansını tekrar denedi ancak yine başarısız oldu. Galois'in enstitüye kolayca girebilecek kadar yetenekli ve başarılı olduğu tartışmasız bir gerçekti, ancak neden başarısız olduğuna dair birçok iddia bulunmaktadır. Évariste'nin başarısızlığına dair diğerlerinden daha mantıklı görünen iddia Galois'in açıklamalarını yaparken konuları çok fazla açıklamadan atlaması ve sınavı yapan kişinin yetersizliğinden ötürü kafasını karışması ve bu durumun Galois'in çok fazla sinirlenmesine yol açarak kendine hakim olamamasıdır. Babasının intiharının da Galois'in ruh halini etkilediği söylenmektedir. Polytechnique'e yapıtığı başvuruların reddedilmesinin ardından Galois, École Normale'e kabul edilebilmek için Baccalureate sınavlarına girdi ve başarılı oldu. Matematik dersindeki sınav gözetmeni Galois hakkında "Bu öğrenci fikir ve söylemek istediklerini açıkça ifade etmekte sıkıntıları vardır. Fakat zekidir. Dikkate değer araştırıcı bir zekâsı vardır." Évariste birkaç kez daha denklemler üzerine olan kuramını açıklayan raporunu birkaç kez daha yayımlamaya çalıştı ancak hayatı boyunca birçok farklı nedenden ötürü asla yayımlanmadı. Daha önce de söz edildiği gibi ilk denemesi Cauchy tarafından reddedilmişti. Ancak Şubat 1830'da Cauchy'nin tavsiyesini dinleyerek çalışmasını Akademi sekreteri Joseph Fourier'e yarışmaya aday gösterilmesi için gönderdi. Ne yazık ki Galois'in çalışmasını göndermesinin ardından kısa süre sonra Fourier hayatını kaybetti ve Évariste'nin eseri kayboldu. Yarışmanın büyük ödülü Niels Henrik Abel ve Carl Gustav Jacob Jacobi arasında paylaştırıldı. Kaybolan makalesine rağmen Galois o yıl üç adet çalışma daha yayımladı. Bunlardan biri daha sonra Galois kuramı olarak anılacak kuramın temellerini oluşturuyordu. Diğer çalışma denklemlerin sayısal çözümlenmesi (kök bulma) ile ilgiliydi. Üçüncü çalışması ise sayı kuramı için önemli bir yere sahipti. Siyasi hayatı. Galois Fransa'daki karışıklıkların olduğu zamanlarda yaşamıştı. X. Charles, XVIII. Louis'den sonra 1824 yılında ülkenin başına geçmiş ancak 1827 yılında partisi, seçmenler ile ilgili yaşanan bir aksaklık nedeniyle ve 1830 yılında karşıt liberal partinin çoğunluğu kazanması üzerine oldukça zor zamanlar yaşadı. Bu durum üzerine Charles, tahttan çekilme, askeri darbe gibi Temmuz Devrimine yol açan birçok olayla karşılaştı. Bu devrimin sonucunda Louis-Philippe Kral oldu. Polytechnique'deki meslektaşları Temmuz Devrimi sırasında sokaklarda tarih yazmakta iken Galois ve École Normale'de okuyan diğer öğrenciler okul müdürü tarafından okula kilitlenmişti. Bu duruma çok sinirlenen Galois müdürü çok sert eleştiren bir yazı yazdı ve bunu Gazette des Écoles'te gerçek adını kullanarak yayımladı. Gazette'nin editörünün Galois'in ismini gizlemesine rağmen Évariste okuldan kovuldu. 4 Ocak 1831 tarihinde okuldan kovulması resmîleşince Galois, okulu çabucak terk ederek Ulusal Muhafızların topçu birliğine katıldı. Zamanını sadece matematiksel çalışmalarına ve siyasal bağlarına ayırıyordu. Birlikte çıkan karışıklıkları üzerine, Galois üye olduktan çok kısa süre sonra, 31 Aralık 1830'da Ulusal Muhafızların topçu birliği Hükûmetin istikrarını bozacakları endişesi ile kapatıldı. Bu sırada Galois'in üyesi olduğu birlikten on dokuz subay tutuklandı ve Hükûmeti devirmeye çalışma iddiası ile tutuklandı. Nisan 1831'de subaylar suçlarından beraat ettiler ve 9 Mayıs 1831'de bu subayların anısına aralarında Alexandre Dumas'nın da bulunduğu birçok tanınmış insanında yer aldığı bir ziyafet düzenlendi. Olaylar kargaşalı bir şekilde devam etti ve Galois kadehinin üstünde bir bıçak ile Kral Louis Philippe için kadeh kaldırdı. Bu hareket açıkça Kral'ın hayatına yönelik bir tehdit anlamı taşıyordu ve bu nedenle tutuklandı. Ancak 15 Haziran 1831'de bu suçtan beraat etti. Bastille Günü (14 Temmuz 1831) geldiğinde Galois, üzerinde kapatılan topçu birliği üniforması ve birçok silah, bir tüfek ve bir bıçak ile protestonun başında yer alıyordu. Bu hareketlerinden ötürü tekrar tutuklandı. Yasa dışı üniforma giymekten altı ay hapse mahkûm edildi ancak dokuz buçuk ay sonra 29 Nisan 1832'de serbest kaldı. Mahkûmiyeti sırasında matematiksel fikirlerini geliştirmeye devam etti. Son günleri. Galois, École Normale'den kovulduktan sonra, zamanını politik etkinlikler ile geçirmesine rağmen matematik ile ilgilenmeye devam etti. 1831'de kovulmasının resmîleşmesinin ardından ileri cebir alanında özel ders vermeyi denedi. Dersleri biraz ilgi toplasa da daha sonra bu ilgi kayboldu. Siméon Poisson ona denklemler teorisi üzerine olan çalışmasını yayımlamasını önerdi. Bu tavsiyeye uyarak 17 Ocak 1831'de makalesini yayımladı. Ancak 4 Haziran 1831 tarihinde Poisson Galois'in çalışmasının anlaşılmaz olduğunu iddia etti ve “"Gaolis’in savı kesinliğini yargılayabilmemiz için ne yeterince açık ne de yeterince iyi geliştirilmiştir."” şeklinde bir yorumda bulundu. Ancak Galois'e gönderilen ret raporu teşvik edici bir not ile bitmekteydi. “"Yazarın daha kesin bir fikir oluşturması için tüm çalışmasını yayımlamasını tavsiye ederiz."” Poisson'un raporu Galois'in Bastille Günü tutuklanmasından önce yazıldıysa da rapor ona ancak Ekim ayında hapisteyken ulaştı. Galois'in doğası ve ruh hali göz önüne alındığında beklenildiği gibi ret raporuna çok sert tepki göstermiş ve çalışmalarının Akademi tarafından yayımlanması fikrinden vazgeçerek arkadaşı Auguste Chevalier aracılığıyla özel olarak yayımlamaya karar verdi. Bu sert çıkışına rağmen Galois, Poisson'un tavsiyelerini dikkate aldı ve hapishanede kaldığı süre boyunca tüm matematiksel çalışmalarını bir araya getirdi ve serbest kaldığı 29 Nisan 1832 tarihine kadar fikirlerini parlatmaya devam etti. Galois'in ölümcül düellosu 30 Mayıs tarihinde gerçekleşti. Bu düellonun arkasında yatan gerçek sebepler belirsiz kalmaya devam etmektedir. Asıl sebep ile ilgili ortada sonradan uydurulan birçok dayanaksız görüş bulunmaktadır. Bilinen tek şey ölümünden beş gün önce Chevalier'e yazdığı mektupta ima ettiği biten bir aşk ilişkisidir. Gerçek mektuplar üzerinde yapılan bazı çalışmalar Galois'in romantik bir ilgi duyduğu bu kadının Galois'in hayatının son birkaç ayını geçirdiği pansiyonun, hekiminin kızı Matmazel Stéphanie-Félicie Poterin du Motel olduğunu öne sürmektedir. Onun tarafından gönderilen ve Galois tarafından kopyalanmış mektup bölümleri. (İsmi vb. içeren kısımların tamamen silinmiş ya da bilerek saklanmıştır.) mevcuttur. Mektuplar du Motel'in Galois'e güvenip bazı sıkıntılarını anlattığı ve onu kendisi için düelloya çıkması yönünde teşvik ettiği yönünde bilgiler içermektedir. Bu varsayım Galois'in ölmeden önceki gece arkadaşlarına yazdığı mektuplarla desteklenmektedir. Bu zayıf tarihsel detayları temel alarak Galois'in hayatını anlatan yazarların birçoğu tarafından oluşturulan ve sıkça gündeme gelen daha detaylı bir varsayım ise bütün bu olayların polis ve kralcı kesim tarafından politik bir rakibi ortadan kaldırmak amaçlı kurgulanmış bir komplo olduğudur. Düelloda karşısına çıktığı kişi Alexandre Dumas tarafından verilen bilgiye göre Galois'in ilk tutuklanması ile sonuçlanan olayın yaşandığı gün onurlarına ziyafet düzenlenen on dokuz topçu subayından biri ve du Motel'in nişanlısı olan Pescheux d'Herbinville'dir. Ancak Dumas bu iddiasında tek başınadır. Olaydan birkaç gün sonra çıkan gazetelerin günümüze ulaşan kısımlarında rakibinin Galois'in kendisi ile aynı zamanda mahkûm olan Cumhuriyetçi arkadaşlarından biri olan Ernest Duchatelet olduğu öne sürülmektedir. Bilgilerdeki bu karışıklık katilin gerçek kimliğinin asla öğrenilemeyeceği ihtimalini doğurmaktadır. Düellonun arkasında yatan sebep ne olursa olsun, Galois ölümünün yaklaştığına ikna olmuştu ve bu nedenle bütün gece ayakta kalıp diğer Cumhuriyetçi dostlarına veda mektupları ve matematiksel vasiyetini oluşturacak olan Auguste Chevalier'e yazdığı fikirlerini ve üç adet çalışmasını içeren ünlü mektubunu yazdı. Matematikçi Hermann Weyl Galois'in mirası hakkında “"Bu mektup, eğer içerdiği fikirler yenilik ve derinlik açısından değerlendirilirse belki de insanlığın yazın tarihindeki en önemli yazılı eserdir."” yorumunu yapmıştır. Son yazılarında, üzerinde çalıştığı konular hakkında genel bilgiler vermiş ve Akademiye sunduğu çalışmasına ve diğerlerine ek açıklamalar getirmiştir. 30 Mayıs 1832 tarihinde sabasın erken saatlerinde karnından vuruldu ve ertesi gün sabah saat on sularında Cochin hastanesinde hayatını kaybetti. Cenazesi sırasında bir ayaklanma başlatma planları yapılmaktaydı ancak aynı zamana denk gelen General Jean Maximillien Lamarque'ın ölümü, cenaze töreninin herhangi bir olay olmadan tamamlanmasını sağladı. Sadece Galois'in küçük kardeşi Galois'in ölümünden önceki olaylar hakkında bilgilendirildi. Galois öldüğünde 20 yaşındaydı ve küçük kardeşi Alfred'e olan son sözleri: "Ne pleure pas, Alfred ! J’ai besoin de tout mon courage pour mourir à vingt ans!" (Ağlama Alfred! Yirmi yaşında ölmek için tüm cesaretime ihtiyacım var.) oldu. 2 Haziran tarihinde Évariste Galois Montparnasse mezarlığındaki günümüzde yeri tam olarak bilinmeyen sıradan bir mezara gömüldü. Doğduğu kasabanın mezarlığında onun ansına akrabalarının mezarlarının yanına bir anıt mezar inşa edilmiştir. Galois'in matematiksel çalışmaları 1843 yılında Liouville tarafından incelenip onay aldıktan sonra Journal de Mathématiques Pures et Appliquées'ın Ekim-Kasım 1846 sayısında resmi olarak yayımlandı. Çalışmalarının en önemli katkısı beşinci ve daha yüksek dereceden denklemlerin kökler ile genel bir çözüm yolu olmadığının kanıtıydı. Abel'in 1824 yılında bu durumu kanıtlayan bir çalışma yayımlamasına ve Ruffini'nin 1799 yılında yayımladığı ve hatalı olduğu ortaya çıkan çözümüne rağmen Galois'in yöntemleri şimdi Galois kuramı olarak bilinen kuram üzerine derin araştırmalara öncülük etti. Örneğin, bir kişi Galois kuramını kullanarak herhangi bir polinom denkleminin kökler ile bir çözümü olup olmadığını belirleyebilir. Matematiğe katkıları. Arkadaşı Auguste Chevalier'e ölümünden 2 gün önce yazdığı 29 Mayıs 1832 tarihli mektubunun son cümlelerinden: "Tu prieras publiquement Jacobi ou Gauss de donner leur avis, non sur la vérité, mais sur l'importance des théorèmes." "Après cela, il y aura, j'espère, des gens qui trouveront leur profit à déchiffrer tout ce gâchis." Galois'in toplanabilen çalışmaları yaklaşık 60 sayfadan oluşmaktadır ancak bunların içinde neredeyse matematiğin her alanını ilgilendiren birçok önemli fikir yer almaktadır. Galois'in çalışmaları kendisi gibi erken yaşta ölen Niels Henrik Abel'in çalışmaları ile karşılaştırılmaktadır ve ikilinin çalışmaları arasında önemli ölçüde benzerlik vardır. Cebir. Galois'ten önceki birçok matematikçinin bugün grup olarak bilinen kavramdan söz etmesine rağmen grup (Fransızca groupe) kelimesini bugün anlaşıldığı şekilde teknik açıdan kullanan ilk kişi Galois'tir. Bu durum onu cebirin yeni bir alanı olarak bilinen grup teorisinin kurucusu yapmıştır. Günümüzde normal alt grup olarak bilinen kavramı geliştirmiştir. Bir grubun sağ ve sol eşkümelerine ayrıldığında bu eşkümelerin örtüşmesi durumuna doğru ayrıştırma adını vermiştir. Bu bugün normal altgrup olarak bilinen kavramdır. Galois ayrıca günümüzde bilindiği şekliyle sonlu cisim (Galois'in anısına Galois cismi olarak da bilinir.) fikrini de ortaya atmıştır. Chevalier'e yazdığı mektup ve eklediği üç çalışmanın ikincisinde sonlu cisimler üzerindeki doğrusal gruplar üzerine temel çalışmalar yapmıştır. Galois kuramı. Galois'in matematik alanına yaptığı en büyük katkı Galois kuramıdır. Galois, bir polinomun cebirsel çözümünün polinomun kökleri ile ilişkili permütasyon gruplarının yapısı ile alakalı olduğunu fark etmiştir. Bu gruplara polinomun Galois grubu denir. Eğer bir denklemin Galois grubunun kendinden sonra gelen her biri içinde abelien oranı ile normal olan alt grupları bulunabilirse denklemin kökler ile çözülebileceğini bulmuştur. Bunun daha sonra matematikçilerin birçok alana uyarlayacağı önemli bir yaklaşım oldu kanıtlanmıştır. Analiz. Galois'in ayrıca Abelian integralleri kuramı ve sonsuz kesirler konularında katkıları olmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5799", "len_data": 15195, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.68 }
İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) (), kökleri 1773 yılına dayanan İstanbul'da yer alan bir devlet üniversitesidir. 1773 yılında kurulan Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyûn, III. Mustafa döneminde mühendislik eğitimi vermek için askeri bir okul olarak kuruldu. Amacı güverte subayı ve gemi inşa subayı yetiştirmek olan okul, Osmanlı İmparatorluğu'nun batı referanslı ilk eğitim kurumlarından biriydi. 1795 yılında ise topçu ve istihkam subayı yetiştirmek amacıyla Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn kuruldu. Daha sonra okulun sivil kanadı olan Hendese-i Mülkiye oluşturuldu. Mühendishane'nin askeri kanadı günümüzde Kara Harp Okulu ve Deniz Harp Okulu olarak devam ederken, sivil kanadı da İTÜ'yü oluşturmuştur. İTÜ bugün İstanbul'un iş merkezi Maslak'ta bulunan ve ana kampüsü olan Ayazağa Yerleşkesi de dahil 4'ü İstanbul'un Avrupa, 1'i Anadolu yakasında, 1'i de Kıbrıs'ta olan toplam 6 yerleşkeye yayılmıştır. Maçka, Taşkışla ve Gümüşsuyu yerleşkelerinde Osmanlı döneminden kalan binalarda hâlâ eğitim yapılmaktadır. İTÜ mezunları cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye'nin büyümesinde ve gelişmesinde büyük rol oynamış, ülkedeki pek çok ilke ve pek çok mühendislik eserinin altına imza atmıştır. Türkiye'de ilk kez televizyon yayınlarının yapılması, ilk üniversite radyosunun kurulması, ilk kez bir üniversitede bilgisayar kullanılması, ilk defa bir Türk üniversitesinin uzaya uydu göndermesi; ilk yerli haberleşme uydusu, ilk yerli helikopter ve ilk yerli insansız otomobilin yapılması gibi mühendislik alanında Türkiye'deki birçok ilk İTÜ tarafından gerçekleştirilmiştir. İTÜ bugün bünyesindeki 13 fakülte, 39 bölüm ve 6 enstitü ile 25.470 lisans, 11.622 lisansüstü, 3.693 doktora öğrencisi ve 2.277 akademik personel ile eğitim hayatını sürdürmektedir. İTÜ tarafından yayınlanmış verilere göre akademik personel başına 16 öğrenci düşmektedir. Türkiye'deki pek çok üniversiteden farklı olarak kuruluşunda inşaat, mimarlık, makina ve elektrik olarak 4 fakülteye ayrılmıştır. İTÜ paydaşı pek çok hoca ve mezun TÜBİTAK bilim ödülü ve TÜBA ödülü almıştır ve pek çok hoca da ABD, İngiltere, Rusya bilimler akademisi üyesidir. Tarihçe. Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn. 1773 yılında açılan Mühendishane-i Bahr-i Hümâyun İstanbul Teknik Üniversitesinin eğitime başladığı tarih olarak kabul edilir. Bu yüzden İTÜ dünyanın en eski teknik üniversitelerinden biri olarak görülür. Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, tersane ve donanmanın geliştirilmesi ve askerî personelin eğitilmesi amacıyla III. Mustafa tarafından kurulmuş teknik okuldur. Okulda sınıflara ilk defa tahta ve sıra konulmuştur. Bu dönemde bir okul matbaası kurulmuş ve ders kitapları basılmıştır ve böylece İTÜ Kütüphanesi'nin temelleri de atılmıştır. Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn. Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn, 1795 yılında III. Selim döneminde kurulmuştur. Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn bünyesinde balistik, haritacılık, gemi inşaatı ve inşaat mühendisliği öğretimi verilirdi. Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn 1847'de mühendislik eğitiminin dışında mimarlık eğitimi de vermeye başladı. 1883'te Hendese-i Mülkiye adını alarak eğitimine devam etti. Hendese-i Mülkiye. Hendese-i Mülkiye, 1883 yılında kurulmuştur. Mühendishâne-i Berr-i Hümâyûndaki kılıçhanelerden birisi boşaltılıp Hendese-i Mülkiye öğrencilerine tahsis edilmiştir. Kuruluşunda Fransa'daki École nationale des ponts et chaussées (Köprü ve Yol Mektebi) örnek alınmıştır. Ancak daha sonra Fransız dizgesi (sistem) terk edilmiş ve Alman dizgesine geçilmiştir. Hendese-i Mülkiye öğrencileri ve öğretmenleri Osmanlı Devleti ve Türkiye'nin gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuştur. Örneğin Hicaz Demiryolu pek çok Hendese-i Mülkiye mezunu ve hocaları tarafından yapılmıştır. Ayrıca okulun hocalarından Mimar Kemaleddin Bey Mescid-i Aksa'nın onarımını gerçekleştirmiştir. Mühendis Mekteb-i Âlîsi. Mühendis Mekteb-i Âlîsi, askerî idareden ayrılarak kurulan Hendese-i Mülkiye'nin devamı olan kurumdur. Prof. Dr. Karl von Terzaghi okulun önemli hocalarındandır. Bu dönemde ülkede ilk defa Mühendis Mektebi Mecmuası adıyla akademik bir mühendislik dergisi çıkartılmıştır. Okula ilk kez kız öğrenci bu dönemde kabul edilmiş ve İTÜ'nün arı simgesine bu dönemde karar verilmiştir. Okul daha sonra Yüksek Mühendis Mektebi adını alarak eğitim ve öğretimine devam etmiştir. Yüksek Mühendis Mektebi. Mühendis Mektebi 1928 yılında yeniden yapılandırılmış ve Yüksek Mühendis Mektebi adını almıştır. İlk mezunlarını 1931 yılında veren Yüksek Mühendis Mektebi Cumhuriyet Türkiye'sinin bayındırlık işleri için gerekli teknik elemanları yetiştiriyordu. Önceleri sadece Gümüşsuyu kışlasını kullanan Yüksek Mühendis Okulu daha sonra Maçka ve Taşkışla silâhhanelerine sahip olmasıyla birlikte büyüdü ve eğitim kadrosunu da İsviçre ve Almanya'dan gelen hocalarla geliştirdi. 1944 yılında Yüksek Mühendis Mektebi İstanbul Teknik Üniversitesi olarak yeniden yapılandırıldı. Bu dönemin mezunlarının en büyük eseri Anıtkabir'dir. Teknik Üniversite. 1944 yılından alınan bir kararla Yüksek Mühendis Mektebi, İstanbul Teknik Üniversitesi olarak yeniden yapılandırıldı ve inşaat, mimarlık, makina ve elektrik fakülteleri olarak dört fakülteye ayrıldı. 1974-1975 öğretim yılında iki kademeli eğitime geçilerek, dört yıllık lisans eğitimine eklemlenen iki yıllık lisansüstü programları ile birçok uzmanlık alanında üst düzeyde eğitim verilmeye başlanmıştır. 2000'li yıllarda ise tüm bölümler uluslararası eşdeğerlik almıştır. Türkiye'de ilk kez televizyon yayınlarının yapılması, ilk üniversite radyosunun kurulması, bilgisayarı ilk kez kullanan üniversite olması, ilk defa bir Türk üniversitesinin uzaya uydu göndermesi, pek çok mühendislik dalında ilk kez lisans eğitiminin başlaması, İTÜ basketbol takımının 5 basketbol ligi şampiyonluğu kazanması, IHF (günümüzde EFH) kupasında Türkiye'yi ilk kez İTÜ'nün temsil etmesi Teknik Üniversite'nin bu dönemdeki akademi ve spor alanlarındaki başarılarıdır. Akademik. Fakülteler. 1944 yılındaki bir yasa ile Yüksek Mühendis Mektebi inşaat, mimarlık, makina ve elektrik fakülteleri olmak üzere 4 fakülteye ayrıldı. Şu an ise İstanbul Teknik Üniversitesi içerisinde barındırdığı 13 fakülte ve 6 enstitü ile eğitim öğretim faaliyetlerini sürdürmektedir. Hâlen bazı mühendislik programları Türkiye'de yalnızca İTÜ'de okutulmaktadır. İTÜ'de bütün lisans programlarında %30 İngilizce şartı olup bazı lisans programları %100 İngilizcedir. İngilizce hazırlık zorunludur. Bilgisayar ve Bilişim Fakültesi. Bilgisayar ve Bilişim Fakültesi, İstanbul Teknik Üniversitesinin 13. fakültesi olarak 2010 yılında kuruldu. Önceden Elektrik Elektronik Fakültesi'ne bağlı olan Bilgisayar Mühendisliği bölümü, Yapay Zeka ve Veri Mühendisliği bölümü ve Siber Güvenlik Mühendisliği bölümü bu fakültededir. Denizcilik Fakültesi. Geçmişi 1884 yılına dayanan Denizcilik Fakültesi, 3 Temmuz 1992 gün ve 2809 sayılı yasa ile yeniden yapılandırılmıştır ve Tuzla yerleşkesinde bulunmakta olup, Gemi Makineleri işletme Mühendisliği ve deniz ulaştırma işletme mühendisliği bölümlerini içerisinde barındırmaktadır. Tuzla kampüsünde denizcilik fakültesine ait gemiler, simülatörler, havuz ve kütüphane yer alır. Elektrik Elektronik Fakültesi. Elektrik fakültesi adıyla kurulan Elektrik Elektronik Fakültesi'nin geçmişi 1934 yılına dayanır. Ayazağa kampüsünde yer almaktadır. Fakülte içerisinde Elektrik Mühendisliği, Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği ve Robotik ve Otonom Sistemler Mühendisliği bölümleri yer alır. Buna ek olarak ABD'deki üniversitelerle ortak yürütülen lisans programlarına da sahiptir. Fen Edebiyat Fakültesi. Fen Edebiyat Fakültesi, Ayazağa kampüsündedir. İçinde fizik mühendisliği, kimya, matematik mühendisliği ve moleküler biyoloji ve genetik bölümleri yer almaktadır. 20 Temmuz 1982'de Temel Bilimler Fakültesi'nin adı değiştirilerek yeniden yapılandırılmıştır. Cahit Arf, Kerim Erim, Ratip Berker, Nihat Berker, Yusuf Yağcı gibi ünlü isimlere ev sahipliği yapmıştır. Gemi İnşaatı ve Deniz Bilimleri Fakültesi. Gemi İnşaatı ve Deniz Bilimleri Fakültesi, Ayazağa kampüsündedir. İçinde gemi inşaatı ve gemi makineleri mühendisliği ve gemi ve deniz teknolojisi mühendisliği bölümleri yer almaktadır. Fakülte olarak kuruluşu 1971 yılına denk gelir. İnşaat Fakültesi. İnşaat Fakültesi'nin kuruluşu Osmanlı dönemine, 1795 yılına, kadar uzanmaktadır. Bu tarih aynı zamanda Türkiye'de inşaat mühendisliği eğitiminin başlangıç tarihi olarak da kabul edilir. Ayazağa kampüsünde yer alır. İçerisinde inşaat mühendisliği, çevre mühendisliği ve harita mühendisliği bölümleri yer almaktadır. Karl von Terzaghi, Mustafa İnan, Sedat Ersoy gibi hocalara da ev sahipliği yapan bu fakültenin mezunları Türkiye'nin özellikle ilk yıllarındaki inşasında önemli rol oynamıştır. İşletme Fakültesi. İşletme Fakültesi, Maçka kampüsünde yer alır. Fakültede endüstri mühendisliği, işletme mühendisliği, ekonomi ve veri bilimi ve analitiği bölümleri yer almaktadır. Maçka yerleşkesinde fakültenin kendine ait bir kütüphanesi vardır. İTÜ'lülere işletme, iktisat ve hukuk dersleri veren üyelerin kürsüleri birleştirilerek işletme fakültesi kurulmuştur. Kimya ve Metalurji Fakültesi. Kimya ve Metalurji Fakültesi, Ayazağa kampüsündedir. İçinde kimya mühendisliği, gıda mühendisliği ve metalurji ve malzeme mühendisliği bölümleri vardır. 1963 yılında Kimya Fakültesi adıyla kurulmuştur. Maden Fakültesi. Maden Fakültesi, Ayazağa kampüsünde yer alır. İçinde maden mühendisliği, jeoloji mühendisliği, petrol ve doğalgaz mühendisliği, jeofizik mühendisliği ve cevher hazırlama mühendisliği bölümleri vardır. Türkiye'de maden mühendisliği ile ilgili eğitim İTÜ maden fakültesinin kurulması ile başlamıştır. Aykut Barka, Kazım Ergin, İhsan Ketin, Celâl Şengör gibi ünlü bilim insanlarını bünyesinde barındırmıştır. Fakültenin kuruluş tarihi 1 Mart 1953'tür. Makina Fakültesi. Makina Fakültesi, 1934 yılına kadar uzanmaktadır. Ancak ayrı bir fakülte olarak Yüksek Mühendis Mektebi, İTÜ olarak yeniden yapılandırılırken kurulmuştur. Fakülte Ratip Berker'in kurucu dekanlığı ile kurulmuştur. Makina mühendisliği bölümü burada yer alır. Gümüşsuyu kampüsünde yer alır. Mimarlık Fakültesi. Başlangıcı 1847 yılına kadar uzanan Mimarlık Fakültesi Taşkışla kampüsündedir ve kuruluşunda büyük emeği olan Emin Halid Onat ile özdeşleşmiştir. İçerisinde peyzaj mimarlığı, iç mimarlık, endüstriyel tasarım, şehir ve bölge planlama ve mimarlık bölümleri bulunur. Fakülte; Clemens Holzmeister, Paul Bonatz, Emin Halid Onat, Doğan Kuban, Mimar Kemaleddin gibi ünlü hocalara ev sahipliği yapmıştır. Tekstil Teknolojileri ve Tasarımı Fakültesi. Tekstil Teknolojileri ve Tasarımı Fakültesi, Gümüşsuyu kampüsündedir. İçinde tekstil mühendisliği, moda ve tasarım, tekstil geliştirme ve pazarlama bölümleri bulunmaktadır. Geçmişi 1955'e makina mühendisliği bölümü içinde yer alan tekstil kürsüsüne dayanır. Ayrı bir bölüm olarak 1983'te, fakülte olarak da 2004'te yeniden yapılandırılmıştır. Fakültede uluslararası ortak lisans programları da vardır. Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi. Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi, Ayazağa kampüsünde yer alır. İçinde uçak mühendisliği, uzay mühendisliği, Türkiye'deki tek olan iklim bilimi ve meteoroloji mühendisliği bölümleri vardır. Fakülte olarak 1983 yılında kurulmuştur. Araştırma. Türkiye'nin ilk yerli helikopteri “Arıkopter”, ilk küp uydusu “İTÜpSAT1”, ilk haberleşme uydusu “Türksat3USAT”, ilk insansız otomobili “Otonobil”, ilk hidrojenli teknesi "MARTI-İTÜ” ve ilk elektrikli minibüsü, İTÜ tarafından yapılmıştır. Ayrıca Türkiye'nin ilk mikroelektronik laboratuvarı, ilk uydu yer istasyonu ve ilk süper bilgisayarı İTÜ'de kurulmuştur. İTÜ bünyesinde 360 AR-GE laboratuvarı ve 13 araştırma merkezi bulunmaktadır. Enstitüler. İstanbul Teknik Üniversitesi, yüksek lisans, doktora ve araştırma etkinliklerini 6 enstitü içerisinde yürütmektedir. Avrasya Yer Bilimleri Enstitüsü. 1997 yılında İTÜ bünyesinde kurulmuştur. Amacı yer bilimleri konularında lisansüstü eğitim ve öğretim, bilimsel araştırma ve uygulamalar yapmaktır. Her yıl ünlü yer bilimcileri Prof. Dr. İhsan Ketin ve Prof. Dr. Aykut Barka anısına konferanslar düzenlenmektedir. Bünyesinde Celal Şengör gibi ünlü bilim insanlarını barındırır. Ayazağa yerleşkesinde yer alır. Bilişim Enstitüsü. Bilgi teknolojileri ve bilişim alanında araştırma yapmak, teknoloji üretmek için kurulmuştur. Ulusal Yüksek Başarımlı Hesaplama Merkezi bu enstitünün bünyesindedir. Binası Ayazağa kampüsündedir. Enerji Enstitüsü. Enerji Enstitüsü, 1961 yılında kurulmuş olan Nükleer Enerji Enstitüsü'nün 2002 yılında yeniden yapılandırılması ile kurulmuştur. İçinde Yenilenemez-Konvansiyonel Enerji, Yenilenebilir Enerji, Nükleer Araştırmalar ve Enerji Planlaması ve Yönetimi Anabilim Dalları yer almaktadır. Ayrıca TRIGA Mark-II Nükleer Araştırma ve Eğitim Reaktörü de bu enstitü bünyesinde yer alır. Enstitü Ayazağa kampüsündedir. Fen Bilimleri Enstitüsü. 1 Ekim 1982 tarihinde kurulmuştur. Ayazağa kampüsünde yer alır. Çağdaş bilim ve teknolojinin gelişmesini izleyip bunları Türkiye'de uygulama alanına aktarabilecek araştırma niteliği kazanmış yüksek lisans ve doktora öğrencisi yetiştirmek üzere etkinliklerini sürdürmektedir. Sosyal Bilimler Enstitüsü. Taşkışla kampüsünde yer alır. 1982 yılında kurulmuştur. Bünyesinde pek çok master ve doktora programı barındırır. Deprem Mühendisliği ve Âfet Yönetimi Enstitüsü. İTÜ'de deprem ve deprem mühendisliğine yönelik çalışmalar 1939 Erzincan Depremi ile başlamıştır. Daha sonra bir Sismoloji Enstitüsü açılmıştır ve çeşitli bilim insanlarınca Deprem Mühendisliği Türk Millî Komitesi oluşturulmuştur. Japon ve Amerikalı bilim insanlarının yardımıyla çeşitli laboratuvarlar açılmış ve konferanslar düzenlenmiştir. Sonunda deprem mühendisliği konusundaki araştırmaları geliştirmek için bir enstitü 2010 yılında kurulmuştur. Ayazağa yerleşkesinde yer alır. Diğer Öğrenim Birimleri. Yabancı Diller Yüksekokulu. Yabancı Diller Yüksekokulu, İngilizce hazırlık eğitimi vermek üzere 1983 yılında kurulmuştur. Kurulduğunda Maçka Kampüsü'nde hizmet vermekte olsa da günümüzde hem Maçka hem de Ayazağa Kampüsleri'nde hizmet vermektedir. Yeni binasının inşaasından sonra tamamen Ayazağa kampüsüne taşınacaktır. Hazırlık eğitiminin yanı sıra ileri İngilizce lisans derslerini ve seçmeli olarak ikinci yabancı dil eğitimini lisans öğrencilerine vermektedir. Siber Güvenlik Meslek Yüksekokulu. Siber Güvenlik Meslek Yüksekokulu, 2022 yılında kurulmuştur. İTÜ'deki tek önlisans programı olan Siber Güvenlik Analistliği ve Operatörlüğü bölümü bu yüksekokulda yer almaktadır. Yüksekokul Ayazağa yerleşkesindedir. Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı. Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı, 1975 yılında kurulmuştur ve diğer Türk müziği konservatuvarlarına öncü olmuştur. İTÜ'nün Maçka kampüsünde yer alır. Müzik İleri Araştırmalar Merkezi. 1999 yılında kurulmuştur. Müzik yüksek lisans ve müzik doktora programları vardır. Maçka kampüsünde yer alır. Kuzey Kıbrıs Eğitim-Araştırma Yerleşkeleri. İTÜ-KKTC Eğitim-Araştırma Yerleşkeleri, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Gazimağusa ilçesinde bulunmaktadır. 2010 yılında kurulmuştur. 10 farklı lisans programında eğitim vermektedir. Uluslararası durum. İTÜ'nün eğitimi uluslararası alanda da kabul görmüştür. Türkiye'de ve dünyada ABET eşdeğerliği almış mühendislik bölümü en çok İTÜ'dedir. 26 mühendislik bölümü ABET tarafından akredite edilmiştir. Mimarlık fakültesi NAAB tarafından, peyzaj mimarlığı bölümü IFLA tarafından, denizcilik fakültesi ise IMO tarafından akredite edilmiştir. İTÜ'lü bilim insanları COST, EUREKA, NASA, NATO, NSF, BM, Dünya Bankası, Jean Monnet, Erasmus Mundus, Leonardo and SOCRATES, AB çerçeve programları gibi projelerde etkin görev almaktadır. İTÜ; AÜB, CESAER, SEFI, TIME, EIAE, ATHENS gibi uluslararası ağlara üyedir. İTÜ'lü öğrenciler, AIESEC ve IAESTE sayesinde yurt dışında staj olanağı bulabilmektedir. IAESTE programına Türkiye adına İTÜ 1953 yılında üye olmuştur. İTÜ, QS ve Times Higher Education gibi uluslararası sıralamalarda Dünya'nın en iyi 500 üniversitesi arasına girmeyi başarmıştır ve Türk üniversiteleri arasında ise en üst sıralarda yer almıştır. İTÜ, 2024 QS Dünya Üniversite Sıralamaları'na göre mühendislikte dünyada 95. ve Türkiye'de 1. sıradadır. Doğa bilimlerinde ise dünyada 275. Türkiye'de 2.dir. Alanlara göre sıralamada da 10 kategoride listeye girmeyi başarmıştır. Yerleşkeler. İstanbul Teknik Üniversitesinin eğitim binaları 5 yerleşkeye yayılmıştır. Bu 5 yerleşke dışında Kuzey Kıbrıs'ta İTÜ-KKTC Eğitim-Araştırma Yerleşkeleri bulunmaktadır. Teknik Üniversite'nin İstanbul Florya ve Küçükçekmece'de de arazileri vardır. Ayrıca Aydın, Elazığ ve Kastamonu'da da sismoloji laboratuvarları vardır. Ayazağa yerleşkesi. Ana yerleşim birimi olan Ayazağa yerleşkesi, İstanbul'un yeni finans merkezi konumuna gelen Maslak bölgesindedir. Rektörlük ve yönetim birimleri bu yerleşkede bulunmaktadır. On üç fakülteden sekizi ve yüksek lisans ve doktora eğitimlerinin yürütüldüğü beş enstitüden dördü; Enerji, Fen Bilimleri, Avrasya Yer Bilimleri, Bilişim Enstitüleri de Ayazağa yerleşkesinde bulunmaktadır. Bu yerleşke, sosyal binalar olarak da zengindir. Mustafa İnan Kütüphanesi, Kültür ve Sanat Birliği, Spor Birliği, 75. Yıl Öğrenci Sosyal Merkezi, Süleyman Demirel Kültür Merkezi, kapalı spor salonu, kapalı yüzme havuzu, Bilgi İşlem Daire Başkanlığı, mezunlar derneği, gölet, kafeler, öğrenci yurtları, lojmanlar, halı saha, tenis kortları, stadyum da bu yerleşkededir. Merkez kütüphane olarak hizmet veren Mustafa İnan Kütüphanesi, 7/24 hizmet veren Türkiye'nin ilk ve tek üniversite kütüphanesidir. Ayrıca Enerji Enstitüsü'nde Triga Mark-II nükleer reaktörü, Ulusal Yüksek Başarımlı Hesaplama Merkezi'nde Türkiye'nin süper bilgisayarı bulunmaktadır. Arı Teknokent de bu kampüstedir. Gümüşsuyu yerleşkesi. İstanbul Teknik Üniversitesinin ilk eğitim yaptığı binalar Gümüşsuyu'ndaki binasıdır. Önceleri bu binanın bir kısmı kullanılırken daha sonra onarılmış ve tümü kullanılmaya başlanmıştır. Günümüzde makina ve Tekstil Teknolojileri ve Tasarımı Fakültesi, bir spor salonu ve öğrenci yurtları bu yerleşkede bulunmaktadır. Taksim'e yürüyüş mesafesindedir. Maçka yerleşkesi. Maçka yerleşkesinde işletme fakültesi, yabancı diller yüksekokulu, Türk Müziği Konservatuvarı, İTÜ Vakfı büroları ve sosyal tesisler bulunmaktadır. Maçka yerleşkesindeki tarihi binalar ise Osmanlı zamanında silahhane olarak kullanılırken daha sonra İTÜ'ye, Gümüşsuyu'na ek olarak devredilmiştir. Beşiktaş - Nişantaşı hattı üzerindedir. Taşkışla yerleşkesi. İTÜ'nün kent merkezi yerleşkelerindeki yapılar Osmanlı zamanında kalma olduğu için tarihin izleri burada görülebilir. Taşkışla yerleşkesindeki bina yeni rönesans üslubunda yapılmış bir Osmanlı kışlasıdır. Mimarlık fakültesinden başka sosyal bilimler enstitüsü, güzel sanatlar bölümü ve sürekli eğitim merkezi ve İTÜ Geliştirme Vakfı ve rektörlük kent içi büroları da Taşkışla yerleşkesindedir. Taksim'de bulunmaktadır. Taşkışla yerleşkesinde, etkileşimli sergilerle çocukları bilime özendirmeyi amaçlayan İstanbul Teknik Üniversitesi Bilim Merkezi de bulunmaktadır. 2007 Kasım'ında açılmış olup; Merkezde optik yanılsama, mekanik, elektrik magnetizma, matematik, DNA, uzay, akışkanlar mekaniği, ses ve titreşim, genel fizik konularına ait birimler bulunmaktadır. İTÜ'nün İstanbul'un köklü semtlerinde bulunan tarihi Taşkışla, Gümüşsuyu ve Maçka yerleşkeleri birbirine yakın olup yürüyüş mesafesindedir. Ayazağa kampüsünden Taşkışla ve Gümüşsuyu kampüslerine metro hattı üzerinden ulaşım mümkündür. Ayrıca Maçka kampüsü ile Taşkışla kampüsü arasında teleferik hattı vardır. Tuzla yerleşkesi. 16.5 hektarlık alana sahip Tuzla yerleşkesi Anadolu yakasındaki tek yerleşke olup burada çağdaş ekipmanlarla donatılmış eğitim havuzu ile Denizcilik Fakültesi bulunmaktadır. Buradaki koyda İTÜ'ye ait Akdeniz Gemisi ve Sismik1 gemisi de bulunmaktadır. Öğrenci yaşamı. İTÜ Ayazağa, Gümüşsuyu, Taşkışla, Maçka ve Tuzla kampüslerinde geniş bir alana yayılmıştır. İTÜ kampüslerinde öğrenciler, çok çeşitli sosyal etkinliklerde bulunabilir. Öğrenci ve personelin yemek gereksinimi her fakültede bulunan yeme-içme yerlerinde ve yemekhanelerde karşılanmaktadır. Sağlık sorunları için ise Ayazağa ve Maçka kampüslerinde bulunan medikososyal merkezleri mesai saatleri içinde tüm üniversiteye hizmet etmektedir. İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencilerinin barınma gereksinimleri geçtiğimiz yıllarda yapımı tamamlanan ve kampüs içerisinde çeşitli bölgelerde bulunan yurtlar ile giderilmektedir. Spor yapmanın ve spor etkinliklerinin bir gelenek olduğu İTÜ'de basketboldan tenise, badmintondan Amerikan futbolunna kadar çok çeşitli sporlar yapılabilir. Aktiviteler. İTÜ'ye gelen her öğrenci birden fazla kulübe birden üye olarak etkinliklerde yer almakta ve sosyal bir üniversite hayatı sürmektedir. Bu kulüplerde öğrenciler son yıllarda robot yarışması İTÜRO ve Projekent gibi büyük organizasyonlara da imza atmışlardır. İTÜ bünyesinde bulunan çok sayıdaki kulüpler Kültür Sanat ve Düşünce, Spor ve Uzmanlık kulüpleri olarak sınıflandırılmıştır. Uzmanlık kulüplerine örnek olarak İTÜ'deki girişimci potansiyeli açığa çıkarmak için çalışan Girişimcilik Kulübü ve kariyer alanında gelişimlerini ilerletmeyi hedefleyen bölüm kulüpleri, kültür sanat ve düşünce kulüplerine örnek olarak Basın Yayın Kulübü, Sinema Kulübü, Aydınlanma 1923 Atatürkçü Düşünce Kulübü, spor kulüplerine örnek olarak ise İTÜ Hornets verilebilir. Buna ek olarak öğrencileri çıkarttığı Arıyorum gazetesi, İTÜ Radyosu ve değişik kulüplerin çıkardığı dergiler (Uzgörü dergisi, Petek dergisi, Maçka dergisi gibi) İTÜ'lüler arasında bir birliktelik ortamı yaratmaktadır. Yine yıl içinde kampüsteki sosyal hayatı geliştirmek adına düzenlenen Kulüpler Şenliği, açık hava film gösterimi, dans kulübünün dans festivali, Dil ve Tarih Kulübünün İTÜ Türkçe Günleri gibi etkinlikleri de önemli etkinlikler arasındadır. Yıl sonunda çeşitli şenliklerde öğrenciler bütün yılın yorgunluğunu üzerlerinden atmaktadırlar. Öğrenci kulüplerinden ayrı olarak, İTÜ'lü öğrenciler bir takım oluşturup Türkiye ve Dünya çapında yarışmalara da girmekte ve büyük başarılar elde etmektedir. Örneğin ARIBA güneş arabaları TÜBİTAK Formula G 2006 ve 2007 yarışmalarında 1. ve 2., Nusrat güneş teknesi uluslararası güneş tekneleri yarışında dünya ikinciliği ve üçüncülükleri ve 6 dalda ödül kazanmıştır. Ayrıca İTÜlü öğrenciler Imagine Cup yarışmasına katılmakta, Hydrobee hidrojenli aracını oluşturmaktadır. Lisans öğrencisi düzeyinde ilk Türk (piko) uydusunun tasarımı İTÜ'de gerçekleştirilmiştir. Öğrenci Kulüpleri. İstanbul Teknik Üniversitesi, 200'ün üzerinde öğrenci kulübüne ev sahipliği yapmaktadır. Bu kulüpler her öğretim yılının başında Back to School festivalinde yeni üyeleriyle buluşur. İTÜ Model Birleşmiş Milletler Kulübü. Her öğrencinin bir ülke delegesi rolünü üstlendiği simülasyon Birleşmiş Milletler konferansları düzenleyen kulüp, dünya üzerindeki birçok saygın üniversitenin yanında İTÜ'de de faaliyettedir. Diğer delegelere karşı kendi fikrini sunma, gerektiğinde fikrini savunma ve uzlaşma bazlı içeriğiyle sosyal yetenekleri geliştirirken bir yandan da yurt içi ve yurt dışı konferanslara katılarak Türkiye'nin ve Dünya'nın her yerinden öğrencilerle iletişim kurulmasını sağlamaktadır. Geçmişte faaliyetlerine kısa bir ara vermiş olan kulüp 2014'te, günümüzde aktif durumdadır. IEEE Öğrenci Kolu. İstanbul Teknik Üniversitesi IEEE Öğrenci Kolu, IEEE'nin İTÜ'deki öğrenci üyeleri tarafından 1992 yılında kurulmuştur. IEEE, IEEE Türkiye Şubesi, İTÜ Kültür Hizmetleri Şube Müdürlüğü ve İTÜ Elektrik-Elektronik Fakültesi denetiminde faaliyet gösterir. Bünyesinde dört teknik komite (Communications Society, Computer Society, Robotics and Automation Society, Power and Energy Society), Women in Engineering farkındalık grubu, EESTEC LC Istanbul ve dört ekip (Educational Activities, IEEE İTÜ Teknoloji Konferansı Koordinasyon Ekibi, Tanıtım-Tasarım, Kariyer) bulunmaktadır. IEEE İTÜ Teknoloji Konferansı. 2016 yılından beri düzenlenen ve başta yapay zekâ, haberleşme, otomasyon, bulut, veri bilimi, lojistik, finans gibi konular olmak üzere teknolojinin güncel konularını işleyen bir etkinliktir. Spor. 1930'da Gümüşsuyu kampüsündeki voleybol sahası İTÜ'deki ilk spor alanı olmuştur. İlk zamanlarda voleybolun Türkiye'de beşiği olan İTÜ'de ilgi zamanla basketbola kaymıştır. Daha sonra açılan Gümüşsuyu spor salonu ise 1970'lere kadar Türkiye'nin 2. büyük spor salonu olmuştur. Şimdilerde İTÜ'lü öğrencilerin spor olanakları arasında tenis kortları, halı sahalar, sağlıklı yaşam merkezi, kapalı spor salonu, kapalı yüzme havuzu bulunmaktadır. Daha önce 5 kez basketbolda şampiyon olmuş İTÜ basketbol takımı şu an 2. Ligde mücadele etmekte ve karşılaşmalarını Ayazağa kampüsündeki Ayazağa Spor Salonu'nda yapmaktadır. İTÜ basketbol takımı Türk basketboluna önemli isimler de kazandırmıştır. Bunlardan bazıları: Kemal Erdenay, Harun Erdenay, Levent Topsakal ve Erman Kunter'dir. Her yıl düzenlenen rektörlük kupası futbol karşılaşmaları da fakülteler arasında bir rekabete yol açmaktadır. Ayrıca Ayazağa kampüsünde her ay yürüyüş günleri yapılmaktadır. Yurtlar. İTÜ'deki yurt kapasitesi 1355 kız, 2010 erkek olmak üzere toplam 3365'tir. Yurtların büyük bir bölümü Ayazağa yerleşkesindedir. Gümüşsuyu yerleşkesinde de da kız ve erkek öğrenci yurtları bulunmaktadır. Yurtların standartları yurttan yurda değişmekte ve özellikle göl manzaralı Gölet yurtlarının standartları üst düzeydedir. Erkek öğrenciler Vadi yurtları, Gölet yurtları, Yılmaz Akdoruk Konuk Evi ve Gümüşsuyu öğrenci yurdu'nda; kız öğrenciler ise Arıoğlu, Ayazağa, Ayşe Birkan, Ferhunde Birkan, Gölet, Gök, Gümüşsuyu, Yılmaz Akdoruk Konuk Evi, Verda Üründül, ve Zeynep Birkan öğrenci yurtlarında kalabilmektedir. İTÜ çevresinde çok sayıda özel öğrenci yurdu bulunmaktadır. Üniversitenin akademik ve idari personele verdiği lojmanlar da Ayazağa yerleşkesinde, Akatlar'da ve Florya'dadır. Mezuniyet. Ünlü mezunlar. Zamanının önde gelen bilim adamlarından Mustafa İnan, Ziya Akçasu, Bedri Karafakıoğlu, Duran Leblebici, Doğan Tekeli, Doğan Hasol, Kemal Kafalı ve Mehmet Toner İTÜ'den mezun olmuşlardır. Dünyaca ünlü malzeme bilimcisi Ali Erdemir İTÜ'den malzeme bilimcisi olarak mezun olmuştur. İlk Türk kadın mühendis Sabiha Gürayman da İTÜ mezunudur. 30 yıl ile Türkiye'nin en uzun süre Bayındırlık ve İskan Müdürlüğü'nü yürütmüş, Yozgat, Giresun ve Çorum illerinde müdürlük yapmış olan, Ömer Faruk Orhon da İTÜ mezunudur. Eserleriyle tanınan ünlü İTÜ'lülerden bazıları ise şunlardır: Anıtkabir'in mimarlarından Prof. Dr. Emin Halid Onat ve Doç. Dr. Ahmet Orhan Arda hem İTÜ mezunudurlar hem de okulda öğretim üyeliği yapmışlardır. Atatürk Üniversitesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi yerleşkelerinin mimarı Veli Behruz Çinici, Devrim arabaları mühendislerinden Kemalettin Vardar, İTÜ mezunudur. ASELSAN ilk genel başkanı ve kurucularından Hacim Kamoy, TÜBİTAK'ın 1968'de kurulan Elektronik Araştırma Ünitesi'nin kurucu başkanı Yılmaz Tokad, 1995'te kurulan TÜBİTAK UEKAE'nin kurucu müdürü Önder Yetiş, HAVELSAN eski genel müdürü Faruk Yarman, Türk Hava Yolları eski genel müdürü ve TAI'nin şimdiki genel müdürü Temel Kotil, Baykar Savunma'nın genel müdürü Selçuk Bayraktar, TÜSİAD yönetim kurulu başkanı Erol Bilecik, Siemens eski genel müdürü Arnold Hornfeld, Türkiye Petrolleri Genel Müdürü Besim Şişman, Alarko'nun kurucularından Üzeyir Garih, Enka'nın kurucuları Şarık Tara ve Sadi Gülçelik, iş adamı Orhan Öcalgiray, Elginkan Holding'in kurucuları Ekrem Elginkan ve Cahit Elginkan da İTÜ mezunudur. Türkiye'nin yönetiminde ve gelişiminde rol alan çok sayıda siyasetçi de İTÜ'den mezun olmuştur. Bunların başında Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Necmettin Erbakan gelmektedir. Özal Türkiye Cumhuriyeti'nin 8., Demirel ise 9. cumhurbaşkanı olmuştur. İTÜ'de öğretim üyeliği de yapan Prof. Dr. Necmettin Erbakan ise bir süre Türkiye Cumhuriyeti başbakanlığı görevinde bulunmuştur. Türkiye Cumhuriyeti'nin son başbakanı Binali Yıldırım da İTÜ mezunudur. Yıldırım uzun süre Ulaştırma Bakanı olarak da görev yapmıştır. Çeşitli dönem bakanlık yapmış olan Recai Kutan, İsmet Yılmaz, Tarhan Erdem, Ali Topuz, Safa Giray, Ruhsar Pekcan, Fatma Şahin, Veysel Eroğlu, Lütfi Elvan ve Taner Yıldız da Teknik Üniversite mezunlarındandır. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapmış olan ve Yeditepe Üniversitesi'nin kurucusu Bedrettin Dalan da İTÜ'lüdür. Ankara Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Vedat Ali Dalokay, Adana Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Aytaç Durak ve Bursa Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Teoman Özalp de teknik üniversite mezunu olup mühendis siyasetçi geleneğindendirler. Konservatuvar mezunu ünlü İTÜ'lülerden bazıları: Volkan Konak, Funda Arar, Çelik Erişçi, Aşkın Nur Yengi, Melihat Gülses, Erkan Oğur, Erol Parlak ve İsmail Hakkı Demircioğlu. Mimar ve Redd grubunun gitaristi Berke Hatipoğlu, İTÜ mimarlık fakültesi mezunudur. Film yapımcısı, senarist ve yönetmen Tolga Örnek ise kimya ve metalurji fakültesi mezunudur. Sporcu ve manken Çağla Kubat makina mühendisliği mezunudur. Ata Demirer ise konservatuvarı yarıda bırakmıştır. Türk edebiyatının önemli isimlerinden Oğuz Atay İTÜ inşaat fakültesi mezunudur. Ayrıca yazar Orhan Pamuk da bir süre mimarlık fakültesine devam etmiş fakat mezun olmamıştır. Tiyatrocu Yılmaz Erdoğan ise inşaat fakültesine bir süre devam etmiş ancak daha sonra okulu bırakmıştır. Mezun dernekleri. Toplamda 15 adet İTÜ mezunları derneği bulunmaktadır. Bunlar içerisinde; Eskişehir, Antalya, Bursa, Mersin, Kahramanmaraş ve Gaziantep illerinde kurulanlar ve yurtdışında; ABD ve Kanada'da kurulanlar da yer almaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5802", "len_data": 29505, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.61 }
Şizofreni ( "s’chizein" "bölünmek, yarılmak, ayrılmak, parçalanmak" ve φρήν "phrēn" "akıl,huy, hissiyat"), benzer belirtilere sahip hem ruhsal hem de akılsal yönleri etkileyen karmaşık bir psikiyatrik hastalıktır. Hastalık, algılama ve düşünme yetilerinde meydana gelen bozukluklara bağlı olarak kişinin davranışlarında da değişime, bozulmalara yol açar. Bu bozulmalar, şizofreni hastasının kendisini rahatsız etmeye başlayan dış dünyadan bağımsız, kişiler arası ilişkilerden ve gerçeklerden uzaklaşarak kendi kendine yeni bir dünya kurmasına neden olur. Diğer yaygın belirtiler arasında halüsinasyonlar (tipik olarak sesler duymak), sanrılar (yani paranoya), düşünce bozukluğu, tecrit ve duygusal küntlük yer alır. Şizofreni hastalarının çoğunda, özellikle madde kullanım bozuklukları, duygudurum bozukluğu, anksiyete bozukluğu ve obsesif kompulsif bozukluk gibi ruhsal bozukluklar da vardır. Şizofreni kelimesi, Yunanca ayrık veya bölünmüş anlamına gelen ""şizo" ("schizein", Yunanca: σχίζειν) ve akıl anlamına gelen "frenos"" ("phrēn", "phren-" Yunanca: φρήν, φρεν-) sözcüklerinin birleşiminden gelir. Anlatılmak istenen kişinin iki kişilikli olması değil, aynı anda iki farklı gerçekliğe inanmasıdır. ""Gerçek gerçeklik" normal, sıradan bir insanın algılamasına denk düşerken, "ikinci gerçeklik"" sağlıklı bir insanın anlayamayacağı, çoğu kez belli bir sisteme dayalı bir gerçekliktir. Şizofreninin ömür boyu görülme sıklığı genel nüfusta %0,5-1'dir. Ancak kan bağı olan akrabaları arasında şizofreni hastaları bulunanlarda, şizofreni görülme sıklığı genel toplumdan daha yüksektir. Tamamen aynı genetiğe sahip tek yumurta ikizleri üzerindeki çalışmalar, bir kardeşte hastalığın var oluşunda, diğer kardeşte de %83 oranında hastalığın görüldüğünü ortaya koymuştur. Yapılan çalışma tek yumurta ikizi kardeşlerin aynı kültürel ve çevresel faktörlerle yetiştiği yönüyle eleştiri almıştır. Ayrıca aynı çalışmada vakaların teşhis edildiği ortalama yaş 28,9 olarak saptanmıştır. Şizofrenide genetik faktörlerin rolü iyi tanımlanmış olmakla beraber, bu hastalık yalnızca kalıtımsal faktörlerin değil, birçok koşulun bir araya gelmesi ile oluşur. Yani şizofreni genetik ve çevresel faktörlerin rol aldığı bir hastalıktır. Günümüzde şizofreni tedavisinde çok yönlü bir yaklaşım yararlı bulunmaktadır. Güncel tedavide temelde antipsikotik ilaçlar kullanılmaktadır. Bunun yanı sıra psikoterapiler ve diğer psikososyal yaklaşımlara da başvurulmaktadır. Antipsikotik ilaçların şizofrenide dopamin varsayımını doğrular biçimde dopamin üzerinden etki ettikleri düşünülmektedir. Hastalığın özellikle akut döneminde hastaların hastanede yatarak tedavi görmesi gerekebilir. Birçok alt tipi bulunan şizofreni çok değişik gidiş ve sonlanış gösteren süreğen bir bozukluktur. Şizofrenide hastalığın gidişi her birey için farklı biçimde gelişebilir. Hastalığın popüler kültürdeki olumsuz imajına rağmen, hastaların çok büyük kısmı tedaviden fayda görebilirler. Buna karşılık şizofreni hastalarının yaklaşık %25-30'unda, ne tür sağaltım yapılırsa yapılsın, belirgin bir iyileşme görülmez ve bu hastalarda ciddi ölçüde yetiyitimi olabilir. Tarihçe. 20. yüzyılın başlarına kadar henüz psikolojik hastalıkların tasnif edildiği sistematik bir düzenleme yapılmamıştı. Hastalık ilk olarak 1853 yılında Bénédict Morel tarafından, genç erişkin ve gençleri etkileyen bir sendrom olarak tanımlanmış ve "démence précoce" () ismiyle adlandırıldı. Bu kavram, 1891'de Arnold Pick tarafından psikozu olan bir hastanın vaka raporunda kullanıldı. Yine 19'uncu yüzyılda "hebefreni" ve "katatoni" gibi şizofreni türleri de tanımlanmıştır. 1893'te Alman ruh hekimi Emil Kraepelin, duygudurum bozuklukları ve "démence précoce" ve benzeri zihinsel hastalıkların sınıflandırılmasında yeni bir yaklaşım geliştirdi. Kraepelin, "dementia praecox"'ın esasen bir beyin hastalığı olduğuna ve bilhassa "dementia" yani bunamanın ileri yaşta gelişen diğer formlarından farklı bir çeşidi olduğuna inanıyordu. Ayrıca, Kraepelin "paranoid" ve "basit" tiplerini de eklemiş ve hepsini bir tanı altında toplamıştır. Bu tanıya göre hastalıkta erken başlama ve bunama olması gerekmektedir. Ancak bu tanım hastalığı erken başlama ve bunama gerektiren dar bir alanda sınırlamaktadır. 20. yüzyılda İsviçreli Eugen Bleuler hastalığın erken yaşlarda başlamasının ve bunamayla sonuçlanmasının zorunlu olmadığını ortaya koymuştur. Bu hastalıkta hastanın ruhsal hayatındaki yarılmaya önem veren Bleuler, "schizophrenia" (şizofreni) terimini önermiştir. Günümüzde şizofreni tek bir hastalık türü olarak görülmemekte; bir bozukluklar kümesi olarak kabul edilmektedir. Şizofreni terimi ilk olarak 1908 yılında İsviçreli Eugen Bleuler tarafından kişilik, düşünce, hafıza ve algılamadaki fonksiyonel ayrılmayı tarif etmek için kullanılmıştır. Bleuler, Kraepelin'in ileri sürdüğü gibi her hastada yıkımın ("detoriorasyon"un) olmadığını; duygu, düşünce ve davranışta yarılmayı (skizis) ortaya atmıştır. Bleuler, hastalığın etkilerini temel ve ikincil belirtiler olmak üzere iki kümeye ayırmıştır. Şizofrenide çağrışımlarda (Assosiasyon"da) enkoherans (çağrışımlarda sapma, parçalanma ve yarılma), duygulanımda (Affektivite"de) kısıtlılık (küntlük), duygu düşünce ve davranışta ikilemler (Ambivalans"), kişinin dış alemden çekilerek kendi iç alemine dönmesi (Autism") 4A belirtisinin olduğu birincil; hezeyan, halüsinasyonlar ve diğer belirtileri ikincil belirtiler olarak değerlendirmiştir. Bleuler'e göre temel belirtiler her şizofreni hastasında bulunması gereken belirtilerdir. İkincil belirtiler ise temel belirtilerin üzerine eklenen belirtilerdir ve başka ruhsal hastalıklarda da görülebilmektedir. Alman psikiyatr Kurt Schneider şizofreninin tanısı ve bu hastalığı anlama ile ilgili birçok çalışma yaptı ve şizofreni hastalığını diğer psikoz türlerinden ayırmaya çalıştı. Çalışmaları sonucunda hastalığın belirtilerini birincil ve ikincil dereceden semptomlar olmak üzere ikiye ayırdı. Günümüzde bu tanımların yerini DSM-IV ve ICD-10 tarafından yapılan tanımlamalar almıştır. Önleme. Şizofreninin önlenmesi zordur çünkü bozukluğun daha sonraki gelişimi için güvenilir belirteçler yoktur. 2011 yılı itibarıyla şizofreninin prodrom aşamasındaki hastaların tedavi edilmesinin fayda sağlayıp sağlamadığı belirsizdir. Psikoza yönelik erken müdahale programlarının uygulanmasındaki artış ile altta yatan ampirik kanıtlar arasında bir tutarsızlık var. 2009 yılı itibarıyla, ilk dönem psikozu olan kişilere erken müdahalenin kısa vadeli sonuçları iyileştirebileceğine dair bazı kanıtlar vardır, ancak beş yıl sonra bu önlemlerin çok az faydası vardır. Bilişsel davranışçı terapi, yüksek risk altındaki kişilerde bir yıl sonra psikoz riskini azaltabilir ve bu grupta Ulusal Sağlık ve Bakım Mükemmelliği Enstitüsü (NICE) tarafından önerilmektedir. Bir başka önleyici tedbir, esrar, kokain ve amfetaminler de dahil olmak üzere bozukluğun gelişimiyle ilişkilendirilen ilaçlardan kaçınmaktır. İlk atak psikozdan sonra antipsikotikler reçete edilir ve remisyondan sonra nüksetmeyi önlemek için koruyucu bakım kullanımına devam edilir. Ancak bazı kişilerin tek bir atak sonrasında iyileşebildiği ve uzun süreli antipsikotik kullanımına gerek kalmayacağı kabul edilmektedir ancak bu grubu tanımlamanın bir yolu yoktur. Hastalığın görülme sıklığı ve yaygınlığı. Şizofrenin ömür boyu görülme sıklığı -hayatlarının herhangi bir evresinde başlamak üzere- genel nüfusta %0,5-1'dir. Şizofreni her toplumda ve her türlü sosyo-ekonomik sınıfta görülmektedir. Kadın-erkek arasında sıklık bakımından önemli bir fark görülmemekle beraber kadınlarda başlangıç yaşı (26-32), erkeklerdeki başlangıç yaşından (20-28) daha geç olmakta ve genellikle erkeklere göre daha iyi bir gidiş göstermektedir. Ayrıca gelişmekte olan ülkelerde sıklığı gelişmiş ülkelere göre daha düşüktür. Son yıllarda çok geç yaşlarda başlangıçlı şizofreni üzerine yayınlar görülse de, hastalığın genellikle gençlik çağında başladığı kabul edilmektedir. Geç ya da çok geç başlayan şizofreniler üzerinde araştırma yapan bir grubun görüş birliğini içeren son rapora göre 40 yaşından sonra başlayan şizofreni hastalığının "geç-başlangıçlı şizofreni"; 60 yaşından sonra başlayanların ise "çok geç-başlangıçlı şizofreni-benzeri psikoz" olarak tanımlanması önerilmektedir. Erken başlangıçlılarda ("çocukluk dönemi başlangıçlı") ise kalıtımın görece daha önemli etken olduğu sanılmaktadır. Ayrıca çocukluk çağında başlayan şizofreniyi ayrı bir hastalık türü olan çocukluk şizofrenisinden ayırt etmek gerekmektedir. Belirti ve bulgular. Hastalık öncesi kişilik ve uyum. Şizofrenik hastalar hastalık öncesi sessiz, arkadaşı az, yalnızlığı seven, tuhaf, güvensiz kişilerdir. Bu özellikler ayırıcı tanıda yardımcı olmaktadır. Aileler genelde çocuklarının hastalık başlamadan önce hep çalışan, sessiz, uyumlu, arkadaşsız olduklarını anlatırlar. Şayet hasta bu özelliklere uymuyorsa tanı için duygudurum bozuklukları gibi diğer hastalıklar düşünülmelidir. Şizofreni, daha önce de belirtildiği gibi, çoğunlukla 18-25 yaşlarında her çeşit psikolojik stresle başlayabilir. Kişinin benliğine darbeler, delikanlılık çağında dürtülerin aşırı şiddet kazanması, cinsel ya da saldırgan dürtülere karşı denetim zayıflığı gibi durumlara, psikozun başlamasından önce sık rastlanmaktadır. Klinik belirti ve bulgular. Şizofrenide bilinç ve yönelim genellikle yerindedir. Zekâ seviyesinde belirgin bir gerileme olmasa da, soyutlama yetisinde zayıflamanın ve belirgin bir yıkımın görüldüğü kimi süreğen hastalarda zekâ seviyesinde de eksilme, gerileme, azalma olduğu izlenimi edinilebilir. Örneğin hastanın ilgisi kolayca dağılabilir, sorulara yanıtları geç ya da yanlış olabilir. Son yıllarda temelde var olan negatif belirtilerin baskın olduğu şizofreni türlerinde bir "eksiklik sendromu"ndan söz edilmekte ve bu türlerde beyin patolojisinin incelenmesine ağırlık verilmektedir. "Eksiklik sendromu," bilişsel yetilerdeki eksikliklerdir. Bu sendrom, "kalıcı ve başka nedenlere bağlı olmayan, özgün, olumsuz belirtiler" olarak tanımlanmaktadır. Şizofrenide; içgörü, düşüncelerin içeriği ve oluşturulması, duyguların deneyimlenmesi ve ifade edilmesi, algılama, davranışlar ve bilişsel işlevler gibi birçok alanda belirtiler ortaya çıkabilir. Şizofreni heterojen görünümlü bir hastalık olduğu için tipik bir genel görünüme sahip değildir; bazı hastalarda bazı belirtiler ortaya çıkarken diğerlerinde başka belirtiler olabilir. Hastaların çoğunda içgörü yoksunluğu da görülen belirtiler arasında yer alır. Kısıtlı anlamıyla içgörü kişinin içinde bulunduğu hastalık ve bunun belirtileri hakkında gerçekçi bir kavrayışa sahip olmasıdır. Dünya Sağlık Örgütü'nün 1979'da yayınladığı verilere göre akut şizofrenide en sık görülen belirti içgörü yoksunluğudur. Bu durumdaki hastalar hasta olduklarını düşünmezler. Tedavide büyük handikapa yol açtığından, içgörü yoksunluğu büyük öneme sahiptir. Pozitif ve negatif semptomlar. Şizofreninin seyri sırasında ortaya çıkan belirtiler ayrıca negatif ve pozitif olmak üzere iki başlık altında incelenebilir. Pozitif belirtiler normalin dışında fazlalık, aşırılık ve sapmalar olarak ortaya çıkan belirtilerdir. Negatifler ise normal işlevlerde azalma, eksiklik gösteren belirtilerdir. Şizofreni heterojen görünümlü bir hastalık olduğu için tipik bir genel görünüme sahip değildir. Teşhis. Bleuler'a göre temel ve ikincil belirtiler. Hastalığın etkilerini temel ve ikincil belirtiler olmak üzere iki kümeye ayırmıştır. Temel belirtiler her şizofrenikte bulunması gereken belirtilerdir. İkincil belirtiler temel belirtilerin üzerine eklenen belirtilerdir. İkincil belirtiler başka ruhsal hastalıklarda da görülebilmektedir. Kurt Schneider'e göre birinci sıra belirtiler. Bu belirtiler daha çok ABCD semptomları olarak hatırlanır. İşitme halüsinasyonları (İng. Auditory hallucinations"), düşünce yayınlanması (Broadcasting of thought"), düşüncelerinin kontrol edildiği düşüncesi (Controlled thought" ("delusions of control")), sanrısal algılama (Delusional perception"). DSM IV'e göre tanımlama. Amerikan Psikiyatri Derneği'nin "Diagnostic and statistical manual of mental disorders: DSM-IV" kılavuzuna göre şizofreni tanısını koyabilmek için; Bunlardan iki ya da daha fazlasının hastada bulunması zorunludur. Bu belirtiler en az bir ay sürmüş olmalıdır. Şizofreni tanısı koyabilmek için tipik semptomlara ek olarak; Şizofreni tipleri. DSM-IV sınıflamasına göre şizofreni beş alt tip ihtiva etmektedir: ICD-10 sınıflama sisteminde ise bu türlere ek olarak iki alt tip daha vardır. Gidiş ve sonlanış. Şizofreni çok değişik gidiş ve sonlanış gösteren süreğen bir bozukluktur. Gidiş ve sonlanışın değerlendirilebilmesi için genellikle şu ölçütler kullanılır: hastalığın belirtileri, iş uyumu, toplumsal uyumu, hastaneye yatış sayısı ve süresi, bilişsel yetileri, genel sağlığı, özkıyım (intihar). Olumlu gidiş göstergeleri: Olumsuz gidiş göstergeleri: Beklentiler yükseldikçe ve hastalar bunu karşılayamadıkça düş kırıklarına bağlı öfke ve üzüntü tepkilerinin daha şiddetli olması beklenir. Bu nedenle ailenin hasta hakkındaki emellerini daha gerçekçi, alçak gönüllü bir düzeye çekmesi sağlanmalıdır. Bunun sağaltımda da önemli bir yeri vardır. Şizofreniklerde intihar akut dönemlerde hiç beklenmedik anda birden olabilir. Bazı ağır negatif belirtili, yetiyitimli süreğen hastalar planlayarak kendilerine kıyabilir. Şizofreniklerde özkıyım riskini artıran faktörler arasında; erkek olma, bekarlık, işsizlik, toplumdan yalıtılmış olmak, çökkünlük, çaresizlik, önemli bir yitim ve ilaç/madde bağımlılığı sayılabilir. Hastalığın oluşum nedenleri. Şizofreni araştırmalarında büyük ilerlemelere rağmen hastalık için spesifik etiyolojik faktörler veya patogenik süreçler kesin olarak tanımlanamamıştır. Etiyoloji üzerindeki görüşler eskiden beri "organik" ve "psikososyal" olmak üzere iki ana kümede tartışılmış olsa da, 20-30 yıldan beri şizofreni giderek artan bir yaygınlıkla beynin bir gelişim bozukluğu olarak kabul edilmektedir. Hastalığın asıl nedeninin henüz kanıtlanamamış bir beyin bozukluğu olduğu görüşü kesinlik kazansa bile, bu rahatsızlığın ortaya çıkışında ve zaman zaman görülen alevlenmelerde çevresel-zihinsel etkenlerin varlığı da önemsenmektedir. Şizofreni tek tip bir hastalık değildir. Böyle bir hastalıkta çok değişik oluş nedenlerinin bulunması doğaldır. Organik yönden yapılan araştırmaların yanı sıra psikolojik ve çevresel etkenlerin araştırılması da önemli bir konu olmuştur. Organik bir etiyolojinin gösterilmeyişi, nedenin psikososyal olduğunu kanıtlamaz ancak, çevresel etkenler açık biçimde gösterilebildiği zaman anlam kazanabilir. Psikososyal etkenler. Sinaptik bağlantıların budanması, öğrenme ve beyin yoğrulması gibi önemli biyolojik oluşumlarda erken dönemde yaşanan psikososyal olayların önemli bir rolü vardır. Şizofreninin temelini teşkil ettiği farz edilen nörobiyolojik hasarların biraz olsun düzeltilmesinde hatta iyileştirilmesinde rehabilitasyonun çok önemli bir rolü olduğu düşünülmektedir. Günümüzde şizofreninin oluş nedeni hakkında "Nörodejeneratif" ve "Nörogelişimsel" olmak üzere iki önemli kuram vardır. Son zamanlarda nörogelişimsel kuram giderek güçlenmektedir. Şizofreninin her şeyden önce biyolojik bir hastalık olduğuna inanılmaktadır. Bununla beraber şizofreni, oluşumunda hem çevresel hem de kalıtımın rol oynadığı kompleks bir hastalıktır. Tek bir nedeni yoktur, çeşitli faktörlerin bir araya gelmesi ile oluşur. Şizofreniye yatkınlık kalıtımsal olmakla birlikte, bozukluğun akut krizler halinde su yüzüne çıkmasında en önemli etkenler şunlardır; Genetik faktörler. Aile araştırmaları. Genel nüfusta %0,5-1 arasında bulunan şizofreni sıklık oranı, şizofreni hastası kişinin birinci derecedeki akrabalarında yaklaşık %10'dur, yani hastanın birinci derecedeki akrabaları için risk genel popülasyon için olanın 10-20 katı kadardır. Akrabalık uzaklaştıkça bu oran düşmektedir. Bu konuda yapılan araştırmalardan elde edilen veriler şizofrenide kalıtımsal bir etkenin bulunduğu görüşünü desteklemektedir. Fakat aile araştırmalarından elde edilen veriler, hem genetik mekanizmayı hem de yakın çevrenin neden olabileceği etkiyi içermektedir. Bu etkileri birbirinden ayırabilmek için evlat edinme araştırmaları ve ikiz araştırmaları yapılmıştır. İkiz araştırmaları. Değişik ülkelerde yapılan araştırmalar, tek yumurta ikizlerindeki konkordansın çift yumurta ikizlerinden çok daha yüksek olduğunu göstermiştir. Örneğin; konkordans oranı yaklaşık %50 olan tek yumurta ikizleri (monozigotik ikizler) ve %10-14 olan çift yumurta ikizleri (dizigotik ikizlerle) yapılan araştırmada, kalıtılabilirlik %80 olarak gösterilmektedir. Evlat edinme araştırmaları. Kalıtımın yanı sıra çevrenin de hastalık üzerine etkisini anlatmak için evlat edinme araştırmaları yapılmıştır. Bu araştırmalarda biyolojik ana-babası şizofrenik olan ve başkalarına evlat olarak verilen çocuklarda şizofreni oranı belirgin olarak yüksek bulunmuştur. Moleküler genetik. Günümüzde yapılan çalışmalarla artık bir risk etkeni olarak kalıtımın yeri kesinleşmiştir. Fakat hastalığın hassas bölgedeki basit bir pozisyon değişikliğinden mi, eksik penetransa sahip tek bir genden mi, değişik genlerden mi kaynaklandığı henüz açıklığa kavuşmamıştır. Nonmendelian kalıtıma uyan bu hastalıkta eksik penetrans ve çoklu gen kuramı olasıdır. Klasik aile, ikiz, evlat edinme çalışmalarının yanı sıra son yıllarda moleküler genetik çalışmaları da gitgide artmaktadır. Genetik belirleyiciler üzerinde yapılan çalışmalarda 5. kromozom, 11. kromozomda bulunan DRD2 (Dopamin-2) reseptörünün yerleşme noktası ve X kromozomları incelenmiş, fakat çalışmalar henüz bir sonuç vermemiştir. Bağlantı dengesizliği üzerinde yapılan çalışmalar ise şizofrenide birden çok genin etkili olabileceği görüşüne dayanmaktadır. Bu çalışmalarda özellikle, sinaptik yayılım ve postsinaptik reseptör kontrolünü etkileyen DTNBP1, nöronal migrasyon ve beyin gelişiminde önemli rolleri olan NRG1, 1q42.1 bölgesinde bulunan DISC1 ve DISC2 ("dısrupted ın schizopherenia") genleri ve ayrıca 22q11 silme sendromunun şizofreni için oldukça yüksek bir riske sahip olduğu ortaya konmuştur. Ayrıca dopaminin salınımını kontrol eden COMT ("Katekol-O-metiltransferaz") kodlanmasını sağlayan gen üzerinde de çalışmalar vardır. Bütün bu genler nörogelişimsel süreç, anormal sinaptik bağlantılar ve bozuk nörotransmitter salınımı ile ilişkilidir. Tüm bunların yanında şizofreni hastlarında sıklıkla görülen inflamasyon, redoks düzensizliği ve oksidatif stres gibi bazı sistemik sorunlar, son yıllarda mitokondri fonksiyonun da hastalık sürecinde önemli bir rol oynadığını düşündürmektedir. Mitokondri metabolizmasındaki ve DNA'sındaki değişiklikler ile beynin bazı bölgelerinde görülen mitokondri sayısındaki farklılıkların, şizofreninin fizyopatolojisinde de önemli bir yere sahip olduğu düşünülmektedir. Biyokimyasal faktörler. Hücresel iletişim ve antipsikotik ilaçların farmakolojik işlevleri hakkındaki bu bilgiler; dopamin, noradrenalin, seratonin, asetilkolin, glutamat, nöromodülatör proteinler ve bunların reseptörleri hakkında biyokimyasal hipotezlerin ortaya atılmasına katkıda bulunmuştur. Dopamin varsayımı. Şizofreninin fizyopatolojisinde dopamin varsayımı 1960-1970'lerden bu yana sayısız araştırmaya konu olmuştur. Bunun nedeni üç önemli bulguya dayanmaktadır: Dopamin varsayımının altında yatan gözlem, kimi şizofreni hastalarında; mezolimbik, mezokortikal ya da nigrostriatal dopaminerjik nöronlarda göreceli bir etkinlik artmasıdır. Şizofrenide görülen sanrı, varsanı, düşünce bozukluğu, düzensiz davranışlar gibi pozitif belirtiler bu artma ile açıklanmaya çalışılmıştır. Etkili nöroleptikler özellikle DA2 reseptörlerine ket vurarak (inhibe ederek) dopamin artımını önler ve bu yolla pozitif belirtileri düzeltirler. Fakat duygularda küntleşme, ilgisizlik, aldırmazlık, toplumdan çekilme, düşünce fakirliği gibi negatif belirtileri daha yoğun olan hastalar nöroleptiklerden fazla yararlanamamaktadır. Bunun nedeni, bu hastalarda beyin neokorteksinde negatif belirtilere yol açan dopamin reseptör sayısı ve aktivitesinde azalmalardır. Bu konuda yapılan çalışmalarla prefrontal kortekste dopamin salınımını sağlayan COMT (katekol-O-metiltransferaz) enziminde kalıtımsal bir bozukluk olduğu gözlemlenmeye çalışılmıştır. Glutamat varsayımı. Glutamat beyinde en fazla işlevi olan nörotransmitterlerden biridir. Araştırmalar bir uyarıcı aminoasit olan glutamat aracılığıyla beyinde gerçekleştirilen nöral iletimin şizofreniklerde bozuk olabileceğini göstermektedir. Bazı araştırmalarda şizofrenide hipokampustaki N-metil-D-aspartat reseptörlerinde glutamerjik etkinlikte bir eksiklik olduğu görülmüştür. Bu konuda araştırmalar henüz kesin bir sonuca ulaşmış değildir. Glutamat hipotezine göre; glutamatın şizofreni patofizyolojisindeki yeri majör glutaminerjik reseptör olan N-metil-D-aspartat (NMDA) reseptör kompleksinde glutaminerjik etkinlikte bir eksiklik; glutaminerjik, dopaminerjik, GABA sistemleri arasındaki ilişkiler; fensiklidinin neden olduğu akut ve kronik etkilere dayanmaktadır. NMDA'nın antogonisti olan fensiklidinin kısa dönemli uygulanımı şizofrenide görülen pozitif ve negatif belirtilere yol açmakta, kronik uygulanımı ise prefrontal kortekste hipodopaminerjik durumu doğurmakta ve negatif belirtilere neden olmaktadır. Serotonin ve Noradrenalin varsayımları. Şizofreniklerin bir kesiminde beyinde ve beyin-omurilik sıvısında noradrenalin arttığı ve bu yolla dopaminerjik yayılımın çoğaldığı bildirilmiştir. Fakat noradrenalin yıkım ürünü olan MHPG üzerindeki çalışmalar bir sonuç vermemektedir. Serotonin reseptörlerini bloke edici etkisi yüksek olan klozapin süregen şizofrenik hastalarda olumlu etki göstermektedir. Dopaminerjik ve serotonerjik dizgeler anatomik olarak birbirine bağlantılıdır ve işlevsel olarak birbirleriyle etkileşim içindedirler. Henüz serotoninin şizofrenideki yeri aydınlatılamamıştır. Noradrenalin ve serotonin üzerine yapılan araştırmalar dopamin varsayımına karşı değil, onu tamamlamaya yöneliktir. Bu araştırmalar kesin bir sonuca ulaşamamıştır. Beyinde yapısal ve işlevsel bozukluklar. Beynin belli bir ya da birkaç bölgesinde birinci derece sorumlu özgül bir bozukluk henüz saptanamamıştır. Araştırmalar şizofreninin daha çok beynin iletim devrelerinde bir bozukluk olabileceğini göstermektedir. Şizofreniklerde genel beyin hacminde küçülme bulunmuştur. Bu eksilmenin nedeninin nörodejeneratif bir bozukluk mu, nöro-gelişimsel bir bozukluk mu olduğu tartışılmaktadır. Son yıllardaki incelemelerin çoğu, nörodejeneratif bozukluktan ziyâde nörogelişimsel bozukluk görüşünü desteklemektedir. Araştırma verilerine göre; frontal lobda küçülme, talamusun algıları süzme ve ayıklama işlevinde bozukluk, prefrontal korteks ve serebellum arasındaki devrelerde bozukluk vardır. Yapılan araştırmalarla süregen şizofrenik hastalarda uyaranların beyne ulaşırken karşılaştıkları süzgeçte ve girdi ayarlamasında bir yetersizlik olduğu, bu nedenle beyne çok fazla bilgi iletildiği, ama hastanın bu bilgileri uyum amacıyla ayıklayamadığı ve bütünleştiremediği anlaşılmaktadır. Şizofreniklerde temelde bir bilgi-işleme kusuru olabileceği görüşü giderek ağırlık kazanmaktadır. Şizofreni bilgi-işleme kuramları başlangıçta daha çok uyaranların süzülmesinde bir bozukluk olduğu varsayımına dayanmaktaydı. Son yıllarda daha çok nörofizyolojik temelli bilgi işleme kuramları öne çıkmaktadır. Bazı araştırmalara göre şizofrenide temel bozukluk istenç eksikliğidir. Niyetlenme ve harekete geçme işlevleri frontal korteks ile ilgilidir. Şizofrenide bir niyetin harekete geçirilmesi için gerekli olan istenç eksikliği "frontostriatal" bir patolojiyle bağlantılıdır. Son yıllarda "eksiklik sendromu" giderek artan biçimde ilgi çekmektedir. Beyin görüntüleme yöntemleri. Günümüzde şizofrenide beyindeki yapısal anormalliklerinin araştırılmasında çoğunlukla manyetik rezonans (MR) teknikleri kullanılmaktadır. Birçok beyin MR incelemesi; lateral ventrikülerin hacminde artma, beynin tümünde az da olsa azalma (%2-3 arasında), ayrıca hipokampus, talamus ve frontal lobların bölgesel hacminde azalma olduğunu göstermektedir. Bununla beraber, şizofrenlerdeki ventriküler genişlemenin ilerleyici olmadığına ve hastalık ortaya çıkmadan önce de var olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır. Çocukluk-başlangıçlı şizofrenlerin anatomik MR araştırmaları, gri cevherde azalma ve ventriküler büyümenin yetişkinliklerinde tipik olarak görüldüğünü göstermektedir. Buna zıt olarak yetişkinlik-başlangıçlı şizofrenide temporal lobda yapısal değişiklikler bulunmuştur. Şizofrenide pozitron emisyon tomografisi (PET) araştırmaları ise frontal loblar, bazal gangliyonlar, talamus ve temporal loblar üzerine yoğunlaşmış ve bunların her biri ile ilgili birtakım anormallikler gösterilmişse de henüz beynin belli bir ya da birkaç bölgesinde birinci derecede sorumlu özgül bir bozukluk saptanamamıştır. Şizofrenide genel olarak frontal lobda küçülme, talamusun algıları süzme ve ayıklama işlevinde bozukluk, prefrontal korteks ve serebellum arasındaki devrelerde bozukluk olduğu bilinmektedir. Şizofrenlerin beyin büyüklükleri sağlıklı kontrol grupları ile karşılaştırıldığında yaklaşık olarak %5-8 daha hafif ve %4 daha küçüktür. Ayrıca Nelson ve arkadaşları, bir manyetik rezonans (MR) meta-analiz çalışmasında, şizofreni ile bilateral hipokampus ve amigdala küçülmesi arasında pozitif ilişki olduğunu kanıtlamıştır. Şizofrenide güncel kuramlar. 1990'lara kadar uzun yıllar bilim çevrelerince sıklıkla kabul edilen hipotez nörodejeneratif kuramdır. Ancak bu hipotez hastalığın patofizyolojisini açıklamakta yeterli olamamıştır. Son yıllarda yapılan çalışmalar neticesinde, artık günümüzde yaygın kabul gören görüş, nörogelişimsel kuramdır. Yıllar boyunca şizofreninin, hastalık ortaya çıkmadan kısa bir süre önce meydana gelen patolojik süreçlerden kaynaklandığı düşünülmüştür. Günümüzde ise yaygın olarak şizofreninin erken beyin gelişiminde meydana gelen bir anormallikten kaynaklandığı kabul edilmektedir. Bu açıdan bakıldığında şizofreni beyin gelişiminden kaynaklanan ensefalopatiler gibi kabul edilmektedir. Nörogelişimsel kuram. Nörogelişimsel kuram, şizofreninin yaşamın erken dönemlerine ait gelişim basamakları ile ilgili sabit ve yapısal bir noksanlıktan kaynaklandığını öne sürmektedir. Bu gelişim basamakları; nöronal öncülleri, glial proliferasyonu ve migrasyonu, aksonal ve dentritik proliferasyonu, aksonların miyelinizasyonunu, programlı hücre ölümünü ve sinaptik budanmayı kapsamaktadır. Yaygın olarak kabul gören bir model, nörogelişimsel bir kusurun morfolojide ve hücre mimarisinde değişikliğe yol açarak nöronların modulatuar kapasitelerinde bir noksanlık meydana getirdiğini öne sürmektedir. Bununla birlikte ergenlik ve erken erişkinlik dönemlerinde bu nörogelişimsel kusurun stres gibi çevresel tetikçilerle birlikte belirgin semptomlara yol açtığı düşünülmektedir. Bozukluğu kompanse eden sinaptik bağlantıların budanma sonucu yok olmalarının belirtilerden sorumlu olduğu düşünülmektedir. Hastalığın erken gelişim döneminde oluşan bir lezyondan köken almasına rağmen klinik belirtilerin ergenlik çağının sonlarında ortaya çıkması, ergenlik döneminde gerçekleşen olgunlaşma süreçlerinin psikozu ortaya çıkarttığı yönünde yorumlanmaktadır. İnsan beyninin, yaklaşık olarak yetişkin beyin büyüklüğüne ilkokul yıllarında ulaştığı bilinmektedir ve bu büyüme beyaz cevherden değil gri cevherden olur. Ayrıca nöral bağlantıların özgül olarak düzenlenmesi ve serebral yapılardaki özel küçülmeler de erken serebral olgunlaşmada gerçekleşmektedir. Erken dönemde oluşmuş bir lezyon ile hastalığın ortaya çıkması arasındaki gecikme, ergenlikte meydana gelen kortikal budanma gibi bazı olgunlaşma mekanizmalarında meydana gelen genetik değişikliklerle açıklanmaktadır. Gecikmiş başlangıcın nedenleri. Günümüzde hastalığın klinik olarak başlamasına neden olan ek bir patolojinin ortaya çıkması ya da tetikleyici psikostresör bir etkenin varlığı üzerinde yoğunlaşılmıştır. Şizofrenide, erken beyin gelişimindeki hasarla bozulmuş nöronal sistemler aslında geç olgunlaşan nöronal sistemlerdir. Bu nedenle, bunlara ait bir fonksiyonel bozukluk, postnatal olgunlaşmanın tamamlandığı döneme dek görülmeyebilir. Diğer bir deyişle postnatal beyin gelişimi tamamlanıncaya dek -ki bu durum geç adölesan ve hatta erken erişkinlik dönemlerine kadar devam eder- hem hatalı fonksiyon belirti vermez hem de diğer sistemler bu hatalı fonksiyonu kompanse ederler. Bunun nedeni -"Kennard prensibi"- genç beynin daha fazla kompansasyon ("Kompansasyon; tıp biliminde dengeleme, yerine koyma, telafi etme manasında kullanılmaktadır." "Kompanzasyon ile karıştırılmamalıdır") kapasitesine sahip olmasıdır. Nöropsikolojik testler ve fonksiyonel beyin görüntüleme tekniklerini kullanan çalışmalar; kortikal disfonksiyonun, prefrontal ve temporal loblar arasındaki fonksiyonel ilişkiyi içerdiği gösterilmiştir ki bu şizofreninin karakteristik bulgusudur. Beynin en geç olgunlaşan bölümü prefrontal-temporal bölgedir. Nörogelişimsel kurama göre, bu nedenle bu bölge ile ilgili fonksiyonel bozukluk belirtileri geç ortaya çıkar. Prefrontal-temporal bölge çevresel şartlar yetersiz olduğunda maksatlı davranışa rehberlik etmek için geçmiş deneyimlerin kullanımını kolaylaştıran bölgedir. Sonuçta yeni çevresel şartlar ile geçmiş deneyimler arasında bağlantı kurarak yeni tepkilerin verilebilmesi ve uyumlu bir davranış modeli gösterilebilmesinde rehberlik yapar. Yeni bir stresör ile karşılaşan kişi, prefrontal-temporal bölgenin işlevi sayesinde bu stresör ile başa çıkabilir. Bu nedenle prefrontal-temporal bölgenin henüz gelişmekte olduğu erken çocukluk dönemlerinde bu fonksiyon işlev görmediğinden, diğer bölgelerin kompansasyonu yardımıyla stresör etkenlerle başa çıkıldığından bu bölgedeki bozukluk olgunlaşma tamamlandıktan sonra ortaya çıkacaktır. Çünkü bu dönemde diğer olgun bölgelerin kompansasyon işlevi de son bulmuştur. Nörogelişimsel anormalliklerle şizofreni arasındaki ilişkinin kanıtları. Konuşmada gecikme, okuma ve motor becerilerde yetersizlik gibi nörogelişimsel bozukluklar genellikle ilerleyici değildirler ve yaşamın ilk on yılında görülmektedirler. Serebral morfolojik değişiklikler; mikrosefaliyi, hidrosefaliyi, anormal hücre migrasyonunu ve bazı beyin bölgelerinin asimetrisini içermektedir. Şizofreni hastaları nörogelişimsel bozukluklukların birçok karakteristik özelliğini taşımalarına rağmen çok farklı klinik bulgular sergilemektedirler. Bu nedenle bu bozukluklar hakkında genel bir yargıya ulaşmakta güçlükler yaşanmaktadır. Nörogelişimsel kuram göz önüne alındığında, hastalığın gizli, belirti vermeyen bir süreci olduğu ve lezyon ile bazı nörogelişimsel anormalliklerin tanı konulmadan önce gözlenebileceği düşünülmektedir. Şizofrenideki nörogelişimsel anormalliklerle ilgili yapılan çalışmaların çoğu olumsuz sonuçlansa da bazı çalışmalar şizofreni için risk sayılan birtakım davranışsal ve bilişsel anormallikler tanımlamaktadır. Nörodejeneratif kuram. Nörodejeneratif kuram, gelişimsel evrelerde herhangi bir sorun olmaksızın, sonradan nöronal dejenerasyon sonrasında hastalığın ortaya çıktığı görüşünü destekler. Hastalığın seyri sırasında nöron fonksiyonlarında progresif kayba yol açan, bir nörodejeneratif sürecin devam ettiğini iddia eder. Hastalığın genellikle ileri (yetişkin) yaşlarda ortaya çıkması ise yaşlı nöronların bu bozuklukların dejenerasyonuna daha duyarlı olduğuna bağlanmaktadır. 1990'lara kadar uzun yıllar bilim çevrelerince sıklıkla kabul edilen hipotez nörodejeneratif kuramdır. Buna göre genç erişkin dönemde klinik semptomatoloji başlayıncaya kadar birçok olguda ya beyin gelişiminin normal olduğu ya da sonradan gelişen metabolik, enfeksiyöz veya dejeneratif hastalıklar nedeniyle hasara uğrayan beynin bozuk işlevleri sonucu şizofreni ortaya çıktığı ileri sürülmüştür. Bu çerçevede viroimmünolojik hipotez gibi görüşler de ileri sürülmüştür. Ancak son yıllarda yapılan araştırmaların neticesinde; şizofreni kliniği arasında bağlantıların olduğunu gösterebilen nörobiyolojik modellerin bulunması nörodejeneratif hipotezden ziyade nörogelişimsel modelin şizofreni kliniğine uygun olduğu görüşü ağırlık kazanmaktadır. Bir grup araştırmacı ise bazı şizofrenlerin, nörogelişimsel modelden çok nörodejeneratif modele uygun klinik tablolar sergilediğini öne sürmektedir. Bu tablolar, önceden sağlıklı olan insanlarda meydana gelen ve başlarda giderek kötüleşirken sonra hafifleyen ya da psikotik ve/veya negatif belirtilerle devam eden hastalık durumunu ve hastalık öncesi haline dönen çok küçük bir grubu içermektedir. Şizofrenide risk etkenleri. Şizofreni için annenin kötü beslenmesi, zehirlenmesi, strese maruz kalması, enfeksiyonlar, gebelikte ve doğumda karşılaşılan olumsuzluklar ve genetik etkenler dahil sayısız risk etkeni tanımlanmıştır. Yapılan bir araştırmada; şizofreni ile doğumda erken membran ruptürü, forsepsle doğum ve 2,500 gramdan düşük doğum ağırlığı arasında belirgin ilişki olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca erkeklerin gebelik ve doğum sorunlarına, serebral olgunlaşma zamanlarının farklı olmasından sebep daha hassas oldukları öne sürülmektedir. Annenin beslenmesi üzerinde birçok araştırma yapılmasına rağmen, sadece gebeliğin ilk üç ayında yetersiz folik asit alımı ile nöral tüp defektleri (spina bifida, hidrosefali, anensefali) arasında bir ilişki olduğu bulunmuştur. Ilıman iklime sahip ülkelerdeki epidemiyolojik çalışmalar kış sonu ve ilkbahar başlarındaki doğumlarda şizofreni prevalansının yüksekliğine dikkat çekmektedir. Şizofreni ile doğum mevsimi arasındaki ilişkiyi açıklayan çevresel etkenler enfeksiyon ajanlarına, beslenme faktörlerine ve çevre sıcaklığındaki değişikliklere işaret etmektedir. Ayrıca şizofreni üzerine yapılan epidemiyolojik çalışmalar annenin gebeliğin ikinci üç aylık döneminde maruz kaldığı grip ve diğer virüslerin bebeğin ileriki yaşlarında şizofreni için risk teşkil edebileceğini göstermektedir. Tedavi. Bu güne kadar şizofreninin ana kökeni ve tam tedavisi bulunamamıştır. Aşağıdaki tedavi şekilleri semptom tedavisinde, akut krizlerin tekrar ortaya çıkmasını engellemek ve kişinin bozukluğa rağmen kişilik gelişimini desteklemek içindir. Şizofreni tedavisi dört önemli başlık altında özetlenebilir; İlaçla tedavi. Şizofreninin ilaçla tedavisinde nöroleptikler kullanılmaktadır. Nöroleptiklere; "Clozapin, Risperidon, Zotepin, Sulpirid, Olanzapin, Sertindol, Amisulprid, Quetiapin, Ziprasidon" örnek verilebilir. Nöroleptik (antipsikotik) ilaçlar 1950'lerde ilk olarak "klorpromazin" ile kullanıma girmiş ve şizofreni tedavisinde çığır açmıştır. İlaçların kullanımı hastadan hastaya ve türden türe değişiklik göstermektedir. İlaçların etki süresi de hastadan hastaya değişiklik gösterir ve kullanılan ilacın türüne bağlı değişik yan etkiler görülebilir. Sıkça görülen yan etkiler arasında yorgunluk, hareket bozuklukları, yerinde oturamama, susuzluk, terleme, bulanık görme, iştah artması, kilo alma sayılabilir. Özellikle eski tip antipsikotiklerin uzun süreli kullanımına bağlı olarak tardiv diskinezi adı verilen, istemsiz hareketlerle karakterize bir hareket bozukluğu ortaya çıkabilir. Akut dönemlerinde zorunlu olmak üzere şizofrenide ilaçlar başta gelen tedavi yöntemidir. İlaçsız sağaltım yöntemleri süreğenleşme riskini artırır. İlaçların özellikle pozitif belirtileri yatıştırdığı bilinmektedir. İlaçlara yanıt ve duyarlılık bireyden bireye farklılıklar göstermektedir. Negatif belirtilerin baskın olduğu hastalarda yatıştırıcı etkisi daha az olan nöroleptiklerin kullanımı araştırmalarla desteklenmiştir. Uzun süre verilen ilaçlar bazen hastalarda negatif belirtilerin artmasına neden olabilmektedir. Psikoterapi. Şizofreni hastalarının tedavisinde kullanılmak üzere çeşitli psikoterapi yaklaşımları (bilişsel-davranışçı terapiler, destekleyici psikoterapi, ilaç uyum terapisi, “kişisel” terapi, kabullenme ve bağlılık terapisi vb.) geliştirilmiştir. Bu yaklaşımlar arasından etkinliği konusunda hakkında en fazla kanıt bulunan tür, bilişsel-davranışçı terapi olarak adlandırılan terapi çeşididir. Bu tür bir terapinin, ilaç tedavisinden sonra geride şikayetleri kalan hastalarda yararlı olduğu düşünülmektedir. Psiko-bilgilendirme. Psiko-bilgilendirmenin şizofreni hastalarının tedavisinde uygulanacak programa dahil edilmesinin yararlı olduğuna dair kanıtlar vardır ve bazı ülkelerde bu tür programlara rutin olarak dahil edilmiştir. Alternatif yaklaşımlar (Beslenme). Şizofrenide ilaçla tedavi yanında bir beslenme planı da bazı yazarlarca önerilmiştir. Bu yazarlara göre alkol, kahve, et ve şekerin mümkün olduğunca az alınması gerekir. Omega-3 bağı içeren yağların (balık, her türlü deniz ürünleri, tofu, soya, badem, ceviz), omega-6 bağı içeren yağlar (ayçiçeği, susam, mısır), folik asitler (taze portakal suyu, ıspanak, fıstık, kuru fasulye, nohut), B3 vitamini (balık, patates, avokado, kahverengi pirinç), B6 vitamini (tavuk, karnabahar, domates) ve C vitamini (brokoli, turunçgiller, lahana, kivi) tüketimi yine bazı yazarlar tarafından önerilmiştir. Bir diğer öneri ise çölyak hastalığının da tedavi şekli olan glutensiz ve kazeinsiz diyet'tir. Toplum ve kültür. "Sosyal stigmata", şizofreni hastalarının tedavisinde en büyük engel olarak tanımlanmıştır. 1999 yılında yapılan geniş bir örnekleme sahip bir çalışmada, Amerikalıların şizofreni konusundaki inanışları incelenmiştir. Bu çalışmada, şizofrenlerin başkalarına zarar verici davranışlarda bulunmasını Amerikalıların %12,8'i "oldukça muhtemel" olduğuna inanırken, %48,1'inin ise bunun "bir miktar muhtemel" olduğuna inandığı bulunmuştur. Aynı çalışmada, şizofrenlerin kendi tedavileri hakkında karar verme yetileri olup olmadığı konusunda bir başka soruya ise %74'ün üzerinde kişi "pek muktedir değil" veya "hiç muktedir değil" diye cevaplamıştır. Aynı şekilde para idaresi konusunda karar verme yetileri olup olmadığı konusundaki soruya da %70,2'si "pek muktedir değil" veya "hiç muktedir değil" diye cevaplamıştır. Yapılan bir çalışmada, psikoz hastalarının şiddete meyilli oldukları inancının 1950'lerden bu yana iki katından fazla arttığını gösterilmiştir. Ruhsal hastalıklarda damgalamadan en çok şizofreni etkileniyor. Sanrıların ve duyulduğu sanılan seslerin şizofreni hastasını korkutabildiğini belirten uzmanlar, aynı zamanda içe kapanmaya ya da uygunsuz davranışlar sergilemesine de neden olabildiğini ifade ediyor. "Akıl Oyunları" adlı kitap ve filmde, şizofreni tanısı konmuş Nobel ödüllü matematikçi John Forbes Nash'ın hayatı konu edilmiştir. Marathi dilindeki "Devrai" adlı filmde bir şizofreni hastası konu edilmiştir. Hastaların davranış şekli, düşünce yapısı ve hastalıkla mücadelesi konu edildiği film, Hindistan'ın batısında yer alan Maharashtra'ın Konkan bölgesinde çekilmiştir. Ayrıca, hastaların tedavide kullandıkları ilaçlar ve aile üyelerinin gösterdikleri büyük sabır da filmde konu edilen diğer konulardır. Şizofrenlerin aile üyeleri tarafından kaleme alınan gerçek olaylara dayanan kitaplardan bir diğeri ise, Avustralyalı gazeteci Anne Deveson'un oğlunun şizofreni ile mücadelesini kaleme aldığı "Tell me I'm Here" adlı kitaptır. Bu kitap sonradan beyaz perdeye de uyarlanmıştır. Mark Vonnegut tarafından kaleme alınan "The Eden Express" adlı kitapta bir şizofreni hastasının, hastalıkla mücadelesi ve tedavi süreci konu edilmiştir. Şizofreninin konu edildiği bir diğer kitap ise, Mikhail Bulgakov'un 1975 tarihli "Usta ile Margarita" adlı eseridir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5807", "len_data": 39214, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.9 }
Tasavvuf ( tasavvuf) veya Sûfîzm ya da Sûfîlik ( sûfiyye; sūfīgarī), İslam'ın iç veya mistik yüzü olarak tarif edilir. Kur’an ve hadis rivayetlerinde terim anlamıyla tasavvuf ve tarikat kelimelerinin geçmediği belirtilir. Ayrıca Sufizmin batıda yükseltilen içeriğinin "Budizm ve Taoizm gibi içeriksiz güzel yaşama tarzı" olarak yorumlanması da vardır. Tasavvuf ve sufi kelimelerinin hangi kökten geldiği hakkında ihtilâf vardır. Sûfî kelimesinin kökü olarak en çok hüsn-ü kabul gören kelime, "yün" anlamına gelen Arapça "sûf"tur. Klâsik tasavvuf yazarlarının ilklerinden olan Ebû Nasr Serrâc (ölm. 378/988); "peygamberlerin, evliyâ ve asfıyânın yolu" dediği sûf giyme âdetinden hareketle sûfî kelimesini bu kökten sayar. Sahih-i Buhârî Tercemesi'nde "Suffa; Kāmûs müterciminin dediği gibi, eski yerlerdeki "sed", "seki" gibi yüksekçe eyvana denir. Lisanımızda tahrifle "sofa" tâbir olunur. Ehl-i suffa buna izâfe edilmiştir." denilmektedir. Bir diğer görüşte ise suffe; "avlu, gölgelik" gibi manalarda kullanılır. Mescid-i Nebevî'nin avlusu ve gölgeliğinde yatıp kalktıkları için, bu fakir ve bekâr muhacirlere “Ashâb-ı Suffe "(Suffeliler)"” adı verilmiştir. Sûfî kelimesinin kökünün Muhammed döneminde "keçi vb. hayvanların kılından, yününden (sûf) yapılmış, çobanların giydiği üst kalın elbise, kepenekten geldiği" görüşünün açıklamasında; peygamberin döneminde hiçbir sohbeti kaçırmayan ve İslâm peygamberinin tüm dini açıklamalarına daime katılan çok fakir bir bedevi grubu anlatılmaktadır. Bunlar işleri veya mecbur sebeplerden dolayı sohbete ve konuşmalara katılamayan diğer din mensuplarına İslam hakkında peygamberin konuşmalarını anlatırlarmış. Bunların kendilerini tamamen fiziki olarak da İslam'a ve dini yaşamaya adamaları; her kesimin dikkatini çekmiştir. Belirgin özellikleri olan giydikleri keçi kılından olan üst kalın elbise nedeniyle suffa ehli (Ashab-ı Suffa) olarak anılmaya başlanmışlardır. Nitekim bu giydikleri elbise Arapça dilinde soffa veya suffa olarak anılmaktaymış. Yine bu görüşe göre İslam peygamberinin bahçede sohbet yaptığı etrafı açık çardak benzeri bir yapı yüzünden de tasavvuf kelimesinin türeyebileceği söylenmektedir. Zira bu yapı da soffa veya suffa olarak anılmaktaymış. Bu ifadeler kapsamında "tasavvuf" lafzı buralardan gelebilir denilmektedir ancak esasta kelimenin ruhani manası Kur'an'ın "yaşama geçirilmiş hali, Kur'an'ın tamamına inanıp onu yaşamak" olarak tarif edilmektedir. Tasavvufun mistisizmin İslam özelindeki hali olduğunu iddia edenler olduğu gibi, mistisizmin Çin-Hindu dinlerinden gelmesi nedeni ile İslam ile tamamen farklı olduğunu iddia edenler de olmuştur. Kimilerine göre, tasavvuf şeriattan daha yüksek bir aşamayı ifade eder. Mutasavvıflar sufi olmaya çalışmışlar, tekkeler, medreseler kurmuşlardır. Sufiyâne hayat yaşamaya çalışanlara derviş de denilir. Türkler arasında Tasavvuf Batı Türkistan’da çıkmıştır. İlk sufiler keşif sahibi insanlardı, mala mülke değer vermezler, bazen çıkınları bile olmadan gezer ve gittikleri yerlerde insanları dini yönden aydınlatırlardı. Batı Türkistan’daki bu ilk sufilerin bazıları, bir tarikat gütmedikleri için tarikat şeyhleri gibi isim yapmamış olabiliyorlardı. Kelimenin kökeni. Arapça tasavvuf kelimesinin hangi kökten geldiği tam olarak bilinmemektedir. En çok kabul gören görüşlere göre: Yün giyme anlamı için kullanılan peygamber sözlerinden bir kısmı: Kuşeyrî ve Hucvirî gibi bazı müellifler; bu kelimenin Arapça herhangi bir kelimeden türemediğini, olsa olsa câmid bir lâkâb olabileceğini söylerler. Sûfî ve tasavvuf kelimelerinin Arapça bir kökü bulunduğunu öne sürenler ise bir kelime üzerinde ittifak edememişlerdir. Tasavvuf kelimesinin kökü olarak öne sürülen başlıca kelimeler şunlardır: İnanç, kültür, öğreti. Sufizm'in tanımı çeşitli mutasavvıflarca farklı şekillerde yapılmıştır. Bu tanımlardan birine göre, Sufizm, insanın akıl yoluyla erişemediği ilahî hakikatleri ve gayb âlemine ait hakikatleri manevi latifelerle arama yoludur. Hedef, insan-ı kâmil olmaktır. Bir başka deyişle, Sufizm, İslam inanışına göre, kişiliği kötü huylardan temizleyip, ruhu pak edip, olgunluk ve kemale erme yoludur. Tasavvuf, silsile yolu ile Muhammed'e dayandırılan, Allah'ı anlamaya vesile olarak, Peygamber vârisi olduğuna inanılan Evliya ve Mutasavvıflar tarafından, "Hakk'tan aldığını halka sunuş" yolu olarak takdim edilen, dinin fıkıh, kelam, Ahlak ve tasavvuf olmak üzere dört ana temelden oluştuğu inancını savunan Mutasavvıfların yolu olarak ortaya çıkmıştır. Tasavvufun çok önemli iki boyutu vardır: 2. Yatay boyut: insanlara hizmet etmek ve dünyevi ilişkileri uyum, güzellik ve sevgi boyutunda ayarlamak. Kaynağı ve tarihi. Tasavvufun ilk örneği olarak İslam peygamberinin Hira mağarasında inzivaya çekilmesi gösterilir. Tebe-i Tâbi'în devrinde iyice genişleyen İslâm dünyâsında refah arttıkça halktan ibâdet ve zühd konularına yönelenlere "âbid, zâhid, nâsik, bekkâ" gibi isimler verilmeye başlandı. Bunların arkasından hicrî II. asrın ortalarından sonra ise "sûfî" kavramı yaygınlaşmıştır. "Sûfî" lâkâbıyla ilk anılan zât; bir rivâyete göre Câbir b. Hayyân "(ölm.150/767)", bir başka rivâyete göre ise Ebû Hâşim'dir. Her ikisi de Kûfe'li olduklarından, "sûfî" kavramının önce Kûfe ve Basra'da ortaya çıktığı söylenebilir. Tasavvufta Peygamberin orada halktan uzak kalarak nefsini terbiye ile uğraştığına, Sahâbeden Ali ve Ebubekir gibi bazı kimselerin tasavvufi gerçekleri Peygamber'den aldığına ve nesilden nesile aktardığına inanılır. "Suffe ehli; Medine'de duracak yerleri, sığınacak kimseleri olmayan sayıları zaman içinde değişen erkeklerden oluşuyordu. Mescid-i Nebevinin etrafındaki hücrelerde bir arada yaşıyorlardı. Ziraat yapmaya, süt hayvanları ile uğraşmaya veya ticarete imkânları yoktu. Gündüzleri odun taşıyarak ve hurma çekirdeklerini kırıp öğüterek karınlarını doyurmaya çalışıyor; geceleri ise ibadetle ve Kur'an okumakla meşgul oluyorlardı. Şu ayetlerin onlar hakkında olduğu düşünülür:" "Rablerinin rızasını dileyerek sabah ve akşam O'na dua eden fakirleri yanından kovma." "Sabah akşam rablerinin rızasını dileyerek O'na dua ve ibadet eden kimselerle beraber sabret, gözünü onlardan ayırma!" Tarikat liderlerinin veya velilerin de peygamberin vârisleri olarak bu yolu takip ettikleri kabul edilir. Tasavvuf'ta şii - batıni etkilenmeler; Tasavvufun Şiîlik ile alakalı olduğu ve bazı mutasavvıfların şii eğilimli oldukları bilinmekle beraber, bu olguyu bütüne yaymak mümkün değildir. Yeni Eflâtunculuk, Yunan felsefesi, Kabalizm ve İran etkilerinin henüz oluşmamış olduğu eski devirlerde de tasavvuf hareketlerine rastlanmaktadır. Bu ilk mistiklere ait eserlerden günümüze kadar elimizde kalanları bulunmamakla beraber, sadece rivayet ve menkıbeleri hayâtta kalmıştır. Helenistik etkiler; Hâkim Tirmizî'den sonra Fârâbî'nin getirdiği yenilikler sayesinde tasavvufa girmeye başlamıştır. Abdal Musa, Beyazid Bistâmî, Bişri Hafî, Celâleddîn Rûmî, Cüneyd Bağdadi, Fudayl bin İyâz, Hacı Bektaş, Hâris el-Muhasibî, İbrahim Edhem, İmâm-ı Gazâlî, Muhyiddîn İbn Arabî, Şâh-ı Nakşibendî, Yunus Emre, diğer büyük sufiler arasında sayılabilir. Teori ve perspektif. Bilgi kuramı. Tasavvufa göre, bilginin kaynağı üçtür: Tasavvuf, her üçünü de kabul etmekle beraber vahyin özel bir şekli olan ilhama dayanır. İlhamın ancak arınmış, temiz bir kalbe gelebileceğine inanılır. Vahyin çeşitleri vardır. En üstte peygambere yapılan vahiy, en altta ise arı gibi hayvanlara yapılan vahiy vardır. İlham ise peygamber olmayan insanlara Allah'ın bildirmesidir. Buna göre, şeriat ve Kur'an yargıları da dâhil olmak üzere, söze dayanan teorik bilgilerin tümü sözel bilgidir. Bu bilgiler dıştan okunarak elde edilebilir. Oysa iç bilgi, dıştan okunarak elde edilemez, bu bilgi insanın içinden doğarak gelir ve gerçek bilgi budur. Tasavvufa göre, asıl bilginin, tasavvuf bilgisi denilen bu bilgi olduğu; kardeşlik duygusunu geliştirdiği, toplu olarak bir arada yaşama duygusunu güçlendirdiği, insanları iyilik ve olgunluğa götürdüğü kabul edilir. Dış bilgi elde eden kişinin kendisi için iyilik istediği, tasavvuf bilgisi olan kişinin ise tüm insanlığı düşündüğüne inanılır. Tasavvuf ve felsefe. Tasavvuf konu olarak felsefenin alanına girmektedir. Ancak tasavvuf bir felsefi ekol değildir. Tasavvuf, felsefeden farklı olarak aklı yalnızca maddi dünyada delil olarak kullanır. Ancak metafizik âlemin anlaşılması için aklın yetersiz olduğunu iddia eder. Tasavvufta akıl dışında bir diğer bilgi kaynağı da ‘nakil'dir. İman, vahye dayanan nakle teslim olmak demektir. Bu görüşe göre, iman ispat gerektirmez. Tasavvuf bu iki görüş arasında bilginin başka bir kaynağı olduğu iddiasındadır. Nefsini temizleyip Allah'tan gelen ilhamlara hazır hale getiren bir veliye Allah'ın izni ile bilinmeyenlerin kapısının teker teker açıldığına inanılır. Bu yola girenlerin her ilerleyişinde yeni bir makama varılır; Her makamın kendine özgü pratiği vardır. Örneğin bazı makamlarda sürekli zikir yapılırken, bazı makamlarda kişi Kur'an okumayı bırakır ve yalnızca tefekkür eder. Tasavvufta saf bilgiyle, uygulama "(pratik)" olmadan ilerleme sağlanamayacağına inanılır. Bu nedenle, tasavvufi gerçeğe kavuşmak için bu yola girmek ve nefsi arındırmak gerekir. Tasavvufi bilgi tefekkür (meditasyon ve Mürşid-i Kâmil vasıtasıyla elde edilir. Tasavvuf ile elde edilen bilgi şüphe içermez. Ancak tasavvufun önde gelen temsilcileri Hâris el-Muhasibî ve Gazâlî'ye göre insanları tasavvufa yönlendiren şey şüphedir. Diğer tassavvuf âlimlerine göre ise insanları tassavvufa yönlendiren güdü içsel arayıştır (Mevlana Rumi). Tasavvuf ilerleyen safhalarında şüphe barındırmamasına rağmen, tasavvufun başlangıcında şüphe ve insanın içine düştüğü kalbi zihni boşluktan kaynaklanan arayış vardır. Tasavvuf ve mistisizm. Mistisizm inançların ve dinlerin manevi (aşkın) yönlerini ifade eden kavramın adıdır. Mistikler, yaşadıkları din, kültür ve medeniyet ortamında şekillenirler. Bu nedenle kavram olarak bu şemsiyenin altında incelenseler de birbirinden farkları vardır. Tasavvuf ve sufizmin İslam mistisizmi olduğu söylenebilir. Tasavvuf ve sufizm İslam dinine özel bir terim olup diğer dinlerin mistiklerinden bazı yönleri ile ayrılmaktadır. Sufizm ve tasavvufun mistisizmden başlıca farkları şunlardır: Doğal olarak bu tanımlamalar sünni tarikat ekollerini tarif etmekte, ancak tarihte görülen ve dışsal olarak Ortodoks İslam inancına aykırı görülen Bektâşîlik, Kalenderîlik gibi tarikatleri kapsamamaktadır. Uygulama. Tasavvufta zikr, murakabe ve şeyh veya mürşide bağlanma yolu ile seyru suluk'a girilir. Bazı tarikatler için aşk ve cezbe ön plandadır. Şeyh (Mürşid-i Kâmil) ve Pir. Mürşid-i Kâmil (olgun rehber) Mürşid-i kâmil olarak kabul edilen şeyh, daha önce aynı yoldan geçmiş, Allah'tan gelen ilhamlara açık kimsedir. Şeyh, müridin (murad eden, isteyen) düşünce hayatını kontrol altında tutar. Onun zayıf noktalarını bilir ve ona göre bir eğitim tertip eder. Şeyhin kalp gözü açık olduğundan müridin kalp hayatını kendisinden daha iyi bildiğine inanılır. Fahruddîn-i Râzî şeyhte şu şartların aranmasını şart koşar: Şeyh, Dünya'yı ve masivayı kalbinden çıkarmış, yalnız Allah'a dayanan kimsedir. Seyr-ü süluk. Batıni-tasavvuf anlayışında hakikat yolculuğu değişik basamaklar geçilerek gerçekleştirilir. Şeriatte helâl olan tarikatte haram, tarikatte helâl olan hakikatte haramdır. Meselâ kısas şeriatte helâldir, tarikatte haramdır. Tasavvufçulara göre tasavvuf dinin içyüzü ve ruhudur. Şeriat seviyesindeki ana fikir "Seninki senin, benimki benim" dir. Tarikat seviyesindeki ana fikir "Seninki senin, benimki de senin"dir. Marifet seviyesindeki ana fikir "Ne benimki var ne seninki"dir. Hakikat seviyesindeki ana fikir "Ne sen varsın, ne ben", "her şey O'dur" anlayışı, yani Vahdet-i vücudtur. Eleştiriler. Tasavvufçular şeriat kalıplarının dışına taşan dini tutumları ve anlatımlarındaki hayal, sembolizm, gerçeklik karışımı ifadelerle değişik eleştirilerin hedefi olmuşlardır. Eleştirilerin bir kısmı ahlaki yozlaşma, Müslüman din anlayışının bozulması, İslamın insana bakış açısının tasavvuf eliyle bozulması, vahdet-i vücud ve tefani gibi hint kökenli tasavvufi inanışların tevhide aykırılığı, eserlerinin ilahi ilham, vahiy veya fütühatlarla yazdırılmaları, herkesin bu sözleri ya da hakikatları anlayamayacağı iddiaları, Kur'anda geçen veli, zikir gibi bazı kavramların tasavvufçular tarafından gerçek kullanım amaçlarından farklı kullanılması gibi konularla ilgilidir. Tasavvufî düşüncede kullanılan hadis rivayetlerinin bir kısmının zayıf, bir bölümünün de uydurma olduğu belirtilmektedir. Kaynakça.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5809", "len_data": 12499, "topic": "RELIGION", "quality_score": 3.77 }
Robotik, robotların tasarımı, üretimi ve kullanımı ile ilgilenen çok disiplinli bir bilim dalıdır. Dördüncü Sanayi Devrimi'nin en yaygın özelliklerinden biridir. Makine mühendisliği, uçak mühendisliği, uzay mühendisliği, elektronik mühendisliği, bilgisayar mühendisliği, mekatronik mühendisliği ve kontrol mühendisliği dallarının ortak çalışma alanıdır. Robotlar bir yazılım aracılığıyla yönetilen ve yararlı bir amaç için iş ve değer üreten karmaşık makinelerdir. Robotik teknolojisi insanın yerinde geçebilecek ya da insanın eylemlerini taklit edebilecek makineler yapmayı hedefler. Robotların birçok farklı durumda kullanılması amaçlansa da, günümüzde daha çok tehlikeli ortamlarda (örn. bomba imhası), üretim süreçlerinde, veya insanın yaşayamadığı uzay, sualtı, yüksek sıcaklık ve radyasyonlu ortamlarda kullanılmaktadır. Robotlar her biçimde yapılabileceği halde, bazı robotlar insana benzer olarak yapılmaktadır. Bunun, robotların insanlar tarafından kabulünü kolaylaştıracağı düşünülmektedir. Birçok robot doğadan esinlenerek yapılmıştır biyo-ilhamlı robotiğin konusudur. Türkiye'deki üniversitelerde açılan mekatronik bölümleri robotikle yakından ilişkilidir. Tarihçe. Tarihte robotikle ilintili en erken atıf MÖ 3. yüzyılda Çin'de yazılmış bir Lie Zi yazmasında bulunmuştur. Bu yazma MÖ 1000 yıllarında yaşamış Zhou Kralı Mu'ya sunulan mekanik bir insan mankeninden bahseder. Antik Yunanda, MÖ 3. yüzyılda yaşamış Ktesibios çağını aşan pek çok çalışmalar yapmış, yüzden fazla mekanik otomata tasarlamıştır. Onun çalışmaları Bizantiyonlu Filon ve İskenderiyeli Heron tarafından devam ettirilmiştir. Onlardan sonra bilinen en önemli robotik öncüsü El-Cezeri'dir. Çağının çok ilerisinde mekanik otomatalar yapmıştır. Eski tarihlerde yaşamış olan meslektaşlarının icatlarını geliştirmiş ve kendine ait olan birçok tasarım yapmıştır. El Cezeri, Otomatik Makineler tarihinde "Çağın Doruğuna Erişmiş Büyük Mühendis İbn-i Razzaz Cezeri" adıyla anılır. Yazdığı kitabındaki tüm buluşlar insanımsı, estetik değerlere sahiptir ve hiçbiri hayal ürünü değildir. Alman Profesörü Widemann, tarafından tekrar üretilip çalıştırılmışlardır. El Cezeri'nin kaleme aldığı orijinal ismi "Kitab-ül Camii Beyn-el ilmi vel-amel En Nafi-i fi Sınaat-il hiyel" kitabı, Kültür Bakanlığı 1990 yılında "Olağanüstü Mekanik Araçların Bilgisi Hakkında Kitap" adında basmıştır. Kitabın Türkçe çevirisi ise Sevim Tekeli tarafından hazırlanarak Türk Tarih Kurumu Yayınları tarafından basılmıştır. El-Cezeri'nin mezarı hâlen Cizre'de Nuh Peygamber Camii'nin avlusunda bulunuyor. Avrupalılar tarafından Al-Jasar olarak bilinmektedir. İtalya Floransa'da yaşamış Rönesansın en büyük ressam ve heykeltıraşlarından kabul edilen Leonardo Da Vinci'ye ait 1495 yılında tasarlandığı sanılan savaşçı makine kayıt altına alınmış bir başka örnektir. Resimdeki model Leonardo'nun orijinal çizimlerinden yararlanılarak 1950 yılında yeniden yapılmıştır. Robot kollarını çenesini ve başını hareket ettirebilmektedir. 18. ve 19. Yüzyılda Avrupa'da Robotik. Bu yüzyıllarda daha çok eğlence amaçlı gerçekleştirilen Robot - Otomatlar zengin sarayların gözdesiydi. Yanda: 1776 yılında Fransız mekanikçi Pierre Jaquet Droz tarafından yapılan org çalan müzisyen Osmanlı Sarayı için geliştirilen otomatlardan biri de 1769 yılında [Baron Von Kempelen] tarafından yapılan satranç oynayan adamdı. Bu otomat Viyana ve Moskova fuarlarında sergilenmişti. Ancak daha sonraları bu otomatın içinde insan gizlendiği iddia edilmiştir. Bir Zemberekten güç alan metal silindir ve üzerindeki kamlar sayesinde olasılıkları hesaplayabilen karmaşık bir mekanizması vardı. O yıllarda Laterna mekaniğinin benzeri olan bu sistemler daha sonraları Thomas Alva Edison'a da ilham kaynağı olacak ve Edison üzerinde sabitlenmiş kamları bulunan silindirin yerine üzerine yazılabilir balmumu silindiri koyarak gramafonu icat edecekti. Bu örnek tarihte icatların öyle gökten düşmediğine ilişkin çarpıcı bir örnektir. 1785 yılında Pierre Kintzing tarafından yapılan Müzisyen. Dönemin değer yargılarına göre oldukça estetik bir görünümü olan ve bir tür vurmalı akustik çalgı olan Harpsicord çalan kadın döneminin androidi sayılabilirdi. Bu gün Fransada müzede bulunan bu örnek de kurulan bir zemberekten güç almaktaydı. Bu otomatlar gerçekten de birçok müzik parçasını çalabilen karmaşık makinelerdi. Avrupa'nın bilgi birikimi, o çağda doruğa çıkmış olan saat yapımcılığı ve mekanik ustalığından ileri gelmekteydi. Çok küçük parçalar yapmakta ustalaşmış saat yapımcıları ve mekanik ustaları için otomat yapımı sarayda ve soylu çevrelerde kendilerini gösterebilecekleri eşsiz fırsatlardı. Charles Roberts adlı bir mekanik ustası tarafından geliştirilen bu örnekteki resim çizen otomatların tarihi bilinmemektedir. Ancak 19. yüzyılda yayınlanan bir kitapta resimleri yer almaktadır. Fransa ulusal müzesinde sergilenen otomatlar son derece karmaşık çizimleri ustalıkla yapmaktadır. Ayrıca şiirde yazabilen otomatlar zemberek - kam prensibiyle çalışmaktaydı. Endüstriyel robotik. ISO 8373 Standardına göre belirlenmiş endüstriyel robot tanımı ve robot tiplerinin sınıflandırılması şöyledir: "Endüstriyel uygulamalarda kullanılan, üç veya daha fazla programlanabilir ekseni olan, otomatik kontrollü, yeniden programlanabilir, çok amaçlı, uzayda sabitlenmiş veya hareketli manipülatördür." Robotların Sınıflandırılması. Günümüzde kullanılan robotlar çeşitli sınıflara ayrılabilirler. Bunlar kullanılan eksen takımlarına göre, tiplerine göre, kullanılan tahrik elemanının çesidine göre vb. Bunlardan en önemli olan sınıflandırma yöntemleri aşağıda verilmiştir; Robot Tiplerine Göre Sınıflandırma. Scara Robotlar. Scara, kelimelerinin baş harflerinden oluşmuştur. Yani seçimlere uyan (faaliyet yerine getirme) montaj robot koludur. Bu robot 1970'ten sonra Japon Endüstriyel Konsorsiyomu ve bir grup araştırmacı tarafından Japonya'da Yamanashi Üniversitesinde geliştirilmiştir. Scara tipi robot, çok yüksek hızlara, en iyi tekrarlama kabiliyetine, yüksek hassasiyet ve doğruluk oranlarına sahip bir robot çeşididir. Scara Tipi Robotun Özellikleri. Scara tipi bir robota ait şematik çizim verilmiştir. Scara robotun genel özellikleri şöyledir: Scara Tipi Robotun Yapısı. Bu robot genellikle dikey eksen çevresinde dönen 2 veya 3 kol bölümünden meydana gelmiştir. Şekil 16'de görülen 1 numaralı eksen robota ana dönmeyi veren eksendir. Bu eksen en çok montaj robotlarında kullanılmaktadır. 2 numaralı eksen doğrusal dikey eksendir. Bu eksende sadece dikey hareket yapılabilmektedir. Bu özellik montaj robotlarında istenildiğinden dolayı, montaj robotlarının büyük bir kısmı aşağıya doğru dikey hareket yapar. Dikey eksen hareketleri koordinat hareket eksenleri içinde aşağıya doğru yapılan en çabuk ve düzgün hareketlerdir. 3 numaralı eksende robot kolunun erişebileceği uzaklık değiştirilebilir. 4 numaralı eksende ise dönen kol bileği hareket eder. robotun çalışma alanına ait çizdiği hacim verilmiştir. Günümüzde Scara tipi robotlar yaygın olarak birçok alanda kullanılmaktadır. Elektronik devre elemanlarının baskılı devre üzerine yerleştirilmesinde, elektromekanik olarak çalışan küçük cihazların ve bilgisayar disk sürücülerinin montajında bu robotlardan faydalanılmaktadır. Elektronik devre elemanlarının yerleştirilmesi sırasında robotun tutucu kolu kullanılır. Bu kola alınan parça bakırlı plaket üzerinde önceden belirlenen yere yerleştirilir. Yerleştirme işlemi ve öncesi bilgisayar tarafından kontrol edildiği için hata meydana gelmeyecektir. Robotların elektronik sanayiinde kullanılmasıyla birlikte seri üretim yapılmaya başlanmış ve kalite artmıştır. Operasyonel robotik. İnsanın yaşamasına elverişli olmayan ortamlarda çalışırlar. Örnek: Radyasyon ortamı, su altı, uzay vb. sistemler programlanabilir ve kendi kendine çalışan bir olmaktan çok uzaktan kontrollüdür. Servo DC motor, hidrolik ve pnömatik sistemler tercih edilebilir. Yüksek teknoloji gerektirir. Özel amaçlara göre özel yaklaşımlar geliştirilir. Uzaktan yönetim için güç aktarım sistemleri (hidrolik veya pnömatik) veya radyo frekansı kullanılır. Tıp ve sağlıkta robotik. Gelişmiş protezler piezo elektrik sensörlerle tendonlardaki gerilimleri (beyin komutlarını) algılayabiliyorlar ve parmaklara veya eksenlere gerilimin şiddetine göre güç gönderebiliyorlar. Güç aktarımı servo motorlar ve yapay tendon sistemleriyle yapılıyor. Bu protezler çok pahalıya malolduğundan çok yaygın olarak şimdilik kullanılamıyor. Mâliyeti düşürmek için son zamanlarda bellekli metâller üzerinde çalışılıyor. Tamamen adımlı motorlar ve hassas kontrollerle yapılan sistemler, kıtalar arası iletişimle cerrahların ameliyatlara katılmasını sağlıyabilmektedir. Sibernetik. Amaç sistemi canlı dokuya benzetmek olduğu için elektronik, malzeme bilimi, sibernetik ve tıp konunun içine girmiştir. Ayrıca konstruktif fizik, pnomatik, hidrolik ve makine gibi geleneksel mühendislik ve bilim kategorilerinide ilgilendirmektedir. Plastik döküm yöntemleri, Üç boyutlu yaratım yeteneği ve sanatsal görüş gibi soyut yeteneklerde gerektirmektedir. Bazı sibernetikçi bilim insanları plâstik ve metal yerine kalsiyum ve doğal dokuları kullanmak için araştırmalar yapmaktadırlar. Yapay zekâ araştırmaları, programcılık ve veritabanı sorgu dillerini bilmeyi ve yeni algoritmalar geliştirebilmeyi gerektiriyor. Araştırmalar, mevcut ikili bilgi sisteminin (0 ve 1 (Boole cebiri)) sınırlarını zorluyor. İnsan beyni kadar esnek ve yetenekli bir yapay zekâ, slikon teknolojisiyle mümkün görünmüyor. Bu yüzden bazı bilim insanları moleküler ve biyolojik bilgisayar sistemleri, üzerinde çalışıyorlar. Oyuncak robotlar. Elektronik ve mekanik sistemler içeren Robotik oyuncaklar çok karmaşık olabiliyor. Sibernetiğin teorik araştırmaları, ilk ticârî ürünlerini bu alanda veriyor. Furby, Sony'nin AIBO robot köpeği, ünlü robot araştırmacısı Mark Tilden'in Robosapien'i bu alandaki öncü ürünlerden bazıları. Hobi Amaçlı Robotik. Robot hobisi Dünya'da çok sayıda kişinin uğraş alanıdır. Bu kategori herkesin değişik eğilimlerine göre şekillenebilmektedir. Örnegin Japonya'da her yıl hobi robotlarının yarıştırıldığı gösteriler düzenlenmektedir. Hobi tutkunlarının kurduğu birçok topluluk mevcuttur. Bu alana yönelik çok sayıda kitap ve yayın vardır. Ulusal ve uluslararası birçok yarışma düzenlenmektedir. FeTeMM Eğitimi'nde Robotik Etkinlikleri. Robotik etkinlikleri özellikle FeTeMM Eğitimi'nde ogrenmenin bir parçası olarak kabul ediliyor. Bu etkinlikler okul sonrasi programlar veya daha genel bir ifade ile okul disi ogrenmenin kapsaminda degerlendirilebiliyor.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5810", "len_data": 10501, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.55 }
Kyoto Protokolü, küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda mücadeleyi sağlamaya yönelik uluslararası tek çerçeve. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi içinde imzalanmıştır. Bu protokolü imzalayan ülkeler, karbon dioksit ve sera etkisine neden olan diğer beş gazın salımını azaltmaya veya bunu yapamıyorlarsa karbon ticareti yoluyla haklarını arttırmaya söz vermişlerdir. Protokol, ülkelerin atmosfere saldıkları karbon miktarını 1990 yılındaki düzeylere düşürmelerini gerekli kılmaktadır. 1997'de imzalanan protokol, 2005'te yürürlüğe girebilmiştir. Çünkü, protokolün yürürlüğe girebilmesi için, onaylayan ülkelerin 1990'daki emisyonlarının (atmosfere saldıkları karbon miktarının) yeryüzündeki toplam emisyonun %55'ini bulması gerekmekteydi ve bu orana ancak 8 yılın sonunda Rusya'nın katılımıyla ulaşılabilmiştir. Kyoto Protokolü şu anda yeryüzündeki 160 ülkeyi ve sera gazı salımının %55'inden fazlasını kapsamaktadır. Kyoto Protokolü ile devreye girecek önlemler, pahalı yatırımlar gerektirmektedir. Sözleşmeye göre; Kyoto Protokolü şu prensipleri temel alır: Pratikte bu kurallar Ek 1'de yer almayan ülkelerin sera gazı sınırlamalarına tabi olmadıklarını ama sera gazını azaltan bir projenin bu ülkelerde uygulanması durumunda elde edilen Karbon Kredisinin Ek 1 ülkelerine satılabilineceğini anlatır. Bu mekanizma şu iki ana nedenden dolayı koyulmuştur: Tüm Ek 1 ülkeleri Kyoto Protokolü içinde sera gazı salım değerlerini gözetim altında tutmak için ulusal daireler kurmuşlardır. Japonya, Kanada, İtalya, Hollanda, Almanya ve daha birçok ülke devletleri karbon kredisi için bütçeden pay ayırmışlardır. Bu ülkeler kendi büyük enerji, petrol, doğalgaz holdingleri ile birlikte çalışarak mümkün olan en fazla sayıda Karbon Kredisini en ucuza almaya çalışmaktadırlar. Hemen hemen tüm Ek 1'de yer almayan ülkeler de kendi Kyoto Protokolü süreçlerini izlemek amacıyla ve özellikle TGT Yönetim Kuruluna destek için sunacakları projeleri belirlemek amacıyla yönetim birimleri kurmuşlardır. Bu iki ülke grubunun çıkarları birbirine terstir, Ek 1 ülkeleri mümkün olan en ucuza Karbon Kredisi almak isterlerken Ek 1'de yer almayan ülkeler ise kendi TGT projelerinden elde ettikleri Karbon Kredisinden en fazla değeri elde etmek istemektedirler. Amaçlar. Kyoto Protokolü'ndeki amaç, “atmosferdeki sera gazı yoğunluğunun, iklime tehlikeli etki yapmayacak seviyelerde dengede kalmasını sağlamak”tır. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, 1990 ile 2010 yılları arasında 1.4 °C ile 5.8 °C arası sıcaklık artışı tahmin etmektedir. Tahminlere göre, başarılı bir şekilde uygulanması durumunda Kyoto Protokolü bu artışı 0.02 ile 0.28 C arasında düşürebilecektir. Kyoto Protokolü savunucuları bu protokolün amaca ulaşmak için ilk adım olduğunu ve amaca ulaşıncaya kadar hedeflerin değiştirileceğini belirtmektedirler. Anlaşmanın durumu. Anlaşma Aralık 1997'de Japonya'nın Kyoto şehrinde görüşülmüş, 16 Mart 1998'de imzaya açılmış ve 15 Mart 1999'da son halini almıştır. Rusya'nın 18 Kasım 2004'te katılmasıyla 90 gün sonra 16 Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Aralık 2006 tarihinde toplam 169 ülke ve devlete bağlı örgütler anlaşmaya imza atmışlardır (Ek 1 ülkelerinin salımlarının %61,6'sından fazlasına karşılık gelmektedir). İmza atmayan önemli ülkeler arasında ABD ve Avustralya gibi gelişmiş ülkeler haricinde, gelişmekte olan Türkiye (Şubat 2009 itibari ve meclis kararı ile Türkiye 2013 yılına kadar Ek 2 ülkeleri içinde yer almak ve karbon salım azaltımına bu tarihe kadar gitmemek kaydı ile Kyoto Protokolünü imzalamıştır) gibi ülkeler de yer almaktadır. Çin ve Hindistan gibi bazı ülkeler ise anlaşmaya imza atsalar bile karbon salımlarını azaltmak zorunda değillerdir. Anlaşmanın 25. maddesine göre anlaşma “Ek 1'de yer alan en az 55 ülkenin imzalaması ve bunun Ek 1 ülke salımlarının en az %55'ine karşılık gelmesi durumunda, buna uyulduğu tarihten sonraki doksanıncı gün yürürlüğe girer.” 55 ülke şartı 23 Mayıs 2002'de İzlanda'nın anlaşmayı kabul etmesi ile, %55 şartı da Rusya'nın 18 Kasım 2004'te anlaşmayı imzalaması ile sağlanmış, anlaşma 16 Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Anlaşmanın detayları. Birleşmiş Milletler Çevre Programı basın bildirisine göre: “Kyoto Protokolü gelişmiş ülkelerin sera gazı salımlarını 1990 yılına göre %5,2 azaltmalarını öngören bir anlaşmadır (protokolün uygulanmaması durumunda 2010 yılı salım tahminleri dikkate alınırsa bu, %29'luk bir azalmaya karşılık gelmektedir). Amaç altı sera gazının – karbon dioksit, metan, nitröz oksit, kükürt heksaflorür, HFC'ler ve PFC'ler – 2008-2012 arası beş yıllık ortalama salım değerlerini azaltmaktır. Ulusal hedefler AB ve başka bazı ülkeler için %8'lik, ABD için %7'lik, Japonya için %6'lık azaltma, Rusya için %0 değişiklik ve Avustralya için %8 ile İzlanda için %10'luk bir artış şeklinde çeşitlilik göstermektedir.” Anlaşma 1992'de Rio De Janeiro'da yapılan Dünya Zirvesi'nda kabul edilen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne (BMİDÇS) ek olarak kabul edilmiştir. BMİDÇS üyesi tüm ülkeler Kyoto Protokolüne imza atabilir, üye olmayanlar atamazlar. Kyoto Protokolünün birçok maddesi BMİDÇS Ek 1'de belirtilen gelişmiş ülkeler için geçerlidir. Ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar. BMİDÇS “ortak fakat farklılaştırılmış” sorumluluklar tanımlamaktadır. Ortak ülkeler kabul ederler. Diğer bir deyişle Çin, Hindistan ve diğer gelişmekte olan ülkeler anlaşma gereklerinden muaftırlar çünkü şu andaki iklim değişikliklerine neden olan salımların ana sorumlusu değildirler. Kyoto Protokolünü eleştirenler gelişmekte olan ülkelerin ve özellikle Çin, Hindistan gibi ülkelerin yakın bir zamanda en fazla sera gazı salımı yapan ülkeler olacağını söylemektedirler. Aynı zamanda, protokol sınırlamaları yüzünden gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere çıkış olacağını ve dolayısıyla net sera gazı salımlarının değişmeyeceğini söylemekteler. Salım ticareti. Kyoto Protokolüne göre ülkeler 2008 ile 2012 yılları arasında salımlarını 1990 yılına göre %5,2 düşürmekle yükümlüdürler. Buna rağmen, pratikte birçok ülke belirli sanayi kuruluşlarına sınırlamalar koymuştur (kâğıt endüstrisi, enerji santralleri gibi). AB'de bu uygulama vardır ve birçok ülke de buna doğru kaymaktadır. Buna göre, belirlenen seviyeden fazla salım yapacağını anlayan bir şirket bir şekilde başka yerlerden Karbon Kredisi bulmak zorundadır. Bu da Karbon ticaretini ve borsasını ortaya çıkarmıştır. Yaptırımlar. BMİDÇS Uygulama Biriminin bir Ek 1 ülkesinin salım hedeflerine uymadığına karar vermesi durumunda o ülke salım hedefi farkı ile birlikte fazladan %30 daha salımını azaltması gerekmektedir. Aynı zamanda ülke salım ticareti programın yüzde 50'sini kapsamaktadır. Kyoto Protokolü ve Türkiye. 2004 yılında BMİDÇS'ye taraf olan ancak uzun süre Kyoto Protokolü'nü imzalamayan Türkiye 30 Mayıs 2008'de Protokolü imzalayacağını resmen açıklamıştır. Başlangıçta tüm OECD ülkeleri gibi hem Ek 1 hem de Ek 2'de yer alan Türkiye, kendi başvurusu üzerine 2001'de Fas'ta yapılan toplantıda geçiş ülkesi sayılarak Ek 2'den çıkarılmıştır. Zamanın Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, Dışişleri Bakanlığı'na, “Kyoto Protokolü’ne taraf olmayı kabul ve TBMM tarafından onaylanmasının uygun olduğuna” ilişkin yazı gönderdiğini açıklamıştır. Dışişleri Bakanlığı da taraf olmayı onaylamış, anlaşma önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ardından da TBMM'nin gündemine girmiştir. 5 Haziran 2008 tarihinde Protokolün imzalanmasına ilişkin tasarı meclise sunulmuştur. Türkiye'nin, Kyoto Protokolüne katılmasının uygun bulunduğuna ilişkin kanun tasarısı 05.02.2009 tarihinde, TBMM Genel Kurulunda kabul edilerek yasalaştı. Tasarının maddelerinin görüşülmesinden sonra, tümü üzerinde yapılan açık oylamada, kanun tasarısı, 3'e karşı 243 oyla kabul edildi. Oylamada 6 milletvekili de çekimser kaldı. 17 Şubat 2009 tarih ve 27144 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan 5836 Sayılı Kanun ile birlikte meclis oylamasında alınan karar yasal olarak yürürlüğe girmiş oldu. Türkiye'nin kişi başı sera gazı salınımı 5,9 ton'dur. Bu oran OECD ortalamasının 1/3'ü, Avrupa Birliği ortalamasının 1/2'si kadardır. Türkiye'nin küresel ısınmaya katkısı son 150 yılda %0,04 oranındadır. 1990 yılında 187 milyon ton sera gazı salınmı, 2009 yılında 370 milyon tona çıkmıştır. Günümüzde enerjisinin %20'sini yenilenebilir enerjiden elde eden Türkiye 2023'te bu oranı %30'a çıkartmayı hedeflemektedir. Türkiye 2010-2020 yıllarını kapsayacak Ulusal İklim Değişikliği Strateji Belgesini kabul etmiştir. Bu belgeye dayalı eylem planı 2011 yılında tamamlanmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5811", "len_data": 8528, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.15 }
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 20 Kasım 1989 tarihinde benimsenen Çocuk Hakları Sözleşmesi, 2 Eylül 1990 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye de dahil olmak üzere 196 ülkenin taraf olduğu sözleşme en fazla ülkenin onayladığı insan hakları belgesidir. Amerika Birleşik Devletleri hariç bütün Birleşmiş Milletler üyeleriyle Filistin, Vatikan, Nieu ve Cook Adaları sözleşmeye taraftır. Türkiye, sözleşmeyi 14 Ekim 1990'da imzaladı ve sözleşme 27 Ocak 1995'te Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Sözleşmeyle çocuk haklarının korunması amaçlanmış ve taraf devletlerin bu hakların yaşama geçirilmesi için yükümlülüklere uymaları gerektiği hükme bağlanmıştır. ÇHS'nin dört temel ilkesi şunlardır: Taraf devletlerin bu sözleşme ile üstlendikleri yükümlülükleri yerine getirme konusunda kaydettikleri ilerlemeleri incelemek amacıyla Çocuk Hakları Komitesi (ÇHK) kurulmuştur. Devletler ÇHS'ye taraf olduktan iki yıl sonra başlangıç raporunu ve bundan sonra da her beş yılda bir raporlarını ÇHK'ye sunmak zorundadırlar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5812", "len_data": 1033, "topic": "LAW", "quality_score": 3.55 }
Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi, uluslararası alanda çocukların korunmasına yönelik yapılan ilk sözleşmedir. Cenevre Bildirgesi'nde; çocukların doğal biçimde gelişmesine olanak sağlanması, aç çocukların beslenmesi, hasta çocukların tedavi edilmesi, terk edilmiş çocukların korunması, felaket anında yardımın öncelikle çocuğa yapılması, çocukların her türlü istismara karşı korunması ve kardeşlik duyguları içinde eğitilmeleri gerektiği belirtilmiştir. Bu bildirge Türkiye tarafından da onaylanmıştır. Daha sonra Balkan ülkelerinin çocukları koruma kuruluşlarının iş birliği sonunda 5-9 Nisan 1936 tarihinde Türkiye'nin de katıldığı Birinci Balkan Kongresi toplanmıştır. Normal ve sağlam çocukların korunması ve çocukların çalışma yaşı konularında çalışmalar yapmak üzere 1-7 Ekim 1938 tarihleri arasında da İkinci Balkan Kongresi toplanmıştır. Bu kongreler Balkan ülkeleri ile sınırlı olmasına karşın bu alanda gerçekleştirilen evrensel çalışmalara öncülük etmişlerdir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5813", "len_data": 970, "topic": "LAW", "quality_score": 3.61 }
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ya da Mahalli İdareler Avrupa Antlaşması, Avrupa Konseyi tarafından imzaya açılan, yerel yönetimlerin merkezi otoriteden özerkliğini garanti eden bir anlaşmadır. Avrupa Konseyi arşivlerinde saklanan bu sözleşme, İngilizce ve Fransızca olarak ve her iki metin de aynı derecede geçerli olmak üzere, tek nüsha halinde 15 Ekim 1985 tarihinde Strazburg'da düzenlenmiştir. Şartın denetimi. Kongrenin Görevi. Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi, Avrupa Konseyine üye 46 ülkedeki yerel ve bölgesel demokrasinin durumunu değerlendirmeden sorumludur. Başlıca işlevi yerel ve bölgesel demokrasilerdeki gelişmeleri denetlemek ve güçlendirmektir. Kongre bu bağlamda, 1985 yılında kabul edilen ve bu alandaki ilk bağlayıcı metin olan Şart'ın üye ülkelerdeki uygulamalarını denetler. Bu uluslararası Şart yerel ve bölgesel yönetimlerin haklarını korumak için normlar belirler ve Avrupa Konseyinin bütün üye ülkelerini bazı prensiplerin uygulanmasından sorumlu kılar. İzleme Faaliyetleri. Kongre her üye ülkede, yaklaşık beş yılda bir izleme faaliyeti düzenler. Bu faaliyetin amacı Şart'ın ülkeler tarafından uygulanışını denetlemektir. İzleme Sonrası Faaliyetleri. İzleme sonrası faaliyetlerinin amacı, Kongre tarafından kabul edilen önerilerin uygulanışını garanti altına almak için arzu eden ülkelerin yetkililerine destek olmaktır. Yerel Seçimlerin Gözlemlenmesi. Davet edildiği takdirde, Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi bir ülkede gerçekleşen yerel ve bölgesel seçimleri gözlemleyebilir. Seçim gözlemlemek Kongrenin en öncelikli faaliyetlerinden biridir. Seçim gözlemleme ve Şart'ın siyasi izleme faaliyetleri, Avrupa'da yerel demokrasinin en önemli koruma mekanizmasını oluştururlar. Carta-Monitor: İzleme Raporlarının Veritabanı. Kongre aynı zamanda "Carta-Monitor" isimli bir veritabanı geliştirmiştir. Bu veri tabanında Avrupa Konseyinin tüm 47 üye ülkesinde Şart'ın uygulanışına dair raporlar ve analizler madde madde okunabilir. Veritabanı aynı zamanda birden fazla ülke ve madde arasında karşılaştırmalı bir analiz yapabilir. Maddelerin yürürlüğe girişi ve ülkeler tarafından Şart'a uygun bir şekilde uygulanıp uygulanmadıkları da bu sitede görülebilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5814", "len_data": 2196, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.54 }
Maastricht Kriterleri ya da Avrupa Yakınsama Kriterleri, AB'ye üye ülkelerin Ekonomik ve Parasal Birliğe katılabilmeleri için gerekli şartları, Kopenhag Kriterleri ise AB'ye tam üyelik koşullarının esaslarını belirlemektedir. 9-10 Aralık 1991 tarihinde imzalanarak 1 Ocak 1993'te yürürlüğe giren Maastricht Anlaşması'nda Ekonomik ve Parasal Birliğin (EPB) aşamaları, bu süreçte izlenecek ekonomik ve parasal politikalar ile bunların gerektirdiği kurumsal değişiklikler ayrıntılı olarak düzenlendi. Bu düzenleme çerçevesinde EPB'nin son aşamasına geçiş öncesinde, üye ülke ekonomileri arasındaki farklılıkların giderilebilmesini teminen bazı makro büyüklükler açısından yakınlaşma kriterleri tespit edildi ve bunlara uyulmaması durumunda yaptırımlar belirlendi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5815", "len_data": 760, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.54 }
Dışsal ekonomiler, mal ve hizmetlerin sosyal optimuma göre daha az veya daha fazla arzına neden olan özel bir piyasa başarısızlığıdır. Dışsallık, bir bireyin üretim veya tüketime ilişkin bir faaliyetinin bir başka bireyin fayda fonksiyonunu etkilemesidir. Negatif dışsallık, söz konusu mal ve hizmetin sosyal optimumdan daha fazla, pozitif dışsallık ise mal ve hizmetin sosyal açıdan optimum olan miktardan daha az arzına neden olur. En yaygın dışsallık örnekleri çevre kirliliği ve Ar-Ge faaliyetleridir. Negatif dışsal ekonomilerde üretici toplum tarafından üstlenilen marjinal maliyetleri dikkate almaz ve aşırı üretime yönelir. Pozitif dışsallıkta ise, tam tersine, üretici toplum tarafından sağlanan faydayı dikkate almaz ve optimum düzeyin altında bir üretim gerçekleştirir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5817", "len_data": 780, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.96 }
Ronald Coase tarafından 1960 yılında geliştirilen ve Coase teoremi olarak bilinen teoreme göre, dışsal ekonomilerde mülkiyet hakları tesis edilirse mübadele maliyetinin sıfır olması koşuluyla taraflardan biri diğerinin zararını karşılayarak sosyal optimuma ulaşılır ve ekonomik etkinlik sağlanır. Mülkiyet hakkının hangi tarafa tahsis edildiği ekonomik etkinlik açısından önem taşımamakta, ancak faydanın taraflar arasındaki dağılımını etkilemektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5818", "len_data": 451, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 4.09 }
Capoeira ("ka-pu-ey-ra" şeklinde okunur), Brezilyalı kölelerin muhtemelen 16. yüzyılda ortaya çıkardıkları; spor ve müzik içeren bir savaş sanatı. Tanıtım. Brezilya Portekizcesi'nde kelime anlamı büyük ormanlarda küçük ağaçsız alandır. Dövüş sanatının adı da buradan gelmektedir. Brezilya'da yaşayan Afrika asıllı kölelerin kendilerini savunmak için geliştirdikleri bu saldırı kökenli spor bugün Brezilya başta olmak üzere Dünya'nın 48 ülkesinde resmi olarak yapılmaktadır. Estetik görünümü ve katı formlara sahip olmayışı capoeirayı diğer savunma sanatlarından ayırır. Bazı insanlara göre Capoeira bir savaş sanatı, savunma sanatı ya da sadece bir dans olabilir. Brezilya'daki capoeiranın kökenlerini yaratan köleler için Capoeira 'Özgürlüğe giden yol' olarak kabul görmüş. Capoeira, "roda" adı verilen insanlardan oluşan bir çember ya da yuvarlak daire ya da yarım daire içerisinde iki kişi ile belli stillerde ve ritimlerde oynanan bir oyundur. Bu oyunun adı "jogo"dur. Roda çemberinin ve jogu oyununun belli töresel kuralları vardır. Roda, orkestrayı da içinde barındırır. Oyun müzik eşliğinde, saldırı ve savunma kavramları temel alınarak oynanır. Bu oyunda rakipler birbirlerine ağırlıklı olarak zihinsel ve bunun yanında fiziksel üstünlük sağlamaya çalışır. Capoeira, "angola" ve "regional" adı verilen iki temel stil halinde oynanan bir oyundur. Her iki stilde de kurallar, oyunun anlamı ve amacının bilinmesi, uygulamaktan çok daha önemlidir. Capoeira ile ilgilenen bir kişi, öncelikle bu kültürün gerçek felsefesini ve kurallarını öğrenebilmek için bir hocadan eğitim almalıdır. Capoeiranın amacı, felsefesi, geleneksel kuralları, orkestrası, enstrüman, ritim ve şarkıları, oyunu ile bir bütündür. Capoeirada kurallar gelenekseldir ve çok önemlidir. Tarihçe. Doğumu ve gelişimi. Portekizliler, 16. yy'ın 30'lu yıllarında, şeker pancarı üretimi için çalıştıklarından birçok işçiye ihtiyaç duymuşlardı. Bu yüzden, kendi yerlileri olan "Tupi" kızılderililerini köleleştirmeye çalıştılar. Kızılderililer işçi değil, avcı olduklarından, o kadar yoğun bir tempoya ayak uyduramıyorlardı, ama buna karşın yine de köleleştirildiler. Portekizliler, köle kullanımında uzman olmalarına rağmen, kısa bir süre içinde yüzbinlerce kızılderili çeşitli nedenlerle ölmüş ve bu nedenle kilise kızılderililerin köleleştirilmesini yasaklamıştır. Açık kalan işçi boşluğu bir şekilde doldurulması gerekmiştir. Bu düşünceyle hareket eden Portekizliler, kısa bir süre sonra, 1538 yılından sonra Afrika'dan Brezilya'ya 2-3 ile 18 milyon arasında bir sayıda köle getirtmeyi başarmıştır. Kölelerin çoğu, çok kötü şartlar altında kuzeydoğu Brezilya'daki şeker pancarı üretim sahalarında çalıştırılımıştır. Bu dönemde, birçok köle kaçmaya çalışmış, kaçarken veya kaçtıktan sonra "Capitães do mato" (ormanın kaptanları) tarafından yakalanıp çok büyük cezalara çarptırılmışladır. Capitães de mato'ya yakalanmadan kaçabilen köleler (o dönemde sayıları pek fazla değildi) yaşamlarını tehlikeli ormanlarda sürdürmek üzere kurdukları "quilombos" adı taşıyan köylere (topluluk) yönelmişlerdir. Kısa bir zaman sonra, Brezilya'nın ormanlarında birçok quilombos kurulmuştur. Bunların başlangıcı 1690'lı yıllarda Palmares'in ormanlarında (bugünkü Alagoas) görülmüş ve sayıları sürekli artmıştır. Buna rağmen, quilombos sayısı Portekiz askerlerine karşı koyabilecek ölçüde gelişmemiştir. Bu durum, 14 Şubat 1630 yılında Hollandalılar'ın üçbine yakın askerle Portekiz ordusuna saldırmasıyla değişmiş ve köleler ayaklanarak kaçma imkânı bulabilmişlerdir. Palmarino'lulara katılan çok sayıda köle, Palmarino'luların kendilerine olan güvenlerini arttırmıştır. 1635 yılında, Quilombo'ların başına Gunga-Zumba (anlamı: büyük öncü) geçmiştir. Gunga-Zumba önderliği ele aldıktan sonra, Hollanda ve Portekiz askerleri birçok kez Palmarino'ya saldırı düzenlemiş, ama her seferinde başarısız olmuşlardır. 1667'den 1670'e kadar Pernambuco'nun güneyi Palmarino'luların egemenliğinde kalmıştır. 1676'da Pernambuco'nun o dönemki generali olan Pedro de Almedia, acımasızlığı ile ünlenen komutan, Fernão Carrilho'yu Palmarino'yu yerle bir etmesi için görevlendirmiştir. 1667'de Palmarino'ya saldırılmış ve kuşatma sonucunda Gunga-Zumba'nın Amaro'da bulunduğu ortaya çıkmıştır. Komutan Fernão C. Gunga-Zumba'yı ele geçirebilme amacıyla Amaro'ya saldırmış, ama ayağından ağır bir yara almasına rağmen Gunga-Zumba kaçmayı başarmıştır. 1678'de Porto Calvo'ya geri dönen komutan, büyük ölçüde asker kaybetmesine rağmen, Portekiz halkı tarafından bir şampiyon gibi karşılanmıştır. Generalin elinde 200'den fazla Palmarino esiri bulunmasından dolayı, Gunga-Zumba'yla bir antlaşmaya varmaya çalışmış ve savaşlardan yorgun düşen Gunga-Zumba antlaşmayı kabul etmiştir. Bunun ardından, Gunga-Zumba yanına birçok Palmarino'luyu alarak Serinhaém'den 32 kilometre uzaklıkta bulunan Lucaû'daki bir rezerveye yerleşmiştir. Herkes Palmarino'luların yenildiğini düşünürken, kısa bir süre sonra halk yeniden ayaklanmış ve yeni kral, öncekilerden daha acımasız ve kararlı olan Zumbi başa geçmiştir. İlk Quilombo'lar kurulmadan önce, tutsak dönemlerinde geliştirilen Capoeira, Gunga-Zumba'nın döneminde de kullanılmasına rağmen, en yoğun Zumbi'nin döneminde kullanılmıştır. Zumbi'yi yok etmek için birçok girişimde bulunulmuş ve sonra Pernambuco'nun generali, "yabani" lakabı takılmış Domingos Jorge Velho'yu Bandeirantes'in başına geçirerek, Zumbi'yi ve Palmarino'luları yakalamak üzere görevlendirmiştir. Birçok kez savaşa girilmesine rağmen, Velho her seferinde başarısız olmuş, ama pes etmemiştir. Pernambuco'nun zengin tabakası, Palmarino'lular yüzünden birçok köle kaybetmiş ve bunun sonucunda generale baskı yapmaya başlamışlardır. General, bunun üzerine 1694 yılında Velho'ya, Palmarino'ya karşı 9000 asker vermiştir. Bu savaş Palmarino tarihinde ikinci en büyük savaş olmuştur. Velho başarısız olmak üzereyken, Macaco (Palmarino'da bir quilombo)'nun önüne altı tane top getirtmiş ve Palmarino'luları geri çekilmeye zorlamıştır. Bu sistemi bir raya oturtarak, Velho tüm köyleri birer birer yıkmaya başlamıştır. Savaş bittikten sonra, Palmarino'luların çok azı hayatta kalmıştır ve bunlardan birisi de Zumbi'dir. Kitaplarda anlatılana göre, Zumbi çok yakın bir arkadaşı olan Antônio Soares'in ihbarı üzerine öldürülmüştür, çünkü Soares Portekizlilerin tutsağı konumunda olduğundan, işkencelere daha fazla dayanamayarak Zumbi'yi ele vermiştir. 20 Kasım 1695'te Gongoro'da Zumbi Soares'le karşılaşmış ve sarıldıkları sırada, Soares Zumbi'nin karnına bir hançer saplamıştır. Aniden meydana çıkan Portekiz askerlerinden kaçmaya çalışırken, Zumbi bir kişiyi öldürmüş ve birçok kişiyi yaralamıştır. Zumbi'nin ölümü ile Palmarino direnişi sona ermiştir. Palmarino'nun tarihi capoeiranın da tarihi olmuştur, çünkü siyah kölelerin ateşli silahlara karşı kullandıkları en büyük silahları capoeiraydı. Bundan dolayı, 13 Mayıs 1888 Brezilya'daki "abalição" (köleliğin kalkması)'dan sonra isyancıların vazgeçilmez silahı Capoeira da yasaklanmıştır. Bu engellere rağmen, siyah kültürün bir öğesi olan Capoeira hayatta kalmayı başarabilmiştir. Vücutları silahlarıydı. Dansları ise kamufle. Bu gizlilik aynı zamanda da onların hayat felsefesi ve kültürü oldu. Türleri. Angola, Regional ve Senzalaolmak üzere üç genel tarzı vardır. Bunların dışında berimbaudan çıkan belli ritimlere göre oynanan oyunlar vardır: banguela, iuna, muidinho gibi. Angola. Angola, daha çok gelenekseldir ve Afrika mirasını yaşatan kültürdür. Yavaş bir ritimle yere yakın oynanır. Amaç kurnazlık ve çeviklikle rakibi alt etmektir. İlk capoeira örneklerine daha yakın olduğu varsayılır. Bu oyunun zorluğundan dolayı Mestrelerin (Ustaların) oyunu da denmektedir. Müzik yavaş başlar ve oyunda buna bağlı olarak yavaştır. Angola oyunları uzun sürer ve bu süre içerisinde müzik hızlanır. Müzikle birlikte oyun da hızlanır. Müziğin ritmi ve şarkının sözleri oyunun karakterini etkiler. Yavaştan hızlıya doğru giden sadece bedenin değil aklında sınırlarının zorlandığı, mandinga adı verilen kandırma, kurnazlık oyunlarının bulunduğu zengin bir tarzdır. Ayrıca en zengin orkestra Angola'da bulunur. Regional. Mestre Bimba tarafından geliştirilen Capoeira sitilidir. Angola sitilinin dövüş tekniklerinde yetersiz kaldığını düşünerek Capoeira'nın dövüş tekniklerine ağırlık vererek jinga tekniğinden en sert tekniklerine kadar değiştirmiştir. Ayrıca geliştirdiği sequensa teknikleri ile öğrencilerin çok daha çabuk mezun olmalarını sağlamıştır. Regional dövüş teknikleri üzerine kurulmuştur ve akrobatik öğeler içermez, oldukça serttir. Birçok Mestre Bimba'yı ve sitilini eleştirmiş, Sitilinin capoeiranın ruhuna aykırı olduğunu savunmuş ve şiddetle karşı çıkmıştır. Bunun üzerine M. Bimba bütün Mestrelere meydan okur ve müsabakaya çağırır. Gönüllü olan üç mestreden en fazla dayananı sadece 70 saniye ayakta kalabilmiştir… Senzala. Bu stil Mestre Bimba'nın eleştirilerine karşı ve bu eleştirilerinde haklı çıkmasından sonra capoeiranın eski halini koruyarak pek çok mestre tarafından geliştirilen Regional ve Angola stilini birleştiren, bu günün modern capoeira'sı olarak nitelenen ve bu gün en fazla uygulanan capoeira sitilinden biri olmaktadır. Fakat ne yazık ki çok fazla Mestre Bimba'nın Regional stili ile karıştırılmaktadır. Banguela. Bu sitilde Regional sitilinin bir oyunudur darbe ve vuruşlardan ziyade iki kişinin uyumu içinde uygulanır dövüş teknikleri kullanılsa da dövüşten uzaktır. Amaç dövüşten çok strateji ve uyumdur. vücutla yapılan dama ya da satranç gibi düşünülebilir. İuna. İki capoeiristanın da tüm yeteneklerini gösterebildiği karşılıklı tekniksel ve acrobatik kapışmanın yapıldığı, birinin yaptığı hareketi diğerinde yapmaya çalıştığı oyun stilidir ve bu oyunu sadece formado - Graduado (Mezun) veya daha üst seviyeye sahip capoeiristalar oynayabilir. Miudinho. Mestre suassunanın yarattığı capoeristaların oyun oynama becerilerini sergilediği çok yakın oynanan bir oyundur Capoeirada Kullanılan Müzik Aletleri. Capoeira müziğini yapan gruba Bataria denmektedir. Genelde "bataria"da şu çalgılar bulunur: Aslında fakir Brezilya halkının sokaktan toplayıp yapabilecekleri kadar basit tutulan bu müzik aletini, her öğrencinin kendisinin yapması adettendir ve capoeira eğitiminin bir parçasıdır. Maculelê ve Samba de Roda. "Maculelê" ve "Samba de Roda" aslında doğrudan capoeira olmayıp zamanla capoeiraya eklenip onun bir parçası olmuş danslardır. Maculelê, capoeira çemberinin ("Roda"- Hoda diye okunur) içinde aslen "facâo" adı verilen bıçaklarla ama genellikle sopalarla yapılan bir çeşit eşli danstır. Çemberin sambası şeklinde çevrilebilecek olan samba de roda ise Brezilya'lıları samba dansının capoeiradan sonra yapılan ve yine eşli olarak Çemberin içinde oynanan bir çeşididir. Dövüşün bittiğini ve artık beraber dans edip eğlenme zamanı geldiğini belirtir. Özellikle capoeira felsefesindeki kardeşlik ve anlayışın göstergesidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5822", "len_data": 10851, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.54 }
Kriptografi, kriptoloji ya da şifreleme (Eski Yunancadan: "κρυπτός", romanlaştırılmış: kryptós "gizli, saklı" ve "γράφειν" graphein, "yazma" veya -"λογία" -logia, "çalışma"), okunabilir durumdaki bir verinin içerdiği bilginin istenmeyen taraflarca anlaşılamayacak bir hale dönüştürülmesinde kullanılan yöntemlerin tümüdür. Kriptografi bir matematiksel yöntemler bütünüdür ve önemli bilgilerin güvenliği için gerekli gizlilik, aslıyla aynılık, kimlik denetimi ve asılsız reddi önleme gibi şartları sağlamak amaçlıdır. Bu yöntemler, bir bilginin iletimi esnasında ve saklanma süresinde karşılaşılabilecek aktif saldırı ya da pasif algılamalardan bilgiyi –dolayısıyla bilginin göndericisi, alıcısı, taşıyıcısı, konu edindiği kişiler ve başka her türlü taraf olabilecek kişilerin çıkarlarını da– koruma amacı güderler. Bilgi güvenliği kavramları. Bir bilginin güvenli olarak iletileceğinden ya da elde edilmiş bir bilginin güvenli bir şekilde elde edilmiş olduğundan bahsedilebilmesi için, kullanılan iletişim sistemlerinin sahip olması beklenebilecek bazı güvenlik kavramları vardır: Bu temel kavramlar dışında zaman bilgisi, tanıklık, anonymity (kimliği gizlilik, meçhullük), sahiplik, sertifikalandırma (tescil), imzalama gibi kavramlardan da bahsedilebilir. Kriptografik sistemlerin esasları. Esas kelimesi ile bir kriptografik sistem içerisinde kullanılan temel işlevlerden bahsedilmektedir. Bir kriptografik sistem, bilgi güvenliğini sağlamak için bir araya getirilmiş birçok küçük yöntemler bütünlüğü olarak görülebilir. Bu yöntemler yapıları itibarı ile üç ana grupta incelenebilirler: Kriptografik protokoller. Kriptografi sadece bilgi saklaması ve aktarması problemine güvenli bir çözüm aramaktan ibaret değildir. Elektronik imza, elektronik para ve elektronik seçim gibi farklı kullanım alanları da bulunmaktadır. Bu problemlere çözüm getiren protokoller, bahsi geçen şifreleme sistemlerine ek olarak, "kriptografik temel taşları" diyebileceğimiz yöntemler kullanmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır: Kriptolojinin tarihçesi. Kriptoloji çok eski çağlardan beri insanoğlu tarafından kullanılmaktadır. Bu tarihçeye kısaca bakacak olursak: · 1976'da DES (Data Encryption Standard), ABD tarafından FIPS 46(Federal Information Processing Standard) standardı olarak açıklandı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5829", "len_data": 2280, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.75 }
Matematikte türev, bir fonksiyonun tanımlı olduğu herhangi bir noktada değişim yönünü veya hızını veren temel bir kavramdır. Tek değişkenli bir fonksiyonun tanım kümesinin belli bir noktasında türevi (eğer varsa), fonksiyonun grafiğine bu noktada karşılık gelen değerde çizilen teğet doğrunun eğimidir. Teğet doğru, tanım kümesinin bu noktasında fonksiyonun en iyi doğrusal yaklaşımıdır. Bu nedenle türev genellikle anlık değişim oranı ya da daha açık bir ifadeyle, bağımlı değişkendeki anlık değişimin bağımsız değişkendeki anlık değişime oranı olarak tanımlanır. Bir fonksiyonun türevini teorik olarak bulmaya türev alma denilir. Eğer bir fonksiyonun tanım kümesindeki her değerinde hesaplanan türev değerlerini veren başka bir fonksiyon varsa, bu fonksiyona eldeki fonksiyonun (yani türevi alınan fonksiyonun) türevi denir. Türev için birden fazla farklı gösterim vardır. En yaygın kullanılan ikisi "Lagrange" gösterimi olan türev işareti ve "Leibniz" gösterimidir. Fizikçiler arasında "Newton" gösterimi de yaygındır. Gottfried Wilhelm Leibniz'in adını taşıyan Leibniz gösterimi, iki diferansiyelin oranı olarak gösterilirken, türev işareti için (′) kullanılır. Daha yüksek mertebeden gösterimler tekrarlanan türeve işaret eder ve bunlar genellikle Leibniz gösteriminde diferansiyellere üst simgeler eklenerek, türev işaretinde ise işaret sayısı artırılarak gösterilir. Daha yüksek mertebeden türevlerin fizikte uygulamaları yaygındır. Örneğin, hareket eden bir cismin zamana göre konumunun birinci türevi cismin hızı iken, konumun zaman ilerledikçe nasıl değiştiğini gösteren ikinci türev cismin ivmesidir. Diğer deyişle, ivme, hızın zaman ilerledikçe nasıl değiştiğini gösteren ikinci türevdir. Türevler, birden fazla gerçek değişken üzerinden tanımlı fonksiyonlar için de genelleştirilebilir. Bu genellemede, türev, grafiği (uygun bir çevirme veya döndürmeden sonra) orijinal fonksiyonun grafiğine en iyi doğrusal yaklaşım olan doğrusal bir dönüşüm olarak yeniden yorumlanır. Jacobi matrisi, bağımsız ve bağımlı değişkenlerin seçimiyle verilen bir baza göre bu doğrusal dönüşümü temsil eden matristir ve bağımsız değişkenlerin her birine göre kısmi türevler alarak hesaplanabilir. Birden fazla değişkenin gerçel değerli bir fonksiyonu için, Jacobi matrisi gradyan vektörüne indirgenir. Tanım. Limit üzerinden tanım. Bir gerçel değişkenli formula_1 fonksiyonun tanım kümesindeki bir formula_2 noktasındaki türevini hesaplamak için tanım kümesinde bu formula_2 noktasını içeren bir açık aralık olmalıdır. Bu koşulda, eğer varsa; yani, limit bir gerçel sayıya eşitse, o zaman formula_1 fonksiyonuna formula_2 noktasında türevlenebilir ya da formula_1'nin formula_2 noktasında türevi vardır denir. O halde, yazılır. Eğer limitin değeri formula_10 ise, o zaman, formula_10'ye formula_12'nin formula_2 noktasındaki türevi denir ve kısa bir gösterimle olarak yazılır. Limitin sonsuz olması veya var olmaması durumunda, formula_12'ye formula_2 noktasında türevlenemez, formula_12'nin a noktasında türevi yoktur ya da formula_12, a noktasında türevli değildir denir. Yukarıdaki limit formula_2 civarında doğrudur. Başka bir deyişle formula_20 sayısı formula_21 civarında formula_21'a yaklaştıkça formula_23 sayısı formula_2 civarında formula_2'ya yaklaşır. Bu sebepten dolayı, eğer fonksiyonun tanımlı olduğu uç noktalarda türev alma ihtiyacı varsa, limit formula_23 değerinin tanlı olduğu taraftan, yani soldan limit ya da sağdan limit olarak alınmalıdır. ε-δ tanımı. Limit üzerinden verilen türev tanımı ε-δ limit tanımı üzerinden de yazılabilir. Eğer limit varsa ve formula_10'ye eşitse, o zaman her formula_28 için bir formula_29 vardır öyle ki bütün formula_30 koşulunu sağlayan ve sıfıra eşit olmayan her formula_20 için formula_32 sağlanır. Burada sol taraftaki dik çubuklarla gösterilen mutlak değerdir. Süreklilik ve türevlenebilme. Eğer bir formula_12 fonksiyonu formula_2 noktasında türevlenebilir ise, o zaman formula_2 noktasında noktada sürekli olmak zorundadır. Mesela, bir nokta seçelim ve bu noktada sıçrama gösteren basamak fonksiyonunu ele alalım. Diğer deyişle, fonksiyon a noktasından küçük sayılar için 0 değerini alacaktır, geriye kalan noktalarda ise 1 değerini alacaktır. Limitin tanımına bakıldığı zaman Ancak bir fonksiyon tanım kümesindeki her noktada sürekli ise, bu özellik, fonksiyonun her yerde türevli olacağı anlamına gelmez. Mesela, mutlak değer fonksiyonu 0 noktasında süreklidir ama türevli değildir. Nedeni, 0'da türevi tanımlayan formula_43 limitinin bulunamamasıdır. Ancak, bu fonksiyon formula_21 haricindeki her noktada türevlidir. Bir diğer örnek olarak, formula_45 fonksiyonu verilebilir. Bu fonksiyon 0'da türevli olmayıp da başka her yerde türevli olan bir fonksiyondur. Bu fonksiyonun 0'da türevlenebilir olmayışının nedeni formula_46 limitinin formula_47, yani sonsuz olmasıdır. Dolayısıyla mutlak değer fonksiyonunun grafiği 0 noktasında kırıkken, formula_45 fonksiyonunun grafiği 0'da da kırılmasızdır. Uygulamada karşılaşılan türevlerin çoğunun her ya da hemen hemen her yerde türevi vardır. Gösterim. Bir fonksiyonun türevini yazmanın yaygın bir yollarından biri, Gottfried Wilhelm Leibniz tarafından 1675 yılında tanımlanan ve türevi iki diferansiyelin (mesela formula_49 ve formula_50) bölümü olarak gösteren Leibniz gösterimidir. Bu kullanım, bir fonksiyonu formula_51 olarak yazarken, yani, bağımlı ve bağımsız değişkenler arasında fonksiyonel bir ilişki gösterilmek istendiğinde yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Bu gösterimde, birinci türev formula_52 ile gösterilir ve "y'nin x'e göre türevi" şeklinde okunur. Bu biçimde yazılan türev gösterimi aynı zamanda bir türev operatörünün verilen bir fonksiyona uygulanması olarak da yorumlanabilir. Diğer deyişle, formula_53 yazılırsa, bu, aynı zamanda, formula_54 üzerinde x'e göre türev alma operatörü olan formula_55'in uygulanması olarak yorumlanabilir. Daha yüksek türevler, mesela formula_51'in formula_57'inci mertebeden türevi, şu gösterim kullanılarak ifade edilir: formula_58. Örneğin, formula_59 yazıldığında, türevin türevinin alındığını gösterir ve bu tür gösterim uygulamada çok kullanışlı hale gelir. Bazı alternatiflerinin aksine, Leibniz gösterimi, paydada türevlendirme için değişkenin açıkça belirtilmesini içerir ve bu da birden fazla birbiriyle ilişkili nicelikle çalışırken belirsizliği ortadan kaldırır. Bir bileşke fonksiyonun türevi zincir kuralı ile ifade edilir. Eğer, formula_60 ve formula_61 ise, o zaman formula_62 olur. Türev için bir diğer yaygın gösterim, bir fonksiyonun hemen yanında kesme işaretine benzeyen türev işaretinin kullanılmasıdır; bu gösterim, aynı zamanda Joseph-Louis Lagrange'a atfen Lagrange gösterimi olaraka da bilinir. Birinci türev bu gösterimde formula_63 halinde yazılır ve "f'nin türevi" olarak okunur. Benzer şekilde, ikinci ve üçüncü türevler şu şekilde yazılabilir: formula_64 ve formula_65. Bu noktadan sonraki daha yüksek mertebeden türevlerin sayısını belirtmek için bazı yazarlar üst simge olarak Roma rakamlarını kullanırken, diğerleri sayıyı parantez içine koyar: formula_66 veya formula_67 gibi. Genel durumda ise, formula_68 kullanılır. "Newton gösteriminde" veya "nokta gösterimi"nde, zamana göre türevi temsil etmek için bir fonksiyon sembolünün üzerine bir nokta yerleştirilir. Eğer formula_69 zamana bağlı bir fonksiyonsa, o zaman birinci ve ikinci mertebeden türevler sırasıyla formula_70 ve formula_71 biçiminde gösterilirler. Bu gösterim yalnızca zaman veya yay uzunluğuna göre türevler için kullanılır. Kullanımı, fizik ve diferansiyel geometrideki diferansiyel denklemlerde de mevcuttur. Ancak, nokta gösterimi yüksek mertebeden türevler (4 veya daha fazla mertebeden) için yönetilemez hale gelir ve birden fazla bağımsız değişkenle baş edemez. Başka bir gösterim ise diferansiyel operatörü sembolüyle gösteren "D-gösterimidir". Bu gösterimde türevi gösterirken formula_72 operatörü kullanılır. Mesela, formula_54'in birinci türevi gösterilirken formula_74 yazılır. Daha yüksek mertebeden türevler için üst simge kullanılır: formula_75. Bu notasyona bazen Euler gösterimi denir; ancak, bu gösterim Euler tarafından değil Louis François Antoine Arbogast ilk defa kullanılmıştır. Bu notasyonun kısmi türeve yönelik kullanımı da çok elverişlidir. Kısmi türevi belirtmek için, türevlenen değişken bir alt simge ile gösterilir, örneğin formula_76 fonksiyonu için ⁠formula_77'e göre kısmi türev formula_78 veya formula_79 olarak yazılabilir. Daha yüksek kısmi türevler ise üst simgeler veya çoklu alt simgelerle gösterilebilir. Örneğin, yine formula_76 fonksiyonu için formula_81 ve yazılabilir. Türev alma kuralları. Temel fonksiyonlar için kurallar. Aşağıda en yaygın temel fonksiyonların türevleri için kurallar verilmiştir. Burada, formula_2 gerçek bir sayıdır ve formula_83 doğal logaritmanın tabanı ve yaklaşık olarak 2.71828'dir. Basit işlemlerle elde edilmiş fonksiyonlar için türevler. Aşağıda, temel fonksiyonlardan basit aritmetik işlemler veya bileşke yoluyla elde edilmiş fonksiyonların türevini hesaplamak için bilinen en temel kurallardan bazıları verilmiştir. Bu amaçla formula_12 ve formula_101 fonksiyon olsun. Örnek. formula_122 olsun. O zaman, formula_123 Burada ikinci terim zincir kuralı kullanılarak ve üçüncü terim çarpım kuralı kullanılarak hesaplanmıştır. Ayrıca, formula_124, formula_125, formula_126, formula_127, formula_128 ve sabit formula_129 gibi temel fonksiyonların türevleri de kullanıldı. Yüksek mertebeden türevler. Daha yüksek mertebeden türevler, bir fonksiyonun tekrar tekrar türevlenmesinin sonucudur. formula_130 türevlenebilir bir fonksiyon ise Bu süreç tekrarlanarak, eğer türev varsa, fonksiyonun "(n-1)"inci türevi başlangıçta alınan fonksiyonun "n"'inci türevidir. Gösterim kısmında verilen bilgiye de dayanarak, "Ck" fonksiyon. Arka arkaya formula_142 tane türevi hesaplanabilen fonksiyonlara formula_142 kere türevli ya da k kere türevlenebilir fonksiyonlar denilir. Eğer, formula_142inci türev aynı zamanda sürekli ise o zaman bu fonksiyon formula_145 sınıfına aittir. Daha matematiksel bir ifadeyle, bir formula_146 kümesi üzerinde tanımlı bir formula_12 fonksiyonu verilsin. Eğer bu fonksiyon formula_142 kere türevlenebilen ve formula_142'inci türevi sürekli olan bir fonksiyon ise, o zaman formula_150 yazılır ve fonksiyona formula_142 kere sürekli türevlenebilir fonksiyon denir. "C∞" fonksiyon. Tanım kümesindeki bütün noktalarda "sonsuz kere türevli" olan, yani, keyfi bir formula_142 pozitif bir tam sayısı için formula_142'inci türevi var olan bir fonksiyona düzgün fonksiyon ya da sonsuz türevli fonksiyon denir. Diğer deyişle, formula_142 kere türevlenme sayısında herhangi bir sınır yoksa, yani fonksiyon için hesaplanabilen yüksek mertebeden herhangi bir türevinin türevi yine hesaplanabiliyorsa, bu fonksiyona "sonsuz kere türevli" ya da "düzgün fonksiyon" denir. Düzgün bir fonksiyonun türevlenebilirlik sınıfını göstermek için formula_155 gösterimi kullanılır. Daha matematiksel bir ifadeyle, bir formula_146 kümesi üzerinde tanımlı bir formula_12 fonksiyonu verilsin. Eğer bu fonksiyon sonsuz türevlenebilir bir fonksiyon ise, o zaman formula_158 yazılır. Diğer boyutlarda türev. Vektör değerli fonksiyonlar. Vektör değerli bir fonksiyon formula_159 gerçel sayılar üzerindeki gerçel bir değişkeni bir formula_160 vektör uzayındaki vektörlere gönderir. Bir vektör değerli fonksiyon, koordinat fonksiyonlarına ayrılabilir yani formula_161 yazılabilir. formula_162 ve formula_163'deki parametrik eğriler bu fonksiyonların güzel bir örneğidir. Bu fonksiyonların koordinat fonksiyonlarının here biri gerçel değerli olduğu için yukarıda verilen türev tanımları her biri için geçerlidir. O zaman, formula_164'nin türevi formula_164inin koordinate fonksiyonlarının türevlerinden oluşan bir vektör olur ki buna da "tanjant" ya da "teğet vektör" denilir. Kısmî türev. Kısmî türev, çok değişkenli bir fonksiyonun sadece ilgili değişkeni sabit değilken alınan türevdir. Bu tarz türevleri içeren denklemlere kısmî diferansiyel denklem denir. Kısmî türevin tanımı. formula_166 formula_167 şeklinde tanımlanan "n" tane bağımsız değişkene bağlı "z" fonksiyonunun diğer değişkenler sabit tutularak herhangi bir değişkendeki formula_168 değişimine karşılık fonksiyonun değişim hızı formula_169 formula_170 formula_171 ifadesine formula_172 fonksiyonunun formula_173 değişkenine göre kısmî türevi denir. formula_174 şeklinde gösterilir. formula_175 ise; formula_176 formula_177 Örnek: formula_178 Yönlü türev. Eğer "f" bir Rn üzerinde gerçek değerli fonksiyon ise koordinat eksenlerinin yönü içinde "f" in kısmî türevi içinde çeşitli ölçmeler ise (mesela "f" bir "x" ve "y" fonksiyonunun "x" yönü ve "y" yönü içinde "f" 'nin kısmî türevinde çeşitli ölçmeler ise) buna yönlü türev denir. Bununla birlikte köşegen çizgi boyunca gibi herhangi diğer yön içinde "f" in yönlü ölçü çeşitleri yoktur. Burada yönlü türev ölçüsü kullanılıyor. bir vektörse vnin yönü içinde "f"in yönlü türevinin x noktasında sınırıdır. Bazı durumlarda bu vektörün uzunluğunu değiştirme sonrası yön türevi hesaplamak veya tahmin etmek daha kolay olabilir. Genellikle bu bir birim vektör yönünde bir yönde türevinin hesaplanması içinde sorunu açmak için yapılır. Bunun nasıl çalıştığını görmek için bunu varsayalım. fark katsayısı içinde yerine konur.Aradaki fark katsayısı: Bu u sırasıyla "f"in yönlü türevi için λ zaman içinde farklı katsayısıdır. Dahası sıfıra yönelen "k" olarak alınan limit olarak aynı "h" ve "k" için herhangi diğerinin çarpımıdır. Bunun için . Bu nedenle yeniden ölçeklendirme özelliği, yönlü türevler sık sık sadece birim vektörler için kabul edilir. Eğer "fin tüm kısmî türevleri var ve x'de sürekli ve formülü ile v"' yönünde "f" içinde belirlenen yönlü türev ise Bu toplam türevin tanımının bir sonucudur. Bu yönlü türev, aşağıda v içinde doğrusaldır. Bu da demektir. Aynı tanım, ayrıca "f" olduğunda Rm içindeki değerleri ile bir fonksiyondur. Yukardaki tanım, vektörlerin her bir bileşeni için uygulanır. Bu durum içinde yönlü türev Rm içinde bir vektördür. Toplam türev. Bir formula_12 fonksiyonu formula_184deki açık bir kümeden 'e tanımlanmış bir fonksiyonsa, formula_130'nin seçilen bir noktadaki ve yöndeki yönlü türevi formula_130'nin yine aynı noktada ve aynı yönde en iyi doğrusal yaklaşımıdır. Ancak, formula_187 ise yönlü türev formula_130'nin davranışı hakkında tam bir açıklama veremez. Toplam türevi bu bağlamda tam bir açıklama sağlamaktadır. Yani, bir vektöründen başlayan herhangi bir formula_189 vektörü için aşağıdaki doğrusal yaklaşım sağlanır: formula_190 Benzer bir şekilde, tek değişkenli fonksiyonlar için tanımlana türevde de formula_191 buradaki yaklaşım hatasını olabildiğince küçük yapacak şekilde seçilir. formula_130'nin bir formula_193 noktasındaki toplam türevi formula_194, formula_195 olacak şekilde biricik olarak tanımlanan doğrusal bir dönüşümdür. Burada, formula_196, içinde bir vektördür; ancak, formula_197 içinde bir vektördür. Toplam türev, eğer bir noktada varsa, o zaman yine aynı noktada bütün kısmi türevler ve yönlü türevler de vardır. Bu halde, bütün vektörü için, formula_130'nin yönündeki yönlü türevi formula_199 olur. Eğer formula_130, koordinat fonksiyonları cinsinden; yani, olacak şekilde yazılırsa, o zaman toplam türev kısmi türevlerin matrisi olarak ifade edilebilir: formula_201 Bu matrise formula_130'nin formula_203 noktasındaki Jacobi matrisi denir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5837", "len_data": 15349, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.2 }
Vize, Kırklareli'nin doğusunda, İstanbul'a 140 km uzaklıkta bir ilçedir. "Cittaslow" denilen sakin şehir unvanı ile Türkiye'deki 10 ilçeden birisi olmuştur. 2022 TÜİK verilerine göre ilçe nüfusu merkezde 15.291 kişi belde ve köylerde 14.175 kişi toplamda 29.466 kişidir. Vize Trakya'nın Karadeniz kıyısındaki ilçelerinden biridir. Merkez ilçeden sonra yüzölçümü bakımından Kırklareli'nin en büyük ilçesidir. Ayrıca Kofçaz'dan sonra Kırklareli'nin rakımı en yüksek ilçesidir. Tarihçe. Tarihte değişik isimlerle anılan kent Byzia, Bizye, Bida, Biza, Vyza, Vizii ve son olarak da Vize olarak bilinmektedir. İsmin kökü Byzas'tan gelmekte olup Byzas Poseidon'un bir oğlunun adıdır. Aynı zamanda Byzas, Trak dilinde keçi anlamına gelmekte olup Trakların çokça kullandıkları bir isimdir. Ayrıca Byzas isimli efsanevi bir Trak Kralının adından geldiği söylenir ki bu Byzas Su Perisi Semestra'nın oğludur. Ayrıca Yunan Mitolojisinde Kaynak Perisinin adı Byzia'dır. Vize'nin her dönemde isminin suyunun bolluğu ile anıldığı düşünülürse bu da akla yatkın bir ihtimaldir. Strabon'a göre Vize, Antik Trakya kabilesi olan Asti'nin başkenti olarak hizmet etmiş ve birkaç antik çağ yazarları tarafından bahsedilmiştir. Daha sonra, şehir son Trak kralları , , ve 'ün başkenti ve ikametgâhı olarak görev yapmıştır. Şehrin Roma İmparatorluğu'nun Trakya eyaletine dahil edilmesinden sonraki ilk yetmiş yıl içinde Bizye hakkında başka bir şey bilmiyoruz. Epigrafik kanıtlar, Trajan yönetimindeki eski stratejik düzenin dağılması sırasında özerk bir polis statüsü kazandığını göstermektedir. Son olarak, Bizye, Hadrianus döneminde kendi sikkelerini basmaya başlamıştır. Bazı araştırmacılara göre, Roma İmparatoru Arap Philip MS 247 yılında Bizye bölgesinden geçmiş olabilir. Kasabanın yukarısındaki tepedeki akropol bölümünde bazı eski yapılar ve muhtemelen MS 5. veya 6. yüzyıldan kalma mükemmel korunmuş bir Bizans Ayasofya Kilisesi (Küçük Ayasofya) vardır. Ayrıca akropolün yamacında bir antik tiyatronun kalıntıları bulunmaktadır. Tepedeki güzel konumuyla Vize, çevredeki alana hakim bir konumdadır. Kasabanın karşısındaki ovanın ötesinde, Traklar'ın hükümdarları için inşa edilmiş birçok tümülüs vardır. Vize ilçesinde daha çok Bizans dönemine ait kilise ve manastırlar bulunmaktadır. Kasaba ayrıca eski bir sinagogun yanı sıra bazı Osmanlı yapılarına da sahiptir. Vize yöresi MÖ. XIII. yüzyılda Trakların yaşadığı bir bölgedir. Vize'deki Çömlektepe Höyüğü'nde 1962 yılında Feridun Dirimtekin'in, 1995'te Trakya Üniversitesinden Yard. Doç. Özkan Ertuğrul'un yaptığı araştırmalar, ardından Prof. Dr. Mehmet Özdoğan'ın çalışmaları yörenin Eskiçağ tarihini aydınlatmıştır. Vize yakınlarındaki Karakoçak Tepe mevkiinde Orta Tunç Çağı'na ait kaya sunağı bulunmuş, bunu Vize'nin Soğucak köyünde bulunan bir benzeri izlemiştir. Vize'nin Çakıllı Köyü'nün 1 km. güneyindeki Eski tekke mezarlığında bulunan el yapımı kaba hamurlu, deve tüyü rengindeki çanak çömlekler, yontma taş aletler, cilalı el baltaları Neolitik Çağ'da burada bir yerleşim olduğunu ortaya koymuştur. Özellikle Çömlektepe Höyüğü'nün MÖ. 3000 yıllarına kadar indiği belirlenmiş, aynı yerde Demir Çağı'na ait keramikler ele geçmiştir. Bunları Helenistik ve Roma keramikleri de tamamlayınca Vize yöresinin Neolitik Çağ'dan günümüze kadar kesintisiz bir yerleşime sahne olduğunu ortaya koymuştur. Antik Çağ. Vize'de en eski devirler, Trakların tarihi ile başlar. Bu yıllarda Trakyayı işgal eden kavimlerin yayılma alanı Adriyatik Denizi'nden Karadeniz'e kadar uzanmaktadır. Trakya'ya ismini veren bu kavimler dalgalar halinde İstanbul ve Çanakkale'ye kadar uzanmışlardır. Özellikle MÖ 1200'de Trak kavimlerinden Bitinyalılar ve Frigler, Anadolu'ya geçmişlerdir. Trakya'da kalanlar ise ufak bir takım krallıklar kurmuşlardır. MÖ 3000-2500 arasında Adriyatik Denizi'nden, Karadeniz'e kadar uzanan bölgeye yerleşen Traklar, Trakya'da egemenliklerini sürdürmüştür. Bunlardan Astai Kavmi Istranca Dağları'nda yaşamış ve küçük bir prenslik kurmuşlardır. MÖ 513'te Pers İmparatoru I. Darius tüm Trakya'nın yanı sıra Bizye'yi de ele geçirmiş, Med Savaşları'ndan sonra bölgenin tümünü Makedonyalılar'a bırakmak zorunda kalmıştır. Büyük İskender’in ölümünden sonra, generallerinden Lucimachos Trakya ile birlikte Bizye'ye de hakim olmuştur. Ancak bu dönemde Trakya Keltler tarafından yağmalanmıştır. Bütün bu karmaşayı MÖ.72’de Romanın yönetiminde kurulan Odrysian Krallığı izlemiştir. Bizye en parlak dönemini Klasik Çağ'da (MÖ 500-400) ve Helenistik Çağda (MÖ 300-MS 20) ve Roma İmparatorluğu döneminde yaşamıştır. Vize Hristiyanlığın yayılması ile birlikte Avrupa metropolitliğine bağlı bir piskoposluk merkezi olmuştur. Bu dönemde dış tehditler altında Bizyeliler ezilmiş, bazen kalelerini terk etmiş, bazen de vergi ve haraç vererek şehirlerini yağmalanmaktan kurtarmışlardır. MS. IV. yüzyılda Got akınlarını Hun, Bulgar ve Slav akınları izlemiştir. Aziz Memnon ve Severos, MS 303'te başlayan 'nün bir parçası olarak Bizye'de öldürülmüştür. MS 353'te, sürgündeki Antakyalı Eustathius, Bizye'ye yerleşmeyi seçmiş, burada ölmüştür. Şehir, 5. yüzyıl gibi erken bir tarihte Heraclea (Marmaraereğlisi)'nın 'ı olarak bir başpiskoposun merkezi olarak belgelenmiştir. Orta Çağ. 6. yüzyıldan itibaren Bizye'den Konstantinopolis'e borularla su taşınmıştır ve boruların bir kısmı hala görülebilir durumdadır. İmparator V. Konstantin 773 ya da 774 yılında burada bir köprü inşa ettirmiştir. Bizye, Hierocles'in Sinekdimos'unda ve daha sonra VII. Konstantinos'un "De Administrando Imperio"'sunda Avrupa eyaletinde bir şehir (polis) olarak tanımlanmaktadır. Şehir, 692 yılında Trullo'da toplanan ve Geōrgios elachistos episkopos Uzusēs tēs Thrakōn chōras tarafından imzalanan Trullo Konsili'nde adı geçen "Uzusa" (Yunanca: Οὔζουσα) ile aynı görünmektedir. Belgede Bizye'nin bir temsilcisinin imzası bulunmadığından, aynı yer oldukları varsayılmaktadır. Proto-Bulgar yazıtları Han Krum'un Bizye'yi ele geçirdiğini ve muhtemelen tahrip ettiğini göstermektedir.  9. ve 10. yüzyıllar boyunca şehir bir turma'nın başı olarak hizmet vermiştir.  Slav Thomas'ın 823'teki isyanının ardından üvey oğlu Anastasios, Bizye'ye sığınmaya çalışmış ancak şehir sakinleri tarafından imparatora teslim edilmiştir.  Halk azizi Maria Nea, 896 yılında burada turma olan Nikephoros ile evlendikten sonra Bizye'de yaşamıştır.  Maria Nea, 903 yılında öldükten sonra azize olarak saygı görmüş ve kültü Bizye ve çevresindeki bölgelerde çok popüler hale gelmiştir. Bulgar imparatoru I. Simeon beş yıl süren bir kuşatmanın ardından 925 civarında Bizye'yi ele geçirdi; şehrin surları yıkıldı ve nüfusunun çoğu yakınındaki Medea'ya (Kıyıköy) kaçtı. Bizye'nin daha sonra I. Petr'ın 927'de Doğu Trakya'ya yaptığı sefer sırasında hedef alınıp alınmadığı belirsizdir. 12. yüzyılda Arap coğrafyacı El-İdrisi, Bizye'yi verimli bir vadide, gelişen ticaret ve sanayiye sahip büyük ve iyi tahkim edilmiş bir şehir olarak tanımlamıştır.  Kuman istilacılar 1199'da gelip Doğu Trakya'yı yağmaladığında, Bizye'den onları püskürtmek için bir Bizans ordusu gönderilmiştir. İlk başta başarılı olmuşlar, ancak Bizans birliklerinin açgözlülüğü yüzünden ilk zaferleri heba olmuştur. Nisan 1204'te Konstantinopolis'in yağmalanması'nın ardından Bizye, Partitio Imperii Romaniae uyarınca yeni Latin İmparatorluğu'nun bir parçası oldu. 290 Şehir ilk başta Latinlere boyun eğmedi ve Mart 1205'e kadar benzer şekilde isyan eden Arcadiopolis (Lüleburgaz) ve Tzurulon (Çorlu) şehirleriyle birlikte dize getirilemedi. Ancak sadece bir ay sonra Latin ordusu, Çar Kaloyan liderliğindeki Bulgar ve Kumanlardan oluşan birleşik bir güç tarafından yenilgiye uğratıldı ve ardından Doğu Trakya'da bir dizi istila başlattı. Bizye, bölgedeki akınlardan etkilenmeyen birkaç şehirden biriydi. 1205 yılının sonlarına doğru, asilzade 120 şövalyeyle birlikte şehri garnizon haline getirmek üzere gönderildi. 1206 yılının Haziran ayında, Latin İmparatoru Henri, Latince: "Mult ere bone et forz" (Çok güzel ve güçlü) olarak onurlandırılan Bizye'de kamp kurdu. 1225'ten bir süre sonra, Theodore Komnenos Doukas komutasındaki bir Epir kuvveti Bizye'ye ilerledi, ancak şehri ele geçiremediler.  1237'de Kumanlar Trakya'yı tekrar işgal etti; Bizye sakinlerinin çoğu esir alındı ve köle olarak satıldı.  Ağustos 1246'da Latin İmparatoru II. Baudouin, ile Bizye ve Medea'yı (Kıyıköy) Konstantinopolis'teki mülklerle birlikte tarikata bırakacak bir anlaşma müzakere etti, ancak anlaşma hiçbir zaman yürürlüğe girmedi.  1147 yılında Bizye [Tzurulon, Medea ve Derkos (Durusu) ile birlikte] Bulgarlarla ittifak yapan III. İoannis'in kontrolüne geçti. İmparator II. Theodoros, 1255'in sonunda ya da 1256'nın başında Bizye ile Bulgarophygon (Babaeski) arasında bir yerde birleşik bir Bulgar ve Kuman kuvvetini yenilgiye uğrattı.  Ardından yukarı Meriç vadisinde yeni bir sınır belirleyen bir barış anlaşması imzaladı. Bizye, 1286'dan 1355'e kadar megala allagia olarak adlandırılan bilinen üç askeri bölgeden birinin merkeziydi (Diğer ikisi Selanik ve Serez'dir.)  Bu bölge kabaca kuzeyde 'dan batıda Arcadiopolis'e ve doğuda Konstantinopolis'in banliyölerine kadar uzanan tüm alanı kapsıyordu. 1304 yılında, Theodore Sviatoslav komutasındaki bir Bulgar akınını durdurmak amacıyla imparator IX. Mihail ve komutasında Bizye'de büyük bir Bizans ordusu toplandı.  Bizanslılar Skaphidas'ta zaten yenilmişlerdi ve ardından Bizye'de tekrar yenildiler. 1307 yılında, Megas Tzausios Humbertopoulos'un protestoları üzerine, yerel halk Ferran Ximenes de Arenos komutasındaki Türk yardımcılarıyla birlikte bir Katalan kuvvetiyle savaşmaya çalıştı.  Yenildiler ve Katalanlar şehri yağmaladılar. Şehir 1313'te bu kez Aydınoğullarından Halil Bey liderliğindeki bir Türk kuvveti tarafından tekrar yağmalandı; Türkler daha sonra Xerogypsos'taki savaşta yenildiler. 1322 kışında Sirgiannis Paleologos, Raidestos (Tekirdağ) ve Sergentzion (Binkılıç) ile birlikte Bizye'yi ele geçirdi, ancak şehri neredeyse hemen III. Andronikos'un kuvvetlerine kaybetti.  Andronikos'un kendisi de 1324 yazında hastalığı nedeniyle birkaç gün Bizye'de kalmıştır.  O Eylül ayında Bizye'nin Konstantinopolis Patrikhanesi'ne yıllık bağışı 100 iperpiron olarak belirlendi.  Andronikos 1328 yılında, eski müttefiki Mihail Şişman'ın hiç gerçekleşmeyen bir saldırısı beklentisiyle Bizye'ye bir orduyla geri döndü.  1332 yazında, Teolog Efesli Matthaios, göreve atandığı Brysis'e (Pınarhisar) giderken Bizye'de durdu; sadece kısa bir süre kaldı, ancak bölgede Kutsal Ana'ye adanmış çok sayıda kutsal kuyu ve ayazma olduğunu yazdı.  Bizye çevresindeki bölge, o dönemde soyguncuların varlığı nedeniyle güvensiz olarak tanımlanmıştır. 1344 yılında Bizye, VI. İoannis tarafından ele geçirildi ve generali Manuel Komnenos Raul Asen'i şehrin valisi olarak atadı.  Birkaç yıl sonra, 1340'ların sonunda, 1.200 kişilik bir Türk atlı kuvveti Bizans topraklarına Bizye'ye kadar girdi.  Matheos, imparatorluk tahtından çekilmek zorunda kaldıktan sonra, Bizye onun etkin kontrolü altında kaldı ve 1356'da birkaç kez burada kaldı. Ağustos 1355'te imparator V. İoannis ile Çar İvan Aleksandr arasındaki ittifakı onaylayan bir konsil toplantısının parçası olarak, Bizye metropolitliği yaklaşık iki yıllık kısa bir süre için olarak Derkos başpiskoposluğuna verildi.  Benzer bir durum Temmuz 1361'de Stauropolis (Afrodisias) piskoposluğunda da yaşandı. Bizye sakinleri muhtemelen 1357 veya 58'de, belki de V. İoannis ve Matheos arasındaki çatışmalar nedeniyle şehrin garnizonunun tükenmiş olmasından yararlanan Türk eşkıyalar yüzünden yeniden yerleştirildi. 1358 sonbaharında, Matheos'un amcası olan Manuel Asanes, V. İoannis'den kendisini Bizye valisi yapmasını istedi. Osmanlı Dönemi. 1368 yılında Bizye, Güney Istranca Dağları'ndaki diğer bölgelerle birlikte Lala Şahin Paşa tarafından 1 aylık bir kuşatmanın ardından Osmanlı kontrolü altına girdi.  Bizye metropoliti, Bizye'nin kaybını telafi etmek için Mesembria ve 'a yeniden atandı.  Bizye 1403 yılında tekrar Türkler tarafından fethedilmiş ve ardından muhtemelen 1410 yılında II. Manuil yönetimindeki Bizanslılar tarafından yeniden fethedilmiştir. Bizye son kez 1453'ün başında, muhtemelen Karaca Paşa'nın birlikleri tarafından Türk kontrolü altına girdi. Osmanlı idaresine geçen yerleşim, Rumeli Eyalet'in bir sancağı olan Vize sancağının merkezi konumunda bulundu. Türk seyyah Evliya Çelebi, 1661'de altıncı seyahatinde Vize'yi ziyaret etti. Vize'yi bir sancak beyinin merkezi, Türk, Bulgar ve Rum karışımının yaşadığı ve pırasalarıyla ünlü bir yer olarak tanımladı. Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre; Kırkkilise sancağının kazası olan Vize kasabasına bağlı 47 köydeki 4466 hanede 23.595 nüfus olup, çoğunluğu İslam ve Rum'dur. Saray, Yenice, Örencik, Hasboğa nahiyeleri Vize'ye bağlıdır. Vize hükûmet konağı, 108 basamaklı merdivenle çıkılan bir tepe üzerindedir. Vize'de 4 cami, 3 mescit vardır. Bunlardan Gazi Süleyman Paşa'nın yaptırdığı cami Ayasofya'nın modelindedir. Diğer 3'ü Saka Baba, Hasan Bey ve Ferhat Bey tarafından yaptırılmıştır. Kaza içinde 13 sağlam, 27 harap cami ve mescit, 2 hükûmet konağı, 32 okul, 1 ortaokul, 2 harap imaret, 1 telgrafhane, 1 tekke, 5 kiremithane, 5 sayak dolabı, 46 çeşme 1 metropolithane, 18 kilise ve manastır, 301 ev arsası, 42 mera, 775 çayır, 17759 tarla, 28 Bahçe, 3926 bağ, 6 çiftlik, 1522 ambar ve samanlık, 1 rakı fabrikası, 25 değirmen, 10 han, 2 hamam, 31 fırın, 35 İslam, 18 Hristiyan mezarlığı, 72 harman yeri, 6 tahta bıçkısı, 3 çiftlik arsası, 1 yağhane ve 376 dükkân vardır. 1914 yılı Osmanlı nüfus istatistiklerine göre Vize kazasının toplam nüfusu 10.020 Müslüman ve 4.089 Rum olmak üzere 14.109'dur. Kültür, turizm ve ilgi çekici yerler. Vize ilçesi 1. Viyana Seferi esnasında Kanuni Sultan Süleyman tarafından kullanılan Avyolu güzergâhı üzerindedir. Bu güzergâh günümüzde yeniden keşfedilerek Sultanlar Yolu ismiyle doğa, kültür ve tarih sevenlerin kullanımına açılmıştır. Sultanlar Yolu işaretlemeleri Vize içinde ve çevresinde yolu yeniden keşfeden Sedat Çakır tarafından yapılmıştır. Sultanlar Yolu Viyana-Simmering'den İstanbul'da Süleymaniye Camii ve Topkapı Sarayı'na kadar uzanan 2133 kilometrelik bir yoldur. Küçük Ayasofya Kilisesi (Gazi Süleyman Paşa Camii): İmparator I. Justinianus (hükümdarlığı 527-565) döneminde inşa edilen ve daha sonra Osmanlı döneminde camiye dönüştürülen eski bir Bizans dönemi Ortodoks kilisesidir. Ortodoks Bazilika planında tasarlanan kilise, Apollon Tapınağı'nın temelleri üzerine yığma taş ve tuğla ile inşa edilmiştir. Haç şeklindeki kilise, üçer sütunlu iki sıra sütunlu bir nef, iki koridor ve bir uçta apsisten oluşmaktadır. Orijinal ahşap çatısı 12. ve 13. yüzyıllarda yüksek bir kubbe ile değiştirilmiştir. Yapı, normalde Bizans mimarisinde görülmeyen farklı bir tarz olan kubbe etrafında tonozludur. Camiye dönüştürüldükten sonra ismini Rumeli Fatihi Gazi Süleyman Paşa'dan almıştır. Vize Kalesi: Antik Roma döneminde inşa edilmiş bir surdur. Şehrin kuzeybatısında yer almaktadır. Kalenin ilk olarak M.Ö. 72-76 yıllarında inşa edildiği ve I. Justinianus döneminde yeniden canlandırıldığı düşünülmektedir. Kale, 50 cm × 80 cm (20 inç × 31 inç) ve 100 cm × 150 cm (39 inç × 59 inç) boyutlarında taş bloklardan oluşan temeller üzerine temiz kesme taşlardan ve moloz taştan inşa edilmiştir. Kuzey duvarındaki taşların mavimsi rengi, bu bölümün Geç Bizans döneminde Paleologos Hanedanlığı döneminde yeniden inşa edildiğini göstermektedir. Kale iç içe geçmiş iki surdan oluşmaktadır. Batı ve güney sur duvarları sağlamdır. Kalede bulunan taş üzerine Grek harfleriyle kazınmış bir yazıtta "Burada Aulus Pores'in oğlu Firmus ile Kenthes'in oğlu Rytes'in oğlu Aulus Kenthes ve Hyakinthus'un oğlu Rabdus'un yönetiminde gözetleme kuleleri inşa edilmiştir." yazmaktadır. Kırklareli Müzesi'nde sergilenmektedir. Antik Tiyatro (Odeon): Geç Roma döneminde 2. yüzyılda inşa edilen ve Trakya'da bilinen tek açık hava tiyatrosudur. Çömlektepe tümülüsü için yürütülen arkeolojik kazılar sırasında 1998 yılında keşfedilmiştir. Roma tiyatrosunun halen mevcut olan bölümleri, koltuklar arasında koridorlar bulunan cavea (seyirci koltukları), scaenae (sahne) ve orkestradır. Sahnenin arka planı olan scaenae frons'a ait kabartmalar Kırklareli Müzesi'nde sergilenmektedir. Hasan Bey Camii: 14. yüzyılın sonlarında sinagog olarak kullanılmakta iken, Gelibolulu Hasan Bey tarafından camiye dönüştürmüştür. Minaresiz olduğundan, ayrıca şekil itibarıyla de adeta bir türbeyi anımsatmaktadır. Kare plan üzerine kalın duvar, iri kesme muntazam taş kaplama olup, kubbesi sekiz köşe tanbur üzerine oturtulmuştur. 2007 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından aslına uygun restorasyon yapılmıştır. Diğer ilgi çekici yerler arasında Asma Kayalar Mağara Manastırı, Aya Nikola Manastırı (Kıyıköy'de), Cehennem Şelaleleri, 824 yıllık tarihi çınar ağacı (Çakıllı'da), kaya kiliseleri, Trak tümülüsleri, çeşmeler, ayazmalar, mağaralar sayılabilir. İlçede bulunan Yenesu Mağarası, 1620 m uzunluğuyla Trakya'nın 3. büyük mağarasıdır. Aya Nikola Manastırı: Dünyanın en eski taş oyma manastırlarından olan Aya Nikola Manastırı 6. yüzyıl, MS 527-565 yıllarına ait bir kaya manastırına örnektir. Manastırın zemin katı kilise iken, bodrum katı ayazmadır. Bunun yanında keşişler için dinlenme hücreleri bulunmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5842", "len_data": 17511, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.48 }
Omega-3 yağ asitleri, aynı zamanda Omega-3 yağları, ω-3 yağ asitleri veya "n"−3 yağ asitleri olarak da adlandırılır, kimyasal yapılarında terminal metil grubundan üç atom uzaklıkta bir çift bağın varlığı ile tanımlanan çoklu doymamış yağ asidi'lerdir (PUFA'lar). Doğada yaygın olarak dağılmışlardır, önemli olduklarından hayvan lipid metabolizması bileşenleridir ve insan diyetinde ve insan fizyolojisinde önemli bir rol oynarlar. İnsan fizyolojisinde yer alan üç tip omega-3 yağ asidi, bitkisel yağlarda bulunan α-linolenik asit (ALA) ve her ikisi de deniz balıklarının yağlarında yaygın olarak bulunan eikosapentaenoik asit (EPA) ve dokosaheksaenoik asit (DHA)'dır. Deniz yosunları ve fitoplankton, omega-3 yağ asitlerinin (balıklarda da birikir) birincil kaynaklarıdır. ALA içeren bitki yağlarının yaygın kaynakları arasında cevizler, yenilebilir tohumlar ve keten tohumu bulunurken, EPA ve DHA kaynakları arasında balık ve balık yağları bulunur. Vücudun omega-3 yağ asidine ihtiyacı daha anne karnında başlar, çocukluk, ergenlik, yetişkinlik ve yaşlılık boyunca bu ihtiyaç devam eder. Memeliler, gerekli esansiyel omega-3 yağ asidi ALA'yı sentezleyemezler ve bunu yalnızca beslenme yoluyla elde edebilirler. Ancak var olduğunda, karbon zinciri boyunca ek çift bağlar oluşturarak ve onu uzatarak EPA ve DHA oluşturmak için ALA'yı kullanabilirler. Yani, ALA (18 karbon ve 3 çift bağ) EPA'yı (20 karbon ve 5 çift bağ) yapmak için kullanılır ve bu daha sonra DHA (22 karbon ve 6 çift bağ) yapmak için kullanılır. ALA'dan daha uzun zincirli omega-3 yağ asitlerini üretme yeteneği yaşlanmayla bozulabilir. Havaya maruz kalan gıdalarda doymamış yağ asitleri oksidasyona ve ekşileşmeye karşı hassastır. Omega−3 yağ asitleri ile besin takviyesi alımının kanser veya kardiyovasküler hastalık riskini azalttığına dair çok iyi kanıt yoktur. Balık yağı takviyesi çalışmaları, kalp krizleri veya felçleri veya herhangi bir damar hastalığı sonucunu önleme iddialarını desteklemede başarısız olmuştur. Kimya. Omega-3 terimi ("n-3", "ω-3" olarak da kullanılır) ilk çift bağın, karbon zincirin ucundaki (ω) metil grubundan itibaren sayılınca 3. karbon-karbon bağı olduğu anlamına gelir. İnsan beslenmesinde önemli olan omega-3 yağ asitleri şunlardır: alfa-linolenik asit (18:3, ALA), eikosapentaenoik asit (20:5, EPA) ve dokosaheksaenoik asit (22:6, DHA). Bu üç doymamış yağda sırasıyla 18, 20 veya 22 karbonlu bir zincirde 3,5 veya 6 çift bağ vardır. Çift bağların hepsi "cis"-biçimindedir yani hidrojen atomları çift bağın aynı tarafındadır. Omega-3 yağ asitlerindeki çift bağlar onların esnekliğini azaltır. Hücre zarında omega-3 yağ asitlerini içeren fosfolipitler doymuş yağ asitli fosfolipitlere kıyasla daha gevşek bir şekilde istiflenirler ve bu yüzden bunlardan oluşan membranlar (zarlar) daha akışkan olurlar. Sıvı fazda olan membranlarda proteinler birbiriyle daha serbestçe etkileşebilir, sinir hücrelerinde ise membranların yalıtkanlığını arttırdığı öne sürülmüştür Formlar. Omega−3 yağ asitleri doğal olarak iki tiptir; trigliseritler ve fosfolipitler. Trigliseritlerde diğer yağ asitleriyle birlikte gliserole bağlanırlar; Gliserol'e üç yağ asidi bağlanır. Fosfolipit omega-3 gliserol aracılığıyla bir fosfat grubuna bağlanan iki yağ asidinden oluşur. Trigliseritler serbest yağ asidine veya metil ya da etil esterlere dönüştürülebilir ve omega−3 yağ asitlerinin ayrı ayrı esterleri vardır. Sağlık etkileri. Takviye ile tüm nedenlere bağlı ölüm riskinin daha düşük olması arasındaki ilişki sonuçsuz görünür. Kanser. Deniz omega−3 yağlarının tüketimini kanser riskinin azalmasıyla ilişkilendiren kanıtlar yetersizdir. Olası meme kanseri istisnası dışında, omega-3 yağ asitleri ile takviyenin farklı kanserler üzerinde etkisi olduğuna dair yeterli kanıt yoktur. Tüketimin prostat kanseri üzerindeki etkisi kesin değildir. DPA'nın yüksek kan seviyelerinde risk azalır ancak birleşik EPA ve DHA'nın daha yüksek kan seviyeleri ile muhtemelen daha saldırgan prostat kanseri riskinin arttığı gösterilmiştir. İlerlemiş kanser ve kaşeksi (ing:cachexia) olan kişilerde, omega-3 yağ asitleri takviyeleri faydalı olabilir, iştahı, kiloyu ve yaşam kalitesini iyileştirebilir. Anne-bebek sağlığında rolü. Omega-3 yağ asitleri, anne karnındaki bebeğin sağlıklı gelişimine aşağıdaki şekillerde yardımcı olabilir: Zihin sağlığında rolü. Omega-3 yağ asidinin beyin ve sinir sisteminin sağlıklı şekilde çalışmasındaki etkileri yapılan pek çok araştırmada ortaya konmuştur. Omega-3, beyin ve sinir sisteminde başlıca aşağıdaki şekillerde yardımcı olabilir: Göz sağlığında rolü. Yüksek doz omega-3 alımı gözde yaşa bağlı olarak gelişen sarı nokta hasarları riskini önleyebilmektedir. Omega-3 yağ asitleri eksikliğinde retinada görme fonksiyonunun azaldığı tespit edilmiştir. Kemik-eklem sağlığında rolü. EPA ve DHA'nın antienflamatuar etkisi vardır. Ayrıca kas-iskelet sistemi ve bağışıklık sistemi üzerinde faydalı etkileri bulunmaktadır. Omega-3 kemik ve eklem sağlığında başlıca aşağıdaki şekillerde yardımcı olabilir: Kalp-damar sağlığında rolü. Yapılan araştırmalarda, omega-3 yağ asitlerinin dengeli alımının özellikle kalp ve damar hastalıkları açısından yararlı olduğu vurgulanmaktadır. Omega-3 tüketenlerde koroner kalp hastalığına bağlı ölümler daha düşük bulunmuştur. Omega-3, kalp ve damar sağlığında başlıca aşağıdaki şekillerde yardımcı olabilir: Bulunduğu besinler. Diyet önerileri. Amerika Birleşik Devletleri'nde Tıp Enstitüsü, bireysel besinler için Önerilen Diyet Ödeneklerini (RDA'lar) ve yağlar gibi belirli besin grupları için Kabul Edilebilir Makro Besin Dağıtım Aralıklarını (AMDR'ler) içeren bir Diyet Referans Alım Miktarı sistemi yayınlar. Bir RDA'yı belirlemek için yeterli kanıt olmadığında, enstitü bunun yerine benzer anlamlı ancak daha az kesin olan Yeterli Alım (AI) değeri yayınlayabilir. Alfa linolenik asit için AI, erkekler için 1,6 gram/gün ve kadınlar için 1,1 gram/gün iken AMDR, toplam enerjinin %0,6 ila %1,2'sidir. EPA ve DHA'nın fizyolojik gücü ALA'nınkinden çok daha büyük olduğundan, tüm omega-3 yağ asitleri için tek bir AMDR tahmin etmek mümkün değildir. AMDR'nin yaklaşık yüzde 10'u EPA ve/veya DHA olarak tüketilebilir. Tıp Enstitüsü, EPA, DHA veya kombinasyon için henüz bir RDA veya AI oluşturmamıştır. Bu nedenle gıda veya takviyelerin porsiyon başına bu yağ asitlerinin Günlük Değer (DV) yüzdesini sağlayacağına dair etiketleme ve/veya bir gıdayı veya besin takviyesini mükemmel bir kaynak olarak etiketlemesi de yoktur. FDA, yetişkinlerin günde toplam 3 grama kadar kombine DHA ve EPA'yı güvenli bir şekilde tüketebileceğini ve diyet takviyelerinden en fazla 2 gram tüketebileceğini tavsiye etmesine rağmen, 2005 yılı itibarıyla omega−3 yağ asitleri için tolere edilebilir üst sınır belirlemek için yeterli kanıt yoktu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5846", "len_data": 6756, "topic": "HEALTH", "quality_score": 4.27 }
Tractatus Logico-Philosophicus, Ludwig Wittgenstein'ın hayatı boyunca yayımladığı tek eseridir. Gerçeklik ve dil arasındaki ilişkileri tanımlamak ve bilimin sınırlarını betimlemek amacıyla yazılmıştır. Wittgenstein kitabın notlarını I. Dünya Savaşı'nda askerlik yaparken hazırlamıştır. Ağustos 1918'de, İtalya'da savaş esiriyken tamamlamıştır. Kitap 1921'de yayımlanmış, önsözü Bertrand Russell tarafından yazılmıştır. Daha sonra 1929 yılında Wittgenstein bu eseri Cambridge Üniversitesi'nden doktora derecesi almak için kullanacaktır. Wittgenstein, felsefi hayatının ikinci döneminde bu eseri basit bularak dil oyunlarını temel alan Felsefi Soruşturmalar adlı eseriyle uğraşacaktır. Tractatus'un Wittgenstein'in dünya, gerçeklik, bilim, etik, mantık, din, mistisizm, felsefe, dil ve düşünce alanında yaptığı önermeler ve bu önermeleri açıklamak için kullandığı alt-önermelerden oluşan bir yapısı vardır. G. E. Moore, kitabın adının Baruch Spinoza'nın Tractatus Theologico-Politicus adlı eserine atıfta bulunduğunu söyler. Dil anlayışı. Eser önermelerin doğruluk koşullarını ve anlam-doğruluk ilişkisini sorgulamaktadır. Bu eserde Wittgenstein'a göre dil: fikirleri, dinleri, bilimleri ve metafiziği içinde barındırır. Metafizik ve akıl dışı unsurları dışarıda bırakacak, belirsizliklerden arınmış bir dil inşa etmek gerektiğini söyler. Bu dil, dünyayı yansıtan bir resimden farksız olmalıdır. İnsan, dil tarafından sınırlandırılır. Dilin sınırları aynı zamanda dünyanın sınırlarıdır. Dilin sınırları geçildiğinde metafizik alanına girilir. Tractatus'ta ideal bir fizik dili kurmanın olanağı tartışılır. Yazar bütün dillerin ortak özünü tasvir eder ve gerçekliği dil yoluyla ortaya koyabilmeyi tartışır. Bunun için mantık dili oluşturmanın imkanını soruşturur. Etkiler. Eser Wittgenstein'in Gottlob Frege ve Bertrand Russell'ın felsefeleriyle etkileşim içindeki, oldukça sıkı mantık bağlantılarıyla kurulu dil felsefesinin bir özetidir. Kitabın anlaşılması kendi deyimiyle "bu konular üzerinde düşünenlerce" mümkündür. Genel olarak dilin bir görünümünü serimlemek ve mantıksal yapıyı anlamak amacındadır. Yayımlandıktan sonra birçok felsefe çevresinin ilgisini çekmiştir. Özellikle Viyana Çevresi'nden Rudolf Carnap ve Moritz Schlick kitap ve Wittgenstein ile bağlantı içerisindeydiler. Rudolf Carnap ise Wittgenstein tarafından fikirlerini intihal etmekle suçlanmıştır. Daha sonra Wittgenstein Viyana Çevresi'ne ilgisini bırakacaktır. Kitap hakkında Macar yönetmen Peter Forgacs'ın bir adet filmi bulunmaktadır. Ayrıca Derek Jarman'ın Wittgenstein adlı filmi de kitaptan fikirleri içerir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5854", "len_data": 2589, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 3.95 }
Suşehri eski adıyla Enderes veya Endires, Karadeniz Bölgesi'nin Doğu Karadeniz Bölümünün güneybatısında, aynı adla anılan ovanın batı kenarında yer alan Sivas'ın bir ilçesidir. Doğusunda Akıncılar, güneyinde İmranlı, güneybatısında Zara, batısında Koyulhisar ve kuzeyinde Giresun'un Şebinkarahisar ilçeleri ile çevrilidir. 2024 nüfus istatistiklerine göre toplam nüfusu 24.938 olan Suşehri, Şarkışla ve Yıldızeli'nden sonra Sivas'ın en kalabalık üçüncü ilçesi konumundadır. İlçeye bağlı 12 mahalle, 71 köy ve 42 mezra bulunmaktadır. Etimoloji. İlk çağlardaki adı "Nikopolis" olan ilçenin daha sonraki devirlerde adı "Andriyas" veya "Andıras" olarak geçmektedir. Bu adın aslı Luvi dilinde "Adra" olup; erkek, koca ve ana tanrıçanın erkeği manalarına gelmektedir. Andıras ismi Pontus Rumcası'nda "Andras", Yunanca "Hendêris" iken Türk ağzında ise "Enderes" ve "Endires"e dönüşmüştür. Suşehri adının ne zaman kullanılmaya başlandığı kesin olarak bilinmese de, bölgedeki halk dilinde Endires adı günümüzde dahi kullanılmaktadır. Suşehri isminin, çevredeki su kaynaklarının bolluğu dolayısıyla Çaldıran Muharebesi'nden sonra Türklerin bölgeye hakimiyeti ile kullanılmaya başlandığı düşünülmektedir. 16. yüzyıldaki tapu tahrir kayıtlarında Suşehri adının kullanıldığı tespit edilmiştir. Tarihçe. Eski bir yerleşim yeri olan Suşehri'nin tarihi Bakır Çağı'na kadar uzanmaktadır. Günümüzde Kılıçkaya Barajı suları altında kalan Kayadelen köyü yakınlarında yapılan arkeolojik kazılarda Bakır Çağı özelliklerini gösteren eşyalar bulunmuştur. Akşar, Eskişar, Kale köyleri ve Çataloluk beldesinde Roma, Bizans ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu dönemlerinden kalma kale kalıntıları bulunmaktadır. İlçeye bağlı Büyükgüzel ve Küçükgüzel köylerinin eski yerleşim yerlerinin, bulunan tarihi kalıntılar ile Roma İmparatorluğu döneminde önemli birer merkez olduğu tespit edildi. Küçükgüzel köyündeki arkeolojik çalışmalar ile gün yüzüne çıkarılan aslan başı mermeri ile önemli bir yapıya ait olduğu düşünülen bazı kalıntılar Sivas Müzesi ve Suşehri Hükûmet Konağı bahçesinde sergilenmektedir. 3 Temmuz 1243 tarihinde, Suşehri ilçesinde Anadolu Selçuklu Devleti ile Moğollar arasında gerçekleşen ve Selçuklu Devleti'nin yenilip Moğol tabiiyetine girmesiyle sonuçlanan Kösedağ Muharebesi gerçekleşmiştir. Suşehri'ne bağlı köylerden Akşar köyünün Orta Çağ'da önemli bir merkez olduğu, Suşehri ve civarındaki yerleşim yerlerinin idari açıdan buraya bağlı olduğu belirlenmiştir. Günümüzdeki adı Suşehri ovası olan düzlüğün Akşar ovası olarak adlandırıldığı ve Selçuklular zamanında "Aq-Šahr" veya başka bir ifadeyle "Aqšer-abād" adı altında önemli bir ulaşım noktası olduğu rivayet edilmiştir. 1875 yılında yeniden yapılan vilayet düzenlemesinde Şebinkarahisar sancağı Trabzon Vilayeti'nden alınarak Amasya ve Tokat ile birlikte Sivas Vilayetine bağlanmıştır. Bu düzenleme ile Suşar (Gölova) ve Akşar Subaşılıkları kaldırılmış ve Endires köyüne ilçe teşkilatı kurularak "Şehr-i Su" adı verilmiştir. 20 Mayıs 1933'te çıkarılan bir kanunla Suşehri'nin bağlı bulunduğu Şebinkârahisar ilçe yapılarak Merkez kazası ile Alucra kazası Giresun'a bağlanınca Suşehri ve Koyulhisar Sivas iline; Mesudiye de Ordu'ya bağlanmıştır. Coğrafi özellikleri ve konumu. Suşehri, Sivas'ın kuzeydoğusunda 38.04 doğu meridyeni ile 40.08 kuzey enleminin kesiştiği bölgede yer alır. Doğusunda Akıncılar, güneyinde İmranlı, güneybatısında Zara, batısında Koyulhisar, kuzeyinde ise Giresun'un Şebinkarahisar ilçeleri ile sınırı bulunmaktadır. 985 km²lik bir alana yayılan ilçe, deniz seviyesinden ortalama 950 metre yüksekliktedir ve bu rakımı ile Türkiye ortalama yüksekliğine yakın bir seviyededir. Köse Dağları silsilesinin en yüksek dağı olan Kösedağ 3050 m yüksekliği ile Suşehri'nin ve Sivas'ın en yüksek dağı özelliğini taşır. Ayrıca Suşehri ovasının kuzey kısmı Giresun Dağları'nın güney kollarını meydana getiren devamlı ve yüksek dağlarla sınırlanmıştır. İlçe, Kuzey Anadolu Fay Hattı'nın doğuda Erzincan ile batıda Koyulhisar arasında yaklaşık 155 km uzunlukta ve K70B doğrultulu bölümü olan Erzincan-Koyulhisar bölümü arasında konumlanmıştır. Bu bölümde fay yer yer 5 km genişliklere ulaşır ve birkaç yerde sıçramalar yapar. Suşehri ovasında fay belirgin olup, ovanın ortasından geçmektedir. Suşehri'nin yakın doğusunda ise, Karaağaç köyünün güneyinde, Küçükgüzel köyünün doğusunda ve batısında, Akıncılar'ın Yağlıçayır köyünün kuzeyinde fayın kuzey bloğu güneyine göre 1–2 m jeomorfolojik olarak yüksekte bulunmaktadır. İlçe bu nedenle I. Derece yüksek riskli deprem bölgesi içerisinde yer almaktadır. 18 Mayıs 1929'da Suşehri'nde meydana gelen 6.1 büyüklüğündeki depremde 64 kişi hayatını kaybetti, 72'den fazlası ise yaralandı ve yüzlerce ev yıkıldı ya da ağır hasar aldı. Suşehri İç Anadolu Bölgesi'nde yer alan Sivas'a idarî olarak bağlı olsa da, coğrafi konumu bakımından Karadeniz Bölgesi'nin iç kısmında yer alır. Coğrafi özellikleri ve iklimsel olarak bir sınır bölgesinde yer aldığı için, burada hem İç Anadolu'nun karasal hem de Karadeniz iklimi'nin ılıman etkisi görülür. Ayrıca, Kuzey Anadolu Dağları, ilçenin deniz etkisinden yararlanmasını engeller. Bu nedenle yazları kurak, kışları İç Anadolu Bölgesine göre daha ılıman geçmektedir. İdari durum. Suşehri ilçesi, idari olarak Sivas iline bağlıdır. İlçe 12 mahalle, 71 köy muhtarlığı ve 42 mezra ile toplam 125 yerleşim birimi bulunmaktadır. Sivas il merkezine 129 km uzaklıktadır. Köyler, yerleşim özelliği bakımından incelendiğinde ilçe merkezine yakın bulunan ve düşük rakımlı yerlerde kurulu olan köyler toplu; dağlık kesimde kurulan köyler ise mezralara bölünmüş bir şekilde dağınıktır. Kültür. Suşehri'nde kültürel yapıyı etkileyen en önemli faktörlerden biri coğrafi konumdur. Karadeniz Bölgesinde yer alması nedeniyle Sivas'a özgü halk oyunları ve klarnet yerine Suşehri'nde Kemençe, Zurna ve Horon kültürü vardır. Çok yakın zamana kadar ilçede kemençe yapımcıları, icracıları ve tulum sanatçılarına çok sık rastlanmaktaydı. Tulum kültürü bu bölgelerde yok olmak üzeredir.Halk oyunlarında en çok tercih edilenler; Siksara, Düz Horon, Dik Horon, İki Ayak Horon, Temurağa Horonu, Alaşağı, Güzeller Horonudur. Geçim kaynağı. Bölgenin geçim kaynağını tarım ve hayvancılık oluşturur. Zengin toprak yapısı ve yayla konumunda olmasından dolayı hemen hemen her türlü sebze ve meyvenin yetiştirilmesi mümkündür. Şekerpancarı yoğunlukta olmakla beraber buğday en çok üretim yapılan bitkileridir. Hayvancılık bölgede ileri derecede yapılmaktadır. Genellikle köylerde yaşayanlar süt ve süt ürünlerini kendileri karşılamaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5855", "len_data": 6546, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.53 }
OpenBSD, Berkeley Yazılım Dağıtımına (BSD, Berkeley Software Distribution) dayalı ücretsiz ve özgür Unix benzeri bir işletim sistemidir. Theo de Raadt tarafından 1995 yılında NetBSD işletim sistemi projesinden çatallanarak oluşturulmuştur. De Raadt'a göre OpenBSD güvenlik önlemleri geliştirmek için bir araştırma işletim sistemidir. OpenBSD projesi birçok alt sistemin taşınabilir sürümlerini diğer işletim sistemleri için paketler halinde tutar. Projenin kod kalitesine verdiği önem nedeniyle, birçok bileşen diğer yazılım projelerinde yeniden kullanılmaktadır. Örneğin, Android işletim istemi C standart kütüphanesini, LLVM regular expression kütüphanesini ve Windows 10 ise LibreSSL ile OpenSSH'yi kullanmaktadır. OpenBSD adı, kaynak kodun Internet'teki kullanılabilirliğini ifade eder. Ayrıca, sistemin desteklediği çok çeşitli donanım platformlarını ifade eder. Tarihçe. Aralık 1994'te Theo de Raadt, NetBSD çekirdek ekibinden istifa etmek zorunda kaldı ve kaynak depoya erişimi iptal edildi. Ekip üyeleri, bunun posta listelerindeki kişilik çatışmalarından kaynaklandığını iddia ettiler. Ekim 1995'te De Raadt, NetBSD 1.0'dan çatallanan yeni bir proje olan OpenBSD'yi kurdu. İlk sürüm olan OpenBSD 1.2, Temmuz 1996'da, ardından aynı yılın Ekim ayında OpenBSD 2.0 ile yapıldı. O zamandan bu yana proje, her biri bir yıl boyunca desteklenen, her altı ayda yeni bir sürüm yayınladı. 25 Temmuz 2007'de OpenBSD geliştiricisi Bob Beck, "Herhangi bir tüzel kişiliğin OpenBSD'yi desteklemek istediğinde ilgilenmesi gereken kişi ve kuruluşlar için tek bir irtibat noktası olarak hareket etmek." amacıyla Kanada'da kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olan OpenBSD Vakfı'nın kurulduğunu duyurdu. Geliştiriciler kullanım istatistiklerini yayınlamadığı veya toplamadığı için OpenBSD'nin ne kadar yaygın olarak kullanıldığını belirlemek zordur. Eylül 2005'te, BSD Sertifikasyon Grubu BSD kullanıcılarının arasında yapmış olduğu ankette yüzde 77'sinin FreeBSD, yüzde 33'ünün OpenBSD ve yüzde 16'sının NetBSD'i önünde olduğunu gösterdi. Özellikleri. 17 farklı platformda çalışabilen OpenBSD'nin sloganı ve temel amacı "güvenlik"tir. FreeBSD ve NetBSD de bu alana önem vermesine rağmen OpenBSD bu yönüyle diğerlerinden hemen ayrılır. Bu OpenBSD nin “Güvenli yazılım bütünü” manasına gelmesinin yanında OpenBSD'de güvenlik "correctness" manasına da gelir. Theo de Raadt ve etrafındaki takım, satır satır kodları düzelterek olası bugları temizlemekte ve olabilecek güvenlik problemlerini minimuma getirmek için çalışmaktadır. (Doğal olarak FreeBSD ve NetBSD uygun olan yerlerde bu düzeltmelerden yararlanmaktadır). OpenBSD'nin güvenliği aynı anda kriptografi desteği içermesini sağlar. Böylece birçok kripto hızlandırıcı donanım desteğini kendi bünyesine katmıştır. Theo de Raadt Kanada'da yaşadığı için kriptografi ile ilgili kodların yurt dışına çıkış yasağı gibi bir problem de yaşanmamaktadır. Diğer açıkkod özgür BSD türevleri gibi OpenBSD de BSD lisansı ile dağıtılmaktadır. OpenBSD projesi, her 6 ayda bir yeni sürüm çıkarmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5865", "len_data": 3021, "topic": "CODING", "quality_score": 3.68 }
Nükleer enerji, atomun çekirdeğinden elde edilen bir enerji türüdür. Kütlenin enerjiye dönüşümünü ifade eden, Albert Einstein'a ait olan E=mc² formülü ile ilişkilidir. Bununla beraber, kütle-enerji denklemi, tepkimenin nasıl oluştuğunu açıklamaz, bunu daha doğru olarak nükleer kuvvetler yapar. Nükleer enerjiyi zorlanmış olarak ortaya çıkarmak ve diğer enerji tiplerine dönüştürmek için nükleer reaktörler kullanılır. Nükleer enerji, üç nükleer reaksiyondan biri ile oluşur: Ağır radyoaktif maddelerin, dışarıdan nötron bombardımanına tutularak daha küçük atomlara parçalanması olayına fisyon, hafif radyoaktif atomların birleşerek daha ağır atomları meydana getirdiği nükleer tepkimelere ise füzyon tepkimesi denir. Füzyon tepkimeleriyle fisyon tepkimelerinden daha fazla enerji elde edilir. Güneş patlamaları füzyon'a, nükleer santrallerde kullanılan tepkimeler, atom bombası teknolojisi gibi faaliyetler de fisyona örnek olarak gösterilebilir. Nükleer enerji, 1896 yılında Fransız fizikçi Henri Becquerel tarafından kazara, uranyum maddesinin fotoğraf plakaları ile yan yana durması ve karanlıkta yayılan radyoaktif ışınların fark edilmesi ile keşfedilmiştir. Nükleer Enerjinin Elde Edilmesi. Bir nükleer santral kurmak için zenginleştirilmiş uranyuma ihtiyaç vardır. Uranyumun fisyon tepkimesine girerek bölünmesi sonucunda açığa çok yüksek miktarda enerji çıkar. Bu bölünme için, nötronlar yüksek bir hızla uranyum elementinin çekirdeğine çarpar. Bu çarpışma çekirdeğin kararsız hale geçmesine ve sonrasında büyük bir enerji açığa çıkartan fisyon tepkimesine neden olur. Gerçekleşen tetikleyici ilk fisyon tepkimesi sonucunda ortama nötronlar yayılır. Bu nötronlar diğer uranyum çekirdeklerine çarparak fisyonu elementin her atom çekirdeğinde gerçekleştirene kadar devam eder. Ortaya çıkan enerji kontrol edilmediği takdirde ölümcül boyutlardadır. Kontrol etmek için reaktörlerde fazla nötronları tutan ve tepkimeye girmesini engelleyen üniteler vardır. Bu sayede kontrollü bir fisyon tepkimesi zinciri sağlanır. Nükleer Santrallerde Üretim. Nükleer santralin iç yapısına baktığımızda, uranyumun fisyon tepkimesine girmesiyle oluşan enerji su buharının çok yüksek sıcaklıklara kadar ısıtılmasını sağlar. Yüksek sıcaklıktaki bu buhar, elektrik jeneratörüne bağlı olan türbinlere verilir. Türbin kanatçıklarına çarpan yüksek enerjili buhar, bilinen şekilde türbin şaftını çevirir ve jeneratörün elektrik enerjisi üretmesi sağlanır. Jeneratörde oluşan elektrik ise iletim hatları denilen iletken teller ile kullanılacağı yere gönderilir. Türbinden çıkan basınç ve sıcaklığı düşmüş buhar, tekrar kullanılmak üzere yoğunlaştırıcıya gider ve su haline geldikten sonra tekrar bölünme ile açığa çıkan enerji ile ısıtılıp buhar haline getirilir ve döngü devam eder. Tartışmalar. Nükleer enerji, günümüzün ve geleceğin en önemli enerji kaynaklarından biri olarak kabul görmektedir. Petrol ve doğalgazın bazı ülkede geniş rezervler halinde bulunması ve bu kaynakların yenilenemez oluşu birçok ülkeyi nükleer araştırmalara ve nükleer enerjiden faydalanmaya yönlendirmiştir. Bugün Dünya üzerinde 400'den fazla nükleer enerji santrali vardır ve bunlar dünyanın toplam elektrik ihtiyacının %15'ini sağlayacak kapasitede çalışmaktadılar. Örneğin Fransa, elektrik ihtiyacının %77'sini nükleer reaktörlerinden sağlamaktadır. Nükleer enerjiye karşı çıkanlar ise tükenmiş yakıt bertarafı, santral güvenliği ve kaza riski (bkz. nükleer erime) gibi nedenleri öne sürmektedir. Bugüne kadar çevreye zarar verebilecek ölçüde büyük 4 tane nükleer santral kazası gerçekleştiği bilinmektedir. Bunlardan ilk 2'si alınan önlemlerle çevrelerine herhangi bir zarar vermediği söylenirken, 3. olarak gerçekleşen Çernobil Faciası doğaya ve insanlara çok büyük zararlar verdiği bilinmektedir, 4. Fukuşima Faciası ise Çernobil Faciasını tehlike seviyesi olarak geçtiği belirtilmiştir. Bu kazalar: 1) 1957 yılında İskoçya'da meydana gelen Windscale kazası; bu kazada reaktörün civarına bir miktar radyasyon yayılmakla beraber ölümle veya akut radyasyon hastalığıyla sonuçlanan bir olay meydana gelmemiştir. 2) 1979 yılında ABD'de meydana gelen Three Mile Island kazası; normal bir işletim arızası, ekipman kaybı ve operatör hatası ile kazaya dönüşmüş, ancak kısmi reaktör kalbi erimesi meydana gelmesine rağmen reaktörü çevreleyen beton koruyucu kabuğun sayesinde çevreye ciddi bir radyasyon sızıntısı olmadığı söylenmiştir. 3) 1986 yılında Ukrayna'da meydana gelen Çernobil reaktör kazasının daha fazla zarara yol açtığı görülmüştür. Kazanın nedenleri; operatörlerin güvenlik mevzuatına aykırı olarak santralde deney yapmaları sonucunda reaktördeki ani güç artışı, reaktörde aşırı basınç oluşumu ve santral tasarımında derinliğine güvenlik prensibine aykırı olarak, reaktörü çevrelemesi gereken bir beton koruyucu kabuğun inşa edilmemiş olması olarak özetlenebilir. 26 Nisan 1986'da Ukrayna'daki Çernobil nükleer reaktöründe meydana gelen patlama ve sonucunda yayılan radyoaktif madde Ukrayna, Belarus ve Rusya'da yaşayan 336.000 insanın tahliyesine, 56 kişinin ölümüne, 4.000 doğrudan ilişkili kanser vakasına ve 600.000 kişinin sağlığının ciddi şekilde etkilenmesine sebep olmuştur. Nükleer kalıntıların ürettiği radyoaktif bulut patlamadan sonra tüm Avrupa üzerine yayılmış ve Çernobil'den yaklaşık 1100 km uzaklıktaki İsveç Formsmark Nükleer Reaktöründe çalışan 27 kişinin elbiselerinde radyoaktif parçacıklara rastlanmış ve yapılan araştırmada radyoaktif parçacıkların İsveç'ten değil Çernobil'den gelen parçacıklar olduğu tespit edilmiştir. 4) 2011 yılında Japonya'da meydana gelen Fukuşima I Nükleer Santrali kazaları; Fukuşima I Nükleer Santrali kazaları 9.0 büyüklüğündeki 11 Mart günü olan 2011 Tōhoku depremi ve tsunamisi sonrasında meydana geldi. Honşu adası açıklarında meydana gelen bu deprem, Japonya'da büyük bir tsunamiye yol açtı. Tsunami Japonya'ya çok büyük zarar verdi ve nükleer enerji santrallerinde arızalar meydana getirdi. Günümüzde dünyanın birçok yerinde nükleer karşıtı gruplar oluşmuştur. Bunlardan en ünlüleri; Yeşiller Partisi, Yeşil Barış (Greenpeace), Nükleer Karşıtı Platform (NKP) Anti-Nükleer Cephe ve bu konuda öne çıkan bireysel tepkilerdir. Nükleer enerji santralı yapılması istenilen Sinop ve Akkuyu'da ayrıca yerel bazlı nükleer-karşıtı örgütlenmeler de mevcuttur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5868", "len_data": 6275, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.02 }
Miyase Sertbarut (d. 1 Ocak 1962, Ceyhan) Türk yazardır. Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden 1985 yılında mezun oldu. Ankara, Sivas ve Antalya'da öğretmenlik yaptı. Yazmaya radyo oyunlarıyla başladı. TRT radyolarında oyunları seslendirildi. Çocuk edebiyatına girişi, 1996 yılında yazdığı "Fasulyem Bulutlara Çıkamaz" adlı öykü kitabıyla oldu. Çocuk edebiyatı alanında ve radyo oyunlarında pek çok ödülü vardır. 2013 yılında Gülten Dayıoğlu Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Vakfı roman ödülünü aldı. 2016 yılı Astrid Lindgren Anma Ödülü Türkiye adayı oldu. Sertbarut, günümüzde Ankara'da yaşıyor.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5873", "len_data": 606, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.26 }
Libya ( adıyla Libya Devleti, Akdeniz kıyısında, doğuda Mısır, batıda Cezayir ve Tunus, güneyde Nijer ve Çad, güneydoğuda Sudan ile komşu olan bir Mağrip ve Kuzey Afrika ülkesidir. Ülke Trablusgarp Bölgesi, Fizan ve Sirenayka olmak üzere üç tarihî bölgeden oluşur. Yaklaşık 1,8 milyon kilometrekarelik yüz ölçümüyle Afrika'nın dördüncü, dünyanın 16. büyük ülkesidir. En fazla kanıtlanmış petrol rezervine sahip 10. ülkedir. Başkenti ve en büyük şehri Trablus ülkenin batısında yer alır ve yedi milyon Libyalının üç milyondan fazlası bu şehirde yaşar. Libya'nın ilk yerleşimcileri Tunç Çağı'nın sonlarından itibaren bölgede yaşayan İbero-Moritanya ve Kapsiyen kültürleri ile bu kültürlerin ardılları olan Berberilerdir. Fenikeliler ülkenin batısında ticaret karakolları kurdular, Yunan koloniciler de doğuda şehir-devletler oluşturdular. Roma İmparatorluğu hâkimiyet kurmadan önce Libya değişik dönemlerde Kartacalılar, Persler, Mısırlılar ve Yunanlarca yönetildi. Ülke Erken Hristiyanlık'ın merkezlerinden biri oldu. Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden 7. yüzyılda Müslümanların Mağrip'i fethine kadar Libya Vandalların kontrolündeydi. 16. yüzyılda İspanyol İmparatorluğu ile Hospitalier Şövalyeleri Trablus'u işgal ettiler ve Osmanlı İmparatorluğu'nun 1551'de bölgeyi fethine kadar ellerinde tuttular. Osmanlı egemenliğindeki Libya, 18 ve 19. yüzyıllarda Berberi Savaşları'na dâhil oldu. Trablusgarp Savaşı'nın ardından ülke İtalyan hâkimiyetine girdi. İtalya ülkeyi Trablusgarp ve Sirenayka kolonilerine (1911-1934) ayırdı, 1934'ten 1947'ye kadar ise İtalyan Libyası adı altında hüküm sürdü. Libya II. Dünya Savaşı'nda Kuzey Afrika Cephesi'ne sahne oldu. Savaşın ardından İtalyan nüfus gitgide azaldı. 1951'de Libya Krallığı bağımsızlığını kazandı. 1969 Libya Darbesi sonucunda Kral I. İdris tahttan indirildi. Kansız bir şekilde gerçekleştirilen darbenin lideri Muammer Kaddafi 1969'dan Libya İç Savaşı'nda devrilip öldürüldüğü 2011 yılına kadar iktidarda kaldı. Savaşın ardından iki ana güç ortaya çıktı. Bunlardan biri Tobruk'taki Temsilciler Meclisi, diğeri ise 2012'de seçimle iş başına gelen Trablus'taki Genel Ulusal Kongre'ydi. BM liderliğindeki barış görüşmelerinin ardından Tobruk ve Trablus hükûmetleri 2015'te birleşerek BM destekli Ulusal Mutabakat Hükûmetini (UMH) kurdular. Genel Ulusal Kongre UMH'nin kurulmasının ardından kendini feshetti. Ancak UMH Libya'da barışı sağlayamadı, Tobruk ve Trablus merkezli hükûmetler (ayrıca İslami gruplar ile kabileler) arasında İkinci Libya İç Savaşı çıktı. İki ana taraf arasında 24 Ekim 2020'de kalıcı ateşkes anlaşması imzalandı. Libya Birleşmiş Milletler, Bağlantısızlar Hareketi, Arap Birliği, İİT ve OPEC üyesidir. Ülkenin resmî dini İslam'dır, Sünni Müslümanlar Libya halkının %96,6'sını oluşturmaktadır. Etimoloji. Ülkenin adı olan 'Libya', eski Mısırlılar'ın Nil'in batısında yaşayan Berberiler için kullandıkları Lebu sözcüğünden gelmektedir. Sözcük Eski Yunancaya 'Libya' olarak geçmiştir. 1969'da iktidara gelen Kaddafi "Libya Sosyalist Halk Cemahiriyesi"ni kurdu. 2011 yılında iç savaşın sonunda Kaddafi öldükten sonra cemahiriyesi sona erdi. Ardından ülkenin adı olarak önce sadece "Libya" kullanılmış, yeni bir devlet kurulduktan sonra hükûmet aynı adı bırakma kararı vererek Libya Devleti adını almıştır. Tarih. Ana Madde: Libya tarihi Antik Libya. Ülkenin asıl yerlileri Berberi kabilelerdir. Ancak antik çağlardan bu yana bilinen tarihinde ülkeye Fenikeliler, Kartacalılar, Büyük İskender'in orduları, Ptolemaus hanedanı ve Romalılar, Arap-İslam İmparatorluğu ile Osmanlılar hâkim olmuşlardır. Trablus, esas olarak Kartaca'ya bağlı Fenikeli bir grup koloni idi. Üç büyük şehir (Yunanca "Tri": üç, "polis": şehir) Oea, Sabrata ve Leptis Magna, Fenikelilerce kurulmuştu. MÖ 7. yüzyılda burası, Roma'nın Kartaca devletine son verdiği Punik savaşlarından (Fenike savaşları/Pön savaşları) sonra diğer Kartaca toprakları gibi Romalıların eline geçti. Doğu kıyılarındaki Sirenayka ise Roma İmparatorluğu hâkimiyetinden önce kurulmuş Yunan kolonisiydi. Büyük İskender'in fethinden sonra Ptolemiler'e, ondan sonra da Romalıların yönetimine geçti. Roma ikiye ayrılınca, Libya Doğru Roma'nın elinde kaldı. Arap hâkimiyeti. 647 yılında ise Abdullah ibn el-Sa’ad komutasındaki Arap İslam orduları Libya'ya girerek Bizanslılar'ı mağlup etti. Trablus ve Sirenayka Halife'ye bağlanmakla birlikte Bizanslılar'a (İstanbul ve Şam) bağlı yöneticiler (eksarh) bölgeyi yönetmeye devam ettiler. 1146'da Sicilyalı Normanlar Trablus'u istila etti. 14. ve 15. yüzyıllarda İslam egemenliğinden sonra, 16. yüzyılda İspanyol yönetimine geçti. Osmanlı dönemi. Burası 1553'te, Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı Turgut Reis tarafından fethedildi. 1611 yılına kadar paşalar tarafından yönetildi. 1611 yılında dayılık sistemi geldi. Osmanlı Devleti'nin zayıflamasına paralel olarak, Dayılar daha bağımsız hareket etmeye başladı. Dayılar birer devlet başkanı gibi başka devletlerle ikili antlaşmalar bile yapabiliyorlardı. 19. yüzyıl başlarında Libya'daki dayılar da Tunus ve Cezayir dayıları gibi Akdeniz'de Amerika Birleşik Devletleri ile mücadele etmiştir. Osmanlılar 1835 yılında Libya'daki kontrolü yeniden sağlayarak burayı merkezî yönetime bağladılar (Birinci ve İkinci Berberi Savaşı). İtalyan hâkimiyeti altında Libya. Osmanlı İmparatorluğu'nun zayıfladığı dönemde, 1911'de İtalyanlar bölgeyi işgal ettiler. Trablusgarp Savaşı akabinde yapılan Uşi Antlaşması ile Libya'daki fiilî Osmanlı hâkimiyeti sona ermekle birlikte, hukuken Osmanlı'ya bağlılığı benimsendi. Ülkeyi işgal eden İtalyanlara karşı Mustafa Kemal, Enver Paşa ve diğer kimi Osmanlı subaylarının örgütlediği milis kuvvetleri uzun zaman direnç gösterdi. Ancak her türlü üstünlüğe sahip olan İtalya ülkenin tamamını kontrol etmeyi başardı. Ardından İtalyan Libyası kuruldu. Libya Krallığı. Bu dönemde İtalyan sömürgeciliğine karşı Ömer Muhtar tarafından başlatılan direniş hareketi ise Ömer Muhtar'ın yakalanarak idam edilmesi sonucunda başarısızlığa uğradı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra bölge Fransa ve Birleşik Krallık'a bırakıldı. Birleşmiş Milletler 1949'da Libya'nın bağımsız bir ülke olması gerektiği kararını aldı. Görüşmelerde Libya'yı, 1920'lerden beri İtalyanlarla mücadele etmiş olan, sonrasında Mısır'a sürgüne giden Şeyh İdris temsil etti. 1951'de Libya bağımsızlığını kazandı ve Birleşmiş Milletler aracılığıyla bağımsızlığa kavuşan ilk ülke oldu. İdris ülkenin kralı oldu. Sosyalizm ve Muammer Kaddafi dönemi. 1969'da, ordunun genç subaylarından Muammer Ebu Minyar El-Kaddafi bir grup subayla birlikte Kral İdris'e karşı bir darbe yaptı. Monarşi sona erdirildi ve Libya Arap Cemahiriyesi kuruldu. Kaddafi, o tarihten sonra kendisinin "Üçüncü Evrensel Teori" dediği, Sosyalizm ve İslam karışımı bir politik rejimi izledi. Bu sisteme "İslami Sosyalizm" ve "Yeşil Sosyalizm" gibi isimler verdi. 1990'lı yıllardan itibaren Lokerbie faciası gerekçesiyle Amerika'nın ve uluslararası toplumun sürdürdüğü ambargo 1969'dan itibaren sürdürülen kalkınma hamlesine darbe vurdu. Yönetim "Cemahiriye" tabirini kullanarak kitlelerin devleti olduğunu ifade etmektedir. Londra-New York seferini yapan Pan Am 103 sefer sayılı Boeing 747 uçağı 21 Aralık 1988 tarihinde havada infilak etti ve İskoçya'nın Lockerbie kasabasına düştü. Uçak içindeki 259 kişi ve kasabadaki 11 kişiyle birlikte toplam 270 kişi hayatını kaybetti. Semtex adlı patlayıcıyı uçağa yerleştirenlerin Libya uyruklu olduğunun anlaşılmasından sonra, Libya'dan tazminat talep edildi. Libya her iki şüpheliyi de İskoçya'ya iade ederek kişi başı 10 milyon dolarla toplam 2,75 milyar dolar tazminat ödedi. İskoç mahkemelerinde yargılanan şüphelilerden Lamin Khalifah Fhimah beraat etti. Libya gizli servisi üyesi olan Abdelbaset Ali al-Megrahi ise 2001 yılında ömür boyu hapse mahkûm edildi ve cezasını İskoçya'da çekmeye başladı. Yükümlü olduğu esnada prostat kanseri olan Megrahi 20 Ağustos 2009 tarihinde üç aylık ömrü kaldığı gerekçesiyle İskoç hükûmeti tarafından serbest bırakıldı. Olayda ölen yolcuların 189'u Amerikalı'ydı. Serbest bırakma kararı ABD başkanı Barack Obama tarafından "hata" olarak nitelendirildi. Megrahi 20 Mayıs 2012'de prostat kanserinden öldü. Dönemin Birleşik Krallık başbakanı Gordon Brown serbest bırakma kararının (özerk) İskoçya parlamentosuna ait olduğunu, Birleşik Krallık hükûmetinin kararı olmadığını açıklamıştı ancak daha sonradan basına sızan Wikileaks belgelerinde Birleşik Krallık hükûmetinin Libya ile ekonomik anlaşmalarının sürekliliğini sağlayabilmek için Libya'nın isteğine boyun eğerek Megrahi'nin serbest bırakılmasını teşvik ettiği ortaya çıktı. İç savaş. Birleşmiş Milletler, Güvenlik Konseyi'nin kararına dayanarak Fransa, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri'nin önderliğinde Libya'ya karşı 18 Mart 2011 akşamı havadan askerî operasyon başlattı. Operasyonun gerekçesi, Libya lideri Muammer Kaddafi'ye bağlı birliklerin halka baskı ve şiddet uygulaması ile Libya'nın BM kararlarına riayet etmemesi olarak açıklandı. BM ve halk 22 Ağustos 2011'de Kaddafi'yi devirdi. Ayaklanmanın sonlarında Sirte yakınlarında Kaddafi'nin konvoyuna NATO destekli saldırı düzenlenmiş, bu saldırıdan yara almadan kurtulan Kaddafi, saklandığı bir geçitte isyancılar tarafından yakalanarak linç edilmiştir. Muhalif gruplar Khalifa Haftar yönetiminde bulunan rakip başkent Tobruk'un güçlü lideridir ve Muammer Kaddafi'nin de devrilmesinde payı olan kişilerdendir. 2014'te başlayan Libya iç savaşında Türkiye, BM'nin de desteklediği Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükûmeti'ni (UMH) desteklemektedir. UMH güçleri, Halife Hafter tarafından komuta edilen Bingazi merkezli ”Libya Ulusal Ordusu” ile karşı karşıyadır. Hafter güçleri Rusya, Fransa, Mısır ve BAE tarafından desteklenmektedir. Silahlı Kuvvetler. Libya tarihinde üç silahlı kuvvet vardır.1950 yılında bağımsızlaşan Libya Krallığı'nın "Libya Kraliyet Silahlı Kuvvetleri". Muammer Kaddafi döneminin "Libya Arap Cemahiriyesi Silahlı Kuvvetleri" ve iç savaş sonrası, Ulusal Geçiş Konseyi tarafından kurulan "Libya Ulusal Ordusu". Demografi. Libya çok büyük bir yüz ölçümüne sahip olmasına rağmen nüfusun tamamına yakının kıyı bölgelerde yaşar. Örneğin; Trablus ve Sirenayka'da km2ye düşen insan sayısı 50 iken ülkenin geri kalanında, km2de 1 kişinin altına düşer. Ülkenin büyük ölçüde çöllerle kaplı olmasından dolayı, ülkede yaşayanların %90'ı kıyı şehirlerinde yaşamaktadır. Ülkeyi kaplayan çöllerin büyüklüğünü, bütün ülkedeki alanda km2ye düşen insan sayısının 3,6'ya düşmesinden anlaşılabilir. Tarımsal faaliyetlerin imkânsız olduğu çöllerle kaplı Fizan'dan ziyade halk Trablus ve Sirenayka bölgelerinde yaşamaktadır. Bütün nüfusun %90'ı, ülke topraklarının sadece %10'unda yaşamaktadır. Ülke toplam nüfusunun %88'i şehirde yaşamaktadır ve çoğunluğu üç büyük şehir olan Trablus, Bingazi ve el-Beyda'da bulunmaktadır. 6,5 milyon civarındaki Libya nüfusunun yaklaşık yarısı '15 yaşından' küçüktür. 1984 yılında dünya çapındaki en büyük nüfus artış hızına ulaşan Libya'da, yıllık doğum oranı %4 olarak tespit edilmişti. 1984'te 3,6 milyon olan ülke nüfusu 1964'te 1,54 milyondu. Etnik yapı. Libya halkının etnik unsurlarını öncelikle; Araplaşmış Berberiler, saf Arap ve çöl kabilelerinden oluşan Bedeviler ile Tuaregler oluşturmaktadır. Ayrıca az sayıda Sahara Altı Afrika siyahilerinden olan Sahiller ile Tobular da mevcuttur. Ayrıca ülke çok sayıda Orta Afrika'dan gelen göçmen barındırmakta ve ayrıca çok sayıda Mısırlı göçmen ülkede yaşamaktadır. 2011'de tahminlere göre 60.000 Bangladeşli, 30.000 Çinli, 30.000 Filipinli Libya'da çalışmaktadır. Libya'da yaşayan Türk vatandaşlarının sayısı yaklaşık olarak 25.000'dir, fakat ataları Türk olanların sayısı 80.000'dir. Dil. Libya'nın resmî dili Arapça olduğu gibi halk arasından da %80'in üzerinde bir oranla Arapça; Arapçanın ağız ve lehçeleri konuşulmaktadır. Ülkenin geriye kalanı olan %20'si ise bir Berberi dili olan Tamazight dilini konuşmaktadır. İngilizce ve İtalyanca büyük şehirlerde konuşulmaktadır, ayrıca İtalya kontrolünde yaşamış yaşlıların büyük çoğunluğu İtalyanca bilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5880", "len_data": 12013, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.57 }
Demokratik Halk Partisi veya Demokrat Halk Partisi ile aşağıdakiler kastedilmiş olabilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5883", "len_data": 89, "topic": "POLITICS", "quality_score": 2.78 }
Genç Parti, 10 Temmuz 2002 tarihinde Cem Uzan liderliğinde kurulan ve Türkiye'de faaliyet gösteren siyasi partidir. Parti tüzüğüne göre resmî kısaltması "GENÇPARTİ" şeklindedir. Simgesi birbirine bakan iki hilal ve ortasındaki yıldızdır. Genel başkanı Burçin Şahindur'dur. Tarihçe. Genç Parti 10 Temmuz 2002'de Cem Uzan'ın liderliğinde kuruldu. Kuruluşundan çok kısa süre sonra erken seçim kararı alınması nedeniyle seçimlere katılım yeterliliği olmayan Genç Parti, 1992'de Hasan Celal Güzel tarafından kurulmuş olan Yeniden Doğuş Partisi'ne (YDP) katıldı; YDP, 23 Ağustos 2002 tarihinde gerçekleştirilen olağanüstü Kurultayında Genç Parti adını aldı ve parti başkanlığına Cem Uzan seçildi. 3 Kasım 2002 genel seçimlerindeki ilginç medya ve kampanya taktikleriyle dikkati çeken Genç Parti, %7,25 oy alarak beklenmeyen bir başarı kazandı. Buna rağmen yüzde 10'luk seçim barajı nedeniyle TBMM'ye girmeye hak kazanamadı. Parti lideri Cem Uzan'a 2003'te Bursa'daki bir Genç Parti mitingindeki konuşmasında başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a hakaret ettiği için dava açıldı. 2008'de sonuçlanan davada Cem Uzan 8 ay hapis ve 688 TL para cezası aldı. Bunun yanında Cem Uzan'a öfke kontrolü için kitap okuma cezası verildi. 22 Temmuz 2007'de yapılan genel seçimlerde, seçim öncesi yapılan anketlerin hiçbirinde tahmin edilmediği kadar düşük bir oran alarak (%3,03) girdiği ikinci seçimde de meclise girmeyi başaramadı. Genç Parti Genel Başkanı Cem Uzan 2009'da Fransa'dan "siyasi sığınma hakkı" aldı. Genç Parti bu yıldan itibaren 2023'e kadar hiçbir genel ve yerel seçime katılmadı. 2 Temmuz 2020 tarihinde Ankara'da 5. Olağan Kongresini gerçekleştirerek genel başkanlığa Cem Uzan'ın kardeşi Murat Hakan Uzan seçilmiştir. 16 yıl sonra katıldığı ilk seçim olan 2023 genel seçimlerinde %0,21 oranında oy aldı. Genç Parti'nin 2024 yerel seçimlerine katılmama isteği YSK tarafından onaylandı. 2 Mart 2024 tarihinde parti, tüm seçim bölgelerinde CHP'nin adaylarını desteklediklerini duyurdu. 29 Eylül 2024 tarihinde genel başkanlığa Burçin Şahindur seçildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5884", "len_data": 2042, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.41 }
Sol Parti (eski adıyla Özgürlük ve Dayanışma Partisi), Türkiye'de faaliyet gösteren sosyalist siyasi parti. Parti tüzüğüne göre resmî kısaltması "SOL Parti" şeklindedir. Özgürlük ve Dayanışma Partisinin (ÖDP) 22 Aralık 2019 tarihinde Ankara'da düzenlenen 8. Olağanüstü Kongresi'nde partinin isminin Sol Parti olarak değiştirilmesine dair alınan tüzük değişikliği kararıyla kurulmuştur. Genel başkanı Önder İşleyen'dir. SOL Parti liderliği yaşanan değişikliğin basit bir isim değişikliği olmadığını çünkü öncülü olan ÖDP'nin kurulduğu dönemin ürünü olan programının eskimesinden ve bugünün ihtiyaçlarından uzak kalmasından ötürü mevcut yapıyla devam edilemeyeceğini ve Türkiye'de siyasal gelişmelerin yeni bir parti kurmuş gibi çalışmalar yapmak ve yenilenmeyi gerektiğini belirtmiştir. Fakat SOL Parti, ÖDP mirasını tamamen reddetmemekte ve temel kuruluş felsefesi itibarıyla bu partinin kazanımlarını daha da geliştirmek, açmak, güncellemek göreviyle hareket edileceğinin altını çizmektedir. Bu bakımdan, SOL Parti'nin tarihi ÖDP'nin 1996 yılındaki kuruluşuna ve onun da öncülü olan Birleşik Sosyalist Parti'nin 1994 yılında siyasi faaliyetlerine başlamasına kadar uzanmaktadır. Bugün Sol Parti'nin merkezi Ankara'dadır ve partinin liderliği Önder İşleyen, İsmail Hakkı Tombul, Hayri Kozanoğlu, Gizem Gül Kürekçi ve İlknur Başer'den oluşan beş kişilik bir Başkanlar Kurulunca yürütülmektedir. Partinin yayınları SOL Bülten ve YOL dergisidir. Ayrıca SOL Parti, Avrupa Solu Partisi (EL) ve Avrupa Anti-Kapitalist Solu (EACL) üyesidir. Gençlik örgütlenmesi SOL Genç'tir. Tarihçe. 1990'lı yılların ortasında kurulan ve Türkiye'de çeşitli toplumsal kesimlerde kendisine taraftar ve üye toplayabilen Özgürlük ve Dayanışma Partisi, 2019 yılında Ankara'da gerçekleşen ve partinin isminin Sol Parti olarak değiştirildiği 8'inci Olağanüstü Kongre'ye kadar geçen Türkiye siyasal hayatının 23 yıllık zaman dilimi içerisinde önemli dönüşümler gerçekleştirmiş ve bu dönüşümler birçok tartışmaya ve yeni siyasi partilerin kurulmasına neden olmuştur. ÖDP'nin ve dolasıyla ardılı kabul edilen SOL Parti'nin tarihi bu nedenle hem ideolojik hem de takip edilen siyasal stratejiler açısından farklılıklar gösteren dönemlerden oluşturmaktadır. Kurulma süreci. Özgürlük ve Dayanışma Partisi yalnızca Türkiye'de özellikle 1990'lı yılların başlamasıyla ortaya çıkan sosyalist kesimlerin ve grupların yasal parti girişimlerinden biri olması nedeniyle değil aynı zamanda bu çevrelerin oluşturduğu geniş çaplı ilk birlik denemesi olması sebebiyle tarihsel olarak Türkiye siyasetinde önemli bir yer tutmaktadır. Dolasıyla 1996 yılında ÖDP'nin kuruluşuna kadar geçen zaman aynı zamanda Türkiye solunun 12 Eylül Darbesi sonrası ve Sovyetler Birliği'nin yıkılması gibi uluslararası siyasette önemli dönüşümleri içeren bir süreçte kendini yeniden yapılandırma ve değişim dönemidir. Bu bağlamda Kuruçeşme Süreci ve Geleceği Birlikte Kuralım Parti Girişimi ÖDP'nin kuruluşunu hazırlayan bu dönemdeki dikkate değer gelişmelerdir. Kuruçeşme süreci ve solda birlik toplantıları. Türkiye sol siyasetinde Kuruçeşme Süreci ya da Kuruçeşme Toplantıları olarak anılan süreç 1986 yılından itibaren solda birlikteliği sağlamak, sosyalizmin güncel sorunları ve durumunu tahlil etmek ve yasal sosyalist parti kurmak amaçlarıyla değişik kesimleri bir araya getiren tartışmalar ve buluşmalar dizisini kapsar. 1980 öncesi farklı örgütlenmeler ve isimlerle siyaset yapan ve bu dönem boyunca çoğu zaman birbirleriyle sert bir siyaset rekabet içerisinde bulunan neredeyse tüm gruplar Kuruçeşme Süreci'ne dahil olmuş ve bu toplantılar kapsayıcı bir biçimde sosyalist çevrelerin birbirleriyle etkileşim içerisine girmesine zemin sağlamıştır. Fakat bu sürece Doğu Perinçek'in liderliğinde eski Aydınlıkçıların büyük çoğunluğunu oluşturduğu ve sonrasında Sosyalist Parti'yi kuracak grup ile birlikte 1980 öncesi sol gruplar içerisinde önemli bir siyasal güce sahip olan Devrimci Yol grubu gibi çevreler çeşitli sebepler ile katılmamıştır. Kuruçeşme toplantılarında temel tartışmalar değişim ve reformların yeni bir alternatif yaratma noktasında gerekli olduğunu savunanlar ile bu grubun karşısında yer alan, onları reformizm ile suçlayan ve devrimci çizgide siyaset yapılmasını önemli ve zaruri bulan gruplar arasında yaşanmıştır. Toplantılar sonucunda üzerinde tamamıyla anlaşılan bir birlik sağlanamasa da süreç sonucunda yasal bir siyasi parti kurmak ve bu şekilde yola devam etmek isteyen reformcu grup 15 Ocak 1991 tarihinde Sosyalist Birlik Partisi (SBP)'nin kuruluşunu gerçekleştirmişlerdir ve partinin genel başkanlığına Sadun Aren seçilmiştir. SBP içerisinde 1990 yılında Türkiye İşçi Partisi ve Türkiye Komünist Partisi'nin birleşmesiyle kurulan Türkiye Birleşik Komünist Partisi'nden (TBKP) ayrılan bazı kesimler, bir kısım Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) kökenliler ve eski Aydınlık çevresinden isimler yer almıştır. Öte yandan SBP'nin karşısında Kuruçeşme sürecinde devrimci siyaseti savunan ve Ertuğrul Kürkçü gibi isimlerin dahil olduğu gruplar Devrimci Sosyalist Blok adı altında örgütlenme çalışmaları yürütmüşlerdir ancak bu grup kısa süre içerisinde dağılmıştır. Kurulduktan kısa süre sonra SBP, yaklaşan 1994 yerel seçimlerinde birlikte hareket etmek üzere diğer gruplara çağrıda bulunmuş ve çağrıya cevap veren Kurtuluş, Yeni Yol gibi çevrelerle Birleşik Sosyalist Alternatif (BSA) oluşturulmuştur. Seçimlerde alınan 80 bin civarı oy oransal olarak düşük kalsa da birlik projesinin geleceğine dair bu çevrelerde bir umut yaratmıştır. Seçimlerin ardından SBP'nin içerisinde yer aldığı BSA'yı oluşturan gruplar ve Sosyalist İktidar Partisi'nde kopan Sosyalist Politika grubunun katılımıyla, SBP'nin parti örgütlenmesinin üzerine 8 Haziran 1994 tarihinde düzenlenen kongre ile Birleşik Sosyalist Parti (BSP) ismiyle yeni bir parti kurmuştur ve genel başkanlığa oy çokluğu ile yeniden Sadun Aren seçilmiştir. Daha sonra BSP ve içerisindeki grupları ÖDP'nin kuruluşundaki temel aktörlerden olmuşlardır. Geleceği Birlikte Kuralım Parti Girişimi. Geleceği Birlik Kuralım Parti Girişimi Türkiye solundaki birlik tartışmalarına paralel olarak özellikle Kuruçeşme Süreci'nde yer almayan Devrimci Yol hareketinin kitlesel yasal parti kurma yönünde başlattığı girişimdir. Özellikle 1974 yılından itibaren kadroları oluşmaya başlayan ve ilk sayısı 1 Mayıs 1977 yılında çıkan aynı isimli dergi etrafında örgütlenen bu hareket 12 Eylül askerî darbesi ile büyük bir darbe almış ve liderleri tutuklanmıştır. Aynı süreçte hareketin tabanı zaman içerisinde parçalanmış ve taraftarların önemli bir bölümü siyasetten uzaklaşırken bir kısmı da SHP gibi merkez-sol partilerde siyaset yapmaya başlamıştır. Ancak 1991 yılında Oğuzhan Müftüoğlu gibi önderlerinin cezaevinden çıkmasının ardından Devrimci Yol hareketi kendi içerisinde bir tartışma sürecini başlatmıştır. Tartışma süreçlerinde özellikle Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ve Doğu Bloku'nun çökmesinin ardından dünyada sosyalizmin tarihsel bir döneminin sona erdiği tespiti yapılmış ve Türkiye'de de yeni bir sol dalga yakalayabilmek için geleneksel sol anlayışın terk edilerek yerine örgütsel reformist bir dönüşüm ile yeni bir siyaset söyleminin ve stratejisinin geliştirilmesinin önemi vurgulanarak kararlaştırılmıştır. Sonuç olarak bir perspektif değişimin gereği olarak yasal bir siyasi parti kurulmasına karar verilmiştir. Geniş aydın kesimlerle ile birlikte çağrı metinleri yayınlayarak Devrimci Yol hareketi 'kitlesel sol parti' için çalışmalara başlamıştır. Bu çalışmaların ürünü olan Geleceği Birlik Kuralım Parti Girişimi ülke çapında birçok il ve ilçede toplantılar gerçekleştirmiş ve neden ve nasıl bir parti istiyoruz sorusuna cevap aramıştır. Bu süreç içerisinde hareket BSP ile de birlik görüşmeleri yapmaya karar vermiş ve yaklaşık ay süren bu görüşmelerin ardından ÖDP'nin kurulacağı bir birlik kararı alınmıştır. Aynı dönemde Mehmet Ali Aybar'ın liderliğini yaptığı Sosyalist Devrim Partisi çevresi de girişime dahil olarak ÖDP'nin kuruluş sürecine dahil olmuştur. ÖDP'nin Kuruluşu ve birinci dönemi (1996-2002). Kuruluş ve I. Büyük Kongre. Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nin kuruluşuna yönelik ilk gelişme Geleceği Birlikte Kuralım Parti Girişimi ile Birleşik Sosyalist Parti'nin 6 Eylül 1995'te aldığı ilke düzeyindeki anlaşmayı bildiren karar olmuştur. Bu kararla yeni bir tartışma sürecine girilmiş ve 7-8 Ekim 1995 tarihlerinde bu iki grup kendi tezlerini ve analizlerini içeren bildirimlerin sunumlarını yapılan tartışma toplantısında sunmuştur. Bu bildirilerde Türkiye siyasetindeki siyasal İslam, Kürt sorunu, Türkiye emekçilerinin sorunları gibi konular ele alınmış ve görüşler ortaya konmuştur. Toplantıyı takiben başka bir buluşma gerçekleştirilerek bu sefer kurulması planlanan partinin programı ve tüzüğü ele alınmıştır. Kuruluştan önceki son toplantı İstanbul'da 26 Kasım 1995 tarihinde gerçekleşmiş ve buluşmada partinin bir kitle partisi olacağı, sadece işçi-emekçi değil tüm çalışan kesimlerin haklarını savunacağı ve parti içindeki grupları meşru şekilde örgütlenmesine izin vereceği bildirilmiştir. 20 Ocak 1996'da gerçekleşen Kurucular Konferansı ile partinin adının Özgürlük ve Dayanışma Partisi olacağı ilan edilmiş ve genel başkanlığa özellikle hiçbir grupla bağlantısı olmaması ve yeni bir yüz nedeniyle oy birliğiyle Ufuk Uras seçilmiştir. Sadun Aren ise ÖDP onursal genel başkanı olmuştur. Parti Ankara'da Yükseliş Koleji Spor Salonu'nda düzenlenen 21 Ocak 1996 tarihindeki buluşmada beş yüzden fazla kurucu üye ile kurulmuştur ve bu kurucu üyeler büyük oranda partiyi oluşturan grupların temsilcileridir. Kuruluşun hemen ertesi yılı ise 1997'de 26 Ekim günü ÖDP Ankara'da 1. Büyük Kongresini yapmıştır. Kongreye tek başkan adayı olarak katılan Ufuk Uras, 631 delegeden oy kullanan 405'inin oylarının tümünü almış ve genel başkan seçilmiştir. Kongrede "Militarizmin Tasfiyesi ve Demokrasi İçin Ordu Güdümüne Son", "Özgürlükçü Bir Laiklik için", "Siyasal İslam ve Kadınların Özgürlüğü", "Halk Sarmaşığı: Her Gün, Her Yerde Siyaset", "Toplumsal İhtiyaçlar İçin Bir Ekonomi", "Siyasal Çözüm İçin Barış ve Demokrasi", "Savaş ve Militarizme Karşı Kadın Dayanışması", "Maceracı, Yayılmacı ve Teslimiyetçi Dış Politikaya Son", "Kıbrıs'ta Macera Değil, Çözüm", "Söz, Yetki, Karar, İktidar Çalışanlara", "Kadın Emeğinin Özgürleşmesi İçin", "Parasız, Demokratik, Bilimsel Eğitim" gibi başlıklarla bir dizi kararlar alınmıştır. ÖDP ve grupları. ÖDP kuruluşundan itibaren çeşitli sol grupların birlik projesiydi ve parti içerisinde bu gruplar kendi siyasal kimliklerini koruyarak faaliyet göstermeye devam ettiler. ÖDP'de faaliyet gösteren gruplar şu şekilde özetlenebilir: ÖDP parti programı ve Gökkuşağı Projesi. ÖDP'nin ilk parti programı Kurucular Konferansı'nda ardından 22 Ocak 1996 tarihinde kabul edilmiştir. ÖDP kendini parti tüzüğünde "tüm emekçilerin, ezilenlerin ve onlarla aynı saflarda yer almayı ve yeni bir dünya kurmayı isteyenlerin partisi" olarak tanımlamıştır ve kendisini Türkiye siyasetinde geniş muhalif toplumsal kesimleri bir araya getirme projesi olarak sunmuştur. Bu noktada ÖDP, "özgürlükçü, özyönetimci, enternasyonalist, demokratik planlamacı, doğa-insan ilişkilerini yeniden tanımlayan, militarizm karşıtı, cinsiyetçi olmayan bir sosyalizm doğrultusunda, sermaye güçlerinin egemenliğini, emperyalizmin tahakkümünü ortadan kaldırarak, emek güçlerinin siyasi iktidarının kurulmasını" amaçladığını ve "üretenlerin yönetimde, ekonomik karar ve planlama süreçlerinde söz sahibi olduğu, çoğunluğun iradesine dayanan; baskı, sömürü, şiddet ve eşitsizlik biçimlerinin ortadan kaldırıldığı bir dünyayı" hedeflediğini duyurmuştur. Programda "Yeni Dünya Düzeni" olarak tanımlanan 1990'lardaki dönemin küreselleşmenin hız kazandığı, serbest piyasa ekonomisinin ve onun getirdiği üretim tarzından kaynaklanan gelir eşitsizliği ve yoksullaşmanın arttığı, bölgesel savaşların çoğaldığı, milliyetçilik ve ırkçılığın artış eğilimde olduğu ve bütün bunların sonucu olarak hem dünyada hem de Türkiye'de gelişmekte olan bir siyasal ve ekonomik istikrarsızlığın bulunduğu tespiti yapılmış ve buna göre geliştirilmesi gereken strateji ekseninin sömürüye karşı zenginin yoksullar üzerindeki hakimiyetine son verilmesi, erkek egemenliği ve cinsiyet ayrımcılığına karşı çıkışması gibi mücadeleler olduğu belirtilmiştir. ÖDP'nin kuruluşunda program ve tüzüğünde temel ideolojik çıkış noktası bu açıdan özgürlükçü sosyalizm olmuştur. Özgürlükçü sosyalizm geçmişin devletçi veya gelenekçi sosyalizminden kopuşu ifade ederken değişen kapitalizm karşısında ve geçmişin deneyimleri ışığında yeni bir sosyalist alternatif üretilmesini ifade eder. Ayrıca özgürlükçü sosyalizm diğer sosyalizm deneyimlerinden farklı olarak değişim için demokratik, çoğulcu, katılımcı bir iktidarın olması gerektiğini savunurken esas devrimci değişimin aşağıdan yukarıya şeklinde geniş halk kitlelerinin kendini yönetmesi ve denetlemesiyle oluşacağını içereceğini savunur. Özgürlükçü sosyalizmi savunan kuruluş dönemindeki ÖDP de bu bağlamda siyasetin toplumsallaştırılmasını, gündelik yaşamın bir parçası haline gelmesini ve insanların siyasal özneler olmasını savunmuştur. Ayrıca ÖDP programı özgürlükçü sosyalizmin etkisiyle özyönetimciliği (üreten-yöneten toplumsal işbölümünün aşılması), enternasyonalizmi (kapitalizmin ortaya çıkardığı sorunlara karşı küresel ölçekte mücadele edilmesi ve her türlü milliyetçiliğin reddi), demokratik planlamacılığı (bürokratik ve merkeziyetçi olmayan bir yapıda imkânların en iyi biçimde değerlendirilmesi), ekolojizmi (doğa-insan ilişkisinde bir denge ve uyumun kurulması), feminizmi (cinsiyetçi olmayan bir sosyalizm içerisinde kadının toplumdaki yeri ve rolü geliştirilmesi ve toplumsal cinsiyet ayrımcılığına karşı tavır alınması), anti-militarizmi (barışın savunulması ve savaş karşıtlığı) sahiplenmiştir. Bu tip bir özgürlükçü sosyalizmi savunarak ÖDP, Gökkuşağı Koalisyonu Projesi'ni gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu projede ÖDP, sosyal demokratları, sosyalistleri, feministleri, çevrecileri, yeşilleri, savaş karşıtlarını, vicdani retçileri yani düzene muhalif olan tüm toplumsal özneleri bir gökkuşağının renkleri gibi bir araya getirme hedeflemiştir ve hepsinin eşit koşullardaki birlikteliğine işaret etmek istemiştir. Gökkuşağı Girişimi bağlamında çeşitli toplumsal gruplar, farklı yurttaş inisiyatifleri, meslek örgütleri ve sendikalar ile bir araya gelen ÖDP, Türkiye'nin çeşitli illerinde toplantılar gerçekleştirmiş ve Türkiye'nin demokratikleşmesi yönünde bir takım siyasal taleplerde bulunmuştur. O dönemde partinin kurucu genel başkanı Ufuk Uras bu girişimi şöyle tarif etmiştir: 1999 genel seçimleri. Türkiye 18 Nisan 1999 tarihinde dönemin Başbakan'ı Mesut Yılmaz'ın istifası üzerine genel ve yerel seçimlere gidilmiştir ki bunlar ÖDP'nin ilk defa seçim sahnesine çıktığı seçimlerdir. Parti hazırladığı seçim bildirgesinde iktidar hedefinden çok parlamentoya girerek etkili bir muhalefet yapmayı hedeflemiş ve sloganı haline gelen "öfkeyi umuda çevirmeyi" amaçlamıştır. Bu bağlamda kendisini diğer partilerden farklı kılacak şekilde "eşitlik ve adalet", "özgürlük ve demokrasi", "barış" ve "laiklik" istediğini seçmenlere bildirmiştir. Bu bağlamda yurttaşların siyasal, ekonomik, kültürel, sosyal, örgütlenme, bedensel, çevresel haklarını savunacağını ve genişleteceğini beyan etmiştir. Parti seçim kampanyası boyunca çeşitli sivil toplum örgütleri ile birlikte Gökkuşağı Buluşmaları gerçekleştirmiş ve Türkiye'nin birçok ilinde seçim mitingleri düzenlemiştir. Seçimde Türkiye'nin entelektüel çevrelerinden Can Yücel, Adalet Ağaoğlu, Mina Urgan, Fakir Baykurt, Ali Nesin, Müjde Zidani, Nevzat Çelik, Fethi Naci, Çoşkun Özdemir, Menderes Samancılar, Neşe Yaşin, Ahmet Ümit, Sevinç Eratalay, Oya Baydar, Yaşar Güner, Vecihi Timuroğlu, Orhan Taylan, Ömer Laçiner, Mete Tunçay, Tektaş Ağaoğlu gibi önemli isimler ÖDP'den milletvekili adayı olmuşlardır. Yarattığı olumlu havaya ve parti kadrolarının iyimserliğine karşın ÖDP seçimlerde beklenilen sonucu fakat alamamıştır. Seçim sonuçlarına göre ÖDP milletvekili seçimlerinde 248.553 oy alarak %0,8'de kalmış ve %10 seçim barajının altında kalarak meclise girememiştir. Öte yandan, İl Genel Meclisi seçimlerinde ÖDP, Türkiye genelinde 264.136 oy alarak, %0,8 oy oranında kalmış ve bu oyların 191.239'u (%1) kentlerden gelirken, 72.575'i (%0,6) kırsal alandan gelmiştir. Büyükşehir Belediye Başkanlığı Seçimi sonuçlarından ise ÖDP, Türkiye genelinde 50.885 oy alarak, %0,5'lik bir oy oranı yakalamıştır. Parti aynı zamanda Belediye Başkanlığı Seçimi'nde, Türkiye genelinde 113.463 oy alarak, yine %0,5'lik bir oy oranına ulaşmıştır. Yine de belediye başkanlığı seçimlerinde, Erzincan ili Geçit Beldesi'yle, Malatya İli Darende İlçesi Ağılbaşı Beldesi'nde ÖDP adayları seçimden galip çıkmıştır. Ayrıca kazanılan belediye meclisi üyeliklerinin toplam sayısı 26 olmuş; kazanılan yerler ise Erzincan Geçit, Altınbaşak ve Mollaköyü beldeleri, Malatya Beydağı ve Ağılbaşı beldeleri, Kayseri Sarıoğlan ilçesi Karaözü Beldesi ile Hopa, Kemerhisar, Avanos ve Bahadın'dır. Partinin Merkez Yürütme Kurulu seçimlerin ardından kendisini tamamen başarısız kabul etmese de, seçim öncesinde belirlenen amaçlara ulaşmada parti yetersiz kalmıştır ki bu başarısızlık özellikle 2. Kongre'ye giden süreçte daha sonra yaşanacak olan ayrışmalara da temel hazırlamıştır. Seçimlerin ardından 27 Şubat 2000 tarihinde ÖDP 2. Büyük Kongresi Ankara'da yapılmıştır. Kongre'de Genel Başkanlık seçimine tek aday olarak giren Ufuk Uras 1843 geçerli oyun 1770'ini alarak yeniden seçilmiştir. Öte yandan 100 kişiden oluşan Parti Meclisi seçiminde ise grupların kazandığı üye sayısı şu şekilde gerçekleşmiştir: Özgürlükçü Sol'dan (Devrimci Yol) 61, Sosyalist Eylem Platformu'ndan 24, Ekmek ve Gül Platformu'ndan 7, Sosyalist Politika'dan 3, bağımsızlardan 4 ve Hareket eğiliminden 1 kişi. Partiden ayrılmalar ve 1. Olağanüstü Kongre. ÖDP'nin Türkiye siyasal hayatında en ayırt edici özelliği o güne kadar bir araya gelememiş sosyalist grupları bir araya getirmesi olsa da ve parti liderliği bu durumu ÖDP'nin zenginliği olarak tanımlasa da özellikle 1999 seçimlerinden başlamak üzere parti içindeki çeşitli grupların farklı konulardaki görüş ayrılıkları 2000'li yıllarından başından itibaren keskinleşmiş ve partinin örgütlenmesiyle birlikte iç tartışmalara yansımıştır. Bilhassa Kürt sorununa parti içindeki grupların geliştirdiği farklı yaklaşımlar ve 1999 seçimlerinde Kürt siyaseti ile bir seçim ittifakının yapılıp yapılmaması konusu parti içindeki örgütsel krizi derinleştirmiştir. Özellikle Türkiye'nin 1990'lı yılların sonunda içine girdiği ekonomik bunalımlar bağlamında Kürt sorunu veya siyasal İslam gibi eski kriz dinamiklerinin konumlarını kaybettiği, onun yerine Türkiye'nin küresel kapitalizm ile bütünleşmesinin yarattığı sorunların ağırlık kazandığı ve buna göre bir siyasal hat çizilmesi gerektiği partinin yönetim organlarınca öne sürülmüştü. Bu noktada parti yönetiminin ürettiği Çalışma Raporu yoksullaşma, işsizlik gibi sorunları öne çıkararak ve ÖDP'nin siyasal faaliyetlerinin buna göre düzenlenmesini önermiştir. ÖDP'nin I. Olağanüstü Kongresi bu doğrultuda 17-18 Kasım 2001'de Ankara'da toplanmış ve krize yönelik geliştirilecek siyaset ile parti içi kriz gündem olmuştur. Fakat başını Kurtuluş, Sosyalist Demokrasi İçin Kurtuluş, Devrimci Marksist Kolektif (DMK) ve Sosyalizm gruplarının birlikteliğinden oluşan Sosyalist Eylem Platformu'nun (SEP) çektiği parti içindeki oluşumlar bu rapora itiraz etmiştir ve sonrasında 1. Olağanüstü Kongre'ye katılmamışlardır. Öte yandan Maçka İnisiyatifi olarak adlandırılan ve esas itibarıyla ÖDP içinde “Ekmek ve Gül Platformu” içinde yer alanlar rapora tamamen karşı çıkmasalar da SEP ve partiyi yöneten Özgürlükçü Sol Platformu dar bir anlayışla tarihsel bir rekabet tutuşlarını ileri sürmüş ve eleştirmiştir. Bunu sonucu olarak içerisinde Ertuğrul Kürkçü, Yurdaer Erkoca, Tektaş Ağaoğlu, Mücella Yapıcı gibi isimler bulunan Maçka İnisiyatifi (Mİ) isimli platformda yer alan 1000 kişi, 10 Şubat 2002 tarihinde ÖDP'den ayrılmıştır. Maçka İnisiyatifinin hemen ardından 28 Ağustos 2002 tarihinde bir süredir "Sosyalist Demokrasi Partisi için Girişim" adıyla çalışmalarını sürdüren Kurtuluşçuların ağırlıkta olduğu SEP grubu ÖDP'den ayrıldığını açıklamasının ardından partileşme çalışmalarını tamamladığını açıklamış ve Sosyalist Demokrasi Partisi'nin (SDP) kuruluşunu ilan etmişlerdir. Eski İnsan Hakları Derneği (İHD) başkanı olan Akın Birdal'ın sözcülüğünü yaptığı grup içinde 1996'da kurulduğundan o güne kadar ÖDP'de siyaset yapmış Mihri Belli, Sevim Belli, Ragıp Zarakolu, Veysi Sarısözen, Filiz Koçali, Filiz Karakuş ve Mustafa Kahya gibi isimler yer almıştır. SDP'nin kuruluşunda yer alan isimler ÖDP'den ayrılış nedenlerini ve eleştirilerini birkaç başlık altında açıklamışlardır. Öncelikle, ayrılıkta en temel mesele olarak ÖDP'nin Kürt sorununa olan yaklaşımı öne sürülmüştür. Kürt sorununda ezilenlerin yanında olmak yerine bir üçüncü yolun ÖDP'de tercih edilmesine karşı çıkılmıştır. Diğer bir yandan, ikinci olarak, ÖDP'nin post-Marksizm'in ve Avrupa komünizminin Türkiye'deki siyasal temsilcisi haline geldiği, sosyalizmi hedefleyen bir parti olarak kendini tanımlamasına rağmen ÖDP'nin işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesi için mücadele etmek yerine, onun toplumsal muhalefet güçlerinden biri olarak değerlendirdiği söylenmiştir. Bundan kaynaklı olarak da, partinin militan mücadeleye uzak kentli orta sınıfların partisi haline geldiği ve giderek özgürlükçü sosyalistlerin oluşturduğu monolitik bir yapıya büründüğü iddia edilmiştir. İkinci dönem (2002-2009). 2002 genel seçimleri. ÖDP'de yaşanan ayrışmaların ardından özellikle geriye kalan Özgürlükçü Sol Platformun önderliğinde 3. Olağan Kongre 29-30 Haziran 2002 tarihlerinde Ankara'da, Dedeman Büyük Anadolu Otel'de yapılmıştır. Kongre'de genel başkanlık için tek aday olan Ufuk Uras, geçerli 397 oyun tamamını alarak yeniden genel başkan seçildi. Parti bu kongre ile beraber 3 Kasım 2002'de gerçekleşecek seçimlere hazırlık yapmıştır. Seçim bildirgesinde ÖDP, "“Öfkeniz ÖDP'de Umut Olacak Bu Düzen Değişecek”" başlığı altında partinin yönelmek istediği toplumsal kesimlerin emeğiyle geçinenlerin, işsizlerin, emeklilerin, köylülerin, kadın ve gençlerin ihtiyaçlarının karşılanması olduğu belirtilmiş, "“IMF'siz Bir Türkiye Mümkün”" başlığı ile IMF ile varılan anlaşmaları sonucu gerçekleşen özelleştirme gibi uygulamalara karşı çıkılmış, "“Yoksulluk Düzeni Değişecek!”" başlığı ile Türkiye'de yoksulluğun kapitalizmi aşmayı hedefleyen özgürlükçü ve demokratik bir sosyalizm anlayışıyla son bulabileceğinin altı çizilmiş ve "“Başka Bir Hayat, Başka Bir Türkiye Mümkün!”" başlığı ile seçmenlerin seçim barajını düşünerek oy vermemeleri istenmiştir. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin oyların %34,28'ini alarak seçimleri kazanan parti olduğu 2002 seçimlerinde, ÖDP toplam 106.023 oy ve %0,34 oy oranı alarak 1999 seçimlerinin bile gerisinde kalmıştır. Seçim öncesi Kürt siyasetinin temsilcileri olan HADEP/DEHAP ile yürütülen ittifak görüşmelerinin başarısız sonuçlanması bu gerilemede en önemli etkenlerden biri olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca seçim yenilgisinin ardından 25-26 Ocak 2003 tarihlerinde gidilen ÖDP 2. Olağanüstü Kongresi'nde genel başkan Ufuk Uras görevinden istifa ederek ayrılmak zorunda kalmış ve başkanlık için tek aday olan Hayri Kozanoğlu 1067 delegenin oy kullandığı kongrede geçerli oyların 1035'ini alarak genel başkanlığa seçilmiştir. 2004 yerel seçimleri. Yenilenen liderliği ile 2002'de olduğu gibi seçim hazırlıklarına ÖDP, Demokratik Halk Partisi (DEHAP), Yeni Türkiye Partisi (YTP), Sosyal Demokrat Halk Partisi (SHP), Emek Partisi (EMEP) ve Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) gibi sol partiler 28 Mart 2004'te yapılacak yerel seçimler öncesi oluşturulan yerel seçim platformlarında bir araya gelerek başlamıştır. ÖDP'nin İstanbul'da DEHAP, EMEP, SHP, SDP ve Özgür Toplum Partisi (ÖTP) ile birlikte güç birliği yaparak büyükşehir belediye başkanlığı için ortak aday çıkaracakları 15 Ocak 2004'te basın toplantısı yapılarak duyurulmuştur. Öte yandan, ÖDP lideri Hayri Kozanoğlu, SHP lideri Murat Karayalçın, DEHAP lideri Tuncay Bakırhan, ÖTP lideri Ahmet Turan Demir, EMEP lideri Levent Tüzel ve SDP lideri Akın Birdal 29 Ocak 2004'te bir basın toplantısıyla, seçimlerde Güç Birliği oluşturacaklarını kamuoyuna ilan etmişlerdir. Genel başkanların imza attığı ortak metinde "demokratik, bağımsız bir ülke, halkçı ve katılımcı yerel yönetimler için demokratik seçenek yaratmak üzere" bu partilerin bir araya geldiği vurgulanmıştır. ÖDP bu seçimde, Belediye Başkanlıkları için kullanılan geçerli oyların 24.711'ini (%0,10) alarak 2 yerin belediye başkanlığını kazandı. Bunlar Artvin'in Hopa ilçesinde Yılmaz Topaloğlu ve Yozgat'ın Sorgun ilçesi Bahadın Beldesinde Şimşek Türken'dir. ÖDP, Belediye Meclis Üyelikleri için kullanılan geçerli oyların 29.269'unu (%0,12) alarak 21 üyelik kazandı. Bu üyeliklerin illere dağılımı şöyledir: Artvin 3, Erzincan 3, Malatya 5, Nevşehir 1, Sivas 1, Yozgat 6, Bartın 2. Bin Umut Adayları ittifakı ve 2007 genel seçimleri. 2004 yılındaki seçimlerin ardından 2005 yılında 30 Ocak günü ÖDP'nin 4. Olağan Büyük Kongresi toplanmıştır. Ankara'da Kocatepe Kültür Merkezi'nde yapılan bu kongrede genel başkanlık için tek aday olan Hayri Kozanoğlu, kayıtlı 593 delegeden 426'sının oy kullandığı seçimde 423 oy alarak tekrar genel başkanlığa seçilmiştir. Bu Kongre'de iki yıl sonra ise ÖDP 5. Olağan Kongresi yine Ankara'da Kocatepe Kültür Merkezi'nde yapılmıştır. Hayri Kozanoğlu'nun aday olmayacağını açıklamasının ardından ÖDP'de ilk defa iki adaylı bir başkanlık seçimine gidilmiş eski genel başkan Ufuk Uras 410 oy alarak rakibi 371 oy alan Alper Taş karşısında 39 oy farkla yeniden genel başkan seçilmiştir. Genel Başkan değişikliğinin ardından 2007 genel seçimleri için hazırlıklara başlayan parti, Bin Umut Adayları ittifakında yer alarak DTP, EMEP ve SDP ile seçim işbirliğine gitmiştir. Parti genel başkanı Ufuk Uras, seçimlerde ittifak içerisinde İstanbul adayı olabilmek için partisinden istifa etmiş olsa da seçim sonucunda seçildikten sonra 26 Temmuz Cumartesi günü ÖDP'ye yeniden kaydını yaptırarak partiyi TBMM'de temsil etmiştir. Seçim sonrası parti içi tartışmalar. Ufuk Uras 2007 genel seçimlerinde aday olup milletvekili seçilse de ÖDP içerisinde bu konuda farklı görüşler ortaya atılmış ve farklı grupların örgütsel çekişmesi ile karşılaşılmıştır. Parti içinde çıkan kriz 4. Olağanüstü Kongre'de çözülmeye çalışılmıştır. Kongre'de bağımsız aday seçilmek için partiden istifa eden Ufuk Uras yeniden genel başkanlığa aday olurken, özellikle partinin DTP ile gerçekleştirdiği ittifaktan rahatsız olan grup TMOBB Elektrik Mühendisleri Odası Başkanı Bekir Kemal Ulusaler'i Ufuk Uras'a karşı aday olarak çıkarmıştır. Aralarında KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı Tombul, TMOBB Başkanı Mehmet Soğancı, Oğuzhan Müftüoğlu, Hayri Kozanoğlu gibi isimlerin de bulunduğu 1200 kişi "ÖDP'ye Sahip Çıkma Zamanı!" isimli bir bildiri yayınlayarak 'bağımsız adaylık' sürecinin parti içinde yarattığı tartışma ve sorunların çarpıtılarak istismar edildiği, ittifak konusunda Kürt hareketinin bugün sahip olduğu sayısal çoğunluktan hareketle ÖDP'nin yetkili kurullarını devre dışı bırakacak bir yol izlenmiş olduğu ve seçimlerden sonra, bağımsız adaylık konusunun basit bir seçim taktiği olmanın ötesinde ‘solu yeniden yapılandıracak bir ittifak' tartışmasına dönüştürüldüğü öne sürülmekle beraber ÖDP'nin bağımsız devrimci bütünlüğünü korunmasının önemi belirtilmiştir. 7 Ekim 2007'de Ankara Milli Eğitim Bakanlığı Şura Salonu'ndaki yapılan kongrede Ufuk Uras 467 oy alırken rakibi olan ve bu süreçte vekaleten Genel Başkanlığı yürüten Kemal Ulusaler 336 oy almış ve Ufuk Uras yeniden genel başkanlığa seçilmiştir. Ancak seçimi kazansa da Ufuk Uras, parti meclisi için oluşturduğu listeden 28 kişi kazanabilirken, Ulusaler'in listesinden 32 kişinin parti meclisine girmesi sonucu önemli bir yenilgi almıştır. 2009 yerel seçimleri ve partinin yeniden bölünmesi. 2007 genel seçimleri ve Ufuk Uras'ın bağımsız adaylığı sonrasında ÖDP'de yaşanan parti içi kriz düzenlenen olağanüstü kongre ile giderilmeye çalışılsa da özellikle 2008 yılında 2009 yerel seçimleri için Türkiye solunda yürütülen çatı partisi ve Ergenekon tartışmaları ile daha da şiddetli bir hal almıştır. İlk olarak Uras'ın öncülüğünü yaptığı grup DTP ile ittifak kurularak çatı partisi ile 2009 yerel seçimlerine girilmesini savunmuş ve Ufuk Uras 27 Aralık 2008 günü diğer sol partilerle birlikte seçimlerde ortak hareket edileceğine dair deklarasyona parti genel başkanı olarak imza atmıştır. Buna karşın, ÖDP MYK'sından açıklama yapılarak ÖDP'nin yerel seçim çalışmalarını parti olarak yürüteceğini ve bir dizi sosyalist parti ve grupla Demokratik Toplum Partisi'nin (DTP) etrafında tartıştığı çatı partisi'ne katılma kararı almadıklarını açıklamıştır. İkinci olarak, Ufuk Uras gazete ve televizyonlarda yaptığı açıklamalarda ÖDP içinde Devrimci Yol geleneğinden gelenleri Ergenekoncu olarak suçlamış ve bu açıklamalar partide yol ayrımının önünü açmıştır. Tüm tartışmaların sonucunda ÖDP 1 Şubat 2009 tarihinde ÖDP 5. Olağanüstü Kongresi toplanmıştır. Ufuk Uras ve taraflarının oluşturduğu Özgürlükçü Sol Platformu ve Devrimci Yol geleneğinden gelenlerin oluşturduğu Devrimci Dayanışma Grubu arasındaki rekabete sahne olan kongrede Dayanışma grubunun adayı olan Hayri Kozanoğlu Ufuk Uras'ın aldığı 443 oya karşı 483 oy alarak Genel Başkan seçilirken, parti meclisi de yenilenmiştir. Parti meclisi için yapılan seçimlerde Kozanoğlu'nun listesinden 32, Ufuk Uras'ın listesinden ise 28 isim seçilmiştir. Yenilginin ardından Ufuk Uras 17 Haziran 2009'da ÖDP'den Özgürlükçü Sol grubunun 27 üyesi ile birlikte istifa ettiğini Türkiye kamuoyu ile paylaşmış ve ortaya çıkan tablonun çözüm üretmekten uzak olduğunu görerek, parti içi iktidar yarışını devam ettirmek yerine, sona erdirmeyi tercih ettiğini söylemiştir. Öte yandan, Hayri Kozanoğlu liderliğinde 2009 yerel seçimlerine giren ÖDP Hatay'ın Samandağ ilçesinde ve Kırıkkale'nin Hasandede, Hatay'ın Aknehir, Malatya'nın Ağılbaşı beldelerinde belediye başkanlıkları kazanmıştır. Üçüncü dönem (2009-2019). Alper Taş'ın genel başkanlığı. ÖDP'nin kurucu genel başkanı Ufuk Uras'ın ve onun liderliğini yaptığı Özgürlükçü Sol Hareketin partiden ayrılmasının ardından 20 Haziran 2009 tarihinde düzenlenen 6. Olağan Kongre'de ÖDP'nin genel başkanı seçime tek aday olarak, tek liste ile giren Devrimci Dayanışma grubundan Alper Taş olmuştur. Yeni lider Alper Taş, Uras'ın sosyal demokrat bir ÖDP yaratmayı amaçladığını iddia etmiş, yeni dönemde inşa edecekleri ÖDP'nin ise Türkiye'de işçi ve emekçi sınıfların ihtiyaçlarına göre şekillenen sosyalist, anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir parti olacağını belirtmiştir. 2010 referandumu ve 2011 genel seçimleri. Yenilenen parti liderliğinde 2010 yılına giren ÖDP, o yıl Türkiye'de düzenlenen 2010 Referandumunda Hayır oyu için kampanya yapacağını duyurmuştur. Genel Başkan Alper Taş verdiği röportajda referandumu destekleyenlerin evet seçeneğinin 12 Eylül düzeninde değişiklik yapma fırsatı vereceğini iddia ettiklerini fakat bunun doğru olmadığını ve tersine 12 Eylül'den beri Türkiye'de süre giden düzenin bu referandumla birlikte özünü korunacağını ve güçleneceğini dile getirmiştir. Bir yıl sonra düzenlenen 2011 genel seçimlerinde ise ÖDP'nin milletvekili aday listeleri Yüksek Seçim Kurulunca reddedilmiş ve partinin seçimlere girmesine izin verilmemiştir. Partiden yapılan açıklamada YSK'nın bu kararının anti-demokratik olduğu belirtilerek, ÖDP'nin hiçbir zaman seçim partisi olmadığı, bu durumun ÖDP adına siyasetin dışına düşmek anlamına gelmeyeceği ve partinin AKP iktidarına karşı devrimin ve sosyalizmin sesi olmaya devam edeceğinin altı çizilmiştir. ÖDP katılamadığı bu seçimlerde kendi tabanını ve seçmenleri diğer sol partilere oy vermeye çağırmıştır. Eş genel başkanlık dönemi. 2012 yılında ise ÖDP'nin 7. Olağan Kongresi yapılmıştır. Ankara Anadolu Gösteri Merkezi'nde düzenlenen kongrede ÖDP'de ilk defa eş başkanlık sistemine geçilmiştir ve Alper Taş ile birlikte Bilge Seçkin Çetinkaya ÖDP Eş Genel Başkanları seçilmiştir. Kongre sonunda bir sonuç bildirgesi yayınlanmış ve anti-emperyalizm, anti-kapitalizm, özgürlükçü laiklik ve Kürt sorununda demokratik çözüm başlıklarının yer aldığı sonuç bildirisinde ÖDP, ezilenlerin ortak mücadelesinin tek yol olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca 2012 yılı sonunda 8 Aralık tarihinde "AKP düzenini yıkalım, Türkiye'yi yeniden kuralım!" isimli bir bildiri yayınlayan ÖDP 2013 yılının Haziran ayına kadar sürecek bir merkezi faaliyet başlatacağını duyurmuştur. Gezi Parkı olayları. ÖDP için 2013 yılı, Türkiye'deki diğer muhalif gruplarda ve örgütlenmelerde olduğu gibi Gezi Parkı olayları gündemi ile geçmiştir. 27 Mayıs 2013 tarihinde başlayan ve yaklaşık 2-3 ay süren protestolara ÖDP ve sempatizanları destek vererek katılmışlar ve bazıları gözaltına alınmıştır. Eş Genel Başkan Alper Taş, Gezi Parkı eylemlerini "AKP iktidarı ve onun başbakanına karşı bir onur ve özgürlük direnişi" olarak tanımlamış ve sivil diktatörlük girişimi olarak iddia ettiği AKP'nin politikalarına karşı halk tarafından verilen ihtar olduğunu öne sürmüştür. Birleşik Haziran Hareketi ve Haziran 2015 genel seçimleri. Gezi Parkı olaylarını takip eden dönemde ÖDP, Komünist Parti, Halkın Türkiye Komünist Partisi, Emekçi Hareket Partisi, Türkiye Komünist Partisi 1920, Devrimci Hareket dergisi, RED Hareketi, "Sosyalist Demokrasi için Yeni Yol" dergisi, Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV) gibi parti ve sivil toplum örgütleriyle beraber Birleşik Haziran Hareketi'nin kuruluşu ve faaliyetleri için siyasi çalışma yürütmüştür. İlk olarak 30 Ağustos 2014 tarihinde ODTÜ Vişnelik tesisinde solda birlikte mücadele imkânlarının değerlendirmek üzere toplanan çeşitli akademisyenler, siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri temsilcilerinin solda ortak mücadele olarak temelini oluşturduğu, 19 Ekim Pazar günü yine ODTÜ Vişnelik 3. kez toplanılmasının ardından kuruluş kararı alınıp, çağrı metni yayınlanan ve yerel meclislerde örgütlenen anti-kapitalist, anti-emperyalist, anti-faşist ve gericilik karşıtı bir siyasi cephe hareketi olan Birleşik Haziran Hareketi'nde ÖDP'nin genel başkan Alper Taş'a göre yer alma sebebi AKP ve politikalarına karşı ortak bir siyaset oluşturmak ve birleşik bir mücadele geliştirmekti. Ancak özellikle 2015 genel seçim gündeminde bu proje başarıya ulaşamamış, ilk olarak seçimlere kendi adaylarıyla girme kararı alan Komünist Parti 2015 ortasında hareketten ayrılmıştır. Daha sonra seçimlerde Cumhuriyet Halk Partisi'nin mi yoksa Halkların Demokratik Partisi'nin mi desteklenmesi gerektiği noktasında hareket içinde ayrışmalar yaşanmış ve diğer gruplar da zaman içerisinde Birleşik Haziran Hareketi ile olan bağlarını koparmışlardır. Başkanlar Kurulu dönemi. 2015 seçimlerinin ardından 13 Mart 2016 tarihinde ÖDP 8. Olağan Genel Kongresi "Birlikte başaracağız" sloganıyla Ankara'da Ahmet Taner Kışlalı Spor Salonu'nda gerçekleşmiştir. Kongre'nin açılış konuşmasını yapan Alper Taş ÖDP'nin sadece temsili demokrasiyi hedeflemediğini, ÖDP'nin demokrasinin anlayışının "Paris Komünü, Sovyetlerdeki işçi-köylü demokrasisi ve Türkiye'deki Fatsa demokrasisi" olduğunu belirtmiştir. Kongre ile birlikte ÖDP'de parti yönetiminde yenilenmeye gidilmiştir. Varolan eş başkanlık yerine Başkanlar Kurulu adı verilen ve 5 parti sözcüsünden oluşan bir parti liderlik sistemi getirilmiş ve Alper Taş, Önder İşleyen, Pelin Bektaş, Sema Yazan Özçetin ve Çiçek Çatalkaya bu sözcüler olmuşlardır. 2017 referandumu ve 2019 yerel seçimleri. Öte yandan Kongre'den bir yıl sonra düzenlenen 2017 Türkiye anayasa değişikliği referandumu'nda ÖDP, Türkiye'de yerleştirilmek istenen başkanlık sistemine karşı çıkarak Hayır için seçim kampanyası yapmıştır. Başkanlar Kurulu Üyesi Alper Taş, Olağanüstü Hal koşullarında yapılması planlanan referandumda yerleştirilmek istenen "başkanlık sisteminin" halkın bir ihtiyacı olmadığını, AKP ve Cumhurbaşkanı'nın çıkarı olduğunu ileri sürmüş ve bu nedenle başkanlık rejimine hayır diyeceklerini açıklamıştır. Türkiye'de referandumdan iki yıl sonra düzenlenen 2019 yerel seçimlerine ise ÖDP parti olarak Yüksek Seçim Kurulu kararınca katılamamıştır. Ancak partinin Başkanlar Kurulu üyesi ve sözcüsü Alper Taş Cumhuriyet Halk Partisi'nden Beyoğlu Belediye Başkan Adayı olmuştur. 31 Mart 2019 tarihinden yapılan seçimin sonuçlarına göre Beyoğlu'nda 57.487 oy ile %43,99 oy oranına ulaşan Alper Taş, AKP'li rakibi Haydar Ali Yıldız'ın 65.156 oy ve %49,86 oy oranı karşısında yenilgiye uğramıştır. Sol Parti'nin kuruluşundan günümüze (2019-günümüz). Kuruluş ve 1. Olağan Kongre. 1996 yılından beri faaliyet gösteren ÖDP için 2019 yılının sonu bir dönüm noktası olmuştur. 22 Aralık 2019 tarihinde İnşaat Mühendisleri Odasının Teoman Öztürk Salonu'nda “Gerçekçi Ol İmkansızı İste” sloganıyla düzenlenen ÖDP'nin 8. Olağanüstü Kongresi'nde partinin ismi Sol Parti olarak değiştirilmiştir. Bunun sadece bir isim ve parti tabelası değişikliği olmadığını ileri süren parti üyesi Alper Taş, yeni bir döneme girdiklerini belirtmiş ve neden isim değişikliğine gittiklerini şu şekilde ifade etmiştir: Ayrıca, Alper Taş ÖDP'nin programının eskidiğini ve bugüne yanıt vermediğini belirtmiş, isim değişikliğinin ardından Sol Parti'nin buluşmalar gerçekleştirerek yeni bir program hazırlayacağının altını çizmiş ve 2020 yılının Haziran ayında yeni bir kongre düzenleneceğini açıklamıştır. Sol Parti'nin planan 1. Olağan Kongresi 8 Ağustos 2020 tarihinde Ankara'da gerçekleşmiş, devam eden küresel pandemi koşulları altında yapılan bu kongrenin ardından yanınlanan "Devrimci Demokratik Cumhuriyet için Birleşelim" başlıklı sonuç bildirgesinde İstanbul sözleşmesinin savunulması, laiklik, kamulaştırma ve ekoloji gibi konuların altı çizilmiştir. 2023 Seçimleri ve Sosyalist Güç Birliği. Kuruluşunu takip eden 2021 yılında olağan kongresini tamamlayan ve yeterli sayıda ilde örgütlenen Sol Parti seçimlere girme yeterliliği kazanmıştır. 2023 genel seçimlerine hazırlanan parti ilk önce Halkların Demokratik Partisi (HDP), Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Emek Partisi (EMEP) gibi diğer sol oluşumların bir araya geldiği Emek ve Özgürlük İttifakı'na katılmayı reddetmiş, ardından 21 Ağustos 2022'de Türkiye Komünist Partisi (TKP), Türkiye Komünist Hareketi (TKH) ve Devrim Hareketi (DH) ile birlikte kamulaştırma, anti-kapitalizm, toplumsal eşitlik, laiklik, anti-emperyalizm ve Türkiye'nin NATO'dan çıkması gibi konularda ortaklaşmış, Sosyalist Güç Birliği ittifakının kuruluşu gerçekleştirilmiştir. Deprem sonrasında ortaya çıkan siyasal iklim ve sol değerlerin toplumsal bilince çıkmasıyla birlikte sosyalist yapıların bir arada olmasının önemi nedeniyle Emek ve Özgürlük İttifakı ile seçimde ortak tavır almak için görüşmeler yapılmış ancak bu görüşmeler sonuçsuz kalmıştır. Sol Parti 28. Dönem Milletvekili Seçimi'ne kendi ismi ve amblemiyle Sosyalist Güç Birliği çatısı altında katılacağını ve cumhurbaşkanlığı seçiminde Kemal Kılıçdaroğlu'nu destekleyeceğini ilan etmiştir. Sol Parti seçim hazırlıkları kapsamında 8 Ocak 2023 tarihinde Ankara'da 2. Olağan Kongresi'ni gerçekleştirmiş, 9 Nisan 2023 tarihinde Haliç Kongre Merkezi'nde gerçekleştirdikleri toplantı ile seçim bildirgelerini açıklamıştır. Parti 2023 genel seçimlerinde %0,15 oy oranıyla 77.992 oy almış ve 13. parti olmuştur. Sol Parti'nin siyasi görüşleri. 1996 yılında ÖDP'nin kuruluşundan 2019 yılında Sol Parti'nin kuruluşuna kadar geçen sürede hareketin siyasi görüşleri ve ideolojisinde belirli değişiklik yaşanmış, 1996'dan özellikle 2009'da Ufuk Uras'ın partiden ayrılışına kadar olan sürede partide hakim olan görüş özgürlükçü sosyalizm iken, özellikle 2009 sonrasında geleneksel sosyalizme ve Türkiye devrimci geleneğine daha fazla referanslar verilmeye başlanmıştır. Mart 2019 tarihi itibarıyla Sol Parti'nin siyasi pozisyonunu açıkladığı bir parti programı bulunmamaktadır. Ancak parti kuruluş kongresinde yayınladığı Manifesto ile çeşitli toplumsal meselelerde görüşlerini açıklamıştır. Bunlar şöyle özetlenebilir: Dış Politika: Sol Parti, emperyalist olarak adlandırdığı gelişmiş kapitalist ülkelerle yapılmış bütün açık ve gizli antlaşmaların iptal edilmesini, NATO gibi ittifaklardan çıkılmasını, başta İncirlik olmak üzere yabancı üslerin kapatılmasını savunmakta; silahlanmaya ve militarizme karşı çıkmaktadır. Parti, Türkiye'nin Orta Doğu'da ve özellikle Suriye'de mezhepçi ve yayılmacı politika yürüttüğünü ileri sürmekte, bunun sona erdirilmesinin yanı sıra Suriye'nin kaderinin yine Suriyeliler tarafından tayin edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Ekonomi: Parti, neo-liberalizmin sınırsız bir sömürüye dayanan ve başta işçi sınıfı olmak üzere bütün halk kesimlerini yoksulluğa ve sefalete sürükleyen politikalarının tam anlamıyla iflas etmiş durumda olduğunu öne sürmekte ve Türkiye'de hayata geçirilen özelleştirme, yap-işlet-devret gibi politika ve uygulamaların sona erdirilerek, rant ekonomisinden üretim ekonomisine geçilmesini, kamu çıkarının gözetilmesini ve halka ait tüm varlıkların yeniden kamulaştırılmasını savunduğunu manifestosunda ilan etmektedir. Eğitim ve sağlık: Sol Parti, eğitim ve sağlık gibi yaşamsal hizmetlerin kesinlikle parasız olmasını savunmakta, özel okullar ve vakıf üniversitelerinin kamulaştırılmasını istemekte, YÖK'ün kaldırılmasını talep etmektedir. Kadın ve çevre: Parti, şiddete maruz bırakılan, yaşamları çalınan kadınların can güvenliğinin sağlanmasını, erkek şiddetine son verecek önlemlerin alınmasını son derece acil şekilde istemektedir. Küresel ısınma ve iklim krizine karşı harekete geçilmesini, çevrenin kâr için talan edilmesine derhal son verilmesini savunmaktadır. Kürt Sorunu: Sol Parti, Kürt sorununun barışçıl bir temelde ve halkın nasıl yaşamak isterse öyle yaşamasını kabul eden bir yerinden demokrasi anlayışıyla çözülmesi gerektiğinin altını çizmektedir. Bu noktada şiddet politikalarının sona erdirilmesi ve barışçıl bir siyasal sürecin devreye girmesi çağrısını yapmaktadır. Uluslararası örgütlülük. SOL Parti, Avrupa'daki sosyalist ve komünist partilerin bir araya gelerek oluşturduğu Avrupa Solu Partisi birliğine üyedir. Ayrıca daha radikal bir örgüt olan Avrupa Anti-Kapitalist Solu'nun kurucu üyelerindendir. Parti, Ekonomik krizlerin halk üzerinden aşılmasına tepki olarak Avrupa ülkelerinde çıkan emekçi ve öğrenci isyanlarını, Latin Amerika'daki sol hareketleri, Hugo Chavez'in önderliğindeki Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi'ni ve Küba Komünist Partisi'ni destekler. Yunanistan'daki radikal sol ve çevreci güçlerin koalisyon partisi SYRIZA ve SYRIZA'nın içindeki platformlardan Synaspismos ile dayanışma içindedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5885", "len_data": 42563, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.53 }
Trablusgarp Savaşı diğer adıyla 1911-1912 Türk-İtalyan Savaşı, 1911-1912 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu ve İtalya Krallığı arasında geçen bir savaştır. Adı, "Trablusgarp Savaşı" olmasına rağmen çarpışmalar Trablusgarp dışında Adriyatik Denizi, Ege Adaları, Çanakkale Boğazı ve Kızıldeniz gibi farklı bölgelerde de sürmüştür. Diğer büyük devletlerin desteği ve Birinci Balkan Savaşı'nın patlak vermesi nedeniyle savaşı kazanan İtalya, Osmanlı Devleti'nin Trablusgarp Vilayeti'ne bağlı Trablusgarp, Fizan ve Sirenayka bölgelerini ele geçirmiştir. Bu bölgeler birleşip gelecekteki Libya devletini oluşturacaklardı. Savaş sürerken Rodos ve On İki Ada İtalyan kuvvetlerinin işgaline uğramış, İtalya savaş sonrasında imzalanan Uşi Antlaşması'yla birlikte On İki Ada'yı Osmanlı İmparatorluğu'na geri verme sözünü vermiştir. Bununla birlikte, antlaşmanın belirsizliği adaları geçici İtalyan yönetimine bırakmış ve Türkiye, 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'nın 15'inci maddesinde bu adalar üzerindeki bütün taleplerinden vazgeçmiştir. On İki Ada II. Dünya Savaşı'ndan sonra Yunanistan kontrolüne geçmiştir. 23 Ekim 1911'de Osmanlı toprakları üzerinde uçan İtalyan Yüzbaşı Carlo Piazza, tarihteki ilk askeri keşif uçuşunu gerçekleştirmiştir. Giulio Gavotti ise 1 Kasım günü Etrich Taube model bir uçakla Libya'daki Osmanlı kuvvetlerine karşı bir hava saldırısı düzenlemiş ve bu saldırı, ilk hava saldırısı olarak tarihe geçmiştir. Herhangi bir hava savunma silahı olmayan Osmanlı askerleri ise tüfek atışıyla bir uçak düşürmeyi başarmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin gelecekteki cumhurbaşkanı ve Kurtuluş Savaşı'ndaki lideri Mustafa Kemal Atatürk, savaş sırasında binbaşı rütbesiyle aktif rol oynamış, Tobruk Muharebesi'ni yönetmiştir. Arka plan ve nedenleri. Kuzey Afrika'daki eyaletler içerisinde devlete en çok bağlı olan eyalet, Osmanlı'nın 1551'de ele geçirdiği Trablusgarp'tı. 1864 tarihinden itibaren vilayete dönüştürülen Trablusgarp eyaleti, 1877 tarihli kanunla da doğrudan doğruya başkente bağlı bağımsız bir sancak haline getirildi. Sanayi Devrimi'yle birlikte endüstrinin gelişmesi, oluşan üretim fazlası ve hammadde ihtiyacı, Avrupa ülkelerini yeni pazarlar aramaya itmiş ve sömürgeciliğin önemini daha da arttırmıştı. 16. yüzyılda başlayan sömürgeleştirme hareketlerinin dışında kalan İtalya Krallığı, 1870 yılında siyasi birliğini sağladığında Afrika topraklarının hemen hemen tamamı Avrupalı devletlerin tarafından paylaşılmıştı. 1881'de Fransa'nın Tunus'u işgali, ardından da Birleşik Krallık'ın 1882'de Mısır'ı ele geçirmesinden sonra Akdeniz'deki iki muhtemel üssü elinden kaçıran İtalya, coğrafi olarak kendine çok yakın konumda bulunan ve Kuzey Afrika'da kalan son Osmanlı toprağı olan Trablusgarp'la ilgilenmeye başlamıştı. İtalya, amacına ulaşmak için ilk etapta büyük Avrupa devletleri ile kendisine burada hareket serbestliği tanıyan gizli antlaşmalar yaptı. Britanya ve Fransa arasında, Kuzey Afrika'daki sömürgelerin paylaşımı yüzünden çıkan Faşoda Buhranı sonunda Kuzey Afrika'nın paylaşımı yapılmış ve böylece Trablusgarp da kâğıt üzerinde İtalya'ya bırakılmıştı. İtalya 1887'de Birleşik Krallık ve Avusturya-Macaristan, 1891'de Almanya, 1900 ve 1902'de Fransa, 1902'de Avusturya, 1909'da Rusya ile gizli antlaşmalar yaptı ve Trablusgarp üzerindeki emellerini bu devletlere kabul ettirdi. İtalya Trablusgarp'taki hareketlerinin bu antlaşmalarla engellenmeyeceği garantisini sağladıktan sonra buradaki faaliyetlerine hız verdi ve en uygun anı beklemeye başladı. 1902 yılından itibaren İtalya, Trablusgarp üzerinde bir "Barışçıl İşgal" politikası uygulamaya başladı. Buna göre Roma Bankası'nın maddi desteğiyle ekonomik ve ticari alanlarda bir takım girişimler başladı. Böylelikle kurulan fabrikaların ve diğer iş yerlerinin, gerekirse, silahlı, İtalya'nın Trablusgarp'taki bütün ekonomik imtiyazlarını sonlandırarak sonunda tehlikenin önünü kesmeyi başardı. Ortaya çıkan büyük mali çöküntü sonunda, hissedara alacaklarının ödenebilmesi için, Roma Bankası, İngiliz ve Alman finansörlerle görüşmeye başladı. Bunun yanında, Almanya, İttifak Devletleri ile beraber olduğu İtalya'nın Trablusgarp'a sahip olmasını istemiyordu. Çünkü Kuzey Afrika'daki bu bölgeyi ileride kullanabileceği bir istasyon olarak görüyordu. Savaş öncesi genel durum. Osmanlı Devleti. Trablusgarp Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti çok büyük iç ve dış karışıklıklar içerisindeydi. 23 Temmuz 1908'de İkinci Meşrutiyet ilan edilmiş ve II. Abdülhamid 24 Temmuz 1908'de Kânûn-ı Esâsî'yi yeniden yürürlüğe koymuştu. 5 Ekim 1908'de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlıların Bosna Vilayeti'ni işgal etmiş, aynı gün Bulgaristan prensi I. Ferdinand da İstanbul'a telgraf çekerek bağımsızlığını ve krallığını ilan etmişti. Avusturya-Macaristan, Sırplara karşı Bulgarları destekliyordu ve Bulgaristan ile Avusturya eş zamanlı darbeler için anlaşmaya varmışlardı. Bu iki önemli toprak parçasının resmen elden çıkması İttihat ve Terakki'nin prestijini büyük ölçüde sarsmıştı. Bosna-Hersek ve Bulgaristan'dan sonra Osmanlı Devleti'nin üçüncü sorunu da Girit oldu. Girit'in zaten bu tarihte Osmanlı Devleti ile pek bir bağlantısı kalmamıştı fakat ada, hukuken Osmanlı toprağı olarak görünüyordu. Bosna-Hersek krizi sırasında Girit Rumları da harekete geçerek adayı Yunanistan Krallığı'na ilhak ettiklerini ilan ettiler fakat bu Avrupa Devletleri tarafından kabul edilmedi. Gelişen iç ve dış olaylar, İttihat ve Terakki'ye karşı bir muhalefetin olgunlaşmasına ve 13 Nisan 1909'da başlayan bir irtica hareketine neden oldu. İstanbul'daki gerici ayaklanma Rumeli'deki İttihat ve Terakki şubelerinde ve ordu içinde Meşrutiyetin tehlikede olduğu düşüncesini uyandırdı. Bunun üzerine, 3. Ordu Komutanı Mahmud Şevket Paşa'nın Hareket Ordusu adındaki bir orduyu İstanbul'a göndermesiyle ayaklanma bastırıldı. Tehlike böylece önlenmiş oldu. Meclis, 27 Nisan 1909'da II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesine karar verdi. Yerine kardeşi Mehmet Reşat padişah oldu. Bundan sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti, ülke yönetimini kesin olarak eline aldı. Trablusgarp Savaşı öncesinde Balkanların durumu son derece karışıktı. Mart 1911'de Katolik Arnavutlar İşkodra'da ayaklanmışlardı. Karadağ Krallığı bu isyancılara her türlü yardımda bulundu. Bundan dolayı Osmanlı-Karadağ ilişkileri çok gergindi. İtalya, Karadağ'ı desteklemekte ve Osmanlı Devleti'ne karşı kışkırtmaktaydı. Bu ayaklanmada İtalyan parmağının olduğu açıktı. Ayaklanma Haziran 1911'de bastırıldı ve ayaklananlar Karadağ'a sığındılar. Bu olaylardan sonra İttihat ve Terakki'nin Osmanlıcılık ideolojisini gerçekleştirmek için yürüttüğü "Balkanlar'ın tek bir bayrak altında birleşmesi" politikası Osmanlı Devleti'nin aleyhine sonuçlanarak Bulgar, Sırp ve Yunan çetecilerin faaliyetlerini daha da arttırmalarına ve Osmanlı'ya karşı işbirliğine girmelerine sebep oldu. İtalya Krallığı. 1911 yılı İtalyan birliğinin ve krallığının kuruluşunun 50. yılına rastladığından, ülkede büyük bir milli heyecan yaratılmaya çalışılmış ve bu çerçevede İtalya'nın Trablusgarp üzerindeki eski iddiaları da şekillenmeye başlamıştı. İtalya III. Vittorio Emanuele'in tahta çıkmasından sonra, 15 yıl süreyle otoritesini herkese kabul ettiren başbakan Giovanni Giolitti zamanında istikrarlı bir siyaseti yapıya kavuştu. Kalabalık göç dalgalarına rağmen hâlâ yüksek olan ülke nüfusunun dinamikliği ve iyi bir yönetim sayesinde hükûmet tarım ve sanayi alanında büyük atılımlar yaptı. Giolitti, giriştiği bir dizi cesaretli reform hareketiyle sosyalist kanadın isteklerine uygun yenilikleri gerçekleştirdi. Ancak sağ kanattaki milliyetçi istekleri de tatmin etmek gerekiyordu. İtalyan milliyetçilerin Floransa'daki kongresinde Giolitti hükûmeti, Libya üzerine diplomatik ipotek koymaya zorlanmıştı. Milliyetçiler Libya seferini eski Roma İmparatorluğu günlerindeki Akdeniz siyasetinin dönüşü olarak görürken, Katolikler İslam'a karşı yeni bir Haçlı seferi olarak tanımlıyorlardı. İtalyan kamuoyunun kayda değer bölümü ise güneydeki bu yeni koloniye, dış göçe son verecek bir toprak parçası olarak bakmaktaydı. İtalyan sosyalistleri ise aralarında bir birlik olmamasına rağmen genelde bu savaşa karşı olmuşlardı. 27 Eylül 1911 tarihli Tanin'de "İtalyan sınıf-ı aliyyesinde işgal için pek ziyade heyecan var ise de amele sınıfı işgale muhaliftir" deniliyor ve işçi sınıfının İtalya'nın Libya'ya asker sevk etmesini menetmek için umumi grev teşebbüslerine giriştiğini yazıyordu. Fakat sosyalistlerin grev teşebbüslerini hükûmetin şiddetle engellemesi ve halkın nümayişçilere kötü gözle hatta vatan haini gibi bakması yüzünden bir sonuç verememişti. Ayrıca İtalyan sosyalistler Fransız, İngiliz ve Alman sosyalistleri kadar güçlü değillerdi. Mart 1911'de ikinci kez iş başına gelen Giolitti Hükûmeti, Trablusgarp işini bir sonuca bağlamayı parti programının 3. maddesine almıştı. İtalya'yı 1911'de Trablusgarp'a karşı harekete geçiren en önemli olay, Fas meselesinin alevlenmiş olmasıydı. İtalya'nın daha 1900'de Fransa ile yaptığı gizli antlaşmaya göre, Fransa Fas'ta yeni menfaatler elde ederse, İtalya da Trablusgarp için harekete geçecekti. Bu antlaşma ile Trablusgarp İtalya'ya vadedilmiş oluyordu. 24 Nisan 1911'de Fransız ordusu Fas'a girdi. İtalya kamuoyunda, Fas'ın da Fransa tarafından kapılmış olduğunun duyulması bir anda hükûmeti devirecek kadar şiddetli bir etki yaratınca Giolitti hükûmeti uzun zamandır hazırlanan ihtiraslarını açığa vurmaya mecbur kaldı. Bu durum Trablusgarp'a karşı harekete geçmek için sabırsızlanan İtalyan kamuoyunu daha da şiddetlendirerek İtalyanların savaş kararı almasında etkili oldu. Trablusgarp Savaşı sırasındaki İtalyan Başbakanı Giolitti, hatıralarında işin iç yüzünü bilmeyenlerin Trablusgarp'a gitme kararının birdenbire verildiğini söylediklerini fakat işin aslının böyle olmadığını, kendilerinin Britanya ile Mısır, Fransa ile de Fas meselesini müzakere ederken kendileri için birtakım haklar aldıklarını ve bunu büyük devletlere tasdik ettirdiklerini, Fransa'nın Fas'a girmesinden sonra kendileri açısından vaktin gelmiş olduğunu, zira kendileri Trablusgarp'a gitmemiş olsalardı, diğer bir Avrupa devletinin burayı mutlaka işgal edeceğini, Tunus'un Fransızlar tarafından işgalinin kendilerinde yarattığı hayal kırıklığını bir daha yaşamak istemediklerini ve bu durumda bir Avrupa devleti ile savaşmak zorunda kalacaklarını, bunun da Osmanlı Devleti ile savaşmaktan daha zor olacağını belirtmişti. İtalya'nın Trablusgarp'taki faaliyetleri. İtalyanlar büyük devletler nezdinde başarılı diplomasi faaliyetlerini sürdürürken, öte yandan da Trablusgarp'ta kendi hesaplarına elverişli bir ortam hazırlamaya uğraşıyorlardı. Her emperyalist devletin uyguladığı metotları İtalyanlar da burada uygulamaktaydı. Ülkede egemen olma amaçları için çalışan okulları, bankaları, iktisadi kuruluşları vardı. Liman ve benzeri kurumlar için imtiyaz peşinde koşuyorlardı. Okulları, resmi ve mahalli mekteplerle rekabet ediyordu. İtalyanların 1907‟de Trablusgarp ve Bingazi'de birer şubesini açtığı Banco di Roma onların Trablusgarp'a ekonomik bakımdan sokulma politikalarının başlıca aracı olmuştu. Banco di Roma, Trablusgarp'ta geniş maddi manevi kredisiyle, nüfus teminine ve İtalyanların ekonomik bakımdan piyasaya hakim olmalarına çalışıyordu. Banka aynı zamanda yerlilerin elindeki toprakların İtalyanlara geçmesine vasıta ve aracı oluyordu. Banco di Roma'nın kilise ile ilişkisi, kilisenin de savaşı desteklemesine sebep olmuştu. Bu nedenle Libya'da büyük çıkarları olan Banco di Roma'nın Vatikan çevresi ile ilişkisi, hükûmeti Libya seferine zorlayan bir etkendi. 1910 yılı başından itibaren, İtalyanlar Trablusgarp'taki faaliyetlerine büyük hız vermişlerdi. Elde ettikleri bütün imtiyazlara rağmen yine de Trablusgarp'taki iktisadi faaliyetlerinin kısıtlandığından şikayet ediyorlardı. Trablusgarp Mebusu Sadık, 12 Eylül 1911'de Tanin'e yazdığı mektupta, İtalyanların buradaki faaliyetlerini şöyle anlatıyordu: "İtalya Trablusgarp'taki cüretli hareketlerine Abdülhamit Dönemi'nde başlamıştı. Trablusgarp'ta zorla Banco di Roma müessesesini kurmuş, Bingazi'de de bir postane açmıştı. Trablusgarp'ta halifeye bağlı milyonlarca Müslüman Meşrutiyet idaresinden çok şey bekledikleri halde ümitleri boşa çıkmıştı. İstibdat Devri'nde başlayan bu hareketler, Meşrutiyet idaresinde de O'nun bıraktığı yerden devam etti. Trablus her konuda ihmal edildi. İtalyan emellerini herkesten fazla bilmesi gereken eski Roma elçisi Sadrazam Hakkı Paşa kabinesinin ilk icraatı Banco di Roma'nın resmiyetini tasdik etmek oldu. Bundan sonra İtalya'nın faaliyetleri kat kat artmaya başladı. Birçok yerde Banco di Roma'nın şubeleri açıldı. Bu müessese bütün ticareti eline geçirdi ve yerli tüccarı iflas ettirdi. Emlak ve arazi satın almaya başladı. Hükümet ise bu hale seyirci kalıyordu. Osmanlı sancağını taşıyan vapur 4-5 ayda bir defa Trablusgarp'a gidebiliyordu. Maden araştırması için İtalyalı bir heyete izin veriliyordu. Velhasıl diğer devletlerin hiçbirine verilmeyen imtiyaz, İtalya'ya verildi. İtalya'ya verilecek sadece bir şey kaldı. O da bütün İtalyan kamuoyunun hayali, idari hakimiyet meselesiydi." İtalya'nın işgal hazırlıkları. Eylül 1911'in ortalarından itibaren, İtalya'daki askeri hazırlıklar iyice açığa çıkmaya başlamıştı. İtalyan basınının dili çok sertti. Açıktan açığa işgal hazırlıkları ile ilgili haberler çıkması Osmanlı Devleti'ni tedirgin etmekteydi. Osmanlı Devleti'nin bu konudaki başvurusuna İtalya'nın askeri hazırlıklarının işgal amacıyla yapılmadığı, İtalyan menfaatlerini herhangi bir olaya karşı koruyabilmek için yapıldığını bildirdi. İtalya, bu savaşa uzun zamandır hazırlanmaktaydı. Her çapta kara ve deniz topları, çok sayıda mitralyöz, cephane ve kalabalık bir ordusu vardı. İtalya o sıralarda dünyanın en güçlü donanmalarından birine sahipti. Osmanlı Devleti'nin ise, savaş başladığı zaman, Trablusgarp'taki askeri sayısı 2.000'i geçmiyordu. Bingazi'dekiler daha azdı ve kendi hallerine terk edilmişlerdi. 25 Eylül'de Roma'daki Osmanlı maslahatgüzarı Seyfettin Bey'in İtalya Dışişleri Bakanı San Giuliano ile görüşmesinde Dışişleri Bakanı; İtalyan hükûmetinin halkın arzusu haricinde hareket edemeyeceğini bildirdikten sonra iki hükûmet arasındaki dostluk münasebetlerinin devamından yana olduğunu ilave etse de, görüşme hiçbir sonuç vermeyecekti. 26 Eylül'de İtalyan hükûmeti, Viyana büyükelçisi vasıtasıyla Üçlü İttifak'ı yenilemeye hazır olduğunu, eğer Trablusgarp işi de İtalyan istekleri doğrultusunda çözümlenirse, Üçlü İttifak'ın daha sağlam bir üyesi olacağını Avusturya'ya bildirdi. Bu bildirim gizli olarak yapıldı; Almanya ve Avusturya, Türklerin Britanya ve Fransa'ya yaklaşmasından çekiniyorlardı. Osmanischer Lloyd gazetesinde yayınlanan bir görüşe göre, İtalya hükûmetinin Trablusgarp'taki İtalyan nüfusunu gerek Osmanlı Devleti'nin her türlü tecavüzünden gerekse diğer devletlerin rekabetinden korumak için, bazı isteklerde bulunmak üzere Bâb-ı Âli'ye bir nota vermek üzere hazırlandığını, eğer Bâb-ı Âli, bu nota muhteviyatını kabul etmeyecek olursa İtalya'nın askeri tedbirlere başvuracağını yazıyor ve ayrıca bu hareketlerini mazur göstermek için, İtalyan kamuoyunun hükûmet üzerindeki etkisinden bahsedeceklerini ilave ediyordu. En sonunda İtalya uzun zamandır hazırlanmakta olduğu savaşı başlatmak zamanının geldiğine hükmederek Osmanlı Devleti'ne 28 Eylül 1911'de bir nota verdi. Bu notada özetle: Osmanlı Devleti'nin Trablusgarp ve Bingazi'nin ilerlemesi için hiçbir şey yapmadığı, bu bölgenin İtalya kıyılarına yakınlığı dolayısıyla kendileri için hayati önem taşıdığı bölgeye medeniyet götürülmesinin zorunlu olduğu, fakat bu konudaki İtalyan görüş ve fikirlerinin Osmanlı Devleti tarafından tasvip edilmediği ve İtalya'nın buradaki teşebbüslerinin inatla engellendiği, şimdi Osmanlı Devleti'nin İtalya ile kendi menfaatlerine ters düşmeyecek bütün iktisadi imkânları vermeye hazır olduğu ancak İtalya hükûmetinin geçmişte yapılanları göz önüne alarak buna güvenmediği belirtiliyor ve İtalya'nın Trablusgarp ve Bingazi'yi askeri işgale karar verdiği, bundan başka çarelerinin kalmadığı ve buradaki Osmanlı memurlarının işgale muhalefet etmemeleri isteniyordu. Osmanlı hükûmeti, İtalyan notasına 29 Eylül 1911'de cevap verdi. Bu cevapta; Trablusgarp ve Bingazi'nin geri kalmasının kendilerinden önceki idarenin eseri olduğu, bundan dolayı meşrutiyet hükûmetinin suçlanamayacağı, son üç sene zarfında bölgede İtalyan teşebbüslerine büyük kolaylıklar sağlandığı ve iyi niyet gösterildiği, burada asayişin temini konusunda hiçbir endişeye mahal olmadığı, İtalyan ve diğer tebaanın bölgeden ayrılmasını gerektirecek bir olay olmadığı belirtiliyordu. Ancak Bâb-ı Âli'nin notaya cevap verdiği gün, İtalya da harp ilanı notasını verdi. Bu ilan-ı harp notasında, özetle; İtalyan isteklerinin gerçekleştirilmesi konusunda, İtalya'nın, Osmanlı Devleti'ne verdiği sürenin İtalya'nın hoşuna gidecek bir cevap gelemeden sona erdiği, Osmanlı Devleti ve memurunun Trablusgarp ve Bingazi'deki İtalyan hak ve menfaatlerini korumakta kötü niyetli ve aciz olduğu iddia ediliyor, İtalyan hak ve menfaatlerini sağlamak zorunda oldukları bildiriliyordu. Osmanlı Devleti'ne nota verilmeden hemen önce, 25 Eylül 1911'de, İtalya'da seferberlik emri yayımlandı. Bu emirde seferberliğin birinci günü olarak 28 Eylül tarihi belirlenmişti. Silah altında bulunan 1890 doğumlular ile birlikte, seferi kolordunun birliklerini teşkil edecek olan 1888 doğumlular ise 23 Eylül'de silah altına çağrıldılar. Bunların birliklerine katılımları da 26 Eylül'de tamamlandı. Diğer devletlerin işgale tavrı. İtalya henüz Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etmeden hemen önce Adriyatik sularında ve Preveze'de Türk-İtalyan savaşı başlamıştı. İtalya bu sefere başlarken, Avrupa büyük devletlerinin icazetini almıştı. The Daily Telegraph gazetesinde, Birleşik Krallık'ın İtalya savaşa girdiği takdirde tarafsız kalacağı ve İtalya'ya karşı Osmanlı'yı müdafaa etmeyeceği belirtiliyordu. Daily Graphic'te ise Britanya'nın savaşın sadece Trablusgarp'a ait olmasını ve Avrupa'ya sıçramamasını İtalya'ya tembih ettiği bildiriliyordu. Balkanlarda ise Trablusgarp Savaşı başlayınca, Osmanlı Devleti Balkan devletlerinin saldırabileceği veya Rumeli'de ayaklanmalar olacağını düşünerek, oraya çok sayıda asker yığmıştı. Bundan en çok Bulgaristan ürkmüş ve büyük devletlere başvurarak kendilerini korumalarını istemişti. Savaşın başladığı günlerde Bulgar ve Sırp hükûmetleri arasında, iki tarafın menfaatlerini görüşmek üzere bir yakınlaşma başladı. Bulgarlara göre, o sıradaki fırsat kaçırılmamalıydı. Bütün Balkan devletleri, Osmanlı Devleti'ne karşı ittifak etmek üzereydi. Bulgaristan, Osmanlı-İtalyan savaşının hemen bitmesini istemedi. Çünkü bu savaşın, Balkanlar'da Slavlara karşı olan bu iki devleti zayıflatacağını düşünmekteydi. Savaşın başlaması Yunan kamuoyunda da heyecan yaratmış ve Başbakan Venizelos'un savaştan faydalanmak için vaktinde hazırlık yapmamasından ötürü eleştirilmesine sebep olmuştu. Ancak Balkanlar'da yeni olayların çıkmasını istemeyen İtalya ve diğer Avrupa devletleri tarafından Yunanistan'ın savaştan faydalanma isteği rafa kaldırılmıştı. İşgalden hemen önce Trablusgarp ve Osmanlı Devleti. Trablusgarp Savaşı'ndan hemen önce, buradaki tümenden önemli bir kısmı silahlarıyla birlikte Yemen'e İmam Yahya ayaklanmasını bastırmak üzere gönderildi ve tekrar yerlerine iade edilmedi. Trablusgarp Vali ve Kumandanı Müşir İbrahim Paşa, bu işin Trablusgarp'ın İtalyanlara tesliminden başka bir şey olmadığını ısrarla ifade etmişse de asker nakliyatını engelleyememişti. Burada ancak jandarma vazifesi görecek, çok az bir kuvvet bırakılmıştı. 1910 yılı bütçesinde kabul edilen, Trablusgarp'taki iki süvari alayı da bir alaya indirildi. Trablusgarp'taki asker mevcudunun azaltılması bir nevi İtalyan işgaline zemin hazırlanmış oldu. Buraya gönderilen subaylarda eskiden olduğu gibi mahalli lisana vakıf olma şartı aranmadı. Trablusgarp halkı geçimini temin etme hususunda da sıkıntı içindeydi. Bu durum Trablusgarp mebusları tarafından defalarca hükûmete bildirildiği halde, Osmanlı hükûmeti bu konuda oldukça ihmalkar davrandı. İbrahim Hakkı Paşa hükûmetinin, savaş öncesi yaptığı en büyük hatalardan biri de, İtalyanların isteği üzerine Trablusgarp'ta vali olarak bulunan İbrahim Paşa'yı görevden almasıydı. İbrahim Paşa, Trablusgarp'ta Osmanlı menfaatlerini koruduğu için, İtalyanlar ondan hep şikayetçi olmuşlar ve buradan gönderilmesi için sürekli Osmanlı hükûmetine baskı yapmışlardı. İbrahim Paşa'nın yerine tayin edilen Bekir Sami Bey ise izinli olarak Tokat'ta bulunduğu için hemen Trablusgarp'a gidemese de, savaş başladıktan sonra görev yerine ulaşabildi. Bu nedenle savaş öncesi bölge, valisiz, komutansız, askersiz, son derece savunmasız ve işgale açık bir duruma getirilmişti. İbrahim Hakkı Paşa ise savaş öncesi, Trablusgarp'taki icraatından dolayı vatan hainliği ile suçlanmıştı. Mahmut Kemal İnal'a göre bütün bunlar su-i tesadüf değil su-i idareydi ki cinayet addine layıktı. Trablusgarp Savaşı öncesi, Osmanlı hükûmetinin yanlış hareket ettiği İtalyanlarca da itiraf ediliyordu. İtalyanlar İttihat ve Terakki'nin Trablusgarp'ta yerli halk arasında İtalya aleyhine propaganda yaptıklarını fakat buna paralel olarak askeri hazırlıklarını kuvvetlendiremediklerini, bilakis buradan devletin ihtiyacı olan diğer bölgelere asker çektiklerini ifade ediyorlardı. Nitekim, İtalya bu savaşa bir sömürge savaşı gibi değil de sanki büyük bir Avrupa devleti ile savaşa giriyormuş gibi hazırlanmış, ihtiyatlar da dahil olmak üzere bütün Deniz Kuvvetlerini seferber ettiği gibi, kiraladığı ticaret gemilerini de savaş için hazır hale getirdi. Eylül ayında bu hazırlıklar yapılırken, Osmanlı Devleti'nin tek tedbiri savaştan önce Trablusgarp'a gönderilen "Derne" gemisi oldu. Savaşın ülke çapında yarattığı üzüntü ve heyecan, savaş için maddi yardım teklif eden ve savaşa bizzat gönüllü asker olarak katılmak isteklerini bildiren mektupların gazetelere gönderilmesine sebep oldu. Ayrıca yurt içinde ve dışında İtalyan işgalini protesto eden mitingler düzenlendi. Savaş başladıktan hemen sonra, İbrahim Hakkı Paşa istifa etti. Bunun üzerine sadrazamlık 30 Eylül 1911'de sekizinci kez Mehmed Said Paşa'ya verildi. Savaş. Savaşın başlangıcı. İtalya, 23 Eylül 1911'de Osmanlı hükûmetine bir nota vermiş, 26 Eylül'de, silah ve cephane taşıyan bir Osmanlı gemisi Trablusgarp'a ulaştı. 28 Eylül günü ise İtalya, Osmanlı Devleti'ne bir ültimatom vererek, 48 saat içinde Bingazi ve Trablusgarp'ın İtalyan yönetimine bırakılmasını ve İtalya'ya yıllık vergi verilmesini talep etti. 29 Eylül'de İngiliz ve Fransız hükûmetlerinin desteğini de arkasına alan İtalya, Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etti. Aynı gün İtalya'nın Adriyatik Denizi'ndeki bazı Osmanlı gemilerini batırması üzerine, Adriyatik'te çıkarları bulunan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, bu bölgede savaşılmasını yasakladı. Bu esnada 23 Eylül 1911'de tüm İtalyan donanması Amiral Augusta Aubry komutasında Augusta limanında toplandı. 26 Eylül'de "Varese", "Roma" ve "Napoli" gemileri Trablusgarp kıyılarında devriyedeydi. 27 Eylül'de bu gemilere "Guiseppe Garibaldi" kruvazörü ile "Euro", "Astro", "Freccia" ve "Strale" muhripleri de katıldı. Amiral Paolo Thaon di Revel komutasındaki bu kuvvet Trablusgarp limanını yakın ablukaya aldı. 27-28 Eylül'de limana iki mile kadar yaklaşan gemiler ışıldaklarla kıyıyı taradılar, ertesi gün şehrin açıklarında seyrettiler. 28 Eylül'de İtalya, 24 saatlik bir ültimatom verdi, 29 Eylül 1911'de savaş ilan etti. Savaş ilanının ardından İtalyan gemileri Trablusgarp ve çevresini bombaladı. Savaş başladıktan sonra, Bâb-ı Âli'de Trablusgarp'ta mukavemet edip etmeme konusunda genelde iki görüş mevcuttu. Mehmed Said Paşa'nın ilk toplantısında eldeki mevcut imkânlarla mukavemet lüzumu kararlaştırıldı. Ahmed Muhtar Paşa'ya göre Trablusgarp'ta mukavemet cinayet demekti. Kâmil Paşa da aynı görüşte idi. Şeyhülislam Cemaleddin Efendi de harbin uzamasının can ve mal kaybından başka bir işe yaramayacağını söylüyordu. Bütün olumsuz şartlara rağmen, Osmanlı Devleti Trablusgarp'ı göz göre göre düşmana savaşmadan teslim edemezdi. Bu hem kamuoyunda hoş görülmez hem de Osmanlı Devleti'nden pay almak için pusuda bekleyen devletlere kötü örnek olurdu. Bu savaş çok ümitsiz şartlar içinde olacaktı. Oradaki kuvvetlere silah ve cephane yollamak imkânsız gibiydi. Ancak Birleşik Krallık ile Fransa, Mısır ve Tunus'un tarafsızlığını ilan ederek kendi sömürgelerindeki Müslümanları gücendirmeyecek ve onların şikayetlerine yol açmayacak ve bu üç tarafı bu şekilde idare yoluna gideceklerdi. İtalyan işgali ve kara savaşları. 29 Eylül'de bir İtalyan torpido botu Trablus limanına gelerek, şehirdeki İtalyan vatandaşlarını aldı. 30 Eylül'de kıyıya çıkan İtalyan temsilcisi teslim olunması talebini resmen bildirdi. 2 Ekim'de Amiral de Revel karaya çıkarak teslim olunması isteğini tekrarladı, ancak bu istek reddedildi. 3 Ekim 15.30'da İtalyanlar şehri bombalamaya başladı; eski ve kısa menzilli topları olan Türk istihkamları ancak saat 17.00'ye kadar çatışmaya devam edebildi. Osmanlı kuvvetleri bu bombardımanda 11 ölü, 20 yaralı vermiş, şehirde yağmalamalar ve kaos baş göstermişti. Bombardıman ertesi gün 07.00'de tekrar başladı ve yarım saat kadar daha sürdü. Bombardımanın ardından şehrin Belediye Başkanı, ileri gelenleri ve mahalle imamları valiye giderek teslim olunmasını istediler, ancak red cevabı aldılar. Bu cevabı kabul etmeyen kalabalık, İtalyan amiraline bir heyet göndererek teslim olma talebinde bulundu. Osmanlı kuvvetleri ise geride bıraktıkları topları ve teçhizatı tahrip ederek şehrin dışına çekildi. 5 Ekim 07.00'de İtalyan askerleri Trablus'un batısında herhangi bir direnişle karşılaşmadan karaya çıktı, 07.30'da tabyaları ele geçirdi. Direnişle karşılaşmayan İtalyanlar, öğle vakti şehri ele geçirdi. Şehirdeki Osmanlı yöneticileri ve memurları Malta'ya sürgün edildi. 11 Ekim'de şehirde Osmanlı idarecisi kimse kalmamıştı. Osmanlı birlikleriyle İtalyanlar arasında ilk kara çatışması 8 Ekim'de gerçekleşti. Suani ben Adem'de bulunan bir grup süvari, gece karanlığında İtalyan ileri karakollarına akın yaptı. 9-10 Ekim'de tekrarlanan akın ise başarısız oldu. Bu akınlar başarılı olmadıysa da, İtalyan güçlerini yeniden yapılanmaya ve iç bölgelere ilerlemektense kıyı başını tutmak üzere savunma düzeni almaya zorladı. 11-20 Ekim'de işgal için hazırlanan İtalyan Seferi Kuvveti Trablus'a çıktı. İtalyan gücü 35.000 kişiye ulaşmıştı. 18 Ekim'de Derne'yi, 20 Ekim'de de Bingazi'yi ele geçiren İtalyanlar, buralara asker çıkartmaya başladılar. 20 Ekim'e kadar İtalyanlar, Türk Afrikası kıyılarının önemli noktalarını ele geçirmiş bulunuyorlardı. Bu şehirlerin hiçbirisi kendiliğinden İtalyanlara teslim olunmamıştı. 23 Ekim'de saldırıya geçen Osmanlı Ordusu, İtalyanları kuşatmış ve uzun süren savaştan sonra İtalyanlar kurtulmuşlardı. 26 Ekim'de yapılan bir başka Osmanlı saldırısı da geri püskürtüldü. Bu iki günde İtalyan kuvvetleri 13 subay, 361 er ölü ve 16 subay, 142 er yaralı vermiş, İtalya'da ek kuvvet talep edilmişti. Türklerin kaybı ise 170 ölü, 360 yaralıydı. 23 Ekim 1911'de Şar el Şat'ta (Trablus doğusunda, İtalyanca Sciara Sciat) gerçekleşen şiddetli çatışma sonrası İtalyan askerleri Arap sivil halkına karşı ihanet suçlamasıyla bir pogrom gerçekleştirdi. 5 gün içinde binlerce sivil Arap öldürüldü, evleri yakıldı ve hayvanlarına el koyuldu. İleriki haftalarda İtalyanlar açık alanlarda toplu idamlar gerçekleştirdi ve 4.000 sivili Tremiti ve Ponza adalarına tehcir etti. 5 Kasım'da İtalyan resmî gazetesi, Trablusgarp'ın İtalya tarafından ilhak edildiğini yayımlamışsa da bu henüz gerçekleşmemişti. Osmanlı direnişi karşısında İtalyan kuvvetleri sahilden fazla uzaklaşamamışlardı. Kasım sonunda Trablusgarp'taki İtalyan askerî gücü 100 bin kişiye ulaşmıştı. Aralık başında Osmanlı mevcudu ise 1.200 nizami asker ve 20.000 kadar gönüllüden ibaretti. 26-27 Kasım'da İtalyan güçleri Ayn-Zara vahasına saldırdılar, sert direnişe rağmen bölgenin bir kısmını ele geçirdiler ve Türk kuvvetleri geri çekildi. 4-5 Aralık'ta ikinci saldırıda bölgede hakimiyetlrini genişlettiler. 10 Aralık'ta Chaurand Tümeni'ne mensup sekiz piyade taburu, direnişle karşılaşmadan Trablusgarp'ın yaklaşık olarak 9-10 kilometre doğusundaki Tuzla (Mellah) Gölü'ne vardı. Osmanlı kuvetlerinin burasını boşalttığını fark edince 13 Aralık'ta vahanın merkezine yakın olan Tacura'yı ele geçirdi. 19 Aralık'ta Sedre (Bir-Tobras) muharebesi gerçekleşti, Osmanlı kuvveti tarafından çevresi sarılan İtalyan gücü, gelen takviye kuvvet ve Osmanlıların cephane yetersizliği sayesinde imha edilmekten kurtularak ertesi sabah geri çekilmek zorunda kaldı. Osmanlıların 17 ölü, 25 yaralısına karşılık İtalyan kaybı 200'e yakındı. İtalyanlar ayrıca Kızıldeniz'de de bazı hareketlerde bulunmuşlardı. Savaş öncesi İtalyanlar buraya bazı gemiler göndermişler ve Türklere karşı ayaklanan Şeyh İdris'in yardımıyla, Türkleri burada da sıkıştırmaya çalışmışlardı. Enver Paşa, Mustafa Kemal, Fuat (Bulca), Nuri (Conker) ve Fethi (Okyar) gibi Osmanlı subayları gizli yollarla Trablusgarp'a gelip (Örneğin Mustafa Kemal Paşa, buraya "gazete muhabiri Şerif Bey" adıyla Mısır üzerinden ulaşmıştır) buradaki kuvvetleri düzenleyerek, İtalyanlara rahat vermeyecek şekilde sürekli saldırılar başlattılar. Enver, yaptığı bir gazete röportajında, "Buraya geldiğimde 900 çöl savaşçısı bulmuştum. Şimdi ise elimin altında 16 bin talimli asker var" diyerek durumu ortaya koymaktadır. Bu ordu, yapılan savaşlar sonucunda 2 makineli tüfek, 250 tüfek, 2 top, sayısız mermi ve 10 tane de katır ele geçirmiştir. Yerel halkın da desteklediği direnişe Senusi tarikatı şeyhi ve adamları destek vermişti. Ancak İtalyanların düşündüğünün aksine, buradaki Osmanlı direnişi çok kuvvetli olmuş, Enver, Mustafa Kemal ve Neşet gibi komutanların yönettiği ordular, sayıca çok üstün olan İtalyan kuvvetlerine karşı kahramanca savaşmışlardır. Trablusgarp'taki Osmanlı birlikleri başlıca üç komutanlığa ayrılmıştı: Kasım 1911'de İtalyanlar Çanakkale Boğazı'na saldırmak için hazırlıklar yaptılar. Ancak Rusya ticari kaygılardan dolayı buna karşı çıktı. Kasım ayında İtalyanlar, Ekim ayında boşalttıkları bazı mevzileri tekrar ele geçirdiler. 19 Aralık'ta bir İtalyan kolu, imha olmaktan son anda kurtuldu. Ayrıca bu dönemlerde İtalyan basını Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Fransa'yı, İtalya'nın başarılarına engel oldukları iddiasıyla suçlamaya başlamıştı. 8 Aralık'ta Trablusgarp'a gelen Mustafa Kemal Paşa, 22 Aralık'ta Tobruk Muharebesi'ni kazandı Derne'de 16-17 Ocak 1912 taarruzunda gözünden yaralandı. Bir ay hastanede tedavi gördükten sonra, 6 Mart 1912'de Derne komutanı oldu ve burada başarılı savunma muharebeleri yaptı. Ocak 1912'de İtalyanların 100 bin kişilik askerine karşılık Bingazi'de 15 bin, Trablus'ta da yaklaşık 10 bin Osmanlı askeri ve Arap gönüllüsü savaşmaktaydı. 25 Mart 1912'de Osmanlı Devleti'nin koruyucusu görevini üstlenen ve İtalya'nın müttefiki olan Almanya, ara buluculuk yapmak için İtalya Kralı'yla Venedik'te görüştü. Ancak bu görüşmeden bir sonuç çıkmadı. Tobruk. Trablusgarp Savaşı'nın başında İtalyanların ana lojistik planları Trablusgarp ve Sirenayka'nın en doğusunda bulunan Tobruk limanlarını ele geçirmekti. Büyük gemiler için elverişli olan bu limanlar İtalyan kuvvetlerinin desteklenmesinde kullanılacak, lojistik destek sağlayacaktı. Diğer liman şehirleri zaman içerisinde kademeli olarak işgal edilecekti. 4 Ekim'de 400 denizciden oluşan İtalyan gücü kayıp vermeden karaya çıktı. Ekim sonunda İtalyan güçleri kasabada cephane, kömür ve malzeme ikmal depoları ve bir telsiz istasyonu kurmuş, iki deniz tümenini destekleyecek altyapıyı hazırlamıştı. Tobruk'un işgalinin ardından İtalyan güçleri neredeyse her gün taciz ve saldırılara maruz kaldı, karşılık olarak Osmanlı güçleri üzerine hem denizden hem de Tobruk'a çıkartılan topçu bataryasından bombardıman yapıldı. İlk önemli çarpışma 5 Kasım'da gerçekleşti. Ekim'deki ufak tefek çatışmalardan sonra Osmanlı ve Libya kuvvetleri, 9 Kasım'da bölgeye gelen Enver Bey (daha sonra Enver Paşa) tarafından organize edildi. Libya-Arab kuvvetleri kumandanı "Meryem" kabilesi tarafından desteklenen Şeyh Muberra'ydı. 13 Kasım 1911'de İtalyanların ikinci önemli harekâtı gerçekleşti. 2.000 kişilik bir İtalyan birliği telgraf hatlarını imha etmek için saldırıya geçti. Şeyh Müberra'nın Meryem kabilesi mensupları ile beraber Osmanlı tarafındaki güç 200 kişiydi. Kayıp verme konusunda isteksiz olan İtalyanlar hücumdan vazgeçerek çekildiler. Bu günlerde aralarında Kurmay Kolağası Mustafa Kemal'in de olduğu Osmanlı subayları da Mısır üzerinden bölgeye gelip muharebelere katılmaya başlamıştı. Tobruk cephesinde en önemli muharebe, 21/22 Aralık gecesi gerçekleşen Nadura Tepesi muharebesi oldu. 12 Osmanlı askeri, yüzbaşı vekili Necip Efendi, Şeyh Müberra ve 120 Libyalı gönüllü, 200 İtalyan askerince korunan Nadura tepesini ele geçirmek üzere saldırı düzenledi. İki saat içinde İtalyan mevkileri ele geçirildi ve İtalyan kıtası arkalarında 3 makineli tüfek ve malzeme bırakarak Tobruk'a çekildi. Daha sonra gerçekleşen bir İtalyan karşı baskınında Şeyh Muberra ve on savaşçısı öldü, İtalyan güçleri yeniden geri çekildi. İtalyanlar daha sonra bu stratejik yeri 1912 yılında büyük bir güç ile yeniden ele geçirerek daha güçlü tahkimatlar inşa ettiler. İlerleyen dönemde İtalyan güçlerinin savunma pozisyonlarında kalması ve hakimiyetlerini iç kesimlere genişletmedeki isteksizlikleri sebebiyle küçük çaplı çatışmalar dışında önemli bir olay olmadı. 18 Ekim'deki barış anlaşmasına dek savaşın geri kalanı boyunca İtalyan güçleri tahkimat hazırlarken, Osmanlı güçleri de küçük çaplı saldırılar ile tacizlerde bulunmaya devam etti. İtalyan güçleri bu saldırılara uçaklardan bombardıman ve topçu atışlarıyla cevap verdi. Derne. İtalyanlar 16 Ekim'de şehre donanmaları ile gelerek, şehrin bir saate kadar teslim edilmesini ve tüm Osmanlı askerlerinin silahlarının toplanarak teslim olmalarını talep etti; Derne Komutanlığı ise bu talebi reddetti. İtalyanlar bombardımanın ardından yaptıkları ilk çıkartmada kıyıdan yoğun ateşle karşılaştılar ve geri çekildiler, ertesi gün şehir tahliye edilince 18 Ekim'de yapılan ikinci çıkartmada hiçbir direnişle karşılaşmadan şehri ele geçirdiler.. İtalyan gücünün başındaki Korgeneral Vittorio Trombi şehrin valisi ilan edildi. Derne'deki muharebeler aralıksız olarak sürmüş olsa da, en yoğun çatışmalar savaşın ilk aylarında (Kasım 1911-Mart 1912) ve sonuna doğru (Eylül-Ekim 1912) gerçekleşmiştir. Bölgedeki İtalyan güçleri diğer kara birliklerinden izole, sadece donanma desteğiyle savaşıyordu; şehir hala Osmanlı kontrolünde olan bir platonun yakınındaydı ve gönüllü Osmanlı subaylarının birçoğu bu bölgedeydi. İtalyanlar Derne bölgesini üs olarak kullanarak iç bölgelere ulaşmayı hedefliyordu. Osmanlı kuvvetlerinin ilk amacı ise İtalyanları Derne'de durdurmak ve şehri geri almaktı. Kasım ayında Osmanlı güçleri çeşitli ufak çaplı saldırılar düzenlediler, İtalyanlar ise şehri tahkim ettiler. 24 Kasım'da bir İtalyan birliği Türk mevzilerine ilerlerken Ayn Derne Şelâlesi bölgesinde pusuya düşürüldü. Kısa sürede süngü muharebesine dönüşen çatışmada İtalyanlar geri çekilmek zorunda kaldı. 24 Kasım çarpışmasının ardından İtalyan Genelkurmayı, bölgedeki kuvvetleri tümen seviyesine çıkartma kararı aldı. Aralık ortasında Derne'deki İtalyan gücü 13 tabur ve bir süvari grubu, bir 75 mm sahra bataryası, iki dağ bataryası, bir 149 mm obüs bataryası ve bir uçaktan oluşuyordu. Türkler ile yerel halktan direnişçiler Derne ve çevresinde İtalyan güçlerine sürekli olarak tacizlerde bulunuyordu. Telgraf ve telefon hatlarının kesilmesi, İtalyanlara ulaşan su hatlarının tahrip edilmesi, mevzilerin tahrip edilmesi gibi gerilla savaşı saldırıları gerçekleştiriliyordu. 27 Aralık'ta İtalyanlar topçu ateşi desteğiyle Türk mevzilerine saldırıya geçtiler, Osmanlı güçleri ise pusu düzeni almıştı. Yaklaşan İtalyanlar dört Türk topunun baskın ateşiyle karşılandı, piyadeler de hücuma kalktı. Bu baskın karşısında İtalyanlar geri çekildi. Ertesi gün yeniden saldırmayı deneyen İtalyanlar, bölgede bulunan Kurmay Yarbay Enver Bey komutasındaki kabilelerle çatışmaya girdi, daha sonra Derne'ye geri çekildi. 18 Aralık'ta cepheye katılan Mustafa Kemal, 16-17 Ocak 1912 gecesi inşa halinde olan bir İtalyan tabyasına saldırı düzenlendi ancak kabile kuvvetlerinin isteksizliği sebebiyle 22 ölü ve 27 yaralı verilmesine rağmen bir sonuç alınamadı. Mustafa Kemal Şubat 1912'de Derne cephesinin başına geçti. İlerleyen günlerde İtalyan güçleri savunma tabyalarının inşaatına devam ettiler ve Derne'deki istihkamlarda kalarak saldırıya geçmediler. Osmanlı güçleri ise ufak keşif harekâtları ve tacizlere devam ederek İtalyanları yıldırmaya çalışıyordu. 11-12 Şubat gecesi Osmanlılar Lombardiya Tabyası'na baskın düzenledi. Mart 1912'de Derne'deki İtalyan kuvvetlerinin mevcudu 15-16 bin asker civarındaydı. Osmanlı gücü ise 8 subay, 274 er ve 7.742 Arap mücahitten oluşuyordu. Arap askerlerini Senusi zaviyeleri sağlıyordu ve başlarındaki şeyhleri Osmanlı subaylarına bağlıydı. Derne'de en büyük muharebe 3 Mart 1912'de gerçekleşti. Nizamiye askerleri ve milislerden oluşan 70 kişilik bir kuvvet bir pusuda İtalyanlara önemli zayiat verdirdi ve geri çekilmeye zorladı. Osmanlı kuvvetleri 63 ölü ve 168 yaralı verirken, İtalyanlar yaklaşık 8 subay ölü, 13 subay ve 52 er ölü, 13 subay ve 164 er yaralı verdiler, 60 tüfek ve çok miktarda malzeme kaybettiler. Bu çatışmanın ardından İtalyanlar uzun süre tekrar saldırıya geçemediler. İstihkam birlikleri Türk baskınlarını gördüklerinde hızlıca geri çekilmeye, ana güç ise Derne dışına çıkmamaya başladı. Ağustos ayının sonunda Derne'deki komutan General Vittorio Trombi emekliye sevk edilmiş, yerine Homs çarpışmalarına katılmış olan Tümgeneral Ezio Reisoli gönderilmişti. Bu değişikliğin ardından İtalyan birliklerinin mevcutları arttırıldı. 11 Eylül 1912'de İtalyanlar Derne'den çıkmak için güçlü bir hücum başlattılar. Bu hücumda kuvvetlerinin çoğunu kullanan General Rezoli, Kasr-el Leben'i ve Şeydi Abdülâziz yoluna hakim olan mevkileri önemli sayıda kayıp vermesine rağmen ele geçirdi. 17 Eylül'de tekrarlanan bir taarruzda ise Mustafa Kemal komutasındaki Türk ve Araplar tarafından tekrar durduruldular. 24 Eylül'de yeni bir büyük saldırıda ilk gün beş kilometre ilerleyen İtalyanlar, Türklerin karşı saldırıları sebebiyle ele geçirdikleri araziyi terk ederek Derne'ye döndüler. Ekim ayında İtalyanlar Derne'de hücumlarını sona erdirdiler ve savunma pozisyonları aldılar. İç kesimlere ilerleme yolundaki çabalara ara vermiş, Osmanlıları zora düşürecek diplomatik bir çözümü beklemeye odaklanmışlardı. Deniz cephesi. Savaş boyunca deniz üstünlüğü İtalyanlarda kaldı. Karşısında Osmanlı donanması olmayan İtalyanlar, Türk Afrika kıyısı boyunca birçok bölgeyi sürekli olarak serbestçe bombardımana tuttular. 1 Ekim 1911'de bir İtalyan torpido botu, Trablus'a teçhizat taşıyan "Sayyad-ı Derya" gambotu ile "Derne" vapurunu yakalayarak teslim olmalarını istedi. Gambot kıyıya dönerek karaya oturdu, "Derne" ise teslim olmamak için kendi kendini batırdı. Şubat ve Martta İtalyanlar Bingazi'yi tamamen ele geçirdiler. Bunun yanında Beyrut limanındaki 2 küçük Osmanlı gemisini batırdılar. Yemen'de Ocak 1911'de başlayan isyan nedeniyle daha savaş başlamadan önce Trablus'taki kuvvetlerin bir kısmı bu bölgeye kaydırılmıştı. Ocak 1912'de İtalyan donanması Kızıldeniz'e girip, buradaki Osmanlı gemilerinden bazılarını batırarak El-Hudeyde limanını bombalamaya başladı. İtalyanların bölgedeki varlığı, deniz ulaşımını aksattığı için Yemen isyanının bastırılmasını zorlaştırıyordu. 18 Nisan'da İtalya donanması Çanakkale Boğazı'nı bombalamaya başladı. Bunun üzerine Osmanlı İmparatorluğu, boğazları kapattı. Ancak bu hareketin uluslararası ticarete darbesi çok büyük oldu. Rusya'nın tahıl ihracatı milyonlarca dolarlık zarara uğrarken, Birleşik Krallık, Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya gibi ülkelerin zararları da günlük 100 bin doları buluyordu. Karadeniz'e gidecek olan Birleşik Krallık gemileri, Süveyş Kanalı üzerinden Hindistan'a gitmek zorunda kaldılar. Ancak 10 Mayıs'ta Avrupa ülkelerinin baskılarından dolayı boğazlar tekrar ticarete açıldı. Beyrut Deniz Muharebesi. Trablusgarp Savaşı devam ederken İtalyan kuvvetlerinin Libya sahillerine çakılıp kalmaları ve iç bölgelere bir türlü girememesi üzerine, İtalyan hükûmeti, On İki Ada ve diğer bazı Osmanlı şehirlerini baskı altına alarak ve tazyik ederek Osmanlı hükûmetine barış antlaşmasını zorla imzalatmaya karar verdi. İtalyanların saldırmayı düşündüğü şehirlerden biri de Beyrut'tu. Beyrut bir Osmanlı şehri olmasına karşın Fransız nüfuzunun yoğun olduğu bir bölgeydi; şehirde çok sayıda Avrupalı yaşıyordu. Aynı zamanda Beyrut bütün ilahi dinlerce kutsal sayılan Kudüs'ün bir kapısı durumundaydı. İtalya'nın Beyrut'a saldırısı, sadece Osmanlı Devleti'ni değil diğer Avrupa devletlerini de rahatsız edecek; bunun sonucunda büyük devletler barışa zorlamak için Bâb-ı Âli'ye baskı yapacaklardı. Bu gerekçelerle 24 Şubat 1912'de bir İtalyan filosu Beyrut'a saldırdı; limanda bulunan Osmanlılara ait "Avnillah" zırhlı korveti ve "Ankara" torpido botu batırıldı, şehir topa tutuldu. Şehrin bombardımanının kasten mi yapıldığı, yoksa başarısız topçu atışları sebebiyle mi olduğu konusu tartışmalıdır. Savaşın sonu. Bunun üzerine 4 Mayıs'ta İtalya kuvvetleri, Rodos'a çıkarma yaptılar ve iki hafta içerisinde Rodos'u, daha sonraki 2 hafta süre içerisinde On İki Ada olarak bilinen adalar grubunu ele geçirdi. Böylece 389 yıldır Osmanlı yönetiminde kalmış, yönetim merkezi Rodos olan Cezair-i Bahr-i Sefid Eyaleti (On İki Ada) tamamen İtalya'nın eline geçti. 8 Haziran'da Trablus'taki Osmanlı kuvvetleri çöle püskürtüldü. Haziran'dan Ağustos'a kadar süren çarpışmalar sonunda bütün batı sahil şeridi İtalyanların hakimiyetine geçti. 12 Temmuz'da 5 İtalyan savaş gemisi, Osmanlı filosuna saldırmak için Çanakkale Boğazı'na girdi. Ancak boğazın girişine Kilitbahir civarında çelik kablolar çekildiği için 18 Temmuz'da İtalyanlar ilerleyemeden ağır ateş altında kaldılar ve geri çekildiler. Bu, ayrıca savaş içindeki son deniz savaşı olmuştur. Eylül'de Osmanlı İmparatorluğu ve İtalya Krallığı arasında barış görüşmeleri başladı. İki taraf da savaşın bitmesini istemesine rağmen çatışmalar devam ediyordu. 22 Eylül'de güçlü bir Osmanlı mevkii ele geçirildi. Binbaşı Enver Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri bazı saldırılar yapsalar da, ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldılar. Buna rağmen İtalyanlar dörde bir sayı ve büyük silah üstünlüğüne karşın Trablusgarp'ta sonuçsuz durumun ötesine geçemediler, aldıkları bölgelerde de kontrolü sağlayamamaktaydılar; zira bu bölgelerde Arap ve Türk düzensiz kuvvetlerinin gece baskınları, yeniden ele geçirme girişimleri ve gerilla saldırıları ile sürekli kuşatma altındaydı. İtalyanlar bu baskınlara karşı yerel halka sert tedbirler uyguluyordu bu baskınların intikamı ve gözdağı olarak yakalanan kişilerden pek çoğu halkın önünde asılıp idam edildi. Bu sebeple İtalyanlar ise sahilde belli bir kesim dışında bir hakimiyet alanı oluşturamadılar. Yine bütün bu çarpışmalar sürerken İngiliz ve ona bağlı Mısır Kuvvetleri'de sözde İtalyanların işgal edeceğinden bahisle 1911'de Trablusgarb- Mısır sınırında bulunan sahildeki Osmanlı'nın Trablusgarp vilayetine bağlı Sallum kentini işgal ettiler; bu kent sonrasında Libya topraklarından çıkıp İngilizlere bağlı Mısır Hidivliği toprağı olmuş onlara bırakılmıştır. 8 Ekim'de Karadağ'ın Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etmesiyle Balkan Savaşları başlayınca, Osmanlı İmparatorluğu her ne pahasına olursa olsun İtalya'yla barışa razı oldu, çünkü Ege Denizi'ndeki İtalyan donanması, Makedonya'ya yardım gönderilmesini engelliyordu. Sonuçta İtalya'nın şartları kabul edildi ve 15 Ekim 1912'de İsviçre'nin Ouchy (Uşi) kentinde antlaşma imzalandı. Uşi Antlaşması ve savaşın sonucu. İsviçre'de Lozan'in bir semti olan Uşi (Ouchy)'de imzalanan antlaşmaya göre; Ancak Osmanlı İmparatorluğu, Balkan Savaşları'nda On İki Ada'yı Yunanistan'a kaptırma endişesi içinde kaldığı için adaları, savaştan sonra geri almak şartıyla İtalya'ya verdi. İtalya, Balkan Savaşları bitmesine rağmen adaları vermedi ve 1914'te I.Dünya Savaşının başlamasıyla İtalya ve Osmanlı karşı saflarda savaşa girince de on iki adayı kendi topraklarına kattığını ilan etti. Savaş sonunda Osmanlı İmparatorluğu, Kuzey Afrika'daki son topraklarını da kaybetmiş oluyordu. Ayrıca ileriki yıllarda Türkiye ve Yunanistan arasında sıkça sürtüşmelere neden olacak olan adalar sorunu da başlamıştı. II. Dünya Savaşı sırasında Almanya tarafından işgal edilen On İki Ada, bir taktik ve hediye olarak Türkiye'ye hediye edilmek istenmiş, ancak ülkenin tarafsızlığını bozacağı için, bu öneri reddedilmiştir. On İki Ada, 1947 yılındaki Paris Antlaşması'yla Yunanistan'a bağlanmıştır. Osmanlılar, savaş sonucunda Avrupa'daki konumlarını ve statülerini yeniden değerlendirmek zorunda kaldılar. Avrupa diplomasisinin ve uluslararası hukukun kendilerine yardım etmediğini, tam tersine Avrupa'nın Osmanlı topraklarına göz diktiğini düşündüler. Bu yüzden, Osmanlılar, kendi güçlerine ve milli onurlarına dayanmaya karar verdiler. İtalya'da ise savaş, İtalyan Milliyetçiliği'nin gelişmesine katkıda bulunmuş ve 1922 yılında Benito Mussolini'nin iktidara gelişini kolaylaştırmıştır. Savaşta içine düşülen çıkmaz, Osmanlı siyasi hayatına 21 Kasım 1911'de Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın kurulması biçiminde yansıdı. Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nı kuran ve bu fırkaya giren kişilerin tek ortak oldukları konu, İttihat ve Terakki düşmanlığıydı. Fırkanın birinci amacı da İttihat ve Terakki'yi iktidardan uzaklaştırmaktı. İttihat ve Terakki'nin itibarını büyük ölçüde kaybettiği bu günlerde, Hürriyet ve İtilaf'ın ortaya çıkması, çok taraftar toplamasına ve dağınık durumdaki muhalefeti birleştirmesine sebep oldu. Savaşta ilkler. Trablusgarp Savaşı, dünya tarihinde ilk kez uçakların savaş aracı olarak kullanıldığı savaştır. Trablusgarp Savaşı'nda İtalyan uçakları savaş sırasında bombalama ve bildiri dağıtma gibi görevler üstlenmişlerdi. İtalyan pilot Giulio Gavotti 1 Kasım 1911'de dünya tarihinde ilk kez uçaktan Osmanlı askerlerinin üzerine bomba atarak bir hava saldırısı gerçekleştirdi. Bunun için İtalyanlar dünyada bir ilki gerçekleştirmişlerdir. Trablus'taki hava harekâtı yapılırken siyasi ve psikolojik sonuçlar elde etmek için Osmanlı hatlarının gerisine ve Arapların üzerine bildiriler atılmıştı. Tarihte uçak ile atılan ilk bildiri şöyleydi: "Trabluslu Araplar'a: Bizimle gelmek için ne bekliyorsunuz? Camilerinizde ibadet etmek arzusunu duymuyor musunuz? Ailelerinizle sakin yaşamak istemiyor musunuz? Bizim de kitabımız var, biz de namuslu ve dindarız. İtalya, babanızdır. Çünkü Memleketimiz, anneniz Trablus'la evlenmiştir." Ayrıca, Osmanlı tarafından ilk uçak bu savaşta düşürülmüştür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5887", "len_data": 46653, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.62 }
Sayısal veri, dijital veri veya dijital sinyal, sayısallaştırılmış sinyal. Bir analog veriden belirli örnekler alınır ve analog sinyalin tam karşılığı olmayan dijital sinyal oluşturulur. Girişteki verinin saklanma veya aktarılma şeklinin değiştirilmesiyle elde edilir. Sayısal veri ile analog veri arasındaki en büyük fark, analog verinin sürekli (İngilizce: "continuous") olan bir ölçekte, sayısal verinin ise rakamlarla sınırlı olan, sürekli olmayan (İngilizce: "discrete") bir ölçekte var olmasıdır. Sayısal veri, rakamların arka arkaya dizilmesi ile elde edildiği için üzerinde biçim değişikliği işlemi yapılabilir. Bu biçim değiştirme, birçok alanda karşımıza çıkabilir: Dijital veri: Olgu, kavram ya da komutların, iletişim, yorum ve işlem için elverişli biçimsel ve uzlaşımsal bir gösterimi. Buna ek olarak, bir sayısal veriye hata düzeltme kodları eklenerek verinin bozulsa bile tamir edilebilmesi sağlanabilir. Ayrıca, sayısal veri gönderilirken başka bir sayısal veri ile aynı ortama konulup gönderilebilir. Tüm bu avantajlar doğrultusunda sayısal veri, hem karasal, hem de hücresel ağ, İnternet, film ve müzik depolaması gibi birçok alanda analog verinin yerini almıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5892", "len_data": 1182, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.92 }
Briç, İskambil kağıtları ile 4 kişi arasında oynanan bir masa oyunudur. Dünya briç federasyonu, Uluslararası Olimpiyat Komitesi federasyonları arasında yer alır. Tarihi. Yeniden bazı çevrelerde "briç" yerine "hidiv" denmesinden yola çıkılarak Türk kökenli bir oyun olduğu iddia edilse de aslında İngilizlerin whist isimli oyunundan evrimleşerek bugünkü haline gelmiştir. Oyunun Türk kökenli olmasına dair bir başka iddia da "briç" kelimesinin Türkçe "bir-üç" ifadesinden bozulma olduğu varsayımına dayanır. "Bir-üç" ifadesinin kökeni olarak ise oyun sırasında, üç elin kapalı, bir elin açık olması şeklinde bir yorum getirilmektedir. Bir başka iddia ise Kırım Savaşı zamanında İngiliz subayların, bugünkü Galata Köprüsü altındaki kahvehanelerde oynadıkları bu oyuna "Bridge" adını koymalarıdır. Bugün en yaygın oynanan biçimi olan "Kontrat Briç" versiyonunun kuralları, 1920'lerde Amerikalı iş adamı Harold Vanderbilt tarafından oluşturulmuştur. 1920 ve 1930'lu yıllarda Ely Culbertson ve 1940 ve 1950'li yıllarda da Charles Goren yazdıkları kitaplar ve katıldıkları radyo ve televizyon programları aracılığıyla bu oyunu popülerleştirmişlerdir. Türkiye'ye Fransa yoluyla girmiştir. Bu nedenle Türkiye'de briçle ilgili deyimlerin Fransızcasının kullanılması gelenektir. Rober ve Duplike Briç Arasındaki Farklar. Rober ve Duplike Briç arasında oldukça büyük farklar vardır. Duplike Briç'in Türlerine Örnekler. Duplike Briç'in kuralları üzerine kurulu çok çeşitli türde turnuva vardır. Bunlardan bazıları: İkili Turnuva. İkililer arasında bir müsabaka şeklinde oynanır, turlara bölünmüştür. Genelde her turda çiftler, turnuvadaki bir başka çifte karşı iki veya üç el oynar. Turnuva sonunda her elde en iyi skoru alan "kuzey - güney"ler ve "doğu - batı"lar kendi aralarında sıralanırlar ve her ikiliye geçtikleri ikili sayısı artı berabere kaldıkları ikili sayısının yarısı kadar maç puanı verilir. Turnuva sonunda en yüksek maç puanını toplayan çift kazanır. Turnuva sonunda bir çiftin başarısını aldıkları maç puanının, mümkün olan en fazla maç puanının yüzdesi olarak ifade etmek gelenektir. Bir seans genelde 20 ila 27 el arasında oynanır, bazı turnuvalar birden çok seanslıdır, bu tür turnuvalarda ancak belirli bir başarı oranını yakalayan çiftler sonraki seanslara katılma hakkı elde ederler. Dörtlü Takım Maçı. Dört, beş veya altı kişilik takımlar arasında oynanır ancak herhangi bir anda her takımdan dörder kişi oyuna katılır. Bir takım bir masada kuzey - güney yönünde otururken diğer tarafta doğu - batı yönünde oturur. Her seansın sonunda iki masada kazanılan skorlar karşılaştırılır ve eğer skorlar arasında eşitsizlik varsa daha çok skor kazanan tarafa, skor farkına karşılık gelen bir uluslararası maç puanı (IMP denir) verilir. Bu fark aşağıdaki tabloya göre hesaplanır: Puan Farkı IMP 0 - 10 0 20 - 40 1 50 - 80 2 90 - 120 3 130 - 160 4 170 - 210 5 220 - 260 6 270 - 310 7 320 - 420 8 370 - 420 9 430 - 490 10 500 - 590 11 600 - 740 12 750 - 890 13 900 - 1090 14 1100 - 1290 15 1300 - 1490 16 1500 - 1740 17 1750 - 1990 18 2000 - 2240 19 2250 - 2490 20 2500 - 2990 21 3000 - 3490 22 3500 - 3990 23 4000 ve fazlası 24 Ayrıca bir lig usulündeki turnuvanın parçası olarak oynanan maçların sonunda IMP puanları farkı zafer puanlarına (İngilizcesi "victory points") çevrilip maçın sonucu olarak yazılır. Varyasyonlar. Yukarıdaki en temel iki müsabaka türüne ek olarak bu ikisinin karışımından türetilen çok çeşitli turnuva formatları vardır. Bunlardan bazıları: Sistemler ve Konvansiyonlar. Puanlamadan da görüldüğü üzere taraflar alabilecekleri el sayısından fazlasını deklare ettikleri takdirde rakibe yüklüce bir puan kazandırma durumundadırlar özellikle de rakip kontratı konturlarsa. O yüzden belirli bir el kazanma potansiyeline sahip olmayan ellerle deklare vermek çok risklidir. Öte yandan yine puanlama tablosu incelenirse görülecektir ki, yeteri kadar güçlü ellerle biraz riski göze alıp yüksek düzeyli bir kontrat almak kazançlıdır.Özellikle de zon ve şlem düzeyindeki elleri. Bu nedenle açık arttırma sırasında ortakların birbirlerine ellerinin gücü ve ellerindeki renklerin dağılımı konusunda mümkün olan en fazla bilgiyi vermesini sağlayacak konuşma sistemleri geliştirilmiştir. Bu sistemler Bricin oyuncularının dili olarak düşünülebilir. Konvansiyonlar ise özel bir durumda özel bir konuşmaya belirli bir anlam yükleme ilkeleridir. Yani konuşma sistemlerinden daha dar durumlar içindedirler ve bir veya birden fazla sistem içerisinde kullanılıyor olabilirler. Bu açıdan konvansiyonlar bir dilde kullanılan sözcüklere benzetilebilirler, bazı sözcükler birden çok dilde kullanılıyor olabilir. Her sistem çeşitli durumlarda yapılan çeşitli konuşmalara özel anlamlar yükleme ilkelerinden oluşur. Doğal ve doğal olmayan olarak sınıflandırılan çok çeşitli sistemler vardır.Aralarındaki pek çok farka rağmen hemen hepsi Milton-Work puanlamasına dayanır. Bu puanlamada her oyuncu elinin gücünü ölçmek için elindeki her As için 4, Rua için 3, Dam için 2, Vale için bir puan ekler ve Onör puanı denen puanını hesaplar. Ayrıca bu puan üzerinde eldeki uzun ve kısa renkler ve bu renklerdeki Onör ölçüsü de göz önüne alınarak bir ayarlama yapılır. Daha sonra oyuncular ellerindeki renklerin dağılımı, ellerinin gücü ve o ana kadar ki konuşmalara bakarak sistem içerisinde ellerini en iyi anlatacak konuşmayı yapmaya çalışırlar. Konuşmaların anlamlarının rakiplere açık olması esastır. Yani bir oyuncu kurallara uygun bir şekilde sorulduğunda sistemlerindeki konuşmaların anlamlarını açıklamak ve ayrıca eğer bir konuşmanın anlamı geleneksel anlamından farklıysa rakipleri bu konuda uyarmak durumundadır. Bu uyarıya "alört" denir. Doğal Sistemlere Örnekler. Doğal sistemler, çoğunlukla bu sistemi kullanan oyuncular ellerinin gücü elverdiği durumlarda ellerindeki en uzun renklerin adını anan bir deklare verdikleri için bu şekilde sınıflandırılırlar. Doğal Olmayan Sistemlere Örnekler. Doğal olmayan sistemler, çoğunlukla, konuşmalar sırasında söylenen renklerin oyuncuların ellerindeki uzun renklere karşılık gelmemesi nedeniyle böyle anılırlar. Yaygın Konvansiyonlara Örnekler. Aşağıdaki konvansiyonlar pek çok sistemin parçası olarak yaygın kabul görmüşlerdir. Önemli Turnuvalar. Aşağıdaki turnuvalar Briç oyuncuları için en prestijli müsabakalardandır. İnternet'te Briç. İnternetin yaygınlaşmasıyla beraber, Briç de geleneksel olarak oynanageldiği briç kulüplerinin dışına çıkıp internetle tanışmıştır. Dış bağlantılar. Bu kadar yaygın olan bir beyin sporunun organizasyonu Dünya Briç Federasyonuna (http://www.worldbridge.org/ ) bağlı bölgesel yapılanmalar: şeklindedir. Bu bölgesel federasyonlar, kadınlar, gençler (çeşitli yaş grupları), üniversite, seniorlar (yürürlükteki uygulamalara göre 62 yaş ve üzeri) ve büyükler kategorilerinde gerek bricin geliştirilmesi, gerek Turnuva kurallarının günün şartlarına göre yeniden ayarlanması ve tüm dünyaya yayılan yüzlerce uluslararası turnuvanın organizasyonu ile ilgili olarak çalışmaktadırlar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5893", "len_data": 7011, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.19 }
Çanakkale Savaşı veya Çanakkale Muharebeleri ("İngilizce: Gallipoli Campaign"), I. Dünya Savaşı sırasında 1915-1916 yılları arasında Gelibolu Yarımadası'nda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan deniz ve kara muharebeleridir. İtilaf Devletleri; Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'u alarak İstanbul ve Çanakkale boğazlarının kontrolünü ele geçirmek, Rusya ile güvenli bir erzak tedarik ve askeri ikmal yolu açmak, başkent İstanbul'u zapt etmek suretiyle Almanya'nın müttefiklerinden birini savaş dışı bırakarak İttifak Devletleri'ni zayıflatma amaçları ile ilk hedef olarak Çanakkale Boğazı'nı seçmişlerdir. Ancak saldırıları başarısız olmuş ve geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Kara ve deniz savaşı sonucunda iki taraf da çok ağır kayıplar vermiştir. Osmanlı İmparatorluğu, Almanya'nın Rusya'ya savaş ilan ettiği 1 Ağustos 1914'ün hemen ertesi günü, Almanya ile bir ittifak antlaşması imzalamıştır. Bu antlaşma, imparatorluğun kesin olarak Almanya'nın ana gücünü oluşturduğu İttifak Devletleri safında fiilen savaşa gireceği anlamına gelmektedir. Enver Paşa, fiilen savaşa girmeyi, seferberliğin tamamlanmamış olması ve Çanakkale Boğazı savunmasının tamamlanmaması gibi gerekçelerle ertelemeye çalışmıştır. Ancak Almanya, bir an önce savaşa fiilen girilmesi için baskılarını sürdürmüştür. Bu baskılar, Akdeniz'de Britanya donanması önünden çekilen Goeben ve Breslau savaş gemilerinin İstanbul'a gelmesiyle bir oldu bittiye getirilmişti. Daha sonra Osmanlı Donanması'na bağlı bir grup gemiyle Karadeniz'e açılan bu gemiler 27 Ekim 1914 tarihinde Rus limanlarını bombalayınca Rusya, Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etmiştir. Birleşik Krallık Savaş Konseyi sekreteri Maurice Hankey, Winston Churchill'in de desteğiyle, 1914 yılı Eylül ayında Çanakkale Boğazı'nın donanmayla geçilerek İstanbul'un işgalini öngören bir planı savaş konseyine sunmuştur. Plan, çeşitli evrelerden geçerek uygulamaya kondu ve Birleşik Krallık ve Fransa gemilerinden oluşan bir donanmanın Boğaz'a geniş çaplı saldırıları 1915 Şubat ayında başlatıldı. Özellikle 19 Şubat 1915 ve 25 Şubat 1915 bombardımanları sonucu Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Çobanlı giriş tabyalarının geri hatta çekilmesi emrini uygulatmıştır. En güçlü saldırı ise 18 Mart 1915 günü uygulamaya konuldu. Ancak Birleşik Donanma ağır kayıplara uğradı ve deniz harekâtından vazgeçmek zorunda kalındı. Deniz harekâtıyla İstanbul'a ulaşılamayacağı anlaşılınca bir kara harekâtıyla Çanakkale Boğazı'ndaki Osmanlı sahil topçu bataryalarını ele geçirmek planı gündeme getirilmiştir. Bu plan çerçevesinde hazırlanan Britanya ve Fransa kuvvetleri 25 Nisan 1915 şafağında Gelibolu Yarımadası'nın güneyinde beş noktada karaya çıkarılmıştır. Britanya ve Fransa çıkarma kuvvetleri her ne kadar Seddülbahir ve Arıburnu sahillerinde köprübaşları oluşturmayı başardılarsa da Osmanlı kuvvetlerinin inatçı savunmaları ve zaman zaman giriştikleri karşı taarruzlar sonucunda Gelibolu Yarımadası'nı işgalde başarılı olamadılar. Bunun üzerine sahildeki kuvvetler takviye edilmek için Arıburnu'nun kuzeyinde Suvla Koyu'na 6 Ağustos 1915 tarihinde yeni kuvvetlerle bir üçüncü çıkarma yapılmıştır. Ancak 9 Ağustos'ta Kurmay Albay Mustafa Kemal'in Birinci Anafartalar Muharebesi olarak bilinen karşı taarruzunda İngiliz Komutanlığı ihtiyat tümenini ateş hattına sürerek sahilde tutunmayı başarabilmiştir. Mustafa Kemal ertesi gün Kocaçimentepe-Conk Bayırı hattında yeni bir karşı taarruz gerçekleştirmişti, bu hattaki Anzak birliklerini de geri atmıştır. Britanya ve Anzak kuvvetlerinin İkinci Anafartalar Muharebesi olarak bilinen genel taarruzları ise Osmanlı savunmasını aşamamıştır. Tüm bu gelişmeler sonrasında İngiliz, Anzak ve Fransız kuvvetleri Gelibolu Yarımadasını 1915 yılı Aralık ayı içinde tahliye etmiştir. Harekat öncesi. I. Dünya Savaşı. Sanayi Devrimi'nden itibaren giderek büyüyen üretim, bir yandan ham madde gereksinimini sürekli artırırken diğer yandan yeni pazarları gerektiriyordu. Diğer yandan giderek büyüyen sermaye birikimi, yeni yatırım alanlarını bulmaya yöneltiyordu. Avrupa'nın büyük devletleri 19. yüzyıl boyunca farklı hızlarda gelişmişlerdi ve gelişmelerini sürdürebilmek ve etki alanlarını genişletmek için sıkı bir rekabet içindeydiler. Birleşik Krallık, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Rusya farklı ilgi alanlarına sahip olsalar da bu alanlar çok yerde iç içe girmektedir. Sonuçta bu rekabet, 20. yüzyılın başlarında bir savaşı kaçınılmaz olarak gündeme getirmişti. Bu ülkeler arasında süreç içinde oluşan ittifaklar da olası savaşın Avrupa çapında bir savaş olmasına yol açacaktır. Bu dönemde netleşen bu ittifaklar, Birleşik Krallık, Fransa ve Çarlık Rusyası'nın oluşturduğu İtilaf Devletleri ile Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve İtalya'nın oluşturduğu İttifak Devletleri bloklarıdır. Bu şekilde bir bloklaşma 1882 yılında Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve İtalya arasındaki bir ittifakla, bir bloku oluşturmuştu. Kısa süre sonra 1894 yılında Fransa-Rusya, 1904 yılında Birleşik Krallık-Fransa, 1907 yılında da Birleşik Krallık-Rusya arasında antlaşmalar yapılarak diğer blok şekillenmiştir. Birleşik Krallık ve Fransa arasındaki 1904 yılı antlaşması ilginçtir. Birleşik Krallık, Fransa'nın "Kuzey Afrika'nın en iyi parçalarını" almasına göz yumuyordu, Fransa ise Mısır'daki Britanya varlığına karışmayacaktı. Birleşik Krallık ile 1907 yılında Çarlık Rusyası arasındaki antlaşma da 1904 antlaşmasına benzer biçimde, esas olarak tarafların Avrupa dışı ilgi alanlarını düzenliyordu. İran, Afganistan, Çin ve Tibet'teki iki ülkenin çıkarları arasındaki çekişmelere çözüm getiriyordu. Tüm bunların ortaya koyduğu haliyle Avrupa'daki bu bloklaşmalar, esas olarak Avrupa dışı paylaşımı konu almaktaydı. Dolayısıyla bu bloklaşmanın sonunda ortaya çıkacak olan Avrupa çapındaki topyekün savaş, esas itibarıyla Avrupalı büyük güçlerin, Avrupa dışını yeniden paylaşımı mücadelesi olarak görülmektedir. I. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde Balkanlar da iki kampa ayrılmıştı. Bir bakıma İtilaf Devletleri'nin himayesinden olan Yunanistan, Romanya ve Sırbistan bir tarafı oluştururken İttifak Devletleri'ne daha eğilimli görünen Bulgaristan diğer tarafı oluşturuyordu. Dolayısıyla bu bölgeyle ilgili hesaplarda Bulgaristan'ın durumu hesaba katılmak zorundaydı. Nitekim 1914 yılının Haziran ayında Bulgaristan yüklüce bir borç anlaşmasıyla de facto İttifak Devletleri safına kaymıştır. Sonuç olarak özellikle Avrupalı büyük devletler arasında oluşan bu bloklaşma, yerel bir çatışmanın bile Avrupa'nın en azından dört büyük devletinin işe karışmasını gerektirecekti. Sonuçta ortaya çıkan da bu oldu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtı Franz Ferdinand 28 Haziran 1914 günü bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldü. Bunun üzerine Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Sırbistan'a 48 saat süreli bir ültimatom vermiştir. Sırbistan'ın tüm oyalama çabalarına karşın 28 Temmuz Belgrad'ı bombalamaya başlayarak bu ülkeye savaş ilan etti. Ardından Çarlık Rusyası genel seferberliğe gitti. Ancak Almanya daha önce Rusya'nın seferberlik ilanını, savaş ilanı olarak kabul edeceğini tüm devletler nezdinde deklare etmiştir. Bunun üzerine 1 Ağustos'ta Rusya'ya, 3 Ağustos'ta da Fransa'ya savaş ilan etti. Bu savaş ilanlarının ardından İtalya tarafsızlığını ilan ederek Almanya-Avusturya blokundan ayrılmış, bir yıl sonra yeniden katılmıştır. Almanya, geçmişten beri, daha net olarak Otto von Bismarck'tan beri iki cepheli bir savaştan kaçınmaktaydı ancak bu değişmez kaderi gibi görünüyordu. Doğuda Çarlık Rusyası, batıda ise Fransa gibi iki güçlü devlet vardı. Alman İmparatorluğu'nun 1891-1905 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığını üstlenen Schlieffen, bu tehlikeli durum için bir plan geliştirmişti ve doğal olarak Schlieffen Planı olarak biliniyordu. Bu plan, Rusya'nın seferberliğini bir ay içinde tamamlayabileceği hesabına dayanmaktadır. Almanya, tüm gücüyle batıya saldırarak kesin sonuç elde edecek ve bunun üzerine seferberliğini anca tamamlamış olan Rusya'ya saldıracaktı. Böylelikle iki cephede savaşma durumunda düşmekten kaçınacaktı. Almanya bu stratejiyi uygulamak için 3 Ağustos'ta Fransa'ya savaş ilan eder etmez hiç vakit kaybetmeden, bu ülkeye Belçika üzerinden saldırı hazırlığına girişmiştir. Belçika'dan geçiş için izin istendiyse de olumlu yanıt alınmadı ve bunun üzerine Alman orduları 4 Ağustos'ta Belçika'ya saldırdı. Ancak kısa süre içinde bu stratejinin uygulaması başarısız oldu ve Alman Orduları Marne'de Fransa-Britanya savunmasını aşamadı ve 12 Eylül'de Marne hattında durduruldular. Artık Schlieffen Planı işlemeyecekti. Bu durumda Almanya yine iki cepheli savaşla karşı karşıyaydı. Doğuda Rusya ile, batıda da Britanya ve Fransa kuvvetleriyle çarpışmak durumundaydı. Ancak iki cephede de güçlü olamazdı, bir tarafa öncelik vermeliydi. Güçlü olmayı seçtiği cephe Batı Cephesi'ydi, doğuda zayıf kuvvetlerle oyalama muharebesi verecek, diğer deyişle savunmada kalacak, kuvvetlerinin büyük kısmını Batı'da kullanarak burada kesin sonuç elde ettikten sonra esas kuvvetlerini Rusya Cephesi'ne aktaracaktı. Avrupa içlerindeki bu gelişmeler, Birleşik Krallık ve Fransa'yı müttefikleri Rusya'yı desteklemek zorunda bırakmıştı. Zaten Rusya, Almanya üzerinde yeterince güçlü bir baskı yapamamaktaydı. Kısıtlı endüstriyel kapasitesi dolayısıyla Britanya ve Fransa desteğine gerek duyuyordu. Ancak Almanya'yı yenilgiye uğratabilmek için Rusya'nın muazzam insan kaynaklarından yararlanmak gerekiyordu. Bunun için de Rusya mühimmat, silah ve mali olarak desteklenmeliydi. Özellikle mühimmat yönünden bu zorunluydu. Çünkü Rus ordusu mühimmat stoklarını büyük ölçüde tüketmiş durumdaydı. Bu durumda ondan taarruzi bir hareket beklenemezdi. Fransa ve Birleşik Krallık'ın bu desteği sağlaması için olası dört yol vardı. Kuzey ulaşım hatlarından ikisi olanaksızdır. Arktik Okyanusu, yılın çok büyük bölümünde donmuş olduğundan deniz ulaşımına olanak vermemektedir, Baltık Denizi ise Alman Donanmasının denetimindedir. Orta ulaşım yolu olan Avrupa karayolu ise Alman denetimindedir. Olası dördüncü yol ise Osmanlı İmparatorluğu'nun denetiminde bulunan Çanakkale ve İstanbul boğazlarının oluşturduğu denizyoludur. Sonuçta Rusya ile müttefiklerinin irtibatı kesilmiştir. Sadece Rusya'ya yardım konusu değil, Rus buğdayının ve petrolünün Avrupa'ya getirilmesi de artık olanaksızdır. Sonuç olarak Rusya ile tek bağlantı boğazlardır. İtilaf Devletleri'nin Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya olarak doğu-batı parçaları arasındaki tek ulaşım hattı boğazlardı. Üstelik Rus savaş sanayi, savaş sırasındaki mühimmat sarfiyatını karşılayacak kapasitede değildi ve mühimmat açığı her geçen gün artmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu'nun ittifak arayışı. Osmanlı İmparatorluğu, 20. yüzyılın başlarında neredeyse 200 yıldır Gerileme Dönemi'ndeydi. Bu süre boyunca uğranılan askeri yenilgilere 1912-13 yıllarında yaşanan Balkan Savaşı eklenmiş, Balkanlar'daki toprakların bütünüyle elden çıkmış olmasının ötesinde en iyi eğitimli ve en iyi teçhiz edilmiş ordular bu savaşta kaybedilmişti. Dahası büyük miktarda silah ve mühimmat da terk edilmişti. Avrupa devletleri I. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde Osmanlı İmparatorluğu'nun tarafsız kalacağını varsayıyorlardı. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu savaşın ilk aylarında "savaş dışı" durum ilan etmiştir. Bu durum İtilaf Devletleri arasında olumlu karşılanmıştır. Bu sayede Boğazlar ticari deniz trafiğine açık kalacaktır. Osmanlı İmparatorluğu açısından da I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde en doğru politika tarafsız kalmak gibi görünüyordu. Ancak "bu yeterli bir çözüm müydü? Bir de mümkün müydü?" Avrupalı devletlerin Osmanlı toprakları üzerindeki niyetleri biliniyordu. Rusya, yüzyıllardır sıcak denizlere inebilmek için Boğazlar'ı istiyordu. Birleşik Krallık, Hindistan yolunun güvenliği için Filistin'i, petrolü için de Irak'ı istiyordu. Fransa, Lübnan, Suriye ve Kilikya'yı, İtalya ise Antalya'yı istemektedir. Bunları bilen Osmanlı yöneticileri, söz konusu devletlerin bu emellerine ulaşmak için, savaş sırasında ya da savaştan hemen sonra Osmanlıyı rahat bırakmayacaklarını rahatlıkla seziyorlardı. Gerçekten de Avrupa'nın büyük devletleri arasındaki gerginliklerin bir Avrupa savaşına varmasının nedenlerinden biri de Osmanlı toprakları üzerindeki emelleriydi ve İmparatorluğun parçalanması sorunuydu. Diğer deyişle her devlet, kendi ilgi alanının rakiplerinden önce kontrol altına almak istiyordu. Fakat Osmanlı İmparatorluğu için en vahim tehlike Rusya'nın durumuydu. Çarlık, Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşa katılması durumunda, savaş sonrasında İstanbul'u terk etmek zorunda kalacaklarını hesaplıyor, şimdiden durumu sağlama bağlamayı gerekli görüyordu. Bunun için dönemin Dışişleri Bakanı Sergey Sazonov, 1914 yılı ilkbaharında İngiliz ve Fransız hükûmetleriyle görüşmeler yaptı. Birleşik Krallık Hükûmeti'nin yanıtı oldukça açıktır. Fransa ise bir süre Rus talebine karşı tutum takınmıştır. Ancak Akdeniz'de Alman tehdidi ortaya çıktıktan sonra karşı çıkmaktan vazgeçmiştir. Osmanlı topraklarının İtilaf Devletleri arasında gizli antlaşmalarla, savaşın sona ermesinden önce paylaşılmasının bir diğer örneğini Fransa vermiştir. Fransa'nın Suriye ve Adana bölgesini alması, Birleşik Krallık ve Rusya tarafından prensip olarak kabul edilmiştir. Daha sonraki görüşmelerde Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Batı Karadeniz Bölgesi'nin Rusya'ya bırakılmasında anlaşma sağlandı. Fransa'ya verilecek toprakların çerçevesi de genişletildi. Paylaşmanın bir diğer uzantısı Britanya ile Haşimi Ailesi'nden Şerif Hüseyin arasında yapılan anlaşmadır. Birleşik Krallık yönünden Şerif Hüseyin önemli bir kozdu, çünkü Peygamber ailesinden kabul ediliyordu. Böylelikle Osmanlı Halifesi'nin İslam dünyası üzerindeki otoritesini sarsacak güçte kabul ediliyordu. Şerif Hüseyin de Arap Yarımadası'nı ve tüm Ortadoğu'yu içine alacak bir krallığı olsun istiyordu. Görüşmeler sonunda Arap Yarımadası, Irak ve Suriye'yi kapsayan bir krallık kurması üzerinde 1916 yılı Ocak ayında anlaşma sağlanmıştır. Ancak bu durum Fransa'yı harekete geçirdi. Birleşik Krallık ile Fransa arasında 9-16 Mayıs 1916 tarihlerindeki bir dizi resmi mektuplaşmanın ardından Fransa'nın hakimiyet alanı yeniden belirlendi. Bu mutabakat, 29 Nisan 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması ile resmîleştirilmiştir. Diğer taraftan Osmanlı yöneticileri de Batılı devletlerin bu emellerini seziyor ve Rusya'nın en büyük tehlike olduğunu görüyorlardı. Bu durumda Osmanlı yöneticilerinin, imparatorluğun güvenliği için bir desteğe ihtiyaçları vardı. En mantıklı görünen, hem savaşta Rusya'nın ittifakı içinde olmak, hem de aynı ittifak içinde yer almakla Birleşik Krallık ve Fransa'nın desteğini sağlamak gibi görünüyordu. Bu amaçla Maliye Bakanı Cavit Bey Britanya makamlarıyla, Bahriye Nazırı Cemal Paşa ise Fransız makamlarıyla bir süredir temas halindedir. Ancak ne Britanya tarafı ne de Fransız tarafı bu ittifak yaklaşmasına sıcak bakmadılar. Rusya'nın da bu işe kesin olarak karşı olmasının da bu durumda payı olduğu kabul edilmektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun Britanya ile ittifak girişimine olumlu yaklaşılmamasında, Jön Türk yönetiminin kısa sürede çökeceği yönündeki öngörü etkili olmuştur. Jön Türkler yerine Alman yanlısı olmayan bir iktidarın Almanya'nın Orta Doğu'daki tehdidini ortadan kaldıracağı hesap edilmektedir. Diğer yandan Almanya ve Avusturya–Macaristan İmparatorluğu da savaş öncesinde Osmanlıyı ittifaka almaya yakın değillerdi. Osmanlı İmparatorluğu'nun dış politikası, İkinci Meşrutiyet'in ilk yıllarından (1908) itibaren Almanya'dan yavaş yavaş uzaklaşırken Birleşik Krallık'a yaklaşmıştır. Hatta Birleşik Krallık ile bir ittifak kurulması yönünde İttihat Terakki Merkez Komitesi'nden Ahmet Rıza Bey ve Nazım Bey, 1908 yılı içinde Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey ile bir görüşme yapmışlardır. İzleyen yıllarda bir dizi olayın da etkisiyle, artık şekillenmeye başlayan İtilaf Devletleri'ne yakınlaşma sürmüştür. İtilaf Devletleri'yle bir yakınlaşma arayışlarının bir başka örneği de 1914 Mayıs ayında Mehmet Talat Paşa'nın Kırım'da Çar II. Nikolay ve Dışişleri bakanı Sazanov'la görüşmesidir. Ancak Çarlık Rusyası, diğer müttefiklerinden ayrı bir antlaşmaya yanaşmamıştır. Diğer yandan Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın Fransa görüşmeleri de bir sonuç vermemiştir. Almanya ile ilişkiler ise Balkan Harbi sonrasında bir kesinti dönemi geçirmiştir. Balkan Harbi öncesinde bir dönem Osmanlı Ordusu Alman generali Von der Goltz düzenleme desteğini alıyordu. Ancak yenilgi sonrasında Alman desteğine güven hırpalandı ve Osmanlı Ordusu Kurmay Başkanlığı Yardımcısı görevinden ayrıldı. Bu ayrılmadan 1913 yılı Aralık ayına kadar geçen süre içinde İstanbul'da etkili olacak bir Alman politik - askeri varlığı olmamıştır. Bu ayda Liman von Sanders başkanlığında bir Alman subay grubu İstanbul'a gelmiştir. Bu grubun yetkileri oldukça geniştir. Liman von Sanders bu yetkilere dayanarak üç ay içinde Osmanlı Ordusu içinde büyük ölçüde hakim duruma gelmiştir. Ancak İttihat Terakki'nin 1913 yılı Ocak ayında iktidara gelmesiyle Osmanlı dış politikası yeniden Almanya'ya yakınlaşmaya başlamıştır. Zaten İtilaf Devletleri ile yapılan tüm ittifak görüşmeleri boşa çıkmıştır. Bu durumda Osmanlı İmparatorluğu'nun, eğer Avrupa Savaşı öncesinde bir ittifaka girmesine zorunluluk gözüyle bakılıyorsa, tek seçenek Almanya'dır. Bir başka açıdan bakıldığında Enver Paşa'nın, Almanya'nın Avrupa'nın en güçlü askerî gücüne sahip olduğu ve bir Avrupa Savaşı'nda kesin olarak kazanan taraf olacağına güçlü bir inanç beslediği, genellikle kabul edilmektedir. Fakat esas önemlisi 1890'lı yıllardan itibaren Osmanlı ekonomisinde Alman sermayesinin etkinliğinin artıyor olmasıdır. Özellikle Bağdat Demiryolu inşaasının bir Alman firmasına ihale edilmesi, Osmanlı topraklarında Alman sermayesinin Yakındoğu'ya uzanan güçlü bir rekabet durumu yaratmıştır. Bu arada Almanya'nın özellikle İstanbul'daki Türkçülük hareketini, Osmanlı'nın Rusya ile yakınlaşmasının önleyici bir manevra olarak desteklediği bilinmektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşa katılması. Sadrazam (Başbakan) ve Hariciye Nazırı Sait Halim Paşa Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Sırbistan'a savaş ilanından bir gün önce 27 Temmuz akşamı geç saatlerde Alman Büyükelçisi'ni çağırtmış, iki devlet arasında Rusya'ya karşı bir savunma antlaşması yapma teklifinde bulunmuştur. Yirmi dört saate kalmadan Almanya bu teklife olumlu yanıt vermiştir. Bu mutabakat üzerine Osmanlı İmparatorluğu, Almanya'nın Rusya'ya savaş ilan etmesinden bir gün sonra, 2 Ağustos 1914 günü Almanya ile bir ittifak antlaşması imzalamıştır. Eylül sonları ve Ağustos başlarında İstanbul'daki Birleşik Krallık Büyükelçisi izin kullanmaktaydı. Dolayısıyla Britanya'nın bu olaylar üzerine müdahalesi oldukça sınırlı kalmış olmalıdır. Antlaşmadan sadece Sadrazam (Başbakan) ve Hariciye Nazırı Sait Halim Paşa'nın, Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın, Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın ve Meclis-i Mebusan Başkanı Halil Bey haberdardır. Diğer meclis ve hükûmet üyelerinin, dahası Sultan Mehmet Reşat'ın dahi haberi yoktur. Antlaşmanın imzalanmasında Osmanlı İmparatorluğu'nun savaş hazırlıkları tamamlanana kadar tarafsız görünmesine karar verilmiştir. Diğer deyişle antlaşma gizli tutuldu, Osmanlı "silahlı tarafsızlık" ilan etti. Ertesi gün ise seferberlik hazırlıklarına başlanmıştır. Antlaşmanın ana teması Osmanlı İmparatorluğu'nun Avusturya ve Sırbistan arasındaki çekişmede tarafsız kalması, bu çatışma Almanya ve Çarlık Rusyası arasında bir savaşa yol açarsa Almanya yanında savaşa girmekti. Diğer yandan Almanya, Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü korumayı kabul etmektedir. Aslında bu antlaşma imzalandığında Almanya ile Çarlık Rusyası zaten savaş durumuna geçmiş bulunmaktaydılar. Ekim ayı başlarında Almanya'nın savaşta kısa süre içinde kesin sonuç alma umutları sönmeye başlamıştı. Alman ordularının Batı Cephesi'nde durdurulmaları, Çarlık ordularının Galiçya'da başarılı harekâtları durumu sıkışık hale getirdi. Bu durumda Almanya, kilitlenmiş durumu başka bir bölgedeki girişimlerle çözmenin yollarını aramıştır. Bu girişimlerin ip uçları Yakın Doğu'da aranmaya başlandı. Alman İmparatoru Alman Üst Komutanlığı'na emri, Osmanlı Kabinesi'nin oluru alınamazsa bile durum bir oldubittiye getirilerek Osmanlı İmparatorluğu'nun fiilen savaşa çekilmesinin sağlanması yönündedir. Sonuç olarak Almanya ile ittifak antlaşması imzalandıktan hemen sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun bir an önce fiilen savaşa girmesi konusunda Alman baskıları başlamıştı. Bu baskılar aralıksız sürmüştü. Örneğin Alman Krupp Fabrikaları'nda hazırlanan dört adet 28 cm'lik sahil topuna Alman Denizcilik Bakanlığı el koyduğu 11 Eylül 1914 tarihli telgrafla İstanbul'a bildirilmiştir. Alman Denizcilik Bakan Vekili'nin Berlin ataşemiliteri Cemil Bey'le bir görüşmesindeki sözleri çok nettir, "Süveyş'e hareket ediniz, sahil toplarını alırsınız" Almanya'nın, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir an önce savaşa fiilen girmesi yönünde baskısının bir taktik nedeni de Kafkasya Cephesi'ndeki Osmanlı askeri tehdidinin Almanya'nın Galiçya Cephesi kuvvetleri karşısındaki baskıyı hafifleteceğinin hesaplanmasıdır. Ekim ayına gelindiğinde Birleşik Krallık ve Rusya'nın seferberlik hazırlıkları tamamlandığı ve cepheye daha fazla kuvvet getirdikleri görülmektedir. Almanya'nın kısa sürede Batı'da kesin sonuç elde etme planı bütünüyle başarısız olmuştur. Buna bağlı olarak Osmanlı'nın savaşa girmesi yönünde baskılar artıyordu. Öte yandan Britanya Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü garanti ediyor, kapitülasyonlar'ın kaldırılmasına olumlu yaklaşıyor ve mali yardım öneriyordu. Osmanlı İmparatorluğu zaten 17 Ağustos'ta kapitülasyonları kaldırdığını ilan etmişti. Almanya'dan, bir an önce savaşa fiilen girilmesi yönündeki baskılar, Enver Paşa tarafından savaş hazırlıklarının henüz tamamlanmadığı gerekçesiyle oyalanıyordu. Ancak iki Alman savaş gemisinin girişimi, bir oldubitti durumu yaratarak Osmanlı İmparatorluğu'nun fiilen savaşın içine çekmiştir. Goeben ve Breslau harekatı. Almanya ile Osmanlı arasında ittifak antlaşması imzalandığında Alman Akdeniz Filosu (tümeni) Komutanı Wilhelm Souchon elinde iki yeni, hızlı ve muharebe gücü yüksek gemi vardır. Bunlar ağır kruvazör Goeben ile hafif kruvazör Breslau'dur. Antlaşmadan iki gün sonra, 4 Ağustos'ta Amiral Souchon'a iletilen şifreli telgraf mesajında İstanbul'a hareket etmesi emredilmiştir. Almanya, 4 Ağustos'ta Belçika'ya saldırmıştı ve Akdeniz'de bu iki gemi, Britanya kontrolündeki Cebelitarık'tan ya da Süveyş Kanalı üzerinden Akdeniz dışına çıkamazdı. İki gemiden açıkça daha güçlü olan Britanya ve Fransız filoları karşısında zor durumdaydı. Ancak iki gün sonra İstanbul'a gitme emri iptal edildi. Buna karşın Britanya zırhlılarının yakın durumundan endişelenen Amiral 8 Ağustos'ta İstanbul'a gitmeye karar vermiştir. Emrindeki bir gemiyle İzmir'deki Alman deniz ateşesine, İstanbul'a giriş için izin istenmesini bildirdi. Akdeniz'deki dokuz günlük bir kovalamanın sonunda gemiler 10 Ağustos'ta Çanakkale Boğazı önlerinde gelmiştir. Enver Paşa, Çanakkale Müstahkem Mevkii Komutanlığı'na "Akdenizde bulunan Alman zırhlılarının, İngiliz filosu ile muharebeye girmiş olması muhtemeldir. Söz konusu Alman Zırhlılarının boğazdan geçişini sağlayınız." talimatını vermiştir. Talimatın verilişi, bir bakıma alınışı, Başkomutanlık Vekaleti'nde göre yapan Alman subayı Baron Kress von Kressenstein tarafından kaleme alınan anılarında anlatılmaktadır. Baron von Kressenstein, Çanakkale Müstahkem Mevkii'nden gelen telgrafı Enver Paşa'ya ilettiğini, Enver Paşa'nın gemilerin Çanakkale Boğazına girmesi için karar verme yetkisi olmadığını ifade ettiğini anlatmaktadır. Bunun üzerine von Kressenstein itiraz etmiş ve "gemiler içeri alınsın" talimatını almıştır. Daha sonra takipteki Britanya gemileri Boğaz'a girmeye çalışırsa sahil bataryaları tarafından ateşle karşılanması yönünde emir istemiş, Enver Paşa yine yetkisi olmadığını ileri sürünce yine itiraz etmiş ve ateş açılması talimatını almıştır. Uluslararası antlaşmalar gereği ya gemiler 24 saat içinde Osmanlı karasuları dışına çıkacak ya da silahtan arındırılarak enterne edilecektir. Ancak Alman büyük elçisinin şiddetle karşı çıkışı üzerine gemilerin Osmanlı İmparatorluğu'nca satın alındığının ilan edilmesi gibi bir çözüme gidilmiştir. Gemilerin 80 milyon marka satın alındığı 11 Ağustos'ta ilan edilmiştir. Gemilere Osmanlı bayrağı çekilir. Goeben'in adı Yavuz, Breslau'nun adı da Midilli olmuştur. Bu iki Alman gemisi, bir bakıma Birleşik Krallık'ın el koyduğu Sultan Osman ve Reşadiye'nin yerine alınmış olmaktadır. Abluka. Sonuç olarak Almanya, ileride Karadeniz'deki Rus limanlarına karşı kullanacağı ve Osmanlı İmparatorluğu'nu bir oldubitti ile fiilen savaşa sokacağı bu iki güçlü silahını Karadeniz'e atmış bulunmaktadır. Bu durum İtilaf Devletleri nezdinde bir bakıma alarma yol açacaktır. Bu tarihe kadar Malta Üs Komutanı olan İngiliz Amiral Carden, 20 Eylül'de "Abluka Filosu" Komutanlığı'na atanmıştır. Emrinde Britanya Indomitable ve Indefatigable muharebe kruvazörleri, Dublin ile Glochester hafif kruvazörleri, Verite ve Suffren Fransız muharebe gemileri ve 12 muhrip, üç denizaltı bulunmaktadır. Denizaltı sayısı daha sonra üçü Britanya ve üçü Fransız olmak üzere altıya çıkmıştır. Çanakkale Boğazı'nı ablukaya alan Britanya filosu, 27 Eylül'de Boğazdan çıkan Akhisar torpido botunun yolunu keserek Osmanlı savaş gemilerine ateş açılacağını bildirmiştir. Bunun üzerine boğazlar tüm yabancı gemilere kapatılmıştır. Artık ticari gemiler de boğazları kullanamayacaktır. Yavuz ve Midilli Gemisi Olayı. Bu iki güçlü savaş gemisinin Osmanlı Donanmasına katılması bir süredir zaten Donanma'nın ve Osmanlı halkının hayaliydi. Osmanlı İmparatorluğu, halktan toplanan yardım paralarıyla finanse edilen iki savaş gemisini Birleşik Krallık tersanelerine sipariş etmişti. "Sultan Osman" adı verilen geminin inşası mayıs ayında tamamlandığında, parası ödenmiş olan bu geminin teslimi, "Reşadiye" adı verilen diğer geminin teslimine ertelenmişti. Ağustos ayına kadar ertelenen teslim, 3 Ağustos günü tümüyle iptal edilmiştir. Esasen bu iki gemi Ege Denizi'nde Yunan deniz üstünlüğünü ortadan kaldıracağı gibi Karadeniz'de de Rus Karadeniz Donanmasına karşı belirgin bir üstünlük sağlayacaktı. Britanya resmî tarihine göre Türkler tarafından "haydutluk" olarak nitelendirilmiş olan bu Britanya tutumu, bir bakıma askeri zorunluluktu, bu denli güçlü gemilerin "düşman eline geçmesine kesinlikle müsaade edilemezdi". Sonuç olarak gemiler, Britanya'ya kadar gitmiş olan Osmanlı deniz müfrezesine teslim edilmedi. İlginç bir denk geliştir ki aynı gün, 3 Ağustos'ta Goeben ve Braslau İstanbul önlerine gelmiş bulunmaktadır. Esasen Goeben ve Breslau, Almanya ile ittifak antlaşması imzalandığı 2 Ağustos'tan kısa bir süre sonra, 10 Ağustos'ta Osmanlı karasularına girmişti ve hemen hemen aynı tarihlerde Alman Üst Komutanlığı bu gemileri Karadeniz'de kullanmayı istediğini Osmanlı makamlarına iletmeye başlamış, dahası baskı yapmıştır. Berlin ataşemiliteri Cemil Bey'in 12 Ağustos 1914 tarihli şifreli telgrafından bu konu belirtilmektedir. Bir sonraki gün Enver Paşa'nın Cemil Bey'e söyledikleri ise, "seferberlik bitmeden, Bulgaristan'la tamamıyla anlaşmadan" diğer deyişle Çanakkale Boğazı savunması hazırlanmadan bu gemilerin Karadeniz'e çıkmasına izin verilmeyeceği yönündedir. Enver Paşa, bu durumda Britanya Donanması'nın Boğazı geçeceğini düşünmektedir. Enver Paşa'nın Bulgaristan konusundaki tutumu da Berlin-Viyana-İstanbul ulaşım hattıyla ilişkilidir. Bu oyalamalara karşın Amiral Souchon 9 Eylül 1914 tarihinde Osmanlı Donanma Komutanlığı'na atanmıştır. Hemen ertesinde Marmara'da atış talimleri ve manevralar başlatıldı. Öte yandan Karadeniz'de, İstanbul açıklarında Rus Donanması'na bağlı gemiler, Çanakkale Boğazı dışında da Birleşik Krallık ve Fransa gemileri devriye gezmektedir. Bu arada Amiral Souchon, tatbikatlara Karadeniz'de devam etmek üzere Osmanlı yetkililerine baskı yapmaktadır. Yavuz ve Midilli'nin de içinde bulunduğu on bir parça gemiden oluşan bir Osmanlı filosunun Amiral Souchon komutasında 29 Ekim 1914 günü Karadeniz'e açılması, Osmanlı'nın fiilen savaşa girmesi sonucunu doğurmuştur. Bu gemiler İstanbul Boğazı açıklarındaki Rus gemilerine ateş açtıktan sonra Karadeniz'in kuzey kıyılarındaki Odessa, Sivastopol, (29-30 Ekim gecesi) Norvosiski ve Feodosya limanlarını bombalamışlardır. Bu taarruz, Enver Paşa'nın 25 Ekim'de Amiral'e verdiği yazılı emre dayanmaktadır. Esasen Bakanlar Kurulunun aynı tarihli kararına aykırı olan bu emirde ""Bütün filo Karadeniz'de manevra yapmalıdır. Vaziyeti uygun bulduğunuz anda, Rus filosuna hücum ediniz. Çarpışmaya başlamadan evvel, bu sabah size verdiğim gizli emri açınız." Gizli emirde ise "Türk filosu Karadeniz'de zorla üstünlük sağlamalıdır. Rus filosunu arayınız. Nerede bulursanız, harp ilan etmeksizin hücum ediniz."" Rusya'nın askeri tepkisi 1 Kasım 1914 günü Kafkasya üzerinden Osmanlı topraklarına taarruz etmek olmuştur. Aynı gün Britanya gemileri İzmir ve Kızıldeniz'deki Akabe limanlarını bombaladılar. İki gün sonra 3 Kasım'da Britanya birlikleri Basra Körfezi'nde Osmanlı topraklarına çıkarıldılar. Aynı gün iki Britanya ve iki Fransız savaş gemisi Çanakkale Boğazı'ndaki Osmanlı istihkâmlarını ateş altına aldılar. Esasen Osmanlı Donanması'nın Karadeniz Rus limanlarını bombalaması, fiilen savaşa girme yönündeki baskılara direnen Enver Paşa'yı bir oldubittiye getirme manevrası olarak görülmesi gerekir. Sonuç olarak Yavuz ve Midilli Olayı, Osmanlı İmparatorluğu'nu savaşa sokan olaydır. Harekât. İtilaf Devletleri'nin Çanakkale Boğazı'na karşı bir askerî harekât kararı almalarına varacak kilometre taşlarından biri Çar II. Nikola'nın Birleşik Krallık'a yönelik talebidir. Çar bu talebinde -Boğazlar'dan söz etmeden- Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bir askeri hareket ve askeri malzeme yardımı talep etmiştir. Birleşik Krallık Savaş Bakanı Lord Kitchener bu soruların askerî harekât yanıtına olumlu yanıt vermişti. Çarlık'ın böyle bir askeri hareketten beklentisi Osmanlı'nın Kafkasya'dan bir kısım birliğini çekmek zorunda bırakılması, bunun da Rusya'nın bu cephedeki yükünü hafifleteceğidir. Diğer önemli bir kilometre taşı ise Yunanistan Başbakanı Venizelos'un, bir çıkarma yapılması durumundan Yunanistan'ın bu harekâta askeri olarak katılabileceğini Britanya'ya bildirmesiydi. Venizelos, 19 Ağustos 1914 tarihinde Çanakkale Boğazı'na taarruz etmeye dayanan ayrıntılı bir planı Britanyalı yetkililere iletmiş, bu taarruza Yunanistan'ın da birlik verebileceğini belirtmişti. Ancak Venizelos'un planında Bulgaristan'ın da İstanbul'a saldırması koşulu vardı. Britanya askerî makamları planı incelemiş ve fazla şarta bağlı olması dolayısıyla uygulanmasının olanaksız olduğu yönünde rapor vermişti. Bulgaristan meselesi son derece akıllıca seçilmiş bir koşuldur. Osmanlı Ordusu'na her türlü Alman desteği için kullanılabilir tek ulaşım yolu olan demiryolu Bulgaristan üzerinden geçmektedir. Bu destek hattının kesilmesi, ancak Bulgaristan'ın İtilaf Devletleri tarafına geçmesiyle olanaklıdır. Diğer yandan Birleşik Krallık'ın İstanbul Büyükelçisi Sir Louis Mallet, Ağustos ayında Boğazların yabancı savaş gemilerine kapatılmasının ardından Boğazların zorla geçilmesi yönünde bir öneriyi rapor etmiştir. Mallet, donanmanın geçmesinden sonra Boğazların kara birliklerince işgal edilmesi gerektiği görüşünü öne sürmekteydi. Bir yandan bu savaş planları yapılırken Birleşik Krallık Hükûmeti Osmanlı İmparatorluğu'nu savaşın dışında tutmaya çabalıyordu. Osmanlı savaşa girdiğinde ilk askerî harekâtının Süveyş Kanalı üzerine olacağı tahmin ediliyordu. Bu bölgeye Batı Cephesi'nden o sıralarda birlik kaydırılmasına olanak yoktu. Müstemlekelerden kuvvet aktarmak ise aylar alırdı. Diğer yandan müslüman ülkelerin ki birçoğu İngiliz müstemlekesiydi, Müslüman halkında ayaklanmalar olmasından ciddi biçimde çekiniliyordu. Bu endişelerin boşuna olduğunu zaman göstermiştir, Osmanlı davası uğruna müslüman ülkelerden, hatta kendi tebaasından dahi kayda değer bir destek olmamıştır. Bütün bu endişelerle Birleşik Krallık Hükûmeti, Osmanlı'nın savaş dışı kalması şartıyla bir kısım öneri getirmiştir. Bu önerilere Fransa'nın, hatta Rusya'nın da desteği sağlanmıştı. Öneriler, Çanakkale Boğazı'nın ticari gemilere açılması ve Alman askerî personelinin sınırdışı edilmesi şartlarını içermektedir. Goeben ve Breslau üzerinde ısrar ediliyordu. Bu gemilere, Ege'ye çıktıkları takdirde, eğer Alman askerî personeli taşıyorlarsa, Alman savaş gemisi işlemi uygulanacaktı, yani ateş açılacaktı. Çanakkale Boğazı'nın geçilerek İstanbul'un zorlanması fikrinin Birleşik Krallık Parlamentosu'nda ilk olarak 25 Kasım 1914 tarihindeki Birleşik Krallık Başbakanlık Toplantı Salonu'ndaki olağan toplantıda Churchill tarafından ortaya sürüldüğü kabul edilmektedir. Mısır'ın savunulması konusunda alınacak ek önlemlerin konuşulmasının hemen ardından söz alan Deniz Bakanı (Denizcilik Birinci Lordu) Churchill, Mısır ve Süveyş Kanalı'nı yerinde savunmanın pasif bir tutum olacağını öne sürerek konuşmasına başlamıştır. Bu bölgedeki kuvvetlerin büyük bölümünü, Avrupa'dan bir kısım kuvvetle takviye ederek Osmanlı İmparatorluğu'nun en zayıf noktasında saldırmanın daha uygun olacağını belirtmiş ve bu noktayı, başkent İstanbul olarak işaret etmiş, Böylesi bir harekâttan Churchill'in beklediği amaçlar, Rusya'ya yardım edilmesi, Bulgaristan ve Romanya gibi tarafsız ülkeleri, hatta Almanya yanında savaşa girmeye yaklaşan İtalya'yı ve taraf konusunda kararsız Yunanistan'ı etkilemek, Fransa ve Rusya cephelerinde kilitlenmiş görülen savaşa, Balkanlar üzerinden bir kuşatma ile çözüm bulmaktı. Diğer yandan Churchill, bol silah ve mühimmatla desteklenecek Rus Çarı'nın, milyonluk nüfusunu savaşa sürerek, Almanya'yı bu insan seli karşısında yıkacağını belirtmektedir. Bu ifadelere karşın o günkü toplantıda bu konu üzerinde bir görüşme açılmamıştır. Sonraki toplantılarda Savaş Bakanı Lord Kitchener, Fransa Cephesi'nin durumu nedeniyle Çanakkale için asker veremeyeceğini kesin olarak ifade etmiştir. Fransız orduları Başkomutanlığı da Batı Cephesi'nden başka bir yer için asker alınmasına şiddetle karşıdır. Bu durumda Churchill Çanakkale Boğazı'nı kendi komutasında olan donanmayla geçmenin yollarını aramıştır. Bunun üzerine 3 Ocak 1915'te Akdeniz'deki Amiral Sackville Carden'e "Boğazları sadece deniz kuvvetleriyle zorlama" konusunda görüş soran bir mesaj göndermiştir. Mesajda, mayın hatlarına kömür gemileri sürerek durumun değerlendirilebileceği notu vardır. Ancak Amiral Carden bunu mümkün görmediğini, bunun için büyük bir kuvvet gerekeceğini bildirmiştir. Churchill, bu kez "Tasarladığınız harekatın niteliğini, istediğiniz kuvvetin miktarını ve bunu nasıl kullanmayı düşündüğünüzü lütfen bildiriniz" içeriğinden bir mesaj göndermiştir. Amiral'in 11 Ocak'taki yanıtı ile bir görev kuvveti şekillenmeye başlamıştır. İki gün sonraki, 13 Ocak'taki Yüksek Savunma Konseyi toplantısında, Çanakkale Boğazı'nın sadece donanmayla zorlanması konusunda Deniz Bakanlığı'na ön yetki verilmiştir. Churchill hazırlıklarını sürdürürken Fransız Hükûmeti tarafından, harekât için Amiral Guépratte komutasında dördü zırhlı, dördü denizaltı olmak üzere 26 parçalık bir filo tahsis edileceği bildirildi. Churchill de Britanya gemilerini Amiral Carden komutası altına girmek üzere bölgeye hareket ettirmiştir. Harekât için kesin karar ise Konsey'in 28 Ocak 1915 tarihli toplantısında alınmıştır. Harekat planı ve amaçlananlar. Sonuç olarak denizden ya da karadan hareketle İstanbul'un alınması planlarının dayandığı bir dizi amaç ortaya çıkmıştır. Bu amaçlar ana başlıklar halinde şu şekilde görünmektedir. Esasen Birleşik Krallık'ın hesabı Rus petrol ve buğdayıdır. Karadeniz limanlarında toplam 350 bin ton taşıma kapasiteli ticaret gemileri hareketsiz kalmıştır. Boğazlar açıldığı takdirde bu gemiler Rus buğdayını ve petrolünü Avrupa'ya rahatlıkla taşıyacaktır. Planlar ve kuvvetler. İtilaf Devletleri. İtilaf Devletleri ordusu değişik etnik ve dinsel gruplardan gelen askerlerden oluşmaktadır. Bu orduda İngiliz, İskoç, İrlandalı, Fransız, Hint, Kuzey Afrikalı (Cezayirliler, Zuaveler), Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerle Rum ve Yahudi gönüllüler bulunmaktadır. Anzak askerleri her ne kadar gönüllü olarak orduya yazılmışlarsa da Birleşik Krallık ile dominyonları arasında yapılan antlaşmaya göre bu askerlere günde altı şilinden hesaplanarak ayda dokuz pound maaş ödeniyordu. Bu haliyle Anzak askerleri gönüllüden çok paralı asker sayılmaktadır. Anzak birlikleri içinde başta Polinezya Adaları'ndan Maoriler olmak üzere Okyanusya adaları yerlilerinden unsurlar da bulunmaktadır. Bu unsurlar da Gurkalar gibi savaşçı gelenekleriyle lanse edilmiştir. Tüm bu unsurlar üzerinde, Türklerin esirleri kestiği imajının, bir propaganda hedefi olarak uyandırılmış olduğu, savaş esirlerinin kayda geçirilen ifadelerinden anlaşılmaktadır. Açıkça kafalara sokulan "teslim olmaktansa intihar edin"dir. Askeri tarihte II. Dünya Savaşı'na kadar görülen en büyük çıkarma harekâtıdır. Savaşın aşamaları. Deniz harekâtları. Su üstü harekâtları. İngilizler, boğazları ele geçirmek için donanmanın yeterli olacağına inanıyorlardı. Bahriye Nazırı Churchill’in planları Akdeniz filosu komutanı Amiral Sackville Carden tarafından da desteklenince, Birleşik Krallık Donanması Komutanı Lord Fisher’in başarısını şüpheli gördüğü bu harekatın donanma ile yapılmasına karar verildi. Fisher, kara harekatınca desteklenmeden deniz kuvvetlerinin "böyle bir maceraya atılmasının" hatalı olduğu görüşündedir. İtilaf Devletleri Savaş Konseyi'nin 28 Ocak 1915 tarihli oturumunda harekât karara bağlanmıştır. Konsey tutanağında harekât amacı şu şekilde tanımlanmıştı, Zaten Birleşik Krallık Donanması'nın önemli bir kısmı Amiral Carden emrinde olmak üzere Ege Denizi'nde toplanmaya 13 Ocak kararının hemen sonrasında başlamıştır. Harekâta geçme meselesi, Savaş Konseyi'nin kararına bağlıydı. Askeri tarihçi İbrahim Artuç, Çanakkale Deniz Harekatları'nın "hemen hemen yalnız bir kişinin, Churchill'in yorulmaz gayretlerinin eseri" olduğunu belirtmektedir. Bununla birlikte Savaş Konseyi kararındaki, bir karanın, deniz topçusunca "döve döve" nasıl zaptedilebileceği çok açık değildir. Deneyimli ve yetenekli Amiral Fisher'in de karşı çıktığı budur. İtilaf Devletleri'nin deniz harekâtı 19 Şubat 1915'te başladı. 13 Mart 1915'e kadar düşman gemileri tabyaları top ateşine tuttu, mayın tarama gemileri olabildiğince yol açtı. Boğazları zorlayarak geçebileceklerine inanan düşman kuvvetlerinin, kararlı ve dirençli bir karşılık almaları bu işin o kadar da kolay olmadığını gösteriyordu. Bir ay boyunca yapılan binlerce mermi atışının ardından çok da büyük bir gelişme elde edilememişti. İtilaf devletleri, kısa bir aranın ardından bir sonraki saldırıyı 18 Mart'ta gerçekleştirmişlerdir. Hedef, Çanakkale Boğazı'nın sadece 1 mil genişliğindeki en dar noktasıdır. Amiral John de Robeck komutasındaki aşağı yukarı en az 16 savaş gemilik dev donanma Çanakkale'yi geçmeye kalkmıştır. Ancak her gemi Nusret Mayın Gemisi adlı Osmanlı mayın gemisinin boğazın Asya tarafına yerleştirdiği deniz mayınları tarafından hasar almıştır. Bazı balıkçılar, İngilizler tarafından mayın toplama işiyle görevlendirilmiştir; ama Osmanlı ordusunun açtığı top atışlarıyla korkarak kaçmışlar, mayınlara dokunulmamıştır. Yerinde kalmış bu mayınlar İngiliz HMS "Ocean", HMS "Irresistible" ve Fransız "Bouvet" adlı üç zırhlıyı batırmıştır. Ayrıca İngiliz "Inflexible" ve Fransız savaş gemileri "Suffren" ve "Gaulois" çok ağır bir şekilde hasar almıştır. 18 Mart'a kadar geçen bu dönemde boğazın girişinde bulunan Rumeli yakasındaki Seddülbahir ve Ertuğrul tabyaları ile, Anadolu yakasındaki Kumkale ve Orhaniye tabyaları tahrip edilmişti. Boğaza giriş kapıları aralanmış ama hala ileride olacaklar belirsizdi. Sonuç olarak, "18 Mart" 1915'te, deniz mayınları ve kıyılardaki Osmanlı topçu bataryalarının isabetli atışları denizden geçişin mümkün olmayacağını göstermiş, İtilaf Devletleri Gelibolu Yarımadası'na asker çıkararak Boğaz topçu bataryalarını etkisiz hale getirmeyi hedeflemiştir. 18 Mart 1915 sabahı geldiğinde kimse günün sonunda neyle karşılaşacağını bilmiyordu. Gelibolu Yarımadasında Müttefik çıkarmaları yarımadanın güney bölümündeki altı kumsala, iki cephede yapılmıştır. Seddülbahir Cephesi’ne Britanya 29. Tümeni ile Fransız Kolordusu (Fransız Doğu Sefer Kuvveti) çıkarma yaparken Arıburnu Cephesi’nde ise Anzaklar Kolordusu çıkarma yapmıştır. Bu beş tümene ek olarak bir hafta içinde İskenderiye'den getirilecek olan Hint Tugayı, muhtemelen Seddülbahir Cephesi'nde kullanılmak üzere ordu ihtiyatını oluşturacaktı. Plana göre; 18 Mart sabahı 2 deniz tümeninden oluşan düşman filosu boğazda belirdi. Filonun en güçlü gemilerinden oluşan 1. Tümen bizzat Amiral de Robeck tarafından kumanda ediliyordu. Birleşik Krallık Kraliyet Donanması'na ait HMS "Queen Elizabeth", "HMS Agamemnon", "HMS Lord Nelson" muharebe gemileri ve "HMS Inflexible muharebe kruvazöründe oluşan ilk tümen, saat 10:30'da boğazdan içeri girdi. Filonun önündeki muhripler savaş alanını tanıyorlardı. Planlanan noktaya ulaşıldığında "HMS Queen Elizabeth"in hedefi Rumeli Mecidiye Tabyası, "HMS Lord Nelson"un hedefi Namazgah Tabyası, "HMS İnflexible"nin hedefi ise Rumeli Hamidiye Tabyasıydı. "A Savaş Hattı" olarak adlandırılan bu plan 11.30'da uygulanmaya başlandı ve merkez tabyalarına ateş başlatılmıştı. Bu arada İtilaf Devletleri gemileri Kumkale'den gelen tedirgin edici ateş hattına da girmişlerdi. Obüslerden üstlerine ateş yağıyordu. Yine de mesafe uzak olduğundan Türk bataryaları savaş gemilerine karşılık veremiyordu. Saat 12.00 sularında Çimenlik, Rumeli Hamidiye ve Anadolu Hamidiye ateş almıştı. B Hattı diye adlandırılan Amiral Guepratte komutasındaki 3. Tümen Suffren, Bouvet, Goulois, Charlemagne adlı dört Fransız gemisiyle Triumph ve Prince George adlı iki Britanya muharebe gemisinden oluşuyordu. Plana göre bu tümen 1. Tümenin arkasından hareket geçti ve B hattı önündeki yerini aldı. Yavaş yavaş yaklaşan gemiler Türk bataryalarından düşen mermi ateşi altında B hattına vardılar. Şiddetli yapılan karşılıklı çatışmalarda aradaki bataryalar sustuysa da merkez bataryalar ateşe devam ediyorlardı. 900 yarda kadar içeri sokulduklarından şiddetli ateş bu gemilerin üzerine yağıyordu. 3. Tümene ait olan iki Britanya gemisi Triumph ve Prince George A hattının kıç omuzluklarında yerlerini almış Rumeli Mesudiye ve Yıldız Tabyalarını hedeflemişlerdi. Rumeli merkez bataryaları çok yoğun bir ateş altındaydı. Mermilerin çoğu tabyalar içine düşmüş, telefon hatlarını bozmuş, yangınlar çıkarmıştı. Rumeli Mecidiye tabyası, topçuların ölmesi ile devre dışı kalmıştı. Planın ikinci aşamasında Türk bataryaları üzerinde yeteri kadar üstünlük sağlanabilirse Albay Hayes Sadler komutasındaki 2. Tümen devreye girecekti. Ocean, İrresistible, Albion, Vengeance, Swiftsun ve Majestic'ten oluşan 2. Tümen, 3. Tümenin yerini alacak ve B Hattından son olarak yakın muharebe yapılarak Tabyalar içinde olmayıp mayın hatlarını savunan toplar tahrip edilerek bombardımandan hemen sonra mayın tarama işlemlerine başlanacaktı. Fakat 3. Tümenin yerini alacak 2. Tümen gelmeden önce beklenmedik bir şey oldu. Saat 14:00'e doğru Suffren büyük bir hızla boğazı terk etmekte ve Bouvet'de onu izlemekteydi. A hattını geçmek üzereyken Fransız gemisi Bouvet'de bir iki patlama oldu ve Anadolu Hamidiye tabyasınca ateş altındayken 3 dakikada suların altına gömüldü. Derin bir şaşkınlık yaşanıyordu. Queen Elzabeth ve Agamemnon dışındaki bütün gemiler ateşi kestiler. Muhripler ve istimbotlar personeli kurtarmaya gittiklerinde 20 kişi kurtarılabilmiş, 603 kişi sulara gömülmüştü. Bu arada 12.30 sularında Goulois isabet almış ve ağır yaralarla boğazı terk ediyordu. 15.30 sularında mayına çarpan Inflexible'ın durumu kötüydü ama yoğun çabayla Bozcaada'ya ulaştı. 2. Tümen Britanya gemileri, 3. Tümenin yerini aldığında bu manzara ile karşılaşmıştı. Saat 14.30'da ateşe başlayarak 10 yardaya kadar yaklaştılar. Namazgah tabyasını bombardıman ediyordu. Saat 15.00'te Rumeli Hamidiye daha sonra da Namazgah aldığı isabetle savaş dışına kalmıştı. Anadolu Hamidiye tabyası hasar görmemişti ve İrrisistible'a ateş ediyordu. Saat 15.14'te İrrisistible'ın yanında korkunç bir patlama duyuldu. Saat 16.15'te tabyalarda uzaklaşmak isterken bir mayına çarptı. Bu bölgede bir gece önce Nusret'in döktüğü mayınlar hiç hesapta yokken can alıyordu. Bölgenin mayınlı olduğunu anlayan Amiral de Robeck 2. Tümenin geri çekilmesi için emir verdi. 18.05'te geri çekilirken Ocean da mayına çarpmıştı. Güçlü top ateşine rağmen Ocean'ın personeli muhripler tarafından boşaltıldı. 18 Mart'ta yaşananlar şaşkınlık yaratmıştı. "HMS Lord Fisher" gibi ordusuz bir donanmanın başarıya ulaşamayacağını söyleyenler haklı çıkıyor, de Robeck ve Churchill gibi hala donanma ile boğazları zorlayıp İstanbul'a çıkılabileceği düşüncesi yeni hareket planları doğuruyordu. Kara muharebeleri. Çanakkale Savaşı'nda Deniz Harekâtı'nın başarısızlığı, umutları Kara Harekâtı'na çevirmişti. Daha 1 Mart'ta Yunanistan, Gelibolu yarımadasını işgal etmek, mümkün olduğu takdirde İstanbul üzerine yürümek üzere Birleşik Krallık'a üç tümenlik bir kuvvet önermişti. İngiliz ve Fransızlara kalsa öneri kabul edilebilirdi. Ancak Rus Çarı, Birleşik Krallık Büyükelçisi'ne hiçbir şart altında Yunan askerinin İstanbul'a girmesine izin vermeyeceğini bildirerek, bu tasarıyı önledi. Askeri durumu incelemek için Çanakkale'ye gönderilen General Sir William Birdwood, 5 Mart'ta Kitchener'a gönderdiği raporda, donanmanın tek başına Boğaz'dan geçemeyeceğine inandığını, kuvvetli bir ordunun karadan donanmayı desteklemesi gerektiğini bildiriyordu. Bu rapor Kitchener'in bütün tereddütlerini giderdi. 10 Mart'ta 29'uncu Tümenin Ege'ye gönderileceğini açıkladı. Ayrıca, bir tümen de kendilerinin göndermeleri için Fransızları ikna edeceğini ilave ediyordu. Böylece, Mısır'daki Anzak Tümenleri ile birlikte 70 bin kişilik bir kolordu bu işe ayrılmış oluyordu. Birdwood'un raporuna rağmen, hâla donanmanın tek başına Boğazı geçebileceğini düşünenler vardı. Bu karışıklık içinde Kara kuvveti hazır olana kadar Donanmanın harekâtını geri bırakmasını, bu suretle Kara ve Deniz Kuvvetlerinin müşterek harekâta başlamasının en iyisi olacağını hiç kimse aklına getiremiyordu. O sıralarda Londra'ya hakim olan bu kargaşalık ve belirsizliği, ne yapacağı belli olmayan Sefer Kuvveti'nin Komutanlığına yapılan atamadan anlamak mümkündür. Bu komutan, Kitchener'in Güney Afrika savaşlarından eski bir arkadaşı General Sir Ian Hamilton'du. Donanma asıl saldırısını yapana kadar, Hamilton'un birlikleri işe karışmayacaktı. Eğer deneme başarıya ulaşmazsa Hamilton Gelibolu yarımadasına çıkarma yapacak, başarıya ulaşırsa yarımadaya zayıf bir kuvvet bırakıp doğrudan doğruya İstanbul üzerine yürüyecekti. Oradan İstanbul Boğazına çıkarılmış bir Rus Birliği ile birleşmesi umuluyordu. Türk tarafı ise, 18 Mart'ta kazandığı zaferden dolayı kendisine olan güvenini tazelemiş, Çanakkale'nin Boğazlar'dan geçilemeyeceğini tüm dünyaya göstermişti. Bu zaferin ardından, İtilafların kaçınılmaz kara harekâtına karşı Türk tarafı da son sürat hazırlıklara başlamıştı. Gelibolu'da 5. Ordu oluşturulmuş başına da Mareşal Liman von Sanders getirilmişti. Kıyılara dikenli tellerle çevriliyor, birlikler önemli yerlere yerleştiriliyor, müttefiklerin her hareketi gözleniyordu. Müttefik çıkarmasını bekleyen bir başka kişi ise 19. İhtiyat Tümeni'nin başında bulunan yarbay Mustafa Kemal Bey'di. Planlar ve kuvvetler. İtilaf Devletleri. General Hamilton emrine verilen kuvvetler ve savaşçı mevcutları şöyledir: Böylece harekât için 75 bin kişilik bir kuvvet oluşturulmuştur. General Hamilton, Gelibolu Yarımadasındaki çeşitli çıkarma alanlarına kuvvet çıkartarak yarımadanın denetimini, böylece Osmanlı kıyı topçusunu etkisiz hale getirmeyi amaçlamıştır. Bunun için iki ana çıkarma bölgesi belirlenmiştir. Bunlardan biri, yarımadanın en güney ucu olan ve Seddülbahir olarak bilinen bölge, diğeri ise daha kuzeydeki Kabatepe-Küçük Arıburnu arasındaki kumsaldır. Bu iki çıkarma bölgesinden Seddülbahir'e ağırlık verilmiştir. Seddülbahir bölgesine ağırlık verilmesi üç taraftan da donanma topçu ateşiyle desteklenebilir bir bölge olmasındandı. General Hamilton Seddülbahir Cephesi çıkartmaları için Seddülbahir bölgesinde beş ayrı kumsal belirlemişti. Bu kumsallar için iki İngiliz, bir Fransız tümeni ile bir Hint tugayı tahsis etmiştir. Arıburnu Çıkarması için ise iki tümenden oluşan Anzak Kolordusu tahsis edilmiştir. Seddülbahir Cephesi'ne çıkarılan birliklerin hedefi, Gelibolu Yarımadası'nın güney bölgesinin taktik derinliğindeki Alçıtepe blokunun ele geçirilmesidir. Bu birliklerin ileri harekâtı derinlikte birleşerek Kirte Köyü hattından Alçıtepe bloku ele geçirilecek, Arıburnu Cephesi'ne çıkan birlikler ise Conkbayırı-Kocaçimentepe hattından Maltepe bölgesinin ele geçirilmesiyle Seddülbahir Cephesi'nin Osmanlı kuvvetlerince takviyesi önlenecektir. Alçıtepe, ilk günün hedefi olarak belirlenmiştir, Seddülbahir'den 10 km. ve Zığındere'den 5 km. mesafededir. Arıburnu Cephesi kuvvetlerine verilen taktik hedef ise Kocaçimen tepe üzerinden Eceabat'ta sahile ulaşarak Seddülbahir Cephesi'ndeki Osmanlı kuvvetlerinin geri bağlantısını kesmektir. İttifak Devletleri. Deniz harekâtının başarısızlığı ardından (18 Mart 1915) bir kara harekâtına girişileceği ve bu harekâtın Gelibolu Yarımadası'nı hedef alacağını öngörüsü, mantık gereği olarak bile neredeyse kesinlik kazanmıştır. Kaldı ki 1915 yılının Nisan ayı başlarından itibaren Hamilton'un kuvvetleri Mısır'da toplanmaya başladığında bölgedeki Osmanlı istihbaratı, birliklerin mevcutları, komutanları, silah ve donanımları hakkında ayrıntılı bilgiler edinmeye başlamıştır. 14 Aralık 1914 tarihinde 42 kişilik bir subay grubuyla İstanbul'a gelen ve Enver Paşa tarafından 1. Ordu Komutanlığı'na atanmış olan Alman Danışma Kurulu Başkanı Mareşal Liman Von Sanders, yeni teşkil edilen ve bölgeyi savunmakla görevli 5. Ordu komutanlığına 24 Mart 1915 tarihinde atanmıştır. Dolayısıyla bölgenin savunmasından sorumlu olan 3. Kolordu da Mareşalin emrine girmiştir. Mareşal Sanders'in savunma planı, Hamilton'un taarruz planıyla örtüşmemektedir. Mareşal Sanders, çıkarmaların Saros Körfezi kıyılarına yapılacağını hesaplamaktadır ve 5. Ordu'nun ana kuvvetlerini bu bölgede toplamıştır. Saros Körfezi, Gelibolu Yarımadası'nın en dar bölgesidir. Buradan yapılacak bir çıkarmanın, yarımadayı savunan Osmanlı birliklerinin geri çekilme ve kara ikmal hattını kesmesi olasıdır. Ayrıca Mareşal Sanders'in savunma planı, elindeki kuvvetlerin önemli bir bölümünü geride, yedekte tutarak çıkarma kuvvetlerine ileri harekâtları sırasında taarruz etmeyi öngören, savunma ağırlıklı, temkinli bir plandır. Osmanlı komutanları ise, çıkarmadan sonra, çıkarma kuvvetlerinin sahillerde elde edecekleri köprübaşlarıyla yoğun olarak takviye alacaklarını, gerekli tahkimatı yapacakları, dolayısıyla bu tahkimatlardan sökülüp atılmalarının çok güç olacağını düşünmektedirler. Onlara göre etkin bir savunma, hemen sahilde, daha çıkarma harekâtı sırasında yapılmalı, karşı tarafın kıyıda bir köprübaşı oluşturması önlenmelidir. 5. Ordu, üç tümenli 3. ve iki tümenli 15. kolordulardan oluşmaktadır. Ayrıca ordu karargâhına bağlı 19. Fırka, 1. Süvari Tugayı, bir piyade alayı ve dört Jandarma taburu bulunmaktadır. Toplam savaşçı sayısı 84 bindir. Bu kolorduların bünyesindeki tümenler ve komutanları şöyledir: Gelibolu Yarımadası'ndaki Osmanlı savunma kuvvetlerinin, Çanakkale Savaşları süresince, kara ve deniz olmak üzere iki ana ikmal hattı vardır. Kara ikmal hattı, İstanbul'dan bölgeye en yakın olan Uzunköprü'ye kadar yaklaşık 250 km'lik bir demiryolu hattı ve devamında 165 km'lik bir stabilize yoldur. Osmanlı tarafına yeterli motorlu nakliye aracı olmadığından, personel bu yolu yaya olarak geçmek durumundadır. Her türlü ikmal malzemesi de öküz ya da at arabalarıyla taşınacaktır. Ayrıca bu yolun bir bölümü gündüz saatlerinde Saros Körfezi'ndeki Birleşik Donanma'nın ateşi altına alınabilmektedir. Bu nedenle yolun bu bölümü ancak günün karanlık saatlerinde geçilebilmektedir. Deniz ikmal hattı ise Marmara Denizi'nden geçen 150 deniz millik bir hattır. Kara ikmal hattına oranla çok daha kısa sürede geçilebilen bu ikmal hattı, Birleşik Donanma'nın suüstü gemileri yönünden tehdit altında değildir. Ancak denizaltı faaliyetlerinin tehdidine açıktır. Nitekim 25 Nisan 1915 tarihinden itibaren Marmara'da en az bir denizaltı faaliyet halinde bulunmuştur. Mayıs 1915 ortalarından itibaren ise deniz ikmal yolu, artan denizaltı faaliyetleri yüzünden bütünüyle kullanım dışı kalmış, ikmal ve takviye kara ulaşım hattına bağımlı olmuştur. Çıkarmalar. Kalıcı olarak asker çıkartılan kumsallar, Seddülbahir bölgesindeki beş kumsalla, Kabatepe kuzeyindeki Arıburnu bölgesidir. General Sir Ian Hamilton, asıl çıkarmalar dışında iki farklı biçimde yanıltıcı operasyonlar planlamıştı. Göstermelik çıkarmalar yapıldığı gibi, çıkarma yapılacak izlenimi uyandırmak üzere sadece deniz topçusunun hazırlık ateşi açacağı hedefler de belirlenmişti. 25 Nisan sabahı Saros Körfezi açıklarına gelen Birleşik Donanma'ya bağlı Canopus ön-dretnotu, Dartmouth ve Doris Kruvazörleri ile iki muhrip, Bolayır sırtlarını top ateşine tutmuşlardır. Gün boyu süren bu ateşin ardından havanın kararmasına çok az bir süre kalan içleri asker dolu sekiz büyük filika sahile doğru hareket ettiler. Sahile ulaşmadan hava kararmıştı ve karanlıktan yararlanarak gemilere döndüler. Donanma ateşi ve geceye doğru yapılan bu manevra, Osmanlı tarafına bu bölgede gece boyunca çıkarma yapılacağı izlenimi vermiş, bu bölgedeki kuvvetlerini kaydırmaları en azından 24 saat engellenmişti. Esasen planlanan harekât bu kadardı. Fakat gece yarısından sonra gönüllü bir İngiliz Yüzbaşı, sahile iki km. kadar yaklaşan bir filikadan sahile kadar yüzmüş, üç ayrı noktada aydınlatma fişeği ateşleyerek geri dönmüştür. Seddülbahir Cephesi. Seddülbahir Cephesi'ndeki Britanya ve Fransa birliklerinin ilk hedefi Kirte Köyü ve hemen kuzeyindeki Alçıtepe olmuştur. Birinci Kirte Muharebesi. Bu hedeflerin ele geçirilmesi için ilk müttefik taarruzu olan Birinci Kirte Muharebesi, 28 Nisan 1915 sabahı başlamıştır. Taarruzun sol kanadında iki Britanya tümeni, sağ kanadında ise bir Fransız tugayı taarruza katılmıştır. Osmanlı savunması Britanya taarruzları karşısında tutunurken Fransız kesiminde yarılma noktasına gelmiştir. Cephe komutanı Albay Halil Sami Bey, hatların geri çekilmesi emri vermişken, iki bölüklük bir kuvvet, donanma topçusunun ateşinde bir gedik bularak hatları takviye etmiştir. Bunun üzerine geri çekilme emri derhal geri alınmıştır. Öğleden sonra Yarbay Sabri Bey, iki taburluk bir kuvvetle karşı taarruza geçerek müttefiklerin taarruz gücünü kırmıştır. Gün sonunda müttefikler, taarruz başlangıç hatlarına geri çekilmişlerdir. Toplam zayiat Osmanlı tarafında 2.380, Britanya ve Fransa tarafında ise 3.000 kadardır. İkinci Kirte Muharebesi. Müttefik kuvvetlerin ikinci taarruzu, 6 Mayıs 1915 sabahı başlayan İkinci Kirte Muharebesi'dir. 8 Mayıs'a kadar süren çatışmalarda Müttefik kuvvetlerin "bağlantı noktası", en soldan taarruz edecek olan bir Britanya tugayıdır. Bu tugay, ilk günkü taarruzunda yoğun bir ateşle karşılaşmış ve ilerleyememiştir. Taarruz hattı, en sol kenardan başlayan bu engelle, en sağa kadar durmak zorunda kalmıştır. Sol uç, ilerleyemeyince diğer birlikler de planlanan ileri harekâta girişememişlerdir. Osmanlı ateşinin en yoğun olduğu rapor edilen tepe, donanma ve sahildeki top bataryaları tarafından hallaç pamuğu gibi atıldığı halde, Osmanlı tarafının ateş gücünde bir değişiklik olmamıştır. Balonlarla yapılan hava keşfi de Osmanlı mevzilerinin yerini saptayamamıştır. İkinci gün merkez kesimden, üçüncü gün tekrar sol kanattan yapılan taarruzlar da aynı ateşle karşılaşarak durmuştur. Üç günlük muharebelerin sonunda müttefik kuvvetler, en fazla 500 metre ilerleme sağlayabilmişlerdi. Müttefik kaybı yaklaşık 7000, Osmanlı kaybı ise 2.000'dir. Üçüncü Kirte Muharebesi. Müttefik kuvvetlerin üçüncü taarruzu, 4 Haziran 1915 tarihli Üçüncü Kirte Muharebesi'dir. Donanma topçusunun üç yönden, kara topçusunun ise cepheden geliştirdiği hazırlık ateşi ardından başlayan savaşta, Osmanlı cephesinin sol kanadından taarruz eden Fransız birlikleri yer yer Osmanlı siperlerine girmişlerdir. Yarbay Selahattin Adil komutasındaki Osmanlı 12. Tümeni'nin karşı taarruzluyla bu siperlerden çekilmişlerdir. Sağ kanatta ise Britanya birlikleri Osmanlı siperlerine girmiştir. İkinci Topçu Bataryası komutanı Teğmen Arif Tanyeri'nin, 150 askeriyle ileri çıkıp cepheyi tutmasıyla Osmanlı hatlarının kırılması önlenmiştir. Osmanlı cephesi, Kirte Köyü'ne bir kilometre mesafede sabitlenmiştir. İzleyen 5 Haziran günü Osmanlı 9. Tümeni'nin saldırısı başarılı olmamış, akşam saatlerinde Arıburnu Cephesi'nden kaydırılan Yarbay Hasan Askeri komutasındaki Osmanlı 2. Tümeni'nin taarruzu ise birkaç yüz metre ilerlemiştir. 6 Haziran günü ise küçük çaplı çatışmalarla geçmiştir. Üçüncü Kirte Muharebesi'nde Britanya kayıpları 4500, Fransız kayıpları 2000, Osmanlı kayıpları ise 4.965 yaralı, 52 ölüdür. Her üç taarruzun başarısız olması üzerine cephe komutanları, İngiliz komutan H. Weston ve Fransız komutan Gouraund, tüm cephe hattında değil de, daha sınırlı bir hattan taarruzu gerekli görmüşlerdir. Böylece gerek piyade, gerekse de topçu unsurları daha dar bir cephede kuvvet merkezi (sıklet merkezi) oluşturulacaktı. Planın ilk operasyonu, cephenin en sağ (doğu) bölgesi olan Kerevizdere'de uygulamaya konulmuştur. 18 Haziran'da başlayan topçu ateşi üç gün boyunca sürdürülmüştür. 21 Haziran günü Fransız birliklerinin taarruzuyla başlayan Birinci Kerevizdere Muharebesi'nde Fransız birlikleri, hedefleri olan tepeyi ele geçirmeyi başarmıştır. Muharebelerde Fransız kayıpları 3200, Osmanlı kayıpları ise 6.000 kişidir. Zığındere Muharebesi. Bir sonraki Zığındere Harekâtı, bu kez cephenin sol kanadından taarruzu öngörmektedir. Zığındere ile sahil arasındaki Zığın sırtı boyunca üç tugayla ve Zığındere'nin karşı yamaçlarından iki tugayla taarruz etmektir. Zığın sırtı Albay Refet Bey'in komutasındaki Osmanlı 11. Tümeni'in savunma bölgesidir. Zığındere ile Kanlıdere arasındaki bölge ise Albay Halil Bey'in Osmanlı 7. Tümen'i tarafından savunulmaktadır. Her iki tümen de tek tugaylıdır. Deniz ve kara topçusunun 26 Haziran'da başlayan bombardımanı üç gün sürmüştür. 28 Haziran'da iki saatlik hazırlık ateşi ardından başlayan taarruz, sağ kesimde Osmanlı siperlerinin tümünde başarılı olmuştur. Bombardıman sonrasında Osmanlı ön hat siperlerinde sağ kalanların tümü yaralı subay ve erattır. 800 metre mesafedeki Kirte Köyü'ne yapılan ileri hareket, topçu ateşiyle durdurulmuş, hemen ardından Osmanlı karşı taarruzları başlamıştır. siperler 30 Haziran 1915 günü sabahına kadar birçok kez el değiştirmiş, sonunda İngilizlerde kalmıştır. Zığın sırtının kuzeyinden 1 Temmuz 1915 günü iki kez yenilenen Osmanlı taarruzu, yoğun topçu ateşi altında etkisiz kalmıştır. 5 Temmuz 1915 tarihinde Albay Hasan Basri Bey'in Osmanlı 5. Tümen'inin Zığın sırtına ve Albay Nicolai'nin komutasındaki Osmanlı 3. Tümen'inin Zığındere'nin doğu yamaçlarına giriştikleri taarruz ise sonuç alamamıştı. Her iki kanattan yapılan taarruzların ardından bu kez cephenin merkez bölümünde taarruza geçilmiştir. Üç saat süren ve 60.000 bin top mermisinin kullanıldığı hazırlık ateşi ardından 12 Temmuz 1915 sabahı başlayan İkinci Kerevizdere Muharebesi iki gün sürmüştür. Hazırlık ateşi ardından başlayan Britanya taarruzu, hiçbir savunmacının sağ kalmadığı ilk hat siperlerini almış, ikinci hat siperlerinde ise ağır kayba uğrayarak geri çekilmiştir. Öğleden sonra yedekteki İngiliz tugayının giriştiği saldırı, üçüncü hat siperlerine girmişse de Osmanlı karşı taarruzlarıyla yeniden eski konumuna çekilmiştir. İkinci girişilen Britanya taarruzu, Osmanlı topçusunun ateşiyle geri çekilmiştir. Savaş sonunda cephenin en sol yanındaki birkaç siper parçası işgal edilebilmiş, sağ kesimde ise Fransız birlikleri Osmanlı siperlerinde tutunmayı başarmışlardır. İki günlük muharebelerin sonucunda müttefik kayıpları 5.800, Osmanlı kayıpları ise 9.700'dür. Bu muharebeler sonunda Seddülbahir Cephesi'nde Osmanlı kuvvetlerini atarak ilerlemenin olanaksız olduğu ortaya çıkmıştı. Müttefik kuvvetler komutanı General Hamilton, takviye kuvvetlerle Suvla Koyu'nda bir çıkarma yapmayı planlamıştır. Bu çıkarma harekâtının, Anzak Kolordusu komutanı General W. Birdwood'un önerdiği Sarı Bayır Harekâtı ile aynı tarihte uygulanmasına karar verilmiştir. Ayrıca Osmanlı savunmasının dikkatini yarımadanın güney ucuna çekmek için Seddülbahir Cephesi'nde yanıltıcı bir taarruz planlanmıştı. Kirte Bağları Muharebesi olarak bilinen bu taarruz, 6 Ağustos sabahı Britanya birliklerinin taarruzuyla başlamıştır. İngilizler, ilk hat siperlerine girmiş, ancak karşı taarruzla geri atılmışlardır. Taarruzun ikinci günü girişilen Britanya taarruzları, Kirte Köyü'nün güney batısındaki bir bağ alanının bir bölümünde tutunabilmiştir. Sınırlı hedeflere yönelik, üstelik de bir yanıltma operasyonu olan Britanya taarruzunun bu denli kayba rağmen başarısız olması üzerine General Sır Ian Hamilton, Seddülbahir Cephesi'nde hiçbir askerî harekâta girişilmemesi emrini vermiştir. Arıburnu Cephesi. Daha önce yabancı kaynaklardan ve Anzakların anılarından yapılan aktarmalarla nasıl başlandığı ve ilk günleri açıklanan Arıburnu'ndaki Anzak Kolordusunun Nisan'da yaptığı çıkarmanın temel amacı önce, Kabatepe ile KüçükArıburnu arasındaki kumsallık bölgeye çıkmaktı. İlk aşamada Conkbayırı-Kocaçimentepe çizgisi denetim altına alınıp oradan Maltepe bölgesi ele geçirilecek, böylece, kuzeydeki Türk kuvvetlerinin Güneyde, Seddülbahir bölgesindeki Türk birliklerine yardımı engellenmiş olacaktı. 25 Nisan sabahı savaş gemilerinin, Türk mevzilerini sürekli vuran koruyucu ateş altında, Anzak Kolordusu'nun 1. Tugayından 1500 kişilik ilk hücum dalgası, çıkarma botlarının bir şekilde kuzeye kayması sonucu, saat 05.00'te, Kabatepe bölgesi yerine Arıburnu kesimine çıkmak zorunda kalır. Bu noktada kıyı gözetlemesi yapan bir Türk takımının direnişine karşın, karaya çıkan Anzak birlikleri belirli bir noktaya kadar ilerler. Diğer taraftan, Bigalı'da bulunan ordu yedeği 19. Tümen, 24-25 Nisan gecesi Conkbayırı yönünde tatbikat yapmakta idi. Gün ağarırken, Arıburnu yönünden top seslerinin gelmesi üzerine, 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, bir çıkarma yapıldığını anlayıp durumu Ordu Komutanına bildirir, ancak bir yanıt alamaz. Durum çok kritiktir. Mustafa Kemal, kıyıda çok zayıf gözetleme ve koruma birlikleri olduğunu düşünerek ve geniş bir sahile yayılmış olan 27. Alayın da, ağır kayıplar verdiği haberini alınca, düşmanın Conkbayırı-Kocaçimentepe çizgisi ve uzantısını ele geçirmesi durumunda, onarılamayacak durumlarla karşılaşacağını kavrar. Ordudan emir gelmemiş olmasına karşın girişimi ele alıp tüm sorumluluğu yüklenerek, 57. Alayı bir batarya ile Kocaçimentepe yönünde harekete geçirir. Kendisi de durumu izlemek üzere Conkbayırı'na çıktığında, Arıburnu kesiminden bazı askerlerin çekilmekte olduklarını ve düşman birliklerinin de bunları izlediklerini görür. O anı Mustafa Kemal, Ruşen Eşref Ünaydın ile yaptığı görüşme sırasında şöyle anlatmaktadır: “...Bu esnada Conkbayırı’nın güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve korunmasıyla görevli olarak orada bulunan bir müfreze askerin Conkbayırına doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm... Bu askerlerin önüne kendim çıkarak: — ‘Niçin kaçıyorsunuz?’ dedim. — ‘Efendim, düşman!’ dediler. — Nerede? — ‘İşte!’ diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler. Gerçekten de düşmanın bir avcı kuvveti 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve tam bir serbestlik içinde ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün. Ben kuvvetleri (geride) bırakmışım, askerler on dakika istirahat etsin diye... Düşman da bu tepeye gelmiş... Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman benim yere gelse kuvvetlerim çok kötü bir duruma düşecekti. O zaman artık bilemiyorum, bilinçli bir düşünme ile midir, yoksa önsezi ile midir, bilmiyorum. Kaçan askerlere: — Düşmandan kaçılmaz, dedim. — ‘Cephanemiz kalmadı,’ dediler. — Cephaneniz yoksa süngünüz var, dedim. Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı'na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile dağ bataryasının yetişebilen askerlerinin ‘marş marşla’ benim bulunduğum yere gelmeleri için, yanımdaki emir subayını geriye yolladım. Bu askerler süngü takıp yere yatınca, düşman askerleri de yere yattı. Kazandığımız an, bu andır...” Gerçekten de, çekilen Türk askerleri mevzi alınca, karşı taraf da mevzi alıp duraklar. Böylece, 57. Alay Öncü Bölüğü'nün Conkbayırı’na yerleşmesi için gereken süre kazanılmış olur. İşte bu an, Gelibolu Savaşı’nın kaderini belirleyen önemli anlardan birisidir. Bu husus, Çanakkale Savaşları tarihiyle uğraşan Türk ve yabancı bütün uzmanlar tarafından doğrulanıp vurgulanmaktadır. Daha sonra, Kolordu Komutanı Esat Paşa'nın izniyle, 27. Alay’dan geri kalan birlikleri de emrine alan Tümen Komutanı Mustafa Kemal, karşı saldırıya geçmek üzere 57. Alay'a şu emri verir: “Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir.” 25 Nisan 1915 günü, vakit ikindiye yaklaşırken, ilk çıkarma kademesi olan tümenin sahile çıkışı da tamamlanmıştır. Ne var ki, 27. Alayın birlikleri ve 57. Alayın yaptığı karşı saldırı ile süngü hücumları sonucu Anzaklar çok sayıda kayıp vermiş ve sahile çekilmişler, kritik ve endişeli anlar yaşamaktadırlar. Gene de gün batarken, Anzak Kolordusu'nun sahile çıkan Tümeni, Arıburnu'nun sarp yamaç ve tepelerinde yerleşme olanağı bulur. Bu tarihten başlayarak harekât, 1915'in Ağustos ayına kadar dört ay boyunca, Conkbayırı-Kocaçimentepe-kabatepe bölgelerinde, tarafların karşılıklı saldırı ve özellikle gece yapılan süngü hücumlarıyla, yakın boğuşmalar şeklinde ve çok kanlı çarpışmalarla geçecektir. Bu çarpışmalar sırasında Türkler de, Anzaklar da ağır kayıplar vermişlerdir. Ağustos ile birlikte ise savaş şiddetli çarpışmalara dönüşür. Tıpkı Seddülbahir'de olduğu gibi, Anzak ordusu da taarruz hedeflerine varamamış, çıktıkları yerlerde 3–4 km'lik bir mesafe ilerleyip boşaltmaya kadar da o noktada kalmışlardır. Birinci Anafartalar Muharebesi. Her iki cephedeki kanlı çatışmalar ardından 1915 yılının Temmuz ayı sonlarında cepheler kilitlenmiş, çatışmalar mevzi harbine dönüşmüştü. Gelibolu Yarımadasında bir sonuç elde edebilmek için İngiliz General Sir Ian Hamilton, daha kuzeyde üçüncü bir cephe açmak gereği duymuştur. Burada amaç, sert direnme gösteren her iki cephedeki Osmanlı kuvvetlerinin geri hattını kuşatmaktır. Hamilton, üçüncü cepheyi Küçük ve Büyük Kemikli burunları arasındaki Suvla kumsalına, takviye olarak gelen Britanya 9. Kolordusu'nu çıkartarak açmıştır. 6 Ağustos 1915 tarihinde Suvla Koyu'na yapılan çıkarmayla Gelibolu Savaşı bu bölgeye kaymış, Arıburnu'ndaki Anzak Kolordusu ile Suvla çıkarma kuvvetleri, dolayısıyla bu iki cephe birleşmiştir. Gelibolu Yarımadası'nın Müttefik kuvvetlerce tahliyesine kadar asıl çatışmalar bu bölgede olmuş, yarımadanın güneyindeki Seddülbahir Cephesi, kayda değer bir çatışmaya sahne olmamıştır. 5-6 Ağustos gecesi başlayan çıkartma gün boyu sürmüştür. Suvla/Anafartalar Ovası'na hakim ilk kademe sırtlardaki üç Osmanlı taburu, çıkarma birliklerinin ileri harekâtını durdurmayı başarmıştır. İngiliz 9. Kolordusu'nun genel bir taarruz için düzen alması, 8 Ağustos tarihini bulmuştur. 9. Kolordunun kaybettiği bu zaman içerisinde Osmanlı 7. ve 12. Tümenleri cepheye yetişerek stratejik noktaları tutmuş, 9 Ağustos 1915 günü şafakta iki Britanya tümeni taarruz için ilerlemeye başladığı sırada Kurmay Albay Mustafa Kemal Bey'in de taarruzu başlamıştı. Osmanlı taarruzu, önlerindeki Britanya kollarını atarak ilerlemiş, öğleden hemen sonra Britanya 9. Kolordusu komutanı General Stopford, ihtiyatta tuttuğu tümeni ateş hattına sürerek sahilde tutunmayı ancak başarabilmiştir. Birinci Anafartalar Savaşı'nın hemen ertesi günü, 10 Ağustos 1915 sabahı Albay Mustafa Kemal, Kocaçimen Tepesi-Conk Bayırı hattına giderek burada yeni bir taarruz yapmıştır. Albay Ali Rıza Bey komutasındaki 8. Tümen ve Yarbay Cemil Bey komutasındaki 9. Tümen'in taarruzlarıyla müttefik cephesi 500-1.000 metre geri atılmıştır. Bu bölgedeki Osmanlı taarruzunun başladığı saatlerde daha kuzeyde, Britanya 53. Tümen'i Yusufçuk Tepe ve daha kuzeydeki Küçük Anafartalar Sırtı yönünde taarruza geçmişti. Yoğun topçu ateşleri ardından dört kez yenilenen taarruzlar gün boyu sürmüş olup iki Osmanlı taburunun savunması, mevzileri korumayı başarmıştır. Tekketepe Muharebesi. Son muharebeler sonunda Arıburnu Cephesi'nde Anzak kuvvetleri eski hatlarına çekilmiş, Anafartalar Cephesi'nde ise Suvla Ovası'nın sahil bandından kalmışlardı. Özellikle bu bölgede, hakim sırtlardaki Osmanlı mevzilerinin ateşi altında kalmakta idiler. Müttefik kuvvetler üst komutanı General Sır Ian Hamilton, bu sırtların en azından kuzey kesimini oluşturan Tekketepe yükseltilerinin bir an önce ele geçirilmesinin gerekliliğini bilmektedir. Bu amaçla sahile yeni çıkartılmış olan 54. Tümen ile bu sırtlara taarruz kararı vermiştir. Bu tümenin bir taburunca 12 Ağustos 1915 tarihinde girişilen ve Tekketepe Muharebesi olarak bilinen taarruz, Osmanlı savunması önünde ağır kayba uğrayarak sonuçsuz kalmıştır. Bu taarruzun başarısızlığı üzerine General Hamilton, taarruzu daha kuzeye kaydırarak 12. Tümen'i sağ yandan çevirmeyi amaçlayan bir taarruz planlamıştır. Bu taarruz Kireçtepe ve Kireçtepe sırtlarının işgal edilmesini amaçlamaktadır. Böylece 12. Tümen kanat kırarak Tekketepe'den çekilmek zorunda kalacak, bu yükselti bu suretle Britanya kuvvetlerinin eline düşecektir. Kireçtepe sırtları, Suvla Koyu'na çıkarma yapıldığı 6 Ağustos 1915 tarihinden itibaren Bursa Jandarma Taburu ve Yüzbaşı Kadri Bey komutasındaki Gelibolu Jandarma Taburu tarafından tutulmaktadır. Üç tugaydan oluşan Britanya birlikleri 15 Ağustos 1915 günü taarruza geçmiştir. Ağır kayıplara Yüzbaşı Kadri Bey'in ağır şekilde yaralanması da eklenince tabur geri çekilmiş, Kanlıtepe-Havantepe hattında yeniden mevzi almıştır. Akşam saatleri bölgeye ulaşan bir taburluk takviye ile karşı Osmanlı kuvvetleri karşı taarruza geçmiştir. Çatışmalar gece boyu sürmüş, 16 Ağustos sabahı bölgeye gelen Mustafa Kemal, taarruzu kendisi yönetmiştir. Kısa süre sonra Britanya birlikleri eski hatlarına geri çekilmişlerdir. Aynı gün, başarısız bulunan Britanya 9. Kolordusu komutanı General Stopford ve iki tabur komutanı, General Hamilton tarafından görevden alınmıştır. Hemen ardından Seddülbahir Cephesi'ndeki Britanya 29. Tümeni Anafartalar Cephesi'ne aktarıldı. Mısır'da bulunan 5.000 kişilik bir tümen de aynı cepheye getirildi. Bu şekilde içerden ve dışarıdan takviye edilen Anafartalar Cephesi'ndeki kuvvetlerle genel bir taarruz planlandı. Müttefik taarruzu, Anafartalar Grup Komutanı Kurmay Albay Mustafa Kemal'in sorumluluk bölgesinde, 12. ve 7. Tümenlerin mevzilerine yönelmiştir. İkinci Anafartalar Muharebesi. Bu kuvvetler 21 Ağustos 1915 sabahı İsmailoğlu ve Yusufçuk Tepelerine genel bir taarruza geçtiler. Aynı anda Anzak Kolordusu ve İngiliz 29. Tümeni'ne bağlı birlikler de Bomba Tepe'ye "(Hill 60)" taarruz etmiştir. İsmailoğlu ve Yusufçuk Tepeleri'ne yönelik taarruz aynı gün, kesin bir başarısızlıkla son bulmuştur. Bomba Tepe'deki çatışmalar ise 29 Ağustos tarihine kadar sürmüş, İngiliz ve Anzak birliklerinin bazı Osmanlı siperlerini ele geçirmiş olmasına rağmen tepenin zirvesi Osmanlı savunmasının elinde kalmıştır. Kayacık Ağılı Muharebeleri olarak da bilinen Bomba Tepe taarruzu, Çanakkale Savaşının son büyük muharebesidir. Yarımada'da bu tarihten sonra ciddi bir çarpışma yaşanmamış, muharebeler siper savaşı şeklinde devam etmiştir. Tahliye. Savaş, İkinci Anafartalar Muharebesinden sonraki aylarda siper savaşları şeklinde sürmüştür. İki tarafın da taarruz gücü kalmamıştı. Müttefikler açısından bu dönem bir kararsızlık dönemidir. Onca kayıptan sonra Gelibolu'yu tahliye etmek kolay verilecek bir karar değildir. Taarruz için de General Ian Hamilton'un değerlendirmelerine göre en az ellibin askerlik bir takviye gerekmektedir. Ancak 14 Ekim 1915 günü Bulgaristan, İttifak Devletleri safında savaşa girerek Sırbistan’a saldırmıştır. Bu gelişme müttefiklerin Çanakkale seferinin varoluş nedenlerinden birinin ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Çünkü bu sefere kalkışılmasının nedenlerinden biri de Balkan ülkelerinin İtilaf Devletleri safında savaşa girmesini teşvik etmekti. Üstelik Bulgaristan’ın Osmanlı Devleti ile Müttefik olması, Alman İmparatorluğu ile Osmanlı Devleti arasında kara bağlantısını, dolayısıyla savaş malzemesi nakliyatını büyük ölçüde kolaylaştıracaktır. Nitekim 29 Ekim 1915'te İstanbul’la Almanya arasındaki demiryolu hattı İttifak Devletleri’nin kontrolüne geçmiştir. Bu demiryolu bağlantısının ilk en acı belirtisi de Avusturya’dan gönderilen ve cephede 15 Kasım 1915 tarihinde ateşe başlayan 240 mm’lik top bataryasıdır. Bu tarihten üç gün sonra General Ian Hamilton görevden alınarak yerine General Charles Monro atanmıştır. Monro cephede yaptığı incelemelerin ardından 3 Kasım 1915'te Birleşik Krallık Yüksek Savunma Konseyi’ne cephe hakkındaki görüşünü, “Gelibolu tahliye edilmelidir” şeklinde bildirmiştir. Bu kolay alınacak bir karar değildir. 6 Kasım 1915 günü Birleşik Krallık Savaş Bakanı Lord Kitchener Gelibolu'ya gelmiştir. 15 Kasım'da Lord Kitchener'in kararı Seddülbahir Cephesi dışındaki diğer iki cephedeki askerlerin tahliye edilmesi yönündedir. Ertesi gün 16 Kasım'da Müttefiklerin Selanik Cephesi de General Monro'ya bağlanmıştır. General Birdwood, General Monro'ya bağlı olmak üzere Gelibolu Müttefik Kuvvetleri Komutanlığı'na atandı. Kesin karar 7 Aralık 1915 tarihinde verilmiştir. Arıburnu ve Anafartalar Cepheleri'ndeki Müttefik kuvvetler, Selanik Cephesi'ne kaydırılacak, Seddülbahir Cephesi'ndeki kuvvetler ise yerlerinde kalacaktı. Tahliye işlemleri 10 Aralık 1915 tarihinde başladı. Gizlilik sağlanması amacıyla tahliye sadece geceleri yapılmıştır. Bir grup asker gündüzleri sahile çıkarılıyor, cepheye doğru yürüyüşe geçiyorlardı, bu askerler geceleyin tahliye ediliyor ertesi gün yine sahile çıkarılıyordu. Sahile indirilen boş cephane sandıkları katırlarla siperlere taşınıyordu. Son birlikler, postallarının üstüne çorap giyerek siperlerinden ayrılıp sahile yürüdüler. Götürülemeyen malzemeler sahilde ateşe verildi. Osmanlı siperleri altına kadar uzanan tünellerde toplam bir ton kadar dinamit yerleştirildi ancak birkaç yer haricinde bu lağımlar ateşlenmedi. 19 Aralık 1915 akşamı son asker de cepheden ayrıldı. Anafartalar ve Arıburnu Cephelerinin tahliyesinin hemen ardından Lord Kitchener'in, Seddülbahir Cephesi'ndeki birliklerin yerinde kalması yönündeki kararı, “ne amaçla kalması” açısından sorgulanmaya başlanacaktır. Sonuçta, 27 Aralık 1915 tarihinde bu bölgenin de boşaltılmasına karar verilir. Kuşkusuz bu hatalı bir gecikmeydi. 20 Aralık'tan itibaren Osmanlı tarafı, hiç olmazsa Seddülbahir Cephesi'ndeki Müttefik askeri varlığını elden kaçırmamak için mevcut kuvvetleri güney hattına kaydırmaya başlamıştır. özellikle 240 mm'lik ve daha sonra gelen 150 mm'lik top bataryaları Seddülbahir Cephesi'nde konuşlanıp ateşe başlamışlardı. Yine de büyük bir ustalıkla sürdürülen tahliye işlemleri 9 Ocak 1916 sabahı, saat 03:20'de tamamlanmıştır. 36 bin asker, 4 bin nakliye hayvanı -gemilere alınamayan yüzlerce at, kuzeyde olduğu gibi, öldürülmüştü- 127 top ve 2 bin ton ikmal malzemesinden taşınabilenler, gemilere yüklenmişti. Taşınamayan malzeme ise yine kuzeyde olduğu gibi sahilde büyük yığınlar halinde ateşe verilmişti. Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinin ertesinde, 6 Kasım 1918’de İngilizler Gelibolu’yu işgal ederek Merkez Tahkimatı’na el koymuşlardır. Mareşal Liman Von Sanders, 25 Nisan akşamından itibaren diğer bölgelerdeki Osmanlı birliklerini Arıburnu ve Seddülbahir Cephelerine kaydırmaya başlamıştı. 28 Nisan 1915 tarihinde Seddülbahir Cephesi’nde de tüm Müttefik askeri karaya çıkartılmıştı ve ileri hareketleri Osmanlı birlikleri tarafından durdurulmuştu. General Sır Ian Hamilton’un elindeki tüm kuvvet budur ve ihtiyatı da yoktur. Osmanlılar ise diğer bölgelerden kaydırdıkları kuvvetlerce takviye edilmektedirler. Her geçen gün, Hamilton’un harekâtı başarıyla sonuçlandırma olanağını sınırlamaktadır. Gerek İngiliz gerek Fransız üst rütbeli subayları, Batı cephesinden kuvvet aktarılmasına karşı çıkmaktadırlar. Gelibolu harekât alanına, ikinci öncelik verilmektedir. Ancak Lord Kitchener Gelibolu’daki birlikleri takviye etmeye karar vermiştir. Mısır’daki 42. Tümen 28 Nisan da gemilere bindirilmeye başlandı. Fransızlar da 30 Nisan’da General Bailloud komutasındaki 156. Tümen’i, Doğu Sefer Kolordusu’nun 2. Tümen’i olarak Gelibolu’ya gönderme kararı almıştır. Oysa Alman Amiral von Tirpitz daha gerçekçi değerlendirmelerde bulunmakta, “Çanakkale Boğazı düşecek olursa savaş aleyhimize sonuçlanmış olacaktır” demektedir. Müttefiklerin Gelibolu Seferi'ne eklenen yeni takviyelerle üçüncü bir cephe açılmasına karşın kara harekâtı Müttefikler açısından bir sonuç getirmemiş, Osmanlı kuvvetlerinin direnci karşısında cepheler yeniden kilitlenmiştir. Bulgaristan'ın 14 Ekim 1915 tarihinde İttifak Devletlerine katılmıştır. Almanya ile Osmanlı arasında Balkanlar üzerinden bir demiryolu hattı 29 Ekim tarihinde işlemeye başlamıştır. Bu tarihten üç gün sonra General Ian Hamilton görevden alınarak yerine General Charles Monro atanmıştır. Monro cephede yaptığı incelemelerin ardından 3 Kasım 1915'te Birleşik Krallık Yüksek Savunma Konseyi'ne cephe hakkındaki görüşünü, “Gelibolu tahliye edilmelidir” şeklinde bildirmiştir. Bu kolay alınacak bir karar değildir. 6 Kasım 1915 günü Birleşik Krallık Savaş Bakanı Lord Kitchener Gelibolu'ya gelmiştir. 15 Kasım'da Lord Kitchener'in kararı Seddülbahir Cephesi dışındaki diğer iki cephedeki askerlerin tahliye edilmesi yönündedir. Ertesi gün 16 Kasım'da Müttefiklerin Selanik Cephesi de General Monro'ya bağlanmıştır. General Birdwood, General Monro'ya bağlı olmak üzere Gelibolu Müttefik Kuvvetleri Komutanlığı'na atandı. Kesin karar 7 Aralık 1915 tarihinde verilmiştir. Arıburnu ve Anafartalar Cepheleri'ndeki Müttefik kuvvetler tahliye edilerek Selanik Cephesi'ne kaydırılmış, Seddülbahir Cephesi'ndeki kuvvetler ise yerlerinde kalmışlardır. Bu cephedeki kuvvetlerin tahliyesine 27 Aralık 1915 tarihinde karar verilmiştir. Tahliye işlemleri 9 Ocak 1916 sabahı tamamlanmıştır. Böylece Gelibolu Muharebeleri Osmanlı kuvvetlerinin zaferiyle sonuçlanmıştır. Savaşın sonuçları. Çanakkale Cephesi'nin deniz harekâtı, kuşkusuz sıradan bir askerî harekât ya da muharebe olayı değildir. Boğazlar, konumu ve tarihi önemi itibarıyla, İstanbul Karadeniz kapısı, Çanakkale de Ege Denizi kapısı olarak, geçmişte taşıdıkları ve çağımızda taşımakta oldukları stratejik önem ve değer açısından daima birlikte mütalaa edilmiş ve edilmektedir. Her iki boğaz, klasik ve dar çerçevede sadece Akdeniz’i Karadeniz’e, Avrupa'yı Asya'ya bağlayan su geçitleri ya da köprüler değil, Akdeniz’in öteki önemli su geçitlerinden Cebelitarık ve Süveyş kanalı ile de bütünleşerek, dünyanın büyük denizlerinden Atlas okyanusu ve Hint Okyanusu gibi büyük kıta kara parçalarını birbirine bağlayan, daha geniş anlamdaki jeopolitik konumuyla, dünya siyaset ve iktisadiyatı üzerine olan etkilerini bugün de korumaktadır. Bu nedenlerledir ki, Türk Boğazları, uluslararası ilişkilere yön vermede daima odak noktası olmuşlardır. Tarihin eski dönemlerinden beri ön planda, Avrupa ülkeleri ve Asya ülkeleri arasında başlamış olan ekonomik, ticari ve siyasi ilişkilerle, askeri hareketler, sürekli olarak Boğazlar bölgesinde cereyan etmiştir. Başka bir deyişle boğazlar, dünyanın diğer parçalarında pek görülmemiş ardı arkası kesilmeyen mücadelelere sahne olmuştur. Boğazların tarihin akışı içindeki stratejik durumu ve jeopolitik konumuyla ilgili yukarıdaki kısa açıklamaların ışığı altında, Çanakkale Muharebelerinin sonuçları üzerindeki değerlendirmeler, kuşkusuz daha bir önem ve anlam taşıyacaktır. Böylesine bir değerlendirmenin daha gerçekçi ve sağlıklı olabilmesi ise, büyük devletlerin Türk Boğazları üzerindeki ulusal emellerine kısaca da olsa, bir göz atılmasını gerektirir Yine Birinci Dünya Harbi öncesinin başlıca büyük devletlerinden Almanya’nın, "Drang Nach Osten" (Doğuya gidiş) politikası, Rusya’nın ılık denizlere ulaşma emelleri; Birleşik Krallık'ın, “denizlere egemen olan dünyaya hakim olur” teorisine dayanarak, özellikle XIX. yüzyıldan bu yana güttüğü Rusya'nın Akdeniz'e çıkmasını engelleme siyaseti, hep Türk boğazlarında düğümlenmektedir. Boğazların bu tartışma götürmez önemi konusunda Napolyon "İstanbul bir anahtardır. İstanbul'a egemen olan dünyaya hükmedecektir. Eğer Rusya, Çanakkale Boğazı’nı ele geçirecek olursa, Tulon, Napoli ve Korfu kapılarına dayanmış olacaktır" demekle, Fransa'nın Boğazlar üzerindeki duyarlılığını açık seçik ortaya koymuş olmaktadır. Rusya'nın görüşüyse, Genelkurmay Başkanı Pyotr Kropotkin'in bir raporunda; XX. yüzyılda Rusya'nın en önemli işinin, İstanbul Boğazı’nı ele geçirmek olduğuna işaretle, Osmanlı Devleti’ni, boğazı Rusya’ya bırakmaya hazırlamalı ve Almanya ile anlaşma yapmalıdır” şeklinde ifadesini bulmaktadır. Büyük devletlerin Boğazlar üzerindeki kısaca açıklanan bu emelleri, onları kendi aralarında da gizli birtakım mücadelelere yöneltmiştir. Nitekim, Rus Dışişleri Bakanı Sazanof, Çar tarafından da onaylanan bir raporunda; “Boğazların güçlü bir devletin eline geçmesi, tüm Güney Rusya’nın ekonomik hayatının, o devletin egemenliği altına girmesidir” demekte ve bu durumun önlenmesi için, İstanbul'un alınmasını önermektedir. Öte yandan Kasım 1911'de Rusya'nın, Osmanlı Hükûmeti'ne Boğazlar üzerindeki istekleriyle ilgili bir notasından haberdar edilen İngiltere ve Fransa, Rus isteklerini reddetmişlerdir. Keza Rusya'nın bu ve buna benzer çeşitli tarihlerdeki yinelenen daha birçok istek ve baskılarının birbirini izlemesi, Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'nda Merkez Devletleri safına kaymasında büyük bir etken olmuştu. İşte Boğazlar üzerindeki bu gizli çıkar çatışmalarıdır ki, İngiliz ve Fransızlar'ı İstanbul'u almaya ve Ruslar'dan önce Karadeniz Boğazı'na el atmaya yöneltmiş ve Çanakkale Cephesi'nin açılmasında başlıca etken olmuştur. Ruslara silah ve malzeme yardımı sorunuysa, savaşın sadece görünüşteki nedenini oluşturmuştur. Böylece büyük devletlerin Türk Boğazları üzerindeki tarihi emellerini ortaya koyarken, bu devletlerden İngiltere'nin bu cephenin açılmasında birinci derecede aktif rol aldığını da belirtmek doğru olur. Nitekim İngiliz Donanma Bakanı Churchill, cephenin açılmasında büyük çaba göstermiş ve etkili olmuştur.Gerçekten o, bu cephenin açılmasının baş mimari olmuş, Türklerin askerî gücünü ciddiye almamış, olayı basit ve sadece “sınırlı bir cezalandırma hareketi” olarak görmüştü. En güçlü ve modern silahlarla donatılmış zırhlılarının Boğaz'da görünüvermesiyle, Türklerin direnmekten vazgeçeceğini sanmıştı. Kuşkusuz bu büyük bir yanılgıydı. İngilizler, Çanakkale'deki Türk savunmasını ve askerini sadece matematiksel ölçülere vurup onun yüksek manevi gücünü görmezlikten gelerek, büyük bir hesap hatasına düştüler ve sonunda, önce denizde, sonra da karada hiç de beklemedikleri amansız cevabı aldılar. Böylece onlar, zaferi Boğaz'da, Türk top ve mayınlarına, karada Türk süngüsüne bırakarak çekilip gittiler. Anlaşma Devletleri'nin Çanakkale serüveni bu suretle noktalandıktan sonra, yukarıdaki açıklamaların ışığı altında, Türkiye ve uluslararası politika ve diplomasi tarihi açısından ortaya koyduğu önemli sonuçları da şöylece özetlemek mümkün olur. Savaşın sonrası ve etkileri. Toplumsal etkileri. Çanakkale Savaşları, ilgili bütün ulusları derinden etkilemiştir. Savaşın sonlandığı gün olan 18 Mart günü Türkiye'de 18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma Günü olarak anılmakla birlikte her yıl çıkarmanın yıldönümü olarak 25 Nisan'da Anzak Günü adıyla anma törenleri düzenlenir ve o gün Avustralya ile Yeni Zelanda'da ulusal tatildir. Ayrıca Avustralyalı ve Yeni Zelandalılar o gün toplanarak Gelibolu Yarımadası'ndaki Anzakların (ANZAC: Australian and New Zealand Army Company) çıkarma yaptıkları Anzak Koyu'na gelerek atalarının savaştıkları bu yeri ziyaret ederler. Çanakkale Savaşları, özellikle de Avustralya ve Yeni Zelanda'yı etkilemiştir. Bu savaştan önce bu iki ülkenin vatandaşları Britanya İmparatorluğu'nun yenilmez üstünlüğünden emindiler ve böyle bir imparatorluğun onları askeri seferlere çağrısından büyük onur duymuşlardı. Ancak Gelibolu Savaşı onların bu büyük güvenini derinden sarsmıştır. Anzaklar için Gelibolu Savaşı'nın önemi çok büyüktür, Gelibolu'dan ayrılan Anzaklar savaşın başka cephelerinde savaşmaya gönderilmişler ve gittikleri her yeri Gelibolu'yla karşılaştırmışlardır. Avustralya Federasyonu 1 Ocak 1901'de kurulmuş, Avustralyalılar on yıllık bir süreçte seçme ve seçilme ile temsil edilme haklarını elde etmişlerse de ülkenin gerçek psikolojik bağımsızlığı Gelibolu olarak görülür. Canberra'da Kemal Atatürk Memorial ve Yeni Zelanda'nın Wellington'un Tarakina Koyu'nda Atatürk Memorial adında anıtlar dikilidir. Yine Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Britanya ve Fransa donanmalarının geri püskürtüldüğü 18 Mart tarihi, "Çanakkale Şehitlerini Anma Günü" olarak ilan edilmiştir. Dünyada ise bu savaş, askeri beceriksizlik ve felaket sembolü olarak sayılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk'ün 1934 Anzak törenleri sebebiyle gönderdiği mesaj ülkeler arası dostluğu pekiştirmiştir: 100. yıl törenleri. 2015 yılında Çanakkale savaşının 100. yılı dolasıyla birçok etkinlik ve törenler düzenlendi. 24 Nisan 2015 tarihinde 17 yabancı devlet başkanı ve 5 başbakanın da katıldığı törenler düzenlendi. 1 Ağustos 2015 tarihinde 750 sporcunun katıldığı etkinlikte Anzak Koyu'nun 1915 metre açığından kıyıya Dünya barışı için yüzdüler.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5894", "len_data": 85657, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.58 }
Pardus, Türkiye'de TÜBİTAK BİLGEM YTE tarafından geliştirilen bir GNU/Linux dağıtımı olan işletim sistemi. Planlamasına 2003 yılında başlanmış olup, ilk kararlı sürümü 27 Aralık 2005'te yayınlanmıştır. Kamu kurum ve kuruluşlarına yönelik olarak geliştirilmekte olup bireysel kullanıcılar tarafından da kullanılabilmektedir. Masaüstü, bulut, ARM, sunucu, konteyner ve akıllı tahta sürümleri bulunur. Pardus adı Anadolu parsının bilimsel adı olan "Panthera pardus tulliana"'dan gelmektedir. 2005 yılında yayınlanan ilk sürümden 2011 yılına kadar herhangi bir başka Linux dağıtımı temel alınmadan, kendine özgü projelerle geliştirilmiştir. 2011 yılı son aylarından itibaren TÜBİTAK bünyesinde yeniden yapılanma çalışmaları neticesinde yönetici ve geliştirici ekip dağıtılarak tasfiye edilmiştir. 2012 yılında TÜBİTAK tarafından Pardus projesi için tekrar geliştirici istihdam edilmiş ve o güne kadar Pardus projesi kapsamında geliştirilmiş olan PiSi paket yönetim sistemi, COMAR yapılandırma yöneticisi, YALI kurulum aracı, Müdür açılış sistemi, Kaptan ilk ayar sihirbazı ve diğer tüm projeleri terk edilerek Debian tabanına geçilmiştir. 25 Ocak 2013'te yayımlanan "Pardus 2013 Anadolu Parsı" sürümü ile artık Debian tabanlı bir Linux dağıtımı haline gelmiştir. Ayrıca, projenin hedef kitlesi de kamu kurum ve kuruluşları olarak revize edilmiştir. Geride bırakılan eski Pardus projeleri gönüllüler tarafından yürütülen Pisi Linux projesi kapsamında sürdürülmektedir. Tarihçe. Pardus sürüm tarihçesi. Günümüzde Pardus'un 2 yılda bir ana, 4 ayda bir ara sürümü yayımlanmaktadır. Pardus sürüm numaraları ana sürümün yayımlandığı yılın numarası ile başlar. Oluşum süreci (2003-2005). 2003 yılının önemli bir bölümünde TÜBİTAK tarafından ulusal bir işletim sistemi dağıtımının gerekliliği, dünyada benzer uygulamalar, yazılım sektörünün mevcut durumu ve eğilimleri araştırıldı. Ülkenin bilgi teknolojisi alanındaki insan kaynağı, yerel yazılım sektörünün yetenekleri ve rekabet unsurları incelendi. Tüm bulgular ışığında, 2003 yılı yazında bir ulusal işletim sistemi dağıtımı oluşturmanın yerinde bir karar olduğu sonucuna varılarak somut düzeyde planlama işine girişildi. Mevcut işletim sistemleri, başta Linux olmak üzere incelendi, açık kaynak yazılım metodolojisi (yöntem bilimi) ve felsefesi ayrıntılı olarak çalışıldı. Hedef, bir dağıtım oluşturmanın ötesinde, bu dağıtımı sürekli kılabilecek düzenlemeci yapıyı da kurmak olduğundan, yazılım sektöründe, özellikle açık kaynak çerçevesinde, kullanılabilecek iş örnekleri irdelendi. Bu incelemeler sonrasında, 2003 yılı sonbaharında Linux temelli, açık kaynaklı, olabildiğince GPL lisanslama yöntemini kullanan bir işletim sistemi dağıtımı oluşturulmasına karar verildi. Pardus Projesi'nin hayata geçmesi 2004 yılı başında teknik ekibin çekirdeğinin oluşturulmasıyla başladı. Bu aşamada Türkiye'nin Linux geçmişi, mevcut ve planlanan dağıtımlar, açık kaynak ve Linux topluluğu ve girişimleri de göz önüne alınarak, var olan bilgi birikimi ve deneyimden en üst düzeyde yararlanmanın yolları arandı. Sonuçta ulusal işletim sistemi geliştirilmesinde görev alması en uygun kişiler Türkiye'nin dört bir yanından seçilerek TÜBİTAK/UEKAE bünyesinde bir araya geldiler. 2004 yılının önemli bir kısmı teknik seçeneklerin değerlendirilmesi ile geçti. Farklı Linux dağıtımları incelendi, mevcut dağıtımlardaki eksiklikler, olası gelişim alanları, yapılması gerekenler ve bunların iş gücü ve kaynak gereksinimleri irdelendi. Hedef kitlenin kim olacağı üzerinde beyin fırtınaları yapıldı, bunun sonucu olarak yol haritası seçenekleri belirlendi. 2004 yılı Ekim ayında bu teknik değerlendirmeler sonuçlandı ve yayımlanan Proje Ana Sözleşmesi ile amaç, yöntem ve takvim belirlendi. Pardus'un “bilişim okuryazarlığına sahip bilgisayar kullanıcılarının temel masaüstü ihtiyaçlarını hedefleyen” bir işletim sistemi olmasına, “mevcut Linux dağıtımlarının üstün taraflarını kavram, mimari ya da kod olarak kullanmasına”, ancak “otonom sisteme evrilebilecek bir yapılandırma çerçevesi ve araçları ile kurulum, yapılandırma ve kullanım kolaylığı sağlamasına” karar verildi. Teknik hedefi ve yöntemi belirlenen tasarı hızla ilerlemeye başladı ve 1 Şubat 2005 tarihinde ilk ürün olan Pardus Çalışan CD 1.0 yayımlandı. Tasarının amaçları ve teknik yaklaşımı hakkında Linux topluluğunu ve kullanıcıları bilgilendirmeyi amaçlayan Çalışan CD (canlı sistem) beklenenin üzerinde ilgi gördü. Sonrasında geliştirme daha çok özgün yenilik tasarılarına yoğunlaştı ve nihayet 27 Aralık 2005'te Pardus'un ilk kurulabilir sürümü olan Pardus 1.0, ağ üzerinden yayımlanmaya başladı. Pardus 2011.2 sürümüne kadar kendine özgü PiSi paket yönetim sistemini kullanan özgün bir Linux dağıtımı olarak yoluna devam etti. Yeniden yapılanma dönemi (2011-2013). 2011 yılının son aylarından itibaren TÜBİTAK bünyesindeki yeniden yapılanma çalışmaları neticesinde proje yöneticileri ve geliştirici ekip dağıtılarak tasfiye edildi. İdari ve teknolojik olarak köklü değişikliklerin yaşandığı bu süreçte son sürüm olan Pardus 2011 sürümünün bakımı yapılmadı. Mevcut sürümlerin bakımlarının ve yeniden yapılanma çalışmalarının içeriği konusunda resmî açıklamaların yapılmaması Pardus kullanıcıları arasında projenin sona erdiğine dair haberlerin yayılmasına neden oldu. Ocak 2012'de Pardus 2011 bireysel sürümüne güncelleme desteğinin sona erdiği e-posta listeleri üzerinden duyuruldu. 2 Mart 2012'de projenin resmî sitesinden 23-24 Mart 2012 tarihlerinde projenin yeniden nasıl sürdürüleceğine dair “Pardus’un Yarını Çalıştayı” yapılacağı açıklandı. Sadece davetlilere açık olan çalıştayda Pardus hakkında kararlar alacak bir kurul oluşturulmasına ve bu kurulun aşağıdaki üyelerden oluşmasına karar verildi. Ayrıca, kurul üyelerinin kendi temsil ettikleri topluluklardan seçim yoluyla belirleneceği ve Pardus'un en önemli hedefinin en iyi Türkçe desteği veren işletim sistemi haline gelmek olduğu belirtildi. 19 Haziran 2012 tarihinde ULAKBİM Başkanı Dr. Ahmet Kaplan ve Pardus Proje Yöneticisi Abdullah Erol projenin hedeflerini açıkladıkları bir basın toplantısı düzenlediler. Abdullah Erol'un proje yöneticisi olduğu bu toplantı ile kamuoyu tarafından öğrenildi. Toplantıda özetle FATİH Projesindeki akıllı tahtalarda Pardus kullanılacağı, yeni bir kurumsal sürüm hazırlandığı, sunucu ve mobil sürümler yapılacağı ve özel sektörle iş birliklerine gidileceği belirtildi. Bu vaatler Pardus topluluğu tarafından şüphe ile karşılandı. Abdullah Erol 2016 yılı Ağustos ayında FETÖ soruşturmaları kapsamında görevinden alındı. Pardus Danışma Kurulu ilk toplantısını 29 Haziran 2012 tarihinde Ankara'da ULAKBİM'de yaptı. Fakat toplantıdan bir gün önce projenin bir Debian derlemesini bazı ekran görüntülerini değiştirerek Pardus 2011 adı altında FATİH projesi kapsamındaki akıllı tahtalara yüklediği ve okullara dağıttığı ortaya çıktı. Toplantıda TÜBİTAK'ın mevcut sözleşmeleri ve taahhütleri gereği akıllı tahtalara yüklemek ve bazı kurumlardaki masaüstü bilgisayarlardaki Pardus sürümlerini hızlıca güncellemek için Debian dağıtımını kullandığı, Pardus için geliştirilen PiSi gibi projelerin bu yeni Debian sürümüne eklenemediği, akıllı tahtaların da Pardus ile çalıştırılamadığı için Debian kullanıldığı, bu işlemler için Vestel firması ile iş birliği yapıldığı öğrenildi (oysa CEBİT 2011'de Pardus çalıştıran bir akıllı tahta sunulmuştu). Ayrıca, Danışma Kurulunun henüz resmî olarak kurulmamış olduğu, bunun için TÜBİTAK Bilim Kurulunun yetki devri işlemi yapması gerektiği ortaya çıktı. Bu şartlar altında üyeler (Debian sürümü hakkında) TÜBİTAK'ın onaylanmasını istediği bazı kararları onaylamadı ve kurulun resmî oluşumunun tamamlamasının beklenmesine karar verildi. Ayrıca, Pardus hakkında kararları vereceği çalıştayda tespit edilmiş olan Danışma Kurulu toplanmadan ve kamuoyuna bilgilendirme yapılmadan TÜBİTAK'ın Pardus'un yeni sürümünde Debian'ı kullanmaya karar vermiş olması ve toplantının kurulun resmî oluşumu açısından daha erken yapılmamış olması Pardus topluluğunda şaşkınlıkla karşılandı. Fakat TÜBİTAK Danışma Kurulunu bir daha toplamadı ve bu kurul işlev kazanamadı. 2012 yılı ilk yarısında Fatih Projesi kapsamında okullara gönderilen etkileşimli tahtalarda Pardus logolu Debian işletim sisteminin kullanıldığı görüldü. 2012 yılı ikinci yarısında TÜBİTAK yeni geliştiriciler istihdam ederek yeni sürüm hazırlıklarına başladı. 25 Ocak 2013'te Debian tabanlı ilk kararlı Pardus sürümü "Pardus 2013 Anadolu Parsı" adı ile yayımlandı. Böylece Pardus projesi kapsamında 2012 yılına kadar geliştirilmiş olan Pardus'a özgü PiSi paket yönetim sistemi, COMAR yapılandırma yöneticisi, YALI kurulum aracı, Müdür açılış sistemi, Kaptan ilk ayar sihirbazı ve diğer irili ufaklı tüm projeler terk edilerek tamamen Debian tabanına geçilmiş oldu. Sürümler. 2013 yılı öncesinde ağırlıklı olarak bireysel kullanıcılara yönelik sürümler yayımlanmış, sadece 2007 ve 2011 yıllarında kurumsal sürümleri yayımlanmıştır. Pardus 2013 sürümünden itibaren ise "Kurumsal", "Sunucu" ve akıllı tahtalara yönelik "Fatih" sürümü yayımlanmaya başlamış, 2021 yılından itibaren ise Bulut, ARM64 ve Konteyner sürümleri da yayımlanmaya başlamıştır. Günümüzde Pardus projesi kapsamında aşağıdaki sürümler yayımlanmaktadır. Alt projeler. Yeni dönemde Linux dağıtımının bileşenleri yerine, göç projelerinde kamu ve özel kurumların ihtiyaç duyacağı araçların geliştirilmesine ağırlık verilen projede alttaki ürünler geliştirilmiştir. Sosyal etkinlikler ve katılımlar. Bunların dışında Türkiye genelinde çeşitli bilim festivalleri, yazılım kampları, çalıştay ve toplantılara katılım sağlanmakta olup katılım sağlanan tüm etkinlikler Pardus web sitesinde detaylı olarak yayınlanmaktadır. Yazılımlar. YALI. YALI (Yet Another Linux Installer; "Bir Linux Kurucusu Daha"), 2011.2 sürümüne kadar Pardus ve güncel olarak bu projenin gönüllüler tarafından devamı olan Pisi Linux için, Python programlama dili ile geliştirilmiş olan ve işletim sistemi kurulumu işlevini gerçekleştiren kurulum yazılımıdır. Müdür. Pardus ve Pisi Linux'un init sistemidir. Sistemin açılış sürecini düzenler ve açılışı gerçekleştirir. COMAR ile entegre çalışır. Açılış sürecini fazlasıyla hızlandırır. Python programlama ile yazılmıştır. Ağ Yöneticisi. Pardus'un bulunduğu fiziksel ortamdaki ağlara bağlanmasını sağlar. Pardus Ağ Yöneticisi yapımında Python ve QT sürüm 3.3.8 görsel arayüz hazırlama aracı kullanılmıştır. Özellikler. Ayrıca oluşturulan bağlantıların ayarları da değiştirilebilir. DHCP sunucunun size atadığı IP adresi, ağ geçidi bilgilerin dışında kendi belirleyeceğiniz sabit bir IP adresini, Alt ağ maskesini ve Ağ geçidini kullanabilirsiniz ya da İsim Servisi Ayarları penceresinden DNS sunucu ayarlarını değiştirebilirsiniz. Konsol. Pardus'ta konsola (komut satırı) "network-manager" yazarak da kullanılabilir. Konsola network-manager—help yazdılığında ekrana basılan metin. Kullanım: network-manager [Qt-seçenekleri] [KDE-seçenekleri] [seçenekler] Ağ Yöneticisi Genel seçenekler: --help Seçeneklerle ilgili yardım göster—help-qt Qt ile ilgili seçenekleri göster—help-kde KDE ile ilgili seçenekleri göster—help-all Tüm seçenekleri göster—author Yazar bilgisini göster -v, --version Sürüm bilgisini göster—license Lisans bilgisini göster—Seçeneklerin sonu Seçenekler: --auto-connect Sadece otomatik bağlanmayı dene TASMA. Pardus 2008.x ve önceki sürümlerde Pardus'un hemen her konuda davranışlarını ve kullanıcı tercihlerini belirleyen temel yapılandırma arayüzüdür. Sisteme yeni kullanıcılar eklenmesi, yeni harici donanımların (yazıcı, tarayıcı vb.) tanıtılması, masaüstü yazı tiplerinin belirlenmesi gibi konularda kullanıcıların işini kolaylaştıran bu araç, Pardus 2009 ile birlikte yerini Sistem Ayarları arayüzüne bırakmıştır. Pardus Kurumsal 2'nin KDE 3.5 sürümüyle gelmesi nedeniyle bu sürümde desteklenmeye devam edilmiştir. Seçenekleri. TASMA, birçok konu hakkında ayarlama yapma olanağına sahiptir. Bu ayarlar 8 başlık altında toplanmıştır. Bunlar: Bölgesel ve Erişebilirlik. Bu başlık altındaki seçenekler; Yükleme dilleri: Türkçe, İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Felemenkçe, Portekizce (Brezilya). Lehçe çeviri de hazırlanmaktadır. Ayrıca PİSİ vasıtasıyla ek diller de yüklenebilir. Çevre Birimleri. Bu başlık altında aşağıdaki ayarlar yapılabilir; Görünüm ve Temalar. Bu başlık altında aşağıdaki görünüm ayarları yapılabilir; İnternet ve Yerel ağ. Kullanıcıları karşılayarak kişisel kullanım seçeneklerini yapılandıran Kaptan Masaüstü ilk ağ ayarları için de gerekli bilgileri alarak kaydeder. Bu adım ya da ilk aşamada atlandıysa, TASMA'da İnternet ve bu başlık altında Ağ Yöneticisi aracı kullanılarak modem, ethernet ve kablosuz ağ bağlantıları yönetilebilir. Bu araçla her bağlantı türüne ait birçok farklı bağlantı bilgileri kaydedilerek ağ ayarları değiştiğinde uygun profil seçilerek bağlantı sağlanması mümkün olur. Özellikle dizüstü bilgisayar kullanıcılarının sık bulundukları ortamlarda defalarca aynı bilgileri girmesine gerek kalmaz. Özellikle bu açıdan bir başka pratik seçenek de Programlar>Sistem altında bulunan Ağ Programcığı'dır. Bu programcık Ağ Yöneticisi'nde kayıtlı profillerin görev çubuğundaki bir simgeye tıklayarak değiştirilebilmesine olanak sağlar. Bu başlık altındaki ayarlar; PiSi Paket Yöneticisi. PiSi (açılımı "Packages Installed Successfully as Intended"), 2011.2 sürümüne kadar Pardus'un güncel olarak da Pisi Linux ve Solus'un paket yöneticisidir. Bağımlılıkları takip ederek paket inşa etme, kurma, kaldırma, yükseltme ve benzeri işlevleri yerine getirir. Kullanıcı dostu bir grafiksel arayüz ve kapsamlı bir komut satırı arayüzü içerir. Geliştiriciler için tanıdık ve basit bir geliştirme ortamı sunar. PiSi paketleri. PiSi paketleri PKZIP formatında arşivlerdir, paketin içerdiği dosyalar dışında paketle ilgili gerekli bilgileri taşıyan "metadata.xml" adlı bir XML dosyası, yükleme sonrası ve kaldırma öncesi çalıştırılan betikler ve ÇOMAR yapılandırma betikleri içerir. Paket kaynakları da temel olarak "pspec.xml" adlı bir tanım dosyası, "actions.py" adındaki kaynak kodun yapılandırılması, inşa edilmesi ve istenilen dizine yerleştirilmesi için gerekli komutları içeren Python betiği ve paketlerin özet ve açıklamalarına yerelleştirme desteği verilebilmesi için "translations.xml" dosyasından ibarettir. Buna ek olarak, yamalar, sözü geçen diğer betikler ve ek dosyalar içerir. Bazı ayırıcı özellikler. PiSi Python'da yazılmıştır, bu sayede performans kaybetmeden taşınabilirlik ve paketlerin boyutunun küçültülmesi sağlanmıştır. Kaynak paketler basit XML dosyaları ve Python programcıklarıyla ifade edilir. Paketler kaynak tabanlı paket sistemlerindeki gibi kısa ve anlaşılabilir bir inşa reçetesiyle tanımlanır, bunun için geliştirilmis olan bir API gereken ortak komutları toplar. Yüksek seviyeli ve düşük seviyeli paket yönetim işlevlerini tek bir yazılımda birleştirir. Bağımlılıkları takip etmek ya da depoları yönetmek için ayrı bir yazılıma gereksinim duymaz. Hangi dosyanın hangi pakette olduğu ve bağımlılıklar gibi paket bilgilerini takip etmek için Berkeley DB'yi kullanır. Bağımlılıklar hızlı algoritmalarla hesaplanır. Paketler bileşen ve kategorilerle düzenlenir. İkili paketler PKZIP arşivleridir. Birçok işlemde şeffaf biçimde URL desteği verilir, HTTP ve FTP protokolleri desteklenir. Örneğin sadece bir "pspec.xml" URL'i verilerek uzaktaki bir kaynak inşa edilebilir. Kaynak arşivini URL ile gösterir, orijinal kaynak kodunu içermez, bu da subversion gibi sürüm sistemleriyle geliştirmeyi kolaylaştırır. Kitaplık yaklaşımıyla tasarlandığı için üzerinde uygulama geliştirmek kolaydır. Program mesajları için özgür yazılımlarda yaygın olarak kullanılan gettext uluslararasılaştırması, xml dosyaları için xml:lang uluslararasılaştırması kullanılmıştır. Depolar ve bağımlılıklar. Depolar bir dizinin altındaki paketlerin indeksini içeren bir XML dosyasının URL'i ile tanımlanır (pisi-index.xml). Paket bağımlılıklarının takibi iyi bilinen basit çizge algoritmaları ile yapılır. Önce paket ilişkilerinin gerekli alt kümesi database'den gereken en az sayıda erişim yapılarak getirilir, sonra “topological sort” ile basit ama güvenli bir plan hesaplanır. Paket yükleme, kaldırma ve yükseltme işlemleri için oluşturulan planlar, bir hata durumunda sistemin tutarlı durumda kalmasını sağlamaya çalışır. Yükseltme planlarında hem düz hem ters bağımlılıklar hesaba katılır. Bir emniyet mandali önemli paketlerin kaldırılmasını öntanımlı olarak önler. Sürümler. Yazılım dağıtımında önemli bir sorun gelişme tarihini takip etmektir. PİSİ'nin çözümü orijinal, paket kaynağı ve ikili paket inşa sürümlerini ayırmaktır. Paket sürüm numarası bir paket kaynağının kaç kere değiştirildiğini ve paket inşa numarası bir ikili paketin kaçıncı inşa olduğunu tutar. Bu sayede farklı boyutlara ayırılan sürüm numarası pratikte karşılaşılan bazı sorunları çözmektedir. Bileşen/Kategoriler. Kaynak paketlerin sayısı büyük olduğu için (yazım esnasında 800 civarı) bir organizasyon gereklidir. Web Ontology dilleri yazılım paketleri için fazla karışıktır. Yaptığımız araştırmaya göre sadece iki ilişkiyi belirtmek temel gereksinimler için yeterlidir: Burada bileşen Pardus'un bir alt-sistemini göstermektedir. Örneğin system.base konsolda çalışan taban sistemidir, desktop.kde ise KDE masaüstüdür. Bir paket tek bir bileşenin parçası olabilir, yani bileşenler paket toplamalarıdır. system.base ve system.devel özel bileşenlerdir. Bütün programlar çalışmak için system.base'in sağladığı temel UNIX ortamına gereksinim duyarlar. Paket inşa komutu için gerekli kaynaklar ise system.devel içerisindedir. Kategori paket tipini gösterir. Örneğin app:gui grafiksel uygulamaları, app:cli komut satırı uygulamalarını, library ise kitaplıkları göstermektedir. Bir paket birden çok kategoriye sahip olabilir. Arama işlevleri. Anahtar sözcük araması (search komutu) özetler ve tanımlar üzerinde çalışır. Hızlı işlem için bir ters indeks (inverted index) kullanır ve çok dilli çalışır. Ayrıca search-file komutu dosya adıyla paket bulur. Veritabanı yapısı. Özelleştirilebilir ve esnek olması sebebiyle Berkeley Veritabanı tercih edilmiştir (örneğin liste saklamak vs. kolaydır). Bütün ara (intermediate) veri XML olarak saklanır. XML yapıları otomatik olarak python nesnelerine aktarılır. Felaket durumunda bütün veritabanı saklanan XML dosyalarından yeniden yaratılabilir (rebuild-db komutu). Kuşbakışı PiSi komut satırı. SVN tarzı komut satırı işlemcisi 29 komut içerir. Aşağıda komut çeşitlerine göre bir ayrım verilmiştir. Bilgi/arama komutları: search, search-file, info, list-available, list-components, list-installed, list-pending, list-repo, list-upgrades, graph Depo komutları: index, add-repo, remove-repo, update-repo Paket inşası: build, build-until, build-build, build-install, build-package, build-setup, build-unpack İkili paket işlemleri: install, remove, upgrade, check, configure-pending Yardımcı komutlar: rebuild-db, clean, delete-cache Grafiksel arayüz. Qt tabanlı arayüze sahiptir. Sadece Pisi Linux kullanmaktadır. SolusOS, GTK tabanlı bir paket yöneticisi geliştirmektedir, henüz tamamlanmamıştır. Kullanımının mümkün olduğu kadar basitleştirildiği düşünülen bir arayüzdür. Bütün işlemler için tek bir pencere ve depo ayarları için ayrı bir pencereden oluşur. Paket işlemleri için üç ayrı kip bulunmaktadır (yükseltme, yükleme, kaldırma). Arama fonksiyonu paketlerin üstünde tanıdık bir arama çubuğu ile sağlanır. Paketler bileşenlere ayrılır. Öntanımlı olarak sadece uygulamaları gösterir, bir filtre seçeneği ile bütün uygulamalar seçilebilir. Bütün sistem tek bir tuşla güncellenir. Ürünler. Liderahenk. Pardus geliştiricileri tarafından geliştirilen bir merkezi yönetim sistemidir. Kurumsal ağ üzerindeki, sınırsız sayıda farklı sistemi ve kullanıcılarını tek merkezden yönetebilmeyi, izlemeyi ve denetlemeyi sağlayan, açık kaynaklı bir yazılım sistemidir. Sunucu tarafında Lider, istemci tarafındaysa Ahenk isimli iki farklı modülden oluşan Liderahenk; bir kurumsal ağ üzerindeki kaynak kullanımı, oturum yönetimi, parola politikası, uzak masaüstü erişimi, istemci paket yönetimi, çevre birimi erişimi ve servis yönetimi noktasında tüm politikaların kolayca belirlenip, yürütülebilmesini sağlar. Pardus ETAP. Tam adıyla Etkileşimli Tahta Arayüz Projesi, Pardus GNU/Linux tabanlı bir kullanıcı arayüzüdür. Eğitim kurumlarında kullanılmakta olan etkileşimli tahtalarda kullanılmak üzere özel olarak tasarlanmıştır. Tasarım ve eklenen yeni özellikler dokunmatik ekranlı bir cihazın daha kolay ve etkili kullanımını sağlaması düşünülerek geliştirilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5896", "len_data": 20508, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.47 }
Herbert Spencer (27 Nisan 1820 - 8 Aralık 1903), İngiliz filozof ve sosyolog. 27 Nisan 1820 yılında Derby (İngiltere)'de doğmuştur. Babası George, geleneklere uymayan, Anglikan mezhebine bağlı olmayan bir okul öğretmeniydi. Babası da dahil olmak üzere birçok aile üyesi öğretmendir. Sanat ve beşeri bilimlerde değil, teknik ve faydacı konularda eğitim gördü. 1837'de demiryolu için inşaat mühendisi olarak çalışmaya başladı, 1846'ya kadar bu mesleğe devam etti. Spencer bu dönemde kendi başına çalışmaya devam etti ve bilimsel ve siyasi çalışmalar yayınlamaya başladı. 1848'de Spencer, Economist'in editörü olarak atandı ve entelektüel fikirleri sağlamlaşmaya başladı. 1850'de ilk büyük çalışmasını Sosyal Statik olarak tamamladı. Bu çalışmanın yazımı sırasında, Spencer ilk olarak uykusuzluk yaşamaya başladı ve yıllar boyunca zihinsel ve fiziksel sorunlar yaşadı. Birçok bilim dalında binlerce fikir ortaya atmış ve "evrim" teorisinde Charles Darwin'in bir numaralı rakibi olmuştur. 1858'de evrim teorisini biyoloji bilimi ile sınırlamayıp, bu teoriyi bütün bilimlere uygulamak fikri kafasında belirdi. Sağlık sorunları nedeniyle günde sadece birkaç saat yazabiliyor olmasına ve maddi durumunun kötülüğüne rağmen, 1862'de dokuz ciltlik şaheseri "Statik Felsefe"'yi yazmaya başladı. Statik felsefe kısaca birçok farklı bilim dalına evrim teorisini uygulamayı konu alır. Bu şaheserin en çok dikkat çeken ve Spencer'ın da üzerinde en çok çalıştığı bölüm, sosyolojiye evrim teorisinin uygulanmasını, toplum evrimini inceleyen, "Sosyoloji İlkeleri" adlı 3 cilttir. "Biyolojinin İlkeleri" ve "Ahlâkın İlkeleri" bu şaheserin üzerinde en çok konuşulan ve kuşkusuz bilim dünyasına en çok katkıda bulunan diğer bölümleridir. 1858'de evrim teorisini biyoloji bilimi ile sınırlamayıp, bu teoriyi bütün bilimlere uygulamak fikrini uygulamaya koyar. 1862'de dokuz ciltlik Sentetik Felsefe'yi yazmaya başladı. Sentetik Felsefe, kısaca birçok farklı bilim dalına evrim teorisini uygulamayı konu alır. Bu kitabın en çok dikkat çeken ve Spencer'ın da üzerinde en çok çalıştığı bölüm, sosyolojiye evrim teorisinin uygulanmasını, toplum evrimini inceleyen, "Sosyoloji İlkeleri" adlı 3 cilttir. Spencer, ahlaki ve siyasal inançlarını, çağdaşı olan Toplumsal Darwinciler gibi bir Doğa felsefesi zemininde geliştirmeye çalıştı. Darwin'in doğal evrim teorisinin ve bu teoriden önce kendisinin türettiği "uyum yeteneği” doğal seçilimin toplumsal hayatta uygulamasında başı çekti. Spencer'a göre, tıpkı doğada verilen var olma mücadelesinde "uyum yeteneği en çok olan"ın hayatta kalması gibi, toplumda yaşanan rekabet de en iyi olanın ortaya çıkmasını sağlayabiliyordu. Spencer, toplumların tıpkı canlı organizmalar gibi işlediğini de öne surdu. Toplumlar ne kadar karmaşıklaşırsa parçaların karşılıklı bağımlılığı da o ölçüde artıyordu. Doğal bir özellik olarak kendi dengelerini sağladıkları için, kendi üyelerinin daha ileri düzeyde evrim için mücadele etmelerine ihtiyaç duyarlar. Ancak mücadele feodal toplumda askeri bir form kazanırken, Spencer, sanayileşmiş toplumda rekabet ve iş birliği bileşiminin bu formun yerini almasını gerekli görür. Ayrıca, evrimin özel çıkarları genel faydaya dönüştürerek bir tur "görünmez el" gibi işlediğini düşünür. Evrimin en uzun vadeli yönelimi egoizmden özgeciliğe doğrudur. Süreç içinde toplumsal hayat, toplumsallaşmanın en yüksek düzeye ulaşmasıyla bireysellikte en büyük gelişimi sağlayacaktır. 1870'lerde ve 1880'lerin başında özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve İngiltere'de ünü doruk noktasına varmıştı. 1902'de Edebiyat dalında Nobel Ödülüne aday gösterildi. Birçok ödülü ve övgüyü çoğu zaman reddetti. Uzun bir hastalık döneminin ardından 1903'te öldü. Herbert Spencer geniş bir alana yayılmış farklı türdeki bilgileri uyumlu bir şekilde birleştirerek Viktorya çağına damgasını vuran kişilerden olmuştur. Evrim kuramının gelişiminde ve kabulünde en az Charles Darwin kadar büyük bir rol oynamış, bugün evrim kuramını açıklarken kullanılan birçok terimi de ilk kez kullanan kişi, o olmuştur. Ekonomik Spencerizm. en uygun firmanın hayatta kalması. Spencer'ın "en uygun olanın hayatta kalması" bakış açısının ve en güçlü ve en güçlü türlerin hayatta kalması konusundaki görüşünün çağdaş İranlı araştırmacı Enayatollah Morshedi üzerindeki etkisi, gelecekteki ekosistem ve Spencer'ın organik bir görüşüne sahip olan bu araştırmacının etkisi olmuştur. genelleme İşletmelerin ve ekonomik örgütlerin ekosistemine, The Businesses of the Future World(Geleceğin Dünyasının İşletmeleri) adlı kitabında Ekonomik Spencerizm: En Uygun Firmanın Hayatta Kalması ve Geleceğin Seçimi başlıklı bir iddia ve teori ortaya atmıştır. Kısacası, Enayatollah Morshedi'nin kitabında önerdiği Ekonomik Spencerizm teorisine göre, geleceğin ekonomik ekosisteminde ve mikro ve makro iş ortamlarının değişiminde, gelişmelere ve eğilimlere en uyumlu girişim olan en uygun organizasyon kazanır ve Hayatta kalacak. Morshedi'nin Ekonomik Spencerizm teorisinde, en uygun organizasyon veya firma, değişimlere karşı en esnek organizasyon, geleceğin dünyasında yenilikçi ve teknolojik değişim ve gelişmelere en az direnç gösteren en öğrenen organizasyon kültürü anlamına gelir. "Gelecek" ve "örgüt" kavramlarına organik bir bakışla Morshedi, Spencer'ın ekonomik organizasyonlar ekosistemine en uygun olanın hayatta kalmasına ilişkin görüşünü genişletti ve genelleştirdi ve buna Ekonomik Spencerizm adını verdi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5901", "len_data": 5410, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.63 }
İran (), resmî adıyla İran İslam Cumhuriyeti (), Batı Asya'da yer alan bir ülkedir. Kuzeybatıda Türkiye ve batıda Irak, kuzeyde Azerbaycan, Ermenistan, Hazar Denizi ve Türkmenistan, doğuda Afganistan, güneydoğuda Pakistan, güneyde Umman Körfezi ve Basra Körfezi ile komşudur. İran, alanda yaklaşık 86 milyonluk çok etnikli nüfusuyla hem coğrafi büyüklük hem de nüfus bakımından dünyada 17. sırada yer almaktadır. Asya'nın en büyük altıncı ülkesidir ve dünyanın en dağlık ülkelerinden biridir. Resmî olarak bir İslam cumhuriyeti olan İran, 31 eyalet ile beş bölgeye ayrılmaktadır. Tahran ülkenin başkenti, en büyük şehri ve finans merkezidir. Bir medeniyet beşiği olan İran, Alt Paleolitik Çağ'dan bu yana insanların yaşadığı bir bölge oldu. İran'ın büyük bölümü ilk olarak MÖ 7. yüzyılda Siyaksares yönetimindeki Medler tarafından siyasi bir varlık olarak birleştirildi ve Büyük Kiros'un antik tarihin en büyüklerinden biri olan Ahameniş İmparatorluğu'nu kurduğu MÖ 6. yüzyılda bölgesel zirvesine ulaştı. Büyük İskender, MÖ 4. yüzyılda imparatorluğu fethetti. Ardından MÖ 3. yüzyılda bir İran ayaklanmasıyla Part İmparatorluğu kuruldu ve ülke yeniden özgürlüğüne kavuştu; bu devletin yerini MS 3. yüzyılda Sasani İmparatorluğu aldı. Antik İran, yazı, tarım, kentleşme, din ve merkezi yönetim gibi alanlarda insanlık tarihinin en erken gelişmelerinden bazılarına sahne oldu. Sasani dönemi, İran uygarlık tarihinin altın çağlarından biri kabul edilir. MS 7. yüzyılda Müslümanlar bölgeyi fethederek İran'ın İslamlaşmasına yol açtı. Sasani döneminde gelişen edebiyat, felsefe, matematik, tıp, astronomi ve sanat, İslam'ın Altın Çağı ve İran Rönesansı sırasında yeniden canlandı. Bu dönemde bir dizi İranlı Müslüman hanedan, Arap egemenliğine son vererek Farsçayı yeniden ihya etti ve ülkeyi 11-14. yüzyıllar arasındaki Selçuklu ve Moğol istilalarına kadar yönetti. 16. yüzyılda yerli Safevî hanedanı, On İki İmam Şiiliğini resmî mezhep ilan ederek İran'da yeniden birleşik bir devlet yapısı kurdu. İran, 18. yüzyılda kurulan Afşar İmparatorluğu döneminde dünyanın önde gelen güçlerinden biri hâline geldi; ancak bu durum, 1790’larda Kaçarların iktidarı ele geçirmesiyle sona erdi. 20. yüzyılın başlarında İran'da Meşruiyet Devrimi yaşandı ve ardından 1925 yılında Rıza Pehlevi'nin son Kaçar şahını tahttan indirerek Pehlevî Hanedanı'nı kurmasıyla yeni bir dönem başladı. Başbakan Muhammed Musaddık'ın petrol endüstrisini millîleştirme girişimleri, 1953 yılında İngiliz-Amerikan destekli bir darbeyle sonuçlandı. 1979'daki İran Devrimi sonrasında monarşi devrildi ve Ruhullah Humeyni'nin ülkenin ilk Dini Lideri olduğu İran İslam Cumhuriyeti kuruldu. 1980 yılında Irak, İran'ı işgal etti ve bu olay, sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı'nı başlattı; savaş, tarafların üstünlük sağlayamamasıyla sonuçlandı. İran, resmî olarak başkanlık sistemine sahip üniter bir İslam cumhuriyeti olarak yönetilmekte ve en yüksek otorite, ülkenin Dini Lideri’nin elinde bulunmaktadır. Hükûmet otoriter bir yapıya sahiptir ve insan hakları ile sivil özgürlüklerin ciddi şekilde ihlali nedeniyle geniş çapta eleştirilmektedir. İran; dünya üzerindeki en büyük ikinci doğalgaz rezervine, en büyük üçüncü kanıtlanmış petrol rezervine sahip olması, jeopolitik açıdan önemli bir konumda bulunması, askerî kapasitesi, kültürel hegemonyası, bölgesel nüfuzu ve Şiî İslam'ın küresel merkezi olarak kabul edilmesi sayesinde önemli bir bölgesel güç olarak öne çıkmaktadır. Satın alma gücü paritesine göre bakıldığında İran, dünyanın en büyük 23. ekonomisine sahiptir. İran; Birleşmiş Milletler, İslam İşbirliği Teşkilatı, OPEC ve Ekonomik İşbirliği Teşkilatı'nın kurucu üyesi olup, aynı zamanda Bağlantısızlar Hareketi, Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRICS'in de mevcut bir üyesidir. Etimoloji. İran sözcüğünün kökeni, Sanskritçedeki "aryan" sözcüğünden gelir. "İran" () sözcüğü çağdaş Farsçaya, Zerdüştlük'ün kutsal kitabı Avesta'da yer alan bir Proto-İrani terim olan "Aryānām"'dan girmiştir. "Ariya" ve "Airiia" kelimeleri, aynı zamanda Ahameniş İmparatorluğu yazıtlarında etnik bir atıf olarak yer almıştır. Orta Farsça'dan gelen "Ērān" terimi (Pehlevî dilinde "'yr'n"), Nakş-ı Rüstem'deki I. Erdeşîr'in taç giyme törenini gösteren kabartmanın yanındaki yazıtta bulunmuştur. Bu kabartmaya eşlik eden Partça dilindeki yazıtta İran, "Aryān" olarak ifade edilirken; bu yazıtta, kralın sanı, Orta Farsçadaki "Ērān" kelimesini içermektedir. Sasani İmparatorluğu'nun kurucusu I. Erdeşir'in zamanında "Ērān" ifadesi, devletten çok insanları kastederek bu anlamını korudu. Bu yazıtta "Ērān" kelimesi, İran halklarına atfen kullanılmasına rağmen, "Ērān" ifadesinin imparatorluk coğrafyasını ifade etmek için kullanılması Sasani Hanedanlığı'nın ilk döneminde de görülmüştür. I. Erdeşîr'in oğlu Şâpûr, bir yazıtında açıkça "Ērān" bölgelerinin içine İranlıların yerleşmediği Ermenistan ve Kafkasya'yı da dahil etmiştir. Zerdüşt rahip Kartir de, kitabelerinde "Ērān"'ın egemenliği altındaki bölgeleri gösteren listede aynı bölgeleri saymıştır. "Ērān" ve "Aryān" kelimelerinin ikisi de, "Aryanlar'ın (İranlı) ülkesi" anlamına gelen Proto-İran dilindeki "Aryānām" teriminden gelmektedir. Airyanem Vaejah kelimesi ve kavramı, aslında İran'ın ülke isminde (edebi olarak Aryanlar'ın ülkesi anlamında), aynen "Aryānā" kelimesinin modern Farsça karşılığı olan Iran ("Ērān") gibi korunmuştur. Ülkenin adı MÖ 6. yüzyıldan 1935 yılına kadar "Pers İmparatorluğu", "Acemistan" gibi isimlerle anılırken, o yıl Şah Rızâ Pehlevî, uluslararası topluluktan "İran" adını artık kullanmalarını istemiştir. Birkaç yıl sonra bu isim değişikliğinin ülkenin geçmişiyle arasındaki bağı kopardığını iddia eden bazıları protesto gösterileri yapmış, bunun üzerine 1959'da Muhammed Rızâ Pehlevî, her iki ifadenin resmî olarak birlikte ve birbirinin yerine kullanılabileceğini açıklamıştır. 1979'da yaşanan İran İslam Devrimi'nden sonra ülkenin resmî adı "İran İslâm Cumhuriyeti" olmuştur. Tarihçe. Erken dönem (MÖ 3200–MÖ 625). MÖ 4000 yılları. İran platosu boyunca bulunan onlarca tarih öncesi kalıntı, MÖ dördüncü binyılda, Mezopotamya yakınlarında ortaya çıkan en erken uygarlıklardan yüzyıllar önce antik kültürlerin ve yerleşim yerlerinin varlığına işaret etmektedir. MÖ 3000 ve 2000 yılları. Proto İranlılar, ilk olarak Hint-İranlıların ayrılmasını takiben ortaya çıkmışlardır ve izleri Baktria- Margiyana Arkeoloji Bölgesi'ne kadar takip edilmektedir. Aryan (Antik İran halkları) toplulukları, MÖ üçüncü veya ikinci binyılda İran platosuna büyük olasılıkla birden fazla göç dalgası ile gelmiş ve yerleşmişlerdir. Proto İranlıların "Doğu" ve "Batı" diye gruplara ayrılması, göçe bağlı olarak meydana gelmiştir. MÖ 1000 yılları. MÖ birinci milenyumda Medler, Baktriyalılar ve Partlar İran'ın batı bölgesinin nüfusunu oluştururken, Karadeniz'in kuzey steplerine Kimmerler, Sarmatlar ve Alanlar yerleşmişti. Diğer topluluklar Hindistan Yarımadası kuzeybatı sınırındaki dağlık kesimde ve bugün Belucistan denilen bölgeye yerleşmişlerdi. İskitler gibi diğer topluluklar ise batıda Balkanlara, doğuda ise Sincan Uygur Özerk Bölgesi'ne kadar yayılmışlardı. Avesta dili, MÖ 1000'lerde ortaya çıkan Zerdüştlük inancının kutsal kitabı Avesta'nın kutsal ilahi ve kurallarını bir araya getirmek için kullanılmış eski bir İranî dildir. Zerdüştlük, sonraki yıllarda Ahameniş İmparatorluğu ve sonraki İran imparatorluklarının devlet dini oldu. İslâmiyet öncesi dönem (MÖ 625–MS 633). Medler. İran, bir millet ve imparatorluk (MÖ 625–MÖ 559) olarak Medler ile başlar. Medler ilk kez Asur kralı III. Salmaneser'in dönemindeki (MÖ 858-824) yazılarda "Mada" adı ile kaydedilmişlerdir. Medlerin şu anki adı, Antik Yunan dilindeki "Mêdos"'tan (Μῆδος) gelmektedir. Asurlular onlardan "Medyan ülkesi", "Kurmada, Mata" veya "Manda" olarak bahsederken, Babilliler ise onları "Ummān-manda" olarak adlandırmışlardır. Genel olarak Medler, eski Yakın Doğu tarihinde önemli bir yere sahip oldukları kabul edilse de, tarihlerini yeniden inşa etmek için yazılı bir kaynak bırakmamışlardır; kendileriyle ilgili anlatılanlar sadece Asurlular, Babilliler, Ermeniler ve Yunanlılar gibi yabancı kaynaklardan bilinmektedir. Medler, Asurluların yıkılmasında önemli roller oynamış ve güçlü Lidya ve Babil krallıklarıyla rekabet etmiştir. Ahameniş İmparatorluğu. Büyük Kiros, Medler ve Perslerden tarihteki ilk Pers devleti olan Ahameniş İmparatorluğu'nu oluşturarak birleşik bir imparatorluk kurmuş ve daha ileride, insanlar ile kültürler arası bir birleşme olana dek, kendi zamanının en büyüğü olmak üzere hükmetmiştir. Kiros, söylenceye göre bir gün Pers ordusuna çalıları temizletmiş, ertesi gün ziyafet vermiş ve kendisini destekleyip lüks içinde yaşamak varken neden Medlerin kölesi olarak kaldıklarını sormuştur. Bu hamlesiyle birlikte tüm Pers ordusunun desteğini kazanmıştır. Bir Pers devleti olan Ahameniş İmparatorluğu, Büyük Kiros ve I. Darius devrinde o zamana kadar insanlık tarihindeki en büyük imparatorluk hâline gelmişti. Pers İmparatorluğu'nun sınırları doğuda İndus Nehri ve Ceyhun Nehri'nden batıda Akdeniz'e kadar uzanıyor, Anadolu'nun neredeyse tamamı ile Mısır'ı da kapsıyordu.Atina, MÖ 499'da Sardis'in yağmalanması ile sonuçlanan Milet'teki bir isyana destek vermiştir. Bu durum, MÖ 5. yüzyıl boyunca süren Yunan-Pers Savaşları olarak bilinen savaşları çıkartacak ve Yunanlara karşı bir Ahameniş harekâtına neden olacaktır. Yunan-Pers Savaşları sırasında Persler bazı büyük üstünlükler ele geçirmişler ve MÖ 480'de Atina'yı yıkıp yerle bir etmişlerdir. Ancak Yunanların bir dizi zaferinden sonra Persler çekilmek zorunda kalmışlardır. Savaşlar, MÖ 449'da imzalanan Callias Barışı ile sona ermiştir. Pers Ahamenişlerin en büyük çalışması, kurdukları imparatorluğun kendisiydi. Zerdüşt'ün öğretilerinden kaynaklanan kurallar ve ahlak; insan hakları, eşitlik ve köleliğin yasaklanmasına dayandırılan politikaları geliştiren ve uygulayan Ahamenişler tarafından sıkı bir şekilde takip edilmiştir. MÖ 6. yüzyıldan itibaren İran coğrafyasına hakim olan Zerdüştlük inancı, Ahamenişler zamanında, özellikle Babil'e sürgün edilmiş olan Yahudilerin Büyük Kiros tarafından özgür bırakılması ve onların Kutsal Topraklar'a geri gönderilip tapınaklarını yeniden inşa etmelerine izin verilmesiyle daha çok tanıtıldı ve İbrahimî dinleri etkiledi. İlerleyen zamanlarda Kiros, bu olay nedeniyle Yahudiler tarafından övgüyle bahsedilmiştir. Aristoteles, Platon ve Sokrates'in yaşadığı Atina'nın Altın Çağı sırasında Yunanların Pers İmparatorluğu ve Orta Doğu ile bazı temasları oluşmuştur. Çünkü Ahamenişler, Batı Asya'dan Anadolu'nun batısına ve Mısır'dan Mezopotamya'nın kuzeyine kadar olan geniş alanda uzun yıllar hükmetmişlerdir. Orta Doğu ve Balkanlar halklarına sağlanan barış, asayiş, güvenlik ve zenginlik, tarihte nadir görülen bir dönemi oluşturmuş; bu dönem, ticaretin bu oranda arttığı tek dönem olmuş ve bölge insanlarının yaşam standartları yükselmiştir. Makedonya (İskender) İmparatorluğu. Antik Çağ'ın en önemli hükümdarlarından biri olarak ön plana çıkan Büyük İskender, babası II. Filip'in bir suikaste uğrayıp ölmesinin ardından 20 yaşında Makedonya tahtına geçince, gözünü o zamanki en büyük devlet olan Pers topraklarına dikti. Balkanlar'da asayişi sağladıktan sonra Pers seferine çıkan İskender, Çanakkale Boğazı üzerinden Anadolu'ya geçti ve ilerledi. İskender, son Ahameniş hükümdarı III. Darius'u MÖ 333'te İssos'ta (günümüzde İskenderun) ve MÖ 331'de Irak civarındaki Gaugamela Muharebesi'nde yenerek Ahameniş İmparatorluğu'nu ortadan kaldırdı ve Pers topraklarını kendi imparatorluğuna kattı. İskender'in MÖ 323'teki ani ölümünün ardından imparatorluğu paylaşıldı ve İran coğrafyasına Selevkos Hanedanlığı hakim oldu. Selevkos İmparatorluğu. İskender'in Pers topraklarını işgalinden sonra arkasında bir varis bırakamadan ölmesi, uçsuz bucaksız imparatorluğunun devlet generalleri arasında paylaşılmasına neden oldu. Bu generallerden biri olan Makedon asıllı I. Seleukos, Balkanlar'dan Hindistan'a kadar olan bölümü aldı. Selevkoslar, toprakları Roma İmparatorluğu tarafından ele geçirilinceye kadar (MÖ 63) Doğu Akdeniz'in hâkimi oldular. Part İmparatorluğu. Part İmparatorluğu; MÖ 3. yüzyılın başlarında Selevkos İmparatorluğu'nu yendikten sonra İran platosunu tekrar birleştiren ve yöneten, aynı zamanda MÖ 150-MS 224 arasında Mezopotamya'yı kontrol eden Arsasid Hanedanı tarafından idare edilmiştir. Partlar, Antik İran'ın üçüncü yerli halkından olan bir hanedandır. Yaklaşık beş yüzyıl boyunca hüküm sürmüşlerdir. MÖ 140 yılından itibaren bir imparatorluk hâline gelen Part İmparatorluğu, hızla genişlemiş ve başkent, günümüzde Türkmenistan sınırları içinde bulunan Nisa'dan, Dicle kıyısında yer alan ve günümüzde modern Bağdat'ın güneyinde bulunan Ktesifon'a taşınmıştır. Tarihi önemli Med, Asur, Babil ve Elam topraklarının ele geçirilmesinden sonra Partlar, kendi imparatorluklarını düzenlemek zorunda kaldılar. Bu ülkelerin eski elit tabakasından olan herkes Yunan idi ve yeni egemenler, eğer hükümranlıklarını sürdürmek istiyorsa kendi geleneklerini bunlara uydurmak zorundaydılar. Sonuç olarak, şehirler eski antik haklarını korudu ve sivil yönetimler ancak belli oranda rahatsız edildiler. Partlar, özellikle Orta Anadolu'da Roma'nın genişlemesini sınırlandırdığı için, Roma İmparatorluğu'nun baş düşmanlarıydı. Partlar zırhlı, ağır silahlı ve hafif silahlı, ancak hareketli olan atlıları kullanarak kendi topraklarını yaklaşık 300 yıla yakın bir süre savundular. Roma'nın en sevilen generali Marcus Antonius, MÖ 36'da Partlara karşı, sonucunda 32.000 asker kaybedeceği büyük bir sefer düzenledi. Roma İmparatoru Augustus zamanında Roma ve Part İmparatorluğu, aralarındaki sorunları diplomasi aracılığıyla çözüyordu. Bu gelişmeler sırasında Partlar, kendi ordularında Marcus Antonius'tan ve MÖ 53'te Harran'da "büyük bir bozguna" uğrattıkları Marcus Licinius Crassus'den elde ettikleri deneyimlerle, o dönem çok takdir edilen Roma jejyon standartlarına, "altın kartallar"a göre bir düzenlemeye gittiler. Sasani İmparatorluğu. İmparatorluk düzeninin gevşediği ve son kralın, imparatorluğun vasallarından biri olan I. Erdeşir tarafından yenilmesi üzerine Part İmparatorluğu MS 224'te sona erdi ve I. Erdeşir, bu tarihte Sasani İmparatorluğu'nu kurdu. Ardından ülkeyi ekonomik ve askeri alanda reformlarla geliştirmeye başladı. Sasaniler, Ahamenişler tarafından çizilen sınırlar içinde, onlara "Erânshahr" veya "Iranshahr" diye atıfta bulunarak, başkentleri Tizpon olmak üzere imparatorluklarını kurdular. Roma İmparatorluğu, arka arkaya I. Erdeşir, I. Şapur ve II. Şapur ile girdikleri savaşları kaybettikleri için pek çok sorun yaşadılar. Sasani hükümranlığı döneminde Roma İmparatorluğu'na karşı kazanılan zaferler, Roma'da büyük bir karamsarlık yarattı. Romalı tarihçi ve kamu görevlisi Cassius Dio, konuyla ilgili şunları yazmıştır: Partlar ve daha sonraki Sasaniler devrinde İpek Yolu üzerindeki ticaret Çin, Mısır, Mezopotamya, İran, Hindistan ve Roma medeniyetlerinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır ve modern dünyanın temellerinin atılmasına yardımcı olmuştur. Partlardan kalan bazı kalıntılar, bazı açılardan Klasik Yunan etkileri taşımakta ve çoğunlukta kendi oryantal anlayışlarını sergilemektedir. Partlar, Avrupa Romanesk mimarisini andıran ve muhtemelen bu mimariyi etkilemiş olduğu Tizpon'da örnekleri görülen Part stili mimari tasarımların yaratıcılarıydılar. Sasaniler döneminde İran, Çin ile ilişkilerini geliştirdi; Sasani sanatı, müziği ve mimarisi büyük atılımlar gerçekleştirdi ve Nizip Okulu ve Gundeşapur Akademisi gibi dünya çapında tanınan bilim ve araştırma merkezleri oluşturuldu.Bu dönemde batıda Hristiyanlığın, doğuda ise Budizm ve Maniheizm gibi dinlerin yayılması sonucunda Zerdüştlük inancı, İran birliğinin sağlamlaştırılması için ulusal bir devlet dini olarak örgütlendi. Ayrıca yine bu dönemde yazılı kültüre geçilmiştir. Kutsal metinlerin derlenmesinden oluşan enderzler, Zerdüştlüğün kutsal kitabı olan Avesta, dini ya da din dışı gelenekler ve İran'ın ulusal destanı sayılan Şehname, bu dönemde kaleme alınmıştır. Sasaniler, 7. yüzyılın başında, II. Hüsrev döneminde Bizans İmparatorluğu ile çoğunluğu Orta Doğu'da gerçekleşen çarpışmalara giriştiler. Tam da bu sıralarda Muhammed'in İslam'a olan çağrısı başlamış ve ilk Müslümanlar, bir ordu teşkilatı bünyesinde Muhammed'in önderliğinde Arap Yarımadası'nda birtakım fetihlere girişmişti. Muhammed'in 632'deki ölümünün ardından başlayan Müslüman Arap akınları, Sasani hükümdarlığındaki İran'a da sıçradı. Sasaniler, Bizanslılar ile yaptıkları savaşlar yüzünden tükenmişlerdi ve bu saldırılara karşılık veremeyecek bir vaziyetteydiler. İran, Ömer bin Hattab'ın halifeliği döneminde, 636'daki Kadisiye Muharebesi'nde yenildi ve Müslüman Araplar, Sâsânî egemenliğine 651 yılında son vererek İslâmiyet'i İran'da yaydılar. Erken İslam dönemi ve Orta Çağ (633–1501). Râşidîn Halifeliği. İslam peygamberi Muhammed'in 632'deki ölümünün ardından, halefleri olan Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali tarafından yönetilen Râşidîn Halifeliği, Ömer bin Hattab'ın halifeliği döneminde (634-44) Orta Doğu'da yoğun askeri fetihlere giriştiler. Bu dönemde Bizans İmparatorluğu ile yapılan Yermük (636), Halep (637), Ecnadeyn (634), Demirköprü (637), Dathin (634), Firaz (634) ve Karyeteyn (634) muharebeleri ile Mısır, Suriye, Lübnan ve Filistin bölgeleri ele geçirilirken; Sasani İmparatorluğu ile yapılan Köprü (634), Kadisiye (636) ve Nihavend (642) muharebeleri ile de Irak'ın tamamı ve İran'ın büyük bir kısmı fethedildi. Müslüman Arapların eşi benzeri görülmemiş bu fetih dalgaları, bir İslam İmparatorluğu'nun oluşumunu sağladı. Müslüman Arapların bu askeri saldırılarına karşılık veremeyen Zerdüşt Sasani İmparatorluğu, kısa sürede yıkıldı. Emevîler. İran'ın İslam Devleti tarafından ele geçirilmesinden sonra İran, Emevîler'in yönetimine girdi. Fakat İran tam anlamıyla İslamlaşmadı. İran'ın İslamlaşması, İran toplumunun kültürel, bilimsel ve siyasi yapısı içinde derin dönüşümlere neden oldu: Olgunlaşmış İran edebiyatı, felsefesi, bilimi ve sanatı, yeni oluşan İslam medeniyetinin ana öğeleri haline geldi. Kültürel, politik ve dinî olarak İran'ın İslam medeniyetine eklemlenmesi çok büyük önem taşımaktadır. Son tahlilde İran'ın katkısı, Abbasiler devrindeki İslam'ın Altın Çağı'nın oluşmasında çok etkili olmuştur. Abbâsîler. Emevilerden sonra Abbasi Hanedanlığı iktidara geldi. Abbasiler döneminin en önemli özelliği, 8. yüzyılın ortalarında Bağdat'ta Beyt'ül Hikmet adında büyük bir bilim merkezinin kurulması ile "İslam'ın Altın Çağı" adı verilen dönemin başlamasıydı. Bu çağda, Hindistan'dan Endülüs'e kadar geniş coğrafyada bilimsel çalışmalar yapılmakla birlikte, tıp, bilim, sanat, felsefe, teoloji, matematik, astronomi, İslam hukuku gibi geniş yelpazede çalışmalar da yapılıyordu. Bu dönemde İran bölgesinden de birçok Müslüman bilim insanları birçok çalışmalar yaptı. Örneğin tıp alanında adını duyuran İranlı (Fars) hekim İbn-i Sina, o dönemde İran'da hüküm süren Samaniler Devleti ve Kakuyiler Devleti egemenliğinde çalışmalarını sürdürdü. Abbasilerin merkezi Bağdat (günümüzde Irak) olsa da, hanedanın İran ve kültürü üzerindeki etkisi büyüktü. Ayrıca Abbasi halifeleri, sıklıkla vezirlerini İranlılardan seçerdi ve İranlı valilerin ciddi anlamda yerel otonomi yetkileri vardı. Tâhirîler ve Samanîler. 822'de Horasan Valisi Tâhir, bağımsızlığını ilan etti ve yeni bir Pers hanedanlığı olarak Tahirîler Hanedanlığı'nı kurdu. Samanîler döneminde ise İran'ın bağımsızlığını kazanma çabaları daha da güçlendi. Abbâsîler sonrası dönemin kültürel canlanması, İran ulusal kimliğinin yeniden su yüzüne çıkmasına yol açmıştır. Bu kültürel akım, 9. ve 10. yüzyıllar sırasında zirve yapmıştır. Bu akımın en açık etkisi, Perslerin dili ve İran'ın resmî dili olan Farsçanın günümüze kadar sürekliliğinin sağlanmasıdır. İran'ın en güçlü epik şairi Firdevsi, Farsçanın günümüzde yaşamasının en önemli destekçisi olarak kabul edilmektedir. Bir sessizlik döneminden sonra İran, ayrı, farklı ve değişik bir öğe olarak İslam'ın içinde belirdi. İslam fetihlerinden sonra İran felsefesi, eski İran felsefesi, Yunan felsefesi ve gelişen İslam felsefesi ile geliştirdiği değişik ilişkilerle farklılaşacaktır. İşrakilik ve Aşkınlık Felsefesi, o dönemin İran'ında iki ana felsefe geleneği olarak kabul edilmekteydi. Gazneliler. Gazneli Mahmud, başkenti İsfahan ve Gazne olan büyük bir imparatorluk kurduğunda 11. yüzyıla ulaşılmış olunuyordu. Selçuklular. Tuğrul Bey tarafından kurulan, Alp Arslan tarafından yükselişine zemin hazırlayan, I. Melikşah döneminde de altın çağını yaşayan Büyük Selçuklular, Oğuz Türklerinin Kınık boyu tarafından kurulmasına karşın, İran topraklarına çoğunlukla hükmettiği için Türk-İran kültürünü bünyesinde barındırıyordu. Selçuklular, kurulduktan kısa süre sonra İslam dünyasının merkezi otoriteden yoksun parçalanmış siyasi haritasını birleştirdi ve daha sonra Haçlı Seferlerinin birinci ve ikincisinde kilit rol oynadı. Dili ve kültürüyle zamanla yoğun bir şekilde İranlılaşan Selçuklular, Türk-İran geleneğinde büyük bir gelişme sağladı ve İran kültürünü Anadolu'ya taşıdı. Kendilerinden önce gelenler gibi imparatorluğun divanı, İranlı vezirlerin elindeydi. Devlet yönetiminde pek çok Fars (İranlı) söz sahibiydi. Örneğin Alp Arslan ve I. Melikşah dönemlerinde devletin baş veziri olan ve kendi adıyla anılan Nizamiye Medreseleri'ni kuran Nizamülmülk, aslen İranlıydı. Bu dönemde İranlı yüzlerce araştırmacı ve bilim insanı; teknoloji, bilim ve tıbba, daha sonra Avrupa Rönesansının doğuşunu destekleyecek şekilde çok büyük katkı sağladı. Harezmşahlar ve Cengiz Han. 1218'te Harezmşahlar Devleti'nin doğu bölgeleri olan Maveraünnehir ve Horasan, Moğol hükümdarı Cengiz Han'ın istilasına uğradı. Bu dönemde yarım milyondan fazla İran nüfusu öldürüldü, Nişabur gibi kentlerin caddeleri "kan nehirlerine döndü", şehirlerin etrafına kedi ve köpek kulübelerinin itina ile yerleştirildiği insan kafalarından oluşan piramitler yapıldı. 1220 ve 1260 yılları arasında İran'ın nüfusu, bu kitlesel katliamlar ve açlık sonucu 2.500.000'dan 250.000'e düştü. Cengiz Han'ın torunlarından biri olan Hülagû Han, Fransa Kralı IX.Louis'e yazdığı bir mektupta İran'a ve Halife'ye karşı yaptığı akınlarda tek başına 200.000 kişinin öldürülmesinin sorumluluğunu üstleniyordu. Timurlular. Başkentini Semerkant'ta kuran Timur onu takip etti. Bu yıkım dalgaları etkileri, Nişabur gibi birçok şehrin bu saldırılar öncesi nüfuslarına yeniden kavuşmasını sekiz yüzyıl kadar -20. yüzyıla kadar- engelledi. Ancak hem Hülagû Han hem Timur ve onların takipçileri, kendi tarzlarını ve geleneklerini fethettikleri yerinkilere göre değiştirip tamamen Pers kültürüne uygun yaşadılar. Erken modern dönem (1501–1921). Safevî Hanedanı. İran'da ilk Şiî İslâm devleti, Şah İsmail tarafından Safevî Hanedanı (1501 ile 1736 arası) yönetiminde kuruldu. İlerleyen zaman içinde büyük bir politik güç haline geldi ve çift taraflı devlet antlaşmaları yapmaya başladı. Safevîlerin en güçlü oldukları zaman, I. Abbas'ın hükmettiği dönemdir (1588-1629). Safevîler, ilerleyen yıllarda Osmanlı İmparatorluğu, Şeybânî Hanlığı ve Portekiz İmparatorluğu ile savaştı. Safevîler başkentlerini Tebriz'den alarak önce Kazvin'e, sonra da dönemlerinde sanata verdikleri destek ile İran estetik düzeyi yüksek üretim dönemlerinden birini yaşadığı İsfahan'a taşıdılar. Dönemlerinde ülke yönetiminde merkezileşme arttı; ordunun modernleştirilmesinde ilk adımlar atıldı ve mimaride İsfahânî tarzı gelişti. 1722'de Afgan isyancılar, I. Hüseyin'i yendi ve Safevî Hanedanı'na son verdi. Afşar Hanedanı. Oğuz Türklerinin Afşar boyundan gelirler 1736'da Nadir Şah, başarılı bir şekilde Afgan isyancıları İsfahan'dan çıkardı ve Afşar Hanedanı'nı kurdu. 1738'de aralarında Taht-ı Tavus, Işık Dağı elması ve Işık Denizi elmasının da bulunduğu kraliyet hazinelerini güvence altına alacak bir sefer yaptı. Ne var ki hükümdarlığı çok uzun sürmedi, 1747'de bir suikast sonucu öldü. Ölürken, yanında bulunan karısı Kenya kökenli El Fatima'ya İran tahtını bıraktı. El Fatima'nın siyahi olması nedeniyle İran halkı bu kadın şahı kabul etmedi ve yarı siyahi olan Nadir Şah'ın küçük kızı El Hebübe'ye tahtı bırakmak zorunda kaldı. El Hebübe, bu sırada 21 yaşlarında güzel bir kızdı. Afgan şahı Şeyhsüvari El Hamd ile evliydi; dolayısıyla İran tahtı, iki Türk kadından sonra Afgan Hanedanı'na geçerek siyasi varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Zend Hanedanı. Meşhed kökenli Afşar Hanedanlığı, 1750'de başkentini Şiraz'da kuran Lek asıllı Kerim Han Zend tarafından kurulan Zend Hanedanı tarafından takip edildi. Onun yönetimi, görece bir barış ve refah sağladı. Kaçar Hanedanı. Zend Hanedanı; Lütf Ali Han, Ağa Muhammed Şah tarafından idam edilinceye kadar üç kuşak sürdü ve yeni hükümdar Tahran'ı 1794'te Kaçar Hanedanı'nın doğuşunu gösterecek şekilde başkent yaptı. Yetenekli Kaçar yöneticisi Amir Kabir, diğer modernleşme reformları arasında İran'ın ilk üniversitesini de kurmuştur. Kaçar Hanedanı döneminde İran, Rus-İran Savaşları sonucunda Rus İmparatorluğu ve İngiliz İmparatorluğu karşısında Gülistan Antlaşması, Türkmençay Antlaşması ve Akhal Antlaşması ile topraklarının neredeyse yarısını kaybetmiştir. Büyük Oyun'a rağmen İran egemenliğini korumayı becermiş ve çevresindeki diğer ülkelerin tersine asla sömürgeleştirilememiştir. Sürekli tekrarlanan dış müdahaleler ve yozlaşan ve zayıflayan Kaçar yönetimi, bir parlamenter monarşi içinde ülkenin ilk parlamentosunu oluşturan İran Anayasa Devrimi ve Kaçar Hanedanı'nın egemenliğine son veren Tütün Protestosu gibi toplumsal hareketlere yol açmıştır. 1908'de İran'da petrolün bulunması bir dönüm noktası oldu. Böylece hem emperyalist güçlerin İran üzerindeki hesapları, hem de İran'ın 20. yüzyılına damgasını vuracak olan karmaşık sosyo-ekonomik yapı ortaya çıktı. Kaçar Hanedanı, İran tarihindeki son Türk hanedandır. Bu tarihten sonra Türkler bir daha devlet denetimini ele geçirememişlerdir. Geç modern dönem (1921–). Rıza Şah. İngiliz ajanı Sir Ardeşir J. Reporter aracılığıyla İngilizlere tanıtılan Rıza Pehlevî, 1921 darbesiyle İngilizler için çalışmaya başladı ve 1923 yılında başbakan ve sonunda 1925 yılında İran şahı oldu. İngilizlerin himayesi altında İran'daki birçok sosyalist, milliyetçi ve etnik hareketi bastırmayı başardı. 1925 yılında Kaçar hanedanlığını devre dışı bırakarak kendi Pehlevî hanedanlığını kurdu. Kısa sürede Azerbaycan, Arabistan (Huzistan) ve Luristan gibi büyük bölgelerin yarı özerk konumunu ortadan kaldırarak tüm yetkileri Tahran'da merkezileştirdi. Aynı zamanda Farsça olmayan dillerin kullanımını da yasakladı ve bu yasakları kendi aşırı milliyetçi ideolojisi doğrultusunda tüm ülkede uygulamaya başladı. Yönetimi merkezileştirmek doğrultusunda Farsçayı tek yasal dil olarak tanıdı ve diğer milliyetlere ait dillere yasak koydu. Kürtçe, Lurice ve yabancı olan yani Hint-Avrupa dilleri olmayan Türkçe ve Arapça gibi dilleri de Farsçanın bozuk lehçeleri olarak baskı altında tuttu. Fars olmayan topluluklar böylelikle kendi yerli kültürlerini, dillerini, tarihlerini ve günlük yaşam biçimlerini söküp atmaya mecbur edildiler. Rıza Şah zamanında, devlet bütçesinden, Farsçılık propagandası yapan edebiyatçılara, tarihçilere, eğitimcilere ve sanatçılara büyük bir bütçe tahsis edildi. Bunun en önemli örneği 1925 yılında Ahmed Kesrevi tarafından yayınlanan “Azerîce ya da Eski Azerbaycan'ın Dili” kitabıdır. Kitapta Azerîcenin, Türkçe ile ilgili olmadığı ve aslında Farsçanın bir lehçesi olduğu savunulmuştur. Bir diğer örnek ise TUDEH Partisi'nin kurucularından sayılan Arânî'dir. Arânî, kendi döneminin birçok entelektüeli gibi, Farslaştırma siyasetinden himaye ediliyordu. Azerbaycan ile ilgili bir makalesinde, Azerbaycan'ı “İran'ın beşiği” saymış ve Azerbaycanlıların Farsçayı vahşi Moğolların saldırısı sonucu unuttuğunu iddia etmiştir. Arânî'ye göre bu olay çok tehlikelidir, çünkü Azerileri yanlışlıkla Türk olduklarına ve İran'dan ayrılmaları gerektiğine ikna etmektedir. Ona göre bu sorunu çözmek için devlet, Türkçeyi ortadan kaldırmak ve Farsçayı yaygınlaştırmak için her türlü girişimi yapmak zorundadır. Rıza Şah sanayileşmeyi, demiryolu taşımacılığını ve yapımını başlatıp İran'da yükseköğretimin temelini attı. Rıza Şah, Rusya ve Birleşik Krallık arasında bir denge politikası yürüttü ancak II. Dünya Savaşı başlayınca Almanya ile yakınlaşması Britanya ve Rusya'yı alarma geçirdi. 1941'de II. Dünya Savaşı boyunca İran demiryolundan yararlanmak amacıyla İran'ı Birleşik Krallık ve SSCB işgal etti. İşgalin ardından müttefik güçleri, Şah Rıza'nın ülkedeki Alman görevlilerin sınır dışı edilmesi yönündeki isteklerini kabul etmemesi üzerine Şah, oğlu Muhammed Rıza Pehlevî lehine tahtından feragat etmeye zorlandı. Şah Rıza'nın ülkeden uzaklaştırılmasının ardından esas olarak işgal güçlerinin denetiminde olmak kaydıyla Muhammed Rıza Pehlevî iktidarı başlamış oldu. Muhammed Rıza Pehlevî. Şah Rıza dönemine göre nispeten demokratik bazı açılımlar sağlandı; siyasi tutuklular özgür bırakıldı, basına yönelik sansür (karartma) kaldırıldı, siyasal ve toplumsal örgütlenmelere izin verildi. Artık sesini duyurma olanağı bulan çeşitli toplumsal ve siyasal muhalefet hareketleri bu özgürlük ortamından yararlanarak reform taleplerini yükseltmeye başladılar. Daha sonraki yıllarda ülkenin siyasal ve toplumsal yaşamını büyük ölçüde etkileyecek olan Marksist kökenli Tudeh (Kitle) Partisi de bu ortamda, 1941 yılında kuruldu ve işçi yasası, toprak reformu, kadın hakları gibi geniş toplumsal tabanı kucaklayan talepleriyle önemli destek buldu. Birleşik Krallık, SSCB ve ABD'nin çıkar mücadelesine sahne olan İran'ın, 1942'de imzalanan anlaşmanın ve 1943'te yapılan Tahran Konferansı'nın ardından, bu üç devlet tarafından yeniden inşa edilmesine karar verildi; fakat SSCB. bu anlaşmaya uymayarak denetimi altındaki bölgede sosyalist nitelikli, 1945'te Azerî Azerbaycan Millî Hükümeti, 1946'da Kürt Mahabad Cumhuriyeti olmak üzere iki özerk devlet kurdurdu. İşgal bölgesini yine aynı yıl, İran'ın kuzey petrol yataklarını işletme konusunda imtiyazlı bir anlaşma imzaladıktan bir ay sonra boşalttı. SSCB işgalinin sona ermesinden hemen sonra İran, bu iki özerk cumhuriyetin varlığına güç kullanarak son verdi. SSCB'ye verilen imtiyaz da ülke içindeki milliyetçilerin ve Birleşik Krallık'ın baskısıyla 1947 yılında geçersiz kılındı. Operasyon Ajax. Fakat tüm bu gelişmeler ülke içindeki milliyetçi muhalefeti güçlendirmişti. Giderek etkinliğini artıran Ulusal Cephe, 1951'de halkın büyük çoğunluğunun da talebi olan petrolün ulusallaştırılması kararının Mecliste kabul edilmesini sağladı. Bu karara karşı çıkan Başbakan Razmara'nın öldürülmesinin ardından çıkan ayaklanmadan sonra Şah, Ulusal Cephe'nin lideri Muhammed Musaddık'ı başbakanlığa getirmek zorunda kaldı. Batıda eğitim görmüş, bağımsızlıktan ve ulusal egemenlikten yana olan bir milliyetçiliği savunan Musaddık'ın ilk işi; petrolün ulusallaştırılması yönündeki kararı onaylamak oldu. Bu karar ve Musaddık'ın bağımsızlıkçı politikası Birleşik Krallık ve ABD'nin tepkisini çekmekteydi. Fakat bir süre sonra, başta Musaddık'a destek veren ulema, Muhammed Musaddık'ın Sovyetler'le yakınlaşmasından kaygılanarak hükûmete verdikleri desteği geri çektiler ve Ulusal Cephe dağıldı. TUDEH Partisi ise Musaddık'ı desteklemeye devam etmekteydi. Bu durumdan rahatsız olan ordu içindeki bir grup CIA'in de desteğiyle bir darbe düzenlediler. 1953 yılında Şah, Musaddık'ı görevden almaya çalıştı fakat çıkan isyanın ardından ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Buna karşılık İngilizler A.B.D.'yi Musaddık'ı devirmek için hazırlanan bir plana dahil olmaya davet etti ve 1953'te Başkan Dwight D. Eisenhower Ajax Operasyonu'nun yapılmasını onayladı. Operasyon yapıldı ve Musaddık 19 Ağustos 1953'te tutuklandı. Şah ise kaçmış olduğu Roma'dan dönerek tekrar görevini devraldı. Bu gelişmelerin ardından İran petrollerinin işletilmesi için, %50 hakkı İran'da olmak üzere çok uluslu bir konsorsiyum oluşturuldu. Operasyon Ajax'tan sonra Muhammed Rıza Pehlevî'nin yönetimi giderek otokratikleşti. ABD'nin desteği ile Şah İran'ın altyapısını modernleştirirken kendisine muhalif bütün siyasî oluşumları istihbarat örgütü SAVAK aracılığıyla ezdi. 1953'te yaşanan olaylar İran'ın siyasal ve toplumsal yaşamı için bir dönüm noktası sayılabilir. Musaddık'ın devrilmesiyle sonuçlanan süreçte bölünen yalnızca uygar milliyetçi güçler olmadı. Tudeh'de de kırılmalar yaşandı. Partiden kopan gençlik örgütünden silahlı mücadeleye başlayan Halkın Fedaileri ve Halkın Mücahitleri örgütleri doğdu. Bu örgütlerin de içinde yer aldığı İran sol hareketi, 1960'lı yıllarda kitlesel etkinlik gösterse de, sol hareketin giderek kitle hareketinden silahlı mücadeleye kaymasıyla toplumsal tabandaki etkisini yitirmiş oldu. Musaddık'ın iktidara gelmesinde de önemli rol oynayan işçi hareketi ise etkinliğini kaybetse de etkisini İslâm Devrimi'ne kadar sürdürdü. Hatta devrimi başlatan, rafineri ve petrol işçilerinin grevi olacaktı. Ak Devrim. Musaddık iktidarının sonundan İslâm Devrimi'ne uzanan süreçte büyük önem taşıyan gelişmelerden biri Şah'ın 1962 yılında gündeme getirdiği “Ak Devrim” adını verdiği reform paketidir. Ülkede siyasi istikrarı sağlayan Şah Muhammed Rıza petrol gelirinin de yardımıyla sosyo-ekonomik yapıyı sarsıcı biçimde değiştirmekteydi. Bir yandan istihdam artıp, ücretler yükselirken sanayi toplumuna hızlı geçişin sancıları çok güçlü bir şekilde kendini hissettiriyordu. Köylerinden ayrılan milyonlarca topraksız köylü şehirlerin etrafındaki gecekondu bölgelerinde toplanmaktaydı. Bir yandan yeni üretim biçimlerine bağlı olarak ortaya çıkan bir sanayi burjuvazisi giderek zenginleşirken yoksul, işsiz ve umutsuz, ekonomik olduğu kadar siyasal olarak da dışlanmış milyonlar da büyük kentlerin dışında öfkeli bir muhalefetin koşullarını oluşturuyordu. 1953'ün şaşkınlığıyla bölünüp gücünü yitiren sol, bu kitlelerle ilişki kuramazken; ulemanın etkinliği giderek artmaktaydı. Şah'ın modern kapitalizm yolunda ilerlemek için yürürlüğe koymaya çalıştığı reform ise çarşı ya da bazargan adı verilen ve geleneksel olarak İran'ın siyasal, toplumsal yaşamında büyük önem taşıyan küçük ve orta sınıf esnafın, toprak sahiplerinin ve ulemanın tepkisini çekti. Toprak reformu, seçim reformu ve kadınlara oy hakkının tanınması, devlet işletmelerinin hisselerinin belirli oranda satılması gibi düzenlemeleri içeren Ak Devrim böylelikle tarıma dayalı ekonomiyi devre dışı bırakıp, toprak sahiplerini sanayi yatırımlarına yönelterek sağlam bir kapitalist ekonomik yapı kurmayı hedefliyordu. Ayrıca Şah'ın ulus inşa süreci için bir engel olarak gördüğü çarşı da bu şekilde tasfiye edilebilecekti. Yine bu hedef doğrultusunda eğitim, sağlık gibi alanlarda çeşitli düzenlemeler öngörülmekteydi. Bunun dış politikadaki yansımaları da İran'ın giderek bölgede ABD'nin jandarması rolüne soyunması şeklinde gerçekleşti. 1970'lerde petrol fiyatlarının aşırı artmasıyla bir yandan içerideki modernleşme hamlesini ve bir sanayi atılımını finanse eden İran, bir yandan da satın aldığı gelişmiş silahlarla askerî güç haline gelerek Basra Körfezi'ndeki askeri varlığını fiilen pekiştiriyordu. Söz konusu reformların tehdit ettiği sınıflar ve kadınların oy hakkı başta olmak üzere bazı yeniliklere karşı çıkan ulemanın kurduğu ittifak, mutsuz yoksul kitlelerin öfkesiyle birleşerek Devrim'e ulaşan süreçte geri dönülmesi zor bir dönemecin aşılmasına neden oldu. Seçim reformuna ulemanın tepki göstermesiyle başlayan olaylar sonucunda pek çok kişi öldü. Bu olaylar sırasında, 1979 Devrimi'nin manevî önderi haline gelecek din adamı Ayetullah Humeynî de siyasal bir önder olarak sivrilmekteydi. Humeynî olaylardan sorumlu tutularak tutuklandı, 18 ay hapiste tutuldu. 1964'te bırakılmasından sonra Humeynî, ABD hükûmetini açıkça eleştirdi. Şah, General Hasan Pakravan'ın yönlendirmesiyle Humeynî'yi sürgüne yolladı. Humeynî önce Türkiye'ye, sonra Irak'a, en sonunda ise Fransa'ya gitti. Sürgünde Şah'ı eleştirmeye devam etti. İslâm Devrimi ve sonrası. İran Devrimi, aynı zamanda İslâm Devrimi olarak da bilinir, Ocak 1978'de Şah karşıtı ilk büyük halk gösterileri ile başladı. Grevler ve gösteriler ülkeyi ve ekonomiyi felç ettikten sonra Şah 16 Ocak 1979'da ülkeyi terk etti ve 1 Şubat 1979'da büyük bir halk kitlesinin karşılamasıyla Ayetullah Humeynî İran'a geri döndü. Pehlevî Hanedanı 11 Şubat'ta İran ordusu, gerillalar ve militanlar sokak savaşlarında Şah'a bağlı silahlı gruplara karşı üstünlük sağlayınca kendini “tarafsız” ilan etmesiyle tamamen çöktü. 1 Nisan 1979'da İran resmen İslâmî Cumhuriyet oldu. Aralık 1979'da ülke teokratik bir anayasayı ve Humeynî'nin ülkenin dinî lideri olmasını onayladı. Genel af çıkarıldı, belirli bir süre, düzenleme için müzik ve gazete yasağı konuldu. Beni Sadr cumhurbaşkanı oldu. Devrimin hızı ve gerçekleşmesi Dünya'da birçok kişide şaşkınlık yarattı, çünkü ciddi olarak ne askerî bir karşı koyuş, ne mali bir kriz ne de bir karşı ayaklanma yaşandı. Hem milliyetçi hem de Marksist muhalif gruplar İslâmî gelenekçilerle birlikte Şah'a karşı mücadele etmelerine rağmen onbinlercesi Ayetullah Humeynî yönetiminde İslâm Cumhuriyeti ile sonuçlanan devrim sonrasında İslâmî rejim tarafından idam edildi. (Bakınız... 1988 İran siyasi suçlu idamları ve Tudeh) 2000 yılında Ayetullah Montazeri, yani Humeynî'nin sağ kolu, yayınladığı Hatıralar adlı kitabında, “1988 yılında 30.000 siyasî tutuklunun Humeynî'nin emriyle idam edildiğini” yazıyordu. İran Devrimi Sonrası Dış Politika Yaklaşımları. İran, iki kutuplu düzenin dışında bir dış politika söylemi besliyor bunu devrimci bir bakış açısına sığdırmaya çalışıyordu ve özellikle İmam Humeyni döneminde bunu uygulamaya istekli oldu. Sonraki dönemlerde her ne kadar bu söylemde kalmak istediyse de dış politikası günümüze kadar değişimlere uğrayıp farklı bir yöne doğru evrildi. Devrim öncesi Şah dönemi egemen olan batı yanlılığı ve laik düzen, devrim sonrası egemen olan düşünce rejim güvenliği ve rejim güvenliğinin korunması bununla birlikte bir de ülke güvenliği olmuştur. İran-Irak Savaşı. İran'ın A.B.D. ile ilişkileri devrim sırasında hızla kötüleşti. 4 Kasım 1979'da bir grup İranlı öğrenci, A. B. D. büyükelçiliğinin “casus yuvası” olduğunu iddia ederek elçilik personelini rehin aldı. Elçilik personelini 1953'te Muhammed Musaddık'a düzenlenen komplo gibi devrim hükûmetine karşı halkı ayaklandırmaya çalışmakla suçladılar. Öğrenci liderleri Humeynî'den izin almadan elçiliği basmalarına rağmen Humeynî olayın başarıya ulaşması üzerine onları destekledi. İlk birkaç ay içinde kadın ve Afro Amerikalı rehineler salıverilse de, kalan elli iki rehine 444 gün bırakılmadı. Öğrenciler rehineler karşılığı Şah'ın verilmesini istedi ancak 1980 yazında Şah'ın ölümü üzerine rehinelerin casusluk suçundan yargılanması talebi gündeme geldi. Jimmy Carter yönetimin müzakere çabaları veya Kartal Pençesi Operasyonu kurtarma harekâtı başarıya ulaşamadı. Ancak 19 Ocak 1981 tarihinde Cezayir Bildirisi'ne istinaden rehinler bırakıldı. Irak lideri Saddam Hüseyin kendisinin İran Devrimi'nin başlangıç aşamasında algıladığı dağınıklıktan ve İran'daki yönetimin Batılı hükûmetler nezdinde itibar görmeyişinden üstünlük sağlamaya karar verdi. Devrim sırasında İran'ın güçlü ordusu dağıtılmıştı. Saddam, Şah zamanından beri Irak'ın üzerinde hak iddia ettiği bölgeleri ele geçirerek Irak'ın Basra Körfezine açılımını genişletme arzusu taşıyordu. Irak için en çok önem taşıyan Huzistan yalnızca Arap nüfusu açısından değil zengin petrol yatakları açısından da değerliydi. Aynı zamanda Ebû Musa ve Büyük ve Küçük Tunb adaları da hedef haline gelmişti. Bu düşünceler içinde Hüseyin İran'a ani bir saldırı yapmayı ve başkent Tahran'a üç gün içinde ulaşmayı öngören bir plan yapmıştı. 22 Eylül 1980'de Irak ordusu savaşı başlatacak şekilde Huzistan'a girdi. Saldırı devrimci İran tarafından tamamen şaşkınlıkla karşılandı. Saddam Hüseyin'in kuvvetleri 1982'ye kadar çeşitli ilerlemelerde bulunsa da İran kuvvetleri Irak kuvvetlerini tekrar Irak'a geri çekilmek zorunda bıraktı. Humeynî Irak'ın batı kısmında çoğunlukta olan Şiî Arapların yer aldığı kesimde İslâmî devrimine taraftar bulmaya çalıştı. Savaş 1982'den sonra altı yıl daha devam etti. Humeynî'nin kendi ifadesi ile “bir tas dolusu zehri” içerek BM'in barış antlaşmasını kabul etmesiyle de savaş sona erdi. On binlerce İranlı sivil ve asker Irak kimyasal silah kullandığı için öldü. Irak'a silah satan ülkeler; Mısır, Basra Körfezi'nin Arap ülkeleri, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı ülkeleri, (1983'ten itibaren) ABD, Fransa, Birleşik Krallık, Almanya, Brezilya ve (aynı zamanda İran'a silah satan) Çin. İran sekiz yıl içinde kimyasal silahlardan dolayı 100.000'den fazla kurban verdi. İran'ın toplam yaralısının 500.000 ile 1.000.000 arasında olduğu tahmin ediliyor. Tüm uluslararası ajanslar savaş sırasında Saddam'ın İran'ın insan dalgası hücumları karşısında kimyasal silah kullandığını doğrularken İran'ın hiç kimyasal silah kullanmadığını teyit etmişlerdir. Coğrafya ve iklim. İran, 1.648.195 km2'lik yüzölçümüyle Türkiye'nin komşuları arasında yüzölçümü Türkiye'den büyük olan tek komşu ülke, aynı zamanda yüzölçümü açısından Libya'dan sonra ve Moğolistan'dan önce gelen dünyanın en büyük 18. ülkesidir. Ülkenin yüzölçümü, kabaca Birleşik Krallık, Fransa, İspanya ve Almanya yüzölçümü toplamlarına eşit ya da Alaska'nın yüzölçümünden çok az küçüktür. Kuzeybatıda Azerbaycan ve Ermenistan, kuzeyde Hazar Denizi, kuzeydoğuda Türkmenistan, doğuda Pakistan ve Afganistan, batıda Türkiye ve Irak ve ve son olarak güneyde Basra Körfezi ve Umman Körfezi ile sınırlara sahiptir. İran'ın yüzölçümü 1.648.000 km2'dir. İran'da Hazar Denizi ile Huzistan kıyıları arasında İran platosu bulunmaktadır. Dünya'daki en dağlık ülkelerden biridir. İran'ın coğrafyası, çeşitli havza ve platoları birbirinden ayıran halı gibi serilmiş sıradağlar ile biçimlendirilmiştir. Kafkas, Zagros ve Elburz sıradağları ile nüfusun yoğun olarak bulunduğu Batı bölgesi, en dağlık kesimdir; en son belirtilen sıradağlar içinde yer alan Demavend Dağı, 5.604 m yüksekliğiyle yalnız İran'ın değil, Hindukuş Dağları'nın batısındaki Avrasya topraklarının en yüksek dağıdır. Yükseklikleri yer yer 5.000 metreye yaklaşan bu dağlar, iç bölgelerde çok sert bir kara ikliminin yaşanmasına neden olur. Hatta bu bölgelerde geniş çöl alanları bulunur. Ülkenin doğusunun büyük kısmında, kuzey orta bölgesinde ülkenin en büyük çölü olan Kebir Çölü ("Deşt-i Kebir") ve güneyinde ise Lut Çölü ("Deşt-i Lut") gibi çöl havzaları olmak üzere bazı tuz gölleri bulunmaktadır. Bunun nedeni, dağ sıralarının bu bölgelere yağmur bulutlarının ulaşmasını engelleyecek kadar yüksek olmasıdır. Büyük ovalar yalnızca Hazar Denizi kıyısında ve Basra Körfezi'nin kuzey ucunda İran'ın Şatt-ül-Arap (Arvand Rūd) nehri deltasındaki sınırları boyunca bulunmaktadır. Küçük, düzensiz ovalar ise Basra Körfezi'nin Hürmüz Boğazı ve Umman Körfezine bakan kıyılarındadır. İklim ve bitki örtüsü. İran'ın iklimi çoğunlukla kurak veya yarı kurak ve Hazar Denizi kıyısında subtropikaldir. Ülkenin kuzey sınır bölgesinde kış aylarında sıcaklıklar neredeyse donma noktasının altına düşer ve iklim yıl boyu nemli kalır. Yaz sıcaklıkları nadiren 29 °C'yi aşar (85 °F). İran'ın iklim şartları, kuzeybatısında Irak ve Türkiye sınır bölgelerinde yer alan topoğrafik ve dağlık yapısı nedeniyle, ülkede bitki örtüsü olarak bozkır ve orman bulunur. Ülkenin kuzeybatısındaki dağlık bölgede kavak, Söğüt ve Meşe ağaçları bulunur. Yönetim. Hükümet ve siyaset. İslâm Cumhuriyetinin politik sistemi 1979 İran Anayasası'na dayanmaktadır. Sistem girift bir şekilde birbirine bağlı çeşitli yönetim yapılarını kapsamaktadır. Uluslararası raporlara göre İran'ın insan hakları sicili oldukça zayıftır. İran'ın siyasal rejimi antidemokratiktir. Hükûmete veya Dini lidere yönelik eleştirmenler sıklıkla tutuklanır ve siyasal aktivitenin diğer türlerinde olduğu gibi, adayların seçimlere katılması da ciddi şekilde kısıtlanmaktadır. İran'da kadın hakları ciddi biçimde yetersiz olarak tanımlanmıştır ve çocuk hakları ciddi şekilde ihlal edilmektedir, İran'da dünyadaki diğer tüm ülkelere göre daha fazla çocuk suçlu idam edilmektedir. Aynı cinsiyetten olan kişilerin cinsel aktiviteleri yasa dışıdır ve ölüme varan cezalarla cezalandırılabilir. 2000'li yıllardan bu yana, İran'ın tartışmalı nükleer programı, ülkeye karşı uluslararası yaptırımların temelini oluşturan endişeleri gündeme getirmiştir. 14 Temmuz 2015 tarihinde başlatılan, İran ile BM Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesi ve Almanya arasında varılan bir anlaşma olan Ortak Kapsamlı Eylem Planı, İran'ın zenginleştirilmiş uranyum üretimini kısıtlaması karşılığında nükleer yaptırımları gevşetmeyi amaçlamaktadır. Dinî lider. İran Dinî Lideri İran İslâm Cumhuriyeti'nin genel politikalarının tanımlanmasından ve denetiminden sorumludur. Dini Lider din adamlarından oluşan Uzmanlar Meclisi tarafından kaydı hayat şartıyla seçilir. Dini lider, silahlı kuvvetlerin "Başkomutanı"dır, askerî istihbaratı ve güvenlik operasyonlarını kontrol eder ve savaş açmada veya barış kabul etmede tek yetkilidir. Yargının, devlet radyo ve televizyonunun, polis kuvvetlerinin, silahlı kuvvetlerin baş yöneticileri ve 12 üyeli Anayasa Koruma Konseyi'nin altı üyesi Dinî Lider şehmuz tarafından atanır. Uzmanlar Meclisi. Uzmanlar Meclisi liyakat ve sahip olunan itibara bağlı olarak İran dinî liderini seçer ve görevinden alır. Danışmanlar Konseyi dinî lidere yasal görevleri konusunda danışmanlık yapmakla sorumludur. Danışmanlar Konseyi, yılda bir kez toplanır, sekiz yıllığına genel oy ile seçilen 86 “yetenekli ve eğitimli” hukukçudan oluşur. Devlet Başkanlığı ve meclis seçimlerinde olduğu gibi Anayasa Koruma Konseyi adayların yeterliliğini belirler. Konsey dinî lideri seçer ve dinî lideri her zaman görevden alma konusunda anayasadan kaynaklanan yetkisi vardır. Bütün toplantıları ve belgeleri çok gizlidir ve Konsey'in dinî liderin kararlarının herhangi bir tanesiyle çelişen bir kararı bilinmemektedir. İran Devlet Başkanı. Anayasa İran Devlet Başkanı'nı dinî liderden sonraki en yüksek devlet otoritesi olarak tanımlar. Devlet Başkanı dört yıllığına genel oy ile seçilir ve yeniden yalnızca bir kez daha seçilebilir. Örneğin İran Devlet Başkanı Mahmut Ahmedinejad 2005 İran Devlet Başkanlığı Seçimleri'nde seçilmiştir ve ardından 2009'da yapılan seçimlerde tekrar cumhurbaşkanı olmuştur. Başkan adayları, İslâm devriminin ülkülerine bağlılıklarından emin olmak üzere mutlaka Anayasa Koruma Konseyi'nden onay almalıdır. Anayasanın 115. maddesine göre Cumhurbaşkanı Şii mezhebinden olmalıdır. Devlet Başkanı anayasanın uygulanmasından ve her konuda son sözü söyleme yetkisine sahip olan dinî lidere bağlı olan konular dışında yönetim yapılarının çalışmasından sorumludur. Devlet Başkanı Bakanlar Kurulunu atar ve onlardan danışmanlık alır, hükûmet kararlarını yönlendirir ve yasamanın önüne konacak hükûmet politikalarını seçer. Devlet Başkanı'na bağlı olarak sekiz kişilik yardımcılar kurulu ve yirmi iki kişiden oluşan ve meclis tarafından onaylanması gereken bir Bakanlar Kurulu vardır. Birçok devlette olan uygulamanın tersine İran'da hükûmet orduyu kontrol etmez. Devlet Başkanı İçişleri ve Savunma Bakanı'nı atasa da, mecliste bu iki bakanlık için güvenoyu almadan önce dinî liderin açık onayını alması bir gelenektir. İran Meclisi. 2008 yılı itibarıyla İran Meclisi tek meclisli bir yapıdır.İran devrimi öncesinde yasama iki meclisli idi ancak İran Senatosu yeni Anayasa'da kaldırıldı. İran Meclisi dört yıllığına seçilen 290 üyeden oluşmaktadır. Meclis yasama faaliyetini yürütür, uluslararası antlaşmaları değerlendirir ve ulusal bütçeyi onaylar. Tüm meclis üyeleri ve Meclisteki tüm yasama çalışmaları Anayasa Koruma Konseyi tarafından onaylanmalıdır. Anayasa Koruma Konseyi. Anayasa Koruma Konseyi altı tanesi Dinî Lider tarafından atanan on iki üyeden oluşmaktadır. Diğerleri İran Yargı'sı tarafından aday gösterilen hukukçular arasından İran Meclisi tarafından seçilmektedir. Konsey anayasayı yorumlar ve Meclis kararlarını iptal edebilir. Eğer bir yasa anayasa veya Şeriat ile uyumlu değilse Meclise düzeltilmesi için tekrar geri gönderilmektedir. Çelişkili gibi görünse de Konsey İran Anayasası'na dayanarak parlamento üyelerini veto etmiştir. Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi. Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi Meclis ve Anayasa Koruma Konseyi arasındaki anlaşmazlıklarda çözüm bulma yetkisine sahiptir ve Dinî Lider'i ülkedeki en güçlü yönetim yapısı yapacak biçimde ona danışmanlık görevi sunar. Hukuk. Yargı sistemi. Dinî lider, sırayla Üst Mahkeme ve Başsavcı'yı atayan Yargı Sistemi Başkanı atar. Sulh ve ceza konuları ile ilgilenen mahkemeleri de içine alan çeşitli tipte mahkemeler ve ulusal güvenlik gibi önemli güvenlik konularına bakan “devrim mahkemeleri” de vardır. Devrim mahkemelerinin kararları kesindir ve temyiz edilemez. Özel Din Adamları Yargılama Mahkemesi, dinle ilgili konulara baktığı gibi, din adamları tarafından işlendiği öne sürülen suçlara bakar. Normal yargı işleyişinin dışında çalışır ve yalnızca Dinî Lider'e karşı sorumludur. Mahkemelerinin kararları kesindir ve temyiz edilemez. İdarî yapılanma. İran, idari olarak ostanlara ( - "ostān"; çoğul: - استانﻫﺎ - "ostānhā"), ostanlarda şehristanlara (), şehiristanlarda bahşlara () ayrılmaktadır. Ostanların merkezi genellikle ( - "markaz") ostandaki en büyük şehir olmaktadır. Ostan yönetiminin başında Bakanlar Kurulu tarafından onaylanmasına istinaden İçişleri Bakanı tarafından atanmış olan bir vali-komutan () bulunur. İran idari olarak 31 ostana ayrılmıştır: Şehir ve köy meclisleri. İran şehir ve köy meclislerine aday olanlar halkoyu ile dört yıllığına seçilirler. İran Anayasası'nın 7. maddesine göre Meclis ile beraber bu yerel meclisler “devletin karar alma ve yürütme organı”dır. Bu madde 1999'da ilk yerel seçimler yapılana kadar uygulanmadı. Meclislerin başkanların seçimi, belediye çalışmalarına danışmanlık yapılması, kendi bölgelerinin toplumsal, kültürel, eğitim, sağlık, ekonomik ve refah gereksinimlerini karşılayacak çalışmaların gerçekleştirilmesi ve toplumsal, ekonomik, yapısal, kültürel, eğitim ve diğer refah konularının hayata geçirilmesinde ulusal paydanın planlanması ve düzenlenmesi gibi görevleri vardır. Askeriye. İran ordusu, Kara Kuvvetleri, Hava Savunma Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri ve Donanmayı içeren İran İslam Cumhuriyeti Ordusu'ndan (Arteş) oluşan İran İslam Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri adında Kara Kuvvetleri, Havacılık ve Uzay Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri, Kudüs Gücü ve Besic'ten oluşan İslam Devrim Muhafızları Birliği (Sepah) ve jandarmaya benzer bir işlev gören Kolluk Kuvvetleri (Faraja) birleşik bir yapı altında örgütlenmiştir. IRIAF geleneksel bir sıfatla ülkenin egemenliğini korurken, IRGC, esas olarak dış müdahalelere, darbelere ve iç isyanlara karşı İslam Cumhuriyeti'nin bütünlüğünü sağlamakla görevlendirildi. 1925'ten bu yana 18 yaşını dolduran tüm erkek vatandaşların IRIAF veya IRGC'de yaklaşık 14 ay görev yapması zorunludur. İran'ın 610.000'den fazla aktif askeri ve yaklaşık 350.000 yedek askeri vardır. Toplamda yaklaşık 1 milyon eğitimli askerî personel, dünyada askeri eğitimli vatandaşların en yüksek yüzdesinden biridir. Devrim Muhafızları içindeki gönüllü bir paramiliter milis grubu olan Besic'in 20 milyondan fazla üyesi, acilen çağrılabilecek 600.000 üyesi, 300.000 yedek askeri ve gerektiğinde harekete geçirilebilecek bir milyon kişisi vardır. Ekonomi. İran ekonomisi planlı ekonomi, petrol ve diğer büyük sektörlerde devlet işletmeciliği, köy tarımı ve küçük ölçekli özel işletme ve hizmet yatırımlarının bir karışımıdır. Ekonomik altyapısı son 20 yıl içinde düzenli bir oranda gelişmektedir ancak enflasyon ve işsizlikten etkilenmektedir. 21. yüzyılın başında hizmet sektörü GSMH'da en büyük yüzdeye sahip oldu; hizmet sektörünü madencilik, imalat ve tarım izledi. 2006'da yaklaşık olarak hükûmet bütçesinin %45'i petrol ve doğalgaz ödemelerinden ve %31'i vergi ve harçlardan geldi. 2000-2004 arasında hükûmet harcamaları yıllık %14'lük bir enflasyon oluşturdu. İran $70.000.000.000'lık döviz rezervinin %80'ini ham petrol ihracatından elde etmiştir. 2007'de GSMH'nin $206.000.000.000 (satın alma gücü paritesi açısından ise $852.000.000.000) veya kişi başına düşen millî gelir açısından $3.160 (satın alma gücü paritesi açısından ise $12.300). İran'ın resmî olarak yıllık büyüme oranı ise %6'dır. Bu veriler ve çok çeşitli olan ancak küçük ölçekli sanayi yapısı nedeniyle, BM İran'ın ekonomisini yarı-gelişmiş kabul etmektedir. Hizmet sektörü GSYİH içindeki payı açısından en uzun süreli büyümeyi göstermiş olsa da sektör dengeli değildir. Üretimin serbestliği ve ambalajlama ve pazarlamanın yeni ihracat pazarlarının gelişimini desteklemesi ile beraber devlet yatırımı tarım üretimi artırdı. Ülke çapında son yıllarda birçok barajın yapılması ile büyük ölçekli sulama ve ihracat amaçlı üretilen hurma, çiçek ve fıstık gibi tarım ürünleri 1990'lar sonrasında sektörler arasında en hızlı ekonomik büyümeyi sağladı. İran'ın büyük ticari ilişkileri olan ülkeler Çin, Almanya, Güney Kore, Fransa, Japonya, Rusya ve İtalya'dır. %1,8'e yakın bir oranda istihdam sağlayan turizm sektörünün önümüzdeki beş yıl içinde istihdam açısından %10'luk bir oranı yakalaması bekleniyor. 2004 yılında 1.659.000 yabancı turist İran'ı ziyaret etmiştir; turistlerin çoğunluğu Orta Asya cumhuriyetleri de dâhil olmak üzere Asya ülkelerinden gelirken çok küçük bir kısmı Avrupa Birliği ve Kuzey Amerika ülkelerinden gelmiştir. 2000'li yılların başında sanayi hâlâ altyapı, iletişim, denetleyici normlar ve yetişmiş çalışan konularında ciddi sorunlar yaşamaktadır. İran turizm geliri açısından Dünya'da 89. sıradadır ancak aynı zamanda Dünya'daki en turistik ilk on ülke arasındadır. Yetersiz tanıtım, dengesiz bölge şartları, Dünya'daki olumsuz imaj, turizm sektöründe etkili planlama yetersizliği turizmde büyümeyi engellemiştir. 1990'ların sonlarından itibaren İran; Suriye, Hindistan, Venezuela ve Güney Afrika gibi gelişmekte olan ülkelerle ekonomik iş birliğini geliştirdi. İran, Türkiye ve Pakistan ile ticaret ilişkilerini de geliştirmekte ve Ekonomik İşbirliği Örgütü adı verilen kurum aracılığıyla Batı ve Orta Asya'da ortak bir pazar oluşturma hedefini diğer ülkelerle paylaşmaktadır. İran, ithalat üzerinde daha çok azaltılmış sınırlamalar/vergiler ve Çarbahar, Keşm ve Kiş adaları serbest ticaret bölgeleri gibi yatırım için uygun bir iklim yaratarak milyarlarca dolar yabancı yatırım çekmeyi planlamaktadır. Şimdiki hükûmet daha önceki hükûmetin pazar reform planlarını takip etmeye devam etmekte ve İran'ın petrole dayalı ekonomisini çeşitlendirmeye çalışacağını ifade etmektedir. Bunu devlet yatırımlarını otomotiv, imalat, uzay sanayileri, tüketici elektroniği, petrokimya ve nükleer teknoloji gibi alanlara yaparak gerçekleştirmeye çalışıyor. İran biyoteknoloji, nanoteknoloji ve ilaç sanayilerinde de açılımlar yapmaktadır. Güçlü petrol pazarı 1996'dan beri İran üstündeki finansal baskıların hafiflemesine neden oldu ve Tahran'ın borç servisinin ödemelerini yapmasını sağladı. İran'ın bütçe açıkları her zaman kronik bir sorun olmuştur; özellikle geniş ölçekli devlet sübvansiyonları; indirimli yiyecek sağlanması ve özellikle benzin satışı; tek başına enerji sektörüne maliyeti 2008 için 84.000.000.000 dolardır. Tarım, İran'ın geleneksel faaliyetlerinden biridir. Antik dönemde yerleşik düzene geçilmiş olan ülkede doğudan gelen göçebe boylarla yaşanan gerilim ülke tarihinde belirleyici olmuştur. Bugün bile ülkede hâlâ önemli bir nüfusa sahip olan göçebe topluluklar bir sorun kaynağı olarak görülür. Ülkede tarım vadi tabanlarında, plato eteklerindeki vahalarda ve nemli alçak basınç hareketlerine açık yağış alan bölgelerde yapılır. Başlıca tarım ürünleri şekerpancarı, şekerkamışı, pamuk, tütün, pirinç, çay ve tahıllardır; fakat pirinç dışındaki ürünler ihtiyacı karşılamaktan uzaktır. Hayvancılık da İran'ın önemli ekonomik faaliyetlerinden biridir. Göçebe yaşantısını sürdüren pek çok topluluk geçimini küçük ve büyükbaş hayvan yetiştiriciliğiyle sağlar. İpekböceği ve Hazar kıyısında Dünya'nın en kaliteli havyarlarının elde edilmesini sağlayan mersin balığı da ülke ekonomisi için önemli hayvanlardan sayılabilir. Zanaatkârlık tarih boyunca İran için önemli olmuştur. Gerek hayvancılık ve ipek üretimine bağlı olarak gelişen halıcılık, gerekse ülkenin geleneksel sanatları sayılabilecek süslemecilik ve tezhip gibi sanatlara bağlı olarak gelişen bakır işlemeciliği, çanak çömlek yapımı gibi el sanatları İran'ın Dünya'da tanınmasına neden olmuş faaliyetlerdendir. Bunlarla da bağlantılı olarak, küçük ticaret, esnaflık, daha sonra da göreceğimiz gibi, ülkenin sosyo-politik yapısına etki edecek derecede önemli olagelmiştir. Bütün bu geleneksel faaliyetlere karşın, günümüzde ülkenin ekonomik kaderini tayin eden, nispeten yeni bir ürün olan petrol ve doğal gazdır. Petrol İran için öylesine önemli bir üründür ki; ülkenin son yüz yıllık tarihinin belirlenmesi, modernleşmesi ve sanayileşmesi hep petrole dayalı olarak gerçekleşmiştir. 1908'den beri işletilmekte olan petrolün tamamına yakın güneybatıdaki Huzistan bölgesinden ve Zağros Dağları ile Basra Körfezi kıyıları arasında kalan şeritten çıkarılır. İç bölgelerdeki nispeten zayıf ya da işletilmesi güç petrol yatakları ise doğal gaz bakımından zengindir. Dünya petrol rezervlerinin %10'unun, doğal gaz rezervlerinin ise %20'sinin İran'da olduğu tahmin edilmektedir. İran-Irak Savaşı öncesinde yıllık 300.000.000 tona kadar çıkan savaş döneminde 50.000.000-60.000.000 tona düşen petrol üretimi bugün hâlâ 200.000.000 tonun altındadır. Ülkenin en önemli sanayi işkolu petrole bağlı olarak gelişen petrokimya sektörüdür. Rafineriler dışında petrol ve doğal gaz boru hatları da petrolün işlenmesi ve iletilmesi açısından önem taşımaktadır. Başta demiryolu ve karayolu olmak üzere pek çok altyapı olanağının ve diğer sanayi alanlarının geliştirilmesi de özellikle 1970'li yıllarda elde edilen petrol gelirleri sayesinde gerçekleştirilmiştir. İran ekonomisi, merkezi planlamanın, devletin ve bazı büyük şirketlerin yönetiminde olan petrol sanayisinin, küçük çapta özel ticaretin ve tarımın karışımından oluşmaktadır. İran ekonomik altyapısı son 20 yılda sürekli bir büyüme göstermese de; ekonomi, enflasyon ve işsizlikten olumsuz etkilenmeyi sürdürmüştür. 20. yüzyılın başlarında hizmet sektörü GSYIH'nin en büyük dilimini oluşturmaya başlamış, hizmet sektörünü sanayi ve tarım sektörleri takip etmiştir. Devlet bütçe gelirlerinin yaklaşık %45'i petrol ve doğal gaz gelirlerinden, %31'i ise vergilerden elde edilmektedir. 2000-2004 yılları arasında, bütçe harcamalarına yıllık %14'lük bir enflasyon oranı eşlik etmiştir. 2006 yılında İran'ın nominal GSYİH'si $195.500.000.000 ve kişi başına düşen millî gelir $2.440 olarak hesaplanmıştır. Tüm bu rakamlar ve İran'ın çeşitli ama küçük çapta sanayisi göz önüne alındığında, Birleşmiş Milletler İran ekonomisini yarı-gelişmiş olarak sınıflandırmıştır. Hizmet sektörü, GSYIH'deki payı açısından uzun vadede en hızlı artışı göstermesine karşın, inişli çıkışlı bir grafik sergilemektedir. Devlet yatırımları, üretimin serbestleştirilmesi ve yeni dışsatım(ihracat) pazarlarının bulunması ile birlikte tarımda patlama yaratmıştır. Ülke çapında inşa edilen birçok baraj sayesinde, büyük ölçekte sulama projeleri hayata geçirilmiş, ihracata ve sanayiye yönelik tarım geliştirilmiş ve böylece 90'lı yıllarda İran'daki başka hiçbir sektörün elde edemediği bir büyümeye elde edilmiştir. Her ne kadar 1998-2001 yılları arasında art arda yaşanan aşırı kurak yıllar tarımsal çıktıyı olumsuz yönde etkilese de, tarımsal işgücünün önemli bir yüzdesini elinde tutmaktadır. İran'ın başlıca ticaret yaptığı ülkeler Çin, Almanya, Güney Kore, Fransa, Japonya, İtalya ve Rusya'dır. İran, 90'ların sonundan beri Suriye, Hindistan, Küba, Venezuela ve Güney Afrika gibi ülkelerle yaptığı ekonomik iş birliğini de geliştirmektedir. Enerji. İran doğalgaz rezervi açısından Dünya'da ikinci ve petrol rezervi açısından Dünya'da üçüncü durumdadır. 2005'te, kaçakçılık ve yetersiz ülke içi kullanım nedeniyle İran petrol ithalatına $4.000.000.000 harcamıştır. 2005'te petrol endüstrisi günde ortalama 4.000.000 varil üretime ulaşmıştır; 1974'te ise günde ortalama 6.000.000 varil üretim yapılıyordu. 2000'li yılların başında endüstri altyapısı teknolojik yetersizlikten dolayı çok zayıflamıştı. 2005'te çok az sayıda araştırma kuyusu açıldı. 2004'te, İran'ın doğal gaz rezervinin büyük bir kısmı henüz kullanıma açılmamış durumdaydı. Yeni hidroelektrik istasyonlarının eklenmesi ve klasik kömür ve petrol ile çalışan istasyonlarının hatlara bağlanmasıyla ülke kapasitesi 33.000 megavata yükselmiştir. Bu miktarın %75'i doğal gaz, %18'i petrole ve %7'si hidroelektrik enerjiye dayanmaktadır. 2004'te İran ilk rüzgâr enerji ve jeotermal santrallerini açtı; ilk termal güneş santralini da 2009'da kullanıma açmaya hazırlanıyor. Nüfus artışı ve yoğun endüstrileşme elektrik ihtiyacının yılda %8 oranında artmasına neden olmuştur. Hükûmet, 2010 itibarıyla 53.000 megavatlık kapasite hedefine ulaşmak için gaz ile çalışan yeni enerji santrallerini etkin hale getirmeyi, hidroelektrik santraller eklemeyi ve nükleer enerji santralleri kurmayı planlamaktadır. İran'ın Buşehr'deki ilk nükleer enerji santrali 2007 yılı itibarıyla henüz faaliyete geçmemişti. Demografi. Yapılan araştırmalara göre İran nüfusunun %61'ini Farslar, %16'sını Azerî Türkleri, %10'unu Kürtler, 6%'sını Lurlar, %2'sini Belûcîler, %2'sini Araplar ve %2'sini Kaşkay Türkleri ve diğer Türkmen gruplar oluşturur. Dil. İran Anayasası'nın 15. maddesine göre İran'ın resmî dili bir Güneybatı İran dili olan Farsçadır, ancak Farsçaya ek olarak yerel ve aşiret dillerinin basında ve kitle iletişim araçlarında ve çocukların edebiyatlarını öğrenmeleri için okullarda öğretilmesine izin verilmiştir. Buna rağmen Farsça İran'da "lingua franca" görevi görmektedir ve yayınların ve basılan eserlerin çoğu bu dildedir. Farsça, Hint-Avrupa dillerinin Hint-İran dilleri dalına ait bir dildir. Eski Farsça'ya ait en eski kayıtlar Ahameniş İmparatorluğuna kadar gitmektedir ve Eski Farsça örnekleri günümüzde İran, Irak, Türkiye ve Mısır'da bulunmaktadır. Modern İran'da Farsça toplumun %53'ünün ana dilidir. Farsçaya ek olarak İran'da konuşulan, Kürtçe (%10), Mazenderanca ve Gilanca (%7), Luri (%6) ve Beluçça (%2) gibi pek çok İrani dil bulunmaktadır. İran coğrafyası belli dönemlerde farslaşmış ve Türk-İran geleneğine mensup hanedanlar, aşiretler ve ordular tarafından yönetilmiştir. Türk dilleri de bu nedenden ötürü modern İran'da da yaygındır. Bu dillerin başında Güney Azerbaycan ile Fars Eyaleti'nde yaygınca konuşulan Azerice ve Kaşkayca gelmektedir. Toplumun yaklaşık %18'i Türki bir dil konuşmaktadır. Arapça genel toplumun yaklaşık %2'si tarafından konuşulmakla beraber, bu oran Arapların nüfusun %33'ünü oluşturduğu Huzistan Eyaleti'nde çok daha yüksektir. Hürmüzgan Eyaleti' nde de Arapça ortalamadan daha yüksek oranlarda konuşura sahiptir. Bu dillere ek olarak Talışça, Gürcüce, Ermenice, İbranice, Tatça ve Çerkes dilleri konuşurları toplumun yaklaşık %1'ine tekabül etmektedir. Din. İran'da din, CIA World Factbook'a göre, İranlıların yaklaşık %90-95'i kendilerini resmî devlet mezhebi olan Şiilik ile yaklaşık %5-10'u ise Sünnilik ile ilişkilendiriyor. Geri kalan %0,6'sı kendilerini Bahailik, Sâbiîlik, Ehl-i Hak, Zerdüştlük, Yahudilik ve Hristiyanlık dahil İslam dışı dinsel azınlıklarla ilişkilendirmektedir. Son üç azınlık dini resmen tanınmış ve korunmuş ve İran parlamentosunda sandalyeleri bulunmaktadır. Zerdüştlük bir zamanlar çoğunluk diniydi, oysa bugün Zerdüştler sadece on binlerce kişiden oluşmaktadırlar. İran, İslam dünyası ve Orta Doğu'daki en büyük ikinci Yahudi cemaatine ev sahipliği yapıyor. İran'ın ikinci en büyük gayrimüslim dini azınlığı olan Bahailik, resmen tanınmadı ve İran'daki varlığı boyunca zulüm gördü. İran hükûmeti, dini olmayan İranlıların varlığını resmî olarak tanımıyor. Moğol istilalarından önce İran'da Sünnilik baskın bir mezhep idi, ancak daha sonra Safevîlerin ortaya çıkışı ile Şiilik İran'ın ve günümüz Azerbaycan'ının tamamında hâkim oldu. Nüfus. 84.179.534'luk (Şubat 2021) nüfusa sahip olan ülke, hem etnik hem de mezhepsel bakımdan büyük çeşitlilik göstermektedir. Genel nüfusun %60'ı İrani denilen karakteristiğe sahiptir. Ülkenin kuzeybatısında, "İran Azerbaycanı" olarak adlandırılan bölge ve etrafında; Doğu Azerbaycan Eyaleti'nin Ahar, Bunab, Merend, Sarab, Shabestar, Tebriz; Batı Azerbaycan Eyaleti'nin Hoy, Maku, Miyandoab, Nakadeh, Salmas, Takab, Urmiye; Erdebil Eyaleti'nin Erdebil, Meskinşehr, Parsabad; Hamedan Eyaleti ve Zencan Eyaleti'nde yaşayan Türkler İran'da Farslarla beraber en büyük etnik topluluktur. İran'da Türklerin yoğun olduğu yöreler: Abhar, Abiverd, Abyek, Ahar, Akbarabad, Alvand, Anzali, Ardabil, Asadabad, Astara, Avej, Bahar, Bayadistan, Bijar, Binab, Bojnurd, Buinzehra, Damavand, Esferain, Eslamshahr, Fereydan, Firuzabad, Firuzkuh, Garmi, Geydar, Gharadagh, Gharchak, Ghazvin, Ghods, Ghom, Ghorve, Guchan, Hamadan, Hurramdara, İshtihard, Julfa, Kabudarahang, Kalat, Karaj, Khalajistan, Khalkhal, Kharaghan, Khoy, Khudabande, Kivi, Mahanshan, Maku, Malakan, Maragha, Marand, Mazdaghan, Melard, Meshgin, Miyandoab, Miyane, Mughan, naghade, Namin, Nazarabad, Pakdesht, Razan, Razghan, Rey, Robat Karim, Salmas, Sarab, Save, Savujbulakh, Shabistar, Shahindej, Shahriyar, Shirvan, Songhur, Soyughbulagh, Tabriz, Tafresh, Takistan, Tarum, Tehran, Tekab, Tufargan, Urmiye, Zanjan, Zarrinabad. Azeriler dışında Kaşkaylar, Fars Eyaleti: Abadeh, Faraşbend, Firuzabad, Kazerun, Semirom ve Şiraz'da, Türkmenler ise Gülistan Eyaleti'nde Bender-i Türkmen'de ve Günbed-i Kavus yaşamaktadır. Bunun dışında Bahtiyarîler ve Belûciler gibi Fars kökenlilerden başka etnik topluluklar da ülke nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturur. Çoğunluğu Sünni olan ve Irak sınırına yakın bölgede yoğun olarak yaşayan Kürtler de 5.000.000 yaklaşan nüfuslarıyla önemli bir etnik topluluktur. Kürtler, resmî mezhebin Caferîlik olması sebebiyle sisteme entegre olamamışlardır. Kültür. İran kültürü İslâm öncesi ve İslâmî kültürün bir karışımıdır. Büyük olasılıkla Orta Asya ve Andronovo Kültürü'nden kaynaklanan İran kültürü, MÖ 2000'lerdeki İran bölgesi kültürünün mirasçısı olarak büyük oranda kabul edilmektedir. İkinci bin yıl sırasında entelektüellerin ve dinin ve daha önce de halkın dili olarak Farsça ile beraber İran kültürü uzun bir süre Orta Doğu ve Orta Asya'nın baskın kültürü olmuştur. İran kültürünün görece olarak Çin, Hint ve Roma medeniyetlerini etkilemesi açısından Sâsânî İmparatorluğu İran'da önemli ve etkili bir dönem oluşturmuştur, ve aynı şekilde batı Avrupa ve Afrika'yı da etkilemiştir. Bu etki hem Avrupa hem de Asya Orta Çağ sanatında önemli bir rol oynamıştır. Bu etki İslâm dünyasına da taşınmıştır. Daha sonraları İslâmî öğrenimin filolojisi, edebiyatı, hukuku, felsefesi, tıbbı, Mimarisi ve bilimi İslâm dünyasına Sâsânî İmparatorluğu'ndan aktarılan yapılardan oluşuyordu. İran'ın İslamlaşmasından sonra İslâmî töreler İran kültürüne girdi. Bunlardan en önemlisi Muharrem ayında yapılanlardır. Her yıl Aşure Günü İran'da, Ermeniler ve Zerdüştler dahil İranlıların büyük çoğunluğu Kerbela Savaşı'nda şehit olanları anma törenlerine katılır. Modern İran'da [[günlük yaşam]] Şiîlik anlayışına göre düzenlenmiştir ve ülkenin sanat, edebiyat ve mimarisi İran'ın derin ulusal geleneğini ve edebi kültürünü daimi bir hatırlatıcısı durumundadır. İran'ın Yılbaşısı (Nevruz) İran'da baharın gelişini kutlamak için 21 Mart tarihinde kutlanan eski çağlardan kalma bir gelenektir. Bu tarih aynı zamanda Türkiye, Kuzey Irak, Afganistan, Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan, Kazakistan, Gürcistan ve Ermenistan'da da kutlanmaktadır. 2004 yılında Nevruz UNESCO tarafından İnsanlığın Sözlü ve Manevî Mirası listesinde gösterildi. İran sineması modern İran'da gelişmiştir ve birçok İranlı yönetmen dünya çapında yaptıkları çalışmalarla tanınmıştır. İran filmleri son yirmi beş yıl içinde üç yüzden fazla ödül kazanmıştır. En çok tanınan yönetmen Abbas Kiyarüstemi'dir. İran medyası özel ve kamu işletmeciliğinin bir karışımıdır ancak kitaplar ve filmler yayınlanmadan önce Kültür ve İslâmî Rehberlik Bakanlığı tarafından mutlaka onaylanmalıdır. Onay almayan filmler genellikle devlet sansürüne uğramıştır. İnternet İran gençliği arasında inanılmaz oranda yayılmış durumdadır. İran bugün Dünya'da dördüncü büyük blogger sayısına sahip ülke durumundadır. Birçok İrani dil İran kökenlidir, Farsça bunların arasında en yoğun kullanılanıdır. Farsça Aryan veya Hint-Avrupa dillerinin Hint-İran dilleri dalına ait bir dildir. Eski Farsça'ya ait en eski kayıtlar Ahameniş İmparatorluğuna kadar gitmektedir ve Eski Farsça örnekleri günümüzde İran, Irak, Türkiye ve Mısır'da bulunmaktadır. Sekizinci yüzyılın sonlarında Farsça çok fazla Arapçalaştırılmıştı ve Arapçaya benzetilerek yazılıyordu. Bu Farsçanın yeniden canlandırılmasını savunan bir harekete neden oldu. Bu uyanışın en önemli sonuçlarından birisi Firdevsi'nin yazdığı Şehname oldu. İran'ın millî destanı sayılan bu eser özgün bir Farsça ile yazılmıştır. Edebiyat. Farsça İran'da "lingua franca" görevi gördüğünden ötürü yayınların ve basılan eserlerin çoğu bu dildedir. Farsçadan hariç olarak İran'da kullanılan görece yaygın olan diğer Azerice, Kürtçe ve hatta izafi olarak çok yaygın olmayan Arapça ve Ermenice dillerinde de yapılan birçok yayın ve basılan eser vardır. Sekizinci yüzyılın sonlarında Farsça çok fazla Arapçalaştırılmıştı ve Arapçaya benzetilerek yazılıyordu. Bu Farsçanın yeniden canlandırılmasını savunan bir harekete neden oldu. Bu uyanışın en önemli sonuçlarından birisi Firdevsi'nin yazdığı Şehname oldu. Bu Farsçanın yeniden canlandırılmasını savunan bir harekete neden oldu. Bu uyanışın en önemli sonuçlarından birisi Firdevsi'nin yazdığı Şehname (Farsça: “Kralların Hikayesi”) oldu. İran'ın millî destanı sayılan bu eser özgün bir Farsça ile yazılmıştır. Farsça Arapçanın yanı sıra özellikle Anadolu, Orta Asya ve Hindistan'da edebiyat ve bilim dili olarak kullanılmıştır. Şiîr İran kültürünün çok önemli bir öğesidir. Şiîr İran'da kültürden, bilim ve metafiziğine kadar birçok önemli eserde kullanılmıştır. Mesela İbni Sina'nın tıp makalelerinin yaklaşık yarısının nazım yazıldığı bilinmektedir. İran birçok ünlü şair yetiştirmesine rağmen ne yazık ki Ömer Hayyam gibi ancak birkaç isim batılı okurlar tarafından bilinmektedir oysa Hafız Sadi ve "ferdosi" gibi isimler çoğu İranlı için çok değerlidir. 1634'ten beri ünlü şairlerin kitapları batı dillerine çevrilmektedir. Fars şiirinin gücünü gösteren, BM'in Uluslar Salonu'nun girişinde yer alan bir şiir örneği aşağıda yer almaktadır: Sanat. İran, Dünya'nın en zengin sanat geleneklerine sahip olan ülkelerden biridir ve birçok disiplini içine almaktadır; çömlekçilik, dokuma, hat sanatı, metal işleme, mimari, resim ve taş oymacılığı gibi. Halı dokuma Fars kültürünün ve sanatının en özgün dallarından biridir ve kökü antik çağlara kadar uzanmaktadır. İranlılar mimaride matematik, geometri ve astronomiyi ilk kez kullananlardandı ve kapalı çarşı ve camilerin inşasında sıklıkla görülebileceği gibi büyük kamusal alanların yapımında sıra dışı yetenekleri vardı. Klasik İran mimarîsinin ana yapıları cami ve saraydır. İran, çok sayıda sanat evi ve galerisinin yanı sıra Dünya'daki en büyük ve değerli mücevher koleksiyonlarına da sahiptir. Dünyadaki en eski tavla 60 parçasıyla beraber Güneydoğu İran'da bulunmuştur. İran UNESCO tarafından arkeolojik kalıntıları ve yerler açısından Dünya'daki en önemli yerler arasında yedinci sıradadır. UNESCO'nun Dünya Mirası listesindeki 15 mimari eser İran mimarisine aittir. Anadolu'daki Pers egemenliği sırasında inşa edilen Halikarnas Mozolesi Dünyanın Yedi Harikasından biri kabul edilse de günümüzde İran yönetimi Pers sanat ve arkeolojik mirasının özellikle İslâm öncesine ait olan kesimine önem vermemekte ve birçok tarihi miras yıkım tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. İran mutfağı. Fars, Arap ve Türk mutfağı tutulmakta olup, ülkenin her yerinde döner lokantalarından İran otellerinin lüks lokantalarına kadar her yerde bulunabilmektedir. Hızlı yiyecekler, Fars, Arap, Türk ve Batı mutfakları da çok popüler olup, geniş miktarda bulunabilmektedir. Fars, Arap ve Türk mutfağı birbirleriyle binlerce yıllık etkileşimle günümüze gelmiş gayet zengin ve farklı bir mutfaktır. Mutfağın temel malzemeleri kuzu eti, yöresel baharatlardır, pirinç ve bulgurdur. Bu nedenle İran mutfağı ağır yemeklerden oluşur. Mutfağın temel bileşenleri kebap, lahmacun, etli yemekler ve hamurlu tatlıları olup, Dünya'nın her yerinde tanınmakta ve tercih edilmektedir. Fast food tarzı Batı kültürünün de arttığı bu devirlerde, fast food ile yarışabilen ve hızlı hazırlanabilen bir mutfaktır. Giyim ve kurallar. İran'da giyim bakımından bir zorlayıcılık yoktur. İnsanlar istedikleri kıyafeti giyebilmektedirler örneğin: yöresel kıyafetler veya Batı tarzı kıyafetler. İran'da insanların birçoğu yöresel Arap kıyafeti olan kandura ve Kürt kıyafeti giyerler. Bu giyim biçimleri, İran'ın çok sıcak ve nemli veya çok soğuk olan iklimine göre değişmektedir. Ama kadınlar başlarına; tülbent, eşarp veya şal takmak zorundadır. Kodlar. İran'ın uluslararası kodları:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5902", "len_data": 72966, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.72 }
I. Dünya Savaşı, 28 Temmuz 1914 tarihinde başlayıp 11 Kasım 1918 tarihinde sona eren Avrupa merkezli küresel bir savaştır. II. Dünya Savaşı'na (1939-1945) kadar Dünya Savaşı veya Cihan Harbi olarak adlandırılmıştır. Savaşın taraflarından biri olan Osmanlı İmparatorluğu'nda "Genel Savaş" anlamında Harb-i Umumi (), halk arasında ise Seferberlik olarak adlandırılmıştır. 1917'de Amerika Birleşik Devletleri'nin savaşa katılmasına kadar bu savaş ABD basınında Avrupa Savaşı olarak anılmıştır. Savaşan taraflar, çoğunlukla Avrupa, Kafkasya, Amerika, Orta Doğu ve Afrika ile Asya'nın bazı bölgelerinden oluşmaktadır. O zamanın büyük güçleri, "İtilaf" ve "İttifak" adlarıyla iki tarafa ayrılarak savaşta yer almışlardır. İtilaf Devletleri; Birleşik Krallık, Fransa Cumhuriyeti ve Rus İmparatorluğu arasındaki Üçlü İtilaf merkezlidir. İttifak Devletleri; Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve İtalya Krallığı arasındaki Üçlü İttifak merkezlidir; fakat Avusturya-Macaristan anlaşmaya karşı saldırıya geçtiği için İtalya savaşa girmemiştir. Bu ittifaklar yeniden yapılanmış (İtalya, 1915 yılında İtilaf Devletleri'nin tarafına geçmiştir) ve yeni devletlerin savaşa girmesiyle genişlemiştir. Nihayetinde 60 milyon Avrupalı dâhil olmak üzere 70 milyon askerî personel, tarihin en büyük savaşlarından biri olan bu savaş için seferber edilmiştir. Yeni teknolojiler sayesinde silahların öldürücülüğünde görülen muazzam ilerlemeye karşılık, savunma ve hareketlilikte aynı miktarda gelişme olmaması sonucu, savaşa katılan yaklaşık 39 milyon kişi ölmüştür. Böylece bu savaş, dünya tarihindeki en çok zayiat verilen 5. savaş olmuş ve savaşa katılan devletlerde birçok politik değişikliğe ve devrimlere yol açmıştır. Savaşın bir diğer nedeni de, Avrupalı büyük güçler olan Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Rus İmparatorluğu, Birleşik Krallık, İtalya Krallığı ve Fransa Cumhuriyeti'nin uzun zamandır süregelen emperyalist dış politikalarıdır. Avusturya-Macaristan tahtının veliahtı Arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914'te Gavrilo Princip adında bir Sırp milliyetçisi tarafından devletin başkenti Saraybosna'da öldürülmesi, savaşı tetikleyen olay olmuştur. Olaydan sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Sırbistan Krallığı'na bir ültimatom göndermiştir. Bu ültimatom 10 maddeden oluşuyordu ve egemenlik haklarının büyük bir kısmını suiistimal ediyordu. Sırplar birkaç madde dışında diğer maddelerin hepsini kabul etti. Reddettiği maddelerin uluslararası bir komisyonda görüşülmesini istedi. Britanya bu sorunu çözmek için Avrupa konferansına Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Alman İmparatorluğu'nu davet etti. İkisi de bu konferansı reddetti. Nihayetinde on yıllardır yapılanmakta olan ittifaklar sisteminin işlemesiyle, birkaç hafta içerisinde Avrupa’nın ana güçleri kendilerini savaşta bulmuşlar ve koloniler yoluyla savaş bütün dünyaya yayılmıştır. Çatışmalar, 28 Temmuz'da Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’ı işgal etmesi ile başlamış ve bunu Almanya’nın Belçika, Lüksemburg ve Fransa’yı işgali ile Rusya'nın Almanya’ya saldırması takip etmiştir. Almanların Paris'e yürüyüşü durma noktasına gelince, Batı cephesindeki çatışmalar durağan bir siper savaşına dönüşmüştür ve bu durum 1917’ye kadar pek değişmemiştir. Doğu cephesinde ise Rus ordusu, Avusturya-Macaristan kuvvetleriyle başarılı bir şekilde savaşmış, fakat Doğu Prusya, Polonya ve Alman ordusu tarafından geri püskürtülmüştür. Osmanlı İmparatorluğu'nun 1914'te, İtalya ve Bulgaristan'ın 1915’te ve Romanya’nın 1916’da savaşa girmesiyle ilave cepheler açılmıştır. Çarlık rejimiyle yönetilen Rusya, 1917'de Bolşevik Devrimi ile yıkılınca savaştan çekilmiştir. 1918'de Batı Cephesi boyunca bir Alman taarruzundan sonra, müttefikler ardı ardına yaptıkları saldırılarla Almanları geri püskürtmüş ve ABD kuvvetleri siperlere girmeye başlamıştır. Bu noktada, başı kendi içindeki devrimcilerle dertte olan Almanya, daha sonra "Ateşkes Günü" olarak tarihe geçecek olan 11 Kasım 1918'de mütarekeyi kabul etmiştir. Savaş böylece İtilaf Devletleri'nin zaferiyle sona ermiştir. Savaşın tarafları, tüm insan gücü ve ekonomik kaynaklarını bir topyekûn savaş için seferber etmeye çalıştıklarından, sivillerin durumu da cepheler kadar çalkantılı olmuştur. Savaşın sona ermesiyle büyük güçlerden dördü olan Almanya, Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları tarihe karışmıştır. Bunlardan Alman ve Rus İmparatorluklarının halefleri çok büyük toprak kaybı yaşamış; Avusturya-Macaristan ile Osmanlı İmparatorlukları ise tamamen parçalanmışlardır. Avrupa haritası daha küçük parçalardan oluşacak şekilde yeniden çizilmiştir. Daha sonra bu tarz çatışmaların yaşanmasını önlemesi ümidiyle 10 Ocak 1920'de Milletler Cemiyeti kurulmuştur. Avrupa'da bu savaş sonucunda imparatorlukların yıkılmasıyla milliyetçiliğin yeniden canlanması, Almanya'nın yenilgisinin yan etkileri ve Versay Antlaşması'nın yarattığı problemler, II. Dünya Savaşı'nın çıkmasına katkıda bulunan etkenler olarak kabul edilir. Savaşın nedenleri. Siyasi Nedenler. Avrupa'da 16. yüzyılda yaşanan Katolik-Protestan ayrışmasıyla birlikte Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na bağlı prenslikler, farklı taraflarda savaşmışlar; tarihte Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) olarak bilinen bu savaş da Vestfalya Antlaşması'yla sona ermiştir. Savaş sonucunda, bugün bile Avrupa Birliği'nin kökenini oluşturan Kutsal Roma İmparatorluğu dağılmıştır. Savaşın sonunda Fransa'nın güçlenmesi, tam aksine Roma Cermen İmparatorluğu'nun ve Habsburg Hanedanı'nın zayıflaması söz konusudur. Bu sonuç Almanya için 19. yüzyıla kadar sürecek bir zayıflık dönemine ve yine bu tarihlere kadar birliğini kuramamasına neden olmuştur. Sanayi Devrimi ve sömürgecilik hareketlerinde de bu olay etkisini göstermiş ve İngiltere ile Fransa, sömürgecilik alanında hızla güçlenirken Almanya'nın bu alanda geri kalmasına neden olmuştur. 1815'te yapılan Viyana Kongresi ile Avrupa'ya ve geniş anlamda dünyaya yeni bir statü getirilmiş ve buna göre güçler dengesi kurulmuştur. Kırım Savaşı'nda (1853-56) bu dengelerin Rusya lehine değişmesine engel olmak için, Haçlı Seferleri'nden sonraki en önemli ittifakla Avrupa devletleri, Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte Ruslara karşı savaşmıştır. Yenilgiye uğrayan Ruslar, etkisi 1917 Bolşevik Devrimi'ne kadar sürecek siyasi ve ekonomik dalgalanmalar yaşamıştır. Yine bu savaşın sonunda, İtalya Birliği'ne gidecek yollar da açılmıştır. Sedan Muharebesi (1870) ile Almanya ve İtalya'nın birliklerini kurmaları ve büyük devletler olarak devletler arası ilişkilerde yer almak için girişimlerde bulunmaları, Viyana Kongresi statükosunu ve güçler dengesini büyük ölçüde değiştirmişti. Bundan sonrası ise yeniden bir dengenin kurulması girişimlerine, Avrupa'da yeni blokların ortaya çıkmasına ve bunların birbirleriyle çatışmasına yol açmıştır. Bloklar arasındaki gerginlik de karşılıklı silahlanmaya neden olmuş ve "silahlı barış" dönemi ortaya çıkmıştır. Bu dönemde bloklar ve devletler arası ilişkilerde çok yönlü gelişen çatışmalar, gerginliği daha da artırmış ve devletleri bir savaşın eşiğine getirmiştir. Bu genel çerçeve içerisinde I. Dünya Savaşı'nın nedenleri çeşitli ekonomik, siyasi ve askerî gelişmelere dayanmaktadır. Bunlara büyük devletlerin çıkar hesaplarını da eklemek gerekir. Özellikle Prusya'nın Avusturya'yı yenip Alman birliğini sağladıktan sonra yeni ortaya çıkan Alman İmparatorluğu'nun elinde önemli sömürgeleri olmamasına rağmen, dönemin süper gücü Britanya İmparatorluğu'na karşı koyabilecek, hatta onu geçebilecek bir sanayi, insan gücü ve teknoloji hâline gelmesi ve bunun başta İngiltere ve Fransa tarafından engellenmek istemesi başlıca çekişme kaynağıdır. Ekonomik nedenler. Sanayi Devrimi ve sömürgecilik sonucunda ekonomik pozisyonlarını güçlendiren İngiltere ve Fransa, karşı taraftaki Almanya ve İtalya gibi ülkelerden ekonomik olarak çok ilerideydi. Almanya ve İtalya, siyasi birliklerini oluşturduktan sonra 1914'e kadar olan süreçte aradaki farkı kapatmaya çalışmışlardır. İngiltere ve Fransa'nın ekonomik hâkimiyet alanlarını koruma, Almanya'nın ise bu alanları ele geçirme niyeti, savaşın başlıca ekonomik nedenlerindendir. Bu nedenler; sömürgeler, deniz yollarının hâkimiyeti, uluslararası ticaret imtiyazları gibi ana başlıklarda değerlendirilebilir. Öte yandan, 19. yüzyıl sonlarından itibaren kullanılmaya başlayan ve neredeyse 20. yüzyıla damgasını vuran petrol yataklarının mülkiyeti de savaşın temel ekonomik nedenlerindendir. Osmanlı İmparatorluğu'nun hâkimiyeti altındaki Orta Doğu coğrafyasındaki petrol yataklarının varlığı, 19. yüzyıl sonlarında özellikle İngilizler tarafından, çeşitli gizli-açık yöntemlerle tespit edilmiştir. İngiltere, petrol siyasetini, 1900'lerde tüm stratejilerinin birinci sırasına koymuştur. Diğer bir konu da Rus İmparatorluğu'nun ekonomik durumudur. Rusya, 19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın başlarında toplumsal dalgalanmanın en fazla görüldüğü ülkedir. Toplumun en büyük kesimini oluşturan köylü sınıfı ve o büyüklükte olmasa da etkin bir işçi sınıfı, 1905 Devrimi ile ardından 1917 Ekim Devrimi'ne giden yolu açmıştır. Toplumsal dalgalanmalar, ekonomik açıdan Rus İmparatorluğu ve çarlık rejimi için tehlike oluşturuyordu. Rus yönetimi bu dalgalanmaları engellemek için siyasi ve ekonomik güç kazanmak zorundaydı. Ülkelerin stratejileri. Britanya İmparatorluğu. I. Elizabeth'in uzun ve başarılı saltanatında (1558-1603) İskoçya'daki İngiliz etkisinde farklılık görülmeye başlandı. İngiltere'deki Tudor Hanedanı'yla İskoçya'daki Stuart Hanedanı arasındaki evlenmeler, iki geleneksel düşmanı birbirine yaklaştırdı. İskoçya Kralı I. James aynı zamanda İngiltere kralı oldu. 1707 yılında iki krallığı birleştiren bir antlaşma imzalandı. Bu tarihten sonra Büyük Britanya tarihi başladı. 1642-1651 yılları arasında gerçekleşen İngiliz İç Savaşı sonucunda krallık devrildi. Bunun yerine önce parlamento idaresinde (1649-53) sonra da Oliver Cromwell iktidarında (1653-59) kısa süreli bir cumhuriyet kuruldu. Cromwell'in ölümünün ardından parlamento iç karışıklıkları önlemek için sürgündeki kral II. Charles'ı krallığı yeniden kurmak üzere İngiltere'ye davet etti. 18. ve 19. yüzyıllarda İngiltere, büyük bir sanayi devleti ve sömürge gücü hâline gelen Britanya İmparatorluğu'nun merkezi konumundaydı. 19. yüzyılın başlarında Avustralya, Kanada, Hindistan, Afrika'da bazı devletler, Antiller ve Hong Kong gibi dünyanın büyük bir kısmına yayılan dev bir sömürge imparatorluğu kurulmuştu. Kraliçe Victoria (1837-1901) zamanında Birleşik Krallık dünyanın en büyük gücü durumuna geldi. Önce 1858'de Hindistan sömürgeleştirildi. 1882'de ise Osmanlı İmparatorluğu'ndan Mısır ele geçirildi. Büyük Britanya İmparatorluğu, 20. yüzyıla gelindiğinde hâlâ dünyanın en büyük gücü konumundaydı. Bu gücü sömürgeler, deniz yolları hâkimiyeti, küresel şirketler aracılığıyla askerî ve siyasi anlamda da sağlamayı başarabilmiştir. 1871 yılından itibaren Alman İmparatorluğu'nu kendi etkinliğine karşı en önemli tehdit olarak algılamıştır. Çünkü güçlü bir Almanya, İngiltere için en büyük tehdit olacaktır. Fransa ile sürdürdüğü ortaklıkta, Fransa'nın da 1871 yenilgisinden itibaren Alman İmparatorluğu'na karşı olan düşmanlığı belirleyici nokta olmuştur. Yine aynı şekilde Rusya ile I. Dünya Savaşı öncesinde temin ettiği ittifak da, Balkanlar ve Doğu Avrupa'da Rusya'nın Panslavizm politikası ile Almanya'nın Pan-Cermen politikası karşıtlığı temeline oturmuştur. Britanya, bir ada ülkesi olması nedeniyle, savunma stratejisini Hollanda ve Belçika'nın Almanya'ya karşı dirençli olması esasına dayandırmaktaydı. Alman İmparatorluğu'nun İngiltere için gerek ekonomik gerekse de siyasi tehdit hâline gelmesi, Britanya için tartışmasız bir savaş nedeniydi. Aynı zamanda sömürgelerin korunması, deniz yollarının kontrol altında tutulması, küresel şirketlerin hâkimiyeti ve en önemlisi de Orta Doğu Enerji Koridoru'na sahip olma stratejileri, tamamen Alman İmparatorluğu çıkarlarıyla çatışmaktaydı. Fransa Cumhuriyeti. 1815 yılında yapılan Waterloo Muharebesi'nde Napolyon Bonapart yenildi ve Fransa'da krallık yönetimine geri dönüldü. Ancak bu kez kralın yetkilerine anayasal kısıtlamalar getirildi. 1830 yılında çıkan bir sivil ayaklanma olan Temmuz Devrimi'yle Bourbon Hanedanı tümüyle kaldırılarak anayasal krallığa dayanan Temmuz Monarşisi getirildi. Bu yönetim biçimi 1848 yılına dek sürdü. Bu arada kurulan İkinci Cumhuriyet oldukça kısa süreli oldu ve 1852 yılında III. Napolyon, İkinci İmparatorluğu kurunca yıkıldı. 1870 yılında başlayan Fransa-Prusya Savaşı'nda yenilen III. Napolyon, bunun üzerine tahttan indirildi ve bu yönetim rejimi de Üçüncü Cumhuriyet'in kurulmasıyla feshedildi. Fransa Cumhuriyeti, 17. yüzyıldan başlayarak 1960'lara dek sömürgeci bir devlet kimliğiyle var oldu. 19. ve 20. yüzyıllarda dünyanın dört bir yanında edindiği sömürge toprakları, Fransa'yı İngiltere'den sonra ikinci büyük sömürge imparatorluğu hâline getirdi. Fransa ve Almanya, 1871 yılından itibaren birbirlerini tehdit olarak görmüşlerdir. Fransa için, kaybettiği Alsas-Loren bölgesi hem ekonomik hem de askerî açıdan büyük öneme sahipti. Öte yandan Ren Nehri üzerindeki köprüler ve Belçika'nın güçlü savunmaya sahip olması, Fransa için diğer iki askerî strateji unsuruydu. Fransa için Alman İmparatorluğu, Merkezi Avrupa'da olduğu kadar, sömürgeleri için de büyük tehdit oluşturuyordu. Çünkü Fransız askerî-ekonomik-siyasi gücünün temeli sömürgeler üzerine kuruluydu. Rus İmparatorluğu. Rus İmparatorluğu'nun başlangıcı 1721 yılındadır. 1866 yılında toprakları Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika'nın belirli bölümlerini kapsamıştır. 19. yüzyılın başında dünyanın en büyük ülkesi olmuş ve toprakları kuzeyde Kuzey Buz Denizi'nden güneyde Karadeniz'e, doğuda Pasifik'ten batıda Baltık Denizi'ne kadar uzanmıştır. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında, imparatorluğun ekonomik yapısı geniş ölçüde köylü ve sayıca daha az ama etkili bir işçi sınıfına dayanmaktaydı. Sanayileşme yetersizdi ve üretim büyük ölçüde tarıma dayalıydı. Şehirleşme iki-üç şehir dışında son derece az ve nüfusun büyük çoğunluğu taşrada yaşamaktaydı. 1905 Devrimi ve ardından gelen 1917 Ekim Devrimi, Rusya'nın bu ekonomik ve siyasi yapısından kaynaklanmıştır. Rusya, 19. yüzyılda temelde dört hedef doğrultusunda siyasetini yapmaktaydı: 1904-1905 Japon-Rus Savaşı'nda büyük yenilgiye uğrayan Rusya, aynı tarihlerde İngiltere ile İngiliz-Rus Sömürge Antlaşması'nı imzalamak zorunda kalmıştır. Batıda Alman İmparatorluğu'nun Pan-Cermenizm politikası, güneyde Osmanlı İmparatorluğu ile yüz yılı aşkın süren savaşlar, Pasifik Okyanusu'nda İngiltere'ye karşı ABD ile yardımlaşma gibi birçok stratejiler nedeniyle Rusya, İtilaf Devletleri safında yer almıştır. Alman İmparatorluğu. 18 Ocak 1871'de Prusya ve diğer küçük Alman devletlerinin birleşmesiyle kurulan Alman İmparatorluğu, tüm dağınık Alman devletçiklerini –Avusturya hariç– bir arada topladı. İmparatorluk 1884'ten itibaren ülke dışında sömürgeler kurmaya başladı. Alman İmparatorluğu 1914 yılına kadar, birliğini geç oluşturması nedeniyle geri kaldığı İngiltere-Fransa-Rusya ittifakıyla, ekonomik, siyasi ve askerî yönden başa baş noktasına geldi. Hatta sanayileşme ve iş gücü alanında İngiltere'den (1914 verilerine göre) daha ileri bir seviyeye ulaştı. II. Wilhelm döneminde Almanya, diğer Avrupa güçleri gibi emperyal bir politika izlemiş ve zaman zaman sömürgeleri konusunda komşu devletlerle sürtüşmeye girmiştir. Bu, Almanya'nın dostluklarını zedelemiştir. Bu yüzden Almanya'ya karşı Fransa, Birleşik Krallık ve Rusya İmparatorluğu bir anlaşma imzalayarak kutup oluşturmuşlardır. Almanya ise sadece Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile ittifak kurabilmiştir. Almanya'nın emperyal politikası ülke dışına da taşmış ve imparatorluk, diğer Avrupa güçleri gibi Afrika'nın paylaşımına katılmıştır. 1884-85'teki Berlin Konferansı'nda bu kıta Avrupa güçlerine pay edilmiştir. Almanya'nın payına Alman Doğu Afrikası, Alman Kuzeybatı Afrikası, Togo ve Kamerun düşmüştür. Afrika'da büyük güçler arasında yaşanan bu mücadele, I. Dünya Savaşı'nın nedenlerinden biri olmuştur. Almanya siyaset alanında ve denizlerde, o sırada Britanya'ya ait olan küresel konumu ele geçirmek ve böylece Britanya'yı otomatik olarak daha alt statüye indirgemek istiyordu. 1900'lerde, emperyalist çağın en yüksek noktasında, hem Almanya'nın "Alman ruhu dünyayı yenileyecektir!" deyişiyle yegâne küresel statü iddiası, hem de Avrupa merkezli bir dünyanın tartışmasız büyük güçleri olan Britanya ve Fransa'nın iddiası hâlâ etkiliydi. Alman İmparatorluğu'nun kurulduğu 1871 ile I. Dünya Savaşı'nın çıktığı 1914 tarihleri arasında Avrupa tarihinin hiç değişmeyen öğesi, Almanya ile Fransa arasındaki düşmanlıktır. Fransa'nın 1871 Alman yenilgisi, bu düşmanlığın en önemli etkenidir. Aynı zamanda Alsas-Loren'in kaybedilmesi iki ülke için, hem ekonomik hem de askerî önemi, bu düşmanlıklarda etkili olmuştur. Çünkü iki ülke arasındaki en önemli savunma noktaları olan Alsas-Loren ve Ren Nehri Köprüleri'ne sahip olmak önemliydi. Öte yandan, Hohenzollern Hanedanı yönetiminde ve mutlakiyetçi yapıdaki Alman İmparatorluğu, siyasi olarak cumhuriyetçi İngiltere ve Fransa'nın yönetim sistemi yönünden de rakibiydi. Bu rekabet, I. Dünya Savaşı'nı, bir nevi mutlakiyet ve cumhuriyet mücadelesi şekline de getirmiştir. Bu mücadelenin sonucu olarak, savaş sonrasında mağlubiyete uğrayan taraftaki bütün mutlakiyetler çökmüş, yerine yeni cumhuriyetler kurulmuştur. Alman İmparatorluğu 1914 yılına gelinirken, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile olan ittifakı dışında, Avrupa'da güçlü bir müttefike sahip değildi. Belki de savaşın daha başındaki bu durum, savaşın sonucunu belirleyecek olan olaylarda Alman stratejisinin savaşın kaybı konusundaki en büyük eksikliğiydi. Çünkü Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun çok uzun ömürlü olamayacağı, 1910'larda neredeyse kesin gibi duruyordu. Bu konuda Adolf Hitler bile "Kavgam" adlı eserinde, "Eğer Reich, Schöenerer'in Habsburglar hakkındaki ikazlarına kulak vermiş olsa idi, Almanya'nın başına bütün dünyaya karşı savaşa girerek uğradığı felaket gelmeyecekti." demiştir. Almanya'nın oluşturmak zorunda kaldığı diğer ittifakları da (Osmanlı İmparatorluğu ve Bulgaristan) savaşın sonucuna etki edebilecek ekonomik ve askerî düzeyde değildi. Almanya için güvenilmesi gereken temel güç, kendi öz gücüydü. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu. Kutsal Roma İmparatorluğu'nun etkinliği azaldıkça Avusturya'nın arşidükleri bağımsız olarak hareket etmeye başladılar. 1804 yılında arşidükler kendilerini imparator ilan ettiler. 1866'da Prusya-Avusturya Savaşı yenilgisi ve Alman Konfederasyonu'nun dağılmasından sonra prestijini kaybeden Avusturya İmparatorluğu, 1867'de de Macaristan ile birleşerek Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nu kurdular. Avusturya ve Macaristan aslında iç işlerinde bağımsız olan iki ayrı ülkeydiler. Fakat dış işleri açısından tek bir Habsburg İmparatoru tarafından yönetilmekteydiler. Emperyal bir devlet olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda, 11'in üzerinde etkili etnik grup mevcuttu. Bu etnik grupların büyük kısmı Almanlar, Slavlar ve Macarlardan oluşmaktaydı. Etkinlik sahasında (doğu bölgesinde yoğun Slav devletleri, batısında Germen toplumları) farklı etnik gruplar bulunmaktaydı. 1789 Fransız Devrimi ve beraberinde getirdiği süreç, emperyal devletlerin sonunu hazırlamaktaydı. Uyanan ve gittikçe kabaran milliyetçilik akımları, 19. yüzyılda en fazla Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi çok uluslu devletlere zarar verdi. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun karşısındaki en büyük tehdit, Rusya ve Rusya'nın Panslavizm politikasıydı. Rusya, Doğu Avrupa'ya ve Balkanlara doğru güç alanını genişletmek istiyordu. Bu amaçla gerek Osmanlı içindeki, gerekse de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içindeki tüm etnik unsurlara -başta da Slavlar olmak üzere- açık (veya el altından) destek veriyordu. Bunun yanı sıra, batı kanadının güvenliğini sağlamak için, Almanya'yla yapılan ittifak ile sağlamlaştıran Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, diğer taraftaki Rusya etkinliğini yok etmek istiyordu. Aslında, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun da durumu Osmanlı İmparatorluğu'ndan çok da farklı değildi. İki imparatorluk da kendi geleceklerini tamamen savaş sonunda alınacak bir galibiyete bağlamışlardı. Yani savaş, bir ölüm-kalım mücadelesiydi. 1882 yılında yapılan antlaşmayla kurulan Üçlü İttifak ile Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya arasında oluşturulan birliktelik (1902 yılında yenilenerek) I. Dünya Savaşı'na kadar sürmüştür. (İtalya, savaşın başında tarafsız kaldıktan sonra, İtilaf Devletleri safında savaşa girmiştir.) İtalya Krallığı. 19. yüzyılın ilk yıllarında İtalya, Napolyon Bonapart tarafından işgal edilerek Fransız etkisi altına girdi. Viyana Kongresi İtalya'nın, Fransız işgalinden önce yöneten hanedanlara geri verilmesini ön görüyordu. Böylece Papalık Devleti, Sardinya Krallığı, Toskana Grandüklüğü, Modena Düklüğü ve Lombardiya-Venedik Krallığı tekrar kuruldu. Ancak Carbonari adı verilen gizli dernekler, İtalya'nın birleşmesi için çalışmaya başladılar. Giuseppe Mazzini ve Giuseppe Garibaldi, birleşme hareketinin öncüleri arasında yer alıyorlardı. Ayrıca Sardinya Kralı II. Victor Emmanuel de bu birleşme hareketini destekleyenler arasındaydı. 1848'de Lombardiya, Avusturya'nın elinde bulunuyordu. İtalya'yı birleştirmek konusunda Fransa'nın desteğini almayı başaran İtalya, 1859 yılında Fransa ile birlikte Avusturya'yı mağlup etti ve 11 Kasım 1859'da Avusturya ile Piyemonte arasında Zürih'te barış antlaşması yapıldı. Buna göre Avusturya, Lombardiya'yı Piyemonte'ye verdi. Venedik dâhil olmak üzere diğer İtalyan devletleri arasında bir konfederasyon oluşturulması ve konfederasyonun fahri başkanının Papa, fiilî başkanının Piyemonte olması kabul edildi. Bir süre sonra Kuzey İtalya'daki küçük devletler de Piyemonte'ye katılma kararı aldılar. Böylece bütün Kuzey ve Orta İtalya, Piyemonte'ye katılmış oldu. 1870'te Roma, 1886'da da Venedik İtalya birliğine dâhil oldu. Bunların da katılımı sonucu İtalyan Millî Birliği tamamlanmış oldu ve İtalya Krallığı kuruldu. İtalya, Roma devrinden sonra ilk kez tek bir ülke hâline gelebilmişti. 20. yüzyılda Yeni İtalya Krallığı'nda Kuzey İtalya hızlı sanayileşerek gelişirken, Güney İtalya'da nüfus hızla yükseliyor ve milyonlarca insan daha iyi bir yaşam için yurt dışına göç etme yolları arıyordu. 19. yüzyılın son yirmi yılından başlayarak İtalya da diğer Avrupa ülkeleri gibi sömürgeleşme yoluna gitti. Osmanlı İmparatorluğu'na karşı yaptığı Trablusgarp Savaşı'nı (1911-12) kazandı. Batı Türkiye'de On İki Ada, Afrika'da Libya, Etiyopya ve Somali gibi bazı ülkeleri de işgal ederek sömürgeleştirdi. 1882 yılında, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Üçlü İttifak'ı oluşturan İtalya, I. Dünya Savaşı'nın başında tarafsız olmasına rağmen, 1915'te Londra Paktı ile İtilaf Devletleri arasına katıldı. İtalya'ya savaşa girmesi koşuluyla Trento, Trieste, Istria, Dalmaçya ve Osmanlı İmparatorluğu'nun bazı bölgeleri vadedildi. Savaş süresince 600.000 İtalyan askeri öldü ve İtalya ekonomisi çöktü. Savaşın sonucunda İtalya'ya verilen sözlerden çoğu tutulmadı. Savaşın sonunda imzalanan Saint-Germain Antlaşması ile İtalya, galip tarafta olmasına karşın yalnızca Trento, Trieste ve Bolzano'yu alabildi. Bu sonuç İtalyan toplumu arasında büyük hoşnutsuzluklara yol açtı. İtalya savaş öncesi dönemde mevcut sömürgelerini korumak isterken, aynı zamanda Orta Doğu, Balkanlar ve Afrika'daki gücünü de artırmak amacındaydı. Fransa ile eski düşmanlıkları ve yeni ortaya çıkan durum nedeniyle 1915'e kadar ortada bir siyaset takip ederken, bu tarihte İtilaf Devletleri safında savaşa katılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu. Osmanlı İmparatorluğu, 1699 yılındaki Karlofça Antlaşması'ndan beri süregelen gerileme döneminin son ağır yenilgisini, 1912-1913 yıllarındaki Balkan Savaşları ile almıştı. Bu savaşlarda, imparatorluktan ayrılmış küçük devletlerle dahi başa çıkamaz durumda olduğu görülmüştür. Ülkenin genel durumu şöyledir: Ekonomik durumu: Maliye iflas etmiş, yıllık enflasyon %300'lerde (Temmuz-Kasım 1914 aralığında %50), tamamen dışa bağımlı ve cari harcamaları dahi karşılayamayacak bir durumdadır. İngiltere ve Fransa'nın olumsuz tutumlarına rağmen Almanya'nın aracılık etmesiyle Avusturya-Macaristan'ın Bosna-Hersek karşılığında tazminat ödemeye ikna edilmesinden sonra gelişmesi ivmelenen Alman-Osmanlı ilişkileri, Bağdat Demiryolu inşaatı ve imtiyazının 1909'da Almanya'ya verilmesiyle arttı. Hatta 1910'da Osmanlı bütçe açığını kapatmak için Alman ve Avusturya bankaları birleşerek, kurdukları bir konsorsiyum ile büyük çaplı bir kredi açtılar. Aynı yıl iki Alman zırhlısı da satın alınarak "Barbaros" ve "Turgut" adları ile Osmanlı donanmasına katıldılar. Almanya ile ticaret de diğer ülkelere göre çok ilerlemişti. 1888-1911 yılları arasında Almanya'nın Osmanlı'ya ihracatı 11 milyon marktan 112.8 milyona, Osmanlı'nın Almanya'ya ihracatı ise 3.5 milyon marktan 70 milyon marka yükselmişti. Siyasi durumu: Balkanları ve Mısır'ı kaybetmiş, Orta Doğu'daki kalan toprakları için de endişeli bir görünümü vardır. Etnik gruplarındaki milliyetçilik ve ayrışma hareketleri nedeniyle, Anadolu'da dahi güvenlik sorunları en üst düzeydeydi. İmparatorluk, İngiliz ve Fransızların Orta Doğu konusundaki niyetlerini ve -sanılanın aksine- petrolün yeni dönemdeki önemini son derece iyi bilmekteydi. Öte yandan, Osmanlı, yüz yıldan fazla süredir aralıklarla savaştığı Rusya'nın da Boğazlar ve Doğu ile Güneydoğu Anadolu Bölgesi üzerindeki hedeflerinin farkındaydı. 93 Harbi'nden itibaren İngiliz ve Fransızların Osmanlı politikaları aşama aşama olumsuz yönde değişmişti. Rusya tehdidine karşı denge unsuru olarak kullanılabilmiş her iki ülke de bir genel savaşa gidildiği dönemde birbirleriyle olduğu gibi Rusya ile de ikili anlaşmalar yapmışlar, hatta Üçlü İtilaf adıyla bir ittifak içine girmişlerdi. Bu da Osmanlı'nın Almanya ile daha da yakınlaşmasına neden olmaktaydı. Askerî durumu: Balkan Savaşları sonucunda ordunun son derece zayıflamış yapısı ortaya çıkmasına rağmen, İttihat ve Terakki Hükûmeti iki yıldan kısa bir sürede bu yapıyı reforme ederek yeni bir ordu oluşturma başarısı göstermiştir. Hükûmet, ordu yapısı içerisindeki alaylı/okullu sistemini değiştirerek, okullu subayları faal birliklere, alaylı subayları da ya emekliye ya da geri görevlere sevk etmiştir. Öte yandan personel yapısında da çok başarılı bir değişim gösteren Osmanlı ordusu, aynı başarıyı -ekonomik nedenlerden dolayı- teknoloji ve silahlar yönünde yakalayamamıştır. Alman ekolünün hâkim olduğu Osmanlı ordusu, özellikle lojistik ve sevkiyat konusunda da gerekli düzeyde kabiliyete sahip değildi. 22 Ocak 1913'te Bâb-ı Âli Baskını ile iktidara gelen İttihat ve Terakki Hükûmeti, savaşın kaçınılmaz olduğunu fark ettiği andan itibaren, İngiltere ve Fransa ile uzlaşmak amacıyla çalışırken, Almanya ile de ilişkilerini aynı ölçüde sıkı tutmaya çalışmıştır. 26 Nisan 1913'te Almanya'nın Osmanlı büyükelçisi Hans Freiherr von Wangenheim'in hükûmetine gönderdiği raporunda, ordu ile ilişkilerin iyi tutulması yoluyla Osmanlı hükûmeti üzerinde etkili olunacağını bildirmiştir. Nitekim zaten eğitim amaçlı Alman askerî heyetleri bulunmakta olan Osmanlı Devleti'ne büyük çaplı bir askerî reform gerçekleştirmek üzere yardım edilmesi kararı alındı. Geniş bir askerî heyetin gönderilmesi kararlaştırıldı. Alman korgeneral Otto Liman von Sanders de 14 Aralık 1913 tarihinde İstanbul'a geldi. Daha önce jandarma birliklerinin eğitim ve düzenlenmesi Fransız generali Baumann'a, donanma düzenlemesi ise İngiliz amirali Limpus'a verilmişken, bu kez kara kuvvetlerinde daha geniş çaplı bir yeniden düzenleme için çok sayıda Alman subay ve astsubayı intikal etmişti. Bu durum İngiltere ve Fransa nezdinde bir krize neden oldu. Krizin çözülmesi Otto Liman von Sanders'in orgeneral rütbesine yükseltilmesi, Osmanlı'nın ise mareşal ünvanı vermesi ve böylece Sanders'in fiilî komutanlıktan alınmasıyla sonlandı. Bu durum görünüşte İngiliz diplomasisi kazanmış gibi görünürken, Sanders mareşal ünvanıyla "Ordu Genel Müfettişi" yapılınca Almanya ve Osmanlı Devleti'nin amacına hizmet etmiş oldu. Bu dönemde öylesine yoğun bir çift taraflı mücadele olmuştur ki, her iki tarafla da son dakikaya kadar görüşmeler devam etmiştir. İngiltere ile yapılan görüşmelerde Osmanlı Hükûmeti'nin ittifak için temel beklentisi olan savaş sonrası toprak bütünlüğünün garanti altına alınması isteği, İngiliz tarafından ancak savaş sonrası görüşülebileceği şeklinde yanıtlanmıştır. İngiltere ve Fransa ile ittifakı sağlayamayacağı kesin görünen İttihat ve Terakki Hükûmeti, 2 Ağustos 1914 günü Almanya ile gizli bir ittifak antlaşması (Osmanlı-Alman Gizli Antlaşması) imzalayarak savaşa İttifak güçleri yanında girmeyi taahhüt etmiş ve silahlı kuvvetlerinin genel sevk ve idaresi için bir Alman askerî heyetini yetkili kılmayı uygun görmüştür. Anlaşma için 7 Temmuz günü görüşülmeye başlanmıştı ve maddelerindeki ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Rusya'nın 31 Temmuz'da genel seferberlik ilan etmesi de, bunu savaş ilanı kabul edeceğini açıklamış olan Almanya'nın 1 Ağustos günü Rusya'ya savaş ilanı da gerçekleşmeden önce maddeler düzenlenmiş, ancak 2 Ağustos'ta maddelerde değişiklik yapılmadan imzalanmıştı. Anlaşmadan haberdar olan İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu'nun sipariş ettiği iki zırhlıyı Osmanlı İmparatorluğu'na teslim etmekten vazgeçer. Rauf Orbay ve ekibi Londra'dan eli boş döner. Kalabalık bir İngiliz donanmasının Çanakkale Boğazı'na kadar kovaladığı "Goben" ve "Breslav" adlı iki Alman zırhlısının Çanakkale Boğazı'ndan geçmesine izin verilir. İki gemi 11 Ağustos günü İstanbul'a gelir. İngiltere'nin, bu durumu yansızlığın ihlali olarak değerlendiren bir nota vermesi üzerine, Alman zırhlı gemileri Osmanlı donanmasınca 'satın alınır' ve gemi mürettebatı fes giydirilerek Osmanlı hizmetine alınır. Goeben donanması "Yavuz", Breslau donanması ise "Midilli" ismini almıştır (Yavuz ve Midilli Olayı). 26 Ekim 1914'te Osmanlı donanması bir keşif tatbikatı için hazırlanma emri aldı ve ertesi gün toplanma bölgelerine gitmek için Haydarpaşa'dan ayrıldı. 28 Ekim'de Osmanlı filosu 4 ayrı görev gücüne ayrılarak Rusya kıyılarında farklı hedeflere yöneldi. Alman koramiral Wilhelm Souchon, 29 Ekim 1914 günü sabah 06.30'da üç Osmanlı destroyerinin refakatinde bulunan "Goeben" gemisi ile Sivastopol'daki Rus kıyı bataryalarına ateş açtı. Hamidiye Kruvazörü 06.30'da Kefe'ye geldi ve yerel yetkilileri 2 saat içinde çatışmaların başlayacağı konusunda uyardı. Hamidiye 09.00'da bir saat süren bir ateşe başladı ve daha sonra da Yalta'ya giderek burada 7 Rus ticaret gemisini batırdı. 2 Osmanlı destroyeri 06.30'da Odessa'ya hücum etti ve 2 Rus gambotunu batırarak birkaç tahıl silosunu tahrip etti. "Breslau Kruvazörü" ve ona eşlik eden Osmanlı destroyeri Novorossiysk'e geldi, yerel yetkilileri uyararak 10.30'da kıyı bataryalarına ateş etti ve 60 mayın döşediler. Limandaki 7 gemi hasar gördü, biri battı. 30 Ekim 1914 tarihinde Rusya Osmanlı İmparatorluğu'na savaş açmış; bundan birkaç saat sonra Enver Paşa, Osmanlı İmparatorluğu'nun Rusya'ya savaş ilan ederek, savaşa İttifak Bloku'nun yanında girdiğini duyurmuştur. Bu duyurudan sonra İngiltere ve Fransa, Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etmiştir. (Ayrıca bakınız: Alman-Osmanlı ittifakı) Bulgaristan. Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemeye başlaması ve Rus İmparatorluğu'nun da desteğiyle, Balkanların tümünde olduğu gibi Bulgaristan'da da ulusal kurtuluş hareketi alevlenmişti. 93 Harbi'nden yenilgiyle çıkan Osmanlı, Bulgaristan'ı 1878 yılında içişlerinde bağımsız prenslik olarak, 1908 senesinde ise tam bağımsız çarlık olarak tanımıştır. Bulgaristan'ın Balkan Savaşları sonrası konumu, Yunanistan-Sırbistan-Karadağ-Romanya ile batıda Osmanlı İmparatorluğu arasında sıkışmasına yol açmıştı. Savaş öncesi dönemde diğer Balkan devletleri ile olan düşmanlığı, Bulgaristan için Almanya ile ittifaktan başka bir seçenek bırakmamıştır. Savaşın çıkışı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Franz Ferdinand, 28 Haziran 1914 günü Saraybosna'yı ziyaretinde bir Sırp Milliyetçisi olan Gavrilo Princip tarafından eşi Prenses Sophie ile birlikte suikasta uğradı. İki devleti bir arada tutan tek unsur olan Habsburg Hanedanı'nın tek veliahtı öldürülmüştü. Avusturya Hükûmeti'nin tepkisi çok sert oldu. Fakat Rusya'yı tek başına karşısına almaya çekinen Avusturya, öncelikle Almanya'ya danıştı. Almanya'nın verdiği üstü kapalı desteğin ardından, Avusturya Sırbistan'a 48 saat süreli ve bağımsız bir devletin kabul edemeyeceği ağır bir nota verdi. Sırbistan bu notaya -Rusya'nın desteğiyle-, kaçamak yanıtlar verdi. Bunun üzerine Avusturya 28 Temmuz 1914'te Belgrad'ı bombalamaya başlayarak, Sırbistan'a savaş ilan etti. Bunun üzerine Rusya 31 Temmuz'da genel seferberlik ilan etti. Daha önceden Rus seferberliğini savaş ilanı kabul edeceğini açıklamış bulunan Almanya 1 Ağustos'ta Rusya'ya, 3 Ağustos'ta da Fransa'ya savaş ilan etti. Almanya, barış zamanında hazırlamış olduğu Schlieffen Planı'na uygun olarak, Fransa'yı hemen ezip, seferberliğini tamamlama çabası içinde bulunan Rusya'ya daha sonra dönmek istediğinden, Fransa'ya saldırıda ordusunu, en kolay yol olan, Flander Düzlükleri'nden geçirmek istedi ve bunun için Belçika'ya zararsız geçiş için başvurdu. Tarafsız bir ülke olan Belçika, İngiltere'ye danıştıktan sonra Almanya'nın önerisini reddedince, Almanya 4 Ağustos 1914 tarihinde Belçika'ya saldırdı. İngiltere de Almanya'ya savaş açtı. Böylece, 4 Ağustos 1914 tarihine gelindiğinde üç cephede savaş başlamıştı: Alman-Fransız Cephesi, Alman-Rus Cephesi ve Avusturya-Sırbistan Cephesi. Cepheler. Savaş başında taraflar arasında, savaşın süresinin çok da uzun olmayacağı konusunda neredeyse bir fikir birlikteliği vardı. Almanya, Schlieffen Planı ile Fransa'yı altı hafta gibi kısa bir sürede devre dışı bırakacağını varsayıyordu. Bu planı 4 Ağustos 1914 tarihinde Belçika'ya saldırarak uygulamaya koysa da, Belçika'nın umulandan daha uzun süre dayanması sonucunda (plandan 12 günlük bir gecikmeyle Liège ele geçirilebildi), Almanya Schlieffen Planı'nın başarısızlığı ile karşı karşıya kaldı. 6-12 Eylül 1914 I. Marne Muharebesi, savaşın akıbeti hakkında taraflara bir fikir vermişti. Schlieffen Planı başarısız olduktan sonra Almanya'nın alternatif bir planı yoktu ve gecikmeler sonucunda Rusya seferberliğini tamamlamak üzereydi. Almanya'nın hızlı bir harekâtı sonuca ulaştıramamasının ardından, I. Dünya Savaşı'nın yeni ve belirleyici bir özelliği olan ‘siper savaşı’ başlamış oldu. I. Dünya Savaşı cepheleri 2 ana başlıkta toplanabilir. Batı Cephesi. Batı Cephesi, Almanya'nın batısında kalan Avrupa topraklarında, esas olarak Belçika, Hollanda ve Fransa'yı yani Batı Avrupa'yı içine alan cephedir. Doğu Cephesi. Doğu Cephesi, I. Dünya Savaşı'nda Orta Avrupa ve Doğu Avrupa'da, Almanya'nın, Avusturya-Macaristan'ın ve Bulgaristan'ın doğusunda, Rusya'nın ve Romanya'nın ise batısında kalan cephedir. Osmanlı'nın cepheleri. Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı'nda savaştığı 8 tane cephe vardı. Bunlar birinci dereceden (Kendi topraklarında savaştığı) ve ikinci dereceden (Kendi toprakları dışında savaştığı) olmak üzere ikiye ayrılır. Birinci Dereceden Cepheler: İkinci Dereceden Cepheler: Yıllarına göre yaşananlar. 1914 yılı. Batı Cephesi'nde Schlieffen Planı’na göre altı haftada Fransa’yı işgal etmeyi öngören Almanya, Belçika’nın direnmesi sonucunda bu planda başarısız olmuştur. Almanya’nın ‘Yıldırım Harekatı’ Marne Muharebeleri ile engellenmiştir. Batı Cephesi'nde savaş, 1914 yılında siper savaşına dönmüştür. Doğu Cephesi'nde savaş, 2 Ağustos 1914'te Avusturya'nın Sırbistan'a saldırısı ile başladı. Avusturya, Bosna yolu ile Belgrad'a doğru ilerledi. Avusturya'nın Belgrad'a kolayca gireceği sanılırken, Belgrad ancak üç ay sonra düştü. Ardından iki hafta sonra Sırplar, Belgrad'ı geri aldılar. Avusturya Orduları, Tuna'nın kuzeyine çekilmek zorunda kaldılar. Bu olay Avusturya'nın güçsüzlüğünü ortaya koyması bakımından önemlidir. Almanya, Batı Cephesi'nde Fransız direnişiyle karşılaştıktan sonra, doğuda da Avusturya'ya güvenemeyeceğini anlamıştır. Rusya seferberliğini beklenenden kısa sürede tamamlayarak, 17 Ağustos 1914‘te Doğu Prusya'ya girdi. Rusya'nın ilerlemesi karşısında doğudaki Alman Orduları'nın başına Hindenburg ve Ludendorff getirildi. Alman Orduları, Rus Orduları karşısında geri çekilmeye başlayınca, Rus Orduları'nın komutanı Samsonov, Alman Orduları'nın bozgun hâlinde geri çekildiği düşüncesine kapıldı. Rus Orduları, haberleşmede şifre kullanmayı bıraktı ve hızla Almanya içlerine doğru ilerleyerek, ikmal merkezleriyle olan bağlantılarını zayıflattı. Gerçekte Alman Generalleri, Rus Orduları'nı bilinçli olarak Tannenberg Bölgesi'nde oluşturdukları pusuya doğru çekiyorlardı. Sonunda Rus Ordusu, çember altına alınarak Tannenberg Bölgesi'nde yenilgiye uğratıldı ve 120.000 Rus Askeri esir alındı. Almanya büyük bir zafer kazanmıştı. Rusya vurucu gücünü yitirmişti. Bundan sonra Batı Cephesi'nde Rusya'nın yükünü hafifletmek isteyen İngiltere ve Fransa, Rusya'ya acil silah yardımı yapmak amacıyla 1915 yılındaki Çanakkale Savaşı'na yol açacak planlarını oluşturmaya başlamışlardır. Diğer taraftan Avusturya, Galiçya Muharebesi'nde Rusya'ya karşı bir üstünlük elde edemedi. Bu cephede uzun ve kanlı savaşlar sonucunda taraflar birbirine karşı bir avantaj elde edememiştir. 1915 yılı. 1915 yılında Batı Cephesi, İsviçre sınırından Manş Denizi'ne kadar uzanan ve yıl boyunca taraflara somut hiçbir şey kazandırmayan; uzun ve son derece kanlı muharebelerden oluşmaktaydı. Siper savaşının kanlı ve sonuç almaktan uzak niteliği yüzünden bu dönemde (zehirli gazların da yoğun kullanımıyla) binlerce kişi ölmüştür. 1915 Sonbaharı'na kadar geçen sürede Batı Cephesi kayıpları şöyledir: İngiltere 60.000, Fransa 190.000, Almanya 210.000 kişi. Diğer yönden, Almanya 1915 yılı içerisinde İngiltere'yi (bu savaşta ilk kez kullanılan) zeplinler ile havadan bombalamaya başladı. Bu bombardımanlar 1916 yılına kadar sürdü. Ağır ve kolay hedef olan zeplinler önemli zayiata yol açamadı (İngiltere'de 11.000 kişi bu saldırılarda ölmüştür) ve 1916'da Almanya Zeplin Bombardımanı'nı kesti. Fakat, İngiltere kamuoyu üzerinde bu bombardımanların etkisi büyük oldu. Bir ada ülkesi olan İngiltere'de ilk kez bir saldırıyla karşılaşan halkta Almanya'ya karşı büyük bir nefret uyandı. Günlük yaşam, savaş algısıyla bozuldu. Savaşın getirdiği bir diğer teknolojik yenilik de Almanlar'ın kullandığı U-Boat(Unterseeboot)'tur. Almanlar denizaltı kullanımıyla, savaş gemilerinin yanında ticaret gemilerini de batırarak, lojistik yönünden başta İngiltere olmak üzere tüm rakip devletlere ciddi zararlar vermiştirler. 1915'in kış aylarında Rusya'ya karşı yapılan Almanya-Avusturya ortak harekâtı başarılı oldu. Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Birlikleri iki hafta içerisinde Rusya içinde 120 km ilerlediler. Rusya'nın talebiyle Osmanlı İmparatorluğu üzerinden yeni bir cephenin açılması bu dönemde kararlaştırıldı. Bu cephe Çanakkale Cephesi olacaktı. 1915 yılı aynı zamanda Osmanlı-Alman ittifakı açısından Balkan kilidinin kırıldığı bir yıl olmuştur. Nitekim Cihan Harbi'nin henüz başladığı günlerde Alman İmparatorluğu ve Osmanlı Devleti arasında imzalanan gizli askeri ittifak antlaşması iki devleti kader ortaklığına sürüklemişti. İlk aşamada tarafsızlığını ilan edip seferberlik hazırlıklarına girişen Osmanlı, öte yandan Almanya'dan savaş malzemesi ve maddi destek taleplerinde bulunmaktaydı. Osmanlı ilerleyen süreçte savaşa fiilen dâhil olmasına rağmen iki devlet arasında Balkanlar üzerinden sevkiyat bağlantısının halen kurulamayıp adeta kilitlenmiş olması, İtilaf Devletlerinin Çanakkale önlerinde İstanbul'u tehdit ettikleri 1915 yılının ilk yarısında Osmanlı ve Almanya açısından büyük endişe kaynağı olmuştu. Almanya Balkanlar üzerinden savaş malzemesi sevkiyatına mani olan bu kilidin kırılması ve iki imparatorluk arasındaki bağlantının sağlanması için diplomatik ve askeri çabalar ortaya koymuştur. Zira dönemin şartlarında sevkiyat bağlantısı ancak Sırbistan-Bulgaristan veya Romanya-Bulgaristan üzerinden kurulabilirdi. Romanya ve Bulgaristan diplomasi yoluyla ikna edilmeye çalışılırken, Sırbistan'a ise İtilaf Devletlerinin safında olması dolayısıyla harekât düzenlenmesi gerekmekteydi. Osmanlı açısından endişe verici bu süreçte Balkan yolu üzerinden sadece gayriresmi yollarla küçük çaplı sevkiyatlar mümkün olabilmiş, esas ihtiyaç duyulan ağır top cephanesi sevkiyatı ise istenen ölçüde yapılamamıştır. Balkan kilidi, ancak Bulgaristan'ın ittifaka katılması ve 1915 Sonbaharında gerçekleştirilen Sırbistan seferiyle kırılabilmiş, beklenen ölçüde savaş malzemesi desteği ancak bundan sonra Osmanlı'ya ulaşmaya başlamıştır. 1916 yılı. 1916 yılı da savaşın taraflarına hemen hemen hiçbir avantaj kazandırmamıştır. Bu yılın Batı Cephesi'ndeki en önemli savaşları, Verdun Bölgesi'nde olmuştur. Bu savaşlar, aynı zamanda I. Dünya Savaşı'nın da en kanlı savaşlarıdır. İngiltere tarafından, denizden sıkı bir ablukayla kuşatılmış olan Almanya -zaten sınırlı sayıdaki sömürgelerinden lojistik sağlayamıyordu-, savaşın uzamasının en büyük zararı kendisine vereceğini biliyordu. Schlieffen Planı'nda arkasından dolaşmayı tasarladığı Verdun'u düşürüp Paris'e girmek ve hiç olmazsa Batı Cephesi'nde savaşı bitirmek istiyordu. Başlangıçta başarılar kazanan Almanya, sonradan Fransız komutan Mareşal Petain'in uyguladığı cephe gerisi stratejisi-Fransa'nın diğer bölgeleri ile Verdun arasındaki ulaşım olanaklarının artırılması ve lojistik sağlamada kolaylık-ile birlikte sonuca gidememiştir. Verdun Savaşları, Şubat-Haziran 1916 arasında sürmüş ve çok sayıda kayba neden olmuştur (Fransa 350.000, Almanya 300.000). Buna karşın, her iki taraf da bir sonuca ulaşamamıştır. Daha sonra İngiltere, Somme Bölgesi'nden bir karşı saldırıya geçmişse de bunda başarılı olamamıştır. İngilizlerin, bu saldırının ilk gününde 60.000 olmak üzere toplam kaybı 420.000 kişi olmuştur. 1916'da, Batı Cephesi'nde ölü sayısı 1.263.000'e ulaşmıştır. Ayrıca ilk kez bu cephede savaş tarihinde tank kullanılmıştır. 1915'in sonlarında İtalya savaşa dâhil oldu. Yine aynı dönemde Bulgaristan da savaşa katıldı. Bu iki katılım ile savaş güçleri her iki taraf için de dengelendi. 1916'da Romanya, Almanya ve müttefiklerine savaş açtı. Doğu Cephesi'nde açılan bu yeni rota, Alman ve Avusturya ordularının dört ay gibi kısa bir sürede -1916'nın aralık ayında- Bükreş'e girmesiyle son buldu. Bunun dışında, Doğu Cephesi'nde de Batı Cephesi'nde olduğu gibi, 1916 yılında yapılan savaşlar iki tarafa da bir üstünlük sağlamadı. 1917 ve 1918 yılları. Denizaltı savaşları. Askerî açıdan değerlendirildiğinde İttifak Devletleri, 1917'ye kadar olan dönemde başarılı görünmektedir. Fakat, savaş uzadıkça Almanya için sıkıntılar had safhaya çıkmaya başlıyordu. Sömürgelerinin lojistik desteğine rahatlıkla ulaşan İngiltere ve Fransa, denizden abluka altına aldığı Almanya'ya aynı şansı tanımıyordu. Almanya bu ablukayı denizaltıları ile kırmaya çalışıyordu. Bu amaçla deniz savaşlarına ağırlık vermişti. ABD'nin savaşa girmesi. Almanya'nın denizaltı savaşına yönelmesi, ABD'nin dış ticaretine çok olumsuz etki yapmıştı. Aynı zamanda, Almanya'nın kurmaya çalıştığı Alman-Meksika İttifakı'da ABD'de büyük bir tepkiye yol açmıştı (Almanya ABD'nin savaşa girmesi durumunda Meksika'nın ABD'ye saldırmasını istiyordu). Bu iki nedenin ABD'de kamuoyu oluşturmasıyla, Amerikan Kongresi 6 Nisan 1917'de Almanya'ya savaş ilan etti. ABD'nin savaşa girmesi, aynı zamanda dönemin en büyük ekonomik imkânlarına sahip olan bir devletin savaşa girmesi demekti. Bu da savaşın kaderine çok önemli etkilerde bulunmuştur. Rus İç Savaşları. 1917 Şubat Devrimi. 1905 Devrimleri ile son dönemecine giren İmparatorluk Rusyası, Tannenberg Savaşı'nda kaybettiği gücünü -Çanakkale Savaşları sonucunda da yardım alamayarak- savaşın sonuna kadar toparlayamadı. Bunun üzerine Menşevikler ve Beyaz Ordu ülkede Şubat Devrimi'ni yaptılar. Menşeviklerin iktidara gelişi, Rusya'nın tüm saldırılarını durdurmasına neden oldu. 1917 Ekim Devrimi. Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin Bolşevik kanadı (1918 yılında adı Sovyetler Birliği Komünist Partisi olarak değiştirildi) öncülüğünde işçiler, köylüler ve askerler 1917 yılının Kasım ayında Ekim Devrimi'ni yaptılar. Bunun sonucunda, Rusya Brest Litovsk Barış Antlaşması'yla tamamen savaştan çekildi. Böylece Doğu Cephesi kapanmış oldu. Fakat, Almanya için bu olay savaşın kazanılmasına yol açmamıştır. Ama Osmanlı için, bu olay eski doğu sınırlarına geri dönüş anlamına geliyordu. Savaşın sonuçlanması. 1918 yılı Almanya için sonun başlangıcı olmuştur. Sınırlı kaynakları ile abluka altında, hammadde ve gıda sıkıntısı had safhaya ulaşan Alman İmparatorluğu'nda, Rusya'dan Ekim Devrimi sonucunda hızla yayılan Bolşevik hareketleri ile grevler ve ayaklanmalar başlamıştı. Bu grevleri önlemeye çalışan hükûmet, çok kritik bir hata yaparak, grevcileri -ceza olarak- savaş alanlarına sürdü. Grevciler, bu sefer de Alman ordusu içerisinde isyanlara ve itaatsizliklere yol açtılar. 1918'de savaş tamamen İttifak Devletleri'nin aleyhine dönmüştü. Rusya'nın savaştan çekilmesiyle, Doğu Cephesi'ndeki gücünü Batı Cephesi'ne kaydıran Almanya, mart ayında General Ludendorff komutasında büyük bir saldırı başlattı. Bu saldırı sonucunda Almanya kısmen başarılı olup cepheyi yarmayı başarsa da, Alman ordusu içerisindeki isyancılar ve karşı tarafta da Amerikan tanklarının cepheye sokulması ile daha fazla ilerleyemedi. İtilaf Devletleri, Alman ordusunu geriye doğru püskürtmeye başladı. Bu saatten sonra, artık İttifak Devletleri için yapılacak pek bir şey kalmamıştı. İtilaf Devletleri'yle tek tek İttifak Devletleri arasında yapılan mütarekelerle çatışmalar resmî olarak sonlandırılmıştır. Bu mütarekeler, Bulgaristan ile 29 Eylül 1918 tarihinde Selanik Ateşkes Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu ile 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşması, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile 3 Kasım 1918 tarihinde Villa Giusti Ateşkesi ve Almanya ile 11 Kasım 1918 günü Rethondes Antlaşması'dır. Kullanılan teknoloji. I. Dünya Savaşı, kendinden önceki savaşlardan çok farklı özellikler gösterir. Bu, modern çağlardaki en ağır ve en acımasız insan buluşu olan ‘Topyekün Savaş'tır. 20. yüzyıldan önceki savaşlar belirli cephelerde sürerdi. Savaşa katılan ülkelerin halkları direkt olarak savaşın etkilerine maruz kalmazlardı. Daha çok gıda ve ihtiyaç maddeleri sıkıntısı halklar üzerinde etkili olurdu. Fakat I. Dünya Savaşı bu durumu değiştirdi. Cephe gerisi saldırıları, sabotajlar vb. savaş taktikleriyle, savaşan devletlerin sosyal hayatlarını düzenli bir şekilde sürdürmeleri imkânsız hâle geldi. Kara teknolojisi. I. Dünya Savaşı'nın getirdiği bir savaş tarzı siper savaşıdır. Tahkim edilmiş, ağır silahlarla donatılmış siperlerde, iki tarafın çok ağır insan kayıplarına yol açacak çatışmalar yaşanmıştır. Ayrıca, Almanya Ypres Çatışmalarında klor gazı kullanarak tarihteki ilk kimyasal saldırıyı gerçekleştirmiştir. Başlangıçta itilaf devletlerini korkutsa da, gaz maskesi kullanımı ile zehirli gaz saldırıları etkilerini yitirmiştir. Korumaya karşın kimyasal silahların kullanımı, halkların gözünü korkutmuştur. Siper savaşlarında kullanılan silahlar büyük gelişmeler gösterdi. Mitralyözler ve yarı otomatik tüfekler kullanıldı. Piyade tüfeklerin atış hızı artırıldı. Siper aralarında süngü çarpışmaları görülüyordu. Gemilere karşı kullanılan sabit ve hareketli toplar güçlendirildi. 15 km uzağa ateş edebilen sabit toplar kullanıldı. İlk olarak İngilizler tarafından Batı cephesinde tanklar ve zırhlı araçlar kullanılmıştır. Tanklara karşı da tanksavarlar geliştirilmiştir. Ayrıca haberleşme de gelişmiştir. Güçlü sistemler geliştirilip, karşı taraftan istihbarat alma; ve karşı tarafın fark edemeyeceği şekilde haberleşme sistemleri kuruldu. Deniz teknolojisi. Denizde ise menzili 15 km'ye varan savaş gemileri ve denizaltılar kullanılmıştır. İlk denizaltı olarak bilinen Alman U-Botları, ABD'nin İngiltere'ye insani ve askerî yardım ulaştırmasını engelleyerek İtilaf Devletleri'ne ciddi kayıplar verdirtmişlerdir. Denizaltıların kullanımı, sonarın geliştirilmesine neden olmuştur. Kruvazör, destroyer gibi gemilerle sahil kısımları ve daha iç kısımlar denizden bombardımana tutulmuştur. Bu durum çıkarmaya karşı koymaya çalışan orduları çok zor durumda bırakmıştır. Hava teknolojisi. Havada ise uçaktan yararlanılmaya devam edilmiştir. I. Dünya Savaşı'nda hava gücü, daha çok istihbarat elde etme ve düşmanın istihbarat almasını engelleme görevlerinde kullanılmıştır. Almanlar ise, yine tarihte bir ilk olarak zeplinleri İngiltere'yi bombalama amaçlı kullanmışlardır. Fakat zeplinlerin ağır ve korumasız olması nedeniyle 1916 yılında faaliyetlerine son vermişlerdir. Bunların yanında, düşmanın yük trenlerini bombalama, donanmaları bombalama gibi amaçlarda da kullanıldı. Bir yandan da uçaklara karşı olarak uçaksavar silahlar geliştirilmiştir. Etkileri. Tüm ülkelerden 65.038.810 askerin katıldığı savaş, arkasında resmî rakamlara göre toplam 8.556.315 ölü, 21.219.452 yaralı ve 7.750.945 kayıp veya esir bırakmıştır. I. Dünya Savaşı ülkeler arasındaki sorunları çözümlememiş, ağır yaptırımlar içeren antlaşmaların sonucu olarak savaş sonrası gelişen aşırı milliyetçilik, yeni oluşan faşizm ve nasyonal sosyalizm gibi ideolojiler II. Dünya Savaşı'na zemin hazırlamıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5903", "len_data": 49195, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.8 }
Atlantis (Grekçe: Ἀτλαντὶς νῆσος, "Atlas'ın adası"), Platon'un "Timaios" ve "Kritias" diyaloglarında ulusların kibirlerini alegorik bir şekilde anlatmak için kullandığı efsanevi bir ada. Platon'un hikâyesinde Atlantis, "Herkül Sütunları'nın ötesinde" yer alan, Batı Avrupa ve Afrika'nın birçok kısmını fetheden ve Solon'un zamanından 9000 yıl önce (yaklaşık MÖ 9500) Atina'yı fethetmeye çalışan; ancak başarılı olamayıp bir gecede okyanusa batan bir uygarlıktır. Platon'un eserlerinde kayda değer bir öneme sahip olmamasına rağmen Atlantis'in edebiyat alanında önemli etkileri oldu. Atlantis'in alegorik yanı, Francis Bacon'ın "Yeni Atlantis" ve Thomas More'un "Ütopya" gibi eserlerinde de işlendi. Öte yandan, 19. yüzyılın amatör bilginleri Platon'un tarih anlatma üslubunu yanlış yorumlayarak bilimsel temeli olmayan pek çok spekülasyona neden oldular. Bu konudaki en ünlü eser, Ignatius L. Donnelly'nin "Atlantis: The Antediluvian World" kitabıdır. Bu spekülasyonlar sonucunda Atlantis, tarih öncesinde yaşamış ve ileri teknolojiye sahip sözde kayıp uygarlıkların ortak adı hâline geldi ve çok sayıda kurmaca esere, çizgi romana ve filme ilham verdi. Platon'un diyaloglarında gömülü bir hikâye hâlinde olan Atlantis, genellikle Platon tarafından kendi politik teorilerini anlatmak için yaratılmış bir efsane olarak görülür. Birçok akademisyen için Atlantis hikâyesinin amacı belirgin olmasına rağmen, Platon'un hikâyesinin ne kadarının eski hikâyelerden derlendiği bir tartışma konusudur. Bazı akademisyenler Platon'un hikâyeyi Thera yanardağ patlaması veya Truva Savaşı'ndaki bazı ögelerle oluşturduğunu savunurken, bazıları ise MÖ 373'te gerçekleşen Helike'nin yıkımı veya MÖ 415-413 yılları arasında gerçekleşen Atina'nın başarısız Sicilya işgali gibi olaylardan esinlendiğini savunurlar. MÖ 421 yılında Sokrates'in evindeki bir felsefe sohbetinde Atinalı devlet adamı Kritias, dedesi Dropides'in kendisine naklettiği efsaneyi hikâye eder. Hikâyeyi dede Dropides'e nakleden ünlü Yunan şair Solon'dur. Solon'un gösterdiği kaynak ise Mısır'da bulunduğu dönemde tanıştığı Mısırlı bir keşiştir ve keşişe göre Atlantis'e ilişkin olaylar MÖ 9000 yılında gerçekleşmiştir. Plutarkhos'a göre Sais şehrinde Solon'la konuşan rahibin adı Sonchis idi. İskenderiyeli Clemens'e göre bu aynı zamanda Pythagoras'a ders veren Mısırlı rahibin adıdır. Platon'un hem Kritias, hem de Solon'la akrabalığı vardır. Ayrıca, kendisi de Mısır'ı ziyaret ederek birkaç yıl yaşamış ve inisiye edilmişti. Onun için, bazı Atlantologlar onun Atlantis konusunu yazmadan önce, bu konudaki bilgileri topladığı fikrindeler. Platon'a (Eflatun) göre bu kıta çok zengindi ve soylu insanlar tarafından yönetiliyordu. Bir felaket sonucu okyanusun sularına gömülmüştü. James Churchward Atlantis'in efsanevi Mu uygarlığının bir kolonisi olduğunu belirtmiştir. İngiliz ordusunda görevli subay olarak Tibet'te bulunmuş, daha sonra dünyayı gezmiş ve araştırmalar yapmıştır. James Churchward 1883'te, Batı Tibet'te bir manastırda bu belgelerin en önemlilerini bulduğunu iddia etmiştir. Tibet'te görevli olarak bulunan Churchward, eski dinlerin kökenleri hakkındaki araştırmaları doğrultusunda Tibet'teki manastırları dolaşırken, yolu Batı Tibet'te bir manastıra düşmüş ve bu manastırın, "Büyük Rahipler Kardeşliğinin" önde gelen üyelerinden olan başrahibi Rishi, Churchward'a, 15 bin yıl önce yazılmış "Naacal Tabletleri"'ni göstermiştir. III. Ramses. III. Ramses'in yazdırdığı yazılarda, Atlantislilerin büyük su dairesi üzerindeki kara parçasından ve adalardan, dünyanın ucundan, dokuzuncu kuşaktan geldikleri anlatılıyor. 9. Kuşak da Antik Mısır, Yunan ve Roma'da kullanılan coğrafi bölümlere göre 52. ila 57. Kuzey enlemleri arasında kalan bölgedir. Ünlü tarihçi Renan ise, şaşırtıcı bir şekilde Mısır sanatının gençlik dönemi olmadığı iddiasında bulunarak Mısır uygarlığı ile ilgili şüphelerini şöyle dile getiriyordu: Herodot da 'Euterpe' adlı eserinde, Mısır rahiplerinin yazılı tarihinin kendi zamanından 12.000 yıl öncesine kadar gittiğini belirtiyor. Yani Atlantis'in batışına kadar. 5400 yıl önce Mısır'daki Siyen (Aswan) kentinin, tam olarak Yengeç Dönencesi'nin altına rastladığı dönemde inşa edilmiş olan Siyen Duvarları, tam güneşin gün dönümü anında, öğle vakti, güneş komple bir disk hâlinde bu duvarların üzerinden yansırken görülürdü. "Günümüzde, Avrupa'nın bütün bilim adamları bir araya gelseler bunun bir benzerini yapamazlar" diyor tarihçi Keneally "Tanrının Kitabı" adlı eserinde. Atlantis'in konumu. Amerikalı araştırmacı Robert Sarmast Platon'un ünlü diyalogları "Kritias" ve "Timaios"'ta ifade ettiği yaklaşık 50 fiziksel işaretten yola çıkarak, çalışmalarını Kıbrıs yayı ve Levantine havzası olarak tarif edilen Doğu Akdeniz kıyılarına kaydırdı. Bölge ile ilgili olarak Amerika Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresinin (NOAA) hazırlamış olduğu haritalardan ve veritabanlarından faydalanan Sarmast, bu bilgilerin yeterli olmadığını görünce dünyaca ünlü Jeofizikçi Dr. John K. Hall ile iş birliğine gitti. Dr. Hall, Sarmast'a 1980'li yıllarda bir Rus petrol gemisi tarafından Doğu Akdeniz'de deniz tabanından toplanan dijital verileri iletti. NOAA ve Dr. Hall'dan gelen verileri birleştiren Sarmast, bölgenin 3 boyutlu ve bathymetric (derinlik ölçü birimi) haritalarını çıkarttı. Sarmast'a göre Atlantis Kıbrıs, Suriye arasında idi ve batan kıtanın en üst noktası ise bugünkü Kıbrıs'tı. Sarmast "Discovery Of Atlantis" isimli ünlü eserinde Atlantis'in bu bölgede olmasını güçlendiren bulguları ve nedenlerini açıkladı. Atlantik Okyanusu. Atlas Okyanusu birçok volkanik hareketlerin sık sık yer aldığı bir yerdir. 1957'de yanardağlar eşliğinde yeni bir ada Azorların yakınlarında ortaya çıktı. Paul ve Pauline Vayntsveyga Zalittski adlı Kanadalı bir çiftin öncülüğünde yapılan deniz dibi araştırmalarında, Bermuda Şeytan Üçgeni olarak adlandırılan bölgede batık bir şehir bulundu. Araştırmacılar, Küba kıyılarından 700 metre uzaklıkta ve 180 metre derinlikte, yolları, tünelleri, piramitleri ve başka yapıları olan büyük bir şehir keşfettiler. Elde edilen görüntülerde, batık şehirde sıradan piramitlerin yanı sıra camdan yapılmış piramitlerin, Sfenks şeklinde heykel, birçok monolitik yapılar ve bina duvarlarına oyulmuş yazıtların bulunduğu görüldü. Yerkabuğu ve depremler. 526 yılında Antakya'da 250.000 kişi, 1042 yılında Tebriz, İran'da 40.000 kişi, 1556'da Çin'de 830.000 kişi, 1908'de Messina, Sicilya'da 200.000 kişi, 1923 Tokyo civarlarında 200.000 kişi ve 1976'da Çin'de 700.000 kişi şiddetli depremlerle hayatlarını kaybettiler. Sellere gelince Çin'de 1887'de Huang Ho nehrinin taşması en az iki milyon insanın ölümüne yol açtı. Aynı nehrin 1931'de taşması ise 4 milyon insanın ölümüne yol açtı. Okyanusları ve kıtaları çepeçevre saran yerkabuğu birçok tektonik plakalardan oluşmaktadır. Yerküre'nin çekirdeğindeki bu patlamalar tabakaların yer değiştirmesine, büyük depremlere ve yanardağ patlamalarına neden olur. Yerküre'nin katı dış katmanını oluşturan yerkabuğunun kalınlığının Yerküre'nin çapına oranı çok düşüktür. Yerkabuğu 6 ile 70 km'lik bir katmandır ve yüzeyden derine inildikçe, her bir kilometrede sıcaklık 30 derece daha artar. Çekirdeğin üstündeki manto tabakası sıcaklık nedeniyle yumuşak ve eriyik magma hâlindedir. Çekirdekten gelen patlamalar ve basınç manto tabakası tarafından kısmen yutulur. Eriyik hâldeki manto tabakasındaki esneklik, nispeten ince olan yerkabuğunu etkileyip karaların alçalıp yükselmesine neden olarak, bu şekilde dağların ve ovaların oluşmalarını sağlar. Bu değişimlerin oluşması için milyonlarca yıllık bir süreç gereklidir. Ancak Dünya'nın çekirdeğindeki faaliyetin arttığı ve bunun da yerkabuğunu daha fazla etkilediği aktif bir dönemin olabileceği göz önüne alındığında, bunun kısa bir süreçte yerkabuğunda büyük bir etkiye neden olduğu ve atmosferde de büyük bir değişikliğe yol açtığı düşünülebilir. Denizlerin karalara olan oranıyla uyumlu olarak, yanardağ patlamalarının %80'i okyanuslarda gerçekleşmektedir. Kıtaları ve okyanusları çevreleyerek Yerküre'yi saran Okyanus Ortası Sırtı iki farklı tektonik plakayı birbirinden ayırır. Bunların faaliyetleri kıtaların yer değiştirmelerine neden olur. Tufan'a ilişkin oluşumun anlatıldığı Başlangıç 7. bölümde geçen sözlere göre, bu olayda okyanusların kaynaklarında meydana gelen bir yarılma ve patlama ile oluşan bir fışkırma olayı sonucunda meydana gelmiştir. Ayrıca, bu olayların sonucunda karalarda yükseltilerin değişerek dağların yükseldiği, ovaların da alçaldığı kayıtlıdır. Dağların üst kısımlarında deniz canlılarına ilişkin bulunan fosiller, yüksek dağların bir zamanlar denizle kaplı olduklarını gösteren kanıtları sunarlar. Burada ortaya çıkan sorun, yüksek dağları örtecek kadar suyun nereden gelmiş olacağıyla ilgilidir. Bu suların bir kısmı kutuplarda buzullar olarak depolanmıştır; ancak bu buzullar tamamen eriyecek olsalar bile, içerdiği su miktarı karaların yüksek kısımlarını örtmeye yetmeyecektir. Yakın zamanlarda yapılan bir keşif, okyanusların tabanının daha da altında bulunan büyük bir su kaynağının olduğunu açığa çıkarmıştır. Bu yer altındaki su kaynağı, yeryüzündeki okyanuslardan üç kat daha fazla büyüklükteki bir suyu içinde barındırmaktadır. Bu suların yerin tam 700 km altında bulunan "Ringwoodite" olarak adlandırılan mavi taşların içinde bulundukları keşfedilmiştir. Bu keşif, "işte "o gün derin suların tüm kaynakları yarıldı [patladı-fışkırdı]" sözleriyle uyumludur. Bu durum, karaları tümüyle kaplamaya yetecek ölçüdeki su kaynağının, yer altındaki bu sular olabileceğini akla getirmektedir. Kültürlerdeki İzler. Día de los Muertos: Ölüler Günü Meksika'da 31 Ekim ile 1 ve 2 Kasım günlerinde ölüleri anmak üzere yapılan etkinliklere verilen bir addır. Kitab-ı Mukaddes'e göre en eski takvim Eylül ayı ile başlar ve birinci ayın başlangıcı yaklaşık olarak Eylül ayının 14'ü veya 15'i dir. Buna göre "ikinci ayda, ayın on yedinci gününde" başladığı kayıtlı olan tufanın günümüzdeki tarihi, Kasım ayının 1. veya 2. gününe denk gelmektedir. Meksika'da ölüler için yapılan bu anmanın tarihinin tufanın başladığı tarihe rastlaması, bunun geçmişte insanların topluca ölmelerine yol açan bu olayla ilgili olduğunu ve zamanla gerçek anlamının unutulduğunu ya da değişmiş olabileceğini akla getirir. Buzul Çağı. R. F. Walworth ve G. W. Sjostrom'e göre son buzul çağında su seviyesinin düşük olması Atlantis'in varlığı için yeterli bir sebeptir. Bu iki araştırmacının geniş bir araştırmaya dayanan tezlerine göre, periyodik olarak peş peşe gelen volkanik patlamalar Dünya'nın geçmişinde uzun Buzul Çağları yaratmıştır. Bazı jeolojik izlere göre buzlar bütün kıtaları kaplamıştır, su seviyeleri inip yükselmiştir. Hâlen güncelliğini koruyan ve Donelly tarafından ortaya atılan bir teze göre, Atlantis'in batmasıyla, daha önce onun yüksek dağları tarafından engellenen sıcak Gulf Stream akıntısı Kuzey Avrupa'ya ulaşarak buzların erimesine yol açmıştır. Hâlen yolunda devam eden bu sıcak akıntı Avrupa'nın ısısını bulunduğu enleme rağmen ılımlı tutmaktadır. Oysa, aynı enlemde bulunan Rusya'daki şehirler çok daha soğuk iklimlere sahiptir. Kuzey Sibirya'da buzlar altında on binlerce donmuş mamut cesetleri vardır. Geçen yüzyıl sonlarında bu mamutlardan en az 20.000 kadar çok iyi durumda fildişi çıkartılarak piyasaya sürüldüğü kaydedildi. Bu mamutların toplu bir felakete uğradıkları ortadadır. Ani bir donmadan ölen bu mamutlardan bazılarının midelerinde hâlen yemekte oldukları otlar bulunduğu görülmüştür. Karbon 14 testleri onların yaklaşık 12.000 yıl önce öldüklerini gösteriyor. Aşırı soğukların olduğu Sibirya, mamutlar gibi sıcakkanlı hayvanların yaşayabileceği uygun bir yer değildir. Bu durum Sibirya gibi şimdi çok soğuk olan bölgelerin bir zamanlar ılıman bir iklime sahip olduğuna işaret etmektedir. Bununla ilgili başka kanıtlar da bulunmuştur. Bütün bunlar ani bir iklim değişikliğinin olduğunu göstermektedir. Profesör Frank C. Hibben'e göre son buz çağının sonuna gelen bu devrede, sadece Kuzey Amerika'da 40 milyon hayvan ölmüştü. Amerika'da Niagara çağlayanlarının 12.500 yıl önce meydana geldiği hesaplanmıştır. Cordilleras Dağları yaklaşık 10.000 yıl önce meydana geldiler. Karbon 14 testlerine göre, şu anda Bermuda civarlarında deniz altında olan geniş bir bölgede 11.000 yıl önce sedir ormanları vardı. Bu bölgede yapılan araştırmalarda, Küba yakınlarında denizin 180 metre altında binlerce yıllık antik batık bir şehir bulundu. 1986 yılında Japonya'da (Okinawa) Yonaguni Jima adası yakınında, denizin 25 metre altında Yonaguni buluntuları olarak adlandırılan antik batık bir yapı bulunmuştur. Aynı şekilde İngiltere'ye yakın Kuzey Denizi, İrlanda ve Grönland yakınlarında, deniz diplerinde binlerce yıl önce denizin dibini boylamış ormanlar görülür. Olayların çoğu Atlantis'in batış tarihine uymaktadır. Radyokarbon tarihleme yöntemi ve Atlantis'in batış tarihi. Bu tarihin hesaplanmasında kullanılan Radyokarbon tarihleme yönteminin bir kesinlik içermediği göz önünde tutulmalıdır. Bu hesaplamanın yapılmasında temel etken, karbon 14 ile karbon 12'nin birbirine oranının hesaplanmasıdır. Radyoaktif olmayan karbon 12, uzaydan gelen radyasyonun -kozmik ışımanın- etkisiyle, radyoaktif bir özellik kazanarak karbon 14'e dönüşür. Karbon 14'ün yarılanma ömrü 5730 yıldır. Karbon 12 ise radyoaktif özelliğe sahip olmadığından aynı kalır. Bütün canlıların yapılarında karbon 14 ve karbon 12 birlikte bulunurlar. Ancak bir canlı organizma öldüğünde, bunların birbirlerine olan başlangıçtaki oranı giderek değişmeye başlar. Çünkü canlı bir organizma öldüğünde karbon 12 ve karbon 14 alımı sona erer ve daha önceden kendisinde var olan karbon 14 radyoaktif bozunmaya uğrar ve zamanla azalır. Ölen canlı organizmadaki karbon 12'de ise bir değişim olmayacağından, karbon 14'ün karbon 12'ye olan oranı giderek azalmaya başlar. Bu oransal değişimler bir tür saat görevi görürler ve bir canlının ne zaman öldüğü saptanabilir. Bununla birlikte, Atlantis ve tufan gibi bir olayın etkisiyle atmosferde oluşabilecek bir değişiklik, bu yöntemle yapılacak hesaplamaların doğruluğuna etki eder. Çünkü bu tarihleme yöntemi için, "atmosferdeki karbon 14 yoğunluğunun eski zamanlardan günümüze değişmediği varsayılır". Temel varsayımı doğrulamak üzere ağaç halkaları sayımı (dendrokronoloji) yöntemiyle gerçek halka yaşları belirlenen yüzlerce örneğin radyokarbon yaşları da bulunarak karşılaştırılmaları yapılmıştır. Bu karşılaştırmalar "temel varsayımın doğru olmadığını", yeryüzündeki karbon 14 yoğunluğunun eski yıllara göre önemli miktarlarda değiştiğini, bazı zamanlarda arttığını bazı zamanlarda ise azaldığını göstermiştir. Karbon 14 oranının, karbon 12'ye oranının karşılaştırılmasına dayanan bu yöntem atmosferin hep aynı kalması koşuluyla doğru olabilecektir. Atlantis'in batışı öncesinde atmosferde kalın bir su buharı tabakasının var olduğu kabul edildiğinde, bu durumun güneşten gelen kozmik ışınları şimdikinden daha fazla engelleyeceği ortadadır. Daha az miktardaki kozmik ışın, daha az miktarda karbon 14 oluşturacaktır. Buna göre karbon 14'ün karbon 12'ye göre geçmişte var olduğu düşünülen orantısının yanlış olabileceği ortaya çıkar. Sonuçta Atlantis'in günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce battığına ilişkin hesaplama kesin bir olgu değildir. Bu tarihin 12.000 yıl kadar geriye gitmesi karbon 14 ile yapılan hesaplamanın tam doğru olmamasından dolayıdır. Hesaplamalardaki yanlışlık göz önünde tutulduğunda, Atlantis'in batışıyla ilgili tarihin çok daha yakın bir zaman olması gerektiği anlaşılabilir. Atlantis konusuyla bağlantısı olabileceği düşünülen Nuh tufanının tarihi MÖ 2370 olarak verilir. Kutsal kitaplarda Atlantis. 1947 yılında, Ölü Deniz'e yakın Kumran mağarasında bulunan rulo yazıtlar, İbrani kutsal edebiyatının en eski örneklerini oluştururlar. Bulunan bir yazıta göre Nuh farklı bir fiziğe sahipti. Öyle ki, babası Lamek onun kendi oğlu olduğunu karısı Bartenoş'un yemin ve ısrarlarına rağmen inanmamıştı. Nuh'un "Bakıcılar, Kutsal Olanlar veya devler"in soyundan gelmediğini ancak meleklerden her şeyi öğrenen" büyükbabası Enok ("İdris")'e danıştıktan sonra inanmıştı. Kitab-ı Mukaddes'te ("Eski Ahit ve Yeni Ahit / İncil") Enok kitabından yer yer söz edilir. Asırlardır saklanan ve kutsal metinler külliyatından çıkarılan bu kitabın iki farklı nüshası vardır, biri yakın zamanlarda bir Rus manastırında bulunarak Slavonik dilde muhafaza edilmiştir. Adı Enok'un (İdris) Sırlar Kitabıdır. Bu kitapta Enok'un Tanrı tarafından göğe kaldırıldıktan sonra cennet ve cehennem katlarında gördüklerini ve sonradan 360 kitap yazdığını anlatmaktadır. İkinci ve çok daha uzun kitap ise Enok'un Kitabıdır. Burada Nefilimlerin devler olduklarını ve tufandan önceki çöküş devrinde onların insanoğlunun yiyeceklerini tükettiklerini ve bunlar da yetmediğinde insanları yediklerini yazıyor. Bu kitapta, bu çeşit atıflar, dini çevreleri rahatsız etmiştir (Aziz Augustinus, "Tanrının Şehri") ve bu kitabın Eski Ahit külliyatından çıkarılmasına, 1772 yılında James Bruce tarafından bir Habeş manastırında bulunana dek, yüzyıllardır ortadan kayıp olmasına sebep vermişti. Gerçekte ise, Kitab-ı Mukaddes'te Hanok'un (Enok (İngilizce: "Enoch"): Türkçe Kitab-ı Mukaddes'te "Hanok") yazdığı bir kitaptan değil, Hanok'un kendisinden sözedilir. Kitab-ı Mukaddes'teki bilgilere göre Hanok, MÖ 3404 ile 3039 yılları arasında yaşamış bir kişidir. Hanok, MÖ 2970 yılında doğan Nuh'un dedesinin babasıdır ve Nuh'un doğumundan önce yaşayıp ölmüş bir kişi olarak Nuh'u görmemiştir. Hanok Nuh'tan onlarca yıl önce yaşamış bir kişi olup kitap yazmış bir kişi değildir. Aynı şekilde, Nuh'un ne başka bir atası, ne kendisi, ne de Musa'ya kadar soyundan bir başkası bir kitap yazmıştır. Ayrıca zaten bu kişilerin yaşadıkları dönemde günümüzdeki anlamda bir kitap yazılması da söz konusu değildir. İlk defa papirüs kullananlar Mısırlılardır. Bunların devri de daha yakın bir dönemdir. Bu kişiler bütün yaşadıkları olayları ve bilgileri sonraki nesillere sözlü olarak aktarmış kişilerdir. İbrahim, İshak, Yakub ve Yusuf da buna dâhildir. Kumran Mağaralarında bulunan Kitab-ı Mukaddes tomarlarının karbon testleri, onların yaşının MÖ 100-200 yılları arasında olduğunu söylemektedir. Eğer Hanok'un Sırlar Kitabı'nın onlarla ilişkili olduğu söylenmek isteniyorsa, bu devir hiçbir şekilde Hanok'un yaşadığı devre uymaz. Çünkü Hanok'un ölüm tarihi MÖ 3039 yılıdır. Yaklaşık olarak MÖ 1500'lü yıllarda Kitab-ı Mukaddes'i ilk olarak kaleme alıp yazan kişi, İbrahim'in soyundan gelen Musa'dır. Kitab-ı Mukaddes'teki soy hattına göre Musa, sözlü bir şekilde aktarılan bilgileri ilham altında kaleme almış ilk kişi olmaktadır. Musa'nın yazdıkları tufanı ve öncesini de kapsar. Hanok ile ilişkilendirilen Nefilim denen devler konusu da bu yazılanlar arasındadır ve ilk kitabının 6. bölümünde yer alır. Musa Hanok'tan söz eder; ancak Hanok'un yaşadığı zamanın, Nefilim denen devlerin ortaya çıkmasından yüzyıllar öncesi olduğunu gösterir. Buna göre, gerçekte Hanok Nefilim denen devleri hiç görmeden yaşayıp ölmüş bir kişidir. Musa, Nefilim denen devlerin tufan öncesinde yeryüzüne insan şeklinde maddeleşerek gelen meleklerin insan kızlarıyla evliliklerinden ortaya çıkan bir melez soy olduğunu söyler. Bunların tufan geldiğinde Nuh ve ailesi dışındaki bütün insanlarla birlikte boğularak yok olduklarını anlatır. Akaşik okumalarda Atlantis. Doğruluk dereceleri herhangi bir bilimsel kanıtla kanıtlanmamakla birlikte, Atlantis hakkında şimdiye dek en ayrıntılı açıklamaları yapmış olan ünlü isimler, Atlantis hakkında akaşik okumalara dayalı bilgiler vermiş Edgar Cayce ve Rudolf Steiner'dir. Bir başka kaynak da Doğu'nun kadim kitaplarından Dzyan Kitabı'dır. Cayce ve Steiner, birbirlerinden bağımsız olarak yaptıkları açıklamalarda insan türünün yoğunlaşma ve katılaşma göstererek evrim geçirmiş olduğunu belirtirler ve Atlantis'te savaşan karşıt görüşteki iki gruptan uzun uzadıya bahsederler. Cayce bu iki gruptan birini Tanrı Yasası Oğulları, diğerini Belial (Satan, Şeytan, Şer-Kötü) Oğulları olarak adlandırır. Savaşlar nükleer gücü elinde bulunduran Belial Oğulları'nın lehine sonuçlanmış, manevi alanda ilerlemiş olan birinci gruptakiler ise, kıtanın batacağı kendilerine vahyedilmiş olduğundan, kendilerine bağlı olanlarla birlikte kıtadan göç etmeyi tercih etmişlerdir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5904", "len_data": 20183, "topic": "HISTORY", "quality_score": 4.09 }
Green Day, 1987 yılında kurulan bir punk rock grubudur. Albümleri ABD'de 23 milyon, dünya çapında 70 milyon satmıştır ve bu sebeple tüm zamanların en başarılı punk rock grubu unvanını almışlardır. Green Day 4 tane Grammy ödülü -Dookie ile en iyi Alternatif Albüm, American Idiot ile en iyi Rock Albümü, "Boulevard of Broken Dreams" parçası ile yılın kaydı ödülünü, 21. Century Breakdown ile en iyi rock albümü ödülünü almıştır. Bağımsız bir plak şirketi olan Lookout! Records çıkışlı kayıtlarıyla (1989-1991) underground bir şöhrete sahip olan grup, 1994'te Reprise Records bünyesinden çıkan 3. stüdyo albümleri Dookie ile ABD'de punk müziğin mainstream'e taşınmasına çağdaşları The Offspring, NOFX ve Rancid ile birlikte en büyük katkısı olan gruptur. Grup üyeleri tarafından kurulan Oakland Coffee Works adlı bir kahve şirketleri bulunmaktadır. Tarihi. Kuruluş ve Lookout! yılları. İlk adıyla Sweet Childrenı Rodeo-Kaliforniya'da oluşturan Billie ve Mike, John Sweet lise kafeteryasında ilk tanıştıklarında 10 yaşlarındaydılar. Kuzey Kaliforniya underground punk sounduna sahip bu grup evlerinde Ozzy Osbourne, Def Leppard ve Van Halen'dan heavy metal şarkıları çalarak başladılar müzik hayatlarına. Billie Joe Armstrong ilk şarkısı "Why Do You Want Him?"i annesi ve üvey babası için yazdığında 14 yaşındaydı. 1987 yılında gruba John Kiffmeyer (Al Sobrante) dahil oldu ve grubun adı "Green Day" olarak değişti. Sonrasında grup cafelerde çalmaya başladı. 1989 yılında grup bağımsız ilk "EP"leri "1,000 Hours"u kaydetti. Bu EPyi "Sweet Children" ve "Slappy" "EP" leri izledi. Grubun resmi ilk albümü önceki "EP" lerinin kombinasyonu olan "1039/Smoothed Out Slappy Hour" yerel bir firma Lookout! Records tarafından 1990 yılında yayınlandı. Sonrasında John Kiffmeyer eğitimi yüzünden gruptan ayrılmaya karar verdi. Reprise Records ve 1990'lar. John'un ayrılması sonrasında gruba Tré Cool (Frank Edwin Wright, III) dahil edildi. Tré ile ilk grubun ikinci albümü "Kerplunk" ile grup 5 ulusal turne düzenledi. Bu albüm grubun büyük firmalar tarafından tanınmasını sağladı ve "Reprise Records" ile anlaşmaya bağlandı. Bu firmayla ilk albüm 1994 yılında yayınlanan Punk rock soundlu "Dookie" idi. Albümden çıkan ilk single "Longview" ile "Dookie" hit oldu. İkinci single "Basket Case" ile Amerika Modern Rock listelerinde 5 hafta zirvede kaldı. Yaz sonunda Woodstock'94 şovu albüm satışlarını arttırmaya en büyük etken oldu. Albümün 4.single ı "When I Come Around" ile grup Amerika Modern Rock listelerinde 7 hafta birinciliğini korudu. Dookie sadece Amerika'da 5 milyondan, uluslararası 10 milyondan fazla sattı ve bu albüm 1994 Grammy ödül töreninde "Best Alternative Music Performance" ödülünün sahibi oldu. Green Day 1995 sonbaharında "Insomniac" albümünü yayınladı. Albüm 1996 baharına kadar 2 milyon kopya sattı. 1997 yılında "Nimrod" albümünü piyasaya sürdüler. Bu albümünde başarısının ardından grup üyeleri kendi ailelerini kurmaya başladı. Ve aileleriyle vakit geçirebilmek için müziğe 2 yıl ara verdiler. Warning - International Superhits - Shenanigans. 2000 yılında Green Day müzik piyasasına "Warning" albümüyle geri döndü. Bu albüm grup için farklı bir sounda sahipti. Albüm daha olgun punk içeriyordu ve fanları ve eleştirmenler tarafından fazla tutulmadı. Albümün en büyük hiti "Minority" idi. Sonraki 4 yıl birkaç turne ve toplama albümlerle (International Superhits-2001, Shenanigans-2002) geçti. American Idiot. Eylül 2004'te yayınlanan "American Idiot" albümü Amerika hükûmetine ve medyasına bir eleştiri içeriyordu. Grup ABD 43. cu başkanı George W. Bush ve onun radikal sağcı görüşlerini eleştirmesiyle birçok kez gündeme oturmuştur. "American Idiot" adlı şarkısı ise ABD'nin dış ve iç politikaların eleştiren bir şarkıdır. Ayrıca grup küresel ısınma karşıtıdır ve ABD'nin küresel ısınmaya yaptığı büyük katkıyı sık sık eleştirir ve bu konuda Greenpeace organizasyonunu destekler. Albüm Jesus of Suburbia isimli kurgu bir öykü üzerine kurulu olduğundan Punk Rock Opera olarak sınıflandırıldı. Bu albüm Dünya Billboard listelerinde 1 numaraya yerleşti. İlk single albümünde adını taşıyan "American Idiot" parçasının başarısını "Boulevard Of Broken Dreams" izledi. "American Idiot" albümü 7 Grammy ödülüne aday gösterildi ve "Best Rock Album" ödülünü aldı.MTV Video Music Awards'ta 7 ödül kazanan grup Kerrang'dan da 2 ödül aldı. 2005 yılında Bullet in a Bible live albümü çıktı. Konser Milton Keynes de gerçekleştirildi. 21st Century Breakdown. Uzun bir tatil döneminden sonra Green Day yeni albümleri 21st Century Breakdown'u 15 Mayıs 2009'da satışa sundu. Albümün çıkış parçası Know Your Enemy klibi televizyonlarda dönmeye başlamış ve Billboard Hot Modern Rock Tracks listesinde ilk haftadan 1 numaraya yerleşmiştir. Singleları ise Know Your Enemy, 21 Guns, 21st Century Breakdown ve East Jesus Nowhere'dir. 1 Şubat 2010 Grammy Ödül Töreninde Green Day en iyi rock albüm, en iyi rock şarkı ve en iyi rock grup vokal performans dallarında 3 kez aday gösterildi. Green Day ise en iyi rock albümü alarak grammy ödül sayılarını 4'e yükseltmişlerdir. 22 Mart 2011'de Awesome as F**k adlı live albümü Reprise Records'tan yayımlanmıştır. Albüm, 2009–2010 21st Century Breakdown World Tour kapsamında gerçekleşen Japonya konserinin DVD kaydıdır. Uno! - Dos! - Tre! Green Day 2011'de bazı barlara çıkıp küçük konserlere çıktı. Hit şarkılardan çok yeni şarkılar vardı. Yeni şarkıların çok olması, şarkı sayısı fazla olan bir albümün beklendiğini gösteriyordu. 2012 başında Green Day stüdyoya girdi. Yaklaşık 4 ay stüdyoda kayıt yapan Green Day yazın Uno-Dos-Tre üçlemesini açıkladı. Bir süre sonra Green Day'in albüm yayın tarihleri de açıklandı. Üç aşamalı albüm serisinden Uno 25 Eylül'de, Dos 13 Kasım'da ve üçlemenin son parçası Tre 11 Aralık'ta çıktı. Uno albümündeki singlelar büyük beğeni topladı. Dos albümündeki garage rock havası Green Day'in ne kadar renkli bir grup olduğunu gösterdi. Uno albümünde "Kill the DJ" şarkısı hem pop rock dans havası verirken bir de siyasi konulardan geçilmiştir. Eleştiriler. Dookie albümünün yayınlanmasının ardından grubun MTV'de video yayınlarına başlaması özellikle Punk Rock'ı politik bir eylem olarak gören punk camiasından tepki aldı, fakat grubun yayınlarının büyük bir kitleye ulaşması hayran kitlenin değişmesine sebep oldu. Bu konuda Sex Pistols grubunun solisti John Lydon'dan tepki gelmişti: "Bana Green Day'in Punk olduğunu söylemeyin. Değiller, kendilerinin bile anlamadığı bir konuda tıngırtı ve özentilik yapıyorlar. Bence sahteler" Ayrıca The Killers grubundan Brandon Flowers, "önceden hesaplanmış Anti-amerikancı" ("Calculated Anti-americanism") olmakla suçlamıştır. Grubun American Idiot albümünün içeriğini ve Bullet In A Bible isimli canlı konser kaydı DVD'sini yurtdışında (İngiltere) kaydetmelerini de Amerikan karşıtlığı olarak yorumlamıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5909", "len_data": 6818, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.31 }
Taşkıran, Trabzon ilinin Çaykara ilçesine bağlı bir mahalledir. Tarihçe. Yerleşimin eski adı "Coroş"dur. 1486 yılı Osmanlı tahririnde Paçan (Maraşlı) adıyla tek bir köy bulunurken, ilerleyen yıllarda bu köyden bölünmelerle yeni yerleşimler kurulmuştur. Günümüz yerleşimi de bu bölünme sonucu "Coroş-ı Paçan" adıyla kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla kayıtlarda Çoruş, Çoroş, Çaraş, Coroş adlarıyla o dönemki Of kazasının Kadahor (Çaykara) bucağına bağlı görülen yerleşimin adı 1959 yılında, "yabancı kökten geldiği ve iltibasa yol açtığı" gerekçesiyle 7267 sayılı kanunla Taşkıran olarak değiştirilmiş ve 1960 yılı nüfus sayımından itibaren yeni adıyla kayıtlarda yer almaya başlamıştır. 31 Aralık 1998 tarihinde belediye statüsü alarak belde olmuştur. 12 Kasım 2012'de TBMM'de kabul edilen 6360 sayılı kanun ile mahalle oldu. 2014 yılında yürürlüğe giren 6360 Sayılı Kanunla mahalle olmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5913", "len_data": 908, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.18 }
Easy Rider, başrollerini Peter Fonda, Dennis Hopper ve Jack Nicholson'ın paylaştığı 1969 ABD yapımı bir yol filmidir. Easy Rider teriminin Türkçesi "Geniş İnsan"dır. Yani hayatı hafife alan, para kazanmayan ama harcayan insanları betimler. Filmde de bu tip canlandırılmıştır. "Easy Rider", 1998 yılında Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir. Konusu. Filmde, uyuşturucu satışından kazandıkları parayı harcamak amacıyla motosikletleri ile Amerika Birleşik Devletleri'nde gezinen iki hippinin, Wyatt (Peter Fonda) ve Billy'nin (Dennis Hopper), öyküsü anlatılmaktadır. Bağımsız sinemanın en önemli örneklerinden birisi olarak kabul edilir. Hollywood sinemanın stüdyoya bağımlı projelerine karşı alternatif bir pozisyonda ortaya çıkmıştır. Yapımcılar artık çok büyük bütçelerin haricinde de sinema yapılabileceğini görmüştür. Filmde gelenekseldeki özdeşleşmeyi engelleyecek pek çok unsur bulunmaktadır. Hemen fark edilenlerden biri sahne değişirken sıçrayarak diğer sahneye geçişlerdir. Karakterler hiçbir otoriteyi tanımazlar; bir yere, bireye, topluma bağlı değillerdir. Filmde özgürlükler ülkesi olarak sunulan Amerika'nın aslında kendi içerisinde farklılıklara ve bireysel özgürlüğe karşı ne kadar hoşgörüsüz bir tutum takındığından bahsedilmektedir. Zamane kuşağın bu zihniyeti değiştirmeye çalışması ve kendi bakış açısını ortaya çıkarma çabası filmin ana temasını oluşturur. Midnight Cowboy ve Alice's Restaurant ile birlikte film dönemin en eleştirel yapımlarından biridir. Metal müziğe etkisi. "Heavy Metal" kelimesi ilk olarak Steppenwolf'un 1968 tarihli 'Born To Be Wild" şarkısının sözlerinde kullanılmıştır.Grubun kendi adını taşıyan ilk albümünde bulunan bu şarkı efsanevi "Easy Rider" filminin soundtrack'inde yer alması sayesinde geniş kitlelere ulaştı.Daha sonra müzik tarzının adı oldu. Heavy Metalcilerin saç uzatması, motosikletlere ilgi duyması, deri ceket giymesi kısmen Easy Rider filminin konu ettiğin kuralsız yaşamın bir uzantısıdır. Metalcilerin hayat felsefesi ve dış görünüşünde Easy Rider filminin etkisi büyüktür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5934", "len_data": 2166, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.56 }
Taksim Meydanı, İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde yer alan ve İstanbul kentinin en ünlü noktalarından biri olan meydan. Çevresindeki lokanta, mağaza, otel, eğlence ve kültür yerleriyle İstanbul'un en büyük turistik çekim merkezinden biridir. Cumhuriyet Döneminde bir meydan haline gelmiş olan Taksim Meydanı, pek çok siyasi ve toplumsal olaya da ev sahipliği yapmıştır. Meydandaki trafiği kısmen yer altına indiren Taksim Yayalaştırma Projesi, 2013 yılında kısmen tamamlanmıştır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 2020 Şubat ayında başlatılan uluslararası tasarım yarışmasında, İstanbul halkının oylarıyla birinci olacak projeye göre Taksim Meydanı'nın yeniden düzenlenmesine karar verilmiştir. Etimoloji. Osmanlı döneminde, civar semtlere su dağıtmak için şu an Taksim Meydanı olan bölgede bir su deposu yapıldı. Depolanan suyu da dağıtmak "(taksim etmek)" için küçük bir maksem yapıldı. Meydan adını, eskiden Galata-Beyoğlu suyunun "taksim edildiği" Taksim Maksemi'nden almıştır. Geçmişi. Şişhane ve Tünel Meydanı'ndan başlayıp ana eksen olan İstiklal Caddesi'nin iki yanında yoğun bir yerleşim sergileyen Beyoğlu, burada ilk kez geniş perspektifli bir boşluğa ulaşır ve bu meydandan geriye, yani tekrar batıya (Sıraselviler) ve doğu yönüne denize (Ayaspaşa-Gümüşsuyu) ve kuzeye (Mete Caddesi ve Elmadağ) doğru giden caddelerle, kendisine ulaşmış olan insan ve taşıt hacmini, çeşitli yönlere dağıtır. Bu boşluk ancak çok yeni tarihlerde bir meydan kimliği kazanmıştır. Fransız Elçiliği'nin buraya taşınması ile ilk kez Galata Surlarının dışına çıkan Frenk yerleşimi, orta ekseni oluşturan Grande Rue de Péra (İstiklal Caddesi) ile bugünkü meydana vardığı noktada sona eriyor, ondan sonra ise ilkel bir taş patikası bile olmayan toprak zeminli ve az ağaçlı geniş kırlıklar uzanıyordu. Buraya giren ilk mimari eseri, Frenk ve Levanten çevresine hayli yabancı duran, klasik Osmanlı üslubunda bir su binasıdır. Her yerleşim yerinin olduğu gibi İstanbul'un da yaşamsal sorunlarından biri suydu. İstanbul bir deniz kenti olmakla birlikte bir vahaya dönüşmesinde özellikle 15. ve 18. yüzyıllar arasında yürütülen çalışmalar önemli rol oynamıştır. Galata ve Beyoğlu'nun 18. yüzyılın ilk yarısında giderek büyümesi karşısında mevcut su kaynakları yetersiz hale gelmişti. Dönemin padişahı Sultan I. Mahmud bu sıkıntıyı gidermek için Belgrad Ormanındaki su kaynaklarını Levent-Mecidiyeköy üzerinden isale hattıyla İstiklal Caddesi'nin baş tarafına yaptırdığı maksemden verilmesini sağladı (1732-1733); şehrin kuzeyindeki gümrah ormanlarından şehre ilk kez su getiren künkler, teraziler ve kemerler sistemi burada sona eriyor ve depolanan su, köşe başındaki taş bir maksemden, çeşitli yönlere taksim ediliyordu. Meydan ve yakın çevresi adını bu maksemden ve suların buradan taksiminden alır. Bir zamanlar cephesinde "Her şeye su ile hayat verdik" anlamına gelen bir ayetin yazılı olduğu Taksim Maksemi, bugün kurumuş da olsa varlığını sürdürmektedir. Maksemden sonra Harbiye yönüne yüründüğünde görülen duvarın içerisinde Maksemle aynı tarihte inşa edilen ve bir su deposu olarak kullanılmış olan "Taksim Hazinesi" yer alır. Hazinenin duvarı, Cumhuriyet döneminde imar edilmiş ve 1930'ların üslubunda, yarım daire şeklinde, küçüğünden büyüğüne doğru büyüyen raflarla süslenmiştir. Tarih sırası ile meydana imar getiren ikinci eser, Harbiye yolu başındaki Taksim Topçu Kışlası olmuştur. Bugün Atatürk Kültür Merkezi önüne gelen yeşil alanda da, daha basit bir yapı olan, ortası avlulu ahırlar yer almaktaydı. Kışlanın karşısındaki boşluk, talim yeri idi. Burası 1920'lerin sonunda, bugünkü apartmanlarla dolarak bir semt haline gelmiş ve Talimhane olarak adlandırılmıştır. Abdülmecid döneminde (1839-1861), bugün İTÜ'nün Taşkışla Binası olarak bilinen Mecidiye Kışlası, bu kışladaki topçu subayları içinse Ayaspaşa Mezarlığı'nın bir kısmı kaldırılarak Gümüşsuyu Askeri Hastanesi inşa edildi. 1850'lerde, Hademe-i Hassa (Saray hademeleri) ve Muzıka-i Hümayun (Saray orkestrası) üyeleri için inşa edilmeye başlayan, ancak Abdülaziz döneminde (1861-1876) tamamlanan Gümüşsuyu Kışlası ve askerlerin talim yaptığı Talimhane bölgesiyle birlikte Taksim'in ‘askerî’ ve ‘devletçi’ topografyası iyice belirginleşti. Ancak bölge, bu yeni haliyle, gayrimüslimler ve Levantenlerin yaşadığı Pera bölgesi ve Tatavla (Kurtuluş) ile sosyolojik bir tezatlık yaratmıştı. Bunun üzerine, 1870'te, Ermeni mezarlığı Şişli'ye taşındı ve açılan alanda bu kesimlerin eğlence ihtiyacını karşılamak için, askeri yapıların arasına bazı eğlence mekânları sıkıştırılmaya çalışıldı. 1913'te elektrik tramvayla Beyoğlu'nun Şişli'ye bağlanması Taksim'in önemini biraz daha artırdı ama burası hala geniş ve tanımsız bir alandı. 1920'li ve 1930'lu yıllarda, binaları boşalmış ve avlusu futbol sahası (Taksim Stadyumu) olarak kullanılan kışla, 1939'u izleyen birkaç yıllık Lütfi Kırdar imar operasyonu sırasında ortadan kaldırıldı. Kışlanın yerine Gezi Parkı ortaya çıktı. Meydanın doğu, yani Boğaziçi tarafı ve yamaçları, azınlık (Pangaltı Ermeni Mezarlığı) ve Müslüman (Ayaspaşa Mezarlığı) mezarlıkları ile kaplanmıştı. Ayaspaşa Mezarlığı Müslüman, Harbiye yönü Ortodoks ve Gregoryen kabristanlarına ayrılmıştı. Meydan kenarında ise bostancıbaşıların işlettiği geniş bir açık hava kahvesi yer alıyordu. Bir kısmı Osmanlı döneminde kaldırılan Ayaspaşa Mezarlığı, 1930'lu yıllarda tamamen ortadan kaldırılmış ve bugünkü apartman dizileri, Gümüşsuyu Askeri Hastanesi'nin bulunduğu yere kadar yayılmışlardır. 19. yüzyılda, Elektrik İdaresi'nin yabancı müdürü için bir lojman binası yapılmıştı. Cephesi sarmaşıklı, 3 katlı bu bina da II. Dünya Savaşı sonrası yıktırılarak yerine ve arkasına, bugünkü Atatürk Kültür Merkezi yapıldı. Meydanın batı kenarında, 19. yüzyılda birkaç önemli bina daha yapılmıştı. Bunlarda ilki, bugün The Marmara Taksim Oteli'nin yerindeki, Osmanlı Bankası'nın Fransız genel müdürüne tahsisli güzel barok konaktı. Onun devamında, Sıraselviler Caddesi'ne dönen köşeden itibaren de kâgir ve panjurlu binalar dizilmişti ki, en büyüğü Osmanlı hariciyesinin ünlü isimlerinden Noradunkyan Efendi'nin konağıydı. Bugün Taksim Sahnesi'nin "(2007'de kapatıldı)" bulunduğu yerde ilk önce bir Rum okulu vardı. 1920'li yılların başında burada Majik Sineması adı ile bir sinema açılmış ve yakın zamana kadar çeşitli ad ve fonksiyonlarla gelmiştir. Ondan sonra Kazancı Yokuşu'nun iki başında da, II. Abdülhamid döneminin (1876-1909) ünlü vezirlerinden Lübnanlı iki kardeş Necip ve Selim Melhame kardeşlerin kâgir konakları yer alıyordu. Bunlardan soldaki, 1930'larda Beyoğlu Halkevi yapılmış, 1950'lerde yıktırılıp yerine bugünkü Dilson Oteli dikilmiş, Cihangir tarafında sağdaki ise, önce Nemlizade ailesine konut olmuş, sonra o da yıktırılıp yerine günümüzün Keban Oteli yapılmıştır. Meydana hakim bir konumdaki Aya Triada Kilisesi 1887 tarihli, kesme taştan, karakterli bir binadır. Taksim boşluğunu bir "meydan" haline getirmiş olan gelişmeler, bir yandan onu çevreleyen bu binaların biçimlenmesi, öte yandan onları tamamlayan son bir dekor ve unsur olarak, ortadaki Cumhuriyet Anıtı'dır. Bu anıttan önce kırlık bir açık alan, bir yol kavşağı, bir boşluk olan Taksim, bu eserin ortaya dikilmesinden sonra, bir "Şehir Meydanı" olmuştur. Meydanın batı yönüne, Talimhane apartmanlarının önüne, 1930'lu yıllarda, beton sütunlar üstünde yükselen bir bina oturtulmuştu. Kristal Gazinosu. Dar ve uzun bir dekor biçimindeki yapının üst katı, 1940'ların eğlence hayatında çok ün yapan lokanta-gazino olarak çalışmıştır. Adnan Menderes'in 1956-60 imar operasyonunda yıktırılan binanın arkasındaki apartmanlar da Bedrettin Dalan'ın 1987-1989 arasında Tarlabaşı Bulvarı'nı açış hamlesi sırasında yıktırılarak boşlukları meydana ve yola katılmıştır. 1987-89 Taksim - Tarlabaşı - Şişhane yıkımları sonrası, Taksim Cumhuriyet Anıtı'nın oturduğu dairesel taban İstiklal Caddesi yaya yolunun bir parçası halini almıştır. 1992 yılında inşaatına başlanan ve 2000 yılında hizmete giren M2 hattıyla İstanbul Metrosunun istasyonlarından biri oldu. Meydanın kuzeybatısındaki Talimhane bölgesi 2000'li yılların başlarına kadar oto yedek parçaları satan dükkânların yoğun olduğu bir alan iken, 2004 yılında, bu bölgede yer alan beş caddeyi kapsayan, 25 bin metrekarelik alandaki yayalaştırma faaliyetiyle oteller bölgesine dönüştürüldü. Öteden beri meydanın yayalaştırılması düşünülmüş, bu kapsamda, Taksim Yayalaştırma Projesi inşaat çalışmalarına 2012 yılının son aylarında başlanmıştır. 2013'ün eylül ayında tamamlanan Taksim Yayalaştırma Projesi kapsamında Tarlabaşı Bulvarı – Cumhuriyet Caddesi arasındaki araç trafiği yer altına alınarak bu bölge yayalaştırıldı. Böylece Oteller Bölgesi (Talimhane) ile İstiklal Caddesi'ne erişimi kesintisiz olarak sağlandı. Kentin birçok noktasına belediye otobüslerinin seferler düzenlediği Gezi Parkı'nın kenarındaki duraklar ile lokantalar da çalışmalar kapsamında kaldırıldı. Yenileme amacıyla 2008'de ziyarete kapatılan Atatürk Kültür Merkezi Şubat 2018'de yenisinin yapımı için yıkıldı. Yeni yapılan bina ise 29 Ekim 2021 tarihinde açıldı. Meydana eklenen son yapı, meydanın batı sınırını yatay olarak güçlü bir şekilde çizen su sarnıcının arkasındaki arsaya inşa edilen Taksim Camii'dir. 2017'de yapımına başlanan cami 2021 yılında ibadete açıldı. Toplumsal önemi. Taksim Meydanı, Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde, özellikle 1928'de Cumhuriyet Anıtı'nın açılışından sonra, Sultanahmet ve Beyazıt meydanlarının kamusal işlevlerini yüklenerek, yeni rejimin bir simgesi olarak görüldü. Cumhuriyet Anıtı çevresinde yapılan törenler, çelenk koyma merasimleri, daha sonra eski kışla yerine 1940'ta düzenlenen İnönü Gezisi'nin (daha sonra Taksim Gezisi) kenarına yerleştirilen tribünler önündeki geçit resimleri ve gece, anıtın etrafına renkli ampullerden çevrilen ışık hatları ile tarihi su tesisinin duvarına yaptırılan modern dekorların renkli ışıkları içerisinden akıtılan suların parıldayan çağıltıları, 25-30 yıl boyunca, şehir halkının ilgi gösterdiği güzellikler ve ulusal övünç tabloları oluşturmuştur. İstanbul'un çok kalabalıklaştığı 1960'lı yıllardan itibaren, Taksim Meydanı Cumhuriyetin ilk yıllarındaki temiz ve seçkin görünümünden çok kayıplar vermiş, politik çalkantıların buhranlı görüntüsü, kalabalık ve olaylı mitingler, tarihte ilk kez bu meydanda görünür olmuştur. 6-7 Eylül Olayları'nın yanı sıra, 16 Şubat 1969 günü yaşanan ve tarihe "Kanlı Pazar" olarak geçen olayda, ABD'nin 6. Filo'sunu protesto etmek için toplanan topluluğa karşıt grupların saldırmasıyla Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı gençler bıçaklanarak öldürüldü. Meydanın tarihinde yaşanan en trajik olaylardan bir diğeri, miting için toplanan yoğun kalabalığa, birçok yerden ateş açılması sonucunda çıkan panikte çok sayıda kişinin hayatının kaybettiği, Kanlı 1 Mayıs'tır. 1 Mayıs 1977'de İşçi Bayramı'nı kutlamak üzere Türkiye'nin çeşitli illerden İstanbul'a gelen yaklaşık 500 bin kişi DİSK'in önderliğinde Taksim Meydanı'nda düzenlenen mitinge katıldı. Akşam saatlerine doğru alanın çevresindeki birkaç noktadan açılan ateş sırasında çıkan panikte 28 kişi ezilme ya da boğulma nedeniyle, 5 kişi vurulma nedeniyle, 1 kişi de panzer altında kalarak yaşamını yitirdi, yaklaşık 130 kişi de yaralandı. 34 kişinin yaşamını yitirdiği o gün tarihe "Kanlı 1 Mayıs" olarak geçti. Meydan bu kanlı olaydan ancak 32 yıl sonra, 1 Mayıs İşçi Bayramı'nın resmi tatil ilan edildiği 2009 yılından itibaren 1 Mayıs kutlamalarına açıldı. 2013 yılının Mayıs-Haziran aylarında, Taksim Yayalaştırma Projesi çerçevesinde, Taksim Gezi Parkı'na İstanbul 6. İdare Mahkemesi ve 2 No'lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararı olduğu halde Taksim Topçu Kışlası'nı imar izni olmadan yeniden inşa edilmesini engellemek için başlayan eylemler (Gezi Parkı olayları) kısa sürede İstanbul ve Türkiye'ye yayıldı. 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında 24 Temmuz 2016'da Cumhuriyet Halk Partisi tarafından partilerüstü bir miting düzenlendi. Meydanın özellikleri. Taksim'i bir semt olarak tanımlamak pek mümkün değildir. Daha çok bir meydan ve onu kuşatan yapılar topluluğu olarak görmek daha doğrudur. Meydan olmadan önce, eski evlerin sıralandığı dar bir bölge olan semt, meydan haline getirilip genişletildikten sonra zamanla bugünkü görünümünü almıştır. Meydanın ortasındaki Cumhuriyet Anıtı bugün ulusal günlerde tören yeri olarak kullanılmasının yanı sıra İstiklal Caddesi ve çevresinde zaman geçirmek için gelenlerin buluşma yeri işlevini de üstlenmektedir. Meydanın başlangıcından Tünel Meydanı'na kadar nostaljik tramvay çalışır. Taksim Meydanı ve çevresi aynı zamanda kültür, eğlence ve büyük bir alışveriş merkezidir. Çok sayıda mağaza, sinema ve tiyatro salonu, sanat atölyesi, sergi salonu, bar, disko, kafe barındırır. Özellikle hafta sonları Taksim'de 24 saat hareket vardır; Meydanın girişinde bulunan büfelerin (bazıları hafta içi de dahil olmak üzere) çoğu hafta sonu gün boyu açıktır. Sabah saatlerine kadar gece kulüpleri kapanmaz. Meydanın yakınlarında bulunan taksiler ile günün her saati ulaşım sağlanır ve kesinlikle herkesin buluşabileceği bir yerdir. Ulaşım açısından önemli bir merkez haline gelen Taksim, günümüzde bir meydandan çok bir kavşak özelliği göstermeye başlamıştır. Meydan, Cumhuriyet ve Halâskârgazi caddeleri üzerinden Harbiye, Nişantaşı, Osmanbey, Şişli ve Mecidiyeköy'e, Tarlabaşı Bulvarı'yla Kasımpaşa, Şişhane, Unkapanı, Aksaray ve Yenikapı'ya, İstiklal Caddesi ve devamındaki Galip Dede ve Yüksek Kaldırım caddeleriyle Tünel Meydanı ve Karaköy'e, Sıraselviler Caddesi ve Defterdar Yokuşu ile Cihangir ve Tophane'ye, Gümüşsuyu (İnönü) Caddesi'yle Dolmabahçe'ye, Dolmabahçe üzerinden de karşıt yönlerdeki Beşiktaş veya Kabataş'a, Mete Caddesi ve devamındaki Taşkışla Caddesi ile de Nişantaşı ve Maçka'ya bağlanır. Taksim Cumhuriyet Anıtı. Taksim Meydanı'nın simgesi haline gelen anıt İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica'ya yaptırılmış, 1928 yılında yerine yerleştirilmiştir. Anıtın yapımı 2,5 yıl sürmüş, anıt taş ve bronz kullanılarak yapılmıştır. Cumhuriyet dönemi anıtlarından ilk defa figüratif bir anlatımla Atatürk'ü ve yeni düzeni anlatan bir heykeldir. Anıt dikilmeden önce Taksim'de alan özelliği yoktu. Dairesel bir meydanın ortasına dikilen anıtta, iki yüzünde bronz figürlerin yer aldığı geleneksel mimari kullanılmıştır, 11 metre yüksekliğindedir. Kaidesinde pembe Trentino ve yeşil Suza mermerleri kullanılmıştır. Anıtın bir yüzü Cumhuriyet Türkiyesi'ni, diğer yüzü ise Türk Kurtuluş Savaşı'nı simgelemektedir. Anıtın kuzey yönünde Mustafa Kemal, yanında İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, halk ve iki Sovyet generali Kliment Voroşilov ile Mihail Frunze betimlenmiştir. Anıtın yan yüzlerinde birer asker üstlerindeki madalyonlarda ise iki kadın figürü görülmektedir. Anıtın dar yüzleri altında mermerden yalaklar bulunur. Bunlar çeşme olarak düşünülmüş daha sonra eklenmemiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5938", "len_data": 14777, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.64 }
Courbet, Fransız Deniz Kuvvetleri ve Özgür Fransa Deniz Kuvvetleri'nde hizmet eden zırhlı. Adını Vietnam topraklarının Fransız sömürgesi haline gelmesine yol açan Çin-Fransız Savaşında büyük rol oynayan Amédée Courbet'ten almıştır. Courbet sınıfı zırhlı'nın isim gemisi olarak Fransa'nın Brest kentindeki Arsenal de Brest tersanesinde 1 Eylül 1910'da kızağa kondu. 23 Eylül 1911 tarihinde denize indirilen gemi 19 Kasım 1913'te Fransız Donanması'na katıldı. I. Dünya Savaşı sırasında aynı sınıftan diğer üç gemi ile birlikte Akdeniz'deki 1. Deniz Ordusu'na (1 Armée Navale) tahsis edildi. "Courbet", Akdeniz'de ünlü Fransız Amirali Boue de Lapeyrere'nin bayrak gemisi olarak kullanıldı. 16 Ağustos 1914 tarihinde Arnavutluk kıyılarındaki bir deniz savaşına katılan gemi (Bu savaşta Avusturya-Macaristan Donanması'na ait "Zenta" kruvazörü batırıldı) 1915 yılından itibaren yedek kadroya alındı. I. Dünya Savaşı sonrası 1921-22 yılları arasında "Courbet" birinci modernizasyon çalışmasına tabi tutuldu. 6 Haziran 1923'te kazan dairesinde çıkan bir yangın sonucu hasar gören gemi 1924 yılına kadar tamir edildi. Ancak, 1 Ağustos 1924 tarihinde yine kazan dairesinde meydana gelen bir yangın sonucu "Courbet" yeniden hasar gördü. İkinci modernizasyon 1929 yılında gerçekleşti. Bu modernizasyon sırasında ateş kontrol sistemi yenilendi ve buhar kazanları daha küçük yapıda su-borulu kazanlar ile (Bu yeni kazanlar iptal edilen Normandie sınıfı zırhlılar için imal edilmişti) değiştirildi. "Courbet", 1931 yılında kardeş gemi "Paris" ile birlikte eğitim gemisi olarak kulllanılmaya başladı. II. Dünya Savaşı öncesinde 1937-38 yılları arasında tamir-bakım çalışması yapılan gemi, savaşın başlaması ile birlikte Fransa'nın kuzey kıyılarına gönderildi. 19 Haziran 1940'ta Cherbourg kentinin kıyı savunması için görev alan "Courbet"'nin bataryaları kente saldıran Alman güçlerine karşı ateş açtı. 3 Temmuz 1940 tarihinde Birleşik Krallık'taki Portsmouth limanına sığınan gemi Kraliyet Donanması tarafından ele geçirildi. İngilizler tarafından bir uçaksavar platformu olarak kullanılan "Courbet", 11 Temmuz 1940'ta Özgür Fransa Donanması'na transfer edildi. Özgür Fransız güçleri de gemiyi bir uçaksavar platformu ve depo olarak kullanıldı. 1941 yılında geminin tüm silahları söküldü. 9 Haziran 1944 tarihinde gerçekleşen Normandiya Çıkarması sırasında tekne Courseulles yakınlarında yapay bir Mulberry Limanı dalgakıranı meydana getirmek amacı ile karaya oturtuldu. 17 Ağustos 1944'te iki Alman Marder mini denizaltısı tarafından hasar verilen geminin sökülme işlemi savaş sonrası başladı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5940", "len_data": 2579, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.48 }
Algoritma, belli bir problemi çözmek veya belirli bir amaca ulaşmak için tasarlanan yol. Matematikte ve bilgisayar biliminde bir işi yapmak için tanımlanan, bir başlangıç durumundan başladığında, açıkça belirlenmiş bir son durumunda sonlanan, sonlu işlemler kümesidir. Genellikle bilgisayar programlamada kullanılır ve tüm programlama dillerinin temeli algoritmaya dayanır. Aynı zamanda algoritma tek bir problemi çözecek davranışın, temel işleri yapan komutların veya deyimlerin adım adım ortaya konulmasıdır ve bu adımların sıralamasına dikkat edilmelidir. Bir problem çözülürken algoritmik ve sezgisel (herustic) olmak üzere iki yaklaşım vardır. Algoritmik yaklaşımda da çözüm için olası yöntemlerden en uygun olan seçilir ve yapılması gerekenler adım adım ortaya konulur. Algoritmayı belirtmek için; metinsel olarak düz ifade ve akış diyagramı olmak üzere 2 yöntem kullanılır. Algoritmalar bir programlama dili vasıtasıyla bilgisayarlar tarafından işletilebilirler. İlk algoritma, el-Hârizmî tarafından "Hisab el-cebir ve el-mukabala" kitabında sunulmuştur. Algoritma sözcüğü de el-Hârizmî'nin isminin Avrupalılarca telaffuzundan doğmuştur. Tarihi. Algoritma sözcüğü, Özbekistan'ın Harezm bölgesindeki Hive kentinde doğmuş olan Ebu Abdullah Muhammed İbn Musa el Harezmi'den gelir. Bu alim 9. yüzyılda cebir alanındaki algoritmik çalışmalarını kitaba dökerek matematiğe çok büyük bir katkı sağlamıştır. "Hisab el-cebir ve el-mukabala (حساب الجبر و المقابلة)" kitabı dünyanın ilk cebir kitabı ve aynı zamanda ilk algoritma koleksiyonunu oluşturur. Latince çevirisi Avrupa'da çok ilgi görür. Alimin ismini telaffuz edemeyen Avrupalılar "algorizm" sözcüğünü "Arap sayıları kullanarak aritmetik problemler çözme kuralları" manasında kullanırlar. Bu sözcük daha sonra "algoritma"ya dönüşür ve genel kapsamda kullanılır. Uygulama. Çoğu algoritmalar bilgisayar olarak uygulanmak üzere tasarlanmıştır. Bununla birlikte, başka yöntemlerle de uygulanmaktadır, biyolojik sinir ağı (örneğin insan beyninin hesap yapması veya bir böceğin yemek araması), elektrik devresi veya mekanik cihazlar gibi. Bilgisayar algoritmasına örnek verelim. Kullanıcının girdiği dört sayının ortalamasını görüntüleyen algoritmayı yazalım: A0 --> Başla A1 --> Sayaç=0 (Sayaç'ın ilk sayısı 0 olarak başlar.) A2 --> Sayı=? : T=T+Sayı (Sayıyı giriniz. T'ye sayıyı ekle ve T'yi göster.) A3 --> Sayaç=Sayaç+1 (Sayaç'a 1 ekle ve sayacı göster.) A4 --> Sayaç<4 ise A2'ye git. (Eğer sayaç 4'ten küçükse Adım 2'ye git.) A5 --> O=T/4 (Ortalama için T değerini 4'e böl) A6 --> O'yu göster. (Ortalamayı göster.) A7 --> Dur İkinci dereceden ax² + bx + c = 0 biçiminde bir denklemin tüm köklerini bulmak için algoritma yazalım: Adım 1: Başla. Adım 2: a, b, c, D, x1, x2, rp ve ip değişkenlerini tanımla. Adım 3: Diskriminant değerini hesapla. D ← b2-4ac Adım 4: Eğer D≥0 x1 ← (-b+√D) / 2a x2 ← (-b-√D) / 2a değerlerini hesapla ve x1,x2 değişkenleri göster. Eğer D≥0 değilse, Gerçek kısım(rp) ve sanal kısmını(ip) hesapla. rp ← b / 2a ip ← √ (D) / 2a Adım 5: "rp + j(ip)" ve "rp - j(ip)" değerlerini göster. Adım 6: Dur. Kullanıcı tarafından girilen bir sayının faktöriyel değerini bulmak için bir algoritma yazalım: Adım 1: Başla. Adım 2: factorial, i ve n değişkenlerini tanımla. Adım 3: Değişkenlerin başlangıç değerlerini tanımla. factorial ← 1 i ← 1 Adım 4: Ekrandan girilen n değerini oku. Adım 5: (i=n) eşitliği sağlanana kadar tekrarla. 5.1: factorial←factorial*i 5.2: i←i+1 Adım 6: factorial değişkeninin değerini göster. Adım 7: Dur. Hukuki Konular. Algoritmalar, tek başlarına, genellikle patent verilebilir değildirler. Amerika Birleşik Devletleri'nde soyut kavramların, sayıların ve işaretlerin yalnızca basit yönlendirmelerinden oluşan bir iddia "süreç" oluşturmaz (USPTO 2006) ve bundan dolayı algoritmalar patent verilebilir değildir (Gottschalk v.Benson'da olduğu gibi). Bununla birlikte, algoritmanın pratik uygulamaları zaman zaman patent verilebilirdir. Örneğin, Diamond v.Diehr'da, sentetik kauçuğun muhafaza edilmesine yardımcı olmak için kullanılan basit geri bildirim algoritmasının uygulaması patent verilebilir sayılmıştır. Yazılım patenti son derece tartışmalıdır ve algoritmaları içeren birçok eleştirilmiş patent vardır, özellikle veri sıkıştırma algoritmaları, Unisys' LZW patentinde olduğu gibi. Ek olarak, bazı kriptografik algoritmaların ihracat kısıtlamaları vardır. 1950'den Sonraki Tarihi. Faaliyetlerin birçoğu algoritmanın tanımının geliştirilmesine yönlendirilmiştir ve aktifliği çevredeki sorunlar nedeniyle, özellikle matematiğin temelleri (özellikle Church-Turing tezi) ve akıl felsefesi (özellikle yapay zeka konusundaki tartışmalar) sebebiyle devam etmiştir. Algoritmalara eleştirel yaklaşımlar. Algoritmaların kullanımı hayatın her alanında giderek yaygınlaşmaktadır. İş yerlerindeki performans değerlendirmelerinden bankaların kime kredi vereceğine, güvenlik sistemlerinden sosyal medya platformlarındaki önerilere kadar hayatın her alanında etkili olan algoritmalara özellikle de sosyal bilimci akademisyenler çeşitli eleştiriler yöneltmektedir. Algoritmaların teknolojik etkilerinin yanı sıra toplumsal bir güce de sahip oldukları, toplumsal gruplar arasındaki eşitsizlikleri derinleştirdikleri, yeni güç dengeleri oluşturdukları ve farklı otoriteler tarafından toplumun belli kesimlerini baskılamak için kullanıldıklarının altı çizilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5945", "len_data": 5406, "topic": "CODING", "quality_score": 3.77 }
Derleyici, kaynak kodu makine koduna dönüştüren yazılımdır. Bir programlama dilinin derleyicisi, o programlama dili kullanılarak yazılmış olan kodu hedef işlemci mimarisine göre uygun şekilde makine koduna derler ve genellikle çıktı olarak yürütülebilir dosyanın (executable file) oluşturulmasını sağlar. Bu eyleme derleme denir. Bir başka ifadeyle derleyici, bir tür yazı işleyicidir; girdi olarak yazı alır ve çıktı olarak yazı verir. Bilgi işlemde, yürütülebilir dosya doğrudan işlemci tarafından çalıştırılabilecek bir dosyayı ifade eder. Dosya makine kodu ile yazılmış komut seti talimatları bütününden oluşur. Derleyiciler çalışma prensiplerine göre ayrılır. Bir derleyici, yorumlayıcı ve assembler'de olduğu gibi sözcüksel analiz (lexical analysis) ve ayrıştırma (parsing) aşamalarını gerçekleştirir. Derleyicilerin ürettiği yürütülebilir dosyalar her zaman platforma özel olarak derlenmiş makine kodlarından oluşmaz, bazen kaynak kod bir ara temsil diline (intermediate representation) derlenir ve bu dil genellikle bytecode'lardan oluşur ve sanal bir makinede çalıştırılır. Ara dillerin bilinen örnekleri Microsoft .NET, Java Sanal Makinesi ve BEAM (Erlang Virtual Machine) şeklindedir. Bu platformlar kendilerine özgü bir ara dil kullanır. Örneğin JVM, Java Bytecode olarak adlandırılan bir ara dil kullanmaktadır. Bu şekilde derlenen diller "tam zamanında derleme" (Just in Time – JIT) tekniğini kullanır. İki ana derleyici türü vardır, bunlar: yerel (native) ve çapraz (cross) derleyicilerdir. Yerel derleyiciler üzerinde çalıştığı platforma özgü derleme gerçekleştirir. Yerel bir derleyiciden elde edilecek çıktı yalnızca derleyicinin derleme zamanında yürütüldüğü sisteme yönelik olacaktır (Örn. Yerel bir derleyici ile C kodunun AMD64 mimarisini kullanan Linux çekirdeğinde çalışan bir makinede derlenmesi sonucu AMD64 ve Linux çekirdeğiyle uyumlu makine kodu elde edilmesi). Yerel derleyicilerin platform bağımsız düşünmeleri gerekmediğinden AOT derleme tekniği ile direkt olarak makine koduna derlenirler. Çapraz derleyiciler üzerinde çalıştıkları platformdan bağımsız bir şekilde destekledikleri tüm platformlara özel olarak makine kodu derlemeleri üretebilirler. Buna örnek olarak ARM64 üzerinde çalışan bir derleyicinin I386 için uyumlu makine kodu derlemesi gösterilebilir. Derleyici yalnızca kodu derlemekle ilgilenmez, aynı zamanda derleme zamanında gerekli gördüğü yerlerde kodu optimize edebilir ve daha optimum bir makine kodu üretmek için çabalayabilir. Buna derleyici optimizasyonu denir. Makine üzerinde bulunan işlemcinin komut setine uygun şekilde derlenen saf makine kodlarının işlemci tarafından doğrudan yürütülebilir olduğundan en saf çalışma performansı bu şekilde derlenen dillerden elde edilebilir. Bu diller zamanından önce (Ahead of Time - AOT) derleme tekniğini kullanır. Genellikle yürütülebilir dosya elde edilmesi şeklinde tanımlanmasının nedeni ise bir derleyicinin her zaman tam anlamıyla yürütülebilir dosya oluşturmamasından kaynaklanmaktadır. Derleyicinin kullanılmasındaki amaç genellikle çalışabilir bir yazılım elde etmektir. Kullanıcıların programları kullanırken kolaylık sağlamak amaçlı geliştirilmiştir. Örneğin, şu satırı bir programın kaynak kodunda (programın okunabilir hali) düşünelim: formula_1 Alttaki assembly'de yazılmış satırlar, aynı programın derlenmiş halidir: Bu örnekte assembly'nin hedefi, programcının anladığı kaynak kodundan işlemcinin anladığı 0 ile 1 den oluşan makine dili kodunu üretmek (LOAD, ADD ve STOR komutları 0001, 0011 ve 0010 olarak yorumlanır) Bir programlama dili genellikle insan tarafından okunabilir yapılardır. Bilgisayarlar komut seti içerisinde yer alan talimatlar dışında herhangi bir komut yorumlama yeteneğine sahip değillerdir. İşlemcilerin mimarisine göre komut seti de farklılık gösterir, bu nedenle derleyicilerin desteklenen her farklı işlemci mimarisi için farklı derleme aşamalarını izlemesi ve farklı makine kodu sonuçları üretmesi gerekir. Derleyici yapısı. Bir derleyicinin yapısı hedef programlama diline göre değişiklik gösterse de genel olarak bir derleyicinin uygulanması (implementation) yaygın şekilde benzer aşamaları takip eder. Ön Uç (Front end). Bir derleyicinin ön ucu, kaynak kodun analiz edilerek daha kolay bir şekilde anlamlandırılması ve anlamlandırılmadan önce bir takım sözdizimi gibi hataların kontrol edildiği yerdir. Arka Uç (Back end). Bir derleyicinin arka ucu işlenmiş olan ara temsilden yararlanarak hedef derleme platformuna uygun bir şekilde makine kodu oluşturulduğu yerdir. Birden fazla işlemci mimarisini destekleyen derleyiciler her bir mimari için farklı sonuçlar üreten farklı arka uçlara sahip olabilirler. Dış bağlantılar. Daha fazla bilgi için:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5946", "len_data": 4689, "topic": "CODING", "quality_score": 4.15 }
Pîr Sultan Abdal (Banazlı Âşık Pîr Sultan), 16. yüzyılda Anadolu'da yaşadığı varsayılan Alevi-Bektaşi Türk/Türkmen âşık, sözlü Türkçe ve âşık halk edebiyatının, Alevi inancının en önemli temsilcilerinden Yedi Ulu Ozan'dan biri, zakir ve dede. Yaşamı. Tarihsellik. Yazılı kaynaklarda Pîr Sultan Abdal'ın gerçekliği veya hayatı üzerine doğrudan bir kayıt bulunmamaktadır. Hayatına dair bilgilerin dört kaynağı vardır: kendisine atfedilen deyişler ve nefesler, kendisi hakkındaki başkalarınca söylenen deyiş ve nefesler, sözlü menkıbeler ve döneme ait ve anlatışlara parallellik arz eden Osmanlı Devleti'ne ait emir ve yazışmalar. "Sheridan"'a göre Pîr Sultan Abdal, "birincil sözlü kültür" çağında yaratılmış bir sözlü kültür tiplemesidir. Tarihî gerçek bir kişi olmaktan ziyade edebî bir kahramandır. Buna karşın Pîr Sultan Abdal, tarihsel bir kişilik olarak da ele alınmaktadır. Fakat bu çalışmalarda, "Pîr Sultan Abdal" mahlasının farklı dönemlerde yaşamış birden çok aşıkça kullanıldığı not edilir ve her bir aşık kendi dönemine izole edilerek değerlendirilmeye çalışılır. "Pîr Sultan" ya da "Pîr Sultan Abdal" mahlasını kullanmış altı âşık olduğu düşünülmektedir: III. Murat döneminde Sivas valisi olan "Deli Hızır Paşa" tarafından idam ettirilen Banazlı Âşık "Pîr Sultan", Merzifon ve Çorum yöresinden "Pîr Sultan’ım Haydar", Artova'nın Daduk köyünden "Abdal Pîr Sultan", aruz vezni ile yazılmış deyişlerin sahibi "Pîr Sultan Abdal", Banazlı Pîr Sultan'dan sonra yaşayıp onun asılmasına dair deyişler söyleyen "Pîr Sultan Abdal" ve asıl adının "Halil İbrahim" olduğunu belirten "Pîr Sultan Abdal"'dır. "Kaya-Çetin`"e göre bu mahlası kullanan âşık sayısı ondur; "Bezirci`"ye göre ise sekizdir. İlk yılları. Pîr Sultan'ın 16. yüzyıl başında Sivas'ın Yıldızeli ilçesine bağlı Banaz köyünde doğduğu varsayılmaktadır. Pîr Sultan'ın soyunun ise kendisine atfedilen "Benim aslım Horasan'dan Hoy'dandı.," deyişine dayandırılarak İran'ın Batı Azerbaycan eyaletindeki Hoy kenti bölgesinden geldiği düşünülmektedir. I. Süleyman ile İran Şahı I. Tâhmasb zamanında yaşadı. İran şahının tahriki ile Osmanlı Devleti aleyhine olan isyana katıldığı ve İran lehine casusluk yaptığı gerekçesi ile Hızır Paşa tarafından Sivas'ta asıldı. İdam edilerek ölen Pîr Sultan Abdal'ın ölümünün, 1547-1551 ya da 1587-1590 yılları arasındaki bir tarih olduğu sanılmaktadır. Ayrıca Pîr Sultan Abdal şiirlerinde Allah, İslam peygamberi Muhammed, Ali, On İki İmam ve Ehl-i Beyt sevgisini sıkça işlemiştir. Ayrıca sosyal konulara da yer vermiş ve bunları birer sosyal uyarı niteliğinde işlemiştir. Çoğu şiirini nefes tarzında yazmıştır. Alevi bir şair olduğundan Hak-Muhammed-Ali motifini kullanmıştır. Alevi geleneklerine bağlı bir dergâh ortamında yetişmiştir. Alevi ekolü tekke eğitiminin etkisiyle insanlar arasında bu yola çağıran bir şahıs olmuştur. Medrese öğrenimini Erdebil'de görmesine rağmen, diğer bazı halk şairlerinin tersine, Divan edebiyatından hiç etkilenmemiştir. Pîr Sultan Abdal, Aleviler arasında "Yedi Ulular" olarak bilinen Yedi Ulu Ozan'dan birisidir. Genellikle Osmanlı bürokrasisine karşı tutumuyla bilinir. Deyişlerinde eski Türk kültürünü ve Alevi inancını yansıtır. Ölümünün ve deyişlerinin etkisiyle kolektif bir bilinç oluşmuş, onun adına birçok şiir, söz, anı oluşturulmuştur. Anadolu halk kültürünün yaşayan bir ögesi olarak görülmüştür. Görüşleri. ""İmam Cafer mezhebine uyarız"", ""Kâbe'nin yapısı, bina yapısı / İman etse asilerin hepisi / Beş vakit okunur Ayetü'l-Kürsi"", ""Kur'an'ın kilidi İhlas-ı şerif"", ""Şeriat göğe çekildi / Âlem zulm ile yıkıldı."" gibi mısralarından inancına dair görüşleri anlaşılmaktadır. ""Çeke sancağı götüre / Şah İstanbul'a otura / Frenk'ten yessir getire / Horasan'da sala bir gün" beytiyle Safevî şahı taraftarı olduğunu dile getirmiştir. "Kangı kitapta var ol Ömer Osman / Kur'an'da okunan Ali değil mi?"" mısralarıyla Ömer ve Osman'ın kitapta yeri olmadığını ifade etmiştir. İdamı. Sivas'ın Hafik ilçesinin Sofular köyünde yaşayan Pîr Sultan'ın adını duyup ondan feyzalan, daha sonra Sivas valisi olan Hızır Paşa tarafından idam edilmiştir. "Çeke sancağı götüre / Şah İstanbul’a otura" mısralarıyla Safevî Devleti taraftarlığı yapması ve bu yöndeki çabalarının idam edilmesine sebep olması muhtemeldir. Hakkında yapılan araştırma ve çalışmalar. Pîr Sultan hakkında yayınlanan en eski yazı, Mehmet Fuad Köprülü'nün 1928'de "Hayat Mecmuası" isimli bir dergide Osmanlı alfabesi ile yayımlanan kısa makalesidir. Ertesi yıl ise Köprülü'nün öğrencisi Sadettin Nühzet Ergun, yeni Türk alfabesi ile ilk kapsamlı Pîr Sultan çalışmasını yayımlar. Ayrıca, opera sanatçısı ve halk müziği araştırmacısı ve icracısı Ruhi Su, Pîr Sultan'ın eserlerinden bazılarını bir albümde toplayarak yorumlamıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5947", "len_data": 4729, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.77 }
Polonya (Lehçe: ', ), resmî adıyla Polonya Cumhuriyeti (Lehçe: ', ), Orta Avrupa'da bulunan bir ülkedir. Komşuları, batıda Almanya, güneybatıda Çekya, güneyde Slovakya, kuzeydoğuda Rusya ve Litvanya, doğuda Belarus, güneydoğuda Ukrayna ve kuzeyde Baltık Denizi'dir. Ülke 312.696 km²'lik yüzölçümüyle Avrupa'nın dokuzuncu, dünyanın altmış dokuzuncu büyük ülkesidir. Yaklaşık 38,4 milyonluk nüfusuyla dünya sıralamasında en kalabalık 36. ülkedir. Tarihçe. Ülkenin kuruluşu. Slav kabilelerin Vistül havzasına MÖ 2000'lerde yerleştikleri sanılmaktadır. MS 9. ve 10. yüzyıllarda bu bölgede Piast hanedanı egemendi. 966'da Piast Hükümdarı I. Mieszko Hristiyanlığı kabul etti ve Polonya devletinin temelini attı. Ne var ki, Polonya 200 yıl boyunca, doğuya doğru genişleme amacında olan Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na karşı bağımsızlığını korumak için mücadele etmek zorunda kaldı. Polonya 12. yüzyılda bu imparatorluğun egemenliğine girdi ve bazı topraklarını yitirdi. Ülke 13. yüzyılda yeni sorunlarla karşılaştı. 1241'de başlayan Moğol akınları büyük yıkımlara neden oldu. Öte yandan ülkenin kuzeyi, Vistül'ün doğusunda güç kazanmış olan Töton Şövalyeleri'nin tehdidi altına girdi. Töton Şövalyeleri 1308'de Danzig'i (bugün Gdansk) ve Pomeranya'nın kıyı bölümünü ele geçirince Polonya'nın denizle ilişkisi kesildi. Son Piast Kralı III. Casimir, Tötonların tehdidi altındaki komşuları Litvanyalılar ile Polonyalılar arasında bir birlik oluşturmaya çalıştı. 1386'da Litvanya Grandükü II. Wladyslav Jagiello'nun Polonya Kraliçesi Jadwiga ile evlenmesiyle istenen birlik gerçekleşti. Bu evlilikle Polonya toprakları dört kez büyüdü ve doğu ticaret yolu açılmış oldu. 1410'da Jagiello, Grunwald'de Töton Şövalyeleri'ni yenmeyi başardı. 1466'da oğlu IV. Kazimierz, Töton Şövalyeleri'ne karşı açtığı On Üç Yıl Savaşı'nı kazanarak Pomeranya ile Gdansk'ı geri aldı. Böylece Baltık Denizi'ne çıkış yeniden sağlanmış oldu. 15. yüzyılın sonuna doğru Osmanlılar ve Kırım Tatarları Karadeniz çevresindeki bazı bölgeleri ele geçirerek Polonya'nın doğu ticaret yolunu kestiler. Aynı dönemde Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, Töton Şövalyeleri'ni Polonya'ya karşı ayaklandırdı. Bu arada Polonya sınırları Rus ve Osmanlı akınlarıyla zorlanıyordu. II. Zygmunt August (1548-72) Rus saldırılarının çoğunu püskürttü. Osmanlıların sürekli akınlarını durdurmak için ise 1533'te bir barış antlaşması imzaladı. 1569'da birleşik ve bağımsız bir krallık yönetimini öngören bir anayasa hazırlandı. Tüm soyluların kralın seçimine doğrudan katılması sağlandı. Litvanya Grandüklüğü ve Polonya Krallığı, tek bir hükümdarca yönetilen bir devlet oluşturdular. Bu dönemde soyluların köylüler üzerindeki sömürüsü ağırlaşmıştı. Polonya, Doğu Avrupa'nın önemli bir tarım ve ticaret merkezi haline durumuna geldi. Seçimle işbaşına gelen Stephen Báthory, Rusların işgali altındaki toprakları geri almayı başardı, ülkede reformlara girişti. Batory'den sonra başa geçen III. Zygmunt Waza (1587-1632) İsveç ve Rusya ile savaşa girdi. Bu dönemde parlak zaferler kazandıysa da daha sonra Osmanlı akınları karşısında zayıf düştü. Polonya'nın zayıf düşmesinden yararlanan İsveç, 1629'daki bir antlaşmayla Baltık kıyı kentlerini aldı. Bir yandan Osmanlılar Avrupa'nın ortalarına doğru ilerlerken, Ruslar da topraklarını batıya doğru genişletmeye başlamıştı. 1674'te tahta çıkan Jan Sobieski, Viyana'yı kuşatan Osmanlı ordusunun yenilgiye uğratılmasında önemli rol oynadı (1683). Karlofça Antlaşması ile Osmanlıların elindeki topraklar yeniden Polonya'ya geçti (1699). Avusturya ve Rusya 17. yüzyılın sonunda Avrupa'nın iki büyük gücü olarak öne çıkmıştı. 18. yüzyılın başında Polonya İsveç'in işgaline uğradı, kentleri yağmalandı ve nüfusunun dörtte birini yitirdi. Bundan yaralanan I. Petro, Polonya topraklarının bir bölümünü ele geçirerek, Polonya'nın Rusya'nın koruması altına girdiğini ilan etti. 1772'deki bir anlaşmayla Polonya topraklarının yaklaşık üçte biri Rusya, Avusturya ve Prusya arasında bölündü. Bu olay Polonya soylularının yurtseverlik duygularını kamçıladı. Düzenli bir ordu kurduktan sonra 1791'de yeni bir anayasa ile halk egemenliğini öngören bir yönetim planı geliştirdiler. Polonya'nın Fransız Devrimi'ne benzer bir girişimde bulunmasından kaygılanan Rusya ülkeyi işgal etti. 1793'teki ikinci paylaşımla Polonya daha da küçüldü. Sonraki yıl General Tadeusz Kosciuszko önderliğindeki ayaklanma yenilgiyle sonuçlandı. 1795'te Rusya, Avusturya ve Prusya'nın katıldığı son bölünmeyle birlikte Polonya 100 yılı aşacak bir süre boyunca Avrupa siyasal haritasından silindi. Bağımsızlık. Rusya'da gerçekleşen 1917 Büyük Ekim Sosyalist Devrimi'yle iktidara gelen Bolşevikler Polonya'nın bağımsızlığını kabul etti. Lenin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına saygı göstererek Polonya'nın bağımsızlığını onayladı. Ancak Polonya Rusya'da çıkan iç savaştan istifade edip toprak kazanabilmek için saldırıya geçti. Bağımsızlığını Sovyet hükûmeti sayesinde kazanmasına rağmen Polonya Ukrayna ve Belarus topraklarına saldırıya geçti. Böylece SSCB-Polonya Savaşı (1919-1921) başladı. Batılı devletlerce desteklenen Polonya, Kızıl Ordu'yu yendi ve 1921'de Riga Antlaşması'yla doğu sınırını da çizdi. Polonya sanayi açısından çoğu Avrupa ülkesine göre daha geriydi. Bu nedenle yalnızca savaş yaralarını sarmakla kalmayıp yeni bir yönetim oluşturmak, eskiden üç parçaya ayrılmış olan ülkede birliği sağlamak ve bir sanayileşme programı uygulamak zorundaydı. 20 yıl sürecek bağımsızlık döneminde oldukça önemli adımlar atıldı. II. Dünya Savaşı. Polonya, SSCB ile Almanya arasındaki anlaşmazlıkların dışında kalacağını umuyordu. Fransa, Romanya ve İngiltere ile savunma antlaşmaları yaparak olası bir savaştan uzak kalmaya çalıştı. Almanya ile de saldırmazlık paktı imzaladı. Savaş başlamadan önce Almanya ile SSCB 23 Ağustos 1939'da kendi aralarında bir saldırmazlık paktı imzaladılar. Alman birlikleri savaş ilan etmeden 1 Eylül 1939'da Polonya'yı istila etti. SSCB de doğu illerine girdi. Polonya toprakları ikiye bölünerek Almanya ve SSCB'ye bağlandı. Bunun üzerine Paris'te bir Polonya sürgün hükûmeti kuruldu. Polonyalılar Fransızlarla beraber Almanlara karşı savaştılar. Sürgün hükûmeti daha sonra Londra'ya taşındı. Alman işgali altındaki Polonya'da çok sayıda Yahudi'nin yaşadığı gettolar kapatıldı. Polonya'da 1941'den itibaren büyük bir Yahudi soykırımı yaşanmaya başlandı. Chelmno, Auschwitz ve Treblinka toplama kamplarında 3 milyon Yahudi öldürüldü. Alman orduları Polonya üzerinden SSCB'ye saldırıya geçti. Bunun üzerine SSCB, Polonya sürgün hükûmetini tanıdı ve Polonyalı savaş tutsaklarından bir ordu kurulmasını onayladı. Polonya'nın işgaliyle başlayan ülke çapındaki direniş hareketi savaş yılları boyunca giderek gelişti, 19 Nisan 1943'te Varşova Gettosu Ayaklanması başladı. 1 Ağustos - 2 Ekim 1944 Varşova ayaklanması başladı. İki ay süren çarpışmalar kentin yıkılması ve halkın toplama kamplarına sürülmesiyle sonuçlandı. Ayaklanma bastırıldıktan sonra Ocak 1945'te Kızıl Ordu Varşova'ya girdi. Mart 1945'te Alman işgali sona erdirildi. 1945 Sonrası. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Polonya Ulusal Birlik Hükûmeti, ABD ve İngiltere tarafından tanındı. SSCB ile de doğu sınırları konusunda anlaşmaya varıldı. Böylece Polonya bağımsız bir devlet olarak yeniden Avrupa haritasında yerini aldı. Ne var ki, yüzölçümü 1939 öncesine göre küçülmüştü; eski topraklarını Almanya'dan geri almasına karşılık, daha fazlasını SSCB'ye bırakmak zorunda kalmıştı. Ulusal Birlik Hükûmeti'nin kurulmuş olmasına karşın, hepsi de savaş sırasında bağımsızlık mücadelesi vermiş çeşitli partiler arasında anlaşmazlık çıktı. Sonunda komünist Boleslaw Bierut cumhurbaşkanı oldu. Ülkede toprak reformu yapıldı ve büyük sanayi işletmeleri kamulaştırıldı. Hızla sanayileşme amacıyla planlar yapıldı ve ülke kaynakları bu amaca yönelik olarak kullanılmaya başlandı. Ama kilise, öğrenciler ve aydınlar özgürlüklerin kısıtlanmasından, mal kıtlığından ve gelirlerin yetersizliğinden şikayetçiydiler. 1956'da Poznan'da başlayan genel grev bastırıldı. 1968'de aydınların ve öğrencilerin protestosu tüm üniversite kentlerine yayıldı. 1970'lerde ülke çapında işçi direnişleri başladı. Bu arada 1978'de Polonyalı Karol Vojtyla, II. Johannes Paulas adıyla papa seçildi. Yeni papanın 1979'da Polonya'yı ziyareti sırasındaki karşılama törenleri yönetim karşıtı gösterilere dönüştü. 1980'de Lech Walesa'nın önderliğinde Dayanışma Sendikası kuruldu ve kısa sürede bir muhalefet odağı durumuna geldi. 1981'de General Wojciech Jaruzelski başkanlığında yeni bir hükûmet kuruldu. Aynı yılın Aralık ayında sıkıyönetim ilan edildi ve Dayanışma Sendikası kapatıldı. 1983'te sıkıyönetim kaldırıldı, 1985'te seçimler yapıldı. Jaruzelski yönetimi, SSCB'de ve öteki sosyalist ülkelerde yürürlüğe giren reformların da etkisiyle ülkede ekonomik ve toplumsal alanda önemli değişimlere yöneldi. Ama 1988'de yeni bir grev dalgası patlak verdi. Hükûmet ve Dayanışma önderlerinin aldığı ortak kararlar doğrultusunda Haziran 1989'da serbest seçimler yapıldı. 30 Ocak 1990'da komünist rejim yıkılarak demokratik sisteme geçildi. Coğrafya. Polonya, idari alanı kaplar ve Avrupa'nın dokuzuncu en büyük ülkesi'dir. Ülke topraklarının yaklaşık kadarı kara, iç sular ve karasularından oluşur. Topoğrafik olarak, Polonya'nın manzarası çeşitli yeryüzü şekilleri, su kütleleri ve ekosistemleri ile tanımlanır. Baltık Denizi sınırındaki orta ve kuzey bölgesi düz Orta Avrupa Ovası içindedir ama güneyi tepelik ve ve dağlıktır. Ortalama deniz seviyesinden yüksekliği tahmini 173 metredir. Ülkenin batısında Pomeranya Körfezi boyunca Baltık denizi kıyılarından doğuda Gdańsk Körfezi'ne kadar uzanan bir kıyı şeridi vardır. Sahil şeridinde bol miktarda kumullar veya kıyı sırtları vardır. Sahil şeridi, Rusya ile paylaşılan Hel Yarımadası ve Vistül Lagünü olmak üzere kıyı okları ve lagünlerince girintilidir. Baltık Denizi'ndeki en büyük Polonya adası, Wolin Ulusal Parkındaki Wolin'dir. Polonya ayrıca Szczecin lagününü ve Usedom adasını Almanya ile paylaşır. Siyaset. Yönetim şekli cumhuriyettir. Cumhuriyetin ilan ediliş tarihi 11 Kasım 1918'dir. Cumhurbaşkanı Andrzej Duda, 6 Ağustos 2015'te göreve gelmiştir. 10 Nisan 2010'da Polonya Cumhurbaşkanı Lech Kaczyński ve beraberindeki heyeti taşıyan Tu-154M tipi uçak aşırı sisli havada iniş yapmaya çalışırken düşmüş ve kurtulan olmamıştır. Polonya Başbakanı Donald Tusk, Devlet Başkanı Lech Kaczynski'yi taşıyan uçağın Rusya'da düşmesinin, "Polonya'nın savaş sonrası tarihinin en trajik olayı olduğunu" söylemiştir. Düşen uçaktaki Polonya heyetinde Kaczynkski ile eşi Maria'nın yanı sıra Genelkurmay Başkanı Franciszek Gagor, Merkez Bankası Başkanı Slawir Skrzypek, Dışişleri Bakan Yardımcısı Andrej Kremer, Polonya'nın sürgündeki son Devlet Başkanı Ryszard Kaczorowski, Ulusal Güvenlik Bölümü Başkanı Aleksander Szczyglo, Devlet Başkan Yardımcıları Pawel Wypch ile Mariusz Handzlik, Parlamento Başkan Yardımcısı Jerzego Szmajdzinski gibi üst düzey devlet görevlileri yer alıyordu. Sözleri J. Wybicki tarafından yazılıp M. Oginski tarafından bestelenmiş olan "Dabrowski'nin Mazurkası", "Jeszcze Polska nie zginela" (Polonya Daha Ölmedi) marşı, Polonya'nın ulusal marşıdır. Ulusal simgesi Beyaz Kartal'dır. Ulusal rengi kırmızı ve beyazdır. Polonya'nın bir sloganı "Polonya Aile Cumhuriyeti"dir. Voyvodalıkları. 1 Ocak 1999 tarihinde yapılan idari reformla, daha önce 49 idari bölgeye ayrılmış Polonya, bu sayıyı 16 idari bölgeye düşürmüştür. Bu iller Wroclaw, Bydgoszcz/Toruń, Łódź, Lublin, Gorzów Wielkopolski/Zielona Góra, Kraków, Varşova, Opole, Rzeszów, Białystok, Gdańsk, Katowice, Kielce, Olsztyn, Poznań ve Szczecin'dir. Ekonomi. 1990'ların başından beri istikrarlı bir ekonomik liberalizasyon politikası izleyen Polonya, geçiş süreci ekonomileri arasında bir başarı örneği olarak öne çıkmaktadır. Devletin sahibi olduğu küçük ve orta ölçekli işletmelerin özelleştirilmesi, yeni firma'ların kuruluşunu düzenleyen liberal bir yasanın kabul edilmesi özel sektörün gelişimini teşvik etse de, süregelen yolsuzluklara ilaveten yasal ve bürokratik engellerin bulunması özel sektörün daha da gelişmesini baltalamaktadır. Tarım sektörü, işçi fazlası, verimsiz küçük tarlalar ve yatırım eksikliği nedeniyle gelişememektedir. Kömür, çelik, demiryolları ve enerji gibi "hassas sektörlerin" yeniden yapılandırılması ve özelleştirilmesi süreci başlatılsa da bu süreç yavaş işlemektedir. Sağlık, eğitim, emeklilik sistemi ve devlet yönetiminde yapılan reformlar devlet bütçesine beklenenden daha fazla yük getirmiştir. Kamu maliyesinin gelişimi kamu iktisadi teşekküllerinden kaynaklanan kayıpların azaltılmasına, kayıt dışı ekonominin kayıt altına alınmasına ve vergi reformu gerçekleştirilmesine bağlı gözükmektedir. Polonya Hükûmeti, 2004 yılında kamu harcamalarını 2007 yılına kadar yaklaşık olarak 17 milyar Amerikan doları azaltmaya yönelik bir ekonomik paket yürürlüğe koymuştur. Polonya 2004 yılı Mayıs ayında Avrupa Birliği'ne (AB) üye olmuştur. 2004 yılında Polonya'nın Avrupa Birliği ülkelerine olan ihracatında yaşanan artış ülkenin büyümesine katkıda bulunmuştur. Polonya 2006 yılına kadar AB fonlarından yaklaşık olarak 13.5 milyar ABD Doları katkı sağlayacaktır. Polonya ekonomisi ve Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) halen nominal standartlar açısından Avrupa Birliği'nde altıncı en büyüğü ve satın alma gücü paritesi açısından beşinci en büyüğüdür. Aynı zamanda Birlik içinde en hızlı büyüyenlerden biridir. İstihdam edilen nüfusun yaklaşık %60'ı ekonominin üçüncül hizmet sektörü'nde, %30'u sanayi ve imalat sektöründe ve geri kalan %10'u tarım sektöründedir. Polonya AB'nin tek pazar üyesi olmasına rağmen, ülke Euro'yu yasal ödeme aracı olarak benimsemedi ve kendi para birimini– Polonya zlotisi (zł, PLN) korur. Polonya, bölgedeki en büyük 500 şirketin yaklaşık yüzde 40'ının (gelirlere göre) yanı sıra yüksek küreselleşme oranı ile Orta Avrupa'da bölgesel ekonomik liderdir. Ülkenin en büyük firmaları, Varşova Menkul Kıymetler Borsası'nda işlem gören WIG20 ve WIG30 endeksleri'ni oluşturur. Polonya Ulusal Bankası tarafından yapılan raporlara göre, Polonya'nın doğrudan yabancı yatırımlarının değeri 2014 sonunda yaklaşık 300 milyar PLN'ye ulaştı. Merkezi İstatistik Ofisi, 2014 yılında 3,194 yabancı kuruluşta hissesi olan 1,437 Polonyalı şirket olduğunu tahmin etmektedir. Güçlü bir iç pazarı, düşük özel borcu, düşük işsizlik oranı, esnek para birimi ve tek bir ihracat sektörüne bağımlı olmayan Polonya, 2008 durgunluğu'ndan kurtulan tek Avrupa ekonomisidir. Ülke, dünyadaki mal ve hizmet 20. en büyük ihracatçı'dır ve en başarılı ihracatı makine, mobilya, gıda ürünleri, giyim, ayakkabı, kozmetik ve video oyunlarını içerir. Mal ve hizmet ihracatı, 2020 itibarıyla GSYİH'nın yaklaşık %56'sı değerindedir. Polonya'nın en büyük ticaret ortakları Almanya, Çek Cumhuriyeti, Birleşik Krallık, Fransa ve İtalya'dır. Eylül 2018'de işsizlik oranı, Avrupa Birliği'ndeki en düşük oranlardan biri olan %5,7 olarak tahmin edildi. 2019'da Polonya, 26 yaşın altındaki işçileri gelir vergisi'nden muaf tutan bir yasa çıkardı. Sanayi ve Enerji. Polonya yeraltı kaynakları zengin bir ülkedir. Yukarı ve Aşağı Silezya'da taşkömürü çıkartılır. Güneydoğuda kükürt, Katowice'de çinko ve kurşun yatakları vardır. Ayrıca linyit, kayatuzu, doğal gaz ve bakır elde edilir. Petrol ve demir gereksinimini büyük ölçüde dış ülkelerden sağlayan Polonya gelişkin bir sanayi ülkesidir. Demir-çelik, makine, ulaşım araçları, kimyasal maddeler, pamuklu dokuma, kâğıt, metal ürünler ve elektrikli ev aygıtları üretilir. Ormanlardan elde edilen yumuşak odunlu kereste dış ülkelere ihraç edilir. Gdansk'ta gemi yapım ve onarım tesisleri vardır. Tarım. Topraklarının yarıya yakını ekime elverişli olan Polonya'da patates, şekerpancarı, çavdar, buğday, arpa üretilir; domuz ve sığır yetiştirilir. Balıkçılık da ülke ekonomisine büyük katkı sağlar. Ulaşım. Polonya'da sanayi bölgelerine ve limanlara ulaşan demiryolları özellikle yük taşımacılığında önemlidir. Varşova, karayolu ağının merkezidir. Oder Irmağı'ndan suyolu taşımacılığında yararlanılır. Başlıca limanları Szczecin, Świnoujście, Gdynia ve Gdansk'tır. Uluslararası hava seferleri Varşova Havalimanı'ndan yapılır. Demografi. Din. Polonya Avrupa'nın en dindar ülkesidir. Katolik olduğunu söyleyenler %70'e, düzenli olarak kiliseye gittiğini beyan edenler %80'e ulaşmaktadır. Dini inancı olanlar arasından 4 grup saptanabilir niteliktedir. Polonya Meclisi (Sejm) başkan kürsüsünün arkasında Haç vardır. Anayasa'da ilgili her bölümde Katolikliğe atıf vardır. Bu anlamda, Katoliklik devletin resmî dini olarak kabul edilmektedir de denebilir. Kilise; devlet, siyaset ve toplum hayatında gerektiğinde kullandığı ciddi bir nüfuza sahiptir. Bazı katolik papaz ve din grupları, siyasete açıkça girmekte ve bugünkü koalisyon iktidarının bazı partilerini desteklemektedir. Bugün Polonya'da hiçbir kişi ya da resmî veya özel kurumun, Katolikliği açıkça reddetmesi ya da eleştirmesinin düşünülmesi imkânsızdır. Kilise ile açıkça ters düşen bir partinin siyasi yaşamda yer sahibi olması neredeyse imkânsızdır. Papa II. Jean Paul'e incitici eleştiriler yönelten bir gazeteci, mahkeme tarafından suçlu bulunmuştur. Resmî kurumların devlet ile kilise ilişkisini, 1989 yılı yasaları düzenlemektedir. Söz konusu yasalar, inanç özgürlüğünü garanti altına almakta, Roma Katolik Kilisesi'nin radyo ve televizyon programları yapmasına, ayrıca okul, hastane ve tarihi değeri olan binaları işletmesine izin vermektedir. Lublin Katolik Üniversitesi ve Varşova İlahiyat Akademisi dışında birçok üniversite ve eğitim kurumunda ilahiyat bölümleri vardır. 28 Temmuz 1993 yılında hükûmet, Başpiskoposluk ile aralarındaki karşılıklı ilişkileri düzenleyen bir Konkordato imzalamış, söz konusu anlaşma üzerinde 5 yıl görüşmeler yapıldıktan sonra Parlamento tarafından yasallaştırılmıştır. Varşova Başpiskoposu, aynı zamanda Polonya Başpiskoposu'dur ki, 1981'den bu yana bu görevi Kardinal Józef Glemp üstlenmektedir. Dini başkent Gniezno'dur ve bu kentin piskoposu doğrudan, başpiskopos ûnvanı alır. 1978 yılının Ekim ayında, Krakow Piskoposu kardinal Karol Wojtyła (Karol Voytıua), II. Jean Paul (ikinci Jan Pol) adı ile 'Papa' seçilmiştir. Wojtyła, yani II. Jean Paul 2005 yılında yaşlılık nedeniyle ölmüştür. Polonya'da 5.000 kadar Müslüman Tatar yaşamaktadır. 1989 yılından itibaren, yeni Müslüman göçmenler ülkeye yerleşmiştir. Kültür. Adam Mickiewicz, Jan Kochanowski, Witold Gombrowicz, Stanisław Lem, Bruno Schulz, Stanisław Ignacy Witkiewicz, Jan Polkowski, Adam Zagajewski, Julian Kornhauser, Ewa Lipska ve Rafal Wojaczek gibi tanınmış yazarları vardır. Ayrıca, Henryk Sienkiewicz, Władysław Reymont, Czesław Miłosz, Wisława Szymborska ve Olga Tokarczuk Nobel Ödülü alan edebiyatçılarıdır. Polonya'nın en ünlü sanatçılarından biri, 19. yüzyılda yaşamış besteci ve piyanist Fredric Chopin'dir. Polonya'nın ünlü takı tasarımcıları Jacek Byczewski, Jan Suchodolski, Piotr Małysz, Krzysztof Ginko, Maryla Dubiel, Jan ve Alicja Wyganowski, Marcin Gronkowski, Jakub Zeligowski, Piotr Modliński ve diğerleri modern gümüş takı tasarımında çağdaş sanatin dünyaca tanınmış sanatçılarıdır. Polonya'da bulunan Galeria Sztuki w Legnicy Galeria Bielak Galeria Yes Galeria Milano Galeria Srebra Pod Przepiórczym Koszem ve diğer galeriler bu modern sanatçıları takdim edip ve eserlerini satışa sunmaktadır. Polonya'daki dünyaca tanınmış sinema yönetmenleri Roman Polanski ve Krzysztof Kieślowski'dir. Polonya mutfağı birden çok kültürden etkilenmiş farklı tatları bir araya getirerek kendine has bir yemek kültürü oluşturmuştur. Özellikle patates bu kültürde geniş bir yer kaplıyor. Bazen baharatlı bazen de tatlı yapılan bir mantı çeşidi olan Pierogi ve değişik çorbalarından biri olan Zurek Polonya'ya kültürüne özgü yemeklerdir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5953", "len_data": 19697, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.58 }
Sümerler (Sümerce: 𒅴𒄀 "eme-gi" veya 𒅴𒂠 "eme-g̃ir)," yaklaşık MÖ 4000-2000 yılları arasında Irak'ın güneyinde (Güney Mezopotamya) yerleşik hayata geçmiş olup medeniyetin beşiği olarak bilinen coğrafi bölgede yaşamış bir uygarlıktır. MÖ 6'ncı ve 5'nci milenyumda Kalkolitik ve Erken Tunç Çağı dönemi arasında ortaya çıkmış olup Dünyanın bilinen en eski uygarlıklarından birisi olarak kabul edilmektedir. Sümerler, "Bereketli Hilal" olarak adlandırılan Mezopotamya bölgesinde ortaya çıkan sayısız medeniyetin temelini atmıştır. Ayrıca yazı ve astronomi de tarihte ilk kez Mezopotamya'da, Sümerlerde ortaya çıkmıştır. Genel düşünce, Sümerlerin, çağdaşı olan halklarla yakın bir etkileşim ve benzerliklerinin olduğu yönündedir. Sümer Devleti'nin, Sami olmayan izole bir topluluk tarafından kurulmuş olduğu kabul edilmektedir. Mezopotamya'da yaşayan birçok farklı kavimden ilk öne çıkan ve daha sonraki medeni oluşumların temelini atan Sümerlerdir. Gerek yazı, dil, tıp, astronomi, matematik; gerekse de din, fal, büyü, mitoloji gibi alanlarda ilk öne çıkan ve bilinen toplum Sümerlerdir. "Yaratılış" ve "Tufan"a, "Emeş ve Enten"e ilk kez Sümerlerde rastlanır. Yılbaşı ağacı süsleme, evlilik yüzüğü, nazar boncuğu da ilk olarak Sümerlerde görülmüştür. Sümer döneminde 21'i küçük olan yaklaşık 35 büyük şehir ve kasaba vardı. Bunlar arasında Kiş, Nippur, Zabalam, Umma, Lagaş, Eridu, Uruk ve Ur sayılabilir. İsim. "Sümer" (Sümerce: 𒅴𒄀 eme-gi veya 𒅴𒂠 eme-g̃ir, Akadca: 𒋗𒈨𒊒 šumeru) terimi, Güney Mezopotamya'nın Semitik olmayan eski sakinleri olan "Sümerler" tarafından konuşulan dile, onların halefleri olan Doğu Semitik dilli Akadlar tarafından verilen isimdir. Sümerlerin ülkesi, çivi yazısındaki yazıtlarda "Soylu Lordların Ülkesi" anlamına gelen "k-en-gi(-r)" ifadesi de yer almaktadır. Sümerlerin kökeni bilinmemektedir, ancak Sümer halkı kendilerini "Siyah Başlı Olanlar" veya "Siyah Başlı İnsanlar" (𒊕 𒈪, sag̃-gíg, lit. 'baş' + 'siyah' veya 𒊕 𒈪 𒂵, sag̃-gíg-ga fonetik olarak /saŋ ɡi ɡa/, lit. olarak adlandırmışlardır. Örneğin Sümer kralı Şulgi kendisini "dört mahallenin kralı, kara kafalı insanların lideri" olarak tanımlamıştır. Akadlar da Sümerlere "kara kafalı insanlar" ya da Sami Akad dilinde ṣalmat-qaqqadi diyorlardı. Akadca Šumer kelimesi lehçedeki coğrafi adı temsil edebilir, ancak Akadca šumerû terimine yol açan fonolojik gelişim belirsizdir. Güney Mezopotamya'ya atıfta bulunan İbranice שִׁנְעָר Šinʿar, Mısırca Sngr ve Hititçe Šanhar(a), Sümer'in batı varyantları olabilir. Kökeni. Çoğu tarihçi, Sümer'in ilk olarak M.Ö. 5500 - 3300 yılları arasında, Sami ve Hint-Avrupa kökenli olmayan eklemeli izole bir dil olan Sümer dilini konuşan Batı Asyalı bir halk tarafından kalıcı olarak yerleşildiğini öne sürmektedir (kanıt olarak şehirlerin, nehirlerin, temel mesleklerin vb. isimlerine işaret edilmektedir). Bazıları ise Sümerlerin Yeşil Sahra'dan Orta Doğu'ya göç eden ve tarımın Orta Doğu'da yayılmasından sorumlu olan Kuzey Afrikalı bir halk olduğunu öne sürmüştür. Ancak, ilk çiftçilerin Bereketli Hilal'den geldiğini güçlü bir şekilde gösteren kanıtlarla birlikte, bu öneri genellikle göz ardı edilmektedir. Özel olarak Sümerleri ele almasa da, Lazaridis ve diğerleri 2016 yılında Natufian ve Çanak Çömlek Öncesi Neolitik kültür taşıyıcılarının genomlarını test ettikten sonra, Orta Doğu'nun bazı Yahudi öncesi kültürleri, özellikle de Natufianlar için kısmi bir Kuzey Afrika kökeni önermişlerdir. Bazı akademisyenler Sümerleri Hurriler ve Urartularla ilişkilendirmekte ve anavatanları olarak Kafkasya'yı önermektedir. Sümer uygarlığının yükselişinden önce, Mezopotamya'nın güneyinde MÖ 6000 civarında "Proto-Fıratlılar" veya "Ubeydliler" olarak bilinen bir halk hüküm sürmüştür. Bu halk, kuzey Mezopotamya'daki Samarra kültüründen türediği düşünülen, tarım odaklı bir toplumdur. Ubeydilerin, Sümerler tarafından hiç bahsedilmemesine rağmen, günümüz akademisyenleri tarafından Sümer'deki ilk uygarlaştırıcı güç olduğu varsayılmaktadır. Bataklıkları tarım için kurutmuşlar, ticareti geliştirmişler ve dokumacılık, dericilik, metal işçiliği, duvarcılık ve çömlekçilik gibi endüstriler kurmuşlardır. Bazı dilbilimciler, Proto-Fırat dili veya tek bir alt dil fikrine karşı çıkıyor. Onlar, Sümer dilinin başlangıçta Doğu Arabistan'ın bataklık ve kıyı bölgelerinde yaşayan, Arap biface kültürüne mensup avcı-toplayıcı toplulukların dili olabileceğini savunuyorlar Juris Zarins, Sümerlerin Buzul Çağı'nın sonunda sular altında kalmadan önce Doğu Arabistan kıyılarında, bugünkü Basra Körfezi bölgesinde yaşadıklarına inanmaktadır. Sumer uygarlığı, MÖ 4. binyılda Uruk döneminde şekillenmeye başladı ve Cemdet Nasr ve Erken Hanedanlık dönemlerinde de devam etti. Fars Körfezi kıyısında bulunan Eridu şehri, en eski şehirlerden biri olarak kabul edilir. Bu bölgede üç ayrı kültürün kaynaşmış olması muhtemeldir: Çamur tuğlalı evlerde yaşayan ve sulama yapan Ubeydli çiftçiler, siyah çadırlarda yaşayan ve koyun-keçi sürülerini takip eden göçebe Sami çobanlar ve sazlık alanlarda kamış kulübelerde yaşayan ve Sümerlerin ataları olabilecek balıkçı toplulukları. Güvenilir tarihi kayıtlar Enmebaragesi (Erken Hanedanlık I) ile başlar. Sümerler giderek kontrolü kuzeybatıdan gelen Sami devletlerine kaptırmıştır. Sümer, MÖ 2270 civarında Akad İmparatorluğu'nun Sami dilini konuşan kralları tarafından fethedildi, ancak Sümerce kutsal bir dil olarak devam etti. Yaklaşık MÖ 2100-2000 yılları arasında Ur'un Üçüncü Hanedanlığı döneminde yaklaşık bir yüzyıl boyunca yerel Sümer egemenliği yeniden ortaya çıkmış, ancak Akad dili de bir süre daha kullanılmaya devam etmiştir. Şehir devletleri. MÖ 4000 yılları başlarında Sümer sınırları kanallar veya sınır taşları ile belirlenmiş bir düzine şehir devletine bölünmüştü. Bütün şehirlerin merkezinde şehre ait özel bir sahip tanrı veya tanrıçaya adanmış olan ve bir rahip yöneticinin ("ensi") veya kralın ("lugal") idaresindeki tapınak bulunurdu. Sümer şehri. Sümer şehri, Mezopotamya'nın güney ucunda, Dicle ve Fırat nehirleri arasında, sonradan Babil olmuş, günümüzde de Irak'ın Bağdat şehrinden Basra Körfezi'ne kadar olan bölgede idi. Sümer şehri, Sümerlerden önce yaşamış ve Sümerce konuşmayan ve Sami olmayan bir halk tarafından, MÖ 4000-2350 yılları arasında kurulmuştur. Bu halka günümüzde Proto-Fıratlılar ya da Ubaidliler denmektedir. Ubaid ismi Al-Ubaid şehrindeki kazı alanından gelir. Ubaidliler Sümer şehrinde kurulmuş ilk medeniyettir. Bataklıkları tarım için kurutmuşlar, ticaret, dokumacılık, dericilik, demircilik, taş oymacılığı ve çanak-çömlekçilik gibi işlerle uğraşmışlardır. Ubaidlilerin bölgeye yerleşmesinden sonra çeşitli Sami halklar da aynı bölgeye yerleşmiş, kültürlerini Ubaidlilerinki ile karıştırarak Sümerler öncesi yüksek bir medeniyet kurmuşlardır. Tarihçe. Çoğu tarihçiye göre, Sümerler MÖ 5500 ve 4000 yılları arasında bölgeye kalıcı olarak yerleşmiş Batı Asya halkıdır. Samuel Noah Kramer, "Tarih Sümer'de Başlar" kitabında; İran'dan gelen göçebeler ve Samilerin karışımı olan bir köy kültürü ile Sümer tarihinin başladığını yazıyor. Bu iki halkın ve kültürlerinin karışması zamanla Güney Mezopotamya'daki ilk şehir devletini oluşturuyor. Zamanla bölgeye hakim olmak için mücadele eden şehir devletlerine dönüşüyorlar. Genelde Samilerin üstün çıktığı bu mücadelelerde, Mezopotamyalılar diğer bölgelere genişlemeye başlıyorlar ve yakın doğuda ilk imparatorluğu kuruyorlar. Bu imparatorluk zamanla Elam olarak da bilinen bölge dahil olmak üzere, İran'ın batı düzlüklerine kadar yayılıyor. Bu Mezopotamya imparatorluğu, Hazar Denizi ya da Kafkaslardan geldiği tahmin edilen, ilkel ve göçebe Sümerler ile karşılaşıyor. Mezopotamya ile ilkel kabileler arasında tampon görevi yapan Sümerliler ne pahasına olursa olsun direniyorlar. İlk karşılaşmalarda kendilerinden teknolojik ve kültürel anlamda gelişmiş olan Mezopotamyalılar üstün geliyor. Zamanla esir ya da paralı asker olarak Mezopotamya kültürünü yakından tanıyan Sümerler, kendilerine gerekli olan askeri teknolojiyi öğreniyor ve kendi kültürlerine uyguluyorlar. Zamanla gerilemeye başlayan Mezopotamya devletine üstün gelmeyi ve önce batı İran topraklarını sonra Kuzey Mezopotamya'yı almayı başarıyorlar. Fethettikleri bu bölgede ilk Sümer devletini kuruyorlar. Sümer şehir-devletleri, tarih öncesi Ubaid ve Uruk dönemlerinde yükselmeye başladı. Sümer yazılı tarihi, MÖ 27. yüzyıla ve öncesine kadar uzanır, ancak tarihsel kayıtlar, MÖ 23. yüzyıla tarihlenen Erken Hanedanlık III dönemine kadar belirsiz kalmıştır. Bu dönemde yazılı kayıtların dili daha kolay çözülebilir hale geldi ve bu da arkeologlara çağdaş kayıtları ve yazıtları okuma fırsatı sağladı. Akkad İmparatorluğu, MÖ 23. yüzyılda Mezopotamya'nın geniş bölgelerini başarıyla birleştiren ilk devlettir. Guti döneminden sonra, Üçüncü Ur Hanedanlığı krallığı da kuzey ve güney Mezopotamya'nın bölümlerini benzer şekilde birleştirdi. Ancak bu birlik, MÖ 2. milenyumun başlarında Amori akınları karşısında sona erdi. Amorilerin "İsin hanedanı" MÖ 1700 yılına kadar sürdü, bu tarihten sonra Mezopotamya, Babil yönetimi altında yeniden birleşti. Ubeyd dönemi. Ubeyd dönemi, Mezopotamya ve Basra Körfezi'ne yayılan kendine özgü kaliteli boyalı çanak çömlek tarzıyla dikkat çekmektedir. yerleşime dair en eski kanıt Tell el-'Oueili'den gelmektedir, ancak Güney Mezopotamya'daki çevresel koşulların Ubeyd döneminden çok daha önce insan yerleşimi için elverişli olduğu göz önüne alındığında, daha eski yerleşimlerin var olması ancak henüz bulunamamış olması muhtemeldir. Bu kültürün kuzey Mezopotamya'daki Samarran kültüründen türediği anlaşılmaktadır. Bunların daha sonraki Uruk kültürüyle özdeşleştirilen gerçek Sümerler olup olmadığı bilinmemektedir. Eridu'nun baş tanrısı ve bilgelik tanrısı Enki'nin, Uruk'un aşk ve savaş tanrıçası İnanna'ya uygarlık armağanlarını vermesinin öyküsü, Eridu'dan Uruk'a geçişi yansıtıyor olabilir. Uruk dönemi. Ubaid döneminden Uruk dönemine geçiş, yavaş çarklarda evde yapılan boyalı çanak çömlekten, hızlı çarklarda uzman kişiler tarafından kitlesel üretimle yapılan çeşitli boyasız çanak çömleğe doğru kademeli bir değişimi işaret eder. Uruk dönemi, Ubaid'in devamı niteliğindedir ve en belirgin değişiklik çanak çömleklerde görülür. Uruk dönemine gelindiğinde (yaklaşık olarak MÖ 4100-2900), güney Mezopotamya'nın kanalları ve nehirleri boyunca taşınan ticari malların hacmi, merkezi yönetimlerin uzman işçiler istihdam ettiği birçok büyük, katmanlı, tapınak merkezli şehrin (10.000'den fazla nüfusa sahip) yükselişini kolaylaştırmıştır. Uruk döneminde Sümer şehirlerinin dağlık bölgelerden yakalanan köle işgücünden faydalanmaya başladığı oldukça kesindir ve en eski metinlerde işçi olarak yakalanan kölelere dair bol miktarda kanıt bulunmaktadır. Bu Uruk uygarlığına ait eserler ve hatta koloniler, Türkiye'deki Toros Dağları'ndan batıda Akdeniz'e ve batı İran'a kadar uzanan geniş bir alanda bulunmuştur. Uruk dönemi uygarlığı, Sümerli tüccarlar ve koloniciler tarafından dışarıya taşındı ve etraflarındaki tüm halkları etkiledi. Bu halklar zamanla kendi benzer ve rekabet edebilecek ekonomilerini ve kültürlerini geliştirdiler. Sümer şehirleri, uzaktaki ve uzun mesafeli kolonileri askerî güçle sürdüremedi. Uruk dönemindeki Sümer şehirleri muhtemelen teokratikti ve büyük olasılıkla bir rahip-kral (ensi) tarafından yönetiliyor, ona hem erkek hem de kadınlardan oluşan bir ihtiyarlar heyeti yardımcı oluyordu. Daha sonraki Sümer panteonunun bu siyasi yapıyı örnek almış olması oldukça muhtemeldir. Uruk döneminde organize savaşa ya da profesyonel askerlere dair çok az kanıt vardı ve kentler genellikle surlarla çevrili değildi. Bu dönemde Uruk, ilk kez 50.000 nüfusu aşarak dünyanın en kentleşmiş şehri haline gelmiştir. Antik Sümer kral listesi bu dönemin önde gelen birkaç kentinin erken hanedanlarını içermektedir. Listedeki ilk isim grubu, büyük bir tufan meydana gelmeden önce hüküm sürdüğü söylenen krallara aittir. Bu ilk isimler kurgusal olabilir ve Alulim ve Dumizid gibi bazı efsanevi ve mitolojik figürleri içerir. Uruk döneminin sonu, yaklaşık 9.000 ila 5.000 yıl önce Holosen iklimsel optimum olarak adlandırılan uzun, daha yağışlı ve daha sıcak bir iklim döneminin sonunu işaret eden MÖ 3200-2900 yılları arasındaki kurak bir dönem olan Piora salınımı ile aynı zamana denk gelmiştir. Erken Hanedanlık Dönemi. MÖ yaklaşık 2900 yılı civarında başlayan hanedanlık dönemi, tapınağı bir rahipler konseyinin ve özellikle bir tapınak bir tanrıçaya adanmışsa erkek "En" (En = erkek figür) veya başında bir erkek tanrı bulunuyorsa kadın figür tarafından yönetilen bir yapının yerine, daha seküler bir yönetim olan Lugal'a (Lu = adam, Gal = büyük) geçişi simgeler. Bu dönem, Dumuzid, Lugalbanda ve Gılgamış gibi efsanevi ata figürlerini içerir; bunlar, tarihi kayıtların artık çözülen heceli yazının erken resim yazılarından gelişmeye başladığı M.Ö. 2900 yılından kısa bir süre önce hüküm sürdüler. Sümer kültürünün merkezi güney Mezopotamya'da kalsa da, hükümdarlar kısa süre içinde komşu bölgelere yayılmaya başlamış ve komşu Sami gruplar Sümer kültürünün çoğunu kendi kültürleri olarak benimsemiştir. Sümer kral listesinde adı herhangi bir efsanevi kaynaktan bilinen en eski hanedan kralı Kiş'in ilk hanedanının 13. kralı olan Etana'dır. Arkeolojik kanıtlarla doğrulanan en eski kral, "Gılgamış Destanı'nda da adı geçen Kiş'in Enmebaragesi'dir (Erken Hanedanlık I) - bu da Gılgamış'ın kendisinin Uruk'un tarihi bir kralı olabileceği önerisine yol açmıştır. Gılgamış Destanı'nın gösterdiği gibi, bu dönem artan savaşlarla ilişkilendirilmiştir. Güney Mezopotamya'daki savunmasız köyler ortadan kalktıkça şehirler surlarla çevrilmiş ve boyutları büyümüştür. (Hem Enmerkar hem de Gılgamış Uruk'un surlarını inşa etmekle anılır.)" 1. Lagaş Hanedanlığı. Lagaş hanedanı (MÖ 2500-2270 civarı), kral listesinde yer almasa da, birkaç önemli anıt ve birçok arkeolojik buluntuyla iyi bir şekilde kanıtlanmıştır. Kısa ömürlü olmasına rağmen, tarihte bilinen ilk imparatorluklardan biri, Kiş, Uruk, Ur ve Larsa da dahil olmak üzere neredeyse tüm Sümer'i ilhak eden ve Lagaş'ın ezeli rakibi Umma şehir devletini haraca bağlayan Lagaşlı Eannatum'un imparatorluğudur. Buna ek olarak, krallığı Elam'ın bazı bölgelerine ve Basra Körfezi boyunca uzanıyordu. Eannatum'un Akbabalar Steli, düşmanlarının kesik başlarını ve diğer vücut parçalarını gagalayan akbabaları tasvir etmektedir. İmparatorluğu ölümünden kısa bir süre sonra çökmüştür. Daha sonra Umma rahip-kralı Lugal-zage-si, Lagaş hanedanının bölgedeki üstünlüğünü devirmiş, ardından Uruk'u fethederek başkent yapmış ve Basra Körfezi'nden Akdeniz'e kadar uzanan bir imparatorluk kurmuştur. Akadlı Sargon'dan önceki son etnik Sümer kralıydı. Akkad İmparatorluğu. Akkad İmparatorluğu, Akkadlı Sargon tarafından MÖ 2234-2154 yılları arasında kurulmuştur (orta kronoloji). Doğu Sami dili olan Akadca ilk olarak MÖ 2800 civarında Kiş krallarının özel isimlerinde görülür ve daha sonraki kral listelerinde de korunur. MÖ 2500'lerden kalma tamamen Eski Akadca yazılmış metinler vardır. Eski Akadca kullanımı Büyük Sargon döneminde (MÖ 2334-2279) zirveye ulaşmıştır, ancak o dönemde bile çoğu idari tablet kâtiplerin kullandığı dil olan Sümerce yazılmaya devam etmiştir. Gelb ve Westenholz Eski Akadcanın üç aşamasını birbirinden ayırır: Sargon öncesi dönem, Akad imparatorluğu dönemi ve onu takip eden Ur III dönemi. Akadca ve Sümerce yaklaşık bin yıl boyunca yerel diller olarak bir arada var olmuş, ancak MÖ 1800'lere gelindiğinde Sümerce daha çok akademisyenlerin ve kâtiplerin bildiği bir edebi dil haline gelmiştir. Thorkild Jacobsen, Sargon öncesi ve sonrası dönemler arasında tarihsel süreklilikte çok az kesinti olduğunu ve "Sami ve Sümer" çatışması algısına çok fazla vurgu yapıldığını savunmuştur. Bununla birlikte, Akadcanın Sargon tarafından daha önce fethedilen Elam'ın komşu bölgelerine de kısa süreliğine empoze edildiği kesindir. Guti dönemi. Sümer'deki Guti dönemi, Akad İmparatorluğu'nun çöküşünü takiben Mezopotamya'da kabaca MÖ 2141-2050 yılları arasına tarihlenen bir yabancı egemenliği evresine işaret eder. Gutiler, başkentleri Adab şehri olan bir hanedanlık kurmuş ve hanedanlık monarşi ile karakterize edilmiştir.Guti hanedanının sonu, Gutileri ve kralları Tirigan'ı yenerek yönetimi Sümerlilerin eline geçiren Uruk'lu Utu-hengal'in hükümdarlığıyla sona erer. 2. Lagaş Hanedanlığı. MÖ -2110 (orta kronoloji) Akad İmparatorluğu'nun Gutiler tarafından yıkılmasının ardından, başka bir yerli Sümer hükümdarı olan Lagaş'lı Gudea yerel olarak öne çıkmış ve Sargon krallarının tanrısallık iddialarının uygulamalarını sürdürmüştür. Bir önceki Lagaş hanedanı, Gudea ve onun soyundan gelenler de sanatsal gelişimi desteklemiş ve çok sayıda arkeolojik eser bırakmışlardır. Üçüncü Ur Hanedanlığı. Üçüncü Ur Hanedanlığı, yaklaşık olarak M.Ö. 2112 - 2004 yılları arasında Sümerlerin yaşadığı son dönemdir ve genellikle "Sümer Rönesansı" olarak da adlandırılır. Bu dönem, Ur kentinin siyasi ve ekonomik olarak yeniden canlandığı, Sümer sanatı ve edebiyatının zirveye ulaştığı bir dönem olarak bilinir. Üçüncü Ur Hanedanlığı, aynı zamanda Ur III dönemi veya Neo-Sümer İmparatorluğu olarak da adlandırılır ve Sümerlerin idari ve ekonomik yapısının oldukça merkeziyetçi olduğu bir dönemdir. Dönemin en önemli hükümdarı Ur-Nammu'dur ve Ur-Nammu Kanunları ile bilinir. Bu kanunlar, daha sonraki Mezopotamya medeniyetlerini etkilemiş yazılı kanunların en eski örneklerindendir. Bu dönem, M.Ö. 2004 yılında Elamlıların Ur kentini ele geçirmesiyle sona ermiş ve Sümerlerin tarih sahnesinden çekilmesine neden olmuştur. Sümerlerin sonu. Bazı araştırmalarda Sümerlilerin zayıflaması Sümer topraklarındaki tuzlanma ve buna bağlı tarımsal üretimin düşmesi gibi ekolojik nedenlere bağlanır. Yüksek düzeyde buharlaşmanın yaşandığı kurak bir iklimde kötü drene edilen sulanan topraklar, toprakta çözünmüş tuzların birikmesine yol açarak tarımsal verimi ciddi ölçüde düşürmüştür. Sümer bölgesinde Gılgamış destanı gibi anlatımlara konu olan büyük bir sel meydana gelmiş ve bu Tufan'dan sonra bazı şehir devletleri diğerleri üzerinde egemenlik kurmuşlardır. Şehirleri birleştiren kralların ilki, MÖ 2800 yıllarında Kiş kralı olan Etana dır. Kiş, Erech, Ur ve Lagaş şehirleri diğerlerine egemen olabilmek için yüzyıllar süren mücadelelere giriştiler. Bu durum Sümerleri dışarıdan gelen düşmanlara karşı zayıf bıraktı. Önce Elamlılar (MÖ y. 2530-2450) ve sonra Kral Sargon yönetimindeki (MÖ 2334-2279) Akadlılar Sümerlere saldırdılar. Sargon hanedanı yaklaşık bir yüzyıl iktidarda kaldı ve şehir devletlerini birleştirdi. Sargon hanedanının yönetim modeli tüm Orta Doğu medeniyetlerini etkilemiştir. Akadlar tarafından çökertilmesi sonrasında Sümerler bir daha eski haline gelemedi. MÖ 2000'li yıllarda bağımsız kimliklerini kaybettiler. Ardından gelen Akad ve Babil uygarlıkları çoğunlukla Sümerlerin izlerini taşıdılar. Kendilerine özgü dilleri ve çivi yazıları uzun süre yaşadı. Sümer inanışları ve mitolojisi İbranilerin Babil sürgünü yoluyla Yahudi, Hristiyan ve İslam inanışlarını etkilediği gibi Fenike-Yunan-Roma bağlantısıyla da günümüze dek ulaşmıştır. Sümer Kralları. Sümer ve yabancı devletlerde hükümdarlık yapan Sümer kralları bulunur. Kültür. Sosyal hayat ve Aile. Erken Sümer döneminde, ilkel piktogramlar şunu göstermektedir: Sümer müziği ile ilgili önemli kanıtlar vardır. En iyi bilinen örnekleri arasında Ur Lirleri bulunan Lirler ve flütler çalınmıştır. Devlet kentlerden oluşmuştu ve her kent surlarla çevrili idi. Kent içinde yüksek bir tepeye yapılan tapınak bulunurdu ki bu sosyal yaşamın merkezini oluşturmaktaydı. Sümer kültürü erkek egemen ve tabakalıydı. İşbölümü derinleşmişti; 1. sınıfı din adamları ve askerler 2. sınıfı halk 3. sınıfı ise kölelerin oluşturduğu bir toplumsal hiyerarşi vardı. Sürekli savaşlar sonucunda halktan her insan kolayca köle edinebiliyordu. MÖ 3000-2500 yıllarında yüksek ruhbanlardan oluşan egemen sınıflar, dinsel yapıya sahip kent devletlerinin yöneticileri olarak ortaya çıktılar. Bu kral-rahipler dinsel ve siyasal işleri yürütürlerdi. Bir kentin baş rahibi, aynı zamanda o kentin başkanıydı. Ur III dönemine tarihlenen ve şimdiye kadar keşfedilen en eski kodifikasyon olan Ur-Nammu Kanunları, geç Sümer hukukundaki toplumsal yapıya dair bir fikir vermektedir. "Lu-gal" ("büyük adam" ya da kral) altında, toplumun tüm üyeleri iki temel tabakadan birine aitti: "lu" ya da özgür kişi ve köle (erkek "arad"; kadın "geme"). Bir "lu"nun oğlu evlenene kadar "dumu-nita" olarak adlandırılırdı. Bir kadın ("munus") kız evlat ("dumu-mi") olmaktan çıkıp eş ("dam") olur, ardından kocası ölürse dul ("numasu") kalır ve aynı kabileden başka bir erkekle yeniden evlenebilirdi. Evlilikler genellikle gelin ve damadın ebeveynleri tarafından ayarlanırdı; nişanlar genellikle kil tabletlere kaydedilen sözleşmelerin onaylanmasıyla tamamlanırdı. Bu evlilikler, damat gelinin babasına bir gelin hediyesi teslim eder etmez yasal hale gelmiştir. Bir Sümer atasözü ideal ve mutlu evliliği, karısının kendisine sekiz oğul doğurmuş olmasıyla övünen ve hâlâ seks yapmaya hevesli olan bir kocanın ağzından anlatır. Sümerler genellikle evlilik öncesi cinsel ilişkiden kaçınırlardı. Sümer ya da Akad dillerinde 'bekâret' kelimesinin doğrudan bir karşılığı yoktu. Bunun yerine, kavramı açıklayıcı bir şekilde tanımlamışlardır. Örneğin, Sümerce'de a/é-nu-gi4-a olarak ifade edilir ve 'bekareti bozulmamış' anlamına gelirken, Akadca'da la naqbat olarak ifade edilir ve 'hiç penis tanımamış' anlamına gelir. Akad tıp metinlerinde šišitu terimi kullanılır, ancak bunun özellikle kızlık zarına işaret edip etmediği belirsizdir. İlginç bir şekilde, o dönemde kızlık zarının sağlamlığı, Yakın Doğu'daki daha sonraki kültürlere kıyasla bir kadının bekaretini belirlemede çok daha az önemliydi. Bunun yerine, bekaret değerlendirmeleri çoğunlukla kadının kendi anlattıklarına dayanıyordu. En eski kayıtlardan itibaren, Sümerlerin sekse karşı çok rahat tutumları vardı ve cinsel etik bir cinsel eylemin ahlak dışı sayılıp sayılmadığına göre değil, kişiyi ritüel olarak kirli kılıp kılmadığına göre belirlenirdi. Sümerler yaygın olarak mastürbasyonun hem erkekler hem de kadınlar için cinsel gücü artırdığına inanıyordu, ve hem tek başlarına hem de partnerleriyle karşılıklı mastürbasyon sık sık yapıyorlardı. Sümerler anal seksi de tabu olarak görmüyorlardı. "Entu" rahibelerinin çocuk doğurması yasaktı ve doğum kontrol yöntemi olarak sıklıkla anal seks yapıyorlardı. Fuhuş vardı ancak kutsal fuhuş olup olmadığı net değildir. Hukuk. Tarihte ilk yazılı hukuk kuralları Sümerler tarafından oluşturulmuştur. Bu özellikleri ile Sümerlere dünyadaki ilk Hukuk devleti denebilir. Otoritenin korunmak istenmesi hukuk kurallarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Lagaş Kralı Urukagina ihtilal ile başa gelmiş bir askerdir. Her kanun bir prolog (önsöz), maddeler ve epilog (sonsöz, sonuç) olmak üzere 3'e ayrılır. Urukagina kanunları bu özellikleri barındırmadığı için reform olarak geçer. İlk detaylı ve yukarıda saydığımız özellikleri belirten kanun metni Ur-Nammu kanunlarıdır. önsöz, 22 madde ve sonsözden oluşur. Dil ve yazı. İlk yazıyı MÖ 3200 yıllarında Sümerler buldu. İlk yazıları şekiller üzerine kurulu yani her varlık ve olay için bir şekil kullandılar. Çivi yazısı işaretleri geçmişteki bir resim yazısına dayanır. Bir kavramı ifade eden işaretlere ideogram adı verilir. Sümerce bilim dünyasındaki genelgeçer görüşe göre yaşayan herhangi bir dille bağlantısı olmayan izole bir dildir. Aralarında Türkçenin de bulunduğu farklı dil aileleriyle ilişki kurmaya yönelik amatör ve profesyonel çalışmalar yürütülmüş olsa da bu çalışmalar genel olarak kabul görmemiştir. Sümer dili, bilinen hiçbir dil ailesine ait olmadığı için dilbilimde genellikle izole bir dil olarak kabul edilir; buna karşın Akadca, Afroasiatik dillerin Semitik koluna aittir. Sümerceyi diğer dil ailelerine bağlamak için birçok başarısız girişim olmuştur. Sondan eklemeli bir dildir; başka bir deyişle, morfemlerin ("anlam birimleri") kelimeleri oluşturmak için bir araya getirildiği analitik dillerin aksine, morfemler cümleleri oluşturmak için tamamen bir araya getirilir. Bazı yazarlar, coğrafi özellikler ve çeşitli zanaat ve tarımsal faaliyetler için Proto-Fıratça veya Proto Tigreanca olarak adlandırılan bir alt tabaka veya adstratum dilinin kanıtı olabileceğini öne sürmüşlerdir, ancak bu başkaları tarafından tartışılmaktadır. Bugün Sümer metinlerini anlamak sorunlu olabilir. En zor olanı, çoğu durumda dilin gramer yapısını tam olarak vermeyen ve bilgili kâtipler için bir "aide-mémoire" olarak kullanılmış gibi görünen en eski metinlerdir. Akadca, MÖ 3. ve 2. binyılın başlarında bir yerde konuşma dili olarak yavaş yavaş Sümercenin yerini aldı, ancak Sümerce MS 1. yüzyıla kadar Babil ve Asur'da kutsal, törensel, edebi ve bilimsel bir dil olarak kullanılmaya devam etmiştir. Edebiyat. Sümerlerin en önemli edebiyat eserleri; Gılgamış Destanı, Yaratılış Destanı ve Tufan Hikâyesi'dir. Sümerler kendi ülkelerine Kengir, konuştukları dile Emegir ve kendilerine Sag-giga derlerdi. Din ve mitoloji. Sümer dini. Çok tanrılı inanca sahip Sümerlerin tapınaklarına Ziggurat denirdi. Zigguratlar yedi katlı olup toplam üç ana bölümden oluşur. İlk katlar erzak deposu, orta katlar okul ve tapınak, son katlar ise rasathane olarak kullanılmıştır. Yazının icadı serüveni bu tapınaklara dayanır. Mezopotamya'da evler ve tapınaklar, taş az olduğundan kerpiç ve tuğladan yapılmıştır. Hem bu özelliğinden hem de sık sık istilalara uğradığından bu yapılar günümüze kadar ulaşmamıştır. Sümerlerde hissedilen her nesnenin bir Tanrısı vardı ve insan görünümündeydiler, fakat insanüstü güçleri olan ölümsüz varlıklardı. Tanrılar, insanlara ne istediklerini bildirmez. Ancak insanlar onlara, kendilerinden istenileni sorarak öğrenebilirdi. Tanrılar. Sümer mitolojisinin en önemlilerinden Gılgamış Destanı'nda da adları geçen tanrılardan başlıcaları şunlardır: Yaratılış mitosu. Sümer inanışına göre başlangıçta gök ile yer birdi. Daha sonra gök ile yer, tanrılar tarafından ayrılmıştır. Sümer inanışında evrenin kökeni şu şekilde açıklanır: Bu konu aşağıdaki "Gılgamış, Enkidu ve Ölüler Diyarı" adlı Sümer şiirinin giriş bölümünde şöyle anlatılmaktadır: Şiirden anlaşıldığı üzere başlangıçta bütün olan gök ve yer birbirlerinden ayrıldı ve böylece insanın yaratılışı buyruldu. Ardından gök tanrısı Anu göğün, yer tanrısı Enlil de yerin hâkimi oldular. İnsanın yaratılışı. Sümer mitolojisinde insanın tanrılara hizmet etmesi için yaratıldığı anlatılır. Hava tanrısı Enlil tanrılara hizmet etmeleri maksadıyla Enki'nin tavsiyesiyle tahıl tanrıçası Aşnan ile sığır tanrı Lahar'ı yaratmıştır. Ancak bu iki tanrı bir gün öyle bir kavgaya tutuşmuşlar ki tüm işleri yapmaz olmuşlar. Kendilerine hizmet edilmeyen tanrılar, yeryüzündeki işleri yapmaktan yorulmuşlar ve bu konuyu Enki'ye götürüp şikayette bulunmuşlar. Uyuduğu için olan bitenden haberi olmayan Enki, tanrıça Nammu ve doğum tanrısı Ninmah'a insanı yaratması emrini vermiştir. Ninmah ve Nammu "derin suların üzerindeki" "balçığı" kararak şekil bakımından tanrılara benzeyen; ancak onların ölümsüzlük yeteneklerine sahip olmayan insanı yaratmışlar. İnsanın yaratılışı şerefine verilen şölende bütün tanrılar içerek sarhoş olmuşlar. Sarhoşluğun tesiriyle Ninmah'ın yarattığı altı insanın hepsi kusurlu olmuş. Ardından Enki'nin yarattığı insan da akli ve fiziksel bakımdan kusurlu olmuş. Hatasını düzeltmesi için Ninmah'tan yardım isteyen Enlil'i tanrı Ninmah yaptığı hatadan dolayı lanetlemiş. Sümerlerde insanın yaratılışına dair diğer bir hikâye günümüz Adem inancına da kaynaklık ettiği düşünülen Adapa efsanesidir. Yasak meyve, cennet ve sonsuz yaşamdan kovulma, medeniyet bilgilerine veya sanatlarına sahip olma gibi Adem'e atfedilen diğer sıfat ve fiillere benzer niteliklere sahiptir. Sümer Mitolojisinin günümüze etkileri. Arif Tekin'e göre, Sümer mitolojisine ait birçok unsur İbranilerin babil sürgünü gibi değişik yollar ve etkileşimlerle günümüze kadar değişimler geçirerek gelmiş, kutsal kitaplara konu olmuştur. Bunların başlıcaları yaratılış ve tufan efsanelerinde karşımıza çıkar. Başlıca temalar: Gök ve yer bitişik iken sonradan ayrılması, her şeyin sudan veya su üzerinde yaratılması, insanın balçıktan ve tanrıya (tanrılara) benzer şekilde yaratılması, erkeğe ait Ti (Sümercede yaşam özü ve kaburga anlamlarına gelmektedir) kullanılarak kadının yaratılması, ilk insanların bin (veya binlerce) yıl yaşaması, insanın Gökteki bilgiye ulaşmak için çabalaması ve bunun tanrıları sinirlendirmesi, tufan, gemi yapımı ve her canlıdan bir çiftin gemiye alınması vb. Orhan Hançerlioğlu'nun ifadeleri; "Sümer Tanrısı Marduk’un büyük önemi, üç büyük tektanrıcı dine kaynaklık etmiş olmasıdır. Tevrat’la İncil’deki hikâyelerin çoğu Sümer efsaneleridir. Nuh ve Tufan hikâyesinin aslı olan bu Sümer efsanesi, Tevrat’la İncil’den dört bin yıl öncedir. Gene aynı bölgede, MÖ XX. yüzyılda yaşamış olan Kral Hamurabi kanunları, Tevrat kurallarına kaynaklık etmişlerdir. Samuel Reinach, Orpheus adlı kitabında şöyle demektedir: Hamurabi kanunları için ileri sürülmesi gelenek haline gelen tarihten yedi yüzyıl önce yapılmıştır. Eğer Musevi kanunlarının Musa’ya Tanrı tarafından yazdırıldığı doğruysa, Tanrı, Hamurabi’nin yapıtını aşırmış demektir." Bilim. Sümerler bölgeye yerleştiklerinde, çanak-çömlek yapmayı ve madenleri işlemeyi biliyorlardı. Aşağı Mezopotamya'da Dicle ve Fırat nehirleri kıyısında Uruk, Lagaş, Eridu, Ur, Kiş gibi kent devletleri kurdular. Gelişmiş bir yapı tekniği kullanıyorlardı. Yerleştikleri kesimlerde muazzam bir sulama sistemi kurup, kanallar, barajlar ve bentlerle hem seli önleyip bataklıkları kuruttular hem de düzenli sulamaya dayalı bir tarım geliştirdiler. Tekerleği de icat eden bu toplum tarlaları öküzlerin çektiği sabanlarla sürüyorlardı. 60 rakamına dayanan seksajismal sayı sistemini kullanan Sümerlerin "sos" dedikleri bu 60'lık birim bütün zaman ve mekân hesaplarında kullanılmaktaydı ve onları bir uyum içerisinde birbirine bağlıyordu. Ayı 30, yılı 360 gün olarak hesapladılar. Gece ve gündüzü on ikişer saate böldüler. Bir yılı 12 ay olarak hesapladılar. Ay ve Güneş tutulmasını hesapladılar. Aritmetik ve geometrinin temellerini attılar. Çarpma ve bölme cetvellerini buldular. Daireyi 360 dereceye böldüler. Matematik. 4000 M.Ö.'de Sümerler karmaşık bir metroloji sistemi geliştirdi. Bu gelişmiş metroloji, aritmetik, geometri ve cebirin yaratılmasıyla sonuçlandı. Sümerler matematik ve geometrinin temellerini attılar. (Dört işlemi bulmuşlar, dairenin alanını hesaplamışlar, çarpma ve bölme cetvelleri hazırlamışlardır.) MÖ 2600'den itibaren Sümerler kil tabletlere çarpım tabloları yazdılar, geometri alıştırmaları ve bölme problemleriyle uğraştılar. Babil rakamları'nın en eski izleri de bu döneme aittir. Yaklaşık MÖ 2700–2300 döneminde abaküs'ün ilki ve Altmışlık sayı sistemi'nin ardışık büyüklük sıralarını sınırlayan ardışık sütun tablosu görüldü. Sümerler, basamak değeri sayı sistemini ilk kullananlardı. Sümerlerin astronomik hesaplamalarda bir tür sürgülü cetvel kullanmış olabileceğine dair anekdotsal kanıtlar da var. Bir üçgenin alanını ve bir küpün hacmini ilk bulan onlardı. Sanat. Sümerler büyük sanatçılardı. Sümer eserleri, lapis lazuli, mermer ve diorit gibi diğer ülkelerden ithal edilen ince yarı değerli taşlar ve dövülmüş altın gibi değerli metallerin tasarıma dahil edilmesiyle büyük ayrıntı ve süsleme gösterir. Taş nadir bulunduğu için heykeltıraşlığa ayrılmıştır. Sümer'de en yaygın malzeme kildi, sonuç olarak birçok Sümer nesnesi kilden yapılmıştır. Altın, gümüş, bakır ve bronz gibi metallerin yanı sıra deniz kabukları ve değerli taşlar en iyi heykeller ve kakmalar için kullanılmıştır. Silindir mühürler için lapis lazuli, kaymaktaşı ve serpantin gibi daha değerli taşlar da dahil olmak üzere her türden küçük taşlar kullanılmıştır. En ünlü başyapıtlardan bazıları, dünyanın günümüze ulaşan en eski telli çalgıları olarak kabul edilen Ur Lirleridir. Bunlar Leonard Woolley tarafından Ur Kraliyet Mezarlığı'nda 1922-1934 yılları arasında yapılan kazılarda keşfedilmiştir. Tarım ve avcılık. Sümerler belki de MÖ 5000-4500 gibi erken bir tarihte tarımsal bir yaşam tarzını benimsemişlerdir. Bölge, organize sulama, büyük ölçekli yoğun toprak işleme, saban tarımının kullanıldığı tek ürün yetiştirme ve bürokratik kontrol altında tarımsal uzmanlaşmış işgücü kullanımı gibi bir dizi temel tarım tekniği sergilemiştir. Tapınak hesaplarının bu organizasyonla yönetilmesi gerekliliği yazının gelişmesine yol açmıştır (MÖ 3500 civarı) Erken Sümer Uruk döneminde, ilkel piktogramlar koyun, keçi, sığır ve domuzun evcilleştirildiğini göstermektedir. Başlıca yük hayvanları olarak öküzleri, başlıca taşıma hayvanları olarak eşekleri ya da atları kullanmışlardır ve "yünlü giysilerin yanı sıra kilimler de hayvanların yünlerinden ya da kıllarından yapılırdı... Evin yan tarafında ağaçlar ve diğer bitkilerle ekili kapalı bir bahçe vardı; tarlalarda buğday ve muhtemelen diğer tahıllar ekiliyordu ve sulama amacıyla şaduf kullanılıyordu. Bitkiler saksılarda ya da vazolarda da yetiştiriliyordu. "Sümerler bilinen ilk bira içen toplumlardan biriydi. Tahıllar bol miktarda bulunuyordu ve erken dönem biralarının ana maddesini oluşturuyordu. Buğday, arpa ve karışık tahıl biralarından oluşan çok çeşitli biralar üretmişlerdir. Bira yapımı Sümerler için çok önemliydi. Gılgamış Destanı'nda Enkidu'nun Gılgamış halkının yiyecekleri ve birasıyla tanıştırıldığı zaman bu konuya değinilmiştir: "Ülkenin geleneği olduğu gibi birayı iç... Birayı içti -yedi testi! ve genişledi ve sevinçle şarkı söyledi!" Sümerler, Mısır'da kullanılanlara benzer sulama teknikleri uygulamışlardır. Amerikalı antropolog Robert McCormick Adams, sulamanın gelişmesinin kentleşmeyle ilişkili olduğunu ve nüfusun %89'unun kentlerde yaşadığını söylüyor. Arpa, nohut, mercimek, buğday, hurma, soğan, sarımsak, marul, pırasa ve hardal yetiştiriyorlardı. Sümerler çok sayıda balık avlıyor, kümes hayvanı ve ceylan avlıyorlardı. Sümer tarımı büyük ölçüde sulamaya bağlıydı. Sulama, şaduf, kanallar, bentler, savaklar ve rezervuarlar kullanılarak gerçekleştiriliyordu. Dicle'nin ve daha az olmak üzere Fırat'ın sık sık şiddetli taşkınlara maruz kalması, kanalların sık sık onarılması ve sürekli olarak alüvyonların temizlenmesi gerektiği ve ölçüm işaretlerinin ve sınır taşlarının sürekli olarak değiştirilmesi gerektiği anlamına geliyordu. Hükûmet, zenginlerin kendilerini muaf tutabilmelerine rağmen, bireylerin kanallarda bir angarya içinde çalışmalarını zorunlu kılıyordu. "Sümer Çiftçi Almanağı "ndan bilindiği üzere, sel mevsiminden sonra ve Bahar ekinoksu ile Akitu veya Yeni Yıl Festivali'nden sonra, çiftçiler kanalları kullanarak tarlalarını sular ve ardından suyu tahliye ederlerdi. Daha sonra öküzlere toprağı ezdirip yabani otları öldürtürlermiş. Daha sonra tarlaları kazmalarla sürüklerlerdi. Kuruduktan sonra, tohum ekmeden önce toprağı üç kez sürüyor, tırmıklıyor ve bir çapa ile toz haline getiriyorlardı. Ne yazık ki, yüksek buharlaşma oranı tarlaların tuzluluğunda kademeli bir artışa neden olmuştur. Ur III dönemine gelindiğinde çiftçiler ana ürün olarak buğdaydan tuza daha dayanıklı olan arpaya geçmişlerdi. Sümerler ilkbaharda bir orakçı, bir bağlayıcı ve bir demet taşıyıcıdan oluşan üç kişilik ekipler halinde hasat yaparlardı. Çiftçiler, tahıl başlarını saplarından ayırmak için öküzlerin çektiği harman arabalarını kullanır ve ardından tahılı ayırmak için harman kızaklarını kullanırlardı. Daha sonra tahıl/saman karışımını harmanlarlardı. Astronomi ve burçlar. Sümerler astronomide de gelişmişlerdir. Burçları ilk Sümerler bulmuştur ve günümüze değin gelmiştir. Artıklı ve doğru bir takvim kullanmışlar, bir ayı 30, bir yılı 360 gün olarak hesaplamışlardır. Ayrıca Güneş saatini icat etmişlerdir. Dünyada ilk kez ay yılı hesabına dayanan takvimi Sümerler bulmuşlardır. Türk edebiyatında Sümerler. Cevat Şakir Kabaağaçlı, eserlerinde Sümerlerin Mezopotamya bölgesine Orta Asya'dan göç ettiklerini belirtir. Sümer medeniyeti ile Orta Asyalılar arasındaki benzerlikler ortaya atılarak bu tez ispatlanmaya çalışılmıştır. Orta Asya ve Sümer kültüründe dağların doruklarının kutsal sayılması ve dağların doruklarında yaşayan çeşitli tanrılara inanılması gibi benzerlikler iki bölge arasında köken birliği ya da kültür etkileşimi olduğunun kanıtı olarak öne sürülmüştür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=5961", "len_data": 36227, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.76 }