text
stringlengths
3
198k
metadata
dict
Afrika (, , ), yüzölçümü ve nüfus yoğunluğu açısından Dünya'nın en büyük ikinci kıtasıdır. Kendisine bitişik kabul edilen adalar ile birlikte 30,3 milyon km²'lik alanı ile dünya yüzölçümünün %6'sını ve dünya üzerindeki toprakların %24,4'ünü kapsar. 1 milyar kişilik nüfusuyla dünya nüfusunun %15'ini barındırır. Afrika, kuzeyde Akdeniz, güneyde Hint Okyanusu, batıda Atlas Okyanusu, doğuda Sina Yarımadası, Kızıldeniz ve Süveyş Kanalı ile çevrelenmiştir. Madagaskar'ı ve çeşitli takımadaları bünyesinde barındırır. Kıtada 54 adet diplomatik olarak tanınmış bağımsız devlet, dokuz bölge ve 3 adet de sınırlı tanınmış devlet bulunur. Tüm kıtalar arasında en fazla genç nüfus Afrika'da bulunmaktadır. Afrikalıların %50'si 19 yaşının altındadır. Cezayir yüzölçümü olarak Afrikanın en büyük ülkesiyken, nüfus anlamında en büyük ülke ise Nijerya'dır. Özellikle Doğu Afrika'nın, insanoğlunun başlangıç noktası olduğu kabul edilir. Erken dönem büyük insansı maymunların yanı sıra, geç dönemdekileri yedi milyon yıl öncesinde olan "Sahelanthropus tchadensis", "Australopithecus africanus", "A. afarensis", "Homo erectus", "H. habilis" ve "H. ergaster" gibi türlerin evrimleşmesiyle oluştuğu kanıtlanan "Homo sapiens" yani modern insana dair bundan 200.000 yıl öncesine ait bulgular Etiyopya'da bulunmuştur. Afrika, çok çeşitli iklim bölgeleri bulunan ekvatorun her iki yanında ve dünya üzerinde her iki iklim kuşağında da bulunan tek kıtadır. Afrika etnik, kültür ve dil olarak çok büyük bir çeşitliliğe ev sahipliği yapar. 19. yüzyıl sonlarında Avrupa ülkeleri tarafından sömürge haline getirilmiştir. Afrika'nın modern devletleri 20. yüzyıldaki dekolonizasyon sürecinden sonra ortaya çıkmıştır. Afrika ülkeleri kısmen 1881-1914 yıllarındaki Afrika Talanı sırasında şekillenmiştir. Etimoloji. Afrika adı, Kartaca'ya ilk defa ayak basan Romalılarca "Afri" veya "Africani" denilen oymakların adından esinlenerek verilmiştir. Bu adın yerel Libya kabilelerini betimlemek için kullanıldığı düşünülse de, genellikle Fenikecede kullanılan "afar" yani "toz" kelimesi ile bağlantılıdır. Ancak 1981 yılında yapılan bir hipoteze göre bir Berberi kelimesi olan ve "deve" anlamına gelen "ifri"den gelir. Aynı kelime kuzeybatı Libya'da bulunan, orijinal ismi "Yafran" (veya "Ifrane") olan aynı zamanda Trablusgarb ve Cezayir dolaylarındaki Banu Ifran kabilesine verilen isimdir. Roma hâkimiyetindeyken Kartaca, bugün Libya'nın sahil kesimleri dolaylarındaki Afrika Pronconsularis eyaletinin başkentiydi. Latin son eki "-ica" bir alanı tanımlamakta kullanılır. Antik Romalılara göre, Asya kelimesi Mısır'ın doğusunda kalan Anadolu ve ötesini ifade ederken, Afrika kelimesi Mısır'ın batısını tanımlamak için kullanılmaktaydı. Bu keskin çizgi Yunan coğrafyacı Ptolemy (85-165 MÖ) tarafından belirlenmiştir. Diğer etimolojik hipotezler ise; Tarihçe. Tarih Öncesi. Afrika, birçok paleoantropolog ve arkeolog tarafından Dünya üzerinde insanlarca yerleşilmiş ilk yer olarak kabul edilmiştir. 20. yüzyılın ortalarındayken antropologlar, en erkeni yedi milyon yıl öncesine ait olduğu düşünülen birçok fosil kanıtı keşfetmişlerdi. Bunlar arasında Ardipitecus, Australopithecus ve Homo türlerindeki insan ataları yer almaktadır. Afrika arkeolojisinde dönemler Erken, Orta ve Geç Taş Çağları olmak üzere üçe ayrılır. Tüm insanlığın tarih öncesi gibi, Afrika'nın tarih öncesinde de ulus devletler mevcut değildi. Bunun yanında Khoi ve San gibi avcı ve toplayıcı grupların yerleşik hayata geçtiği görülür. Medeniyetin doğuşu. Sahra'nın büyüklüğü tarihsel olarak son derece değişken olmuştur, alanı küresel iklim koşullarına bağlı olarak hızla dalgalanmış ve zaman zaman yok olmuştur. Buzul Çağı'nın bitmesiyle, yani MÖ 10.500 civarlarında, Sahra yeşil ve bereketli bir vadiydi. Ancak MÖ 5000 civarlarında iklimi kuraklaştı ve Sahra bölgesi oldukça sıcak ve kavurucu bir hal aldı. Bu sebepten Sahra bölgesindeki nüfus, Nil nehri bölgesine doğru artmaya başladı. Bu insanlar bu bölgede sürekli ve yarı sürekli olarak yerleşime geçmeye başladılar. Afrika'da büyükbaş hayvanların evcilleştirilmesi tarımdan daha önce olmuştur. Aşağı yukarı MÖ 6000'de Kuzey Afrika'da büyükbaş hayvanlar çoktan evcilleştirilmişti. Nil - Sahra bölgesinde insanlar birçok hayvanı evcilleştirdiler. Bugünkü Cezayir'den Nubiya'ya kadar olan bölgede eşek ve vida boynuzlu keçiler de evcilleştirilmekteydi. MÖ 4.000'e geldiğimizde, Sahra'nın iklimi çok hızlı bir şekilde kuraklaşmaya başladı. Bu iklim değişikliği bölgedeki göllerin ve nehirlerin büyük oranda küçülmesine ve büyük çapta çölleşmeye yol açtı. Bu durum elverişli arazi miktarının azalmasına ve tarım ile uğraşan kesimin Batı Afrika'ya doğru göç etmesine neden oldu. M.Ö. 4000'li yıllarda Sahra iklimi çok hızlı bir şekilde kuraklaşmaya başladı. Bu iklim değişikliği göllerin ve nehirlerin önemli ölçüde küçülmesine ve artan çölleşmeye neden oldu. Bu da yerleşimlere elverişli arazi miktarını azalttı ve çiftçilik topluluklarının Batı Afrika'nın daha tropikal iklimine göç etmesini teşvik etti. MÖ birinci milenyumda, demir işlemeciliği Kuzey Afrika'da başladı ve ardından Sahra altı Afrika'ya doğru hızla yayıldı. MÖ 500'e gelindiğinde Batı Afrika'da metal işçiliği olağan hâle gelmişti. M.S. ilk yüzyıla kadar diğer bölgeler demir işçiliği hakkında herhangi bir şey bilmemesine rağmen, Batı ve Kuzey Afrika'da demir işlemeciliği o tarihten 500 yıl öncesinde bile kullanılıyordu. MÖ 500'lere ait Mısır, Kuzey Afrika, Nabiya ve Etiyopya'dan gelmiş bakır objeler, Batı Afrika'daki kazılarda bulunmuştur. Bu durum Sahra ötesi ticaret ağının bu tarihlerde kurulmuş olduğunu göstermektedir. Antik Çağ (MÖ 3600 – MS 500). Kuzeydoğu Afrika. MÖ 3500'den itibaren, nomlar (nomarklar tarafından yönetilen) birleşerek Kuzeydoğu Afrika'da Aşağı Mısır ve Yukarı Mısır krallıklarını oluşturdular. MÖ 3100 civarında Yukarı Mısır, Mısır'ı 1. hanedan altında birleştirmek için Aşağı Mısır'ı fethetti ve birleştirme ve asimilasyon süreci MÖ 2.686'da Eski Mısır Krallığı'nı kuran 3. hanedan zamanında tamamlandı. Kerma Krallığı bu dönemde ortaya çıktı ve Nübye'de baskın güç haline gelerek, Nil'in 1. ve 4. kataraktları arasındaki Mısır kadar büyük toprakları yönetti. MÖ 3300'ler civarında, Antik Mısır'da Firavun medeniyetindeki okur yazarlığın artmasıyla birlikte Kuzey Afrika'daki ilk tarihsel kayıtlar ortaya çıkmıştır. Dünyanın en erken ve en uzun süreli yaşayan medeniyetlerinden biri olan Antik Mısır, MÖ 330 yılına kadar çevresindeki diğer bölgeleri de etkiledi. Afrika'nın Avrupalılarca keşfi, Romalılar ve Antik Yunan ile birlikte başlamıştır. MÖ 322'de Büyük İskender Mısır'ı Pers işgalinden kurtardı ve burada, ölümünden sonra Ptolemaios Krallığı'nın başkenti olacak olan İskenderiye'yi oluşturdu. Roma İmparatorluğu'nun Akdeniz şeridi boyunca Kuzey Afrika'yı fethinin ardından bölge, hem ekonomik hem de kültürel olarak Roma sistemine dâhil olmuştur. Roma yerleşkeleri bugünkü modern Tunus'ta ve o hat boyunca ortaya çıkmıştır. Bölgede Hristiyanlığın yayılması da MS 340'lı yıllara kadar sürmüştür. 7. yüzyılın başlarında Hilâfet önce Mısır'a girdi ve ardından da Kuzey Afrika'ya yayıldı. Kısa dönemde, yerel Berberi kabileleri Müslüman Arap kabileleriyle bütünleştiler. Emevilerin başkenti olan Şam 8. yüzyılda düşünce, İslami merkez Akdeniz'de kayarak Kuzey Afrika'daki Kayravan'a geçmiştir. 9. ve 18. yüzyıllar arası. Kolonileşme dönemi öncesi Afrika'da takriben 10.000'den fazla farklı devlet ve politika, pek çok kurum ve kurallara göre nitelendirilmiştir. Bunların içerisinde Buşmalar gibi küçük avcı toplayıcı gruplar, Bantu dillerini konuşan daha büyük ve yapılanmış aile klanları, çok daha büyük olan Afrika Boynuzu'ndaki klanlar ve bunun yanında Akanlar, Yorubalar ve İbolar gibi otonom şehir devletleri veya krallıklardan oluşan birçok farklı oluşum mevcuttur. 9. yüzyılda Batı Afrika'dan gelen Hausa Krallığı gibi bir dizi hanedan devletleri, Sahra altı bölgesindeki savanaları aşarak bugünkü Sudan'ın ortalarına vardılar. Gana, Gao ve Kanem Krallığı bunların en güçlüleriydi. Gana 11. yüzyılda geri dönse de, Mali Krallığı Sudan'ın doğusunu 13. yüzyıla kadar muhafaza etti. Kanem Krallığı ise 11. yüzyılda İslamiyeti kabul ettiler. Batı Afrika'nın ormanlık alanlarında, kuzeydeki Müslüman kabilelerin küçük etkisiyle birlikte yeni bağımsız krallıklar türedi. İboların kurduğu Nri Krallığı bunların ilkiydi. 9. yüzyılda ortaya çıkan Nri krallığı, günümüz Nijerya'sındaki en eski kabilelerden biridir. Bu kabileye ait ortaya çıkarılan bronz buluntular 9. yüzyıla aittir. "Ife" kenti, tarihsel olarak Yorubalar tarafından kurulan ilk şehir devletlerden bir tanesidir. Başında "oba" denilen ve Yoruba dilinde "kral" anlamına gelen bir yönetici bulunur. Ife özellikle içerisindeki bronz işlemeleriyle birlikte Afrika'nın en önemli dini ve kültürel merkezlerinden birisidir. Sahra'daki Berberi sülalesinden gelen Murabıtlar buradan yayılarak kuzeydoğu Afrika ve 11. yüzyılda İber Yarımada'sına kadar ulaşmıştılar. Ardından Banu Hilal ve Banu Malik gibi Arap bedevileri, Arap yarımadasından Mısır'a göç etmişlerdir. 11. ve 13. yüzyıl arasında gerçekleşen bu olay sonucunda Araplar ve Berberiler yerel kültürleri Araplaştırarak ve yerel kültürleri birleşik İslam kültürü ile emerek bölgede büyük değişikliklere yol açmışlardır. Mali Krallığı'nın bozulmasını takip eden süreçte, Sonni Ali (1464-1492) adındaki yerel lider, Sahra ötesi ticaret ağını kontrol ederek Songhay İmparatorluğu'nu oluşturdu. Sonni Ali 1468'de Timbuktu'yu ve ardından 1473'te Djenne'yi kuşattı. Ticaret gelirleri ve Müslüman tüccarları örgütleyerek güçlü bir imparatorluk oluşturdu. Onun halefi Ture Muhammed(1493-1528) İslamiyeti resmî din hâline getirdi. 15. yüzyıla kadar, Hause Krallığı'na ait küçük şehirler bölgedeki ticaret ağında etkili olarak çeşitli taşımacılık ve üretim yaptılar. Köle ticaretinin yükselişi. Kölelik, Afrika'da uzun süre uygulanmıştır. 7. ve 20. yüzyıl arasında Arap köle tüccarları yaklaşık olarak 18 milyon köleyi Afrika'dan Sahra ötesine ve oradan da Atlantik Okyanusu rotasını izleyerek sattı. 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar 7-12 milyon insan bu yolu izleyerek yeni dünyaya satıldı. Batı Afrika'da, 1820'li yıllarda bu ticaretin reddedilmesinin ardından büyük ekonomik sorunlar görüldü. İngiliz Kraliyet Donanması'nın Batı Afrika'daki varlığının artışıyla birlikte, bu bölgedeki devletler yeni ekonomik sisteme dahil olmaya zorlandılar. Bu durum Avrupa ve Amerika'da kölelik karşıtı hareketlerin artışına ve köle ticaretinin büyük oranda düşmesine neden oldu. Batı Afrika'daki İngiliz birlikleri 1808 ve 1860 yılları arasında yaklaşık 1600 köle gemisine el koydu ve kaçırılmış olan 150,000 Afrikalıyı serbest bıraktı. Bu eylemler aynı zamanda İngilizlerin kaçak köle ticaretini önleme çabalarının da bir sonucudur, hatta bu sebepten Lagos Kralı 1851'de İngilizler tarafından devrilmiştir. Böylelikle kölelik karşıtı sözleşmeler 50'den fazla Afrikalı ülkenin de imzasıyla kabul edildi. Batı Afrika'nın büyük güçleri bu değişime uyum sağlayabilmek için farklı yolları denemişlerdir. Bugün Batı Afrika'nın temel ihraç maddeleri olan kakao, hurma yağı, altın ve kereste ticaretinin başlangıcıdır. Kolonileşme. 19. yüzyılın sonrasında, Avrupa'nın emperyal güçleri kıta üzerinde büyük bir yarış içerisinde koloniler kurmak için mücadele ettiler. Bu süreçte Afrika'da sadece iki tane tam bağımsız devlet kalmıştı, Etiyopya ve Liberya. Mısır ve Sudan bu dönemde resmî olarak hiç kolonileşmedi fakat 1882'deki İngiliz işgaliyle 1922'ye kadar işgal altında kaldı. Berlin Konferansı. 1884-85'te toplanan Berlin Konferansı Afrika'nın etnik grupları için oldukça önemli bir dönüm noktasıdır. Belçika Kralı II. Leopold'un çağrısıyla ve Avrupa'nın Afrika üzerinde egemen olan güçlerinin katılımı ile toplanmıştır. Bu toplantı sonucunda Afrika üzerindeki mücadeleye bir son verilerek Afrika'nın politik bölgeleri ve nüfuz alanları kabul edildi. Bağımsızlık mücadeleleri. Bağımsızlık mücadeleleri II. Dünya Savaşı'nın bitimine kadar sürdü ve bu mücadele sonunda hemen hemen tüm koloniler bağımsızlıklarını elde ettiler. Ancak II. Dünya Savaşı'ndan sonra büyük bir ivme kazandı. Özellikle büyük Avrupalı devletlerin geçirdikleri yıkıcı savaş sonrası bölgeye yeterince eğilememesi bu süreci hızlandıran en büyük etkendir. 1951'de Libya, İtalya'dan bağımsızlığını kazandı. 1956'da da Tunus ve Fas, Fransa'dan bağımsızlığı kazandılar. Mart 1957'de bu süreci Gana izleyerek Sahra Altı Afrika'da bağımsızlığını kazanan ilk devlet oldu. Sonraki on yılda ise diğer devletler sırasıyla bağımsızlıklarını kazandılar. Özellikle Portekiz'in Sahra altı Afrika'dan çekilmesi 16. yüzyıldan 1975'e kadar sürmüştür. Rodezya, 1965'te tek taraflı olarak Birleşik Krallık'tan bağımsızlığını kazandı. Ancak Rodezya, 1980'e kadar siyah milliyetçilerin gerilla savaşının beyaz azınlık yönetimini devirmesinin ardından Zimbabve olarak tanınabildi. Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki apartheid rejimi ise 1994'e kadar sürdü. Kolonileşme sonrası. Bugün Afrika'da 54 adet bağımsız devlet var fakat bu devletlerin birçoğu özellikle istikrarsızlık, yolsuzluk, otoriter rejimler ve şiddet ile mücadele ediyor. Bu ülkelerin birçoğu başkanlık sistemi ile idare edilmekte. Ancak birçok ülkenin demokratikleşme süreçleri askerî darbeler, cuntalar ve askerî diktatörlüklerle sekteye uğramaktadır. İstikrarsızlık, birçok etnik grubun marjinalize olmasına ve liderlerinin isteği doğrultusunda çeşitli gruplara eklenmesine yol açıyor. Birçok lider bu tarz şiddetlenen çatışmalardan nemalanmakta. Askerî gruplar birçok ülkede etkin bir şekilde yönetimde yer almakta. Afrika'da 1960 ve 1980 arasında 70'ten fazla darbe ve 13 ülke liderinin suikasta uğradığı görüldü. Avrupalı emperyalistlerce belirlenen sınırlar birçok ülke ve grup için sıkıntılar yaratmaya devam ediyor. Soğuk Savaş sırasında Uluslararası Para Fonu bölgedeki istikrarsızlığı gidermeye yönelik çalışmalar yaptı. Bir ülke ilk defa bağımsızlığını kazandığında, iki süper güçten bir tanesi ile ittifak kurmaya çabalamıştır. Kuzey Afrika'daki birçok ülke Sovyet yardımlarından yararlanırken, Orta ve Güney Afrika Batı Bloku tarafından desteklendi. Özellikle Etiyopa'da büyük bir açlık mevcut. Bazıları bu durumun Sovyet politikaları tarafından kötüleştirildiğini düşünmektedir. En kırıcı savaşlardan bir tanesi Kongo'da İkinci İç Savaş sırasında yaşanmıştır. 2008'de 5.4 milyon insan bu savaşta ölmüştür. 2003'ten beri süren Darfur'daki savaş büyük insanlık suçlarını içermektedir. 1994'te Ruanda'da yaşanan soykırım 800.000 insanın katledilmesiyle sonuçlanmıştır. Özellikle bu süreçte AIDS bölgenin mücadele ettiği en büyük sorunlardan bir tanesidir. Bütün bunlara rağmen 21. yüzyılda yaşanan çatışmalar büyük bir azalma eğilimi göstermektedir. Angola'da yaşanan iç savaş 30 yıl sürdükten sonra 2002'de sona ermiştir. Bu azalma birçok yerde komünist düzendeki ekonomik yapılanmadan açık pazar ekonomilerine geçişi hızlandırmaktadır. Özellikle bölgede yaşanan istikrardaki yükselme Afrika ülkelerine yapılan dış yatırımları artırmaktadır. Özellikle Çin bu yatırımlarda başı çekmektedir. 2011'de bazı Afrika ekonomileri en hızlı büyüyen ekonomilerden bazıları olmuştur. İletişim devriminin bölgede yoğunluk kazanması ile birlikte Afrika dünyayla bağlantı düzeyini gün geçtikçe artırmaktadır. Coğrafya. Afrika, Dünya'nın en büyük kara kütlesinden güneye doğru olan üç büyük çıkıntısından en büyüğüdür. Avrupa'dan Akdeniz ile ayrılan Afrika, kuzeydoğu ucunda 163 km genişliğinde Süveyş Kıstağı ile Asya'ya bağlanmıştır (Süveyş Kanalı ile bölünmüştür). Jeopolitik olarak, Mısır'ın Sina Yarımadası Süveyş Kanalı'nın doğusu da genellikle Afrika'nın bir parçası olarak kabul edilir. Kıta doğuda Kızıldeniz ve Hint Okyanusu ile komşudur. Babülmendep Boğazı Arap Yarımadasına 18 km yaklaşır. Kıtanın güneyi yine Hint Okyanusu, batısı Atlas Okyanusu ile çevrilidir. Kıta kuzeybatıda Avrupa'dan 14 km genişliğindeki Cebelitarık Boğazı ile ayrılır. Afrika kuzey-güney doğrultusunda Tunus'taki Beyaz Burun (37° 22' 20" K Paraleli) ile Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki Agulhas Burnu (34° 50'28" G Paraleli) arasında 8.025 km boyunda, doğu batı doğrultusunda ise; Somali'deki Ras Hafun Burnu (51° 25' 27" D Meridyeni) ile Senegal'deki Yeşil Burun Adaları (17° 31' 17" B Meridyeni) arasında 7.416 km genişliğindedir. Afrika'nın kapladığı alan bakımından en büyük ülkesi Cezayir, en küçük ülkesi ise kıtanın doğusundaki Seyşeller takım adalarıdır. Ana karada ise en küçük yüzey alanı olan ülke Gambiya'dır. Jeolojik olarak Arap Yarımadası,Zagros Dağları ve Anadolu platosunun birbirini tetiklemesi ile Afrika Platosu, Avrasya ile çarpışmaktadır. En yüksek noktası Kilimanjaro Dağı (5.895 m) olmakla birlikte en alçak noktası Assal Gölüdür (-156 m). Sahra Çölü hem tüm Afrika'nın hem de tüm dünyanın en büyük çölüdür. Hâlâ da genişlemeye devam etmektedir. Afrika Levhası. Afrika Levhası, ekvator ve ana meridyen arasındaki büyük bir tektonik levhadır. Afrika kıtasının büyük bir kısmını (en doğu kısmı hariç) ve kıta ile batı ve güneydeki bitişik okyanus kabuğunu içeren büyük tektonik bir plakadır. Batıda Kuzey Amerika Plakası ve Güney Amerika Plakası (Orta Atlantik Sırtı ile ayrılmış); doğuda Arap Plakası ve Somali Plakası; kuzeyde Avrasya Plakası, Ege Denizi Plakası ve Anadolu Plakası; ve güneyde Antarktika Plakası ile sınırlıdır. 60 milyon yıl ile 10 milyon yıl önce arasında Somali levhası, Doğu Afrika rifti boyunca Afrika plakasından ayrılmaya başladı. Afrika kıtası hem Afrika hem de Somali levhasının kabuklarından oluştuğundan, bazı literatürde Afrika Levhasını kıtanın bütününden ayırmak için "Nubya Levhası" olarak da bahsedilir. Jeolojik olarak Afrika, Arap Yarımadası; İran'ın Zagros Dağları ve Afrika levhası'nın Avrasya ile çarpıştığı yer olan Türkiye'nin Anadolu Platosu'nu kapsar. Kuzeyindeki Afrotropikal bölge ve Saharo-Arap çölü bölgeyi biyocoğrafik olarak ve Afro-Asya dil ailesi ise dilsel olarak kuzey bölgesini birleştirir. İklim. , Afrika iklimi bölgeden bölgeye değişir. En yüksek tepelerinde yarı Arktik iklimi görülür. Kıtanın kuzeyinin büyük bölümü çöl ve kuraktır, orta ve güney bölgeleriyse savanları ve yağmur ormanlarını barındırır. Geçiş bölgelerinde bitki örtüsü sahel ve bozkır gibi değişik şekillerdedir. Afrika dünyanın en sıcak kıtasıdır, kurak alanlar ve çöller yüzeyinin %60'ını kaplar. Günümüze kadar ölçülmüş olan en yüksek sıcaklık 58 °C olarak 1922'de Libya'da ölçülmüştür. Hayvan Çeşitliliği. Afrika dünyanın en fazla ve en yoğun vahşi hayvan kombinasyonlu nüfusuna sahiptir. Bütün bu hayvanlar vahşi yaşamlarında ve özgür biçimde yaşar. Kedigiller, otoburlar, sürüngenler ve yağmur ormanlarındaki yüzlerce tür tamamıyla vahşi bir doğanın içerisinde doğal yaşamlarını sürdürür. Ekoloji. Birleşmiş Miletler Çevre Programı'na(UNEP) göre Afrika, ormanların zarar görmesinde en çok etkilenen ikinci kıtadır. Pensilvanya Üniversitesi Afrika Çalışmaları Merkezi'ne göre, Afrika'nın çayır alanlarının %31'i ve ormanlık alanlarının %19'u bozulmuş olarak sınıflandırılmaktadır. Bunun yanı sıra, Afrika her yıl dört milyon hektar ormanını kaybetmektedir. Bu oran dünyanın geri kalanı ile karşılaştırıldığında, ortalama ormansızlaşma oranının iki kat üzerindedir. Bazı kaynaklar ormansızlaştırmanın, Batı Afrika'daki bakir ormanların %90'ını yok ettiğini öne sürmektedir. İnsanoğlunun görülmeye başlandığı zamandan beri, yani 2000 yıllık süreçte, Madagaskar kendi orijinal ormanlarının %90'ını yitirmiştir. Afrika'nın tarım topraklarının %65'i erozyona maruz kalmaktadır. Biyoçeşitlilik. Afrika'da 3.000'den fazla korunan alanının yanında 198 deniz koruma alanı, 50 biyosfer rezerv ve 80 sulak rezerv vardır. Önemli yaşam alanı tahripleri, nüfus artışı ve kaçak avcılık Afrika'nın biyolojik çeşitliliğini düşürmektedir. İnsan zararları, toplumsal kargaşalar ve yerel olmayan türlerin kıtaya getirilmesi Afrika'daki bioçeşitliliği tehdit etmektedir. Bu durum idari ve finansal sorunların yanında yetersiz personel sebebi ile şiddetlenmektedir. Afrika'da Petrol Rezervi. Afrika'nın 2018 yılında kanıtlanmış petrol rezervi dünyadaki diğer tüm ülkelere oranla %7,2'dir. 2018 yılında Afrika'nın kanıtlanmış doğal gaz rezervi dünyaya oranla %7,3 olarak kayıtlara geçmiştir. Altyapı. Su kaynakları. Su geliştirme ve yönetimi Afrika'da sınır ötesi su kaynaklarının (nehirler, göller ve su havzaları) çokluğu nedeniyle karmaşıktır. Sahra Altı Afrika'nın yaklaşık %75'i, birden fazla sınırı geçen 53 uluslararası nehir havzası su toplama alanına girmektedir. Siyaset. Afrikalı devletler özellikle 21. yüzyılda artan istikrarla birlikte birbirleri arasında daha sağlam ve önemli politik bağlar kurmaktadırlar. Bu bağlar çeşitli işbirliği ve uluslararası örgütler vasıtasıyla, ülkelerin hem bölgesel hem de uluslararası bağlantılarını güçlendirmektedir. Bu örgütlerin en önemlisi Afrika Birliği'dir. Afrika Birliği. Afrika Birliği, tüm Afrika'daki 55 ülkeyi (Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti'ni ülke olarak sayarsak 56) bünyesinde barındıran dünyanın önemli uluslararası örgütlerinden biridir. Örgütün merkezi Etiyopya'nın başkenti Addis Ababa'da bulunmaktadır. Burası aynı zamanda Afrika Birliği'nin de başkenti olarak kabul edilir. Birlik, 26 Haziran 2001 yılında genel merkezini açmıştır ancak birliğin resmen kuruluş tarihi 9 Temmuz 2002'dir. Afrika Birliği, kendisinden önce gelen Afrika Birliği Örgütü'nün yerine oluşturulmuş ve bundan daha geniş ve kapsamlı bir yapısı olması amaçlanmıştır. Temmuz 2004'te, Afrika Birliği'nin Pan-Afrika parlamentosu Güney Amerika'da Mitrand'a taşınmıştır. Fakat İnsan ve Halkların Hakları Komisyonu Addis Ababa'da kalmıştır. Bu düzenlemelerin sebebi birliğin merkezi bir yapılanma yerine, daha dağıtılmış ve diğer ülkelerde paylaşılmış bir biçimde olmasını amaçlamasından kaynaklanmaktadır. Afrika Birliği kendi içinde bir anayasal anlaşmaya tabiidir. Bu anayasal metin Afrika Ekonomi Birliği'ni dönüştürerek, federalize bir milletler topluluğu oluşturmayı amaçlamaktadır. Afrika Birliği, kendisine ait yasama, yürütme ve yargı organlarından meydana gelir. Pan-Afrika Parlamento'su başkanı aynı zamanda Afrika Birliği'nin başı ve temsilcisidir. Bu başkan, parlamento tarafından çoğunluğun desteğini alarak seçilir. Yetki ve görevleri Birlik anayasal metninde ve meclis iç tüzüklerinde belirtilmesinin yanı sıra, devralınan Afrika Birliği Örgütü'nün öngördüğü eski sözleşme ve anlaşmalarca da belirlenir. Afrika Birliği Hükûmeti, tüm birliğin bölgesel, devletsel ve yerel otoritelerin yanı sıra kurumun iletişim halinde olduğu yüzlerce örgütle olan ilişkilerini de sürdürmekle görevlidir. Afrika Birliği, kıtanın kendi içinde ve dışında uygulamak ve sürdürmek istediği istikrarı ve ekonomik işbirliğini geliştirmeyi amaçlamaktadır. Özellikle hâlen Afrika'nın çeşitli bölgelerinde görülen yüksek insan hakları ihlallerine karşı da önlemler almaktadır. Özellikle Kongo DC, Sierra Leone, Liberya, Sudan, Zimbabve ve Fildişi Sahili'nde rapor edilen birçok insan hakları ihlali birlik bünyesinde çözülmeye çalışılmaktadır. Ekonomi. Doğal kaynaklar açısından dünyanın en zengin coğrafyalarından biri olmasına rağmen Afrika dünyanın en gelişmemiş ve fakir bölgelerinden biridir. Bunun bir başka nedeni bölgenin çok çeşitli hastalıklarla (AIDS, sıtma) boğuşması, ciddi insan hakları ihlalleri, merkezi planlamada kaynaklanan başarısızlıklar, dış merkezlere girişte yaşanan zorluklar, yozlaşmış hükûmetler ve sık sık yaşanan askeri ve iç çatışmalardır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları raporlarına göre en sonda yer alan 25 ülkenin hepsi Afrika kıtasındadır. Kıtlık, cehalet, yetersiz beslenme ve yetersiz su kaynaklarının yanı sıra sağlık koşullarını bölgede yaşayan insanları çok derinden etkilemektedir. 2008 Ağustos'unda Dünya Bankası'nın yayınladığı rapora göre, küresel kıtlık sınırı olan günlük 1,25 doların %80,5'i Sahra Altı Afrika'da yaşamakta ve bölgenin birçoğu günlük 2,50 doların altında kazanç sağlamaktadır. 2005 yılında yapılan araştırmaya göre Afrika'da yaklaşık 380 milyon insan kıtlık çekmektedir. 1973'ten 2003'e kadar geçen zamanda Sahra altı Afrika'da yaşayan insanların ortalama günlük kazancı 70 cent olarak kalmıştır. Bu konudaki bazı raporlar dış yatırımların başarısız liberalleşme sebebiyle arttığını belirtse de, bazı kaynaklar bunların yerel idarede yaşanan başarısızlıklardan kaynaklandığını göstermektedir. Ancak 1995'ten 2005'e kadar Afrika'nın ekonomik büyümesi ortalama %5'tir. Özellikle Angola, Sudan ve Ekvator Ginesi gibi petrol kaynakları açısından zengin olan ülkeler hâlen daha yüksek büyüme oranları göstermektedir. Kaldı ki kıta, dünya kobalt ve platin rezervlerinin %90'ına, altın rezervlerinin %50'sine, krom rezervlerinin %98'ine, tantelit rezervlerinin %70'ine, manganez rezervlerinin %64'üne ve uranyum rezervlerinin üçte ikisine sahiptir. Kongo DC cep telefonlarının yapımında kullanılan Koltan mineralinin %70'ine ve ayrıca dünyanın elmas rezervlerinin %30'una sahiptir. Gine dünyanın en büyük boksit ihracatçısıdır. Ancak bu kaynaklara rağmen, Afrika'nın tarım ve üretimde olan niteliği ileriye doğru beklenen hızda gitmemektedir. Ayrıca 2008'de yaşanan Küresel Mali Kriz bölgenin gelişmesine ket vurmuştur. Bu kriz sonrasında yaklaşık 100 milyon insan, açlık konusunda etkilenmiştir. Ancak özellikle son yıllarda Çin Halk Cumhuriyet'inin bölgeye yaptığı yatırımlar sebebiyle ekonomik hareketlenme artmıştır. Sadece 2007, yılında Çinli yatırımcılar bölgeye 1 Milyar dolar yatırım yapmışlardır. Elektrik üretimi. Elektriğin ana kaynağı, enerji için mevcut kurulu kapasiteye önemli ölçüde katkıda bulunan hidroelektrik'tir. Kainji Barajı, Nijerya'daki tüm büyük şehirler ve komşu ülke Nijer için elektrik üreten tipik bir hidroelektrik kaynağıdır. Bu nedenle, son on yılda üretilen güç miktarını artıran sürekli yatırımlar yapıldı. Demografi. Afrika nüfusu son 40 yılda önemli derece arttı ve bunun sonucu olarak da nüfusun büyük oranı gençlerden oluşmaktadır. Bazı Afrika devletlerinde nüfusun yarısından fazlası 25 yaşın altındadır. 1950'li yıllarda 221 milyon olarak kıtanın nüfusu 2009 yılında 1 milyara ulaşmıştır. Güney, Merkez ve Güney Doğu Afrika'da büyük oranda Bantu dili konuşulur. Ancak Güney Sudan ve Doğu Afrika'da da birkaç Nil grubu, Swahili Sahili'nde karışık Swahili halkı ve Güney ve Orta Afrika'da sırasıyla birkaç yerli Khoisan ("San'" veya "Buşman") ve Pigme halkı da Bantu dillerini konuşur. Bantu dili ayrıca Gabon ve Ekvator Ginesinde de baskındır. Afrika'nın güneyindeki Kalahari Çölü, Busmanlar olarak da bilinen yerel topluluklar uzun süredir burada yaşamaktadırlar. Busman'lar ırk olarak diğer Afrika kabilelerinden farklıdır. Bantuların günümüze ulaşan belirgin topluluğu ise Pigmelerdir. Batı Afrika'daki ulusların çoğunluğu Nijer-Kongo Dil ailesinden gelen dilleri konuşur. Bunun yanında bu bölgede Afro-Asya dilleri ve Nil-Sahra dilleri konuşanlar da vardır. Nijer Kongo dil ailesinin içinde Yoruba, Igbo, Fulani, Akan ve Wolof dilleri bulunmakta en karmaşık etnik grupları kapsar. Merkez Sahra'da, Mandinka veya Mande toplulukları önemlidir ve Doğu Orta Afrika'da Nil-Sahra dil ailesinde bulunan Zaghawa, Baya, Kanuri ve Sao dilleri baskındır. Kuzey Afrika'daki topluluklar üç farkı ana gruptur: Berberiler kuzeybatı, Mısır ve Libyalılar kuzeydoğu ve Nilo-Sahra dili konuşan topluluklar da doğuda bulunmaktadır. Bu bölgeye 7. yüzyılda gelmeye başlayan Araplar ile birlikte İslam bölgeye girmiş ve demografik yapıyı dönüştürmüştür. Kartaca) ve Hiksos bulunan Semitik Fenikeliler, Indo-İranlar, Indo-Avrupalılar ve Roma ve Vandallar da bu bölgede tarihte önemli halklar olmuşlardır. Bugün Berberiler hâlâ Fas ve Cezayir'de önemli ölçüde varlıklarını sürdürmektedirler. Bununla birlikte daha az sayıda da olsa Libya ve Tunus'ta da Berberice konuşan topluluklar yaşmaktadır. Berberice konuşan Tuaregler ve diğer nomadik topluluklar da Sahra çölünde yaşayan sakinleridir. Bölge büyük oranda Arap ve Müslüman etkisinde olsa dahi Moritanya bölgesinde hâlen Nijer Kongo dili konuşan topluluklar da yaşamaktadır. Sudan'da Arapça ve Arap kültürü hakim olsa da yüzyıllar boyunca Arap yarımadasından gelen değişik göçmenler Nubians, Nuba, Fur ve Zaghava halkları ile karışmış olan ve orijinal olarak Nil-Sahra konuşan gruplar yaşamaktadır. Afrika Boynuzu'nda bulunan halklar da Etiyopya ve Eritreli topluluklar bulunmaktadır. Aynı zamanda bu bölgede Afro-Asyatik dillerinin bir kolu olan Semitik diller ailesinin dillerini konuşan Habeşliler yaşar. Kusitik dillerini konuşan Somalililer ve Oromolular da bu bölgededir. İkinci DÜnya Savaşı sonrasında başlayan dekolonizasyon hareketinden önce Afrika kıtasında birçok Avrupalı bulunmaktaydı. 1960'lar ve 70'lerdeki dekolonizasyon hareketleri birçok beyaz Afrikalı'nın iltica etmesine neden olmuştur. Bu göçlerin büyük bir bölümü Cezayir ve Fas'tan ayrılan insanlardan oluşmaktadır. (Yaklaşık 1.6 milyon kişi Kenya, Kongo, Rodezya, Mozambik ve Angola.) 1977 yılının sonuna kadar 1milyondan fazla Portekizli bulundukları yerlerden göç etmişlerdir. Yine de, birçok Beyaz Afrikalı hâlen daha Güney Afrika, Zimbabve, Namibya ve Réunion gibi birçok Afrika ülkesinde azınlık olarak yaşamaya devam etmektedir. En fazla beyaz Afrikalı nüfusu olan ülke Güney Afrika'dır. Afrikanerler bugün Afrika'da yaşayan en büyük Anglo-Afrikan azınlık grubudur. Kolonileşme dönemi dünyanın birçok bölgesinden(özellikle Hint ve Asyalı) insanların Afrika kıtasına gelmesine neden olmuştur. Özellikle Hint kökenli topluluklar büyük oranda Güney Afrika'da bulunmakta ve ayrıca küçük gruplar halinde Kenya, Tanzanya ve diğer Doğu ülkelerinde yerleşmiş halde bulunmaktadırlar. Uganda'daki büyük Hint kabilesi, Ugandalı diktatör Idi Amin tarafından 1972 yılında yaşadıkları yerlerden kovulmuştur. Ancak bugün birçoğu tekrar yurtlarına dönmüştür. Hint Okyanusundaki adalarda bulunan topluluklar da büyük oranda Asyalı ve Hint gruplardan oluşmaktadır. Madagaskar'da bulunan Malagasi halklarının büyük çoğunluğu Güney Doğu Asya ve Okyanusya dillerini konuşan insanlardan oluşur. Ancak bu topluluklar genellikle Bantu, Arap, Hint ve Avrupalı topluluklarla karışmıştırlar. 20. yüzyılda, Lübnanlı ve Çinli küçük ama ekonomik açıdan önemli topluluklar da sırasıyla Batı ve Doğu Afrika'nın daha büyük kıyı kentlerinde gelişti. Din. Afrika'da din çok yönlüdür ve sanat, kültür ve felsefe üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Bugün, kıtanın çeşitli nüfusları ve bireyleri çoğunlukla Hıristiyanlığın, İslam'ın ve Geleneksel Afrika dinlerine inanırlar. Hristiyan veya İslami topluluklarda, dini inançlar bazen geleneksel dinlerin inançları ile karışır. Dil. Sağlık. Afrika'daki bireylerin %85'inden fazlası, genellikle pahalı olan allopatik tıbbi sağlık bakımı ve pahalı ilaç ürünlerine alternatif olarak geleneksel tıbbı kullanmaktadır. Afrika Birliği Örgütü (OAU) Devlet ve Hükûmet Başkanları, WHO Afrika Bölgesi'nin kıta genelindeki sağlık bakım sistemlerinde geleneksel tıbbın kurumsallaştırılmasına yönelik aldığı kararı desteklemek amacıyla 2000'li yılları Afrika Geleneksel Tıbbı On Yılı olarak ilan etti. Bölgedeki kamu politikası yapıcıları, geleneksel/yerel sağlık sistemlerinin önemi ve bunların modern tıp ve sağlık alt sektörüyle bir arada bulunmasının, sağlık hizmeti dağıtımının eşitliğini ve erişilebilirliğini, nüfusun sağlık durumunu ve Sahra Altı Afrika'daki ulusların sosyo-ekonomik gelişimini iyileştirip iyileştirmeyeceği konusunda zorlukla karşı karşıyadır. Sömürge sonrası Afrika'da AIDS yaygın bir sorundur. Kıta, dünya nüfusunun yaklaşık %15,2'sine ev sahipliği yapsa da, dünya çapında enfekte olanların üçte ikisinden fazlası -yaklaşık 35 milyon kişi- Afrikalılardı ve bunların 15 milyonu çoktan öldü. Sadece Sahra Altı Afrika, HIV ile yaşayan tüm insanların tahmini %69'unu ve 2011'deki tüm AIDS ölümlerinin %70'ini oluşturuyordu. En çok etkilenen Sahra Altı Afrika ülkelerinde, AIDS ölüm oranlarını artırdı ve 20 ila 49 yaş arasındaki yetişkinler arasında yaşam beklentisini yaklaşık yirmi yıl düşürdü. Dahası, Afrika'nın birçok yerinde yaşam beklentisi, büyük ölçüde HIV/AIDS salgınının bir sonucu olarak azaldı ve bazı ülkelerde yaşam beklentisi otuz dört yıla kadar düştü.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6237", "len_data": 31934, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.89 }
Antarktika, Güney yarımküre'nin en güneyinde bulunan ve Güney Kutbu'nu içeren kıta. Afrika ve Okyanusya'nın güneyinde olan ve içinde ülke bulunmayan tek kıta. Dünyanın en kurak yeridir, kıtanın bazı yerlerine 2 milyon sene yağmur yağmamıştır. Güneydeki efsanevi kıtanın bulunması 200 yıllık bir arayıştan sonra; ancak 1840'ta başarıyla sonuçlanmıştır. Yelkenlisiyle kıyılar boyunca yaklaşık 2.000 km yol alan Charles Wilkes, denizlerden oluşan Kuzey Kutbu'nun tersine, Güney Kutbu'nun olduğu yerde gerçekten büyük bir kıta bulunduğunu kanıtlamıştır. 14,4 milyon km²'lik yüzölçümüyle bu kıta neredeyse Afrika'nın yarısı büyüklüğündedir. Bu bölgenin içinde Güney Shetland, Güney Georgia gibi birkaç takımada da yer alır. Adı, "Arktika'nın karşısındaki" (Yunanca: "Antarktikos") anlamına gelir. Antarktika'yı ortalama 2.000 m kalınlığında büyük bir buz katmanı zırh gibi örter. Bir zamanlar "ulaşılamaz" diye adlandırılan kutup noktasında buzun kalınlığı 4.335 m'yi bulur. Bu buz kütlesi 24 milyon km³'lük hacmi ile yeryüzündeki bütün buzların %92'sini oluşturmaktadır. Kıyılarından kopan 350–600 m kalınlığındaki buz parçaları günde 1–3 m hızla ilerler ve birbiri üstüne yığılır. Bu tür yüzen yığınlardan biri olan Ross Buz Sahanlığı 540.000 km²'yi bulan alanıyla neredeyse Fransa büyüklüğündedir. Gelgit olayının buzlardan kopardığı büyük parçalar yüzerek çevreye dağılır. Bu tür buzdağları arasında 20.000 km² büyüklüğe ulaşanlar olur. Güney Kutbu'nda yeryüzünün en soğuk ve en fırtınalı iklimi egemendir. Ortalama sıcaklık yaz aylarında -20 °C'dir ve bu, güneyden fırtınalar estiğinde -70 °C'ye kadar düşebilir. Coğrafi Güney Kutbu noktasında bulunan ABD gözlem istasyonunda yapılmış ölçümlerde sıcaklığın yıllık ortalamasının -50 °C olduğu, en sıcak ayda ancak -29 °C'ye yükseldiği belirlenmiştir. Yani yeryüzünün bu en büyük buzdolabının sıcaklığı Kuzey Kutbu'ndan ortalama 22 derece daha düşüktür. Antarktika'nın uluslararası telefon kodu +672'dir. Kökeni. Yunancada "Arktos" ("ἄρκτος") "ayı" anlamına gelmektedir. Kuzey yarıkürede görülebilen Büyük Ayı takımyıldızına verilen addır. Kuzeydeki yerleri işaret etmek için "Ayının yanındaki" anlamında "Arktikos" ("ἀρκτικός") kullanılmaktadır. Sözcük günümüze Arktik ("Arctic") olarak gelmiştir. Dünyanın bilinen kuzey bölümünü dengelemek için güneyde olması gerektiği düşünülen henüz bilinmeyen topraklar için de "Arktos"un zıddı olarak "Antarktikos" ("ἀνταρκτικός") adı kullanılmıştır. Birleşik ve eril bir ad olan "Antarktikos" Yunancanın romanizasyonu ile Latinceye dişil versiyonu olarak "Antarktiké" biçiminde geçmiştir. "Kuzeyin karşıtı, güneye ait olan" anlamındadır. Günümüzde kullanılan Antarktik ("Antarctic", "Antarctique") adının kökeni budur. MS birinci yüzyıldan itibaren ve coğrafi keşifler dönemi boyunca güneydeki bilinmeyen donmuş toprak kütlesini tanımlamak için kullanılmıştır. Günümüzde ise Güney Kutbu, Antarktika kıtası, buz sahanlıkları, çevre sular, Yakınsama alanı, Güney Okyanusu ve buralardaki adalardan oluşan kutup bölgesini tanımlamaktadır. Okunuşundaki ilk /k/ ya da yazılışındaki ilk ‘'c" etimolojik nedenlerle yazıma eklenmiş, orta çağda okunmadan telaffuz edilirken daha sonraları yazıldığı gibi okunur hâle gelmiştir. Bugünkü coğrafi kullanımından önce, "Antarktik" adı kuzeyin karşıtı anlamında başka yerler için de kullanılmıştır. Örneğin 16. yüzyılda Fransızlar tarafından Brezilya'da kurulan kısa ömürlü bir koloniye "France Antarctique" denilmiştir. "Antarktik" adının geçirdiği serüvenin bir uzantısı olarak "Antarktika" adı ilk kez İskoç coğrafyacı ve haritacı John George Bartholomew tarafından Okyanus biliminin öncülerinden Sir John Murray'ın bir makalesi için 1886 yılında çizdiği haritada kullanıldı. Haritada kıta toprakları "Antarctica" olarak isimlendirilmişti. Bu harita daha sonra çizilen haritalardaki kullanımın temelini oluşturdu, kıta için Antarktika adının kullanımı giderek yaygınlaştı ve 1920'lerde bütünüyle kabul gördü. Keşif tarihi. Antarktika'nın keşif süreci, MÖ 600-300 yıllarında Yunan filozofların dünya ile ilgili olarak ortaya koydukları "simetri" ve "denge" düşüncesi ile Batlamyus'un MS 2. yüzyılın ilk yarısında simetri ve denge için güneyde bir büyük toprak parçasının varlığına ikna olduğuna dair yazdıkları üzerine şekillenen ve yüzyıllarca süren "Terra Australis"'i arama çabaları ile başladı. Keşif öncesi adımlar. 15. Yüzyılda Avrupalı kaşifler Vasco de Gama ve Bartolomeu Dias'ın Afrika kıtası boyunca gidip Ümit Burnunu dolaşarak yeni rotalar bulmaları; 1520'de Portekizli denizci Ferdinand Magellan'ın batıya yönelip Magellan Boğazı adı verilen kanalı keşfederek Pasifik Okyanusu'na ulaşması; Amiral Drake'in 1578'de Güney Amerika ve Antarktika'yı ayıran ama o tarihte böyle olduğu bilinmeyen Drake Boğazı'nı keşfetmesi; 1599'da Dirck Gerritsz'in, 1603'te Gabriel de Castilla'nın, 1615'te Jacob le Maire ve Willem Schouten ile 1619'da Garcia de Nodal kardeşlerin yolculukları; Anthony de la Roché‘un 1675'te Güney Georgia Adaları'nı keşfetmesi; 1699'da Edmond Halley'in, 1720'de Yüzbaşı George Shelvocke'in keşif yolcukları; 1739'da Jean-Baptiste Charles Bouvet de Lozier'in Bouvet Adası‘nı, 1771'de Yves-Joseph de Kerguelen-Trémarec'in Kerguelen Adaları'nı, 1772'de Marc-Joseph Marion du Fresne'nin Crozet Adaları'nı keşfetmeleri; James Cook'un 1769-1771'deki birinci ve 1772-1775'teki ikinci keşif yolculukları Antarktika'nın keşif sürecinin parçaları oldu. 17. yüzyılda Avustralya'nın keşfedilmesi ve devamındaki keşif seferleriyle coğrafyacılar "Terra Australis"'in nihayet bulunduğuna ve Avustralya'dan daha güneyde başka bir önemli kara kütlesi daha bulunmadığına ikna olmuşlardı; kıtaya "Avustralya" adı bu yüzden verilmişti. Özellikle, kâşif Matthew Flinders, "Terra Australis" adının Avustralya adına çevrilmesinin yaygınlaştırılmasında etkili olmuştur. Coğrafya haritaları da Kaptan James Cook'un "Resolution" ve "Adventure" gemileri ile 17 Ocak 1773'te, Aralık 1773 ve Ocak 1774'te değişik enlem ve boylamlarda, üç kez Güney Kutup Dairesi'ni geçmesine kadar bu hipotezi destekler görünüyordu. Cook 1773'ün Ocak ayında buz engeli nedeniyle devam etmeyi tehlikeli bularak geri dönmeden önce 71. güney enlemini geçerek Antarktika kıyılarına 121 km yaklaşmıştı. Cook'un ikinci seferindeki karmaşık ve inişli çıkışlı rota, Avustralya ve Ateş Toprakları arasında hiçbir önemli kara parçası olmadığını kanıtladı. Böylece, güneyde yaşanabilir bir kıta olduğu efsanesini sona erdirmesine rağmen gelecekte Antarktika'nın keşfi için yolu açık tuttu. Ona göre 60. güney enleminin ılıman tarafında topraklar vardı fakat ötesi için ulaşılması zor ve hiçbir ekonomik değeri olmadığına kendini ikna etti. Sonraki elli yıl boyunca Kuzey denizlerinde balinaların azalması üzerine güneye inen balina avcılarının dışında Güney Okyanusu ve civarına sefer düzenlenmedi, Antarktika'nın aranması için herhangi bir girişimde bulunulmadı. Keşif. Antarktika'ya ilk kimin ayak bastığı konusu tartışmalı olmakla birlikte; Ulusal Bilim Vakfı, NASA, Kaliforniya Üniversitesi, San Diego ve diğer araştırmalarAvrupalı ve Amerikalı kaşiflerin Antarktika ile ilk doğrulanan karşılaşmasının 1820 yılında gerçekleştiği konusunda hemfikirdirler. Buna göre; Rus İmparatorluk Donanması'ndan Fabian Gottlieb von Bellingshausen, Kraliyet Donanması'ndan Edward Bransfield ve Amerikalı denizci Nathaniel Palmer komutalarındaki mürettebatla birlikte kıtayı veya buz sahanlıklarını ilk görenlerdir. Bellingshausen liderliğindeki Rus seferinde Bellingshausen ve Mikhail Lazarev kaptanlığındaki "Vostok" ve "Mirny" gemileri bugünkü adıyla Kraliçe Maud Toprakları'ndan 32 km uzaklıktaki bir buruna ulaşarak bugünkü adıyla Prenses Martha Sahili'ndeki Fimbul Buz Sahanlığı'nı gözlemleyerek kayıt altına aldı. Bundan üç gün sonra Barnsfield, on ay sonra da Palmer ana karayı gördüler. Antarktika kıtasına ilk belgelendirilmiş ayak basma, bazı tarihçilerin karşı çıkmalarına karşın Amerikalı denizci John Davis tarafından gerçekleştirildi. Davis 7 Şubat 1821 tarihinde Batı Antarktika'daki Charles Burnu yanındaki Hughes Koyunda karaya çıktı. Kıta topraklarına ilk kaydedilen ve teyit edilen ayak basma ise 1895 yılında Adare Burnu'na oldu. 1838-1842 Birleşik Devletler Keşif Seferi'nin bir parçası olarak Amerika Birleşik Devletleri Donanması tarafından yürütülen ve 1839 yılının Aralık ayında Sydney, Avustralya'dan Güney Okyanusu'na düzenlenen seferde (Wilkes Seferi ya da Ex. Ex. Seferi olarak da anılır) 25 Ocak 1840 tarihinde Ballany Adaları'nın batısındaki Antarktika kıta topraklarına ulaşıldı. Burası sonradan Wilkes Toprakları olarak adlandırıldı. Batı kıyısındaki Balleny Adaları'nın keşfedilmesinden iki gün sonra 22 Ocak 1840'ta Jules Dumont d'Urville'in 1837-1840 seferindek mürettebatın bazı üyeleri Adélie Toprakları kıyısından 48 km uzaklıkta Dumoulin Adaları adı verilen bir grup kayadan oluşan adaların en yükseğine çıktılar. Bazı mineral, yosun ve hayvan örnekleri topladılar. 1841 yılında James Clark Ross HMS Erebus ve HMS Terror gemileriyle günümüzde bilinen adıyla Ross Denizi'ni geçti ve Ross Adası'nı keşfetti. Buzdan bir duvar gibi yükselen Ross Buz Sahanlığı boyunca seyretti ve sefere katılan gemilerinin adı verilen Erebus Dağı ile Terror Dağı'nı keşfetti. Mercator Cooper 26 Ocak 1853'te Doğu Antarktika'ya ayak bastı. 1907'de Ernest Shackleton liderliğindeki Nimrod Seferi'nde Edgeworth David'in liderliğini yaptığı grup ilk kez Erebus Dağı'na tırmandı ve Manyetik Güney Kutbuna ulaştı. Tehlikeli geri dönüş yolculuğunda grubun liderliğini 1931 yılında keşif seferlerini bırakıncaya kadar birkaç sefere daha katılacak olan Douglas Mawson üstlendi. Shackleton ve seferin üç üyesi Aralık 1908 ve Şubat 1909 arasında birçok ilki gerçekleştirdiler: Ross Buz Sahanlığı'na karadan ilk ulaşan oldular; Beardmore Buzulu üzerinden geçerek Transantarktik Dağları'nı aştılar; Antarktika Yaylası'na ayak basan ilk insanlar oldular. 14 Aralık 1911'de Norveçli kutup kaşifi Roald Amundsen, Whales Körfezi'nden başlayan ve Axel Heiberg Buzulu üzerinden devam eden bir rota kullanarak Coğrafi Güney Kutbu'na ilk ulaşan kişi oldu. Scott'ın talihsiz seferi Amundsen'den bir ay sonra gerçekleşti. Roald Amundsen yolculuk sonunda sağ salim dönerken, Robert Falcon Scott geri dönüş yolculuğu sırasında donarak öldü. Sir George Hubert Wilkins liderliğindeki Wilkins-Hearst Seferi'nde Wilkins ve Carl Ben Eielson 16 Kasım 1928'de Weddell Denizi'ndeki Hearst Adası üzerinden uçarak Antarktika'daki ilk uçuşu, 20 Aralık 1928'de Deception Adası ve Graham Toprakları üzerinde uçarak da kıta üzerindeki ilk uçuşu gerçekleştirdiler. 1928 yılında Richard E. Byrd liderliğinde iki gemi ve üç uçakla düzenlenen seferde bazı bilimsel deneylerin yanı sıra kıtanın üzerinde gerçekleştirilen uçuşlarla havadan keşif ve fotoğraflamalar yapıldı. 28 Kasım 1929'da Byrd ekibiyle birlikte güney kutbuna kadar uçtu. Byrd'ün liderliğinde 1928-1947 yılları arasında Antarktika'ya düzenlenen dört seferde birçok ilk gerçekleştirildi, jeolojik ve biyolojik araştırmalar yapıldı. Uluslararası Jeofizik Yılı nedeniyle Antarktika 1956-1958 yıllarında tüm dünyanın ilgi odağı oldu. Birçok ülke Antarktika ile ilgili bilimsel programlarını bu etkinlik döneminde başlattı. Kıta üzerinde çok sayıda araştırma istasyonu kuruldu. Başta jeolojik araştırmalar olmak üzere sonraki yıllara da taşınan çok sayıda araştırma başlatıldı. Kıtanın keşfedilmeyen yerlerine çok sayıda sefer düzenlendi. Coğrafya. Antarktika, Güney Kutbu çevresinde asimetrik olarak yerleşmiş ve büyük bölümü Güney Kutup Dairesi içinde kalan bir ana ada ve çevresindeki adalardan oluşan, Güney Okyanusu ile çevrili en güneydeki kıtadır. Güney Pasifik, Atlantik ve Hint Okyanusu ile çevrili olarak kabul edilebilir. Kıtanın sınırlarını kuzeyde 60. güney enlemi belirler. 14 milyon km²'lik yüz ölçümüyle Asya, Afrika, Kuzey Amerika ve Güney Amerika'dan sonra beşinci büyük kıtadır. Antarktika, yaklaşık olarak Güney Amerika kıyılarına 1000 km, Avustralya'ya 3100 km, Afrika kıyılarına ise 3980 km uzaklıktadır. Bir uçtan bir uca uzaklığı yaklaşık 4500 km'dir. Kara kitlesinin en kuzeyinde Antarktika Yarımadası'nın ucundaki Hope Koyu bulunur. Ancak, Antarktika kıtasının kuzey noktası Güney Shetland Adaları'nın bir bölümünü oluşturan Seal Adaları'ndan birinde yer almaktadır. 60. güney enleminin güneyinde kalmasına rağmen Seal Adaları'ndan daha kuzeyde yer alan Güney Orkney Adaları Antarktika'ya dahil edilmemektedir. Kıtanın en güney ucu Dünya'nın da en güney ucu olan Coğrafi Güney Kutbu'dur. Kıyı şeridi 17.968 km uzunluğundadır ve buz oluşumları ile karakterize edilir. Antarktika Weddell Denizi'nden Ross Denizi'ne uzanan Transantarktik Dağları ile kabaca baş meridyen tarafından bölünen Batı ve Doğu yarıkürelerine denk gelecek şekilde Batı Antarktika ve Doğu Antarktika olarak ikiye ayrılır. Antarktika'nın en yüksek noktası 4892 metreyle Vinson Dağı'dır. Antarktika hem anakarasında, hem de çevresindeki küçük adalarda birçok dağı bulundurur. Ross Adası'ndaki Erebus Dağı, Dünya'nın güneye en yakın aktif yanardağıdır. 1970 yılındaki devasa patlamasıyla tanınan başka bir yanardağ ise Deception Adası'ndadır. Diğer keşfedilmemiş yanardağlar potansiyel olarak aktif olabilir. 2004'te potansiyel olarak aktif bir su altı yanardağı, Antarktika Yarımadası'nda Amerikan ve Kanadalı araştırmacılar tarafından bulunmuştur. Antarktika'nın %98'i buz tabakası ile kaplıdır. Antarktika buz tabakasının ortalama kalınlığı 2133 metredir. Dünyadaki buzların yaklaşık %90'ı ve tatlı suyun %70'ini oluşturan bu buz tabakasının tümünün erimesi halinde tüm dünyada deniz seviyesinin yaklaşık 60 m yükseleceği hesaplanmıştır. İklim. Antarktika Dünya'nın en soğuk kıtasıdır. Dünya üzerinde ölçülen en soğuk doğal sıcaklık −93,2 °C (−128.6 °F) olarak 21 Temmuz 1983 tarihinde Rusya'nın (eski Sovyetler Birliği'nin) Antarktikadaki Vostok İstasyonunda ölçülmüştür. Antarktikanın doğu bölümü yüksekliğinden dolayı batısından daha soğuktur. Antarktika'nın bazı bölgeleri 2 milyon yıldır yağmur yüzü görmemiştir. Bu nedenle Dünya'nın en kurak yeri Antarktikadır. Nüfus. Kıtada bazı devletlerin kalıcı insanlı araştırma istasyonları bulunmaktadır. Kıta etrafındaki adalarda çalışan, bilimsel çalışmalarda bulunan ve diğer işlerde çalışanlarla birlikte kıtanın nüfusu kışın 1.000, yazın ise yaklaşık 5.000 kadardır. Biyolojik çeşitlilik. Sıcaklığın çok düşük olması doğal olarak yaşam koşullarını etkilemektedir. Bitki Örtüsü. Kuzey Kutbu'nda 400'e yakın çiçek açan bitki türü sayılabilirken, burada çiçek açan tek bir bitki türü bile yoktur. Dondurucu soğukluklar, olgunlaşmamış toprak tipi permafrostlar (donmuş toprak), nem ve güneş ışığı eksikliği bitkilerin büyümesini engellemektedir. Bunun sonucu olarak bitki çeşitliliği dağılımı çok düşük ve sınırlıdır. Kıtanın florası büyük ölçüde Biryofitlerden oluşur. Hayvan Çeşitliliği. Kıtanın kıyılarında ve açık denizlerinde çok sayıda hayvan yaşar. Penguenler, martılar, kuşlar, foklar, kalamarlar ve balinalar soğuk, ama besin maddesi açısından zengin Güney Kutbu denizlerindeki planktonları ve balıkları yiyerek yaşamlarını sürdürürler. Bu canlılardan sadece penguenler bu kıtaya mahsustur. Kutup ayıları Antarktika'da yaşamaz. Kıtada 35 penguen türü, 200 balık türü, 12 balina, onlarca farklı kuş türü yaşamaktadır. Antarktika ekosisteminde bulunan Kril adlı planktonun gıda eksikliği çeken ülkelerin sorunlarına çare olacağı düşünülmektedir. Kril günümüzde 100 bin ton gibi az bir miktar avlanmaktadır. Dünyada bir yılda tutulan balık miktarınca (70 milyon ton) avlanılmasının sorun olmayacağı hesaplanmaktadır. Yönetim ve politika. Antarktika'da hükûmet mevcut değildir, buna rağmen çeşitli ülkeler bazı bölgelerinde egemenlik iddia ederler. Ayrıca bu birkaç ülke karşılıklı olarak birbirlerinin hak iddialarını kabul etseler de evrensel nitelikte tanınmış bir egemenlik söz konusu değildir. Kıtanın keşfinden sonra, özellikle 1910'lu yıllardan itibaren yoğun olarak toprak sahiplenme mücadelesi başladı. 1940'lı yılların sonunda yedi ülke (Arjantin, Şili, Avustralya, Fransa, Norveç, Yeni Zelanda, Birleşik Krallık) Antarktika'da toprak hakimiyeti iddiasında bulundu. Bazı ülkelerin aynı alanlar üzerinde hak iddia etmesinin yanında dünyanın geri kalanı bu iddiaları kabul edilmedi. (Kıtanın ancak %15'i üzerinde hak iddiası olmamıştır.) Bir kıtanın yedi devlet tarafından sahiplenilmesi dünyada tepki oluşturdu. New York Times 1947 yılında kıtanın tüm milletler adına Birleşmiş Milletler tarafından yönetilmesini önermiştir. 1948'de aynı görüşleri ABD savunmaya başladı. Kıtanın "dünya toprağı" olması gerektiği 1956'da Yeni Zelanda tarafından ileri sürüldü. 1959'dan beri Antarktika Üzerindeki yeni egemenlik iddiaları askıya alınmış ve Antarktika'nın siyaseten tarafsız olduğu öngörüsü hakim olmuştur. Kıtanın statüsü 1959 Antarktik Antlaşma ve diğer ilgili kabullerle Antarktik Antlaşma Sistemi olarak adlandırılıp düzenlenmiştir. Anlaşma Sistemi'nce 60 derece enleminin güneyindeki tüm kara ve buzul parçaları Antarktika ismiyle tanımlanmıştır. Anlaşma: Sovyetler Birliği'ni (sonradan Rusya), Birleşik Krallık'ı, Arjantin'i, Şili'yi, Avustralya'yı ve ABD'yi de içeren 12 ülke tarafından imzalanmıştır. Böylece Antarktika'ya sağlanan bilimsel korumanın yanında bilimsel inceleme özgürlüğü ve çevreci koruma tahsis edilmiş Antarktika'da askeri faaliyetler yasaklanmıştır. Bu anlaşma Soğuk Savaş sürecindeki ilk silahsızlanma anlaşmasıdır. 1983'te Antarktik Antlaşma'nın tarafları Antarktika'da madenciliği konuşmaya ve tartışmaya başladılar. Uluslararası bir örgütler koalisyonu kurularak bölgeden mineral çıkarılmasını engellemek için toplumsal baskı kampanyası başlattı, Greenpeace tarafından daha da büyütülen bu eylemler, protestocuların kendi bilimsel istasyonlarını kurmalarına yol açtı (Ross Sea bölgesindeki World Park Base) ve insanların Antarktika üzerindeki çevresel etkilerinin belgelenmesi için yıllık keşifler düzenlendi. 1988'de Antarktik Mineral Kaynaklarını Düzenleme Kongresi [Convention on the Regulation of Antarctic Mineral Resources (CRAMRA)] kuruldu. Sonraki yıl, Avustralya ve Fransa kongreyi onaylamadıklarını bunun hayata geçmesinin bütün amaç ve niyetleriyle ölümcül derecede zıt olduğunu duyurdular. Avustralya ve Fransa bu tarz bir uygulama yerine Antarktik çevrenin korunması için kapsamlı bir müzakerenin yapılmasını önerdi. Antarktik Antlaşmaya Çevresel Koruma Protokolü (Madrid Protokolü) diğer ülkelerce takip edilerek önerildi ve 14 Ocak 1998'de protokol yürürlüğe girdi. Madrid Protokolü Antarktika'da madenciliği tamamen yasaklayıp Antarktika'yı "bilime ve barışa adanmış doğal bir rezerv" tayin ediyordu. Antarktik Antlaşma, Antarktika'da askeri üs ve garnizon kurulmasını, askeri manevraları ve silah testlerini de içeren her türlü askeri faaliyeti yasaklıyor. Askerî personel ve ekipmanlar sadece bilimsel ve diğer barışçıl amaçlar için serbest bırakılmıştır. Belgelenmiş tek askeri kara manevrası Arjantin Ordusunun yaptığı Operasyon DOKSAN (Operación 90)'dır. Amerika Birleşik Devletleri Silahlı Kuvvetleri Antarktika'da iki altı aylık sezon boyunca araştırma görevinde bulunan ordu mensuplarına veya sivillere Antarktika Servis Madalyası verir. Madalya "Wintered Over" yazan bir şeritle verilir, madalyanın arka yüzünde deniz canlıları ve penguen motifleri vardır ortasında "COURAGE (CESARET), SACRIFICE (FEDAKARLIK) ve DEVOTION (ÖZVERİ)" yazar. Bugün anlaşmaya taraf 53 ülke var. Anlaşmanın ilk imzacıları olan 12 ülke 'istişari taraf (danışman)' statüsünde. Anlaşmaya sonradan katılanlarla beraber toplamda 29 ülke 'danışman statüsünde'. Bu ülkeler de her yıl kıtaya ilişkin bilgi paylaşımı ve karar alımı için gerçekleştirilen toplantılarda yer alıyor ve oy hakları oluyor. Diğer 25 ülke ise, anlaşma kapsamındaki toplantılara 'istişari olmayan taraf' (gözlemci) olarak katılıyor. Devlet başkanlığı düzeyinde ziyaretler. 10 Şubat 2015'te Norveç Kralı V. Harald dünyanın Antarktika'yı ziyaret eden ilk monarkı oldu, V. Harald özellikle Norveç'e bağlı Kraliçe Maud Toprakları'nı gezdi, bu ziyaret V. Harald'a "Antarktika Kralı" () unvanını kazandırdı. Antarktika toprakları. Arjantin'in, Britanya'nın ve Şili'nin topraklar üzerindeki hak iddiaları birbirlerinin iddialarıyla çakışıyor ve bu durum çeşitli sürtüşmeleri beraberinde getirmiştir. 18 Aralık 2012'de Birleşik Krallık Dışişleri Bakanlığı, II. Elizabeth'in hükümdarlığının 60. yıl dönümü kutlamaları için daha önce adlandırılmamış bir bölgeye Kraliçe Elizabeth Toprakları ismini verdi. 22 Aralık 2012'de BK Arjantin Büyükelçisi, John Freeman Arjantin Hükûmeti tarafından bu isimlendirmeyi protesto etmek için çağrıldı. Zaten Arjantin-BK ilişkileri 2012 yılında Falkland Adaları'nın egemenliği ve Falkland Savaşı'nın 30. yıldönümü nedeniyle zarar görmüştü. Avustralya'nın ve Yeni Zelanda'nın şu anda kendi bölgeleri olarak gösterdikleri yerler bu ülkelere bağımsızlık verilmeden önce BK'nin topraklarıydı. Avustralya Antarktika üzerinde en büyük alanda hak iddiasında bulunan devlet durumundadır. BK'nin, Avustralya'nın, Yeni Zelanda'nın, Fransa'nın ve Norveç'in iddiaları birbirlerince tanınmaktadır. Antarktika'da toprak edinme konusunda hevesli diğer ülkeler, Antarktik Antlaşma'nın tarafları olarak antlaşmaya katılıyorlar çünkü antlaşmaya katılmış olsalar da antlaşmanın yürürlükteki yasaları katılımcıların ve ismi geçmeyen ülkeler dışındaki devletlerin Antarktika toprakları üzerinde hak iddia etmelerine ve bu iddialarının tanınmasına izin vermiyor. Ekonomi. 60 yıl kadar önce bazı bilimadamları kıtanın ekonomik bir değerinin olmadığını iddia etmiştir. Yapılan araştırmalarda kıtada bakır, kobalt, kurşun, altın, manganez, titanyum, nikel, çinko ve uranyum gibi metaller ve hidrokarbon yatakları tespit edilmiştir. Büyük miktarlarda doğal gaz (115 trilyon kübik) ve petrol (45 milyar varil) rezervleri bulunur. Kıtada bugün ekonomik ve bilimsel nedenlerle kullanılamayan donmuş halde dev tatlı su kaynakları bulunmaktadır. Bir yıl kıtadan kopan buz parçalarının 5 milyar kişinin yıllık tatlı su ihtiyacını karşılayacak miktardadır. 688 km3 miktarındaki su, dünyadaki tüm nehirlerden akan tatlı sudan daha fazladır. Yüzen buzdağlarının su sıkıntısı çeken ülkelere taşınması tartışılmıştır. Bilim ve teknoloji. 1959 yılında imzalanıp, 1961 yılında uygulanmaya başlanan Antarktika antlaşmasına göre kıtada sadece bilimsel araştırmalar yapılabilmektedir. Günümüzde kıtada 29 ülkenin 101 araştırma istasyonu bulunmaktadır. İstasyonlardan 46 adeti Antarktika Yarımadası ve çevredeki adalarda bulunur. Brezilya, Polonya, Bulgaristan, Peru, Kore, Çek Cumhuriyeti, Ukrayna ve Türkiye'nin birer adet araştırma istasyonu bulunmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6238", "len_data": 22519, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.69 }
Avrupa, kuzeyde Arktik Okyanusu, batıda Atlantik Okyanusu, güneyde Akdeniz ve doğuda Asya ile çevrili bir kıtadır. Avrupa'nın Asya'dan Ural Dağları, Ural Nehri, Hazar Denizi, Büyük Kafkaslar, Karadeniz ve Türk Boğazlarının su yolları ile ayrıldığı kabul edilir. Avrupa'nın yüzölçümü yaklaşık 10,18 milyon km²dir ve bu da onu en küçük ikinci kıta yapmaktadır. Coğrafi olarak kıtanın %39'unu, nüfusunun ise %15'ini oluşturan Rusya, Avrupa'nın en büyük ve en kalabalık ülkesidir. 2021 yılı itibarıyla Avrupa'nın toplam nüfusu yaklaşık 745 milyondur. Antik. Avrupa kültürü, soyu Antik Yunan ve Antik Roma'ya kadar uzanan Batı uygarlığının başlangıç noktasıdır. MS 476'da Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşü ve ardından gelen Kavimler Göçü, Avrupa'nın antik tarihinin sonu, Orta Çağ'ın ise başlangıcı oldu. Rönesans hümanizmi, coğrafî keşifler, sanat ve bilim, modern çağa öncülük etti. Portekiz ve İspanya tarafından başlatılan Keşif Çağı'ndan bu yana, Avrupa küresel meselelerde baskın bir rol oynadı. 16. ve 20. yüzyıllar arasında, Avrupalı güçler çeşitli zamanlarda Amerika kıtasını, neredeyse tüm Afrika ve Okyanusya'yı ve Asya'nın çoğunluğunu sömürgeleştirdiler. Aydınlanma Çağı, ardından gelen Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşları, kıtayı 17. yüzyılın sonundan 19. yüzyılın ilk yarısına kadar kültürel, politik ve ekonomik olarak şekillendirdi. 18. yüzyılın sonunda Büyük Britanya'da başlayan Sanayi Devrimi, önce Batı Avrupa'da, sonrasında tüm Dünyada radikal ekonomik, kültürel ve sosyal değişime yol açtı. Her iki dünya savaşı da çoğunlukla Avrupa'da gerçekleşti, 20. yüzyılın ortalarında Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri'nin öne çıkması, Batı Avrupa'nın dünya meselelerindeki hakimiyetinin azalmasına neden oldu. Soğuk Savaş sırasında Avrupa, 1989 Devrimleri'ne, Berlin Duvarı'nın yıkılmasına ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasına kadar Batı'da NATO, Doğu'da Varşova Paktı arasında Demir Perde boyunca bölündü. 1949'da, ortak hedeflere ulaşmak, gelecekteki savaşları önlemek ve Avrupa'yı birleştirmek fikriyle Avrupa Konseyi kuruldu. Avrupa bütünleşmesi fikri, bir konfederasyon ve bir federasyon arasında yer alan ve ayrı bir siyasi varlık olan Avrupa Birliği'nin kurulmasına yol açtı. AB, Batı Avrupa'da kuruldu, ancak 1991'de Sovyetler Birliği'nin çöküşünden bu yana doğuya doğru genişlemektedir. Avrupa Birliği ülkelerinin çoğunun para birimi Euro'dur. Etimoloji. Avrupa, Sami dillerde "Erep" (yahut "Irib"), "güneşin battığı taraf" anlamına gelir. Fenikelilerden Yunanlara geçen bu ad, Yunancada Europa olmuş ve Ege Denizi'ne göre batıda bulunan ülkelere bu ad verilmiştir. Ayrıca mitolojide Fenike kralı Agenar ile Telepassa'nın kızının adıdır. Boğa şekline giren Zeus tarafından İda'ya kaçırılmış, Zeus'tan Minos, Sarppedon ve Rhadamnthys isminde üç oğlu olmuştur, adı bu yarımadaya verilmiştir. Tarihçe. Öteden beri büyük krallık ve imparatorluklara beşiklik yapmış bu yarımada, endüstri devriminden sonra da gelişmişliğini korumuş ve diğer tüm kıtalara göre endüstrileşmesini kısa sürede tamamlamıştır. Avrupa'nın önemi; konumu, yüz ölçümü, doğal kaynakları, nüfusu ve fiziki özelliklerinden değil sahip olduğu insan kaynağı ve onun niteliklerinden ileri gelmektedir. İyi eğitilmiş insanlardan oluşan nüfus, bilim ve teknolojide göstermiş olduğu ilerlemeler sayesinde ekonomik yönden de gelişmiş ve yüksek bir hayat standardına ulaşmıştır. Doğal kaynakları görece az olan Avrupa, bu gelişmesini tamamen eğitimli insan kaynağına ve sömürgecilik sisteminin kazanımlarına borçludur. Günümüzde dünyanın en büyük güç odağı olan ABD'nin halkı da büyük oranda Avrupa kökenlidir. Ayrıca bilimsel ve teknolojik gelişmelerin kilometre taşları olan önemli buluşların çoğu da Avrupalılar tarafından gerçekleştirilmiştir. Avrupa ülkelerinin her yönden birleşmesini amaçlayan ve bu yolda önemli aşamalar gerçekleştiren Avrupa Birliği, Avrupa'nın yeryüzündeki gücünü ve önemini daha da artırmaktadır. 1990 yılına kadar (Soğuk Savaş'ın bitimi) Avrupa'da birbirinden farklı siyasal ve ekonomik sistemler ve bunların temsilcilerinden oluşan bloklar mevcuttu. Bunlardan biri, şimdi de mevcut olan çok partili demokratik sistemi ve serbest piyasa ekonomisini uygulayan Batı Bloku, diğeri ise tek partili sosyalist siyasal sistemle ekonomiyi uygulayan Doğu Bloku'ydu. Ancak Doğu Bloku'nun lideri olan SSCB'nin ekonomik ve siyasal sisteminin iflas etmesiyle doğu bloku da çökmüştür. Eski Doğu Bloku ülkeleri, ekonomik ve siyasal sistem olarak Batı Bloku'na yakınlaşma yolunda önemli adımlar atmışlardır. Çok partili demokratik sisteme ve serbest pazar ekonomisine geçiş yapmanın sancıları büyük oranda atlatılmıştır. Avrupa Birliği'ne yapılan başvurular olumlu karşılanmış ve başvuran ülkeler ile AB arasında uyum çalışmaları sürdürülmektedir. Doğu Bloku'nun askeri örgütü olan Varşova Paktı da dağıtılmış ve eski Doğu Bloku ülkeleri, Batı Avrupa'nın askeri örgütü olan NATO'ya girmek için başvuruda bulunmuşlar, bu konuda önemli gelişmeler sağlamışlardır. Böylece Avrupa'da 1990 öncesinin askeri, ekonomik ve siyasi kutuplaşması önemli ölçüde ortadan kalkmıştır. Coğrafya. Avrupa geleneksel olarak Dünya'daki 7 kıtadan biri olarak düşünülmekle birlikte aslında Asya ile coğrafi açıdan bağlantılı bir kıtadır ve bazen Avrasya adı altında anılır. Avrupa'nın geleneksel tanımına göre Ural Dağları Avrupa'nın doğudaki sınırını oluştururlar. Güneydoğu'daki sınırını Ural Nehri oluşturur. Sınır Hazar denizi, Kafkas Dağlarının zirveleri boyunca devam eder, Karadeniz, İstanbul Boğazı, Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı'yla belirlenir. Akdeniz Avrupa'nın güney sınırını, Kuzey Buz denizi kuzey sınırını, Atlas Okyanusu ise kuzey ve batı sınırını belirler. İzlanda Avrupa'dan çok Kuzey Amerika'ya yakın olmakla birlikte Avrupa'nın bir parçası olarak sayılmaktadır. Avrupa yarımadası güneyde Afrika kıtasına oldukça yaklaşır (Cebelitarık Boğazı 14 km). Güneydoğuda ise Asya ile hemen hemen bitişir (İstanbul Boğazı 0,7 km., Çanakkale Boğazı 1,3 km.). Avrupa'nın yüz ölçümü 10.523.000 km² dir. Bu ise yeryüzünün %2'i, karaların %7'si Avrasya'nın 1/5'i demektir. Avrupa, yaklaşık olarak harita üzerinde 35 ile 70 kuzey paralel daireleri ile 10 ile 60 doğu meridyenlerinin çerçevelediği bir üçgene benzer. Yarımadada 0-4 saat dilimleri yer alır. Avrupa'nın uç noktaları ise; kuzeyde Kuzey burnu (71° 10' kuzey enlemi), güneyde Mora'daki Mani Yarımadası'nda bulunan Matapan burnu (36° 23' kuzey enlemi), Batıda Rocca (Portekiz) burnu (9° 29' batı boylamı), doğuda Ural dağları (60° doğu boylama)'dır. Rocca burnu ile Ural Dağları arasındaki uzunluk 5500 km, Kuzey burnu ile Matapan burnu arasındaki genişlik 3800 km'dir. Avrupa ülkeleri kültürleri, coğrafi konumları, yani bulundukları yer, ekonomik, sosyal gelişmişlik gibi kriterler göz önünde bulundurularak; Batı Avrupa ülkeleri, Kuzey Avrupa Ülkeleri (İskandinavya ve Baltık ülkeleri), Akdeniz ülkeleri, Orta Avrupa ülkeleri, Doğu Avrupa ülkeleri ve Balkan Ülkeleri gibi gruplara ayrılmaktadır. Avrupa'nın genel coğrafi özellikleri şöyledir: Ekonomi. Avrupa ekonomisi, 50 farklı devlet içinde 743 milyondan fazla kişiyi kapsar. Benzer diğer kıtalar, Avrupa devletlerinin farklı zenginlikleri, en fakirlerinin diğer kıtalardaki en fakir devletlerin yaşam standartlarından ve GSYİH koşullarından çok üstünde olmasına rağmen. Zenginlikler farkı en kabaca Avrupa boyunca batı-doğu bölümünde görülebilir. Batı Avrupa ülkelerinin hepsi yüksek GSYİH ve yaşam standartlarına sahipken Avrupa ekonomilerinin pek çoğu hala eski Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti ve çöken Sovyetler Birliği'nden hasıl olmaktadır. Buradaki Avrupa sözcüğü Avrupa ekonomisi sınırlarını Asya'da Kıbrıs sınırı olarak içerir. Kıta olarak Avrupa dünyada en büyük ekonomiye sahiptir. Avrupa'nın en geniş ulusal ekonomisi Almanya olup, nominal GSYİH sıralamasında dünyada 3. sırada, satın alma gücü paritesi'ne (SAGP) göre beşinci sıradadır. Avrupa'nın ikincisi Birleşik Krallık olup, nominal GSYİH'de dünyada 5. sırada ve SAGP'de dokuzuncudur. Avrupa Birliği dünyanın en geniş (IMF ve Dünya Bankası'na göre 2005) veya ikinci en geniş ekonomisidir. (CIA World Factbook-2006) Demografi. 2017 yılı Birleşmiş Milletler tahminlerine göre Avrupa'da yaklaşık 742 milyon kişi yaşamakta olup; bu değer dünya nüfusunun dokuzda birinden biraz fazlasına tekabül etmektedir. Bu tahmin 38 milyon kişinin yaşadığı Sibirya'yı saymış, ancak Türkiye'nin Avrupa'da yer alan bölgelerindeki 12 milyon kişiyi dahil etmemiştir. Kıta, Asya'dan sonra en yüksek nüfus yoğunluğuna sahiptir. Avrupa'nın ve dünyanın en yüksek nüfus yoğunluğuna sahip devleti Monako olmaktadır. Çoğu ülkenin düşük doğum oranına sahip olduğu Avrupa'da nüfus artışının %85'inden göçmenler sorumludur. Kıta, yaklaşık 71 milyon göçmen ile dünyadaki bölgeler içerisinde en yüksek göçmen nüfusunu barındırmaktadır. 2017'de AB üyesi ülkelere toplamda 2,4 milyon kişi AB dışı ülkelerden göç etmiştir. Tarihi açıdan 16. yüzyıldan beri Avrupa'dan Yeni Dünya'ya yapılan göçler ile de bu bölgelerde Avrupa kökenli topluluklar oluşmuştur. Kuzey Amerika'nın yanı sıra Güney Amerika'da bulunan Uruguay, Arjantin, Şili ve Brezilya gibi ülkelerin nüfuslarının önemli bir bölümünü Avrupa kökenliler oluşturmaktadır. Bu nüfus, büyük oranda 19. yüzyılda fakir ailelerin bu bölgelere yerleşmesi ile meydana gelmiştir. Kuzey Asya ve Kazakistan'a da Avrupalı (çoğunlukla Rus) yerleşimi yaşanmıştır. Dil. Avrupa'da y. 225 adet yerel dil bulunmakta olup, bu dillerin çok büyük bir kısmı Hint-Avrupa dil ailesine mensup olmaktadır. Bu aile içerisinde ise Güney ve Batı Avrupa ile Romanya ve Moldova'da konuşulan Halk Latincesi kökenli Latin dilleri, Kuzey ve Orta Avrupa ile Britanya Adaları'nda konuşulan Cermen dilleri ve Doğu Avrupa ve Balkanlar'da konuşulan Slav dilleri baskındır. Bunların yanı sıra bu aileye mahsus Baltık dilleri, Kelt dilleri, İranî diller (Osetçe), Yunanca, Arnavutça ve (eğer Güney Kafkasya Avrupa içerisinde sayılacak ise) Ermenice de kıtada konuşulmaktadır. Bu aileden farklı bir dil ailesi olan Ural dilleri, Estonya (Estonca), Finlandiya (Fince), Macaristan (Macarca) ve Rusya'nın bazı kesimlerinde konuşulur. Türkçe, Azerice, Kazakça gibi dillerin yanı sıra Rusya'da bulunan Başkırca, Çuvaşça, Kırım Tatarca ve Nogayca gibi diller Türk dillerine ait Avrupa'da konuşulan dillerdir. Başlıca Gürcistan'da konuşulan Güney Kafkas dilleri (Gürcüce, Megrelce, Svanca) ile Kuzey Kafkasya bölgesinde konuşulan ve birbirlerinden ayrı olarak ele alınan Kuzeydoğu Kafkas dilleri (Çeçence, Avarca, Lezgice) ile Kuzeybatı Kafkas dilleri (Çerkes dilleri) de Avrupa'da konuşulmaktadır. Maltaca, hem Avrupa Birliği'nin hem de Avrupa kıtasının tek Sami dilidir. Baskça ise Kuzey İspanya ve Güneybatı Fransa'da Basklarca konuşulan bir izole dildir. Din. Avrupa'da baskın din Hristiyanlık olup, Avrupa halkının %76,2'si kendilerini Katolik, Doğu Ortodoks veya çeşitli Protestan mezheplerine bağlı bir Hristiyan olarak tanımlamaktadır. İkinci yaygın din İslam olup, Avrupalıların %6'sının dinini oluşturmaktadır. İslam, Balkanlar ve Doğu Avrupa'da gözlemlenmektedir. Yahudilik, Hinduizm ve Budizm (Kalmukya'da baskın din) diğer azınlık dinleridir. Seküler bir kıta olan Avrupa'da dinsizlik, ateizm ve agnostisizm yaygın akımlar olup toplumun %18,2'sinin dini görüşlerini oluştururlar. Dinsizlik özellikle Çekya, Estonya, Doğu Almanya ve Fransa'da yaygındır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6239", "len_data": 11317, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.7 }
Okyanusya, Büyük Okyanus'a dağılmış adaları kapsayan ülkelerden ve Avustralya'dan oluşan coğrafi bölgedir. Asya'nın güney ve güneydoğusunda, Antarktika'nın kuzeyinde ve Büyük Okyanus ile Hint Okyanusu'nun arasında yer alır. Yüzölçümü 8.970.000 km², nüfusu 35.669.267'dir. Coğrafya. Okyanusya'nın sınırları. Büyük Okyanus'taki adaların hepsi Okyanusya'ya bağlı değildir. Asya ve Amerika yakınındaki takımadalar, bu kıtaların parçasıdır. Amerika kıyıları açığındaki adalar, Aleut Adaları ve özellikle Uzak Doğu'daki Japon takımadaları, Endonezya ve Filipinler Okyanusya'ya katılmazlar. Malezya takımadaları zaman zaman Okyanusya'ya bağlı sayılmışsa da, halkları, medeniyetleri ve tüm faaliyetleri bakımından Güneydoğu Asya'ya daha yakındır. Okyanusya'nın bölümleri. Okyanusya dört kısma bölünür: Avustralya, Melanezya, Polinezya ve Mikronezya. Büyük Okyanus ile Hint Okyanusu arasında yer alan Avustralya (7.704.000 km²), en kalabalık bölgeleri Büyük Okyanus'a dönük olduğu için bir Okyanusya toprağıdır. Diğer yandan, tarihi de Avrupalıların Okyanusya'yı keşfetmeleri ve yerleşmeleriyle ilgilidir. Melanezya, Avustralya ve Endonezya'nın doğusundaki adaları içine alır. Bu adalara genellikle Yeni Gine de dâhildir. Polinezya, Yeni Zelanda takımadaları ile Ekvator'un kuzey ve güneyindeki Orta Büyük Okyanus adalarını kapsar. Mikronezya, Malezya'nın kuzeyindeki takımadaları içine alır. Çeşitli takımadaların adaları genellikle kuzeybatıdan güneydoğuya doğru uzanır ve çoğunlukla yay şeklinde dizilmiştir. Ada türleri. Avustralya dışında, Okyanusya adaları başlıca üç türdür. İklimi ve bitki örtüsü. Okyanusya adalarının hemen hepsi tropikal bölgededir. Yeni Zelanda takımadalarında, Tazmanya'da ve Avustralya'nın güneydoğusu ile güneybatısında okyanus veya Akdeniz tipinde ılıman iklim hüküm sürer. Diğer kısımlarda sıcaklık yılın her ayı yüksektir. Fakat, birçok adanın iklimini doğudan batıya doğru esen alizeler ile kara ve deniz meltemleri yumuşatır. Adaların alizelere açık dağlık yamaçları, rüzgâraltı olan koruntulu yamaçlardan ve düz mercan adalarından daha çok yağış alır. Melanezya adalarının bazılarında güç katlanılan bir ekvator iklimi hüküm sürer. Yeni Gine, Salomon Adaları ve Yeni Hebrides adalarının alçak topraklarını sıtma kırıp geçirir. Büyük Okyanus'taki diğer adalarda bu hastalığa rastlanmaz. Yerli halklar. Büyük Okyanus'un tüm takımadalarına yüzyıllar boyunca cüretli deniz seferlerine çıkan batı halkları yerleşti. Örneğin, Melanezyalılar, Polinezyalılar. Okyanusya'nın yerli halkı, 3.100.000 kişi (2.500.000'i Malinezya'da) olarak hesaplanmıştır. Avustralya'daki çok ilkel yerli halkların nüfusu az (50.000 kişi) ve dağınıktır. Diğer tüm adalarda, salgınların ve 19. yüzyıl sonunda geleneksel yaşayışın bozulmasının sonucu olarak gerileyen yerli halkların nüfusu bugün, giderek azalmaktadır. Bu yenilenme özellikle Yeni Zelanda Maori'lerinde (130.000 kişi) ilgi çekicidir. Ayrıca ılıman iklime de sahiptir. Avrupa etkisi. Britanya İmparatorluğu, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri, Okyanusya'nın üç büyük devletidir. Avrupalılar, Okyanusya'nın çeşitli kısımlarını siyasi bakımdan kontrol etmekle yetinmeyerek iklimi elverişli topraklara yerleştiler. Örneğin, Avustralya, Yeni Zelanda, Yeni Kaledonya ve Hawaii. Dönenceler arasındaki diğer adalarda özellikle hindistan cevizi içi, takımadaların çoğunun başlıca gelir kaynağıdır. Bazı maden yatakları çok önemlidir. Örneğin, Yeni Kaledonya'da nikel, fosfatlar vb. Tarih. Okyanusya'ya hiçbir zaman büyük ölçüde yerleşme olmamıştır. Eski tarihlerdeki yerleşme, göç dalgalarının değil, kısa mesafelerde yer değiştiren, sürekli olarak birbiriyle kaynaşan ve ayrılan küçük grupların sonucudur. Bölgenin ilk halkı oldukları sanılan Papuzlar ve Pigmeler, Yeni Gine'ye, Salomon Adaları'na ve Yeni Hebrides Adaları'na yerleştiler. Tarımla geçinen bu halklardan bazı gruplar, balıkçılık ve gemicilikle uğraştı. Sayısız yasak koyan gizli derneklerin hâkim olduğu bu toplumda, önderlerin görevi sınırlıydı. Sonra, Tazmanyalılar, Avustralyalı ilkel halklar tarafından püskürtülmeden önce Avustralya'yı işgal ettiler. Çok geri olan Tazmanyalılar sadece avcılık ve devşirmecilikle geçiniyorlardı. Avustralya yerlilerinin de başka geçim kaynağı yoktu ama teknikleri daha gelişmişti. Daha sonra gelen Melanezyalılar, Yeni Gine'ye Salomon Adaları'na ve Yeni Hebrides Adaları'nın bir kısmına yerleştikten sonra, Yeni Kaledonya, Fiji Adaları ve Mikronezya'ya geçtiler. Medeniyetleri çok yakından ilgili oldukları Papuların medeniyetine benziyordu. Polinezyalılar geldikleri sırada Fiji Adaları'nda ve Yeni Kaledonya'da Melanezyalılar yerleşmişti. Malezya asıllı olduğu sanılan Polinezyalılar, birdenbire çoğaldığı için veya iç savaşlar yüzünden Büyük Okyanus'un her yanına dağıldı. Mikronezya'yı aştıktan sonra, Hawaii, Cemiyet, Samoa ve Tanga Adaları'na, Paskalya Adası'na ve Yeni Zelanda'ya 14. yüzyılda yerleşti. Yeni Hebrides Adaları'nda ve Yeni Kaledonya'da Melanezyalılarla karıştı. Polinezyalıların sağlam bir hiyerarşiye dayanan toplumlarını çok eski çağdan beri veraset yoluyla işbaşına gelen önderler yönetiyordu. Balıkçılık ve tarımla geçinen Polinezyalılar, Paskalya Adası'ndaki heykeller ve taraçalar gibi çok büyük işler başardılar. Din. Okyanusya kıtasında baskın din %73 ile Hristiyanlıktır. 2011 yılında yapılan bir ankette, Melanezya'da %92, Mikronezya'da %93, Polinezya'da %96'lık kesimin kendilerini Hristiyan olarak tanımlamıştır. Geleneksel dinler genellikle animizm ve geleneksel kabileler arasında yaygın olan, doğal güçleri temsil eden ruhlar olan inançtır. 2018 nüfus sayımında, Yeni Zelandalıların %37'si Hristiyan, %48'i dinsiz idi. 2016 nüfus sayımında ise Avustralya nüfusunun %52'si Hristiyan, %30'u dinsiz idi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6240", "len_data": 5698, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.52 }
Kuzey Amerika, kuzey yarım kürede bulunan, kuzeyde Arktik Okyanusu, doğuda Atlas Okyanusu, güneyde Karayip Denizi ve kuzeybatıda Büyük Okyanus ile çevrili olan kıtadır. 24.230.000 km²'lik bir alan oluşturmaktadır. 2001 yılındaki ortalama nüfusu 454.225.000'dir. Asya ve Afrika'dan sonra üçüncü büyük kıtadır ve nüfus olarak da Asya, Afrika ve Avrupa'dan sonra en kalabalık dördüncü kıtadır. Yeni Dünya olarak da adlandırılan kara kütlesinin kuzey kısmında bulunmaktadır. Kuzey Amerika'nın Güney Amerika'ya tek kara bağlantısı dar Panama Kanalı'dır. Kıta dört büyük bölgeye ayrılabilir: Meksika Körfezi'nden Kanada Arktiği'ne kadar, Great Plains; Rocky Dağları, Great Bas, Kaliforniya ve Alaska'yı içeren, jeolojik olarak genç, dağlık batı; kuzeydoğuda yüksek ama nispeten düz Kanada bölgesi; ve Appalachian Dağları'nı ve Florida Yarımadası'nı içinde bulunduran doğu bölgesi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6241", "len_data": 874, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.57 }
Güney Amerika, Amerika'nın güneyinde bulunan bir kıta. Güney Yarımküre'de bulunmasına rağmen topraklarının küçük bir kısmı Kuzey Yarımküre'de yer almaktadır. Büyük Okyanus'un doğusunda, Atlas Okyanusu'nun batısında, Kuzey Amerika'nın güneyinde ve Antarktika'nın kuzeyinde bulunur. Güney Amerika, 17.840.000 km karelik bir yüzölçümüne sahiptir. Dünya yüzeyinin yaklaşık olarak %3,5'ini kaplamaktadır. 2005 yılına göre nüfusu 371.000.000'dan fazladır. Güney Amerika kıtalar arası yüzölçümü sıralamasında dördüncü ve nüfusta beşincidir. Coğrafya. Güney Amerika'nın aynı zamanda en büyük turist kaynaklarından biri olan coğrafi yapısı, kıtanın iklim özelliklerinin etkisiyle oluşan Amazon Ormanları'nı, Şili boyunca uzanan And Dağları'nı, dünyanın en kurak sıcak çölü olma özelliğini taşıyan Atakama Çölü'nü ve Brezilya'nın kuzeyinden akan Amazon Nehri'ni kapsamaktadır. Bugüne kadar mümkün olan en iyi şekilde korunarak gelmiş antik şehirlerden biri olan Machu Picchu da Güney Amerika'da yer almaktadır. Tarihi. Güney Amerika'da MÖ 16.500 yıllarına kadar dayanan bir insan varlığının bulunduğu, arkeolojik kazılarla doğrulanmıştır. Amazon Ormanları'nda ise MÖ 10.000 yıllarında kalıcı bir nüfusun bulunduğu düşünülmektedir. Bu nüfusun avcılık, toplayıcılık ve tarımla uğraştığına dair kanıtlar bulunmuştur. Norte Chico, Canari, Chibca, Chachapoya, Chavin, Moçe, İnka, Aravak ve Karib gibi topluluklar bölgenin keşfedilmesine kadar çeşitli medeniyetler kurmuştur. İspanya ve Portekiz’in yaptığı keşiflerle bölgede yayılmaya başlamasının ardından, bu medeniyetler zamanla yok olmuştur. 1500 yılından itibaren Orta Amerika ve Kolombiya’da İspanya’nın, Brezilya’da ise Portekiz’in kontrolünde sömürge yönetimleri kurulmuştur. İngiltere, Fransa ve Hollanda'nın Guyanalar’a yerleşmeye başlamasıyla, Güney Amerika neredeyse tamamen sömürge haline getirilmiştir. 1808 yılında Simon Bolivar’ın liderliğinde bir araya gelmeye başlayan yurtseverler, Güney Amerika’daki ülkelerin bağımsızlığını sağlamak amacıyla İspanya’ya karşı büyük bir savaş başlatmışlardır. 25 yıl süren mücadelenin ardından, İspanya ve Portekiz’in bölgeden çekilmesiyle sonuçlanan savaş, yerini bağımsızlığını ilan eden ülkeler arasındaki rekabete bırakmıştır. Güney Amerika'nın büyük ölçüde bölünmesine neden olan savaşlar, uzun bir süre boyunca devam etmiştir. I. Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşı’na askeri anlamda katılım gösteren tek Güney Amerika ülkesi olan Brezilya, Birleşik Krallık ve Fransa’nın deniz kuvvetlerine destek göndermiştir. ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki artan rekabetin etkisiyle başlayan Soğuk Savaş, Güney Amerika’yı şiddetli bir şekilde etkilemiştir. Kolombiya ve Peru başta olmak üzere birçok ülkede, Marksizm-Leninizm'i benimseyen ve Doğu Bloku tarafından desteklenen gruplar ortaya çıkmıştır. Arjantin ve Birleşik Krallık arasında gerçekleşen Falkland Savaşı da, Soğuk Savaş sırasında Güney Amerika'da gerçekleşen olaylar arasında yer almaktadır. 1990 yılından sonra Soğuk Savaş’ın etkileri giderek azalmış, kıta çapında bir demokratikleşme süreci başlamıştır. Brezilya ve Arjantin'de ekonomik büyümenin yavaşlaması, sanayi üretiminin azalması, işsizliğin artması gibi durumlara bağlı olarak krizler yaşanmıştır. 21. yüzyıl sosyalizminin gelişmesiyle Venezuela, Bolivya ve Peru'da ise sol görüşlü iktidarlar güç kazanmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6242", "len_data": 3315, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.63 }
Kültür veya ekin, toplumların kendilerine özgü olan ve gelecek nesillere aktardıkları maddi veya manevi her şey. İnsana ilişkin bir kavram olarak kültür, tarih içerisinde yaratılan bir anlam ve önem sistemidir. Bir grup insanın bireysel ve toplu yaşamlarını anlamada, düzenlemede ve yapılandırmada kullandıkları inançlar ve adetler sistemidir. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre ise, kültür (ekin, eski dilde hars) kavramının tanımı şu şekildedir: Sosyolojik olarak, kültür bizi saran, insanlardan öğrendiğimiz toplumsal mirastır. Kültürün oluşmasında iki süreç vardır; birinci süreçte insan pasif ve alıcı konumdadır. Belli bir coğrafi çevrede yaşıyor, beslenme ve barınma ihtiyaçlarını orada gideriyordur. Doğayla kurulan bu öncül ilişki, yani ihtiyaçları doğrultusunda edindiği bilgi, dili, davranışları ve maddi üretim ve tüketim aletleri kültürün yaratılmasında birinci aşama olarak karşımıza çıkar. İkinci aşamada ise insan alıcı konumdan çıkar ve üretmeye başlar; yani yaşadığı çevreye etkin ve aktif bir güç olarak katılır. Bu süreç ilk aletlerin yaratılmasıyla sınırlı olarak başlayıp Neolitik Çağ’la birlikte hız kazanmıştır. Kültür birikimle birlikte ivmesi artan bir toplumsal yapı bileşenidir. Giderek her nesil miras aldığı kültüre maddi ve manevi bir katkı yapar ve onu kendinden sonrakilere miras bırakır. Bireyler için ise yargılama, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenme ve tecrübeler yoluyla geliştirilmiş olan biçimine o kişinin kültürü denir. Bireyin edindiği bilgileri anlatmak için de kültür sözcüğü kullanılır. Etimolojisi. Kültür sözcüğü Latince "cultura"dan gelir. "Cultura", inşa etmek, işlemek, süslemek, bakmak anlamlarına gelen Colere'den türetilmiştir. Örneğin Romalılar 'mera işlenmesine' agri cultura demişlerdir. Türkçenin batı dilleri etkisine girmesinden önce (Cumhuriyet döneminde de) kullanılan "hars" sözcüğü ise Arapçadır ve "tarla sürmek" anlamına gelir. Her iki kelimenin de tarımla ilgili olmasından kaynaklanıyor olsa gerek, 20. yüzyıl'da Türk Dil Kurumu tarafından uygun görülen "ekin" sözcüğü, bu yabancı kökenli kelimelere alternatif olarak önerilmiştir. Kültürler kavramı. Kültürler, kültür kavramına ilişkin olarak bir sıfat halini ifade etmektedir. Tek başına kullanıldığında kültür, aşağı yukarı insan yaşamının tümünü ifade eder. Kültürler kavramı ise, kültürün oluşum yönüne atıfta bulunmaktadır. İş kültürü, uyuşturucu kültürü, siyasi ve kültür terimleri yaşamın ilgi alanlarını, kavramlaştırma, sınırlama, yapılanma ve düzenlenme biçimleri de dahil denetleyen inanç ve adetler için kullanılır. Eşcinsel, gençlik, kitle ve çalışan sınıf kültürü gibi terimler bu grupların toplum içindeki yerlerini ve iç ve dış ilişkilerini yürütme biçimlerini ifade eder. Mesleki branşlaşma ve uzmanlık alanlarına, herhangi bir sektöre yönelik bir atıfla kültür kavramı da yerleşik kullanım halindedir. Kültürel süreçler. Kültürel süreçler, kültür gibi sosyal antropolojinin kavramsal araç ve gereçlerdir. Kültürel süreçler oluşum biçimlerine göre beş tanedir. Kültürlenme. Kültürlenme "(enculturation)" ya da edilgen biçimiyle "kültürlenme", bireylerin içinde yaşadıkları kültürün gerekliliklerini öğrendikleri, davranış normları ve değer yargılarını edindikleri süreçtir. Bu süreçte bireyi biçimlendiren, sınırlandıran ya da yönlendiren etkiler ebeveynler, diğer yetişkinler ve yaşıtlardan oluşur. Kültürleme başarılı olursa dilde, değer yargılarında ve mantıksal ritüellerinde yeterlikle sonuçlanır. Kültürleşmenin toplumsallaşma ile ilişkisi vardır. Kimi akademik alanlarda toplumsallaşma, bireyin kasıtlı biçimlendirilmesi anlamına gelir. Kimi alanlardaysa toplumsallaşma sözcüğü hem kasıtlı hem resmi olmayan kültürlenmeyi kapsar. Kültürleşme. "Ana Madde:" Kültürleşme İki ya da daha fazla kültürün etkileşimleri sonucu benzeşme yönünde değişmeye uğramalarıdır. Kültürel süreçlere örnekler şöyle sıralanabilir: Kültürel yayılma. Bir kültürde ortaya çıkan maddi veya manevi kültür öğesinin dünyadaki başka kültürlere yayılmasıdır. Kültür şoku. Kendi kültür ortamından başka bir kültür ortamına katılan bireylerin yaşadıkları bunalım ve uyumsuzluk durumudur. Kültürel asimilasyon. Kültürel asimilasyon, ikincil grubun, anadilini ve kültürünü dominant kültür grubunun baskısıyla yitirmesi sürecidir. Örnek olarak; Ancak asimilasyonun bu yönünün ulus-devletlerin ilk çıktığı zamana dayanan bir strateji olduğu bilinmelidir. Asimilasyonun tarihin her döneminde var olduğunu söylemek mümkündür. Ulus-devletlerin ilk ortaya çıktığı dönemki strateji ise esasen asimilasyonculuk stratejisi olarak bilinmelidir. Buna göre farklılıkların eninde sonunda hakim kültür içerisinde erimeleri kaçınılmazdır. Ancak özellikle 70'lerden sonra geliştirilen teoriler asimilasyonu daha çift yönlü, yani azınlıklarla birlikte hakim kültürün de asimilasyondan etkilendiği bir süreç olarak göstermiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6244", "len_data": 4822, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.84 }
Öklid geometrisi, İskenderiyeli Yunan matematikçi Öklid’e atfedilen matematiksel bir sistemdir ve onun "Elemanlar" adlı geometri üzerine ders kitabında tarif edilmektedir. Öklid'in yöntemi, sezgisel olarak çekici küçük bir aksiyom seti varsaymaktan ve bu aksiyomlara dayanarak birçok başka önermeyi (teoremleri) çıkarmaktan ibarettir. Öklid'in sonuçlarının çoğu daha önceki matematikçiler tarafından ifade edilmiş olsa da, Öklid, bu önermelerin kapsamlı bir tümdengelimli ve mantıksal sisteme nasıl uyabileceğini gösteren ilk kişi oldu. "Elemanlar", ilk aksiyomatik sistem ve resmi ispatın ilk örnekleri olarak ortaokulda (lise) hala öğretilen düzlem geometrisi ile başlar. Üç boyutlu katı geometrisi (uzay geometrisi) ile devam ediyor. "Elemanlar"’ın çoğu, geometrik dilde açıklanan, şimdi cebir ve sayı teorisi olarak adlandırılan şeyin sonuçlarını belirtir. İki bin yıldan fazla bir dönem için "Öklid" sıfatı gereksizdi çünkü başka hiçbir geometri tasarlanmamıştı. Öklid'in aksiyomları sezgisel olarak o kadar açık görünüyordu (paralellik postülatının olası istisnası dışında), onlardan ispatlanan herhangi bir teorem mutlak, çoğu zaman metafiziksel anlamda doğru kabul edildi. Ancak günümüzde, ilkleri 19. yüzyılın başlarında keşfedilen diğer birçok kendinden tutarlı Öklid dışı geometri bilinmektedir. Albert Einstein'ın genel görelilik teorisinin bir sonucu, fiziksel uzayın kendisinin Öklidsel olmadığı ve Öklid uzayının sadece kısa mesafelerde iyi bir yaklaşım olduğudur (yer çekimi alanının gücüne bağlı olarak). Öklid geometrisi, noktalar ve çizgiler gibi geometrik nesnelerin temel özelliklerini tanımlayan aksiyomlar üzerinden mantıksal olarak ilerlediğinden, bu nesnelerle ilgili önermeler için tüm bu nesneleri belirlemek üzere koordinatlar kullanılmayan sentetik geometrinin bir örneğidir. Bu, geometrik önermeleri cebirsel formüllere çevirmek için koordinatları kullanan analitik geometrinin tersidir. "Elemanlar". "Elemanlar", daha önceki geometri bilgilerinin sistematikleştirilmesidir. Daha önceki yaklaşımlara göre gelişmesi hızla fark edildi, bunun sonucu olarak daha öncekilerin korunmasıyla ilgili çok az ilgi gösterildi ve şimdiyse neredeyse hepsi kaybolmuş durumdadır. "Öklid'in Elemanlar'ı"nda 13 kitap vardır: Aksiyomlar. Öklid geometrisi, tüm teoremlerin ("doğru ifadeler") az sayıda basit aksiyomdan türetildiği aksiyomatik bir sistemdir. Öklid dışı geometrinin ortaya çıkmasına kadar, bu aksiyomların fiziksel dünyada açıkça doğru olduğu düşünülüyordu, böylece tüm teoremler de eşit derecede doğru olacaktı. Bununla birlikte, Öklid'in varsayımlardan sonuçlara kadar akıl yürütmesi, onların fiziksel gerçekliğinden bağımsız olarak geçerliliğini korur. "Elemanlar"'ın ilk kitabının başlangıcına yakın bir yerde, Öklid, (Thomas Heath tarafından çevrildiği şekliyle) çizimler açısından belirtilen, düzlem geometri için beş önerme (aksiyom) verir: Aşağıdakileri varsayalım: Öklid, çizilmiş nesnelerin varlığını yalnızca açık bir şekilde iddia etse de, muhakemesinde dolaylı olarak benzersiz oldukları varsayılır. "Elemanlar" ayrıca aşağıdaki beş "ortak kavramı" içerir: Modern bilim adamları, Öklid'in önermelerinin, Öklid'in sunumu için ihtiyaç duyduğu tam mantıksal temeli sağlamadığı konusunda hemfikirdir. Modern yaklaşımlar daha kapsamlı ve eksiksiz aksiyom setleri kullanır. Paralellik postülatı. Antik dönemdekilere göre, paralellik postülatı diğerlerinden daha az açık görünüyordu. Kesinlikle belirli önermelerden oluşan bir sistem yaratmayı amaçladılar ve onlara göre paralel doğru postülatı daha basit ifadelerle kanıt gerektiriyormuş gibi görünüyordu. Paralellik postülatının doğru olduğu ve diğerlerinin yanlış olduğu tutarlı geometri sistemleri (diğer aksiyomlara sadık kalarak) kurulabildiğinden, böyle bir ispatın imkansız olduğu artık bilinmektedir. "Elemanlar"’ın organizasyonunun da gösterdiği gibi Öklid'in kendisi de onu diğerlerinden niteliksel olarak farklı olarak değerlendirmiş görünüyor: İlk 28 önermesi onsuz ispatlanabilecek olanlardır. Paralellik postülatına mantıksal olarak denk olan birçok alternatif aksiyom formüle edilebilir (diğer aksiyomlar bağlamında). Örneğin, Playfair aksiyomu şöyle der: Geriye kalan aksiyomlardan en az bir paralel doğrunun var olduğu kanıtlanabildiğinden, gereken tek şey "en fazla" koşuludur. İspat yöntemleri. Öklid Geometrisi "yapıcı"dır. 1, 2, 3 ve 5 nolu postülatlar, belirli geometrik şekillerin varlığını ve benzersizliğini ileri sürer ve bu iddialar yapıcı niteliktedir: yani, bize yalnızca belirli şeylerin var olduğu söylenmez, aynı zamanda bir pergel ve işaretsiz bir cetvelden fazlası ile olmasa da bunları oluşturmak için yöntemler de verilir. Bu anlamda Öklid geometrisi, çoğu kez nesnelerin nasıl çizileceğini söylemeden varlığını iddia eden ve hatta teori içinde çizilemeyen nesnelerin varlığını iddia eden küme teorisi gibi birçok modern aksiyomatik sistemden daha somuttur. Açıkça söylemek gerekirse, kağıt üzerindeki doğrular, bu nesnelerin örneklerinden ziyade biçimsel sistem içinde tanımlanan nesnelerin "modelleri"dir. Örneğin, bir Öklid doğrusunun genişliği yoktur, ancak herhangi bir gerçek çizilmiş doğrunun genişliği olacaktır. Neredeyse tüm modern matematikçiler yapıcı olmayan yöntemleri yapıcı yöntemler kadar sağlam kabul etseler de, Öklid'in yapıcı kanıtları çoğu zaman yanlış, yapıcı olmayanların yerini aldı - örneğin, Pisagorcuların irrasyonel sayıları içeren bazı kanıtlarının, genellikle "...'nın en büyük ortak ölçüsünü bulun." gibi. Öklid sıklıkla çelişki yoluyla ispat kullandı. Öklid geometrisi, bir şeklin uzayda başka bir noktaya aktarıldığı üst üste binme (süperpozisyon) yöntemine de izin verir. Örneğin, üçgenlerin kenar-açı-kenar benzerliği olan Önerme I.4, iki üçgenden birini, kenarlarından biri, diğer üçgenin eşit kenarı ile çakışacak şekilde hareket ettirerek ve ardından diğer kenarların da çakıştığını kanıtlayarak kanıtlar. Bazı modern yaklaşımlar, üst üste binmeye alternatif olarak kullanılabilen, üçgenin değişmezliği olan altıncı bir varsayım ekler. Ölçüm sistemi ve aritmetik. Öklid geometrisinin iki temel ölçüm türü vardır: açı ve mesafe. Açı ölçeği mutlaktır ve Öklid, temel birimi olarak dik açıyı kullanır, böylece, örneğin, 45 derecelik bir açı, bir dik açının yarısı olarak anılacaktır. Mesafe ölçeği görecelidir; birim olarak sıfır olmayan belirli bir uzunluğa sahip bir doğru parçasını rastgele seçer ve diğer mesafeler bununla ilişkili olarak ifade edilir. Mesafelerin eklenmesi, bir doğru parçasının uzunluğunu uzatmak için başka bir doğru parçasının sonuna kopyalandığı ve benzer şekilde çıkarma için tersi işlem yapılan bir yapı ile temsil edilir. Alan ve hacim ölçümleri mesafelerden elde edilir. Örneğin, genişliği 3 ve uzunluğu 4 olan bir dikdörtgen, çarpımı yani 12'yi temsil eden bir alana sahiptir. Çarpmanın bu geometrik yorumu üç boyutla sınırlı olduğundan, dört veya daha fazla sayının çarpımını yorumlamanın doğrudan bir yolu yoktu ve Öklid, örneğin IX Kitap, Önerme 20'nin ispatında ima edilmesine rağmen bu tür çarpımlardan kaçındı. Öklid, bir çift doğrunun veya bir çift düzlemin veya katı şeklin, sırasıyla uzunlukları, alanları veya hacimleri eşitse "eşit ()" olarak işaret eder ve açılar için de benzer şekilde. Daha güçlü olan "eşlenik (denk)" terimi, tüm bir şeklin başka bir şekil ile aynı boyut ve şekilde olduğu fikrine atıfta bulunur. Alternatif olarak, biri diğerinin üzerine hareket ettirilebiliyorsa, iki şekil denktir, böylece tam olarak eşleşir. (Döndürmeye izin verilir). Bu nedenle, örneğin, 2x6 dikdörtgen ve 3x4 dikdörtgen eşittir ancak denk değildir ve R harfi onun ayna görüntüsüyle denktir. Farklı boyutları haricinde eşlenik olacak şekiller benzer olarak adlandırılır. Bir çift benzer şekilde karşılık gelen açılar eştir ve karşılık gelen kenarlar birbiriyle orantılıdır. Notasyon ve terminoloji. Noktaların ve şekillerin isimlendirilmesi. Noktalar geleneksel olarak alfabenin büyük harfleri kullanılarak adlandırılır. Doğrular, üçgenler veya daireler gibi diğer şekiller, ilgili şeklin net bir biçimde seçilebilmesi için yeterli sayıda nokta listelenerek adlandırılır, örneğin ABC üçgeni tipik olarak A, B ve C noktalarında köşeleri olan bir üçgen olacaktır. Bütünler ve tümler açılar. Toplamı dik açı olan açılara, tümler denir. Bir ışın aynı tepe noktasını paylaştığında ve dik açıyı oluşturan iki orijinal ışın arasındaki bir yöne işaret edildiğinde tümler açılar oluşur. İki orijinal ışın arasındaki ışınların sayısı sonsuzdur. Toplamı düz bir açı olan açılar, bütünlerdir. Bir ışın aynı tepe noktasını paylaştığında ve düz açıyı (180 derecelik açı) oluşturan iki orijinal ışın arasındaki bir yöne işaret edildiğinde bütünler açılar oluşur. İki orijinal ışın arasındaki ışınların sayısı sonsuzdur. Öklid gösteriminin modern versiyonları. Modern terminolojide, açılar normalde derece veya radyan cinsinden ölçülür. Modern okul ders kitapları genellikle doğrular (sonsuz), ışınlar (yarı-sonsuz) ve doğru parçaları (sonlu uzunlukta) olarak adlandırılan ayrı şekiller tanımlar. Öklid, bir ışını tek yönde sonsuzluğa uzanan bir nesne olarak tanımlamak yerine, zaman zaman "sonsuz doğrulardan" söz etmesine rağmen, normalde "doğru yeterli bir uzunluğa uzatılırsa" gibi konumlandırmaları kullanır. Öklid'deki bir "doğru" ya düz ya da kavisli olabilir ve gerektiğinde daha spesifik olan "düz doğru" terimini kullandı. Bazı önemli veya iyi bilinen sonuçlar. Pons Asinorum. Pons asinorum "(eşek köprüsü), ikizkenar üçgenlerde tabandaki açıların birbirine eşit olduğunu ve eşit düz doğrular daha fazla uzatılırsa, tabanın altındaki açıların birbirine eşit" olduğunu belirtir. Adı, okuyucunun zekasının "Elemanlar'daki" ilk gerçek sınav olarak sık sık rol oynamasına ve ardından gelen daha zor önermelere bir köprü olarak atfedilebilir. Ayrıca, geometrik şeklin dik bir köprüye benzemesi nedeniyle sadece sağlam ayaklı bir eşeğin geçebileceği biçiminde adlandırılmış olabilir. Üçgenlerin denkliği. Üç kenarı da eşitse (KKK), iki kenarı ve aralarındaki açı eşitse (KAK) veya iki açı ve bir kenarı eşitse (AKA) (Kitap I, Önermeler 4, 8 ve 26) üçgenler denktir. Üç eşit açılı (AAA) üçgenler benzerdir, ancak mutlaka denk değildir. Ayrıca, iki eşit kenarlı ve bitişik bir açıya sahip üçgenler mutlaka eşit veya denk değildir. Üçgenin açıları toplamı. Bir üçgenin açılarının toplamı düz bir açıya (180 derece) eşittir. Bu, bir eşkenar üçgenin 60 derecelik üç iç açıya sahip olmasına neden olur. Ayrıca, her üçgenin en az iki dar açıya ve bir geniş açıya veya dik açıya sahip olmasına neden olur. Pisagor teoremi. Ünlü Pisagor teoremi (Kitap I, Önerme 47) herhangi bir dik üçgende, kenarı hipotenüs olan karenin alanının (dik açının karşısındaki kenar), kenarları iki bacak (dik açıyla birleşen iki kenar) olan karelerin alanlarının toplamına eşit olduğunu belirtir. Thales teoremi. Miletli Thales'in adını taşıyan Thales teoremi, A, B ve C, AC doğrusunun dairenin çapı olduğu bir daire üzerindeki noktalarsa, ABC açısının dik açı olduğunu belirtir. Cantor, Thales'in teoremi Öklid Kitap I, Önerme 32 ile Öklid Kitap III, Önerme 31'in tarzından sonra kanıtladığını varsaydı. Alan ve hacmin ölçeklendirilmesi. Modern terminolojide, bir düzlem şeklin alanı, doğrusal boyutlarından herhangi birinin karesiyle orantılıdır, formula_1 ve bir katının hacmi küpüyle, formula_2. Öklid, bu sonuçları bir daire alanı ve paralel yüzlü bir katının hacmi gibi çeşitli özel durumlarda kanıtladı. Öklid, orantılılığın ilgili sabitlerinin hepsini değil, bazılarını belirledi. Örneğin, bir kürenin hacminin, kendisini çevreleyen silindirin hacminin 2/3'ü olduğunu kanıtlayan onun halefi Arşimet'ti. Uygulamalar. Öklid geometrisinin matematikteki temel statüsü nedeniyle, burada uygulamaların temsili bir örneklemesinden fazlasını vermek pratik değildir. Kelimenin etimolojisinde önerildiği gibi, geometriye ilgi duymanın en eski nedenlerinden biri ölçme idi ve resmen kanıtlanmadan çok önce Öklid geometrisinden 3-4-5 üçgeninin dik açı özelliği gibi bazı pratik sonuçlar kullanıldı. Öklid geometrisindeki temel ölçüm türleri, her ikisi de doğrudan bir araştırmacı tarafından ölçülebilen mesafeler ve açılardır. Tarihsel olarak, mesafeler genellikle Gunter zinciri gibi zincirlerle ve dereceli dairelerle ve daha sonra teodolit kullanılarak açılar ile ölçülürdü. Öklid uzay geometrisinin bir uygulaması, n boyutlu kürelerin en verimli şekilde sıkıştırılmasını bulma problemi gibi, sıkıştırma düzenlemelerinin belirlenmesidir. Bu problemin hata tespiti ve düzeltilmesinde uygulamaları vardır. Geometrik optik, ışığın mercekler ve aynalarla odaklanmasını analiz etmek için Öklid geometrisini kullanır. Geometri, mimaride yaygın olarak kullanılmaktadır. Geometri, origami tasarlamak için kullanılabilir. Geometrinin bazı klasik yapım problemlerini, yalnızca pergel ve çizgilik (yani eş ölçeksiz, sadece doğru çizmeye yarayan bir cetvel) kullanılarak gerçeklemek imkansızdır, ancak origami kullanılarak çözülebilir. Oldukça fazla sayıda CAD (bilgisayar destekli tasarım) ve CAM (bilgisayar destekli üretim) Öklid geometrisine dayanmaktadır. Tasarım geometrisi tipik olarak düzlemler, silindirler, koniler, toruslar vb. ile sınırlanmış şekillerden oluşur. Günümüzde CAD/CAM, arabalar, uçaklar, gemiler ve akıllı telefonlar dahil olmak üzere hemen hemen her şeyin tasarımında çok önemlidir. Birkaç on yıl önce, sofistike ressamlar, Pascal teoremi ve Brianchon teoremi gibi şeyler de dahil olmak üzere oldukça gelişmiş bazı Öklid geometrisini öğrendiler. Ama artık buna gerek yok çünkü geometrik yapıların tamamı CAD programları tarafından tasarlanıyor. Uzayın yapısının bir açıklaması olarak. Öklid, aksiyomlarının fiziksel gerçeklikle ilgili apaçık ifadeler olduğuna inanıyordu. Öklid'in ispatları, belki de Öklid'in temel aksiyomlarında açık olmayan varsayımlara bağlıdır, özellikle şekillerin belirli hareketlerinin, şekillerin ötelenmesini, yansımalarını ve dönüşlerini içeren sözde "Öklid hareketleri," kenarların uzunlukları ve iç açılar gibi geometrik özelliklerini değiştirmez. Uzayın fiziksel bir açıklaması olarak ele alındığında, postülat 2 (bir doğruyu uzatan) uzayın deliklere veya sınırlara sahip olmadığını (başka bir deyişle, uzay homojen ve sınırsızdır); postülat 4 (dik açıların eşitliği) uzayın izotropik olduğunu ve şekillerin denklik korunurken herhangi bir yere taşınabileceğini söyler; ve postülat 5 (paralellik postülatı) uzayın düz olduğunu (içsel eğriliği olmadığını) var sayar. Aşağıda daha ayrıntılı olarak tartışıldığı gibi, Albert Einstein'ın görelilik teorisi bu görüşü önemli ölçüde değiştirir. Orijinal olarak Öklid tarafından formüle edilen aksiyomların muğlak karakteri, farklı yorumcuların uzayın yapısına ilişkin diğer sonuçlarından bazıları, örneğin sonsuz olup olmadığı (aşağıya bakınız) ve topolojisinin ne olduğu konusunda anlaşamamalarına olanak sağlar. Sistemin modern, daha sıkı yeniden formülasyonları tipik olarak bu sorunların daha temiz bir şekilde bertaraf edilmesini amaçlamaktadır. Öklid aksiyomlarını bu daha modern yaklaşımın ruhunda yorumlayarak, 1-4. aksiyomlar ya sonsuz ya da sonlu uzay ile tutarlıdır (eliptik geometride olduğu gibi) ve beş aksiyomun tümü çeşitli topolojilerle (örneğin, bir düzlem, bir silindir veya iki boyutlu Öklid geometrisi için bir simit) tutarlıdır. Sonraki çalışmalar. Arşimet ve Apollonius. Hakkında pek çok tarihsel anekdotun kaydedildiği renkli bir şahsiyet olan Arşimet (MÖ 287 - MÖ 212), Öklid ile birlikte en büyük antik matematikçilerden biri olarak hatırlanır. Çalışmalarının temelleri Öklid tarafından atılmış olsa da, Öklid'in aksine çalışmalarının tamamen orijinal olduğuna inanılıyor. İki ve üç boyutlu çeşitli şekillerin hacimleri ve alanları için denklemleri ispatladı ve sonlu sayıların Arşimet özelliğini açıkladı. Pergeli Apollonius (MÖ 262 - MÖ 190 dolayları) esas olarak konik kesitleri araştırmasıyla tanınır. 17. yüzyıl: Descartes. René Descartes (1596-1650), geometriyi cebire dönüştürmeye odaklanan ve geometriyi biçimlendirmek için alternatif bir yöntem olan analitik geometriyi geliştirdi. Bu yaklaşımda, bir düzlemdeki bir nokta Kartezyen ("x", "y") koordinatlarıyla temsil edilir, bir doğru denklemiyle temsil edilir ve bu böyle devam eder. Öklid'in orijinal yaklaşımında, Pisagor teoremi, Öklid'in aksiyomlarını izler. Kartezyen yaklaşımda, aksiyomlar cebrin aksiyomlarıdır ve Pisagor teoremini ifade eden denklem, şimdi teorem olarak kabul edilen Öklid aksiyomlarındaki terimlerden birinin tanımıdır. İki nokta "P" = ("px", "py") ve "Q" = ("qx", "qy") arasındaki mesafeyi tanımlayan aşağıdaki denklem; "Öklid metriği" olarak bilinir ve diğer ölçütler Öklid dışı geometrileri tanımlar. Analitik geometri açısından, klasik geometrinin pergel ve düz kenarlı cetvelle çizim sınırlandırılması, birinci ve ikinci dereceden denklemlerde bir sınırlama anlamına gelir, örneğin, "y = 2x + 1" (bir doğru) veya "x2 + y2 = 7" (bir çember). Aynı zamanda 17. yüzyılda, perspektif teorisinin motive ettiği Girard Desargues, sonsuzda idealize edilmiş noktalar, doğrular ve düzlemler kavramını tanıttı. Sonuç bir tür genelleştirilmiş geometri (projektif geometri) olarak düşünülebilir, ancak aynı zamanda özel durumların sayısının azaltıldığı sıradan Öklid geometrisinde ispat üretmek için de kullanılabilir. 18. yüzyıl. 18. yüzyılın geometricileri, Öklid sisteminin sınırlarını belirlemek için mücadele etti. Birçoğu, ilk dördünden beşinci varsayımı ispatlamak için boşuna uğraştı. 1763'e gelindiğinde, en az 28 farklı kanıt yayınlandı, ancak tümü yanlış bulundu. Bu döneme kadar, geometriciler ayrıca Öklid geometrisinde hangi çizimlerin başarılabileceğini belirlemeye çalıştılar. Örneğin, pergel ve cetvel ile verilen bir Açıyı üçe bölme problemi, teoride doğal olarak ortaya çıkan bir problemdir, çünkü aksiyomlar, bu araçlarla gerçekleştirilebilecek yapıcı işlemlere atıfta bulunur. Ancak, Pierre Wantzel 1837'de böyle bir çizimin imkansız olduğuna dair bir kanıt yayınlayana kadar, yüzyıllar süren çabalar bu probleme bir çözüm bulamadı. İmkansız olduğu kanıtlanan diğer çizimler arasında Küpü iki katına çıkarma (Delos Problemi) ve Daireyi kareleştirme yer alıyor. Küpün hacminin ikiye katlanması durumunda, çizimin imkansızlığı, pergel ve cetvel yönteminin, sıralaması ikinin integral kuvveti olan denklemleri içermesinden kaynaklanır, bir küpün hacmini iki katına çıkarmak, üçüncü dereceden bir denklemin çözümünü gerektirir. Euler, üçüncü ve dördüncü postülatları açı (dik üçgenler anlamsız hale gelir) ve genel olarak doğru parçalarının uzunluklarının eşitliği (çemberler anlamsız hale gelir) kavramlarını ortadan kaldıracak şekilde zayıflatarak paralellik kavramlarını çizgiler arasında bir eşdeğerlik ilişkisi ve paralel doğru parçalarının uzunluklarının eşitliği olarak korurken (böylece doğru parçalarının bir orta noktası vardır) beşinci postülatı değiştirilmemiş olarak tutarak Öklid geometrisinin afin geometri adı verilen bir genellemesini tartıştı. 19. yüzyıl ve Öklid dışı geometri. 19. yüzyılın başlarında, Carnot ve Möbius, sonuçları basitleştirme ve birleştirmenin bir yolu olarak işaretli açıların ve çizgi parçalarının kullanımını sistematik olarak geliştirdi. Yüzyılın geometrideki en önemli gelişimi, 1830'larda János Bolyai ve Nikolai Ivanovich Lobachevsky, paralellik postülatın geçerli olmadığı Öklid dışı geometri üzerine ayrı ayrı yayınladıkları zaman meydana geldi. Öklid dışı geometri, Öklid geometrisiyle kanıtlanabilir şekilde nispeten tutarlı olduğundan, paralellik postülatı diğer postülalardan kanıtlanamaz. 19. yüzyılda, Öklid'in on aksiyomunun ve genel mefhumlarının "Elemanlar"’da belirtilen tüm teoremleri ispatlamak için yeterli olmadığı da anlaşıldı. Örneğin, Öklid örtük olarak herhangi bir doğrunun en az iki nokta içerdiğini varsaydı, ancak bu varsayım diğer aksiyomlardan kanıtlanamaz ve bu nedenle de bir aksiyom olması gerekir. Yukarıdaki şekilde gösterilen "Elemanlar"'daki ilk geometrik kanıt, herhangi bir doğru parçasının bir üçgenin parçası olduğudur; Öklid, her iki uç noktanın etrafına daireler çizerek ve bunların kesişimini üçüncü köşe olarak alarak bunu her zamanki gibi çizer. Bununla birlikte, aksiyomları, çemberlerin gerçekte kesiştiğini garanti etmez, çünkü Kartezyen terimlerle gerçek sayıların tamlık özelliğine eşdeğer olan sürekliliğin geometrik özelliğini iddia etmezler. 1882'de Moritz Pasch ile başlayarak, en iyi bilinenleri Hilbert, Birkhoff, ve Tarski'ninki olmak üzere, geometri için birçok gelişmiş aksiyomatik sistem önerilmiştir. 20. yüzyıl ve görelilik. Einstein'ın özel görelilik teorisi, dört boyutlu bir uzay-zamanı, Öklidyen olmayan Minkowski uzayını içerir. Bu, paralellik postülatının kanıtlanamayacağını göstermek için görelilik kuramından birkaç yıl önce ortaya atılan Öklid dışı geometrilerin fiziksel dünyayı tanımlamak için de yararlı olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, Minkowski uzayının üç boyutlu "uzay kısmı" Öklid geometrisinin uzayı olarak kalır. Uzay-zamanın uzay bölümünün geometrisinin Öklid geometrisi olmadığı genel görelilik durumu böyle değildir. Örneğin, üç ışık ışınından bir üçgen oluşturulmuşsa, o zaman genel olarak iç açıların toplamı yer çekimi nedeniyle 180 dereceyi bulmaz. Dünya'nın veya Güneş'inki gibi nispeten zayıf bir yer çekimi alanı, yaklaşık olarak, ancak tam olarak değil, Öklid olan bir ölçü ile temsil edilir. 20. yüzyıla kadar Öklid geometrisinden sapmalarını tespit edebilecek bir teknoloji yoktu, ancak Einstein bu tür sapmaların var olacağını öngördü. Daha sonra 1919'da bir güneş tutulması sırasında Güneş'in yıldız ışığının hafif bükülmesi gibi gözlemlerle doğrulandılar ve bu tür düşünceler artık GPS sistemini çalıştıran yazılımın ayrılmaz bir parçası. Sonsuzluk yaklaşımı. Sonsuz nesneler. Öklid bazen "sonlu doğrular" (örneğin, Postülat 2) ve " sonsuz doğrular" (Kitap I, Önerme 12) arasında açıkça ayrım yapar. Ancak, gerekli olmadıkça tipik olarak bu tür ayrımlar yapmazdı. Postülatlar açık bir şekilde sonsuz doğrulara atıfta bulunmazlar, ancak örneğin bazı yorumcular, herhangi bir yarıçapa sahip bir dairenin varlığını postulat 3'ü, uzayın sonsuz olduğunu ima ettiği şeklinde yorumlarlar. Sonsuz küçük nicelikler kavramı daha önce Elea Okulu (Eleatic School) tarafından kapsamlı bir şekilde tartışılmıştı, ancak hiç kimse onları kesin bir mantıksal temele oturtamamıştı, Zeno'nun paradoksu gibi evrensel tatmin için çözülmemiş paradokslar ortaya çıktı. Öklid, sonsuz küçükler yerine tükenme yöntemini kullandı. Proclus (MÖ 410-485) gibi daha sonraki antik yorumcular, sonsuzluk hakkındaki birçok soruyu ispat gerektiren konular olarak ele aldılar ve örneğin Proclus, vakaları ele aldığı çelişki yoluyla kanıta dayanarak onu oluşturan çift ve tek sayıların durumlarını değerlendirerek bir doğrunun sonsuz bölünebilirliğini kanıtladığını iddia etti. 20. yüzyılın başında, Otto Stolz, Paul du Bois-Reymond, Giuseppe Veronese ve diğerleri, Newton-Leibniz algısında iki nokta arasındaki mesafenin sonsuz veya sonsuz küçük olabileceği Öklid geometrisinin Arşimet özelliği olmayan modelleri üzerinde tartışmalı çalışmalar ürettiler. Elli yıl sonra, Abraham Robinson, Veronese'nin çalışmaları için sağlam bir mantıksal temel sağladı. Sonsuz süreçler. Kadimlerin paralellik postülatını diğerlerinden daha az kesin olarak ele almalarının bir nedeni, çok uzak bir noktada bile asla kesişmediklerini kontrol etmek için fiziksel olarak doğrulamanın, iki doğruyu incelememizi gerektirmesidir ve bu inceleme potansiyel olarak sonsuz bir zaman alabilir. Tümevarım yoluyla ispatın modern formülasyonu 17. yüzyıla kadar geliştirilmemiştir, ancak daha sonraki bazı yorumcular, bunun Öklid'in bazı ispatlarında örtük olarak bulunduğunu, örneğin asalların sonsuzluğunun kanıtında olduğunu düşünürler. Zeno'nun paradoksu gibi sonsuz dizileri içeren varsayımsal paradokslar Öklid'den önceydi. Öklid bu tür tartışmalardan kaçındı, örneğin Kitap IX, Önerme 35'teki geometrik serinin kısmi toplamlarının ifadesini terimlerin sayısının sonsuz olmasına izin verme olasılığı üzerine yorum yapmadan verdi. Mantıksal temel. Klasik mantık. Öklid sık sık çelişki ile ispat yöntemini kullandı ve bu nedenle Öklid geometrisinin geleneksel sunumu, her önermenin doğru ya da yanlış olduğu klasik mantığı varsayar, yani herhangi bir P önermesi için, "P ya da P değil" önermesi otomatik olarak doğrudur. Modern kesinlik standartları. Matematikçiler yüzyıllardır Öklid geometrisini sağlam bir aksiyomatik temele oturtmak ile meşguldü. İlkel kavramların veya tanımlanmamış kavramların rolü, Peano delegasyonundan Alessandro Padoa tarafından 1900 Paris konferansında açıkça ortaya konmuştu: Yani matematik, hiyerarşik bir çerçeve içindeki bağlamdan bağımsız bilgidir. Bertrand Russell'ın söylediği gibi: Bu tür temel yaklaşımlar, temelcilik ve biçimcilik arasında değişir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6252", "len_data": 24629, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.3 }
II. Abdülhamid (; 21 Eylül 1842 - 10 Şubat 1918), Osmanlı İmparatorluğu'nun 34. padişahı, 113. İslam halifesi ve çöküş sürecindeki devlette mutlak hâkimiyet sağlayan son padişahtır. Tahtta kaldığı "Hamidiye Dönemi" diye bilinen yıllarda imparatorluk, dağılma dönemini yaşadı; başta kısa süreli ilan ettiği I. Meşrutiyet ve Kânûn-ı Esâsî ile gelen bir özgürlük dönemine, Balkanlar olmak üzere çeşitli bölgelerde çıkan isyanlara ve Rus İmparatorluğu'na karşı kaybedilen 93 Harbi'ne, kapatılan parlamentoya, pek çok siyasi olaya, "İstibdat Dönemi" de denen ve basın da dâhil çeşitli alanlardaki baskı ve sansür dönemine, sonrasında yine kendinin ilan etmek zorunda kaldığı II. Meşrutiyet'e, 31 Mart Ayaklanması'na ve kendinin dağılmayı engelleme başarısına ulaşamayan eğitim, ulaşım ve askeri alandaki reform girişimlerine tanıklık etti. Devrinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun 1.592.806 km² toprak ile en çok toprak kaybeden padişahlarından biri oldu. 31 Ağustos 1876'da tahta çıktı ve 31 Mart Vakası'ndan kısa bir süre sonra, 27 Nisan 1909'da, tahttan indirilene kadar ülkeyi yönetti. Meşrutiyet yanlısı Yeni Osmanlılar ile yaptığı anlaşma ve diğer yandan Tersane Konferansı'nda toplanacak büyük güçlerden gelecek baskıları engelleme amaçlı Tersane Konferansı'nın başlamasıyla aynı gün 23 Aralık 1876'da ilk Osmanlı anayasasını ilan etti ve böylece ülkenin demokratikleşme sürecini destekleyeceğini belirtmiş oldu. 93 Harbi'nde yenilen Osmanlı'nın sultanı II. Abdülhamid, meclisin yanlış kararlar aldığını iddia ederek 14 Şubat 1878'de bu harbin sonuna doğru meclisi feshetti. Osmanlı İmparatorluğu'nun modernleşmesine yönelik çabalar II. Abdülhamid tarafından devam ettirildi. Bürokraside yapılan reformların yanı sıra Bağdat Demiryolu ve Hicaz Demiryolu'nun inşası gibi projeler bu dönemde yapıldı. Bu demiryolları ve telgraf sistemleri Alman firmalar tarafından geliştirildi. Bu dönemin reformlarında eğitime geniş yer ayrıldı: hukuk, sanat, ticaret, inşaat mühendisliği, veteriner, gümrük, tarım ve dil okulları dahil olmak üzere birçok mesleki okul kuruldu. İmparatorluk genelinde ilk, orta ve askerî okullardan oluşan eğitim ağını genişletti. Osmanlı İmparatorluğu'nun bu dönemlerdeki batık ekonomisi Abdülhamid'in saltanatının ilk yıllarında Düyûn-ı Umûmiye'nin ve Reji İdaresi'nin kurulmasına yol açtı. Öte yandan iktidarında Düvel-i Muazzama denen büyük güçlerin Karadağ, Sırbistan'dan Tersane Konferansı'na, Girit Meselesi'ne, İlinden İsyanı'na, kadar siyasi pek çok olayda müdâhilliği söz konusu oldu. Devlet yine sürekli iç karışıklık isyanlarla, iç çalkantılarla, ekonomik sorunlarla uğraşmak zorunda kaldı. Dış politikada denge politikası izledi ama bunun yanında 1880 sonrası İngiltere ve Fransa'daki Osmanlı karşıtı politika değişiklikleri nedeniyle onlarla yakın ilişkiler yerine Almanya ile yakınlık politikası izlemeye çalıştı. Abdülhamid, müstebit liderliği ve mezalimleri görmezden gelmesi nedeniyle uzun süre gerici bir "Kızıl Sultan" olarak karalanmıştır. Başlangıçta, kişisel iktidarının Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasını hızlandırdığı ve dinamik "Belle Époque" döneminde modernleşmeyi engellediği konusunda fikir birliği vardı. Son değerlendirmeler, eğitim ve kamu hizmetleri projelerinin teşvikini vurgularken, saltanatının Tanzimat reformlarının doruk noktası ve ilerlemesi olduğunu vurgulamaktadır. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidara gelmesinden bu yana, akademisyenler, Abdülhamid'in kişi kültünde yaşanan canlanmayı, Atatürk'ün modern Türkiye'nin kurucusu olarak yerleşik imajını zedeleme girişimi olarak değerlendirmişlerdir. Şehzadeliği. II. Abdülhamid, Sultan Abdülmecid'in Tirimüjgan Kadın Efendi'den (20 Ağustos 1819- 2 Kasım 1853) olan oğludur. Annesi Çerkes'tir. 21 Eylül 1842 yılında, Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'da, Topkapı Sarayı'nda veya Çırağan Sarayı'nda dünyaya geldi. Henüz 10 yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan ölünce bakımını Abdülmecid'in diğer çocuksuz eşi Piristû Kadın Efendi üstlendi. Piristû Kadın Efendi, Abdülhamid'i de yarım kan kardeşi sayılan henüz 2 yaşında annesi Düzdidil Kadınefendi'nin 1845'te ölümüyle annesiz kalan Cemile Sultan ile birlikte kendi çocuğu gibi büyüttü. Öte yandan bir iddiaya göre dedesi İkinci Mahmud gibi içki ve kadınlara düşkünlük gibi iki kötü alışkanlığı dışında bir sorunu olmayan babası Sultan Abdülmecid çocuklarını, eski dönemlerin şehzadelerinin hapis hayatından çok uzakta, nispeten serbest yetiştirmeğe özen gösterdi. Öyle ki oğulları Reşad, V. Murad ve Abdülhamid'in bir arada V. Murad'ın ikametgâhında oturup zaman geçirip eğlenmelerine bile göz yumdu. Babasının 39 yaş gibi beklenmedik çok genç bir yaşta ölümünden sonra yerine tahta geçen amcası Abdülaziz ise diğer şehzadelerle birlikte Abdülhamid'in eğitimiyle de yakından ilgilendi. Abdülhamid, Gerdankıran Ömer Efendi'den Türkçe, Ali Mahvî Efendi'den Farsça, Ferid ve Şerif efendilerden Arapça ve diğer ilimleri, Vakanüvis Lütfi Efendi'den Osmanlı tarihi, Edhem ve Kemal paşalar ile Mösyö Gardet'dan Fransızca; Alexandre Efendi, Miralay Lombardi, Paul Dussap Paşa ile Callisto Guatelli'den de piyano, keman ve batı müziğine dönük müzik dersleri aldı. Gençlik günlerinde veliaht olarak büyük kardeşi Şehzade V. Murad görüldüğü için saray çevrelerinde fazla ilgi görmeyen Abdülhamid, bu nedenle aşırılıktan uzak, sade bir hayat yaşadı. Opera ile ilgilenen, birden çok opera klasik eserlerini Türkçeye bizzat tercüme eden ve tercüme ettiren II. Abdülhamid, II. Mahmud'un zamanında kurduğu Mızıka-yı Hümâyun'dan müzik opera eserleri dinlemeyi seviyordu. Piyano eğitimi almıştı. Amatör olarak yağlı ve sulu boya resim de yapardı. Marangozluk zanaatında da çok maharetli olan Şehzade Abdülhamid, bugün Yıldız Sarayı ve içerisindeki Şale Köşkü ile Beylerbeyi Sarayı'nda görülebilecek birçok yüksek kalite mobilyanın da zanaatkârıdır. II. Abdülhamid kendinden önceki diğer padişahların aksine şehzadeliği sırasında yurt dışı ziyaretlerine çıkmış, tahta çıkmasından 9 yıl önce amcası Sultan Abdülaziz'in 1867 yılında çıktığı Avrupa gezisinde amcasına refakat etti. Bu gezide 30 Haziran - 10 Temmuz 1867 tarihlerinde Paris, 12 - 23 Temmuz 1867 tarihlerinde Londra, 28 - 30 Temmuz 1867 tarihlerinde Viyana ziyaretlerinde bulundu, 21 Haziran 1867'de henüz 24 yaşında iken İstanbul'dan başlayan yolculukları, bu şehirlerin dışında diğer Avrupa başkentleri ve önemli şehirleri de ziyaret edildikten sonra 7 Ağustos 1867 tarihinde yeniden İstanbul'da sona erdi. Ölümü. II. Abdülhamid, 10 Şubat 1918'de son araştırmalara göre 75 yaşındayken kalp yetmezliği nedeniyle Beylerbeyi Sarayı'nın 8 nolu dairesinde öldü. Mezarı, büyük babası için Divanyolu'nda yaptırılmış Sultan II. Mahmud Türbesi'nde bulunmaktadır. Kişiliği. Fizikî görünüşü ve şahsiyeti. Abdülhamid uzun boylu, esmer tenli, uzun burunlu, elâ gözlü, hafif kıvırcık sakallı idi. Zekâ ve hafızasının güçlü olduğu, açık bir tarzda konuştuğu, kendine anlatılanları uzun müddet sabırla dinlediği söylenen Abdülhamid, oldukça dindar bir insandı. Kızı Ayşe Sultan, babasının dindarlığını şöyle anlatmıştır: Fransızca bildiği kadar 1893-1897 arasında Osmanlı topraklarında ABD büyükelçiliği yapan Terell'e göre İtalyancaya son derece hâkim olduğu söylenmektedir. Çalışma saatleri dışında hobi olarak marangozlukla uğraşırdı. Halkla teması az olsa da özellikle halkla görüşmesi cuma günleri, cuma selamlığı ile olurdu. Her cuma kendi sarayına yakın yaptırdığı Yıldız Camii'ne gelen Sultan burada tebaası ve uluslararası toplum ile temas kurardı. Hasta bile olsa hep buraya cuma namazını kılıp görüşmeye gelirdi. Kendisine karşı 21 Temmuz 1905 günkü suikast girişimi de bu âdetini bilen Ermeni Taşnak örgütünce yine bir selamlık sırasında yapılmıştır. İçkiyi az veya neredeyse hiç içmemesinin nedeni şehzadeliğinde Mehmet Reşad ve V. Murad ile birlikte Şehzade V. Murad'ın Maslak'taki köşkünde içkili bir eğlence sonrası dönüş yolunda sarhoş halde iken atlarının ürkmesi ile 1859'da geçirdiği kazadır. Kulaklarında belli işitme sorunu bulunmakta bu işitme sorununun nedeninin o kazaya bağlı olduğunun düşünüldüğü iddia olunmaktadır. Ancak keş alkolik derecesinde olmasa da arada sırada rom içkisini çok sevdiği için içtiği kendi torunu Ertuğrul Osman Osmanoğlu ve bazı kaynaklarda iddia edilmektedir: Abdülhamid kahve ve sigara tiryakisiydi. İlaveten Türk tütünüyle yapılan Amerikan sigarası Ateshian'ın tiryakisiydi. Paraya çok düşkün olmasına karşın basit giyinirdi. Bireysel hayatında tutumluydu. Louis Vuuitton marka bavullar kullanırdı. Padişahlığında yanında bulundurduğu bastonu aynı zamanda bir kama ve hançer olarak kullanılmak üzere silahtı ve her zaman paltosunun cebinde ateşlenmeye hazır bir tabanca taşırdı. II. Abdülhamid kelebek, kuş, böcek, tablo, fotoğraf gibi çeşitli eserlerin koleksiyonculuğunu da yapmaktaydı. Hatta bu koleksiyonlarını da çeşitli amaçlarla kullandı. Mesela Sultan II. Abdülhamid koleksiyonunda yer alan fotoğraflardan yapılmış albümleri diplomatik armağan olarak ülkelere göndermiştir. Bu vesile ile 1819 fotoğraftan oluşan 51 ciltlik albümü hediye olarak 1893-1894 yıllarında Amerikan Kongre Kütüphanesi ve Londra'da Britanya Kütüphanesi'ne göndermiştir. Bir anlamda Sultan fotoğraf albümleri aracılığıyla imparatorluğunun modernleşen yönünü Batı'ya tanıtmak, kendi rejiminin propagandasını yapmak istemiştir. Tablo koleksiyonunu Yıldız Sarayına gelen diplomat, Alman Kralı ve elçileri etkilemek için kullanmıştır. Kimi zaman bu misafirlerine küçük resimler de hediye etmekten çekinmemiştir. Öbür yandan pırlanta biriktirmeyi severdi ki bu pırlanta koleksiyonu tartışmalı servetinin öğelerinden biridir. Şadiye Osmanoğlu, babasını sürgüne götürdüklerinde odasındaki sigaraları topladığını ve babasının sevdiği özel sigaraları olduğunu söylemiştir. Sigaradan sonra su içtiği için babasının su çantasını da almıştır. Ancak Abdülhamid, bu su çantasının içinde su olmadığını söylemiştir. Bu çantanın içi, elmaslarla doludur. Anahtarını da sürekli kendi üzerinde taşımıştır. Abdülhamid, kızına küçük bir hediye de ananas içine elmaslar koyarak vermiştir. Yine Yıldız Sarayı'nın içinde bir hayvanat bahçesi bulunmaktadır. Genelde gri renkli bir palto giyer ve hafif yakası kabarık bir din adamı görüntüsü kendine verirdi. Ancak esasında bu paltoyu yanında taşıdığı tabancasını saklamak için kullanırdı. Leylak ve menekşe karışımı parfüm kullanırdı. Abdülaziz sonrası, Yıldız mahkemeleri sırasında Yozgatlı Mustafa Pehlivan'ı da yargılayıp Taif'e sürüp İstanbul'da bir süre güreşi yasaklasa da İstanbul'daki güreş yasağı, II. Abdülhamid'in bütün saltanat yıllarını, özellikle 1890'dan sonraki seneleri kapsamamıştır. 1890 ve sonrasında Padişah, güreşin yanı sıra diğer spor faaliyetlerine de yumuşak ve olumlu bir tutum içine girdi. İlk Türk spor kulübü olarak 1903'te Beşiktaş Bereket Jimnastik Kulübünün kurulmuştur. Yıldız Sarayı'nın bulunduğu Beşiktaş, o tarihlerde II. Abdülhamid'in güvenliğine en çok ilgi gösterdiği bölgeydi. Ülke genelinde İstanbul'da Kırkpınar dahil spor müsabakalarına izin vermiş hatta Rusların ünlü pehlivanı Pytlasinsko'yu mağlup eden pehlivan Kara Ahmet gibi bir kısım güreşçileri saraya davet etmiş, ayrıca nişan vererek ödüllendirmiştir. 1905'te Galatasaray, 1907'de Fenerbahçe spor kulüplerinin kurulmasına izin vermiştir. Gençliğinde binicilik, yüzme, atıcılık, güreş gibi sporlar yaptı. Tiyatro ve operaya ilgi duyardı. Bununla ilgili olarak kendi ağzından Doğu müziği yerine Batı müziği sevgisini kendi şu şekilde ifade etmiştir: II. Abdülhamid Yıldız Sarayı'nda yaptırdığı tiyatroda çeşitli oyun ve operaları hususî olarak getirtir ve ailesiyle birlikte seyrederdi, kendi babası Abdülmecid'i müzikte örnek almaya çalışmıştır. Ancak hiçbir zaman onun seviyesine erişememiştir. Zira musikiyi bir sanat olarak değil, bir eğlence unsuru olarak görmüş, sarayda musikinin gelişmesi için ileriye dönük hiçbir yeterli çalışma yapmamıştır. En sevdiği çalgılar piyano, keman ve viyolonsel idi ve bu çalgıları çalan sanatçıları el üstünde tutardı. Örneğin Kemancı Vondra Bey'i kendi Paris'e gönderip yıllarca eğitim almasını sağlamıştır. Buna karşın ana enstrümanı flüt olan Saffet Atabinen gibi müzikal kabiliyeti yüksek, 1908'de mızıkayı hümayun'un başına geçecek birini sadece 1 yıl için Paris'e göndermiştir. Yurt dışına gönderdiği başka bir kişi yoktur. Viyolonsel çalan Hacı Arif Bey'in oğlu Tamburî Cemil Bey'e de çok değer verdiği, gözde sanatçısı olduğu bilinmektedir. Cemil Bey'den özellikle viyolonsel ile sık sık sevdiği küçük romantik parçaları çalmasını isterdi. 1887 yılında kemancı Vondra Bey Paris'ten döndüğünde, Abdülhamid, sarayda sanatçı onuruna bir davet vermiş ve bu törende hazır bulunmuştur. Toplantıda şehzadelerinden Burhaneddin Efendi (piyano), Abdürrahim Efendi (viyolonsel) ve Tevfik Efendi (keman) küçük bir konser vermişlerdir. Kendi şehzadelerinin de müzik eğitimi, birer müzik aleti çalması için çaba sarf etmiştir. Her ne kadar Batı müziği kadar pek bir hevesi olmasa da Türk sanat müziğini elden geldiğince koruyup himaye eden son Osmanlı padişahıdır. Hacı Arif Bey'in şarkılarını ve okumasını sevdiği bu yönde oğlu Tamburi Cemil Bey'in Mızıkayı Hümayun'da Viyolonsel Bölümüne yazdırıp yetiştirilmesine ön ayak olduğu bilinmektedir. Zira Arif Bey, onu şehzadeliğinde kucağında taşıyacak kadar hanedana yakın bir müzisyendi. Yılmaz Öztuna bu yakınlığı şöyle anlatmaktadır: Arif bey'in ömrünün son döneminde Abdülhamid'e ufak bir küskünlüğünün olduğu bilinmektedir. Diğer önemli himaye ettiği besteciler Dede Efendi'nin torunu muhayyerkürdi makamını ilk defa kullanan Rifat Bey (1820- 1888), İsmail Hakkı Bey'dir (1866-1927). Abdülhamid II döneminin diğer ünlü Türk Müziği bestekarları; Zekai Dede Efendi (1825-1897), Giriftzen Asım Bey (1852-1929), Hacı Faik Bey (1831-1891), Rahmi Bey (1865-1924), Rauf Yekta bey (1871- 1935), Lemi Atlı (1869-1945), Dr. Suphi Ezgi (1869-1962) II. Abdülhamid tarafından önemli resmî görevlere getirilmiştir. Bunun yanında II. Abdülhamid 1876'da Yesarizade Necip Ahmed Paşa'ya Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk sözlü ve tahta kaldığı 1876-1909 yılları arası milli marşı olan Hamidiye Marşı'nı besteletmiş, güftesini de Notacı Hacı Emin Bey'e yaptırmıştır. II. Abdülhamid'in idam cezasını sevmediği açık olmakla birlikte 1876-1908 arası siyasi suçlular dışında toplam 130 adet verilen idam cezasının sadece birinin infaz edilmeyip küreğe çevrildiği 129'unun infaz edildiği görülmektedir. Bu durumda II. Abdülhamid'in siyasi suçlular dışında bir zümrede ceza hafifletmesine girişmediği gözükmektedir. 1896 yılındaki umumi af gibi sıklıkla af çıkarmıştır, fakat bu afları da genelde siyasi suçlular için ilan etmiştir. Panislamizm düşüncesi. Her ne kadar bu yönde tartışmalar sürse de genel savunulan görüşlerden biri II. Abdülhamid'in, Tanzimat'ın fikirlerinin imparatorluğun farklı halklarını Osmanlıcılık gibi ortak bir kimliğe getiremeyeceğine inancı ile hareket ettiği yönündedir. Bu görüşe göre yeni bir ideolojik bir görüş olarak ümmetçilik (İttihad-ı İslam) yani panislamizm görüşünü II. Abdülhamid benimsemiştir. 1517'den itibaren Osmanlı padişahları ismen halife olduğu için bu gerçeği yaymak istemiş ve Osmanlı Halifeliğini vurgulamıştır. II. Abdülhamid, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki büyük etnik çeşitliliği görmüş ve Müslüman halkı birleştirmenin tek yolunun İslam olduğuna inanmıştı. Avrupa güçleri altında yaşayan Müslümanlara tek bir yönetim biçimi altında birleşmelerini söyleyerek panislamizmi teşvik etti. Bunu Arnavut, Boşnak Müslümanlar aracılığıyla Avusturya'ya, Tatarlar ve Kürtler aracılığıyla Rusya'ya, Faslı Müslümanlar aracılığıyla Fransa'ya ve Hint Müslümanları aracılığıyla İngiltere'ye olmak üzere birçok Avrupa ülkesine karşı bunu silah olarak kullanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nda yabancıların etkin bir yönetime engel olan ayrıcalıkları kısıtlandı. Saltanatının en sonunda, stratejik olarak önemli İstanbul-Bağdat Demiryolu ve İstanbul-Medine Demiryolu'nun inşasına başlamak için nihayet fon sağladı ve Hac için Mekke'ye seyahati daha verimli hale getirdi. Görevden alındıktan sonra Jön Türkler tarafından her iki demiryolunun da yapımı hızlandırılmış ve tamamlanmıştır. Misyonerler, İslam'ı ve Halife'nin üstünlüğünü vaaz eden uzak ülkelere gönderildi. Panislamizm politikası o dönemi değerlendiren Batılı bazı tarihçilere göre önemli bir başarıydı. Zira Yunan-Osmanlı Savaşı'nda sadece Türkler değil birçok Müslüman halk zaferi kutladı ve Osmanlı zaferini Müslümanların zaferi olarak gördü. Savaştan sonra Müslüman bölgelerde çıkan ayaklanmalar, lokavtlar ve Avrupa'nın sömürgeleştirilmesine karşı çıkan itirazlar gazetelerde yer aldı. Öte yandan II. Abdülhamid Batıda Müslüman Arnavutları, güneyde Müslüman Arapları ve doğuda Müslüman Kürtleri devletin sınırları içinde tutmaya çalışmıştır. Bunu ancak aşiretler aracılığıyla yapabileceğini bildiğinden Arnavutlar için "Saray Muhafız Alayları"nı, Arap aşiretler için "Aşiret Mektebi"ni ve Kürt aşiretler için "Hamidiye Alayları"nı kurmuştur. Doğu Anadolu'da bir kısım ümmetçi görünüm altında eğitim vs. yatırımları, aşiretlerden bir kısım kimseleri kendi nüfuzuna alması Kürtler arasında Kürtlerin Babası (Bavê Kurdan) diye anılmasını bile sağladı. Güney Afrika, Hindistan, Endonezya ve Japonya dahil çeşitli ülkelere İslam'ı yayma adı altında din adamları ve dini kitaplar gönderildi. Güney Afrika'da 1882'de Abdülhamid tarafından inşa ettirilen Nur-ul Hamidiye Camii ve 1905 ile 1906'da buraya iki defa gönderilen istihbaratçı aynı zamanda din adamı Muhammed Ali Efendi ve Endonezya'ya gönderilen ve Hollanda'nın sonrasında Açe Sultanlığı'na gizli yardım ettiğinden bahisle geri çağrılmasının istenmesi akabinde geri çağrılan Mehmet Kamil Bey buna örnek verilebilir. Ama panislamizm düşüncesinden ayrı yurt dışına kişiler gönderdiği de olmuştur. Küba'ya, Küba halkı ile ABD-İspanya arasındaki gerilim izlemek üzere Çin görevinden önce Nazım Hikmet'in de dedesi olan Hasan Enver Paşa başkanlığında bir heyeti oraya göndermiş ve raporlar tanzim ettirmiştir. Bu heyetin gönderilme amacı tam olarak belli değildir; iddialara göre Küba 30 yıldır İspanya'ya karşı bağımsızlık savaşı yürütüyordu ve II. Abdülhamid Küba'da iç isyanlar ve sonrasında izlenen politikaların Girit Sorunu'nun çözümünde etkili olabileceği düşüncesi ile bu heyeti göndermiştir. Hasan Enver Paşa, ABD'den izinle İspanya-Amerika Savaşı, Küba cephelerini de ziyaret etmiştir; ancak aynı yıl bir iddiaya göre muhtemelen bir cepheyi ziyarette yaralanmış veya süresi bittiği hastalandığı için ABD'ye geçerek, bir süre de orada bulunduktan sonra oradan Istanbul'a dönerek görevi sona erdirmiştir. II. Abdülhamid İslamcı görüntüsü ve Müslümanların koruyucusu imajını güçlendirmek amacıyla sıklıkla Avrupa'da da güç gösterileri ve İslam sembollerine aykırı piyesleri yasaklattırma uğraşısı da vermiştir. 1741'de Fransız yazar Voltaire (1694-1778) tarafından kaleme alınan ve 1800'lerin sonlarında Paris'te sahneye konan ""Muhammed yahut Taassub" isimli, Muhammed'e hakaret içeren eseri durdurmak amaçlı işi siyasi boyuta taşıyacağı yönünde Fransız hükûmetine 1881'de çekilen protesto notaları ile kaldırtılmasının sağlanması, aynı şekilde Henri de Bornier'in 1888'de yazdığı "Muhammed"" isimli oyununun 1890'da kaldırılması, İngiltere, ABD vs. ülkelerde gösteriminin engellenmesi Bolirci Fabris'in "II. Mehmed" adlı, Fatih Sultan Mehmed'i kötüleyen oyununun değiştirilmesi veya gösterimden kaldırılması için yaptığı çabalar Hint Müslümanlar ve İngiltere'deki Müslümanlardan takdir almasını sağlamıştır. Bu uğurda Fransa'da Osmanlı protesto notasını ciddiye alıp Bornier'in eserini yasaklatan Fransız Cumhurbaşkanı Sadi Carnot'a Mecidiye Nişanı'nı kendisi vermiştir. II. Abdülhamid'in Müslüman duygularına yaptığı çağrılar, İmparatorluk içindeki yaygın hoşnutsuzluk nedeniyle her zaman çok etkili olmadı. Mesela Orta Doğu'da Kuveyt, Bahreyn gibi Arap emirliklerindeki sorunlar giderilemedi, aksine isyanlar baş gösterdi. Yemen'de de benzer bir durum söz konusu oldu 1870'te isyan çıkan Yemen'de bunun sonrasında II. Abdülhamid döneminde 1911'deki isyan öncesinde 1886, 1895-1897, 1904-1906'de olmak üzere büyük isyanlar görüldü ve bu isyanlar özellikle 1904-1906 Yemen İsyanı güçlükle bastırıldı. Yine başkente daha yakın, orduda ve Müslüman nüfus arasında bir sadakatin varlığı ayrıca bir baskı ve hafiyelik sistemi ile sağlanabilmişti. Bunun yanında II. Abdülhamid'in Said Nursi gibi bazı din adamları ile ters düştüğü, Mısır'da Müslüman Kardeşler'in düşüncelerinin ideologlarından ikisi olan Cemaleddin Efganî'yi İstanbul'a getirip ona bazı İslam ile ilgili raporlar düzenlettirse de panislamizm konusunda benzer düşüncelerine karşın göz hapsinde tutturduğu ölümüne kadar İstanbul'dan ayrılmasına izin vermediği ve haberleşmesine sınırlamalar getirdiği, Muhammed Abduh ile aralarında sorunlar olduğu bilinmektedir. Ayrıca panislamist görüşü savunan o dönemin gazetecisi Mizancı Murad ile de sorunları bulunmaktadır. Osmanlı Türkçesinde yaşanan sorunlar sebebiyle Arap harfleri yerine Latin harflerinin kullanımı konusunda da ciddi tartışmalar yaşandığı, II. Abdülhamid'in bu konuda şahsen bir çalışma başlatıp ancak gelebilecek tepkilerden çekinilmesi neticesinde bu çalışmalardan vazgeçtiği, Osmanlı Türkçesinde yazı dilince Arapça ve Farsça halkın anlamasını zorlaştıran kelimeler yerine Türkçe kelimelerin kullanılması yönünde talimatlar gönderdiği de bilinmektedir. Bunun yanında medreseler yerine modern eğitim kurumlarında eğitimi desteklemiş ve bu yönde okullar açmış, müfredatlarının modernleşmesine gayret göstermiştir. Yine tarihçi Metin Hülagü, kendisinin muhafazakar bir çizgisi de olsa açık saçık bile olsa operet ve tiyatroları dinleyip ilgi gösterdiğini ve yine Alman Kayzeri II. Wilhelm'in İstanbul ziyareti sırasında kendisini ve eşini karşılayıp, eşinin koluna girip ayrı bir arabaya birlikte oturup, ilgili yere gidene kadar sohbet edecek kadar siyasi ve diplomatik ama o günkü beklenen muhafazakarlık anlayışının dışında bir harekette bulunduğunu bu yönden modernlik ve açık fikirliliğinin söz konusu olduğundan söz etmektedir. II. Abdülhamid pek çok kritik görev ve mevkie ve kendi özel işlerine Müslümanlardan çok Hristiyan Rum (örn. Agop Kazazyan Paşa - Maliye Nazırı; Aleksandır Karatodori Paşa - Hariciye Nazırı, Bayındırlık Nazırı) ve Ermeni (örn. Artin Dadyan Paşa - Hariciye Nazırı), hatta İtalyanları (örn. Raimondo D'Aronco - saray mimarı), Bulgarları hatta Musevileri (Sami Günzberg - şahsi diş hekimi) atadığı da bilinmektedir. Sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmeler. II. Abdülhamid'in padişahlığı döneminde sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelerden bazıları şunlardı: Ailesi. Kızı Ayşe Sultan'a göre, babası II. Abdülhamid'in 13 eşi olmuştur. Bazı kaynaklara göre ise, bu sayı 16'dır. Serveti. II. Abdülhamid şehzadeliğinden beri, tıpkı Abdülaziz ve V. Murad gibi borsa oyunlarına son derece meraklıydı. Ancak bu padişahlar içinde servetini katlayan tek kişi II. Abdülhamid olmuştur. Kendisi 9.000 altınlık almakta olduğu harcırahını katlamakla kalmamış tahta çıkışı anında o zamanki Osmanlı parasıyla 60.000 lira tutan harcamaları bizzat kendi cebinden ödemiştir. Taht sırasında 100.000 altın servetinin olduğundan bahsedilmektedir. Rum asılı Yunan vatandaşı Banker Yorgo Zarifi, tahta çıktıktan sonra ise oğlu Leonidas Zarifi, Abdülhamid'in parasını şehzadeliğinden değerlendirenler arasındaydı. Kazandığı paralarla altın tahvil almış hatta Anadolu Şimendifer ve Selanik Limanı'ndan bile tahvil alarak kâra ortak olmuştur. Büyük çiftliklere sahipti. Boya, koyun ve buğday ticareti ile de uğraşmaktadır. Faize parasını yatırdığı, karşı işlerde parasını kullandığı baş mabeycisinin tuttuğu anılarında da belirtilmektedir. Osmanlı maliyesinde padişahların mülkleri ile ilgilenen Hazîne-i Hâssa Nezâreti denen bir nezaret bulunuyordu. Hazine-i Hassa, şehzadelik senelerinde mal edinmeye ve tasarrufa meraklı olduğu bilinen Abdülhamid'in 1876'da tahta geçmesinin ardından şekil değiştirmeye başladı. "Emlâk-i Şahâne" denen ve tek bir kişiye değil, hanedana ait olan gayrimenkullerin çoğu Hazine-i Hassa'ya devredildi ve tapuları Sultan Abdülhamid'in adına çıkartıldı. Abdülhamid'in babası Abdülmecid de dahil hiçbir Osmanlı padişahı "Hazine-i Hassa", "Emlak-i Şahane", "Emlak-i Hümayun" gibi adlarla muhasebeleştirilen taşınmazlardan elde edilen gelirleri kendi mülkiyetine almayı düşünmemiş doğrudan hazineye devretmiştir. Abdülmecid kendi parasıyla satın aldığı Resülayn Çiftliği'nin tapusunu bile hazineye kalsın diye üzerine almamıştır aynı şekilde Abdülhamid'in kardeşi Vahdettin'in mülkiyetinde bir handan başka taşınmazı yoktur. Buna karşın II. Abdülhamid tahta geçtiğinde Hazine-i Hassa'nın başına Agop, Ohannes ve Mihail Portakal paşaları sırası ile koymakla kalmamış İmparatorluk'un hemen her köşesindeki sahipsiz araziler, çiftlikler ve gelir getiren daha birçok yer fermanlarla bu özel hazinenin mülkiyetine geçirilip, bir kısmının tapuları da yine Sultan Abdülhamid'in adına çıkartılmıştır. Hatta bununla da yetinilmeyerek babası Abdülmecid'in hazineye devrettiği Resülayn Çiftliği ve diğer taşınmazların tapusunun bile kendi üzerine alındığı iddia edilmekte ve bazı kimselerce kardeş hakkını mirasta ihlal, zimmete mal geçirmekle de suçlanmaktadır. 1903 yılında II. Abdülhamid'in dünyanın en zengin 3. kişisi olduğu Mehmet Metin Hülagü gibi bazı tarihçilerce iddia edilmekte ve Deutsche Bank of Berlin, Reichsbank; İngilizlerin The Bank of England; Amerikalıların New York Bank ile Fransa'da bilinmeyen bir bankada 250 milyon dolara yakın servetinin olduğu, Türkiye ve Osmanlı toprakları üzerinde kurşun madenlerinden çiftliklere ve Anadolu'da pek çok gayrimenkulün tapusunun sahiplerinden olduğu bilinmektedir. Sultan 2. Abdülhamid'in 1869-1908 yıllarına ait, Anadolu, Ortadoğu, Balkanlar ve Trakya'daki mal varlığına ilişkin 7 bin 756 taşınmazının tapu kayıtları, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü arşivinde saklanmaktadır. Abdülhamid'in Anadolu'da 2 bin 369 taşınmaz kaydı vardır. Günümüzde bunlar Bunlar İstanbul, İzmir, Balıkesir, Çanakkale, Tekirdağ, Adıyaman, Denizli, Sakarya, Giresun, Aydın, Sivas, Eskişehir, Bursa, Kocaeli, Burdur, Manisa, Kırklareli ve Edirne illerinde yer alıyor. Bu taşınmazların bir milyon 256 bin 947 dekarı halen 2. Abdülhamid'in üzerinde kayıtlı bulunuyor. 391 bin 573 dekarı Hazine'ye, 8 bin 627 dekarı da şahıslar adına geçmiş gözüküyor. Şensözen, II. Abdülhamid'in sahip olduğu tapuların 11.000 olduğunu iddia ederken Hülagü ise yaklaşık taşınmaz malvarlığını şu sözlerle belirtmektedir: Bununla birlikte Metin Hülagü II. Abdülhamid'in, özellikle yurt dışındaki arazileri petrol stratejisinden dolayı satın aldığı, bu topraklar işgal edilse bile, şahsi malların gasp edilemeyeceğini göz önüne alarak birçok arazi ve taşınmazı kendi mülkü haline getirip işgalden kurtarmaya çalıştığı iddiasındadır. Buna karşın Şensözen, Soner Yalçın gibi bir kısım gazeteci, araştırmacı ve tarihçiler ise aksi görüştedirler. Kendisinin kardeş payını vermeme, kardeşlerinin elinden mirası almaya çalışma, devletten ve halktan mal kaçırma yaptığı gibi zımni veya doğrudan iddialarda bulunmaktadır. II. Meşrutiyet'in ilanı akabinde 8 Eylül 1908'de II. Abdülhamid elindeki bir kısım mal ve gelirlerini devlet hazinesine devretti. 31 Mart Olayı sonrasında II. Abdülhamid'in tapuya kayıtlı mallarının çok büyük bir kısmı ise İttihat ve Terakki liderleri ile gelen hükûmetçe devlet hazinesine geçirildi. Ancak Sultan Vahdettin 8 Mart 1920'de çıkardığı bir kararnameyle bu malları tekrar Hazine-i Hassa'ya iade etti. Böylece II. Abdülhamid'in ailesine miras hakkı doğmuş gibi gözükse de işgal güçleri ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan Sevr Antlaşması'nın 240. maddesi ile bu mallara el koyulacağını belirtmiştir. Ancak Osmanlı İmparatorluğu'nun imzaladığı bu anlaşmayı Türkiye Cumhuriyeti kabul etmemiş neticede Kurtuluş Savaşı'nın kazanılması akabinde anlaşma yürürlüğe girmemiştir. Bu sebeple gerek yurt içi ve gerekse yurt dışında pek çok dava mirasçılarca açılmış ancak bu zamana kadar mirasçıların çoğu bir başarı elde edememiştir. 1930'da ABD'deki bazı basın organlarında, dokuz dul eşi ve on üç çocuğuna, beş yıl süren bir davanın ardından mülkünden 50 milyon ABD doları verildiği, mülkünün 1.5 milyar ABD doları değerinde olduğu iddia edilmiştir. Abdülhamid'in servet tartışmasının bir konusu da koleksiyonunu yaptığı mücevheratlardı. Zira, kendinin gerek satın alarak gerekse çeşitli yöntemlerle elde ettiği paha biçilmez bir mücevherat koleksiyonu vardı. Bu koleksiyondaki, Hooker Zümrüt Broşu gibi bazı broşların 1908'de II. Abdülhamid adına yurt dışında Paris'e kaçırıldığı da iddia edilmektedir. Sultan'ın bunu olası bir darbeden dolayı mücevherlerin satışından elde edilen gelirin, bir devrim olursa sürgünde rahat bir hayata kaçmasına izin vereceğini umuduyla yapmasına karşın, mücevherlerin Salomon ya da Selim Habib adlı bir tüccara satışından elde edilen paranın Jön Türk Devrimi'nin ardından gelen hükûmete düştüğü, 1911'de Habib'in, II. Abdülhamid'den aldığı mücevherleri borç geri ödemelerini karşılamak için açık artırmaya çıkardığı iddia edilmektedir. Bunun yanında Yıldız Yağması olarak bilinen olayda Hareket Ordusunun bazı er ve subaylarının disiplinsizlik göstererek Yıldız Sarayı'na hatta hareme bile yönelerek yağmalama eylemlerinde bulunduğu ve bu yağmalama sırasında bir çanta dolusu olabileceği iddia olunan bazı mücevherlerin değerli malların alındığı ve bu kişilerce satılmış olabileceği veya bu çantanın saklanıp 1911 yılındaki bir müzayededeki satıma konu olduğu iddialar arasındadır. II. Abdülhamid'i sahip olduğu mücevherlerin bir kısmı Osmanlı İmparatorluğu tarafından 1911 yılında Libya'ya çıkarma yapan İtalyanlara karşı askerlerin savunmasına destek amaçlı ve donanmaya yeni gemi alabilmek için Osmanlı maliyesine para bulmak için satılmak istendi. Sultan'ın mücevherlerinin Paris'te meşhur bir müzayede şirketi tarafından açık arttırma ile satışa çıkartılması kararlaştırıldı ve bu amaçla bir çanta mücevher devlet tarafında Paris'e yollandı. Fransa'da mücevher uzmanı Robert Linzeler'e satış için Osmanlı hükûmeti tarafından yetki verildi. Mücevherlerin sigortalanması, teşhiri, basına yapılan reklam ilanları ve katalog basımı masrafları Linzeler'e ait olacak, satış yapıldıktan sonra toplanan paranın %3'ünü Linzeler alacak, toplanan para komisyon kesildikten sonra Paris Osmanlı Bankasına yatırılacak ve buradan da Osmanlı hazinesine para girecekti. Açık arttırma 27 Kasım - 11 Aralık 1911 tarihleri arasında gerçekleşti, içlerinde "Doğu'nun Yıldızı" mücevherinin de olduğu parçaların hepsi satıldı. Satış sonrası toplanan para yaklaşık 7 milyon franktır ancak para bankaya yatırılmadı ve Fransız mücevher uzmanı Robert Linzeler parayı zimmetine geçirdi. Bu para geri alınamadı. II. Abdülhamid'e ait mücevherler ise 1960'larda bile müzayede salonlarında gezdi ve günümüzde Avrupa'da zenginlerin elinde gezmektedir. Popüler kültürdeki yeri. Hakkındaki kitap, makale ve tiyatro eserleri. Bunun yanında Sinan Meydan, İlber Ortaylı gibi pek çok tarihçinin, araştırmacının veya gazetecinin onu hem ağır şekilde eleştiren, hem övgülere mazhar kılan hem de yeren pek çok lehine veya aleyhine makaleleri ve eserleri vardır. Hakkındaki görüşler. Özellikle Ermeni isyanlarını bastırırken kullandığı yöntemler nedeniyle Batılı tarihçiler ve muhalifleri tarafından "Kızıl Sultan" diye anılmıştır. Yine bir kısım yerli tarihçiler onu sansür, donanmadaki hataları, özgürlükleri sınırlayıcı istibdat hükümleri, jurnalciliğe destek vermesi, I. Meşrutiyet sırasında meclisi kapatması, Mithad Paşa'yı sürgüne göndermesi, 93 Harbi'nde yanlış sevk ve idaresi, toprak kayıpları gibi nedenlerle eleştirirken diğer taraftan onu savunan taraftarları onu "ulu hakan" gibi yüceltici lakaplarla anarlar. Bu konuda II. Abdülhamid yanında görüş ortaya koyan yazarlardan biri Necip Fazıl Kısakürek'tir. II. Abdülhamid için ""Abdülhamid Han" adlı tiyatro eseri yazmıştır. 1965 yılında "Ulu Hakan II. Abdülhamid Han" adlı kitap çıkarmıştır. Bu eserde II. Abdülhamid ülkesi için uğraşan, çalışan, göreve gelir gelmez saray harcamalarını düşüren, sultanların yalnız değil ailesiyle yemek yemesini sağlayan, son derece yumuşak karakterli, sabırlı ama çevresi hainlerle dolu, bunlarla mücadele eden başarılar kazanan ama onların kurbanı olan bir karakter olarak gösterilmektedir. Esere göre kendisinin elinde Selanik'ten yürüyen hareket ordusunun üzerine kendi Hassa Kuvvetleri ile yürüme imkanı varken kan dökülmesin diye bunu bile yapmamıştır. Kitabın önsözü "...her Büyük Doğu'cu bilir: İkinci Abdülhamid, Türk'ün özü ve temel varlığı yönünden hakkı belli başlı bir zümrece gasbedilmiş muazzam bir kurtarıcılık hüviyetidir ve işte bütün dâva, erdirici mesele, Abdülhamîd'den ziyade bu zümreyi, içyüzüyle, membaı ve mansabıyla her türlü metod ve planıyla tanımaktır. Dâva ve mesele, koca bir tarih ve büyük bir insan hakkına yol açmak gayesinden ibarettir; ve bu hakka yol açmaya savaşanların hiç biri zerre miktarı sultancı ve saltanatçı olamaz"" sözleri ile başlayıp "….Türk tarihi ve sahte inkılaplar bilmecesinin anahtar şahsiyeti, Yahudi ve (jön türk) elinde asliyetsizlık ve köksüzlük hareketinin kurbanı Ulu hakan İkinci Abdülhamid hân, dedesi İkinci Mahmud'un yanında, bir gün bu bilmeceyi çözecek nesilleri beklemektedir. Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır" sözleriyle bitmektedir. Bu kitabın çıkışı akabinde bu defa II. Abdülhamid aleyhinde yer alan bir başka yazar Falih Rıfkı Atay ""Ulu" adlı bir gazete makalesi ile çıkan kitaba şu sözlerle sert şekilde muhalefet eder: "...Bir padişah ki budalaca kuruntu yüzünden, yirminci yüzyılda; İstanbul'a elektrik sokmaz. Telefon getirtmez. Askere manevra fişeği ile de ateş talimi yaptırmaz. Donanmayı, eğer denize açılırsa, toplarını Yıldız'a çevirip vurabilir diye, ön köprü ile bağlı Haliç'te çürütür. Bir padişah ki okullarda edebiyat dersi okutmaz. Kuru övme dışında tarih dersi verdirmez. Aşk şiirini ve romanını bile yasak eder. Kendi adıdır diye bir sabah uyanıp bütün kısa "a"lı Hamidleri uzun "a"lı Hâmid'e ve veliahdının adıdır diye bütün Reşad adlarını Neşet'e değiştirtir. Otuz üç yıl böyle bir padişahın hükmü altında çöküp giden memlekette 1965'te onu "ulu hakan" diye ananları deneme tavşanı gibi kullanılmak üzere akıl hastanesine yollamaz da ne yaparsınız?..." Önceleri İttihat ve Terakki Fırkası içinde Abdülhamid'e karşı olan filozof Rıza Tevfik Bölükbaşı "Sultan Abdülhamid Han'ın Ruhaniyetinden İstimdat"" ve Süleyman Nazif, sonradan duymuş oldukları pişmanlıklarını şiirleri ile dile getirmişlerdir. Kızıl Sultan (Le Sultan Rouge) iddiası, Albert Vandal adlı bir Fransız yazar tarafından ortaya atılmıştı. Atılış sebebi, Abdülhamid'in Ermeni isyanlarını bastırtmış olmasıdır. Başta İngilizler ve Fransızlar olmak üzere Ruslar tarafından Avrupa kamuoyunda Abdülhamid'in kan dökücü, zalim bir padişah olduğu yazıldı ve karikatürler çizilmiştir. Emre Kongar, Abdülhamid döneminde yakılan kitapları listelediği yazısında, "bu sansürün arkasında 'ideolojik bir toplum mühendisliği' amacıyla, din, siyaset, tarih ve edebiyat kitaplarını da kapsayan biçimde yapılan 'düşünce yasaklamaları' ve 'toplumsal manipülasyon' vardır" ifadelerini kullanmaktadır. İlber Ortaylı, II. Abdülhamid'i özellikle sansür konusunda eleştirmektedir. Ortaylı'ya göre Abdülhamid'in en büyük hatalarından biri donanmadaki hatalarından biri basına uyguladığı sansürdür. Ortaylı'ya göre "...Zaman zaman kendinin de şikâyet ettiği bu kurum, Abdülhamid Han'dan sonra idareyi alan genç kuşağın siyasal bilgisizliğinin başlıca nedenlerinden biridir. Çünkü İmparatorluk'ta gayri Türk milletler bir şekilde yazdılar, okudular, dışarıda basılıp gönderilen gazetelerle yetiştiler. Türklerin okuyacağı doğru dürüst hür gazete bile yoktu..." Yine Ortaylı'ya göre:"... Sansür, dışarıdaki ve içerideki Türk basınına karşı etkili biçimde uygulanıyordu. Doğa bilimleri, felsefe ve filolojide, coğrafyada atılım yapan Osmanlı biliminin, sosyal bilimlerde yerinde saymasında sansürün de payı vardı. İmparatorluk'un genç nesli politik anlayış yönünden dünyanın gerisinde kalmıştı. İstanbul'da ortaoyunu hatta Karagöz'e kadar sansür ve hafiyeliğin etkisi vardı. Ama İstanbul dışına çıkıldığında bu tedbirler zayıflıyordu. Selanik'in aydınları İstanbul'dakinden daha çok nefes alıyordu ama İstanbul boğuluyordu...""" Ortaylı'nın diğer bir eleştirisi de donanmanın geri bırakılması üzerinedir. Balkan Savaşları'nda Yunanların "Averof" gemisi ile başa çıkılamamasının nedenini Ortaylı II. Abdülhamid'in donanmayı ihmaline bağlamaktadır. 1. Ordu haricinde diğer askerî birlikler ve memurların düzensiz olarak ödenebilen bir sisteme oturtulamayan maaşları, renkli dış politikaya karşın hantal bürokrasi diğer bir eleştiri konusudur. Ancak Ortaylı II. Abdülhamid'in eğitim, sağlık alanındaki reformlarını övmekte, tarafları birbirine oynatan başarılı bir diplomat olup Anadolu, İslam dünyasında genelde sevildiğini, savaşlardan bunalan halkı bir sulh dönemine soktuğunu, Düyun-ı Umumiye'yi kendisi kursa da çaresizliğinden kurduğunu belirtmektedir. Yine Ortaylı'ya göre "II. Abdülhamid, I. Abdülhamid devrinde yaşasa çok daha başka şeyler olabilirdi... O gecikmiş bir Sultan Mahmut Han" şeklinde tanımlamada bulunmaktadır. Ortaylı başka bir yazısında II. Abdülhamid'in ilginç bir kişilik olup, diplomasiyi sevdiğini, öğrendiğini ve dış dünyada takdir gördüğünü, gençliğinden beri borsa ve bankacılık manevralarını iyi öğrendiğini, "Birinci Cihan Harbi boyunca onun diplomasi bilgisi ve taktiklerini İttihat ve Terakki erkânın dinlemekte fayda gördüğünü" "Kadınların cenazesinde" "Bizi refah içinde yaşatan padişahım, bizleri bırakıp da nereye gidiyorsun?" "şeklinde ağladığını" belirtmektedir. Halil İnalcık onunla ilgili ""Abdülhamid fikir ve felsefe bakımından da Batı'yı benimseyen bir nesli ortaya çıkarmıştır." ve "Son araştırmalar ortaya koymuştur ki II. Abdülhamid dönemi, siyasette Batı fikirlerine karşı olmakla beraber, kültür ve eğitim alanında büyük atılımların gerçekleştiği bir dönemdir." şeklinde görüş ortaya koymuştur. Bir diğer tarihçi Manchester Üniversitesi öğretim üyesi Feroze Abdullah Khan Yasamee "Muazzam pratik ihtiyat ve gücün temelleri için bir içgüdü ile bir arada tutulan kararlılık ve çekingenliğin, içgörü ve fantezinin çarpıcı bir karışımıydı. Sıklıkla hafife alındı. Siciline bakılırsa, müthiş bir yerli politikacı ve etkili bir diplomattı."" şeklinde görüş beyan etmekteydi. Bununla birlikte onun döneminde Osmanlı Avrupa'nın hasta adamı olarak değerlendirilip karikatürlere konu olmaktaydı. Osmanlı, Abdülhamid döneminde Ruslara Batum, Kars, Ardahan'ı; İngilizlere Kıbrıs, Mısır, Sudan ve Kuveyt'i; Fransızlara Tunus'u, Avusturya'ya Bosna-Hersek'i kaybetti. Karadağ, Sırbistan ve Romanya bağımsızlık kazandı. Bulgaristan ve Girit'te Osmanlı fiili olarak kontrolü kaybetti. Doğan Avcıoğlu bu olayları belirterek, padişahın "dış politika üstadı" şöhretini eleştirse de doğrudan Abdülhamid'i suçlamayı Avrupalı devletlerin gücünden dolayı insafsızlık olarak yorumladı. Öte yandan Abdülhamid'e ağır eleştirilerde bulundu ve "1 numaralı komprador" olarak tanımladı. Avcıoğlu'na göre II. Abdülhamid yerli sanayiye gerekli desteği vermemiştir. Osmanlı'da tek bir Türk sermayeli şirket vardır. O da Abdülmecid zamanında kurulan Şirket-i Hayriye'dir. Avcıoğlu'nun aktardığına göre:"...Eski Mabeyn Katiplerinden Ahmet Reşit Bey, bunun o zamanın parasıyla 4 milyon lirayı bulduğunu yazmaktadır. Bu, Sultan'ın menkul servetidir; asıl servetini gayri menkuller teşkil etmektedir. Abdülhamid, Suriye, Mezopotamya, Arnavutluk vb.de yüz binlerce hektar araziyi özel mülkiyetine geçirmiştir. Irak'ta petrol bulunan alanları da kendi hesabına kapatmıştır..."Abdülhamid, çevresindeki hırsızlıklardan, rüşvetlerden, imtiyaz satışlarından tamamen haberdardır. Kurduğu mükemmel jurnal sistemi, ona her şeyden haberdar olma olanağını sağlamıştır. Bununla birlikte, Abdülhamid, bir hükümet etme metodu olarak, hırsızlık ve rüşveti müsamaha ile karşılamış ve hatta teşvik etmiştir. Hırsızlık ve rüşvet yoluyla, paşalar ve beyleri kendine bağlayacağına inanmıştır... Buna "çaldır ve kazan" politikası diyebiliriz. Alman emperyalizmi "Drang Nach Osten" politikasında, Panislamizmi yararlı bir ideolojik silah olarak görmüş ve ondan sonradır ki, Abdülhamid ateşli bir Panislamist kesilmiştir. Bir yandan komprador alafrangalık, öte yandan koyu Müslümanlık. Sömürge, ya da yarı sömürge haline getirilmiş bütün İslam ülkelerinde görülen manzara budur..." Yusuf Hikmet Bayur, İngiltere Mısır'ı işgal ederken II. Abdülhamid'in çeşitli vesveselerle oraya asker göndermediğini belirtmektedir. Bunun yanı sıra, Midhat Paşa'yı teslim etmesi ve Tunus'un işgaline göz yumması nedeniyle onu eleştirmektedir. Sinan Meydan Avcıoğlu'nun ve Bayur'un görüşlerine aynen yer vererek desteklemekte ve ilaveten donanmayı çürüttüğü içinde onu sert şekilde eleştirmektedir. Yine diğer bir yazar Soner Yalçın tarafından kendisinin görüldüğü kadar tutumlu biri olmadığı yönünde eleştiriler yapılmaktadır. Soner Yalçın'a göre II. Abdülhamid bireysel hayatında tutumlu biri olmasına karşın, padişahlığı devrinde Yıldız Sarayı'ndaki harcamalar Rus sarayından az olsa da; İngiltere, Avusturya-Macaristan İmparatorluklarının harcamalarından epey yüksektir. Yalçın onun döneminde Rusya'nın saray harcamalarının 34 milyon frank, İngiltere'nin 13.5 milyon frank, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun ise 19.5 milyon frank olmakla birlikte Yıldız Sarayı'nın giderinin ise 21 milyon frank olduğunu iddia etmektedir. Ona göre İngiliz ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'ndan fazla olan bu giderler son derece aşırı imparatorluk bütçesini zorlayan durumlardan biri olmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6253", "len_data": 41443, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.6 }
NPR (National Public Radio), ABD'nin bağımsız haber radyosudur. Devletten mali destek görmekte ise de, gerek haber gerekse eleştiri olarak bağımsız bir radyo olup birçok ABD medya kanallarından daha ciddi ve tarafsız haber vermektedir. Yayınları arasında dönem dönem halktan bağış istemesiyle meşhurdur. 6 Kasım 2003 tarihinde McDonald's hissedarı bir kadından 200 milyon dolar kadar bir bağış almış olmasına rağmen seyircilerin sorusu üzerine bağış istemeyi kesmeyeceklerini açıklamışlardır. O zaman verilen bilgiye göre yıllık toplam bağış miktarı 10 milyon dolar civarındadır. NPR'ın 2003'teki toplam bütçesi 100 milyon dolardı. Aynı mantıkla kurulan bir de TV kanalı PBS vardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6254", "len_data": 682, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.55 }
PBS (""), ABD'nin bağımsız televizyon kanalı. Her ne kadar devletten malî destek alsa da, gerek haber gerekse eleştiri olarak bağımsız bir kanal olup birçok medya kanallarından daha tarafsız haber yayınlarıyla ve kaliteli belgeselleriyle meşhurdur. Aynı esasa dayanarak kurulan bir de radyo servisi NPR vardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6255", "len_data": 310, "topic": "NEWS", "quality_score": 3.54 }
Car Talk, arabalar üzerine ABD'de yayınlanan popüler radyo programı. Program İtalyan asıllı Tom and Ray Magliozzi kardeşler (Tappet Brothers) tarafından haftada bir NPR'da yayınlanmakta olup, 1 saat sürmektedir. Araba üzerine izleyicilerin soruları ve sorunları cevaplanmaktadır. İyi tavsiyelerle dolu olan program esprilerle cazip hale getirilmiştir. Tom ve Ray Magliozzi kardeşler Eylül 2012'de, 25 yıllık bir süreden sonra programı sonlandırmaya karar verdiler.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6257", "len_data": 464, "topic": "ENTERTAINMENT", "quality_score": 3.22 }
Ermenistan (, ), resmî adıyla Ermenistan Cumhuriyeti (, ), Avrasya'nın Güney Kafkasya bölgesinde bulunan, denize kıyısı olmayan bir ülkedir. Batı Asya'daki Ermeni Yaylaları üzerinde yer alan ülke, batısında Türkiye, kuzeyinde Gürcistan, doğusunda Azerbaycan, güneyinde ise İran ve Azerbaycan'ın bir parçası olan Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti ile sınır komşusudur. Ermenistan üniter, çok partili, demokratik bir ulus devlettir. Urartu MÖ 860 yılında kurulmuş ve MÖ 6. yüzyılda yerini Ermenistan Satraplığı almıştır. Ermenistan Krallığı MÖ 5. yüzyılda Büyük Dikran hükümdarlığı altında yüksekliğine ulaştı. Sonra da, Hristiyanlığı resmî din olarak kabul eden dünyadaki ilk devlet oldu. Hristiyanlığın devletin resmî dini olarak kabul edilme tarihi 301'dir. Eski Ermeni krallığı, 5. yüzyılın başlarında Bizans ve Sasani İmparatorlukları arasında bölündü. 9. yüzyılda Pakratuni Hanedanlığı döneminde Ermeni Bagratuni Krallığı restore edildi. Bizanslılara karşı yapılan savaşlar nedeniyle gerileyen krallık 1045 yılında düştü ve Ermenistan kısa süre sonra Selçuklu'nun bir parçası oldu. 11 ve 14. yüzyıllar arasında Akdeniz kıyısında bir beylik ve sonrasında da krallık olan Kilikya Ermeni Krallığı kuruldu. 16 ve 19. yüzyıllar arasında Ermenistan, defalarca Osmanlı ve Pers imparatorluklarının egemenliğine girdi. 19. yüzyılda Ermenistan Rus İmparatorluğu tarafından işgal edilirken geri kalan bölgeler Osmanlı egemenliği altında kalmıştır. 1 Haziran 1915 tarihinde Osmanlı hükûmeti tarafından "Takvim-i Vekâyi"'de yayımlanarak yürürlüğe giren Tehcir Kanunu ile yaklaşık 422.758 Ermeni zorunlu göçe tabi tutuldu. 1918'de, Rus Devrimi'nin ardından, Rus olmayan tüm ülkeler bağımsızlıklarını ilan ettiler ve bunun sonucunda Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. 1920'de devlet, Transkafkasya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti'ne dahil edildi ve 1922'de Sovyetler Birliği'nin kurucu üyesi oldu. 1936'da Transkafkasya devleti dağıldı ve Ermeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti de dahil olmak üzere ortaya çıkan bu devletler Sovyetler Birliği cumhuriyetlerine dönüştü. Modern Ermenistan Cumhuriyeti, 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrası bağımsız oldu. Ermenistan, gelişmekte olan bir ülkedir ve 2021 İnsani Gelişme Endeksi'nde 85. sırada yer almaktadır. Başkenti ve en büyük şehri Erivan'dır; Gümrü, Vanadzor, Eçmiadzin ve Hrazdan ülkenin diğer önemli şehirlerindendir. Ekonomisi büyük oranda endüstri ve madenciliğe dayanmaktadır. Ermenistan coğrafi olarak Güney Kafkasya'da yer alırken, genellikle jeopolitik bakımdan Avrupa devleti olarak kabul edilir. Ermenistan jeopolitik olarak Avrupa ile pek çok açıdan uyum sağladığından Avrupa Konseyi, Doğu Ortaklığı, Eurocontrol ve Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası dahil olmak üzere çok sayıda Avrupa kuruluşun; Asya Kalkınma Bankası, Toplu Güvenlik Anlaşması Örgütü, Avrasya Birliği, Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Bağımsız Devletler Topluluğu ve Avrasya Kalkınma Bankası dahil olmak üzere Avrasya'daki belirli bölgesel grupların üyesidir. Ermenistan ayrıca dünyanın en eski ulusal kilisesi olan Ermeni Apostolik Kilisesi'ni ülkenin birincil dinî kurumu olarak kabul etmektedir. Resmî dili Ermenice olan devletin kullandığı alfabe MS 405 yılında Mesrop Maştots tarafından yaratılmıştır. Ülke 1991 yılından beri Azerbaycan'ın Dağlık Karabağ bölgesini fiilen işgal etmekte ve "de facto" Dağlık Karabağ Cumhuriyeti'nin varlığını desteklemekteyken 2020 yılındaki II. Dağlık Karabağ Savaşı ve 2023 Dağlık Karabağ çatışmaları sonrası bölgenin hakimiyeti Azerbaycan'a geçmiştir. Etimoloji. Ermenistan'ın günümüzdeki Ermenice ismi "Hayastan" (), Ermenilerin ülkeleri için eskiden kullanmış oldukları Հայք ("") kelimesine (Ermeni anlamına da gelen) Farsça ülke anlamına gelen -stan ekinin eklenmesi ile oluşturulmuştur. Ancak Hayastan isminin kökeni çok daha eski tarihlere dayanmaktadır ve ilk olarak Agathangelos, Bizantionlu Faustus, Gazar Parpetsi, Koryun ve Sebeos'un eserlerinde bu isim geçmiştir. Ad, Ermeni patrik ve MS 5. yüzyıl yazarı Horenli Musa'ya göre Babil kralını yenen ve Ararat bölgesinde kendi milletini kuran Nuh'un büyük torunu Hayk'tan () türetilmiştir. İsmin daha ilerideki kökeni belirsizdir. Ayrıca, "Hay" adının Ermeni Yaylası'nda hüküm sürmüş iki krallıktan oluşan konfederasyon devleti Hayasa-Azzi'den (MÖ 1600–1200) geldiği ileri sürülmektedir. Bir coğrafi tanım olarak "Arminiya" veya "Armaniya" ( ) adına en erken Ahameniş İmparatoru I. Darius'un yaklaşık MÖ 510 tarihli Eski Farsça yazılmış Behistun Anıtı'nda rastlanır. Antik Yunan terimleri Ἀρμενία ("Armenía") ve Ἀρμένιοι ("Arménioi", "Ermeniler") ilk kez Miletli Hekataios (MÖ 550 - MÖ 476) tarafından anılmıştır. Bazı Pers seferlerinde görev yapan bir Rum general olan Ksenophon, MÖ 401 yıllarında Ermeni köy yaşamının ve misafirperverliğinin birçok yönünü anlatmıştır. Bazı bilim adamları, "Armenia" adını Erken Tunç Çağı eyaleti "Armani (Armanum, Armi)" veya Geç Bronz Çağı eyaleti "Arme (Şupria)" ile ilişkilendirmişlerdir. Bahsi geçen krallıklarda hangi dillerin konuşulduğu bilinmediği için bu bağlantılar kesin olarak kanıtlanamamıştır. Hem Horenli Musa hem de İstanbullu Ermeni tarihçi Mikayel Çamçiyan'e göre "Armenia" ismi, Hayk'ın soyundan gelen Aram'ın adından gelmektedir. Türkçe metinlerde eskiden "Ermeniyye" veya "Ermen diyarı" olarak bahsedilmiş bölge için bu adın ilk kullanımı 17. yüzyılda gözlemlenmiştir. Evliya Çelebi'nin Seyahatnâme eserinde de bu isim adı altında ele alınmıştır. Tarihçe. Antik çağ. Ermenistan, Ağrı dağlarını çevreleyen yaylalarda yer almaktadır. Ermenistan'ın kadim bir medeniyet olduğuna dair Tunç Çağı'na ve daha öncesinde, yaklaşık MÖ 4000'e kadar dayanan kanıtlar bulunmaktadır. Areni-1 mağara kompleksinde 2010 ve 2011 yıllarında yapılan arkeolojik araştırmalar, dünyanın bilinen en eski deri ayakkabısı, eteği ve şarap üretim tesisinin keşfedilmesiyle sonuçlandı. Efsanelere göre Ermenistan'ın kurucusu Hayk'ın hikâyesine göre, MÖ 2107 dolaylarında Hayk, Babil'in Savaş Tanrısı Belus'a karşı Engil nehri kıyısındaki Çavuştepe'de ilk Ermeni devletini kurmak için savaşmıştır. Tarihsel olarak bu olay, Akad'ın MÖ 2115'te Sümer Guti Hanedanı tarafından yok edilmesiyle aynı zamana denk gelir. Bu, Hayk'ın efsanede anlatıldığı gibi "300'den fazla aile üyesi" ile birlikte ayrıldığı bir zaman ve ayrıca MÖ 2154'te Akad İmparatorluğu'nun düşüşü nedeniyle bir Mezopotamya Karanlık Çağı yaşanırken bu, efsanedeki Mezopotamya'yı terk etmesine neden olan olaylara zemin oluşturmuş olabilir. Büyük Ermenistan bölgesinde Trialeti-Vanadzor kültürü, Hayasa-Azzi ve Mitanni (tarihî Ermenistan topraklarının güneybatısında yer alır) dahil olmak üzere birçok Tunç Çağı kültürü ve devleti gelişti ve bunların hepsinin Hint-Avrupalı nüfusa sahip olduğuna inanılıyor. Nairi konfederasyonu ve halefi Urartu, Ermeni Yaylaları üzerinde art arda egemenliklerini kurdular. Adı geçen ulusların ve konfederasyonların her biri Ermeni etnogenezine katıldı. Erivan'da bulunan büyük bir çivi yazılı taş yazıt, Ermenistan'ın modern başkentinin MÖ 782 yazında Kral I. Argişti tarafından kurulduğunu ortaya koydu. Erivan, dünyada sürekli yerleşimin olduğu en eski şehirlerinden biridir. MÖ 6. yüzyılın sonlarında, komşu halklar tarafından Ermenistan olarak adlandırılan ilk coğrafi varlık, Ahameniş İmparatorluğu'nun topraklarının bir parçası olarak Orontid Hanedanlığı altında kuruldu. Krallık, MÖ 190 yılında Kral I. Artaksias yönetiminde Seleukos İmparatorluğu'nun etki alanından tamamen bağımsız hâle geldi ve Artaksiad Hanedanı yönetimi altına girmeye başladı. Ermenistan, MÖ 95 ile MÖ 66 arasında Büyük Tigran döneminde altın çağına ulaştı ve Roma Cumhuriyeti'nin doğusunda zamanının en güçlü krallığı haline geldi. Sonraki yüzyıllarda Ermenistan, Part İmparatorluğu'na bağlı Arşak Hanedanı'nın kurucusu I. Tiridatis döneminde Ahameniş İmparatorluğu'nun etki alanı içine girmişti. Tarihi boyunca Ermenistan Krallığı, hem bağımsızlık dönemlerini hem de çağdaş imparatorluklara bağlı olarak özerklik dönemlerini yaşadı. İki kıta arasındaki stratejik konumu, bölgenin tarih boyunca Asur (Asurbanipal yönetiminde, MÖ 669-627 civarında, Asur'un sınırları Ermenistan ve Kafkas Dağları'na kadar uzanıyordu.), Medler, Ahameniş İmparatorluğu, Yunanlılar, Partlar, Romalılar, Sasani İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu, Araplar, Selçuklular, Moğollar, Osmanlı İmparatorluğu, Safevîler, Afşar ve İran'ın Kaçar hanedanları ile Ruslar tarafından işgal edilmesine sebep oldu. Antik Ermenistan'da din, tarihsel olarak İran'da Zerdüştlük inancının ortaya çıkmasına yol açan bir dizi inançla ilişkiliydi. İnançlar özellikle Mitra'ya tapınmaya odaklanılıyor ve ayrıca Aramazd, Vahagn, Anahit ve Astğik gibi bir tanrılar panteonunu da içeriyordu. 12 aydan oluşan güneş esaslı Ermeni takvimi kullanılıyordu. Hristiyanlık ülkede MS 40 gibi erken bir tarihte yayılmaya başladı. Ermenistan kralı III. Tiridatis (238-314) 301'de Hristiyanlık inancını devletin resmî dini yaparak Ermenistan'ı tarihte Hristiyanlığı resmî din olarak kabul eden ilk devlet yaptı. Bu, Roma İmparatorluğu'nun Galerius yönetiminde Hristiyanlığa resmî olarak bir hoşgörü tanımaya başlamasından on yıl önce ve Büyük Konstantin'in vaftiz edilmesinden 36 yıl önce gerçekleşti. 428'de Ermenistan Krallığı'nın düşüşünden sonra, Ermenistan'ın çoğu bir "marzpanat" olarak Sasani İmparatorluğu'na dahil edildi. 451 yılındaki Avayr Savaşı'ndan sonra Hristiyan Ermeniler dinlerini devam ettirdiler ve Ermenistan özerklik kazandı. Ortaçağ. Sasani döneminden (428-636) sonra Ermenistan, daha önce Bizans İmparatorluğu tarafından alınan Ermeni topraklarını yeniden birleştirerek Emevi Halifeliği altında özerk bir prenslik olan Arminiya olarak varlığını sürdürdü. Ermenistan Prensi tarafından yönetilen prenslik, Halife ve Bizans İmparatoru tarafından tanındı. Araplar tarafından oluşturulan, Gürcistan ve Albanya'nın bazı kısımlarını da içeren ve merkezi Ermeni şehri Divin olan "Arminiya" idari bölümünün/emirliğinin bir parçasıydı. Arminiya, Ermenistan Kralı I. Aşot altında zayıflamış Abbasi Halifeliğinden bağımsızlığını yeniden kazandığı 884 yılına kadar sürdü. Yeniden ortaya çıkan Ermeni krallığı, Bagratuni Hanedanı tarafından yönetildi ve 1045 yılına kadar sürdü. Zamanla, Bagratuni Ermenistan'ının çeşitli bölgeleri bağımsız krallıklar ve beylikler olarak ayrıldı. Bunlar arasında güneyde Artsruni hanedanlığı tarafından yönetilen Vaspurakan, doğuda Sünik Krallığı veya günümüz Dağlık Karabağ topraklarındaki Artsah Krallığı bulunmaktadır. Bu krallıklar bağımsız olsalar da Bagratuni krallarının üstünlüğünü tanımaktaydılar. 1045 yılında Bizans İmparatorluğu Bagratuni Ermenistanı'nı topraklarına kattı. Kısa süre sonra diğer Ermeni devletleri de Bizans kontrolüne girdi. Ermeni toprakları üzerindeki kısa süreli Bizans yönetimi, 1071'de Selçuklu'nun Bizanslıları mağlup edip Malazgirt Savaşı'nda Ermenistan'ı ele geçirmesiyle sona erdi. Akrabası olan Ani Kralı II. Gagik'i öldürenlerin elinde ölümden veya köle olmaktan kaçmak için I. Ruben, bazı hemşerileriyle birlikte Toros Dağları'nın vadilerine ve ardından Kilikya'da yer alan Tarsus'a gitti. Sarayın Bizans valisi onlara, Prens Ruben'in soyundan gelen Ermenistan Kralı I. Levon yönetiminde 6 Ocak 1198'de Kilikya Ermeni Krallığı'nın kurulduğu yerde sığınmalarını sağladı. Kilikya, Avrupalı Haçlıların güçlü bir müttefikiydi ve kendisini Doğu'da Hristiyan âleminin kalesi olarak görüyordu. Kilikya'nın Ermeni tarihi ve devleti açısından önemi, Ermeni halkının ruhani lideri olan Ermeni Apostolik Kilisesi Gatoliğosluğu'nun bölgeye taşınmasıyla da kanıtlanmıştır. Selçuklu İmparatorluğu kısa sürede çökmeye başladı. 12. yüzyılın başlarında, Zakaryan ailesinin Ermeni prensleri Selçuklu Türklerini mağlup ederek Kuzey ve Doğu Ermenistan'da, Gürcistan Krallığı'nın himayesinde devam eden Zakaryan Ermenistanı olarak bilinen yarı bağımsız bir prenslik kurdu. Orbelyan Hanedanı, ülkenin çeşitli yerlerinde, özellikle Sünik ve Vayots Dzor'da kontrolü Zakaryanlarla paylaşırken Artsah ve Utik'i Hasan Celalyan Hanedanı kontrol ediyordu. Erken Modern dönem. 1230'larda Moğol İmparatorluğu, Zakaryan Ermenistanı'nı ve ardından Ermenistan'ın geri kalanını ele geçirdi. Moğol istilalarını kısa süre sonra, 13. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar devam eden Karakoyunlu, Timur hanedanı ve Akkoyunlu gibi diğer Orta Asya kabilelerinin istilaları izledi. Ardı arkası kesilmeyen her biri ülkeyi yıkıma uğratan istilaların ardından Ermenistan zamanla zayıfladı. 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu ve İran'ın Safevi Hanedanı Ermenistan'ı böldü. 16. yüzyılın başlarından itibaren hem Batı Ermenistan hem de Doğu Ermenistan Safevi İmparatorluğu'nun eline geçti. Batı Asya'da yüz yıl sürecek olan Türk-İran jeopolitik rekabeti nedeniyle, Osmanlı-İran Savaşları sırasında bölgenin önemli bölümleri için iki rakip imparatorluk arasında sık sık savaşlar gerçekleşti. Batı Ermenistan Kasr-ı Şirin Antlaşması ile Osmanlı egemenliğinde kalırken Doğu Ermenistan sırasıyla Safevi, Afşar ve Kaçar hanedanları tarafından yönetildi. 1604'ten itibaren Safevî Hükümdarı I. Abbas, kuzeybatı sınırını herhangi bir Osmanlı gücüne karşı korumak için bölgede "yakıp yıkma taktiği" uyguladı. Bu, Ermeni kitlelerini anavatanlarının dışına zorla yerleştirmeyi içeren bir politikaydı. Sırasıyla Rus-İran Savaşı (1804-13) ve Rus-İran Savaşı'nın (1826-28) ardından 1813 Gülistan Antlaşması ve 1828 Türkmençay Antlaşması ile Kaçar Hanedanı, Revan ve Karabağ hanlıklarından oluşan Doğu Ermenistan'ı geri dönülmez bir şekilde Rus İmparatorluğu'na vermek zorunda kaldı. Bu döneme Rusya Ermenistanı adı verilir. Batı Ermenistan hâlâ Osmanlı yönetimi altında kalırken Ermenilere kendi anklavları içinde çeşitli özerklikler verildi ve Türkler de dahil imparatorluktaki diğer gruplar ile uyum içinde yaşadılar. Ancak katı bir Müslüman toplum yapısı altındaki Hristiyanlar olarak Ermeniler yaygın bir ayrımcılığa maruz kaldılar. Osmanlı İmparatorluğu içinde daha fazla hak için isyan etmelerine karşılık olarak Sultan II. Abdülhamid, 1894 ile 1896 yılları arasında Ermenilere karşı devlet destekli katliamlar düzenledi ve tahmini olarak 80.000 ila 300.000 kişinin ölümüne neden oldu. Hamidiye Katliamları olarak geçen katliamlar sonrası Abdülhamid, Batı tarafından "Kızıl Sultan" ve "Kanlı Sultan" isimleri ile anılmaya başladı. 1890'larda, yaygın olarak "Taşnaktsutyun" olarak bilinen Ermeni Devrimci Federasyonu, imparatorlukta reformu savunan çeşitli küçük grupları birleştirmek ve "imparatorluğun Ermeni nüfuslu bölgelerini katliamlardan korumak" amacıyla Osmanlı İmparatorluğu'na karşı faaliyete geçti. Taşnaktsutyun üyeleri ayrıca Ermeni sivilleri silahlı direniş yoluyla savunan Ermeni fedai grupları kurdu. Ayrıca Taşnaklar, "özgür, bağımsız ve birleşik" bir Ermenistan yaratma gibi daha geniş bir hedef için de faaliyetlerini yürütseler de bazen bağımsızlık yerine özerkliği savunmak gibi daha gerçekçi bir yaklaşım lehine bu hedefi bir kenara bırakıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu çöküş dönemimde 1908'de Jön Türk Devrimi Sultan Abdülhamid hükûmetini devirdi. Nisan 1909'da Osmanlı İmparatorluğu'nun Adana Vilayeti'nde 20.000-30.000 kadar Ermeni'nin ölümüyle sonuçlanan Adana Katliamı meydana geldi. İmparatorlukta yaşayan Ermeniler, İttihat ve Terakki'nin ikinci sınıf statülerini değiştirmesini umuyorlardı. Yeniköy Antlaşması (1914) ile Ermeni meseleleri üzerine bir genel müfettiş atanarak çözümler sunuldu. Birinci Dünya savaşı ve Ermeni Kırımı. Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi, Kafkasya ve İran cephelerinde Osmanlı İmparatorluğu ile Rus İmparatorluğu arasında çatışmaya yol açtı. İstanbul'daki yeni hükûmet, Rus İmparatorluk Ordusu'nda bir grup Ermeni gönüllü olması sebebiyle Ermenilere güvensizlik ve şüpheyle bakıyordu. 24 Nisan 1915'te Ermeni aydınları Osmanlı yetkilileri tarafından tutuklandı ve Tehcir Kanunu (29 Mayıs 1915) ile Anadolu'da yaşayan Ermenilerin büyük bir bölümü yaşadıkları şehirlerden başka yerlere sürüldü. Tehcir ve katliamlar ile Osmanlı hükûmeti tarafından Ermenilere karşı etnik temizlik gerçekleştirildi. Kırım iki aşamada uygulandı: sağlam erkek nüfusun katliamlar yoluyla toptan öldürülmesi ve askere alınanların zorunlu çalışmaya tabi tutulması; ardından kadınların, çocukların, yaşlıların ve sakatların Suriye Çölü'ne doğru ölüm yürüyü ile sürülmesi. Askerî refakatçiler tarafından sürülen sürgünler, yiyecek ve sudan mahrum bırakıldı ve periyodik olarak soygun, tecavüz ve katliam olaylarına maruz kaldı. Bölgede Osmanlı İmparatorluğu'nun faaliyetlerine isyan eden gösteren yerel Ermeni direniş örgütleri bulunuyordu. 1915-1917 olayları, Ermeniler ve Batılı tarihçilerin büyük çoğunluğu tarafından devlet destekli toplu katliamlar veya soykırım olarak kabul edilmektedir. Türk makamları soykırım teriminin, Osmanlı yönetiminin son yıllarında gerçekleşen kitlesel katliamlarını tanımlamak için doğru bir terim olmadığını iddia ederek, bu terimi kullanmaktan kaçınmakta ve soykırım iddialarını reddetmektedir. Ermeni Kırımı, modern dönemde gerçekleşen ilk soykırımlardan biri olarak kabul edilmektedir. Arnold J. Toynbee tarafından yapılan araştırmaya göre, 1915'ten 1916'ya kadar olan tehcir sırasında tahminen 600.000 Ermeni öldü. Ancak bu rakam, kırımın yalnızca ilk yılını ifade etmektedir ve 24 Mayıs 1916'da raporun derlenmesinden sonra ölen veya öldürülenleri hesaba katmamaktadır. Uluslararası Soykırım Alimler Cemiyeti ölü sayısının "bir milyondan fazla" olduğunu belirtiyor. Öldürülen toplam insan sayısının 1 ila 1,5 milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir. Ermenistan ve Ermeni diasporası, 30 yılı aşkın süredir olayların resmî olarak soykırım olarak tanınması için kampanya yürütmektedir. Bu olaylar geleneksel olarak her yıl 24 Nisan Ermeni Şehitler Günü veya Ermeni Soykırımı Günü'nde anılır. Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti. Nikolay Yudeniç komutasındaki Rus Kafkas İmparatorluk Kuvvetleri, gönüllü birliklerdeki Ermeniler ve Andranik Ozanyan ile Tovmas Nazarbekyan liderliğindeki Ermeni milisleri Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Ermenistanı'nın çoğunu ele geçirmeyi başarsa da, kazanımları 1917 Bolşevik Devrimi ile kaybedildi. O zamanlar, Rusya kontrolündeki Doğu Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan, Transkafkasya Demokratik Federatif Cumhuriyeti olarak bir araya gelmeye çalıştı. Ancak bu federasyon, Şubat 1918'den üç partinin de feshetme kararı aldığı Mayıs 1918'e kadar sürdü. Sonuç olarak, Doğu Ermenistan'ın Taşnaktsutyun hükûmeti, Aram Manukyan liderliğinde 28 Mayıs'ta Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti olarak bağımsızlığını ilan etti. Demokratik Cumhuriyet'in kısa ömürlü bağımsızlığı savaş, toprak anlaşmazlıkları, büyük çaplı isyanlar ve beraberinde ülkeye salgın hastalıklar getiren ve açlık sorununun ortaya çıkmasına sebep olan Osmanlı Ermenistanı'ndan gelen kitlesel bir mülteci akınıyla uğraşmakla geçti. Savaşın sonunda galip gelen güçler Osmanlı İmparatorluğu'nu bölmeye çalıştılar. İtilaf Devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu arasında 10 Ağustos 1920'de imzalanan Sevr Antlaşması, Ermeni cumhuriyetinin varlığını sürdürmeyi ve eski Osmanlı Ermenistanı topraklarını ona bağlamayı taahhüt ediyordu. Ermenistan'ın yeni sınırları Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Woodrow Wilson tarafından çizildiğinden, Osmanlı Ermenistanı "Wilson Ermenistanı" olarak da anılıyordu. Antlaşmanın imzalanmasından birkaç gün önce, 5 Ağustos 1920'de, Kilikya'daki "de facto" Ermeni yönetimi olan Ermeni Ulusal Birliği'nden Mihran Damadyan, Kilikya'nın -Fransız himayesi altındaki özerk bir Ermeni cumhuriyeti olarak- bağımsızlığını ilan etti. Ermenistan'ın Amerika'nın himayesinde bir manda hâline getirilmesi bile düşünülse de antlaşma, Anadolu Hareketi tarafından reddedildi ve yürürlüğe girmedi. Hareket antlaşmayı, kendisini Türkiye'nin meşru hükûmeti ilan etmek için fırsat olarak kullandı ve İstanbul merkezli monarşiyi Ankara merkezli bir cumhuriyetle değiştirdi. 1920'de Türk milliyetçi güçleri doğuda yeni doğan Ermeni cumhuriyetini ele geçirdi. Kazım Karabekir komutasındaki Türk kuvvetleri, 93 Harbi sonrasında Rusya'nın ilhak ettiği Ermeni topraklarını ele geçirdi ve eski Aleksandropol şehrini (bugünkü Gümrü) işgal etti. Şiddetli çatışma 2 Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması ile sona erdi. Antlaşma, Ermenistan'ı askerî kuvvetlerinin çoğunu silahsızlandırmaya, Sevr Antlaşması ile kendisine verilen tüm eski Osmanlı topraklarından geri çekilmeye ve Sevr Antlaşması'nda kendisine verilen tüm "Wilson Ermenistanı"ndan vazgeçmeye zorladı. Eşzamanlı olarak, Sergo Orconikidze komutasındaki Sovyet On Birinci Ordusu, 29 Kasım'da Karavansaray'dan (bugünkü İcevan) Ermenistan'ı işgal etmeye başladı. 4 Aralık'ta Orconikidze'nin güçleri Erivan'a girdi ve kısa ömürlü Ermeni cumhuriyeti çöktü. Cumhuriyetin düşüşünden kısa süre sonra Şubat Ayaklanması, 1921'de gerçekleşti ve 26 Nisan'da Garegin Njdeh komutasındaki Ermeni kuvvetleri tarafından Zengezur'da hem Sovyet hem de Türk müdahalelerine karşı savaşan Dağlık Ermenistan Cumhuriyeti kuruldu. Sovyetlerin Sünik bölgesini Ermenistan sınırlarına dahil etmeyi kabul etmesinin ardından isyan sona erdi ve 13 Temmuz'da Kızıl Ordu bölgenin kontrolünü ele geçirdi. Ermenistan SSC. Ermenistan, Kızıl Ordu tarafından ilhak edildi ve 4 Mart 1922'de Gürcistan ve Azerbaycan ile birlikte Transkafkasya SFSC'nin (TSFSC) bir parçası olarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ne dahil edildi. Bu ilhakla birlikte, Gümrü Antlaşması'nın yerini Türk-Sovyet Kars Antlaşması aldı. Antlaşmada Türkiye Kars, Ardahan ve Iğdır şehirlerinin karşılığında, Sovyetler Birliği'nin liman kenti Batum ile Acara'nın kontrolünü ele geçirmesine izin verdi. TSFSR, 1922'den üç ayrı birime (Ermenistan SSC, Azerbaycan SSC, Gürcistan SSC) bölündüğü 1936'ya kadar varlığını sürdürdü. Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu'nun çalkantılı son yıllarının aksine, SSCB içinde göreli bir istikrar dönemi yaşadılar. SSCB'nin seküler politikalarıyla mücadele eden kilise için durum zordu. Vladimir Lenin'in ölümünden sonra Komünist Parti genel sekreteri Josef Stalin yavaş yavaş kendisini SSCB'nin diktatörü olarak kabul ettirdi. Stalin döneminde Sovyetler Birliği genelinde milyonlarca insanın hayatına mal olan kitlesel baskılar yaşandı. Ermenistan, İkinci Dünya Savaşı'nda herhangi bir muharebeye sahne olmadı. Savaş sırasında Kızıl Ordu'da tahminen 500.000 Ermeni (nüfusun yaklaşık üçte biri) görev yaptı ve 175.000 kişi öldü. Josef Stalin'in 1953'te ölümü ve Nikita Kruşçev'in SBKP'nin yeni genel sekreteri olarak ortaya çıkmasının ardından bölgedeki özgürlük indeksinde bir iyileşme görüldüğü iddia ediliyor. Bunun etkisiyle de Ermenistan'ın SSC'sindeki yaşam da hızlı bir şekilde gelişmeye başlıyordu. Stalin döneminde sınırlandırılan kilise, 1955'te Katolikos I. Vazgen'in göreve geçmesiyle yeniden canlandı. 1967'de Erivan'daki Hrazdan vadisinin yukarısındaki Tsitsernakaberd tepesinde Ermeni Kırımı kurbanları için bir anıt inşa edildi. 1980'lerde Gorbaçov döneminde Glasnost ve Perestroyka reformları ile Ermeniler, Sovyet yapımı fabrikaların getirdiği kirliliğe karşı çıkarak ülkeleri için daha iyi çevre bakımı talep etmeye başladılar. O zamanlarda Sovyet Azerbaycanı ile çoğunluğu Ermenilerden oluşan özerk bölgesi Dağlık Karabağ arasında da gerilimler yaşanıyordu. 1970 yılında Azerbaycan'da yaklaşık 484.000 Ermeni yaşıyordu. Karabağ Ermenileri, Sovyet Ermenistanı ile birleşme talep ettiler. Ermenistan'daki Karabağ Ermenilerini destekleyen barışçıl protestolar, Azerbaycan'da Sumgayıt'ta olduğu gibi Ermeni karşıtı pogromlarla ve ardından Ermenistan'da Azerbaycan karşıtı şiddet olayları ile karşılandı. Bu sorunları Ermenistan'da 1988'de 7.2 büyüklüğündeki yıkıcı bir deprem takip etti. Gorbaçov'un Ermenistan'ın herhangi bir sorununu hafifletememesi Ermeniler arasında hayal kırıklığı yarattı ve artan bir bağımsızlık talebini daha da artırdı. Mayıs 1990'da, Sovyet Kızıl Ordusu'ndan ayrı bir savunma gücü olarak hizmet veren Yeni Ermeni Ordusu kuruldu. Ermeniler 1918'de Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti'nin yıldönümünü anmaya karar verdiklerinde, Yeni Ordu ile Erivan'daki Sovyet İç Güvenlik Kuvvetleri birlikleri arasında kısa süre sonra çatışmalar çıktı. Şiddetli olaylar tren istasyonunda İç Güvenlik Kuvvetleri ile bir çatışmada öldürülen beş Ermeni'nin ölümüyle sonuçlandı. Oradaki tanıklar, İç Güvenlik Kuvvetlerinin aşırı güç kullandığını ve çatışmayı kendilerinin başlattığını iddia etti. Başkent yakınlarındaki Sovetaşen'de Ermeni milisler ile Sovyet birlikleri arasında daha fazla çatışma çıktı ve çatışmalar çoğu Ermeni olmak üzere 26'dan fazla kişinin ölümüyle sonuçlandı. Ocak 1990'daki Bakü Pogromu, Azerbaycan'ın başkenti Bakü'deki 200.000 Ermeni'nin neredeyse tamamını Ermenistan'a kaçmaya zorladı. 23 Ağustos 1990'da Ermenistan topraklarında kendi egemenliğini ilan etti. 17 Mart 1991'de Ermenistan, Baltık devletleri, Gürcistan ve Moldova ile birlikte ülke çapındaki referandumu boykot etti ve referanduma katılan seçmenlerin %78'i Sovyetler Birliği'nin reforme edilmiş bir biçimde varlığını sürdürmesi için oy kullandı. Ermenistan Cumhuriyeti. 21 Eylül 1991'de Ermenistan, Moskova'daki başarısız darbe girişiminden sonra bağımsızlığını resmen ilan etti. Ermeni nüfuslu Dağlık Karabağ'ın ülkeyle birleşmesi için Karabağ hareketine liderlik ederek öne çıkan Levon Ter-Petrosyan, 16 Ekim 1991'de halk tarafından, yeni bağımsızlığını kazanmış Ermenistan Cumhuriyeti'nin ilk devlet başkanı seçildi. 26 Aralık 1991'de Sovyetler Birliği dağıldı ve Ermenistan'ın bağımsızlığı tanındı. Ter-Petrosyan, komşu Azerbaycan ile Birinci Dağlık Karabağ Savaşı'nı Savunma Bakanı Vazgen Sarkisyan ile birlikte yönetti. Sovyet sonrası ilk yıllar, Azerbaycan Halk Cephesi'nin Karabağ sorunundan dolayı Ermenistan'a karşı bir demiryolu ve hava ablukası başlatması için Azerbaycan SSC'ye yaptığı baskının başarılı olması sonucu yaşanan ekonomik zorluklarla gölgelendi. Bu hareket, kargo ve malların %85'inin demiryolu trafiğiyle ulaştığı Ermenistan ekonomisini ciddi bir şekilde zayıflattı. 1993 yılında Türkiye, Azerbaycan'ı desteklemek için Ermenistan ile diplomatik ilişkilerini kesip sınırı kapatarak ablukaya katıldı. Karabağ Savaşı, 1994 yılında Rusya'nın aracılık ettiği ateşkesin yürürlüğe girmesiyle sona erdi. Savaş sonucunda Ermenistan Dağlık Karabağ'ın neredeyse tamamı da dahil olmak üzere Azerbaycan'ın uluslararası kabul görmüş topraklarının %16'sını işgal etti. Ermenistan destekli güçler, 2020 yılına kadar bu bölgenin neredeyse tamamının kontrolünü elinde tuttu. Tam bir çözüm bulunamadığı için hem Ermenistan hem de Azerbaycan ekonomileri zarar gördü ve Ermenistan'ın Türkiye ve Azerbaycan ile olan sınır kapıları da kapalı kaldı. Hem Azerbaycan hem de Ermenistan 1994'te ateşkesi kabul ettiğinde, tahminen 30.000 kişi çatışmalar sırasında ölmüş ve bir milyondan fazla kişi de yerinden edilmişti. 21. yüzyılda Ermenistan birçok zorlukla karşı karşıya kaldı. Ülke piyasa ekonomisine tam geçiş yapmıştır. Bir araştırma, Ermenistan'ı dünyanın en "ekonomik olarak en özgür" 41. ülkesi olarak sıralamıştır . Avrupa, Arap Birliği ve Bağımsız Devletler Topluluğu ile ilişkileri Ermenistan'ın ticaret hacmini artırmasına olanak sağlamıştır. Gaz, petrol ve diğer kaynaklar iki yoldan ülkeye ulaşıyor: İran ve Gürcistan. Ermenistan her iki ülke ile de samimi ilişkiler sürdürmektedir. 2018 Ermenistan protestoları, Sivil Sözleşme partisinden Ermenistan parlamentosu üyesi Nikol Paşinyan'ın liderliğinde, çeşitli siyasi ve sivil gruplar tarafından Nisan-Mayıs 2018 arasında düzenlenen bir dizi hükûmet karşıtı protesto idi. Protestolar ve yürüyüşler ilk olarak Serj Sarkisyan'ın üst üste üçüncü kez Ermenistan Devlet Başkanı olarak görev yapmasına tepki olarak başlasa da daha sonra genel olarak Cumhuriyetçi Parti hükûmetine karşı düzenlendi. Paşinyan bunu "kadife devrim" olarak ilan etti. Mart 2018'de Ermeni parlamentosu Armen Sarkisyan'ı Ermenistan'ın yeni devlet başkanı olarak seçti. Başkanlığın yetkisini azaltmaya yönelik tartışmalı anayasal reform hayata geçirilirken başbakanın yetkisi daha da güçlendirildi. Mayıs 2018'de parlamento, muhalefet lideri Nikol Paşinyan'ı yeni başbakan olarak seçti. Selefi Serj Sarkisyan, hükûmet karşıtı gösterilerin ardından, iki hafta önce istifa etmişti. 27 Eylül 2020'de çözülmemiş Dağlık Karabağ sorunu nedeniyle topyekûn bir savaş patlak verdi. Hem Ermenistan hem de Azerbaycan silahlı kuvvetleri askeri ve sivil kayıplar bildirdi. Ermenistan ile Azerbaycan arasında altı haftalık savaşı sona erdirmek için imzalanan Dağlık Karabağ Ateşkes Antlaşması, birçok kişi tarafından Ermenistan'ın yenilgisi ve teslim olması olarak görüldü. Bir yıl boyunca süren protestolar, erken seçimleri zorunlu kıldı. 20 Haziran 2021'de Paşinyan'ın Sivil Sözleşme partisi erken parlamento seçimini kazandı. Ermenistan Devlet Başkanı Armen Sarkisyan, Başbakan Vekili Nikol Paşinyan'ı resmen başbakanlığa atadı. Ocak 2022'de Ermenistan Devlet Başkanı Armen Sarkisyan, anayasanın artık cumhurbaşkanına yeterli yetki veya etki vermediğini belirterek görevden istifa etti. 3 Mart 2022'de Vahagn Haçaturyan, ikinci tur parlamento oylamasında Ermenistan'ın beşinci devlet başkanı seçildi. Sonraki ay daha fazla protesto patlak verdi. Coğrafya. Ermenistan jeopolitik Transkafkasya (Güney Kafkasya) bölgesinde, Güney Kafkas Dağları ve onların Karadeniz ile Hazar Denizi arasındaki ovalarında ve Ermenistan Yaylası'nın kuzeydoğusunda yer alan denize kıyısı olmayan bir ülkedir. Batı Asya'da, Ermeni Yaylası'nda yer alan ülke; batıda Türkiye, güneyde Nahçıvan eksklavı ve İran'la, kuzeyde Gürcistan, doğuda ise Azerbaycan ve Rus barış gücünün bulunduğu Laçın Koridoru ile çevrelenmiştir. Ermenistan 38° ve 42 °K enlemleri ile 43° ve 47 °D meridyenleri arasında yer alır. İki karasal ekolojik bölge içerir: Kafkasya karma ormanları ve Doğu Anadolu dağ bozkırları. Ermenistan bakır, demir, boksit, molibden, altın, kurşun ve çinkoca zengindir. Büyük ponza, mermer, tüf, perlit, kireç taşı, bazalt ve tuz yatakları da bulunmaktadır. Ermenistan, Arap ve Avrasya levhalarının yöneldiği bölgede yer almaktadır ve bundan dolayı tarih boyunca bölgede birçok büyük deprem meydana gelmiştir. 1988 Spitak Depremi, 25.000 kişinin ölümüne ve Spitak şehrin neredeyse tamamen yıkılmasına sebep olmuştur. Topoğrafya. Ermenistan'ın karasal alanı olmakla beraber bu arazi çoğunlukla dağlıktır. Arazinin dağlık olmasının bir sonucu olarak bölgede hızlı akan nehirler ve tarıma uygun çok az toprak bulunmaktadır. Ülkenin en yüksek dağı Alagöz'ün zirvesi deniz seviyesinden yüksektedir ve hiçbir noktası deniz seviyesinin altında değildir. Ülke ortalama yüksekliği bakımından dünyadaki en yüksek 10. ülke olup, İsviçre ve Nepal'den daha fazla (%85.9) dağlık alana sahiptir. Ağrı Dağı, 5.137 metre (16,854 fit) ile bölgedeki en yüksek dağdır. Günümüzde Türkiye hudutları içerisinde yer alan dağ Ermenistan'dan açıkça görülebilmektedir. Ermeniler tarafından sembolik açıdan önem taşıyan bu dağa ülkenin ulusal ambleminde yer verilmiştir. İklim. Ermenistan belirgin bir şekilde dağlık karasal iklim görülmektedir. Yazlar hazirandan eylül ortasına kadar sıcak, kurak ve güneşli geçer. Sıcaklık arasında değişmektedir. Bununla birlikte düşük nem seviyesi, yüksek sıcaklıkların etkisini azaltır. İlkbaharlar kısa, sonbaharlar uzundur. Kışlar bol miktarda kar yağışıyla geçer ve oldukça soğuktur. Sıcaklık arasında değişir. Kış sporu meraklıları, Erivan'a otuz dakikalık mesafede bulunan Tsahkadzor tepelerinde kayak yapmaktadırlar. Ermenistan yaylalarında yer alan Sevan Gölü, deniz seviyesinden yüksektedir. Ülkenin ortalama yağış oranı Aras Vadisi ve çevresinde senede 250 milimetre, en yüksek rakımlarda ise 800 milimetredir. Çevre. Ermenistan, 2018 Çevresel Performans Endeksi'nde (EPI) 180 ülke arasında 63. sırada yer aldı. Çevresel sağlık alt endeksindeki sıralaması (EPI'de %40 ağırlıklı) 109 iken, Ermenistan'ın Ekosistem Canlılığı alt endeksindeki sıralaması (EPI'de %60 ağırlıklı) 27. sıradır. Nüfusun maruz kaldığı düşük hava kalitesi ve ülkenin Çevresel sağlık alt dizin sıralaması tatmin edici düzeyde değildir. Ermenistan'ın geri dönüşüm ve atık işleme tesisleri gelişmemiştir. Yakın bir tarihte Hrazdan kenti yakınlarındaki 10 çöplüğünün kapatılmasına imkan verecek bir atık işleme tesisi kurulması planlanmaktadır. Ermenistan'da bol miktarda yenilenebilir enerji kaynaklarının (özellikle hidroelektrik ve rüzgâr enerjisi) mevcudiyetine ve AB yetkililerinden Metsamor'daki nükleer santralin kapatılması çağrısına rağmen Ermeni Hükûmeti, yeni küçük modüler nükleer reaktörler kurma olasılıklarını araştırmaktadır. 2018 yılında, mevcut nükleer santralin güvenliğini artırmak ve enerji üretimini yaklaşık %10 artırmak için modernizasyon planlanmaları yapılmaktadır. Ermenistan, 2018 Orman Peyzaj Bütünlüğü Endeksi'nde ortalama 5,46/10 puanla dünya genelinde 172 ülke arasında 99'uncu sırada yer almıştır. Hükûmet ve siyaset. Ermenistan temsilî bir parlamenter demokratik cumhuriyettir. Ermeni anayasası, Nisan 2018'e kadar yarı başkanlık cumhuriyet sistemine bağlı kalmıştır. Mevcut Ermenistan Anayasası'na göre devlet başkanı büyük ölçüde temsilî görevler üstlenen devlet başıdır. Başbakan ise hükûmetin başıdır ve yürütme yetkisini kullanır. Yasama yetkisi, tek meclisli bir parlamento olan Ulusal Meclis'e verilmiştir. Ülke Kırılgan Devletler Endeksi'nin 2006'daki ilk raporundan en son yayımlanan 2019 raporuna kadar komşu ülkelerden daha iyi sıralara yerleşti (2011 dışında). Ermenistan'da on sekiz yaşını geçen herkes oy hakkına sahiptir. Dış ilişkiler. 2 Mart 1992'de Birleşmiş Milletler'e üye olan Ermenistan, bir dizi kuruluşun katılımcısı ve uluslararası anlaşmaların imzacısı olmuştur. Aynı zamanda Avrupa Konseyi, Asya Kalkınma Bankası, Avrupa Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası , Bağımsız Devletler Topluluğu, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, Uluslararası Para Fonu, Dünya gibi uluslararası kuruluşların üyesidir. Ticaret Örgütü, Dünya Gümrük Örgütü, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü ve La Francophonie ve CSTO gibi askerî ittifakların bir üyesidir. Ayrıca NATO'nun Barış için Ortaklık programına ve Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi'ne katılır. 2004'te Ermeni kuvvetleri, Kosova'da NATO liderliğindeki uluslararası bir güç olan KFOR'a katıldı. Ermenistan aynı zamanda Arap Birliği, Amerikan Devletleri Örgütü, Pasifik İttifakı, Bağlantısızlar Hareketi'nin gözlemci üyesidir ve Şanghay İşbirliği Örgütü ile diyalog ortağıdır. Ermenistan, Fransa ile olan tarihsel bağlarının bir sonucu olarak 2018 yılında iki yılda bir düzenlenen Frankofoni zirvesine ev sahipliği yapmak üzere seçildi. Azerbaycan ile ilişkileri soğuktur, bu iki ülkenin arasında diplomatik ilişki bulunmamaktadır. Özellikle Karabağ Savaşı ve bunun etkileri nedeniyle gerilimler vardır. 1994'te bir ateşkes anlaşması yapılmasına rağmen, savaştan önce Azerbaycan toprağı olan bölge (eski sınırların %16'sı) günümüzde Ermenistanlılar tarafından kontrol edilmektedir. Azerbaycan'da yaşadığı yerden zorunlu göç etmek zorunda kalan yaklaşık 528.000 kişi ve Ermenistan'dan kaçan 300.000 Azeri sığınmacı bulunmaktadır. Türkiye, Ermenistan'ın bağımsızlığını 16 Aralık 1991 tarihinde tanıyarak ülkeyi tanıyan dünyanın ilk ülkelerinden birisi olmuştur. Buna rağmen, Ermenistan ile Türkiye arasındaki diplomatik ilişkiler hâlâ mesafelidir. Ermenistan anayasası, Türkiye ile olan sınır antlaşmasının eski hükûmetin Sovyetler Birliği tarafından kontrolünün ardından imzalanmasını gerekçe göstererek sınırı hukukî olarak tanımamaktadır. 1993'te Türkiye, Ermeni güçlerinin "de jure" Azerbaycan topraklarını işgal etmesi nedeniyle Ermenistan ile sınırını kapatmıştır ve bu sınır günümüzde de kapalıdır. 10 Ekim 2009'da Ermenistan ve Türkiye, diplomatik bağların yeniden tesis edilmesi ve sınırlarının yeniden açılmasına ilişkin protokol imzaladılar. Protokollerin yürürlüğe girebilmesi için ulusal parlamentolarda oylama yapılmalıydı. Ermenistan'da protokoller meclise gönderilmeden önce anayasaya uygunluğun onaylanması için Anayasa Mahkemesine gönderildi. Anayasa Mahkemesi, üç ana konunun altında yatan protokollerin önsözüne atıfta bulundu. Protokollerin uygulanmasının Ermenistan'ın Kars Antlaşması ile tesis edilen mevcut Türkiye-Ermenistan sınırını resmen tanıdığı anlamına gelmediği belirtildi. Bunun sonucunda Anayasa Mahkemesi protokollerin ana gerekçelerinden birini, yani "iki ülke arasındaki mevcut sınırın ilgili uluslararası hukuk antlaşmalarıyla tanımlandığı şekilde karşılıklı olarak tanınmasını" reddetti. Daha sonra Ermenistan, Protokollerin onay sürecini askıya aldığını 23 Nisan 2010 tarihli bir nota ile Türkiye'nin Tiflis Büyükelçiliğine bildirdi. Türk Hükûmeti için Protokollerden çekilme nedeni de buydu. İki komşusuyla da kötü ilişkileri olması sebebiyle Ermenistan'ın Rusya ile yakın güvenlik bağları vardır. Rusya, Ermenistan hükûmetinin talebi üzerine Gümrü şehrine askerî üs kurmuştur. Rusya ile olan iyi ilişkilerine karşılık Ermenistan, son yıllarda Avrupa-Atlantik devletleriyle ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır. Özellikle ABD ile Ermeni diasporası aracılığıyla iyi ilişkiler sürdürmektedir. ABD Nüfus Bürosu'na göre ülkede 427.822 Ermeni yaşamaktadır. Azerbaycan ve Türkiye'nin sınır ablukaları nedeniyle Ermenistan, özellikle ekonomik alanda güney komşusu İran'a bağımlıdır. İran'dan Ermenistan'a giden bir doğalgaz boru hattının inşası da dahil olmak üzere iki ülke arasında ekonomik projeler geliştirilmektedir. Ermenistan, Avrupa Konseyi üyesidir ve özellikle Fransa ve Yunanistan gibi üye devletleri başta olmak üzere Avrupa Birliği ile dostane ilişkiler sürdürmektedir. Ocak 2002'de Avrupa Parlamentosu, Ermenistan'ın gelecekte AB'ye girebileceğini kaydetti. 2005 yılında yapılan bir anket, Ermenistan nüfusunun %64'ünün AB'ye katılma taraftarı olduğunu bildirdi. Eski bir Sovyetler Birliği cumhuriyeti ve gelişen bir demokrasiye sahip olan Ermenistan, Avrupa Birliği ile müzakerelere başlamış ve 2013 yılında AB ile Derin ve Kapsamlı Serbest Ticaret Bölgesi ile bir Ortaklık Anlaşması imzalamak için müzakereleri tamamlamıştı. Ancak hükûmet anlaşmayı sonuçlandırmamayı tercih etti ve bunun yerine Avrasya Ekonomik Birliği'ne katıldı. Buna rağmen Ermenistan ve AB, 24 Kasım 2017'de AB-Ermenistan Kapsamlı ve Genişletilmiş Ortaklık Anlaşması'nı (CEPA) onayladı. Anlaşma, AB ile Ermenistan arasındaki ilişkiyi yeni bir ortaklık düzeyine taşımakta, ekonomik, ticari ve siyasi alanlarda işbirliğini daha da geliştirmekte ve yatırım olanaklarını iyileştirmeyi, Ermeni hukukunu kademeli olarak AB müktesebatına yaklaştırmayı amaçlamaktadır. Brüksel'de resmî olarak böyle bir plan bulunmamakla birlikte ülke, yasal olarak gerekli standartları ve kriterleri karşılaması kaydıyla muhtemel bir AB üyesi olarak görülme hakkına sahiptir. Ermenistan, Avrupa Birliği'nin Avrupa Komşuluk Politikası'na (ENP) dahildir. 24 Kasım 2017'de imzalanan Ermenistan-AB Kapsamlı ve Gelişmiş Ortaklık Anlaşması (CEPA) ekonomik, ticari ve siyasi alanlarda işbirliğini geliştirmeyi ve yatırım olanaklarını iyileştirmeyi hedeflemektedir ve Ermeni hukuk sistemini kademeli olarak AB müktesebatına uygun hâle getirmek için tasarlanmıştır. Metsamor Santrali Sorunları. 1977 yılında inşa edilmiş olan Santral eski teknolojisi ve taşıdığı büyük risk sebebiyle, Ermenistan'ın Türkiye ve Avrupa ilişkilerinde önemli konu olmaya devam etmektedir. Keza Metzamor Nükleer Santrali bugün dünyadaki mevcut santraller içerisinde en güvensiz reaktör olma özelliğini taşımaktadır. Yapılan araştırmalar göstermekte ki, eskiyen teknolojisi ve yakıt tanklarının soğutma teknolojisinin günümüze uygun olmaması sebebiyle kapatılması gereken bir Nükleer Santral olarak kabul edilmektedir. Çernobil ile kıyaslanacak olursa bugünkü Metsamor'un taşıdığı risk daha iyi anlaşılır. Çernobil Faciası sonucu ortaya çıkan nükleer felaket sonrası bile günümüzde kazanın olduğu yer çevresinde 30 km. çaplık bir daire (aşırı radyoaktivitenin hâlen olması sebebiyle) yasak bölge ilan edilmiştir ve girişler şu anda da yasaktır. Santral Ermenistan'ın başkenti Erivan'a 32 km, Kars'a 100 km, Iğdır'a ise 30 km uzaklıkta olması sebebiyle yaklaşık 4 milyon kişilik bir Nükleer sızıntı tehlikesi ile karşı karşıya kalabilir endişesi sebebiyle, Avrupa Birliği tesisin kapatılması koşuluyla ülkeye 100 milyon Euro yardım etmeyi taahhüt etmiştir. Fakat Ermenistan tesisin yıkılma kararını 2004'te ertelediğini tek taraflı bildirmiştir. Keza 2000'ler sonrası baş gösteren enerji krizi Ermenistan'ın bu tek taraflı kararı aldığını düşünülmektedir. Ermenistan'ın enerji ihtiyacının yaklaşık %40'ının Metsamor'dan karşıladığı tahmin edilmektedir. Ordu. Ermenistan Kara Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri, Hava Savunma ve Sınır Muhafızları, Ermenistan Silahlı Kuvvetlerinin dört kolunu oluşturmaktadır. Ermeni ordusu, 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından 1992'de Savunma Bakanlığı'nın kurulmasıyla birlikte kuruldu. Ordunun başkomutanı, aynı zamanda ülkenin de başbakanı olan Nikol Paşinyan'dır. Davit Tonoyan Savunma Bakanlığı'ndan sorumluyken, askerî komuta Korgeneral Onik Gasparyan başkanlığındaki Genelkurmay Başkanlığı'ndadır. Ermenistan sınır muhafızları ülkenin Gürcistan ve Azerbaycan sınırlarında devriye gezmekten sorumluyken, ülkedeki Rus birlikleri İran ve Türkiye sınırlarını izlemeye devam etmektedir. Ermenistan; Rusya, Belarus, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan ile birlikte Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü'ne (CSTO) üyedir. Ayrıca NATO'nun Barış İçin Ortaklık (PiP) programına ve Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi'ne (EAPC) katılır. Ermenistan, Yunanistan komutasındaki NATO dışı KFOR birliklerinin bir parçası olarak Kosova'da barışı koruma misyonunu yürütmüştür. Ayrıca Ekim 2008'e kadar Irak Savaşı'ndaki Güvenlik Destek Gücü'nde Ermenistan'a ait 46 asker bulunuyordu. Ermenistan 2019'da mayın temizleme ve insani yardım misyonu için Suriye'ye 83 asker göndermiştir. İnsan hakları ve özgürlük. Ermenistan, Ocak 2019'da The Economist Intelligence Unit tarafından yayımlanan Demokrasi Endeksi'nde 4,79 puan almıştır. Hâlâ "hibrit rejim" olarak sınıflandırılmasına rağmen Ermenistan, demokrasi alanında Avrupa ülkeleri arasında en güçlü gelişmeyi kaydetti ve 2006 yılından bu yana en yüksek puanına ulaştı. Ermenistan, Freedom House'un 2019 raporunda (2018 verileriyle) "kısmen özgür" olarak sınıflandırılmış ve bir önceki yıldan 6 puan daha fazla alarak 100 üzerinden 51 puan elde etmiştir. Ermenistan, Sınır Tanımayan Gazeteciler tarafından yayımlanan 2019 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nde de ilerleme kaydetti bir önceki yıl elde ettiği puanı 19 daha arttırarak listede 61. sırada yer aldı. Ayrıca ülkede gazeteci öldürme vakasına rastlanmadığı da doğrulanmıştır. Ermenistan, Kanada Fraser Institute tarafından yayımlanan İnsan Özgürlüğü Endeksi 2017 raporunda (2016 verilerine göre) 54. sırada yer alıyor. Ermenistan, Cato Enstitüsü tarafından yayımlanan 2017 İnsan Özgürlüğü Endeksi'nde ekonomik özgürlük bakımından 159 ülke arasından 29., kişisel özgürlük bakımından da 76. sırada yer aldı. İdari bölümler. Ermenistan on bir bölgeye (մարզ, "marz"; çoğul. մարզեր, "marzer") bölündürülmektedir. Ancak ülkenin başkenti Erivan hem şehir hem de marz olarak sayılmaktadır. Her marz, devlet hükûmeti tarafından idare edilmektedir; her marzın valisi hükûmet tarafından seçilir ve bu valiler, hükûmetin bölgesel politikasını yerine getirmeleri ve cumhuriyete ait yürütme organlarının bölgesel işlerini düzenlemeleri gerekmektedir. Ekonomi. Ekonomi ağırlıklı olarak yurt dışındaki Ermenilerin yatırım ve desteğine dayanmaktadır. Bağımsızlıktan önce, Ermenistan ekonomisi büyük ölçüde endüstri temelliydi (kimyasallar, elektronik, makine, işlenmiş gıda, sentetik kauçuk ve tekstil) ve büyük ölçüde dış kaynaklara bağımlıydı. Cumhuriyet, ham madde ve enerji karşılığında kardeş cumhuriyetlere makine aletleri, tekstil ürünleri ve diğer mamul mallar sağlayan modern bir sanayi sektörü geliştirmişti. Tarım, 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasından önce hem net malzeme ürününün hem de toplam istihdamın %20'sinden daha azını oluşturuyordu. Bağımsızlıktan sonra, tarımın ekonomideki önemi belirgin bir şekilde arttı, 1990'ların sonundaki payı GSYİH'nın %30'undan fazlasına ve toplam istihdamın %40'ından fazlasına yükseldi. Tarımın önemindeki bu artış, 1990'ların başında ekonominin tarım dışı sektörlerinin çöküşü ve geçişin ilk aşamalarındaki belirsizlik karşısında nüfusun gıda güvenliği ihtiyaçlarına atfedilebilir. Ekonomik durum istikrar kazandıkça ve büyüme yeniden başladığında, tarımın istihdamdaki payı %40'ın üzerinde kalmasına rağmen, tarımın GSYİH içindeki payı %20'nin biraz üzerine düştü (2006 verileri). Ermeni madenleri bakır, çinko, altın ve kurşun üretir. Enerjinin büyük çoğunluğu, gaz ve nükleer yakıt (bir nükleer enerji santrali için) dahil olmak üzere Rusya'dan ithal edilen yakıtla üretilmektedir; başlıca yerli tek enerji kaynağı hidroelektriktir. Kömür, gaz ve petrol yatakları için küçük yatırımlar yapılmış olsa da henüz gelişmemişlerdir. Ermenistan'ın biyokapasitesi dünya ortalamasının altındadır. 2016 yılında Ermenistan'da kişi başına 0,8 küresel hektar biyolojik kapasite düşüyordu, bu da kişi başına yaklaşık 1,6 küresel hektar olan dünya ortalamasından çok daha azdı. 2016'da Ermenistan kişi başına 1,9 küresel hektar biyolojik kapasite kullandı. Bu, Ermenistan'ın içerdiği biyolojik kapasitenin iki katını kullandıkları anlamına geliyor. Sonuç olarak, Ermenistan bir biyokapasite açığı veriyor. Eski Sovyetler Birliği'nin diğer yeni bağımsız devletleri gibi, Ermenistan ekonomisi de eski Sovyet ticaret modellerinin çöküşünden muzdarip. Sovyetlerin Ermeni sanayisine yatırımı ve desteği büyük ölçüde ortadan kalktı, fakat birkaç büyük işletme hala faaliyetyelerini yürütmekte. Ayrıca 25.000'den fazla kişinin ölümüne ve 500.000'inin evsiz kalmasına neden olan 1988 Spitak depreminin etkileri halen hissediliyor. Azerbaycan ile Dağlık Karabağ konusunda yaşanan ihtilaf çözülmedi. 1989'da nükleer santralin kapatılması, 1990'lardaki enerji krizine yol açtı. GSYİH, 1989 ile 1993 arasında yaklaşık %60 düştü, ancak daha sonra elektrik santrali 1995'te yeniden açıldıktan sonra büyümeye devam etti. Ulusal para birimi olan dram, 1993'te piyasaya sürülmesinden sonraki ilk yıllarda hiperenflasyona uğradı. Demografi. 2025 itibarıyla Ermenistan'ın toplam nüfusu 3,081,100 kişi civarındadır. Ekonominin son on yıldaki ortalama büyüme oranı %5,2'dir. 2010-2013 arasında ise %3 küçülmüştür. Ülkenin başkenti Erivan, 1.107.800 kişi nüfusu (toplam nüfusunun %34,3'ü) ile nüfus bakımından hem ülkenin en büyük şehri hem de en büyük marzıdır. Ermenistan'ın nüfus yoğunluğu, km başına 109 kişi ve Erivan, km başına 4.480 kişi ile yine de ülkenin en büyük nüfus yoğunluğuna sahip olan marzıdır. Ülkenin nüfus yoğunluğu, Moldova'dan sonra eski Sovyetler Birliği ülkelerinin arasında en büyük ikinci nüfus yoğunluğudur ve dünya çapında ise 98'inci. Toplam nüfusunun %64,1'i kentlerde ve %35,9'u köylerde yaşamaktadır. Her 100 kadına 87,3 erkek bulunmaktadır; bu kadınların lehine olan dünyanın en yüksek yedinci cinsiyet oranıdır. Ermenistan'da eğitim, yasal olarak bir insan hakkıdır ve temel eğitim şarttır. Devlet orta eğitim okullarında da eğitim ücretsizdir. Ermenistan'daki okuryazarlık oranı %99,4 (erkek oranı %99,7, kadın oranı %99,2). Etnik gruplar. 2022 nüfus sayımına göre Ermeni 2,875,697 kişi (%98,1), Ezidi 31,077 kişi (%1,2), Rus 14,074 kişi (%0,4), Süryani 2,754 kişi (%0.1), Kürt 1,663 kişi (%0.1), Ukraynalı 1,005 kişi, Yunan 365 kişi, Gürcü 223 kişi ve diğer halklardan 5,873 kişi (%0.2) yaşamaktadır. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından önce büyük bir Azeri toplumu da vardı (1989'daki Sovyet nüfus sayımına göre Ermenistan nüfusunun %2,6'sı, yani 84.860 kişi, Azeri idi), ama toplumlar arası gerilimler, özellikle Karabağ Savaşı nedeniyle neredeyse hiç Azeri kalmamıştır. Dil. Ermenistan'da en çok konuşulan dil Ermenice; asıl ülkede konuşulan Ermenice türü Doğu Ermenicesi'dir. Sovyet dönemi boyunca Ermenistan'daki okulların öğretim dilleri Ermenice ve Rusça idi ve böylece neredeyse bütün kent nüfusu ve köy nüfusun tamamı Rusça konuşabiliyordu. Günümüzde ise ülkenin en çok konuşulan ikinci dil hâlâ daha Rusçadır ve İngilizce gibi Batı Avrupa dilleri pek bilinmiyor. Azınlıklar tarafından konuşulan diller Kürtçe, Süryanice, Pontus Rumcası ve Karabağ Savaşı'ndan önce Azerice. Din. 301 yılında Ermenistan, Hristiyanlığı devletin dini olarak uygulayan dünyanın ilk ülkesi olmasıyla birlikte Hristiyanlık, özellikle Ermeni Apostolik Kilisesi Ermenistan'daki en yaygın dinidir (nüfusun ≈%94'ü Ermeni Apostolik'tir), ancak zamanımızda anayasal olarak Ermenistan seküler bir ülkedir, böylece vicdan ve din özgürlüğü kanunen desteklenmektedir (diğer yasalara aykırı değil ise). Nüfusun geri kalanına ait en büyük dinler, diğer Hristiyan tarikatları (Katolisizm, Rus Ortodoks vs.), Ezidilik ve İslam'dır. Kültür. Spor. Basketbol, voleybol ve hokey gibi sporlar Ermenistan'da popülerdir, fakat Ermenistan'daki en popüler spor futboldur. Bardzraguyn humb ve Ermenistan millî futbol takımını düzenleyen Ermenistan Futbol Federasyonu 1992'de kuruldu ve aynı seneden beri Avrupa Futbol Federasyonları Birliği (UEFA) üyesidir. Mamâfih, bu yana kadar Ermeni takımı ne FIFA Dünya Kupası ne de Avrupa Futbol Şampiyonası için kalifiye olabilmiştir ve Nisan 2009'dan beri takımın ortalama FIFA dünya sıralaması 106'dır (Mart 2009 ayında 120). Bunun dışında satranç da çok popülerdir ve satranç dalında Ermenistan çok daha başarılıdır. Garri Kasparov, Levon Aronian, Tigran Petrosian, Rafael Vaganian ve Vladimir Akopian gibi birçok meşhur Ermeni asıllı satranç oyuncuları vardır. Ülkenin çok büyük ekonomik sorunlarına karşın 1996'da yapılan 32. Satranç Olimpiyatı Erivan'da sunuldu. 2006'da Ermenistan, Torino'daki 37. Satranç Olimpiyatı'nı kazandı ve iki yıl sonra Dresden'de tekrar kazandı. Ermenistan Millî Olimpiyat Komitesi 1990 yılında kuruldu ve 1993'te Uluslararası Olimpiyat Komitesi tarafından tanındı. 1992'den önce Ermeniler, 1912 Yaz Olimpiyatları'nda Türkiye'yi temsil ederek ilk defa katıldılar; Ermenistan sonra Sovyetler Birliği'nin bir parçası olunca Sovyetler Birliği'ni temsil ederek katılırlardı ve Hrant Şahinyan, Helsinki'deki 1952 Yaz Olimpiyatları'nda altın madalya kazanan ilk Ermeni oldu. Ermenistan'ın Sovyetler Birliği'nden bağımsızlığını kazandıktan sonra 1992 Yaz Olimpiyatları'nda tek ülke olarak değil, 11 diğer eski SSCB cumhuriyeti ile Birleşik Takım üyesi olarak katıldı; bu takımda beş Ermeni atlet vardı ve bunların dördü madalya kazandı (üç altın, bir gümüş). Ermenistan, ancak 1994 Kış Olimpiyatları'na bağımsız bir ülke olarak ilk defa katıldı ve bu yana kadar Olimpiyat Oyunları'nda toplam 9 madalya kazanmıştır (7 bronz, 1 gümüş ve Atlanta şehrinde sunulan 1996 Yaz Olimpiyatları'nda Grekoromen güreşi dalında Armen Nazaryan tarafından kazanılan bir altın madalya). Her iki sene Pan-Ermeni Oyunları Erivan'da yer almaktadır. Pan-Ermeni Oyunları, amacı basketbol, voleybol ve yüzme gibi bir sürü sporda 68 şehirden Ermeni diasporası takımları ve Ermenistan'daki Ermenileri beraber getirmek olan bir spor turnuvasıdır. Bayramlar. Ermenistan'da ve Ermeni diasporası tarafından birçok dinî ve resmî bayram kutlanmaktadır. Dinî bayramların bazılarının tarihleri her sene değişiyor, o yüzden aşağıda sadece tarihleri belli olan bayramlar gösterilmektedir; bunların neredeyse hepsi resmîdir. Ermenilerin kutladıkları dinî bayramların neredeyse hepsi değişken tarihlere sahiptir. 2009'da Paskalya bayramı (Զատիկ, "Zatik"), Ermeni Kilisesi tarafından 21 Nisan tarihinde kutlanacaktır. Vartavar (Վարդավար) bayramı, her sene Paskalya'dan 14 hafta sonra kutlanır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6258", "len_data": 51323, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.48 }
Pazarlama firmaların veya şirketlerin, herhangi ürün veya hizmet'lerin müşterilerinin ilgisini çekeceğini tayin etmeleri ve satış, hizmet, ticaret, reklam, iletişim ve işletme idaresi geliştirmeleri için stratejileri belirlemeleri sürecidir. Pazarlama süreci, bir bütünleştirilmiş süreç olup bunun vasıtasıyla firmalar müşterileri için değer yaratmakta ve bunun karşılığında müşterilerden deger kapabilmek için güçlü müşteri ilişkileri kurmaktadırlar. Tarihçe. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, silahlı pazar savaşlarının nelere neden olduğunu gösterir niteliktedir. Savaş sonunda işgücü tedarikinde önemli sorunlarla karşılaşıldı; tükenen halkın satın alma gücü düştü. Artık hiç kimse savaştan söz edilmesini istemiyordu. Öte yandan, savaş ekonomisine dayalı olarak örgütlenen işletmelerin ellerinde birikmiş korkunç bir teknoloji ve bilgi vardı. Bunu durdurmak hem haksızlık hem de tehlikeli olurdu. Üretim devam etmeliydi. Ama ne üretilecekti? İşletme sahip ve yöneticileri, pazara bakış açılarını değiştirmek zorunda olduklarını anlamaya başladılar. Sınırları silah gücüyle değil, ticaret yöntemleriyle aşmanın daha akıllıca olduğunu kavradılar. Bunun gereği olarak da, dikkatlerini tüketicilere çevirerek onlar neler satabileceklerini düşünmeye başladılar. İşte, böyle düşünenler, 1910'larda filizlenmeye başlayan yeni bir düşünce akımını geliştirerek; yeni bir bakış açısı, yeni bir felsefe ve yeni bir disiplin geliştirdiler ve adına "pazarlama" dediler. Pazarlama müşterileri tanımlamak, halihazırdaki müşterileri gelecekte de tutmak ve müşterileri tatmin etmek için kullanılır. Bütün pazarlama faaliyetleri müşteriler üzerinde odaklandığı için pazarlama işletme ve idaresi işletme idaresinin en önemli bir parçasıdır. Son iki küsur yüzyıl içinde pazarlamanın işletme içinde gittikçe önem kazanmasının en uygun açıklaması pazarların gelişip olgunlaşması ve hatta müşterilerin talep kapasiteleri üzerine ulaşmasıdır. Özellikle gelişmiş, yarı gelişmiş ve hızla gelişmekte olan ülkelerde bu nedenle firmaların etkin ve kârlı olmaya ve kârlarını artırmak hedefiyle önemli olarak dikkatlerinin odaklaması üretim süreçleri ve ürün olmaktan ayrılmış ve müşteriler, dolayısıyla pazarlama süreci üzerine yönelmiştir. İşletme objektiflerine erişmek için firmanın, hedef olarak seçilen piyasada bulunan veya bulunabilecek müşteri ihtiyaçlarının ve gerçek taleplerinin öğrenilip bilinmesi ve arzu edilen tatmin kaynaklarının bu piyasaya yönelmesini sağlamaya "pazarlama konsepti" adı verilmiştir. "Pazarlama konsepti" organizasyon objektiflerini tatmin etmek için, bir organizasyonun müşterilerinin ihtiyaçları ve taleplerini daha önceden sezip ve tahmin edip bunları rakiplerinden daha etkin surette tatmin etmesini öngörmektedir. Daha ileri tanımlamalar. Amerikan Pazarlama Derneği'nce 1984 yılındaki toplantısında yapılan tanımı şöyledir: "Pazarlama, kişisel ve örgütsel amaçlara ulaşmayı sağlayabilecek mübadeleleri gerçekleştirmek üzere malların, hizmetlerin ve fikirlerin geliştirilmesi, fiyatlandırılması, tutundurulması ve dağıtılmasına ilişkin planlama ve uygulama sürecidir." Malların üretim yerlerinden satış yerlerine hareketini sağlayan faaliyetler pazarlama içinde düşünülür. Üretim ve pazarlama faaliyetlerini birlikte yürüten bir işletmede bu faaliyetler şöyle sıralanır; Yukarıdaki tanımların sonucunda ulaşılanlar ise; Pazarlama, toplumun ve bireyin sosyo-psikolojik yapılarını ilgili bilim dallarından yararlanarak inceleyen ve onların gerçek tutum ve davranışlarını öğrenmeye çalışan, mal ve hizmetlerin tüketicilere ulaştırılmasında kullanılan yöntemlerden de yararlanarak tüketicilerin istek ve ihtiyaçlarına uygun pazarlama uygulamalarının bulunmasını sağlayan bir faaliyettir. Ayrıca pazarlama, yerel, bölgesel ve ulusal pazarların birbirine bağlanmasında rol oynayan faktörlere ilgi gösterir. Pazarlama kavramının temelini değişim süreci (prosesi) teşkil etmektedir. Sözlük tanımı olarak, pazarlama " iki veya daha fazla taraf arasında gerçekleşen bir değişim/mübadele sürecidir" şeklinde tanımlanmaktadır. Pazarlama aşağıdaki şekilde görüldüğü gibi üreticilerle tüketiciler arasında yer alan bir ara-yüzey fonksiyonu olarak değerlendirilebilir. Bir ara-yüzey fonksiyonu olarak pazarlama faaliyetlerinin amacı tüketici ihtiyaç ve isteklerine uygun mal ve hizmetlerin, arzu edilen zaman ve mekanda uygun bir fiyatla tüketiciye ulaştırılmasıdır. Ancak, pazarlama bağlamında, değişim olayının gerçekleşebilmesi için belirli şartların mevcut olması gerekmektedir. Buna göre, pazarlama bağlamında bir değişimden bahsedebilmek için, belirli bir ödeme gücüne sahip kişilerin, kendi hür iradeleri ile bir fayda beklentisi içinde (pazarda) diğer kişilerle mal veya hizmet mübadelesine girmesi gerekmektedir. Baskı altında gerçekleşen veya taraflardan birinin karşı tarafa önerebileceği bir değer ifade eden bir şeye sahip olmaması durumunda değişim sürecinden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Pazarlamanın gelişmesi. Pazarlama içeriğinde yönlenme, bir firmanın sağladığı mala veya hizmete karşı, özellikle müşterileri ve nihai-kullanıcıları ile ilişkili olarak gösterdiği algılamalar ve davranışlarla ilgilidir. Tarih boyunca pazarlama, müşterilerin zevklerinin daha da hızlanarak değişmesi dolayısıyla, çok dikkat çekecek şekilde bir değişim göstermiştir. Önceki yaklaşımlar. Amerikan pazarlama otoritesi olan Kotler'e göre firmaların "pazarlama yönlenmesi" daha önceki yönlenmeler (yani imalat ve üretim yönlenmesi, ürün yönlenmesi ve satıcılık yönlenmesi) evriminden geçerek ortaya çıkmıştır. Bu pazarlama evriminin gelişmiş olan Batı Avrupa zaman çerçevesi burada verilmiştir. Bu pazarlama evriminin Türkiye için ortaya çıkıp çıkmadığı; çıktı ise zaman çerçevesi ve ülke içinde nasıl yayılma gösterdiği daha araştırması yapılmamış; ama çok ilginç inceleme ve araştırma projesi olabilecek bir konudur. Günümüzdeki yaklaşımlar. Amerikalı pazarlama otoritesi Adcock pazarlamanın günümüzdeki yaklaşımları olarak müşterileri odaklayan "ilişkiler pazarlaması"; tedarikçileri ve tedarik sağlanan işletmeleri ve organizasyonları odaklayan "işletme pazarlaması" veya "sanayi pazarlaması" ve topluma yarar sağlamaya hedefli "sosyal pazarlama" yaklaşımlarına işaret etmektedir. Son yıllarda bilgisayar kullanımının yaygınlaşması ve internetin çok popüler olarak, neredeyse elzem olarak, bir iletişim aracı olarak kullanılışı dolayısıyla bir diğer yönlenme daha ortaya çıktığı söylenebilir. Bu yeni yönlenme genellikle internet pazarlaması olarak anılmakta veya daha değişik cephelerine "e-pazarlaması", "online pazarlaması", "arama aracı pazarlaması", "masa-üstü reklamlama" veya "internet sosyal ilişkiler pazarlaması" gibi değişik isimler verilebilmektedir. Bu yönlenmenin çok zamandır bilinmekte olan "pazar kesimleme stratejisi"nin daha ileri bir şekli olduğu da iddia edilebilir. Bu pazarlama yönlenmesi gerçek ve potansiyel müşterileri çok daha detaylı ve iyi şekilde tanımlayıp pazarlamayı tek kesim olarak tek bir müşteriye şahsen hedefleme yani "şahsileştirilmiş pazarlama" hatta "teke-tek pazarlama" olarak da tasvir edilebilmektedir. Pazarlama karması (bileşenleri) ve pazarlama yönetimi. Pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi esnasında bir pazarlama yöneticisinin üzerinde karar vermek zorunda olduğu temel değişkenlere pazarlama bileşenleri veya pazarlama karması adı verilmektedir. Pazarlama karması, bir şirketin markasını veya ürününü pazarlamak için kullandığı bir dizi eylem veya strateji anlamına gelir. 4P'ler tipik bir pazarlama karmasını oluşturur – fiyat (Price), ürün (Product), promosyon (Promotion) ve yer (Place). Bununla birlikte, günümüzde pazarlama karması, hayati karışım unsurları olarak paketleme, konumlandırma, insanlar ve hatta Politika gibi birkaç P'yi giderek daha fazla içermektedir. Pazarlama yönetimi fonksiyonları da şu şekilde özetlenebilir: 1. Ürün veya hizmet planlama ve geliştirme (Product). Müşteri memnuniyetini sağlama açısından sunulan mevcut ürün ya da hizmette değişiklikler ve/veya geliştirmeler olacağı gibi, yeni ürün ya da hizmetler de söz konusu olabilir. Tüm bu çalışmaların sürekli olarak planlanması ve geliştirilmesi gerekmektedir. 2. Dağıtım(Place). Değişik etkenler göz önüne alınarak en uygun dağıtım kanal bileşiminin (perakendeci, toptancı vb.) seçimi ve fiziksel dağıtımdan (ulaştırma, depolama, stoklama ve yardımcı aktiviteler) oluşur. Ürünlerin müşterilere nasıl ulaşacağını ve dağıtılacağını içerir. Bu bileşen, dağıtım kanallarının seçimi, tedarik zinciri yönetimi, stok yönetimi ve lojistik gibi unsurları kapsar. 3.Fiyat (Price). Ürün ya da hizmetin, işletme amaçlarını gerçekleştirecek fiyatlarının gerçekçi bir şekilde belirlenmesi ve yönetimidir. Ayrıca, bazı fiyatlandırma stratejileri bulunmaktadır. Bu stratejiler: Coğrafi fiyatlandırma, fiyat indirimleri ve ödenekler, promosyon fiyatlandırma, ayrımcı fiyatlandırma, ürün karması fiyatlandırmasıdır. 4. Tutundurma (Promotion). Reklam, kişisel satış ve satış geliştirme (sergi, gösteri, kupon verme, eşantiyon dağıtma gibi yardımcı aktiviteler) çalışmalarından oluşur. Tutundurma faaliyetleri içerisinde en maliyetli ve en etkili olanı reklam çalışmalarıdır. Yaygın kanının aksine tutundurma çalışmaları sadece ürünün fiyatını aşağı çekerek talebi arttırmayı hedeflememektedir. (İngilizce Promotion kelimesi günümüzde Türkçede promosyon olarak karşılık bulmaktadır. Promosyon ise toplumda fiyat indirimi olarak algılanmaktadır.) Asıl amaç tüketicinin gözünde markanın ve ürünün bilinirliğini ve ürünün değeri, satışı ve imajı gibi kriterlerin değerini artırmaktır. Dijital pazarlama karması ise 7P den oluşmaktadır. "4p + people, process, physical evidence". 5. Hedef Kitle (People). Hedef kitlenin ön plana çıktığı 5. P'de yaşanmış deneyimler önem kazanmaktadır. Değişen pazarlama anlayışı ile birlikte insan, dolayısıyla tüketici üretimden önce, üretim esnasında ve üretimden sonra; işletmenin ürün ve pazarlama çalışmalarına doğrudan müdahale edebilmektedir. Bu haliyle insanın, tüketici kisvesini üzerinden atıp türetici (yapıcı – onarıcı – geliştirici) rolünü benimsediğini söylemek yanlış olmayacaktır. İşletmeler açısından hem çalışanlar hem de türetici özellikleriyle müşteriler ürün ya da hizmetlerin geliştirilmesine katkı sağlamaktadır. 6. Süreç (Process). Dijital pazarlama ile birlikte, aslında eskiden de var olan süreç daha da önem kazanmaya başlamıştır. Tüketiciler açısından en etkili ve hedef kitleyi etkileyebilecek içerikler oluşturulmasından başlayarak, sıkça sorulan sorular (SSS) hazırlayarak, onların aklındaki soru işaretlerini yok etmek, sorularını yanıtlamak süreç üzerinde yapılan birkaç düzenleme olarak görünse de; eski süreci revize etme yolunda atılan önemli adımlardır. Üretimi kimin için? neden? nasıl yapacağız? soruları ile başlayan süreç, üretim, pazarlama, satış, teslimat, satış sonrası destek ve en önemlisi müşteri memnuniyeti yaratma zorunluluğu ile devam etmektedir. Buradan hareketle dijital pazarlama karmasında yapılan her türlü plan ve uygulama, birbiriyle bağlantılı bir süreçten geçerek sürdürülmektedir. O nedenle süreç, yeni pazarlama karmasının olmazsa olmazlarındandır. 7. Fiziksel Kanıt (Physical Evidence). Geleneksel pazarlamada fiziksel kanıt; işletmenin üretim yeri, satış yeri ve bayileri gibi somut yerleri ifade ederken, dijital pazarlama ile birlikte mağaza atmosferinin karşılığı kurumsal web siteleri olarak belirlenmiştir. Kısıtlı olan mağaza düzeninden çok daha fazlasını tüketicilere sunan web siteleri, onlara 24 saat kesintisiz ulaşabilmek, indirim kuponları, satın alma aşaması, ödeme, ürünün teslimat aşaması dijital pazarlamada fiziksel kanıt olarak kabul edilmektedir. Dijital reklam çalışmaları, içerikler, ürün kullanım ve özellik videoları bu bağlamda fiziksel kanıtın bir diğer örneğini teşkil etmektedir. 8. Alıcıya yönelik pazarlama. Mağazada alışveriş yapmakta olan bir müşteriyi ürünün alıcısı haline getirmeyi hedefler. Diğer bir deyişle, alıcıya yönelik pazarlama, satın alma kararlarını mağazada, ürünün yanında oluşturmayı hedefler. Ürünün tüketicisi ile mağazada gezinmekte olan alıcı farklı kişiler olabilir. Örneğin, bir anne bir ailenin tüketim malları satın alımlarının %90'ından sorumlu olmakla beraber, tüketim dört aile üyesi arasında eşit olarak bölünüyor olabilir. Pazarlama araştırması. Pazarlama araştırması pazarlama faaliyetlerine destek sağlamak için verilerin bilgiye dönüştürülmesi için istatistiksel veri analizi kullanma suretiyle yapılan araştırmadır. Elde edilen bu bilgiler bundan sonra işletme idarecileri tarafından firmanın pazarlama çevresini değerlendirmek, pazarlama faaliyetlerini planlamak ve girdi tedarik edici işletmelerden yeni bilgi toplayıp bunu değerlendirmek için kullanılır. Pazarlama araştırmacıları, nicel araştırma, nitel araştırma, istatistiksel grafik teknikleri, Ekonometri, betimsel istatistik, parametrik hipotez sınaması ve ke-kare sınaması gibi çıkarımsal istatistik, korelasyon, regresyon, çoklu-değişirli istatistiksel analiz teknikleri vb. kullanıp ve bunları yorumlayarak, elde ettikleri veri bulgularını bilgiye dönüştürürler. Pazarlama araştırma süreci çok çeşitli aşamaları içermektedir. Bu aşamalar arasında bir problemin tanımlanması, bir araştırma planının geliştirilmesi, verinin toplanıp istatistiksel metotlar kullanarak sonuçların yorumlanması ve elde edilen bilginin resmen bir rapor halinde hazırlanıp bunu ilişkili organizasyon mensuplarına dağıtımı ve bu mensuplara gerekirse bu konu üzerinde destek sağlama bulunmaktadır. Pazarlama araştırmasının görevi işletme idarecilerine konuya ve maksada uygun, yanlış olmayan, güvenilir, geçerli temellere oturtulmuş ve nispeten güncel bilgi sağlamaktır. Pazarlamacılar "pazarlama araştırması" ile "pazar veya piyasa araştırması" arasında çok belirli bir fark olduğunu bilmektedirler. Pazar veya piyasa araştırması belirlenmiş bir piyasada yapılan araştırma hakkındadır. Örneğin bir firma uygun bir piyasa kesimini seçtikten sonra belirli bir hedef piyasada pazar araştırması yapmak isteyebilir. Buna karşılık pazarlama araştırması firmanın pazarlama alanında yaptığı tüm araştırmalar hakkındadır. Böylece pazar veya piyasa araştırması sınırlı, küçük ve pazarlama araştırmasının ufak bir kısmı olarak görülür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6259", "len_data": 14137, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.77 }
Sion Tarikatı (İngilizce: "Priory of Sion", Fransızca: "Prieuré de Sion"), çeşitli komplo teorilerinde adı geçen, bin yıllık olduğu iddia edilen, gizli politik ve dini örgüt. Yakın dönemde Dan Brown'un Da Vinci Şifresi kitabıyla tekrar gündeme gelmiştir. 1099 Sion Tarikatı. 1099'da kurulmuş olan gizli Avrupa cemiyeti gerçek bir topluluktur. Fransız tacında hak iddia eden Pierre Plantard tarafından Sion Tarikatı isimli bir örgüt kuruldu. Sion Tarikatı Fransız yasaları gereği 20 Temmuz 1956'da resmi olarak kayıt edildi. Plantard bu örgütü kraliyet destekçisi bir mason locası olarak kurmuştu. Örgütün monarşinin desteklenmesinde ve kendisinin kral olmasında etkili olacağını umuyordu. Örgüt ismini Kudüs'teki Sion Dağı'ndan alır. Ayrıca Fransa'nın Annemasse bölgesinde de aynı isimli bir tepe bulunmaktadır. Kudüs'teki Sion Dağı daha önce de bazı dini kuruluş ve tarikatlar tarafından kullanılmıştır. Bazı ezoterik tarihçiler, tartışmalı filozoflardan Sicilyalı Julius Evola'nın fikirlerinin, Pierre Plantard'ın iddialarına temel teşkil ettiğini düşünmektedirler. Bu örgütün tarihi kökenleriyle ilgili iddialar ve kanıtlar birçok önemli tarihçi ve akademisyeni tatmin etmemiş, sonradan örgütün kökenleri ile ilgili bazı kanıtların Plantard ve arkadaşları tarafından Fransa'nın çeşitli yerlerine yerleştirildiği ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte komplo teorisyenleri örgütün varlığı ve gücü konusunda ısrarcıdırlar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6261", "len_data": 1419, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.48 }
Kaos sözcüğü ile, Türkçede birden fazla kavram belirtilmek istenebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6263", "len_data": 71, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 3.57 }
Filiki Eterya (Yunanca: Φιλική Εταιρεία, "dostluk cemiyeti"), Osmanlı Devleti'nden bağımsızlık kazanmak amacıyla bir grup Yunan'ın 1814 yılında kurmuş olduğu bir cemiyettir. Bazı kaynaklarda Etnik-i Eterya olarak da geçmektedir. Anlamı "Dostluk Cemiyeti"dir. Batı Avrupa'daki gizli mason cemiyetlerinin kuruluş ve işleyiş yöntemini benimsemişlerdir. Filiki Eterya 1814 yılında Emmanuil Ksanthos, Nikolaos Skufas ve Atanasios Çakalof adlı üç Yunan tarafından, o zamanki Rusya'da günümüzde Ukrayna'nın sınırları içinde kalan Odessa (Hocabey) kentinde kuruldu. Amacı Yunan Bağımsızlık Savaşı hareketini gerçekleştirip Bizans'ı tekrar canlandırmaktı. Bu örgüt paralar toplamış, silah dağıtmış, ayaklanma için propaganda faaliyetlerinde bulunmuştur. Hareketin lideri Aleksandro İpsilanti'ydi. Bu kararlarda birleşen derneğin merkezi Manya idi. Merkez 1818 yılında İstanbul'a taşınmıştır. 12 Nisan 1820 tarihinde yapılan toplantıda, derneğin başına Çar I. Aleksandr'ın yaveri Aleksandros İpsilantis getirildi. 1820 yılına gelindiğinde cemiyetin 200.000 üyesinin bulunduğu bilinmektedir. Eflak-Boğdan hareketlerinde, Mora (1821) ve Girit ihtilallerinde (1897) etkin rol oynayan Filiki Eterya, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılma döneminde asıl amaçlarından saparak "Megali İdea" (Büyük Yunanistan) fikrini savunarak emperyalist bir nitelik kazanmışlardı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6266", "len_data": 1345, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.83 }
Yunanca (Yunanca: "Ελληνικά" "Elliniká" veya "Eλληνική γλώσσα Ellinikí Glóssa" ), Rumca ya da Helence, Yunanistan, Kıbrıs, Arnavutluk ve Doğu Akdeniz ile Karadeniz çevresinde konuşulan bir dil. Yunanistan'da tek başına, Kıbrıs Cumhuriyeti'nde ise Türkçe ile birlikte resmî dildir. Dil, yazılı olarak yaklaşık 3.500 yılı aşkın bir tarihe sahiptir. Yunanca, genellikle Hint-Avrupa dil ailesi içerisinde kendi başına bir kol olarak sınıflandırılır, ancak daha az destek gören farklı teoriler de öne sürülmüştür. Grekçe olarak da bilinen Antik Yunanca, Klasik Yunan uygarlığının dili olarak kullanılmıştır. Modern Yunanca, Antik Yunancadan farklı olmakla birlikte köken olarak ona dayanır. Yunanca, tarihi boyunca çoğunlukla Yunan alfabesi kullanılarak yazılmıştır ve hâlâ bu yazı sistemi kullanılmaktadır, ancak geçmişte dilin yazımı için Linear B ve Kıbrıs hece yazısı da kullanılmıştır. Yunanca, dünyada çoğunluğu Yunanistan'da olmakla beraber Avustralya, Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşayan yaklaşık 13 milyon kişinin anadilidir. Türkiye'de anadili Yunanca olan yaklaşık 2.500 Rum Ortodoks olduğu tahmin edilmektedir. Bunların hemen hemen hepsi İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada'da yaşar. Bunun yanında 15. ve 17. yüzyıllarda İslamlaşan Trabzonlu ahali tarafından konuşulmaktadır. 1965 nüfus sayımında 4.535 kişi anadilini Pontus lehçesi (Yunanca) olarak kaydettirmişti. Yunanistan, Girit ve Kıbrıs'tan Türkiye'ye göç eden Müslüman Helenler de Batı Anadolu ve Mersin gibi yörelerde dillerini kısmen devam ettirmektedir. Sınıflandırma. Yunanca, genel kabul edilen görüşe göre Hint-Avrupa dil ailesinde yer alır ve aile içinde kendi başına (ve bazen Antik Makedonca ile birlikte) Helenik diller kolunu oluşturur. Bazı dilbilimciler Yunanca ve Frigceyi Hint-Avrupa dil ailesi içinde varsayımsal Greko-Frig üst grubunda birleştirir. Bunun nedeni, Frigce ve Yunancanın diğer Hint-Avrupa dillerinde bulunmayan çeşitli özellikleri paylaşması olmaktadır. Ayrıca Greko-Ermeni ile Greko-Aryan teorileri, Yunancayı sırasıyla Ermenice ve Hint-Aryan dilleri ile birleştirmeyi öngören diğer teorilerdir, ancak çok desteklenmezler. Tarihçe. Yunanca, kesintisiz olarak kullanılmış ve tarihi belirlenmiş en eski dillerden biridir. Tarihin büyük bir kesiminin her devrinde önemli bir edebi eser verebilmiş sayılı dillerdendir. Yunan dilinin tarihi gelişimi şu bölümlerden oluşur: Miken Yunancası. Miken Yunancası, Dor istilası öncesi Yunancadır. Mora Yarımadası ve Girit bölgesinde konuşulmuş ve Fenike alfabesi adlı ebcedden türetilen Lineer B ile yazılmıştır. Hint-Avrupa dillerinin Helen kolunun bilinen en eski dilidir. Klasik Yunanca. Klasik Yunanca, Dor istilası sonrasında Ege denizi’nin iki yanında konuşulan lehçelerin toplamıdır. Klasik Yunanca dört önemli lehçeye ayrılmaktaydı: Dorik lehçe: Epir, Mora, Girit, Oniki Adalar, Bodrum-Gökova-Datça çevresinde Aiolik lehçe: Teselya, Sporadlar ve Çanakkale-İzmir arası Batı Anadolu çevresinde İonia-Attika lehçesi: Atina çevresi (Attika), Euboia, Kikladlar ve İzmir-Güllük arası Arkadia-Kıbrıs lehçesi: Merkezi Mora ve Kıbrıs Helenistik Yunanca. Atina’nın siyasi üstünlüğü sonucu bu dört lehçe Attika lehçesi çevresinde birleşmiş ve Koine Yunancası adlı ortak dil oluşturulmuştur. Helenistik Yunanca Antik Çağ'ın sonunda Makedonya’dan Hindistan’a kadar geniş bir coğrafyada konuşulmuş; Doğu Akdeniz havzasının, Orta Doğu’nun ve Kuzey Afrika’nın "lingua franca"’sı haline gelmiştir. Yeni Ahit Yunancası da Roma İmparatorluğu'nun resmi dili olan Yunanca da bu ortak dildir. Koine, Yunanistan Ortodoks Kilisesi'nde, Kıbrıs Başpiskoposluğu'nda, İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi, Antakya Patrikhanesi ve Kudüs Patrikhanesi'nde ayin dili olarak kullanılmaktadır. Ortaçağ Yunancası. Helenistik Yunanca’nın Erken Orta Çağ'dan itibaren Doğu Roma’nın halk diline dönüşmesi evresidir. Bütün Doğu Akdeniz havzasında, Karadeniz’in kuzeyi ve güneyinde, Orta Doğu’da “Rum-Romalı" denilen halkın gündelik dili haline gelmiştir. Modern Yunanca. Yunanistan'ın kurulmasıyla devletin resmi dili Katarevusa ilan edildi. Bu dil Eski Klasik Yunancanın diriltilmeye çalışılmış bir haliydi. Okullar ve resmî dairelerde sadece bu diyalekt kullanıldı; ancak halk bu diyalekte yabancı olduğundan evlerde ve sokaklarda Halk Yunancası (Demotiki) konuşulmaya devam edildi. Demotiki'de birtakım bozulmalar olunca 1964'te okullarda Demotiki'nin de okutulmasına izin verildi. Bu çift dillilik 1976 yılına kadar devam etti. 1976'da Yunanistan'da çıkan bir kanun ile Kathareuousa devletin resmi dili olmaktan çıkartıldı ve Demotiki resmi dil haline getirildi böylece okul, resmî daire ve evlerde konuşulan dilin aynı olması sağlandı. 1982 yılında kabul edilen ikinci bir kanunla politonik sistem terk edilip monotonik sisteme geçilmiştir. Yani sözcüklerin üzerinde vurgulu heceyi belirtmek için kullanılan aksan işaretleri üç çeşitten teke indirgenmiştir. Bu reform tutucu çevrelerce büyük bir tepkiyle karşılanmış ve "Yunancanın Katli" olarak yorumlanmıştır. Bugün dahi tutucu çevreler hala politonik sistemi kullanmakta ısrar etmektedirler. Fakat gazete, dergi, medya ve devlet yeni düzeni sürdürmektedir. Başlıca lehçeler. Demotiki. Demotiki (Dimotiki diye okunur), günümüzde Yunanca denilince anlaşılan; Yunanistan ve adalarında, ufak kelime ve telaffuz farklılıklarıyla; Kıbrıs Cumhuriyeti'nde ise halkın konuştuğu lehçedir. Bu ülkelerde bugünkü resmî lehçe Demotiki olup; Kilise yazışmaları hariç; halk, eğitim, basın-yayın, devlet organları bu lehçeyi kullanırlar. Katarevusa. Katarevusa, 19. yüzyılda Adamantios Korais'in büyük çabalarıyla, Antik Yunanca ile Modern Yunanca arasındaki geçişi en iyi temsil eden, modern sözcüklere eski Yunancadan karşılıklar bulmak, Yunan dilini Avrupa ve özellikle Türkçe kökenli sözcüklerden arındırmak için hazırlanmış bir lehçedir. Her ne kadar 1976'ya kadar devletin resmî dili olarak kabul edilse de, halkın Demotiki lehçesi konuşması engellenememiştir, 1976 yılında okullardaki zorunlu Katarevusa lehçesindeki eğitim kaldırılmış, devlet yazışmaları ve medyada da kullanımı durdurulup resmi dil olmaktan çıkarılmış, revize edilmiş Demotiki resmi lehçe ilan edilmiştir. Günümüzde hala Yunanistan Ortodoks Kilisesi'nde, Kıbrıs Başpiskoposluğu'nda, Fener Rum Patrikhanesi, Antakya Patrikhanesi ve Kudüs Patrikhanesi'nde yazışma dili olarak kullanılan lehçe Kathareuousa'dır. Tsakonika. Demotiki lehçesinden ayrı bir dil olacak kadar farklı bir lehçedir. Köken olarak Yunancanın Dor lehçesinin devamıdır. Yunanistan'ın Mora Yarımadası'nda bulunan birkaç köydeki yaklaşık 3.000 kişinin anadilidir. Pontos lehçesi. Pontos lehçesi, büyük çoğunluğu 1923 mübâdelesinde Yunanistan'a göçmüş olan ve bugün Kuzey Yunanistan'da varlığını sürdüren Karadenizliler, Trabzon ve Rize'nin bazı köylerinde yaşayan Müslümanlar ile başta Ukrayna olmak Karadeniz sahilinde yer alan eski Yunan kolonilerinde yaşayan Ortodoks Yunan azınlıklar konuşulmaktadır. Romeika en az 5.000'i 200.000'i Yunanistan'da olmak üzere toplam 500.000 kişi tarafından ana dil olarak konuşulduğu hesaplanmaktadır. Türkiye'de bu lehçeyi konuşanlar, konuştukları dili çoğunlukla "Roma dili" anlamına gelen "Romeika" olarak adlandırırken, Yunanistan'da 19. yüzyıldan itibaren coğrafyaya vurgu yapılarak "Karadeniz'e özgü" anlamında "Pontiaka" olarak adlandırılmıştır ve günümüzde dil bilimciler tarafından da bu şekilde bilinmektedir. Türkiye ve Gürcistan'da yaşayan topluluklarca "Pontiaka" adı henüz pek bilinmemekte veya yeni duyulmakta olup, "Romeika" olarak adlandırmaya devam etmektedirler. Pontos lehçesi, bir yandan Türkçe, Farsça, Ermenice, Lazca ve diğer Kafkas dillerinden etkilenirken, başta Trabzon ağzı olmak üzere Türkçenin Karadeniz lehçelerinin tümünü, Lazca ve yerel Ermeniceyi de aynı oranda etkilemiştir. Özhan Öztürk'ün Karadeniz Ansiklopedisi'ne göre Türkiye'de (Karadeniz Bölgesi) Pontos lehçesinin ana dil olduğu yerler şunlardır: Kapadokya lehçesi. Kapadokya lehçesi, Bizans Yunancasından doğmuş, Orta Anadolu'da konuşulmuş bugün ise ölmek üzere olan lehçelerden biridir. 1071 yılında Malazgirt Meydan Muharebesi'nden sonra Kapadokya lehçesinin Yunanca konuşulan diğer yerlerle bağlantısı kesildiğinden, bu tarih, lehçenin gelişim sürecinin durmasının başlangıcıdır. Bununla birlikte, Türkçe çoğunluk dili hâlini almıştır. İki halk arasındaki hızlı kültürel etkileşim Yunancadan ayrılmaya başlamış olan Kapadokya lehçesini, daha da başka bir çehreye bürümüştür. Türkçe seslerden, sesli uyumlarına kadar birçok konuşma ve yazı kuralı bu dile girmiştir. Dimotiki lehçesinde hiç bulunmayan, Ü, Ö, Ş, Ç seslerinden, cümledeki öge dizilişine kadar birçok kural bu dile geçmiştir. Kalabriya lehçesi. Kalabriya lehçesi, İtalya'nın Yunanistan'a en yakınlaştığı yerlerde, Apulia ve Kalabriya bölgelerinde konuşulan lehçedir. Çok öncelerde buralarda koloni kurmuş Yunanlar tarafından konuşulmaktadır ve Orta Çağ Yunancasından çok fazla etkilenmiştir. Yahudi Yunancası. Yevanik, (İbranice: Yevan = Yunan) artık konuşanı neredeyse bulunmayan Helen lehçelerinden biridir. Uzun yıllar Yahudiler tarafından konuşulmuştur. Lehçenin yazımı için çoğu zaman İbranî alfabesi kullanılmıştır. Konuşanlarının Yunan, Bulgar ve Türk toplulukları ile kaynaşmasından dolayı asimile olmaları, İsrail Devleti bağımsızlığını ilân edince, kişilerin buraya göç etmesinden ve Yahudilerce kutsal sayılan İbranîce'nin İsrail'de resmî dil olması ve Yahudi Soykırımı sonucu yok edilmelerinden dolayı, kullananların sayısı önemli ölçüde azalmıştır. 1987'de yapılan araştırmalar sonucu 35'i İsrail'de olmak üzere dünyada toplam 50 kişi Yevanik bilmektedir, ancak gelecek 15-20 yıl içinde bu dilin ölü bir dil olma ihtimali çok yüksektir. Dil bilgisi. Yunancada fiiller ve sıfatlar Almancadakine benzer bir şekilde çekimlenir. Üç ana fiil çekim türü vardır. Fakat bazı düzensiz fiiller bu üç kurala da uymayabilir. Türkçede olduğu gibi, çekimli fiilden önce özne kullanmaya gerek yoktur. Yâni; "Ben gidiyorum" yerine "Gidiyorum" denilebilir. Fakat Türkçedekinin aksine bu dilde sıfatlar da çekimlenir. Sıfatlar da çekimlenirken cinsiyet baz alınır. Yunancada isimler, eril, dişi ve nötr olarak üçe ayrılır. Dişi isimler η, eril isimler ο, nötr isimler ise το artikeli ile belirtilir. Bu kavram Türk diline yabancı bir kuraldır. Türkçe ve herhangi bir akrabasında isimlerden önce tanımlık kullanılmaz. Vurgu. Yunancaya bakıldığında ilk göze çarpan sesli harfler üzerindeki vurgulardır. Yunancada Τόνος (tonos) olarak adlandırılan bu vurgu işaretleri, gerek sözcüğün telâffuzunu, gerek ise anlamını değiştirebilir. İki veya daha fazla heceye sahip tüm sözcüklerde vurgu olur. Aşağıdaki örnekte vurgu işaretinin önemi gösterilmiştir: Yunancada tek heceli sözcüklerde vurgu kullanılmaz, fakat bu kuralın üç istisnası vardır: Yazı. Grekçe ele geçirilmiş ilk metinler MÖ 15. yüzyıl civarında Linear B yazı sistemi ile oluşturulmuştur. Bu heceye dayalı yazı sistemi, muhtemelen Grekçe ile ilişkili olmayan ve henüz deşifre edilememiş, Minosların kullandığı Linear A yazısından türemiştir. MÖ 11. yüzyılda yine Linear A kökenli Kıbrıs hece yazısının tespit edilmiş ilk örnekleri üretilmiştir. Dil, MÖ 9. yüzyıldan beri ise genellikle Fenike alfabesi kökenli Yunan alfabesi kullanılarak yazılmaktadır. Alfabedeki harflerde tarih boyunca çeşitli değişimler meydana gelmiş, bazı harfler kullanımdan düşmüş, bazıları ise ses değişimine maruz kalmıştır. Aşağıdaki tablo, harflerin tarihi ses değerlerini, tekabül ettikleri rakamları ve kökteş veya ardıl alfabelerdeki eşdeğerlerini göstermektedir: Kültürel ve dilsel etki. Yunancanın medeniyete, özellikle Avrupa ve Orta Doğu medeniyetlerine katkısı çok büyük olmuştur ve Antik Çağ'ın Orta Çağ'a ve günümüze bağlantısındaki aracı konumu dolayısıyla insanlık tarihinde en çok iz bırakmış dillerden biridir. Bu sebeple bilim, felsefe ve sanat terminolojisinde ve dünyanın diğer dilleri üzerinde Yunancanın etkisi çok görülür. Yunan ve Türk kültürünün yüzyıllarca iç içe olması, kültürler arasında büyük etkileşim yaratmıştır. Türkçedeki meyve, sebze ve balıkçılık terimlerinin çoğu Yunancadan Türkçeye girmiştir. Birçok şehir ismi, denizcilik ile ilgili terimlerin çoğu Yunan kaynaklıdır. Bunun yanında Yunancaya da Türkçeden girmiş birçok sözcük vardır. Örnek metin. Sayılar. 0: μηδέν (Miden) 1: ένα (Ena) 2: δύο (Ḍio) 3: τρία (Tria) 4: τέσσερα (Tessera) 5: πέντε (Pente) 6: έξι (Eksi) 7: εφτά (Efta) 8: οχτώ (Oħto) 9: εννιά (Enniaea) 10: δέκα (Ḍeka) 11: ένδεκα (Enḍeka) 12: δώδεκα (Ḍodeka) 13: δεκατρία (Ḍekatria) 14: δεκατέσσερα (Ḍekatessera) 15: δεκαπέντε (Ḍekapente) 16: δεκάξι (Ḍekaksi) 17: δεκαεφτά (Ḍekaefta) 18: δεκαοχτώ (Ḍeka Oħto) 19: δεκαεννιά (Ḍeka Enya) 20: είκοσι (Eikosi) 21: είκοσι ένα (Eikosi Ena) 30: τριάντα (Trianta) 40: σαράντα (Saranta) 50: πενήντα (Peninta) 60: εξήντα (Eksinta) 70: εβδομήντα (Evdominta) 80: ογδόντα (Oğdonta) 90: ενενήντα (Eneninta) 100: εκατό (Ekato) 200: διακόσια (Diakosia) 300: τριακόσια (Triakosia) 400: τετρακόσια (Tetrakosia) 500: πεντακόσια (Pentakosia) 600: εξακόσια (Eksakosia) 700: εφτακόσια (Eftakosia) 800: οκτακόσια (Oktakosia) 900: εννιακόσια (Enniakosia) 1000: χίλια (Hilia) 10000: δέκα χιλιάδες (Deka Hiliades)
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6267", "len_data": 13104, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.55 }
İlçe, Türkiye Cumhuriyeti'nin idari bölünmesinde, ilden sonra gelen idari birimdir. İlçenin idari amiri kaymakamdır. İlçe il kelimesine "çe" küçültme eki getirilerek türetilmiştir. Anlam olarak “küçük il” demektir. İlçenin eski adı kazadır. İlçenin idari merkezi olan ve ilçenin kurumlarının yer aldığı yerleşmeye ilçe merkezi denir. İlçe merkezi, Mersin iline bağlı Tarsus örneğinde olduğu gibi büyük bir kent, Erzurum iline bağlı Şenkaya örneğinde olduğu gibi köy büyüklüğünde bir yerleşme de olabilir. Türkiye'de idari birim ile bu idarimi birimin merkezi olan yerleşme genel olarak aynı adı taşımaktadır. Örneğin Ünye ilçesinin idari merkezi olan yerleşmenin adı da Ünye'dir. Oysa eskiden idari birimin (ilçe) adı ve merkezinin (ilçe merkezi) adı farklı olabilirdi. İlçe, ilin genel yönetiminin bir alt kademesini oluşturur. İl düzeyinde örgütlenen merkezî yönetim kuruluşlarının çoğu, ilçe ölçeğinde de teşkilatlarını kurmuşlardır. Bunlara “ilçe kuruluşları”, başındaki yöneticilere de “ilçe müdürleri” denilir. Bir kısım bölge kuruluşunun da ilçe örgütü bulunmaktadır. İlçe yönetiminin başında kaymakam bulunmaktadır. Kaymakam, ilçede hükûmetin temsilcisi durumundadır. Kaymakam görevlerini, valinin denetimi ve gözetimi altında yürütür. Vali gibi siyasi bir niteliği bulunmayan kaymakam, bir meslek memurudur. Kaymakam, “ortak kararname” ile atanmaktadır. Kaymakam, ilçede dirlik ve düzeni sağlamakla yükümlüdür. Kaymakam ayrıca yasa, tüzük, yönetmelik ve hükûmet kararlarının yayınlanmasını sağlar; valinin talimat ve emirlerini yürütmekle görevlidir. Valiler ilçeye ait bütün işleri doğrudan kaymakama yazarlar. Kaymakamlar, normal hâllerde ilçenin işleri hakkında bağlı bulundukları valilerle yazışırlar ve görüşürler; olağanüstü hâllerde, İçişleri Bakanlığı ve diğer bakanlıklar ile muhabere edebilirlerse de, söz konusu muhabereden valiye bilgi vermekle yükümlüdürler. İlde olduğu gibi, ilçede de kaymakamın başkanlığında idare kurulu görev yapar. İlçe idare kurulu, tahrirat kâtibi (yazı işleri müdürü), mal müdürü, hükûmet tabibi, millî eğitim müdürü, tarım ve köy işleri müdüründen meydana gelir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6268", "len_data": 2111, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.61 }
Benito Amilcare Andrea Mussolini (; 29 Temmuz 1883, Predappio - 28 Nisan 1945, Giulino), Ulusal Faşist Parti ve Cumhuriyetçi Faşist Parti'nin kurucusu olan İtalyan siyasetçi, diktatör ve gazeteciydi. 1922'deki Roma Yürüyüşü'nden 1943'te devrilmesine kadar Faşist İtalya'nın diktatörlüğünü yaptı. Aynı zamanda 1919'da İtalyan Savaş Birlikleri'nin kurulmasından 1945'teki infazına kadar İtalyan faşizminin lideri olarak "Duce" unvanını taşıdı. Bir diktatör ve faşizmin kurucusu olarak Mussolini, iki dünya savaşı arasındaki dönemde faşist hareketlerin uluslararası alanda yayılmasına ilham verdi. Mussolini, başlangıçta sosyalist bir siyasetçi ve "Avanti!" gazetesinin yazarıydı. 1912'de İtalyan Sosyalist Partisi'nin Ulusal Yönetim Kuruluna üye oldu, ancak Birinci Dünya Savaşı'na askeri müdahale çağrısı yaptığı için partiden ihraç edildi. 1914'te "Il Popolo d'Italia" adlı bir gazete kurdu ve 1917'ye kadar İtalya Kraliyet Ordusu'nda görev yaptı; burada yaralandı ve askerden ayrıldı. Zamanla İtalyan Sosyalist Partisi'ni eleştirerek, görüşlerini İtalyan milliyetçiliğine odakladı ve eşitlikçilik ile sınıf çatışmasına karşı çıkan, yerine "devrimci milliyetçilik" öneren faşist hareketi kurdu. Bu hareket, sınıf ayrımlarını aşarak ulusal birliği savunuyordu. Ekim 1922'deki Roma Yürüyüşü'nün ardından, İtalya Kralı III. Vittorio Emanuele tarafından başbakan olarak atandı. Mussolini, karşıtlarını gizli polisi aracılığıyla ortadan kaldırıp, işçi grevlerini yasakladıktan sonra, faşist hareket ve taraftarları, ülkeyi tek partili bir diktatörlük haline getiren yasalarla iktidarlarını pekiştirdiler. Beş yıl içinde, hem yasal hem de yasa dışı yollarla mutlak bir otorite kurarak, totaliter bir devlet yaratmayı hedefledi. 1929'da Vatikan'ı kurmak amacıyla Laterano Antlaşması'nı imzalayarak, Katolik Kilisesi ile güçlü bir anlaşma sağladı. Mussolini'nin dış politikası, faşist doktrin olan "spazio vitale" ilkesine dayanıyordu ve bu ilke, İtalya'nın topraklarını genişletmeyi amaçlıyordu. 1920'lerde, Libya'nın pasifize edilmesi ve Yunanistan ile yaşanan bir olay sonucu Korfu'ya yapılan bombalama, Mussolini'nin dış politikasının örneklerinden bazılarıydı. Ayrıca hükûmeti, Yugoslavya ile yapılan bir anlaşma sonucunda Fiume'yi ilhak etti. 1936'da, İkinci İtalya-Habeşistan Savaşı sonrasında Etiyopya'yı fethederek, bu bölgeyi Eritre ve Somali ile birlikte İtalyan Doğu Afrikası'na kattı. 1939'da İtalya, Arnavutluk'u ilhak etti. 1936 ile 1939 yılları arasında Mussolini, İspanya İç Savaşı sırasında Francisco Franco'yu desteklemek amacıyla İspanya'ya müdahalede bulundu. Mussolini, Lozan Antlaşması, Dörtlü Kuvvetler Paktı ve Stresa Antlaşması'nda yer aldı. 1937'de Milletler Cemiyeti'ndeki gerilimlerin artmasıyla, demokratik güçlerle arasındaki ilişkiler bozuldu ve cemiyetten ayrıldı. Artık Fransa ve Britanya'ya karşı düşmanlık besleyen İtalya, Nazi Almanyası ve Japon İmparatorluğu ile birlikte Mihver Devletleri'ni oluşturdu. 1930'lardaki savaşlar, İtalya'ya muazzam kaynaklara mal oldu ve onu İkinci Dünya Savaşı'na hazırlıksız bıraktı; Mussolini başlangıçta İtalya'nın savaşa katılmayacağını ilan etti. Ancak Haziran 1940'ta, Müttefiklerin yenilgisinin yakın olduğuna inanarak, ganimeti paylaşmak için Almanya'nın yanında savaşa katıldı. İşler tersine döndükten ve Müttefiklerin Sicilya'yı işgal etmesinden sonra Kral III. Vittorio Emanuele, Temmuz 1943'te Mussolini'yi başbakanlıktan azletti ve gözaltına aldırdı. Eylül 1943'te kral, Müttefiklerle ateşkes imzaladı. Bunun üzerine Almanlar, Mussolini'yi Gran Sasso baskınıyla kurtardı. Hitler, onu Alman işgali altındaki Kuzey İtalya'da kurulan kukla devlet İtalyan Sosyal Cumhuriyeti'nin başına getirdi. Bu devlet, Almanlara bağlı bir rejim olarak faaliyet gösterdi. Müttefiklerin zaferi yaklaşınca, Mussolini ve metresi Clara Petacci, İsviçre'ye kaçmaya çalıştı, ancak komünist partizanlar tarafından yakalandı ve 28 Nisan 1945’te idam edildi. Gençlik yılları ve gazetecilik dönemi. 29 Temmuz 1883'te demirci bir babanın oğlu olarak Predappio, Forli'de doğdu. Mussolini, ilk ve ortaöğrenimi sırasında disiplinsiz ve saldırgan davranışları nedeniyle iki kez okuldan uzaklaştırıldı. Gençliğinde sosyalist düşüncelere ilgi duydu. Lozan Üniversitesindeki eğitiminin ardından öğretmenlik yaparak çalışmaya başladı. 1902'de zorunlu askerlik görevinden kaçmak için İsviçre'ye gitti. 1904'te İtalya'ya geri dönerek İtalyan Sosyalist Partisi'ne katıldı ve partinin yayın organı olan "Avanti" gazetesinde çalıştı. Bir süre gazetenin başyazarlığını da üstlenen Mussolini, I. Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine orduya yazıldı. I. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte, tarafsızlık politikası izlenmesi gerektiğini söylemekte olan Sosyalist Parti ile çelişkiye düştüğü için gazeteden uzaklaştırıldı. İki yıl boyunca piyade olarak askerlik yapan Mussolini savaşta yaralandıktan sonra Milano'ya döndü ve burada sağ görüşlü "Il Popolo d'Italia" gazetesinin editörü oldu. "Il Popolo d'Italia" gazetesini çıkarmaya başladıktan birkaç ay sonra da Sosyalist Parti'den atıldı. Artık Mussolini'nin siyasi görüşü tamamen değişmişti. Sosyalist düşünceleri bir kenara bıraktı ve "faşizm" ismini vermiş olduğu yeni ideolojinin temellerini atmak için harekete geçti. Siyasi hayatı. Çökmüş ekonomi ve siyasi kargaşa içindeki İtalya’da Mussolini 1919 senesinde çeşitli sağcı, antikomünist ve antikapitalist grupları, kurduğu Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı örgütünde bir araya getirdi. 1921'de ise Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı'nı lağvederek Ulusal Faşist Parti'yi bünyesinde topladı. "Duce" ünvanını kullanan Mussolini, ülkenin problemlerini çözeceğini vadediyor ve eski Roma İmparatorluğu'nun ihtişamlı günlerine geri dönüleceğine söz veriyordu. Partinin yarı askerî milis kuvveti olarak kurulan Kara Gömlekliler örgütü ise ekonomik durumun kargaşasından faydalanarak büyük bir sıçrama yapan komünist gruplarla, grevci işçilerle çatışıyordu. 1922'nin Ekim ayında Mussolini önderliğindeki faşistler toplam 26.000 kişi ile beraber Napoli'den Roma'ya yürüme kararı aldılar. Savaş sonunda istediğini elde edemediği için hayal kırıklığına uğramış olan İtalyan halkının durumunu Mussolini'nin düzeltebileceğine inanan Kral III. Vittorio Emanuele, toplumsal krizi şiddetsiz bir yolla çözmek için 31 Ekim 1922 tarihinde Mussolini'yi başbakan olarak atadı. Zaten Faşist Parti 1921 yılında çok düşük bir oy almıştı ancak 1922'de ise Mussolini'yi destekleyenlerin sayısı kat kat artmıştı. Kralın komünist hareketin önüne geçmek istemesi de bu durumu kolaylaştırmıştı. Ve bu yürüyüşle beraber ardından yaşananlar, yıllar sonra Üçüncü Reich'ı ilan edecek olan Adolf Hitler'in de ilham kaynağı oldu. İktidara geçişi ve icraatları. İktidar olduğunda önceleri liberallerin desteğini alan Mussolini, diktatörlüğün koyu ve keskin uygulamalarını birer birer hayata geçirmeye başlamıştı. İtalya kısa zamanda bir polis devleti hâline getirildi. Kitap ve gazetelere getirilen sansür, seçim sisteminde yapılan düzenlemeler ve Faşist Parti dışındaki diğer partilerin kapanması gibi uygulamalar gerçekleştirildi. Mussolini, sendika hareketlerini de kanun dışı ilan etti ve eğitimi kontrol altına aldı. Ayrıca ekonominin faşistleştirilmesi amacıyla da tüm ülkeyi tren rayları ve otobanlarla kaplayan Mussolini, çiftçileri sürekli teşvik ederek tarım ve endüstrinin canlanmasını sağladı. Gerçekleştirdiği bu değişiklikler ve yeni uygulamalarla İtalya'da işsizlik azalmıştı ve bu da Mussolini'nin popülaritesinin artmasına neden oldu. 1922 yılının bazı dönemlerinde ülkenin iç ve dış işlerinden, kolonilerden ve kamu çalışmalarından sorumlu olan Mussolini, aynı zamanda orduyu da idare ediyordu. Tüm bakanlıkların görevlerini kendisi üstlenmişti. Bu şekilde tüm gücü elinde tuttuğuna inanan Mussolini, rekabet yaratacak herhangi bir durumun da önüne geçmiş oluyordu. Ancak bu durum kurduğu rejimin daha verimli çalışmasını engelliyor ve sıkıntı yaratıyordu. Diktatörlük altındaki İtalya'da kanunlar yeniden yazılmış, üniversitedeki öğretim görevlileri faşist rejimi savunacaklarına dair yemin etmek zorunda bırakılmışlardı. Gazete editörleri Mussolini tarafından özel olarak seçiliyor ve Faşist Parti'den sertifikası olmayan hiç kimse gazeteci olamıyordu. Amaç tüm İtalyan halkını, şirketleri ve dernekleri kontrol altında tutmaktı. Mussolini'nin dış politikada amacı ise pasifist antiemperyalizmin yerine agresif milliyetçilik getirmekti. Bunun ilk örneği 1923'te Corfu'nun bombalanması sırasında olmuştu. Ardından Arnavutluk'un kukla rejimine geçmesi ve Libya'nın yeniden fethi geldi. 1930'lu yıllar ve II. Dünya Savaşı. Uluslararası arenada güçlendiğini ispat etmek için 1935'te Habeşistan'a asker çıkardı. Uzun ve nedensiz bir savaş sonunda Habeşistan'ı işgal eden İtalya, 1936 yılında Almanya ile Berlin-Roma Mihverini kurdu. Berlin-Roma Mihveri'nin kurulmasıyla Adolf Hitler'in İtalya üzerindeki etkisi arttı ve bu durum Kral III. Vittorio Emanuele ile birlikte İtalyan halkını endişelendirmeye başladı. İtalyan askerleri Alman askerleri gibi yürümeye başlamışlardı, Alman nazizmi İtalyan faşizminden daha koyuydu. Faşizm, nazizme göre bir ölçüde daha ılımlıydı. Sanayinin devletleştirilmesine ve kapitalist sınıfın ortadan kaldırılmasına da kesinlikle karşı bir rejimdi. Hitler öncelikle Orta Avrupa, ardından Doğu ve Batı Avrupa'yı Almanya topraklarına katmak amacındaydı ve bu amaçla 1 Eylül 1939 sabahı Polonya sınırlarını geçti. Bu taarruzla II. Dünya Savaşı başlamış oldu. Daha önce Malta, Korsika ve Tunus'u İtalyan topraklarına katma ve "Roma İmparatorluğu'nu canlandırma amacı" taşıdığını söyleyen Mussolini de Almanya ile birlikte Mihver Devletleri blokunda savaşa girdi. Birçok faşistin karşı çıkmasına rağmen 10 Haziran 1940'ta savaşa girdiklerini resmen ilan eden Mussolini, Kuzey Afrika ve Balkanlar'da Müttefik kuvvetlerine karşı mağlup oldu. Almanya'dan aldığı destek ile işgal ettiği bölgelerde direndi ancak İtalya'da gücünü kaybetmeye başladı. Tutuklanması ve kurtarılışı. Komünistler önderliğindeki direnişçilerin ülkede etkili olması ve müttefiklerin 1943'te Sicilya'ya çıkartma yapmasının ardından Kral III. Vittorio Emanuele, Mussolini'yi görevden aldı. Almanya; Kuzey İtalya'yı işgal etti ve Hitler'in emriyle, başlarında Otto Skorzeny'nin bulunduğu özel bir Fallschirmjäger birimi, Mussolini'yi 12 Eylül 1943'te Gran Sasso'da tutuklu bulunduğu otelden kurtararak Fieseler Storch model uçakla önce Roma'ya, sonra aynı günün akşamı bir "Luftwaffe" nakliye uçağı ile Viyana'ya kaçırdı. Birkaç gün sonra ise Hitler'in karargâhının bulunduğu Rastenburg'a götürüldü. Mussolini, burada Adolf Hitler tarafından karşılandı. Burada oğlu ile beraber karargâha götürülüp Hermann Göring'in sığınağına yerleştirildi. Mussolini Wolfsschanze'den Münih'e gitti. Orada oğlu ve İtalya'dan gelen karısı ile beraber, Bavyera kraliyet ailesi Wittelsbacher'lerin şatosuna yerleşti. Mussolini bundan sonra Kuzey İtalya'ya döndü; Garda Gölü kıyısında "Rocca delle Caminate" denilen ücra bir yere yerleşti. Hitler'in de korumasını sağlayan birlik olan "SS-Leibstandarte" askerleri tarafından korunuyordu. Cumhuriyetçi Faşist Parti'yle beraber İtalyan Sosyal Cumhuriyeti'ni kurdu. 15 Eylül 1943'te hükûmet işlerini üstlendi. Ancak kurduğu bu hükûmet sadece bir gölge hükûmetti ve Almanların kukla rejimi olmaktan öteye gidemedi. Asıl söz, Alman işgal yetkililerindeydi. Mussolini'nin hükûmeti sivil idare işleri ve Almanya'ya iş gücü temin edilmesiyle uğraştı. Ölümü. Savaşın son günlerinde, 25 Nisan 1945'te, bir Alman delegesini bekleyen Mussolini, kimsenin gelmemesiyle şaşkına dönmüş, "Aldatıldık, yine Almanlar tarafından aldatıldık" demişti. 27 Nisan sabahı zırhlı bir araba ve yirmi beş kamyon ile beraber yola koyuldu. Amacı İspanya'ya kaçmak için bir uçağa binmek üzere İsviçre'ye gitmekti. Yolda ilerlerken partizanlarla "Musso" adı verilen yerde çatışmaya girdi. Faşistler hemen teslim olsalar da Mussolini zırhlı arabayla kaçmayı başardı. Mussolini ve beraberindekiler, komünist partizanlar "Valerio", "Bellini" ve 52. Garibaldi Tugayı Siyasal Komiseri Urbano Lazzaro tarafından, Dongo köyü (Como Gölü) yakınlarında durduruldu. Partizanlar arabayı ararken battaniyeye sarılmış bir erkek buldular. Arabanın içindekiler "Zavallı bir sarhoş" diye geçiştirmeye çalışsalar da battaniyeyi kaldıran partizan Mussolini'yi tanıdı ve böylece yakalanmış oldu. Partizanlar tarafından birkaç kez Como'ya götürülmek istendi fakat başarısız olununca Mezzegra'ya getirildiler. Orada De Maria ailesinin çiftlik evinde son gecelerini geçirdiler. Ertesi gün 28 Nisan'da Ulusal Kurtuluş Komitesi'nden Mussolini'yi öldürme emrini alan asıl adı Walter Audisio olan albay rütbeli komünist partizan Colonnello Valerio, Mussolini ve Petacci'yi vurarak öldürmüştür. Öldürülme olayı resmî versiyonuna göre şöyle gelişmiştir: Audisio, Mussolini ve metresi Petacci'nin tutuklu oldukları çiftlik evine gitti ve tutuklu kaldıkları odaya girdi. Onlara "İtalyan ulusuna adaleti iade etmek üzere görevlendirilmiş bulunuyorum" diyerek çok kısa bir konuşma yaptı. Sonra ikisine de "Çökün" diye emretti ama bunu reddeden Petacci, Mussolini'ye sarıldı. Audisio'nun elindeki makineli tüfek tutukluk yaptı, patlamadı. Bir ikinci silah da tutukluk yaptı. Sonunda dayanamayan Albay Audisio, muhafızlardan birinin makineli tüfeğini kaparak ikisine doğrulttu. Audisio ilk önce Mussolini'nin metresi Petacci'ye ateş etti ve Petacci vurularak yere düştü. Tam o sırada Mussolini ceketini açtı ve "Göğsümden vur beni!" diye haykırdı. Audisio hiç beklemeden ateş ederek Mussolini'yi göğsünden vurdu. Mussolini yere düştü ama ölmedi ve ağır nefes alıyordu. Audisio yanına gitti ve göğsüne bir kurşun daha sıktı. Audisio savaştan sonra yayımladığı anılarında, Mussolini ve metresini toplam 5 kurşun ile vurarak öldürdüğünü belirtmiştir. Mussolini'nin maiyetindeki diğer üyeler (başta bakanlar ve İtalyan Sosyal Cumhuriyeti yetkilileri) aynı gün akşama doğru bir idam mangası önünde idam edilmiştir. Ertesi gün Mussolini'nin, sevgilisinin ve birkaç yandaşının cesedi Milano'da Loreto Meydanı'ndaki Esso benzin istasyonunun çatısından baş aşağı sallandırıldı. Teşhir edilen vücudu, halk tarafından tekmelendi ve tükürüldü. Devrik liderin cesedi alaya ve istismara maruz kaldı. Ölümünden ve Milano'da cesedinin halka gösterilmesinden sonra, Mussolini'nin cesedi kentin kuzeyinde, Musocco mezarlığındaki bir mezara gömüldü. 1946'da cesedi Domenico Leccisi isimli bir İtalyan politikacı ve iki neofaşist tarafından mezarı kazılıp kaçırılmıştır. Cesedi Milano dışında, Certosa di Pavia'da 11 yıl boyunca bir gardıropta saklanmıştır. Ölümü hakkında bir iddia. Umberto Eco, "Sıfır Sayı" kitabında, gazeteci Braggadocio (İngilizce anlamı palavra) karakterinin ağzından Mussolini'nin halka ilan edildiği tarihte ölmediğine, onun yerine dublörünün öldürüldüğünü ve kendisinin ise Vatikan'da ya da Arjantin'de uzun bir süre saklandığına dair bir iddiayı aktarmış ve kitap boyunca bunu işlemiştir. Bu iddiaya da şu dayanaklar sunulmuştur:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6269", "len_data": 14914, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.7 }
İnebolu, Türkiye'nin Karadeniz Bölgesi'nde yer alan Kastamonu ilinin bir ilçesidir. Geleneksel yerli mimarinin birçok örneğine sahip bir Karadeniz liman şehridir. Tarihçe. Türkler öncesi. İnebolu çevresindeki yerleşmelerin ne zaman başladığı tam olarak belirlenemese de ilk antik şehir MÖ. 3. yüzyılda Sinope'ye bağlı bir emperion olarak kurulmuş ve "Abonu'nun Duvarları" anlamına gelen Abonuteikhos adını almıştır. MÖ. 64 yılında Roma egemenliğine giren şehir, MS. 2. yüzyılda Roma İmparatorluğu hükümdarı Marcus Aurelius ya da Antoninus Pius döneminde "İyonya kenti" anlamındaki İonopolis adı verilmiştir. Ayrıca şehir, Apollon'un yılan formunda yeniden doğduğuna dair bir kült olan Glykon'a ve sahte peygamber olarak anılan Abonuteikhoslu Aleksandros'a ev sahipliği yapmıştır. Türkler sonrası. 1071 Malazgirt Savaşı'ndan sonra Anadolu'ya akın eden Türk Selçuklu Beylerinden Emir Karatekin 1084-85 yıllarında bölgeyi Türk hakimiyeti altına almıştır. Şehrin adı Selçuklu Hanedanı döneminde şimdiki halini almıştır. Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılmasından sonra Çobanoğulları Beyliği'nin, ardından Candaroğulları Beyliği'nin sınırları içinde kalan ilçe; 1383'te, I. Murad zamanında, Osmanlı Devleti'ne katılmıştır. Bölge Ankara Muharebesi'nden sonra tekrar Candaroğulları Beyliği'nin bir parçası olmuştur. İspanyol Seyyah Clavijo, 1404 yılında İnebolu'ya gelmiş ve bölgedeki kerestelerin çok iyi olduğundan bahsetmiştir. Osmanlı Hakimiyeti. Candaroğulları Beyliği'nin 1461 yılında Osmanlı'ya katılmasıyla birlikte İnebolu da Osmanlı hakimiyetine girmiştir. 1496 yılı Amasya Sultan II. Bâyezid İmâreti Hudûdnâmesi'nde Kastamonu sancağının Küre kazasına bağlı bir nahiye olarak görülmektedir. Bu tarihte nahiyenin İnebolu merkez yerleşimi dahil 21 köyü ile 1 mezrası bulunmaktadır. Hudûdnâme'de geçen Avra/Avara, Bataryos/Patriyoz (Karadeniz Mahallesi içinde kalmış), Boyran, Karaca köyleri günümüzde İnebolu ilçe merkezinin mahalleleri konumundadır. 1878 yılı kayıtlarına göre İnebolu kazasında 26.200 Müslüman ve 850 Rum olmak üzere toplam 27.050 erkek yaşamaktadır. 1882 yılı Kastamonu Vilâyet Sâlnâmesi'ne göre İnebolu kazası, iki nahiyesiyle (Küre ve Abana) birlikte 11 mahalle ve 75 köye sahiptir. Kaza genelinde 9.200 Müslüman hanede 27.250 ve 250 Rum hanesinde 905 erkek yaşamaktadır. Kaza genelinde, 2 rüştiye mektebi, 150 cami ve mescit, 5 kilise ve manastır, 892 dükkan, 25 han, 9 hamam kaydedilmiştir. Bu tarihlerde İnebolu, Karadeniz'de önemli bir liman pozisyonundadır. 93 Harbi sonrasında İnebolu limanı Kafkaslardan gelen mülteci Müslüman halklar için aktarma merkezlerinden biri olmuştur. Bu dönemde İnebolu'nun Akyeri mevkisine 40 hane Batum göçmeni yerleştirilmiştir. 1880 ve 1885'te iki büyük yangın geçiren kentin ve çarşısı tamamen yanmıştır. Devrin Padişahı II. Abdülhamit zamanında, Kastamonu valisi olan Abdurrahman Paşa tarafından yapılan planla kent mimarisi yeniden düzenlenmiştir. 1915-1920 arası. İnebolu, Çanakkale Savaşı'nda 138 şehit verdi. I. Dünya Savaşı sırasında 19 Temmuz ve 20 Eylül 1915 ile 8 Ocak 1916 tarihlerinde Ruslar tarafından bombalandı. Osman Nuri Bey tarafından 25 Kasım 1919'da "İnebolu Müdafaa-i Hukuk" kuruldu. Yönetime Müftü Ahmet Efendi seçildi. İnebolu'dan Zeki Bey Sivas Kongresi'nde Kastamonu'yu temsil etti. 10 Aralık 1920 İnebolu'da Esliha ve Cephane Komisyonu ve Menzil Nokta Komutanlığı kuruldu ve başına Erzincan Küçük Zabit seçildi. Türk Kurtuluş Savaşı için, sıralamayla bitmeyen birçok isimler el ele verdi. Kurtuluş Savaşı. Dönemin önemli bir ticaret merkezi olan İnebolu ve İnebolu Limanı Türk Kurtuluş Savaşı'nda stratejik olarak önemli bir rol oynamıştır. Kurtuluş Savaşı'na katılmak için Ankara'ya gitmek isteyenlerin bir bölümü teknelerle İnebolu İskelesine geliyor ve buradan Anadolu'ya geçiyordu. İstanbul ve SSCB'den gelen savaş gereçlerinin Anadolu'ya giriş noktası da İnebolu iskelesi olmuştu. Bunu fark eden Yunanlar Karadeniz'deki donanmalarıyla iskeleyi denetlemeye başladı. Bundan sonuç alamayan Yunan savaş gemilerinden Panter ve Kılkış adlı iki Yunan zırhlısı 9 Haziran 1921'de İnebolu limanına geldi. Şehrin ileri gelenlerine ültimatom vererek cephane ve silahları iki saat içinde teslim etmesini söyledi. Savaş gemilerinin İnebolu'ya doğru hareket ettiği haberi zırhlılardan önce İnebolu'ya ulaşmış ve cephaneler bombalama karşında zarar görmemesi için iç kısımda kalan İkiçay Mevkii'ne, tepenin arkasında kalan ve zırhlıların top atışlarının ulaşamayacağı yerlere taşınmaya başlamıştı. Cephanelerin teslim edilmemesi üzerine Yunan savaş gemileri İnebolu'yu bombaladı ancak Yunanlar Kurtuluş Savaşı'nın gereksinimi olan insan ve cephanenin Anadolu'ya giriş yeri olan bu iskeledeki etkinliği önleyemedi. Bombalanmanın yıl dönümü olan 9 Haziran, İnebolu Kahramanlık Günü ilan edilmiştir. İstiklal Madalyası ve Yiğit İnebolu. 1924 yılında, İstiklal Madalyası alan ilk ve tek ilçe olan İnebolu'ya, Atatürk'ün önerisiyle TBMM tarafından "yiğit" ünvanı verilmiştir. (İl olan diğer şehirlerimiz Kahramanmaraş 1925'te, Gaziantep ve Şanlıurfa ise daha sonra İstiklal Madalyası almışlardır.) İnebolulular, yiğit ünvanını, "Bizler her Türk evladının yapacağı gibi vatani görevimizi yaptık, her Türk yiğittir, farkımız yoktur" mantığıyla kullanmamışlardır. Bu yüzden de, bu ilçeye hala sadece İnebolu denmektedir. Türk İstiklâl Mücadelesi sırasında; işgal ordularının el koyduğu Osmanlı silah ve cephanesi İstanbul'dan bin bir güçlükle tekne ve takalarla İnebolu'ya getirilmiş, mavnalarla (kayıklarla) sahile boşaltılmış, bu kutsal emanetler elden ele, yaşlı-genç, çocuk-kadın demeden, omuzlarda ve kağnılarla, İnebolu-Küre-Seydiler-Kastamonu yolu ile bağımsızlık savaşı veren Kuvayımilliye güçlerine Ankara'ya ulaştırılmıştır. Yiğit İnebolu'nun kahraman kayıkçılarının;  savaşta göstermiş olduğu bu takdire değer mücadele ve vatan için yapılan unutulmaz hizmetleri göz ardı edilmemiş, TBMM tarafından 11 Şubat 1924 tarihinde yapılan 99. oturumunda 66 numaralı Kanunla İnebolu Mavnacılar Loncasına, “Beyaz Şeritli İstiklâl Madalyası ve Beratı” taltif edilmiştir. İnebolu Mavnacılar Loncasına verilen bu beyaz şeritli altın madalya ve berat, kayıkçıların şahsında tüm İnebolu halkına verilmiş bir madalyadır. İnebolu kayıkçılarının gayret ve başarıları 9 Nisan 1924 tarihli TBMM kararıyla Beyaz Şeritli "İstiklâl Madalyası" ile ödüllendirilmiştir. Cumhuriyet dönemi. 1923'te Cumhuriyet'in ilanından sonra Yunan Hükûmeti ile yapılan mübadele anlaşmasından sonra ilçe çevresinden 2000 Rum Yunanistan’a göç ettirilmiş, bazı Rumlar İnebolu'daki köy isimleriyle aynı adı taşıyan köyler kurmuşlardır. Mübadele sonrası İnebolu’da Rum kalmamış, ilçedeki köylerin Rumca isimleri de Türkçeleştirilmiştir. Mübadele öncesinde burada yaşayan Rumların torunları tarafından ilçeye ziyaretler yapılmıştır. Şapka ve kıyafet devrimi. Atatürk 23 Ağustos 1925'te Kastamonu'ya gelmiştir. Burada İnebolu heyetini kabul etmiş ve yapılan davet üzerine 25 Ağustos 1925 Salı günü saat 11.00'de Kastamonu'dan İnebolu'ya hareket etmiştir. 27 Ağustos 1925 Perşembe günü İnebolu Türk Ocağı'nda tarihi Şapka Nutku'nu söylemiştir. Mustafa Kemal Atatürk'ün İnebolu'ya 1 gün için gelip 3 gün kaldığı, Şapka ve Kıyafet Devrimi'nin ilk Nutkunu söylediği, "Bu serpuşun adına şapka denir" dediği 25-28 Ağustos tarihleri arasında her yıl törenler yapılmaktadır. İnebolu Türk Ocağı, 1931 yılında kapatılmış ve bina halkevi olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1951 yılında da Halkevlerinin kapatılmasıyla bina hazineye geçmiş; 1956'da belediyeye devredilmiş, vapur acentesi ve lokanta olarak işletilmiştir. 1999 yılında Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğüne devredilmiş, 2005'te başlayan restorasyon çalışmalarının ardından ziyarete açılmıştır. 2020 yılında ise müze olarak kullanılması üzerine çalışmalar başlatılmıştır. Coğrafya. Konum. İnebolu Karadeniz Bölgesi'nin Batı Karadeniz bölümünde yer almaktadır. Anadolu Yarımadası'nın kuzeyinden geçen 42 derece kuzey paraleli ile 34 derece doğu meridyeninin kesiştiği noktanın yaklaşık 25 km batısındadır. 89 km güneyinde yer alan Kastamonu'nun kıyı şeridindeki şirin bir ilçesidir. Kuzeyden Karadeniz'le çevrili olan ilçe doğuda Bozkurt, batıda Doğanyurt, güneyde ise Devrekani, Küre ilçelerine komşudur. Batı Karadeniz bölümünün hemen kıyı gerisinden itibaren yükselen, kıyıya paralel uzanan İsfendiyar (Küre) genç kıvrım dağlarının kuzey eteklerinde yer alan ilçe, 474 km²lik alan sahip olan İnebolu'nun kıyıdan 14–18 km kadar içerilerine sokulan güney sınırı Karacehennemboğazı Çayı'nın ikiye ayrıldığı kısmın biraz kuzeyinde Karadeniz'e yaklaşmaktadır. Merkez nüfusu 9.800'dür. İklim. Bölge genel olarak Karadeniz iklimine sahiptir. Fakat özellikle bahar aylarında meydana gelen sisle Karadeniz Bölgesi'nin tipik ikliminden biraz farklılıklar göstermektedir. Kışları serin ve yağışlı, yaz ayları sıcak, nemli ve yağışlıdır. Nispi nem seviyesi her mevsim yüksek olan ılıman bir iklime sahiptir. İnebolu'nun uzun yıllar (1960-2005) değerlerine bakıldığında; sıcaklık ortalaması: 13,1 derecedir. Ekstrem sıcaklık değerlerine bakıldığında; en yüksek sıcaklık 1977 yılı ağustos ayında 35,8 derece, en düşük sıcaklık ise 1985 yılı şubat ayında -9,2 derece olmuştur. İlçede yıllık ortalama 1000 mm civarında yağış almaktadır. Genelde ilçe merkezine yağmur yağışı düşmesine rağmen biraz yukarılara doğru çıkıldıkça kar yağışı oranı artarak devam etmektedir. İlçeye kar düşse de genelde erimesi birkaç günü geçmemektedir. İlçede en çok kar yağışı 1985 yılında 146 cm yağmıştır. Bir sene içerisinde yağışlı gün sayısı 140 gündür. En çok yağış aralık-mart ayları arasında olmaktadır. Yağışlar genelde normal ve sağanak şeklinde yağışlardır. İlçede yılda ortalama 21 gün sis, 3 gün kırağı görülmekte, sıcaklığın sıfırın altına düştüğü gün sayısı ile 19 gün olarak tespit edilmiştir. Hakim rüzgâr yönü SSW (Güney-Güneybatı) yönüdür. Deniz suyu sıcaklığı ortalaması; 13,8 derecedir. Bitki örtüsü. Yüksek sıcaklık frekanslarının düşük ve okyanusal hüküm sürdüğü kıyı kesimlerde, 250–300 m kadar sıcaklık istekleri, yüksek bazı maki elemanları ile Karadeniz'in daha nemcil türlerinin bir arada bulunduğu psödomaki yaygındır. Daha gerideki platolar sahasında, yerini kestane ve meşe ormanlarına bırakır. Plato sahasından dağlık alanların kuzeyinde kayın ormanları, güneyinde meşeler daha yaygındır. Daha yukarılarda ise karaçam ormanları yaygındır. Akarsular. Yüksek ve engebeli bir yapıya sahip olan ilçe arazisine yerleşmiş bulunan akarsular, sularını denizlere gönderebilmek için üzerinde yer aldığı yataklarını, derin bir şekilde kazmışlardır. İsfendiyar Dağları'nın denize bakan yamaçlarından doğarak denize ulaşan çaylardan ibaret olan ilçe akarsuları içinde, önemli bir akarsu mevcuttur. İki çay adı verilen bu akarsuyun rejimi düzensizdir ve ilçeyi ikiye ayırır diğerleri ise şunlardır: Karacehennemboğazı Çayı, Kızılkara Çayı, Manastır Çayı, Adıyaman Çayı, Gemiciler Çayı. Belirtilen çaylar da rejimi düzensiz akarsulara dâhildir. İlçe çevresinde, yükseklikleri 400 m ile 1200 m arası değişen tepeler mevcuttur. İlçenin yer aldığı vadinin, ağız kısmının doğu ve batı bölümlerinde yer alan tepelerden, güneydoğuda yer alan Geriş Tepesi 495 m güneybatıda yer alan İslam Tepesi 589 m yüksekliğe sahiptir. Diğer tepeler ise; doğuda Darıca Tepesi, batıda Abaş Tepesi, daha batıda Kaleştiren Tepesi, doğuda Manastır Tepesi, güneybatıda Çuha Tepesi, güneydoğuda Yukarı Vozu Tepesidir. İdari yapı. İnebolu ilçesi mülki alanı, merkezi 9,5 km² toplamda ise 395 km²dir. İlçenin toplam olarak 34 km sahil kıyı şeridi bulunmaktadır. İlçe sınırları içinde 1 belediye teşkilatı, 81 köy ve 138 bağlı mahalle bulunmaktadır. İlçe Merkez Belediyesi 10 mahalleden oluşmaktadır. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi'nin 2015 verilerine göre İnebolu'nun genel nüfusu 22.144'tür. Bu nüfusun 9 bin 509'u ilçe merkezinde, 12 bin 635'i ise köylerde yaşamaktadır. Ekonomi. Balıkçılık. İnebolu'da tutulan hamsi ve diğer balıklar tüm Türkiye'ye gönderilmektedir. Tarım. İnebolu köylerinin genel geçim kaynağıdır. Ticaret. İnebolu Limanı her türlü yolcu giriş çıkışına açık olup, ithalat ve ihracat yapılabilmektedir. Kapasite artırımı çalışmaları devam eden limana 10.000 grostonluk gemiler yanaşabilmekte olup, ahşap doğrama, yonga levha, ağaç parke, bakırlı prit, sigara kağıdı, kristal şeker, gübre vb. ürünlerin ihracı ve ithalatı yapılmaktadır. Yılda çokça turizm amaçlı yat ve gezi teknesinin uğradığı ve konakladığı liman sahasında bir ahşap Tekne-Yat yapım tersanesi ve balıkçı barınağı bulunmaktadır. Ayrıca Rusya'dan gelen özel gemilerinde dinlenme tesisi de denilebilir. Küre'de çıkarılan bakır madeni İnebolu Limanı'ndan gemilerle taşınmaktadır. Bir dönem madenin Küre'den limana nakli için ETİ Bakır A.Ş. tarafından Alman PWAŞ firmasına 5 milyon dolara yaptırılan teleferik ise 1988 yılında hizmete girdikten 1 yıl sonra işletmeci firma tarafından elektrik maliyetlerinin yüksek bulunması, verimsizlik gibi sebepler gösterilerek devre dışı bırakılmıştır. Kültür. İnebolu Evleri. İnebolu Evleri genelde 3 katlı bahçeli yapılardır. Bahçelerde erik, fındık, dut, elma, ceviz gibi meyve ağaçları bulunur. Hemen hemen her bahçede su kuyusu bulunur. Ayrıca bahçelerde yaz sohbetleri için çardak veya avlu içinde oturma mekanları bulunur. Evler genelde bordo-beyaz renktedir. Bordo rengini Aşı Köyü'nden çıkarılan toprakla yapılan Aşı Boyasından alır. Aşı boyası bu ahşap evleri 20 yıl boyunca rahatlıkla koruyabilmektedir. Evin çatısı genelde dört tarafa eğimlidir. Çatı denizden çıkarılan ve Marla Taşı (Arduaz) denilen geniş ve ince taşlarla örtülmüştür. Çatıda taş kullanılmasının sebebi son derece sert Karadeniz poyraz rüzgârlarında çatının dayanıklı olmasıdır. Marla taşı ise ince, düz yapısı ve ısı yalıtımına sağladığı katkıdan dolayı tercih edilmiştir. Bodrum kat soğuktan korunmak ve rutubeti önlemek amacıyla taştan yapılır. İnebolu merkezinde bu bodrum katları iş yeri veya kiler olarak, kırsalda ise ahır olarak kullanılır. Her kat yüksek tavanlı, bol pencereli ve bağımsız bir daire şeklinde ana salona açılan odalar şeklinde tasarlanmıştır. Kat girişleri ana kapı girişinden veya dışarıdan merdivenle ayrılır. Bunun amacı ise aile genişledikçe bağımsız olarak evin rahat bir şekilde kullanılabilmesidir. Her katta tuvalet ve banyo bulunmaktadır. Bunun yanı sıra yatak odasında dolap denilen bugünkü kullanımda ebeveyn banyoya karşılık gelen ilk bakışta gardrop izlenimi uyandıran küçük banyo bulunur. Bazı evlerde iki odadan oluşan çatı katı da bulunur. Bu tarihi evler Kültür Bakanlığı, Kastamonu Valiliği ve Ankara Mimarlar Odası'nın İnebolu Evlerini Yaşatma Projesi (İNEYAP) çerçevesinde koruma altına alınmıştır. Birçok evin de restorasyonu yapılmaktadır. İnebolu Kayığı (Denk). İnebolu Kayığı, Denk Kayığı, İnebolu Kütüğü, Taş Kayığı, Pazar Kayığı gibi isimler altında bilgilere rastlanan ve literatüre İnebolu Kayığı olarak girmiş Pereme tipi teknedir. Önce "kabuk tekniği" ile yapılmış tek Anadolu teknesidir. Bu teknik günümüzdeki gemi yapım tekniğinin bir önceki şekli ve temeli olarak bilinir. Ortalama boyu 10-11 metredir. Bu teknikle yapılmış ve bütün olarak korunabilmiş dünyadaki tek tekne İstanbul'daki Deniz Müzesi'nde sergilenmektedir. Sergilenen bu teknenin diğer bir özelliği ise, Kurtuluş Savaşı'nda ikmal amacıyla bölgede kullanılan bir tekne olmasıdır. İnebolu Feneri. İnebolu Feneri, İnebolu'da denize bakan bir yamaçta kurulmuş, şu an terk edilmiş, 145 senelik bir deniz feneri vardır. Eğitim. İnebolu ilçesinde bulunan eğitim kurumları şunlardır: Spor. İneboluspor İnebolu'nun amatör futbol takımıdır. 1960'lardaki Doğanspor ve Güneşspor rekabeti sonrasında iki takımın birleşmesiyle kurulmuş ve 1970'li yıllarda Kastamonu Amatör Ligi'nde defalarca şampiyon olmuştur. Ancak son yıllarda eski başarısını yakalayamamıştır. İnebolu'da çim zemini olan bir stadyum bulunmaktadır. Ayrıca Özlüce'de (Zarbana) her yıl amatör futbol turnuvaları düzenlenmektedir. İnebolu'da 2. spor kulübü İnebolu Gençlik ve Spor Kulübü adı altında 2007 yılında kuruldu. İnebolu Gençlik ve Spor Kulübü'nde Halkoyunları, Futbol, Tekvando, Masa Tenisi branşlar bulunmaktadır. Bu branşlarda 400 sporcu bulunmaktadır. İnebolu'da son yıllarda özellikle okullarda voleybola ve masa tenisine olan ilginin arttığı görülmektedir. Turizm. İnebolu, son yıllarda ilgi çekmeye başlayan turistik yerlerdendir. Denizin yanında özellikle doğal güzelliği, yemyeşil tepeleri hayranlık uyandırmaktadır. 2 adet plajın yanı sıra Cide ve Abana yolları güzergahında birçok güzel koylardan plaj olarak yararlanılmaktadır. Özellikle Özlüce köyü sahillerinin güzel kumsallar çadır ve karavan turizmi için çok elverişlidir. Basın. İnebolu'da çeşitli gazeteler yayımlanmıştır. Daha önce İnebolu ve Hakkın Sesi gazeteleri yayımlanmıştır. Şu anda Yeni İnebolu Gazetesi, İnebolu Postası yanı sıra, internet üzerinden hizmet veren ve açıldığı günden beri yüzbinlerce kullanıcının ziyaret ettiği İnebolu Haber Gazetesi yayımlanmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6273", "len_data": 16867, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.44 }
Moren veya buzultaş (Fransızca: moraine, Almanca: Moraene), doğrudan doğruya buzulların ilerlemesi veya gerilemesi sırasında, buzulun taşıyarak oluşturduğu tabakalaşmamış depolara genel olarak verilen bir terimdir. Glasiyal koşullar ve süreçler ile taşınan ya da biriktirilmiş olan malzemenin her tanesine moren adı verilir. Moren, buzulun zeminden veya yamaçlardan kopardığı parçalar ile buzulun üzerine yamaçlardan düşen veya çığlarla yuvarlanan maddelerden oluşur. Moren depoları taş, toprak, kum ve çakıl boyutundaki irili ufaklı, genellikle de köşeli malzemeden oluşur. Bunların içine yer yer küçük kaya ve blok parçaları da karışmış olabilir. Bütün bu malzeme düzensiz yığılmış bir depo görünümündedir ve herhangi bir tabakalaşma göstermezler. Moren türleri. Taban morenleri. Gerek vadi buzulları gerekse örtü buzullarında yaygın olarak görülen morenlerdir. Buzulun büyüklüğüne, anakayanın özelliğine bağlı olarak değişmekle beraber, %30 oranında kil ve kumdan meydana gelirler. Bununla birlikte, içlerinde yer yer kaya ve blok büyüklüğündeki malzemeye de rastlanır. Taban morenleri biriktirme sonucu drumlin adı verilen yer şekillerini oluştururlar. Az eğimli yamaçlar veya düzlüklerde biriken taban morenleri, düzenli bir dağılım ve ardalanma göstermeyen buzul depolarını oluştururlar. Buzulun ilerlemesi ya da geri çekilmesi sırasında, tabanında bir örtü oluşturacak şekilde, taşınmış enkaz malzemelerin birikmesiyle oluşur. Basal tillinin üstüne yer alırlar. Buzulun çekilmesi sonrasında ablasyon morenleri ile karışırlar. Bu yüzden çoğu kez taban moreni depoları basal till, taban moreni, ablasyon moreni gibi buzul yüklerini içerir, ayrım yapmak zordur. Bu malzemelerin tümüne birden taban tilli adı verilir. Buzulun aşındırma ile oluşturduğu yükü genellikle ana kaya malzemeleridir. Buzulun taban kısmında bulunan taban morenlerini heterojen yapan unsurlar ise çoğunlukla rüzgâr ile taşınan veya çevreden kar veya yamaçlardan enkaz çığları ile buzula katılan malzemelerdir. Taban morenlerinin tekstüründe iri çakıldan kum boyutuna küçülen tanelerin miktarında düzenli bir azalma trendi görülmektedir. Taban moreni depolarının tekstür ve strüktüründeki çeşitlilik kalınlık ve yüzey engebeliliği konularında da dikkate geçer. Yüzey engebeliliği ana kaya engebeliliğinden kaynaklanabileceği gibi ayrıca biriken morenlerin depo kalınlıkları ile de ilgilidir. Ana kaya yüzey engebeliliği belirgin topoğrafik değişikliklere sahipse, bu topoğrafik özellik moren birikimini kontrol eder. Moren deposunun kalınlığı ve buzulun yüzeyinde ve içinde bulundurduğu yükü de bu konuda etkili olan bir diğer faktörlerdir. Buzul vadilerinin tabanlarında morenlerin belirli bir düzene sahip olmayan karmaşık tepe, sırt ve çukurlardan oluşan depolanma şekillerine sıklıkla rastlanır. Düzensiz moren depolarına İskoçya'da “hummocky” adı verilir. Glasiyal depolardaki çukurlarının bir başka örneği ise tabakalı glasiyal depolar içinde meydana gelen çökme çukurlarıdır (çanak) (İngilizceː kettle). Buzul depoları üzerindeki çanak şekilli çukurluklara Anglo Sakson ülkelerinde kettle, Baltık ülkelerinde ise söl adı verilir. Eğer erime ve çökme yolu ile meydana gelen bu çanağın tamamı veya bir kısmı su tablasından daha derinde ise çanağın içi su dolar ve kettle gölü oluşur. Drumlin (hörgüç kaya). Taban morenleri, buzulun ortadan kalkmasıyla yükseltileri yer yer 10 m'yi bulan tepeciklerden oluşan dalgalı bir topoğrafya meydana getirirler. Örtü buzullarının geliştiği sahalarda bu morenler binlerce kilometrekarelik bir alan (Örneğin Kanada'da) kaplarlar ve drumlin denilen özel topoğrafyanın ortaya çıkmasını sağlarlar. Bu topoğrafya kaşık tersine benzeyen asimetrik sırtlar ve tepelerle oluşur. Uzunlukları 800 ila 2000 m, genişlikleri ise 300 ila 400 m arasında değişir. Bu sırtların eğimi, buzulun geldiği yönden başlayarak uzandığı yöne doğru artar. Yan morenler. Aşınma ve çığ yoluyla vadi duvarlarından buzulun ucuna dek sürüklenen ve buzul gerilemesiyle bir sırt uzantısı biçiminde çökelen döküntü malzemeden oluşur. Tabakasız birikim şekillerinden biri olan yan moreni depoları karakteristik olarak vadibuzulları tarafından oluşturulur. Buzul vadisinin her iki yamacı boyunca, buzula paralel uzanan ve morenlerden meydana gelen çizgisel sırtlar şeklindeki morfolojileri, yan moren depolarının karakteristik şekilsel özellikleridir. Yan moreni depolarını oluşturan malzeme birikimi büyük oranda; buzulun içinde bulunduğu vadinin her iki yamacında, özellikle fiziksel parçalanma ile meydana gelen enkazın yer çekimine bağlı olarak hareket edip buzul kenarında toplanması ve ayrıca kısmen de buzul tarafından yataktan enkazın koparılması ile gerçekleşir. Orta morenler. İki buzul akıntısının kesişmesiyle uzun, ince bir hat ya da kuşak biçiminde biriken döküntülerden oluşur. Ortaya çıkan moren, birleşen iki buzulun ortasında yer alır. Orta morenler, kabaca buz hareketinin yönü doğrultusunda bir sırt biçiminde çökelir. Orta moreni depoları da yan moreni gibi vadi buzullarının karakteristik birikim şekillerindendir. İki vadi buzulunun birleşmesi halinde, birleşen buzulların birbirine yakın yamaçlarındaki yan morenleri bu birleşme ile buzulun ortasında ve büyük kısmı buzulun yüzey ve yüzeye yakın kesiminde kalırlar. Böylece; eski yan morenler, yeni orta morenleri durumuna gelmiş olurlar. Orta morenlerin bir diğer özelliği ise konumlarının; yan morenleri gibi buzul ilerleme istikametinde olup, vadinin her iki yamacına kabaca paralel şekilde vadiboyunca olmasıdır. Cephe morenleri. Buzulun sona erdiği dil kısmında yer alan morenlerdir. Bunlar tek sıra halinde bulunabilecekleri gibi birden fazla sıralar halinde de görülebilirler. Cephe morenlerinin yükseltileri farklıdır. 40–50 m yüksekliğinde olanları bulunduğu gibi, 5–10 m'lik yüksekliğe sahip olanları da vardır. Değişik boyuttaki malzemeden oluşurlar. Örtü buzullarının kenarlarında, dağ buzullarının ise vadi buzulu, sirk buzulu veya diğer türlerinin hareket istikametlerine göre ön kısımlarında bulunan ve moren sırtlarından oluşan buzul biriktirme şekillerine Cephe Moreni Depoları adı verilir. Cephe moreni depoları şekilsel olarak, kabaca kavisli çizgisellik gösteren buzul birikinti sırtlardır. Bu depoların hacimsel büyüklükleri; buzulun yükü, ne süre ile orada sabit kaldığı ve buzulun büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Buzulun ilerlemesi ya da gerilemesi sırasında meydana gelen duraklamalar cephe moreni depolarının oluşmasına fırsat verir. Bir cephe moreni deposunun buzulun ilerlemesi sırasında mı yoksa gerilemesi sırasında mı oluştuğunu anlamak mümkündür. Cephe morenlerinin özellikle oluşum şekillerini dikkate alarak şu şekilde sınıflamak mümkündür: a. İtilme moreni depoları: Buzulun; mevsimlik ya da daha uzun süreli ilerlemesi ve gerilemesi sırasında farklı kökenli suya doygun tabansal till depoları, tabanındaki kil, silt gibi ince taneli malzemeler ve kısmen de önündeki ayrışma ürünü enkaz malzemeyi iterek, öteleyerek yığmak sureti ile cephe moreni depolarının bir türünü oluşturur. b. Nihai moreni depoları: Genellikle buzul önü arazisindeki sediment malzemesi olan farklı boyutlardaki irili-ufaklı taneli malzemelerden, glasiyo-flüviyal kökenli elenmiş sedimentlerden, kütle hareketi enkazı ve az da olsa tabansal tillden oluşur. Ablasyon morenleri. En belirgin şekilde dağ buzullarında görülen moren deposu türüdür. Buzulların erimesi ile birlikte buzul yükünün taban morenleri üzerine birikmesi ile meydana gelir. Düşey kesiti incelendiğinde ağırlıklı olarak ince taneli malzemelerden oluşan taban yükü üzerine, daha çok kenarlı köşeli olan buzul içi ve yüzey yükünün düzensiz olarak geldiği bir strüktür gözlemlenir. Bu anlamda tekstür farklılığı da dikkat çekicidir. Ablasyon moren depoları; öncelikli olarak buzul yüzey yükü olmak üzere ayrıca buzul içi yükü ve buzul altı (taban) yüklerinden oluşur. Ablasyon moren deposunun birikimi, durağan buzul yükünün depolanması ile gerçekleşir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6274", "len_data": 7881, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.9 }
Kısa Dalga yayınları almak üzere tasarlanmış radyo Elektromanyetik tayfin YF "yüksek frekans" (HF- High frequency) (3Mhz- 30Mhz arası) yayınlarını alan alıcı. TV, telefon, internet yaygınlaşmadan önce oldukça popüler olan bu tür radyolar özellikle uluslararası yayınları da alabildiklerinden zamanında oldukça değerli bir bilgi kaynağı olmuşlardır. Bu frekans bandındaki radyo alıcıları kalite ve özelliklerine göre çok değişik modellere ayrılabilmektedir. Hassaslık ve seçicilik bu tür radyolarda kalite kıyaslama unsurudur (Q faktörü). Tasarımlarına göre başlıca analog ve sayısal olmak üzere ikiye ayrılırlar. Prensip olarak iki alıcı da aynı temele dayansa da sayısal alıcılar genelde seçicilikte, analoglar da hassasiyette daha iyidir. Kabaca antenden gelen sinyali geniş band dalga güçlendirici karşılar, çıkış belli bir ara frekans ile karıştırılır ve elde edilen frekans filtrelenip dinlemek istenen istasyona göre ayarlanmış bir osilatörün çıkışı tekrar karıştırılıp ses dalgasına çevrilir. İlk karıştıma bölümünde iki frekans kullanan alıcılar (süper hetorodin) hayal sinyalleri çok daha iyi baskılayabilmektedirler; piyasada 3 ara frekans kullanan modeller de bulunmaktadır. Aşağıdaki bandlar uluslararası yayın yapan kurumlara ayrılmıştır. Bu istasyonlar genelde AM (genlik modülasyonu) ile yayın yapmaktadır. Bu tür yayınları dinleyenlere SWL (Short Wave Listener- Kısa Dalga dinleyici) denmektedir. Band (Metre) Frekans aralığı (kHz)<br> 120 2300 - 2495<br> 90 3200 - 3400<br> 75 3900 - 4000<br> 60 4750 - 5060<br> 49 5730 - 6295<br> 41 6890 - 6990<br> 41 7100 - 7600<br> 31 9250 - 9990<br> 25 11500 - 12160<br> 22 13570 - 13870<br> 19 15030 - 15800<br> 16 17480 - 17900<br> 17 18900 - 19020<br> 13 21450 - 21750<br> 11 25670 - 26100<br> Bu bandların arasında amatör radyoya, ticari gemilere ve silahlı kuvvetlere ayrılmış bandlar bulunmaktadır. Genelde bu yayınlar SSB,CW, RTTY modülasyonlarını içermektedir. Bu tür yayınları almak için radyonun BFO (Beat Frequency Oscillatör -Vuru Frekans Osılatoru) neden ek bir devreye ihtiyacı vardır. Taşıyıcı suni olarak yaradan bu devre bazı üst model radyolarda senkronizasyon tuşu "Sync" olarak normal AM yayınlardaki alışı netleştirmektedir. Bu tür radyolarda ses bandının genişliğini de değiştirmek mümkündür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6275", "len_data": 2366, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.64 }
Elektromanyetik tayf veya elektromanyetik spektrum (EMS), evrenin herhangi bir yerinde fizik kurallarınca mümkün kılınan tüm elektromanyetik radyasyonu ve farklı ışınım türevlerinin dalga boyları veya frekanslarına göre bu tayftaki rölatif yerlerini ifade eden ölçüt. Herhangi bir "cismin elektromanyetik tayfı" veya "spektrumu", o cisim tarafından çevresine yayılan karakteristik net elektromanyetik radyasyonu tabir eder. Elektromanyetik tayf, dalga boylarına göre atomaltı değerlerden başlayıp ("bkz. Gama ışını veya X-ışını") binlerce kilometre uzunlukta olabilecek radyo dalgalarına kadar birçok farklı radyasyon tipini içerir. Elektromanyetik tayf teoride sonsuz ve sürekli olsa da, pratikte kısa dalga boyu ("yüksek frekans") ucunun limitinin Planck uzunluğuna, uzun dalga boyu ("alçak frekans") ucunun limitinin ise evrenin tümünün fiziksel büyüklüğüne eşit olduğu düşünülmektedir. Genişliği. Elektromanyetik tayf binlerce kilometreden atomaltı uzunluklara kadar geniş bir yelpazedeki dalga boylarında ışınımları kapsar. 30 Hz ve altındaki frekansların ("uzun-dalga") radyoastronomide bazı nebulalar tarafından üretildiği ve bu yapıların araştırılmasında kullanıldığı, 2,9 * 1027 Hz değeri civarında frekanslara sahip ışınımların da çeşitli kozmik kaynaklardan yayıldığı bilinmektedir. Boşlukta, belirli bir dalga boyundaki "(λ)" elektromanyetik enerjinin bu dalga boyu ile orantılı bir frekansı "(f)" ve foton enerjisi "(E)" bulunmaktadır. Bu yüzden elektromanyetik tayf bu üç değerden herhangi biri kullanılarak ifade edilebilir. Değerler birbirine aşağıdaki formüller ile bağlıdır: formula_1frekans x dalga boyu veya formula_2 ve formula_3 veya formula_4 Burada; formula_5 m/s (ışık hızı) ve formula_6 de Planck sabiti formula_7'dir. Buna göre; sahiptirler. Görünür ışık veya başka bir elektromanyetik türü belli bir madde içerisinde yaratılır veya içerisinden geçerse "(örneğin atmosfer)", bu ışınımın dalga boyu artacak, dolayısıyla frekansı düşecektir. Bu değişiklikten dolayı, ışınımların elektromanyetik tayf değerleri ile ilgili rakamsal bilgiler verilirken genellikle söz konusu ışınımlar uzaydaki "(boşluk)" sayısal değerleri ile ifade edilir. Spektroskopi ile insan gözünün algılayabildiği 400 ile 700 nm'lik dalga boyları arasındaki görünür ışık bandı dışındaki diğer ışınım aralıkları da algılanabilir. Normal bir laboratuvar spektroskobu 2 ile 2500 nm arasındaki dalga boylarını kolayca algılayabilir. Cisimlerin, gazların ve hatta yıldız ve galaksilerin fiziksel özellikleri ile ilgili birçok veri, bunlardan yayılan elektromanyetik ışınımın bir spektroskop yardımıyla analiz edilerek öğrenilebilir. Örneğin hidrojen atomları 21,12 cm'lik dalga boyunda spesifik bir radyo dalgası yayar. Söz konusu ışınım algılandığında, mesela uzak bir gezegenin atmosferinde hidrojen gazı da bulunduğu anlaşılabilir. Bu, teknik astrofizik araştırmalarda yaygın olarak kullanılmaktadır. Elektromanyetik radyasyon başlıca yedi kategoride incelenir. Bunlar düşük frekanstan yüksek frekansa doğru radyo dalgaları, mikrodalga, kızıl ötesi, görünür ışık, mor ötesi, X-ışınları ve Gama ışınlarıdır. Tayf kategorileri. Yukarıda verilen sınıflandırma genelde doğru olsa da, söz konusu kategoriler arasında kesin sınır çizgileri yoktur ve bazı durumlarda aslında belirli bir kategoride yer alan bir ışınım, bir başka kategorinin dalga boyu aralığında bulunabilir. Örneğin, bazı az enerjili gama ışınları aslında bazı yüksek enerjili X-ışınlarından daha uzun dalga boyuna sahiptir. Bunun sebebi, "gama ışını" teriminin nükleer bozunum veya başka bir atomaltı işlem sonucu oluşan fotonlar için kullanılırken X-ışınlarının atom çekirdeğine yakın yüksek enerjili iç elektronların orbital değişimleri sonucu oluşmasıdır. Sonuç itibarıyla X-ışınları ile gama ışınları arasındaki belirleyici fark dalga boylarında değil, söz konusu ışınımları yaratan kaynaklardadır. Ancak gama ışınları genellikle X-ışınlarından daha yüksek frekanslı ve dolayısıyla daha yüksek enerjilidir ve bu yüzden kendi kategorilerinde değerlendirilir. Radyo dalgaları. Radyo dalgaları binlerce kilometreden yaklaşık bir milimetreye kadar dalga boylarındadır ve sahip oldukları rezonansa uygun antenler ve modülasyon teknikleri kullanarak analog veya sayısal veri aktarımı kanalları olarak değerlendirilebilirler. Televizyon, cep telefonu, MRI, kablosuz bilgisayar ağları ve benzeri uygulamalar radyo dalgalarını kullanır. Radyo dalgalarının veri taşıma özellikleri dalga yüksekliği, frekans ve faz belirli bir bant aralığında modüle edilerek belirlenir. Elektromanyetik spektrumun bu bölümünün kullanımı birçok ülkede çeşitli resmî kuruluşlar tarafından kısıtlanmakta ve denetlenmektedir. Elektromanyetik radyasyon bir iletkene empoze edildiğinde, iletkenin yüzeyindeki atomların elektronlarını daha enerjik kılarak iletken yüzeyinde küçük bir elektrik akımı oluşmasını sağlar. Radyo antenlerinin çalışma ilkesi bu etkiye dayanır. Mikrodalga. Mikrodalgalar tipik olarak uygun çap ve şekilde metal dalga kılavuzu tüpler kullanabilecek kadar kısadırlar ve magnetron veya klistron tüpler kullanarak istenen faz ve frekansta üretilebilirler. Mikrodalga üretimi TED ve IMPATT gibi katı yapılı diyotlar kullanılarak da yapılabilir. Çeşitli frekanslardaki mikrodalga enerjisi bazı materyaller tarafından emilebilir ve bu süreç sonucunda ısı açığa çıkar. Mikrodalga fırınlar su moleküllerinin bu özelliğini kullanır. Wi-Fi gibi kablosuz sinyal aktarımında da düşük yoğunluklu mikrodalga kullanılır. Mikrodalga fırınlar bu yüzden çalışır durumda ve yeterince yakın mesafede olduklarında cep telefonu ve diğer bazı elektronik cihazları etkileyebilirler. Terahertz ışınım. Terahertz "(THz)" radyasyon, elektromanyetik tayfta uzak kızıl ötesi ile mikrodalgalar arasındaki frekans bandında bulunur. Yakın zamana kadar spektrumun bu bölgesi büyük oranda ihmal edilmişti ancak günümüzde bu milimetre altı bant özellikle haberleşme, doku gösterimi ve savunma teknolojilerinde kullanılmaktadır. Bu bandın askerî amaçlı uygulaması şimdilik düşman askerleri üzerine yansıtılan terahertz ışınımı suretiyle derilerinde yanma hissi yaratarak bu tehditleri etkisizleştirme uygulaması ile sınırlıdır. Aynı ışınım söz konusu hedeflerin elektronik ekipmanını da iş göremez hâle getirecektir. Kızıl ötesi ışınım. Kızıl ötesi radyasyon yaklaşık olarak 300 GHz ile 400 THz frekansları ve 1 mm ile 750 nm arasındaki dalga boylarını kapsar. Üç ana kategoride incelenir: Görünür ışık. İnsan gözünün "ışık" veya "renk" olarak algıladığı aralığa denk gelen elektromanyetik enerjidir. Beyaz ışık bir prizmadan geçirildiğinde bileşenleri olan diğer dalga boylarına ayrılabilir. Her dalgaboyu farklı bir frekansa sahiptir ve göz tarafından farklı bir renk olarak algılanır. Mor ötesi ışınım. Dalga boyu görünür ışıktan daha kısadır. Oldukça enerjik olduğu için mor ötesi "(UV)" ışınım kimyasal bağları bozup çeşitli molekülleri iyonize edebilir veya katalizör etkisi gösterebilir. Güneş yanıkları mor ötesi radyasyonun insan derisi üzerindeki yıkıcı etkisine örnek olarak verilebilir. Bazı durumlarda kanserojen etki yapabilir. UV ışınım ayrıca etkin bir mutajendir ve hücrelerin DNA yapısını bozarak kontrolsüz mutasyona sebep olabilir. Dünya'ya Güneş'ten gelen UV radyasyonunun büyük bir kısmı yüzeye ulaşmadan önce atmosferdeki ozon tabakası tarafından emilir. X-ışınları. X-ışınları, mor ötesi ışınlardan daha kısa dalga boyuna, dolayısıyla daha yüksek frekans ve enerjiye sahiptir. Çeşitli materyallerin içinden geçebildikleri için tıpta organ ve kemiklerin görüntülenmesinde sıkça kullanıldığı gibi, ayrıca yüksek-enerji fizik ve gökbilim uygulamalarında da kullanım alanı bulmuştur. X-ışınlarının bir başka adı Röntgen ışınlarıdır. Gama ışınları. Gama ışınları 1900 yılında Villiard tarafından bulunmuştur. Bilinen en enerjik elektromanyetik radyasyon türü olan gama ışınları nükleer aktivite ve çeşitli kozmik kaynaklar tarafından üretilirler.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6276", "len_data": 7880, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.18 }
Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu (BGST), İstanbul'da dans, müzik ve tiyatro, yayıncılık, müzik yapımcılığı alanlarında faaliyet gösteren bir oluşum. Üniversite yaşamında öğrenci kulüplerinde başlayan sanatsal faaliyetlerini mezuniyet sonrasında da sürdürmek isteyen Boğaziçi Üniversitesi mezunları tarafından 1995 yılında kuruldu. Kardeş Türküler Dans-Müzik projesi, BGST'nin en çok bilinen projelerindendir. BGST, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği bünyesinde başladığı çalışmalarını daha sonra BGST adlı şirket çatısı altında dans, tiyatro, müzik, yayıncılık ve müzik yapımcılığı alanlarında sürdürmüştür. Çok kültürlülük, çoğulculuk kavramlarına odaklanan projeler üretmeye ağırlık verir. Konserler, dans-müzik gösterileri, tiyatro oyunları, dans-tiyatroları, seminerler, atölyeler, kitaplar ve sunumlar gerçekleştirir. Ayrıca ekonomik, politik, toplumsal ve kültürel alanlarda ve çevre-ekoloji sorunları hakkında eğitim ve araştırma faaliyetleri yürütmek üzere 2004 yılında topluluk bünyesinde "Kuramsal Eğitim ve Araştırma Birimi" oluşturulmuştur. "Sanat herkes içindir, isteyen herkes sanat yapabilir" anlayışıyla hareket eden topluluk sanatçıları 2015 yılında Beyoğlu'ndaki stüdyolarında dersler vermeye başlamıştır. BGST birimleri. Tiyatro Boğaziçi, BGST Dansçıları, Kardeş Türküler, 45'lik Şarkılar BGST bünyesinde yer alan başlıca topluluklardır. Tiyatro Boğaziçi, Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları (BÜO) mezunları tarafından 1995 yılında oluşturuldu. Türkiye tiyatro tarihine ışık tutan hak temelli oyunlar ve gençlik oyunları yazıp sahnelemektedir. Ayrıca oyunculuk ve tiyatro okur yazarlığı eğitimler verir. 1989'da BÜO tarafından bir öğrenci dergisi olarak çıkarılmaya başlayan ve ülkede sahne sanatları alanında en uzun süre yayınlanmaya devam eden periyodik yayınlardan olan Mimesis Tiyatro/ Çeviri-Araştırma Dergisi'ni 1996'dan itibaren Tiyatro Boğaziçi yayımlamaktadır. Kardeş Türküler, Anadolu ve çevresinde yaşayan farklı dil ve inançlara sahip halkların şarkılarını, kendi kültürel bağlamlarını göz önüne alarak orijinal dilinde yorumlamak üzere kurulmuş bir topluluktur. İlk albümünün 1997'de yayımlamıştır. BGST Yayınları; tiyatro, kültür, sanat, toplumsal cinsiyet, düşünce, ekoloji ve bilim alanında telif eserler ve çeviriler yayınlamaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6285", "len_data": 2275, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.52 }
Mimarlık veya mimari, binaları ve diğer fiziki yapıları tasarlama ve kurma sanatı ve bilimidir. İnsanların yaşamasını kolaylaştırmak ve barınma, dinlenme, çalışma, eğlenme gibi eylemlerini sürdürebilmelerini sağlamak üzere gerekli mekânları, işlevsel gereksinmeleri ekonomik ve teknik olanaklarla bağdaştırarak estetik yaratıcılıkla inşa etme sanatı; başka bir tanımlamayla, yapıları ve fiziksel çevreyi uygun ölçülerde tasarlama ve inşa etme sanat ve bilimidir. İnsan yaşamak için yurtlanmak ve doğa şartlarından korunmak için bir mekan ihtiyacı duyar ve bu mekanı kendine özgü kültürel, fonksiyonel, teknik ve farklı zevklerde inşa eder. Mimarlık evrensel bir meslektir. İnsanlık tarihinin her döneminde önemli olmuştur. Dini yapıların tanrıya ulaşma arzusundan, iktidarı simgeleyen saraylara ya da bir kentin dokusunu oluşturan basit konut tiplemelerine kadar her türlü açık ve kapalı mekanı tasarlar. Bu çevre kırsal veya kentsel olabileceği gibi, yapıları veya mekanları kuşatan yakın dış çevre de mimari tasarımın kapsamına girer. Mekan, içinde yaşamın gerçekleştiği fizik ortam olarak tanımlanabilir. Mekanın oluşabilmesi ve üretilebilmesi için yapılara, yaşamın her gün artan çeşitliliği göz önüne alınırsa, oldukça karmaşık ilişkiler düzeni içinde yapılaşmış fizik çevreye gereksinme vardır. Mimari tasarımın öznesi olan yaşam, coğrafi, iklimsel, kültürel, demografik farklılıklar içerir. Etimoloji. "Mimar" sözcüğü Arapça "ˁmr" kökünden gelen "miˁmār" معمار “imar eden, bina yapım ustası” sözcüğünden dilimize geçmiştir. Bu kelime Arapça "ˁamara" عَمَرَ “canlandırdı, mamur ve bayındır etti” fiilinin mifˁāl veznine dayanır. ÖzTürkçesi "örekmen"dir. Tarihçe. MÖ 1. yüzyılda yaşamiş olan Roma'lı mimar Vitruvius "De Architectura" adlı kitabında başarılı bir mimarlık için "Utilitas, Firmitas, Venustas" (kullanışlılık, sağlamlık, güzellik) etmenlerinin gerekli olduğunu ileri sürmüştür. Rönesans'ta bu tanım, "Comodita, perpetuita, bellezza" (kullanışlılık, süreklilik- kalıcılık, güzellik) olarak benimsenmiştir. 1581'de bir İngiliz yazarı mimarlığı "yapı bilimi" olarak tanımlarken 19. yüzyılda İngiliz eleştirmen John Ruskin mimarlığın "yapılara uygulanan süslemeden başka bir şey olmadığı"nı ileri sürüyordu. Amatör bir eleştirici olan Sir Henri Watton "The Elements of Architecture" (1624) adlı kitabında mimarlığın üç koşula (kullanılışlılık, sağlamlık, güzellik) yanıt vermesi gerektiğini belirtir. Frank Lloyd Wright'a göre de "mimarlık biçim haline gelmiş yaşamdır." Dünyanın en eski mesleği olarak kabul edilen mimarlık yapı sektörünün de ayrılmaz bir parçasıdır. Yapı sektörü ise, tüm dünya ülkelerinde en büyük sektör olup, diğer sektörlerin de itici gücü olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle, mimarlık, geçmişin birikimleri ile geleceği hazırlayacak, gelecekte yaşanacak kaliteli yaşam çevrelerini oluşturacak, vizyon sahibi bireylerin mesleğidir. Son elli yıldır mimarlık mesleği konusunda “Çizim yapma sanatı” gibi bir yanlış kanaat oluşmuş, mimarlık sanatına yardımcı olan ancak çalışma alanı, tüm yapılarda kullanılan elemanların malzeme, mukavemet, statik ve dinamik durumlarını ve ekonomisini inceleyen bilim dalı olan inşaat mühendisliği ile mimarlık kavramları birbirine karışmıştır. Mimarlık sanatının kültürel yanını göz ardı eden bu anlayış sonucunda, yüzyıllardır Türkiye'nin kimliği ile bütünleşen ve kültürümüzün ve değerlerimizin en kalıcı kanıtı olan mimarlık, kimliğini kaybetmiş, kültürel kimlik sorusu ile bir hesabı bulunmayan egemen yapı kültürü kentlerin görünür kimliğine damgasını vurmuştur. Oysa Mimarlık ülkelerin kartvizitine yazdığı değerlerin en önemlilerinden biri, belki de en önemlisidir. Mimarlık okullarından mezun olanların, mesleğin ilgi alanının çok geniş bir yelpazeyi kapsaması nedeni ile, birbirinden çok farklı alanlarda çalışabildikleri gözlemlenmektedir. Mimari Disiplin. Yaratıcı düşünceyi teknik uzmanlıkla harmanlar. Bir mimar, bir yapının yalnızca görsel çekiciliğini değil, aynı zamanda dayanıklılığını, güvenliğini ve çevresel uyumunu da göz önünde bulundurmalıdır. Bu nedenle mimarlık, mühendislik, malzeme bilimi ve çevre bilimleri gibi alanlarla sıkı bir iş birliği içindedir. Aynı zamanda, tarih, sosyoloji ve antropoloji gibi sosyal bilimlerden beslenerek tasarlanan mekanların kültürel ve toplumsal bağlamını dikkate alır. Mimarlık disiplininin temel unsurlarından biri, tasarım sürecidir. Bu süreç, bir fikrin kavramsal eskizlerden başlayarak detaylı planlara ve nihayetinde inşa edilmiş bir yapıya dönüşmesini kapsar. Günümüzde dijital teknolojiler, 3D modelleme ve yapay zeka gibi araçlar bu süreci dönüştürmüş, mimarlara daha karmaşık ve yenilikçi tasarımlar yapma imkanı sunmuştur. Bunun yanı sıra, iklim değişikliği ve kentleşme gibi çağdaş sorunlar, sürdürülebilirlik ve çevre dostu tasarım ilkelerini disiplinin merkezine taşımıştır. Eğitim açısından mimarlık, genellikle yoğun bir teorik ve pratik müfredat gerektirir. Mimarlık okullarında öğrenciler, çizim teknikleri, yapı sistemleri, sanat tarihi ve proje yönetimi gibi konularda yetiştirilir. Disiplin, bireylerden hem analitik düşünme hem de sanatsal duyarlılık bekler; bu da mimarlığı diğer meslek dallarından ayıran benzersiz bir özellik olarak öne çıkıyor.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6290", "len_data": 5202, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.74 }
PC, şu anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6308", "len_data": 27, "topic": "CODING", "quality_score": 1.11 }
Karadeniz Bölgesi, ismini Karadeniz'den alan, Sakarya Ovası'nın doğusundan Gürcistan sınırına kadar uzanan Türkiye'nin yedi coğrafi bölgesinden biridir. Gürcistan, Doğu Anadolu Bölgesi, İç Anadolu Bölgesi, Marmara Bölgesi ve adını aldığı deniz ile komşudur. Türkiye'deki bölgeler arasında büyüklük bakımından üçüncü sırada yer almaktadır, ayrıca doğu batı genişliği ve yerel saat farkı en fazla olan bölgedir. Karadeniz Bölgesi'nin en büyük ve gelişmiş şehirleri sırasıyla 1.371.274 nüfusuyla Samsun, ardından Trabzon ve Ordu'dur. Orta Karadeniz; Batı ve Doğu Karadeniz bölümünden daha düz olduğu için burada nüfus dağınık olarak serpilmiştir. Batı ve özellikle Doğu Karadeniz bölümünde ise engebe ve yükselti fazla olduğundan dolayı nüfus toplu olarak dağılmıştır. Bölümleri. Batı Karadeniz Bölümü. Batı Karadeniz Bölümü, Karadeniz Bölgesi'nin üç bölümünden, en batıda olanıdır. Kızılırmak deltasının batı kenarından başlayıp Sakarya ve Bilecik'in doğusuna kadar uzanır. Bölüm genel olarak dağlıktır. Orman ürünleri ve ormancılık önemli gelir kaynağıdır. Bolu ve Düzce çevresinde çok sayıda kereste fabrikası bulunmaktadır. Zonguldak çevresi maden çıkarımı, Ereğli-Karabük çevresi maden işletmeleri ile Türkiye ekonomisine önemli katkıda bulunur. Batı Karadeniz'in en önemli katkısı ise maden çıkarma ve işleme alanındadır. Bölgenin önemli şehirlerinden birisi olan Karabük de giderek gelişimini sürdürmektedir. Özellikle son yıllarda Batı Karadeniz bölgesinin en önemli gelir kaynaklarından biri turizmdir. Bölgedeki Amasra, Kastamonu, Safranbolu, Ereğli, Eskipazar ve Bolu gibi turistik merkezler yerli ve yabancı turistlere alternatif turizm hizmetleri sunarak ekonomiye önemli katkı sağlamaktadır. Yağış miktarı 1500-1600 milimetre arasındadır. Orta Karadeniz Bölümü. Orta Karadeniz Bölümü, Karadeniz Bölgesi'nin orta bölümüdür. Melet Çayı'ndan Sinop'un doğusuna kadar uzanır. Doğu Karadeniz Bölümü'ne göre güneye daha fazla sokularak Tokat ve Çorum illerinin büyük bölümleri ile Amasya ilinin tamamını içine alır. Yer şekilleri Doğu ve Batı Karadeniz'e oranla daha sadedir. Dağların yükseltisi azalmış ve dağlar içeriye çekilmiş durumdadır. Bunun sonucunda tarım alanları ve ulaşım çok gelişmiştir. Orta Karadeniz, Doğu Karadeniz'e nazaran en az yağış alan, kıyı ile iç kesim arasında farklılığın en az olduğu bölümdür. Yine de yağış boldur ve yağışlar her mevsime dengeli olarak dağıldığından kurak mevsim yoktur. Türkiye ekonomisine katkısı daha çok tarım alanındadır. Yağış miktarı 1000 milimetreye kadar çıkmaktadır. Dağları kıyıya paralel uzanır. Başlıca dağları Canik Dağları, Akdağ ve Kocadağ'dır. Bu bölümde tarım alanları daha çoktur. Yeşilırmak, Kızılırmak ve Kelkit Çayı'nın aşağı kesimleri buradadır. Kızılırmağın denize döküldüğü kesimde Bafra, Yeşilırmak'ın denize döküldüğü kesimde Çarşamba delta ovalarını oluşturmuşlardır. Ayrıca iç kesimlerde Suluova, Niksar, Erbaa, Zile ve Merzifon ovaları yer alır. Bu bölümde yağışlar doğu bölümüne göre daha azdır. Çünkü buradaki dağlar, doğudakiler kadar yüksek değildir. Denize etkisi iç kesimlere kadar sokulabilmektedir. Bu durum, kıyı ile iç kesimler arasındaki iklim farklılıklarının belirgin olmamasına neden olmuştur. Doğu Karadeniz Bölümü. Doğu Karadeniz Bölümü, Karadeniz Bölgesi'nin en dağlık, en fazla yağış alan, bulutlanmanın ve nem oranının en fazla olduğu bölümdür. Bölgede en çok balıkçılık ve tarım yapılan bölümdür ve halk geçimini balıkçılık ve tarımdan kazanır. Ayrıca Karadeniz Bölgesi'nin en çok çay, fındık ve mısır yetiştirilen bölümüdür. Ulaşımın en zor, engebeli ve en çok göç veren bölümüdür. Tarım alanı kıyı şeridi boyunca dardır. Bölgenin engebeli olmasından dolayı makineleşme azdır. Rize, Artvin, Trabzon, Giresun, Ordu, Gümüşhane ve Bayburt önemli yerleşim merkezidir. Türkiye'de yaylacılık merkezi olan alpin çayırlıkların en güzel örnekleri Doğu Karadeniz Bölümü'nde, özellikle Rize çevresinde görülür. Ayder, Anzer, Çağırankaya yaylaları bunlara örnektir. Yıllık yağış oranı 2500 milimetreye kadar ulaşır. Bölgede eski adı "Şerah" olan bir krater gölü Uzungöl bulunur. Uzungöl yaklaşık 1000 metre uzunluğu, 500 metre eni ve ortalama 15 metre derinliğe sahip bir dağ gölüdür. Ormanlar arasında yer alan gölde alabalık yetiştirilir. Of'a olan uzaklığı yaklaşık 38 kilometredir ve Of'dan dolmuşlar bulunmaktadır. Yolun büyük kısmı asfalttır. Kıyı ile iç kesimler arasında iklim ve bitki örtüsü birbirinden tamamen farklıdır. Kıyı şeridinde tipik Karadeniz iklimi hüküm sürer. İç kesimlerde ise rakım ile doğru orantılı olarak nemli karasal iklim ve hatta mikro ölçekte tundra iklimi görülmekte, hava sıcaklığı -40 °C derecelere kadar düşebilmektedir. Doğu Karadeniz Bölümü'nde işletilen en önemli yer altı zenginliği, Artvin yakınlarındaki Murgul'da bulunan bakır madenidir. Türkiye'de üretilen bakırın büyük bir kısmı bu bölümdeki yataklardan elde edilir. Çıkarılan bakır cevheri Murgul ve Samsun'daki fabrikalarda işlenir. Trabzon'daki Atatürk Köşkü, Giresun Kalesi, Doğu Karadeniz'deki tek ada olan mitolojik Giresun Adası ("Aretias"), Kümbet Yaylası ve Bektaş Yaylası, Maçka'daki Sümela Manastırı, Ordu Çambaşı Yaylası ve Boztepe ve her yıl düzenlenen yayla şenlikleri bölümün önemli turizm değerleridir. Doğu Karadeniz bölümü yaylaları ile dünyaya ismini duyurmuş bir destinasyonda yer alır. Bu bölgede Ayder yaylası, Pokut yaylası, Sal yaylası, Sis Dağı yaylası, Borçka Karagöl yaylası, Anzer yaylası, Kiraz yaylası, Kafkasör yaylası ve Perşembe yaylası her yıl yüz binlerce yerli ve yabancı turiste ev sahipliği yapar. Doğu Karadeniz'in yaylaları yüksek rakımı ve tertemiz havası ile Türkiye'nin en dikkat çekici yerlerindendir. Akarsu ve gölleri. Akarsu açısından Türkiye'nin en zengin bölgelerinden birisi olup, Karadeniz Bölgesi'nden çıkan sular Karadeniz'e dökülmektedir. Türkiye'nin en uzun nehri Kızılırmak, bölgenin Orta Karadeniz bölümü kıyısında denize dökülmektedir. Orta Karadeniz bölümünün bir diğer önemli akarsuyu da Samsun ilinin Çarşamba ilçesinden Karadeniz'e dökülen Yeşilırmak'tır. Sakarya Nehri de Marmara Bölgesi sınırları içinde denize dökülmektedir. Çoruh Nehri, dünyanın en hızlı akan nehirlerinden biridir ve Artvin ilinin en büyük akarsuyudur. Bu illerdeki hemen hemen bütün çay ve dereler Çoruh'un kollarını oluştururlar. Kaynağını Mescid Dağı'nın batı yüzünden alır. Önce batı doğrultusunda akıp Bayburt ve İspir'den geçtikten sonra bir yay çizerek, Yusufeli'nin Yokuşlu köyü önünde Artvin il sınırlarına girer. Yusufeli, Artvin ve Borçka'nın içerisinden geçtikten sonra Borçka'nın Muratlı kasabasından geçerek burada il ve ülke sınırlarını terk eder ve Batum'da Karadeniz'e dökülür. Toplam uzunluğu 376 km'dir. Doğu Karadeniz bölgesindeki en önemli akarsulardan biri de Kelkit Çayıdır. Uzunluğu 320 km olan Kelkit Çayı, Sivas'ın Karadeniz bölgesindeki Akıncılar, Suşehri, Gölova, Koyulhisar ilçeleri ile, Giresun'un Şebinkarahisar, Alucra ve Çamoluk ilçelerinden geçerek Orta Karadeniz bölgesine ulaşarak vadiler aracılığı ile Karadeniz'e dökülür. Karadeniz Bölgesi sınırları içinde birçok doğal ve yapay göl vardır. Başlıca doğal göller Yeniçağa, Efteni ve Abant gölleridir. Karagöl, Şavşat ilçe merkezinin 48 km kuzeyinde yer almaktadır. Sahara Yaylası ise ilçe merkezine 17 km uzaklıktadır. Başlıca yapay göller Sarıyar, Çamlıdere ve Gökçekaya baraj gölleri ile Tortum, Sera, Yedigöller ve Zinav gölleridir. Giresun'un Dereli ilçesinde bulunan Mavi Göl masmavi rengiyle görenleri kendisine hayran bırakır. Ordu'nun Ulubey ilçesi Ohtamış köyünde bulunan Ohtamış Şelalesi 30 metre yüksekliğiyle Karadeniz'in en büyük şelalesidir. Bunlar dışında Karadeniz Bölgesi'nde fındık, çay, kivi gibi besinler çok üretilir. Bu da ülke ekonomisine katkıda bulunmaktadır. Fındık, sahil şeridi boyunca yetiştirilir. Yağ oranı ve besin değerleri açısından dünyanın en kaliteli fındığı Giresun ilinde yetiştirilir. Türkiye'nin kuzeyinde, Sakarya'nın doğusundan Gürcistan'a kadar Karadeniz'e paralel olarak bir şerit gibi uzanır. Yüzölçümü. Gerçek alanı olan 122.121 km² ile Türkiye topraklarının %18'ini kaplar. Bölge doğu ve batı doğrultusunda 1400 km, kuzey ve güney doğrultusunda 100–200 km ile bir şeride benzer. Millî parklar. Bölgedeki millî parklar; Kastamonu ve Bartın sınırları içinde kalan Küre Dağları Millî Parkı, Trabzon ilindeki Altındere Millî Parkı, Kastamonu ili ile Çankırı ili sınırları içerisinde yer alan Ilgaz Dağı Millî Parkı, Bolu ilinin Zonguldak iline komşu olduğu kesimde kurulan Yedigöller Millî Parkı ve büyük bir bölümü Rize ili Çamlıhemşin ilçesi, küçük bir bölümü de Artvin ili Yusufeli ilçesi sınırları içinde kalan Kaçkar Dağları Millî Parkı'dır. 51.500 hektarlık bir alanı kaplayan Kaçkar Dağları, 1994 yılında millî park ilan edilmiştir. Türkiye'deki 48 Millî Park alanından birisi olan Hatila Vadisi Millî Parkı sahası, merkez ilçe sınırları içerisindedir, Hatila Vadisi'ndeki Hatila Deresi ve birçok yan derelerini içerir. Karagöl Sahara Millî Parkı, Türkiye'deki 48 Millî Park alanından birisidir ve Artvin'in Şavşat ilçesi sınırları içerisinde yer almakta olup iki ayrı sahadan oluşur: Bunlar Karagöl ve Sahara Yaylası'dır. İklimi ve bitki örtüsü. Kıyıda yıl boyu yağışlı ve ılıman Karadeniz iklimi görülür. Bu iklimin oluşmasının sebebi; Karadeniz'den gelen nemli hava kütlelerinin kıyıya paralel uzanan Kuzey Anadolu dağ yamaçlarına bol yağış bırakmasıdır. Türkiye'nin en yağışlı bölgesi olan Karadeniz'de yağışlar bir mevsimde yoğunlaşmamış, yıl geneline yayılmıştır. Karadeniz Bölgesi'nde yaz kuraklığı ve orman yangınları yaşanmaz. Nemlilik ve bulutlanmanın fazla olması nedeniyle yıllık ve günlük sıcaklık farkları en az bu bölgededir. Dağlar kıyıya paralel uzandığından, dağların gerisinde kalan iç kesimleri deniz etkisi altına alamamış ve iklim karasallaşmıştır ve kuraklaşmıştır. İç kesimlerde, rakım ile doğru orantılı olarak karasal iklim (Dsb), nemli karasal iklim (Dfb) ve mikro ölçekte tundra (ET) iklimi görülmektedir. Bununla birlikte Orta Karadeniz bölümünde yükseltinin az olması, Kızılırmak ve Yeşilırmak Vadileri'nin varlığı, bu bölümde denizel etkinin vadi tabanlarından iç kesimleri sokulmasına sebep olur. Bölgenin doğal bitki örtüsü, kıyılarda nemlilik ve yağışın fazla olması sebebi ile geniş yapraklı gür ormanlardan oluşur. Türkiye ormanlarının %25'ini barındırır ve sahip olduğu ormanlar bakımından Türkiye'nin en çok orman olan bölgesidir. Ulaşım. Eskiden deniz yolundan başka ulaşım olanağı olmayan Karadeniz Bölgesi, günümüzde ulaşım olanağı açısından gelişmiş bir düzeydedir. Birçok iskelesi de bulunan bölgenin başlıca limanları Zonguldak, Samsun ve Trabzon kentlerindedir. Zonguldak ve Samsun limanları birer demiryolu hattıyla Anadolu'nun iç kesimlerine bağlanır. Karadeniz kıyı yolu, bölgenin kıyı kesiminde yer alan birçok kenti birbirine bağlar. Bu yolun en doğusunda yer alan Sarp Sınır Kapısı, Türkiye ile Gürcistan arasındadır. Amasya, Trabzon, Ordu-Giresun, Tokat, Samsun, Zonguldak, Sinop, Rize-Artvin ve Kastamonu'da havaalanları vardır. İller. İl merkezleri temel alındığında, Karadeniz Bölgesi sınırları içinde yer alan 18 ili şunlardır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6323", "len_data": 11042, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.31 }
Game Boy, Nintendo'da çalışan Gunpei Yokoi ve ekibince tasarlanmıştır. Gunpei Yokoi, "Game & Watch" türünde bir alete, çok başarılı olmuş "NES" oyun sisteminin özelliklerini eklemek istiyordu. İlk prototipi 1987 yapılmış olan aygıtın, büyük başarı kazanacağı "Nintendo" tarafından beklenmiş hatta "Nintendo" Japonya'nın başkanı "Hiroshi Yamauchi" aygıtın üç yıl içinde 25 milyon adet satacağını öngörmüştü. "Game Boy", ilk olarak 1989'da Japon pazarına sunuldu. Yüksek beklentileri de geride bırakarak piyasaya çıktığı ilk üç yılda 32 milyon adet sattı. Bu noktadan sonra daha da güçlenerek 90'larda fenomen haline gelmeyi başardı. Büyük başarısının ardından yeni nesil "Game Boy"'lar "Nintendo" tarafından piyasaya sürüldü. Gameboy'un yaratıcısı Gunpei Yokoi 1997'de bir trafik kazasında ölmüştür. Yokoi aynı zamanda Snk Pocket sürümü Hand Held konsolunun da tasarımcısıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6326", "len_data": 879, "topic": "GAMING", "quality_score": 3.44 }
Rastgele erişimli hafıza veya rastgele erişimli bellek (, "RAM") mikroişlemcili sistemlerde kullanılan, genellikle çalışma verileriyle birlikte makine kodunu depolamak için kullanılan herhangi bir sırada okunabilen ve değiştirilebilen bir tür geçici veri deposudur. Buna karşın diğer hafıza aygıtları (manyetik kasetler, diskler) saklama ortamındaki verilere önceden belirlenen bir sırada ulaşabilmektedir, çünkü mekanik tasarımları ancak buna izin vermektedir. Dinamik Rastgele Erişimli Bellek veya RAM, ilk olarak 1968 yılında Robert Dennard tarafından icat edilmiştir. Teksas doğumlu olan ve mühendis olan Dennard, ilk Dinamik Rastgele Erişimli Bellek (RAM) modellerinden birini oluşturdu. Yaşamı boyunca RAM teknolojisine yaptığı iki önemli yenilik, bilgisayar endüstrisinde otuz yılı aşkın bir süre boyunca büyümeyi teşvik etmeye yardımcı oldu. Bir RAM yongasında herhangi farklı iki veriye ulaşmak için aşağı yukarı aynı süre harcanmaktadır. Buna karşılık disk ve benzerleri okunan verinin başı bulunan noktaya yakınsa az zaman, uzaksa çok zaman harcamakta ve baş konumu sürekli yer değiştirmektedir. RAM, genellikle bilgisayardaki ana hafıza ya da birincil depo; yükleme, gösterme, uygulamaları yönlendirme ve veri için çalışma alanı olarak düşünülür. Bu tip RAM genelde tümleşik devre biçimindedir. Yaygın olarak hafıza çubuğu veya RAM çubuğu isimleriyle anılır çünkü devre kartı üzerine, küçük devreler hâlinde, plastik paketleme yardımıyla birkaç sakız paketi boyutundadır. Çoğu kişisel bilgisayarda RAM eklemek veya değiştirmek için yuva bulunur. Çoğu RAM hem yazılıp hem okunabilir. Bu yüzden RAM sık sık "okunan-yazılan hafıza" ismiyle yer değiştirmiştir. Bu bağlamda RAM, ROM'un tersi, daha doğrusu sıralı ulaşılabilir hafızanın tersi olarak kabul edilir. RAM hafızalar genelde (2²) byte şeklinde paketlenir. RAM çeşitleri. Yazılabilir RAM'in modern çeşitleri, genellikle bilgileri ya disket içinde (örneğin SRAM [statik RAM]) ya da bir kondansatör içinde (DRAM [dinamik RAM], EPROM, EEPROM, USB gibi) depolar. Bazı çeşitler, rastgele hataları ortaya çıkarmak ve doğrulamak için eşlik bitleri veya hata düzeltme kodları kullanır. ROM, RAM'in aksine kalıcı devre dışı seçilmiş transistörler sağlamak için metal kalıp kullanır ve salt okunur bir tipe sahiptir. SIMM ve DIMM hafıza modülleri özel amaçlar için tasarlanmıştır. Diğer bilgisayar depolama biçimleri, diskler ve manyetik bantlar gibi, genellikle kalıcı depolama için kullanılmıştır. Ancak, birçok yeni ürün verileri korumak için flaş hafıza kullanır. PDA'lar ve küçük müzik çalarlar gibi cihazlar, flaş hafıza sayesinde daha güvenilir bir depolama sağlar. Bazı kişisel bilgisayarlar, sağlamlığı ve taşınabilirliği nedeniyle flash sürücülerini ve SSD'leri manyetik disklerin yerine tercih eder. Flash hafıza, genellikle NOR tipi ve doğrudan kod çalıştırmaya olanak sağlar ve bu nedenle sık sık ROM yerine kullanılır. Daha yaygın olan NAND tipi ise daha düşük maliyetle hafıza kartları ve SSD'ler gibi toplu depolama için kullanılır. DRAM. Ekonomik nedenlerden dolayı, kişisel bilgisayarlarda, iş istasyonlarında, kontrol edilmeyen oyun konsollarında (Playstation, Xbox gibi) geniş hafızalar dinamik RAM'lerden oluşur. Bilgisayarın diğer kısımları zula hafıza (ön hafıza) ve diğer disklerdeki veri tamponları statik RAM kullanır. Dinamik rastgele erişimli hafıza (DRAM) tümleşik devrelerin plastik ambalaja metal iğnecikler ile bağlanıp, sinyaller ile kontrol edilecek biçimde üretilir. Dinamik denmesinin nedeni enerjiyi saklamak için saniyede yüz defaya yakın içinde bulunan kondansatörlerin yüklenmesi gerekir. Günümüzde bu DRAM'ler kolay kullanım için rahat takılacak modüllerden oluşur. SRAM. Her hücre için altı adete varan transistör kullanılır. Bu tip RAM'lerde bilgiler yüklendikten sonra sabit kalır. Sürekli enerji tazelemesi gerekmemektedir. SRAM (statik RAM), DRAM'den daha hızlı ve daha güvenilirdir ama onun kadar yaygın değildir. SRAM'lerin üretim maliyetlerinin DRAM'lerinkine oranla çok daha yüksektir. DDR SDRAM. Günümüzde en yaygın RAM biçimi DDR4'tür. DDR4, DDR SDRAM (Double Data Rate Synchronous Dynamic Random-Access Memory) teknolojisinin dördüncü neslidir. DDR SDRAM terimindeki DDR (Double Data Rate), verilerin her bir saat döngüsü başına bir kez yerine iki kez aktarıldığı anlamına gelir. SDR ile her bir saat döngüsünde yalnızca tek bir transfer yapılabildiği için DDR ile bellek bant genişliği iki katına çıkmıştır. ECC. Bilgisayarlardaki bilgiler, bit adı verilen 1 ve 0'lardan oluşur. Her bir bit, dijital verinin en küçük birimidir ve bir araya geldiklerinde anlamlı veri blokları oluştururlar. Ancak, çeşitli nedenlerle bu bitlerin değerleri değişebilir. Örneğin: Bu tür hatalar, verilerin bozulmasına ve bilgisayar sistemlerinin beklenmedik şekilde çalışmasına neden olabilir. Bu nedenle, veri bütünlüğünü sağlamak ve hataları düzeltmek için çeşitli yöntemler geliştirilmiştir. Bunlardan biri de Hata Düzeltme Kodu (ECC)'dur. ECC. ECC, verilerin doğruluğunu sağlamak için ek parite bitleri ekleyen ve bu bitler aracılığıyla hataları tespit edip düzelten bir teknolojidir. ECC, özellikle bilgisayar belleklerinde (RAM) ve depolama cihazlarında yaygın olarak kullanılır. Veri sınıflandırma sistemi. Günümüzde kullandığımız pek çok bireysel bilgisayarda kolayca yükseltilebilir olan RAM'ler kullanılır. Bunlara DRAM modülleri veya hafıza modülleri denilebilir. Bu modüllerin boyutu birkaç adet sakıza eşdeğerdir. Zarar gördüklerinde veya kapasiteleri yetersiz geldiğinde kolayca yenileriyle değiştirilebilir. Ayrıca RAM'in az miktardaki kısmı (genellikle SRAM) işlemci, sabit diskler, disk sürücüleri gibi birçok sistem bileşeniyle tümleşik olarak kullanılır. Geçici sanal hafıza oluşturma. Yoğun uygulama periyotları devam ederken RAM'in yetersiz kaldığı durumlarda birçok CPU yapısı ve işletim sistemleri bir tür sanal hafıza yaratma işlemi yürütür. Bu işlemde sabit disk üzerindeki geçici bir alan kullanılır. Temelde sabit disk RAM'den oldukça yavaş olduğundan bu mekanizmanın aşırı kullanımı sistem performansını yavaşlattığından tercih edilmemektedir. Genel özellikler. RAM, "Random Access Memory" (Rastgele Erişimli Bellek) kelimelerinin baş harflerinden oluşan bir kısaltmadır. RAM bilgilerin geçici olarak depolandığı bir hafıza türüdür. Bilgisayarlar genellikle o an üzerinde çalıştıkları programlar ve işlemlerle ilgili bilgileri RAM denen bu hafıza parçasında tutarlar. RAM ve sabit sürücü temel olarak aynı bilgileri saklarlar, ancak işlemcinin RAM'deki bilgilere erişme ve onları işleme hızı, sabit sürücüdeki bilgilere erişme ve onları işleme hızından çok daha büyüktür. Bilgisayarlar işlem yaparken program kodları ve veri tutmak için RAM kullanırlar. RAM'in karakterini tanımlayan özelliği bütün hafıza noktaları neredeyse aynı hızda erişilebilir olmasıdır. Diğer teknolojilerin çoğu belirli bir bit veya byte okuduklarından gecikmelere sebebiyet verir. Birçok RAM türü uçucudur. Bunun anlamı disk ve kaset gibi hafıza depolama aygıtlarından farklı olarak bilgisayar kapatıldığında içerdiği veriyi kaybetmesidir. Yeni nesil RAM'ler, bir bitlik veriyi dinamik RAM'lerdeki gibi kapasitörde akım olarak ya da statik RAM'lerdeki gibi bir flip-flop'ta durum olarak saklar. Yazılımlar RAM'leri ayırarak bir kısmının daha hızlı sabit disk gibi çalışmasını sağlayabilir. Buna ‘RAM Disk’ denir. Kullanılan hafıza kaydedilmemiş ise, RAM disk bilgisayar kapandığında veriyi kaybeder. Ama kaydedilmemiş hafıza ayrı bir güç kaynağına sahip ise -pil gibi- veriyi kaybetmez Tarihçe. İlk zamanlar yaygın yazılabilir RAM, 1949-1952 yılları arasında geliştirildi. Manyetik çekirdek hafıza olarak birçok bilgisayarda kullanıldı. Daha sonra 1960'ların sonu ve 1970'lerin başında statik ve dinamik entegre devreler geliştirildi. İlk ana hafıza sistemleri, bugünkü RAM gibi, vakum tüplerinden oluşturulmuştur, ama sıklıkla başarısız olmuşlardır. Çekirdek hafıza, küçük ferrit elektromanyetik çekirdeklere tellerle bağlanan, eşit ulaşım zamanlamasına pek sahip değildi. Çekirdek terimi bazı programcılar tarafından RAM'lerin bilgisayarın ana hafızası anlamında kullanılmaktadır. Tüp ve çekirdek hafızanın temel konsepti günümüz RAM'lerindeki tümleşik devrelerde kullanılır. Alternatif birincil depolama mekanizmaları genellikle tek biçimli olmayan hafıza erişim gecikmelerini içerir. Gecikme satır hafızası bitleri tutmak için cıva dolu tüplerde ses dalga dürtü serisi kullanılmıştır. Tambur hafıza günümüz sabit diskleri gibi sürekli yuvarlak manyetik bantlarda veriyi saklamıştır. Hafıza duvarı. Hafıza duvarı teriminden, ilk olarak "Hafıza Duvarına Çarpmak: Belli Olanın Anlamı"nda bahsedilmiştir. Bu CPU ve hafıza hızı arasının açılmasına dikkat çekmek için söylenmiştir. 1986'dan 2000'e, CPU hızı yıllık %55'lik bir hızla gelişirken hafıza hızı %10'luk bir gelişme göstermiştir. Bu yüzden hafıza gecikmesinin bilgisayar performansı açısından çok büyük bir darboğaz yaratması beklenmiştir. Şu sıralar, CPU hızının gelişmesi fiziksel bariyerler dolayısıyla önemli bir şekilde yavaşlamıştır. Intel firması bunu "Platform 2015" belgesinde şöyle açıklamaktadır: "İlk olarak yonga geometrilerinin küçülmesi ve saat hızlarının artışı, transistördeki kaçak akımın artması, güç tüketiminin çoğalmasına ve ısınmaya yol açmaktadır. Intel'in yeni TRİ-GATE'i bu problemi çözebilir. Hafıza gecikmelerinden dolayı yüksek saat hızının avantajları yararlığını kaybetmektedir. Çünkü hafıza gelişimi, saat frekansı gelişiminden geride kalmıştır. Bazı belli başlı uygulamalar için, geleneksel seri mimari işlemcilerin hızlanmasıyla verimliliğini yitirmektedir. Buradaki kazançtan kısılması, frekansın kazancının artmasına neden olabilir. Ek olarak sinyal iletimindeki direnç-kapasitör (RC) gecikmeleri işlemciler küçüldükçe, büyümektedir. Bu da yeni darboğazlar yaratmaktadır." Sinyal üretimindeki RC gecikmeleri "saat hızı ve IPC: Geleneksel Mimari İçin Yolun Sonu" adlı kitapta belirtilmiştir. Burada anlatılan 2000-2014 arasında yıllık CPU gelişiminin maksimum %12.5 olacağıdır. Intel'in yeni işlemcilerinde görüldüğü gibi bu yavaşlama belirginleşmiştir. Fakat yine de Core2, Pentium 4'ten sonra epey kayda değer bir gelişme olarak görülmektedir. Güvenlik kaygıları. Basit modellerin aksine (ve belki ortak inanç) modern SDRAM modülleri içeriğini bilgisayar kapatılmadan hemen kaybetmez. Bu süreç oda sıcaklığında birkaç saniye sürer ama düşük sıcaklıklarda dakika kadar uzatılabilir.Bu nedenle normal çalışma belleğinde saklanan tüm verileri kurtarmak mümkündür (SDRAM modülleri gibi). Bu bazen bir soğuk çizme saldırısı () ya da buz adam saldırısı olarak adlandırılır. Son gelişmeler. Kapatıldığında ise uçucu olmayan yani verileri koruyabilecek birkaç RAM türü geliştirilmektedir. Bu gelişmelerde kullanılan teknolojiler ise karbon nanotüpler ve manyetik tünel etkisi kullanan yaklaşımlar içerir. 2006'dan bu yana, kapasiteleri 64 GB olan ve performansları alışılagelmiş disklerin çok üstünde olan Katı Hâl Sürücüler (Solid-state Drives) (flash hafıza tabanlı) mevcut duruma gelmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6328", "len_data": 10974, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.93 }
Sadece okunabilir bellek (İngilizce: "Read-only Memory", ROM). ROM, bilgisayarlarda ve diğer elektronik aletlerde kullanılan bir depolama birimidir. RAM gibi yazılıp silinebilen bir depolama birimi değildir. ROM içeriği sadece üretim anında yazılır. Kullanıcının kendi isteği doğrultusunda programlanamaz. Tarihçesi. En basit yapılı transistörlü ROM, transistörün kendisi kadar eski bir tarihe sahiptir. Bileşimli mantıksal kapılar, m-bit veri çıktısının isteğe bağlı değerleri üzerine n-bit adres girdisi planı oluşturmak için elle birleştirilebilir. ROM, entegre devrelerin icadıyla Mask ROM'a haline gelmiştir. Yazılımı. Elektrikle değiştirilebilir ROM bu tür için, yazma hızı her zaman çok hızlı okuma ise daha yavaştır. ve olağanüstü yüksek voltaj, sinyalleri etkinleştirmek yazmak uygulamak için jumper fişlerinin hareketi ve / komut kodları kilidini özel kilit gerekebilir. Modern NAND Flash (ihtiyaç) bellek hücrelerinin büyük bloklar aynı anda yazılı izin vererek, 15 MB / s gibi yüksek hızlarda (veya 70 ns / bit) ile, herhangi bir yeniden yazılabilir ROM teknolojisi yazma hızı en yükseğe ulaştırır. Okunma hızı. RAM ve ROM hızlarının kıyası zaman içinde çeşitlilik göstermesine rağmen, 2007 itibarıyla büyük RAM çipleri birçok ROM'dan daha hızlı okunmaktadır.Bu nedenle (ve standart erişime izin vermek için) ROM içeriği bazen RAM'e kopyalanır ya da ilk kullanımdan önce geçici olarak saklanır ve daha sonra RAM tarafından okunur. Dayanıklılık ve veri saklama. Yeniden yazılabilir ROM ancak belli bir yazma sayısına kadar dayanıklıdır çünkü elektronların serbest transistör geçişi üzerindeki elektrik izolasyon katmanının içinden geçmesiyle yazma işi gerçekleşir. Her geçiş izolasyon katmanında belli bir hasara neden olur.İzolasyon katmanında kalıcı bir hasar olmadan önce ROM döngüsünü tamamlar.İlk çıkan EAROMlarda bu sınır 1.000(bin) yazma işlemiyle sınırlıyken modern Flash EEPROMlarda dayanıklılık 1.000.000(bir milyon)'a kadar ulaşmıştır.Yine de bu sınırsız sayıda yazma işlemi anlamına gelmemektedir.Bu dayanıklılık sınırı ve bit başına düşen yüksek değer gösteriyor ki yakın gelecekte flash tabanlı belleklerin manyetik disk sürücüleri tamamen yerinden etmesi pek mümkün değildir. Tam olarak okunabilen ROM'un üzerindeki zaman aralığı yazma döngüsüyle sınırlı değildir. EPROM, EAROM, EEPROM ve Flash'ın veri saklaması, hafıza hücre transistörlerinden sızan dalgalı geçişler tarafından sınırlandırılabilir. Bu sızıntı yüksek sıcaklık ya da radyasyon tarafından hızlandırılabilir. Gizlenmiş ROMlar ve fuse/antifuse PROMlar bundan etkilenmezler, onların veri saklaması fiziksel etkilerden ziyade dahili devrenin elektriksel kalıcılığına bağlıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6329", "len_data": 2664, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.05 }
Komünizm (Latince kökenli "communis" - ortak, evrensel); üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu sınıfsız, parasız ve devletsiz bir toplumsal düzen ve bu düzenin kurulmasını amaçlayan toplumsal, siyasi ve ekonomik bir ideoloji ve harekettir. Sadece üretim araçlarının ortak kullanımına dayanan sosyalizm ile tam olarak aynı anlama gelmemesine rağmen hatalı bir biçimde eş anlamlı olarak da kullanılabilmektedir. 20. yüzyılın başından beri dünya siyasetindeki büyük güçlerden biri olarak modern komünizm, genellikle Karl Marx'ın ve Friedrich Engels’in kaleme aldığı Komünist Parti Manifestosu ile birlikte anılır. Buna göre özel mülkiyete dayalı kapitalist toplumun yerine meta üretiminin son bulduğu komünist toplum gerçektir. Komünizmin temelinde yatan sebep, sınıfsız, ortak mülkiyete dayalı bir toplumun kurulması isteğidir. Sınıfsız toplumlarda en genel anlamıyla tüm bireylerin eşit olması fikri karşıt görüşlüler tarafından "ütopya" olarak görülür ve zorla yaşanmaya çalışılırsa kaosa yol açacağı iddia edilir. Paris Komünü, komünist sistem yaşayabilmiş ilk topluluktur. Bunun dışında Mahnovist hareket öncülüğünde Ukrayna ve İspanya iç savaşı sırasında yaklaşık dört yıl süren anarko-komünist hareketle şekillenen toprakların kolektifleştirilmesi esasına dayalı olarak komünist topluluklar da kurulmuştur. Komünizm, siyasi düşünürler ve yazarlar tarafından siyasi yelpazede aşırı sol olarak konumlandırılmıştır. Komünizmi savunan akımlar arasında en yaygını Marksizm-Leninizm'dir. Marksizm-Leninizm'e göre komünizme giden süreç burjuvazinin ortadan kalkmasını sağlayacak olan proletarya rejimi başlatılacak ve ardından komünizmin hazırlayıcısı sosyalizm aşamasına geçilecektir. Marksist kuramda son aşama olan komünizmin gerçekleşmesiyle devlet ortadan kalkacaktır. Resmi olarak komünist tanımını kullanmakla birlikte sosyalizm bir devlet rejimi olarak ilk kez 1917 Ekim Devrimi'nden sonra kurulan Sovyetler Birliği'nde uygulanmıştır. Sovyetler Birliği modelinin yarattığı etki ve aşırı sol hareketlerin güçlenmesiyle 20. yüzyılda birçok sosyalist devlet kurulmuştur. Kurulan sosyalist devletler içerisinde özellikle Pol Pot, Josef Stalin ve Mao Zedong gibi sosyalist liderlerin katı bir diktatörlüğe dayanan totaliter bir rejim uygulaması sebebiyle bu devlet yapısı hem anti-komünistler hem de Nikita Kruşçev gibi Stalin'in ölümünün ardından yönetime gelen Sovyet liderleri tarafından eleştiri konusu olmuştur. Nikita Kruşçev özellikle Stalin ve Mao Zedong'un yarattığı sistemi eleştirmiş ve komünizme aykırı olarak tanımlamıştır. Leninizm dışında iki komünist akım daha bulunmaktadır. Bunlardan ilki Marksizm'in temel görüşlerini benimseyen fakat Leninist modelle komünizm hedefine ulaşılamayacağını iddia eden sol komünizm veya konsey komünizmi olarak adlandırılan akımdır. Lenin'in "Sol" Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı adlı eserine cevaben yazılan Herman Gorter'in "Yoldaş Lenin'e Açık Mektup", Gilles Dauvé ve François Martin'in "Komünist Hareketin Güneş Tutulması ve Yeniden Ortaya Çıkışı" isimli kitaplar bu akımın takipçilerinin yarattıkları eserlerdir. Diğer bir komünist akım ise anarşist komünizmdir. Anarşizmin bireyci ve kolektivist akımlarından ayrılan anarşist komünizm fikri, komünizme devlet aygıtını ele geçirerek geçilebileceğini reddeder ve bunu savunan Marksizm'i eleştirir. Peter Kropotkin, Nestor Makhno, Errico Malatesta, Carlo Cafiero anarşist komünizm düşüncesinin temellerini atan düşünürlerden ve eylemcilerden bazılarıdır. Anarşist komünizm, anarşizmden "sınıf" gerçeğine göre hareket etme ve örgütlenme temelinde ayrılır. Savunucuları komünizmin, bilimsel sosyalizm olmadan gerçekleştirilebileceği üzerinde birleşir. Anarşist komünizm, devletin kapitalizm için bir kılıf olduğunu ve bu yüzden de sınıfsız bir topluma gidilecek süreçte kullanılmasının sonucunda "diktatörlük", "devlet kapitalizm"i ya da "bir sözde zümre"nin, toplum üzerinde iktidarına yol açacağını düşünür. İlk komünizm. Komünizm fikri Batı düşüncesinde Marx'tan ve Engels’ten çok önce oluşmuştur. Antik Yunan’da zaten komünizm mülkiyet gelmeden önce toplumun tam uyum içinde yaşadığı, insanlığın “altın çağına” dair bir mitolojiyle ilişkilendirilirdi. Kimileri Platon'un Devlet adlı eserinin ve diğer antik kuramcıların bir çeşit komünal yaşam içinde komünizmi savunduğunu belirtir. Pek çok erken Hristiyan mezhebi (ve Elçilerin İşleri bölümünde de belirtildiği üzere özellikle erken dönem Kilise), Kolomb öncesi Amerika'daki yerli kabileler komünizmi komünal yaşam ve ortak mülkiyet biçiminde uygulamışlardır. 16. yüzyılda İngiliz yazar Thomas More Ütopya adlı incelemesinde, ortak mülkiyet üzerine kurulu bir toplumu tasvirlemiştir. 17. yüzyılda komünist düşünce İngiltere'de tekrar tartışma konusu oldu. Eduard Bernstein 1895'te yazdığı Cromwell ve Komünizm adlı eserinde İngiliz İç Savaşı içindeki grupların, özellikle de Kazıcıların (Diggers) açıkça komünist, tarıma dayalı düşünceleri desteklediğini ve Cromwell'in bu gruplara yaklaşımının olsa olsa değişken, sıklıkla da düşmanca olduğunu iddia eder. Özel mülkiyet fikrinin eleştirisi 18. yüzyıl boyunca süren Aydınlanma döneminde de, Jean Jacques Rousseau gibi düşünülerle devam etti. Robert Owen gibi “ütopyacı sosyalist” yazarlar da bazen komünist sayılırlar. Karl Marx insanlığın klasik toplum, feodalizm ve şimdi içinde bulunduğu kapitalizm dönemine yükselmesinde ilkel komünizmi ilk ve asıl çıkış noktası olarak görür. Ardından sosyal evrimdeki sonraki adımın komünizme geri dönüş olacağını gösterir ancak bu insanlığın zaten deneyimlediği ilkel komünizmden çok daha yüksek bir seviyede olacaktır. Komünizm çağdaş formunda 19. yüzyılın işçi hareketiyle birlikte Avrupa'da yükseldi. Bu sırada Sanayi Devrimi ilerliyordu. Sosyalist eleştirmenler kapitalist iktisadın uygunsuz koşullarda şehirdeki fabrikalarda çalışan işçiler olan proletaryayı ve zengin ile yoksul arasında giderek açılan bir uçurumu ortaya çıkardığını gördüler. Aslında gerçek anlamda komünizm, 19. yüzyılın ortalarından itibaren filizlenmiştir. Komünizmin tabiri, Karl Marx ve Friedrich Engels'in ortak yapıtları olan "Komünist Manifesto" adlı kitapta açıklanmıştır. Buradan yola çıkılırsa, aslında komünizmin yaklaşık 1,5 asırlık bir geçmişi vardır. Anarşist komünizm. Anarşist Komünizm 19. yüzyılda bir ret ve bir istekten doğan anarşizmin komünist koludur. Reddedilen otoritedir. Nitekim anarşist kuramcı Proudhon 1851'de "Artık ne kilisede ne de devlet içinde, ne toprakta ne de parada otorite olmalıdır." diyordu. İstenilen de özgürlüktür. Anarşist düşünce Marx'ın bilimsel sosyalizmiyle çelişir. Anarşizmin İspanya'da kurucusu Guiseppe Fanelli ile 1. Enternasyonale katılan Bakunin, "dünyada eşitlik, komünler içinde serbestçe örgütlenmiş ve federasyon haline gelmiş üretim birliklerindeki kolektif mülkiyetin ve emeğin kendiliğinden örgütlenmesiyle gerçekleşmek zorundadır" der. Nitekim, daha Enternasyonal'ın başlangıcında işçiler ikiye bölünmüştü. Biri Marksist diğeri Proudhoncu olan bu iki akım özellikle Cenevre (1866) ve Lozan (1867) kongrelerinde çatıştı. 1. Enternasyonal'den sonraki kongrelerde anarşistler yenik düştü. Anarşistlerin öncülerine göre yapacakları propaganda yeniden gözden geçirilmeliydi. Bu düşünceden hareketle İtalyan anarşistler, 1877'de şiddet kullanmayı önerdiler: "Sosyalist ilkelerin eylemlerle ortaya konmasına yönelen ayaklanma, en etkin propaganda aracıdır. Bu araç kitleleri yanıltmadan ve bozmadan en derin toplumsal katmanlara nüfuz edebilir ve Enternasyonal'in desteklediği mücadelede insanlığın diri güçlerini yanına çekebilir"(1876'da Cafiero'nun Malatesta'ya yazdığı mektup). Bu düşünceden hareket eden İtalyan anarşistleri, Benevento'da taşra arşivlerini ateşe vermeye ve yoksullara para dağıtmaya giriştiler. Yapılan baskılar Anarşist düşüncenin yayılmasına, özellikle İspanya ve Rusya'da engel olamadı. Bu arada Bakunin ve Kropotkin, eksiksiz ve evrensel nitelikte olduğunu düşündükleri bir eğitim sistemi ortaya koyarak Proudhon'un düşüncelerini geliştirdiler. Anarşist Komünizmin örgütlü pratikleri, kendini tarihte Ukrayna ve İspanya iç savaşında gösterir. Marksizme karşıt düşünceler. Diğer Sosyalistler gibi Marx ve Engels de kapitalizme ve işçinin sömürülmesine son verme yolları aradılar. Fakat erken dönem Sosyalistler genellikle uzun süreli bir sosyal reformu önermekte iken, Marx ve Engels devrimin Sosyalizme giden tek yol olduğunu söylediler. Marksizm'de, sınıflı toplumdaki insanın temel özelliği yabancılaşmadır ve komünizm insanlığın özgürlüğünün tam olarak gerçekleştirilmesi demektir. Marx burada Hegel ’i izleyerek özgürlüğü yalnızca kısıtlamaların yokluğu olarak değil, ahlakî bir özü olan hareket olarak alır. Komünizm yalnızca insanlar ne yapmak istiyorlarsa onu yapmalarını sağlamaz, ama aynı zamanda onları öyle koşullar ve diğer insanlarla öyle ilişkiler içine koyar ki, artık sömürme ihtiyacı hissetmezler. Ancak Hegel’e göre bu dünya asla ulaşılamayacak olan idealar dünyası tarafından yönetilirken, Marx’a göre komünizm maddeler dünyasından, özellikle de üretim araçlarının gelişiminden ortaya çıkar. Marksizm sınıf çatışma ve devrimci mücadele sürecinin proletarya için zaferle sonuçlanacağını ve özel mülkiyetin zamanla ortadan kalkarak üretim araçlarının topluma ait kılınacak bir komünist toplumun kurulacağını ileri sürer. Marx komünist yaşam hakkında az şey yazmış ve yalnızca komünist toplumu oluşturan en temel belirtileri vermiştir. Açıktır ki, bu insanın altından kalkabileceği tasarıların çok az sınırlandığı bir bolluğu gerektirir. Komünist hareket tarafından benimsenmiş bir sloganda komünizm “Herkesten yeteneğine göre alınan, herkese gereksinimine göre verilen” bir dünya olarak açıklanır. Alman İdeolojisi (1845) Marx'ın komünist geleceği detaylıca açıkladığı az sayıdaki yazılarından biridir: Oysa herkesin bir başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesin hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da, benim için, bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağını yaratır. 19. yüzyılın son yarısında sosyalizm ve komünizm terimleri genellikle birbirlerinin yerine kullanılmaya başladılar. Marx ve Engels sosyalizmi toplumun üretim araçlarını ortak olarak kullandığı ama bazı sınıf farklılıklarının hâlâ bakî olduğu bir geçiş aşamasını tanımlamak için kullandılar. Komünizm terimini de tüm sınıf farklarının ortadan kalktığı, insanların uyum içinde yaşadığı ve devlete artık ihtiyaç duyulmadığı nihai bir aşama için kullandılar. Komünizm ve sosyalizm birbirlerine muhtaçtılar, çünkü sosyalizm basamağı gerçekleşmeden komünizme ulaşılması mümkün görülmüyordu. Özellikle daha sonra Lenin tarafından geliştirilen bakış açıları, 20. yüzyılın komünist partilerinin harekete geçirici niteliklerinin temelinin oluşturulmasını sağladı. Sonraki yazarlar Marx'ın bakış açısını biraz değiştirerek, komünizm tam olarak yerleşmeden önce uzun bir sosyalizm sürecinin gerektiğine inanmış ve böyle toplumların geliştirilmesinde devlete merkezî bir rol tanımışlardır. Marx'ın Mihail Bakunin gibi çağdaşları benzer fikirleri desteklediler ama sınıfsız topluma nasıl ulaşılacağı konusunda fikir ayrılığına düştüler. Günümüzde işçi hareketinde Marksistler ve anarşistler arasında bir ayrım vardır. Anarşistler tüm devlet biçimlerine karşıdır ve onu ortadan kaldırmak isterler. Anarşist komünistler sınıfsız topluma derhal geçilmesini ister. Komintern. Modern dünyada geniş ölçekli bir sosyalizm kurma fikri üzerine ilk çaba Rusya'da 1917 Ekim Devrimi ’nde gerçekleşti. Bolşevikler ve Lenin ’in önderliğinde yapılan devrim, Marksistlerin kendi arasında da komünizm üzerine önemli pratik ve kuramsal tartışmalar başlattı. Marx’ın kuramı devrimlerin yerleşik ve büyük bir işçi sınıfının oluştuğu ileri kapitalist ülkelerde olacağını farz ediyordu. Bununla birlikte büyük bir toprak parçasına sahip Rusya köylüleriyle ve küçük sanayisiyle Avrupa’nın en fakir ülkesiydi. Bu şartlar altında onların ideolojik vazifelerine göre öncelikle bir işçi sınıfının yaratılması düşüncesine sahip olanlar vardı. Bu nedenle sosyalist Menşevikler, kapitalizm oluşmadan evvel sosyalist devrim isteyen Lenin’in komünist Bolşeviklerine karşı çıkıyorlardı. Bolşevikler iktidara geldiklerinde Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı’yla olan ilgisinin kesilmesini isteyen halkın ve toprak reformunu isteyen köylülerin desteğini elde eden pragmatik ve siyasî olarak başarılı “barış, ekmek ve toprak” sloganlarının ötesinde bir programdan yoksun kaldılar. Komünizm ve sosyalizm terimlerinin kullanımları 1917 yılında Bolşevikler partinin ismini Rusya Komünist Partisi olarak değiştirdiklerinde ve sosyalist ilkelere bağlı tek parti rejimi kurduklarında değişti. Devrimci Bolşevikler ılımlı sosyalist hareketlerle olan bağlarını kopardılar ve İkinci Enternasyonal'den çekilerek 1919 yılında Üçüncü Enternasyonal'i ya da Komintern'i kurdular. Bundan böyle Komünizm terimi Komintern şemsiyesi altında toplanan partilerin ideolojilerini belirtmek için kullanılır oldu. Programları sosyalist iktisadın geliştirilmesini olduğu kadar, proletarya diktatörlüğünün kurulmasını sağlayacak olan dünya işçilerinin devrim için birleşmesi çağrısında bulunuyordu. Sonunda devletin yavaş yavaş yok edilmesiyle uyumlu bir sınıfsız toplum oluşturacak programları tuttu. Sovyet komünistleri 1920'lerin başında, eski Rus İmparatorluğu'ndan Sovyetler Birliği'ni kurdular. Lenin'in demokratik merkeziyetçilik ilkesini izleyerek, komünist partiler hiyerarşik bir yapıyla örgütlendiler. Tabanda yalnızca partinin yüksek üyeleri tarafından onaylanmış ve parti disiplinine tamamen uyan seçkin kadrolardan oluşan etkin hücre üyeleriyle örgütleniyorlardı. 1918 ile 1920 arasında, Rusya İç Savaşı'nın ortasında yeni rejim tüm üretim araçlarını devletleştirdi. Ayaklanmalar ve köylülerin rahatsızlığı başlayınca, Lenin Yeni Ekonomi Politikası'nı (YEP/NEP) açıkladı. Sovyetler Birliği ve Komünist Partiler tarafından yönetilen diğer ülkeler sosyalist iktisadi esaslar üzerine kurulu Sosyalist devletler olarak tanımlanırlar. Bu kullanım, onların sosyalist programı üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırmak ve iktisat üzerinde devlet kontrolünü kurmak için benimsediklerini belirtir; bununla birlikte, kendilerini tam anlamıyla komünist olarak tanımlamazlar, çünkü ortak mülkiyet henüz yoktur. Stalinizm. Sosyalizmin Stalinist versiyonu, bazı önemli değişikliklerle birlikte Sovyetler Birliğini ve dünya çapındaki Sosyalist Partileri şekillendirdi. Bu görüş büyük bir sanayileşme ve kamulaştırma programıyla komünizmi kurma ihtimali üzerinde duruyordu. Sanayinin hızlı gelişimi ve hepsinin ötesinde Sovyetler Birliği ’nin İkinci Dünya Savaşı’nı kazanması, bu bakış açısına dünya çapında bir destek sağladı ve hatta Stalin’in ölümünü izleyen on yılda, parti otuz yıl içinde komünizmin kurulmasını vadeden bir program benimsedi. Bununla birlikte Stalin’in önderliğindeki Sovyet modelin iskeletiyle komünizme ulaşma düşüncesindeki bazı gedikleri kanıtlar gösterdi. Stalin Sovyetler Birliği’nde hayatın yönünü kontrol eden baskıcı bir devlet kurdu. Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nin yeni lideri Nikita Kruşçev bu baskının büyüklüğünü kabul etti. Daha sonra bu büyüme azaldı, devlet memurları arasında Sovyet sisteminde gediklere yol açan rantçılık ve bozulma arttı. Komintern’in faaliyetine rağmen, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Stalinist bir kuram olan “tek ülkede sosyalizm”i benimsedi. Sınıf mücadelesinin sosyalizmde daha zorlaşacağını söyleyen Stalinist görüşe göre eğer gerekliyse tek ülkede sosyalizmi kurmak mümkündü. Marksist enternasyonalizmden bu kopuş, “sürekli devrim” kuramını ortaya atarak dünya devriminin gerekliliğini vurgulayan Leon Troçki tarafından eleştirildi. Troçkizm. Troçki ve destekçileri “Sol Muhalefet"i oluşturdular ve platformları Troçkizm olarak anıldı. Fakat Stalin Sovyet rejiminin tam kontrolünü ele geçirmeyi başardı ve onların Stalin'i iktidardan indirme girişimleri 1929 yılında Troçki'nin sürgün edilmesiyle sonuçlandı. Troçki'nin sürgün edilmesinin ardından, dünya komünizmi iki farklı fraksiyona ayrıldı: Stalinizm ve Troçkizm. Troçki daha sonra 1938'de Komintern'e bir meydan okuma olan Dördüncü Enternasyonal 'i kurdu. Bugün Troçkizm'i izleyen bazılarına göre, bu ideoloji Sovyet Bloku'ndaki komünist çevrelerde Stalin'in ölümünden sonra bile kabul görmemiş ve Troçki'nin komünizm konusundaki açıklamaları devleti yıkacak koşulları hazırlayacak siyasi bir devrime önderlik etmede başarılı olmamıştır. Bununla birlikte Troçkist fikirler sosyal değişim deneyimleri yaşayan ülkelerde (örneğin Venezuela'nın başbakanı Hugo Chavez'le ilişkisi olan Alan Woods'un Marksist Enternasyonal Komitesi gibi) zaman zaman yankı bulmaktadır. Büyük Britanya, Fransa, İspanya ve Almanya gibi gelişmiş ülkelerde birçok parti politik arenadadır. Kapitalizmin destekçisi olan partilere katkıda bulunan Troçkist grupların, böyle davranılmasını uygun bulmayan diğer Troçkistler tarafından oportünizmle (fırsatçılık) suçlanmıştır. Soğuk Savaş yılları. Sovyetler Birliği'nin İkinci Dünya Savaşı'ndan galibiyetle çıkmasının ardından Doğu Avrupa'da önemli müttefikler kazanmasıyla birlikte, komünizm hareketi birkaç yeni ülkede daha başladı ve Maoizm gibi birkaç değişik komünizm düşüncesinin yükselmesine de yardımcı oldu. Sosyalizm birçok yeni ülkenin Sovyetlere eklenmesiyle ve Doğu Avrupa'ya yayılarak güçlendi. Arnavutluk, Bulgaristan, Çekoslovakya, Doğu Almanya, Polonya, Macaristan ve Romanya'da Sovyet Komünizmi örnek alınarak yönetimler kuruldu. Yugoslavya'da da Josip Tito'nun önderliğinde komünist bir yönetim yaratıldı ama Tito'nun bağımsız politikaları, Yugoslavya'nın Komintern'in yerine kurulan Kominform'dan çıkarılmasına yol açtı. Titoizm hareketi de deviasyonist (sapma) olarak adlandırıldı. 1950 itibarıyla Çin Marksistleri Tayvan hariç tüm Çin'i ellerinde tutarak, dünyanın en kalabalık ülkesini yönetiyorlardı. Diğer bölgelerdeki komünist güçler, emperyalist dünya üzerinde huzursuzluk yaratıyor ve emperyalistler Orta Asya'daki ve Afrika'daki huzursuzlukları bastırmak için savaşa başvuruyorlardı. Bunların sonuçlarından birisi Vietnam Savaşı 'dır. Değişik oranlarda başarılar sağlayan Komünistler, bu fakir ülkelerdeki ulusal ve sosyalist güçlerle birlikte Batı emperyalizmine karşı savaş verdiler. Maoculuk. 1953'te Stalin'in ölümünün ardından, Sovyetler Birliği'nin yeni önderi Nikita Kruşçev, Stalin'in suçlarını ve yaptığı kişisel propagandayı ifşa etti. Lenin'in prensiplerine geri dönüş çağrısı yaptı ve böylece Komünist yöntemlerdeki bazı değişiklikleri haber vermiş oldu. Bununla birlikte, Kruşçev'in ıslahatları özellikle 1960'lar ve 1970'lerde daha görünür hale gelen Çin ve Sovyetler Birliği arasındaki ideolojik farkları artırdı. Uluslararası Marksist hareketteki Çin-Sovyet bölünmesi açık bir düşmanlığa dönüşürken, Maoist Çin kendini gelişmemiş dünyanın iki süper güç olan ABD ve Sovyetler Birliği karşısındaki önderi olarak gösterdi ve Maoculuk dünyada Marksizm'in yeni bir dalı olarak kabul edildi. Sovyetler Birliği'nin dağılması ve günümüzde Marksizm. 1985 yılında Mihail Gorbaçov Sovyetler Birliği’nin önderi oldu ve glasnost (açıklık) ve perestroika (yeniden yapılandırma) projeleriyle merkezi kontrolü azalttı. Polonya, Doğu Almanya, Çekoslovakya, Bulgaristan, Romanya ve Macaristan Komünist yönetimi 1990 yılında terk ettiklerinde Sovyetler Birliği onlara müdahale etmedi ve 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin kendi de dağıldı. 21. yüzyılın başıyla birlikte, Komünist partiler Çin, Küba, Laos, Kuzey Kore ve Vietnam’da iktidardalar. Moldova’nın başkanı Vladimir Voronin Moldova Komünist Partisi’nin üyesi olmakla birlikte ülke tek parti önderliğinde yönetilmiyor. Bununla birlikte Çin, Maocu mirasın birçok bakış açısını yeniden değerlendirdi ve Çin, iktisatta büyümeyi arttırmak için devlet kontrolünü azalttı. Komünist partiler ya da onların izleyicileri, birçok Avrupa ülkesinde ve özellikle de Hindistan’da siyasi olarak hala önemlerini koruyorlar. Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalist devrimlerin ardından komünizmin neden başarılı olamadığına dair Marksist teoriler, kapitalist dış ülkelerin baskısı, devrimlerin gerçekleştiği ülkelerin görece az gelişmiş olması ve devleti kendi çıkarları doğrultusunda yöneten yeni bir bürokratik tabaka ya da sınıfın oluşması gibi etkenler üzerinde durmaktadır. Sovyetler Birliği’ne ve Sovyet sistemine yönelik Marksist eleştiriler, Sosyalist devletlerin “devlet kapitalizmi" ya da bürokratik diktatörlük haline geldiğini ve Sovyet sisteminin Marx'ın komünist idealinden çok uzağa düştüğünü söylemektedir. Devletin ve partinin bürokratik seçkinlerinin ağır bir şekilde merkezileşmiş ve baskıcı bir siyasal araç haline gelmiş aygıtta bürokrasinin sınıflı sisteme özgü bir sınıfmış gibi hareket etmeye başladığı vurgulanır. Marksist olmayanlar ise devlet kapitalizmi terimini Komünist Parti tarafından yönetilen tüm topluluklar ve böyle ulus-devletler yaratma niyetinde olan herhangi bir parti için kullanırlar. Sosyal bilimlerde, Komünist Partiler tarafından yönetilen topluluklar tek partili yönetimlerinden ve sosyalist iktisadi tabanlarından dolayı ayrı tutulurlar. Antikomünistler böyle toplumlar için totaliterlik terimini kullansalar da, birçok sosyal bilimci böyle devletlerde bağımsız politik faaliyetler yürütmenin imkânlarını tanımlamışlar ve bunun gelişimini 1980'ler ve 90'ların başında Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'daki müttefiklerinin dağılmasından sonrasına kadar vurgulamışlardır. Kaldı ki, zaten Marx'a göre proletarya diktatörlüğü, komünizm aşamasına ulaşmak için geçilmesi gereken bir aşamadır. Dolayısı ile burjuva düzenlerinde olduğu gibi çok partili bir sistem kurulması zaten mümkün değildir. Bazı komünistler, sosyalist bir yönetimin totaliter bir yönetime dönüşmesinin, ancak halkın yönetime katılmasının engellenmesi ile olabileceğini savunmaktadırlar. Bugün Marksistler ve anarşistler dünyanın pek çok bölgesinde faaliyettedirler. Latin Amerika'da Marksizm gelişmiştir. Bugün; Küba, Venezuela, Bolivya, Çin, Kuzey Kore, Laos, Vietnam, Moldova ve Nikaragua sosyalist ve komünist partilerin iktidarlarıyla yönetilmektedir. Eleştiriler. Çok çeşitli görüşlerdeki yazarlar ve siyasi eylemciler antikomünist eserler yayımlamışlardır. Sovyet Bloku'na muhalif olan Aleksandr Solzenitsin ve Vaclav Havel; Friedrich Hayek, Ludwig von Mises ve Milton Friedman gibi ekonomistler; Hannah Arendt, Robert Conquest, Daniel Pipes ve R. J. Rummel gibi tarihçiler ve sosyal bilimciler bunlardan bazılarıdır. Bazı yazarlar komünist rejimle yönetilen ülkelerde, özellikle Pol Pot döneminde yaşanan Kamboçya soykırımı ve Stalin dönemindeki insan hakları ihlallerini komünizmin eleştirisi olarak sunmaktadır. Birçok ülkede komünizmle mücadele, fikri eleştirilerle sınırlı kalmamış, fiziksel karşı koyuşlarla da çerçevesini genişletmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6334", "len_data": 22936, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.97 }
Richard Matthew Stallman Özgür Yazılım, GNU projesi, League for Programming Freedom ve Özgür Yazılım Vakfı'nın kurucusu Royal Mail Ship İngiliz posta gemilerinde kullanılan kısaltma Rasyo Marketing Sistem Rasyo Medya firması tarafından geliştirilen Web tabanlı canlı destek ve ziyaretçi takip sistemi
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6337", "len_data": 300, "topic": "CODING", "quality_score": 1.64 }
Demirci, Türkiye'nin Ege Bölgesi'nin Kuzeydoğusunda yer alan Manisa ilinin ilçelerinden biridir. Tarih. İlçenin merkezi, eski çağlarda Lydia Bölgesi ile Misis Bölgesi arasında doğal sınır olarak kabul edilen Demirci Dağı'nın batı eteklerinde kurulmuştur. Yontma Taş, Cilalı Taş, Bakır ve Tunç devirlerini yaşamış yerleşim alanıdır. Hitit, Frig, Lidya, Pers, İskender, Bergama ve Bizans (Doğu Roma) egemenliklerinden sonra, bölge Anadolu Beylikleri döneminde Türk egemenliği altına girmiştir. Bütün Anadolu'nun Türkleşmeye başladığı bir sırada, Batı Anadolu'ya bir uçbeyi olarak atanan Saruhanoğulları "gaza" ve "cihat" geleneği ve fethedilen yerlerin fethedenlere yurt olarak verilmesi geleneği içinde, Demirci ve çevresi 1310 yılından sonra Karesioğulları egemenliğine girmiştir. Karesioğullarının Osmanlı'ya bağlanmasından sonra Yıldırım Beyazıt, Saruhanoğlu Hızır Şah'a Demirci, Adala, Gördes, Kayacık ve Kemaliye taraflarının yönetimini bırakmıştır. Hızır Şah döneminde Demirci, İcikler, Borlu ve çevre köylerinde birçok vakıf yapılmıştır. Kültürel yatırımlar gerçekleşmiştir. Osmanlı belgeleri Hızır Şah'ın adından da çok söz etmektedir. 1410'da Hızır Şah'ın öldürülmesiyle Devlet Han'ın oğlu Yakup Bey, Demirci'de hüküm sürmüştür. Saruhanoğulları'nın hâkimiyetinin 1412'de sona ermesi sonucu o tarihten 1920 tarihine kadar, yani Yunan işgaline kadar Osmanlı egemenliğinde kalan Demirci, Saruhan Sancağı'na bağlı olarak 1595 yılına dek veliaht şehzadelerin yönetimi altında bulunmuş bir kaza merkeziydi. Kadılık idaresi 1754 yılına kadar sürmüş, o tarihten sonra Demirci, ayanların eline geçmiştir. Voyvoda Kocabaşı ile başlayan ayanlık yönetimi, Demirci'de belediye yönetimi kurulana kadar devam etmiştir. Demirci, Kurtuluş Savaşı yıllarında sürekli işgal altında kalamamış ve özellikle Demirci Kaymakamı İbrahim Ethem'in örgütlediği akıncılarla Yunanlara karşı başarılı bir direniş gösterilmiştir. Demirci, Kurtuluş Savaşı'nın en sıkıntılı günlerinde ümit ışığının parıldamasına neden olmuştur. Demirci zaferinin kazanılması; Bursa'nın Yunan işgali altına düştüğü, bu yüzden TBMM'nin heyecanla çalkalandığı ve bazı üyelerinin kendilerini tutamayarak ağladığı, Bursa Komutanı Bekir Sami Bey'in ve Alaşehir Havalisi Komutanı Aşir Bey'in görevlerinden alındığı bir dönemde bu olayların yatışmasına sebep olmuştur. Coğrafya. İlçe, Türkiye'nin Batı Anadolu kısmında yer alır. İl merkezine 165 km uzaklığı nedeniyle diğer ilçelere nazaran en uzak ilçe konumundadır. Bir Manisa ilçesi olmasına rağmen kültürel yapısı Kütahya il merkezine daha yakındır. Doğu ve kuzeydoğusunda Kütahya, kuzeyinde Balıkesir ili ile sınır teşkil eder ve güneyinde Manisa ilçelerinden Selendi, Kula, batısında ise Gördes ile kısmen de Köprübaşı ilçeleri ile komşudur. Yer şekilleri (jeomorfolojik) özellikleri. Demirci ilçe merkezi Demirci Dağları'nın güney yamacındadır. Demirci Çayı Havzası'nın kuzeydoğuda sınırlarını oluşturan Akçakertik Sırtı (1475 m), Türkmen Dağı (1487 m), Ziyaret Tepe (1795 m) Demirci Dağları'nın önemli yükseltileri olup, havzanın su bölümü çizgisine tekabül eder. Ayrıca Havza'nın güneybatısındaki volkanik Asi Tepe (1535 m) diğer önemli yükseltiyi oluşturur. Heyelanlar. Demirci ilçe sınırları daha çok 3. Jeolojik Zaman (Tersiyer) içinde Neojen döneminde oluşan kili-kalkerli (marn) tabakalarının yaygın olduğu araziler içinde kurulmuştur. Aynı zamanda daha akarsu vadilerine tekabül eden kesimlerde arazi kırık (fay) hatlarıyla kesildiği için bu fay dikliklerinde çok sayıda heyelanlara rastlanmaktadır. Heyelanlara sebep olan faktörlerin başında litolojik yapı ve tektonik yapı özellikleri gelir. Bunların bazıları Yeşildere mevkiinde olduğu gibi yörede yerleşimlerin değişimine de neden olmuştur. Yöredeki bazı heyelanlar aşağıda verilmiştir. Bağdere Heyelanları: Bağ Deresi (Serke Deresi) boyunca vadinin iki yamacı heyelânlar oluşmuştur. Demirci ilçe merkezinden başlayıp Bağderesi vadisi boyunca Çaddere mevkiine kadar devam etmektedir. Bunlar özellikle fay hattına bağlı olarak, vadinin güney kesiminde daha çok heyelânlar görülmektedir. Heyelânların oluşumu genellikle tektonik, iklim, topoğrafya ve litolojik yapıya bağlıdır. Bunlara ana hatlarıyla kısaca yer verilecektir. Demirci Heyelanı: Demirci'nin güney ve güneybatısında bir dizi heyelân sahası mevcuttur. Bunların muhtemelen üst Pliosen'den beri devam ettikleri anlaşılmaktadır. Bağderesi vadisinde meydana gelen dizi halindeki heyelânlardan birisi de Demirci heyelânıdır. Bu heyelân diğerlerinden farklı olarak büyük bir yerleşim ünitesinin belirli kesimlerini etkilemesi bakımından önemlidir. Bazı dönemlerde heyelân bölgesi çevresindeki binaların duvarlarında çatlamalar olmuştur. Bunun için bu semtte yeni yapılacak binalara iskan izni verilmemektedir. Yeşildere (Sadık'ın köyü)Göçük Heyelanı: Heyelân, Demirci'nin 7 km güneybatısında Yeşildere'nin Göçük Mahallesinde meydana gelmiştir. Heyelân topuğu üzerinde ve topoğrafik eğimi 25-30º'ye varan bir sahada kurulmuş olan köy, daha sonra 1986 yılında zarar gördüğü için 1,5 km batıdaki Şahbazın Düzü Mevkii'ne taşınmıştır. Heyelân sahasının litolojisini, son derece duyarlı bir zemin olan limnik Neojen kil ve marn tabakaları teşkil eder. Üst Miosen yaşlı bu tabakalar 5-10º güneybatıya doğru eğimlidir. Heyelânın oluşmasına neden olan sebepler arasında tektonik, topoğrafik, litolojik ve klimatik etkenleri saymak mümkündür. Bunlardan kuzeydoğu-güneybatı doğrultusunda uzanan ve zaman zaman depremsellik bakımından aktif hale gelen fay hattı, sahanın %25-30º'lik topoğrafik eğimi, Neojen yaştaki kil ve marnların teşkil ettiği bir saha oluşu ve heyelân bölgesinin üst kesiminde yer alan küçük bir su kaynağı sahayı etkileyen nedenlerinin başlıcalarıdır. Heyelânın, özellikle bölgenin sismivitesinin fazla olduğu dönemlerde hızlanması tektonik özelliklerin önemini ortaya koymaktadır. Heyelân, tabaka eğiminin ters yönü istikametinde tabaka başlarında meydana gelmiştir. Bilindiği gibi kaynak suları ve yağışlar, Neojen kil ve marnlarındaki killerin sıvı hale gelmesine (defloküasyon) neden olmaktadır. Yani, sızıntı su içindeki bazı iyonlar, litolojik partiküller üstüne yapışarak, onların birbirini itmesine ve yerçekiminin de etkisiyle heyelânın oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Yukarıda belirtilen temel sebepler sonucunda meydana gelen heyelânın boyutları ve özellikleri şu şekildedir. Heyelânda kayma bölgesi; 120–130 m boyunda ve 120–140 m genişliğindedir. Heyelân tacı veya kopma şevi 50 m yüksekliğe sahip olup hilâl şeklindedir. Kopma şevinin bittiği yerde 0,5 lt/sn. debili bir talveg kaynağı yer almaktadır. Yine bu kesimde 1–2 m büyüklüğünde kopma şevi önü çukurlukları yer alır. Söz konusu heyelân bu haliyle dönmeli göçmeli heyelânlar grubu içinde değerlendirilebilir. Bunların drenajı kopma şevinin iki yanından olmaktadır. Kayma bölgesinin geri kalan kısmı sahanlık şeklindedir. Onu, çökme bölgesinin başlangıcı olan ani bir eğim kırıklığı ayırır. Çökme bölgesi; 110–120 m boyunda, 140–150 m genişliğindedir. Bunun sınırını, 2–3 m yüksekliğindeki ön kabartılar ve ani başlayan 15–20 m'lik bir eğim kırıklığı ayırmaktadır. Heyelânın topuk bölgesi ise; 150 m genişliğinde 80–100 m boyunda olup, bunun güney kesiminde heyelândan hasar ve zarar gören Göçük Mahallesi yer alır. Topuk bölgesinin alt yamaçlarındaki bazı radyal yarıklarda kısa boylu periyodik akışlı akarsu vadileri oluşmuştur. Göçük Mahallesinde; Afet İşleri Müdürlüğü'nün 9.11.1984 tarihli raporunda 6 hanenin yıkık ve hasarlı olduğu belirtilmiştir. Bu hanelerin Şahbazın Düzü mevkiine taşınması uygun görülmüştür. Eylül 1996 tarihinde tarafımızdan Göçük Mahallesinde yapılan incelemelerde burada yaşayan diğer hanelerin de taşındığı tespit edilmiştir. Böylece, heyelân 92 nüfuslu bir mahallenin taşınmasına neden olmuştur. Göçük sahasındaki boşaltılan binalar kendi hallerinde yıkılmaya terk edilmiştir. Göçük Heyelanı: Demirci'nin 3 km güneybatısında Bağ Dere'nin batısında Göçük mevkiinde yer almaktadır. Çoğu heyelânlarda olduğu gibi kil ve marnlardan oluşan, 5-10o güneydoğu eğimli üst Miosen formasyonu içerisinde yer almaktadır. Heyelân, 300 m genişliğinde 700 m uzunluğunda bir sahayı etkilemiş ve etkilemeye de devam etmektedir. Bölgede yerleşim birimi olmadığından önemli bir maddi zarar da meydana gelmemiştir. Heyelânın Demirci bağlarının bulunduğu sahada olması burada yapılacak bağ evleri ve bağcılar bakımından önemlidir. Saha yeraltı suları bakımından zengindir. Ancak bu sulardan yararlanmak amacıyla su hendeği açılması esnasında dikkat edilmelidir. Zira daha önce sahada, belirtilen nedenle yapılan bazı çalışmalarda kazalarının olması görüşümüzü teyit eder. Heyelân, yarım daire şeklinde olup kayma bölgesi 250 m genişliğinde ve 150 m boyundadır. Kopma şevi 70 m yüksekliğinde ve 300 m genişliğindedir. Orta kesimden itibaren yanlara doğru yüksekliği azalmakta, bazı kesimlerde 20 m'ye kadar düşmektedir. Heyelân tacının bitimindeki 10–20 cm'lik bazı yarıklar olması muhtemel yeni heyelânların habercisi olarak görülmektedir. Çökme bölgesi 300 m genişliğinde, 200 m boyundadır. Bu bölgede orta kesimlere doğru 10–15 m'lik bazı ön kabartıları vardır. Topuk kesimi ise 300–320 m genişliğinde ve 250 m boyundadır. Çamlıca Sırtı Heyelanları: Demirci'nin 8,5 km güneybatısında ve İmrenler'in 3 km batısında Çamlıca Sırtı mevkiinde yer almaktadırlar. Bu bölgede iki heyelân sahası vardır. Yeşildere Göçük Heyelân bölgesinin 1,5 km güneyinde yer alan heyelânın da litolojik özellikler bakımdan heyelâna karşı son derece duyarlı olan Neojen yaşlı kil ve marnların oluşturduğu formasyonlardan meydana gelir. Bu formasyonlar güneybatı-kuzeydoğu doğrultulu olup güneydoğuya doğru 5-10º eğimlidir. Birbirine yakın iki ayrı sahadaki heyelânlardan batı kesimde yer alanın kayma bölgesi 200 m genişliğinde ve 70 m boyundadır. Kopma şevi veya heyelân yarasının yüksekliği 50–60 m arasında değişmekte olup hilâl biçimindedir. Göçük sahası yine 200 m genişliğinde ve 50 m boyundadır. Heyelânda topuk bölgesi 250 m genişliğinde ve 50–60 m boyundadır. Bu özellikleriyle heyelân topuk bölgesine doğru hafif yayılmış bir şekildedir. Diğer yandan, hemen alt kesiminden geçen Çamlık deresi heyelânın topuk kesimi aşındırarak heyelânın hızının artmasına neden olmaktadır. Heyelân sahasının yüzeyi ziraat sahası olarak değerlendirilmekte olup tütün, bağ ve bahçe ziraatı yapılmaktadır. Doğu kesimde yer alan heyelân ise aynı litolojik özelliklere sahip ve topoğrafik eğimin son derece fazla olduğu (%30-40) Çamlık Sırtı'nın sağrı kesiminde yer alır. Bunun kayma bölgesi 70 m genişliğinde ve 50 m boyundadır. Kopma şevinin 60–65 m arasında değişen heyelânda çökme bölgesi ise 70–75 m civarındadır. Topuk bölgesine gelince, yayvan bir şekilde olan bu saha, 70–80 m genişliğinde ve 50 m boyundadır. Andıkini Heyelanı: Bu heyelân da Bağderesi boyunca gelişen heyelanlardan birisidir. Vadinin kuzey yamacında Andıkini Tepesi'nin kuzey kesiminde meydana gelmiştir. Üst seviyelerde Neojen kalkerleri yer almaktadır. Bu bakımdan ilk bakışta buradaki çukurluk bir dolin görüntüsü vermekle birlikte daha yakından incelendiğinde heyelân topuğu gerisinde gelişen bir çukurluktan başka bir şey değildir. Eski bir heyelân olup, bugünde bazen burada küçük çaplı çökme ve kayma izlerine rastlanmaktadır. 1/25 000 ölçekli Topoğrafya haritasında da gösterilen çukurluk heyelân topuğundan (785 m) 10 m daha alçak (775 m) tır. Güneyinde 862 m'lik yükselti değerine sahip Andıkini Tepesi yer alır. Andıkini mevkiine adını veren buradaki kalkerler içinde teşekkül etmiş olan 2 m uzunluk ve 3 m genişliğindeki karstik çözünme boşlukları vardır. Bunlar bazen kalker ile alttaki marnlı seviyeler arasında yer almaktadır. Andıkini heyelânın devamı niteliğinde olan Helemez Tepenin kuzeyindeki heyelanın oluşum ve gelişim özellikleri bakımından aynı nitelikleri taşımaktadır. Bu heyelânın doğu kesiminde Demirci-Salihli karayolunun geçtiği kesimdeki yol yarmasında çökme izleri, ondilasyonlar ve tabakalarda lokal kıvrımlar meydana gelmiştir. Bu kıvrımlardan birisinin senklinal eksenindeki suyun toplanmasına bağlı olarak teşekkül etmiş olan kaynak (0,05 lt/sn.), Helemez Çeşmesi olarak değerlendirilmiştir. Eski Küçükoba Heyelanı ve Heyelan Gölü: Demirci'nin 8,5 km doğu-güneydoğusunda Eski Küçükoba köyü ve yakın çevresinde oluşan heyelân, 100'e yakın kişiyi de etkilemiştir. Ayrıca 1964 yılında oluşan heyelân ile birlikte göçük bölgesinde bir de heyelân setti gölü meydana gelmiştir. Bölgenin tektonik bakımdan son derece hareketli bir sahada yer alması, heyelân bölgesinin kuzeyindeki Koca Dere Fayı'nın zaman zaman aktif hale gelmesine neden olmaktadır. Sahanın litolojik temelini Menderes metamorfitlerinin şistleri oluşturur. Beyaz ve bej renkli gevşek Pliosen formasyonları uyumsuz olarak örter. Gerek metamorfik şistlerin gerekse Pliosen killi seviyelerin suya karşı duyarlı olması ayrıca topoğrafik eğimin %50-55 olması, diğer yandan heyelân sahasının hemen üst kesiminde 1 lt/sn. debili eski köy çeşmesinin bulunması heyelânın oluşumunun temel nedenleridir. Heyelân; doğu-batı doğrultusunda 700 m genişliğinde ve kuzey-güney istikametinde 1 km uzunluğundaki bir sahada gözlenmektedir. Heyelânda kayma bölgesi 500 m genişliğinde ve 150 m uzunluğundadır. 40–50 m yüksekliğindeki kopma şevi, basamaklı bir yapıya sahiptir. 20–30 m arasında iki seviye halindeki kopma yüzeyinin, orta kesimden kenarlara doğru gidildikçe yüksekti farkı azalır. Kopma şevinin eğimi bazı bölgelerinde 90º'ye kadar varmaktadır. Heyelân tacının üst kesimlerinde, küçük heyelanların habercisi olan enine gelişmiş, yeni tansiyon yarıkları bulunmaktadır. Çökme bölgesi 580–600 m genişliğinde ve 200 m uzunluğundadır. Ayrıca bu kesimde heyelânın oluşumundan sonra, küçük bir heyelân set gölü teşekkül etmiştir. Topuk bölümü ise daha yayvan bir şekildedir. 650–700 m genişliğe sahip kesimin uzunluğu 340–360 m kadardır. Bu bölümde 30–40 cm derinliğinde kabartı ve çukurluklar gözlenmektedir. Mudullu Kayası Heyelanı: Bölgedeki diğer bir heyelân da Mudullu Kayası heyelânıdır. Hoşcalar'ın 500 m kuzeydoğusunda Mudullu Kayası mevkiinde, Tersiyer yaşlı tüf ve aglomeralardan oluşan litolojik birimin teşkil ettiği, volkanik formasyonu içinde bir faya bağlı olarak teşekkül etmiştir. Heyelân kuzeydoğu-güneybatı doğrultudaki genişliği 300 m ve kuzey-güney istikametindeki boyu 250 m kadardır. Fay boyunca küçük debili (1-2 lt/sn) kaynaklar da görülmektedir. Çaylek Heyelan Bölgesi: Bu sahadaki farklı boyutta birçok heyelândan ikisi de Çaylek heyelânlarıdır. Demirci ilçe merkezinin 500 m kuzeyinde Çaylek mevkiinde Ağıl derenin güney yamacında yer alır. Kalker, çakıltaşı, gre, şeyl, tüfitler ve marnlardan oluşan üst Miosen formasyonu içinde oluşmuşlardır. Ağıl dere boyunca devam eden Demirci fayı etkisi, tabaka duruşları, su kaynaklarının bol oluşu ve topoğrafik eğimin %35-40 dolayında olması heyelânın başlıca nedenleri arasında sayabiliriz. Heyelânlar iki bölüm şeklinde görülmektedir. Kuzeydoğu kesimde yer alan heyelân kuzeybatı-güneydoğu istikametinde 320 m uzunluğunda ve kuzeydoğu-güneybatı istikametinde 200 m genişliğindedir. Heyelânda kayma bölgesi 80 m olup, kopma şevi 50 m yüksekliğindedir. Çökme bölgesi, 120 m uzunluğunda ve 200 m genişliğindedir. Topuk bölgesi, 140 m boyunda ve 180 m genişliğindedir. Heyelân enkazı üzerinde bugün bahçe ziraatı yapılmaktadır. Birbirinden, grelerden oluşan küçük bir sırt ile ayrılan güneybatı tarafta yer alan heyelânın boyutları ise yaklaşık 100 m boyunda ve 80 m genişliğindedir. Kopma şevi yüksekliği 30 m olan heyelânın 46 m topuk bölgesine sahiptir. Avdal Çeşme Heyelanı: Demirci'nin 3 km kuzeydoğusunda Oyukbaşı mevkiinde meydana gelen heyelân, 200 m boyunda ve 50 m genişliğindedir. Heyelânın kopma şevi 20–25 m kadardır. Kopma şevinin bitiminde küçük debili (1-2 lt/sn.) kaynaklar yer almaktadır. Heyelânın meydana gelmesinde bu kaynakların da etkisi vardır. Akburun Sırtı Heyelanı: Demirci'nin 5 km kuzeybatısında, Mahmutlar'ın 1 km güneyinde Akburun Sırtı mevkiinde yer almaktadır (Foto: 28). Heyelân Akburun Sırtı'nda kuzey-güney doğrultulu yaklaşık 1,5 km'lik bir faya bağlı olarak 800 m'lik kesiminde meydana gelmiştir. Fayın doğu bölümündeki çökmeye bağlı olarak oluşan heyelân, yeşilimsi-gri pekişmemiş ve çimentolu çakıltaşı, yeşilimsi renkli kumtaşı, beyazımsı renkli kumtaşı, beyazımsı renkli kırıntılı ve kristal tüfden oluşan formasyon içinde oluşmuştur. Heyelânın oluşumunda diğer heyelân sahalarında olduğu gibi tektonik, litolojik, topoğrafik şartların etkili olduğu gözlenir. Heyelân sahası 800 m boyunda ve 600 m genişliğindeki bir sahada gözlenmektedir. 800 m boyundaki heyelânın çökme ve topuk kesiminin büyük bölümü aşınmıştır. Kayma bölgesi 100–150 m boyunda 100 m genişliğindeki sahanın kopma şevi, 80–100 m yüksekliğindedir. Heyelânın içinde ikinci küçük boyutlu 100 m genişliğinde 75 m boyunda bir heyelân da meydana gelmiştir. Ayrıca, fay yamacı boyunca bazı yamaç molozları teşekkül etmiştir. Heyelân bölgesi ve çevresinde badlands rölyefini de görmek mümkündür. Çanakçı-Güney Sırtı Heyelanları: Demirci-Çanakçı köyünün 1 km kadar güneydoğusunda Güney Sırtı'nın doğu yamacı boyunca küçük çaplı bazı heyelânlar meydana gelmiştir. Heyelân yaklaşık 1,5 km uzunluğundaki bir faya bağlı olarak 0,6 km²lik bir sahada teşekkül etmiştir. Heyelânın oluşumunda tektonik özelliklerin yanı sıra litolojinin de etkisi vardır. Nitekim, sahanın Menderes metamorfik şistlerinden oluşması diğer yandan fay boyunca kaynakların bulunması heyelânın nedenleri arasındadır. Ayrıca bu kesimler, Paleozoik yaşlı metamorfik arazi ile limnik Neojen yaşlı arazilerin dokanak yerleridir. Akyartepe Heyelanı: Borlu'nun 2 km kuzeydoğusunda Akyartepe mevkiindedir. Sahasının tektonik özelliklerin yanı sıra, litolojik birimlerin ve ayrıca Demirci Çayı'nın erozyon etkisi heyelânın oluşumunda başlıca nedenler arasında saymak mümkündür. Demirci Çayı alt kesimdeki az dirençli litolojik birimleri aşındırırken, üstteki kısmen daha dayanıklı birimler askıda kalarak göçmeye uğramışlardır. Heyelân sahası 500 m genişliğinde ve 300 m uzunluğundadır. Hisarkaşı-Delikliyar heyelânında olduğu gibi bunda üst Miosen yaşlı konglomera-kiltaşı-tüfit-marn-kalker ardalanmalarında oluşan litolojik birim içerisinde meydana gelmiştir. Heyelânın kopma şevi 50–60 m kadardır. İklim özellikleri. Demirci çevresi, Kurter'in (1979) hazırladığı Türkiye'nin morfoklimatik bölgelerini gösteren haritada Akdeniz Bölgesi'nin İç Anadolu karasal iklimine geçiş bölümünde yer almaktadır. Buna göre inceleme sahası Akdeniz bölgesinin kurak ve nemli devrelerini içirmekte birlikte kışlar nispeten daha sert geçmektedir. Koçman Türkiye İklimi (1993) eserinde Demirci çevresi, yarınemli Marmara iklimi içinde göstermiştir. Günal (1995) ise, inceleme sahasının aşağı kesimlerinin Akdeniz iklim bölgesinde, yukarı kesimlerinin ise Akdeniz-Marmara ve Akdeniz-İç Anadolu geçiş iklimleri arasında yer aldığını belirtmiştir. Bu verilere ve tespitlere göre Demirci Çayı Havzası'nda Akdeniz iklim özelliklerinin değişikliklere uğradığı ve karasallığın tesirini hissettirdiği sonucuna varılmıştır. İklim özellliklerinin değişikliğe uğramasında söz konusu sahanın denizden uzaklığı ve yükseltisi gibi faktörlerin etkisi görülür. Nitekim inceleme sahasında, Akdeniz Bölgesi ve Ege Bölümü'ne oranla yazlar daha serin kışlar ise daha uzun ve soğuk geçmektedir. Bununla birlikte, kışlar yağışlı ve yazlar ise kuraktır. Yağış etkinliği. Demirci ilçesinin iklim değerlendirmesinde, De Martonne (1923 ve 1942 Gottmann'la birlikte), Thornthwaite (1948) ve Erinç (1965) formülleri uygulanmış ve birbirine yakın neticeler alınmıştır. De Martonne (1923) formülüne göre, Demirci 25.5, indis değerlerine sahiptir. Buna göre, inceleme sahasındaki istasyonlar yarı kurak iklim ile nemli iklim arasında yani; yarı nemli bir iklim sahasında yer almaktadır. Aylık indis değerlerinde kasım-mart devresinde nemli bir karaktere sahiptir. Diğer taraftan haziran, temmuz, ağustos, eylül ayları kurak aylardır. Ekim ayı yarı kuraktır. Mayıs ayı ise, yarı nemli iklim değerlerindedir. De Martonne-Gottmann 1942 formülü uygulandığında ise, Demirci 16.8, indis değerlerinde olduğu ortaya çıkar. Buna göre de De Martonne (1923) formülünde olduğu gibi ilçe yarı nemli iklim kategorisi içindedir. Thornthwaite formülünün (1948) uygulanmasıyla elde edilen sonuçlara göre, Demirci C2B’2s2b3 iklim özelliğindedir. Demirci yarı nemli, ikinci dereceden mezotermal, yaz mevsiminde çok kuvvetli su noksanı olan ve denizel şartlara yakın iklim tipine girmektedir. Thornthwaite metoduyla hazırlanan su bilançosu tablosu tablolar incelendiğinde ise ilçede yağış değerleri PE değerinden kasım ayından itibaren fazla olduğu görülmektedir. Bu durum Demirci'de mart sonuna kadar devam etmektedir. Bir başka ifadeyle kasım ayından itibaren toprakta su birikmeye başlamaktadır. Toprak Demirci'de aralık-mart devresinde suya doygun hale gelmektedir. Bu devreden itibaren ise fazla su akışa geçmektedir. Akarsuların taşkınları bu döneme rastlar ve debileri oldukça yüksektir. Demirci'de nisan ayından itibaren PE değerlerinin yağış miktarından fazla olduğu gözlenmektedir. Bu aylarda toprakta birikmiş olan su kullanılmaya başlanmakta ve bitinceye kadar kullanılır. Bundan sonraki devrede su noksanı çekilmeye başlar. Su noksanı ise haziran-ekim dönemini kapsamaktadır. Hidrografik özellikleri. Hidrografik açıdan çok zengin değildir. Akarsu bakımından ilçenin ismini ismini erdiği Demirci Çayı ve kolları ilçe topraklarının sularını drene eder. Bu akarsu kuzeydoğu-güneybatı yönünde uzanan Demirci Çayı'nın ana kollarını İlke çayının kollarını ise Asi Tepesi dağının güney ve doğusuna düşen sahalarda sırayla Gümele Deresi, Değirmen Dere ve Iklıkçı Derelerinin birleşmesiyle Alaağaç Deresi ve nihayet daha doğuda Minnetler deresi oluşturmaktadır. İlçede doğal göl sınırlı olup, yapay göller ise 2000 yılı sonrasında yapılan baraj göllerine ve köy yakınlarında küçük hayvan sulama göletlerine rastlanılır. Doğal göller. Eski Küçükoba Heyelân Set Gölü. 1964 yılında heyelânın meydana gelmesinden sonra çökme bölgesindeki ön kabartılar gerisinde oluşan küçük bir heyelân setti gölüdür. Göl çanağının yılı genişliği doğu-batı yönünde 50 m uzunluğu ise kuzey-güney istikametinde 70 m'dir. Zaman zaman daralıp genişleyen gölün 20,7 1995 tarihindeki göl düzeyinin genişliği 30 m, uzunluğu ise 50 m'dir. Gölün en derin kesimi ortalarına doğru olup 2,75 m kadardır. Suyun bulunmadığı göl çanağının bazı kesimlerinde sazlık, kamışlık ve bataklıklar yer alır. Göl, eski köy çeşmesi (1 lt/sn), yağışlar ve dipten kaynayan kaynaklar tarafından beslenir. Yaz mevsimi genellikle kurak geçmesinden dolayı yazın gölden bağ, bahçe sulaması yapılmaktadır. Heyelân daha öncede bahsedildiği gibi 1964 yılında meydana gelmiş ve yaklaşık 100 dolayında nüfusu etkilemiştir. Küçükoba köyündeki birtakım evlerin hasar görmesinden dolayı köy 1968 yılında eski yerleşmenin 2 km kadar güneybatısına yeni yapılan afet evlerine (şimdiki Küçükoba köyü yerleşmesi) taşınmıştır. Baraj gölleri. İlçede toplam inşaatı bitmiş 6 baraj gölü bulunmaktadır. Bunlar 2018 yılında hizmete giren Ayvalanı ile 2021 yılında hizmete giren baraj gölleri Kılavuzlar, Sayık, Kuzuköy, Durhasan ve Güveli barajlarıdır. Ayrıca Boyacık, Alaağaç ve Hüdük barajlarının inşaatı devam etmektedir. Ayrıca Çanakçı Barajı ve Sulaması, Kuzeyir Barajı ve Sulaması, Mahmutlar Barajı ve Sulaması, Yeşiloba Barajı ve Sulamasının da planlama aşamasındaki baraj gölleridir. Bu çalışmalarla Demirci için planlanan 13 baraj ve göletin toplam 16 bin 765 bin metreküp su depolanacak ve toplam 24 bin 980 dekar verimli tarım arazisi modern sulamaya açılmış olacaktır. Toprak özellikleri. Demirci çevresinin toprakları, tortul, metamorfik ve volkanik formasyonların ayrışmasıyla oluşan toprak grupları teşkil etmektedir. Bu toprak grupları: kireçsiz kahverengi topraklar, kireçsiz kahverengi orman toprakları, redzina topraklar, kolüvyal topraklar, alüvyal topraklar ve kestanerengi topraklardır. Kireçsiz Kahverengi Orman Toprakları: Havzada 537 km2lik sahayla en fazla yer kaplayan bu toprakların ana materyalini; Neojen volkanik formasyonlar (andezit, bazalt, serpantin, peridotit ve dasit) oluşturmaktadır. Bunun yanında metamorfik kayaçlara ait unsurlar (gnays, mikaşist ve amfibolit) da bulunmaktadır. Bu toprakların pH değerleri 5.6-6.3 arasındadır. Topoğrafya eğimi yüksek olduğundan genelde toprak sığ ve drenajı iyidir. Kireçsiz kahverengi orman topraklarının üzerinde daha çok meşe, palamut meşesi, karaçam ve kızılçam ormanları yetişmektedir. Bazı kesimlerde ise ormanlardan açılan sahalarda bağ-bahçe tarımı yapılmaktadır. Kireçsiz kahverengi orman toprakları A, B ve C horizonlu zonal topraklardır. Profillerinde genellikle CaCO3'a rastlanmaz. Kireçsiz olmaları, ana materyali ve fazla yıkanmalarıyla ilgilidir. Orman örtüsünün bulunduğu kesimlerde organik horizon da görülmektedir. A horizonu 13–15 cm kalınlıktadır. Toprağın rengi, nemli olduğunda koyu kahverengi, kuru olduğunda da açık kahverengidir. Bünyesinde kumlu kil bulundurmakta olup, yapısı orta dereceli ve küçük granürlüdür. Kıvamı kuru iken yumuşak, nemli iken dağılgan, yaş iken yapışkandır. B horizonu ortalama 12–14 cm kalınlıktadır. Rengi, nemli iken sarımsı kahverengi, kuru iken çok soluk kahverengidir. Toprakta bünye kumlu killi tın, yapı orta derecede teşekkül etmiş ve orta büyüklükte blokludur. Kıvam kuru iken yumuşak, nemli iken dağılgandır. Yaş iken de hafif plastik olup, yapışkan değildir. Çoğunlukla toprağı oluşturan kayanın özelliklerini taşıyan C horizonu rengi nemli iken sarımsı kahverengi, kahverengi, kuru iken çok soluk kahverengi kırmızımsı sarıdır. Bünyesi kaba kumlu killi tın, yapısı zayıf oluşmuş kaba blok veya masiftir. Kıvam kuru iken sert veya hafif sert, nemli iken dağılgandır. Yaş iken de yapışkan olmayıp, hafif plastik ya da plastik değildir. Horizon içerisinde dağılmış mikaşist parçacıklarına rastlanır. Bu toprakların önemli diğer bir özelliği de meyilli ve taşlı erozyon sahalarında görülmesidir. Kireçsiz Kahverengi Topraklar: Bu topraklar inceleme sahasında yaklaşık olarak 133 km2lik alan kaplamaktadır Kahverengi orman toprakları ve rendzinalarla birlikte bulunan kireçsiz kahverengi toprakların ana materyalini volkanik formasyonlar (andezit, spilik, porfirit, bazalt, diorit gibi) teşkil eder. PH değerleri 6-6.1 arasındadır. Drenajı iyi olup, üst katmanında ayrışmamış kaya parçalarına rastlanabilir. A horizon kalınlığı 20–30 cm, rengi nemli iken kahverengi, koyu kahverengi, kuru iken açık gridir. Bünye killi tın olup yapı orta derecede oluşmuş kaba bloktur. Kıvam kuru iken hafif sert, nemli iken dağılgandır. Yaş iken hafif yapışken ve hafif plastiktir. Serbest CaCO3'a rastlanmaz. Ancak, profile dağılmış 0,5 cm çapında az miktarda çakıl bulunmaktadır. B horizonu 30–35 cm kalınlığında, nemli iken kahverengi, kuru iken soluk kahverengidir. İnceleme sahasındaki kireçsiz kahverengi toprakların doğal bitki örtüsü ot, ot-çalı, meşe kalıntıları ve seyrek fundalıklardır. Rendzina Topraklar: İnceleme sahasında 276 km2lik yer kaplayan rendzina toprakları, çoğunlukla kahverengi orman ve kestanerengi topraklarla benzer özellikler gösterir. Genellikle Neojen formasyonlarından olan marnlar, rendzinaların ana materyalini oluştururlar. Bu bakımdan kireç oranı son derece yüksektir. A, C horizonlu interzonal topraklar kireçli olması nedeniyle CaCO3 yönünden zengindir. Toprakların, pH değerleri 7,3-7,45 arasında olup, geçirgenlikleri de iyidir. A horizonu 13–15 cm kalınlığında, nemli iken koyu grimsi kahverengi, kuru iken grimsi kahverengidir. Bünye killi tın, yapı kuvvetli oluşmuş orta büyüklüktedir. Ayrıca, bu horizonda 0–5 cm çapında köşeli çakıllar ve iri taşlar bulunmaktadır. A horizonunun altında 17–20 cm kalınlığında A horizonunun C ile karışmasından oluşan AC horizonu yer almaktadır. Bu horizonda renk nemli iken koyu gri, kuru iken gridir. Bünye kil, yapı zayıf oluşmuş küçük blok olarak görünür. Kıvam kuru iken sert, nemli iken dağılan, yaş iken yapışkan ve plastiktir. A horizonunda yer alan köşeli taş ve çakıllar bu horizonda da görülmektedir. C horizonunda yer yer sertleşmelerin bulunduğu yumuşak marnlar mevcuttur. Renk nemli iken açık kahverengimsi gri, kuru iken açık gri ve beyaz olarak görülmektedir. Bünye kil olup masif haldedir. Kıvam kuru iken sert, nemli iken dağılandır. Yaş iken yapışkan ve plastik özelliktedir. Rendzina topraklarının doğal bitki örtüsü palamut meşesi, meşe, karaçam ve kızılçamdır. Orman örtüsü ve tarımda kullanılan toprakların az bir kısmında ise özellikle Bağdere boyunca bağ-bahçe işleri yapılmaktadır. Bu toprakların, orman örtüsünden yoksun fazla eğimli kesimlerinde nispeten şiddetli bir erozyon görülmektedir. Kestanerengi Topraklar: Bu topraklar, kahverengi orman ve rendzina topraklarıyla birlikte bulunmakta olup 27 km2lik yer kaplamaktadır. Bunların da Rendzinalarda olduğu gibi ana materyalini marnlar oluşturmaktadır. Bu bakımdan dalgalı tepelik alanlarda yer alan topraklarda dik meyillere (%3-20) de rastlanır. Toprağın, drenajı iyi olup, pH değeri 6,6-7,05 arasındadır. Üst katlarında yapı kırıntılıdır. Alt horizonda organik maddenin azalmasına bağlı olarak yapı köşeli blok ya da prizmatiktir. Kestanerengi topraklar A, B ve C horizonlu zonal topraklardır. Bu topraklara has kireç birikmesi genellikle B horizonunun alt kısımlarında bulunur. Kireç birikmeleri bazen sertleşerek kongresyonları meydana getirebilirler. A horizonu 30–35 cm kalınlığında, nemli iken koyu sarımsı kahverengi, kuru iken kahverengindedir. Bünyesi killi tın, yapı orta derece oluşmuş, orta büyüklükte granüler veya bloktur. Kıvam kuru iken sert, nemli iken dağılan, yaş iken yapışken plastik veya çok plastiktir. Kök dağılımı orta veya çok olarak görülmektedir. Kireçlilik kuvvetlidir. A horizonu B horizonuna 2,5 cm'ye varan bir kalınlık ve dalgalı topoğrafya gösteren bir hudut ile geçiş yapar. B horizonu 50–60 cm kalınlığında, nemli iken kahverengi, koyu kahverengi veya açık kahverengi, kuru iken kahverengi veya pembemsi gri olarak görülmektedir. Bünye kil olup, yapı kuvvetli veya orta derecede oluşmuş kaba blokludur. Kıvam kuru iken sert, nemli iken dağılan, yaş iken yapışkan veya çok yapışkan plastiktir. Horizonun alt kısımlarında bu topraklara has olan kireç birikmesi görülür. C horizonuna geçiş dalgalı topoğrafyaya sahip belirli bir hudutla olmaktadır. C horizonunda ise rengi nemli iken kahverengi, kuru iken pembemsi gridir. Bünyesi killi tın olup, yapı görülmez ve masif haldedir. Kıvam kuru iken çok sert, nemli iken dağılğandır. Yaş iken hafif yapışkan, çok plastiktir. Horizonda kuvvetli kireçlilik mevcuttur. Toprağın doğal bitki örtüsü; ot, ot çalı karışığı seyrek fundalıklar veya seyrek orman kalıntılarıdır. Derinliğin ve meyillerin uygun olduğu kesimlerde tarım yapılmaktadır. Alüvyal Topraklar: Bu topraklara Demirci Çayı vadisinin nispeten geniş vadi tabanı boyunca 24 km2lik bir alanda rastlanmaktadır. Kuaterner formasyonlar bu toprakların ana materyalini oluşturmaktadır. Drenajı bakımdan çok iyi özelliklere sahiptir. Ayrıca bu topraklar, tuz ihtiva etmeyip orta bünyeli topraklar grubunda değerlendirilmektedir. Alüvyal toprakların bulunduğu vadi tabanı inceleme sahası da önemli ziraat alanlarını oluşturmaktadır. Buralarda daha çok bağ-bahçe işleri yapılmaktadır. Kolüvyal Topraklar: Genel olarak, alüvyal topraklardan yüksek arazi topraklarına geçiş kesimlerinde görülmektedir. Nitekim Demirci'nin kuzeyinde 5 km2lik kollüvyal topraklar tamamen geçiş özelliği göstermektedir. Bunlar, Kuaterner kökenli formasyonlardan oluşmakla birlikte, bünyelerinde ana materyalini oluşturan kayacın köşeli parçalarını da ihtiva etmektedir. Kolüvyaller, A ve C horizonuna sahip genç topraklar olup azonal topraklardır. Akarsuyun taşıdığı ana maddelerine bağlı olarak kireçli veya kireçsiz olabilir. Nüfus ve yerleşme. İlçenin 96 mahallesi bulunmaktadır. Köyleri ile beraber 1.233 km² alana sahiptir. Plato yüzeyinde kurulmuş olan ilçe merkezi engebe ve yükseltiye bağlı olarak ulaşım en büyük problem olmuştur. Buna bağlı olarak Manisa'nın diğer ilçe merkezlerine göre hızlı bir gelişme gösterememiştir. İlçe halkının eskiden beri eğitime verdiği önem ilçede bir fakültenin kurulmasına zemin hazırlamış ve Celal Bayar Üniversitesi Demirci Eğitim Fakültesi kurulmuştur. Eğitim Fakültesinin kuruluşuyla beraber nüfus, ekonomik ve sosyokültürel yapı da buna bağlı olarak değişmiştir. Celal Bayar Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nin kurulmasıyla birlikte şehir nüfusu 20.000'in üzerine çıkmıştır. Bunda hem köylerden göç, hem de öğrenci sayısı etkili olmuştur. Ekonomik özellikler. Başlıca geçim kaynakları az miktarda hayvancılık ve tarımdır. Tütün, üzüm, kiraz, zeytin ayva ve elma başlıca tarım ürünleridir. Bunun dışında, öğrenciler ekonomiyi oldukça olumlu yönde etkiler. Demirci'de eskiden beri önemli geçim kaynağı olan dokumacılık aslında bir nevi zorunluluktan kaynaklanır. Yani coğrafi kaderden kaynaklanır. Bu durum halkın özdeyişlerde yerini bulan "ya okuyacaksın, ya dokuyacaksın" ifadesinde yer bulmuştur. İlçedeki dünyaca ünlü halı fabrikalarıyla da ekonomiye büyük katkıda bulunur. Demirci el dokuması ve fabrika halıları bakımından nam kazanmıştır. Özellikle son dönemde çok sayıdaki meşhur caminin (İstanbul; Ayasofya-i Kebir Camii, Taksim Camii, Fatih Camii, Süleymaniye Camii, Eminönü Yeni Cami, Şehzade Camii, Eyüp Sultan Camii, Nur-u Osmaniye Camii, Yıldız Hamidiye Camii, Ortaköy Camii, Dolmabahçe Camii, Hırka-i Şerif Camii, Aziz Mahmut Hüdai Camii, Ataşehir Mimar Sinan Camii, Marmara İlahiyat Camii Edirne; Selimiye Camii, Üç Şerefeli Cami ve Eski Camii, Yıldırım Akmescit Camii HAVSA: Sokullu Mehmet Paşa Camii, Ankara; Hacıbayram-ı Veli Camii, Melike Hatun Camii, Aslanhane Camii, TBMM Camii, Güneşevler Merkez Camii) halıları Demirci'de dokunmuştur. Ayrıca dünyanın yedi kıtasında 50'den fazla camide Demirci'de üretilen yün cami halılarına rastlamak mümkündür. İhracat kaydı ile yapılan satışlar, Demirci'ye giren döviz miktarında da çok önemli bir artış olmasını sağlamıştır. Turizm özellikleri. İlçenin farklı kesimlerinde tarihi ve doğal turizm kaynakları bulunur. Doğal güzellikler Başalan ve Güldürdek Milli Parkları ile güncel Hisar Kaplıcaları Termal Tesis ve Apart Otelleri bulunur. Hisar Kaplıcaları: Demirci'nin 3 km güneybatısında, Ilıca Deresi vadi tabanında yer alır. Bilindiği gibi genellikle Batı Anadolu'da akarsu vadilerinin oluşumunda ve gelişiminde rol oynayan tektonik hatlar üzerinde termal kaynaklar yer almaktadır. Hisar Kaplıcası da bunlardan (Saraycık, Ece) birisidir. Bölgedeki termal kaynaklar, bugün halkın faydalandığı birer klimaterapi merkezidir. Bu özellik, tarihi devirlerde de mevcut idi. Nitekim, MÖ II. yüzyıla ait olduğu sanılan taş bina kalıntıları bunu doğrulamaktadır. 1900'lü yıllarda kâgir kubbeli bir havuz ile yanında 4 odalı ahşap bir bina inşa edilmiştir. 1960'lı yıllarda ahşap binanın yıkılmasıyla sadece kubbeli bir havuz ayakta kalmıştır. MÖ II. yüzyıllarda Kral Krazüs'ün “Yayla Hamamı” diye bilinen kaplıca, daha sonraları kendisine en yakın köy olan Eskihisar'ın adını alarak “Eskihisar Ilıcası” olarak tanınmıştır. 1993 yılında Demirci Belediyesi'nin kaynağı değerlendirme çalışmalarına başlamasıyla ismi “Hisar Kaplıcası” olarak değiştirildi. Bu gün Osmanlı mimârisindeki modern kaplıca tesisleri; 7 adet sıhhatlik banyosu, 2 adet havuzu ve 1 adet saunayla 800 m²lik bir kapalı alana sahiptir. Diğer yandan buradaki genişletme çalışmaları ve termal kaynaklardan daha fazla yararlanma imkanlarının araştırılması devam etmektedir. Bu amaçla bölgede yeni sondaj kuyuları açılmaktadır. Eski Ilıca kaynağının, havuz kaynağı başta olmak üzere çok sayıda açılmış sondaj kaplıca sularını beslemektedir. Kaynak suları kimyasal özellikleri bakımından sodyum bikarbonatça zengin gazlı sular grubundadır. Kaynaktan; deri hastalıklarında, vücut ağrılarında ve sindirim organı rahatsızlıklarında fayda temin edilir. Diğer yandan, kaynak sularının içildiğinde hafif mülâyimlik vereceği, diyüretik olarak tesir yapacağı; hipostenik ve hiperstenik mideler için tavsiye edileceği ayrıca romatizmal, nevrit, nevraljililerin çok faydalandığı, kadın hastalıklarına da iyi geldiği belirtilmektedir. Yukarıda belirtilen hastalık ve rahatsızlıklara fayda sağladığı tecrübelerle sabittir. Ancak hastalık tedavilerinin mutlaka bir hekim kontrolünde yapılması zarureti vardır. Aksi takdirde beklenilmeyen bir etki görülebilir. Kocaahmet Ilıcası: Üşümüş'ün 2,5 km kadar kuzeybatısında Kocaahmet Deresi vadisinin doğu yamacında yer almaktadır. Termal kaynağın su sıcaklığı 21 oC'dir. TS. 8363'ün sınıflandırmasına göre epitermal sular grubundadır. Kaynak sahasında farklı debide su çıkış noktaları bulunmaktadır. Kaynağın toplam debisi 0,5 lt/sn'dir. 1965 yılında su çıkış noktaları kaptaja alınmış ve 4–5 m genişliğinde toprak bir havuz yapılmıştır. Fakat daha sonra ekonomik getirisinin az olması ve ulaşım zorlukları nedeniyle terk edilmiştir. Tarihi yerler: Delikliyar, Reisler ve İrezler Camii ve Türbeleri, Tarihi Yakup Çelebi ve Hacı Hasan Camileri, Tarihi Şeyh İlahi Yukarı Kıran Kütüphanesi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6342", "len_data": 36903, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.42 }
Manisa'nın Demirci ilçesinde halıcılık yüzyıllardan beri faal bir geçim kaynağıdır. Orta Asya 'dan Türkler tarafından Anadolu'ya getirilen halıcılık, Selçuklu Hanedanı tarafından daha da iyileştirilerek Anadolu'nun her tarafına iletilmiş ve bu arada Demirci'ye getirilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu zamanında hükümdarlıkça Demirci'ye gönderilen malzeme ve desenler Demirci'de dokunulmuş olup saraylarda kullanılmıştır. 1990'lı yıllarda Demirci de önemli bir yapısal değişime uğramıştır. makine halıcılığı alanında büyük yatırım ve tesisler kurulmuştur. Fakat Demirci tesislerini geliştirememesi ve piyasaya ayak uyduramaması sonucu piyasadaki pazarını büyük bir kısmını kaybetmiştir. Demirci makine halıcılığında kaybettiği bu pazarı duvardan duvara ve cami halıcılığı ile piyasaya geri dönmüştür. Cami halısında Türkiye'de ve yurt dışında pazarın büyük kısmını ele geçirmiştir. Demirci makine halıcılığındaki tıkanmayı kaliteli el halıcılığıyla aşma yolunu seçmiştir. 21.000 el halısı tezgâhı ile iç ve dış piyasada söz sahibidir. Halıcılık Demirci'de atadan gelen meslek olması sebebiyle piyasa şartlarını ve piyasa modellerine çok çabuk adapte olabilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6343", "len_data": 1161, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.56 }
Teorem, matematik ve mantıkta kanıtlanmış yani ispat edilmiş sav, önerme; kanıtsav. yükseklik
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6346", "len_data": 93, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 1.74 }
Teori veya kuram, bilimde bir olgunun, sürekli olarak doğrulanmış gözlem ve deneyler temel alınarak yapılan bir açıklamasıdır. Kuram, herhangi bir olayı açıklamak için kullanılan düşünce sistemidir. Genel anlamda kuram, bir düşüncenin genel, soyut ve ussal olmasıdır. Ayrıca bir kuram, açıklanabilir genel bağımsız ilkelere dayanmaktadır. Bu ilkelere bağlı kalarak doğada sonuçların nasıl örneklendirileceğini açıklamaya çalışır. Sözcüğün kökü Antik Yunan’dan gelmektedir. Ancak günümüzde birçok ayrı anlamlarda kullanılmaktadır. Kuram, varsayımla (hipotez) aynı anlama sahip değildir. İkisinin de anlamı başkadır. Kuram bir gözlem için açıklanabilir bir çerçeve sağlar ve kuramı sağlayacak olan sınanabilir varsayımlar tarafından desteklenir. Çağdaş anlamlarından biri de spekülatif ve genelleme doğasına vurgu yapmaktadır. Örneğin sanat ve felsefede kuramsal sözcüğü kolaylıkla ölçülebilir olmayan düşünceleri ve deneysel olayları tanımlamak için kullanılabilir. Felsefedeki anlam uzantısı olan kuram, hala tanrı bilimsel bağlamında kullanılan bir sözcüktür. Aristoteles'in tanımı olarak, arı kuram anlamına tamamen karşı olan “uygulama (pratik)”, kuram tanımının çok sık çeliştiği bir sözcüktür. Tıbbın uygulamalı yanı insanları sağlıklı yapmaya çalışıyor iken tıbbi kuram, sağlık ve hastalık doğasını ve nedenleri anlamaya çalışıyor. Bu örnek tıpta kuram ve uygulamanın bir ayrımıdır. Bu iki olay birbiriyle ilişkilidir ancak hasta iyileştirmeden araştırma yapmak ya da bu iyileştirmenin nasıl olduğunu bilmeden bir hastayı iyileşirmek olanaklıdır. Çağdaş bilimde, kuram, bilimsel kuram anlamı taşır ve bilimsel yöntem ile tutarlı bir biçimde yapılan ve çağdaş bilimin gerektirdiği ölçütlere uygun açıklamalardır. Kuram alanında bir bilim insanını anlamak için kuramının doğruluğunu olduğu gibi yanlışlığını da deneysel olarak kanıtlamak gerekir. Bilimsel kuramlarda bir şeyin hâla kanıtlanmamış olduğunu ya da düşüntülü olduğu varsayım sözcüğü ile belirtilir, kuram yaygın kullanımlarının tersine, bilimsel bilginin en güvenilir, titiz ve kapsamlı bir biçimidir. Bilimsel kuramlar kendi başına deneysel olarak sınanabilir. Varsayımlardan ve doğanın kesin koşulları altında nasıl davranış göstereceğini açıklayan bilimsel yasalardan ayrılırlar. Bir kuram düzgüler ne üzerine ise varsayılabilir. Bu hedefleri, düzgüleri ve ölçünleri belirler. Bir kuram bilgi tabanı oluşturabilir ve bu taban açıklayıcı modelleriyle uyuşmayabilir. Kuramsal yaklaşmak bu bilgi tabanını geliştirmektir. Kökenbilim. Teori sözcüğü Türkçeye Fransızca "théorie" sözcüğünden geçmiş olup, bu sözcükse Fransızcaya Yunanca "theoros" 'gözlemci, izleyici' sözcüğünden geçmiştir. "Kuram" sözcüğü Türkçe 'kurmak' kökünden türetilmiştir. Eski zamanlarda kullanımı. Teori (θεωρία, "theoria") sözcüğü Antik Yunan filozofisinden teknik terim olarak türetilmiştir. Günlük kullanımda kuram “dikkatlice bakmak, seyretmek” demekti. Teknik anlamı doğasal olayların kuramsal ve uzun uzun düşünülmüş açıklamalarına denk gelmektedir. Aynı doğasal filozoflar gibi dalgın ve düşüntülü anlayış içindeydiler ve aynı yetenekli yazıcı ve esnaflar gibi bilgiyi öğrenmenin pratik yolları aramaktaydılar. Kuram kelimesi İngilizcede 16. Yüzyıldan beri kullanılmaktadır. Kuramın modern kullanımı gerçek anlamından türetilmiştir ancak yeni anlamlar da kazanmıştır. Yine de kuram gerçek anlamından temel alınarak doğanın düşünülmüş ve rasyonel yanımıdır. İngiliz anlamına rağmen Yunancada daha olağan anlamları vardır. Görünen o ki θεωρία sözcüğü Yunan dilinde eski kayıtlara göre daha özel bir kullanıma sahiptir. Francis Comford “From Religion To Philosopy” kitabından Orphinclerin kuram sözcüğünü “tutkulu sempatik niyet” anlamında kullandıklarını öne sürmüştür. Pisagor sözcüğün anlamını matematik ve bilimsel bilginin tutkulu sempatik niyeti olarak değiştirmiştir. Çünkü o böyle bir entelektüel takipçiliği varoluşun en yüksek mertebesine ulaşma yolu olarak kabul etmiştir. Pisagor'un yüksek bir mertebeye çıkmak için kuramı, duyguları ve bedensel arzuları bastırarak düşünmeyi sağlamaktır. Buna göre kuram kelimesine kesin anlamını veren Pisagor, klasik ve modern anlamından farklı olarak, doğal düşünce ve pratik olduğunu söylemiştir. Resmi ve bilimsel biçimde kuramlar. Kuramlar belirli bir konuyu anlamak açıklamak ve gelecekle ilgili tahminler yapmak için kullanılan analitik araçlardır. Çok sayıdaki çeşitli konularda kuramlar vardır, sanat ve bilim gibi. Resmi bir kuram belirli bir içeriğe uygulanarak dilsel bir anlam yüklenirse anlamlı olur. Farklı alanlardaki kuramlar doğal dille ifade edilir, ancak genel formları daima matematiksel mantığın resmi diliyle aynı anlama gelecek şekilde oluşturulurlar. Kuramlar matematiksel, sembolik veya normal dille ifade edilebilirler ancak genellikle rasyonel düşünce ya da mantık prensiplerini takip etmeleri beklenir. Kuramlar tartışılan konu hakkında doğru önermelerle ilgili cümlelerle oluşturulurlar. Fakat bu cümlelerde herhangi birinin doğruluğu her zaman kuramın tamamına göre değişir (görecelidir). Bu yüzdendir ki bir kurama göre doğru olan bir önerme başka bir kurama göre yanlış olabilir. Buna göre “O çok kötü bir insan” önermesi kişinin kim olduğuna ve “kötü insan” kuramının ne olduğuna göre doğru ya da yanlış olarak kabul edilemez. Bazen iki kuram tamamıyla aynı açıklama gücüne sahiptirler çünkü aynı tahminlerde bulunurlar. Bu kuramlara, çiftine ayırt edilemez kuramlar denir ve ikisi arasındaki seçim uygunluğa veya felsefi tercihe indirgenir. Matematiksel mantıkta kuramlar formu resmi olarak incelenir, özellikle de model kuramında. Kuramlar matematikte incelendiğinde genellikle resmi bir dille ifade edilirler ve netice kuralları diye adlandırılan izlekler altında kapalı önermelerdir. Bunun özel bir durumu aksiyomatik kuramdır, aksiyomlardan ve netice kurallarından oluşur. Kuram ise bu aksiyomlara netice kurallarını uygulayarak türetilebilir. Uygulamalarda kullanılan kuramlar gözlemlenmiş görüngülerin alıntılarıdır ve sonuç olarak ortaya çıkan kuramlar gerçek dünyada karşımıza çıkan olaylarla örtüşürler. Göze çarpan örnekler arasında aritmetik(Sayılardan soyutlaşan kavramlar), geometri(uzay kavramları) ve olasılık(rastgelelik kavramı) sayılabilir. Gödel'in tamamlanmama kuramı gösteriyor ki, doğal sayıların ifade edilebilindiği tutarlı hiçbir kuram onunla ilgili bütün doğru önermeleri içeremez. Sonuç olarak, bazı bilgi tanım kümeleri matematiksel kuram olarak tamamen ifade edilemez. Fakat bu kısıtlama hiçbir şekilde bilimsel bilgiyi resmileştiren matematiksel kuramların oluşumuna ön aşama değildir. Belirsizlik. Eğer kuramı destekleyen bir kanıt varsa ve bu kanıta karşıt bir kuram mevcutsa ve bu kuram kanıtlara dayanıyorsa: kuram belirsiz (aynı zamanda kuram bilgisinde belirsizlik de denebilir) olur. Belirsizlik epistemolojik kanıt ve sonuç arasındaki ilişkinin durumudur. Kuramlar arası düşüş ve eleme. Eğer görüngü açıklamada ve öngörmede eski bir kuramdan daha iyi yeni bir kuram varsa yeni kuramın gerçekliği daha iyi açıkladığı inancında haklı olur. Buna kuramlar arası azalma denir çünkü eski kuramın terimleri yeni kuramınkilere azaltılabilir. Mesela, ışık, ses ve ısı ile ilgili geçmişte anladıklarımız bugün sırasıyla dalga sıkışmaları ve seyrelmeleri, elektromanyetik dalgalar ve moleküler kinetik enerji olarak azaltılmıştır. Birbiriyle ilişkilendirilen bu kuramlara interteoretik kimlikler denir. Eski bir kuramla yeni bir kuram bu şekilde paralelse aynı gerçekliği daha bütünsel bir şekilde açıkladığımız sonucuna varabiliriz. Yeni bir kuramın yeni terimleri eski kuramların terimlerini azaltmıyorsa, bunun yerine tamamen yeni terimler koyuyorsa bu aslında interteoretik elemenin yanlış yorumlanmasıdır. Örneğin kalorik sıvıyla ilişkili olarak ısı transferi anlayışı ortaya koyan eskimiş bilimsel kuram ısının enerji kuramı ortaya konunca elenmiş oldu. Ayrıca phlogiston maddesinin yanıcı ve yıpratıcı materyallerden açığa çıktığı bir madde olduğu kuramı oksijenin reaktivitesi incelendiğinde elimine edilmiştir. Felsefi kuramlar. Deneysel veri içermeyen kuramların bilimsel ve felsefi düşünce alanında olduğu gibi farklılıkları bulunur. En azından bazı temel felsefi önermelerin açıklamalarının doğruluğu bilimsel-deneysel gözlemlerle kesin olarak sınanamaz. Bazı çalışma alanları “kuram” olarak adlandırılır çünkü bunların amacı bir konuya alanın yaklaşımını açıklayan itirazlardır. Bu varsayımlar gerçek kuramın basit önermeleridir ve bu alanın beliti (aksiyom) olarak düşünülürler. Çoğunlukla bilinen örnekleri sayı kuramı ve set kuramıdır, yine de edebiyat kuramı, eleştirel kuram ve müzik kuramı da bazı çeşitleridir. Metakuramı. Felsefi kuramının çeşitlerinden birisi metakuramıdır. Metakuramı bir kuram hakkındaki konu ve meselelerle ilgilidir. Kısaca metakuramı bir kuram hakkındaki bir başka kuramdır. Metakuramlar diğer kuramların üst kuramlarıdır. Politik kuramlar. Politik kuramlar yasa ve hükûmet hakkındaki etik kuramlardır. Politik kuram konusunu genel bakış, özel etik, politik inanç ve tutum ya da siyasetten alır. Alt belirleme. Buna göre bir kuramı desteklemek için belirtilen mevcut kanıtların ışığında, ona zıt ve onunla tutarsız bir rakip kuram vardır. Bilimsel kuramlar. Bilimde kuram, genel gerçeklerin tekrarlanarak kabul gören gözlem ve deneyleri baz alınarak doğal dünyanın bazı görünüşlerinin iyi doğrulanmış açıklamalarıdır. Kuramlar aynı zamanda kesinlikle uzak düşüncelerle uyuşmalıdır, çürütülebilir tutarlı doğru bir bilimsel araştırma yapma yeteneği ve birçok bağımsız kaynaktan güçlü bir delil lehine kuram üretmek gibi. Bilimsel kuramın kuvveti çeşitli görüngülere göre çürütülebilir tahminler üretme yeteneğine göre ölçülebilir. Kuramlar daha çok delil toplandıkça geliştirilebilir (ya da daha iyisiyle yer değiştirilebilir): bu doğruluk artışı bilimsel bilgide artışa neden olur. Bilim adamları teknolojiyi keşfetmek, bir hastalığı tedavi etmek yani bilimsel bilgiyi ileri taşımak için kuramı bir dayanak olarak kullanır. Bilimsel kuruluşların açıklamaları. Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Bilim Akademisi bilimsel kuramları şöyle tanımlar: Kuramın resmi bilimsel tanımı kelimenin gündelik anlamından oldukça farklıdır. Doğanın geniş bir bölümünün kapsamlı açıklamalardan geldiğini destekler. Birçok bilimsel kuramın onları değiştirecek yeni bir kanıtı yoktur. Örneğin, hiçbir kuram Dünyanın güneş etrafında dönmediğini söyleyecek kanıtı yoktur. Bilimsel kuramların en kullanışlı özelliklerinden biri de henüz gözlenmemiş olan doğal olaylar veya olgular hakkında öngörülerde bulunmak için kullanılabilir olmasıdır. O kuruluşa ait olmayan başka bir tanım ise şöyledir: Bilimsel kuramlar doğada defalarca denenmiş ve teyit edilmiş olması gerekmektedir. Gerçek olgulara dayalı kuramlar sadece bir tahmin değildir. Onlar doğanın gerçekleridir. Biyolojik evrim kuramı “bir kuram”dan daha fazladır. Yerçekimini anlama çalışmalarımız hala devam etmektedir. Ama yerçekimi olgusu da, evrim gibi kabul edilen bir gerçektir. Filozofik bakışlar. Mantıklı pozitivistler bilimsel kuramları, çıkarım kuramları olarak düşünürler. Bu kuramların içeriği genel mantık sistemine ve aksiyomlara dayalıdır. Çıkarım kuramlarında herhangi bir ya da daha fazla aksiyomun mantıklı sonuçları bu kuramın bir ibaresidir. Bu, kuramın görülen gösterimi olarak söylenir. Kuramın alınan gösterimi yerini büyük ölçüde kuramın şematik gösterimi almıştır. Bu kuramlar bilimsel modelleridir. Gerçekliği gösterme niyetindeki mantıksal yapı model (“gerçeklik modeli”), bir şehrin ya da ilin bölgesinin grafiksel model haritasına benzetilir. Bu yaklaşımla, kuramlar önemli kıstasları dolduran özel kategori modelleridir. Fiziğin içinde. Fizikte kuram terimi genellikle matematiksel sistemlerde –elde edilmiş küçük temel muhasebe kurallarında (genellikle simetri, uzay veya zamandaki uzaklık eşitliklerinde, elektronlar arası özdeşliklerde vb.)– verilen fizik sistemleri kategorisinde deneysel tahminler üretmekte kullanışlı olurlar. İyi örneklerinden biri klasik elektromanyetizmadır, ayar simetrisinin Maxwell denklemleri denilen birkaç denklemle çevrelenmesidir. Kuramsal terimi. Eğer kuram çoktan güçlü bir delil ile yeterince destekletilmişse, bu kuramının kabulü için tüm ana tahminlerinin test edilmesine ihtiyaç duyulmaz. Örnek olarak önemli testler imkânsız veya teknik olarak zor olabilir. Sonuç olarak kuramları tahminlerinin kesinliği kabul edilmemiş ya da yanlış olduğu ispatlanmamış olabilir. Bu durumda bu tahminlerin sonuçları "kuramsal" kelimesiyle açıklanabilir. Bu tahminler zaman içerisinde test edilebilir ve eğer yanlışlarsa kuram reddedilir. Kuramın varsayım, olgu ve yasa ile ilişkisi. Bilimsel kuram kavramı açıklanırken sıklıkla varsayım kavramı ile karşılaştırılır. Varsayım, bilimin ilgi alanındaki bir konunun anlaşılması için -başlangıç olarak- sınırlı sayıdaki kanıta, geçmiş bilgilere veya gözlemlere dayanarak ileri sürülen, sınanabilir bir tahmin veya açıklamadır. Bir varsayım deneyler veya daha fazla gözlem yaparak desteklenebilir veya çürütülebilir. Örneğin bir psikolog, öğrencilerin çalışma disiplini ve anksiyete düzeyi arasındaki ilişkiye dair bir çalışma yapmadan önce "düzenli çalışan öğrencilerin anksiyeteden daha az acı çektikleri," biçiminde bir varsayım ortaya atabilir. Çalışma sonuçları bu varsayımı destekleyebilir veya çürütebilir. Benzer bir şekilde, deterjanların etkinliği ile ilgili bir deneyden önce "deterjanların temizleme gücü arasında fark yoktur" varsayımı ortaya atılabilir. Eğer deneyler sırasında belirli bir leke sadece bazı deterjanlar tarafından temizlenebiliyorsa bu varsayım çürütülmüş olur. Kuram doğal dünya ile ilgili belirli bir alanda sağlam temellere oturtulmuş ilkeler ve açıklamalar bütünüdür. Kuram bünyesinde farklı konularda pek çok kez 'sınanmış', desteklenmiş ve 'geniş şekilde kabul görmüş' varsayımları barındırır. Bunun dışında olguları ve bilimsel yasaları barındırır. Kuram açıklanırken olgu ve yasa kavramlarına da değinilmelidir. Bilimde olgu; gözlem, hesaplama ve deneylerle pek çok kez doğrulanmış ve bilinen tüm uygulamalı amaçlar için doğruluğu kabul edilmiş bir bilgidir. Örneğin kütlesel çekim farkı nedeniyle Dünya üzerinde 1000 Newton ağırlığında olan bir astronotun Mars üzerinde 380 Newton olacağı veya insan ile bonoboların DNA'larının %98,7 oranında aynı olduğu bilgileri bilimsel olgulardır. Bilimsel yasalar ise doğal dünyadaki herhangi bir durumun belirli koşullar altında nasıl gerçekleşeceğini açıklarlar. Örneğin Newton'un hareket yasalarının birincisine göre sabit hızla doğrusal hareket halindeki bir cisme etki eden bileşke kuvvet sıfır ise cisim aynı hızda doğrusal hareketine devam eder. Mendel'in kalıtım yasalarının üçüncüsüne (baskınlık yasası) göre heterozigotlarda (bir baskın, bir çekinik alelli genlerde) genin sadece baskın aleli fenotipte gözlenir ve çekinik alel gizli kalır. Bilimsel bir kuram; varsayım, olguların ve yasaların anlamlı bir bütün oluşturacak şekilde birleştirilmesinden oluşur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6347", "len_data": 14877, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 4.18 }
Organik LED "(Işık yayan diyot)" "organic light-emitting diode". Kodak şirketi tarafından geliştirilmiş bir teknolojidir. OLED'ler çoğunlukla düz ekran için kullanılmaktadır. LCD teknolojisine alternatif olarak sunulmaktadır. Normal operasyonda düşük enerji tüketmesi, ince ve hafif olması sayesinde son zamanlarda cep telefonlarında kullanımı yaygınlaşmıştır. Zamanla parlaklıklarını yitirdikleri şeklinde eleştiriler almaktadır. Gelişmekte olan ve gelecek vadeden bir teknolojidir. Işık yayan diyot(LED) familyasının son türü "Organic Light Emitting Device" ya da "Organic Light Emitting Diode" açılımına sahip bir akronimdir. "Organic Electroluminescent Device" (OEL) olarak da anılır. Tipik olarak iki elektriksel kontak(elektrot) arasında kalan ve ışık yayan bir dizi ince film organik katmandan oluşur. OLED'ler molekül ağırlığı düşük organik malzemeler (SM-OLED)veya polimer bazlı materyalden (PLED, LEP) oluşur. Farklı katmanlara sahip LCD'ler ve FED' lerden farklı olarak OLED'ler monolitik (tek katmanlı)dırlar. Çünkü yapılışı sırasında her katman diğeri üzerine kaplanarak yekpare olacak şekilde üretilir. Başlangıçta gösterge uygulamaları için geliştirilen OLED'ler parlak renkli görüntüleri ile düşük güçte geniş görüş açısı sağlayan ekranların yapılabilmesini sağladılar. LCD ekranlarda olduğu gibi bunlar için arkadan aydınlatma gerekmez. OLED'ler genelde cam üzerinde üretilirler ancak plastik ve kıvrılabilir malzeme üzerinde olabiliyorlar. Örneğin Universal Display'in yaptığı kıvrılabilir OLED modeli "FOLED" böyledir. Bu türden ekranların üretilmesinin ileride taşınabilir cihazlarda devrim yaratacağı konuşuluyor. Örneğin cebinizden bir kalem çıkarıyorsunuz. Çekince açılıyor, üzerine rulo şeklinde sarılmış ekran ortaya çıkıyor.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6350", "len_data": 1751, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.98 }
LED ("light-emitting diode", Işık Yayan Diyot), yarı-iletken, diyot temelli, ışık yayan bir elektronik devre elemanıdır. 1920'lerde Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti'nde icat edildi ve 1962 yılında Amerika'da pratik olarak uygulanabilen elektronik bir bileşen haline getirildi. Oleg Vladimirovich Losev adlı bir radyo teknisyeni radyo alıcılarında kullanılan diyotların ışık yaydığını fark etti ve 1927 yılında bir Sovyet gazetesinde LED hakkında buluşlarını yayımladı. Başlangıçta yalnızca zayıf kırmızı ışık verebiliyorlardı ama çağdaş ledler görünür ışık, morötesi, kızılötesi gibi çeşitli dalga boylarında, yüksek parlaklıkta ışık verebilir. Az enerji tüketimi, uzun ömür, sağlamlık, küçük boyutu ve hızlı açılıp kapanabilme gibi geleneksel ışık kaynaklarına göre birçok avantajı vardır. Ancak biraz daha pahalıdır. LED lamba ve dijital tabela gibi çeşitli alanlarda uygulanabilmektedir. Tarihçe. Keşifler ve ilk cihazlar. Elektrolüminesans bir doğa olayı olarak 1907'de Marconi Labs'tan İngiliz deneyci H. J. Round tarafından Silisyum karbür kristali ve kedi bıyığı dedektörü kullanarak keşfedildi. Rus mucit Oleg Vladimirovich Losev, 1927'de ilk LED'in buluşunu raporladı. Araştırması Sovyet, Alman ve İngiliz bilim dergilerinde dağıtıldı, ancak birkaç on yıl boyunca keşfin hiçbir pratik kullanımı yapılmadı. 1936'da Georges Destriau, çinko sülfür (ZnS) tozu bir yalıtkanda askıya alınıp üzerine alternatif elektrik alanı uygulandığında elektrolüminesansın oluşturulabileceğini gözlemledi. Destriau, yayınlarında genellikle lüminesanstan Losev-Işığı olarak bahseder. Destriau, aynı zamanda radyum üzerine araştırma yaparak lüminesans alanında ilk öncülerden biri olan Madam Marie Curie'nin laboratuvarlarında çalıştı. Macar Zoltán Lajos Bay, György Szigeti ile birlikte 1939'da Macaristan'da mevcut safsızlıklara bağlı olarak beyaz, sarımsı beyaz veya yeşilimsi beyaz ışık veren, bor karbür seçeneğiyle silikon karbür temelli bir aydınlatma cihazının patentini alarak LED aydınlatma'nın önünü açtı. Kurt Lehovec, Carl Accardo ve Edward Jamgochian bu ilk LED'leri 1951'de bir pil veya darbe üreteçli akım kaynaklı SiC kristalleri kullanan bir aparatı ve 1953'te bir çeşit, saf, kristalle karşılaştırmayı kullanarak açıkladı. 1955'te Radio Corporation of America'ndan Rubin Braunstein, galyum arsenit (GaAs) ve diğer yarı iletken alaşımlardan gelen kızılötesi emisyonu raporladı. Braunstein oda sıcaklığında ve 77 Kelvin sıcaklıktaki galyum antimonit (GaSb), GaAs, indiyum fosfit (InP) ve silikon-germanyum (SiGe) kullanan basit diyot yapılarının verdiği kızılötesi emisyonu gözlemledi. 1957'de Braunstein, ilkel cihazların kısa mesafelerde telsiz olmayan iletişim için kullanılabileceğini de gösterdi. Kroemer tarafından belirtildiği gibi Braunstein "...basit bir optik iletişim bağlantısı kurmuştu: Plakçalardan çıkan müzik, GaAs diyodunun ileri akımını modüle etmek için uygun elektronik devreler aracılığıyla kullanılmıştı. Çıkan ışık, biraz uzaktaki PbS diyodu tarafından tespit edildi. Bu sinyal ses yükselticiye beslendi ve hoparlör tarafından çalındı. Işının kesilmesi müziği durdurdu. Bu kurulumla oynarken çok eğlendik." Bu kurulum optik iletişim uygulamaları için LED'lerin kullanımının habercisiydi. Eylül 1961'de James R. Biard ve Gary Pittman Dallas, Teksas’ta Texas Instruments'da çalışırken GaAs altlık üzerine yaptıkları tünel diyodundan çıkan yakın-kızılötesi (900 nm) ışığını keşfettiler. Ekim 1961'de, GaAs p-n bağlantılı ışık yayıcısı ile elektriksel olarak yalıtımlı bir yarı iletken fotodetektör arasında verimli ışık yayılımı ve sinyal eşleşmesini göstermişlerdi. 8 Ağustos 1962'de Biard ve Pittman bulgularına dayanarak, ileri doğru bias altında kızılötesi ışığın verimli şekilde yayılmasını sağlamak için aralıklı katot kontaklı bir çinko-difüzyonlu p–n bağlantılı LED'i tanımlayan "Yarı İletken Radyant Diyot" başlıklı bir patent başvurusunda bulundular. General Electric Laboratuvarları, RCA Araştırma Laboratuvarları, IBM Araştırma Laboratuvarları, Bell Laboratuvarları ve Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'ndeki Lincoln Laboratuvarı'ndan önceki mühendislik not defterlerine dayanan çalışmalarının önceliğini belirledikten sonra Birleşik Devletler Patent ve Ticari Marka Ofisi iki mucite ilk pratik LED olan GaAs kızılötesi ışık veren diyodun patentini (A.B.D. Patenti US3293513 ) verdi. Texas Instruments (TI), patent başvurusunun hemen ardından kızılötesi diyot üretimi için proje başlattı. Ekim 1962'de TI, 890 nm ışık çıkışı yayan saf GaAs kristalini kullanan ilk ticari LED ürününü (SNX-100) duyurdu. Ekim 1963'te TI, ilk ticari yarı küresel LED olan SNX-110'u duyurdu. İlk görünür spektrumlu (kırmızı) LED, J. W. Allen ve R. J. Cherry tarafından 1961'in sonlarında Baldock, İngiltere'deki SERL'de gösterildi. Bu çalışma "Journal of Physics and Chemistry of Solids", Cilt 23, Sayı 5, Mayıs 1962, sayfa no 509–511'de bildirilmiştir. İlk cihazlardan bir başkası Nick Holonyak tarafından 9 Ekim 1962'de General Electric için Syracuse, New York çalışırken gösterildi. Holonyak ve Bevacqua bu LED'i 1 Aralık 1962'de "Applied Physics Letters" dergisinde raporladı. Holonyak'ın eski bir yüksek lisans öğrencisi olan M. George Craford, ilk sarı LED'i icat etti ve 1972'de kırmızı ve kırmızı-turuncu LED'lerin parlaklığını on kat artırdı. 1976'da T. P. Pearsall, optik fiber iletim dalga boylarına özel uyarlanmış yeni yarı iletken malzemeleri icat ederek fiber optik telekomünikasyon için ilk yüksek parlaklıkta, çok verimli LED'leri tasarladı. İlk ticari geliştirme. İlk ticari görünür dalga boylu LED'ler, akkor ve neon gösterge lambaları yerine yedi-segment göstergelerde, ilk önce laboratuvar ve elektronik test cihazları gibi pahalı ekipmanlarda daha sonra hesap makineleri, TV'ler, radyolar, telefonlar ve saatler gibi cihazlarda (sinyal kullanımları listesine bakın) kullanıldı. 1968 yılına kadar görünür ve kızılötesi LED'ler tanesi US$200 mertebeleri gibi çok pahalıydı ve bu nedenle pratikte çok az kullanıldı. 1962 ve 1968 yılları arasında Hewlett-Packard (HP), Howard C. Borden, Gerald P. Pighini yönetimindeki bir araştırma ekibi ile HP Associates ve HP Labs'te pratik LED'ler üzerinde araştırma ve geliştirme (Ar-Ge) yaptı. Bu süre zarfında HP, ilk kullanılabilir LED ürünlerini geliştirmek için Monsanto Şirketi ile işbirliği yaptı. Kullanılabilir ilk LED ürünleri, her ikisi de 1968'de piyasaya sürülen HP'nin LED ekran ve Monsanto'nun LED gösterge lambası idi. Monsanto, göstergelere uygun kırmızı LED'ler üretmek için 1968'de GaAsP kullanarak görünür LED'leri seri üreten ilk kuruluştu. Monsanto daha önce HP'ye GaAsP sağlamayı teklif etmişti, ancak HP kendi GaAsP'sini geliştirmeye karar verdi. Şubat 1969'da Hewlett-Packard, entegre devre (tümleşik LED devresi) teknolojisini kullanan ilk LED aygıtı olan HP Model 5082-7000 Sayısal Göstergeyi piyasaya sürdü. Bu, ilk akıllı LED ekrandı ve Nixie tüpü'nün yerini alarak dijital ekran teknolojisinde devrim yapıp sonraki LED ekranların temeli oldu. Özellikleri. Ayrıca Bağlantı şekilleri. Bağlantıların her birinde karışık led çeşitleri kullanılabilir. Her çeşidin kendine göre ileri ön-gerilimi vardır. Dolayısıyla böyle bir kullanımda tüm hesaplar ayrı ayrı yapılmalıdır. Seri bağlantıda 20 mA altında ledin ileri ön gerilimi bilinmelidir. N tane ledi birbirine seri bağlıyorsak ledlerin üzerinde toplamda U_ledT = X * U_led (ya da U_ledT = U_led1 + U_led2 + ... + U_ledN) Voltluk bir gerilim oluşur. Elimizde muhtemelen bir gerilim kaynağı olacaktır. Devreye seri olarak bağladığımız dirençte de geri kalan gerilim düşmelidir. Yani U_direnç = U_kaynak - U_ledT Led sisteminden 20 mA geçtiği bilinmektedir. Buna göre direnç hesaplanabilir: R (K ohm)= U_direnç (V) / 20 (mA) Türler. LED'ler farklı uygulamalar için farklı paketlerde yapılır. Gösterge veya pilot lamba olarak kullanılmak üzere tek minyatür cihazda tek veya birkaç LED bağlantısıyla paketlenebilir. LED dizisi, aynı pakette bir direnç, yanıp sönen veya renk değiştiren kontrol veya RGB cihazları için adreslenebilir kontrolör gibi kumanda devrelerini içerebilir. Daha yüksek güçlü beyaz ışık veren cihazlar, soğutuculara takılarak aydınlatmada kullanılır. Nokta matrisli veya çubuk biçimli alfanümerik göstergelerin kullanımı yaygındır. Özel paketler, yüksek hızlı veri iletişim bağlantıları için LED'lerin optik fiberlere bağlanmasına imkan verir. Minyatür LED. Bunlar çoğunlukla gösterge olarak kullanılan tek kalıplı LED'lerdir ve 2 mm'den 8 mm'ye kadar çeşitli boyutlarda, deliğe montajlı ve yüzeye montajlı paketlerde satılır. Tipik akım derecelendirmeleri yaklaşık 1  mA ile 20  mA arasındadır. Esnek bir destek bandına bağlı çoklu LED kalıpları bir LED şerit ışığı oluşturur. Yaygın ambalaj şekilleri arasında yuvarlak, kubbeli veya düz tepeli, üstü düz dikdörtgen (çubuk grafik ekranlarda kullanıldığı gibi) ve üstü düz üçgen veya kare vardır. Kapsülleme ayrıca zıtlığı ve görüş açısını iyileştirmek için şeffaf veya renkli olabilir. Kızılötesi cihazların, kızılötesi radyasyonu geçerken görünür ışığı engellemek için siyah bir tonu olabilir. Ultra yüksek çıkışlı LED'ler doğrudan güneş ışığında görüntülemek için tasarlanmıştır. 5 V ve 12 V LED'ler, 5V veya 12V kaynağa doğrudan bağlantı için seri direnci olan sıradan minyatür LED'lerdir. Yüksek güçlü LED’ler. Diğer LED'ler için onlarca mA ile karşılaştırıldığında, yüksek güçlü LED'ler (HP-LED'ler) veya yüksek çıkışlı LED'ler (HO-LED'ler), yüzlerce mA'den bir amper ve daha fazla akımlara kadar sürülebilir. Bazıları bin lümenin üzerinde ışık verebilir. 300 W/cm2 değerine kadar LED güç yoğunlukları elde edildi. Aşırı ısınma cihazı bozduğundan, ısı dağılımına izin vermek için HP-LED'ler bir ısı emici üzerine monte edilmelidir. HP-LED'den gelen ısı giderilmezse, cihaz saniyeler içinde arızalanır. HP-LED, genellikle el feneri içindeki akkor ampulün yerini alabilir veya güçlü bir LED lamba oluşturacak şekilde bir diziye yerleştirilebilir. Bu kategorideki bazı iyi bilinen HP-LED'ler, Nichia 19 serisi, Lumileds Rebel Led, Osram Opto Semiconductors Golden Dragon ve Cree X-lamp'dır. Eylül 2009 itibarıyla, Cree tarafından üretilen bazı HP-LED'ler artık 105lm/W'yi aşmaktadır. LED'lerin zaman içinde ışık çıkışında ve verimliliğinde üstel bir artış öngören Haitz yasası örnekleri, 2009'da 105lm/W değerine ulaşan CREE XP-G serisi LED ve 2010'da piyasaya sürülen 140lm/W tipik verimli Nichia 19 serisi'dir. AC beslemeli. Seoul Semiconductor tarafından geliştirilen LED'ler, DC dönüştürücü olmadan AC gücüyle çalışabilir. Her yarım döngü için, LED'in bir kısmı ışık yayar ve bir kısmı karanlıktır ve bu, sonraki yarım döngü sırasında tersine çevrilir. Bu tür HP-LED'in verimliliği tipik olarak 40lm/W'dir. Seri bağlı çok sayıda LED elemanı doğrudan hat voltajından çalışabilir. 2009'da Seoul Semiconductor, basit bir kontrol devresi ile AC gücünden çalıştırılabilen, 'Acrich MJT' adlı yüksek DC voltajlı bir LED piyasaya sürdü. Bu LED'lerin düşük güç dağılımı, onlara orijinal AC LED tasarımından daha fazla esneklik sağlar. Uygulamaya özel LED çeşitleri. Yanıp sönen LED. Yanıp sönen LED'ler, harici elektronik aksam gerektirmeden dikkat çekme göstergeleri olarak kullanılır. Yanıp sönen LED'ler standart LED'lere benzer, ancak entegre bir voltaj regülatörü ve LED'in tipik bir saniyelik bir süre ile yanıp sönmesine neden olan multivibratör devresi içerirler. Dağınık lensli LED'lerde bu devre küçük siyah bir nokta olarak görünür. Yanıp sönen LED'lerin çoğu tek renkli ışık yayar, ancak daha gelişmiş cihazlar birden çok renk arasında yanıp sönebilir ve hatta RGB renk karışımını kullanarak bir renk dizisinde solabilir. 0805 ve diğer boyutlardaki yanıp sönen SMD LED'leri 2019'un başından beri mevcuttur. İki renkli. Çift renkli LED'ler bir kasada iki farklı LED emiter içerir. Bunların iki türü vardır. Bir tipi, birbirine aynı iki uca antiparalel bağlı iki kalıptan oluşur. Bir yöndeki akım bir renk yayar ve ters yöndeki akım diğer rengi çıkarır. Diğer tip ise her iki kalıp için ayrı uçlara sahip iki kalıptan ve bağımsız olarak kontrol edilebilmeleri için ortak anot veya katot için başka bir uçtan oluşur. En yaygını iki renkli kombinasyon kırmızı/geleneksel yeşil'dir. Diğerleri kehribar/geleneksel yeşil, kırmızı/saf yeşil, kırmızı/mavi ve mavi/saf yeşildir. RGB üç renkli. Üç renkli LED'ler, bir kasada üç farklı LED yayıcı içerir. Her bir yayıcı, bağımsız olarak kontrol edilebilmeleri için ayrı bir kabloya bağlanır. Bir ortak uç (anot veya katot) ve her renk için ek bir uç ile dört uçlu bir düzenleme tipiktir. Diğerlerinin yalnızca iki ucu (pozitif ve negatif) vardır ve yerleşik bir elektronik denetleyiciye sahiptir. RGB LED'ler bir kırmızı, bir yeşil ve bir mavi LED'den oluşur. Üçünün her birini bağımsız olarak ayarlama yaparak, RGB LED'ler geniş bir renk gamı üretebilir. Özel renkli LED'lerin aksine, bunlar saf dalga boyları üretmez. Modüller, pürüzsüz renk karışımı için optimize edilmemiş olabilir. Dekoratif-çok renkli. Dekoratif-çok renkli LED'ler, yalnızca iki çıkış kablosuyla sağlanan farklı renklerde birkaç yayıcı içerir. Renkler, besleme voltajı değiştirilerek dahili olarak değiştirilir. Alfanümerik. Alfanümerik LED'ler yedi segmentli, yıldız patlaması ve nokta matrisi biçiminde mevcuttur. Yedi bölümlü ekranlar, tüm sayıları ve sınırlı sayıda harfi işler. Yıldız patlaması ekranları tüm harfleri görüntüleyebilir. Nokta matrisli ekranlar tipik olarak karakter başına 5×7 piksel kullanır. Yedi segmentli LED ekranlar 1970'lerde ve 1980'lerde yaygın olarak kullanılıyordu, ancak sıvı kristal ekranların artan kullanımı, daha düşük güç ihtiyaçları ve daha fazla ekran esnekliği ile sayısal ve alfanümerik LED ekranların popülaritesini azalttı. Kullanım alanları. Ledlerde mavi ışığın kullanılabilmesi ile RGB (Kırmızı Yeşil Mavi) aydınlatma mümkün olmuş ve birçok sektörde uygulama alanı bulmuştur. Özellikle Aydınlatma, sinyalizasyon ve mimari aydınlatma alanlarında diğer ışık kaynaklarının yerini hızla almaya başlamışlardır. Ledlerin enerji sarfiyatlarındaki düşüklüğünün en önemli sebebi kayıplarının az olmasıdır. Ayrıca ömürleri oldukça uzun olan bu diyotlar diğer ampuller gibi flaman taşımadıklarından dolayı hemen her koşulda sorunsuz kullanılabilirler. Bugün ulaşılan aydınlatma değerleri beyaz renk için 140 Lümen/Watt gibi oldukça yüksek bir değerle floresant lambaları geçmiş bulunmaktadır, Bazı prototiplerde 180 lümen/watt oranına ulaşılmıştır. Boğaz Köprüsü'nde 2008 yılında yapılan ışıklandırmada da LED teknolojisi kullanılmıştır. LEDler üzerlerine, yaydıkları ışığın frekansı ile aynı veya daha yüksek bir frekansta ışık düşürüldüğünde fotodiyot özelliği gösterirler. Bu özelliklerinden yararlanılarak elektronik cihazlarda tuş olarak da kullanılmaktadırlar.Makineler, TV ve monitörlerde de kullanılmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6352", "len_data": 14707, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.82 }
Piyanist, piyano çalan kişiye verilen ad. Bir piyanist, solo eserler veya ikinci pir piyanist ile birlikte dört el piyano eserlerini çalabildiği gibi bir orkestrayla veya bir oda müziği topluluğunun parçası olarak çalabilir ya da bir veya daha fazla şarkıcı veya çalgıcıya eşlik edebilir. Piyanistler klasik müzik, caz ve blues gibi geleneksel türlerin yanında popüler müzik, rock müzik, batı müziğinin temel aldığı 12 eşit aralıklı tampereman sistemine göre düzenlenmiş Türk sanat müziği parçaları da dahil olmak üzere farklı müzik türlerinde eserleri icra edebilirler. Ünlü piyanist besteciler. Müzik tarihinde piyano için çok ünlü eserler yaratmış ve hatta piyanonun evriminde rol oynamış olan piyanist besteciler vardır. Müziğin yapısında piyanonun baskın çıkmaya başladığı, müzik tarihinde "klasik dönem" diye adlandırılan dönemi en iyi temsil eden piyanist, Wolfgang Amadeus Mozart'tır. Mozart, keman, viyola ve orgun yanı sıra piyano icrasında döneminin üstün yorumcularından biri kabul edilirdi. La majör KV. 331 piyano sonatının Türk Marşı diye adlandırılan son bölümü, klasik müzik konserlerinde sık çalınan eserler arasındadır. Ludwig van Beethoven, modern piyano müziğinin temellerini atarak, piyanoyu derin duyguların ifadesi için bir araç haline getirmiştir. Müzik hayatının çoğunda Viyana piyanolarını kullanan Beethoven, beş oktavlı olan çalgının kapasitesinden tatmin olmamış, piyano üreticilerini daha dolgun ve etkili bir ses elde etmek için ikna etmeye çalışmıştır. Beş oktavlı Viyana piyanoları, Beethoven'ın 1803-1804 tarihli Waldstein Sonatı'ndan itibaren altı oktavlı olarak üretilmiştir. Bir Mozart hayranı olan Polonya asıllı Fransız besteci Frédéric Chopin, yaşamı boyunca çok az sahne almış ama dünyanın en büyük piyano virtüözlerinden biri olarak ün kazanmıştır. Sonat, vals, balad ve noktürn türünde solo piyano yapıtları veren Chopin; başka enstrümanlar için yazdığı eserlerde de mutlaka piyanoya yer verdi. Onun eserleri, pek çok konser piyanistinin konser repertuvarında yer alır. Macar besteci ve piyanist Franz Liszt, solo piyano resitali kavramını ortaya atan piyanisttir. 9 Haziran 1840'ta Londra'da dünyanın ilk piyano resitallerini verdi. Onun eserleri sayesinde piyano, bir salon çalgısı olmaktan çıkıp kuvvet ve sanatsal ifade açısından senfoni orkestrasına eşdeğer bir müzik çalgısına dönüştü. Clara Schumann, müzik dünyasında derin izler bırakmış 19. yüzyıl piyanistlerindendir. Eserleriyle romantik piyano repertuvarına katkı vermesinin yanında 1828-1889 arasında 61 yıl boyunca konserler veren sanatçı, müzik dünyasındaki toplumsal cinsiyet kalıplarını yıkmada etkili olmuştur. Bir Rus besteci ve orkestra şefi olan Sergey Rahmaninov, aynı zamanda 20. yüzyılın en ünlü piyanistlerindendir. Sanatçı, piyanist bir besteci olmasının getirdiği avantajla piyano eserlerine ayrıca özen göstermiş ve özellikle piyano konçertoları, piyano edebiyatının en önemli eserleri arasında yer almıştır. 1901'de Moskova Filarmoni Orkestrası eşliğinde seslendirdiği İkinci Piyano Konçertosu, onu dünyaya tanıtan eserdir. Fransız besteci Ravel, piyano tekniğine yenilikler getirmiş bir piyanisttir. 1901'de bestelediği; su sesini, şelale ve akarsulardaki suyun düşerken çıkardığı sesleri sembolize eden "Jeux d’eau" (Su Oyunu) adlı eseri, müzikte empresyonizmin ilk örneği idi. Ravel'in adı müzik tarihinde genellikle müzikte empresyonizmin temsilcisi kabul edilen ve bir piyano bestecisi olarak tanınan Fransız müzisyen Claude Debussy ile birlikte anılmıştır. Debussy, besteciliğinin yanı sıra yaşadığı dönemde popüler bir konser piyanisti idi. Piyanodaki seksen sekiz tuşun her birine, orkestrasını yöneten şef gözüyle yaklaştı ve orkestranın renklerini piyanoya yansıtan bir yazım tekniği yarattı. Piyanoyu vurmalı bir enstrüman olduğunu göz ardı ederek icra ettiği gibi, kendi eserlerini yorumlayanların da piyanonun tokmakları yokmuş gibi çalmalarını istedi; piyanistlerin hem parmak hem de pedal inceliklerini uygulamasını sağlayan eserler verdi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6354", "len_data": 3980, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.51 }
Liserjik asit dietilamid, kısaca LSD ya da LSD-25 veya halk arasında bilinen ismi ile asit, tatsız, kokusuz yarısentetik psikoaktif bir halüsinojendir. İlk olarak 1938 yılında Albert Hofmann tarafından çavdar mahmuzunda bulunan ergotaminden sentezlenmiştir. Günümüzde ve tarih boyunca genellikle keyif verici olarak veya ruhani amaçlar için kullanılmıştır. 1960'ların karşı kültüründeki yeri sebebiyle çok yaygın olarak bilinir. Açık ve kapalı göz halüsinasyonları, değişen boyutsal zaman algısı, sinestezi etkisi, ruhani deneyimler ve değişen düşünce süreci gibi psikedelik etkileri vardır. Ayrıca göz bebeklerinin büyümesi, taşikardi, yüksek tansiyon ve vücut ısısının artması, terleme, iştah kaybı, ağız kuruması gibi fiziksel etkilere neden olur. Bilim ve tıp dünyasının görüşüne göre bağımlılık yapma potansiyeline sahip değildir. Ön beyinde 5-HT2A ve diğer alakalı reseptörlerinin doğrudan agonistidir ve bu serotonejenik etkiye yol açar. D2 reseptörlerinde de benzer etkileri olması LSD'nin aynı zamanda dopaminerjik özelliklerine sebep olur. LSD; oksijen, morötesi ışık ve çözelti içinde klora karşı duyarlıdır ve ışık ve nemden uzak tutulursa uzun yıllar dayanabilir. Saf haliyle kokusuz, renksiz ve hafif acı bir tada sahip kristal yapılı bir moleküldür. LSD yaygın olarak emici kurutma kağıdı, jel tabletler, şeker küpü veya jelatin üzerine dökülerek satılır ve dil altı veya ağız yoluyla alınır. Eşik dozu 20-30 mikrogram olan LSD'nin, alınan doza göre bakıldığında en güçlü halüsinasyon gördüren maddelerden biri olduğu kabul edilmektedir. Halüsinasyon gördüren mantarlardan 100 kat, Meskalin'den 4.000 kat daha güçlüdür. Ancak LSD çok düşük dozlarda, bu maddeler ise LSD'ye kıyasla çok daha yüksek dozlarda alındıklarından ötürü etkileri birbirlerine benzerdir. LSD dünyanın çoğu ülkesinde yasaklı bir maddedir, ancak denetleyici yasalar ülkeden ülkeye farklılıklar gösterir. Aynı zamanda LSD'nin tıbbi kullanımı bazı ülkelerde yasal olup, madde hakkında bilimsel araştırmaların yürütülmesine karşı çoğu ülkede engeller de yoktur. Tarihçe. Albert Hofmann, LSD'yi ilk defa 16 Kasım 1938 tarihinde tesadüfen sentezler. Hoffman, 1943 yılında, LSD'nin fizyolojik ve ruhsal etkilerini kendi üzerinde denemiş ve gözlemlerini "My Problem Child" adlı kitabına yazmıştır. 1947 yılında Santos Laboratuvarları tarafından "Delysid" adıyla çeşitli psikiyatrik kullanım amaçlarıyla piyasaya sürülmüş bir ilaçtır. LSD hızlı bir şekilde umut veren bir tedavi ajanı olarak görüldü. CIA, 1950'lerde LSD'yi kimyasal silah ve akıl kontrolü için uygulanabilir olduğunu düşündü ve MKULTRA araştırma programı kapsamında genç askerler ve öğrenciler üzerinde denendi. Sonrasında 1960'larda Batı dünyasındaki genç nesil tarafından eğlence amaçlı kullanıldı. Genellikle renkli, parlak ve üzerinde çoğu zaman desenler veya resimler bulunan kâğıt tabakalarına emdirilmiş olarak satılır. Sıvı olarak jelibon veya şekerlere de damlatılabilir. Son zamanlarda bant ya da çıkartma benzeri parçaların da işlendiği ortaya çıkmıştır, vücuda yapıştırılan bant LSD'nin vücut ısısı etkisiyle kana karışması sonucu etkisini gösterir. LSD'nin sokaktaki veya zamana göre değişik formlarını tanımlamak amacıyla her dozda ve tabakada değişik tasarımlar olduğu görülmüştür. 1969'dan beri yaklaşık 200 farklı LSD tableti, 1975'ten beri ise 300'ü aşkın farklı kağıt tasarımı bulunmuştur. Etkiler. LSD'nin etkileri, alınmasını izleyen 20-60 dakika içinde başlar ve 6-12 saat sürebilir. Etkiler, doz seviyesine, yaşa, vücut ağırlığına, maddeye karşı toleransa ve alan kişinin içinde bulunduğu çevre ve duygu durumuna göre çok değişken olabilir. Fiziksel etkiler. Gözlemlenebilen fiziksel etkiler; göz bebeklerinin büyümesi, kalp atışındaki artış, kan basıncının ve vücut ısısının artması, terleme, iştah kaybı, uyku, ağız kuruması ve titreme olarak belirtilebilir. Ayrıca beyinde serotonin hormonunun salınımına sebep olduğundan dolayı serotonin hormonları kaslara etki eder ve bunun sonucu kullanıcılar etkisindeyken çene kaslarının aşırı kasılması sonucu ağızlarını sıkı tutarlar, diğer vücut kaslarında uyuşukluk da görülür. Duyusal etkiler. Kullanıcılar sıkça yoğun renkler, bozulmuş şekiller ve ölçüler ve eşyaların hareket ettiklerinin görüldüğünü belirtmişlerdir. Seslerin bozulması ve yer ve zaman algılamadaki değişimlerde belirtilen ortak tecrübelerdir. Yüksek dozlarda sinestezi olarak bilinen, bir duyunun uyarımının otomatik olarak başka bir duyu algısını tetiklemesi gözlemlenebilir. Albert Hofmann'ın da aralarında bulunduğu bazı kullanıcılar ağızlarında metalik bir tat hissettiklerini de not etmiştir. Psikolojik etkiler. LSD'nin en önemli etkilerinden biri, halk arasında "trip" olarak da adlandırılan görsel halüsinasyonlara ve yanılsamalara yol açması, algılama yapısını değiştirmesi ve kullanan kişiyi gerçeklikten uzaklaştırmasıdır. Buna rağmen psikolojik etkiler ve hissedilen duygular büyük oranda alınan doz ile beynin bu halüsinasyon ve duyusal değişiklilere verdiği tepki ile alakalıdır. İyi geçen deneyimler keyif verici ve uyarıcı etkilere sahip olup, kullanan kişide, yükselme veya süzülme hissi, neşe ve öfori, açık bir zihne veya süper güçlere sahip olduğu inancı ve kendini tutmanın azalması gibi durumların oluşmasına neden olabilir. Kötü deneyimler ise "bad trip" olarak adlandırılır ve umutsuzluk, paranoya, tedirginlik ve endişe, zarar verme isteği gibi etkilere yol açabilir. Riskler. Şimdiye kadar aşırı doz kullanımından herhangi bir ölüm rapor edilmemiş olmakla beraber, kullanıcılara LSD olarak 25-i NBOMe verilmesi sonucu ölümler olmuştur. Aynı zamanda maddenin bağımlılık yapmadığı görüşü tıp dünyasında hakimdir. LSD maddesinin esas riskleri çoğunlukla psikolojik ve kısa sürelidir. Bad trip. "Bad trip" olarak da adlandırılan akut negatif tecrübeler LSD kullanımı ile anılan en belirgin risklerden biridir. Bad trip, ilk kez kullananlarda veya deneyimli kullanıcılarda görülebilir, ancak ne zaman oluşacağını kestirmek mümkün değildir. Özellikle uygun olmayan mekanlarda doz ayarlamasının yanlış yapılması sonucu yaşanabilir. Yabancı, yoğun veya karışık ortamlarda tetiklenmesi daha sık görülür. Hoş olmayan ve korkunç tecrübeler daha çok kullanan kişi zaten tedirgin veya melankolik ise yaşanmaktadır. Böyle bir kimse paniğe kapılabilir ve paranoya yaşar. LSD merak edilir ve özenilecek etkisi göz önünde bulundurulduğunda kayıtlara geçen kötü deneyimlerin sayısı 1960'lı yılların medya konusu olmasıyla büyük oranda artmıştır. Kötü yolculuk tecrübeleri, medyanın ilgisinin 1960'ların sonuna doğru gittikçe azalmasıyla beraber düşmüştür. Diğer yandan 1970'li yıllarda LSD kullananların sayısı artmaya devam etmiştir. Akıl sağlığı. LSD kullanımı çoğu zaman önceden tahmin edilemeyen bazı akıl sağlığı riskleri ile beraber anılmaktadır. Klinik araştırmalar incelendiğinde, LSD'nin kronik problemsel etkileri yaşandığı takdirde, çoğunlukla zaten var olan, madde alımından önce de mevcut psikolojik sorunlardan kaynaklanmaktadır. Örneğin ailesinde şizofreniye yatkınlığı olan kullanıcılarda psikoza girme olasılığı LSD kullanımı ile artarken, sağlıklı bireylerde böyle bir bağlantı bulunmamaktadır. Nadir de olsa bir LSD fenomeni olan “"flashback"” (geriye dönüş) ciddi negatif sonuçlar yaratabilir. Bu durumu yaşayan kişilerde LSD'nin etkilerinin geçmesinden çok sonra bile LSD kullandıkları zaman yaşadıkları deneyimleri yeniden hatırlama ve yaşama gözlemlenir. Bu durum için “halüsinasyonların sebep olduğu algılama bozukluğu” adlı bir hastalık terimi geliştirilmiştir ve üzerinde gerçekleştirilen çalışmalar devam etmektedir. Ayrıca LSD etkisi altındaki bireylerin telkinlere çok daha itaatkâr cevap verdikleri ve kendilerine sunulan ifadeleri daha kolay kabul ettikleri gözlemlenmiştir. Yasal durum. Birleşmiş Milletler'in 1971'de kabul ettiği Psikotrop Maddeler Sözleşmesi, sözleşmeyi imzalayan tarafların LSD'yi yasaklamasını şart koşmuştur. Bu nedenle, Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, Yeni Zelanda ve Avrupa'nın çoğu dahil olmak üzere sözleşmeye taraf olan tüm ülkelerde yasa dışıdır. LSD ile yapılan tıbbi ve bilimsel araştırmalara ise 1971 BM Sözleşmesi kapsamında izin verilmiştir. Ancak, bu yasaların uygulanması ülkeden ülkeye değişiklik gösterir. Örneğin LSD kişisel tüketim için Meksika gibi ülkelerde yasadışı olmasına rağmen suç olmaktan çıkartılmışken, Çekya gibi ülkelerde LSD bulundurmanın cezası araba yanlış park edildiğinde alınan ceza ile eşdeğer yaptırımlara sahiptir. ABD ve bazı diğer Batı ülkelerinde daha ağır cezalar bulunmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6357", "len_data": 8477, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.69 }
Miniatürk ya da Minyatür Türkiye Park; Türkiye'deki çeşitli yapıtların maketlerinin sergilendiği, Beyoğlu, İstanbul'daki 60.000 metrekarelik alanda kurulu olan dünyanın en geniş alana kurulu minyatür parkıdır. Haliç kıyısında bulunan eski bir park alanında konumlanmıştır. 30 Haziran 2001 tarihinde temeli atılan Miniatürk, 2 Mayıs 2003 tarihinde ziyarete açılmıştır. Genel Bilgi. Miniatürk, "Büyük Ülkenin Küçük Bir Modeli" sloganıyla yola çıkmış; içerdiği eserler, sunduğu hizmetlerle turistik bir gezinti parkı, minyatür parkı olmuştur. Tarihin farklı çağlarından ve medeniyetlerinden bilinirlik, dönemini temsil ve maketi yapılabilirlik ölçütlerine göre seçilmiş 137 mimari eserin, 1/25 oranında küçültülmüş modelleri yapılmıştır. Bu eserler Hitit, Eski Yunan, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi mimarisini ve kültürünü temsil eden yapılardır. Miniatürk, sesli rehber sisteminin ilk kez uygulandığı yerdir. Her modelin yanında bulunan bilgilendirme kartları ve mobil uygulama sayesinde ziyaretçiler eser hakkında dokuz dilde (Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Rusça, Arapça, Farsça, Japonca) bilgi edinebilmektedir. Miniatürk, turistlerin dışında özellikle okulların tercih ettiği bir gezi yeridir. Okullar, Miniatürk'ü kültürel aktivite, kültür gezisi vb. amaçlarla ziyaret etmektedirler. Öğrencilerin Miniatürk'teki ziyaretleri onların eski çağdan günümüze Türk ve dünya kültürünü, sanatını, mimarisini tanımalarına ve öğrenmelerine imkân sağlamaktadır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından işletilmekte olan minyatür parkı, tüm yıl açık bir açık hava müzesidir. Müze arazisi dâhilinde İSPARK tarafından işletilen 300 araçlık bir otopark bulunmaktadır. Tarihçe. Miniatürk, 2 Mayıs 2003 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından tamamlanarak ziyarete açılmıştır. Geçmişten günümüze bu topraklarda hüküm sürmüş tüm medeniyetlerin kültürlerinden gelen mimari mirası bir araya getirmesiyle Türkiye'nin Vitrini olmuştur. Beyoğlu, İstanbul'da yer alan Miniatürk 60.000 metrekareden oluşmaktadır. Alanın 15.000 metrekaresinde maketler yer alırken geri kalan kısımda ise kafeterya, otopark, çocuk oyun parkı, hediyelik eşya alanı, feribot, açık hava gösteri alanı, restoran, gezi treni ve daha birçok interaktif alan bulunmaktadır. Miniatek eğlence alanına bakıldığında İstanbul simülasyon helikopter turu, labirent ve satranç alanları ve Ters Ev gibi ziyaretçilerin hem güzel vakit geçirmesine hem de kültür hakkında öğrenmesine imkan sağlayan bir park olduğu görülür. İçerisinde 3000 yıllık uygarlıkların izlerini taşıyan Miniatürk, turistik bir yer olmasının yanı sıra kültür ve sosyal sorumluluk projesidir. Miniatürk'te Antik Çağ, Selçuklu, Roma, Bizans, Osmanlı gibi coğrafyalardan bir araya getirilen tarihî eserler sergilenmekte ve Türkiye ve Osmanlı coğrafyasından seçilmiş olan 139 mimari eserin 1/25 oranına göre küçültülmüş minyatür modellerine yer verilmektedir. Eserlerden 64'ü Anadolu'dan, 62'si İstanbul'dan ve 13'ü Türkiye sınırları dışında kalan Osmanlı'dan seçilerek minyatür modelleri oluşturulmuştur. Sadece Türkiye ve kültürüyle sınırlı kalmadan Anadolu'nun oluşmasında payı olan tüm değerlere de sahip çıkarak yaşanmışlıkların izlerini taşır. Bu sebeple müze, minyatür eserleriyle beraber, ziyaretçilerine gezi sırasında bütün ülkeyi dolaşmış hissini vermeyi başarır. Miniatürk'ün bir kısmında kervansaraylar, köprüler, türbeler, külliyeler, kaleler saraylar, surlar, heykeller, anıtlar, camiler, medreseleri kiliseler, garlar, yalılar, dikilitaşlar ve sinagoglara yer verilmiştir. Diğer kısmında ise Pamukkale ve Peri Bacaları gibi doğal oluşumlara yer verilmiştir. Bu alanda ayrıca, Anadolu'da inşa edilmiş olan ancak bugün yerinde olmayan, dünyanın Antik Çağ'daki yedi harikası arasında denebilecek Halikarnas Mozolesi ve Artemis Tapınağı da sergilenmektedir. Eğlence Alanları. Miniatürk, ziyaretçilerin keyifli vakit geçirmeleri için alan dâhilinde bazı eğlence noktaları oluşturmuştur. 1. Mini Stadyum: 53.000 seyirci kapasiteli, özel localara sahip, modern ve interaktif bir stadyumdur. Stadın önünde Trabzonspor, Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş bayrağıyla kaplanmış dört para atma noktası bulunmaktadır. Ziyaretçi para attığında belirli bir süre için stadın ışıkları yanar, takımın marşı çalar, bayrağı ekranda dalgalanır, futbolcuları sahaya çıkar; marş sona erdiğinde ise futbolcular soyunma odalarına döner. 2. Kumandalı Tekne: Ziyaretçiler havuzdaki teknelerin dümenini çevirerek dolaştırabilir veya yarışabilirler. 3. Feribot: Büyük havuzda bir uçtan bir uca yolculuk eden Topkapı Feribotu hareketli modellerden biridir. 4. Miniatürk Gezi Treni: Alan dâhilinde belirli bir rotada dolaşan yirmi kişilik bir tren bulunmaktadır. 5. Masal Ağacı: Altı farklı masal anlatan hareketli bir eğlence aracıdır. 6. Labirent Park ve Satranç Alanı: Çocuklar için tasarlanmış bir labirent ve satranç alanı bulunmaktadır. 7. Flyride Helikopter Turu Simülasyonu: Türkiye ve İstanbul turu seçeneklerine sahip; rüzgâr, yağmur, kar, dokunma gibi realistik efektlerle zenginleştirilmiş üç boyutlu helikopter ve kara çekimlerinden oluşan bu simülasyonla ziyaretçiler gerçekçi bir tecrübe edinebilmektedirler. 8. Miniatürk Osmanlı Fotoğrafçısı: Ziyaretçilerin Osmanlı temalı fotoğraflar çektirebilecekleri bir yerdir. Müzeler. Miniatürk'ün içinde Zafer Müzesi ve Kristal İstanbul Müzesi bulunmaktadır. Zafer Müzesi: Millî Mücadele'yi anlatan bir panorama müzedir. İçeride ses ve ışık efektleriyle desteklenmiş, cepheleri gösteren maketler bulunmaktadır. Ayrıca Atatürk temalı bir fotoğraf sergisi de vardır. Kristal İstanbul: İstanbul'daki muhtelif mimari yapıların, kristal cam içine lazerle işlenerek oluşturulmuş resimlerinin sergilendiği bir müzedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6360", "len_data": 5718, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.47 }
Ahmet Kenan Evren (17 Temmuz 1917, Kula, Manisa - 9 Mayıs 2015, Ankara), Türk asker, devlet adamı ve ressam. Türk Silahlı Kuvvetlerinin 17. Genelkurmay Başkanı, 12 Eylül Darbesi sonrası Türkiye'nin Devlet Başkanı (1980-1982) ve 7. Cumhurbaşkanıdır (1982-1989). Ayrıca 1982 yılında kurulan Mehmetçik Vakfının kurucularındandır. 1998 yılında "Atatürk" adlı yağlı boya tablosunun 105 milyar liraya satılmasıyla dönemin yaşayan en pahalı Türk ressamı olmuştur. Osmanlı Devleti'nin vatandaşı olarak doğmuş son Türkiye cumhurbaşkanıdır. Maltepe Askerî Lisesi, Kara Harp Okulu, Topçu Okulu ve Kara Harp Akademisini bitirdi. Türk Silahlı Kuvvetlerinin çeşitli kademelerinde görev yaptı. Ordu Komutanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığından sonra 7 Mart 1978'de Genelkurmay Başkanı oldu. Görevi sırasında 12 Eylül 1980 günü gerçekleştirdiği askerî darbeyle Devlet Başkanlığı ve Millî Güvenlik Konseyi Başkanlığı görevlerini de üstlendi. 1982'de kendisi ve diğer Millî Güvenlik Konseyi üyesi komutanların aralarında topladıkları biner TL ile Mehmetçik Vakfını kurdu. 7 Kasım 1982'de halkoyuna sunulan ve %91,37 oy oranı ile kabul edilen yeni anayasa ile Türkiye Cumhuriyeti'nin yedinci cumhurbaşkanı olarak göreve başladı. Okuma yazma oranının yükseltilmesi, kız çocuklarının mutlaka okutulması, nüfus artış hızının azaltılması, okul yapımının çoğaltılması için başlattığı "Kendi okulunu kendin yap." kampanyası için çalıştı. 9 Kasım 1989'da görev süresini tamamlayarak Marmaris'e yerleşti. Cumhurbaşkanlığından sonra anılarını ve diğer kitaplarını yazarak, resim yaparak, kişisel resim sergileri açarak, ziyaretleri kabul ederek, ziyaretlerde bulunarak, balolara katılarak ve kurduğu "Kenan Evren Eğitim Kültür Vakfı" ile ilgilenerek günlerini geçirdi. 1990'da Atatürk Uluslararası Barış Ödülü'ne layık görüldü. 1990-1991 yıllarında kendi yazdığı ve 6 ciltten oluşan Kenan Evren'in Anıları adlı otobiyografisini yayımladı. 18 Haziran 2014 tarihinde Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından; 12 Eylül 1980'de dönemin Başbakanı Süleyman Demirel'e muhtıra vermek, T.C. Anayasası'nı ve Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya ve görevini yapmasını engellemeye teşebbüs suçundan müebbet hapis cezası verilmesine ve orgenerallik rütbesinin erliğe düşürülmesine karar verildi. Ankara 10. Ceza Mahkemesi'nin mahkûmiyet hükmü temyiz edilmiş ancak 24 Kasım 2014 itibarıyla Yargıtay sürecine henüz başlanmamıştı. Evren ve Tahsin Şahinkaya'nın ölümlerinin ardından Yargıtay süreci devam eden kamu davası düşmüş oldu, kararlar kesinleşmedi. Yıllar sonra, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrası; Evren'in ifadesini alan dönemin Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili, Evren ve Şahinkaya'ya dava açan dönemin Ankara Cumhuriyet Savcısı, açılan davaya ilk bakan hâkimler ve iddia makamında bulunan savcılar, "Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) soruşturması" kapsamında meslekten ihraç edildi. Daha sonra bazıları yargılandı ve mahkûm oldu. 9 Mayıs 2015'te tedavi gördüğü Gülhane Askerî Tıp Akademisinde 97 yaşında öldü. İlk yılları, eğitimi ve askerlik kariyeri. İlk yılları. Kenan Evren, Arnavut kökenli Hayrullah Evren (1877-1957) ve Bulgaristan Türkü Naciye Evren'in (1885-1983) dördüncü ve son çocuğu olarak doğdu. Nüfus cüzdanı, doğduktan 6 ay sonra Alaşehir'de alındığı için resmiyette 1 Ocak 1918'de Alaşehir'de doğduğu yazsa da sonradan yaptığı araştırmalara göre Evren, 17 Temmuz 1917 tarihinde Kula'da dünyaya geldi. Babası Hayrullah Evren bugün Sırbistan'da bulunan Preşova kasabasından İstanbul'daki amcasının yanına yerleşmiş, Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) Teşkilatında aşar kontrol memuru olarak görev yapmıştı. Anne tarafı ise Bulgaristan'ın Ziştov kentinden göç ederek Soma'ya yerleşmişti. Kadir Gecesi doğduğundan dolayı Evren'e "Kadir" adı verildi, on beş gün kadar adı "Kadir" olarak kaldı. Ağabeyi Ragıp'ın isteği üzerine babası, "Kadir" adından vazgeçip Evren'e "Ahmet Kenan" adını koydu. 15 Mayıs 1919'da Yunanlar İzmir'e asker çıkararak Anadolu içlerine doğru Osmanlı topraklarını işgale başladığında Evren ve ailesi Alaşehir'deydi. Yunanlar Alaşehir'e yaklaştıklarında Evren'in ailesi Alaşehir'i terk edip Denizli'ye göç etti. O tarihte at ve katır üstünde gerçekleşen göç sırasında Evren, henüz iki yaşındayken, kuvvetli bir ishale yakalandı. Annesi, Evren'i sırtında ve kucağında taşımaktan bitap düşüp oğlunun öleceğini tahmin ederek onu yolda bırakmayı dahi düşünmüşse de bırakmadı ve Evren ailesi Denizli'ye yerleşti. Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasından sonra Evren'in babası önce Bergama'ya, sonra Muğla'ya tayin edildi. Aile Muğla'ya geçti. Eğitimi. Kenan Evren, 7 yaşındayken Muğla'da ilkokula başladı. Birinci sınıfı burada okudu. Daha sonra babasının tayini Alaşehir'e çıktı. İlkokulun diğer sınıflarını Alaşehir'de, ortaokulu Manisa'da okudu. Bu dönemde yaşanan Menemen Olayı kendisini etkiledi, ilk portre resmini Mustafa Fehmi Kubilay'ın resmi olarak yaptı. Evren, liseyi Maltepe Askerî Lisesinde okudu. 1938'de Kara Harp Okulunu bitirerek topçu asteğmen oldu. Topçu Okulunda iken Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümü kendisini derinden etkiledi. Anıları'nın ilk cildinde Atatürk'ün ölümünden bahsetti. Şubat 1939'da teğmen oldu. 1940'ta Topçu Okulunu bitirdikten sonra çeşitli birliklerde görev yaptı. Ağustos 1942'de üsteğmenliğe yükseldi. 1946 yılına kadar çeşitli topçu birliklerinde Batarya Takım Komutanı ve Batarya Komutanı olarak görev yaptı. 1946 yılında girdiği Kara Harp Akademisini 1949 yılında kurmay yüzbaşı olarak bitirdi. Askerlik kariyeri. Kara Harp Akademisini bitirdikten sonra Genelkurmay Eğitim Şubesi kısım amirliği, 1. Ordu Harekât Dairesi başkan yardımcılığı yaptı, Kara Harp Akademisinde öğretmenlik etti. 1958-1959 yıllarında, Kore Savaşı'nın ardından Güney Kore'de kalan Türk Tugayında harekât ve eğitim şube müdürü ve kurmay başkanı olarak görev aldı. Türkiye'ye döndükten sonra 1959-1961 arasında Ordu Donatım Okulu kurmay başkanlığı ve 2. Ordu harekât eğitim başkanlığı görevlerini üstlendi. O sırada 27 Mayıs Darbesi'yle ordu yönetime el koymuştu. 227. Piyade Alayı komutanlığı, 9. Kolordu kurmay başkanlığı, Kara Kuvvetleri Okullar Dairesi başkanlığı yaptı. 1964'te tuğgeneral, 1967'de tümgeneral oldu. 58. Er Eğitim Tümeni komutanlığı ve 2. Ordu kurmay başkanlığı görevlerine atandı. 1970'te korgeneralliğe yükseldi. 1970-1972 arası Trabzon'da 11. Kolordu komutanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Denetleme Kurulu başkanlığı görevlerinde bulundu. 1974'te orgeneral olarak Genelkurmay İkinci Başkanlığına getirildi. 1976 ile 1977 yıllarında Ege Ordusu komutanlığı görevinde bulundu. Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun'un 1 Haziran 1977'de, Kanlı 1 Mayıs'tan (1 Mayıs 1977) sonra darbe girişiminde bulunacağı iddiasıyla, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel tarafından 200 asker ile birlikte resen emekliye sevk edilmesiyle Kenan Evren'e Genelkurmay Başkanlığı yolu açıldı. Gelecekteki Genelkurmay Başkanı olmasına kesin gözüyle bakılan Ersun'un emekliye ayrılması Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki dengelerin ve kıdem geleneğinin bir anda altüst olmasına neden oldu. Bu karışık dönem nedeniyle Genelkurmay Başkanı Semih Sancar'ın görev süresi bir yıl uzatılırken bu arada Kara Kuvvetleri Komutanlığına gelecek yani bir yıl sonra Genelkurmay Başkanı olacak isim konusunda bir anlaşmazlık baş gösterdi. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, 1. Ordu Komutanı Adnan Ersöz’ü isterken Başbakan Demirel 3. Ordu Komutanı Ali Fethi Esener’in Kara Kuvvetlerinin yeni komutanı olmasını istedi. Ancak Ne Demirel ne de Korutürk geri adım atınca her iki komutan da görev süreleri bittiğinden 30 Ağustos 1977’de emekliye ayrıldı. Böylece kıdem sırasında 4. olan Evren, önündeki 3 kişinin görev sürelerini tamamlayarak emekli olmasıyla beklenmedik biçimde 5 Eylül 1977 tarihinde Kara Kuvvetleri Komutanı oldu. 1977-1978 yıllarında Kara Kuvvetleri Komutanlığı yapan Evren, 6 Mart 1978'de Genelkurmay Başkanlığına atandı. Evren, Genelkurmay Başkanı olduktan sonra 17 Mart 1978 tarihli emriyle 1 numaralı direktifini orduya yayımladı. Kamuoyunda ve Türk Silahlı Kuvvetlerinde olumlu karşılanan bu direktifin bazı maddeleri şöyleydi:— "Savurganlıktan vazgeçilecektir. Her kademedeki komutan her hususta tasarrufa azami riayet edecektir." — "Gittiğim garnizonlarda komutanlar ancak bir yemek verecek. Bu yemek de çok basit, mümkünse tabildot yemeği şeklinde olacak. Diğer yemek paraları ve orduevindeki yatak ücretleri mutlaka alınacak. Zira geçici görev yolluğu bunun için veriliyor." — "Garnizonlara gittiğimde komutanlar beni şehir dışında il hududunda değil, garnizonda merasim bölüğü ile karşılayacak." — "Emniyet mülahazası ile yollara asker dizilmeyecek. Zira bu erler saatlerce, bazen yağmur altında soğukta arazide kalmakta, hiç de yararı olmamaktadır. Kaldı ki zaten komutan arabasının arkasından bir koruma aracı takip ettiği gibi önde de eskort aracı bulunmaktadır." — "Bayramlarda tebrik kartları ancak iki üst makama kadar gönderilecek, aynı garnizon içinde ve karargâh dâhilinde subay ve komutanlar arasında tebrik kartı teati edilmeyecektir." — Y"urt dışı ve yurt içine kurs, gezi ve geçici görevle gönderilen personel miktarında azami ölçüde tasarrufa uyulacaktır."Evren, 27 Aralık 1979'da kuvvet komutanları ve Jandarma Genel Komutanı ile birlikte imzalayarak Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e gönderdiği uyarı mektubunda (27 Aralık Muhtırası) siyasal partilerin ve diğer anayasal kuruluşların ülkenin sorunlarının çözülmesinde uzlaşmaya varmalarını istedi. Mektupta şu ifadeleri kullandı: "Türk Silahlı Kuvvetleri iç hizmet yasası ve kendisine verilen görev ve so­rumluluğunun idraki içinde ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin, bir an önce milli menfaatlerimizi ön plana alarak, Anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer Anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir." Dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, askerlerin talebi doğrultusunda uyarı mektubunu 2 Ocak 1980 tarihinde hükûmet ve siyasi partilere gönderdi ancak olumlu bir sonuç çıkmadı. Evren, 30 Ağustos 1980'de Zafer Bayramı dolayısıyla radyo ve televizyonda yayımlanan konuşmasında, halkın ve Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının bayramını kutladıktan sonra ülkenin ve devletin içinde bulunduğu durumdan bahsederek şöyle dedi:"Yurtta doğmasını düşledikleri kargaşa ile demokratik düzenin ve ülke bütünlüğünün yok edilmesini amaçlayan anarşinin idrakten yoksun vatan haini yaratıcıları, elbette layık oldukları cezayı bulacak, tarihimizde bir zamanlar türemeye yeltenen benzerleri gibi Türk Silahlı Kuvvetlerinin kahredici yumruğu altında ezilerek akıttıkları kardeş kanlarının günahları içinde boğulup gidecekler ve yüce Türk ulusu, bağrından doğan Türk Silahlı Kuvvetlerinin yarattığı güven ortamı içinde sonsuza kadar birçok bayramları refah ve mutlulukla kutlayacaktır." 12 Eylül 1980 Darbesi. "Bayrak Harekâtı". Kenan Evren'in 8 Eylül 1980'de imzaladığı icra emri gereği 12 Eylül 1980 günü saat 03.00'te resmî adı "Bayrak Harekâtı" olan müdahale, Türk Silahlı Kuvvetlerinin emir komuta zinciri içinde başladı. Yasama ve yürütme yetkilerini kullanmak üzere Evren'in liderliğinde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ve Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun'dan oluşan Millî Güvenlik Konseyinin ilk bildirisi olan 1 numaralı bildiri, tüm hedeflerin sorunsuz olarak birer birer ele geçirilmesi sonucu saat 04.00'te radyolardan yayımlandı. Bildiride, "Girişilen harekâtın amacı; ülke bütünlüğünü korumak, millî birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mâni olan sebepleri ortadan kaldırmaktır." ifadeleri yer aldı. Evren, saat 13.00'te radyo ve televizyondan canlı yayınla uzun bir konuşma yaptı. Bu konuşmada, "Bir defa daha belirtiyorum ki Silahlı Kuvvetler; aziz Türk milletinin hakkı olan refah ve mutluluğu, vatan ve milletin bütünlüğü ve gittikçe etkisi azaltılmaya çalışılan Atatürk İlkeleri'ne yeniden güç ve işlerlik kazandırmak, kendi kendini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam temeller üzerine oturtmak, kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek için yönetime el koymak zorunda kalmıştır." dedi. Evren, genelkurmay ve Millî Güvenlik Konseyi başkanlığının yanı sıra devlet başkanlığını da üstlendi. TBMM ve hükûmeti feshetti, bütün ülkede sıkıyönetim ilan etti. 20 Eylül'de eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Emekli Oramiral Bülent Ulusu'ya hükûmeti kurma görevi verdi. Devlet Başkanı olarak yurt gezilerine çıktı, 12 Eylül Darbesi'nin gerekçelerini ve amaçlarını halka anlattı. Gittiği yerlerde halktan büyük destek gördü. 10 Temmuz 1981 günü, Danışma Meclisinin 23 Ekim günü toplanacağını açıkladı. 23 Ekim'de açılan Danışma Meclisi, yeni anayasayı hazırlamaya başladı. Üyeleri MGK tarafından seçilen Danışma Meclisince hazırlanan ve MGK'ce düzenlenip son hâlini alan Anayasa'nın kabul edilmesi için yoğun bir propaganda kampanyası yürüttü. Bazı illere gidip konuşmalar yaptı. 1982 Anayasası, 7 Kasım 1982 tarihinde yapılan referandumda %91,37'lik "KABUL" oyuyla kabul edildi. Evren, Anayasa'nın 1. geçici maddesi uyarınca yedi yıllık bir süre için Türkiye'nin 7. Cumhurbaşkanı sıfatını kazandı. Dış bağlantı iddiaları. Mehmet Ali Birand'ın 12 Eylül Darbesi'ni anlattığı "" adlı kitabında, darbe sırasında dönemin CIA Türkiye Masası İstasyon Şefi Paul Henze'in askerî müdahaleyi haber alırken haberi ulaştıran diplomatın, "Your boys have done it. (Senin çocuklar yaptılar.)" şeklinde yaptığını iddia ettiği konuşması, darbe içinde ABD'nin rolü konusunda tartışmalara neden olmuştur. İddiaya göre mesaj, Henze'den sonra Başkan Jimmy Carter'a iletilmiştir. Henze 2003 yılında verdiği demeçte, "Senin çocuklar yaptılar." sözlerinin Birand'ın uydurması olduğunu belirtmiştir, kısa bir süre sonra Birand ise 1997'de Henze ile yaptığı görüşmenin sesli ve görüntülü kayıtlarını yayımlamıştır. Ancak yayımlanan kayıtlarda konuşmanın Birand'ın iddia ettiği gibi değil, ""The boys in Ankara did it." (Ankara'dakiler yaptılar.)"" şeklinde olduğu görülmüştür. Kenan Evren'in bu dönemde NATO içerisinde gizli bir örgütlenme olan stay-behind kontrgerilla ordusunun başında bulunduğu bazı çevrelerce iddia edilmektedir. Devlet Başkanlığı (1980-1982) ve Cumhurbaşkanlığı (1982-1989). 7 Mart 1978'den beri Genelkurmay Başkanı olarak görev yapan Kenan Evren, 12 Eylül 1980'den sonra Millî Güvenlik Konseyi başkanlığını ve devlet başkanlığını da üstlendi. Anayasa oylamasına kadar "Devlet Başkanı" sıfatıyla ülkeyi yönetti. 7 Kasım 1982'de yapılan anayasa halk oylamasından %91,37 "KABUL" çıkması sonucu 9 Kasım 1982'de Türkiye'nin 7. Cumhurbaşkanı olarak göreve başladı. 9 Kasım 1989'da görevi sona erdi. "Anarşi ve terörle mücadele". 12 Eylül Darbesi'nin başlıca gerekçesi olarak "anarşi ve terör" gösterildi. 12 Eylül 1980'den önce 5.000'den fazla insan ölmüştü. Kenan Evren liderliğindeki 12 Eylül Yönetimi, ilk hedef olarak "anarşi ve terörün yok edilip can ve mal güvenliğinin sağlanacağını" açıkladı. Evren, bu hedefe ulaşmak için sıkıyönetim komutanlarına "bütün yetkilerini kullanmaları ve olayların üzerine cesaretle gitmeleri" emrini verdi. Bu husus, Millî Güvenlik Konseyinin 2 numaralı bildirisiyle ülkeye duyuruldu. Bildirinin 2 ve 3. maddelerinde şu ifadeler yer aldı:"Sıkıyönetim komutanlıkları ülkede devlet otoritesinin tesisi, asayiş, emniyet, huzur, can ve mal güvenliğinin sağlanması için; lüzum görecekleri her türlü tertip ve tedbiri almaya yetkili kılınmışlardır. Bütün vatandaşlar; ülkede devlet otoritesinin tesisi, asayiş, emniyet, huzur, can ve mal güvenliğinin kısa sürede sağlanması için sıkıyönetim komutanlıklarının aldığı ve alacağı kararlara, tedbirlere ve yayınlanacak bildirilere titizlikle uyacaklardır."Evren diğer yandan; lüzumlu kanunların hemen ele alınması, evvelce teklif edilip uzun süre Meclis Komisyonlarında ve Genel Kurulda bekletilip kanunlaşmayan kanun tasarılarının ele alınması, yeniden çıkarılması gereken kanunların tasarılarının en kısa zamanda önüne getirilmesi emrini de verdi. 12 Eylül'ün üçüncü ayı bitmeden 6 Aralık 1980 Cumartesi bir basın toplantı düzenleyen Başbakan Bülent Ulusu, 12 Eylül'den sonraki 80 gün ile 12 Eylül'den önceki 80 günlük olayları karşılaştırarak resmî rakamları kamuoyuna açıkladı:"Silahlı saldırı ve çatışma olaylarının sayısı 12 Eylül'den önceki 80 günlük dönemde 1.609 iken 12 Eylül'den sonraki 80 günlük dönemde 305'e inmiş," "Patlayıcı madde atma olaylarının sayısı 12 Eylül'den önceki 80 günlük dönemde 704 iken 12 Eylül sonrası 80 günde 288'e inmiş," "Anarşik olaylardaki ölü sayısı 12 Eylül'den önceki 80 günlük dönemde sadece sıkıyönetim ilan edilen 20 ilde 680 iken 12 Eylül'den sonraki 80 günde, 67 ilimizde, 137'ye inmiştir."12 Mart 1981 Perşembe günü, 12 Eylül'ün üzerinden geçen 6 aylık süre içinde işlenen suçların seyri ve son ayla mukayesesi şöyle açıklandı:"12 Eylül ile 12 Ekim 1980 arasında 1.146 suç tespit edildiği hâlde son ay içerisinde %75 azalma kaydedilerek bu rakam 292'ye düşmüştür." "Ölü sayısı 69'dan %87 azalma göstererek 9'a düşmüştür." "Yaralı sayısı 151'den 28'e düşerek %80 azalmıştır." "Silahlı saldırılarda %80 azalma olmuş, 138'den 32'ye düşmüştür." "Son bir aylık dönemde yapılan arama ve operasyonlar sonucunda 1.596 sol eylemci, 318 sağ eylemci, 444 bölücü ve 3.979 henüz yönü belirlenemeyen olmak üzere toplam 5.937 sanık yakalanmış ve haklarında yasal işlemlere başlanmıştır. Yine bu süre içerisinde 1.377 tüfek, 70 av tüfeği, 767 patlayıcı madde ele geçirilmiştir." Ekonomi. Kenan Evren, 12 Eylül'den önceki sivil yönetimin aldığı 24 Ocak kararları ve o yönetimin ekonomik programının aynen uygulanacağını 16 Eylül 1980 günü yaptığı basın toplantısında açıkladı. Bu dönemde; ihracatın ve döviz girdilerinin çoğaltılması, her sahada tasarrufa riayet edilmesi, istihdam politikası gibi tedbirler alındı. 1980'de %100'leri aşan enflasyon, 1982'de %22'ye geriledi. 1983'te ise artış göstererek %37'ye yükseldi. Diğer yandan 24 Ocak kararları sonrası faizlerin serbest bırakılmasıyla bir anda çoğalan bankerler, zaman içinde piyasanın bu faiz yükünü kaldıramaması sonucu hızla çökmeye başladı. "Banker Yalçın" ve "Banker Kastelli" olarak anılan Yalçın Doğan ve Cevher Özden ikilisinin karıştığı skandallar kamuoyunda derin yankı buldu. Askerî Yönetim tarafından ilgili mevzuatta düzenlemeler yapıldı, bankerlerin reklam yapmaları kısıtlandı, banker olma şartları zorlaştırıldı ve bankerlik sistemi için başka sınırlayıcı tedbirler getirildi. 1981 Atatürk Yılı. 12 Eylül'den hemen sonra Kenan Evren, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün doğumunun 100. yılı olması nedeniyle 1981 yılını kanun çıkararak "Atatürk Yılı" kabul ve ilan etti. 5 Ocak 1981 günü saat 08.45'te Anıtkabir'de saygı duruşunda bulunulduktan sonra saat 11.00'de Türkiye Büyük Millet Meclisinde tören başladı. Törende eski cumhurbaşkanları Celâl Bayar, Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk de yer aldı. Evren'in yaptığı uzun bir konuşmayla Atatürk Yılı kutlamalara açıldı. Yıl boyunca yapılan etkinliklerle Atatürk'ün doğumunun yüzüncü yılı kutlandı. Yeni Atatürk anıtları, Atatürk'ün adının verildiği kültür merkezleri ve tatbikatlar yapıldı. Birinci ve İkinci Meclis binaları müze olarak faaliyet göstermeye başladı. Atatürk ile ilgili kitap ve belgeler Millî Kütüphane'de toplanırken il ve ilçelere de Atatürk kitaplıkları kuruldu. Atatürk'ün kaldığı evler restore edilerek müze hâline getirildi. "Atatürk 100 Yaşında" sloganı ile 73 adet ilkokul yapıldı. 12 Eylül'den önceki Milliyetçi Cephe hükûmetleri döneminde sayıları büyük artış gösteren imam hatip okulu açılışı durduruldu, Evren bu dönemde imam hatip açmadı. Atatürk'ün çeşitli illere yaptığı ilk ziyaretlerin yıl dönümlerinde kutlamalar gerçekleşti. Ülkenin tanınmış sanatçılarına 100. yılı simgeleyen plaketler verildi. Ünlü ressamlardan ısmarlanan Atatürk ve Atatürk Devrimleri konulu resimler, düzenlenen sergilerde ziyarete açıldı. Tanınmış müzisyenlere Atatürk hakkında marşlar besteletildi. TRT, Atatürk'ün görüşlerini yansıtan programlara yer verdi. Ülkedeki okur yazar oranının artırılması için seferberlik başlatıldı. Ağaçlandırma çalışmaları yapıldı. Açılan birçok kurum ve kuruluş "Yüzüncü Yıl" adını aldı. 23 Nisan'daki bayramın adı "Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" olarak değiştirildi. 19 Mayıs'taki Gençlik ve Spor Bayramı'nın adı "Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı" olarak değiştirildi ve 19 Mayıs 1981 günü stadyumlarda coşkulu şekilde kutlandı. Atatürk'ün 1928'de başöğretmen olduğu 24 Kasım günü "Öğretmenler Günü" olarak kutlandı. Üniversitelere zorunlu "Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi" dersi getirildi. Kara Harp Okulu ve diğer askerî okullar için üç ciltlik "Atatürkçülük-Atatürk'ün Görüş ve Direktifleri" adlı kitap bastırıldı ve öğrencilere dağıtıldı. Evren, gittiği illerde yaptığı konuşmalarda da "Atatürkçülük" vurgusu yapıyor, halkı Atatürk'te birleşmeye çağırıyordu. 17 Ocak 1981'de Gaziantep'te yaptığı konuşmada şöyle diyordu:"Biliyorsunuz: Yalancı devrimciler, 'Tek yol devrim!' diye ortaya atıldılar; duvarlara, şuraya buraya yazdılar. Evet, devrim vardır ama bu tek yol Atatürk devrimidir! Onun yoludur. Atatürk'ün koyduğu ilkeler komünizme de faşizme de kapalıdır." Öte yandan Evren, komünizme karşı olsa da dışarıdan direktif almayan Avrupa komünizmi türü partilerin kurulmasına karşı olmadığını söyledi. Evren, bu dönemde yapılanlar için 1998 yılında yayımlanan 12 Eylül belgeselinde şöyle dedi: "Biz Atatürk'ün döneminde yetiştik. Atatürk'ün neler yaptığını yakinen biliyoruz. Onun içindir ki Atatürkçülüğün üzerinde ne kadar dursak az olduğuna inanıyoruz. Belki şu olmuştur, bir şeyi çok söylerseniz gına getirir. Ama ben ona dikkat etmeye çalıştım." Devlet Mezarlığı. Kenan Evren, 12 Eylül'den sonra yine kanun çıkararak "Devlet Mezarlığı" yapımını başlattı. Zira Evren; "Anıtkabir'in Mustafa Kemal Atatürk için yapıldığını, orada sadece Atatürk'ün mezarının bulunması gerektiğini, Anıtkabir'in mezarlık hâline gelmemesi gerektiğini" düşünüyordu. Cumhurbaşkanlığı döneminde 30 Ağustos 1988 günü Devlet Mezarlığı'nı törenle açtı. İnönü ailesi, İsmet İnönü'nün mezarının taşınmasını istemiyordu. Ailenin bu isteği dikkate alındı ve İnönü'nün mezarı Anıtkabir'de bırakılırken diğer on iki mezar Anıtkabir'den kaldırılıp başka yerlere nakledildi. Eski cumhurbaşkanları ve Türk Kurtuluş Savaşı kumandanlarının naaşları da Devlet Mezarlığı'na nakledildi. İdamlar. Kenan Evren, ölüm cezalarının yerine getirilmesinin, "teröristleri terör eylemlerinden alıkoyacak en tesirli tedbirlerin başında olduğunu" savundu. 12 Eylül'den sonra, 1972'den beri infaz edilmeyen ölüm cezaları uygulanmaya başlandı. Siyasi hükümlülerin yanında adli hükümlülerin de cezaları uygulanmaya başlandı. Evren'li yıllarda 48'i askerî rejim döneminde olmak üzere 50 mahkûm (24 adli suçlu, 17 sol, 8 sağ, 1 ASALA militanı) idam edildi. Evren, sivil idareye geçildikten sonra 3 Ekim 1984'te Muş'a yaptığı gezide, önceki gece yaşanan bir olayı örnek göstererek şöyle dedi:"Dün gece Şemdinli civarında yine böyle bir olay oldu. Aranan anarşistlerden bazıları gece vakti vazifeden dönen bir askerî araca ateş ediyorlar ve bir subayımızla bir erimizi şehit ediyorlar. Şimdi ben bunu yakaladıktan sonra mahkemeye vereceğim ve ondan sonra da idam etmeyeceğim! Ömür boyu ona bakacağım! Bu vatan için kanını akıtan bu Mehmetçiklere silah çeken o haini ben senelerce besleyeceğim! Buna siz razı olur musunuz?" Evren, Anıları'nın ilk cildinde de idam konusuna şöyle değindi:"... suçsuz ve masum insanları bile tavuk keser gibi öldüren ve ülkeyi kan gölüne döndüren insanların da Avrupa Konseyi ülkelerine hoş görüneceğim diye idam edilmemelerini vicdanım kabul etmiyor. Bu hainler 5.000 civarında insanın canına kıydılar. Bunların içerisinde; kahvede oturup birbirleriyle güzel güzel muhabbet edenler, otobüsle evine gidenler; sokakta dolaşan, parkta oturan vatandaşlarla toplumun güvenliğini sağlamaya çalışan polis, jandarma, asker, subay, astsubaylar da var." TSK Mehmetçik Vakfı. Kenan Evren, 17 Mayıs 1982'de kurulan Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfının kurucuları arasında yer aldı. Türk Silahlı Kuvvetlerinde yaptığı vatan hizmeti esnasında öldürülen veya herhangi bir nedenle ölen Mehmetçiklerin bakmakla yükümlü oldukları yakınları ile gazi ve engelli Mehmetçiklere yardım eden; Türk halkı, Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları ve yardımsever firmalar tarafından finanse edilen vakıf, Evren ve diğer Millî Güvenlik Konseyi üyesi komutanların aralarında topladıkları biner TL ile kuruldu. Evren, 2011 yılında vakfın kendisiyle yaptığı söyleşide şunları söyledi:"Beni davet ettiğiniz hâlde toplantılarınıza katılamadım tabii. Ama her zaman kalbimde yaşattım. En büyük yaptığım işlerden, hayırlı da yaptığım işlerden birisi de budur. İyi ki yapmışız. Mehmetçik Vakfını çok başarılı buluyorum. En başarılı vakıfların başında gelir. Benim izlenimim bu. Kurban bağışlarımı da hep Mehmetçik Vakfına yaptım. Vatandaşın askere karşı, Mehmetçik’e karşı olan sevgisini hepimiz biliyoruz. İçinde yaşadık bunun. Türk milleti askerini sever, hele Mehmetçik’i çok fazla sever." 1982 Anayasası. 23 Ekim 1981'de açılan Danışma Meclisi, yeni anayasayı hazırlamaya başladı. Kenan Evren, Anayasa'nın ilk üç maddesinin "değiştirilemeyeceğini ve değiştirilmesinin teklif edilemeyeceğini" dördüncü madde olarak taslağa ekletti. Cumhurbaşkanlarının iki dönem görevde kalmalarını sağlayan maddeyi "bir dönem" olarak değiştirtti. Görevini tamamlayan cumhurbaşkanlarının TBMM'nin tabii üyesi olmasını sağlayan maddeyi taslaktan çıkarttı. Anayasa'daki cumhurbaşkanı yetkilerinin "az olmasını" ise ileride, Anıları'nın dördüncü cildinde şöyle açıklayacaktı:"Anayasa'yı düzenlerken cumhurbaşkanına verilen yetkilerin kısıtlı olmasına ben sebep oldum. İleride bu makama gelecek olanlar bu yetkileri suistimal eder diye düşündüm, onun için fazla yetki ile donatılmasını uygun görmedim."Hazırlanan ve son şeklini alan 1982 Anayasası, 18 Ekim 1982 tarihinde Evren'in başkanı olduğu Millî Güvenlik Konseyi tarafından kabul edildi. Anayasa'nın halkın onayına sunulmasından önce Evren bazı illere gidip konuşmalar yaptı. Anayasa'nın çeşitli başlıklarını halka anlattı. Evren, referandumdan iki gün önce de radyo ve televizyondan bir konuşma yaparak Anayasa'ya destek istedi. Anayasa, 7 Kasım 1982 Pazar günü yapılan halk oylamasında %8,63 "RED" oyuna karşılık %91,37 "KABUL" oyuyla kabul edildi. Evren, yürürlüğe giren Anayasa'nın 1. geçici maddesi uyarınca yedi yıllık bir süre için Türkiye'nin 7. Cumhurbaşkanı sıfatını kazandı ve 9 Kasım 1982 günü göreve başladı. Hemen sonra 21 Kasım 1982'de Ordu'ya giden Evren, oylama sonuçlarını şöyle değerlendirdi:"Bu reyler Orgeneral Kenan Evren'e verilmedi. Bu reyler bizlere, Konsey üyelerine verilmedi. Bu reyler şunun için verildi: Millet huzur ve güven istiyor, huzur ve güven için verildi! Bu oylar devlet otoritesinin sağlanması için verildi! Bu oylar Atatürkçülük için verildi! Ve yine bu oylar birbirleriyle kavga eden, her gün birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya döken ve değil selamlaşmak, el sıkmayı bile yapamayan kişilerden memnun kalınmadığını belirtmek için verildi. Bu millet artık kavga değil, kardeşlik ve huzur bekliyor." Kürtaj hakkı. Kenan Evren, Türkiye'de uzun yıllardır var olan kürtaj yasağını kaldırdı. Askerî rejim döneminde 27 Mayıs 1983'te çıkarılan yasayla kürtaj yasal hâle geldi. Sivil idareye geçiş. Kenan Evren, 1 Temmuz 1983'te genelkurmay başkanlığı görevini Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin'e devrederek askerlikten emekliye ayrıldı. 4 Kasım 1983'te, seçimlere iki gün kala, TRT'de üstü kapalı bir biçimde Anavatan Partisi (ANAP) Genel Başkanı Turgut Özal'ı eleştiren bir konuşma yaptı. Millî Güvenlik Konseyinin varlığı, 6 Kasım 1983'teki genel seçimlerin ardından TBMM Başkanlık Divanının oluştuğu 7 Aralık 1983'te sona erdi. Sivil dönem resmen başladı. "Kendi okulunu kendin yap.". Cumhurbaşkanlığı döneminde Kenan Evren, "Kendi okulunu kendin yap." kampanyasını başlattı. Yurt çapında okul sayısı giderek arttı. Evren, yaptırılan okulların açılışında yaptığı konuşmalarda eğitimin ve okuma yazmanın öneminden, kız çocuklarının okutulmasının gerekliliğinden bahsetti. Buna karşılık bu dönemde açılan imam hatip okulu sayısı 8 olarak kaldı. 12 Eylül'den sonra Evren, Milliyetçi Cephe hükûmetleri döneminde büyük artış gösteren imam hatip okulu açılışını durdurmuş, askerî rejim boyunca imam hatip açmamıştı. İrtica uyarısı. Kenan Evren, 1983 genel seçimleri sonucunda iktidara gelen Turgut Özal'ı ve Özal'ın kurduğu hükûmeti "irticaya karşı gidişatın iyi olmadığını" söyleyerek uyardı. İrtica ile mücadele edilmesi gerektiğini çeşitli defalar belirtti. 25 Temmuz 1986 günü yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında şöyle konuştu:"Fethullah Hoca isimli bir adam türedi. Bana, Atatürk'e ve tüm ilericilere küfrediyor. Yakalandı, mahkemeye verildi. Fakat mahkeme kendisini serbest bıraktı. Ayrıca ortalıkta Mahmut Hoca diye bir şahıs daha görülmeye başladı. Mahkeme onu da serbest bıraktı. Bu gelişmeler, bu gibi mürtecileri cesaretlendiriyor." 28 Kasım 1986 günü yapılan Millî Güvenlik Kurulu toplantısından ise Anıları'nın beşinci cildinde şöyle bahsetti:"Ben irticanın yurt sathında tehlikeli boyutlara ulaşmaya başladığını; bir taraftan Süleymancıların, diğer taraftan Nurcuların yurtlar açarak buralarda çocukların taze beyinlerini yıkadıklarını ve yurtlara zeki çocukları alarak gerekli eğitimden geçirdikten sonra bunları askerî liselere soktuklarını, Bursa Askerî Lisesi ile Kuleli Askerî Lisesinde bu şekilde yetiştirilmiş öğrencilerin meydana çıkarıldığını, bu duruma mâni olunması gerektiğini, böyle yurtların idaresinin devlete ait olmasını gerektiğini, eğer mevcut kanunlar buna imkân vermiyorsa icap ederse yeni kanun çıkarmak suretiyle bu şekil yurtların idaresinin Millî Eğitim Bakanlığına bağlanmasını istedim." Dış ilişkiler. Kenan Evren, devlet başkanlığı ve cumhurbaşkanlığı sırasında yurt içinde ve yurt dışında birçok geziye çıktı. Evren ile Pakistan Devlet Başkanı Ziya ül Hak arasında karşılıklı ziyaretlerle pekiştirilen büyük bir dostluk kuruldu. Eylül 1982'de bir Uzak Doğu gezisine çıkan Evren; Bangladeş, Pakistan, Güney Kore, Çin ve Endonezya'yı ziyaret etti. Bu ülkelerle Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesinde önemli bir adım atılmış oldu. Ocak 1984'te toplanan IV. İslam Zirve Konferansı'na Türkiye ilk kez cumhurbaşkanı düzeyinde katıldı. Evren, konferans başkan yardımcısı seçildi. İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) Ekonomik ve Ticari İşbirliği Komitesi Başkanı olarak İslam ülkeleri arasında ekonomik bağların güçlendirilmesini, alınan kararların bir an önce uygulanmaya konmasını istedi. (15 Kasım 1984) V. İslam Zirve Konferansı'na katılan Evren, konferansın sonuç bildirisinde Kıbrıs Türkleri ve Bulgaristan'daki Türk azınlığın durumu gibi konulara yer verilmesinde etkin rol oynadı. (30 Ocak 1987) 1988 yılında İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth'in davetlisi olarak İngiltere'ye resmî ziyarette bulundu. Görev bitişi. 1983 Türkiye genel seçimleri sonucu iktidara gelen ANAP'ın lideri Turgut Özal ile genel olarak uyum içinde çalıştı. 9 Kasım 1989'da cumhurbaşkanlığı görevi sona eren Kenan Evren, yerini Özal'a bıraktı ve Marmaris'e yerleşti. Fethullah Gülen karşıtlığı. Kenan Evren, cumhurbaşkanlığı döneminde 25 Temmuz 1986 günü yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında Fethullah Gülen'den şöyle bahsetti:"Fethullah Hoca isimli bir adam türedi. Bana, Atatürk'e ve tüm ilericilere küfrediyor. Yakalandı, mahkemeye verildi. Fakat mahkeme kendisini serbest bıraktı. Ayrıca ortalıkta Mahmut Hoca diye bir şahıs daha görülmeye başladı. Mahkeme onu da serbest bıraktı. Bu gelişmeler, bu gibi mürtecileri cesaretlendiriyor."Bu sözlerin Kenan Evren'in Anıları'nın 1991 yılında basılan 5. cildinde yer alması üzerine Gülen mahkemeye başvurdu ve tekzip aldı. Gülen'in vekili avukat Feti Ün, "Kenan Evren'in anılarına mahkeme kararıyla aldığımız tekzip metni, Hukuk saygı ister müslüman küfre karşıdır" başlıklı yazılı bir basın açıklaması yaparak, "devlet başkanlığı ve cumhurbaşkanlığı yapmış da olsa bir kişinin, milletin bir ferdinin temel hak ve hürriyetlerini, haysiyet ve şerefini ulu orta karalamaya hakkı olmadığını" söyleyerek Evren'e tepki gösterdi. "Gülen'in kimseye küfretmediğini, gerici ve akımcı olmadığını" söyledi. Evren, 2006 yılında katıldığı Genç Bakış adlı televizyon programında, "yıllar önce Gülen'in kendisiyle görüşmek istediğini fakat bu teklifi reddettiğini, Gülen'in saat göndererek bir kez daha teklifte bulunduğunu, saati almadığını ve teklifi yine reddettiğini" anlattı. Gülen'in gönderdiği saatten "rüşvet" diyerek bahsetti. "Çok ısrar edilmesi üzerine görüşme şartı olarak Gülen'in kravat takmasını ve görüşmede kameraların da bulunmasını istediğini ve böyle söyleyince bir daha aranmadığını" ifade etti. Gülen'in, "cumhuriyetin temsili diye kravat takmadığını" belirtti. Kravat konusunda açıklama yapan Gülen'in avukatı Orhan Erdemli, "Gülen'in kravat taktığını" açıkladı. Zaman gazetesi de Gülen'in kravatlı çekilmiş bir fotoğrafını yayımladı. Marmaris'teki evinde Gülen eleştirisine devam eden Evren, "Gülen'in başka yollardan para kazandığını, dinci örgütler tarafından toplanan paralarla okullar yapıldığını, bu nedenle okulların ucuz olduğunu, okullara alınan çocukların beyinlerinin yıkandığını" söyledi. Bu açıklamalara Gülen adına yine Gülen'in avukatı Erdemli bir basın açıklaması yaparak tepki gösterdi. Ressamlığı. Resme ilgisinin ortaokul yıllarında başladığını, 13 yaşındayken Menemen Olayı'ndan etkilenip ilk portre resmini Mustafa Fehmi Kubilay'ı çizerek yaptığını anlatan Kenan Evren, cumhurbaşkanlığından sonra kendini resme verdi. Bu dönemde yağlı boya ve sulu boya tabloları yapmaya başladı. Satışa çıkan ilk tablosu, 1992'de yaptığı "Marmaris'te Dar Bir Sokakta Bir Adam" adlı yağlı boya tablosu oldu. 1994 yılında ilk sergisini Marmaris'te açtı. 1997 yılında Ankara'da sergi açtı. "Hamamda Kızlar" adlı tablosu 600 milyon liraya satıldı. 1998 yılında düzenlenen ve dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in de katıldığı Cumhuriyet Balosu'nda açık artırmaya çıkarılan "Atatürk" adlı yağlı boya tablosu 105 milyar liraya satıldı. Bu durum, Evren'i yaşayan en pahalı Türk ressamı yaptı. 1999 yılında dünya ve olimpiyat şampiyonu Alman buz patencisi Katarina Witt'in çıplak resmini yaptı. 2002 yılında Hande Ataizi'ni model alarak yaptığı bir diğer nü çalışmasını sergiledi. 2000'li yıllarda sergi açmaya devam etti. Özel yaşamı. 27 Mayıs 1944'te Sekine Evren ile evlenen Kenan Evren'in bu evlilikten Şenay, Gülay ve Miray adlarında üç kızı oldu. Sekine Evren 1982'de öldü. Evren, Fenerbahçe taraftarıydı ve Kulübün 5200 sicil numaralı üyesiydi. Dans etmeyi seven, Topçu Okulu döneminde hafta tatillerinde "dans zevkini gidermek için barlara gittiğini" ifade eden Evren, vals yapardı. 12 Eylül Davası. Darbe sonrası hazırlanan 1982 Anayasası'nda yer alan geçici 15. madde ile 12 Eylül'ü gerçekleştiren Millî Güvenlik Konseyi ile bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş Hükûmet ve Kurucu Meclis üyeleri hakkında dava açılması engellenmişti. Sacit Kayasu'nun iddianamesi. 2000 yılında Adana Savcısı Sacit Kayasu, Kenan Evren hakkında iddianame hazırladı. Fakat Kayasu'nun iddianamesi kabul edilmedi. Kayasu ilk olarak Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından kınama cezası aldı. Daha sonra Yargıtay tarafından "görevi kötüye kullanmak" ve "askerî kuvvetleri tahkir ve tezyif" suçundan mahkûm edilen Kayasu'yu Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu meslekten ihraç etti. Avukatlık yapma hakkı dahi elinden alınan Kayasu, ihraç kararı üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde dava açtı. 2008'de sona eren davada "ifade özgürlüğünü kısıtladığı" için Türkiye 41 bin avro tazminata mahkûm edildi. 2010 Türkiye anayasa değişikliği referandumu. Mayıs 2010'da Meclisten geçen ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından halkoyuna sunulan 26 maddelik anayasa değişikliği paketindeki maddelerden biri de "geçici 15. madde"nin kaldırılmasıyla ilgiliydi. Bu maddenin kaldırılmasıyla 12 Eylül Darbesi ile ilgili iddia edilen suçların zaman aşımına uğrayıp uğramayacağı konusunda farklı görüşler ortaya atıldı. Referandum sonucu değişikliklerin kabul edilmesiyle (%57,88 EVET) 13 Eylül 2010 tarihinde çeşitli sivil toplum kuruluşları, sendikalar, dernekler ve bazı kişiler 12 Eylül Darbesi'ni yapanlar hakkında suç duyurusunda bulundu. Bütün suç duyurularını toplayan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, "Millî Güvenlik Konseyi (MGK) adı altında 12 Eylül 1980'de ülke yönetimine el koyan ve 7 Aralık 1983 tarihine kadar bu statüsünü sürdüren askerî cunta yönetiminin hayatta kalan üyeleri Kenan Evren, Nejat Tümer ve Tahsin Şahinkaya'nın işlediği (A) Nürnberg Şartı ile kabul edilmiş ve tüm devletlerin kendi kanunlarında yer almasa dahi suçun oluşumu hâlinde takip etmek zorunda oldukları uluslararası hukukun buyruk kuralı niteliğine sahip insanlığa karşı suçlar (B) 765 Sayılı Ceza Kanunu'nun 146, 147, 153, 174, 179, 180, 181. maddeleri kapsamında, insanlığa karşı suçlar ve resen takdir edilecek suçlar nedeniyle haklarında başsavcılık tarafından ceza dava açılması ve haklarında gerekli önlemlerin alınması istemi..." ile 7 Nisan 2011 tarihinde ilk soruşturmayı başlattı. 4 Nisan 2012 tarihinde darbenin yargılanmasına başlandı. Davaların sonucunda, 2014 yılında, Evren ve Şahinkaya mahkeme tarafından müebbet hapis cezası aldı. Karar sonrası temyize gidildi, bu süreçte hem Evren hem Şahinkaya öldü. Bunun üzerine Yargıtay 16. Ceza Dairesi kamu davasını ortadan kaldırdı, sanıkların ölümünden dolayı davanın düşürülmesine karar verdi. Kararlar kesinleşmedi. Ayrıca Yargıtay, Evren ve Şahinkaya'nın rütbelerinin sökülmesine ve mal varlıklarına el konulmasına yer olmadığını hükmetti. Davanın müdahillerinden olan Devrimci 78'liler Federasyonu, davadan vazgeçmeyeceklerini ve 57 ilde "işkence" iddiasıyla açılan davaları yakın takipte tutacaklarını belirtti. 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrası. Kenan Evren'in ifadesini alan dönemin Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'ya dava açan dönemin Ankara Cumhuriyet Savcısı, açılan davaya ilk bakan hâkimler ve iddia makamında bulunan savcılar, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrası "Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) soruşturması" kapsamında meslekten ihraç edildi. Daha sonra bazıları yargılandı ve mahkûm oldu. Evren ve Şahinkaya hakkındaki davayı 3 Ocak 2012'de özel yetkili eski Ankara Cumhuriyet Savcısı Kemal Çetin açmıştı. Çetin, iddianamesinde, hayatta olan dönemin Millî Güvenlik Konseyi Başkan ve Üyesi olan iki şüphelinin “Anayasa'yı değiştirmek” suçundan ayrı ayrı ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılmasını talep etmişti. Hayatta olmayan MGK üyesi emekli orgenerallerden Osman Sedat Celasun, Nurettin Ersin ve Mehmet Nejat Tümer hakkında takipsizlik kararı verilmişti. Davayı açan Savcı Çetin, 15 Temmuz'dan sonra Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararıyla önce açığa alındı, 31 Ağustos 2016 tarihli kararla meslekten ihraç edildi, ardından tutuklandı. 12 Eylül Davası'na ilk bakan mahkeme, özel yetkili Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi olmuştu. Mahkeme Heyetine Hâkim Süleyman İnce başkanlık ederken hâkimler Gürcan Acar, Abdulkadir Çakır, Muhammet Alabaş ve Ali Ertan üye olarak aynı mahkemede görev yapmışlardı. Mahkeme Başkanı İnce ve üye hâkimler Acar, Alabaş ve Ertan HSYK'nin 24 Ağustos tarihli kararı, diğer bir üye hâkim Çakır ise HSYK'nin 31 Ağustos tarihli kararıyla meslekten ihraç edildi. Hâkim İnce yargılandı ve 6 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı. Mahkemede iddia makamında, eski Ankara Cumhuriyet Savcıları Cemil Tuğtekin ile Selçuk Kocaman görev yapmıştı. Tuğtekin 24 Ağustos 2016, Kocaman 31 Ağustos 2016 tarihli HSYK kararlarıyla meslekten ihraç edildi. Kocaman, Evren ve Şahinkaya hakkında ağırlaştırılmış müebbet verilmesini içeren esas hakkındaki mütalaayı da vermişti. Kocaman daha sonra tutuklandı ve hakkında iddianame düzenlendi. Dönemin Genelkurmay Adli Müşaviri Albay Muharrem Köse, 15 Temmuz sonrasında, "darbe girişiminin planlayıcısı olduğu" gerekçesiyle tutuklandı ve Millî Savunma Bakanlığı kararıyla meslekten ihraç edildi. Yargılama sonucunda ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Evren'in ifadesini alan kişi, dönemin Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili Hüseyin Görüşen olmuştu. Görüşen, "FETÖ soruşturması"nda HSYK kararıyla önce açığa alındı, sonra da 24 Ağustos 2016'da meslekten ihraç edildi. Tutuklanıp yargılanan Görüşen, 7 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. Ölümü ve cenazesi. 9 Mayıs 2015 tarihinde beyin ölümünün gerçekleşmesiyle Gülhane Askerî Tıp Akademisinde (GATA) 97 yaşındayken öldü. Ölümünden bir hafta önce kalçasında oluşan kırıktan dolayı hastaneye kaldırılarak ameliyata alınmıştı. Ameliyattan sonra ilerleyen saatlerde durumu ağırlaşmıştı. 12 Mayıs 2015 tarihinde naaşı, askerî cenaze aracıyla GATA'dan alınarak Genelkurmay Başkanlığına götürüldü ve askerî tören düzenlendi, törene sivil olarak sadece ailesi katıldı. Cenazesi Ahmet Hamdi Akseki Camii'nde kılınan öğle namazını müteakip Devlet Mezarlığı’nda toprağa verildi. Kenan Evren'in cenaze namazı için camiye gelenler arasında Eski Başbakan Bülent Ulusu, eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, eski Fenerbahçe Kulübü Başkanı Ali Şen, eski Fenerbahçe İkinci Başkanı ve iş adamı Nihat Özdemir; eski Meclis Başkanları İsmet Sezgin, Kaya Erdem; eski Genelkurmay Başkanları Necdet Üruğ, Işık Koşaner, Hilmi Özkök; eski Genelkurmay II. Başkanları Çevik Bir, Hulusi Akar ve kuvvet komutanları vardı. Yurt dışı yolculuğu olduğundan törene katılamayan Celâl Şengör, Evren'in cenazesine, "Sana müteşekkiriz, nur içinde yat komutanım." yazılı bir çelenk gönderdi. Öte yandan Evren'in cenaze merasimi sırasında usulen cemaatten helallik istendiğinde iki kadının, "Haram olsun!" diye bağırdığı duyuldu. Derhâl cami dışına çıkartılan kadınlardan birinin, 1980 öncesi dönemin Ülkücü liderlerinden ve Ülkücülerce lakabı "Doğu'nun Başbuğu" olan Yılma Durak'ın eşi Lamia Durak olduğu anlaşıldı. Hatırası. Vakıflar. Kenan Evren, 1982 yılında kurulan Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfının kurucuları arasında yer aldı. Vakıf, kendisinin ve diğer Millî Güvenlik Konseyi Üyelerinin aralarında topladıkları biner TL ile kuruldu. Evren, 1999'da ise kendi adını verdiği "Kenan Evren Eğitim Kültür Vakfı"nı kurdu. Daha sonra bu vakfın bünyesinde bir kolej yaptırdı. Vakıf günümüzde de üniversite öğrencilerine burs vermek, okullara teknoloji atölyesi yaptırmak gibi faaliyetlerle çalışmalarına devam etmektedir. Müzeler. Kenan Evren’in doğduğu iki katlı ev, Manisa Kula Belediyesi tarafından "Kenan Evren ve Etnografya Müzesi" olarak düzenlenmiş ve 23 Kasım 1985'te ziyarete açılmıştır. İstanbul Harbiye Askerî Müzesi'nde "Kenan Evren Salonu" bulunmaktadır. Devlet Mezarlığı'ndaki "Devlet Büyükleri Anıt Mezarlığı Müzesi"nde Evren'e ait resim, eşya ve belgeler sergilenmektedir. Adının verildiği yerler. 12 Eylül 1980 sonrası Kenan Evren'in adı birçok sokak, mahalle, cadde ve bulvara verilmeye başlandı. İstanbul Maltepe'deki kışlaya "General Kenan Evren" adı verildi. Ankara'daki Çıkınağıl ilçesinin adı 1982 yılında "Evren" adını aldı. Evren'in adı okullara da verilmeye başlandı. 1983 yılında adı "Kenan Evren Lisesi" olarak değiştirilen Kadıköy Lisesi bunlardan biriydi. 1998 yılında Anadolu lisesi olan okul yine bu adla eğitim öğretime devam etti, 2010 yılında ise Evren'in adı kaldırıldı ve "İstanbul Anadolu Lisesi" adını aldı. TBMM'deki tüm partiler 25 Kasım 2019 tarihinde Evren'in adının okul, cadde, sokak, mahalle, köy ve kışlalardan silinmesi konusunda anlaştı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6363", "len_data": 43547, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.25 }
Daihatsu, 1907'de kurulan Japon otomobil üreticisi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6369", "len_data": 51, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 2.96 }
Orhan Gencebay veya doğum adıyla Orhan Kencebay (d. 4 Ağustos 1944, Samsun), Türk besteci, ses sanatçısı, şair, enstrümanist, aranjör, müzik yapımcısı, müzik direktörü ve oyuncu. Arabesk müzik olarak adlandırılan, fakat kendisinin bu terimi "yanlıştır ve eksiktir" gerekçesiyle reddedip Serbest Türk müziği, özgür Türk müziği, serbest çalışmalar ve Gencebay müziği gibi kavramlarla adlandırdığı, 1960'larda yayılan Türk müziği tarzının yaratıcı ve öncülerindendir. Gencebay, 33. Türkiye Hükûmeti'nde Kültür Bakanlığı'nın tavsiyesiyle verilmeye başlanan Devlet Sanatçısı ünvanına 1998'de layık görüldü. Yaşamı. İlk yılları. Orhan Gencebay, 4 Ağustos 1944'te Samsun'da doğdu. Tatar olan ailesinin kökeni Kırım'a dayanmaktadır. Müziğe 6 yaşında ailesi gibi Kırım göçmeni ve Ukrayna Konservatuvarı mezunu klasik batı müzisyeni Emin Tarakçı'dan keman ve mandolin dersleri alarak başladı. 7 yaşında bağlama ve Türk halk müziği dersleri almaya başladı. 10 yaşında ilk beste çalışması olan "Kara Kaşlı Esmerdi Kim Bilir Kimi Sevdi" isimli eseri yaptı. 13 yaşında Türk Sanat Müziği ve tambur eğitimi almaya başladı. Ortaokul ve lise yıllarında Samsun, Edirne ve İstanbul musiki cemiyetlerinde yaylı tambur, THM cemiyetlerinde ise bağlama çaldı. Samsun ve İstanbul'da halk evlerinin kuruculuğunu yaptı. Kendi açtığı müzik dershanelerinde öğretmenlik yaptı. Çocukluk yıllarında en çok etkilendiği kişi zamanının bağlama üstadı Bayram Aracı'ydı. Gencebay'a o yıllarda bu nedenle küçük Bayram diyorlardı. İlk profesyonel bestesi "Ruhumda Titreyen Sonsuz Bir Alevsin"i 14 yaşında yapan Orhan Gencebay, 16 yaşından itibaren caz ve Rock müziği ile ilgilenmeye başladı, batı nefesli sazlardan oluşan orkestralarda tenor saksofon çaldı. İstanbul'a gelerek, Türkiye'nin ilk konservatuvarı ve eski adı Dârülelhan olan İstanbul Belediye Konservatuvarı'na girdi, bir süre icra heyetinde bulundu. Profesyonelliğe geçişi. 1964 yılında TRT Ankara Radyosu sınavına girdi ve yüksek başarıyla kazandı. Fakat, sınavda usulsüzlük olduğu gerekçesiyle sınav iptal edilince, müzik çalışmalarına ara vererek askerlik sebebiyle İstanbul'a gitti. Vatani görevini Heybeliada'da bahriyeli olarak sürdürdüğü yıllarda merasim bölüğü bandosunda saksafon çalmaya devam etti. 1966'da TRT İstanbul Radyosu sınavlarına girdi ve iftiharla kazandı. Aynı yıl, Türkiye çapında yapılan bağlama çalma yarışmasında Arif Sağ ve Cinuçen Tanrıkorur ile birlikte derece aldı. TRT İstanbul Radyosu'nda 10 ay bağlama sanatçılığı yaptı. Kurumun müzikal anlayışının ilerlemeye elverişli ve özgür olmadığı gerekçesiyle 1967 yılında kendi isteği ile ayrıldı. Bu yıllarda babasının işlerinin bozulması nedeniyle Samsun'a döndü. TRT'den ayrıldıktan sonra, Arif Sağ ile birlikte 1966-1968 arası dönemde Muzaffer Akgün, Yıldız Tezcan, Gülden Karaböcek, Ahmet Sezgin, Şükran Ay, Sabahat Akkiraz, Nuri Sesigüzel gibi birçok sanatçıya bağlama çaldı. Bu dönem içinde Kızılırmak Karakoyun, Ana, Kuyu gibi Türk filmlerinin müzik direktörlüğünü yaptı. İstanbul'daki halk evlerinde Abdullah Nail Bayşu, İsmet Sıral, Burhan Tonguç, Erkin Koray, Ömer Faruk Tekbilek, Vedat Yıldırımbora, Özer Şenay, Neşet Ertaş gibi sanatçılarla sık sık bir araya gelip müzik yaparak gelecekte kendi ortaya koyacağı müziksel sentezin ilk meyvelerini verdi. "Ağlıyorum Yana Yana, Gönül bağları, Yıldız Akşamdan Doğarsın, Neredesin Leylâm" gibi türkü plakları çıkardı. Sevemedim Karagözlüm, Sabır Taşı, Goca Dünya gibi besteleri çeşitli sanatçılar tarafından okunmaya, sanat dünyasında adı besteci ve bağlama virtüözü olarak duyulmaya başlandı. Kariyerinde hızlı yükselişi. Türkü plâklarından sonra, 1968 yılında ilk serbest çalışmalar plâğı "Sensiz Bahar Geçmiyor-Başa Gelen Çekilirmiş"i çıkardı. Bundan sonra Topkapı Plak ve İstanbul Plak'tan seri olarak plaklar çıkarmaya devam etti. 1969 yılında çıkardığı "Bir Teselli Ver-Yorgun Gözler" 45'liği ile Türkiye çapında ün yaptı. Bestekâr ve enstrümanist kimliğinin yanı sıra, yorumcu kimliği ile ön plana çıkmaya başladı. "Ben Eski Halimle Daha Mesuttum", "Hor Görme Garibi", Severek Ayrılalım, Ümit Şarkısı, Sevenler Mesut Olmaz gibi plaklara imza attı. 1971 yılında ise İstanbul Plak'a ortak oldu. 1972 yılında Yaşar Kekeva ile birlikte Kervan Plak şirketini kurdu, şirketin yöneticisi oldu. Kervan Plak, Türkiye'nin ilk yerli sermayeli plak şirketiydi. Bünyesine Erkin Koray, Ajda Pekkan, Muazzez Abacı, Mustafa Sağyaşar, Ahmet Özhan, Kamuran Akkor, Semiha Yankı, Samime Sanay, Neşe Karaböcek, Bedia Akartürk, Nil Burak, Ziya Taşkent, Semiramis Pekkan, Ferdi Özbeğen, Gönül Yazar, Sezen Aksu gibi starları alan Kervan Plak, dönemin plak piyasasının en güçlü şirketlerinden biri oldu. Orhan Gencebay, bugüne kadar 35 (31 sinema, 4 televizyon) filminde başrol oynadı, 90'a yakın filmde müzik direktörlüğü yaptı. 1000'den fazla bestesi bulunan Orhan Gencebay, bunların 300'e yakınını kendisi seslendirdi. 1990 yılında vizyonlara giren Utan filminden sonra oyunculuğu bırakmıştır. Rol aldığı filmlerde çoğunlukla kendisini duayen dublaj sanatçısı ve oyuncu Abdurrahman Palay seslendirmiştir. Orhan Gencebay'ın rol aldığı filmlerden en çok izlenen, gişe rekorları kıran filmlerden biri ise; Gülşen Bubikoğlu ile başrolünü oynadığı, 1982 Erler Film yapımı Leyla ile Mecnun filmidir. Orhan Gencebay'ın yaptığı çalışmalara TRT denetleme kurulunca arabesk dendiyse de, Orhan Gencebay bu değerlendirmeyi "yanlıştır ve eksiktir" diyerek kabul etmedi. Yasal olarak 67 milyon civarı plak ve kaset tirajı olan Orhan Gencebay'ın, korsan üretimlerin yasal üretimlerden 2 kat fazla olduğu düşünülürse, yasal olmayan üretimlerle birlikte 200 milyon civarı tirajı olduğu tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın sayılı tiraj rakamlarındandır. Günümüz. Orhan Gencebay, 29 Kasım 2009 tarihinde Milliyet Gazetesi'nden Olcay Ünal Sert'e verdiği röportajda "Batsın Bu Dünya, Türkiye'nin ağıtıdır. Şu bir gerçek, 70'li yıllar çok kötü yıllardı. Günde 100-150 kişi öldürülüyordu. 1975’te böyle bir Türkiye’de yaptım ‘Batsın Bu Dünya’yı. O, Türkiye’nin ağıtıdır, ağlanacak parçasıdır." demiştir. 17 Eylül 2012'de Orhan Gencebay'a saygı için Poll Production'dan yayınlanan "Orhan Gencebay ile Bir Ömür" albümünde Türkiye'nin önde gelen sanatçıları yer alarak Gencebay'ın bestelerini seslendirmiştir. Orhan Gencebay, 2018 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından 24 Haziran seçimlerinin ardından oluşturulan Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Politikaları Kuruluna üye olarak atanmıştır. Kurulda Hülya Koçyiğit, Alev Alatlı, Murat Bardakçı, Prof. Dr. Mehmet Çelik, Prof. Dr. İskender Pala, Prof. Dr. Ümit Meriç gibi isimler yer almaktadır. Kervan Plak. Kervan Plak, bir Türk müzik şirketi. Mü-yap üyesi olan Kervan Plak 1 Şubat 1972 tarihinde Orhan Gencebay ve Yaşar Kekeva tarafından kurulmuştur. Yaşar Kekeva 1980 yılında şirketten ayrılarak Yaşar Kekeva Plakçılık'ı kurmuştur. Şirketin prodüktör koltuğunda uzunca seneler Orhan Gencebay'ın ağabeyi Burhan Kencebay oturmuştur. Günümüzde çıkan albümlerin prodüktörlüğünü ise Orhan Gencebay ve oğlu Altan Gencebay yapmaktadırlar. Şirket bugüne kadar Orhan Gencebay, Sibel Can, Volkan Konak, Hakan Sarıca, Neşe Karaböcek, Sezen Aksu, Ajda Pekkan, Semiramis Pekkan, Ahmet Özhan, Zekai Tunca, Ferdi Özbeğen, Bedia Akartürk, Kamuran Akkor, Mine Koşan, Gönül Yazar, Azize Gencebay, Erkin Koray, Mustafa Sağyaşar, Salim Dündar, Osman İşmen, Filiz, Biricik ve başka birçok sanatçının albümlerini çıkartmıştır. Özel hayatı. 1966 yılında Beyaz Kelebekler grubunun o dönem solisti olan ses sanatçısı Azize Atalay ile evlendi. Çiftin bu evliliğinden 1970 yılında Altan ismini verdikleri bir oğlu dünyaya geldi. Çift, evliliklerini 1977 yılında sonlandırdı. Gencebay, ikinci evliliğini 1978 yılında Sevim Emre ile yaptı. Çiftin bu evliliğinden 1981 yılında Gökhan ismini verdikleri bir oğlu dünyaya geldi. Orhan Gencebay'ın büyük oğlu Altan Gencebay hâlen Kervan Plak'ın prodüktörlüğünü yürütmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6371", "len_data": 7859, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.44 }
Yıldız Savaşları, George Lucas tarafından oluşturulan kurgusal evren.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6373", "len_data": 69, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.36 }
ALGOL(; adı "ALGOrithmic Language"in kısaltmasından gelmektedir), ilk olarak 1958 yılında geliştirilen bir zorunlu bilgisayar programlama dili ailesidir. ALGOL diğer birçok dili büyük ölçüde etkilemiş ve Association for Computing Machinery (ACM) tarafından otuz yıldan uzun bir süre ders kitaplarında ve akademik kaynaklarda kullanılan algoritma tanımlaması için standart yöntem olmuştur. Tarihçe. ALGOL evrensel bir programlama dili yaratmak için yapılan çalışmalar sonucu doğmuştur. Amerika ve Avrupa'da hızla gelişen bilgisayar bilimi sonucunda tasarlanmış birçok programlama dili vardı. Özellikle Amerikan tekelinde kalmak istemeyen Avrupalı bilim insanları da programlama dilleri üzerinde çalışmalar yapmaktaydılar. "GAMM" (Almancada Uygulamalı Matematik ve Mekanik Örgütü'nün kısa adı) her makine üstünde çalışabilen evrensel bir programlama dili üzerinde çalışıyordu. Amerika Birleşik Devletlerinin "GAMM"ı ikna etmesiyle Avrupa ve Amerika evrensel bir programlama dili üstünde çalışmaya karar verdiler. 1958'de 27 Mayıs'tan 1 Haziran'a kadar Zürih'te yapılan toplantıda evrensel bir programlama dili üstünde çalıştılar. Toplantı sonunda "ALGOL 58" adıyla ilk "ALGOL" doğmuş oldu. Aslında toplantı sonunda programlama dilinden çok bir taslağı çıkmıştı. Amerikalı ve Avrupalı bilim insanlarının birçok konuda yeni fikirler üretmelerine rağmen, toplantılar bazı zamanlar anlamsız tartışmalarla geçiyordu. (Küsuratlı sayılar için nokta mı (Amerikan yöntemi) yoksa virgül mü (Avrupalı yöntemi) kullanılacak gibi.) Toplantı sonunda evrensel bir programlama dili için bir umut doğmuş da olsa "ALGOL 58" pek kullanılan bir dil olmadı. Özellikle "FORTRAN"ın "IBM" tarafından çıkarılmış olması ve "IBM"in kendi diline ağırlık vermesi ve Amerikan Ordusunun kendi programlama dilini tercih etmesi de bunu etkiledi. "ALGOL 58" Avrupalı yaratıcıları tarafından da sahiplenilmedi. İkinci toplantı 1960'ta Paris'te oldu. 1958'deki toplantının aksine bu seferki bir hafta sürdü. Fakat bu bir haftada büyük gelişmeler kaydedildi. "John Backus" ve "Peter Naur" tarafından yaratılan "BNF" (Backus-Naur form) toplantının en önemli olaylarından biriydi. İkinci toplantının ardından "ALGOL 60" beklenen etkiyi yapmadı. Ne Amerika'da ne de Avrupa'da geniş kitlelere ulaşabildi. Bunun en büyük sebeplerinden bir tanesi o zamanki programcıların "ALGOL"u biraz fazla karışık bulmalarıydı. Özellikle dilin daha kolay anlaşılması için çıkmış olan "BNF" onlar için tam bir karmaşaydı. Büyük bilgisayar firmalarının ("IBM" vb.) da "ALGOL"u desteklememesi sonucu bu programlama dili geniş kitlelere hiç ulaşamadı. Her ne kadar geniş kitlelere ulaşamamış da olsa evrensel bir programlama dili yaratmaya çalışan ALGOL : "PL/I, SIMULA 67, ALGOL 68, C, Pascal, Ada, C++" ve "Java" gibi dillerin atası sayılabilir. Ayrıca "BNF" formatının çıkması, ayrıştırma teorisinin şekillenmesi, derleyici tasarımı gibi alanlarda yapılan çalışmalarla "ALGOL" bilgisayar bilimine büyük katkılar sağlamıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6378", "len_data": 2965, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.72 }
Algol şu anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6380", "len_data": 29, "topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT", "quality_score": 1.54 }
Ümit Kıvanç (d. 1956, İstanbul), Türk gazeteci sinemacı, belgeselci ve yazar. 1956'da İstanbul'da doğdu. İstanbul Erkek Lisesi'ni ve İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nu bitirdi. Altın Kitaplar Yayınevi, "Birikim" dergisi, "Milliyet" yazı işleri, "Cumhuriyet" Haber Merkezi'nde ve "Yeni Gündem" haftalık haber dergisinde çalıştı. Radikal gazetesinde ve 2012 yılına değin "Taraf" gazetesinde köşe yazarı olarak yazdı. Yazarlık çalışmaları dışında İletişim Yayınları için kapak tasarımları yaptı. Mozaik'te ve Ayşe Tütüncü Piyano-Perküsyon grubunda davul çaldı. Birçok romanı 1989'dan itibaren yayımlandı. Halen "Birikim" dergisinde ve dijital olarak yayınlanan Gazete Duvar'da yazıyor. Belgesel ve kısa film çalışmaları yapmaktadır. Halit Kıvanç'ın oğludur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6382", "len_data": 769, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 2.82 }
Ian Murdock (28 Nisan 1973, Konstanz, Almanya - 28 Aralık 2015, San Francisco), Debian adını verdiği GNU/Linux açık kaynaklı özgür yazılım projesinin kurucusu ve ana geliştiricisidir. Progeny Debian ticari etkinliklerini sürdürdüğü şirketidir. Debian Manifestosunu 1993 yılında Purdue Üniversitesi'nde bir öğrenciyken yazdı. Aynı üniversitede 1996 yılında bilgisayar bilimleri konusunda lisans derecesi kazandı. 28 Aralık 2015'te evinde ölü olarak bulundu. Ölüm nedeniyle ilgili önce bir açıklama yapılmasa da Temmuz 2016'da yapılan bir açıklamayla intihar ettiği duyuruldu. Ölümünden bir gün önce tutuklanmış, polis tarafından şiddet görmüş ve hastaneye kaldırılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6384", "len_data": 670, "topic": "CODING", "quality_score": 3.28 }
BSD (Berkeley Software Distribution), Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley'in kaynak kodu dağıtımı olan, AT&T'nin UNIX'i için bir eklentiler zinciridir. Birçok açık kaynak kodlu işletim sistemi projesi, 4.4 BSD-Lite olarak bilinen kaynak kodu dağıtımını temel kabul eder. Ek olarak bunlar, özellikle GNU projesi olmak üzere diğer birçok açık kod projesini de kapsar. İçeriği. Linux çekirdeğinden farklı olarak kapasite ve güçte birçok farklı BSD çekirdeği vardır. BSD C kütüphanesi GNU projesi tabanlı değildir, Berkeley kodu temellidir. Bazı araçlar dışında birçoğu projesinden sağlanmıştır. Birçok BSD türevinde kullanılan X Window sistemi ayrı bir proje olan XFree86™ projesi'nde devam ettirilmektedir. GNU/Linux da bu sistemi kullanmaktadır. BSD KDE ya da GNOME gibi bir görsel masaüstü ile öntanımlı olarak gelmez. Fakat istenirse bunlar da kullanılabilir. Apple'da macOS ve iOS, ve Microsoft Windows'da (yasal olarak TCP/IP kodunu) kullanıldı. PlayStation 4 ve Nintendo Switch'in işletim sistemini oluşturmak için de FreeBSD kodu kullanıldı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6387", "len_data": 1049, "topic": "CODING", "quality_score": 3.61 }
Kaynak kodu (İngilizce: "source code"), "yazı"lımı oluşturan yazıdır. Kaynak kod, herhangi bir yazılımın işlenip makine diline çevrilmeden önce insanların okuyup üzerinde çalışabildiği programlama diliyle yazılmış halidir. Kaynak kod bir tümleşik geliştirme ortamında açılabilir, derlenebilir, çalışabilir kaynak kod dosyalarının tümü birleştirilip, hedef bilgisayarlarda kullanılabilir hale getirilebilir. Ürün ve hizmet sırlarının kullandıkları yazılımda kayıtlı olduğunu düşünen kâr amaçlı kuruluşlar ekseriyetle ürünlerinin kaynak kodlarını gizlerler. Kaynak kodu gizlenmeyen yazılımlar 'açık kaynak', 'özgür yazılım' gibi isimlerle anılır. Özgür yazılıma örnekler GNU/Linux işletim sistemi ve "Eclipse" tümleşik geliştirme ortamıdır. Birçok kâr amaçlı kurum da güven, "good-will" kazanmak, irdeleme ve kullanım kolaylığı sağlamak veya özgür yazılım ekler üretimine olanak vermek gibi amaçlarla yazılımlarını açık kaynak hale getirmişlerdir. Örnekler. C dilinde yazılmış örnek bir kaynak kod: #include <stdio.h> int main() printf("Merhaba Dünya"); Bu örnek kod ekrana "Merhaba Dünya" yazdırır. C# dilinde yazılmış bir kaynak kod: private void Form1_Load(object sender, EventArgs e) MessageBox.Show("Merhaba Dünya"); Ekrana mesaj kutusu içerisinde "Merhaba Dünya" yazdırır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6397", "len_data": 1287, "topic": "CODING", "quality_score": 3.59 }
Devlet başkanı, bir devletin en yüksek seviyedeki yöneticisidir. Devlet başkanına Cumhuriyet ile yönetilen ülkelerde cumhurbaşkanı, mutlakî ya da meşrutî monarşi ile yönetilen ülkelerde ise genellikle kral adı verilir. (Bunun bir istisnası, Amerika Birleşik Devletleri de bir cumhuriyet olmasına rağmen, ülkenin resmî adında cumhuriyet geçmemesi sebebiyle ABD cumhurbaşkanı çoğunlukla sadece başkan olarak adlandırılır.) Devlet başkanının yetkileri ülkenin yönetim sistemine göre değişiklik gösterir. Parlamenter sistemde devlet başkanının yetkileri çoğunlukla semboliktir, asıl yetkileri elinde bulunduran bir hükûmet başkanı (genellikle başbakan) bulunur. Başkanlık sisteminde ve mutlak monarşide ise devlet başkanı aynı zamanda hükûmet başkanıdır ve fiilî yönetim yetkilerini elinde bulundurur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6400", "len_data": 797, "topic": "POLITICS", "quality_score": 3.74 }
Türkiye Sakatlar Derneği (TSD) merkezi İstanbul'da bulunan bir sivil toplum kuruluşudur. Tarihçe. Türkiye Sakatlar Derneği İstanbul Şubesi(TSD) 1958 yılında Cerrahpaşa Hastanesi'nin karşısındaki mahallede Ali Paşa kahvesinde gününü geçiren Nafi Tuna, Cenani Çalışan ve birkaç arkadaşı tarafından önceki adı Felçliler Derneği olarak kurulmuş ve iki yıl devam etmiştir. Zamanın İstanbul valisi Vefa Poyraz tarafından İstanbul Tıp Fakültesi ile Çapa Öğretmen Okulu arasında kalmış bir tek katlı bina derneğe tahsis edilmiş ve dernek oraya taşındıktan sonra İstanbul Tıp Fakültesi Ortopedi Kliniğinin hocaları da işin içine girerek derneği daha kapsamlı bir hale getirmişler. 1960 yılındaki genel kurul da derneğin adını Türkiye Sakatlar Derneği olarak değiştirip daha çok kitleye hitap etmişlerdir. Bu arada zamanın İstanbul sosyetesi, emekli paşalar, İstanbul Tıp Fakültesi'nden Profesör ve Doktorlar katkı da bulunmuşlar, ortaokul ve lise öğrencileri boyunlarına kumbara takarak sokakta vapur iskelelerinde vatandaşların yakasına rozet takarak kampanyalar düzenlenerek derneğe gelir getirici faaliyetler yapmışlardır. 1963 yılında Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kuruluna müracaat ederek derneğin kamu yararına çalışması için kamu yararı onayı almıştır. Bugün var olan mevcut yasalar; 1475 sayılı iş yasası, 1968 yılında Bülent Ecevit'in Çalışma Bakanı iken çıkarılan vergi yasası, özel tertibatlı otomobil yasası, ehliyet yasası vs. zamanın Türkiye Sakatlar Derneği yöneticilerinin Ankara'da meclisin önünde günlerce yatarak takip ettikleri kazanımlarıdır. Dernek 1975 li yıllardan sonra ilk orta ve liselerde zaman zaman sakatlığı önleyici paneller vermiştir, Türkiye Sakatlar Derneği her Cumhuriyet Bayramı, 23 Nisan Egemenlik ve Çocuk Bayramı, İstanbul'un Kurtuluşu, 30 Ağustos Zafer Bayramı törenlerine tekerlekli sandalyeli, üç tekerlekli motosikletleri ile dernek üyeleri resmi geçitlere katılmaktadır. 12 Eylül 1980 yılından önce 25-31 Mart tarihleri arası Sakatlar Haftası olarak kutlanırdı. Bu hafta süresince tüm İstanbul, sakatların sorunlarını konu alan bez ve duvar afişleri ile süslenirdi dernek kuruluşlarından bu güne ülkenin ulaşım mimari vs. sorunlarından dolayı evinden dışarı çıkıp dolaşma imkânı olmayan üyelerini bahar aylarında topluca pikniğe götürüp orada bir takım yarışmalar, oyunlar, sosyal aktiviteler ile güzel bir gün yaşatmak ve üyelerin birbirleri ile kaynaşmalarını sağlamıştır. Artık, 10-16 Mayıs arası Sakatlar Haftasıdır. Sakatlık insanlığın ortak sorunudur. Bu yüzden Sakatlar Haftası yalnız Türkiye'de değil Birleşmiş Milletlere üye 156 ülkede aynı zamanda değerlendirilir. Faaliyetler. Ülkenin sosyal yapısı itibarı ile dernek kuruluşundan bu güne ihtiyaç sahibi üyelerine ortez, protez, koltuk değneği, tekerlekli motorlu ve motorsuz sandalye, maddi, manevi yardımlar gıda ve giyecek yardımı, okuyan sakat öğrenciye karşılıksız burs yardımı, tedavi-ameliyat ve medikal yardımlar yapılmaktadır. Dernek kuruluşundan bu güne sakat hakları konusunda yerel yönetimler yasası, eğitim yasası, iş yasası, emeklilik yasası, vergi indirim yasası, 2022 sayılı yasa, yürürlükte olan tüm yasalar konusunda çok büyük mücadeleler vermektedir. Tüm toplumu bilinçlendirmek ve kamuoyunu bilgilendirmek maksadıyla hizmeti tüm ülkede yaygınlaştırmak amacıyla ülke genelinde 67 şube kurarak faaliyetlerine her geçen gün yenilikler katmaktadır. 1991 yılında Sevgi Çemberi isimli aylık bir yayın organı çıkararak sakatların sorunlarını ve anayasal haklarının takipçisi olmuştur. Sakat hakları konusunda sürekli gündemin takipçisi olmuştur. Sakatların ülke içerisinde ve dışında var olan haklarını yeniliklerini yasaları, güncelleştiren internet sitesi kurarak her gün ortalama 250 kişinin ziyaret ettiği mail attığı ve cevap aldığı www.tsd.org.tr sitesinde hizmet vermektedir. Türkiye Sakatlar Derneği Şubesi olabilmek için, ile genel merkeze başvurmaları gerekmektedir. Başka dernekler şube olmazlar, ancak yeni bir Türkiye Sakatlar Derneği şubesi kurup, var olan derneklerini fes ederek mal varlıklarını Türkiye Sakatlar Derneğine aktarırlar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6401", "len_data": 4059, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.31 }
Linux ve özgür yazılım belgelerini Türkçeye çevirmenin dışında, üretilmiş özgün Türkçe içeriği de derleyen geliştiricilerin oluşturduğu topluluk.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6404", "len_data": 145, "topic": "CODING", "quality_score": 3.24 }
GNU Genel Kamu Lisansı (GNU GPL ya da GPL) yaygın kullanılan bir özgür yazılım lisansı. İlk sürümü 1989 yılında Richard Stallman tarafından GNU Tasarısı için kaleme alınmıştır. Üçüncü ve son sürüm ise Richard Stallman'ın yöneticisi olduğu Özgür Yazılım Vakfı (FSF), Eben Moglen ve Yazılım Özgürlüğü Hukuk Merkezi tarafından kaleme alındı ve özgür yazılım topluluklarının çeşitli itiraz ve katkılarıyla son hâlini aldı. Bu lisansın güncel sürümü (GPL s3), Özgür Yazılım Vakfı tarafından 29 Haziran 2007'de yayınlandı. GNU Kısıtlı Genel Kamu Lisansı yani LGPL ise GPL'in daha çok yazılım kütüphanelerine yönelik olarak düzenlenmiş sürümüdür. Copyleft lisansların en güçlü ve en yaygın örneği olan GNU GPL, günümüzde birçok yazılım bileşeninde kullanılmaktadır. GPL'in genel nitelikleri. Dört temel özgürlük. Özgür Yazılım Vakfı (FSF) tarafından kaleme alınan GNU Genel Kamu Lisansı, dört temel özgürlüğü güvence altına almayı amaçlar. Bu dört temel özgürlük sırasıyla şunlardır: Para kazanma modeli. GNU GPL lisans anlaşması, 1983 yılında Richard Stallman tarafından geliştirilmiş, çok akıllıca detaylarla bağlayıcılığı bulunan, teşvik edici, gerek kullanıcı gerekse üretici tarafa büyük olanaklar sağlayan bir lisans türüdür. GPL'in en çok üzerinde durduğu konu yazılımların kaynak kodu ile birlikte dağıtılmasının gerekliliğidir. Üretici firma yazılımını ikili dosya şeklinde (binary) dağıtsa bile kaynak kodunu herkes tarafından erişilebilir bir yere bırakmak zorundadır. Kullanıcı, bu kaynak kodu alıp inceleyebilir, üzerinde istediği değişikliği yapabilir, kendi projelerinde, yazılımlarında kodun tamamını ya da bir parçasını kullanabilir. Hatta başkasının kod parçasını alıp, üzerinde değişiklik yapıp satarak maddi kazanç da elde edebilir. Ama tek bir şartla, yeni üretilen program da GPL ile lisanslanmak zorundadır. GPL, yazılımın ücretlendirilmesi hakkında hiçbir fikir beyan etmez. GPL yazılımları ücretsiz olmak zorunda değildir. Üretici firma ya da kuruluş, yazılımını GPL ile lisanslayıp, dağıtabilir ve karşılığında da bir ücret talep edebilir. Bu madde en baştan beri sözleşme içerisinde olmasına rağmen, GPL yazılımların çok büyük bir kısmı ücretsizdir. Genel yaklaşım yazılımdan değil, kullanıcıya sunulan kurulum, eğitim, yönetim ve ek modül yazma gibi süreçlerden para kazanılması şeklindedir. Bu özelliğiyle GPL pek çok lisanstan ayrılmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6406", "len_data": 2364, "topic": "CODING", "quality_score": 3.84 }
Turkuaz, yarı değerli bir taştır. Turkuaz ya da turkuvaz ayrıca şu anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6407", "len_data": 87, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.01 }
Ankara Devlet Konservatuvarı, günümüzde Hacettepe Üniversitesine bağlı olan müzik ve sahne sanatları okulu. Ankara'da müzik, tiyatro ve bale alanında ilköğretimden, doktora ve sanatta yeterlik seviyesine kadar eğitim veren bir eğitim kuruluşudur. Cumhuriyet tarihinin ilk konservatuvarıdır. Türkiye'de "farklı türlerde müzik ihtiyacının karşılanması için her alanı kapsayacak yeni bir müessese" olarak 1936 yılında kurulan okul, 1982'den itibaren Hacettepe Üniversitesi bünyesinde yer alır. Yetenek sınavıyla öğrenci almaktadır. Tarihçe. Arka plan. Türkiye'de Cumhuriyetin ilanının ikinci yılında, çoksesli Avrupa müziğini esas alan çalışmalar yapmak ve bunu yaygınlaştıracak öğretmenleri yetiştirmek üzere Musiki Muallim Mektebi kurulmuştu. 1925'ten itibaren bazı yetenekli gençler Avrupa'daki çeşitli merkezlere müzik öğrenimi için gönderildi; eğitimlerini tamamlayıp dönen gençler Cebeci'deki Musiki Muallim Mektebi'nde görevlendirildiler. Müzik devrimi, 1 Kasım 1934'te Mustafa Kemal Atatürk'ün kültür ve güzel sanatlara alanında uyarılar yaptığı Meclis açış konuşması ile hız kazandı. O yıl Ankara'da Cumhuriyet döneminin ilk müzik kongresi düzenlendi. Kongrede, ülkedeki her nevi sanat ve müzik gereksinimlerini karşılayacak bir öğrenim kurumu ve yapılanma gereği ortaya kondu. Musiki Muallim Mektebi'nin, "Milli Musiki ve Temsil Akademisi" adıyla yeniden yapılandırılması için çalışmalar başladı. Başlangıçta Akademi'nin bünyesinde Musiki Muallim Mektebi, Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası ile Temsil Şubesi yer almaktaydı. Orkestra 1936'da Akademi'den ayrıldı. Kuruluş. Müzik Kongresi sonucunda oluşturulan rapor doğrultusuna yetkililer, çağdaş müzik reformu konusunda Avrupalı uzmanlara başvurmaya karar verdi ve Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı bir konservatuvar kurmak amacıyla uygun bir uzman bulunması için 1934 yılında Berlin'de öğrenci müfettişi olan Cevat Dursunoğlu görevlendirildi. Dursunoğlu, Almanya'da önemli bir müzik otoritesi olarak kabul edilen şef Wilhelm Furtwangler aracılığıyla besteci Paul Hindemith ile görüştü ve onu Türkiye'ye gelmesi konusunda ikna etti. Hindemith, 27 Mart 1935 tarihinde Berlin'de imzalanan sözleşme ile görevi kabul etti. Bu sözleşmeye göre Hindemith, Türkiye'deki müzik kurumlarının yeniden yapılandırılmasında danışman olarak incelemelerde bulunacak ve kurulması planlanan konservatuvarın kuruluş esaslarına dair bir rapor verecekti. Hindemith, ilk Türkiye ziyaretini 6 Nisan 1935 günü yaptı. 1936 ve 1937 yıllarında ikinci ve üçüncü kez Türkiye'ye gelip incelemlerine devam etti ve ziyaretlerinin ardından Ankara hükûmetine, "Türk Müzik Yaşamının İnşası için Öneriler" başlığı altında raporlar sundu. İncelemeri doğrultusunda konservatuvarın; bir "serbest müzik okulu" (konservatuvar), bir öğretmen yetiştiren okul (Musiki Muallim Mektebi) ve bir tiyatro okulundan oluşmasını önerdi. Konservatuvarın tiyatro ve opera bölümülerini kurmak üzere Almanya'dan Carl Ebert getirildi. Konservatuvarın eğitime başlaması. Konservatuvar, fiilen Musiki Muallim Mektebi içerisinde faaliyete başladı. Mektebin 132 öğrencisi 6 Mayıs-12 Mayıs 1936 tarihleri arasında sınavdan geçirildi. İçlerinden 86 öğrenci öğrenimlerine müzik ve sahne sanatları alanında devam etmek için; 46 öğrenci ise müzik öğretmenliği eğitimine devam etmek üzere seçildi. Öğrenci alma sınavının başladığı 6 Mayıs 1936 tarihi, Ankara Devlet Konservatuvarı'nın kurulduğu gün kabul edilir. Müzik bölümü dışında Tiyatro Bölümü için 11 öğrenci (3 kız, 8 erkek), Opera Bölümü için ise 12 öğrenci (5 kız, 7 erkek) okula alındı. Konservatuvar, 1 Kasım 1936 tarihinde "Musiki Muallim Mektebi Temsil sınıfları" ismiyle faaliyete geçti. Devlet Başkanı Mustafa Kemal Atatürk, 1 Kasım 1936 tarihindeki meclis açış konuşmasında okulun kuruluşu ile ilgili şu sözleri söyledi: Musiki Muallim Mektebi ile Konservatuvarın ayrılması. Mektebin müzik öğretmeni yetiştirilen bölümü 1938 yılında konservatuvardan ayrılıp Gazi Eğitim Enstitüsüne bağlandı. Hindemith'in önerisi ile Türkiye'ye davet edilmiş ve başlangıçta öğrenci orkestrasını çalıştırmakla görevlendirilmiş olan Alman müzisyen Eduard Zuckmayer, müzik öğretmenliği bölümü Gazi Eğitim Enstitüsü'ne devredilince bu kuruma geçerek uzun yıllar müzik öğretmenleri yetiştirdi. Konservatuvar Kanunu ve ilk mezunlar. Musiki Muallim Mektebi'nin temsil şubesinde fiilen başlamış olan konservatuvar eğitimi, 24 Mayıs 1940 yürürlüğe giren ve 17 maddeden oluşan 3829 Sayılı "Konservatuvar Kanunu" ile yasal bir zemine oturdu. Konservatuvar, ilk defa 1941 yılında öğrenci mezun etti. Tatbikat Sahnesi. Temsil şubesini kurmak üzere 1936-1937 öğretim yılında işe başlamış olan Prof. Ebert, bu şubeyi 9 yıl yönetti ve yetiştirdiği öğrencilerin sanatlarını sergileyebilecekleri Tatbikat Sahnesi ile bir opera stüdyosunun oluşturulmasına da öncülük etti. Okul bünyesinde kurulan "Tatbikat Sahnesi", önce Devlet Tiyatroları'nın, ardından Devlet Operası’nın kuruluşu için zemin hazırladı. Bale Bölümü. Konservatuvarda bale dışındaki müzik ve sahne sanatı dallarında konservatuvar eğitimi 1936-1937'de başlamıştı. Devlet tarafından davet edilen ve Batılı anlamda bir bale okulunun açılmasına öncülük eden Dame Ninette de Valois, İstanbul'da “Yeşilköy Bale Okulu” olarak bilinen okulu kurarak Türkiye'de bale eğitiminin çekirdeğini oluşturdu. Bu okulun 1950 Mart ayında yürürlüğe giren bir yasayla Ankara'ya taşınması ile Ankara Devlet Konservatuvarı bünyesinde bale bölümü kurulmuş oldu. Piyano Atölyesi. 1936'da Ankara Devlet Konservatuvarı'nın bir konserin sırasında "Piyanonun ülkemizde yapılmasını istiyorum" diyen cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk'ün bu arzusunu yerine getirmek üzere Ankara Konservatuvarı bünyesinde piyano üretimi yapılmış; okuldaki piyano yapım atölyesi 1976-1990 yıllarında Piyano Yapım Onarım Bölümü olarak eğitim vermiştir. Piyano yapımı için ilk olarak 2. Erkek Sanat Enstitüsü'ne bağlı Müzik Aletleri Bölümü açılmış ve 1947 yılında yapımına başlanan Türk piyanosu 1948'de tamamlanmıştı. ""İkinci Sanat Enstitüsü" adı verilen bu piyano, 1960 yılında üretilen "AnkaraDevlet Konservatuarı" adlı piyano ve 1973 yılında Cumhuriyet'in 50. Yılı için yapılan ve "Ankara"” adı verilen piyano, okulun piyano atölyesindedir. Ankara Palas'ta sergilenen, Atatürk'ün kullanmış olduğu piyanolar ile Savarona yatında kullanılmış olan beyaz kuyruklu piyano konservatuvarın piyano atölyesinde onarılıp saklanan tarihî değeri olan piyanolardan bazılarıdır. Hacettepe Üniversitesi'ne bağlanma. Ankara Devlet Konservatuvarı Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı iken, 1972 yılında Başbakanlığa 1975'te ise Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı bir kuruluş haline geldi. 1982'de Yükseköğretim Kurulu kapsamına alınarak Hacettepe Üniversitesine bağlandı. Okulun adı, "Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı" oldu. Kurumda görev yapan eğitmenler, konservatuvarın üniversiteye bağlandıktan sonra belirli dönemlerde öğretim üyeliğine yükseltildi. Konservatuvar, 3 Aralık 1984 tarihinde bir fakülte halini aldı. 1985'te Cebeci'deki binadan ayrılarak Beşevler kampüsünde bir binaya taşındı. Cebeci'deki tarihî bina Mamak Belediyesi'ne devredildi ve 2005 yılında kültür merkezi olarak işlev görmeye başladı.. Konservatuvarda zamanla yeni bölümler açıldı. 1986'da "Etnomüzikoloji ve Folklor" bölümü kuruldu, 1988'de eğitime başlayan bölüm 2007'de Müzikoloji adını aldı. 1986'da "Gitar Ana Sanat Dalı" kuruldu. 1987'de Bale Anasanat Dalı bünyesinde "Koreoloji- Koreografi Sanat Dalı" kuruldu; böylece, Hacettepe Üniversitesi koreolojist yetiştiren Türkiye'deki tek üniversite oldu. 2010'da Caz Ana Sanat Dalı kuruldu. 2019'da üniversitenin Beytepe kampüsünde yeni bir bina inşa edildi. Konservatuvar Beytepe'deki binaya taşınmış, Beşevler'deki bina ise yıkılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6411", "len_data": 7718, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.61 }
Toksikoloji ya da ağı bilimi (Zehir bilimi), kimyasallar ile biyolojik sistem arasındaki etkileşimleri, zararlı sonuçları yönünden inceleyen ya da kimyasalların zararsızlık limitlerini belirleyen bilim dalıdır. Özet. Hemen hemen herkes, uygun kullanılmadığında zararlı olacak kimyevi maddelerle temas halindedir. Pek çok ölüm ve belki bunun yüz katı kadar fazla kaza kimyevi maddelerin dikkatsiz kullanılması sonucu meydana gelmektedir. Toksikoloji (ağıbilim) üç ana alt dala sahiptir: Bunlardan sanayi toksikolojisi, hava ve sudaki kimyevi kirleticilerin zararlı etkilerini inceler. Bunun yanında çalışma ve ev ortamında mevcut olanları da konu alır. Ekonomik toksikoloji ise ilaçlarda, yiyeceklere ilave edilen maddelerde, kozmetik, gübre ve veteriner ilaçlarındaki kimyevi maddelerle meşgul olur. Adli toksikoloji de özellikle ölüm veya ciddi yaralanmayla sonuçlanan vakaların tıbbi yönüyle meşgul olur. Her kimyevi madde, toksik etkisine (toksiklik, toksisite ya da ağılılık) bağlı olarak altı sınıftan birinde mütalaa edilir. Çok fazla toksik (ağılı), çok toksik, orta derecede toksik, az toksik, oldukça toksik olmayan ve oldukça zararsız. Zehir, çok fazla veya çok toksik olan kimyevi maddelere verilen isimdir. Bunların az miktarları ciddi zarara veya ölüme sebep olur. Deney hayvanının her kilogramı için 50 miligram ağızdan verildiğinde, 48 saat içinde, bu hayvanların en az % 50'sinin ölümüne sebep olan maddeye kimyevi olarak "zehir" etiketi konulur. İnsanlar için bu miktar yaklaşık olarak bir çay kaşığı dolusu kadardır. Toksikoloji, hayvanlar üzerinde deney yaparak, kimyevi maddelerin toksisite derecesini belirlemeye çalışır. Bu maksatla pek çok hayvan kullanılır. Fareler bu iş için kullanılan küçük; maymun ve çiftlik hayvanları büyük hayvanlar arasındadır. Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerin tamamlanmasından ve sonucun insanlar üzerindeki etkisi tahmin edildikten sonra sınırlı sayıda deneyin insan üzerinde yapılmasıyla makul bir emniyet elde edilir. Buna kimyevi maddelerin insan derisi üzerinde etkisinin araştırılması misal gösterilebilir. Eğer kimyevi maddelerin hastalık veya ölüme sebebiyet verdiği zannedilirse, ölünün kanı, idrarı ve kas parçaları adli toksikolojiye analiz için verilir. Yapılan deneylerle, zararlı kimyevi maddeler ve miktarları tespit edilebilir. Tarihçe. Toksikoloji denilince akla ilk olarak Paracelsus gelir. 16. yüzyılda Paracelsus'un (1493-1541) zehiri tanımlarken kullandığı "Her madde zehirdir. Zehir olmayan madde yoktur; zehir ile ilacı ayıran dozdur" şeklindeki ifade, bugünkü modern toksikolojinin de çıkış noktasıdır. Uğraş alanları. Her kimyasalın doza bağımlı olarak toksik etki gösterebilmesi gerçeği, toksikolojinin uğraş konularını; Bütün bu kimyasallara, "organizmaya yabancı" anlamına gelen "zenobiyotik" yahut "ksenobiyotik" adı da verilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6414", "len_data": 2818, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.79 }
Genel anlamı. Üretime konu olan her yerde ortaya çıkan, sosyo-ekonomik çevreye bağlı olarak değişebilen, ücretli çalışanlar ile işverenler arasında yürütülen ve merkezinde ücret pazarlığı olan kurumsallaşmış ilişkiler bütünüdür. Burada “endüstri sektöründeki” işçi - işveren ilişkilerinin ve genel çalışma koşullarının belirlenmesi, düzenlenmesi ve daha iyiye yönlendirilmesi amaçlanırken, daha da “kurumsal” nitelikteki ilişkiler kastedilmektedir. Kurumsal ilişkinin anlamı da en azından çalışan tarafın örgütlenmiş olması veya kendisi adına hareket edecek bir kuruma (sendika) sahip (üye) olmasıdır. Kavram etimolojik olarak incelendiğinde de bu çerçevede kullanıldığı görülecektir. Bu yaklaşım, literatürde endüstri ilişkilerinin dar anlamı olarak yerini almıştır. Yani sadece “endüstri sektörü”ndeki kurumlaşmış işçi-işveren ilişkileri endüstri ilişkilerini dar anlamdaki tanımı olarak karşımıza çıkmaktadır. İlk zamanlarda endüstri ilişkileri yalnızca endüstri sektörünü konu alsa da günümüzde gelişen yapısıyla çalışma hayatının tüm sektörlerini içine almaktadır. Buna karşılık, endüstri ilişkileri sadece endüstri sektöründe değil, “tüm sektörlerde” çalışan ücretlilerin istihdam ilişkilerinden doğan her türlü “bireysel” ve “kolektif” ilişki ve bu ilişki çerçevesinde oluşan çalışma koşullarını inceleyen bir alan olarak geniş anlamda da kullanılmaktadır. Geniş anlamdaki endüstri ilişkileri deyimi, ücretlilerin istihdam ilişkilerinden doğan çalışma hayatının hemen her konusunu ele aldığından “çalışma ilişkileri” veya “istihdam ilişkileri” yerine de kullanılmaktadır. Endüstri ilişkileri kurumsallaşmış ilişkileri ifade ederken belli başlı ilkeleri göz önüne alır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6419", "len_data": 1675, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.96 }
Türk aşağıdaki anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6426", "len_data": 35, "topic": "HISTORY", "quality_score": 1.75 }
Kallithea FC (Yunanca : " Γ.Σ. Καλλιθέα" GS Kallithea, "Gymnasticos Syllogos Kallithea"), Yunan futbol kulübü. Atina'nın Kallithea bölgesinin futbol takımıdır. 1966 yılında dört yerel futbol takımı Esperos, Iraklis (Hercules), AE Kallitheas ve Kallithaikos'un birleşmesiyle kuruldu. Sonraki yıl bunlara, bir başka yerel takım Pyrsos eklendi. Kulübün arması ndaki beş yıldız kulübü kuran bu beş takımı temsil eder. 1966'da Yunan üçüncü liginde oynayan Kallithea 1969'da ikinci lige çıktı. 2002 yılından beri ise birinci ligde oynamaktadir. 2003-2004 sezonunda ligi 12.tamamlamıştır. Kallithea FC maçlarını 5.000 kişi kapasiteli Gregoris Lambrakis stadyumunda oynamaktadır. Stadyum, etrafı kayalık Sikelia tepeleriyle çevrili olduğu için El Paso olarak da adlandırılır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6439", "len_data": 770, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.45 }
eBay Inc., İnternet üzerindeki en büyük açık artırma usulü alışveriş sitesi olan Amerikan şirketi. eBay, 3 Eylül 1995'te İran asıllı Amerikalı girişimci Pierre Omidyar tarafından San José, Kaliforniya'da kuruldu. Şirket, yönetim merkezinin bulunduğu Amerika Birleşik Devletleri dışında Arjantin, Avustralya, Avusturya, Belçika, Brezilya, Kanada, Çin, Fransa, Almanya, Hong Kong, Hindistan, İran, İrlanda, İtalya, Kore, Malezya, Meksika, Hollanda, Yeni Zelanda, Filipinler, Singapur, İspanya, İsveç, İsviçre, Tayvan, Birleşik Krallık'ta faaliyet göstermektedir. İşleyiş prensibi. Site, satıcı ve alıcı arasında, ürünü sitesinde yayınlayarak, aracılık etmektedir. Satılacak ürün için önce listeleme parası ve eğer ürün satılırsa bir de satış fiyatı üzerinden kesinti olmak üzere satıcıyı ücretlendirir. Alıcı kapanış fiyatı ve belirtilen posta ücreti dışında bir ücret ödemez. Uluslararası para göndermek için ödeme şekline ve tarzına göre aracı kuruma para ödemek gerekebilir. En popüler ödeme şekli PayPal olmakla birlikte Western Union, kredi kartı, banka havalesi, posta havalesi ve hatta nakit para da bazı satıcılar tarafından kabul edilmektedir. eBay'de her ürünün satıcısı farklı olduğundan her sunulan ürünün tanımı ve ödeme şekli değişiktir. En çok sorun bu alanda olmakla birlikte, postada kaybolma ve zarar görmeye karşı sigorta, eğer sunulmuşsa, eklenmesi tavsiye edilir. Oylama ve yıldız sistemi. Her alışveriş sonrası, satıcı ve alıcının karşılıklı birbirlerine puan vermeleri (pozitif, nötr, negatif) ve yorum yazmaları vasıtasıyla işlem yapan kişiler için genel bir kanaat oluşmaktadır. Puanlama sistemi alışverişin riskini azaltmayı amaçlamaktadır. Zorunlu değildir ancak yorum bırakılması tavsiye edilir. Genelde, satıcı ödeme eline ulaşınca alıcı da ürün teslimatının ardından birbirlerine puan verir. Her kullanıcı adından yanında sahip oldukları olumlu geri besleme yüzdesi görülür. Örneğin bir satıcı 10 mal sattıysa, alıcıların hepsi satıcıya not verdiyse ve alıcılardan sadece biri olumsuz not verdiyse, satıcının adı yanında parantez içerisinde 10 rakamı, adının altında da "%90 olumlu geri besleme" ifadesi görülür. Bu yüzde, alıcılara bu satıcının ne kadar güvenilir olduğu konusunda bir fikir verir. Benzer şekilde satıcılar da alıcılara not verir. Satıcılar -bazı şartlara bağlı olmakla birlikte- yakın zamanda pek çok olumsuz not almış veya daha önce hiç mal almamış alıcılara ürün satmayı reddedebilir. Yedi gün içinde ödeme yapmayan alıcı, eger satıcı ebay'e bildirirse, uyarı alır. Alıcı bu uyarı sonrasında da ödeme yapmazsa satıcıya satış fiyatı üzerinden kesilen ücret geri ödenir. Alıcı 3 ayrı uyarı ile sistemden çıkartılır. Bu negatif puanlamadan farklı bir süreçtir. 2007 yılı Mayıs ayında dünyanın en büyük e-ticaret sitesi eBay, GittiGidiyor'a ortak oldu. Bu stratejik ortaklık ve karşılıklı know how transferiyle GittiGidiyor, hizmet çeşitliliğini artırdı. 2011 yılı Mayıs ayında eBay'in GittiGidiyor'un %93 hissesini satın alması ile GittiGidiyor tam anlamı ile eBay ailesine katıldı. Gittigidiyor'un sahibi olan eBay, 20 Haziran 2022 tarihinde Gittigidiyor'un yeni ürün listeleme (yeni ilan verme) sistemini kapattı. 18 Temmuz'a kadar alışverişe açık kalan sitenin "Hesabım" bölümü, 5 Eylül'e kadar açık kaldı. Müşteri hizmetleri ise 30 Eylül 2022 Cuma gününe kadar Gittigidiyor müşterilerine destek vermeye devam etti. 30 Eylül 2022 Cuma gününde ise site kapandı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6446", "len_data": 3408, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.42 }
Akışkanlar mekaniği, akışkanların (sıvılar, gazları ve plazmalar) davranışlarını ve onlara etkiyen kuvvetleri inceleyen fizik dalı. Makine, inşaat, kimya ve biyomedikal gibi mühendislik dallarının yanı sıra jeofizik, okyanus bilimi, meteoroloji, astrofizik ve biyoloji gibi farklı birçok disiplinde kullanılır. Durağan hâldeki akışkanların incelendiği akışkanlar statiği ve hareket hâlindeki akışkanların incelendiği akışkanlar dinamiği olmak üzere ikiye ayrılır. Özellikle akışkanlar dinamiği olmak üzere akışlar mekaniği, aktif bir araştırma alanıdır. Birçok problem ya kısmen ya da tamamen çözülememiş durumdadır ve genellikle bilgisayar kullanılarak sayısal yöntemlerle sonuçlar bulunmaya çalışılır. Bu yaklaşım, hesaplamalı akışkanlar dinamiğinin (HAD) konusudur. Bunun dışında deneysel yaklaşımlar da mevcuttur. Akışkanlar mekaniği çalışmaları; Antik Yunanistan'da Arşimet'in akışkanlar statiği araştırmalarına kadar gitmekle beraber, akışkanlar mekaniği üzerine ilk çalışma kabul edilen Arşimet Prensibi'ne kadar dayanan bir geçmişe sahiptir. Akışkanlar mekaniğindeki hızlı gelişme; Leonardo da Vinci (gözlem ve deneyler), Evangelista Torricelli (barometrenin icadı), Isaac Newton(viskozite araştırmaları) ve Blaise Pascal (hidrostatik araştırmaları ve Pascal yasası) ile başlamıştır. Hidrodinamikteki matematiksel akışkan dinamiğine girmesi ile Daniel Bernoulli tarafından devam ettirilmiştir. Tarihi. Akışkanlarla ilgili bilinen ilk çalışmalar Arşimet (MÖ 285-212) tarafından yapılmıştır. Arşimet suyun kaldırma kuvvetinden hareketle, akışkanlar için bir takım hesaplama yöntemleri geliştirmiştir. Ancak, akışkanlarla ilgili esas gelişmeler Rönesans'tan sonra olmuştur. Akışkanlar mekaniğinde en önemli gelişmeyi Leonardo da Vinci (1452-1519) yapmıştır. Vinci, tek boyutlu-sürekli akış için süreklilik denklemini çıkararak dalga hareketleri, jet akışları, hidrolik sıçramalar, eddy oluşumu ve sürüklenme kuvvetleri hakkında bilgiler vermiştir. Isaac Newton'ın (1642-1727) yerçekimi kanununu bulmasından sonra yerçekimi ivmesi de hesaplara katılmıştır. Sürtünmesiz akışlarda en önemli gelişmeleri Daniel Bernoulli (1700-1782), Leonard Euler (1707-1783), Joseph-Louis Lagrange (1736- 1813) ve Pierre-Simon Laplace (1749-1827) yapmışlardır. Euler şimdi Bernoulli denklemi olarak bilinen bağıntıları ilk geliştirendir. Açık kanal akışları, boru akışları, dalgalar, türbinler ve gemi sürüklenme katsayıları üzerinde Antonie de Chezy (1718-1789), Henri Pitot (1695-1771),Wilhelm Eduard Weber (1804-1891), James Bicheno Francis (1815- 1892), Jean Léonard Marie Poiseuille (1799-1869) yaptıkları deneysel çalışmalarla akışkanlar mekaniğinin geliştirilmesinde önemli katkılarda bulunmuşlardır. William Froude (1810-1879) ve oğlu Robert (1846-1924) modelleme kanunlarını geliştirmesinden sonra, Lord Rayleigh (1842-1919) boyut analizi tekniğini ve Osborne Reynolds (1842-1912) klasik boru deneyini (1883) geliştirerek akışkanlar mekaniğinde çok önemli olan boyutsuz sayıları bulmuşlardır. Claude-Louis Navier (1785-1836) ve George Gabriel Stokes (1819-1903) akış denklemine sürtünme terimlerini de ilave ederek, bütün akışları analiz etmede başarıyla uygulanan ve günümüzde Navier-Stokes denklemleri olarak bilinen momentum denklemlerini bulmuşlardır. Ludwig Prandtl (1875-1953) yüzeye yakın yerlerde sınır tabakanın (1904) etkili olduğunu onun dışında ise sürtünme kuvvetlerinin olmadığı durumlarda Bernoulli denkleminin uygulanabileceğini göstermiştir. aynı şekilde çok geniş teorik ve deneysel çalışmalar Theodore von K%C3%A1rm%C3%A1n (1881-1963) ve Geofrey Taylor (1886-1975)'un yanında pek çok araştırmacı tarafından da yapılmış ve yapılmaktadır. Sürekli ortamlar mekaniğiyle ilişkisi. Akışkanlar mekaniği, aşağıdaki tabloda gösterildiği gibi sürekli ortamlar mekaniğinin alt disiplinidir. Mekanik bakış açısıyla, akışkanlar kayma gerilmesine dayanamazlar, bu sebeple durağan hâldeyken bulundukları kabın şeklini alırlar. Durağan denge hâlindeki bir akışkanın kayma gerilmesi sıfırdır. İletken türleri. Akışkanlar dinamiğinde herhangi bir akışı tarif etmek için çok çeşitli hesap yöntemleri kullanılmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6447", "len_data": 4112, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.87 }
Mustafa Horasan (d. 1965, Karacasu, Aydın), Türk ressamdır. İlk ve orta öğrenimini İzmir'de tamamlayan Mustafa Horasan, 1986 yılında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Grafik Ana Sanat dalı, Özgün Baskıresim Bölümü'nden mezun oldu. Almanya, Fransa, Hollanda, İspanya, ABD ve İtalya’da sanatsal çalışmalar yapan sanatçı hâlen İstanbul’da kendi atölyesinde çalışmalarını sürdürmektedir. Maltepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak da çalışan sanatçının, yurt içi ve yurt dışı özel koleksiyon ve müzelerde eserleri bulunmaktadır. Ayrıca sanatçının İstanbul Modern sürekli sergisinde bir eseri de yer almaktadır. Sanatçı, Mehmet Uygun, İrfan Önürmen,Temür Köran, Serdar Şencan, Alp Tamer Ulukılıç, Altan Çelem kuşağı figüratif resim sanatçılarından biri olarak anılır. Kişisel Sergilerden Seçmeler. İstanbul Sanat Fuarı, Kazım Taşkent Sanat Galerisi, Galerist gibi yerlerde birçok karma sergiye de katılmış olan Mustafa Horasan’ın kişisel sergilerinden bazıları şunlardır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6460", "len_data": 1012, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.26 }
Rodos (Yunanca: Ρόδος) Ege Denizi'nde bir ada, On İki Adalar'ın en büyüğü, Yunanistan'ın (Meis adası hesaba katılmazsa) en doğuda bulunan adası, adanın aynı adlı idari merkezi. Türkiye kıyılarının en yakın noktası olan Bozburun Yarımadası'ndan 18 km (11 mil) mesafededir. Adanın 2019 nüfusu 130.000 olup, bunun 55.000'i Rodos şehrinde yaşamaktadır. Rodos şehri, Yunanistan'ın On İki Adalar (Δωδεκάνησα, "Dodekanisa") idari bölgesinin ve (Sömbeki, Herke, İleki ve Meis adalarını da içeren) Rodos ilinin ("nomos") merkezidir. Dünyanın yedi harikasından biri kabul edilen Rodos Heykeli (Kolossos) MÖ 280 yılında Dorlar tarafından Rodos liman girişinde inşa edilmiştir. Rodos şehrinin Tapınak Şövalyeleri tarafından inşa edilmiş kalesi ve Orta Çağ'dan kalma mahallesi UNESCO Dünya Mirası Listesi'ndedir. Adada ayrıca, Rodos Diagoras Uluslararası Havaalanı ile Rodos şehri arasında kalan kesimde toplanmış 5.500 nüfusluk bir Türk azınlık bulunmaktadır. İç kısımları ormanlıktır ve Türk çamı da denilen "Pinus brutia" ağaçları kızılçamlar ile kaplıdır. Adanın flora ve faunasının, genel olarak, Yunanistan'ın kalan kısımlarından ziyade Türkiye'nin batı sahillerini andırdığı kabul görmektedir. Adanın kuzey ucundaki Rodos dışındaki en önemli yerleşim, güneydoğu sahilindeki Lindos'tur. İsim. Ada tarihi boyunca Yunancada (Yunanca: Ρόδος)(Ródos) olarak bilinmiştir. Aynı zamanda Lindos olarak da anılıyordu. Ayrıca adaya da Rodi, Türkçe: Rodos ve Yahudi ispanyolcası: רודי (Rodi) ya da רודיס (Rodes) denir. Adanın adı Eski Yunanca: "Rhódon" (gül) 'den gelir ve bazen güller adası olarak da anılır. "The Travels of Sir John Mandeville" yanlışlıkla Rodos'un eski adının Colossus of Rhodes ve Paul's "Epistle to the Colossians"un bir araya getirilmesiyle "Collosus" olarak adlandırıldığını bildirir. Adanın adı antik çağda birçok yılana ev sahipliği yaptığı için Fenike dilindeki yılan anlamındaki "erod" kelimesinden türetilmiş olabilir. Coğrafya. Rodos Adası'nın şekli mızrak ucuna benzer. 79,7 km uzunluk ve 38 km genişlik ile toplam alanı yaklaşık 1.398 km²dir (540 mil kare). Deniz sahili yaklaşık 220 km'dir. Rodos şehri adanın kuzey ucundadır ve aynı zamanda antik ve modern ticari limanların bulunduğu yerdir. Ana havayolu kapısı, Rodos Diagoras Uluslararası Havalimanı'dır (IATA kodu: RHO). Havalimanı, Paradisi şehrinin 14 km güneybatısındadır. Karayolu ağı, şehirden doğu ve batı sahilleri boyunca yayılmıştır. Adanın ana kayası kireç taşı‘dır. Sahiller kayalık iken adanın içleri, ekilebilir topraklara sahiptir. Rodos şehrinin dışında adada beyaz badanalı küçük köyler ve kaplıca tatil köyleri vardır. Bunların içinde Faliraki, Lindos, Kremasti, Haraki, Pefkos, Arçangelos, Afantu, Ixia, Koskinu, Embona (Attavyros), Paradisi ve Trianta (Ialysos) sayılabilir. 1.216 m rakımlı Attaviros dağı adanın en yüksek noktasıdır. Rodos, Yunan ana karasının 363 km (226 mil) doğu-güneydoğusunda ve Türkiye'nin güney kıyısından 18 km (11 mil) uzaklıktadır. Turizm, adanın birincil gelir kaynağıdır. Flora. Adanın iç kısmı dağlıktır, seyrek yerleşimlidir ve çam ("Pinus brutia") ve selvi ("Cupressus sempervirens") ormanlarıyla kaplıdır. Kıyılar kayalık olsa da adada turunçgiller, şaraplık üzüm, sebzeler, zeytin ve diğer mahsullerin yetiştirildiği ekilebilir arazi şeritleri vardır. Adanın adını aldığı birçok çiçekli bitki bol miktarda vardır. Fauna. 2005 yılında Rodos alageyik nüfusunun genetik olarak farklı olduğu ve acilen korunması gerektiği ortaya çıktı. Yunanca: Petaloudes "Kelebekler Vadisi"‘nde yazın çok sayıda kaplan güvesi ve kelebek toplanır. Depremler. Tarihi depremlerden Rodos Heykeli'ni yok eden MÖ 226 depremi; Rodos şehrinin büyük kısmını yok eden 3 Mayıs 1481 Rodos depremi; ve 26 Haziran 1926 depremi sayılabilir. 15 Temmuz 2008'de Rodos birkaç eski binada küçük hasara ve bir ölüme neden olan 6.3 büyüklüğündeki 2008 Dodecanese depremi ile sarsıldı. İklim. Rodos yarı kurak, sıcak yaz mevsimli Akdeniz iklimine sahiptir. (Köppen iklim sınıflandırmasına göre "Csa"'dır). Tarihçe. Antik Zamanlar. Adaya yerleşimi kayıtlı tarihi MÖ 2500'den önceki dönemlere dayanır. MÖ 16. yüzyılda Girit Uygarlığı adaya yerleşti. Ondan daha sonra Yunan Mitolojisi yeni bir Rodos ırkı isimlendirdi: "Telchines". Rodos ve Danaus (Mitolojik bir karakter) ile ilişkilendiriliyordu. Bazen takma adı "Telchinis" ile adlandırıldı. Miken Dönemi. Yunan efsanesinde Rodos'un Tlepolemus önderliğinde Truva Savaşı'na katıldığı iddia edilir. MÖ 15. yüzyılda, Miken Yunanları "Akhalar" adayı istila etti. Bronz Çağı Çöküşü sonrasında, ilk yenilenen dış bağlantılar Kıbrıs ile oldu. MÖ 11. yüzyılda Dorların gelmesiyle ada gözde olmaya başladı. Arkaik Çağ. MÖ 8. yüzyılda İstanköy, Knidos ve Halikarnas (ana karada) ile birlikte üç önemli şehir olan Lindos, Ialysus ve Kameiros'u kuran Dorlar'ın gelişiyle adada yerleşimler oluşmaya başladı. -Dorian Hexapolis (Yunancada altı şehir anlamına gelir) denir. Şair Pindaros kasidesinde “Ada, güneş tanrısı Helios ile perisi Rhodos'un birleşmesinden doğdu ve şehirlere onların üç oğlunun adı verildi” der. "Roda" adanın doğal çiçekli bitkisi pembe "Hibiscus"dur. Diodorus Siculus, Helios ve Rhode'un oğullarından Actis'in Mısır'a gittiğini sözlerine ekler. Heliopolis şehrini kurdu ve Mısırlılara astrolojiyi öğretti. MÖ 8. yüzyılın ikinci yarısında Athena kutsal alanı, kültürel temasların göstergesi Yakın Doğu'dan küçük fildişleri ve Suriye'den bronz objeler olan adak hediyeleri aldı. Kuzeybatı kıyısındaki, tapınağın MÖ 8. yüzyılda kurulduğu eski bir Tunç Çağı bölgesi olan Kameiros'ta, oyma fildişi figürinlerin çağdaş bir başka dikkate değer dizisi daha vardır. Kameiros ve Ialyssos mezarlıkları, MÖ 7. ve 6. yüzyılın başlarına tarihlenen Oryantalizan Rodos takılarının birkaç mükemmel örneğini ortaya çıkarmıştır. Klasik Çağ. Pers istilasının adayı kaplamasının ardından MÖ 478'de Perslerin Atina güçleri tarafından yenilmesi ile Rodos adası şehirleri Atina Birliği'ne (Atina tarafından yönetilen, MÖ 5. yüzyıldaki Yunan şehir devletleri birliği) bağlandı. MÖ 431 yılında "Peloponez Savaşı" çemberi yardığında Rodos geniş bir şekilde tarafsız kaldı. Birliğe bağlı olmasına rağmen savaş 404 yılına kadar sürdü. Fakat Rodos bu zamanda çatışmadan tamamen geri çekildi ve kendi yoluna devam etmeye karar verdi. MÖ 408 yılında şehir devletleri bir ülke oluşturdular ve yeni Rodos'u yeni başşehir olarak adanın en kuzey ucunda inşa ettiler. Onların düzenli planı Atinalı mimar "Hippodamus" tarafından gözden geçiriliyordu. Mamafih Pelepones savaşları tüm Yunan kültürünü zayıflatmıştı ve istilaya açıktı. MÖ 357 yılında ada, Karya kralı "Mausolus tarafından" fethedildi. Daha sonra da MÖ 340'ta Persler'in eline geçti. Fakat onların dönemi kısa oldu bu şehir halkı için rahatlatıcı bir durum oldu. Rodos, MÖ 332'de "İskender’in" Persleri yenmesinden sonra büyüyen bu imparatorluğun parçası oldu. İskender ‘in ölümünü takiben generalleri krallığı kontrol etme çekişmesine girdi. Generallerden üçü "Ptolemy", "Seleucus" ve "Antigonus" krallığı kendi aralarında böldü. Rodos "Ptolemies" ile ticari ve kültürel bağlarını İskenderiye ile kuvvetlendiriyordu ve baraberce şekillendirdikleri Rodos-Mısır birliği Akdeniz'de ticareti boydan boya kontrol ediyordu. MÖ 3. yüzyılda şehir denizcilik, ticaret ve kültür merkeziyle gelişti ve şehrin parası Akdeniz'in her tarafında dolaşımdaydı. Rodos'un meşhur felsefe okulu bilim, edebiyat ve hitabeti İskenderiyeli üstadları ile paylaşıyordu. Tanınmış isimler Rodos'ta bir okul kuran Atinalı hitabet "Aeschines", "Apollonius of Rhodes" (MÖ 3. yüzyıl-MÖ 246, epik şair, bilim insanı ve İskenderiye kütüphanesi direktörü), astronom "Hipparchus" ve "Geminus" ve hitabetçi "Dionysios" Trax. Heykel okulu zenginlik, dramatik stilde gelişti. Ve bu "Hellenistic Baraque" Hellenistik Barok tarzı olarak nitelendirilebilir. Orta Çağ Dönemi. 1309'da Bizans çağı, adanın Hospitalier Şövalyeleri (1080 yılında Kudüs'te kurulan ve Saint John Kudüs, Rodos ve Malta tarikatı, Malta şövalyeleri, Rodos şövalyeleri ve Malta silahşorlarını içeren bir organizasyon) tarafından zapt edilmesiyle son buldu. Yeni ismiyle "Rodos Şövalyeleri" yönetimi altında şehir Orta Çağ Avrupa ideal modeline göre yeniden inşa edildi. Şehrin meşhur anıtlarının çoğunu "Palace of the Grand Master" Büyük Üstatların Sarayı içerir. Bu dönemde yapılmıştır. Şövalyelerin inşa ettiği bu kuvvetli duvarlar 1444 deki Mısır Sultanı ataklarına ve II. Mehmed'in 1480'deki ataklarına karşı koyup ayakta kaldılar. Son olarak Rodos Kanuni Sultan Süleyman'ın 29 Aralık 1522'deki geniş ordusuna karşı yenik düştü. Kalan birkaç şövalyeye Sicilya Krallığı'nda istirahat etmelerine izin verildi. Şövalyeler daha sonra onların operasyon merkezi Malta'ya hareket edeceklerdi. Ada yaklaşık 400 yıl Osmanlı İmparatorluğu mülkiyetinde kalmıştır. Modern tarih. 1912'de Trablusgarp Savaşı sırasında Rodos İtalya tarafından işgal edildi. Rodos, Onikiada'nın diğer adalarıyla birlikte, İtalya'nın 1947'de Paris Antlaşması'nı imzalamasıyla beraber Yunanistan'a katıldı. Adada bulunan Türk azınlık 1923'teki Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi sırasında İtalya topraklarında sayıldıkları için mübadeleden kurtuldular. Bu nedenle günümüzde Rodos'ta küçük bir Türk azınlığı bulunmaktadır. Ada, İtalyan hükûmeti tarafından atanan birçok "vali" yüzünden acı çekti. Böylelikle 1938'de, diğer Avrupa ülkelerinde teşvik edilen antisemitik politikaların ayak izlerini taklit eden "Leggi razziali" (Irk Yasaları) çıkarıldı. Ordu da dahil olmak üzere hükûmette görev yapan tüm Yahudiler istifaya zorlandı, okul çocukları eğitimlerini bırakmaya zorlandı ve Yahudilerle herhangi bir alışverişi içeren her türlü ticaret yasaklandı. Yarım bin yıl Rodos'ta barış içinde yaşadıktan sonra, Yahudi Juderia vatandaşlıktan çıktı. 8 Eylül 1943'teki İtalyan Mütarekesi'nin ardından İngilizler, Rodos'taki İtalyan garnizonunu taraf değiştirmeye çalıştı. Bu, Rodos Savaşı ile adayı işgal etmeyi başaran Alman Ordusu tarafından önceden tahmin edilmişti. Büyük ölçüde, Alman işgali, sonraki On İki Ada Seferi İngilizlerin başarısızlığına neden oldu. Eylül 1943'ten sonra Yahudiler toplama kamplarına gönderildi. Ancak Türk konsolosu Selahattin Ülkümen, kendisini ve ailesini büyük bir riske atarak, Türk vatandaşı veya Türk vatandaşlarının ailelerine mensup 42 Yahudi aileyi, toplamda yaklaşık 200 kişiyi kurtarmayı başardı. 8 Mayıs 1945'te Otto Wagener komutasındaki Almanlar, Rodos'u ve On İki Ada'yı bir bütün olarak İngilizlere teslim etti ve İngilizler kısa süre sonra adaları askeri himaye olarak işgal etti. Paris Barış Antlaşmaları'nda Rodos, Şubat 1947'de On İki Ada'nın diğer adalarıyla birlikte Yunanistan'a bağlandı. 6.000 İtalyan sömürgeci adayı terk etmeye zorlanarak İtalya'ya döndü. Deniz ulaşımı. Ege'nin güneyinde, Muğla ili sınırları içerisinde yer alan turistik bölgemiz Fethiye‘den Rodos Adası‘na yıl boyunca düzenli olarak feribot seferleri yapılmaktadır. Doğal bir liman olma özelliği sayesinde yatçılık ve deniz taşımacılı konusunda gelişmiş bir yer olan Marmaris, On iki Yunan Adaları'nın en büyüğü olan Rodos‘a açılan tatil kapısı olmayı başarmıştır. Marmaris'ten Rodos'a düzenli olarak feribot seferleri düzenlenmektedir. Rodos'un üçü Rodos Şehri'nde, biri Kamiros yakınındaki batı kıyısında ve biri de Lardos yakınlarında doğu kıyısında olmak üzere beş limanı vardır. Önemli kişiler. ve Spor. ve Mutfak. Mutfakta Rodos geleneği zengindir. Koriantolino ve Souma (üzümün damıtılmasından üretilen renksiz alkollü içecek) Rodos'un başlıca alkollü içkileridir. Yerel yiyecekler şunlardır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6465", "len_data": 11488, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.56 }
Olimpos ya da "Olympus" aşağıdaki anlamlara gelebilir: Dağlar. Antik Çağ. Antik çağda toplam 19 dağ Olimpos ismini taşımıştır (eski Yunanca'da ve bağlı kaynaklarda Olympos, Latince'de ve bağlı kaynaklarda Olympus). Bunlardan bazıları, Bu tarihi isimden esinlenerek, ABD'de iki dağa ve Mars'ta bir dağa aynı isim verilmiştir. Olympos Yunanca bir kelime olmadığına dair varsayımlar da bulunmaktadır. Bu adın kaynağı ve anlamı tam anlamıyla bilinmese de eski Anadolu dillerinden geldiği ve çoğunlukla "yüksek dağ" anlamını taşıdığı anlaşılmaktadır. Gökyüzündeki bulutlara kadar doruğu uzanan ve tanrıların yerleşim edindiği inancı Sümerlerden Yunan'a girmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6471", "len_data": 658, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.66 }
Yunan mitolojisi, Antik Yunanistan'da dünyanın yaratılışı, tanrı, tanrıça ve kahramanların hayatı hakkındaki söylence ve öğretileri içermekle kalmayıp aynı zamanda Eski Yunan dininin gövdesini oluşturmaktadır. Günümüzde bu mitoloji hakkındaki bilgileri, bu sözlü edebiyatın yazılı hâllerinden alıyoruz. Tarihçiler, mitoloji hakkında daha ayrıntılı bilgi almak için o dönemin sanatındaki ipuçlarını bile toplar. Genel olarak Yunan mitolojisi Yakın Doğu ve birçok Avrupa mitolojisini etkilemiştir. Yunan Tanrılarının her biri Romalılar tarafından kabul görmüş ve farklı isimler kullanılmıştır. Roma mitolojisi neredeyse tamamen Yunan mitolojisini baz almıştır. Yunan mitolojisindeki çoğu efsaneler de insan şeklindedir. Yunan tanrılarının yaratılış hikâyeleri seçilmiş 12 tanrı (bu 12 tanrı, 4 kadın ve 8 erkekten oluşmaktadır.) Olimpos Dağı'nda otururlar, her şey Olymposlu Tanrılarla Titanların savaşlarıyla başlar ve Olymposluların zaferiyle son bulur. Savaştan sonra Titanlar cezalandırılır. Gaia, Khaos (Khaos zaten Titanlar tarafından yok edilmişti.), Phoebe ve Kronos gibi Titanlar Tartaros'a gönderilir (Tartaros bir titan fakat Tartarus sonsuzluğa kadar giden bir yeraltı yeridir.). Tartarus'ta sonsuza kadar süren bir cezaya Olimpos Tanrıları tarafından bırakılır. Yerküreyi taşımak ile cezalandırılan Atlas gibi, bununla birlikte Titanlardan Olimposluların yanına geçen Titan tanrıları da vardır (örn. Prometheus). Yunan Tanrıları dünyayı Olympos Dağının tepesindeki bulutların üzerinden idare ederler. Toplamda 12 Tanrı bulunur. Bu 12 sayısı hiç bozulmaz, bir tanrı eklenirse bir başkası bu listeden çıkar. Örneğin Dionysos pantheona dahil olduğunda Hestia Olimpos'tan ayrılmıştır. Şimşeklerin efendisi Zeus nice savaşlar vererek yönetimi babası Kronos ve onun yardakçıları titanların elinden almış, 3 erkek kardeşiyle dünyayı bölüşmüştür. Çekilen kuraya göre gökyüzü Zeus'a, denizler Poseidon'a, yeraltı da Hades'e düşer. Herkes görev dağılımından sonra Olimpos'a çıkar ve dünyayı yönetmeye başlarlar ama Olimpos'un ve Olimpos tanrılarının kralı Zeus'tur. Kaynaklar. Yunan mitolojisi bugün öncelikle Yunan edebiyatı ve görsel medyadaki Geometrik dönem ile ila ve sonrasıdır. Aslında, edebi ve arkeolojik kaynaklar bütünleşir, bazen birbirini destekler, bazen de çatışır; ancak, birçok durumda, bu veri külliyatının varlığı, Yunan mitolojisinin birçok unsurunun güçlü olgusal ve tarihsel köklerine sahip olduğunun güçlü bir göstergesidir. Edebi kaynaklar. Mitolojik anlatım, Yunan edebiyatının hemen hemen her türünde önemli bir rol oynar. Ancak, Yunan antik döneminden günümüze kalan tek genel mitografik el kitabı, Sahte-Apollodoros'un "Kütüphane"siydi. Bu çalışma, şairlerin çelişkili hikâyelerini uzlaştırmaya çalışır ve geleneksel Yunan mitolojisi ile kahramanlık efsanelerini kapsamlı olarak özetler. Atinalı Apollodoros MÖ 180-125 arasında yaşadı ve bu konuların çoğu hakkında yazdı. Yazıları koleksiyonun temelini oluşturmuş olabilir; ancak, "Kütüphane", ölümünden çok sonra meydana gelen olayları tartışır, dolayısıyla adı Taklit-Apollodorus‘dur. En eski edebi kaynaklar arasında Homeros'un iki destansı şiiri İlyada ve Odysseia vardır. Diğer şairler Epik Döngü'yü tamamladı, ancak bu daha sonraki ve daha küçük şiirler şimdi neredeyse tamamen kayboldu. Geleneksel isimlerine rağmen "Homerik İlahiler"‘in Homeros ile doğrudan bağlantısı yoktur. En eskileri, sözde Lirik çağ'ın önceki bölümünden koro ilahileridir. Homeros'un olası çağdaşı olan Hesiodos, "Theogonia" ("Tanrıların Doğuşu") adlı eserinde tanrıların soy kütüklerini, halk hikayelerini ve etiyolojik efsanelerini ayrıntılı şekilde anlatarak dünyanın yaratılışını, tanrıların kökenini, Titanlar ve Devler gibi en eski Yunan efsanelerini tam olarak açıklar. Hesiodos'un çiftçilik hayatı hakkında öğretici bir şiir olan "İşler ve Günler", Prometheus, Pandora ve “İnsanın Çağları” efsanelerini de içerir. Şair, tanrıları tarafından daha da tehlikeli hale getirilen tehlikeli bir dünyada başarılı olmanın en iyi yolunu önerir. Lirik şairler genellikle konularını efsanelerden aldılar ancak eserleri giderek daha az anlatılı ve daha imalı hâle geldi. Pindaros, Bakkhylides ve Simonides dahil olmak üzere Yunan lirik şairleri ve Theokritos ve Bion gibi pastoral şairler, bireysel mitolojik olaylarla ilgilidir. Mitoloji klasik Atina draması‘nın merkeziydi. Trajik oyun yazarları Aiskhylos, Sophokles ve Euripides olay örgülerinin çoğunu kahramanlar çağı ve Truva Savaşı efsanelerinden aldılar. Büyük trajik öykülerin çoğu (örneğin Agamemnon ve çocukları, Oedipus, İason, Medea, vb.) bu trajedilerde klasik biçimlerini aldı. Komik oyun yazarı Aristofanes ayrıca "Kuşlar" ve "Kurbağalar"da efsaneleri kullandı. Tarihçiler Herodotos ve Diodorus Siculus ve coğrafyacılar Pausanias ve Strabon, Yunan dünyasında dolaşıp ve duydukları hikâyeleri kaydederek, birçok yerel mitoloji ve efsaneleri genellikle az bilinen alternatif versiyonlarıyla sundu. Özellikle Herodot, çeşitli gelenekleri araştırdı ve Yunanistan ile doğu arasındaki çatışmalarda tarihi ya da mitolojik kökenleri buldu. Herodot, kökeni ve farklı kültürel kavramların harmanlanmasını bağdaştırmaya çalıştı. Helenistik ve Roma çağlarının şiiri, öncelikle kült egzersizinden daha ziyade edebi bir besteden oluşur. Ancak, aksi takdirde kaybolacak birçok önemli ayrıntıyı içerir. Bu kategori aşağıdaki yazarların çalışmalarını içerir: Aynı dönemlerden mitlere atıfta bulunan nesir yazarları arasında Apuleius, Petronius, Lollianus ve Heliodoros sayılabilir. Şiirsel olmayan diğer iki önemli kaynak, Romalı yazar tarzındaki Taklit-Hyginus, Yaşlı Philostratus ve Genç Philostratus‘un "Hayalleri" ve Callistratus'un "Açıklamaları" adlı "Fabulae" ve "Astronomica"dır. Son olarak, birkaç Bizanslı Yunan yazar, daha önce Yunan eserlerinden çokça türetilmiş ama artık kayıp olan mitolojinin önemli ayrıntılarını verir. Bu efsane koruyucularının arasında Arnobius, İskenderiyeli Hesykhios, "Suda"'nın yazarı, John Tzetzes ve Selanik'li Eustathios vardır. Genellikle mitolojiyi Hristiyan bakış açısıyla ele almışlardır. Arkeolojik kaynaklar. On dokuzuncu yüzyılda Alman amatör arkeolog Heinrich Schliemann tarafından Miken uygarlığı'nın keşfi ve İngiliz arkeolog Arthur Evans tarafından yirminci yüzyılda Girit'te Minos medeniyeti'nın keşfi, Homeros destanları hakkındaki birçok sorunun açıklanmasına yardım etti, tanrılar ve kahramanlar hakkında da birçok mitolojik ayrıntıya arkeolojik kanıt sağladı. Ne yazık ki, Miken ve Minos bölgelerindeki efsaneler ve ritüeller hakkındaki kanıtlar, tanrıların ve kahramanların belirli isimleri geçici olarak tanımlanmış olmasına rağmen Linear B yazısı (hem Girit'te hem de Yunanistan anakarasındaki eski bir Yunanca biçim) esasen envanterleri kaydetmede kullanıldığından tamamen anıtsaldır. MÖ 8. yüzyıl çanak çömleğinin üzerindeki geometrik tasarımlar, Truva döngüsünden ve Herakles'in maceralarından sahneleri betimler. Efsanelerin bu görsel temsilleri iki nedenden dolayı önemlidir. Birinci neden, birçok Yunan efsanesi, edebi kaynaklardan daha önce vazoların üzerine işlenmiştir: Örneğin, Herakles'in on iki çalışmasından yalnızca Kerberos serüveni çağdaş bir edebi metinde gerçekleşir. İkinci neden, görsel kaynaklar bazen mevcut herhangi bir edebi kaynakta kanıtlanmayan efsaneleri veya efsanevi sahneleri temsil eder. Bazı durumlarda geometrik sanatta bir efsanenin bilinen ilk temsili, geç arkaik şiirdeki bilinen ilk temsilinden birkaç yüzyıl önce gelir. Arkaik dönem (MÖ 750-500), Klasik (MÖ 480-323) ve Helenistik (MÖ 323-146) dönemlerinde, Homerik ve diğer çeşitli mitolojik sahneler belirir ve mevcut edebi kanıtları tamamlar. Dünyanın kökenleri ve tanrılar. Yunan mitolojisine göre başlangıçta Khaos vardı. Yunanca anlamı açık ya da boşluk olan Khaos, Hesiodos'a göre sonsuz bir boşluktur. Bu boşluktan ilkin Gaia doğar, sonrasında Ölüler Ülkesi'nin en derin yeri Tartaros; daha sonra Eros (bazı kaynaklara göre Aphrodite'nin oğlu); sonra yeraltı karanlığını simgeleyen Erebos ve yeryüzü karanlığını simgeleyen Nyks ("Gece") doğar. Hesiodos'un Thegonia'sında Khaos ve sonrasında olanları şöyle anlatır: Düzensiz boşluktan çıktıktan sonra Gaia bir başına Uranos ("Gök") ve Pontos'u ("Deniz") doğurur, dağları yaratır. Ardından oğulları Uranos ve Pontos ile birleşir ve yaratılan evreni tanrısal varlıklar ile doldurur. İlkin Uranos ile birleşir. Bu birleşmeden altı erkek: Okeanos, Koios, Krios, Hyperion, İapetos, Kronos altı dişi: Theia, Rhea, Themis, Phoebe, Tethys ve Mnemosyne olmak üzeri on iki tane titan, Türkçeye "tepegöz" olarak çevrilen ve tanrılara benzeyen üç Kyklop: Brontes ("Gök gürültüsü"), Steropes ("Şimşek"), Arges ("Yıldırım") ve yüz kollu olarak anılan Hekatonkheirler: Kottos, Briareus, Gyes doğdu. Annesi Gaia ile Pontos'un birleşiminden deniz tanrıları ve tanrıçaları oluşur. Nereus, Phorkys, Thaumas, Toprak Ana ve Deniz'in üç oğlu, Eurybia ve Keto iki kızıdır. Yunan panteonu. Titanların devrilmesi ile Olymposlu tanrıların başa geçmesinden sonra farklı bir düzen oluşur. Yeni tanrı ve tanrıçalar tayin edilir. Olymposlu on iki büyük tanrı Olimpos Dağı'nda Zeusun gözetimi altında ikâmet eder. Olymposlu tanrıların yanı sıra Yunanlar farklı kırsal tanrılara da inanırdı. Antik Yunan mitolojisinde tanrılar olağanüstü yeteneklere sahip, hastalıktan etkilenmeyen, sadece bazen olağandışı durumlarda yaralanan, ölümsüz ve ölümsüz olma özelliklerinin yanında nektar ve ambrosia ile beslendikleri için solmayan gençliğe sahiptir. Çoğu tanrı hayatın belirli yönleriyle ilişkilidir. Örneğin Aphrodite, aşk ve güzellik tanrıçası, Ares, savaş tanrısı, Hades, yeraltı dünyasının hükümdarı, Athena, bilgelik ve savaş tanrıçası, Poseidon, denizin mutlak sahibidir. Tanrıların ve ölümlülerin çağı. Tanrıların yalnız yaşadığı çağ ile insan ilişkilerine ilahi müdahalenin sınırlı olduğu çağ arasında köprü kurma, tanrıların ve ölümlülerin birlikte hareket ettiği bir geçiş çağıydı. Bunlar, grupların daha sonra olduğundan daha özgürce karıştığı dünyanın ilk günleriydi. Bu masalların çoğu daha sonra Ovidius'un "Dönüşümler"‘inde anlatılır ve genellikle iki konu grubuna ayrılır: aşk hikayeleri ve ceza hikayeleri. Aşk hikayeleri genellikle ensest ya da ölümlü bir kadının erkek bir tanrı tarafından baştan çıkarılması ya da tecavüz edilmesini içerir ve bu da kahraman çocuklarla sonuçlanır. Hikayeler genellikle tanrılar ve ölümlüler arasındaki ilişkilerin kaçınılması gereken bir şey olduğunu öne sürer; rızaya dayalı ilişkiler bile nadiren mutlu sonla biter. "Aphrodite'ye Homeros İlahisi"'nde olduğu gibi birkaç durumda tanrıçanın Aeneas‘ı yapmak için Ankhises ile yattığı, dişi bir tanrı ölümlü bir erkekle çiftleşir. İkinci tür (ceza hikayeleri), Prometheus tanrılardan ateşi çaldığında, Tantalus nektarı ve çok lezzetli tanrı yemeği ambrosia’yı Zeus'un masasından çaldığında ve onu- onlara tanrıların sırlarını ifşa eden konuklarına verdiğinde, Prometheus veya Lycaon kurbanı icat ettiğinde, Demeter tarımı ve Gizemlerini Triptolemus' öğrettiğinde veya Marsyas aulos'u icat ettiğinde ve Apollo ile bir müzik yarışmasına girdiğinde olduğu gibi bazı önemli kültürel eserlerin sahiplenilmesini veya icat edilmesini içerir. Ian Morris, Prometheus'un maceralarını "tanrıların tarihi ile insanın tarihi arasında bir yer" olarak değerlendirir. Üçüncü yüzyıla tarihlenen anonim bir papirüs parçası, Dionysos'un yeni tanrıyı tanımasında çok geç kalan Trakya kralı Lycurgus'un ölümden sonraki hayata uzanan ve korkunç cezalarla sonuçlanan cezasını canlı şekilde tasvir eder. Dionysos'un kültünü Trakya'da kurmak için geliş öyküsü de Aiskhylos üçlemesinin konusuydu. Başka bir trajedide ise Pentheus Euripides'in "Bacchae", İstefe kralı tanrıya saygısızlık ettiği ve onun Maenadlarına, tanrının dişi tapanlarına casusluk yaptığı için Dionysos tarafından cezalandırılır. Eski bir halk masal motifine dayanan ve benzer bir konuyu işleyen başka bir hikâyede Demeter Doso adında yaşlı bir kadın kılığına girmiş olan kendi kızı Persephone'yi arıyordu ve Attika'daki Eleusis Kralı Celeus tarafından misafirperverlikle karşılandı. Demeter, misafirperverliği nedeniyle Celeus'a hediye olarak oğlu Demophon'u tanrı yapmayı planladı ancak annesi Metanira içeri girip onu gördüğü için ayini tamamlayamadı. Oğlunun ateşe atıp korkudan çığlık atması, budala ölümlülerin kavram ve ritüeli anlamadığından yakınan Demeter'i kızdırdı. Yunan dini. Yazar Özhan Öztürk'e göre Yunan dini, gökyüzü, şimşek, deniz, ateş, rüzgâr gibi tabiat elementlerinin ilahi nitelikler kazandırıldığı, tanrıların sevgisi dualarla kazanmaya, öfkesini ise kurbanlarla yatıştırmaya çalışan bir tabiat dini olup, Yunan söylencelerinin çok azı tarihsel döneme dayanmakta büyük çoğunluğu Yunan uygarlığının köklerine dek inmektedir. MÖ 8. yüzyılda yazıya geçirilmeye başlanan bu kadim söylenceler kamu hayatını derinden etkilemiş, MÖ 5. yüzyıla gelindiğinde tüm festivallerde epik destanların anlatılması gelenek hâline dönüşmüştür. İnsanın Yaratılışı ve Soylar. Bir söylenceye göre başlangıçtan beridir insanlardan yana olan Prometheus insanın yaratıcısıdır. Prometheus kil ve sudan yaptığı çamurdan bedene hayat soluğunu üfler. Bir başka söylenceye göre ise insana ilk hayatı ve ruhu veren Athena'dır. İlk insan soyu Kronos'un egemen olduğu zamanda olur. Altın soy: Kronos döneminde yaşayan ilk soy olan altın soy. Tanrılara denk, kaygıdan uzak, rahat içinde ve kedersizdir. Dünyada mevsim hep bahardır ve bütün nimetleri onlarındır. Toprak nimet saçar, bitkiler kendiliğinden büyürdü. Uykuya dalar gibi ölüyorlardı. Ölüp toprağa karıştıkları vakit, Zeus'un emriyle, iyi birer cin olurlar. Gümüş soy: Zeus, Kronos'u egemenliğinden edince tanrılar, gümüş soyu yarattı. Coşkuları ölçütsüz olan ve tanrılara saygı duymayan gümüş soyu Zeus toprağa gömer ve yeraltı cinleri olurlar. Tunç soyu: Üçüncü bir kuşak yaratır Zeus. Bunlar ötekilere hiç benzemez. Güçlü kuvvetlidirler, yürekleri taş gibidir ve sürekli savaşmaktır işleri, birbirlerini öldürmek. Yok olup giderler sonunda Hades'in karanlığına. Kahramanlar soyu: Dördüncüsü Yarı tanrı kahramanlarının soyudur. İnsanlığın adını yücelten, daha bereketli ve daha becerikli olan bu soyda çetin savaşlarla yok olup gider. ("Bu soyu Homeros destanlarında sözü geçtiği için eklemiştir.") Demir soyu: Hepsinden daha beter olur demir soyluların sonu. Batı sanatı ve edebiyatındaki motifler. Hıristiyanlığın yaygınlaşarak benimsenmesi, efsanelerin popülaritesini engellemedi. Rönesans'ta klasik dönemin yeniden keşfiyle, Ovidius'un şiirlerinin şairlerin, oyun yazarlarının, müzisyenlerin ve sanatçıların hayal gücünde büyük bir etkisi oldu. Rönesans'ın ilk yıllarından itibaren Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Rafael gibi sanatçılar daha geleneksel Hristiyan konularının yanı sıra Yunan mitolojisinin Pagan konularını da resmettiler. Latince ortamı ve Ovidius'un eserleri aracılığıyla Yunan efsaneleri, İtalya'da Petrarch, Boccaccio ve Dante gibi Orta Çağ ve Rönesans şairlerini etkiledi. Kuzey Avrupa'da, Yunan mitolojisi görsel sanatları hiçbir zaman o kadar etkilemese de edebiyata etkisi çok açıktı. İngiliz hayal gücü, Chaucer ve John Milton ile başlayan ve Shakespeare'le devam eden ve 20. yüzyılda Robert Bridges'a kadar süren Yunan mitolojisince ateşlendi. Fransa'da Racine ve Almanya'da Goethe antik efsaneleri yeniden işleyerek Yunan dramasını yeniden canlandırdı. 18. yüzyıl aydınlanmasında Yunan mitolojisine karşı Avrupa çapında bir tepki doğsa da mitoloji tiyatro yazarları için önemli bir esin kaynağı olmaya devam etti. Bunun örnekleri arasında Handel ve Mozart'ın operaları için yazılan librettolar vardır. 18. yüzyılın sonuna doğru Romantizm, Yunan mitolojisi de dahil olmak üzere Yunanca her şeye karşı bir hayranlık dalgası başlattı. Britanya'da, Yunan trajedilerinin ve Homeros'un yeni çevirileri (Alfred Tennyson, Keats, Byron ve Shelley) gibi çağdaş şairlere ve (Leighton ve Lawrence Alma-Tadema) gibi ressamlara ilham verdi. Christoph Gluck, Richard Strauss, Jacques Offenbach ve pek çoğu Yunan mitolojisinin konularına besteler yaptı. Thomas Bulfinch ve Nathaniel Hawthorne gibi 19. yüzyıl Amerikalı yazarlar klasik dönem efsaneleri anlaşılmadan İngiliz ve Amerikan edebiyatının anlaşılamayacağı görüşündeydi. Daha yakın zamanlarda klasik temalar Fransız tiyatrosunda Jean Anouilh, Jean Cocteau ve Jean Giraudoux, ABD tiyatrosunda Eugene O'Neill ve İngiliz tiyatrosunda T. S. Eliot tarafından yeniden yorumlandı. Nesirde benzer bir yeniden yorumlama James Joyce ve André Gide tarafından gerçekleştirildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6472", "len_data": 16417, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.59 }
Ekho, Yunan mitolojisi'nde bir Nemf. Hakkındaki hikâyeler, rivayetler çeşitlilik göstermektedir. Bunlardan bazıları şunlardır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6475", "len_data": 126, "topic": "HISTORY", "quality_score": 2.69 }
Yüzme, bireyin tüm bedenini kol ve bacak hareketlerinden başka bir unsur kullanmadan su içinden ilerletmesini gerektiren, bireysel veya takımsal düzeyde gerçekleştirilen bir yarış ya da antrenman sporudur. Bu spor, yüzme havuzlarında veya açık suda (ör. deniz ya da göl içinde) icra edilmektedir. Yüzme yarışı Olimpiyat oyunlarındaki en popüler spor türlerinden biridir ve kurbağalama, sırtüstü, kelebekleme, serbest ve karışık olarak isimlendirilen stillerde bireysel düzeyde gerçekleştirilir. Takım müsabakalarında ise, dört yüzücü serbest yahut karışık (dört yüzücünün farklı stillerde sırasıyla sırtüstü, kurbağalama, kelebekleme ve serbest yüzmesi) stillerde yarışabilmektedir. Yüzme zamanı mayo, bone, koruma gözlüğü, yüzme paleti, el küreği, havuz şamandırası, şnorkel, yüzme halkası gibi ekipmanlar kullanılır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6479", "len_data": 818, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.61 }
Odd Nerdrum (d. 8 Nisan 1944, Helsingborg, İsveç), Norveçli figüratif ressam. Rembrandt ve Edvard Munch ekolünün özgün bir takipçisidir. Eserleri genellikle zamandışı ve mekansızlık duygusu uyandırır, kahramanları çoğunlukla sıra dışıdır. Hermafroditler, ölüler, dev ikizler, sakatlar ve dramatik sahnelerle kurgulanmış klasik resim tarzında çalışmalar. Çok sayıda otoportre tablo yapmıştır. Saldırgan ve umursamaz içeriklerine karşın bu otoportreler teknik olarak kusursuz eserlerdir. Nerdrum, 20. yüzyılın önemli ressamlarından biri olarak yaygın bir üne sahiptir. Bilinçli biçimde kitsch yaparak, sanatın herkesce anlaşılmasını amaçlamış, elitist anlayışa karşı çıkmıştır. "Kitsch yaşama hizmet eder" demiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6482", "len_data": 713, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.64 }
Kral Arthur, Britanya mitolojisindeki efsanevi Camelot kralı. Hikâyeleri, 5. yüzyıl sonları ya da 6. yüzyıl başları Britanya'sında geçen Arthur, Britanyalılar için savaşta ve barışta ideal kralın simgesi olmuştur. Arthur'un, Sakson istilacılara karşı Kelt asıllı Britonların koruyucusu olduğuna inanılır. Kral Arthur, Britanya konulu romanslar olarak bilinen Orta Çağ edebiyat geleneğinde bir kahraman ve merkezi figürdür. Tarihçe. Arthur adına, ilk kez 6. yüzyıla tarihlenen erken dönem Kelt halk şiirlerinde rastlanmıştır. Kral Arthur hakkındaki ilk öykülere ise Orta Çağ'da yazılmış romanslarda rastlanır. 9. yüzyıl civarına tarihlenen ve birkaç farklı derlemesi olan Galli rahip Nennius'un "Historia Brittonum'unda" ("Britonlar Tarihi") kral olarak değil, tek eli ile 960 kişiyi öldüren bir komutan olarak geçer. Arthur efsanesi ile ilgili en önemli kaynak Monmouthlu Geoffrey'nin 1136 yılında yazdığı "Historia Regum Britanniae'dir" ("Britanya Kralları Tarihi"). Kral Arthur'un gerçekten Britanya Kralı olup olmadığıysa bilinmemektedir. Kimi tarihçiler buna candan inanırken kimileri ise onu bir asilzade ve dönemin güçlü bir komutanı olarak sayar. Taştan sökerek aldığı kılıcı Ekskalibur, büyücüsü Merlin ve meşhur Yuvarlak Masa Şövalyeleri, aslında daha çok Arthur'u konu alan edebiyatçıların ürünleridir. Kral Arthur'un mezarının Avalon'da olduğu söylenmektedir. Kral Arthur efsanesi. Aslında bütün hikâye bu kehanetle ve efsanevi kılıcı daha 15 yaşındayken taştan çıkarmasıyla başlar. Çocuk Arthur'un ailesinden olan (aslında evlatlık) Ector babası, Kay kardeşi idi ancak kılıcı çıkarsa bile İngiltere kralı olamayacağı çünkü ailesinin soylu bir aileden gelmediği öne sürülmüştü. Bunun üzerine Ector onu evlatlık edindiğini söylemek zorunda kalmıştır. O sıraların en büyük kâhini (Druid'i) olan Merlin bu evlatlık olayını onayladı ve Merlin'in de yardımıyla Arthur tahta çıktı. Gerçekte ise babası Britanya Kralı Uther Pendragon, annesi ise Cornwal Düşesi Igraine idi. Tamamen kralın soyundan geliyordu. Arthur kral olduktan sonraki dönemler ise çok daha karanlıktır. Genel inanışa göre topraklarını genişletmiş ve halka kendini zamanla sevdirmiştir. Margawse ile evlendi, ancak İrlanda seferinden sonra evlilikleri tanrıları çok kızdırdı ve ikisini lanetlediler. Arthur'un bilmediği şey Margawse'nin aslında öz kardeşi olduğudur ve Merlin'in bununla ilgili de bir sözü vardır: “Bu birleşmeden doğacak çocuk sana elleriyle ölümü getirecek.” Arthur doğacak bütün soylu çocukları bir gemide topladı ve denizaşırı ülkelere yollanmasını emretti, bunun üzerine yalnızca bir oğlu kurtuldu. Kıyılarda bir adam buldu onu ve adını Mordred yaptı. Daha sonraları yeni bir yasal varis arayışına giren Kral Arthur, Sör Leodegrance'nin kızı Guinevere ile evlendi, bu da onu hem yuvarlak masa şövalyelerinin en büyük söz sahibi olma hem de imparatorluğa yeni bir veliaht verme imkânı doğurdu. Kral Arthur bu sıralarda büyük Roma İmparatorluğu'na bile kafa tutacak bir hâle gelmişti, nitekim de zaferle sonuçlamıştı. Yanında ise sadık dostu Lancelot vardı ancak zamanla bu yakın dost ona ihanet edecek ve Guinevere ile Lancelot arasındaki yakınlaşma aşka dönüşecekti. Arthur'un ve şövalyelerin güvenini kaybeden Lancelot'un en büyük destekçisi Gawain de artık onun düşmanıydı. Çünkü Lancelot'un gözünü bürüyen bu lanetli aşk, kraliçesini kaçırmaya çalışırken Gawain'in kardeşlerini de öldürmesine yol açmıştı. Mordred, kraliçeye ve tüm imparatorluğa sahip olacağını ve Arthur'un artık yaşamadığını söyledi herkese. Bunun üzerine tekrar İngiltere'nin korunması için bir sefer birlik verildi ve eski dostlar tekrar birleşti. Ancak Arthur ve Mordred çoktan savaşa başlamışlardı bile. Arthur'un, oğluna son kılıç darbesini vuracakken Mordred'den ölümcül bir darbe aldığı söylenir. Arthur sonunda son nefeslerini veriyordu. Son isteği olarak ölürken, yanındaki Bedivere'den Excalibur'u alıp göle atmasını istedi. Ancak bunu başaramadı. Kılıç göz kamaştırıcıydı ve bunu yapamadı, elleri titredi ancak 3. denemesinde attı. Arthur artık ölmüştü, yuvarlak masa şövalyeleri dağılmıştı. Lancelot ise kralının kılıcının bekçisi olarak Excalibur'un taşının etrafına bir kilise yaptırıp o kilisede bir papaz olarak yaşadı, son nefesine kadar orayı korudu. Arthur'un etimolojisi. Arthur'un kökeni hâlâ bir tartışma konusudur. Kimileri Latin aile ismi olan Artorius'tan türediğini söylemekte (fakat muhtemelen Mesapik ya da Etrüsk kökenli), kimileri ise Galler dilinde "ayı" anlamına gelen "arth" ile "ur"'un birleşmesiyle "ayı-adam" olduğunu söylemektedir, gerçi bu teori sağlam değildir. Eski Galler dilindeki "Artgur" ve Orta/Modern Galler dilindeki "Arthur"'un kökü, "Arthur" değil, bir Briton ismi olan "Arto-uiros" olmalı (Galler şiirlerinde "Arthur" ismi hep "-ur" hecesiyle biten kelimelerle kafiye oluşturur, "-wr-" ile değil. Bu da gösterir ki ikinci element "[g]wr" "adam" olamaz). Belki de bunun, eski Latin Arthur mitolojisi yazılarında Arthur'un ismi "Arthur" ya da "Arturus" diye yazıldığı, hiçbir zaman "Artorius" diye yazılmadığıyla bir ilgisi vardır. Her hâlükârda bu, "Arthur" isminin kökeni hakkında bir şey açıklamış olmayabilir, sembolü ve adının anlamı ayı olan Kelt tanrıçası "Artio" da Arthur'la bağlantılı sayılmıştır. "Artorius" Galler dilinden alındığı zaman kendi kendine "Art(h)ur" olmuş olabilir; John Koch'un söylediğine göre bunun açıklaması, tarihî Artur'un şu anki Latin kaynakları (eğer Artorius denilseydi ve bir efsane olmasaydı) 6. yüzyıldan sonra yazılmış olması lazımdır. Başka bir ihtimal ise Arthur'un 5. yüzyılda yaşamış Britanya kralı Riothamus olmasıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6487", "len_data": 5577, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.48 }
Sabahattin Ali (25 Şubat 1907, Eğridere - 2 Nisan 1948, Kırklareli), Türk yazar ve şair. Edebî kişiliğini toplumcu gerçekçi bir düzleme oturtarak yaşamındaki deneyimlerini okuyucusuna yansıttı ve kendisinden sonraki Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatını etkileyen bir figür hâline geldi. Daha çok öykü türünde eserler verse de romanlarıyla ön plana çıktı; romanlarında uzun tasvirlerle ele aldığı sevgi ve aşk temasını, zaman zaman siyasi tartışmalarına gönderme yapan anlatılarla zaman zaman da toplumsal aksaklıklara yönelttiği eleştirilerle destekledi. "Kuyucaklı Yusuf" (1937), "İçimizdeki Şeytan" (1940) ve "Kürk Mantolu Madonna" (1943) romanları Türkiye'deki edebiyat çevrelerinin takdirini toplayarak hem 20. yüzyılda hem 21. yüzyılda etkisini sürdürdü. Eğridere'de doğan Sabahattin Ali, ilk hikâye ve şiir denemelerine Balıkesir'de başladıktan sonra İstanbul'daki edebiyat öğretmeni Ali Canip Yöntem'in desteğiyle ilk kez "Akbaba" ve "Çağlayan" dergilerinde şiirlerini yayımladı. Anadolu'da kısa süre öğretmenlik yaptıktan sonra Türk devleti tarafından dil eğitimi için Almanya'ya gönderildi. Türkiye'ye döndüğünde Almanca öğretmeni olarak göreve başlasa da önce komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla bir süre tutuklandı, ardından ise Türk devlet yöneticilerini eleştirdiği iddiasıyla tekrar tutuklandı. Bu dönemde memurluktan ihraç edildi ancak Atatürk hakkında yazdığı bir şiirden dolayı yeniden devlet kurumlarında görevlendirildi. Ayrıca kendisine yüklenen sosyalist algısını kırmak için de "Esirler" adlı bir oyun kaleme aldı. Hayatının son yıllarında Türk milliyetçileriyle yaşadığı tartışmalarla da öne çıktı, özellikle Türkçü-Turancı yazar Nihal Atsız ile yaşadığı gerilim giderek artarak Irkçılık-Turancılık Davasının bir parçası oldu. Bu dönemde Aziz Nesin'le beraber çıkardığı "Markopaşa" dergisinde siyasileri eleştirmesi yüzünden çeşitli davalarla uğraşmak zorunda kaldı. Hakkındaki davaların aleyhinde seyrettiği bir dönemde Türkiye'den ayrılmak istedi ve Bulgaristan sınırını geçmek isterken kendisine kaçma girişiminde rehberlik eden Ali Ertekin tarafından milliyetçi gerekçelerle öldürüldü. Ailesi. Sabahattin Ali, baba tarafından Trabzon kökenli bir aileye mensuptur. Büyükbabası Bahriye Alay Emini Oflu Salih Efendi'dir. Sabahattin Ali'nin Mehpare Taşduman'a yazdığı 24 Ağustos 1928 tarihli mektupta geçen "Babam İstanbul'un eski ve asil bir ailesinin çocuğu idi." cümlesi, büyükbabasının çok daha evvelden, gençken veya çocukken Trabzon'dan İstanbul'a gelip yerleşmiş olmasından kaynaklanır. Bazı kaynaklar ise hatalı bir şekilde, Sabahattin Ali'nin büyükbabasının Yüzbaşı Mehmet Ali Bey olduğunu yazmaktadır. Oysa, "İçimizdeki Şeytanlar" adlı eserinde Nihal Atsız, tereddütsüz bir şekilde, Sabahattin Ali'nin kendisine Oflu bir babanın çocuğu olduğunu söylediğini belirtmektedir. Eşi Aliye Ali de, Ramazan Korkmaz'ın kendisiyle yaptığı özel bir görüşmede, eşinin ailesinin Karadeniz kökenli olduğunu, büyükbabasının oradan İstanbul'a gelip yerleştiğini doğrulamıştır. Yazarın babası Ali Selahattin Bey (1876-1926) Eğridere'de zabit olarak çalışırken kendisinden on altı yaş küçük olan Hüsniye Hanım'la tanıştı ve evlendi. Bu evlilikten Sabahattin (1907) ve Fikret (1911) adında iki çocuğu oldu. Ali Selahattin Bey I. Dünya Savaşı yıllarında "Divan-ı Harb Orfi Reisi" olarak Çanakkale'ye çağrıldı ve eşi ile çocuklarını alarak Çanakkale'ye gidip dört yıl kadar orada kaldı. Sabahattin Ali burada geçirdiği yıllardan zaman zaman mektup ve yazılarında bahsetti. Ali Selahattin Bey biriktirdiği para ile İzmir'e gelerek tiyatro veya gazino işleriyle uğraşmak istemekteydi. Belirli bir süre yolunda giden işleri, İzmir'in İşgali ile sekteye uğradı. Daha sonra ise ailecek Edremit'e göç ederek Hüsniye Hanım'ın babasının yanına gittiler. 1920'ye gelindiğinde aileye Saniye Süheyla (Conkman) adında bir kız çocuğu katıldı. Süheyla aile içinde "Süha" olarak çağrılırdı. Yaşamı. İlk yılları. Sabahattin Ali 25 Şubat 1907 tarihinde Edirne Vilayeti'nin Gümülcine Sancağı'na bağlı Eğridere'de doğdu. Babası Ali Selahattin Bey, dönemin entelektüel kesiminden olan Tevfik Fikret ve Prens Sabahaddin'le olan dostluğundan dolayı çocuklarına bu kişilerin isimlerini vermeyi düşünmekteydi ve bu doğrultuda ilk oğluna Sabahattin, ikincisine ise Fikret ismini verdi. Sabahattin Ali yedi yaşına geldiğinde İstanbul'da Üsküdar'ın Doğancılar Mahallesi'nde Füyûzâtı Osmâniye Mektebine başladı. Aynı dönemde Ali Selahattin Bey'in Çanakkale'ye tayini çıktı ve ailecek oraya taşındılar. İlköğrenimine Çanakkale İptidai Mektebinde devam ederken seferberlik ilan edildi ve okul öğretmensiz kalınca kapandı. Daha sonraları Ali Selahattin Bey'in de çabalarıyla okul tekrar açıldı. Sabahattin Ali'nin annesi on altı yaşında evlendi ve ruhsal sorunlarından ötürü defalarca intihara kalkıştı. Yazarın Edremit'ten çocukluk arkadaşı olan Ali Demirel, anne Hüsniye Hanım'ın çok sinirli bir insan olduğunu ve diğer oğlu olan Fikret'e daha fazla yakınlık gösterdiğini söyledi. Ayrıca bir hatırasında Edremit'teki İptidai Mektebinde okurken (1918-1921) yazarın dış çevreye kapalı bir görünüm verdiğini belirterek o günlerde Sabahattin Ali'nin, arkadaş ortamlarında oynanan oyunlara katılmadığını, kendi hâlinde takılmayı tercih ettiğini, ya eve gidip kitap okuduğunu ya da resim çizdiğini söyledi. Buna karşın Sabahattin Ali, Ünsal Akpak'a göre Edremit İptadi Mektebinde sınıfının başarılı öğrencilerinden biri oldu; Gümülcine'den babasının arkadaşı Mehmet Şah Bey'in özel ilgisi ile okumaya daha fazla özendi ve kesintilere rağmen başarılı bir öğrencilik dönemi geçirdi. Yazar 1921 yılında Edremit İptidai Mektebini bitirdikten sonra İstanbul'daki büyük dayısının yanına gitti ve burada bir yıl kaldı. Ardından Balıkesir'e dönerek 1922-1923 ders yılının başında Balıkesir Muallim Mektebine kaydoldu. Burada şiir ve hikâye deneyimlerini geliştirmeye başlayarak okulun ikinci yılında gazete ve dergilere yazılar gönderdi. Ayrıca arkadaşlarıyla birlikte bir okul gazetesi çıkardı. Bu okulda geçirdiği süre içerisinde günlük tutmaya başladı, tiyatro ve sinemaya daha fazla gitti ve bunların sonucunda sanata olan ilgisi arttı. Sanata ve serbest bir yaşama daha fazla özenen Sabahattin Ali, okulun disiplinli ortamından sıkılıp fırsat buldukça kaçarak sinema ve tiyatroya gitmeye başladı. Bunun farkına varan okul müdürü ise kendisini ailesinin yanına göndermekle tehdit etti. Sonrasında Sabahattin Ali intihar etmeye kalkıştı. Kendisinin blöf olarak nitelendirdiği bu intihar girişimi, arkadaşı ve öğretmenleri sayesinde engellendi. Ardından okul müdürünün de desteğiyle İstanbul'a naklini aldırdı. Bu dönemlerde edebiyat öğretmeni olan Ali Canip Yöntem'in desteğiyle, "Çağlayan" ve "Akbaba" gibi dergilere şiir ve hikâyeler gönderdi. Belirli bir süre düzenli bir hayat sürdürürken annesinin sağlık sorunları arttı. 21 Ağustos 1927 tarihinde öğretmenlik diplomasını aldı. Öğretmenliğinin ilk yılları. Sabahattin Ali öğretmenlik diplomasını aldıktan sonra Ankara'da bir hastanede baştabip yardımcısı olarak görevini sürdüren dayısı Rıfat Ali Ertüzün'ün yanına gitti. Dayısının Yozgat Devlet Hastanesinde başhekimlik görevi için tayini çıkınca, yeğenini yanına almak isteyen Ertüzün, dönemin mebuslarından Cevat Dursunoğlu ile görüştü ve yeğeninin Yozgat Merkez Cumhuriyet İlkokuluna öğretmen olarak atanmasını sağladı. Sonrasında ailecek Yozgat'a gittiler. Burada yazarın çevresi, dayısının da etkisiyle gelişti. Fakat burada kendi söylemiyle yazdığı şiirleri ve hikâyeleri okuyacak, kendisini anlayacak kişiler bulmakta zorlanmaktaydı. Buradaki durumunu İstanbul'daki yakın arkadaşı olan Nahit Hanım'a yazdığı 24 Kasım 1927 tarihli mektupta sitemli bir şekilde anlatmaktaydı ve yalnızlığından şikâyet etmekteydi. Nahit Hanım, öğretmenlik stajında tanıştığı Sabahattin Ali'nin sevdiği kişilerden biridir. Önce dostluk havasında yürüyen arkadaşlıkları zamanla tek taraflı bir aşka dönüştü. Yozgat'ta yazdığı şiirlerin ana temasında Nahit Hanım'a duyduğu sevgi vardır. "Servet-i Fünûn" dergisinin 2 Şubat 1928 tarihli sayısında yayınlanan "Bir Macera" adlı şiiri Nahit Hanım'a ithaf edilmiştir. Yazar, karşılık görmeyen aşkını "Ne Kazandık" (1927), "Kalbimde Aşkınız" (1927), "Ebedi" (1928), "Yat ve Uyu" (1928), "Bütün İnsanlara" (1928), "Firar" (1928) ve "Kudurmak" (1928) adlı şiirlerinde işledi. Almanya'ya gidişi ve dönüşü. Yazar, Yozgat'ta geçirdiği bir yıllık süreden sonra İstanbul'a dönmek istedi. Dayısı Rıfat Ali Ertüzün de Ankara'da özel bir hastane açarak oradan ayrıldı. İstanbul'a tatile giderken Ankara Mili Eğitim Bakanlığından tanıdığı kişilere uğradı ve onlara şaka ile karışık bir şekilde Yozgat'tan ayrılmak istediğini ve geri dönmesi hâlinde alacaklılarının kendisini öldürme ihtimalinden bahsetti. Yetkililer ise kendisinin genç bir öğretmen olmasına dikkat çekerek onu Avrupa'ya gitmeye teşvik ettiler. Nitekim, yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti tarafından 1928 yılı Kasım ayında Almanya'ya eğitim amacıyla gönderildi. Sabahattin Ali, on beş gün Berlin'de kaldıktan sonra Potsdam'a yerleşti. İlk olarak dil öğrenmek için yaşlı bir kadının evine pansiyoner olarak girdi. Daha sonra Almancasını güçlendirmek için özel bir kurum olan Deutsches Institut Auslander'ın kurslarına başladı. Ayrıca I. Dünya Savaşı'nda Türkiye'de bulunan ve biraz Türkçe bilen eski bir subaydan dersler aldı. Yazar burada Almanya'ya giden ekipten olan Melahat Togar'la da görüşmekteydi. Melahat Togar "Arkadaşım Sabahattin Ali" yazısında yazarın Almancayı tam öğrenmeden Almanca üzerinden Rus yazarlarını okuduğunu belirtti. Sabahattin Ali bu yönü sayesinde İvan Turgenyev, Maksim Gorki, Edgar Allan Poe, Guy de Maupassant, Heinrich von Kleist, ETA Hofmann ve Thomas Mann gibi isimleri tanıdı ve onların eserlerinden ilham aldı. Potsdam'da kaldığı süre içerisinde İstanbul'u ve karşılıksız kalan aşkını özlemekteydi. 1 Ocak 1929 tarihinde Nahit Hanım'a yılbaşı hediyesi olarak yazdığı şiirleri gönderdiyse de cevap alamadı. Postdam'daki dil kurusunu bitirdikten sonra Berlin'de yatılı bir okula yerleşti. Almanya'ya altı veya yedi yıl kalmak için gönderildiğini düşündüyse de aslında bu süre dört yıl olarak planlanmıştı. Buna karşın yazar ikinci yılını tamamlayamadan Türkiye'ye geri döndü. Geri dönüşü hakkında farklı iddialar mevcuttur. Bu iddialar Sabahattin Ali'nin Nihal Atsız'a anlattığına göre; "Bu parazit Türkleri buradan atmalı!" diyen Alman öğrenciyi dövmüş olduğu veya Alman öğrencilere komünizm propagandası yaptığı şeklindedir. İkinci iddia yazarın Almanya dönüşü Nihal Atsız'la görüşmesi, Türk Ocakları'nı ziyaret etmesi ve "Atsız Mecmua"da hikâye ve şiirler yayımlatmış olmasından dolayı zayıf bir ihtimal dahilindedir. Ayrıca yazarın bazı yorumlarında Almanları sevmediği ve onları domuz değerinde gördüğü ifade edilmektedir. Öğretmenlik hayatı ve soruşturmalar. Sabahattin Ali'nin Almanya'dan dönüşü 1930 yılının Mart ayı ortalarına denk gelmektedir. Döndükten sonra İstanbul Yüksek Muallim Mektebinde yatılı okumakta olan Sabahattin Ali, burada Pertev Naili Boratav, Orhan Şaik Gökyay, Nihad Sâmi Banarlı ve Nihal Atsız gibi arkadaşlarının yanında kaldı. Ardından okul müdürünün de yardımıyla Bursa'nın Orhaneli ilçesine ilkokul öğretmeni olarak atandı. Aynı yılın eylül ayında ise Gazi Terbiye Enstitüsünde açılan Almanca yeterlilik sınavına girdi ve Aydın Ortaokulu'na Almanca öğretmeni olarak atandı. Burada komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla hakkında soruşturma açıldı. 1931'in Mayıs ayında mahkeme için İstanbul'a sevk edildi, iki gün sonra mahkeme tutuksuz yargılanmasına karar verdi. Daha sonra soruşturmalar derinleştirildi ve kendisinin tutuklu yargılanmasına karar verildi. 9 Eylül 1931 tarihine kadar Aydın Hapishanesi'nde tutuklu kaldı. Serbest kaldıktan yirmi bir gün sonra ise Konya Ortaokulu'na Almanca öğretmeni olarak atandı. Sabahattin Ali, Yozgat'ta iken Nahit Hanım'a, Almanya'da iken Frolayn Puder'e, Aydın'da iken bir miralayın kızına ve Konya'da ise Melahat Muhtar adlı öğrencisi ile Muhsine adındaki bir şarkıcıya ilgi duydu. Melahat Muhtar'a duyduğu ilgi karşılık buldu, ona atfen "Çocuklar Gibi" adlı şiiri yazdı. Bu şiirde eski aşklarını birkaç günlük düşkünlükler şeklinde yorumladı. Bu sevgisinden Pertev Naili Boratav'a yazdığı mektuplarda bahsetti. Fakat yazarın bu ilgisi ilerleyen dönemlerde tutuklanması ile yarım kaldı. Bir toplantıda okuduğu "Memleketten Haber" şiiri ile Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gibi Türk devlet yöneticilerini yerdiği iddiasıyla 22 Aralık 1932 tarihinde tekrar tutuklandı. MEMLEKETTEN HABER Hey anavatandan ayrılmayanlar Bulanık dereler durulmuş mudur? Dinmiş mi olukla akan o kanlar? Büyük hedeflere varılmış mıdır? Asarlar mı hala Hakka tapanı? Mebus yaparlar mı her şaklabanı? Köylünün elinde var mı sabanı? Sıska öküzleri dirilmiş midir? Cümlesi beli der enelhak dese Hala taparlar mı koca terese? İsmet girmedi mi hala kodese? Kel Ali'nin boynu vurulmuş mudur? Bu şiiriyle Atatürk'ü tahkir ettiği iddiasıyla Konya Asliye Ceza Mahkemesi tarafından bir yıllık cezaya çarptırıldı. Fakat daha sonra davaya temyizde iki ay daha eklendi ve ceza on dört aya çıkarıldı. Sabahattin Ali Konya Cezaevi'nden yakın arkadaşı Ayşe Sıtkı'ya gönderdiği bir mektubunda bu olaylardan şöyle bahsetti: "Benim mesele, senin zannettiğin gibi fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir. Aramın açıldığı bir iki namuzsuz başıma bu işi getirdi. Geçen sene Mayıs'ında falanca yerde Gazi'yi ima ve telmihen tahkiri tazammün eden bir şiiri falan yerde okudu, dediler. Adli safahat lehimde olduğu halde, müdde-i umumi yaranmak için mahkûmiyetimi talep etti, hakim de korktuğu için mahkûm etti. Temyiz, cezayı aleyhimde nakseti, cezama iki ay daha ilave edildi. Şimdi 14 aya mahkûmum ve aşağı yukarı üç ayını yattım. 11 ayım kaldı demektir." 29 Nisan 1933 tarihinde memurluktan kaydı silindi. Daha sonra Konya'dan Sinop Cezaevine gönderildi. Koğuştan bazı arkadaşları yazarın cezaevinde geceleri sürekli okuduğunu, gündüzleri ise bir sandık üzerinde yazı yazdığını söyledi. Yaşamındaki değişimleri eserlerine yansıtan yazar, bu cezaevinde edindiği tecrübe ve gözlemlerini de "Bir Şaka", "Kanal", "Kazlar", "Bir Firar", "Katil Osman" ve "Çaydanlık" adlı hikâyelerinde kullandı. On ay yedi gün süren tutukluluğunun ardından Cumhuriyet'in 10. kuruluş yıl dönümü sebebiyle çıkan genel aftan yararlanarak serbest kaldı. Yeniden atanması. Sabahattin Ali, tutukluluğu bittikten sonra İstanbul'daki yakınlarını ziyaret etti, ardından da yeniden göreve atanabilmek için Ankara'ya gitti. Burada dönemin Orta Öğretim Genel Müdürü Reşat Şemseddin Sirer ve Müsteşar Vekili Rıdvan Nafiz Edgüer'e danıştı. Tutuklu kalma gerekçesi Atatürk'ü tahkir etmek olduğu için bu kişiler sorumluluk almaktan kaçındı. Ancak Reşat Şemseddin Sirer bu durumdan Hasan Âli Yücel'e bahsetti. Yücel ise yazarın durumunu yakın arkadaşı olan maarif vekili Hikmet Bayur'a bildirdi. Yazar bir mektubunda Hikmet Bayur'la olan görüşmesinde "ikinci bir şiir yazmamı mı istiyorsunuz" şeklinde bir cümle kurduğunu yazdı. Hikmet Bayur ise Müdürler Encümeni tarafından verilecek karara uyacağını söyledi. Kurul toplantısında Sabahattin Ali'nin öğretmenlik dışında başka bir göreve atanması kararlaştırıldı. Fakat Maarif Vekili eski düşüncelerini değiştirmediği sürece yeniden atanmasını doğru bulmayarak kurul kararını reddetti. Sabahattin Ali yeniden atanmak için uğraştığı süre içerisinde dayısı Rıfat Ali Ertüzün'ün evinde kaldı ve küçük tercümeler yaptı. 1934 yılında ise kendisinden Atatürk hakkında bir kaside yazılması istendi. Kendisi de bu istek doğrultusunda "Varlık" dergisinin 15 Ocak 1934 tarihli 13. sayısında "Benim Aşkım" adında bir şiir yazdı. Fakat bu şiirinden sonra da göreve atanabilmek için bir süre daha bekletildi. Ardından Maarif Vekili ile görüşen yazar, kendisine atfedilen komünist sıfatının doğru olmadığını ispat edebilmek için yazılar yazdığını ve "Esirler" adlı oyununun halkevleri tarafından sahneye konacağını söyledi. Göreve atanabilmek için beklerken arkadaşı Ayşe Hanım'a yazdığı mektubun sonuna bir not bırakarak kendisine evlenme teklifi etti. Ayşe Hanım ise 22 Şubat 1934 tarihli mektubunda Sabahattin Ali'nin bu teklifini şaka olarak niteleyerek geri çevirdi. Yazar sonrasında ise Atatürk'ten izin alınarak önce geçici olarak Orta Tedrisat Şube Müdürlüğüne (Mayıs 1934), ardından da asli olarak Milli Talim ve Terbiye'ye atandı. Aliye Hanım'la evlenmesi. Sabahattin Ali'nin eski sevdiklerinden Nahit Hanım evlenmişti; arkadaşı Ayşe Hanım da evlilik teklifine red cevabı vermişti. Aliye Hanım'la (1914-1999) ise 1932 yazında İstanbul'da eczacı Salih Başotaç'ın evinde tanıştı. Kendisiyle yaptığı evlilikte Başotaç ailesinin etkisi büyük oldu. Aliye Hanım'ın ailesi Sabahattin Ali'nin poliste sicil kaydının bulunduğunu gerekçe göstererek evliliğe mesafeli yaklaştı. Fakat sonradan Aliye Hanım'ın da isteği ile evliliğe izin verdiler. İkilinin nikâhları 16 Mayıs 1935 tarihinde Kadıköy Evlendirme Dairesi'nde kıyıldı. Sabahattin Ali ve eşi nikâhtan sonra Ankara'ya gittiler ve buradaki düğünün ardından Ulus'ta bir apartman dairesine yerleştiler. Sabahattin Ali ilerleyen dönemlerde "mümeyyizlik" görevinden başka bir göreve atandı, ayrıca bir ortaokulda Almanca dersleri verdi. Bu dönemlerde maddi açıdan rahatlayan yazar, "Varlık"ta "Kağnı", "Arap Hayri", "Pazarcı" adlı hikâyelerini yayınladı, Knut Hamsun, Liam O'Flaherty ve Panteleymon Romanov'tan tercümeler yaptı; "Ayda Bir" adlı dergide ise "Kamyon", "Bir Şaka", "Apartman", "Arabalar Beş Kuruşa" ve "Düşman" adlı öykülerini yayınladı. Soyadı düzenlemesi. Sabahattin Ali'nin ailesi Soyadı Kanunu sonrasında "Şenyuva" soyadını aldı. Fakat yazar babasının ön adı olan "Ali"yi kullanmak istedi. Ayrıca çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanan şiir ve hikâyelerinde "Sabahattin Ali" imzasını kullandı. Yazar soyadını bu yönde değiştirebilmek için nüfus müdürlüğe gitti fakat "Ali" ismini soyadı olarak kullanmasına izin verilmedi. Kendisi de buna karşılık olarak "O hâlde 'Alı' olsun." şeklinde beyanat bildirdi (1936). Ramazan Korkmaz çeşitli sıkıntılar yaşamış ailenin "Şenyuva" soyadını almasına yazarın tahammül edemediğini belirterek "Ali" tercihinin babasına duyduğu sevgiden olduğunu belirtti. Aliye Ali ise "Alı" soyadını "Ali" tercihi için bilinçli bir gerekçe olduğunu söyledi. Askerlik sonrası yaşamı. Yazar otuz yaşına gelince İstanbul Eski Harbiye'de askerliğe başladı ve 2 ay er, 6 ay da yedek subay öğrencisi olarak eğitim gördü. Eşi Aliye Ali'yi de askerlik süresince bulunduğu şehirlere götürdü. İstanbul'da askerlik yaptığı dönemde kızları Filiz Ali (1937-) doğdu. Askerlik bitiminde ise Musiki Muallim Mektebi'ne Türkçe öğretmeni olarak atandı ve Ankara'ya yerleşti. Ankara'da geçirdiği dönemlerde Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Mediha (Berkes) Esenel ve Niyazi Ağırnaslı gibi isimlerle yakın ilişkiler kurdu. İlerleyen dönemlerde Devlet Konservatuvarı'na atanarak Carl Ebert'in asistanlığını yaptı. Çevresindeki hareketliliğin azalması sonrasında edebî çalışmaları yoğunlaştı ve "İçimizdeki Şeytan" adlı eserini (1939) yazdı. Bu roman yayımlandıktan sonra siyasi tartışma konusu hâline geldi. Nihal Atsız bu romana karşılık olarak Sabahattin Ali'nin hayatı hakkında çeşitli bilgiler de içeren "İçimizdeki Şeytanlar" adlı eserini yayınladı. II. Dünya Savaşı öncesinde çıkarılan seferberlik sonrasında tekrar askere alındı ve dört ay İstanbul'da askerlik yaptı. İkinci kez askere alındığı bu dönemde "Kürk Mantolu Madonna"yı yazdı ve "Hakikat" gazetesinde tefrika ettirdi (18 Aralık 1940-8 Şubat 1941). Ankara'daki çevresi genişleyen yazar, dönemin siyasileriyle de yakın ilişkiler kurdu. Aliye Ali, eşinin Şükrü Saracoğlu ile siyasi düşünceleri farklı olmasına rağmen iyi anlaştığını ve bazen de ailecek görüştüklerini belirtti. Yaşamına yönelik eleştiriler. Sabahatin Ali 1940-1943 yılları arasında Adelbert von Chamisso, Ludwig Tieck, Heinrich von Kleist ve Friedrich Hebbel gibi isimlerden çeviriler yaptı. Yine bu dönemlerde çeşitli dergilere yazılar gönderen yazar, ayrıca Millî Eğitim Bakanlığı'na bağlı Türk Dil Kurumu ve Tercüme Odası gibi yerlerde görev yaptı. Ekonomik anlamda rahatlaması, çevresi tarafından lüks bir yaşam sürmesi ve savunduğu fikirlere aykırı olması gibi düşünceler doğrultusunda eleştirildi. Samet Ağaoğlu yazarın ölümünden sonra "Böylece hiçbir zaman gerçek bir komünist olamadı. (...) Hikayelerinin aksine realitede burjuva manzarası gösteriyordu." ifadelerini kullandı. Arkadaşı Emin Türk de yazarı savunduğu düşüncelere aykırı olmakla itham ederek bencil ve gösteriş düşkünü olmakla suçladı. Adalet Cimcoz'un eşi Mehmet Ali Cimcoz ise yazarın yaşam tarzına yönelik olarak "gösterişi seven, alkışı seven bir insan", "bugün anladığımız gibi bir komünist değildi" şeklinde ifadeler kullandı. Tartışmalı yılları. Yazar, sağ ve sol kesim tarafından birtakım eleştirilere maruz kaldı. Ülkenin sol kesimi kendisini lüks ve burjuva görünümlü yaşantısından dolayı daha radikal tavırlar almaya zorlarken, sağ kesim de sosyalist misyon yüklenmek istenen birisinin Dil Kurumu azalığı gibi görevlere getirilmesini doğru bulmuyordu. Sağ kesimin eleştirilerinin başlıca kaynaklarından birisi de Sabahattin Ali'nin Almanya'dan dönen öğrenci grubundaki kişilerden daha önce ve daha etkili görevlere getirilmesiydi. Nihal Atsız, "Orhun" dergisinde Şükrü Saracoğlu'na atfen yazdığı yazıda (1 Nisan 1944) Sabahattin Ali'nin "herkesçe bilinen bir komünist olduğunu, Hasan Âli Yücel'in şahsi sempatisi yüzünden göreve getirildiğini ve daha önceden Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Ali Çetinkaya gibi isimlere hakaret ettiğini" söyleyerek yazarı vatan haini olarak niteledi ve devlet tarafından korunmasını kınadı. Bu mektup üniversite öğrencileri ve halk arasında etki uyandırdı, Nihal Atsız ise görevden alındı. Sabahattin Ali mektup sonrasında Nihal Atsız'a hakaret davası açtı ve ilk duruşma 2 Nisan 1946'da yapıldı. Dava öncesinde adliye sarayı önünde toplanan ve çoğunluğu Siyasal Bilgiler ve Tıp Fakültesi öğrencisi olan kişiler yazarın aleyhinde gösteri yaptı. Davaya Sabahattin Ali avukatsız olarak katılırken, Nihal Atsız'ı ise Hamit Şevket İnce başkanlığındaki avukatlar savundu. Dava görülürken içeride ve adliye önünde "İstiklâl Marşı" okundu, ortam gerilince de dava başka bir tarihe ertelendi. İlk duruşmadan sonra konservatuvarda İsmet İnönü ile görüşen yazar, İnönü'nün "Nasılsın?" sorusuna "Sağ olun, iyiyim paşam." şeklinde cevap verdi ve İsmet İnönü'den "Daha iyi olacaksın." cevabını aldı. İlerleyen dönemlerde Hamit Şevket İnce, Nihal Atsız'ın avukatlığından istifa etti. Yine bu dönemde Falih Rıfkı Atay, "Ulus" gazetesinde Sabahattin Ali lehinde seri yazılar yazdı. İkinci duruşmada savcı Nihal Atsız'ın Sabahattin Ali'ye vatan haini diyerek hakaret ettiğini söyledi ve cezalandırılmasını talep etti. Üçüncü duruşmada ise Nihal Atsız altı ay ceza aldı fakat "mazisinin temiz olması" ve "millî tahrik" gibi gerekçelerle bu ceza dört ay indirilerek tecil edildi. Dava sonrasında konservatuvardaki görevine bir süre devam etti, ardından da üçüncü kez askere çağrıldı. Çankırı'da bir buçuk ay görev yapan yazar, mesleğine geri döndü. Daha sonra ise bakanlık emrine alınarak konservatuvardan ayrıldı. 4 Aralık 1945 günü İstanbul'da çıkan komünizm karşıtı gösterilerde Sabahattin Ali'nin de faaliyet gösterdiği bazı kurumlara çeşitli saldırılar oldu. 1944 sonrasında "Markopaşa", "Malum Paşa" veya "Ali Baba" gibi yerlerdeki yazılarında daha sert ve daha eleştirel bir dil kullandı. Zekeriya Sertel'e 1946 yılında söylediğine göre siyaset ve politikayla daha fazla ilgilenmek istiyordu. Yine aynı yıl ailesini Ankara'da bırakarak İstanbul'a geldi ve Aziz Nesin'le beraber "Markopaşa" dergisini çıkardı. "Markopaşa" ilk üç sayısında tırajını artırarak yayın hayatına devam etti. Daha sonra da mizahî yönünden çok siyasi yönüyle tartışmalara neden oldu. İlerleyen dönemlerde dergide çıkan ve çoğu imzasız olan yazılardan ötürü derginin sorumluluğunu üstlenen Sabahattin Ali'ye davalar açıldı. Davaya konu olan yazılardan biri dışındaki yazılar Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz'a aitti; fakat derginin sorumlusu olduğu için Sabahattin Ali hapis cezasına çarptırıldı. İstanbul ve Paşakapısı Cezaevi'nde bir süre yatan yazar, 10 Eylül 1947 tarihinde tahliye oldu. Yine bu dönemlerde "Markopaşa" kapatıldı, bunu takiben de "Merhum Paşa" ve "Malum Paşa" gazeteleri çıkartıldı. İlerleyen dönemlerde yazar hakkında tekrar tutuklama kararı çıkartıldı fakat tutuklama işlemi gerçekleşmedi. Bu dönemlerde "Ali Baba" dergisini çıkardı ve "Sırça Köşk" adlı öyküsünü yayınladı. Bu öykü Bakanlar Kurulu kararıyla toplatıldı, kendisi de Sultanahmet Cezaevi'ne gönderildi. 31 Aralık 1947 tarihinde serbest kalan yazar, ekonomik sıkıntılar çekti ve "Ali Baba" dergisi kapatıldı. Daha sonra nakliyecilik yapmak istedi ve Adalet Cimcoz'un da yardımlarıyla bir kamyon aldı. Yazarın M. Ali Cimcoz'a anlattıklarına göre bu mesleğe başlamasında şehirlerin sıkıcı etkisinden kurtulmak, yeni insanlar tanımak ve edebî eserleri için malzeme toplamak gibi amaçlar gütmesi etkiliydi. Eşi Aliye Ali bu dönemler için "1947'de "Markopaşa"nın çıkmasıyla hayatımız bozuldu. Yurt dışına gitmek istiyordu: İngiltere veya Fransa'ya falan" ifadelerini kullanmıştır. Niyazi Berkes'in aktardığı bilgiler Sabahattin Ali'nin Fransa'ya gitmek istediğini fakat kendisine pasaport verilmediği yönündedir. Nihayetinde Sabahattin Ali 1948 yılı Mart ayı sonlarında arabasının tamirini yaptırdı ve "Edirne'ye peynir götüreceğim" diyerek M. Ali Cimcoz'la sabah beş civarı vedalaşarak ayrıldı. Ölümü. Sabahattin Ali'nin Edirne'ye gitmekteki amacı peynir taşımak değil, Bulgaristan sınırını aşarak Avrupa'ya ulaşmaktı. Kendisine yasal yollardan pasaport verilmediği için kaçak yollarla bu amacına ulaşmaya çalıştı. Bulgaristan sınırını denemeden önce de Suriye sınırından kaçmak istedi fakat başarılı olamadı. Avrupa'ya gitmek istediği dönemler ise hakkındaki davaların aleyhinde seyrettiği zamanlardı. Evinde kaldığı Mehmet Ali Cimcoz'la vedalaşırken asıl amacını söylemedi. Çünkü Cimzoz'un Millî Emniyet Hizmetleri (MAH) ajanı olduğundan şüphelenmekteydi. Avrupa'ya kaçış için kendisine yardım edecek kişi Üsküdar Paşakapısı Cezaevi'nden Berber Hasan'dı. Berber Hasan, Sabahattin Ali'yi Ali Ertekin'le tanıştırdı. Sabahattin Ali'ye rehberlik edecek Ali Ertekin eski bir subaydı ve silah çalmak suçundan ordudan ihraç edilmişti. Sabahattin Ali ve Ali Ertekin tanıştıktan bir süre sonra Kırklareli'ne doğru kamyonla yol aldılar. Kamyonda başlangıçta üç kişi olsalar da sonradan şoför Salim'i bırakıp yola devam ettiler. Ali Ertekin, Kırklareli Cumhuriyet Savcılığına verdiği ifadede Sabahattin Ali'nin, sınırı geçtikten sonra Bulgaristan ve Rusya'da çalışmalar yaparak Türkiye'de komünist bir ihtilal çıkaracağını söylediği ve konuşmalarından onun kötü bir insan olduğunu düşündüğü yer aldı. "Nokta" dergisindeki bir röportajında ise yol boyunca Sabahattin Ali'yle tartıştıklarını ifade etti. İlerleyen vakitlerde Ertekin, Sabahattin Ali'yi kitap okuduğu sırada elindeki bir sopayla kafasına defalarca vurarak öldürdü. Öldürmesine gerekçe olarak da millî hislerini tahrik ettiğini öne sürdü. Ayrıca Ali Ertekin'in Millî İstihbarat Teşkilatı mensubu olduğu da iddia edilegeldi. Sabahattin Ali'nin bedenini Kırklareli Üsküp beldesi Sazara köyü yakınlarında bir çoban buldu ve 16 Haziran 1948 günü jandarmaya giderek durumu bildirdi. Yapılan incelemeler sonucunda ölünün kimliği teşhis edilemedi. Bu dönemlerde İstanbul polisi Bulgaristan'a adam kaçıran bir şebekeyi yakaladı. Sabahattin Ali'yi öldüren Ali Ertekin de bu şebekenin mensubuydu ve yakalanınca Sabahattin Ali'yi öldürdüğünü itiraf etti. Ali Ertekin idam cezasıyla yargılanmasına rağmen dört yıla hüküm giydi, kısa süre sonra da serbest kaldı. Sabahattin Ali'nin cesedi üzerinden çıkan giysilerle Ali Ertekin'in verdiği bilgiler doğrultusunda ele geçirilen eşyaları yakın çevresi tarafından teşhis edildi. Ölümü üzerine farklı spekülasyonlar yapıldı ve yazılı medyada yaşayıp yaşamadığına dair iddialar yer aldı. Ayrıca ölüm şekli ve ölüm yerine yönelik olarak da çeşitli iddialar mevcuttur. Rasuh Nuri İleri, Sabahattin Ali'nin sınırı geçtiğini sandığını, bir yerde yakalanıp ardından da Kırklareli'nde yargılandığı sırada işkenceden öldüğünü öne sürdü. Yalçın Küçük ise Rasih Nuri İleri ve Kemal Bayram Çukurkavaklı'nın "işkencede öldü" iddiasının "kahrolası bir köylü ideolojisi" ile öne sürüldüğünü belirterek Sabahattin Ali'nin kaçakçı şebekesine karşı emniyetle işbirliği yaptığını ve sınırda çıkan bir çatışmada öldüğünü iddia etti. Yalçın Küçük'ün diğer bir iddiası ise Sabahattin Ali'yi Ali Ertekin'in öldürmediği ve suçun onun üzerine kaldığı yönündeydi. Sabahattin Ali'nin ölümünün siyasi nedenlerden olduğunu savunanlar da vardır. Arkadaşı Aziz Nesin ise Sabahattin Ali'yi MİT'in öldürmediğini iddia ederek Ali'nin "kişisel kusurları yüzünden" ölüme gittiğini söyledi. Sabahattin Ali'nin öldürüldüğü yerde temsili bir mezar taşı vardır. Zaman zaman çeşitli sivil toplum örgütleri orada anmalar yapar. Siyasal görüşleri. Sabahattin Ali düşünce hayatına Türkçülük düşüncesiyle başladı ve Ziya Gökalp'i "Milliyet aşkını gönüllere serpen nebi" diye niteledi. Nihal Atsız, Sabahattin Ali'nin Türk Ocakları'na gittiğini ve oradaki ortama uygun şiirler yazdığını söyledi. Kendisinin komünizmle tanışmasının Almanya'da olduğunu ve propaganda yaptığı iddiasıyla Türkiye'ye geri gönderildiğini iddia edenler vardır. Fakat Nihal Atsız'ın anlattığına göre Türklüğe hakaret eden bir Alman'ı dövdüğü için Almanya'dan geri gönderilmişti. Sabahattin Ali, Almanya dönüşünde hem "Resimli Ay" dergisinde hem de "Atsız Mecmua"da şiir ve yazılar yazdı. Ayrıca romantik karakterli öyküler yerine toplumsal içerikli öykülere yöneldi. Kendisinin toplumcu gerçekçi yönüyle yazdığı öyküler "Resimli Ay"da takdir ve kabul gördü. Bu durum Nâzım Hikmet'in "Türk edebiyatında öykücü olarak yalnız sen varsın!" tepkisiyle karşılık buldu. Türk devlet büyüklerine hakaret ettiği iddiasıyla tutuklanmasının ardından tek parti yönetimine karşı daha sert ve eleştirel bir üslup kullandı. Hasan İzzettin Dinamo, Sabahattin Ali'nin tutukluluğu hakkında "Konya'daki bu şiir ihbarı olmasaydı onun solculuğu tatlı bir gevezelik olarak kalacaktı." ifadelerini kullandı. Nâzım Hikmet ise 1952 yılında "Novoye Vremya" gazetesinde yayınlanan bir yazısında, Sabahattin Ali'nin Sovyetler Birliği'ne derin bir sevgi beslediğini iddia etti. Sabahattin Ali, "Markopaşa" gibi yerlerde yazdığı yazılarında yabancı sermayelerin Türkiye'de ikinci kapitülasyonlar dönemini başlatacağını ve ülke bağımsızlığını etkileyeceğini; niteliksiz yöneticiler ve yarı aydınların kendi çıkarları için ülkeyi Amerikan ve İngiliz emperyalizmine peşkeş çekeceğini ve bunun tehlikeli sonuçlar doğuracağını söyleyerek millet idaresine dayalı nitelikli siyasetler üretilmesi gerektiğine değindi. Bu konudaki bir görüşü şu şekildedir: Genel olarak tek parti yönetimine karşı sert ve eleştirel bir tutum sergileyen Sabahattin Ali, partinin çalışmalarını da "baskıcı" şeklinde nitelendirdi. Ayrıca Bakanlar Kurulu tarafından toplatılan "Sırça Köşk" adlı eseri bu tutumundan izler taşımaktaydı. Kendisinin ırkçılık ve Turancılık gibi fikirler ile yozlaşmış dini kalıplara yönelik yazıları da vardır. Sabahattin Ali'nin Marksist yönü de edebî eserlerine yansıdı ancak bu düşünceleri bir yaşam tarzı olarak görmemekteydi. Kendisi bu yönü hakkında çeşitli eleştirilerle karşı karşıya kaldı. Girmek istediği bir işçi partisi ise kendisini güvenilir kabul etmeyerek onu parti üyeliğine almadı. Arkadaşı Emir Türker de Sabahattin Ali'yi öyküleri dışında Marksist bir yönünün olmamasını gerekçe göstererek eleştirdi. Ayrıca Samet Ağaoğlu ve M. Ali Cimcoz da kendisini bu yönde eleştiren diğer isimlerdir. Sanatı ve edebî görüşleri. Sabahattin Ali ilk yıllarında sanatı "İçinde yaşanan cemiyet şartlarının şuurlu veya şuursuz bir ifadesi" olarak yorumlamaktaydı. Daha sonra da sanatın yalın bir yansıtma işi olmasına karşı çıkarak "sanatın bir maksadı olmalı" değerlendirmesinde bulundu. Bir mülakatında ise sanatın insanı yükseltmek ve daha iyiye götürmek dışında bir maksadının olmadığını vurguladı. Dönemin sanatkârlarını "eski gazelhanlar" ve "sahib-i mezak" olarak değerlendirdi, halktan yana olmayan eserler verdiklerini, yüksek zümreye hitap ettiklerini ve zamanla unutulup gideceklerinden bahsetti. Yeni edebiyatçıların da kalıcı olabilmeleri için realist olmaları gerektiğini söyledi. 1938 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide ise şiir hakkında "Bence şiirin eskisi yenisi yoktur. İyi şiir, muhakkak ki insana bir şey ilave eder, bu şey bazen tez olur, bazen bizim manen daha genişlememizi temin eden bir heyecan olur." ifadelerini kullandı. Sabahattin Ali, öykü ve roman gibi türlerde kalıcı olabilmek için seçilen karakterlerin canlı olmasını ve konuların güncelliğini yitirmeyecek türden olması gerektiğini savundu. Edebî eserler üzerine yapılan eski-yeni tartışmasını ise lüzumsuz olarak değerlendirdi, eserlerin iyi-kötü ölçeğinde değerlendirilmesi önerisinde bulundu. Bu önerisine örnek olarak da yeni ve kalitesiz yazarlar yerine eski ve kaliteli yazarların okunacağını, hatta kendisinin Fuzûlî ve Şeyh Galip gibi isimleri okuduğunu belirtti. Yaşar Nabi Nayır'a gönderdiği bir mektubunda ise Orhan Veli Kanık'ın öncülüğünü yaptığı Garip hareketini halktan uzak, lüzumsuz ve anlaşılmaz olarak değerlendirdi. Dilde sadeliğe de büyük önem veren Sabahattin Ali, bu düşüncesini eserlerine de yansıttı. Dergide yazdığı bazı öykülerinin kitap olarak toplatılmasından sonraki hâli daha sade bir görünüme sahiptir. Bir mektubunda da bazı hikâyelerini sadeleştirme gereği duyduğunu yazdı. Dilde sadeleşmeyi desteklemekle beraber Öz Türkçede aşırıya gidilmesine de karşı çıktı, dile yerleşen ve kalıplaşan kelimelerin kullanılmasının gerektiğini düşündü. Romanları. Sabahattin Ali'nin üç romanı önce tefrika edildi, ardından da kitap olarak yayımlandı. İlk romanı olan "Kuyucaklı Yusuf"un gazetelerdeki tefrikası zaman zaman kesintiye uğradı. Roman, "Tan" gazetesinde tamamı tefrika edildikten sonra kitap olarak ilk kez 1937 yılında basıldı. "İçimizdeki Şeytan" adlı romanı "Ulus" gazetesinde seksen yedi bölüm şeklinde tefrika edildi, 1940 yılında ise kitap olarak basıldı. "Hakikat" gazetesinde tefrika edilen "Kürk Mantolu Madonna" romanı ise "Büyük Hikâye" başlığı altında toplamda elli gün olmak üzere kırk sekiz sayı şeklinde yayımlandı. Sabahattin Ali bu romanına, İstanbul'da bulunan Büyükdere asker çadırında başladı ve romanını günü gününe yazıp gazeteye gönderdi. Yedi Meşaleci Cevdet Kudret Solok, Sabahattin Ali'nin bu romanı için "Lüzumsuz Adam" başlığını düşünüp sonra da vazgeçtiğini dile getirdi. Pertev Naili Boratav ise Sabahattin Ali'nin "Kürk Mantolu Madonna"yı ilk önce bir öykü olarak yazdığını dile getirip başlığını da "Yirmi Sekiz" şeklinde koyduğunu ve öykünün ilk sayfasını da kendisine gösterdiğini dile getirdi. Sabahattin Ali'ye ait romanlarda ilk olarak bireysel temalar ön plana çıkar. İşlediği bireysel konular sevgi ve aşk kavramlarıdır. Bu kavramlardan sonra ikinci olarak evlilik teması üzerinde yoğunlaşır. Eserlerinde diğer öne çıkan konular ise sosyal sorunlar, iletişimsizlik ve yalnızlıktır. Sosyal ve toplumsal konuları işlerken köylü, işçi, mesai arkadaşı, esnaf ve memur gibi sıfatlara sahip olan karakterler yer alır. Aydın kesim insanlarına değindiği romanlarında ise eleştirel ve realist bir tavır sergiler. "İçimizdeki Şeytan" aydın kesime yönelik eleştirel ifadelerinden izler taşımaktadır. "Kuyucaklı Yusuf" romanında aşk teması ön plana çıkar. Evlilik ile Anadolu'nun sosyal ve ekonomik yapısı diğer ana temalardır. "İçimizdeki Şeytan" ve "Kürk Mantolu Madonna" romanlarında da öne çıkan tema aşk ve evliliktir. Bu evlilikler genelde sağlıklı bir şeklide yürümedikleri görünümünü verir. Yazara ait üç romanın sonu birbirlerine benzemektedir: "Kürk Mantolu Madonna"da Maria Puder ve "Kuyucaklı Yusuf"da Muazzez karakteri romanın sonunda ölen kişiler olurken, "İçimizdeki Şeytan"'da ise Macide son olarak Bedri'ye yönelir. Romanlarındaki yozlaşma konusu ise daha çok kırsal kesimde ele alınır. "Kuyucaklı Yusuf"taki Şahinde, Hacı Etem, Şakir ve Hilmi Bey; bir tür toplumsal yozlaşmanın örneğidir. Aydın kesimdeki yozlaşmalara ise "İçimizdeki Şeytan" romanında değinir. Romanda Ömer'in yakın çevresi belirli bir eğitim görmüş ve çeşitli sıfatlara sahip kişilerdir; fakat davranışları sahip oldukları eğitim ve sıfatları gölgelemektedir. Sabahattin Ali, romanlarındaki kişileri konunun geçtiği mekanlara göre seçer. "Kuyucaklı Yusuf"ta köylüler, kasabalılar, memurlar; "İçimizdeki Şeytan"da yazar, öğretmen ve profesör gibi sıfatlara sahip kişiler; "Kürk Mantolu Madonna"da ise Raif Bey'in çalıştığı yerdeki arkadaşları, Almanya'da tanıştığı kişiler ve âşık olduğu Maria Puder roman kadrosunu oluşturur. "Kuyucaklı Yusuf" romanı en geniş karakter kadrosuna sahip romanıdır. Üç romanında, Yusuf, Ömer ve Raif Efendi ana erkek kahramanlardır. Sabahattin Ali romanlarında erkek karakterler daha ön plandadırlar; fakat bu kişiler güçlü ve etkin bir görünüme sahip değillerdir. Ana erkek kahramanların ortak özellikleri bulundukları çevreye uyum sağlayamamış kişiler olmalarıdır. Kısa sürede ciddi değişimler yaşayan bu karakterler olayları yönlendirmede güçlük çekmektedirler. Buna örnek olarak Yusuf karakterinin çözümü yakın çevresindekileri öldürmekte bulması veya Raif Bey karakterinin soğuk havalarda saatlerce sokaklarda gezmesi verilebilir. Romanların kapsadığı zaman dilimi farklılıklar göstermektedir. "Kuyucaklı Yusuf" ve "Kürk Mantolu Madonna" romanlarında on iki ila on beş yıllık bir zaman diliminde yaşanan olaylar anlatılmaktadır. "Kuyucaklı Yusuf"ta olaylar ileriye doğru anlatılır ve özet yöntemiyle de zamanlar arasında geçiş yapılır, "Kürk Mantolu Madonna" ise ileriye doğru yazılmamış olup, geriye doğru giden bir anlatıma sahiptir. "İçimizdeki Şeytan" romanındaki gelişmeler ise yaklaşık üç ile beş ay arasında gerçekleşir. Romanlarındaki olayların geçtiği mekânlar birbirlerine göre farklılık göstermektedir. "Kuyucaklı Yusuf" romanındaki mekan bir kasabayken, "İçimizdeki Şeytan" romanında ise İstanbul'dur. Bu romanda deniz kenarı ve cadde kaldırımları da seçilen mekanlardandır. Roman karakterlerinden Macide'nin Balıkesirli olmasından dolayı bu şehirden de kısaca söz edilmektedir. "Kürk Mantolu Madonna" romanında ise mekan olarak Berlin seçilmiştir. Romanın sonlarına doğru ise olaylar Ankara'da geçmektedir. İlk romanı olan "Kuyucaklı Yusuf"ta ise olaylar Kuyucak köyünde başlayıp Edremit'te devam eder. Bu romanındaki diğer mekanlar ise Burhaniye ilçesi ve Yusuf'un tahsildarlık yaptığı köylerdir. "Kuyucaklı Yusuf" romanı kırsal kesimde geçtiği için doğa da mekan olarak kullanılmıştır; romanda bağ ve bahçeler karakterlerin toplu olarak bulunduğu yerlerdir. Öyküleri. Sabahattin Ali'nin 1935'te çıkardığı ilk öykü kitabı "Değirmen"de on altı, 1936'daki "Kağnı"da on üç, 1937'deki "Ses"de beş, 1943'teki "Yeni Dünya"da on üç ve 1947'deki "Sırça Köşk"te on üç öykü olmak üzere toplamda altmış öyküye sahiptir. Ardından da son kitaplarında dört öykü daha yayınlayarak bu sayıyı altmış dörde çıkardı. Romanlarında olduğu gibi öykülerinde de dönemin siyasi ve sosyal özelliklerini görmek mümkündür. Öykülerindeki temel kavramlar sevgi, aşk ve kırsal kesim sorunlarıdır. Kırsal kesimi işlediği öykülerinde çeşitli toprak ve miras kavgaları gibi nedenlerden dolayı işlenen cinayetlere de yer verir. Sabahattin Ali öykülerinde öne çıkan konulardan birisi de hapishanelerdir. Çeşitli dönemlerde, farklı sebeplerden dolayı hapse atılan Sabahattin Ali; bu yaşantısını öykülerine de yansıtır. "Bir Şaka", "Candarma Bekir", "Duvar", "Kazlar" ve "Katil Osman" adlı öykülerinde hapishane yaşamı ve mahkûmlar konusu üzerine durur. Türk edebiyatında toplumcu gerçekçi kişilerin başında gelen Sabahattin Ali, öykülerindeki karakterleri tasvir yoluyla anlatarak iyi veya kötü yanlarını ortaya koyar. Öykülerindeki tasvirler romanlarında olduğu gibi uzun ve ayrıntılı değildir. Öykülerindeki karakterler ilk zamanlar hayvanlar olurken daha sonra çeşitli insan tiplerini karakter olarak seçer. "Kırlangıçlar" ve "Bahtiyar Köpek" adlı öykülerinde karakter olarak hayvanlar daha ağır basmaktadır. "Kırlangıçlar" adlı öyküsünde hiçbir insan karakteri bulunmaz, Sabahattin Ali bu eserinde birbirine âşık olan iki kırlangıcın hikâyesini anlatır. "Bahtiyar Köpek" adlı eserinde insanlar bulunsa bile asıl önemli rolü köpek karakterine verir. İnsanları ve insan ilişkilerini ön plana çıkardığı öykülerinde ağırlıklı olan karakterler erkektir. Eserlerindeki erkek karakterleri daha hırslı ve daha yoğun düşünen tipler olup genellikle işsiz durumdadırlar. Öykü karakterlerde en fazla ortaya çıkan meslek grubu memurlardır. Köyde geçen öykülerinde daha çok ağa, imam, muhtar ve köylü insanı gibi karakterler öne çıkar. Kırsal kesimi anlattığı öykülerinde, halkın tarlasını ve mahsullerini yöneten köyün ağaları bulunur. Ağalar gerekirse cinayet işletir ve suçu başka birisinin üzerine yıkar. Hapishane öykülerinde ise: cezaevi müdürü, jandarma ve gardiyan gibi karakterler ön plandadır. Öykülerinde kadın karakter sayısı azdır ve genellikle kadınlar ikinci plandadır. Öykülerindeki kadınlar, tarlada ve bahçede çalışan; çamaşırla ve ev hizmetiyle uğraşan tiplerdir. Köy öykülerindeki kadınlar evlerine ve eşlerine bağlıdır. Sabahattin Ali "Kazlar" öyküsünde hapiste olan eşini rahat ettirebilmek için komşusunun kazını çalan kadının hapse düşmesi olayını anlatır. Öykülerinde güçlü ve çekici görünen kadın sayısı az da olsa vardır. Bu kadınlar genellikle toplumca yadırganan yönleriyle ele alınır. İstanbul'da geçen öykülerinde ise güzel ve varlıklı kadınlara rastlanır. Öykülerindeki çocuklar ise genellikle bir fon değerindedir. Öykülerindeki memur karakterleri genellikle yoksul, geçim sıkıntısı yaşayan, silik ve etrafınca fazla önemsenmeyen insanlardır. Memurlar genel olarak dürüst ve adil olmayan bir şekilde davranır. Bir dönem Almanca öğretmenliği de yapan Sabahattin Ali, öykülerinde öğretmenlere de yer verir. Öğretmenlerin iyi yanlarını daha çok göstermekle beraber olumsuz yanlarına da değinir. Doktor karakterleri ise genellikle çıkarcı ve duyarsız bir görünüm verir. Öykülerindeki mekanlar ağırlıklı olarak Anadolu ve İstanbul'dur. Yurt dışında geçen öykülerine örnek olarak "Köstence Güzellik Kraliçesi" adlı yapıtı verilebilir. Bu yapıt Romanya'da başlar ve Berlin'de devam eder. "Bir Gemici Hikayesi" adlı yapıtında ise mekan olarak Kızıldeniz (Şap Denizi) ve Akdeniz kıyısında bulunan Port Said kentinin adı geçmektedir. "Viyolonsel" adlı öyküsü, bir gemi kazası sonucunda gelişir ve Afrika'nın sığ bir ormanında geçer. Sabahattin Ali'nin Anadolu anlayışı genellikle Orta Anadolu ve Ege Bölgesi ile sınırlıdır. Bu sınırlamayı "Kuyucaklı Yusuf" romanında da görmek mümkündür. Bazı öykülerinde mekan olarak doğa öne çıkar. Kapalı mekanlara ise hastane, otel, han ve cezaevleri örnek gösterilebilir. Öykülerinde yalın bir dili tercih eder. Romanlarında sık rastlanan ve günümüzde çok kullanılmayan ifadelere öykülerinde daha az rastlanır. Karakterleri konuştururken yerel ifadeler ve şive özelliklerini vermek zaman zaman tercih edilir. Karakterlerin yerel ağızlarını yansıtırken ölçülü bir üslubu tercih eder. Öykülerinde yerel olarak ifade edilebilecek argo sözcükler de bulunur. Sabahattin Ali'nin yazınsal olarak etkin olduğu döneminde Türkiye'de harf inkılabı gerçekleşmiştir. Türk dilindeki değişimler onun eserlerine de zamanla yansır. Sabahattin Ali kendi şiir ve öykücülüğü hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: Şiir ve oyunları. Sabahattin Ali'nin toplamda yetmişten fazla şiiri bulunur. Bu şiirlerinden 28 tanesini "Dağlar ve Rüzgâr" adlı kitabında yayımladı. Bu kitap yazarın 1931-1934 yılları arasında yazdığı şiirlerden oluşmaktadır. Ayrıca kitabın önsözü de ona aittir. Kitapta bulunan beş şiir daha önceden dergilerde yayımlanmış olan şiirleridir. Diğer şiirler ise ilk kez bu kitapta yayınlandı. 1926-1928 yılları arasında yazdığı şiirlerden 21 tanesini ise "Kurbağanın Serenadı" adlı defterde topladı. Almanya'da eski harflerle yazılan bu defter, zamanla el değiştirmiş olup son olarak da Asım Bezirci tarafından muhafaza edildi. Bu defterdeki sekiz şiir daha önceden yayınlanmamış olan şiirleridir. Şiirlerindeki temalar ise tıpkı romanlarında olduğu gibi sevgi ve aşk kavramlarıdır. Hapishaneleri konu edinen şiirlerinde, hapishane yaşamının zorluğu üzerinde dururken aşk temasına ise tekrar değinir. Karamsarlık, bireysel yalnızlık, bunalma ve kaçış gibi konular da şiirlerinin diğer temalarıdır. Kişileri konu edinen şiirlere de sahiptir, bu kişiler babası Selahattin Bey, Mustafa Kemal Atatürk, Abdülkâdir Geylânî ve Ziya Gökalp'tir. Sinop Hapishanesi'ndeyken "Hapishane Şarkısı" adıyla oluşturduğu beş parçalık bir şiir bütünü bulunur. Bu şiirler birden beşe kadar numaralandırılmış şekildedir ve ilerleyen yıllarda ise Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli ve Edip Akbayram gibi isimler tarafından bestelenmiştir. Sabahattin Ali şiirleri üçlük, dörtlük ve daha değişik sayıda dizeden oluşan bentlerden oluşur. Bazı şiirleri düz uyak biçiminde yazılmıştır; "Gazel Naziresi", "Terkib-i Bend Risalesi", "Mesnevi" başlıklı şiirlerindeyse Divan şiiri gelenekleri görülür. Üçlüklerle kurulan şiir sayısı dokuz, dörtlüklerle kurulan şiir sayısı elli, serbest ölçüdeki şiirlerinin sayısı dokuzdur; fakat bu dokuz şiirden sadece "Sokakta Kalan Adam" adlı şiir ölçüsüz ve uyaksız olarak yazılmıştır. "Gazel Naziresi", "Terkib-i Benci Risalesi" ve "Mesnevi" adlı şiirlerinde aruz ölçüsü kullanırken diğer yetmiş iki şiirinde ise hece ölçüsünü tercih etmiştir. Genellikle hecenin sekizli kalıbıyla şiirler yazmıştır. "Dağlar ve Rüzgâr" adlı kitapta bulunan şiirlerden biri hariç geriye kalan şiirlerin çoğu hecenin sekizli kalıbıyla yazılmıştır. Sabahattin Ali'nin tercih ettiği şiir kalıplarından bir diğeri ise on dörtlü kalıptır, bu tarzda ise yirmi şiir yazmıştır. Bu kalıpların dışında bazı şiirlerinde yedili, on birli, on üçlü kalıpları kullanmıştır. "Kurbağa" adlı iki dizeden oluşan şiirde ise on yedili kalıbı tercih etmiştir. Sabahattin Ali'ye ait "Esirler" adında yayımlanmış tek bir oyun mevcuttur. Bu oyun bir tablo ve üç perdeden oluşmaktadır ve Türk tarihindeki Kürşad İhtilali'nden esinlenilerek yazılmıştır. Sabahattin Ali, Ayşe Sıtkı İhlal'e yazdığı mektuplarında bu oyundan sıkça söz eder. Mektuplarında oyunu bitirdiğini ve Ayşe Sıtkı İhlal'e okuması için göndereceğini belirtir. Bir başka mektubunda "Esirler" oyununu, Pertev Naili Boratav aracılığı ile Muhsin Ertuğrul'a verilmesini ister. 15 Ocak 1934 tarihli bir mektubunda ise oyunun Ulvi Cemal Erkin tarafından bestelendiğini ve müzik öğretmenliği öğrencileri ile oynanmasının kararlaştırıldığı yazar. Etkisi. Sabahattin Ali Türk edebiyatının önde gelen yazarlarından biridir. Sait Faik Abasıyanık ile beraber kendisinden sonraki Türk öykücülüğüne yön vermiştir, bu iki yazarın doğrultusunda iki öykücülük geleneği gelişmiştir. Sabahattin Ali çizgisinde yazan yazarlar arasında Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Kemal Bilbaşar, Samim Kocagöz, İlhan Tarus gösterilir. Genel olarak "toplumcu gerçekçi yazarlar" kategorisine dahil edilmektedir. "Kürk Mantolu Madonna", "İçimizdeki Şeytan" ve "Kuyucaklı Yusuf" romanları Türk edebiyatının önemli yapı taşlarındandır. Özellikle "Kürk Mantolu Madonna" Türkiye'de en çok okunan kitapların başında gelmektedir. Türk Kütüphaneciler Derneği'nin yayımladığı istatistiklere göre 2015 yılında Türkiye'de en çok okunan kitaptır. Romanın bu denli popüler olmasının altında okullarda öğrencilere önerilmesi ve sosyal medyada çok fazla paylaşım alması gibi nedenler vardır. Almanca, Arapça, Rusça, İngilizce, İspanyolca ve İtalyanca gibi çeşitli dillere çevrilen "Kürk Mantolu Madonna" İran gibi İslamist ülkelerde bazı kısımlarında sansüre uğramıştır. İngilizce çevirisi Maureen Freely ve Alexander Dawe tarafından yapılan ve önsözü David Selim Sayers tarafından yazılan roman, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" dışında Penguin Classics serisinden yayımlanan tek Türk romanıdır. "Kuyucaklı Yusuf" romanıysa aralarında Yaşar Kemal ve Fakir Baykurt'un da bulunduğu köy çevresini konu edinen roman yazarları üzerinde etki sahibi olmuştur. Samim Kocagöz'ün "Onbinlerin Dönüşü" romanı da "İçimizdeki Şeytanlar" etkisinde yazılmıştır. Kocagöz, lisedeyken Sabahattin Ali'nin eserlerini okumuş, yazarın "bambaşka bir açıdan" baktığını ve eserlerinin "edebiyatımızın geçmişi içinde gelip durulan büyük bir aşama" teşkil ettiğini düşünmüş ve etkisi altında kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı tarafından ortaöğretim öğrencilerine tavsiye edilen ve MEB 100 temel eserden biri olan "Kuyucaklı Yusuf" ile yazarın "Hanende Melek", "Hasanboğuldu", "Komik-i Şehir", "Kağnı", "Ses", "Gramofon Avrat" ve "Ayran" gibi hikâyeleri Metin Erksan, Yılmaz Duru ve Feyzi Tuna gibi yönetmenlerce sinema ve televizyona uyarlandı. "Aldırma Gönül", "Leylim Ley", "Çocuklar Gibi", "Kız Kaçıran" ve "Göklerde Kartal Gibiyim" adlı şiirleri ise Ahmet Kaya, Sezen Aksu, Nükhet Duru, Volkan Konak, Edip Akbayram ve Zülfü Livaneli gibi sanatçılarca bestelendi. Süreç içerisinde popüler kültürün bir ögesi olan yazarın hayatı ve eserleri akademik olarak birçok kez incelendi. Ramazan Korkmaz 1991 tarihli "Sabahattin Ali İnsan ve Eser" adındaki doktora tezini daha sonra kitaplaştırdı. Sevengül Sönmez "A' dan Z' ye Sabahattin Ali" kitabı ile geniş çaplı bir çalışma yayımladı. Hıfzı Topuz ise yazar hakkındaki "Başın Öne Eğilmesin" adlı eseriyle Orhan Kemal Roman Armağanı ödülünü kazandı. Ayrıca yazarın yakın çevresinden Kemal Bayram Çukurkavaklı, Asım Bezirci ve kızı Filiz Ali'nin de benzer çalışmaları mevcuttur. Türk Kütüphaneciler Derneği'nin 2017 yılında üniversite kütüphanelerinden en çok ödünç alınan kitaplar listesinde yazarın "Kürk Mantolu Madonna"sı ikinci sırada yer aldı. Eser, 2018 yılında da hem üniversite kütüphanelerinden hem de bin 146 halk kütüphanesinden Reşat Nuri Güntekin’in "Çalıkuşu" romanı ile beraber en çok ödünç alınan kitap oldu. "Hece" dergisi 2018 Ocak sayısında ‘Susturulamayan Ses Sabahattin Ali’ başlıklı bir özel sayı çıkardı. Özel sayının editörlüğünü Ramazan Korkmaz ve İbrahim Tüzer yaptı. Yapı Kredi Yayınları 14 Şubat 2018 - 27 Nisan 2018 tarihleri arasında İstanbul'da "Şehirlere Alışamadı: Sabahattin Ali’nin Şehirleri” adlı sergiyi organize etti. Küratörlüğünü Sevengül Sönmez'in yaptığı sergide Ali'nin hayatından kesitler, yaşadığı şehirler, bu şehirlere dair görüşleri ve çeşitli fotoğraflar gösterildi. Sergide Sabahattin Ali Arşivi'nden çıkan yeni belgeler, Tarih Vakfı Arşivi ve Ömer M. Koç Koleksiyonu'ndaki belgeler kullanıldı. Eylül 2023'te Gökçer Tahincioğlu'nun yazarı olduğu "Sabahattin Ali'yi Ben Öldürdüm" adlı roman İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Eserde Sabahattin Ali cinayetine ilişkin muhtelif fişleme belgeleri ve cinayete ilişkin belgeler yayımlandı. Yazar bu eserinde bir çeşit gazeteci metodolojisini edebi kurguyla birleştirdi. Yayın hakları tartışması. Ali'nin eserleri ölümünü takiben geçen 70 yılın ardından Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nda ilgili madde gereğince kamu malı oldu. Ölüm tarihinin kesin olarak bilinmemesi, kayıtlara daha ileri bir tarihte girilen ölüm tarihi ve eserlerinin bir dönem yasaklı olması nedeniyle yazarın ailesi ilgili yasanın değişmesi ve bu özel duruma bir istisna uygulanması talebinde bulundular. Onk Ajans aracılığıyla Yapı Kredi Yayınları'nda bulunan yayın haklarının kamu malı olmasının ardından 26 yayınevi Sabahattin Ali kitaplarını basmaya başladı. Bu basımlarda yazarın ailesinden izin alınmadan kullanılan fotoğraflar, kapak tasarımları, biyografi sunumu, yayın kalitesi gibi konular tartışma konusu oldu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6488", "len_data": 51523, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.52 }
Şutruk-Nahunte Elam İmparatorluğu'nu MÖ 1185 - MÖ 1155 yılları arasında yöneten kraldır. Şutruk Hanedanı'nın ikinci kralıdır. Popüler kültürde. İmparator Kulübü adlı filmde insanlığa katkıda bulunmadığından hatırlanmayan kral olarak refere edilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6491", "len_data": 251, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.17 }
Elam (; Elamca: "haltamti"; Sümerce: "NIM.MAki"), İran'ın güneybatısında MÖ 3000'li yıllarda var olmuş antik bir medeniyet ve tarihsel bölge. Elam ülkesi, bugünkü İran'ın güneybatısındaki Huzistan eyaleti ve civarındaki topraklara denk düşer. Elam'ın başkentinin Susa olmasından dolayı eski kaynaklarda bazen "Susiana" olarak geçer. Elam, tarih öncesi dönemin sonlarından itibaren Mezopotamya ile yakın ilişki içerisinde bir medeniyet olarak yükseldi. Elamlılar, Mezopotamya'dan etkilenerek Sümer-Akad çivi yazısını kabul ettiler. Elam, İran Platosu üzerinde, merkezi Anşan ve Susa (Şuşan) olan krallıklardan oluşuyordu. Elam, İran kültürü ve medeniyetinin teşekkülünde çok önemli bir role sahiptir. Elam dili, izole dil olarak kabul edilmektedir. Elamlar ya da Elamlılar (MÖ 3000 - MÖ 646) güneydoğu Mezopotamya ve güneybatı İran'da Antik Çağ'da varlık gösteren İran öncesi bir medeniyettir. Elam ülkesi Sümer ülkesinin doğusunda Kerha ve Karun Irmakları'nın geçtiği bölgedeydi. Bu bölge günümüzde İran'ın Huzistan eyaletiyle İlam ilinin olduğu ovaları ve Güney Irak'ın küçük bir kısmını kapsamaktadır. Elam ülkesi site devletleri şeklindeydi, başkentleri ise Susa'ydı. Tarihçe. Elam'ın Mezopotamya ticaret yolu üzerinde yer alan önemli coğrafi pozisyonu Elam'da güçlü bir krallığın doğmasını sağlamıştır. Elamlılar Sümerler ve Akadlar ile birçok savaş yapmışlar ve zaman zaman bu devletlerin boyunduruğunu kabul etmişlerdir. Sümer kaynaklarında Avan, Hamasi ve Simaş gibi Elam hanedanlarının ismi geçmekte olup bunlardan Simaş hanedanı Sümer'in Üçüncü Ur Hanedanı'na son vermiştir. MÖ 2334-2279 tarihleri arasında hüküm süren Akad Kralı I. Sargon'un Elam ile savaşlarını anlatan yazıtlardan Elam kentlerinin, krallarının ve devlet görevlilerinin adları öğrenilebilmektedir. I. Sargon'un torunu Naram-Sin dönemine kadar devam eden Akad-Elam savaşları sonunda yapılan ve 37 tanrının adının şahit olarak geçtiği anlaşmada Elam Kralı olarak Hita'nın adı geçmektedir. Elam, MÖ 1792-1750 tarihleri arasında hüküm süren Babil kralı Hammurabi'ye karşı düzenlenen ittifaka katıldı ancak Hammurabi bu ittifakı bertaraf etmeyi başardı. Ebarti ve daha sonra gelen İke-Halki hanedanlarının ardından Elam en güçlü devrini Şuturki hanedanı zamanında yaşadı. MÖ 12. yüzyılda Şuturki hanedanı kralı Şuturki-Nahhunte, Babil'e karşı bir sefer düzenledi ve büyük bir zafer elde etti. Zaferden sonra Naramsin steli ve Hammurabi Kanunlarının yazılı olduğu yazıt ve Akad Kralı Maniştuşu'nun iki heykeli Elam'a getirildi. MÖ 1150-1220 yıllarında hüküm süren Şuturki hanedanından Şilhak-İnşuşinak, döneminde yaşanan refah ve siyasi istikrardan dolayı Elam tarihinin en büyük kralı kabul edilir. Kudur-Nahunte zamanında başkent önce Madaktu'ya sonra Hidallu'ya taşınmıştır. Elam'ın son kralı Babil kaynaklarına göre Urtaki, Asur kaynaklarına göre ise Te-Umman'dır. Elam Krallığı, Asur Kralı Asurbanipal'ın MÖ 646'daki seferi ile yıkıldı ve tarihe karıştı. Kültür ve toplum. Elam, Susa'nın yer aldığı Mezopotamya kültür etkisindeki ovalık kesim yanında dağlık kesimden de beslenerek farklı bir karakter almıştır. Elamlar, bilim ve teknikte ileri olmamalarına rağmen güzel sanatlar, süsleme ve madencilik alanında büyük gelişme göstermişlerdir. Çömlek ve seramik sanatında ileriydiler. Dil. Kendilerine özgü bir dil, yazı ve kültüre sahip bulunan Elamlıların kökeni tam olarak bilinmemekle birlikte, Elamca genellikle bir izole dil olarak sınıflandırılır ve etrafında konuşulan Hint-Avrupa ve Sami dilleri ailesinden hiçbir dil ile akrabalığı yoktur. Uzun süre varlığını sürdüren Elamca'nın, Elam Krallığı ortadan kalktıktan sonra MÖ 460 yılına kadar Ahameniş İmparatorluğunun resmî yazışma dili olması Elam kültürünün önemi ve sonraki halkların üzerindeki etkisi hakkında fikir vermektedir. Elamcaya ait son yazılı kaynaklar Pers İmparatorluğu'nun Büyük İskender tarafından MÖ 330'da fethedilmesinden sonra görülür. Din. Elamlılar öteki dünya inancına sahipti. Susa'da bulunan tabletlerde öteki dünyada insanları yargılayacak olan tanrının adı İnşuşinak olarak geçmektedir ve Elam'ın en büyük tapınağı olan Çoğa Zenbil Zigguratı kral Untaş-Gul tarafından İnşuşinak için yaptırılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6494", "len_data": 4160, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.62 }
Amon ( ; ayrıca Amun, Amen, Ammon ; (Eski Mısır:jmn ve erken Orta Mısır Ja'ma:ne, Geç Mısır: a'mo:n), Yunanca "Ámmōn", "Hammon" ; Fenike, ʾmn), Hermopolitan Ogdoad'ın bir üyesi olarak görünen önemli bir eski Mısır tanrısıdır. Amon, Teb'in baş tanrısıdır ve ilk tanrıdır ve bütün tanrıların tanrısıdır. Eşi Amunet'le birlikte tanrıdır. Kutsal hayvanları kaz ve koçtur. Orta Krallık döneminde sadece yerel bir tanrıydı ama Tebliler Mısır'a hakim olunca Amen önemli bir tanrı oldu. 18. Hanedan'dan itibaren Tanrıların Kralı oldu. Ünlü Amen Tapınağı Karnak, dünyanın en büyük dinî yapısıdır. 19. ve 20. Hanedanlar Amen'in “görünmeyen yaratıcı güç” olarak cennetteki, dünyadaki, engin derinlerdeki ve yer altı dünyasındaki hayatın temeli olduğunu düşünmekteydiler. Amon daha sonra Ra ile birleşerek dini törenlerde adı anılan ve kendisine yücelikler atfedilen Mısırın en güçlü tanrısı oldu. Kral IV. Amenhotep "Amon hoşnuttur" anlamına gelen adını Akhenaton (Aton'un hizmetkarı) olarak değiştirdi ve Mısır'da herhangi bir betimleme yapılmayan Aton dinini kurdu ve diğer tanrılara tapınmayı yasakladı. Kralların da tanrı değil insan olduğu düşüncesini yaydı. Ancak Amon rahipleri bu durum karşısında ayaklandılar. Akhenaton'un ölümünden sonra Aton'un tek tanrıcı "Güneş dini" tarihten silindi. Amun, eşi Amunet ile birlikte Eski Krallık'tan miras alındı. 11. Hanedan ile ( MÖ 21. yüzyıl) birlikte Montu'nun yerini alarak Thebes'in koruyucu tanrısı konumuna yükseldi. Thebes'in Hiksos'a karşı isyanı sonrasında I. Ahmose yönetimiyle (MÖ 16. yüzyıl), Amun ulusal önem kazandı ve Güneş tanrısı Ra ile birleştirilerek Amon-Ra olarak ifade edildi. Amon-Ra, Akhenaten yönetimindeki "Atenist sapkınlık" dışında Yeni Krallık boyunca Mısır panteonunda önemini korudu. MÖ 16. ila 11. yüzyıllarda aşkın, kendi kendini yaratan, yaratıcı tanrı, "mükemmel" konumunu elinde tuttu; yoksulların ya da sorunluların savunucusuydu ve kişisel dindarlığın merkezinde yer alıyordu. Osiris ile birlikte Mısır tanrılarının en çok kaydedilenidir. Libya ve Nubia'daki eski Yunan tarih yazarlarının ifadelerine göre, Mısır İmparatorluğu'nun baş tanrısı olan Amon-Ra'ya Mısır dışında da tapınıldı. Yunanistan'da Zeus ile özdeşleşir ve "Zeus-Ammon" olarak anılır. Güncel etkiler; Amon'un adı günümüzde bile Yahudi, Hristiyan ve müslümanlar arasında dini tören ve dualarda Âmin, Âmen şeklinde tekrarlanmaktadır. Diyanet'e göre bu görüş tartışmalıdır. Çünkü, İbranicede Amen 'alef (א)' ile başlarken eski Mısır dilinde Amon 'yodh' harfi ile başlar (Yamen şeklinde). Erken tarih. Amon ve Amaunet'ten Eski Mısır Piramit Metinlerinde bahsedilmektedir. "Amon" ( ) "gizli olan" veya "görünmez" gibi bir anlama geliyordu. Birinci Ara Dönem'in bitiminden sonra 11. Hanedan döneminde Amon Thebes'in vesayet tanrısı konumuna yükseldi. Eşi Mut Thebes'in koruyucusuydu. Thebes'te oğulları Ay tanrısı Khons ile birlikte ilahi aileyi veya " Tebes üçlemesi"ni oluşturdular. Karnak'taki AmonTapınağı. Amon'un Thebes'in koruyucu tanrısı olarak tarihi, MÖ 20. yüzyılda I. Senusret yönetiminde Karnak'ta Amon-Ra Bölgesi'nin inşasıyla başlar. Amon-Ra Bölgesi'ndeki büyük inşaat Thebes'in birleşik Mısır'ın başkenti olduğu 18. Hanedan döneminde gerçekleşti. Hipostil Salonuyla ilgili çoğu bina 1.Seti ve 2.Ramses yönetiminde yapılmıştır. Merneptah, Luksor Tapınağı'na giden tören yolunun başlangıcı olan Cachette Court'un duvarlarında Deniz Halkları'na karşı kazandığı zaferleri anıyordu. Şu anda içeriğinin yaklaşık üçte birini kaybetmiş olan bu "Büyük Yazıt", kralın seferlerini ve potansiyel değeri olan eşyalar ve esirlerle geri dönüşünü gösterir. Teb'de Bu yazıtın yanında, Nil'in batı yakasındaki Merneptah mezar kompleksinde daha ünlü olan Merneptah Steli'nin büyük ölçüde bir kopyası olan "Zafer Steli" vardır. Merenptah'ın oğlu II. Seti, İkinci Pilon'un önüne iki küçük dikilitaş ve aynı bölgedeki tören caddesinin kuzeyine üçlü bir ağaç kabuğu tapınağı ekledi. Bu, Mut ve Khonsu'nunkilerle çevrili Amun'a bir şapel ile kumtaşından inşa edildi. Amon-Ra Bölgesi'nde yapılan son büyük değişiklik, Nectanebo I tarafından inşa edilen ilk pilon ve tüm Bölgeyi içine alan devasa çevre duvarlarıydı. Yeni Krallık döneminde. Amon'un Min ve Ra ile tanımlanması. Onsekizinci Hanedanlığın kurucusu olan I. Ahmose'nin ordusunun Hyksosları kovmasıyla Thebes, Mısır'ın en önemli şehri, Thebes'in yerel koruyucu tanrısı Amon da ulusal tanrı haline gelir. Yeni hanedanın firavunları, tüm başarılarını Amon'a bağlar ve ganimet ve servetlerinin çoğunu Amon'a adanmış tapınakların inşasına harcarlar. Firavunların "istilacılara" karşı elde ettiği zaferler, onun, zayıfların savunucusu ve fakirler için adaleti savunan bir tanrı olarak görülmesine neden oldu. Kendisi adına seyahat edenlere yardım ederek "yolun Koruyucusu" oldu. Amun'a Ma'at'ı (gerçek, adalet ve iyilik) ayakta tutandı, dua edenlerin bu sebeple önce günahlarını itiraf ederek buna layık olduklarını göstermeleri gerekirdi. Deir el-Medina'daki esnaf köyünden adak stelleri kaydı: Sonraki dönemde Mısır Kuş'uu fethettiğinde, Kuşluların koç başlı, baş tanrısını Amun olarak tanımladılar. Amun, böylece Ammon Boynuzları olarak bilinen küçük koç boynuzları ile tasvir edilmeye başlandı. Koç şeklindeki güneş tanrısının izi, Eski Mısır Krallığı'nın çağdaşı olan Nubia'daki okuma-yazma öncesi Kerma kültürüne kadar izlenebilir. Nubialı Amun'un daha sonraki (Meroitik dönem) adı "Amani" idi ve Tantamani, Arkamani ve Amanitore gibi çok sayıda kişisel isimle tasdik edilmiştir. Koçlar erkeklik sembolü, Amon da bir doğurganlık tanrısı olarak düşünüldü ve böylece Min' kimliğini özümseyerek Amon-Min oldu. Erkeklik ile olan bu ilişki, Amon-Min'in "Annesinin Boğası" anlamına gelen "Kamutef" sıfatını kazanmasına yol açtı; bu haliyle Karnak'ın duvarlarında Min gibi itifallik ve bir kırbaçla tasvir edilmiş olarak bulundu. Önemi arttıkça, diğer bölgelerde tapınılan baş tanrı Ra ile özdeşleşerek Amon-Ra adını aldı. "Amon-Ra İlahisinde" şu şekilde tanımlanır: Amarna Döneminde. On sekizinci hanedanın ikinci yarısında, firavun Akhenaten (Amenhotep IV olarak da bilinir), başkentini Thebes'ten uzaklaştırdı, gücü güneş kursunda tezahür eden bir tanrı olan Aten'e tapınmayı geliştirdi, birçok eski tanrı sembollerini tahrif etti ve dini uygulamalarını Aten'e dayandırdı. Mısır dini, amansız bir şekilde ülkenin liderliğine bağlıydı, firavun her ikisinin de lideriydi. Firavun, başkentin tapınağındaki en yüksek rahipti ve bir sonraki alt düzeydeki dini liderler, çoğu ülkeyi yöneten bürokrasinin yöneticileri olan firavunun önemli danışmanlarıydı. Atenizmin tanıtılması, Aten'e Amun'unkiyle doğrudan rekabet halinde tek tanrılı bir tapınma inşa etti. Stellerdeki Amun övgüleri, daha sonra kullanılanlara, özellikle de Aten İlahisi'ne çarpıcı bir şekilde benzer: Akhenaten öldüğünde, halefi Smenkhkare firavun oldu ve Atenizn 2 yıllık hükümdarlığı sırasında yerleşik kaldı. Sonrasında Neferneferuaten olarak bilinen esrarengiz bir kadın firavun kısa bir süre için tahta geçti. Neferneferuaten'in ölümünden sonra yerine Akhenaten'in 9 yaşındaki oğlu Tutankhaten geçti. Genç firavun Saltanatının başlangıcında Atenizm'i tersine çevirdi, eski çok tanrılı dini yeniden kurdu ve adını Tutankhamun olarak değiştirdi. Adı Ankhesenpaaten olan kız kardeşi-karısı da onu takip etti ve adını Ankhesenamun olarak değiştirdi. Aten'e tapınma büyük ölçüde sona ermiş ve Amun-Ra'ya tapınma yeniden sağlanmıştı. Horemheb'in hükümdarlığı sırasında Başkent Thebes'e geri getirildi, Akhenaten'in adı Mısır kayıtlarından silindi, tüm dini ve idari değişiklikleri geri alındı. Dönüş o kadar hızlı gerçekleşti ki, bu monolatrist kült ve onun hükûmet reformları hiç var olmamış gibi görünüyordu. Teoloji. "Amun," güneş tanrısı Ra ve doğurganlık ve yaratılış tanrısı Min ile özdeşleştirilmeye gidildi; böylece O güneş tanrısı, yaratıcı tanrı ve doğurganlık tanrısının temel özelliklerine sahip bir tanrı oldu. Ayrıca, diğer birçok unvan ve görünüm yanı sıra, Nubia güneş tanrısından koç görünümü aldı. Acının kendi veya başkalarının yaptıklarının bir sonucu olarak ortaya çıktığına inananlar ondan merhamet diledi.: Amon, Ptah ve Re, Leiden ilahilerinde farklı tanrılar olan, ancak çoğulluk içinde birliği olan bir üçlü olarak kabul edilir. Henri Frankfort, Amun'un aslen bir rüzgar tanrısı olduğunu öne sürdü ve Yuhanna İncili'nden paralel bir pasajla rüzgarla ile gizem arasında kurulan üstü kapalı bağlantıya dikkat çekti: "Rüzgar dilediği yerde eser ve siz onun sesini duyarsınız, ama nereden geldiğini ve nereye gittiğini bilmezsiniz." [ Yuhanna 3:8 ] Amun'a yazılan bir ilahi, O'nun fırtınalı denizleri nasıl sakinleştirmesini anlatır: Üçüncü Ara Dönem. Baş Rahiplerin gücü. Teb'deki Amon Baş Rahipleri bir hanedan olarak görülmeseler de, o kadar güçlüydüler ki, y M.Ö 1080'den MÖ 943 e kadar Mısır'ın etkin yöneticileriydiler. MÖ 1080'de -Ramses XI'in 19. Yılında- Herihor Amun'un ilk Baş Rahibi olarak ilan edildiğinde, Amun rahipliği Mısır ekonomisi üzerinde etkili bir hakimiyet kurdu. Amun rahipleri diğer birçok kaynak yanında Mısır'daki tüm tapınak topraklarının üçte ikisi, gemilerinin yüzde 90'ına sahipti. Sonuç olarak, Amun rahipleri firavun kadar, hatta ondan daha güçlüydü. Sonunda Baş Rahip Pinedjem'in oğullarından biri tahta geçecek ve Mısır'ı neredeyse yarım yüzyıl boyunca firavun I. Psusennes olarak, Baş Rahip III. Psusennes ise 21. Hanedanlığın son hükümdarı olan kralı II.Psusennes olarak tahta geçecekti. İniş. Amun'un tüm Mısır üzerindeki ezici hakimiyeti MÖ 10. yüzyılda azalmaya başladı. Bununla birlikte, artık ulusal bir tanrı olarak görüldüğü için, özellikle Mısır'ın Nubian Yirmi Beşinci Hanedanlığı altında, Thebes'te, Amun ibadeti hız kesmeden devam etti. Yeni Krallık döneminde kurulan Jebel Barkal Amun Tapınağı, Kush Krallığı'nın dini ideolojisinin merkezi haline geldi. Gebel Barkal'daki Piye Zafer Steli (MÖ 8. yüzyıl) artık bir " Napata Amun" ile "Thebes Amun" arasında ayrım yapmaktadır. Nubian hanedanının son firavunu olan Tantamani, Amun'a Nubian formu "Amani'yle" hala atıfta bulunan teoforik bir isim taşıyordu. Demir Çağı ve klasik antik çağ. Nubia ve Sudan. Mısır dışında Amun kültünün yayıldığı bölgelerde, onun ibadeti klasik antik çağa kadar devam etti. Adının "Amane" veya "Amani" olarak telaffuz edildiği Nubia, Meroe ve Nobatia'da rahipleriyle ülkenin tüm hükûmetini bir kehanet aracılığıyla düzenleyen, hükümdarı seçen ve askeri seferleri yöneten ulusal bir tanrı olarak kaldı. Diodorus Siculus'a göre, bu dini liderler kralları intihara bile zorlayabildiler, ancak bu gelenek MÖ 3. yüzyılda Arkamane onları öldürdüğünde sona erdi. Sudan'da, Dangeil'deki bir Amun tapınağının kazısına 2000 yılında Ulusal Eski Eserler ve Müzeler Kurumundan, Sudan ve British Museum, Birleşik Krallık'tan Doktorlar Salah Mohamed Ahmed ve Julie R. Anderson'ın başkanlığında başlandı. Hızlandırıcı Kütle Spektrometresi (AMS) ve C14 tarihlemesi, tapınağın son yapı inşasını MS 1. yüzyıla yerleştirdi. Bu tarih, ilgili seramikler ve yazıtlarla da doğrulanmaktadır. Tapınağın yangınla tahrip olduğu bulundu, yıkımının ardından tapınak yavaş yavaş çürümüş ve çökmüştü. Libya. Libya Çölü yakınında bulunan Siwa Oasis'te, yalnız bir Amun kahini bulunmaktaydı. Ammon'a tapınma, Yunanistan'a erken bir dönemde, muhtemelen kuruluşundan kısa bir süre sonra Oasis'teki büyük Ammon kehaneti ile bir bağlantı kurmuş olması gereken Cyrene'deki Yunan kolonisi aracılığıyla tanıtılır. Libya'nın mitolojik kralı Iarbas da Hammon'un oğlu kabul ediliyordu. Corippus'a göre, Laguatan olarak bilinen bir halk, 540'larda Bizans İmparatorluğu'na karşı savaşa Ammon'un oğlu olduğuna inandıkları tanrıları Gurzil'in bir heykelini taşımıştı. Levant. İbranice İncil'de Yeremya 46:25'te אמון מנא "Amon of No" ifadesi ("No ordusu" ve "İskenderiye ordusu olarak" da çevrilir ")bulunur." Bu metinler muhtemelen MÖ 7. yüzyılda yazılmıştı. Yunanistan. Yunanlar tarafından Ammon olarak tapılan Amun'un, Thebes' ve Sparta'da Pindar'ın (ö. 443) hediyesi olan bir tapınağı ve bir heykeli vardı. Aphytis, Chalcidice'de Amun'a, Lysander (ö. MÖ 395) zamanından beri, Amonyum'da olduğu kadar şevkle ibadet edildi. Şair Pindar, tanrıyı bir ilahiyle onurlandırdı. Megalopolis'te tanrı bir koç başıyla temsil ediliyordu (Paus. viii.32 § 1) ve Sirenaykalı Yunanlar Delphi'de Ammon heykeli olan bir savaş arabası adadılar. Büyük İskender Siwa'daki kahin tarafından Amun'un oğlu ilan edilmişti. M.Ö 332 sonlarında Mısır'ı işgal ettiğinde bir kurtarıcı olarak görüldü ve bu nedenle Mısır'ı savaşmadan fethetti. Ammon, Zeus'un bir formu olarak tanımlandı ve İskender sık sık Zeus-Ammon'dan gerçek babası olarak söz etti. Ölümünden sonra para birimi, onu kutsallığının bir sembolü olarak Ammon Boynuzları ile süslenmiş olarak tasvir etti. "Amonyum" ve "ammonit" gibi Yunanca Ammon formu aracılığıyla Amun'dan türeyen birkaç kelime vardır"." Romalılar, antik Libya'daki Jüpiter-Amun Tapınağı yakınlarındaki birikintilerden topladıkları amonyum klorürü "sal ammoniacus" (Amun tuzu) olarak adlandırdılar. Amonyak, kimyasal olmasının yanı sıra, foraminiferde bir cins adıdır. Hem bu foraminiferler (kabuklu Protozoa ) hem de ammonitler (soyu tükenmiş kabuklu kafadanbacaklılar ), bir koçun ve Ammon'un boynuzlarına benzeyen sarmal kabuklar taşırlar. Beyindeki hipokampus bölgelerine cornu ammonis denir. Hücre katmanlarının koyu ve açık bantlarının boynuzlu görünümü nedeniyle kelimenin tam anlamıyla "Amun'un Boynuzları". "Kayıp Cennet'te" Milton, Ammon'u İncil'deki Ham ile özdeşleştirir ve Yahudi olmayanların ona Libyalı Jove dediğini belirtir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6496", "len_data": 13494, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.51 }
Association de la Jeunesse Auxerroise kısaca AJ Auxerre, Fransız futbol takımıdır. Bourgogne bölgesinin Auxerre kentinin takımı olarak 1905 yılında kurulmuştur. Forma renkleri mavi-beyaz olan kulüp, maçlarını 23.467 kişi kapasiteli Stade de l'Abbé-Deschamps'ta oynamaktadır. Takımın lakabı mavi meleklerdir. Takımın çalıştırıcılığını 1961 yılından, 2005 yılına kadar yapan Guy Roux, bu alanda kırılması güç bir rekora imza atmıştır. Roux, Auxerre'i, en alt kümeden 1980 yılında 1. Lige kadar çıkartmış, 1996'da ise Ligue 1 şampiyonluğuna ulaştırmıştır. Fransız yönetmen Jean-Jacques Annaud'un 1978 tarihli filmi, Coup de tête Auxerre-Troyes maçından çeşitli görüntüler içermesi ve Auxerre'den bahsetmesi sebebiyle, Auxerre sinemada da kendine yer edinmiştir. Kadro. "4 Ağustos 2021 itibarıyla" Başarıları. Play off şampiyonluk:2021-2022
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6500", "len_data": 836, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.34 }
Mozaik, Ayşe Tütüncü, Bülent Somay, Mehmet Taygun, Ümit Kıvanç, Timuçin Gürer, Saruhan Erim'den oluşan ve 1990'dan sonra dağılmış müzik topluluğudur. Boğaziçi Üniversitesi'nde verilen bir konserle başlayan müzik hayatlarında, rock-folk müziğinden hareket ederek bir sound oluşturdular. Klasik batı müziği, çağdaş müzik, rock, senfonik rock, caz ve pop caz gibi çok geniş bir yelpazeyi harmanladılar. 12 Eylül darbesinden sonra ortaya çıkan protest müzik gruplarından biri olarak 1983 yılında “Ölümden Önce Bir Hayat Vardır” adıyla verdikleri konserin kaseti ile seslerini duyurdular. Inti-Illimani, Victor Jara gibi müzisyenlerin parçalarını yorumlamanın yanı sıra Meltem Ahıska, Can Yücel, Hale Tenger gibi isimlerin şiirlerini de bestelediler. Kurucu kadro çok daha kalabalıktı. Aralarında Sumru Ağıryürüyen, Mehmet Tütüncü, Ezel Akay sayılabilir. Gruptan bazı isimler Ayşe Tütüncü'nün caza yönelmesiyle ona eşlik etmeye devam ediyorlar. Eylül-Ekim 1985'te kaydedilen şarkılardan oluşan ilk stüdyo albümleri "Ardından", aynı yıl kaset formatında yayımlandı. Bu albümün Aralık 2011'de CD formatında yayınlanacağı duyuruldu. "Ardından" Grup 2014'te bütün kasetlerini ve ev kayıtlarını da kapsayan bir külliyat yayımladı. Grup, 2018 yılı sonunda tekrar bir araya gelerek konser vermeye başladı. 1983-1995 arasındaki kadrodan Ayşe Tütüncü, Saruhan Erim, Mehmet Taygun, Timuçin Gürer, Serdar Ateşer, Mehmet Tütüncü, Ezel Akay ve Yağız Üresin'e konserlerde Gevende grubundan Gökçe Gürçay da eşlik etti. Diskografi. CD versiyonu
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6559", "len_data": 1523, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.44 }
Türkiye başbakanları listesi, Türkiye Cumhuriyeti başbakanı olarak görev yapmış kişileri içeren liste. Başbakan, parlamenter sistem ile yönetilen toplumlarda yürütmenin başı olan ve devletin atacağı adımlara karar veren kişidir. Kelime anlamı olarak hükûmetin ve bakanlar kurulunun başı, kabinenin başı, başvekili ifade eder. Türkiye Cumhuriyeti'nde de parlamenter sistem uygulanırken (1923-2018) yürütme yetkisi ve ülke adına karar alma başbakanın göreviydi. Bakanlar Kuruluna başkanlık ederdi. Hükûmeti ve icraatlarını yönetirdi. Türkiye'de her 4 yılda bir gerçekleşen genel seçimlerin sonucunda başbakan, 4 yıl süre ile seçilirdi. Osmanlı İmparatorluğu'nda ve Türkiye Cumhuriyeti'nde parlamenter sistem, tarihsel olarak farklı aşamalarda gelişmiştir. Osmanlı'da, III. Selim döneminde gerçekleşen Kabakçı Mustafa İsyanı sonucunda, III. Selim tahttan indirildi ve yerine IV. Mustafa getirildi. Bu dönemde Osmanlı Devleti'nin merkezi otoritesi taşrada büyük ölçüde etkisiz hale gelmişti. Eyaletlerdeki ayanlar neredeyse bağımsız idareler kurmuştu. Bu nedenle, padişah IV. Mustafa, merkezi otoriteyi güçlendirmek amacıyla güçlü ayanlarla anlaşma yapmayı gerekli gördü. Bu anlaşma sonucunda Sened-i İttifak adı verilen belge imzalandı. Sultan II. Mahmud döneminde ise bazı ıslahatlarla Osmanlı'da başvekil unvanı ortaya çıktı. Ancak bu unvan, 1839'da sürdürülemediği için sona erdi. Jön Türk Devrimi ile beraber Sultan II. Abdülhamid döneminde ise başbakanlık makamı kuruldu, ancak bu makam Meclis-i Meb'ûsan'ın sultan tarafından fiilen dağıtılmasına rağmen kaldırılmadı. İkinci Meşrutiyet'in ilanından hemen sonra seçimler düzenlendi. İttihat ve Terakki Fırkası ile liberal görüşlü Ahrar Fırkası bu seçimlerin başlıca partileriydi. İttihat ve Terakki seçimleri kazandı. Yeni Meclis-i Mebusan, 17 Aralık 1908'de çalışmalarına başladı. Bu dönemde, ülkeyi perde arkasından yöneten İttihat ve Terakki yönetimine karşı artan bir hoşnutsuzluk gözlendi. Muhalif gazeteci Hasan Fehmi Bey'in 6 Nisan 1909'da bir İttihat ve Terakki mensubu tarafından öldürülmesi, İstanbul'da büyük bir protesto gösterisine yol açtı. 13 Nisan 1909'da bazı askerî birlikler ve medrese öğrencileri ayaklandı, bu ayaklanma sırasında bazı subaylar ve milletvekilleri linç edildi ve İttihatçı olarak bilinen gazeteler yağmalandı. 31 Mart Vakası olarak adlandırılan bu ayaklanma, Selanik'ten gelen Hareket Ordusu tarafından 24 Nisan'da bastırıldı. 27 Nisan'da tekrar toplanan Meclis, II. Abdülhamid'in bu ayaklanmadan sorumlu tutarak tahttan indirilmesine ve V. Mehmed'in tahta geçirilmesine karar verdi. 8 Ağustos 1909'da Kanûn-î Esasî üzerinde yapılan radikal değişikliklerle padişahın yetkileri "sembolik" bir düzeye indirildi. Artık vekiller heyeti (bakanlar kurulu) meclise karşı sorumluydu ve meclisten güvenoyu alamayan vekillerin ve hükûmetin görevi sona eriyordu. Meclis başkanını padişah değil, meclis kendisi seçiyordu. Padişaha meclisi kapatma yetkisi tanınsa da, bu yetki belirli koşullara bağlanmış ve üç ay içinde yeni seçimlerin yapılması zorunlu hale getirilmişti. Bu değişiklikler, Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk kez parlamenter sistemin uygulanmaya başladığını işaret etti ve ayrıca anayasa ile bazı temel hak ve özgürlüklerin tanındığı bir dönemi başlattı. Türkiye'de ise 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildiğinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Teşkilât-ı Esâsiyye kanununda değişiklik yapılarak Başvekalet makamı kuruldu. 1945 yılında ise 4695 sayılı Anayasa kabul edilerek İcra Vekilleri Heyeti yerine Bakanlar Kurulu ve Başbakanlık unvanı getirildi. 1908 yılından 2018'e kadar neredeyse kesintisiz olarak Türkiye, Başbakanlık ve Bakanlar Kurulu altında parlamenter hükûmet modeli ile yönetildi. Ancak 2017'de yapılan anayasa değişikliği ile başbakanlık ve bakanlar kurulu kaldırılarak yürütme yetkisi tamamen cumhurbaşkanına verildi ve başbakanlık makamı 110 yılın ardından kaldırıldı. Eğitimlerine göre. Mezun olduğu en üst seviye eğitim kurumuna göre Türkiye başbakanlarının listesi aşağıdaki gibidir: Yaşayan eski başbakanlar. Ölen son eski başbakan. Yıldırım Akbulut (1935–2021), 14 Nisan 2021'de 86 yaşında hayatını kaybederek ölen son eski başbakan olmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6564", "len_data": 4150, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.63 }
Ali Fethi Okyar (29 Nisan 1880, Pirlepe - 7 Mayıs 1943, İstanbul), Türk asker, diplomat ve siyasetçi. III. Ordu'da subay olarak görev yaptığı sıralar İttihat ve Terakki Cemiyeti ile tanıştı ve cemiyetin önde gelen isimlerinden biri oldu. Trablusgarp ve Balkan Savaşları sırasında görev aldı. İttihat ve Terakki'den IV. dönem Manastır ve V. dönem İstanbul Meclis-i Mebûsan mebusluğu yaptı. Osmanlı'nın Paris Sefirliği Askerî Ataşemiliterliği görevinde bulundu. II. Meşrutiyet beyannamesini bizzat kendisi yazdı ve kısa bir süre İttihat ve Terakki Fırkası Umumi Kâtipliği görevinde bulundu. Osmanlı'nın Sofya Sefirliği görevini gerçekleştirdi. Sofya Sefirliği sırasında İsmail Hakkı'nın kızı Galibe ile tanıştı ve onunla evlendi. Mondros Mütarekesi sonrasında kurulan Ahmet İzzet kabinesinde 14 Ekim-8 Kasım 1918 arasında kısa bir dönem Dahiliye Nazırı olarak bulundu. Hürriyetperver Avam Fırkası'nı kurdu ve reisliğini yaptı. Mustafa Kemal ile "Minber" gazetesini kurdu ve başyazarı olarak çalıştı. Mart 1919'da Damat Ferit hükûmeti tarafından İngilizlerin “Türk savaş suçlularının” tutuklanması talebi sonrasında yakalandı. Bekirağa Bölüğü ve Arabyan Hanı'nda tutuldu. 28 Mayıs 1919'da İngilizler tarafından Malta'ya sürüldü. 30 Nisan 1921 tarihine kadar burada kaldı. Malta sürgünü sonrasında Ankara hükûmetine katıldı ve Milli Mücadele'de rol oynadı. 15 Ağustos 1921'de İstanbul vekili seçilerek, TBMM'de 10 Ekim 1921-9 Temmuz 1922 arasında Dahiliye Vekili olarak görev aldı. TBMM İcra Vekilleri Heyeti Reisi ve Dahiliye Vekili olarak 14 Ağustos-27 Ekim 1923 tarihlerinde çalıştı. Cumhuriyet ilanı sonrasında 1 Kasım 1923-22 Kasım 1924 arasında TBMM Reisi olarak görevinin başında bulundu. 22 Kasım 1924'te Türkiye'nin II. Başvekili olarak seçildi. 3 Mart 1925 tarihine kadar Başvekil ve Müdafaa-i Milliye Vekili görevlerini yerine getirdi. Bu tarihten sonra Türkiye'nin Paris Büyükelçiliği görevine atandı. 12 Ağustos 1930'da Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kurdu. 1930'da Belediye seçimlerine katıldı. 17 Kasım 1930'da partiyi feshetti. 19 Mart 1934'te Londra Büyükelçisi olarak atandı ve 7 Nisan 1934'te göreve başladı. Kendisine "Okyar" soyadını bizzat Atatürk verdi. Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatından sonra 1939'da Refik Saydam kabinesinde Adliye Vekili olarak görev yaptı. Kalp rahatsızlığının nüksetmesi ile 1941'de Adliye Vekilliği görevinden istifa etti ve iki aylık izinler alarak meclis çalışmalarına katılmamaya başladı. 7 Mayıs 1943 tarihinde İstanbul Nişantaşı'ndaki evinde öldü ve Zincirlikuyu Asrî Mezarlığı'na defnedildi. Eğitimi. Çerkes kökenli ve 1880'de Rumeli Eyaleti'nde yer alan Pirlepe'de doğdu. Babası Osmanlı Hariciye Nezaretinde memur olarak görev yapan ve aynı zamanda Ali Fethi küçük yaşta iken ölen İsmail Hakkı Bey'dir. Annesi ise Fatma Hanım'dır. Sekiz yaşına kadar Pirlepe'de yaşamına devam etti. İlk öğrenimini 1891'de o dönemin Manastır Valisi olan dayısı Müderris İbrahim Ethem Efendi'nin yanında tamamladı. İbtidai Numune Mektebi'ni ve Manastır Askeri Rüştiyesi'ni bitirdi. Manastır Askerî İdâdîsi'nde tahsiline devam etti. Mustafa Kemal ile arkadaşlıkları burada başladı ve 1897'de idadiyi tamamladı. Aynı zamanda memleket meseleleri bu dönemde ilgisini çekmeye başladı ve Namık Kemal'in eserlerini okumaya başladı. 1898'de İstanbul'da bulunan Mekteb-i Harbiyye'ye girdi. Manastır'dan İstanbul'a Hacı Dâvut vapuruyla içlerinde Mustafa Kemal'in de bulunduğu on yedi öğrenci ile geldi. Bu dönemde Ali Fuat, Şevket, Cafer Tayyar, Kara Vasıf, Mürsel gibi simalarla tanıştı ve arkadaşlık yapma imkân buldu. Yabancı postanelerden ülkeye İttihat ve Terakki sayesinde getirilen yasaklı yayınlar düşünce hayatını etkilemeye başladı. Mustafa Kemal ile Manastır'da askerî idâdî esnasında başlayan dostlukları Harbiye yıllarında da ilerlemeye devam etti. Montesquieu, Voltaire, Rousseau, Mirebeau ve Robespierre'nin eserlerini okuma imkânı buldu. Tevfik Fikret'in eserleri de okunanlardan biriydi. Bu eserlerin kendi dünyalarında bıraktıkları izlenimlerle; sürgün, baskı ve hürriyet üzerine arkadaşları ile bir araya geldikleri zaman tartışmalara girildiğinde dahil oldu. Harbiye'de ilk sınıftan itibaren öğrenciler iki bölüğe ayrılıyordu. Bölüm birincileri bölük sorumlusu oluyordu ve bölüm sorumluları başçavuş olduklarından, ikinci sınıfta hastalanması dışında bölüm birinciliğini ve başçavuşluğunu devam ettirdi. 1900'de "Piyade Teğmen" rütbesiyle Harbiye'den mezun olmasıyla Harp Akademisi'ne başladı. Burada Harbiye'de arkadaşlarıyla yürüttükleri çalışmaları devam ettirdi. Düşünce dünyası ile ders hayatını birbirine karıştırmamaya dikkat ederken, okul ve sınıf birinciliklerini korumasını bildi. 1903'te Harp Akademisi'ni "Kurmay Yüzbaşı" rütbesini alarak LVI. dönem birincisi olarak tamamladı. Askerlik. 1904'te Selânik'te bulunan Üçüncü Ordu'nun kadrosunda kurmay yüzbaşı olarak göreve başladı. Üçüncü Ordu'nun 13. Süvari Alayı'nda ilk olarak göreve başladı. 13. Süvari Alayı'nda sekizer ay olmak üzere süvari, piyade, topçu kıtalarında staj eğitiminde bulundu. Yaklaşık iki yıl süren staj eğitimi sırasında Bulgar, Sırp ve Yunan çeteci ve komitacı birlikleri ile dağlarda karşı karşıya geldi. Kolağası rütbesine 1906'da terfi ettirildi. 30 Nisan 1906'da Edirne Mekteb-i Hayriyesi'ne kendisinin gitmek istemediğine dair yoğun ısrarlarına rağmen ders nazır muavini olarak atandı. Ağustos 1906'da Mahçova Mıntıka Kumandanlığı'na atansa da Kestiriye'ye gönderildi. Kestiriye'de komitacılık ve çetecilik faaliyetleri ile uğraşmak zorunda kalırken, dokuz ay burada görev yaptı. Kestiriye'de bulunduğu sıralarda İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üyeliğine Erkan-ı Harp mensuplarından Binbaşı İsmail Hakkı aracılık etti. Binbaşı İsmail Hakkı, kendisine Manastır'a gitmesini öğütleyerek Enver ile tanışmasını istedi. Birkaç gün sonra Manastır'a gittikten sonra Enver'in rehberliği ile üyesi oldu. Kesriye'ye döndü ve burada bir merkezinin açılmasına yardımcı oldu. Selanik Riboğça Şark Şimendifer Hattı Müfettişliği'ne 1 Mart 1907'de getirildi. Bu dönemde 3. Ordu Müşiri İbrahim Paşa'nın kurmay heyetinde yer aldığında Reval görüşmeleri sonrasında daha etkin hale gelen özellikle Yunan subayların komutasındaki 3000 kişilik çetelerle, Strebne'de kendisi de çatışmalarda önemli rol oynadı. Rumeli Müfettişi Hüseyin Hilmi Paşa'nın teklifiyle Selanik Jandarma Zabıtan Mektebi'nin kumandanı olarak 21 Mart 1908'de atandı ve "Binbaşı" rütbesine terfi ettirildi. 12 Ocak 1909'da Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa tarafından Paris Ataşemiliterliği'ne atanmasından sonra 6 Mart 1909'da İstanbul'a geldi ve buradan Paris'e geçti. Diplomasi becerisi bakımından bu dönemde kazanımlar elde ederken, asker kimliğinin gelişimine katkıda bulunacak tecrübe de edindi. Kendisinin gelişimini sağladığı gibi gerekli makamlara ilettiği bilgiler ile de askeri teknolojiler bakımından ülkesinin de tecrübe kazanmasına gayret etti. Burada Büyükelçi Rıfat Paşa ile iyi anlaştı ve 1911 yılına kadar görevini sürdürdü. O yıllarda pek çok silâh arkadaşının aksine siyaseti tercih etmedi. Bu arada Fransız demokrasisini ve parlamenter yapısını araştırdı. Böylece daha sonraki yıllarda siyasi hayatında yolunu çizecek olan liberal anlayışın temellerini atmış oldu. 22 Haziran'da Fransa tarafından tarafsız devletleri kendi ittifak cephesine çekmek için yaptığı Nancy bölgesindeki manevralara davet edien Osmanlı heyetinde yer aldı. Almanya'nın Ren bölgesinde Fransa'ya gözdağı vermek için yaptığı manevralara karşı 12-18 Eylül 1910 arasında 13. ve 14. Kolorduları ile Fransa'nın yapacağı, yanıt niteliğindeki Picardie manevralarını izlemek için 29 Haziran 1910'da görevlendirildi. Heyet eşliğinde Paris'e yollanan Kolağası rütbesindeki Mustafa Kemal ve Selahattin Bey ile Picardie manevralarını beraber takip etti. 1910-1911 arasında zamanının büyük çoğunluğunu manevralar hakkında raporlar yazarak, payitaht ve Erkan-ı Harbiye'yi bilgilendirmek ile geçti. Trablusgarp Harbi. Kendi talebiyle İşkodra Kuva-i Mürettebesi Erkânı Harbiyesi'ne 25 Haziran 1911'de görevlendirildi ve İşkodra'ya Trieste üzerinden gitti. 3 Temmuz 1911'de görevine başlamasıyla iki buçuk aylık görevine devam etti. 29 Eylül 1911'de İtalya, Osmanlı'ya Trablusgarp için savaş ilan etti. Osmanlı hükûmetinin diplomatik yollarla olayın çözüleceğine dair inancı nedeniyle İttihat ve Terakki ileri gelenleri toplanma kararı aldı. Ali Fethi, Mustafa Kemal'i Enver'in yanına götürdü. Enver, "gönüllü insanlarla oraya gidilmesi gerektiğini" söyledi. Ali Fethi, Mustafa Kemal, Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Eşref, Süleyman Askerî gibi isimlerin bulunduğu on kişi ile Enver'in evinde toplanıldı. Toplantı sonrasında yerli halkın silahlandırılarak savaşılması kararı alındı. Ali Fethi önce Paris'e geçti ve Trablusgarp'a geçilmesi konusunda Paris Sefiri Rıfat'tan yardım istedi. Fransız Sosyalist Paritsi liderlerinden Jean Jaures ve yazar Pierre Loti'den de yardım istedi ve ikisi İtalya'nın işgalini eleştiren makaleler yazdı. Yanına aldığı Paris'te eğitim gören beş askerî tıp doktoru ile Marsilyalı kayıkçı kayığıyla önce Tunus'un Sfax limanına vardı ve buradaki müslümanların yardımı ile 12 Ekim 1911'de Trablusgarp'a geldi. Karargahı Aziziye'da bulunan Neşet Paşa tarafından kurmay başkanlığı teklif edildi. Harbiye Nezâreti tarafından Albay Neşet'in komuta ettiği 42. Tümen'in kurmay başkanı yapıldı. Yerli halkı teşkilatlandırmaya ve birlik haline getirmeye çabaladı; İtalyan birliklerine karşı saldırıya geçecek duruma getirilmesinde başarılı oldu. 2 Kasım 1911'de birlikleri Trablus yolu üzerinde İtalyan birliklerine saldırdı; geri çekilmelerini sağlayarak fazla zayiat vermelerine neden oldu. Kasım ayı içerisinde saldırıları devam etti ve Hani yolunun kuzeyinde İtalyan birliklerinin top ateşi sonucunda mevkilerini terk etmesini sağladı. Saldırıların başarılı olmasından sonra İtalyanların sivil halka karşı eylemlerinin olduğu gerekçesiyle 3 Kasım'da Fırka Kumandanlığına yolladığı iletide bu durumun Avrupa devletleri nezdinde protesto edilmesini istedi. Karargahta durarak asker ve halkın moralinin bozulabileceğini, kurulan düzen ve disiplinin çözülebileceğini düşünerek tümen kurmay başkanlığı görevinden bağışlanması istedi. İtalyanların boşaltılan evleri keşfi sırasında hücüm sanılarak harekete geçildiği ama mitralyöz ateşi sonrasında zor bir durum içinde kaldıklarını ama başarılı müdafa ile geri çekilmelerinin sağlandığını iletti. Ayn Zara'yı direniş birlikleri 27 Kasım'da geri aldı. 1 Aralık'ta İtalyanların yeniden saldırısı üzerine Ali Fethi ve Neşet Paşa, askerleri ve gönüllüleri saldırmaları için 2 Aralık'ta yolladı. Fakat karadan ve denizden yoğun ateş sonucunda direniş birlikleri ilk yenilgilerini aldı ve Ayn Zara kaybedildi. 19 Aralık'ta İtalyan birlikleri yeniden saldırıya geçti ama Sedra yakınında yapılan muharebeyi kaybetti ve Ayn Zara'ya geri çekildi. İtalyanlar, Homs kazasına düzenlediği saldırılarda başarı sağlayamadı. İtalyan birliklerinin önemli şehir kıyı merkezlerinde düzenlediği Ocak 1912'deki saldırılar yoğun bir çatışma altında gerçekleşti. Gerilla mücadelesi ile direnişçiler, İtalyanları zor durumda bıraktı. Bu durum karşısında 23 Nisan ve 17 Mayıs arasında on iki ada İtalyanlar tarafından işgal edildi. Fakat savaş sırasında, Balkan Harbi'nin başlamasıyla Ali Fethi ve diğer subaylar payitahta geri dönmek zorunda kaldı. Balkan Harbi. Savaş başladığında Erkan-ı Harbiye-i Umumiye'de yetkilendirilmişti. Harbiye Nazırı Nazım Paşa'dan görev talep etti ve Bahr-i Sefid Boğazı Kuvay-ı Mirettebe Erkan-ı Harbiye Riyaseti'ne 25 Kasım 1912'de komutan olarak atandı. 29 Ocak 1913'te Londra Konferansı başarısız bir şekilde dağılınca Bulgar orduları taarruza yeniden başladı ve Çatalca hattını geçemeyince Edirne'yi kuşattı ve Gelibolu'ya doğru hareket etmişti; Bolayır Kolordusunu dar bir hatta sıkıştırdı. Savaş planları dahilinde Bolayır hattında ve Şarköy'de çıkarma öngörüldü. Hedefte Bulgarları iki hat arasında bırakarak yenilmelerini sağlamak ve Edirne'yi geri almak vardı. Bolayır Kolordusu Komutanı Fahri Paşa olmak üzere Kurmay Ali Fethi ve Hareket Şube Müdürü ise Mustafa Kemal idi. Aynı zamanda Şarköy'den çıkarma yapacak Onuncu Kolordu Komutanı Hurşit Paşa ve Kurmayı Enver Paşa idi. Bolayır Kolordusu ve Onuncu Kolordu subayları 7 Şubat 1913'te Kuvay-ı Müretteba Komutanlık Karargahı'nda durum değerlendirmesi yaptı. Fakat 10. Kolordu'yu çatışma alanına taşıyacak vapurların geliş saati sıkıntı oldu ama Fahri Paşa ve Ali Fethi'nin bundan haberi yoktu. Bu yüzden dolayı Balayır Kolordusu 8 Şubat'ta taarruza başladı. Şarköy'deki çıkarma gelmeyince büyük zayiat verildi. Onuncu Kolordu çıkarması beklenirken, Bulgar birliklerinin Şarköy üzerinden çıkarma yapmasıyla beraber Bolayır Kolordusu çok sayıda kayıp verdi. Enver Paşa tüm kayıplara rağmen Şarköy'den taarruz yapmak için yeniden ısrar etti. Fakat yaşanan durum sonrasında Fahri Paşa, Ali Fethi ve Mustafa Kemal buna karşı çıktı. Enver Paşa, Bolayır'a gelerek durumun aslında o kadar kötü olmadığını söyledi. Bolayır Muharebesi ve Şarköy Çıkarması, Osmanlı ordusunun yenilmesi ile sonuçlandı. İki kolordudaki komutanlar, yaşanan yenilgiyi birbirlerinin üzerine atmaya çalıştı. Yaşanan süreç, İttihatçı komutanlar arasında anlaşmazlıklar yaşandığını gün yüzüne çıkardı. Yenilgi sonucunda Ali Fethi ve Mustafa Kemal istifa etmek istedi ama istifaları kabul edilmedi. 26 Mart'ta Edirne'ye Bulgarlar girdi ve 30 Mayıs'ta Londra Antlaşması ile resmen elden çıktı. Temmuz 1913'te Sırbistan ve Bulgaristan kazandıkları topraklar üzerinde anlaşmazlık yaşayınca II. Balkan Harbi çıktı. Bulgarlar bu durum karşısında ön saflarda savunmak maksadıyla Trakya'da az birlik bırakarak geri çekildi. İttihat ve Terakki hükûmeti bunu fırsat bildi. Hurşit Paşa'nın idare ettiği ve Mustafa Kemal ile Ali Fethi'nin olduğu Bolayır Kolordusu ve Fahri Paşa'nın komuta ettiği Enver'in kurmay olduğu kolordu, Edirne'ye girmeye çalıştı. 21 Temmuz'da ilk şehre süvari kolunun başında olan Enver girdi ve Edirne geri alındı. Balkan Harbi sonrasında büyük mağlubiyetin nedenleri ve sonuçları, subaylar arasında da büyük bir tartışma oldu. 1913'te elif harfini rumuz olarak kullanan yazarı belli olmayan "Balkan Harbinde Neden Münhezim Olduk" adlı bir kitap ve onun ikinci kısmı olan "Balkan Harbinde Askerî Mağlubiyetlerimizin Esbâbı" adlı yayınlar neşredildi. Kitapta "yenilginin Bolayır'da kolordunun yalnız başına muzaffer olma isteğinden olduğunun" yazılması üzerine yanıt olarak Ali Fethi, muharebenin neden başarısız olduğundan bahsettiği yirmi altı sayfadan oluşan "Bolayır Muharebesinde Adem-i Muvaffakiyetin Esbâbı" adlı kitapçık yazdı. Kitapta yenilginin sebebini Onuncu Kolordu'nun zamanında çıkarmayı gerçekleştiremediğinden olduğunu belirtti. 14 Eylül 1913'te savaştan döndükten hemen sonra askerlikten istifa etti. Siyaset. Kesriye'de İsmail Hakkı'nın aracılığı ve Enver'in onayı ile İttihat ve Terakki'nin üyesi olan Ali Fethi, kısa bir süre sonra Selanik merkezinde görevlendirildi. İsmail Canbulat, Mithat Şükrü, Topçu Rasim ve Hamdi'den oluşan Selanik merkez heyetinin üyesi oldu. Mustafa Kemal'in Ekim 1907'de Selanik'te III. Ordu'ya tayin olmasıyla onun cemiyete üye olmasını sağladı ve aynı zamanda ileriki yıllarda Mustafa İsmet'in de cemiyete üye olmasında aracılık etti. Bu dönemde III. Ordu ile alakalı işlerle uğraşırken bir taraftan da cemiyete yeni üyeler kazandırmaya çalıştı. Cemiyetin üye sayısının artmaya başlamasıyla bölükler oluşturuldu ve bu bölüklerin idaresi kendisine bırakıldı. Paris ve Selanik, cemiyetin iki merkezi olduktan sonra Selanik ile diğer cemiyetlerin irtibatı Ali Fethi aracılığıyla gerçekleştirilmeye başlandı. Bu konumuyla beraber, cemiyetin ileri gelen ve nüfuzlu kişilerinden biri oldu. Balkanlardaki durumu netleştirmek için İngiliz Kralı VII. Edward ve Rus Çarı II. Nikola'nın Rus üssü Reval'de görüşmelere başlaması ve aynı şekilde II. Abdülhamit'in bu görüşmelerden sonra İttihat ve Terakki'yi daha sıkı bir şekilde gözlemlemeye çalışması, cemiyet üyelerini rahatsız etti. 25 Haziran 1908'de Ali Fethi ve cemiyetin ileri gelenleri durumu ele almak için Selanik merkezinin reisi olan Manyasizade Refik'in evinde toplandı. II. Abdülhamit'in cemiyete girenlerin tasviyesi ve tespiti için Priştine 18. Fırka Kumandanı Birinci Ferik Şemsi Paşa'yı görevlendirdiği, faaliyete geçmeden isyan edilmesi gerektiği ve gerekirse öldrülmesi lazım olduğu kararı alındı. 3 Temmuz 1908'de Resneli Niyazı olmak üzere üç subay ve 150 kişilik grup isyanı başlattı. Daha sonra diğer ileri gelenlerde isyana çeşitli yerlerde katıldı. Rumeli'de Selanik, Serez, İstip, Priştine gibi yerlerde meydana gelen gösteriler ve payitahtta gönderilen telgraflar sonrasında payitaht büyük bir halk hareketi olduğunu düşündü. Şemsi Paşa tehlikesini atlatmak için yine Manyasizade Refik'in evinde Ali Fethi ve diğer ileri gelenler toplandı. Mülazım Atıf, Şemsi Paşa'nın öldürülmesi fikrini ortaya attı ve bizzat kendisi üstlendi. 7 Temmuz'da Manastır Postanesi çıkışında Mülazım Atıf tarafından öldürüldü. 22 Temmuz'u 23 Temmuz'a bağlayan gece Manyasizade Refik'in evinde Ali Fethi, diğer isimler, Manastır ve Üsküp sorumlularının da katılması ile yeniden toplantı yapıldı. Artık meşrutiyet ilanının yapılması kararı alındı. Mehmet Talat, bir beyannamenin hazırlanması önerisini sundu ve genel görüş sonrasında Ali Fethi'ye bizzat kendisinin beyannameyi yazmasını söyledi. Son oylama sonucunda bu öneri de kabul edildi. Toplantı devam ederken Ali Fethi kendi kelimeleri ile diğer bir odada beyannameyi kaleme aldı. Osmanlı Meclis-i Mebûsanı'nın II. Dönemi için 13 Nisan 1912'de yapılan seçimde Manastır Milletvekili oldu. Meclisin kapatılmasından sonra orduya dönerek 17 Kasım 1912'de Çanakkale Boğazı Müretteb Kuvvetler Kurmay Başkanlığına atandı. 13 Ekim 1913'te Sofya Elçisi oldu. Aynı dönemde askerî ataşe olarak Sofya'da bulunan Mustafa Kemal'le dostluğu burada pekişti. Meclis-i Mebusan'ın III. Döneminin son yılında 8 Aralık 1917'de İstanbul Milletvekili seçilerek elçilik görevinden ayrıldı. İttahat ve Terakki'nin düşmesinden sonra 14 Ekim 1918'de kurulan Ahmet İzzet Paşa hükûmetinde Dâhiliye Nazırı oldu. 8 Kasım'da eski rejim ileri gelenlerinden Talat, Enver, Cemal ve Sait Halim Paşaların yurt dışına kaçışına İçişleri Bakanı olarak engel olamamakla suçlanması, Ahmet İzzet Paşa kabinesinin istifasına neden oldu. 1 Kasım - 21 Aralık 1918 tarihleri arasında Mustafa Kemal ile birlikte Minber gazetesini çıkardı. İttihatçı gizli örgüte mensup olduğu iddiasıyla 10 Mart 1919'da tutuklandı, 2 Haziran 1919'da Malta'ya sürgüne gönderildi. Malta sürgünlüğü 30 Mayıs 1921'de serbest bırakılmasıyla sona erdi. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Dönemi. 15 Ağustos 1921'de İstanbul Milletvekili olarak TBMM 1. Dönem'e katıldı. 10 Ekim 1921 - 4 Ekim 1922 arasında Dâhiliye Vekilliği yaptı. TBMM 2. Dönemde yeniden İstanbul Milletvekili seçildi. 14 Ağustos 1923'ten cumhuriyetin ilanına kadar İcra Vekilleri Heyeti Reisliği ve Dâhiliye Vekilliği yaptı. Fethi Bey kabinesinin istifasına yol açan siyasi olaylar, 29 Ekim 1923'te bir anayasa değişikliği ile Cumhuriyet'in ilanına neden oldu. Cumhuriyetin ilanından hemen sonra, 1 Kasım 1923'te TBMM Başkanı seçildi. 1 Kasım 1924'te yine Başkan seçildi. Ancak aynı ay içinde Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Paşaların liderliğinde bir grup milletvekilinin Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adıyla muhalif bir parti kurmaları üzerine 22 Kasım 1924'te İsmet Paşa yerine Başbakanlığa getirildi. Bu atamada, sertlik yanlısı olarak tanınan İsmet Paşa'ya karşılık Fethi Bey'in ılımlı ve uzlaşmacı kimliği rol oynadı. Ancak üç ay sonra Doğu'da Şeyh Sait İsyanının patlak vermesi üzerine uzlaşma politikası iflas etti. 2 Mart 1925'te hükûmet istifa etti, İsmet Paşa yeniden başbakan oldu. Aynı gün ilan edilen Takrir-i Sükûn Kanunu ile ülke çapında muhalefet susturuldu. Terakkiperver Fırka kapatıldı. Fethi Bey Paris Büyükelçiliğine atanmayı isteyerek Türkiye'den uzaklaştı. 9 Ağustos 1930'da Atatürk'ün talimatıyla büyükelçilikten istifa ederek Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kurdu ve partinin genel başkanı oldu. Gümüşhane Milletvekili olarak tekrar Meclise girmesi sağlandı. Muvazaa amacıyla kurulan partinin, İzmir Mitinginden sonra irtica yanlısı bir harekete dönüşmeye başladığı suçlaması üzerine, kendi isteği ve Atatürk'ün talimatıyla 17 Kasım 1930'da partisini feshetti. Tekrar yurt dışına gitti. 1933 yılında kalp yetmezliği hastalığına yakalandı. Arkadaşının hastalığını öğrenen Gazi Mustafa Kemal, yaveri Salih Bozok'u refakatçi görevlendirerek Fethi Bey'i tedavi maksadıyla Viyana'ya gönderdi. 31 Mart 1934'te Londra Büyükelçiliğine atandı. İkinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye ile Birleşik Krallık arasında gerçekleşen diplomatik ve askeri yakınlaşmada önemli bir rol oynadı; Montreux Antlaşması'nın mimarları arasında bulundu. 1937 yılında Manevralarına katılarak yabancı heyetlere eşlik etti. Atatürk'ün ölümünden kısa bir süre sonra, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün eski hasımlarıyla barışma politikası uyarınca 4 Ocak 1939'da Bolu Milletvekilliğine atandı; büyükelçilik görevinden ayrılarak yurda döndü. Aynı yıl seçilen 8. Meclis'e de Bolu Milletvekili olarak girdi. 2. Refik Saydam Kabinesinde Adalet Bakanı oldu ve bu görevini 12 Mart 1941'e kadar sürdürdü. 7 Mayıs 1943'te İstanbul'da öldü. Mezarı Zincirlikuyu Mezarlığı'ndadır. Kişiliği. Fethi Okyar diplomatik yetenekleri ve ılımlı, akılcı kişiliğiyle her dönemde saygı topladı. Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri'nde uygulandığı şekliyle, millet iradesine dayanan demokratik, liberal ve pragmatik bir siyasi görüşü savundu. İttihat ve Terakki içinde önemli görevler üstlendiği halde parti üst yönetiminin yolsuzluk ve icraatından uzak durdu; bu sayede İttihat ve Terakki'nin çöküşünden sonra da saygınlığını koruyabildi. Yakın arkadaşı Rauf Bey'in aksine, siyasi kariyeri boyunca Mustafa Kemal'e ters düşmemeyi başardı. Uzun süre İsmet İnönü'nün başlıca rakibi olarak görüldüğü halde 1938'den sonra onunla barıştı ve yeniden üst düzey siyasi mevkilere getirildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6565", "len_data": 21854, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.34 }
İbrahim Refik Saydam (8 Eylül 1881, İstanbul - 8 Temmuz 1942, İstanbul), Atatürk’ün Millî Mücadele’yi başlatmak üzere Samsun’a çıkan kadrodan Millet Meclisine mebus seçtiği 10 kişiden biri olup, Sağlık Bakanlığı ve Başbakanlık görevlerinde bulunmuş Türk hekim ve siyasetçiydi. Türkiye Cumhuriyeti'nin 4. başbakanıdır. Saydam, Fatih’te doğdu ve eğitimine mahalle mektebinde başladı. 1892 yılında Fatih Askerî Rüştiyesine girdi; 1896’da Çengelköy Askerî Tıbbıye İdadisine geçti ve 22 Ekim 1905’te Askerî Tıbbiyeden mezun oldu. Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın emri üzerine, 11 hekim, 3 eczacı ve bir kimyager ile 3 veteriner subaydan oluşan bir grupla 4 Ağustos 1910’da Almanya’ya gönderildi. Almanya’da Berlin Askerî Tıp Akademisinde kurs gördü. Balkan Harbi’nin başlaması üzerine, 26 Eylül 1912’de İstanbul’a geri döndü ve burada sağlık hizmetlerinde görev aldı. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal'in maiyetinde Samsun’a çıktı. Müfettişlik karargâhı ile Samsun, Havza, Amasya, Sivas, üzerinden Erzurum’a gelen Saydam, 8/9 Temmuz 1919 gecesi Mustafa Kemal'in askerlikten istifa etmesi sonucu Müfettişlik Karargâhının lağvedilmesinden sonra, ordu ve askerlikle ilişkisini kesti. Mecliste Bayezid Milletvekili olarak yer aldı ve 1921’de Sağlık Bakanı oldu. Beş dönem boyunca Sağlık Bakanlığı yaparak Türkiye’nin modern sağlık sisteminin temellerini attı. Koruyucu sağlık hizmetlerini yaygınlaştırdı, sıtma, verem ve trahom gibi hastalıklarla mücadeleyi başlattı. Sağlık alanında 51 yasa ve 18 tüzük çıkarttı. 1928’de Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nü kurarak aşı üretimini başlattı. Kızılay Genel Başkanlığı görevini 14 yıl yürüttü. 1939’da Başbakan oldu ve II. Dünya Savaşı sürecinde Türkiye’yi tarafsız tutmaya çalıştı. 8 Temmuz 1942’de İstanbul’da hayatını kaybetti ve devlet töreniyle Ankara Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedildi. Çalışkan, dürüst ve alçakgönüllü bir devlet adamı olarak anıldı. Hayatı. 8 Eylül 1881 tarihinde İstanbul'un Fatih ilçesinde, Çırçır Mahallesi'nde doğdu. Mahalle mektebinin ardından 1892 yılında Fatih Askeri Rüştiyesi'ne ve 1896 yılında İstanbul Kuleli Askeri İdadisi'ne girdi. 22 Ekim 1905 tarihinde Askeri Tıbbiye'den Tabip Yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu. Üç yıl Gülhane Seririyatı'nda Embriyoloji ve Histoloji bölümlerinde çalıştı. 1910 yılında eğitim için yurt dışına gitti. Almanya'da Berlin askeri tıp akademisinde Brandenburg, Danzig, Spandau ve Charité'de eğitim gördü. Balkan Savaşı'nın çıkacağı belli olunca 1912 yılında İstanbul'a döndü. Balkan Savaşı yılları. Balkan Savaşı'nda Antalya'da ve Çatalca cephesinde Kolera hastalığını önleyici çalışmalar yaptı. 1914 yılında atandığı sahra genel sağlık müfettiş muavinliği sırasında bakteriyoloji enstitüsünü örgütleyerek tifo, dizanteri, veba ve kolera aşılarının, tetanos ve dizanteri serumlarının burada üretilmesini ve I. Dünya Savaşı boyunca ordu ihtiyacının karşılanmasını sağladı. Salgın hastalıklarla mücadelesini Hasankale'de cephe hizmetinde sürdürdü. Tifüse karşı hazırladığı aşı tıp literatürüne geçti ve I. Dünya Savaşı'nda Alman ordusunda ve Türk Kurtuluş Savaşı'nda kullanıldı. Millî Mücadeleye katılması. 1919 yılında 9. Ordu Sağlık Müfettiş Muavinliği görevi ile Mustafa Kemal Paşa'nın yanında Samsun'a çıktı. Erzurum'da Mustafa Kemal Paşa'nın karargâhı dağıtıldıktan sonra Erzurum askerî hastanesi bulaşıcı hastalıklar servisi şefliğine atandı. Fakat bu görevi kabul etmeyerek ordudan ayrıldı. Erzurum ve Sivas kongrelerine katıldı. Siyaset yaşamı. 1920 yılında TBMM'ye Doğubayazıt mebusu olarak seçildi. Aynı zamanda Millî Savunma Vekaleti'ne bağlı Sıhhiye Dairesi Başkanı olarak görev yaptı. TBMM'nin II. döneminden itibaren İstanbul mebusu olarak görev yaptı. 10 Mart 1921 tarihinde TBMM tarafından Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekilliği görevine seçildi. Bu görevini 20 Aralık 1921 tarihine kadar sürdürdü. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanından sonra 30 Ekim 1923 tarihinde 1. İsmet Paşa Hükûmeti'nde Sağlık Bakanı olarak görevlendirildi. Bu görevini 2. İsmet Paşa Hükûmeti'nde de 21 Kasım 1924 tarihine kadar sürdürdü. 4 Mart 1925 tarihinde 3. İsmet Paşa Hükûmeti'nde yeniden Sağlık Bakanlığı görevine atandı. Bu görevini 25 Ekim 1937 tarihine kadar sürdürdü. Kesintilerle 14 yıl süren Sağlık Bakanlığı döneminde sağlık hizmetlerinin temellerini attı. 1924 yılında Ankara'da ve daha sonra Erzurum, Diyarbakır, Sivas ve diğer birçok ilde memleket hastaneleri, doğum ve çocuk bakım evleri açtı. Ayrıca bu konuda nitelikli eleman yetiştirilmesine önem vererek sağlık kursları, tıp öğrenci yurtları 1928 yılında Hıfzısıhha Enstitüsü ve Mektebi'ni, İstanbul ve Ankara'da veremle savaş dispanserlerini kurdu. Birçok aşı ve serum burada başarıyla üretildi. Tifo, tifüs, difteri, BCG, kolera, boğmaca, tetanos, kuduz aşıları seri üretime geçildi. 1940'ta Çin'e Kolera salgını için aşı ihraç edildi. 1928 yılında kurulan Hıfzısıhha Enstitüsü'nün aşı üretimi 1997 yılında durdurulmuş, 2011 yılında da Enstitü kapatılmıştır. Refik Saydam döneminde sağlık alanında yapılan bir diğer önemli katkı da ülkenin sağlık envanterinin çıkarılmasıydı. Yaklaşık 2 yıl süren, örneklem yoluyla seçilmiş yüzlerce köyde yapılan tarama ve anketler neticesinde hazırlanan envanter ülkenin sağlık politikası oluşturabilmesinde çok önemli katkılar sağlamıştır. Soyadı Kanunu'nun yürürlüğe girmesinden sonra Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından "Saydam" soyadı verildi. 1931-1938 yılları arasında zaman zaman Millî Eğitim Bakanlığı ve Maliye Bakanlıklarına vekalet etti. Atatürk'ün ölümünden sonra İçişleri Bakanlığı, CHP Genel Sekreterliği, 15 yıl Kızılay Başkanlığı ve ayrıca 1939 yılının Ocak ayından ölümüne kadar Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak görev yaptı. Refik Saydam'ın başbakanlık dönemi, hem Türkiye hem de dünya açısından çok zorlu bir döneme denk gelmiştir. Dünya tarihinin gördüğü en büyük savaş olan 2. Dünya Savaşı başlamış, Türkiye bu savaşa fiilen girmemiş olsa bile iktisadi ve siyasi bakımdan etkilerini fazlasıyla hissetmiştir. Türkiye'nin tarafsızlığı siyaset dilinde "silahlı tarafsızlık" olarak tanımlanmaktadır ve bu tür bir tarafsızlık da her an baskına uğrayabileceğini göz önünde bulundurarak güçlü bir ordu beslemeyi gerektirmekteydi. Ankara'nın önünde ise bu ağır savunma giderlerini halkı bunaltmak pahasına alınacak çok sıkı ekonomik önlemlerle finanse etmekten başka çare yoktu. 2. Dünya Savaşı Yılları. 2. Dünya Savaşı başlamadan hemen önce, 1938 yılında devletin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ölmüş ve devlet başkanlığı görevini İsmet İnönü devralmıştır. Başbakanlık makamında da değişiklik yapılmış ve Celal Bayar yerine Refik Saydam göreve gelmiştir. Savaş başlarken 16 yaşında olan Türkiye Cumhuriyeti, sanayileşme, eğitim, demiryolları, elektrifikasyon gibi alanlarda atılımlar yapmaya başlamış olsa da üretiminin büyük kısmı halen tarım ürünlerinden oluşmaktaydı. Ayrıca 1929 Buhranı sonrasında tarım ürünlerindeki fiyat düşüşü paralelinde hem devletin gelirleri azalmış hem de nüfusun %75'ini oluşturan köylülerin halihazırda var olan geçim sıkıntısı daha da artmıştı. Üstelik savaş ihtimaline karşılık 1 milyon erkek askere alınmış, böylece hem üretim kaybı yaşanmış hem de askerlerin beslenmesi devlet bütçesi üzerindeki baskıyı arttırmıştı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Refik Saydam, Türkiye'nin savaşa girmemesi konusunda fikir birliği içindeydi. Balkan Savaşlarını, 1. Dünya Savaşı'nı ve İstiklal Savaşı'nı yaşamış yönetim kadrosu hem savaşın zorluklarını çok iyi biliyor ve ondan korkuyor hem de ülkenin iktisadi ve askeri açıdan savaşa hazır olmadığını biliyorlardı. Bu çerçevede, Türkiye'nin stratejisi tarafsızlığını korumak olarak çizilmişti ancak olası bir saldırı ihtimaline yönelik olarak maliyeti yüksek de olsa her türlü önlemi almak mecburiyetinde kalmışlardı. Bu maliyetleri karşılarken halkın da sıkıntılarını hafifletebilmek adına bütçe denkliği, paranın değerinin korunması ve enflasyona mani olunması ana ilkeler olarak benimsenmişti. Bağımsızlık mücadelesini yaşamış yöneticiler için ülkenin iktisadi bağımsızlığı, siyasi bağımsızlığı sağlayabilmenin ana koşulu olarak görülüyordu. Ayrıca Halkçılık ilkesinin başarıyla uygulanabilmesi için Devletçilik ilkesinin daha duyarlı uygulanması gerektiği düşünülmüş ve bu nedenle ekonomiye devletin doğrudan müdahalesi arttırılmıştır. Nitekim, dünyanın ve Türkiye'nin koşullarının çok zorlu olmasına rağmen Refik Saydam belirlediği ana ilkelerde başarılı olmuştur. Türkiye, fiilen savaşa girmemeyi başarmıştır. Refik Saydam'ın öldüğü 1942 yılına kadar bütçede denklik sağlanmış, Türk Lirası Avrupa para birimlerine kıyasla daha az değer kaybetmiş ve tüketim malları kıtlığı yaşanmasına rağmen fiyat istikrarı sağlanabilmiştir. Refik Saydam, 8 Temmuz 1942 tarihinde İstanbul'a yaptığı inceleme gezisi sırasında ölmüştür. Sonrasında kurulan Şükrü Saracoğlu Hükûmeti, iktisat politikasında hızla önemli değişiklikler yaptı. Daha çok özel sektörün girişimlerine ve piyasada oluşacak fiyat dengelerine bağlı bir politika izlemeye yöneldi. Buna bağlı olarak, enflasyonist akımlar güçlenmiş, tedavüldeki para artmış ve devleti olağanüstü gelir aramak zorunda bırakmıştır. Bu ihtiyaç da Varlık Vergisi uygulamasına yol açmıştır. Refik Saydam'ın vefatı sonrasında ortaya çıkan bu geçiş, Türkiye Cumhuriyeti iktisat tarihinde, iktisadi sistemde farklılaşma olarak ilk ve asıl kırılma noktasını oluşturdu. Bu noktadan sonraki gelişmeler 1950 seçimlerini ve yeniden Celal Bayar'ın görüşleri önderliğinde sosyal ve iktisadi iktidarını gündeme getirecektir. O nedenle, Türkiye Cumhuriyeti'nin sosyal ve iktisadi anlayışında ilk temel kırılma noktası 1950 seçimleri değil, 1942 yılında Dr. Refik Saydam'ın ölümüdür. Ölümü. 3 Temmuz 1942 tarihinde trenle Ankara'dan İstanbul'a hareket etti. 7 Temmuz 1942 Çarşamba günü, öğleden önce vilâyete gelerek ithalât ve ihracat firma sahipleriyle görüştü. O gün, akşam yemeğini ilgili Bakanlık görevlilerinin ve Vali Lütfi Kırdar'ın da bulunduğu Taksim Gazinosu'nda yedi. Gece saat 21.20 sıralarında kaldığı Pera Palas Oteline gitmek üzere ayrılırken uğurlayanların ellerini sıktı. Neşeliydi. Bunda, meseleleri çözeceğine olan inancının da payı vardı. Yanındakilere: "İşte geldik gidiyoruz, şen olsun Halep şehri!" esprisini de yaptı. Saat 23.30'da otele gelerek istirahata çekilen Refik Saydam, yaklaşık 15 dakika sonra saat 23.45'te kalp bölgesinde hissettiği şiddetli bir ağrı üzerine zili çalarak Özel Kalem Müdürü Hakkı Şükrü Bey'i sordurdu. Hakkı Şükrü Bey bir olağanüstülük olduğunu sezip hemen pijamasıyla Başbakan'ın odasına girdiğinde Refik Saydam, sakin ve her zamanki nezaketi içinde “Bana bir fenalık geldi, bir anjin nöbeti beni sıkıştırıyor. Bir doktor bulsak fena olmaz, fakat ortalığı telaşa vermeyin!” dedi. Ölüm raporunda da belirtildiği gibi Refik Saydam, müdahale edilemeden öldü. Refik Saydam'ın ölümü nedeniyle 8 Temmuz 1942 günü bütün Türkiye yas tuttu. Bayraklar yarıya indirildi. 9 Temmuz günü, naaşının bulunduğu Beyoğlu İlkyardım Hastanesi'nde yapılan dinî merasimden sonra bayrağa sarılı tabutu, top arabasında, Taksim-İstiklâl Caddesi yoluyla Karaköy'den vapurla Haydarpaşa'ya getirildi. Özel bir trenle, saat 13.05'te Ankara'ya hareket etti. Cenazesi yol boyunca, gece ve gündüz, geçtiği bütün şehir ve kasabalarda hazin törenlerle karşılandı ve uğurlandı. Cenazeyi taşıyan özel tren 10 Temmuz 1942 Cuma günü saat 09.00'da Ankara garına girdi. Hacı Bayram Camii'nde kılınan cenaze namazından sonra cenaze alayı Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı önüne geldi. Burada yapılan törenden sonra, Cebeci Asri Mezarlığı'nda ebedi istirahatgâhına bırakıldı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6566", "len_data": 11514, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.5 }
Poliamori, bireylerin birden çok sevgiliye sahip olabildikleri, söz konusu ilişkiye dahil olan herkesin bu durumun bilincinde olup bunu onayladığı, monogaminin (tekeşliliğin) ya da monamorinin tersi niteliğinde, insanlar arası ilişki türü. Etimoloji. “Poliamori” sözcüğünün kökü Yunanca ve Latinceye dayanır. Yunancada poli “çok”, Latincede amor “aşk” anlamına gelir. Bu anlamda poliamori sözcüğünü “çoklu aşk” olarak çevirmek mümkündür. Çoklu aşk, hem tek eşli ilişkilerde karşılaşılan ve çoğunlukla bir ilişkinin bitip diğerinin başlamasıyla sonuçlanan "aldatma" pratiğini, hem duygusal süreklilikten koparılmış rastgele-geçici cinsel ilişkileri, hem de 60'lı yılların cinsel devrim kuram ve pratiklerinin aşırılıklarını ve açmazlarını sorgulayarak daha gerçekçi, sağlıklı ve temkinli bir bakış açısı geliştirme çabasına dayanır. Kavramın tarihi 60'lı yıllara uzanır. 60'lı yılların “serbest aşk” kavramından çıkarılan derslerle, 70'li yıllarda “sorumlu tekeşlilik-dışı ilişkiler” (responsible non-monogamy) kavramı ortaya çıkmıştır. 80'li yılların başından itibaren kısaca “poliamori” kavramı kullanılmaya başlamış ve bu kavram 90'lı yılların ortasında yaygınlaşarak özellikle Kuzey Amerika ve Avrupa'da gündelik dilin bir parçası haline gelmiştir. Tanım. Poliamori ya da çoklu aşk, “sorumlu, açık, dürüst ve uzun vadeli” duygusal birliktelikleri içerir. Bu tanıma dayanarak çoklu aşkın üç ayırt edici özelliğinden söz etmek mümkündür. Birincisi, çoklu aşk ilişkiye taraf olan herkesin bilgisi ve onayı ile yürür. Bu anlamda “radikal dürüstlüğe” dayanır ve “aldatma” pratiklerinden ayrılır. İkincisi, uzun vadeli duygusal yakınlıkları temel alır ve bu anlamda “çapkınlık”, “tek gecelik ilişki”, “poligami” gibi cinsellik üzerinden tanımlanan ilişki biçimlerinden ayrılır. Üçüncüsü, çoklu aşkta temel sorun bağlanma-bağlanmama ya da özgürlük-güvenlik ikilemi değil, birden fazla sevgi ilişkisinin nasıl sürdürülebileceği sorusudur. Hem özgürlüğün hem de güvenlik duygusunun insanın temel gereksinimleri olduğu ve günümüzde bu gereksinimleri hala “aile” kurumunun karşıladığı kabul edilir. Bu anlamda, 60'lı yılların aile-karşıtı söyleminden farklı olarak sorun “aile” kavramının kendisinde değil, içeriğinin doldurulma biçiminde görülür. Aile kurumu ile karşılanan insani gereksinimlerin (çocukların bakımından gündelik yaşamın yeniden üretimine dek), alternatif yaşam tarzlarının inkâr etmesi gereken değil, tam tersine başka biçimlerde karşılaması gereken gereksinimler olduğu vurgulanır. Bu gereksinimleri karşılamak için de kuralsız bir serbesti yerine, açıkça tanımlanmış kuralları olan alternatif düzenlemeler yapılması önerilir. Türleri. Çoklu aşkın pek çok değişik biçimi vardır. Aslında her ilişki kendi dinamiklerine özgü bir biçim yaratır. Yine de birkaç ana eğilimden söz etmek mümkündür. “Açık ilişki” (open relationship) olarak tanımlanan modelde, bir çift birlikteliklerini sürdürürken, başka yakın ilişkiler kurarlar. Bu modelin kendine özgü terimleri de vardır. Aynı evde yaşamayı sürdüren çiftin arasındaki ilişki “birincil” (primary), sürekli ilişki içinde oldukları sevgiliyle ya da sevgililerle kurdukları ilişki ise “ikincil” (secondary) olarak adlandırılır. (Burada birincil-ikincil ayrımında ölçütün genellikle duygusal bağın gücü değil, gündelik pratiğin gerekleri olduğu vurgulanır). “Yakınlık ağı” (intimacy network) denilen ikinci bir model, birbirleriyle farklı düzeylerde yakınlıkları olan tekil insanlar için kullanılır. Bu modelde birbirini seven bir ikilinin başka sevdikleri genellikle birbirleriyle aynı ölçüde yakınlık ya da ilişki kurmaz, böylece ilişkiler farklı boyutlarda yakınlıklar ağı biçimini alır. “Çoklu sadakat” (polyfidelity) denen üçüncü modelde ise, hepsi birbirini seven üç ya da daha çok kişi birlikte yaşar. Bu tarzı seçenler, ilişkilerini başkalarına açabildikleri gibi, kapalı da tutabilirler. Olumlulukları ve zorlukları. Çoklu aşkı seçenler, bunun tekeşliliğe üstün bir yaşam tarzı olmadığını ısrarla vurgularlar. Çoklu aşkı, propagandası yapılacak bir düşünsel akım olarak değil, yalnızca duygusal-cinsel bir yönelim olarak görürler. Tek-eşlilik gibi çoklu aşkın da kendine özgü olumlulukları ve zorlukları vardır. Olumlulukların başında, sevgi ilişkilerinin sürekliliği, bir başka deyişle, bir başkasını sevdiğinde var olan sevgi ilişkisini sonlandırmak zorunda kalmamak gelir. Ancak bu her zaman kolay bir süreç olmaz. En büyük sorunların başında kıskançlıkla nasıl baş edileceği gelir. Kıskançlığın çoklu aşk ilişkilerinde tekeşli ilişkilerde yaşandığından daha az yaşanacağına dair hiçbir güvence yoktur. Tam tersine, bilinen kalıpların var olmadığı bir durumda kıskançlıkla nasıl baş edileceği daha can yakıcı bir sorun halini alır. Bu konuda 90'lı yılların başında geliştirilen ilginç bir kavram da vardır: compersion. “Sevilen kişinin bir başka kişi ile yaşadığı sevgi ilişkisinden zevk almak” anlamına gelen bu kavram, temelde sevilen kişinin kendi yaşamında güzel bir duygu yaşadığını hissetme anlamında bir tür empatiye dayanır. Çoklu aşkı seçenler, kıskançlık ve yanlış anlamalarla baş etmek için bir şeyin daha çok önemli olduğunu vurgularlar: konuşmak. Sürekli iletişim, her türlü yanlış anlamaya karşı tek çözüm olarak görünür. Zaten kamusal alanda kullandıkları sembol de bunu yansıtır: papağan. Poliamori kimliği. Çoklu aşkı seçenler tekeşliliği mücadele edilmesi gereken bir şey olarak değil, meşru bir duygusal-cinsel yönelim olarak görürler. Tek talepleri, kendi yönelimlerinin de meşru bir tercih olarak görülmesi ya da “farklarının tanınması”dır. Bu konuda eşcinsel hareketinin talepleri ve tarzları ile büyük paralellikler gösterirler. Nasıl eşcinsel hareketi, eşcinselliğin heteroseksüelliğe bir üstünlüğü olmadığını ama heteroseksüellik karşısında bir “sapkınlık” da olmadığını, yalnızca farklı bir duygusal-cinsel bir yönelim olduğunu anlatmaya çalıştıysa, çoklu aşkı seçenler de tek eşliliğe üstünlük iddiaları olmadığını, ama bir sapkınlık ya da hastalık olarak da görülmemeleri gerektiğini anlatmaya çalışmaktadır. Ve yine eşcinsel hareketinde olduğu gibi, mücadelelerini yavaş yavaş hukuksal düzleme de taşıyarak, yasal metinlerde kullanılan dili dönüştürme çabası içindedirler. Bu anlamda çoklu aşkı seçenler henüz yolun çok başındadır ve uzun bir mücadele süreci onları beklemektedir. Ancak yine eşcinsel hareketinde olduğu gibi, kendi kimlik mücadelelerinde ortaya attıkları sorulardan ve kavramlardan herkes bir şeyler öğrenmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6569", "len_data": 6426, "topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT", "quality_score": 4.05 }
Ferdinand de Saussure (26 Kasım 1857, Cenevre – 22 Şubat 1913, Vufflens-le-Château), 20. yüzyılda dilbilimde kayda değer gelişiminin birçoğu için fikirleriyle temel hazırlamış, İsviçreli dilbilimci. Genellikle 20. yüzyılın dilbiliminin ‘babası’ olarak düşünülmektedir. Özellikle yapısalcılık ve göstergebilim alanında adını duyurmuştur. Ferdinand, doğabilimci Henri de Saussure ve Louise Elisabeth de Pourtalès'in oğlu ve Nicolas Theodore de Saussure'ün torunudur. Ferdinand Almanya’nın Leipzig şehrinde üniversite eğitimi almıştır ve Berlin'de bir dönem Heinrich Zimmer'in yanında Hint-Avrupa Dilleri üzerine çalışmıştır. Leipzig'de doktorasını yazdıktan sonra 1881 yılından 1891 yılına kadar Paris'te École pratique des hautes études okulunda ders vermiştir. 1891 yılından ölümüne kadar Cenova Üniversitesi'nde tarih ve Hint Avrupa dillerinin karşılaştırılması alanında profesörlük yapmıştır. Ferdinand de Saussure, Cenova Üniversitesi’nde 1906 yılından 1911 yılına kadar Genel dilbilim üzerine dersler vermiştir. Saussure’ün şöhreti yaşamı boyunca Slav dilleri araştırmacısı olarak yaptığı çalışmalarında mevcuttur. “Mémoire sur le système primitif des voyelles dans les langues indo-européennes“ (Memory auf dem primitiven System der Vokale im Indo-Europäischen Sprachen/Hint Avrupa dillerindeki Seslerin İlkel Sisteminin Hafızası-1879) isimli eserinde Saussure daha 21 yaşında bir öğrenciyken dilbilgisel yöntemleri uygulayarak "Laringeal" kuramını geliştirmiştir. Hint Avrupa ses sisteminin yeniden yapılandırılması sürecinde Saussure kaybolan ses katsayılarının (coefficients sonantiques) varlığını kuramsal olarak talep etmektedir. Bu ses katsayılarını daha sonraları Danimarkalı dil araştırmacısı Hermann Møller de 19. yüzyılda "Laringeal" olarak tanımlamıştır. Saussure'ün ölümünden sonra 1914 yılında Bedřich Hrozný bu noktada Hint Avrupa dili olarak belirtilen Hititçe'yi çözümlemiştir. Sausure'ün kendi ses katsayılarını yeniden yapılandırdığı bazı durumlarda Polonyalı dilbilimci ve Slav dilleri araştırmacısı Jerzy Kuryłowicz Hititçedeki "Laringeal"i bulmuştur. Önemli kısıtlamaların hesaba katılmasına rağmen Hititçedeki "Laringeal" genel anlamda Saussure'ün yeniden yapılandırmasının onaylanması olarak kabul edilmektedir. Yaşamı. 1857'de Cenevre'de, Sigmund Freud'dan bir yıl sonra, Emile Durkheim'dan ise bir yıl önce doğan Saussure, tanınmış bir doğabilimcinin oğluydu. Ailenin doğabilimleri konusunda güçlü bir başarı geleneği vardı. Saussure'ü erken yaşlarda dilbilim çalışmalarına bir filolog ve aile dostu, Adolphe Pictet yöneltti. On beşinde, Fransızca, Almanca, İngilizce ve Latince dillerine Yunancayı da ekledikten sonra, Saussure genel bir dil dizgesi oluşturmaya çalıştı. Ve Pictet için, tüm dillerin kökünde iki ya da üç temel ünsüzden oluşan bir dizgenin olduğunu öne süren 'Diller Üstüne Deneme'yi yazdı. Pictet bu gencecik çabanın aşırı indirgemeci özelliğine gülümsemekten kendini alamamış olabilir ama daha okuldayken Sanskrit öğrenmeye başlayan, himayesi altındaki bu öğrencinin cesaretini kırmadı. 1875'te Saussure, Cenevre Üniversitesi'ne girdi. Aile geleneğini izleyerek fizik ve kimya öğrencisi olarak kayıt yaptırmakla birlikte Yunanca ve Latince gramer derslerine girmeyi sürdürdü. Bu deneyim onu, mesleğinin dil incelemesi konusunda olacağına inandırdı. Çünkü yalnızca profesyonel bir dil derneğine, Paris Dilbilim Derneği'ne katılmakla kalmayıp Cenevre'de ilk yılının büyük ölçüde boşa gittiğini düşünerek onu Hint-Avrupa dillerini incelemek için Leipzig Üniversitesi'ne yollamalarının gerekliliğine ana babasını inandırdı. Leipzig şanslı bir seçim oldu, çünkü genç dil tarihçileri okulunun Junggrammatiker ya da 'Yeni Dil Bilgiciler'in merkeziydi; Saussure, ilk kez kendi zekâsını gününün en yaratıcı dilcileri ile karşılaştırabiliyordu. Leipzig'deki öğretmenlerinden biri, Brugmann, Saussure'ün birkaç yıl önce öne sürdüğü fakat ünlü dilcilerin varsayımlarına karşıt düştüğünden vazgeçtiği "genizsil selenliler" (nasal sonans) yasası denen şeyi bulduğunda, kendi yeteneklerine inancı kuşkusuz onaylandı. Saussure, Berlin'deki on sekiz aylık bir ara dışında dört yıl boyunca Leipzig'de kaldı ve 1878 Aralık ayında yirmi bir yaşındayken, bir dilcinin 'şimdiye dek yazılımş en yetkin karşılaştırmalı filoloji yapıtı' dediği Mémoire sur le sytème primitif des voyelles dans le langues indo-européennes (Hint-Avrupa Dillerindeki Ünlülerin İlk Dizgesi Üstüne İnceleme)sini yayımladı. Bu yapıtın en etkileyici yanı genç dilcinin tarihsel dilbilimdeki en büyük ve en temel soruna el atmış ve yöntemsel sorunların önemini vurgulamış olmasıdır. Önsözünde, 'anlaşılmaz kuramsal sorunlar üstüne düşünceler kurmuyorum; konunun temelini, yokluğunda her şeyin başıboş, nedensiz ve belirsiz kalacağı temeli sorguluyorum' diyordu. İnceleme, birçok çevrede iyi karşılandı. Saussure, Berlin Leipzig'e döndüğünde, bir profesör ona İnceleme'nin yazarı, İsviçreli büyük dilbilimci Saussure ile uzak yakın bir akrabalığı olup olmadığını sordu. Bununlu birlikte, Saussure, Almanya'yı kendine yakın bulmamış olmalı ki, Sanskrit'te tamlayan durumunun kullanımı üstüne yazdığı (Summa cum laude ile ödüllendirilen) doktora tezinin savunmasından hemen sonra Paris'e döndü. Fransa'da oldukça başarılıydı. Hemen École pratique des hautes études'de Sanskrit, Gotik ile Eski Yüksek Almanca öğretmeye başlayıp, 1887'den sonra öğrettiklerini de genel olarak Hint-Avrupa filolojisini kapsayacak biçimde genişletti. Paris'tesi Société linguistique'de etkin olduğu gibi genç Fransız dilbilimci kuşağının biçimlenişini de önemli katkılarda bulundu. Ama 1891'de Cenevre'de bir profesörlük önerilince, İsviçre'ye dönmeye karar verdi ve kendinden yaşlı meslektaşlarının ona Légion d'Honneur Nişanı'nı sunmalarının onuru bile onu Paris'te tutamadı. Cenevre'de öğrencileri sayıca daha az ve daha geriydiler. Genel olarak Sanskrit ve tarihsel dilbilim öğretiyordu. Evlendi, iki oğlu oldu; çok az yolculuğa çıktı; besbelli aklı başında bir taşralı belirsizliğe yerleşmeye başlıyordu. Git gide daha az, daha acıyla ve isteksiz yazmaya başladı. Elimizdeki birkaç açıklayıcı kişisel belgeden biri olan, 1894'te yazılmış bir mektupta, sonunda bir yayımcının eline bıraktığı bir yazısına değinir ve sürdürür: ...ama bütün bunlar ve dilbilim konusunda aklı başında on satırcık bile yazmanın güçlüğü canıma yetti. Uzun süredir kafam her şey bir yana dilbilim olgularının ve onlara bakış açılarımızın sınıflandırılması düşüncesiyle dopdolu; dilbilimciye ne yaptığını göstermek için göze alınması gereken işin ölçülemeyecek denli çok olduğunu git gide daha iyi fark ediyorum... Kullanılan terimlerin kesin yetersizliği, bunların yeniden gözden geçirilmesinin gerekliliği ve bunu başarabilmek için dilin ne tür bir nesne olduğunu göstermek, (genelde, dilin niteliğini düşünmek zorunda bırakılmamak en büyük isteğim olmakla birlikte) filolojiden aldığım tadı sürekli bozuyor. Bu beni kendi istemim dışında, dilbilimde neden benim için bir anlam taşıyan bir tek terim bile olmadığını açıklayacağım bir kitap yazmaya itiyor. Açık söyleyeyim, ancak bundan sonra, işimi bırakacağım yerden sürdürebileceğim. (4 Ocak 1894 tarihli mektup, 'Letter de F. de Saussure a Antoine Meillet', Cahiers Ferdinand de Saussure 21 (1964) Kitabı yazamadı. Litvanya dili, Orta Çağ Alman destanları ve Latin ozanların şiirlerinde gizlenmiş özel isim çevriklemeleri üstüni bir kuramla uğraştı. Ama 1906'da, bir profesörün emekli olmasıyla, üniversite ona genel dilbilim öğretme görevi verdi; böylece sırasıyla 1907, 1908-1909, 1910-1911 yıllarında, sonunda Course de Linguistique Génerale olacak dersleri verdi. 1912 yazında yatağa düştü; 1913 Şubat'ında 56 yaşında öldü. Kaynak: (Jonathan Culler, Saussure, (Çeviren: Nihal Akbulut), Afa Çağdaş Ustalar Dizisi 8, İstanbul, 1985, s.13-16.) Langue ve Parole Kuramı. Saussure'ün görüşlerine göre dilin bakış açısı üç farklı biçimde sınıflandırılmaktadır: İnsanların konuşmasını ifade eden “Language” kavramı, soyut kurallar sistemini ifade eden “langue” kavramı ve konuşmayı ifade eden “parole” kavramıdır. İnsanların konuşma yetisine Saussure de Noam Chomsky gibi insanlarda biyolojik olarak var olan bir yeti olarak bakmaktadır. “Langage” kavramı insan dilini konuşanların konuşma yetkinliği içerisinde karşılaştığı kuram öncesi olgusal bir alan olarak tanımlamaktadır. Buna karşılık “langue” kavramı kuramsal bir dil kavramı olarak anlaşılmaktadır. Bu kavram bilgi-mantıksal bir düzeni “langage” kavramının ve insan konuşmasının kuram öncesi olgusal alanında bulunmaktadır. “Langue” kavramı aynı zamanda dilbilimsel bakış açısı altında “langage” olarak kabul edilerek tanımlanabilmektedir. Bu kavram sosyal ve bireysel bir boyut da ortaya koymaktadır. Bu kavramın sosyal boyutunda “langue” kavramı özneler arası kabul edilen toplumsal bir kurum ve dilsel alışkanlıkların sosyal olarak oluşturulduğu, konuşanın kafasındaki geleneksel bir sistemdir. Bu kavram bireysel boyutunda öznel olarak içselleştirilmiş tekil bir dildir (bu duruma “langue” kavramının öznel olarak ifade edilmesi de denilebilmektedir.). Ayrıca “parole” kavramının da sosyal ve bireysel bir tarafı bulunmaktadır. Bu kavram bir yandan somut bir söz eylem kuramını (konuşma yetisini) ifade ederken diğer taraftan da her bir konuşan aracılığıyla “langue” kavramının bireysel olarak gerçekleştirilmesini ifade etmektedir. Aynı zamanda "parole" kavramı bulunduğu yerdeki sosyal boyutunda ele alındığında yeni dilsel anlamların diyaloglu olarak oluşturulmasını ve “langue” kavramının değişimini ifade etmektedir. “Langue” ve “parole” kavramları karşılıklı bağımlılıklarının karmaşık ilişkisi içerisinde de bulunmaktadır. Bir yandan “langue” kavramı içerisinde “parole” kavramına dair hiçbir şey bulunmazken diğer yandan da “parole” kavramının her bir sosyal üretim sayesinde “langue” olarak adlandırılması mümkündür. Ayrıca “parole” kavramı aracısız gözlemlere ait "langue" kavramından uzaklaşmaktadır. “Parole” kavramı insan konuşmasının kuramsal bakış açısı olarak anlaşılmaktadır. “Langage” kavramı ise dilsel göstergelerin ve bu dilsel göstergelerin seslerinin oluşturulmasının oluşum sürecindeki yeniden yapılandırılması olarak ifade edilebilmektedir. Langue. Langue (frz.: dil, dil sistemi) Ferdinand de Saussure'e göre işaretlerin ve dilbilgisi kurallarının (genel, bireyler üstü, sosyal) sistemidir ve yine ona göre parole (konuşma) kavramının karşıtıdır ve somut ifadelerde langue'un somut, mekânsal ve zamansal gerçekleşmesi olarak tanımlanmaktadır. Langue kavramı Saussure tarafından "Genel Dilbilimin Temel Sorunları" (Cours de linguistique générale, 1916/dt. 1967) eserinde ele alınmıştır. Saussure langue kavramıyla dili sistem, sosyal olgu olarak ve bununla birlikte ortaya çıkan dilsel işaretlerin yerleşmesi olarak tanımlamıştır. Langue/parole dil kavram çifti tüm yapısalcı ve sonradan yapılandırılan dilbilimin dayanak noktasını temsil etmektedir. Langue ve parole içerikli ayrım ve çift kutuplu yaklaşım konusunda çeşitli öncü, benzeri ve sonraki çeşitlemeleri vardır; bunlar: dil sistemi – güncelleştirilmiş konuşma (von der Gabelentz [1891]) Langue, Saussure'ün terminolojisinde “Langage”dan (bunu ya langue ve parole’ün üst başlığı olarak ya da insan ve hayvanın dil yetisinin ayrılmasında kullanılan faculté de langage, yani dil kullanma becerisi olarak “dil”den) ayrılmalı. Parole. Parole, Ferdinand de Saussure’ün konuşma, bireysel dil kullanımın (performance, Noam Chomsky’nin anlayışına göre) Fransızca tanımı olarak seçtiğidir. John Langshaw Austin’in dil edimi kuramı da bu terimi kullanmaktadır. Saussure’deki karşıt terim langue, -yani ulusal dil- sistem olarak algılanan langage'ın genişletilmişi, insanın dil yetisi. Saussure ile özdeşleşmiş yapısalcılıktaki langue sosyallik için, parole ise bireysellik içindir. Kaynak Gösterge ve Göstergeler Sistemi. Saussure, dilsel göstergeleri, anlamları ilişkilendirilen sesbirimler olarak kavramaktadır. Ayrıca dilsel göstergeleri, anlamları ele alınabilen biçimler olarak ve konuşmacının bu dilsel biçimleri diğer dilsel biçimlerle “Parole” kavramı aracılığıyla anlaşılabilir hale gelen dilsel ifadeler olarak anlatmaktadır. Buna göre dilsel göstergeler boğumlama sürecinde ortaya çıkan karmaşık birer zihinsel ve psikolojik birimdir. “Cours de Linguistique générale” eserinde de gösterge kavramının kullanımı bulunmaktadır (Erken Romantizm dönemindeki bu konudaki uyum tartışmaları özellikle Novalis hakkında bulunmaktadır). Dilsel göstergenin zihinsel ve sesbilimsel yanı gösterilen (signifié = gösterilen, gösterge içeriği) ve gösteren (signifiant = Dış gösterge biçimi) olarak sınıflandırılmaktadır. Gösterge kavramı Saussure'un kuramsal bakış açısında daha önceden bulunmaktadır. Çünkü Saussure genç dilbilgisel ve genç dilbilgisi araştırmacıları gibi çok yaygın ikili göstergeler anlayışını artık devralmıştır. İkili bir gösterge kavramı düşünsel ve sesbilimsel tarafını bağımsız, özgür düşünülebilir gösterge bölümleri olarak bir araya getirmektedir. Bu anlayıştan yola çıkarak Saussure sentetik bir gösterge kavramına ulaşmıştır. Saussure bütün göstergeler için “Sème” kavramını kullanmıştır, “Sème” kavramının sesbilimsel kısmı için “Aposème” ve zihinsel göstergelerin bakış açısı için de “Parasème” kavramlarına yer vermiştir. “Sème” kavramı daima tüm göstergeler anlamına gelmektedir, yani kişiliğin bir türünü birleştiren gösterge ve anlamı ifade etmektedir. Ayrıca ya sesbilimsel (ya da düşünsel) taraftan üstünlüğü ortadan kaldırabilmesi anlamına gelmektedir. “Parasème” ve “Aposème” kavramları da “Sème” kavramının bir kısmını ifade etmemektedir, aksine bunların bakış açıları anlamına gelmektedir. Bu bakış açıları “Sème” kavramında konuşma sırasında oluşan mantıksal olarak farklı birimler değildir. Bu durum şu anlama gelmektedir: Sadece zihinsel olarak var olan anlamlar aynı zamanda var olan seslerle ilişkilendirilmemelidir. Dil sadece düşünceleri oluşturmamaktadır. Dil daha fazlasını oluşturmaktadır. Örneğin ilk olarak konuşan kişinin eylemi, boğumlaması, dil öncesi ilişkisini ve bundan dolayı da düzensiz ve sesbilimsel maddelerle sanki iz bırakmadan kaybolup giden düşünceleri gerçekleştirmektedir. Bu süreç zaman içerisinde doğrusal olarak meydana gelmektedir. Sözcükler birbiri ardına değişmektedir. Ses oluşturma süreci düşüncenin akışını sınıflandırmaktadır ve her şeyden önce bu nedenle ortaya çıkan ifadeyi bir düşüncenin ifadesi olarak oluşturmaktadır. Bununla birlikte de düşünceleri tanımlanabilir ifadeler olarak dilsel bağlamda ele almaktadır. İlk olarak ses oluşturma eylemi düşüncelere birer kimlik ve farklılık vermektedir. Bu durum düşüncelere varsayılan içsel biçimde gösterge analizinin kabul edilmesine izin vermektedir. Göstergelerin sesbilimsel - düşünsel bakış açısında daima göstergelerin oluşumu, gösterge sentezi sonradan anlaşılarak sınıflandırılmaktadır. Var olan göstergelerin tümü ve “Sème” kavramı her iki göstergenin de önemli koşulu durumunda bulunmaktadır. “Aposème” ve “Parasème” kavramları “Sème” kavramının bağımsız birer parçaları değildir; aksine sadece Dilbilim araştırmacıları tarafından ele alınan birer görüşüdür. Bu kavramlar Saussure için bir sayfa kâğıt ile karşılaştırılabilmektedir: Düşünce, sayfanın ön yüzüdür, ses ise sayfanın arka yüzü. İnsan sayfanın arka yüzüne zarar vermeksizin sayfanın ön yüzünü ne kadar az parçalara ayırıp zarar verebilirse, o ölçüde de düşünce sesten ayrılabilmektedir. İşaret ve anlamı. Yukarıda gösterildiği gibi Saussure'e göre anlam mantıklı olarak olması gereken işaret bireşiminden başka bir şey değildir, aksine somut olarak sosyal değişimde, işaret bireşiminde ortaya çıkarılmaktadır. Hangi anlamın hangi işaretle ortaya çıkacağı, tanımlayan ve tanımlanan arasında giderek birbirine benzeyen iç bağlantılarla belirlenmektedir. İşaretin içinde belli bir anlamı savunabilecek bir kalite bulunmamaktadır. Saussure tarafından dil dizgesinin yargısal (arbitrar) ilkesi olarak adlandırılan bu kavramı, Türkçeye keyfilik olarak çevirmek mümkündür. Arbitrar ilkesi işaretin belirli bir tanımlayıcı işlevi bakımından özgürce seçilmesini kastetmemektedir. Burada kastedilen kendi içinde bulunmayan ve dizge bireşimi özelliğiyle bir anlama bağlı işaretin serbestliğidir. Bu hem farklı dillerin farklı işaretleri aynı anlam için kullanmasının hem de işaretlerin anlamının zamanla değişmesinin duruma göre değişebileceğine göstermektedir. Anlam, işaretin (ontolojik) özelliği değildir, tam tersine Parole'ün dilsel bağlamda kaldığı sürece dil toplumu tarafından dilin kullanımının bir etkisidir. Aynı zamanda dil işaretlerinin bir dizgenin kısımları (langue) olmasında bu etkinin varlığından bahsetmemek mümkün değildir. Bir dizgenin içinde bir işaret, diğer bütün işaretlerden ayrılmaktadır. Dilsel biçim ancak anlam dizgesel bir ilişki içinde diğer biçimleri kastederse anlam kazanmaktadır. Bir işaret aynı zamanda kendi anlamı içinde kendinden yola çıkarak olumlu bir anlam edinmemektedir, hatta anlamdaki değişiklik farklı işaretlerle ifade edilmektedir. Saussure ile birlikte anlam "sürekli yandan" gelmektedir, hatta diğer işaretlere yönelik muhalefet yoluyla ortaya çıkmaktadır. Burada –kendi içinde anlamsız olan- işaretin olumsuzluğundan bahsetmek mümkündür („nullité du sème en soi“; sème'nin kendi içindeki sıfırlık hali). Saussure anlamın değişim mantığına göre belirlenmesinin sistematik açısını “valeur”, yani işaretin sistemik değeri olarak tanımlamaktadır. Bu işaret belirlemesinin ön koşulu arbitrar ilkesinin yanı sıra ses varlığının konuşulduğu gibi sürdürülmesi, yani boğumlamadır. İlk zamansal olarak farklılık gösteren art arda dizilme, boğumlamadaki düşüncenin yapılandırılması dilsel birliğin sınırlandırılması ve farklılaşması için ön koşul oluşturmaktadır. Bununla birlikte ortaya çıkan diğer bir koşul da, dilsel birliğin kimliğinin ortaya çıkmasıdır. Süreklilik ve Değişim. Bir tarafta langue'un bireysel söz dağarcığı olarak öznel ve sosyal karakteri, diğer yanda bireysellikten uzak dil kullanım alışkanlıklarının sistemi ve bunun kendini diyalog biçiminde anlam gelişen yer olarak parole'nin içinde sağlamlaştırmasından, Saussure tarafından belirlenen dilin zaman içindeki yaşam prensipleri sonucu çıkmaktadır. Bu prensipler ilk başta çelişkili gibi görünmektedir, yani dilin karakteristik özelliği, onun devamlı değişmesi gibi zaman içindeki sürekliliğidir. Dilin sürekliliği, onun belirli bir zamanın belirli bir dil evresindeki anlamında eşzamanlı (senkron) düzlem olarak tanımlanırken; artzamanlı (diyakron) düzlem dilin zaman içerisindeki değişikliğini dikkate almaktadır. Yöntemsel olarak bu iki düzlemi dilin zaman içerisindeki dilbilimsel uygulamada birbirinden kesin olarak ayrılmaktadır. Gerçekten de bu iki kavram oldukça iç içedir. Dilin süreklilik yönü, onu sosyal ve tarihsel bir gerçeklik olarak adres göstermektedir. Felsefede dilin kökenine, yani dünyadaki doğal adlandırmalar sürecine yönelik sıkça sorulan soru Saussure için bir şey ifade etmemektedir; çünkü tanımlamalar üzerindeki doğal bir uzlaşı fikri kavramlarla örülü bir dünyayı ve bununla birlikte zaten dilin varlığını ön görmektedir. Öte yandan dilin sürekliliği, eşzamanlılıkla iç içe daima konuşanın bilincine belirli zamanlar arasında özneler arası ayrılmış anlam ufukları ve anlam oluşmalarına dayanan olası uzlaşı imkânlarına bağlıdır. Yani dilin sürekliliği onun sosyal karakterinin temelini oluşturmaktadır. Bu sosyal karakteri, sürekli ve ortaklaşa dili kullanan konuşmacılar bu durumu dilin devamlı değişimine borçludurlar. Dilin hareketi- sistemli konuşulan: bağlantılı dil dizgesinin devam eden düzenlemesi, langue- durdurulamazdır ve kendi haline bırakılmıştır. Bu hareket genelde konuşanlar tarafından algılanmamaktadır. Dilin varlığı bu nedenden ötürü –dilbilimci Christian Stetter'in bir sözü ile- akıcıdır: sabit durmayan ve aynı şekilde sürekli değişen maddedir. Hint-Avrupa dilleri dilbilimcisi olarak De Saussure. Ferdinand de Saussure 1876 yılından 1880 yılına kadar Leipzig Üniversitesi'nde genç gramercilerin yanında eğitim görmüştür. Karl Brugmann'ın burundan hecelenenlere dair yazısının yayımlanmasından sadece iki yıl sonra o zamanlar sadece 21 yaşında olan Saussure 1878 yılında çığır açan makalesini kaleme almıştır. Leipzig öğrencisinin bu yazısından ötürü çoğu Hint-Avrupa dilbilimcisi Hint-Avrupa dilinin ilk evrelerinde ne *a ne de *o olmadığından karşı çıkmışlardır. *E ya da *ai *o harfinden oluşmuştur, bunu da gırtlak yapısı etkilemiştir. Gırtlak harfleri diğer fonetiksel gerçekleşmelerinin tek başına gerçekleştiği ünsüzlerdir ve cırtlak sesler olarak karakterize edilmektedirler. De Saussure eski Hintçedeki belirgin görüngüleri bir birimsel sistem içinde açıklayabilmek için gırtlak harflerini keşfetmiştir. İlk başta sadece birkaç araştırmacı onun fikrini takip etmiştir. Saussure'e olan ilgi, Türkiye'de bundan yaklaşık 100 yıl öncesi, kesin tarih olarak 1917 yılında, yani; Saussure'ün ölümünden dört yıl sonra kerpiç bir tahtanın keşfedilmesiyle artmıştır. Bu kerpiç yazı tahtasında yazan yazı Hititçeydi. Çorum Alacahöyük'te bulunan bu kerpiç yazı tahtasının heyecan yaratmasının iki sebebi vardır: İlk olarak bu tahta bugüne kadar kaydedilen en eski Hint-Avrupa diline tanıklık etmektedir; bu konuya ilişkin en eski metinler milattan önce 1700 yılına uzanmaktadır. İkinci ve çoğu araştırmacıya göre daha önemli neden ise Hitit dilinin Saussure'ün kuramını tasdik ediyor olmasıdır; çünkü Polonyalı dilbilimci Jerzy Kuryłowicz (1895-1978) Hitit dilinde Hint-Avrupa diline özgü kelimeler keşfetmiştir. Bu kelimeler Saussure'ün ortaya koyduğu h-sesini içinde bulundurmaktaydı. Bugün Hint-Avrupa dilbilimcilerinin çoğu gırtlak harfleri kuramını (bir ya da diğer biçimde) kabul etmektedirler. Saussure 1880 yılında Leipzig kentinde doktorasını tamamladıktan sonra önce Paris'e ve 1891'de de Cenova'ya taşınmıştır. Saussure Cenova'da kendini, kurucusu olarak kabul edildiği modern dilbilime Saussure'ün öğrencisi Antoine Meillet (1866-1936) ve onun sayısız öğrencileri sayesinde Saussure'ün dört yıl boyunca bilimsel çalışma yaptığı memleketi olan Leipzig dünya genelinde en önemli Hint-Avrupa dilleri öğretilen ve bu diller hakkında araştırma yapılan yer olarak kabul görmüştür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6581", "len_data": 22082, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 4.11 }
Nihat Haluk Bilginer (d. 5 Haziran 1954, İzmir), Türk sinema, tiyatro ve dizi oyuncusu, seslendirmen ve yönetmendir. Bilginer, Ankara Devlet Konservatuvarı'nda tiyatro eğitimi aldıktan sonra, İngiltere'de Londra Müzik ve Drama Sanatları Akademisi'nde ileri düzey tiyatro eğitimi aldı. 1980 ile 1991 yılları arasında İngiltere'de çeşitli oyunlarda ve müzikallerde yer aldı. Ayrıca 1985 ile 1989 yılları arasında "EastEnders" adlı pembe dizideki Mehmet Osman rolüyle uluslararası tanınırlık kazandı. 1987'de "Gecenin Öteki Yüzü" filmi için Türkiye'ye geldi ve Zuhal Olcay ile başrolü paylaştı. 1990 yılında Tiyatro Stüdyosu'nun kurucuları arasında yer aldı ve 1996'da Zuhal Olcay'la birlikte Oyun Atölyesi'ni kurdu. 1996'da Tomris Giritlioğlu'nun "80. Adım" filminde rol aldıktan sonra, "İstanbul Kanatlarımın Altında" (1996) "Usta Beni Öldürsene" (1997) ve "Masumiyet" (1997) gibi ödüllü filmlerde performans sergiledi. Bilginer, 1997, 2005 ve 2006 yıllarında Afife Tiyatro Ödülleri'nde üç farklı kategoride ödüller aldı. 2010'da "Ezel" dizisinin ikinci sezonunda Kenan Birkan karakterini canlandırdı. 2014'te başrolünde yer aldığı "Kış Uykusu" filmi, Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye kazandı. 2018'de ise "Şahsiyet" dizisindeki Agâh Beyoğlu performansıyla 47. Uluslararası Emmy Ödülleri'nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldı. Ayrıca "Cadılar Bayramı" (2018) dâhil olmak üzere birçok Hollywood filmlerinde karakter oyuncusu olarak rol aldı. Genellikle kötü adamları ve sempatik olmayan karakterleri canlandırmaktadır. Bilginer, sinema, televizyon ve tiyatro alanlarında yaptığı çalışmalarla birçok ödülün sahibidir. Kadir Has Üniversitesi Tiyatro Bölümü Danışma Kurulu üyesidir. Oyunculuk kariyerinin yanı sıra "Oyuncak Hikayesi" ve "Buz Devri" animasyon film serilerinde seslendirme yaptı. Yaşamı. 5 Haziran 1954 tarihinde İzmir'in Seferihisar ilçesinde doğdu. Babası sigortacı Tahsin Bey, annesi ev hanımı Bedriye Hanım'dır. Çiftin üç çocuğunun ortancası olan Haluk Bilginer'in çocukluğu İzmir'de geçti, İzmir Özel Türk Kolejinde eğitim gördü. Lise son sınıfta okulunun tiyatro koluna girdi ve oyuncu Cahit Gürkan'ın öğrencisi oldu. "Demokrat İzmir" gazetesinin açtığı liseler arası tiyatro yarışmasında ilk ödülünü aldı. Jürideki tiyatro müdürü Ragıp Haykır'ın davetiyle, İzmir Devlet Tiyatrosu'nda konuk oyuncu olarak çalıştı. Ankara Devlet Konservatuvarı'nda tiyatro öğrenimi gördü. Mezun olduktan sonra İngiltere'ye giderek Londra Müzik ve Drama Sanatları Akademisi'nde (LAMDA) ileri tiyatro öğrenimi gördü. 1980 ile 1991 arasında İngiltere'de çeşitli tiyatrolarda rol aldığı oyun ve müzikallerden başlıcaları: "My Fair Lady", "Kafkas Tebeşir Dairesi", "Macbeth", "Pal Joey", "Belami" (West End'de Ken Hill'in) "Phantom of the Opera" ("Operadaki Hayalet". 1987 yılında "Gecenin Öteki Yüzü" adlı film çekimi için İstanbul'a geldi. Hayatını bir süre İstanbul-Londra arasında sürdürdü. 1990 yılında Ahmet Levendoğlu ve Zuhal Olcay ile Tiyatro Stüdyosu'nu kurdu. Tiyatro Stüdyosu'nun "Aldatma" (Harold Pinter), "Kan Kardeşleri" (Willy Russell), "Derin Bir Soluk Al" (Ben Elton), "Çöplük" (Turgay Nar), "Histeri" (Terry Johnson) ve "Balkon" (Jean Genet) oyunlarında başrolleri üstlendi. 1992'de Zuhal Olcay ile evlendi. Çift, birlikte Hollywood'da "Indiana Jones" dizisinde, Türkiye'de de Yavuz Özkan'ın "İki Kadın" filminde rol aldı. Bilginer, 1996'da Tomris Giritlioğlu'nun "80. Adım" filminde, ardından "İstanbul Kanatlarımın Altında", "Usta Beni Öldürsene" ve "Masumiyet"" gibi ödüllü filmlerde rol aldı. 1993'te Türkiye'nin ilk reality show'u olan "Sıcağı Sıcağınayı sundu. Haluk Bilginer ve Zuhal Olcay, bir tiyatro salonu sahibi olmak için Odeon Sineması'nı kiralayıp inşaata başladı; 1996'da çıkan yangından sonra 1999'da Moda'da baştan yaptıkları bir salonda Oyun Atölyesi'ni kurdular. Çift, 2004 yılında boşandı. 2006 yılında müzik sanatçısı Aşkın Nur Yengi ile evlenen Bilginer'in bu evlilikten Nazlı adında bir kızı bulunmaktadır. Çift, 2012 yılında boşandı. Bilginer, 1997, 2005 ve 2006 Afife Tiyatro Ödülleri'nde sırasıyla Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu ("Histeri"), Yılın En Başarılı Müzikal ya da Komedi Erkek Oyuncusu ("Cimri"), Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Müzikal ya da Komedi Erkek Oyuncusu ("Jeanne d’Arc’ın Öteki Ölümü") ödüllerine değer görüldü. "Neredesin Firuze" filmindeki rolü ile 9. Sadri Alışık Ödülleri En İyi Oyuncu Ödülü, 2014 yılında "Kış Uykusu" filminde canlandırdığı "Aydın" karakteri ile 10. Ankara Uluslararası Film Festivali En İyi Erkek Oyuncu Ödülü, 2018'de yayımlanan "Şahsiyet" dizisindeki "Agâh Beyoğlu" rolü ile Uluslararası Emmy Ödülleri'nde En İyi Erkek Oyuncu ödülü dâhil birçok ödül kazandı. "Şahsiyet"'in yanı sıra birçok Türk dizisinde başrol oynadı. Çok iyi düzeyde İngilizce bilmektedir. Filmografisi. Seslendirme. NOT: Başta, Türk Telekom olmak üzere çeşitli reklam filmlerinde de seslendirme yapmıştır/yapmaktadır. Tiyatro oyunları. İngiltere Türkiye Aldığı ödüller. Bilginer'in sinema, tiyatro ve televizyon alanlarında çalışmaları vardır ve bu çalışmalarla çeşitli ödüller kazanmış ya da aday gösterilmiştir. Televizyon alanındaki çalışmalarıyla Uluslararası Emmy Ödülü kazanmıştır ve dört Altın Kelebek Ödülü sahibidir. Tiyatro alanındaki çalışmaları ile Afife Tiyatro Ödülleri ve Sadri Alışık Ödülleri'nde ödül almıştır. Sinema alanındaki çalışmaları ile çeşitli film festivallerinden ödüller kazanmış ve Sinema Yazarları Derneği Ödülleri'nde iki kez En İyi Erkek Oyuncu ödülü almıştır. 28. Adana Altın Koza Film Festivali'nde Onur Ödülü verilmiştir. Dış bağlantılar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6582", "len_data": 5540, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.23 }
Zuhal Olcay (d. 10 Ağustos 1957, İstanbul), Türk oyuncu ve şarkıcıdır. Hayatı. 1957 yılında İstanbul'da doğdu. Babası erkek berberi Cevat İşanç, annesi ev hanımı Süheyla İşanç'tır. Ailesinin tek çocuğuydu. Çocukluğunu Üsküdar'da geçirdi. İlkokulu Halil Rüştü İlkokulu'nda ardından Üsküdar Kız Lisesi'nde okudu. Büyük teyzesi konservatuvarda piyano öğretmeni, teyzelerinden birisi devlet tiyatrosu sanatçısı, bir teyzesi ve eniştesi operacı olan Olcay, ailesinde çok sayıda sanatçı olmasının etkisi ile sanata yöneldi. 14 yaşını doldurduktan sonra Ankara'ya giderek konsevatuvarın tiyatro bölümüne girdi. 1976'da Ankara Devlet Konservatuvarı yüksek bölümünü bitirdi. Aynı yıl sınıf arkadaşı Selçuk Yöntem ile evlendi. Bir sene kadar eşi ile birlikte Londra'da yaşadı; dil öğrendi ve çeşitli işlerde çalıştı. Yurda döndükten sonra Devlet Tiyatroları'nda oyunculuğa başladı. Üç yıl süren ilk evliliğinin ardından iş insanı Zafer Olcay ile evlenen Zuhal Olcay, İzmir'e yerleşti ve İzmir Devlet Tiyatrosu'nda oyunculuk yaptı. 1981 yılında kızı Ceren dünyaya geldi. Olcay, 1983'ten itibaren çeşitli televizyon yapımlarında rol aldı; ilk televizyon filmi olan "Sönmüş Ocak"'tan sonra "Parmak Damgası" adlı yapım ile tanındı. Film festivallerinde aldığı ödüller ününü artırdı. 1987 yılında ikinci eşi Zafer Olcay'dan boşandı. Sinema oyunculuğu ile birlikte tiyatro oyunculuğunu da sürdüren Olcay; 1986'da "Martı'"daki Nina rolüyle Avni Dilligil Tiyatro Ödülü'nü, 1988'de "Balkon"'daki İrma rolüyle Ankara Sanat Ödülü'nü kazandı. 1989'da "Evita" adlı müzikalde Evita'yı oynadı. Evita müzikalindeki başarısı üzerine şarkıcılık kariyeri başladı. "Dünden Sonra, Yarından Önce" adlı filmde şarkıları seslendiren Olcay, daha sonra Onno Tunç'un bestesi olan parçayı bir albümde seslendirdi. 1989'da "Sahte Cennete Veda" adlı filmdeki rolüyle Almanya'da Altın Film Şeridi En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanarak uluslararası bir başarı elde etti. 1987'de eşinden ayrılan Olcay, üçüncü evliliğini 1992'de Londra'da tiyatro oyuncusu Haluk Bilginer ile yaptı. 1990'da Haluk Bilginer ile birlikte Tiyatro Stüdyosu adlı özel tiyatronun kurucuları arasında yer aldı ve bu tiyatroda Aldatma, Kankardeşler, Histeri, Balkon gibi oyunlarda başrol üstlendi. 1990'da senaryosunu Orhan Pamuk'un (Kara Kitap adlı kendi romanından) yazdığı, Ömer Kavur'un yönettiği, Antalya Altın Portakal Festivali'nde En İyi Film Ödülü'nü ve Uluslararası İstanbul Film Festivali En iyi yerli film ödülü'nü alan Gizli Yüz'de oynadı. Çeşitli siyasi eylemlere de katılan Olcay'a Bakırköy Belediye Başkanı Adaylığı teklif edildi. Üsküdar'da kiralayıp restore ettikleri Tiyatro Stüdyosu'nun 1996'da yanması üzerine 1999'da Haluk Bilginer ile birlikte Oyun Atölyesi'ni kurdu. Olcay, Oyun Atölyesi'nin sahnelediği ilk oyun olan Steven Berkoff’un "Dolu Düşün Boş Konuş" adlı oyunundaki rolüyle Afife Tiyatro Ödülleri "En İyi Komedi Kadın Oyuncusu" Ödülü'nü aldı. Çift, İstanbul'un Moda semtinde bir apartmanı restore ederek oluşturduğu tiyatro mekanını 2002'de açtı. Zuhal Olcay'ın Bilginer ile olan evliliği 2004 yılında sona erdi. 2000 yılında Düşünceye Özgürlük 2000 adlı kitaba yayıncı olarak imza koyan 23 kişiden biri oldu. DGM tarafından "halkı, sınıf, ırk, din, mezhep ve bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek" suçlarından, Yargıtay 9. Ceza Dairesi ise "kanunun cürüm saydığı neşriyatı nakletmek" suçundan yargılandı. 2003 yılında bu dava beraat kararı ile sonuçlandı. 2001 yılında Tayfun Pirselimoğlu'nun yönettiği Montreal Dünya Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü olan Hiçbiryerde'de oynadı. 2002-2004 yılları arasında “Siyah- Beyaz Dinleti” adlı müzikal bir gösteri yaptı. 2004 yılında üçüncü eşi Haluk Bilginer'den boşandı. Müzik çalışmalarını önce Vedat Sakman, daha sonra Bülent Ortaçgil ile devam eden ve Küçük Bir Öykü, 'İyisin gibi parçalarla müzik listelerine giren Olcay'ın Küçük Bir Öykü (1989), İki Çift Laf (1990), Oyuncu (1993), İhanet (1998), Başucu Şarkıları (2001), Başucu Şarkıları-2 (2005), Aşk'ın Halleri (2009) ve Cengiz Onural'la ortak çalışması olan Hiçbiryerde isimli albümleri vardır. Olcay, 2008 senesinde TV8'de her perşembe "Mevzuhal" adıyla canlı performans programını sundu. Son olarak, 2015 senesinde "Başucu Şarkıları 3" albümünü yayınlamıştır. 2019'da 26. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde Onur Ödülü'ne değer görüldü. Festivalin bir yayını olarak hayatı Ali Can Sekmeç tarafından "İçimdeki Çocuk" adıyla kitaplaştırılmıştır. Zuhal Olcay, Oyuncular Sendikası'nın 5. Olağan Genel Kurulunda sendikanın Genel Başkanı seçildi. Hakkında açılan davaları. Sanatçı 2000 yılında hakkında açılan Düşünceye Özgürlük 2000 davası dışında, 2012 yılında hakkında "hakaret" suçundan görülen ceza davasında 10 bin 620 lira para cezasına çevrilen para cezası aldı. 5 Ağustos 2016'da, Kadıköy'de bir mekanda söylediği şarkı sırada Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hakaret içerecek şekilde eliyle hareket yaptığını şeklindeki şikayet sonucu "cumhurbaşkanına alenen hakaret" suçundan açılan davada 2018 yılında önce bir yıl hapis cezasına çarptıran İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi, eylem alenen gerçekleştiği gerekçesiyle cezayı 1 yıl 2 aya çıkardı. Daire hapis cezasının ertelenmesine, sanığın 1 yıl 6 ay süreyle denetime tabi tutulmasına hükmetti. Erdoğan'ın avukatları ise 11 ay 20 günlük hapis cezasının ertelenmesi yönünde verdiği kararı temyiz etti. 19 Temmuz 2019'da Yargıtay 16. Ceza Dairesi, ertelenen 11 ay 20 gün hapis cezasını onadı. Dış bağlantılar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6583", "len_data": 5478, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.3 }
Ekrem Akurgal (30 Mart 1911 - 1 Kasım 2002), Türk arkeolog. Çocukluğu. 1911 yılında annesinin ailesinin Filistin'deki çiftliğinin bulunduğu Hayfa yakınlarındaki köyü Tû'l-Kerim'de doğdu (Tû'l-Kerim aynı zamanda sonradan arkeoloji dünyasında büyük önem kazanacak antik Caesareia kentinin kalıntılarının bulunduğu yerdir). Osmanlı'nın Hersek vilayetine müftüler ve yöneticiler yetiştirmiş köklü bir aile olan Rizvanbegovic ailesinden gelen babası başkentte doğmuş görünmesini yeğlediği için nüfusuna İstanbul yazdırmıştır. Akurgal 2 yaşındayken ailesi İstanbul'a dönmüş, bir süre Adapazarı'nın Akyazı ilçesindeki çiftliklerinde kalmışlardır. 6 yaşından itibaren halasının eski Hersek müftüsü olan ve Darülfünun 'da Arap edebiyatı müderrisliği yapan kocası Cabizade Ali Fehmi Efendi'nin evinde kalmaya başlamış ve ilk eğitimini burada almıştır. Eğitimi. 1931'de İstanbul Erkek Lisesi'ni bitirdi. Devlet sınavını kazanarak Almanya'da arkeoloji öğrenimi gördü.1934 yılında Soyadı Kanunu çıkınca, babasının isteği üzerine, bir Sümer kralının adı olan ve Sümerce'de a-'baba, su' kur- 'ülke' ve gal-'büyük' kelimelerinin yan yana gelmesinden oluşan Akurgal soyadını aldı. A-KUR-GAL Türkçeye tercüme edilmek istenirse: "Büyük su ülkesi" anlamına gelmektedir. 1957 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde ordinaryüs profesör oldu. Arkeolojik çalışmaları. Ege'de Foça (Phokaia), Çandarlı (Pitane), Çeşme-Ildırı Erytrai ve Smyrna/Bayraklı-Tepekule Höyüğü antik kentlerini ortaya çıkarmıştır. Ölümüne dek uzun süre Bayraklı-Eski İzmir kazılarını yürüttü. Eski Yunan, Hitit-Hatti ve eski Anadolu Uygarlıkları üzerine çeşitli dillerde sayısız eseri yayınlanmıştır. Türkiye İnsan Hakları Kurumu Vakfı (TİHAK) kurucu üyesiydi. Çalışmaları, kendisi de bir uzman arkeolog olan ve sağlığında en yakın asistanlığını yürüten eşi Meral Akurgal tarafından sürdürülmekteydi. Akurgal, Türkiye'de arkeoloji bölümlerinde akademik olarak görev yapmış ve yapmakta olan birçok arkeoloğun hocasıdır. Bu yüzden "Hocaların Hocası" olarak anılır. Akurgal, Avrupa'da yedi akademiye üyedir ve dünyadaki pek çok bilim kuruluşunun şeref üyesidir. Akurgal, 2002 yılında İzmir'de öldü. Ordinaryüs Prof. Ekrem Akurgal'ın 30 yılını verdiği Smyrna kazısına gömülme isteği yerine getirilmedi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6596", "len_data": 2270, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.44 }
Gaziemir, İzmir'in bir ilçesidir. İlçenin batısında ve kuzeyinde Karabağlar, doğusunda Buca, güneyinde Menderes ilçeleri bulunmaktadır. İlçenin yüzölçümü 70 km²dir. 1965'e kadar taşıdığı tarihi ismi Seydiköy'dür. Rumeli göçmenlerinin ağırlıklı unsuru oluşturduğu bir nüfus yapısına sahip olan Gaziemir, günümüzde ilçe hudutları içinde bulunan askerî birliklerin çekirdeğini teşkil eden Hava Teknik Eğitim Komutanlığı'nın kurulması ve sonraki yıllarda gelişen Ulaştırma Tugay Komutanlığı ile önemli bir askeri potansiyeli bünyesinde barındıran farklı bir yerleşim birimi haline gelmiştir. Gaziemir, son yıllarda sanayinin ve ticaretin geliştiği bir bölge olarak ortaya çıkmıştır. Merkezde, Akçay Caddesi üzerinde tekstil ve mobilya üretim imalathaneleri ve satış mağazaları yer alır. Sarnıç beldesi etrafında sanayi kuruluşları toplanır. Gaziemir, sanayi ve ticaret gücü yanında, sahip olduğu üstün konut potansiyeliyle de önem kazanmıştır. Adnan Menderes Havalimanı, Gaziemir Hava Üssü, Fuar İzmir, Ege Serbest Bölgesi ve Uzay Kampı Türkiye, Gaziemir sınırları içerisinde yer almaktadır. Ayrıca İzmir Optimum Outlet buradadır. Tarihçe. Seydiköy ve civarı Türk hakimiyetine halk arasında Aydınoğulları Beyliği'nin kurucusu ve Umur Paşa olarak tanınan, Aydınoğlu Gazi Umur Bey döneminde geçmiştir. Seydiköy'de bulunan ve kuruluş tarihi kesin olarak bilinmeyen Seyyid Mükremeddin Zaviyesi ve Dizdar Hasan Ağa vakfiyesi bir cami ve çeşme, buradaki ilk Türk yerleşiminin çekirdeğini oluşturmuştur ve bunların ilki yerleşime ismini vermiştir. Seydiköy Türk yerleşimi ile ilgili en erken tarihli belge 1530 tarihli "tapu tahrir defteri"dir ve Seydiköy'ün Konya'dan göçmüş Yörük boyları tarafından kurulmuş olduğuna işaret etmektedir. 18. yüzyıldan itibaren Batı Anadolu'nun zeytin/üzüm/incir/pamuk ihracatına dayalı olarak uluslararası boyutta gelişiminin bir sonucu olarak Seydiköy, Ege Adaları kaynaklı yoğun bir Rum nüfus akınına konu olmuş ve 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, bir yandan İzmir'e güneyden giriş öncesinde kilit bir idari merkez olma özelliğine kavuşmuş, bir yandan da Türk nüfus ağırlığını kaybetmiştir. Bu gelişimin en önemli faktörlerden birisi, tren yolu ile birlikte bugünkü yerinde tesis edilmiş olan Gaziemir İstasyonu olmuştur. Yunan işgali sırasında yıkıma uğramış olduğu için ve 1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi sürecinde nahiye merkezi bir süre Cumaovası'na (bugünkü Menderes) taşınmıştır. Kavala'dan mübadil olarak getirilip iskan edilen yaklaşık 2.500 kişi (529 aile) Seydiköy'ün yeniden imar ve inşası bakımından önemli rol oynamıştır. Bu nüfusa, 1944 başta olmak üzere, sonraki yıllarda iskan edilmiş olan Bulgaristan göçmenlerinin eklenmesiyle ilçe günümüzdeki sosyo-kültürel çehresine kavuşmuştur. Eğitim. Gaziemir'de 13 ilkokul, 12 ortaokul, 8 ortaöğretim kurumu bulunmakta; 18.669 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda, 782 öğretmen görev yapmaktadır. Milli Savunma Üniversitesi Hava Astsubay Meslek Yüksekokulu da ilçede yer almaktadır. Altyapı. İlçede, sağlık hizmetleri; 1 semt polikliniği, 8 sağlık ocağı, 2 sağlık evi ve 1 verem savaş dispanseri tarafından verilmektedir. İlçeye ulaşım ESHOT otobüsleri ve İZBAN trenleriyle sağlanmaktadır. İzmir Çevre Yolu ilçeden geçmektedir. İlçede beş Bisim istasyonu bulunmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6600", "len_data": 3270, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.49 }
Seattle, Amerika Birleşik Devletleri'nin Washington eyaletinde bulunan bir şehirdir. ABD'nin en kuzeybatı ucunda bulunan King County'de yer almaktadır. Şehrin adı, şehrin kuruluşundan önce bölgede ikamet etmiş olup daha sonra göç ettirilen Kızılderili Duwamish ve Suquamish kabilelerinin önderi Şef Seattle ()'dan alındı. Seattle, ABD'nin en zengin ilk on şehrinden biridir. Kanada'da altın bulunması ile Kaliforniya'daki altın avcıları Kanada'ya hücum etmiştir. Kanada hükûmeti bir kural getirip altın avcılarının tam teçhizatlı olarak Kanada'ya girmelerini zorunlu tutmuş ve Seattle, Kanada'dan önceki son ABD şehri olduğundan bu sayede oldukça kalkınmıştır. Ayrıca Nirvana, Alice in Chains, Pearl Jam, Soundgarden gibi pek çok grunge müzik grubu bu şehirden çıktığı için şehir grunge müzikle anılır olmuştur. Meşhur Starbucks kafelerinin kurulduğu yer olmakla beraber Microsoft da burada kurulmuştur. Nüfus. 1990'da 516.332 olan nüfus, 2006'da 582.484 rakamına ulaşmıştır. Seattle'da yaşayan nüfusun %12'si 65 yaşın üzerindedir. 2000 yılı değerlerine göre işsizlik oranının %4,2 olduğu Seattle'da halkın ortalama olarak %5,3'ü İspanyol ve Latin Amerika, %8,4'ü Afrika, %13,1'i ise Asya kökenlidir. 2023'te bu sayı 755.078 olarak hesaplanmıştır. Politika ve yaşam. Seattle, kuzeybatısındaki Tacoma ve Olympia gibi kentlerin de etkisiyle ABD'nin geneline kıyasla daha çok demokratların hakim olduğu, sola yatkın bir yerdir. Yine de metro bölgesi gibi, liberallerin yoğunlukta olduğu yerler de vardır. ABD'nin en açık görüşlü yerlerinden biri olarak bilinen Seattle'ın Capitol Hill bölgesinde de hayli geniş bir eşcinsel topluluk yaşamaktadır. İklim. Ocak ayı ortalama sıcaklığı 4,5 °C iken, temmuzda 18,4 °C'dir. 1961 - 1990 yılları arasındaki ölçümlere göre yıllık olarak ortalama 944,6 m³ yağış almaktadır. Puget Sound'daki körfezi, karla kaplı, arka planda beliren Olympic ve Cascade dağlarıyla yemyeşil bir eyalet olan Washington ve hepsinin üzerinde yükselen 4.400 metrelik Rainer Dağı'yla çevrelenmiştir. İklim, şehre "Zümrüt" unvanını kazandıracak kadar canlı ve nemlidir. İlkbahar ve yaz mevsiminde burası gerçekten de pırıl pırıldır. Kardeş şehirler. Seattle'in resmen 22 tane kardeş şehri vardır:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6604", "len_data": 2207, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.29 }
Ege Bölgesi, Türkiye'nin yedi coğrafi bölgesinden biridir. İsmini kıyısında olduğu Ege Denizi'nden alır. Ege (Asıl Ege, Kıyı Ege) ve İç Batı Anadolu (İç Ege) olmak üzere iki bölüme ayrılır. Kuzeyde Marmara, doğuda İç Anadolu, güneyde Akdeniz bölgeleriyle ve batıda Ege Denizi'yle çevrilidir. Türkiye'nin en uzun kıyı şeridine sahip bölgesidir. Tarihî mekânları çoktur. Efes Antik Kenti, Laodikya Antik Kenti, Sardis Antik Kenti, Stratonikenia Antik Kenti, Tralleis Antik Kenti, Blaundus Antik Kenti, Aizanoi Antik Kenti gibi birçok tarihi mekân Ege Bölgesi'nin sınırları içindedir. Ege Bölgesi'nin iklimi Akdeniz İklimi'dir. Coğrafya. Sınırlar. Bölgenin sınırları kuzeyde Kaz Dağı, Madra Dağı, Simav Dağları ve Dominiç Dağı; doğuda Türkmen Dağı ve Emir Dağları; güneyde Karakuş Dağı ve Göreli Dağı; batıda Çanakkale'ye bağlı Bababurun'dan başlayarak tüm Edremit Körfezi, İzmir ve Aydın illerinin tüm kıyı şeritleri ve Muğla'da, Köyceğiz hariç olmak üzere, kuzeyden güneye Köyceğiz kıyılarına kadardır. Ovalar: Ege Bölümü'nde horstlar arasında kalan grabenler birer alüvyon ovasıdır. Bunlar Bakırçay, Gediz, Büyük ve Küçük Menderes grabenleridir. Bu grabenler fiziksel bir haritada yeşil renk ile gösterilir. Gediz ağzında Menemen Delta ovası, Büyük Menderes ağzında Balat Delta ovasından oluşmuştur. Nüfus ve toplumsal yapı. Kentleşmenin en yoğun yaşandığı bölge konumundadır. Ege Bölgesi'ndeki kentler, çoğunlukla ana yolların geçtiği oluklar ve verimli ovaların kenarlarında yer alır; kıyı kesiminde ise körfezlerin kenarlarında bulunur. Kırsal yerleşmeler, genellikle ovalardaki akarsu kenarlarında ve vadi içlerinde görülür. Türkiye nüfusunun 1/8 kadarı Ege Bölgesi'nde yaşamaktadır. Bu nüfusun yarıdan fazlası (%62,2) kentlerdedir. Ege Bölgesi'nin ortalama nüfus yoğunluğu ise Türkiye ortalamasının üzerindedir. Nüfus yoğunluğu açısından Marmara Bölgesi'nden sonra ikinci sırada bulunur. Ege Bölümü'ndeki ovalar üzerinde fazla olan nüfus yoğunluğu, İç Batı Anadolu Bölümü'nde ve Menteşe Yöresi'nde azalır. Nüfusu bakımından Ege Bölgesi'ndeki illerin sırası şöyledir: Ekonomi ve yerleşim. Tarım. Ege Bölgesi'nde nüfusun çoğunluğu iklim toprak koşulları ve ulaşım kolaylıklarının da elverişliliğiyle geçimini tarımdan sağlar. Ege bölümünde Akdeniz iklimine uygun bazı bitkiler (zeytin, üzüm vb.) ağır basar. Ege bölümünden, İç Batı Anadolu bölümüne geçildikçe tarımın niteliği değişir; tahıl ekimi artar ve hayvancılık geçimde daha önemli yer tutar. Tahıl ekiminde buğday başta gelir, onu arpa ve mısır izler. Buğday özellikle Afyon ve Denizli'de üretilir, Bu illeri İzmir, Aydın ve Muğla izler. Arpa ise Afyon ve Manisa illerinde ekilir, mısırın da başlıca ekim alanı Manisa'dır. Pirinç ekimine ovalarda az miktarda yer verilir. Bölgede yaş ve kuru sebze üretimine de önem verilir. İklim koşulları uygun olduğu için, turfanda sebze (domates, fasulye vb.) yetiştirilerek diğer bölgelere yollanır. Soğan ve patates ekimi yaygındır; baklagillerden en çok nohut ekilir. Kavun ve karpuz üretimi de yaygın biçimde yapılmaktadır. Bölgede yetiştirilen sanayi bitkileri arasında tütün, pamuk, susam, keten ve şekerpancarı baş sıralarda yer alır. Edremit Körfezi kıyıları yağ zeytini üretimi kesir ağaç sayısı bakımından önemlidir. Üzüm bağlarına da bölgenin her yerinde rastlanır. Üzüm ayrıca şarap ve pekmez yapımında da kullanılır. Kuru üzüm Manisa-İzmir civarında, kış soğuğuna dayanamayan incir ise kıyı kesimlerde özellikle Aydın'da yetişir. Türkiye'deki incir ağaçlarının yaklaşık olarak %81'i Ege Bölgesi'ndedir. Turunçgiller bölgenin özellikle güney kesiminde yetişir; Kuşadası Körfezi ve Bodrum Yarımadası'nda mandalina; Aydın ve Nazilli arasında portakal, limon, mandalina ve turunç yetişir. Hayvancılık. Ege bölgesinde hayvancılık çok gelişmemiştir. Üstelik yakın dönemde otlakların daralması nedeniyle, hayvan sayısında azalma gözlenmektedir. Kıyı kesimde daha çok kıl keçisi, tiftik keçisi ve koyun, iç kesimlerde sığır ve manda besiciliği yaygındır. Balıkçılık ise eski önemini kaybetmiştir. Özellikle İzmir Körfezi'nin sularının pis olmasından dolayıdır. Yine eski önemini yitirmiş olmakla birlikte Bodrum kıyılarında sünger avcılığı yapılmaktadır. Aynı zamanda Ege Bölgesi'nde kümes hayvancılığı ve arıcılık da yapılır. Sanayi. Sanayi bakımından Marmara Bölgesi'nden sonra ikinci sırada gelir. Bölümler arasında gelişmişlik ve sanayi oranı bakımından büyük farklılık vardır. Asıl Ege Bölümü sanayi bakımından daha gelişmiştir. Zaten bölgenin en büyük ve gelişmiş kenti İzmir de bu bölümde yer alır. İzmir sanayisi, fuarı ve ihracat limanı ile bölgenin önemli kentidir. İzmir'de Aliağa Petrol Rafinerisi de bulunmaktadır. İzmir'de otomotiv, madeni eşya, kimya, seramik, dokuma, çimento, sigara ve zeytinyağı; Edremit ve Ayvalık'ta zeytinyağı; Aydın'da tarımsal üretim ve incir işleme fabrikaları; Manisa'da sanayi ve tarım; Denizli ve Uşak'ta dokuma; Uşak'ta şeker, seramik, kümes hayvancılığı, altın madenciliği ve deri; Afyonkarahisar'da şeker, çimento ve mermer; Uşak, Gördes, Kula, Demirci ve Simav'da halıcılık sektörleri vardır. İhracat sıralamasında İzmir, Manisa ve Denizli ilk onda kendilerine yer bulmaktadır. İşsizlik oranın en düşük olduğu illerin başında Denizli gelir, nüfusuna oranla en fazla sanayi ve ticaret hacmine sahip olması bu durumda etkilidir. Ege Bölgesi'nde üretilen incir, zeytin gibi ürünlerin üretimleri-işlenmeleri yapılır. İzmir'de toplanmış olan başlıca sanayi kolları arasında dokumacılık da vardır. Dokumacılık ve tekstil Denizli ve Uşak'ın ilçelerinde oldukça fazladır. Turizm. Ege Bölgesi turizm potansiyeli olarak Türkiye'de Akdeniz Bölgesinden sonra gelmektedir. Birçok tarihî eser, yapıt, kalıntı; Efes, Didim, Pamukkale, Hiearpolis, Laodikeia gibi tarihî yerler ve buna ilave olarak doğa harikası sahillere sahip olan Fethiye, Bodrum, Marmaris, Didim, Kuşadası ve Çeşme gibi önemli plajları ve mavi bayraklı sahilleri ile gözde turizm ve tatil bölgeleri mevcuttur. Ulaşım. Kara yolu ulaşımı. Ege bölgesinde karayolu ulaşımı oldukça gelişmiştir. Başlıca ulaşım merkezleri: İzmir, Afyonkarahisar, Manisa ve Denizli önemli kavşak yolları üzerindedir. Deniz yolu ulaşımı. İzmir, Çeşme, Aliağa, Dikili, Ayvalık, Kuşadası, Didim, Bodrum, Fethiye, Marmaris, Hava yolu ulaşımı. İzmir, Dalaman, Milas, Denizli, Kütahya, Edremit, Uşak. Demir yolu ulaşımı. Bölgede demir yolu ulaşımı özellikle yük ve yolcu taşımacılığında kullanılır. Türkiye'nin ilk demir yolu İzmir ve Aydın arasına döşenmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6614", "len_data": 6437, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.41 }
Çocuk edebiyatı, çocuklar için konuları, karakterleri ve kullanılan dil özelleştirilerek hazırlanan edebî eserlerin oluşturduğu edebiyat koludur. Anton Çehov gibi edebiyat dünyasının önemli bazı isimleri bu kavramın bir edebiyat türü olarak ele alınamayacağını, yalnızca 'doz' olarak edebî vurgunun hafifletilerek sunulduğunun altını çizmektedirler. Edebiyatın dozunun hafifleştirilmesine Türk edebiyatından örnek olarak Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu eserleri ya da Yaşar Kemal, Aziz Nesin gibi yazarların çocuk öyküleri gösterilebilir. Akademik olarak kesin çizgilerle bir tanımı olmasa da, çocuklara yönelik olan edebî ürünler yeni bir sektör yaratmış; böylece, "çocuk edebiyatı" alt başlığında bir edebiyat türü olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Çocuklara yönelik edebi eserleriyle dünya çapında en önemli isimlerden biri olan Enid Blyton, aynı zamanda kitapları başka dillere en çok çevrilen İngiliz yazarlardan biridir. Bu durum, çocuk edebiyatına dünya çapında gösterilen büyük ilginin bir önemli bir göstergesidir. Öte yandan, çoğu zaman bu edebiyat türü içinde değerlendirilen masallar ise, akademik edebiyat tanımı içinde kesinlikle ayrı bir türdür ve "çocuk edebiyatı" içinde değerlendirilmez. Türk edebiyatında çocuk yazınının ilk özgün eser ise 1859 yılında Kayserili Doktor Rüştü tarafından hazırlanan Nuhbetü’l-Etfal adlı alfabedir. Söz konusu alfabe çocuklarla ilgili hikâyelerle birlikte fabl çevirilerine de yer vererek çocuklara okumayı sevdirme amacı gütmüştür. Çocuklara yönelik ilk gazete ise 1869'da çıkarılan ve 49 hafta boyunca yayımlanan Mümeyyiz'dir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6617", "len_data": 1581, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 4 }
Karaburun Yarımadası, İzmir'in batısında kuzey-güney doğrultusunda bir yarımadadır. Urla Yarımadası'nın kuzey bölümünü oluşturur. Karaburun ilçesi yarımada üzerindedir. Coğrafi özellikleri. Karaburun Yarımadası, Anadolu Yarımadası'nın batısının büyük bir bölümünü oluşturan Ege Bölgesi'nin Ege Denizi'ne doğru uzanan ve en çıkıntı yapan kara parçası olan Urla Yarımadası'nın kuzey bölümünü oluşturur. İzmir'in batısında kuzey-güney doğrultusunda bir yarımadadır. Yarımada genelde oldukça engebeli bir yeryüzü yapısına sahiptir. Orta bölümünde kuzey-güney istikametinde uzanan Bozdağ kütlesi, yarımadanın en yüksek kesimini oluşturur. Dağlar denize dik inerler ve bu durum Karaburun Yarımadası'nın yerleşimini oldukça etkilemiştir. Mordoğan, Yeniliman, Badembükü ve Denizgiren mıntıkalarının bir bölümü ovalıktır. En yüksek tepesi 1218 m yüksekliğindeki Akdağ'dır ve kuzeyde yer alır. Engebeli bir kütle oluşturur; Paleozoik, ikinci zaman ve neojen tortulları ile andezit bazaltlardan oluşan karmaşık bir jeolojik yapısı vardır. Yer yer kireçtaşlarına bağlı olarak çeşitli boyutta karst şekilleri de gelişmiştir. Ulaşım. Karaburun'a gitmek için İzmir-Çeşme otoyolunu izlemek gerekiyor. Bu yol Karaburun sapağına kadar 45 kilometre. Sapaktan sonra ise 55 kilometre daha yol almak gerekiyor. Özellikle Karaburun'a yaklaşırken yol oldukça virajlı ve zorludur. İzmir-Karaburun arası yaklaşık 100 kilometredir. Karaburun'a en yakın havaalanı İzmir'dedir. Tematik yollar. Son yıllarda açılan Efes - Mimas Yolu'nun bir bölümü Karaburun Yarımadası'ndan geçmektedir. Dört farklı tematik güzergâhtan oluşan Efes - Mimas Yolu; yürüyüş, bisiklet, zeytin ve bağ ve mavi rotalara sahiptir. Selçuk, Menderes, Seferihisar, Güzelbahçe, Urla, Çeşme ve Karaburun ilçelerinden geçen Efes - Mimas yolu aynı zamanda İyon kültürüne ait tarihi şehirlerin içinden de geçmektedir. Rotaların ana güzergâhını Ephesus (Efes-Selçuk), Kolophon (Değirmendere-Menderes), Lebedos (Ürkmez-Seferihisar), Teos (Sığacık-Seferihisar), Klazomenai (İskele-Urla) ve Erythrai (Ildırı-Çeşme) oluşturmaktaıdr.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6625", "len_data": 2063, "topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE", "quality_score": 3.42 }
İç Anadolu Bölgesi, Anadolu'nun orta kısmında yer alan, Türkiye'nin yedi coğrafi bölgesinden biridir. Türkiye'de gelişmiş bölgeler arasında yer alır. Konumu sebe­biyle bu bölgeye "Orta Anadolu" da denir. İç Anadolu Bölgesi'nin yüzölçümü 151.000 km² olup bu alan Türkiye topraklarının %21'ini kaplar. Yüzölçümü bakımından Doğu Anadolu'dan sonra ikinci büyük bölgedir. Güneydoğu Anadolu Bölgesi dışında diğer bölgelerin hepsiyle komşudur. Aynı zamanda Türkiye'nin "tahıl ambarı" olarak da anımsanır. İç Anadolu Bölgesi'nde toplam 13 il vardır. İller. İl merkezleri temel alındığında, İç Anadolu Bölgesi sınırları içinde yer alan 13 il şunlardır: Bu illerden Ankara, Eskişehir, Çankırı ve Yozgat'ın bazı ilçeleri Karadeniz Bölgesi'ne, Sivas'ın bazı ilçeleri Karadeniz ve Doğu Anadolu Bölgesi'ne, Konya, Karaman ve Niğde'nin güney ilçeleri Akdeniz Bölgesi'ne, Kayseri'nin bazı ilçeleri Akdeniz ve Doğu Anadolu Bölgeleri'ne girer. Ayrıca Afyonkarahisar, Bilecik, Çorum, Tokat ve Erzincan illerinin bazı ilçeleri bu bölgeye girer. Karasal iklim görülür. Bölümler. İç Anadolu Bölgesi dört bölümden oluşmaktadır, bunlar:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6627", "len_data": 1112, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.33 }
Curaçao (; Papiamento: "Kòrsou"), Karayip Denizi'nin güneyinde ve Venezuela'nın kuzeyinde yer alan bir ada. Hollanda Krallığı'nı meydana getiren dört ülkeden biridir. Başkenti Willemstad şehridir. Yüzölçümü olan adanın nüfusu 150.000'den fazladır. 10 Ekim 2010'dan önce Hollanda Antilleri'nin bir parçasıydı. Toplum yapısı. Toplum. Adada (çoğunluğu başkent Willemstad'da olmak üzere) yaklaşık 150 bin kişi yaşar. Halkın çoğunluğu Afrika kökenli olup Arap (Lübnan), Çin, Hint, Avrupa, Kolombiya, Venezuela kökenli kişiler de vardır. Dil. Halkın dili Papiamento olmasına karşın, resmî dil 2007'ye dek yalnızca Felemenkçe iken, o yıl Papiamento da ikinci resmî dil olarak eklenmiştir. 2001 sayımına göre, toplumun %81'i evde Papiamento konuşurken %8'i Felemenkçe, %6'sı İspanyolca, %3'ü İngilizce ve %2'si de öteki dilleri konuşmaktadır. Din. 2001 sayımına göre, Curaçao toplumunun %80,1'i Katolik, %4,6'sı dinsiz, %3,6'sı Protestan, gerisi de öteki dinlerdendir. Siyaset. Curaçao'nun politikası, sosyo-ekonomik eşitsizliklerin yarattığı gerilimleri ve sömürgecilik ve Atlantik Köle ticaretinin mirası olan ırksal hiyerarşileri yansıtır. Sömürgecilik ve Curaçao ile Hollanda arasındaki süregiden siyasi ilişki de gerginliklerin olduğu bölgelerdi. 10 Ekim 2010 tarihinde yapılan referandumun ardından Curaçao, Hollanda Krallığı'nın bir parçası olarak özerk bir ülke oldu. Referandum öncesinde, Venezuela kıyılarındaki Karayipler'deki ada ülkesi Hollanda Antilleri'nin bir parçasıydı. Sint Maarten adası da özerk hale gelirken, daha az nüfuslu Karayip Hollandası olarak adlandırılan Bonaire, Sint Eustatius ve Saba adaları Hollanda tarafından yönetilen belediyelerdir. Ekonomi. Curaçao'da açık deniz petrol platformu Willemstad'ın tarihi bölgesi, 1997'de UNESCO tarafından Dünya Mirası ilan edildi. Curaçao açık bir ekonomiye sahiptir. Turizm, uluslararası ticaret, nakliye hizmetleri, petrol arıtımı, depolama (petrol ve bunkering) ve uluslararası finansal hizmetler en önemli sektörlerdir. Dünyanın en büyük petrol sahası hizmetleri şirketi olan Schlumberger, Curaçao'da kuruldu. Isla petrol rafinerisinin, Curaçao'nun dünyanın kişi başı CO2 emisyonu açısından en yüksek beş ülkesindeki konumundan sorumlu olduğu iddia ediliyor. Sint Maarten ile birlikte Curaçao, para birimi olarak Hollanda Antilleri guldeni kullanıyor. Ekonomisi, gelişmiş yaşam standardını destekleyerek, kişi başına düşen GSYİH (PPP) açısından dünyada 46. ve kişi başına düşen nominal GSYİH açısından dünyada 27. sırada yer alan yüksek yaşam standardını desteklemektedir. Curaçao, Dünya Bankası tarafından tanımlanan yüksek gelirli bir ekonomiye sahiptir. Willemstad limanıyla ilgili faaliyetler (Serbest Ticaret Bölgesi gibi) ekonomiye önemli katkı sağlamaktadır. Hükûmetin ekonomisini daha çeşitli hale getirme hedefine ulaşmak için, daha fazla yabancı yatırım çekmek için çaba harcanmaktadır. "Açık Silahlar" politikası olarak adlandırılan bu politika, bilgi teknolojisi şirketlerine yoğun bir şekilde odaklanmaktadır. Kara para aklama. Adada açılan banka hesaplarının kara para aklama yolunda kullanıldığına dair iddialar mevcuttur. Turizm. Curaçao ekonomisinde turizm önemli bir rol oynarken diğer Karayip ülkelerine göre turizme daha az bağımlıdır. Çoğu turist Hollanda, doğu Amerika Birleşik Devletleri, Güney Amerika ve diğer Karayip Adaları kökenlidir. 2013 yılında 610.186 kruvaziyer yolcu ile Karayipler'de bir önceki yıla göre % 41.4 artışla lider konumdadır. Hato Uluslararası Havalimanı 2013 yılında 1.772.501 yolcu aldı ve yakın zamanda 2018 yılına kadar havalimanını bölgesel bir merkeze dönüştürmeyi amaçlayan toplam 48 milyon dolarlık sermaye yatırımı açıkladı. Haziran 2017'de ada, büyük bir çevrimiçi forum olan Cruise Critic tarafından Güney Karayipler'deki En İyi Yolculuk Hedefi seçildi. Emek. 2016 yılında bir İşgücü Anketi (LFS) işsizlik oranının % 13,3 olduğunu belirtti. 15-64 yaş arası sakinler için istihdam oranı % 70,4'tür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6631", "len_data": 3922, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.41 }
Karst, tortul kayaçların su ve sıcaklık etkisiyle erimesiyle, aşınması, birikmesi ve taşınması olaylarının görüldüğü; kaya tuzu, jips, kireç taşı ve dolomit gibi çeşitli çözünür taşlar içeren bölge. Yeraltı suları ve yağış dolayısıyla bu kayaçlarda görülen aşınmanın ortaya çıkardığı morfolojiye "karst morfolojisi" denir. Aşınıma karşı dirençsiz, kolay eriyebilen kalker gibi kayaçlardan oluşan arazilere karstik arazi denir. Bu arazilerde biçim ve büyüklüğü farklılık gösteren aşınma süreçleri sonucu farklı şekiller ortaya çıkar. Bu şekiller topluluğu ise "karst topografyası" olarak adlandırılır. Aşındırma şekilleri, küçükten büyüğe sırayla lapya, dolin, uvala ve polyedir. Obruk ve mağaralar da birer aşındırma şekliyken sarkıt, dikit ve traverten ise biriktirme şeklidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6634", "len_data": 778, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.92 }
Kireç taşı genellikle mercan, foraminifera ve yumuşakçalar gibi deniz canlılarının iskelet parçalarından oluşan bir karbonat tortul kayaçtır. Başlıca maddeleri kalsiyum karbonatın farklı kristal formları olan kalsit ve aragonit minerallerdir (). Yakından ilişkili bir kaya, yüksek oranda mineral dolomit () içeren dolomittir. Eski USGS yayınlarında, dolomit magnezyum kireç taşı olarak anılırdı, artık magnezyum eksikliği olan dolomitler veya magnezyum açısından zengin kalkerler olarak ayrılmıştır. Tortul kayaçların yaklaşık %10'u kireç taşlarıdır. Kireç taşının suda çözünürlüğü ve zayıf asit çözeltileri, suyun kireç taşını binlerce yıldan milyonlarca yıla kadar aşındırdığı karst manzaralarına yol açar. Mağara sistemlerinin çoğu kireç taşı ana kayadan geçer. Kireç taşı çok sayıda kullanıma sahiptir: bir yapı malzemesi olarak, betonun temel bir bileşeni (Portland çimentosu), yolların yapımında katkı maddesi, diş macunu veya boyalar gibi ürünlerde beyaz pigment veya dolgu maddesi, kireç üretimi için kimyasal bir ham madde olarak, toprak düzenleyici olarak ve kaya bahçelerine popüler bir dekoratif katkı olarak kullanılmaktadır. Açıklama. Diğer tortul kayaçların çoğu gibi, kalkerlerin çoğu tanelerden oluşur. Kireç taşındaki tanelerin çoğu mercan veya foraminifera gibi deniz canlılarının iskelet parçalarıdır. Bu organizmalar aragonit veya kalsitten oluşan kabuklar salgılarlar ve öldüklerinde bu kabukları geride bırakırlar. Kireç taşlarını oluşturan diğer karbonat taneleri ooidler, peloidler, intraklastlar ve ekstraklastlardır. Kireç taşı genellikle chert (chalcedony) çakmaktaşı, jasper vb) veya silis (sünger spiküller, diatomlar, radyolarialar) ve traverten (kalsit ve aragonit bir çökelti) şeklinde değişken miktarlarda silika içerir. İkincil kalsit, aşırı doymuş meteorik sularla (malzemeyi mağaralarda çöktüren yeraltı suyu) biriktirilebilir. Bu, dikitler ve sarkıtlar gibi speleothemler (sudaki minerallerin birikmesi ile bir mağarada oluşan bir yapı) üretir. Kalsit tarafından alınan bir başka form, granül (oolit) görünümü ile tanınabilen oolitik kalkerdir. Kireç taşındaki kalsitin birincil kaynağı en yaygın olarak deniz organizmalarıdır. Bu organizmaların bazıları geçmiş nesillere dayanan resif olarak bilinen kaya höyükleri inşa edebilir. Yaklaşık 3.000 metrenin altında, su basıncı ve sıcaklık koşulları kalsitin çözünmesinin doğrusal olmayan şekilde artmasına neden olur, bu nedenle kireç taşı tipik olarak daha derin sularda oluşmaz. Kireç taşları ayrıca göllerde ve evaporit biriktirme ortamlarındada oluşabilir. Kalsit, su sıcaklığı, pH ve çözünmüş iyon konsantrasyonları gibi çeşitli faktörlere bağlı olarak yeraltı suyu ile çözülebilir veya çöktürülebilir. Kalsit, sıcaklık arttıkça suda daha az çözünür hale geldiği retrograd çözünürlük adı verilen alışılmadık bir özellik sergiler. Kirlilikler (kil, kum, organik kalıntılar, demir oksit ve diğer malzemeler gibi) kireç taşlarının özellikle yıpranmış yüzeylerde farklı renkler göstermesine neden olur. Kireç taşı, oluşum yöntemine bağlı olarak kristalli, kırıntılı, taneli veya masif olabilir. Kalsit, kuvars, dolomit veya barit kristalleri kayada küçük boşluklar oluşturabilir. Yağış koşulları doğru olduğunda, kalsit, mevcut kaya tanelerini bir araya getiren mineral kaplamalar oluşturur veya kırıkları doldurabilir. Traverten, özellikle şelalelerin olduğu ve sıcak veya soğuk kaynakların bulunduğu yerlerde, akıntılar boyunca oluşan şeritli, kompakt bir kalker çeşididir. Kalsiyum karbonat, suyun buharlaşmasının kalsitin kimyasal bileşenleri ile aşırı doymuş bir çözelti bıraktığı yerde birikir. Şelalelerin yakınında gözenekli veya hücresel bir traverten çeşidi olan tüf bulunur. Coquina, mercan veya kabuk parçalarından oluşan zayıf konsolide bir kalkerdir. Dağ oluşumu (orojeni) sırasında meydana gelen bölgesel metamorfizma sırasında, kireç taşı mermere dönüşür. Kireç taşı, Mollisol toprak grubunun ana malzemesidir. Sınıflandırma. İki büyük sınıflandırma şeması, Folk (Robert L. Folk) ve Dunham (Robert J. Dunham), birlikte kireç taşı olarak bilinen karbonat kayaçlarının türlerini tanımlamak için kullanılır. Folk Sınıflandırması. Robert L. Folk, karbonat kayaçlarında tanelerin ve interstisyel materyalin ayrıntılı bileşimine öncelik veren bir sınıflandırma sistemi geliştirdi. Kompozisyona dayanarak, üç ana bileşen vardır: allochems (taneler), matris (çoğunlukla mikrit) ve çimento (sparit). Folk sistemi iki bölümlü isimler kullanır; birincisi tanecikleri, ikincisi kökü ifade eder. Folk şemasını kullanırken petrografik bir mikroskop kullanmak yararlıdır, çünkü her bir numunede bulunan bileşenleri belirlemek daha kolaydır. Dunham Sınıflandırması. Dunham şeması çökelme dokularına odaklanır. Her isim kireç taşını oluşturan tanelerin dokusuna dayanır. Robert J. Dunham, kireç taşı sistemini 1962'de yayınladı; karbonat kayalarının çökelme dokusuna odaklanır. Dunham, daha kaba kırıntılı partiküllerin nispi oranlarına dayanarak kayaları dört ana gruba ayırır. Dunham isimleri esasen kaya aileleri içindir. Çalışmaları, tanelerin orijinal olarak karşılıklı temas halinde olup olmadığını ve bu nedenle kendi kendini destekleyip desteklemediğini veya kayanın çerçeve yapıcılar ve alg matlarının varlığı ile karakterize olup olmadığını değerlendirir. Folk planının aksine, Dunham kayanın orijinal gözenekliliğiyle ilgilenir. Dunham şeması el numuneleri için daha kullanışlıdır, çünkü numunedeki tanelere değil dokuya dayanır. Wright (1992) tarafından gözden geçirilmiş bir sınıflandırma önerilmiştir. Bazı diyajenetik desenler ekler ve aşağıdaki gibi özetlenebilir: Kireç taşı yerşekilleri. Ana madde: Karst topografyası Tüm sedimanter kayaçların yaklaşık %10'u kireç taşıdır. Kireç taşı, özellikle asitte kısmen çözünür ve bu nedenle birçok erozyonel toprak formu oluşturur. Bunlar arasında kireçtaşı kaplamaları, çukur delikleri, cenotlar (altındaki yeraltı suyunu açığa çıkaran kireç taşı anakayasının çökmesinden kaynaklanan doğal bir çukur veya düdendir.), mağaralar ve geçitler bulunmaktadır. Bu tür erozyon manzaraları karst olarak bilinir. Kireç taşı çoğu magmatik kayaçtan daha az dirençlidir, ancak diğer tortul kayaçlardan daha dayanıklıdır. Bu nedenle genellikle tepeler ve arazilerle ilişkilidir ve diğer tortul kayaçlara, tipik olarak killere sahip bölgelerde görülür. Karst topografisi ve mağaraları, seyreltik asidik yeraltı sularındaki çözünürlükleri nedeniyle kalker kayaçlarında gelişir. Kireç taşının suda çözünürlüğü ve zayıf asit çözeltileri karstik manzaralara yol açar. Kireç taşı ana kayasının üstündeki bölgelerde, yüzey suyu kireç taşındaki derzlerden kolayca aşağıya doğru aktığı için daha az görünür yer üstü kaynağa (gölet ve akarsu) sahip olma eğilimindedir. Topraktan yavaş yavaş (binlerce veya milyonlarca yıl boyunca)  su ve organik asit boşaltılırken bu çatlakları genişletir, kalsiyum karbonatı eriterek çözelti içinde taşır. Çoğu mağara sistemi kireç taşı ana kayasındandır. Yeraltı suyunun soğutulması veya farklı yeraltı sularının karıştırılması da mağara oluşumu için uygun koşullar yaratacaktır. Kıyı kalkerleri genellikle kayaya çeşitli yollarla giren organizmalar tarafından aşınır. Bu işleme biyoerozyon denir. En çok tropik bölgelerde görülür ve fosil kayıtları boyunca bilinir (bkz. Taylor ve Wilson, 2003). Kireç taşı bantları Dünya yüzeyinde genellikle muhteşem kayalık çıkıntılarında ve adalarda ortaya çıkar. Örneğin Cebelitarık Kayası, İrlanda, Clare, kontluğunda bulunan Burren; Fransa'daki Verdon Boğazı; Kuzey Yorkshire'daki Malham Koyu ve Wight Adası, İngiltere; Galler'deki Büyük Orme; İsveç Gotland adası yakınlarındaki Fårö, Kanada / ABD'deki Niagara Escarpment, Utah'daki Notch Peak, Vietnam'daki Ha Long Bay Ulusal Parkı ve Çin'deki Lijiang Nehri ve Guilin şehri çevresindeki tepelerde. Florida'nın güney kıyılarındaki adalar olan Florida Keys, esas olarak oolitik kireç taşından ve mercan resiflerinin karbonat iskeletlerinden oluşur ve deniz seviyesinin şu andan daha yüksek olduğu buzullar arası dönemlerde bölgede gelişmiştir. Alvarlar (Kireç taşı Ovası) üzerinde eşsiz habitatlar, ince toprak örtülerle son derece düz bir kalker genişliğinde bulunur. Avrupa'daki en büyük genişlik İsveç'in Öland adasındaki Stora Alvaret'tir. Çok kalker içeren bir başka alan İsveç'in Gotland adasıdır. Kuzeybatı Avrupa'daki Saint Peter Dağı (Belçika / Hollanda) gibi büyük taş ocakları yüz kilometreden fazla uzanıyor. Dünyanın en büyük kalker ocağı Rogers City, Michigan'da bulunan Michigan Limestone & Chemical Company'dir. (Michigan Kireç taşı ve Kimya Şirketi) Türkiye'de kireç taşı oluşumları. Türkiye’de kireç taşı çok yaygın bir kayaçtır. Türkiye'nin yaklaşık beşte birini bu araziler kaplar. Bu nedenle karstik aşınım ve birikim şekillerine her yerde rastlanır. Türkiye’nin en geniş karstik alanı olan Toros Dağları Bölgesidir. Bölge içinde bir kısmı turizme açılmış olan çok sayıda mağara bulunmaktadır. Ayrıca Türkiye genelinde oluşan yer şekilleri lapya, dolin, obruk, mağara, traverten, sarkıt, dikit, sütun gibi şekillerdir. Türkiye’nin güneyinde Taşeli platosunda lapyalara, Bolkar Dağları, Aladağlar, Göller Yöresi ve Karaman’ın güneyinde dolinlere, özellikle iç Anadolu bölgesinde Konya yöresinde ve Mersin’de Cennet Cehennem olarak bilinen Obruklara, birçok bölgede mağaralara, sarkıt, dikit, sütun oluşumlarına Denizli’de Traverten oluşumlarına rastlanılır. Kullanımı. Kireç taşı mimaride, özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika'da çok yaygındır. Mısır'ın Giza kentindeki Büyük Piramit ve bulunduğu kompleksi de dahil olmak üzere dünyadaki birçok simge kireç taşından yapılmıştır. Kanada, Ontario, Kingston'daki pek çok bina, 'Kireç taşı Şehri' lakaplı olarak inşa edildi ve yapılmaya devam ediyor. Malta adasında, Globigerina kireç taşı olarak adlandırılan çeşitli kireç taşları, uzun süredir mevcut olan tek yapı malzemesiydi ve hala her türlü bina ve heykelde çok sık kullanılıyor. Kireç taşı kolayca temin edilebilir, bloklar halinde kesilebilir veya daha ayrıntılı oymayla işlenmesi nispeten kolaydır. Eski Amerikalı heykeltıraşlar kireç taşına değer verirdi, çünkü çalışması kolay ve ince detaylar için iyi bir malzemeydi. Geç Preklasik döneme (MÖ 200-100) kadar geri dönersek, Maya uygarlığı (Antik Meksika) bu mükemmel oyma özellikleri nedeniyle kireç taşı kullanarak rafine heykeller yarattı. Maya; kutsal binalarının (lento olarak bilinir) tavanlarını dekore eder ve duvarları oymalı kireç taşı panellerle kaplardı. Bu heykellere oyulmuş siyasi ve sosyal hikâyeler vardı ve bu da kralın mesajlarını halkına iletmesine yardımcı oldu. Kireç taşı uzun ömürlüdür ve dış etkilere maruz kalmaya iyi dayanır, bu da birçok kireç taşı kalıntısının neden hayatta kaldığını açıklar. Bununla birlikte, çok ağırdır, yüksek binalar için pratik değildir ve bir yapı malzemesi olarak nispeten pahalıdır. Kireç taşı en çok 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında popülerdi. Tren istasyonları, bankalar ve o döneme ait diğer yapılar normalde kireç taşından yapılmıştır. Bazı gökdelenlerde cephe olarak kullanılır, ancak katı bloklar yerine sadece kaplama için ince plakalarda kullanılır. Amerika Birleşik Devletleri'nde, Indiana, özellikle Bloomington bölgesinde bulunan taş ocağı, uzun zamandır Indiana kireç taşı adı ile anılan yüksek kaliteli kireç taşının kaynağı olmuştur. Londra'daki birçok ünlü bina Portland kireç taşından inşa edilmiştir. Kireç taşı aynı zamanda Orta Çağ'da kullanıldığı alanlarda çok popüler bir yapı taşıydı, çünkü sert, dayanıklı ve kolayca erişilebilir yüzeylerde ortaya çıkar. Avrupa'daki birçok Orta Çağ kilisesi ve kalesi kalkerden yapılmıştır. Bira taşı, güney İngiltere'deki Orta Çağ binaları için popüler bir kalker türüdür. Kireç taşı ve (daha az ölçüde) mermer, asit çözeltilerine karşı reaktiftir ve asit yağmurunun etkileri bu taştan yapılan eserlerin korunması için önemli bir problem meydana getirir. Birçok kireç taşı heykeli ve bina yüzeyi asit yağmuru nedeniyle ciddi hasara uğramıştır. Aynı şekilde, pH tamponlama maddesi olarak görev yapan asit yağmuruna karşı hassas gölleri korumak için kireç taşı çakıl kullanılmıştır. Asit bazlı temizlik kimyasalları da sadece nötr veya hafif alkali bazlı bir temizleyici ile temizlenmesi gereken kireç taşını aşındırır. Kireç taşı çok sayıda kullanıma sahiptir: Organizmalar tarafından bozulması. Cyanobacterium Hyella balani kalkerden geçebilir; yeşil alg Eugamantia sacculata ve Ostracolaba implexa mantar gibi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6637", "len_data": 12370, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.65 }
Dolomit, kalsiyum ve magnezyumlu karbonat birleşiminde meydana gelen bir mineral. Kırılgan bir mineral olup özgül ağırlığı 2,8 - 3,2 g/cm³ ve sertliği 3,5-4 arasındadır. Isıtıldığında köpürerek çözündüğü için kalsitten ayrılmaktadır. Dolomit hem bir minerali CaMg(CO3)2 hem de bu minerali ana bileşeni olarak içeren kayacı tanımlamakta kullanılan bir sözcüktür. Dolomit minerallerinin oluşturduğu kayaçlara dolotaşı adı da verilmektedir. Bu kayaçların oluşumu dolomitin doğrudan kimyasal bir çökelme ile değil kireç taşlarının magnezyum bakımından zengin suların etkisi altında oluştuğu bilinmektedir. Aşırı buharlaşmanın olduğu denizden bir yükselti ile ayrılmış yarı kapalı ortamlarda suyun magnezyum bakımından giderek zenginleşmesi, tabana çökmüş kalsitten ibaret çamurun bu yoğun çözeltilerle etkileşmeye girerek dolomite dönüşmesi mümkün olabilir. Dünya'da ve Türkiye'de oldukça geniş yayılma alanına sahip olup rezerv problemi olmayan bir mineraldir. 120 milyon ton civarında olan dünya üretiminin neredeyse yarısı Amerika Birleşik Devletleri'nde gerçekleştirilmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nin dışında Birleşik Krallık, Avusturya, Belçika, Japonya, Polonya, İspanya, Kanada, Brezilya, Almanya ve Avustralya yılda 1 milyon tonun üzerinde dolomit üreten ülkelerdir. Dünya'da 3 milyon tonun üzerindeki ihracatın 2 milyon tonunu Belçika ve Kanada yapmaktadır. 2 milyon ton civarında ithalatın ise 1,3 milyon tonu Japonya tarafından yapılmaktadır. Dünya'da dolomit büyük miktarlarda ve çok değişik sektörlerde kullanılmasına rağmen Türkiye'de üretimin çok önemli bölümü sadece demir-çelik ve cam sanayinde kullanılmaktadır. Dolomitik mermer ise kalsitik mermere nazaran asit tepkimelerine ve yüzey aşınmasına daha dayanıklı olması sebebiyle inşaat ve mimari projelerde yoğun olarak kullanılmaktadır. Petrolün hazne kayacı özelliği göstermesinden dolayı dolomitler jeolojide büyük önem taşımaktadır. Tarihi. Büyük olasılıkla mineral olarak dolomit ilk 1768'de Carl Linnaeus tarafından tanımlanmıştır. 1791'de, Fransız doğa bilimci ve jeolog Déodat Gratet de Dolomieu (1750–1801) tarafından, önce eski Roma kentindeki binalarda ve de daha sonra Dolomit Alpleri olarak bilinen dağlarda toplanan örnekler kayaç olarak tanımlandı. Kuzey İtalya. Nicolas-Théodore de Saussure ilk olarak Mart 1792'de mineral ismini verdi. Özellikleri. Dolomit minareli, üçgen-eşkenar dörtgen sistemde kristalleşir. Beyaz, ten rengi, gri veya pembe gibi renklerde kristaller oluşturur. Dolomit, kalsiyum ve magnezyum iyonlarının alternatif bir yapısal düzenlemesine sahip olan karbonattır. İnce toz formunda olmadığı sürece, soğuk seyreltik hidroklorik asit içinde kalsitte olduğu gibi hızla çözünemez ya da köpüremez. Kristalleşme oldukça yaygındır. Dolomit, baskın demir ankerit ve baskın magnez kutnohorit arasında katı bir çözelti olarak bulunur. Yapıda az miktarda bulunan demir, kristallere sarı veya kahverengi bir ton verir. Yapıdaki manganez ikameleri de yaklaşık yüzde üç MnO'dur. Yüksek mangan içeriği kristallere pembe renk vermektedir. Kurşun, çinko ve kobalt da yapı içerisindeki magnezyumun yerini alır. Dolomit minerali, bileşik huntit Mg3Ca (CO3) 4 ile yakından ilişkilidir. Dolomit hafif asidik suda çözülebildiğinden, dolomit alanları akifer olarak önemlidir ve karstik arazi oluşumuna katkıda bulunmaktadır. Dolomitik Mermer. Kireçtaşı, çoğunlukla CaCO3 içeren sedimanter bir kayaçtır. Dolomit ise CaCO3 ve MgCO3 içeren kayaçlardır. Aragonit (CaCO3) kalsitle aynı kimyasal özelliğe sahip olmasına rağmen kristal yapısı bakımından farklıdır. Aragonit, kalsitin zaman içerisinde altere olması ile oluşmuş metastabil bir mineraldir. Diğer karbonatlı mineraller siderit (FeCO3), ankerit (Ca2MgFe(CO3)) ve magnezit (MgCO3) 'dır. Magnezit genellikle kireçtaşı ve dolomitle beraber bulunur ancak az miktarda bütünün içinde yer almaktadır. Benzer özellikleri sebebiyle, karbonatlı mineralleri bir diğerinden ayırt etmek pek kolay olmamaktadır. Özgül ağırlık, renk, kristal formu ve diğer fiziksel özellikleri, kayacın monomineralik olması koşuluyla, tanımlamalarda yardımcı olmaktadır. Çok ince kristal yapılarına sahip olan dolomitik mermerler (tane boyu yaklaşık 0,37mm dir) kalsitik mermerlere nazaran daha yüksek bir özgül ağırlığa sahiptir sahiptir. Yoğunlukları 2,8g/cm³ ile 3,2g/cm³ arasında değişkenlik arz etmekte olup uygulamada 3g/cm³ olarak hesaplanmaktadır. Ayrıca seyreltilmiş hidroklorik asit çözeltisinde farklı minerallerin çözünme hızları, bu tür minerallerin arazide tanınmaları için yararlı bir yöntem olarak bilinmektedir. Kalsit, seyreltilmiş HCI çözeltisinde dolomitten çok daha fazla çözünmektedir. Böylece eğer taze bir yüzey üzerinde bu yöntem denenecek olursa, dolomitin bulunduğu yüzeye el lensi ile bakıldığında çeşitli rölyefler görülecektir. Diğer bir teknik boyama tekniğidir bu teknik aslında aragonit-kalsit ve dolomit yönünde azalan çözünme farklılığı esasına dayanmaktadır. Ancak bu yöntemin arazide kullanılması oldukça zordur, genellikle laboratuvar ortamında kullanılmaktadır. X-Ray difraktometre teknikleri esas olarak iri boyutlu numunelerin karbonat mineralojisinin laboratuvar ortamında belirlenmesi için kullanılan bir yöntemdir. Bu yöntemde kayaç içerisindeki kalsit dolomit oranı veya bu minerallerin yüzde değerleri bilinen bir standarda göre kıyaslanarak bulunabilir. Binoküler mikroskop kullanılarak yapılan ince kesit analizleri de bu karbonatlı kayaçların tanınmalarında yardımcı olmaktadır. Kalsit, dolomit ve ankerit'in ince kesitlerde boyama işlemi yapılmadan tanınmaları oldukça zordur. Bu tanımlamalar sırasında, karbonat taneciklerinin tipi, dokusu ve yapıları araştırılmaktadır. Tanımlamalarda kullanılan en önemli unsurlardan birisi de fosil ve fosil izleridir. Diğer önemli bir ayırt edici özellik de renktir. Renk minerallerin kabaca saflığı hakkında fikir sahibi olunmasına yardımcı olur. Ancak, bunun yanıltıcı da olabileceği unutulmamalıdır. Karbonat dışı mineralin küçük bir miktarı, renk değişiminin olması için yeterli olmaktadır. En meşhur yapı taşlarından, Hindistan kireçtaşı % 0.2 'den daha az Fe2O3 içermekte ve bu içerik, malzemeye kahverengi ve sarımsı kahverengi bir renk vermektedir. Keza, Carthage Mermeri ise kahverengi ve fosilli bir malzeme olup, % 0.2 daha az demir ve alüminyum oksit içermektedir. Çok yüksek saflıktaki kireçtaşları, hafif kahverengi ile kül renginden beyaza uzanan bir renk içermektedir. Yeşil ve kül rengi gibi renkler içeren kireçtaşları genellikle, demir oksit veya karbonlu materyal içerdiğinin göstergesi olarak algılanmaktadır. Oksidasyon durumu arttıkça, renkler yeşile, kahverengiye ve kırmızıya doğru değişmektedir. Renk referans kartı, kayaç tanımlamalarında önemli katkı sağlayabilmektedir. Karbonatlı kayaçlardaki değişik miktarda ve tipte bulunan safsızlıklar, eğer söz konusu kayaçların yararlılık derecesini etkiliyorlarsa ekonomik açıdan önemli olmaktadırlar. Her safsızlık ile ilgili olarak en önemli iki soru vardır. Bunlar; ne kadar bulunur ve dağılımı nasıldır? sorularıdır. Bu safsızlıkların dikkate değer bir miktarı, kayaç içinde dissemine dağılımı ise bazı kullanım alanları için sorun olabilmektedir. Diğer taraftan safsızlıklar tabakalı bir şekilde kayaç içinde konsantre olmuşsa, bunlar bir zayıflık düzlemi oluşturarak, kayacın performansını olumsuz yönde etkileyebilmektedirler. Formasyon. Modern dolomit oluşumunun Brezilya'nın Rio de Janeiro sahili boyunca fazla doymuş tuzlu lagünlerde, yani Lagoa Vermelha ve Brejo do Espinho'da anaerobik koşullar altında oluştuğu bulunmuştur. Dolomitin sadece sülfat azaltıcı bakterilerin, yardımı ile gelişeceği inanılmaktadır. Bununla birlikte, sıcaklığı düşük dolomit, organik madde ve mikrobik hücre yüzeyleri bakımından zengin olan doğal ortamlarda ortaya çıkmaktadır. Bu, organik madde ile ilişkili karboksil grupları tarafından magnezyum kompleksleşmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Jeolojik kayıtta büyük dolomit yatakları vardır, ancak mineral modern ortamlara nispeten daha nadirdir. 1999 yılında ilk kez tekrar edilebilir, inorganik düşük sıcaklıklı dolomit ve manyezit sentezleri yayınlandı. Bu laboratuvar deneyleri, yarı kararlı bir "öncünün" ilk çökelmesinin, periyodik çözünme ve yeniden çökelme aralıkları boyunca kademeli olarak, kararlı faza nasıl değişebileceğini gösterdi. Bu geri dönüşümü bulunmayan jeokimyasal reaksiyonun seyrini düzenleyen genel prensip "Oswald'ın adım kuralını çiğnemek" olarak tanımlanmıştır. Kullanımları. Dolomit, süs taşı, beton agregası ve magnezyum oksit kaynağı olarak ve de ayrıca magnezyum üretimi için Pidgeon işleminde kullanılmaktadır. Önemli bir petrol rezervuar kayasıdır ve kurşun, çinko ve bakır gibi ana metallerin büyük tabakalara bağlı Mississippi Vadisi Tipi cevher yatakları için ana kaya olarak hizmet etmektedir. Kalsit kireçtaşının nadir veya çok maliyetli olduğu durumlarda, bazen demirin yerine ve çeliği eritmek için dolomit bir akış olarak kullanılmaktadır. Bahçecilikte, dolomit ve dolomitik kireç taşı, topraklara ve topraksız saksı karışımlarına pH tamponu ve magnezyum kaynağı olarak eklenebilmektedir. Dolomit, suyun ph'ındaki tampon değişiklikliğine yardımcı olması için deniz (tuzlu su) akvaryumlarında substrat olarak da kullanılılmaktadır. Kalsine dolomit ayrıca biyokütlenin yüksek sıcaklıklarda gazlaştırılmasında katranın tahrip edilebilmesi için bir katalizör olarak da kullanılmaktadır. Parçacık fiziğinin araştırmacıları, dedektörlerin mümkün olan en fazla sayıda egzotik parçacığı algılanabilmesini sağlamak için dolomitin katmanlarının altında parçacık dedektörleri oluşturmayı sever. Dolomit nispeten daha az miktarda radyoaktif madde içerdiğinden, arka plan radyasyon seviyelerine katkıda bulunmadan kozmik ışınların oluşturduğu parazitlere karşı izole edilebilmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6639", "len_data": 9738, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.5 }
Symbian, Symbian Vakfı tarafından cep telefonları ve bilgisayarları (PDA, Subnotebook) gibi çeşitli taşınabilir iletişim aygıtları için geliştirilmiş ve 2000'li yıllarda yaygın olarak kullanılmış bir işletim sistemiydi. Symbian, başlangıçta Symbian Ltd tarafından 1997'de PDA'lar için kapalı kaynaklı bir işletim sistemi olarak geliştirildi. Symbian OS, Psion'un EPOC sisteminin soyundan geldi ve çoğunlukla ARM mimarisi işlemcileri üzerinde çalıştı, ancak Japonya da üretilen cihazlarda çoğunlukla Super-H mimarisine sahip cihazlarda kullanıldı ve yayınlanmamış bir x86 bağlantı noktasıda mevcuttu. (SDK'lar hariç) Symbian, Nokia, Samsung, Motorola, Sony Ericsson gibi birçok büyük cep telefonu markası tarafından kullanılıyordu. Akıllı telefon endüstrisini kuran öncü olarak, akıllı telefonların sınırlı kullanımda olduğu, Android tarafından geçildiğinde, 2010'un sonuna kadar dünya çapında en popüler akıllı telefon işletim sistemiydi. Symbian OS (2001'den itibaren) aslında bir kabuk sistemiydi ve komple bir işletim sistemi oluşturmak için ek bir kullanıcı arabirimi (ara katman olarak) gerektirdi. Symbian OS, ilk önce 2002'de piyasaya sürülen ve çoğu Nokia akıllı telefonunu çalıştıran, Nokia tarafından inşa edilen S60 (eski 60 Serisi) platformunda öne çıktı. Symbian sonunda en yaygın kullanılan akıllı mobil işletim sistemi haline geldi. UIQ, çoğunlukla Motorola ve Sony Ericsson tarafından kullanılan başka bir Symbian kullanıcı arabirimi idi; Japonya'da da MOAP platformu vardı. Bu arabirimlerin uygulamaları, her biri Symbian OS üzerine inşa edilmesine rağmen birbirleriyle uyumlu değildi. Nokia, Symbian Ltd.'deki çoğunluk hissedarıydı ve 2008'de tüm hisseyi satın aldı. Daha sonra kâr amacı gütmeyen Symbian Foundation, Symbian işletim sistemine telifsiz bir halef getirmek için kuruldu - platformu birleştirmek isteyen S60, Foundation'ın tercih ettiği arayüz oldu ve UIQ geliştirmeyi durdurdu. Symbian ^1 (veya S60 5inci Sürüm), 2009 yılında bir sonuç olarak yaratılmıştır. Symbian ^2, yalnızca Japon pazarında NTT DoCoMo taşıyıcısı tarafından kullanılmıştır. Symbian ^3, 2010'da olduğu gibi piyasaya çıktı ve bu tarihte tamamen açık kaynak oldu. Symbian ^3, Anna ve Belle güncellemelerini 2011'de aldı. Symbian Foundation, 2010 yılının sonlarında parçalara ayrıldı ve Nokia, işletim sistemi geliştirme denetimini geri aldı. Şubat 2011'de Nokia, birincil akıllı telefon platformu olarak Microsoft'un Windows Phone sisteminin Windows phone 7 sürümünü kullanacağını açıkladı; Symbian yavaş yavaş ortadan kaldırılacaktı. İki ay sonra, Nokia OS'yi kapalı lisansa taşıdı ve daha sonra Symbian'ın geliştirilmesini Accenture'ye devretti. Son destekçisi Nokia, 2011 yılında aygıtlarında işletim sistemi olarak Symbian'a verdiği desteği keseceğini ve artık Windows Phone 8 kullanacağını açıklamıştır. Ocak 2014'te Nokia, geliştiricilerden yeni veya değiştirilmiş Symbian yazılımlarını kabul etmeyi bıraktı. Duyuruya göre Symbian'a verilen destek 2016 senesine kadar sürecek, bu tarihten sonra güncelleme desteği olmayacak veya yeni bir Symbian cihaz üretilmeyecekti. Bu duyuru üzerine Nokia, Nokia Store ve Symbian platformu geliştiricilerinin büyük bir kısmını kaybetmiştir. Nokia 808 PureView resmi olarak Nokia'nın en son Symbian akıllı telefonu oldu. Bununla birlikte, NTTDoCoMo, 2014'ün sonuna kadar Japonya'da yeni OPP(S) (MOAP'ın ardılı Operatör Paketi Symbian) aygıtlarını serbest bırakmaya devam etti. Symbian'ı çalıştıran son telefonlar arasında 2014'te çıkan Fujitsu'nun , F-08F, F-01G ve Sharp'ın modelleri yer aldı. Bu son Japon modelleri 2016'nın sonuna kadar satılmaya devam edildiler. Tarihçe. Symbian, Kasım 1994'te ‘Proje Protea’ adı ile Psion çalışanları olan Colly Myers önderliğinde küçük bir ekip tarafından geliştirilmeye başlanmıştı. Symbian geliştirilirken projeye birkaç kilit şahsiyet hakim oldu ve büyük ölçüde etraflarında topladıkları ekipler arasında bölündü. Çekirdek (EKA) ve temel katmanlardan Colly Myers, ara katman yazılımından Charles Davies ve Symbian için ilk geliştirilen kullanıcı arayüzünden (Eikon UI) David Wood sorumluydu. Symbian, Psion tarafından yaratılmış bir işletim sistemi olan EPOC'tan kaynaklanmış ve EPOC/16'nın ardılısıdır. İşletim sistemi doğal gelişimi nedeniyle EPOC/16'dan büyük ölçüde etkilenmiştir. VMS'nin de çok özel bir mirasını izler ve çoklu görev becerisini VMS'den almıştır. Sistem, 5 Haziran 1997'de Psion Series 5 ile yüklü gelerek piyasaya çıkmıştır. Haziran 1998'de Psion Software, Psion ve telefon üreticileri olan Ericsson, Motorola ve Nokia arasındaki büyük ortaklık girişimi sonucu Symbian Ltd. olarak yeniden kuruldu. Ardından farklı cep telefonu üreticilerinin oluşturduğu gruplar tarafından desteklenen Symbian için farklı yazılım platformları oluşturuldu. S60 (Nokia, Samsung ve LG), UIQ (Sony Ericsson ve Motorola) ve MOAP (S) (Fujitsu, Sharp, Mitsubishi) içerir. O halde akıllı telefon işletim sisteminde önemli bir rekabete rağmen (Palm OS ve Windows Mobile nispeten küçük oyunculardı) Symbian 2006'da küresel akıllı telefon pazar payının %67'sine ulaştı. O zamanki pazar payı büyük olmasına rağmen Symbian, şu an için çeşitli aşamalarda zorluklar yaşıyordu: İlk OPL ve Symbian C++ gibi yerel programlama dillerinin karmaşıklığına ve işletim sisteminin kendisinin karmaşıklığına bağlı olarak, 2000'lerin ortalarından ortalarına doğru inatçı geliştirici bürokrasi, ayrıca çeşitli IDE'lerin ve SDK'ların yüksek fiyatlarıyla seçiliyordu. Bu kırıcı cesaret üçüncü parti geliştiricilerin hepsi, Symbian için yerli uygulama ekosisteminin daha sonra Apple'ın App Store veya Android'in Google Play hizmeti tarafından ulaşılabilen bir ölçekte gelişmesine neden olmadı. Buna karşılık, iPhone OS (2010'da iOS olarak yeniden adlandırıldı) ve Android, karşılaştırmalı olarak daha basit bir tasarıma sahipti, üçüncü taraf uygulamaları yaratmak ve elde etmek için daha kolay ve çok daha merkezi bir altyapı sağlıyordu, belirli geliştirici araçları ve programlama dillerini yönetilebilir düzeyde bir karmaşıklıkla sundu. Haziran 2008'de Nokia, Symbian Ltd.'in satın alımını ilan etti ve Symbian Vakfı adlı yeni ve bağımsız bir kâr amacı gütmeyen kuruluş kuruldu. Nokia, NTT DoCoMo, Sony Ericsson ve Symbian Ltd. tarafından Symbian platformunu ücretsiz telifli, açık bir platform olarak yaratmak amacıyla Symbian OS ve onun ilişkili kullanıcı arayüzleri S60, UIQ ve MOAP sahiplerine katkıda bulundu. OSI ve FSF tarafından onaylanan Eclipse Kamu Lisansı (EPL) kapsamında bir kaynak yazılımdır. Symbian Vakfı'nın Nisan 2009'daki resmi lansmanını takiben, platform Symbian işletim sisteminin devamı niteliğindeydi. Symbian platformu resmi olarak Şubat 2010'da açık kaynak kodu olarak kullanıma sunuldu. Nokia, Symbian işletim sisteminin çekirdeği ve kullanıcı arabirimi için geliştirme kaynaklarına sahip olduğu için Symbian'ın koduna büyük katkıda bulundu. O zamandan bu yana Nokia, platform geliştirme için kendi kod havuzunu korudu ve düzenli olarak geliştirme çalışmalarını kamuya açık depoya bıraktı. Symbian'ın Haziran 2008'de ilan edilen ve Nisan 2009'da resmen başlatılan Symbian Foundation liderliğindeki bir topluluk tarafından geliştirilmesi amaçlanmıştır. Amacı, Symbian platformunun tamamı için kaynak kodunu OSI ve Özgür Yazılım Vakfı onaylı Eclipse Kamu Lisansı (EPL) kapsamında yayınlamaktı. Kod, 4 Şubat 2010'da EPL kapsamında yayınlandı; Symbian Foundation, bu etkinliğin, tarihte Açık Kaynak'a taşınan en büyük kod tablası olduğuna dikkat çekti. Bununla birlikte, Symbian OS içindeki bazı önemli bileşenler üçüncü taraflardan lisans almıştı ve bu da vakfın tam kaynağını derhal EPL'de yayınlanmasını engelledi; Bunun yerine kaynağın büyük kısmı daha kısıtlayıcı bir Symbian Foundation License (SFL) altında yayınlandı ve üyelik herhangi bir kuruluşa açık olmasına rağmen tam kaynak koduna erişim sadece üye şirketlerle sınırlıydı. Ayrıca, açık kaynaklı Qt çerçevesi Symbian'ı üst seviye cihazlarda değiştirmek ve yerine koymak için bir sonraki mobil işletim sistemi olacak olan MeeGo'nun birincil yükseltme yolu 2010 yılında Symbian'a tanıtıldı; Qt doğası gereği özgür ve özgürce gelişmek için oldukça kullanışlıydı. Platformda standart C / C++, Python, Ruby ve Flash Lite gibi başka birçok çerçeve dağıtıldı. IDE'ler ve SDK'ler geliştirildi, ücretsiz olarak serbest bırakıldı ve Symbian için uygulama geliştirildi. Kasım 2010'da Symbian Foundation, küresel ekonomik ve piyasa koşullarındaki değişikliklerden (ve aynı zamanda Samsung ve Sony Ericsson gibi üyelerin desteğinin olmamasından dolayı) yalnızca lisansa açık bir kuruluşa geçeceğini açıkladı; Nokia, Symbian platformunun sorumluluğunu üstleneceğini açıkladı. Symbian Foundation, ticari marka sahibi ve lisanslama birimi olmaya devam edecek ve yalnızca icrada görevli olmayan direktörlere sahip olacaktır. Pazar payı 2010'un üçüncü çeyreğinde% 39 iken 2010'un son çeyreğinde% 31'e geriledi. Symbian, 2010'un son çeyreğinde Android'in ardından hızlıca iOS ve Android'i kaybetti. Stephen Elop Eylül 2010'da Nokia'nın CEO'luğuna atandı. O, 11 Şubat 2011'de Microsoft'un, Windows Phone'u birincil akıllı telefon platformu olarak benimsemesine ve Symbian'ın MeeGo ile birlikte aşamalı olarak kaldırılmasına ilişkin bir ortaklık duyurusunda bulundu. Sonuç olarak, Symbian'ın pazar payı düştü ve Symbian için uygulama geliştiricileri hızla düştü. Haziran 2011'de yapılan araştırmalar, Symbian'ı yayın anında kullanan mobil geliştiricilerin % 39'undan fazlasının platformu terk etmeyi planladığını gösteriyor. 5 Nisan 2011'e kadar Nokia, Symbian yazılımının herhangi bir bölümünü açık kaynaktan çekmeyi bırakmış ve işbirliğini Japonya'daki önceden seçilmiş küçük bir grup ortağına indirmiştir. EPL kapsamında yayınlanan kaynak kodu, üçüncü taraf depolarında mevcuttur. 22 Haziran 2011 tarihinde Nokia, bir dış kaynak kullanımı programı için Accenture ile bir anlaşma imzaladı. Accenture, Symbian tabanlı yazılım geliştirmeyi ve 2016 yılına kadar Nokia'ya destek hizmetleri sağladı; Yaklaşık 2,800 Nokia çalışanı Ekim 2011'den itibaren Accenture çalışanları oldu. Transfer 30 Eylül 2011'de tamamlandı. Nokia, 1 Ocak 2014 tarihinden itibaren Symbian için yazılım geliştirme ve bakım desteğini sonlandırdı; bundan sonra Nokia Deposunda yeni veya değiştirilmiş Symbian uygulamaları veya içeriği yayınlamayı reddetti ve yazılım sertifikası için 'Symbian Signed' programını sona erdirdi. Symbian-ın temeli, Psion şirketinin geliştirdiği EPOC işletim sistemine dayanmaktadır. Symbian, geçmişte oldukça popülerdi ve oldukça büyük bir pazar payına sahipti. Bunun nedeni ise, karşısında yeteri kadar gelişmiş rakibinin bulunmamasıdır. Ancak, 2008 yılı ve sonrasında Symbian pazar payını kaybetmeye başlamış ve yerini Android işletim sistemine kaptırmıştır. Symbian yerine Android akıllı telefonlarının tercih edilmesinin nedenleri şu şekilde sıralanabilir: Symbian akıllı telefonların çabucak ününü kaybetmesine neden olmuştur. Google, Android ile birlikte Open Handset Alliance'ı kurduğunda, açık kaynak ve Linux geliştiricilerinin büyük bir bölümünün ilgisini çekmiş oldu. Nokia ise Symbian Vakfı ile birilikte Symbian'ın kaynak kodunu açık hale getirmeye çalıştı. Ancak daha sonra kaynak kod yalnızca belli bir kesim için açık hale getirildi ve Symbian Vakfı Nokia'nın Symbian'ın tüm hisselerini ve lisanslarını alması sonucu kapatıldı. Symbian Vakfı yerine symbian.nokia.com adresi açıldı. Bu sırada S60.com da kapatıldı. Symbian Vakfı'ndan kalan kaynak kod hâlâ internette paylaşılmaktadır ancak Nokia Anna ve sonraki sürümlerin kaynak kodu Nokia tarafından açılmamıştır. Nokia, mobil geliştiricilerin dikkatini çekebilmek ve eğitim verebilmek amacıyla Forum Nokia'yı duyurdu. Çok geçmeden Forum Nokia kapatıldı ve yerine Nokia Developer hizmete sunuldu. (Nokia Developers, Türkçe dil desteğine de sahipti.) Nokia, Symbian işletim sistemi için gerekli uygulamaların bir adresten indirilebileceği WGZ tabanlı bir Mağaza geliştirdi ve N97 ile birlikte tüm S60v5 cihazlar için kullanıma soktu. Çok geçmeden Mağaza'nın ismi (Ovi) Nokia'nın internet servisleri için kullanılan genel bir isim haline geldi. (Ovi Mail, Ovi Müzik gibi) Ancak Microsoft ile yapılan anlaşma sonrası Nokia'nın internet servislerinin ismi değiştirildi. Fincede "kapı" anlamına gelen Ovi yerine Nokia getirildi. Bu sayede Ovi Mağaza, Nokia Mağaza, Ovi Mail de Nokia Mail ismini aldı.Ovi Mağaza'nın ismi Nokia Mağaza olarak değiştirildi ancak daha sonra tekrar Ovi Mağaza olarak değiştirildi. Çok geçmeden bazı internet servislerinin kapatılacağı duyuruldu. Symbian işletim sisteminin son sahibi ve geliştiricisi Nokia'ydı. Nokia Symbian'ın tüm hisselerini 2008'de satın almış ve Symbian Vakfı'nı kurarak işletim sistemini açık kaynak hale getirmiştir. Ancak Android OS çıktıktan sonra vakfa üye firmalar Symbian'ı bir bir terk etmişlerdir. En sonunda vakıfta sadece Nokia ve Japonya dışına çıkmayan Fujitsu ve Sharp kalmıştır. Bu yüzden Nokia Symbian Vakfı'nı kapatmış ve işletim sisteminin açık kaynak kalacağını açıklamıştır ancak 5 Nisan 2011 tarihinde Symbian'ın kaynağını kapatmıştır. Kaynak kodun son açık sürümünün arşivleri gönüllüler tarafından Symbian Dump ve Symbian Incubation Projects gibi Nokia'dan bağımsız sitelerde barındırılmaktadır. Symbian işletim sistemini kullanan birkaç farklı arayüz bulunmaktadır. Bunlar arasında, Ericsson'un ECK, Fujitsu'nun Fujitsu UI, NTT DoCoMo'nun MOAP ve OPP, Sony Ericsson'un UIQ ve Nokia'nın Series 60, Seri 80 ve Series 90 ara birimleri bulunur. Bu arayüzlerden Symbian'nın son yıllarına kadar sadece Series 60, MOAP ve OPP varlığını sürdürmüştür. Özellikler. Kullanıcı arabirimi. Symbian, kuruluşundan beri AVKON (eskiden Series 60 olarak da bilinir) olarak bilinen bir grafik araç setine sahipti. S60, 15 tuşlu genişletilmiş telefon tuş takımı veya mini QWERTY klavyeler gibi klavye benzeri bir arayüz metaforu ile işlenebilecek şekilde tasarlanmıştır. AVKON tabanlı yazılım, Symbian ^ 3'e kadar ve Symbian sürümleri ile ikili olarak uyumludur. Symbian ^3, yeni uygulamalar için önerilen kullanıcı arabirimi araç kiti olan Qt çerçevesini içeriyor. Qt ayrıca eski Symbian aygıtlarına da kurulabilir. Symbian ^4, özellikle Qt Widget'ın üzerine kurulmuş olan "UI Extensions for Mobile" veya UIEMO (dahili proje adı "Orbit") olarak bilinen dokunmatik arayüz için özel olarak tasarlanmış yeni bir GUI kütüphane çerçevesi oluşturmak üzere planlandı; Ocak 2010'da bir önizleme çıktı, ancak Ekim 2010'da Nokia, Orbit / UIEMO'nun iptal edildiğini açıkladı. Nokia şu anda geliştiricilere hem Symbian hem de MeeGo için geliştirmeye izin veren, görsel olarak zengin dokunmatik ekran arabirimleri oluşturmak için QML'yi, yeni üst düzey bildirimsel arayüz ve komut dosyası çerçevesinde Qt Quick'ı kullanmasını öneriyor; Mevcut Symbian ^ 3 cihazlarına bir Qt güncellemesi olarak teslim edildi. Daha fazla uygulama kademeli olarak Qt'da yeniden işlenmiş bir kullanıcı arabirimini içerdiğinde, eski S60 çerçevesi (AVKON) kullanımdan kaldırılacak ve artık eski cihazlarla olan ikili uyumluluğu bozarak bazı noktalarda yeni cihazlara dahil olmayacaktır. Web Tarayıcı. S60v3 ve sonraki S60 sürümlerinde yerleşik bir WebKit tabanlı tarayıcı olan Nokia Browser tarayıcısı vardır. Bu tarayıcı ayrıca S60 sistemi'nin de varsayılan tarayıcısı idi. Symbian, WebKit'i kullanan ilk mobil platformdu (Haziran 2005'te). Bazı eski Symbian modelleri, varsayılan tarayıcı olarak Opera Mobile'a veya Opera Mobile temelli tarayıcılara sahiptir. Opera dışında Japonya'da NTT DoCoMo cihazlarında NetFront, R380'de Ericsson'nun kendi geliştirdiği WAP Tarayıcısı ve Psion PDA'lar da STNC tarayıcısı kullanıldı. Kullanıcılar istediği takdirde cihazlarına 3.parti web tarayıcı uygulamaları yükleyebilir. (NTTDoCoMo cihazları hariç) Çoklu dil desteği. Symbian, güçlü yerelleştirme desteğine sahiptir ve üreticilerin ve üçüncü parti uygulama geliştiricilerin Symbian tabanlı ürünlerinde küresel dağıtımı desteklemek için yerelleştirmelerine olanak tanır. Mevcut Symbian sürüm (Symbian Belle) Nokia'nın cihazda dil paketleri halinde kullanıma sunduğu 48 dil desteği bulunuyor. Desteklenen diller şunlardır; Arapça, Baskça, Bulgarca, Katalanca, Çince ([ÇHC] (Basitleştirilmiş Çince), Çince [Hong Kong] (Geleneksel Çince) ve Çince [Tayvan] (Geleneksel Çince)), Hırvatça, Çekçe, Danca, Flemenkçe, İngilizce (US/UK), Estonca, Fince, Fransızca (Latince, Kanada Dili), Galiçyaca, Almanca, Yunanca, İbranice, Hintçe, Macarca, İtalyanca, İzlandaca, Endonezce, Japonca, Kazakça, Letonca, Litvanca, Malay, Marathi, Norveççe, Farsça, Lehçe, Portekizce (Latince ve Brezilya), Rumence, Rusça, Sırpça, Slovakça, Slovence, İspanyolca (İspanyolca (Latin Amerika)), İşveççe, Tagalogca, Tayca, Tamilce, Türkçe, Ukraynaca, Urdu, Vietnamca Ek olarak UIQ cihazlarında modelin desteklediği ek diller üreticinin sitesinden indirilip cihaza kurula bilinir. Uygulama geliştirme. Symbian, 2010 yılından itibaren Qt Oluşturan veya Carbide.C++ ile birlikte kullanılabilen ana SDK olarak Qt ile standart C++ kullanmaya geçti. Qt, eski Symbian / S60 3'ü (Feature Pack 1'den başlayarak, S60 3.1'den itibaren) ve Symbian / S60 5inci Sürüm'de (S60 5.01b), yeni Symbian platformunu destekliyor. Maemo ve MeeGo, Windows, Linux ve Mac OS X'i de destekliyor. Alternatif uygulama geliştirme, OPL, Python, Adobe Flash Lite veya Java ME kullanılarak yapılabilir. Symbian OS, daha önce yerel uygulama geliştirme ortamı olarak Carbide.C++ entegre geliştirme ortamı (IDE) ile birlikte Symbian'a özel bir C++ sürümü kullandı. Web Çalışma Zamanı (WRT), S60 Platformunda widget'lar oluşturmaya izin veren taşınabilir bir uygulama çerçevesidir; Birden fazla tarayıcı örneğini ayrı JavaScript uygulamaları olarak başlatmaya izin veren S60 WebKit tabanlı tarayıcının bir uzantısıdır. NTTDoCoMo cihazlarında ise uygulama geliştirme sadece J2ME türevi olan DoJa ve Star üzerinden olmaktaydı. Bunların uzantıları .Jar ve .Jam'dır. (.Jad yerine) Mimari. Teknoloji alanları ve paketler. Symbian tasarımı her biri birkaç yazılım paketi içeren teknoloji alanlarına bölünmüştür. Her teknoloji alanının kendi yol haritası vardır ve Symbian Vakfı, bu teknoloji alan adı yol haritalarını yöneten bir teknoloji yöneticileri ekibine sahiptir. Her paket, paketin katkıda bulunduğu ve etkilenebileceği genel işlev alanına dayalı olarak tam bir teknoloji alanına tahsis edilir. İlgili paketleri temalar halinde gruplayarak, Symbian Foundation, güçlü bir topluluğu kendi etrafında şekillendirmeye, tartışma ve inceleme üretmeye teşvik etmeyi umuyor. Tasarım. Symbian, diğer işletim sistemleri gibi (özellikle de masaüstü bilgisayarlarda kullanılmak üzere oluşturulmuş olanlar gibi) önleyici çoklu görev ve bellek koruma özelliklerine sahiptir. EPOC'un çoklu görev becerisine olan yaklaşımı VMS'den esinlenmiştir ve asenkron sunucu tabanlı olaylara dayalıdır. Symbian OS üç sistem tasarım ilkeleri göz önüne alındığında yaratılmıştır: Bu ilkeleri en iyi şekilde izlemek için, Symbian bir mikrokernel kullanıyor, servislere bir istek ve geri çağrı yaklaşımı var ve kullanıcı arabirimi ile motor arasındaki ayrımı koruyor. İşletim sistemi, düşük güçte batarya tabanlı cihazlar ve ROM tabanlı sistemler için (ör. XIP ve paylaşımlı kütüphanelerde yeniden giriş gibi özellikler) için optimize edilmiştir. Uygulamalar ve işletim sistemi kendisi, nesne yönelimli bir tasarım izler. Daha sonra OS yinelemeleri bu yaklaşımı özellikle 8 ve 9 sürümlerinde bir gerçek zamanlı çekirdeğin ve bir platform güvenlik modelinin piyasaya sürülmesiyle pazar taleplerine yanıt olarak seyreltti. Kaynakların korunması için güçlü bir vurgu vardır; bu açıklamalar, tanımlayıcılar ve bir temizleme yığını gibi Symbian'a özgü programlama deyimleriyle örneklenmiştir. Depolama alanını korumak için benzer yöntemler mevcuttur. Ayrıca, tüm Symbian programlama olay tabanlı ve uygulamalar doğrudan bir olayla uğraşmadığında merkezi işlem birimi (CPU) düşük güç moduna geçiriliyor. Bu, aktif nesneler olarak adlandırılan bir programlama deyimi aracılığıyla yapılır. Benzer şekilde, iş parçacıkları ve süreçler için Symbian yaklaşımı, genel giderleri azaltarak yönlendirilir. İşletim sistemi. Temel Hizmetler Katmanı, kullanıcı tarafındaki işlemler tarafından erişilebilen en düşük seviyededir; Mağaza, Merkezi Depo, DBMS ve şifreleme servislerini yöneten bir Eklenti Çerçevesi olan Dosya Sunucusu ve Kullanıcı Kitaplığı'nı içerir. Ayrıca, Metin Penceresi Sunucusu ve Metin Kabuğu'nu da içerir: daha üst katmanlı hizmetler gerekmeden tamamen işlevsel bir bağlantı noktasının oluşturulabileceği iki temel hizmettir. Symbian'ın mikrokernel mimarisine sahip olması, sağlamlık, kullanılabilirlik ve yanıt vermeyi en üst düzeye çıkarmak için çekirdeğin içinde gerekli olan minimumun olması anlamına geliyor. Bir zamanlayıcı, bellek yönetimi ve aygıt sürücüleri içerir, ancak ağ hizmetleri, telefon ve dosya sistemi desteği gibi diğer hizmetler OS Hizmetleri Katmanı'na veya Temel Hizmetler Katmanına yerleştirilir. Aygıt sürücülerinin eklenmesi, çekirdeğin gerçek bir mikrokernel olmadığı anlamına gelir. Nanokernel olarak adlandırılan EKA2 gerçek zamanlı çekirdeği, yalnızca en temel ilkelleri içerir ve diğer soyutlamaları uygulamak için genişletilmiş bir çekirdek gerektirir. Symbian'ın mikrokernel mimarisine sahip olması, sağlamlık, kullanılabilirlik ve yanıt vermeyi en üst düzeye çıkarmak için çekirdeğin içinde gerekli olan minimumun olması anlamına geliyor. Bir zamanlayıcı, bellek yönetimi ve aygıt sürücüleri içerir, ancak ağ hizmetleri, telefon ve dosya sistemi desteği gibi diğer hizmetler OS Hizmetleri Katmanı'na veya Temel Hizmetler Katmanına yerleştirilir. Aygıt sürücülerinin eklenmesi, çekirdeğin gerçek bir mikro çekirdek olmadığı anlamına gelir. Nanokernel olarak adlandırılan EKA2 gerçek zamanlı çekirdeği, yalnızca en temel ilkelleri içerir ve diğer soyutlamaları uygulamak için genişletilmiş bir çekirdek gerektirir. Symbian, diğer aygıtlarla, özellikle çıkarılabilir medya dosya sistemleriyle uyumluluğu vurgulamak için tasarlanmıştır. EPOC'un erken gelişimi, FAT'ı iç dosya sistemi olarak kabul etmeye yol açtı ve bu kalırken, POSIX tarzı bir arabirim ve akışlı bir model sağlamak için temel FAT üzerinde nesne odaklı bir kalıcılık modeli yerleştirildi. İç veri biçimleri, tüm dosya manipülasyonlarını çalıştırmak için verileri oluşturan API'leri kullanmaya dayanır. Bu, veri bağımlılığı ve değişiklikler ve veri taşıma ile ilgili zorluklarla sonuçlandı. ETEL (EPOC telefon), ESOCK (EPOC soketleri) ve C32 (seri iletişimden sorumlu) olmak üzere üç ana sunucu bulunan geniş bir ağ ve iletişim alt sistemi vardır. Bunların her biri eklenti düzenine sahiptir. Örneğin, ESOCK farklı ".PRT" protokol modüllerinin çeşitli ağ protokol düzenlerini uygulamasına izin verir. Alt sistem aynı zamanda Bluetooth, IrDA ve USB gibi kısa menzilli iletişim bağlantılarını destekleyen bir kod da içerir. Ayrıca kullanıcı arabirimi (UI) Kodu'nun büyük bir kısmı da var. Symbian işletim sisteminde yalnızca temel sınıflar ve altyapı mevcuttu; gerçek kullanıcı arayüzlerinin çoğu üçüncü şahıslar tarafından korunuyordu. Artık böyle değil. S60, UIQ ve MOAP olmak üzere üç ana kullanıcı arabirimi 2009'da Symbian'a katkıda bulunuldu. Symbian ayrıca grafik, metin düzeni ve yazı tipi işleme kitaplıklarını da içeriyor. Tüm yerli Symbian C++ uygulamaları, uygulama mimarisi tarafından tanımlanan üç çerçeve sınıfından oluşturulmuştur: bir uygulama sınıfı, bir doküman sınıfı ve bir uygulama kullanıcı arabirimi sınıfı. Bu sınıflar temel uygulama davranışını oluşturur. Geriye kalan ihtiyaç duyulan işlevler, uygulama görünümü, veri modeli ve veri arabirimi, bağımsız olarak oluşturulur ve yalnızca kendi API'leri aracılığıyla diğer sınıflarla etkileşime girer. Birçok şey daha bu modele uymuyor - örneğin, SyncML, Java ME ve multimedya'nın çoğunun üzerinde başka bir API seti sağlıyor. Bunların çoğu çerçeveler ve satıcıların üçüncü taraflardan bu çerçevelere eklentiler sağlamaları bekleniyor (örneğin, Multimedya codec'leri için Helix Player). Bu, bu gibi işlev alanlarına API'lerin birçok telefon modelinde aynı olması ve bu satıcıların çok fazla esneklik kazanması avantajına sahiptir. Fakat bu, telefon üreticilerinin bir Symbian OS telefonu yapmak için çok fazla entegrasyon çalışması yapması gerektiği anlamına geliyor. Symbian, "TechView" adı verilen bir referans kullanıcı arabirimi içerir. Özelleştirmeye başlamak için bir temel sağlar ve çok sayıda Symbian testinin ve örnek kodun çalıştığı ortamdır. Psion Seri 5 kişisel ajandasındaki kullanıcı arabirimine çok benzer ve herhangi bir üretim telefon kullanıcı arayüzü için kullanılmıyor. Symbian OS temelli UI'ler. Symbian OS üzerinde çalışan Kullanıcı Arayüzler ve Platformlar şunları içerir: Bu Platfomlar dışında S60 ve OPP'nin üzerine inşa edilen TouchWiz (Samsung Omnia HD) ve Palette UI (SH-07F) isimli kullanıcı arabirimleride vardır. Pazar payı ve rekabet. 16 Kasım 2006'da sistem'le çalışan 100 milyonuncu akıllı telefon sevk edildi. 21 Temmuz 2009 tarihi itibarıyla, Symbian OS çalıştıran 250 milyondan fazla cihaz üretildi. Bu sayı 2014'e gelindiğinde 500 milyon cihaz rakamına ulaşmıştı. 2006 yılında, Symbian akıllı telefon pazarının% 73'üne, 2011 yılının ikinci çeyreğinde pazarın % 22.1'ine sahip oldu. Symbian, pazara yeni giren rakip platformların pazara girmesiyle pazarın dramatik bir şekilde büyüdüğü yıllar boyunca pazar payını kaybetti, ancak satışları aynı zaman aralığında arttı. Örneğin, Symbian'ın küresel akıllı telefon pazarındaki payı 2008'de % 52.4, 2009'da % 47.2'ye düşmesine rağmen, Symbian cihazlarının gönderimleri 74.9 milyon adetten 78.5 milyon adete % 4.8 arttı. 2009'un ikinci çeyreğinden 2010'un ikinci çeyreğine kadar, Symbian cihazlarının sevkıyatı 19.178.000 adet olan 27.129.340'tan 8.0 milyon adetle % 41.5 arttı; Android için 9.6 milyon adet, RIM için 3.3 milyon adet ve Apple için 3,2 milyon adet arttı. Şubat 2010'da yayınlanan cihaz gönderileriyle ilgili önceki raporlar, RIM'in % 20.8, Apple'ın % 15.1 (iOS üzerinden), Microsoft'un % 8.8 (Windows CE ve Windows Mobile üzerinden) ve Android'in% 4.7 olması ile Symbian cihazları 2009'da gönderilen akıllı mobil cihazların %47,2'sini oluşturdu. "Akıllı mobil cihaz" satışlarında Symbian cihazlar 2010 yılının pazar lideriydi. İstatistikler, Symbian cihazlarının akıllı mobil cihazların% 37,6'sını oluşturduğunu gösterdi; Android % 22,7, RIM % 16 ve Apple % 15.7 (iOS aracılığıyla) idi. Bazı tahminler Symbian işletim sistemi ile 2010'un ikinci çeyreğine kadar taşınan mobil cihazların sayısının 385 milyon olduğunu belirtti. Motorola, Samsung, LG ve Sony Ericsson, 2009-10 döneminde Google'ın Android, Microsoft'un Windows Phone sistemi de dahil olmak üzere alternatif platformların lehine Symbian'dan çekildiğini açıkladı. 2012 yılının ikinci çeyreğinde, IDC'ye göre dünya pazar payı, tüm zamanların en düşük seviyesi olan % 4.4'e düştü. Symbian İşletim Sistemi Sürümleri. İşletim sistemi Symbian ismini almadan önceki dönemlerde EPOC OS ismi ile daha çok PDA'larda kullanılmaktaydı. 2000 yılında Symbian OS adını almıştır ve çoğunlukla akıllı telefonlarda kullanılmıştır. Yazılım tabanı. Symbian OS ile çalışan cihazlarla yüklü gelen ve sonradan yüklene bilinen birçok uygulama bulunmaktadır. 2008 yılında Symbian için 9.834 üçüncü taraf Symbian uygulaması ticari olarak mevcuttu. (Bu listede eski erken Symbian 'Psion' uygulamaları ile bu sayı 10.000'den fazlaydı.) Symbian uygulamaları ya geliştiricinin kendi sitesinden ya da cihaz ile yüklü gelen mobil uygulama mağazaları (Ör: Nokia Store veya DoCoMo Store) ile yüklenebilmektedir. Ve kullanıcılar dilerse başka uygulama mağazalarını cihazlarına indirebilirdi. Bazı erken Symbian uygulamaları ve N-Gage Oyunları ise MMC ve Psion Solid State Disk'ler le birlikte dağıtılmaktaydı. Ülkemizden de TRT, Turkcell, Yemeksepeti gibi markaların uygulamalarıda zamanında Symbian için bulunmaktaydı. Günümüzde küçük bir topluluğa sahip olan Symbian için uygulama geliştirilmesi devam etmektedir. Bunlardan en bilinenleri Whisk3D ve JTube uygulamalarıdır. Symbian için planlanan veya geliştirilme aşamasındayken iptal edilen uygulamalarda bulunmaktaydı. Bunlardan bazıları, Firefox'un erken bir mobil sürümü olan Fennec'ti. Oyunlardan ise Driver 3, Eric Boom, Indigo, Lose Your Marbles gibi markalarda bulunmaktadır. Eleştiriler. Latin alfabesi kullanmayan ülkelerdeki (Rusya, Ukrayna ve diğerleri gibi) Symbian S60 kullanıcıları, dil değiştirmenin karmaşık yöntemini yıllardır eleştiriyor. Örneğin, bir kullanıcı Latin harfi yazmak istiyorsa, menüyü açmalı, diller öğesine tıklamalı, örneğin diğer birçok dil arasından İngilizceyi seçmek için ok tuşlarını kullanmalı ve ardından 'Tamam' düğmesine basmalıdır. Latin harfini yazdıktan sonra, kullanıcı yerel klavyesine dönmek için prosedürü tekrarlamalıdır. Bu yöntem yazmayı önemli ölçüde yavaşlatır. Dokunmatik telefonlarda ve QWERTY telefonlarda prosedür biraz farklıdır ancak zaman alıcı olmaya devam eder. Diğer tüm mobil işletim sistemleri ve Nokia'nın S40 telefonları, tek bir tıklama veya tek bir hareketle başlangıçta seçilen iki dil arasında geçiş yapmayı sağlar. Bu sorun Symbian'nın son sürümü olan Belle FP2 ile düzeltilmiştir. Kullanıcılar klavyeden (Dünya) ikonuna tıklayarak önceden belirlemiş oldukları diller arasında geçiş yapabilirler. Symbian^1 & Series 60 5th Edition'da çalışan orijinal Nokia N97 için erken sürümler, hatalı olduğu için ağır bir şekilde eleştirildi (telefona takılı düşük miktarda RAM de buna katkıda bulundu). Kasım 2010'da, All About Symbian adlı akıllı telefon blogu S60'ın varsayılan web tarayıcısının performansını eleştirdi ve alternatif tarayıcı olarak Opera Mobile'ı önerdi. Nokia'nın Kıdemli Başkan Yardımcısı Jo Harlow, 2011'in ilk çeyreğinde güncellenmiş bir tarayıcı (Anna ile) sözü verdi. Symbian'ın birçok farklı platfomlara bölünmesi parçalanmaya yol açtı. Uygulamalar ve yazılımlar, Symbian'ın farklı sürümlerine yüklendiğinde uyumsuz olabilir. Ayrıca bakınız. Symbian/EPOC Platformları; Symbian ile alakalı şirketler; Diğer;
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6655", "len_data": 29851, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.56 }
Onkoloji kanserin oluşumu, nedenleri, kalıtımla ilişkisi, tanısı, tedavisi, kanserle ilgili istatisikler ve kanserden korunmayla ilgilenen tıp dalıdır. Kanser bir tümör türüdür, kötü huylu (kötücül, habis, malin) tümörleri ifade eder. Onkoloji Türkçede 'kanserbilim' olarak ifade edilebilir. Radyasyon Onkolojisi ve Tıbbi Onkoloji (Medikal Onkoloji), kanserli hastaların takip ve tedavisini yapar. Bu hastaların takip ve tedavisinde gerektiğinde ilgili cerrahi uzmanları ile iş birliği yapılır. Medikal Onkoloji bilim dalının uzmanlarına tıbbi onkoloji uzmanı, radyasyon onkolojisi Ana Bilim Dalı uzmanlarına ise radyasyon onkolojisi uzmanı denir. Kanser radyoterapisi. Radyasyon Onkolojisi uzmanlarının radyoaktif ışınlarla uyguladığı etkin tedavi yöntemidir. Radyoterapi tedavisi gelişmiş radyoterapi cihazları ile uygulanır. Bu tedavide amaç tümörlü bölgeyi normal dokulara zarar vermeden yok etmektir. Kanser kemoterapisi. Tıbbi onkolojinin kanserli hastalardan gerekli görülenlere uyguladığı kimyasal ilaç tedavisidir. Kullanılan ilaçlar kanser ilacı (antikanser ilaç, antineoplastik ilaç) olarak bilinen kemoterapötiklerdir. (kimyasal ilaçlardır).
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6660", "len_data": 1153, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.53 }
Babaeski, Kırklareli'nin ilçesidir. Babaeski Marmara Bölgesi'nin Trakya kesiminde, Kırklareli'ye bağlı bir ilçedir. Kuzeyinde Merkez ilçe, doğusunda Lüleburgaz, güneybatısında Pehlivanköy, güneyinde Tekirdağ, batısında da Edirne bulunmaktadır. Küçük bir şehir yerleşmesidir. Tarım ve sanayi başlıca geçim kaynağıdır. İlçe toprakları Ergene Ovası'nda olup, yüksek alanlar ve dağlar yok denilecek kadar azdır. İlçenin kuzeyini yükseklikleri 150 m'yi geçmeyen Yıldız Dağlarının uzantıları engebelendirmektedir. Bunlar Babaeski'nin başlıca yükseltileridir. Ergene Ovası, Ergene Nehri'nin suladığı oldukça geniş bir düzlüktür. Ayrıca yükseklikleri 50–150 m arasında değişen irili ufaklı ovalar bulunmaktadır. Bütün bu ovalar ilçenin tarım alanlarını oluşturmaktadır. İlçe topraklarını Ergene Nehri'nin bir bölümü sulamaktadır. Bunun dışında Kavak Deresi (Cürtlen Dere) ile Şeytan deresi de bulunmaktadır. Köken bilimi. Babaeski ismi yörede bulunan Baba Kavağı ağacından gelmiştir. Eski Osmanlıda Babaeski civarındaki kavak/kayın ağacından yapılan oklar ve yaylar çok meşhurdu. Saltukname'de Babaeski'den ve bu yörede yetişen Baba Kavağından bahsedilir. Ağaç dikmek Türklerde çok eskiden beri var olan kutsal bir gelenektir. Yakutlar'da gençlerin, şaman olmaya niyetlenince hemen bir ağaç diktiklerini ve bu ağaç büyüdükçe rütbelerinin arttığını belirtmektedir. Saltukname'de, Sarı Saltuk'un diktiği kavak ağacı 10 kişinin kucaklayamayacağı kadar büyüktür. Buna "Baba Kavağı" denilmektedir Babaeski'de bulunan ve Baba Kavağı denilen bu ağacın kayın ağacı olduğu da söylenmektedir. Eski Türkler'de okların kayın ağacından yapıldığı bilinir. Adil Sultan Destanı'nda Babaeski'nin okları, Edirne'nin yayları ile meşhur olduğu ifade edilmektedir. Saltukname'de adı geçen Baba Kavağı denilen kayın ağacı ile Babaeski'nin meşhur okları arasında efsanevi bir münasebet vardır. Tarih. MÖ 5. yüzyıl ortalarında burada kurulan Trakların Odrys kolunun kurduğu devletini Makedonya Kralı II. Phillip yıkmış, bunu Bitinya Krallığı'nın egemenliği izlenmiştir. MÖ 46'da Roma İmparatoru Cladius Trakya ile birlikte Kırklareli yöresine de hakim olmuşlardır. Milattan sonra. Bizans İmparatoru I. Anastasius'un (491-518) yaptırdığı Marmara'dan Karadeniz'e kadar uzanan büyük liman suru Babaeski'nin yakınında geçmekte idi. I. Justinianus (527-533) bu surları onarmış, ancak bunlar sürekli saldırılara uğradığından günümüze ulaşamamıştır. Bu iki Bizans imparatorunun üzerinde özenle durduğu surların yapımındaki amaç, Balkanlardan gelecek akınlara karşı İstanbul'u korumaktı. Bizans döneminde, bölge "Bulgarofigon" (Bizans Yunancası'nda ) olarak biliniyordu ve 896'da Bizanslılar burada Bulgarlara karşı ağır bir mağlubiyet aldı. 1047 yılında Leon Tornikios'un liderliğindeki isyancıların eline geçmişse de İmparator IX. Konstantinos tarafından geri alınmıştır. Trakya halkları. Balkan Türkleri, Gacallar, Pomaklar, Megleno-Rumenler (Karacaovalılar ya da Nutyalı) ve Çingeneler burada yaşıyor. Amuca Kabilesi Osmaniye, Babaeski'de yaşıyor. Osmanlı. Babaeski yöresi, Sultan I. Murat döneminde Balaban Bey tarafından 1359'da Osmanlı topraklarına katılmıştır. Bizans döneminde Bulgaraphygon ismi Fatih Sultan Mehmet'in burayı ziyaretinden sonra, yöreyi yeniden düzenleyen Ahi Baba'dan ötürü Babaeski olarak değiştirilmiştir. Babaeski adını alması ise, Fatih Sultan Mehmet’e dayandırılmaktadır. Bir söylentiye göre Fatih Sultan Mehmet İstanbul'un fethi için Edirne’den yola çıkıp buraya geldiğinde, Eski Cami önünde gördüğü yaşlı bir tamirciye beldenin ne zaman kurulduğunu sormuş ve aldığı yanıt, “Eskidir, eski,” olmuştur. Padişah, yaşlı adamın kendi yaşını sorduğunda da yine, “Baba, eski,” yanıtını alır. Bunun üzerine beldenin adı "Babaeski" olarak anılmaya başlanmıştır. Cumhuriyet döneminde de bu isim kullanılmaya devam etmiştir. Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde Babaeski'deki mimari eserlerle ilgili şöyle nakletmiştir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6664", "len_data": 3896, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.45 }
1992 yılında Patrick Volkerding tarafından başlatılan Slackware Linux, hâlen geliştirilen en eski Linux dağıtımıdır. İlk kararlı sürümü 1993 Temmuz'unda yayınlanmıştır. Grafiksel konfigürasyon araçları ve basit arayüzler sunmaktan ziyade, sizin Linux'a aşina olmanızı bekleyen bir yapıya sahiptir. Diğer dağıtımlar geliştirmesi zor fakat kullanması kolay arayüzler sunarken, Slackware'de her şeyi konfigürasyon dosyalarına bizzat el atarak halletmeniz gerekir. Bundan dolayı Slackware kullanmayı düşünen acemiler Linux öğrenmek için zaman harcamaya hazır olmalıdırlar. Yüksek düzeyde kararlı ve güvenli bir yapısı vardır - sunucu olarak kullanmaya son derece uygundur. Deneyimli Linux yöneticileri onu, dağıtım üreticilerinin çeşitli yamaları ve eklentilerinin azlığından dolayı hatasız ve kararlı bulurlar. Yeni versiyonlarının dağıtım sıklığı düşüktür (yaklaşık yılda bir kez ), ancak güncel paketleri her zaman bulunabilmektedir. Slackware, Linux ile ilgili derinlemesine bilgi sahibi olmak isteyenler için ideal bir dağıtımdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6670", "len_data": 1031, "topic": "CODING", "quality_score": 3.62 }