text
stringlengths 3
198k
| metadata
dict |
---|---|
Latin Amerika, Latin dilleri konuşan Amerika ülkelerine ve çevresine işaret eder. Diğer bir deyişle bu bölgenin Anglo-Amerikan ve Cermen dilleri konuşan bölgeler ile zıtlık oluşturduğu da söylenir.
Latin Amerika tanımı üzerinde kesin bir mutabakat olduğu söylenemez. Çeşitli disiplinler ve araştırmacılar bölgenin tanımını farklı yapmışlardır. Uluslararası ilişkiler açısından daha çok bağımsız ülkeler ele alınmıştır. Bazı araştırmacılara göre ABD'nin güneyindeki tüm ülkeler Latin Amerika'dır. Bu durumda Fransızca, İspanyolca, Portekizce ve İngilizce konuşan tüm Karayip, Orta ve Güney Amerika ülkeleri ile Meksika bu sınıfta değerlendirilebilir.
Bölge aşağıdaki 20 ülkeden oluşur:
Latin Amerika ülkeleri arasında çok sayıda birleşme çabası da olmuştur. Avrupa Birliği örneğinden ilham olan bu çabaların çok başarılı olduğunu söyleyebilmek zordur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6681",
"len_data": 850,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.64
}
|
Commonwealth şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6682",
"len_data": 36,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 1.58
}
|
Türkiye'de elektrik mühendisliği; Elektrik enerjisinin üretimi, iletimi, dağıtımı, enerji sistemleri ve alternatif akımda çalışan yüksek güçlü cihazların (elektrik makinaları, güç transformatörleri vb.) tasarımı, geliştirilmesi, korunması, denetimi, güvenliği ve işletilmesi konularıyla ilgilenir. Diğer adı güç mühendisliğidir (power engineering). Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi Afyon Kocatepe Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Kocaeli Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi olarak 5 üniversitede eğitimi verilmektedir. Bunun dışında Elektrik-Elektronik mühendisliğine gidenler 3. veya 4.sınıfta güç mühendisliği ile ilgili opsiyonları seçerlerse (Elektrik tesisleri, elektrik makinaları, yüksek gerilim tekniği vb.) 1kV üstü yüksek gerilim için imza yetkisine sahip olur.
Bu alan 19. yüzyıl sonlarında elektrikli telgraf ve güç kaynaklarının ticarileşmesiyle meslek olarak tanımlanmaya başlamıştır. William Gilbert'in 1600'lerde yazdığı De Magnete adlı eseri "elektrik" teriminin orijinini oluşturmaktadır. Birçokları tarafından elektrik mühendisliğinin ya da elektriğin babası olarak nitelendirilmektedir.
Elektrik mühendisinin çalışma alanları.
Geniş çalışma alanları vardır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6686",
"len_data": 1195,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.54
}
|
Tulum, Anadolu'nun kuzeydoğusunda Rize, Artvin, Ardahan, Erzurum ve Gümüşhane'de kullanılan nefesli bir halk çalgısı. Balkan yarımadası ve İskoçya'da kullanılan gaydadan en önemli farklı pes sesleri kontrol edebilen boruya sahip olmamasıdır.
Tarihçe.
Tulum'un bir enstrüman olarak kullanılmaya başlandığı tarih hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte Mezopotamya'da ortaya çıktığı sanılmaktadır. Aristophanes'in Akharniyalılar oyunundan (MÖ 425) ve Suetonius'un imparator Nero'nun (MS 54–68) hayatını anlattığı eserinde Utricularius adlı bir tulumcunun varlığından Antik Çağ'da Akdeniz uygarlıklarınca ödünçlendiği anlaşılmaktadır. İskoç gaydasının atası olan gayda-tulum benzeri nefesli sazların Romalılar tarafından Mısır, Anadolu veya Trakya üzerinden kıta Avrupasına taşındığı teorisi bu yüzden kabul görmektedir. 17. yüzyılda bölgeye gelen Evliya Çelebi seyahatnamesinde "dankiyo tulum sazı" ve "Sazende-i dankiyo düdüğü" olarak tanımladığı enstrümanı Trabzon yakınlarında yaşayan halkın icat ettiğini bildirmiştir. Bununla birlikte Antik Yunanca olup "Hayvan derisinden yapılmış torba" anlamına gelen dankiyo kelimesi bugün Trabzon'da neredeyse hiç bilinmediği gibi dini sebeplerle ya da küçükbaş hayvancılığın terkedilmesiyle unutulmuştur. Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesine kadar Rumlar tarafından özellikle Maçka ve Kuzey Gümüşhane'de (Krom, Santa, İmera) yoğun olarak kullanılmaktaydı. Yine 1900'lü yıllara kadar Araklı Karadere vadisindeki Hemşinli orjinli köylerde çalınmakla beraber günümüzde sadece halk tarafından eskiden çalındığı bilinmektedir. Bunun yanı sıra Bayburt'un kuzeyinde yer alan ve Trabzon'a komşu olan bazı köylerde kullanılmaktadır. 1970'lere dek Holo boğazı köylerinde de çalındığı bilinmekte, kemençenin bazı parçaları çalmak için tulum gibi akort edildiğinden Trabzon folklorunda etkisi sürmektedir. Rize'nin İkizdere (bazı köyleri), Pazar, Ardeşen, Çamlıhemşin, Hemşin, Fındıklı, Güneysu, Artvin'in Arhavi, Hopa, Borçka, Yusufeli, Şavşat, Murgul ve Erzurum'un İspir ve Tortum ilçelerinde geleneksel olarak çalınır. Artvin'in iç bölgelerinde Gürcüler tarafından da geleneksel enstrüman olarak kullanılmaktadır. Ardahan ilinin kuzeyi olan Posof ve Hanak'ta kullanılır. İç bölgelerde Tatos Dağları sınırından itibaren yerini davul-zurnaya bırakmaktadır. Tulum, Gümüşhane'de, şehir merkezinin doğusunda bulunan Merkez ilçe köylerinin genelinde davul-zurnayla beraber geleneksel çalgıdır. Önceleri bu yörede yoğun olarak çalınmakta olan tulum günümüzde yerini daha çok davul-zurnaya bırakmıştır ancak bazı Gümüşhane köylerinde yoğun olarak kullanılmaya devam edilmektedir. İran'da Ney Anban adıyla bilinmektedir.
Yapısı.
Tüyleri temizlenmiş çebiç adı verilen oğlak derisinden delik yerleri bağlanıp, gövde bölümü elde edilir. Ön ayaklardan birine lülük, birine de nav takılarak yapılmaktadır. Geleneksel olarak boynuzdan yapılan navlar günümüzde ahşaptır. Mübadele ile Yunanistan'a göçen Karadeniz Rumları nav bölümünü boynuzdan yapmaya devam etmektedir ve içine yöresine göre zimbon (Trabzon), çimon/çibu (Rize), zimbon ve çimon kelimeleri Latince "tulum" anlamına gelen tsimpona teriminden ödünçlenmiştir. Terim Yunancaya zampuna (ζαμπούνα η) İtalyanca ise sampogna “tulum, koyun postundan yapılan çoban çalgısı" formunda geçmiştir. Adı verilen kamıştan yapılan komalı-pentatonik sipsi yerleştirilmektedir. Lülükten dudula adlı ağızlıktan üflenerek şişirilen enstrümanda sıkışan hava nav içinde bulunan zimbona gelir ve burada parmaklar sayesinde istenilen ses elde edilir.
Akort.
"B - si" "A -la" "G -sol" karar seslerinde akort edilen ve komalı pentatonik bir enstrüman olup tek oktavlık ses rengine sahiptir.
Etimoloji.
Türkçe tulum "deri kap". 13. yüzyıl öncesinde ilk olarak Hakas lehçesinde tulug formunda tespit edilmiştir. Yunanca tilimos “"meşin torba"”? veya tol-mak “dolmak” fiilinden türediği de ileri sürülmektedir.
Terminoloji.
Çeşitli dillerde tulum terminolojisi:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6687",
"len_data": 3918,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.47
}
|
Kalecik, İç Anadolu Bölgesi'nde Ankara'ya bağlı bir ilçedir.
Tarihçe.
Kalecik ve çevresi, tarihi MÖ 4000 yıllarına kadar uzanan, çok eski bir yerleşim bölgesidir. MÖ 4000 yıllarında Hititler'in bu bölgede yaşadığına dair bazı kalıntılar bulunmuştur. Daha sonraları bölge,Büyük İskender'in ve ardından Doğu Roma İmparatorluğu'nun hakimiyetine girmiştir. 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi ile Türklerin Anadolu'ya gelişinden sonra 1075 yılında Kalecik Kalesi, Selçuklu Türkleri tarafından zaptedilmiş ve onların hakimiyetine geçmiştir. Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra yörede beylikler döneminde Candaroğulları'nın hüküm sürdüğü anlaşılmaktadır. Yıldırım Bayezid zamanında Ankara ile birlikte Kalecik Kalesi de Osmanlılar tarafından zaptedilmiştir. Timur'un çekilmesinden sonra tekrar Candaroğulları yörede yeniden kısa bir hakimiyet kurmuşlar, sonra tekrar Osmanlıların hakimiyetine geçmiştir. Kalecik, Osmanlı döneminde uzun yıllar Çankırı sancağına bağlı bir kaza olmuştur.
Anadolu Tarihi Coğrafyası üzerinde araştırmaları bulunan William Mitchell Ramsay Kalecik'in çevresinde ""Acıtorızıacum" isimli bir kentten söz etmiştir. Ayrıca araştırmalarında Ramsay, Kalecik'i "Eçelriga"" olarak tanımlamıştır.
Ayrıca yakın tarihimizde Türk Kurtuluş Savaşında nokta hizmeti vermek, Kuvâ-yi Milliye güçlerine lojistik destek sağlamak bakımından hizmet etmiştir.
1925 yılında Mustafa Kemal Atatürk Kastamonu yolculuğu sırasında bölgeyi ziyaret etmiştir.
Coğrafya.
İlçe, Ankara ilinin kuzeydoğusunda yer alır. İlçenin batısında Akyurt ve Çubuk, doğusunda Kırıkkale ve Elmadağ, kuzeyinde de Çankırı (Şabanözü) bulunmaktadır.
İlçenin batı ve güneydeki dağlık ve engebeli kesimler ile güney-kuzey doğrultusunda Kızılırmak Vadisi'nden oluşmaktadır. Batısını Karbasan Dağı, güneyini de İdris Dağı yer almaktadır. Doğuda Kızılırmak'ın kıyısında ise ova düzlükleri bulunur.
Mahalleler.
Kalecik'in 57 mahallesinin 6'sı merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 6.452 kişi (%49,7) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 46,7 km uzaklıktaki Şemsettin'dir. İlçede nüfusu en fazla olan, 2.682 kişi ile Halitcevriaslangil mahallesidir. Kalecik'in nüfusu 2017 yılında %2,67 azalmıştır.
Ekonomi.
İlçenin ekonomisi tarıma dayalıdır. Hayvancılık ikinci plandadır.
İlçe topraklarında bentonit ve mermer yatakları ve krom cevheri bulunmaktadır.
Tarihi eserler.
İlçe merkezinde hakim bir tepede bulunan Kalecik Kalesi Romalılardan kalma olup Osmanlılar zamanında onarım görmüştür. Kalecik Osmanlılar döneminde oldukça gelişmiş bir kasaba olarak bilinmektedir. Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinde adı zikredilen yerlerden birisidir. O tarihlerde Ahilik yörede yaygınlık kazanmıştır; tabakçılık, bakırcılık ve kumaş dokumacılığı dönemin gelişmiş el Sanatlarındandır.
Hasbey, Hamdi, Saray, Tabakhane camileri ile Kazancı Baba Türbesi ve Kızılırmak üzerindeki Develioğlu Köprüsü belli başlı tarihî eserlerdir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6689",
"len_data": 2881,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.43
}
|
Kalecik Karası; Ankara'nın Kalecik ilçesi sınırları içerisinde yetişen ve kırmızı şarap üretiminde kullanılan bir üzüm çeşididir. Ankara haricinde Denizli, Yozgat ve Nevşehir bölgelerinde de üretimi yapılmasına karşın; Kızılırmak'ın boydan boya geçerek yarattığı mikroklima ve deniz fosili bakımından zengin topraklar sayesinde en çok verim alınan yer Kalecik'tir.
Tarihçe.
Anadolu’nun en eski üzümlerinden birisi olan ve uzun yıllar boyunca Türk şarabının da en değerli üzümlerinden birisi olarak kabul edilen Kalecik Karası, adını üretildiği Kalecik ilçesinden almıştır. Bu üzümün yarattığı katma değer ve ilçeye kazandırdığı para o kadar fazlaydı ki; Ziraat Bankası’nın ilk şubelerinden birisi de -İstanbul, İzmir, Bursa ve Adana gibi zamanının büyük şehirlerinden sonra- Kalecik'te açılmıştı. Fakat o zamana kadar çoğunlukla gayrimüslim nüfus tarafından yürütülen bağcılık ve şarapçılık faaliyetleri, Cumhuriyet'in ilanından sonra Ermeni ve Rum nüfusun giderek azalmasıyla orantılı olarak düşmüştü. Çöküşe geçen şarapçılığı canlandırmayı hedefleyen TEKEL ise sahip olduğu ilk şarap tesislerinden birini Kalecik’e kurmuş; üzümü yerinde ve modern yöntemlerle işleyerek ""Kalebağ" isimli sek ve tatlı şaraplar üretmeye başlamıştı. Merkezi Çankaya’da bulunan bir diğer büyük şarap üreticisi Kavaklıdere de "Yakut"" serisinin üretiminde Kalecik Karası üzümlerini kullanmaktaydı.
1960'lı yıllarda İç Anadolu Bölgesi'nde yaşanan asma biti istilasından sonra üzüm bağlarının kuruması sonucunda yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. 1980'lere gelindiğinde ise artık ekonomik getirisi fazla olmadığı gerekçesiyle neredeyse üretimi durmuş ve bulunamaz hale gelmişti. İlerleyen yıllarda Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi ve Kavaklıdere Şarapları'nın ortaklaşa yürüttüğü kurtarma ve seleksiyon çalışmaları sayesinde tekrar dünya şarap literatürüne giren üzüm, 2006 yılında Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından coğrafi işaret olarak tescillenmiştir. Ayrıca; 2019'dan beri her yıl Kalecik'te "Uluslararası Kalecik Karası Üzüm Festivali" düzenlenmektedir.
Özellikleri.
Kalecik Karası, dikildikten en az 3 yıl sonra meyve vermeye başlayan bir üzüm çeşididir. Genel olarak bu türün asmaları Nisan ayında sürmeye başlayıp Mayıs ayının sonlarına doğru çiçeklenir. Haziran ayının ikinci haftasında oluşmaya başlayan meyvelerin olgunlaşma dönemi ise Eylül ayının ortalarına ("orta mevsim") denk düşer. Taneleri siyaha yakın mavi renkli olup orta büyüklüktedir. Çekirdekli ve kendine özgü bir aroması olan üzümün, salkımları sık, kanatlı konik biçiminde ve ortalama 150 gram ağırlığındadır. Karışık-kısa budama yapılır. Orta Anadolu'da yetişen en kaliteli kırmızı şaraplık üzüm çeşitlerinden biri olan Kalecik Karası, Türkiye'ye özgü olmasıyla bilinir.
Ticari değer.
Ankara Ticaret Odası'nın 2018 yılı verilerine göre başta Belçika ve Birleşik Krallık olmak üzere pek çok ülkeye milyonlarca dolarlık şarap ihracatı gerçekleştirildiği belirtilmiş; uluslararası ticarette Kalecik Karası'nın Fransa'nın Bordeaux şehrinde yetişen üzümlerle eşdeğer kalitede görüldüğü açıklanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6694",
"len_data": 3068,
"topic": "FOOD_GASTRONOMY",
"quality_score": 3.57
}
|
Adımölçer ya da pedometre, adım ölçen alet olarak tanımlanabilir.
Mekanik harekete duyarlı sensör, mikroişlemci, LCD ekran, pil ve bunları içeren plastik kutudan oluşur. Sensörün duyarlılığına göre hassasiyetleri değişmektedir; gömülü yazılımın kabiliyetlerine göre de kalori, alınan mesafe ve sesli ikaz özellikleri olabilir. Genelde hafif ve ufak olması için saat pilleri kullanılır.
Dış bağlantılar.
www.pedometers.com (İngilizce)
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6696",
"len_data": 433,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.47
}
|
Enderûn Mektebi (Osmanlı Türkçesi: اندرون مکتب), Enderun'un II. Murad veya Fâtih Sultan Mehmed dönemlerinde açılmış olduğu şeklinde iki farklı görüş ileri sürülmekteyse de II. Murad zamanında Edirne Sarayı'nda teşkil edildiği, ancak gerçek teşkilâtına Fâtih döneminde kavuştuğu söylenebilir. Zamanla çeşitli değişikliklere uğramakla beraber Osmanlı Devleti'nin son zamanlarına kadar (1908) varlığını sürdüren bir saray okuludur. Hristiyan ailelerden devşirilen çocukların zeki ve gösterişlileri saraya alınarak özel bir şekilde yetiştirilirlerdi. Fatih Sultan Mehmed döneminde geliştirilmiştir.
Enderun, Farsça "sarayın iç kısmı" demektir. Enderûn mektebine alınan çocuklara, Kur'an, tefsir, hadis, kelâm gibi dini dersler, edebiyat, inşa (şiir), dil bilgisi, Arapça, Farsça gibi dil ve edebiyat dersleri ve matematik, coğrafya, mantık gibi müspet ilimler dersleri okutulurdu. Bir taraftan da Osmanlı saray geleneği ve görgüsüyle, protokol kaideleri ve bürokratik işler öğretilirdi. Bunların yanında çeşitli sanat kollarında beceriler kazandırıldığı gibi sportif faaliyetlere de yer verilirdi.
İç oğlanı denilen Enderûn talebesi ortak bir kültürü özümseyerek, saray ve padişah hizmetlerinin yürütülmesini sağlarlar, böylece Osmanlı Devleti'nin sarayda, yönetimde, ordu ve bürokraside ihtiyaç duyulan kadrolarının bir kısmı bu şekilde yetiştirilmiş olurdu. Sarayda kademe kademe yükselerek sancakbeyi rütbesiyle taşrada görev alırlardı.
Osmanlı devrinde Türkçenin devlet dili olarak hakim olmasının bir başka sebebi de Enderûn Mektebi'dir. Enderûn, saray içinde bir okuldur. Sarayda, orduda ve hükûmet işlerinde çalışacak memurları ve hizmetlileri yetiştirmek bu okulun görevi idi. Fatih tarafından açıldığı bilinen bu okula, acemi oğlanlar arasından öğrenci seçilirdi.
Enderunda eğitim beş konu üzerinde toplanmıştı:
Topkapı Sarayı'nda Enderun 7 ayrı bölümden oluşmaktadır:
Enderûndan sadrazamlar, kaptan paşalar, yeniçeri ağaları, eyalet valileri, sancak beyleri, daha başka hizmetler için ünlü kişiler, ayrıca şairler, edipler, ressamlar, mimarlar, müzikçiler, tarihçiler, fen ve matematik bilginleri (ve öğretmenleri) ve daha bunlar gibi medresenin yetiştirmediği bilginler de yetişmiştir.
Askerlik, siyaset ve teknik konuların ağırlıklı olarak okutulduğu Enderûn okulunun temel özelliği, saray içinde bulunması ve bütün derslerin Türkçe okutulmasıdır. Fatih Kanunnamesi ve Enderûn mektebinin durumu da gösteriyor ki, Osmanlı devrinde Türkçeye devlet dili olarak önem verilmiştir.
Enderûn mektebinden eğitim ve öğretim sultan II. Mahmud devrine kadar sistemli bir şekilde devam etti. 18. yüzyılın sonlarında devşirme sisteminin bozulmasıyla darbe yiyen okul, 1826'da Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasından sonra Asâkîr-i Mansûre-i Muhammediyye ordusu için yetiştirilmesi gereken küçük ve büyük rütbeli subayların büyük bir kısmının Enderûn mektebinden seçilmesi ile sarsıldı.
Daha sonra batı metotları ile harp okullarının açılması ve bunların gitgide çoğalmasıyla mektebin önemi iyice azaldı. Modern eğitimin gittikçe yerleşip yayılması karşısında, Enderûn mektebi de modern eğitimin ilkelerini uygulamaya başladı. Ancak şehirde Türk ve ecnebi olmak üzere çeşitli genel kültür kurumlarının ve meslek okullarının açılması, özellikle Enderûn mektebinden çıkanların, Tanzimât'tan önceki devirde olduğu gibi, devlet görevlerine tâyinlerdeki üstün durumlarını kaybetmeleri, halk arasında özellikle devlet ileri gelenleri katındaki değerini sarstığından, Enderun 1908 İkinci Meşrutiyetin ilanını takip eden günlerde tamamen kapatıldı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6710",
"len_data": 3529,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.83
}
|
Godot'yu Beklerken (Fransızca: En attendant Godot, İngilizce: Waiting for Godot), Samuel Beckett'ın 1949 yılında Fransızca olarak yazılan ve ilk kez 1953'te Paris'te sahnelenen ünlü eseridir.
Zamanla ülke çapında ün kazanıp 1954 yılında Beckett tarafından bazı değişikliklerle İngilizceye çevrilmiş ve başka ülkelerde de sahnelenmeye başlanmıştır.
Avangard olarak nitelenmesine karşın hızla klasikleşmiştir.
Oyunun varoluş sancıları çeken kahramanları Vladimir ve Estragon, yolları kesiştiğinde birbirleriyle iletişim kurmaya çalışır. Her gün yinelenen bu ritüelde bellek, işlevini yerine getiremeyince de gerçekliğin kesinliğinden uzaklaşmaya başlarlar.
Eylemsizliklerine yenilmiş insanların, Godot adında ne olduğu bilinmeyen bir kimse veya "şeyi" beklemelerini konu alan en önemli absürt tiyatro eserlerinden biridir.
Karakter analizi.
Vladimir ve Estragon.
Beckett yazmaya başladığında Vladimir ve Estragon için herhangi bir görsel ögeye sahip değildi. Roger Blin: "Beckett seslerinin duymasına rağmen karakterleri bana açıklayamıyordu. Bana şöyle dedi: 'Emin olduğum tek şey melon şapka giydikleri.' " Beckett'ın yaşadığı dönemde ve yerde, melon şapka, babasını da barındıran topluluk tarafından giyilirdi. Vladimir ile konuşulduğunda o bir şair olmalı diye düşündürür ve Estragon Vladimir'in şair olduğunu söyler.
Laurel ve Hardy'i hatırlatan özellikler mevcuttur.
Oyunun çoğunda Estragon otururken ve hatta uyuklarken Vladimir ayakta durur. "Estragon uyuşuk, Vladimir ise huysuzdur." Vladimir gökyüzüne bakar derin bir şekilde filozofik ve dinsel konuları düşünür. Estragon ise "taşa aittir-uyuşuktur", zihnini ne yiyeceğini veya nasıl hareketlerini ve ağrılarını kolaylaştıracağı üzerine meşgul etmektedir. Estragon direkt ve kolay biridir. Alzheimer hastalığından acı çekmektedir. Al Alvarez şöyle yazmıştır: "Ama belki de Estragon'nun unutkanlığı aralarındaki ilişkinin yapışkan bağdır. Estragon sürekli unutur, Vladimir ise hatırlatır. Aralarında zaman geçirirler." Ne kadar zamandır bir arada bulundukları bilinmemektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6716",
"len_data": 2035,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.8
}
|
Hacı Abdullah Lokantası, İstanbul'da Karaköy rıhtımında 1888 yılında açılmış lokanta.
İstanbul'da hizmet veren en eski lokantalardandır. Avrupa'da lokantacılık kültürünün genişlediğini fark eden Osmanlı Sultanı II. Abdülhamit'in İstanbul'da da şık bir mekânın açılması arzusu üzerine kurulmuştur. Kurulduğu devirde Abdullah Efendi adında bir usta tarafından yönetilen işletme, ustadan çırağa devredilerek devam etmektedir.
Lokantada çırak olarak çalışmaya başlayan personelin zamanla yetiştirilerek usta yapılması geleneği sürdürülür ve menülerde çok büyük değişiklikler yapmadan hizmet sunulur. Lokantanın hafızasındaki 1500 dolayında tarif vardır; bu tariflerden 150 kadarı dönüşümsel olarak konuklara sunulmaktadır.
Tarihçe.
Abdullah Efendi.
Yerli ve yabancı konukların evlerde, konaklarda, saraylarda ağırlandığı, lokantacılık kültürünün olmadığı Osmanlı toplumunda Avrupa'daki gibi bir lokantacılık kültürünün gelişmesini arzulayan Sultan II. Abdülhamit'in arzusu ile Karaköy rıhtımında 1888 yılında "Victoria" adı ile açılmıştır. Lokantanın başına, saray mutfağı aşçılarından Abdullah Efendi geçirilmiş ve müdavimleri lokantaya "Victoria" değil, "Abdullah Efendi Lokantası" demişlerdir. Uzun yıllar İstanbul'u ziyaret eden yabancı resmî ve özel heyetler Karaköy rıhtımındaki Abdullah Efendi Lokantası'nda ağırlanmıştır.
Lokanta, 1905 yılında lokanta Beyoğlu'na taşınıdı ve İstiklâl Caddesi üzerinde bulunan Rumeli Han'ının zemin katında hizmet verdi. Abdulah Efendi'nin ölümünden sonra lokantayı oğlu Hikmet Abdullah işletti. Bir dönem Emirgan'da geniş bir bahçe içinde hizmet verildi. Onun ölümünden sonra lokanta işletilemedi; 1980'li yılların sonuna doğru kapandı.
Hacı Salih.
Daha öne Abdullah Efendi Lokantası'nda çalışan Hacı Salih Efendi, 1943 yılında "Sadri Alışık Sokağı"'nda (eski adı ile Bursa Sokağı veya Ahududu Sokağı) açtığı "Hacı Salih Lokantası" adlı lokantada Hacı Abdullah Lokantası geleneğini sürdürdü. Lokanta, 1958 yılında Ağa Camii yanındaki "Sakızağacı Caddesi"'ne taşındı. Hacı Salih Efendi yaşlandığında işletmeyi çırakları üstlendi.
Abdullah Korun.
1982'e Hacı Salih Efendi'nin ölümü üzerine lokantanın müdavimlerinden Ferit İntiba işletmeyi satın aldı ve alkollü bir lokanta olarak işletmek istedi. 1967'den beri lokantada çalışan Abdullah Korun ve arkadaşları, alkollü işyerine çalışmak istemedikleri için işten ayrıldı; ancak bir 1983'te eski menü ve eski usulde çalışmak üzere anlaşarak tekrar lokantaya döndüler. Lokantanın adı yeniden "Abdullah Efendi Lokantası" oldu. Abdullah Korun ve onunla birlikte Hacı Salih'in yanında çalışan arkadaşları Rasim Akcan, Fahri Gündüz ve Mehmet Gülen 1989'da işletmenin yarı hissesini, 1994'te tamamını aldı.
1986 yılında itibaren Konya Kültür ve Turizm Derneği tarafından düzenlenen "Birinci Milletlerarası Yemek Kongresi," Abdullah Efendi Lokantası'nda gerçekleşti.
Lokanta, 2016 yılında Zorlu Center'da ve Ankara'da Orman Genel Müdürlüğü'nde şube açtı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6724",
"len_data": 2930,
"topic": "FOOD_GASTRONOMY",
"quality_score": 3.22
}
|
Teknik resim, bir şeyin nasıl çalıştığını veya üretildiğini anlamak üzere yapılan çizim. Mühendisler ve mimarlar arasındaki iletişimi en kolay ve en doğru şekilde sağlaması açısından büyük öneme sahip teknik bir alfabedir. Temelde doğrular ve eğrilerin çeşitli şekillerde bir araya gelmesiyle oluşan teknik resim, yapılması istenen konstrüksiyon ve tasarımın kâğıt üzerinde tanımlanması sanatıdır.
Teknik resim, tasarımdan üretime, pazarlamadan kullanıma kadar bir ürünün başından geçen her aşamada ilgili kişilere yol gösterir. Teknik resim, ürünün malzemesini, nasıl imal edileceğini, boyutlarını, toleranslarını, yüzey kalitesini, sertlik değerlerini, ısıl işlemini vb. tüm imalat yöntemlerini daha sonrasında ürünün montajını, taşınmasını ve hatta kullanımını belirli kurallar ve standartlar çerçevesinde anlatır.
Daha önceleri çeşitli takımların (cıvata, somun ve sembol şablonları, aydınger kağıdı, iletki (minkale), gönyeler, kurşun kalemler, silgiler, resim kâğıtları, çini mürekkebi, resim masası, resim tahtası, cetvel, daire şablonu, pistole'ler (yay cetvelleri), yazı şablonları, rapido takımı, T cetveli (85 veya 100 cm), pergel takımı vs.) yardımıyla el ile çizilen teknik resimler, gelişen teknolojiye ayak uydurmuş ve günümüzde büyük bir oranda bilgisayarlarda CAD (Computer-Aided Design) programları yardımıyla çizilmektedir.
CAD (Bilgisayarlı Tasarım).
Solid Edge 2D Drafting ücretsizdir. Yani çizim masasından kalkıp bilgisayara geçmek istiyorsanız hemen indirin-kurun-çizin. Solid Edge 2D Teknik resim programı parametrik yapıya sahip olmakla birlikte kullanımı son derece kolaydır.
En yaygın çizim programı AutoCAD'dir. Ancak katı modelleme (3 boyutlu çizim) kabiliyetleri gelişmiş değildir. Bu tür çizimler için 3ds-max,
Sketchup, CATIA, UGNX, Solidworks, Autodesk Inventor Solid Edge ve PRO/ENGINEER gibi programlar kullanılır. Günümüzde kullandığımız birçok araç ve alet bu programlarla tasarlanmaktadır.
AutoCAD ile sayılan diğer programlar arasındaki fark, 3 boyutlu çizim kabiliyetlerindeki gelişmişlikten çok parametrik (ölçülerin ve çizimlerin geri dönüşümlü değiştirilebilinirliği) olup olmamalarından kaynaklanmaktadır. AutoCAD bir parametrik çizim programı değildir.
CAM (Bilgisayarlı Üretim).
Bu tip çizim ya da modelleme programları sayesinde günümüz teknolojik koşulları çerçevesinde CNC tezgâhlarda üretim yapılmaktadır. Bu tür uygulamalar için CAM (Computer Aided Manufacturing) programları kullanılmaktadır.Cam yapmak için solidcam, catia, ezcam, powermill, mastercam vb.birçok CNC kod üreten program vardır.
Teknik resimde kullanılan araçlar.
T cetveli.
T cetveli, teknik resimde kullanılan, boyu 75 ile 100 cm arasında olan bir mühendislik cetvelidir.
Açılı gönyeler.
30° ve 45° lik gönyeler çizimlerde kullanılır.
Pistole.
Eğri şekilleri çizmek amacıyla kullanılır.
Pergel.
Metal ya da plastik olan türleri vardır.Metal olanlar daha uzun ömürlüdürler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6729",
"len_data": 2893,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.59
}
|
Türkiye'deki futbol kulüpleri listesi 2024-25 sezonunda Türkiye Futbol Federasyonu'na bağlı profesyonel liglerde mücadele edecek takımların listesidir.
3. Lig.
4. Grup.
Kaynak:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6732",
"len_data": 176,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 2.33
}
|
Toplumsal yapı, toplumda organize olmuş ilişkiler bütünüdür. Toplumun bir çerçevesini oluşturur ve bu çerçeve birey doğmadan önce kültürle korunmuş ve ilişkiler sistematik bir şekilde örgütlenmiştir. Toplumsal yapıyı oluşturan bileşenler, kültür, toplumsal sınıflar, statü, statüyle bağlaşık roller ve organik bütünlüğünün devam etmesi için gerekli olan kurumlardır (sağlık, eğitim, güvenlik vb.). Toplumsal yapının bileşenleri bireyin toplumsallaşma sürecine de yoğun etkide bulunur; bireyin hangi kültüre bağlı olduğu, sınıfsal konumu, kendisine miras kalan edinilmiş statüsü, zamanla sahip olduğu kazanılmış statüleri, buna bağlı rolleri onun karakter ve kimliğinin oluşmasında birinci dereceden etkilidir. Böylece toplumsal yapı geçmişin mirasını bugüne taşımakla kalmaz, mirasın bugündeki hayat damarlarıdır ve gelecekte nasıl bir ilişkiler bütünü yaşayacağımızın da belirleyicisidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6737",
"len_data": 889,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 4.06
}
|
Salihli, Türkiye'nin Ege Bölgesi'nde bulunan Manisa'nın bir ilçesidir. Odun köftesi, kirazı ve üzümü ile meşhurdur. Tarihte ilk paranın basıldığı ve günümüzde UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne giren Sardes Antik Kenti ve halen toprak altında bulunan Daldis Antik Kenti bu ilçede bulunmaktadır. İlçe, bölgenin tarih, doğa ve termal turizm bakımından en önemli merkezlerindendir.
Salihli; tarihi, tarıma elverişli toprakları, termal enerjiye dayalı seraları, hızla gelişen Organize Sanayi Bölgesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ve turizm yatırımları ile öne çıkmaktadır.
Tarih.
Yöre tarihinin çok eskilere dayandığı, baraj gölü yakınlarındaki Sindel ve Çarıklar köylerinin civarında bulunan fosil ayak izlerinden anlaşılsa da, bilinen en eski önemli yerleşim merkezleri, Salihli'nin 7 km kadar batısında yer alan Sart (Sardes) şehridir ve Salihli'nin şehir merkezinin yaklaşık 30 km kuzeyinde bulunan Daldis şehiridir. Dünya tarihinde paranın ilk basıldığı yer de Sardis olarak bilinmektedir. MÖ 547 yılına kadar "Lidya" toprakları olan bölge, bu tarihte Perslerin eline geçmiş ve MÖ 334 yılına kadar Ahameniş İmparatorluğu yönetiminde kalmıştır. Kralların mezarı olan Bin Tepeler (Anadolu Piramitleri) Salihli-Gölmarmara yolu üzerinde olup yağmalanmış haldedir. Bu tarihten sonra sırayla Makedonya, Bergama, Roma ve Bizans egemenliğinde kalan yöre, 1300'lerin başında Saruhanoğulları'nın, 1400'de Osmanlı İmparatorluğu'nun yönetimine giren Sart, Aydın Sancağı'na bağlı bir kaza olmuştur. O tarihlerde Sart Kazası'na bağlı bir köy olan ve Veled-i Salih (Salihoğlu) adıyla anılan şimdiki ilçe merkezinin, zaman içinde Sart'a oranla daha hızlı bir gelişim göstererek 18. yüzyıl başlarında kasaba, 1872'de ise Saruhan Sancağı'na bağlı bir kaza olmuştur. 1927 yılında Saruhan Sancağı'nın adının değişmesinden sonra Manisa'ya bağlı en büyük ilçelerden biri olan Salihli, 24 Haziran 1920–5 Eylül 1922 tarihleri arasında işgal altında kalmıştır. Salihli'nin Yunan işgali sırasında dönemin Belediye Başkanı Hacı Davut ULAŞ ve encümen üyesi 2 arkadaşı Yunan mandasını kabul etmedikleri için sürgün edilmiş ve savaş sonrasında da esir mübadelesinde geriye gelmişlerdir.
Ekonomi.
İlçe ekonomisinde, tarım ve tarıma dayalı ticaret ve sanayi ağırlıktadır. Başlıca yetiştirilen tarımsal ürünler çekirdeksiz üzüm, buğday, arpa, pamuk, tütün ve mısırdır. Ayrıca çeşitli sebze ve meyve yetiştirilmekte olup, bunlardan Gökköy ve Allahdiyen köylerinde yetiştirilen kiraz çevrede "Napolyon" kirazı, üniversitelerde de "Salihli kirazı" adıyla literatüre geçmiştir. Hayvancılık da önemli gelir kaynağı olup, 2000'li yıllardan sonra besicilik sayısında artış görülmüştür.
İlçe merkezindeki sanayi çarşısına ek olarak, Salihli-Alaşehir-Kula üçgeninde 111 hektarlık alan üzerinde kurulan Salihli Organize Sanayi Bölgesi'nin Salihli'nin ekonomik yaşamına önemli ölçüde katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
İlçede birçoğu 2001'den sonra açılmış 32 adet tuğla ve kiremit fabrikası, 2 adet un fabrikası, 2 adet valeks fabrikası, 10 adet pamuk-çırçır fabrikası, 2 adet üzüm işleme tesisi, 2 adet yem fabrikası, 1 adet tüp fabrikası, 1 adet salça fabrikası, 4 adet zeytinyağı fabrikası, 2 adet meşrubat fabrikası, 2 adet salamura gıda fabrikası, 3 adet ham pamuk yağı fabrikası, 1 adet su şişeleme fabrikası, 1 adet maden suyu fabrikası ve 1 adet zımpara taşı fabrikası bulunmaktadır. İlçe topraklarında tuğla, kiremit hammaddesi içeren yatakları ile altın ve uranyum içeren cevher yatakları da vardır. Yeraltı zenginliklerinden maden suyu kaynakları, sıcak su kaynakları, kaplıca turizmi açısından yöresel önem taşır.
Sıcak su kaynaklarının turizme dönüştürülmeye çalışıldığı (Salihli Belediyesi denetiminde) Kurşunlu Kaplıcaları ve Çamur Banyoları; romatizmal hastalıklar, siyatik, lumbago, kireçlenmelerde, nevrit, nevralji gibi hastalıklarda, kırık çıkık sekeleri, çeşitli cilt hastalıklarında, bazı kadın hastalıklarında, böbrek rahatsızlıkları ile taş ve kum dökümünde yarar sağlamaktadır. Ayrıca bu sıcak su kaynakları sayesinde Salihli kentinin jeotermal enerji ile ısıtılması projesi başlamış, kentin bir kısmına bağlanan sistem çalışmaları devam etmektedir.
Ayrıca, Salihli'ye İhlas Holding tarafından 2009 yılında faaliyete geçecek, Türkiye'nin en büyük maden tesisi kurulması kararlaştırılmıştır. Mersindere köyü mevkiinde 111 milyon 541 bin (21 tonu altın) rezerve sahip bu alana kurulacak tesiste, altın, gümüş, krom, kurşun, çinko, titanyum, zirkonyum, magnezyum ve kuvars işlenecektir.
Salihli Organize sanayi bölgesinde 42 fabrika bulunup bunların içinde ünlü fabrikalar da vardır. Bunlar Sardes Gıda, Tukaş, Frida Maden Suyu, Okyap, Bimisblok, Ünalan Kolektif, Özbaş Demir Çelik, Keskinoğlu Rusya Beyaz Et İhracat A.Ş. vb şirketlerdir. Ayrıca Türkiye'nin en büyük modern serası olan Lider Gıda Sera İşletmeleri burada bulunur.
Eğitim.
Salihli'de Altınordu, Beşeylül, Atatürk, Namık Kemal, Kırveli ilkokulları en eskiler olmak üzere birçok ilkokul bulunmaktadır. Ortaöğretimde Salihli Lisesi Ortaokulu ve 50. Yıl Ortaokulu ilk ortaokullardı. Sonradan ortaöğretim ilkokullarla birleşti. Salihli Lisesi, Salihli'nin en eski lisesidir. Yatılı bölümü de vardır. 1942-1943 öğretim yılında 2 Kasım 1942 tarihinde ortaokul olarak öğretime başlamıştır. Salihli'de bir liseye duyulan ihtiyaç nedeniyle ikinci binanın yapımına başlanmış ve 1958-1959 öğretim yılında ortaokulla birlikte Salihli Lisesi olarak hizmete açılmıştır. Ancak öğrenci sayısının hızla artması nedeniyle üçüncü binanın yapımına ihtiyaç duyulmuş, 1967-1968 öğretim yılında üçüncü binamızın da yapımı tamamlanarak hizmete girmiştir. Ayrıca Endüstri Meslek Lisesi de bulunmaktadır. Daha sonra Sakine Evren Anadolu Lisesi açıldı. Salihli Sekine Evren Anadolu Lisesi Manisa'nın en eski Anadolu lisesidir. Okulun yapılmasında 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile ilçe Ticaret ve Sanayi Odasının büyük katkıları olmuştur. Sekine Evren Anadolu lisesi 150 kişilik erkek pansiyonu ile civar ilçe ve köylerden gelen öğrencilere barınma imkânı sağlar.
Salihli'de eğitim, sağlık ve kültür hizmetleri birçok komşu ilçeye de hizmet verir konumda olup bölgesel niteliktedir. C.B.Ü. Salihli Meslek Yüksekokulu, 2 özel okul ve 10 adet dershane ile Salihli, eğitimde iyi bir yerdedir. Salihli'de 92 okul ve 1 Meslek Yüksek Okulu mevcut olup 92 okulun açılımında 81 adet İlköğretim okulu 11 lise mevcuttur. 81 ilköğretim okulunda toplam öğrenci sayısı 19.880, öğretmen sayısı 793, derslik sayısı 1004'tür. 11 lisede öğrenci sayısı 6959 öğretmen sayısı 445 derslik 772'dir. Salihli ilköğretim okullarında derslik başına düşen öğrenci sayısı 27 öğretmen başına düşen öğrenci sayısı 21'dir.
Ulaşım.
Salihli'nin ulaşımdaki en büyük artısı İzmir-Ankara karayolu ve İzmir-Basmane - Afyonkarahisar demiryolu üzerinde olmasıdır. İlçeye en yakın deniz ve havalimanları ise 96 km'lik uzaklıktaki İzmir'dedir.
Ayrıca Salihli Güven Turizm'de İzmir'e her gün belirli saatlerde sefer düzenlemektedir. Minibüslerle şehir içi çalıştığı gibi günde birkaç kez de köylere sefer düzenlemektedir.
Kent içinde ise, Özel Halk Otobüsleri sürekli hareket halindedir.
Coğrafya.
Salihli, İzmir - Ankara (E-96) karayolu ve İzmir - Uşak - Afyonkarahisar demiryolu üzerindedir. Ayrıca İstanbul - Antalya karayolu ile İzmir - Ankara karayolu, Salihli'nin doğu çıkışındaki köprülü kavşakta kesişir. Yapımı devam eden Polatlı - İzmir yüksek standartlı demiryolu ilçeden geçmektedir. Proje aşamasında olan Ankara - İzmir Otoyolu'nun da ilçeden geçmesi planlanmaktadır. Manisa il merkezine 72 km ve İzmir il merkezine yaklaşık 96 km uzaklıkta olan ilçenin, batısında Ahmetli, kuzeybatısında Gölmarmara, kuzeyinde Gördes ve Köprübaşı, kuzeydoğusunda Demirci, doğusunda Kula, güneydoğusunda Alaşehir ve güneyinde Ödemiş ilçeleri bulunur. Salihli ilçesinin güneyi Bozdağlar Silsilesi (2.157 m), kuzeyi Gediz Ovası ile kaplı olup, ovanın kuzeyinde Dibek Dağları (1.120 m), kuzeydoğusunda Üşümüş Dağları (2095 m) bulunmaktadır. Kentin nüfusu 2018 yılına göre 161.562'dir. Bu nüfus, 80.022 erkek ve 81.540 kadından oluşmaktadır. Yüzde olarak ise: %49,53 erkek, %50,47'si kadındır. 1973'te 67.000 olan nüfusu 1990'da 83.861'e, 2000'de 96.600'e, 2007'de 101.000'e çıkmış, 2013 yılında Manisa'nın büyükşehir olması sonrası nüfusu 156.330'a ulaşmıştır.
Salihli'nin diğer ilçelere uzaklıkları şu şekildedir:
Salihli'nin diğer il merkezlerine uzaklıkları şu şekildedir:
İklim.
Salihli'de Akdeniz iklimi hakimdir. Yıllık sıcaklık ortalaması 16,4 °C'dir (kış: 3-4 °C, yaz: 17 °C). İstisnalar haricinde sıcaklık yıl boyu 5 °C ile 30 °C arasında seyretmektedir. Cephe sistemlerinin bazen fazlaca etkili olması durumunda bahar aylarında günde 4 mevsim yaşanabilmektedir. En yüksek nem ocak ve şubat aylarında, en düşük nem ise temmuz ve ağustos aylarında ölçülür. Yıllık ortalama yağış miktarı 500 mm civarındadır. Akdeniz yağış rejiminde olması dolayısıyla yağışın %48'i kış, %27'si ilkbahar, %8'i sonbahar, %7'si de yaz mevsiminde düşmektedir. Ancak bazı yaz aylarında hiç yağış düşmediği de görülebilmektedir.
Salihli'de ölçülen uç değerler ise şöyledir:
Yatırım.
Salihli ilçesi; konumu, iş gücü, doğal kaynakları ve diğer imkanları itibarıyla Ege'nin birçok il ve ilçesine göre yatırıma daha elverişlidir. İlçede kurulan her sektörden firma için gerekli "eğitimli personel" rahatlıkla temin edilebilmektedir. İlçenin elde edilen ürünün bölge, ülke ve dünya pazarına sunulması için gerekli nakliye yollarını ihtiva etmesi, üretim maliyetlerini önemli ölçüde düşürmekle birlikte pazar alanını da genişletmektedir. Salihli'de hâlen gıda, otomotiv, turizm ve tarım başta olmak üzere birçok sektörden firmalar iş hayatına devam etmektedir.
Bunun yanında Alaşehir yolu üzerine kurulan Organize Sanayi Bölgesinin kullanıma açılması ile eski sanayi bölgesinde bulunan işyerlerinin taşınma süreci 2012 yılı itibarıyla devam etmektedir.
Halihazırda Türkiye'nin tuğla-kiremit ihtiyacının önemli bir bölümünü karşılamakta, tarım açısından da tanınmış "Bahçecik Kirazı" Salihli'de yetişmektedir.
Ayrıca Kurşunlu bölgesinde çıkarılan jeotermal su, kolaylık sağlaması nedeniyle bölgede yeni sera alanlarının kurulmasında etkili olmuştur. Kurulan sera alanlarının büyüklüğü nedeniyle seracılık, ilçenin ekonomisine yakın gelecekte önemli katkılarda bulunacak gibi görünmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6739",
"len_data": 10245,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.5
}
|
Silivri, Marmara Bölgesi'nde bulunan İstanbul iline bağlı bir ilçe, İstanbul il merkezinin 69 kilometre batısında, D-100 (eski E-5) kara yolu üzerinde bulunan bir sahil şehri.
Tarihçe.
Eski Yunanca Selymbria veya Selybria (Yunanca:Σηλυ(μ)βρία) Silivri, tarihsel önemini doğal limanına ve önemli ticari yollar üzerindeki konumuna borçluydu. Körfezin doğusundaki 56 m yüksekliğindeki dik bir tepede kurulmuş Megara kolonisiydi ancak kazılar bunun bir Yunan kolonisi olmadan önce Trakya yerleşimi olduğunu gösterir.
Strabon'a göre şehrin adı şehrin mitolojik kurucusu Selus'un ismi ile Strabon'un Trak dilinde" polis" "bria" için kullanıldığını düşündüğü kelimenin birleşiminden oluşuyor. Ancak bu polis anlamına gelmiyordu ve başka bir anlamı vardı.
Selymbria, doktor Herodicus'un doğum yeridir ve MÖ 351'de Atinalı'ların müttefikiydi. MÖ 2. yüzyılın ikinci yarısına kadar özerkliğini koruyabilen kent, komşuları Bizantion ve Perinthos'un güçlenmesiyle sonraki yüzyıllarda onların kontrolüne geçti. Yerleşim, Roma İmparatorluğu'nun yönetimi altında bir köye dönüştü. 5. yüzyılın başlarında, Bizans imparatoru Arcadius'un (377-408) hükümdarlığı sırasında, karısı Aelia Eudoksia'dan sonra kentin adı resmi olarak Yunanca Eudoxiopolis (Εὐδοξιόπολις) olarak değiştirildi ancak bu isim devam etmedi. MS 805'te Bulgar Han Krum kasabayı yağmaladı.
9. yüzyılın sonlarında, Bizans İmparatorluğu'nun Sarazen korsanlarları ve Ruslar'ın saldırılarına maruz kaldığı dönemde İmparator III. Mihail, kalıntıları hala ayakta olan tepenin üzerine bir kale inşa etti.
Dördüncü Haçlı Seferi ve 1204'te Konstantinopolis'in Latin İmparatorluğu eline geçmesiyle, kale hızla art arda Latin İmparatorluğu, Bulgarlar ve yeniden Latin'lerin eline geçti ve nihayet 1247'de 1261'de Konstantinopolis'i yeniden ele geçirip imparatorluğu yeniden kurmayı başaran Bizans halefi İznik İmparatorluğu tarafından ele geçirildi.
1346'da Osmanlılar, İmparator VI. İoannis (1292–1383) tahtından hak iddia edenlerle müttefik oldu ve onlara rakibi V. İoannis (1332–1391) karşısında yardım ettiler. Aynı yıl Sultan Orhan Gazi, Selymbria'da VI. İoannis'in kızı Theodora ile evlendi.
1399'da Selymbria, Avrupa'da Konstantinopolis'i kara yoluyla tamamen kuşatmalarını işaret ederek Osmanlıların eline geçti. Pek çok çağdaş gözlemci, o andan itibaren Osmanlıların Bizans başkentini almasının an meselesi olduğuna inanıyordu. Ancak Osmanlılar Timur'a karşı feci bir yenilgiye uğradıktan sonra 1403'te Selymbria'yı ve diğer bazı mülkleri Bizanslılara iade etti. Sonraki yıllarda Osmanlılar tarafından bazen saldırıya uğradı, ancak ele geçirilmedi.
1453'teki Konstantinopolis'in Fethi sırasında Selymbria, Epibatos ile birlikte Osmanlı ordularına karşı ayaklandı ve ancak şehir düştükten sonra teslim oldu. Selymbria sadece Osmanlı döneminde surların dışına uzanıyordu çünkü Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler gibi Müslüman olmayan sakinler surların içinde yaşıyordu ve Türkler evlerini kıyıda surların dışına inşa ettiler. Gayrimüslimler daha çok üzüm, şarap ve ipek üretimi ile uğraşırken, Türkler balıkçılık ve yoğurt yaparak geçimlerini sağlıyorlardı. Kasaba, Bizans döneminde olduğu gibi Osmanlı döneminde de sayfiye yeriydi.
Silivri'nin hemen batısında Kanuni Sultan Süleyman'ın emriyle mimar Mimar Sinan 1562'de 33 kemerli bir taş köprü inşa etti. "Uzunköprü" adı verilen tarihi köprü günümüzde de kullanılmaktadır ancak çökme nedeniyle bir kemeri görünmemektedir.
Birinci Dünya Savaşı'ndan önce bazı Silivri Yahudileri Camagüey, Küba kasabasına göç ettiler. Ruslar, 5 Şubat 1878'de, 3 Mart 1878'e kadar 1 aylığına Silivri'yi işgal ettiler. Bulgarlar, 16 Kasım 1912'de 30 Mayıs 1913'e kadar 9 ay boyunca burayı işgal etti.
1914 Osmanlı nüfus istatistikleri'ne göre Silivri kazası, 10.302'si Rum, 3.759'u Müslüman, 1.427'si Yahudi, 781'i Ermeni, 103'ü Bulgar ve 98'i Çingene olmak üzere toplam 16.470 nüfusluydu.
Savaş sırasında, savaş nedeniyle koşullar kötüleştiği için şehirdeki daha birçok Sefardim ayrıldı. Bu Türk Yahudilerinin çoğu Amerika Birleşik Devletleri'ne göç ederek öncelikle New York ve Seattle'a yerleşti. Diğerleri Filistin, Fransa ve Güney Amerika'ya gitti.
Sevr Antlaşması'na göre Silivri, 20 Temmuz 1920'de Yunanistan'a katıldı. Ancak İtalyanlar, Mudanya Mütarekesi'ne göre 22 Ekim 1922'de geri çekilen Yunan birliklerinden devraldı. Nihayet Türk kuvvetleri 1 Kasım 1922'de Silivri'ye girdi. 1923–1926 yılları arasında Çatalca ilinin parçasıydı ve 1926'da İstanbul vilayetine bağlandı. Çorlu ilçesine bağlı Gümüşyaka (eski adıyla Eski Ereğli) köyünün birleşmesi ile büyütüldü.
Coğrafya.
İstanbul'un Avrupa Yakası'nın batı kısmında, 41 derece, 3 dakika kuzey paraleli ve 28 derece, 20 dakika doğu meridyenlerinin kesiştiği noktadadır.
Batısında Tekirdağ iline bağlı Çorlu ve Marmaraereğlisi ilçeleri, doğusunda İstanbul iline bağlı Büyükçekmece ilçesi, kuzeyinde İstanbul iline bağlı Çatalca ilçesi, kuzeybatıda Tekirdağ iline bağlı Çerkezköy ilçesi, güneyinde ise Marmara Denizi yer alır.
Marmara Denizi'ne kıyılarının uzunluğu yaklaşık 45 km olan ilçenin yüzölçümü yaklaşık 760 km²dir (tarım arazileriyle birlikte 860 km²).
Yedi beldesi ve 13 köy muhtarlığı bulunan ilçenin merkezi ise 22 mahalleye ayrılmıştır.
Söndürülen belde belediyeleri Büyük Çavuşlu, Büyükkılıçlı, Çanta, Çayırdere, Değirmenköy, Gümüşyaka, Kavaklı, Ortaköy ve Selimpaşa'dır.
İlçe toprakları genelde az eğimli arazilerdir. Silivri yöresinin içinde bulunduğu bölgedeki topoğrafya, hafif dalgalı düzlükler biçiminde, yüksekliği 60 metreyi geçmeyen tepeler şeklindedir. Söz konusu topoğrafya; güneyde deniz kıyısından başlamakta ve kuzeye doğru yavaş yavaş yükselmektedir. Doğuda, Muratçeşme bölgesindeki Keltepe ile Araptepe, başlıca engebeleri oluşturur.
İlçe dahilinde yüksek dağlar yoktur.
İlçe sınırlarında çok önemli akarsu yatakları olmayıp Boğluca Deresi, Çanta Deresi, Gelevri Deresi, Karılar Deresi, Kova Deresi ve Tuzla Deresi gibi küçük çay ve dereler bulunmaktadır.
Ulaşım.
Silivri'den geçen İETT otobüs hatları aşağıdaki gibidir:
"Ek Bir Bilgi:"
303 Silivri-Yenibosna Metro Hattı 4 Eylül 2021 tarihi itibarıyla kapatıldı. Yolcular, yeni açılan 303A Silivri – Avcılar Metrobüs hattına yönlendirildi.
Nüfus.
Silivri'nin metrekareye düşen kişi sayısı 1990 yılında 90 iken, 2000 yılında 126'ya yükselmiştir. Silivri nüfusu 2023 yılına göre 221.723 kişidir.
En kalabalık mahallesi Yenimahalle'dir. 2021 yılı itibarıyla Yenimahalle'de 42.367 kişi ikamet etmektedir. En küçük mahalle ise 151 kişi ile Küçüksinekli'dir. Onu 190 kişiyle Bekirli takip etmektedir. Kırsal mahalleli statüsüne geçen, Silivri Merkez'den uzaktaki yerleşimlerin nüfuslarında yakın zamanda büyük bir değişim olmamıştır. 2013 yılında 1.141 kişinin, 2023 yılında ise 1.118 kişinin yaşadığı Danamandıra buna örnektir.
İklim.
Ilıman iklim kuşağı özelliklerine sahiptir. Uzun yıllar ortalamasına göre Silivri'de yağışlar sonbaharda başlamakta ve özellikle kış aylarında yoğunlaşmaktadır. Bölgede, Trakya ikliminin özellikleri görülmektedir. Kışlar genellikle soğuk ve yağışlı, yazlar ılık geçmektedir. Her kış olmasa da bazı kışlar ilçe merkezinde kar yağışı görülebilmektedir. Yıllık ortalama yağış miktarı 600–700 mm'dir. Kuzeye ve batıya gidildikçe kara ikliminin etkileri artmaktadır. Yıllık ısı ortalaması 13,7 C'dir. En sıcak ay (38,0 C) ağustos, en soğuk ay ise (ortalama 2,0 C) şubat ayıdır. Yıllık rutubet ortalaması yüzde 77, yağış ortalaması ise 691,4 mm'dir.
Bitki örtüsü.
Silivri esasen ağaçsız bir bitki örtüsüne sahip olup, hakim görünüş steptir. Az değişen ve tek dize halinde görülen bir örtü, bölgeyi kaplar. Kuzeyde dağ köylerine doğru çıkıldığında, yükseklik ve rutubetin daha elverişli şartlarda olması nedeniyle ormanlık bölgeler bulunmaktadır. Bugün görülen şekil, genel olarak gövdeli ağaç ve yer yer çalılıklardan ibarettir. Bu topluluğu meydana getiren ağaçlar arasında daha çok yaprağı dökülen çeşitler fazlalıktadır. En fazla görülen ağaçlar arasında gürgen, akağaç, meşe ve kayını sayabiliriz. Yapraklarını dökmeyen çeşitler arasında ardıç ve özellikle bodur meşe sayılabilir. Hakim topluluk içinde bulunan bodur meşenin daha çok yer alması, bölgenin Akdeniz iklimini daha iyi açıklar. Bu topluluk yanında kekik otu, yabani nane ve sazlar görülür. Dağ köyleri bölgesinin karakteristik bitkisi funda ağacıdır (Erica arborea). Orman bölgelerinde yer yer, adacıklar halinde çalı süpürgesi görülür.
1990'ların başlarındaki verilere göre Silivri'deki ormanlık alan 27.453 hektardır. Silivri bölgesindeki ormanlık alanlarda meşe ve gürgen çeşitleri, ardıç, ıhlamur, kızılcık, fındık, söğüt, orman kavağı, muşmula, yabani elma ve ahlat doğal olarak; karaçam, sahil çamı, fıstık çamı, akasya, ceviz ve selvi ise dikim şekliyle yetişmektedir.
Fauna.
Silivri bölgesindeki ormanlık alanlarda domuz, tavşan, eşek, kurt, çakal, tilki, gelincik, sansar, kokarca, porsuk, köstebek, fare, sincap, yılan, bıldırcın, çulluk, ördek, kaz, güvercin, doğan, şahin, atmaca ve az sayıda da karaca görülmektedir.
Ekonomi.
Tarım.
İlçe, neredeyse düz arazisi, ılıman Trakya iklimi ve verimli toprağı sayesinde büyük bir tarım potansiyeline sahiptir. 1950'ler ve 1960'larda meralar o kadar zengindi ki, Silivri'nin yoğurt'u meşhurdu. Artık, kötü kalite kontrolü ve markanın kötü yönetimi nedeniyle yoğurdun itibarı azaldı.
Silivri'de Buğday (246 km²), ayçiçeği (105 km²) ve arpa (50 km²)'de ekilir.
Üzüm bağları bir zamanlar önemliydi ancak 1970'lerden bu yana düşüşe geçti.
1970'lere kadar birçok yerde bağ olmasına rağmen, günümüzde üzüm yetiştiriciliği neredeyse hiç yapılmamaktadır. Bağcılığın yok olmasının sebebi, ilçedeki Rumlar'ın göçe zorlanmış olmasıdır.
Sebze yetiştiriciliğinin de günden güne azaldığı görülen Silivri'de, karpuz yetiştirme konusunda bir saplantı olduğu görülür.
Hayvancılık hala önemlidir. Çok az miktarda arıcılık yapılmakla birlikte, büyükbaş hayvan yetiştiriciliği de günden güne azalmaktadır. Genellikle sığır-inek ve koyun yetiştirilmekte olup Danamandıra Mahallesi'nde manda yetiştiriciliği az da olsa devam etmektedir.
Kültür.
İlçede 1961 yılından beri Yoğurt Festivali düzenlenmektedir. Silivri şehir merkezi dışındaki yerleşimler, kendileriyle özdeşleşen ürünlerin temasıyla festivaller düzenlemektedir. Selimpaşa'da, Topatan Kavunu ve Bamya Festivali ile Kadıköy Karpuz Festivali, 2012 yılından beri varlığını sürdürmektedir. 1984 yılında başlanan Değirmenköy Domates Festivali'nin yanı sıra, Ortaköy Börek Festivali de diğer düzenlenen festivaller arasındadır. Kavaklı, Yenici Mehmet Yağlı Pehlivan Güreşleri'nin gerçekleştiği yerlerden biridir.
Uluslararası ilişkiler.
Kardeş ilçeler — kardeş şehirler.
Silivri aşağıdakilerle ikiz'dir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6758",
"len_data": 10598,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.64
}
|
Cebir sayılar teorisini, geometriyi ve analizi içine alan geniş bir matematik dalıdır. Temel matematik işlemlerinden, çember ve daire alanları bulmayı kapsayan geniş bir ilgi alanına sahiptir. Cebir, mühendislik ve eczacılık gibi birçok alanda kullanılmaktadır. Kuramsal cebir, ileri matematiğin bir dalı olmakla birlikte sadece uzmanlar tarafından çalışılan bir koldur.
Cebirle ilgili ilk çalışmalar Babillere kadar uzanır. Yakın Doğu'da Hârizmî ve Ömer Hayyam (1050-1123) gibi isimler tarafından geliştirilmiştir.
Temel cebir, bilinmeyen değerleri temsilen harfler kullanmasıyla aritmetikten farklıdır. formula_1 denkleminde formula_2 bir bilinmeyendir ve formula_2'in değeri eşitliğin her iki tarafına -2 eklenmesiyle formula_4 şeklinde bulunabilir. Kütle-enerji ilişkisinde formula_5: formula_6 ve formula_7 harfleri bilinmeyen değişkenleri ifade ederken, formula_8 ise sabit sayıdır. Cebir birçok matematiksel ifadenin çözümünde yardımcı olur.
Farklı anlamları.
Tarihsel açıdan cebirin birçok anlamı vardır, bunun sebebi cebirin anlamsal bolluğu ve çevresindeki anlam değiştiren etkenlerdir. Matematik gibi bir dalda bir kelimenin birden fazla anlamının olması karışıklıklara yol açabilir. Bu yanlış anlamaları engellemek için kelimenin etrafına bazı sözcükler eklenir.
Matematiğin bir dalı olarak Cebir.
Cebirin oluşma dönemi ilk olarak bazı matematiksel sayıları harflerle simgeleyerek başladı. Örneğin bazı üstel fonksiyonlarda: formula_9 formülündeki formula_10 harflerine verilebilecek değerler ile formula_2 in değerleri bulunabilir ancak formula_12 nın formula_13 olmaması gerekir. İlerleyen dönemlerde cebir; vektörler, matrisler ve polinomlar gibi matematiğin birçok farklı dallarında kullanılmaya başlamıştır. Daha sonra bu tanımlar cebirsel birimler olarak isimlendirilmiştir. 16. yüzyıldan önce matematikçiler; cebirciler ve geometriciler olarak iki gruba ayrılmışlardı. 16. ve 17. yüzyıllar sonucunda matematiğin şu anki hâline ulaşmasında cebirin büyük katkısı olmuştur. 19. yüzyılın ortalarında matematiğe yeni konular ve yeni dallar eklenmesine rağmen cebirden her zaman faydalanılmıştır. Bugünlerde cebirin konu yelpazesinden bazı parçalar çıkarılmış olsa da (Mathematics Subject Classification 08-Genel cebir sistemleri, 12-Alan teorisi ve polinomlar, 13-Birleşik cebir, 15-Lineer cebir ve multilineer cebir; matris teorisi, 16-Bağlantılı alan ve halka cebiri, 17-Bağlantısız alan ve halka cebiri, 18-Kategori teorisi; homolojik cebir, 19-K-teorisi ve 20-Grup teorisi) gibi birçok temel konuyu içerisinde barındırmaktadır.
Etimoloji.
Cebir kelimesinin kökeni Hârizmî tarafından yazılmış Arapça "Ilm al-jabr wa'l-muḳābala" adlı kitaptan gelmektedir. Kitabın isminin anlamı "zorla" yani "cebirle bir hesabın yapılması bilimi" olarak çevrilebilir. Kelimenin algebra (al-gebra) şeklinde İngilizceye eklenmesi ise Orta Çağ'daki İspanyol, İtalyan veya Latinler sayesinde olmuştur. 12. yüzyıldan başlayarak İtalyanların öncülüğünde Arapça yazılan eserler Batı dillerine çevrilmeye başlanmıştır, Hârizmî'nin Cebir kitabının da bu dönemde çevrilmiş olması ihtimali yüksektir. Cebir kelimesi İspanyolcada hâlen acil operasyon, ameliyat olarak kullanılmaktadır daha sonra matematiksel anlamları eklenmiştir.
Tarihi.
François Viète'in 16. yüzyılın başlarından itibaren yapmış olduğu çalışmalar cebirin temellerini oluşturmuştur. 19. yüzyılın sonlarına kadar cebir genel olarak sadece denklem teorileri barındırıyordu.
Cebirin ön tarihi.
Cebir ilk olarak Babilliler tarafından matematiksel problemleri çözmek amaçlı kullanılmıştır. Matematikte şu an lineer denklemler veya orta dereceli lineer denklemler kullanılarak çözülen problemlerin temellerini Babilliler cebiri geliştirerek bulmuşlardır. Eski dönemlerde yaşamış olan çoğu Mısırlı, Çinli ve Yunan matematikçi, problem çözümlerinde geometri kökenli çözüm yollarını tercih ediyorlardı. Yunanlar kendi yarattıkları element matematiğini kullanırlardı ve bu yöntem ile birçok karışık sorunu çözmeyi başarmışlardır ancak bu yöntemleri Orta Çağ İslamı'na kadar fark edilememiştir. Platon'un döneminde birçok Yunan matematikçi ani ve şiddetli bir değişime girmiştir. Yunanlar bu dönemde kendi yarattıkları geometrik çözüm yollarını geliştirerek geometrinin temel kuramlarını kullandılar. O yılların belki de en iyi matematikçilerinden biri olan Diophantus (ve aynı zamanda "Arithmetica" kitabının yazarı), cebirsel ifadelerin matematiksel yollarla çözümleri için birçok formülü geliştiren kişi olmuştur ve ilerleyen zamanlarda sayı teorisinin ve kendi yarattığı Diophantus denklemlerinin çıkmasını sağlamıştır. Matematiğin geliştiği ilk dönemlerde Hârizmî'nin yazdığı "The Compendious Book on Calculation by Completion and Balancing" isimli kitabı matematikte bazı görüşlerin oluşmasına neden oluyordu çünkü cebirin ve matematiğin temel disiplin kurallarının geometri ve aritmetikten farklı olduğunu söylemiştir. Helenistik matematikçiler: Diophantus, Alexandria ve Hint matematikçi Brahmagupta, Mısır ve Babillilerin yaratmış olduğu matematik kurallarını devam ettirdiler ve üzerlerine bir şeyler eklemek için çabaladılar. Yazmış oldukları kitaplardan da faydalanarak ilk kez içerisinde sıfır (0) ve eksi (-) sayıların olduğu denklemleri çözmeyi başardılar. Denklemler teorisine göre incelenen cebirin en önemli iki ismi Diophantus ve al-Khwarizmi'nin çalışmaları yıllarca incelenmiştir. Genellikle cebirin babası olarak Diophantus bilinir ancak Hârizmî'nin Al-Jabr disiplin kuralları sonucunda bu unvana onun sahip olması istenmektedir. Diophantus'u destekleyen kişiler "Al-Jabr"'daki cebirin biraz daha elementsel olduğunu ifade etmişler ve kendi savundukları "Arithmetica" ve "Arithmetica" kitaplarının "Al-Jabr"dan daha teorik olduğunu söylemişlerdir. Al-Khwarizmi'yi destekleyenler ise "çıkarma" ve "dengeleme" (toplamanın tersi ve elemanların birbirlerini sıfırlaması) A"l-Jabr" kitabının cebiri her şeyden ayrı tutup yeni teoriler üzerine kurulmuş olmasından dolayı sevmişlerdir. İranlı matematikçi Ömer Hayyam cebirsel geometrik çözümler ve küplü denklemler üzerinde çalışmış biridir. Bir diğer İranlı matematikçi ise Şerafeddin el-Tusî'dir. O da fonksiyonların gelişiminde etkili biri olmuştur. Hint matematikçiler Mahavira ve II. Bhaskara, İranlı matematikçi Al-Karaji ve Çinli matematikçi Zhu Shijie birçok küplü denklemin çözümünde etkili olmuşlardır.
Cebrin tarihsel değişimi.
1545'te İtalyan matematikçi Girolamo Cardano, "Ars Magna" (Büyük Sanat) isimli kitabını yayınladı, 40 bölümlük harika bir sanat eseridir ve ilk defa küplü ve üslü denklemler anlatılmıştır. François Viète'nin 16. yüzyılın sonlarına doğru yapmış olduğu çalışmalar cebrin klasik disiplin temellerinin atılmasını sağlamıştır. 1637 yılında René Descartes, "La Géométrie" isimli kitabını yayınlamıştır ve analitik geometrinin temelleri atılmıştır. Diğer önemli gelişmelerden biri ise 16. yüzyılın ortalarına doğru köklü ve küplü denklemlerin çözülmesidir. Determinant formülü Japon matematikçi Seki Takakazu tarafından 17. yüzyılda bulunmuştur ve bunu takiben Gottfried Leibniz 10 sene sonra lineer denklemlerin çözümünü kolaylaştırma adına matrisi yaratmıştır. Soyut cebir 19. yüzyılda geliştirilmiştir, şu anda Galois teorisi olarak bilinen denklemleri çözebilmek için geliştirilmişlerdir. "Modern algebra" 19. yüzyıla kökleri dayanan önemli bir konudur örneğin, Richard Dedekind ve Leopold Kronecker, cebirsel sayı teorisi ve cebirsel geometriyi yarattığı kabul edilen ve kullanan kişilerdir.
'Cebir' kelimesini barındıran konular.
Matematiğin alanları,
Birçok matematiksel terim cebir olarak tanımlanır;
İlkokul Cebri.
İlkokul cebri genellikle sadece aritmetik bilgisi olan öğrencilere cebrin temel kurallarını öğretmek amaçlı gösterilen bir cebir türüdür. En temel ve basit cebir türüdür. Aritmetikte sadece sayılar ve aritmetiksel işlemler (+, −, ×, ÷) kullanılır. Cebirde ise sayılar genellikle değişken kabul edilir ve "a", "n", "x", "y" ya da "z" gibi harflerle ifade edilir.
Polinomlar.
"ax"2 + b"x" + c biçimindeki fonksiyonların x değerlerinin sıfır olduğu noktalarda çözüm kümesi bulunması denklemleridir. Her denklemin derecesine bağlı olarak kök türleri ve kök sayıları değişme gösterir. Fonksiyon ve polinomlar birbirlerine bağlı birimlerdir ve matematik ile cebrin önemli ve ileriye bağlı konularının temellerini oluşturan ciddi konulardır.
Cebrin öğretilmesi.
Temel, basit cebrin genellikle on bir yaşına gelmiş olan çocuklara anlatılması tercih edilir. Amerika'da genellikle sekizinci sınıfta temel cebir öğretimi başlar. 1997'den beri Virginia Üniversitesi gibi birçok üniversite bilgisayar yardımlı ve küçük gruplar hâlinde gençlere temel cebir eğitimi vermektedir.
Soyut Cebir.
Soyut cebir genellikle aritmetik ve sayı teorilerinin birleşimini ifade eden bir cebir türüdür;
Setler: Sayı türlerini incelemekten ziyade soyut cebir, matematiğin tüm birimlerini bir çatı altında inceler ve tüm bu setler matrisler ve üslü denklemler içerebilir; bunlara ikinci veya üçüncü dereceden polinomların incelenmesi de dâhildir.
Denklemler arası işlemler: + ve - işlemlerinin yanı sıra * ve / işlemleri cebirin temel işlemlerindendir ve her denklem, fonksiyon veya polinomun çözülebilmesi için gerekli tanım aralıkları ve çözüm kümelerinin bulunduğu alanlar sorularda önceden ayarlanmış ve bildirilmiş olmalıdır.
Etkisiz eleman: Bir denklemde sonucu yapılan işleme göre değiştirmeyen veya aynı tutan elemanlara etkisiz eleman denir. Yapılacak matematiksel işlemin türüne göre etkisiz elemanlar değişkenlik gösterir örneğin bir çarpma işleminde etkisiz eleman bir iken, bir toplama işleminde bu eleman sıfırdır.
Ters elemanlar: Ters elemanlar bir sayının bölüm hâlinde yazılması ile oluşurlar, "a" ∗ "a"−1 = 1 ve "a"−1 ∗ "a" = 1 gibi.
Dağılma özelliği: Matematiksel bir işlemde toplam veya çarpım hâlindeki elemanların grup hâlinde yerlerinin değiştirilmesi sonuçta bir değişikliğe neden olmaz. genel olarak ("a" ∗ "b") ∗ "c" = "a" ∗ ("b" ∗ "c") ifade edilebilir.
Değişken özelliği: Toplamda veya çarpma işlemlerinde elemanların yerlerinin değiştirilmesi sonucu etkilemez ve buna cebrin değişme özelliği denir. 2 + 3 = 3 + 2 ve "a" ∗ "b" = "b" ∗ "a"
Gruplar.
Gruplar genel olarak bir tanım aralığındaki kümeler ve bir çarpım işlemi olarak tanımlanır ve sonuç olarak:
Cebirsel alanlar.
Cebirsel işlemlerde gruplar arasında genellikle tek işlem bulunur, en azından basit cebir kurallarına göre böyle kabul edilir. Detayı incelendiği zaman cebirsel alan ve halka önemli bir hâle gelir.
Bir "halka matematiğinin" iki temel işlemi vardır; (+) ve (×), ×, + işlem sırasına göre daha öndedir. İlk işlem (+) sonucunda bir "abelian grubu" oluşur. İkinci işlem sonucunda (×) dağılma özelliği ile işleme etki eder, ancak bu işlemler oluşurken herhangi bir şekilde bir kesir işlemini tanımsız duruma getirme veya fonksiyon tersi alınmasına ihtiyaç duyulmadığı için cebirsel sistemde bir sorun oluşmamaktadır. Toplam işlemlerinin (+) etkisiz elemanı 0 olarak kabul edilir ve toplam işlemlerini tersi "a", −"a" olarak yazılabilir.
"Dağılma özelliğinde" ve eşit olduğu için cebirsel sistemde çarpımın dağılma özelliği kullanılabilir olmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6761",
"len_data": 11080,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.74
}
|
Pyotr Alekseyeviç Kropotkin (Rusça: Пётр Алексеевич Кропоткин, 9 Aralık 1842 - 8 Şubat 1921) Rus anarşist, sosyalist, devrimci, ekonomist, sosyolog, tarihçi, jeolog, zoolog, siyaset bilimci, insan coğrafyacısı, anarşist komünist yazar, anarşizm kuramcısı.
Hayatı.
9 Aralık 1842'da Moskova'da doğdu. Babası Prens Aleksei Kropotkin; annesi ise Yekaterina Nikolaevna'dır. 1846'da anneleri veremden ölünce; Peter ve kardeşleri, daha katı olan babaları tarafından büyütülür.
Kropotkin Ağustos 1857'de on beş yaşındayken Sankt-Peterburg'daki Pages Taburu'na katılır. Bu taburda çoğunluğu soylu sınıfından 150 genç eğitim görmektedir. Kropotkin sınıf arkadaşları ile ilişkilerini geliştirmekte zorlanır; taburdan ayrıldığı 1862'ye kadar zamanının büyük bir bölümünü kitap okumaya, mektup yazmaya ve dergi çıkarmaya ayırır.
Pages Taburu mezunlarının Rus ordusunda istedikleri yerde göreve gitme hakları bulunmaktaydı. 1862'de mezun olan Kropotkin ise Sibirya'yı tercih etti. Böylece on yıl sürecek bir gezginlik dönemi başlamış oldu. Sibirya'da aldığı görevler Kropotkin'de hükûmete karşı bir hayal kırıklığı oluşmasına neden oldu.
1864'te işinden istifa etmeyi düşündüğü bir sırada, kendisine Mançurya'nın coğrafik araştırmasına katılması teklif edildi. Teklifi kabul eden Kropotkin 1865 yılında kendisini tamamen bu coğrafi araştırmaya adadı.
Kropotkin 1867 Nisan'da nihayet ordudan ayrıldı ve Irkutsk'u terk ederek St. Petersburg'a döndü. Burada Merkezi İstatistik Komitesi'nde çalışmaya başladı. Bir taraftan da Coğrafya Topluluğu için yaptığı çalışmalara devam ediyordu. Üniversiteye kaydoldu, ama mali sorunlar yüzünden mezun olamadı. 1868-1870 yıllarında zamanını tamamıyla coğrafya çalışmalarına ayırdı.
1871 Sonbaharında babası ölür. Aynı yıl Kropotkin kamu görevlerinden ayrılır. İmparatorluk Coğrafya Topluluğu ona sekreterlik görevi teklif eder. Bu onun yaşındaki birisi için büyük bir onur sayılan bir görevdir; ancak Kropotkin orada yapacağı kariyeri boşa geçirilmiş olarak değerlendirerek, teklifi reddeder.
Anarşizmle tanışma.
1871 Paris Komünü'nün etkisi ile işçi hareketlerine olan ilgisi artar; işçi hareketleri hakkında daha çok şey öğrenmek için yurtdışına seyahat etmeye karar verir. 1872 Şubat'ta Rusya'dan ayrılarak İsviçre'ye hareket eder. Zürih'e varır varmaz hemen Enternasyonal'in yerel şubesine üye olur. Ancak bir süre sonra daha radikal olan Jura Federasyonu'nun Neuchatel'deki merkezini ziyaret eder. Buradaki izlenimleriyle anarşizmi benimser.
Kropotkin 1872 Mayıs'ta Rusya'ya döner; nihilistlerin liderliğindeki Chaikovski Çevresi içinde devrimci görüşlerin yayılmasında önemli bir rol üstlenir.
1873 yılında Peter Kropotkin tutuklanarak hapse atılır; 1876'da İngiltere'ye kaçar. Burada kısa bir süre kaldıktan sonra İsviçre'ye giderek Jura Federasyonuna katılır. 1877'de Paris'e gider; burada sosyalist hareketin başlatılmasına katkıda bulunur. 1878'de İsviçre'ye döner; Jura federasyonunun devrimci gazetesi Le Révolté'ye yazılar yazar.
1881'de, Çar II. Alexander'ın suikaste uğramasından kısa bir süre sonra Kropotkin İsviçre'den sınır dışı edilir. Thonon (Savoy)'da kısa bir süre kaldıktan sonra Londra'ya gider. Burada bir yıl kadar kaldıktan sonra 1882'nin sonlarına doğru tekrar Thonon'a döner. Burada Fransız hükûmeti tarafından tutuklanır. Lyon'da yapılan duruşmada Enternasyonal üyesi olduğu gerekçesiyle beş yıl hapis cezasına çarptırılır. 1886'da serbest bırakılınca Londra'ya yerleşir. Aynı yıl Sibirya'ya sürgün edilen kardeşi Alexander intihar eder.
1890'larda zamanının çoğunu yazmakla geçirir; kitaplarında anarşist-komünizmi teorisini geliştirmeye çalışır. 1897'de Kanada ve ABD'yi ziyaret eder. Amerikan dergisi "Atlantic Monthly" anılarını basmayı kabul eder.
1901-1909 yılları arasında daha çok Rusça yazılar yazar. 1905 devriminin başarısızlığa düşmesi hayal kırıklığına uğramasına yol açar.
Savaş ve Devrim.
1909'da İsviçre'ye döner; Lena altın madenlerinde 270 işçinin katledilmesi olayının gündeme getirilmesi için çalışır. Ancak bu çabaları I. Dünya Savaşı ile kesintiye uğrar. I. Dünya Savaşı sırasında işçi sınıfına karşı en büyük tehdit olarak gördüğü Alman emperyalizmine karşı devletler arası ittifakı destekleyen bir tavır alır. Bu tavrı birçok kişi tarafından sert şekilde eleştirilir; Errico Malatesta gibi pek çok anarşist bu dönemde Kropotkin'den uzaklaşır. Bu tavır en net biçimiyle Onaltılar Manifestosunda görülebilir. 1917'de Petrograd'a gider; burada Aleksandr Kerenski hükûmetine yardımlarda bulunur. Ancak Bolşeviklerin iktidara gelmesiyle bu çabaları da sona erer. Pyotr Kropotkin 8 Şubat 1921'de ölür. Bolşevik lider Lenin'in kişisel izni ile Novodevichy mezarlığında anarşistler tarafından büyük bir cenaze töreni düzenlenir. Bu, anarşistlerin kitlesel olarak Rusya'daki son bir araya gelişi olur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6766",
"len_data": 4769,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.6
}
|
Beşiktaş, İstanbul ilinin bir ilçesidir. Adını İstanbul'un en eski semtlerinden biri olan Beşiktaş semtinden alır. 8,4 km uzunluğunda sahili olduğu İstanbul Boğazı'nın Rumeli yakasında yer alan ilçe batıda Şişli ve Kâğıthane, güneybatıda Beyoğlu, kuzeyde Sarıyer ilçeleriyle komşudur. Yüzölçümü 18 km², nüfusu ise 2024 ADNKS verilerine göre 167.264'tür.
Hem nüfus, hem de alan olarak İstanbul kentinin küçük ilçelerinden biri olmasına karşın iki kıtayı ve İstanbul'un iki yakasını birbirine bağlayan 15 Temmuz Şehitler Köprüsü ve Fatih Sultan Mehmet köprülerinin bağlantı yolları, sahip olduğu son dönem Osmanlı mimarisi eserleri, Boğaziçi yamaçları, üniversiteler ile çeşitli bölüm ve fakülteler ve Levent-Maslak hattındaki iş merkezleri nedeniyle gündüz nüfusunun sayım nüfusuna göre birkaç misli arttığı bir alandır. 2022 yılında Türkiye Cumhuriyeti Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı'nın yaptığı araştırmaya göre Türkiye'nin en gelişmiş 3. ilçesi seçilmiştir.
İsim.
Beşiktaş tarih boyunca birçok adla anılmıştır. Bunun temel nedeni Osmanlı dönemine kadar sürekli bir yerleşim yeri niteliği kazanamamasıdır. Dolayısıyla zaman içinde çeşitli olaylara, buradaki önemli yapılara ya da anıtlara göre adlar almıştır.
Çeşitli tarihçilere ve Beşiktaş'ın sakinleri arasında yaygın olan ve yazılı kaynaklarla da desteklenen bir teze göre Beşiktaş adının aslı Beştaş'dır; Barbaros Hayreddin Paşa'nın gemilerini bağlamak üzere diktirdiği beş taş direk anlamındaki "beştaş"tan bozularak bugünkü adını aldığı kabul edilir.
Beşiktaş'ın adına ilişkin en ciddi incelemeyi yapan ordinaryüs tarihçi Mehmet Cavit Baysun ise eski kaynaklarda bu adın "Beşiktaşı" biçiminde geçtiğine dikkati çekerek Topkapısı'nın Topkapı'ya dönüşmesi gibi Beşiktaşı'nın da halk ağzında Beşiktaş'a dönüştüğünü savlar.
Beşiktaş'ın, Osmanlı öncesi dönemde, "Kune Petro" (taş beşik), "İasonion", "Sergion" ya da "Dafne" (Defne) olarak adlandırıldığı iddia edilir. Ayrıca Beşiktaş'ın diğer bir eski adının çifte sütun anlamında "Diplokionion" olabileceği de ileri sürülmekle beraber çağdaş tarihçilere göre bu yakıştırma doğru değildir. Zira söz konusu çifte sütunu ünlü İtalyan gezgin Cristoforo Buondelmonti'nin 15. yüzyılda yaptığı İstanbul haritasında Galata surlarının dışında bir yerde resmettiğine dikkat edilirse, ille de Beşiktaş'ın "Diplokionion" olarak adlandırılmış olacağı anlamı çıkmaz.
Merkezi ve çarşısının bulunduğu bölge, bazı Beşiktaşlılarca bugün dahi "Köyiçi" olarak anılır.
Tarihçe.
Beşiktaş Meydanı'nda yapılan metro inşaatı kazılarında İlk Tunç Çağı'na (milattan önce 3500-3000) ait kurgan tipi mezarlar, ayrıca Kalkolitik döneme (milattan önce 5000-3000 yılları) ait pişmiş topraktan yapılan çanak çömlek parçaları olan keramikler bulunmuştur.
Bizans döneminde (4.-15. yüzyıl) günümüz Beşiktaş'ının kıyıları şu üç önemli yapıyla tanınırdı: "Auaplus"ta (akıntıya karşı) bulunan Ayios Mihael Kilisesi, İmparatorların yazlık ikametgâhı olan Ayios Mamas saray kompleksi ve Fokas Manastırı. Bunlardan Ayios Mihael Kilisesi Konstantinopolis'in kurucusu olan I. Konstantin (305-337) döneminde inşa edilmişti ve Rum, Ermeni, Gürcü Hristiyan hacıların ziyaret ettiği çok ünlü bir hac merkeziydi.
Beşiktaş bir yerleşim yeri kimliğini Osmanlı döneminde kazanmıştır. Bizans dönemi boyunca Boğaziçi özellikle Karadeniz'den gelen Gürcü yağmacıların akınlarına uğramış, bunların yarattığı tahribat ve saldıkları korku surdışı yerleşmelerin gelişmesini engellemiştir. Beşiktaş'ın Osmanlı döneminde bir yerleşim yeri kimliği kazanması Karadeniz'in geniş ölçüde Osmanlı Devleti'nin denetimi altına girmesi sayesinde olmuştur.
Beşiktaş Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa döneminde bilhassa denizcilik açısından büyük önem kazandı. Beşiktaş'ın bulunduğu bölge o zamanlar liman olarak kullanılmaya uygun bir koydu. Barbaros Hayreddin, Beşiktaş koyunu Osmanlı donanmasının gemilerini demirlemek için kullandı. Ayrıca burada kendisine bir yalı yaptırarak İstanbul'da olduğu zamanlarda Beşiktaş'ta ikamet etti. Aynı bölgede kendi adına bir cami, bir medrese, bir de sübyan mektebi inşa ettirdi. 1546 yılında öldüğü zaman Barbaros Beşiktaş'ta defnedildi.
17. yüzyılda Beşiktaş koyu doldurulmaya başlandı. Bu bölge padişahların dinlenme ve eğlenceleri için düzenlenen bir "hasbahçe"ye dönüştürüldü. Bu bahçede çeşitli dönemlerde yapılan köşkler ve kasırlar topluluğu, uzun süre Beşiktaş Sahilsarayı adıyla anıldı. III. Selim bu bölgede batı tarzında yapılar yaptıran ilk padişah oldu. Dolmabahçe'den Ortaköy'e kadar uzanan kıyı şeridinde birçok yapılar yaptırdı ve mevcut olanları genişlettirdi. III. Selim'in kızkardeşi Hatice Sultan için Fransız mimar Melling'e inşa ettirdiği saray İstanbul halkı ve kentte yaşayan Avrupalılar arasında büyük bir ün kazandı. III. Selim sık sık kızkardeşinin sarayına uğramaktan çok zevk alırdı.
II. Mahmut da III. Selim gibi Beşiktaş sahillerine büyük ilgi duymaktaydı. 31 yıllık saltanatı süresince resmen Topkapı Sarayı'nda ikamet etmesine rağmen fiilen zamanının büyük bir bölümünü Beşiktaş sahilindeki çeşitli saray ve kasırlarda geçirirdi. II. Mahmut zamanında artık Osmanlı tahtı resmen olmasa da fiilen Haliç'in karşı tarafına taşınmış, Beşiktaş bölgesine yerleşmişti. II. Mahmut'un oğlu Abdülmecid Dolmabahçe Sarayı'nı inşa ettirerek bu duruma resmiyet kazandırdı. Bundan sonraki bütün padişahlar Dolmabahçe Sarayı'nın yanı sıra bugünkü Beşiktaş ilçesinde yer alan Yıldız Sarayı ve Çırağan Sarayı gibi çeşitli saraylardan ikamet ettiler. Beşiktaş ilçesi imparatorluğun yıkılmasına kadar Osmanlı tahtına ev sahipliği yaptı. 13 Ocak 1910 tarihinde Türkiye'nin ilk spor kulübü olarak Beşiktaş'ta kurulan Beşiktaş Jimnastik Kulübü hâlen kökü Beşiktaş'a dayanan en tanınmış kurumdur.
Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk Kurtuluş Savaşı'nda önce annesi Zübeyde Hanım'ın Akaretler'de bulunan evinde (bugün Akaretler Mustafa Kemal Müzesi) ikamet ettiği bilinmektedir. Cumhuriyetin ilanı ve Ankara'nın başkent ilan edilmesinden sonra Beşiktaş ilçesinin önemi azalmakla birlikte Atatürk'ün yaşamının geri kalan dönemi boyunca İstanbul'a geldiği zaman Dolmabahçe Sarayı'nda kalması nedeniyle Beşiktaş ilçesi önemini biraz olsa korudu. Önceleri Beyoğlu'na bağlı bir nahiye olan Beşiktaş 1930 yılında ilçe yapıldı.
21 Mayıs 1930 tarih ve 1499 sayılı resmi gazetede yayımlanan 1612 sayılı kanun ile 1 Eylül 1930 tarihinde ilçe oldu. Beşiktaş ilçe olduğunda 14 mahalleden oluşuyordu. Bu mahallelerden Teşvikiye 1954'te ilçe olan Şişli'nin sınırları içine katılmıştır. 1950'den sonra oluşan yeni yerleşmelerle mahalle sayısı 23'e ulaşmıştır. Beşiktaş'a ilk kez 1956'da ayrı bir belediye şube müdürü atanmış, 1984'te çıkarılan Büyükşehir Belediyesi Yönetimi Hakkında Kararname ile metropol alan içinde kalan Beşiktaş Belediyesi İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin bir şubesi olmaktan çıkıp ayrı bir belediye durumuna gelmiştir.
Beşiktaş ilçesinin çekirdeğini oluşturan Beşiktaş, Yıldız, Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavutköy, Bebek gibi tarihsel semtler dışındaki yerleşim yerleri 1950'li yıllardan itibaren ortaya çıkmışlardır. 1950'de tarihi Levent Çiftliği arazisi üzerinde bahçeli evler düzeninde başlatılan toplu konut uygulamasıyla Levent mahallesi'nin temelleri atılmış, daha sonra Etiler, Konaklar, Akat, Nisbetiye, Levazım ve Kültür mahalleleri oluşmuştur. 1980'lerden itibaren Boğaziçi kıyısı boyunca uzanan yamaçlardaki koruların imara açılmasıyla Beşiktaş'ın doğal yeşil örtüsü hayli tahribata uğramıştır.
Nüfus.
Beşiktaş'ın nüfusu 1930'lardan 1980'lere kadar uzanan yaklaşık 50 yıllık dönemde yavaş ama düzenli bir artış göstermiştir. 1980'lerden itibarense, hem ilçedeki inşaata açık alanların büyük ölçüde sınır noktasına varmış olması hem de mevcut konutların işyerlerine dönüştürülmesi nedeniyle nüfus sayımlarında esas alınan gece nüfusu azalma eğilimi göstermektedir.
İklim.
Beşiktaş'ta Akdeniz iklimi (Köppen: "Csa") görülmektedir. Beşiktaş'ın iklimi doğal olarak İstanbul'un ikliminin bir parçasıdır. Ancak kıyı kesiminde nem oranı daha yüksektir. Akdeniz iklimi ile karasal iklim arasında kalan İstanbul'un bu karma özelliği Beşiktaş'ta da kendini gösterir. Yazları sıcak ve yağışsız, kışları ılıman ve yağışlı geçer.
Coğrafya.
Beşiktaş ilçesinin yeryüzü biçimleri ikili özellik taşır. İlki İstanbul Boğazı'nın biçimlediği kıyı kesimi, ikincisi art bölgeler. Kıyı kesimi denize paralel uzanan yamaçlar biçimindedir. Bu yükseltiler yer yer vadilerle bölünmüş ve hemen her vadi tabanında da bir derenin yatağı oluşmuştur. Art bölgeler ise batıda Beyoğlu platosunun devamı niteliğindeki az engebeli düzlükler ile kuzeyde ve doğuda vadilerin biçimlediği küçük düzlüklerden oluşur. Yükselti eğrisine bir örnek vermek gerekirse Barbaros Bulvarı başlangıcında 1,5 m iken Zincirlikuyu'da 135 m'ye ulaşır. Boğaziçi’nin tek adası olan Galatasaray Adası Kuruçeşme sahilinden 165 metre açıkta bulunur.
Parklar.
Beşiktaş ilçesi'nde bulunan park ve koruların başlıcaları Yıldız Parkı (Yıldız Korusu), Abbas Ağa Parkı, Aykut Barka Deprem Parkı, Bebek Parkı, Cüneyt Arkın Sanatçılar Parkı, Dilek Sabancı Parkı, Serencebey Parkı (Yahya Kemal Parkı), Ulus Parkı, Cemil Topuzlu Parkı (Kuruçeşme Parkı), Şairler Sofası Parkı (Vişnezade Parkı veya Şairler Parkı), Sporcular Parkı, Naciye Sultan Korusu, Naile Sultan Korusu, Prens Sabahaddin Korusu ve Kortel Korusu'dur.
Yönetim.
Beşiktaş, İstanbul ilinin bir ilçesidir. Şehrin Avrupa yakasında yer alır. 21 Mayıs 1930 tarih ve 1499 sayılı resmi gazetede yayımlanarak, 1 Eylül 1930 tarihinde yürürlüğe giren 1612 sayılı kanun ile Beyoğlu'ndan ayrılarak kurulmuştur. 23 mahalleden oluşan Beşiktaş'ta 875 sokak ve cadde vardır, bunlardan 31'i Büyükşehir Belediyesi'nin sorumluluğundaki ana arter niteliğindedir.
Mahalleleri.
Beşiktaş ilçesi, 23 mahalleden oluşmaktadır.
Kardeş şehirler.
Beşiktaş Belediyesi'nin uluslararası kardeş belediyeleri:
Ekonomi.
Türkiye'nin refah, yaşanabilirlik ve kültürel düzey bakımından en yüksek dereceye sahip olan A ilçeleri arasında, 2013 yılının ilk yarısında yapılan sıralamada Beşiktaş ilk sırayı almıştır. Yine aynı araştırma sonuçlarına göre yüzde 34 ile yüksek öğretim oranının en yüksek olduğu ilçedir.
19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı hanedanının önce Dolmabahçe, sonra da Yıldız Sarayı'na yerleşmesi sarayla ilintili her düzeydeki birçok görevlinin de Beşiktaş'ta konaklar, evler, yalılar yaptırmasına yol açmış, bu da alışveriş ortamının genişlemesini sağlamıştır. Cumhuriyetin ilanı ve başkentin Ankara'ya taşınmasıyla bu ayrıcalıkları kaybeden Beşiktaş'ın ekonomik yaşamı durgunlaştı.
1950'lerde iç kesimlerin iskana açılması, Levent ve Etiler mahallelerinin doğuşu, Barbaros Bulvarı'nın inşası, Boğaziçi sahil yolunun genişletilmesi gibi kent içi ulaşımı artıran etkenler ekonomik yaşamı da canlandırmıştır. Bu canlılık 1970'lerde Boğaziçi Köprüsü'nün (1973) açılmasıyla artarak sürmüş, 1980'lerde ise Beşiktaş'ı merkezi iş alanı durumuna getiren bir sıçramaya dönüştürmüştür. Bu dönemden itibaren İstanbul'u uluslararası bir iş ve turizm merkezi yapmaya yönelik politikalar sonucu Beşiktaş'ta da iş merkezleri, alışveriş merkezleri ve beş yıldızlı oteller birbiri ardınca yükselmiştir.
İş merkezleri daha çok Barbaros Bulvarı ve onun devamı niteliğindeki Büyükdere Caddesi'nde toplanmışır. Türkiye'de faaliyet gösteren en büyük ticari bankalar arasında olan Türkiye İş Bankası, Garanti Bankası, Yapı Kredi, Akbank ve Fibabanka'nın genel müdürlükleri ilçe sınırları içindedir.
Eğlence mekanları Boğaziçi kıyıları ile Nisbetiye Caddesi'nde yoğunlaşmıştır.
Beşiktaş'ta bulunan İstanbul geneliyle ilgili önemli kamu kuruluşları arasında Türkiye İstatistik Kurumu İstanbul Bölge Müdürlüğü, Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü, İstanbul Jandarma Bölge Komutanlığı, İstanbul Merkez Komutanlığı, TRT İstanbul Televizyonu, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Gayrettepe Ek Hizmet Binası yer alır.
Azerbaycan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bulgaristan, Danimarka, Güney Afrika Cumhuriyeti, İsrail, İspanya, Bangladeş, Mısır ve Suudi Arabistan'ın İstanbul konsoloslukları Beşiktaş'tadır.
Eğitim ve sağlık.
Sınırları içinde Boğaziçi, Yıldız Teknik, Galatasaray ve Bahçeşehir Üniversitelerinin merkez kampüsleri, Milli Savunma Üniversitesi Rektörlüğü ile İstanbul Teknik ve Mimar Sinan üniversitelerinin bazı ana birimleri bulunur. Beşiktaş İlçesi'nde 2025 yılı itibarıyla 32 anaokulu, 35 ilkokul, 25 ortaokul ve 35 lise ve dengi okul bulunmaktadır. İlçedeki liselerden bazıları Beşiktaş Anadolu Lisesi, Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi, Kabataş Erkek Lisesi, Robert Lisesi, Sakıp Sabancı Anadolu Lisesi, Terakki Vakfı Okulları ve Ulus Özel Musevi Lisesi'dir.
Beşiktaş ilçesi sınırları içinde 1 adet devlet hastanesi (Sait Çiftçi Devlet Hastanesi), 8 özel hastane, 15 aile sağlığı merkezi ve 124 eczane bulunmaktadır.
Kültür.
Müzeler Aşiyan Müzesi, BJK Müzesi, Deniz Müzesi, Dolmabahçe Sarayı Müzesi, Yıldız Sarayı Müzesi ve İtfaiye Müzesi'dir.
1994'te Necati Akpınar ve Yılmaz Erdoğan tarafından kurulan Beşiktaş Kültür Merkezi tiyatro, televizyon, sinema ve organizasyon alanlarında zamanla adından söz ettirmiştir. Ortaköy Kültür Merkezi, Mustafa Kemal Kültür Merkezi, Süleyman Seba Kültür ve Sanat Merkezi, Zübeyde Ana Kültür ve Sanat Merkezi ve Akatlar Kültür Merkezi ile Zorlu PSM ve IF Performance Hall Beşiktaş ilçedeki önemli performans ve gösteri mekanları arasındadır. 2014 itibarıyla ilçe sınırları içinde 13 sinema salonu vardır.
Tarihi semtleri.
Arnavutköy.
Arnavutköy, Bebek'le Kuruçeşme arasında yer alır. İlkçağda adı "Hestai" idi. Bizans döneminde "Promotu" ve "Anaplus" olarak da bilinirdi. Boğaziçi'ndeki önemli ibadet yerlerinden biri olan Ayios Mihael Kilisesi buradaydı. I. Konstantin tarafından yaptırıldığı söylenen bu kilisede Başmelek Mihael'in mozaik bir ikonası saklanıyordu. Arnavutköy adını hangi nedenle ve ne zaman aldığı kesinlikle bilinmemektedir. Bir rivayete göre, Fatih Sultan Mehmet Arnavutluk'a egemen olmasından sonra yöreden getirilen Arnavutları bu semte yerleştirmiştir.
Aşiyan.
Aşiyan, Bebek ile Rumelihisarı arasında, bugün aynı isimle anılan mezarlık sırtlarında bulunan semt. Sahilden denizin içine uzanan dil, Boğaz'ı çok daralttığı için buraya Yunanca Lomekopi, Türkçe olarak da Boğazkesen denilmişti. Semt bugünkü adını şair Tevfik Fikret'in bu mahalledeki evinden almaktadır. Farsça bir sözcük olan "âşiyan"ın anlamı "kuş yuvası"dır.
Balmumcu.
Balmumcu, Barbaros Bulvarı üzerinde Yıldız'la Zincirlikuyu kavşağı arasında kurulu mahalle. Bugünkü Balmumcu Mahallesi'nin bulunduğu yerde II. Mahmut döneminde (1808-1839) aynı adla anılan bir çiftlik bulunuyordu. Balmumcu Kasrı denilen köşk daha sonra Abdülaziz döneminde yapılmıştı.
Bebek.
Osmanlı döneminde Bebek'e ve Bebek adının kökenine ait ilk bilgiler İstanbul'un fethinin hemen öncesine gider. Fatih Sultan Mehmet'in Rumeli Hisarı'nın yapımı ve kuşatma sırasında asayişi sağlamak üzere buraya Bebek Çelebi adlı veya lakaplı bir bölükbaşı tayin ettiğini; Bebek Çelebi'nin semtte bir köşk ve bir bahçe kurduğunu, ölümünden sonra semtin onun adıyla anıldığını yazmaktadır. 18. yüzyıl sonundan 19. yüzyıl ortalarına kadar olan dönemi kapsayan Bostancıbaşı Defterleri'nden, Arnavutköy iskelesinden Rumeli Hisarı'na uzanan bu sahilde, şeyhülislam, Rumeli kazaskeri, reisülküttab, hekimbaşı gibi devlet ricalinin, birkaç nesil aynı ailenin elinde kalmış ya da kalacak olan 40 kadar sahilsaray ile bahçelerinin bulunduğu anlaşılmaktadır.
Beşiktaş.
İstanbul'un en eski semtlerinden biri olup ilçeye adını vermiştir. Barbaros Bulvarı, Beşiktaş Caddesi ve Çırağan Caddesi'nin kesiştiği noktada yer alır ve Sinanpaşa mahallesi sınırları içinde bulunur. Beşiktaş Barbaros Hayrettin Paşa İskelesi, Barbaros Anıtı, Barbaros Hayreddin Paşa Türbesi, Sinan Paşa Camii ve İstanbul Deniz Müzesi önemli yapıları içinde barındırır.
Kuruçeşme.
Kuruçeşme, Ortaköy'den Defterdarburnu ile; Arnavutköy'den Sarrafburnu ve Çorlulu Ali Paşa Yalısı (bugünkü Robert Lisesi girişi) ile ayrılan sahil boyunca ve arkasındaki sarp kayalık tepelerde yer alır. Semt sakinleri, koruları ve bol akar suları yüzünden, eski isminin Koruçeşme olduğunu iddia ederler. Tarih boyunca yeşil koruları ile anılan Kuruçeşme gravürlerde de böylece resmedilmiştir. Başvekâlet arşivinde Asâkir-i Mansure teşkilatı zamanında sayıları 28 olarak tespit edilen bahçeler arasında adı sayılmaktadır. Sultanlara ve zamanın yüksek rütbeli kişilerine ait olan sahilhane ve köşk bahçelerine çok önem verilmiş, hatta zaman zaman Avrupa'dan bahçıvanlar getirtilerek bahçeler düzenletilmiştir.
Ortaköy.
Ortaköy'ün tarihinden gelen en önemli özelliği farklı kültürlerden Türk, Rum, Gürcü, Ermeni ve Yahudi topluluklarının ve farklı inançların bir arada dostluk içinde yaşamasıydı. Ortaköy'e bugünkü çehre ve özelliğini kazandıran, iskelenin arkasındaki Ortaköy Meydanı'nın en belirgin ve egemen mimari öğesi Ortaköy Camii'dir. Mehmed Ağa tarafından 18. yüzyılın başlarında yaptırılan cami, Abdülmecid tarafından tamamen yıktırılarak denize uzanan rıhtım üzerine 1854-1856 yıllarında Mimar Nigoğos Balyan'a yeniden yaptırılmıştır. Ortaköy Meydan ve çevresi, sanat atölyeleri, kahveler, bar ve lokantalar, pazar günleri açılan elişi, antika ve sanat pazarıyla, gece gündüz canlı bir buluşma merkezidir.
Yıldız.
Yıldız'ın sınırlarını kuzeyde Barbaros Bulvarı'ndan ayrılan Beşiktaş-15 Temmuz Şehitler Köprüsü bağlantı yolu ve aynı noktadan ayrılarak güneydoğuya yönelen Palanga Caddesi, kuzeybatıda Emirhan Caddesi, batıda Ihlamur ve Dikilitaş semtleri, doğuda Yıldız Parkı, güneybatıda Abbasağa Mahallesi, güneyde Serencebey Yokuşu ve güneydoğuda Çırağan semtleriyle çizmek olanaklıdır. Bu sınırlar içinde Yıldız Sarayı ve Yıldız Parkı en geniş yeri tutar. Yerleşme bölgesi Barbaros Bulvarı'nın batısında kalan Ihlamur-Yıldız Caddesi ve Yıldız Posta Caddesi çevresidir. Güneyde, ayrı küçük bir semt olarak bilinen Serencebey Yokuşu çevresini de semtin geniş sınırları içinde saymak mümkündür. Saray ve semt bu bölgedeki tepelerden Beşiktaş ve Ortaköy'e doğru inen, tümüyle koruluk yamaçlar üzerinde kurulmuştur.
Tarihsel ve önemli yapılar ve mekanlar.
Çırağan Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, Yıldız Sarayı, Feriye Sarayı, Naime Sultan Yalısı, Hıdiva Sarayı, Esma Sultan Yalısı, Arnavutköy Karakolu, Orhaniye Kışlası, Süslü Karakol ve Yıldız Çini Fabrikası tarihi mimari yapılardandır. Barbaros Hayrettin Paşa Camii, Ortaköy Camii, Dolmabahçe Camii, Sinan Paşa Camii ve Yıldız Camii ile geçmişleri Bizans dönemine tarihlendirilen Ayios Haralambos ve Profitis İlias Kiliseleri önemli dini yapılardır.
İlçenin kuzeyindeki Levent mahallesi ise birçok modern alışveriş ve iş merkezine ev sahipliği yapmaktadır. Türkiye'nin ikinci en yüksek binası olan 181.2 metre yüksekliğindeki İş Kulesi ilçede yer alan önemli modern yapılar arasındadır.
Spor.
Beşiktaş yaşayan en eski Türk spor kulübünün kurulduğu yerdir; ilçeyle aynı adı taşıyan Beşiktaş Jimnastik Kulübü Türkiye'nin, doğduğu semtle en güçlü aidiyet bağları olan kulüplerindendir. Beşiktaş'ın taraftar grubu olan Çarşı toplumsal gelişmelere olan tepkileriyle de ün kazanmıştır.
Gene en eski spor kulüplerinden sayılabilecek Ortaköy Spor Kulübü de Beşiktaş İlçesi'nin bu alandaki köklü kurumlarından biridir. İstanbul Yüzme İhtisas Kulübü ise Türkiye'de yüzme dalında kurulmuş ilk ihtisas kulübü olma özelliğini taşır.
Bu nitelikleriyle öne çıkan üç kulüp dışında çoğunluğu yalnız futbol dalında faaliyet gösteren Boğaziçi Spor Kulübü, Dikilitaş Spor Kulübü, Levent Spor Kulübü, Muradiye Spor Kulübü, Kuruçeşme Spor Kulübü, Yıldız Spor Kulübü, Etiler Spor Kulübü, Akatlar Spor Kulübü ve Arnavutköy Spor Kulübü adlı amatör spor kulüpleri de vardır. Bunlara Levent Tenis Kulübü de eklenebilir.
Beşiktaş ilçesinde, halka açık olan spor tesislerinin başlıcalarından olan Beşiktaş Park, Akatlar Spor ve Kültür Kompleksi, Fulya Hakkı Yeten Tesisleri, Süleyman Seba Spor Salonu ve Şevket Belgin Spor Salonu Beşiktaş Jimnastik Kulübünün yönetimindedir. Beşiktaş Belediyesi İsmet İnönü Spor Tesisleri Akatlardadır.
Ulaşım.
İstanbul'un en merkezi ilçelerinden biri olan Beşiktaş bu nedenle ulaşım konusunda büyük avantaja sahiptir. Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet köprülerinin Avrupa yakasındaki ayakları Beşiktaş ilçesindedir.
İstanbul şehir içi toplu taşıma sisteminde en büyük paya sahip olan otobüslerin yanı sıra dolmuş ve minibüsler de ilçenin İstanbul'un geneliyle olan ulaşımında büyük paya sahiptir. Beşiktaş İskelesi'nin önündeki park alanından hareketle Edirnekapı, İstanbul Otogarı (Bayrampaşa), Topkapı, Derbent, İstinye, Mecidiyeköy, Mescid-i Selam (Sultangazi), Sarıyer, Gaziosmanpaşa, Güzeltepe-Kâğıthane gibi kentin diğer bölgelerine otobüsle doğrudan ulaşım vardır. Barbaros Bulvarı, Dolmabahçe Caddesi, Büyükdere Caddesi, Boğaziçi sahil yolu ve Nisbetiye Caddesi gibi ana arterler hem şehir içi ulaşımda hem de toplu taşıma da büyük öneme sahiptir. Beşiktaş'tan Taksim ve Harbiye'ye dolmuş, Sarıyer'e de minibüs hattı çalışır. Metrobüs'ün Avrupa'dan Asya yakasına geçmeden önceki son durağı olan Zincirlikuyu durağı da Beşiktaş İlçesi'ndedir.
Yenikapı-Hacıosman Metro Hattı'nın Levent istasyonu Beşiktaş-Şişli, 4. Levent istasyonu ise Beşiktaş-Kağıthane-Şişli ilçe sınırında yer alır. Levent ile Boğaziçi Üniversitesi/Hisarüstü istasyonları arasında M6 metro hattı hizmet vermektedir. Boğaziçi Üniversitesi/Hisarüstü - Aşiyan Füniküler Hattı, M6 metro hattı'nın Boğaziçi Üniversitesi/Hisarüstü ile Aşiyan arasında 792 metrelik güzergâhta hizmet vermektedir. Kabataş-Mahmutbey Metro Hattı'nın Fulya, Yıldız ve Beşiktaş istasyonları ilçe sınırları içinde olup Fulya ve Yıldız istasyonları 2 Ocak 2023'te mekik işletme olarak hizmete girmiştir. Beşiktaş istasyonunun, kazılar sırasında çıkan arkeolojik bulgular sebebiyle gecikmeli olarak açılması planlanmaktadır.
Beşiktaş İskelesi'nden Üsküdar, Barbaros Hayrettin Paşa İskelesi'nden Kadıköy'e şehir hatları seferleri düzenlenmektedir. Ortaköy, Arnavutköy ve Bebek iskeleleri ise daha çok gezinti amaçlı boğaz turlarında kullanılmaktadır. Beşiktaş ile Üsküdar arasında ayrıca motor seferleri de vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6769",
"len_data": 21897,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.9
}
|
Radyoloji, x ışınları ve diğer görüntüleme yöntemlerinin tıpta tanı ve tedavi amacıyla kullanılmasıdır. Tanı ve tedavi amacıyla kullanılan yöntemlerden bazıları; radyografi, ultrason, bilgisayarlı tomografi (BT), manyetik rezonans görüntüleme (MR), nükleer tıp yöntemleri, pozitron emisyon tomografi (PET), mamografi, floroskopi ve X ışını kullanan diğer bazı yöntemler olarak sıralanabilir. Bu yöntemlerin tanı amacıyla kullanımı, tıbbi görüntüleme ile elde edilen görüntülerden hastalıkların tespitinde yararlanılması şeklinde olurken, tedavi amacıyla kullanımı ise bazı radyolojik belirti ve cerrahi işlemlerin görüntüleme yöntemleri sayesinde daha az zararla yapılmasını sağlamalarıdır. Radyoloji iki ana başlığa ayrılır. Bunlar, "Diagnostik Radyoloji" ve "Radyoterapi" dir. Bazı radyolojik yöntemler aşağıda verilmiştir.
Anjiografi.
Genel olarak vücuttaki damarların kontrast maddeler kulanılarak görüntülenmesidir. Özellikle kalp ve beyin damarlarının görüntülemesinde kullanılır.
Teleradyoloji.
Teleradyoloji, radyoloji görüntülerinin dijital olarak bilgisayarlar arasında internet ya da başka bağlantılar aracılığıyla bir noktadan bir başka noktaya gönderilebilmesidir. Bu yolla çok uzaklarda, hatta başka bir kıtada çekilen bir radyoloji görüntüsü saniyeler içinde binlerce kilometre uzaktaki bir radyolog tarafından değerlendirilebilmekte ve raporlanabilmektedir. Radyolog açığı olan bölgeler için oldukça yararlı bir işlemdir. Daha da ileriki yıllarda Pacs(resim arşivleme ve iletim sistemi)oldukça yaygın kullanılır hale gelecektir.
Tomografi.
Tomografi, Fransız hekim Boccage tarafından 1915 yılında icat edildi. Tomografi bir organın 1 mm ile 10 mm arasında kesitlerinin görüntülerini verebilen tıbbi görüntüleme cihazıdır. Tomografi vücudun veya organların önden arkaya, yukarıdan aşağıya ya da yatay sagital düzlemde incelenmesini sağlar. Tomografide de radyasyon mevcuttur. Radyolojik görüntülemeye nispeten hasta daha fazla x ışınına maruz kalır ve daha çok radyasyon alır. Tomografi denince akla Bilgisayarlı Tomografi (BT) gelir. Tomografi ile Bilgisayarlı Tomografi arasında bir fark yoktur aslında sadece isim farkıdır.
Gelişen tıbbi teknolojiler sayesinde tomografi de sürekli gelişmektedir. Verilen radyasyon dozu azaltılmakta, görüntü kalitesi iyileştirilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6776",
"len_data": 2289,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.58
}
|
Aruba (), Karayip Denizi'nin güneyinde, Küçük Antiller'in yaklaşık 1.600 kilometre batısında ve Venezuela'nın 29 kilometre kuzeyinde yer alan bir ada. Kuzeybatı ile güneydoğu ucu arası 32 kilometre, en geniş noktası ise 10 kilometre uzunluğundadır. Bonaire ve Curaçao ile birlikte ABC Adaları olarak adlandırılmaktadır.
Aruba, Hollanda Krallığı'nı meydana getiren dört ülkeden biridir. Başkenti Oranjestad şehridir. Yüzölçümü olan adanın nüfusu 2010 sayımına göre 102.484'tür.
Dil.
Aruba'nın resmî dili Felemenkçe ile Papiamento adlı karma ("pidgin") dildir. Arubalılar İngilizce ve İspanyolcayı da az seviyede konuşabilirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6777",
"len_data": 626,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.46
}
|
Leonardo di ser Piero da Vinci () (15 Nisan 1452, Floransa - 2 Mayıs 1519, Amboise), Rönesans döneminde yaşamış İtalyan hezârfen, döneminin önemli bir filozofu, astronomu, mimarı, mühendisi, mucidi, matematikçisi, anatomisti, müzisyeni, heykeltıraşı, botanisti, jeoloğu, kartografı, yazarı ve ressamıdır. En tanınmış yapıtları Vitruvius Adamı (1490-1492), Mona Lisa (1503-1507) ve Son Akşam Yemeği'dir (1495-1497). Rönesans sanatını doruğuna ulaştırmış, yalnız sanat yapısına değil, çeşitli alanlardaki araştırmaları ve buluşlarıyla da tanınan, gelmiş geçmiş en büyük sanatçı ve dehalardan biri kabul edilir.
Hayatı.
Leonardo, genç bir noter olan Ser Piero da Vinci ve Caterina'nın evlilik dışı çocuğu olarak Vinci kasabası yakınlarındaki Anchiano'da dünyaya geldi. Annesinin kökeni tartışmalıdır, Martin Kemp ve Giuseppe Pallanti'ye göre yerel bir İtalyandır ve İtalya'daki yaşam kayıtları bulunmuştur. Çerkes veya Orta Doğulu bir köle olabileceğini de söylemiştir. Leonardo da Vinci uzmanı Carlo Vecce, da Vinci'nin babası Ser Piero da Vinci tarafından imzalanan ve son yıllarda yeni keşfedilen nüfus belgelerinin annesinin Çerkes bir köle olduğunu gösterdiğini iddia etmiştir. Bir başka Leonardo uzmanı Paolo Galluzzi ise Vecce'nin iddialarının "sağlam" olduğunu, ancak "büyük bir tartışma çıkaracağını" söylemiştir. Konu halen tartışılmaya devam edilmektedir. Avrupa'daki çağdaş adlandırma kurallarının yerleşmesinden önce dünyaya tam adı, "Vincili Üstad Piero'nun oğlu Leonardo" manasına gelen Leonardo di ser Piero da Vinci'dir. Eserlerini "Leonardo" ya da "Io, Leonardo (Ben, Leonardo)" olarak imzalamıştır.
Babası, Leonardo'nun doğduğu yıl, Albiera adındaki ilk eşi ile evlendi. Leonardo'ya bebekliğinde annesi baktı, annesi başka biriyle evlendirilerek komşu kasabaya yerleşince, babasının nadiren uğradığı büyükbabasının evinde yaşamaya başladı; arada sırada Floransa'ya babasının evine giderdi. Babasının ilk eşinden çocuğu olmadığı için aileye kabul edilmişti ama amcası Francesco dışında ailedeki kimseden sevgi görmedi.
14 yaşına kadar Vinci'de yaşayan Leonardo, büyükanne ve büyükbabasının ardı ardına ölmesi üzerine 1466'da babası ile birlikte Floransa'ya gitti.
Verrocchio'nun atölyesi.
1460'ların ortalarında Leonardo'nun ailesi, o zamanlar Hristiyan Hümanist düşünce ve kültür merkezi olan Floransa'ya taşındı.
Evlilik dışı çocukların üniversiteye gitmesi yasak olduğundan üniversite öğrenimi görme şansı yoktu. Küçük yaştan itibaren çok güzel çizimler yapan Leonardo'nun resimlerini babası, dönemin ünlü ressam ve heykeltıraşı Andrea del Verrocchio'ya gösterince Leonardo 14 yaş civarında, o zamanının önde gelen Floransalı ressam ve heykeltıraşlarından olan Andrea del Verrocchio'nun atölyesinde "garzone" (stüdyo çocuğu) oldu. Bu, yaklaşık olarak Verrocchio'nun ustası, büyük heykeltıraş Donatello'nun ölüm zamanıdır. Leonardo 17 yaş civarı çırak oldu ve yedi yıl eğitim aldı. Atölyede çıraklık yapan veya atölyeyle ilişkili diğer ünlü ressamlar arasında Ghirlandaio, Pietro Perugino, Sandro Botticelli ve Lorenzo di Credi bulunmaktaydı.
Leonardo hem teorik eğitim hem de çizim, boyama, heykeltıraşlık ve modelleme sanatsal becerileri yanında çizim, kimya, metalurji, metal işleme, alçı döküm, deri işleme, mekanik ve ahşap işleri de dahil olmak üzere çok çeşitli teknik beceriler de kazandı.
Leonardo'nun anatomi ve insan vücudu üzerine eğitimi de çıraklık döneminde başladı. Öğretmeni Andrea del Verrocchio öğrencilerinin anatomiyi kavramasında ısrarlıydı.
Atölyede sadece resim yapmayı değil lir çalmayı da öğrendi. Gerçekten de iyi çalıyordu.
Birinci Floransa dönemi (1472–y. 1482).
1472 yılına gelindiğinde, 20 yaşındayken Leonardo, sanatçıların ve tıp doktorlarının loncası olan Saint Luke Loncası'nda usta oldu, ancak babası onu kendi atölyesine yerleştirdikten sonra bile Verrocchio'ya olan bağlılığı öyleydi ki onunla işbirliği yapmaya ve yaşamaya devam etti.
Leonardo'nun bilinen en eski tarihli eseri, Arno vadisinin 1473 tarihli kalem ve mürekkeple yapılmış çizimidir. Vasari'ye göre genç Leonardo, Arno nehri'nin Floransa ile Pisa arasında ulaşıma uygun bir kanal yapılmasını öneren ilk kişiydi.
Ocak 1478'de Leonardo, Verrocchio'nun stüdyosundan bağımsızlığının bir işareti olarak, Palazzo Vecchio'daki Saint Bernard Şapeline sunak resmi yapması için bir sipariş aldı.
Anonimo Gaddiano olarak bilinen anonim eski bir biyografi yazarı, 1480'de Leonardo'nun Medici'lerle birlikte yaşadığını ve Medici tarafından örgütlenen Neo-Platoncu akademi sanatçı, şair ve filozoflarının buluştuğu Floransa'daki Piazza San Marco'nun bahçesinde çalıştığını iddia eder. Mart 1481'de Scopeto'daki San Donato rahiplerinden "Magi'lerin Hayranlığı" tablosunu yapması için sipariş aldı. Leonardo, Milan Dükü Ludovico Sforza'ya hizmet etmeye gittiğinden bu ilk siparişlerin hiçbiri tamamlanmadı.
Floransa'yı 1482'de terk ederek Milano Dükü Sforza'nın hizmetine girdi. Dükün hizmetine girebilmek için köprüler, silahlar, gemiler, bronz, mermer ve kilden heykeller yapabileceğini anlattığı ancak göndermediği mektubu bütün zamanların en olağanüstü iş başvurusu olarak kabul edilmiştir.
Leonardo, Alberti ile birlikte Medici'lerin evini ziyaret etti ve onlar aracılığıyla eski Hümanist filozoflardan Yeni Platonculuğun savunucusu Marsilio Ficino, Klasik yazılar yorum yazarı Cristoforo Landino ve Yunanca öğretmeni ve Aristoteles çevirmeni John Argyropoulos ile tanıştı. Leonardo'nun çağdaşı, parlak genç şair ve filozof Pico della Mirandola da Platonik Medici Akademisi ile ilişkiliydi.
1482'de Leonardo, Lorenzo de' Medici tarafından 1479 ile 1499 yılları arasında Milano'yu yöneten Ludovico il Moro'ya büyükelçi olarak gönderildi.
İlk Milano dönemi (y. 1482–1499).
Leonardo 1482'den 1499'a kadar Milano'da çalıştı. Lekesiz Doğum Kardeşliği için "Kayalıklar Bakiresi" ve Santa Maria delle Grazie manastırı için Son Akşam Yemeği tablolarını yapması için görevlendirildi.
1485 baharında, Leonardo, Sforza adına kral Matyas Corvinus ile tanışmak için Macaristan'a gitti ve onun tarafından bir Madonna resmi yapması için görevlendirildi.
1490'da Francesco di Giorgio Martini ile birlikte Pavia katedralinin şantiyesine danışman olarak çağrıldı ve taslağını bıraktığı Regisole'nin atlı heykeli onu etkiledi.
Leonardo, Sforza'nın özel günler için şamandıraların ve gösterilerin hazırlanması, Milano Katedral'nin kubbe tasarı yarışması için ve ahşap modeli ve Ludovico'nun selefi Francesco Sforza'ya ait dev Atlı heykel'inin modeli gibi diğer birçok projede çalıştı. Bu heykel, boyut olarak Rönesans'ın iki büyük atlı heykeli olan Padua'daki Donatello'nun Gattamelata'sını ve Venedik'teki Verrocchio'nun Bartolomeo Colleoni'sini geçti ve Gran Cavallo olarak tanındı. Leonardo atın modelini tamamladı ve dökümü için ayrıntılı planlar yaptı, ancak Kasım 1494'te Ludovico, şehri Fransa Kralı VIII. Charles'a karşı savunmak için top yapması için metali kayınbiraderi Ferrara düküne verdi.
Çağdaş yazışma kayıtlarında, Leonardo ve yardımcılarının y. 1498'de Milano Dükü tarafından Sforza Kalesi'ndeki Sala delle Asse'yi resmetmek için görevlendirildiği yazar.
Proje, büyük salonun gölgeliği tavanda yapraklar ve düğümlerden oluşan karmaşık labirentli on altı dut ağacının, iç içe geçmiş dallarından oluşturulmuş pergola gibi görünmesini sağlayan bir trompe-l'œil dekorasyon oldu.
Leonardo, 1499'da şehir Fransızlar tarafından alınıncaya kadar 17 yıl boyunca Milano Dükü için çalıştı. Dük için sadece resim ve heykel yapmak, festivaller organize etmekle uğraşmadı aynı zamanda bina, makine ve silah tasarımları da yaptı.
1485 - 1490 yıllarında doğa, mekanik, geometri, uçan makinelerin yanı sıra, kilise, kale ve kanal yapımı gibi mimari yapılar ile ilgilendi, anatomi çalışmaları yaptı, öğrenciler yetiştirdi. İlgi alanı o kadar genişti ki başladığı çoğu işi bitiremiyordu.
1490 - 1495 yıllarında çalışmalarını ve çizimlerini deftere kaydetme alışkanlığı geliştirdi. Bu çizimler ve defter sayfaları, müzeler ve kişisel koleksiyonlarda toplanmıştır. Bu koleksiyonculardan birisi de Leonardo'nun hidrolik alanındaki çalışmalarının el yazmalarını toplayan Bill Gates’tir.
1499’da Milano'yu terk eden ve yeni bir "hami" aramaya başlayan Leonardo, 16 yıl boyunca İtalya’da seyahat etti. Pek çok kişi için çalıştı, çoğu eserini yarım bıraktı.
İkinci Floransa dönemi (1500–1508).
Ludovico Sforza 1500 yılında Fransa tarafından devrildiğinde Leonardo, asistanı Salaì ve arkadaşı matematikçi Luca Pacioli ile birlikte Milano'dan Venedik'e kaçtı. Leonardo, Venedik'te askeri mimar ve mühendis olarak çalışıyordu ve şehri deniz saldırılarından korumak için yöntemler geliştiriyordu.
1500 yılında Floransa'ya döndüğünde kendisi ve ailesi, Santissima Annunziata manastırındaki Servite rahiplerinin misafirleriydi ve Vasari'ye göre, Leonardo'nun "Bakire ve Çocuk, Aziz Anne ve Vaftizci Yahya ile birlikte" resmini yaptığı bir atölye verildi. Bu resim öylesine hayranlık uyandıran bir çalışmaydı ki, "genç ve yaşlı, erkekler [ve] kadınlar", "sanki ciddi bir festivale gidiyormuş gibi" onu görmeye akın etti.
1502 yılında Cesena'da, Leonardo, askeri mimar ve mühendis olarak hareket edip patronuyla birlikte İtalya'yı dolaşarak VI. Alexander'ın oğlu Cesare Borgia'nın hizmetine girdi. Leonardo, onun himayesini kazanmak için Cesare Borgia'nın kalesinin haritasını, Imola'nın şehir planını yaptı. Bunu gören Cesare, Leonardo'yu baş askeri mühendis ve mimar olarak işe aldı. Daha sonra aynı yıl, Leonardo, patronu için Toskana'daki Chiana Vadisi'nin başka bir haritasını daha yaptı. Böylece patronu araziyi daha iyi bir şekilde kaplayacak ve daha büyük bir stratejik konuma sahip olacaktı. Bu haritayı, kanalın her mevsimde su ihtiyacını karşılamak için denizden Floransa'ya bir baraj inşa etme projesiyle birlikte yaptı.
Leonardo, Borgia'nın hizmetinden ayrılmış ve 1503'ün başlarında Floransa'ya dönmüş ve burada o yılın 18 Ekim'inde Saint Luke Loncası'na yeniden katılmıştı. Aynı ay Leonardo, alacakaranlık yıllarına kadar üzerinde çalışmaya devam edeceği "Mona Lisa" modeli olan Lisa del Giocondo'nun portresi üzerinde çalışmaya başlamıştı. Mona Lisa resmini tamamladıktan sonra hiç yanından ayırmamış, tüm seyahatlerinde yanında taşımıştı.
Ocak 1504'te, Michelangelo'nun "Davut" heykelinin nereye yerleştirilmesi gerektiğini tavsiye etmek üzere oluşturulan bir komiteydi. Daha sonra Floransa'da iki yılını Signoria için "Anghiari Savaşı" duvar resmini tasarlayıp boyayarak geçirdi, Michelangelo da onun eş parçası "Cascina Savaşı" 'nı tasarladı.
1506'da Leonardo, şehrin vekili Fransız valisi Charles II d'Amboise tarafından Milano'ya çağrıldı. Orada, Leonardo başka bir öğrenciyi, en sevdiği öğrencisi olduğu düşünülen Lombard bir aristokratın 15 yaşındaki oğlu Kont Francesco Melzi'yi aldı. Melzi, hayatının geri kalanında onun en iyi öğrencisi ve en yakını oldu. 1490'da 10 yaşında iken korumasına aldığı ve Salai adını verdiği genç de 26 yıl boyunca onunla beraber olmuş, ancak öğrencisi olarak bilinen bu genç hiçbir sanatsal ürün üretmemişti.
Floransa Konsili Leonardo'nun "Anghiari Savaşı" 'nı bitirmesi için bir an önce geri dönmesini diledi, ancak sanatçıyı bazı portreler yapması için görevlendirmeyi düşünen XII. Louis'nin emri üzerine kendisine izin verildi. Leonardo, d'Amboise'nin atlı figürü için bir proje başlatmış olabilir. Bir balmumu modeli günümüze ulaşmıştır ve eğer gerçekse, Leonardo'nun heykelinin günümüze ulaşan tek örneğidir. Aksi takdirde Leonardo bilimsel ilgi alanlarını sürdürmekte özgürdü. Bernardino Luini, Giovanni Antonio Boltraffio ve Marco d'Oggiono da dahil olmak üzere Leonardo'nun en önde gelen öğrencilerinin çoğu ya onu tanıyordu ya da Milano'da onunla birlikte çalışıyordu. 1507'de Leonardo, 1504'te ölen babasının mirasıyla ilgili olarak kardeşleriyle arasındaki anlaşmazlığı çözmek için Floransa’ya döndü. Miras hakkı için kardeşleri ile mücadele etti ancak çabası sonuçsuz kaldı. Ancak çok sevdiği amcası tüm varlığını ona bıraktı.
1513-1516 arasında Roma’da yaşadı ve Papa için geliştirilen çeşitli projelerde yer aldı. Anatomi ve fizyoloji alanında çalışmaya devam etti ancak Papa, kadavralar üzerinde çalışmasını yasakladı.
1516’da koruyucusu Giuliano de' Medici’nin ölümü üzerine Kral 1. Francis’ten Fransa’nın baş ressam, mühendis ve mimarı olmak üzere davet aldı. Paris’in güneybatısında, Amboise yakınlarındaki Kraliyet Sarayı’nın hemen yanında kendisi için hazırlanan konağa yerleşti. Leonardo'ya büyük hayranlık duyan kral, sık sık ziyarete gelir ve sohbet ederdi.
Sağ koluna felç inen Leonardo da Vinci, resimden çok bilimsel çalışmalara ağırlık verdi. Kendisine dostu Melzi yardımcı olmaktaydı. Salai ise Fransa’ya geldikten sonra onu terk etmişti.
Ölümü.
Leonardo 2 Mayıs 1519 tarihinde Amboise’daki evinde 67 yaşında öldü. Kralın kollarında can verdiği rivayet edilir, ancak, 1 Mayıs günü kralın bir başka şehirde olduğu ve bir gün içinde oraya gelemeyeceği bilinmektedir. Vasiyetinde mirasının esas bölümünü Melzi’ye bıraktı. Amboise'daki Saint Florentin Kilisesi’nde toprağa verilmiştir.
Özel hayatı.
Fiziksel temastan hoşlanmadığı iddia edilir: “Üreme faaliyeti ve bununla bağlantılı olan her şey o kadar iğrençtir ki insanlar hoş yüzler ve duygusal eğilimler de olmasa kısa sürede yok olacaktır” sözü daha sonra Sigmund Freud tarafından analiz edilmiş ve Freud, Leonardo'nun frijit olduğuna hükmetmiştir.
1476 yılında, sevgilisi Verrocchio ile birlikte yaşarken 17 yaşındaki model Jacopo Saltarelli ile sodomist (eşcinsel) ilişki kurduğu gerekçesiyle adı bilinmeyen bir kişi tarafından suçlanmıştır. İki ay süren soruşturma sonucunda, Leonardo'nun babasının saygın konumuna da bağlı olarak hiç şahit bulunamaması nedeniyle dava düşmüştür. Bu olayın ardından Leonardo ve arkadaşları Floransa'daki “Gecenin Bekçileri” isimli örgüt tarafından bir süre takip edilmiştir. (Gecenin Bekçileri'nin İtalya'da Rönesans döneminde kurulan ve sodomizmin bastırılmasına yönelik faaliyet gösteren bir örgüt olduğu Podesta'nın yasal kayıtlarında da yer almaktadır)
“Salai” veya “il Salaino” takma adlarıyla da bilinen Gian Giacomo Caprotti da Oreno Giorgio Vasari tarafından “Leonardo’nun büyük keyif aldığı harika kıvırcık saçları olan ışıltılı ve güzel genç” olarak tanımlanmıştır. Il Salaino, 1490 yılında henüz 10 yaşındayken Leonardo'nun evinde hizmetçiliğe başlamıştır. Leonardo ve il Saliano arasındaki ilişki “kolay” olarak değerlendirilmez. 1491 yılında Leonardo il Salaino'yu “hırsız, yalancı, inatçı ve pisboğaz” olarak nitelendirmiş ve onun için “Küçük Şeytan” benzetmesini yapmıştır. Yine de, il Salaino 26 yıl boyunca yoldaşı, hizmetçisi ve asistanı olarak Leonardo'nun hizmetinde kalmıştır. Leonardo, il Salaino'yu "Küçük Şeytan" olarak çağırmaya devam etmiştir. Leonardo'nun sanatçı defterlerinde çıplak olarak çizilen il Salaino yakışıklı ve kıvırcık saçlı bir ergen olarak tasvir edilir. Bazı araştırmacılar, il Salaino'nun Vitruvius Adamı olduğunu ileri sürer.
1506 yılında Leonardo, 15 yaşındaki Kont Francesco Melzi ile tanışmıştır. Melzi, Leonardo'nun kendisine karşı hislerini bir mektubunda “a sviscerato et ardentissimo amore” (çok ihtiraslı ve fazlasıyla yakıcı aşk) olarak nitelendirmiştir. il Salaino bu yıllarda Melzi'nin sürekli olarak Leonardo'nun yanında olmasını kabullenmek zorunda kalmıştır. Melzi, Leonardo'nun önce öğrencisi sonra da hayat arkadaşı olmuştur. Ayrıca, Leonardo Da Vinci'nin; Fransa'nın, kuruluşu çok eskilere dayanan (1099 MS) Sion Tarikatı'na 1510-1519 yılları arasında üstatlık (Başkanlık) yaptığı bilinmektedir.
Leonardo'nun genç erkeklere olan ilgisi 16. yüzyılda da tartışma konusu olmuştur. 1563'te Gian Paolo Lomazzo tarafından yazılan “Il Libro dei Sogni”de (Düşler Kitabı) yer alan “l’amore masculino”daki (erkek aşkı) kurmaca bir diyalogda, Leonardo başkahramanlardan biri olarak yer almış ve “Biliniz ki erkekler arasındaki aşk çeşitli arkadaşlık duygularıyla erkekleri bir araya getiren bir erdemdir. Bu durum onları daha erkeksi ve yürekli hâle getirir” sözü Leonardo'nun ağzından verilmiştir.
Leonardo'nun çalışmalarından ve biyografisini yazan erken dönem yazarlardan anlaşıldığı üzere Leonardo dürüst ve ahlaki konularda duyarlı bir kişiydi. Hayata duyduğu saygı onun en azından yaşamının bir evresinde vejetaryen olduğunu göstermektedir.
İlk öğrenim yılları.
Leonardo Da Vinci, ilk öğrenim yıllarında aritmetik ve geometride öğretmenlerini sorduğu sorularla şaşırtacak kadar çabuk ilerledi. Keskin zekası ve yetenekleriyle küçük yaşlarda bile dikkat çekiyordu. Müzikle de ilgileniyor ve oldukça iyi bir şekilde lir çalıyordu. Fakat çocukluk yıllarında en gözde uğraşı resimdi. Babası da bunu fark edince, onu Floransa'nın en önemli atölyelerinden birine verdi.
İnsan vücudu ile ilgili araştırmaları.
Leonardo'nun insan vücuduna ilgisinin temelini, figür eskizleri için incelemeler oluşturur. İnsanı olabildiğince canlı ve tüm hareketleri gerçeğe en yakın şekilde çizmek için dış gözlemleri yeterli görmemiş, vücudun içini de görmek, kemiklerin, kasların ve eklemlerin birbirleriyle ilişkilerini kavramak istemiştir. Anatomi araştırmaları, giderek daha çok zaman ayırdığı başlı başına bir ilgi alanı haline gelmiştir. İnsan organizmasına, çalışma prensiplerini merak ettiği mükemmel bir makine olarak yaklaşmıştır. O dönemin tıp bilimine temel oluşturan antik çağ hekimi Galen’in metinleri, merakını ancak kısmen giderebilmişti. Aklına gelen her soruyu sormaya başlamıştı.
Leonardo, gördüklerini çizerek açıklığa kavuşturuyordu. Kesitlerle, ayrıntılı görünüşlerle ve farklı açılardan yaptığı çizimlerle anatominin detaylarını ortaya çıkarıyordu. Çizimleri, bazı detaylardaki yanlışlıklara karşın son derece nettir. Anne karnındaki bebek çizimi için bir insan kadavrasına disseksiyon yapmamış, inekleri inceleyip, oradan elde ettiği sonuçları insan anatomisine uyarlamıştı. Papa, Leonardo’nun insan kadavraları üzerinde disseksiyon yapmasını yasakladığında, dolaşım sistemi üzerine yaptığı araştırmayı devam ettirebilmek için sığır kalpleri kullanmıştı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6787",
"len_data": 17856,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.59
}
|
Ayrıca benzer yazılımları;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6793",
"len_data": 26,
"topic": "CODING",
"quality_score": 0.94
}
|
Hawk Eye (), tenis ve kriket gibi oyunlarda topu sayısal ortamda izleyen sistemin adı.
2001 yılında Dr. Paul Hawkins tarafından geliştirilmiştir ve birçok spor karşılaşmasında TV kanalları tarafından kullanılmaktadır.
Sistem, bilgisayara bağlı saha çevresine yerleştirilmiş 8 kameradan oluşmaktadır. Bilgisayar gerçek zamanda, kameralardan aldığı bilgilerle topun 3 boyutlu trajesini ve hızını hesaplamaktadır. Daha sonra bu görüntü istenen açıdan tekrar oluşturabilmektedir. Böylece topun saha içine veya dışına çıkıp çıkmadığı daha objektif belirlenebilmektedir. Sistemin hassasiyeti 2–3 mm arasındadır.
Hawk Eye (Şahin Gözü) teknolojisi, profesyonel teniste 2006 yılının Mart ayında Miami Masters turnuvasında resmi olarak denenmiştir. Teknoloji US Open 2006'da ilk kez bir Grand Slam turnuvasında yer almıştır.
Hawk Eye teknolojisinin tenis sporunun içine girmesiyle yeni bir kural da oyuna eklenmiş oldu. Buna göre oyuncular, her sette hakemin kararına karşı üçer kez itiraz (challenge) haklarını kullanarak sonucu Hawk Eye teknolojisinin belirlemesini tercih edebilirler. Tribünlerin de görebileceği dev bir ekrana yansıtılan animasyon sonucu oyuncu haklı çıkarsa, itiraz hakkı saklı kalır.
Tarihçesi.
Hawk-Eye 2000 yılında Siemens'in bir alt şirketi olan Romsey Roke Manor Research Limited tarafından İngiltere'de geliştirildi. Paul Hawkins ve David Sherry teknolojinin patenti için başvurdu, ancak daha sonra bu başvuru geri çekildi. Tüm teknoloji ve fikrî mülkiyet, Winchester, Hampshire'deki Hawk-Eye Innovations Ltd adlı ayrı bir şirkete devredildi. İlk olarak Roke Manor Research ve Sunset + Vine arasında bir ortak girişim olarak kuruldu ve Hawk-Eye ilk defa Sunset + Vine, Channel 4 televizyon tarafından kriket yayınında kullanıldı.
14 Haziran 2006 tarihinde, Wisden Group'un liderliğinde ve Amerikalı zengin Mark Getty'nin de içinde bulunduğu bir yatırım grubu şirketi tarafından £4.4m'a satın alındı. Wisden'in şirketi satın almada amacı kriket yayınında varlığını güçlendirmekti. Ayrıca Hawk-Eye'ı basketbola uyarlıyarak diğer uluslararası sporlarlara da girmeği planlıyordu. Hawk-Eye'nin web sitesine göre, sistem televizyonda görünen veriden çok daha fazla veri üretmektedir.
Hawk-Eye Eylül 2010'da tekrar satışa çıkarıldı ve Mart 2011'de son olarak £15m-£ 20m'a Sony elektronik şirketine satıldı.
Rakip teknolojiler.
Başlıca iki teknolojik rakibi bulunmaktadır:
Cyclops, 1980 yılından beri ATP ve WTA profesyonel tenis turlarında elektronik çizgi hakemi olarak kullanılmaktadır. Grand Slam turnuvalarında yerini Hawk-Eye almıştır.
FoxTenn'da diğer bir rakip elektronik çizgi hakemi sistemidir. Toprak saha da dahil olmak üzere anlık verileri kullanarak topun trajesini takip ederek yerle temas ettiği noktayı belirleyebilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6795",
"len_data": 2751,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.41
}
|
María Eva Duarte de Perón (7 Mayıs 1919 - 26 Temmuz 1952), Arjantin Başkanı Juan Domingo Perón'un ikinci eşidir. Arjantin halkının çok sevdiği Perón, İspanyolca "Küçük Eva" anlamına gelen Evita lakabıyla tanınırdı.
Arjantin'in Los Toldos kentinde, beş çocuklu fakir bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasını yedi yaşındayken kaybetti ve 14 yaşında aktris olmak için Buenos Aires'e gitti. Buenos Aires'te bir süre işsiz ve parasız kaldıktan sonra radyolarda çalışmaya başladı. Radyoda şovlar yaparak ve tiyatroda küçük rollerde oynayarak hayatını devam ettiren Evita, 1944 yılında Juan Domingo Peron ile tanıştı. Genç bir subay olan Juan Peron, 1943 yılında ülke yönetiminde önemli bir görev üstlendi. “Teniente Coronel” yani albay unvanlı Juan Domingo Peron, 1943 yılındaki askerî darbede rol oynayarak siyasete girdi. Çalışma Bakanı olarak hükûmette yer aldı ve 'emekçi babası' olarak tanındı.
Düşük gelirli işçilerin durumlarını düzeltmeye yönelik çalışan Juan Domingo Peron, 1944 yılındaki darbenin ardından tutuklansa da Eva Peron ve arkadaşlarının işçileri yanlarına alarak başlattıkları grevler neticesinde serbest bırakıldı. Bundan çok kısa bir süre sonra da Eva ile Juan Peron evlendi. Juan Peron, 1946 tarihinde de Başbakan oldu, iki defa seçildi ve 1955 yılında yine bir askerî darbe ile ayrıldı. Birkaç darbe daha geçtikten sonra 1973 yılında Peron bir kere daha seçimle başa geldi, 1974 yılında ise öldü. Bu sefer Evita'nın ölümünden sonra evlendiği yeni eşi Isabel Peron başa geçti. 1976 yılında ise Isabel de hükûmetle beraber düştü.
Evita, kocasının diktatörlüğü döneminde kadın hakları için çalıştı ve aktif anlamda siyasetin içinde yer almamasına karşılık, her zaman siyasetle ve halkla iç içe oldu. İşçi sendikalarının örgütlenmesinde önemli rol üstlendi ve 1947 yılında kadınların oy verme hakkı elde etmesini sağladı. Fakir halka yiyecek, para ve ilaç yardımında bulundu, çocuklar için de yardım kampanyaları düzenledi.
Juan Peron'un ikinci kez başkan seçilmesinden birkaç gün sonra Eva Peron, bir devlet töreni ile, "ulusun ruhani lideri" olarak adlandırıldı. Tedavisi için gittiği Amerika'da kemoterapi gördü. O dönemde çok yaygın olmayan bu tedavi şekli ilk defa bir Arjantin vatandaşına uygulanmaktaydı. Evita Peron, 26 Temmuz 1952'de 33 yaşında kanserden öldü. Peron'un iktidardan düşmesinden sonra gömüldüğü yerden çıkartılan cesedi 16 yıl saklandıktan sonra önce eşinin yanına, sonra da aile mezarlığına defnedildi. Hayatını anlatan "Evita müzikali yıllar sonra sahnelendi. Madonna daha sonra bu müzikalin beyaz perde uyarlamasında rol aldı. Eserin en önemli parçası "Don't Cry for Me Argentina"dır. (Benim için Ağlama Arjantin.)
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6796",
"len_data": 2674,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.54
}
|
Troya veya Truva (Yunanca: Τροία "Troia" veya Ίλιον "İlion", Latince: "Troia" veya "Ilium", Hititçe: 𒌷𒃾𒇻𒊭 "Wilusa/Vilusa" veya 𒋫𒊒𒄿𒊭 "Truwisa/Truvisa"), Kaz Dağı (İda) eteklerinde tarihî bir kenttir. Çanakkale il sınırları içinde, günümüzde Hisarlık olarak adlandırılan arkeolojik bölgede yer alır.
Çanakkale Boğazı'nın güneybatı ağzının hemen güneyinde ve Kaz Dağı'nın kuzeybatısında bulunan bir şehirdir. Homeros tarafından yazıldığı sanılan iki manzum destandan biri olan İlyada'da bahsi geçen Troya Savaşı'nın gerçekleştiği antik kenttir.
1870'lerde Alman amatör arkeolog Heinrich Schliemann tarafından Tevfikiye köyü civarında keşfedilen antik kentte çıkan eserlerin çoğu yurt dışına kaçırılmıştır. Eserler günümüzde Türkiye, Almanya ve Rusya'da çeşitli müzelerde sergilenmektedir. Antik kent; 1998 yılından beri Dünya Mirası listesinde, 1996 yılından beri de Millî Park statüsündedir.
Etimoloji.
Fransızcanın etkisiyle antik kentin bu dildeki "Troie" kelimesinin okunuşundan Türkçeye "Truva" olarak geçmiştir. Kentin adı Yunanca belgelerde Τροία (Troia) olarak geçer. Bazı uzmanlar, kentin Türkçe "Troya" olarak anılmasının daha doğru olduğunu savunmaktadır. Bununla birlikte Türkçe belgelerde Truva adı Truva Savaşı, Truva Atı örneklerinde görüldüğü gibi yaygın olarak kullanılmaktadır.
Troya kent mevkii.
Antik kent, Çanakkale merkez ilçesine bağlı Tevfikiye köyünün batısında, "Hisarlık Tepesi'nde" bulunur (). Tepe, 200x150m boyutlarında, 31.2m rakımlı ve aynı zamanda geniş bir kalker tabakasının parçasıdır.
Hisarlık Tepesi'nde bir antik kentin olduğu uzun süre bilinmese de tepenin isminden de anlaşılacağı gibi bölgede arkeolojik kalıntıların yüzeye yakın olduğu ve bu yüzden yerel sakinlerince tepeye "Hisarlık" adı verildiği görüşü savunulabilir. Ayrıca Troya kentinin kurulduğu zamanlarda Hisarlık Tepesi, Karamenderes ve Dümrek Çaylarının döküldüğü ve Çanakkale Boğazı'na açılan bir koyun kenarında, bugüne göre denize çok daha yakın bir yerde bulunduğu düşünülür.
Kentin bulunduğu ve adını verdiği, bugün yaklaşık olarak Çanakkale ilini Asya kıtasında temsil eden tarihsel bölge Troas (ya da Troad) olarak adlandırılır.
Tarihçe.
İlk olarak Efes ve Milet antik kentleri gibi denize yakın olan kent, Çanakkale Boğazı'nın güneyinde bir liman kenti olarak kurulmuştur. Zamanla Karamenderes Nehri'nin kent kıyılarına taşıdığı alüvyonlar nedeniyle denizden uzaklaşmış ve önemini yitirmiştir. Bu yüzden yaşanan doğal felaketler ve saldırılar sonrasında yeniden iskân edilmeyip terk edilmiştir.
Troyalılar, Sardis kökenli Herakleid hanedanının yerine geçmiş ve Anadolu'yu 505 yıl boyunca Lidya Krallığı Candaules (MÖ 735-718) dönemine dek yönetmişlerdir. İyonlar, Kimmerler, Frigyalılar, Miletliler onlardan sonra Anadolu'da yayılmış, ardından MÖ 546 yılında Pers istilası gelmiştir.
Troya antik kenti, Athena tapınağı ile özdeşleşmiştir. Pers egemenliği sırasında imparator I. Serhas çıktığı Yunanistan seferinde, Çanakkale Boğazı'nı geçmeden önce kente gelerek bu tapınağa kurban sunduğu, aynı şekilde Büyük İskender'in de Perslere karşı giriştiği mücadele sırasında kenti ziyaret ettiği ve zırhını Athena tapınağına bağışladığı tarihsel kaynaklarda belirtilir.
Troya katmanları.
1871'de amatör arkeolog Heinrich Schliemann tarafından keşfedilen antik şehrin kalıntılarında, ilerleyen zamanlarda gerçekleştirilen kazılar sonucu, aynı yerde yedi kez -farklı dönemlerde- kent kurulduğu ve farklı dönemlere ait 33 katman olduğu saptanmıştır. Şehrin bu karmaşık tarihsel ve arkeolojik yapısı, daha kolay incelenebilmesi için kent tarihsel dönemlere göre sırayla Roma rakamlarıyla ifade edilen 9 ana bölüme ayrılmıştır. Bu ana dönemler ve bazı alt dönemler aşağıda verilmiştir:
Troya I (MÖ 3200-2600).
Alandaki ilk şehir sonraki şehirlerinde kurulacağı hisarlık tepesine MÖ 3. bin yılda kuruldu. Tunç Çağı boyunca kent ticari anlamda gelişme gösterdi, konumunun Ege Denizi'nden Karadeniz'e giden her ticaret gemisinin geçmek zorunda kaldığı Çanakkale Boğazı'nda bulunmasının bunda katkısı büyüktür. Troya'nın doğusundaki şehirlerin yıkıldığını ve Troya'nın yıkılmamasına rağmen, bir sonraki dönem yeni bir insan topluluğunun Troya'yı ele geçirdiğini gösteren bir kültür değişikliği görülmektedir. Şehrin ilk evresi, yaklaşık 300 metre çapında; büyük duvarlar, kuleler ve geçitlerle çevrili 20 dikdörtgen evden oluşan daha küçük bir kale ile karakterize edilir.
Troya II, III, IV ve V (MÖ 2600-1950).
Troya II, bir önceki evrenin iki katına çıktı ve daha küçük bir kasaba ve üst kaleye sahipti. Duvarlar kral için megaron tarzı sarayı barındıran üst akropolü koruyordu. İkinci evrede arkeolojik kazılarda büyük bir yangın tarafından tahrip edildiği görülmektedir ancak Troyalılar, II. Troya'dan daha büyük fakat içerisinde daha küçük ve daha yoğun evler barındıran müstahkem bir kale oluşturacak şekilde yeniden inşa ettiler. Bu yoğun ve müstahkem yapılanmanın sebebinin ekonomik bir gerileme ve dış tehditlerin artması olduğu düşünülmektedir. Daha büyük bir alanı kaplayan surların yapımı Troya III, IV ve V'te de devam etti. Böylece ekonomik sebepler ve dış tehditler karşısında dahi surlar sonraki evrelerde de ayakta kaldı.
Troya VI ve VII (MÖ 1700-950).
Troya VI, MÖ 1250 civarında, muhtemel bir deprem sebebiyle yıkıldı. Bu katmanda bir ok ucu dışında herhangi bir gövde kalıntısı bulunamadı ancak kent hızla kendini iyileştirdi ve daha düzenli bir şekilde yeniden inşa edildi. Bu yeniden inşa ile kent merkezi deprem ve kuşatmalar karşısında kentin dış kenarını korumak için yoğun bir şekilde güçlendirilmiş bir kaleye sahip olma eğilimini sürdürdü.
Troya VI, güney kapısındaki sütunların inşası ile karakterize edilebilir. Sütunların herhangi bir yapıyı desteklediği düşünülmemektedir ve sütunlar, sunak benzeri bir tabana ve etkileyici bir büyüklüğe sahiptir. Bu yapı muhtemel olarak şehrin dinî ritüellerini yaptığı alan olarak düşünülmektedir. Troya VI'nın diğer bir karakteristik özelliği; kalenin yakınında sıkıca paketlenmiş bir mahfaza ve birçok Arnavut kaldırımı sokağının inşasıdır. Sadece birkaç ev bulunmasına rağmen bunun sebebi Troya VIIa'nın tepelerinin üzerine yeniden inşasıdır.
Ayrıca 1890 yılında keşfedilen bu VI. Troya tabakasında Miken çanak çömlekleri bulunmuştur. Bu çanak çömlek, Troya IV sırasında Troyalıların hâlâ Yunanlar ve Ege ile ticaret yaptığını göstermektedir. Ayrıca kalenin 400 metre güneyinde ölü yakma mezarları bulunmuştur. Bu, Helenistik kent surlarının güneyinde küçük bir alt kentin kanıtını sağlamıştır. Her ne kadar erozyon ve düzenli inşaat faaliyetleri nedeniyle bu kentin büyüklüğü bilinmese de, 1953 yılında Blegen tarafından sitenin kazılması sırasında ortaya çıkarıldığında, ana kayanın hemen üzerindeki yerleşimleri savunma amaçlı kullanılabilecek bir hendek bulundu. Dahası, duvarın güneyindeki küçük yerleşimin kendisi de ana şehir surlarını ve kaleyi korumak için bir engel olarak kullanıldığı muhtemeldir.
Hâlâ tartışılan bir konu, Troya'nın Anadolu mu yoksa Miken uygarlığına mı mensup olduğudur. Şehrin Ege'de bir varlığı olsa da, seramik buluntuları ve mimarisi Anadolu yöneliminde kuvvetle ipucu veriyor, ek olarak Luvi şehir devletlerinin birçoğu erken Troya dönemlerinde (Troya I-VII), bölgede ve Ege ticaretinde hakimdi. Ege kıyısı boyunca uzanan Luvi kentleri gibi Troya'nın da kazılarda da bulunan kalıntılar ışığında Luvi kenti olması muhtemeldir. Troya VI kazısı sırasında bulunan çanak çömleklerin yalnızca yüzde biri Miken uygarlığına aittir. Kentin büyük duvarları ve kapıları, diğer pek çok Anadolu tasarımıyla yakından ilişkilidir. Ayrıca, ölü yakma uygulaması Anadolu kültürünün bir özelliğidir. Kremasyon, Miken dünyasında asla görülmez. Anadolu hiyeroglifi Luvi yazısıyla ile işaretlenmiş olan bronz mühürlerle birlikte Anadolu hiyeroglifleri de 1995 yılında ortaya çıkarılmıştır. Bu mühürler, zaman zaman yaklaşık 20 diğer Anadolu ve Suriye kentinde görülmüştür (MÖ 1280 - 1175).
Troya VI uzun mesafeli ticari hakimiyetini bu dönemde de sürdürdü ve bu dönemde nüfusu kuruluşunun zirvesini gördü ve 5.000 ila 10.000 arasında insan topluluğunu içinde barındırdı ve önemli bir şehir statüsüne yükseldi. Troya'nın konumu Erken Tunç Çağı'nda son derece uygun bir yerdeydi. Orta ve Son Tunç çağlarında Afganistan, Basra Körfezi, Baltık Bölgesi, Mısır ve Batı Akdeniz'e kadar ulaşan uzun mesafeli bir ticaret bölgesi için ortak noktaydı. Orta ve erken dönemde Troya VI da geçtiği düşünülen ticari ürünlerin doğudan metaller ve batıdan parfüm ve yağlar gibi çeşitli ürünlerin Türkiye kıyıları boyunca bulunan yüzlerce gemi batığı kalıntılarından görülmektedir. Bu gemilerde bol miktarda ticari mal bulunmaktaydı ve gemilerin bir kısmı 15 tondan fazla mal taşıdığı gözlemlenmektedir. Batıklarda keşfedilen mallar arasında bakır, kalay ve cam külçeleri bronz aletler ve silahlar; abanoz, fildişi ve deve kuşu yumurtası kabukları; mücevherler ve Akdeniz'in her yerinden farklı kültürlere ait seramikler bulunmaktadır. Tunç Çağı'ndan itibaren, Akdeniz'de keşfedilen 210 gemi enkazından 63'ü Türkiye kıyı şeridinde keşfedildi ancak Troya'nın bulunduğu yerdeki kalıntılar asgari düzeydedir. Troya VI katmanında bulunan mallarının çok azının belgelendiği görülmektedir. Geç Tunç Çağı boyunca çok az ticari merkez olması ve ticaret hacminin düşük olmasının, bunun olası sonucu olduğu tahmin edilmektedir. Troya en büyük ticari rotaların kuzeyindedir bu yüzden Troya'yı doğrudan bir ticari merkez olarak tanımlamak yerine 'ticarete ciddi katkıda bulunan bir metropol' olarak tanımlamak daha doğrudur.
Troya VII'a katmanında nüfusun çoğunluğunun surların içinde yaşadığını vurgulamak doğrudur.
Bu durumun böyle olmasındaki temel sebep, büyük olasılıkla Miken tehdididir. Troya VI'nın bir deprem tarafından tahrip edildiği düşünülmektedir. Bölgedeki fay hatlarının hareketliliği ve tektonik aktiviteler bu olasılığı güçlendirmektedir Troya VIIa'nın kazı sürecini zorlaştıran Troya VI'nın üzerine inşa edilmiştir.
MÖ 13. yüzyıl ortalarına tarihlenen Troya VIIa, Homerik Troya için en güçlü adaydır bu evrenin savaş tarafından tahrip edildiği kazılarda ortaya çıkarılmıştır. Troya VIIa'yı sona erdiren ve tahmini MÖ 1184 yıllarında meydana gelen yangın ve katliamların delilleri bu evrenin Troya Savaşı sırasında Akalar tarafından kuşatılan şehir ile özdeşleşmesine neden olmuştur ve Troya Savaşı, Homeros tarafından yazılmış İlyada Destanı'nda ölümsüzleştirilmiştir.
Calvert'in 1000 Yıllık Boşluğu.
Başlangıçta, Troya VI ve VII'nin katmanları tamamen göz ardı edildi çünkü Schliemann yanmış Truva II şehrini Homerik Troya olması ihtimalini tercih ediyordu. Arkeolojinin Schliemann'ın Troya'sından uzaklaştığı ve Homerik Troya'yı bir kez daha bulmak için çalışmalara başlama Troya VI üzerine yoğunlaşmayla oldu Dörpfeld'in Troya VI'yı keşfetmesiyle "Calvert'in 1000 yıllık boşluğu" ortaya çıktı.
Bu 1000 yıllık boşluk, (MÖ 1800-800) Schiliemann'ın arkeolojisinin hesaba katmadığı bir dönemdi ve böylece Troya zaman çizelgesinde bir delik oluşturdu. Homer'ın İlyada'sının şehir tarifinde surların bir tarafının bir bölümünün zayıf olduğu söylenir. Dörpfeld, 300 metrelik duvar kazıları sırasında zayıf bölümün Homerik Troya tarifine çok benzeyen bir bölümle karşılaştı. Dörpfeld, Homerik Troya'yı bulduğuna ikna oldu ve kentin kazılarını yapmaya başladı. Bu tabakanın duvarlarında (Troya VI) geç Helladik (LH) IIIa ve IIIb dönemlerinden kalma çok sayıda Miken çömleği ortaya çıkmıştır ve Troyalıların ve Mikenlerin arasında bir ilişki olduğu ortaya çıkarılmıştır. Duvarlardaki büyük kule "İllios büyük kulesi" gibi görünmektedir. Sonuç olarak kalıntılar şehrin Dörpfeld'in Homer destanındaki şehir olan İllios'a (Troya) rastladığını gösterdi. Schilliemann'ın kendisi, Troya VI'nın Homerik Troya olması ihtimalini yüksek olduğunu belirtmiş ancak bununla ilgili bir şey yayınlamamıştır. Troya'yı bulmak konusunda Schilliemann kadar tutkulu olan Dörpfeld tarafından onaylanan tek tartışma, kentin erkekler tarafından değil deprem tarafından tahrip edilmiş gibi görünmesi tartışmasıdır. Fakat Troya VII'nin Mikenlilerin saldırdığı Troya olmadığı konusunda çok az şüphe vardır.
Troya VIII (MÖ 700).
Troya VIII dönemi Helenistik Troya olarak bilinmektedir. Helenistik Troya, kültürel olarak Ege'nin geri kalanına benzerlik göstermektedir. Bu dönemde yaşanılan olaylar, dönem sonrası Yunan ve Romalı tarihçiler tarafından günümüze aktarılmıştır. MÖ 480'de Pers Kralı Xerxes, Hellaspontine bölgesinden Yunanistan'a doğru yürürken Troya VIII katmanında kazılarda bulunan Athena tapınağında 1000 sığır kurban etti. MÖ 480-479'daki Pers yenilgisinin ardından İllion ve bölgesi, Midilli'nin kıta mülkiyetine sahip oldu ve MÖ 428-427'de başarısız olan Midilli İsyanı'na kadar Midilli kontrolünde kaldı. Atina, İllion dâhil sözde Aktaean kentlerini kurtarıp bu bölgedeki nüfusu Delian Ligi'ne dâhil etti. Hellaspont'daki Atina etkisi, MÖ 411 oligarşik darbesiyle azaldı ve o yıl Spartalı general Mindaros, aynı şekilde Athena İllias'ı feda ederek Xerxes'i taklit etti. 399'da Spartalı general Dercylidas, Lampskenes hanedanı adına bölgeyi yöneten ve bölgeyi Pers etkisinden geri alan Yunan garnizonunu bölgeden kovdu. İllion, MÖ 387-386 arasındaki Antalcidas Barışı'na kadar Dascylium'daki Pers Satraplığının kontrolü altında kaldı. Bu yenilenen Pers etkisi döneminde (MÖ 387-367) Hellaspontin Frigya satrapı olan Ariobarzanes'in heykeli, Athena İllias tapınağının önüne dikilmiştir. MÖ 360-359 yılları arasında şehir, dönem dönem Atinalılar için çalışan Eğriboz Adası'ndan (Euboean), Oreuslu Charidemus tarafından kontrol altına alınıyordu. MÖ 359'da İllionluların (Troya) bir vekâletname ile onurlandırdığı Arriabos, oğlu Atinalı Menalaus tarafından şehirden kovuldu. MÖ 334 yılında İskender, Küçük Asya seferine çıkarken; şehre gelip Athena İllias tapınağını ziyaret edip zırhını buraya bağışladı. İskender, Homerik dönem kahramanlarının mezarlarını ziyaret edip onlara kurbanlar sunup daha sonra şehri serbest statüsüne çıkarıp vergiden muaf tuttu. İskenderin son planlarına göre Athena İllias tapınağını bilinen dünyadaki diğer bütün tapınaklardan daha büyük bir şekilde yeniden inşa etmeyi düşündü. Antigonus Monophtalmus, MÖ 311 yılında Troad'ın kontrolünü ele geçirdi ve Skepsis, Kebren, Neandreia, Hamaxitos, Larissa ve Kolonai kentlerinin sinoikliği olan, yeni Antigoneia Troas şehrini kurdu. MÖ 311-306'da Athena Illias'ın koinon'u, Antigonus'tan özerkliklerine ve özgürlüklerine saygı duyacağına dair bir güvence almayı başardı ve Koinon statüsü MS 1. yüzyıla kadar çalışmaya devam etti. Koinonlar genel olarak Troad kentlerinden oluşuyordu fakat 3. yüzyılın 2. yarısında bir süre Doğu Propontisten Myrlea ve Kalkedonda dâhildi. Koinonlar'ın yönetim organı, her bir kentin iki delege tarafından temsil edildiği Synedrion idi. Özellikle finansıyla ilgili olarak, sinerjinin günlük çalışması, hiçbir şehirde birden fazla temsilcisi bulunmayan beş agonothetai okuluna bırakılmıştır. Bu eşit (orantılı değil) temsil sistemi, hiç kimsenin koinona siyasi olarak hâkim olamamasını sağlamıştır. Koinon'un temel amacı, Athena Ilias tapınağında düzenlenen yıllık Panathenaia festivalini düzenlemekti. Festival, festival süresince Ilion'a çok sayıda hacı getirmenin yanı sıra, bölgedeki tüccarları çeken muazzam bir pazar (panegiriler) yarattı. Ek olarak Koinon İllion'daki yeni bina rojelerini finanse etti, bunların içinde şehre kurulan yeni bir tiyatro ve kenti bu kadar büyük bir festivalde uygun bir yer hâline getirmek için Athena İllias tapınağının geliştirilmesidir. MÖ 302–281 döneminde, Ilion ve Troad, Ilion'un yakınlardaki toplulukları eşleştirerek kent nüfusunu ve bölgesini genişletmeye yardımcı olan Lysimachus Krallığı'nın bir parçasıydı. Lysimachus, MÖ Şubat 281'de Corupedium savaşında Seleucus I Nikator tarafından yenildi ve böylece Küçük Asya'nın Seleucid krallığı kontrolünü devretti daha sonra Seleucus'un Troad'ı geçerek yakındaki Trakya Chersonese Ilion'daki Lysimachia'ya giderken MÖ 281 Ağustos veya Eylül'ünde, kentin yeni sadakatlerini belirtmek onuruna bir kararname çıkardı. Eylül ayında Seleucus Lysimachia'da Ptolemy Keraunos tarafından öldürüldü ve halefi olan Antiochus I Soter'ı yeni kral yaptı. MÖ 280'de veya kısa bir süre sonra Ilion, kendisiyle ilişkilerini güçlendirmek için cömertçe Antiochus'u onurlandıran uzun bir kararname çıkardı. Bu dönemde Ilion hâlâ kale çevresinde çökmekte olan Truva VI tahkimatı dışında uygun şehir surlarından yoksundu ve 278'de Galatların istilası sırasında şehir kolayca yağmalandı. Ilion, hükümdarlığının geri kalanı için Antiochus ile yakın bir ilişki kurdu; örneğin, MÖ 274'te Antiochus, vergi amaçlı olarak Ilion toprağına bağlanacak olan arkadaşı Assos Aristodikides'e toprak verdi ve MÖ 275-269 Ilion, kralı savaşta aldığı bir yara için başarıyla tedavi etmiş olan Amfipolis Metrodoros onuruna bir kararname çıkardı.
Troya IX.
Şehir, on bir günlük kuşatmanın ardından MÖ 85'te Sulla'nın rakibi olan Roma generali Fimbria tarafından tahrip edildi. Sulla, Fimbria'yı mağlup ettiği o yılın sonlarında, kenti sadakatini ödüllendirmek için yeniden inşasına yardım etti. Ilion, bu cömertlik eylemini ilk yıl olarak MÖ 85 olan yeni bir sivil takvim düzenleyerek karşılık verdi. Bununla birlikte, Roma'nın sağladığı statüsüne rağmen, şehir birkaç yıl finansal sıkıntı içinde kaldı. MÖ 80'lerde, Roma halkı yasa dışı bir şekilde Athena Ilias'ın kutsal bölgelerine vergi uyguladı ve kent L. Julius Caesar'ı hakemliğe çağırdı. Aynı yıl şehir korsanlar tarafından saldırıya uğradı. MÖ 77'de, Athena Ilias'ın koinonunun yıllık festivalini yönetmenin maliyetleri, hem Ilion hem de Koinon'un diğer üyeleri için çok zorlayıcı hâle geldi. L. Julius Caesar, bir kez daha finansal yükü düzenlemek için hakemlik yapmak zorunda kaldı. MÖ 74'te, Ilıanlar bir kez daha VI. Mithridates'e karşı Roma generali Lucullus'un yanında olarak Roma'ya sadakatlerini gösterdiler. Mithridates'in MÖ 63-62'deki son yenilgisini takiben, Pompey, Ilion'un yardımcısı ve Athena Ilias'ın patronu olarak kentin sadakatini ödüllendirdi. MÖ 48'de Jullius Ceasear da, Mithridatik Savaşları sırasında kentin sadakatini kuzeni L.Julius Ceasear ile olan ilişkisini ve ailesinin Venüs'ten Troya Prensi Aenas üzerinden geldiğini söyleyerek İllianlılar ile akrabalık kurdu. MÖ 20'de, İmparator Augustus Ilion'u ziyaret etti ve kentin önde gelen vatandaşı Euthydikos'un oğlu olan Melanippides'in evinde kaldı. Ziyareti sonucunda, Athena Ilias tapınağının, bouleuterion (belediye binası) ve tiyatronun restorasyonunu ve yeniden inşasını da finanse etti. Tiyatro kısa bir süre sonra MÖ 12–11'de tamamlandı, Melanippides bu yararı kaydetmek için tiyatroda bir Augustus heykeli adadı.
Kazılar.
Troya antik kentinin Hisarlıkta olabileceğine ilişkin ilk yorumlar, 1822 İskoç Charles Maclaren tarafından yapılmıştır. İlk arkeolojik araştırma, bölgede bir höyüğün olabileceğini tespit eden İngiliz Frank Calvert tarafında 1863-1865 yıllarında yapılmıştır. Fakat bu kentin Troya olduğu görüşünün kesinlik kazanması ve yaygın şekilde tanınması Alman Heinrich Schliemann tarafından yapılan kazılar sonucunda olmuştur.
Heinrich Schliemann.
Aslen tüccar olan Heinrich Schliemann, Hisarlıkta ilk geniş kapsamlı kazıları yapan ve "Troya Hazinesi" ya da "Priamos Hazinesi" adlı koleksiyonu bulan kişidir. Osmanlı Devletinden kazı izni alarak 1870 yılında tamamlanan sondaj çalışmaları neticesinde, 1871-1874 yılları arasında ilk grup kazılarını yapmıştır. Bir dönem sıtma hastalığına yakalanan Schliemann, kazılara ara vermiş ve ilk kazılar kadar yoğun olmamakla beraber 1890'lara kadar kazılara devam etmiştir. Schliemann'ın kazılarda bulduğu hazineleri yurt dışına kaçırdığı da bilinmektedir.
Gerek Schliemann'nin arkeoloji kökenli olmayışı, gerekse arkeoloji biliminin o dönem yeterince gelişmemiş olması dolayısıyla bu dönem yapılan kazılarda çıkan eserler yeterince iyi değerlendirilememiştir ve birçok başka arkeolojik bulgunun tahrip olmasına yol açmıştır.
Wilhelm Dörpfeld.
Mimar olan ve Schliemann kazılarına da eşlik eden Wilhelm Dörpfeld, Schliemann'nın ölümü sonrası 1893-1894 yıllarında kazıları üstlenir. Kentin katmanlı yapısının tespiti Dörpfeld'e aittir.
Carl W. Blegen.
Bir süre ara verilen kazılar Türkiye Cumhuriyeti döneminde Amerikalı arkeolog Carl W. Blegen tarafından tekrar başlatılır. Kazılar Cincinati Üniversitesi desteğiyle 1932-1938 döneminde yapılmıştır. Blegen özellikle Truva Savaşı'nın geçtiği dönem olarak düşünülen Troya VIIa dönemini üzerine çalışmalarıyla özdeşleştirmiştir.
Manfred Korfmann.
Yaklaşık yarım asırlık ikinci bir duraklama döneminden sonra Tübingen Üniversitesi adına kazı başkanı olan Alman arkeolog Manfred Korfmann tarafından 1988 yılında kazılar yeniden başlar. Ölümüne yani 2005 yılına kadar kazı başkanlığı görevini sürdüren Korfmann, antik kentin kazı tarihinde önemli bir yere sahiptir. 2003 yılında Türk vatandaşı olup Osman adını ikinci isim olarak almıştır.
Antik kent aynı zamanda önemli bir turistik gezi noktası olduğu için Korfmann kazılarına ilk olarak ören yeri düzenleme çalışması ile başlamıştır. Daha sonraki yıllarda hem yaptığı arkeolojik çalışmalar hem de kentin millî park olmasına verdiği destek ve antik kentte turistlere yönelik çalışmalarıyla hatırlanır.
Ernst Pernicka.
Pernicka, 2006 yılından beri kazıları yürütmektedir.
Kalıntılar.
Yurt dışındaki eserler.
Almanya: Heinrich Schliemann Troya'da bulduğu hazineyi önce Yunanistan'a daha sonra da Almanya'ya kaçırdı. II. Dünya Savaşı'ndan önce Almanya'da olduğu bilinmekte olan hazine savaş sonrası kayıplara karıştı. Günümüzde Almanya'nın elinde hâlâ yaklaşık 480 Troya eseri olduğu sanılmaktadır. Bu eserlerin Berlin'de bulunan Neues Müzesi'nde 103 ve 104 nolu salonlarda sergilenmektedir fakat koleksiyon II. Dünya Savaşı'nda kaybolduğu için sergilenen bazı eserler, asıllarının kopyalarıdır.
Türkiye'nin 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, 2001 yılında Almanya'nın Stuttgart kentinde düzenlenen "Truva, Düşler ve Gerçek" adlı sergi açılışında, dolaylı yoldan eserlerin Türkiye'ye iadesini istedi ve bunu şu sözlerle dile getirdi:
"Burada sergilenen kültür hazinesi, dünya kültür mirasının bir parçasıdır. Bu yapıtlar, ait oldukları uygarlıkların topraklarında daha büyük bir anlam ve zenginlik kazanmaktadırlar."
Rusya: Troya hazinesinin Berlin'de kaybolan kısmının II. Dünya Savaşı sonunda, müttefik kuvvetlerce işgal edilen Berlin'de, saklandıkları Berlin Hayvanat Bahçesi'nden Ruslar tarafından alınıp götürüldükleri ortaya çıktı. Uzun süre eserlerin ülkesinde olduğu iddialarını reddeden Rusya, 1994 eserlerin ülkesinde olduğunu kabul ederek bunların savaş tazminatı olduğunu belirtti. Eserlerin Türkiye tarafından istenmesine konusunda ise eserler Almanya'dan getirdiği için Türkiye'nin bunları isteme hakkı olmadığı yönündedir. Rusya'daki eserler 1996 yılından beri Moskova'da bulunan Puşkin Müzesi'nde sergilenmektedir.
ABD: Troya'nın Erken Tunç Çağı'ndaki 2. Dönemi'nden kalma küpe, kolye, diadem, bilezik, pendant gibi 24 parçadan oluşan eser 1966 yılında Penn Müzesi tarafından satın alındı. Bu parçalar 2009'da dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın başlattığı görüşmeler öncülüğünde Türkiye'ye iade edildi.
Mitolojide Troya.
Kuruluşu.
Mitolojide şehrin kurulduğu tepe, Zeus'u kandırdığı için Zeus tarafından Olympus'tan aşağı atılan tanrıça Ate'nin ilk düştüğü yerdir. Kentin kurucusu Tros'un oğlu İlios'tur. Çanakkale yakınlarındaki Dardanos kenti kralı Dardanos'un soyundandır.
Frigya Kralının düzenlediği bir yarışmayı kazanır ve ödül olarak verilen siyah boğayı takip ederek, boğanın durduğu yere bir kent kurmaya karar verir. Boğa, tanrıça Ate'nin düştüğü yerde yere çöker ve İlios kentini bu tepeye kurar. Kente kurucusundan dolayı İllion, İlios'un babası Tros'dan dolayı da Troya denir. Kentin Akalar tarafından yıkılmasıyla ise bu tanrıçanın getirdiği kötü şansa bağlanır.
Kral Laomedon.
Zeus, tarafından kaçırılan Ganymede'nin babası olan kral, kötü kişiliği ile tanınır. Ganymede'ye karşılık kral özel atlar verir. Kendisini devirmek isteyen Poseidon ve Apollon'un tuzağından, tanrıça Thetis tarafından kurtulan Zeus, Poseidon ve Apollon'a kentin surlarını yapma cezası verir. Bu görevi tamamlayınca karşılık olarak Kral Laomedon, önerdiği altınları vermez. Poseidon da Troya'a bir deniz canavarı saldırtır. Yarı-tanrı Herkül ise kralın atlarına karşılık canavarı öldürür. Kral ise sözünü yine tutmaya yanaşmayınca, Herkül Kral Laomedon'u öldürür ve kralın oğlu son Troya kralı Priamos tahta geçer.
Truva Savaşı.
Truva Savaşı, Kaz Dağındaki tanrıçalar arası güzellik yarışması sonucu, dünyanın en güzel kadının aşkını kazanan Priamos'un oğlu Paris, bu evli kadın Helen'i kaçırmasıyla başlayan ve Troya'nın yıkılmasına yol açan İlyada'ya da konu olmuş savaştır.
Truva Atı.
Truva atı, savaş bitmesi amacıyla şehre gizlice girmek için yapılarak, surlar içerisine sokulmak üzere karşı tarafa hediye edilen tahta attır. Odysessus'un fikri olan içi boş tahta at Troyalılara hediye gibi sunulur. Atın içine gizlenen askerlerden habersiz Troyalılar anıtı şehre taşır ve kutlamalara başlarlar. Akşam ise askerler dışarı çıkarak şehrin yağmalanmasına başlarlar. Truva atı tabiri o kadar yaygınlaşır ki deyim olarak da kullanılmaya başlar. Truva atının gerçekten var olup olmadığı bilinmemektedir. Homeros tarafından anlatılan öyküde geçmekle birlikte, bunun bir metafor olduğunu düşünen tarihçiler de bulunmaktadır. Bu tarihçilere göre, Truva atı gerçekten inşa edilmemiştir ve ancak deprem tanrısı da olan Poseidon'un simgesi olan atın, depremle yıkılan Truva surlarından içeri girme olayına metafor olarak Homeros tarafından kullanıldığı düşünülmektedir.
Troyalı ünlüler.
Mitolojide bahsi geçen Troyalı ünlü kişiler şunlardır;
Troya ve Türkler.
15. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'da büyük bir güç kazanmaya başlamasıyla birlikte Rönesans dönemi hümanist düşünürleri Türklerin soyları hakkında fikir yürütmeye başlamıştı. En büyük görüş ise Türklerin Truvalıların soyundan geldiği iddiasıydı. Birçok Rönesans düşünürü eserlerinde Truva şehri Yunanlar tarafından ele geçirildikten sonra Asya'ya kaçan Truvalı bir grubun, yani Türklerin Anadolu'ya geri dönerek Yunanlardan intikam aldığını anlatırlardı. Daha eski tarih olan 12. yüzyılda, Tyreli William, Türklerin göçebe kültüründen geldiklerini belirterek köklerinin Truva'ya dayandığını belirtmişti. İstanbul'un fethinden önce İspanyol Pero Tafur 1437'de Konstantinopolis (İstanbul) şehrine uğradığında insanlar arasında "Türkler Truva'nın intikamını alacaklar" sözünün dolaştığını söyler. 1453'te İstanbul'un muhasarası sırasında kentte bulunan Kardinal İsidore yazdığı bir mektupta Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet’ten "Troyalıların Prensi" şeklinde söz etmişti. Fatih Sultan Mehmed'in vakanüvisi Kritovulos, Fatih'in Midilli seferi sırasında Çanakkale'de Truva kalıntılarının bulunduğu bölgeye gelerek burada Truva savaşı kahramanları hakkında hayranlık hislerini belirterek onları methettiğini belirtmiştir. Kritovulos, Fatih'in başını sallayarak Truva medeniyetiyle ilgili şu sözleri sarf ettiğini yazmıştır:
"Allah beni bu şehrin ve halkının dostu olarak bugüne kadar sakladı. Biz bu şehrin düşmanlarını yendik ve onların vatanlarını aldık. Burayı Yunanlar, Makedonyalılar, Teselyalılar ve Moralılar ele geçirmişlerdi. Bunların biz Asyalılara karşı kötülüklerini aradan birçok devir ve yıl geçmesine rağmen onların torunlarından aldık."
Aynı şekilde Sabahattin Eyüboğlu'nun ‘Mavi ve Kara’ adlı denemeler kitabında Yunanlara karşı Türk Kurtuluş Savaşı'nı yöneten Mustafa Kemal Atatürk’ün yanındaki bir subaya ‘'Dumlupınar’da Truvalıların öcünü aldık’' dediğini iddia eder.
Popüler kültürde.
Filmler
Belgeseller
Diğerleri
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6799",
"len_data": 27516,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.55
}
|
La Gioconda şu içeriklerde olabilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6800",
"len_data": 36,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 1.2
}
|
Mona Lisa (La Gioconda veya La Joconde olarak da bilinir), İtalya'nın Floransa şehrindeki Rönesans sırasında Leonardo da Vinci tarafından kavak bir pano üzerine Sfumato tekniği ile resmedilmiş 16. yüzyıl yağlı boya portresidir. Resim hâlen Paris'teki Louvre Müzesi'nde "Francesco del Giocondo'nun karısı, Lisa Gherardini Portresi" başlığı altında sergilenmektedir. Tabloda oturmuş bir kadın resmedilmiştir, kadının yüzünün kime ait olduğu hala gizemini korumaktadır. Yüz ifadesindeki belirsizlik, kompozisyonundaki anıtsallık, atmosferdeki ilginçlikler, tablo hakkındaki çalışmaları devam ettirmektedir. Bu tablo, geniş ölçüde tanındı; karikatürleri yapıldı, araştırıldı ve Louvre Müzesi'nin en önemli eserlerinden olarak tarihe geçti.
Geçmişi.
Leonardo da Vinci, bu tabloya 1503 veya 1504 tarihinde, İtalya'nın Floransa kentinde başladı. Da Vinci'nin çağdaşı, sanat tarihçisi Giorgio Vasari, "... Tablo üzerinde dört yıl oyalandı ve tabloyu bitirmedi..." demiştir. Bu, Leonardo için alışagelmiş bir davranıştı ve hiçbir çalışmayı tamamen bitiremediği düşüncesi üzerine pişman olmuştu. Sonra, Fransa'ya yolculuğun ardından 3 yıl süreyle tablo üzerine devam etmeyi tekrar düşündü ve bunu gerçekleştirdi. Da Vinci Fransa'ya gitmişti ve tablo üzerine çalışmalar devam ediyordu, Kral I. François tarafından, yakınındaki kaleye davet edildi. Bu, Leonardo'nun mirasçılarından olacak asistanı Salai ile doğrudan ilgiliydi, sonra dönemin kralı, tabloyu 4.000 écus ile satın aldı ve Fontainebleau Sarayı'nda XIV. Louis himayesinde asıldı. Daha sonra tablo, Versay Sarayı'na taşınacaktı. Fransız İhtilali'nin ardından, tablo Louvre Sarayı'na taşındı. Napolyon Bonapart tarafından Tuileries sarayı'na taşınsa da, daha sonra tekrar Louvre Sarayı'na döndü. 1870 - 1871 aralığında gerçekleşen Fransa-Prusya Savaşı sırasında tablo, Fransızların askeri bölgesi "Brest Arsenal"e taşındı.
Tablodaki manzara ve model ile ilgili birçok spekülasyon çıktı. Örneğin, da Vinci'nin modeli güzel yanlarıyla resmettiği düşüncesi vardı, tablonun 21. Yüzyıl standartlarında olduğu da düşünülmüştür. Doğulu bazı sanat tarihçileri, örneğin Yukio Yashiro, tablodaki manzaranın Çinli sanatçıların eserlerinden etkilendiğini öne sürmüştür ama kanıtlarının yetersizliğinden dolayı birçok itiraz çıkmıştır. Mona Lisa tablosu, 19. Yüzyıla değin gizemi hakkında düşünce oluşmamıştı, henüz kavranmakta olan Sembolizm akımı sayesinde, tabloda var olduğu düşünülen simgeler için birçok düşünce çıkmıştır. Eleştirmen Walter Pater, 1867 yılında tablo üzerine, kadınlıkla ilgili gizli semboller içerdiğini belirtmiştir.
Konusu.
"Mona Lisa"da Lisa del Giocondo resmedilmiştir; Gherardini ailesine mensup birisiydi ve tüccar Francesco del Giocondo'nun karısıydı. Giocondo'nun ikinci oğlu Andrea'nın doğumu anısına tablonun yapıldığı tahmin edilmektedir. Tabloda oturan kadının kimliği, 2005 yılında, Heidelberg Üniversitesi'nin kütüphanesinde bulunan Agostino Vespucci'ye ait bir not ile tespit edilmiştir. Fakat başka uzmanlar tarafından, tablodaki kadın için üç farklı şahsiyet de öne sürülmüştür. Da Vinci'nin annesi "Caterina Buti del Vacca" de öne sürüldüyse de, çoğu uzman tarafından düşük ihtimal olarak değerlendirilmiştir. Milano düşesi "Isabella of Aragon", Cecilia Gallerani, düşes "Costanza d'Avalos" (La Gioconda olduğu söylenir) öne sürülen diğer şahsiyetlerdendir. Tablodaki kadının da Vinci tarafından adlandırıldığı da öne sürülmüştür.
Öne sürülen bu karakterler, Giorgio Vasari'nin yazdığı Leonardo da Vinci'nin biyografisindeki tariflerine göre tahmin edilmiştir. Vassari'nin yazdığı biyografide "Leonardo resmetmeyi üstlendi, tüccar Francesco del Giocondo için, onun karısı..." cümlesine dayanılmaktadır (İtalyanca: "Prese Lionardo a fare per Francesco del Giocondo il ritratto di mona Lisa sua moglie"). Da Vinci'nin ölümünün ardından, tablo asistanı Salai'ye geçti ve özel yazılarında tablodan "la Gioconda" olarak bahsetti.
Estetik.
Da Vinci, tablo için ilk başta piramit tasarımı kullandı, basitçe kadın bir piramitten oluşacaktı. Tablodaki kadının kıvrılmış elleri piramidin köşesi idi. Göğüsü, boynu ve yüzü ellerine göre çok daha parıltılıdır. Işık, aslında çizimin altında geometrik çizimin yattığı göstermektedir. Aslında da Vinci, tabloda oturmakta olan normal bir kadını resmetmiştir: fakat o zamanlarda oturmuş bir kadının resmi yaygın değildi. Tabloda, oturan kadının gözlemci ile arasındaki mesafeyi göstermiştir. Kol dayama yerleri, gözlemci ile oturan kadını ayıran bir sınırdır.
da Vinci'nin "sfumato" tekniğini kullanması Mona Lisa'ya o ünlü belirsizliği vermiş ve her bakıldığında yüz ifadesi değişiyormuş gibi bir algıya neden olmuştur. İtalyancada "sfumato" kelimesi "dumanlı" anlamına gelir. Bu tekniği Lisa'nın gözlerine ve ağız kısmına uygulamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6804",
"len_data": 4747,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.53
}
|
Hollanda Antilleri (), eski adıyla Hollanda Batı Hint Adaları, Karayip denizinde iki ada topluluğu olarak Küçük Antiller'in bir parçası olup Hollanda Krallığı'nın özerk bir bölgesini oluşturmaktaydı. Adaların ekonomileri genellikle turizm, kıyı bankacılığı ile petrol rafinerilerine (Aruba, Kurasao'da) dayalı olmaktaydı ve yasa dışı uyuşturucu kaçakçılığının da önemli bir gelir kaynağı olduğu öne sürülmekteydi.
Ancak 10 Ekim 2010'da yapılan referandum sonucunda, Hollanda Antilleri dağılmış, Bonaire, Saba ve Sint Eustatius adaları BES Adaları'nı meydana getirip Hollanda'nın üç özel belediyesi olmuştur. Aruba (1986'da Hollanda Antilleri'nden ayrıldı), Curaçao, Sint Maarten ise doğrudan Hollanda Krallığı'na bağlı 3 özerk bölge olmuştur.
Tarih.
Adalar önce İspanya sonra bazıları Büyük Britanya, sonra da 17. yüzyılda Hollanda sömürgeleri olmuştur.
Hollanda Batı Hint Ortaklığınca Afrika'dan Amerika'ya köle taşımacılığında aktarma noktaları olarak kullanılmışlardır. Bu durum köleliğin yasaklandığı 1863 yılına dek sürmüştür.
1954 yılında, adalar sömürge konumundan Hollanda Krallığı'na bağlı özerk bölgeler konumuna yükseltilmişlerdir.
Aynı Krallığa bağlı Hollanda ile sözde eşit konumda olmalarına karşın, altyapı, hayat standardı ve sağlık güvencesi gibi konularda Hollanda'nın çok gerisinde idi. Son yıllarda, turizme bağlı olarak hızlı gelişme göstermelerine rağmen; Hollanda'nın yardımları gelirlerinde önemli yer tutmaktaydı.
Aruba adası 1986 yılında Hollanda Antilleri'nden ayrılıp, doğrudan Hollanda Krallığı'nın özerk bölgesi olmuştur. Öteki adalar da, zaman zaman konumlarını sorgulamakta, tam bağımsızlıktan, özerkliğin bile olmadığı "Hollanda ili" olmaya kadar değişen seçenekler tartışılmaktadır.
Yıkılış.
İlk olarak, 1982'deki Ada Düzenlemesi, Hollanda Antilleri'ne bağlı 4 bölgeyi belirledi, Bonaire, Curaçao, Aruba ve Rüzgârüstü Adaları. Ancak 1983'te Rüzgârüstü Adaları 3'e ayrıldı ve Bonaire, Curaçao ve Aruba ile birlikte Sint Maarten, Sint Eustatius ve Saba'da Hollanda Antilleri bölgelerine eklendi. 1 Ocak 1986'da, Aruba, Hollanda Antilleri'nden ayrıldı ve direkt Hollanda Krallığı'na bağlı özerk ülke oldu ve böylece ilk ayrılık gerçekleşmiş oldu. Bu sayede Hollanda Antilleri'ne bağlı bölge sayısı 6'dan 5'e düştü ve diğer bölgelerde özerk olma fikrini düşünmeye başladı. 2005'teki ilk referandumda, Hollanda Antilleri'nin dağılmamasına karar verildi.
Ancak, 10 Ekim 2010'da yapılan referandum sonucunda, Hollanda Antilleri dağılmış, Bonaire, Saba ve Sint Eustatius adaları BES Adaları'nı meydana getirip Hollanda'nın üç özel belediyesi olmuştur. Aruba (1986'da Hollanda Antilleri'nden ayrıldı), Curaçao, Sint Maarten ise doğrudan Hollanda Krallığı'na bağlı 3 özerk bölge olmuştur. İşte oluşan yeni bölgeler;
Politika.
Ülkenin baş yöneticisi yerel olarak vali tarafından temsil edilen Hollanda kralı ya da kraliçesi idi. Aynı sistem ise oluşan yeni bölgelerde de geçerli olacak.
Vali, Yerel Bakanlar Kuruluna da başkanlık yapmaktaydı. Yasama ise iki düzeyde yapılır; üst düzeyde, her adanın bir yetkilisinin bulunduğu Hollanda Antilleri Bakanlar Kurulunca yapılırdı, yerel olarak ise her adanın kendi Bakanlar Kurulunca yapılırdı.
Hollanda Antilleri'nin gelecekteki konumu.
2004 yılında Hollanda Antilleri ile Hollanda'nın oluşturduğu bir kurul Hollanda Antilleri'nin gelecekteki konumu konusunda bir rapor hazırlamıştır. Kurul raporda, Hollanda Krallığı'nın tüzüğünün Hollanda Antilleri'nin kaldırılması yönünde değiştirilmesini salık vermiştir. Öneriye göre Hollanda Krallığı'na bağlı iki yeni özerk bölge oluşturulmalıdır: Kurasao ile Sint Maarten. Bonaire, Saba ile Sint Eustatius ise doğrudan (kendisi de Hollanda Krallığı'na bağlı olan) Hollanda'ya bağlanmalıdır.
8 Nisan 2005'te yapılan %54 katılımlı halk oylamasında, Kurasaolıların %70'i Kurasao'nun özerk bölge olarak (arada Hollanda Antilleri olmadan) Hollanda Krallığı'na bağlanması, %23'ü ise doğrudan (bir ili olarak) Hollanda'ya bağlanması yönünde oy kullanmışlardır. Bu halk oylaması bağlayıcı olmasına karşın uygulanma tarihi yönünde daha açıklama yapılmamıştır. Sint Eustatius'ta ise, yaşayanların %76'sı şu andaki durumu koruyarak, Hollanda Antilleri'nin parçası olarak kalmak istediklerini belirtmişlerdir.
10 Ekim 2010'da yapılan referandum sonucunda, Hollanda Antilleri dağılmış, Bonaire, Saba ve Sint Eustatius adaları BES Adaları'nı meydana getirip Hollanda'nın üç özel belediyesi olmuştur. Aruba (1986'da Hollanda Antilleri'nden ayrıldı), Curaçao, Sint Maarten ise doğrudan Hollanda Krallığı'na bağlı 3 özerk bölge olmuştur.
Adalar.
Adalar üç bin kümeden oluşuyordu:
Venezuela açıklarında (Aruba'ya yakın):
Kuzeyde, Porto Riko'nun doğusunda yer alan:
Coğrafya.
Adaların tümü yanardağlarla oluşmuş olup, dağlık olduğu için tarıma elverişli alanları sınırlıdır.
Hollanda Antilleri'nin ikliminde yıl boyunca ılık ve sıcak bir hava hüküm sürerken, yaz aylarında kasırgalar görülebilir.
Ekonomi.
Turizm, petrol taşımacılığı ve Kurasao'daki rafinerilerin yanı sıra kıyı bankacılığı da ekonomideki ana etkinliklerdendir.
Adalar bölgedeki öteki ülkelerle karşılaştırıldıklarında kişi başına gelir düzeyi ile altyapı olarak daha gelişmiş olmakla birlikte, Hollanda'ya göre daha geride idi. Hemen hemen bütün tüketim/üretim ürünleri dış alımla sağlanmaktaydı. Dış alım, özellikle Venezuela, ABD, Meksika ile adalara önemli ölçüde yardım eden Hollanda'dan yapılıyordu. Adalardaki toprağın niteliksizliği ile yeterli su olmaması tarımın gelişmesini engellemekteydi. Hollanda Antilleri Guldeni, değişmez bir oranla (1.70:1) ABD dolarına bağlanmıştır.
Toplumsal yapı.
Kamunun çoğunluğunun (%85'i) kökeni, 17. ile 19. yüzyıllar arası Afrika'dan getirilen kölelere dayanmaktaydı. Kamunun geri kalanının kökeni ise Karayipler yerlileri, Avrupalılar ile Asyalılara dayanmaktaydı.
Yasal dil Felemenkçe, Papiamento ve İngilizce olmasına karşın, Curaçao ile Bonaire'de yaygın dil Papiamento'nun (Karayio yerli dili) yanı sıra İngilizce ile İspanyolca da konuşulmaktaydı. Sint Maarten, Saba ile Sint Eustatius'da ise İngilizce en yaygın dildi.
En yaygın ve resmi din katolik ve Protestan Hristiyanlık olmasına karşın, özellikle Curaçao'da Müslüman ve Museviler de bulunmaktaydı.
Son 20-30 yılda, özellikle, gençler ya da iyi eğitimliler arasında Hollanda Antilleri'nden Hollanda'ya olan göçün büyük oranda artması, adalarda toplumsal ve ekonomik sorunlara yol açmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6819",
"len_data": 6354,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.59
}
|
Venezuela, resmî adıyla Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti, Güney Amerika'nın kuzey kıyısında yer alan bir ülkedir. Kuzeyde Karayip Denizi, doğuda Guyana, güneyde Brezilya ve batıda Kolombiya ile çevrilidir. Venezuela hükûmeti Guyana'nın üçte ikisini oluşturan Guayana Esequiba bölgesinde hak iddia etmektedir. Karayip Denizi'nde birçok ada ve adacığa sahiptir. Ayrıca Küçük Antiller adaları olan Hollanda Krallığı'na bağlı Aruba ve Curaçao ülkeleri, Hollanda'ya bağlı Bonaire ile Trinidad ve Tobago ada devletçikleri de Venezuela açıklarında bulunur. Yüzölçümü 916,445 km2, nüfusu yaklaşık 28 milyondur. Başkenti ve en büyük metropolü Caracas'tır.
Venezuela 23 eyalet ve Başkent Bölgesi ile adaları içeren federal bağımlılıklardan oluşan ve başkanlık sistemi ile yönetilen bir federal cumhuriyettir. Venezuelalıların büyük çoğunluğu ülkenin kuzeyindeki büyük şehirlerde yaşamaktadır, bu da Venezuela'yı Latin Amerika'da şehirleşme oranının en yüksek olduğu ülkelerden biri yapmaktadır.
Venezuela toprakları yerli halkların direnişine rağmen 1522'de İspanya tarafından sömürgeleştirildi. 1811'de İspanya'dan bağımsızlık ilan eden ilk bölge oldu. Bir süre Kolombiya Cumhuriyeti'nin (Büyük Kolombiya) bir parçası olarak kaldıktan sonra 1830'da ayrılarak tam bağımsız bir ülke oldu. 19. yüzyılda otokrat yönetimler ve siyasi kargaşa ile çalkalanan ülke 20. yüzyıl ortalarına kadar askeri diktatörlüklerce yönetildi. 1958'den itibaren hükûmetler demokratik yollarla göreve geldiler, bulunduğu bölge düşünüldüğünde Venezuela bir istisnaydı. Bu dönem ayrıca ülkeye ekonomik refah getirdi. 1980'li ve 90'lı yıllarda yaşanan ekonomik krizler ülkede siyasi krizlere ve toplumsal kargaşaya neden oldu. 1989 Caracazo olayları, 1992'deki iki darbe girişimi ve 1993'te dönemin başkanının zimmete para geçirme suçundan görevden alınması dönemin önemli olaylarıdır. Halkın siyasi partilere güvenini yitirmesi, 1998 başkanlık seçimi ve sonucunda 1999'da Kurucu Meclisin yeni bir anayasa yapmasıyla başlayan Bolivarcı Devrim'e yol açtı. Hükûmet artan petrol fiyatlarından yararlanarak popülist sosyal destek programları başlattı. Yeni rejimin ilk yıllarında devletin sosyal harcamaları geçici olarak arttı, ekonomik eşitsizlik ve yoksulluk azaldı. 2013 başkanlık seçimi oldukça tartışmalı geçti ve ülke çapında protestolar patlak verdi. Bu kriz günümüzde hâlen devam etmekte olan Venezuela krizinin tetikleyicilerinden oldu.
Venezuela gelişmekte olan bir ülkedir ve İnsani Gelişme Endeksi'nde 113. sırada yer alır. Dünyanın bilinen en büyük petrol rezervlerine sahiptir ve önde gelen petrol ihracatçılarından biridir. Önceleri ülkenin ana ihracat kalemini kahve ve kakao gibi işlenmemiş tarım ürünleri oluşturuyorken petrol kısa sürede liderliği ele almış ve devlet gelirlerinin büyük bölümünü oluşturmuştur. Venezuela ekonomisinin çöküşünün ana sorumlusu görevdeki hükûmetin hesapsız ve kötü yönetimidir. Ülke rekor düzeyde hiperenflasyon, temel ihtiyaç ürünlerinde kıtlık, işsizlik, yoksulluk, hastalıklar, çocuk ölümleri, yetersiz beslenme, suç ve yolsuzluk sorunlarıyla boğuşmaktadır. Bu sorunlar üç milyondan fazla Venezuelalının ülkeyi terk ettiği bir mülteci krizini ortaya çıkarmıştır. 2017'de Venezuela kredi derecelendirme kuruluşları tarafından temerrüt (borcu zamanında ödeyememe durumu) ilan edildi. Ülkedeki kriz sebebiyle işkence, keyfi hapis, yargısız infazlar ve insan hakları savunucularına saldırılar da dahil olmak üzere birçok insan hakkı ihlalinin gerçekleştiği ülkenin insan hakları karnesi gün geçtikçe kötüleşmektedir. Venezuela BM, OAS, UNASUR, ALBA, Mercosur, ALADI ve OEI üyesidir.
Tarihi.
İspanyolların Güney Amerika'da ilk sürekli yerleşimlerinden biridir. Başarısız birkaç ayaklanmadan sonra ülke, sonunda İspanya'dan bağımsızlığını ünlü Simón Bolívar önderliğinde 1821'de kazanmıştır. Bağımsızlığının ilk yıllarında şimdiki Kolombiya, Panama ile Ekvador'la birlikte Büyük Kolombiya'nın bir parçasını oluşturan Venezuela, 1830 yılında bu birlikten ayrılmıştır.
Venezuela'nın yakın tarihinde 19. yüzyılın tümü ile 20. yüzyıl başları siyasal çalkantılar, diktatörlükler ve devrimlerle doludur. Siyasi yaşama baktığımızda 1948'de Acción Democratica (Demokrasi Hareketi) partisinin lideri Rómulo Gallego'nun iktidarına son veren Marcos Pérez Jiménez'ün diktatörlüğü 10 yıl sürmüştür. Daha sonra 1958'de uzun yıllar egemen olacak sistemin başlangıcı sayılan Punto Fijo anlaşması büyük politik partiler arasında imzalandı. Aralık 1958'deki seçimleri Rómulo Betancourt kazanmıştır. Bu tarihten sonra iktidarın merkez sol parti Acción Democratica (AD) ve sosyal-Hristiyan eğilimli parti COPEI arasında gidip geldiği bir süreç görülür. Punto Fijo sürecinin o dönem diğer Latin Amerika ülkelerine demokrasiye geçişin nasıl olması gerektiğine dair önemli bir model olarak gösterildiğini belirtmektedir.
Fernando Casado Gutiérrez, ülkenin politik hayatını bir takım dönemlere ayırır: 1958-1968 arasında demokratik sistem kurulmuş ve kurumsallaştırılmış; 1988'e kadar iki partili bir sistem yürümüş ve 1989-1998 arasında ise sistem zayıflamış ve krize girmiştir. Bir görüşe göre, mevcut partilerin seçim başarısına odaklanmış olmasının ve ideolojilerinin birbirinden farksız hale gelmesinin sisteme olan güvenin azalmasında önemli payı olmuştur. Gözlemciler özellikle 1980'lerden itibaren var olan sistemi “Partidokrasi” olarak tanımlarlar ve bu dönemde iki partinin (AD ve COPEI) ülkede yeni açılımların oluşmasını tıkadıklarını söylemektedirler.
Caracazo 1989'da IMF'nin yapısal uyum programları uygulanmaya konulmasına tepki olarak ortaya çıkan olaylara verilen isimdir. Bu politikalar faiz oranlarının serbest bırakılması, kamu hizmetlerine uygulanan vergilerin arttırılması, ithalat vergilerinin büyük ölçüde kaldırılması, bütçe açığında %4 oranında indirime gidilmesi ve yabancı firmalara kârlarının tamamını ülkelerine aktarabilmesi gibi yeni-liberal politikaları içermiştir. Oluşan tabloda ise enflasyonun %80,7'lere ulaşması, işsizliğin %14'e yükselmesi ve halkın %80,42'sinin fakirlik içinde yaşaması gibi sıkıntılar ortaya çıkmıştır. İktidardaki AD'nin lideri Calos Andrés Perez'in politikalarına tepki için sokaklara dökülen resmî olmayan rakamlara göre yaklaşık 3000 kişi hükûmet güçleri tarafından öldürülmüştür ve bu olaylar huzur içinde yaşayan ülke açısından çok önemli bir kırılma olmuştur.
1980'lerde Hugo Chávez profesyonel bir askerdir ve 1982'de arkadaşlarıyla birlikte Movimiento Bolivariano Revolucíonario 200 (Bolivarcı Devrimci Hareket - MBR 200) isimli gizli ve kendisine yakın genç subayları örgütlemeyi amaçlayan bir yapı kurmuşlardır. Bu hareket 4 Şubat 1992'de Chavez ve arkadaşlarının darbe girişimiyle birlikte kamuoyu tarafından tanınmıştır. Bu darbe girişiminin yeni-liberal politikaların uygulanmasına tepki olarak ayaklanan halkın hükûmet tarafından sert bir şekilde bastırıldığı Caracazo olaylarına tepki olarak doğduğu belirtilmiştir. Darbe sonuç olarak başarısız olmuş, Chavez hapse düşmüş ama kamuoyu Chavez'i tanıma fırsat bulmuştur. Chavez teslim olduktan sonra diğer isyancılara teslim olmaları için çağrı yapması için televizyonda bir dakika konuşmasına izin verilmesini istemiştir ve kendine verilen sürede “yeni olanakların ortaya çıkacağını ve ülkenin daha iyi bir geleceğe doğru ilerleyeceğini” belirterek isyanı sonlandırdıklarını açıklamıştır.
1993'te başkan Perez kamu fonlarını kötü yönde kullandığı için görevden alınmıştır ve 1994'te yeni kurulmuş merkez sağ parti Convergencia'nın lideri Rafael Caldera MAS adında küçük sol partinin de desteğiyle başkan seçilmiştir. MBR 200 bu seçimleri boykot etme çağrısı yapmıştır. Caldera yoksul halkın sevgisini kazanmış olan Chávez'i serbest bırakmıştır.
Daha sonra, 1998 başkanlık seçimlerine yeni kurulan "Beşinci Cumhuriyet Devinimi" adlı partiyle katılan Chávez, oyların yüzde 56'sını alarak başkan seçilmiştir. 1999 yılında bu partinin girişimleriyle yeni anayasa hazırlanmış ve halk oylamasıyla kabul edilmiştir. 2000 yılında oyların %59'unu alarak yeniden başkan seçilen Chávez'e meclis Kasım 2000'de bir yıl boyunca ülkeyi kararname ile yönetme yetkisi vermiştir. Bu bir yıl içerisinde Chávez'in özellikle tarım ile petrol alanlarında büyük düzenlemeler içeren 49 kararname çıkarması, ülkedeki o ana kadar egemen olan güçler arasında tedirginlik yaratmış ve düzenlemelerin dirençle karşılaşmasına ve kutuplaşmalara yol açmıştır. 2001'in Aralık ayında ülkenin büyük işveren ve işçi sendikaları genel işi bırakma eylemi girişiminde bulunmuşlardır. 2002'de ordu ile sivil toplumun bazı öğeleri Chávez'i darbe ile başkanlıktan düşürmüşler, ancak Chávez halk ve ordu desteği ile 48 saat içerisinde görevine geri getirilmiştir. Venezuela petrolünün en büyük alıcısı olan ABD'nin başarısız darbedeki rolü tartışılmış ama kanıtlanmamıştır. 15 Ağustos 2004'te yapılan halkoylamasını Chávez oyların %58'ini alarak kazanmıştır. Ülkedeki Chávez karşıtı güçler halk oylamasında yolsuzluklar olduğunu öne sürmüşlerse de, oylamanın geçerliliği Amerika Devletler Örgütü ile ABD'deki Carter Kurumunca onaylanmıştır.
Venezuela Güney Amerika Uluslar Topluluğu'nun bir üyesidir.
Asya ekonomik krizinin de etkisiyle sosyo-ekonomik sıkıntıların iyice derinleştiği 1998 yılında Chavez iktidarı başladı. Bu dönemde, iyice fakirleşen halkın refah seviyesini yükseltmek için yeniden dağıtımcı bir politika benimsendi. Bu yeniden dağıtımın en önemli kamusal kaynağı ise milli petrol şirketi olan PDSVA'nın (Petróleos de Venezuela, S.A.) gelirleriydi. Ancak bu aşırı harcamalar ülkede yüksek enflasyon rakamlarına neden oldu. Buna ek olarak, 2008 yılındaki ekonomik krizin yol açtığı petrol fiyatlarındaki düşüş ülkedeki ekonomik çakılmayı hızlandırdı. Ayrıca, petrol ihracatı dışında diğer ekonomik alanlara önem verilmemesi ülke içinde mal üretimi ve tedarikinde çok büyük sıkıntılara yol açtı. Bunun sonucunda, 2010'lardan itibaren ülkede kıtlık baş göstermeye başladı.
2012 yılında mevcut devlet başkanı Hugo Chávez kansere yakalandı ve Dışişleri Bakanı Nicolás Maduro'yu halefi seçti. 5 Mart 2013'te de görevinden ayrıldı. Halef Maduro'nun geçici başkanlığında seçime gidildi ve Maduro oyların yüzde 50.62'sini alarak uluslararası gözlemcilerin varlığına rağmen seçimleri kazandı. Muhalefet seçim sonuçlarının hileli olduğunu öne sürdü ve ülke genelinde yolsuzluk ve yoksulluk karşıtı protestolar başladı. Ancak Venezuela Yüksek Mahkemesi (Tribunal Supremo de Justicia) seçim sonuçlarını geçerli saydı ve Maduro'nun başkanlığını onayladı. Bu kararın ardından ülke genelindeki protestoların yoğunluğu ve buna paralel olarak Maduro yönetiminin şiddeti arttı.[1]
Maduro iktidarında da Chavez'in ikinci döneminde olduğu gibi ülke refahındaki düşüş hızla devam etti. Ekonomideki küçülme yüzde 50'yi geçti.[2] Bunun yanında yıllık enflasyon rakamları yüzde on binlere yükseldi. Bu gelişmelerin sonucunda, 2015 yılındaki Milletvekili seçimlerinde muhalefet önemli bir seçim zaferi kazandı ve meclis çoğunluğunu elde etti. Ertesi sene muhalefetin çoğunlukta olduğu Ulusal Meclis (Asamblea Nacional), Maduro'nun görevden alınması (recall) ve bundan sonraki başkanların görev sürelerinin kısaltılması için referandum çağrısında bulundu. Ancak bu çağrı, Ulusal Seçim Konseyi (Consejo Nacional Electoral) tarafından durduruldu. İptal kararının ardından milyonlarca insan gösterilere başladı ve yüzlerce kişi hayatını kaybetti.
Ulusal Meclis seçildiğinden itibaren yasama faaliyetleri açısından Maduro'ya karşı kilitleyici konumuna geçti. Meclisin bu tavrı nedeniyle Maduro yanlısı olan Yüksek Mahkeme, 29 Mart 2017'de Meclisin yasama yetkisini elinden aldı ve bu yetkileri kendisinin kullanacağını açıkladı.[3] Ayrıca çoğunluğu muhalefet olan milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırdı. Yüksek Mahkeme'nin bu tavrı başını ABD'nin çektiği Amerikan Devletler örgütü (OAS) tarafından darbe olarak nitelendirildi.[4]
1 Mayıs 2017'ye gelindiğinde yasama tarafından eli kolu bağlanan Maduro, 1999 Anayasa'nın değiştirilmesi için çağrıda bulundu. Öneri ulusal meclise alternatif paralel bir meclisin kurulması anlamına gelmekteydi. 30 Ağustos 2017'de yapılan ve muhalefetin boykot ettiği seçimler sonucunda bir Ulusal Kurucu Meclis (Asamblea Nacional Constituyente) oluşturuldu. Yeni meclis ulusal meclisin yerine yasama faaliyetinde bulunmaya başladı.
Mayıs 2018'de Maduro yeniden seçildi, fakat uluslararası gözlemciler ve muhalefet tarafından birçok usulsüzlük tespit edildi. Küba, Çin, Rusya, Türkiye ve İran Maduro'yu meşru başkan olarak tanırken; Brezilya, Arjantin, ABD, Almanya, Fransa gibi birçok ülkeyse seçim sonucunu tanımadıklarını duyurdu. Bunun yanı sıra, bazı ülkeler Venezuela'yla olan diplomatik ilişkilerini keserken, bazıları da Maduro'nun görevi bırakmasını istedi[5]. Uluslararası örgütlerden ilk tepkiyse 2017 yılında Venezuela'daki krizi barışçıl bir şekilde çözmek için Latin Amerika ülkeleri tarafından oluşturulan Lima grubundan geldi. Hemen ardından Ocak 2019'da ise Amerikan Devletleri Örgütü Daimi Konseyi (OAS), Maduro'nun yeni döneminin meşruiyetini tanımama kararı aldı.[6] AB Parlamentosu da 31 Ocak'ta Juan Guaidó'nun Venezuela Cumhuriyeti'nin meşru geçici başkanı olarak tanınmasını çoğunlukla onayladı. Buna karşın Birleşmiş Milletler Maduro hükûmetini Venezuela'nın tek meşru temsilcisi olarak kabul etti.[7]
5 Ocak 2019'da Maduro karşıtlarının çoğunlukta olduğu Venezula Ulusal Meclisi, Maduro'nun başkanlık makamını gasp ettiğini ve başkanlık makamının boş olduğunu deklare etti. Bunun ardından, 1999 Venezuela Anayasası'nın 233 maddesine dayanarak Meclis Başkanı Juan Guaidó'yu geçici başkan ilan etti. Bu maddeye göre Meclis başkanı başkanın olmadığı çeşitli durumlarda geçici başkan olarak ülkeyi seçimlere götürene kadar başkanlık makamına vekâlet eden tek yetkili kişidir. ABD, Kanada ve Brezilya Guaido'yu hızla meşru devlet başkanı olarak kabul ederken, Rusya, Çin ve Küba ise Maduro'ya destek verdi.
Uluslararası tepkiler:
Ocak 2019'da Trump yönetimi Venezuela'nın milli petrol şirketi PDVSA'ya yaptırım uygulama kararı aldı. Bu yaptırımlar sonucunda Venezuela'nın yıllık 11 milyar dolar civarı kayıp yaşayacağı öngörüldü.[8]
24 Mart'ta Rusya, Venezuela hükûmetine yüzlerce asker ve askeri teçhizat gönderdi.[9]
17 Nisan'da Birleşik Devletler Hazine Bakanlığı Venezuela Merkez Bankası'na yaptırım uyguladı.[10]
Haziran ayında Deutschebank Ve Citibank, Venezuela hükûmetinin borçlarını ödeyememesi nedeniyle 1,4 milyar dolarlık altın rezervine el koydu.[11]
3 Aralık 2023'te Venezuela'da yapıldı. Söz konusu bölgenin halkına danışılmadı ve oy kullanmadı. Oylama yalnızca Venezuela'da yapıldı. Referandum, Venezuela'nın Guyana tarafından kontrol edilen ve yönetilen topraklara ilişkin iddiasının çeşitli yönleriyle ilgili beş sorudan oluşuyordu; bunlar arasında Uluslararası Adalet Divanı'nın anlaşmazlık üzerindeki yargı yetkisinin reddedilmesi, bir Guayana Esequiba eyaleti kurulması ve halkına doğrudan Venezuela vatandaşlığı verilmesi de vardı. Referandum, 2023 Guayana Esequiba Krizi’ne katkıda bulunan faktörlerden biriydi.
Venezuela hükümetine göre Venezuelalılar, oylamadaki beş sorunun her birine yüzde 95'ten fazla "evet" oyu verdi. Uluslararası analistler ve medya, katılımın oldukça düşük olduğunu ve Venezuela hükûmetinin sonuçları tahrif ettiğini bildirdi.
Coğrafya.
Güney Amerika'nın kuzeyinde, Karayip Denizi ve Kuzey Atlas Okyanusu kıyısında, Kolombiya ile Guyana arasında yer alır. 8 00 Kuzey enlemi, 66 00 Batı boylamında, Güney Amerika, Orta Amerika ve Karayipler ile sınırlı.
Tropikal iklime sahiptir. Kuzeybatıda And Dağları ve Maracaibo ovaları, orta kısımda ovalar, güneydoğuda Guyana dağlık arazisi yer alır.
Venezuela Cumhuriyeti, Başkanlık Tipi Cumhuriyet ile yönetilir. Başkent Karakas olup; idari bölümler; 23 eyalet, 1 federal bölge ve 1 federal bağımlı; Amazonas, Anzoategui, Apure, Aragua, Barinas, Bolivar, Carabobo, Cojedes, Delta Amacuro, Dependencias Federales, Distrito Federal, Falcon, Guarico, Lara, Merida, Miranda, Monagas, Nueva Esparta, Portuguesa, Sucre, Tachira, Trujillo, Vargas, Yaracuy, Zulia.
Bağımsızlık günü, 5 Temmuz 1811 (İspanya ve Venezuela'dan), Millî Bağımsızlık Günü'dür. Ve 14 Eylül 1904 Venezuela'da millî bayramıdır. Millî Savuncu Günü'dür. Venezuela Cumhuriyeti'nin cumhurbaşkanının doğum günüdür.
Ekonomi.
Venezuela, GSYİH'nın kabaca üçte birini, ihracatın yaklaşık %80'ini ve hükûmet gelirlerinin yarısından fazlasını oluşturan petrol sektörünün hakim olduğu piyasaya dayalı karma bir ekonomiye sahiptir. 2016 yılı için kişi başına düşen GSYİH'nın 15.100 ABD Doları olduğu tahmin ediliyor ve dünyada 109. sırada yer alıyor. Venezuela dünyadaki en ucuz petrole sahip çünkü benzinin tüketici fiyatı büyük ölçüde sübvanse ediliyor. Özel sektör Venezuela ekonomisinin üçte ikisini kontrol ediyor.
Venezuela ekonomisinin bir kısmı işçi dövizlerine bağlı.
Venezuela Merkez Bankası, para birimi olarak kullanılan Venezuela bolívarına yönelik para politikasının geliştirilmesinden sorumludur. Venezuela Merkez Bankası başkanı ülkenin Uluslararası Para Fonu'ndaki temsilcisi olarak görev yapıyor. ABD merkezli muhafazakar düşünce kuruluşu The Heritage Foundation, Venezuela'nın 100 üzerinden yalnızca 5,0 puan alarak dünyadaki en zayıf mülkiyet haklarına sahip olduğunu iddia ediyor; tazminatsız kamulaştırma nadir görülen bir durum değildir.
2011 yılı itibarıyla Venezuela'nın uluslararası rezervlerinin %60'ından fazlası altındı; bu da bölge ortalamasının sekiz katıydı. Venezuela'nın yurtdışında tutulan altınlarının çoğu Londra'da bulunuyordu. 25 Kasım 2011'de, ülkesine geri gönderilen 11 milyar ABD doları tutarındaki külçe altının ilki Karakas'a ulaştı; Chavez, altının ülkesine geri gönderilmesini, ülkenin dış rezervlerinin ABD ve Avrupa'daki çalkantılardan korunmasına yardımcı olacak "egemen" bir adım olarak nitelendirdi. Ancak hükûmet politikaları, geri dönen bu altını hızlı bir şekilde harcadı ve 2013'te hükûmet, uluslararası tahvil piyasasına güven vermek için devlete ait şirketlerin dolar rezervlerini ulusal bankanın rezervlerine eklemek zorunda kaldı.
Ulaşım.
Venezuela dünyaya öncelikle hava (Venezuela'nın havaalanları arasında Caracas yakınındaki Maiquetía'daki Simón Bolívar Uluslararası Havaalanı ve Maracaibo yakınındaki La Chinita Uluslararası Havaalanı bulunmaktadır) ve deniz (La Guaira, Maracaibo ve Puerto Cabello'daki büyük limanlarla birlikte) yoluyla bağlanmaktadır. Güneyde ve doğuda Amazon yağmur ormanları bölgesinin sınır ötesi ulaşımı sınırlıdır; Batıda, Kolombiya ile paylaşılan 2.213 kilometreden (1.375 mil) fazla dağlık bir sınır vardır. Orinoco Nehri, karadan 400 kilometreye (250 mil) kadar okyanus gemileri tarafından gezilebilir ve büyük sanayi şehri Ciudad Guayana'yı Atlantik Okyanusu'na bağlar.
Venezuela, diğer ülkelerle aktif demiryolu bağlantısı bulunmayan sınırlı bir ulusal demiryolu sistemine sahiptir. Hugo Chavez hükûmeti demiryolunu genişletmek için yatırım yapmaya çalıştı ancak Venezuela'nın demiryolu projesi, Venezuela'nın 7,5 milyar doları ödeyememesi ve Çin Demiryolları'na yaklaşık 500 milyon dolar borcu olması nedeniyle beklemede. Birçok büyük şehrin metro sistemi vardır; Karakas Metrosu 1983'ten beri faaliyet göstermektedir. Maracaibo Metrosu ve Valensiya Metrosu daha yakın zamanda açılmıştır. Venezuela yaklaşık 100.000 kilometrelik (62.000 mil) bir karayolu ağına sahip olup, ülkeyi dünyada 45. sıraya yerleştirmektedir; yolların yaklaşık üçte biri asfalttır.
Demografi.
2008 yılı 7. ayı itibarıyla Venezuela'nın tahmini nüfusu 26.414.815'tir. Venezuela, Güney Amerika'da nüfus artışının en hızlı olduğu ülkelerden biri ve Bolivya, Paraguay ve Fransız Guyanası'ndan sonra dördüncü sıradadır. 2008 yılında ülkenin nüfus artış hızı %1,5 idi.
Venezuela'da 1926'dan beri yapılan nüfus sayımları ırk bilgisi içermediğinden Venezuela'daki etnik grupların oranları ancak tahminlerle bilinebilir. Venezuela nüfusunun yaklaşık %70'i İspanyollar ve Kızılderililerin bir karışımı olan Mestizo'dur. Yaklaşık %20'si esas olarak İspanyollar, İtalyanlar, Portekizliler ve Alman kökenli beyazlardan oluşur. Ayrıca Venezuela'da az sayıda Afrika kökenli siyahi ve Lübnan, Çin, Türkiye gibi Asya ülkelerinden insanlar da var. Venezuela nüfusunun yaklaşık yüzde 5'i Yerliler ve Venezuela toplumu giderek daha çeşitli hale geldiğinde diğer ırklar arasında giderek daha fazla bir melez olma eğilimindedirler.
Venezuela nüfusunun yaklaşık %85'i kuzeydeki kentsel alanlarda yaşıyor. Venezuela, Güney Amerika'da en yüksek kentsel nüfus oranına sahip ülkelerden biridir. Bu nedenle, ülke topraklarının yarısını kaplayan Orinoco Deltası'nın güney bölgesi, nüfusun sadece %5'inin orada yaşadığı son derece ıssız bir yerdir.
Venezuela'daki resmi dil İspanyolcadır. Ayrıca Guajibo, Pemon, Warao, Wayuu gibi yerli Hintlerin Yanomaman grubunun dilleri olan 31 dili vardır. Nüfusun %83'ü Katolik'tir.
Kültür.
Venezuela kültürü üç ana gruptan oluşan bir eritme potasıdır: Yerli Venezuelalılar, Afrikalılar ve İspanyollar.
Afrikalılar pek çok müzikal etkiyi, özellikle de davulun tanıtımını getirdiler. Sömürgecilik süreci ve yarattığı sosyoekonomik yapı nedeniyle İspanyol etkisi ağır basıyor. Ülkenin mimarisinde, müziğinde, dininde ve dilinde İspanyol etkileri görülüyor.
Venezuela, 19. yüzyılda Hint ve Avrupa kökenli, özellikle Fransa'dan gelen göç akımlarıyla da zenginleşti. Son zamanlarda Amerika Birleşik Devletleri, İspanya, İtalya ve Portekiz'den gelen göç, zaten karmaşık olan kültürel mozaiği zenginleştirdi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6826",
"len_data": 21324,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.53
}
|
Ülke üst seviye alan adı (ccTLD), genellikle ülkeler tarafından kullanılan üst düzey alan adıdır. Tüm ASCII ccTLD'ler iki harflidir ve tüm iki harfli üst düzey alan adları ccTLD'dir (.eu hariç).
Ülke kodu uzantı başvuruları 1985 yılında başladı. O yıl içinde kaydedilen ülke kodu uzantıları arasında .us (Amerika Birleşik Devletleri), .uk (Birleşik Krallık) ve .il (İsrail) bulunuyordu. 1986 yılında kaydedilen ülke kodu uzantıları arasında .au (Avustralya), .de (Almanya), .fi (Finlandiya), .fr (Fransa), .is (İzlanda), .jp (Japonya), .kr (Güney Kore), .nl (Hollanda) ve .se (İsveç) bulunuyordu. 1987 yılında kaydedilen ülke kodu uzantıları arasında .nz (Yeni Zelanda), .ch (İsviçre) ve .ca (Kanada) bulunuyordu. 1988 yılında kaydedilen ülke kodu uzantıları arasında .ie (İrlanda), .it (İtalya), .es (İspanya) ve .pt (Portekiz) bulunuyordu. 1989 yılında kaydedilen ülke kodu uzantıları arasında .in (Hindistan) ve .yu (Yugoslavya) bulunuyordu. 1990'larda, .cn (Çin Halk Cumhuriyeti) ve .ru (Rusya Federasyonu) ilk kez kaydedildi.
308 delege edilmiş ccTLD vardır. .cn, .tk, .de, .uk, .nl ve .ru ccTLD'leri en çok internet adresi kaydına sahiptir. En çok alan adı kaydına sahip 10 ccTLD, toplam sayının 5/6'sını oluşturmaktadır. 2022 Mart ayı sonunda yaklaşık 153 milyon ccTLD alan adı kaydedilmiştir.
ccTLD'lerin oluşturulması ve devri, 'de tanımlanmış olup, ISO 3166-1 alpha-2 ülke kodlarına karşılık gelir. gTLD'ler uluslararası düzenlemelere uymak zorundayken, ccTLD'ler her ülkenin alan adı düzenleme kuruluşu tarafından belirlenen gereksinimlere tabidir. 2022 itibarıyla, 150 milyondan fazla alan adı kaydı ile ccTLD'ler, toplam alan adı miktarının yaklaşık %40'ını oluşturmaktadır.
Delegasyon ve yönetim.
IANA, her ccTLD için uygun bir vekil belirlemekle sorumludur. Yönetim ve kontrol daha sonra bu vekile devredilir ve bu vekil, alan adının politikaları ve işletilmesinden sorumludur. Mevcut delege durumu IANA'nın ccTLD listesinden belirlenebilir. ccTLD'ler, ikinci seviye alan adı kaydı için farklı gereksinimlere ve ücretlere sahip olabilir. Örneğin, ABD (us), Japonya (jp), Kanada (ca), Fransa (fr) ve Almanya (de) alan adlarında olduğu gibi, bir yerel varlık gereksinimi (örneğin vatandaşlık) bulunabilir ya da kayıt herkese açık olabilir.
Ülkelere göre ccTLD'ler.
Var olan ccTLD'lerin listesi tabloda verilmiştir. IDN, uluslararası ccTLD'yi temsil etmektedir.
Uluslararası ccTLD.
Latin alfabesi kullanmayan bazı ülkeler kendi alfabeleri ile yazılan ccTLD'ler kullanabilmektedir. Örneğin Malezya'nın sahip olduğu .my alan adının yanı sıra bir de مليسيا. alan adı mevcuttur.
Uluslararası ccTLD'ler Latin harfleri ile yazılan DNS adı ile ifade edilir. Web tarayıcısı uluslararasılaştırılmış ccTLD'leri önce DNS adına çevirir. Daha sonra adresi açar. مليسيا. için bu kod "xn--mgbx4cd0ab"dir.
Eski ccTLD'ler.
ccTLD'ler, bir ülke yok olduğunda kaldırılabilir. ISO 3166-1 kodunun geri çekilmesinin ardından silinen üç ccTLD vardır: .cs (Çekoslovakya için), .zr (Zaire için) ve .tp (Doğu Timor için). ISO 3166-1 kodunun geri çekilmesi ile DNS'ten silinmesi arasında bir gecikme olabilir. Örneğin, ZR kodu 1997'de bir ISO 3166-1 kodu olmaktan çıktı, ancak .zr ccTLD'si 2001 yılına kadar silinmedi. Geçersiz ISO 3166-1 kodlarına karşılık gelen diğer ccTLD'ler henüz silinmemiştir. Bazı durumlarda, yoğun olarak kullanılan bir ccTLD'nin silinmesinin neden olacağı aksaklıklar nedeniyle ccTLD silinmeyebilir. Örneğin Sovyetler Birliği'nin ccTLD'si .su, ISO 3166-1'den çıkarılmasından yirmi yıldan fazla bir süre sonra dahi kullanılmaktadır.
Tarihsel ülke kodları .dd (Almanya Demokratik Cumhuriyeti için) ve .yd (Güney Yemen için) bir ccTLD için uygun olmasına rağmen tahsis edilmemiştir.
Ülke kodu .cs'nin (Sırbistan ve Karadağ) geçici olarak yeniden tahsisi, daha sonra .rs ve .me olarak bölünmesi bazı tartışmalara yol açtı. ISO 3166-1 ülke kodlarının kararlılığı hakkında, 2007'de ISO 3166-1'in ikinci baskısıyla eski kodların en az 50 yıl yeniden tahsis edilmeyeceğine dair bir garanti sağlanmış ve dil etiketlerinde kullanılan ülke kodları için 'nın yerine 2006'da 'nın getirilmesi ile sonuçlanmıştır.
Yugoslavya'nın önceki ISO 3166-1 kodu YU, 23 Temmuz 2003'te ISO tarafından kaldırıldı, ancak .yu ccTLD'si bir süre işletimde kaldı. Son olarak, Sırbistan .rs ve Karadağ .me'ye iki yıllık bir geçiş sürecinin ardından, .yu alanı Mart 2010'da aşamalı olarak kaldırıldı.
Avustralya'ya başlangıçta .oz ülke kodu tahsis edildi, bu daha sonra .au olarak değiştirildi ve .oz alan adları .oz.au'ya taşındı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6842",
"len_data": 4507,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.41
}
|
Sosyal bilim ve siyasette, İktidar, etkilerin sosyal üretimidir ve bu etkiler aktörlerin kapasitelerini, eylemlerini, inançlarını veya davranışlarını belirler. İktidar, sadece bir aktörün diğerine karşı zorlama yoluyla (zorlama) tehdit veya kullanımını ifade etmez, aynı zamanda kurumlar gibi yaygın araçlar aracılığıyla da kullanılabilir. İktidar, aynı zamanda aktörleri birbirine bağlı olarak düzenleyen yapısal biçimler olabilir (örneğin, bir efendi ve kölesi, ev sahibi ve akrabaları, işveren ve çalışanları, ebeveyn ve çocuk, siyasi temsilci ve seçmenleri arasında ayrım yapmak gibi) ve söylemsel biçimler alabilir, çünkü mevkiler bazı davranış ve gruplara diğerlerine göre meşruluk sağlayabilir.
Otorite terimi genellikle sosyal yapı tarafından meşru görülen veya toplumsal olarak kabul edilen güç için kullanılır. İktidar kötü veya adaletsiz olarak görülebilir; ancak güç aynı zamanda iyi olarak da görülebilir ve insanî hedeflerin gerçekleştirilmesi için miras alınan veya verilen bir şey olarak kabul edilebilir; bu da başkalarına yardım etmek, hareket ettirmek ve onları güçlendirmek anlamına gelebilir.
Akademisyenler yumuşak iktidar ve sert iktidar arasında ayrım yapmışlardır.
Teori.
İktidarın beş temeli.
Klasik bir çalışmada (1959), sosyal psikologlar John R. P. French ve Bertram Raven, güç oyunlarının belirli bir ilişkide nasıl işlediğini (veya işlemediğini) analiz etmek için bir güç kaynakları şeması geliştirdiler.
French ve Raven'a göre, güç, etkiden şu şekilde ayırt edilmelidir: güç, A-B adlı belirli bir ilişkide geçerli olan durumdur ve A'nın B üzerindeki belirli bir etki girişimi, A'nın B'de istediği değişikliği daha olası hale getirir. Bu şekilde düşünüldüğünde, güç temel olarak göreceli bir kavramdır - A ve B'nin ilişkilerine uyguladıkları özel anlayışlara bağlıdır ve B'nin A'da bir kaliteyi tanımasını gerektirir ki bu da B'yi A'nın niyet ettiği şekilde değişime motive eder. A, istenen sonucu elde etmek için ilişkiye uygun olan 'temel' veya güç kombinasyonundan yararlanmalıdır. Yanlış güç kaynağından yararlanmak istenmeyen etkilere, hatta A'nın kendi gücünün azalmasına neden olabilir.
French ve Raven, bu tür niteliklerin beş önemli kategorisi olduğunu iddia etmektedir, ancak diğer küçük kategorileri de dışlamamaktadır. Daha sonra, özellikle Gareth Morgan'ın 1986 tarihli "Images of Organization" adlı kitabında, ilave güç kaynakları öne sürülmüştür.
Meşru iktidar.
Ayrıca "pozisyonel iktidar" olarak da adlandırılan meşru iktidar, bir kişinin bir organizasyon içindeki görev ve konumunun nispi olarak sahip olduğu güçtür. Meşru iktidar, pozisyonun sahibine devredilen resmi otoritedir. Genellikle bir üniforma, unvan veya etkileyici bir fiziksel ofis gibi çeşitli güç özellikleriyle birlikte gelir.
Basit bir ifadeyle, iktidar yukarı veya aşağı doğru ifade edilebilir. Aşağı doğru güçte, bir şirketin üst yönetimi, örgütsel hedeflere ulaşmak için astları üzerinde etki yapar. Bir şirket yukarı doğru güç sergilediğinde, astlar lider veya liderlerin kararlarını etkiler.
Referans iktidarı.
Referans iktidarı, bireylerin diğerlerini etkileme ve sadakat oluşturma yeteneği veya gücüdür. Bu, iktidar sahibinin karizması ve kişilerarası becerilerine dayanır. Bir kişi belirli kişisel özelliklerinden dolayı hayranlık uyandırabilir ve bu hayranlık kişilerarası etki için fırsat yaratır. Burada iktidar altındaki kişi, bu kişisel niteliklerle özdeşleşmek istemekte ve kabul edilen bir takipçi olmaktan memnuniyet duymaktadır. Milliyetçilik ve vatanseverlik, bir tür soyut referans iktidarına katkıda bulunur. Örneğin, askerler ülkenin onurunu korumak için savaşır. Bu, en az belirgin olan iktidar türüdür, ancak en etkilisidir. Reklamcılar uzun zamandır ürün tanıtımları için spor figürlerinin referans iktidarını kullanmaktadır. Spor yıldızının karizmatik çekiciliği, bireyin spor alanının dışında gerçek bir güvenilirliği olmasa da, tanıtımın kabul edilmesine yol açtığı söylenir. Bir kişinin hoş ama dürüstlük ve dürüstlük eksikliğine sahip olması durumunda, kişi güce yükselerek, grubun pozisyonunun maliyetine kişisel avantaj elde etme durumuna yerleştiğinde, istismar mümkündür. Referans iktidarı tek başına istikrarsızdır ve uzun ömürlülük ve saygı isteyen bir lider için yeterli değildir. Bununla birlikte, diğer iktidar kaynaklarıyla birleştirildiğinde, bir kişinin büyük başarı elde etmesine yardımcı olabilir.
Uzman iktidarı.
Uzman iktidarı, bireyin sahip olduğu beceri veya uzmanlık alanından kaynaklanan iktidardır ve organizasyonun bu beceri ve uzmanlığa olan ihtiyacına dayanır. Diğerlerinin aksine, bu tür iktidar genellikle belirli bir alana özgüdür ve uzmana eğitimli ve yetkin olduğu alana sınırlıdır. Bir kişi, bir durumu anlamalarına, çözüm önerileri sunmalarına, sağlam bir değerlendirme yapmalarına ve genellikle diğerlerinden daha başarılı olmalarına olanak sağlayan bilgi ve becerilere sahip olduğunda, insanlar genellikle onları dinlemeye meyillidir. Bireyler uzmanlık gösterdiklerinde, insanlar onlara güvenmeye ve söylediklerine saygı duymaya eğilimlidir. Konu uzmanları olarak, fikirleri daha değerli olacak ve diğerleri onları o alanda liderlik için takip edecektir.
Ödül iktidarı.
Ödül iktidarı, iktidar sahibinin değerli maddi ödüller verebilme yeteneğine dayanır; bu, bireyin başkalarına faydalar, izinler, istenen hediyeler, terfi veya maaş artışı gibi bir tür ödül verebilme derecesini ifade eder. Bu iktidar açıktır, ancak kötüye kullanılırsa etkisiz olabilir. Ödül iktidarını kötüye kullanan kişiler zorlayıcı olabilir veya "işleri çok hızlı ilerletmek" gerekçesiyle uyarılabilirler. Başkalarının bir şeyi yapmak için ödüllendirileceğini beklemeleri durumunda, bunu yapma olasılıkları yüksektir. Bu iktidar temeline dayanan bir sorun, ödül verenin ödüller üzerinde gereken kontrolü sahip olmayabileceğidir. Gözetmenler nadiren maaş artışları üzerinde tam kontrol sahibidir ve yöneticiler genellikle tüm eylemleri tek başlarına kontrol edemezler: hatta bir şirket CEO'su bile bazı eylemler için yönetim kurulundan izin almak zorundadır. Bir birey kullanılabilir ödüllerin tükenmesi durumunda veya ödüllerin diğerlerine yeterince değerli gelmemesi durumunda iktidarı zayıflar. Ödüllerin kullanımında karşılaşılan sorunlardan biri, aynı motivasyonel etkiyi sağlamak için genellikle her seferinde daha büyük olmaları gerekmeleridir: hatta ödüller sık sık verilirse, insanlar ödül tarafından doyuma ulaşabilir ve etkinliğini kaybedebilir.
İptal kültürü açısından, kontrolsüz adaletsizlik ve iktidar kötüye kullanımını uzlaştırmak için kullanılan toplu dışlama "yukarı yönlü iktidar" olarak adlandırılır. İnterneti bu süreçlere karşı denetlemek için oluşturulan politikalar, çatışmaların, kötüye kullanımların ve zararların ele alınması için adil bir süreç yaratma yolunu temsil eden "aşağı yönlü iktidar" olarak bilinir.
Zorlayıcı iktidar.
Zorlayıcı iktidar, negatif etkilerin uygulanmasıdır. Bu, bir kişiyi düşürmek veya diğer ödülleri alıkoymak yeteneğini içerir. Değerli ödüllere duyulan istek veya bunların alıkonulma korkusu, iktidar altındaki kişilerin itaatini sağlar. Zorlayıcı iktidar, genellikle en açık fakat en etkisiz iktidar biçimi olarak görülür çünkü bu durum, bunu deneyimleyen insanlarda hoşnutsuzluk ve direniş oluşturur. Tehditler ve cezalar, zorlama iktidarının yaygın kullanılan araçlarıdır. Birinin işten çıkarılacağını, düşürüleceğini, ayrıcalıklarının reddedileceğini veya istenmeyen görevler verileceğini ima etmek veya tehdit etmek - bunlar, zorlayıcı iktidarın kullanılmasının özellikleridir. Bir örgütsel ortamda zorlayıcı iktidarın yaygın kullanımı nadiren uygun olup, yalnızca bu tür iktidar biçimlerine dayanmak, çok soğuk, yoksul bir liderlik tarzına yol açar. Bu, moda endüstrisinde sıkça görülen bir iktidar türüdür ve meşru iktidar ile birleştiğinde, endüstriye özgü literatürde "yapısal egemenliğin ve sömürünün cazibesi" olarak adlandırılır.
Kişilerarası ilişkilerde prensipler.
Laura K. Guerrero ve Peter A. Andersen'in "Yakın Karşılaşmalar: İlişkilerde İletişim" adlı kitabına göre,
Rasyonel seçim çerçevesi.
Oyun teorisi, rasyonel tercihlerin Walrasçı teorisine dayanan temelleriyle, iktidar ilişkilerini analiz etmeye yardımcı olmak için çeşitli disiplinlerde giderek daha fazla kullanılmaktadır. İktidar hakkında bir rasyonel tercih tanımı, Keith Dowding'in Iktidar adlı kitabında verilmiştir.
Rasyonel tercih teorisi, insan bireylerin veya grupların istenen sonuçları elde etmek için olası eylemlerden oluşan bir "seçim kümesi"nden seçim yapabilen "aktörler" olarak modellenebileceği bir teoridir. Bir aktörün "teşvik yapısı", seçim kümesindeki farklı eylemlerin ilişkilendirildiği maliyetlere ilişkin inançları ve farklı eylemlerin istenen sonuçlara yol açma olasılıklarını içermektedir.
Bu bağlamda aşağıdaki ayrımı yapabiliriz:
1. sonuç iktidarı - bir aktörün sonuçları gerçekleştirmek için bir etkiye sahip olma veya bu konuda yardımcı olma yeteneği;
2. sosyal iktidar - bir aktörün diğer aktörlerin teşvik yapılarını değiştirme yeteneğiyle sonuçları gerçekleştirmek.
Bu çerçeve, aktörlerin başkaları üzerinde iktidar uygulama yeteneğine sahip olduğu geniş bir sosyal etkileşim yelpazesini modellemek için kullanılabilir. Örneğin, 'güçlü' bir aktör, bir başkasının seçim setinden seçenekleri kaldırabilir; eylemlerin göreceli maliyetlerini değiştirebilir; belirli bir eylemin belirli bir sonuca yol açma olasılığını değiştirebilir; veya sadece diğer kişinin teşvik yapısı hakkındaki inançlarını değiştirebilir.
Diğer iktidar modellerinde olduğu gibi, bu çerçeve de 'zorlama' kullanımı konusunda tarafsızdır. Örneğin: bir şiddet tehdidi farklı eylemlerin olası maliyetlerini ve faydalarını değiştirebilir; benzer şekilde, 'gönüllü olarak kabul edilen' bir sözleşmedeki mali ceza veya dostça bir teklif de aynı etkiye sahip olabilir.
Kültürel hegomonya.
Marksist geleneğe göre, İtalyan yazar Antonio Gramsci, ideolojinin kültürel bir hegemonya yaratmadaki rolünü detaylandırdı. Bu kültürel hegemonya, kapitalizmin ve ulus-devletin iktidarını desteklemenin bir aracı haline gelir. Niccolò Machiavelli'nin Prens adlı eserinden esinlenen ve Batı Avrupa'da Komünist devrimin gerçekleşmediği, Rusya'da ise gerçekleştiği iddia edilen durumu anlamaya çalışan Gramsci, bu hegemonyayı iki yarıdan oluşan bir yaratık olarak kavramsallaştırdı. Arka kısım, hayvan, daha klasik ve materyalist bir iktidar imajını temsil eder; zorlama yoluyla, fiziksel veya ekonomik güç kullanarak iktidar sağlanır. Ancak kapitalist hegemonyanın daha da güçlü bir şekilde insan yüzü olan ön kısıma, "rağmen" üzerinden iktidar yansıttığını iddia etti. Rusya'da bu iktidar eksikliği nedeniyle bir devrim gerçekleşmişken, Batı Avrupa'da özellikle İtalya'da kapitalizm, işçi sınıflarını kendi çıkarlarının sermayedarların çıkarlarıyla aynı olduğuna ikna ederek rıza üzerinden iktidarını sürdürmeyi başarmıştır. Bu şekilde bir devrim engellenmiştir.
Gramsci'nin iktidar yapılarında ideolojinin önemine vurgu yapmasına karşın, Michele Barrett gibi Marksist-feminist yazarlar, ideolojilerin aile hayatının erdemlerini övmekteki rolüne dikkat çeker. Bu görüşü açıklamak için klasik bir argüman, kadınların 'işgücü ordusu'nun yedek gücü olarak kullanılmasıdır. Savaş zamanında kadınların erkekçe görevleri yerine getirdiği kabul edilirken, savaş sonrasında roller kolayca tersine çevrilebilir. Dolayısıyla Barrett'a göre, kadınların özgürleşmesi için kapitalist ekonomik ilişkilerin yıkılması gereklidir, ancak yeterli değildir.
Tarnow.
Eugen Tarnow, uçak kaçırıcılarının uçak yolcuları üzerindeki sahip olduğu iktidarı inceler ve askeriyedeki iktidarla benzerlikler çizer. Tarnow, bir birey üzerindeki iktidarın bir grupun varlığıyla arttığını gösterir. Eğer grup liderin emirlerine uyar ve uyarlık gösterirse, liderin birey üzerindeki iktidarı büyük ölçüde artar; ancak grup liderin emirlerine uymazsa liderin birey üzerindeki iktidarı yok hükmündedir.
Foucault.
Michel Foucault'a göre gerçek iktidar her zaman ajanlarının bilgisizliğine dayanır. Hiçbir tek insan, grup veya aktör dispositif (makine veya aygıt) üzerinde kontrol sağlamaz, ancak iktidar aygıtı aracılığıyla mümkün olduğunca etkili ve sessiz bir şekilde dağılır, ajanlarının gerekeni yapmasını sağlar. İktidarın tespit edilmesi olasılığı düşük olduğundan, 'rasyonel' araştırmalarda kaçınılmaz bir şekilde belirsiz kalır. Foucault, Jean Baptiste Antoine Auget de Montyon adlı siyasal ekonomistin yazdığı iddia edilen Recherches et considérations sur la population de la France (1778) adlı metinden alıntı yapar, ancak aslında bu metin sekreteri Jean-Baptise Moheau (1745-1794) tarafından yazılmıştır. Ayrıca, biyolog Jean-Baptiste Lamarck'ı vurgulayarak, milletleri çoğul bir sıfat olarak sürekli olarak vurgulayan ve su, hava ve ışığı yalnızca bir ortamın ifadesi olarak gören ve bu durumda insan türüne bağlı olan türü doğrulayan bir ortam olarak görür. Foucault'ya göre bu (hem yapay hem de doğal) ortam, iktidar için müdahale hedefi olarak ortaya çıkar ve bu, egemenlik, toprak ve disiplin alanına ilişkin önceki kavramlardan radikal bir şekilde farklıdır ve toplumsal ve siyasal ilişkilerden dokuma haline gelir ve bir tür olarak işlev görür (biyolojik tür). Foucault, "Bir beden, tabi tutulabilen, kullanılabilen, dönüştürülebilen ve iyileştirilebilen bir bedendir" ifadesiyle "itaatkar bedenler" kavramını Discipline and Punish adlı kitabında ortaya atmış ve geliştirmiştir.
Clegg.
Stewart Clegg, "iktidar devreleri" teorisiyle üç boyutlu başka bir model önermektedir. Bu model, iktidarın üretimi ve düzenlenmesini, bir elektrik devre kartına benzeterek üç farklı etkileşen devreden oluşur: olaya dayalı devre, eğilimsel devre ve kolaylaştırıcı devre. Bu devreler üç seviyede işler, ikisi makro düzeyde ve biri mikro düzeydedir. Olaya dayalı devre mikro düzeydedir ve günlük etkileşimlerde duyguları, iletişimi, çatışmayı ve direnci ele alan iktidarın düzensiz kullanımından oluşur. Olaya dayalı devrenin sonuçları hem olumlu hem de olumsuzdur. Eğilimsel devre, makro düzeyde uygulama kuralları ve toplumsal olarak oluşturulmuş anlamlardan oluşur ve üye ilişkilerini ve meşru otoriteyi bilgilendirir. Kolaylaştırıcı devre, makro düzeyde teknoloji, çevresel koşullar, iş tasarımı ve ağlardan oluşur ve olaya dayalı devrede ajansa güç verir veya güçsüzleştirir ve böylece ödüllendirir veya cezalandırır. Üç bağımsız devre, güçlendirmenin veya güçsüzleştirmenin kanalları olan "zorunlu geçiş noktalarında" etkileşir.
Galbraith.
John Kenneth Galbraith (1908-2006), "The Anatomy of Power" (1983) adlı eserinde iktidarın türlerini "zorlama" (güce dayalı), "tazminat" (çeşitli kaynakların kullanımıyla) ve "koşullu" (ikna sonucu) olarak özetlerken, iktidarın kaynaklarını "kişilik" (bireyler), "mülkiyet" (iktidar sahiplerinin malî kaynakları) ve/veya "kurumsal" (bir örgütsel iktidar yapısında üst konumda olma) olarak belirtmiştir.
Gene Sharp.
Gene Sharp, Amerikalı siyaset bilimi profesörü, iktidarın sonuç olarak temellerine bağlı olduğuna inanmaktadır. Böylece bir siyasi rejim, insanların buyruklarını, yasalarını ve politikalarını kabul edip uyguladığı sürece iktidarda kalır. Sharp, Étienne de La Boétie'nin görüşlerinden yola çıkar.
Sharp'ın temel teması, iktidarın monolitik olmadığıdır; yani, iktidarda olanların içsel bir niteliğinden kaynaklanmadığıdır. Sharp'a göre, herhangi bir yapısal organizasyonuna bakılmaksızın, siyasi iktidarın, nihayetinde devletin konularından kaynaklandığına inanır. Temel inancı, herhangi bir iktidar yapısının, liderlerin emirlerine tabi olan konuların itaati üzerine dayandığıdır. Eğer konular itaat etmezse, liderlerin iktidarı olmaz.
Çalışmalarının, Slobodan Milošević'in devrilmesi, 2011 Arap Baharı ve diğer şiddetsiz devrimlerde etkili olduğuna inanılmaktadır.
Björn Kraus.
Björn Kraus, güç konusunda epistemolojik bir perspektifle ilgilenerek, kişiler arası etkileşim olanaklarına ilişkin özel bir yapılandırmacılık formu geliştirir (ilişkisel yapılandırmacılık olarak adlandırılır). Gücün değerlendirilmesi ve dağıtımına odaklanmak yerine, öncelikle terimin neyi ifade edebileceğini sorgular. Max Weber'in güç tanımından yola çıkarak, güç teriminin "eğitici güç" ve "yıkıcı güç" olarak ayrılması gerektiğini fark eder. Daha kesin olarak, eğitici güç başka bir kişinin eylem ve düşüncelerini belirleme şansını, yıkıcı güç ise başka bir kişinin olanaklarını azaltma şansını ifade eder. Bu ayrımın ne kadar önemli olduğu, güç girişimlerini reddetme olasılıklarına bakılarak açıkça ortaya çıkar: Eğitici gücü reddetmek mümkünken, yıkıcı gücü reddetmek mümkün değildir. Bu ayrımı kullanarak, gücün oranları daha sofistike bir şekilde analiz edilebilir ve sorumluluk konularında yeterli bir şekilde düşünülmesine yardımcı olur. Bu perspektif, güç teorileri hakkındaki epistemolojik tartışmalarda özellikle yaygın olan "ya vardır ya da yoktur" pozisyonunu aşmamıza ve "hem de pozisyonu" olasılığını sunmamıza olanak tanır.
Diğerleri.
Belirgin olmayan kategorilerin fikri feminizm kökenlidir. Sosyal farklılığa odaklanarak neyin veya kimin farklı algılandığına bakmak yerine, belirgin olmayan kategorilerin fikrini kullanan teorisyenler, "normal" olanın nasıl olağanüstü kabul edilmez şekilde algılandığına ve bunun sosyal ilişkilere nasıl etki ettiğine de bakılması gerektiğini savunurlar. Belirgin olmayan kategoriye dikkat etmek, dilbilimsel ve kültürel uygulamaları analiz etmenin bir yoludur ve sosyal farklılıkların, güç de dahil olmak üzere, günlük olaylarda nasıl üretildiğini ve ifade edildiğini anlamaya yardımcı olur.
Belirgin olmayan kategorilerin fikrine göre, nispeten güçlü pozisyonlara sahip olan veya gücü daha kolay şekilde kullanabilen kişilerin kültürel uygulamaları açıkça ifade edilmese de, varsayılan veya temel uygulamalar olarak algılanır ve diğerleri farklı, sapkın veya anormal olarak değerlendirilir. Belirgin olmayan kategori, her şeyin ölçüldüğü standart haline gelir. Örneğin, bir kahramanın ırkı belirtilmediğinde, çoğu Batılı okuyucunun kahramanın beyaz olduğunu varsayacağı söylenir; cinsel kimlik belirtilmediğinde, kahramanın heteroseksüel olduğu varsayılır; bir bedenin cinsiyeti belirtilmediğinde, erkek olduğu varsayılır; bir engellilik belirtilmediğinde, kahramanın engelli olmadığı varsayılır. Bunlar, belirgin olmayan kategorinin üstün, tercih edilen veya daha "doğal" olduğu anlamına gelmez; ayrıca, belirgin olmayan kategoriyle ilişkilendirilen uygulamaların gerçekleştirilmesi için daha az sosyal çaba gerektirdiği anlamına da gelmez.
Belirgin olmayan kategori genellikle açıkça fark edilmez ve genellikle gözden kaçar, ancak yine de zorunlu olarak görünürdür. Fark edilen fakat dikkat çekmeyen ve olağan olarak kabul edilen belirgin olmayan kategoriye üyelik, gücün bir göstergesi olabilir. Örneğin, beyazlık güç sahibi kişiler için genellikle fark edilmeyen bir belirgin olmayan kategori oluşturur, çünkü genellikle bu kategoriye dahil olurlar. Sosyal gruplar, ırk, sınıf, cinsiyet, yetenek ve cinsellik gibi çeşitli sosyal ayrımlar açısından gücü bu şekilde algılayabilir.
Karşı iktidar.
'Karşı iktidar' terimi, çeşitli durumlarda, ezilenlerin elitenin iktidarını dengelemek veya erozyona uğratmak için kullanılan karşıt bir gücü tanımlamak için kullanılır. Antropolog David Graeber tarafından genel bir tanım sunulmuştur: "devlete ve sermayeye karşı duran sosyal kurumların bir koleksiyonu: özyönetimli topluluklardan radikal sendikalara ve popüler milislere kadar". Graeber ayrıca karşı iktidarın "anti-iktidar" olarak da adlandırılabileceğini ve karşı iktidar kurumlarının "devlete karşı kendini koruduğunda, bu genellikle 'ikili iktidar' durumu olarak adlandırılır" şeklinde belirtmektedir. Tim Gee ise 2011 tarihli Counterpower: Change Happen adlı kitabında, hükûmet ve elit grupların gücüyle güçsüz kalanların bunu karşı iktidar kullanarak dengeleyebileceği bir teori ortaya atmıştır. Gee'nin modelinde, karşı iktidar üç kategoriye ayrılır: fikir karşı iktidarı, ekonomik karşı iktidarı ve fiziksel karşı iktidarı.
Terim, 1990'lardan itibaren küresel adalet/anti-globalizasyon hareketi katılımcıları tarafından kullanılmasıyla ön plana çıksa da, kelime en az 60 yıldır kullanılmaktadır. Örneğin Martin Buber'ın 1949 tarihli "Paths in Utopia" adlı kitabında "İktidar, yalnızca karşı iktidarın baskısı altında feragat eder" ifadesi yer almaktadır.
Psikolojik araştırma.
Son deneysel psikoloji çalışmaları, bir kişinin sahip olduğu güç ne kadar artarsa, başkalarının bakış açısını o kadar az benimsediğini ve bu durumun güçlülerin daha az empatiye sahip olduğunu göstermektedir. Adam Galinsky ve birkaç ortağı, güçsüzlüğü hatırlatılan kişilere alınlarına "E" harfi çizmeleri talimatı verildiğinde, güçlerini hatırlatılan kişilere göre bu harfi başkalarının okuyabileceği şekilde çizme olasılıklarının 3 kat daha yüksek olduğunu bulmuştur. İktidar sahibi insanlar aynı zamanda daha fazla eyleme geçme eğilimindedir. Bir örnekte, iktidar sahibi insanlar, daha az iktidar sahibi olanlara göre rahatsız edici derecede yakın bir vantilatörü iki kat daha fazla kapatmışlardır. Araştırmacılar, gözlemci etkisini belgelemişlerdir: İktidar sahibi insanların, "sıkıntıda olan bir yabancıya" yardım etme konusunda üç kat daha fazla eğilimli olduklarını bulmuşlardır.
50'den fazla üniversite öğrencisinin katıldığı bir araştırma, "iktidar kelimeleri"ni ifade ederek güçlü hissetmeleri sağlanan katılımcıların dış etkilere daha az duyarlı olduklarını, dürüst geri bildirim vermeye daha istekli olduklarını ve daha yaratıcı olduklarını gösterdi.
Empati farklılığı.
"İktidar, diğerlerini etkileme olasılığı olarak tanımlanır."
İktidarın kullanımı yüzyıllar boyunca evrim geçirmiştir. Prestij, onur ve itibar kazanma, insan doğasında iktidar elde etme merkezi motivasyonlardan biridir. İktidar aynı zamanda empati boşluklarıyla ilişkilidir çünkü kişiler arası ilişkileri sınırlar ve iktidar farklarını karşılaştırır. İktidara sahip olmak veya olmamak bir dizi psikolojik sonuca neden olabilir. Stratejik sorumluluklarla sosyal sorumluluklar arasında bir ayrım yapılmasına yol açar. İktidar çatışmasını araştırmak amacıyla ilk deneyler bile 1968'de yapılmıştır.
Geçmiş araştırmalar.
Daha önceki araştırmalar, artan iktidarın artan ödüllerle ilişkili olduğunu ve bir kişiyi şeylere daha sık yaklaştırdığını öne sürdü. Buna karşılık, azalan iktidar daha fazla sınırlamayla, tehdit ve cezalandırmayla ilişkilidir ve bunun sonucunda engellemeler meydana gelir. Sonuç olarak, iktidar sahibi olmak bir kişiyi başarılı sonuçlara götürür, müzakere stratejileri geliştirmesine ve daha fazla kendi çıkarına yönelik teklifler yapmasına yardımcı olur.
Daha sonra yapılan araştırmalar, iktidar farklılıklarının stratejik düşünceleri tetiklediğini öne sürdü. Stratejik olmak, karşıt görüşte olan bir kişiye karşı savunma yapmayı veya karar vericiyi incitmeyi de içerebilir. Sonuç olarak, daha fazla iktidara sahip biriyle karşılaşmak stratejik düşünmeyi gerektirirken, daha az iktidara sahip biriyle karşılaşmak sosyal sorumluluk gerektirir şeklinde sonuçlandırıldı.
Pazarlık oyunları.
2003 ve 2004 yıllarında pazarlık oyunları incelendi. Bu çalışmalar, farklı güç verilen durumlarda sergilenen davranışları karşılaştırdı.
Ultimatom oyununda, güç verilen kişi bir ültimatom teklif eder ve alıcı bu teklifi kabul etmek zorundadır, aksi takdirde teklif eden ve alıcı her ikisi de ödül alamaz.
Diktatör oyununda, güç verilen kişi bir teklif sunar ve alıcı bu teklifi kabul etmek zorundadır. Alıcının teklifi reddetme seçeneği yoktur.
Çözüm yolu.
Diktatör oyununda alıcıya hiçbir güç verilmezken, ültimatom oyununda alıcıya bazı güç verilir. Gözlemlenen davranış ise teklif sunan kişinin ültimatom oyununda sunduğundan daha az stratejik davranmasıydı. Bencil davranışlar da gözlemlenmiş olup, birçok pro-sosyal davranış da gözlenmiştir.
Karşı taraf tamamen güçsüz olduğunda, teklif sunan kişinin (güce sahip olan kişi) davranışından genellikle strateji eksikliği, sosyal sorumluluk ve ahlaki düşünce eksikliği gözlenir.
Kötü niyetli iktidar ve kontrolü.
İktidarı kötü veya haksız olarak değerlendirmek mümkündür; ancak, iktidar aynı zamanda iyi ve insancıl amaçları gerçekleştirmek için miras alınan veya verilen bir şey olarak da görülebilir. Genel olarak, iktidar, iki varlık arasındaki bağımlılık faktörlerinden ve çevreden kaynaklanır. İktidarın kullanımı zorlama veya tehdit (baskı) gerektirmez. Baskı olmaksızın iktidar kullanma örneği "yumuşak güç" kavramıdır (sert güçle karşılaştırıldığında). Son dönemdeki sosyolojik tartışmanın büyük bir kısmı, iktidarın eylemleri mümkün kılan bir araç olarak kullanımı etrafında dönüyor, yani iktidarın eylemleri sınırlama veya engelleme potansiyeli kadar sosyal eylemleri mümkün kılma amacıyla kullanımı üzerine odaklanıyor.
Kötüye kullanılan iktidar ve kontrol (ya da kontrolcü davranış veya zorlayıcı kontrol), saldırganların psikolojik, fiziksel, cinsel veya mali istismar gibi amaçlarla kurbanlar üzerinde iktidar ve kontrol elde etme ve sürdürme yöntemlerini içerir. Bu tür istismarın çeşitli nedenleri olabilir - kişisel kazanç, kişisel tatmin, psikolojik yansıtma, değersizleştirme, kıskançlık veya bazı saldırganlar iktidar ve kontrol uygulamaktan zevk alırlar.
Kontrol edici saldırganlar, kurbanları üzerinde iktidar ve kontrol sağlamak için çeşitli taktikler kullanabilirler. Bu taktikler psikolojik ve bazen fiziksel istismara dayanır. Kontrol, ekonomik istismar aracılığıyla desteklenebilir, bu da kurbanın istismara direnmek için gerekli kaynaklardan yoksun olmalarına neden olabilir. Saldırganlar, kurbanları kontrol altında tutmayı ve sindirmeyi amaçlar veya ilişkide eşit bir söz hakkına sahip olmadıklarını hissetmelerini etkilemeye çalışırlar.
Kurbanın savunmasız yanları istismar edilir ve en savunmasız olanlar genellikle hedef olarak seçilir. Sürekli tekrarlanan taciz döngüleri sonucunda travmatik bağlanma, istismarcı ile kurban arasında ortaya çıkabilir. Ödül ve cezanın aralıklı olarak verilmesi, değişime dirençli güçlü duygusal bağların oluşmasına ve aynı zamanda bir korku ortamının oluşmasına yol açar. Zorbalık davranışını normalleştirme, meşrulaştırma, rasyonelleştirme, inkâr etme veya azaltma girişimi yapılabilir veya bunun için kurbanı suçlamak da mümkündür.
İzolasyon, gaslighting, zihinsel oyunlar, yalan söyleme, yanlış bilgilendirme, propaganda, istikrarsızlaştırma, beyin yıkama ve böl ve yönet gibi başka stratejiler de sıklıkla kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6846",
"len_data": 26230,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 4.24
}
|
Ağ, ağ iletişimi ve ağ bağlantılı şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6847",
"len_data": 57,
"topic": "CODING",
"quality_score": 2.29
}
|
Sovyetler Birliği, resmî adıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ya da kısa adlarıyla SSCB veya Sovyetler, 1922'den 1991'deki dağılmasına kadar Avrasya'nın büyük bir bölümünü kapsayan kıtalararası bir ülkeydi. Var olduğu süre boyunca, on bir zaman dilimine yayılan ve sınırlarını on iki ülkeyle paylaşan, yüzölçümü bakımından en büyük ülke ve en kalabalık üçüncü ülkeydi. Rus İmparatorluğu'nun halefi olarak, en büyüğü ve en kalabalığı Rusya SFSC olan ulusal cumhuriyetlerin federal bir birliği olarak örgütlenmişti. Hükûmeti ve ekonomisi oldukça merkezî olan ülke, Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) tarafından yönetilen tek partili bir devlet olarak dünyadaki öncü komünist devletti. Başkenti ve en büyük şehri Moskova'ydı.
Avrupa'nın doğu kesimiyle, Asya'nın kuzey kesimi boyunca yayılan SSCB, II. Dünya Savaşı'ndan sonra 22.403.000 km²lik yüz ölçümüyle dünyanın en büyük ülkesi konumundaydı. Nüfus bakımından da 293.047.571 (Haziran 1991) kişiyle, dünyada 3. sırada yer alıyordu. Aynı zamanda dünyanın başlıca siyasi ve askerî güçlerinden biri olan Sovyetler Birliği'nin batısında Norveç, Finlandiya, Baltık Denizi, Polonya, Çekoslovakya, Macaristan ve Romanya, güneyinde Karadeniz, Türkiye, İran, Afganistan, Çin, Moğolistan ve Kuzey Kore yer alıyordu. Kuzey ve doğu sınırlarını ise Arktik Okyanusu ve Büyük Okyanus çiziyordu. Birliğin başkenti Moskova, para birimi ise Sovyet rublesiydi.
1917 Ekim Devrimi ile iktidara gelen Vladimir Lenin önderliğindeki Bolşevikler tarafından 1922 yılında kurulan SSCB, Soğuk Savaş sürecinde Amerika Birleşik Devletleri'nin karşısında önemli bir güç konumunda idi. 1980'li yıllarda dünya genelinde sanayi üretim hacminin %16,5'lik kısmını yaparak 2. sırada, millî gelir açısından da dünya genelinde %3,4'lük payla 7. sırada yer alıyordu. 1985 yılında iktidara gelen Mihail Gorbaçov'un başlattığı Glasnost ve Perestroyka denilen ve 6 yıl süren reformların ardından 1991 yılının sonunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği resmen dağıldı. Birliğin dağılmasıyla bağımsızlığını ilan eden 15 cumhuriyetten 12'si bir araya gelerek Bağımsız Devletler Topluluğu'nu oluşturdu.
Etimoloji.
"Sovyet" sözcüğü, 'konsey', 'toplantı', 'tavsiye' anlamına gelen Rusça "sovet" (Rusça: совет ) sözcüğünden türetilmiştir (nihai olarak * "vět-iti'nin" ('bilgilendirmek') proto-Slav sözlü kökünden türemiştir.'), Slav "věst" ("haberler") ile ilgili, İngilizce "bilge", "ad-vis-or" kökü (Fransızca aracılığıyla İngilizceye geldi) veya Hollandaca "weten" ("bilmek"; "wetenschap" 'bilim' anlamına gelir) karşılaştırın. "Sovietnik" sözcüğü 'meclis üyesi' anlamına gelir.совет). Rus İmparatorluğu'nda 1810'dan 1917'ye kadar görev yapan Devlet Şurası, Bakanlar Kurulu olarak anılırdı.
İşçi konseyleri olarak Sovyetler ilk olarak 1905 Rus Devrimi sırasında ortaya çıktı. İmparatorluk hükûmeti tarafından hızlıca bastırılmalarına rağmen Sovyetler, 1917 Şubat Devrimi'nden sonra ülke çapında yeniden ortaya çıktı ve Rusya Geçici Hükûmeti ile iktidarı paylaştı. Vladimir Lenin liderliğindeki Bolşevikler, Geçici Hükûmete karşı "tüm iktidar Sovyetlere" sloganını kullandılar ve 1917 Ekim Devrimi'yle iktidarı ondan aldılar. Ocak 1918'de, Üçüncü Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi'nde Lenin, Sovyetler Birliği'nin kurulduğunu ilan etti.
1922 Gürcü Olayı sırasında Lenin, RSFSR'yi ve diğer ulusal Sovyet cumhuriyetlerini, başlangıçta Avrupa ve Asya Sovyet Cumhuriyetleri Birliği olarak adlandırdığı daha büyük bir birlik oluşturmaya çağırdı (Rusça: Союз Советских Республик Европы и Азии, "Soyuz Sovetskikh Respublik Evropy i Azii"). Josef Stalin başlangıçta Lenin'in önerisine direndi, ancak sonunda kabul etti, ancak Lenin'in anlaşmasıyla adı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) olarak değiştirdi, ancak tüm cumhuriyetler "sosyalist sovyet olarak başladı ve" 1936'ya kadar diğer düzene geçmedi. Ayrıca birçok cumhuriyetin ulusal dildeki "konsey" veya "konsil, yalnızca oldukça geç Rus sovyetinin" bir uyarlamasına dönüştürüldü ve diğerlerinde, örneğin Ukrayna SSR'sinde asla değiştirilmedi.
СССР (Latin alfabesinde: "SSSR"), SSCB kökenli Rus dilinin Kiril harfleriyle yazılmış kısaltmasıdır. Sovyetler bu kısaltmayı o kadar sık kullandı ki, dünya çapındaki izleyiciler onun anlamına aşina oldu. Bundan sonra, en yaygın Rusça başlatma Союз ССР'dir (harf çevirisi: "Soyuz SSR"), dil bilgisi farklılıklarını telafi ettikten sonra esasen İngilizcede "Union of SSRs anlamına" gelir. Buna ek olarak, Rusça kısa biçim adı Советский Союз (harf çevirisi: "Sovetskiy Soyuz", kelimenin tam anlamıyla "Sovyetler Birliği anlamına gelir") da yaygın olarak kullanılır. Büyük Vatanseverlik Savaşı'nın başlamasından bu yana, Sovyetler Birliği'nin Rusça isminin СС olarak kısaltılması (örneğin, "Amerika Birleşik Devletleri'nin ABD olarak" kısaltılmasıyla aynı şekilde) tam bir tabu olmuştur, bunun nedeni СС'nin yerine bir Rus Kiril kısaltması olan "SS'nin" İngilizcede olduğu gibi, Nazi Almanyası'nın kötü şöhretli "Schutzstaffel" ile ilişkilendirilmesidir.
İngiliz medyasında devlet, Sovyetler Birliği veya SSCB olarak anılıyordu. Diğer Avrupa dillerinde, Fransızcada "Union soviétique" ve "URSS veya Almanca'da Sowjetunion" ve "UdSSR" gibi yerel olarak çevrilmiş kısa biçimler ve kısaltmalar genellikle kullanılır. İngilizce konuşulan dünyada, Sovyetler Birliği de gayriresmî olarak Rusya ve vatandaşları Ruslar olarak adlandırılıyordu, ancak Rusya SSCB'nin cumhuriyetlerinden yalnızca biri olduğu için bu teknik olarak yanlıştı. "Rusya" teriminin ve türevlerinin dilbilimsel eş değerlerinin bu tür yanlış uygulamaları diğer dillerde de yaygındı.
Tarih.
Ekim Devrimi.
Miladi takvime göre 7 Kasım (Jülyen takvimine göre 25 Ekim) 1917'de Rusya'da Bolşevikler geçici hükûmeti devirerek iktidarı ele geçirdiler. 8 Kasım'da Sankt-Peterburg'da açılan Rusya İşçi ve Asker Sovyetleri II. Kongresi'nde devrim lideri Lenin, Halk Komiserleri Konseyi (hükûmet) başkanı seçildi. Lenin ilk olarak savaşan tüm hükûmetlere ilhaksız ve tazminatsız bir barış önerisinde bulundu. Barış kararnamesini toprak kararnamesi izledi. Büyük mülk sahipliği yasaklandı. Kilise ile devletin ayrılması, medeni nikâh, kadınlar ile erkekler arasında hak eşitliği, işletmeler üzerinde işçi denetimi, bankaların ulusallaştırılması, ulusal topluluk hakları vb. pek çok hak ve özgürlük getirildi. Fabrikalar işçi konseylerine devredildi. Büyük çoğunluğu Batı Avrupa devletlerince işletilen maden ocakları millîleştirildi.
Soyluluk ünvanları kaldırıldı ve herkes kanun önünde eşit kabul edildi. İşçilerin günlük çalışma süresi 8 saate indirildi. Çocuk işçi çalıştırılması yasaklandı. Çalışan herkese, çocuklara ve çalışamayacak durumda olan yaşlı ve hastalara sosyal güvence sağlandı. Hafta sonları tatil ilan edildi.
Bolşevikler eğitime çok önem veriyordu. Amaçları modern, proletkult anlayışıyla yetişmiş, milliyetçiliğe ve köhne geleneksel düzene düşman yeni bir "Sovyet insanı" yaratmaktı. Çocuk ve yetişkin herkes için eğitim seferberliği başlatıldı. Çarlık döneminde halkın sadece %20'si eğitim olanaklarından faydalanabildiği için okuryazar oranı oldukça düşüktü. Bu nedenle yetişkinler için işçi fakülteleri (rabfak) kuruldu. Bu fakültelerde işçilerin hem temel ve teorik, hem de mesleki ve pratik eğitim almaları sağlandı. Eğitim tüm toplum için ücretsiz ve mecburi hâle getirildi. Böylece 1932'de çocukların %98'i bilfiil okula gidiyor olacaktı. Bu konuda verilen çabalar Sovyetler Birliği halkını %100'lük okuma-yazma oranına ulaştırmayı başaracaktır. Tabii bu eğitim-öğretim seferberliği Sovyet halklarını ilim ve teknolojide büyük başarılara imza atan bir toplum hâline de getirecektir.
25 Ocak 1918'de toplanan III. Sovyetler Kongresi'nde Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin kurulduğu ilan edildi. Eski Rus Çarlığı toprakları özerk cumhuriyetlere ayrıldı ve her ulusa yerel yönetimlerini örgütleme hakkı tanındı.
Ülkede kısa sürede birçok reform yapılmasına karşın uluslararası ilişkilerde önemli sorunlar yaşanmaktaydı. İngiltere, Fransa ve ABD, Sovyet hükûmetinin meşrutiyetini kabul etmezken, Almanya da savaştan çekilen Sovyet hükûmetine çok ağır şartlar içeren bir barış anlaşması öneriyordu. Dışişleri Bakanı Lev Troçki Almanya'nın önerisine toprak talebinin olmadığı bir barış teklifiyle cevap verdi. Ancak bunu reddeden Almanya, Doğu Cephesi'nde Rusya üzerindeki saldırılarını artırdı. Petrograd'a saldırı tehlikesi üzerine hükûmetin güvenlik amacıyla Moskova'ya taşınmasıyla tarihî şehir yeniden başkent oldu. Bolşevik komiser Troçki, Almanya'nın dayattığı ağır barış koşullarını kabul etmeyince uzlaşma sağlanamadı. Almanya'nın saldırılarının devrimin kazanımlarını tehlikeye atması, Troçki'nin görevinden azledilmesine sebep oldu. Dışişleri Komiserliğine getirilen Litvinov, Almanya ile yeniden diplomatik görüşmelere başladı. Sovyet hükûmeti barış için Berlin'in istekleri karşısında tavizler vermek zorunda kaldı. Mart 1918'de Belarus'un batı toprakları Almanya'ya bırakılarak Brest Litovsk Anlaşması imzalandı. Almanya'da devrim olacağını uman Lenin, böylece verilen tavizlerin telafi edileceğini ifade ediyordu. 1919'da Berlin'de Sovyet hükûmetinin de desteklediği ve Lenin'in yakın arkadaşı olan Rosa Luxemburg'un öncülüğündeki devrim girişimi başarısız olsa da Almanya'nın I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkması tavizleri kısmen geçersizleştirdi.
Lenin, I. Dünya Savaşı'nda Avrupa'daki sosyal demokratların çoğunun kendi hükûmetlerinin saldırgan politikalarını desteklemelerini ve hükûmetlerinin savaş bütçelerini onaylamalarını Marksizm'e ihanet olarak değerlendirdi. Bu nedenle Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin adının Komünist Parti olarak değiştirilmesini önerdi. Bolşevik liderin önerisi Mart 1918'de kabul edildi ve parti resmî olarak Rusya Komünist Partisi adını aldı.
Rusya'da devrim başarıya ulaşmasına rağmen Bolşevikler, Merkezî Rusya (Avrupa Rusyası) dışında özellikle toprak aristokratlarının yoğun olduğu kırsal bölgelerde yeterince güçlü değildi. 1918'de Çar yanlısı generaller, Birleşik Krallık, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri'nden aldıkları maddi ve askerî destekle Bolşeviklere karşı saldırıya geçtiler. Lenin'in emperyalist savaş sırasında Çar ile diğer İtilaf Devletleri arasında yapılan gizli paylaşım anlaşmalarını açıklaması Rusya'nın eski ortaklarını zor durumda bıraktı. Zaten müttefiklerinin savaştan çekilmesine karşı çıkan ve komünizmin kendi ülkelerinde de yayılmasından korkan emperyalist devletler gizli anlaşmaların da açıklanmasıyla Bolşeviklere karşı savaşmak üzere asker sevkiyatına başladılar. Bolşevikler bir yandan Anton Denikin, Aleksandr Kolçak, Pyotr Vrangel gibi monarşi yanlısı generaller ve onların müttefiki dış mihraklarla, diğer yandan fırsattan istifade ederek toprak kazanma amacıyla Rusya'yı işgale başlayan Romanya, Polonya ve Japonya ile mücadele etmek zorunda kaldılar.
Lenin bu saldırılar karşısında Kızıl Ordu'yu örgütledi. Silahlı Kuvvetler Halk Komiseri olan Lev Trotski cepheye giderek Beyazlara karşı mücadeleyi organize etti. İçerideki karşı-devrimcilerle mücadele etmek için de Çeka kuruldu. Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin ilk istihbarat ve gizli servisi olan Çeka'nın kurucu önderi Feliks Dzerjinski de devrimi sabote etmeye çalışanlara ve devlet dairelerine sızan rejim düşmanlarına karşı sert tedbirler aldı. Ancak monarşi taraftarları Bolşevik hükûmetini devirebilmek için Beyaz Terör hareketlerine giriştiler. Bunun üzerine özgürlükler geçici olarak kısıtlandı ve "Savaş Komünizmi" olarak adlandırılan bir dönem başladı. 1918 yazında saldırılar şiddetlendi. Almanya ile yapılan anlaşmayı bozarak Rusya'yı yeniden savaşa sürüklemek amacıyla Alman Büyükelçisi Wilhelm von Mirbach temmuz ayında düzenlenen bir suikastla öldürüldü. 30 Ağustos 1918'de ise Fanya Kaplan adında bir teröristin düzenlediği suikast Lenin'in ağır bir biçimde yaralanmasına sebep oldu. Ancak o gün Kuzey Komünü Bolşevik Komiseri Moisei Uritski öldürüldü.
İç savaş döneminde Beyazların Sovyet hükûmetini devirebilmek için Batılı emperyalistlerle iş birliği yapmaları ve Batılı askerî birliklerin Rusya'yı işgaline izin vermeleri toplumda infial yarattı ve tarafsız kitlelerin de Kızıl Ordu'ya katılımında etkili oldu. Bunun da etkisiyle 1919 yılından itibaren Bolşevikler Beyaz Terör'ü yenmeyi ve monarşi yanlısı beyaz orduları geri püskürtmeyi başardılar. Anti-komünist birliklerin düzensiz hareket etmesi ve Sovyet hükûmetine desteğin artması üzerine daha fazla kayıp vermek istemeyen ABD, Fransa ve İngiltere'ye ait askerî birlikler 1920 yılında Beyaz komutanları yalnız bırakarak ülkeyi terk ettiler. Desteksiz kalan monarşi taraftarı generaller de ülkedeki Beyaz askerleri kaderine terk ederek kaçmaya başladılar.
Bolşevikler hem enternasyonalist politikanın gereği olarak hem de rejimi güvence altına almak için sosyalizmin yayılmasını gerekli görüyorlardı. Bu amaçla 1919'da devrimin tüm dünyada yayılmasına öncülük edecek Komünist Partileri bir araya getiren III.Enternasyonal kuruldu. İtalya, Fransa, İspanya, Portekiz ve daha pek çok Avrupa ülkesinde Komünist Partiler kurularak Komintern'e katıldı ve sosyalizmin yayılması için dünya genelinde örgütlü bir mücadele başladı. Ancak Bolşevikler bununla da yetinmeyerek, Macaristan ve Almanya deneyimlerinin başarısızlığının da etkisiyle amaçlarının kısa vadede gerçekleşmemesi olasılığını dikkate alarak, uluslararası politikada en azından Sovyet rejiminin kapitalist saldırılar karşısında güvenliğini temin etme amaçlı, sosyalizmi kabul etmeseler de bazı devletlerle işbirliğine gideceklerdir. Böylece emperyalist saldırganlığın itici gücüyle ortak düşmana karşı ortak amaçlar doğrultusunda Türkiye gibi bazı devletlerle ittifak yapmaktan çekinmeyeceklerdir.
Sovyetler Birliği'nin kurulması.
1921'de Bolşevikler iç savaştan zaferle çıkarak tüm Rusya'da otoriteyi sağladılar. Beyaz Rusya, Ukrayna, Orta Asya ve Transkafkasya'da da Bolşevikler muhaliflerini bertaraf etmeyi başardılar.
1922'de savaş döneminde mecburi olarak kabul edilen sıkı politik ve ekonomik önlemler kaldırıldı. Lenin'in belirlediği ve Nikolay Buharin'in önemli ölçüde katkıda bulunduğu yeni ekonomik atılımları içeren NEP (Novaya Ekonomiçeskaya Politika/Yeni Ekonomi Politikası) kabul edildi. Toprak aristokratlarının sabotaj faaliyetlerine, kolektif çiftlikleri yağmalayarak üretimi düşürme çabalarına, karaborsacılık ve kasıtlı kıtlık yaratma girişimlerine karşı önlem amacıyla köylülerin serbest ticaret yapmalarına izin verildi. NEP emperyalist savaş ile iç savaşta daha da sarsılan ekonominin kısa sürede toparlanmasını sağladı.
1922 yılında devletin federal yapısı konusunda tartışmalar yaşandı. Milliyetler Halk Komiseri olan Stalin tüm cumhuriyetlerin Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti içinde özerk nitelikte teşkilatlanmaları gerektiğini savunuyordu. Lenin buna şiddetle karşı çıkarak tüm cumhuriyetlerin eşit statüde, egemenlik haklarının korunduğu birleşik bir federasyon planı hazırladı. Plana göre her cumhuriyetin birlikten ayrılma hakkı vardı. Sonunda federasyonun oluşturulmasında Leninist ilkeler kabul edildi.
30 Aralık 1922'de Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin, Beyaz Rusya SSC, Ukrayna SSC, Orta Asya ve Kafkas cumhuriyetleriyle birleşmesiyle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği resmen kuruldu.
Lenin döneminde Sovyetler Birliği (1922–1924).
1917 yılında ilk sosyalist hükûmeti kurmayı başaran ve bu hükûmeti yaşatabilmek için zorlu koşullarda bedel ödemek pahasına da olsa mücadele veren Vladimir Lenin iç savaşın bitimiyle birlikte enkaz halindeki ülkeyi yeniden inşa edebilmek için sosyalist ilkelerden kısmen taviz vererek NEP'i uygulamaktan çekinmedi. Enerjinin ülke kalkınmasındaki önemini belirten Lenin ekonomik politikaların da buna göre uygulanması gerektiğini savundu. Tarım ile sanayinin modernize edilmesinin önemini vurgulayarak, tarımda ilkel yöntemlerin derhal terk edilebilmesi için güçlü bir sanayi hamlesine ihtiyaç olduğunu ifade etti.
Uluslararası alanda ise sosyalist devrimlerin yaygınlaşması için özellikle batılı sosyalist partilere destek vermekten çekinmeyen Lenin, Almanya'da 1919 yılındaki Spartaküs hareketinin başarısızlığı üzerine mücadelenin yönünü sömürge altındaki ülkelere çevirdi. Dünyanın pek çok yerinde emperyalist hegemonya altındaki halklara bağımsızlık çağrısı yaptı. Bu çağrı Moğolistan, Çin gibi bazı ülkelerde sosyalizme eşdeğer girişimlerle, Türkiye, Hindistan gibi bazı ülkelerde ise ortak amaçlar doğrultusunda karşılık buldu. Ancak bu mücadelelere verilen destek batının Sovyet hükûmetine yönelik tepkisini de kaçınılmaz kıldı.
1922 yılının Mayıs ayından itibaren sağlığı bozulan Lenin, vasiyetname olarak kabul edilen ünlü notlarını yazdırdı. Bu vasiyetnamede Komünist Parti'de önde gelen mücadele arkadaşlarının olumlu ve olumsuz yönlerini sıralayarak çeşitli uyarılarda bulundu. Partinin iki önemli ismi Stalin ve Trotski arasındaki çatışmanın tehlikesini vurgulayan Lenin, 1922 yılında Komünist Parti Genel Sekreteri seçilen Yosif Stalin'in yetkilerinin daraltılmasının gerekliliğini sebepleriyle birlikte açıkladı. Ancak Mart 1923'te felç olan ve konuşamaz hale gelen Lenin resmî liderliğini sürdürse de politikadan uzaklaşmak zorunda kaldı.
SSCB'nin siyasal ve ekonomik temellerini atarak dünyadaki ilk ve en büyük sosyalist devleti kuran Lenin 21 Ocak 1924'te öldü. Devrimin liderinin ölümüyle ülkede bir hafta sürecek yas ilan edildi. Birkaç günde 1 milyon insan Lenin'in naaşı önünde saygıyla eğildi. Lenin'in naaşı tahnit edilerek, 27 Ocak 1924'te düzenlenen büyük bir cenaze töreniyle Moskova Kızıl Meydan'da bulunan Lenin Mozolesi'nde daimi istirahatgahına konuldu.
Josef Stalin dönemi (1924–1953).
Lenin'in ölümünden sonra bir süre ülke onun istediği gibi kolektif iktidar (troyka) tarafından yönetildi. Ancak birlik ve beraberlik yönünde verilen onca demeç partideki rekabeti gizlemeye yetmedi. 1922'de Komünist Parti Genel Sekreterliğine getirilmiş olan Stalin bu yetki ile troyka içerisinde ön plana çıkmaktaydı. Zaten asıl rekabet de Kızıl Ordu'nun önderi Lev Trotski ile Milliyetler Halk Komiseri Josef Stalin arasında yaşanmaktaydı. Özellikle izlenecek ekonomik politika konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktaydı. Lenin dönemindeki ekonomik politikanın belirlenmesinde etkili olan Buharin ısrarla NEP'i savunurken kimi Bolşevikler de hızlı bir şekilde kolektivizasyona geçilmesini savunuyordu. Stalin ise ilk başta bu tartışmalarda hakem rolü üstlenerek iktidarda daha geniş destek sağlamaktaydı. Önceleri Trotski'ye karşı Stalin ile uzlaşmaya çalışan Grigoriy Zinovyev ve Lev Kamenev 1925 yılında saf değiştirerek muhalif cepheye geçti. Ancak bu süreçte Stalin, partideki nüfuzunu kullanarak Kliment Voroşilov ve Vyaçeslav Molotov gibi destekçilerini önemli makamlara getirdi ve gücünü pekiştirdi. Partinin etkili isimleri Zinovyev ve Kamenev saf değiştirmişti ama Kızıl Ordu'nun lideri Trotski de Politbüro'dan ihraç edilmişti. Trotski, 1927'de Kazakistan'a sürgüne gönderildiğinde Stalin partinin ve ülkenin lideri konumuna gelmişti. Buharin'in savunduğu NEP'in gerekli iyileştirmeyi sağladığı savıyla sosyalizm için gerekli olan kolektif ekonomiye geçilmesi kararı alındı.
1924'te birleşik cumhuriyetlere ve Leninist ilkelere uygun yeni anayasa kabul edildi. Anayasal düzenlemeyle oy hakkı, işçi sınıfına ve kolektif köylüye verildi.
1927'de Tüm Birlik Sovyetleri Beşinci Kongresi'nde SSCB'nin ulusal ekonomik gelişimini sağlayacak olan Birinci Beş Yıllık Plan hazırlanarak kabul edildi. Sanayi ve tarım alanlarında tek tek belirlenen planın ilkeleri ülkenin hızlı bir şekilde kalkınmasını hedefliyordu. Lenin'in enerjiyi kalkınmanın temeli olarak kabul ettiği komünizm Sovyet iktidarı ve elektirifikasyonla sağlanır sözüne dayanarak enerji yatırımlarına önem verildi. Sanayinin ihtiyacı için ülkenin pek çok yerinde hidroelektrik santralleri kuruldu. Endüstriyel alanda ağır sanayiyi güçlendirme hamlelerine öncelik verildi.
Tarımda kulakların (büyük toprak sahibi zengin köylüler) tasfiyesi ve tüm toprakların kolektifleştirilmesi kararı alındı. Topraklar kolhoz ve sovhoz olarak ikiye ayrıldı. Kolektif köylü tarımsal üretimin büyük kısmını devlet mülkiyetindeki kolhoz ve sovhozlar üzerinde yaparken, her çiftçiye yasalarca belirlenmiş toprak mülkiyetini özel tasarrufunda işleme hakkı verildi. Bu, devrim öncesinde toprakların büyük kısmının mülkiyetine sahip az sayıda aristokratın tasarruf hakkıyla kıyaslandığında çok daha adil kabul edildi. Sanayi hamleleri henüz yeni atılmakta olduğundan tarım için gerekli olan makine ihtiyacında da ithalat yoluna gidildi. Bu nedenle ilk etapta İngiltere'den ithal edilen traktör araçlarıyla ilkel tarımdan modern üretime geçme konusunda da önemli bir adım atıldı. Ancak özellikle Ukrayna'nın batısında toprak aristokratları kolektifleştirmeye karşı gelerek kasıtlı olarak tarımsal verimi düşürme amacıyla sabotaj faaliyetlerine giriştiler. Traktör istasyonlarını yağmalayarak, kolektif çiftlikleri yaktılar. Bu durum hükûmetin sert tedbirler almasına sebep oldu. Böylece Birinci Beş Yıllık Planın hedeflerine dört yıl üç ay gibi bir sürede ulaşıldı.
1933'te başlatılan İkinci Beş Yıllık Plan döneminde SSCB'de 4500 fabrika ve enerji tesisi yapılarak hizmete açıldı. Üçüncü Beş Yıllık Planın 1938-1941 arasındaki döneminde 3000'e yakın sanayi tesisi kuruldu. Böylece II. Dünya Savaşı öncesi planlı dönemde 9000 dolayında büyük ölçekli sanayi tesisi açılmış oldu. 1940 yılı sonunda SSCB ağır sanayi üretimi 1913'tekinin 12 katına ulaştı. Sovyetler dünyanın üç büyük ekonomisinden biri oldu.
Tarım alanında Birinci Beş Yıllık Planın uygulandığı dönemde kolektif normlara uygun olarak 210.000 kolhoz oluşturuldu. II. Dünya Savaşı öncesinde tarımsal üretimin modernizasyonu için gerekli olan 6000'e yakın makine ve traktör istasyonu hizmete açılmış ve bu istasyonlarda yarım milyon traktör mevcut hale getirilmişti.
1936'da yeni anayasa kabul edildi. Bu anayasada işçi ve köylülerin sosyalist devletinde sınıfsız toplumun sağlandığı gerekçesiyle ülkenin tüm yurttaşlarına oy hakkı tanındı. Bu dönemde Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan'ın sınırları yeniden düzenlendi ve son şeklini aldı.
1936-1938 Moskova Duruşmaları sırasında Nikolay Buharin, Lev Kamenev ve Grigoriy Zinovyev gibi partinin üst düzey pek çok ismi istihbarat servisi NKVD tarafından tasfiye edildi. Ancak bu tasfiye hareketlerinde NKVD şefi Nikolay Yejov'un Stalin'i asılsız belgeler sunarak yanılttığı ve kendi rakiplerini ortadan kaldırmaya çalıştığı fark edilince yargılamaların seyri değişti. Bu defa Stalin'in emriyle görevinden azledilen Yejov yargılanarak 1940 yılında idam edildi. Tasfiye hareketleriyle hapse atılan pek çok kişi ise serbest bırakıldı.
Stalin döneminde dış politikada ise Sovyetler Birliği'nin kapitalist devletlerle barış içinde yaşama politikasına karşın batı Avrupa ülkelerindeki işçi hareketlenmeleri dolayısıyla tedirgin olan kapitalist cephe Nazi Almanyası ile ittifak oluşturmaktan çekinmedi. 1933'te Almanya'da iktidara gelen nazizm, sosyalizmin batıda yayılmasına karşı bir kalkan vazifesi görüyordu. Almanya ve İtalya'da devrimci güçlerin imha edilmesi ABD ve Birleşik Krallık tarafından memnuniyetle karşılandı. 1938'de Fransa ve Birleşik Krallık Almanya'nın Çekoslovakya'yı işgaline izin veren Münih Anlaşması'nı imzaladı. Bu durum Çekoslovakya'nın toprak bütünlüğünü tehdit eden bir duruma karşı saldırıya geçebileceğine dair 1924'te güvence veren Sovyetler Birliği için şok etkisi yarattı. Fransa'nın da bu konuda teminat sunmasına rağmen 1938 Münih Anlaşması'nı çekinmeden imzalaması Sovyetler tarafından şiddetle eleştirildi.
II. Dünya Savaşı yılları.
Sovyetler Birliği 1939'da Almanya ile saldırmazlık paktı imzaladı. Stalin'in Nazi tehdidine karşı ülkesinin güvenliğini temin etme amacıyla imzaladığı bu pakt Hitler'in Polonya ve Fransa üzerine saldırı başlatması için bir fırsat oldu. Nazi Almanyası ile ilişkileri bozulan Batı Avrupa devletleri ve ABD daha önce Sovyetlerin uzlaşı çabalarına karşın Hitler ile yaptıkları ittifaka rağmen bu defa Stalin'in Saldırmazlık Paktı'nı imzalamasını eleştirdiler.
1939'da Moldova, Litvanya, Letonya ve Estonya cumhuriyetleri SSCB'ye katıldı. Beyaz Rusya'ya ait olup 1920'de mecburi olarak Polonya'ya bırakılan topraklar da geri alındı ve batı sınırları da hemen hemen son şeklini aldı. Böylece Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği 15 birlik cumhuriyetinden oluşan bir devlet haline geldi.
Almanya 1939'da saldırmazlık paktı imzalamasına rağmen 22 Haziran 1941'de savaş ilanı yapmaksızın Sovyetler Birliği'ne ani bir saldırı başlattı. Rusya'nın iklim koşulları dikkate alınarak yazın başlatılan ve Barbarossa Harekatı adı verilen bu saldırıya hazırlıksız yakalanan Ruslar önceleri geri çekilmek zorunda kaldı. Sovyet generallerin Hitler'in imzaladığı pakta güvenmemesi gerektiği konusundaki uyarılarına rağmen yeterli hazırlığı yapmayan Stalin bu ani saldırı karşısında şok yaşadı. Nazilerin doğuya yönelmesi batı cephesindeki yükün hafiflemesi dolayısıyla müttefik devletler tarafından memnuniyetle karşılandı.
Almanlar Ukrayna'nın batısında Katolikler ve eski toprak aristokratı ailelerden aldıkları destekle kısa sürede Moskova ve Leningrad önlerine ulaştı. Geçtikleri her yeri ve bu arada büyük ve küçük ölçekli 32.000 sanayi kuruluşunu yağma etti. Üçüncü Beş Yıllık Plan yarım kalırken metalürji tesisleri, maden ocakları, tren istasyonları, demiryolları, sovhoz ve kolhozlar, makine ve traktör istasyonları imha edildi. Ancak Stalin doğru bir politikayla bu tesislerdeki taşınabilir olanları Ural dağlarının doğusuna taşınması emrini verdi. 1941'de Savunma Sanayi Halk Komiseri olan Dmitri Ustinov askeri sanayi tesislerinin Ural Dağları'nın doğusuna nakledilmesi görevini üstlendi. 80'den fazla askeri sanayi tesisi, 600.000 işçi, teknisyen, mühendis Leningrad'dan tahliye edildi.
Stalin 7 Kasım 1941'de Ekim Devrimi'nin 24. yıldönümünde Kızıl Meydan'da büyük bir geçit töreni düzenleyerek cepheye gidecek Kızıl Ordu askerlerine anavatan savunması konusunda kutsal mücadele çağrısı yaptı. Devrimin şehri Leningrad Naziler tarafından ablukaya alındı. Hitler'in amacı kışa kadar Moskova'yı teslim almaktı. Ancak Moskova'da güçlü bir savunma hattı oluşturan Sovyet birlikleri, Georgi Jukov'un komutasındaki direnişle Nazilerin şehre 100 km'den fazla yaklaşmasına izin vermedi. Kışın da gelmesiyle birlikte avantajlar Sovyetlerin lehine geçti. Bunun üzerine Merkezi Rusya'yı doğudan abluka altına almayı ve Hazar petrollerine ulaşmayı amaçlayan Hitler, emrindeki subayların donanım yetersizliği konusundaki uyarılarına rağmen Nazi ordularına Stalingrad'a hücum etme emri verdi. Geniş Rus steplerinin ortasında, Volga nehrinin iki yakasında kurulu şehrin yarısı Nazilerin işgali altına girdi. Şehirde partizan savaşları başladı. Cephede üstün tank kuvvetleriyle galip gelen Almanlar, partizan direnişi karşısında ise tam bir hezimete uğradı. Binlerce subayını şehirdeki partizan direnişinde kaybeden Naziler bozguna uğradı ve dağılmaya başladı. Mihver Devletleri'nin Doğu Cephesi'ndeki Nazi subayı Friedrich Paulus kumandasındaki en büyük ordusu olan 6. Ordu tamamen etkisiz hale getirildi ve Paulus teslim oldu. Bu teslimiyet savaşın kaderini değiştirdi ve Naziler geri çekilmeye başladı. Sovyet halkı ağır kayıplar verse de Kızıl Ordu 1943'te karşı harekâtı başlattı. Leningrad kuşatması yarıldı. Kızıl Ordu Nazileri Sovyet topraklarından kovmayı başardıktan sonra Polonya'dan itibaren tüm Doğu Avrupa'yı Nazi işgalinden kurtardı. Polonya'daki Nazi toplama kampları kapatıldı ve esirler serbest bırakıldı. Stalin, Kızıl Ordu'ya Berlin'e ilerleme emri verdi ve Nisan 1945'te Kızıl Ordu Berlin'e girdi. Mayıs ayında da Nazi Almanyası teslim olarak barış anlaşması istedi. Böylece II. Dünya Savaşı sona erdi.
Savaş boyunca Naziler milyonlarca Sovyet savaş esirini öldürdü.
II. Dünya Savaşı sonrası ve Stalin'in son yılları.
Savaşın yıkımı Sovyet halkı için ağır oldu. Sovyetler Birliği çoğunluğu Ruslar olmak üzere farklı uluslardan 27 milyon kayıp verdi. Büyük şehirler yoğun bombardıman altında kaldığından sivil kayıplar askeri kayıpları aşmıştı. Sanayi bölgelerinin tahribatı ve tarımsal üretimin düşmesiyle ekonomi de ciddi bir darbe aldı.
Savaş sırasında Nazi işgaline direnen partizan birlikleri ve sosyalist partiler, Sovyetler Birliği'nin desteğiyle Çekoslovakya, Bulgaristan, Macaristan, Yugoslavya, Arnavutluk, Doğu Almanya, Polonya ve Romanya'da iktidara gelerek söz konusu ülkelerde sosyalist halk cumhuriyetlerini kurdular. Uzakdoğu'da da yine Sovyetlerin desteğiyle Çin ve Kuzey Kore'nin sosyalizme yönelmesi savaş öncesi kuşatılmış olan ülkenin güvenliği ve müttefik kazanması açısından önemli gelişmelerdi. Ancak ABD ve müttefiklerinin komünizmin yayılmasından endişe etmesi ve Marshall Planı'nı uygulaması uluslararası gerilimin yaşanmasına sebep oldu. Ayrıca ABD ve uydu devletlerinin 1949'da kısaca NATO denilen Kuzey Atlantik Paktı ile Sovyetler Birliği'ne karşı askeri ittifak kurması dünyada yeni bir savaş tehlikesi yarattı.
Sovyet hükûmeti savaşın sebep olduğu yıkıma rağmen Dördüncü Beş Yıllık Plan ile ülke ekonomisinin yeniden toparlanmasını sağladı. Planlı ekonomi ve teknolojik ilerlemelerin de etkisiyle 1950'lerde endüstriyel kalkınmada ve tarımsal üretimde savaş öncesinden daha iyi bir düzeye ulaşıldı. Sanayide makine üretimine öncelik verilirken tarımda kolektivizasyon tamamlandı ve bakir toprakların da tarıma açılmasıyla üretim yeniden arttı.
Ekim 1952'de Rusya Komünist Partisi (Bolşevik) Sovyetler Birliği Komünist Partisi adını aldı.
Stalin'in son dönemlerinde Politbüro'da iktidar hesapları yapılmaya başlandı. Stalin, devletin istikrarı açısından etrafındakilere yeterince itimat etmiyordu. Özellikle KGB şefi Lavrenti Beria'nın partide savaş sonrasında yaptığı tasfiye hareketleri ciddi tedirginlik yaratıyordu. Ancak bazı politik analistlere göre Stalin gayri-resmî de olsa halefini seçmişti. 1946 yılında SBKP Merkez Komitesi Dış Politika Bölümü Başkanı olan, 1947'de ise Propaganda Bölümü Başkanlığına atanan Mihail Suslov iktidar hırsı yapmayan bir kişi olarak Stalin'in dikkatini çekmişti. Rus siyasi analist Jores Medvedev'e göre Stalin en çok, partinin ideoloji ve propaganda sorumlusu kabul edilen Suslov'a güveniyordu ve hatta ölümünden sonra onu genel sekreterliğe varis tayin etmişti. Ancak Suslov'un iktidar konusunda çaba göstermemesi partide diğer adaylara fırsat veriyordu.
Stalin 5 Mart 1953'te öldü. Stalin'in tarihsel rolü dikkate alınarak bedeni mumyalandı ve naaşı Lenin Mozolesi'ne konuldu. Sovyet halkında şok etkisi yaratan Stalin'in ani ölümüyle birlikte politbüroda iktidar mücadelesi başladı.
Nikita Kruşçev dönemi (1953–1964).
1953'te Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreterliği'ne Nikita Kruşçev, hükûmet başkanlığına Georgi Malenkov, Yüksek Sovyet Prezidyumu Başkanlığına ise Kliment Voroşilov getirildi. Troyka iktidarı ile yönetimde parti sekreteri, hükûmet başkanı ve Yüksek Sovyet Prezidyumu başkanı bulunuyordu.
Stalin'in ölümüyle iktidarı almaya çalışan ve Sovyet istihbarat servisi NKVD'in başkanı olarak Stalin dönemi tasfiyelerinin asıl sorumlusu kabul edilen Lavrenti Beria Aralık 1953'te idam edildi.
1956'da partide Kruşçev'e karşı muhalefet hareketi oluştuysa da Merkez Komite Başkanı Suslov'un desteğini alan parti sekreteri konumunu koruduğu gibi yetkilerini de genişletti. Sovyet siyasetçi ve dönemin Politbüro üyesi Mikoyan'ın daha sonra yapacağı açıklamaya göre Kruşçev güçlü bir muhalefete karşın Mihail Suslov sayesinde iktidarda kalmıştı.
Kruşçev 1956'da Komünist Parti 20. Kongresi'nin gizli oturumunda Stalin'e yönelik ağır eleştirilerde bulundu. Stalin dönemi tasfiyelerinin partiye büyük zarar verdiğini ve Stalin kültünün yıkılması gerektiğini ifade etti. Ancak Stalin'in tarihsel rolü ve Sovyetler Birliği'nin kalkınmasındaki liderlik vasfı hiçbir zaman tartışma konusu edilmedi.
Siyasi tutuklular serbest bırakıldı. Kongreden sonra toplumda Stalin'e yönelik sevgiden dolayı halkın tepkisini çekmemek ve toplumsal infial yaratmamak için Stalin heykelleri sessizce ve yavaş yavaş kaldırıldı. 1961 yılında Stalin'in tahnit edilmiş naaşı Lenin Mozolesi'nden çıkarılarak Kremlin Duvarı Mezarlığı'na defnedildi.
Kruşçev dış politikada kapitalist devletler ile uzlaşmaya çalışsa da ABD hegemonyasına karşı savunma tedbirleri almaktan da çekinmedi. NATO ittifakına karşı 1955'te sosyalist devletlerle birlikte Varşova Paktı'nı kurdu. Kruşçev'in uluslararası arenada izlediği politika bazı müttefik devletlerle gerilim yaşanmasına sebep oldu. SSCB'nin ABD ile yakınlaşma politikası Çin ile ilişkilerin bozulmasına sebep oldu. Mançurya'daki sınır problemini henüz halledememiş olan ancak müttefik oldukları için bu konuyu sorun haline getirmemeye çalışan iki devlet Kruşçev'in Washington ziyaretleri ve batı ile iş birliği çabaları sebebiyle siyasi bir gerilim yaşadı. Çin Sovyetler Birliği Komünist Partisi'ni Marksizm-Leninizm'e ihanet etmekle suçlarken, Kruşçev buna Lenin'in batı ile dost olma politikasıyla cevap verdi.
SSCB ekonomide, bilim ve teknolojide sağladığı büyük başarılarla dünyada iki süper güçten biri haline geldi. 1957'de Sputnik adı verilen ilk uydu uzaya gönderilerek dünyanın yörüngesine yerleştirildi. 1961'de Yuri Gagarin uzaya giden ilk insan olarak tarihe adını yazdırdı. Sovyetler Birliği başarılarıyla ABD'den bir adım önde olduğunu gösterdi.
SSCB'nin dahili başarılarının yanında dışarıda da komünizm hızla yayılmaktaydı. 1959'da Küba'da Fidel Castro'nun önderliğindeki devrimin başarılı olması ve bu ülkede sosyalizmin ilan edilmesi ideolojinin ABD kapılarına dayandığını gösteriyordu. Castro'nun sık sık yapacağı Moskova ziyaretleri ve devrim dalgasının tüm Latin Amerika'da yayılmaya başlaması NATO üyesi devletleri işçi hareketlenmelerine karşı yeni tedbirler almaya yöneltti. ABD ve müttefikleri ile ilişkilerin geliştirilmesi çabalarına karşın, sömürge altındaki ülkelerdeki devrim hareketlerinden endişelenen ABD, SSCB'ye karşı uydu devletlerde füze konuşlandıracak, bunlar da yeni bir savaş tehlikesi yaratacaktı.
Kruşçev döneminde SSCB'de bilimsel-teknik ve ekonomik ilerlemelere karşın bazı siyasi sorunlar yaşanacaktı. Parti sekreteri, Voroşilov ve Molotov gibi Stalin döneminin etkili isimlerini tasfiye ederken rejim için tehlikeli olabilecek atamalar yapıyordu. Politbüro'nun onayını almayan icraatlar ve anti-komünist saldırganlığa verilen tavizler dikkati çekerken, tarımsal alanda da problemler ortaya çıkmaktaydı. İşlenen topraklar ve tarımsal üretim artıyordu ama hasılat hızla artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayamıyordu. Bu nedenle buğday başta olmak üzere bazı tarım ürünlerinin ithalatı artmaktaydı. Tüm bu sorunlar partide Kruşçev'e karşı muhalefet hareketlerinin oluşmasına sebep oldu. Moskova hizbi olarak adlandırılan bu muhalefet hareketinde liderliği üstlenen Politbüro başkanı ve ideolojik yetkili Mihail Suslov, yetkilerini kötüye kullandığı, Stalin'e yönelik eleştirilerinin kişisel bir düşmanlık haline geldiği, Anti-Stalinizasyon kampanyasının yıkıcı bir etki yarattığı savıyla Kruşçev'in genel sekreterlik görevinden alınması çağrısında bulundu. Partide güçlü bir nüfuzu olan Suslov'un bu çağrısı üzerine Yüksek Sovyet, Ekim 1964'te Kruşçev'i azletti.
Leonid Brejnev dönemi (1964–1982).
14 Ekim 1964'te Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreterliğine Leonid Brejnev, Hükûmet Başkanlığına Aleksey Kosigin, Yüksek Sovyet Prezidyumu Başkanlığına ise Mikoyan getirildi. Mikoyan, Prezidyum Başkanlığını daha sonra Nikolay Podgorni'ye, o da genel sekreterin siyasi etkisini arttırmasıyla ve anayasal değişikliğe gidilmesiyle 1977 yılında bu makamı Leonid Brejnev'e bıraktı.
Leonid Brejnev'in etkisi ile 1965-1970 yılları arasındaki yeni ekonomik planda kabul edilen reformlar olumlu sonuçlar alınmasını sağladı. Dünyadaki petrol fiyatlarının yükselmesinin de etkisiyle VIII. Beş Yıllık Plan'ın sonuçları yıkılışa kadarki ekonomik planlar içerisinde en verimlisi oldu. Bu dönemde Sovyetler Birliği ekonomik açıdan iki süper güçten biri haline geldi. 1966'da işletmecilerin yetkisini genişleten reform önerisi kabul edildi. Verimliliği artırmak için işletmelerin kârlılık esası üzerinden değerlendirilmesi kararlaştırıldı.
Sosyo-ekonomik alanda da önemli gelişmeler söz konusuydu. Kentsel nüfus artmış, kültür seviyesi yükselmiş ve okuma-yazma oranı %100'e ulaşmıştı. Dünya Bankası verilerine göre 1970 yılında SSCB'de finansman kaynakları itibarıyla eğitim harcamalarının GSYİH'ya oranı %7'ydi. Hâlen G-7 ülkelerinden dahi bazılarında bu oran %5-6 civarındadır. Bilim ve teknoloji alanındaki ilerlemeler Nobel ödüllerinin sıralanarak adeta övünç kaynağı olmasını sağladı.
Vietnam'ın ve bazı Afrika ülkelerinin sömürgeciliğe karşı bağımsızlık mücadelelerinde Sovyetler Birliği'nden yardım almaları ve komünizmi tercih etmeleri SSCB ile ABD'yi pek çok kez karşı karşıya getirdi. 1963 yılında Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi (Vietkong)'nin Fransız sömürgeciliğine karşı başlattığı bağımsızlık hareketi ABD'nin ülkeyi işgal etmesine sebep oldu. Sömürgecilerle iş birliği yapan güneylilere karşı ülkenin kuzeyindeki Vietkong gerillaları Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin maddi yardımlarıyla desteklendi. Kuzey Vietnam'ın 1975'te mutlak zafer kazanması ABD'nin tek kutuplu dünya arzusuna ket vururken, SSCB'nin uluslararası prestijini artırdı. Buna rağmen Brejnev'in Lenin'in barış politikasını devam ettirme konusundaki ısrarcı politikası sayesinde ABD ile silahsızlanma antlaşmaları imzalandı. Ancak bu anlaşmalar Küba ile ilişkilerin bozulmasına sebep oldu. ABD'nin hegemonyacı siyasetine ve ülkesini işgal etme tehdidine karşı Sovyetler Birliği'nden yeni ve güçlü bir savunma hattı isteyen Küba lideri Castro'nun talebi Brejnev tarafından maddi sebeplerden dolayı reddedildi. Bundan sonra Sovyetler Birliği ile Küba arasındaki ilişkiler ticari alışverişten öteye gidemedi. Fidel Castro da Sovyetler Birliği Komünist Partisi'ni Marksizm-Leninizm'e ihanetle suçladı.
Paris'te başlayan ve önce Avrupa'ya daha sonra tüm dünyaya yayılan 1968 Mayıs hareketi ise Marksizm-Leninizm'in uluslararası siyasi arenada güçlenmesini sağladı. Fransa'da De Gaulle yönetiminin ekonomik politikasını ve işsizliği protesto amacıyla öğrencilerin başlattığı gösteriler işçilerin katılımıyla arttı. Protestolar pek çok ülkede yayıldı ve uluslararası düzeyde Vietnam Savaşı, ABD, faşizm ve sömürgecilik karşıtı isyanlar halini aldı.
1968'de Çekoslovakya'daki Prag isyanı ise Moskova'nın güdümüne karşı çıkan Çek Sosyalistlerinin bir direniş hareketi olarak başladı. Çekoslovakya Komünist Partisi'nin lideri olan Alexander Dubček ülkesinde reform hareketlerine girişerek Moskova'dan bağımsız bir sosyalist politika uygulayınca Varşova Paktı ülkeleri Prag'a askerî müdahalede bulundu. Her şeye rağmen Çekoslovak halkının Moskova yönetimini eleştiren ancak Marksizm-Leninizm'e sahip çıkan pankartlarla bu müdahaleyi protesto etmesi insancıl sosyalizme olan inançlarının bir kanıtı olarak dikkat çekti.
1970'li yıllara gelindiğinde Sovyetler Birliği artık gücünün doruklarındaydı. Uzay Çağı'nı başlatan ve ABD ile uzay yarışına giren SSCB, Doğu Avrupa'daki sosyalist ülkelerle kurduğu ticari iş birliği örgütü COMECON ile de Avrupa Ekonomik Topluluğu karşısındaki rekabetçi gücünü gösteriyordu. 1970'te Sovyetler Birliği, başka bir gezegenden Dünya'ya veri gönderen ilk uzay aracını, Venera 7'yi Venüs'e yollamıştı. 1971-1975 arası dönemi kapsayan IX. Beş Yıllık Plan döneminde ise sanayi üretiminde %43 artış sağlanırken, enerji ve yakıt üretimine özel bir ağırlık verildi. Bu dönemde SSCB kömür, demir cevheri, çelik, petrol, çimento, yapay gübre üretimi gibi alanlarda dünyanın en büyük üreticisi ve ihracatçısı durumuna geldi. Dönem boyunca ulusal gelir artışı %28'i buldu.
Devletin temel görevi halkın gelir seviyesini yükseltmekti. Bu ekonomik politikayla işçi ve memurların ortalama aylık ücreti 1970-1985 arasında %50'den fazla arttı. Aynı dönem içinde toplam perakende fiyat endeksi ise sadece %8 artış gösterdi. Söz konusu fiyat artışı altın, pırlanta ve kürk gibi bazı lüks eşyalara yapıldı. Sovyetler Birliği'nde halkın lükse olan ilgisini azaltma çabası ilk dönemlerden itibaren geçerli bir politikaydı. Ancak halkın temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi adına gıda maddeleri ve tüm temel tüketim mallarının fiyatları aynı kaldı. Bu da Sovyet halkının alım gücünün hızla yükselmesini sağladı. Yine 1970-1985 yılları arasında toplumsal tüketim fonları iki kattan fazla büyüdü. Bu fonlar sayesinde halka parasız ilk, orta ve yüksek öğretim, herkes için parasız sağlık hizmeti, ev kirasıyla belediye hizmetleri ve kent içi toplu taşıma ücretlerinin üçte ikisinden fazlası, emekli maaşları, burs, yardım parası, kreş ve ana okulu harcamalarının tümü ve birçok başka ödemeler sağlandı. Böylece halkın gerçek geliri %40 oranında daha artmış oldu.
Kültür ve sanat alanındaki gelişmeler de dikkat çekiciydi. Halkın sanatsal etkinliklere ilgisini artırmak adına sinema, tiyatro, bale, konser gibi etkinlikler oldukça düşük ücretle toplumun hizmetine sunuldu. Lenin'in "sinema sanatlar içerisinde en önemlisidir" sözü Sovyet sinemacılığına önemli bir ivme kazandırdı. Sosyalist ülkelerde ilgiyle izlenen Sovyet filmleri kapitalist ülkelerde ise ideolojik etkenlerden dolayı yayınlanmadı.
Okur-yazar oranının en yüksek seviyeye ulaşması diğer devletlerle adeta yarış yaparcasına toplumun kültür düzeyini arttırmaya çalışan devletin uluslararası alanda prestijini arttıracak önemli gelişmeleri de beraberinde getirdi. 1925 yılında yayınlanmaya başlayan Komsomolskaya Pravda gazetesi 1970'li yıllarda 17 milyona ulaşan günlük tirajı ile tüm dünyada en çok satan gazete unvanını kazandı. Önceleri Komsomol örgütüne bağlı gençlik gazetesi olarak çıkan ancak zamanla toplumun her kesiminden vatandaşların okuduğu bu gazete mevcut tirajıyla devletin Sovyet toplumunu batıdaki toplumsal yozlaşmalarla kıyaslaması için bir nevi gurur kaynağıydı. Çocuklar için yayınlanan Pionerskaya Pravda, Komünist Parti'nin resmî yayın organı Pravda, emekçi gazetesi Trud vb. toplumun her kesimi için yayınlanan gazetelerin olması halkın kültür seviyesini yükseltmek adına verilen bir mücadelenin kanıtıydı.
1976 yılındaki SBKP XXV. Kongresi'nde gelişmiş sosyalist topluma denk düşecek yeni bir anayasa hazırlanması kararı alındı. Büyük Ekim Sosyalist Devrimi'nin 60. yıldönümüne yetiştirilecek şekilde yapılan çalışmalarla 1977 yılında SSCB'nin yeni anayasası kabul edildi. Bu anayasada devlet çok uluslu sosyalist federasyon olarak tanımlandı. Ülkede burjuvazi ve sömürücü sınıflar kalmadığı için anayasadaki işçi ve köylülerin sosyalist devleti ifadesi kaldırılarak tüm halkın sosyalist devleti ifadesi getirildi. Sadece sanayi ve tarım sektöründe çalışanlar değil hizmet sektörü de dahil tüm ekonomik faaliyetlerde görev alanlar ve dolayısıyla tüm halk emekçi sınıfı olarak kabul edildi.
Sovyetler Birliği Marşı'nın sözleri yeniden düzenlendi ve Stalin'e yönelik atıflar kaldırıldı. Brejnev Ekim Devrimi'nin 60. yıldönümünde yaptığı konuşmada Avrupa'daki bazı Komünist Partilerin Marksizm'i terk ederek Eurokomünizm fraksiyonuna yönelmelerine cevap olarak Komünist Parti'nin Marksizm-Leninizm'e olan bağlılığını ve Lenin'in ilkelerinden ödün verilmeyeceğini açıkladı. Avrupa'daki durumun aksine Güneydoğu Asya ve Afrika'daki Komünist Partiler ise Sovyetler Birliği ile ilişkilerini geliştirme yönünde bir politika izlediler.
Brejnev döneminde dış politikada Sovyetler Birliği'nin etkisi giderek artmaktaydı. 1978'de Afganistan'da sosyalistler iktidara geldi ve Afganistan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Ancak 1979'da ABD destekli örgütler yeni Afgan hükûmetini devirebilmek için saldırıya geçti. ABD tarafından silahlandırılan Taliban vb. örgütler ülkede iç savaş başlattı. İktidarı tehlikeye düşen sosyalist Babrak Karmal Sovyetler Birliği'nden yardım istedi. Bu gelişmeler üzerine Kızıl Ordu Afganistan'a girdi. Ancak Afganistan'a asker sevkiyatı, bu müdahalenin maddi külfetinden dolayı ülkede ciddi bir muhalefet hareketinin oluşmasına sebep oldu. Fakat kısa süre önce Prezidyum Başkanlığını da alarak gücünü pekiştiren Brejnev, Politbüro başkanı Mihail Suslov'un ve Savunma Bakanı Dimitri Ustinov'un da müdahaleyi desteklemesiyle muhalif hareketleri kolayca bertaraf etmeyi başardı.
Brejnev döneminde Fransa ve Almanya Federal Cumhuriyeti başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesiyle ekonomik, kültürel ve toplumsal antlaşmalar yapıldı. Sibirya'daki doğalgazın Batı Avrupa ülkelerine taşınması için büyük bir boru hattı projesi başlatıldı. ABD'nin ambargo ve ticari kısıtlama çabalarına karşın Brejnev Batı Avrupa devletleriyle ticari alışverişi geliştirme yönünde çaba sarf etti.
1981'deki SBKP XXVI. Kongresi'nde Brejnev uluslararası alanda barışın sağlanmasının en önemli sorun olduğunu belirtti. 1982'de de Dışişleri Bakanı Andrey Gromiko, SSCB'nin herhangi bir savaş durumunda nükleer silahı kullanan ilk ülke olmayacağı, ancak ülkesine bu silahla saldırılması durumunda kendilerinin de kullanacağı ve topraklarında nükleer silah bulundurmayan ülkelere karşı bu tarz silah kullanılmayacağı taahhüdünde bulundu.
Brejnev iktidarı genel olarak ülkede bir istikrar dönemi olarak sürdü. Ekonomik kalkınma, halkın refah seviyesinin yükselmesi toplumsal barış ortamının korunmasında belirleyici oldu. Ancak 1980'li yılların başlarında Politbüro'nun önemli isimlerinin birer birer hayatını kaybetmesi SSCB siyasetinde belirgin değişikliklere yol açtı. Hastalığı nedeniyle görevinden istifa eden Başbakan Aleksey Kosigin Aralık 1980'de öldü. Ocak 1982'de de Politbüro'nun kıdemli üyesi ve en önemlisi Stalin sonrası siyasetinin belirleyici ismi Mihail Suslov'un ani ölümü partide radikal değişiklik talep edenler için bir fırsat oldu. Nihayet yaşlı lider Brejnev'in de 10 Kasım 1982'de ölmesi SSCB'de sık sık liderlerin değiştiği bir dönemin başlamasına sebep oldu.
Yuri Andropov ve Konstantin Çernenko dönemi (1982–1985).
Brejnev'in yerine SBKP Genel Sekreterliğine KGB şefi Yuri Andropov getirildi. Andropov genel olarak Brejnev'in istikrar sürecini devam ettirmeye yönelik bir politika izledi. SSCB'de toplumsal refahın korunmasında etkili olan bu politika batılı kapitalistler tarafından muhafazakarlık olarak değerlendirildi. Andropov 1984 Şubat'ında ölünce yerine Konstantin Çernenko getirildi. Ancak Çernenko da 1985 Mart'ında ölünce SBKP Genel Sekreterliğine daha genç biri olarak Mihail Gorbaçov getirildi.
Mihail Gorbaçov dönemi ve Sovyetler Birliği'nin dağılması (1985–1991).
Gorbaçov iktidara geldikten sonra Sovyetler Birliği'nde pek çok değişiklik yapma konusunda adımlar attı ancak bu adımlar SSCB'yi altı yıl içinde parçalanmaya götürecek olaylara zemin hazırladı.
Yeni sekreter ilk olarak Politbüro'da revizyona giderek Brejnev dönemi üyelerinin çoğunu tasfiye etti. Eylül 1985'te Nikolay Rıjkov'u hükûmet başkanlığına getirerek reformlarının desteklenmesi ve uygulanmasında önemli bir aşama olan kabine değişikliğini gerçekleştirdi.
Şubat 1986'da toplanan SBKP XXVII. Kongresi'nde siyasal alanda glastnost (açıklık) ile sosyal ve ekonomik alanda perestroyka (yeniden yapılanma) ilkeleri kabul edildi. Ancak açıklık politikası ile birlikte cumhuriyetlere sızan batılı sivil toplum kuruluşları ile basın ve medyanın Rus olmayan uluslar üzerinde yaptığı ayrılıkçı propagandalar milliyetçi taleplerin ortaya çıkmasına sebep oldu.
Yeniden yapılanma ise ekonomide aşırı merkeziyetçilikten adem-i merkeziyetçiliğe geçilmesini, devlet tekeli ve kısmi özel girişimcilikten piyasa ekonomisine geçişi amaçlıyordu. Ancak bu konuda da hızlı ve hatalı dönüşümler ekonominin her alanında hızlı bir gerileme yaşanmasına sebep oldu. Sanayide, madencilikte ve tarımsal alanda üretim düştü. Halkın gelir seviyesi ve alım gücü hızla azaldı.
Gorbaçov 1987'de Büyük Ekim Sosyalist Devrimi'nin 70. yıldönümü kutlamalarında yaptığı konuşmada Stalin ve Trostki'ye yönelik ağır suçlamalarda bulundu. Partide yaşanan tasfiyelerden dolayı Stalin'i ve uzlaşmaz tavırlarından dolayı da Trotski'yi eleştirdi. Stalin'in ülkenin ekonomik kalkınmasındaki rolünü kabul etse de tasfiye hareketlerinin partiye büyük zarar verdiğini ifade etti ve ülkenin yaşadığı mevcut sorunların temelinde Stalin'in hatalarının olduğunu belirtti.
Kasım 1989'da Doğu ve Batı Berlin arasındaki geçişler serbest bırakıldı. 1990 yılında da her iki Alman devleti Demokratik Alman Cumhuriyeti ve Federal Alman Cumhuriyeti resmî olarak birleşti. 1989 yılında Doğu Avrupa'daki sosyalist halk cumhuriyetlerinde batılı devletlerin başlattığı anti-komünist propagandaya müdahale edilmemesi ve bunun sonucunda sosyalist iktidarların birer birer düşmesi bu ülkelerle siyasi ve ticari birlik örgütleri kuran SSCB'yi ekonomik olarak daha da sarstı. SSCB'de daha önce olmayan enflasyon serbest piyasa ekonomisine geçişle birlikte ortaya çıktı ve kısa sürede önemli bir sorun haline geldi. 1990 yılında fiyatların serbest bırakılması ve temel gıda ürünlerinin fiyatlarının hızla yükselmesi halkın temel ihtiyaçlarını bile karşılamasını zorlaştırdı.
Yanlış politikalar sonucu gelen ekonomik çöküş milliyetçi taleplerin daha da artmasına sebep oldu. İlk isyan ABD merkezli sivil toplum kuruluşlarının faaliyet gösterdiği ve halkı tahrik ettiği Baltık ülkelerinde oldu. Mart 1990'da Baltık ülkesi Litvanya'nın ayrılığını ilan etmesi Kremlin'in müdahalesine sebep oldu. Ancak gelişmeler yeni reformların yapılmasını gerekli kıldı.
1990 yılında yapılan reformla yönetici konumunda olan genel sekreterlik makamı kaldırılarak başkanlık sistemine geçildi ve Yüksek Sovyet meclisinde yapılan oylamada Mihail Gorbaçov, SSCB Devlet Başkanı seçildi. Ekonominin çöktüğünü fark eden Nikolay Rıjkov ise 14 Ocak 1991'de hükûmet başkanlığından istifa etti. İlerleyen dönemde Komünist Parti'nin yönetici rolü kaldırılarak çok partili sisteme geçildi. Haziran 1991'de rejim muhalifi Boris Yeltsin Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti devlet başkanı seçildi.
Birliğin dağılma tehlikesi üzerine SSCB Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov Aralık 1990'da Sovyet cumhuriyetlerine yenilenmiş birlik anlaşması yapma çağrısında bulundu. Gorbaçov'un yaptığı bu çağrıya Beyaz Rusya, Ukrayna, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan Türkmenistan ve Azerbaycan olumlu yanıt verdi. 17 Mart 1991'de bu ülkelerde yapılan referandumlarda (Sovyetler Birliği Referandumu 1991) halkın %77'si birlik lehine oy kullandı. Türki cumhuriyetlerde bu oran %95'in üzerindeydi. Türkmenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nde halkın %98.26'sı, Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nde ise %95.98'i Sovyetler Birliği'nin korunması yönünde evet oyu verdi. Referandumdan çıkan sonuca göre 20 Ağustos 1991'de birlik anlaşmasının imzalanmasına karar verildi.
Ancak 19 Ağustos 1991'de KGB Başkanı Vladimir Kryuçkov öncülüğünde ordunun askerî müdahale girişimi gelişmeleri farklı bir noktaya getirdi. Ordu kısa sürede geri adım atmasına rağmen bu girişim diğer cumhuriyetlerde tedirginlik yarattı ve ayrılığa yönelmelerine sebep oldu. Askerî müdahale girişimi Mart 1991'de yapılan referanduma göre 20 Ağustos 1991'de yapılması planlanan yenilenmiş birlik anlaşmasının da iptal edilmesine sebep oldu. Askerî müdahale üyelerinden biri intihar etti, diğerleri ise tutuklandı. KGB Başkanı Vladimir Kryuçkov da görevinden azledilerek hapse atıldı. Askerî müdahaleden sorumlu tutulan Komünist Parti'nin faaliyetleri yasaklandı. Partinin tüm gelirlerine el konuldu. Askerî müdahale girişiminin ardından Rusya FSSC devlet başkanı Boris Yeltsin'in popülaritesi arttı. Gorbaçov'un siyasi yetkilerini alarak devlet başkanını etkisiz bırakan Yeltsin birlik cumhuriyetlerindeki ayrılıkçı propagandaları serbest bıraktı. Ekonomik liberalleşmeyi destekleyen ancak birliğin dağıtılmasına karşı çıkan Rusya FSSC hükûmet başkanı İvan Silayev'i de Eylül ayında görevden aldı. Rusya FSSC'nin mevcut durumunun ittifakı korumakta yetersiz kaldığını fark eden referandum destekçisi ve birlik yanlısı 8 Sovyet cumhuriyeti de Eylül 1991'den itibaren birer birer ayrılıklarını ilan etti. Boris Yeltsin basına yaptığı açıklamada yeni yıldan önce SSCB'yi dağıtacağını belirtti. 6 Kasım'da KGB Başkanı Vadim Bakatin'e verdiği emirle istihbarat servisini de lağvetti.
8 Aralık 1991'de Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti devlet başkanı Boris Yeltsin, Ukrayna devlet başkanı Leonid Kravçuk ve Belarus temsilcileri Minsk'te bir araya gelerek Sovyetler Birliği'ni dağıtan anlaşmayı imzaladılar. Ancak 12 Aralık 1991'de Yüksek Sovyet meclisinde yapılan oylamada anlaşmanın onaylanması reddedildi. Sovyet anayasasına göre birliğin dağıtılması ancak Yüksek Sovyet'in yetkisindeydi. Buna rağmen Yeltsin'in baskısı üzerine Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov 25 Aralık 1991'de görevinden istifa ettiğini açıkladı. Aynı gün gece yarısı Kremlin'de dalgalanan Kızıl Bayrak indirilerek yerine Rus bayrağı çekildi. Böylece Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği 25 Aralık 1991'de resmen dağıldı.
Sovyet sonrası devletler.
Sovyet sonrası 15 devlet için devletlerin ardıllığının analizi karmaşıktır. Rusya Federasyonu yasal "devam eden" devlet olarak görülüyor ve çoğu amaç için Sovyetler Birliği'nin varisi. Tüm eski Sovyet büyükelçilik mülklerinin mülkiyetini elinde tuttu ve ayrıca Güvenlik Konseyi'ndeki kalıcı koltuğuyla Sovyetler Birliği'nin BM üyeliğini miras aldı.
Dağılma sırasında SSCB'nin diğer iki kurucu devletinden Ukrayna, Rusya'ya benzer şekilde hem Ukrayna SSC'nin hem de SSCB'nin devlet halefi olduğuna dair yasalar çıkaran tek ülkeydi. Sovyet anlaşmaları, Ukrayna'nın gelecekteki dış anlaşmaları için temel oluşturdu ve Ukrayna'nın, SSCB'nin yabancı mülklerinden payını alacağı Sovyetler Birliği'nin borçlarının% 16.37'sini üstlenmeyi kabul etmesine yol açtı. O zamanlar zor durumda olmasına rağmen, Rusya'nın Batı'da geniş çapta kabul gören 'SSCB'nin tek devamı' konumu ve Batılı ülkelerden gelen sürekli baskı nedeniyle, Rusya'nın SSCB'nin devlet mallarını yurtdışında elden çıkarmasına izin verdi. Bu nedenle Ukrayna, Sovyet Altın Rezervleri ve Elmas Fonu hakkında bilgi vermeyi reddettiği için, Rusya Federasyonu'nun diğer eski Sovyet cumhuriyetleriyle imzaladığı 'sıfır seçenek' anlaşmasını hiçbir zaman onaylamadı. İki eski cumhuriyet arasındaki eski Sovyet mülkiyeti ve varlıkları konusundaki anlaşmazlık hala devam ediyor:
Çatışma çözülemez. Kiev bildirilerini 'sorunu çöz' hesabıyla dürtmeye devam edebiliriz, ancak bu çözülmeyecek. Mahkemeye gitmek de anlamsız: Bazı Avrupa ülkeleri için bu siyasi bir mesele ve kimin lehine bir karar verecekler. Bu durumda ne yapılacağı açık bir sorudur. Önemsiz olmayan çözümler arayın. Ancak 2014 yılında dönemin Ukrayna Başbakanı Yatsenyuk'un başvurusuyla Rusya ile davaların 32 ülkede yeniden başladığını hatırlamalıyız.
- Sergey Markov
Kültür varlıklarının iadesi konusunda da benzer bir durum yaşandı. 14 Şubat 1992'de Rusya ve diğer eski Sovyet cumhuriyetleri Minsk'te 'Kültürel ve tarihi varlıkların menşe devletlere iadesine ilişkin' anlaşmayı imzalamasına rağmen, sonunda ' Yerinden Edilen Kültürel Değerlere İlişkin Federal Yasa'yı ' kabul eden Rusya Devlet Duması tarafından durduruldu. SSCB'nin İkinci Dünya Savaşı Sonucu ve Rusya Federasyonu Toprakları Üzerinde Bulunması iadeyi imkansız hale getirdi.
Estonya, Letonya ve Litvanya kendilerini, 1940'ta Sovyetler Birliği tarafından işgal ve ilhak edilmeden önce var olan üç bağımsız ülkenin yeniden canlanmış hali olarak görüyorlar.
Buna ek olarak, uluslararası olarak tanınan diğer Sovyet sonrası devletlerden bağımsızlığını iddia eden ancak sınırlı uluslararası tanınırlığa sahip altı devlet vardır : Abhazya, Dağlık Karabağ, Donetsk, Luhansk, Güney Osetya ve Transdinyester. Çeçen İçkerya Cumhuriyeti'ndeki Çeçen ayrılıkçı hareketi, Gagavuzya Cumhuriyeti'ndeki Gagavuz ayrılıkçı hareketi ve Talış -Muğan Özerk Cumhuriyeti'ndeki Talış ayrılıkçı hareketi uluslararası olarak tanınmıyor.
Dış ilişkiler.
Başkanlığı sırasında, her zaman nihai politika kararlarını Stalin verdi. Aksi takdirde, Sovyet dış politikası, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi Dış Politika komisyonu veya partinin en yüksek organı Politbüro tarafından belirlendi. Operasyonlar, ayrı Dışişleri Bakanlığı tarafından yürütüldü. 1946'ya kadar Dışişleri Halk Komiserliği (veya Narkomindel) olarak biliniyordu. En etkili sözcüler Georgi Çiçerin (1872–1936), Maksim Litvinov (1876–1951), Vyaçeslav Molotov (1890–1986), Andrey Vışinski (1883–1954) ve Andrey Gromıko (1909–1989). Entelektüeller, Moskova Devlet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'ne dayanıyordu.
İlk politikalar (1919–1939).
Sovyetler Birliği'nin Marksist-Leninist liderliği, dış politika konularını yoğun bir şekilde tartıştı ve birkaç kez yön değiştirdi. Stalin, 1920'lerin sonlarında diktatörce kontrolü ele geçirdikten sonra bile tartışmalar oldu ve sık sık pozisyon değiştirdi.
Ülkenin ilk dönemlerinde, her büyük sanayi ülkesinde yakında Komünist devrimlerin patlak vereceği varsayılmıştı ve onlara yardım etmek Sovyet sorumluluğundaydı. tercih edilen silahtı. Birkaç devrim patlak verdi, ancak hızla bastırıldılar (en uzun ömürlüsü Macaristan'daydı) Macaristan Sovyet Cumhuriyeti. Komintern yalnızca 21 Mart 1919'dan 1 Ağustos 1919'a kadar sürdü. Rus Bolşevikleri herhangi bir yardımda bulunacak durumda değildi.
1921'de Lenin, Troçki ve Stalin, kapitalizmin Avrupa'da istikrara kavuştuğunu ve yakın zamanda herhangi bir yaygın devrim olmayacağını anladılar. Rusya'da sahip olduklarını korumak ve köprübaşını yok edebilecek askeri çatışmalardan kaçınmak Rus Bolşeviklerinin görevi haline geldi. Rusya artık Almanya ile birlikte bir parya devletiydi. İkili, 1922'de uzun süredir devam eden şikayetleri çözen Rapallo Antlaşması ile anlaştı. Aynı zamanda, iki ülke gizlice SSCB'deki gizli kamplarda yasadışı Alman ordusu ve hava kuvvetleri operasyonları için eğitim programları oluşturdu.
Moskova sonunda diğer devletleri tehdit etmeyi bıraktı ve bunun yerine ticaret ve diplomatik tanınma açısından barışçıl ilişkiler kurmaya çalıştı. Birleşik Krallık, Winston Churchill ve diğer birkaç kişinin devam eden bir Marksist-Leninist tehditle ilgili uyarılarını reddetti ve 1922'de ticari ilişkiler ve "fiili" diplomatik tanıma başlattı. Savaş öncesi Çarlık Rusya'nın borçlarının ödenmesi için umut vardı, ancak bu olmadı defalarca ertelendi. Resmi tanınma, yeni İşçi Partisi'nin 1924'te iktidara gelmesiyle geldi. Diğer tüm ülkeler ticari ilişkilerin açılmasında aynı şeyi yaptı. Henry Ford 1920'lerin sonunda uzun vadeli barışa yol açacağını umarak Sovyetlerle geniş çaplı ticari ilişkiler kurdu. Nihayet, 1933'te Birleşik Devletler, yeni bir kârlı pazarın açılmasını bekleyen kamuoyu ve özellikle ABD ticari çıkarları tarafından desteklenen bir kararla, SSCB'yi resmen tanıdı.
1920'lerin sonlarında ve 1930'ların başlarında Stalin, dünya çapındaki Marksist-Leninist partilere, Marksist olmayan siyasi partilere, işçi sendikalarına veya diğer sol örgütlere şiddetle karşı çıkmalarını emretti. Stalin, 1934'te, tüm Marksist partileri faşizme karşı olan tüm anti-Faşist siyasi, işçi ve örgütsel güçlere, özellikle de Nazi türüne katılmaya çağıran Halk Cephesi programıyla tersine döndü.
1939'da, Münih Anlaşması'ndan altı ay sonra, SSCB, Fransa ve İngiltere ile Nazi karşıtı bir ittifak kurmaya çalıştı. Adolf Hitler, SSCB'ye Molotov-Ribbentrop Paktı aracılığıyla Doğu Avrupa'nın çoğu üzerinde kontrol sağlayacak daha iyi bir anlaşma önerdi. Eylül ayında Nazi Almanya'sı Polonya'yı işgal etti ve SSCB de o ayın sonunda işgal ederek Polonya'nın bölünmesine neden oldu. Buna cevaben İngiltere ve Fransa, Almanya'ya savaş ilan ederek II. Dünya Savaşı'nın başlangıcı oldu.
İkinci Dünya Savaşı (1939–1945).
1953'teki ölümüne kadar Josef Stalin, savaşlar arası dönemde Sovyetler Birliği'nin tüm dış ilişkilerini kontrol etti. Almanya'nın artan savaş makinesine ve İkinci Çin-Japon Savaşı'nın patlak vermesine rağmen, Sovyetler Birliği kendi yolunu izlemeyi seçen başka hiçbir ulusla işbirliği yapmadı. Ancak Barbarossa Harekatı'ndan sonra Sovyetler Birliği'nin öncelikleri değişti. Birleşik Krallık ile önceki çatışmasına rağmen, Vyaçeslav Molotov savaş sonrası sınır taleplerini geri çekti.
Soğuk Savaş (1945–1991).
Soğuk Savaş, Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği ve ilgili müttefikleri olan Batı Bloku "ve" Doğu Bloku arasında 1945'ten sonra başlayan ve iki süper güç arasında büyük ölçekli çatışmalar, ancak her biri vekalet savaşları olarak bilinen büyük bölgesel çatışmaları destekledi. Çatışma, bu iki süper gücün küresel nüfuz için ideolojik ve jeopolitik mücadelesine dayanıyordu; 1945'te Nazi Almanyası. Nükleer cephanelik geliştirme ve konvansiyonel askeri konuşlandırmanın yanı sıra, hakimiyet mücadelesi psikolojik savaş, propaganda kampanyaları, casusluk, geniş kapsamlı ambargolar, spor etkinliklerinde rekabet ve teknolojik yarışmalar gibi dolaylı yollarla ifade edildi. Uzay Yarışı'da bunlara dahildir.
Siyaset.
Sovyetler Birliği'nde üç güç hiyerarşisi bulunmaktaydı: yasama organını Sovyetler Birliği Yüksek Sovyeti, hükûmeti ise Bakanlar Kurulu ve ülkedeki tek yasal parti olan ve nihai politika yapan Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) temsil etmekte idi.
Merkezi.
SSCB Yüksek Sovyeti iki meclisten oluşur: Birlik Sovyeti ve Milliyetler Sovyeti. Her iki mecliste de 750 üye vardır ve her iki meclisin de yasa önerme gücü eşittir. Bir yasa her iki Mecliste çoğunlukla kabul edildiğinde yürürlüğe girer. Birlik Sovyeti tüm halkın nüfusunun eşit biçimde temsilci seçtiği bir yasama organıydı (300.000 kişiye bir temsilci). Milliyetler Sovyeti'ne seçilecek üye sayısı ise Birlik Cumhuriyetleri için 32, Özerk Cumhuriyetler için 11, Özerk Bölgeler için 5, Oblast denilen yönetim birimleri için 1 olarak belirlenmişti.
SSCB Yüksek Sovyeti, genellikle yılda iki kez ve iki-üç gün süreyle toplanırdı. Her toplantıdan önce ve sonra milletvekili komisyonlarının ve sürekli organ olan Yüksek Sovyet Prezidyumu'nun çalışmaları nedeniyle yoğun bir yasama etkinliği gösterirdi. Yüksek Sovyet toplantıları arasındaki dönemde Prezidyum, komisyon çalışmalarını eş güdümlü kılar, milletvekillerinin etkinliklerine yardımcı olur ve devlet başkanlığı işlevlerini yerine getirirdi. Prezidyum'un 1'i SSCB'nin başkanı, 15'i birlik cumhuriyetlerinin başkanları, 1'i sekreter, 20'si üyeler olmak üzere 37 üyesi var ve iki meclisin ortak toplantısında seçilirdi. Her meclis, yönetim dallarına ve etkinlik alanına göre uzmanlaşmış 16'şar milletvekili komisyonu oluştururdu. Bu 32 komisyonda yaklaşık 1.000 milletvekili görev alırdı. Birlik Cumhuriyetleri'nin ve Özerk Cumhuriyetlerin Yüksek Sovyetleri, her cumhuriyetin en yüksek devlet organlarıydı. Tek meclisten oluşur ve meclis seçimleri 5 yılda bir yapılırdı. Milletvekili sayısı cumhuriyetin nüfusuna bağlıydı. Örneğin; Rusya SFSC Yüksek Sovyet'ine 975, Türkmenistan Yüksek Sovyeti'ne 330 halk temsilcisi seçilirdi. Yerel Sovyetler, belli bir yönetsel birimde devlet otoritesini uygulardı. İki buçuk yılda bir seçim yapılır ve yaklaşık 2.300.00 temsilci belirlenirdi.
SSCB 1924 Anayasası'na göre işçi ve köylülerin sosyalist devleti olarak tanımlanmıştı. Ancak Leonid İliç Brejnev döneminde sömürücü, aristokrat ve burjuva sınıfının tamamen ortadan kalktığı ve toplumun tamamen emekçi halktan oluştuğu tespitiyle hazırlanan 1977 Anayasası'na göre SSCB, tüm halkın sosyalist devleti olarak tanımlanmıştır. Tüm erk halka aitti. 1924 Anayasası'na göre sadece işçi ve köylülere tanınan oy hakkı 1936 Anayasası ile tüm halka verilmişti.
Halk temsilcileri.
Halk devlet erkini, SSCB'nin siyasal temelini oluşturan Halk Temsilcileri Sovyetleri aracılığıyla yürütür. Devletin diğer organlarının tümü, Sovyetler'in denetimine tabidir ve onlara karşı sorumludur. Devletin örgütlenmesi ve etkinliği, demokratik merkeziyetçilik ilkesine uygun olarak gerçekleşir. Bir başka deyişle, devlet erk organlarının tümü seçimle gelir ve etkinlikleri konusunda halka hesap vermek zorundadırlar; üst organların kararlarını alt organlar uygulamak durumundadır. Devlet yaşamındaki en önemli sorunlar halkın tartışmasına açılır ve bu konularda halk oylamasına gidilir. Anayasa'ya göre siyasal sistemin gelişmesindeki ana yönelim, sosyalist demokrasinin sürekli derinleştirilmesidir. SSCB'nin siyasal temelini oluşturan Halk Temsilcileri Sovyetleri, hem yasama, hem de yürütme erkine sahiptir. Etkinlik gösterdiği bölgede Sovyetler yalnızca yasa çıkarmakla ve karar almakla kalamaz, aynı zamanda siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmeye ilişkin her sorun konusundaki kararları yürütürler. Her halk temsilcisinin, Sovyet'in etki alanındaki devlet kurumlarının tümünü, işletmeleri, devlet çiftliklerini ve kolhozları denetleme yetkisi vardır; Sovyet içinde yürüttüğü çalışmalar konusunda da, seçmenlerine rapor vermek durumundadır. Çalışmaları konusunda seçmenlerin çoğunluğu kendisini yetersiz görürlerse, diledikleri zaman onu görevden alır ve bir başkasını seçebilirler. Her Sovyet kendi etkinlik alanında en yüksek otoriteye sahiptir ve Sovyetler'in tümü tek bir devlet otoritesi sistemi oluşturur. Bu sistem, SSCB Yüksek Sovyeti'ni, 15 Birlik Cumhuriyeti'nin yüksek sovyetlerini, 20 Özerk Cumhuriyeti ve 59.991 yerel Sovyeti kapsar. Her Sovyette devlet yönetim organları olarak hem Bakanlar Konseyleri, hem de Yürütme Komiteleri vardır.
Yargı.
Yargı, hükûmetin diğer dallarından bağımsız değildi. Yüksek Mahkeme alt mahkemeleri (Halk Mahkemesi) ve Anayasa tarafından kurulan ya da Yüksek Sovyeti tarafından yorumlanan yasaları denetlemekteydi. Anayasa Gözetim Komitesi kanun ve eylemleri anayasaya göre gözden geçirmekteydi. Sovyetler Birliği'nde yargıç, savcı ve savunma avukatının iş birliği içinde olduğu Roma hukukunun sorgulayıcı sistemi kullanılmaktaydı.
İdari bölümler.
Anayasal olarak Sovyetler Birliği, kurucu Birlik Cumhuriyetleri olan Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Beyaz Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ile federal Transkafkasya cumhuriyetlerinin 30 Aralık 1922'de SSCB Kuruluş Antlaşması'nı imzalamalarıyla kuruldu. 1924 yılında Orta Asya'da ulusal sınırlandırma ile RSFSC'nin Türkistan ÖSSC'nin bazı topraklarından ve iki Sovyet devleti olan Harezm ve Buhara SHC'lerinin topraklarından Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ile Türkmenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. 1929 yılında Tacikistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Özbekistan SSC'den ayrıldı. 1936 anayasası ile, Transkafkasya SFSC'nin bileşenleri olan Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan SSCleri birlik cumhuriyeti sıfatına yükseltildi ve RFSSC'nin özerk devletleri olan Kazakistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ile Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti de SSCB'yi oluşturan eşit, egemen cumhuriyetler haline geldiler. Ağustos 1940'ta, Ukrayna SSC ve Romanya'dan alınan Besarabya'nın bazı toprakları ile Moldova SSC kuruldu. Ayrıca Estonya, Letonya ve Litvanya gibi Baltık devletleri SSCB topraklarına katıldı. Finlandiya'dan alınan bazı topraklar ile Mart 1940'ta kurulan Karelo-Fin SSC, 1956'da RSFSC'ye tekrar dahil edildi. Aynı zamanda II. Dünya Savaşı'ndan sonra yine Finlandiya'ya bağlı Doğu Karelya, Salla ve Kuusamo'nun bir kısmı, Petsamo bölgesi ve Finlandiya Körfezi'ndeki dört ada, Japonya'nın Kuril adaları, Almanya'nın Könisberg bölgesi, Polonya'nın doğusu ve 11 Ekim 1944'te de Tuva Halk Cumhuriyeti SSCB topraklarına katıldı. 1940 yılından birliğin resmen dağıldığı Aralık 1991'e kadar 15 Sovyet cumhuriyeti bulunmaktaydı.
1977 Anayasasına göre SSCB, ulusların kendi kaderlerini özgürce belirlediği, eşit haklara sahip 15 cumhuriyetten oluşan çok uluslu federal bir devletti. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri'nin özgür iradesiyle, sosyalist federalizm ilkesi temeli üzerinde kurulmuştu.
Federe cumhuriyetlerden her birinin, Birlik Anayasası temeline dayalı ve ulusal özelliklerine göre düzenlenen kendi anayasası ve yüksek devlet erki organları vardı: Yüksek Sovyet, Yüksek Sovyet Prezidyumu, Bakanlar Konseyi, Yüksek Mahkeme, Emekçi Temsilcileri Sovyetleri ve onların yürütme komiteleri. Her Cumhuriyet'in Yurttaş ve Ceza Yasası, İş Yasası gibi ayrı yasaları, ulusal marşı, bayrağı ve başkenti vardı. Her cumhuriyet yabancı bir devletle doğrudan ilişkiye geçme, antlaşma imzalama, diplomatik temsilci değiş-tokuşunda bulunma ve SSCB'den ayrılma hakkına sahipti. Kimi birlik cumhuriyetlerinin içinde özerk cumhuriyetler yer alırdı. 20 Özerk Cumhuriyet'ten 16'sı Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nde, 2’si Gürcistan’da, 1’i Özbekistan’da, 1’i de Azerbaycan’da bulunmaktadır. Özerk cumhuriyetler, federe cumhuriyetin bütünleyici parçası olan bir siyasal oluşumdur; her birinin kendi anayasası ve yüksek erk organları vardır ve toprakları Özerk Cumhuriyet’in kendi onayı olmaksızın değişikliğe uğratılamaz. Toplamı 8 tane olan özerk bölgelerden 5'i RSFSC’de, 1’i Gürcistan’da, 1’i Azerbaycan’da, 1’i de Tacikistan’dadır. Bunlar, yönetsel özerklikten yararlanan ulusal ve mekansal oluşumlardır. 10’u RSFSC’de 1’i Gürcistan’da, 1’i Azerbaycan’da, 1’de Tacikistan’da yer alan özerk topraklar ise ulusal azınlıklara ayrılmıştır.
Askerî.
Sovyetler Birliği Soğuk Savaş boyunca askerî olarak Dünya'nın en güçlü 2 devletinden biriydi ve tarihte üretilen en güçlü nükleer bomba olan Çar Bombasını üretmişlerdir. 1986'da Sovyetler Birliği'nde bulunan nükleer silah sayısı 45.000'dir ve bu o zamanın en büyük nükleer gücüdür. Sovyetler ordusu en büyüğü 2. Dünya Savaşı Olmak üzere Doğu Alman Ayaklanması, 1956 Macaristan Ayaklanması, Varşova Paktı'nın Çekoslovakya'ya müdahalesi ve Sovyetler Birliği'nin Afganistan'a müdahalesi gibi birçok savaşta yer almıştır.
Uzay programı.
1950'lerin sonunda, SSCB, ABD ile üstün uzay uçuşu kabiliyeti elde etmek için bir yarışma olan Uzay Yarışı'nın başlangıcını belirleyen ilk uydu olan Sputnik 1'i inşa etti. Bunu, test köpeklerinin uzaya gönderildiği Sputnik 5 başta olmak üzere diğer başarılı uydular izledi. 12 Nisan 1961'de SSCB, Yuri Gagarin'i taşıyan ve onu uzaya fırlatılan ve uzay yolculuğunu tamamlayan ilk insan yapan Vostok 1'i fırlattı. O zamanlar uzay mekikleri için ilk planlar Sovyet tasarım ofislerinde ve yörünge istasyonları oluşturuldu, ancak sonunda tasarımcılar ve yönetim arasındaki kişisel anlaşmazlıklar bunu engelledi.
Ay uzay programına gelince, SSCB'nin yalnızca otomatik uzay aracı fırlatma programları vardı. Mürettebatlı uzay aracı kullanılmadan, Uzay Yarışı'nın "Ay Yarışı" bölümünü geçmek istiyorlardı.
1970'lerde uzay mekiği tasarımı için özel öneriler ortaya çıkmaya başladı, ancak özellikle elektronik endüstrisindeki eksiklikler (elektroniğin hızlı aşırı ısınması), programı 1980'lerin sonuna kadar erteledi. İlk mekik olan Buran Uzay Mekiği, 1988'de hiçbir insan mürettebatı olmadan uçtu. Başka bir mekik olan "Ptiçka", 1991'de mekik projesi iptal edildiğinden sonunda yapım aşamasında kaldı. Uzaya fırlatılmaları için, bugün dünyanın en güçlüsü olan kullanılmayan bir süper güç roketi Energiya var.
1980'lerin sonlarında, Sovyetler Birliği "Mir" yörünge istasyonunu inşa etmeyi başardı. "Salyut" istasyonlarının inşası üzerine inşa edildi ve tek rolü sivil düzeyde araştırma görevleriydi.
Mir, 1986'dan 1998'e kadar faaliyette olan tek yörünge istasyonuydu. Yavaş yavaş, Amerikan modülleri de dahil olmak üzere başka modüller eklendi. Ancak, gemide çıkan bir yangından sonra istasyon hızla bozuldu, bu nedenle 2001'de yandığı atmosfere getirilmesine karar verildi.
Siyasal sistem.
Çok Uluslu Devlet.
Rus Çarlığı, sınırları içerisinde birbirinden ırk, dil, din bakımından farklı toplulukları barındırırdı. Bunların arasında Ruslar diğerlerini yönetir konumdaydı. Bütün bu halkları merkezi otoriteye bağlı kılabilmek için Ruslaştırma politikası izlenirdi.
Devrimden sonra diğer uluslar Ruslarla eşit konuma geldi. Bağımsızlıkları kabul edilen uluslar federalizm ilkeleri içinde bir araya getirildi.
Sovyetler Birliği, 15 birlik cumhuriyetinden meydan gelmekteydi. Ayrıca bunların içinde özerk cumhuriyet, eyalet ve bölgeler vardı. Cumhuriyetlerden her biri, federal devletin yetkisine girmeyen konularda bağımsızdı.
Federal devletin yetkileri arasında;
Sosyalist Demokrasi.
Devlet iktidarının temel kurumu, iki meclisli Yüce Sovyet'ti. Bu meclislerden biri (Birlik Sovyeti) Sovyetler Birliği'ndeki halkların bütününü, ötekisi (Cumhuriyetler Sovyeti) ise federe cumhuriyetleri ve özerk bölgeleri temsil eder. Yüce Sovyet bir yasama organıdır. Yürütme organını oluşturan Bakanlar Kurulunu seçen de bu Yüce Sovyettir. Sovyetler Birliği'nde, Batı demokrasilerinde çeşitli biçimlerde uygulanan güçler ayrılığı ya da görev bölünmelerine benzeyen bir durum yoktu. Güçler birliği ve dikey bir yetki paylaşımı vardı. Bütün yetki Yüce Sovyet'in elindeydi. Prezidyum, ondan aldığı yetkileri onun adına kullanıyordu. Bakanlar Kurulu da alınan kararları uyguluyordu.
Tek parti anlayışı.
Batı demokrasilerinden farklı olarak, Sovyet demokrasisi tek partiliydi. Bu parti, Sovyetler Birliği Komünist Partisi adını taşıyordu. Komünist Parti'nin kendi kongrelerindeki kararları, Sovyetler Birliği'nin siyasal yaşamında bir aşama niteliği taşırdı. Devlet mekanizmasının ve tüm halkın gerçek dinamosu bu partiydi. Kurulan mahalle, ilçe, il konseyleri ile tüm Sovyet yurttaşları aynı zamanda yönetime katılıyor ve SBKP üyesi sayılıyordu. Tek parti anlayışının ideolojik boyutu ise, sermaye ve emek çelişkisi yok edildiği için, tüm halkın emekçi olması ve bu partinin tüm emekçileri yönetimde temsilî değil, fiilî bir birey olarak görmesidir.
Özgürlüklerin Anlamı.
Sovyetlerde özgürlüklerin anlamı batıdakinden farklıydı. Marksist anlayışa uygun olarak, özgürlükler, soyut ve mutlak veriler olarak değil, toplum yapısında belli bir sürece göre yapılacak değişikliklerle gerçekleşecek şeyler olarak kabul edilirdi. Birey rejimi yıkacak faaliyetlerde bulunmadığı müddetçe kapitalist toplumlara göre daha özgürdü. Ancak siyasi özgürlükler tek parti ve tek rejimle sınırlandırılmıştı.
Sovyetler Birliği'nde siyasal eleştiri hürriyeti dönemsel değişiklikler göstermişti. Lenin döneminde eleştiri silahlı bir eyleme dönüşmediği müddetçe serbesti. Örneğin devrimci bir şair olmasına rağmen Vladimir Mayakovski'nin eleştirileri Lenin tarafından idari alanda düzenlemeler yapılması için faydalı dahi görülmüştü. Ancak Stalin döneminde eleştiriler yöneticilere değil, sadece alınan kararlara ve uygulamalara yönelik olabilirdi. Bu sayede yasal düzenlemeler yapılabilirdi. Kruşçev ve Brejnev dönemlerinde rejimi tehdit eden unsurların tamamen ortadan kalktığı inancıyla ifade özgürlüğü yeniden sağlandı. Hatta Brejnev döneminin refah ortamı ve rehavetiyle halk arasında ülkeyi yönetenler hakkında Kremlin'e kadar ulaşacak fıkralar yayıldı. Ancak rejime karşı siyasal eylemler ya da komünist rejimin meşruiyeti tartışma konusu dahi edilmezdi. Bu dönemin muhalif yazarları eser yazmaktan men edilmek ya da en kötüsü vatandaşlıktan çıkarılmakla cezalandırılırdı. Gorbaçov'un başlattığı glastnost denilen açıklık politikası ise ifade özgürlüğünün sınırlarını rejimin eleştirisine varıncaya kadar yıkmış ve ülkede ilk isyanların başlamasına sebep olmuştu. Batılı sivil toplum örgütlerinin devlet için bir tehdit unsuru olabileceğini tahmin etmeyen Komünist Parti Genel Sekreteri Gorbaçov, egemen devlet Rusya'nın merkezinde dahi bu örgütlerin faaliyet göstermesinde sakınca görmedi. Ancak 1990 yılından itibaren ekonomik krizin sebep olduğu sefalet eleştiri özgürlüğü ile birlikte isyanı da kaçınılmaz kıldı.
Sosyal tablo.
Sosyalist ilkelere dayanan üretim biçimi ve ilişkilerinden dolayı Sovyetler Birliği'nde toplum, bütün kurumlarıyla batılı devletlerden farklı bir toplum yapısı olarak ortaya çıkmıştı.
Sınıfsız Toplum.
Sovyetler Birliği'nde, devrimden önceki eski sınıf ve zümreler kalmamıştı; "Soylular" sınıfı bütünüyle ortadan kalkmıştı; "Ruhban" ise sosyal planda sadece bir meslekti; "Burjuvazi" bütün biçimleriyle tasfiye edilmişti. Sovyetler Birliği'nde bir işçinin, bir mühendisin, bir opera sanatçısının topluma verdiklerinin birbirinden farklı şeyler olduğu kabul edilir ve buna göre emekleri karşılanırdı. Bu farklılıklar birtakım sınırlamalara bağlıydı:
Aile, Kadın ve Çocuk.
1917 Ekim Devrimi'nden hemen sonra, aile kurumu parçalanır duruma geldi: Bir yandan, bütün baskıların ortadan kaldırılması ve özgür aşkı savunan bazı anarşistler; öte yandan toplumun içinde bulunduğu iktisadi ve sosyal koşullar, aileyi bir süre sarstı. Evlenme ve boşanma işleri yalınlaştırıldı. Çocuk aldırmak serbest bırakıldı. Zamanla, koşullar iyileştikçe, ailenin güçlendirilmesine önem verildi: 1936'da çocuk düşürmek yasaklandı ve aynı zamanda gebe kadınlara devletin ilgisi ve yardımı artmaya başladı. 1944 yılında aile ile ilgili olarak çıkarılan bir kanunla, evlenme kurumuna verilen değer arttı. Bunun dışında evlilik dışı olan çocuk ve anası maddi ve manevi olarak korundu ve yardım gördü. Kadın, bütün üretim faaliyetlerine katılmaktaydı: Kadınlar, kolhozlarda, tarımsal yaşamda çok etkin rol oynarlardı, maden ve sanayide çalışanların %30'u kadındı. Başta, bu doğumların fazla olmasından ileri geliyordu. Çocuk, devletin ücretsiz doğum evlerinde doğardı. Çocuğun bakımına, çok sayıda kreş ve çocuk bahçesiyle devlet destek olurdu. Kreş ve çocuk bahçeleri kentlerden köylere ve kolhozlara kadar yayılmıştı.
İnsan hakları.
Sovyetler Birliği'nde insan hakları ciddi şekilde sınırlandırılmıştı. Sovyetler Birliği 1927'den 1953'e kadar totaliter bir devletti ve 1990'a kadar tek parti devletiydi. İfade özgürlüğü bastırıldı ve muhalefet cezalandırıldı. İster özgür sendikalara, özel şirketlere, bağımsız kiliselere veya muhalefetteki siyasi partilere katılım olsun, bağımsız siyasi faaliyetlere müsamaha gösterilmedi. Yurt içinde ve özellikle yurt dışında hareket özgürlüğü kısıtlandı.
Sovyet insan hakları anlayışı uluslararası hukuktan çok farklıydı. Sovyet hukuk teorisine göre, "bireye "karşı" ileri sürülecek olan insan haklarından yararlanan hükümettir." Sovyet devleti, insan haklarının kaynağı olarak görülüyordu. Bu nedenle, Sovyet hukuk sistemi hukuku siyasetin bir kolu ve mahkemeleri hükûmetin organları olarak görüyordu. Sovyet gizli polis teşkilatlarına kapsamlı yargı dışı yetkiler verildi. Sovyet hükûmeti pratikte hukukun üstünlüğünü önemli ölçüde dizginledi, sivil özgürlükler, hukukun korunması ve mülkiyet garantileri, bunlar Andrey Vyshinsky gibi Sovyet hukuk teorisyenleri tarafından "burjuva ahlakı" örnekleri olarak kabul edildi. Vladimir Lenin'e sosyalist mahkemelerin amacı " terörü ortadan kaldırmak değil... ama onu kanıtlamak ve ilke olarak meşrulaştırmaktı".
Sovyetler Birliği, 1973'te Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme gibi yasal olarak bağlayıcı insan hakları belgelerini imzaladı, ancak bunlar ne geniş çapta biliniyordu, ne Komünist yönetim altında yaşayan insanlar tarafından erişilebilirdi, ne de Komünist yetkililer tarafından ciddiye alındı.
Coğrafya.
22,402,200 kilometrekarelik bir alana sahip Sovyetler Birliği, dünyanın yüzölçümü bakımından en büyük devleti idi ve dağıldıktan sonra bu unvanı ardılı olan Rusya almıştır. SSCB, Dünya yüzölçümünün altıda birini kaplamaktaydı ve büyüklüğü Kuzey Amerika ile karşılaştırılmaktaydı. Avrupa'daki kısmı, ülkenin yüzölçümünün çeyreği kadardı ve ülkenin kültürel ve ekonomik merkeziydi. Asya'nın doğu kısmında Pasifik Okyanusu'na uzanırken güneyinde ise Afganistan bulunmaktaydı ve bu bölgeler daha seyrek nüfusluydu. SSCB, 11 zaman dilimi arasında doğudan batıya 10.000 km ve kuzeyden güneye 7200 km boyunca yayılmaktaydı. Ülkede beş iklim bölgesi bulunmaktaydı: tundra, tayga, bozkırlar, çöller ve dağlar.
Sovyetler Birliği, 60.000 kilometre ile dünyanın en uzun sınırına sahip olup bunun üçte ikisi Arktik Okyanusu kıyı şeridiydi. Bering Boğazı üzerinden Amerika Birleşik Devletleri ve La Pérouse Boğazı üzerinden de Japonya'ya komşuydu. Sovyetler Birliği, 1945'ten 1991'e kadar Afganistan, Çin, Çekoslovakya, Finlandiya, Macaristan, İran, Moğolistan, Kuzey Kore, Norveç, Polonya, Romanya ve Türkiye ile sınırdı.
Sovyetler Birliği'nin en uzun nehri İrtiş Nehri'ydi. En yüksek dağ, günümüzde Tacikistan sınırları içerisinde yer alan Komünizm Zirvesi (şimdiki adıyla Somoni Zirvesi) olup 7495 m yüksekliğindeydi. Dünyanın en büyük gölü olan Hazar Denizi'nin büyük bir kısmı ve Dünyanın en büyük tatlı su ve en derin gölü olan Baykal Gölü Sovyetler Birliği'nde yer alıyordu.
Ekonomi.
Merkezî sosyalist plana dayalı bir ekonomiye sahip olan SSCB'nin ekonomik temelini üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti oluşturur. Marksist teori, sosyalist toplumda üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini, üretimin ve bölüşümün tamamen merkezi planlama doğrultusunda gerçekleştirileceğini söyler. Ekim Devrimi'nin hemen ardından tüm devlet yönetimine el koyan ve burjuva-kapitalist devlet mekanizmasını parçalamayı hedefleyen Bolşevikler, ülkedeki tüm bankaları, fabrikaları, belirli bir değerlemenin üzerindeki üretim araçlarını bedelsiz kamulaştırmış, tüm dış borçları reddetmişlerdir. Ancak kısa süre sonra, İngiliz destekli Çar yanlılarının Bolşevikler ile tutuştukları iç savaş, Lenin tarafından Savaş Komünizmi kararlarının uygulanmasına sebep olmuştur. Bu dönemde köylünün tarımsal üretiminin bir kısmına devrimciler tarafından el konulmuş, yıllık üretim birikimi ve tüketim miktarı planlanmış ve paranın pazar içerisinde dönüşümü kısıtlanmıştır. İç savaş ekonomiye ağır bir darbe indirmiş, 1920'de üretim birikimi 1914 öncesi dönemin bile gerisine düşmüştür. 1921'de iç savaşın Bolşevikler lehine sonuçlanmasının ardından, Lenin tarafından "bir adım geri, iki adım ileri" şeklinde formüle edilmiş Yeni Ekonomi Politikası yürürlüğe sokulmuştur. Sovyetlerin sermaye birikimi sağlaması, üretimin canlanması ve endüstriyel kalkınma hamleleri için bir dayanak noktası olması planlanan bu politika ile, köylünün üretim fazlasını pazarda satabilmesine olanak sağlanmış, küçük işletmelere ve küçük burjuvaziye izin verilmiştir. Suikast sonucu sağlığını yitiren Lenin'in 1924'te ölümü üzerine parti genel sekreteri olan Stalin tarafından 1928'e kadar devam ettirilen Yeni Ekonomi Politikası, sonuç itibarıyla başarıya ulaşmış ve ekonominin hızla kalkınmasını sağlamıştır.
Stalin dönemi, SSCB'nin kısa sürede muazzam bir endüstriyel kalkınma gerçekleştirdiği ve dünyanın en büyük sanayilerinden birisi haline geldiği bir süreçtir. 1927'de Politbüro içerisinde yaşanan sert tartışmalar sonucunda Stalin, Yeni Ekonomi Politikası'nın artık gereksiz olduğunu, komünizme geçiş için modern kapitalist ülkelerin endüstriyel gelişmişlik düzeylerinin hızla yakalanması gerektiğini belirtmiş ve fikirlerini kabul ettirmiştir. Bunun sonucunda 1927 yılında alınan bir kararla kesin olarak planlı ekonomiye geçiş yapılmış, tarım kolektifleştirilmiş ve 1928'de ilki kabul edilen 5 yıllık kalkınma planları uygulamaya konulmuştur. Bu kalkınma planları, ülke kaynaklarının hızlı endüstriyel kalkınma için mobilize edilmesi üzerine kuruluydu. Batı kapitalizmi, 1929-1936 arasında tarihinin en derin talep yetersizliğine bağlı iktisadi krizlerinden birini yaşarken, SSCB liderliğindeki sosyalist dünya zaman/performans açısından medeniyet tarihinin en başarılı kalkınmalarından birini gerçekleştirmiş, 1936'da Avrupa'nın en büyük sanayisi konumuna yükselmiştir.
II. Dünya Savaşı'nda 27 milyon vatandaşını kaybeden SSCB maddi açıdan da ağır şekilde tahrip edilmişti. Savaşın ardından Berlin'e kadar genişleyen sosyalist cumhuriyetler sonucunda, o zamana kadar içe kapanık ve kendi kendine yeterliliği öne çıkaran Sovyet ekonomisi, hızla dışa açılmış ve Sosyalist ülkeler arasında Comecon adı verilen ekonomik iş birliği organını oluşturmuştur. Ancak yine de dünya ekonomisinin SSCB içerisindeki etkisi zayıftı ve ülke içerisindeki tüm tüketici fiyatlamaları, devlet tarafından planlanıyordu.
Ağır sanayisi oldukça gelişmiş olan SSCB özellikle 1960'lardan itibaren makine ihracatında dünyada ön plana çıkmıştı. Ayrıca ABD'nin uydu devletlerine silah satabilmek için başlattığı Soğuk Savaş, silahlanma yarışına sebep olmuş ve bu durum ABD ve SSCB'yi önemli silah ihracatçıları konumuna getirmiştir. Ülke içerisinde planlanmamış ve "ikinci ekonomi" şeklinde tanımlanan bir yasadışı ekonominin ortaya çıkışı, 1965'te yapılan reformlar sonucunda hafifletilmeye çalışılmıştır.
İhracatta sanayi ürünleriyle ön plana çıkan SSCB, ithalat alanında ise tarımsal ürünlere yönelmekteydi. SSCB dünyanın önemli tahıl üreticilerinden olmasına karşın hükûmet özellikle II. Dünya Savaşı'ndan sonra artan nüfusun ihtiyacını gidermekte zorlanıyordu. Tarımsal üretimin artması dahi SSCB'nin tahıl ithalatına yönelmesine engel olamıyordu. Bu durum özellikle Kruşçev döneminde ciddi bir sorun olmuş ve genel sekreterin görevden alınmasında etkili olmuştu.
1980'de Japonya tarafından ekonomik büyüklük bakımından geçilen ve dünyanın en büyük üçüncü ekonomisi durumuna gelen SSCB'de, Gorbaçov'un iktidara gelişiyle 1987'de Prestroyka denilen iktisadi reform paketini açıklandı. SSCB'nin dağılışının iktisadi sebeplere dayandığı iddia edilse de, Yalçın Küçük gibi Sovyetologlar dağılışın ardında siyasi ihanetin olduğunu ifade etmişlerdir. Nitekim Sovyet ekonomisinin 1985 yılına kadar istikrarlı gelişimi perestroykanın uygulanmaya konduğu 1986'dan itibaren ise duraklama sürecine girmesi devletin yıkılışında siyaset ve ekonomiye yöneticiler tarafından keskin müdahalelerin yapılmasının etkili olduğunu göstermektedir.
Enerji.
Sovyetler Birliği'nde yakıt ihtiyacı, 1970'lerden 1980'lere kadar her toplumsal ürünün başına brüt ruble ve endüstriyel ürün başına ruble düşmüştür. Başlangıçta bu düşüş çok hızlı büyüdü, ama yavaş yavaş 1970 ve 1975 yılları arasında yavaşlamıştır. 1975'ten ve 1980'e kadar sadece yüzde 2,6 daha yavaş büyümüştür. Tarihçi David Wilson, yüzyılın sonuna kadar gaz endüstrisinin Sovyet yakıt üretiminin %40'ını karşılayacağını inanıyordu. Ancak bu teori SSCB'nin çöküşü nedeniyle gerçekleşemedi. SSCB teoride, enerji alanları nedeniyle 1990'larda %2-2.5 oranında bir ekonomik büyüme devam etmiş olurdu. Ancak ülkenin yüksek askeri harcamaları ve Gorbaçov dönemi öncesi Birinci Dünya ile gergin ilişkiler nedeniyle enerji sektörü birçok zorlukla karşı karşıya kalıyordu.
1991 yılında, Sovyetler Birliği 82.000 km'lik ham petrol ve 206.500 km'lik doğalgaz boru hattı ağına sahipti. Petrol ve petrol ürünleri, doğalgaz, metaller, ahşap, tarım ürünleri ve çeşitli üretim malları, öncelikli makine, silah ve askeri teçhizat ihraç edildi. 1970'li ve 1980'li yıllarda Sovyetler Birliği'nde sağlam para kazancı ağır fosil yakıt ihracatına dayanıyordu. 1988 yılında zirvesinde, dünyanın en büyük ham petrol üreticisi ve Suudi Arabistan'dan sonra ikinci büyük ihracatçısı idi.
Bilim ve teknoloji.
Sovyetler Birliği, kendi ekonomisi için bilim ve teknolojiye büyük vurgu yapmaktaydı, ancak, dünyanın ilk uzay uydusunu yapmak gibi teknolojisindeki en önemli başarıların genellikle askeri sorumluluğu bulunmaktaydı. Lenin, eğer Sovyetler teknolojide gelişmiş dünyanın gerisinde kalısa asla onları geçemeyeceğine inanıyordu. Sovyet otoriteleri büyük ağlar, araştırma ve geliştirme kuruluşları geliştirerek Lenin'in inancına bağlılıklarını kanıtladı. 1989 yılında, Sovyet bilim adamları enerji fiziği, tıpta sayılı alanlar, matematik, kaynak ve askeri teknolojiler gibi çeşitli alanlarda dünyanın en iyi eğitimli uzmanları arasında yer aldı. Ancak katı devlet planlaması ve yoğun bürokrasi nedeniyle, Sovyetler Birliği kimya, biyoloji ve bilgisayar teknolojileri gibi konularda Birinci Dünya'ya kıyasla geride kalmıştır.
Ronald Reagan yönetimi altındaki Socrates Programı, Sovyetler Birliği'nin ABD ile kökten farklı bir şekilde bilim ve teknoloji edinimini belirlenmiştir. ABD örneğinde, ekonomik önceliklendirmenin hem kamu hem de özel sektörün bilim ve teknoloji edinme aracı olarak yerli araştırma ve geliştirme için kullanılıyordu. Buna karşılık Sovyetler Birliği, edinmede ofansif ve defansif manevra ve dünya çapındaki teknoloji kullanımı teknoloji elde ettiği rekabet avantajı artırmak için rekabet avantajı elde eden ABD'yi önlemekteydi. Ancak ek olarak, Sovyetler Birliği'nin teknoloji tabanlı planlama, merkezi, devlet merkezli bir büyük ölçüde esneklikten uzak bir şekilde yürütülmekteydi. Bu önemli bir eksiklik olup Sovyetler Birliği'nin gücünü zayıflatmak ve böylece kendi reformu teşvik etmek için ABD tarafından istismar edilmiştir.
Ulaşım.
Ulaşım, ülke ekonomisinin önemli bir bileşeni idi. 1920'lerin sonunda ve 1930'larda ekonominin merkezileştirilmesi, en önemlisi bir havacılık işletmesi olan Aeroflot'un kurulması gibi altyapının büyük ölçekte gelişmesini sağlamıştır. Ülkede kara, su ve hava yolu olmak üzere geniş bir ulaşım yelpazesi bulunmaktaydı. Ancak, kötü bakımdan dolayı yol, su ve Sovyet sivil havacılığı Birinci Dünya ile karşılaştırıldığında oldukça eski ve teknolojik olarak geri kalmaktaydı.
Sovyet demiryolu taşımacılığı dünyanın en büyük ve en yoğun olarak kullanılan demiryolu taşımacılığı olup; aynı zamanda çoğu Batılı ülkelerden daha iyi gelişmiş durumdaydı. 1970'lerin sonunda ve 1980'lerin başında, Sovyet ekonomistleri demiryolları gelen yükü biraz hafifletmek ve Sovyet devlet bütçesini artırmak için daha fazla demiryolu yapımını önerdi. Karayolu ağı ve otomotiv endüstrisi fazla gelişmemiş ve büyük şehirler dışında stabilize yollar yaygındı. Sovyet bakım projeleriyle, ülkenin ihtiyacı olan bazı yolların bakılamayacağını anlaşıldı. 1980'lerin ortalarında, Sovyet otoriteleri yenilerinin inşası sipariş ederek yol sorunu çözmek için çalıştı. Bununla birlikte, otomobil endüstrisi yol yapımından daha hızlı bir oranda büyümekte idi. Gelişmemiş karayolu ağı toplu taşıma için büyüyen bir talebe yol açmıştır.
Gelişmelere rağmen, taşımacılık sektörü hâlâ birçok açıdan eski altyapı, yatırım eksikliği, yolsuzluk ve kötü kararlar gibi sorunlar nedeniyle geri kaldı. Sovyet otoriteleri ulaşım altyapısı ve hizmetleri için artan talebi yeterince karşılayamadı.
Sovyet ticaret filosu dünyanın en büyüklerinden biriydi.
Demografi.
20. yüzyılın ilk elli yılında Çarlık Rusyası ve Sovyetler Birliği yaşadığı felaketler sonucu büyük ölçekli nüfus kayıpları verdi. I. Dünya Savaşı ve Rus İç Savaşı sırasında (savaş sonrası kıtlıklarda dahil) toplam 18 milyon, 1930'larda yaklaşık 10 milyon, ve 1941-5 yılında 26 milyondan fazla kişi ölmüştür. Savaş sonrası Sovyet nüfusu eğer demografik büyüme devam etseydi 45-50 milyon daha fazla olması gerekirdi.
SSCB'nin kaba doğum hızı 1926'da binde 44.0 iken büyük ölçüde artan kentleşme ve evliliklerin artan ortalama yaşı nedeniyle 1974'te binde 18.0'e düşmüştür. Kaba ölüm hızı da kademeli olarak düşüş göstererek 1926 yılında binde 23,7 iken 1974 yılında 8,7'e düşmüştür. Genel olarak, Transkafkasya ve Orta Asya'da bulunan güney cumhuriyetlerin doğum oranlarının Sovyetler Birliği'nin kuzey bölgelerine kıyasla çok daha yüksek olduğu ve hatta bazı durumlarda II. Dünya Savaşı sonrası dönemde artmış bir fenomen kısmen yavaş şehirleşme oranları ve güney cumhuriyetlerinde geleneksel olarak yapılan erken evlilikler atfedilir. Sovyet Avrupası'nda nüfus yenilenmesi için yeterli olmayan doğuma yönelirken, Sovyet Orta Asyası'nda ise nüfus yenilenmesi için yüksek olan doğum üzerinde nüfus artış göstermeye devam etmiştir.
1960'ların sonlarında ve 1970'lerde, SSCB'de ölüm oranının azalan seyri özellikle çalışma çağındaki erkeklerde tersine bir tanık olundu ancak aynı zamanda Rusya ve ülkenin diğer Slav ağırlıklı alanlarda yaygın oldu. 1980'lerin sonlarında resmî veri analizine göre 1970'lerin sonundan ve 1980'lerin başında kötüleşen yetişkin ölüm oranı tekrar düzelmeye başladı. 1970 yılında 24,7'e olan bebek ölüm hızı 1974 yılında 27,9'a yükselmişti. Bazı araştırmacılar bu durumu büyük ölçüde reel olarak kötüleşen sağlık koşulları ve hizmetlerin bir sonucu olarak kabul etmektedirler. Yetişkin ve bebek ölüm oranlarının yükselişi Sovyet yetkilileri tarafından açıklanmadı ve Sovyet hükûmeti sadece on yıl için tüm ölüm oranı istatistiklerini yayınlamaktan vazgeçti. Sovyet demograflar ve sağlık uzmanları, 1980'li yılların sonuna kadar ölüm oranlarının artması hakkındaki verilerin yayınlanmasına devam etmek ve araştırmacıların gerçek nedenlerini araştırmak varken bu duruma sessiz kaldılar.
Kadınlar ve doğurganlık.
Lenin'e göre devlet, kadın ve erkek eşitliğini teşvik etmek için açık taahhütlerde bulundu. Pek çok erken dönem Rus feministi ve sıradan Rus çalışan kadın, Devrim'e aktif olarak katıldı ve daha pek çoğu, o dönemin olaylarından ve yeni politikalardan etkilendi. Ekim 1918'den başlayarak, Lenin'in hükûmeti boşanma ve kürtaj yasalarını serbestleştirdi, eşcinselliği suç olmaktan çıkardı (1930'larda yeniden suç haline getirildi), birlikte yaşamaya izin verdi ve bir dizi reform başlattı. Bununla birlikte, doğum kontrolünün olmadığı yeni sistem, birçok evlilik dışı evliliğin yanı sıra sayısız evlilik dışı çocuk üretti. Boşanma ve evlilik dışı ilişkiler salgını, Sovyet liderleri insanların çabalarını ekonomiyi büyütmeye yoğunlaştırmasını istediğinde sosyal zorluklar yarattı. Kadınlara doğurganlıkları üzerinde kontrol vermek, ülkelerinin askerî gücüne yönelik bir tehdit olarak algılanan doğum oranlarında da ani bir düşüşe yol açtı. 1936'da Stalin, liberal yasaların çoğunu tersine çevirerek onlarca yıl süren pronatalist bir çağ başlattı.
1917'de Rusya, kadınlara oy hakkı tanıyan ilk büyük güç oldu. I. ve II. Dünya Savaşlarındaki ağır kayıpların ardından Rusya'da kadınların sayısı 4:3 oranında erkeklerden fazlaydı. Bu, o zamanın diğer büyük güçlerine kıyasla Rus toplumunda kadınların oynadığı daha büyük role katkıda bulundu.
Etnik gruplar.
Sovyetler Birliği, 100'den fazla farklı etnik gruplar ile farklı etnik kökenlere sahip ülke idi. Toplam nüfus 1991 yılındaki nüfus sayımında 293 milyon olarak tespit edilmiştir. 1990'da yapılan bir hesaplamaya göre, nüfusun çoğunluğu Ruslar (50.78%) olmak üzere, bunu Ukraynalılar (15.45%) ve Özbekler (5.84%) takip ediyordu.
SSCB'nin tüm vatandaşların kendi etnik bağlılığı bulunmaktaydı. Bir kişinin etnikliği 16 yaşındayken çocuğun ailesi tarafından seçilirdi. Aile kabul etmez ise çocuk babasının etnisitesini alırdı. Kısmen Sovyet politikaları nedeniyle dilsel bağı bulunan Gürcüler ile sınıflandırılan Gürcistan SSC'deki Megreller gibi daha küçük azınlık bazı etnik gruplar daha büyük olanların bir parçası olarak kabul edilmiştir. Bazı etnik gruplar gönüllü olarak diğerleri ise zorla asimile olmuştur. Ruslar, Beyaz Ruslar ve Ukraynalılar yakın kültürel bağları paylaşırken bu durum diğer etnik gruplarda olmadı. Aynı topraklarda yaşayan birden fazla millet arasında yıllar içinde etnik karşıtlıklar gelişmiştir.
Dil.
Vladimir Lenin başkanlığındaki Sovyet hükûmeti küçük dil grupları kendi yazı sistemlerini vermiştir. Bazı kusurları tespit edilmesine rağmen bu yazı sistemlerinin geliştirilmesi çok başarılı olmuştu. SSCB'nin sonraki günlerinde aynı çokdillilik durumundaki ülkelerde benzer politikalar uygulandı. Bu yazı sistemleri oluştururken dilleri birbirinden büyük ölçüde lehçesel farklılıklar gibi ciddi sorunlar oluştu. Bir dil kendi yazı sistemine sahip olduğu ve kayda değer bir yayını bulunursa bu dil "resmî dil" statüsüne sahip olabiliyordu. Kendi yazı sistemine sahip olmayan birçok azınlık dilini konuşanlar ikinci bir dil almaya zorlanırdı. Sovyet yönetiminin bu politikayı uygulamasına örnek olarak özellikle Stalin rejimi altında bir dil yeterince yaygın değilse o dilde eğitim kesilirdi. Bu diller daha sonra çoğunlukla Rusça olmak üzere başka dillere asimile oldu. Büyük Vatanseverlik Savaşı (II. Dünya Savaşı) zamanında bazı azınlık dilleri yasaklandı ve bunun konuşucuları düşmanla iş birliği yapmakla suçlandı.
Sovyetler Birliği'nin birçok dil konuşulmakta olup en yaygın dil olan Rusça "de facto" resmî dil olarak "etnik iletişim dili" () olup, ancak 1990 yılında resmî birlik dili olarak kabul edildi.
Din.
1990 yılı istatistiklerine göre, ülkenin dini yapısı %20 Rus Ortodoks, %10 Müslüman, %7 Protestan, Gürcü Ortodoks, Ermeni Ortodoks ve Katolik, %1'den azı Yahudi ve %60'ı Ateist idi. Hristiyanlık ve İslam, dine inanan vatandaşlar arasında en fazla sayıda taraftarı olan dinleriydi. Doğu Hristiyanlığı, Sovyetler Birliği'ndeki en büyük Hristiyan mezhebi olan Rusya'nın geleneksel Rus Ortodoks Kilisesi ile Hristiyanlar arasında hakim idi. Sovyetler Birliği'nin Müslümanların yaklaşık %90'ı Sünni olup kalan %10 Şii ise Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nde yaşamaktaydı. Küçük gruplar ise Katolik, Yahudi, Budist ve çeşitli Protestan gruplarıydı.
Sovyetler Birliği, anayasal olarak kilise ve devletin ayrılması ilkesinin ilan edildiği laik bir devletti. 1919'dan itibaren Sovyetler Birliği Komünist Partisi, dinin ortadan kaldırılmasına katkıda bulundu. Sovyet iktidarının ilk on yıllarında, birçok Ortodoks kilisesi, özellikle Moskova'daki Kurtarıcı İsa Katedrali, Moskova Kremlin'deki 14. yüzyıldan kalma birkaç manastır ve ülke genelinde düzinelerce kilise yıkıldı. 1925'ten 1947'ye kadar SSCB'de "Militan Ateistler Birliği" Bezbozhnik yayınevi, daha sonra Devlet Din Karşıtı Edebiyat Yayınevi olarak işlev gördü. Ateist dünya görüşü parti ve devlet kurumları tarafından desteklendi ve teşvik edildi; üniversitelerde "bilimsel ateizm" öğretiliyordu. 15 Mayıs 1932'de Sovyetler Birliği'nde, 1 Mayıs 1937'ye kadar ülkede dinin tamamen ortadan kaldırılması olan bir kampanya ilan edildi. 1939'a gelindiğinde, Sovyetler Birliği'nde çalışmaya devam eden kiliselerin sayısı birkaç yüze indirildi ve piskoposluk yapıları tamamen yıkıldı. Büyük Temizlik sırasında, Stalin'in kişisel kararı ile Başpiskopos Pitirim ve Moskova Patrikhanesi başkanı Başrahip Alexander Vasilyevich Lebedev vuruldu.
Eğitim.
1917 öncesinde Rus İmparatorluğu'nda eğitim zorunlu değildi ve bu nedenle alt sınıf işçi ve köylü ailelerinden olan birçok çocuk eğitim olanaklarına zorlukla erişilebiliyor veya hiç erişemiyordu. 1917 tahminlerine göre nüfusun %75-80'i okuma yazma bilmiyordu.
Anatoli Lunaçarski, Sovyet Rusya'nın ilk Eğitim Halk Komiseri (bakan) oldu. Başlangıçta, Sovyet otoriteleri cehaletin ortadan kaldırılmasına büyük önem vermekteydiler. Bu nedenle okuma yazma bilenler doğrudan öğretmen yapıldı. Kısa bir süre için kaliteden bir miktar ödün verildi. 1940 yılında Yosif Stalin cehaletin ortadan kaldırıldığını ilan etti. Büyük Vatanseverlik Savaşı sonrasında ülkenin eğitim sistemi önemli ölçüde genişledi. Bu genişleme büyük bir etki yarattı. 1960'larda tek istisna Sibirya'nın en ücra köşelerinde kırsal bölgelerde avcılıkla geçinenler hariç neredeyse tüm Sovyet çocukları eğitime erişebiliyordu. Nikita Kruşçev, eğitimi daha erişilebilir hale getirmek için çocuklara açıktan toplumun ihtiyaçlarına yakından bağlı hale getirmeye çalıştı. Eğitim aynı zamanda Yeni Sovyet insanı'nı yaratma konusunda önemli oldu.
Ülkenin eğitim sistemi son derece merkezi bir yapıda olup tüm vatandaşlar için evrensel olarak erişilebiliyordu ve kültürel gerilik ile ilişkili halklardan gelen adaylar için pozitif ayrımcılık uygulanıyordu. Anayasal olarak vatandaşların doğrudan iş gücüne katılma ve ücretsiz mesleki eğitim hakkı vardı. Brejnev yönetimi tüm üniversiteler için gerekli başvuruları sunmak için yerel Komsomol parti sekreterinin önerisinin gerekliliği kuralını koydu. 1986 istatistiklerine göre, yükseköğretimde nüfus başına düşen öğrenci sayısı 10.000 kişide SSCB için 181, ABD için ise 517 idi.
Milliyetler ve Etnik Gruplar.
Sovyetler Birliği, 100'den fazla farklı etnik gruba sahip, etnik olarak çeşitli bir ülkeydi. Ülkenin toplam nüfusu 1991 yılında 293 milyon olarak tahmin edilmiştir. 1990 yılındaki bir tahmine göre, nüfusun çoğunluğu Ruslar (%50,78), onu Ukraynalılar (%15,45) ve Özbekler (%5,84) izlemektedir. Genel olarak, 1989'da ülkenin etnik demografisi, %69.8'inin Doğu Slavları, %17.5'inin Türk halkları, %1.6'sının Ermeniler, %1.6'sının Baltlar, % 1.5'inin Fin, %1.5'ini Tacikler, %1.4'ünü Gürcüler, %1,2 Moldovalılar ve %4.1'i diğer çeşitli etnik gruplardan oluşuyordu.
SSCB'nin tüm vatandaşlarının kendi etnik bağlantıları vardı. Bir kişinin etnik kökeni, çocuğun ebeveynleri tarafından on altı yaşında seçildi. Ebeveynler aynı fikirde değilse, çocuğa otomatik olarak babanın etnik kökeni atanır. Kısmen Sovyet politikaları nedeniyle, daha küçük azınlık etnik gruplarının bazıları, dilsel olarak ilişkili Gürcülerle sınıflandırılan Gürcistan Megreller gibi daha büyük grupların bir parçası olarak kabul edildi. Bazı etnik gruplar gönüllü olarak asimile olurken diğerleri zorla getirildi. Ruslar, Belarus'lular ve tamamı Doğu Slav ve Ortodoks olan Ukraynalılar, yakın kültürel, etnik ve dini bağları paylaşırken diğer gruplar paylaşmadı. Aynı bölgede yaşayan birden fazla milletle birlikte, yıllar içinde etnik düşmanlıklar gelişti.
Çeşitli etnik kökenlerden üyeler yasama organlarına katıldı. Politbüro, Merkez Komite Sekreterliği vb. gibi iktidar organları resmi olarak etnik olarak tarafsızdı, ancak gerçekte, Sovyet liderliğinde Josef Stalin, Grigori Zinovyev gibi Rus olmayan liderler olmasına rağmen etnik Ruslar aşırı temsil edildi. Nikolai Podgorny veya Andrei Gromyko. Sovyet döneminde, önemli sayıda etnik Rus ve Ukraynalı diğer Sovyet cumhuriyetlerine göç etti ve birçoğu oraya yerleşti. 1989'daki son nüfus sayımına göre, Sovyet cumhuriyetlerindeki Rus "diasporası" 25 milyona ulaşmıştı.
Sağlık.
1917 yılında devrim öncesinde, Rusya'da sağlık koşulları gelişmiş ülkelerin oldukça gerisinde idi. Lenin bu durumu "Ya sosyalizm biti yenecek, ya da bit sosyalizmi" diye eleştirmiştir. Sovyet sağlık prensibi 1918 yılında Sağlık Halk Komiserliği tarafından oluşturulmuştu. Sağlık hizmetleri devlet tarafından kontrol edilecekti ve devrimci bir kavram olan ücretsiz sağlık hizmeti tüm vatandaşlara sağlanacaktı. 1977 SSCB Anayasası'nın 42. maddesi tüm yurttaşların sağlığı koruma altına alınmış ve SSCB'de herhangi bir sağlık kurumuna ücretsiz erişim hakkı verilmişti. Ancak, Sovyetler Birliği'nde nüfus artışı sebebiyle sağlık sisteminin halkının tüm ihtiyaçlarını yerine getirmesi mümkün değildi. Mihail Gorbaçov devlet başkanı olmadan önce Sovyetler Birliği'nin sağlık sistemi birçok yabancı uzmanın çalışmaları, sosyo-ekonomik politikalar ve tıp alanındaki gelişmelerle halka kaliteli bir hizmet sunabiliyordu.. Ancak Mihail Gorbaçov döneminde, ekonomik iflasla maddi imkansızlıklar Sovyet sağlık sisteminin hizmet kalitesi ve sunumunda eşitsizliğin ortaya çıkmasına sebep oldu. Sağlık Bakanı Yevgeni Çazov, Sovyetler Birliği Komünist Partisi 19. Kongresi sırasında, dünyanın en iyi doktorlarına ve en iyi hastanelerine sahip olmak, bu konudaki sorunları tespit edip hizmet kalitesini iyileştirebilmek için milyarlarca Sovyet rublesi harcanması gerektiğini belirtti.
Sosyalist devrimin ardından, tüm yaş grupları için yaşam kalitesi yükseldi. Bu durumun istatistiksel verilerine göre bazı sosyologlar sosyalist sistemin kapitalist sisteme göre daha üstün olduğunu iddia etti. Bu gelişmeler 1960'larda daha da iyi koşullar yarattı ve Sovyetler Birliği'nde yaşam kalitesi ABD'yi geçti. 1970'lerde ortalama ömür muhtemelen alkol bağımlılığı yüzünden çoğu yıl boyunca sabit kaldı. Yine bu sebepten bebek ölüm oranları yükselmeye başladı. 1974 yılından sonra hükûmet bu konudaki yayın istatistiklerinin yayımlanmasını durdurdu. Bu eğilim Sovyetler Birliği'nin daha gelişmiş Avrupa kısmında belirgin bir şekilde gerilerken ülkenin bebek ölüm oranlarının en yüksek olduğu Asya yakasındaki bu durum büyük ölçüde artan gebelik sayısı ile açıklanabilir. Brejnev döneminde yaşam kalitesinde düşüşe sebep olan en önemli faktörlerden alkolizme karşı da devlet tarafından kampanya başlatıldı. Alkol kullanımını azaltmak için reklamlar yapıldı ve hatta satışı ve kullanımına ilişkin sınırlamalar getirildi.
Diş hekimliği.
Sovyet diş teknolojisi ve diş sağlığı herkesin bildiği gibi kötü durumdaydı. 1991'de ortalama 35 yaşındaki bir kişinin 12 ila 14 arası çürüğü, dolgusu veya eksik dişi vardı. Diş macunu çoğu zaman mevcut değildi ve diş fırçaları modern diş hekimliği standartlarına uymuyordu.
Kültür.
Felsefe.
Sovyetler Birliği'nde felsefi araştırmalar resmî olarak Marksist düşünce odaklıydı. Bu, kuramsal olarak nihai felsefi doğru ve nesnellik temeliydi. 1920'ler ve 1930'lar boyunca, Rus düşüncesinin diğer eğilimleri baskılandı (pek çok filozof göç etti, başkaları sürüldü). Stalin 1931'de diyalektik materyalizm'i Marksizm Leninizm ile özdeşleştiren bir karar çıkartarak, bütün komünist devletlerde ve Comintern aracılığıyla çoğu Komünist partide geçerli olacak resmî felsefe haline getirdi. Bolşevik yönetimin başlangıcından itibaren Sovyet felsefesinin resmî amacı (her derste yer alması zorunlu bir öğretim konusuydu), Komünist düşüncelerin kuramsal olarak anlatılmasıydı. Bununla birlikte, 1917 Ekim Devrimi'nden sonra, hem felsefi hem siyasi mücadeleler damgasını vurmuş ve artık eskisi gibi dogmatik olunmayıp daha ilerici ve olumlu konular tartışılır hale getirmiştir. Evald Vasilevich Ilyenkov 1960'ların önde gelen filozoflarından biriydi, Leninist Diyalektik ve Positivizmin Metafizikliği (Leninist Dialectics & Metaphysics of Positivism) (1979) kitabında, 1920'lerin “mekanikçiler ile “diyalektikçiler” tartışmasını yeniden açtı. 1960'lar ve 1970'lerde analitik felsefe (analytical philosophy) ve mantık deneyciliği (logical empiricism) dahil Batı felsefeleri Sovyet düşüncesi üzerinde iz bırakmaya başladılar.
Çevre.
Resmi Sovyet çevre politikası, insanoğlunun doğayı aktif olarak iyileştirdiği eylemlere her zaman büyük önem vermiştir. Lenin'in "Komünizm, Sovyet iktidarı ve ülkenin elektrifikasyonudur!" sözü birçok açıdan modernizasyon ve endüstriyel gelişmeye odaklanmayı özetler. 1928'deki ilk beş yıllık plan sırasında, Stalin ülkeyi ne pahasına olursa olsun sanayileştirmeye başladı. Modern bir sanayi toplumu yaratma mücadelesinde çevre ve doğa koruma gibi değerler tamamen göz ardı edilmiştir. Stalin'in ölümünden sonra çevre sorunlarına daha fazla odaklandılar, ancak çevre korumanın değerine ilişkin temel algı aynı kaldı.
Sovyet medyası her zaman uçsuz bucaksız topraklara ve neredeyse yok edilemez doğal kaynaklara odaklanmıştır. Bu, doğanın kirlenmesinin ve kontrolsüz sömürülmesinin bir sorun olmadığını hissettirdi. Sovyet devleti ayrıca bilimsel ve teknolojik ilerlemenin tüm sorunları çözeceğine kesinlikle inanıyordu. Resmi ideoloji, sosyalizm altında, görünüşte çözülemeyecekleri kapitalist ülkelerin aksine, çevre sorunlarının kolayca üstesinden gelinebileceğini söyledi. Sovyet yetkilileri, insanın doğayı aşabileceğine dair neredeyse sarsılmaz bir inanca sahipti. Ancak, yetkililer çevre sorunları olduğunu kabul etmek zorunda kaldıklarında 1980'lerde SSCB'de sorunları öyle bir şekilde açıkladılar ki, sosyalizm henüz tam olarak gelişmemişti; sosyalist bir toplumdaki kirlilik, sosyalizm gelişseydi çözülecek olan geçici bir anormallikti.
1986'daki Çernobil faciası, sivil bir nükleer santralde meydana gelen ilk büyük kazaydı. Dünyada benzeri olmayan bu olay, atmosfere çok sayıda radyoaktif izotopun salınmasına neden oldu. Radyoaktif dozlar nispeten uzaklara dağılmıştır. Olaydan sonra 4.000 yeni tiroid kanseri vakası rapor edildi, ancak bu nispeten düşük sayıda ölüme yol açtı (WHO verileri, 2005). Bununla birlikte, kazanın uzun vadeli etkileri bilinmemektedir. Bir başka büyük kaza da Kyshtym felaketidir.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından çevre sorunlarının Sovyet yetkililerinin kabul ettiğinden daha büyük olduğu keşfedildi. Kola Yarımadası, açık sorunları olan yerlerden biriydi. Örneğin nikelin çıkarıldığı Monçegorsk ve Norilsk sanayi şehirlerinin çevresinde, tüm ormanlar kirlilikten yok olurken, Rusya'nın kuzeyi ve diğer kısımları emisyonlardan etkilendi. 1990'larda Batı'daki insanlar nükleer tesislerin radyoaktif tehlikeleri, hizmet dışı bırakılmış nükleer denizaltılar ve radyoaktif atıkların veya kullanılmış nükleer yakıtın işlenmesiyle de ilgilendiler. 1990'ların başında SSCB'nin Barents Denizi ve Kara Denizi'ne radyoaktif madde taşıdığı biliniyordu ve bu daha sonra Rus parlamentosu tarafından onaylandı. 2000 yılında batıda K-141 Kursk denizaltısının çökmesi endişeleri daha da artırdı. Geçmişte, K-19, K-8, K-129, K-27, K-219 ve K-278 Komsomolets denizaltılarının karıştığı kazalar oldu.
Miras.
SSCB'nin mirası tartışmalı bir konu olmaya devam ediyor. Özellikle Stalin yönetimindeki SSCB gibi komünist devletlerin sosyo-ekonomik doğası da çok tartışıldı ve çeşitli şekillerde bürokratik kolektivizm, devlet kapitalizmi, devlet sosyalizmi veya tamamen benzersiz bir üretim tarzı olarak etiketlendi. SSCB, farklı liderler tarafından uygulanan büyük miktarda birbiriyle çelişen politikalarla, uzun bir süre boyunca geniş bir politika yelpazesi uyguladı. Bazıları ülke hakkında olumlu düşünürken, bazıları ülkeyi baskıcı bir oligarşi olarak nitelendirerek eleştirmektedir. SSCB hakkındaki görüşler karmaşıktır ve zaman içinde değişmiştir, farklı kuşakların konuyla ilgili farklı görüşleri ve tarihi boyunca farklı zaman dilimlerine karşılık gelen Sovyet politikaları vardır. Solcular, SSCB hakkında büyük ölçüde farklı görüşlere sahiptir. Anarşistler ve diğer liberter sosyalistler gibi bazı solcular, işçilere üretim araçları üzerinde kontrol vermediği ve merkezi bir oligarşi olduğu konusunda hemfikir olsalar da, diğerleri Bolşevik politikaları ve Vladimir Lenin hakkında daha olumlu görüşlere sahipler. Anarşistler gibi birçok anti-Stalinist solcu, Sovyet otoriterliğine ve baskısına aşırı derecede eleştirel yaklaşıyor. Aldığı eleştirilerin çoğu, Sovyetler Birliği'ndeki katliamlar, SSCB'de mevcut merkezi hiyerarşi ve kitlesel siyasi baskının yanı sıra hükûmeti eleştirenlere ve diğer solcular gibi siyasi muhaliflere yönelik şiddete odaklanıyor. Eleştirmenler ayrıca, herhangi bir önemli işçi kooperatifini uygulamadaki veya işçi özgürlüğünü uygulamadaki başarısızlığının yanı sıra yolsuzluğa ve Sovyet otoriter doğasına da işaret ediyor.
2021'de yapılan bir ankette, Rusların %70'i Josef Stalin hakkında olumlu görüşlere sahip olduklarını belirtti. Ermenistan'da, yanıt verenlerin %12'si SSCB'nin çöküşünün iyi olduğunu söylerken, %66'sı zarar verdiğini söyledi. Kırgızistan'da, ankete katılanların %16'sı SSCB'nin çöküşünün iyi olduğunu söylerken, %61'i zarar verdiğini söyledi. 2018 Derecelendirme Sosyoloji Grubu anketinde, yanıtlayan Ukraynalıların %47'si, 1964'ten 1982'ye kadar Sovyetler Birliği'ni yöneten Sovyet lideri Leonid Brejnev hakkında olumlu görüşe sahipti. Levada Center tarafından 2021'de yapılan bir anket, Rusların %49'unun SSCB'nin siyasi sistemini tercih ederken, %18'inin mevcut siyasi sistemi ve %16'sının Batı Demokrasisini tercih edeceğini ortaya koydu. Ankete katılanların %62'si Sovyet merkezi planlama sistemini tercih ederken, %24'ü piyasaya dayalı bir sistemi tercih ediyor. SSCB'nin hayranlığının çoğu, oligarkların kontrolü, yolsuzluk ve modası geçmiş Sovyet dönemi altyapısı gibi modern Sovyet sonrası hükûmetlerin başarısızlıklarının yanı sıra Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra organize suçun yükselişi ve egemenliğinden geliyor. Sovyetler Birliği doğrudan onun için bir nostaljiye yol açıyor.
İkinci Dünya Savaşı'nın 1941–1945 dönemi, Rusya'da hala ' Büyük Yurtseverlik Savaşı ' olarak biliniyor. Savaş, sinemada, edebiyatta, okullardaki tarih derslerinde, kitle iletişim araçlarında ve sanatta büyük önem taşıyan bir konu haline geldi. Çatışma sırasında asker ve sivillerin uğradığı büyük kayıplar sonucunda 9 Mayıs'ta kutlanan Zafer Bayramı, Rusya'da hâlâ en önemli ve duygusal tarihlerden biridir.
Eski Sovyet Cumhuriyetlerinde.
Bazı Sovyet sonrası cumhuriyetlerde, bu konuda fikir birliği olmamasına rağmen büyük ölçüde Holodomor nedeniyle, SSCB hakkında daha olumsuz bir görüş var. Etnik Ukraynalılar buna olumsuz bakıyor. Ukrayna'nın güney ve doğu bölgelerindeki Rusça konuşan Ukraynalılar, SSCB hakkında daha olumlu bir görüşe sahipler. İç çatışmaların olduğu bazı ülkelerde, özellikle Sovyet sonrası çatışmaların mültecileri için, SSCB'ye yönelik bir nostalji de var. Bu nostalji, ülkeye veya politikalarına duyulan bir hayranlıktan çok, evlerine dönme ve yoksulluk içinde yaşamama özlemidir. Transdinyester gibi eski SSCB cumhuriyetlerindeki birçok Rus yerleşim bölgesi, genel olarak onu olumlu bir şekilde anıyor.
Siyasi sol tarafından.
Solun SSCB'ye bakışı karmaşık. Bazı solcular SSCB'yi devlet kapitalizminin bir örneği ya da oligarşik bir devlet olarak görürken diğer solcular Vladimir Lenin'e ve Rus Devrimi'ne hayranlık duyuyorlar. Konsey komünistleri genellikle SSCB'yi sınıf bilinci yaratmada başarısız olarak, toplumu seçkinlerin kontrol ettiği yozlaşmış bir devlete dönüşen bir ülke olarak görüyorlar.
Anarşistler de ülkeyi eleştiriyor ve Sovyet sistemini "kızıl faşizm" olarak yaftalıyor. SSCB'ye yönelik anarşist düşmanlığa katkıda bulunan faktörler arasında, ilk ittifaktan sonra Mahnovist harekete karşı Sovyet saldırıları, anarşist Kronstadt isyanının bastırılması ve İspanya İç Savaşı sırasında rakip anarşist grupların Sovyet destekli Komünist hizip tarafından yenilgiye uğratılması yer alıyor.
Maoistler de SSCB hakkında karışık bir görüşe sahipler, Çin-Sovyet Bölünmesi sırasında onu olumsuz görüyorlar ve onu revizyonist ve kapitalizme geri dönmüş olarak suçluyorlar. 1963'te Çin hükûmeti, SSCB'nin sistemine yönelik eleştirilerini dile getirdi ve alternatif olarak Çin'in ideolojik çizgisini destekledi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6851",
"len_data": 112517,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.59
}
|
Bilgisayarların genellikle geniş coğrafi alanlarda birbirleriyle bağlanmalarında kullanılan teknik kurallar topluluğundan birisi. Bu kuralları uygulayarak oluşturulan bilgisayar ağlarına "X.25 ağları" ya da "Kutu Yönlendirmeli Ağlar" denir..
X.25 tanımlaması Uluslararası Uziletişim Birliği (ITU - International Telecommunication Union)tarafından OSI (Open Systems Interconnection -Açık Dizge Bağlantısı) tanımlamasının en alttaki üç katmanı kullanılarak oluşturulmuştur.
X.25 ağının içindeki her bir ağ bilgisayarına "Düğüm" adı verilir. Bu düğümler iletileri diğer düğümlere aktararak kaynak bilgisayardan varış bilgisayarına ulaşmalarını sağlarlar. X.25 ağlarında iletiler bir bütün olarak değil, belirli uzunluklardaki parçalara ("Kutu") bölünerek gönderirlirler. Bu kutular sonra varış bilgisayarında sıralanıp, birleştirilirler.
X.25 ağlarının en büyük yararı, güvenli olmalarıdır. Bunun nedeni, ağdaki her bir düğüm birden çok düğüme bağlı olduğu için, iki düğüm arasındaki bağlantı kopsa bile kutuların öteki düğümler üzerinden yollarını bulmalarıdır. O yüzden ilk uygulama alanları askeri ağlar ile hava yollarının yer ayırtma dizge ağlarıdır. Türkiye'de ilk bilinen uygulaması (olası NATO ağları dışında) "TURPAK" adı verilen Türk Telekom'ca işletilen ağdır.
Bu standart, fiziksel katman, bağlantı katmanı ve paket katmanı olmak üzere 3 düzeyli bir protokol gerektirir.
Fiziksel katman paket anahtarlamalı düğüm ile ona iliştirilen bilgisayar arasındaki fiziksel bağlantıyla ilgilidir. X.21 ve EIA-232 standartlarını kullanır. Kullanıcı ağ arabirimi (user network ınterface- UNI) ile ağ arasındaki gerçek veri bağlantısını tanımlar.
Bağlantı katmanı, veriyi bir çerçeve dizisi şeklinde gönderirken verinin güvenli aktarımını da sağlar. Bağlantı katmanı standartları LAP-B (Link Access Protocol Blanced) adıyla anılır. Bu yazılım protokolleri, çerçevelerin çözümlenmesini ya da ikili bilgilerinin alınmasını sağlar.
Paket katmanı'nda Paket katmanı protokolü (Packet Layer Protocol- PLP) kullanır. Bu protokol, ikinci katmandan gelen çerçevelerin bir araya getirilip paketlenmesini sağlar. Paketin önüne ve arkasına denetim bilgileri eklenir. Denetim amaçlı ek ikiller şu amaçla kullanılır. Paket içinde hata denetimi yapmak; paketleri numaralandırıp sıralamak; gelen pakette bir hata olduğunu bildirmek. Bu amaçlarla kullanılan ek ikiller, iletim hızını önemli ölçüde düşürür. Başka bir deyişle, X.25'in her düzeyde denetim uygulaması, fazladan çok sayıda ikilin de gönderilmesine neden olur.
X.25, bilgisayarların, gelen verinin hatalı olup olmadığını anlayacak kadar gelişkin olmadıkları ve telefon hatları düşük kaliteli olduğu için hatalı gönderme olasılığının yüksek olduğu varsayımlarına dayanmaktadır. Bu varsayımlar, günümüzde pek geçerli değildir.
Bu varsayımlara dayanarak X.25, bir paketin hatasız iletilmesi sorumluğunu üzerine alır. Her X.25 düğümü, hata denetimi uygular. Pakette herhangi bir hata varsa, bir önceki düğüme olumsuz doğrulama (NAK) gönderir ve paket doğru olarak iletilene kadar gönderim tekrarlanır. X.25'te paketler sırayla iletildiğinden, hatalı gönderilen paketten sonra gelen paketler de beklemeye alır. Bu hata ve akış denetimi mekanizmaları ise X.25'in iletim hızını önemli ölçüde düşürür.
X.25 sanal devre yaklaşımı kullanır. Bilgisayarlar arasındaki paket gelişimini sağlayan bu sanal devre, dahili sanal devre'ye karşılık gelir. Dahili sanal devre, paketlerin ağ üzerinde aldığı gerçek yoldur.
X.25 Uygulama örnekleri.
X.25 için en tipik uygulama, veritabanın tutulduğu ana bilgisayara(host, mainframe) uzaktaki terminallerden veya terminal emülasyonu yapan PC'lerden erişimlerin yapılmasını sağlamaktır. Uzaktan sipariş verme, kredi kartı ile alış veriş, çevrimiçi bilgi hizmetleri uygulaması vb. birçok uygulamada kullanılmıştır. Aralarında yoğun trafik olmayan LAN'ların birbirine bağlanması içinde kullanılabilir.
X.25, tek bir fiziksel hat üzerinden aynı anda birden çok sanal kanal oluşturulmasını destekler. Bu durum aynı anda birden fazla kullanıcı tarafından erişilmek istenen ana bilgisayara bağlanmak için iyi bir çözüm sunar .
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6861",
"len_data": 4088,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.69
}
|
Dizge ya da sistem, birbiriyle etkileşen veya ilişkili olan, bir bütün oluşturan cisim veya varlıkların bileşkesidir. Bu varlıklar soyut veya somut olabilirler.
Tanım ve kapsam.
Sistem kavramının farklı tanımları yapılmıştır. Genel olarak düzenli bir biçimde birbirini etkileyen ve birbirine bağlı birimlerden, değişik bölümlerden oluşan ve genel bir plana göre kurulan, belirli bir sonuca ulaşmak için amaca yönelmiş bir bütündür. Sistemler, parçalardan oluşan dizinin, bütünün genel amacına doğru birlik halinde çalışması ile ortaya çıkan yapılardır. Ackoff'a göre Sistem aralarında ilişki bulunan, belirli bir amaca ulaşmak için, birbirleriyle etkileşimde olan elemanlar grubudur. Birbirine bağımlı olan (etkileşen veya ilişkili olan) iki veya daha fazla parçadan oluşan, çalışma ve özellikleri itibarıyla belirli bir sınırı olan örgütlenmiş ve bölünmez bir bütündür. Aynı zamanda dış çevre ile ilişkisi olan cisim veya varlıkların bileşkesidir.
Bilimsel bir kavram olarak ilk kez Eski Yunancada ortaya çıkan “Sistem” değişik alanlarda hatta günlük dilde kullanılan bir sözcük olarak değişik ama birbirine benzer ve bağlantılı anlamlar içermektedir ve bu anlamların farklı kullanımlar içerisinde öne çıktığı görülmektedir. Türkçede ilk kez “Sistem” sözcüğüne Mehmet Bahaettin'in “Yeni Türkçe Lugat” (1924) adlı eserinde rastlanır. Kelimenin anlam içerikleri başlıca şu şekildedir:
Ayrıca şu anlamları da ihtiva eder.
Etimoloji.
Sözcük 'birleşme', 'oluşma', 'bir araya gelme' anlamını taşıyan Latince "Systēma" ve Yunanca yerleşme, konumlanma birleşme, bir arada duruş manalarını içeren “Sustēma” (σύστημα) kelimelerinden türemiştir. Bu sözcükler Fr. “Système”, İng. “System”, Alm. “System” (okunuşu “Ziystem”), İsp. “Sistema”, Rus. “Sistema” şekline dönüşerek günümüzdeki biçimine ulaşmıştır. Fransızcada “birçok unsurdan oluşan düzen" manası ön plana çıkar.
Farklı okunuşlarına rağmen tüm Dünya'da kullanılan ortak bir terim haline gelmiş olan bu sözcük nadiren de olsa bazı dillerde farklı sözcüklerle karşılanmaktadır.
Sistemin özellikleri.
Sistem birbiriyle madde, enerji veya bilgi alışversinde bulunan elemanlar veya parçaları anlamına gelir. Öğeler, ilişkiler ve faaliyet (eylem) ve amaç sistemlerin ortak noktalardır. Bu noktalardan hareketle, sistem öğelerden oluşmuştur. Bu öğeler arasında çeşitli boyutlarda ilişkiler vardır. Öğeler arasındaki ilişkiler ise belli bir amaca hizmet etmeye (faaliyete - eyleme) yönelmiştir. Bu durumda bu elemanlarını ve onların eylemlerini kapsayan matematiksel veya mantıksal bir model oluşturulabilir.
Sistemde düzenli ve uyumlu bir işleyiş söz konusudur. Epistemolojik (bilgi fesefesi) açısından bakıldığında bu durum evrendeki düzenli işleyişin doğal bir sonucudur. Düzenli ve uyumlu işleyişteki bir aksaklık veya uyumsuzluk bir soruna yol açar. Bu sorunun büyümesi ise krize dönüşür. Örneğin siyasal anlamdaki sistem krizleri veya ekonomik krizler gibi…
Sistemler kendi aralarında bir hiyerarşi (üstlük ve astlık konumlanması) içerir. Bu yaklaşım farklı isimlerle yapılan sınıflandırmalarda ortaya koyulur. Örneğin yukarıda bulunandan aşağıya doğru Süper sistem, Supra sistem, Sistem şeklinde bir adlandırma yapıldığı gibi genişliğine veya kapsadığı alana göre Makro sistem, Mezo sistem, Mikro sistem şeklindeki adlandırmalara da rastlanabilmektedir. Türkçede ise Üst sistem, Sistem, Alt sistem kavramları da tercihen kullanılmaktadır.
Sistemin başlıca özellikleri şunlardır: Alt birimlerden oluşur. Alt birimler arasında tanımlı ilişkiler vardır. Her sistem, kendini meydana getiren daha küçük alt sistemlerden oluşur. Bir sistem, daha büyük bir sistemin parçasıdır (Evren hariç). Belirli bir amacı gerçekleştirmeye yöneliktir. Belirli bir sınırı vardır. Her sistem bir çevrede faaliyet gösterir. İç ve dış çevresi vardır. İç ve dış çevre ile etkileşim içindedir. Sistem bir döngü oluşturur. Girdileri, işleyişi, çıktıları, dengesi, denetimi ve geri bildirimi vardır. Anlamlı bir bütündür. Önemli olan bütündür, parçalar bu bütüne katkıda bulunduğu ölçüde önemlidir. Değişkenler ve parametreler (sabitler) bulunur. Dengeli durum ve dinamik bir denge vardır. Mekanik, biyolojik, organik ve sosyal sistemler bulunabilir. Sistem anlayışına göre aslında tüm evren sistemlerden örülmüştür. Bir sistem kendi başına süreklilik arz eder. Ancak üst sistemle birlikte sona erebilir. Kimi durumlarda dışarıdan enerji ve kaynak almaya bile ihtiyaç duymaz.
Bütün bunlardan hareketle Sistemi oluşturan ana özellikler şu şekilde özetlenebilir: Parçalar mutlaka birbiriyle ilişkilidir. Parçalar mutlaka birbiriyle uyumludur. Çalışırken bir bütün oluştururlar.
Sistem, davranış veya örgütlenmeyi belirleyen kurallara da değinebilir. Örneğin; Kanunlar insan sosyal davranışlarını belirleyen bir sistemdir. Gramer, dil kullanımını belirleyen bir sistemdir.
Gerçek cisimlerin veya varlıkların sistemlere bölünmeleri veya onlardan sistemlerin oluşturulması keyfidir, bu anlamda sistemler soyut bir kavramdır.
Sistem aynı zamanda kurallar bütünüdür. Bir organizasyonun olumlu sonuçlandırılması için zaman içinde elde edilen tecrübelerin birikimiyle oluşmuş bilgi kümelerinin ihtiyaç duyulan alanda kullanılmasıdır. Sistem, aralarındaki ilişkiler bulunan ve belli bir amacı gerçekleştirmek üzere bir araya getirilmiş elemanlardan oluşan bir bütün şeklinde tanımlanır. Her sistem daha büyük başka bir sistemin parçasıdır.
Sistem örnekleri.
Bunların dışında daha özgün ve özelleşmiş anlamlar içeren sistem örnekleri de mevcuttur. Örneğin:
Açık ve kapalı sistemler.
Sistem ile sistemin içinde faaliyet gösterdiği çevre arasında enerji, malzeme, bilgi-alışverişi varsa ve çevresiyle ilişki kuruyorsa açık sistemdir. (Erdoğan, 1983: 40) İşletme gibi sosyal sistemler açık sistemlerdir. Kapalı sistemler, çevresiyle etkileşim ya da girdi-çıktı alış verişi olamayan sistemlerdir. Çevreleriyle ilişki içine girmeye ihtiyaçları yoktur.
Alt sistem.
Bir sistemi oluşturan, birbiriyle ilişkili ve çoğu kez de birbirine bağımlı parçalardır. Her sistemin bağlı olduğu daha büyük sistemlere de üst sistem denmektedir. Sistemlerin etkili ve verimli çalışabilmesi başka sistemlerle iyi işleyen bir ilişkiye ve alt sistemlerin iyi çalışmasına bağlıdır. Her alt sistem de ayrı bir sistem olarak incelenebilir. Sistem, alt sistemleriyle kaçınılmaz bir ilişki içindedir. Bir altsistem ise sistemin parçası olan ve kendisi de bir sistem oluşturan bir öğeler kümesidir. Parçalardan (alt sistemlerden) biri üzerinde yapılacak değişiklik sistemin tümünü etkileyecektir. Bir altsistem sistemin parçası olan ve kendisi de bir sistem oluşturan bir öğeler kümesidir.
Sistem yaklaşımı.
Sistemlerin özelliklerini çalışan bilim dalı Sistem Kuramı, daha yakın zamanda ise Sistemik olarak adlandırılmıştır. Bu bilim dalı, madde ve zihnin organizasyonunu inceler, sistemlerin ait oldukları konudan bağımsız olarak genel kavram ve ilkeleri araştırır. İncelenen bir sorunu veya olguyu bir sistem olarak ele alan bilimsel ve düşünsel anlayıştır. Organizmaları, yapıları, örgütleri, mekanizmaları, doğal oluşumları bir bütün oluşturacak biçimde birbirleriyle ve çevreleriyle ilişkili veya bağıntılı unsurlar dizisi olarak inceler. Değişik oluşumları içindeki unsurları ve nitelikleri arasındaki ilişkiler topluluğu olarak algılayan ve açıklayan bir yaklaşımdır. Olayların, durumların ve gelişmelerin incelenmesinde kullanılan bir bakış açısı bir düşünce tarzı, bir metottur. Sistem yaklaşımı, olaylar ve olgular arasındaki ilişkilerin ve karşılıklı etkileşimini inceleyerek analizlerde bulunur. Günümüzde sistem yaklaşımı metodolojik bir alan olmaktan ziyade bir yöntem, bir bakış açısı ve bir değerlendirme yöntemi olarak fen bilimlerinin yanı sıra eğitim, psikoloji, sosyoloji, siyaset, ekonomi gibi sosyal bilimlerde de yaygın olarak kullanılmaktadır. Sistem Yaklaşımı kimi zaman Sistem Kuramı ("İng." ) adıyla bilimsel bir teori olarak değerlendirilir.
“Sistem Yaklaşımı” Avusturyalı biyolog Ludwig von Bertalanffy'nin 1920'lerde başlattığı “Genel Sistem Kuramı” (İng. Uluslararası yaygın isim: “General Systems Theory”, Alm. orijinal isim “Allgemeine System Theorie / Lehre”) bilim dünyasında dikkat çekmiştir. Alman felsefe ekollerinin savaş öncesi Almanca konuşulan komşu ülkelerdeki (Avusturya, İsviçre) etkinliği bilimde yöntem arayışlarına katkı sağlamıştır
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6864",
"len_data": 8261,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.49
}
|
Telekomünikasyon, birden fazla kişinin teknolojiyi kullanarak bilgi alışverişinde bulunmasına denir. Haberleşme teknolojisi kanalları kullanarak ve fiziksel yollarla (sinyal kabloları) ya da elektromanyetik dalgaların bir formu olarak bilgileri iletir. Elektrik sinyalleri buna örnek olarak verilebilir. Telekomünikasyon topluluk adı olarak isimlendirilebilir çünkü birçok farklı teknolojiyi içinde barındırmaktadır.
Eski zamanlardaki uzak mesafe iletişim için ışık, dumanla haberleşme ve semafor gibi görsel sinyaller aracılığıyla kullanılırdı. Mesafeler arası iletişime geçişte ilk modern haberleşmedeyse borazan, davul veya ıslık gibi sesli mesaj araçlarıyla iletişim yaygındı. Günümüz modern teknolojisinde elektriksel ve elektromanyetik dalgalar uzun mesafelerarası iletişim yaygın olarak kullanılmaktadır. Telgraf, telefon, network, fiber optik ve haberleşme uyduları günümüz teknolojisinde kullanılan elektriksel ve elektromanyetik dalgalara birkaç örnektir. Wireless iletişimdeki devrim 1909'da Fizik dalında Nobel ödülü alan Guglielmo Marconi’nin radyo haberleşmesi alanında öncülük ettiği gelişmelerle 20. yüzyılın ilk on yılı içerisinde başladı.
Diğer kayda değer öncü icatlar ve geliştirmelerin mucitleri arasında elektrik ve elektronik iletişimi alanında Charles Wheatstone, telgrafı icat eden Samuel Morse, telefonu icat eden Graham Bell, radyoyu geliştiren Lee de Forest, Edwin Armstrong, Wladimir K. Zworykin ve Guglielmo Marconi ve televizyonu icat eden Philo Farnsworth ve John Logie Baird sayılabilir.
Etimoloji.
Telekomünikasyon, Fransızca bir kelime olup kökeni bakımında Yunancadan gelen manası mesafe olan ""tele-" eki ve Latince paylaşmak olan "communicare""dan alınarak 1904 yılında Fransız mühendis ve yazar Edouardo Estaunie tarafından Fransızcaya kazandırılmıştır.
Tarihi.
İlk zamanlarda telekomünikasyon.
Orta Çağ'da işaret ışığı çok yaygındı. Bu ışıklı işaretler mesafe olarak kısa oldukları için bunun dezavantajları çokça yaşanıyordu. 1792'de Fransız mühendis Claude Chappe Lille ve Paris arasında ilk düzenli görsel telgraf sistemini kurdu. Bu sistem niteliksiz işletmeci ve pahalı kulelerinden ve uzak mesafeden dolayı sıkıntı çekti. Sonuç olarak elektrikli telgraflardan oluşan rekabetten son ticari hat 1880 yılında terk edildi.
Posta güvercinleri farklı kültürler tarafından tarih boyunca kullanılmıştır. Güvercinlerin aslen Pers kökenli olduğu söylenmektedir ve askeri yardım için Romalılar tarafından da kullanıldı. Frontinus Julius Caesar'ın Galya'yı fethinde güvercinleri kullandığını söyledi. Yunanlarda güvercinleri kullanarak Olimpiyat Oyunlarında galip gelen isimlerini iletti.
Telefon ve telgraf.
Sir Charles Wheatstone ve Sir Fothergil Cooke 1837'de elektrikli telgrafı icat ettiler. Ayrıca ilk elektrikli ticari telgrafı 9 Nisan 1839 Wheastone ve Cooke tarafından inşa ettirilip açılmıştır. 27 Temmuz 1866 tarihinde ilk translantik telefon kablosu başarı ile tamamlandı.
Geleneksel telefon 1876 yılında Alexander Grahambell ve Elisha Gray tarafından icat edildi. Antonio Meucci 1846 yılında bir hat üzerinden ses ve elektrik iletimine izin veren bir cihaz icat etti. İlk ticarî telefon hizmetler 1878 ve 1879 yılında Atlantik'in iki yakasından New Heaven ve Londra şehirleri arasında inşa edildi.
Radyo ve Televizyon.
İngiliz bilim insanı James Clerk Maxwell 1865 yılında elektronik olarak üretilen radyo dalgalarının yayılma teorisini kurmuş ve Alman fizikçisi Heinrich Hertz, 1888 yılında Maxwell'in teorisini pratik olarak gerçekleştirerek bu konuda öncülük etmişlerdir. Marconi ile birlikte 1898 yılında ilk radyo resmen doğmuş oldu. İlk kullanımı gemiden sahile haberleşme içindi. 1923 yılında yüksek frekans radyo dalgalarının İyonsfer'e çarparak dünyaya döndüğü ispatlanınca radyo, deniz aşırı haberleşme de dâhil olmak üzere hızla yaygınlaştı.
Televizyon, 1923 yılında John Logie Baird tarafından İngiltere'nin Hastings kasabasında icat edilmiştir. İlk televizyon görüntüsü ise yine Baird tarafından 1926 yılında yayımlanmıştır. Başlangıçta noktalar hâlinde ve titrek olan görüntülerin kalitesi Baird tarafından geliştirilmiştir. Baird'in televizyon sisteminde mekanik olarak döndürülen diskler kullanmasına karşın aynı dönemde Marconi-Emi sistemi gibi elektronik olarak işleyen rakip sistemler de üretildi. 1930'lu yılların başında televizyon elektronik eşya olarak satılmaya ve geniş kitlelere hitâp etmeye başladı. Örnek olarak: 1936 Berlin Yaz Olimpiyatları Almanya'da evlerdeki televizyonlardan izlendi.
Bilgisayar altyapısı ve İnternet.
11 Eylül 1940 tarihinde George Stibitz, New York'ta Karmaşık Sayı Hesaplama teleyazıcı kullanarak sorunları iletmek ve New Hampshire Dartmouth College geri bilgisayarlı sonuçlar almayı başardı. 60'ların başında ABD Savunma Bakanlığı tarafından desteklenen ağ çalışmalarından birisi, İnternet Protokolü'nü (IP) kullanan ilk ağ olan ARPANET'tir. ARPANET üzerinden ilk mesaj, Los Angeles'taki Kaliforniya Üniversitesindeki Professor Leonard Kleinrock'un laboratuvarından, Stanford Araştırma Enstitüsünde bulunan bir bilgisayara gönderildi. Yerel alan ağları (LAN) için iki popüler bağlantı protokolleri de 1970'lerde ortaya çıktı. Token Ring protokolü için bir patent Olof Soderblom tarafından 29 Ekim 1974 tarihinde açıldı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6866",
"len_data": 5220,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.49
}
|
Porto Riko ya da resmî adıyla Porto Riko Topluluğu (İspanyolca: "Estado Libre Asociado de Puerto Rico", İngilizce: "The Commonwealth of Puerto Rico"), ABD'ye bağlı, içişlerinde bağımsız özerk bölgedir. Karayipler denizinin kuzeydoğusunda Dominik Cumhuriyeti'nin doğusundadır. Adı İspanyolcada "zengin liman" anlamına gelir.
Porto Riko, Büyük Antiller'in en küçük adası olup, Porto Riko ana adası yanı sıra Mona, Vieques, Culebra gibi adacıklardan oluşur. Mona adası, insanların sürekli kaldığı bir ada değildir. Daha çok Porto Riko doğal kaynaklar kuruluşunun çalışanlarınca ya da özel izinle adaya çıkan doğa gezginlerince kullanılır. Porto Riko'nun en yüksek noktası 1338 metre yüksekliği ile Cerro de Punta'dır.
Tarihçe.
Askerî tarihi İspanyol istilacıların yerli halk Tainolara saldırdıkları 16. yüzyıla kadar uzanır. Halk, istilacı İngiliz, Fransız ve Almanlara karşı kendilerini savundukları dört yüzyıl boyunca İspanyol İmparatorluğu tarafından yönetildi.
Ada İspanyol - Amerikan Savaşı boyunca Amerika Birleşik Devletleri tarafından işgal edildi ve İspanya resmî olarak savaşı sona erdiren 1898 Paris Antlaşması gereği ülkeyi terk etti. Şu an, ülke iç işlerinde bağımsız dış işlerinde Amerika Birleşik Devletleri'ne bağlıdır. Bu nedenle de, ülkede ABD doları kullanılır, halk ABD pasaportuna sahiptir ve ABD sosyal sigorta kurumuna dâhildir. Bununla birlikte, Porto Riko, ABD başkanlık seçimlerine katılmadığı gibi vergiler iç yönetim tarafından toplanır. Porto Riko'ya gidebilmek için ABD vizesi gereklidir.
Adanın iklimi tropik olup yazları çok sıcak, kışları ise ılımandır. Yaz ve son bahar ayları fırtına mevsimi olarak adlandırılır. Adada El Yunque adı verilen bir yağmur ormanı da mevcuttur. Eski San Juan tarihi, plajları ve adadaki çeşitli ormanlar ise doğal güzellikler olarak görmeye değerdir.
Kültür.
Modern Porto Riko kültürü, kültürel öncüllerin bir karışımıdır: Avrupa (ağırlıklı olarak İspanyol, İtalyan, Fransız, Alman ve İrlanda), Afrika ve son zamanlarda bazı Kuzey Amerikalı ve birçok Güney Amerikalı kültürel bir mozaik oluşturdular. Son birkaç yılda çok sayıda Kübalı ve Dominik vatandaşı da adaya yerleşti.
Porto Riko'nun büyük romancıları Piri Thomas, Rosario Ferrer ve Giannina Braschi'dir. Önemli şairler Julia de Burgos, William Carlos Williams ve Giannina Braschi.
İspanyollardan Porto Riko, İspanyol dilini, Katolik dinini ve kültürel ve ahlaki değer ve geleneklerinin büyük çoğunluğunu aldı. Amerika Birleşik Devletleri İngilizce etkisi, üniversite sistemi ve bazı tatil ve uygulamaların benimsenmesini ekledi.
Porto Riko kültürünün çoğu müziğin etkisi üzerine odaklanır ve yerel ve geleneksel ritimlerle bir araya gelen diğer kültürler tarafından şekillendirilir. Porto Riko müziği tarihinin başlarında, İspanyol ve Afrika geleneklerinin etkileri en belirgindir. Karayipler ve Kuzey Amerika'daki kültürel hareketler, Porto Riko'ya ulaşmış olan son müzikal etkilerde hayati bir rol oynamıştır.
Porto Riko'nun resmî sembolleri reinita mora veya Porto Riko spindalis (bir kuş türü), flor de maga (bir çiçek türü) ve ceiba veya kapoktır (bir ağaç türü). resmî olmayan hayvan ve Porto Riko gururunun sembolü küçük bir kurbağa olan coquí'dir. Porto Riko'nun diğer popüler sembolleri jíbaro ("taşralı") ve carite'dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6869",
"len_data": 3249,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.49
}
|
Halk veya toplum, bir milleti oluşturan çeşitli toplumsal kesimlerden veya meslek gruplarından oluşan insan topluluğuna denir.
Halkı milletten ayıran en önemli özellik; halk, bir toplumda hâlen yaşamakta olan çeşitli toplum kesimlerini kapsamaktadır. Millet ise geçmişten geleceğe doğru belirli bir soyu ifade etmektedir. Daha milliyetçi bir ifadedir ve aynı toplumda yaşayan gruplar arasındaki farklılığı öne çıkarmaktadır.
Halkın belirgin özelliklerinden biri, millet olma özelliklerine veya bilincine henüz ulaşmamış olmasıdır. Örneğin İstanbul halkı, Sovyet halkı...
Bir görüşe göre bir coğrafyada yaşayanlardan bahsederken 'millet' kelimesinden ziyade, 'halk' kelimesinin daha doğru olacağı düşünülmektedir. Ayrıca milliyetçi söylemleri daha geri plana itmesi amacıyla tercih edilebilmektedir. Ayrıca yaygın bir görüşe göre bir Amerikan milletinden bahsedilemez fakat bir Amerikan halkından bahsedilebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6873",
"len_data": 912,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.75
}
|
Kolombiya (İspanyolca: ') veya resmî adıyla Kolombiya Cumhuriyeti (İspanyolca: '), Güney Amerika'da yer alan ve Kuzey Amerika'da adaları bulunan bir ülkedir. Kuzeybatıda Panama, kuzeyde Karayip Denizi, doğuda Venezuela ve Brezilya, güneyde Ekvador ve Peru ve batıda Büyük Okyanus ile çevrilidir. Yüz ölçümüne göre Güney Amerika'nın 4., dünyanın ise 26. en geniş ülkesidir. Ülke 32 departman ve aynı zamanda en büyük şehir olan Bogotá Başkent Bölgesi'ne ayrılmıştır.
Nüfusu 50 milyonun üzerinde olan Kolombiya dil ve etnisite bakımından dünyanın en çeşitli ülkelerinden biridir. İspanyolca konuşan ülkeler arasında, Meksika'dan sonra en kalabalık ikinci ülkedir. Yerli uygarlıklar, Avrupalı yerleşimciler, Afrikalı köleler ile Avrupa ve Orta Doğu'dan gelen göçmenler, ülkenin zengin kültürel mirasının kaynaklarını oluşturur. Ülkenin nüfus merkezleri And Dağları ve Karayip kıyısında yoğunlaşmıştır.
Günümüz Kolombiya topraklarında insan yaşamına dair en eski kanıtlar MÖ 12.000'e aittir. Çipça (Muisca), Quimbaya ve Tairona gibi yerli kültürler bölgede bilinen en eski uygarlıklardır. İspanyollar 1499'da La Guajira'ya ayak basarak sömürgeleştirme sürecini başlattılar. 16. yüzyıla dek bölgenin çeşitli kısımları sömürgeleştirildi ve Santafé de Bogotá başkentli Yeni Granada Krallığı kuruldu. 1810'da Yeni Granada Birleşik İlleri adıyla İspanyol İmparatorluğu'ndan bağımsızlık ilan edildi. Ülkede önceleri Granada Konfederasyonu (1858) ve Kolombiya Birleşik Devletleri (1863) gibi federal yönetimler denendi ancak bu yönetimler uzun süreli olmadı ve 1886'da Kolombiya Cumhuriyeti kuruldu. Panama'nın 1903'te ayrılmasıyla Kolombiya bugünkü sınırlarına ulaştı. 1960'larda ülkede düşük yoğunluklu silahlı çatışmalar ve politik şiddet artış gösterdi ve 1990'larda zirveye ulaştı. 2005'ten itibaren güvenlik, istikrar ve hukukun üstünlüğü alanlarında ilerlemeler sağlandı, aynı zamanda eşi görülmemiş bir ekonomik büyüme ve kalkınma dönemi yaşandı.
Kolombiya, Brezilya'nın ardından dünyanın en yüksek biyoçeşitlilik seviyesine sahip ikinci ülkesidir. Ülke toprakları Amazon yağmur ormanları, dağlık alanlar, otlaklar ve çöller gibi birçok farklı bölge içerir. Güney Amerika'da Atlas ve Pasifik okyanuslarının ikisine de kıyısı bulunan tek ülkedir.
Kolombiya, bir bölgesel güçtür ve Güney Amerika'nın en büyük üçüncü ekonomisine sahiptir. Kahve, çiçek, zümrüt, kömür ve petrol endüstrileri, Kolombiya ekonomisinin başlıca sektörleridir. Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), Amerikan Devletleri Örgütü, Pasifik İttifakı ve And Topluluğu üyesidir. Ayrıca NATO'nun küresel ortaklarındandır.
Etimoloji.
"Kolombiya" adı (Kristof Kolomb'un ülkesi) Venezuela devrimci Francisco de Miranda tarafından oluşturuldu. İspanyol ve Portekiz egemenlikleri altında topraklarına sevk edilmişti.
Tarihçe.
Fetih öncesi dönem.
Günümüz Kolombiya'sının topraklarında yörenin yerlileri ticaret ve altın işleme sanatıyla uğraşıyorlardı. Burada İnka İmparatorluğu, Muisca, Tayrona, Sinú, Quimbaya ve San Agustín kültürleri yüzyıllar boyunca yaşamıştır.
İspanyol işgali.
Kristof Kolomb'un adıyla anılan ülke topraklarına Kolomb hiç ayak basmamıştır. Kolombiya toprakları, 16. yüzyılın başlarında Ganzalo Jiménez de Quesada ve Sebastian de Belalcázar komutasındaki İspanyollar tarafından bulunmuş ve sömürge hâline getirilmiştir. 1525 yılında Rodrigo de Bastidas, Santa Marta kentini kurdu. Bunun ardından ülkenin kuzeyinde Karayip Denizi kıyısında Cartagena şehri kuruldu. 1538 yılında Gonzalo Jiménez de Quesada yerli halkın Bacatá adını verdiği yerleşim yerini ele geçirerek burada Bogotá şehrini kurdu.
Büyük Kolombiya Cumhuriyeti.
18. yüzyıla kadar ülke, İspanyol asıllı beyazlar tarafından yönetildi. Bundan sonra başlayan bağımsızlık mücadelesini Kuzey Amerika ve Fransa İhtilalleri daha da kuvvetlendirdi. 1808 yılında Napolyon, İspanya'yı işgal edince Amerika'daki İspanyol sömürgeleri bağımsızlık savaşlarını ilan etti. Böylelikle Simón Bolívar önderliğindeki güçler Cartagena'da bağımsızlıklarını ilan ettiler ve 1821 yılında Büyük Kolombiya adıyla bugünkü Kolombiya, Ekvador, Panama ve Venezuela topraklarını kapsayan bir federasyon kuruldu. 1829 yılında Venezuela ve 1830 yılında ise Ekvador federasyondan ayrıldı.
Kolombiya Birleşik Devletleri ve Kolombiya Cumhuriyeti.
1886'da ülkeye, kıtayı keşfeden Kolomb'un ismi verildi ve Kolombiya Cumhuriyeti ilan edildi. 1903 yılında, ülke topraklarına dahil olan Panama, ABD'nin yardımı ile Kolombiya'dan ayrılarak bağımsız bir devlet oldu. Panama aynı yıl Panama Kanalı'nın kullanım hakkını ABD'ye verdi. Bu ayrılma yüzünden ABD ile Kolombiya arasında 1921 yılına kadar süren bir gerginlik yaşandı. Bu tarihten sonra Kolombiya yönetimine iki büyük parti olan Liberaller Partisi ile Muhafazakârlar Partisi hâkim oldu. Fakat bu iki parti arasındaki sürtüşmeler, iç karışıklıklara ve ülkenin uzun süre diktatörler tarafından yönetilmesine sebep oldu. Sivil hükûmetle yönetilen Kolombiya'da günümüzde de iç karışıklıklar devam etmektedir.
La Violencia dönemi.
1948 ila 1953 arasında Kolombiya'da büyük karışıklıklar yaşandı. Violencia adı verilen şiddet olayları meydana geldi. 1950 yılında muhafazakâr Mariano Ospina Pérez iktidarı devralan bir başka muhafazakâr olan Laureano Gómez vekili Roberto Urdaneta ile birlikte katı bir yönetim sergiledi. Üç yıllık görev sırasında 80.000 kişinin öldüğü tahmin ediliyor. Violencia, 1963 yılına kadar sürdü. Bu zaman zarfında 200.000 kişi öldü. Violencia'ya karşı solcu gerilla grubu FARC mücadele etti. Ülkedeki karışıklıklar sebebiyle 12 Ağustos 2002'de Başkan Álvaro Uribe Vélez 90 günlük olağanüstü hâl ilan etti.
Coğrafya.
İklimi.
Kolombiya'nın iklimi bölgelere göre çeşitlilik gösterir. Vadilerde tropik, yüksek kesimlerde ise ılıman iklim özellikleri görülmektedir. Sıcak iklim kuşağında yer alan ülke dağlarının doruklarında her zaman kar vardır.
Bitki örtüsü.
Ülke topraklarının yarıya yakını sık ormanlarla kaplıdır.
Faunası.
Amazon Ormanları'nda maymun, jaguar, timsah, puma, tapir ve armadillo gibi çeşitli hayvanlar yaşar. Ayrıca papağan ve kolibri gibi tropik kuşlarla Kuzey Amerika'dan göç eden göçmen kuşlar da kış mevsimini burada geçirirler. Yüksek dağlık bölgelerde And Kondoru denen büyük Güney Amerika akbabaları yuva yapar. Pek çok kelebek, örümcek ve böcek türlerinin yanı sıra Magdalena Nehri'nde da timsah ve kaymanlar yaşar.
Coğrafî şekilleri.
Cristóbal Colón Dağı ve Simón Bolívar Dağı ülkenin en büyük yükseltileridir (Her ikisinin de yüksekliği 5775 metredir). And Dağları sisteminin üç büyük sıra dağı olan Batı, Orta ve Doğu Cordillera'lar ülkenin batı yarısı boyunca uzanarak Ekvador sınırında birleşirler. Alçak doğu düzlüğü boyunca Amazon ve Orinoko ırmaklarının kolları uzanır. 1600 km uzunluğundaki Magdalena Nehri, kuzeye doğru akarak Karayip Denizi'ne dökülür.
Demografi.
Kolombiya'da demografi, Yürütme Organına bağlı resmi bir organ olan Ulusal İdari İstatistik Departmanı (DANE) tarafından incelenir. 2020 yılında yaklaşık 50 milyon nüfusuyla Amerika Birleşik Devletleri, Brezilya ve Meksika'dan sonra Amerika'nın dördüncü en kalabalık ülkesidir.Meksika, Amerika Birleşik Devletleri ve İspanya'dan sonra dünyanın en büyük İspanyolca konuşan nüfusuna sahiptir. Kırsal nüfusun kentsel alanlara doğru hareketi ve ülke dışına göç önemli olmuştur. Kent nüfusu 1938'de toplam nüfusun %28'inden 2005'te %75'e yükseldi; ancak mutlak olarak bu dönemde kırsal nüfus 6 milyondan 10 milyona çıkmıştır. Göçle ilgili olarak, Ulusal İdari İstatistik Departmanı (DANE), yaklaşık 3,3 milyon Kolombiyalı'nın yurtdışında, özellikle Amerika Birleşik Devletleri, İspanya, Şili ve Kanada'da yaşadığını tahmin ediyor. Göç etme olasılığı en yüksek olanlar, ülkenin iç bölgelerinden gelenlerdir ve bu fenomenin bir parçası olan önemli bir entelektüel ve yetenekli insan grubunu vurgulamaktadır.
Ulusal İdari İstatistik Departmanına (DANE) göre, Kolombiya nüfusunun %51,2'si kadın, %48,8'i erkektir. Nüfusun %22,6'sı 14 yaşın altındadır; 2019 tahminlerine göre nüfusun %68,2'si 15 ila 65 yaş arasında ve %9,1'i 65 yaşın üzerinde.
Nüfus And Dağları ve Karayip kıyılarında yoğunlaşmıştır. Kolombiya alanının yaklaşık %54'ünü oluşturan doğu ovasının dokuz bölümü, nüfusun %3'ünden daha azına ve kilometrekareye bir kişiden daha az nüfus yoğunluğuna sahiptir. Kırsal alanlardan kentlere gelen hareket yirminci yüzyılın çok yoğundu ve Kolombiya Latin Amerika'da en kentleşmiş ülkelerin bugün biridir. Kent nüfusu 1938'de toplamın %31'inden 1975'te %60'a yükseldi ve 2005'te bu sayı %72.7'ye yükseldi. Bogota'nın nüfusu 300.000'den biraz fazla arttı.1938 - bugün yaklaşık 7 milyon. Toplamda, şu anda ülkedeki otuz şehir 100.000'den fazla nüfusa sahiptir. Kolombiya, yaklaşık 4,3 milyon kişi olduğu tahmin edilen, dünyadaki en yüksek yerinden edilmiş insan oranlarından birine sahip.
Kolombiya'nın resmi dili Kastilya'dır, ancak ülkede yaklaşık 500.000 ana dil konuşanı vardır. Ülkede listelenmiş 101 dil var, bunların seksen tanesi yaşıyor ve 21 tanesi soyu tükenmiş durumda. Katalanca (veya Valencia) İspanyol göçmenler tarafından konuşulmaktadır. Ayrıca Mahates'te yaklaşık 2.500 kişi tarafından konuşulan bir kreol dili olan Palenquero vardır.
2008 yılında Brasília Üniversitesi (UnB) tarafından yürütülen bir otozomal DNA genetik çalışmasına göre, Kolombiya nüfusunun bileşimi şu şekildedir: %33,80 yerli katkısı, %45,90 Avrupa katkısı ve %20,30 Afrika katkısı.
Din.
Kolombiya Anayasası'nda inanç özgürlüğü garantiye alınmıştır. Kolombiya hükûmeti din konusunu yasal olarak belgelemese de 2012 ve 2013 yıllarında yayımlanan araştırmalara göre ülkedeki inanç dağılımı şöyledir:
Yönetimsel birimler.
Kolombiya'nın başkenti Bogota'dır. Ülkenin en büyük idari birimleri departmanlardır ve 32 departman vardır. Bogotá özel bir bölgedir (Başkent Eyaleti). Bu departman ilçelere ayrılmıştır, toplamda 1128 ilçe mevcuttur. Ayrıca ülke coğrafi, demografik ve ekonomik koşullar göz önüne alınarak 5 bölgeye ayrılmıştır ancak bu bölgeler herhangi bir idari yapıyı temsil etmemektedir.
Yerleşim.
<noinclude>
Dış ilişkiler.
Kolombiya, Birleşmiş Milletler (1943), Amerikan Devletleri Örgütü (1948), G-77 (1964), And Milletler Topluluğu (1969), G-24 (1971), Amazon İşbirliği Antlaşması Örgütü(1978), Güney Amerika Milletler Birliği (2004), Latin Amerika ve Karayip Devletleri Topluluğu CELAC (2010) ve Pasifik İttifakı (2013) gibi uluslararası örgütlerin kurucu üyelerinden birisidir.
Ekonomi.
Tarihsel olarak bir tarım ekonomisi olan Kolombiya, 20. yüzyılda hızla kentleşti. Yüzyılın sonunda, işçilerin sadece %22,7'si tarımda çalışıyordu ve ülkenin GSYİH'sının sadece %11,5'ini oluşturuyordu. İşçilerin %18,7'si sanayide ve %58,5'i hizmetlerde istihdam edilmekte olup, GSYİH'nın sırasıyla %36 ve %52,5'ini oluşturmaktadır. Ülkenin başlıca ticaret ortakları ABD (ABD ile tartışmalı serbest ticaret anlaşması şu anda ABD Kongresi tarafından onaylanmayı bekliyor), Venezuela ve Çin'dir. Tüm ithalat, ihracat ve toplam ticaret dengesi rekor seviyelerde ve girişi arasında ihracat dolar olan önemli bir yeniden değerleme sonuçlandı.
Kolombiya ekonomisi 20. yüzyılın ikinci yarısında istikrarlı bir şekilde büyüdü ve gayri safi yurtiçi hasıla (GSYİH) 1970 ile 1998 arasında yılda ortalama %4'ten fazla büyüdü. Ülke 1999'da (yılın ilk yılı) bir durgunluk yaşadı. Büyük Buhran'dan bu yana negatif büyüme) ve iyileşme uzun ve acı vericiydi. Bununla birlikte, son yıllardaki büyüme etkileyici olmuştur ve 2007'de %8.2'ye ulaşarak Latin Amerika'daki en yüksek büyüme oranlarından biridir. Bu arada, Kolombiya Menkul Kıymetler Borsası Temmuz 2001'deki başlangıcından bu yana 1.000 puandan Kasım 2008'de 7.300 puanın üzerine çıktı.
Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) tahminlerine göre, 2007'de Kolombiya'nın nominal GSYİH'si 202,6 milyar dolardı (dünyanın 37. en büyük ve Güney Amerika'nın dördüncü en büyük). Arındırılmış satın alma gücü paritesi (PPP), GSYİH "kişi başına" yılında Kolombiya yerleştirerek US $7968 olan dünyada 82 pozisyonunda. Bununla birlikte, pratikte, bu zenginlik, Latin Amerika'da çok yaygın olan ülke nüfusu arasında eşit olmayan bir şekilde dağılıyor, Kolombiya Gini katsayısında yüksek puan alıyor ve BM rakamları ülkeyi 126 ülke arasında 119. sıraya yerleştiriyor.. 2003 yılında, nüfusun en zengin %20'si gelir/tüketim içinde %62,7'lik bir paya sahipken, en yoksul %20'lik kesim ise yalnızca %2,5'lik bir paya sahipti.
Hükûmet harcamaları GSYİH'nın %37,9'unu oluşturuyor. Bu miktarın neredeyse dörtte biri, 2007'de GSYİH'nın % 52,8'i olarak tahmin edilen ülkenin nispeten yüksek devlet borcuna gidiyor . Ekonominin karşı karşıya olduğu diğer sorunlar arasında zayıf iç ve dış talep, ülkenin emeklilik sisteminin finansmanı ve işsizlik oranı (Kasım 2008'de %10,8) yer alıyor. enflasyonu 2007 yılında% 5.5 beklemeye son yıllarda nispeten düşük kalmıştır
Ekonomik performans 1990'larda uygulamaya konulan liberal reformlarla desteklendi ve politikaları kamu açığını GSYİH'nın % 2,5'inin altına düşürmeyi amaçlayan önlemleri içeren Álvaro Uribe'nin başkanlığı döneminde de devam etti. 2008'de "Heritage Foundation", Kolombiya ekonomisini 2007'den bu yana %2.3'lük bir artışla %61.9 ücretsiz olarak değerlendirerek, onu dünyada 67., Orta ve Güney Amerika'daki 29 ülke arasında 15. sıraya yerleştirdi.
Başkan Uribe'nin hükûmetinin tartışmalı "demokratik güvenlik" stratejisi sırasındaki güvenlik iyileştirmeleri, ekonomide daha büyük bir güven duygusu yarattı. 28 Mayıs 2007'de Amerikan "BusinessWeek" dergisi, Kolombiya'yı "Dünyadaki en aşırı yükselen pazar" olarak sınıflandırdığı bir makale yayınladı. Kolombiya ekonomisi son yıllarda iyileşti, yatırım 2002'de GSYİH'nın %15'inden 2008'de %26'ya yükseldi ve özel şirketler yeniden donatıldı. Ancak 2014'te işsizlik %9,1, yoksulluk oranı ise %28,5.
Yakın tarihli bir Dünya Bankası raporuna göre Manizales, Ibagué ve Pereira'da iş yapmak daha kolay ve Cali ve Cartagena'da daha zor. İdare reformları, bir önceki rapora kıyasla, ihracat için %60'tan fazla ve ithalat için %40'tan fazla belge hazırlamak için gereken sürenin azaltılmasına katkıda bulunmuştur.
Kültür.
Fernando Botero, dünyadaki ünlü şişman insanları çizen Kolombiya doğumlu modern sanat ressamıdır. Kolombiyalı edebiyatçı Gabriel García Márquez, 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüştür. Catalina Sandino Moreno Maria Full of Grace filmi ile 2004 yılında Berlin Film Festivali'nde Charlize Theron'la birlikte En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazanmıştır. Bu filmdeki performansı ile Akademi Ödülü'ne aday olmuştur. Ayrıca, Shakira, Juanes, J Balvin, Danna García, César López gibi, uluslararası alanda da kabul görmüş Kolombiyalı sanatçılar da vardır.
Romantizmle bağlantılı bağımsızlık sonrası literatürde Antonio Nariño, José Fernández Madrid, Camilo Torres Tenorio ve Francisco Antonio Zea gibi yazarlar ön plana çıkmıştır. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında ve yirminci yüzyılın başlarında costumbrismo olarak bilinen edebi tür popüler oldu; bu dönemin büyük yazarları Tomás Carrasquilla, Jorge Isaacs ve Rafael Pombo'ydı (ikincisi çocuk edebiyatında dikkate değer eserler yazdı). Bu dönemde José Asunción Silva, José Eustasio Rivera, León de Greiff, Porfirio Barba-Jacob ve José María Vargas Vila gibi yazarlar modernist hareketi geliştirdiler. 1872'de Kolombiya, Amerika'aki ilk İspanyolca dil akademisi olan Kolombiya Dil Akademisi'ni kurdu. Candelario Obeso, Afro-Kolombiyalı bir yazarın ilk şiir kitabı olan çığır açan Cantos Populares de mi Tierra'i (1877) yazdı.
1939 ve 1940 yılları arasında Bogotá şehrinde "Taş ve Gök" ("Piedra y cielo") adıyla ülkeyi önemli ölçüde etkileyen yedi şiir kitabı yayınlandı; şiirler şair Jorge Rojas tarafından yazıldı. Sonraki on yıl içinde, Gonzalo Arango zamanın şiddetine yanıt olarak "hiçlik" hareketini kurdu; nihilizm, varoluşçuluk ve başka bir büyük Kolombiyalı yazar Fernando González Ochoa'nun düşüncesinden etkilendi. Latin Amerika edebiyatındaki patlama sırasında, Nobel ödüllü Gabriel García Márquez ve Magnum Opus, Yüz Yıllık Yalnızlık, Eduardo Caballero Calderón, Manuel Mejía Vallejo ve Cervantes Ödülünü kazanan bir yazar Álvaro Mutis liderliğindeki başarılı yazarlar ortaya çıktı.
Spor.
Kolombiya'da futbol, bisiklet, boks, beyzbol, basketbol ve tejo (yerel spor) en çok sevilen sporlardır. Futbol ligler hâlinde oynanmakta ve bunların en büyüğü Liga Postobón'dur. Libertadores Kupası kazanabilmiş olan takımların ikisi (Once Caldas ve Atlético Nacional) takımdır. Futbol kulüpleri Kolombiya Futbol Federasyonu çatısı altında toplanmıştır.
Sinema.
Kolombiya sinemasının kökenleri 1897 yılında, kârsız ve tarihi boyunca mütevazı bir öneme sahip. 20. yüzyılın ilk on yıllarında, bazı şirketler sabit bir üretim seviyesini korudu, ancak finansal destek eksikliği ve güçlü dış rekabet, yerli üretim girişimlerinde önemli bir düşüşe katkıda bulundu. "Compañía de Fomento CINEMATOGRAFICA" (Focine) bazı Kolombiyalı yapımları yapılacak sağlayan, 1980 yılında kuruldu. Ancak örgüt 1990'ların başında kapatılmak zorunda kaldı. 2003 yılında onaylanan ulusal sinematografik üretimi teşvik eden bir yasa, ülkedeki film endüstrisinin yanı sıra filmlerin ve kısa filmlerin yapımını ve prodüksiyonunu garanti altına aldı.
Mutfak.
Kolombiya mutfağında, diğer tahıllara ek olarak yaygın bir mısır kullanımına sahiptir. Avokado, ülke yemeklerinde yaygın olarak bulunan bir meyvedir. Tipik yemeklerde ayrıca daha fazla miktarda baharat bulunur, ancak örneğin Hint veya Meksika mutfağındaki kadar değil. Manyok ayrıca çeşitli yemeklerde bulunur. Ülkede en yaygın içecek kahvedir.
Kolombiya mutfağı, bölgelerinin her birinde farklılık gösterir. Amazon bölgesinde mutfağın özelliği balığa dayalı olması ve pirarucunun en çok tüketilenlerden biri olmasıdır. Bu bölgenin en temsili yemeklerinden biri, sarımsak, biber ve soğanla tatlandırılmış ve muz yapraklarına sarılmış kavrulmuş bir balık filetosu olan patarashca'dır; neredeyse her zaman kızarmış muz ve manyok unu eşlik eder. Patrisa bölgesinde, tipik ana yemek paisa tepsi ile, antioquia sancocho, hogao, antioquia işkembe ve aynı zamanda ayakta pegao, iken, Valle del Cauca, tavuk güveç, sıkışmış pirinç ve pandebono daha tüketilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6885",
"len_data": 18093,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.62
}
|
Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü (UEKAE), TÜBİTAK'ın bünyesinde yer alan bir enstitüdür.
UEKAE'nin görevi, "bilgi güvenliği, haberleşme ve ileri elektronik alanlarında Türkiye'nin teknolojik bağımsızlığını sağlamak ve sürdürmek için nitelikli insan gücü ve uluslararası düzeyde kabul görmüş altyapısı ile, bilimsel ve teknolojik çözümler üretmek ve uygulamaktır".
Bu ana hedef göz önünde bulundurularak belirlenen "bilgi güvenliği, haberleşme ve ileri elektronik alanlarında yeni teknolojilerin geliştirilmesine öncülük eden uluslararası bilim, teknoloji ve üretim merkezi olmak" vizyonuna ulaşılabilmesi ve ülkenin ihtiyacı olan teknolojilerin geliştirilmesi için Enstitü'nün akredite test ortam ve laboratuvarlarında temel ve uygulamalı araştırmalar yapılmakta ve ihtiyaç sahiplerine teknik destek sağlanmaktadır.
UEKAE ayrıca, açık kaynak kodlu yazılımlara Uludağ Projesi ile Türkiye'de destek veren ilk devlet kurumudur.
Kamu kuruluşlarına elektronik imza sertifikası dağıtacak olan Kamu Sertifikasyon Merkezi de bu enstitüde bulunmaktadır.
UEKAE bünyesindeki optoelektronik grubu, lazer ve sensör uygulamaları, sayısal/akıllı kamera tasarımı, görüntü işleme, tekstil ve cam endüstrisi için endüstriyel kalite kontrol otomasyonu, evrak inceleme cihazları, DLP projeksiyon sistemleri gibi proje ve ürünler geliştirmektedir.
Tarihçe.
İTÜ Elektrik Fakültesi hocalarından Yılmaz Tokad tarafından ODTÜ Mühendislik binasında Elektronik Araştırma Ünitesi adı ile 1968 yılında kuruldu ve 4 yıl sonra Marmara Araştırma Enstitüsü'ne bağlı olarak faaliyet göstermek üzere TÜBİTAK Gebze kampüsüne taşındı.
TÜBİTAK bünyesinde yer alan TÜBİTAK Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü(UEKAE) ile daha önce TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezine (MAM) bağlı olarak faaliyet gösteren Bilişim Teknolojileri Enstitüsü (BTE), TÜBİTAK BİLGEM çatısı altında birleştirildi.
Özgürlük İçin.
Linux tabanlı Pardus dağıtımının ve GNU GPL gibi özgür lisanslarla yayınlanan yazılımların kullanımını yaygınlaştırmak ve kullanıcılara teknik destek sağlamak amacıyla TÜBİTAK UEKAE tarafından hazırlanan bir web portalidir. Haziran 2007 döneminden beri yayındadır. Django ağ çatısı kullanılarak geliştirilmektedir. Ağ sayfasının Ocak 2009 itibarıyla Google Pagerank değeri 8'dir. Türkçe yayın yapan siteler arasında bu kadar yüksek reytinge sahip site sayısı azdır.
2011'in mart ayı itibarıyla aylık 300 bin tekil ziyaretçiye ve 1.200.000'i aşkın sayfa görüntülemesine sahip olan site, özgür yazılım felsefesi doğrultusunda yayın hayatına 2011 yılına dek güçlü bir şekilde devam etti. Pardus Projesi'nin 2011 yılında yaşadığı kriz ve Tübitak'ın projeden desteğini çekmesiyle bir süre topluluk üyeleri tarafından bakımı yapılsa da ozgurlukicin.com platformu sona erdi.
İçerik ve etkinlikler.
Özgürlükİçin, yeni başlayan için ilk adımlar, paket tanıtımları, oyun incelemeleri, nasıl belgeleri, gezegen ve forum gibi alanlarda etkin olarak hizmet vermektedir. Portal içinde açılan e-dükkân'da lisanslı Pardus ürünlerinin (t-shirt, kupa vs.) satışı yapılmaktadır. Son olarak yeni fikirler arayüzü "Beyin"i yayına alan portal, Pardus topluluğunun hazırladığı ve işletim sistemine bütünleşik olarak çalışan "Tema" bileşenini de hizmete aldı.
Microsoft'un kendi sahipli dosya biçimlerini bir ISO standardı olması önerisine karşı "OOXML'e Hayır" kampanyasını yürüten Özgürlükİçin topluluğu, Türkiye'nin söz konusu oylamada oyunun değişmesine katkıda bulunmuştur.
E-Dergi.
Özgürlükİçin e-dergisi Nisan 2008 döneminden beri düzenli olarak yayındadır. Derginin içeriğine, Pardus kullanıcıları destek sağlamaktadır. E-Dergi'nin her sayısının editörlüğünü topluluktan seçilen farklı bir topluluk üyesi yürütmektedir.
Hedefleri.
Özgürlük İçin'in kendine biçtiği hedefler şunlardır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6886",
"len_data": 3765,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.29
}
|
Roche limiti ya da Roche sınırı, bir gök cisminin kendinden daha büyük bir başka gök cismine, yerçekimi gücünün neden olduğu gel-git etkisi altında parçalanmadan yaklaşabileceği en kısa mesafeyi gösterir. Bu kavram, 1847 yılında Fransız matematikçi Edouard Albert Roche (1820-1883) tarafından tanımlanmıştır. Yerçekimi kuvveti uzaklığın karesi ile ters orantılı olduğundan, bir başka kütleye yaklaşan bir cismin o kütleye yakın kısımları, uzakta kalan kısımlarına oranla daha fazla çekim kuvveti etkisi altındadır. Eğer bu kuvvetler arasındaki fark cismin kendi yerçekimi kuvvetini aşacak boyutta ise cisim bütünlüğünü kendi yerçekimi ile sağlayamaz hale gelir ve dağılır. Bu nedenle bir yıldızın Roche limitinden daha yakın yörüngede sabit kalabilen gezegenleri bulunamaz. Aynı şey gezegenler ve uyduları için de geçerlidir. Güneş Sistemindeki bazı gezegenlerin halkaları bu mekanizma ile açıklanır.
Roche'un bu mesafeyi hesaplamakta kullandığı formül günümüzde gözden geçirilmiş şekliyle şöyledir:
d=2,4228 Rg (ρg /ρu)1/3
d uzaklık,
Rg gezegenin yarıçapı,
ρg gezegenin yoğunluğu,
ρu uydunun yoğunluğu
Bu formül yerçekiminden başka uyduyu bir arada tutan hiçbir etkinin bulunmadığı ideal akışkan bir cisim için doğrudur. Yüzey gerilimi, iç sürtünmeler, yapıştırıcı kuvvetler uydunun dağılmasını zorlaştırarak bu formülde hesaplanan Roche limitini küçültürler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6904",
"len_data": 1363,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.33
}
|
Vuru frekans osilatörü, (İngilizce: Beat frequency oscillator; BFO), kısa dalga radyolarda, SSB ve CW gibi taşıyıcısı olmayan sinyaller için referans sinyal oluşturan özel amaçlı osilatördür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6908",
"len_data": 191,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.51
}
|
Bachman-Turner Overdrive (grup), kısaca BTO olarak bilinen 1970'lerde popüler olan Kanadalı Rock grubu.
İlk olarak 1970'te , , ve tarafından "Brave Belt" olarak kurulan grup, Allan'ın yerini üçüncü kardeş Tim Bachman'ın alması ile Bachman-Turner Overdrive adını alır. Bachman kardeşler Mormon'lardandır. Bu nedenle alkol ve tütün kullanmazlar.
Kanada ve ABD' de oldukça başarılı olan ikinci albümleri "Bachman-Turner Overdrive II'dan sonra ayrılan Tim Bachman'ın yerini Blair Thorton alır ve 1974'te çıkarttıkları "Not Fragile" albümleri ile büyük başarı kazanırlar.
1977'deki "Freeways" albümünden sonra Randy Bachman solo kariyer yapmak üzere gruptan ayrılır. Daha sonra grubun kalan elemanları BTO adı ile plaklar çıkarmaları, 1980'de tekrar birleşmelerine rağmen aynı başarıyı yakalayamazlar.
Randy Bachman, şarkıcı Tal Bachman'ın da babasıdır.
Albümleri.
Bachman-Turner Overdrive (1973)
1. For The Weekend
2. Just Look At Me Now
3. My Sugaree
4. City's Still Growin'
5. Another Fool
6. Lost In A Fantasy
7. Toledo 8. Service With A Smile
Bachman-Turner Overdrive II (1973)
1. Blown
2. Welcome Home
3. Stonegates
4. Let It Ride
5. Give It Time
6. Tramp
7. I Don't Have to Hide
8. Takin' Care of Business
Not Fragile (1974)
1. Not Fragile
2. Rock Is My Life, and This Is My Song
3. Roll on Down the Highway
4. You Ain't Seen Nothing Yet
5. Free Wheelin'
6. Sledgehammer
7. Blue Moanin'
8. Second Hand
9. Givin' It All Away
Four Wheel Drive (1975)
Head On (1976)
Best Of BTO So Far (1976)
Japan Tour Live (1977)
Freeways (1977)
Street Action (1978)
Rock n' Roll Nights (1979)
You Ain't Seen Nothin' Yet (1983)
Bachman-Turner Overdrive (1984)
Greatest Hits Live (1986)
BTO's Greatest (1987)
BTO Anthology (1993)
Drive On (1994)
Trial By Fire (1996)
King Biscuit Flower Hour (1998)
20th Century Masters (2000)
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6913",
"len_data": 1845,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.18
}
|
Paracelsus (tam adı Phillipus Theophratus Bombastus von Hohenheim; 1493, Zürih - 24 Eylül 1541, Salzburg), Alman Rönesansında İsviçreli doktor, simyacı ve filozof. 16. yüzyılın önemli bilim insanlarından ve modern tıbbın kurucularından biri olduğu kabul edilir.
Doktor olan babasından ilk temel bilgileri aldıktan sonra üniversiteye gitmiş ancak burada edinmiş olduğu bilgiler kendisini tatmin etmediği için çeşitli bilim merkezlerine yolculuklar yaptı.
Paracelsus, günün tedavi şekline, otoritelerin tıbbi kuramlarına karşı çıkmış ve bunun sonucunda, biraz da çılgın tavırlarıyla, bir tür sembole dönüşmüştür. Çılgınlıkları o zamanki geleneksel tıbbın eskidiği ve artık yenilenmesi gerektiği şeklindeki tepkisinin bir göstergesidir. Akademik olan her şeye meydan okumuştur. Zamanında uygulanan tıp uygulamasına hayatı boyunca karşı çıkmış ve mücadele vermiştir. Aklı sürekli çalışan, kuramlar üreten biridir.
Onun, geçmişle olan savaşının en somut şekli, öğrencilerin yaktığı "geleneksel ateş"te herkesi gözü önünde İbn-i Sina, Hipokrates ve Galen gibi otoritelerin kitaplarını yakmasıdır. Böylece, Orta Çağ'da dogmatik hale gelen Galen, İbn-i Sina gibi, yeni gelişmelerin önündeki engeller olarak gördüğü hekimlerin kimliklerinde, eski tıbba son verdiğini sembolize ediyordu.
Bu hareketiyle büyük bir tepkinin doğmasına sebep olan Paracelsus, hemen hiçbir yerde fazla kalamayıp, kent kent dolaşmıştır. Paracelsus, tıp eğitiminde geleneksel olarak kullanılan Latince yerine derslerini Almanca vermiştir.
Temel tezi: iatrokimya.
Paracelsus'a göre, bir cerrah bütün bitkileri tanımak, bilmek zorundadır; onları nasıl kullanacağını, onların çok hızlı mı yoksa yavaş mı etki ettiğini bilmek zorundadır. Ayrıca, onların etkilerinin bilinmesi gerekir, etkilerinin kaslar mı, kemikler mi yoksa damarlar üzerinde mi olduğunun cerrah tarafından bilinmesi lazımdır. Örneğin balsamın kırık için mi, yoksa yaralarda mı etkin olduğunun bilinmesi gerekir. Buna ilave olarak, yaranın açık ve korumasız olmasına göre, uygun bir pansumanla, yarayı temizleyip, onu dış etkilerden korumalıdır. Mümkün olduğu kadar doğanın tedavi gücünün yarayı iyileştirmesine yardımcı olmalıdır. Bu da her şeyden önce iyi beslenme ile mümkün olur.
Aynı şekilde, Paracelsus, yeni cerrahi ile ilgili olarak şöyle demektedir: Cerrahi, insanın kemiklerini ve diğer yapısını bilmek zorundadır; aksi takdirde nasıl teşhis koyabilirsiniz? Sadece dış yapıyı bilmeniz yetmez, aynı zamanda iç yapıyı da bilmek zorundasınız, bütün ven ve arterleri, sinirleri, kasları ve iç organları bilmelisiniz.
Burada Paracelsus, devrindeki organ reparasyon ameliyatları konusundaki çalışmalara karşı çıkmaktadır. Bu tip çalışmalar Ambroise Paré dahil birçok cerrahın ilgisini çekmiştir.
Paracelsus, varlıkların hepsinin ortak bir temeli olduğunu ileri sürdü; bu temel, daha önce ileri sürülen 4 elementin yanı sıra, onun materia prima ("ilk maddeler") adını verdiği tuz, cıva ve kükürtten oluşuyordu.
Paracelsus, kimyada kabul edilmiş yasa ve ilkelerin, aslında canlılar için de geçerli olduğunu savundu. Bir canlı, belli bir kimyasal yapıya sahipse, buna bağlı olarak o yapıda oluşacak bozukluklar, doğal ki kimyasal kökenli olacak ve kimyasal ilkelerin açıklama modelleriyle anlaşılabileceklerdir; bu durumda yapının düzeltilebilmesi de, ancak kimyasal maddelerle olanaklı olacaktır: Bu anlayışa iatrokimya denmiştir.
Bu kurama dayanarak, Paracelsus, vücut işlevlerinin, örneğin midenin işleyişinin kimyasal bir süreç oluşturduğunu ileri sürer. Mide sindirim görevini besin maddelerini ısıtıp, ıslatarak veya onları bazı hareketlerle parçalayarak değil; midenin salgıladığı bazı sıvılar vasıtasıyla onu kimyasal bazı değişimlere tabi tutar. Bu yaklaşımı temel alan sonraki yüzyıllarda, bazı bilim insanları, araştırmalarını salgı bezleri üzerinde yoğunlaştırmışlardır.
Farmakolojinin Babası.
Paracelsus modern tıbbın yanında, modern farmakolojinin (ilaçbilimi) de kurucusu olarak nitelendirilebilir. Pek çok kimyasal madde üzerinde araştırmalar yapmış ve antimonu bulmuştur ki, daha sonra 17. ve 18. yüzyıllarda antimon, iatrokimya görüşlerini destekleyenler tarafından sıkça ilaç olarak ya da ilaç karışımları içinde kullanılmıştır; bu tip ilaçlara arkana tipi ilaçlar denir. Paracelsus'un bazı terimleri Arapçadan aldığı söylenir, alkol terimi de buna örnek gösterilir.
Paracelsus sonraki dönemlerde birçok bilim insanını etkilemiştir. Bunlardan Van Helmont özellikle sindirim ve solunum sistemlerini incelemiştir. Silvester gazı dediği karbondioksit gazını Van Helmont'un bulduğu biliniyor.
Bu ikilem fikri daha sonra, Paracelsus ve onu destekleyenlerce yeniden ele alınmış ve bu temel üzerinde asit-baz ikilemi biçimlendirilmiştir.
İatrokimya görüşünün yanında, yine 16. yüzyılda fizik bilimini ve fizik ilkelerini canlı yapının açıklamasında temel alan görüşler gelişmiştir ki, bu görüşlerin temsilcileri arasında Galileo, Descartes ve Steno sayılabilir. Bunların görüşleri de iatrofizik olarak adlandırılmıştır.
Bu okulun temsilcilerinin daha çok tekniğin gelişmesinde etkin olduğu görülmektedir. Örneğin Galileo ve bir grup arkadaşı Academia del Cimento'yu kurmuşlardır; onların çalışmaları sayesinde mercek üzerinde yapılan çalışmalar daha sonraki yıllarda gelişmiş ve mikroskop ve teleskop bilimsel araştırmalar yaparken kullanılmaya başlanmıştır.
Deneysel yöntemin kabulü.
İatrokimya ve iatrofizik görüşleri, daha sonra Mekanik Okulu oluşturacak şekilde birleşmiştir; mekanik okul, canlı ve cansız bütün varlıkların yapı ve işlevlerinin birbirine benzediğini ve dolayısıyla fizik ve kimya olaylarının açıklanmasında kullanılan prensiplerin biyolojide de geçerli olduğunu kabul etmiştir.
Bu görüşten hareket eden bilim insanları, canlı varlıkların da cansız nesneler gibi, laboratuvarda incelenebileceği fikrini savunmaya başlamalarıyla biyolojide deneysel yöntemin yaygın olarak kullanılması söz konusu olmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6915",
"len_data": 5867,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 4.12
}
|
Küçük Antiller, Karayip denizinde bulunan, Büyük Antiller ve Lucayan Adaları ile birlikte Batı Hint Adalarını oluşturan adalar topluluğudur.
Büyük Antiller, Karayipler'in kuzey-batısındaki dört büyük adaya verilen addır: Küba, Hispanyola (Haiti ile Dominik Cumhuriyeti), Jamaika ve Puerto Riko.
Küçük Antiller ise Atlantik denizinin sınırında Karayiplerin doğusunu, kuzeyden güneye art arda sıralı çevreleyen küçük adalardır. Bunlar Virgin Adaları, Anguilla, Saint Kitts ve Nevis, Antigua ve Barbuda, Montserrat, Guadeloupe, Dominika, Martinik, Saint Lucia, Barbados, Saint Vincent ve Grenadinler, Grenada, Trinidad ve Tobago, Venezuela açıklarındaki adalar ile 2010 yılına kadar Hollanda Antilleri olarak adlandırılan Kurasao, Bonaire, Saint Eustatius, Saba ile Saint Martin'in güneyi ile Aruba adalarından oluşurlar.
Küçük Antiller alt bölgeleri.
Bu alt bölge kırılımında ülke bazında farklılıklar görülmektedir. Örnek olarak Dominika Windward Adaları'na dâhil edilmektedir. Trinidad ve Tobago, Küçük Antiller'in bir parçası olmasına rağmen çoğu kez hatalı da olsa dâhil edildiği Rüzgârüstü Adaları'na dâhil değildir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6921",
"len_data": 1119,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.55
}
|
Büyük Antiller, Karayip denizinde Küçük Antiller ile birlikte Batı Hint Adalarını oluşturan adalar topluluğu.
Büyük Antiller, Karayiplerin kuzey-batısındaki dört büyük adadan oluşur: Küba, Hispanyola (Haiti ile Dominik Cumhuriyeti), Jamaika, Porto Riko. Ayrıca Cayman Adaları da içermektedir. Jeolojik olarak Virjin Adaları ve Sombrero Adası'nı da içermesine rağmen politik açıdan Küçük Antiller'in bir parçası olarak sayılırlar. Virgin adaları hariç 207.411 kilometrekarelik yüzölçümüyle Batı Hint Adaları'nın kara kütlesinin yaklaşık yüzde doksanını ve nüfusunun yüzde doksanından fazlasını oluşturmaktadır. Geri kalan kısımda ise Küçük Antiller bulunmaktadır.
Uzanış doğrultusu bakımından Güney Amerika'nın kuzeyinde doğu-batı doğrultusunda uzanıp Küçük Antiller'den farklı bir durum sergiler. Lucayan Adaları ise Antiller'in bir parçası olmayıp Kuzey Atlantik Adaları'nın bir parçası olarak sınıflandırılır.
Büyük Antiller'in çoğu bağımsız ülkelerden oluşurken, Porto Riko adası Amerika Birleşik Devletleri'nde özerk bir bölgedir, Cayman Adaları ise bir Britanya Denizaşırı Bölgesi'dir. Bölgeye ve nüfusa göre en büyük ada, ada grubunun batı ucuna uzanan Küba'dır. Porto Riko Karayipler'in doğu ucunda yer alır ve Hispanyola adası ise ortalarında bulunur. Jamaika Küba'nın kuzeydoğusunda bulunurken Cayman Adaları ise Küba'nın kuzeybatısında bulunur.Florida eyaleti, ABD anakarasında Büyük Antiller'e en yakın noktayı içerirken, Florida Keys adaları ise, Büyük Antiller'de olmasa da, Küba'nın kuzeyinde bir ada grubudur.
Büyük Antiller Latin Amerika'nın bir parçası olarak kabul edilir. 38 milyonluk nüfusu ile Latin Amerika'nın toplam nüfusunun% 6'sını oluşturmaktadır. Küba'nın başkenti Havana, 2 milyon nüfusu ile Büyük Antiller'deki en büyük şehirdir. Diğer büyük şehirler Santo Domingo, Port-au-Prince ve San Juan'dır. Büyük Antiller'deki yaşam kalitesi, İnsani Gelişme Endeksi'ne göre "yüksek insani gelişme" olarak kategorize edilen Küba, Dominik Cumhuriyeti ve Jamaika'da benzerdir. Yine de en yüksek İGE'ye sahip bağımsız bir ülke olan Küba, sırasıyla "yüksek" ve "çok yüksek" insani gelişme gösteren Porto Riko ve Cayman Adaları'nı takip ediyor. Haiti, Büyük Antiller'de ve tüm Amerika'da 0.498'lik bir oranla en düşük İnsani Gelişme Endeksi'ne sahip olup ve bunu "Düşük insani gelişme" olarak kategorize edilir.
Büyük Antiller'de konuşulan diller çoğunlukla İngilizce ve İspanyolca olup bunun yanında çeşitli yerel diller (bkz: Haiti Kreolü) ve Fransızca da konuşulmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6922",
"len_data": 2489,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.56
}
|
Veri madenciliği, büyük ölçekli veriler arasından faydalı bilgiye ulaşma, bilgiyi madenleme işidir. Büyük veri yığınları içerisinden gelecekle ilgili tahminde bulunabilmemizi sağlayabilecek bağıntıların bilgisayar programı kullanarak aranması olarak da tanımlanabilir.
Kavram.
Veri madenciliği deyimi yanlış kullanılan bir kavram olabileceğinden buna eş değer başka kullanımlar da literatüre geçmiştir. Veritabanlarında bilgi madenciliği (İng. "knowledge mining in databases"), bilgi çıkarımı (İng. "knowledge extraction"), veri ve örüntü analizi (İng. "data/pattern analysis"), veri arkeolojisi gibi.
Bu terimler arasında "Veritabanlarında Bilgi Keşfi" (İng. "VBK - knowledge discovery in databases - KDD") en yaygınıdır. Alternatif olarak veri madenciliği aslında bilgi keşfi sürecinin bir parçası şeklinde kabul görmektedir. Bu adımlar:
Yöntem.
Veri madenciliği adımı, kullanıcı ve bilgi tabanıyla etkileşim halindedir. İlginç örüntüler kullanıcıya gösterilir ve bunun ötesinde istenirse bilgi tabanına da kaydedilebilir. Buna göre, veri madenciliği işlemi, gizli kalmış örüntüler bulunana kadar devam eder.
Bir veri madenciliği sistemi, aşağıdaki temel bileşenlere sahiptir:
Veri madenciliği, eldeki verilerden üstü kapalı, çok net olmayan, önceden bilinmeyen ancak potansiyel olarak kullanışlı bilginin çıkarılmasıdır. Bu da; kümeleme, veri özetleme, değişikliklerin analizi, sapmaların tespiti gibi belirli sayıda teknik yaklaşımları içerir.
Başka bir deyişle, veri madenciliği, verilerin içerisindeki desenlerin, ilişkilerin, değişimlerin, düzensizliklerin, kuralların ve istatistiksel olarak önemli olan yapıların yarı otomatik olarak keşfedilmesidir.
Temel olarak veri madenciliği, veri setleri arasındaki desenlerin ya da düzenin, verinin analizi ve yazılım tekniklerinin kullanılmasıyla ilgilidir. Veriler arasındaki ilişkiyi, kuralları ve özellikleri belirlemekten bilgisayar sorumludur. Amaç, daha önceden fark edilmemiş veri desenlerini tespit edebilmektir.
Veri madenciliğini istatistiksel bir yöntemler serisi olarak görmek mümkün olabilir. Ancak veri madenciliği, geleneksel istatistikten birkaç yönde farklılık gösterir. Veri madenciliğinde amaç, kolaylıkla mantıksal kurallara ya da görsel sunumlara çevrilebilecek nitel modellerin çıkarılmasıdır. Bu bağlamda, veri madenciliği insan merkezlidir ve bazen insan – bilgisayar arayüzü birleştirilir.
Veri madenciliği sahası, istatistik, makine bilgisi, veritabanları ve yüksek performanslı işlem gibi temelleri de içerir.
Veri sınıflandırma.
Veri madenciliğinde üzerinde çalışılan veri farklı terimlerle sınıflandırılır. "Geniş veri" tek bir iş istasyonunun belleğine sığamayacak kadar büyük veri kümelerini ifade etmektedir. "Yüksek hacimli veri" ise, tek bir iş istasyonundaki ya da bir grup iş istasyonundaki disklere sığamayacak kadar fazla veri anlamındadır. "Dağıtık veri" ise, farklı coğrafi konumlarda bulunan verileri anlatır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6924",
"len_data": 2902,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.65
}
|
Bilgi, genellikle geçerliliği veya doğruluğu varsayılacak şekilde mümkün olan en yüksek kesinlik derecesi ile karakterize edilen, kişiler veya gruplar için mevcut olan bir dizi gerçek. Bilginin tanımı kullanıldığı alana ve bakış açılarına göre değişiklik göstermektedir. Epistemolojide subje ile obje arasındaki ilişkiden doğan her türlü ürüne denir. Bilginin doğası, kökenleri ve boyutları ile ilgilenen dala epistemoloji adı verilir.
Bilgi elde etmenin birçok yolu vardır: algılama, akıl yürütme, hatırlama, alıştırma ve eğitim bunlardan bazılarıdır.
Bilgi çeşitleri.
Varlık; çok boyutlu, çok yönlüdür. Bilgi de varlığa ilişkindir. Bu nedenle bilgi, ait olduğu alan, elde edilişi, özne nesne ilişkisi ve bilgi aktı açısından çeşitli türlere ayrılır.
Gündelik bilgi.
Sadece duyu organları aracılığıyla dünyanın açıklanma biçimidir. Bu bilginin oluşumunda denemelerin, tecrübelerin ve gözlemlerin etkisi büyüktür. Belirli bir yönteme dayanılarak kazanılmış bir bilgi değildir, genel geçerliliği de yoktur. Örnek: birkaç yeşil elmanın ekşi olduğunu görünce; "elmalar ekşidir" genellemesine ulaşılabilir.
Teknik bilgi.
İnsanın temel ihtiyaçlarını karşılamak ve günlük yaşamını kolaylaştırmak amacıyla araç gereç yapımı ile ilgili bilgidir. Teknik bilginin bilgi aktı yarardır. Teknik bilginin iki türü vardır:
Sanat Bilgisi.
Bu kavrama gücü, bilimden ve felsefeden farklıdır, akla dayanmaz. Duyguya, coşkuya ve sezgiye dayanır. Sanat bilgisi; sanatçı ile onun yöneldiği nesne arasındaki ilgiden doğan bir bilgidir. Sanatı diğer bilgi türlerinden ayıran en önemli özelliği sanatçının kullandığı ifade aracının farklı olmasıdır. Diğer bilgi türleri, ifade için kelime ve terimler kullanır. Buna karşı sanatçı; sesi, rengi ve maddenin çeşitli şekillerini de kullanır. Yöneldiği nesneyi özne olarak ifade eder.
Örnek: Mozart'ın 40. senfonisi ve Avignonlu Kızlar tablosu gibi sanat eserleri.
Dini bilgi.
Bir dine inananların koşulsuz kabul ettiği bilgidir. Kaynağı doğa üstü bir güç (tanrılar) ya da geçmişte yaşamış bir fikir önderi (Buda, Konfüçyüs) olabilir. Kutsal olanla bunun karşısındaki insanın konumunu ifade eder. Dinsel bilgiye kesin iman ile inanılır, eleştirisi yapılamaz. Bu tür bilgiyi inanç olarak değerlendirmek doğru olur.
Örnek: Cennet, cehennem, melek, şeytan, yaşam ağacı ve nirvana gibi kavramlar.
Bilimsel bilgi.
Bilimsel yöntem ve akıl yürütme yoluyla varlıklar hakkında elde edilen bilgidir. Bilimsel bilgi nedensellik ilkesini kullanarak olgular üzerinde hipotezler üretir ve bunları deney ile sınar. Deneysel testleri geçen hipotezler bilimsel bilgi dağarcığına katılır.
Bilimler üç gruba ayrılır:
Bilimsel bilgi özellikleri:
Felsefî bilgi.
Şüphe edilerek başlayan düşünme yolculuğundaki şüphe edilemeyen en son düşüncedir.
Felsefi anlamda bilgi, Platon'un Theatetus diyalogundan beri "gerekçelendirilmiş doğru inanç" olarak tanımlanır. Bilgi, doğru ya da yanlış olma olasılığı olan sanıdan farklıdır. Bilgi, doğruluğu yönünde yeterli gerekçelere sahip olunan inanç veya iddiadır.
Felsefî bilgi özellikleri:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6927",
"len_data": 3027,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.27
}
|
Belirme (zuhur, İng. "emergence"), karmaşık bir sistemde yeni ve uyumlu yapılar, desenler ve özelliklerin ortaya çıkması sürecidir. Belirmiş fenomen, sistemin elemanları arasında etkileşim dinamikleri sonucunda oluşur. Belirmiş fenomen çoğunlukla görece basit parçaların görece basit etkileşimlerinden çıkan beklenmedik, sıradan olmayan sonuçlardır. Karmaşık bir sistemi daha az karmaşık olandan ayıran şey, karmaşık sistemde bazı davranımların ve desenlerin, elemanların arasındaki ilişkilerin dokusu gereği ortaya çıkmalarıdır.
Belirmiş özellikler.
Bir belirmiş davranım, belirmiş nitelik veya zuhur eden özellik, bir ortamda belirli sayıda basit birim (ajan) çalışırken, grup olarak karmaşık hareketler oluşturduğunda gözlemlenebilir. Birden fazla şeyden oluşmuş bir sistem bu şeylerin sahip oldukları özelliklerin toplamından fazlasını içerebilir. Örneğin, bir düzlemde iki nokta düşünün. Bu noktalar arasında bir "uzaklık" olacaktır. Bu uzaklığın kendisi bir noktanın bir özelliği olmayıp, sadece noktalar arasındaki ilişkide kendini gösterir. Belirmiş özellikler sadece sistemin içindeki elemanlar arasından değil, aynı zamanda diğer belirmiş özellikler arasından da çıkabilir. Bu özelliklerin sayısı ve inceliği, gerek elemanların gerekse de öncül olarak belirmiş özelliklerin sayısından çok daha fazla olabilir.
Belirmiş özellikler bir karmaşık sistem çeşitlilik, organizasyon ve bağımlılığa ulaşınca ortaya çıkar. Özelliğin kendisi genellikle öngörülemez ve benzersizdir. Sistemin evriminin yeni bir boyutunu temsil eder. Karmaşık davranımlar veya özellikler, hiçbir tek birimin özelliği olmadığı gibi daha alt seviyedeki birimlerin hareketlerine indirgerek de öngörülemezler. Bir kuş veya balık sürüsünün davranımı bu kavram için kolayca anlaşılabilecek örneklerdir. Sürünün hareketini anlamak tek tek balık veya kuşların hareketini anlamaktan daha zordur.
Belirme açısından bakıldığında zekâ, nöronlar arasındaki bağlantılardan "belirir" ve bu perspektiften bakıldığında beyni oluşturan nöronlar zeki olmasa da beynin zeki olmasını açıklamak için bir "ruh" kavramı ortaya atmak gerekli değildir.
Belirmiş davranım oyun ve oyun tasarımı için de önemlidir. Örneğin, poker oyunu, özellikle de belirli bir artırım yapısı olmayan limitsiz formları, genellikle belirmiş davranım tarafından yönetilir. Örneğin, kurallar oyuncuya pas geçmesini zorunlu kılmaz ama çoğu oyuncular bunu yapar. Oyun belirmiş davranım tarafından yönetildiği için kurallar aynı olsa da bir poker masasındaki oyun diğerinden tamamen farklı olabilir. Oyun varyasyonları belirmiş meta-oyunun örnekleridir ve yeni oyunların evrimleşmesine katalizör olurlar.
Belirmiş yapılar.
Belirmiş yapılar tek bir olay veya kural tarafından yaratılmamış desenlerdir. Sisteme bir desen oluşturması komutunu veren bir şey yoktur ama her parçanın diğerleri ile olan etkileşimi karmaşık bir süreç sonucu düzene yol açar. Belirmiş yapıların parçalarının toplamlarından fazlası oldukları söylenebilir, çünkü bu belirmiş düzen çeşitli parçaların bir araya gelmesiyle ortaya çıkmaz. Bu parçaların etkileşimi önemlidir.
Biyolojiden bir örnek olarak karınca kolonisini alabiliriz. Kraliçe karıncalara ne yapmaları konusunda direkt emirler vermez. Bunun yerine, her karınca çeşitli uyarılara kimyasal koku şeklinde reaksiyon verir. Bu uyarılar larva, diğer karıncalar, düşmanlar, yemek ve çop biriktirme olabilir. Karınca bu kimyasal kokuyu ardında bir iz olarak bırakır ve bu iz diğer karıncalar için yeni bir uyaran olur. Burada her karınca sahip olduğu genetik kodlar neticesinde sadece kendi etrafındakilere tepki veren otonom bir birimdir. Merkezi bir karar alma olmamasına rağmen, karınca kolonileri karmaşık davranım gösterirler ve hatta geometrik problemleri dahi çözebilirler.
Belirmiş yapılar şehirleri ve galaksilerin şekli gibi birçok doğal fenomeni de içerirler. Komuta olmadan düzen oluşturdukları için entropi prensiplerini yener görünürler.
Belirmiş sistemler.
Belirmiş süreçler ve davranımlar, çok hücreli biyolojik yapılardan hücresel otomatlara, organizasyon olgularından bilgisayar simülasyonlarına kadar çok çeşitli yerlerde gözlemlenebilir. Borsa belirmişliğin büyük ölçekteki bir örneğidir: bir bütün olarak şirketlerin dünya çapında görece fiyatlarını düzenlemesine rağmen, lider olarak kabul edilebilecek, pazarın tümünün çalışmasını kontrol eden bir birim yoktur. Her ajan veya yatırımcı, sadece portföyündeki sayılı firmadan haberdardır ve pazarın belirli düzenleyici kurallarını izlemek zorundadır. Bireysel yatırımcıların etkileşimleri sayesinde borsanın karmaşıklığı bir bütün olarak belirir.
Belirmiş yapılar organizasyonun değişik seviyelerinde oraya çıkabilir. Daha önce belirtildiği gibi, galaksilerin uzaydaki yapısı evrendeki enerji ve maddenin dağılımının belirmiş bir özelliğidir. Benzer şekilde hava durumu olgusu, örneğin fırtınalar, hayatın kendisi gibi belirmiş özelliklerdir. Belirmiş kendi kendine organizasyon, bölge planlamasının yapılmadığı şehirlerin ortaya çıkmasında sıklıkla görülür.
Fizikte belirme.
Fizikte belirme makroskopik sistem mikroskopik sistemin toplamı olmasına rağmen, mikroskopik değil makroskopik bir seviyede oluşan fenomenler için kullanılır. Bazı örnekler şunlardır:
Parçacık fiziğinin bazı teorileri, hatta kütle, uzay ve zaman gibi bazı yapılar bile daha temel olgulardan (Higgs boson veya sicim teorisi gibi) çıkmış belirmiş fenomen olarak görülebilir. Kuantum mekaniğinin bazı yorumlarında, her objenin belirli bir pozisyonu, momenti, vb. vardır diyen deterministik gerçeklik algısı aslında bir belirmiş fenomendir çünkü maddenin gerçek hali tek bir pozisyon veya momentumu olması gerekmeyen bir dalga fonksiyonu olarak tanımlanmıştır.
Bütün bu örneklerde, makroskopik seviyedeki belirmiş fenomen mikroskopik seviyede direkt olarak var olmayabilir ama makroskopik seviyedeki varlığı mikroskopik seviyede fizik kanunlarının uygulanmasıyla açıklanabilir.
Belirmiş fenomen, bütün maddeyi onu oluşturan parçalarla açıklamaya çalışan indirgemeci fizik teorisinin neden yaşayan varlıklar gibi kompleks nesneleri açıklamayı umduğunu gösterir. Bunun yanında, belirmiş fenomen aşırı indirgemeciliğe bir uyarıdır çünkü belirmiş fenomenin mikroskopik açıklaması çok karmaşık veya pratik kullanım için çok alt seviyede kalabilir. Örneğin, eğer kimya, parçacık fiziğindeki etkileşimlerden belirmiş olarak, hücre biyolojisi kimyadaki etkileşimlerin belirmiş olarak, insanlar hücre biyolojisindeki etkileşimlerden belirmiş olarak, medeniyet insanların etkileşimlerdinden belirmiş olarak ve insanlık tarihi medeniyetlerin etkileşimden belirmiş olarak açıklanabilir olsa da, bu tek başına bunun kolay olduğunu veya insanlık tarihinin parçacık fiziği kanunları ile açıklanmasının istenilirliğini göstermez. (Ama yine de bu, bazılarının belirmiş karmaşık fenomenlerin (insanlık tarihi gibi) daha temel teoriler ile ilişkili basit yasalarla açıklanması ile ilgili hipotezler ortaya atmasını engellememiştir. Örneğin Kodratiev dalgası veya bilimkurgu olan psikotarih'e bakınız.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6930",
"len_data": 6981,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.11
}
|
Keşan Edirne'nin bir ilçesidir. Türkiye Trakyası'nın Çorlu, Tekirdağ, Çerkezköy, Edirne ve Lüleburgaz'dan sonra en büyük 6. yerleşim bölgesidir. Kuzeyde İpsala ve Uzunköprü, doğuda Malkara, güneydoğuda Şarköy, güneyde Gelibolu, güneybatıda Enez ve Ege Denizi'yle çevrilidir.
Tarihi.
Keşan ilçesi, MÖ 30. yüzyıldan itibaren Luvi ve Traklarla başlayan bir geçmişe sahiptir. Yöre, daha sonraları eski Yunan, Pers, Makedonya ve Bizans yönetimlerinde kalmış, 14. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Osmanlı döneminde sırasıyla Rumeli ve Kaptanpaşa eyaletleri ve Edirne vilayetine bağlı Gelibolu Sancağı'nın İpsala kazasına bağlı bir nahiyeydi.
Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre; Gelibolu Sancağı'na bağlı olan Keşan kazası, 55 köy ve çiftlik ile 9 mahallenin tümünde 3667 hanede 2140 Müslüman, 7155 Rum, 909 Bulgar ve 233 çingene olmak üzere toplam 10.447 nüfusa sahiptir.
Gelibolu Caddesi'nde hükûmet konağı ile birlikte 5 resmî bina ve toplamda 6 (İbrice iskelesinde 1, Malkara Caddesi'nde 1 ve Koru Dağı'nda 4) karakolhane vardır. Kasaba içinde 4 cami, 4 mescit, 18 ortaokul, 20 ilkokul vardır.
Hersekzade Ahmet Paşa tarafından yaptırılan Büyük Cami, Hacı Mehmet Ağa tarafından yaptırılan Yeni Cami, Behram Bey tarafından yaptırılan Orta Cami ve Mehmet Esbat Bey'in yaptırdığı bir diğer cami kasaba içinde bulunur.
Kazanın Paşayiğit, Grebene ve Suluca isimli 3 nahiyesi vardır. Keşan'da hastane ve depo olmayıp 1 şadırvan, 15 çeşme, buharla çalışan 1 un fabrikası, 32 yel değirmeni, 1 çömlekhane ve 3 taş ocağı vardır.
1877 yılında Gelibolu Sancağı'na bağlı ilçe olan Keşan, sırasıyla Rus, Bulgar ve Yunan işgallerine uğramış, 11 Ekim 1922 Mudanya Ateşkes Anlaşması sonrası 19 Kasım 1922'de TBMM hükümetine bağlanmıştır. 1922-1926 arası Gelibolu'nun ilçesi olan Keşan, 1926'da Gelibolu ilinin feshiyle Edirne'ye bağlanmıştır. Bugünkü sınırlarına 1877-1912 arası Dedeağaç sancağına (bugün Alexandrupoli) bağlı kazayken, Dedeağaç'ın Bulgarların eline geçmesiyle buraya nahiye olarak bağlanan Enez'in 1953'te ilçe olmasıyla ulaşmıştı.
Adının kökeni.
Salakoğlu fethedildikten sonra, buraya Anadolu'dan göçmen getirtip yerleştirildi. "Gacal" tabir dilen eski yerlilerin bunların torunları olduğu söylenir. Trakya'nın güneyine yoğun olarak yerleştirilen bu Yörüklere "Topkeşan" Yörükleri deniliyordu. İsim zamanla kısaltıldı ve Keşan olarak kullanılmaya başlandı. Bir başka söylenceye göre ise kirişlerinin çokluğu ile dikkati çeken bir han vardı. Keşan adı "Kırkkirişhan" adından bozmadır.
Keşan'ın ismi ile ilgili bir başka söylence de, bugünkü eski mezbahahanenin bulunduğu yerde çok eskiden bulunan, kervanların dinlenme yeriyle ilgilidir. burada atlar dinlendirme amaçlı kaşandırılır, yani araba ve koşumlarından sökülüp dinlendirilirmiş. Kaşandırmak yani dinlendirmek deyimine dayanılarak Keşan'ın adı bir müddet Kaşan olarak da kullanılmış.
Anadolu'da halk arasında işlevi "çekmek" türünden değişik nesnelere de bu ismin verildiği görülür. Bazı yörelerde atların deri koşumlarına "kaşan" denmektedir. Ayrıca Keşan ismiyle, İran'da bir kent de bulunmaktadır.
Keşan adı ile bir şehir de İran'da vardır. İran'ın İsfahan bölgesinde yer alan Keşan şehrine İran'da Kaşan denilir. İran'a Orta Asya'dan göç etmiş olan Türkmen toplulukları daha sonra Trakya bölgesine gelip buraya da bu adı vermiş olabilirler. 16. yüzyıl öncesi tarihi değişimler bunu destekler niteliktedir.
İlçenin antik çağdaki adı birçok kaynakta geçtiği gibi, "Zerlanis"tir. Bölgeye MÖ 30. yüzyıldan itibaren gelmeye başlayan Luviler'in bu ismi verdikleri kaynaklardan anlaşılmaktadır. Bu isim Roma döneminde de kullanılmıştır.
Keşan adının kökeninin Keşişlihan hatta Farsçada "çekenler" anlamına gelen "keş'an" olduğu da söylenegelmektedir.
Qashan İdil Bulgarları'na ait tarihi bir şehirdir. Bu isimden dolayı adının Keşan olması da düşünülebilir.
Nüfus.
Keşan'ın merkez nüfusu 63.965'tir. 2 belde ve 45 köyden oluşan ilçenin toplam nüfusu ise 83.399'dur. Bu sayı, mevsim özelliklerine bağlı olarak değişkenlik göstermekte, özellikle yaz aylarında 700.000-800.000 kişiye ulaşmaktadır.
Keşan'da yaşayan çoğu insanların kökeni Karamanoğulları Beyliği'nden gelmektedir. Osmanlı, Karamanoğulları Beyliği'ne son verdikten sonra Karamanoğulları'nın büyük bir kısmını Balkanlara yerleştirmiştir. Balkanlardaki Türk iskanı cok eski yıllardan itibaren vardır ama esas yerleşme ve yakın yerleşme Osmanlı devrindedir. Ayrıca Osmanlı akıncıları da Karamanoğlu torunlarıdır.
Coğrafya.
Keşan, Marmara Bölgesi'nin Trakya bölümündedir. Yörede Akdeniz ikliminin Marmara'ya özgü iklim şekli hüküm sürer. Yüzölçümü 1087 km² olan Keşan'ın denizden yüksekliği 100 metredir. En yüksek noktası ise 371 metre ile Hızırilyas (Hıdrellez) tepedir. Yıllık yağış miktarı 550–600 mm. olup, mevsimlere göre dağılımı Kış: %38, Sonbahar: %27, İlkbahar; %22 ve Yaz: %13'tür.
Toplu bir yerleşme alanı görülen Keşan'da Cumhuriyet döneminde ve özellikle son 20 yılda hızlı bir yapılaşma göze çarpar. Kooperatif ve özel kişilerin yapıları hâlen hızla devam etmektedir. Bu hızlı gelişmeye sosyal yaşam da ayak uydurmuştur. Keşan'da her gün, özellikle haftalık pazarı olan cumartesi günü çok canlı bir günlük yaşam görülmektedir. Bu hareket Keşan'da sosyo-ekonomik hayatı da olumlu yönden etkilemektedir.
Turizm.
Saros sahil şeridi ve burada yer alan Erikli, Yayla, Mecidiye, Enez, Gökçetepe, Sazlıdere gibi sayfiye yerleri deniz, orman ve piknik tipi yaz turizmi merkezleridir. Temiz denizi ve yakınlığı Keşan'ı yaz turizminin ilgi odağı haline dönüştürmüştür. Uzun yıllar önce yerli ve yabancı balıkadamlar tarafından keşfedilen ve Orfoz balığıyla ünlenen Saros Körfezi amatör balıkçılar için de bulunmaz cennetlerden birisidir. Saros Körfezinde 144 çeşit balık, 170 çeşit sualtı canlısı vardır. Körfez "otoepürasyon" denilen dünyanın kendi kendini temizleyebilen iki körfezinden biridir. Bunun yanı sıra dalış turizmi (scuba diving), doğa yürüyüşü (trekking) tarzı turizm etkinlikleri için elverişlidir. Gökçetepe ve Danişment sahillerinde Orman Bakanlığı-Milli Parklar'a bağlı günübirlik ve yataklı dinlenme tesisleri vardır.
Eğitim, kültür ve medya.
2010 yılında açılan Keşan Yusuf Çapraz Uygulamalı Bilimler Yüksekokulu ile çevresini daha da genişleten Keşan'da yükseköğrenim olarak bir de Trakya Üniversitesi'ne bağlı Keşan Meslek Yüksek Okulu okulu bulunmaktır. Ek olarak 2015 yılında Hakkı Yörük Sağlık Yüksek Okulu açılmıştır. İki yüksek okulla birlikte okulların bulunduğu alan Hersekzade Ahmet Paşa Yerleşkesi olmuştur. Keşan'ın açılan yeni yüksekokuluyla gelecek yıllarda bir üniversite şehri olacağı düşünülüyor. Keşan ayrıca, çoğu ilde bile olmayan iki okula da 2010 yılında kavuştu. Uzun yıllar boyunca açılması için uğraş verilen fen lisesi ve Anadolu öğretmen lisesi de 2010 yılında Keşan'da eğitim öğretime başladı. Eğitim kenti olma yolunda hızla ilerleyen ilçede 1 Anadolu öğretmen lisesi, 1 fen lisesi, sağlık meslek lisesi, 3 tane Anadolu lisesi 4 meslek lisesi ve 1 genel lise olmak üzere 11 tane ortaöğretim kurumu bulunuyor. Keşan; merkezde 13, belde ve köylerde 20 olmak üzere toplam 33 ilköğretim okulu ile yörenin eğitim ve öğretim alanında önemli bir merkezini oluşturmaktadır.
Keşan'da ayrıca bir halk kütüphanesi, beş özel dershane, üç özel sürücü kursu, 2 ana okulu, Halk Eğitim Merkezi, Mesleki Eğitim Merkezi (Eski adı Çıraklık Eğitim Merkezi), Rehberlik ve Araştırma Merkezi, Akşam ve Sanat Okulu gibi kuruluşlar da ilçe eğitim ve öğretiminin diğer önemli unsurlarıdır.
Keşan'da kitle iletişim faaliyetleri ikisi günlük (Medya Keşan ve Volkan) biri haftalık (Halkın Sesi) olmak üzere 4 ayrı gazete ve bir radyo (Keşan FM) ile sürdürülmektedir. Yayın hayatına 26 Nisan 1962'de Feyzullah Aktan'ın kuruculuğu ile başlayan Önder Gazetesi, 31 Aralık 2019'da yayın hayatını sonlandırdı. Ayrıca çeşitli okul ve derneklerin kimisi düzenli, kimisi düzensiz olarak çeşitli periyodlarda yayımlanan yayın organları da bulunmaktadır.
Son yıllarda ilçeye ve bölgeye yönelik yayın yapan haber/yorum web siteleri kurulmuştur. Bunlardan bazıları:
Her yıl ağustos ayı sonlarında Keşan Kültür ve Turizm Festivali gerçekleştirilmektedir. Keşan Kent Müzesi'nin 2022 yılında açılması planlanmaktadır. Müze 1914 yılında inşa edilerek Çanakkale Savaşı'nda cephe gerisi hastanesi olarak yaralı askerlerin tedavi edildiği daha sonraki yıllarda ise Kızılay ve memleket hastanesi olarak da hizmet veren binada hizmet verecektir. Tarihi bina Aralık 2019'da Keşan Belediyesi'ne devredilmiştir.
Ticaret ve sanayi.
Geniş bir hinterlandın sağlık merkezi olduğu gibi ticaret ve turizm merkezi de olan Keşan Vergi Dairesine kayıtlı:
25 adet anonim, 456 adet limitet, 13 adet ticari kooperatif ve diğer türde 1 adet olmak üzere 411 şirket bulunmaktadır.
1589 ticari kazanç, 105 zirai kazanç, 138 serbest meslek ve diğer mesleklerde 385 olmak üzere gerçek usulde 2226; 2107 basit usulde ticaret, 11'i serbest meslek olmak üzere basit usulde 2118, toplam 4364 Gelir Vergisi mükellefi, 411 adet de Kurumlar Vergisi mükellefi vardır.
Yukarıdaki bilgiler ışığında genel vergi durumuna bakıldığında, 1996 yılında 934 milyar olan toplam vergi tahakkuku 1997 yılı sonu itibarıyla 2 trilyon lirayı bulmakta ve yine alınan bilgilere göre, vergi tahsilatının da 1997 yılı itibarıyla %90'larda seyrettiği görülmektedir.
Keşan ilçesi Köylere Hizmet Götürme Birliği üyesi 44 köyden 29 köye süt üretimini, kaliteyi ve pazar payını artırmak amacıyla Yunan vatandaşı da gelmektedir. Kurulan pazar nedeni ile ilçe merkezi nüfusu cumartesi günleri 100.000'e ulaşmaktadır. Ticari hayatın bir başka göstergesi olan borsa işlemleri Keşan Ticaret Borsa'sında yine özellikle tarım ve hayvancılık ürünleri üzerinde seyretmektedir.
Un (5), yağ (1), çeltik (5), yem (1), süt (2), hazır çorba (1) fabrikaları dışında 11 adet süt işleme tesisi, 23 adet fırın ve 16 adet imalathane ve 3 adet hazır giyim fabrikası, 3 adet hazır beton üretim tesisi, 14 adet kömür 3 adet taş ocağı ve küçük sanayi sitesinde 30 farklı iş kolunda faaliyet gösteren küçük çaplı sanayi kuruluşları mevcuttur.
Sağlık.
Keşan'ın merkez, belde ve köyler nüfusunun 80010 olmasına karşın, sağlık hizmeti verilen nüfus sayısının bu nüfustan çok daha fazla oluşu dikkat çekmektedir. Bu sayı, mevsim özelliklerine bağlı olarak değişkenlik göstermekte, özellikle yaz aylarında 250 bine ulaşmaktadır.
1 tane Keşan Devlet Hastanesi (1914 yılında 50 yataklı olarak hizmete açılmış, 1984 yılında 100 yatağa çıkarılmış 21.11.2004 tarihinden itibaren 200 yataklı olarak hizmet vermektedir), 1 Özel Hastane (Özel Keşan Hastanesi), 10 Sağlık Ocağı, 1 Verem Savaş Dispanseri, 1 Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Merkezi, 27 tane Sağlık Evi ile 1 Sosyal Sigortalar Kurumu Dispanseri mevcuttur. Keşan' da 30 Eczane, 40 Özel Tabib Muayenehanesi, 16 Diş Hekimi, 2 Özel Biyokimya Laboratuvarı, 2 Özel Radyoloji Laboratuvarı bulunmaktadır. Ayrıca şu anda da yapımı devam eden 100 yataklı son derece teknolojik bir adet devlet hastanesi de hizmete açılacaktır.
Tarım.
Keşan merkez ve köylerinde ekilebilir tarım arazisi miktarı 52.264 hektardır. Bunun 7.874 hektarı ekilebilir sulu arazi, 44.390 hektarı ise ekilebilir kuru arazidir. Ayrıca 43.000 hektar orman, 115.900 dekar mera ve 19.160 dekar da tarım dışı arazi bulunmaktadır. Tarımsal sulama için 2 baraj ve 12 göletten yararlanılmaktadır. Ekilebilir ürünlerin başında buğday, ayçiçeği, arpa, mısır, şeker pancarı, çeltik ve sebzeler gelmektedir. Ayrıca son yıllarda bağcılık ve meyvecilik de yeni ürün deseni olarak yer almaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6934",
"len_data": 11512,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.46
}
|
Bonaire, Karayip Hollandasında, Venezuela'nın kuzeyinde bir adadır. Batısında, birlikte Küçük Antiller adalarının güneyini oluşturduğu Aruba, Curaçao adaları yer alır. Bu üç ada ABC Adaları olarak da anılırlar.
Kurasao, Saba, Sint Eustatius, Sint Maarten adalarıyla birlikte Hollanda Antilleri'ne bağlıydı, 10 Ekim 2010'da yapılan bir referandumla Hollanda Antilleri dağılınca, BES Adaları'nın bir parçası haline geldi. Yüzölçümü olarak 288 km²dir.
Ada 288 km2 yüzölçümüyle (yaklaşık Türkiye'nin en büyük adası Gökçeada büyüklüğünde) üzerinde 12000 insanı barındırır. Yaygın diller Papiamento, İngilizce, İspanyolca dilleri olsa da, yasal dil Felemenkçedir. Adada yaşayanların çoğunluğu Afrika kökenlidir.
Bonaire, yakınlarında, üzerinde kimsenin yaşamadığı Küçük Bonaire () adı verilen bir adacıkla ikili oluşturur.
Geçmişten günümüze, denizden su baskınına uğrayan alçak ovalarından elde edilen tuz önemli bir gelir kaynağı olmuşsa da, Hollanda'nın yardımları yanı sıra, son yıllarda özellikle sualtı dalıcılığı turizmi de önemli gelir kaynakları arasına girmiştir. Ada, mercan kayalıklarıyla çevrili olduğu için dalış için ilginçtir.
Adanın kuzeyinde doğal park olan Bonaire Washington Parkı bulunur. Bu parkta yer alan, adanın en yüksek yeri Brandaris'ten adanın tümü görülebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6937",
"len_data": 1284,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.63
}
|
Papiamento (ya da Papiamentu) Hollanda'ya bağlı Aruba, Kurasao, Bonaire adalarındaki en yaygın dildir. Ana olarak Portekizceden ve yerli dillerden etkilenmiş olmasına karşın son yıllarda İspanyolca, Hollanda, Afrika ile İngilizcenin etkileri de artmıştır. Portekizce ve İspanyolca arasındaki sözcük benzerliklerinden dolayı, her kelimenin tam olarak kökenini ayırt etmek zordur. Kökeni hakkında farklı teoriler olmasına rağmen, çoğu dilbilimci Papiamento'nun Batı Afrika kıyılarındaki Portekiz kreol dilleri kökenli olduğunu düşünüyor.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6938",
"len_data": 535,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.93
}
|
ABC adaları, Karayip Denizi'ndeki Leeward Antilleri'nin en batıdaki üç adası olan Aruba, Bonaire ve Curaçao'dan oluşan fiziksel gruptur. Bu adalar ortak bir siyasi tarihe ve 1814 tarihli İngiliz-Hollanda Antlaşması ile 1815'ten itibaren Curaçao ve Bağımlılıkları olarak Hollanda Krallığı'na devredildiğinden beri Hollanda'nın temel mülkiyet statüsüne sahiptir. Falcón Eyaleti, Venezuela'nın kısa bir mesafe kuzeyindedirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6941",
"len_data": 423,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.24
}
|
Saraybosna (Boşnakça ve Hırvatça: "Sarajevo", ), Bosna-Hersek'in başkenti ve 2007 yılı sayımlarına göre 619.030 kişilik nüfusuyla en büyük kentidir. Saraybosna, ayrıca Bosna-Hersek Federasyonu'nun ve fiilî başkenti Banyaluka olan Sırp Cumhuriyeti'nin de hukukî başkentidir. Saraybosna Kantonu'nun da merkezidir. Saraybosna, Bosna bölgesinin Dinar Alpleri'yle çevrili Saraybosna Vadisi içerisinde Miljacka Nehri'nin çevresinde kurulmuştur. Şehir, barındırdığı dinî çeşitliliğiyle bilinir. Müslümanlık, Katoliklik, Ortodoksluk ve Musevîlik, burada yüzyıllar boyunca barış içinde bir arada var olagelmişlerdir. İşte bu yüzden Saraybosna, Avrupa'nın Kudüs'ü olarak kabul edilir. Saraybosna Balkanlar'daki kültürel şehirlerin en önemlilerinden biri olarak kabul görür.
Bu bölgedeki ilk yerleşim kalıntıları tarih öncesi döneme kadar uzanmasına rağmen modern şehrin ortaya çıkışı 15. yüzyılda Osmanlıların bu bölgedeki hakimiyetiyle birlikte başlar. Osmanlıların 1463'te bölgeyi ele geçirmesiyle şehirde büyük bayındırlık faaliyetleri başlar ve bunun sonucunda Saraybosna, Türklerin Avrupa'da kurduğu en büyük kent olur ve bu durum bugün de geçerlidir. Saraybosna, tarihi boyunca uluslararası önemi olan birçok olay yaşamıştır: 1914 yılında I. Dünya Savaşı'nın başlamasına neden olarak gösterilen Arşidük Franz Ferdinand'ın Gavrilo Princip tarafından suikastı bu kentte gerçekleşti. Bundan 70 yıl sonra 1984 Kış Olimpiyat oyunları bu kentte yapıldı. Şehir, Bosna Savaşı sırasında dünya modern savaş tarihindeki en uzun kuşatmaya mâruz kalmıştır. Bugün şehir, Bosna-Hersek'in en büyük kültürel ve ekonomik merkezi olarak savaş sonrasında kendini yenilemeye ve toparlamaya çalışmaktadır.
Köken bilimi.
Saraybosna'nın adı, Osmanlı Devleti tarafından alınmadan önce Vrhbosna' idi. Osmanlı Devleti'nde "Bosna-Saray" denmesinin yanı sıra "Saray Ovası" olarak da adlandırdı. Bu yüzden günümüzde pek çok dilde bu ifadenin kısa hali olarak "Sarajevo" adı kullanılmaktadır. Kendi halkı da şehirlerine "Sarajevo" derler ki vadiye dik bakan saraydan görülen ova manzarasından esinlenerek "Saray-Ova" dendiği rivayet edilir.
Tarihçe.
Antik çağ.
Şehrin bulunduğu bölgedeki yerleşim, Neolitik Çağ'a dek geri gider. Bu bölgede 19. yüzyılın sonlarında Butmir kültürü'ne ait benzer desenli seramik eşya ve çanaklar bulunmuştur.
Saraybosna bölgesi, Roma egemenliğinden önce İliryalıların egemenliğinde kalmış ve Romalılar, ancak M.S. 9 yılında uzun süren bir direnişin ardından ele geçmiştir. Romalılar döneminde Dalmaçya eyaletine bağlanan bölgede bugünkü İliđža banliyösünün bulunduğu yerde Aquae Sulphurae (Türkçesi: Kükürtlü termal su) kentini kurmuşlardır.
Roma İmparatorluğu, M.S. 395'te ikiye bölününce Batı Roma İmparatorluğu'nun parçası olan ve 420'lerde Avrupa Hunları'nın ele geçirdiği bölge, 455 yılında Ostrogotların eline geçti. 6. yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru Doğu Roma İmparatorluğu'nun eline geçen bölgeye 7. yüzyılın başlarında Avrupa Avarlarının egemenliğindeki Slavlar gelmeye başladı ve bölge, Avarların eline geçti.
Orta çağ.
Avarlar devletinin 805'te Franklar tarafından yıkılmasının ardından Frankların süzerenliğini tanıdı ve Doğu Romalı misyonerler tarafından bölge, tamamen Hristiyanlaştırıldı. Önce Sırp Raşka Krallığı'nın, 863'te Hırvat Düklüğü'nün (sonradan krallık) eline geçti. 870'lerde Sırpların geri aldığı bölge, 9. yüzyılın sonlarına doğru 1. Bulgar İmparatorluğu'nun eline geçti. 927'de Bulgarlardan bağımsızlığını îlân eden Sırp Kralı Časlav Klonimirovič'in eline geçti. Çaslav'ın 950 yılında Macarlara karşı savaşırken ölmesi üzerine Bosna'daki derebeyler, Sırbistan'dan bağımsızlıklarını ilan ettiler ve Doğu Roma'nın hükümranlığını tanıdılar. Ancak bölge 998'de 1. Bulgaristan İmparatorluğu Çarı 1. Samuel'in eline geçti. Ancak Doğu Roma İmparatoru II. Basileus, 1018'de bölgeyi geri aldı. Bölgenin güneyi, 1060'larda Doğu Roma'ya bağlı hüküm süren Hırvat Kralı IV. Petar'ın eline geçti. Ancak bölge, 1082-1085 arasında Sırpların kurduğu Duklja Krallığı'nca fethedildi. 1103 yılından itibaren Bosna Sırplardan koptu ve Macaristan Krallığı'nın egemenliğini tanıyan Banların eline geçti. Ayrıca Macaristan Kralı II. Bela, 1137'de Bosna Dükü oldu. Bölge, 1163-1183 yılları arasında yeniden Doğu Roma İmparatorluğu'nun parçası oldu. Daha sonra yeniden Macaristan Krallığı'na bağlı Banlar tarafından yönetildi. 1230'lardan itibaren bölge halkının çoğu, Manicilik'ten etkilenen dualist Hristiyan tarikatı olan Bogomillik'e geçti. Bosna, 1377'ye kadar Macaristan'a bağlı banlar tarafından yönetildi. Bu târihte Bosna Banı Tvrtko Kotromanoviç (sonradan I. Tvrtko), kendini Bosna, Sırbistan ve Dalmaçya kralı ilan etti. Krallığı'nın sınırları bugünkü Karadağ'ın batısından bugünkü Hırvatistan'ın Graçaç kentinin batısına kadar uzanıyor ve bazı Dalmaçya adalarını da kapsıyordu.
1463 yılında Osmanlı Sultanı II. Mehmed, bütün Bosna'yı fethetti. Ancak Macaristan Kralı I. Matyas, Saraybosna'nın bulunduğu bölgeyi geri aldı. Ancak Osmanlılar, 1492'de bölgeyi yeniden ele geçirdiler.
Osmanlı dönemi.
Bugünkü Saraybosna'nın yerinde 14. yüzyılın başlarında Boşnak soylularının şatoları vardı. 1492 yılında burayı alan Osmanlılar, şehrin ilk çekirdeğini kurmuşlardır. Saraybosna, önemli ulaşım yolları kavşağı olması nedeniyle kısa sürede ticari ve idari merkez olmuştur.
Bölge, Osmanlılarca öncelikle Saraybosna'nın merkez olduğu Bosna Sancağı olarak Rumeli Eyaleti'ne bağlanmış, 1585 yılında 1483'te fethedilen Hersek bölgesiyle birlikte Bosna Eyaleti'ne bağlanmıştır. 1583-1686 arasında Banyaluka'nın, 1686-1851 arası Travnik'in merkez olduğu dönemler hariç hep eyaletin merkezi Saraybosna olmuştur. 1697'deki kısa süreli Venedik işgalinden zarar gören şehir, derhal onarıldı.
Avusturya-Macaristan.
1878 yılına kadar Osmanlılar'a bağlı kalan şehir, bu yıl imzalanan Berlin Anlaşması'yla Avusturya-Macaristan yönetimine bırakıldı. Ancak buranın yönetimi konusunda yönetim ortakları arasında anlaşmazlık çıkınca doğrudan doğruya Viyana'dan yönetilen Bosna-Hersek'in merkezi oldu.
Yugoslavya.
1918'de sonradan Yugoslavya Krallığı'na dönüşecek olan Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı'na geçti ve Sırbistan'a bağlandı. 1929 yılında ülke, idari olarak banlıklara bölündüğünde, Drina Banlığı'nın merkezi oldu.
II. Dünyâ Savaşı'nda 1941-1945 arasında Nazi Almanyası'na bağlı bir kukla devlet olan Bağımsız Hırvatistan Devleti'nin işgalinde kaldı. Savaş sırasında Yugoslavya Krallığı yetersiz savunma yapıyordu. Alman uçaklarının bombalaması sonrasında, Saraybosna, 16. Piyade Tümeni tarafından 15 Nisan 1941 tarihinde ele geçirildi. Şehir, 1943'ten 1944'e kadar Müttefikler tarafından bombalandı. Şehirde Yugoslav Partizan hareketi temsil edildi. Direniş, "Walter" Periç adında bir NLA Partizanı tarafından yürütüldü. Periç, 6 Nisan 1945'te şehrin kurtuluşuna liderlik ederken öldü.
1984 Kış Olimpiyatları, Saraybosna'da düzenlenmiştir.
Bosna Savaşı.
1992-1995 yıllarında Bosna Savaşı sırasında Saraybosna kuşatması büyük ölçekli yıkım ve dramatik nüfus değişimi ile sonuçlandı. Binlerce Saraybosnalı, kuşatma sırasında yapılan bombardıman altında ve çatışmalarda öldü. Saraybosna kuşatması, modern savaş tarihinin en uzun kuşatması oldu. 5 Nisan 1992 ile 29 Şubat 1996 yaşanan Bosna Savaşı sırasında Yugoslav Halk Ordusu ile Sırp Cumhuriyeti'ne bağlı güçler Bosna Hersek'in başkenti Saraybosna'yı kuşattı.
Kuşatma sırasında, 1.500'den fazlası çocuk olmak üzere 11.541 kişi öldü. 15.000'i çocuk olmak üzere yaklaşık 56.000 kişi yaralandı. 1991 sayımına göre kuşatması öncesinde kent ve çevresinin nüfus 525.980'di.
Günümüz.
Günümüzde Saraybosna, bölgenin en hızlı gelişen şehirlerinden birisidir. BOSMAL Şehir Merkezi, BBI Centar ve Balkanların en yüksek gökdeleni olan Avaz Twist Tower gibi çok sayıda çeşitli yeni modern binalar inşa edilmiştir.
Coğrafya.
Saraybosna, tarihî Bosna bölgesinin içinde, Avrupa'nın güneydoğusunda bulunan üçgen biçimli Bosna-Hersek topraklarının hemen hemen merkezinde kurulmuştur. Koordinatları şeklinde olan kent Dinar Alplerinin ortasındaki Saraybosna Vadisi boyunca uzanır. Opcina adı verilen dört belediyeden oluşur. Centar ("Merkez"), Novi Grad ("Yeni Şehir"), Novo Sarajevo (Yeni Saraybosna) ve Stari Grad ("Eski Şehir"). Saraybosna'nın komşu belediyeleri İlidza [İlica] ve Vogošča'dır [Vogoşça]. Kuzeyde "Ozren Planina" (1.452 m), güneyde "Romanija Planina" (1.649 m) ve Jahorina (1.913 m) dağları arasında kalan Miljacka [Milyaçka] vadisinde kurulmuştur. Bu dağlar Dinar Alpleri'nin bir parçasıdır.
İklim.
Saraybosna'da nemli karasal iklime (Köppen iklim sınıflandırması: Dfb) sınır oluşturan Okyanusal iklim (Köppen iklim sınıflandırması: Cfb) vardır. Saraybosna'nın iklimi dört mevsimi gösterir ve yağışlar eşit şekilde dağılır. Adriyatik Denizi'nin yakınlığı Saraybosna'nın iklimini biraz yumuşatır, ancak şehrin güneyindeki dağlar bu deniz etkisini büyük ölçüde azaltır.
Yıllık ortalama sıcaklık 10 °C'dir, Ocak -0,5 °C ile yılın en soğuğu ve Temmuz 19,7 °C ile yılın en sıcak ayıdır.
Kaydedilen en yüksek sıcaklık 19 Ağustos 1946 ve 23 Ağustos 2008'de 40,7 °C iken, kaydedilen en düşük sıcaklık 25 Ocak 1942'de -26,2 °C idi.
Ortalama olarak Saraybosna'da sıcaklığın 32 °C'yi aştığı yedi gün ve sıcaklığın -15 °C'nin altına düştüğü dört gün vardır. Şehirde genellikle hafif bulutlu bir gökyüzü görülür ve yıllık ortalama bulut örtüsü %45'tir.
Yönetim ve siyaset.
Şehir yasama yapısı "Saraybosna Kanton Meclisi" tarafından gerçekleştirilmekte olup, idari yapıları şu birimlerden oluşmaktadır;
Ekonomi.
Saraybosna'nın büyük imalat, idari ve turizm sektörleri, onu Bosna-Hersek'in en güçlü ekonomik bölgesi haline getiriyor. Aslında Saraybosna Kantonu ülkenin GSYH'sinin neredeyse %25'ini üretir. Yıllar süren savaşın ardından Saraybosna ekonomisi yeniden inşa ve rehabilitasyon programlarına tanık oldu. Bosna-Hersek Merkez Bankası 1997 yılında Saraybosna'da açıldı ve Saraybosna Borsası 2002 yılında işlem görmeye başladı.
Saraybosna komünist döneminde büyük bir sanayi tabanına sahip olmasına rağmen, önceden var olan sadece birkaç işletme piyasa ekonomisine başarılı bir şekilde uyum sağlayabilmiştir. Saraybosna endüstrileri artık tütün ürünlerini, mobilyaları, çorapları, otomobilleri ve iletişim ekipmanlarını içermektedir. Saraybosna merkezli şirketler arasında BH Telekom, Bosnalijek, Energopetrol, Saraybosna Tütün Fabrikası ve Saraybosna pivara (Saraybosna Bira Fabrikası) bulunmaktadır.
Bosna-Hersek'in Gayri Safi Millî Hasılası (GSMH) 3.356.220.000 (1999) dolar olup, Saraybosna'ya düşen pay 1.264.412.000 dolardır.Saraybosna'da kişi başına düşen GSMH ise 2.470 dolardır. Trafik ve iletişim ("Saraybosna Kanton ekonomisinin toplam gelirinin %53'ü") toplam işçi sayısının %18'ini istihdam etme olanağı verir. Endüstri ("Saraybosna Kanton ekonomisinin toplam gelirinin %14.8'i") toplam işçi sayısının %18,5'ini, ticaret ise ("Saraybosna Kanton ekonomisinin toplam gelirinin %17,9'u") toplam işçi sayısının %19,5'ini istihdam eder.
Turizm ve rekreasyon.
Saraybosna, turist sayısındaki güçlü yıllık büyüme sayesinde geniş bir turizm endüstrisine ve hızla büyüyen bir hizmet sektörüne sahiptir. Saraybosna, turizminin yıl boyunca devamlılığıyla hem yaz hem de kış hedefi olmanın avantajını da yaşar. Seyahat rehberi serisi "Lonely Planet", Saraybosna'yı dünyanın en iyi 43. şehri olarak adlandırdı ve Aralık 2009'da Saraybosna'yı 2010 yılında ziyaret edilecek ilk on şehirden biri olarak listelemişti.
2019 yılında Saraybosna'yı 733.259 turist ziyaret etti ve 1.667.545 konaklama yapıldı. Bu rakam 2018 yılına göre %20 daha fazlaydı. Sporla ilgili turizmde, 1984 Kış Olimpiyatları'nın eski tesisleri, özellikle de yakınlardaki Bjelašnica, Igman, Jahorina, Trebević ve Treskavica dağlarındaki kayak tesisleri kullanılmaktadır.
Saraybosna'nın hem Batı hem de Doğu imparatorluklarından etkilenen 600 yıllık tarihi, burayı muhteşem çeşitliliklerle turistik bir cazibe merkezi yapar. Kent, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorlukları döneminde önemli bir ticaret merkezi olması ve Doğu ile Batı arasındaki birçok güzergahın doğal durağı olması nedeniyle yüzyıllar boyunca gezginleri kendine çekti.
Saraybosna'daki popüler destinasyonlara örnek olarak Vrelo Bosne parkı, Saraybosna katedrali ve Gazi Hüsrev Bey Camii sayılabilir. Saraybosna'da turizm esas olarak tarihi, dini ve kültürel mekanlara ve kış sporlarına odaklanır.
Şehir genelinde ve kenar mahallelerde çok sayıda park vardır. Yerel halk arasında popüler bir etkinlik, genellikle Trg Oslobođenja - Alija Izetbegović'te oynanan sokak satrancıdır.
Veliki Park Saraybosna'nın merkezindeki en büyük yeşil alandır. Titova, Koševo, Džidžikovac, Tina Ujevića ve Trampina Sokakları arasında yer alır ve alt kısmında Saraybosna Çocuklarına adanmış bir anıt vardır.
Hastahana, Avusturya-Macaristan'ın Marijin Dvor mahallesinde dinlenmek için popüler bir yerdir.
Miljacka Kanyonu'ndaki yerel olarak Kozija Ćuprija olarak bilinen adıyla Keçi Köprüsü, aynı zamanda Dariva yürüyüş yolu ve Miljacka nehri boyunca uzanan popüler bir park yeridir. 24 Aralık 2012 tarihinde, yaslı iki anneyi andıran iki pirinç heykelin bulunduğu park, Saraybosna ile Azerbaycan'ın başkenti Bakü arasındaki 45 yılı aşkın dostluğun anısına Dostluk Parkı olarak açıldı.
Saraybosna aynı zamanda şehir manzaralarıyla da ünlüdür; Avaz Twist Tower'daki gözlem güvertesi, Park Prinčeva restoranı, Vidikovac gözetleme noktası (Trebević Dağı), Zmajevac gözetleme noktası ve Sarı/Beyaz kale gözetleme noktaları (Vratnik'te) ile şehir genelinde çok sayıda diğer gözlem çatıları (örn. Alta Alışveriş Merkezi, ARIA) dahil Centar, Otel Hecco Deluxe) vardır. Saraybosna'nın simgesi olan Trebević teleferiği 2018 yılında yeniden inşa edildi ve ziyaretçileri şehir merkezinden Trebević Dağı'na götüren şehrin en popüler turistik mekanlarından biridir.
Ayrıca, UNESCO'nun geçici anıtı olan Eski Yahudi Mezarlığı da vardır. Bu mezarlık Avrupa'nın en büyük ikinci Yahudi mezar kompleksi olan ve Prag'daki en büyüğü olan yaklaşık 500 yıllık bir alandır. Aynı zamanda dünyanın en önemli anıt komplekslerindendir. İki veya daha fazla farklı mezheplerin farklı yönetim ve kurallar altında bir arada yaşamasının, karşılıklı saygı ve hoşgörünün ebedi delilini temsil eder.
Demografi.
1991 nüfus sayımlarına göre nüfusun %50'si Boşnaktır. Boşnakların, Sırpların ve Hırvatların mahalleleri ayrıdır. Aktif olarak Sırplar ve Boşnaklar savaşmış olmasına rağmen şehrin en pahalı yerlerinde Hırvatlar oturur ve şehrin üst tabakasını oluştururlar.
Ulaşım.
Yollar ve otoyollar.
Saraybosna'nın dağların arasındaki vadideki konumu onu küçük bir şehir yapmıştır. Dar şehir sokakları ve park alanlarının eksikliği otomobil trafiğini kısıtlar ancak yaya ve bisikletlilerin hareket kabiliyetini artırır. Mareşal Tito Caddesi ve doğu-batı Zmaj od Bosne (Bosna Ejderhası) karayolu (E761) olmak üzere iki ana yolu vardır. Ülkenin kabaca merkezindeki Saraybosna, Bosna'nın ana kavşak noktasıdır. Şehir, Zenica, Banja Luka, Tuzla, Mostar, Gorajde ve Foča gibi diğer tüm büyük şehirlere karayolu veya ulusal karayolu ile bağlıdır.
Orta Avrupa ve başka yerlerden gelen ve Dalmaçya'yı ziyaret eden turistler, Budapeşte üzerinden Saraybosna üzerinden geçerek Saraybosna ve çevresindeki trafik sıkışıklığını artırır. Trans-Avrupa otoyolu, Koridor Vc Saraybosna'dan geçerek onu kuzeyde Budapeşte'ye ve güneyde Adriyatik Denizi'ndeki Ploče'ye bağlar. Otoyol Bosna Hersek hükûmeti tarafından inşa edilmektedir ve 3,5 milyara Euro mal olacaktır. Mart 2012'ye kadar Bosna-Hersek Federasyonu A1'e yaklaşık 600 milyon Euro yatırım yaptı. 2014 yılında Saraybosna Çevre Yolu çevre yolu da dahil olmak üzere Saraybosna-Zenica ve Saraybosna-Tarčin bölümleri tamamlandı.
Havaalanı.
Saraybosna Uluslararası Havalimanı (IATA: SJJ) şehrin sadece birkaç kilometre güneybatısındadır ve 2005 yılında Münih'te düzenlenen 15. yıllık ACI-Avrupa'da 1.000.000'den az yolcu sayısıyla Avrupa'nın en iyi havaalanı seçilmiştir.
Bosna Hersek'teki toplam havalimanı trafiğinin %61,4'ünü oluşturan havalimanından 2017 yılında 957.971 yolcu seyahat etti.
Taksi yolunun ve apronun iyileştirilmesi ve genişletilmesiyle birlikte yolcu terminalinin genişletilmesine yönelik planlar 2012 sonbaharında başladı. Mevcut terminal yaklaşık kadar genişletildi. İyileştirilen havaalanı, ticari perakende merkezi Saraybosna Havaalanı Merkezi'ne doğrudan bağlanarak turistlerin ve gezginlerin uçağa binmeden önce zamanlarını alışveriş yaparak ve sunulan birçok olanaktan yararlanarak geçirmelerini kolaylaştırdı. 2015 ile 2018 yılları arasında havalimanı 25 milyon avronun üzerinde bir bedelle iyileştirildi.
Eğitim.
Yükseköğretim Saraybosna'da uzun ve zengin bir geleneğe sahiptir. Ülkenin en önde gelen yükseköğrenim kurumları Saraybosna'dadır.
Kültür.
Saraybosna, birçok açıdan Türkiye'ye benzer. Türk kahvesi, börek, tarih, mimari, sosyal yapı gibi yönlerden Türkiye'ye yakınlığı belli olan bir şehirdir. 1984 Kış Olimpiyatları Saraybosna'da yapılmıştır. Katolik Başpsikoposluğu, Ortodoks Patrikliği ve Müslüman Cemaati Başkanlığının bulunduğu Saraybosna, aynı zamanda tıp, ticaret, müzik ve kültür kurumlarının merkezidir. Şehir, tarihsel yapıtları bakımından zengindir. Bosna-Hersek Müzesi'nde zengin arkeoloji ve etnografya koleksiyonları vardır. Kaleleri ve camileriyle ünlü olan şehrin bu tarihsel yapıları, Bosna-Hersek'in diğer yerleşim birimlerinde de olduğu gibi savaş sırasında bilhassa tahrip edilmiş ve büyük zarar görmüşlerdir.
Saraybosna'da kültürel kurumlar büyük önem arz etmektedir. Kentte; 1 opera, 6 tiyatro, 4 müze, 7 sinema, 33 kütüphane, 287 spor tesisi ve 25 fakülteli bir üniversite vardır.
Mimari.
Bosna Savaşı sonrası her ülke katılımda bulunarak şehri yeniden kurma çalışması yürütmüştür. Türkiye de inşa ettiği toplu konutlarla bu çalışmalara katılmıştır.
Müzik.
Saraybosna tarihsel bölgenin en önemli müzikal bölgelerinden biri olmuştur. Saraybosna Pop rock okulu 1961 ve 1991 yılları arasında şehirde geliştirdi.
Festivaller.
Saraybosna uluslararası festivallerin eklektik ve farklı seçimi ile ünlüdür. Saraybosna Film Festivali Bosna Savaşı sırasında 1995 yılında kurulmuş ve Balkanlar ve Güneydoğu Avrupa'nın önde gelen ve en büyük film festivali haline gelmiştir.
Spor.
Şehir 1984 Kış Olimpiyatları'na ev sahipliği yapmıştır. Yugoslavya Jure Franko tarafından erkekler dev slalom kategorisinde bir gümüş madalya kazandı.
Ulusal ve dini bayram, festival ve tatil günleri.
"Kurtuluş Günü" (1 Mart),
"Devlet Günü" (25 Kasım),
"Saraybosna Kış Festivali",
"Orchestar Festivali",
"Belediyede Kültür Günleri",
"Vovi Grad Uluslararası Halk Dansları Festivali",
"Başçarşı Geceleri",
İki yılda bir düzenlenen "Akdeniz Genç Artistler",
"Yaz tiyatroları "Karnemi 55"
"Saraybosna Film Festivali,"
"Saraybosna Şiir Günleri",
"Tiyatro Festivali",
"MESS Uluslararası Tiyatro Festivali",
"Saraybosna JAZZ Festivali",
"SIMF - Uluslararası Müzik Festivali",
"Çocuk Şarkıları Festivali"
Kardeş şehirler.
Bosna-Hersek'in 10 şehirle kardeş şehir anlaşması, 32 şehirle de "kardeşlik" anlaşması bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6942",
"len_data": 18915,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.65
}
|
Homeros (Antik Yunanca: Ὅμηρος, "Hómēros"; doğum MÖ 8. yüzyıl), Antik Yunan edebiyatının temel eserleri olan İlyada ve Odysseia adlı iki destansı şiirin yazarı olarak kabul edilen Yunan şair ve ozan. Homeros, tarihteki en saygın ve etkili yazarlardan biri olarak kabul edilmektedir.
Hayatı.
Yaşamı hakkında çok az bilgiye ulaşılabilen Homeros'un adı Antik Yunancada “köle” anlamına geliyordu. Kendi zamanından 4 asır önce var olmuş Miken uygarlığına dair olayları olağanüstü detaylı anlatması, Klasik Çağ yazarlarınca Truva Savaşı sırasında yaşadığı rivayetine sebep olmuştur. İngiliz bilim insanı George Thomson "Tarih öncesi Ege" adlı eserinde yaptığı incelemeler sonucunda Homeros'un doğduğu yer olarak en yüksek olasılığın Sakız Adası olduğunu belirtir. Sonra ise diğer bir yüksek olasılık olan Smyrna'ya (bugünkü adıyla İzmir) vurgu yapar. Ancak gerçekte Homeros isimli bir şair yaşadıysa bile bu destanları yaratan veya derleyen tek bir ozan olmadığını düşünen araştırmacılar da vardır ki bu şüphenin sebebi İlyada ve Odysseia destanlarında kullanılan İyon ve Aiolik diyalektlerin üslup farklılığıdır. Çoğu araştırmacı ise bu üslup değişikliğinin Homeros'un İlyada'yı gençliğinde Odysseia'yı ise yaşlılığında yazmasından kaynaklandığına inanmaktadır. Hayatıyla ilgili bir başka rivayet ise kör olduğudur.
Eserleri.
Yazdığı destanlar Klasik Çağ Yunan edebiyatını ve mitolojisini derinden etkilemiş ve bunların aracılığıyla da bütün Batı edebiyatına etki etmiştir. İrlandalı yazar James Joyce'un Ulysses'i, İngiliz yazar Shakespeare'in Troilus ve Cressida'sı, Romalı şair Virgil'in Aeneid'i Homeros'un destanlarından derin izler taşıyan eserlerdendir.
Antik dönem Anadolu ve Yunanistan'ında halk İlyada ve Odysseia'yı ezbere bilir, canlı bir ansiklopedi gibi içinde taşırdı. Askerlik, tıp, teknoloji, hukuk ve din bilgilerinin tamamının kaynağı bu kitaplardı. Homeros'un eserlerinin tarihi ve edebi değeri insanları iyi ve kötü olarak birbirinden net çizgilerle ayırmadan son derece gerçekçi ve kahramanların gerçek kişiliklerini derinliğine analiz etmesinden kaynaklanmaktadır.
Homeros'a atfedilen eserler.
Günümüzde sadece "İlyada" ve "Odysseia", 'Homeros' adıyla ilişkilendirilmektedir. Bu iki eserden ilki olan "İlyada"'da iki milleti ilgilendiren tarihi bir olaya, yani Troya Savaşı'na şahitlik ederiz ki bu niteliğiyle "İlyada," efsane niteliği taşımaktadır. "İlyada"'dan sonra kaleme alındığı düşünülen "Odysseia" adlı eserde ise destanın baş kahramanı olan Odysseus'un 10 yıl boyunca Akdeniz'de yaşamış olduğu, gerçeküstü niteliklerin de bulunduğu maceralara ve dahasına şahitlik ederiz.
Bu iki eser dışında antik çağda, "Homerik İlahiler", "Homeros ve Hesiodos Yarışması", "Küçük İlyada", "Nostoi", "Thebaid", "Kypria", "Epigoni", mini komedi destanı "Batrachomyomachia" ("Kurbağa-Fare Savaşı"), Oechalia'nın Ele Geçirilmesi ve "Phokais" da dâhil olmak üzere çok sayıda başka eser bazen ona atfedilirdi. Bu iddialar bugün gerçek kabul edilmez ve antik dünyada hiçbir şekilde evrensel olarak kabul edilmemişti. Homeros'un hayatını çevreleyen çok sayıda efsanede olduğu gibi, bunlar da Homeros'un Eski Yunan kültüründeki merkezî konumundan biraz daha fazlasını gösterir.
Antik biyografik gelenekler.
Homeros hakkında bazı eski iddialar erken ortaya atıldı ve sık sık tekrarlandı. Bu iddialar, Homeros'un kör olduğunu (kör ozan Demodokos'u tanımlayan pasajı kendine atıfta bulunarak), Sakız'da ikamet ettiğini, Meles Çayı ve su perisi Kritheis'in oğlu olduğunu, gezgin bir ozan olduğunu, diğer eserlerin ("Homerica") değişen bir listesini yaptığını, Niyoz'ta veya balıkçılar tarafından belirlenen bir bilmeceyi çözemedikten ve "Hómēros" (Ὅμηρος) adı için çeşitli açıklamalar yaptıktan sonra öldüğünü içerir.
Homeros'un en iyi bilinen iki antik biyografisi, Sözde Herodotos'un yazdığı ""Homeros'un Hayatı" ve "Homeros ve Hesiodos'un Yarışması"dır.
MÖ 4. yüzyılın başlarında Alkidamas, Khalkis'te Homeros ve Hesiodos ile yapılan şiir yarışmasının kurgusal anlatımını yazdı. Homeros'un kazanması bekleniyordu ve Hesiodos'un tüm sorularını ve bulmacalarını kolaylıkla yanıtladı. Ardından, şairlerin her biri eserlerinden en iyi pasajı okumaya davet edildi. Hesiodos "İşler ve Günler"" 'in başlangıcını seçti: "Pleiades Atlas'tan doğduğunda ... hepsi zamanı geldiğinde ". Homeros, "İlyada"'dan alınmış, düşmanla yüz yüze gelen Yunan savaşçıların tanımını seçti. Kalabalık, Homeros'un galip gelmesine rağmen, yargıç ödülü Hesiodos'a verdi ve hayvancılığı öven şairin, savaş ve katliam hikâyeleri anlatandan daha büyük olduğunu söyledi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6953",
"len_data": 4539,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.97
}
|
Merengue (ya da okunuşuyla merenge) 1850 yılına doğru Dominik Cumhuriyeti’nde doğmuş bir dans ve müzik türüdür. Günümüzde Latin dans okullarında öğretilen dans türlerinden biri olan Merenge en kolay öğrenilen Latin dansıdır. Merenge müziği günümüzde özellikle Porto Rikolu müzisyenlerce yorumlanmakta ve icra edilmektedir.
Tarihçe.
Merenge dansının "upa habanera" adlı dans türünden kaynaklandığı sanılmaktadır. Merenge, Dominik Cumhuriyeti’nin yerel dansı olmakla beraber komşu ülke Haiti’nin de etkisinde kalmıştır. Merenge dansının adımlarının kısa, sürünür biçimde olması, bu dansın ilk kez ayakları zincirli kölelerce oynanmış olmasının öne sürülmesine yolaçmıştır.
Dansın kökeninin iki popüler hikâyesi vardır:
Teknik.
Merenge çiftler halinde veya grupça yapılan bir Latin dansıdır. Günümüzde dans pistlerinde genellikle çiftler halinde yapılmaktaysa da, orijinal halinde grupça, bir çember oluşturularak yapılmaktaydı. Hızlı ayak hareketleri ve omuzların silkilme hareketi dansın karakterini oluşturur. Merenge, özellikle 19. yüzyıl ortalarında popüler hâle gelmiştir.
Merenge, küçük ve kalabalık dans salonlarına uygun, oldukça hareketli, öğrenmesi kolay, doğaçlamaya açık bir “eğlence” dansıdır. Salsada olduğu gibi, kıvrak kalça hareketleri barındırır. Diğer danslardan esinlenen hareketlerden dolayı geniş bir hareket dağarcığına sahiptir.
Merenge dansında ayaklar yerden çok kısa bir mesafe (yaklaşık 2 cm. kadar) kaldırılır ve adımlar yerinde sayar gibi atılır. Bir sağ ayak, bir sol ayak hareket eder. Başka hiçbir karmaşık adım biçimi yoktur. Bu yüzden adımı en basit danstır. Bu ayak hareketlerinin sadeliği kol ve vücut figürleriyle süslenerek dans hareketleri zenginleştirilir.
Müzik.
Merenge müziği çok değişik stillere sahip olmasına rağmen tümünde keskin bir çabukluk ve sürekli tekrarlandığını hissettiren ritimler vardır.
Merenge müziğini çalan bir orkestrada genellikle şu çalgılar bulunur :Akordiyon, "güira", büyük davul, ikili küçük davul, bazen "marimba" ve "bandurria". Merenge önceleri "tumba" dansını tercih eden burjuvazi tarafından aşağılanmış bir kırsal kesim dansıydı. Bu aşağılanma diktatör Rafael Trujillo'nun bu dansı « ulusal dans » olarak ilan etmesiyle son bulmuştur.
1970'li yıllarda salsa akımının da etkisiyle merenge modernleştirilmiş ve merenge çalan orkestralara piyano, trombon, saksofon, synthesizer ve bas gitar da girmiştir.
Merenge'nin, öteki Karayip müzikleri ile karşılaştırıldığında, hızlı bir dizemi vardır. Merenge şarkıcılarına örnek olarak Elvis Crespo, Juan Luis Guerra isimleri sayılabilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6963",
"len_data": 2552,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.63
}
|
Tek yan bant modülasyonu (Single side band modulation - SSB), taşıyıcısı baskılanmış ses modülasyonu şekli. Genelde kısa dalga frekanslarda banttan yer kazanmak ve düşük güç ile daha verimli iletişim sağlamak amacı ile kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6968",
"len_data": 230,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.58
}
|
Kemankeşlik; Osmanlı İmparatorluğu döneminde yapılan bir okçuluk sporu, geleneği, savaş ustalığıdır. Yeknesak spor olarak değerlendirmek hatalıdır.
Osmanlı İmparatorluğunda okçuluk büyük oranda Orta Asya Türkleri'nden gelmiştir. Osmanlı kemankeşlik geleneği yüzyıllardır adını çok bilmediğimiz kıymetli ve büyük kemankeşlerin (Bursa'lı Şüca, Havandelen Solak Bali, Tozkoparan İskender vs.) çıkmasını sağlamıştır. Bu sporcuların kimilerinin menzil atışları 1275 gez (800-850 metre) mesafeler ile kırılması güç rekorlara imza atmışlardır. Kemankeşlik'te menzil atışları, darb (darp) atışları ve buta atışları şeklinde kategorilze edilir.
Menzil Atışları : Belirli özelliklere sahip okların, belirli havalarda (yıldız, poyraz v.b.) en uzak noktaya atılabilmesi şeklindedir. Günümüz Okmeydanı'nda yer alan okçular tekkesi (orijinali artık yok) alanında genellikle icra edilirdi. Attığı havada en uzağa atan Kemankeş için bir "Menzil Taşı" dikilirdi. Hali hazırda Okmeydanı'nda ara sokaklarda sıkışıp kalmış olan bu menzil taşlarına rastlanılabilir. Alan Bizans İmparatorluğu'ndan beridir ok talim alanı olarak kullanılmıştır.
Buta Atışları : Bu tip müsabakalarda "Buta" adı verilen hedefler kullanılmaktaydı. "Buta" Çağatay ve benzer Türkçelerde "Kütük" anlamına gelmektedir. Bu disiplinde hedef gözetilerek (hedef kütük) isabetli atış yetenekleri sınanırdı. Çok hatalı bir inanışa göre; "Buta" atışları "Puta Atmak" olarak yorumlanmıştır. Rivayet odur ki; Fetih sonrası Fatih Sultan Mehmed döneminde, sultanın birtakım putları? alana dizdirerek onlara ok ile atış yaptırması gibi objektif olmayan yanlı görüşler sunan yazarlar olmuştur. Ne dönemin şartları, ne de Fatih Sultan Mehmed'in karakteri açısından asılsız bir görüştür. İşin aslı; "Buta'nın" "Kütük" anlamından gelmesi ile konunun esası aşikardır.
Darb (Darp) Atışları : Bu disiplin ise daha çok güç gösterisi amacındadır. Yine Askeri Müze'de bu tip disiplin atışları sonunda dip tarafından delinmiş cam bardaklar görülebilmektedir. Aslen oldukça kalın tunç veya demir levhalara (aynalara) son derece pek (sert) yaylar ile yapılan atış gösterileridir.
Bu üç disiplin arasında en itibarlı olanı "Menzil Atışları" olup, bir Kemankeş'in kabza alabilmesi (ustalık beratı) için hak etmesi gereken önemli bir değerlendirme kriteridir. Kabza alma yani ustalık belgeleri "Küçük Kabza Alma" ve "Büyük Kabza Alma" olarak takip eden silsileler ve bunlara ait özel törensel ritüeller ile gerçekleşir. Diğer disiplinler gösteri amaçlıdır.
Osmanlı kemankeşleri pir olarak Allah yolunda ilk ok atan kişi olduğuna inanılan Sahabe'den Sa'd bin Ebû Vakkas'ı sayarlar. Her bir menzil atışını "Ya Hak" nidası ile yaparlar. Menzil atışları atışın yapılacağı havanın esme sürati (Poyraz, Yıldız v.b) ve dahi atışın yapılacağı okun çeşidine göre kategorize edilerek derecelendirilir, ona göre titizlikle sonuçlandırılır. Yani Okmeydanı'nda menzil taşı diktirebilmek kolay bir iş değildir.
Kemankeşlik sporunun araçları olan ok ve yay için ise;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6977",
"len_data": 2976,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.67
}
|
Yunanistan yarımadası ile Anadolu yarımadası arasında bulunan ve toplam alanı 23.000 kilometrekare kadar olan 3000'e yakın ada ve adacığa Ege Adaları adı verilir. Ege denizindeki adalar, yüz ölçümleri çok farklı ve sayıları çok fazla olmasına rağmen yine de gruplara ayrılabilirler.
En alt bölümdeki adalar olan Rodos, Girit, Kerpe ve Çuha Adası, Anadolu ve Yunanistan yarımadalarının ana kara parçalarının dışında bulunurlar. Diğer adaların hemen hemen hepsi Türk ve Yunan ana kara parçalarının önünde bulunan bölgelerde toplanmışlardır.
Bu ada gruplarından Mora yarımadasının doğusunda bulunanlara Kiklatlar, Yunanistan'ın orta bölümünün kıyıları önünde bulunanlara Teselya Adaları (Kuzey Asporatlar ya da Şeytan Adaları), Ege denizinin orta bölümünde, Anadolu kıyılarına yakın olanlara Saruhan Adaları (Doğu Asporatlar), Batı Anadolu'nun güney ucunda yer alanlara da On iki ada (Güney Asporatlar) denir. Asporat (Sporat) Yunanca "dağınık" demektir, Kiklat ise "çember" demektir.
Sanılanın aksine, Batı Anadolu kıyılarına yakın olan irili ufaklı adalara On İki Ada denilmemektedir. Sık yapılan bu yanlışlığı önlemek için, en güneydeki Girit hariç tutularak, Ege adaları şu şekilde sınıflandırılabilir:
Ege Adaları.
Boğazönü Adaları (Kuzey Ege Adaları ya da Trakya Adaları).
Kuzey Ege denizinde yer alan Taşoz, Semadirek, Gökçeada, Bozcaada ve Limni adalarına bu isim verilir.
Tavşan Adaları (Kiklatlar).
Yunanistan'ın Mora yarımadasının doğusunda bulunan Andıra, İstendil (Tinos), Sire, Mökene (Mikonos), Nakşa, Bara, Yamurgi, Santoron (Santorini), Anafi, Değirmenlik (Milos) ve Yavuzca (Sifnos) adalarına bu isim verilir.
Eğriboz ve Şeytan Adaları (Kuzey Asporatlar ya da Teselya Adaları).
Orta Yunanistan kıyıları önünde bulunan adalara denir. Başlıcaları: İskados, İşkapolos, Kırlangıç (Alonnisos), Keçi (Pelagos), İskiri, Eğriboz.
Doğu Ege Adaları (Saruhan Adaları).
Saruhan Adaları (Doğu Asporatlar) Ege denizinin orta bölümünde ve Anadolu yarımadasına çok yakın konumdadırlar. Başlıcaları: Midilli, Sakız, Sisam ve Ahikerya'dır.
On İki Ada (Menteşe Adaları, Güney Asporatlar, Cezair-i İsna Aşer, Karya Adaları, Dodekanisa).
Menteşe Adaları (Güney Asporatlar) Batı Anadolu kıyılarının güneyinde ve kıyılara çok yakın konumdadırlar. Başlıcaları: Rodos, Kaşot (Çoban), Kerpe, Limoniye, Sömbeki, İlyaki (İlkil), İncirli, Yalı, İstanköy, İstanbulya, Kilimli (Kelemez), İleriye, İlipsi, Herke, Batnaz ve Meis (Kızılhisar).
Adaların listesi.
On iki ada (Menteşe Adaları, Güney Asporatlar, Cezair-i İsna Aşer, Karya Adaları, Dodekanisa).
"Batnaz civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Eşek adacığı (Gaidouronisi=EşekAdası, Agathonisi)
Nera adacığı (Nera)
Nergiscik adası (Arki)
"Herke civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Limoniye adacığı (Alimnia)
"İleriye civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Ardıçcık adacığı (Kinaros)
Bulamaç adacığı (Farmakonisi)
Kendiroz kayalıkları (Liadhi)
Koçbaba adacığı (Levitha)
"İlyaki civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Askino adacığı (Antitelos)
"İncirli civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Çerte / Kandilli adacığı (Kandeliussa)
Sakarcılar / Yalı adacığı (Gyali)
"İstanbulya civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Ardacık adası (Syrna)
Kızkardaşlar adacıkları (Adelfi)
Üçadalar (Tria Nesia)
Yaban adacığı (Ofidusa)
"Kerpe civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Doğancık / Sarya / Küçük Kerpe adacığı (Saria)
"Kilimli civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Kalolimni adacığı (Kalolimnos)
Kardak / İkizce kayalıkları (Imia) (Türkiye'yle Yunanistan arasında anlaşmazlık konusudur)
Keçi adacığı (Platia)
Keçi / İpserim / Kapari adası (Pserimos)
"Kızılhisar civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Alimenterya adacığı (Alimentaria)
Başak adacığı (Nissi tis Dacia)
Bayrak adacığı (Nissi tis Pighi)
Çatal adaları (Tsatallota / Volo)
Domuz kayalığı (Psoradia)
Dragonera kayalığı (Dragonera)
Ekmek kayalığı (Psomi)
Furnakya (Fournakhia)
Güvercin adacığı (Prasouda)
Heybeli / Suluada adacığı (Nisida Pighi)
Çamada / İpsili adacığı (Strongyli=Yuvarlak / Ypsili=Yüksek)
Karaada (Ro / Agios Georgios)
Karavola adacığı (Karavolas)
Katovolo adacığı (Kato Volo)
Kilise kayalığı (Agrielia=Vahşi Zeytin)
Kovan / Büyük Makriada adacığı (Ano Makri)
Kovanlı / Küçük Makriada adacığı (Kato Makri)
Kutsumbora adacığı (Koutsoumbas)
Marati adacığı (Marathos)
Mavro Pinaki adacığı (Mavro Pinaki)
Polifados adacığı (Polyfados)
Vutzaki kayalığı (Roccie Voutzaky)
Sarıada / Dasya adacığı (Dasia)
Üvendire adacığı (Ochendra)
Avgo adacığı (Avgo)
Çameli adacığı (Khameli)
İkikardaşlar adacıkları (Divunia, Unianisia)
Küçük İstakida kayalığı (Astakidapulo)
İstakida adacığı (Astakida)
Karabonez adacığı (Karabonesia)
Karabi adacığı (Karavi)
Safran adacığı (Megalo Sofrano)
"Sömbeki civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Nimos adacığı (Nimos)
Seskli adacığı (Sesklion)
Tavşan Adaları (Kiklatlar, Çember Adaları).
"Anafiye civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Küçük Anafi adacıkları: Pakya & Makra (Pakheia & Makra)
"Andıra civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Venedik kayası (Kalogeri)
"Bara civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Andibara / Andobade adası (Antiparos)
"Değirmenlik civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Küçük Değirmenlik adası (Antimilos)
Gümüş adası (Kimolos)
Polino adası (Polyaigos)
"Koyunluca civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Serfo adası (Serifopula)
"Mökene civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Delos adası (Dilos)
Doğancık adacığı (Ktapodia)
Sığırcıklar adası (Rinia)
Yılan adası (Dhragonisi)
"Nakşa civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Eskino adası (Shoinousa)
Hacılar adası (Denusa / Donusa)
Karo adası (Keros)
Yassıca adası (Antikeros)
Kufonisya adacıkları (Koufonisia)
Örenli (Irakleia)
"Santoron civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Hristiyan adacığı (Hristiani)
Yeni Kameni adası (Nea Kameni)
Eski Kameni adası (Palea Kameni)
Terasya adası (Thirassia)
"Sire civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Didim adacığı (Didimi)
Papazlık / Şeytanlık / Şeytan adası (Gyaros)
"Yamurgi civarındaki ada, adacık ve kayalıklar"
Anidro adacığı (Anidhros)
Saruhan Adaları (Doğu Asporatlar, Batı Anadolu Adaları, Doğu Ege Adaları).
Akoğlu / Kedi Kopano), Alibey / Cunda (Nesos=Ada, Mosko, Yunda, Moshonisi, Moshinos=Kokuluada), Çıplak (Chalkis, Cimno), Çiçek (Argistra, Angistri), Gizli kayalar (Petro=Kaya), Göz, Güvercin / Kızlar Manastırı (St Giorgio / Aya Yorgi), Hasır (Sefiri), İkiz kayalar (Daskali, Daskalio), İlyosta Büyük / Güneş / Fener (Ilyosta, Eleos=Güneş, Oilios), İlyosta Küçük / Yumurta (Kilyosta, Eleos Pulo), Kalemli (Kalamaki), Kara / Balkan / Kutu (Kudho), Kara ada / Kamış adası / Akvaryum (Kalamo, Kalamos), Kara ada Küçük, Karaada Büyük / Balık adası / Tavşan (Psariano=Balık), Kayabaşı, Kılavuz / Mosko / Pınar / kılavuz (Mosko Pulo), Kız (Ulya), Kumru, Lale / Dolap / Soğan (Kromido), Maden Büyük / Maden (Pirgo, Pordoselene, Pirgos=kale, Poroselene, Pordosolone), Maden Küçük, Melina, Mırmırcalar, Pirgos kayalıkları, Poyraz ada / İncirli / Yellice (Leyah), Sazlı ada / Oker, Taş (Klavo), Taşlı, Tavuk (St Yoannis, Aya Yannis), Tüzüner, Yalnız (Yanlız), Yelken, Yuvarlak adacığı (Kalamo Pulo).
Boğazönü Adaları (Kuzey Ege Adaları, Trakya & Makedonya Adaları).
Fener, Kaşık, Gökçe, Orak, Piresa, Sıçanlık (Sıçancık), Taş, Tavşan, Yılan.
Yediadalar (İyon Adaları).
Not: Yediadalar grubunda Çuha ve Sıkliye adaları dışındaki diğer tüm adalar İyon Denizi'ndedir.
Hukuksal Durum.
Ege Adaları'nın kendi kıyı karasularının ötesindeki orta Ege Denizi bölgesinin deniz tabanı, 1982 tarihli Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi'ne göre, Türkiye kıyılarından 100 deniz mili (185 km.) açığa kadar Türkiye'nin mülkiyetinde olup buradaki maden ve deniz kaynaklarını Türkiye'den başka bir ülke kullanamaz. Bu konuda Lahey Adalet Divanı da aynı şekilde görüş bildirmektedir. Yani uluslararası hukuka göre adaların yalnızca 6 ya da 12 mil karasuları olabilir ama 200 mile kadar kıyı ülkesine işletme hakkı veren Münhasır Ekonomik Bölge hesabına adalar dâhil edilemez şeklinde görüş açıklamaktadır.
Ege'de Türkiye ve Yunanistan'ın ana kıta kıyılarından eşit uzaklıktaki bir orta hat belirlenmesi ve deniz tabanı işletme haklarının bu orta hatta göre taksim edilmesi zorunluluğu, bu 1982 uluslararası deniz sözleşmesinin bir gereğidir. Bu anlaşma hükümlerine göre, 200 milden daha dar denizlerde iki kıyıdaş devlet eşit şekilde deniz tabanını paylaşmak durumundadır. Bu konu 12 millik karasuları meselesiyle karıştırılmamalıdır. Ekonomik münhasır bölge, karasularından kat kat daha uzağında alanları kıta kenarında bulunan ülkelere vermektedir ve adaların böyle bir kıtasal ekonomik bölgesinin olmayacağı bu deniz sözleşmesinde yazılıdır.
Türkiye'nin Ege Denizinin ortalarına kadar yani Girit ve Mikonos önlerine kadar Ege deniz yatağında maden çıkarma ve balıkçılık yapabilme hakları uluslararası antlaşmalarca geçerlidir. Yunanistan da bu antlaşmaları imzalamış durumdadır. Ayrıca Yunanistan ve Türkiye 1976 yılında tartışmalı Ege kıta sahanlığı sorunu çözülünceye kadar kendi karasularının ötesindeki münhasır ekonomik bölge alanlarına giren sularda maden ve petrol aranmaması ve çıkarılmaması konusunda 1976 yılında Bern kentinde bir moratoryum imzalamışlardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6980",
"len_data": 9219,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.45
}
|
Etik veya ahlak felsefesi, doğru davranışlarda bulunmak, iyi bir insan olmak ve insani değerler hakkında düşünme pratiğidir. Etik sözcüğü Yunanca "kişilik, karakter" anlamına gelen "ethos" sözcüğünden türemiştir.
Her ne kadar birbirlerinin yerine kullanılsalar da ahlak ve etik farklı kavramlar olarak değerlendirilebilir. Etik daha çok felsefenin bir alanı olarak, doğru bir biçimde yaşamaya dair yapılan araştırmaları ve bu alanda geliştirilmiş fikirleri kapsarken; Ahlak toplumsal kabuller, gelenekler, varsayımlar, kurallar ve yasalar üzerine kuruludur. Elbette bu kavramlara dair tartışmalar birbirlerine yönelik iddiaları da kapsamaktadır.
Etik farklı disiplinlerdeki pek çok konuyu ve tartışmayı da kapsar. Antropoloji, ekonomi, politika, sosyoloji, hukuk, kriminoloji, psikoloji, biyoloji, ekoloji gibi daha pek çok alanda var olan etik problemler bu alanların kendi etik prensiplerini oluşturmalarına temel teşkil etmektedir. Etik evrensel değerleri konu edindiği için insanların bütün pratikleri hakkında yargılar üretebilir. İyilik, kötülük, doğruluk, adalet, suçluluk, masumiyet, değer, erdem, vicdan, gibi kavramları temel alan etik farklı alt dallara ayrılmaktadır.
Tarihsel gelişimi ve farklı ahlak anlayışları.
Her ne kadar etik anlayışının tam olarak ne zaman başladığı bilinmese de Dünya'nın farklı yerlerinde birçok farklı toplulukta çok eski çağlardan beri ahlaki anlayışının var olduğu bilinmektedir. Dinler târihi, felsefe tarihiyle antropolojik ve arkeolojik bulgular bunu kanıtlar nitelikte ilgiye dayalıydı. Sokrates'in etik düşüncesi bilgiye dayalı etik düşüncelerinin ilk örneklerindendir.
Platon, etik sorunlarını devlet ve toplum kavramlarıyla birlikte ele almıştır; bireysel etikten ziyade toplumsal etik üzerine yoğunlaşmıştır. Platon'un etik anlayışı da çoğu Yunan filozofu gibi soylulara, köle olmayan özgür yurttaşlara yöneliktir. Ona göre toplumun çoğunu oluşturan kitle ahlâklı olma, erdem edinme gibi yeteneklerden yoksundu. Bu nedenle bu toplumsal etikte sınıflar arasında bir "ahlâksal bağ" olduğu söylenemez.
Aristoteles'in etik anlayışı da yine yoğun toplumsal unsurlar barındırmış, dönemin târihsel ve toplumsal gelişmelerinden de büyük oranda etkilenmiştir. Aristoteles'in etik anlayışındaki en önemli noktalardan biri onun "zoon politikon" kavramıdır. Zoon politikon özgür insandır, toplumsal (sosyal) insandır. Bu, "insan" varlığının toplumsal oluşunun kabulü açısından ilk adımdı. Aslında Aristoteles de kölelerin diğer vatandaşlarla bir tutulamayacağı fikrindeydi, köleler birer cansız nesneden farksızdılar ona göre de; yine de teorik "zoon politikon" tanımı etiğin tarihsel gelişimi açısından önemlidir. Özünde erdem sahibi olabilme yetisine sahip insan, vasat olursa ideal etik seviyeye ulaşır. İki uç kötü davranışın ortası, vasatı, erdemdir. Örneğin kendini çok küçük görmeyle kendini çok büyük görme arasındaki orta nokta, erdemli olan durumdur.
Etik konusundaki fikirleriyle daha farklı bir anlayış ortaya çıkaran ve adından çok söz ettiren bir başka Antik Çağ filozofu da Epiküros'tur. Epiküros'un Ateist etik anlayışında, insanlığın amacı hazza ulaşmaktır. Her ne kadar genelde farklı zannedilse de Epiküros'un haz kavramı bedensel hazdan öte acının yokluğudur. Mutluluk kişinin acı, ıstırap, sefalet ve elemden kurtulmuş olduğu durumdur. Acıdan kurtulmak için önerilen hayat tarzı ise sosyal yaşamdan uzak, münzevi ve sade bir hayat tarzıdır. Epiküros'un düşüncesinde insan sosyal bir varlık değildir, sosyal bağları onun doğasından gelen doğal oluşumlar değildir.
Antik Çağ'dan sonra Hristiyanlığın Batı'daki yükselişiyle kaynağı ebedi ve ilâhî olan bir etik anlayışı yükselişe geçmiştir. Bu dönemdeki en önemli etik anlayışlarından biri Aquinolu Thomas'ın etik anlayışıdır. Bu anlayışta Skolastik felsefenin etik anlayışıyla Hristiyan ahlâk ve erdem görüşleri bir araya gelir. Akılcı bir etik anlayışı olan bu anlayışta irade konusu da irdelenir. Akla dayanan özgür bir irade fikri mevcuttur, aklî olumlu davranışlar mümkündür, kişi iyiyi seçerek mutluluğa erişme şansına sahiptir, fakat son noktada gerçek ve nihai mutluluğa ancak Tanrı'nın istemesiyle kavuşulabilir. Bundan sonra uzun bir süre etik sadece Tanrı kaynaklı görüşlere yer vermiştir.
15. yüzyıldan başlayarak bu Tanrı ve din merkezli etik anlayışından kaymalar görülmeye başlar. Örneğin Campanella'nın ütopik eseri "Güneş Ülkesi" dinî etikten öte etikle günlük bireysel ve sosyal davranışlar arasındaki bağlar vurgulanır. Giordano Bruno dogmatik din etiğine karşı çıkan isimlerdendir. Daha sonraki dönemlerde birçok yazar ve düşünürün eserlerinde din ve dogmadan soyutlanmış, kaynağı zaman zaman halâ ilâhî olsa da, pratikte ilâhiyattan uzaklaşmış, akla dayanan etik anlayışı tekrar yükselişe geçmiştir. Montaigne ve Charron'un çalışmalarında bunun izleri bulunabilir.
Bu dönemin sonlarında felsefî açıdan yerini genişleten İngiliz ampirik düşüncesi etik anlayışlarını da etkiler. Thomas Hobbes geleneksel etik görüşlerine aykırı, materyalist felsefesiyle uyumlu bir etik anlayışına sahiptir. Bireyin öncelikli hedefi kendi varlığını korumak ve sürdürmektir, bencillik insanın doğasında vardır, bu bireysel bencilliğin toplumun çıkarlarıyla örtüşmesi olumlu sonuçlar doğurur bu sebeple bireysel bencillikle toplumun çıkarının örtüştüğü noktalar erdemlerdir. Bireyin bencil yönelimiyle toplumun çıkarının örtüşmediği ve hatta toplumun çıkarının zarar gördüğü davranışlarsa kötü davranışlardır.
Doğu felsefelerindeki erdem ve ahlâk anlayışına benzer unsurlar taşıyan bir etik anlayışı da ünlü filozof Spinoza tarafından ortaya atılmıştır. Bu anlayışta kişi doğal durumunda tutkularının esiridir, aklının yardımıyla bu esaretten kurtulabilir. Bu sebeple aklî davranmakla ahlâkî davranmak aslında aynıdır. Bilgi vurgusu taşıyan bir etik fikrine sahip olmuş bir başka ünlü filozof John Locke'dir. Ampirik felsefesinden hareketle ahlâkî olguların da deneyimlerin ürünü olduğunu ortaya koymuştur.
Bir diğer ünlü filozof Kant ise etiği davranış, eylem ve tutkuların bulunduğu düzlemde değil fenomenlerin ötesindeki düzlemde tanımlar. Kant'ın etik üzerine tanınmış eserleri bulunur; "Pratik Aklın Eleştirisi" ve "Töreler Metafiziği" gibi. Alman filozof Feuerbach ise materyalist bir etik anlayışı ortaya koyar. Hümanist vurgular da taşıyan bu anlayışta birey yaşayışı ve ilerlemesi için diğer birey(ler)le ilişkiye girmek zorundadır ve bu (sosyal) ilişkiyle "ahlâk" oluşur. Sosyal ilişkilerin olduğu her durumda ahlâk da olur. Feuerbach'ın felsefî "bencillik" tanımı bu etik düşünceye farklı bir açı da katar; bireyin mutluluğu için çabalamasını bencillik olarak kabul etmez ve bireyle genelin çıkarlarının uyumunu garanti edecek "genel bir sevgiyi" tanımlar.
Alman filozof Schopenhauer ise çok daha karamsar bir etik görüşünü benimsemiştir. Varolmanın, yaşamanın acıdan ibaret olduğunu savunur; insan istemlerinin esiridir. Bu etik görüşü çeşitli Doğu felsefelerine ve etik görüşlerine büyük benzerlik taşır. Bu etik anlayışından çok daha farklı ve genel düşünceye karşı devrim niteliği taşıyan etik anlayışı ise ünlü Alman filozof Nietzsche'nin etik anlayışıdır. Felsefesindeki "güç" kavramı üzerin inşa ettiği etik anlayışında, çoğu etik anlayışında "erdem" olarak nitelenen birçok davranış "güçsüz" ve dolayısıyla da "olumsuz" olarak nitelendirilmiştir. Nietzsche'nin "üstün insan"ı birçok etik anlayışta "ahlâkî" olarak tanımlanabilecek şekilde değildir. Nietzsche'nin ortaya koyduğu "ahlâk" ve "erdem", geleneksel ahlâkî standartların, "iyi"yle "kötü"nün ötesindedir. "İyi" bireyin gücüne güç katan şey, "kötü" ise onu güçsüz kılan şeydir. Kısacası Nietzsche'nin etik anlayışı ortaya attığı "güç" kavramı temellidir.
Uygulamalı etik.
Uygulamalı etiğin bir şekli, normatif etik teorilerinin belirli (spesifik) tartışmalı meselelere uygulanmasıdır. Bu durumlarda, etikçi savunulabilir bir teorik yapı benimser ve sonra teoriyi uygulayarak normatif tavsiyeler türetir.
Fakat, çoğu kişiler ve durumlar, özellikle de geleneksel dindarlar ve hukukçular, bu yaklaşımı ya kabul edilmiş dînî doktrine karşı bulur ya da var olan yasa ve mahkeme kararlarına uymadığı için uygulanamaz ve pratikten yoksun bulurlar. Bunun dışında uygulamalı etikte kullanılan farklı yöntem ve yaklaşımlar da vardır. Bu yöntem ve yaklaşımlara safsatalar (veya "safsatacılık") örnek olarak verilebilir.
Her ne kadar uygulamaları etikte incelenen soruların çoğu kamu politikasını içerse ve doğrudan kamusallaşmış uygulama ve olaylara dâir olsa da, uygulamalı etik başlığı altında farklı sorular da incelenebilir. Örnek vermek gerekirse: "Yalan söylemek her zaman yanlış mıdır? Eğer değilse, hangi zamanlarda izin verilebilirdir?" Bu tip etik hükümleri oluşturmak her türlü normdan önceliklidir.
Uygulamalı etiğin farklı uzmanlıklardaki etik sorunları inceleyen bazı alt dalları (disiplin) mevcuttur, örneğin: iş etiği, tıbbi etik, mühendislik etiği ve yasal etik gibi. Her alt bu uzmanlıkların etik kuralları içerisinde ortaya çıkan yaygın meseleleri karakterize eder ve bunların kamuya olan sorumluluklarını tanımlar.
Dinî etik.
Dinî etik, gerek uygulamalı etik gerekse (genel) geleneksel dinî etik başlığı altında incelenebilen bir etik perspektifi ve anlayışıdır. Bu tutumda, etiğin temelleri dinîdir. Dinlerdeki ahlâk kavramının çeşitliliği ve dinlerin çeşitliliği nedeniyle, dinî etik kavramı da ayrıntılar açısından farklılık ve çeşitlilik gösterir.
Erdemler etiği.
Erdemler etiği insanın nasıl birisi olması gerektiğini söylemeye çalışır. Erdemler etiği ilk olarak Eski Yunan'da ortaya çıkmıştır. Platon'un Symposium'unda insanların sahip olması gereken dört erdem olarak Basiret, Adalet, Cesaret ve İtidal gösterilmiştir. Aristoteles erdemleri ahlâkî ve aklî olarak ikiye ayırmıştır. Dokuz aklî erdemin en üstünde sophia yani teorik hikmet ve phronesis yani pratik hikmet gelmektedir. Aristoteles de ahlâkî erdemler olarak basiret, adalet, cesaret ve itidali verir. Aristoteles'e göre her ahlâkî erdem her iki uçtaki kusurun ortalamasıdır. Örneğin cesaret erdemi, korkaklık ve deli cesareti gibi kusurların ortasında yer alır.
Felsefe açısından etik.
Felsefe etiği bütünlük içinde inceler. Felsefe etik kavramının olup olmadığı, etik kavramının evrensel olup olmadığı iyi ve kötünün ne olduğu, herkesçe kabul edilen evrensel ahlak yasasının olup olmadığı gibi sorulara kendi içinde tutarlı ve çelişkisiz açıklamalar yapar.
Felsefe açısından temel etik kavramları.
Bireyin engellenmiş olmaması durumudur. Başka bir tanımda ise bireyi kısıtlayan iç ve dış etkilerin olmaması durumu özgürlük olarak tanımlanmıştır. Etik açısından özgürlük ise bireyin iyi ve kötüyü birbirinden ayırt edebilme yeteneğine sahip olmasıdır.
Felsefe'de insanın ahlaki değeri olan davranışlarda bulunmasına iyi, ahlaki değeri olmayan davranışlarda bulunması ise kötü olarak nitelendirilmiştir.
Felsefe'de kişinin kendi yetki alanlarına giren, üzerine görev olarak verilen değerleri yerine getirmesine denir.
Felsefe'ye göre iyi olan her şey erdemdir. İnsan iradesinin ahlaki açıdan iyiye yönelmesi de erdem olarak nitelendirilmiştir.
Bireyin uyulması gereken genelgeçer ahlak kurallarına uygun davranışlar göstermesidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6981",
"len_data": 11089,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 4.18
}
|
Epistemoloji (, "epistēmē" 'bilgi' ve "-loji") ya da bilgi felsefesi, bilgiyle ilgilenen bir felsefe dalıdır. Epistemologlar, bilginin doğası, kaynağı ve kapsamı, epistemolojik gerekçelendirme, inancın rasyonelliğini ve diğer çeşitli konuları incelemektedir. Epistemoloji, felsefenin etik, mantık ve metafizikle birlikte dört ana dalından biri olarak kabul edilir.
Epistemolojideki tartışmalar genel olarak dört ana alanda toplanmıştır:
Epistemoloji, bu ve diğer tartışmalarda "Ne biliyoruz?", "Bir şeyi bildiğimizi söylemek ne anlama gelir?", "Gerekçelendirilmiş inançları gerekçelendirilmiş kılan nedir?" ve "Bildiğimizi nasıl biliyoruz?" gibi soruları cevaplamayı hedefler.
Epistemolojinin temel soruları.
Doğru bilginin ölçütü olarak farklı felsefi yaklaşımlar aklı, deneyleri, gözlemlenebilir olguları, faydayı, sezgileri ya da özleri (fenomen) kabul etmiştir. Ancak yaklaşımlar bunlarla sınırlı değildir.
Epistemolojinin sorgulama alanları.
Sosyal epistemoloji: Bilgi yüklemelerinde bireyler arasındaki ilişkiler ve inançların sosyal bağlamlardaki yerini araştırır.
Formal epistemoloji: Bilgi yüklemelerinde karar, mantık, olasılık ve hesaplanabilirlik gibi kavramların etkisini araştırır.
Metaepistemoloji: Epistemolojinin konusu, yöntemleri ve amaçlarını araştırır. Epistemoloji alanında bilgi edinmek için sorulan soruların ve bu sorulara verilen cevapların gerekliliği ve doğruluğu üzerinde durur.
Evrimsel epistemoloji: İnsanlar ve hayvanlarda, bilginin ve bilişsel mekanizmaların geçirdiği evrimsel süreçleri araştırır.
Uygulamalı epistemoloji: Araştırma sistemlerinin doğru bilgiye erişmede işe yarayıp yaramadığını araştırır.
Doğru bilgi mümkün müdür?
Doğru bilgi mümkün değildir.
Doğru bilginin mümkün olmadığını savunan görüşler, duyuların insanı aldatması, bilginin göreceli olması ve her şeye şüpheyle yaklaşılması gerektiği gibi bakış açılarıyla, herkesin doğru kabul edebileceği kesin bilgilere ulaşılamayacağını savunmuşlardır. Antik Yunan’da, zenginlerin çocuklarına para karşılığında eğitim veren sofistler ve şüpheyi bir sistem olarak ortaya koyan septikler, doğru bilginin mümkün olmadığını savunan filozoflar arasında yer almaktadır.
Sofizm.
Sofizm, bilgiye ulaşma yolunda temel kaynağın duyular olduğunu ve duyuların verdiği bilgilerin de aldatıcı olduğunu savunmuş, bu nedenle bilginin herkes için farklı olabileceğini öne sürmüştür. Rölativizme öncülük eden sofistler, felsefe tarihi boyunca birçok eleştiriye de maruz kalmıştır.
Başlıca temsilcileri: Protagoras ve Gorgias
Septisizm.
Septisizm, şüpheyi bir sistem haline getirerek, bilgi üzerine doğru-yanlış şeklinde bir ayrım yapmayı reddetmiştir. Hiçbir konuda yargıda bulunulmaması gerektiğini savunan septikler, bu anlayışlarına “epokhe” ismini vermişlerdir.
Başlıca temsilcileri: Pyrrhon ve Timon
Doğru bilgi mümkündür.
Doğru bilginin mümkün olduğunu savunan dogmatizm ise, “bilginin kaynağı nedir” sorusuyla kendi içerisinde birçok farklı görüşe ayrılmaktadır.
Rasyonalizm.
Rasyonalizm, bilgiye akıl yoluyla ulaşılabileceğini ve algılarla elde edilen bilgilerin genel-geçer olamayacağını savunmaktadır. Sokrates'in Atina sokaklarında insanlara sorduğu sorularla, doğuştan getirdiklerine inandığı bilgiyi açığa çıkartma çabası, rasyonalizmin tarihteki ilk örneğidir. Platon ise ontolojide idealar ve görüntüler dünyası arasında yaptığı ayrımı temel alarak, idealar dünyasından gelen bilgilerin doğru, görüntüler dünyasında elde edilen bilgilerin ise aldatıcı olduğunu dile getirmiştir. Aristoteles, diğer rasyonalist filozoflardan farklı olarak doğuştan bilgiye değil, doğuştan bilme potansiyeline vurgu yapmıştır. Duyulardan bağımsız, sadece akla dayalı bilginin var olamayacağını savunarak Platon'u eleştirmiştir.
Farabi, dine dayalı bir rasyonalizm anlayışı geliştirmiştir. Aristoteles'ten etkilenmiş, aklın hem Tanrı'nın varlığının hem de kendi varlığının bilincinde olduğunu düşünmüştür. René Descartes şüphecilikten yola çıkarak doğuştan gelen bilgi ve duyulardan elde edilen bilgi tanımlarını yapmış, doğuştan gelen bilgilerin apaçık olduğunu dile getirmiştir. Georg Wilhelm Friedrich Hegel ise, doğru bilgiye mantık yoluyla ulaşılabileceğini savunmuş, rasyonalizme bağlı olarak diyalektik kavramını ortaya koymuştur.
Başlıca temsilcileri: Sokrates, Platon, Aristoteles, Farabi, René Descartes ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel
Empirizm.
Empirizm, bilgiye deney yoluyla ulaşılabileceğini ve doğuştan gelen hiçbir bilginin olamayacağını öne sürmektedir. John Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme'de insan zihnini boş bir levha olarak nitelendirmiş ve bilginin a-posteriori yöntemlerle elde edilebileceğini dile getirmiştir. Deney ve gözlemi merkeze aldığı yaklaşımı içerisinde, birçok kavram geliştirmiştir:
Dış deney ve iç deney: Duyu verilerinden elde edilen bilgiler, dış deneyler olarak tanımlanır. Bu dış deneyler, insan zihninin değerlendirmeleriyle işlenerek iç deneyleri oluşturur.
Yalın tasarım ve karmaşık tasarım: Nesnelerin, duyu verilerine bağlı olarak algılanan renk ve koku gibi özellikleri üzerinden, yalın tasarımlara ulaşılır. Bu yalın tasarımlar, akıl yoluyla birleştirilerek, daha büyük bilgiler olan karmaşık tasarımların temellerini atar.
Birincil nitelikler ve ikincil nitelikler: Birincil nitelikler, nesnelerin oluşabilmesi için zorunlu olan kütle, hacim ve atomik yapı gibi özellikleri ifade eder. İkincil nitelikler ise, duyu verileri ve birincil niteliklerin arasındaki etkileşimlerden oluşmaktadır. Nesneler, ikincil niteliklere doğrudan sahip olmaktan ziyade, algılanma süreçlerinde bu özellikleri taşırlar.
Thomas Aquinas'ın bilginin saf akılsal yöntemlerle elde edilemeyeceği ve aklın asıl görevinin duyu verilerini işlemek olduğu yönündeki görüşleri, İngiliz felsefesinin empirist yaklaşımı üzerinde belirleyici olmuştur. Hristiyan teolojisi ve Aristoteles fiziğinden yararlanarak kozmolojik argümanı geliştirilen filozof, peripatetik aksiyomdan oldukça etkilenmiştir. Roger Bacon'un görüşleri sayesinde temelleri atılan ve Francis Bacon tarafından felsefenin yeni bir alt dalı haline getirilen bilim felsefesi de, deneysel bilgi ve tümevarımsal yöntemin gelişmesini sağlamıştır.
Zihin felsefesinde, empirist filozoflar arasında bazı görüş ayrılıklarının bulunduğu görülmektedir. Aristoteles'in görüşlerini sürdüren Thomas Aquinas, gerçekliğin olduğu gibi algılandığını savunarak doğrudan realizmi benimserken, John Locke ve David Hume gibi İngiliz empiristleri, gerçekliğin algılanmasında bilişsel süreçlerin önemini vurgulayarak dolaylı realizmi tercih etmişlerdir. George Berkeley ise, dolaylı realizmin varsayımlarını daha da ileriye götürerek idealizm ve empirizmi uzlaştırmaya çalışmıştır.
David Hume, John Locke'un tanımlarında yaptığı değişikliklerle, İngiliz felsefesi içerisinde de yeni görüşlerin oluşmasına neden olmuştur. Dış deneyler yerine izlenimler, iç deneyler yerine ise fikirler kavramlarını kullanmıştır. Olaylar arasında tümevarımsal olarak doğrulanabilecek bağlantılar yerine, düzenli olarak birbirlerini takip etme ilişkisi olduğunu düşünmüş ve nedensellik ilkesine şüpheyle yaklaşmıştır.
İslam'ın Altın Çağı'nda yaşamış olan birçok bilim insanı da, deney ve gözlemi öncelikli bilgi kaynakları olarak görmüşlerdir. Aristoteles'in gözlemler üzerinden akıl yürütmeye dayalı olan mantığının, öznenin aktif bir unsur olarak kontrollü deneyler yaptığı tümevarımsal yöntemle değiştirilmesinde rol oynamışlardır. Doğa bilimlerinin sorgulama ve araştırmaya dayalı olmasına dikkat çekmişlerdir. Önceki dönemlerde geliştirilen fizik ve kimya teorilerinin doğruluklarını, doğaya bakarak test etmişlerdir.
İbn-i Heysem, aynalar ve mercekler üzerinde yaptığı deneylerden yola çıkarak büyük bir optik sistemi geliştirmiştir. Isaac Newton'un ışığın yansıması ve renk teorisi üzerine yaptığı çalışmalarda, İbn-i Heysem'in etkilerini görmek mümkündür. Cabir bin Hayyan'ın organik maddeler ve elementler hakkındaki görüşlerini deneyler üzerine inşa etmesi, İbn-i Sina'nın felsefesinde akıl ve deney arasında kurulan ilişki gibi örnekler de, İslam filozofları arasında empirist yaklaşımın gelişmiş olduğunu göstermektedir.
Empirizm, doğa bilimlerinin yöntemsel gelişimi sürecinde en çok etkilendiği görüşler arasında yer almaktadır. John Locke'un bilginin algılanmasına dair görüşlerinde fizikçi olmasının etkileri görülmektedir. Isaac Newton'un optik ve mekanik çalışmalarının yanı sıra, Charles Darwin'in doğal seçilim süreçlerini incelerken ve evrim teorisini geliştirirken empirizmden etkilendiğini dile getiren kaynaklar da bulunmaktadır.
Bilimsel yöntem üzerine devam eden tartışmalarda, varsayımsal tümdengelimciliğe karşı en güçlü alternatif olarak kabul edilen tümevarımcılık da, empirizmin ortaya koyduğu bilgi anlayışından yararlanmaktadır. Francis Bacon ve Isaac Newton'un bilimin doğası üzerine görüşlerinden etkilenen tümevarımcılık, son halini John Stuart Mill sayesinde almıştır.
Başlıca temsilcileri: İbn-i Heysem, Thomas Aquinas, Francis Bacon, John Locke ve David Hume
Sensüalizm.
Sensüalizm, John Locke ve David Hume gibi İngiliz empiristlerinin dışarıdan elde edilen bilginin zihinde işlendiği görüşüne karşı çıkmaktadır. Duyu organlarının elde ettiği veriler dışında hiçbir bilgi elde edilemeyeceğini savunmakta ve İngiliz empirizmine göre daha duyumcu bir tutum sergilemektedir.
Başlıca temsilcileri: Étienne Bonnot de Condillac
Kritisizm.
Kritisizm, bilginin kaynağının hem akıl hem de deney olduğunu söyleyerek rasyonalizm ve empirizmi eleştirmektedir. Immanuel Kant’ın düşüncelerine dayanan bu görüş, bilgileri deney öncesi anlamına gelen a priori ve deney sonrası anlamına gelen a posteriori olarak ayırmaktadır.
Başlıca temsilcileri: Immanuel Kant
Entüisyonizm.
Entüisyonizm, bilginin kaynağının sezgi olduğunu savunmaktadır. Gazzali’nin bilgiye iman yoluyla ulaşılabileceğini savunan “kalp gözü” anlayışı ve Henri Bergson’ın olayların bir bütün olarak değerlendirilmesine dayalı “yaşam atılımı” kavramına dayanmaktadır.
Başlıca temsilcileri: Gazzali ve Henri Bergson
Analitik felsefe.
Analitik felsefe, bilgiye ulaşmada dil çözümlemelerini ön plana çıkarmaktadır. Ludwig Wittgenstein, Rudolf Carnap ve Hans Reichenbach gibi bilimle yakından ilgilenen filozoflar tarafından, bilimin doğru bir şekilde ifade edilebilmesi için felsefeyi bir araç olarak kullanmak amacıyla geliştirilmiştir. Metafizik gibi sadece düşünceye dayalı felsefe alanlarını eleştirmektedir.
Başlıca temsilcileri: Ludwig Wittgenstein
Pragmatizm.
Pragmatizm, bilgiyi pratik değeri ve sağladığı fayda üzerinden değerlendirmektedir. Ezeli ve ebedi bilginin olmadığını, ancak içerisinde bulunulan durumda işe yarayan bilginin doğru kabul edilebileceğini savunmaktadır. William James ve John Dewey’in çalışmaları, bu görüşün temelini oluşturmuştur.
Başlıca temsilcileri: William James ve John Dewey
Fenomenoloji.
Fenomenoloji, bilgiye fenomenlerin özünün kavranmasıyla ulaşılabileceğini dile getirmektedir. Edmund Husserl’in savunduğu bu görüş, pozitivizmin sadece olgularla bilgiye ulaşılabileceği fikrini eleştirmekte, olgu bilimleri ve öz bilimleri arasında bir ayrım yapmaktadır.
Başlıca temsilcileri: Edmund Husserl
Doğallaştırılmış epistemoloji.
Doğallaştırılmış epistemoloji, bilginin elde edilmesinde doğal koşulların önemini vurgulamakta ve fiziksel süreçlere dikkat çekmektedir. Willard van Orman Quine, epistemolojiyi deneysel psikolojinin, felsefeyi ise doğa bilimlerinin soyut dalı olarak görmekle birlikte, bilgi üzerine tartışılan problemlerin de bu eksende şekillenmesi gerektiğini savunmuştur. Bilimsel yönteme dayalı bir bakış açısı geliştirmiş, önermelerin bilgi olarak tanımlanabilmesi için gerekçelendirme ve temellendirmenin zorunlu etkenler olmadığını düşünmüştür. Deneyler üzerinden elde edilen ve a-posteriori olarak tanımlanan bilgilerin felsefe üzerinden gerekçelendirilmeye çalışılmasına karşı çıkmıştır. Bunun yerine, geliştirilen teoriler kapsamında bir araya getirilmelerini ve varılan sonuçların gözlemsel verilere göre değerlendirilmesini desteklemiştir.
Rene Descartes'ın öncülüğünde gelişen geleneksel epistemolojiyi terk eden ve epistemoloji tarihi boyunca cevapları aranan birçok soruyu yenileriyle değişten Willard van Orman Quine, internalizm ve eksternalizm arasında devam eden tartışmalarda da eksternalizmin radikal bir versiyonunu savunmuştur. Bilginin, aslında "nedensel süreçlerin girdi-çıktı ilişkisi olarak fiziksel bir varlık olan insanda ortaya çıkan bir fenomen" olarak tanımlanması gerektiğini savunmuştur.
Deney ve gözlemlerin bir araya getirilmesiyle oluşan veri yığınlarının açıklanması için, birbirine alternatif olarak tanımlanabilecek birçok teorinin kullanılmasının mümkün olduğunu düşünerek ontolojik relativizme de yakınlık göstermiştir. "Deneyciliğin İki Dogması" kitabında, Immanuel Kant'ın analitik-sentetik ayrımına karşı çıkmanın yanı sıra, eleştirmenleri tarafından özdeşleştirildiği mantıksal pozitivizmin de, her anlamlı önermenin duyu tecrübelerine dayandığı yönündeki görüşünü yetersiz bulduğunu açıkça dile getirmiştir.
Willard van Orman Quine, bilim felsefesi ve epistemolojide tartışılan problemlerin felsefe açısından yeterli olduğunu düşünerek, bu alanlardaki yargılarını desteklemek amacıyla ilgilendiği dil felsefesinin de dışında kalan felsefe dallarında çok az sayıda düşünce geliştirmiştir. Bilimsel yöntemin merkezinde yer alan empirizm ve natüralizmin belirli varsayımlarını çalışmalarında bir araya getirmiş, aynı zamanda mantık ve matematik gibi formal bilimler üzerine de ders vermeye devam etmiştir. Hilary Putnam ve Richard Rorty gibi neopragmatist filozoflarla birlikte, analitik felsefe veya dönemi nedeniyle postanalitik felsefe içerisinde değerlendirilmektedir.
Psikolojinin, bilişsel süreçler üzerine yaptığı incelemeler nedeniyle, doğallaştırılmış epistemoloji kendisini bu bilim dalıyla özdeşleştirmiş ve evrimsel psikoloji gibi yeni araştırma alanlarının gelişimini desteklemiştir. Günümüzde evrimci epistemoloji, doğallaştırılmış epistemolojiye bağlı bir görüş olarak varlığını sürdürmektedir.
Başlıca temsilcileri: Willard van Orman Quine
Dış bağlantılar.
"Stanford Felsefe Ansiklopedisi" makaleleri
"İnternet Felsefe Ansiklopedisi" makaleleri
Britannica Ansiklopedisi
Diğer bağlantılar
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6982",
"len_data": 14108,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.69
}
|
Yapısalcılık, 1950'lerde dilbilimden doğmuş; sanat, antropoloji ve psikolojiyi de etkilemiş bir eleştirel analiz biçimidir. Yapısalcılığa göre, kültürel olaylar sözlü ve sözsüz işaret sistemlerinden oluşur. Bu tür sistemler bir "dil" içerir ve bu diller insan aklının ve davranışlarının belirleyici unsuru olma işlevini taşır.
19. yüzyılın ikinci yarısında dil, kültür, matematik felsefesi ve toplumun analizinde en fazla kullanılan yaklaşım olmuştur. Yapısalcılığın çok belirgin bir okulu olmamasına rağmen Ferdinand de Saussure'ün çalışmaları genellikle bir başlangıç noktası olarak kabul edilir. Birçok çeşitlemesi olan genel bir yaklaşım olarak görülür.
Yapısalcılık temelde büyük yapılar, sistemler ve oluşumlarla ilgilidir. Yapısalcı hareket çerçevesinde insan davranışları ve olgular bu büyük sistem ve yapılar aracığıyla (örneğin: psikanaliz, marksizm, darvinizm) incelenmeye ve açıklanmaya çalışılmıştır. Yapısalcılığın en etkili olduğu alanlar dilbilim, göstergebilim ve antropoloji olmuştur.
Yapısalcılık bir kültürde anlamı ortaya çıkaran alt birimler arasındaki ilişkileri inceler. Yapısalcılığın ikinci bir kullanımı matematik felsefesinde ortaya çıkmıştır. Yapısalcılık teorisine göre bir kültürdeki mana (anlam) önem sistemleri olarak çalışan çeşitli pratikler, olgular ve aktivitelerle tekrar ve tekrar üretilir. Bir yapısalcı, bir kültürde üretilen ve tekrar üretilen anlamın derin yapılarını keşfedebilmek için yemek hazırlanması ve sunulması ritüelleri, dini ayinler, oyunlar, edebi ve edebi olmayan yazılar ve diğer eğlence formları gibi çok geniş bir aktivite çeşidini çalışır. Örneğin, yapısalcılığın öncülerinden kültür antropoloğu ve etnograf Claude Levi-Strauss kültür olgusunu mitoloji, akrabalık ve yemek hazırlamasını içine alacak şekilde analiz etmiştir.
Jean Piaget'e göre
Dilbilim modeli.
Yapısalcılık, insan davranışının yapılar tarafından belirlendiği ve felsefenin de dilsel yapı tarafından yönetilen bir söylem olduğu fikrini savunan felsefi bir biçimdir. Yapısalcı filozoflar, söylemler ve insan davranışları dilsel yapılar tarafından belirlendiği için bunların açıklamasının dilbilimsel çözümleme ile yapılabileceğini öne sürmüştür. Yapısalcılık, varoluşçuluğun insanın "hayatını nasıl yaşayacağını seçme özgürlüğü" fikrine alternatif sunmuştur.
Saussure, dilbilime bilimsel bir statü kazandırmaya özen göstererek, dil kavramına ilişkin anlam belirsizliğini gidermek için bir terminoloji belirlemişti. Gerçekten de ondan önce dil, ifade ve söz yazardan yazara değişen özelliklerde kullanılıyordu. Bu da gerçek dilbilim teorisinin oluşturulmasını imkânsız kılan bir terminoloji belirsizliğini doğuruyordu. Dildeki altyapının temel birimleri kelimelerdir ve dönemindeki pek çok dilbilimcinin aksine dilin temel birimi olarak sesleri ve harfleri dikkate almamıştır. Çünkü yapısalcılık açısından alt birimlerin yapı için (felsefi açıdan) anlamlı olmaları gerekir.
Dilin tanımı.
Ferdinand Saussure dili toplumsal olgu olarak görür. Dil bilim temelli Yapısalcılığa göre; gerçeklik bizden bağımsız değil, dil yapısı içinde içkindir. Gerçeklikle ilgili her şey tamamıyla söylem içinde inşa edilir. Ontolojik anlamda farkı, gerçeklik dışarıda nesnelerde değildir, dil içinde söylemlerde saklıdır. Dilin yapısı bizi sınırlandırır, dilsiz hiçbir gerçeklik mümkün olamaz. Ağacı anlamlı kılan ağaç olmayan şeylerdir. Her şey dil içindeki karşıtlarıyla anlamlı kılınır. Saussere'e göre 'dil bireydeki konuşma yetisinin kullanılabilmesi için, toplumsal yapı aracılığıyla kabul edilmesi gereken anlaşma ve uyuşmalar bütünüdür. Konuşma yetisi dilden ayrı bir olgudur ama dil olmadan kendini gösteremez.' Dil nedir? Bir öğesindeki değişimin bütününde değişim yarattığı ve öğelerden her birinin diğerinin tümünün değerinin fonksiyonu olduğu bir işaretler sistemidir. Her öğe, kendini diğerlerinin karşısına koyan bu ilişkilerden kendi özdeşliğini kazanır. Saussure'ün yazdığına göre dilin 'en belirleyici niteliği, diğerlerinin olmadığı şey olmasıdır.' Böylece sintagmatik (başka herhangi bir birimle birlikte tasarlanmayacak olan) birime ilişkin bir eksene göre yatay olarak paradigmatik (kendinden farklı, ama yine de bir arada düşünülebilen diğer terimler bütünü için temel oluşturan terime ilişkin) bir eksene göre dikey olarak eklemlenen bir 'söylem zinciri' elde edilir. Sintagmatik grup ve paradigmatik birleşimler, yapısal çözümleme aracılığıyla sürekli olarak kullanılacaktır.
Dili oluşturan ayrımsal öğelerin sesbilim açısından çözümlenmesi.
Dilin sistemini oluşturan öğeler, gösteren ve gösterilenden veya bir akustik imge ve bir kavramdan ibaret işaretlerdir. Jakobson'un buna katkısı, ikili olarak ortaya çıkan ona göre tüm dillerde bulunan bir akustik(ses bilgisi) veya fonem imgeleriyle, ayrıcı işlevleri üzerinde durarak, dilbilimsel bakış açısına uygun olarak Saussure'ün olanaksız bulduğu şekilde ilgilenmiş olmasıdır. 'Salt boş ayrım çizgileri' olarak tanımlanan fenomenler, bir sistem içindeki karşıtlıkları ve bilinç dışındaki
etkileriyle bu işlevi yerine getirirler.
Yapı kavramı.
Jakobson'a göre Saussure'ün büyük yeteneği 'dışa bağlı bir verinin bilinç dışında var olduğunu tam anlamıyla kavramış olmasıdır'. Lévi-Strauss da şöyle demiştir: Gerçekte bu ancak dilin, diğer her toplumsal kurum gibi fenomenlerin sürekliliğinin ve düzenleyici ilkelerin süreksizliğinin ötesinde ulaşmaya kalkışılan, bilinçsiz düzeyde işleyen zihin işlevlerini varsaydığının anlaşılmasına bağlıdır. Yapının şu özellikleri buradan kaynaklanır. İlişki, anlamlarını sistem içindeki konumlarından alan öğeler üzerine kuruludur. Her yapı mediatristir ve dilin aracı olduğu simgesel düzene aittir. Sonuç olarak yapının ayrıştırıcı kapasitesi, bilinçdışı düzeyinde gerçekleşir. Böylece özneler bir bütün olarak ele alındığında, kendilerini aşan ve onları isteyen çalışan üreten vs. özneler olarak niteleyerek, onlardaki durumu belirleyen aynı zamanda bir ilişkiler ağı içinde olması gereken varlıklardır.
Psikoloji biliminde Yapısalcılık.
Psikoloji biliminde yapısalcılar zihnin yapısını konu edinirler. Psikoloji'de yapısalcılar zihni bütün olarak incelemezler ve küçük parçalara ayırarak incelemeyi tercih ederler. Psikoloji'de yapısalcılık atomcu görüş olarak da bilinir. Gestalt yaklaşımı Psikoloji'de olan yapısalcılığa birebir zıttır. Ayrıca davranışçı yaklaşımı benimseyenler yapısalcı yaklaşımı nesnel olmamakla itham ederler. Psikoloji biliminde yapısalcı yaklaşımın en önemli temsilcileri W. Wundt ve Titchener'dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6984",
"len_data": 6441,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 4.31
}
|
Ernst Ingmar Bergman (d. 14 Temmuz 1918, Uppsala - ö. 30 Temmuz 2007, Fårö), İsveçli oyun yazarı ve film yönetmeni.
Bir Protestan papazının oğlu olarak 1918'de İsveç Uppsala'da doğmuştur. 30 Temmuz 2007'de sabahın erken saatlerinde İsveç'te Fårö adasındaki evinde 89 yaşında ölmüştür. Bergman 2005 yılında Time dergisi tarafından dünyanın yaşayan en büyük yönetmeni olarak nitelendirilmiştir. Ingmar Bergman'ın en bilinen filmleri arasında "Yedinci Mühür" (1957), "Yaban Çilekleri" (1957), "Aynanın İçinden" (1961), Kış Işığı" (1963), Sessizlik" (1963), "Persona" (1966), "Çığlıklar ve Fısıltılar" (1972), "Bir Evlilikten Manzaralar" (1973), "Güz Sonatı" (1978) ve "Fanny ve Alexander" (1982) yer alır. 9 defa en iyi yönetmen Oscar'ına aday gösterilen Bergman'ın eserleri 1960, 1961 ve 1983 yıllarında Yabancı Dilde En İyi Film Akademi Ödülü'nün sahibi oldu.
Bergman 2003 yılında emekli oldu. 30 Temmuz 2007'de birçok filminin de çekimlerini yaptığı Fårö adasındaki evinde 89 yaşında öldü.
Filmlerinin değişmez ana oyuncuları Liv Ullmann, Max von Sydow, Gunnar Björnstrand, Bibi Andersson, Ingrid Thulin, Hariet Andersson, Erland Josephson, Anders Ek'dir.
İlk yılları.
Bir Protestan rahibin çocuğu olarak Uppsala, İsveç'te dünyaya gelen Ernst Ingmar Bergman öğrenimine Stockholm'de başladı. Sert bir disiplinin egemen olduğu evinde kızkardeşiyle beraber eğlenmek için sahip oldukları tek oyuncak olan kuklayı oynatarak sanat eğilimi geliştirdikten sonra Stockholm Üniversitesi'nde edebiyat ve sanat tarihi okudu. Öğrenciliği sırasında üniversite tiyatrosunda çalışmaya başlayan Bergman, mezun olduktan sonra 1940'te Stockholm Kraliyet Tiyatrosu'nda yardımcı yönetmen oldu. Bu görevden sonra Helsinki'deki Helsingborg Belediye Tiyatrosu yöneticiliğini üstlenerek Hamlet'i sahneye koydu. Yönetmenlik yaptığı zaman yazdığı senaryo denemesi "Kasper'in Ölümü" (Kaspers Död) ilgi görmesi üzerine Svensk Filmindustri'de yardımcısı senarist olarak çalışmaya başladı.
Kariyeri.
"Aşkımızın Üstüne Yağmur Yağıyor" (Det regnar på vår kärlek, 1946), "Yüzü Olmayan Kadın" (Kvinna utan ansikte, 1947), "Hindistan'a Bir Gemi" (Skepp till Indialand, 1947), Yaşamın tekdüzeliğinden kaynaklanan ve aşkın, tutkunun, inancın, hatta düşlerin bile değiştiremediği bir kötümserlik, yönetmenin sinemasının ana teması oldu. Böylece yönetmen, yer yer kendi yaşamından yansımalara da yer veren son derecede kişisel ama kapıları herkese açık öznel bir dünya yarattı. Max von Sydow, Gunnar Björnstrand, Bibi Andersson, Ingrid Thulin, Liv Ullmann gibi usta oyuncuların rol aldıkları bu filmler, cinsellik ve dinsel sorgulama gibi İsveç kültüründe önemli yeri olan konulara da değinirler.
Birgit Tengroth'un öykülerinden uyarlanan "Törst" (1949), uyumsuz bir evlilikten yola çıkarak korkusunu ve yalnızlığı, "Liman Kenti" (Hamnstad, 1948) evden kaçınca bir ıslahevine koyulan bir genç kızın bunalımını, "Karanlıkta Müzik" (Musik i mörker, 1948) aynaya ilk kez bakan bir kadının geçmişini anımsamasını, "Yaz Oyunları" (Sommarlek, 1951) İsveç yazlarının hüzününü, "Kadınların Gizleri" (Kvinnors väntan, 1952), Üçü geçmişten, biri günümüzden dört kadının kocalarını beklemelerini, "Monika ile Yaz" iki sevgilinin bir yaz boyunca yaşadıkları aşkın tükenişini ve "Çıplak Gece" (Gycklarnas afton, 1953) ise bir aşk öyküsünden yola çıkarak sirk dünyasını konu edinir. Bu filmleri izleyen "Bir Aşk Dersi" (En lektion i kärlek, 1953) terk edildikten sonra bir doktorun yeniden karısının gönlünü kazanmaya çalışmasını, "Kadın Düşleri" (Kvinnodröm, 1955) iki kadının düşlerini ve Cannes Film Festivali'nde Şiirsel Mizah Ödülü'nü kazanan "Bir Yaz Gecesi Tebessümleri" (Sommarnattens leende, 1955) dört kadınla dört erkeğin bir parti sırasında kadın sütü ve aygır spermi katılmış şarabın da etkisiyle bastırılmış duygularının ortaya çıkışını konu edinir.
Yaşam ve ölüm üzerine bir film olan ve kimi eleştirmenlerce yönetmenin Faust'u olarak da nitelendirilen Cannes Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü kazanan "Yedinci Mühür" (Det sjunde inseglet, 1956) bir Haçlı seferinden dönmekte olan bir şövalyeyi, canını almaya gelen Azrail ile karşılaştırır. Ölüm dansı, veba salgını, insanların çilesi gibi konulu resimlerden esinlenen film, vebanın kol gezdiği bir ortamda ölümle yasam, umutla umutsuzluk, yaratanla yaratılan ilişkilerine değinir. Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı Ödülü kazanan "Yaban Çilekleri" (Smultronstället, 1957) kendisi için düzenlenen onur törenine gitmekte olan yaşlı bilim insanının geçmişiyle hesaplaşmasını, Cannes Film Festivali'nde En İyi Yönetmen ödülü kazanan "Yaşamın Eşiğinde" (Nära livet, 1958) üç kadının gebelik serüvenini, Venedik Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü kazanan "Ansiktet" (1958) bir hipnotizmacı ve büyücünün hikâyesini, "Genç Bakire Pınarı" (Jungfrukällan, 1959) bir kızın gönlünü çelmesi için Cehennem'den yeryüzüne gönderilen Don Juan'ın öyküsünü ve "Şeytanın Gözü" (Djävulens öga, 1960) dış dünya ile bağlantısız bir ortamda yaşamı konu edinir.
Üçlemenin insanın Tanrı ile ilişkilerini ele alan ilk filmi Aynanın İçinden (Såsom i en spegel, 1961) oldu. Film, akıl dengesi bozuk bir kadının (Harriet Andersson) ailesiyle birlikte yaz tatilini geçirdiği bir adada, Tanrı'yı bir örümcek biçiminde gördüğünü sanmasını aktarır. Adada yaşanan 24 saatlik bir süreyi ele alan bu filmi, bir rahibin bir pazar sabahı iki ayini birbirinden ayıran 90 dakika boyunca yaşadıklarını aktaran Kış Işığı (Nattvardsgästerna, 1963) izledi. Film, bir kasaba rahibinin, az önce konuştuğu bir balıkçının intihar etmesinin de etkisiyle inancının sarsılmasını konu edinir. Üçlemenin son filmi olan Sessizlik (Tystnaden, 1963 filmi) ise otuz yaşlarında, biri hastalıklı iki kızkardeş ile (Ingrid Thulin ile Gunnel Lindblom) birinin sekiz on yaşlarındaki oğlunun, neresi olduğunu bilmedikleri ve dilini konuşmadıkları bir ülkeye yaptıkları bir yolculuğu aktarır.
Bergman'ın ilk renkli filmi "Bütün Bu Kadınlar Üstüne" (För att inte tala om alla dessa kvinnor, 1964) yönetmenin yaşamından da izler içeren bir güldürüdür. "Persona" (1966) bir oyun sırasında dili tutulan bir kadın oyuncu ile bakıcısı arasındaki ilişkiyi ele alır. "Kurtların Saati" (Vargtimmen, 1968) geceleri sanrılar ve hayaletler gören ünlü bir ressamın bunalımını aktarır. "Utanç" (Skammen, 1968) savaş karşıtı-bir adaya sığınmak zorunda bıraktığı keman sanatçısı bir çift burada da savaşın utanç verici yönleriyle karşılaşırlar. "Riten" (1969) edebe aykırı bir oyun oynamakla suçlanan üç oyuncu, yargılama sırasında söz konusu oyunu oynarlar. Yargıç dayanamayıp ölür. "En passion" (1969) karşılıklı anlayışa dayanan bir sevgi bağı oluşturamayan bir kadınla bir erkeğin öyküsünü aktarır. Yönetmenin tek İngilizce filmi olan "Temas" (Beröringen, 1971) evli bir kadının kocası ve aşığı arasında seçim yapmada zorlanışını, "Çığlıklar ve Fısıltılar" (Viskningar och rop, 1973) ölümün eşiğinde bir kadın, kızkadeşleri ve bir bakıcının malikanedeki öyküsünü, "Yüzyüze" (Ansikte mot ansikte, 1976) ruh hastalıkları uzmanı ve evli bir kadının tatil sırasında karşılaştığı eşcinsel bir doktorla duygusal ilişkisini konu ve "Yılan Yumurtası" (Ormens ägg, 1977) Nazizmin iktidara geliş yıllarını konu edinir.
Gerçekten de filmin cani bilim insanı, Fritz Lang'ın kahramanı Dr. Mabuse'yi çağrıştırır. Ingrid Bergman'ın ilk kez Ingmar Bergman'ın bir filminde rol almasını sağlayan "Güz Sonatı" (Höstsonaten, 1978) bir ana-kız çatışmasını perdeye getirir. Yönetmenin yaşamından da izler taşıyan "Fanny ve Alexander" (Fanny och Alexander, 1983) 20. yüzyılın başında Uppsala'da tiyatrocu bir ailenin öyküsünü, biri kız, biri erkek iki çocuğun gözlemlerinden yola çıkarak anlatır. Görüntülerinin güzelliği ve anlatımının ustalığıyla dikkati çeken bu üç saati aşkın uzunluktaki film, hata, pişmanlık, dinsel bağnazlık, cinsellik gibi yönetmenin önemsediği konulara değinir bir kez daha. "Efter repetitionen" (1984) Strindberg'in bir oyununu sahnelemekte olan yaşlı bir yönetmenin sanatı ile hesaplaşmasını konu edindi. "Bir Palyaçonun Önünde" (Larmar och gör sig till, 1997) ise tiyatro ile yasam arasındaki ilişkiyi, kara mizaha da yer veren bir anlayışla ele alan bir filmdir.
Bergman'ın İsveç'i Terk Etmesi.
30 Ocak 1976'da Stockholm'deki Kraliyet Dramatik Tiyatroda August Strindberg'in Ölüm Dansı'nı prova ederken iki sivil polis tarafından tutuklandı ve gelir vergisi kaçırmakla suçlandı. Olayın Bergman üzerindeki etkisi yıkıcıydı. Yaşadığı travma sonucu sinir krizi geçirdi ve derin bir depresyon geçirip hastaneye kaldırıldı.
Soruşturma, Bergman'ın İsveç şirketi Cinematograf ile esas olarak yabancı oyunculara maaş ödemek için kullanılan İsviçre yan kuruluşu Persona arasında 1970 yılında 500.000 İsveç kronu (SEK) bir işlem üzerine odaklandı. Bergman, İsveç Merkez Bankası tarafından bilgilendirildikten sonra 1974 yılında Persona'yı feshetti ve daha sonra bu şirketten aldığı geliri beyan etti. 23 Mart 1976'da, özel savcı Anders Nordenadler, iddia edilen suçun hukuki dayanağı olmadığını söyledi. Nordenadler suçlamanın "başkasına ait olduğunu düşünerek kendi arabasını çalan bir kişiye karşı suç duyurusunda bulunmak" olduğunu söyleyerek, Bergman aleyhindeki suçlamaları düşürdü. İsveç İç Gelir İdaresi Başkanı Genel Müdürü Gösta Ekman, soruşturmanın önemli hukuki materyaller ile ilgilendiğini ve Bergman'a diğer herhangi bir şüpheli gibi muamele edildiğini söyleyerek başarısız soruşturmayı savundu. Ekman soruşturmanın Bergman'ın hiçbir yanlış yapmadığını gösterdiği için Bergman'ın artık "daha güçlü" bir kişi olduğunu umduğunu belirterek Bergman'ın İsveç'i terk etmesinden duyduğu üzüntüyü dile getirdi.
Suçlamalar düşse de Bergman bir daha asla yönetmenliğe dönmeyeceğinden korkarak teselliyi kaybetti. İsveç başbakanı Olof Palme ve ülkenin diğer tanınmış isimlerin ve film endüstrisinin liderlerinin ricalarına rağmen Bergman bir daha asla İsveç'te çalışmayacağını söyledi. Bergman Fårö adasındaki stüdyosunu kapattı ve önceden duyurmuş olduğu iki film projesini askıya alıp Almanya'nın Münih kentinde kendi kendine sürgüne gitti. İsveç Film Enstitüsü müdürü Harry Schein, Bergman'ın ülkeyi terk etmesinin ülkeye getirdiği hasarı on milyon SEK ve yüzlerce kayıp iş olarak hesapladı.
Filmografi.
1. Dönem.
II. Dünya Savaşı sonrasında İsveç'te yükselen bir intihar oranı ve dinsel geleneklere bağlılığın sarsılması söz konusudur. Bergman'ın ilk dönem filmleri de bu umutsuzluktan etkilenir. Filmlerin adları bile bunu kanıtlamaktadır.
Genel olarak kişiler varoluş sıkıntılarına gömülmekte, umutsuz bir yalnızlığın içinde debelenmekte ve kimi zaman da intihar girişimlerinde bulunmaktadırlar. Bu karanlık eğilimin doruk noktası, "Zindan" adlı filmdir.
2. Dönem.
Bu dönem, bu marazi eğilimden kopuşu ifade eder. Birbirini izleyen yenileme ve zenginleştirmelerden oluşan bir dönem başlar. Aşk, sevgi, ayrılık genel temalardır. Kadınlara yönelik eğilim bu dönem filmlerinde ağır basar. Kadınlara açıkça ayrıcalık tanınır; iyi roller verilir, galip gelmeleri sağlanır. Erkekler ise küçümsenir, alaya alınır, aşağılanır.
3. Dönem.
İlk planlarından itibaren kameranın objektifinin gökyüzüne doğru çevrildiği "Yedinci Mühür" ile birlikte Bergman'ın Dikey Sineması başlar. (Bu kavram, metafizik simgelerden çok günlük gerçeklere ilgi duyan İsveçli genç sinemacıların Bergman'ın sinemasını küçümsemek için taktıkları addır. Lefevre, bu adı kullanarak bir dönemi adlandırıyor). "Yaban Çilekleri"’nden itibaren bu metafizik soruşturma varoluşsal bir hal alır ve dönemin daha sonraki filmlerinde giderek metafizik niteliğinden bütünüyle uzaklaşır. Son filmi iyiden iyiye ‘eğlendirici’ bir tarza saplanır.
4. Dönem.
Bu dönem, Tanrının Sessizliği üçlüsünden ibarettir. Ayrıca bu filmlerde yönetmen, tanrı sorununa son bir kez döner. Hatta "Kış Işığı" filminde, tanrının ölümünü ilan eder.
5. Dönem.
Yakın planların hayranlık verici biçimde kullanıldığı yeni bir üçleme ortaya çıkar. Bu filmlerle birlikte Bergman'ın ‘parçalama tekniklerini’ daha fazla kullandığı görülür. Persona'da seyirciye projeksiyon aletinin varlığı anımsatılır. Filmin başlangıcı, küçülen sayıların sıra ile ‘BAŞLA’ kelimesini izleyişini gösterir. Projektörün gürültüsü ses bandının müziğini bastırırken, kamera, cihazın kimi bölümlerinin ayrıntılarını verir. Filmin can alıcı yerinde Bergman filmin kaydığı ve koptuğu izlenimini yaratır. Aynı işlem filmin sonunda da tekrarlanır ve SON yazısı belirmez. "Kurtların Saati" filminde, filmin adı hiç beklenmedik bir anda görüntüye geliverir. "Ayin"’de film dokuz parçaya ayrılmıştır. "Bir Tutku"’nun oyuncuları, görüşme sorularına cevap vermek ve yorumladıkları kişiler hakkındaki kişisel görüşlerini belirtmek üzere oyunun akışını anında keserler. "Çığlıklar ve Fısıltılar"’da ve "Fanny ve Alexander"’da usdışının sınırlarına girilir; seyirci rahatsız edilir. Güz Sonatı’nın papazı seyircilere dolaysız yoldan seslenir. "Kuklaların Yaşamından"’ın dosyasının aynı sayıdaki bölüme denk düşen piyesleri, hiçbir kronoloji kaygısı olmaksızın sunulur. Öte yandan son filmlerinde Bergman, ‘bilinçsiz güdülenmelere bağlı sorunlara’ giderek daha fazla eğilecektir.
Dış bağlantılar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6986",
"len_data": 13029,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.44
}
|
Willemstad Hollanda'ya bağlı Kurasao adasının yerel başkentidir. Hollanda Antilleri'ne de bölgesel başkentlik yapar.
Kent ortası ile yakın çevresi, yaklaşık 125 000 yaşayanıyla Kurasao adasındaki insanların çoğunluğunu barındırır. Kentin ortası "Punda" ve "Otrabanda" olarak bir denizkulağı ağzının iki yakasına yayılmıştır. "Punda", adanın Hollandalılarca İspanyollardan ele geçirildiği 1634 yılında kurulmuştur. Adı Felemenkçe "de Punt" (nokta) sözcüğünden gelir. 1707 yılında kurulan "Otrabanda" ("öteki yaka") ile arasında bir köprü vardır.
Kentin ortası eski yapılarıyla, UNESCO Dünya Mirası listesine dahil edilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6989",
"len_data": 624,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.63
}
|
"Denizkulağı", aşağıdaki anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6991",
"len_data": 45,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.68
}
|
Denizkulağı, bir deniz yumuşakçası ("Haliotis").
Kabuk, kulak şeklinde yassı ve az spirallidir. İç yüzeyi sedef tabakası ile örtülmüştür. Kabuk ağzı çok büyüktür. Sol tarafında ise bir sıra halinde dizilmiş delikler bulunur. Operkul yoktur. Bir çift ktenidyum içerirler. Bunlardan sağ taraftaki biraz daha küçüktür. Ayağın yanları saçaklıdır. İnci yapabilirler. İnsan besini olarak kullanılmasının yanında, kabukları takı ve dekorasyon malzemesi olarak da kullanılmaktadır.
Haliotis türlerinin çoğu Hindistan ve Avustralya sahillerinde bulunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6993",
"len_data": 544,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.63
}
|
Abidjan, Fildişi Sahili'nin en büyük şehri ve eski başkenti. Batı Afrika'nın Paris'i olarak bilinir. 3 milyon civarında nüfusu ile Abican Afrika'daki en kalabalık şehirlerden biridir. Birçok Fransa ve komşu ülke vatandaşını cezbederek kozmopolit bir merkez haline dönüşmüştür.
Abidjan'ı gezerken şehrin varlıklı kesimi ve çok fakir olmasına rağmen hayatta kalmayı becerebilen sıradan kısmını da görmek olasıdır. Abidjan yüksek binaları ve denizin uzantısı gölüyle (Lagoon) Batı Afrika'nın en gözde şehirlerinden biridir. Birkaç güzel müzesi olmasına rağmen turistlerin çoğu şehrin hemen dışındaki "Banco" millî parkıyla (Parc National du Banco) şehrin hemen içindeki çamaşırcılar mahallesi (Washermen's Town) gezmeyi daha çekici bulurlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=6998",
"len_data": 738,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.53
}
|
Burkina Faso, Afrika kıtasının batı bölümünde yer alan, denize kıyısı bulunmayan bir kara ülkesidir. Ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Mali, Nijer, Benin, Togo, Gana ve Fildişi Sahili oluşturmaktadır. Geçmişte Fransa sömürgesi olan ülke 1960 yılında Yukarı Volta adı ile bağımsızlığa kavuşmuştur. Bağımsızlık sonrası dönemde siyasi belirsizlikler neticesinde darbeler yaşanmış, 4 Ağustos 1983 tarihinde Thomas Sankara önderliğinde devrim gerçekleştirilmiş, ülkenin ismi de devrim neticesinde Burkina Faso olarak değiştirilmiştir. Ülkenin başkenti Vagadugu'dur.
Etimoloji.
Ülkenin kurulu olduğu bölümler Fransa sömürgesi olduğu dönemlerde Volta nehrinin üst bölümünde kaldığı için Fransızcada "Haute-Volta" "(Yukarı Volta)" olarak adlandırılmış, bu isim bağımsızlık kazanıldıktan sonra da ülke ismi olarak kullanılmaya devam edilmiştir. 1983 yılında Thomas Sankara önderliğinde gerçekleştirilen devrim neticesinde Yukarı Volta'nın ismini "onurlu insanların yaşadığı anayurt" anlamına gelen "Burkina Faso" olarak değiştirilmiştir. "Burkina" Mossilerin dili olan Mòoré dilinde "onurlu, bozulmayan" anlamında kullanılırken, "faso" kelimesi de Dioula dilinde "'anavatan, baba ocağı" ("fa": baba, "so": ev, köy) anlamına gelmektedir. Bu iki kelimenin birleştirilmesi ile ülke ismi oluşturulmuş ve günümüzde de kullanılmaktadır.
Tarih.
Ön tarih.
Ülkenin kuzey bölümünde yer alan Markoye'de 400.000 yıl öncesine ait kesme işlemlerinde kullanılan araç gereçler bulunmuştur. Arkeolojik araştırmalar neticesinde Burkina Faso sınırları içerisinde 14.000 yıl öncesine dayanan yerleşim alanların olduğu belirlenmiştir. O dönem ülkenin özellikle kuzeybatı bölgelerinde yaşayan topluluklar avcı ve toplayıcı olarak hayatlarını sürdürmüşlerdir. O döneme ait keşifler 1973 yılında gerçekleştirilen kazı çalışmaları neticesinde belgelenmiştir. M.Ö. 3600 ile M.Ö. 2600 yılları arasında yerleşik hayata geçmeye başlayan topluluklar tarım alanında faaliyet göstermiş ve bu dönemlerde seramik ile demir objelerin kullanıldığı yapılan kazılar neticesinde ortaya çıkarılmış ayrıca bölgede yer alan çok sayıda mağara çizimleri de gün yüzüne çıkartılmıştır.
Kolonileşme öncesi dönem.
Günümüzde Burkina Faso'da yaşayan etnik grupların bir bölümü milattan sonraki dönemlerde belli köy toplulukları oluşturarak Burkina Faso topraklarında yaşamışlardır. Bu gruplar arasında en uzun süreli yerleşik etnik grubu olan Yonyoose etnik grubu, Dogon etnik grubu en önemlileri arasında yer almıştır. Yonyoose etnik grubu 15. yüzyıldan sonra güney bölgelerden gelen Mossi etnik grubu ile birliktelik oluşturarak asimile olmuştur. Gana'nın kuzeyinde gelerek kraliçe Yennenga önderliğinde bu bölgelere ulaşan Mossiler, Yennenga'nın oğlu Ouédraogo önderliğinde bölgede kurulan ilk ve en eski krallık olan Tenkodogo Krallığı'nı kurmuşlardır. Bu dönemde Mossiler tarafından oluşturulan diğer krallıklar ise Ouagadougou Krallığı ve Yatenga Krallığı olmuştur.
Fulbe etnik grubuna mensup toplulukların 1810 yılında ülkenin kuzey bölgesinde kurdukları Liptako Emirliği, doğu bölgesinde Gulmancema etnik grubunun kurduğu Gulmu Krallığı Burkina Faso topraklarında kurulan diğer yönetim bölgeleri olmuştur.
Kolonileşme.
Bugünkü Burkina Faso'nun kurulu olduğu bölgelere ilk gelen Avrupalı Alman Heinrich Barth olmuştur. Afrika kıtası üzerine yaptığı araştırmalar neticesinde kuzeyden gelerek Liptoko'ya ulaşmış, ziyaret ettiği Dori üzerinden Timbuktu'ya geçmiştir. 1884-1885 yılları arasında gerçekleştirilen Berlin Konferansı sırasında Fransa, Büyük Britanya ve Almanya'nın Sudan'ın batı bölgeleri için birbirleriyle girdikleri Afrika Talanı yarışı kapsamında Mossi yöneticileri ile gerçekleştirdikleri himaye altına alma çabaları sonuç vermemiş, bunun üzerine Fransa 1896 yılında askerî güçleri ile başkent Ouagadougou'yu alarak Mossi yöneticilerinin kaçmasını sağlamış ve bölgeyi kontrolü altına almıştır. Bu tarihten sonra yerel idareciler ile yapılan "himaye" anlaşmaları ile günden güne hakim olduğu bölgeleri çoğaltan Fransa günümüzde Burkina Faso'nun kurulu olduğu tüm bölgeyi kısa sürede sömürgesi olarak elde etmiştir. Bölge 1904 yılında Fransız Batı Afrikası içerisinde sömürge yönetim bölgesi olan Yukarı Senegal ve Nijer sömürge yönetiminin bir parçası olmuş, 1919 yılında ise Yukarı Volta adı altında bu yapıdan ayrılarak yine Fransız Batı Afrikası sömürge sistemine bağlı olarak yeni bir sömürge yönetim bölgesi olarak ilan edilmiştir. Yeni yönetim bölgesi vali Édouard Hesling başkanlığında gerekli ticari başarıları göstermeyerek 1932 yılında bölgenin komşu sömürge yönetim alanları olan Fransız Sudanı (günümüzde Mali), Nijer ve Fildişi Sahili sömürge yönetimleri arasında bölüştürülerek bu bölgelere ilave edilmiştir. Bölgenin bölüşülmesi neticesinde özellikle kıyı kesimlerinde ihtiyaç duyulan zorunlu iş gücünün, nüfus açısında yoğun olan Yukarı Volta nüfusu tarafından karşılanması planlanmıştır. Yukarı Volta askerleri I.Dünya Savaşı'nın yanı sıra II.Dünya Savaşı'nda da Fransız askeri olarak "Tirailleurs sénégalais" birliklerinde yer almışlardır.
Savaşların bitmesi neticesinde tıpkı diğer sömürge bölgeleri gibi Yukarı Volta'da Charles de Gaulle döneminde açıklanan yeni sömürge düzeni olan Fransız Birliği doğrultusunda yeniden yapılandırılmıştır. Özellikle Moogo naaba Koom II. önderliğindeki Mossiler Yukarı Volta'nın 1932 yılı sınırlarına yeniden kavuşturulması gerektiğini savunmuş, bölge 1947 yılında Fransa denizaşırı toprağı olarak kayda alınmıştır. Yıllar içerisinde siyasi hayatı şekillenen Yukarı Volta, 1948 yılından itibaren Paris'te yer alan parlamentoya vekil göndermiştir.
1950'li yıllar ile birlikte bağımsızlık düşünceleri dile getirilmeye başlanan Yukarı Volta'da, Fransa'nın 1956 yılında çıkardığı ve denizaşırı topraklarında reformları hedef alan "loi-cadre Defferre" yasası ile birlikte yerel hükûmetler daha fazla söz sahibi olur konuma gelmiştir. 1958 yılında gerçekleştirilen referandum neticesinde ülke Fransa ile işbirliği içerisinde olan özerk bir cumhuriyet statüsüne sahip olmuştur. Yukarı Volta 1960 yılında yaşanan Afrika Yılı kapsamında Fransa'dan bağımsızlığını ilan etmiştir.
Bağımsızlık.
5 Ağustos 1960 yılında bağımsızlığına kavuşan ülkede Maurice Yaméogo ilk devlet başkanı koltuğuna oturan isim olmuştur. Yaméogo, iktidarında kaynakların kullanımında savurgan bir siyaset izlemesi, ticari hedefleri yakalayamaması ve döneminde rüşvetin yaygınlaşması sonucu gerçekleşen halk ayaklanması sonucu Ocak 1966 yılında görevini bırakmıştır. O dönem için ordunun en tepesinde yer alan Sangoulé Lamizana ülkenin ikinci devlet başkanı olarak görevi devralmıştır. Askeri rejim idaresindeki Yukarı Volta'da 1970 yılında gerçekleştirilen referandum sonucu ülkede Ocak 1971 yılında yeni bir anayasa hayata geçirilerek ikinci cumhuriyet dönemi ilan edilmiştir. Bu olaydan sonra batı Afrika genelinde yapılan ilk çok partili parlamento seçimleri sonucu RDA partisinin temsilcisi Gérard Kango Ouédraogo başbakan olmuştur. İlerleyen dönemlerde yaşanan parti içi çekişmeler neticesinde yönetime yeniden el koyan ordu, Lamizana önderliğinde ulusal birlik hükûmetin oluşturulması ve yeni bir anayasanın hayata geçirilebilmesi için adımlar atmıştır. Bu gelişmeler neticesinde Lamizana 1978 yılında gerçekleştirilen seçimler neticesinde üçüncü cumhuriyet döneminin devlet başkanı olarak seçilmiştir. Lamizana devlet başkanı seçilmesinin sonrasında Joseph Conombo'yu başbakan olarak atamıştır. Ancak kurulan bu yeni hükûmette yaşanan iç sorunlar nedeniyle icraat gerçekleştirmekte sorunlar yaşamıştır. Ülke genelinde öğretmenlerin gerçekleştirdiği grev sonucu Saye Zerbo önderliğinde bir grup asker 25 Eylül 1980 yılında yönetime el koyarak darbe gerçekleştirmişler ve Lamizana'nın yerine Zerbo'yu devlet başkanı yapmışlardır.
Yukarı Volta'da 1980 yılında gerçekleştirilen askerî darbe neticesinde ordu içerisinde yer alan ve ülkenin bu durgun halinden memnun olmayan genç askerler ile kıdem olarak üstte yer alan ve iktidar mücadelesi veren daha eski askerler arasındaki iç çekişmeler sonucu kaos ortamı hakim olmuştur. "Comité militaire de redressement pour le progrès national" adını verdiği komite ile ülkeyi yöneten Zerbo, ülke içerisinde gösteri ve grev yapma hakkı gibi birçok uygulamaya yasak getirmesi neticesinde halk arasındaki popülaritesini hızlı bir şekilde kaybetmesine neden olmuştur. Aynı dönemde Thomas Sankara ülke genelinde önem kazanmaya başlamış, 7 Kasım 1982 yılında da gerçekleştirilen yeni bir askerî darbenin de önemli aktörü olarak gösterilmiştir. Gerçekleştirilen bu askerî darbe sonucu başkanlık hedefi olmayan Sankara'nın yerine Jean-Baptiste Ouédraogo ülkenin yeni devlet başkanı olmuştur. Askeri yönetim bir yandan yeni bir anayasa ile tekrar demokratik bir düzene geçişin hazırlıkları içerisinde bulunurken, Sankara o dönem batı karşıtı söylemleri ile ön plana çıkan Libya lideri Muammer Kaddafi ile yakın ilişkiler içerisinde bulunmuştur. Bu durum o dönem için iktidarını ayakta tutabilmek adına Fransa ve Afrika kıtasının düzenli ülkeleri ile olan bağlantılarını güçlendirmeye çalışan devlet başkanı Ouédraogos tarafından memnuniyetle karşılanmamış, gelişmeler sonucunda da Sankara tutuklanmıştır. Yaşanan bu gelişmeler ordu içerisinde huzursuzluğa ve halk arasında da protestolara neden olmuş, yaşananlar neticesinde subay Blaise Compaoré kendisine bağlı birlikler ile Sankara'yı kurtarmak için başkente ilerlemiştir. Bu gelişmeler neticesinde 4 Ağustos 1983 tarihinde daha sonra devrim olarak adlandırılacak olan askerî darbe gerçekleştirilerek Sankara kurtarılarak iktidara getirilmiştir.
1983 devrimi.
Sankara, askeri rejim iktidarı döneminde sosyalist bir düzen benimsemiş, sosyal ve kalkınma alanlarında benimsediği politika ile kırsal kesimde yaşayanları şehirde yaşayan insanlar karşısında üstün tutmuş, kadınlara toplum içerisinde eşit haklar vermiştir. Bu gerçekleştirilenler ile Sankara toplumun radikal düzeyde değiştirilmesini ve yurt dışına bağımlılığı azaltmayı amaçlamıştır. Ülkede 9-10 Ağustos 1983 tarihinde gerçekleştirilmeye çalışan karşı darbe girişimde ölenler olmuş, bu kayıplar ülke tarihinde bir askerî darbe neticesinde yaşanan ilk can kayıpları olarak kayıtlara geçmiştir. Yaşanan bu gelişme neticesinde Sankara " Comités de défense de la révolution" (CDR) (Türkçe: "Devrimi Koruma Komiteleri") kurmuş, bu komitelerde ülke genelinde devrimin ilerleyişinin ve devamının garanti altına alınmasının sağlanması için çalışmışlardır. Yukarı Volta'da oluşturulan CDR'ler birçok kalkınma projelerinde yer alarak Dünya Sağlık Örgütü ve UNICEF gibi örgütlerinin de desteklediği çocuklara yönelik aşı kampanyalarına destek olmuş, halkın da katılımının sağlandığı demiryolu güzergahları inşa edilmiştir. Bu gelişmelerin yanı sıra devrimin başlangıç dönemlerinde karşı darbe girişiminde bulunan ya da bu grup içerisinde yer aldığı düşünülen kişiler tutuklanmış, devletin zirvesinde yer alan Sankara, Compaoré, Henri Zongo ve Jean-Baptiste Lingani bundan sonraki dönemlerde olumsuzluk yaşanmaması adına ülkeye yön vermişlerdir.
Sankara 2 Ekim 1983 tarihinde "discours d’orientation politique" (Türkçe: "Siyasi Oryantasyon Konuşması") adını verdiği halka hitabında gerçekleştirilen devrimin hedeflerinden bahsetmiş, bu hedefler doğrultusunda emperyalizm ile birbirine bağlı burjuvazinin çalışan sınıf lehine etkisiz hale getirilerek, tarımsal alanda kendi kendine yeten bir ülke olma hedefleri açıklanmıştır. Bu hedefler doğrultusunda daha önce yerel otoriteler tarafından işletilen tüm araziler kamulaştırılarak devlet denetimine geçirilmiş, kadın ve erkek eşitliğine verilen önem doğrultusunda her iki kesimin de eşit haklara sahip olması ve toplumun her kesiminin okur yazar olması yönünde faaliyetler Sankara'nın önem verdiği diğer hususlar olmuştur. Ülkede oluşturulan "tribunaux populaires de la révolution" adı verilen devrim mahkemelerinde eski siyasiler rüşvet ve hazine paralarının harcanması gibi nedenlerle yargılanarak cezalandırılmıştır. Bu mahkeme kararlarına göre eski devlet başkanı Zerbo aldığı 15 yıl ceza ile en yüksek cezayı alan siyasi olmuştur. Bu mahkemeler tarafından verilen kararlar 1985 yılında kaldırılarak cezalar düşürülmüştür. Sankara 1984 yılında ülkesinin koloni dönemine ait izlerden kurtulabilmesi adına ülkenin ismini Burkina Faso olarak değiştirmiş, ülkenin bayrağını Pan-Afrikan renklerinden yeniden oluşturmuş, sözleri kendisine ait olmak üzere yeni ulusal marş bestelemiştir. Ülkede Mayıs 1984 tarihinde ülke tarihinde daha önce hiç olmamış bir şiddet ile yedi kişinin darbe girişiminde bulunması nedeniyle idam edilmesi ve aynı zamanda bağımsız bir gazete olan L'Observateur (günümüzde L'Observateur paalga) gazetesinin kundaklanması ve bunun neticesinde basıma ara vermesi halk arasında beklenmedik bir şok etkisi yaratmıştır. Bu gelişmelerin yanı sıra 1985 yılında Mali ile sınırın küçük bir şeridi için yaşanan sınır anlaşmazlığı neticesinde Burkina Faso'nun Mali'ye saldırması ile ortaya çıkan Agacher Şeridi Savaşı (Noel Savaşı olarak da adlandırılan) sonucunda askerî güç olarak Mali ordusuna göre çok daha güçsüz olan Burkina Faso'nun başarısızlığı ile sonuçlanmış, her iki ülke de daha sonra barış anlaşması imzalayarak başvuruda bulundukları Uluslararası Adalet Divanı'ndan çıkaran karara uyarak söz konusu şeridi kendi aralarında bölüşmüşlerdir. Yaşanan bu gerilimin merkezinde Sankara'nın Mali yönetimine karşı yönelttiği bölgenin ilhak çalışmaları ile birlikte Mali'de ABD emperyalizminin hizmetinde olmakla suçladığı Mali diktatörü Moussa Traoré'ye karşı devrim gerçekleştirilmesi amacı bulunmaktaydı. Yaşanan bu gelişmelerin ışığında Sankara kendisi ile aynı Pan-Afrika düşüncelerine sahip olan ve eski Gana devlet başkanı Kwame Nkrumah geleneklerini devam ettirmek isteyen Gana ile Mali'ye karşı Batı Afrika Birliği'ni oluşturmak istemiş, bu doğrultuda da Gana devlet başkanı ile görüşmeler gerçekleştirmiştir. Ülke sınırları dışında bu yönde birliktelik arayışları içerisinde olan Sankara, ülke içerisinde yaşanan siyasi tutuklamalar, CDR'nin siyasi gücü kötüye kullanılması, ölümlere kadar varan işkenceler nedeniyle sıkıntılı bir süreç yaşamış, devrimin baskıcı hali halkın kendisine karşı olan olumlu düşünceler yerini umutsuzluğa ve öfkeye bırakmış, devrime olan inanışta bitme noktasına gelmiştir. Tüm bu yaşananlar çerçevesinde Sankara körü körüne dogmatizme bağlılık ile devrime ihanet ile suçlanmış, 15 Ekim 1987 tarihinde de Blaise Compaoré önderliğinde gerçekleştirilen darbe ile de çıkan çatışmalarda 30 kişi ile birlikte öldürülerek iktidarına son verilmiştir. Yapılan bu darbe sonucu Blaise Compaoré devlet başkanı olmuş, Sankara döneminde başlatılan Gana ile birlik olma faaliyetlerine de son verilmiştir.
Yakın tarih.
Compaoré iktidara geldikten sonra Zongo ve Lingani ile birlikte "Front populaire" (Türkçe: "Halk Cephesi") oluşumu ile birlikte ülkeyi yönetmeye başlamıştır. Bu oluşum ile birlikte "rectification " (Türkçe: "İyileştirme") adını verdikleri yeni kalkınma hareketi ile devrimin ruhuna uygun olarak siyasi çıkmazlara son verilmesi ve siyasi hayatın normalleştirilmesi amaçlanmıştır. Ancak tüm bu yaşananlar ve sonrasında hayata geçirilmeye çalışılanlar ülkede normalleştirme sağlamamış, kısa süre içerisinde başarısızlıkla sonuçlanan üç darbe girişimi yaşanmış, yaşanan bu istikrarsızlık ve baskılar sonucunda da aralarında 1989 yılında vurularak öldürülen Zongo ve Lingani'nin de bulunduğu ölüm olaylarının da yaşandığı gelişmeler meydana gelmiştir. Dünya siyasi tarihinde 1990/91 döneminde yaşanana gelişmelere paralel olarak Burkina Faso'da da resmi bir demokrasiye geçilme adımları atılmış, Compaoré oluşturduğu yeni anayasayı 1991 yılında referanduma sunmuş ve referandum sonucu da kabul edilmiştir. Yeni anayasa sonrası gerçekleştirilen ilk genel seçimlerin muhalefet partileri tarafından boykot edilmesi sonucu seçimlere katılım oranı %27 ile çok düşük gerçekleşmiş ve bunun sonucunda da Compaoré seçim sonuçlarını meşrulaştıramamıştır. İlerleyen yıllarda ülkenin para birimi olan Batı Afrika CFA frangı gerçekleştirilen devalüasyona rağmen sosyal ve ekonomik istikrar sağlanmış, ülke genelinde sakin bir süreç yaşanmıştır. 1998 yılında gerçekleştirilen yeni genel seçimlerde Compaoré devlet başkanlığı görevi için bir kez daha yetki almış ancak bu süreç araştırmacı gazeteci Norbert Zongo'nun öldürülmesi neticesinde son bulmuştur ve ülke genelinde zaman zaman şiddete dönüşen protestolar gerçekleştirilmiştir. 2002 yılında gerçekleştirilen parlamento seçimlerinde iktidarda bulunan CDP mecliste birçok sandalyesini muhalefet partilerine kaptırmıştır. Compaoré tüm bu yaşananların ışığında birçok tartışmalara neden olan ve görev süresi ile ilgili düzenlemeyi içeren yeni anayasa değişikliği ile 2005 yılında yeniden devlet başkanlığı makamına oturmuştur.
Ülke içerisinde yaşanan bu gelişmelerin yanı sıra Burkina Faso ülke dışında diğer ülkeler ile de dönem dönem sorunlar yaşamıştır. Özellikle Liberya ve Sierra Leone'de yaşanan iç savaşlarda Burkina Faso'nun özellikle mühimmat ve elmas ticaretinde önemli rol aldığı ve bu ticaretten önemli gelir elde ettiği suçlamaların maruz kalmış, diğer ülke iç işlerinde muhalefeti ve ayrımcı grupları destekleyerek istikrarsızlık oluşturmakla itham edilmiştir. Bu tür suçlamaların yanı sıra Burkina Faso Afrika kıtasında oluşan birçok krizde arabulucu ve barış elçisi olarak görev almıştır.
Burkina Faso özellikle Fildişi Sahili'nde yaşanan iç savaş esnasında ülke tarihinin en zor dış siyasi krizi ile karşı karşıya kalmış ve Fildişi Sahili tarafından resmen ayrılıkçı gruplara destek olmak ile suçlanmıştır. Bu suçlamalar ışığında Burkina Faso hükûmeti de özellikle Fildişi Sahili'nin kuzey bölgelerinde yaşayan ve sayıları milyonlar ile ifade edilen ve şiddete maruz kalan Burkina Faso vatandaşlarını korumak için askeri bir müdahalenin masada olduğunu da ifade ederek, yaşanan olayın dışında olmadığını ifade etmeye çalışmıştır. Tüm bu yaşananların sonucunda iki ülke ilişkilerinin normalleşmesi ve Ouagadougou Antlaşması ile de Fildişi Sahili'nde yaşanan iç savaşa son verilmesi Burkina Faso ve Compaoré'nin diploması başarısı olarak ifade edilmektedir.
Compaoré iç siyasette de yeni bir anayasa değişikliği planları yaparak görev süresini beşinci bir dönemi kapsayacak şekilde uzatma girişimlerinde bulunarak muhalefetin büyük tepkisini çekmiş, gelişmeler neticesinde 2014 yılı başlarında ülke genelinde büyük gösteriler gerçekleştirilmiştir. 2014 Ekim sonunda gerçekleştirilen protestolar şiddet olaylarına dönüşmüştür. Yeni anayasanın oylanacağı günden bir gün önce sendikalar ve muhalefet ülke genelinde gerçekleştirilecek bir grev çağrısı yapmış, olayların dinmemesi üzerine de oylamanın yapılacağı 30 Ekim 2014 tarihin de ordu yönetime el koyarak parlamentoyu fesh ederek ülkenin idaresini ele aldığını açıklamıştır. Yaşanan bu olaydan bir gün sonra devlet başkanı Compaoré görevi bıraktığını ve yeni seçimlerin 90 gün içerisinde gerçekleştirileceğini açıklamış, bu açıklamadan kısa bir süre önce de ordu komutanı Nabéré Honoré Traoré ise yeni anayasal düzen on iki ay içinde yeniden kurulana kadar geçici bir hükûmetin görev başında olacağını bildirmiştir. Bu açıklama ile birlikte Traoré anayasaya uygun olarak devlet başkanlığı görevini de kendisinin yürüteceğini ifade etmiştir. Bu açıklamaların yanı sıra devlet başkanlığı muhafız alayı albayı Yacouba Isaac Zida geçici hükûmet kurma görevinin kendisinde olduğunu açıklayarak Traoré'nin açıklamalarının geçerli olmadığını ifade etmiştir. Ordu yönetimi 1 Kasım tarihinde yaptığı açıklama ile Zida'nın arkasında olduklarını bildirmiş, yönetime talip olan Traoré'de bildiriyi imzalayanlar arasında yer almıştır. Bu sürede görevi bırakan devlet başkanı Compaoré ise ülkeyi terk ederek Fildişi Sahili'ne kaçmıştır.
17 Eylül 2015 tarihinde askeri kaynaklar ülkede yapılan radyo ve televizyon duyuruları ile yönetime el koyduklarını açıklamışlardır. Geçici hükûmetin başında yer alan başbakan Zida ile geçici devlet başkanı Kafando'nun tutuklanarak cezaevine gönderildiği bildirilmiştir. Darbeyi gerçekleştiren ve kendilerine "Demokrasi İçin Ulusal Konseyi" olarak adlandırılan grubun 27 yıllık iktidarının sonrasında 2014 yılında görevden uzaklaşmak zorunda kalan Compaoré'ye bağlı bir grup olduğu ifade edilmiştir. Darbeci grubun önderliğini Tuğgeneral Gilbert Diendéré üstlenmiştir. Yaşanan bu darbe girişimi sonrasında hem Birleşmiş Milletler hem de Avrupa Birliği açıklama yaparak darbenin bir an önce sonlandırılarak uluslararası alanda kabul edilen bir önceki geçici hükûmete görevin devredilmesi gerektiği bildirilmiştir. Yönetimi darbe ile ele geçiren ordu 18 Eylül 2015 tarihinde yaptığı açıklamada tutuklanan devlet başkanı ve başbakan olmak üzere tüm hükûmet üyelerinin serbest bırakıldığını açıklamıştır.
Yaşanan bu olayların arkasında 11 Ekim 2015 tarihi için planlanan yeni seçimlere Compaoré'ye yakınlığı ile bilinen adayların adaylığının kabul edilmemesi ile birlikte 1.200 kişilik devlet başkanlığı koruma muhafız alayının ortadan kaldırılacağının geçici hükûmet tarafından yakında zamanda açıklamasının olduğu ifade edilmektedir.
Coğrafya.
Ülkenin toplamda sahip olduğu 3.193 km sınırın 306 km'si Benin, 584 km'si Fildişi Sahili, 549 km'si Gana, 1.000 km'si Mali, 628 km'si Nijer ve 126 km'si ise Togo ile oluşmaktadır.
Burkina Faso batı Afrika'nın iç kesimlerinde yer alan ve denize kıyısı olmayan bir kara ülkesi konumundadır. Burkina Faso'nun sahip olduğu 274.200 km²'lik ülke toprağının 400 km² alanı sulak alan durumundadır. Ülke konum olarak Nijer Nehri ile Sahra Çölü'nün güneyinde yer almaktadır. Ülkenin dörtte üçlük bir bölümü düz yüzeylerden oluşmaktadır. Burada söz konusu olan yüzeyler deniz seviyesinden 250 – 300 m yükseklikte bulunan düz ovaları meydana getirmektedir. Ülke topraklarının üzerinde bulunduğu plato çoğunlukla yer yer tepelerin ve dağ adalarının yer aldığı düzlüklerden, dağlardan ve erozyona direnen yer ile bağlantısı bulunmayan granit kayalardan oluşmaktadır. Ülkenin güneybatı bölümünün yer aldığı kısımlar kumtaşlarının birleşiminde oluşan yer yüzeyi ile kaplı olup, bu alanda 749 m ile ülkenin en yüksek noktasını da oluşturan Tena Kourou dağı yer almaktadır. Ülkenin en alçak noktasını ise 125 m ile Oti nehri oluşturmaktadır.
İklim.
Ülkenin kuzeyden güneye doğru olan uzantısında Sahel ile Sudan kuşakları arasında yaşanan geçiş kendisini bitki örtüsü üzerinde de göstermektedir. Kuzey bölgelerde yer alan Sahel kuşağı ülke topraklarının %25'i üzerinde etkili olmaktadır. Bu bölgelerde genel itibarıyla kurak bir iklim hakimdir. Yıl boyunca neredeyse iki aydan daha az bir süre yağan yağmur bıraktığı ortalama yağış miktarı ile 300 mm'nin altındadır. Ülkenin geri kalan bölümünün büyük bir bölümünde Sudan-Sahel iklimi hakimdir. Bu iklimde yağmur dönemleri dört ila beş ay arasında sürmektedir. Ülkenin güney bölgelerinde hakim olan Sudan kuşağında ise yağmur sezonu altı ay kadar sürebilmekte ve yıllık ortalama 1300 mm yağış bırakabilmektedir. Ülke genelinde hava sıcaklıkları 25 °C ila 30 °C arasında yer almakta olup, yine ülke genelinde bugüne kadar ölçülen en düşük ve en yüksek sıcaklıklar 5 °C (1971) ile en düşüğü ve 46 °C (1975) ile en yükseği olmak üzere Markoye'de ölçülmüştür. Burkina Faso genelinde Mart ve Nisan ayları sıcaklıkların en yüksek değerlerde ölçüldüğü, Ocak ve Şubat ayları ise ülke genelinde hava sıcaklıkların en düşük değerde ölçüldüğü aylar konumundadır.
Bitki örtüsü ve yaban hayat.
Ülke genelinde 2067 farklı bitki türü bulunmaktadır. Bu bitki türlerin çoğunluğunu ise Poaceae ve Faboideae bitkileri oluşturmaktadır. Doğal ortamda yetişen birçok bitki türü hammadde, hayvan yemi, gıda ya da tıbbi alanda kullanılmaktadır. Burada özellikle ülke genelinde sık görülen Baobab, Néré, Karité, Demirhindi gibi ağaç türleri bu tür kullanımlarda önemli bir yer kaplamaktadır.
Sahel ile Sudan kuşakları arasında yer alan ülkede bu kuşaklar arasındaki geçişler bitki örtüsü üzerinde de kendisini göstermektedir. Özellikle yıllık ortalama yağış miktarına göre belirginleşen farklılıklara göre ülke kuzeyinde kurak bir yer yüzeyi bulunmaktadır. Sahel kuşağında dikenli çalıların hakim olduğu bitki örtüsü gözlemlenmekte olup, seyrek aralıklarla Baobab, Ziziphus mauritiana gibi ağaçlar ile Yabani kimyongiller gibi bitkiler yer almaktadır. Ülkede yağışların diğer bölgelere göre daha çok olduğu güney bölgelerde ise Akasya ağaçları, sık çalılıklar, Combretaceae gibi bitki türleri ile geniş çayırlık alanlar bulunmaktadır. Ülkenin güneyine doğru ilerledikçe ağaçlar sıklaşarak korular, ormanlık alanlar oluşturmaktadır. Bu bölgelerde yine aynı şekilde nehir boyunca oluşan ağaçlık alanlar görülebilmektedir.
Ülke yaban hayat açısından zengin bir konumda bulunsa da, son yıllarda nüfus baskısı ve tarımsal alanların artması nedeniyle yaşam alanları kısıtlanan yaban hayvan türlerini tehlike altına almaktadır. Günümüzde ülke genelinde fil, su aygırı, antilop, maymun türleri, leopar gibi yaban hayvanları gözlemlenmekte olup, zürafa ve çita gibi memeli hayvanlar yaşanan sorunlar nedeniyle bu ülkede artık gözlemlenememektedir. Burkina Faso genelinde ayrıca 495 farklı kuş türü tespit edilmiş olup, deve kuşu, leylek, şahin gibi elliye yakın yırtıcı kuş, boynuzgaga, yalıçapkınıgiller ve arı kuşugiller türleri bunlardan birkaç tanesini oluşturmaktadır. Ülkede bulunan timsah ise halk tarafından genellikle kutsal olarak kabul edilmekte olup, nehirlerde ve "mares" olarak adlandırılan sulak alanlarda yaşamaktadır.
Nüfus.
Burkina Faso'da son olarak 2006 yılında gerçekleştirilen resmi sayım sonuçlarına göre 14.017.262 nüfus tespit edilmiştir. 2006 yılından sonra bir daha resmi sayım gerçekleştirilmemiş olup, 2018 tahmini sayım sonuçlarına göre 19,742,715 nüfus belirlenmiştir. Ülke içerisindeki nüfus yoğunluğu 61 kişi/km² düzeyindedir. Ülke nüfusunun büyük bir bölümü başkentte ve ülkenin batısında yer alan Bobo-Dioulasso şehrinde yaşamaktadır.
Burkina Faso genç bir nüfusa sahip olup, 2020 tahmini verilerine göre nüfusun %63,91'i 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %3,16'sı 65 yaş ve üzerindedir.
0-14 yaş: %43.58 (erkek 4,606,350/kadın 4,473,951)
15-24 yaş: %20.33 (erkek 2,121,012/kadın 2,114,213)
25-54 yaş: %29.36 (erkek 2,850,621/kadın 3,265,926)
55-64 yaş: %3.57 (erkek 321,417/kadın 423,016)
65 yaş ve üzeri: %3.16 (erkek 284,838/kadın 374,057)
Şehirde yaşayanların oranı 2022 verilerine göre %31,9 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2022 tahmini verilerine göre %2,53 düzeyindedir.
Etnik gruplar.
Ülke genelinde en büyük etnik grubu nüfusun %40'ı ile Mossi etnik grubu oluşturmaktadır. Nüfusun geri kalan kısmını ise birçok etnik grup paylaşmakta olup, burada da Bobolar (%14), Senufolar (%9), Gurmalar (%8) en yüksek nüfus oranına sahip diğer etnik grupları oluşturmaktadırlar.
Ülke genelinde daimi olarak 3200 Fransa vatandaşı da yaşamakta olup, bu sayı projeler kapsamında yardım kuruluşları adına ülkeye gelen Fransızlar ile birlikte 20.000 kişiyi bulabilmektedir. Burkina Faso'da ayrıca Lübnan'dan gelen yaklaşık 600 kişilik bir topluluk da yaşamaktadır.
Dil.
Ülkenin Fransa sömürgeciliğinden kurtularak bağımsızlığını ilan etmesi sonucu ülkenin resmi dili koloni ülkesi Fransa'nın dili olan Fransızca seçilmiştir. Son dönemde Fransızca kullananların oranı artsa da bu dili anadili olarak konuşanlar ülke genelinde azınlıkta bulunmaktadırlar. Ülke genelinde yerel diller olan Mòoré, Fulfulde ve Dioula dilleri yaygın olarak kullanılmaktadır. Özellikle ülkenin batı bölgelerinde Dioula dili hem günlük hayatta hem de ticari hayatta yoğun olarak konuşulmaktadır. Bu yerel dillerin haricinde Arapça da ticari hayatta kullanılmakta olup, Bissa, San, Boboda, Gurma, Lobiri, Koromfe ve Bwamu gibi Nijer-Kongo dilleri de ülkenin geri kalan kısımlarında yaygın bir şekilde konuşulmaktadır.
Din.
Burkina Faso genelinde yerel etnik dinlere inananların oranı günümüzde de yüksek oranda gözlemlenebilmektedir. Yerel dinlere inananların oranı %9 seviyesinde bulunmaktadır. Mossilerin yerel dininde tanrı olarak kabul edilen "Wẽnde" dünyayı yarattıktan sonra yeniden insan olarak dünyaya geri geldiği inancı hakimdir. Söz konusu ilahın çeşitli dönemlerde de farklı mekanlarda farklı boyut ve şekillerde dünyada bulunduğuna inanılmaktadır.
Ülke genelinde uzun süre Mossilerin kuzeyden başlayarak yayılan İslamiyete direnci 18. yüzyılda Mossi krallığı olan Wogodogo Krallığı'nın kralı Moogo naaba Doulgou'nun İslamiyeti seçmesi neticesinde kırılmış ve ülke genelinde İslami inançlara göre yaşamını idame ettirenlerin oranında artış gözlemlenmiştir. Günümüzde ülkede hakim olan din İslamiyet olup, nüfusunun yaklaşık %64'ü bu inanca göre yaşamını sürdürmektedir. Hristiyan dinine inananların oranı %26,3 düzeyinde olup, toplam nüfusa oranla Katolik mezhebine mensup Hristiyanların oranı %20,1 Protestan mezhebine mensup olanların orası ise %6,2 seviyesindedir.
Eğitim.
Burkina Faso'da 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2007 tahmini verilerine göre %28,7 seviyesindedir. Bu oran erkeklerde %36,7 iken, kadınlarda %21,6 seviyesindedir. Ülkede ilkokul altı yıl sürmekte olup, okullarda kullanılan dil Fransızcadır. Bu durum kabilelerinde sadece kendi yerel dillerini öğrenen birçok çocuğu okullardan uzak tutmaktadır. Ülke genelinde devlet okullarının yanı sıra özel okullar ile Katolik Kilisesi'nin yönetiminde olan okullar bulunmakta olup, bu okullar genel olarak ücretsiz eğitim sunmaktadırlar. Ancak okullar burada kayıt ve idari gider adı altında talep ettikleri ücretler nedeniyle ücretsiz eğitimin dışına çıkabilmekte, bu sebepten dolayı da bu ücretleri karşılayamayacak konumda olan ailelerin çocuklarının da okula gitmemesine ayrı bir sebep oluşturmaktadır. Eğitim öğretim döneminde gerekli olan defter ve kitap ihtiyaçları da aileler tarafından karşılanan ülkenin belli bölgelerinde yapımı düşünülen okullar için de o bölgede yaşayan nüfustan yardım yapması talep edilebilmektedir. Belli okullarda sınıf mevcudiyeti 120 kişiye kadar çıkan ülkede, okulların birçoğunda da elektrik ve su bağlantıları bulunmamaktadır.
Siyaset.
Siyasi sistem.
Ülkede 1991 yılında kabul edilen anayasa ile birlikte ülke tarihinin dördüncü cumhuriyeti oluşturulmuştur. Burkina Faso'daki mevcut başkanlık sistemi Fransa modelini baz almaktadır. Kasım 2005 tarihinde gerçekleştirilen ve devlet başkanı Blaise Compaoré'nin oyların %80,4'ünü alarak üçüncü kez göreve seçildiği seçimler, muhalefetin boykot etmediği ilk seçimler olarak kaydedilmiştir. Compaoré 2000 yılında gerçekleştirdiği anayasa değişikliği ile iki dönem devlet başkanlığı sonrası bir iki dönem daha hakkı elde etmiş ve 21 Kasım 2010 yılında gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerinde dördüncü dönem yönetim hakkını da elde ederek seçimleri kazanmıştır. Ülkenin başbakanı devlet başkanı tarafından atanmakta olup, son olarak 18 Nisan 2011 ile 30 Ekim 2014 tarihlerinde Luc-Adolphe Tiao bu görevi üstlenmiştir. Burkina Faso'da parlamento seçimleri her beş yılda bir gerçekleştirilmekte olup, günümüzde parlamento da mevcut olan 127 sandalyenin 70 tanesi hükûmet partisi olan Congrès pour la démocratie et le progrès (CDP)'ye aittir.
Devlet başkanları.
Ülkede "Président du Faso" olarak adlandırılan devlet başkanı, her beş yılda bir seçilmekte olup, bu görevi en fazla iki kere üst üste gerçekleştirebilmektedir.
Burkina Faso tarihinde devlet başkanı olmuş kişiler şu şekildedir:
İç siyaset.
Ülke genelinde birçok muhalefet partisi olması sebebiyle devlet başkanı Blaise Compaoré'ye karşı herhangi bir güç oluşturulamamış ve iktidar ele alınamamıştır. "Alliance pour la Démocratie et la Fédération – Rassemblement Démocratique Africain" (ADF-RDA), "Union nationale pour la démocratie et le développement" (UNDD), "Parti pour la démocratie et le progrès/Parti socialiste" (PDP/PS) gibi önemli muhalefet partilerinin yanı sıra Sankara'nın ideolojilerini benimsemiş birçok parti mecliste temsil edilmektedir.
Dış siyaset.
Ülke eski koloni sahibi olarak Fransa ile iyi ilişkiler içerisinde yer almaktadır. Özellike Fildişi Sahili'nde yaşanan iç savaş ve sorunlar neticesinde Fransa ile daha yakın bir ilişki benimsenmiştir. Burkina Faso, Muammer Kaddafi döneminde Libya ile de sıkı diplomatik ilişkiler içerisinde bulunmuş, günümüzde de Çin ve Almanya ile de önemli diplomatik ilişkiler içerisinde yer almaktadır.
Ordu.
"Forces armées nationales" olarak adlandırılan Burkina Faso ordusu 1960 yılında kurulmuş olup, güncel olarak bünyesinde 10.800 personel bulundurmaktadır. Ülkenin bağımsızlığını kazanması neticesinde 1961 yılında orduda emir komuta koloni ülkesi Fransa tarafından Burkina Fasolu yetkililere devredilmiştir. Süreç içerisinde Burkina Faso ordusu gerçekleştirdiği askerî darbeler ile yönetime el koyarak ülke idaresini ele almışlardır. Ayrıca 1980'li yıllarda Mali ile de Agacher Şeridi Savaşı kapsamında karşı karşıya gelen ordu, burada yaşanan kısa süreli çatışmalarda yer almıştır.
Ordu, komşu ülke Fildişi Sahili'nde yaşanan iç savaş neticesinde söz konusu ülkenin özellikle kuzey bölgelerinde yaşanan Burkina Faso vatandaşlarının haklarını korumak için ordunun savaşa dahil olabileceğini ifade etmiştir. Bu yaşanan süreçte de Fildişi Sahili'de Burkina Faso'nun ayrılıkçı gruplara destek vererek mühimmat sağladığı iddiasında bulunmuştur.
İdari yapılanma.
Burkina Faso kendi içerisinde 13 yönetim bölgesine "(region)" ayrılmıştır. Söz konusu bölgeler kendi içerisinde 45 ile, iller ise yine kendi içerisinde 350 ilçe ve belediyeye ayrılmış konumdadır. Yönetim bölgeleri, iller, ilçeler ve belediyeler yerel yönetimde kendi kendilerine idare etme hakkı bulunmakla birlikte aynı bölge, il, ilçe ve belediye isimleri ile devletin temsilcileri de bu yapıya paralel olarak yönetim kademesinde yer almaktadır.
Ulaşım.
Demiryolu.
Burkina Faso'da "Abidjan - Nijer Hattı" olarak adlandırılan bir adet demiryolu hattı bulunmakta olup, bu hat Fildişi Sahili'nin liman ve ticaret kenti Abidjan ile başkent Ouagadougou'yu birbirine bağlamaktadır. Fildişi Sahili'nde yaşanan iç savaş sıkıntısı nedeniyle kara ülkesi olan Burkina Faso için sıkıntılı geçen bu süreç hattın ülkenin özellikle ticari ürünlerini deniz yollarına ulaştırılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Güncel olarak da bu hatta hem yük hem de yolcu taşımacılığı gerçekleştirilmektedir. Sankara döneminde hattın uzunluğu burada bulunan yeraltı zenginliklerini daha kolay taşıyabilmek adına her ne kadar Kaya şehrine kadar uzatılması için gerekli çalışmalar gerçekleştirildiyse de, bu faaliyetler Sankara döneminin son bulması ile sonlandırılmıştır.
Havayolu.
Ülke genelinde var olan 33 havaalanından sadece 2 tanesinin pisti asfaltlanmış konumdadır. Başkent Vagadugu'da bulunan ve aynı zamanda ülkenin en büyük havaalanı konumunda olan Vagadugu havaalanı ile Bobo-Dioulasso'da bulunan havaalanı ülkenin uluslararası standartlara uygun iki havaalanını oluşturmaktadır.
Ülke, merkezi başkent Vagadugu'da bulunan Air Burkina ismi ile bir adet ulusal havayolu şirketine sahiptir. Şirket 17 Mart 1967 yılında "Air Volta" ismi ile kurulduktan sonra Fransa menşeli firmalar tarafından gerçekleştirilen uçuşları gerçekleştirmeye başlamış, şirket ismi ise daha sonra ülkede gerçekleştirilen Sankara devrimlerine uygun olarak devletleştirilerek bugünkü adını almıştır. Burkina Faso'nun da katılımcılarından biri olarak Fransa ile birlikte birçok Afrika ülkesi tarafından birlikte işletilen Air Afrique havayolu şirketinin maddi sıkıntılar sonucu 2002 yılında iflas etmesinin de etkisi ile Air Burkina şirketinin bir kısmı 2001 yılında özelleştirilmiştir.
Air Burkina havayolları yurt içi uçuşlarının yanı sıra yedi farklı ülkeye karşılıklı uçuşlar düzenlemektedir. Yurt dışı uçuşlarını gerçekleştirildiği ülkeler şu şekildedir:
Benin, Fildişi Sahili, Gana, Mali, Nijer, Senegal ve Togo
Karayolu.
Ülke genelinde 12.506 km karayolu bulunmakta olup, bunların 2.001 km'si asfaltlanmış konumdadır.
Dünya Bankası'nın 2001 yılında yaptığı değerlendirmede Burkina Faso ulaşım ağı özellikle bölge ülkeleri olan Mali, Fildişi Sahili, GAna, Togo ve Nijer'e bağlantıları ile iyi olarak değerlendirilmiştir.
Ülke genelinde bulunan devlet yolları şu şekildedir:
Ekonomi.
Burkina Faso dünyanın en fakir ve az gelişmiş ülkelerinden biri konumundadır. Ülke HIPC ("Heavily Indebted Poor Countries") (Türkçe: "Gelişmekte olan yüksek borçlu ülkeler") ülkelerden biri olarak kabul edilmektedir. 2005 yılında Dünya Bankası ve IMF HIPC borçların yeniden yapılandırılması kapsamında ülkenin dış borçlarının silinmesi kararlaştırılmıştır. Burkina Faso İnsani Gelişim Endeksi 2013 raporuna göre 187 ülke içerisinde 181. sırada yer almıştır.
Ülkede Satın alma gücü paritesine göre Gayrisafi yurt içi hasıla 2013 tahmini verilerine göre 26,51 milyar Dolar seviyesinde olup, bu değere göre kişi başı düşen gelir 1.500 Dolar seviyesindedir.
Tarım.
Ülke nüfusunun yaklaşık olarak %90'ı şahsi tüketim ve kullanım için tarımsal ürünler ekmektedir. Bu ekilen ürünlerin çoğunluğunu darı, mısır, sorgum ve pirinç oluşturmaktadır. Ülkenin güney kesimlerinde bu ürünlere ek olarak ayrıca manyok, yam ve şeker kamışı ekimi de gerçekleştirilmektedir. Burkina Faso'nun ihracatını gerçekleştirdiği ürünlerin başında ise fıstık ve pamuk gelmektedir.
Ülke genelinde yaşanan elverişsiz iklim şartları tarımsal ürünlerin ekiminde ve mahsulün toplanmasında zorluklar yaşatabilmektedir. Belirli dönemlerde yaşanabilen uzun kuraklık dönemleri özellikle kuzey bölümlerinde kıtlık sorunlarını beraberinde getirmektedir.
Her ne kadar Burkina Faso pamuğunun kalitesi yüksek düzeyde de olsa gelişmiş sanayi ülkelerinden gelen yüksek sübvansiyonlar nedeniyle dünya pazarlarına ihracatında sorunlar yaşanabilmektedir. Bu nedenlerden dolayı ülkenin pamuk ticareti ABD ve AB tarafından sağlanan sübvansiyonlarla ilerlemektedir. Dönemin devlet başkanı Blaise Compaoré Afrika pamuğunun dünya pazarlarına ulaştırılamama durumdan rahatsız olan diğer Afrika ülkeleri ile birlikte toplantılar gerçekleştirmiş, sübvansiyonların kaldırılması yönünde girişimlerde bulunmuştur. Burkina Faso ekonomisi gerçekleştirilen ihracatın %50'sini pamuğun oluşturması nedeniyle dünya piyasasında gerçekleşen dalgalanmalardan olumsuz yönde etkilenebilmektedir.
2005 yılında başlatılan yeni bir proje ile buğday ekimine geçilmiştir. Bu proje ile dış ülkelere olan bağımlılığın azaltılması ve uzun vadede de buğday ihracatının başlatılması amaçlanmıştır.
Maden.
Ülke toprakları içerisinde bulunan çok az yeraltı madeni gün yüzüne çıkarılabilmektedir. Bu madenlerin başında altın ve mangan gelmektedir. Yeraltı zenginliklerinin genelde ulaşım ağı açısından yetersiz konumda olan kuzey bölgelerde olması madenlere ulaşmada ve çıkarılan ürünlerin sevkiyatında büyük bir problem olarak gösterilmektedir. Burkina Faso yetkilileri uzun yıllardır bu bölgeye demiryolu hattının uzatılması yönünde çalışmalar gerçekleştirse de bu hedef henüz gerçekleştirilememiştir.
Sanayi.
Burkina Faso sanayisi özellikle var olan demiryolu hattının 1933 yılında Abidjan'a kadar uzatılması ve bu sayede denize bağlantısı olmayan bir ülke olarak liman kentine ulaşması neticesinde gelişim göstermiştir. Bobo-Dioulasso'da açılan bira fabrikası, petrol değirmenleri ve motorlu bisiklet üretimi yapan fabrika bu alanda ilk olma özelliğini taşımış, şehrin ticari anlamda kalkınmasında önemli pay sahibi olmuştur. Başkent Vagadugu'nun ticari olarak kalkınabilmesi için gerekli olan demiryolu hattı bağlantısı 30 yıl sonra gerçekleştirilmiş, bu güzergahın da devreye girmesiyle de başkent ekonomik olarak kalkınmasını gerçekleştirmiştir. Bağımsızlığının elde edilmesi ile birlikte oluşturulan pamuk fabrikaları kısa süre içerisinde tekrar kapatılmak durumunda kalınmıştır.
Spor.
Futbol.
Ülke genelinde en çok sevilen spor türü futbol olup, "Fédération Burkinabè de Football" (FBF) 'de ulusal federasyon konumundadır. 1960 yılında bağımsızlığın kazanılması sonucu oluşan federasyon, 1964 yılında da FIFA üyesi olmuştur. Burkina Faso millî futbol takımı tarihinin en önemli başarılarını 2013 Afrika Uluslar Kupası'nda elde edilen ikincilik ile kendi ülkelerinde gerçekleştirilen 1998 Afrika Uluslar Kupası'nda elde edilen dördüncülük olmuştur. Burkina Faso futbol liginde çoğu başkent Vagadugu'dan olmak üzere 14 farklı takım şampiyonluk için mücadele etmektedir.
Kültür.
Gelenek.
Burkina Faso sınırları içerisinde yaşayan 60 farklı etnik grup kültürel gelenekler açısından zenginlik oluşturmaktadır. Gruplar içerisinde birçok sebepten dolayı kutlamalar ve seremoniler gerçekleştirilmekte olup, Sudan savanalarında yaşanan topluluklar gibi müzik, dans ve maske kullanımı gibi pek çok görsel şölen bu kutlama ve seremonilerde sergilenmektedir. Bu bölgelerde kabilelerin sözlü tarihini ve geleneklerini kuşaktan kuşağa anlatan kişiler olarak bilinen griotlar önemli rol oynamaktadır. Bu kişiler söz konusu kutlama ve eğlencelerde de şarkıcı, dansçı olarak da yer alabilmektedirler.
Ülke genelinde el sanatları da önemli bir yere sahip olmakta olup, çömlekçilik, sepet yapımı, tunç ahşap işlemeciliği sık olarak gerçekleştirilen el sanatları konumundadır.
Müzik.
Burkina Faso'da yaşayan yerlilerin günlük hayatında davul ve balafon adını verdikleri bir çeşit ksilofon önemli bir yere sahiptir. Yerel halk arasında gerçekleştirilen kutlama ve eğlencelerde geleneksel müzikler bu müzik aletleri ile gerçekleştirilmektedir.
Edebiyat.
Ülke genelinde yerel halk arasında var olan sözlü aktarımlar ve buna bağlı olarak toplum arasında okuma yazma oranının yeterli seviyede olmaması nedeniyle Burkina Faso'da günümüzde edebiyat pek önemli bir yere sahip bir konumda değildir. Özellikle batı Afrika ülkelerinin edebi açısında gelişim gösterdiği dönemlerde ülkenin entelektüelleri II.Dünya Savaşı sonrası Yukarı Volta'nın yeniden oluşturulması için çalışmış ve bu nedenle ülke edebiyatına katkı sunamamışlardır. Her ne kadar Antoine Dim Delobsom 1934 yılında Mossi efsaneleri ve mitleri hakkında bir eser yayımlanmış olsa da, Nazi Boni tarafından 1962 yılında yayımlanan "Crépuscule des temps anciens" adlı eseri Burkina Faso edebiyatının başlangıcı olarak kabul görmektedir. Günümüzde kadın yazarlar Burkina Faso'da önemli rol oynarken, Monique Ilboudo, Bernadette Sanou ve Sophie Kam kadın yazarlardan bazılarıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7002",
"len_data": 41983,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.64
}
|
Batı Afrika, Afrika Kıtası'nın batısındadır. Jeopolitik olarak Birleşmiş Milletler, Batı Afrika'yı aşağıda belirtilmekte olan 16 ülkenin yaklaşık 5 milyon km²ik bir alan üzerindeki dağılımı olarak tanımlar:
Moritanya hariç, bütün bu ülkelerin hepsi ECOWAS veya "Batı Afrika Devletleri Ekonomik Birliği" üyesidir. UN (Birleşik Devletler) bölgesi ayrıca Saint Helena Adasını ve Atlas Okyanusu'ndaki "Britanya Denizaşırı Toprakları"nı da içerir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7005",
"len_data": 442,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.4
}
|
Sahâbî (çoğulu Sahâbe, Ashâb; kadın olanlar Sahâbiyye, çoğulu Sahâbiyyûn), (), bir İslâm terimidir. İslâm peygamberi Muhammed'e iman edip bir anlığına da olsa onu görmüş, onunla konuşmuş, arkadaşlık etmiş, meclisinde bulunmuş ve iman üzere son nefesini vermiş Müslümanlara verilen isimdir. İslam literatüründe bir saygı ifadesi olarak Eshâb-ı Kirâm (Yüce/soylu sahabiler) şeklinde anılırlar. Muhammed öldüğü vakit, sayıları 124 binden fazla idi.
Bu anlayışın tüm İslam toplumlarında paylaşılmadığını, Şîa-Alevî topluluklarında Ehl-i Sünnet'teki gibi mutlak saygı gören bir sahabi anlayışı bulunmadığını kaydetmek gerekir; örneğin Hulefâ-yi Râşidîn, Ebû Süfyân ve oğlu Muâviye gibi Ehl-i Sünnet'te hürmet gösterilen bazı kişiler, Ehl-i beytin haklarını gasp eden ve onlara zulmeden kişiler olarak görülürler ve Şîa-Alevî topluluklarda nefret (teberrî) ile anılırlar. Bu duygu; Ali ile savaşan Âişe, Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah, Muâviye b. Ebû Süfyân, Amr b. Âs için de geçerlidir.
Köken bilimi.
Sahabe veya ashab Arapça kökenli bir sözcük olup, "yoldaşlar, arkadaşlar" anlamındadır. Sahib () ve Sahabi kelimelerinin çoğuludur.
İslam tarihçileri ve referans kaynaklarına göre Muhammed'in çevresindeki inanmış (Müslüman) insanlara sahabe denir. Bu kişiler Muhammed ile birlikte yaşamış ve onu görmüş kişilerdir. İlk sahabe; kadınlardan Hatice, erkeklerden ise Sünnilere göre Ebû Bekir, Şiilere göre ise Ali'dir.
Sahabenin önemli bölümünü, Mekke'de İslam'ı kabul eden ve daha sonra Medine'ye göç eden Muhacirler ve Hicret eden Mekkelilere kucak açan Ensar'dan oluşturur.
Sahabinin Tanımı.
Hadis alimlerinden İbn Hacer'in sahabi tanımı şu şekildedir: "Sahabi, mü'min olarak Hz. Peygamber ile karşılaşan ve imanla vefat eden kimsedir."
Fıkıh alimleri ise Allah Rasulü'nü uzun süre gören kişilere sahabi deneceğini savunmuşlardır.
Sahabe hakkında hadisler.
İnanca göre insanların en hayırlıları sahabeler, sonra tabiin ve sonra diğerleri gelir.
Sahabenin üstünlükleriyle ilgili hadislerden bazıları;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7006",
"len_data": 2001,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.65
}
|
2008 (MMVIII) salı günü başlayan yıl. 21. yüzyılın ve 3. milenyumun 8. yılı.
2008; Uluslararası Dil Yılı, Uluslararası Dünya Yılı, Uluslararası Sanitasyon Yılı ve Uluslararası Patates Yılı ilan edilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7007",
"len_data": 205,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.54
}
|
Yukarı Volta ya da resmi adıyla Yukarı Volta Cumhuriyeti, Afrika kıtasının batısında bulunan, Fransa sömürgesinden 1958 yılında özerkliğini, 5 Ağustos 1960 tarihinde de bağımsızlığını kazanan devlet.
1960 yılında bu isim ile bağımsızlığını kazanan ülke, o dönem ismini Volta Nehri'nden almıştır. Volta nehrinin üç fark kolu olan Siyah Volta, Beyaz Volta ve Kırmızı Volta'dan da esinlenerek bayrağını oluşturmuştur. 4 Ağustos 1984 tarihinde Thomas Sankara başkanlığı döneminde ülke ismini "Onurlu insanların ülkesi" anlamına gelen Burkina Faso olarak değiştirmiş, aynı zamanda bayrağın yerini de günümüzde de kullanılan Burkina Faso bayrağı almıştır. Ülke varlığına günümüzde de Burkina Faso isim ile devam etmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7013",
"len_data": 717,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.54
}
|
POP3 (Post Office Protocol 3 - Postane Protokolü 3), OSI referans modelinin uygulama katmanında çalışan bir E-posta iletişim protokolüdür. Bu protokol yerel E-posta alıcıları tarafından uzak sunucudan E-postaları indirmek için kullanılır ve bu işlem TCP 110 numaralı port üzerinden gerçekleştirilir. POP ve IMAP (Internet Message Access Protocol - İnternet İleti Erişim Protokolü) günümüzde en çok kullanılan iki e-posta protokolüdür. Tüm güncel e-posta alıcıları ve sunucuları iki protokolü de destekler. POP birkaç versiyon olarak geliştirilmiştir ve şu anda standart olarak kullanılanı 3. versiyonudur. Bu yüzden POP3 adı kullanılır.
E-posta gönderilirken SMTP protokolü kullanılır. Söz konusu e-posta, e-posta sunucuları arasında aktarılırken de SMTP kullanılır. Ta ki alıcı e-postayı okumak istediğinde bilgisayarına indirmek için arka planda POP3 kullanılır. Yani, POP3 yalnızca e-postayı almak için ve son kullanıcılar tarafından kullanılır.
Genel bakış.
POP, posta kutularına erişimde basit indirme ve silme gereksinimlerini karşılar. Birçok POP alıcısının, postaları indirdikten sonra bu postaları sunucuda bırakma seçeneği olmasına rağmen genelde POP kullanan e-posta alıcıları şu işlemleri gerçekleştirir: sunucuya bağlanır, tüm mesajları alır, bu mesajları kullanıcının bilgisayarında yeni mesaj olarak saklar ve sunucudan siler ardından da bağlantıyı keser. Diğer protokoller, özellikle IMAP, daha fazla ve karmaşık işlemleri gerçekleştirebilir. Birçok e-posta alıcısı POP'u desteklediği gibi mesajları almak için IMAP'i de destekler.
Bir POP3 sunucusu TCP 110 numaralı portu dinler ve kullanır. POP3 için şifreli iletişimlerde protokol bağlantısı kabul edildikten sonra, eğer destekleniyorsa STLS komutu veya POP3S kullanılır. Bu durumda sunucuya TLS (Transport Layer Security - Taşıma Katmanı Güvenliği) veya SSL (Secure Sockets Layer - Güvenli Soket Katmanı) kullanılarak TCP'nin 995. portu üzerinden bağlanılır (ör: Google Gmail).
Geçmiş.
POP (POP1) RFC 918, POP2 ise RFC 937 olarak tanımlanmıştır. POP3'ün ilk tanımlaması ise RFC 1081'de yapılmıştır. Şu anki geçerli tanımlama ise RFC 1939'dur. Eklenti mekanizmaları ile güncelleştirmeleri RFC 2449 tarafından ve giriş işlemleri (kullanıcı adı - parola) doğrulama mekanizması da RFC 1734 tarafından tanımlanmıştır.
POP2 varsayılan olarak 109 numaralı portu kullanır.
Orijinal POP3 tanımlaması sadece şifrelenmemiş Kullanıcı/Parola oturum açma mekanizmasını veya Berkeley .rhosts erişim kontrolünü kullanır. POP3 şimdiki haliyle birkaç doğrulama metodunu destekler. Bu metotlar ile çeşitli seviyelerde koruma sağlanarak bir kullanıcının postalarına yasadışı erişim engellenir. POP3 alıcıları AUTH eklentisiyle SASL doğrulama metodunu destekler.
POP4 için bazı adımlar atılmış olsa da 2003'ten beri herhangi bir gelişme gözlemlenmemiştir.
IMAP ile karşılaştırma
Postaları sunucuda bırakan alıcılar genellikle mesajın, eşsiz tanımlayıcı tarafından tespit edilen, geçerli mesaj numarası eşleştirmesini almak için UIDL komutunu kullanır. Eşsiz tanımlayıcı, isteğe bağlıdır ve eğer posta kutusu özdeş mesajlar içeriyorsa tekrarlanabilir. Bunun aksine IMAP 32-bit eşsiz tanımlayıcı (UID) kullanır ve bunlar mesajın alınış sırasına göre artan bir şekilde (ardışık olmasına gerek yoktur) mesajlara atanır. Yeni mesaj alındığında bir IMAP alıcısı, bir önceki seferde alınan mesajların en yüksek UID'sinden daha büyük olan yeni UID'ler için istekte bulunur. Halbuki bir POP alıcısı tüm UIDL haritasını almalıdır, bu da büyük posta kutuları için gerçekten önemli bir işlem yoğunluğu oluşturur.
Posta eklentileri ve ASCII olmayan metin postaları için standart olarak MIME kullanılır. Buna rağmen ne POP3 ne de SMTP, MIME formatlı e-postaya gerek duymaz. Aslında tüm e-postalar MIME formatlı gelirler, bu yüzden POP alıcıları MIME tipini anlamalı ve kullanmalıdırlar.
POP3 İstemcileri.
POP3 istemcileri, e-posta mesajlarınızı almanız ve yönetmeniz için tasarlanmış programlardır.
Örnek: Gmail ve Outlook için POP3 ayarları.
1- İlk olarak Gmail hesabınızdaki Ayarlar kısmında POP'u etkinleştirmeniz ve 'Ayarları Kaydet' e tıklamanız gerekli.
2- POP3 istemcisi olarak Mozilla Thunderbird, Opera, Eudora, KMail kullanabilirsiniz.
3- Girilmesi gereken değerler (bazı değerler otomatik tanımlanmış olabilir):
Outlook programı üzerinden POP3 kurulumu:
Örnek: POP3 Oturum Örneği.
S: Sunucu
C: İstemci
C: telnet mail.example.com 110
S: +OK POP3 server ready
C: USER kullanici_adi (Kullanıcı kimliği doğrulama)
S: +OK
C: PASS sifre
S: +OK
C: STAT (Posta kutusu bilgilerini alma)
S: +OK 3 1024(posta kutusunda 3 adet e-posta ve toplamda 1024 byte veri olduğunu göstermektedir.)
C: RETR 1 (E-posta numarasını seçme)
S: +OK 1024 octets
S: <e-posta verileri>
S: . (1 numaralı e-postanın alınacağı belirtilmektedir. <e-posta verileri> alanı, seçilen e-postanın içeriğini içerir.)
C: DELE 1 (E-postayı silme)
S: +OK message deleted (1 numaralı e-posta silineceğini belirtmektedir.)
C: QUIT(Oturumun kapatılması)
S: +OK POP3 server signing off (POP3 oturumunun sonlandırıldığı belirtilmektedir.)
POP3 kurulum bilgileri.
Bilgiler, gelen posta ve giden posta bilgileri olarak iki farklı şekilde yer alır.
Gelen e-posta (incoming mail)
Giden e-posta (outgoing mail)
POP3 ve IMAP Karşılaştırması.
POP3 ve IMAP, gelen e-postalarınızı bilgisayarınıza ya da diğer cihazlarınıza indirmenizi sağlayan iletişim protokolleridir. Fakat bu iki yapının da fonksiyonel olarak birbirinden farkları var.
Postaları sunucuda bırakan alıcılar genellikle mesajın, eşsiz tanımlayıcı tarafından tespit edilen, geçerli mesaj numarası eşleştirmesini almak için UIDL komutunu kullanır. Eşsiz tanımlayıcı, isteğe bağlıdır ve eğer posta kutusu özdeş mesajlar içeriyorsa tekrarlanabilir. Bunun aksine IMAP 32-bit eşsiz tanımlayıcı (UID) kullanır ve bunlar mesajın alınış sırasına göre artan bir şekilde (ardışık olmasına gerek yoktur) mesajlara atanır. Yeni mesaj alındığında bir IMAP alıcısı, bir önceki seferde alınan mesajların en yüksek UID'sinden daha büyük olan yeni UID'ler için istekte bulunur. Halbuki bir POP alıcısı tüm UIDL haritasını almalıdır, bu da büyük posta kutuları için gerçekten önemli bir işlem yoğunluğu oluşturur.
Posta eklentileri ve ASCII olmayan metin postaları için standart olarak MIME kullanılır. Buna rağmen ne POP3 ne de SMTP, MIME formatlı e-postaya gerek duymaz. Aslında tüm e-postalar MIME formatlı gelirler, bu yüzden POP alıcıları MIME tipini anlamalı ve kullanmalıdırlar.
POP3 Güvenliği.
POP3 protokolünün güvenilirliği konusunda, kullanıcının e-posta mesajlarını sunucudan indirdiği sırada güvenliğin sağlanması önemlidir. Bu nedenle, POP3 protokolü, güvenli olmayan bir protokol olarak kabul edilir. POP3, kullanıcı adı ve parola dahil olmak üzere kullanıcının kimlik bilgilerini şifrelemeden sunucuya gönderir. Bu, bir saldırganın kullanıcının kimlik bilgilerini ele geçirmesine olanak tanır.
POP3 kullanıcılarının güvenliğini artırmak için, POP3 protokolünün SSL (Secure Sockets Layer) veya TLS (Transport Layer Security) gibi güvenli bir protokolle kullanılması gereklidir. SSL veya TLS, POP3 sunucusu ve kullanıcının bilgisayarı arasında şifreli bir bağlantı kurarak kullanıcının kimlik bilgilerinin güvenliğini sağlar. Bu, POP3 kullanıcılarının e-postalarının güvenli bir şekilde indirilmesini sağlar.
POP3 protokolünün güvenilirliği, POP3 sunucusu tarafından da etkilenir. POP3 sunucuları, kullanıcının e-posta mesajlarını depoladığı ve kullanıcının e-postalarını sunucuda sakladığı yerlerdir. Bu nedenle, POP3 sunucularının güvenliği, kullanıcının e-posta mesajlarının güvenliğini etkiler. POP3 sunucuları, düzenli olarak güvenlik açıklarına karşı taranmalı ve güncellemeler yüklenmelidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7029",
"len_data": 7657,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.73
}
|
Hattat, Arapçada güzel yazı yazan anlamına gelen, eğri kesilmiş kalem ile "Arap, Fars, Osmanlı veya Türk harflerini kullanarak" yazı yazan, hat sanatı ile uğraşan sanatçılara verilen isimdir.
Bu sanatçılar oldukça meşakkatli ve sabır gerektiren bir eğitimden geçmekteydiler. Hattatlar elleri ve parmakları güçlensin diye okçuluk da yapmaktaydılar. Pek çok ünlü hattat aynı zamanda usta birer okçu idi, hatta çoğu zaman iki müessese birlikte çalışırdı.
Eğri kesilmiş kalemin bulunuşu.
Son Abbasi Halifesi Müstasım Billâh'ın kölesi olduğu söylenen Yâkût-ı Müstasımî (? - 1299)'ye gelinceye kadar kalemin ağzı düz kesilirdi. Yâkut eğri keserek tahrîf-i kalemi icat etti. Bu basit görünen buluşu ile yazı sanatını ileri bir aşamaya geçirip yazının yeni dünyasını bulmayı başardı.
Dış bağlantılar.
Hat Sanatı Örnekleri
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7030",
"len_data": 813,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.45
}
|
SMTP (Türkçe: Basit Posta Aktarım Protokolü), e-posta göndermek için sunucu ile istemci arasındaki iletişimi belirleyen protokoldür. Farklı işletim sistemleri için geliştirilmiş çeşitli e-posta protokolleri mevcuttur. Bu protokollerin SMTP'ye bir geçit yolu (gateway) bulunur. SMTP, Aktarım Temsilcisi (Mail Transfer Agent, MTA) ve Kullanıcı Temsilcisi (Mail User Agent, MUA) yazılımları arasındaki iletişimi sağlar. TCP'nin üst katmanında çalışır.
Sadece e-posta göndermek için kullanılan bu protokolde, istemci bilgisayar basitçe SMTP sunucusuna bağlanarak gerekli kimlik bilgilerini iletir. Sunucunun onay vermesi durumunda, e-posta sunucuya iletilir ve bağlantı sonlandırılır.
E-posta almak için POP3 ya da IMAP protokolleri kullanılır.
Ücretsiz hizmet veren büyük e-posta sağlayıcıları, SMTP ve diğer e-posta gönderim ve kontrol protokollerini desteklemeye başlamıştır.
Outlook, Eudora, Gmail, Mozilla Thunderbird, Evolution gibi e-posta istemcileri, e-postalarınızı gönderilmek üzere sunucunuza iletirken SMTP hizmetini kullanır.
25, 465 ve 587 numaralı portlar SMTP sunucuları için ayrılmıştır. Türkiye'deki internet servis sağlayıcıları 25. portu kapattığı için 465. veya 587. port üzerinden bu hizmet sunulmaktadır.
587 numaralı port, SMTP için önerilen port olup, e-posta istemcileri ile sunucuları arasında güvenli iletişim sağlamak amacıyla kullanılır. Genellikle TLS (Transport Layer Security) ile birlikte çalışarak, veri iletimi sırasında şifreleme ve güvenlik sağlar. Bu nedenle, e-posta göndermek için en uygun ve modern seçenek olarak kabul edilir ve tercih edilir.
Genel Tarihçe.
Birebir elektronik mesajın çeşitli şekilleri 1960'larda kullanılmıştır. İnsanlar belirli ana bilgisayarlar için birbirleriyle gelişmiş başka sistemleri kullanarak iletişim kurdular. Daha az bilgisayar, özellikle ABD hükûmetindeki ARPANET’te, birbirlerine e-posta gönderebilmek için bağlandı. Standartlar farklı sistemlerin kullanıcılarının birbirlerine e-posta göndermelerine izin verecek şekilde geliştirildi. SMTP, 1970'ler boyunca bu standartlara göre büyüdü. SMTP'nin 1971'de açıklanan iki uygulamanın kökünü takip ettiği söylenebilir: Posta kutusu protokolünün uygulanması tartışmalı olmuştur ama RFC 196 ve diğer RFC’lerde ve SNDMSG programında tartışılmıştır. RFC 2.235 göre, BBN Ray Tomlinson ARPANET üzerinden posta iletileri göndermek için Tenex bilgisayarlar icat etti. 1973’ten beri diğer uygulamalar FTP e-posta ve e-posta protokolünün her ikisini de içerir. ARPANET 1980 yıllarında modern internete dönüştürülene kadar, geliştiriciler 1970'li yıllar boyunca çalışmalarına devam ettiler. Sonra Jon Postel 1920 yılında FTP'de posta bağımlılığını kaldırmak için e-posta transfer protokolünü öngördü. SMTP Kasım 1981'de Postel tarafından RFC 788 olarak yayınlandı.
SMTP standartlarında USENET gibi benzer birçok iletişim ağı geliştirildi.
SMTP, geniş ölçüde 1980'li yılların başlarında kullanılmaya başlandı. O dönemde, ara sıra bağlanan makineler arasındaki e-posta transferlerini yönetmek için daha uygun olan Unix to Unix Copy Program'ın (UUCP) bir tamamlayıcısıydı. SMTP, diğer taraftan, gönderme ve alma makinelerinin ağa bağlı olduğu her zaman en iyi şekilde çalışır. Her iki sistem de bir saklama ve iletme mekanizması kullanır ve push teknolojisi örnekleridir. Usenet'in haber grupları sunucular arasında hâlâ UUCP ile yayılıyor olsa da, bir posta taşıyıcısı olarak UUCP, mesaj yönlendirme başlıkları olarak kullandığı "patlama yolları" ile birlikte neredeyse ortadan kalktı.
İlk SMTP tarihi ve kaynağı hakkında bilgi RFC 123 den önce yeniden göndermeyle alakalı makale teknik altyapı içerir. Sendmail, RFC 788 den hemen sonra 4.1 cBSD ile birlikte yayınlanan SMTP'yi uygulamak için e-posta transfer maddelerinin ilklerinden birisi oldu. BSD Unix zaman içinde internet üzerindeki en popüler işletim sistemi olduğu gibi, Sendmail en yaygın MTA (Mail Transport Agent) oldu. Bazı diğer popüler SMTP sunucu programları Posfix, Gmail, Novell GroupWise, Exim, Novell NetMail, Microsoft Exchange Server, Sun Java System Messaging sunucuları içerir.
Detaylı Tarihçe.
SMTP Öncüleri.
Tek kişilik elektronik mesajlaşma biçimleri 1960'larda kullanılmaya başlandı. Kullanıcılar, belirli büyük bilgisayarlar için geliştirilmiş sistemleri kullanarak iletişim kuruyordu. Özellikle ABD Hükümeti'nin ARPANET'inde daha fazla bilgisayar birbirine bağlandıkça, farklı işletim sistemleri arasında mesaj alışverişi yapmak için standartlar geliştirildi. SMTP, 1970'lerde geliştirilen bu standartların bir sonucuydu. ARPANET'teki posta kökleri 1971'e kadar uzanır: Uygulanmayan ancak RFC 196 'da tartışılan Posta Kutusu Protokolü ve aynı yıl BBN'den Ray Tomlinson'ın iki bilgisayar arasında mesaj göndermek için uyarladığı programı. Bir Posta Protokolü için daha fazla öneri, Haziran 1973'te RFC 524'te yapılmıştır, ancak uygulanmamıştır. ARPANET'te "ağ postası" için Dosya Aktarım Protokolü (FTP) kullanımı, Mart 1973'te RFC 469'da önerilmiştir. RFC 561, RFC 680, RFC 724 ve son olarak Kasım 1977'de RFC 733 ile FTP posta sunucuları kullanarak "elektronik posta" için standart bir çerçeve geliştirildi.
İlkel SMTP.
1980 yılında Jon Postel ve Suzanne Sluizer, e-posta için FTP kullanımının yerine geçecek olan Posta Aktarım Protokolü'nü öneren RFC 772 'yi yayınladılar. Mayıs 1981'deki RFC 780 , FTP'ye yapılan tüm atıfları kaldırdı ve TCP ve UDP için 57 numaralı port tahsis edildi (bu tahsis tarafından o zamandan beri kaldırılmıştır). Kasım 1981'de Postel, "Basit Posta Aktarım Protokolü" olan RFC 788 'i yayınladı.
SMTP standardı Usenet ile aynı zamanda geliştirildi ve bazı benzerlikleri olan birçok kişiye iletişim ağıydı.
SMTP, erken 1980'lerde yaygın olarak kullanılmaya başladı. O zamanlar, aralıklı olarak bağlı olan makineler arasında e-posta transferlerini işlemek için daha uygun olan Unix to Unix Kopya Programı (UUCP) ile tamamlanmıştı. Öte yandan, SMTP gönderen ve alıcı makinelerin her zaman ağa bağlı olduğunda en iyi şekilde çalışır. Her ikisi de depolama ve ileri mekanizması kullanan ve itme teknolojisi örnekleridir. Usenet'in haber grupları hala sunucular arasında UUCP ile yayıldıysa da, mesaj yönlendirme başlıkları olarak kullandığı "bang paths" ile birlikte UUCP bir posta taşıma yöntemi olarak neredeyse yok oldu.
1983'te, 4.1cBSD ile yayınlanan Sendmail, SMTP'yi uygulayan ilk posta aktarım ajanlarından biriydi. Zaman içinde, BSD Unix İnternet'teki en popüler işletim sistemi haline geldiğinde, Sendmail en yaygın MTA (posta aktarım ajanı) haline geldi.
Orijinal SMTP protokolü, yalnızca doğrulanmamış, şifrelenmemiş 7-bit ASCII metin iletişimlerini destekliyordu. Bu, basit bir ara kişi saldırısına, sahte kimlik oluşturma ve istenmeyen posta (spam) gönderimine karşı hassastı ve herhangi bir ikili verinin aktarım öncesi okunabilir metne kodlanmasını gerektiriyordu. Uygun bir kimlik doğrulama mekanizması olmadığı için, tasarım gereği her SMTP sunucusu açık bir posta rölesi olarak kabul ediliyordu. Internet Mail Consortium (IMC), 1998 yılında mail sunucularının %55'inin açık röle olduğunu bildirdi; ancak 2002'de bu oran %1'in altına düştü. Spam endişeleri nedeniyle, çoğu e-posta sağlayıcısı açık röleleri engelledi ve orijinal SMTP, genel kullanım için İnternet'te neredeyse kullanılamaz hale geldi.
Modern SMTP.
Kasım 1995'te RFC 1869 , tüm mevcut ve gelecekteki uzantıların eksik özellikleri eklemeyi amaçladığı genel bir yapıyı belirleyen Genişletilmiş Basit Posta Aktarım Protokolünü (ESMTP) tanımladı. ESMTP, ESMTP istemcilerinin ve sunucularının tanımlanabileceği tutarlı ve yönetilebilir yöntemler belirler ve sunucular desteklenen uzantıları gösterir.
Mesaj gönderimi (RFC 2476 ) ve SMTP-AUTH (RFC 2554 ), e-posta teslimatındaki yeni eğilimleri açıklayan 1998 ve 1999 yıllarında tanıtıldı. Öncelikle SMTP sunucuları, bir kuruluşun dışından gelen postayı alıp kuruluş için iletilerini iletmek üzere kuruluş içindeydi. Ancak zamanla, SMTP sunucuları (posta transfer ajanları), uygulamada, bazıları kuruluşun dışından posta ileten Posta kullanıcı ajanları için mesaj gönderim ajanları haline geldiler. (Örneğin, bir şirket yöneticisi, kurumsal SMTP sunucusunu kullanarak seyahatteyken e-posta göndermek istiyor.) Bu sorun, Dünya Çapında Ağ'ın hızlı genişlemesi ve popülerliği sonucu, kötüye kullanımı önlemek için özel kurallar ve yöntemler içeren SMTP'ye dahil edilmesi gerekiyordu, örneğin istenmeyen e-posta (spam) iletmenin önlenmesi için kullanıcıların doğrulanması. Mesaj gönderimi (RFC 2476) üzerindeki çalışmalar, popüler posta sunucularının sık sık postayı düzeltmek için yeniden yazması nedeniyle başlatıldı, örneğin, tanımlanmamış bir adrese bir etki alanı adı eklemek. Bu davranış, ilk gönderim olan mesaj düzeltme için faydalıdır, ancak başka bir yerden kaynaklanan ve iletilen mesajlarda tehlikeli ve zararlıdır. Mesajı gönderim ve iletim olarak temiz bir şekilde ayırmak, gönderimleri yeniden yazmanın ve iletimleri yeniden yazmayı yasaklamanın bir yolu olarak görüldü. Spam daha yaygın hale geldikçe, bir kuruluştan gönderilen postalar için yetkilendirme sağlamak ve izlenebilirlik sağlamak için bir yol olarak da görülmüştür. İleti ve gönderim arasındaki bu ayrım, modern e-posta güvenliği uygulamalarının temelini oluşturdu.
Bu protokol başlangıçta sadece ASCII metin tabanlı olduğu için, ikili dosyalar veya birçok yabancı dildeki karakterlerle iyi başa çıkamadı. Multipurpose Internet Mail Extensions (MIME) gibi standartlar, ikili dosyaların SMTP aracılığıyla aktarılması için kodlama yöntemleri geliştirildi. Sendmail'den sonra geliştirilen posta aktarım ajanları (MTA) genellikle 8 bit temiz olarak uygulandı, böylece SMTP aracılığıyla herhangi bir 8 bit ASCII benzeri karakter kodlamasında herhangi bir metin verisi göndermek için "sadece sekiz gönder" stratejisi kullanılabilirdi. Mojibake, farklı karakter kümesi eşleştirmeleri nedeniyle hala bir sorundu, ancak e-posta adresleri yalnızca ASCII'yi desteklediği için bu sorun sadece gövde metniyle ilgilendi. Bugün 8-bit temiz MTA'lar genellikle 8BITMIME uzantısını desteklerler, bu da bazı ikili dosyaların düz metin gibi neredeyse kolayca iletilmesine izin verir (satır uzunluğu ve izin verilen oktet değerlerine yönelik sınırlamalar hala geçerlidir, bu nedenle çoğu metin olmayan veri ve bazı metin biçimleri için MIME kodlaması gereklidir). 2012'de codice_1 uzantısı oluşturuldu, UTF-8 metni desteklemek için, Kiril veya Çince gibi Latin olmayan yazıtlar içeren uluslararası içerik ve adreslere izin vererek. Jon Postel, Eric Allman, Dave Crocker, Ned Freed, Randall Gellens, John Klensin ve Keith Moore gibi birçok kişi, temel SMTP özelliklerine katkıda bulunmuştur.
Mail İşleme Modeli.
Mavi oklar, SMTP varyasyonlarının uygulanmasını gösterir. E-posta, bir posta istemcisi (posta kullanıcı arayüzü, MUA) tarafından TCP bağlantı noktası 587'de SMTP kullanarak bir posta sunucusuna (posta gönderim ajanı, MSA) gönderilir. Çoğu posta kutusu sağlayıcısı, hala geleneksel bağlantı noktası 25 üzerinden gönderim yapmaya izin vermektedir. MSA, postayı posta transfer ajanına (posta transfer ajanı, MTA) teslim eder. Çoğu durumda, bu iki ajan aynı makinede, farklı seçeneklerle başlatılan aynı yazılım örnekleridir. Yerel işlem, tek bir makine üzerinde veya birden fazla makine arasında bölünebilir. Bir makinedeki posta ajanı işlemleri dosyaları paylaşabilir, ancak işlem birden fazla makine üzerinde yapılıyorsa, makineler birbirleriyle SMTP kullanarak mesajları aktarır; her makine, bir sonraki makineyi akıllı ana bilgisayar olarak kullanacak şekilde yapılandırılmıştır. Her işlem kendi MTA'sında (kendi SMTP sunucusunda) gerçekleştirilir.
Sınır MTA, alıcının alan adı (e-posta adresinin sağ tarafındaki bölüm) için MX (posta değiştirici) kaydını DNS üzerinden arar. MX kaydı, hedef MTA'nın adını içerir. Gönderen MTA, hedef ana makineye ve diğer faktörlere bağlı olarak bir alıcı sunucusu seçer ve posta değişimini tamamlamak için ona bağlanır.
Mesaj transferi iki MTA arasında tek bir bağlantıda veya ara sistemler arasında bir dizi atlayışta gerçekleşebilir. Bir alıcı SMTP sunucusu, nihai hedef olabilir, bir ara "röle" (yani mesajı saklar ve iletir) veya bir "geçit" (yani mesajı SMTP'den farklı bir protokol kullanarak iletir) olabilir. RFC 5321 bölüm 2.1'e göre, her atlayış bir mesaj için sorumlulukların resmi bir devri olup, alıcı sunucu mesajı teslim etmelidir veya bunu yapamamanın başarısızlığını doğru bir şekilde bildirmelidir.
Son aşama, gelen iletinin kabul edildiği son sunucudur ve yerel dağıtım için bir posta teslim ajanına (MDA) aktarılır. MDA, ilgili posta kutusu formatında mesajları kaydeder. Gönderme işlemi gibi, bu alım işlemi de bir veya birden fazla bilgisayar kullanılarak yapılabilir; ancak yukarıdaki diyagramda MDA, posta değiştirici kutusuna yakın bir kutu olarak tasvir edilmiştir. MDA, mesajları doğrudan depolamaya teslim edebilir veya bu amaçla SMTP veya Local Mail Transfer Protocol (LMTP) gibi başka bir protokol üzerinden ağda iletebilir.
Yerel posta sunucusuna teslim edildikten sonra, posta yetkilendirilmiş posta istemcileri (MUAs) tarafından toplu olarak alınmak üzere depolanır. Posta, Internet Mesaj Erişim Protokolü (IMAP) veya geleneksel mbox posta dosyası formatını kullanan Posta Ofisi Protokolü (POP) gibi protokoller kullanılarak, Microsoft Exchange / Outlook veya Lotus Notes / Domino gibi özel sistemler veya web tabanlı posta istemcileri tarafından alınabilir. Ancak alım protokolü genellikle resmi bir standart değildir.
SMTP, mesaj içeriğini değil mesaj taşımacılığını tanımlar. Bu nedenle, posta zarfını ve zarf gönderen gibi parametrelerini tanımlar, ancak başlık (iz bilgisi hariç) veya mesajın gövdesini tanımlamaz. STD 10 ve RFC 5321 , SMTP'yi (zarfı) tanımlarken, STD 11 ve RFC 5322 , mesajı (başlık ve gövde) tanımlar ve resmen İnternet Mesaj Formatı olarak adlandırılır.
Protokole Genel Bakış.
SMTP (Simple Mail Transfer Protocol) bir bağlantı odaklı, metin tabanlı bir protokoldür. Bir posta göndericisi, güvenilir bir sıralı veri akışı kanalı üzerinden genellikle Transmission Control Protocol (TCP) bağlantısı kullanarak gerekli verileri sağlayarak komut dizileri vererek bir posta alıcısıyla iletişim kurar. Bir SMTP oturumu, bir SMTP istemcisinden (başlatıcı ajan, gönderen veya verici) kaynaklanan komutlardan ve SMTP sunucusundan (dinleyen ajan veya alıcı) karşılık gelen yanıtlardan oluşur, böylece oturum açılır ve oturum parametreleri değiştirilir. Bir oturumda sıfır veya daha fazla SMTP işlemi olabilir. Bir SMTP işlemi, üç komut/yankı dizisinden oluşur:
DATA'nın ara yanıtı dışında, her sunucu yanıtı olumlu (2xx yanıt kodları) veya olumsuz olabilir. Olumsuz yanıtlar, kalıcı (5xx kodları) veya geçici (4xx kodları) olabilir. Bir reddetme, kalıcı bir hatadır ve istemci, bu hatayı aldığı sunucuya bir geri dönüş mesajı göndermelidir. Bir düşürme, teslimat yerine olumlu bir yanıtın ardından mesajın reddedilmesini takip eder.
Başlatan ana bilgisayar (SMTP istemcisi) ya bir son kullanıcının e-posta istemcisi olarak işlev gören bir posta kullanıcı ajanı (MUA) ya da postayı aktarmak için bir SMTP sunucusu olarak hareket eden bir posta transfer ajanı (MTA) olan bir röle sunucusudur. Tam yetenekli SMTP sunucuları, geçici hatalar nedeniyle mesaj iletimlerinin yeniden deneme kuyruklarını tutarlar.
Bir MUA, yapılandırmasından çıkan postayı SMTP sunucusuna iletebilir. Bir geçiş sunucusu genellikle her alıcının etki alanı adı için MX (Mail eXchange) DNS kaynak kaydını arayarak hangi sunucuya bağlanılacağını belirler. Eğer MX kaydı bulunamazsa, uyumlu bir geçiş sunucusu (hepsi değil) bunun yerine A kaydını arar. Geçiş sunucuları ayrıca, akıllı ana bilgisayar kullanacak şekilde yapılandırılabilir. Bir geçiş sunucusu, SMTP için "iyi bilinen bağlantı noktası" olan 25 numaralı bağlantı noktası veya MSA'ya bağlanmak için 587 numaralı bağlantı noktası üzerinden sunucuya bir TCP bağlantısı başlatır. MTA ve MSA arasındaki temel fark, MSA'ya bağlanmanın SMTP Kimlik Doğrulaması gerektirmesidir.
SMTP vs Mail Alma Karşılaştırması.
SMTP, sadece bir teslimat protokolüdür. Normal kullanımda, posta geldiği anda hedef posta sunucusuna (veya sonraki adım posta sunucusuna) "itilir". Posta, adreslendiği bireysel kullanıcılara değil, hedef sunucuya göre yönlendirilir. Diğer protokoller, örneğin Posta Ofisi Protokolü (POP) ve İnternet Mesaj Erişim Protokolü (IMAP), özel olarak bireysel kullanıcıların mesajları almasına ve posta kutularını yönetmesine olanak tanımak için tasarlanmıştır.
Aralıklı olarak bağlanan bir posta sunucusunun, isteğe bağlı olarak uzak bir sunucudan mesajları almasına izin vermek için SMTP'nin bir özelliği, uzaktaki bir sunucuda posta kuyruğu işleme başlatmaktır (aşağıda "Uzak Mesaj Kuyruğu Başlatma" bölümünde açıklanacaktır). POP ve IMAP, aralıklı olarak bağlanan makineler tarafından posta iletme için uygun olmayan protokollerdir; çünkü posta iletme işleminin doğru şekilde çalışabilmesi için kritik bilgilerin (posta zarfı) kaldırıldığı son teslimattan sonra çalışacak şekilde tasarlanmışlardır.
Uzaktan Mesaj Sırası Başlatma (Remote Message Queue Starting).
"Remote Message Queue Starting", Türkçeye "Uzaktan Mesaj Kuyruğu Başlatma" olarak çevrilebilir. Bu özellik, bir uzak ana bilgisayarın, ilgili bir komut göndererek sunucudaki posta kuyruğunun işlenmesini başlatmasına ve kendisine yönlendirilen iletileri almasına olanak tanır. Orijinal codice_2 komutu güvenli olmadığı için RFC 1985 ile codice_3 komutuyla genişletilmiştir. codice_3 komutu, Alan Adı Sistemi bilgilerine dayalı bir kimlik doğrulama yöntemi kullanarak daha güvenli bir şekilde çalışır.
Giden E-posta SMTP Sunucusu.
Bir e-posta istemcisi, yapılandırmasının bir parçası olarak (genellikle bir DNS adı olarak verilir), başlangıç SMTP sunucusunun IP adresini bilmelidir. Bu sunucu, kullanıcının adına giden mesajları iletecektir.
Giden Posta Sunucusu Erişim Kısıtlamaları.
Sunucu yöneticileri, hangi istemcilerin sunucuyu kullanabileceği konusunda bir kontrol uygulamak zorundadır. Bu, örneğin spam gibi kötüye kullanımla başa çıkmalarını sağlar. İki çözüm yaygın olarak kullanılmaktadır:
Konumla Erişimi Kısıtlama.
Bu sistem altında, bir İnternet Servis Sağlayıcısı (ISP) SMTP sunucusu, ISP'nin ağı dışında olan kullanıcılara erişime izin vermez. Daha doğrusu, sunucu yalnızca ISP tarafından sağlanan bir IP adresine sahip kullanıcılara erişim izni verir, bu da kullanıcının aynı ISP üzerinden internete bağlanmasını gerektirir. Bir mobil kullanıcı genellikle normal ISP'sinin ağından farklı bir ağda olabilir ve yapılandırılmış SMTP sunucusu seçimi artık erişilebilir olmadığı için e-posta gönderme işlemi başarısız olabilir.
Bu sistemde birkaç varyasyon bulunmaktadır. Örneğin, bir kuruluşun SMTP sunucusu, yalnızca organizasyonun kendi ağındaki kullanıcılara hizmet verebilir ve bu durum, kullanıcıların internete açık ağlara erişimini engelleyen bir güvenlik duvarı kullanılarak zorunlu hale getirilebilir. Veya sunucu, istemcinin IP adresine göre bir aralık kontrolü yapabilir. Bu yöntemler genellikle yalnızca organizasyon içinde dışa doğru e-posta gönderen şirketler ve üniversiteler gibi kurumlar tarafından kullanılır. Ancak, günümüzde çoğu kurum, aşağıda açıklandığı gibi, istemci kimlik doğrulama yöntemlerine başvuruyor.
Bir kullanıcının mobil olduğu ve internete bağlanmak için farklı İnternet Servis Sağlayıcıları kullanabileceği durumlarda, bu tür kullanım kısıtlamaları yorucu olabilir ve yapılandırılmış çıkış e-postası SMTP sunucusunun adresini değiştirmek pratik değildir. Değişmeyen bir e-posta istemci yapılandırması kullanmak, oldukça arzu edilen bir durumdur.
İstemci Doğrulama.
Modern SMTP sunucuları, genellikle önceden açıklanan konum tabanlı erişim kısıtlamaları yerine, istemcilerin kimlik bilgileriyle kimlik doğrulaması yapmasını gerektirir. Bu daha esnek bir sistemdir ve mobil kullanıcılara dostça bir yaklaşım sunar, böylece onlara yapılandırılmış çıkış SMTP sunucusu seçiminde sabit bir seçenek sağlar. SMTP kimlik doğrulaması, genellikle SMTP AUTH olarak kısaltılır ve bir kimlik doğrulama mekanizması kullanarak giriş yapmak için SMTP'nin bir uzantısıdır.
Portlar.
Posta sunucuları arasındaki iletişim genellikle SMTP için ayrılmış standart TCP portu 25 kullanılarak yapılır.
Ancak posta istemcileri genellikle bunu kullanmaz, bunun yerine özel "gönderim" portları kullanılır. Posta hizmetleri genellikle müşterilerden gelen e-posta gönderimini aşağıdaki bağlantı noktalarından birinde kabul eder:
587 (Gönderim), RFC 6409 'da (daha önce RFC 2476 'da) belirtildiği gibi 465 Bu port, RFC 2487 'den sonra kaldırılmıştır, ancak RFC 8314' ün çıkmasına kadar sorunlu kalmıştır. Port 2525 ve diğerleri bazı bireysel sağlayıcılar tarafından kullanılabilir, ancak resmi olarak desteklenmemiştir.
Birçok İnternet servis sağlayıcısı artık müşterilerinden giden tüm 25 numaralı bağlantı noktası trafiğini engellemektedir. Bunun başlıca nedeni spam önleme tedbiri olmakla birlikte, açık bırakmanın yüksek maliyeti nedeniyle belki de yalnızca açık olan az sayıdaki müşterilerinden daha fazla ücret talep ederek tedavi etmektedir.
SMTP Aktarım Örneği.
SMTP aracılığıyla aynı posta alanına (example.com) bağlı iki posta kutusuna (alice ve theboss) mesaj gönderme örneği, aşağıdaki oturum değişimiyle yeniden üretilmiştir. (Bu örnekte, konuşma parçaları sunucu ve istemci için sırasıyla S: ve C: ile ön eklenmiştir; bu etiketler değişimin bir parçası değildir.)
Mesaj gönderen (SMTP istemcisi), mesaj alıcısına (SMTP sunucusu) güvenilir bir iletişim kanalı oluşturduktan sonra, oturumu genellikle FQDN (tam nitelikli etki alanı adı) içeren bir karşılama ile açar. Bu örnekte, karşılama komutunda smtp.example.com kullanılmıştır. İstemci, FQDN'sini (veya mevcut değilse bir IP adresini) içeren bir komutla kendini tanımlayarak diyalog başlatır.
S: 220 smtp.example.com ESMTP Postfix
C: HELO relay.example.org
S: 250 Hello relay.example.org, I am glad to meet you
C: MAIL FROM:<bob@example.org>
S: 250 Ok
C: RCPT TO:<alice@example.com>
S: 250 Ok
C: RCPT TO:<theboss@example.com>
S: 250 Ok
C: DATA
S: 354 End data with <CR><LF>.<CR><LF>
C: From: "Bob Example" <bob@example.org>
C: To: "Alice Example" <alice@example.com>
C: Cc: theboss@example.com
C: Date: Tue, 15 Jan 2008 16:02:43 -0500
C: Subject: Test message
C:
C: Hello Alice.
C: This is a test message with 5 header fields and 4 lines in the message body.
C: Your friend,
C: Bob
C: .
S: 250 Ok: queued as 12345
C: QUIT
S: 221 Bye
İstemci, mesajın kaynak e-posta adresini bildirmek için codice_5 komutunu kullanarak alıcıyı bilgilendirir. Bu ayrıca mesajın teslim edilememesi durumunda geri dönüş veya bounce adresidir. Bu örnekte e-posta mesajı aynı SMTP sunucusunda bulunan iki posta kutusuna gönderilir: codice_6 ve codice_7 başlık alanlarında listelenen her bir alıcı için bir adet. Karşılık gelen SMTP komutu codice_8'dur. Her bir komutun başarılı bir şekilde alınması ve işleme konulması sunucu tarafından bir sonuç kodu ve yanıt mesajı ile onaylanır (örneğin, codice_9).
Mail mesajının gövdesinin aktarımı, bir codice_10 komutuyla başlatılır ve ardından kelimesi kelimesine aktarılır ve sonuçlandırıcı bir veri dizisiyle sonlandırılır. Bu dizi, bir yeni satır (codice_11), tek bir tam nokta (codice_12) ve başka bir yeni satır (codice_11) içerir. Bir mesaj gövdesi, metin olarak bir periyod içeren bir satır içerebileceğinden, istemci, her bir satır periyodla başladığında iki periyod gönderir; buna karşılık, sunucu, her bir satırın başındaki iki periyod dizisini tek bir periyoda dönüştürür. Bu kaçırma yöntemi nokta-doldurma olarak adlandırılır.
Sunucunun mesajın teslimiyle ilgili olumlu yanıtı, örnekteki gibi, sunucunun mesajın tesliminden sorumlu olduğu anlamına gelir. Bu sırada bir iletişim hatası olması durumunda mesaj iki kez gönderilebilir, örneğin bir güç kesintisi nedeniyle: Gönderen, codice_9 yanıtını alana kadar mesajın teslim edilmediğini varsaymalıdır. Öte yandan, alıcı mesajı kabul etmeye karar verdiğinde, mesajın kendisine teslim edildiğini varsaymalıdır. Bu nedenle, bu süre boyunca, her iki aracın da teslim etmeye çalışacakları aktif kopyaları vardır. İletinin gövdesinde yaptığı filtreleme miktarıyla doğru orantılı olarak, bir iletişim hatası bu adımda tam olarak oluşma olasılığı, genellikle istenmeyen e-postaların engellenmesi için yapılacak filtreleme işlemiyle ilgilidir. Sınırlayıcı zaman aşımı 10 dakika olarak belirlenmiştir.
codice_15 komutu oturumu sonlandırır. Eğer e-postanın başka alıcıları farklı bir yerde bulunuyorsa, müşteri mevcut hedefler için kuyruğa alındıktan sonra codice_15 yapacak ve sonraki alıcılar için uygun bir SMTP sunucusuna bağlanacaktır. Müşterinin codice_17 ve codice_5 komutlarında gönderdiği bilgiler, alıcı sunucu tarafından ek header alanları olarak mesaja eklenir. Sırasıyla, codice_19 ve codice_20 header alanları eklenir.
Bazı istemciler, mesaj kabul edildikten sonra bağlantıyı kapatarak uygulanır (codice_21), bu nedenle son iki satır aslında atlanabilir. Bu, sunucunun codice_22 yanıtını göndermeye çalışırken bir hata oluşmasına neden olur.
SMTP Uzantıları.
Uzantı Bulma Mekanizması (Extension Discovery Mechanism).
Aşağıdaki örnekte görüldüğü gibi, istemciler orijinal codice_17 yerine codice_24 selamı kullanarak sunucunun desteklediği seçenekleri öğrenirler. Sunucu codice_24 selamını desteklemiyorsa, istemciler codice_17'ya geri dönerler.
Modern istemciler, ESMTP uzantı anahtar kelimesi codice_27'ı kullanarak sunucudan kabul edilebilecek maksimum mesaj boyutunu sorgulayabilirler. Daha eski istemciler ve sunucular, dakika başına ödenen ağ bağlantılarına bağlanarak ağ kaynaklarını tüketen ve reddedilecek aşırı boyutlu mesajları aktarmaya çalışabilirler.
Kullanıcılar, ESMTP sunucularının kabul ettiği maksimum boyutu önceden manuel olarak belirleyebilirler. İstemci, codice_17 komutunu codice_24 komutuyla değiştirir.
S: 220 smtp2.example.com ESMTP Postfix
C: EHLO bob.example.org
S: 250-smtp2.example.com Hello bob.example.org [192.0.2.201]
S: 250-SIZE 14680064
S: 250-PIPELINING
S: 250 HELP
Bu şekilde, smtp2.example.com'un, 14.680.064 oktet (8-bit bayt) büyüklüğünde sabit bir maksimum mesaj boyutunu kabul edebileceği belirtilir.
En basit durumda, bir ESMTP sunucusu, codice_24 aldıktan hemen sonra maksimum boyutunu belirtir. Ancak RFC 1870 'e göre, codice_24 yanıtındaki codice_27 uzantısının sayısal parametresi isteğe bağlıdır. İstemciler, bir codice_5 komutu verirken, aktardıkları mesajın boyutu için sayısal bir tahmin dahil edebilirler, böylece sunucu aşırı büyük mesajların alınmasını reddedebilir.
İkili Veri Aktarımı (Binary Data Transfer).
Orijinal SMTP yalnızca tek bir ASCII metin gövdesini desteklediğinden, herhangi bir ikili veri, mesaj gövdesine aktarım öncesinde metin olarak kodlanmalı ve ardından alıcı tarafından çözülmelidir. Genellikle uuencode ve BinHex gibi ikili-veriye-metin kodlamaları kullanılırdı.
Bu sorunu çözmek için 8BITMIME komutu geliştirilmiştir. 1994 yılında RFC 1652 olarak standartlaştırılmıştır. Bu, MIME içerik bölümleri olarak kodlanarak, genellikle Base64 ile kodlanan yedi bitlik ASCII karakter kümesi dışındaki octetler içeren e-posta mesajlarının şeffaf bir şekilde değiş tokuşunu kolaylaştırır.
İsteğe Bağlı Posta Aktarımı (On - Demand Mail Relay).
"Ana madde": On-Demand Mail Relay
On-Demand Mail Relay (ODMR), yani İsteğe Bağlı Posta Aktarımı, RFC 2645 'te standartlaştırılmış bir SMTP uzantısıdır ve aralıklı olarak bağlantı sağlayan bir SMTP sunucusunun, bağlandığında sıraya alınmış e-postaları almasına olanak tanır.
Uluslararasılaştırma Eklentisi (Internationalization Extension).
Uluslararası karakter setlerini ve ASCII karakter setinde olmayan diakritik işaretleri kullanan kullanıcılar için ASCII karakterleriyle oluşan e-posta adreslerinin kullanımı zor olduğundan, orijinal SMTP'ye UTF-8'ın adres adlarında kullanımını sağlayan uzantılar eklendi. RFC 5336 , deneysel codice_34 komutunu tanıttı ve daha sonra codice_1 komutunu tanıtan RFC 6531 tarafından yerini aldı. Bu uzantılar, diakritik işaretler ve Yunanca ve Çince gibi diğer dil karakterleri gibi çok baytlı ve ASCII olmayan karakterlerin e-posta adreslerinde kullanımına olanak sağlar.
Mevcut destek sınırlı olsa da, özellikle Latin (ASCII) karakterlerinin yabancı bir karakter seti olduğu büyük bir kullanıcı tabanına sahip olan Çin gibi ülkelerde RFC 6531 ve ilgili RFC'lerin yaygın olarak benimsenmesi için yoğun ilgi vardır.
Uzantılar (Extensions).
ESMTP, İnternet postasını taşımak için kullanılan bir protokoldür. Hem bir sunucu arasında taşıma protokolü olarak hem de (kısıtlı davranışlarla zorunlu) bir posta gönderme protokolü olarak kullanılır.
ESMTP istemcileri için ana tanımlama özelliği, orijinal RFC 821 standardı olan codice_17 yerine genişletilmiş bir "HELLO" komutu olan codice_24 ile iletişim kurmaktır. Bir sunucu, yapılandırmasına bağlı olarak başarılı (kod 250), başarısız (kod 550) veya hata (kod 500, 501, 502, 504 veya 421) yanıtı verir. ESMTP sunucusu, desteklenen uzantıları göstermek için alan adı ve anahtar kelime listesi ile bir çoklu satır yanıtında kod 250 OK döndürür. RFC 821 uyumlu bir sunucu, hata kodu 500 döndürür, böylece ESMTP istemcileri codice_17 veya codice_15 deneyebilirler.
Her hizmet uzantısı, IANA (Internet Assigned Numbers Authority) tarafından kaydedilen sonraki RFC'lerde onaylanmış bir formatta tanımlanır. İlk tanımlar RFC 821 isteğe bağlı hizmetleridir: codice_40, codice_41 (Send or Mail), codice_42 (Send and Mail), codice_43, codice_44 ve codice_2. Ek SMTP fiillerinin biçimi ve codice_46 ve codice_47'teki yeni parametreler için tanımlanmıştır.
Bugün kullanılan nispeten yaygın bazı anahtar kelimeler (hepsi komutlara karşılık gelmez) şunlardır:
ESMTP formatı RFC 2821 'de (RFC 821 'in yerine geçen) yeniden belirtildi ve en son tanımı 2008'de RFC 5321 'de güncellendi. Sunucularda codice_24 komutuna destek zorunlu hale geldi ve codice_17 bir zorunlu yedek olarak belirlendi.
Kayıtlı olmayan standart dışı hizmet uzantıları karşılıklı anlaşmayla kullanılabilir. Bu hizmetler, "X" ile başlayan bir codice_24 mesajı anahtar kelimesiyle ve benzer şekilde işaretlenmiş herhangi bir ek parametre veya fiil ile belirtilir.
SMTP komutları büyük-küçük harf duyarsızdır. Burada vurgu yapmak için büyük harfle sunulmuşlardır. Belirli bir büyük harfleme yöntemi gerektiren bir SMTP sunucusu, standartların ihlalidir.
8BITMIME.
En azından aşağıdaki sunucular 8BITMIME uzantısını tanıtmaktadır:
Aşağıdaki sunucular, 8BITMIME'i duyurmak için yapılandırılabilir, ancak 8 bitlik verileri 7 bitlik olmayan bir relaya bağlanırken dönüştürmezler:
SMTP-AUTH.
SMTP-AUTH uzantısı bir erişim kontrol mekanizması sağlar. Gönderme işlemi sırasında istemcinin posta sunucusuna gerçekten giriş yaptığı bir kimlik doğrulama adımından oluşur. SMTP-AUTH'ı destekleyen sunucular genellikle istemcilerin bu uzantıyı kullanmasını gerektirecek şekilde yapılandırılabilir, böylece gönderenin gerçek kimliği bilinir. SMTP-AUTH uzantısı RFC 4954 'te tanımlanmıştır.
SMTP-AUTH, yasal kullanıcılara posta iletmesine izin verirken spam göndericileri gibi izinsiz kullanıcılara iletme hizmeti sağlamayı engellemek için kullanılabilir. Bu, SMTP zarf göndereninin veya RFC 2822 "From:" başlığının otantikliğini kesin olarak garanti etmez. Örneğin, sahtekarlık, bir göndericinin bir başkası gibi davranması, SMTP-AUTH ile mümkündür, AUTH kullanıcısı için yetkilendirilmiş adreslere sınırlandırılmış olmadığı sürece.
SMTP-AUTH uzantısı ayrıca bir posta sunucusunun, posta iletirken gönderenin doğrulandığını başka bir sunucuya bildirmesine olanak tanır. Genel olarak, bu, alıcı sunucunun gönderen sunucuya güvenmesini gerektirir, bu nedenle SMTP-AUTH'ın bu yönü İnternet'te nadiren kullanılır.
SMTPUTF8.
Desteklenen sunucular şunları içerir:
Güvenlik Uzantıları.
Posta teslimi, hem düz metin hem de şifreli bağlantılar üzerinden gerçekleşebilir. Ancak iletişim kuran taraflar, diğer tarafın güvenli kanal kullanma yeteneğinden önceden haberdar olmayabilir.
STARTTLS veya "Fırsatçı TLS".
STARTTLS uzantısı, destekleyen SMTP sunucularının, TLS şifreli iletişimi desteklediğini bildirerek bağlanan istemcilere, bağlantılarını yükseltme fırsatı sunan STARTTLS komutunu göndermesine olanak tanır. Uzantıyı destekleyen sunucular, bağlantıyı yükseltmek isteyen istemcilerin bu seçeneği kullanmaya karar vermesine bağlı olduğu için, yalnız başına herhangi bir güvenlik avantajı elde etmezler, bu nedenle fırsatçı TLS terimi kullanılır.
STARTTLS, yalnızca pasif gözlem saldırılarına karşı etkilidir, çünkü STARTTLS müzakeresi açık metinde gerçekleşir ve bir aktif saldırgan, STARTTLS komutlarını kolayca kaldırabilir. Bu tür bir man-in-the-middle saldırısı bazen STRIPTLS olarak adlandırılır, çünkü bir uçtan gönderilen şifreleme müzakeresi bilgileri diğerine asla ulaşmaz. Bu senaryoda, her iki taraf da geçersiz veya beklenmeyen yanıtları, diğerinin STARTTLS'yi doğru bir şekilde desteklemediği şeklinde bir işaret olarak alır ve geleneksel açık metinli e-posta transferine varsayılan olarak geçerler. STARTTLS ayrıca başka RFC'lerde IMAP ve POP3 için tanımlanmış olsa da, bu protokoller, SMTP mesaj transfer ajanları arasındaki iletişim için kullanılırken, IMAP ve POP3, son istemciler ve mesaj transfer ajanları içindir.
2014 yılında Elektronik Özgürlükler Derneği, "HTTPS Everywhere" listesi gibi, iletişim öncesi başka birinin güvenli iletişim desteğini keşfetmesine olanak tanıyan "STARTTLS Everywhere" projesini başlattı. Proje 29 Nisan 2021'de başvuruları kabul etmeyi durdurdu ve EFF, bilgileri keşfetmek için DANE ve MTA-STS'ye geçilmesini önerdi.
RFC 8314 , açık metnin artık modası geçtiğini ve posta gönderimi ve erişimi için her zaman TLS kullanılmasını, açık TLS bağlantı noktalarının eklenmesini önererek resmi olarak ilan etti.
SMTP MTA Sıkı Taşıma Güvenliği.
2018 yılında yayınlanan daha yeni bir RFC 8461 olan "SMTP MTA Strict Transport Security (MTA-STS)", aktif saldırgan sorununu ele almayı amaçlayarak posta sunucularının belirli dosyalarda ve özel DNS TXT kayıtlarında güvenli kanalları kullanma yeteneklerini bildiren bir protokol tanımlamaktadır. Güvenen taraf, böyle bir kaydın varlığını düzenli olarak kontrol eder ve kayıtta belirtilen süre boyunca önbellekte tutar ve kayıt süresi dolana kadar güvensiz kanallar üzerinden iletişim kurmaz. MTA-STS kayıtları, kullanıcının istemci ve posta sunucusu arasındaki iletişimi SMTP / MSA, IMAP, POP3 veya HTTPS ile birleştirerek koruyan Taşıma Katmanı Güvenliği ile birlikte bir kurumsal veya teknik politikayla birlikte üçüncü taraflara böyle bir politikayı genişletmek için bir araçtır.
Nisan 2019'da Google Mail, MTA-STS'yi destekleyeceğini duyurdu.
SMTP TLS Raporlaması.
Güvenli mesaj teslim etmek için tasarlanan protokoller, yanlış yapılandırmalar veya kasıtlı aktif müdahale nedeniyle teslim edilemeyen mesajlara veya şifrelenmemiş veya kimlik doğrulamasız kanallar üzerinden teslim edilmesine neden olabilir. RFC 8460 "SMTP TLS Raporlama", alıcı alanlarla potansiyel saldırıları tespit etmek ve istenmeyen yapılandırmaları teşhis etmek için istatistikler ve belirli bilgiler paylaşmak için bir raporlama mekanizması ve formatı tanımlar.
Nisan 2019'da Google Mail, SMTP TLS Raporlama'yı destekleyeceğini duyurdu.
Adres Sahteciliği Ve Spam (Spoofing And Spamming).
Ana maddeler: List of mail server software ve Comparison of mail servers
SMTP'nin orijinal tasarımı, gönderenleri kimlik doğrulamak veya sunucuların adına gönderme izni olup olmadığını kontrol etmek için herhangi bir araç sağlamamıştır, bu nedenle e-posta sahteciliği mümkün olmuştur ve e-posta spam ve dolandırıcılığında yaygın olarak kullanılmaktadır.
SMTP'yi geniş kapsamlı olarak değiştirme veya tamamen değiştirme önerileri ara sıra yapılır. Bu örneklerden biri Internet Mail 2000'dir, ancak ne bu ne de diğerleri, klasik SMTP'nin büyük kurulu tabanının ağ etkisi karşısında çok ilerleme kaydetmemiştir.
Bunun yerine, e-posta sunucuları artık RFC 5322 gibi standartların daha sıkı uygulanması, DomainKeys Identified Mail, Gönderen Politika Çerçevesi ve DMARC, DNSBL'ler ve gri liste gibi teknikleri kullanarak şüpheli e-postaları reddetmek veya karantinaya almak için bir dizi teknik kullanmaktadır.
Uygulamalar.
Ana maddeler: "List of mail server software"(Posta sunucusu yazılımları listesi) ve "Comparison of mail servers" (Posta sunucularının karşılaştırılması.)
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7032",
"len_data": 36186,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.53
}
|
Jüpiter, Güneş Sistemi'nin en büyük gezegenidir. Güneş'ten uzaklığa göre beşinci sırada yer alır. Adını Roma mitolojisindeki tanrıların en büyüğü olan Jüpiter'den alır. Büyük ölçüde hidrojen ve helyumdan oluşmakta ve gaz devi sınıfına girmektedir.
Fiziksel özellikler.
Jüpiter gerek çap gerekse kütle açısından Güneş Sistemi'ndeki en büyük gezegendir. Nispeten düşük olan yoğunluğu (suyun yoğunluğunun 1,33 katı), gezegenin akışkan yapısı ve kendi çevresindeki dönüş hızının yüksekliği nedeniyle, Satürn kadar olmasa da ekvatorda geniş, kutuplarda basık elipsoid görünüme sahiptir. Yansıtabilirlik derecesi (albedo) 0,52 olan gezegen, böylece yüzeyine düşen Güneş ışığının yarıdan fazlasını görünür tarafta yansıtmaktadır. Ancak kızılötesi alandaki ışınım ölçüldüğünde, Jüpiter'in, Güneş'ten aldığı enerjinin 2,3 katı kadarını dışarı yaydığı görülür. Bu nedenle gezegen, Güneş'e olan uzaklığına göre hesaplanan 106 K'den (-167 °C) çok daha yüksek bir etkin sıcaklığa sahiptir ve 126 K (-147 °C) sıcaklığında bir kara cisim gibi ışır. Jüpiter'in kendi içinde yarattığı bu enerji fazlası, gezegenin yer çekiminin etkisi ile yavaşça kendisi üzerine çökerek küçülmesi sırasında dönüştürülen potansiyel enerji ile açıklanmaktadır. Bu olgu Kelvin-Helmholtz mekanizması olarak adlandırılır.
İç yapısı.
Gaz devleri, içerdikleri elementlerin oranlarına göre iki alt gruba ayrılırlar. Uranüs ve Neptün 'buz' ve 'kaya' oranı daha yüksek Uranüs benzeri gezegenler grubundadır. Jüpiter ve Satürn ise, adını yine Jüpiter'den alan Jüpiter benzeri gezegenler grubu içindedir. Jüpiter benzeri gezegenlerin, kabaca Güneş'i ve benzer yıldızları oluşturan maddeleri bu yıldızlardakine yakın oranlarda içerdiği düşünülür. 20. yüzyıl başlarından itibaren, gezegenlerin çap, kütle, yoğunluk, kendi etrafında dönme hızı, uydularının davranışı gibi verilerden yola çıkılarak iç yapıları hakkında ortaya atılan görüşler, daha sonra tayfölçümsel çalışmalarla ve son otuz yıl içinde gerçekleştirilen birçok uzay aracı araştırması ile zenginleştirilmiş ve günümüzde oldukça tatminkâr modeller geliştirilmiştir.
Bu bilgiler çerçevesinde, Güneş Sistemi'nin ilksel bileşimine paralel biçimde Jüpiter'in kütlesinin büyük kısmını hidrojen ve helyumun oluşturduğu varsayılır. Hidrojen/Helyum kütle oranı 75/25 civarındadır. Daha ağır elementlerin Güneş Bulutsusu içindeki toplam payı %1 iken, hafif bir zenginleşme ile Jüpiter'de %3-4½ arasında olabileceği hesaplanmaktadır. Bu sonuca göre, gezegenin gözlenen basıklığının 10-15 Yer kütlesinde yoğun bir çekirdeğin varlığı ile açıklanabilmesi üzerine varılmıştır. Jüpiter'i oluşturan yapı taşları özgül ağırlıklarına göre tabakalanmış durumdadır:
Katmanlar arasında keskin sınırlar olmadığı, bir fazdan diğerine kademeli geçişler olduğu, aynı zamanda konveksiyon akımlarının katmanlar arası madde alışverişine kısmen de olsa izin verdiği tahmin edilir. Gezegenin iç kesimlerinde üretilen dev boyutlardaki ısının bu tür akımlar yardımıyla yüzeye dek aktarılabilmesi tümüyle akışkan nitelikte bir iç yapı varlığını gerektirmektedir.
Jüpiter'in, bir gaz devinin ulaşabileceği en büyük çapa yakın boyutlarda olduğu hesaplanmıştır. Kütlesi daha büyük olan bir gezegen, artan kütleçekim gücünün etkisi ile kendi üzerine çökerek, Jüpiter'e oranla daha büyük yoğunluğa, daha küçük bir hacme sahip olacaktı. Daha yüksek çekirdek sıcaklığı anlamına gelen bu durum, kütlesi Güneş'in kütlesinin %8'i kadar olan bir gezegenin nükleer füzyon için gerekli iç sıcaklığa ulaşarak bir yıldız hâline gelmesi ile sonuçlanır. Bu nedenle, 0,001 Güneş kütlesindeki Jüpiter, 'yıldız olmayı başaramamış' bir gök cismi olarak da tanımlanabilir.
Atmosfer.
Jüpiter'in kalın ve karmaşık bir atmosfer tabakası bulunmaktadır. Bu atmosferin, Güneş Sistemi'nin kökenini oluşturan Güneş Bulutsusu'nun varsayılan yapısına yakın olarak %88 oranında moleküler hidrojen (H2) ve %12 oranında helyum (He) içerdiği saptanmıştır. Bunları %0,1 oranla su buharı (H2O) ve metan (CH4) ve %0,02 oranla amonyak (NH3) izler. Azot, hidrojen, karbon, oksijen, kükürt, fosfor ve diğer elementleri içeren çeşitli bileşiklere milyonda bir düzeyini geçmeyen oranlarda rastlanmaktadır.
Aslında gaz devlerinin belirli bir yüzeyi olduğu söylenemez, gezegenden atmosfer olarak adlandırılabilecek en dış gaz tabakasına doğru kesintisiz, yumuşak bir geçiş söz konusudur. Bu tür gezegenlerin çapları hesaplanırken 1 bar (yaklaşık 1 atmosfer) sınırının dışında kalan kısım dikkate alınmaz; basıncın 1 barı aştığı noktadan itibaren tüm hacim, gezegenin sınırları içinde kabul edilir. Ancak çoğu zaman, atmosfer olarak adlandırılan alan, hidrojen gazı yoğunluğunun sıvı hidrojen yoğunluğu düzeyine çıktığı 10.000 bar basınç sınırına yani gezegenin binlerce kilometre içine dek genişletilir.
Uzaktan bakıldığında, Jüpiter yüzeyinin özellikle ekvatora yakın enlemlerde belirginleşen ardışık koyu ve açık renkli bulut kuşaklarından oluştuğu görülür. Atmosferin en üst katmanlarındaki bulutlar kristal hâlindeki amonyak ve su parçacıklarından oluşur.
Atmosferin derinliklerine doğru, yoğuşma sıcaklıklarına göre değişik bileşiklerin meydana getirdiği bulutlar tabakalar hâlinde birbirini izler. Atmosferde dikey ve yatay doğrultuda yoğun bir hareketlilik gözlenir, 600 km/saat hıza ulaşan rüzgârlar nadir değildir.
15.000×25.000 km boyutları ile yerküreyle karşılaştırılabilecek büyüklükteki Büyük Kırmızı Leke, en az 400 senedir devam ettiği bilinen çok uzun ömürlü dev bir 'fırtına' alanıdır. Son yıllarda yapılan gözlemler neticesinde gitgide küçüldüğü bilinmektedir.
Jüpiter'in atmosferi makalesinde konu hakkında daha ayrıntılı bilgi yer almaktadır.
Jüpiter'in kendi ekseni etrafında dönüşü.
Katı bir yüzeye sahip olmayan Jüpiter'in dönüş özelliklerinin, atmosfer yapılarının gözlenen hareketlerine göre belirlenmesine çalışılmıştır. Ancak daha 1690 yılında Giovanni Domenico Cassini ekvator bölgesi ile kutupların farklı devirlerle döndüğünü fark etmiştir. Sonradan bu gözlem duyarlı ölçümlerle doğrulanmış ve gezegen için 'Sistem I' ve 'Sistem II' olmak üzere iki ayrı dönme süresi tanımlanmıştır. Ekvator bölgelerinin dönüşü 9 saat 50 dakika 30,003 saniyede tamamlanır ve Sistem I olarak adlandırılır. Kutup bölgelerinde dönüş süresi 9 saat 55 dakika 40,630 saniyedir ve Sistem II adını alır. Jüpiter'den yayılan mikrodalga ve radyo dalga boyundaki ışınımların ise 9 saat 55 dakika 29,730 saniyelik bir dalgalanma göstermelerine dayanarak, gezegenin manyetik alanını belirleyen büyük metalik hidrojen kütlesinin bu hızla dönmekte olduğu sonucu çıkarılmıştır. 'Sistem III' adı verilen bu periyot Jüpiter'in gerçek dönüş hızı olarak kabul edilir ve bu değerin kutuplardaki dönüş hızı ile hemen hemen aynı olduğu; ekvatorda ölçülen farklı hızın, bu bölgelerdeki bulutların 400 km/saat hıza ulaşan rüzgârlar nedeniyle doğuya doğru hareket etmelerinden kaynaklandığı dikkati çeker.
Halkalar.
Yakın bir tarihe kadar Güneş Sistemi'nde halkaları olduğu bilinen tek gezegen Satürn idi. Dış gezegenleri ziyaret eden ilk uzay aracı olan Pioneer 10'un 1973'teki gözlemleri üzerine varlığından kuşkulanılan Jüpiter halkaları 1979 yılında Voyager 1 ve 2 uzay araçları tarafından çekilen fotoğraflarda gösterildi.
Satürn'ün halkaları gibi Jüpiter halkaları da, toz denebilecek mikroskopik boyutlardan, onlarca metre büyüklüğe kadar değişen çeşitli boylarda çok sayıda parçacığın bir araya gelmesinden oluşurlar. Bu parçacıklar bir bulut oluştururcasına birbirinden bağımsız hareket eder ve her biri gezegen etrafında kendine ait bir yörünge izler. Bu yörüngelerin gezegen ve iç uydularının çekim güçlerinin karşılıklı etkisi ile sürekli şekillenmesi sonucunda halkaların yapısı korunur. Satürn halkaları ile karşılaştırıldığında, Jüpiter'in halkalarının birçok yönden farklı olduğu görülür. Jüpiter halkalarının çok daha silik olmalarının ve zor gözlenmelerinin nedeni, kendilerini oluşturan toplam madde kütlesinin çok daha az olmasının yanı sıra ışık yansıtıcılıklarının da sınırlı olmasıdır. Jüpiter halkaları, 0,05 gibi bir yansıtılabilirlik derecesi (albedo derecesi) ile üzerine düşen Güneş ışığının büyük bir kısmını soğurur ve karanlık görünürler. Satürn yolculuğu sırasında Cassini-Huygens uzay sondası 2003 yılında Jüpiter'in yakınından geçerken yaptığı ölçümlerle Jüpiter halkalarının küresel değil, keskin kenarlı ve köşeli parçacıklardan oluştuğunu düşündüren veriler elde etti. Bu bilgiler halkaların Jüpiter'e yakın yörüngelerdeki uydulardan kopan parçacıklardan oluştuğu savını destekler niteliktedir. Bu uydulardan Metis ve Adrastea 'Ana halka'nın, Amalthea ve Thebe ise daha dışta yer alan 'Gossamer (ipliksi-ağsı) Halka'nın kaynağı olarak düşünülmektedir. Metis ve Adrastea, Jüpiter'in merkezinden 1,79 ve 1,81 RJ (Jüpiter yarıçapı) uzaklıktaki yörüngeleri ile gezegenin Roche Limiti'nin içinde bulunurlar ve parçalanma sürecinde uydular olarak değerlendirilebilirler. Ana halka bu iki uydunun yörüngesi hizasında keskin bir dış sınırla kesintiye uğrarken, iç sınırı daha belirsizdir ve 'Halo (ayla) halka' adı verilen üçüncü bir bölümle silik bir şekilde atmosferin üst sınırlarına kadar devam eder. En dışta sınırları belirsiz dördüncü bir halka yapısı, çok seyrek bir toz bulutu şeklinde ters bir yörüngede döner. Bu halkanın kaynağı sonradan Jüpiter'in çekim alanına yakalanmış gezegenler arası toz olabilir.
Manyetosfer.
Jüpiter Güneş Sistemi içinde en güçlü manyetik alana sahip gezegendir. Dünya ile karşılaştırıldığında 19.000 kat daha güçlü olduğu görülen bu alan, ekseni Jüpiter'in dönme eksenine 11° açı yapan ve gezegenin merkezine 8.000 km uzaktan geçen, kutupları ters yerleşmiş olan bir çift kutupludur. Böylece Jüpiter'in kuzey manyetik kutbu gezegenin güney coğrafi kutbuna, güney manyetik kutbu ise kuzey coğrafi kutbuna yakındır. Bu çift kutuplunun yanı sıra, Jüpiter'in manyetik alanının, yapısını karmaşıklaştıran bir dört kutuplu ve bir sekiz kutuplu bileşeni bulunmaktadır. Jüpiter'in kütlesinin ancak küçük bir kısmını oluşturan demir ve diğer ağır elementleri içeren çekirdeğinin bu denli güçlü bir manyetik alan yaratması mümkün olmadığından, gezegenin manyetizmasından metalik sıvı hidrojen tabakası sorumlu tutulur. Elektrik iletkenliği çok yüksek olan bu bölgedeki elektronların akımı, Jüpiter'in kendi çevresindeki hızlı dönüşünün etkisi ile güçlü bir manyetik alan oluşturur. Bu alanın etkisi ile Jüpiter, dev bir manyetosfere sahiptir.
Jüpiter manyetosferi, Güneş rüzgârı adı verilen ve Güneş kökenli hızlı parçacıkların oluşturduğu plazma akımının, gezegenin manyetik alanının etkisi ile saptırılarak engellendiği bölgedir. Manyetosferin en dışında, plazma akımının hızla yavaşlayarak hızının ses hızının altına indiği ve yön değiştirdiği bir şok dalgası gözlenir. Güneş etkinliğine göre gezegene uzaklığı değişen bu sınır, uzay sondaları tarafından Jüpiter'den Güneş doğrultusunda 25-30 milyon km uzaklıkta saptanmıştır. Gezegene yaklaştıkça manyetik alanın etkisi giderek artar ve Güneş kökenli parçacıkların aşamayarak çevresinden dolaşmak zorunda kaldığı manyetopoz, manyetosferin sınırını belirler. Bu alan da Güneş rüzgârının şiddetindeki değişimlere paralel olarak kısa sürelerde genleşip daralmakla birlikte Jüpiter'in 3-7 milyon km uzağında başlar. Güneş rüzgârının deforme ettiği manyetik kuvvet çizgilerine uyumlu olarak, bu sınır yanlara doğru genişleyerek gezegenden uzaklaşır ve bir damla biçimini alarak gezegenin arkasında bir milyar km'ye kadar uzanan bir kuyruk oluşturur.
Manyetosferin gezegene daha yakın kesimlerinde manyetik alana yakalanan elektrik yüklü parçacıkların doldurduğu iki dev Van Allen kuşağı bulunur. Bu bölgelerden kaynaklanan çok güçlü radyo dalgaları, 9 saat 55 dakika 30 saniyelik bir döngü içinde dalgalanmalar gösterir. Bunun Jüpiter'in manyetik alanının oluşumuna neden olan metalik hidrojen tabakasının dönme hızını yansıttığı varsayılarak gezegenin kendi etrafındaki dönüş hızını, atmosfer hareketlerinden bağımsız olarak saptamak mümkün olmuştur.
Van Allen kuşaklarında toplanan yüklü parçacıkların çoğunluğu Jüpiter atmosferinden koparak manyetik alana kapılan gazlardan kaynaklanır ve büyük ölçüde iyonize hidrojen atomlarından salınan serbest elektron ve protonların yanı sıra, helyum, oksijen ve kükürt iyonlarına da rastlanır. Çok yüksek hızlara ulaşan bu iyonların oluşturduğu plazmanın ısısı 300-400 milyon Kelvin olarak ölçülmüştür. Bu, Güneş'in merkezi de dâhil olmak üzere Güneş Sistemi'nin (Güneş taçküresi dışında) bilinen herhangi bir noktasından çok daha yüksek bir sıcaklıktır. Aynı zamanda Jüpiter manyetosferi, hacim açısından Güneş Sistemi'nin en büyük oluşumu olarak kabul edilmelidir.
Yüklü parçacıklar Jüpiter'in manyetik kutuplarındaki açık manyetik çizgiler boyunca ilerleyerek atmosferin yüksek tabakalarında kutup ışıklarının ortaya çıkmasına neden olurlar.
Jüpiter'in birçok uydusu manyetosferin içinde kalan yörüngelere sahiptir. Büyük uydulardan gezegene en yakın olan İo, Jüpiter ile uydu arasında kesintisiz süren bir elektrik akımının etkisi altındadır. Uydu yüzeyinden iyonize atomları kopararak İo ve Jüpiter'i iki yönden birbirine bağlayan ve İo Plazma Torus'u adı verilen bir sıcak plazma halkası oluşturan bu akımın, 1000 gigawatt değerini bulduğu sanılır. Jüpiter'i çevreleyen 1 milyon km yarıçapındaki alan, çok yoğun ışınımların varlığı nedeniyle uzay sondalarının bu alandan geçtikleri sıradaki etkinliklerini önemli ölçüde kısıtlamış ve ileride yapılabilecek insanlı araştırmalar için önemli sakıncalar yaratabilecek durumdadır.
Jüpiter'in doğal uyduları.
Jüpiter'in bilinen 95 doğal uydusu vardır. Bunlardan 60 tanesinin çapı 10 km'den azdır. Galileo Galilei 1610 yılında kendi yaptığı basit teleskopla Jüpiter'in en büyük dört uydusu İo, Europa, Ganymede ve Callisto'yu keşfederek ilk kez Yerküreden başka bir gezegene ait uyduların varlığını göstermiştir. Bu uydular sonradan Galilei uyduları olarak adlandırılmıştır. 1970'lere kadar bilinen uydu sayısı 13 iken, Jüpiter'i ziyaret eden Voyager uzay araçları 3 yeni uydunun bulunmasına yardımcı olmuş, 2000 yılından bu yana yeryüzünden yapılan sistematik araştırmalarla, bu sayı kısa sürede artmıştır. Jüpiter'in doğal uyduları makalesinde uydular hakkında ayrıntılı bilgi yer almaktadır.
Jüpiter araştırmalarının tarihçesi.
Pioneer 10 ve 11 uzay araçları.
Kasım-Aralık 1973'te Pioneer 10, Kasım-Aralık 1974'te Pioneer 11 adlı uzay sondaları Jüpiter'in yakınından geçerek gezegenin ilk yakından gözlemini gerçekleştirdiler. Sırasıyla 1972 ve 1973 yıllarında fırlatılan birbirinin aynı bu iki araç, sınırlı teknik donanıma sahip olmalarına karşın daha sonra gerçekleştirilen uçuşların planlanması için yaşamsal önem taşıyan bilgiler topladılar.
Voyager 1 ve 2 uzay araçları.
1977 yılında fırlatılan ve birbirinin aynı olan Voyager 1 ve Voyager 2 uzay araçları sırasıyla Ocak-Mart 1979 ve Haziran-Temmuz 1979 tarihlerinde Jüpiter'in yakınından geçerek gözlemlerde bulundular.
Ulysses uzay aracı.
Güneş çevresinde kutupsal bir yörüngeye oturtulmak üzere 1990 yılında fırlatılan Ulysses uzay aracı, bu yörüngenin gerektirdiği ivmeyi kazanması amacıyla Jüpiter'in yakınından geçerek gezegenin çekim gücünden yaralanabileceği bir yol izledi. 8 Şubat 1992'de Jüpiter'in 450.000 km kadar yakınından geçen araç, bu fırsatı değerlendirerek 2-14 Şubat tarihlerini kapsayan dönemde Jüpiter'in manyetosferi üzerinde yoğunlaşan gözlemlerde bulundu. İo Plazma Torus'u içinden geçerek ölçümler yaptı, manyetosferin çeşitli bölgelerinde manyetik alan, değişik frekanslarda ışınımlar, yüksek enerjili parçacıklar ve plazma bileşenlerini hedef alan çok sayıda gözlem yaptı. Jüpiter yakın geçişi sonrasında kazandığı kutupsal yörüngesi sayesinde, Jüpiter manyetosferinin tutulum düzlemi dışındaki daha önce araştırılmamış bölgelerinde de gözlem yapma olanağını sağladı.
Ulysses, Kasım 2003-Nisan 2004 arasında ikinci kez Jüpiter'in yakınından geçti.
Galileo programı.
1989 yılında fırlatılan Galileo uzay aracı, bir yörünge aracı ve bir atmosferik sonda olmak üzere iki ayrı birimden oluşmakta idi.
Cassini-Huygens programı.
Satürn ve sisteminin araştırılması amacıyla 1997 yılında fırlatılan Cassini-Huygens uzay aracı, Jüpiter'in çekim gücünden yararlanarak yolculuğun hızlandırılabilmesi için bu gezegenin yakınından geçen bir rota izledi. 30 Aralık 2000 tarihinde Jüpiter yakın geçişini gerçekleştiren sonda, bu tarihin öncesi ve sonrasını kapsayan birkaç aylık süre içinde bilimsel aygıtlarını Jüpiter hakkında veri toplamak için çalıştırdı.
Chandra X-ışını gözlem uydusu ve Hubble uzay teleskopu.
1999 yılında fırlatılarak Dünya etrafındaki yörüngesine oturtulan Chandra uydusu, X-ışını dalga boyunda yaptığı gözlemlerde, Jüpiter'in kutup bölgelerinde gözlenen Dünya'dakinden 1000 kat daha güçlü kutup ışıklarının elektronlarını kaybetmiş yüksek enerjili oksijen ve benzeri iyonların atmosfer ile etkileşimi sonucunda ortaya çıktığını belirledi. Eşzamanlı olarak Hubble uzay teleskopundan alınan görüntülerde hidrojen iyonlarında artışa rastlanmaması, bu parçacıkların Güneş kaynaklı olamayacağını ortaya koydu. Böylece Jüpiter'de gözlenen kutup ışıklarının Yer atmosferindekinden farklı bir mekanizma ile oluştuğu ve büyük olasılıkla İo'dan kopan atomların Jüpiter manyetosferinde hızlanarak atmosfere çarpmalarının sonucu oldukları varsayımı güçlendi.
Plüton ve uydusu Charon'u incelemek üzere NASA tarafından Ocak 2006'da fırlatılan ve hız kazanması için Jüpiter'in yakınından geçen bir rota izlemesi öngörülen New Horizons uzay sondası, 28 Şubat 2007 tarihinde Jüpiter'e en yakın konumuna geldi. Sonda kamerası ile Io'dan salınan plazma çıktısını ve dört Galilei uydusunu ayrıntılı olarak inceledi.
Gözlem koşulları.
Bir dış gezegen olan Jüpiter, Güneş çevresinde 12 yıllık dolanma süresi ile 13 ay süren kavuşum devrine sahiptir ve her yıl bir burçtan diğerine geçer. Venüs'ten sonra gökyüzünde izlenebilen en parlak gezegendir. Seyrek olarak, kısa dönemler için Mars parlaklıkta Jüpiter'i geçebilir.
Kavuşum dönemini kapsayan 1-2 aylık dönem dışında yıl boyunca rahatlıkla çıplak gözle izlenir. Yılın büyük bir bölümünde, en parlak yıldız olan Sirius'un -1½ düzeyindeki parlaklığını aşar ve en uygun karşı konum koşullarında -2,7 gibi bir parlaklığa ulaşır. Bu yönleriyle amatör gözlem için Venüs ve Mars'tan daha elverişlidir. Karşı konumda 50 saniyeye yaklaşan görünür çapı ile insan gözünün 1 dakika olan ayırma gücünün sınırına çok yaklaşır ve küçük büyütmeli bir dürbünle gezegenin diski seçilebilir. Amatör bir teleskopla Jüpiter'in kuşakları, Büyük Kırmızı Leke ve gezegenin kendi etrafında dönüşü, Galilei uyduları ve gezegen etrafındaki hareketleri izlenebilir.
Bazı özellikleri, Jüpiter'i eşşiz kılmaktadır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7033",
"len_data": 18540,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.1
}
|
Gmail, Google'ın sunduğu ücretsiz elektronik posta hizmetidir. 2019 itibariyle 1,5 milyar aktif kullanıcı ile dünyanın en büyük e-posta sağlayıcısıdır. E-posta hizmeti ile beraber tarayıcı ile erişilebilen bir web arayüzü ve çeşitli işletim sistemleri ile uyumlu mobil uygulamalar da sunar. Ayrıca IMAP ve POP protokolleri ile farklı arayüzlerde kullanılabilir.
2004'te kullanıma açıldığında o dönemki diğer e-posta sağlayıcılarına göre çok yüksek bir miktar olan 1 GB'lık bir ücretsiz depolama alanı sunuyordu. Bugün ise bu miktar, Google Drive ve Google Fotoğraflar gibi diğer hizmetlerle beraber toplam 15 GB'tır. Kullanıcılar, bu depolama alanını Google One gibi ek hizmetler satın alarak arttırabilmektedir. Kullanıcılar, eklerle beraber 50 MB'a kadar e-posta alabilmekte ve 25 MB'a kadar gönderebilmektedir. Daha yüksek boyutlu e-postalar için Google Drive gibi ek hizmetler kullanılabilmektedir. Gmail, bir arama entegreli arayüze ve e-postaların daha rahat bulunması için internet forumu benzeri bir "konuşma arayüzü"ne sahiptir. Ajax uyumluluğu sebebiyle geliştiriciler için dikkate değerdir.
Gmail, kötü amaçlı yazılımları ve spamları tespit etmek adına postaları tarar. Önceden içeriğe göre kullanıcıya reklam göstermek için de postaları tarıyordu fakat Haziran 2017'de bu özelliği gizlilik endişeleri sebebiyle kaldırdı. Kaldırılmadan önce reklam amaçlı veri toplanması, kullanıcılar tarafından oldukça eleştirilmiş ve şikayet edilmişti. Şirket, bu konuda çeşitli davalarla karşılaşmıştı. Kullanıcıların ırk, din, cinsel yönelim, sağlık veya mali tablolar gibi hassas verilerinin reklam amaçlı kullanılmadığını belirtmişti. Haziran 2017'de postalardan reklam amaçlı veri toplamayı durdurdu ve bunun yerine diğer hizmetlerinden topladığı verileri kullanmaya başladı.
Özellikler.
Depolama.
1 Nisan 2004'te Gmail, kullanıcı başına 1 GB ücretsiz depolama sağlayan bir hizmet olarak kuruldu. Bu değer, o dönemki diğer sağlayıcıların sunduğu değerlere göre çok yüksekti. 1 yıl sonra, 1 Nisan 2005'de bu değer ikiye katlanarak 2 GB'a çıkarıldı. Google'ın ürün yönetim şefi Georges Harik, Google'ın "insanlara daha fazla özgür depolama sunmaya devam edeceğini" belirtti.
Ekim 2007'de sunulan alan, Microsoft ve Yahoo'nun yaptığı düzenlemelerden sonra 4 GB'a çıktı. 24 Nisan 2012'de Google Drive'ın kurulmasıyla depolama 7,5'tan 10 GB'a çıkarıldı. 13 Mayıs 2013'te Google; Gmail, Drive, Google+, Fotoğraflar dahil olmak üzere tüm hizmetlerindeki depolama alanlarını birleştirerek 15 GB'a çıkardı. 15 Ağustos 2018'de kullanıcıların bu hizmetlerde kullanmak üzere aylık ödeme ile ek depolama satın almasına olanak sunan Google One kuruldu. Planlar kullanıcı başına 2 terabayta kadar depolama satın alınmasına izin veriyordu.
Gmail, bireysel mesajlaşmalar için ek depolama limitlerine sahiptir. Gmail ile gönderilen ve alınan postalar, ekler dahil, 25 megabayttan büyük olamaz. Mart 2017'de bu sınır gönderilen postalarda 25, alınanlarda 50 megabayt olarak güncellenmiştir. Daha büyük gönderiler için posta eklerini Google Drive'a yüklemek mümkündür.
Yığın mesaj filtresi.
Gmail'in yığın mesaj filtreleme topluluk güdümlü sistem özelliğine sahip; bir kullanıcı bir e-posta mesajını yığın mesaj olarak işaretledi mi, bu bilgi sistemin gelecekteki benzer mesajı tüm Gmail kullanıcıları için tespit etmesine yardımcı oluyor. Kullanıcılar yığın mesaj olarak işaretlenen e-postanın belirli bir şekilde işlenmesi için ince ayarlama yapabiliyor. Google Inc., Gmail'e gönderilen ve Gmail'den gönderilen e-posta mesajlarının hesap sahibi dışında başka herhangi birisi tarafından okunmadığını ve bilgisayarlar tarafından okunan içeriğin de sadece reklamların içerikle alakasını artırmak ve yığın mesajları engellemek için kullanıldığını belirtiyor. Outlook.com ve Yahoo, gibi diğer popüler e-posta hizmetlerinin gizlilik politikaları kullanıcıların kişisel bilgilerinin toplanılmasına ve reklam amaçlı kullanılmasına izin veriyor.
Gmail Mobil.
Gmail Mobil 40'tan fazla dilde kullanılabiliyor. Ücretsiz bir hizmet olan Gmail Mobil Gmail'e mobil cihazlardan erişim sağlamak için geliştirildi. Gmail Mobil, Gmail sunduğu özelliklerin birçoğunun daha küçük mobil ekranlara etkili şekilde ulaştırılabilmesini sağlıyor.
22 Eylül 2009 tarihinde Google, Google Sync'i iPhone ve iPod Touch platformları için kullanarak Gmail'e push desteği ekledi.
Sosyal ağ entegrasyonu.
9 Şubat 2010 tarihinde Google kendine ait, Gmail ile entegre, kullanıcıların bağlantı ve medya paylaşımı olduğu kadar durum güncellemelerini de paylaşabilmelerini sağlayan yeni sosyal ağ aracı Google Buzz'ı hizmete soktu. Buzz, Gmail topluğunda ses getiren ve Google'ın bu başlangıç seçimini hemen geri almasına neden olan otomatik tercih seçeneğiyle başlatıldı. Buzz'a, yerini Google+'a bırakarak, 2011 yılı Aralık ayında son verildi.
2014 yılı Ocak ayı itibarıyla Google, birbirlerinin e-posta adresleri olmasa bile Gmail kullanıcılarına Google+ hesabı olan kullanıcılara e-posta göndermesine izin verdi.
Gmail sohbette Google Voice.
2010 yılı Ağustos ayında Google, Gmail'in Google Chat arabirimiyle entegre telefon hizmeti sunan bir eklenti yayınladı. Bu hizmetin başlangıçta herhangi bir resmî adı yoktu; Google bunu "Google Voice'lu Gmail Sohbet" ve "Gmail'de Telefonları Arayın" derken, şimdi bu hizmeti Google Video ve Sesli Sohbet olarak adlandırıyor. Bu hizmet kullanıcıların Gmail hesapları içerisinde ABD ve Kanada'ya en azından 2012'nin sonralarına doğru ücretsiz telefon araması yapabilmelerini sağlıyor. Gmail hesabı olan kullanıcılar aynı zamanda belirli bir ücret tarifesine göre diğer ülkeleri de arayabiliyor. Hizmet 26 Ağustos 2010 tarihinde, 24 saat içerisinde 1 milyondan fazla aramanın günlük kaydını tuttu.
2015 yılı Şubat ayı itibarıyla Google Voice'lu Gmail Sohbet hâlen kullanıcıların ABD, Kanada ve diğer birkaç ülkeyi ücretsiz olarak arayabilmesini sağlıyor.
Google Voice çok yönlü video konferans (doküman paylaşım destekli) artık Google Hangouts ile entegre edilmiş durumda.
Gmail Arama.
Gmail'e e-posta mesajlarında arama yapılabilmesi için bir arama çubuğu entegre edildi. Arama çubuğu aynı zamanda kişiler, Google Drive'da depolanan dosyalar, Google Takvim etkinlikleri ve Google Sites içerisinde de arama yapabiliyor. Arama özelliği aynı zamanda Google Search üzerinde internet aramaları da yapabiliyor. 21 Mayıs 2012 tarihinde Gmail, kullanıcının e-posta mesajlarından tahminli otomatik tamamlamayı içerecek şekilde arama fonksiyonelliğini artırdı. İnternette aramada olduğu gibi Gmail'in arama fonksiyonelliği ('altdize araması' olarak da bilinen) kelime parçacıklarında arama yapılmasını desteklemiyor; ancak, kısmi dize kök ayırma (örn: 'ay' kelimesiyle yapılan arama 'aylar' terimini içeren e-posta mesajlarını da gösterecektir).
Güvenlik.
Gmail, ilk kurulduğundan beri HTTPS protokolünü destekliyordu ancak varsayılan olarak sadece oturum açma sayfası için söz konusuydu. Bu durumun sebebini Google'da çalışan mühendis Ariel Rideout, HTTPS'in Gmail'i yavaşlatması olarak açıkladı. Varsayılan olarak kapalı olmasına rağmen kullanıcılar ana sayfa için HTTPS'i elle açabiliyordu. Temmuz 2008'de Google, HTTPS'i açma ayarını basitleştirmek için bu ayarı ayarlar menüsündeki bir butona taşıdı.
2007'de Google, saldırganların Gmail kişi listesinden veri toplayabilmesini sağlayan kritik bir XSS hatasını düzeltti.
Ocak 2010'da Google HTTPS'i tüm kullanıcılar için varsayılan olarak ayarladı.
Haziran 2012'de Gmail'e yeni bir güvenlik uygulaması eklendi. Uygulama, hesaba yetkisiz bir erişim sağlanması durumunda kullanıcıları bir banner ile uyarıyordu.
Mart 2014'te Google'ın yeni kararı doğrultusunda Gmail'de HTTP kullanımı kaldırıldı. Alınan ve gönderilen tüm e-postalarda ve web arayüzünün tamamında HTTPS kullanılmaya başlandı.
Gmail, mümkün olduğunca e-postalarda bir şifreleme protokolü olan TLS kullanır. TLS'i destekleyen posta sağlayıcıları ile iletişim kurulurken postalar tamamen şifrelenir, desteklemeyenlerde ise şifrelenemez. Kullanıcılar, şifrelenemeyen e-postaları görüntülerken bir uyarı alır. Google, güvenlik sağlamak adına gelen ve giden bütün postaları tarar ve bazı dosya tiplerinin posta eki olarak eklenmesine izin vermez.
2017'nin sonunda Google; spam ve dolandırıcılık postalarını %99,9 doğrulukla tespit edebilen bir makine öğrenimi teknolojisini kullanıma soktu. Ayrıca seçilen bazı gönderilerin, yaklaşık 1/2000'inin, bu algoritmanın gelişimi için kullanılmak üzere bekletileceğini duyurdu.
Kasım 2020'de Google, tıklanan bağlantıları Google istemcilerine yönlendirerek bağlantı koruması hizmetini kullanıma açtı.
İki Adımlı Doğrulama.
Gmail, iki faktörlü doğrulamanın bir şekil olan 2 Adımlı Doğrulamayı destekler. Bir defa etkinleştirildiğinde, yeni bir bilgisayarda oturum açarken kullanıcı adı ve parolasını girdikten sonra, ikinci metodu kullanarak kullanıcıların kimliklerini doğrulamaları gerekiyor. Genellikle kullanıcılar telefonları bir metin mesajı veya sesli aramayla gönderilen 6 haneli bir kod giriyor. Kullanıcılar aynı zamanda, Google Authenticator gibi uyumlu bir mobil cihaz da kullanabilirler.
21 Ekim 2014 tarihinde Google, Evrensel İkincil Faktör (U2F) entegrasyonunu iki aşamalı doğrulama için fiziksel güvenlik anahtarına izin veren Chrome tarayıcısına entegrasyonunu duyurdu. Kullanıcılar SMS ile gönderilen doğrulama kodları ya da telefonlarında oluşturulan kodlara güvenerek, İki Aşamalı Doğrulama'yı birinci yöntemi seçerek, U2F Güvenlik Anahtarı'nı seçebilirler. 6 haneli kodlarla karşılaştırıldıklarında, Güvenlik Anahtarı oltalamaya karşı daha iyi koruma sağlar ve bir mobil cihaza olan ihtiyacı ortadan kaldırır.
24 saatlik kilitlemeler.
Bir algoritma, Google'ın "hesabınıza girildiğini belirtebilecek anormal kullanım" olarak adlandırıldığı girişimi, hesabın bir dakika ila 24 saat arasında, algılanan etkinliğin türüne bağlı olarak otomatik olarak kilitlenir. Kilitleme için listelenen nedenler şöyle:
Gmail'de çocuk pornografisi.
Google, Gmail sunucuları ve Kayıp ve İstismara Uğramış Çocuklar Ulusal Merkezi (NCMEC) ile birlikte dünyanın dört bir yanında istismara uğrayan çocukları bularak çocuk pornografisiyle mücadele etmektedir. NCMEC ile işbirliği içinde, Google çocuk pornografisi resimleri veritabanı oluşturur. Bu görüntülerden her birine, karma olarak bilinen benzersiz sayısal bir rakam verilir. Ardından Google bu benzersiz karmaları Gmail'de tarar. Şüpheli görüntüler bulunduğunda, Google bunları yetkililere bildirir.
Google Apps sağlayıcı markalaması.
10 Şubat 2006 tarihinde Google "Alan Adınız için Gmail" hizmetini tanıttı. Beta testine katılan tüm şirketler kendi alan adları genelinde Gmail'i kullanma izni aldılar. O zamandan beri Google, Google Takvim, Google Sayfa Oluşturucu ve daha fazlasının özelleştirilebilir sürümlerini içeren Google Apps'i geliştirdi. Mevcut çeşitli sürümleriyle bu büyük şirketleri olduğu kadar küçük şirketleri de hedefliyor.
ISS'ler ve portalları hedef alan bir hizmet olan Google Apps İş Ortağı Sürümü markaya göre özelleştirilebilir Gmail hesaplarıyla birlikte diğer Google hizmetlerini (Takvim ve Dokümanlar gibi) sunar.
Arayüz.
Gmail kullanıcı arayüzü, iki veya daha fazla kişi arasındaki birkaç iletiyi tek bir sayfada gruplandıran e-posta arama ve konuşma dizilendirmesi üzerine odaklanarak diğer web posta sistemlerinden ilk başta farklılık gösteriyordu, fakat daha sonra bu yaklaşım rakipleri tarafından kopyalandı. Gmail'in kullanıcı arayüzü tasarımcısı Kevin Fox, kullanıcıların diğer yerlere gitmek zorunda kalması yerine kullanıcıların kendilerini sürekli tek bir sayfada olup yalnızca o sayfadaki şeyleri değiştiriyormuş gibi hissetmelerini amaçladı. Gmail'in arayüzü ayrıca 'etiketler'in kullanımını sağladı – geleneksel klasörlerin yerine geçti ve e-postaları düzenlemede, gelen e-postaları otomatik olarak düzenleme, silme veya başka adreslere iletmek için filtrelemek ve otomatik olarak iletileri 'önemli' olarak işaretlemek için daha esnek bir yöntem sağladı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7034",
"len_data": 11880,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.44
}
|
Bilgi işlemde, İnternet Mesaj Erişim Protokolü (IMAP), e-posta istemcilerinin bir TCP/IP bağlantısı üzerinden bir posta sunucusundan e-posta mesajları almak için kullandığı bir İnternet standart protokolüdür. IMAP, RFC 9051 tarafından tanımlanır.
IMAP, bir e-posta kutusunun birden çok e-posta istemcisi tarafından tam olarak yönetilmesine izin vermek amacıyla tasarlanmıştır. Bu nedenle istemciler genellikle, kullanıcı bunları açıkça silene kadar iletileri sunucuda bırakır. Bir IMAP sunucusu genellikle 143 numaralı bağlantı noktasını dinler. SSL/TLS üzerinden IMAP'e (IMAPS) ise 993 numaralı bağlantı noktası atanmıştır.
Neredeyse tüm modern e-posta istemcileri ve sunucuları, önceki POP3 (Postane Protokolü) ile birlikte e-posta alımı için en yaygın iki standart protokol olan IMAP'i destekler . Gmail ve Outlook.com gibi birçok web posta hizmeti sağlayıcısı, hem IMAP hem de POP3 için destek sağlar.
IMAP4 olarak de bilinen IMAP, yerel kullanıcıların uzaktaki bir e-posta sunucusuna erişmesini sağlayan bir uygulama katmanı protokolüdür. En son sürümü IMAP sürüm 4 Revizyon 1 (IMAP4rev1) olup, RFC 3501'de tanımlanmıştır. IMAP4 TCP 143. portu kullanarak çalışır.
E-posta sunucularından mesaj çekmek için kullanılan en yaygın protokollerden biridir (bkz. POP3). Modern e-posta sunucularının neredeyse tamamı tarafından desteklenir.
E-posta protokolleri.
İnternet İleti Erişim Protokolü, bir e-posta istemcisinin uzak posta sunucusundaki e-postaya erişmesine izin veren bir uygulama katmanı İnternet protokolüdür. Geçerli sürüm, RFC 9051 tarafından tanımlanır. Bir IMAP sunucusu genellikle iyi bilinen 143 numaralı bağlantı noktasını dinlerken SSL/TLS üzerinden IMAP (IMAPS) 993 kullanır.
Gelen e-posta mesajları, mesajları alıcının e-posta kutusunda saklayan bir e-posta sunucusuna gönderilir. Kullanıcı, çeşitli e-posta alma protokollerinden birini kullanan bir e-posta istemcisiyle iletileri alır. Bazı istemciler ve sunucular tercihen satıcıya özgü, tescilli protokolleri kullanırken, neredeyse tamamı e-posta almak için POP ve IMAP'yi destekler; istemcilerin diğer sunucularla birlikte kullanılmasına izin verir.
IMAP kullanan e-posta istemcileri genellikle iletileri, kullanıcı açıkça silene kadar sunucuda bırakır. IMAP işleminin bu ve diğer özellikleri, birden çok istemcinin aynı posta kutusunu yönetmesine izin verir. Çoğu e-posta istemcisi, mesajları almak için ek olarak IMAP'yi destekler. IMAP, posta deposuna erişim sunar. İstemciler mesajların yerel kopyalarını saklayabilir, ancak bunlar geçici bir önbellek olarak kabul edilir.
Tarih.
IMAP, 1986 yılında tarafından, bir posta kutusunun içeriğini basitçe almak için kullanılan bir protokol olan yaygın olarak kullanılan POP'un aksine, bir uzaktan erişim posta kutusu protokolü olarak tasarlanmıştır.
Mevcut VERSION 4rev1'den (IMAP4) önce, aşağıda ayrıntıları verildiği gibi bir dizi yinelemeden geçti:
Orijinal IMAP.
Orijinal "Geçici Posta Erişim Protokolü, bir" istemcisi ve bir sunucusu olarak uygulandı.
Orijinal geçici protokol spesifikasyonunun veya yazılımının hiçbir kopyası mevcut değildir. Bazı komutları ve yanıtları IMAP2'ye benzer olsa da, geçici protokolde komut/yanıt etiketlemesi yoktu ve bu nedenle sözdizimi diğer tüm IMAP sürümleriyle uyumsuzdu.
IMAP2.
Geçici protokolün yerini, RFC 1064'te (1988'de) tanımlanan ve daha sonra RFC 1176'da (1990'da) güncellenen "Etkileşimli Posta Erişim Protokolü (IMAP2) aldı." IMAP2, komut/yanıt etiketlemeyi tanıttı ve halka açık ilk sürüm oldu.
IMAP3.
IMAP3, son derece nadir bir IMAP çeşididir. 1991'de RFC 1203 olarak yayınlandı. Kendisi IMAP2'de değişiklikler öneren RFC 1176 karşı bir öneri olarak özel olarak yazılmıştı. IMAP3, pazar yeri tarafından hiçbir zaman kabul edilmedi. IESG, 1993 yılında RFC 1203 "Etkileşimli Posta Erişim Protokolü - Sürüm 3"ü Tarihi protokol olarak yeniden sınıflandırdı. IMAP Çalışma Grubu, başlangıç noktası olarak RFC 1203 (IMAP3) yerine RFC 1176 (IMAP2) kullandı.
IMAP2bis.
MIME'nin gelişiyle, IMAP2, MIME gövde yapılarını desteklemek ve IMAP2'de bulunmayan posta kutusu yönetim işlevselliğini (oluşturma, silme, yeniden adlandırma, mesaj yükleme) eklemek için genişletildi. Bu deneysel revizyona IMAP2bis adı verildi; spesifikasyonu hiçbir zaman taslak olmayan biçimde yayınlanmadı. Ekim 1993'te IETF IMAP Çalışma Grubu tarafından bir IMAP2bis internet taslağı yayınlandı. Bu taslak şu önceki spesifikasyonlara dayanıyordu: yayınlanmamış "IMAP2bis.TXT" belgesi, RFC 1176 ve RFC 1064 (IMAP2). IMAP2bis.TXT taslağı "," Aralık 1992 itibarıyla IMAP2 uzantılarının durumunu belgelemiştir. Pine, IMAP2bis desteğiyle geniş çapta dağıtıldı (Pine 4.00 ve sonrası, IMAP4rev1'i destekler).
IMAP4.
1990'ların başında içinde oluşturulan bir IMAP Çalışma Grubu, IMAP2bis tasarımının sorumluluğunu üstlendi. IMAP ÇG (Çalışma Grubu), karışıklığı önlemek için IMAP2bis'i IMAP4 olarak yeniden adlandırmaya karar verdi.
Uygulanması.
Genel kullanımda, bir kullanıcının e-posta istemcisini (Outlook, Apple Mail, Outlook Express, Mozilla Thunderbird; Hotmail ve Gmail web arabirimleri vb.) kullanarak yolladığı e-posta mesajları, önce kullanıcının oturum açtığı e-posta sunucusu tarafından kabul edilir ve genellikle SMTP kullanarak alıcının posta kutusunu içinde barındıran başka bir e-posta sunucusuna gönderilir. Bu aşamada alıcının göndericinin mesajlarına ulaşabilmesi için bunu e-posta istemcisi ile çekmesi gereklidir. Fakat SMTP tek yönlü bir protokoldür (sadece gidiş). Kullanıcının isteği üzerine posta kutunuzda bulunan e-posta mesajının istemcinize inmesini sağlayamaz. Bu aşamada yapılandırmaya bağlı olarak POP3 veya IMAP devreye girerek ilgili mesajın oturum açmış ve talep etmiş istemciye çekilmesi sağlanır.
IMAP ve POP3 kullanımı arasındaki temel fark IMAP ile e-posta sunucusuna bağlantı kurulduğunda, posta kutusunda birikmiş e-postaların sadece başlık bilgilerini istemciye getirilir. POP3 ise bütün mesajları istemciye çeker.
Genel prensip olarak kullanıcı ve e-posta sayısının çokluğuyla doğru orantılı olarak kullanılır. Uygulamada web postası kullanan neredeyse bütün sunucularda IMAP protokolü kullanılır.
POP3'e göre avantajları.
Bağlantı şekli.
Bir e-posta sunucusuna POP3 ile bağlanıldığında bütün yeni mesajlar istemciye çekilir ve bağlantı kapatılır. IMAP kullanıldığında oturum açıldıktan sonra bağlantı sadece istek olduğu durumlarda açık kalır (Bir mesajın açılması ve içeriğinin görüntülenmesi gibi...).
Büyük boyutlu posta kutularında bu özellik içeriğin görüntülenmesini de sağlar.
Çoklu kullanıcı desteği.
POP3 aynı posta kutusunda aynı anda tek kullanıcıyı destekler. Tersi durumda işleyiş tarzı sorun yaratır.
IMAP ise çok kullanıcıyı destekler. Bir kullanıcının yaptığı değişiklik eşzamanlı olarak diğer oturum açmış kullanıcı tarafından görülebilir.
MIME mesajlarına parçasal erişim.
Neredeyse bütün e-posta mesajları MIME (Multipurpose Internet Mail Extensions-Çok işlevli Internet Posta Uzantıları) formatında gönderilir. Bir e-posta yazı bölümü, ekli dosya bölümü gibi bölümlere ayrılır. IMAP bu bölümleri birbirinden bağımsız olarak çekebilir. Örnek: Mesajı açmadan mesaj ekindeki bir dosyayı bilgisayarınıza kopyalamak.
POP'a göre avantajlar.
Bağlı ve bağlantısız modlar.
POP kullanırken, istemciler genellikle e-posta sunucusuna kısa süreliğine, yalnızca yeni iletileri indirmek için gereken süre kadar bağlanır. IMAP4 kullanırken, istemciler genellikle kullanıcı arabirimi etkin olduğu sürece bağlı kalır ve talep üzerine mesaj içeriğini indirir. Çok sayıda veya büyük iletisi olan kullanıcılar için, bu IMAP4 kullanım modeli daha hızlı yanıt süreleriyle sonuçlanabilir.
Harici değişikliklerin raporlanması.
Başarılı kimlik doğrulamasından sonra, POP protokolü, posta kutusunun mevcut durumunun tamamen "statik" bir görünümünü sağlar ve oturum sırasında durumdaki herhangi bir harici değişikliği gösterecek bir mekanizma sağlamaz. Buna karşılık, IMAP protokolü "dinamik" bir görünüm sağlar ve yeni gelen mesajlar dahil olmak üzere durumdaki harici değişikliklerin yanı sıra aynı anda bağlı diğer istemciler tarafından posta kutusunda yapılan değişikliklerin algılanmasını ve komutlar arasında uygun yanıtların gönderilmesini gerektirir. komutu sırasında, RFC 2177'de açıklandığı gibi. Ayrıca, özellikle "birden fazla aracı tarafından aynı posta kutusuna eşzamanlı erişim"den söz eden RFC 3501 bölüm 5.2'ye bakınız.
MIME mesaj bölümlerine erişim ve kısmi getirme.
formatında iletilir ve bu, mesajların yaprak düğümlerin çeşitli tek parça içerik türlerinden herhangi biri olduğu ve yaprak olmayan düğümlerin çeşitli çok parçalı türlerden herhangi biri olduğu bir sahip olmasına izin verir. IMAP4 protokolü, istemcilerin ayrı ayrı MIME parçalarından herhangi birini ayrı ayrı almalarına ve ayrıca tek tek bölümlerin veya tüm mesajın bölümlerini almalarına olanak tanır. Bu mekanizmalar, istemcilerin ekli dosyaları almadan bir iletinin metin bölümünü almalarına veya getirilirken içeriği
Mesaj durum bilgisi.
IMAP4 protokolünde tanımlanan bayrakların kullanımıyla, istemciler mesajın durumunu takip edebilir: örneğin, mesajın okunup okunmadığı, cevaplanmadığı veya silinmediği. Bu bayraklar sunucuda saklanır, böylece aynı posta kutusuna farklı zamanlarda erişen farklı istemciler, diğer istemciler tarafından yapılan durum değişikliklerini algılayabilir. POP, istemciler için bu tür durum bilgilerini sunucuda depolamak için bir mekanizma sağlamaz; bu nedenle, tek bir kullanıcı iki farklı POP istemcisiyle (farklı zamanlarda) bir posta kutusuna erişirse, durum bilgileri (bir iletiye erişilip erişilmediği gibi) arasında senkronize edilemez. müşteriler. IMAP4 protokolü, hem önceden tanımlanmış sistem bayraklarını hem de istemci tanımlı anahtar sözcükleri destekler. Sistem bayrakları, bir mesajın okunup okunmadığı gibi durum bilgilerini gösterir. Tüm IMAP sunucuları tarafından desteklenmeyen anahtar kelimeler, anlamı müşteriye bağlı olan . IMAP anahtar sözcükleri, bazen karşılık gelen özel sunucular tarafından IMAP klasörlerine çevrilen hizmetlerinin özel etiketleriyle karıştırılmamalıdır.
Sunucu taraflı aramalar.
IMAP4, bir istemcinin sunucudan çeşitli ölçütleri karşılayan iletileri aramasını isteme mekanizması sağlar. Bu mekanizma, istemcilerin bu aramaları gerçekleştirmek için posta kutusundaki her iletiyi indirmesini gerektirmez.
Yerleşik uzatma mekanizması.
Daha önceki İnternet protokollerinin deneyimini yansıtan IMAP4, genişletilebileceği açık bir mekanizma tanımlar. Temel protokol için birçok IMAP4 uzantısı önerilmiştir ve bunlar ortak kullanımdadır. IMAP2bis'in bir uzantı mekanizması yoktu ve POP'un artık RFC 2449 tarafından tanımlanan bir mekanizması var.
Sunucu push bildirimleri.
, posta sunucusunun bağlı istemcilere, örneğin yeni bir posta geldiğinden dolayı bir posta kutusunda değişiklik olduğunu bildirmesi için bir yol sağlar. POP karşılaştırılabilir bir özellik sağlamaz ve e-posta istemcilerinin yeni posta olup olmadığını kontrol etmek için periyodik olarak POP sunucusuna bağlanması gerekir.
Sunucuda birden çok posta kutusu.
IMAP4 istemcileri, sunucuda posta kutuları (genellikle kullanıcıya klasörler olarak sunulur) oluşturabilir, yeniden adlandırabilir ve silebilir ve posta kutuları arasında iletileri kopyalayabilir. Birden çok posta kutusu desteği, sunucuların paylaşılan ve ortak klasörlere erişim sağlamasına da olanak tanır. Erişim haklarını düzenlemek için IMAP4 "Erişim Kontrol Listesi (ACL) Uzantısı" (RFC 4314) kullanılabilir.
Mesaj durum bilgisi.
IMAP kendi içinde bulunan işaretleme (flag) sistemi ile bir mesajın pek çok halini görüntüleyebilir (okundu, okunmadı, silindi, … kişiye cevaplandı vb.). Bu bilgiler sunucu üzerinde saklandığı için aynı anda birden çok kullanıcının bağlı olduğu bir posta kutusunda, kullanıcılar mesaj durumu hakkında başkasının yaptığı değişiklikleri görüntüleyebilirler.
Çoklu posta kutusu desteği.
IMAP kullanıcılara özel posta kutusu yaratılmasına izin verir (Genellikle kullanıcılara klasör olarak gösterilir.). Kullanıcılara mesajlarını değişik kutular arasında taşıma hakkı tanınabilir. Bunun yanında paylaşılan posta kutuları da yaratılabilinir.
Sunucu taraflı arama mekanizması.
IMAP4 istemcilerin çeşitli kıstaslara göre sunucu üzerinde mesaj araması yaptırmasına ve sadece bu mesajların görüntülenmesine izin verir. POP3 ise mesajları bütün olarak çeker, arama istemci tarafında yapılır.
Yapısal eklenti desteği.
IMAP4 yapısal olarak eklenti yapılmasına açık bir protokoldür ve evrimleşebilir.
Güvenlik.
İstemci ile sunucu arasındaki IMAP bağlantılarını kriptografik olarak korumak için, SSL/TLS kullanan TCP bağlantı noktası 993'teki IMAPS kullanılabilir. Ocak 2018 itibarıyla önerilen mekanizma TLS'dir.
Alternatif olarak, başlangıçta üzerinden iletişim kurduktan sonra 143 numaralı bağlantı noktasına bağlanırken bağlantıyı şifrelemek için kullanılabilir.
Diyalog örneği.
[rfc:3501 RFC 3501 bölüm 8'den] alının bir IMAP bağlantısı örneği:
C: <open connection>
S: * OK IMAP4rev1 Service Ready
C: a001 login mrc secret
S: a001 OK LOGIN completed
C: a002 select inbox
S: * 18 EXISTS
S: * FLAGS (\Answered \Flagged \Deleted \Seen \Draft)
S: * 2 RECENT
S: * OK [UNSEEN 17] Message 17 is the first unseen message
S: * OK [UIDVALIDITY 3857529045] UIDs valid
S: a002 OK [READ-WRITE] SELECT completed
C: a003 fetch 12 full
S: * 12 FETCH (FLAGS (\Seen) INTERNALDATE "17-Jul-1996 02:44:25 -0700"
RFC822.SIZE 4286 ENVELOPE ("Wed, 17 Jul 1996 02:23:25 -0700 (PDT)"
"IMAP4rev1 WG mtg summary and minutes"
(("Terry Gray" NIL "gray" "cac.washington.edu"))
(("Terry Gray" NIL "gray" "cac.washington.edu"))
(("Terry Gray" NIL "gray" "cac.washington.edu"))
((NIL NIL "imap" "cac.washington.edu"))
((NIL NIL "minutes" "CNRI.Reston.VA.US")
("John Klensin" NIL "KLENSIN" "MIT.EDU")) NIL NIL
"<B27397-0100000@cac.washington.edu>")
BODY ("TEXT" "PLAIN" ("CHARSET" "US-ASCII") NIL NIL "7BIT" 3028
92))
S: a003 OK FETCH completed
C: a004 fetch 12 body[header]
S:
S:
S:
S:
S:
S:
S:
S:
S:
S: )
S: a004 OK FETCH completed
C a005 store 12 +flags \deleted
S: * 12 FETCH (FLAGS (\Seen \Deleted))
S: a005 OK +FLAGS completed
C: a006 logout
S: * BYE IMAP4rev1 server terminating connection
S: a006 OK LOGOUT completed
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7036",
"len_data": 14141,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.39
}
|
Anthony Senna da Silva (21 Mart 1960, Sao Paulo - 1 Mayıs 1994, Bologna), Brezilyalı otomobil yarış pilotu. Formula 1 Dünya Şampiyonluğunu 1988, 1990 ve 1991 olmak üzere 3 kez kazanmıştır. 1994 San Marino Grand Prix'sinde lider durumda iken 7. turda Tamburello virajında geçirdiği kazada ölmüştür. Birçok otorite tarafından gelmiş geçmiş en iyi F1 pilotlarından biri olarak kabul edilir.
"Bu isim Portekiz geleneklerine göre kullanılmıştır. İlk soyadı "Senna" annesinin soyadıdır, birçok kaynakta babasının soyadı "Da Silva"ya da ikinci soyadı olarak yer verilmektedir."
Gençlik yılları.
Varlıklı bir toprak sahibinin oğlu olarak Brezilya'nın Sao Paulo kentinde doğan Senna, babasının desteğiyle daha dört yaşındayken kart aracı sürmeye başlamış, ilk kart yarışına da 13 yaşındayken katılmıştır. Yarışlara olan isteğinin en büyük nedeni o yıllarda ünlenen ve Brezilya'ya ilk Formula Bir Dünya Birinciliğini 1972'de kazandıran başka bir Sao Paulo'lu, Emerson Fittipaldi'dir. Babasının Senna'nın yarışına en büyük katkısı, 10 yıl kadar önce Emerson Fittipaldi'ye kart birincilikleri kazandırmış olan motor bakımcısı İspanyol asıllı Tche'yi oğlunun kart motorları için tutmasıdır.
Ayrton Senna, ilk kart yarışına Sao Paulo Interlagos'da 1 Temmuz 1973'te girmiş ve kazanmıştır. Bu başarıdan sonra tüm okul çıkışlarında Tche'nin işyerine koşan Senna, burada ileride döneminin en teknik sürücüsü olmasını sağlayacak temel bilgileri edinmiştir. İlk katıldığı yarışı kazanmasından yalnızca iki hafta sonra Sao Paulo kış yarışlarında yıldızlar sınıfında birinci olan Senna, yaz döneminde de "Yıldızlar Birinciliği"ni tümüyle kazanmıştır.
Senna, daha bu yaşlarda, ne kadar yetenekli olursa olsun yarışlarda başarının arabanın niteliği ile sınırlı olduğunu ve nitelikli arabayı elde etmenin de kendini doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişilerin desteği ile ve doğru bir biçimde sunmaktan geçerek kalabalık içerisinden sıyrılmak olduğunu anlamıştır.
Bir sonraki yıl Brezilya kart birinciliğini, sonra da 1976'da Sao Paulo Büyükler Birinciliğini ve yeni 100cc'lik kartıyla büyük üç saatlik yarışı kazanan Senna, bu dönemde sonradan ünlü olacak sarı kaskıyla ilk kez yarışmıştır. 17 yaşındayken Güney Amerika Kart Birinciliğini kazanan Senna, daha sonra Dünya Birinciliğinde de birkaç kez ikincilik kazanmıştır.
Güney Amerika Kart Birinciliğinden sonra, 1978'de Güney Amerika dışına ilk gezisini Le Mans'daki Dünya Kart Birinciliğine katılmak için yapmış, bu arada babası ona Avrupa'nın en iyi kart yapımcıları 'Parilla Kardeşler'den bir deneme sürüşü ayarlamıştır. Senna alışık olmadığı Parma-Pancrazio yarış yolunda Parilla takımının baş sürücüsü ve kendisi de Le Mans yarışına hazırlanan 1973 Dünya Kart Birincisi Terry Fullerton ve öteki yarışçıları geçerek birinci olunca, Parilla takımının ikinci yarışçısı olarak kendisiyle sözleşme yapılmıştır. Le Mans'da sıralama yarışında Senna üçüncü olarak coşku oluşturduysa da asıl yarışı ancak altıncı bitirebilmiştir. Üç hafta sonra yine Parilla takımıyla yarıştığı Japonya'da Sugo'da dördüncü olmuştur.
Avrupa'da San Marino Kart Büyük Ödül'ünü kazanmadan önce 1978'de Güney Amerika kart birinciliğinde ve sonrasında da Portekiz'deki Dünya Birinciliğinde ikincilikleri vardır. 1980 ile 1981'de Brezilya birinciliklerini kazansa da dünya birinciliğini hiç kazanamamıştır. 1980'de yine Dünya Birinciliğinde ikinci olmuş, sonraki yıllarda motor aksaklıkları nedeniyle dördüncü ve on dördüncülük ile yetinmek zorunda kalmıştır.
19 yaşında çocukluk arkadaşı Liliane Vasconcellos Souza ile evlenen Senna, babasının isteği ile başladığı ve bitirdikten sonra aile kuruluşunu yönetmesi yönünde bir adım olan işletme eğitimini yarıda bırakarak "araba yarışçısı" olmaya ve Birleşik Krallık'ın yolunu tutmaya karar vermiştir. Kasım 1980'de Birleşik Krallık'a gelen Ayrton artık ne yapmak isteğinden emindir. Hemen kendisine bir sponsor arayışına girişir. Bir arkadaşının yardımıyla, Van Diemen Formula Ford 1600 arabasındaki deneme sürüşü kötü gittiyse de yeteneğini anlayan Van Diemen yöneticisi onu takıma almıştır. Artık Formula 3000'dedir. F1 öncesi son durak olan Formula 3000'deki başarıları ve birinciliği Frank Williams'ın dikkatini çeker. Artık 23 yaşında olan Ayrton, Williams takımı için deneme sürücülüğü önerisini benimseyerek F1 kapılarını aralar. 1984 dönemi içinde bir efsaneye giden ilk yola girer ve Toleman takımıyla F1'a adım atar.
Ayrton, Formula 3000 boyunca babasının soyadı olan Da Silva yı kullanmıştı. Brezilya'daki yasalarda doğan her çocuğa hem annenin hem de babanın soyadı verilir (Afrikalı köle erkeklerin Portekizli kadınlarla evlenmeleri sonucu doğan çocukları Portekiz ırkına sokabilmek için kullanılmıştı). Ayrton, bu arada "da Silva" olan çok yaygın soyadının yerine annesinin evlilik öncesi soyadı olan "Senna" soyadını kullanmaya başlamıştır.
Üç yıl sonra, 1984 yılında Toleman-Hart F1 takımıyla ilk kez F1 ile tanışan Senna, özellikle yağmurlu bir ortamda yarışılan Monako Büyük Ödül (Grand Prix) yarışı ile izleyenleri yetenekleri konusunda etkilemiştir. 1985'te Lotus takımına katılan Senna, Portekiz'deki Estoril'de ilk Grand Prix yarışını kazanmıştır.
McLaren dönemi.
Senna, 1988 yılında Alain Prost'un takım arkadaşı olarak McLaren F1 takımına katıldı. Bu aynı zamanda da iki ünlü yarışçı arasındaki unutulmaz çekişmeli yarışların başlangıcını oluşturur.
Senna, yarış yolunda acımasızlığı, kararlılığı, ölçülülüğü ve disiplini ile konusunda uzmanlaşmış, daha önce hiç kimsenin başaramadıklarını başarmıştır. 65 Formula 1 pole pozisyonu rekorunu uzun bir süre elinde bulunmuştur. (bu rekor önce Michael Schumacher {68 pole pozisyonu} daha sonra da Lewis Hamilton {96 pole pozisyonu*} tarafından kırılmıştır.) Yağmur altında yapılan yarışlarda rakiplerinden daha iyi yarışmıştır. Senna Monako Grand Prix'ini kimsenin başaramadığı bir biçimde 6 kez kazanmıştır. Senna, McLaren ile 3 Formula 1 Dünya Şampiyonluğu kazanmıştır (1988, 1990, 1991). Ancak 1992 sezonunda Williams takımı teknolojik ilerlemeler kaydedince griddeki en hızlı otomobil olmuştur ve Senna-McLaren dönemine son vermiştir. 1993 yılında ezeli rakibi Prost, Williams takımına geçmiştir ve sözleşmesine tek bir şart koymuştur: Senna ile aynı takımda olmamak. Prost 1993 sezonunda şampiyon olur ve Senna'nın takıma katılacağı söylendiğinde emekli olur. Senna 1994 sezonu için Williams takımıyla anlaşır ve oraya geçer. Böylece Senna-McLaren birlikteliği sona erer.
Williams Dönemi ve Ölümü.
Williams Dönemi.
Williams takımı 1993 sezonunda araçlarına elektronik bir yenilik eklemişlerdi. Aracın süspansiyonu virajlarda daha iyi denge sağlamak ve savrulmayı önlemek için elektronik bir destek alıyordu. Sürücüye sadece gaza basıp bitiş çizgisini geçmek kalmıştı. 1993 sezonunda Williams için başarılı geçmiş ve o sezonu takımlar şampiyonu ve Williams Pilotu Alain Prost ise pilotlar kategorisinde şampiyon oldu. Prost, Senna'nın pilotluk yaşamını konu alan Senna adlı belgeselde, şampiyon olmasına 2 ay kala Williams takımının kendisiyle konuştuğunu ve gelecek sezon için Senna'nın Williams takımında çalışacağı üzerine bir toplantı yaptığını açıklar. Prost'un 3 yıllık sözleşmesinde kendince belirlenen tek bir madde vardır o da Mclaren takımından eski takım arkadaşı olan Senna ile aynı takımda olmak istemediğidir. Prost bu röportajında "Senna'nın takıma dahil olması halinde 3 yıllık kontratımı ödersiniz ben de emekli olurum" cümlesi için 2 ay beklediğini, şampiyon olmadığı takdirde böyle bir karar almayacağını açıklar. Nitekim Prost, bu şampiyonlukla beraber dördüncü şampiyonluğunu alır ve aynı yıl Formula 1’e veda ederken yerini Ayrton Senna'ya bırakır. Ayrton Senna için Williams takımı; yeni, güzel günlerin ya da bir sonun başlangıcıydı.
1994 sezonu başlangıcında FIA zengin takımlarla diğer takımların arasındaki haksızlığı önlemek için “hiçbir araçta sürüşü etkileyecek elektronik aksamın bulunamayacağı” yönünde karar aldı. Bu yüzden Williams Takımı da aracında bulunan denge kontrol sistemini aracından çıkarmak zorundaydı. Bu Williams için kötü bir haberdi. Çünkü bu sistem onların 1993 sezonunda şampiyon olabilmelerini sağlayan sistemdi.
Ayrton Senna, yeni takımı Williams ile test sürüşlerine başlamıştı. Ancak aracının yolu iyi kavrayamadığını, önceleri aracının ön kısmından başlayan sonraları ise aracın arkasına doğru ilerleyen bir titreşim dalgasının direksiyonu döndürmesini etkilediğini, direksiyonu döndürmesine veya döndürmek istemesine rağmen aracın düz bir şekilde yol almaya devam ettiğini teknik servisteki ve takımdaki yetkililere iletmişti. Bu kötü sonuçlar doğurabilirdi.
Ölümü.
30 Nisan 1994 tarihinde Ayrton Senna Williams Takımı ile gerçekleştirdiği üçüncü yarışının sıralama turları için piste çıkacaktı. Roland Ratzenberger de sıralama turuna çıkacaktı. Senna 1:21.548 ile ilk turunu tamamlamış padoka dönmüştü. Ancak geldiğinde televizyonda gördüğü manzara onu derinden yaralamıştı. Roland Ratzenberger Villeneuve virajını alamadı; neredeyse dik açıyla karşı bölümdeki beton bariyere çarptı. Aracın sürücü bölümü zarar görmemiş olsa da çarpmanın etkisi bazal kafatası kırığına neden oldu ve Ratzenberger ağır bir şekilde yaralandı. Doktorlar Ratzenberger'e müdahale ederken sıralama turları durduruldu. Yaklaşık 25 dakika sonra mücadele yeniden başladı ancak Williams ve Benetton'un da içinde olduğu takımlar sıralamalara devam etmedi. Olayların ardından hastaneden yapılan açıklamada Ratzenberger'in kazadaki yaralanmalara bağlı olarak hayatını kaybettiği duyuruldu. 1 Mayıs 1994 tarihinde Ayrton Senna attığı tek tur ile Pole pozisyonundan yarışa başlamıştı. Ancak yarışın başlamasıyla birlikte motoru çalışmayan Benetton sürücüsü J. J. Lehto pist üzerinde kaldı. Arka bölümden kalkan Pedro Lamy, görüş açışı diğer araçlar tarafından kapatılınca Lehto'nun Benetton'unu göremeyerek arkadan çarptı. Çarpışmanın etkisiyle aracın lastikleri ve gövdeden parçalar koptu. Kazanın ardından güvenlik aracı piste girdi ve 5 tur boyunca pistte kaldı. Yarışın 7. turuna gelindiğinde Ayrton Senna 306 Km/sa hızla Tamburello virajına yaklaştı. Ancak daha önce söylediği gibi direksiyonu döndüremedi ve o hızla pistten çıktı. Yaptığı son bir hamle ile hızını 218Km/sa'ye kadar düşürmeyi başarmıştı. Ancak bu kötü sonu değiştiremedi. Kazanın hemen ardından Senna'nın hareketsiz ve bir yana kaymış görüntüsü, ciddi bir yaralanma olduğunu haber veriyordu. Pist görevlilerinin acil müdahale denemeleri, helikopter görüntüleriyle tüm dünyaya yayınlanmaktaydı. Yakın çekimlerde, tedavi bölgesinde kan izleri görülmekteydi. Bu sırada Senna'nın başını hafifçe hareket ettirmesi spikerlerin dikkatini çekmiştir. Senna'nın kafasındaki gözle görülür yaralanma, sağlık ekibinde ciddi bir beyin travması şüphesi doğurdu. Kazadan 1 dakika 9 saniye sonra yarış tamamen durmuştu.
Kazadan yaklaşık 10 dakika sonra, Larrousse takımı bir hata sonucu, pilotlarından Érik Comas'a piste geri dönme onayı verdi. Halbuki yarış hâlen kırmızı bayraklarla durdurulmuş durumdaydı. Helikopterin kaza alanını yayınladığı sırada Comas'ın aracının sesleri pistte yankılanmaktaydı. Eurosport yorumcusu John Watson bu olayı "hayatımda gördüğüm en saçma yanlışlık" şeklinde yorumladı. Pistteki görevliler Comas'ın yoluna devam ederek kaza bölgesindeki çalışmalara karşı bir tehdit oluşturmasını engellemek için büyük çaba sarf etti. Viraja hızla giren Comas'ın önüne geçen güvenlik ekibi aracını durdurdu. Ayrıca 1992'de Senna kaza yapan Erik Comas'a yolun ortasında aracından fırlayarak yardım etmiştir. Comas bir röportajında Senna'nın olay sırasında aracını terk edip kendisinin aracına koşarak aracın motorunu kapattığını anlatmıştır. Ve Erik Comas, Senna eğer Erik için durmayıp aracın motorunu kapatmamış olsaydı aracın alev alıp patlayabileceğini yani Senna'nın hayatını kurtardığını anlatmıştır.
Dönemin Formula 1 güvenlik, medikal delegesi ve pistteki sağlık ekibinin başı olan, dünyaca ünlü beyin cerrahı profesör Sydney Watkins, Ayrton Senna'ya olay yerinde trakeostomi uyguladı. Watkins kaskını çıkardığında pilotun kafasının kötü durumu ve burnundan kan akışı olması endişeleri artırmıştı.
Watkins o anları şöyle anlatmıştı: “Çok kötü görünüyordu. Göz kapaklarını kaldırdığımda, beyninde çok ciddi bir hasar olduğu ortadaydı. Kokpitten çıkarıp yere yatırdık. Bir an iç çeker gibi oldu; tam bir agnostik olsam da, o an ruhunun ayrıldığını hissettim.” Brezilyalı pilotun üstünde, hastanedeki hemşireler tarafından, küçük bir Avusturya bayrağı bulunduğu söylenmişti. Gazeteciler bu durumu, Brezilyalı pilotun zafer turunda bu bayrağı sallamayı ve 42. Grand Prix galibiyeti Roland Ratzenberger'in anısına adamayı düşündüğü şeklinde yorumladı.
Senna için 5 Mayıs 1994'te Brezilya'nın São Paulo kentinde devlet töreni düzenlendi. Yaklaşık 500.000 kişi caddelerde tabutun geçişini takip etti. Senna'nın rakiplerinden Alain Prost, tabutunu taşıyanlar arasındaydı. Formula 1 çevrelerinin büyük bölümü cenazeye katılırken, Formula 1'in yönetim teşkilatı FIA'nın başkanı Max Mosley ise 7 Mayıs 1994'te Avusturya'nın Salzburg kentinde Ratzenberger için yapılan törene katıldı. 10 yıl sonraki bir basın toplantısında Mosley; “Ben onun törenine gittim çünkü herkes Senna'nın cenazesine katıldı. Oraya da birilerinin gitmesinin önemli olduğunu düşündüm.” diye açıklamıştı.
Mirası.
Senna'nın vefatının ardından birçok güvenlik önlemi getirildi.
Temmuz 1994'te Brezilya milli futbol takımı, Dünya Kupası galibiyetini Senna'ya adadı. Senna'nın kız kardeşi Instituto Ayrton Senna adlı sivil toplum kuruluşunu kurdu.
İngiliz Otomobil üreticisi McLaren, Senna'yı onurlandırmak için yeni ürettiği spor otomobiline Senna adını verdi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7043",
"len_data": 13548,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.37
}
|
Kur'an () veya yaygın kullanılan adıyla Kur'an-ı Kerim (), Müslüman inancına göre, yaklaşık 23 yıllık bir süreçte âyetleri Allah tarafından Cebrâil adındaki melek aracılığıyla Muhammed'e parça parça vahiyler hâlinde indirilen bir kutsal kitaptır. İslâm inancına göre Kur'an, Muhammed'in gerçek bir peygamber olduğunu kanıtlayan en önemli ve en büyük mûcizedir. Müslümanlar, namaz başta olmak üzere belli başlı ibadetlerinde Kur'an'dan çeşitli bölümler okurlar.
Müslümanlar, Kur'an'ın Allah tarafından son peygamber Muhammed'e baş melek Cebrâil aracılığıyla, Ramazan ayından başlayarak yaklaşık 23 yıllık bir süre boyunca kademeli olarak vahyedildiğine inanırlar. Bu vahiyler 610 yılında, Muhammed yaklaşık 40 yaşındayken başlamış ve ölüm yılı olan 632'de sona ermiştir. "Okunan şey" manâsına gelen "Kur'an" sözcüğü, metnin kendisinde 70 kez geçmektedir ve Metinde yer alan diğer bazı isim ve kelimelerin de Kur'an'a atıfta bulunduğu düşünülmektedir.
Kur'an'ın, Müslümanlar tarafından Tanrı'nın gerçek ve nihai sözü olduğuna inanılır. İnanca göre Muhammed, okuma ve yazmayı bilmediği için bu metni yazmadı ve geleneğe göre Muhammed'in birkaç arkadaşı, vahiyleri kaydeden kâtip olarak görev yaptı. Kur'an, Muhammed'in 632'deki ölümünden kısa bir süre sonra, Ebû Bekir'in hilâfeti döneminde (632–634), bazı kısımlarını yazan veya ezberleyen sahâbeler tarafından derlendi. Ömer'in teşvikiyle Hâlife Ebû Bekir, Kur'an-ı mushaf hâline getirme kararı aldı ve bu görevi, Muhammed'in Kur'an'ı Cebrâil'e son okuyuşunda hazır bulunan, vahiy kâtibi ve hâfız olan Zeyd b. Sâbit'e verdi. Zeyd, titiz bir çalışma ile Kur'an'ı mushaf hâline getirdi ve Hâlife Ebû Bekir'e teslim etti. Osman, kendi halifeliği döneminde (644–656), günümüzde genelde Kur'an'ın bilinen ilk örneği olarak kabul edilen bir versiyon oluşturdu.
Kur'an, Kutsal Kitap'taki ve diğer İbrânî kutsal metinlerindeki kıssalara aşinadır. Kur'an, bu anlatıların bazılarını özetlemekte, bazılarının üzerinde uzun uzadıya bir şekilde durmakta, bazılarının da alternatif açıklamalarını ve yorumlarını sunmaktadır. Kur'an'ın büyük bir bölümü uyarma, itaate sevk etme, ibret verme amaçlı olan bu dinî hikâyelerden oluşmaktadır. Kur'an, kendisini İnsânlık için bir hidâyet kitabı olarak tanımlamakta, bazen belirli tarihsel olayların ayrıntılı açıklamalarını sunmakta ve genellikle bir olayın anlatımı üzerinden ahlaki ve ibretlik önemini vurgulamaktadır. İslâm'ın çoğu mezhebinde, Muhammed'in sözleri olduğuna inanılan hadislerin, İslâmî hukukun temelini oluşturan hükümler için Kur'an'ı açıklamalarla desteklediğine inanılır.
Kur'an'ın tamamını ezberleyen kişiye "hâfız" denir. Bazen Kur'an'dan bir âyet, "tecvid" adı verilen ve bu amaç için ayrılmış özel bir hitabetle okuNûr. Ramazan ayında bazı Müslümanlar, dinî bir ritüel olarak tüm Kur'an'ı baştan sona okurlar. Kur'an, namazlarda sadece Arapça okunmaktadır. Ayrıca çoğu Müslümanlar, belirli bir Kur'an âyetinin anlamını tahmin etmek için, metnin doğrudan çevirisinden ziyade tefsirlere güvenirler.
Etimoloji.
"Kur'ân" sözcüğü Arapçada "okudu" anlamındaki "karâ'e" (قرأ) sözcüğünün üç harfli mastarıdır. Kelime anlamı bakımından "okunan şey" veya "okumak" anlamına gelir. "Kerîm" sözcüğü ise "soylu, asil" ve "eli açık, cömert" anlamlarına gelir ve İslâm'da Allah'ın 99 isminden biridir.Anlayabilesiniz diye biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik. (Yûsuf Sûresi: 2)
Kur'an okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. (Nahl Sûresi: 98)
Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve sessiz durun ki rahmete nâil olasınız. (A'râf Sûresi: 204)Kur'an'da belli yerlerde geçen "el-Kitab" (Bakara: 1–2), "el-Furkân" (Furkān: 1), "ez-Zikr" (Hicr: 9), "en-Nûr" (Nisâ: 174) gibi kelimelerin de Kur'an'ı ifade ettiği düşünülmektedir. Dinî anlatımlarda "Furkân-ı Hâkim, Mushâf-ı Şerif, Kelâmullah, Kitâbullah" gibi isimlerle de anılmaktadır.
Tarihçe.
Tarih ve arkeoloji araştırmaları.
Muhammed'in hayatı, kıble ve Kur'an'ın ilk yazım yeri olan Mekke, 1970'li yıllardan bu yana çeşitli çevrelerce tartışılır olmuştur. Mekke'nin arkeolojik araştırmalarda İslâm öncesi döneme gitmeyen yeni bir şehir olarak ortaya çıkışı, tarihî kaynaklar ve haritalarda adının 8. yüzyıl öncesinde geçmemesi, ticaret yolları üzerinde olmaması yanında toprağının tarıma uygunsuzluğu, ayrıca erken İslâm tarihi hakkında ipuçları veren Kur'an ve hadis rivayetlerinde tanımlanan bazı yer isimleri ve özellikleri ile uyuşmazlıklar gibi nedenlerle Revizyonist İslâm Araştırmaları Okulu olarak adlandırılan harekete mensup bazı tarihçiler, "Muhammed'in tarihsel bir kişi olduğunu söyleyen diğer çoğunluk tarihçilerden" ayrılarak O'nun kurgusal bir kişilik olabileceğine inandılar. (Patricia Crone ve Michael Cook gibi diğerleri ise O'nun gerçek ama daha kuzeyde yaşamış olduğunu düşünüyorlar.) Onlara göre Kur'an'da 16 kere anılan Mescid-i Harâm, Kuzeybatı Arap Yarımadası'nda bulunmaktaydı; yani rivayet kültürüne dayalı klasik eserlerde ifade edildiği gibi günümüz Mekke'sinde değil.
İslâm'ın çıkış yıllarında Arap Yarımadası'nda çok sayıda bölgesel dil ve alfabe kullanılmaktaydı. Kur'an yazımında kullanılan dil ve alfabenin kuzeyde gelişen, Suriye ve Kûfe'ye kadar uzanan Nabatî–Aramaik dil (erken Arapça) olduğu ifade edilmektedir. Aynı dönemde Hicaz ve Yemen bölgelerini içine alan alanlarda ise Yemen dili ve alfabesi kullanılmaktaydı. Emevî hâlifesi Abdülmelik b. Mervân zamanında (685–705) alfabe ve Arapça resmî dil hâline getirilmiş ve diğer bölgelere yayılmıştır. (bkz. İslâm'ın yayılışı, Araplaşma) Muâviye b. Ebû Süfyân sonrasında çıkan karışıklıklarda I. Yezîd askerlerince yıkılan Kâbe'nin aslına uygun olarak yeniden yapılmasının İslâm dünyasında uzun süre tartışıldığı ancak bunun gerçekleştirilemediği, geleneğe dayalı tarih kitaplarında da ifade edilen bir konudur. Kıble üzerinden yapılan bazı araştırmalar ise, İslâm'ın ilk kuruluş yeri olarak günümüzde Ürdün topraklarında bulunan Petra yerleşkesini öne çıkarmıştır.
Kanadalı yazar Dan Gibson, "Quranic Geography" ismiyle kitaplaştırdığı araştırmalarında, en eski camilerin mihrap yönlerinin Petra'yı gösterdiklerini; âyet, hadis ve siyer kaynaklarındaki bazı ipuçlarının da Muhammed'in Petra'da yaşadığını ve buradan Medine'ye göç etmiş olduğunun işaretlerini verdiğini iddia etmiştir. Gibson'a göre Kur'an'da bahsedilen "bekke" veya "mekke" sözcükleri de Petra'yı ifade eden kelimelerdi. İlk kıble ise Mescid-i Aksâ değil, Petra'da Lât tapınağı olarak kullanılan kübik yapı olmalıydı. Dan Gibson'ın iddiasına göre bu yapı, Müslümanların İkinci Fitne (680–692) olarak niteledikleri zamanda, Abdullah b. Zübeyr b. Avvâm Ayaklanması sırasında mancınıklarla yıkılmış, İbn-i Zübeyr de karataşı Kâbe'de bulunan diğer kutsal eşyalarla birlikte alarak Emevî saldırılarından uzakta, bugünkü Mekke'nin bulunduğu yere taşımış ve yeni tapınağı burada inşa etmiştir. Emevîlere karşı Abbâsîlerin desteğini kazanan bu yeni mekân, birkaç yüzyıllık bir geçiş dönemi sonunda tamamen benimsenmiş, yeni yapılan camilerin yönü Mekke'ye dönük olarak inşa edilmeye başlanmıştır. Ancak Emevî etkisinde kalan Kuzey Afrika ve Endülüs camileri yönlerini bambaşka bir yöne, Güney Afrika'ya çevirerek yeni kıbleye karşı çıkmaya devam etmişlerdir.
Konu ile ilgili ortaya atılan bir diğer iddia ise, "bekke"nin "bekaa" ile bağlantılı olarak ele alınan Kudüs kenti olduğu yönündedir.
Bu iddialara göre, ilk Müslümanlar Kâbe'nin yerini doğru hesaplayamamışlardır. Öte yandan, Abdullah b. Zübeyr b. Avvâm olayı (683–92) ile ilgili olarak 7. ve 8. yüzyıl yazarları John bar Penkaye ve Theofanis, Petra'dan değil Mekke'den bahsetmişlerdir. Kur'an, putperestliğe sıklıkla atıfta bulunmaktadır. O zamanlar bir Bizans toprağı olan buralarda ise pagan uygulamalar ve ritüeller çok daha önceden yasaklandığından, bunun gibi savlarla bu iddialara karşı çıkılmıştır.
Hicaz bölgesinde Arapçanın kullanıldığını gösteren belge ise, ikinci İslâm hâlifesi Ömer tarafından Mekke valisi olarak atanan Hâlid b. Velîd'in oğlu AbdurRahmân'a ait olan ve MS 660'lara tarihlenen taş yazıttır. İngiliz Orta Doğu tarihçisi Robert G. Hoyland'a göre bölgede o döneme ait mezar Metinleri, duvar yazıları ve taş yazıtlar üzerinde Arapça yazılar bulunuyordu.
Batlamyus (MS 100–170), Arabistan'da aralarında "Macoraba" isimli bir yerleşimi de saydığı 50 yerleşimin listesini yayınlamıştı. Geçmişte Macoraba'nın gerçek Mekke olduğu konusunda genel bir fikir birliği olmasına rağmen, bazı bilim adamları bu sonucu sorguladılar. Modern veriler kullanarak Mekke ile çağrışım yapan antik yer isimlerini Mekke ile eşleştirme eğiliminde çalışmalar ve bu tutumu yanlışlayan araştırmalar günümüzde de devam etmektedir.
Öte yandan haritalı Coğrafya'nın en eski el yazmalarının Batlamyus'tan 1000 yıl sonra, 12. yüzyıl sonlarında Bizans'ta başladığı bilinmektedir. Batlamyus'un kendi haritalarını çizdiğine dair somut bir kanıt yoktur. Bunun yerine, coğrafi verileri daha sonraki harita yapımcılarının uyarlamasına izin veren bir dizi sayı ve diyagram kullanarak dijital biçimde iletmiştir. Ancak başlangıç meridyenini sağlam şekilde belirleyemediği için, vermiş olduğu koordinatlar hatalıdır. Bu haritaların Batlamyus'a referans veren çok sonraki yüzyıllara ait sürümlerinde Macoraba ve diğer yerleşimlerden bahsedilmektedir.İslâm'ın erken tarihlerinde yazılan eserler konum belirlemekten uzaktır. 7. yüzyılda yaşayan Süryânî yazar John bar Penkaye ve John Damascene, Mekke'den "çölde bir yer" olarak bahseder. Ayrıca Arapların küp şeklinde yapılan ve İslâm öncesi Arabistan'da oldukça yaygın olan put evlerine Kâbe adını verdikleri biliniyor. Bu yapıların İslâmlaşma döneminde tahrip edilmesiyle birlikte Müslümanlar arasında başlangıçtan bu yana sadece tek bir tane Kâbe'nin Mekke'de var olduğu algısı da yerleşmiştir.
rivayet kültürüne dayalı eserlerin dışında, tarih bilimi açısından İslâm'ın erken tarihi, ne zaman ortaya çıktığı, hangi coğrafyada doğup dünyaya yayıldığı konusu günümüzde hâlâ belirsizliğini korumakta, bu konuda farklı coğrafyalara işaret eden bulgular ve iddialar ileriye sürülmektedir. Tartışmalarda Petra dışında Kûfe ve Hîre (Güney Irak) bölgeleri öne çıkmaktadır. Bizans kronikleri ve Hristiyan din adamlarının kayıtları, basılı paralar ve Abbâsîler döneminde İslâm'ın hikâyesinin yazılma sürecine katılan hadisçi ve tarihçilerin yaşam bölgeleri, Hîre, Medine gibi bazı antik şehirlerin isimleri ve diğer bulgular (Kur'an'ın kültür coğrafyasına işaret eden âyet içerikleri, kullanılan yazı tipi vb.), İslâm peygamberi Muhammed'in ve erken dönem İslâm coğrafyasının Güney Irak bölgesi ile ilişkilendirilmesine ve Muhammed’in hayat hikâyesinin birden fazla kişinin hikâyelerinin birleşimi olabileceği kanaatine yol açmıştır.
Peygamberlik dönemi.
İslâm geleneğine göre, daha sonraları Kur'an'ı oluşturmak üzere derlenen vahiyler, Muhammed'e 610 yılında, Ramazan ayının Kadir Gecesi'nde, Mekke yakınlarındaki Hira Dağı'nda bulunan Hira Mağarası'nda, inzivada iken inmeye başlamıştır. Vahiylerin 13 yılı Mekke, 10 yılı da Medine döneminde olmak üzere 23 yıl sürer. Buna göre Mekke'de gelen vahiyler "Mekkî", Medine'de gelen vahiyler ise "Medenî" olarak isimlendirilir. İnanca göre Muhammed'e inen ilk vahiy, Kur'an'ın 96. Sûresi olan Alak Sûresi'nin ilk beş âyetidir.Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yaratmıştır. Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, İnsâna bilmediğini bildiren Rabbin sonsuz kerem sahibidir. (Alak Sûresi: 1–5)Alman yazar , Kur'an'daki Sûreleri sınıflandırırken Mekkî Sûrelerden Medenî Sûrelere geçişte, kitabın üslubunun kısa ve şiirsel anlatımlardan daha uzun ifadeler içeren "nesir" diline evrilmesini esas almıştır.
Mekke dönemi (610–622).
Mekke vahiyleri, hacimsel olarak Kur'an'ın üçte ikilik kısmını oluşturur. Bu dönemde vahiyler sözlü olarak ezberlenmiş, daha sonra ise hicrete yakın (622) birkaç yıl ile Medine dönemi (622–632) olarak ifade edilen yazım döneminde kayda geçirilmişlerdir.
Mekkî âyet ve Sûreler, İslâm inancı ve ahlakı ile ilgili temel konuları kapsamaktadır. Allah'ın birliğine, meleklere, peygambere, kitaplara ve âhiret gününe iman gibi konular işlenir, Allah ile eş tutulan putlar reddedilir; iman, ölüm, hayat, kıyamet, âhiret, cennet, cehennem gibi konular eski kavimlerin başlarına gelenler üzerinden şiirsel bir dille işlenir. Kur'an'ın Âdem'den itibaren devam eden tevhid dini ve vahiy zincirinin devamı olduğu vurgulanır (42:13).
Medine dönemi (622–632).
Bu dönemde ahlak ve ibadetler dışında İnsânlar ve toplumlar arası ilişkilerle ilgili düzenlemeler de Kur'an'da yerini almıştır. Çünkü İslâm toplumunda bu hükümleri uygulayacak olan yeterli askerî ve yaptırım gücüne artık ulaşılmıştır. İslâmî literatürde adına "esbâb-i nüzûl" denilen olaylar ve sorunları çözümleme ve yönetme amacıyla şer'i hukukun kuralları, anlaşmalar, barış ve savaş (cihad) ile ilgili âyetler bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu dönemde Muhammed yönetiminde adına "Medine Şehir Devleti" denen küçük bir İslâm devleti kurulmuşTûr.Şüphesiz Allah; Âdem'i, Nûh'u, İbrâhîm ailesini (soyunu) ve İmrân ailesini (soyunu) birbirinden gelmiş birer nesil olarak seçip âlemlere üstün kıldı. Allah her şeyi hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir. (Âl-i İmrân Sûresi: 33–34)
Derlenmesi ve kitaplaştırılması.
Kur'an, Muhammed'in ölümü sırasında olasılıkla sahâbeden değişik kişilerin ellerinde küçük yassı taşlar, "rıka" denilen deri, ağaç yaprağı, bir çeşit kâğıt, deve ve koyun kemikleri, "ektab" olarak ifade edilen ağaç parçası gibi malzemeler üzerine yazılmış dağınık parçalar hâlinde bulunuyordu. Halife Ebû Bekir (ö. 634) zamanında kurulan bir komisyonla Kur'an parçaları bir araya getirildi.
rivayete göre Ridde Savaşları'nda 70 kadar hâfızın ölmesi üzerine Ömer, dönemin hâlifesi olan Ebû Bekir’e başvurarak konunun görüşülmesini ister. Ebû Bekir, Zeyd b. Sâbit başkanlığında aralarında Abdullah b. Zübeyr b. Avvâm, Sa'd b. Ebû Vakkās ve AbdurRahmân bin Hâris'in de bulunduğu bir komisyon kurdurur. Zeyd, elinde yazılı Kur'an metni olan herkesin bu Metinleri getirmesini, ayrıca Metinleri bizzat Muhammed'den duyduklarına dair iki güvenilir şahit gösterilmesini ister. Olası imla hataları için Osman tarafından bu komisyona "Kureyş'e göre yazın" emri verilir. Ortaya çıkartılan ve "sayfalar hâline getirilmiş" ya da "iki kapak arasındaki sayfalar" anlamına gelen mushaf, Ebû Bekir'in ölümünden sonra Hafsa bint Ömer'e emanet edilir.
Kişisel mushaflar.
Amerikalı oryantalist Arthur Jeffery'e (1893–1959) göre, İslâm'ın erken dönemlerinde yirmi sekiz adet şahsi mushaf bulunmaktaydı. Bu mushaflarda bugün resmî mushaflarda bulunanlardan farklı olarak Abdulah b. Mes'ûd'un mushafında Fâtiha ve Muavvizeteyn sûrelerinin (Felak ve Nâs) mevcut olmadığı, Übey b. Kâ'b'ın mushafında kunut dualarının iki ayrı sûre olarak yer aldığı, Ali'nin mushafını nüzûl sırasına göre tertip ettiği bilinmektedir.
Düzenlenmesi.
Bugünkü Kur'an Sûreleri, Sûre ve âyetlerin yazılış (İslâmî literatürde "iniş") sırasına göre değil, Fâtiha dışında kabaca sûrelerin uzunluğuna göre dizilmişlerdir. Kur'an'a kronolojik sıraya uymayan bugünkü şeklinin Osman zamanında (644–656) verildiği ve çoğaltılarak değişik şehirlere dağıtıldığı söylenmektedir. Bununla birlikte, bilinen en eski el yazmalarından olan Sana'a el yazmalarından incelenen 926 parçanın %22'si, bugün bilinen Kur'an'dan tamamen farklı bir yazılış, linguistik ve Sûrelere ait diziliş farkı sunmaktadır.
648'de Ermenistan ve Azerbaycan'ın fethinde Şamlı ve Iraklı askerlerin farklı okuyuşları tartışma ortaya çıkardı. Bu tartışma üzerine sahabeden Huzeyfe b. Yemân, Halife Osman'a başvurarak bu durumun düzeltilmesini, ihtilafın ortadan kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Osman bin Affan, Zeyd b. Sâbit'i tekrar görevlendirerek, Ebû Bekir'in emriyle derlenmiş olan Kur'an'ın çoğaltılmasını emretmiş ve çoğaltılan mushaflar çeşitli İslâm merkezlerine gönderilmiş, bununla farklılık gösteren diğer mushaflar ise yakılmışlardır. Böylece, Muhammed'in ölümünden sonra 20 yıl içinde Kur'an'ın derlenip çoğaltılması yapılmıştır.
Ehl-i Beyt ve Şii iddiaları.
Bunlardan en önemlisi, Kur'an'ın toplanması esnasında ehl-i beytin faziletleri ile alakalı bazı parçaların Osman mushafına alınmadığı, yani Kur'an'ın tahrif edildiği iddiasıdır. Orta Çağ âlimi Şehristânî ( 1086–1153), ilaveten aslında Ahzâb Sûresi'nin Bakara Sûresi'ne denk 300 âyetlik kadar bir Sûre olduğunu ve recm âyetinin de onda bulunduğunu ifade ederek, bu Sûredeki pek çok âyetin Ridde Savaşları'nda kaybolduğuna dair bir dizi rivayete yer verir.
Emevîler dönemi.
En erken yazımı döneminde Arap alfabesi, bugün kullanılan 28 harfe karşılık, noktalama gibi hiçbir yardımcı işaret içermeyen 22 harfi karşılayan 15 farklı harften oluşmaktaydı. Kur'an'ın ilk yazılışındaki alfabetik yetersizlikler, sonraki zamanlarda kıraat mezheplerini ortaya çıkartmıştır. Emevî valisi Haccâc b. Yûsuf'un (ö. 714) emriyle ilk defa aynı şekilde yazılan farklı harfleri ayırt edebilmek için noktalama işaretleri ve sesli harfler oluşturuldu. Haccâc, üzerinde birtakım değişiklik ve düzenlemeler yaptırdığı yeni Kur'an metninin resmî nüsha olarak belirlenmesi amacıyla eski yazım Kur'anları toplatarak yaktırmış ve yerine yeni yazım Kur'an Metinlerinin dağıtılmasını sağlamıştır.
Uzatma, nokta, hareke gibi işaretlerin yer almadığı bu yazıma Emevîler döneminde ilâve edilen işaretlemelerle okuyuş şekli de (tecvid) yazılı olarak belirlenmiştir. Farklı yazım şekillerine sahip farklı Kur'an nüshalarında, Sûrelerin anlamları da değişebilmektedir. Başlangıçta Kureyş lehçesi ile okunan Kur'an'ın sonradan 7 Arap lehçesiyle okunmasına müsaade edilmiştir.
İslâm toplumundaki yeri.
Geleneksel anlayışta Kur'an, abdest alınarak tutulur. Buna dayanak olarak Vâkıa Sûresi'nin 79. âyeti ("Ona ancak tertemiz olanlar (melekler) dokunabilir.") gösterilir. Kur'an'ın bütün metnini ezberleyen kişiye "hâfız" denir. Kur'an'ı düzgün bir sesle okumaya "tilâvet" denir.
Müslümanlar, günlük ibadet olan namazı kılabilmek için Kur'an'dan en azından birkaç âyeti ezbere bilmek zorundadırlar: "...Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun, salâtı ikâme edin (namazı kılın)..." (Müzzemmil: 20)
9. yüzyılda İslâm itikadî mezhepleri arasında Kur'an'ın ezeli ve ebedi olup olmadığı, bir diğer ifade ile yaratılmışlardan olup olmadığı konusu üzerinde büyük tartışmalar yaşanmıştır. Bazıları Kur'an'ın Allah ile birlikte ezeli olarak var olduğu, dolayısıyla "yaratılmadığı" görüşünü benimsemişler, akılcılığı ön plana çıkaran Mu'tezile mezhebi ise Kur'an'ın yaratılmış olduğu görüşünü benimsemiştir. Sûfîlere göre bu tartışma yapay ve yanlıştır.
Tevhidin öncüsü olarak.
Müslümanlar, Kur'an'ın yanında İncil, Tevrat ve Zebur'a Allah tarafından insanlara, onları tevhide çağıran kutsal kitaplar olarak inanırlar. Bunun yanında, diğer üç kitabın sonradan tahrif edildiğine, son kutsal kitap olan Kur'an'ın ise kıyamete kadar Allah tarafından korunacağına da inanırlar. Bu konuyla ilgili olarak Hicr Sûresi'nin 9. âyetinde "Kesin olarak bilesiniz ki bu kitabı kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz." denmektedir. Ayrıca Kur'an'ın, İslâm'da ilk peygamber olduğuna inanılan Âdem'den itibaren gönderilen ilahi Metinlerin tamamlayıcısı olduğuna inanılır.
İslâmî tasavvufta olduğu kadar cihatçı anlayışta da –pagan kültüre karşı bir saldırı aracı olarak– sıkça tekrarlanan bir Kur'an önermesi olarak tevhid, tarihsel olarak politeizm zemininde gelişir. Mevcut tarihsel verilerin sonuç çıkarmamıza izin verdiği ölçüde, Mısır kralı Akhenaton'un tek tanrıcı güneş ibadeti (Aten dini), katı ve açık monoteizmin (MÖ 14. yüzyıl ortaları) ilk tarihsel ifadesi olarak kabul edilebilir. İsrâil toplumunda ise Yehova, bütün tanrıların en büyüğü olarak öne çıktı.
İslâmî terminolojide "şirk" (Allah'a ortak koşmak) olarak nitelenen pagan kültürüne karşı Kur'an'ın tutumu ise şöyle özetleniyor: İslâm öncesi Araplar ağaçlar, kuyular ve dağlara ilişkin kıssa ve mitolojiler kurgulamış; Safâ, Merve, Ebû Kubeys, A'râfat, Mina ve Müzdelife'de bulunan kaya ve dağlara ilişkin kültler oluşturmuşlardır. Kur'an, bir kısım tapınmaları kaldırmasına rağmen kökleşmiş Arap mukaddesatıyla çatışmamış, bazı ritüelleri devam ettirmiştir. Bu durum bazı İslâmî yorumcular tarafından "tedricilik" olarak değerlendirilir.
Şeriat ve fıkıhta.
Birincil kaynak olarak Kur'an'a dayandırılan şeriat kanunları; kadın-erkek ilişkileri, savaş, evlilik, boşanma, miras paylaşımı, şahitlik gibi birçok konuda konulan kurallar ile yüzyıllar boyunca Müslüman toplumları ve sosyal hayatı düzenleyici etkiler yapmıştır. Klasik şeriat uygulamaları, farz sayılan ibadetlerin terkini dinden çıkma saydığı ve onlara için ölüme varan şiddetli cezalar verdiği hâlde, İnsân hakları kavramının gelişmesi ile İslâm ülkelerinde ibadetlerin ceza veya mükâfatının uhrevi olarak değerlendirildiği daha seküler veya kısmi şeriat uygulamaları ön plana çıkmaktadır. Klasik şeriat uygulamalarından bir kısmı İnsân haklarına ciddi ihlaller içermektedir.
Kur'an'a göre başlıca suçlar ve cezalandırma şekilleri şunlardır:
Kısas.
Kısas, aşirete dayalı olan Arap toplum düzeninde kan davaları veya savaşların önlenmesi için kullanılan bir çözümleme aracıydı. Kısas toplumsal denklik üzerinden yürütülür, öldürülen kişinin kadın–erkek, köle–hür, seçkin–sıradan olması göz önüne alınarak katilin aşireTînden öldürülene denk birisi infaz edilirdi. Örneğin köleye karşılık ancak bir köle, kadına karşılık bir kadın öldürülebilirdi. Eski toplumlarda suçun şahsiliği ilkesi bulunmamakta, çoğu zaman müessir fiilin kasten yapılmış bir eylem olup olmadığı da göz ardı edilerek, bir bakıma bir cinâyet, karşı cinâyet işlenerek cezalandırılırdı.Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın... Ancak öldüren kimse, kardeşi (öldürülenin vârisi, velisi) tarafından affedilirse, aklın ve dinin gereklerine uygun yol izlemek ve güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem dolu bir azap vardır. (Bakara: 178)İlgili âyette geçen "kadına kadın" ifadesinin neshedilmesi ve âyette geçmediği hâlde Müslüman birisinin Müslüman olmayan bir kişiyi öldürdüğünde kısas uygulanıp uygulanmayacağı konuları tartışmalıdır. Şeriat yasalarına göre köle bir İnsân hür bir insanı öldürdüğünde kısas yapılır, ancak hür bir İnsân bir köleyi öldürdüğünde kısas yapılamaz. Hanefîlere göre bir köleyi öldüren hür kimse de kısas ile öldürülür. Diğer mezhepler, hürlerin köleler karşısında kısas edilmeyeceği görüşündedir. Yaralamalarda Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre hür kişi köle muKābilinde kısas olunmaz.
Türk ilâhiyatçı Abdülaziz Bayındır'a göre, yukarıdaki ilgili âyetle Tevrat hükümlerinden olan "dişe diş, göze göz, kulağa kulak, buruna burun ve yaralamalarda misliyle karşılık verme" gibi kısas hükümleri kaldırılmıştır.
Kadın.
İslâm'da ve Kur'an'da kadının yeri konusunda Müslümanlar arasında birbirinin tam aksi iki farklı eğilim görülmektedir. Bunlardan ilki, İslâm'ı kadını en yüksek mertebeye oturttuğu, kadınlara bütün haklarını verdiği şeklinde iken; diğeri ise Kur'an'ı ataerkil Arap toplumunun önyargılarını yansıtan, kadınları ikinci sınıf bir konuma hapseden bir Metin olarak algılayanların tutumudur. Müslüman kadınların (, "Müslimāt –" tekil: مسلمة, "Müslime") deneyimleri farklı toplumlarda ve aynı toplum içinde büyük farklılıklar gösterir. Ortak yönleri ise, hayatlarını değişen derecelerde etkileyen, aralarındaki geniş kültürel, sosyal ve ekonomik farklılıklar arasında köprü kurmaya hizmet edebilecek ortak bir kimlik veren İslâm dinine bağlılıklarıdır.
İslâm toplumlarında kadının gerek aile hayatında, gerekse siyasi, hukuki, sosyal ve ekonomik alanlardaki konumunu bir taraftan dinî kurallar, diğer taraftan ise sosyal ve siyasi çevre, etnik yapı ve İslâm öncesinden gelen kültür mirası belirlemiştir. Bu Sebe'ple İslâm dünyasında kadının konumu her dönemde değişmiştir. Hatta aynı bölgede ve aynı zaman diliminde yaşayan kadınlar arasında bile şehirde veya kırsal kesimlerde bulunmalarına göre farklılıklar olmuştur. Ayrıca şeriat hukukunda erkeklerde olduğu gibi esire veya câriye kadınların giyim kuralları, dinî ve toplumsal hakları ve soRûmlulukları hür kadınlardan tamamen farklıdır.
Çok eşlilik: Kur'an'da erkek evliliği ile ilgili ucu açık ifadenin (Nisâ: 3) klasik Sünni anlayışında hadis rivayetleri kullanılarak sınırlandırılmasıyla erkeklerin en fazla dört hür kadınla aynı anda evli olabileceğine karar verilir ve evlilik sayısı için üst limit belirlenir. Ancak İmâmiyye ve Zâhiriyye mezhepleri bu sınırlamayı kabul etmeyerek üst sınırı 9 olarak kabul etmişlerdir.Yetimlerin hakkına riayet edemeyeceğinizden korkarsanız, beğendiğiniz kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Haksızlık etmekten korkarsanız tek kadın veya mülkiyetinizde bulunan câriye ile yetinin; bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır. (Nisâ Sûresi: 3)Savaş esiri olarak kadın: Savaşlarda esir alınan kadınların durumu İnsân hakları açısından kritik bir meseledir. Geleneksel Kur'an yorumlarına göre bu kadınlar alınıp satılan câriyeler ile eşit ve ganimet olarak mülk edinilmiş kadınlardır. Bu kadınların başkaları ile nikâhlı olup olmadıkları göz önüne alınmaz ve diğer mülk edinilen kadınlar gibi, hak sahipleri (savaşçılar veya bunları satın alanlar) tarafından bedenleri üzerinde -rızaları alınmadan- cinsel tasarruflarda bulunulabilir. Bazı ilâhiyat uzmanları ise, esirleri köle veya câriye yapmanın ve cariyelerin cinselliğinden nikâhsız olarak yararlanmanın Kur'an'a aykırı olduğunu, bu konudaki âyetler açık olmasına rağmen anlam kayması yapılarak bir algı oluşturulduğunu, esirlerin köleleştirilebileceği ve cariyelerin cinselliğinden yararlanılabileceği anlayışının Ehl-i Sünnet ve Şîa bütün mezheplerin ortak görüşü hâline getirildiğini belirtmektedirler.
Kadın giyimi: Kur'an'da kadın giyimi ile ilgili emir kipi ile ifade edilen cümlelerde kadın giyimi ile ilgili net bir çerçeve çizilmemesi, İslâm'da kadın giyiminin yüzyıllar boyunca tartışılan, bir uçta sadece "avret" olarak tanımlanan edep yerlerinin (cinsel organlarını) örtülmesini yeterli gören, diğer uçta kadının el ve yüzler dahil bütün bedeninin örtülmesini zorlayan anlayışların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Başörtüsü, İslâm öncesi Arabistan'da da kullanılmaktaydı. Bunu, hem erkekler hem de kadınlar, aşırı sıcak ve soğuk havalardan korunmak için kullanmaktaydılar. İslâm peygamberi Muhammed'in peygamberliğinin 12 yıllık Mekke döneminde ise tesettür, bir İslâmî emir değildi. Ancak Medine döneminde, rivayete göre geceleri tuvalet ihtiyacını gidermek için açık alana çıkan kadınların birtakım münafıklar tarafından rahatsız edilmeleri nedeniyle, kadınların artık rahatsız edilmemek için onların giyimlerini belirten Nûr Sûresi'nin 31. âyeti indi. Münafık kimseler, kadınların câriye mi yoksa hür mü olduğunu ayıramıyorlardı ve kadınları rahatsız eden bu kişiler örtülü kadınlara yaklaşmıyorken diğerlerini ise taciz ediyorlardı.
Bireysel özgürlük ve değerler anlayışının gelişmediği, Kur'an'ın Allah'ın emir ve yasaklarından oluştuğu anlayışıyla şeriat ve itaat kültürünün toplumsal belleğe sürekli olarak işlendiği otokratik toplumlarda tesettür, yeni bir şiddet ve dinsel zorbalık aracına dönüşebilmektedir.
Korunduğu inancı.
İlk zamanlar vahiy kâtipleri tarafından papirüs, deri ve kemik üzerine yazılarak saklanan Kur'an âyetlerinin ilk nüshaları bulunmamaktadır. 2015'te Birmingham Üniversitesi'nin kütüphanesinde bulunan Hicazi yazı ile yazılmış Kur'an parşömenleri üzerinde radyokarbon yöntemi ile yapılan testlere göre, parşömenler 568"–"645 (%95'ten fazla bir olasılıkla) yıllarına aitti.
Günümüz İslâm coğrafyasında birbirinden küçük ayrıntı ve anlam farklılıkları barındıran değişik Kur'an nüshaları bulunmakta ve kullanılmaktadır. İslâm âlimleri, bu küçük yazım ve okuyuş farklılıkları ve anlam kaymalarının az olduğunu ve Kur'an'ın anlam bütünlüğüne bir zarar vermediğini söylerler. Günümüz Müslüman âlimlerinin çoğunluğu ise, günümüz metninin Muhammed'in okuması ve hatta yazdırması ile oluşan Kur'an metni olduğuna inanırlar. Batılı araştırmacılar Kur'an'ın orijinal metninin korunup korunmadığı konusunda farklı yaklaşımlara sahiptirler. Dr. Daniel Brubaker, en eski Kur'an Metinleri üzerinde yapılan değişiklik, düzeltme ve eklemeleri konu aldığı sunumlu bir video serisini (Variant Quran) internet üzerinde yayımlamıştır.
1972'de Yemen'in San'a kentindeki bir camide eski Kur'an'lardan oluşan bir kayıt keşfedildi. Yazma, genellikle "San'a el yazmaları" olarak bilinir. Bu Kur'an parçalarını uzun yıllar araştıran Alman bilim insanı ve araştırma ekibi, 8. yüzyılın başlarına tarihlendirdiği el yazmalarının yaklaşık 35.000 mikroFîlm fotoğrafını çekti. Gerd Puin, çalışmasının tamamını yayımlamadı; ancak alışılmadık âyet sıralamaları, küçük Metin varyasyonları ve nadir imla stilleri kaydetti. Ayrıca bazı parşömenlerin yeniden kullanılmış parşömenler olduğunu öne sürdü. Puin, bunun sabit bir Metin yerine "gelişen bir Metin" anlamına geldiğine inanıyordu.
Mukattaa harfleri ve 19 gizemi.
Mukattaa ve 19 sistemi, güncel Kur'an Metinleri üzerinde yapılan bir çalışmayla Kur'an metninin 19 sayısının tam katları üzerine tasarlandığını ve bu sistemin kanıtlaması üzerinden Kur'an metninin değişikliklerden korunarak günümüze kadar korunduğunu savunan bir tezdir. Bu sayı sisteminin dayanağı olarak Müddessir Sûresi'nin 30. âyeti gösterilir. Tezin savunucuları, 14 asırdır anlamları anlaşılmayan başlangıç harf setlerinin de bu sistem yoluyla açıklandığına inandılar.Orada on dokuz görevli vardır. (Müddessir Sûresi: 30)1974'te Mısırlı biyokimyacı ve bilgisayar uzmanı Reşad Halife tarafından yayımlanan teze göre Besmele 19 harften oluşmaktadır ve Kur'an'daki sûre sayısı 19'un 6 ile çarpımına (114) eşittir. Mukattaa harflerinin, başlarında yer aldığı Sûrelerde 19'un katları şeklinde tekrarlandığı ve Kur'an'da matematiksel bir mûcize örgüsü bulunduğu ifadeleri inanç gruplarınca da sıklıkla vurgulandı. Bu tez ile yapılan çıkarımlar üzerine bazı tenkitler de mevcuttur. Bir eleştiriye göre, Müddessir Sûresi'nin 30. âyetinde cehennem meleklerinin sayısının 19 olduğundan ve bu bilginin kendilerine kitap verilmiş olan toplumlar tarafından da yakinen bilinebileceğinden bahsedildiği şeklindeki eleştiridir. Ayrıca, bu sayıyla alakalı istenirse her kitapta benzer özellikler bulunabileceğine dair eleştiriler de vardır.
Tez yayımlandığı yıllarda İslâm dünyasında büyük ilgi görse de, 1985'te Reşad, bu sisteme uymadığı gerekçesiyle Tevbe Sûresi'nin, günümüz mushaflarının hemen hepsinde âyet olarak yazılan "128 ve 129" sıralı cümlelerinin âyet olmadığını, kitabın yazımından sonra İnsânlar tarafından eklendiğini iddia etti. Bu iddiası İslâm dünyasında büyük tepki çekti ve Reşad'ın Hicr Sûresi'nin 9. âyetini inkâr ettiği ileri sürülerek gelenekçi Müslümanlar tarafından büyük oranda reddedildi. Reşad'ın 1988'de kendisini matematiksel bir mûcize ile desteklenmiş bir elçi olduğunu ilan etmesi tepkileri artırdı.
Lüxenberg, Kur'an dilinin %10 kadar bir bölümünün Ârâmî-Süryânî dili üzerinden anlaşılabileceğini ileri sürmektedir. Din, mitoloji ve etimoloji hakkındaki çalışma ve araştırmalarını yayımlayan İlyas Özkan, cümleleri kısaltma geleneği üzerinde durmakta ve mukattaa harflerinden E, L, M; E, L, R veya E, L, M, R gibi harflerin Süryânî kiliselerinde ilahi olarak okunan Mezmurlar Kitabının (Zebûr) başlangıç cümlesi olarak kullanılan "Güçlü olan Tanrı konuşuyor" gibi standart deyimlerin kısaltmaları, Yâsîn Sûresi'nin başında yer alan "Yâ Sîn"in ise değişik zamanlarda geçirdiği dönüşümlerle Îsâ'ya dönüşen Yeşua (Y'şua, Yasû) olduğunu ifade etmektedir. (Ayrıca bakınız: Kur'an'ın Ârâmî-Süryânî dilinde okunması)
Mûcize olduğu inancı.
Müslümanlar arasında Kur'an'ın harf, kelime sayıları, anlatım özellikleri, gelecekten ve bilimsel keşiflerden haber verme gibi değişik alanlarda mûcize örnekleri sergilediğine ve Kur'an'ın bu Sebe'plerle taklit edilemeyecek bir kitap olduğuna inanılır. Orijinal ismiyle Îcâzü'l-Kur'ân, İslâm peygamberi Muhammed'in ümmî olduğu inancıyla birlikte Kur'an'ın söz söyleme sanatı, gelecekten haber verme, yazılım zamanındaki bilimsel seviyenin çok ilerisinde bilimsel temellere dayalı alegorik anlatımlar ve ifadeler içerdiği inancıyla ileriki zamanlardaki gelişmelerin bu ifadeleri doğruladığı, dolayısıyla Kur'an'ın taklit edilemez ve İnsânüstü bir kaynaktan geldiği inancı ve iddialarına verilen isimdir. İslâm inancına göre eski peygamberlere verilen mûcize gösterme yetkisi Muhammed'e gelince, bu, mûcize kitap şeklinde ortaya çıkar. Îcâzü'l-Kur'ân, Kur'an'ı dil, anlatımda estetik, bilim tarafından daha sonraları bulunan ve açıklanan konuların Kur'an tarafından hiç kimsenin bilmediği bir dönemde ortaya konulmuş olduğu gibi konuları araştırır, mûcize oluş iddialarını ve bunun dayanaklarını inceler.
Fransız Müslüman hekim Maurice Bucaille (Moris Bükey) tarafından yazılan "The Bible, the Quran and Science (Kutsal Kitap, Kur'an ve Bilim)" adlı kitap, modern bilimi dinle, özellikle de İslâm ile ilişkilendirmeye çalışan Bucailleizm adlı bir akımın doğmasına neden oldu. Kitabın yayımlanmasından beri bu akımın destekçileri, Kur'an'ın yüzyıllar sonra keşfedilen bilimsel gerçekleri "mûcize" olarak önceden haber verdiği ve dolayısıyla ilahi kaynaklı olduğu inancını yaymaya başladılar. "Kur'an ve bilim" konusu daha sonraları başkaları tarafından da ele alındı ve bazı kişiler tarafından "sahte bilim listelerine" dahil edildi. Karşıt görüşte olanlar, bilimin çarpıtılarak verilmesi veya âyetlerin çarpıtma, bağlamından kopartma ve ek ifadelerle yeni anlamlar kazandırma şekillerinde verildiğini söylemektedirler.
Anlam tabakaları, Bâtınî"–"Hurûfi yaklaşımlar.
Bâtıniyye anlayışa göre Kur'an âyetlerinin avam ve havasa yönelik gizli anlam tabakaları, işaretleri ve bağlantıları bulunmaktadır. Bu bağlantıların açığa çıkartılması için ebced hesabı kullanılarak Arap alfabesindeki her harfe sayısal bir değer atanır ve böylece yazılar sayısallaştırılır. Bu yaklaşımlarda ebced, Arap yazısı ve Kur'an tarihinin ortaya koyduğu kronolojik yazım düzeni gibi düzenleme ve yazım şekilleri atlanarak günümüz Metinlerine uygulanır, âyetlerden yeni anlamlar ve çıkarımlar elde edilir. Bazı çevrelerde tevafuklu Kur'an nüshalarından da Kur'an'ın mûcizelerinden biri olarak bahsedilir.
Ebced hesabına göre harflerin sırası ve değerleri şöyledir:
Örneğin, Arapçada demiri ifade eden "Hadîd" kelimesinin ebced hesabıyla değeri 26'dır. 26, demirin atom numarasıdır. Ayrıca belirlilik ekiyle birlikte (El"-"Hadîd) kelimenin ebced karşılığı 57'dir. Bu da demirin durağan izotoplarından birinin kütle numarasıdır. Kur'an'da demirin gökten indirilmesinden bahseden Sûre olan Hadîd Sûresi, Kur'an'ın 57. Sûresidir. Başka bir örnekte ise bazı araştırmacılar, Kamer Sûresi'nin 1. âyetinde geçen ve "Ay yarıldı" olarak çevrilen cümlenin aslında "Ay'ın toprağı yarıldı" anlamına da geldiğini ve bu âyetten Kur'an'ın sonuna kadar 1389 âyet olduğunu, Hicrî takvimde 1389'un Ay'a ayak basılan 1969 yılına tekamül ettiğini belirterek bu cümlenin aslında Apollo 11'in 1969 yılındaki Ay görevine gönderme yaptığını iddia etmişlerdir. "Saat yaklaştı ve Ay yarıldı" şeklinde olan ilgili âyet, 54. sûrenin 1. âyetidir (54:01). 54:01 sayısının da Apollo 11 misyonunda Ay'a inen Eagle (Kartal) adlı aracın Ay'dan ayrıldığı zaman olan 54. dakika ve 1. saniyeyi göstermekte olduğunu iddia edenler de vardır.
İddialara göre Kur'an'da geçen bazı sözcüklerin buna benzer anlamlı tekrarları bulunmaktadır. Said Nûrsi de Risâle-i Nûr'un kendisine yazdırıldığı ifadelerinin yanında 33 Kur'an âyetinin ebced yoluyla Risâle-i Nûrlara işaret ettiğini iddia etmiştir. Bu iddialara karşı çıkan çalışmalar ve eleştiriler de yayımlanmıştır.
İslâmî mitoloji ve halk hikâyeleri.
Yazılı kaynakların yanında bir kısmı sadece Arap söylence kültüründe yer alan çok sayıda konu ve kahraman Kur'an diliyle kısaca işlenir, küçük atıflarda bulunulur. Yûsuf ile Züleyha, Îsâ, Mûsâ ve Zülkarneyn hikâyeleri ise daha ayrıntılı ve uzun hikâyelerdir. Yaratılış ve Tûfan hikâyeleri, İbrâhîm'in Nemrud ile Mücâdilesi ve kurban hikâyesi, diğer İbrânî peygamberlerin hikâyeleri, İsrâiloğulları'nın Mısır'dan çıkışı gibi Yahudi inancı ve tarihiyle ilgili anlatımlar Kur'an'da geniş yer kaplamaktadır. Ayrıca Fîl hikâyesi, Sâlih'in deve hikâyesi, zenginliğiyle efsane olan ve övünen Kârûn, ölüme çare bulan Lokmân, Ye'cûc ve Me'cûc'e karşı kıyamete kadar kalacak bir set inşa eden Zülkarneyn isimli bir kahraman (Zülkarneyn, "iki boynuzu olan kişi" anlamına gelmektedir), 309 yıl uyuyup uyanan 7 kişi (Ashâb-ı Kehf), İnsânlara ek olarak ifritler, cinler ve doğaya hükmeden kral-peygamber Süleyman hikâyesi, Akdeniz'de gemiden atılan ve bir balık tarafından yutularak günler sonra Ninova'da bir kıyıya fırlatılan ve bu mûcizeye şahitlik eden 100 bin kişinin hidâyete kavuşup kurtulduğu Yûnus hikâyesi, Mûsâ'nın firavunun askerlerinden kaçarken denizi yarması gibi mûcizevi ve doğaüstü hikâyelere değişik Kur'an bölümlerinde sıkça rastlanmaktadır. Müslümanlar, Kur'an'ın "Allah" tarafından aslen bir ümmî olduğuna inandıkları Muhammed'e gönderildiğine inanırlar ve O'nun diğer kaynaklardan alıntılar yapılarak yazılma olasılığını reddederler. Bu durumu, Allah'ın Muhammed'den önceki peygamberlerin ve şahısların hikâyesini zaten bildiği ve bu konuları diğerlerinden farklı bir üslupla tekrar işlediği inancıyla açıklarlar.
Halk efsanelerine göre Lokmân, ölümsüzlük iksirini bulan kişidir. Lokmân Sûresi'nde ise O, oğluna olan öğütleri ile yer alır. "Lokmân Hekim" olarak da bilinen bu şahsın kimliği ile ilgili tefsir kitaplarında birbirlerinden farklı kimlik ve soy bilgilerine yer verilir. İslâmî düşünür Muhammed Esed'e göre, Lokmân tıpkı Hızır gibi kurgusal bir kişiliktir ve prototip bir derlemedir. Lokmân'ın oğluna verdiği öğütler ile Süryânî edebiyatından, Ninova'da başvezir olan Ahikar'ın oğluna veya yeğenine olan öğütleri arasında paralellikler olduğu üzerinde durulmaktadır.
Paganizm dönemi tanrı ve tanrıçaları kendi aralarında evlenirler, çocuk yaparlar, ancak bu tanrıçaların bâkirelikleri devam ederdi. Îsâ'dan öncesine ait onlarca bâkire tanrıca ve bunlardan doğan tanrıların hikâyeleri, apokrif çocukluk incilleri ile Meryem üzerinden Hristiyanlığa aktarıldı. Îsâ'nın annesi Meryem'in hikâyesi Meryem Sûresi'nde kendisine yer bulmuştur. Belirttiği mûcizevi olaylar bakımından Kehf Sûresi ile arasında ilişki bulunan Meryem Sûresi, Hristiyanlığın temel ilkelerinden bahseden ilk Mekkî Sûredir. Sûrenin ilk âyetlerinde Zekeriyyâ Peygamber'in Allah'a yalvarması ve oğlu Yahyâ'nın dünyaya gelişi anlatılır. Daha sonra Meryem'in Îsâ'yı dünyaya getirmesinden bahsedilir.
Zülkarneyn, Kehf Sûresi'nin 83–98. âyetlerinde bahsedilen, doğuya ve batıya seyahat eden ve bir topluluk ile Ye'cûc ve Me'cûc arasına set çeken kimse olarak sunulur. Kur'an, başka yerlerde Ye'cüc ve Me'cüc'ün bariyerin arkasından çıkışını dünyanın sonu, bazı yazarlar ise onların bir gece ansızın Allah tarafından helak edilmelerini kıyametin başlangıcı olarak sunmaktadır. "Zülkarneyn" kelimesi Arapçadır (ذُو ٱلْقَرْنَيْن). "Zü", "(e)l" ve "karneyn" kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. "Zü", "sahip ve mâlik" demektir. "Karn" ise "boynuz, perçem, tepe, zaman, güneş" anlamlarına gelir. "Karneyn" sözcüğü, "karn"'ın tesniyesi, yani iki tanesi demektir. Buna göre Zülkarneyn kelimesi, "iki boynuz sahibi" şeklinde tercüme edilir.
Kur'an'da tanımıyla efsanevî bir komutan veya kral olduğu anlaşılan Zülkarneyn'in demir işlemeyi bildiği göz önüne alındığında, Demir Çağı'ndan sonra yaşadığı anlaşılır. İslâmî kaynaklarda yer alan farklı açıklamalara göre, "Kehf Sûresi'nin 83–98. âyetlerinde" konu edilen bu şahsın doğuya ve batıya askerî seferler düzenleyip büyük Fethler yaptığı, İnsânları tevhid inancına çağırdığı, başında boynuza benzeyen iki çıkıntının yer aldığı, tacının üstünde bakırdan iki boynuz olduğu, saçlarının iki örgülü olduğu, hem anne hem baba soyunun asil olduğu, İran ve Yunan asıllı iki soydan geldiği, büyük cesaretli olduğu, kendisine büyük bir ilim verildiği ve bunlardan dolayı "Zülkarneyn" lakabıyla anıldığı belirtilir.
İlk Müslüman yorumcular ve tarihçiler, Zülkarneyn'i Güney Arabistan'daki Himyar kralı el-Sa'b bin Zī Marashid, özellikle de Makedon kralı İskender olarak tanımladılar. Sınırları doğuda ve batıda olabilecek en geniş noktalara ulaşan bir devlet veya hükümranlığın başını temsil edişi, başarılarının büyüklüğünün kendisini Tanrı'nın desteklediği efsanesinin yerleşmesine yol açışı ve başında savaşlarda kullandığı çift boynuzlu miğfere ithafen Zülkarneyn (çift boynuzlu) ifadesinin kullanılıyor oluşu, Zülkarneyn'in Makedon kralı İskender ile uyumlu gözükmesine ve Kur'an yorumcularının çoğunun Zülkarneyn'in İskender olduğu sonucuna ulaşmasına Sebe'p olmuştur. Zülkarneyn'in demir kitleleri ile inşa ettiği "Zülkarneyn Seddi" de, İskender'in Kāfkas dağlarında inşa ettiği "İskender Kapısı" ile örtüşmektedir. Bazı modern akademisyenler ise Zülkarneyn'in kimliğinin Antik Pers kralı ve Ahameniş İmparatorluğu'nun kurucusu Büyük Kiros ile daha uyumlu olduğunu düşünmektedirler. Türk ilahiyatçı ve tefsirci Mustafa Öztürk, Zülkarneyn'in büyük olasılıkla Büyük Kiros olduğunu belirtmiştir.
Evrensel tûfan hikâyesi günümüz bilimsel ve jeolojik verilerine uymamakta, dinî mantık açısından da kendilerine peygamber gönderilmeyen diğer toplumların da aynı felaketle yok ediliyor oluşu gibi sorunlar ortaya çıkarmakta, yeni yorumlar Kur'an'ın Tûfan olayını yerel bir afet olarak ele aldığı yaklaşımı üzerinden yapılmaktadır. Tûfanın gerçekleştiği bölge için de genellikle Mezopotamya işaret edilmektedir. Ancak bu yaklaşımlar, yerel bir afet için büyük bir gemi inşa edilmesi ve bu gemiye az sayıda inanan İnsân ve hayvanlardan çifter çifter bindirilmesi, sonrasında da Nûh'un İnsânlığın ikinci babası kabul edilmesi gibi anlatımlarla uyuşmamaktadır. Dinler tarihi profesörü ilahiyatçı Ömer Faruk Harman, Nûh'un sadece kendi kavminden iman etmeyenleri cezalandırmak için geldiğini, Tûfanın da sadece Nûh'un yaşadığı bölgeye özgü olduğu ve gemiye alınan hayvanların da Nûh'un kendi çiftliğindeki evcil hayvanlar olduğu görüşünün benimsendiğini aktarmıştır. Bazı ilahiyatçılar ise olaya tarafsız davranmaktadır.
Mısır'dan çıkış, İsrâiloğulları'nın geleneksel bir hikâyesidir. Hikâyeye göre Firavun ile tartışan Mûsâ, ondan köle olarak çalışan İsrâiloğullarını bırakmasını, yoksa Yehova'nın Mısırlıları On Bela ile cezalandıracağını söyler. Firavun 10. bela gelinceye kadar Mısırlıları bırakmaz. Sonuncu bela geldiğinde onların gitmesine izin verir, ancak daha sonra fikir değiştirerek ordularıyla peşlerine düşer ve Kızıldeniz kenarında onlara yetişir. Bu sırada Musa, sopası ile denize vurur ve açılan suyolundan Mûsâ, Hârûn ve Benî İsrâil geçer. İsrâil halkını takip eden Firavun ise orduları ile birlikte açılan denizin aniden kapanması sonucu boğulur. Kur'an'da Musa'ya dair verilen bilgiler büyük ölçüde Tevrat'la paraleldir, ancak çelişen bilgiler de bulunmaktadır. Konuyla ilgili İslâmî kaynaklarda yer alan bilgilerin çoğu Yahudi literatüründe de bulunmaktadır. Kur'an'da Musa'nın hangi denizi yardığı açıkça belirtilmez, ancak Müslümanlar arasında da söz konusu denizin "Kızıldeniz" olduğu inancı vardır. Bakara, A'râf, Şuarâ, Kasas gibi Sûrelerde Musa ve kavminden sıkça söz edilmektedir.
Yeni araştırmalar, olayların "farklı zaman dilimlerinde meydana gelen doğal afetlerin toplumsal hafızada birleştirilerek yorumlanması" olarak açıklanabileceği yönündedir. Buna göre Çıkış durakları içerisinde yer alan Kızıldeniz, Tanah'ta olarak kaydedilmiş, daha sonraki yazımlarda bu kelime Red Sea (Kızıldeniz) olarak yazılmış ve böylece Kızıldeniz, Çıkış hikâyesinin bir parçası olmuştur. Buna göre Mısır duvar resimlerinde de görülen Firavun ve askerlerinin boğulması olayı ise tamamen farklı bir zaman diliminde meydana gelmiştir: M.Ö. 1600'da gerçekleşen Santorini Yanardağı patlamasında, Akdeniz çanağında meydana gelen tsunami felakeTînde Nil Deltası sular altına kaldı. Buna karşı Suph'un İbrânîce kökenli "suphah" (fırtına) veya "soph" (son) sözcükleri ile ilişkili olabileceği, Yam Suph'un ise sazlık denizi (suyu) olmadığı ve Kızıldeniz geçişinin kendisine atıfta bulunduğu öne sürülmüştür. Çıkış hikâyesini savunanlar, günümüzde Hollanda 'nde bulunan ve MÖ 1991 "–" 1803 arasına tarihlendirilen Ipuwer Papirüsü'nde yazanların On Bela'nın yaşandığı vakit alınan kayıtlar olabileceğini yorumlamışlardır. Çıkış hikâyesi de Kur'an'da kendisine genişçe yer bulmuş hikâyelerdendir. (Şuarâ: 52"–"68, Bakara: 50)İki topluluk birbirini görünce Mûsâ'nın arkadaşları, "Eyvah yakalandık" dediler. Musa, "Hayır! Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir" dedi. Bunun üzerine Musa'ya, "Asan ile denize vur" diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibiydi. (Şuarâ Sûresi: 61"–"63)Kârûn, halk edebiyatında zenginliği ile dillere destan bir kişidir. Kur'an'da Kasas, Mü’min ve Ankebût Sûrelerinde bahsedilir. Kârûn, Kur'an'a göre İsâailoğulları'ndan ve zenginliği sebebiyle şımaran birisidir. Serveti, "Biz ona, anahtarlarını (bile taşımanın) güçlü bir topluluğa ağır geleceği hazineler verdik." şeklinde tanımlanır. Kârûn ise serveti için "Bunlar bana bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir." der. Kârûn, Mûsâ'nın mûcizelerine inanmaz, onu yalancılıkla ve sihirbazlıkla suçlar. Bunun sonucunda da Allah tarafından helak edilir. Bu kişinin kimliği de merak konusudur.
Tevrat'a (Sayılar: 16. bölüm) göre Korah, Dathan ve Abiram (Aviram) adında, beraberlerinde topluluk tarafından seçilen 250 kişi, Musa ile tartışıp Musa ve Hârûn'u ileri gitmekle suçlarlar. Bu kişiler yandaşlarıyla birlikte Rab (Yahudi kültüründe Yahova için kullanılan ikame sözcük; kral, efendi) tarafından diri diri ölüler diyarına yollanırlar. Fakat Tanrının öfkesi dinmez ve bu sefer bu kişilerin ölümlerini sorgulayan halka öldürücü hastalık (veba salgını) gönderilir. Ancak Tevrat'ta onların zenginliği ile ilgili bir ifade yer almaz.
Kârûn ismiyle anılan Lidya kralı Kroisos'un (Krezüs) zenginliği mitolojilere konu olmuştur. Krezüs mitolojiye göre her tuttuğunun altın olması için ilâhlara yalvarır, bu dileği kabul edilince mutluluğa erişeceğini sanır. Ancak antik çağın en zengini olduğu hâlde mutluluğu bir türlü bulamayan kral acı içinde kıvranarak ölür. Anadolu'daki en eski Yahudi yerleşimlerinin Lidya topraklarında bulunması sebebiyle hikâyenin Yahudiler vasıtasıyla zaman, mekân gibi niteliklerinin değiştirilerek Orta Doğu halkları arasında yayılması olasıdır.
Kral Krezüs ile Kârûn arasında, yaşadıkları yerlerin farklılığı yanında ve efsanevi zenginlikleri dışında hiçbir benzerlik yoktur; bu da Kur'an hikâyesinin kaynağı olarak bazı yorumcuları Tevrat anlatısında Mûsâ ile tartışan "Korah" isimli kişiye yönlendirmektedir. Bu kişinin zenginliği veya geride bıraktığı arkeolojik miras hakkında herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Ayrıca Korah anlatısı çölde, çadırların kurulduğu bir mola esnasında bir topluluk ile, Kârûn hikâyesi ise bir kişi ve O'nun zenginlikleri (bahçe, malikâne, hazineler vs) ile ilgilidir. İslâm kaynaklarında ise Kârûn ile ilgili çeşitli rivayetler vardır. Tevrat'taki şecereye dayanarak onun Musa'nın amcasının oğlu olduğu belirtilir. Musa ve Hârûn'dan sonra İsrâiloğulları'nın en bilgilisi ve üstünü sayıldığı, Tevrat'ı çok güzel okuduğu, İsrâiloğulları Mısır'da yaşarken Firavun tarafından onlara yönetici tayin edildiği, fakat Allah düşmanı olup bozgunculuk çıkardığı; evinin, elbiselerinin, hazinelerinin özellikleri, gösterişli tavırları belirtilmektedir.
Birçok inançta Evren; "yeryüzü" ve "gökyüzü" (7 kat gök) olarak iki bölümden oluşur. Buna göre iyi ruhlar ölümden sonra gökyüzüne, cennete yükselirken; kötü ruhlar yerin altına iner, cehennemde azap çekerler. Gök Tanrı inancından Hristiyanlığa, Mecûsîlikten Yahudiliğe ve Mazdeizm'den İslâmiyet'e kadar birçok inanç göğü kutsal kabul etmiş ve göğü Tanrı'ya mekân olarak seçmişler, ölüm sonrası ruhların gökyüzüne yükseldiğine ve orada sonsuz yaşama ulaştığına inanmışlardır. Kur'an'da İsrâ ve Necm Sûrelerinde kullanılan İsrâ (gece yolculuğu) sözcüğü; Mescid-i Hâram, Mescid-i Aksâ, sidret'ül-müntehâ, kâb-ı kavseyn kadar yaklaşma gibi birkaç deyim ve cümlecik üzerinden değişik rivayetlerle desteklenerek senaryolaştırılan Mir'ac hikâyesi, bu inanç ve hikâyelerin İslâmî yansımalarından biri olarak görülür. İslâm kültüründeki mir'âciyyeler ile özellikle arasında birçok paralellikler göze çarpar.
Ardavirâf, ömrü boyunca günah işlemediği için din adamlarından oluşan bir kurul tarafından Hürmüz ile görüşmeye gönderilir. Meng isminde bir içecekten üç kadeh içtikten sonra uykuya dalar. Yedi gün boyunca Kutsal Surûş ve Tanrı Azer'in eşliğinde Çinvat Köprüsü'nden geçer, cenneti ve sonra sırasıyla a'râf ve cehennemi gezer. Burada iyilerin cennetteki, günahı ve sevabı eşit olanların A'râftaki ve günahkârların cehennemdeki durumu hakkında bilgiler edinir ve sonrasında döner.
İslâmî dini anlatımlarında ise Mir'ac, Muhammed'in göğe yükselip Allah ve öte âlemleri gördüğü ve döndüğü rivayetlerine verilen isimdir. rivayetler; Muhammed'in kalbinin temizlenmesi, Burak adlı bir binek ve Cebrâil eşliğinde Mescid-i Aksâ'ya gitmesi (isrâ), bazı peygamberlere namaz kıldırması, muallak taşından göğe yükselmesi, Allah ile konuşması, gök katlarında diğer peygamberler ile diyalogları, cennet ve cehennemi görmesi ve geri dönmesi gibi bölümlerden oluşur. Kur'an'da "gece yolculuğu" manâsındaki isrâ olayından bahseden birkaç ifade olsa da, Mir'ac hakkında bir ifade bulunmamaktadır. Bu anlatım, İslâm kültürüne hadisler ve rivayetler yoluyla girmiştir.
Sanat eserlerinde kullanımı.
İslâm'daki Tanrı inancında antropomorfizme yer verilmemesi, buna kesin bir şekilde karşı çıkışı ve Allah'ın Sûreti olmadığı için betimlenemeyecek olduğu inancı, Hristiyanlıktakine benzer bir ikona ve dinî resim geleneğinin oluşmasını engellemiştir. Ayrıca İslâm'da peygamberlere tanrısal özelliklerin izafe edilmemesi, peygamberlerin de betimlenmesini dinî anlamda büyük ölçüde gereksiz kılmıştır. Ek olarak, İslâm'ın putperestliğe karşı oluşu ve Kur'an'da putperestliğin şiddetli bir şekilde reddedilmesi, özellikle heykel gibi sanatlara Müslümanların, özellikle de aktif pagan putperestliğinin devam ettiği çağlarda, mesafeli durmasına Sebe'p olmuştur. Bununla birlikte Kur'an'da heykel sanatına veya İnsân (peygamberler dahil) Sûretlerinin betimlenmesine; tapınmak için, yani putperestlik için yapılmadıkları sürece, herhangi karşıt bir âyet bulunmaz. Batı'da sanatın önder türleri resim ve heykel iken, İslâm'da bu formlar yukarıda belirtilen Sebe'plerin de etkisiyle pek benimsenememiştir. Bunun yerine ahşap, metal işlemeciliği, dekoratif sanatlar, seramik ve cam sanatları ile ciltleme ve hat sanatı büyük yer ve öneme sahip olmuştur. Süsleme sanatlarında özellikle geometrik ve simetrik motifler sıklıkla yer almıştır.
Genellikle gerçekçi Sûret betimlemesinden uzak duran İslâm sanatı, bu nedenle daha hayalci bir tarza sahip olan minyatür sanatını geliştirmiştir. Açı ve özgün stilleriyle minyatür, farklı bir görsel sanat dalıdır ve İslâm sanatında büyük yer tutar, hatta başlıca figüratif sanattır. Buna ek olarak, İslâm'da önemli bir yer tutan ve güzel yazıyı baz alan "hüsn-ü hat" sanatı (diğer adıyla hat sanatı veya kaligrafi), İslâm toplumundaki Sûret karşıtlığından da yararlanarak büyük ölçüde gelişmiştir. Özellikle hat sanatıyla birlikte anılan tezhip sanatı, dekoratif bir sanat olarak öne çıkmış ve özellikle Kur'an nüshalarının oluşturulmasında hat ile birlikte dekoratif ve estetik açıdan önemli bir yere sahip olmuştur. Gerek ciltçilik gerekse süsleme açısından en güzel örnekleri sunan Kur'an nüshaları olmuştur. Kur'an nüshalarında hat ve tezhibe sıklıkla rastlanırken, figüratif dekorasyonlara ve betimlemelere ise rastlanmaz. Bunun yerine minyatür gibi figüratif betimlemeler, destan ve manzum hikâyelerin nüshalarında sıklıkla kullanılmıştır.
Metin ve düzenlemeler.
Kur'an 114 sûreden oluşmaktadır. Sûreler, genellikle içerdiği konulardan birine verilen isimlerle anılırlar. Sûreler kronolojik bir sırada düzenlenmemiştir, genel olarak uzunluğuna göre düzenlenmiştir. Kur'an'da 86'sı Mekke dönemi (Mekkî), 28'i ise Medine dönemi (Medenî) olmak üzere 114 Sûre bulunur. Her bir Sûre "âyet" adı verilen bölümlerden oluşur. âyetlerin uzunluğu bir kelime ile bir sayfa arasında değişir. Kur'an'ı oluşturan 30 eşit parçadan her birine de cüz denir.
Kur'an'ın yazımında noktalama işaretleri bulunmadığı için bazı âyetlerin nereden başlayıp nerede bittiği gibi konular kesin değildir. Bazı âlimler, bir kısım uzun cümleleri iki"–"üç âyet saymışken, bazıları tek âyet kabul etmiştir. Yine Şâfiî âlimleri besmeleyi başında zikredilen Sûre ile bir bütün olarak saydıkları hâlde, Hanefî âlimleri besmeleyi ayrı bir âyet olarak saymışlardır. Bazı Sûre başlarında yer alan "Elif Lâm Mim, Yâ Sîn, Ha Mim" gibi "Hurûf-ı Mukattaa" için de benzer durum geçerlidir. Buna göre Kur'an, Sûrelerin başındaki besmeleleri ayrı bir âyet saymama kaydı ile toplam 6236 âyetten oluşur.
Âyetlerin sayısını Abdullah b. Abbas 6616, Nâfi 6217, İbn-i Şeybe 6214, Mısır âlimleri ise 6226 olarak ifade etmişlerdir. Said Nûrsi, Zemahşerî gibi bazı din adamları ise rakamları yuvarlayıp 6666 sayısını vermişlerdir.
İçeriği ve yorumlanması.
Kur'an içeriğinin Arapça bilmeyenler için anlaşılmasında en büyük zorluklardan birisi; Kur'an'ın katkısız ve yorumsuz tercümesinin yapılmaması, bunun yanında her dönem sayıları hesaplanamayacak kadar çok meâl ve tefsirlerinin yapılması, bu meâl ve tefsirleri yapan kişilerin eğitim, bilgi, bölge, mezhep, meşrep gibi durumları ile ilgili yansıtmalar ve çarpıtmalar içermesi, okuyucunun gerçek içeriğe tam ulaşamaması ve ciltler dolusu tefsirlerin ayrıntılarında boğulması sorunudur. Kur'an tefsir ve meâllerindeki çarpıtmalar; Kur'an metninde yer alan, yazarına göre daha çok Allah'a izafe edilemeyecek eylem, isim ve sıfatlar konusunda yapılmaktadır.
Bazı araştırmacıların ulaştığı sonuçlar doğruysa, Kur'an içeriğinde yer alan kelimelere rivayetlere dayanan ve geleneksel olarak yüklenen karşılıkların da yeniden anlamlandırılması gerekecektir. Bu kapsamda örneğin Tebbet Sûresi'nde bahsedilen "Ebû Leheb ve Ümmü Cemîl", geleneksel rivayetlerde geçtiği gibi Muhammed'in O'na kötülük yapan amcası ve eşinin değil, Mecûsî İran şahı II. Hüsrev ve eşi Şîrin'in sembolik anlatımı olabilir. "Kureyş" ise Muhammed'in mensubu olduğu Kābilenin değil, Yine İran'da Ahameniş İmparatorluğu'nu kurarak Yahudileri Bâbil sürgününden kurtaran ve Yahudiler arasında büyük bir saygıyla anılan Büyük Kiros'un (İbrânîce telaffuzu "Quraish") adı olabilir.
Kur'an'da Tanrı.
Kur'an'ın ana teması monoteizmdir. Tanrı (Allah); yaşayan, ebedi, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten olarak tasvir edilir. (bkz. örneğin, Kur'an 2:20, 2:29, 2:255). Tanrı'nın her şeye olan kâdirliği, her şeyden önce yaratma gücünde ortaya çıkar. O, göklerin, yerin ve her şeyin yaratıcısıdır. (bkz. örneğin, Kur'an 13:16, 2:253, 50:38).
Kur'an, Tanrı'nın varlığını kanıtlamak için çeşitli âyetlerde kozmolojik argümanlar kullanır. Evren yaratılmıştır, bir yaratıcıya ihtiyaç duyar ve var olan her şeyin varlığı için yeterli bir nedeni olmalıdır. Ayrıca, kainatın tasarımına sıklıkla bir tefekkür noktası olarak atıfta bulunulur ve inanan inanmayan herkese düşünmeyi teşvik eder.Gökleri yedi tabaka hâlinde yaratan O'dur. Rahmân'ın yaratmasında bir düzensizlik göremezsin. Bak bakalım, işleyiş yasalarında bir uygunsuzluk görüyor musun? (Mülk Sûresi: 3)(Resulüm!) De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın ve Allah’ın ilk yaratılışı nasıl başlatıp devam ettirdiğini görün. Allah, daha sonra ikinci hayatı da işte böyle gerçekleştirecektir; Allah her şeye kādirdir.” (Ankebût Sûresi: 20)
Tanrı benzetmesi hakkında antropomorfik bir dil kullanılıp kullanılamayacağı Yahudi, Hristiyan ve İslâm düşünce tarihinde oldukça yoğun tartışmaların konusu olmuştur. İbrâhîmî dinlerin kutsal kitaplarında Tanrı'yı teşbih eden, İnsânî niteliklerin başka bir varlığa atfedilmesi olan antropomorfik örneklere rastlanabileceği gibi, O'nu yaratıklara benzemekten eden ifadelere de rastlanmaktadır. Genel bir bakışla Kur'an ve Kitâb-ı Mukaddes'te tenzihten çok teşbihin var olduğu söylenebilir. Kur'an ve hadislerde bulunan teşbihî ifadelere sonraki dönem Kelâmcılar tarafından bazı mecazi anlamlar yüklenerek Allah'ın benzemezliğine vurgu yapılmış ve teşbih veya cisimlendirme küfür veya şirke eşit tutulmuştur.
Kur'an'da Cebrâil, Mikâil gibi melek isimleri diğer İbrâhîmi dinlerde olduğu gibi El (ya da İl) ile bağlantılıdırlar. Kur'an'da da geçen ve İslâm'da geleneksel olarak dualara başlarken kullanılan Allahûmme, olasılıkla İbrânîce "Elohim" kelimesinin Arapça telaffuzundan ibaret bir kelimeydi. Elohim, İbrânîcede "majesteleri!" ifadesinde olduğu gibi yüceltme amaçlı çoğul ("Tanrılar!" gibi) olarak kullanılmaktaydı. Kur'an'da adı anılan peygamberler ve kutsal kitaplar sıklıkla YHVH'ye referans vermelerine rağmen Kur'an'da "Yahve / Yahova" ismi kullanılmaz. Ancak Yahudilikte Yahve yerine kullanılan isimlerden olan "Rab" (efendi, ağa) kelimesi de Kur'an'da sıklıkla Allah için kullanılır. "Yahve "yerine kullanılan kelimelerin On Emir arasında bulunan "Tanrın Yahve'nin adını boş yere ağzına almayacaksın, yoksa Yahve bunu cezasız bırakmayacak" ifadesi ile bağlantılı olarak Yahudiler arasında yerleştiği düşünülmektedir.
Kur'an'da "Allah" için en sık kullanılan isim/sıfatlardan bir diğeri de Arapça kökenli olmayan Rahmân'dır. Bu sıfat teriminin (Rahmânan/Rahmân) bilinen en eski kullanımı, Akadca ve Ârâmîcede Hadad'a adanmış bir yazıtta bulunur. Raḥmân, "merhamet eden", fiil olarak "sevmek, acımak, merhamet etmek, bağışlamak, rahmet etmek" anlamlarına gelmektedir. Kur'an'ın 55. Sûresi Rahmân Sûresi'dir.
Dinler tarihi / Peygamber kıssaları.
Kur'an'da peygamber olarak ismi sayılan kişilerden bazılarının belirgin bir özelliği, onların çoğunlukla aile olarak peygamberlik yapmaları yanında kavim olarak İsrâiloğullarına ait kişiler olmalarıdır. Bu durum İbrâhîm ailesi, Ya'kūb ailesi, İmrân ailesi ve Dâvûd"–"Süleyman gibi örneklerde görülebilir.
Tarihsel ve coğrafi bağlam:
Kur'an'da başlıca Allah inancı, tevhid, yaratılış, dünyanın sonu, peygamberlik ve peygamberlerin yanı sıra eski milletlerin hayatlarına ait parçalar, Kur'an'ın amaçları doğrultusunda dinî ve ahlaki öğütlerle işlenir. Ancak Kur'an'da "milât" kavramı gibi bir anlayış olmadığı için İnsânlığın geçmişine ait herhangi bir olay için kesin tarih verilmez.
Kur'an, güneş takvimine tamamen yabancı olmasının yanında, takvim olarak o güne kadar Araplarda kullanılmakta olan 12'li Ay takvimini (kamerî aylar) esas almış, bazı Arap bölgelerinde kullanılmakta olan ve her yıl mevsimlerin ve ayların çok az bir farkla sabit kalmalarını sağlayan "nesî" uygulamasını "küfürde ileri gitmek" şeklinde bir niteleme ile yasaklamıştır (Tevbe Sûresi: 36"–"37).
Kur'an'da Nûh'un gemisinin Cûdî'ye oturduğu gibi coğrafik anlam ifade eden cümleler (Hûd: 44) son derece nadirdir. Bununla birlikte hikâyelerin Orta Doğu bölgesinin halkları ile ilgili olduğu ifade edilebilir.
Kur'an'da Dünya'nın jeolojik tarihi için kullanılan bazı ifadeler gibi beşeri tarihi anlatan bazı ifadeler de Tevrat anlatımlarına paralel ifadeler taşır. Tevrat'ta (Yaratılış: Bölüm 1"–"2) Gök ve yerin yaratılışı 6 günde tamamlanır. 1. gün ışık, gündüz ve gece, 2. gün kubbe, 3. gün kuru toprak ve flora, 4. gün gökcisimleri, 5. gün balıklar ve kuşlar, 6. gün karada yaşayan hayvanlar ve İnsânlar beliriyor (Kutsal Kitap Kronolojisine göre MÖ 4026'da). Bölüm 2'ye göre ise Tanrı 7. günde dinleniyor. Kur'an'da yaratılış için kullanılan ifade ise "Andolsun, biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde (altı evrede) yarattık. Bize bir yorgunluk da dokunmadı." (Kāf: 38) şeklindedir. âyetin sonundaki "yorgunluk duymadık" ifadesinin Tevrat'taki "Tanrı dinlendi" çarpıtmasına gönderme yaptığı söylenmektedir.
Kitâb-ı Mukaddes'te yeryüzünün yaratılış hikâyesi ile eşzamanlı olarak anlatılan Âdem, Havvâ, Hâbil, Kābil gibi birçok ismin antik kültürlerdeki mitolojik semboller ve hikâyelerin yeni bir uyarlaması olduğu ve bunların Sümer yaratılış hikâyelerinden (Adapa) büyük ölçüde esinlendiği iddia edilmektedir.
Bir Şanlıurfa hikâyesine göre İbrâhîm, yöredeki putları parçalar ve Nemrud'la tartışır. İbrâhîm, Nemrud'u ve putları ilah edinmeyi asla kabul etmez, putları kimse görmeden kırarak baltayı büyük putun boynuna saplar ve Nemrud'u tek tanrı inancına çağırır. İbrâhîm'in çağrısına kulak asmayan Nemrud, bunun üzerine büyük bir mancınık yaptırır ve görkemli bir ateş yaktırır. Sonrasında İbrâhîm'i bu mancınıkla ateşe atarlar, ancak İbrâhîm'in tanrısının o anda ateşe verdiği bir emirle İbrâhîm yanmaz ve rivayete göre İbrâhîm ateşlerin içindeyken ateş bir gül bahçesine dönüşür. Kur'an'da Enbiyâ Sûresi'nin 66"–"70. âyetlerinde de bu konu işlenir: "Ey ateş! 'İbrâhîm için serinlik ve esenlik ol!' dedik."
Kur'an'da din ve inanç, büyük oranda Yahudi"–"Hristiyan teolojisi ve puta tapanlar (müşrikler) üzerinden işlenir. Kur'an'da az miktarda adı geçen diğer dinî gruplar ise Sâbiîler, Mecûsîler ve Haniflerdir. Yûsuf, Kârûn, Hâmân, Zülkarneyn, Ashâb-ı Kehf, Süleyman ve Yûnus hikâyeleri gibi kıssalar da Kur'an'da hacimce geniş yer kaplar. Kur'an anlatımının bire bir olmasa da Kitâb-ı Mukaddes'teki anlatımlar ile büyük oranda örtüştüğü hikâyelerin yanında, bu hikâyelerden farklı parçaların farklı hikâyelerde kullanıldığı söylenmektedir. Örneğin; Kur'an anlatımlarında Hâmân hikâyesinin "Bâbil Kulesi, Ester ve Mısır'dan Çıkış" gibi farklı Tevrat hikâyelerinin bir kombiNâsyonu olduğu ifade edilmektedir.
Yûsuf, İslâm'daki peygamberlerden biridir ve hayatı Kur'an'ın Yûsuf Sûresi'nde anlatılır. Kur'an'da anlatılan hayat hikâyesi, Tevrat'ta bulunan hikâye ile genel itibarıyla benzer olmakla beraber farklılıklar da bulunmaktadır. Kur'an'da Yûsuf Kıssası, "kıssaların en güzeli" olarak tanımlanmaktadır. Yûsuf'un son derece yakışıklı olduğu ve bu yakışıklığının Mısır firavununun karısını onu baştan çıkarmak için çektiği söylenmektedir. Kur'an'da Peygamber Ya'kūb'un oğulları (Yûsuf'un kardeşleri), babalarından Yûsuf'un onlarla beraber gitmesine izin vermesini isterler. Daha sonra Yûsuf, kıskançlık duyguları kabaran kardeşleri tarafından bir kuyuya atılır ve kardeşleri, babalarına Yûsuf'un bir kurt tarafından yenildiğini söylerler. Yûsuf'un babası Ya'kūb, kederden gözleri kör olana kadar ağlar. Yûsuf, yoldan geçen bir kervan tarafından kuyudan çıkarılır ve Mısır'a köle olarak götürülür.
Kur'an'da yüceltilen bir aile olarak İmrân ailesi, kendisine 500'ün üzerinde atıf yapılan Musa ve Tevrat hakkında bilinenler ise şöyle özetlenebilir:
Musa hakkındaki bilginin tek kaynağı olan ve Kendisine Tevrat'ın yazdırıldığına inanılan Musa için, Rabbânî Yahudilik Musa'nın MÖ 1391–1271 aralığında yaşadığını, tarihçi Hieronymus MÖ 1592, James Ussher ise MÖ 1571 aralığında yaşadığını iddia etmektedir. Modern bilim adamları ise Tevrat'ı genellikle Pers Ahameniş İmparatorluğu (MÖ 450-350) döneminin bir ürünü olarak görüyorlar, ancak bazıları onun derlenmesini Helenistik Dönem'e (333-164 M.Ö.) yerleştiriyor. Musa'nın yaşadığına inanılan yıllar ise bundan yaklaşık 1000 yıl eskiye gidiyor. Modern bilimsel fikir birliği, Musa'nın efsanevi bir figür olduğu yönündedir. Musa ile Tevrat'taki Çıkış Kitabı ve Tesniye Kitabı bölümlerinde yaşanan olaylar hakkında Antik Mısır kaynaklarında hiçbir atıf yer almamakta olup, Mısır ve Sînâ Yarımadası'nda keşfedilmiş arkeolojik deliller, Musa'nın ana figür olduğu hikâyeleri desteklememektedir. Musa ile ilgili ilk yazılı kaynak Bâbil Sürgünü sırasında üretildiği düşünülen Metinlerdir.
Kur'an'da adı Musa ile birlikte anılan diğer bir figür ise O'nun kardeşi Hârûndur. Fir'avuna birlikte giderler ve Mısır'dan çıkışta da birliktedirler. Musa dağa YHVH ile konuşmaya gittiğinde halk kendisinden bir ilah yapmasını ister. O'da halktan altınlarını getirmelerini. Altınlar toplandığında Onlara Altından bir buzağı heykeli yapar. Bu Mısırlıların tapınmakta oldukları tanrılardan birinin (Apis) heykelidir. YHVH çok kızar ve Musayı geri gönderir. Musa kardeşine kızar, Yahovanın elleriyle yazıp verdiği taş levhaları ve heykeli parçalar, heykeli toz haline getirerek tozunu suyun üzerine atar, halka O suyu içirir. Kur'an'da Tevrat'ın aksine Heykeli Hârûn değil, Sâmirî yapar ve bu konuda Hârûn suçlanmaz.
Ailenin bir diğer üyesi ise Musa ve Hârûn ikilisinin ablaları ve Tevratta peygamber sayılan Miryam'dır. Kur'an'da kendisinden ismiyle ve peygamberlik ünvanı ile bahsedilmez. Ancak bir yerde Meryemden bahsedilirken "Hârûn'un kızkardeşi" şeklinde bir ifade kullanılır. Bu ifade İslâm-Hristiyan diyaloglarında polemik konusu ifadelerden birisidir.
Kur'an'da Îsâ kendisine erkek dokunmamış bir bakirenin mûcize çocuğudur. Ölüleri bile diriltebilir. Hristiyan teolojisinden önemli bir fark olarak O tanrı veya tanrının çocuğu değil, Muhammed'i müjdeleyen bir peygamberidir. Ama yine de O'nun için özel bir dil kullanılır; O tanrının sözü ve özü (ruhu)'dür. (Nisâ:171) Bebekliğinden itibaren olağanüstü mûcizeler ve harikalar gösteren Îsâ'nın hikâyesine Âl-i İmrân ve Meryem Sûrelerinde ayrıntılı olarak yer verilir. Bu hikâyelerin apokrif bebeklik incilleri ile paralellikler taşıdığı biliniyor.
Yûnus kitabının kurgu olup olmadığına dair farklı görüşler bulunmaktadır. Yûnus'tan tarihsel bir peygamber olarak Krallar kitabında bahsedilir. Tevrat bilginlerinin çoğu hikâyenin ilk kez anlatıldığı Yûnus kitabının içeriğini gerçek dışı parodi veya satirik bir anlatı olarak değerlendirir. Eğer bu doğruysa Yûnus hikâyesi O'nun satirik doğasını anlamayan bilgeler tarafından İbrânî Kutsal Kitabı'na sokulmuş olmalıydı. Mitoloji araştırmalarına göre Yûnus hikâyesi Sümer mitolojisinde İnsân balık kombiNâsyonu olan yarı tanrı Oannnes'den ilham alan bir Tevrat hikâyesiydi. Buna göre Oannes kültü iki farklı isimle, Jonah ve John olarak Tevrat hikâyelerine aktarılmıştı. Bahsedilen isimlerin Kur'an'daki karşılığı Yûnus ve Yahya’dır. Kur’an’da mukatta harfleri arasında geçen ve anlamı bilinmeyen Nun harfi ise Sabienlerde Yahya kültünün sembolüdüydü.
Birçok dini-felsefi öğretiyi etkilemiş olan Mısır bilgelik tanrısı Thoth Yunanlara Hermes, İslâm'a ise İdrîs olarak girer. İdrîsle ilişkilendirilen diğer bir karakter ise Enoch (Hanok)tur.
Kur'an hikâyelerinin gerçekliği İslâm dünyasında da tartışılır ve bu konuda teoriler üretilir. Ezher Üniversitesi'nde gerçekleştirilen tez çalışmasında (1950) Muhammed Ahmed Halefullah bu kıssaları masal olarak nitelendirmekten çekinmemiştir.
Sosyal konular-etik değerler.
KKTC Yakın Doğu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde yapılan bir çalışmada Kur'an'ın ortaya koyduğu vergilerinin İslâm öncesi Güney, Kuzey ve Hicaz Araplarında hatta daha eski toplumlarda yer alan vergi düzenlemelerinin aynısı olduğu sonucuna varılmıştır. Sütçü İmam Üniversitesi, Temel İslâm Bilimleri bölümünde yapılan bir araştırmada Kur'an'a dayalı hukuk ve ibadetler "Bizim üzerinde durduğumuz, Kur'an'ın da işaret ettiği İslâm öncesi Arap folklorundaki mitolojik unsur ve menkıbeleri Kur'an'ın yok saymadığıdır. Kur'an'da emredilen ibadetlerin bir kısmı zaten Arapların yaşamında kültürlerinde, örf ve adetlerinde, bir kısmı da Tevrat'ta bulunuyordu. Örneğin namaz, oruç, hac, zekat... gibi. Burada Kur'an'daki hukuk sistemi Arapların geleneksel hukuk sistemiyle Tevrat'ın bir karışımıdır dersek abartmış olmayız. Araplarda kısas, diyet, hırsızın elinin kesilmesi cezaları olduğu gibi örtünme de köklü bir gelenek hâlinde idi. Yahudilikte de kısas bulunduğu gibi faiz de yasaklanmıştı. Bazı durumlarda zina eden kadın ve erkek taşlanarak öldürülürdü." sözleriyle anlatılmaktadır.
Kurban kesme ve erkek sünneti: Günümüz Yahudi ve Müslüman topluluklarında kurban ve erkek çocukların sünnet edilmesi geleneklerine kaynaklık eden anlatılar İbrâhîm ile bağlantılıdır. Antik İsrâil toplumunda Tanrı Molek'e kız ve erkek çocukların yakılarak kurban edildiği bilinmektedir. (Yeremya 32:30-35)(Bakınız: cehennem ve İnsân kurbanı) İbrâhîm'in rüyasında oğlunu kurban ettiğini görmesi bu uygulamanın Yahudilerde de var olduğunun işareti sayılmaktadır. Zamanla İnsân kurbanı terk edilmiş, vücudun tamamını kurban etmek yerine onu simgeleyen bir parça (sünnet derisi) kesilmeye başlanmıştır.
Sami Ezzib İbrâhîm ile ilgili kurban anlatısının Yahudi din adamlarının bir kurgusu olduğunu, bununla İbrânîlerin Tanrı'ya erkek çocuklarını kurban verme geleneğinin kaldırılarak yerine hayvan kurbanının getirilmesinin amaçlandığını, ancak erkek çocukların kurban verme anlayışından tamamen kurtulamadığını, bunun yerine onların erkeklik organlarını kaplayan derinin kesilmesinin gelenek haline getirildiğini ifade eder. Ve şöyle der: "90 yaşını aşan büyük babanız bir gün sizi dağa götürüp Tanrı'nın rüyasında emrettiğini söyleyerek kesmeye kalksa, sonra da vazgeçip bir koç kesse, bir başka gün kendisinin cinsel organını kesse ne düşünürdünüz?
Kur'an'da İbrâhîm'in Oğlunu kurban sunma hikâyesi de kendine yer bulmuştur. (Sâffât:100-109)
Etik: Kur'an'a dayanan uygulamaların etik sonuçları da günümüz yaklaşımları açısından problemlidir. Örneğin tıbbi bir gerekçe olmadan küçüğün bedenine yapılan cerrahi müdahale (sünnet) bu kapsamda sorgulanmıştır.
Kısasta (kadına, kadın, köleye köle, hür için hür gibi) sosyal denklik şartı (Bakara 178), sosyal olarak alt sınıfta bulunanların üst sınıftan birini öldürmelerinde kısasın uygulanacağı, üst sınıftan birinin alt sınıftan birini öldürmesi durumunda kısas uygulanamayacağı, ancak diyet ödenebileceği anlamına gelmektedir.
Savaş esirlerine yapılacak köleleştirme ve buna dayalı cinsel ve diğer maddi fiiller günümüzde savaş suçları kapsamında ele alınan eylemler arasında bulunuyor.
"İnsân öldürmenin kötülüğü ile ilgili Kuran ifadeleri (Mâide 32), Mişna (Sanhedrin, 4: 5) ifadeleri ile birebir aynıdır;
Kim yeryüzünde birini öldürürse bütün İnsânları öldürmüş gibi olur ve kim birini kurtarırsa bütün İnsânları kurtarmış gibi olur."
Eskatoloji.
Kur'an'da kıyamet sahnesi aynı zamanda Kur'an'ın evren modelinin de bir yansımasıdır. kıyamet vakti geldiğinde yıldızlar yeryüzüne dökülür, hamileler düşük yapar ve İnsânlar korkuyla sağa sola kaçışmaya devam eder. Sonra bir meydan kurulur. (Kalem 42)
Amel defterleri dağıtılır. Dünya hayatı ile ilgili tartılar yapılarak iyiler ve kötüler ayrılır. İyiler Sırat üzerinden geçerek cennete gidecekler, kötüler ise aşağıdaki cehenneme döküleceklerdir.
Kur'an'da sıklıkla tekrarlanan bir ifade ile (Tevbe 72; Ra'd 23; Kehf 31; Meryem 61; Fâtır 32; Sâd 50; Mü'min 8; Saf 12). inananlara ADN cenneti vadedilir. ADN (Tevratta Aden Bahçesi) kelimesinin Bâbil dilinde Edinnu'dan türediği düşünülüyor. Eden'in Tevrattaki anlatımı bu yerin büyük olasılıkla Fırat ve Dicle nehirlerinin birleşerek tekrar kollara ayrıldığı ve Fars Körfezine döküldüğü bölgeyi işaret etmektedir.
Kur'an'da cennet için kullanılan bir diğer kelime ise Firdevs ise farādīs'ten geri-türetilmiş yapay bir tekil addır. Eski Farsça paridēz "avlu, etrafı çevrili bahçe", Eski Yunanca parádeisos Pers krallarının bahçeleri, Kutsal Kitap'ta ise cennet bahçesi anlamlarına geliyor.
Cehennem: İnkârcıların ve günahkârların âhirette cezalandırılacakları yer.
Kur'an anlatılarının 1/3'ünü eskatoloji ile anlatılardır. Ancak Kur'an'da yer alan bilgilerin büyük ve ayrıntılı bilgiler olduğu söylenemez. Örneğin Kevser'in Kur'an'da sadece adı geçer. A'râf ve Sırat'tan ise hiç bahsedilmez. Yine de bir İslâm vaizi "sırat" sözcüğünü kullanıyorsa, cehennem üzerinde inananların geçmesi için kurulmuş olan bir köprüyü anlatıyordur. Bu kavramların bir kısmı İslâm dışı kaynaklardan gelen bilgilerle Muhammed'den yüzyıllar sonra içeriği doldurulan kavramlardır. Muhammed'in Mir'ac hikâyesinde cennet ve cehennemi ziyaret serüveni, Kevser ve sırat'ın Mecûsîlikten aktarılan bilgiler olduğuna dair görüşler bulunmaktadır. Kur'an'daki anlatıların çoğu, ayrıntılardan ziyade olayların ahlaki veya manevi önemine odaklanma eğilimindedir.
Bilimlerle ilgisi.
Kur'an'ın incelenmesinde bir diğer araştırma sahası, Kur'an anlatımlarında geçen tarihsel kişilikler, savaşlar, toplumlar, bunların yaşadığı yerlerin isimleri ve yaşamları ve onlardan geride kalanlar ile ilgili olarak geleneksel İslâm kaynaklarının dışında Bizans, İran, Mısır ve İbrânî dönem tarihçilerinin, diğer dini ve din dışı kaynakların araştırılması, elde edilen bilgilerin arkeolojik veriler ışığında yorumlanması, böylece tarihsel olaylar ile bunlara eklemlenen ve zaman içerisinde efsaneleşen anlatımların birbirinden ayrılması çalışmalarıdır. Bu şekilde erken İslâm tarihine ait, günümüzde de birçok toplumsal şekillenmelerin kaynağı olmaya devam eden anlatıların gerçek yüzü ortaya konabilecek, bunların çözümlenmesiyle geçmişten beslenen birçok çatışmanın, toplumsal bölünme ve düşmanlıkların önüne geçilebilecektir.
Kur'an'ın akıl ve bilime dayalı anlaşılması ve yorumlanması gerektiğine dair yaklaşımlar İslâm tarihinde zaman zaman ileri sürülmüş ve dışsal görünüm olarak akıl ve bilimle çelişen âyetler tevil edilme yoluna gidilmiştir. Bu yaklaşıma karşı çıkan tefsirciler de bilimin değişken karakterini ileri sürmüşler, âyetlerin dil açıdan bahsedilen anlamları içermesinin mümkün olmadığını ifade etmişlerdir.
Kur'an'ın Evren modeli (Kozmoloji).
İnsanın basit gözlem yeteneği ile oluşturduğu ve varlığına inandığı ilk evren modellerinde Evren yer ve gök olmak üzere iki parçadan oluşurdu. O günün büyüklük algısına göre sonsuz denebilecek kadar geniş ve düz bir Dünya ve O'nun üzerinde, katmanları olan, dünya ile eşit genişlikte bir gökyüzü. Ancak bu gökyüzünün her katında değişik mitolojik veya yarı mitolojik özellikler yüklenen göksel varlıkların yaşadığı değişik katmanları olmalıydı.
7 gök kavramına çıplak gözle görülen 5 adet gezegene Güneş ve Ay'ın eklenmesi ile ulaşılır. İnanca göre bunların her birisi ayrı bir felekte ya da gök katında yüzmekteydi. Ancak birçok inanç sisteminin de temelini oluşturan denge inancı gereği yer ve gök arasında da bir denge olmalı ve Yerin de bir o kadar katmanları olmalıydı. (Yedi yer kavramı-Talâk; 12)
Kur'an âyetlerinin lafzi ve zahiri anlamlarına göre Dünya Allah tarafından dümdüz yaratılmış ve Evren'in de Dünya merkezli (yer üstü evren modeli) olarak tanımlandığı düşünülmektedir. Kur'an âyetlerinde yeryüzü İnsânlar için dümdüz bir döşek hâline getirilmiş (Nâziât Sûresi 30), gökler (evren, sema) Dünya üzerinde 7 kat olarak düzenlenmiş, yıldızlar gök lambaları olarak Dünya üzerine (: 5) yerleştirilmişlerdir. Kur'an anlatımında Allah Gökte Arş üzerinde oturarak Yaratılış Kitabında da ifade edildiği gibi 6 günde yarattığı Yer ve Gök'ten ibaret olan evreni idare eder. Bu evren içerisinde melekler, ifritler, cinler, şeytanlar gibi mitolojik yaratıklar bulunur. Yıldızlar (: 5) zaman zaman haber çalmak için göğe yükselen şeytanları kovmak için fırlatılan taşlar olarak kullanılır.
Edebi eser olarak özellikleri.
Kur'an'da kullanılan dilin başlangıçta saf Arapça olmadığı ve Kur'an'ın yazım dönemi itibarıyla sadece Petra bölgesinde kullanılan bir Arap dil yapısının Kur'an'da kullanıldığı görülmektedir. Kur'an dili ve Muhammed'in orijini açısından İbni Abbas Kureyş'in bir Nebati bir Kābile olduğu ifadesi de kayda değerdir.
Anlatım yer yer şiir, yer yer düz anlatım özellikleri göstermektedir. Kur'ân anlatımı başı, sonu ortası olan düz bir anlatım değil, konu ve hikâyelerin parça parça bölündüğü, yer yer tekrarlandığı, başa dönüldüğü veya ortadan alındığı ağ şeklinde bir örgüye sahiptir. Müslümanlar Kur'ân'ın içerik ve anlatımının eşsiz ve taklit edilemez edebi bir mûcize olduğuna inanmakla birlikte Kurʼân'da içerik dışında üslup, anlatım tarzı ve gramer hatalarına işaret eden araştırmalar da bulunmaktadır. İbrânî ansiklopedisinde Kur'ân'ın, Allah hakkında söylenen bir cümlenin hemen ardından Allah'ın konuşmacı olduğu başka bir cümlenin gelmesi (Sûre Nahl; 81, Neml; 61, Lokmân; 9 ve Münâfikūn; 10 gibi örnekler), Kāfiye ihtiyaçlarından kaynaklanan kelimeler kullanılması (Hâkka; 31, Müddessir; 3), aynı nedenle nadir kelimelerin ve yeni formların kullanımı (Meryem; 8, 9, 11, 16. âyetler) gibi dil özelliklerine dikkat çekilmiştir.
Hitabet tarzı.
Yemen, yıllık olarak kısa süren muson yağmurlarıyla beslenen bir bölgeydi ve bu yağmurlardan faydalanmak üzere o günlerin teknolojisiyle birçok baraj inşa edildi. Bu barajlar ilkel mühendislik ürünleri olup muhtemelen eskime, bakımsızlık veya savaşların yol açtığı hasarlar nedeniyle hasar görmüş ve bunlardan birisi olan yıkılmış ve bu çöküş bazı efsanelerin üretilmesine neden olmuştur.
Kuran'da bu konuda tercih edilen ifade şekli şöyledir: "Sebe"nin memleketlerinde bir âyet vardı: Sağda ve solda iki bahçe. Güzel bir yer ve bağışlayan bir Rab, O'na şükredin! Ama yüz çevirdiler, biz de üzerlerine Arim selini gönderdik.(Sebe':15-16)
Kur’ân'da muallakāt şairlerinden İmruülkays'ın şiirinde de kullanılan "kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı" ifadesi ve bağlantılı rivayetler Muhammed'in bir işaretiyle ayın gökyüzünde ikiye ayrılıp tekrar birleşerek en büyük mûcizelerinden birisini gösterdiği inancının müslümanlar arasında yerleşmesine yol açmıştır. Kur'ân'ın edebi üstünlüğüne de örnek gösterilen şiirsel ifadeler aynı zamanda bu ifadelerin kaynağı açısından da tartışmalara yol açmıştır.
Kur'an'ı anlama çabaları.
Kur'an'da derin bilgi birikimi ve zorlu çabalarla bile anlaşılması zor olan ifadeler bulunabilmekte, bu ifadeler tefsir kitaplarında uzun rivayet ve yorumlara konu olmaktadır. Bunlardan birisi de “O hem iki doğunun, hem iki batının Rabbidir.” (Rahmân, 55/17) âyetindeki iki doğu ve iki batı ifadesidir.
Günümüzde Kur'an'ı anlamak için sıklıkla meâllere başvurulur. Ancak meâl, "yazarın kastettiği düşünülen anlam üzerinden" yapılan bir çeviri işlemidir ve anlam çeviri yapanın bilgi birikimi veya tercihleri ile de ilgilidir. meâlen sözü dini kullanımda "yani demek istiyor ki..." gibi bir anlama gelir ve asli metne mutlak Sâdakati dışlayan bir çalışmadır. Dini literatürde, hadis ve Kur'an tercümelerinde sıklıkla başvurulan bir yöntemdir. Dini literatür zaman içinde gelişir, değişir ve kullanılan kelimeler yeni anlamlar kazanarak toplumsal belleğe yerleşir. Bunun değişik örneklerinden birisi de "İyiliği emretmek ve kötülükten menetmek" olarak çevirilen doktrinel ifadedir. Aslında bu âyetler etimolojik ve literal çevrim yapıldığında yaygın çevirinin aksine "iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırma" anlamlarına gelmez. Maruf bilinen, aşina olunan anlamındadır ve olası kullanım amacı aynı kökten gelen örf'ü ifade etmek, münker ise tekil anlamındaki nekr, nekre (beklenmedik, belirsiz, tuhaf ) kelimelerinden türetilmiş ve olasılıkla günümüzde bid'at (gelenekte olmayan, yeni icatlar, dini ifade olarak sünnette yer almayan dini uygulamalar) olarak ifade edilenin aynısıdır.
Kur'an'ı anlama veya anlam geliştirme (fıkıh-İstinbat) çerçevesinde oluşturulan din bilimleri
"Tecvid": Kur'ân-ı Kerîm'in kurallarına uygun biçimde okunmasını konu alan bilim dalı ve bu dalda yazılan eserlerin ortak adı.
En eski Kur’an'lar.
Radyokarbon çalışmaları sonucunda %95 doğruluk payı ile 578-669 yılları arasına tarihlenen bilinen en eski Kur'an Metinlerinden biri Yemen'de bulunmuş San'a el yazmalarıdır. El yazmaları, daha eski ve kısmen silinmiş bir alt katman ile bu katman üzerine daha sonra yazılmış yeni bir katman olmak üzere iki katman ihtiva etmektedir. Eski, aşağı katman silinmiş olmasına rağmen yazıldığı mürekkebin içerdiği metaller yazıyı görünür hâle getirmektedir. Eski metnin üzerine yazılmış yeni katman standart Kur'an'dan çok da farklı olmamakla birlikte, eski katman Osman mus'hafı standart Kur'an'dan ek veya eksik kelimeler, Tâhâ Sûresi'ndeki 31. ve 32. âyetlerin sırasının farklı olması ve Tevbe Sûresi'nin 85. âyetinin bulunmaması gibi yönlerden farklılıklara sahiptir.
Diğer bir Kur'an mus'hafı (MS 9. yüzyıl) Özbekistan'ın Taşkent şehrindeki bir müzede sergilenen Osman Mus'hafıdır. Komünizm döneminde Semerkant'tan zorla alınarak Sankt-Peterburg'da sergilenmiş, sergilenmesi için Başkortostan'a gönderilmiş, 1924 yılında geri verilmiştir. Bazı sayfaları 2000 ve 2003 yılında Christie's Londra ve Sam Fogg koleksiyonunda satılmıştır.
Çoğaltılıp çeşitli İslâm şehirlerine gönderilen orijinal Osman Mushaflarından biri de Topkapı Müzesi'nde sergilenmektedir. Bunun yanında, İstanbul Türk ve İslâm Eserleri Müzesi'nde bulunan en eski mus'haflar şunlardır:
Kur'an'ın eleştirisi.
Kur'an, birçok yazar tarafından dindar bir kurgu olarak tanımlanmıştır.
Kur'an'a eleştiriler, metodolojik olarak değişik başlıklar altında yapılmıştır. Bunlar bilimsel-tarihsel hatalar, iç tutarlık, kaynakları, dil (gramer, üslup) hataları vb. başlıklardan oluşur. Kur'an'ı İngilizce, Fransızca ve İtalyancaya tercüme eden Sami Ezzib, Kur'an'daki dil bilgisi hatalarını tespit ederek bulgularını 500 sayfalık "Al-Akhta' al-lughawiyyah fi al-Qur'an al-karim: Linguistic Errors in the Holy Koran" adlı eserinde yayımladı.
Muazzez İlmiye Çığ bir kısmı Kur'an'da da aynen veya değiştirilerek anlatılan kutsal kitap hikâyelerini eski mitolojilerle karşılaştırdığı çalışmalarında bu konuda büyük paralellikler olduğu sonucuna ulaşır. İlmiye Çığ eserinde, Kur'an'da peygamber sayılan Lut'un Tevrat'ta iki kızı ile yatma hikâyesini Kenan baştanrısı El'in kızları olan iki tanrıça yaratıp onlarla yattığı hikâyesinin Tevrat versiyonu olarak değerlendiren görüşlere yer vermektedir.
Iraklı alim ve tercüman N.J.Dawood Âl-i İmrân Sûresinde İmrân-Meryem ilişkisini Yahudi-Hristiyan teolojisinin karmaşık bir aktarımı (zaman ve kişilerin karıştırılmış olduğu) şeklinde değerlendirmiştir.
Bunun yanında, Kur'ân'nın yorumu neticesinde ortaya çıkmış hukuk sistemi şeriatın günümüzdeki değerlere olan uyumluluğu ve Kur'ân'ın sadece ilahi bir vahiy olduğu inancı eleştirilmektedir. Kur'an, eleştirenler tarafından Muhammed'in koyduğu esasların toplu hâlde yer aldığı bir kitap olarak görülmektedir.
Kur'ân'da geçen; evren ve dünyanın yaratılması, İnsân hayatının kökenleri, biyoloji, doğa bilimleri ve benzeri konular ile ilgili açıklama ve beyanlar bilim İnsânları tarafından kendi içinde çelişkili olma, bilimsel olmama ve gelişen bilimsel teorilere tezatlık oluşturma gibi nedenlerden ötürü eleştirilmektedir. Bunun dışında Eski Arapça ve Arap kültürü üzerine uzman pek çok akademisyen Kur'ân'a karşı, açık ve anlaşılır bir kitap olduğunu iddia etmesine rağmen bu özellikleri barındırmaması ve kendini sürekli tekrar eden, anlamsız ve anlaşılmaz kısımlara sahip olması savına dayanaraktan eleştiriler yapmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7048",
"len_data": 82056,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 4
}
|
Mali, resmi adıyla Mali Cumhuriyeti, Batı Afrika'da denize kıyısı olmayan bir ülkedir. 1.240.000 km²'lik yüz ölçümüyle Afrika'nın sekizinci büyük ülkesidir. Nüfusu 19,1 milyondur ve bu nüfusun %65'ini 25 yaş altındakiler oluşturmaktadır. Başkenti Bamako'dur. Mali sekiz bölgeye ayrılmıştır, kuzey sınırları Sahra'nın derinliklerine kadar uzanır. Ülkenin güney bölümü Nijer ve Sénégal nehirlerinin geçtiği Sudan Savanı'ndadır ve nüfusun çoğunluğu bu bölümde yaşar. Mali ekonomisi tarım ve madencilik temellidir. Altın ülkenin önde gelen doğal kaynaklarındandır ve Mali Afrika'nın en büyük üçüncü altın üreticisidir. Tuz da ihraç ürünlerindendir.
Bugün Mali'nin bulunduğu topraklar, bir zamanlar trans Sahra ticaretini kontrol etmiş Gana İmparatorluğu (Gana'ya ismini verdi), Mali İmparatorluğu (Mali'ye ismini verdi) ve Songhay İmparatorluğu'nun egemenliğindeydi. Mali İmparatorluğu 1300 yılında en geniş sınırlarına ulaştığında günümüz Fransa'sının iki katı bir alana hükmediyordu ve Afrika'nın batı kıyısına kadar uzanmıştı. 19. yüzyıl sonlarındaki Afrika Talanı'nda Fransa Mali'yi ele geçirdi ve Mali Fransız Sudanı'nın bir parçası oldu. Fransız Sudanı (o dönemde "République Soudanaise" olarak biliniyordu) 1959'da Senegal ile birleşerek 1960'ta Mali Federasyonu ismiyle bağımsızlığını kazandı. Senegal'in federasyondan çekilmesinin ardından "République Soudanaise" ismini Mali Cumhuriyeti olarak değiştirdi. Uzun süreli tek parti yönetimi 1991'de bir darbe ile sonlandı ve Mali yeni bir anayasa yazımı ve demokratik çok partili düzenin kurulmasını hedefleyen bir reform dönemine girdi.
Ocak 2012'de Kuzey Mali'da silahlı çatışmalar patlak verdi, Tuareg isyancılar ülkenin kuzey bölümünün kontrolünü ele geçirdi ve aynı yılın nisan ayında Azavad ismiyle bağımsızlık ilan ettiler. Çatışmalar mart ayında ülkede gerçekleşen bir askeri darbe ve Tuareg ve diğer isyancıların kendi iç mücadeleleriyle içinden çıkılmaz bir hal aldı. İsyancıların git gide kontrolü ele alması üzerine Fransız ordusu Ocak 2013'te Serval Harekâtı'nı başlattı. Bir ay sonra Malili ve Fransız kuvvetler kuzeyi büyük oranda ele geçirdi.
Ağustos 2020'de ekonomik sıkıntılar ve ulusal güvenlik sorunları nedeniyle başlayan protestolar sonucu başbakan ve cumhurbaşkanı ordu tarafından tutuklandı ve ertesi gün istifa ettirildi.
Ülke ismi.
Ülkenin ismi tarihte yer alan Mali İmparatorluğu ile bu imparatorlukta yaşanan Malinkeliler'den esinlenerek konulmuştur. Ayrıca ülkede konuşulan dillerden biri olan Bambaraca'da "mali" kelimesi su aygırı anlamında kullanılmaktadır.
Coğrafya.
Ülkenin deniz seviyesinden yüksekliği ortalama 343 m düzeyindedir. Ülkenin en yüksek noktasını Hombori Toldo Dağı oluşturmakta olup, dağın zirvesi 1.155 m yüksekliktedir. Ülkenin en alçak noktasını ise 23 m ile Sénégal Nehri oluşturmaktadır.
Ülkenin toplamda sahip olduğu 7.908 km sınırın 1.359 km'si Cezayir, 1.325 km'si Burkina Faso, 599 km'si Fildişi Sahili, 1.062 km'si Gine, 2.236 km'si Moritanya, 838 km'si Nijer ve 489 km'si ise Senegal ile oluşmaktadır. Ülke, kıta içerisinde kara ülkesi konumunda olduğu için herhangi bir denize kıyısı bulunmamaktadır.
Sekiz ayrı bölgeden oluşan Mali'nin kuzeydeki sınırları Sahra Çölü'nün tam ortasına ulaşır. Ülke nüfusun çoğunun yaşadığı yeri olan güneydeki bölgede ise Nijer ve Senegal nehirlerini içermektedir.
Günümüzün Mali Cumhuriyeti, bir zamanlar üç tane Batı Afrika imparatorluğunun bir parçasıydı: Gana İmparatorluğu, Mali İmparatorluğu (ülkenin ismi bu imparatorluktan türetilmiştir) ve Songhay İmparatorluğu. 19. yüzyılın sonuna doğru Mali, Fransız idaresinin altına alınarak Fransız Sudanı'nın bir parçası oldu. 1959'da Mali, Senegal ile Mali Federasyonu olarak bağımsızlığını kazandı. Bir yıl sonra Mali Federasyonu bağımsız Mali devleti oldu. Uzun bir tek-partili dönemden sonraki 1991 darbesinin ardından yeni bir anayasa yazıldı ve Mali demokratik, çok-partili bir devlet oldu.
Nüfus.
Temmuz 2007'de Mali'nin tahminî nüfusu 12 milyondu ve nüfusun büyüme oranı %2,96'dır. Mali nüfusu ağırlıkla kırsalda yaşamakta olup, şehirde yaşayanların oranı %39,9 düzeyindedir. Malililerin %5 ila %10 arasındaki bir oran göçebedir. Nüfusun %90'undan fazlası ülkenin güney kısmında, özellikle 1 milyon kişilik nüfusu olan Bamako'da yaşamaktadır.
2007'de Malililer'in %48'i on beş yaşından daha genç, %49'ü 15 ve 64 yaşları arasında, %3'ü ise 65'ten daha yaşlıydı. Medyan yaş 15,9 idi. 2007'deki doğum oranı her 1.000 kişi için 49,6 tane doğum, doğurganlık oranı ise her kadın için 7,4 tane çocuk. 2007'deki ölüm oranı, her 1.000 kişi için 16,5 tane ölüm. Doğumda beklenen yaşam süresi toplam 49,5 sene (erkekler için 47,6 ve kadınlar için 51,5). 2007'de her 1.000 tane doğum için 106 tane ölüm ile Mali, dünyanın en yüksek bebek ölüm oranlarına sahiptir.
Mali genç bir nüfusa sahip olup, 2020 tahmini verilerine göre %66,69'u 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %3,02'si 65 yaş ve üzerindedir.
0-14 yaş: %47.69 (erkek 4,689,121/kadın 4,636,685)
15-24 yaş: %19 (erkek 1,768,772/kadın 1,945,582)
25-54 yaş: %26.61 (erkek 2,395,566/kadın 2,806,830)
55-64 yaş: %3.68 (erkek 367,710/kadın 352,170)
65 yaş ve üzeri: %3.02 (erkek 293,560/kadın 297,401)
Şehirde yaşayanların oranı 2022 verilerine göre %45,4 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2022 tahmini verilerine göre %2,95 düzeyindedir.
Din.
İslam 11. yüzyılda Batı Afrika'ya gelmiştir. 13. yüzyılda Jenne'de kendine has mimarisi ile tanılan, 1907'de yenilenen Jenne Büyük Camii inşa edildi. Jenne kasabası, Camii ve civar köyleri 1988'de UNESCO Dünya Mirası listesine eklendi. Ülkenin %95'e yakını Müslüman (çoğunlukla Sünni ve Şii), yaklaşık %2,5'i Hristiyan (yaklaşık üçte ikisi olan Roma Katolik ve üçte biri Protestan) ve kalan %3'ü de yerli veya geleneksel animist inançlar olmak üzere diğer dinlere inanmaktadır.
Dil.
Ülkede on üç adet ulusal dil bulunmaktadır. 9 Ağustos 2023 itibarıyla Fransızca resmi dil olmaktan çıkarılmıştır Bu on üç ulusal dil Bambaraca, Bomuca, Bozoca, Dogonca, Maasinankoorence, Hasaniye Arapçası, Minyankaca, Kita Maninkaca, Soninkece, Koyrabori Sennice, Senaraca, Tamaşekce ve Kassonkece olup, birçok kişi tarafından konuşulmaktadır. Bu diller içerisinde en yaygın dil konumunda olan Bambaraca dili nüfusun %46'sı tarafından konuşulmaktadır.
Sosyal hayat.
Eğitim.
Ülke genelinde okula gitme zorunluluğu bulunmaktadır ve yedi yaş ile on altı yaş arasında çocukların dokuz yıl okula gitme zorunluluğu vardır. Ülkede okuma-yazma bilmeyenlerin oranı %65'in üzerindedir. Ülkede 15 yaş ve üzeri erkeklerde okuma-yazma oranı %45,1 iken, aynı kategoride kadınlarda %22,2 düzeyindedir. Eğitimin ücretsiz olarak verilmesine rağmen, bu olanaklardan faydalanabilen nüfus çok az sayıdadır. Ülkenin en büyük üniversitesini başkentte bulunan Bamako Üniversitesi oluşturmaktadır.
Sağlık.
Ülkede var olan sağlık hizmetleri yaşanan tifo, sıtma, cüzzam, AIDS, uyku hastalığı ve diğer hastalıkların üstesinden gelme konusunda yeterlilik arz edememektedir. Ülke nüfusunun %24,7'si tam teçhizatlı sağlık hizmeti alabilmektedir. Nüfus içerisinde HIV virüsünen yakalanan 15 ile 49 yaşları arasındaki yetişkin topluluğun oranı %1 düzeyindedir.
Tarih.
Mali'ye insanlar çok erken bir tarihte yerleşti. Her yerde yok olmuş uygarlıkların izlerine rastlanır: Özellikle Nijer'in taşma alanında dikili taşlar, ölü odaları, tümülüs, tellemlerin yerleştiği Bandiagara yarlarındaki mağaralar (aşağı yukarı bin yılı). Tarım ve göçebe hayvancılıkla uğraşan bu toplulukların Sahra'yı geçerek Akdeniz dünyasıyla ilişki kurmaları çok eski tarihlere uzanır.
Sahil sınırında, Soninke kavminin (sarakole) bulunduğu yerde, Orta Senegal'den Nijer'in taşma alanına ve Tişit Dahar'ından (Moritanya) 14 derece enlemine dek uzanan Gana İmparatorluğu bu şekilde gelişti. Kumbi Saleh sitinde olduğu sanılan başkent, Müslümanlığı yayan kuzey Afrikalı tüccarların sık sık uğradığı bir ticaret merkeziydi; İslamlığı Gana'ya Murabıt istilacılar yerleştirdi (1076). Murabıtlar'ın tutunamaması üzerine imparatorluk sarsıldı ve parçalanmaya başladı. Sosso kralı Sumanguru Kante 1203'te Gana'ya saldırdı; 1235-1240'ta Mali İmparatorluğu'nun kurucusu Sundiata Keita başkenti yıktı ve toprakları ilhak etti.
7. yüzyılda Koukya'da, 9. yüzyılda Gao'da tarımcı ve balıkçı bir halk olan Songhaylar (Sorkolar) arasında Nijer menderesinin aşağısında şekillenmeye başlayan Mali İmparatorluğu, 15. yüzyılda Mosiler'in saldırısına uğradıysa da aynı yüzyılda yeni bir hegemonya kurdu, Songhay etkisi yavaş yavaş Nijer'in yukarı kesimine doğru, Segu'ya dek yayıldı; ama en parlak döneminde Mali'ye boyun eğdi. Songhaylar yavaş yavaş özgürlüklerini kazandılar ve 1464-1492 arasında hüküm süren önderleri Sonni Ali, Gao Krallığı'nın temellerini attı. Sahra ticaretinin merkezleri olan Timbuktu ve Cenne'yi ele geçirdi ve Mosiller'e, Tuaregler ve Pöller'e karşı silahlı mücadeleye girişti. Sonni Ali'nin valilerinden biri olan Askia Muhammet (1492-1528), kuvvete başvurarak imparatorluğun devamını sağladı. Mali'den Ayr'a dek fethedilen toprakları sağlam bir şekilde örgütledi. Timbuktu ikinci başkent oldu ve aydın Müslümanların öncülüğünde büyük bir düşünsel gelişme içine girdi. Birbirini izleyen karışıklık ve huzur dönemlerinin ortasında, Teghaza tuzlaları (Timbuktu'nun 800 km kuzeyinde) konusunda Fas sultanıyla bir çatışma meydana geldi; bu çatışma, 12 Nisan 1591'de Tondibi (Gao'nun kuzeyinde) bozgunundan sonra imparatorluğun çöküşüne yol açtı. Faslılar da Tuaregler karşısında bir varlık gösteremediler ve Tuaregler 1737'de Timbuktu'ya yerleştiler.
17. yüzyılda gücünü ortaya koyan Bambaralar'ın kurduğu Segu Krallığı'na sırasıyla, kuruluş tarihinden 1770'e dek Kullibali ve özellikle Ngolo (1770-1790), Manson (ya da Monzon) [1790-1808] ve Daa (1808-1827) adlı krallarla Diaralar egemen oldu. Krallık, Kaarta'da Cenne ve Timbuktu'yla Yatenga'ya (Mosiler) dek yayıldı. 18. yüzyıl sonundan itibaren Manson, isyancı vasallarla (özellikle Kaarta ve Timbuktu) uğraştı; krallık, 19. yüzyılda gerilemeye başladı.
19. yüzyıl başında Ahmedu Şeyhu'nun (1818-1844) kurduğu Masina pöl İmparatorluğu, müslümanlık adına animist Bambaralar ve Bobolar'ın yanı sıra Mağribliler ve Tuaregler'le çatıştı, hatta Timbuktu'yu işgal etti. Oğlu Ahmedu Şeyhu (1844-1853), babasının savaşçı ve örgütçü niteliklerine sahip çıktı. Bununla birlikte, 1857'de, Fransızlar'ın Senegal ırmağı kıyılarından attığı Takruri murabıt Elhac Ömer, Nioro'ya yerleşti, Bambaralar'ı Segu'dan çıkarınca oğlu Ahmedu burada 1861'den 1890'a dek hüküm sürdü ve 1862'de Masina'ya egemen oldu. Yeğeni Tidiani kral oldu ve Bandiagara'ya yerleşerek ülkeyi 1893'e dek yönetti.
Gine ve Mali arasındaki çatışmalar 1874'ten sonra diula Samori Ture'nin öncülüğünde yeni bir devletin hareket noktası oldu. Samori Ture, önce, bir diula hanedanına boyun eğmiş bir senufo ülkesi olan Kenedugu'la çatıştı. Bu ülkenin kralı Tieba, Sikasso kalesinden başarılı bir şekilde direnince (1887) Samori Ture Dabakala'ya (Fildişi Kıyısı) yerleşerek Buguni ve Sikasso bölgesinde operasyona devam etti; tek gerçek engel olarak karşısına çıkan Fransızlar tarafından Gine'ye püskürtüldü ve 1898'de esir düştü.
Senegal vadisinden başlayan Fransız askerî müdahalesinin ilk işi Medine kalesinin yapımı oldu (1857). Bunu çeşitli misyonlar izledi:Mage (1863), Soleillet (1878), Gallieni (1880). Nijer'de Kayes demiryolunun yapımına girişildi (1881-1904), 1883'te Bamako işgal edildi; kademeli olan işgal harekâtı, 1893'te albay Archinard'ın yönetiminde topyekûn bir nitelik kazandı ve 1898'de, Tieba'nın kardeşi Ba Bemba'nın hüküm sürdüğü Sikasso'nun alınmasıyla tamamlandı.
İşgal edilen topraklar 1904'te, başkenti önce Kayes, sonra 1908'de Bamako olmak üzere Haut-Senegal-Niger sömürgesini oluşturdu. Sömürgenin adı 1920'de Fransız Sudanı olarak değiştirilirken doğu topraklarının 1919'da ayrılmasıyla Yukarı Volta (Burkina Faso) kuruldu. Göçebe Mağribliler'in yaşadığı 15. paralelin kuzeyindeki topraklar 1945'te Moritanya'ya bırakıldı. Fransız Sudanı 1899'dan 1959'a dek Fransız Batı Afrikası Federayonu'na, yani Dakar Genel Valiliği'ne bağlı kaldı.
4 Ekim 1958 tarihinde Fransa'da gerçekleştirilen anayasa referandumu ile Fransa'da "République Soudanaise" olarak adlandırılan bölge, Fransız Uluslar Topluluğu bölgesinin bir parçası olarak kabul edildi. 25 Kasım 1958 tarihinde eski koloni ülkesi iç işlerinde bağımsızlık elde etti. Referandum sonucunda Fransız Sudanı önce Mali Federasyonu içinde Senegal'e bağlıyken, bu federasyonun parçalanması üzerine 20 Ağustos 1960'ta tam bağımsızlığına kavuştu ve 22 Eylül 1960'ta da Mali Cumhuriyeti adını aldı. Yeni devlet, Afrika Demokratik topluluğu Sudan birliği (ADTSB) ve önderi, Cumhurbaşkanı Modibo Keita'nın girişimiyle, Batı'dan kopmaksızın sosyalizmi seçti. Ama ekonomisi gelişmedi ve hoşnutsuzluk arttı. Ağustos 1967'de iktidar bütünüyle Modibo Keita'nın başkanlığındaki Devrimi Savunma Ulusal Konseyi'ne devredildi; M. Keita kemerleri sıkma politikası uygulamaya çalıştı.
19 Kasım 1968 hükûmet darbesi sonunda ordu iktidarı ele geçirdi ve oluşturduğu Ulusal Kurtuluş Askeri Komitesi, teğmen, sonra albay Musa Traore'yi Devlet Başkanlığına getirdi. Eylül 1969'dan itibaren Musa Traore hem Devlet hem de Hükûmet Başkanlığı görevlerini birden üstlendi. Haziran 1974'te kabul edilen yeni anayasa; ancak bir kez yenilenebilmek üzere beş yıl süreyle Cumhurbaşkanı ve Başbakanın seçilmesini, dört yılda bir yenilenen bir Millet Neclisi seçimini ve bir tek partinin kurulmasını öngörüyordu. 1972-1975 arasındaki kuraklığın ağırlaştığı iktisadi güçlüklere çözüm bulunamadı. Fransa, 1980 yılı içinde, bütçeyi dengelemek için yaptığı desteği kesti. Ocak 1981'de general Musa Traore, Mali'nin Batı Afrika Para Birliği'ne (ancak 1983'te müdahale etti) yeniden kabul edilmesi talebinde bulundu; tek parti olan Mali Halkı Demokratik Birliği (MHDB, Mart 1979'da kurulmuştu), Şubat 1981'de ekonominin liberalleşmesini kararlaştırdı. General Traore, Burkina Faso ve Mali arasında 1974'ten beri devam eden sınır ihtilafını çözemediği gibi sürüp giden iç bunalımı da kontrol altına alamadı. Mart 1991'de 23 yıllık iktidardan ve dört gün süren şiddetli gösterilerden sonra (Bamako'da askerlerin ateş açması sonucu 100'den fazla ölü) askeri bir darbe ile devrildi. Geçici Halk Selamet Komitesi (GHSK) yarbay Amadou Toumany Toure'nin başkanlığında bir ulusal konferans topladı. Temmuz-Ağustos'ta Bamako'da toplanan 1800 delege yeni bir anayasa, yeni bir seçim ve siyasi partiler yasası hazırladı. Anayasa Ocak 1992'de yapılan referandumda onaylandı. Nisan 1992'de yapılan Başkanlık, Milletvekili ve yerel yönetim seçimlerini Mali'de Demokrasi için İttifak Partisi (ADEMA) kazandı. Partinin adayı Alpha Oumar Konare Cumhurbaşkanı seçildi. Eski Başkan Traore, 1991 ayaklanması sırasında meydana gelen ölümlerden dolayı yargılanarak Şubat 1993'te ölüm cezasına çarptırıldı.
22 Mart 2012'de, ordudan isyancı askerler devlet televizyonundan ülkenin kontrolünü ele geçirdiklerini açıkladılar. Küçük bir grup asker, cumhurbaşkanlığı sarayının kontrolünü ele geçirdi ve Hükûmetin lağvedildiğini ve anayasanın askıya alındığını ilan etti. Askerlerin sözcüsü, Devlet Başkanı Amadou Toumani Toure'nin rejiminin "ülkenin kuzeyindeki krizi yönetmekteki yetersizliği üzerine" harekete geçtiklerini belirtmiştir.
İsyancı kuvvetlerin Ocak 2013 tarihinde ülkenin güney bölgelerini de kontrol altına alma çabaları karşısında dönemin geçici olarak makamda bulunan Devlet Başkanı Dioncounda Traoré eski sömürge ülkesi Fransa'dan askerî yardım talep etmiştir. Bu talep neticesinde gerçekleştirilen Serval Harekâtı kapsamında bölge isyancılardan kurtarılmış ve yeniden Mali ordusunun denetimine verilmiştir.
İdari yapılanma.
Mali'nin en üst düzey yönetim birimleri sekiz bölge ve bir başkent bölgesinden (Bamako) oluşur.
Ekonomi.
Ülkenin ekonomik altyapısını başlıca tarım ve madencilik oluşturmaktadır. Mali'nin bazı doğal kaynakları altın, uranyum ve tuzdur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7050",
"len_data": 15823,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.48
}
|
Charles Babbage (d. 26 Aralık 1791 – ö. 18 Ekim 1871), İngiliz matematikçi, analitik filozof, makine mühendisi ve programlanabilir bilgisayar fikrini ortaya atan (proto-)bilgisayar bilimcisi mucit.
Çalışmalarının bir kısmı Londra Bilim Müzesi'nde sergilenmektedir. Mekanik olarak çalışabildiği sonradan kanıtlanmış bir hesap makinesi geliştirmiştir. Yaptığı hesap makinesini günümüz bilgisayarlarının geliştirilmesinde en önemli katkılarda bulunduğu kabul edilir.
1991 yılında, Babbage'ın özgün çalışmalarına sadık kalarak onun fark makinesi diye adlandırdığı cihaz tamamlanmış ve işlevsel biçimde çalıştığı görülmüştür.
Babbage'ın zamanında, matematiksel tablolar çok yüksek oranda işlem hataları içeriyorlardı. Cambridge'te iken insanlar tarafından hesaplanarak hazırlanan bu tabloların ne kadar hatalı yapıldığını görerek, kendini insandan kaynaklı hatalara engel olabileceği bir hesap makinesinin tasarımına adamıştır. 1822 yılında, polinom işlevlerin (fonksiyonların) değerlerinin hesaplanmasını olanaklı kılacak, fark makinesi adını verdiği aygıtın yapımına başladı.
Hesap makinesi.
Babbage 1830'ların ortalarında çözümleyici makine diye adlandırılan ve çağdaş sayısal (dijital) bilgisayarın öncüsü olan aygıtın tasarımını gerçekleştirdi. Bu aygıtta delikli kartlardan gelen komutlar uyarınca herhangi bir aritmetik işlemin yapılabilmesi öngörülüyordu. Ayrıca sayıların saklanabileceği bir bellek birimi, işlemlerin art arda ve sırasıyla yapılmasını sağlayacak ardışık kontrol ve bugünkü bilgisayarın daha birçok temel öğesi makinede yer alacaktı. Ama çözümleyici makine hiçbir zaman tamamlanamadı. Babbage'ın tasarımı 1937'de not defteri bulununcaya değin unutuldu.
Fark makinesi.
Fark makinesi, bir değerler serisini otomatik olarak hesaplayabilmeyi öngörüyordu. Sonlu farklar yönteminden yararlanarak, çarpma ve bölme işlemlerinden yararlanmaksızın hesaplama yapmak mümkündü. Fark makinesi, projenin ilk haliyle, 2.5 m yüksekliğinde, 15 ton ağırlığında olacak ve 25,000 parçadan oluşacaktı. Projesine mali kaynak bulabilmesine rağmen tamamlayamamıştır. Daha sonra fark makinesinin geliştirilmiş bir modelini tasarlamasına rağmen bunun yapımına hiç başlayamamıştır. 19. Yüzyılın olanak tanıdığı ölçüsel toleranslarla 1989-1991 yılları arasında tamamlanan bu makine, Londra Bilim Müzesi'nde çalıştırıldığı zaman ortalama bir elektronik hesap makinesinden çok daha öteye giderek 31 basamağa kadar doğru hesap yapabildiği görülmüştür.
Yazıcı.
Babbage geliştirdiği ikinci fark makinesi ile birlikte çalışabilecek, değişken sütun ve satır özelliklerine sahip, çıktı formatı programlanabilmesi gibi şaşırtıcıdır.
Fark makinesinin tasarımından sonra Babbage, bundan çok daha karmaşık olan analitik makinenin tasarımına başlamıştır. Öldüğü 1871 yılına kadar bu makinenin üzerinde çalışmıştır. İki makine arasındaki önemli farklardan birisi, analitik makinenin, o zamana kadar henüz duyulmamış bir şey olan delikli kartları (punch card) kullanabilmesidir. Kullanıcıların programları önceden yapabilmesinin bir ihtiyaç olduğunu ve programları makineye iletebilmek için de uygun ortamın delikli kartlar olduğu düşüncesine varmıştır. Babbage, makineyi birden fazla işlevi ardışık olarak yapabilecek şekilde tasarlanmaya çalışmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7052",
"len_data": 3228,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.73
}
|
Aritmetik; matematiğin sayılar arasındaki ilişkiler ile sayıların problem çözmede kullanımı ile ilgilenen dalı. Aritmetik kavramı ile genellikle sayılar teorisi, ölçme ve hesaplama (toplama, çıkarma, çarpma, bölme, üs alma, kök alma) kastedilir. Bununla birlikte bazı matematikçiler daha karmaşık çeşitli işlemleri de aritmetik başlığı altında değerlendirirler.
Aritmetik sistemler, işlem yapılan sayıların türüne göre çeşitlenir. Tam sayı aritmetiği sadece pozitif ve negatif doğal sayılar ile yapılan hesaplamaları içerirken, rasyonel sayı aritmetiği, tam sayılar arasındaki kesirlerle yapılan işlemleri kapsar. Reel sayı aritmetiği, rasyonel ve irrasyonel sayıların her ikisiyle yapılan hesaplamaları barındırır ve tam bir sayı doğrusunu kapsar.
Sistemlerin ayrımı, kullanılan sayı sistemine göre de yapılır. Ondalık aritmetik, en yaygın kullanılan sistemdir ve sayıları ifade etmek için 0'dan 9'a kadar olan temel rakamları ve bu rakamların kombinasyonlarını kullanır. Öte yandan, çoğunlukla bilgisayarlar tarafından kullanılan ikili aritmetik, sayıları 0 ve 1 rakamlarının kombinasyonları olarak temsil eder. Bazı aritmetik sistemler ise sayılardan farklı matematiksel nesneler üzerinde işlem yapar, örneğin aralık aritmetiği ve matris aritmetiği gibi.
Aritmetik işlemler, matematiğin birçok alt dalında, örneğin cebir, kalkülüs ve istatistik gibi alanlarda temel oluşturur. Ayrıca, fizik ve ekonomi gibi bilimlerde de benzer bir işlev görür. Aritmetik, günlük yaşamın birçok yönünde, alışveriş yaparken para üstü hesaplamak veya kişisel finans yönetimi gibi faaliyetlerde kullanılır. Öğrencilerin ilk karşılaştığı matematik eğitimi biçimlerinden biri olan aritmetiğin, bilişsel ve kavramsal temelleri psikoloji ve felsefe tarafından incelenmektedir.
Aritmetiğin pratiği, binlerce hatta belki de on binlerce yıl öncesine uzanmaktadır. Antik uygarlıklar arasında yer alan Mısırlılar ve Sümerliler, M.Ö. 3000 civarında pratik aritmetik sorunları çözmek amacıyla sayı sistemleri geliştirdiler. M.Ö. 7. ve 6. yüzyıllarda, antik Yunanlılar sayılar üzerine daha soyut bir inceleme başlatmış ve katı matematiksel kanıt yöntemlerini tanıtmışlardır. Antik Hindular, sıfır kavramını ve ondalık sistemi ortaya çıkardılar; bu sistem, Orta Çağ'da Arap matematikçiler tarafından geliştirilmiş ve Batı dünyasına aktarılmıştır. İlk mekanik hesap makineleri 17. yüzyılda icat edilmiştir. 18. ve 19. yüzyıllarda, modern sayı teorisinin geliştirilmesi ve aritmetiğin aksiyomatik temellerinin oluşturulması yaşanmıştır. 20. yüzyılda, elektronik hesap makinelerin ve bilgisayarların ortaya çıkışı, aritmetik hesaplamaların doğruluk ve hızını köklü bir şekilde değiştirmiştir. Bu teknolojik ilerlemeler, aritmetik işlemlerin uygulama alanlarını genişleterek, matematik eğitimi ve günlük matematik uygulamalarında önemli dönüşümler yaratmıştır.
Tanım ve etimoloji.
Aritmetik, sayılar ve onların işlemleri üzerine çalışan matematiğin temel bir dalıdır. Bu disiplin, toplama, çıkarma, çarpma ve bölme işlemleri aracılığıyla sayısal hesaplamalar yapılmasını içerir. Geniş bir perspektiften bakıldığında, üs alma ve logaritma gibi işlemleri de kapsar.
Türkçeye Fransızcadan geçen "aritmetik" terimi, Latince "arithmetica" kelimesinden türetilmiş olup, bu kelime Antik Yunanca "ἀριθμός" (arithmos), yani "sayı" ve "ἀριθμητική τέχνη" (arithmetike tekhne), yani "sayma sanatı" anlamına gelmektedir.
Tanımı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Dar bir tanımlamaya göre, aritmetik yalnızca doğal sayılar ile ilgilenir. Ancak daha yaygın görüş, kapsamına tam sayılar, rasyonel sayılar, reel sayılar ve bazen de karmaşık sayılar üzerindeki işlemleri dahil etmektir. Bazı tanımlar, aritmetiği yalnızca sayısal hesaplamalar alanına sınırlar. Daha geniş anlamda ele alındığında, sayı kavramının nasıl geliştiğini, sayıların özellikleri ve aralarındaki ilişkilerin analizini ve aritmetik işlemlerin aksiyomatik yapısının incelenmesini de içerir.
Aritmetik, sayı teorisi ile yakından ilişkilidir ve bu alanlar bazen eşanlamlı olarak kullanılsa da, sayı teorisi daha çok tam sayıların özellikleri ve ilişkileri, örneğin bölünebilirlik, faktörizasyon ve asallık gibi konular üzerinde yoğunlaşır ve geleneksel olarak yüksek aritmetik olarak adlandırılır.
Sayılar.
Sayılar, miktar ölçümü ve büyüklük değerlendirmesi yapmak için kullanılan temel matematiksel nesnelerdir. Aritmetikte merkezi bir yere sahip olan sayılar, aritmetik işlemlerin tümünün üzerinde yürütüldüğü temel elemanlardır. Sayılar farklı kategorilere ayrılır ve bu sayıları temsil etmek için çeşitli sayısal sistemler kullanılır.
Çeşitleri.
Aritmetikte kullanılan temel sayı türleri doğal sayılar, tam sayılar, tamsayılar, rasyonel sayılar ve reel sayılardır. Doğal sayılar, 1'den başlayıp sonsuza kadar giden tam sayılardır. 0 ve negatif sayıları içermezler. Ayrıca sayma sayıları olarak da bilinir ve formula_1 şeklinde ifade edilebilir. Doğal sayıların sembolü formula_2'dir.
Tam sayılar, doğal sayılarla aynıdır, tek farkı 0'ı da içermeleridir. formula_3 şeklinde temsil edilebilir ve sembolü formula_4dir. Bazı matematikçiler, doğal sayılar kümesine 0'ı dahil ederek doğal sayılar ve tam sayılar arasında bir ayrım yapmazlar. Tam sayılar kümesi, hem pozitif hem de negatif tam sayıları kapsar. Sembolü formula_5'dir ve formula_6 şeklinde ifade edilebilir.
Doğal ve tam sayıların kullanım biçimlerine göre, bu sayılar kardinal ve ordinal sayıları olarak iki farklı kategoriye ayrılabilir. Kardinal sayılar, bir, iki, üç gibi sayılar, nesnelerin sayısını ifade eder ve "Kaç tane?" sorusuna yanıt verirler. Öte yandan, ordinal sayıları, birinci, ikinci, üçüncü gibi ifadeler, bir dizideki konum veya sıralamayı gösterir ve "Hangi pozisyon?" sorusunu yanıtlarlar. Bu iki sayı türü, matematikte farklı amaçlar için kullanılır ve her biri, belirli bir sorunun cevabını sağlama kapasitesine sahiptir. Kardinal sayılar genellikle nicelikleri, ordinal sayıları ise nesnelerin veya olayların göreceli konumlarını belirtmek için tercih edilir.
Bir sayı, iki tam sayının oranı olarak ifade edilebiliyorsa, bu sayı rasyoneldir. Örneğin, formula_7 rasyonel sayısı, pay olarak adlandırılan 1 tam sayısının, payda olarak adlandırılan 2 tam sayısına bölünmesiyle elde edilir. Diğer örnekler arasında formula_8 ve formula_9 yer almaktadır. Rasyonel sayılar kümesi, paydası 1 olan tüm kesirler olan tam sayıları da kapsamaktadır. Rasyonel sayıların sembolü formula_10'dur. 0.3 ve 25.12 gibi ondalık kesirler, paydaları 10'un bir kuvveti olduğu için, özel bir rasyonel sayı türüdür. Örneğin, 0.3, formula_11'a, 25.12 ise formula_12'e eşittir. Her rasyonel sayı, sonlu veya devirli ondalık bir kesirle ifade edilebilir.
İrrasyonel sayılar, iki tam sayının oranı ile ifade edilemeyen sayılardır. Genellikle geometrik büyüklükleri tanımlamak için kullanılırlar. Örneğin, kenarlarının uzunluğu 1 olan bir dik üçgenin hipotenüs uzunluğu irrasyonel bir sayı olan formula_13 ile ifade edilir. , başka bir irrasyonel sayı olup bir çemberin çevresi ile çapı arasındaki oranı tanımlar. İrrasyonel sayıların ondalık gösterimi, tekrarlayan basamaklar olmaksızın sonsuzdur. Rasyonel ve irrasyonel sayılar kümeleri birlikte, reel sayılar kümesini oluşturur. Reel sayıların sembolü formula_14'dir. Daha geniş sayı kümeleri arasında karmaşık sayılar ve kuaterniyonlar bulunur.
Sayısal sistemler.
Bir rakam, bir sayıyı temsil eden bir semboldür ve sayı sistemleri, sayısal temsillerin oluşturulmasını sağlayan çerçevelerdir. Bu sistemler genellikle, belirli sayılara doğrudan atıfta bulunan sınırlı sayıda temel rakam içerir. Sayı sistemi, bu temel rakamların herhangi bir sayıyı ifade etmek için nasıl birleştirilebileceğini belirler. Sayı sistemleri, basamak değeri esaslı veya basamak değeri esaslı olmayan olarak sınıflandırılır. İlk sayı sistemlerinin tamamı basamak değeri esaslı değildi. Basamak değeri esaslı olmayan sayı sistemlerinde, bir rakamın değeri, sistemdeki konumuna bağlı değildir.
En basit basamak değeri esaslı olmayan sistem, tekli sayı sistemidir. Bu sistem, 1 sayısı için tek bir sembol kullanır. Daha büyük sayılar, bu sembolün tekrarıyla yazılır. Örneğin, 7 sayısı, 1 sembolünün yedi kez tekrarlanmasıyla ifade edilir. Bu sistem, büyük sayıları yazmayı zorlaştırır; bu nedenle, birçok basamak değeri esaslı olmayan sistem, büyük sayıları doğrudan temsil etmek için ek semboller içerir. Birlikte sayma sisteminin varyasyonları, çetele çubukları ve çetele çizgilerinde kullanılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7053",
"len_data": 8405,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.96
}
|
Gölbaşı, Ankara ilinin metropol ilçelerinden biridir.
Tarihçe.
Gölbaşı ve çevresinin özellikle Tunç Devri'nde yerleşim alanı olmaya başladığı, Hititler, Frigler, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Anadolu Selçuklu ve Osmanlılar döneminde de bu özelliğini devam ettirdiği Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğünce Gölbaşı çevresinin çeşitli bölgelerinde yapılan kazı çalışmaları, inceleme ve araştırmalar sonucu ortaya çıkmıştır.
Gölbaşı'nın ilçe olması ise çok eskilere dayanmaz. Gölbaşı daha önce Örencik köyüne bağlı Gölhanı adı ile anılan bir mahalle iken 1923 yılında, buraya Oğulbey Köyündeki Bucak Müdürlüğü ile Jandarma Karakolunun taşınması ile Gölbaşı Nahiyesi adını aldı. 1936 yılında ise ilçe olan Çankaya'ya bağlandı. 1955 yılında E-5 Devlet Karayolunun bu bölgeden geçmesi ile Gölbaşı'nın nüfus artışı ve gelişmesi hızlandı. 1965 yılında da Gölbaşı Belediye teşkilatı kuruldu. 29.11.1983 gün ve 2963 sayılı Kanun ile de Çankaya'dan ayrılarak ilçe oldu. 22.10.1990 tarih ve 90/1117 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile 2872 sayılı Çevre Kanununun 9 uncu maddesine dayanılarak “Gölbaşı İlçesi Özel Çevre Koruma Bölgesi” olarak ilan edildi. 1991 yılında da Gölbaşı Belediyesi Büyükşehir Belediyesi sınırları içine alındı.
Bugün Gölbaşı ilçesi Ankara Büyükşehir Belediyesi sınırları içerisinde, 122.288 nüfusu ve 1300 km²lik yüzölçümüyle devamlı gelişen ve büyüyen bir ilçe konumundadır.
Coğrafya.
Gölbaşı, Ankara il merkezine 20 km uzaklıkta, 970 metre rakımlı ve iç Anadolu platosu üzerinde bulunan bir ilçedir. Doğusunda Balâ, batısında Yenimahalle, güneyinde Haymana ve kuzeyinde Çankaya ilçeleri bulunmaktadır.
Gölbaşı'nda Mogan ve Eymir gölleri bulunmaktadır. Mogan Gölü havzası genelde düzgün yer yer orta engebeli bir havzanın alt ucunda alüvyoner setlerin arkasında oluşmuş doğal baraj gölüdür. Yüzölçümü ortalama 6 km²dir. Gölün güneyinden itibaren 2 km'lik bir mesafede, sulak-bataklık alan nitelikli bir geçiş zonu ile yer altı ve yer üstünden kuzey doğusundaki 1,25 km²lik alana sahip Eymir Gölüne ortalama 5 metrelik kot farkıyla boşalım sağlamaktadır. Böylelikle Eymir Gölü'nün su girdisinin tamamına yakını Mogan Gölü tarafından sağlanmaktadır. Geniş bir havzadan drene olan yer altı ve yer üstü suları Mogan-Eymir göllerinden geçerek havzanın kuzeydoğu ucundan İmrahor Vadisi'ne boşalır. Mogan gölünün su girdisi düzensiz rejimli yazları genelde kuruyan dereler vasıtasıyla olmaktadır.
İklim ve bitki örtüsü.
Gölbaşı ve çevresi kışları soğuk ve yağışlı, yazları sıcak ve kurak geçen karasal iklime sahiptir. Yıllık yağış ortalaması 400 mm civarındadır. Yıllık sıcaklık ortalaması ise 11,7 C'dir.
Bölgenin yaygın bitki örtüsü otsu bitkiler olmakla birlikte değişik yüksekliklerde ve nem oranları farklı topoğrafik alanlarda farklı bitki toplulukları bulunmaktadır. Ormanlık alanlar daha çok Eymir gölüne bakan dik yamaçlı platolarda, Beynam ormanlarında ve yeni ağaçlandırma yapılan alanlarda yer almaktadır. (Beynam ormanları Balâ ilçesi sınırları içinde yer almaktadır.)
Gölbaşı Özel Çevre Koruma Bölgesinde 476'sı tür, 6'sı alttür, 6'sı varyete almak üzere toplam 488 bitki türü mevcuttur. Gölbaşını sembolize eden değerlerden biri olan Sevgi Çiçeği ("Centuarea Tchihatcheffii") Türkiye'de yetişen 179 Centaurea türünden biri olup sadece Gölbaşı'nda Mogan Gölü, Hacıhasan Mahallesi civarında yetişen bir endemiktir. Sevgi Çiçeğinin çiçeklenmesi nisan ayının son haftasından başlayıp, temmuz ayının ilk haftasına kadar devam eder.
Mahalleler.
Gölbaşı'nın 54 mahallesinin 11'i merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 108.600 kişi (%83,3) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 65,4 km uzaklıktaki Çeltek'tir. İlçede nüfusu en fazla olan, 25.076 kişi ile Eymir mahallesidir. Gölbaşı'nın nüfusu 2017 yılında %5,4 artmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7063",
"len_data": 3786,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.44
}
|
Haydar Ergülen (d. 14 Ekim 1956 Eskişehir) Türk şair.
14 Ekim 1956'da Eskişehir’de doğdu. Babası otomobil tamircisiydi. İlkokul ile ortaokulu Eskişehir'de, liseyi Ankara'da okudu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Sosyoloji Bölümünü bitirdi. Anadolu Üniversitesinde araştırma görevlisi olarak çalıştı. İstanbul'da reklam yazarlığı yaptı. Anadolu Üniversitesi'nde yayımcılık, reklamcılık ve Türk Şiiri dersleri verdi. Halen Bahçeşehir ve Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakülesi'nde, 'Yaratıcı Yazarlık' ve 'Türk Şiiri ve Şairler' dersleri vermektedir.
1980 sonrası Türk şiirinin önemli isimlerindendir.
İlk şiiri 1972'de Eskişehir'de "Deneme" dergisinde "Umur Elkan", ilk yazısı da aynı yıl "Yeni Ortam" gazetesinde "Mehmet Can" adıyla yayımlandı. İstanbul'da "Üç Çiçek" (1983) ile "Şiir Atı" (1986) dergilerini yayıma hazırlayanlar arasında yer aldı. 1979'dan başlayarak "Somut", "Felsefe Dergisi", "Türk Dili", "Yusufçuk", "Yarın", "Yeni Biçem", "Gösteri" ile "Varlık" dergilerinde şiirler yayımladı. Bir süre, "Radikal" gazetesinde "Açık Mektup" köşesinde denemeler yazan Ergülen, Star gazetesi'nde yazmaya başladı.
"Karşılığını Bulamamış Sorular" adlı ilk şiir kitabı 1981 yılında yayımlandı.
Yurtdışında Yayınlanmış Kitapları.
Haydar Ergülen'in birçok yapıtı çeşitli dillere çevrilip yurtdışındaki çeşitli yayınlarda (şiir seçkileri, dergiler vb) yeralmıştır.
Bunlara ek olarak yabancı dillerde (yayındaki tek yazar olarak) şu kitapları yayınlanmıştır:
İlgili Etkinlikleri.
Haydar Ergülen; Uluslararası Eskişehir Şiir Şenliği, Uluslararası Nazım Hikmet Şiir Günleri ile İzmir Uluslararası Edebiyat Şenliği'nin yöneticisidir. Çeşitli üniversitelerde yaratıcı yazarlık, şiir, Türk Yazını ile Filozofi üzerine dersler vermektedir. Zaman zaman şiir, yaratıcı yazarlık üzerine işlikler düzenlemektedir. Uluslararası yazarlar birliği PEN'in Türkiye biriminin yönetim kurulunda yeralmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7064",
"len_data": 1912,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.43
}
|
Saint Martin (), Karayip denizinin kuzey-doğusunda Porto Riko'nun 240 km doğusunda yer alan tropik bir adadır.
Adanın yüzölçümü 87 km2 olup kabaca ortasından Hollanda Krallığı ile Fransa arasında ikiye bölünmüştür. Hollanda Krallığı'na bağlı güney yarısı Sint Maarten, Fransa'ya bağlı olan kuzey yarısıysa da Saint Martin olarak adlandırılır. Hollanda bölgesi Hollanda Krallığı'nı oluşturan ülkelerden biridir.
Hollanda Krallığı'na bağlı olmasına karşın AB dışında kalan adanın güney bölümünde para birimi Hollanda Antilleri guldeni, Fransa aracılığıyla AB'ye bağlı olan kuzey bölümünde ise Euro'dur. Her ne kadar Hollanda bölümünde yasal dil Felemenkçe ve İngilizce, Fransız bölümünde ise Fransızca olsa da adadaki en geçerli dil İngilizcedir. Bunun kökeni adaya bir zamanlar getirilmiş olan İngilizce konuşan kölelere dayanmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7068",
"len_data": 834,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.55
}
|
Roberto Calvi (13 Nisan 1920 - 17 Haziran 1982), Vatikan'a yakınlığından dolayı basınca "Tanrı'nın Bankacısı" olarak adlandırılan bir İtalyan'dır.
Başkanı olduğu ve İtalya'nın en büyük özel bankalarından olan Banco Ambrosiano'nin 700 milyon ile 1.5 milyar dolar arasında verecekle batmasından sonra İtalya'dan kaçmak zorunda kaldı. Paranın çoğunluğunun Vatikan bankası, "Istituto per le Opere Religiose" (Dinsel İşler Kurumu - IOR) aracılığıyla hortumlandığı ortaya çıktı.
Daha sonra Haziran 1982'de Londra'da (masonlarca önemli olduğu söylenen) Blackfriars köprüsünün altında asılı olarak bulundu. Roberto Calvi, Licio Gelli'nin gizli mason locası P2 locasının yandaşlarından biriydi. İngiliz polisi çelişen kanıtlara karşın olayı önceleri bir kendini öldürme olayı olarak ele aldı. 1992'deki bir soruşturma ise, Calvi'nin öldürülmüş olduğuna karar verdi.
Birleşik Krallık'ta bunlar olurken, 1997 yılında, Roma savcılığı bir Sicilya mafyasının bir üyesi ile bir iş adamının Calvi'nin öldürülmesinde suçlu olduklarına karar verdi.
İngiliz polisi, 2003'ün Eylül ayında olayı adam öldürme soruşturması olarak yeniden açtı. Bunun sonucunda 18 Nisan 2005'te, Londra savcılığı mafya ile ilgisi olduğu söylenen dört kişiyi öldürme savıyla suçladı. Bu kişiler; Flavio Carboni, Giuseppe "Pippo" Calo, Ernesto Diotallevi ve Roberto Calvi'nin eski sevgilisi Manuela Kleinzig'dir.
5 Ekim 2005'te Calvi'nin öldürülmesine karışmakla suçlanan beş kişinin yargılanmasına Roma'da başlandı. Yukarıdakilere ek olarak Calvi'nin sürücüsü Silvano Vittor da suçlananlar arasındadır.
Roberto Calvi'nin kuşkulu ölümü, 2001 yılında "I banchieri di Dio - Il caso Calvi" adıyla filme çekildikten başka, "Baba" filmin üçüncü bölümünde de kullanıldı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7072",
"len_data": 1721,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.4
}
|
Athena, Yunan mitolojisinde zekâ, sanat, strateji, ilham ve barış tanrıçasıdır. Roma mitolojisinde Minerva ile eşit kabul edilir. Babası Tanrıların başı Zeus, annesi ise Zeus'un ilk karısı olan hikmet tanrıçası Metis'tir. Sembolleri, kalkan, mızrak, zeytin dalı ve baykuştur. Mızrak savaşı, zeytin dalı barışı, gök gözlü baykuş da bilgeliği temsil eder. Athena, Atina kentinin baş tanrıçası ve koruyucusudur, kent ismini de ondan almıştır. Athena ve sembolize ettiği karakterler birçok kültürde benzer formlarda bulunur. Athena ayrıca Troya savaşında Akhaların yardımına koşup tahta atın yapılmasına yardım etmiştir. Athena özel bir kalkan taşır. Bu kalkan Aegis olarak isimlendirilmiştir. Kalkanın üzerinde, değişik süslemelerle birlikte Medusa'nın başının resmi bulunur. Bu kalkanın önünde en güçlü ordular bile bozguna uğrar. Zeus'un en sevdiği kızı olduğu için Zeus'un yıldırımlarını da bir tek o kullanabilir. Gigantlar arasındaki karşıtı Enceladus'dur.
Temel özellikleri kentle ilgili olan Athena birçok bakımdan kır tanrıçasıydı. Artemis'in karşıtıdır. Athena'nın Yunan uygarlığı öncesinden gelen bir tanrıça olduğu ve daha sonra Yunanlarca benimsendiği sanılır. Ama Yunan ekonomisi, Minos uygarlığından farklı olarak önemli ölçüde askerî temele dayandığı için, Athena başlangıçtaki evcil işlevlerini korumakla birlikte giderek bir Savaş Tanrıçası'na dönüşmüştür. Savaşın, kaba güç yönünü simgeleyen Ares yerine strateji ve zeka yönünü temsil eden Athena, bu açıdan Ares'ten ayrılır. Ayrıca bir el sanatlarını da temsil eden bir tanrıça olarak trompet, flüt, çömlek, tırmık, saban, gemi ve savaşta kullanılan at arabası onun icatlarındandır.
Tanrıça Athena; Herakles, Perseus, Odysseus gibi birçok kahramana da yardım etmiştir.
Ailesi.
Savaş strateji ve bilgelik tanrıçası olması nedeniyle babası Zeus'un savaş zırhlarını emanet ettiği tek tanrıçadır. Ayrıca destanlarda da Zeus'un en sevdiği çocuğu olarak geçer. Zekâ tanrıçası olan Athena, bu özelliğini annesi bilgelik, hikmet tanrıçası Metis'ten almıştır.
Tanrıça bakire kalıp hiç çocuğu olmasa da, çocuğu yerine koyduğu Erikhthonios ile ilgili hikâye şöyledir: Tanrı Hephaistos, bir gün Athena'ya karşı olan hislerine yenik düşer ve tanrıça Athena'yı kovalamaya başlar. Koşarken boşalan Hephaistos'un menileri tanrıçanın bacağına gelir. Tanrıça bunları silip toprağa atar ve bu ilişkiden yılan bacaklı Erikhthonios doğar. Athena'da onun yetiştirilmesine yardım eder.
Doğumu.
Tanrıça Metis hamile kalınca, Zeus doğacak çocuk erkek olursa kendisini devirir diye, tanrıçayı hamile iken yutar. Baş tanrı Zeus Metis'i yutmuş, yani kendi içine atmış ve onu kendisinin bir parçası yapmıştı. Bundan sonra Zeus, katlanılmaz baş ağrıları geçirir ve kafasını yararlar. Zeus, Metis'i uzun süre kafasının içinde taşıdı. Ondan kurtulma zamanı gelip çatınca demir ve ateş tanrısı Hephaistos'u çağırdı. "Hephaistos" dedi "Başım çatlayacakmış gibi ağrıyor, artık dayanamıyorum. Alnıma hızla keskin baltanı vur. Korkma sen emrimi yerine getir, ben başıma ne geleceğini biliyorum."
Hephaistos baş tanrıya karşı gelmeye cesaret edemedi ve baltasını Zeus'un alnına indirdi. Zeus'un kafasında bir yumru şeklinde büyüyen Athena oradan kalkanlı ve zırhlı bir şekilde yetişkin bir kadın olarak çıkar. O anda yarılan yerden zafer çığlıkları atan güzel bir kız çıktı ve dans etmeye başladı. Tepeden tırnağa kadar silahlı idi. Başında altın bir miğfer kıvılcımlar saçıyordu. Parlak bir zırh bütün vücudunu kaplamıştı. Elinde ise yepyeni bir mızrağı sallıyordu. Bu hali gören bütün ölümsüzler hayret ettiler, şaşırdılar. Güneş bile onu görünce ne yapacağını unuttu, atlarının dizginlerini çekti, arabasını göğün boşluğunda bekletti. Büyük Olimpos Dağı bu yeni Tanrıça'nın doğuşu ile sarsıldı. Toprak'tan müthiş bir gürültü çıktı. Denizler kabarmaya dalgalar coşmaya başladı.
""Ve Zeus çıkardı bir gün kendi kafasından"
"Çakır gözlü yaman Athena'yı,"
"O dünyayı birbirine katan tanrıçayı,"
"O hiç yorulmadan orduları yöneten,"
"O cenk ve savaş bağrışmalarından hoşlanan,"
"Yüceler yücesi sayılan tanrıçayı.""
Mitoloji.
Atina Şehrinin Kuruluşu.
Atina şehri yeni kurulmaktadır ve şehrin tanrısı kim olacağı söz konusu olur. Bütün Olimpos tanrıları bir araya gelirler. Çeşitli yarışmalar sonucunda iki tanrı kalır. Bu iki tanrı Poseidon ile Athena'dır. Jüri tanrılar bu şehre en büyük hediyeyi verecek olanı şehrin tanrısı seçeceklerini belirtirler. İlk olarak kendinden emin Poseidon öne çıkar. Üç başlı mızrağını yere vurur ve yer yarılarak bir at ortaya çıkar(bazı kaynaklara göre ise kayaya vurur ve su pınarı fışkırır). Poseidon atı herkese göstererek "Bu evcil bir attır, insanı yorulmadan istediği her yere götürür, onun yüklerini taşır." der. Bütün tanrılar büyülenmiştir bu hayvan karşısında. Athena ise küçük bir gülücük atar ve ünlü mızrağını yere saplar. Mızrağın saplandığı yerden bir filiz çıkar ve büyür büyür çok güzel bir zeytin ağacı olur. "Bu da zeytin ağacıdır. Meyvesi olan zeytinin saymakla bitmeyen özellikleri vardır. Zeytini insanlar yiyebilirler, yemeklerine katabilirler. Yağını yapıp, yakarlar, geceleri aydınlatırlar. Yemeklere dökerler, çok güzel lezzetler elde ederler. Aynı zamanda bozulmaz ve bozulmasını istemedikleri yiyecekleri saklarlar. Ve böyle faydaları daha da sayılabilir." der zeki tanrıça. Bütün tanrılar bakakalmıştır bu ağaca. Hepsi tebrik eder Athena'yı, artık şehir ona aittir. Şehrin ismine de Atina denecektir bundan sonra.İlk başta köylerden oluşan Atina zamanla önemli bir hal alır. Poseidon ise, belki de bir tanrıçaya yenilmekten, tüm siniriyle üç başlı mızrağını dağa fırlatır. Dağa saplanır mızrak, hâlâ mızrağın izinin orada olduğu söylenir. Ayrıca Athena'nın o meşhur ağacının da Atina'daki akropoliste portikonun yanında duran zeytin ağacı olduğuna inanılır.
Athena Parthenos: Bakire Athena.
Athena'nın hiç yoldaşı, sevdiği olmamıştır. İşte bu yüzden Athena Parthenos yani "Bakire Athena" olarak da anılır. Atina'daki ünlü Parthenon Tapınağı da ismini buradan alır. Bu Athena'nın sadece bakireliği ile ilgili bir gözlem değildir, fakat O'nun cinsel mütevazılığın ve tanrısal gizemin daimi koruyucusu olduğu rolünün bir doğrulamasıdır. Üstlendiği bu rol Athena hakkında birçok hikâyenin de doğmasına yol açmıştır. Marinus'un anlattığına göre Hristiyanlar Parthenon'dan Athena'nın heykelini kaldırır. Ardından Proclus'a ki kendisi fanatik derecede Athena'ya düşkündür; rüyasında bir Atinalı kadının O'nunla yaşamak istediğini söylediğini bize anlatmıştır.
Yalnızca bir kere bir tanrıyla birlikte olduğu ve bu birleşmeden yarı tanrı iki (ikiz) kızının olduğu söylenmektedir. Ancak ne kızlarının ne de daha sonradan evlendiği tanrının kim olduğu bilinmemektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7073",
"len_data": 6646,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.58
}
|
VoIP (Voice Over Internet Protocol), IP üzerinden ses, video veya mesaj gönderilmesidir. İnternet veya bilgisayar ağları üzerinden çalıştığı için genellikle daha ucuz, bazen bedavadır. Bu nedenle günümüzden en çok tercih edilen telekomünikasyon iletişim yönetimidir. Analog hatları VoIP'e (ya da tam tersi) dönüştürmek için VoIP Gateway cihazları kullanılır.
VoIP, sesinizi internet üzerinde yolculuk yapan dijital sinyallere çevirir. Eğer geniş bant servisini kullanarak, normal bir telefon numarasını arıyorsanız, sinyal varış noktasına ulaşmadan önce normal telefon sinyaline dönüştürülür. Bunların hepsi normal ya da analog telefon hatları yerine geniş bantlı internet bağlantısı aracılığıyla gerçekleşiyor. Bunu mümkün kılmak için gerekli olan donanım ise geniş bantlı yüksek hızlı bir internet bağlantısıdır. Bir bilgisayar, adaptör ya da bu amaç için üretilmiş diğer bir telefon da gereklidir. Bazı VoIP servisleri, VoIP adaptörüne bağlı normal telefonlarınızı kullanmanızı desteklerken, bazıları sadece bilgisayarınız ya da özel VoIP telefonunda çalışır. Eğer bilgisayarınız üzerinden telefon görüşmesi yapacaksanız, bazı yazılımlara ve pahalı olmayan bir mikrofona ihtiyacınız var.
Bazı özel VoIP telefonlar direkt olarak geniş bantlı bağlantınıza bağlanır ve daha çok normal bir telefonmuş gibi çalışır. Eğer adaptörü olan bir telefon kullanıyorsanız, o zaman bunu her zaman kullandığınız bir telefonmuş gibi kullanacaksınız. Bilgisayarınız ile ücretsiz uluslararası VoIP telefon görüşmesi yapmak için internet sağlayıcınızın bu aramaları yapmanızı desteklediğinden emin olun. Sizin abone olduğunuz servisin neleri desteklediği önemlidir. VoIP'nin sizin için uygun olup olmadığına karar vermeden önce bunu kontrol edin.
VoIP'nin diğer bir avantajı ise sizin hem geniş bantlı bağlantıya hem de normal telefon hattı ücretine para vermenizi engelleyerek tasarruf ettirmesidir. Diğer bir olay ise, bilgisayarınızı ve VoIP telefon servisini aynı zamanda kullanabiliyor olmanızdır. Fakat VoIP, elektrik kesintisi esnasında çalışmayacaktır. VoIP'nin çalışması için bilgisayarınızın açık olmasına gerek yoktur ancak internet bağlantısı aktif olmalıdır.
SIP dışında popüler olarak bilinen H323, MGCP ve SS7 gibi VoIP servisi sunan firmalarının altyapılarında kullanılan teknolojiler kullanılmaktadır.
VoIP sistemi mantık olarak sesin sıkıştırılarak gönderilmesi ve alıcıya ulaştırılması olarak tanımlanabilir. Sesin sıkıştırılmasında kullanılan g729, g723, g726, g711 gibi algoritmalar kullanılmaktadır. En çok sıkıştırma sağlayan g723 olmasına rağmen en çok g729 codeci kullanılır. Nedeni ses kalitesinden çok fazla ödün vermek istenmeyişidir.
Hizmet kalitesi.
Ip ağ üzerindeki haberleşmenin devre anahtarlı genel telefon ağı üzerindekine göre daha az güvenilir olduğu kabul edilir. Çünkü veri paketlerinin kaybolmamasını güvene alacak bir ağ tabanlı mekanizma sağlamamaktadır ve dağıtılan paketler seri olarak sıralıdırlar. IP üzerinden haberleşme ağı temel hizmet kalitesi olmaksızın (Quality of service) en iyi ağdır. Bu yüzden Voip gerçekleştirimleri gecikme ve ağın yenilenmesi(jitter: telekomünikasyon ve elektronikteki periyodik olduğu varsayılan sinyalin periyodunun bozulması durumudur yani ağın yenilenmesi olarak düşünürüz.) problemlerini en aza indirme veya tamamen yok etme ile yüzleşir.
Varsayılan olarak, ağ yönlendiricileri ilk gelene-ilk hizmet üzerindeki trafiği yönetirler. Yüksek trafik hattı üzerindeki ağ yönlendiricileri (routers) Voip için izin verilebilir eşik seviyesini aşan bir gecikmeye maruz kalabilirler. Paketlerin gittiği fiziksel mesafe tarafından sebep olunan sabit gecikmeler kontrol edilemezler. Bununla birlikte DiffServ gibi bir metotla gecikmeye duyarlı ses paketlerini işaretleyerek gecikmeyi en aza indirir.
Diffserv veya Differentiated services(fark hizmetleri) modern ip ağı üzerinde ağ trafik yönetimi ve hizmet kalitesi sağlamak için basit ölçeklenebilir kaba-taneli mekanizma belirleyen bilgisayar ağı mimarisidir.
Voip son noktaları genellikle yeni bir veri gönderilmeden önce, önceki paketlerin iletiminin tamamlanması için beklemek zorundadır. Ara iletim içindeki daha az öneme sahip bir paketin düşürülmesi mümkün olmasına rağmen, özellikle yüksek hızlı bağlantılar üzerinde maximum boyutlu paketler için bile iletim süresi kısadır. Daha yavaş bağlantılarda paketi düşürmeye ek olarak arama ve dijtal abone hattı (digital subscriber line) gibi bağlantılarda maximum iletin birimimi (MTU)azaltarak iletim zamanının artmasını azaltabilir. Fakat her paket protokol başlığını taşımalıdır, bu sayede bu pakete ilişkili artırımların her bağlantı geçişinde bağlantı darboğazına sebebiyet vermeden üstesinden gelinebilir.
DSL modemleri yerel bağlantı için Ethernet (veya USB üzerinden Ethernet) bağlantıları sağlayabilir fakat onlar gerçekte Asenkron iletim modu (ATM) modemleridir. Onlar ATM uyum katmanı 5'i (AAL5) her bir Ethernet paketini iletim için 53 byte boyutunda ATM hücrelerine parçalamak ve son uç noktadan Ethernet çerçeveleri (frame) içinde almak için kullanırlar.
Sanal devre tanımlayıcı(VCI), her ATM hücresi üzerindeki 5 byte başlığın bir parçasıdır, böylece iletici aktif sanal devreleri herhangi bir sırada gelişigüzel olarak dağıtabilir. Aynı VC'den (sanal devre(virtual circuit)) olan hücreler her zaman sıralı olarak gönderilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7085",
"len_data": 5295,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.84
}
|
Oftalmoskop, göz doktorlarının gözün içini incelemek için kullandıkları alettir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7087",
"len_data": 80,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.44
}
|
Béla Viktor János Bartók (25 Mart 1881; Nagyszentmiklós, Avusturya-Macaristan - 26 Eylül 1945; New York, ABD) Macar besteci, piyanist ve Doğu Avrupa halk müziği derleyicisi.
Bartok etnomüzikolojinin kurucularından biri olarak bilinir.
Müzik Yaşamının İlk Yılları.
Budapeşte Krallık Müzik Akademisi'nde Istvan Thoman'dan piyano ve Janos Kössler'den kompozisyon dersleri aldı. Bu okulda tanıştığı Zoltán Kodály ile birlikte bölgenin halk müziklerini derledi. Bu, ilerideki müzik görüşünü derinden etkilemiştir. Daha önceleri Bartok'un Macar halk müziği anlayışı Franz Liszt'in yapıtlarındaki çingene ezgileriyle sınırlıydı. Bartok'un, 1848 Macar devriminin kahramanı Lajos Kossuth onuruna 1903'te bestelediği büyük orkestra çalışması "Kossuth", benzeri Çingene ezgilerini kullanmıştır.
Bartok Müziğinin Biçimlenmesi ve Etkilenmeleri.
Bartok, Liszt'in çingene müziği yerine gerçek Macar müziği olarak saydığı Macar köylü halk müziği ile tanışmasından sonra, halk müziği ezgilerini kendi yapıtlarında kullandığı gibi, benzer yepyeni ezgiler yaratmıştır.
Bartok müziği üzerindeki en büyük etki, 1902'de Budapeşte "Also sprach Zarathustra"nın ilk dinletisinde tanıştığı Richard Strauss'un müziğidir. Bu yeni biçim (senfonik şiir) sonraki birkaç yılda ortaya çıkmıştır.
Bartok piyanist olarak kariyerini ilerletirken, 1907'de Krallık Akademisi'nde piyano profesörü olarak ders vermeye başladı. Bu onun Avrupa'da piyanist olarak dolaşmak yerine Macaristan'da kalmasını ve özellikle de Transilvanya bölgesinden daha çok halk şarkıları derlemesini sağlamıştır. Bu arada, bu etkinlikler ve Kodaly'nin Paris'ten getirdiği Claude Debussy müziği Bartok'un müziğini etkilemeye başlamıştır. Büyük orkestra çalışmaları daha Johannes Brahms ya da Richard Strauss biçemini korusalar da, halk müziğine artan ilgisini gösteren kısa piyano parçaları yazmıştır. Bu ilginin belki de en açık belirtilerini gösteren ilk parça, içinde halk müziği benzeri ezgiler barındıran, 1908'de yazdığı "1 Numaralı Yaylı Çalgılar Dörtlüsü""dür.
Olgunluk Dönemi.
1911'de Bartok, 1909'da evlendiği karısı Márta Ziegler'e adadığı, tek operası olan "Mavisakal'ın Kalesi"ni yazdı. Bartok'un Macar Güzel Sanatlar Kurulu yarışmasına sunduğu bu opera, "oynanabilirliği olmadığı" gerekçesiyle geri çevrildi. Bartok, bakanlar kurulunca siyasal görüşleri yüzünden söz yazarı Béla Balázs'nın adının programdan çıkarılması yönündeki baskılara direnince, opera 1918'e dek oynanmadı.
Macar Güzel Sanatlar Kurulu Ödülü düş kırıklığından sonra, Bartok iki, üç yıl çok az beste yaptı ve daha çok Orta Avrupa, Balkanlar (bu arada Türk) halk müziğini derlemeye yoğunlaştı. Ancak I. Dünya Savaşının çıkmasıyla gezilerine ara vererek bestelemeye geri döndü ve 1914-1916 arasında "Tahta Prens" balesini, 1915-1917 arasında da "İki Numaralı Yaylı Çalgılar Dörtlüsü"nü yazdı. Uluslararası ününü "Tahta Prens" ile kazanmıştır.
Bartok daha sonra İgor Stravinski, Arnold Schönberg ve Richard Strauss'tan etkilendiği "Olağanüstü Mandarin" adlı balesi üzerinde çalıştı. Fahişelik, soygun, öldürme konularını işleyen "Olağanüstü Mandarin" içeriği yüzünden 1926'ya dek gösterime girmedi.
Olağanüstü Mandarin Balesi'ni, yapısal ve armoni olarak en karmaşık parçaları arasında olan iki keman sonatı izledi. 1927 ile 1928 arasında bütün zamanların en güzel yaylı çalgılar dörtlüleri arasında sayılan "Üç Numaralı Yaylı Çalgılar Dörtlüsü"nü yazdıktan sonra armoni dili yalınlaşmaya başlamıştır.
1934'te yazdığı "Beş Numaralı Yaylı Çalgılar Dörtlüsü" bu yönden biraz geleneksel biçim izler. Bartok son ve altıncı yaylı çalgılar dörtlüsünü 1936'da yazmıştır.
Bartok 1923'te eşinden ayrılarak Ditta Pásztory adındaki piyano öğrencisi ile evlenmişti. Bu evlilikten doğan oğlu Peter'in müzik dersleri için bestelediği 6 ciltlik piyano parçaları derlemesi "Mikrokosmos" bugün piyano öğrencileri arasında yaygın olarak çalınır. Bu onun Avrupa'da yazdığı son yapıtıdır.
Türkiye gezisi.
Bartok, 1936 yılındaki Türkiye gezisinde Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin ve Necil Kazım Akses ile birlikte Anadolu'yu dolaşmış ve özellikle Osmaniye yöresindeki türküleri birlikte notalamışlardır. Ankara Devlet Konservatuvarı'nda Türk Halk Müziği arşivi oluşturulması için çalışmalar yapan sanatçının Türkiye'deki araştırmaları, 1976 yılında Macar Bilimler Akademisi tarafından yayımlandı.
II. Dünya Savaşı ile sonraki yılları.
II. Dünya Savaşı sürecinde Bartok'un Avrupa'dan ayrılmak isteği giderek artmıştır.
Bartok Nazilere karşı çıkmış, onların Almanya'da yönetimi ele geçirmelerinden sonra oradaki çalışmalarını bırakarak Alman yayıncısından ayrılmıştır. Bu arada, "Mavisakal'in Kalesi" operasında ve "Olağanüstü Mandarin" balesinde gözlemlenen özgür düşünce yapısı, Macar sağcıları ile başının derde girmesine yol açmıştır.
Bartok, eşiyle ABD'ye göç ettikten sonra kendini rahat hissetmemiş ve yeni eserler vermekte zorlanmıştır. ABD'de tanınmıyor olması ve müziğine ilgi olmamasının da bunda etkisi olmuştur. Eşiyle dinletiler vermişler, bir ara Yugoslav halk şarkılarının derlenmesi üzerine burs almışlar ama, ekonomik durumlarının da etkisiyle Bartok'un sağlığı gittikçe bozulmaya başlamıştır.
Bela Bartok, New York'ta kemik kanserinden 1945'te ölmüştür. Ölümüyle yarım kalan viyola konçertosu daha sonra öğrencisi Tibor Serly tarafından tamamlanmıştır.
Macaristan'da komünizmin sona ermesinden sonra naaşı New York'tan, Budapeşte'ye getirilmiş ve devlet töreni ile Farkasreti Mezarlığı'na gömülmüştür.
Seçilmiş eserleri.
Bela Bartok beste eserleri için en son, en kapsamlı ve en uygun kataloglama "Andras Szőllősy" (Sz+no.) yapılmıştır. Bartok 1920'den itibaren eserleri için "Opus" adını kullanmayı bırakmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7088",
"len_data": 5624,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.83
}
|
Melih Kibar (6 Eylül 1951, İstanbul - 7 Nisan 2005, İstanbul), Türk bestecidir. Çiğdem Talu ile Erol Evgin için bestelediği şarkılarla bilinir. Ayrıca başta Hababam Sınıfı olmak üzere birçok filmin müziğini yaptı. ‘Hep Böyle Kal’ ve ‘Söyle Canım’ 45'lik plak çalışmaları Altın Plak kazanan Kibar, 1984 yılında da Sopot'ta ‘En Başarılı Orkestra Şefi’ ödülünü aldı.
Kariyeri.
İlk yılları.
Rizeli bir babanın çocuğu olarak İstanbul'da doğan Melih Kibar, 8 yaşında İstanbul Belediyesi Konservatuvarı yarı zamanlı piyano bölümüne başladı. Liseyi Alman Lisesi'nde okudu. 1970 yılında okul orkestrası ile Milliyet Liseler Arası Müzik Yarışması'na katıldı. Org çaldığı bu orkestra ile en iyi beste ödülünü kazandılar. Bu grup daha sonra Dönüşüm adını alarak profesyonel müzik yaşantılarına başlarken, Kibar ise Timur Selçuk ile çalışmaya başladı, bir yandan da Robert Kolej Kimya Mühendisliği bölümünü bitirdi.
1974'te Timur Selçuk Orkestrası'nın kendi adını taşıyan albümünde org çaldı. Bu albümde ayrıca ilk bestelerini de piyasaya çıkarmış oldu. Bu bestelerden "Panayır Günü" birçok Yeşilçam filminde kullanıldı.
Çoban Yıldızı.
TRT 1975'te Eurovision Şarkı Yarışması'na ilk kez katılan Türkiye'nin elemelerinde kullanılmak için bir sinyal müziği bestelenmesine karar verdi. Bu amaçla Melih Kibar, "Çoban Yıldızı"nı besteledi. Düzenlemeyi Timur Selçuk yaptı ve İstanbul Gelişim Orkestrası'yla parçayı seslendirdi. Çoban Yıldızı, yarışma dışı olduğu bilindiği halde 1975 Türkiye elemelerinde halktan en çok oy alan şarkılar arasına girdi. "Çoban Yıldızı" Türkiye'de Eurovision Şarkı Yarışması veya hakkındaki organizasyonlardan önce sık kullanılan bir parça oldu.
Çiğdem Talu dönemi.
"Çoban Yıldızı", Melih Kibar'a büyük bir başarı getirirken 45'liğin arka yüzü "Ferahnak" ise söz yazarı Çiğdem Talu'yu çok etkiledi ve Timur Selçuk aracılığıyla ikili 25 Mayıs 1975'te tanıştı. İkili ilk olarak "İşte Öyle Bir Şey" şarkısını besteledi. Şarkı, Erol Evgin tarafından 1976'da 45'lik olarak piyasaya sürüldü. Plağın arka yüzünde yine bir Kibar-Talu eseri "Sevda Olmasa" bulunuyordu. Plak, büyük sükse yaptı. Kibar'ın Çiğdem Talu'yla yaşadığı aşk, Türk pop müziğine sözlerini Talu'nun yazdığı ve Kibar'ın bestelediği nice şarkı kazandırdı. Bunlar arasında "Bir de Bana Sor", "İçimdeki Fırtına", "Söyle Canım", "Hep Böyle Kal", "Bunlar da Geçer" gibi eserler vardır. Evgin'in yanı sıra Kibar ve Talu, Füsun Önal, Nil Burak, Zerrin Özer gibi isimlere de besteler verdiler. İkili 28 Mayıs 1983'te Çiğdem Talu'nun hayatını kaybetmesine kadar beraber çalıştı.
Sonraki yılları.
1983'te İlhan İrem ile çalışmaya başlayan Kibar, Pencere albümünün müzikal direktörlüğünü yaptı. 1986'da İlhan İrem'in sözlerini yazdığı Kibar bestesi "Halley", Klips ve Onlar tarafından yorumlandı. Bu şarkı Eurovision Türkiye birincisi ve Norveç’teki finalde de Avrupa dokuzuncusu oldu. Türkiye'nin Eurovision'da o döneme dek elde ettiği en büyük başarı da bu performanstı. 1995'te bu sefer Arzu Ece'nin söylediği, sözleri Çiğdem Talu'nun kızı Zeynep Talu'ya ait Kibar bestesi "Sev" Türkiye'yi Eurovision'da temsil etti ama bu eser Halley kadar başarılı olamadı.
Sanatçı, 2001 yılında Yadigar albümünü yayınladı. Albümün ilk yarısında Candan Erçetin, Yaşar, Demet Sağıroğlu gibi isimler ünlü Kibar bestelerini seslendirirken, ikinci yarısında Melih Kibar ve orkestrasının enstrümantal eserleri yer almaktaydı.
Film ve oyun müzikleri.
Melih Kibar, sanatçılık hayatında birçok film ve oyun müziğine de imza attı. Bunların en önemlisi 1975'te yayınlanan Hababam Sınıfı filmine yaptığı müzik oldu. Bu şarkı ile Altın Portakal Film Müziği ödülünü aldı. 1980 yılında yayınlanan Hisseli Harikalar Kumpanyası müzikalinin de bestelerini yaptı. Kibar, 2000 yılında da Sersem Kocanın Kurnaz Karısı adlı oyunun müzikleri ile 4. Afife Tiyatro Ödülleri'nde "Yılın En Başarılı Sahne Müziği" ödülünü aldı.
Ölümü.
Uzun bir süre kanser tedavisi gören Kibar, bu hastalık nedeniyle, 7 Nisan 2005 tarihinde İstanbul'da 53 yaşında öldü. Eşi Ethel'den Merve adlı bir kızı var. Melih Kibar'ın cenazesi, Bebek Camii'nde öğleyin kılınan namazın ardından Nakkaştepe Mezarlığı'na defnedildi. Bebek Camii'ndeki cenaze törenine, Kibar'ın ailesi ve yakınlarının yanı sıra Atilla Koç, Muammer Güler, Celalettin Cerrah, Berhan Şimşek, Yıldız Kenter, Sezen Aksu, Edip Akbayram, Nükhet Duru, Bedri Baykam, Ferdi Tayfur, Haldun Dormen, Selçuk Ural ve Orhan Gencebay gibi isimler katıldı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7091",
"len_data": 4411,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.33
}
|
Ahmed Adnan Saygun (7 Eylül 1907, İzmir - 6 Ocak 1991, İstanbul), Türk Beşleri arasında yer alan Klasik müzik bestecisi, müzik eğitimcisi ve etnomüzikologdur.
Türk müzik tarihinde Türk Beşleri olarak anılan bestecilerden birisi olan Saygun, ilk Türk operasının bestecisidir ve "Devlet sanatçısı" ünvanını alan ilk sanatçıdır. Cumhuriyet Dönemi Türk müziğinin en çok seslendirilen eserlerinden ""Yunus Emre Oratoryosu" en önemli yapıtıdır.
Hayatı.
Önemli İslam bilginleri yetiştirmiş İzmirli köklü bir aileden gelen Saygun'un babası sonradan İzmir Milli Kütüphanesi'nin kurucuları arasında yer alacak olan öğretmen Mahmut Celalettin Bey, annesi Konya'nın Doğanbey mahallesinden gelip İzmir'e yerleşmiş bir ailenin kızı olan Zeynep Seniha Hanım'dır.
İzmir'de "Hadikai Sübyan Mektebi" adlı mahalle mektebinde başladığı ilköğrenimini "İttihat ve Terakki Numune Sultanis"i" adlı çağdaş okulda devam etti. Sanat eğitimine ağırlık veren bu okulda 13 yaşında iken İsmail Zühtü (nazariyat) Rosati (piyano) ve Tevfik Bey (piyano) yanında müzik çalışmalarına başladı. 1922 yılında Macar Tevfik Bey'in öğrencisi oldu. 1925 yılında Fransız "La Grande Encyclopedie"'den müzikle ilgili makaleleri çevirerek birkaç ciltlik büyük bir "Musiki Lugati" meydana getirdi.
Hayatını kazanmak için su şirketi, postane gibi çeşitli yerlerde çalışan, İzmir Beyler Sokak'ta bir kırtasiye dükkânı açıp nota satmayı deneyen Ahmed Adnan Bey, bu denemelerde başarısız oldu ve ilkokullarda müzik öğretmenliğine yöneldi. İlkokullarda öğretmenlik yaptığı dönemde Ziya Gökalp'in, Mehmet Emin'in, Bıçakçızade Hakkı Bey'in şiirleri üzerine okul şarkıları yazdı. 1925 yılında devletin yetenekli gençleri müzik eğitimi için Avrupa'daki önemli konservatuvarlara göndermek üzere açtığı sınava girmek isteyen genç müzisyen, annesinin ani ölümü üzerine bu fırsatı kaçırdı. Orta dereceli okullarda müzik öğretmenliği yapmak için açılan sınavı kazanarak 1926 yılından itibaren bir süre İzmir Erkek Lisesi'nde müzik öğretmenliği yaptı.
Paris'teki öğrencilik yılları.
1927-1928 yıllarında ""Re Majör Senfoni"yi besteleyen sanatçı; 1928 yılında hükûmetin müziğe yetenekli gençler için açtığı sınavı tekrarlaması üzerine bu sefer fırsatı yakaladı ve devlet bursuyla Paris'e gönderildi. Vincent d'Indy (kompozisyon), Eugène Borrel (Füg), Madame Borrel (armoni), Paul le Flem (Kontrpuan), Amédée Gastoué (Gregoryen ezgileri), Edouard Souberbielle (org) ile çalıştı. Paris'teyken Op. (Opus) 1 sıra numaralı "Divertissement" adlı orkestra eserini yazdı. Saygun’un bu bestesi 1931 yılında jüri başkanının Henri Defossé (Cemal Reşit Rey'in orkestra şefliği hocasıdır) olduğu Paris’teki bir beste yarışmasında ödül kazandı, Gabriel Pierné yönetimindeki Colonne Orkestrası tarafından önce Paris, Varşova daha sonra da Rusya ve Belçika'da seslendirildi. Eser böylece, Cemal Reşit Rey'in Paris'te seslendirilmiş bulunan üç eserinden sonra -"Anadolu Türküleri" (1927), "Bebek Efsanesi" (1928) ve "Türk Manzaraları"" (1929)- yurt dışında icra edilen "dördüncü Türk orkestra eseri" olmuştur.
Ankara yılları.
Saygun, 1931'de Türkiye'ye dönüp Musiki Muallim Mektebi'nde müzik öğretmenliğine başladı, müzik imlası ve kontrpuan dersleri verdi. 1932 yılında piyanist Mediha (Boler) Hanım ile evlendi; bu evlilik bir süre sonra bozuldu.
Ahmed Adnan Bey ve ailesi 1934'te Soyadı Kanunu üzerine matematik öğretmeni babasının isteği ile ""Saygın" soyadını aldı; ancak başkası tarafından alındığı gerekçesiyle bir süre sonra soyadları "Saygun" olarak değiştirildi.
Adnan Saygun, 1934 yılında Atatürk'ün talebiyle, Türkiye'yi ziyaret edecek olan İran Şahı Rıza Pehlevi şerefine ilk Türk operası olan Op. 9 "Özsoy Operası"'nı bir ay gibi çok kısa bir sürede yazdı. Liberettosunu Münir Hayri Egeli'nin yazdığı opera, Türk milletinin doğuşunu, İran ve Türk milletlerinin kökü uzak tarihe dayanan kardeşliğini ifade etmekteydi. Eserin prömiyeri 19 Haziran 1934 gecesi Atatürk ve Rıza Pehlevi huzurunda gerçekleştirildi.
Sanatçı, "Özsoy"'un sahnelenmesinden sonra Yalova'daki yazlık evinde kendisini kabul eden Atatürk'e Türk musikisi hakkında bir rapor sundu. Güneş-Dil ve Türk Tarihi teorilerinden etkilenerek hazırlanmış bu rapor, 1936'da "Türk Musikisinde Pentatonizm" başlığı ile yayımlandı.
Yalova'dan dönüşte vekaleten Riyaset-i Cumhur Orkestrası Şefliği'ne getirilen sanatçı; bu görevini bozulan sağlığı ve İstanbul'a gidişi nedeniyle ancak birkaç ay sürdürebildi. Orkestra ile ilk konserini 23 Kasım 1934'te verdi.
1934 yılı Kasım ayı sonunda Saygun'a Atatürk'ten yeni bir opera sipariş geldi. 27 Aralık gecesi temsil edilmek üzere "Taş Bebek operası"'nı bestelemeyi başaran sanatçı, bu operada yeni Cumhuriyet insanının doğuşunu anlattı. Eser, 27 Aralık 1934 gecesi Ankara Halkevi'nde sahnelendi; orkestrayı çok hasta olmasına rağmen bizzat Saygun yönetti.
Temsilin ardından İstanbul'a giden ve beş ay ara ile iki kulak ameliyatı geçiren Saygun'un, görevini ihmal ettiği gerekçesiyle Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'ndaki ve ardından Musiki Muallim Mektebi'ndeki işine son verildi; Ankara Devlet Konservatuvarı'nın kuruluş çalışmalarından da uzaklaştırıldı. Saygun, Devlet konservatuvarları'nda etnomüzikoloji bölümleri açılması yönünde çalışmalar yapmış, ancak bunlar Atatürk'ün desteğine rağmen ilgili kurumlarca hayata geçirilememiştir.
İstanbul yılları.
Saygun, 1936'da İstanbul Belediye Konservatuvarı'nda öğretmenliğe geri döndü, 1939'a kadar bu görevde kaldı. Sanatçı, "Yunus Emre Oratoryosu" adlı ünlü yapıtının seslendirilişine kadar sürecek olan bir gözden düşme dönemine girmişti.
Saygun, İstanbul'da iken Ankara'da devam eden yeni bir konservatuvar kurma çalışması, Saygun'un savunduğu "kültürel ulusallık" fikrini değil, "evrensel müzik" anlayışını destekleyenler tarafından sürdürüldü. Konservatuvar, bu iş için danışman olarak getirilen konservatuvar Paul Hindemith'in evrenselci müzik görüşleri doğrultusunda 1936 yılından kuruldu. Adnan Saygun ise 1936 yılında Halkevleri'nin daveti üzerine Türkiye'ye gelen Macar besteci ve etnomüzikolog Bela Bartok'a Anadolu gezisinde eşlik etti. Birlikte özellikle Osmaniye dolaylarından derledikleri türküleri notalaştırdılar. Çalışmaları, "Bela Bartok’un Türkiye’deki Halk Müziği Araştırmaları"” başlıklı bir kitap hâline getirilerek 1976 yılında Macar ilimler Akademisi tarafından İngilizce bastırılmıştır.
Saygun, 1939 yılında Halkevleri'nin önerdiği müfettişlik görevini kabul etti ve bu vesile ile Türkiye'yi dolaştı. 1940 yılında bir konser için Ankara'ya gelen ancak ülkelerinden Nazi baskısı nedeniyle geri dönmeyen Budapeşte Kadın Orkestrası üyelerinden Macar asıllı "Irén Szalai" (sonradan Nilüfer adını almıştır) ile 1940 yılında evlendi; çiftin çocuğu olmadı. Halkevleri'ndeki görevinin yanı sıra 1940 yılında "Türk Müzik Birliği" adlı bir koro kuran Saygun, bu koro ile düzenli oda müziği konserleri verdi. ""Halkevlerinde Musiki" adlı bir kitap yayınladı. "Op. 19 Eski Üslupta Kantat", "Bir Orman Masalı" adlı bale eseri ve "Yunus Emre Oratoryosu" gibi eserlerini bu dönemde besteledi. "Yunus Emre Oratoryosu" 1943 yılında CHP'nin açtığı yarışmada birincilik ödülünü Ulvi Cemal Erkin'in piyano konçertosu ve Hasan Ferit Alnar'ın Viyola Konçertosu ile paylaştı.
Yunus Emre Oratoryosu'nun seslendirilişinden sonra.
Saygun'un 1942'de tamamladığı Yunus Emre Oratoryosu 25 Mayıs 1946'da Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde seslendirildi ve büyük başarı kazandı. En önemli eseri kabul edilen bu eser, daha sonra Paris'te ve 1958'de Birleşmiş Milletler kuruluş yıl dönümü vesilesiyle New York'ta ünlü orkestra şefi Leopold Stokowski yönetiminde seslendirilmiştir. Bu eserle Saygun, çocukluğunda İzmir Kemeraltı Çarşısı'nın Dervişler Caddesi'nde (bugün Anafartalar Caddesi) Mevlevi dervişlerden duyduğu ezgileri Avrupa ve Amerika'ya, Birleşmiş Milletler çatısı altına, sonradan eserin çevrileceği 5 ayrı dile taşımış oluyordu. Sanatçı eserin Ankara'daki ilk temsilinden sonra 1946 yılında Halkevleri müşavir ve müfettişliğinin yanı sıra Ankara Devlet Konservatuvarı'na kompozisyon öğretmeni olarak atandı. Aldığı davetler üzerine Londra ve Paris'e gitti, halk müziği üzerine çalışmalar yaptı; konferanslar verdi.
"Yunus Emre" den sonra, "Kerem", "Köroğlu" ve "Gilgameş" başta olmak üzere üç opera, “Atatürk’e ve Anadolu’ya Destan” gibi koral eserler, 5 senfoni, çeşitli konçertolar, orkestra, koro, oda müziği eserleri, vokal ve enstrümantal parçalar, sayısız türkü derlemeleri, kitaplar, araştırmalar, makaleler yazdı. Eserleri New York NBC, Orchestre Colonne, Berlin Senfoni, Bavyera Radyo Senfoni, Viyana Filarmoni, Viyana Radyo Senfoni, Moskova Senfoni, Sovyet Devlet Senfoni, Moskova Radyo Senfoni, Londra Filarmoni, Kraliyet Filarmoni, Northern Sinfonia, Julliard Quartet gibi topluluklar ve Yo-Yo Ma gibi virtüözler tarafından seslendirildi. 1971'de yürürlüğe giren Devlet Sanatçılığı Kanunu çerçevesinde ilk Devlet Sanatçısı unvanı Adnan Saygun'a verildi.
Sanatçı, 6 Ocak 1991 tarihinde pankreas kanseri nedeniyle öldü.
Orkestra, oda müziği, opera, bale ve piyano üzerine birçok yapıtı olduğu gibi, etnomüzikoloji ile müzik eğitimi konularında yayınları vardır. Çalışmaları ve diğer belgeleri Ankara'da Bilkent Üniversitesi bünyesinde kurulan “Ahmed Adnan Saygun Müzik Eğitim ve Araştırma Merkezi”nde bulunmaktadır.
Ahmed Adnan Saygun’un yapıtlarının seslendirme üzerindeki hakları SACEM’e aittir. Yayınlanan bir kısım yapıtlarının telif hakları Southern Music Publishing, New York ve Hamburg’taki Peer Musikverlag’a aittir.
Müzikolog Emre Aracı tarafından kaleme alınan kapsamlı bir biyografisi "Adnan Saygun – Doğu Batı Arası Müzik Köprüsü" adı altında Yapı Kredi Yayınları tarafından 2001 yılında yayımlanmış; hayat öyküsü ayrıca Mucize Özinal tarafından "Dar Köprünün Dervişi"" (2005) adıyla romanlaştırılmıştır.
1990 yılında Sevda - Cenap And Müzik Vakfı Onur Ödülü Altın Madalyası almasının ardından yaşamöyküsü yine aynı vakıf tarafından Erdoğan Okyay derlemesiyle ve "Çokseslilik Meşalesi - Ahmed Adnan SAYGUN" adıyla yayınlanmıştır.
İstanbul Beşiktaş'taki Ulus semtindeki ana cadde, Ahmed Adnan Saygun Caddesi adını taşımakta ve bu cadde üzerinde, sanatçının bir boy heykeli bulunmaktadır. Aynı zamanda İzmir'de adının verildiği Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi (AASSM) 2008'de hizmete açılmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7093",
"len_data": 10220,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.54
}
|
Etnomüzikoloji, müzik biliminde tarihsel müzikolojinin komşu disiplinidir ve aynı zamanda etnolojinin (eskiden Halk Bilimi) bir dalıdır. Tüm dünyada müziğin ve dansın ses, kültür ve sosyal bağlamlarını araştırır. Müzik etnolojisi, Kültürel müzikoloji veya karşılaştırmalı müzik bilimi de dendiği gibi "Sosyolojik ve antropolojik yaklaşımla müzik" olarak da tanımlanmaktadır.
İngilizcesi olan "Ethnomusicology" terimi Hollandalı müzik etnoloğu Jaap Kunst (1891-1960) tarafından 1950 yılında tanıtılmış ve programlı olarak yayılmıştır. Kunst'un amacı o zamana kadar "comperative musicology" (karşılaştırmalı müzikoloji) olarak tanımlanan müzikal yapı ve stillerin karşılıklı ve karşılaştırmalı analiz çalışmalarında ana vurgunun araştırma alanına ilişkin kültürel bağlamlara kaydırılmasıdır.
Etnomüzikologlar arasında müzikbilimcisi (müzikolog) müziğin kendisi üzerine çalışırken, etnomüzikolog ise tıpkı kültürel müzikolojide olduğu gibi müziği daha geniş kültürel çerçevesde inceler görüşü yaygındır. Etnomüzikologların, sadece derlemeci olduğuna dair yaygın ancak "yanlış" söylentiler vardır.
Günümüzde etnomüzikologlar her ne kadar popüler kültür alanındaki ürünlere yönelmiş olsalar da, kimileri yeni notasyon teknikleri ve açıklamalı çaışmalar içerisinde yer almaktadırlar.
Etnomüzikoloji disiplinler arası önemli bir yerde bulunmakta ve antropoloji, tarih, sosyoloji, etimoloji, semiotik, matematik ve birçok başka bilim dalından yararlanmaktadır. Bunun en büyük nedeni ise çalışılmakta olunan alan üzerinde hakimiyetin büyük ölçüde kurulabilinmesini sağlamaktır.
Etnomüzikologlar ilk zamanlarında kayıtlarını işitsel olarak alıyor olsalar da günümüzde teknolojinin de gelişmesiyle görsel ve işitsel kayıtları çok daha çağdaş bir biçimde kendi lehlerine çevirmektedirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7094",
"len_data": 1776,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 4.17
}
|
Safir (Gökyakut), demir, titanyum, kobalt, kurşun, krom, vanadyum, magnezyum, bor ve silisyum gibi eser miktarda element içeren alüminyum oksitten () oluşan, çeşitli mineral korindonlardan oluşan bir değerli taştır. "Safir" adı Latince "" kelimesinden türetilmiştir ve kendisi de lapis lazuli'ye atıfta bulunan Yunanca "sappheiros" σάπφειρος kelimesinden gelir.
Safir, genellikle mavidir ancak doğal "süslü" safirler sarı, mor, turuncu ve yeşil renklerde de bulunur; "parti safirleri" iki veya daha çok rengi gösterir. Korindonun kırmızı renkli olanları (yakut) hariç bütün diğer çeşitlerine safir denir.
Doğal olarak bulunur ya da üretilebilir. Genellikle doğal safirler kesilip cilalanarak değerli taşlara dönüştürülür ve mücevherlere takılır.
Ayrıca laboratuvarlarda endüstriyel veya dekoratif amaçlarla büyük kristal toplar halinde sentetik olarak oluşturulabilirler.
Safirin sertliği Mohs sertlik ölçeğine göre 9'dur. 10 puanlık elmas ve 9,5 puanlık mozanitten sonra safir en sert üçüncü mineraldir.
Safirlerin olağanüstü sertlikleri nedeniyle ayrıca kızılötesi optik bileşenler, çok dayanıklı pencereler, kol saati kristalleri ve hareket yatakları ve özel amaçlı katı hâl elektroniklerinin yalıtım alt katmanları olarak entegre devreler ve GaN esaslı mavi LED'ler olarak kullanılan çok ince elektronik levhalar gibi süsle ilgili olmayan bazı uygulamalarda da kullanılır.
Safir, Eylül ayının doğum taşı ve 45. yıldönümü mücevheridir. 65 yıl sonra safir jübilesi yapılır.
Doğal safirler.
Safir, korendonun iki değerli taş çeşidinden biridir, diğeri yakuttur (kırmızı tonunda korindon olarak tanımlanır). Her ne kadar en bilinen safir rengi mavi olsa da, gri ve siyah dahil diğer renklerde de bulunur ve renksiz de olabilir. Pembemsi turuncu bir safir çeşidine padparadscha denir.
Önemli safir yatakları Avustralya, Afganistan,Kamboçya, Kamerun, Çin (Şantung), Kolombiya, Etiyopya, Hindistan Cemmu ve Keşmir (Fular, Kishtwar), Kenya, Laos, Madagaskar, Malavi, Mozambik, Myanmar (Burma), Nijerya, Ruanda, Sri Lanka, Tanzanya, Tayland, Amerika Birleşik Devletleri (Montana) ve Vietnam'da bulunur. Safir ve yakutlar genellikle aynı coğrafi ortamda bulunur ancak genellikle farklı jeolojik oluşumları vardır. Örneğin, Myanmar'ın Mogok Taş Yolu'nda hem yakut hem de safir bulunur, ancak yakutlar mermerden, safir ise granitik pegmatitlerden veya korundum siyenitlerden oluşur.
Her safir madeni çeşitli kalitelerde taş üretir ve menşei kalite garantisi değildir. Safir için Jammu ve Keşmir en karlı yerlerdir ancak Burma, Sri Lanka ve Madagaskar da büyük miktarlarda kaliteli mücevher üretir.
Doğal safirlerin maliyeti rengine, berraklığına, boyutuna, kesimine ve genel kalitesine göre değişir. Tamamen işlenmemiş safirler, işlem görmüş safirlerden çok daha değerlidir. Coğrafi kökenin de fiyatta önemli bir etkisi vardır. Bir karat veya daha çok değerli taşlar için, alıcılar genellikle satın alma işlemi yapmadan önce GIA, Lotus Gemology veya SSEF gibi saygın bir laboratuvardan bağımsız rapor talep eder.
Renkler.
Mavi dışındaki renklerdeki safirlere "süslü" (ya da fantezi) safirler denir. "Parti safir", farklı renklerde (tonlarda) bölgelere sahip, ancak farklı tonlarda olmayan çok renkli taşlar için kullanılır.
Süslü safirler sarı, turuncu, yeşil, kahverengi, mor, mor ve hemen hemen her tonda bulunur.
Mavi safir.
Değerli taş rengi renk tonu, doygunluk ve ton açısından tanımlanabilir. Ton genellikle değerli taşın "rengi" olarak anlaşılır. Doygunluk, renk tonunun canlılığını veya parlaklığını ifade eder ve ton, renk tonunun açıklığından koyuluğuna kadar olanıdır. Mavi safir, birincil (mavi) ve ikincil tonlarının çeşitli karışımlarında, çeşitli ton düzeylerinde (tonlar) ve çeşitli doygunluk düzeylerinde (canlılık) bulunur.
Mavi safirler mavi renk tonlarının saflığına göre değerlendirilir. Mor ve yeşil mavi safirlerde bulunan en yaygın ikincil tonlardır. En yüksek fiyatlar saf mavi ve canlı doygunluğa sahip mücevherler için ödenir. Doygunluğu düşük olan veya tonu çok koyu veya çok açık olan taşların değeri daha az olur. Ancak renk tercihleri, tıpkı dondurmanın tadı gibi, kişisel bir zevktir.
Washington, DC'deki Ulusal Doğa Tarihi MüzesiNational Museum of Natural History'de bulunan Logan safiri, var olan en büyük yönlü mücevher kalitesinde mavi safirlerden biridir.
Houston Doğa Bilimleri Müzesi'ndeki 422,66 ct Serendip Sireni halka açık sergilenen Sri Lanka safirinin bir başka çarpıcı örneğidir.
Renkli safirleri.
Renkli safirler (veya iki renkli safirler), tek bir taş içinde iki veya daha fazla renk sergileyen taşlardır. Renkli veya iki renkli safirlerin istenip istenmediği genellikle renklerinin bölgelerine veya konumlarına, renk doygunluğuna ve renklerinin kontrastına göre değerlendirilir. Avustralya, renkli safirlerin en büyük kaynağıdır; ana akım mücevherlerde yaygın olarak kullanılmazlar ve nispeten bilinmezlet. Çok renkli safirler sentetik olarak yapılamaz ve yalnızca doğal olarak oluşur.
Pembe safirler.
Pembe safirler açık pembeden koyu pembeye kadar tonlarda oluşur ve krom miktarı arttıkça rengi koyulaşır. Pembe renk ne kadar derin olursa, parasal değeri o kadar yüksek olur. Amerika Birleşik Devletleri'nde, yakut olarak adlandırılabilmesi için minimum renk doygunluğunun karşılanması gerekir, aksi takdirde taşa "pembe safir" denir.
Padparadscha.
"Padparadscha", ilk olarak Sri Lanka'da bulunan, fakat aynı zamanda Vietnam'daki ve Doğu Afrika'nın bazı bölgelerindeki yataklarda da bulunan, hassas, hafif ila orta tonlu, pembe-turuncu ila turuncu-pembe renkli bir korindondur.
Padparadscha safirleri nadirdir; en nadide olanı ise hiçbir yapay işlem belirtisi olmayan, tamamen doğal olan çeşittir.
Adı, lotus çiçeğine ("Hint lotusu") benzeyen bir renk olan Sanskritçe "padma ranga" 'dan (padma = lotus; ranga = renk) türetilmiştir.
Süslü (mavi olmayan) safirler arasında doğal padparadscha en yüksek fiyatları çeker. 2001'den bu yana, berilyumun yapay kafes difüzyonu sonucunda bu renkte daha fazla safir piyasaya çıktı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7101",
"len_data": 5965,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.47
}
|
Regatta İtalyanca kökenli bir sözcük olup, bir ya da bir dizi tekne yarışına verilen addır. Yarışlar motorlu ya da motorsuz tekneler arasında olabilir. Anlam olarak genellikle yarışın yanı sıra, yarış öncesinde ve sonrasında yapılan şenlikleri de kapsar.
Regattalar çoğunlukla amatör yarışlar olup, profesyonel yarışlar genellikle regatta olarak adlandırılmazlar.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7103",
"len_data": 363,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 3.51
}
|
Carl Edward Sagan (9 Kasım 1934 - 20 Aralık 1996), Amerikalı gök bilimci ve astrobiyolog. Astrobiyolojinin öncülerinden olan Sagan, bilimin popülerleşmesi için yaptığı çalışmalarla tanınır. Popüler bilim kitaplarıyla ve yazımında yer alıp sunduğu ödüllü televizyon dizisi "" (Kozmos) ile dünya çapında tanınmıştır. Ayrıca Dünya Dışı Akıllı Varlık Araştırması'nın (SETI) ilerlemesine katkı sağlamıştır ve 1985 yılında yayımlanan "Contact" (Mesaj) adlı romanı, Jodie Foster'ın oynadığı aynı isimli film ile 1997 yılında beyaz perdeye aktarılmıştır. Çalışmalarında her zaman bilimsel yöntemi savunmuştur.
Bir tür kemik iliği neoplazistik hastalığı olan "myelodysplasia" (Miyelodisplastik sendrom) hastalığından dolayı ölmüştür.
Eğitimi ve bilimsel geçmişi.
Carl Sagan, Brooklyn'de Yahudi terzi bay Samuel Sagan ve Yahudi ev hanımı Rache Molly'in oğlu olarak dünyaya geldi. Sagan, Chicago Üniversitesinden 1955'te mezun oldu. 1956'da fizik üzerine yüksek lisans derecesi aldı, 1960'ta astronomi ve astrofizik üzerine doktora yaptı. Üniversite öğrenciliği süresince genetik bilimci H. J. Muller'in laboratuvarında çalıştı.
1960'ların başında, bilim insanlarının elinde Venüs gezegeninin yüzeyinin temel özellikleri hakkında bile kesin veriler yokken olasılıkları içeren bir rapor hazırladı, kendi görüşü gezegenin kuru ve sıcak olduğu yönündeydi. Konuk katılımcı olarak Caltech Jet İtki Laboratuvarı'ndaki Venüs'e yapılacak Mariner görevlerine, tasarım ve düzenleme alanında katkıda bulundu. 1962'deki Mariner 2 görevinin başarıyla gerçekleştirilmesinin ardından, gezegen hakkındaki görüşleri, elde edilen veriler ile doğrulanmıştır.
Sagan, 1968'de Cornell Üniversitesine geçmesine kadar, Harvard Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1971'de Cornell Üniversitesinde profesör oldu ve bir laboratuvarın başına geldi. Güneş Sistemi'nin keşfi için çalışan pek çok insansız uzay görevini yönetti. Görev sonrası Güneş Sistemi'ni terk edecek olan uzay sondalarının üzerine, dünya dışı akıllı uygarlıkların bulması hâlinde anlayabileceği evrensel ve değişmez bir mesaj koyma fikrini ortaya attı. Bu şekilde gönderilen ilk mesaj, Pioneer 10 sondasının üzerine yerleştirilmiş olan ve üzerinde evrensel olarak anlaşılabilir şekiller bulunan, altından bir plakadır. Bu konudaki çalışmalarını Pioneer 10'dan sonra da geliştirmeye devam etti. Geliştirilmesine yardım ettiği en detaylı ve üzerinde en çok çalışılmış mesaj Voyager Altın Plakları'dır. Bu kayıt, Voyager uzay sondaları üzerine yerleştirilmiştir.
Bilimsel başarıları.
Sagan, Satürn'ün uydusu Titan ve Jüpiter'in uydusu Europa'nın okyanuslara (Europa için söz konusu olan yüzeyin altındaki okyanuslardır.) sahip olabileceği hipotezini ilk ortaya atanlardandır. Bu hipotez beraberinde, Europa'daki sıvı okyanusların yaşam için potansiyel bir habitat oluşturabileceği önermesini de getirmektedir. Europa'nın yüzey altı okyanusları daha sonra Galileo uzayaracı tarafından dolaylı yollarla kanıtlanmıştır.
Jüpiter'in atmosferinin, Mars'taki mevsimsel değişimlerin ve Satürn'ün uydusu Titan'ın anlaşılmasına yardım etmiştir. Sagan, Venüs'ün atmosferinin aşırı derecede sıcak ve yoğun olduğunu ispatlamıştır. Ayrıca Venüs'te yaşamın karşısındaki en büyük tehdit olan küresel ısınmanın, Dünya'da da her an şiddeti artan bir tehlike içerdiğini fark etmiştir. Mars'taki mevsimsel değişikliklerin, diğerlerinin söylediği gibi bitki örtüsünün değişmesi ile değil, rüzgârla savrulan tozlarla ilgili olduğunu ileri sürmüştür.
Bilimsel savı.
Carl Sagan, Dünya dışında akıllı yaşamın araştırılmasından yanaydı. Bilim dünyasını, Dünya dışı akıllı yaşam formlarından gelen sinyalleri dinlemek için büyük radyo-teleskopları kullanmaya sevk etmiştir. Diğer gezegenlere sondalar gönderilmesi gerektiğini savunmuştur. Carl Sagan, 12 yıl boyunca "Icarus" dergisinin editörlüğünü yapmıştır. "Planetary Society"nin kurucularındandır. Ayrıca Sagan, SETI Enstitüsü'nün yönetim kurulu üyesiydi.
Carl Sagan, büyük çaptaki bir nükleer savaşın, nükleer kış denilen iklimsel değişikliklere sebep olması tehdidine karşı bir bildirinin altına da imzasını atmıştır. Kuveyt'te Saddam Hüseyin'in askerleri tarafından kurulmuş olan tüten petrol ateşlerinin, oluşturdukları kara bulutlarla, ekolojik bir felakete yol açabileceğini öne sürmüştür (Bunu daha sonra yanıldığı tahminler arasında sayar). Emekli atmosfer fizikçisi Fred Singer, Sagan'ın bu önermesini saçma bulduğunu belirtmiş, bu dumanların birkaç gün içinde dağılacağını söyleyerek reddetmiştir.
Sagan, "Karanlık Bir Dünya'da Bilimin Mum Işığı" kitabında "Karşıtbilim" adlı bölümde pseudoscience (sözde bilim) örneklerine de değinmiştir. Sagan, "Karşıtbilim" (Antiscience) deyimini "sözde bilim"den farklı olarak bilimi hedef alan saldırıları ifade etmekte kullandığını söyler. Sagan bu bölümde, bilimi güvenilmez olarak lanse etme çabasındakilerden bahseder. Bilimsel yöntemleri bu şekilde ekarte ederlerken diğer yandan da güvenilir bilgi diye kendi kabullerini rahatça sunmalarındaki tutarsızlığı tekrar deşifre eder. Bilim adamlarının hata yapmaktan muaf olmadıklarını belirtir ve kendi bazı hatalarını veya yanlış tahminlerine de değinerek, hata yapmakla "sözde bilim" yapmak arasındaki farka vurgu yapar. Çeşitli bilim adamlarının çeşitli tarzları olabilir. Fikirleri test edilebilir olduğu ve aşırı dogmatik davranmadıkları sürece en spekülatif fikirlerin bile zararlı olmaktan ziyade ilerlemeyle katkı sağlayabileceğini ifade eder.
Ayrıca, Ay yüzeyinde bir bomba patlatmayı amaçlayan, Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen Project A119 adlı bir projede araştırmacı olarak bulunmuştur.
Sagan sayısı.
Sagan'ın sayısı, gözlemlenebilir evrendeki yıldızların sayısıdır. Yıldızların gözlemlenebilir evrenin ne olduğu bilinmesi nedeniyle bu sayı oldukça iyi tanımlıdır, ancak değeri oldukça belirsizdir.
Toplumsal endişeleri.
Drake denklemi, birçok Dünya dışı uygarlığın var olduğunu öngörür. Ancak, onların varlığına dair bilimsel kanıtların yokluğu sebebiyle (bkz. Fermi paradoksu), teknolojik uygarlıkların kendilerini yok etme olasılıklarının diğerlerine göre daha yüksek olduğunu söyler. Bu, Carl Sagan'ı insanlığın kendi kendini yok etme senaryolarını araştırmaya ve bunu insanlara duyurmaya itmiştir.
Carl Sagan'ın politik kişiliği, nükleer silahsızlanma döneminde nükleer silah mevkilerinde sivil itaatsizlik etkinliklerinde bulunan romancı Ann Druyan ile evlenmesinin ardından daha fazla su yüzüne çıkmıştır. Amerikan başkanı Reagan'ın "Star Wars" programı olarak da bilinen Stratejik Savunma İnisiyatifi'ne karşı olduğunu belirtmiştir. Bunun mükemmel olacağını fakat teknik olarak imkânsız olduğunu, maliyetinin çok yüksek olacağını, aynı zamanda Soğuk Savaş döneminin nükleer silahsızlanma anlaşmalarıyla ters düşeceğini söylemiştir.
Bilimin popülerleşmesi.
Sagan'ın düşüncelerini ifade etme yeteneği, pek çok insanın evreni daha iyi anlamasını sağlamıştır. 1977-78 yıllarında Royal Institution'da Gençler için Noel Konferansları'na katıldı. Ayrıca 1980 yılında astronominin geniş kitlelerce sevilmesini sağlayan 13 bölümlük ' adlı bir belgesel hazırladı. Söz konusu belgesel, yayınlandığı her ülkede halkın ilgisini topladı ve sonradan yapılan belgeseller için örnek oldu. Bu başarıda, Sagan'ın yazılarında da kullandığı kendine özgü dilin önemli payı vardı. Belgeselle aynı ismi taşıyan kitapta da yer alan şu ifadesi buna örnektir: "DNA'mızdaki azot, dişlerimizdeki kalsiyum, kanımızdaki demir, elmalı turtamızdaki karbon, çöken yıldızların içlerinde yapıldı. Bizler, yıldızların malzemesinden yapıldık." 1985 yılında yayımlamış olduğu "Mesaj" adlı roman, 1997 yılında film olarak beyaz perdeye yansıtılmış ve epey beğeni toplamıştır. 1996 yılındaki ölümünden önce yazdığı son kitabı 'dir.
Carl Sagan'a verilen ödüller.
Akademik bilim çalışmaları için.
Ayrıca bilim insanlarının "akademik başarıyı" ölçmekte kullandıkları metriklere göre, 18 Haziran 2020 itibarıyla:
Carl Sagan'ın makaleleri ve eserleri, 30.000'den fazla defa alıntılanmıştır. h-index'i 77'dir. Yani Carl Sagan, her biri en az 77 defa alıntılanan 77 adet makale yayınlamıştır. i10-index'i 255'tir. Yani 10'dan fazla defa alıntılanan 255 makale yayınlamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7104",
"len_data": 8145,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.45
}
|
Rakı; damıtma yoluyla elde edilen suma kullanılan ve genellikle anason tohumu ile aromalandırılan, alkollü geleneksel bir Türk içkisidir.
Etimoloji.
Rakı, Arapça "damıtılmış" anlamına gelen Arak teriminin farklı bir telaffuzudur. Arak; "terlemek, terini damlatmak" anlamındaki ˁaRıKa (عَرِقَ) fiilinden türetilmiş ve damıtma işleminin keşfedildiği 11. yüzyıldan itibaren Arap coğrafyasında genel olarak tüm damıtılmış içkileri ifade etmiştir. Sibirya'da yaşayan Teleüt Türkleri ise "Arakı" sözcüğünü şarap ve bütün alkollü içkilere karşılık olarak kullanmakta.
Daha sonraki yüzyıllarda, erken dönem Osmanlı kayıtlarında ise RAKı ve aRAK tabirleri, aynı kök ismin eş anlamlı iki farklı telaffuzu olarak özellikle damıtılmış üzüm suyu içkisi anlamında kullanılmıştır.
Tarihçe.
Anadolu coğrafyasında bu isimlerle belgelenebilen en eski rakı üretimi ve ticareti 15. yüzyılda Trabzon civarından yazılı kayıtlara girmiştir.
Rakı ticaretinden bahseden en eski ikinci yazılı kayıt ise 1520 tarihli bir Osmanlı Vergi Nizamnamesidir. Bu belgede de diğerinde olduğu gibi Trabzon, rakının üretildiği ve diğer bölgelere sevk edildiği yer olarak gösterilir.
Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde Rumeli'deki gayrimüslim tebaa tarafından da üretilmeye başlanmış ve zamanla tüm Osmanlı coğrafyasında yaygın olarak kullanılan bir içki haline gelmiştir. 19. yüzyıla gelindiğinde ise gayrimüslimlerin çalıştırdığı meyhanelerde en popüler içki olmuştur.
Üretimi.
Şıra haline getirilen üzümler suyla mayşe haline getirildikten sonra; etil alkol mayası ile fermante edilerek alkollü bir sıvı oluşturulur. Bu elde edilen alkollü sıvı 6-12 derece aralığında bir tür şaraptır. Sonrasında, kolonlu distilasyon ünitesinde ya da imbiklerde damıtılarak suma haline getirilir. Stoklanan suma, 5000 litre veya daha küçük hacimli bakır imbiklerde anason tohumu ile yeniden damıtılır. Bakır imbiklerde fraksiyonel distilasyon sonunda elde edilen rakının orta kısmının alkolü yüksek dereceli olup "göbek" adını alır. Bu kısım su eklenerek içilecek alkol derecesine getirilir ve tarifine göre gerekirse tatlandırılır. Bu aşamalarda havalandırma yapılarak rakının olgunlaşmasına katkıda bulunulur. Rakı şişelenmeden önce en az 1 ay süreyle dinlendirilir. Rakı üretimi alkollü içkiler tebliğinde detaylı tanımlanmıştır. Kullanılması gereken hammaddeler ve oranları ile kullanılacak imbiklerini büyüklüklerine kadar detaylar bu tebliğde bulunmaktadır. Rakı, Türkiye'nin coğrafi işaretli bir ürünüdür.
Ülkelerine göre rakılar.
Rakı benzeri birçok içki, Yunanistan, Bulgaristan ve Akdeniz çevresindeki bazı ülkelerde tüketilmektedir:
Bulgaristan'da sert ve etkili meyve rakıları vardır. Su katınca beyazlamayan sarımtrak renklidir ve genellikle erik ve üzümden yapılır. Bulgar rakısı piyasada Mastika, Targovitsche ve Pechterska isimleriyle bilinir. %37 alkol oranına sahip olan bu rakılar Türk rakısına kıyasla daha tatlı, çabuk sarhoş yapar.
Yunanistan'da ise yaş üzümden üretilen benzer bir içkiye uzo; anasonlu ve kurum üzüm sumasından yapılan sert, tatlı bir içkiye ise tsipouro (çipuro) denir. Sakız aromalı olan uzo'ya ise Balkanlardakiyle aynı isim olmakla birlikte Yunanistanda "mastika" denir. Türk rakısı, kullanılan anason çeşidinin daha az olması ve genelde alkol oranının fazla olması ile uzo'dan ayrılır.
Makedonya'da üzümden ve anasonsuz olarak sarı ve beyaz çeşitleriyle üretilir ve mastika denir. Türkiye'de özellikle Akdeniz bölgesinin doğusunda üretilen boğma rakıyla benzerlikler göstermektedir. Makedonya'daki Türkler arasında ise sarı rakı popülerdir. Sarı rengini meşe fıçısından ya da içerisine renk ve aroma versin diye atılan meşe çubuklardan alır. Arnavutluk'ta ise Makedon rakısına benzer anasonsuz olarak üretilir ancak sarı olanı popüler değildir.
Balkan ülkeleri dışında Fransa, İspanya ve Portekiz'de bu içkinin genel adı anis veya pastis'tir. Aynı rakıda olduğu gibi sulandırıldıklarında kirli sarı-beyaz renk alırlar. İtalya'da sambuca ve Slavca'da ise düziko denir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7106",
"len_data": 3960,
"topic": "FOOD_GASTRONOMY",
"quality_score": 3.51
}
|
Jüpiter'in bilinen 95 doğal uydusu vardır . Bu uydular yörüngeleri, boyut ve fiziksel özellikleri ve bu verilere göre tahmin edilebilecek oluşum mekanizmaları ile çok büyük çeşitlilik göstermektedir. Jüpiter'in, halkaları, manyetik alanı ve uyduları ile birlikte oluşturduğu ve küçük bir güneş sistemini andıran bu karmaşık yapı, Güneş Sistemi'nin evrimini aydınlatabilecek çok sayıda ipuçları barındırmaktadır. İç uyduları olan İo, Europa, Ganymede ve Callisto büyük ve aydın iken diğerleri soluk ve küçüktür.
Yörünge özellikleri.
Jüpiter'in uyduları, yarı büyük ekseni 128.000 ile 28,5 milyon km arasında değişen çok geniş bir yörünge yelpazesine dağılmış durumdadırlar. Gezegene bilinen en yakın uydu 1,79 RJ (Jüpiter yarıçapı) uzaklıktaki yörüngesi ile, Jüpiter bulutlarının yalnızca 56.000 km üzerinde yol alan Metis'tir. Bilinen en uzak uydu ise, 200 RJ yarıçapındaki yörüngesi ile henüz resmi olarak adlandırılmamış S/2003 J2 geçici adlı küçük uydudur.
İç yörüngelerde yer alan uydular, Jüpiter'in ekvator düzlemine göre eğikliği yok denecek kadar az ve aynı şekilde dışmerkezliği çok küçük olan yörüngeler çizmeleri nedeniyle 'düzenli uydular' olarak adlandırılır ve bu özellikleri uyduların Jüpiter'in oluşumu sırasında meydana geldiklerini düşündürür.. Yüksek eğiklik ve dışmerkezliğe sahip yörüngelerde ve bazıları da ters yönde hareket eden 'düzensiz uydular'ın ise kendi içlerinde benzer yörünge özelliklerine sahip birkaç grup içinde toplanmaları dikkati çeker. Bu uyduların içinde yer aldıkları gruplara göre değişen ortak ve büyük olasılıkla Jüpiter dışı kökenleri olduğu düşünülür.
Yeni keşfedilen ve henüz resmi ad almamış uyduların büyük çoğunluğu yeterli gözlem süresini geçirmedikleri için yörüngelerine ait bilgiler kesinleşmemiş durumdadır. Tabloda yer alan bu uydulara ait bilgilerin ve gruplandırmanın kesin olmadığını gözönünde tutmak gerekmektedir.
Fiziksel özellikler.
Uyduların boyut ve biçimleri.
Jüpiter'in uyduları boyutları açısından da büyük bir çeşitlilik gösterirler. Galilei uyduları gezegenlerle boy ölçüşecek büyüklüktedir. Bu dört uydu Plüton'dan daha büyük yarıçapa sahiptir. Güneş Sistemi'ndeki en büyük uydu olan Ganymede, Merkür'den de büyüktür. Galilei uyduları büyük kütleleri ve kuvvetli yerçekimi nedeniyle tam bir küreye yakın biçimler almıştır. Güneş sistemi içinde bulunan çeşitli gök cisimleri üzerinde yapılan gözlemlerden öğrenildiği kadarıyla, 1000 km. civarında bir çap, bir gök cisminin oluşumu sırasında yoğunlaşan maddelerin açığa çıkardığı enerji nedeniyle ısınıp eriyerek tabakalar halinde farklılaşması ve kabaca küresel bir şekil ortaya çıkması için yeterli olmaktadır. Kuramsal hesaplamalar da buna yakın sonuçlar vermektedir. Galilei uydularının Jüpiter ile de çekimsel olarak kilitlenmiş olmaları, yani gezegen çevresinde dolanma süreleri ile kendi eksenleri etrafında dönme sürelerinin eşit olması nedeniyle kusursuz bir küreden biraz farklı biçimde olmaları beklenir. Bu, kuramsal olarak uzun ekseni gezegenin ağırlık merkezinden geçen ve şişkin ucu gezegene dönük olan bir armut şeklidir. Uzay sondalarının yaptığı ölçümler böyle bir yapıyı gösterecek duyarlılıkta olmamakla birlikte, büyük uydulardan gezegene en yakın olan ve gel-git güçlerinin etkisinin en fazla görüldüğü İo'nun üç eksende yapılan çap ölçümlerinde %2'ye varan farklar gözlenmiştir.
Galilei uydularından sonra büyüklükte beşinci sırayı alan ve düzenli iç uydular grubunun üyesi Amalthea'nın aşırı derecede bakışımsız şekli bu uydunun yapısı ve kökeni konusunda tartışmalara yol açmıştır.
Düzenli iç uydulardan Metis, Adrastea ve Thebe ile düzensiz yörüngeye sahip uydulardan Leda, Himalia, Lysithea, Elara, Ananke, Carme, Pasiphae ve Sinope 20–200 km. arasında değişen çapları ile orta büyüklükte ve genellikle düzensiz şekillerdedir.
Bilinen uydulardan geri kalan tümü düzensiz yörüngelere sahip ve çapları birkaç kilometreyi geçmeyen 'kaya' veya 'buz' parçaları olarak kabul edilir. Bugün için gözlenebilirlik alt sınırı 1 km. kadar olduğundan, Jüpiter'in henüz saptanamamış çok sayıda daha küçük uydusu olması mantıklı görünmektedir.
Dış görünüm ve yüzey özellikleri.
Jüpiter sisteminin çeşitli üyelerinin kolaylıkla gözlenebilen temel özellikleri farklı köken ve geçmişlerini ele verir niteliktedir. Galilei uyduları'nın diğer uydulara göre belirgin derecede parlak oldukları ve parlaklıklarının Jüpiter'den uzaklıklarına paralel olarak azaldığı dikkati çeker. İo ve Europa 0,65 düzeyine erişen beyazlık (albedo) dereceleri ile üzerlerine düşen güneş ışınlarının üçte ikisini yansıtırlar. Ganymede ve Callisto'nun beyazlık dereceleri sırasıyla 0,43 ve 0,17 iken, geri kalan uydular 0,05 ile 0,1 arasında değişen beyazlık düzeyleri ile oldukça karanlık yüzeylere sahiptir. Europa, İo ve Amalthea'nın kırmızı renkte olduğu gözlenir. Amalthea (Mars'ı da geride bırakarak Güneş Sistemi'nin en kırmızı üyesi unvanını alır.
Uyduların yüzey sıcaklıkları Jüpiter yörüngesinin güneşten uzaklığı ile uyumlu olarak 105K-110K (yaklaşık -165 °C) civarındadır. Beyazlık derecesi düşük olan uydular güneş ışınlarını büyük oranda soğurdukları için güneş alan yüzeyleri 125K'e kadar ısınabilir. Güçlü gel-git etkileri ve Jüpiter'in manyetik alanının oluşturduğu elektrik akımı nedeniyle ısınan ve üzerinde önemli volkanik etkinliğin gözlendiği İo'da yüzey sıcaklığının yer yer 2000 °C'ye ulaştığı gözlenmiştir.
İo'nun kükürt dioksit, Europa'nın ise oksijen ağırlıklı ince atmosferleri vardır. Bu iki uydunun çekim gücü güneş ışınlarının etkisi altında atmosferlerini oluşturan gazların sürekli olarak uzaya kaçmasına engel olamasa da, uydu yüzeyinden kopan materyal atmosferleri yenilemeye devam eder. Ganymede ve Callisto'nun benzer mekanizma ile korunan çok daha seyrek birer atmosferi olduğu gözlenmiştir.
Galilei uydularının gözlenen yüzey yapıları dış yörüngelerden iç yörüngelere doğru giderek artan jeolojik etkinlikle uyumludur. Bu dört uydudan en dışta yer alan Callisto'nun yüzeyi Güneş Sistemi'nin erken dönemlerindeki yapısını korumaktadır. Ganymede'in yüzeyinde buna benzer yaşlı bölgelere daha genç görünümlü açık renkli alanlar eşlik eder ve Yerküre'dekine benzer bir levha tektoniği aktivitesi ile açıklanabilecek oluşumlar gözlenir. Europa'nın ise son derece kendine özgü ve çok genç yüzey şekilleri çok daha hareketli bir jeolojik yapı ile ilişkilidir. Galilei uydularından en içte kalanı, İo, yoğun bir volkanik etkinlik gösterir. Lav akımları, sıvı ya da akışkan materyalin şekil değiştirdiği havzalar, uzay sondalarının gözlem süresi içinde dahi değişimin izlenebildiği son derece dinamik bir yüzey oluşturur. Bu özellikler, Jüpiter'in dev kütlesi ve uydular arasındaki gel-git etkileşimlerinin iç yörüngelere doğru giderek artan etkilerinin yanı sıra, en azından İo söz konusu olduğunda Jüpiter'in manyetik alan etkinliği ile de ilişkilidir.
İç yapılar.
Jüpiter uydularının son 30 yıl içinde çeşitli uzay araçları tarafından elde edilen yüzey görüntüleri, kütle ve yoğunluklarına ilişkin ölçümler ve kısmen de tayfölçüm verileri sayesinde iç yapıları hakkında bazı varsayımlarda bulunmak mümkün olmuştur. Galileo uzay sondası 1995-2003 yılları arasında toplam 34 yakın geçişle dört Galilei uydusu ve Amalthea hakkında bilinenlerin büyük ölçüde artmasını sağlamıştır. Bu bilgiler ışığında, Jüpiter uydu sisteminin, Güneş Sistemi'ne benzer biçimde merkezden dışa doğru bir farklılaşma gösterdiği dikkat çekmektedir. Galilei uydularının yoğunluğu en dışta yer alan Callisto için 1,8 g/cm³'ten, en içteki İo için 3,5 g/cm³'e doğru artar. Bu, Güneş Sistemi'nin erken dönemlerinde Jüpiter ve uydu sisteminin Güneş bulutsusunun yoğunlaşması ile oluşmaya başlaması sırasında sistemin merkezinde gerçekleşen sıcaklık artışı ile ilişkilidir. Jüpiter'e en yakın uydular artan sıcaklığın etkisi ile tümüyle sıvı duruma geçerek içerdikleri maddeler tabakalar halinde farklılaşmış, aynı zamanda hafif elementlerden başlayarak sıcaklıkla orantılı bir madde kaybı yaşamışlardır. Böylece uyduların içerdiği 'buz'-'kaya'-metal oranı iç yörüngelerden dışa doğru değişir. 'Buz' tanımına girecek hafif bileşiklerden yoksun İo büyük bir metal çekirdeği çevreleyen silikat ağırlıklı 'kaya' katmanlarından oluşurken, Europa daha küçük bir çekirdeğe ve kaya tabakasının dışında önemli bir su katmanına sahiptir. Bu, dışta donmuş halde su içeren bir kabuk ile onun altında derinliğinin 100 km'ye ulaştığı düşünülen bir sıvı 'okyanus'tan oluşmaktadır. Ganymede'in içerdiği su kütlesi çok daha fazladır ve okyanusu uydunun yarıçapının yarısına kadar varan derinliktedir. Callisto ise düşük yoğunluğundan anlaşılacağı gibi buz oranı yüksek bir uydudur, ancak türdeş bir iç yapıya sahip olması, bileşenlerinin eriyerek tabakalaşmasına yol açacak sıcaklıklara hiçbir zaman ulaşamamış olduğunu düşündürür.
Küçük uyduların çoğunun çap ve kütle ölçümleri duyarlılıkla yapılamamış olduğundan yoğunlukları ve dolayısıyla iç yapılarına ilişkin güvenilir bilgiler yoktur. Bunların önemli bir kısmının Jüpiter sistemi ile birlikte oluşmamış, ancak gezegenin çekim alanına sonradan yakalanmış cisimler olmaları bakımından, kökenlerine göre kuyrukluyıldız ya da değişik asteroid yapılarından biri ile benzer olmaları beklenir. Benzer yörünge özellikleri nedeniyle aynı grup içinde toplanan uyduların aynı gökcisminin parçaları olma olasılığı fazladır.
Uyduların tek tek incelenmesine olanak bulunduğunda çarpıcı bulgularla karşılaşılabilmektedir. Galileo uzay sondası 2002 yılında yaptığı Amalthea yakın geçişinde uydunun yoğunluğunun 0,86 g/cm³ olduğunu saptadı. Uydunun sudan hafif olması ancak birbirine gevşek olarak bağlanmış ve aralarında büyük boşluklar bulunan çok sayıda parçadan oluşması ile açıklanabilir. Bu örnek Jüpiter uyduları hakkında öğrenilecek çok şey olduğunu göstermesi yanı sıra, Güneş sisteminin çeşitli üyelerinin kendilerine özgü beklenmedik özelliklerinin olabileceğine işaret etmesi açısından da önem taşımaktadır.
Jüpiter uydu sisteminin oluşumu ve evrimi.
Güneş bulutsusu olarak adlandırılan gaz ve toz kütlesi 4,6 milyar yıl önce bilinmeyen bir nedenle yoğunlaşarak bugünkü şekliyle Güneş Sistemi'ni oluşturmaya başladığında, Jüpiter ve diğer gaz devlerinin 10.000 yıl gibi kısa bir süre içinde bugünkü kütlelerine yakın boyutlara ulaştıkları sanılmaktadır. Galilei uydularının da, Jüpiter'i oluşturan diskin gezegen üzerinde yoğunlaşamamış kalıntılarından bu dönem içinde ortaya çıktıklarına kesin gözüyle bakılır. Bu uyduların dışmerkezlik ve eğiklik oranları çok düşük yörüngeleri bu düşünceyi destekler. İç yörünge grubundaki dört küçük uydu Metis, Adrastea, Amalthea ve Thebe de benzer özelliklere sahip düzenli yörüngeleri ile Jüpiter sistemi içinden köken almış izlenimi verirler, ancak gezegene yakınlıkları nedeniyle çok uzun süreler korunması kuşkulu olan bu yörüngelere bilinmeyen mekanizmalarla daha sonradan yerleşmiş olmaları olasıdır. Özellikle Roche limiti içinde yer alan en iç iki uydunun bu konumda oluşmaları fiziksel açıdan gerçekçi görülmemektedir.
Düzensiz yörüngeye sahip, özellikle de ters hareketli uyduların ise Jüpiter'in çekim alanına yakalanarak sonradan uydusu haline gelmiş asteroid ya da belki de kuyrukluyıldız parçaları oldukları düşünülür. Yakalanma mekanizması, daha önceden Güneş çevresinde Jüpiter yörüngesi ile kesişen bir yörünge üzerinde yol alan bir gökcisminin bir nedenle hız değiştirmesini gerektirir. Bu nedenler günümüzde, bilinen asteroid ve kuyrukluyıldız yörüngelerinde yeterli değişikliği yaratabilecek güçte değildir. Bu nedenle düzensiz yörüngeli uyduların da Jüpiter tarafından yakalanmalarının Güneş Sistemi'nin çok erken dönemlerinde gerçekleşmiş olduğu sanılmaktadır.
İç yörüngelerdeki uydular, Jüpiter'in halkaları ve Jüpiter arasında önemli etkileşimler vardır ve bunlar halkalar ve iç uyduların bugün sahip oldukları özelliklerin bazılarından sorumludurlar. Galilei uyduları büyük kütleleri ile birbirlerinin yörüngelerini şekillendirerek belirli bir rezonans içine girmişlerdir. Gerek bu uydularla gezegen arasındaki gel-git etkileşimleri, gerekse Jüpiter'in manyetik alanından kaynaklanan elektrik akımları, uyduların iç yapıları, yüzey şekilleri ve jeolojik özellikleri ve bunlardan kaynaklanan atmosfer özelliklerini bugün gözlenen şekilde evrimleştirmiştir. En iç yörüngelerde yer alan dört küçük uydu ise halkaların bugün bilinen şekillerini korumasında etkilidir ve halkaların en azından bir kısmının kaynağı olarak da görülmektedir.
Jüpiter'in uydularının tanınmasının kısa tarihçesi.
Başka gezegenlerin de Yer ve Ay örneğini andırır şekilde uydu sistemlerinin bulunabileceğinin farkına ilk kez, kendi yaptığı teleskopu gökyüzüne çeviren İtalyan gök bilimci ve fizikçi Galileo Galilei varmıştır. 1610 yılında Jüpiter'in çevresinde dolanan 4 büyük uyduyu keşfetmiş ve dönemin güçlü ailesinin onuruna 'Medici yıldızları' olarak adlandırmıştır. Yeni uyduları Galilei'den daha önce gözlediğini iddia eden Simon Marius bu buluşu kendine maletmeyi başaramadıysa da önerdiği İo, Europa, Ganymede ve Callisto adları yerleşmiştir. Galilei, uyduları gezegenden uzaklık sırasıyla I'den IV'e kadar Roma rakamları ile adlandırmayı tercih etmiş, Medici yıldızları adı ise daha sonra yerini Galilei uyduları ya da 'Galilei ayları' tanımına bırakmıştır. Gökyüzünde yer alan her varlığın Dünya etrafında döndüğünü varsayan, dönemin yermerkezli görüşü bu buluşla sarsılmış ve Kopernik'in o günlerde yaygın kabul görmeyen güneşmerkezli teorisi yerini sağlamlaştırmıştır.
1892'de Edward Emerson Barnard daha küçük bir yörüngede dolanan ve buluş sırasına göre V numara ile adlandırılan Amalthea'yı keşfetmiştir. 20. yüzyılda astrofotografi tekniklerinin geliştirilmesi sayesinde, aralıklarla çekilen fotoğraflarda yer değiştiren gökcisimleri incelenerek güneş sisteminin çok sayıda yeni üyesi bulunmuştur. 1904-1951 yılları arasında bulunan 7 yeni Jüpiter uydusu, isim verilmeden Jüpiter VI-XII olarak sınıflandırılmış, 1974 yılında Charles Kowal tarafından onüçüncü uydu Leda'nın keşfi sonrasında Uluslararası Gökbilim Birliği'nin bugün de uygulanmakta olan Gezegen Sistemi Adlandırma Kuralları ortaya konmuştur. Bu kurallar doğrultusunda, ilk beş uyduda olduğu gibi yeni aylara da Roma tanrısı Jüpiter veya Yunan mitolojisindeki eşdeğeri Zeus'un eşleri ya da aşıklarının adları verilmiştir.
1979 yılında Voyager 1 uzay sondasının Jüpiter gezegeninin yakınından geçerken kaydettiği görüntülerde üç yeni uydu daha saptanarak bilinen uydu sayısı 16'ya çıkmış, XIV Thebe, XV Adrastea ve XVI Metis adı verilen bu uydular bir uzay aracı yardımı ile keşfedilen ilk gök cisimleri olarak tarihe geçmiştir.
XVII Callirrhoe 1999'da Spacewatch grubu tarafından bulunmuş, 2000 yılında Scott S. Sheppard, David C. Jewitt ve arkadaşları onsekizinci uyduyu saptamışlardır. Bu uydunun 1974'te XIII Leda'yı bulan Charles Kowal tarafından 1975'te saptanarak Themisto adı ile önerilen ancak tekrar gözlenemediği için yörüngesi hesaplanamayan ve resmen tanınmayan 'kayıp uydu' olduğu anlaşılmıştır. Sheppard ve Jewitt'in 'ndeki grubu dünyanın çeşitli yörelerinden gök bilimcilerle işbirliği halinde yoğun bir sistematik araştırma başlatmış ve 2000-2003 yılları arasında Jüpiter'in daha önce bilinmeyen 45 yeni uydusu daha saptanmıştır. CCD teknolojisi kullanılarak ve Jüpiter'in Hill küresi olarak adlandırılan çekim alanının tümünü kapsayan tarama ile 1 km çapına kadar en küçük uydularının belirlenebilmesi mümkün olmaktadır. Yeni bulunan uydulardan 15 tanesi henüz yörünge hesaplamaları kesinleşmediği için adlandırılmamış, geçici kodları ile bilinmektedirler.
Görüntüleme tekniklerinin giderek daha duyarlı hale gelmesi ve gelecek yıllarda dış gezegenlere gönderilmesi planlanan yeni uzay sondalarının 1 kilometreden daha küçük gökcisimlerinin saptanmasını olası kılması yeni soruları ortaya çıkarmaktadır. Büyük gezegenlerin çevresinde dolanan astronomik sayıda küçük uydunun tanımlanması ve adlandırılması, hatta halkaları oluşturan sayısız küçük parçacığın birer uydu adayı olarak algılanması olasılığına karşı, Uluslararası Gökbilim Birliği gezegenlerin adlandırılmasında bir boyut alt sınırı getirilebileceğini düşünmektedir. Birliğin 2004 yılında aldığı bir karara göre Jüpiter'in uydularına tanrı Zeus ve Jüpiter'in soyundan gelenlerin adlarının da verilmesine başlanmıştır.
Jüpiter uydularının gözlenmesi.
Galilei uyduları, 4, 5 ile 6. kadir dereceleri arasında değişen parlaklıkları ile çıplak gözle görülebilecek ölçüdedirler, ancak Jüpiter'in kuvvetli ışığı buna engel olur. Küçük bir dürbün ya da amatör teleskopla Jüpiter'in her iki yanında kolaylıkla görülürler ve gezegen çevresindeki hızlı hareketleri nedeniyle konumlarındaki değişiklikleri birkaç saatlik bir gözlem süresi içinde izlemek mümkündür. Galilei uydularının Jüpiter'in arkasından geçişleri ile örtülmeleri, gezegenin gölgesinden geçişleri sırasında gerçekleşen tutulmaları ve gezegenin önünden geçişleri esnasında güneş ışınlarını kesmeleri ile Jüpiter üzerine düşen gölgelerini izlemek ilgi çekicidir.
Galilei uyduları dışında kalan uydular küçük ve parlaklığı az olmaları nedeniyle ancak güçlü teleskoplarla gözlenebilirler.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7119",
"len_data": 16976,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.66
}
|
Sundance Film Festivali, Amerikan bağımsız sinemasının en önemli destekçisi olmuş, Hollywood film endüstrisi ve onun Oscar temelli üretim şemasına alternatif getirme amacında olan bağımsız film festivalidir.
Aktör Robert Redford tarafından 1981 yılında kurulmuş olan Sundance Enstitüsü'nce her yıl ABD'nin Utah eyaleti'nde gerçekleştirilir.
Sundance Film Festivali, Utah eyaletinin Salt Lake şehrinde her yıl düzenlenen sinema fuarı olan Birleşik Devletler Film Festivali (United States Film Festival) adı altında 1978 yılında kuruldu. İlk kuruluş yıllarında bu Festival daha çok geriye dönük filmler ve film yapım seminerlerine odaklanmıştır. Buna karşılık, başlangıcından bu yana, Hollywood sisteminin dışında yapılan - “bağımsız” sinema olarak adlandırılacak - Amerikan filmlerinde ortaya çıkan karışıklığa dikkat çekmeyi amaçlayan ulusal bir yarışma özelliğini taşımaktaydı. Birleşik Devletler Film Festivali daha sonra Park City, Utah'a taşındı ve film çekim tahtasıyla birlikte belgeseller ve kısa metrajlı filmleri de içine alacak şekilde kapsamını genişletti.
1985 yılında Sundance Enstitüsü bu Festivali kendi programına dahil etti ve uluslararası filmleri gösterimi yapılan eserler yelpazesine kattı. 1991'de resmen isim değişikliği ile Sundance Film Festivali adını alan Festival, yeni bağımsız film dalında en iyi film ödülünü alabilmek için uluslararası arenada kendini kabul ettirmiş bir vitrin haline gelmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7120",
"len_data": 1426,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.63
}
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.