text
stringlengths 3
198k
| metadata
dict |
---|---|
Hakkı Saruhan Oluç (d. 14 Ocak 1958, İstanbul) Türk yazar, gazeteci ve siyasetçidir.
Özgürlük ve Dayanışma Partisi kurucuları arasındadır. Uzun süre ÖDP Genel Başkan Yardımcılığı yaptı. 14 Mart 2010 tarihinde gerçekleşen solda büyük buluşmanın mimarlarındandır. Kurucusu olduğu Eşitlik ve Demokrasi Partisi'nde temel haklar ve siyasi politikalardan sorumlu genel başkan yardımcılığı yaptı. Halkların Demokratik Partisi genel başkan yardımcısı ve parti sözcüsü olarak görev yürüttü. XXV. Dönem Antalya, XXVII. Dönem İstanbul milletvekilidir. 2019 yılı itibarıyla HDP grup başkanvekilidir.
Ayrıca Birgün eski genel yayın yönetmenidir. Şimdilerde Turnusol'un editörlüğünü yapmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7707",
"len_data": 681,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 2.89
}
|
Birikim, "sosyalist kültür dergisi" sloganı ile yayımlanan aylık dergi. 1975'te, Murat Belge, Ömer Laçiner ve Can Yücel öncülüğünde başlayan yayımı 1980'de sıkıyönetim kararıyla durdurulmuştur. 12 Eylül Darbesi ile verilen 9 yıllık aranın ardından Mayıs 1989'da yeniden yayımlanmaya başlamıştır. Yayımını kesintisiz olarak sürdürmektedir. Genel Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner, Yazı İşleri Müdürü ise Barış Özkul'dur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7708",
"len_data": 414,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.99
}
|
George Washington (22 Şubat 173214 Aralık 1799), Amerika Birleşik Devletleri'nin Kurucu Babalarından biri ve ilk başkanıydı. Kıta Ordusu'nun komutanı olarak Washington, Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda Britanya İmparatorluğu'na karşı Patriot güçleri zafere taşıdı. Amerikan bağımsızlığının kazanılmasında oynadığı rol nedeniyle genellikle Ülkesinin Babası olarak bilinir.
Virginia Kolonisi'nde doğan Washington, Fransız-Kızılderili Savaşı (1754-1763) sırasında Virginia Alayı'nın komutanı oldu. Daha sonra Virginia Burgesses Meclisi'ne seçildi ve İngiliz Krallığı'nın Amerikalı kolonicilere uyguladığı baskıya karşı çıktı. 1775'te İngilizlere karşı Amerikan Devrim Savaşı başladığında, Washington Kıta Ordusu'nun başkomutanlığına atandı. Washington ve ordusu, Mart 1776'da Boston Kuşatması'nda erken bir zafer elde etti, ancak Kasım ayında New York'tan geri çekilmek zorunda kaldı. Washington, Delaware Nehri'ni geçti ve 1776'nın sonlarında Trenton ve 1777'nin başlarında Princeton muharebelerini kazandı, ardından aynı yıl Brandywine ve Germantown muharebelerini kaybetti. Savaş devam ederken komutasına yönelik eleştiriler, düşük asker morali ve kuvvetleri için erzak eksikliğiyle karşı karşıya kaldı. Nihayetinde Washington, birleşik bir Fransız ve Amerikan kuvvetini 1781'de Yorktown'da İngilizlere karşı kesin bir zafere taşıdı. Bunun sonucunda 1783'te imzalanan Paris Antlaşması'nda İngilizler, Birleşik Devletler'in egemen bağımsızlığını kabul etti. Daha sonra Washington, 1787'de mevcut Birleşik Devletler Anayasası'nın taslağını hazırlayan Anayasa Konvansiyonu'nun başkanı olarak görev yaptı.
Washington, 1788'de ve 1792'de Seçiciler Kurulu tarafından oybirliğiyle başkan seçildi. İlk ABD başkanı olarak güçlü, iyi finanse edilen bir ulusal hükûmet kurarken, kabinesinde Thomas Jefferson ve Alexander Hamilton arasında ortaya çıkan şiddetli rekabette tarafsız kaldı. Fransız Devrimi sırasında, İngiltere ile Jay Antlaşmasını desteklerken tarafsızlık politikası ilan etti. Washington, cumhuriyetçilik, iktidarın barışçıl bir şekilde devredilmesi, “Bay Başkan” unvanının kullanılması ve iki dönem geleneği de dahil olmak üzere başkanlık makamı için kalıcı emsaller oluşturdu. 1796'daki veda konuşmasında, cumhuriyetçilik konusunda önde gelen bir açıklama oldu. Washington, ulusal birliğin önemi ve bölgeciliğin, partizanlığın ve yabancı etkisinin bu birlik için oluşturduğu tehlikeler hakkında yazdı. Mount Vernon'da tütün ve buğday ekicisi olan Washington, çok sayıda köleye sahipti. Hayatının sonlarına doğru köleliğe karşı çıkmaya başladı ve vasiyetinde kölelerinin azat edilmesini öngördü.
Erken dönem (1732-1752).
Washington ailesi, arazi spekülasyonu ile servet kazanmış tütün ticareti ile uğraşan zengin bir Virginia ailesiydi. Washington'un büyük büyükbabası John Washington 1656 yılında Sulgrave, Northamptonshire, İngiltere'den, Virginia kolonisi'ne göç etti ve burada Potomac Nehri üzerindeki Little Hunting Creek dahil olmak üzere 5.000 dönüm arazi satın aldı. George Washington, Augustine ve Mary Ball Washington 'un altı çocuğundan ilki olarak 22 Şubat 1732'de Westmoreland County, Virginia'nın, Popes Creek kentinde doğdu. Babası yerel bir yargı görevlisi ve Jane Butler ile olan ilk evliliğinden dört çocuğu daha olan tanınmış bir halk figürüdür. Washington ailesi 1735'te Little Hunting Creek'e, ardından 1738'de Rappahannock River üzerindeki Fredericksburg, Virginia yakınlarındaki Ferry Çiftliği'ne taşındı. Augustine 1743'te öldüğünde, Washington çiftliği on adet köle ile birlikte miras olarak aldı. Büyük üvey kardeşi Lawrence ise Little Hunting Creek'i miras olarak aldı ve burayı Mount Vernon olarak yeniden adlandırdı.
Washington, ağabeylerinin İngiltere'deki Appleby Grammar School'da aldığı gibi resmi bir eğitime sahip değildi, ancak Hartfield'daki Kilise Okuluna giderek matematik, trigonometri ve arazi araştırmayı öğrendi. Washington yetenekli bir ressam ve harita yapımcısıydı. Erken yetişkinlik döneminde "hatırı sayılır bir güçle" ve "hassasiyetle" yazıyordu; ancak yazıları biraz espri ya da mizah sergiliyordu. Hayranlık, statü ve güç arayışında, eksikliklerini ve başarısızlıklarını bir başkasının etkisizliğine atfetme eğilimindeydi.
Washington sık sık üvey kardeşi Lawrence'ın yaşadığı Vernon'u ve onun kayınpederi William Fairfax ait bir yerleşim olan Belvoir'ı ziyaret etti. Fairfax, Washington'un patronu ve vekil babası oldu. Washington, Fairfax'ın Shenandoah Valley adlı mülkünü inceleyen bir ekiple 1748'de bir ay geçirdi. Ertesi yıl College of William & Mary 'den bir eksper lisansı aldı. Washington alışılmış çıraklık hizmetini vermemiş olsa da, 20 Temmuz 1749'da Fairfax onu görev yemini için Culpeper County'ye götürdü. Daha sonra sınır bölgesine aşina olmasına rağmen 1750'de işten istifa ederek Blue Ridge Dağları'nın batısında anketler yapmaya devam etti.
Washington, 1751'de, iklimin kardeşinin tüberkülozunu iyileştireceğini umarak Lawrence'a Barbados'a eşlik ettiğinde tek yurtdışı seyahatini yaptı. Washington, kardeşinin çiçek hastalığı sırasında çiçek hastalığına yakalandı. Lawrence 1752'de öldü ve Washington, Mount Vernon'u onun dul eşinden kiraladı; 1761'deki ölümünden sonra onu miras aldı.
Fransız-Kızılderili Savaşı.
1754'ün yaz aylarında, Washington yakın ilişkilerinden faydalanarak Virginia Valisi tarafından eyalet milisinin komutanlığına getirildi. Milis, Fransızların ve İngilizlerin savaştığı batıdaki bölgelerde, rakibin Fransızların karakollarını ve keşif birliklerini aramakla görevliydi. Bu süreç içinde Washington, Virginia'nın batı sınırında bir dizi kale kurdu ve Ohio Vadisi'ne giren Fransızlarla müzakereleri yürüttü. Artan gerilim Fransızlarla ve onlarla müttefik yerli kabilelerle Fransız-Kızılderili Savaşı’na sebep oldu.
Washington’un liderliğindeki heterojen birlik, el değmemiş bölgelerde haftalarca süren yürüyüşlerin ardından nihayet bugünün Pittsburgh yakınlarında bir Fransız birliğiyle karşılaştı ve karşılaşmayı takip eden müsademede Fransız birliğini yendi. Çok şanlı bir çatışma olmasa da bu ilk savaş tecrübesi Washington’a askeri lider namını kazandırdı. Sonraları rakibin daha üstün silahlı kuvvetleri tarafından Fort Necessity'de kuşatıldı. Serbest geri çekilme karşılığı mütarekeye zorlandı.
Bir sonraki yıl, yarbay rütbesinde İngiliz ordusunun Braddock Seferi’ne katıldı. Altında 3 atı vurulduğu ve felaketle sonuçlanan Monongahela Muharebesi’nde oldukça basiretli davranıp geri çekilme kararı aldı. Sonra albay rütbesinde Virginia’nın ilk düzenli alayını kurarak savaşa katıldı ve eyaletindeki bütün birliklerin başkomutanlığına getirildi. Asıl savaş komşu bölgelerde gerçekleşse de, Virginia’nın batı sınırını Fransız birliklerine karşı başarıyla korudu. 1758 yılında, ‘Fort Duquesne’ adında Fransız kalesinin alınmasında belirleyici rol oynadı.
Savaş süreci içinde İngiliz subayların gerisine itilmesi ve milislerinin sadece sınır koruma olarak kullanılması ona anavatanına karşı bir daha atlatamayacağı kin duyguları beslemesine sebep oldu. 1759'da alayından ayrılarak Virginia meclisinde milletvekili oldu.
Amerikan Bağımsızlık Savaşı.
Nisan 1775'te çatışmaların başlamasıyla, II. Kıta Kongresi'ne üniformayla gelen George Washington savaşa hazır olduğunu gösteriyordu. Massachusett delegesi John Adams'ın önerisi üzere Kıta Ordusu'nun başkomutanı seçildi. Adams'a göre, o aşamaya kadar kuzeylilerden oluşan Kıta Ordusu'nun liderliğine bir güneylinin atanması mücadelede bütün kolonileri birleştirecekti. Washington, bu görev için, masraflarının karşılanmasından öteye bir gelir istemediğini belirtti.
3 Temmuz 1775'te, İngilizlerin işgal ettiği Boston'u kuşatma altında tutan Kıta Ordusu'nun başına geçti. Mart 1776'da İngilizlerin Boston'u boşaltmalarından sonra, Washington ordusunu New York City'e çekti. 4 Temmuz 1776'te Birleşik Devletler bağımsızlıklarını ilan ettiler. Ağustos 1776'da Britanyalı General William Howe, New York'u işgal etmek için karadan ve denizden yoğun bir sefer başlattı. Washington'un New York'u tutamadığı, 22 Ağustos Long Island muharebesindeki yenilgiyi, diğer hüsranlar takip etti. 25 Aralık 1776'da, Washington karşı atağa geçti. Birlikleriyle Delaware Nehri'ni geçerek, İngilizlerin New Jersey'deki 1000 kişilik Hessen kökenli paralı askerlerini esir aldı. Daha sonra, Princeton'daki İngiliz birliklerini sürpriz saldırıyla bozguna uğrattı. Ardı ardına gelen yenilgilerden sonra, New Jersey'i yeniden kazandıran, İngilizleri New York şehrinin çevresine çekilmeye zorlayan bu beklenmedik başarılar, bağımsızlık isteyen Amerikalıların moralini yeniden güçlendirdi.
1777 yılında İngilizler birbirinden bağımsız iki saldırı başlattılar. Birincisinde General John Burgoyne, New York'a ulaşmak ve New England'ı diğer kolonilerden izole etmek için Kanada'dan Hudson Nehri boyunca yola çıktı. Aynı anda Howe, New York'u terk edip başkent Philadelphia'ya saldırdı. Burgoyne'yi karşılamaları için General Horatio Gates ve eyalet milislerini gönderen Washington, kendi komutasındaki Kıta Ordusu'nu Howe'un önünü kesmek için güneye çekti. Washington 11 Eylül 1777'de Brandywine Muharebesi'nde yenilgiye uğradı. Howe ise, Washington'u atlatarak, direnişle karşılaşmadan Philadelphia'ya girdi. Ancak, aynı anda Howe'un desteğinden uzak kalan Burgoyne, Saratoga'da yenilerek, bütün ordusuyla teslim oldu. İngilizler Philadelphia'yı kazanmak uğruna, anlamsız yere iki ordusundan birini kaybetmişti. Saratoga zaferi, Fransızları savaşa girmeye teşvik etti. İspanyollar ve Hollandalılar da, Fransızların müttefiki olarak peşlerinden takip ederek, Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nı, İngilizlerin üstünlüklerini kaybettikleri bir dünya savaşı kapsamına dayattılar.
Washington, Aralık 1777'de İngiliz etki alanının dışında kalan Valley Forge'da kamp kurdu. Kış boyunca 10.000 kişilik ordudan 2500'ü açlık ve hastalık sonucu öldü.
Philadelphia'nın kaybedilişi, Kongre üyeleri arasında tartışma başlattı. Washington'un başkomutanlıktan alınmasını istediler. Washington'un destekçileri komploya dek varan gelişmeleri engellediler.
Fransa'nın Amerikalılara gösterdiği destek savaş dinamiklerini değiştirmişti. İngilizler denizlerdeki hakimiyetini kaybetmekle kalmayıp Fransa'nın İngiltere'yi istila etme tehlikesiyle de karşı karşıyaydılar. 1778'de Britanyalılar Philadelphia'yı boşaltıp New York City'ye dönerken, Washington yollarını kesip Monmouth Muharebesi'nde saldırıya geçti. Söz konusu saldırı kuzeyde gerçekleşen son büyük çarpışmaydı.
Washington 1781'de Marquis de La Fayette'in emrindeki Fransız birliklerin desteğiyle, Yorktown Muharebesi'nde 7000 İngiliz askerli Britanyalı General Cornwallis'i yenerek savaşın sonucunu belirledi. 25 Kasım 1783'te, Amerikan ordusunun başında İngilizler'in boşalttığı New York'a girdi. 1783'te Paris Antlaşması'nda, İngiltere Kraliyeti Birleşik Devletlerin bağımsızlığını tanıdı. Washington komutanlığı bırakırken Amerikan Devletlerine güçlü bir merkezi yönetim kurmaları çağrısında bulundu.
Washington başkomutan olarak, muharebeleri ayrıntılı planlarla kazanabilen dahi bir strateji uzmanı değil, Amerikan silahlı kuvvetlerinin titiz organizatörüydü. Mütevazı imkânlarının tamamen farkında olan Washington, asker sayısının büyütülmesini ve orduya maddi açıdan destek sağlanmasını, neredeyse cimri denebilecek Kongre'ye düzenli halde ayrıntılı ve tam belgeli bildirilerle talep ediyordu. Birliklere en azından giyecek, yiyecek, yakacak, barınak ve cephane temin edilebilmesi için en ince ayrıntılarla bile ilgileniyordu. Sayıca daha az olan Amerikan ordusunu ancak kaçınılmaz veya koşullar bakımından avantajlı durumlarda açık muharebe meydanına sürüyordu.
Washington'un başkomutan olarak en önemli etkisi ise, ordu üzerindeki son sözü siviller tarafından seçilmiş devlet görevlilerine bırakmasının ülkesinde örnek olarak gelenek yaratmasıydı. Savaş boyunca kongre üyelerine ve devlet temsilcilerine saygı gösterip savaş bittikten sonra da önemli ölçüde büyüklüğe ulaşmış askerî gücünü sivillere teslim etti. Mart 1783'te ordu içindeki nüfuzundan faydalanarak haklarını ödemeyen kongreyi isyanla tehdit eden ordu subaylarının görevden atılmasını sağladı. Washington ordusunu terhis ederek, 2 Kasım'da askerlerine anlamlı bir veda seslenişinde bulundu.
Kızılderililer ile mücadelesi.
Washington Amerika'nın Kızılderililere karşı soykırımında önemli yer almıştır. Tümgeneral John Sullivan'a, 1779 yılında Iroquoilora saldırıp 'Yöredeki bütün yerleşim yerleri tamamen harabeye dönene kadar, barış amaçlı hiçbir görüşme önerisini dinlememe' emri verdi. Sullivan emredildiği gibi yaptı ve ilk raporunda açıkladığı gibi, yerlilerin 'geçimlerini sağlayan her şeyi yıkıp yok ettiğini, vahşi hayvanlar gibi avlandığını' bildirdi. Yapılan vahşet Washington tarafından da onaylanmıştır. Washington 1783'te şunları söylemiştir; 'Kızılderililer, Beyazlardan toplu yıkımdan başka bir şey görmeyi hak etmeyen vahşi hayvanlardır. Kurtlardan pek farkı yoktur, en sonunda her ikisi de, biçim olarak farklı olsalar da av hayvanlarıdır.' Richard Drinnon - Facing West
Başkanlık dönemi.
1787 yılında, Mayıs ayından Eylül'e kadar Philadelphia’da toplanan Kurucu Meclis'te, Amerikan Devrimi'nin liderleri yetersiz kalan Konfederasyon Maddeleri’ni değiştirmekle görevlendirilmişti. Diğer eyaletlerin 54 temsilcisiyle birlikte katılan Washington oybirliğiyle Kurucu Meclis'in başkanı seçildi. Tarafsız kalmaya çaba gösteriyor olmasına rağmen yürütme gücüne ağırlık veren bir anayasanın hazırlanmasında ve onaylanmasında büyük rol oynadı.
Anayasa tartışmalarında ilk defa ikili parti sisteminin özelliklerini içeren siyasi görüşler belirginleşmişti. Başkanlık kurumunun tasarımında, yürütmenin zayıf olmasını savunanlarla güçlü olmasını savunanlar çarpıştılar. Güçlü olmasını savunanlar, kuvvetler ayrımını gerçekleştirebilmek ve yasama gücüne karşı denge oluşturabilmek için başkanın bağımsız olmasını talep ediyorlardı. Kudretli yasama organları olan bazı eyaletlerdeki demokratların seçkin sınıfı korkuttuğu gelişmeler, caydırıcı örnek olarak gösterildi.
13 eyaletin 9'u anayasayı onaylamasından sonra, Konfederasyon Kongresi delegeleri yeni devlet başkanı olarak adı herkesin ağzında dolaşan George Washington'u 30 Nisan 1789’da, ABD tarihinde "oy birliğiyle seçilen tek başkan" olarak bu göreve seçti. Washington'un seçilmesinin başlıca sebepleri, siyasi ve askeri kazanımlarının yanı sıra partiler üstü tutumuydu.
Birinci ABD kongresi Washington'a yılda 25000 Dolar (1789'da büyük bir miktar) maaş ödemeyi kararlaştırdı. Maddi durumu iyi olan Washington, kamunun hizmetinde lider imajına sahip olmasına değer verdiği için, maaş almayı reddetti. Washington'un kendine önerilen maaşı reddetmesi ile tehlikeli bir durum ortaya çıkmıştı. Başkanlık görevi için, gelire ihtiyacı olmayan, sadece varlıklı kesimlerden adaylar çıkması gelenek olacaktı. Oysa, ABD'nin kurucu üyeleri, gelecekteki başkan adaylarının geniş bir kitleden çıkmalarını istiyorlardı. Bu yüzden, kongrenin ısrarı üzerine, Washington sonunda maaş almaya ikna oldu.
Washington, başkanlık görevini, Avrupa soylularının saray yaşantısına benzetmeden, törenlere ve ihtişama cumhuriyete uygun tarzda yaklaşarak yerine getirdi. Birçok daha haşmetli yakıştırmalar arasında, ’Mr. President’ (Sayın başkan gibi) olarak hitap edilmesini kendine en uygun olarak görüyordu. Yetenekli insanlardan oluşan kabinesini düzenli halde toplayarak, kabine üyeleriyle tartışarak, ancak son kararı kendi verip uygulayarak iyi bir yönetici olduğunu gösterdi.
ABD'nin siyasi geleceğinde partilerin kurulmamasını ümit eden Washington'un kendisi de partisizdi. Ancak, kendisine yakın bakan ve danışmanları, zamanla oluşacak siyasi partilerin iskeletini kuran iki gruba bölünmüşlerdi. Ülke ekonomisini güçlendirme amacıyla, o zamanın bakış açısıyla uçuk planları olan Maliye bakanı Alexander Hamilton, merkezci ve eliter Federalist Party’nin temel hatlarını atıyordu. Jeffersonian Republicans’ın (Jefferson’cu Cumhuriyetciler) kurucusu İçişleri Bakanı Thomas Jefferson, Hamilton’un planlarına kesinlikle karşıydı. Bu durumda, Washington kendisini Hamilton’a daha yakın görüyordu.
1791 yılında kongrenin, alkollü içeceklere tüketim vergisi uygulamaya başlaması, sınır bölgelerinde, özellikle Pensilvanya’da protestolara sebep oldu. 1794 yılında Washington’un, protestocuların eyalet mahkemesinin karşına çıkartılmaları için talimat vermesiyle, söz konusu protestolar, tarihe ’Whiskey isyanı’ (Whiskey rebellion) olarak geçerek geniş çapta ayaklanmalara dönüştü. Gelişmelere karşı önlem almak için Federal ordunun yeterli güce sahip olmaması sebebiyle Washington, 1792 yılında yürürlüğe girmiş bir yasaya dayanarak birçok eyaletten milisler topladı. Valilerin gönderdiği yaklaşık 13000 kişilik bir birliğin başına geçerek isyan halinde bölgelere doğru hareket etti. Olaylar şiddete dönüşmeden yatışmıştı. Federal hükûmet yeni anayasa altında, ülke ve vatandaşlar üzerinde otorite sağlamak için "ilk defa" askerî güç kullanmıştı.
Başkanlığın yeni bir kurum olduğunun, attığı her adımın sonraki başkanlar için örnek teşkil edeceğinin bilincindeydi Washington. Başkanlığı millî bütünlüğün sembolü ve halkın Amerikan özelliğini (karakterini) şekillendirmek için alet olarak görüyordu. Başkan iç siyasette denge için çaba gösterdi. Yönettiği kabinesinde her iki büyük parti, Federalistler ve Demokratik-Cumhuriyetçiler aynı oranda temsil edildi.
Fransız Devrimi'ne karşı pasif tutumundan dolayı eleştirilere rağmen, 1792'de üç çekimser oya karşın tekrar oy birliğiyle ikinci bir dönem için başkanlığa seçildi. 1792-97 yıllarında sürdürdüğü ikinci başkanlık döneminin 1797'de sona ermesinden sonra bir daha aday olmayacağını açıkladı. Yerine başkan yardımcısı John Adams seçildi. Washington bir süre sonra, 1799'da öldü.
Kaynakça.
Dipnotlar;
Kitaplar;
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7718",
"len_data": 17633,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.56
}
|
Reşad Ekrem Koçu (1905, İstanbul - 6 Temmuz 1975, İstanbul), Türk tarihçi ve yazardır. Tarihi konularda yazdığı fıkra, roman, hikâye ve incelemeleriyle ve en önemli yapıtı "İstanbul Ansiklopedisi"yle tanınmaktadır.
1905'te İstanbul'da doğan Koçu, Bursa Erkek Lisesi'ni ve İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü'nü 1931 yılında bitirdi. Aynı fakültede asistan oldu ancak 1933 Üniversite Reformunda hocası Ahmet Refik Altınay görevinden uzaklaştırılınca Reşad Ekrem Koçu da üniversiteden istifa etti. Alman, Kuleli, Pertevniyal ve Vefa liselerinde tarih öğretmenliği yaptı. Reşad Ekrem Koçu, 6 Temmuz 1975'te İstanbul'da öldü.
Öğretmenliği sırasında "Tarihten Sesler" gibi çeşitli dergi ve gazetelerde şiir, hikâye ve çocuk romanları, Osmanlı döneminin ilginç olaylarını ve kişilerini öyküleştirdiği "Forsa Halil" (1962), "Patrona Halil" (1967), "Erkek Kızlar" (1962) ve "Haşmetli Yosmalar" (1962) gibi kitaplar yazdı. "Evliya Çelebi Seyahatnamesi"nin (1943-1967, 6 cilt) bazı bölümlerini bugünkü dile aktardı. "Türk Giyim, Kuşam ve Süsleme Sözlüğü" (1967) ise alanında yapılmış ilk önemli çalışmadır. Reşad Ekrem Koçu'nun en önemli ve büyük yapıtı, İstanbul'u her yönüyle ayrıntılı biçimde anlatan "İstanbul Ansiklopedisi" olarak kabul edilir. Bu ansiklopedinin ilk baskısı 1944-1951 "Aba-Bahadir Sokağı" maddeleri ve ikinci baskısı 1958-1971 yayımlandı ve 11'inci ciltte 7076 sayfaya ulaşarak "Gökçınar" makalesinde yarım kaldı. Koçu'nun diğer kitapları arasında "Osmanlı Padişahları" (1960) ile "Eski İstanbul'da Meyhaneler ve Meyhane Köçekleri" (1947) ve 2 ciltlik "Kösem Sultan" sayılabilir.
Koçu'nun "İstanbul Ansiklopedisi" evraklarından oluşan bir sergi SALT ve Kadir Has Üniversitesi işbirliği ile 2023'te düzenlendi. Bu sergi ve araştırma süreci kapsamında "Başka Kayda Rastlanmadı" adıyla Koçu hakkında kapsamlı bir yayın hazırlandı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7728",
"len_data": 1838,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.59
}
|
Asunción, Paraguay'ın başkentidir. Aynı zamanda en büyük limanı ve endüstri ile kültürel yönden de en önemli kentidir.
Kentte özellikle ayakkabı, dokuma ile tütün işleme endüstrileri bulunur.
Kentte, 1992 sayımına göre 500.939 kişi yaşasa da, bu sayı birlikte büyükkenti ("Gran Asunción", "Büyük Asuncion") oluşturduğu çevre yerleşimlerle 1.500.000'i geçer.
Geçmişi.
Güney Amerika'nın en eski kentlerinden birisi olan Asuncion; aynı zamanda da, bölgedeki öteki sömürgeci kentlerini kuran Avrupalıların yola çıktıkları yer olduğu için "kentlerin anası" olarak da bilinir.
Bugünkü kent alanına sömürgeciler daha önce gelmiş olsalar da, Asuncion'da ilk yerleşim 15 Ağustos 1537'de "Nuestra Senyora de la Asunción" adı altında, "Juan de Salazar" ile "Gonzalo de Mendoza" öncüğünde kurulmuştur. İspanyol sömürge yönetimine karşı ilk ayaklanmalardan birisi "José de Antequera y Castro" önderliğinde 1731'de yapılanıdır. Daha sonraları, 1865-1870 arasındaki Üçlü Birlik Savaşı'ndan sonra, Brezilya ordusu kenti 1876'ya dek elinde tutmuştur.
Bugünü.
Kentte, Godoi müzesi ile "La Encarnacion" kilisesinin yanı sıra, Paris'teki "Les Invalides"in küçük bir benzeri olan ve Paraguay'ın geçmişteki kahramanlarının yattığı "Panteón Nacional" bulunur. Öteki görülebilecek yerler arasında, başkanlık sarayı, eski Senato yapısı, "Catedral Metropolitana" (Büyükkent katedrali) ile kentteki sömürge mimarisinin ender örneklerinden olan "Casa de Independencia" ("bağımsızlık evi/sarayı") sayılabilir.
Kentin ana bölgesi (liman yakınları ile "Plaza de los Heroes" ve "Plaza Uruguaya" çevresi) 1970'ler ve 1980'lerdeki yapılaşma sonucu sömürge döneminden kalan özelliğini yitirmiştir. Akşamları güvensiz sayılabilecek bu bölgeye oranla, kentin "iyi bölgeleri" olarak daha çok durumu iyi olanların yaşadığı "Avenida San Martin" ("Ermiş Martin Caddesi") yönündeki varoşlar sayılabilir.
Kentte, devlete bağlı Universidad Nacional ("Ulusal Üniversite") ile (Katolik Kilisesince işletilen özel) Universidad Catolica üniversitelerinin yanı sıra birkaç küçük özel üniversite de bulunur.
Kentin öteki yerlerle ulaşımı, bir ırmak limanı, uluslararası bir havaalanı ve kentlerarası bir otobüs terminali ile sağlanır.
1 Ağustos 2004'te, en az 464 kişinin ölümüne ve yaklaşık 409 kişinin yaralanmasına yol açan süpermarket yangını, Paraguay'ın yakın geçmişindeki en acı olaylardan biridir. Olayda, alışveriş yapanların çoğunluğu yangında kaçış kapıları olmadığı için pencerelerden atlamak zorunda kalmışlardır. Ayrıca güvenlik görevlilerinin alıcılar ödemeden ayrılmasınlar diye kapıları kilitledikleri öne sürülmüştür. Daha da kötüsü, yangına gelen itfaiye görevlilerinin, yangında ölenleri soyduklarını gösterir görüntü kayıtları olduğu duyumları alınmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7729",
"len_data": 2726,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.47
}
|
Alfabe veya abece, her biri dildeki bir sese karşılık gelen harfler dizisidir. "Abece" kelimesi, Türkçedeki ilk üç harfin okunuşundan oluşur. Benzer biçimde Fransızca kökenli “Alphabet” kelimesinden Türkçeye geçen "alfabe" sözcüğü, eski Yunancadaki ilk iki harf olan "alfa" ile "beta"nın okunuşundan gelir.
Türk alfabesinde 0 harf bulunur.
Diller, yazıya geçirilme şekilleri itibarıyla ikiye ayrılır;
Alfabeyi oluşturan her bir elemanın genelde bir anlamı olmaz, sadece çıkarılması gerekli sesi belirtir ve ancak diğer harflerle yan yana geldiğinde belli bir anlam kazanır. Dünyadaki dillerin büyük çoğunluğu, fonogram kullanarak yazılır.
Böyle dillerde -genelde- her simge, bir nesneyi tanımlar ve görece çok az tanım iki veya fazlası karakterle ifade edilir. Örnek: Çince, Japonca.
Tarih.
Alfabenin doğuşu, yazının doğuşuyla eş zamanlıdır ve Sümerlere yani günümüzden 5000 yıl önceye tarihlenir. Bilindiği üzere buna çivi yazısı (cuneiform) adı verilir. Çivi yazısına benzer simgelerle Sümerler'i takip eden (Asur, Babil, Elam, Akad, Hitit vs.) birçok Mezopotamya uygarlığı; dillerini kâğıda, taşa, toprağa dökmüşlerdir.
Çivi yazısının ardından Eski Mısır'da hiyeroglifler ortaya çıkmıştır. İlk çıkışındaki kullanım özellikleriyle ideogramatik yazı mantığı taşımaktadır.
Bu iki abece türü yanında bir de Ege Adaları kökenli, günümüzde hâlâ çözülememiş, linear A ve linear B diye birbirinin devamı iki alfabe ile Maya Uygarlığı kökenli Kolomb öncesi Güney Amerika alfabeleri vardır.
Modern alfabenin kökeni, Fenike alfabesine dayanmaktadır. Bazı araştırmacılara göre Fenikeliler de bu yazı sistemini, Mısır hiyerogliflerinden esinlenerek oluşturmuştur. Fakat Fenikelilerle birlikte tek bir harfe karşılık tek bir ses kullanma kavramı ortaya çıkmıştır. Fenike alfabesi, Fenikelilerin tüccar olmasının da yardımıyla bütün Akdeniz çevresine yayılmıştır. Arapların, Yunanların, İbranilerin ve Latinlerin alfabeleri hep Fenike alfabesinden türemiştir.
Türklerin tarih boyunca kullandığı alfabeler.
Türkler, ilk olarak ulusal bir alfabe olan 38 harfli Orhun alfabesini kullanmışlardır. Bu alfabe ile yazılan ilk yazı örnekleri MÖ 5. yüzyılda Issıg (Esik) Kurganında bulunmuştur. Daha sonra 9. yüzyıldan sonra kısa bir süre Uygur alfabesi olarak anılacak olan 18 harfli Sogd alfabesini kullandılar. İslamiyetle birlikte Arap alfabesi yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Rusya, Orta Asya Türklerinin alfabesini 1926'da Latin alfabesine, 1930'da ise Kiril Alfabesine çevirmiştir. Türkiye, 1928'de Latin alfabesini kullanmaya başlamıştır. Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan gibi Türk ülkeleri bağımsızlıklarını ilan ettikten sonra Latin Alfabesine geçmişlerdir. Ancak Kırgızistan gibi Kiril alfabesini sürdüren ülkeler de bulunmaktadır. Bugün Türkler arasında en yaygın alfabe, Latin ve Kiril alfabeleridir.
Karay Türkleri gibi Yahudi Türk toplumları, İbrani alfabesini de kullanmışlardır. Bunun dışında Ermeni alfabesi, Hint alfabesi, Çin alfabesi gibi alfabeleri kullanan küçük Türk toplulukları da olmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7730",
"len_data": 3008,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.96
}
|
Demokrasi veya el erki, halkın yasaları müzakere etme ve yasal düzenlemelere karar verme yetkisine (doğrudan demokrasi) veya bunu yapmak için yönetim görevlilerini seçme yetkisine (temsili demokrasi) sahip olduğu bir yönetim biçimidir. Kimin "halk" kabul edildiği ve yetkinin insanlar arasında nasıl paylaşıldığı veya hangi yetkilerin verildiği konuları zaman içinde ve farklı ülkelerde farklı oranlarda değişiklik göstermiştir. Demokrasinin özellikleri arasında genellikle toplanma özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, mülkiyet hakları, din özgürlüğü, ifade özgürlüğü, vatandaşlık, yönetilenlerin rızası, genel oy hakkı, özgürlük hakkından ve yaşam hakkından haksız yere mahrum bırakılmamak ve azınlık hakları yer alır. Türkçeye (Fransızca: "démocratie") kelimesinden geçmiştir.
Ana yurdu Antik Yunanistan'daki filozoflar Aristo ve Platon (Eflatun) tarafından eleştirilmiş, halk içinde "ayak takımının yönetimi" gibi aşağılayıcı kavramlarla nitelendirilmiştir. Fakat demokrasi diğer yönetim şekillerinin arasından sıyrılarak günümüzde en yaygın kullanılan devlet sistemi haline gelmiştir. Demokrasinin çok sayıda değişik tanımı vardır. Karl Popper'e göre demokrasi "klasik" anlamıyla "halkın yönetimi ve halkın yönetme hakkı" olarak tanımlanabilirken, liberal, komünist, sosyalist, muhafazakâr, anarşist düşünürler kendi sistemlerinin erdemlerini ön plana çıkarmaya çalışmışlardır.
Demokrasi, genellikle devlet yönetim biçimi olarak değerlendirilmesine rağmen, üniversiteler, işçi ve işveren organizasyonları ve bazı diğer sivil kurum ve kuruluşlar da demokrasi ile yönetilebilir.
Demokrasi kavramı zaman içinde önemli ölçüde evrim geçirmiştir. Tarih boyunca, doğrudan demokrasi örneklerine rastlanabilir, bu tür demokrasilerde topluluklar halk meclisleri aracılığıyla kararlar alırlar. Günümüzde ise demokrasinin egemen formu temsilci demokrasidir, vatandaşlar hükûmet yetkililerini seçerek, onların adına parlamento ya da başkanlık sistemi gibi şekillerde yönetimi sağlarlar.
Demokrasilerin yaygın günlük karar alma süreci çoğunluk kuralıdır, ancak çoğunluk ve uzlaşı gibi diğer karar alma yaklaşımları da demokrasiler için önemli olmuştur. Bu yaklaşımlar, hassas konularda kapsayıcılık ve daha geniş bir meşruiyetin önemli bir amacını hizmet eder ve çoğunlukçu yaklaşımı dengeleyerek anayasa düzeyinde öncelik kazanır. Liberal demokrasinin yaygın türünde, çoğunluğun güçleri temsilci demokrasinin çerçevesi içinde kullanılır, ancak anayasa ve bir üst mahkeme çoğunluğu genellikle tüm bireylerin belli temel haklarının korunması yoluyla azınlığı korur örneğin ifade özgürlüğü veya örgütlenme özgürlüğü gibi hakları korumakla yükümlüdürler.
Demokrasi, Türkçeye, Fransızca "démocratie" sözcüğünden geçmiş olup Türkçede ilk kullanımı 1870'lerin başında tespit edilmiştir. Kelime Fransızcaya Latinceye "dēmocratia" şekliyle Grekçeden ödünçleme vasıtasıyla girmiştir. Nihai olarak sözcük halk, ahali anlamındaki δῆμος ("dêmos") ile egemen, muktedir anlamındaki κράτης ("krátēs") kelimelerinin birleştirilmesi ile oluşturulmuş Grekçe δημοκρατεία () sözcüğünden türemiştir.
Tanımı.
Demokrasinin tanımı tartışması günümüzde hâlâ devam eden bir tartışmadır. Bunun sebepleri arasında ülkelerdeki bazı kurumların görüşlerini haklı çıkartmak adına demokrasi tanımını kullanmaları, demokratik olmayan devletlerin kendilerini demokratik olarak tanıtma çabaları ve aslında genel bir kavram olan demokrasinin tek başına kullanılması (Anayasal demokrasi, sosyal demokrasi, liberal demokrasi vb.) gibi sebepler gösterilebilir. Demokrasilerin birçoğunda çoğunluk kuralı uygulanır, ancak bazı durumlarda çoğulluk kuralı, nitelikli çoğunluk kuralı (anayasa gibi) veya konsensüs kuralı (İsviçre'de olduğu gibi) uygulanır. Liberal demokrasinin yaygın bir uygulamasında, çoğunluğun yetkileri temsili demokrasi çerçevesinde kullanılır, ancak anayasa ve yüksek mahkeme çoğunluğu sınırlar ve azınlığı korur, genellikle ifade özgürlüğü veya dernek kurma özgürlüğü gibi belirli bireysel hakların herkes tarafından kullanılmasını güvence altına alır.
Toplum.
Çoğunluk, azınlık, fakir veya zengin olsun demokrasilerin ortak yönü halka dayanmasıdır. Günlük hayatta toplumun, bir ülkede yaşayan tüm insanları kapsadığı düşünülse de pratikte demokrasi tarihinden beri –sürekli olarak genişletilse de- halka bir sınırlama konmuştur. Örneğin Fransız Devrimi’nden sonra yapılan seçimlerde oy verme hakkı sadece belli miktarda vergi verebilen vatandaşlara tanınıyordu, ABD’de güney eyaletlerdeki siyah ırkın ilk kez oy kullanabildiği tarih 1960'lardır. Kadınlara seçme hakkı ilk kez 1893'te Yeni Zelanda'da verilmiştir. Seçimlere tam katılım hakkı ise 20. yüzyıla kadar hiçbir ülkede verilmemiştir. Bu verilere, halkı oluşturan bireylerin öz iradelerinden kaynaklanan mutabık olmama durumunu da katarsak; pratikte "halk" çoğunluk anlamına dönüşür.
Demokrasiye yapılan atıflarda görüleceği üzere, halkın kendi kendini yönetmesi temel dayanaktır. Bu ise kendileri adına karar alacak kişileri seçmeyi sağlayan oy vermenin yanında referandumlar gibi doğrudan etki yoluyla veya miting, gösteri gibi dolaylı yollarla sağlanır.
Özellikleri.
Demokrasinin genellikle oylama ile tanımlandığı kabul edilse de, demokrasinin kesin bir tanımı konusunda bir fikir birliği yoktur. Karl Popper, demokrasinin "kısacası, demokrasinin halkın yönetimi olduğu ve halkın yönetmeye hakkı olduğu" teorisinin "klasik" görüş olduğunu belirtir. Kofi Annan ise "dünyadaki demokratik uluslar kadar farklı demokrasi biçimleri bulunmaktadır" şeklinde ifade eder. Bir çalışma, demokrasiyi tanımlamak için İngilizce dilinde kullanılan 2.234 sıfatı belirlemiştir.
Demokratik prensipler, tüm seçilebilir vatandaşların yasalar önünde eşit olduğu ve yasama süreçlerine eşit erişime sahip olduğu şekilde yansır. Örneğin, temsilî demokraside her oy eşit ağırlığa sahiptir, temsilci olmak isteyen herkese makul olmayan kısıtlamalar uygulanamaz ve seçilebilir vatandaşların özgürlüğü, genellikle bir anayasa tarafından korunan meşru haklar ve özgürlüklerle güvence altına alınır. "Demokrasi" teriminin diğer kullanımları arasında doğrudan demokrasi de bulunur, bu durumda konular doğrudan seçmenler tarafından oylanır.
Bir teori, demokrasinin üç temel ilkeye ihtiyaç duyduğunu savunur: yukarıdan aşağıya kontrol (egemenliğin en düşük yetki seviyelerinde bulunması), siyasi eşitlik ve bireylerin ve kurumların yalnızca yukarıdan aşağıya kontrol ve siyasi eşitlik ilkesini yansıtan kabul edilebilir davranışları dikkate aldığı sosyal normlar. Hukuki eşitlik, siyasi özgürlük ve hukukun üstünlüğü genellikle iyi işleyen bir demokrasinin temel özellikleri olarak belirlenir.
"Demokrasi" terimi bazen liberal demokrasi için kısaltma olarak kullanılır. Liberal demokrasi, siyasi çoğulculuk, hukuk önünde eşitlik, seçilmiş yetkililere başvurarak şikayetlerin çözülmesi hakkı, yargı süreci, sivil özgürlükler, insan hakları ve hükûmet dışında sivil toplumun öğeleri gibi unsurları içeren temsili demokrasinin bir türüdür. Roger Scruton, sivil toplum kurumlarının da mevcut olmadığı sürece demokrasinin kişisel ve siyasi özgürlükleri sağlayamayacağını savunmuştur.
Bazı ülkelerde, özellikle Westminster sisteminin uygulandığı Birleşik Krallık'ta, egemenlik ilkesi parlamentodadır, ancak yargı bağımsızlığı korunur. Hindistan'da ise parlamento egemenliği, Hindistan Anayasası'na tabidir ve anayasa yargı denetimini içerir. "Demokrasi" terimi genellikle bir siyasi devlet bağlamında kullanılsa da, bu prensipler aynı zamanda özel kuruluşlar için de uygulanabilir.
Demokrasilerde birçok karar alma yöntemi kullanılır, ancak çoğunluk kuralı baskın bir formdur. Tazminat olmadan, yani bireysel veya grup haklarının yasal korunmasının olmaması durumunda, siyasi azınlıklar "çoğunluğun zulmü" ile ezilebilir. Çoğunluk kuralı rekabetçi bir yaklaşımdır ve uzlaşı demokrasisine karşı gelir, bu da seçimlerin ve genellikle müzakerenin nitelikli ve prosedürel olarak "adil" yani adil ve eşit olduğu anlamına gelir. Bazı ülkelerde, siyasi ifade özgürlüğü, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve internet demokrasisi, seçmenlerin iyi bilgilendirilmiş olmalarını sağlamak ve kendi çıkarlarına göre oy kullanmalarını mümkün kılmak için önemli görülür.
Aynı zamanda demokrasinin temel bir özelliği, tüm seçmenlerin toplumun yaşamına özgürce ve tam olarak katılma yeteneğidir. Sosyal sözleşme ve tüm seçmenlerin kolektif iradesi vurgulanarak, demokrasi aynı zamanda siyasi kolektivizmin bir biçimi olarak da nitelendirilebilir, çünkü demokrasi, tüm uygun vatandaşların yasa yapım sürecinde eşit söz hakkına sahip olduğu bir hükûmet biçimi olarak tanımlanır.
Cumhuriyetler, yönetilenlerin rızası ilkesi nedeniyle demokrasi ile sık sık ilişkilendirilse de, zorunlu olarak demokrasiler değildir, çünkü cumhuriyetçilik insanların nasıl yönetileceğini belirtmez. Klasik anlamda "cumhuriyet" terimi, hem demokrasileri hem de aristokrasileri kapsıyordu. Modern anlamda cumhuriyetçi hükûmetb içimi, bir hükümdarın olmadığı bir hükûmet biçimidir. Bu nedenle, demokrasiler cumhuriyet veya anayasal monarşiler olabilir, örneğin Birleşik Krallık gibi.
Tarihçe.
Antik dönem.
Demokrasi ilk olarak Eski Yunanistan'da, şehir devletlerinde uygulandı. Demokrasiye çok yakın olan bu sistem Atina demokrasisi olarak da anılır. Teoride bütün yurttaşlar mecliste oy verme ve fikrini söyleme hakkına sahipti fakat o günün koşullarına göre kadınlar, köleler ve o şehir devletinde doğmamış olanlar (metikler, yerleşik yabancılar) bu haklara sahip değildi. Bu sistemin en güçlü uygulayıcısı olarak Atina'yı ele alırsak: M.Ö. 4. yüzyılda nüfusun 250.000-300.000 arasında olduğu tahmin edilir. Bu nüfusun 100.000'i Atina vatandaşı ve Atina vatandaşları arasında da sadece 30.000'inin oy verme hakkına sahip yetişkin erkek nüfusu bulunduğu tahmin edilir.
Roma İmparatorluğu döneminde uygulanan devlet sistemi, temsilî demokrasiye yakın bir nitelik taşımaktaydı. Demokratik haklar genellikle sosyal sınıf ayrımına göre şekillenirdi ve "güç" elitlerin elindeydi. Bununla beraber, Eski Hindistan'da bazı bölgelerde uygulanan sistemler de temsilî demokrasiye benzetilir. Roma İmparatorluğu ile paralel olarak, kast sisteminin varlığı, "gücün" varlıklı ve asil bir azınlığın elinde olduğu söylenebilir.
Orta çağ.
Orta Çağ'da demokrasinin gelişme süreci içindeki en büyük olay İngiltere'de kralın yetkilerini din adamları ve halk adına sınırlayan Magna Carta Libertatum'un (Büyük sözleşme) imzalanmasıdır. Bu belge doğrultusunda ilk seçimler 1265 yılında yapılmıştı. Fakat bu seçimlere, yapılan kısıtlamalar sebebiyle halkın çok az bir bölümü katılabilmişti.
Birçok ülkede devlet yönetiminde zaman zaman demokrasiye benzer uygulamalar yapılmıştı. Örneğin İtalyan şehir devletlerinde, İskandinav ülkelerinde, İrlanda'da ve değişik ülkelerde bulunan küçük otonom bölgelerde demokrasinin prensiplerinden seçim yapılması, meclis oluşturulması gibi uygulamalar oluyordu. Fakat hepsinde demokrasiye katılım erkek olma, belli miktarda vergi verme gibi standartlarla kısıtlanıyordu.
Erken modern dönem.
17. yüzyılda Magna Carta'ya olan ilgi yeniden canlandı. İngiltere Parlamentosu, 1628'de Petition of Right'i kabul etti ve bu, vatandaşlar için belirli özgürlükleri tesis etti. İngiliz İç Savaşı (1642-1651), Kral ve seçilmiş bir parlamento arasında güçler dağıtıldı; bu sırada, siyasi parti fikri, 1647 Putney Tartışmaları sırasında politik temsil hakları konusunu tartışan gruplarca şekillendi. Bunu takiben, Protectorate dönemi (1653-59) ve İngiliz Restorasyonu (1660), dönemleri daha otoriter bir yönetimi şekillendirdi. Ancak, parlamento, 1679'da Habeas Corpus Yasası'nı geçirdi ve bu, yeterli neden veya delil olmaksızın gözaltını yasaklayan geleneksel bir kuralı güçlendirdi. 1688 yılındaki Muhteşem Devrim'in ardından, 1689'da Haklar Bildirisi kabul edildi ve belirli hakları ve özgürlükleri kodifikasyon altına aldı (hala yürürlüktedir). Bu Bildiri, düzenli seçimler için gerekliliklerini, Parlamento'da konuşma özgürlüğünün çerçevesini belirledi ve monarşinin gücünü sınırlayarak, o dönemde Avrupa'nın çoğundan farklı olarak, kraliyet mutlakiyetinin sınırlanmasını Muhteşem Devrim'de uygulanan politikalar, hükûmeti sınırlama ve mülkiyet haklarına koruma sağlama konusunda büyük bir başarı olarak tanımlanmıştır.
17. yüzyılda Magna Carta'ya olan ilgi, Britanya Adaları'nda siyaset felsefesinin gelişmesine neden oldu. Thomas Hobbes, ayrıntılı bir şekilde sosyal sözleşme teorisini ilk kez ortaya koyan filozoftu. Leviathan'da yazan Hobbes, doğada yaşayan bireylerin yaşamlarının "yalnız, fakir, iğrenç, vahşi ve kısır" olduğunu ve sürekli olarak herkesin herkese karşı bir savaş yürüttüğünü teorize etti. Anarşik bir doğa yaşamının meydana gelmesini önlemek için Hobbes, bireylerin haklarını güçlü, otoriter bir güce devrettiğini düşündü. Başka bir deyişle, Hobbes, kendi görüşüne göre en iyi yönetim biçimi olan mutlak monarşiyi savundu. Daha sonra filozof ve doktor John Locke, sosyal sözleşme teorisine farklı bir yorum getirecekti. İki Hükûmet Üzerine Deneme (1689) adlı eserinde yazan Locke, tüm bireylerin yaşam, özgürlük ve mülkiyet gibi devredilemez haklara sahip olduğunu ileri sürdü. Locke'ye göre bireyler, haklarını savunmak amacıyla isteyerek bir araya gelir ve bir devlet oluştururlardı. Locke için özellikle mülkiyet hakları önemliydi ve bu hakların korunmasını Locke, bir hükûmetin temel amacı olarak değerlendirdi. Ayrıca Locke, hükûmetlerin yalnızca halkın onayına sahipse meşru olduğunu ifade etti. Locke'a göre, vatandaşlar, çıkarlarına karşı hareket eden veya despotik hale gelen bir hükûmete karşı isyan etme hakkına sahipti. Yaşamı boyunca geniş bir okuyucu kitlesi tarafından yaygın olarak okunmasa da, Locke'un eserleri liberal düşüncenin kurucu belgeleri olarak kabul edilir ve Amerikan Devrimi'nin liderleri üzerinde derin bir etki bıraktıktan sonra daha sonra Fransız Devrimi'nin fikri temellerini de derinden etkilemiştir. Locke'un liberal demokratik yönetim çerçevesi, dünyadaki genel demokrasi kabulüdür.
Kuzey Amerika'da ilk temsilî hükûmet, 1619'da Jamestown, Virginia'da Burgesses Meclisinin seçilmesiyle başladı. 1620'den itibaren göç eden İngiliz Püritenler, yerel yönetimleri demokratik olan New England kolonilerini kurdu; bu yerel meclislerin bir miktar yetkisi olsa da, nihai yetki Kral ve İngiliz Parlamentosu tarafından elde tutulmaktaydı. Bu kolonileri kuran Püritenler, Baptistler ve Kuveykırlar, bu kolonilerin idaresi için dünya işlerinde kendi cemaatlerinin demokratik organizasyonunu kullandılar.
18. ve 19. yüzyıllar.
18. ve 19. yüzyıllarda demokrasi, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile hızlıca yükselen bir değer haline gelmiştir. Bu yüzyıllardan önce demokrasi büyük devletlere değil, sadece küçük topluluklara uyan bir hükûmet şekli olarak anılıyor ve esas itibarıyla doğrudan demokrasi olarak tanımlanıyordu. ABD'nın kurulmasını sağlayanların oluşturduğu sistem ilk liberal demokrasi olarak tanımlanabilir. 1788 yılında kabul edilen Amerikan anayasası hükûmetlerin seçimlerle kurulmasını ve insan hak ve özgürlüklerinin korunmasını sağlıyordu. Bundan daha önce de koloni döneminde Kuzey Amerika'daki kolonilerin birçoğu demokratik özellikler taşıyordu. Koloniden koloniye farklılaşmakla beraber, hepsinde belli miktarda vergi veren veya istenen bazı sıfatları karşılayabilen beyaz erkeklerin seçme hakları vardı. Amerikan İç Savaşı'nın ardından 1860'larda yapılan değişikliklerle kölelere özgürlük sağlandı ve demokrasinin temel ilkelerinden biri olan oy verme hakkı "On Beşinci Anayasa Değişikliği" ile tanındı ancak güney eyaletlerinde siyahlar 1960'lara kadar oy verme hakkını kullanamamışlardır.
1789 Fransız Devrimi'nde ise bir anayasa hazırlanarak iktidar halkın seçeceği bir parlamento ile kral arasında paylaştırıldı. Ulusal Konvansiyon hükûmeti genel oy ve iki dereceli bir seçimle iş başına geldi. Fakat ilerleyen yıllarda Napolyon'un başa geçmesiyle demokrasiden oldukça uzaklaştı.
20. ve 21. yüzyıllar.
20. yüzyılda liberal demokrasiye geçişler, savaşlardan, devrimlerden, dekolonizasyondan ve dini ve ekonomik koşullardan kaynaklanan ardışık "demokrasi dalgaları" ile gerçekleşti. Aynı zamanda 1920'lerde ve 30'larda, 1960'lar ve 1970'lerde ve 2010'larda "demokratik gerileme" adı verilen küresel geri dönüş dalgaları da yaşandı ve demokratikleşmeyi tersine çevirdi.
I. Dünya Savaşı ve otoriter imparatorlukların çöküşü, Avrupa'da yeni ulus-devletlerin oluşturulmasına yol açtı; bunların çoğu en azından adıyla demokratikti. 1920'lerde demokratik hareketler gelişti ve kadınların oy hakkı genişledi, ancak Büyük Buhran hayal kırıklığı yarattı ve Avrupa, Latin Amerika ve Asya ülkelerinin çoğu güçlü lider yönetimine veya diktatörlüğe döndü. Faşizm ve diktatörlük Nazi Almanya'sında, İtalya'da, İspanya'da ve Portekiz'de yayılırken, Baltık ülkeleri, Balkanlar, Brezilya, Küba, Çin ve Japonya gibi diğer bazı ülkelerde de demokratik olmayan hükûmetler ortaya çıktı.
II. Dünya Savaşı, Batı Avrupa'da bu eğilimi kesin bir şekilde tersine çevirdi. Amerikan, İngiliz ve Fransız işgal bölgeleri Almanya'nın, Avusturya'nın, İtalya'nın ve Japonya'nın işgal edilen bölgelerinin demokratikleşmesi, sonraki hükûmet değişim teorisi için bir model olarak hizmet etti. Ancak, Doğu Avrupa'nın çoğu, Almanya'nın Sovyet işgal bölgesi de dahil olmak üzere, demokratik olmayan Sovyet egemenliğindeki bloğa düştü.
Savaşın ardından dekolonizasyon dönemi yaşandı ve çoğu yeni bağımsız devlet demokratik anayasalara sahipti. Hindistan dünyanın en büyük demokrasisi olarak ortaya çıktı. İngiliz İmparatorluğu'nun bir parçası olan ülkeler genellikle Westminster modelini benimsedi. 1960 yılına gelindiğinde, ülkelerin ezici çoğunluğu demokrasiydi, ancak dünyanın çoğunluk nüfusu, "Komünist" devletlerde ve eski sömürgelerde olduğu gibi sahte seçimler ve diğer hileli yöntemlerle deneyimlenen sözde demokrasilerde yaşıyordu.
Sonraki demokratikleşme dalgası, birçok ülke için gerçek anlamda liberal demokrasiye doğru önemli kazanımlar getirdi ve "üçüncü demokratikleşme dalgası" olarak adlandırıldı. 1970'ler ve 1980'lerde Portekiz, İspanya ve Güney Amerika'daki birkaç askeri diktatörlük, sivil yönetimlere geri döndü. Bunun ardından Doğu ve Güney Asya ülkeleri, 1980'lerin ortalarından sonlarına doğru aynı yolu izledi. 1980'lerdeki ekonomik sıkıntılar ve Sovyet baskısına duyulan hoşnutsuzluk, Sovyetler Birliği'nin çöküşüne, Soğuk Savaş'ın sona ermesine ve eski Doğu Bloku ülkelerinin demokratikleşmesi ve liberalleşmesine katkıda bulundu. Yeni demokrasilerin en başarılı olanları coğrafi ve kültürel olarak Batı Avrupa'ya en yakın olanlardı ve şu anda Avrupa Birliği üyesi veya aday ülkelerdir. 1986 yılında, en önemli Asya diktatörlüğü olan Filipinler'in devrilmesinin ardından yeni demokratik rejim Corazon Aquino'nun yükselişi ile Asya Demokrasisi'nin Annesi olarak bilinecek kişi tarafından kuruldu.
Liberal eğilim, 1990'lı yıllarda Afrika'daki bazı ülkelere yayıldı, en belirgin örnek Güney Afrika'da yaşandı. Son dönemdeki liberalleşme girişimlerinin bazı örnekleri arasında 1998 Endonezya Devrimi, Yugoslavya'da Bulldozer Devrimi, Gürcistan'da Gül Devrimi, Ukrayna'da Turuncu Devrim, Lübnan'da Sedir Devrimi, Kırgızistan'da Lale Devrimi ve Tunus'ta Yasemin Devrimi yer alıyor.
2007 yılında Freedom House'a göre 123 seçimle işbaşına gelen demokrasi bulunuyordu (1972'de 40'a yükseldi). Dünya Demokrasi Forumu'na göre ise seçimle işbaşına gelen demokrasiler, şu anda var olan 192 ülkenin 120'sini temsil ediyor ve dünya nüfusunun %58.2'sini oluşturuyor. Aynı zamanda Freedom House'un özgür ve temel insan haklarına saygılı olarak gördüğü liberal demokrasiler, sayıları 85 olup dünya nüfusunun %38'ini temsil ediyor. Ayrıca, 2007 yılında Birleşmiş Milletler, 15 Eylül'ü Uluslararası Demokrasi Günü olarak ilan etti.
Birçok ülke, oy verme yaşını 18'e düşürdü; büyük demokrasiler bunu 1970'lerde Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'da başladı. Çoğu seçimle işbaşına gelen demokrasi, 18 yaşından küçükleri oy vermekten hâlâ hariç tutmaya devam ediyor. Brezilya, Avusturya, Küba ve Nikaragua gibi birçok ülkede ulusal seçimlerde oy yaşı 16'ya indirilmiştir. Kaliforniya'da, 2004 yılında 14 yaşında bir çeyrek oy ve 16 yaşında yarım oy verilmesine izin veren bir teklif sonunda yenilgiye uğradı. 2008 yılında Alman parlamentosu, her vatandaşa doğumda oy hakkı tanıyan ancak çocuk haklarını talep edene kadar bir ebeveyn tarafından kullanılacak bir yasa tasarısını önerdi ancak bu tasarı rafa kaldırıldı.
Freedom House'a göre, 2005 yılından itibaren dünya genelinde siyasi haklar ve sivil özgürlüklerdeki düşüşler, iyileşmelerden daha fazla olmuştur ve bu süre zarfında popülist ve milliyetçi siyasi güçler Polonya'dan (Hukuk ve Adalet Partisi altında) Filipinler'e (Rodrigo Duterte yönetiminde) kadar her yerde güç kazanmıştır. 2018 yılında yayınlanan bir Freedom House raporuna göre, çoğu ülkenin Demokrasi Skorları, 12 yıl üst üste düşmüştür. The Christian Science Monitor, milliyetçi ve popülist siyasi ideolojilerin Polonya, Türkiye ve Macaristan gibi ülkelerde hukukun üstünlüğüne zarar vererek güç kazandığını bildirdi. Örneğin, Polonya'da Cumhurbaşkanı, Avrupa Komisyonu'nun hukuki itirazlarına rağmen 27 yeni Yüce Mahkeme hakimi atadı. 2017 Türkiye Anayasa Değişikliği Referandumu'nda değişiklik teklifi, özellikle güçler ayrılığı ilkesinin, hükûmetin denetlenebilirliğinin ve meclisin sorgulanabilirliğinin ortadan kaldırıldığı gerekçeleriyle muhalefet partilerinden ve sivil toplum örgütlerinin sert tepkilerine maruz kaldı. Kemal Gözler ve İbrahim Kaboğlu gibi anayasa profesörleri, değişikliklerin meclisi neredeyse tamamen güçsüz kılarak yasama, yürütme ve yargı güçlerini cumhurbaşkanının eline vereceğini belirtti. 4 Aralık 2016'da Atatürkçü Düşünce Derneği, Birleşik Kamu İş Konfederasyonu ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) tarafından anayasa değişikliğine karşı Ankara'da düzenlenecek olan miting Ankara Valiliği tarafından yasaklandı; bunun üzerine adı geçen oluşumlar tarafından yapılan yürüyüşte başkanlık sisteminin laik ve demokratik hukuk devleti değerlerini tehdit ettiği belirtilerek değişiklik teklifinin iptali çağrısı yapıldı.
2010'larda yaşanan "demokratik gerileme", ekonomik eşitsizlik ve toplumsal hoşnutsuzluk, kişisellik, COVID-19 pandemisinin kötü yönetimi gibi faktörlere bağlanmıştır. Ayrıca, hükûmetin sivil toplumu manipüle etmesi, "toksik kutuplaşma", yabancı ülkelerin yanıltıcı bilgi kampanyaları, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, aşırı icraat gücü ve muhalefetin azalan gücü gibi diğer faktörler de etkili olmuştur. Demokrasilerde, kültürel muhafazakarlık ile solcu ekonomi tutumlarını birleştiren "koruma temelli" tutumlar, otoriter yönetim biçimlerini desteklemeye en güçlü öngörücü olarak görülmüştür.
Teori.
İlk teoriler.
Aristoteles, demokrasi/timokrasi olarak adlandırdığı çoğunluk tarafından yönetim ile azınlık tarafından yönetim (oligarşi/aristokrasi) ve tek bir kişi tarafından yönetim (tiranlık ya da günümüzde otokrasi/mutlak monarşi) arasında karşılaştırma yapmıştır. Ayrıca, her sistemde iyi ve kötü birer varyant olduğunu düşünmüştür (demokrasiyi timokrasinin bozulmuş karşılığı olarak görmüştür).
Erken ve Rönesans dönemi Cumhuriyet teorisyenleri arasında yaygın bir görüş, demokrasinin sadece küçük siyasi topluluklarda var olabileceğiydi. Roma Cumhuriyeti'nin büyüdükçe veya küçüldükçe monarşiye dönüşmesinin sonuçlarını dikkate alan Cumhuriyet teorisyenleri, toprak ve nüfusun genişlemesinin kaçınılmaz olarak tiranlığa yol açtığını savunuyordu. Demokrasi, bu nedenle tarihsel olarak oldukça kırılgan ve nadir görülen bir yapıydı, çünkü sadece küçük siyasi birimlerde hayatta kalabilirdi ve boyutlarından dolayı daha büyük siyasi birimler tarafından fethedilebilirdi. Montesquieu ünlü bir şekilde "bir cumhuriyet küçükse, dış bir güç tarafından yok edilir; büyükse, iç bir kusur tarafından" demiştir. Rousseau ise şöyle iddia etmiştir: "Dolayısıyla küçük devletlerin doğal özelliği cumhuriyet olarak yönetilmektir, orta büyüklükte olanlar monarşinin ve büyük imparatorluklar ise despot prensin etkisi altına girmektir."
Günümüzdeki teoriler.
Modern siyasi teorisyenler arasında, üç farklı demokrasi kavramı bulunmaktadır: Çoğulcu demokrasi, müzakereci demokrasi ve radikal demokrasi.
Çoğulcu demokrasi.
Çoğulcu demokrasi teorisi, demokratik süreçlerin amacının vatandaşların tercihlerini toplamak ve onları bir araya getirerek toplumun hangi sosyal politikaları benimsemesi gerektiğini belirlemek olduğunu iddia eder. Bu nedenle, bu görüşün savunucuları demokratik katılımın öncelikle oylamaya odaklanması gerektiğini düşünürler, burada en çok oyu alan politika uygulanır.
Farklı çoğulcu demokrasi varyasyonları bulunmaktadır. Minimalizm altında, demokrasi bir hükûmetsistemi olarak kabul edilir ve vatandaşlar düzenli seçimlerde siyasi liderlere yönetme hakkını vermiştir. Bu minimalist kavrayışa göre, vatandaşlar "hükmetme" yetkisine sahip değildir ve olmamalıdır çünkü çoğu konuda, çoğu zaman açık görüşlere sahip değillerdir veya görüşleri sağlam temellere dayanmamaktadır. Joseph Schumpeter, bu görüşü en ünlü şekilde "Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi" kitabında ifade etmiştir. Minimalizmin çağdaş savunucuları arasında William H. Riker, Adam Przeworski ve Richard Posner bulunmaktadır.
Diğer yandan, doğrudan demokrasi teorisine göre, vatandaşlar yasama önerileri üzerinde temsilcileri aracılığıyla değil doğrudan oy kullanmalıdır. Doğrudan demokrasi savunucuları bu görüşü desteklemek için çeşitli nedenler sunarlar. Siyasi faaliyet özünde değerli olabilir, vatandaşları sosyalleştirir ve eğitir, halk katılımı güçlü elitleri denetleyebilir. En önemlisi, vatandaşlar yasaları ve politikaları doğrudan belirlemedikçe kendilerini yönetmiş sayılmazlar.
hükûmetler genellikle yasaları ve politikaları, seçmenlerin medyan görüşüne yakın bir şekilde üretecektir; yani, seçmenlerin yarısı solunda, diğer yarısı sağında olacaktır. Bu istenmeyen bir sonuçtur çünkü kendi çıkarlarına düşkün ve bir dereceye kadar hesap veremeyen siyasi elitlerin oy için yarıştığı bir durumu temsil eder. Anthony Downs, ideolojik siyasi partilerin bireylerle hükûmetler arasında aracı bir rol oynamak için gerekli olduğunu öne sürer. Downs, bu görüşünü 1957 tarihli "An Economic Theory of Democracy" kitabında açıklamıştır.
Robert A. Dahl, temel demokratik ilkenin bir siyasi toplulukta, bağlayıcı kolektif kararlarda her bireyin çıkarlarının eşit şekilde dikkate alınmasına hak kazandığı (herkesin kolektif karardan eşit derecede memnun olması gerekmediği) olduğunu savunur. Dahl, bu tür demokrasiye yol açtığı algılanan belirli bir kurum ve prosedürler kümesine "çokçuluk" terimini kullanır. Bu kurumların en önemlisi, toplumun kamu politikasının tamamını veya çoğunu yöneten temsilcileri seçmek için kullanılan düzenli ve özgür seçimlerin sıkça gerçekleşmesidir. Ancak, bu çokçuluk prosedürleri, örneğin yoksulluk siyasi katılımı engelliyorsa, tam bir demokrasi yaratmayabilir. Benzer şekilde, Ronald Dworkin "demokrasinin, yalnızca prosedürel değil, içeriksel bir ideal olduğunu" savunur.
Müzakereci demokrasi.
Müzakereci demokrasi, demokrasinin tartışma yoluyla yönetim olduğu fikrine dayanır. Toplayıcı demokrasiden farklı olarak, düşünceci demokrasi, demokratik bir kararın geçerli olması için o karardan önce gerçek tartışmanın olması gerektiğini savunur, sadece oylamada tercihlerin bir araya getirilmesi değil. Gerçek tartışma, karar vericiler arasında eşitsiz siyasi güç bozulmalarından, örneğin bir karar vericinin ekonomik zenginlik veya çıkar gruplarının desteği yoluyla elde ettiği güçten arınmış tartışmadır. Karar vericiler, öneri üzerinde gerçekçi bir şekilde tartıştıktan sonra uzlaşıya varamazlarsa, oylamada çoğunluk kuralının bir türü kullanılarak karar verirler. Birçok bilim insanı tarafından düşünceci demokrasinin pratik örnekleri olarak kabul edilen "vatandaş meclisleri", hükûmet kararlarına vatandaşları dahil etmek için giderek popüler bir mekanizma olarak OECD'nin son raporunda belirtilmiştir.
Radikal demokrasi.
"Radikal demokrasi", toplumda var olan hiyerarşik ve baskıcı güç ilişkilerinin olduğu düşüncesine dayanır. Demokrasinin rolü, farklılıklara, muhalefete ve çatışmalara karar alma süreçlerinde olanak tanıyarak bu ilişkileri görünür kılmak ve sorgulamaktır.
Demokratik geçiş dönemleri.
Demokratik geçiş, genellikle otoriter bir rejimden demokratik bir rejime (veya tam tersi) eksik bir değişimin sonucu olarak oluşturulan bir ülkenin siyasi sistemini tarif eder.
Otriterleşme dönemleri.
Demokratik gerileme, aynı zamanda otokratikleşme olarak da adlandırılır. Bu, siyasi gücün daha keyfi ve baskıcı bir şekilde kullanıldığı, hükûmet seçimi sürecinde kamu tartışmaları ve siyasi katılım alanının sınırlandığı otokrasiye doğru rejim değişimi sürecini ifade eder. Demokratik gerileme, demokratik kurumların zayıflamasını içerir. Örneğin, barışçıl iktidarın geçişi veya özgür ve adil seçimler gibi demokrasinin temelini oluşturan bireysel hakların ihlali, özellikle ifade özgürlüğü gibi durumlar bu sürece dahil olabilir.
Demokratikleşme dönemleri.
Demokratikleşme, daha demokratik bir siyasi rejime geçişin yanı sıra demokratik yönde ilerleyen temel siyasi değişiklikleri içeren bir süreçtir.
Demokratlık ve demokrasi.
Demokrasiyi savunmak için çeşitli gerekçeler öne sürülmüştür.
Meşruiyet kaynağı.
Sosyal sözleşme kuramı, hükûmetin meşruiyetinin halkın rızasına dayandığını, yani bir seçimle gerçekleştiğini ve politik kararların genel iradeyi yansıtması gerektiğini savunur. Jean-Jacques Rousseau gibi bazı kuramcılar, bu temele dayanarak doğrudan demokrasiyi desteklerler.
Karar verme mekanizmaları.
Condorcet'in jüri teoremi, her bir karar vericinin doğru karar verme olasılığının şansın üstünde olduğu mantıksal bir kanıttır. Bu nedenle en fazla sayıda karar vericiye sahip olmanın, yani bir demokrasinin, en iyi kararları alacağını gösterir. Bu, kalabalığın bilgeliği teorileri tarafından da savunulmuştur.
Ekonomik başarı.
Daron Acemoğlu ve James A. Robinson'un "Neden Uluslar Başarısız Olur" adlı eserinde, ekonomistler demokrasilerin ekonomik olarak daha başarılı olduğunu savunuyorlar. Çünkü kurama göre demokratik olmayan siyasi sistemler genellikle piyasaları kısıtlar ve sürdürülebilir ekonomik büyüme için gereken yaratıcı yıkım yerine monopolileri destemektedir.
Daron Acemoğlu ve diğer araştırmacılar tarafından 2019 yılında yapılan bir çalışmada, demokratik otoriter yönetimden demokratik yönetime geçen ülkelerin, ortalama olarak 25 yıl sonra olsaydı otoriter kalmış olsalardı %20 daha yüksek bir GSYİH'ye sahip olduğu tahmin edildi. Çalışma, 1960'tan 2010'a kadar olan dönemde, 122 ülkenin demokrasiye geçişini ve 71 ülkenin otoriter yönetim altına geçişini inceledi. Acemoglu, bunun nedeninin demokrasilerin genellikle sağlık hizmetleri ve insan sermayesine daha fazla yatırım yapması ve rejim müttefiklerine özel muameleyi azaltması olduğunu belirtti.
Demokrasi seviyesinin ölçülmesi.
Demokrasi Endeksleri.
Demokrasi endeksleri, farklı ülkelerin demokrasi durumunu çeşitli demokrasi tanımlarına göre nicel ve karşılaştırmalı olarak değerlendiren araçlardır.
Demokrasi endeksleri, ülkeleri demokrasi, hibrit rejimler ve otokrasiler gibi kategorilere ayıran kategorik veya sürekli değerler içeren farklılık gösterebilir. Demokrasi endekslerinin nitel niteliği, rejim dönüşüm süreçlerinin nedensel mekanizmalarını incelemek için veri analitik yaklaşımlarına olanak tanır.
Demokrasi endeksleri, çeşitli demokratik kurumların kapsamı ve ağırlıklı olarak farklı yönleri açısından farklılık gösterir. Bu yönler arasında çekirdek demokratik kurumların yaygınlığı, politik rekabetin ve kapsayıcılığının çok çeşitliliği, ifade özgürlüğü, çeşitli yönetim biçimleri, demokratik norm ihlalleri, muhalefetin işbirliği, seçim sistemi manipülasyonu, seçim hileleri ve anti-demokratik alternatiflere olan halk desteği yer alır.
Demokrasiyi ölçmenin zorlukları.
Demokrasi, çeşitli kurumların işlevini içeren geniş kapsamlı bir kavramdır ve bu kurumlar kolayca ölçülemeyen bir yapıya sahiptir. Bu nedenle, demokrasinin potansiyel etkilerini veya diğer olgularla ilişkisini (örneğin eşitsizlik, yoksulluk, eğitim vb.) ekonometrik olarak ölçmek ve nicelendirmek konusunda sınırlılıklar bulunmaktadır. Demokrasinin farklı yönlerinin ülke içi farklılıklarıyla ilgili güvenilir verilere ulaşma konusundaki zorluklar nedeniyle, akademisyenler genellikle ülke arasındaki farklılıkları incelemiş olsalar da, demokratik kurumların ülke içindeki farklılıkları da oldukça büyük olabilir. Demokrasinin ölçümünde yaşanan zorlukları anlamak için minimalist ve maksimalist demokrasi tanımları arasındaki tartışmaya da bakmak mümkündür. Minimalist bir demokrasi kavrayışı, demokrasiyi temel olarak seçim süreçleri gibi esasları göz önünde bulundurarak tanımlar. Maksimalist bir demokrasi tanımı ise ekonomik veya idari verimlilik gibi sonuçları demokrasi ölçütlerine dahil edebilir. Duyarlılık veya sorumluluk gibi bazı demokrasi unsurları, demokrasi indekslerine dahil edilmediği için ölçümlerde zorluklarla karşılaşılabilir. Diğer yandan, yargı bağımsızlığı veya seçim sisteminin kalitesi gibi unsurlar, bazı demokrasi indekslerinde yer alırken diğerlerinde yer almamaktadır.
Hükûmet biçimlerine göre demokrasi.
Demokrasi, hem teori hem de pratikte çeşitli şekillerde ortaya çıkmıştır. Bazı demokrasi türleri, vatandaşlarına diğerlerinden daha iyi temsil ve daha fazla özgürlük sağlar. Ancak, herhangi bir demokrasi, hükûmetin insanları yasama sürecinden veya hükûmetin kendi lehine güçler ayrılığını değiştirmesinden dışlamasını önlemeye yönelik yapılandırılmamışsa, sistem bir koldan çok fazla güç biriktirebilir ve demokrasiyi yok edebilir.
Aşağıdaki demokrasi türleri birbirleriyle çakışmaz: birçoğu birbirinden bağımsız olan ve aynı sistemde bir arada var olabilen yönlerin ayrıntılarını belirtir.
Basit formlar.
Demokrasinin birkaç çeşidi bulunsa da, iki temel şekli vardır ve her ikisi de tüm uygun vatandaşların iradesini nasıl gerçekleştirdiği ile ilgilidir. Bir tür demokrasi doğrudan demokrasidir, burada tüm uygun vatandaşlar politik karar alma sürecine aktif olarak katılırlar, örneğin politika girişimlerine doğrudan oy verirler. Çoğu modern demokraside, uygun tüm vatandaşlar egemen güç olarak kalır ancak siyasi güç seçilmiş temsilciler aracılığıyla dolaylı olarak kullanılır; buna temsilî demokrasi denir.
Doğrudan demokrasi.
Doğrudan demokrasi, vatandaşların aracı veya temsilcilere güvenmeden kişisel olarak karar alma sürecine katıldığı bir siyasi sistemdir. Doğrudan demokrasi, seçmenlere aşağıdaki gücü verir:
Günümüz temsilci hükûmetlerinde, referandumlar, vatandaş girişimleri ve geri çağırma seçimleri gibi seçim araçları, doğrudan demokrasinin türleri olarak adlandırılır. Bununla birlikte, doğrudan demokrasinin savunucuları, yüz yüze tartışmanın yapıldığı yerel meclisleri desteklemektedir. Doğrudan demokrasi, şu anda İsviçre'nin Appenzell Innerrhoden ve Glarus kantonlarında, Rebel Zapatista Özerk Belediyelerinde, CIPO-RFM ile ilişkili topluluklarda, Bolivya şehir meclislerinde ve FEJUVE'de mevcuttur.
Çokluk sistemi.
Atina demokrasisinin bir özelliği olan "çokluk sistemi", bazı doğrudan demokrasi türlerinde görülen bir özelliktir. Bu sistemde, önemli hükûmet ve idari görevler, kura ile seçilen vatandaşlar tarafından yerine getirilir.
Temsilî demokrasi.
Temsilî demokrasi, temsil edilen halkın seçimle hükûmet yetkililerini seçtiği bir sistemdir. Eğer devlet başkanı da demokratik olarak seçilirse, buna "demokratik cumhuriyet" denir. En yaygın mekanizmalar çoğunluk veya çoğunluğu elde eden adayın seçilmesi ile ilgili olandır. Batı ülkelerinin çoğunda temsilî sistemler bulunmaktadır.
Temsilî demokrasilerde temsilciler, belirli bir bölge veya seçim çevresi tarafından seçilebilir veya nispi temsil sistemleriyle tüm seçmenleri temsil edebilirler, bazı sistemler ise iki yöntemin bir kombinasyonunu kullanır. Bazı temsilî demokrasiler aynı zamanda referandumlar gibi doğrudan demokrasi unsurlarını da içerir. Temsilî demokrasinin bir özelliği, temsilcilerin halkın çıkarları doğrultusunda seçilmesine rağmen, kendi değerlendirmelerini yaparak bu çıkarları nasıl en iyi şekilde uygulayacaklarına özgürce karar verebilmeleridir. Bu nedenler temsilî demokrasiye yönelik eleştirilere yol açmış, temsil mekanizmalarının demokrasi ile çeliştiği konusunda dikkat çekilmiştir.
Parlamenter demokrasi.
Parlamenter demokrasi, hükûmetin temsilciler tarafından atanabildiği veya görevden alınabildiği bir temsilî demokrasidir. "Başkanlık rejimi"ne karşıt olarak, başkan hem devlet başkanı hem de hükûmet başkanıdır ve seçmenler tarafından seçilir. Parlamenter demokraside, hükûmet, yürütme bakanlığına delege edilir ve halk tarafından seçilen yasama meclisi tarafından sürekli gözden geçirilir, denetlenir ve dengeleme yapılır.
Parlamenter sistemde, Başbakan, yasamanın beklentilerini karşılayamadığı takdirde herhangi bir zamanda yasama organı tarafından görevden alınabilir. Bu, güvenoylamasıyla gerçekleşir ve yasama organı, Başbakan'ın görevden alınması için çoğunluk desteğine sahip olup olmadığına karar verir. Bazı ülkelerde Başbakan, halkın desteğini kazandığına inandığı bir dönemde istediği zaman seçim yapabilir. Diğer parlamenter demokrasilerde ise ekstra seçimler neredeyse hiç yapılmaz, genellikle azınlık hükûmeti, bir sonraki olağan seçimlere kadar tercih edilir. Parlamenter demokrasinin önemli bir özelliği de "sadık muhalefet" kavramıdır. Bu kavramın özü, ikinci büyük siyasi partinin (veya muhalefetin), iktidar partisine (veya koalisyona) karşı çıkarken, devlete ve demokratik prensiplere sadık kalmasıdır.
Başkanlık demokrasisi.
Başkanlık Demokrasisi, halkın başkanı seçtiği bir sistemdir. Başkan, hem devletin başı hem de hükûmetin başı olarak çoğu yürütme yetkisini kontrol eder. Başkan belirli bir süre için görev yapar ve bu süreyi aşamaz. Yasama organı genellikle başkanı görevden alma konusunda sınırlı yetkiye sahiptir. Seçimler genellikle sabit bir tarihe sahiptir ve kolayca değiştirilemez. Başkan, kabine üzerinde doğrudan kontrol sahibidir, özellikle kabine üyelerini atanır.
Yürütme organı genellikle yasaları uygulama veya yürütme yetkisine sahip olabilir ve veto gibi sınırlı yasama yetkileri olabilir. Ancak, yasama organı yasaları ve bütçeleri geçirir. Bu, güçler ayrılığı ilkesinin bir ölçüde sağlanmasını sağlar. Sonuç olarak, başkan ve yasama organı farklı partilerin kontrolüne geçebilir, böylece biri diğerini engelleyerek devletin düzenli işleyişine müdahale edebilir. Bu, başkanlık demokrasisinin Amerika, Afrika ve Orta ve Güneydoğu Asya dışında pek yaygın olmamasının nedeni olabilir.
Yarı başkanlık sistemi, hükûmetin hem bir başbakanı hem de bir cumhurbaşkanını içeren bir demokrasi sistemidir. Başbakan ve cumhurbaşkanının sahip olduğu özel yetkiler ülkeye göre değişebilir.
Hibrit demokrasi.
Bazı modern demokrasiler, temel olarak temsilî nitelik taşırken aynı zamanda doğrudan demokrasiye dayalı siyasi eylem biçimlerine de ağırlık verirler. Bu demokrasilere, temsilî demokrasi ve doğrudan demokrasi öğelerini birleştiren, hibrit demokrasiler, yarı doğrudan demokrasiler veya katılımcı demokrasiler denir. Örnekler arasında İsviçre ve bazı ABD eyaletleri yer alır, burada referandum ve girişimler sıkça kullanılır.
İsviçre Konfederasyonu, yarı doğrudan bir demokrasidir. Federal düzeyde, vatandaşlar anayasada değişiklikler önerme hakkına sahiptir (federal halk inisiyatifi) veya parlamento tarafından oylanmış herhangi bir yasa için referandum düzenlenmesini isteyebilirler. Ocak 1995 ile Haziran 2005 arasında İsviçre vatandaşları 31 kez oylama yapmış ve 103 soruya yanıt vermiştir (aynı dönemde Fransız vatandaşları sadece iki referanduma katılmıştır). Geçmiş 120 yılda 250'den az inisiyatif referanduma sunulmuştur.
Örnekler arasında ABD'nin California eyaletinin yoğun bir şekilde referandumları kullanması yer almaktadır. California, 20 milyondan fazla seçmene sahip bir eyalettir.
New England'da, özellikle kırsal bölgelerde, yerel yönetimi düzenlemek için sıkça kasaba toplantıları kullanılır. Bu, yerel doğrudan demokrasi ile temsilci devlet hükûmetinin birleşimini oluşturan bir karma yönetim biçimi yaratır. Örneğin, Vermont eyaletindeki çoğu kasaba, mart ayında yıllık kasaba toplantıları düzenler. Bu toplantılarda kasaba görevlileri seçilir, kasaba ve okullar için bütçeler oylanır ve vatandaşlar siyasi konularda konuşma ve görüşlerini dile getirme fırsatına sahiptir.
Demokrasi modelleri.
Anayasal monarşi.
Birçok ülke, Birleşik Krallık, İspanya, Hollanda, Belçika, İskandinav ülkeleri, Tayland, Japonya ve Bhutan gibi ülkeler, güçlü hükümdarları sınırlı veya sembolik rolleri olan anayasal hükümdarlara dönüştürdü (çoğu zaman kademeli olarak). Örneğin, Birleşik Krallık'ın öncül devletlerinde anayasal monarşi, 1688 Yüce Devrimi ve 1689 Haklar Bildirgesi'nin kabulünden itibaren ortaya çıkmaya başladı ve kesintisiz bir şekilde devam etti. H. G. Wells gibi yazarlar tarafından "taç giymiş cumhuriyetler" olarak adlandırılan güçlü sınırlı anayasal monarşiler bulunmaktadır.
Diğer bazı ülkelerde ise aristokratik sistemle birlikte monarşi de kaldırıldı (örneğin Türkiye, Fransa, Çin, Rusya, Almanya, Avusturya, Macaristan, İtalya, Yunanistan ve Mısır). Bu ülkelerde seçilen bir kişi, önemli yetkilere sahip olsun veya olmasın, devlet başkanı oldu.
Osmanlı Devleti'nde anayasa (Kanun-ı Esasî) ve parlamenter rejim (Meclis-i Mebûsan) tartışmaları 1830'larda başlayıp 1860'larda yoğunlaşmış ve özellikle 1875 sonrası ulema ve bürokrasi arasında ciddi bir fikir tartışması ortaya çıkmıştır. Tersane Konferansı sırasında Avrupalılarca gayrı müslim Osmanlı tebaasına ciddi ve geniş haklar tanınması isteğine karşı Meclis-i Umumi'de Mithat paşa ve devlet ricali genel bir meşruti ıslahatla devletin dengesinin bozulmadan ıslahatlara girişilebileceğinden bahsetmiştir. Ulema arasında zıt fikirler mevcuttu. Anadolu kazaskeri Seyfeddin Efendi, şavirüm fi'l-emr ayeti gereğince meşrutiyetin şeriata uygun olduğunu savunurken; ekseri ulema ise gayrimüslimlerin meclise girmesinin caiz olmadığı yönünde ısrarlıydı. Tüm bu şartlar altında bir yandan batılılarca siyasi baskılar yapılırken; diğer yanda da Abdülaziz'in tahtan indirilişi sonrası Çerkez Hasan olayıyla tanzimatçı bürokrasi yönetimde baskın bir Siyaset izledi ve V. Murat'ı halletti, akabinde veliaht Abdülhamit Efendi'yi meşrutiyeti ilan etmesi şartıyla tahta çıkardılar. Namık Kemal, Ziya Paşa ve tabii ki Mithat Paşa'nın önderliğinde 23 Aralık 1876'da Birinci Meşrutiyet ilan edilmiştir. 1878'de II. Abdülhamid tarafından, 93 Harbi'nin çıkmasına neden olduğu için Meclis kapatılmış ve Anayasa'nın bazı bölümleri askıya alınmış ise de, teorik olarak Meşruti rejimin devam ettiği kabul edilmiştir, zira devletin her sene düzenli olarak çıkardığı salnamelerde Kanun-ı Esasi'ye yer verilmiş olması şeklen de rejimin devam ettiği görüşünü destekler.
24 Temmuz 1908'de yapılan ihtilalle Kanun-ı Esasi'nin yeniden yürürlüğe konması İkinci Meşrutiyet döneminin başlangıcı sayılır. Bu dönem, Meclis-i Mebusan'ın Vahdeddin tarafınca kapatıldığı 11 Nisan 1920 tarihine kadar sürmüştür.
Birçok ülkede, ömür boyu veya miras yoluyla süren elit üst meclislerin bulunduğu yasama organları yaygındı. Zamanla, bu meclislerin yetkileri ya sınırlanmıştır (örneğin İngiliz Lordlar Kamarası gibi) ya da seçilebilir hale gelerek güçlü kalmışlardır (örneğin Avustralya Senatosu gibi).
Klasik Demokrasi.
Eski Yunan şehir-devletlerine dayanır. En iyi uygulayıcısı ve o dönemde en güçlü şehir olan Atina’dan dolayı Atina demokrasisi olarak da adlandırılır. ’Belli başlı tüm kararlar, bütün vatandaşların üye olduğu meclis veya Eklesya tarafından alınıyordu. Bu meclis senede en az kırk defa toplanıyordu. Tam zamanlı çalışacak kamu görevlilerine ihtiyaç duyulduğunda, bütün vatandaşları temsil eden küçük bir örnek olmaları için kura usulü ile veya dönüşümlü olarak seçiliyorlardı ve mümkün olan en geniş katılımın sağlanması için görev süreleri kısa tutuluyorlardı. Meclisin yürütme komitesi olarak faaliyet gösteren ve beş yüz vatandaştan oluşan bir konseyi vardı ve elli kişilik bir komite de bu konseye teklifler hazırlardı. Komite başkanlığı görevi sadece bir günlüktü’. Bunun tek istisnası askeri konularla ilgili on generalin tekrar seçilebilme imkânıydı.
Atina demokrasisinin özelliği vatandaşlarının siyasi sorumluluklara geniş çapta katılma isteğinin bulunmasıydı. Tabi bunun en önemli sebebi, demokrasiye zıt bir şekilde uygulanan kölelik sistemiydi. Böylelikle oy verme hakkına sahip Atina doğumlu yirmi yaş üstü tüm erkeklerin günlük hayattaki sorumluluklarının çok büyük bir kısmını kölelerin sırtına yüklemişlerdir. Bunun dışında Atina demokrasisinde kadınların, metiklerin (şehirli olmayanlar) ve kölelerin oy kullanma hakları yoktu.
Günümüzde İsviçre’nin küçük kantonlarında halk meclisleriyle varlığını sürdürebilen klasik demokrasinin, daha büyük ülkelerde uygulanması teknik nedenlerden ötürü tercih edilmez.
Koruyucu demokrasi.
Orta Çağ yönetimlerinden çıkmaya çalışan Avrupalılar, 18. ve 19. yüzyılda demokrasiyi daha çok kendilerini hükûmetin zorbalıklarından korunmanın bir yolu olarak görmekteydiler.
‘Korumacı demokrasi sınırlı ve dolaylı bir demokrasi modeli sunar. Pratikte, yönetilenlerin rızası düzenli ve rekabetçi seçimlerle sağlanır. Siyasi eşitlik böylelikle eşit oy hakkını ifade eden teknik bir kavrama dönüşür. Dahası, oy hakkı gerçek bir demokrasi için yeterli değildir. Bireysel özgürlükleri korumak için yasama, yürütme ve yargı üzerinden güçler ayrılığına dayalı bir sistemin tesisi şarttır.
Kalkınmacı demokrasi.
Bireyin ve toplumun gelişimini esas saymıştır. Bu tip demokrasilerin en radikal olanı Jean-Jacques Rousseau tarafından dile getirilmiştir. Ona göre bireyler ancak içinde bulundukları toplumun kararlarını şekillendirebilmesine doğrudan ve sürekli olarak katılımları halinde 'özgür' olabilirler. Bu açıdan bakıldığında, doğrudan demokrasiyi tanımlamakla birlikte bu şekilde oluşturulacak genel iradeye vatandaşların itaat etmesi durumunda özgürlüğe kavuşacakları savıyla ayrılır.
Kalkınmacı demokrasinin, liberal demokrasiye daha ılımlı hali ise John Stuart Mill tarafından dile getirilmiştir. Mill’e göre demokrasinin en büyük yararı, vatandaşların siyasi hayata katılımlarını sağlayarak, onların anlayışlarını ve duyarlılıklarını güçlendirmesidir. Bu yüzden kadın olsun fakir olsun herkesin oy verme hakkının olması gerektiğini savunur. Fakat bu oy hakkını ‘eşit’ olarak savunmamıştır. Örneğin vasıfsız işçinin bir oy vasıflı işçinin iki oy, donanımlı meslek sahiplerinin ise beş oy hakkına sahip olması gerektiğini, böylelikle demokraside “çoğunluğun tiranlığı” korkusundan kurtulabilineceğini savunuyordu. Basitçe herkesin oy hakkının olmasını savunurken çoğunluğun verdiği kararların her zaman doğru olmayabileceğini belirtiyordu.
Liberal demokrasi.
Liberal demokrasi, seçilmiş temsilcilerin karar verme yeteneğinin hukukun üstünlüğüne tabi olduğu ve bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunmasına vurgu yapan bir anayasa veya yasalar tarafından sınırlanan bir temsilî demokrasidir (bkz. sivil özgürlükler).
Liberal demokraside, vatandaşların serbestçe alabileceği birçok bireysel karardan bazı büyük ölçekli kararların ortaya çıkması mümkündür. Başka bir deyişle, vatandaşlar "ayaklarıyla oy verebilir" veya "paralarıyla oy verebilir", bu da diğer yerlerdeki resmi hükûmetin yapabileceği birçok "yetkiyi" uygulayan önemli bir gayri resmi halk yönetimi oluşturur.
Sosyal demokrasi.
Bu kavram komünist rejimlerde gelişmiş demokrasi çeşitlerini kapsamaktadır. Kendi aralarında farklar bulunmasına rağmen liberal demokrasi sistemleriyle kesin olarak karşıt bir çizgidedir. Genel olarak siyasi eşitliğin yanında sosyal demokrasi ile ekonomik eşitliğin de sağlanması gerekliliğini savunmuşlardır.
Karl Marx, kapitalizmin yıkılmasından sonra geçici bir "proletaryanın devrimci diktatörlüğü"'nün olacağını sonradan ise "proleter demokrasi" sistemiyle komünist bir toplumun oluşacağını savunmuştur. Komünist devletlerde görülen demokrasi sisteminin fikir yapısı Marx'tan çok Lenin’e aittir.
Bu ülkelerde, partilerin denetimsiz gücünün demokrasiyi gölgede bıraktığı eleştirisi yaygın olarak yapılmaktadır.
Demokrasi ve kavramlar.
Demokrasi ve cumhuriyet.
Cumhuriyet bir rejim, demokrasi ise cumhuriyetin uygulanış şekillerinden biridir. Demokratik cumhuriyetin yanında dini cumhuriyet, oligarşik cumhuriyet ve sosyalist cumhuriyet biçimleri vardır. Demokratik cumhuriyetlerde, meclisi ve ülkenin başkanını belli aralıklarla halkın seçmesi temeldir. Bu sistem genellikle Kara Avrupa’sında kabul görmüşken örneğin İngiltere’de ülkenin başında görünüşte halkın seçmediği bir kral ya da kraliçe bulunmasına rağmen yönetim halkın elindedir (oligarşik demokrasi).
'Bir cumhuriyetin tam demokratik cumhuriyet olabilmesi için, gönüllü birlikteliklerle bir arada bulunan o ülke halklarının tüm kesimlerinin, çoğulcu özgür iradeleri ile katılımcı olarak yönetim ve denetim süreçlerine doğrudan katıldığı, demokrasiyi tüm sivil kurum, kuruluş ve kadroları ile var ettiği ve çok kimlikli, değişik inançlı ve çeşitli kültürlerin bir mozaik oluşturacak şekilde bir arada yaşamasına olanak veren bir devlet yapılanmasının gerçekleştirilmesi gerekir.'
Demokrasi ve sekülerizm.
Sekülerizm, liberal demokrat düşünürler tarafından ortaya atılan dinin siyasetten ayrılması düşüncesinin genel adı olarak karşımıza çıkar. Liberal demokratlar, demokrasinin ‘çoğunluğun tiranlığına’ dönüşmesini engellemek için devletin tüm dinlere aynı mesafede kalmasını bir zorunluluk olarak görürler.
Farklı dinlerin din bilginleri ve din bilimciler, çeşitli dinler açısından düşünsel anlamda sekülerizme karşı çıksalar da bu konular genellikle tartışmalıdır. Bununla birlikte dini planda demokrasi genelde kabul görmüştür, hatta sekülerizm karşıtı bazı din adamları demokrasinin sekülerizm olmaksızın var olabileceği görüşünü ileri sürmüştür.
Kuvvetler ayrılığı.
Kuvvetler ayrılığı ilkesi yasama, yürütme ve yargı kurumlarının, devletin farklı organlarında bulundurularak iktidarın tek elde toplanmasını engellemek ve bu üç kurumun birbirlerini denetleyebilmesini sağlamak anlamına gelir. 'Devlet iktidarının üçe bölünmesi ve bunların ayrı organlara verilmesi gerektiği yolundaki yaklaşım, siyasal rejimlerin sınıflandırılmasında da temel alınmıştır. Buna göre yasama ve yürütme güçlerinin bir elde toplandığı rejimlere “güçler birliği”, bu yetkilerin birbirinden bağımsız ayrı organlara verildiği sistemlere ise “güçler ayrılığı” sistemleri adı verilmektedir.'
John Locke ise iktidarın gücünü yasama, yürütme ve federatif olarak ayırır. 'Burada federatif güç, bütün topluluk, savaş, barış, birlik, ittifak ve devletin kendi dışındaki bütün kişiler ve topluluklarla her türlü işlemi yapma gücü olarak ifade edilir.'
İktidarın paylaşımı sayesinde demokratik yollarla iktidara gelen kişiler kendi tiranlıklarının kurmaları engellenmeye çalışılmıştır. Güçler ayrılığı ilkesi ile karşılıklı denetimin önemi, özellikle II. Dünya Savaşı öncesi Adolf Hitler'in demokratik yollarla iktidara gelmesinden sonra artmıştır.
Demokrasinin araçları.
Demokrasinin oluşmasını sağlayan, demokrasinin gelişmesini amaçlayan kurum ve oluşumlar aslında birçok siyasi sistemde de mevcuttur. Her devletin bir anayasaya sahip olması veya her ülkede siyasi parti bulunmasına rağmen yönetim şekilleri olarak isimleri değiştirilir. Çünkü önemli olan bu kurumlar arasındaki ilişkilerdir.
Parlamento.
Demokraside meclis, rekabet ve eşit oy ilkeleriyle halkın temsilcilerinin oluşturduğu bir kurumdur. Meclis sistemleri hem nitelik hem de nicelik olarak her ülkede farklı gelişmiştir.
Tek meclisli sistem, çift meclisli sistem ve başkanlık sistemi olarak genellendirebiliriz. Yine görev olarak, güçler ayrılığı ilkesindeki yasamayı yapan kurum olarak genellendirebiliriz. Meclislerin işlevleri: yasama, temsil, denetleme ve meşruluktur.
Siyasi partiler.
Partiler temsil işlevi için kullanılan araçlardır. Demokratik ülkelerde siyasi parti bireylerin aktif siyaset yapacakları alanlardan biri ve en önemlisidir. Ülkelerdeki seçim sistemlerine göre iki partili sistem ya da çok partili sistem oluşur.
İngiltere'deki gibi iki partinin ağırlıklı olduğu sistemler, seçmenlerin çoğunluğunun bulunduğu ‘orta alandaki’ bir yoğunlaşmaya yol açma ve daha radikal düşünceleri dışlama eğilimindedir. Her bir partinin çok sayıda görüşü temsil ettiği düşünülür.
Çok partili siyasi sistemlerde ise düşünceler daha doğrudan temsil edilir. Dinsel, etnik veya sınıfsal düşünceleri temsil ettiğini düşünen partiler bulunur. Bu halkın egemenliğinin meclise daha fazla yansımasını sağlarken, mecliste farklı görüşlerde bulunan birçok parti olduğu için istikrarın sağlanması güçleşir.
Anayasa.
Anayasa, bir devletin temel kurumlarının nasıl işleyeceğini belirleyen yazılı belgelerdir. Ayrıca kişisel hak ve özgürlükler bu belgede belirlendiği için çoğunluğun yönettiği bir toplumda iktidarda olanların sınırlarını belirler. Demokrat düşünürler tarafından "çoğunluğun tiranlığının" kurulmasını engelleyecek bir devlet organı olarak kabul edilir.
Sivil toplum örgütleri.
Sivil toplum örgütleri demokrasiyle ortaya çıkan bir örgütlenme değildir ama demokrasiyle önem kazanmıştır. ’Sivil toplum, modern manada anlamını demokrasi ile kazanırken, demokrasi de katılım problemlerin çözümünü sivil toplum ile sağlamıştır.’ Birbirleriyle ortak amaçlara sahip insanların oluşturdukları grupların seslerini ve isteklerinin daha fazla duyurabilmenin bir yoludur. Örneğin devletin ekonomideki katılımını azaltmaya çabalayan iş adamları, devletin sosyal hizmetlerinde eşitliğin sağlanmasını amaçlayan örgütler ve işçilerin veya memurların yaşam kalitelerini arttırmaya çalışan sendikalar gibi çeşitli amaçlarla toplanmış ve bunun için demokrasiye katılımı güçlendirmiş ayrıca bir bakıma halkın temsilcilerini kendi amaçları doğrultusunda denetleyebilen ya da kendi amaçlarına ulaşmak için kamuoyu yaratmaya çalışan gruplardır.
Sivil toplum örgütlerinin özelliği çoğulcu bir yapıya sahip olmasıdır. Larry Diamond’a göre 'sivil toplumun bu çoğulcu yapısı, siyaset alanını kontrol altına almaya çalışan etnik, dinci, devrimci ya da otoriter örgütlenmelerle anlaşamaz hale getirir.'
Kolluk kuvvetleri.
Ordu ve polis güçlerinin demokraside ne kadar bulunduğu, ne kadar bulunması gerektiği her zaman tartışma konusu olmuştur. Dış tehlikelere karşı ordunun iç düzen içinde polisin silah tekellerinin bulunması onları demokrasi için gerekli kılmakla birlikte demokrasiyi kaldırma veya kesintiye uğratma güçleriyle de tartışma konusu yapmıştır.
Gelişmiş demokratik ülkelerde sivil siyasetçiler, hem hukuken hem de fiilen ordunun üstündedir ve ordu siyasi karar alma mekanizmasının içine olabildiğince az katılır. Özellikle Soğuk Savaş sonrası sivil siyasetçinin üstünlüğü giderek artmaktadır.
Demokratik olarak yeterince gelişmemiş ülkelerde ise askerler, danışma kurullarıyla doğrudan ya da dolaylı olarak karar alma mekanizmasının içinde bulunur. Bu tip ülkelerdeki ortak özellik; ordunun ülke içindeki kurumlar arasında en ileri teknolojiye sahip ve modern dünyaya en yakın olan kurum olmasıdır. 'Ordu genellikle ekonomik gerilik, iç karışıklıkların artması, sivil yönetimin meşruluğunu kaybetmesi, ordu ve hükûmet arasındaki ihtilaf veya uluslararası kamuoyunun darbe yönündeki olumlu yaklaşımı gibi sebeplerle siyasete müdahale eder.'
Polis ise “yönetici sınıfın çıkarlarında hareket etmeye başlarsa ne olur?” sorusuyla düşünürlerin üzerinde durduğu bir kondur. Aristo’nun ‘muhafızlardan kim muhafaza edecek?’ sorusu bu kaygının çok eskilere dayandığını gösterir. Polis gücünün demokrasinin sağladığı hak ve özgürlükleri kısıtlamaması ve gerektiği zaman yargıya hesap verebilmesi gerekliliği demokratik düşünürlerin ortak tavrı olmasına rağmen bunun nasıl ve ne kadar yapılması gerektiği konusunda görüş ayrılıkları yaşanır.
Demokrasinin temel gereksinimleri.
Demokrasinin farklı şekilleri bulunmakla birlikte, hepsi temel ve ortak prensiplere dayanır. Bu prensipler farklı şekillerde ifade edilebilir. Aslında, belirli kurumlar değil, yasalara dökülmeli ve kurumlarda somut hale getirilmeli kaçınılmaz prensipler vardır. David Deutsch'un "Le commencement de l’infini" adlı kitabında hatırlattığı gibi, her demokratik sistem, "kötü politikaların ve kötü yönetimlerin şiddetsiz bir şekilde ortadan kaldırılmasını kolaylaştırmak" üzerine kuruludur.
İktidarın seçim yoluyla değiştirilebilir olması.
Demokrasi denilince akıllara seçim gelmektedir. Bu yöntemde iktidar, seçim yoluyla el değiştirmektedir. Demokratik yöntemlerle iktidar olabilme ve yine aynı usulle iktidardan ayrılabilme olarak tanımlanmaktadır.
"Bir yargıç olarak halk".
Tarihsel yorumlara göre demokrasi, herkesin aynı anda yönetimi olmayacaktır ve asla olmayacaktır. Sadece bir şehrin veya daha da az bir devletin ölçeğinde uygulamak imkansızdır ve sonuç olarak politik kararların alınmamasıyla sonuçlanır. Arrow'un çalışmaları, farklı görüşlerin sentezine dayanan bir sistemdeki saçma durumu gösterdi. Bu, tüm tartışmaların engellenmesine ve fikir değiştirilememesine yol açar. Daha da kötüsü, yeni çözümlerin aranmasını imkansız kılardı. Hiçbir sentez yeni çözümler oluşturmaz veya yeni sorunlarla başa çıkmayı sağlamaz.
Antik çağdan itibaren, vatandaşların her birinin kendi politik çözümlerini sunması beklenmez. Onlar, meclis tarafından formüle edilen kararları ve projeleri seçer veya reddederler. Bu fikirler herhangi biri tarafından önerilebilir, ancak vatandaşlara sunulmak üzere yazılı olarak düzenlenmelidir. Thukididis'e göre, Perikles halkın bu temel yargı yeteneğine vurgu yapmıştı: "Politik bir projeyi kavrayabilecek insanlar az olsa da, onu değerlendirmeye hepimiz yeteneğe sahibiz."
Bu nedenle, demokraside seçmenler alınan kararları değerlendirir ve değerlendirirler ve oylarıyla alınacak sonraki çözümleri seçerler. Bu çözümler, politik sorunları çözmeye yönelik girişimlerdir. Herkesin görüşlerinin ortalamasını almak mükemmel bir karara ulaşmaya olanak vermez, çünkü politikada mükemmel karar diye bir şey yoktur. Her zaman birden fazla olası karar arasında en az zararlı olanı seçmek söz konusudur. Diğer yandan, tüm görüşlerin bir sentezi yapmak imkansız bir görev olur ve paradokslara, çözümsüz durumlara yol açar, yani bir kararın olmamasına neden olur.
Bu nedenle, vatandaşlar öncelikle yargıçlardır. Halk tarafından yönetimden bahsettiğimizde, hükûmetler halkın yargısına tabi olurlar. Her vatandaş, yöneticilerin seçilmesine veya reddedilmesine katılabilmelidir. Deutsch, Amerika Birleşik Devletleri örneğiyle bunu açıklar. "Amerika Birleşik Devletleri Bağımsızlık Bildirgesi ve Amerikan Anayasası, 'halkın' belirli şeyleri yapma hakkını vurgular, örneğin hükûmet değiştirme hakkı".
Demokrasi, böylece vatandaşlara yönetenlerin eylemlerini düzenli seçim yoluyla denetleme imkanı verir. Bu işlev çok önemlidir. Bazı yazarlar ise seçimlerin temel ve önemli işlevinin yeni yöneticileri seçmekten ziyade, demokratik oyun sayesinde kötü yöneticilerin şiddetsiz bir şekilde iktidarda kalmasını engellemek olduğunu belirtir.
Güçler ayrılığı.
Demokrasi aynı zamanda gücün kötüye kullanılmasına karşı korunmak için kurumlar oluşturarak gücü denetleyen ve bölen bir araçtır. Örneğin, Demosthenes'in zamanında 7 farklı kurum bir arada var olmuştur: Meclis, nomothetes, halk mahkemesi, magistratlar koleji, Beş Yüzler Konseyi, Boulè ve "tüm hak sahibi vatandaşlar arasından isteyen vatandaş" olarak adlandırılan bir düzenleme. Bunun yanı sıra demeler ve kabileler içinde de çeşitli düzenlemeler vardı. Günümüzde güçler ayrılığı; yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin birbirleriyle bağlantılı ama aynı zamanda birbirlerinden bağımsız organlarca idare edilmesi demektir. Siyasal iktidarın sınırlanması araçlarından en önemlisi de hiç kuşkusuz güçler ayrılığıdır. Bu nedenle güçler ayrılığına dayanmayan, siyasal iktidarın kullanımının fren ve denge mekanizmalarına bağlamamış bir sistemin demokratik bir sistem olarak nitelendirilebilmesi mümkün değildir. Demokratik rejimlerin vazgeçilmezi konumunda olan güçler ayrılığı ilkesi ilk yazılı anayasa olan ABD Anayasası ile uygulamaya konulmuştur.
Katılımcılık.
Her vatandaşın karar süreçlerinde aktif rol alabilmesidir. Katılımcı demokrasi, fikri temelleri klasik demokrasinin yücelttiği halk egemenliği, katılımcı ve yurttaşlık, ortak fayda, uzlaşma gibi değerlere günümüz koşullarına göre yeniden anlam kazandırmaya çalışmaktadır. Bu manada katılımcı demokrasi ideal demokrasiyi arzulayan bir siyasal yapıyı öngörür. Çağdaş demokrasi katılımcıdır. Dolayısıyla artık demokrasi sadece halkın belirli dönemlerde sandığa gidip iradesini belirledikten sonra bir dahaki sandığa kadar iradesini uyku moduna aldığı bir sistem değildir. Sandık ve sayı hiç şüphesiz demokratik meşruiyetin kaynağıdır. Çağdaş demokrasi aynı zamanda katılımı esas alır.
Çok partili siyasal yaşam.
Bireylerin devlet yaşamına katılımları önemli ölçüde siyasal partiler aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Bu siyasal yaşam tarzında insanlar birçok parti arasında kendi düşünce tarzına uygun olan ve iktidarda görmek istediği partinin seçimini yapabildiği bir sistemdir. Çok partili siyasal yaşam sonucu ülkede farklı ideolojiler oluşur ve bu çeşitlilik düşünceler arası rekabete sebep olarak gelişimi arttırır.
Hukukun üstünlüğü.
Türkiye'de 1961 anayasasında "hukuk devleti" kavramı olmasına karşın, hukukun üstünlüğü söz konusu değildi. 1982 anayasası ile beraber hukuk sistemimize girmiştir. Hukukun üstünlüğü, vatandaşların ve vatandaşları yöneten yöneticilerin hukuka uyması gerektiğini içerir. Hukukun üstünlüğüne göre insanlar, kurumlar ve devlet gerek tek taraflı işlerinde gerekse karşılıklı olan ilişkilerinde hukuka uygun ve bağlı olarak hareket etmelerini ifade eder.
Muhalefetin varlığı.
Çoğulcu demokrasilerin en temel unsurlarından birisi de muhalefet ya da yönetime eleştiri hakkının varlığıdır. Demokrasiler eleştirenin en geniş ölçekte kabul edildiği siyasal sistemlerdir. Muhalefetin varlığı ile beraber insanlar yönetime karşı eleştiri hakkına sahip olurlar. Sosyal medya dünyadaki toplum ve kültürün daha büyük bir parçası haline geldikçe, çevrimiçi siyasi muhalefet de artmaktadır. Genel olarak çevrimiçi iletişim, daha net siyasi muhalefetin yayılmasını artırmıştır. Sansür, seçici sansür, kutuplaşma ve yankı odaları gibi çeşitli faktörler, siyasi muhalefetin kendini nasıl sunduğunu değiştirmiştir. Birçok Amerikalı, Sosyal Medya sitelerinin politik görüşleri sansürlediğine inanmaktadır.
Çoğunluk ilkesi.
Çoğunluk ilkesi, bir kişi, bir grup veya bir düşünce için toplanmış oyların o kişi, o grup veya o düşünceye üstünlük sağlayan sayısı olarak tanımlanabilir. Demokrasi kaynağını halk iradesinden alır. Tek tek bireysel iradeler seçim yoluyla toplanır ve kim çoğunluğu elde etmişse iktidarı kullanma yetkisini de meşru biçimde elde etmiş olur. Buradaki çoğunluğun iradesi anayasaya uygun olduğu sürece geçerli sayılır ve oylamaya katılmayanlar değerlendirmeye alınmazlar.
Temel hak ve özgürlüklerin güvencesi.
Çağdaş demokratik rejimler aynı zamanda özgürlükçü rejimlerdir. Bu nedenle özgürlüklerin güvence altına alınmadığı bir yerde liberal demokratik devletten söz edilmez. Kısacası liberal demokratik rejim ancak özgürlük temelinde yükselebilir. Hak ve özgürlükleri esas almayan bir demokrasiden söz edilemez. Temel hak ve özgürlüklerimiz, evrensel, dokunulamaz, sınırlandırılamaz ve her devlet düzenleyeceği yasalarla bu hakları ve özgürlükleri güvence altına almak zorundadır. Demokrasi vatandaşları keyfi veya güç istismarından korumalıdır. Bunun temeli, vatandaşlar arasında eşit haklar ilkesine dayanır. Her demokrasi, tüm vatandaşların aynı yasalara tabi olduğu bir siyasi sistem içerir. Hansen, "demokratia" teriminin başlangıçtan itibaren eşit politik haklar anlamına gelen "isonomia" kelimesiyle eşdeğer olduğunu ve hatta eşit şanslar anlamına gelen "isegoria" kelimesiyle de ilişkilendirildiğini belirtiyor. Bu özellik özellikle Herodot'ta bulunur, çünkü şöyle yazıyor: "Her zaman ve her yerde vatandaşlar arasındaki eşitlik değerli bir avantajdır: tiranların hüküm sürdüğü zamanlarda Atinalılar, komşularından daha iyi değildi, ancak tiranlıktan kurtulduktan sonra, üstünlükleri parlak bir şekilde görüldü." Bu metin, yasa önünde eşitlik ilkesinin herhangi bir demokratik sistemin temelinde mutlaka yer aldığını gösteriyor, çünkü bu ilke yöneticilerin iyi niyetine göre iktidarı kullanmasını engeller.
Ayrıca, zengin veya fakir, entelektüel veya köylü olsun, sorumluluklar herkese açıktır ve her biri, oy kullanarak politik kararları kabul etme veya reddetme ve hükûmet yetkililerini belirleme konusunda aynı ağırlığa sahiptir. Hansen, "demokratlar tarafından dile getirilen farklı eşitlik yönleri, tüm vatandaşların eşit şanslara ve eşit hukuki korumaya sahip olmalarını sağlayan eşitlik haklarına geri dönüyordu" şeklinde yorumlamaktadır.
Demokrasi, bireysel özgürlüğün korunmasını sağlayarak yalnızca onun teminatı olan yasaları tek egemen olarak kabul eder. Hiçbir grup, sınıf veya çoğunluk egemenlik hakkını ele geçiremez. Egemen olan yasalar, herhangi bir grup, köken veya sınıf ayrımı olmaksızın herkese uygulanan yasalardır. Demosthenes'in döneminde, Eschine zaten Timarkhos'a Karşı adlı eserinde bu özelliği vurgulamıştır. Yasaların vatandaşları koruması demokrasinin mührüdür. Eschine, yönetilenlerden değil, yöneticileri bağlayan yasalardan bahseder. Monarşi veya oligarşi liderlerin keyfine göre yönetilirken, "demokratik devletler, vatandaşların güvenliğini ve anayasasını sağlayan yasalarla yönetilir".
Kurumların kurulması.
Bir demokratik devlet, nüfusu her türlü diktatörlükten korumayı amaçlayan kurumlarla donatılır. Bu prensip, Atina demokrasisinin başlangıcından itibaren ortaya çıkmıştır. "Demokrasi" terimi, Atina demokrasisinden itibaren, bir diktatörlüğü veya tiranlığı önlemesi gereken bir Anayasa'ya verilen geleneksel addır. Bu gereklilik, Atina'da demokrasinin ana politik sistem olduğu dönem boyunca, yani MÖ −507'den MÖ −322'ye kadar sürekli olarak varlığını korumuştur. Zamanla, Atinalılar tiranlığa karşı çeşitli önlemler almışlardır. "Demokrasilerde yasalar, vatandaşları korur. Kime karşı? Bu açıktır, politik liderlere ve görevlilere karşı, onlar da vatandaşlarla olan ilişkilerinde demokratik yasalara saygı göstermelidir" şeklinde Mogens Hansen, Démosthène döneminde Atina demokrasisi adlı kitabında yazmıştır.
Bu zorunluluk birçok metinde de bulunmaktadır, bunların arasında kitabelerdeki yazıtlar da yer almaktadır. Bu metinler, demokrasiyi şiddet ve zor kullanarak yıkmayı teşvik eden herhangi bir eylem veya söylemi kınamaktadır. Referans yapılan iki ünlü yasa vardır (MÖ −410 ve MÖ −336). Bu zorunluluğa yaklaşmak için birbirini güçlendiren birçok yöntem bulunmaktadır. En özgün olanı ise "ostrakizm" yöntemidir.
Ostraksizm yöntemi.
Ostrakizm, tiranlığın geri dönmesini önlemek amacıyla kullanılıyordu. Yöntem, politik popülaritesi nedeniyle demokrasiyi tehlikeye sokabilecek herhangi bir kişinin uzun yıllar süreyle sürgün edilme olanağı sunuyordu. Devlete en büyük tehlikeyi taşıyan kişinin adı yazılıyordu. Bu yöntem, demokrasinin her türlü diktatöryal eğilimden kuşku duyduğunu açıkça göstermektedir. Zira çok popüler olan bir siyasi kişi kolayca rejimi etkileyerek tiranlığa yol açabilir. Perikles'in döneminde, "ostrakizmin işlevi tam da bir popülist diktatörün iktidara yükselmesine izin vermemekti." Aynı şekilde, eisangelya, bir görevliyi suçlamak için bir yargılama prosedürü sunuyordu.
Demokraside hakların gelişimi.
İnsan hakları.
İnsan hakları, tüm insanların hak ve saygınlık açısından eşit ve özgür olarak doğduğu anlayışına dayanır. İnsan hakları, her bir bireye bağımsız seçim yapma ve yeteneklerini geliştirme özgürlüğü sağlar. Klasik demokrasi tanımına benzerliğinden dolayı günümüzde "insan hakları" ve "demokrasi" sıklıkla beraber kullanılır.
İnsan hakları ile demokrasi arasındaki kesin tamamlayıcılık bağı: eğer insan hakları bireyin eksiksiz gelişmesi için gerekli bir koşulsa demokratik toplum da, bireyin gelişimi için gerekli çerçeveyi oluşturması bakımından bu hakların kullanılması için gerekli bir koşuldur, ayrıca, demokratik bir toplum bireylerin topluluğun yaşaması için gönüllü olarak verdiği desteğe dayandığından insan hakları böyle bir toplumun ön koşulu olarak görülür
Kadınlar.
Demokraside siyasi eşitlik temel olsa bile kadınlar bu eşitliği ancak 20. yüzyılda kazanabilmişlerdir. Kadınların siyaset hayatına katılımını destekleyenler; bunun siyasi etiği geliştireceğini söylerken karşı çıkanlar aile yapısının bozulacağı düşüncesini dile getiriyorlardı.
Bazı ülkelerdeki kadınların erkeklerle eşit oy verme ve aday olma haklarını elde etme tarihleri:
Ayrıca 1999 istatistiklerine göre:
Demokraside kadınları sadece seçme, seçilme hakkına indirgememek gerekir. Ayrıca feminist sivil toplum örgütleriyle de demokrasiye etkin katılımı sağlanmaya çalışılmıştır.
Azınlıklar.
Bir toplumun etnik, dini veya cinsel olarak genel ortaklıklarından ayrılan gruplar o toplumun azınlık statüsündedirler. Oligarşik, otoriter devlet yapılarından demokrasiye geçen toplumlarda, azınlıkların diğer gruplara göre daha fazla demokrasiyi savunmalar genel kabul gören bir olgudur. Ayrıca uluslararası kurumlar tarafından yapılan demokrasi seviyesi değerlendirmelerinde azınlık hakları önemli kıstaslardan biridir.
Uygulamada farklı görüşler ve eleştiriler.
Çoğulculuk görüşü (Plüralist).
Çoğulcu bakış açısı Montesquieu ve Locke'a dayandırılır. James Madison'ın Federalist Yazılar'da yazdığı makalelerde sistemleşmiştir. Madison'a göre denetimden uzak demokratik sistemin bireysel hakların ihlal edileceği bir "çoğunlukçu" (Majoritarianism) sisteme dönüşebilirdi. Bunu engellemek için güçler ayrılığı ilkesi, federalizm ve iki meclisli bir hükûmet biçimi önermiştir. 'Bu sistem, toplumdaki farklılığın ve "çokluluğun" varlığını tanıdığından ve bu tür bir çokluluk halini istenir gördüğünden dolayı, Madison'ın modeli çoğulcu demokrasinin ilk gelişmiş ifadesidir.'
Noam Chomsky, Madison modelini eleştirerek, "1787'de ABD Anayasa Konferansı'nda James Madison'ın vurguladığı şekilde, hükûmetin başlıca görevinin zengin azınlığı çoğunluktan korumak olduğu ilkesi üzerine kurulmuştur. Bu nedenle, o dönemin tek yarı-demokratik ülkesi olan İngiltere'yi örnek vererek toplumun geneline kamusal işlerde söz hakkı verilirse, halkın eşitliğe yönelik reformları veya başka canavarlıkları gerçekleştirebileceği konusunda uyarıyor ve Amerikan sisteminin, savunulması (aslında hakim olması) gereken mülkiyet haklarına yönelik saldırılar karşısında uyanık olması gerektiğini söylüyordu" der.
Seçkinci görüş (Elitizm).
Bu görüşün en tipik temsilcisi filozof kralların iktidarda olmasını isteyen Platon'dur (M.Ö 427-347). Klasik elitizm, bir reçete sunmaktan ziyade bir olguyu tespit iddiasıyla elit yönetiminin toplumsal hayatın kaçınılmaz ve değiştirilemez bir gerçeği olduğunu ileri sürer. Vilfredo Pareto (1848-1923) ve Gaetano Mosca (1857-1941) klasik elitizmin belli başlı teorisyenleridir.
Mosca toplumu "yöneten" ve "yönetilen" olarak iki sınıfa ayırırken Pareto, yönetenin iki özelliğini anlatırken Machiavelli'nin "tilkiler (kurnazlık) ve aslanlar (zor kullanma)" benzetmesine atıfta bulunur.
Modern dönem seçkinci görüşte, rekabetçi seçkincilik (demokratik elitizm) diğer seçkinci görüşlere göre daha yaygındır. Buna göre seçmenler gene oy verirler ama bu, sadece hangi elitin kendilerini yöneteceklerini seçmek içindir. Demokratik hakların bir kısmını içinde barındırmasından dolayı rekabetçi seçkincilik, demokrasinin zayıf bir görüntüsü olarak tasvir edilir.
Marksist görüş.
Marksizm toplumu sınıf tabanlı düşünür ve gerçek demokrasinin ancak sınıf farklılıkları kaldırıldığı zaman olabildiğini iddia eder. Yani; demokrasi için siyasi eşitliğin yeterli olmadığını bunun yanında sosyal eşitliğin de sağlanması gerektiği savunur. Marksist yaklaşım görüşleri itibarı ile halk demokrasisine yakındır. Daha çok liberal demokrasiyi eleştirir ve eleştirilerini liberal demokrasinin siyasi eşitlik vaadi ile kapitalist sistemin oluşturduğu sosyal eşitsizlik çelişkisine dayandırır.
'Neo-marksist Jurgen Habermas ve Claus Offe'ye göre bir yandan, demokratik süreç hükûmeti ekonomik ve sosyal hayattaki sorumluluklarını yerine getirecek kamusal talepleri karşılamaya zorlamakta; öte yandan, yol açabileceği mali krizler sistemi tehdit etmektedir.' Yani kapitalist bir demokrasi için meşruiyet krizi riski sürekli olarak mevcuttur.
Ayrıca bu görüş uluslararası ilişkiler alanında da kullanılmaktadır.
Bununla birlikte Mao Zedong, Yeni Demokrasi adıyla bir görüş öne sürmüş, demokrasinin feodalizm ya da onun uzantısı feodal sosyalizmi devirmek ve sömürgecilikten bağımsızlık elde etmeyi amaçlaması gerektiğini ifade etmiştir. Mao'ya göre; bunların gerçekleşebilmesi için ise Karl Marx ve Vladimir Lenin'in belirttiği burjuva sınıfıyla mücadele etme önerisini daha geniş bir paydaya bölüştürmek gereklidir. Marksist-Leninist teoriler barındıran bu düşünceye göre; sosyalizme doğrudan varmak için eski egemen düzenle mücadele eden "işçi sınıfı", "köylü sınıfı", "şehir küçük-burjuvazisi" ve "milli burjuvazi" nin koalisyonuna ihtiyaç vardır ve bu yolla eski kapitalist düzene karşı mücadele edilmelidir. Bu koalisyon, işçi sınıfının ve onun öncü partisi olan komünist parti rehberliğinde olacaktır.
Korporatist görüş.
Toplumda temel birim olarak birey ya da sınıfı alan görüşlere karşıt olarak, insanları işbölümü içinde oldukları yere göre ve sahip oldukları mesleğin bütün üyeleriyle birlikte örgütleyen korporasyonların toplumun örgütlenmesinde temel olmasını, bu örgütlerin bireysel ve sınıfsal çıkar çatışmalarının yerine bireyler ve bireyle devlet arasında bir çıkar uyumu ve dayanışma sağlayacağını savunan siyasal öğretidir.
Mussolini, korporatist devlet yapısı için şunları söylemiştir: "Korporatist devlet liberal kapitalizmin -ki bu ekonomik sistem, bireysel kâr'ı vurgulamaktadır- sonu demek olup kolektif çıkarları öne çıkaran yeni bir ekonominin başlangıcını işaret etmektedir. Bu kolektif çıkarlar üreticilerin kendilerinin hazırladığı üretim regülasyonlarına dayanan bir korporatift sistem vasıtasıyla elde edilecektir. Üreticiler derken sadece işverenleri kastetmiyorum, işçiler de bunun içindedir"
Korporatist düşünürler, bireylerin bağlı bulunduğu örgütlerin siyasi karar alma sürecinde etkinliği arttığı için demokraside temsil özelliğinin arttığını söylerken karşıt düşüncedekiler; güçlü ve etkin örgütlenmelerin karar alma sürecinde kendi çıkarlarında hareket edeceğinden siyasi eşitliği bozabileceğini veya hükûmetin kendine yakın örgütlere ayrıcalık tanıyabileceğinden dolayı demokrasiyi geliştirici bir sistem olmadığını savunurlar.
Uluslararası ilişkilerde demokrasi.
Demokrasiyi uluslararası ilişkiler disiplininde özellikle cumhuriyetçi liberal düşünürler dile getirmişlerdir. Genel olarak 'demokratik, liberal cumhuriyetler birbiriyle savaşmazlar' cümlesiyle açıklanabilir. 'Demokratik cumhuriyetçi hükûmetlerin karşılıklı saygı ve uzlaşmazlıkların barışçıl yollarla çözümüne daha fazla önem verdikleri iddia edilerek liberal demokratik devletlerin artması, uluslararası barışın yaygınlaştırılmasının garantisi olarak görülmektedir.
Dış bağlantılar.
Makale ve röportajlar
Kuruluşlar
Araştırmalar
İngilizce siteler
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7733",
"len_data": 74809,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 4.15
}
|
Ahmet Murat Çakar (d. 3 Ağustos 1962, İstanbul), Türk hekim, spor yorumcusu, sunucu ve eski hakem.
Hayatı.
Ahmet Murat Çakar, 3 Ağustos 1962 tarihinde İstanbul'da dünyaya geldi. 1980 yılında İstanbul Erkek Lisesi'ni bitirdikten sonra babasının mesleğini devam ettirmek için İstanbul Tıp Fakültesi'ne kaydoldu. Babasının mesleğini devam ettirmek için İstanbul Tıp Fakültesi'ni bitirdikten sonra tabip olarak göreve başladı. 1993 yılında Arzu Ersoy ile evlendi. 1981 yılında başladığı hakemlik mesleğini 1998 yılında bıraktı ve yorumculuğuna başladı. 25 Şubat 2004 tarihinde Profilo Alışveriş Merkezi'nin arkasında bulunan, tabiplik yaptığı sağlık ocağından çıkarken vücuduna isabet eden beş kurşunla vuruldu. Çakar, Ali Şen, Haluk Ulusoy'dan şüphelendiğini söyledi. Fail bulunamadı. Taburcu olduktan sonra spor yorumculuğuna tekrar döndü.
Üst Düzey Maçları.
Ahmet Çakar, Uluslararası Futbol Tarihi ve İstatistikleri Federasyonu'na göre dünyanın son çeyrek yüzyıldaki en yüksek skorlu 108. hakemidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7736",
"len_data": 998,
"topic": "SPORTS",
"quality_score": 2.7
}
|
Tupi dilleri, Avrupalı sömürgeciler ilk kez Brezilya kıyılarına ayak bastıklarında bölgede konuşulan diller topluluğuna verilen addır.
Brezilya'ya ilk ayak basan ve bölgede nereye gidilirse gidilsin, yerlilerce konuşulan dillerin benzeştiğini gören Portekizli'ler, bu dilleri o zamanlar "" ("genel dil") olarak adlandırmışlardılar. Bu dillerden "Nheengatu" ("iyi dil") günümüzde de Rio Negro yöresindeki yerlilerce konuşulur.
Tupi aynı zamanda, Brezilya'da ilk olarak Amazon bölgesine yerleşip, sonra zamanla güneye inip Atlantik kıyılarına yayılan başlıca Amerikalı yerli topluluğuna verilen addır.
16. Yüzyıldan başlayarak, Tupi'ler Portekizli ve İspanyalı sömürgecilerce köleleştirilmiş ya da soykırıma uğratılmışlardır. Bu etnik temizlikten kurtulanların torunları, günümüzde özerk yerli yerleşim bölgelerinde yaşamaktadırlar.
Tupi-Guarani dil topluluğu da daha büyük Tupi topluluğunun bir parçasıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7739",
"len_data": 905,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.64
}
|
Eurobond ya da Avrovil, devlet ya da şirketlerin, kendi ülkeleri dışında kaynak sağlamak amacıyla, uluslararası piyasalarda yabancı para birimleri üzerinden satışa sundukları, genellikle uzun vadeli borçlanma aracıdır.
Bir ülkenin dış borçlanmasında kullandığı enstrümanlar olan Eurobondlar, genellikle Euro ve USD cinsinden ihrac edilen, uzun vadeli borçlanma senetleridir. Tanım olarak hazine bonosu ve devlet tahvilleri ile benzerdir, ancak iç borçlanmaya yönelik olan bu kâğıtlar "Devlet iç borçlanma senedi" olarak tanımlanmakta iken Eurobondlar dış borçlanma statüsündedir.
Eurobond fiyatları, hem ihraç eden ülke veya kuruluşun mali ve ekonomik performanslarından, hem de uluslararası finansal piyasalardaki gelişmelerden etkilenmektedir.
Özellikleri.
Amerikan Doları, Euro, Japon Yeni, İsviçre Frangı gibi uluslararası piyasalarda kabul görmüş para birimleri üzerinden ihraç edilebilmektedirler.
Vadeler genelde 5-30 yıl arasındadır.
Uzun vadeli tahvil olmalarından dolayı, kuponlu olarak satılır. Genellikle kuponlar sabit faizlidir. Kupon ödeme dönemlerinde kupon faizi elde edilir, dolayısıyla yatırımcıya nakit girdisi sağlar. Anapara ve kupon ödemeleri ihraç edildiği döviz cinsi üzerinden yapılır.
USD tahviller 6 ayda bir, EUR tahviller yılda bir kupon ödemelidir. Kuponların faizleri yıllık basit faiz olarak ifade edilir.
Vade sonu beklenmeden piyasa koşulları çerçevesinde nakde çevrilebilir.
Satın alınan Eurobondlar fiziki olarak bir saklama kurumu nezdinde saklanmaktadır.
Eurobond; birikimlerini yabancı para cinsinden yatırım araçlarında değerlendirmeyi tercih eden ve uzun vadeli yatırım yapmayı düşünen kişi ve kuruluşlara yönelik yatırım aracıdır.
Fiyat ve getiri kavramları.
Temiz Fiyat (Clean Price)
Uluslararası piyasalarda Eurobondlar temiz fiyat ile işlem görmektedir.
Kirli Fiyat (Dirty Price):
Gerçekleşen alım satımların takas işlemleri sırasında kıymet bedeli, birikmiş kupon faizi eklenerek hesaplanmakta ve birikmiş faizin de dahil olduğu fiyata "Kirli Fiyat" denilmektedir.
Birikmiş Faiz:
Eurobond'un ihraç veya son kupon ödeme tarihinden alım - satımının yapıldığı tarihe kadar işleyen faizine birikmiş faiz denir.
Birikmiş Faiz: A / E * % CPN / M
A: Son kupon ödeme tarihinden valör gününe kadar geçen gün sayısı
E: Kupon ödeme dönemi içindeki gün sayısı
CPN: Kupon faiz oranı
M: Bir yıl içindeki kupon ödeme sayısı
Kupon faiz oranı ve getiri birbirinden farklıdır. Eurobondlar sabit kupon faizli olduğu için kupon faiz oranı vadesonuna kadar değişmemektedir. Ancak piyasada faiz oranı ve satış fiyatı değiştiğinde, kıymetin getirisi de satış fiyatına göre değişiklik gösterecektir. Kıymet vade sonuna kadar tutulduğu takdirde yatırımcının elde edeceği getiri, kıymetin satın alındığı tarihteki satış fiyatı üzerinden ve tüm kupon faiz tutarlarına karşılık gelen getiri olacaktır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7742",
"len_data": 2822,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.53
}
|
Hazine bonosu, Devletin kısa vadeli borçlarına kısa süre içinde fon elde etmesi için satılan senetlerdir. En fazla bir yıl vadeye sahiptir. Hazine bonosu vade 1 yıldan kısa olmak üzere satılan kurum tarafından öngörülen vade sonunda bedelin bono sahibine ödenmesi sonucu bono sahibi faiz geliri elde etmiş olur. Bono sahibi vade sonunda anapara ve faiz geliri elde etmiş olur. Türkiye'de Hazine bonosu Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından çıkarılır.
Walter Bagehot tarafından 1876'da keşfedilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7743",
"len_data": 500,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.41
}
|
Émile Durkheim (15 Nisan 1858, Épinal - 15 Kasım 1917, Paris), Fransız sosyolog, sosyolojinin kurucularından sayılmaktadır.
Sosyoloji adı her ne kadar August Comte tarafından verilmiş olsa da Fransız sosyolojisi 19. yüzyılın sonundaki güçlü etkisini ona ve onun kurmuş olduğu L'Année Sociologique isimli yayına borçludur.
Hayatı.
David Émile Durkheim, 15 Nisan 1858'de Épinal, Lorraine, Fransa'da Yahudi bir ailede; Mélanie ve Moïse Durkheim'un oğlu olarak doğdu. Babası, büyükbabası ve büyük-büyükbabası hahamdı ve Durkheim'de eğitimine ilk Yahudi okulunda başladı.
1885 yılında Durkheim, Almanya'da bulundu. Fransa'ya dönüşte yayımladığı makaleler ilgi topladı. 1887 Bordeaux Üniversitesi'nde ders vermeye başladı. 1902 yılında Sorbonne Edebiyat Fakültesi'nde çalışmalarını sürdürdü. 1906 yılında Buisson'un ölümü üzerine Sorbonne Eğitimbilim Profesörlüğüne getirildi.
Durkheim sosyolojiyi sistemleştiren ve ona asıl unsurlarını ekleyen en önemli isimlerin başındadır. Durkheim, toplum yaşamını doğal dünyayı inceleyen bilim adamları ile aynı nesnellikte incelememiz gerektiğini savunur. Sosyolojiye bilimsel bir disiplin kazandırması ve sosyolojinin konusunun ne olması konusunda yapmış olduğu çalışmalar onu sosyolojinin kurucuları arasında en önemli yere oturtmuştur.
15 Kasım 1917'de Paris'te ölmüştür.
Toplum teorisi.
Durkheim'e göre toplumsal düzen ve dayanışma her şeyden önce gelmektedir. Toplumsal düzen ve dayanışma oluşturulabilmesi için ise işbölümü ve uzmanlaşma gerekmektedir. Sanayi toplumu ile insanlar belirli mesleklerde uzmanlaşmaya gitmeye başlamıştır. Bu sebeple dayanışma zorunlu hale gelmiştir. Ona göre toplumsal düzenin sürdürülebilmesi için iki türlü dayanışma vardır. Mekanik dayanışma ve organik dayanışma.
Durkheim, toplumu bir arada tutan unsurların değerler ve gelenek olduğuna inanıyordu. Suç, sapma ve intihar davranışları anominin (normsuzluk) arttığı durumlarda artış göstermektedir. Durkheim'in en önemli çalışması intihar üzerine yapmış olduğu çalışmalardır. (1897-intihar adlı eseri)
Durkheim'e göre toplumsal dayanışmayı sağlayan en önemli unsur dindir. Ahlaki uzlaşı ve toplumsal ahlakın kaynağı dindir. Ona göre dinin kaynağı ise toplumun kendisidir, yani kutsal olan ilke kutsal olmayan üzerinde yapılan ayrım dinin belirleyicisidir.
Durkheim'ın öne sürdüğü faktörler:
Durkheim, sosyolojiyi kendi olgularını kendi ön dayanaklarıyla işleyen bir bilim durumuna getirdi. Auguste Comte'un fiziği, Herbert Spencer'in biyolojiyi örnek alıp inceledikleri toplumsal olaylar ona göre yalnız kendi türünden olaylarla açıklanabilir, "toplumsal olay" bireye bağlı ve bireyle başlayıp biten bir süreç değildir. Toplumsal olay bireyi aşkındır, birey ona katılır. Her birey için toplumsal olaya katılmak kaçınılmaz bir zorunluktur. Çünkü toplumsal olaylar; genel zorunlu bireyi ve bireyler arası ilişkileri belirleyen din, ekonomi, hukuk, ahlâk, siyaset, bilim ve sanat türünden olaylardır. İnsanın kendine özgü bireyliğini ve topluma özgü toplumsallığını saptar. İnsan genel doğruları hazırca, tartışıp araştırmadan toplumdan alır. Bu doğrular: bireyin, kendisi, başkaları, insanlar arası ilişkiler, doğa, evren olguları üzerine yargılarına temel dayanak olur.
Toplum bir başka yanıyla da insana ilişkin her kurumun temeli olup doğal bir bileşimdir. Kurumlar örneğin din ve Tanrı anlayışı da topluma bağlıdır ve onunla birlikte gelişip evrimleşir.
Durkheim bilgi anlayışında toplumun görüşünü örnek alır. Bilgide en genel kavramlar tek tek şeylerin tümünden bağımsız olmayıp tersine onlara uygulanabilen, topluma ilişkin kavramlar olduklarından en geçerli kavramlardır. Bunların mutlak, öncesiz sonrasızca doğru ve kesin kavramlar oldukları da söylenemez. Bilginin temel taşları olan genel kavramlar toplumla birlikte zaman ve uzam bağlamında değişip gelişen kavramlardır.
Din sosyolojisi ile ciddi olarak ilgilenen Durkheim'ın eserlerinin bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Comte'un takipçisidir. Sosyolojizm düşüncesi felsefesi olarak Materyalizm ve Kolektif inançları değerlendiriyor. Tanrı'nın ve evrenin varlığı konusunda emin olmadığını Sosyoloji ve Din olarak Tanrı'nın toplum olduğunu yani ezilen, sınıfının bir olduğunu, Toplumun da Tanrı'nın felsefesine uygun inançları "Teizm, Ateizm, Deizm, Budizm ve Agnostizm, ..." gibi farklı inançlara göre bölünmesini değerlendiriyordu. Ayrıca, nasıl toplumu gözettiği bireyin de davranışlarda bulunurken toplumu temel ahlak esasına ve pozitif yaklaşıma çağrıştırıldığını düşünüyordu.
Toplumsal olguları ampirik olarak inceledi. "Toplumsal olgular bireyin dışındadır, bireyin zorlamasıdır ve diğer toplumsal olgular ile açıklanır" diye savundu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7747",
"len_data": 4622,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.94
}
|
Max Weber (21 Nisan 1864 - 14 Haziran 1920), Alman düşünür, sosyolog ve ekonomi politik uzmanı. Modern antipozitivistik toplumbilimi incelemesinin öncüsü olduğu düşünülür. Sosyolojiyi yöntem bilimsel olgunluğa eriştirmiştir.
Weber, siyaset sosyolojisi ve eğitim sosyolojisi alanında yaptığı araştırmalarıyla da tanınır. Marx'ın sınıf temelli çözümlemelerinin yerine statü kavramını getirmiştir. Bürokrasi üzerine çalışmalarıyla tanınır.
Max Weber, sosyoloji alanında dönüştürücü bir figür olarak kabul edilir. Çalışmaları, modern toplumların gelişimini anlamak için rasyonelleşme, sekülerleşme ve dünyanın büyüsünün bozulması gibi süreçleri merkeze koyar. Weber, bu süreçlerin kapitalizmin ve modernitenin yükselişiyle nasıl iç içe geçtiğini inceledi ve bu bağlantıları "Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu" adlı eserinde detaylı bir şekilde ele aldı. Bu çalışmada, Weber, pazar odaklı kapitalizmin ve Batı'daki rasyonel-legal sistemlerin yükselişinde ascetik Protestanlığın oynadığı rolü vurguladı. Bu analiz, daha sonra Çin, Hindistan ve antik Yahudi dinlerini de kapsayan geniş kapsamlı dünya dinleri çalışmalarının temelini oluşturdu.
Weber aynı zamanda devleti şiddet tekelinde tanımlayan ve sosyal otoriteyi karizmatik, geleneksel ve rasyonel-legal olmak üzere üç kategoriye ayıran teorileriyle tanınır. Metodolojik antipozitivizmi savunan Weber, sosyal eylemlerin sadece ampirik değil, aynı zamanda yorumlayıcı yöntemlerle de incelenmesi gerektiğini öne sürdü. Ekonomik sosyoloji, siyasi sosyoloji ve din sosyolojisi gibi alanlarda önemli katkılarda bulundu.
Weber'in ölümünden sonra, çalışmalarının etkisi, Weimar Cumhuriyeti'nin siyasi karışıklığı ve Nazi Almanyası'nın yükselişi sırasında azaldı. Ancak, II. Dünya Savaşı sonrasında, Talcott Parsons öncülüğünde yapısal işlevselcilik alanında kullanılan çalışmaları sayesinde tekrar ilgi çekti. Yirminci yüzyılın sonlarına doğru, Weber'in eserlerinin çevirilerinin ve bilimsel yorumlarının artmasıyla beraber ünü de arttı. Marx ve Durkheim ile birlikte sosyolojinin kurucu babalarından biri olarak kabul edilen Weber, sosyal bilimlerin gelişimindeki merkezi figürlerden biri olarak görülmektedir.
Hayatı.
Çocukluğu ve gençliği.
Weber, Almanya’nın Erfurt kentinde doğmuştur. Sir Max Weber’in yedi çocuğunun en büyüğüdür. Babası seçkin bir liberal politikacı, annesi Helene Fallenstein ise ılımlı bir Protestandı. Sir Weber politikanın içinde bir figürdü ve aile yaşantısına da bunu yansıtmıştı, Weber’lerin salonunda birçok göze batan entelektüel ve siyasi ağırlanırdı.
Genç Weber ve daha sonra kendisi gibi bir sosyolog ve ekonomist olan kardeşi Alfred, işte böyle bir entelektüel ortamda büyümüşlerdir. 1876’da, Max henüz 12 yaşındayken, ailesine Noel hediyesi olarak iki tarihi metin kaleme almıştır: “Alman Tarihi Hakkında, İmparator ve Papa’ya Özel Atıflarla” ve “Konstantin’den Kavimler Göçüne, Roma İmparatorluğu”. 14'üne geldiğinde Homer, Virgil, Cicero ve Livy atıflı makaleler yazıyor ve henüz üniversiteye girmeden evvel Goethe, Spinoza, Kant ve Schopenhauer’u genişçe biliyordu. Weber’in üniversite çağında sosyal bilimler alanında uzmanlaşmak isteyeceği açıkça belli idi.
Öğrenimi.
1882'de Heidelberg Üniversitesi'ne Hukuk öğrencisi olarak girdi. Hukuk dersleriyle birlikte, ekonomi, Ortaçağ Tarihi ve teoloji derslerine de katıldı. Aralıklarla, Strazburg’da Alman ordusuna hizmet verdi.
1884 Sonbaharında, babasının evine, Berlin Üniversitesi’ne çalışmak için girdi. Sonraki 8 yıl boyunca, sadece bir dönem Göttingen Üniversitesi için ve kısa dönem askerlik için evinden ayrıldı. Baba evindeyken, stajyer avukat oldu ve nihayetinde Berlin Üniversitesine doçent olarak girdi. Meslek birliğinin sınavını kazandı. 1880’ler boyunca tarih dersleri almaya devam etti. 1889 yılında "Orta Çağ İşletme Organizasyonları Tarihi” isimli doktora tezini verdi. İki yıl sonra "Roma Tarım Tarihi ve Roma Tarım Tarihinin Özel ve Halk Hukukundaki Önemi" adlı makalesini tamamladı. Weber'in profesör olması için önünde bir engel kalmamıştı.
Doktora tezi sonrasında, Weber'in ilgisi çağının sosyal politikalarına kaydı. 1888’de “Verein für Sozialpolitik”e katıldı. Bu birlik, tarihçi ekole bağlı Alman ekonomistlerin kurduğu yeni bir meslek örgütüydü. Orada, sosyal problemlerin birçoğunun ekonomi ile çözümlenebildiğini gösterdi ve ekonomik problemleri çözümlemede istatistik yöntemleri kullanmaya öncelik etti. Siyasete ilgisi devam ediyordu ve sol görüşlü Protestan Sosyal Kongresi’ne katıldı. 1890, “Verein” Polonya Sorunu “Ostflucht” diye bilinen, yabancı çiftçilerin Doğu Almanya'ya girişleri ve yerli çiftçilerin ise hızla sanayileşen Alman şehirlerine göç etmelerini üzerine bir araştırma programı açtı. Bu araştırmanın bir kısmını yürüten Weber araştırmanın sonuç raporunu da kaleme aldı. Bu sonuç raporu, muhteşem bir empirik çalışma denilerek övüldü ve Weber'in tarım ekonomisi dalındaki uzmanlığını perçinledi.
1893'te, kuzeni ve geleceğin feminist yazarı olan Marianne Schnitger ile evlendi. Schnitger, Weber'in ölümünden sonra, onun gazete makalelerini toplayıp kitaplaştıran insandır. Çift 1894'te Weber'in Freiburg Üniversitesi'ne Ekonomi Profesörü olarak atanması üzerine, Freiburg'a gittiler. Bundan iki yıl sonra, aynı görevle Heidelberg Üniversitesi atandı. 1 yıl sonra, oğluyla sert bir anlaşmazlığa düşmelerinden iki ay sonra baba Weber öldü. Bu olayın ardından, Weber artarak uyku problemine ve sinirliliğe düçar oldu. Bu durum, Weber'in profesörlük görevini sürdürmesini zorlaştırdı. Bu durum, daha az ders vermesine neden oldu ve 1899'da son dersini verdi. 1900'de eşiyle birlikte İtalya'ya gittiler ve 1902'ye dek Heidelberg'e dönmediler.
1890'lardaki engin üretkenliğinden sonra, 1898'den 1902 sonlarına kadar tek bir sayfa bile yazmamış ve nihayetinde 1903'te profesörlükten istifa etmiştir. Bu sorumluluktan kurtulunca, "Archives for Social Science and Social Welfare"den gelen ortak editörlük teklifini, meslektaşları Edgar Jaffe ve Werner Sombart’la birlikte kabul etti. 1904’te, bazı makalelerini bu dergide basmaya başladı, “Kapitalizmin Ruhu ve Protestan Ahlak ” (Die protestantische Ethik und der Geist des Kapitalismus) da bunlardan en dikkate değer ve ünlü olanıdır. Bu çalışması, daha sonraki, ekonomik sistemleri kültür ve dinle temellendirmek düşününe temel oluşturmuştur.
Bu çalışması, o hayattayken kitap olarak basılan tek eseridir. Yine o yıl, ABD'ye gitti ve Congress of Arts and Sciences’da World's Fair (Louisiana Purchase Exposition)’a atıldı. Bu başarılarına rağmen, Weber sürekli hocalığa devam edemeyeceğini düşünüyor, sadece özel dersler veriyordu, geçimini de kısmen bu yolla büyük ölçüde kendisine 1907’de kalan mirasla sağlıyordu. 1912’de Weber, sosyal demokratlar ve liberalleri birleştirerek bir sol parti kurmayı denedi. Bu girişim, liberallerin, sosyal demokratlardan devrim yapabilecekleri endişesiyle uzak durmaları sonucunda başarısızlıkla sonuçlandı.
Alman siyasetindeki yeri ve etkisi.
I. Dünya Savaşı sırasında, Heidelberg'deki bir askeri hastanede müdürlük yaptı. 1915 ve 1916’da, savaş sonrasında Belçika ve Polonya'daki Alman üstünlüğünün sürdürülmesi için görevlendirilen komisyonda görev aldı. Savaş sırasında Weber’in Alman İmparatorluğu'nun genişlemesine dair görüşleri gibi, savaş hakkındaki görüşleri de değişti. 1918’de Heidelberg’deki “İşçi ve Asker Konseyi”ne katıldı. Yine aynı yıl, Versay Anlaşması'na katılan Alman Ateşkes Komisyonu’na danışmanlık yaptı ve "Weimar Anayasası komisyonuna üye olarak atandı. Özellikle 48. maddenin bu anayasada da yer almasını sağladı. Bu madde daha sonra "Hitler" tarafından, muhaliflerini susturmak ve diktatörlüğünü kurmak için kullanılmıştır. Weber'in Alman politikasına yaptığı katkılar halen tartışılmaktadır.
Weber, önce Viyana Üniversitesi'nde, 1919'da ise Münih Üniversitesi'nde ders vermeye yeniden başladı. Münih'te Almanya'nın ilk sosyoloji enstitüsünü kurdu ve başına getirildi ancak sosyoloji bölümü için yeterli personel bulunamadı. 1919 ve 1920'de Weber, sağcıların kışkırtmaları ile siyasetten ayrıldı. Birçok meslektaşı ve öğrencisi, 1918 ve 1919'daki Alman Devrimi boyunca solcuların davranışları ve konuşmaları hakkındaki görüşlerini protesto ettiler. Bazı sağcı öğrenciler ise evinin önünde protesto gösterileri yaptı.
Ölümü.
Weber, 14 Haziran 1920'de ispanyol gribi nedeniyle zatürreye yakalanıp öldü.
Weber'in düşüncesi.
Esinlendiği kaynaklar.
Heinrich Rickert'e göre, Weber'in düşüncesi büyük ölçüde Alman idealizminden, özellikle de Yeni-Kantcılık'tan etkilenmiştir. Özellikle gerçekliğin kaotik ve anlaşılamaz olduğu, insanların dikkatlerini gerçekliğin bazı görünümlerine odakladığı ve sonuçta oluşan algılarını organize etme yoluyla akılcı bir çıkarım yaptıkları şeklindeki Yeni-Kantçı inanış Weber'in eserlerinde önemlidir. Weber'in fikirleri sosyal bilimler metedolojisi açısından çağdaşı olan Yeni-Kantçı filozof ve önemli sosyolog Georg Simmel'in çalışmaları ile paralellik taşır.
Weber, dinsel kesinliklerin kaybolduğu modern çağda anlamsız hale gelmiş olmasına rağmen, Kantçı ahlaktan da etkilenmişti. Bunun dışında Friedrich Nietzsche'nin felsefesinden etkilendiği de belirgindir. "Stanford Encyclopedia of Philosophyye göre "Kantçı ahlaki zorunluluklar ile Nietzscheci modern kültürel yaşamın kavranması arasındaki derin gerilim Weber'in etik dünya görüşüne koyu bir trajik ve agnostik gölge vermektedir." Weber'in hayatı ve fikirleri üzerindeki bir diğer önemli etki ise Karl Marx'ın yazıları ve akademide ve aktif politikada sosyalist düşüncedeki çalışmalar oldu. Weber, Marx'ın bürokratik sistemler ile ilgili korkularını paylaşır ve bunların insan özgürlüğü ve otonomisine zarar verebilecek kapasitede olduklarını öne çıkarmaya çalışırken, bu yaklaşımı sürekli ve kaçınılmaz biçimde var olan ütopyalarla çatışıyor ve ütopya ruhuna bir türlü uymuyordu. Annesinin Kalvinci dinsel bağlılığı Weber'in tüm yaşamı ve eserlerinde görülür olmasına ve dinlerle ilgili çalışmaları yaşamı boyunca sürdürmesine karşın, kişisel olarak dinsiz olduğu açıktı.
Bir politik iktisatçı ve iktisadi tarihçi olarak Weber, yeni gelişen ve Gustav von Schmoller ve öğrencisi Werner Sombart tarafından temsil edilen Alman Tarih Okulu'ndandı. Weber'in araştırma konuları bu okulla aynı çizgide olmasına karşın, yöntembilim ve değer teorisi konularında Alman tarihçilerden ayrılıyor ve bu tarih okulunun geleneksel düşmanları olan Carl Menger ve Avusturya Okulu'na daha yakın düşünüyordu.
Otorite (Meşru İktidar) Tipolojisi.
Weber, yurttaşların belirli bir siyasal sisteme neden itaat ettiklerinin cevabını aramış ve kişilerin otoriteye itaat etmelerinin, iktidarı meşru görmelerinin nedenini üç farklı otorite tipine bağlamıştır.
Geleneksel Otorite: Bu otorite tipinde, siyasi iktidar meşruluğunu yerleşmiş geleneklerden ve bu geleneklerin kutsallığına duyulan inançtan alır. Yönetilenler, iktidarı geleneklere göre ele alan ve kullanan yöneticilerin karar ve emirlerine uymayı görev sayarlar. İktidar sahiplerin yetki sınırları açıkça belirtilmemiştir. Kendilerine geleneklere uygun olarak geniş bir takdir yetkisi hareket alanı bırakılmıştır.
Hukuksal Akılcı Otorite: Bu otorite tipinde siyasal iktidarı kullananlar, yönetme güçlerini ve haklarını rasyonel ve herkes için bağlayıcı hukuk kurallarından alırlar. İktidara geliş yolları ve yetkileri rasyonel kurallarla açıkça belirlenmiştir. Otorite, hukuk kurallarına uyduğu sürece meşrudur. Yönetilenler, yöneticilerin şahsına değil, işgal ettikleri makama daha doğrusu hukuk düzenine itaat ederler.
Karizmatik otorite: Bu otorite tipinde iktidarın meşruluğu bir kişinin olağanüstü sayılan niteliklerine dayanır. Halk liderde kutsallık veya kahramanlık, örnek alınacak bir üstün kişilik simgesi gördüğü için ona bağlanır ve yarattığı düzene itaat eder. Karizmatik lider toplumun yerleşmiş düzenine ve geleneklerine veya bunların bir bölümüne karşı çıkarak köklü değişikliklere yönelir. Bu nedenle radikal ve devrimci nitelik gösterir.
Weber'in bu sınıflandırması sosyoloji ve tarih açısından çok önemlidir ama günümüzün karmaşık siyasi gerçekliğini kavramaktan uzaktır.
Yöntembilim.
Weber, diğer klasik düşünürler (Comte, Durkheim) gibi genel olarak sosyal bilimlere, özel olarak da sosyolojiye hükmeden özel bir kurallar seti yaratmaya çalışmadı. Durkheim ve Marx ile karşılaştırılsa, Weber daha çok birey ve kültür üzerine yoğunlaştı ve bu onun yöntembiliminde açıktır. Durkheim toplum üzerine yoğunlaşırken, Weber birey ve onun eylemleri üzerine yoğunlaştı. Diğer taraftan Marx maddi dünyanın fikirler dünyası üzerindeki önceliğini savunurken, Weber en azından büyük resimde fikirlerin bireylerin davranışlarını motive ettiğini ileri sürdü.
Weber'e göre sosyoloji,
Weber, nesnellik ve öznellik sorunu üzerine yoğunlaştı. Weber toplumsal eylem ile toplumsal davranışı birbirinden ayırdı ve toplumsal eylemin ancak bireylerin bir diğeri ile öznel olarak nasıl ilişkiye girdiğinin anlaşılması sayesinde anlaşılabileceğini belirtti. Weber bunun için Verstehen ("Almanca'da anlamak") kavramını kullandı. Toplumsal eylemin "verstehen" aracılığıyla anlaşılması buradaki öznel anlamın anlaşılmasına bağlıydı ve bireyleri eylemleriyle ilişkilendirerek anlamayı amaçlamalıydı. Toplumsal eylemler kolaylıkla tanımlanabilir ve nesnel bir anlam taşır, ancak çok daha fazla öznel sonuçlar yaratır ve bu sonuçların anlaşılması bilim insanı açısından bir başka öznel anlama katmanıdır. Weber sosyal bilimlerde, öznelliğin, evrensel kanunlar yaratmanın doğal bilimlerdekinden çok daha zor olmasına neden olduğunu ve bu öznel bilgi düzeyinin yüksekliğinin sosyal bilimleri tehlikeli şekilde sınırlayacağını belirtir. Sonuç olarak, Weber, nesnel bilimselliğe ulaşmak için çaba harcamasına karşın, bunun ulaşılamaz bir hedef olduğunu da belirtir.
Uluslar, kültürler, hükûmetler, kiliseler, kuruluşlar gibi toplulukların sosyal bilimciler tarafından ancak bireylerin davranışları bağlamında ve bu davranışların bir sonucu olarak anlayabileceği şeklindeki Yöntembilimsel bireycilik ilkesi, Weber'e, özellikle de Ekonomi ve Toplum kitabının ilk bölümüne dayandırılır. Weber, bu bölümde bireylerin ancak "öznel olarak anlaşılabilecek eylemlerin yapıcıları" olarak kabul edilebileceklerini belirtir. Başka bir ifadeyle, toplumsal fenomenler sadece hedefleri olan bireylerin davranışlarının modelleri üzerinden ele alınmasıyla bilimsel olarak anlaşılabileceğini ileri sürer. Weber, gerçek tarihsel olayların kazara ya da tamamen irrasyonel etkenlerden dolayı her zaman ister istemez saptığı bu modellere ideal tipler diyordu. Bir ideal tipin analitik olarak inşa edilmesi gerçeklikte hiçbir zaman mümkün olmazken, sosyal bilimciye gerçeklikte olanları kıyaslayabilmek için bir ölçüt sağlamış olurdu.
Weber'in yöntembilimi, sosyal bilimlerin yöntembilimi konusunda o dönemin Almanya'sında yaşanan ve Methodenstreit adı verilen tartışma bağlamında gelişti. Weber'in pozisyonu tarihselcilere daha yakındı, ancak toplumsal olayların özel tarihsel bağlamı içinde anlaşılabileceğini ve analiz edilirken bireylerin öznel motivasyonlarının anlaşılması gerektiğini söylüyordu. Böylece Weber karşılaştırmalı tarih analizinin kullanımını vurguluyordu. Yani Weber, belli olayların gelecekte nasıl bir sonuç yaratıcığını tahmin etmekten çok, belli bir sonucun, hangi farklı tarihsel süreçlerin sonucu olarak ortaya çıktığını anlamakla ilgileniyordu.
Ussallaştırma.
Ussallaştırma("Ing. Rationalisation") ve giderek daha ussal olan bir toplumdaki bireysel özgürlük sorunu birçok sosyolog tarafından, Max Weber'in eserlerinin ana teması olarak kabul edilir. Bu tema psikolojik etkenler, kültürel değerler ve inançlar (özellikle din) ile toplumun yapısı (özellikle ekonomi tarafından belirlenen) arasındaki ilişkilerin geniş bağlamı çerçevesine yerleştirilmiştir.
Ussallaştırma kavramı ile, Weber ilk olarak bireysel kar-zarar hesabını, ikinci olarak daha kapsamlı biçimde kurumların bürokratik organizasyonunu ve son olarak da en genel anlamda gerçekliğin, gizemli ve sihirli güçlerden uzaklaşarak anlaşılmasını ifade eder.
Weber bu konudaki fikirlerini Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu kitabında geliştirmeye başladı. Bu kitapta Protestanlık'taki, daha da özelde onun sofu bir mezhebi olan Kalvinizm'deki, dinsellik ve çalışma arasındaki ilişkinin yeniden tanımlanmasının, ekonomik kazanç elde etme konusundaki insani çabayı rasyonel bir çabaya çevirmiş olduğunu ileri sürdü. Protestanlıkta Tanrıya inanç çağrısı daha seküler bir davet biçimini almıştır. Weber'e göre, bu doktrinin rasyonel temelleri giderek gelişti ve dinsel temellerden daha güçlü hale gelerek, onların artık göz ardı edilmesiyle sonuçlandı.
Weber, konu üzerindeki araştırmasına sonraki çalışmalarında da devam etti. Özellikle bürokrasi üzerine yazılarında ve günümüzün modern dünyasında meşruluğun (veya ussallaştırmanın) belirleyici rolünün olduğunu belirttiği (Weber meşru otoriteyi üç tipte ele alır: yasal/akılcı otorite, geleneksel otorite, karizmatik otorite) yazılarında bu konuya sıkça değindi. Weber, çalışmalarında, günümüz toplumunun ussallaşmaya doğru gelişmekte olduğu şeklindeki görüşünü savundu. Benzer şekilde, akılcıl ve hesaplanabilir kapitalizmin gelişmesi sayesinde ekonomide de rasyonalizm görülebilir. Weber'e göre ussallaştırma Batı Avrupa'nın dünyanın geri kalanından ayıran temel özelliklerden de biriydi. Ussallaştırma, ahlakta, dinde, psikoloji ve kültürde derin değişikliklere bağlı idi ve bu değişiklikler ilk olarak Batı Avrupa'da gerçekleşmişti.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7748",
"len_data": 17344,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.55
}
|
Eğitimsel toplum bilimi (ya da eğitim sosyolojisi), eğitim kurumlarını ve okullaşma ile modern endüstri toplumlarında okullaşma sistemlerini, ‘okul ile toplumsal yapı arasındaki ilişkileri konu alan, eğitim kurumunun toplumun diğer büyük kurumsal düzenleriyle, yani iktisat, politika, din vb. ile olan ilişkilerini sosyolojinin yöntemleri ve bakış açısıyla araştıran sosyoloji dalı.
Konusu.
"Eğitim sosyoloji"sinin günümüzdeki araştırmaları, eğitimin öncelikle, yeniden üretilecek bir kültürü, bir bilgi ve beceriyi aktarmak, sonra da ekonomik ve toplumsal kalkınmaya katkıda bulunmak gibi iki ayrı ve birbiriyle çelişen işlevi olduğunu ortaya koyar. Son zamanlarda, özellikle eğitimin söz konusu iki işlevi bağlamında yapılan eleştirel çalışmaların temel tezi, okul eğitiminin egemen sınıflar tarafından saptanmış olan toplumsal ve kültürel koşulların yeniden üretilmesine yardımcı olduğu ve yine eğitimin hakim kültürün kurumsallaşmasına ve toplumsal tabakalaşmanın pekişmesinde önemli bir rol oynadığıdır.
Klasik sosyolojik kavram ve yaklaşımların karşılıklarının eğitim alanında aranmasının yanında eğitim sosyolojisi, alanda çeşitleri süreçleri, rejimleri, teorileri kendi içerisinde inceler ve analiz eder. Yapısalcı model gibi. Bir eğitim bilimcinin işi uygulamaya yönelik bir sistem ve proje ortaya koymaktır. Eğitim sosyolojisinin verileri eğitim bilimciye kaynak sağlarken aynı eğitimcinin ortaya koyduğu çalışmayı da inceleyen eğitim sosyolojisi bu çalışmanın sonuçlarını eğitimbilim tecrübesi içerisindeki konumunu ortaya koyar. Eğitimbilim'in öncesinde de analizinde de eğitim sosyolojisi vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7749",
"len_data": 1614,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 4.22
}
|
Germencik, Ege Bölgesi'nde Aydın ilinin bir ilçesidir.
Aydın'a 25 km uzaklıktaki ilçe, verimli Büyük Menderes ovasının ortasında yer alır. Aydın-İzmir kara yolunun üzerinde olmasının yanı sıra, İzmir-Aydın-Afyon ve Ortaklar-Söke gibi iki demiryolunun da kavşağında yer alır.
Germencik'in içinde yerleşim, Aydın-İzmir kara yolunun iki yanında yoğunlaşmıştır.
Nüfus.
İlçede 36 mahalle bulunmaktadır.
Ekonomi.
Tarıma dayalı ekonomisinde incir başlıca üründür. Bunun yanı sıra zeytin, pamuk, susam meyan kökü de üretilir. İlçenin toplam arazi varlığı 37.439 hektar, ekili dikili alan 25.580 hektardır. Geri kalan alanın 10.623 hektarı orman, 665 hektarı çayır-mera, 519 hektarı kullanılmaz arazi ve 52 hektarı göl ve bataklıktır.
İlçede tahin, helva, zeytinyağı, tuğla, un üretimevleri ile çırçır fabrikaları bulunur. Yetiştirilen önemli tarımsal ürünlerin ekilişi ve 1998 yılı yaklaşık üretimi oranları aşağıdaki gibidir.
Kültür Bitkisinin Adı ...Ekilişi (Hektar)...1998 Üretimi
Pamuk...5650...16950 ton
Tahıl ...1340... 4407 ton
İncir ...8722...7500 ton
Zeytin ...9292...44170 ton
İlçede 92 dekar domates, 16 dekar süs bitkisi ve kalanı çeşitli sebzeler ekilen 107 dekar alanda sera sebzeciliği yapılmaktadır.
İlçede 7140 adet büyük ve 7560 adet küçükbaş olmak üzere toplam 14.700 baş hayvan bulunmakta olup, yılda 28.600 ton süt elde edilmektedir. İlçede 2470 adet arı kovanı bulunmakta ve 27.200 kg bal, 670 kg balmumu elde edilmektedir. İlçede Et tavukçuluğu yetiştirmeciliği yapan 3 işletme bulunmakta olup, kesim yapılmaktadır.
Sanayi kuruluşu olarak; 6 çırçır fabrikası, 1 adet bitkisel yağ üretimevi, 1 soğuk hava deposu, 1 yapı gereçleri üretim yeri, 1 kiremit üretim yeri, 12 tarımsal kooperatif, 15 ekmek fırını, 145 incir işletmesi bulunmaktadır. Ayrıca, işleme sığası 4.200 ton olan salamura işletmesinde, 3.000 ton sofralık zeytin salamurası yapılmaktadır.
Ören yerleri.
Magnesia Antik Kenti.
(Menderes Magnesiası) Ortaklar bel. antik kentine ait ören yeri, Germencik ilçesi Ortaklar belediyesini bağlı Tekin köy sınırları içinde Ortaklar-Söke kara yolu üzerindedir.
Kaplıcalar.
İlçenin 12 km kuzeyinde Alangüllü, 10 km kuzeyinde Çamur, Germencik ilçesi ortaklar kasabasına bağlı Gümüş köyünde de Gümüş kaplıcaları bulunur.
Coğrafi yapı.
İlçe toprakları ülkenin en verimli bölgesinde olmasına rağmen yanlış bir şekilde ve diğer büyük menderes ovasında bulunan kentlerdeki gibi ovaya doğru yapılaşmaktadır. Yapıların büyük kısmı müstakil evlerden oluşmakta ve dolayısı ile büyük kentlerde yüz bin insanın yaşayacağı alanda ilçe nüfusu yaşamaktadır. Bu alanda çalışma yapılması beklenmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7752",
"len_data": 2602,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.39
}
|
Tevfik Fikret (; Aralık 1867, İstanbul - 19 Ağustos 1915, İstanbul), Osmanlı Türkü şair ve öğretmen. Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde Servet-i Fünûn topluluğunun lideri olan Tevfik Fikret, devrimci ve idealist fikirleriyle Mustafa Kemal başta olmak üzere dönemin pek çok aydınını etkiledi. Türk edebiyatının Batılılaşmasında öne çıkan isimlerden birisi oldu. Farsçada "kuş yuvası" anlamına gelen Aşiyan ismini verdiği semt, yaşamının son yıllarını geçirdiği ve eserlerini kaleme aldığı yerdir.
Yaşamı.
Ailesi, öğrenimi.
24 Aralık 1867'de İstanbul'un Kadırga semtinde dünyaya geldi. Ailesi ona Mehmed Tevfik adını verdi. Babası Hüseyin Efendi, Çankırı'nın Bayramören ilçesine bağlı Dalkoz köyünden ayrılıp İstanbul'a yerleşmiş Ahmet Ağa'nın oğlu idi. Hüseyin Efendi, oğlu doğduğu yıl İstanbul'da belediye meclis üyesi ve Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğünde memur olmuştu. Sonraki yıllarda Osmanlı Devleti'nin Hama, Nablus, Akka, Urfa, Halep mutasarrıflıklarında bulundu. Annesi Hacı Hatice Refia Hanım, 1822'deki Yunan ayaklanmasında kimsesiz kalıp Osmanlılara sığınmış ve Müslüman olmuş iki Sakızlı Rum çocuğunun kızı idi. Mehmed Tevfik'in Sıdıka adlı bir kız kardeşi ve Şevki isminde bir de erkek kardeşi vardı.
Hac ziyaretine giden annesi Refia Hanım, 1879'da dönüş yolunda kolera nedeniyle ölünce Tevfik Fikret, 12 yaşında öksüz kaldı. Babası, saraya jurnal edilerek Nablus, Akka ve Antep'e sürgüne gönderildiği için kız kardeşi ile kendisinin bakımını anneannesi ve büyük yengesi üstlendi. Henüz çocukken annesini kaybetmek, onu hayatı boyunca etkiledi. 19 yıl sürgünde kalan babası da sürgünden hiç dönemedi ve Antep'te öldü.
Aksaray’daki Mahmudiye Valide Rüştiyesinde öğrenimine başlayan Tevfik Fikret, çok dindar bir ortamda yetişmekteydi. Okulu, 93 Harbi yenilgisinden sonra Rumeli’den İstanbul’a gelen göçmenlere tahsis edilince öğrenimine Galatasaray Sultanisinde devam etti. Bu yeni okula girişi hayatında bir dönüm noktası oldu. 11 yıl öğrenim gördüğü okulunda devrin önemli edebiyatçılarından Recaizade Ekrem, Muallim Naci, Muallim Feyzi gibi seçkin öğretmenlerin öğrencisi oldu. Şiir yazmaya lise yıllarında başladı. Öğretmenlerinin teşviki ile yazdığı ilk şiiri, Tercüman-ı Hakikat'te yayımlandı. "Nazmi" mahlasıyla yazılmış, gazel tarzında bir şiirdi. Okulu 1888 yılında birincilikle bitirmiştir.
Memuriyet yaşamı.
Mezun olduğu yıl, Hariciye Nezareti İstişare Odası’nda (Dışişleri Bakanlığı Enformasyon Dairesi) katip olarak işe başlayan Mehmed Tevfik, kısa bir süre sonra geçtiği Maarif Mektûbî Kaleminden bir yıl dolmadan istifa ederek ayrıldı. Yeterince çalışmadığını düşündüğünden iş deneyimi onu hayal kırıklığına uğratmıştı. İstifası sırasında, gecikmiş maaşlarının ödenmesini maaşı hak etmediği gerekçesiyle reddetti. Bu olay, onun dürüstlüğünü efsane hâline getirdi. Hazine tarafından yine de kendisine topluca ödeme yapılınca tüm parayı Göçmenler Komisyonuna bağışladı. Sadaret Mektûbî Kalemi’nde kısa bir süre çalıştıktan sonra 1889 Ağustos’unda İstişare Odasında tekrar muavin olarak göreve başladı. Bir yandan da Yüksek Ticaret Okulunda Fransızca ve Türkçe dersleri vermekteydi.
"Mirsad" dergisi.
Kısa bir süre sonra Trabzon Valisi olacak dayısı Mustafa Bey’in 15 yaşındaki kızı Nazime Hanım ile 1890 yılında evlendi, dayısının evine yerleşti. Şiir konusunda bir süredir suskun olan Fikret, İsmail Safa'nın yönettiği Mirsad dergisinde ""Bahar" şiirini yayımlayarak suskunluğu bozdu; aynı yıl Mirsad'da 18 şiiri daha yayımlandı. Derginin açtığı iki yarışmada birer birincilik alarak ününü artırdı.
Mekteb-i Sultani'de öğretmenlik.
Osmanlı Lisanı Öğretmenliği Sınavını kazanarak 1892’de çok sevdiği Mekteb-i Sultânî’ye atanması ile yaşamında yeni bir dönem açıldı. İlkokul üçüncü sınıf Türkçe öğretmeni olarak göreve başladığı okulda, Muallim Naci'nin vefatı üzerine edebiyat öğretmeni olarak çalışmaya devam etti. Hükûmetin bütçede kısıntı yapıp memur maaşlarını yüzde on kesmesine tepki olarak 1895'te okuldan ayrıldı, inzivaya çekildi.
"Malumat" dergisi.
Mirsad dergisinin kapanması ile şiir yayımlamaya yeniden ara veren Tevfik Fikret, öğretmenlik yaptığı sırada 1894'ten itibaren, arkadaşları Hüseyin Kazım ve Ali Ekrem'in ısrarı ile yeni çıkaracakları Malumat dergisinin başyazarlığını üstlenmişti. Derginin kapandığı 1895 Mayıs'ına kadar 25 şiiri yayımlandı. Bunlar, eski şiirlerine göre daha batı tarzında şiirlerdi. Şair, o yıllarda padişaha bağlı bir çizgideydi. Derginin ilk sayısında Padişah II. Abdülhamid'i öven "Tebrik-i Veladet"" şiirini yayımlamıştı.
"Servet-i Fünûn" dergisi.
1895'te Recaizade Ekrem, Fikret'i bir bilim dergisi olan "Servet-i Fünûn"un sahibi Ahmet İhsan ile tanıştırdı ve onları dergiyi bir edebiyat dergisi hâline getirmeye ikna etti. Dergi, Tevfik Fikret yönetiminde çıkmaya başladığı 256. sayıdan itibaren bir edebiyat dergisi hâline geldi. Şair, 1895 yılının Haziran ayında oğlu Halûk'un doğumuyla baba oldu. O sıralarda sanat yaşamının en verimli devresini yaşamaktaydı. Şiirlerini "Mehmed Tevfik" yerine "Tevfik Fikret" olarak yayımlamaya başlamıştı.
Yönettiği derginin etrafında yenilikçi bir grup aydın toplanmıştı ve dergi, bu sanat topluluğuna ismini verdi. Sanatta hem içerik hem biçimde atılım yapmayı ilke edinen, ağdalı dilleri ve karamsarlığı ile tanınan topluluğun hareketine ise Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat) denildi. Bu ekolde Fikret'in yanı sıra Halit Ziya, Cenap Şahabettin, İsmail Safa, Mehmet Rauf, Samipaşazade Sezai, Hüseyin Cahit, Ahmet Şuayip, Hüseyin Siret gibi isimler bulunuyordu. Kurulan bu topluluk, siyasal eylemlerden uzak görünüyordu. Zamanla Fikret'in şiirlerindeki toplumsal boyut arttı, ulusalcılık ön plana çıktı. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda Türkler'in büyük bir zafer kazanmasından etkilenerek kahramanlık ve zafer şiirleri yazdı. ""Yenişehir Gazilerine" isimli şiirinde dünyaya meydan okudu.
Tevfik Fikret, 1896 yılı sonlarında Robert Kolej'de Türkçe dersleri vermeye başlamıştı, bu görevi ölümüne dek sürdürdü. Okul dışında kalan tüm zamanını dergiye veriyordu. O günlerde dostu İsmail Safa’nın evinde okuduğu Abdülhamit karşıtı bir şiiri, gözaltına alınmasına yol açtı. Evi arandı, söz konusu şiir bulunamayınca birkaç gün sonra serbest kaldı. Çok geçmeden Robert Kolej'de bir çaya karısıyla birlikte gitmesi bahane edilerek gözaltına alındı. Bu olaylar, Fikret'te inziva düşüncesini derinleştirmişti. Dostları Hüseyin Cahit, Mehmet Rauf, Hüseyin Kazım, Dr. Esat da düşüncelerine katıldı. Birlikte Yeni Zelanda'ya gitmeyi; bu gerçekleşmeyince Hüseyin Kâzım'ın Manisa'daki çiftliğine yerleşmeyi düşündüler ancak Tevfik Fikret vazgeçince arkadaşları da vazgeçti.
1900 yılında ilgiyle karşılanan ilk kitabı "Rubab-ı Şikeste (Kırık Saz)" adlı eserini yayımlayan Tevfik Fikret; Ahmet İhsan ile dergi yönetiminde uyuşamadığı için ertesi yıl topluluktan ayrıldı. Artık sadece Robert Kolej'de öğretmenlikle meşguldü. Ricası üzerine "Servet-i Fünûn" yönetimini Hüseyin Cahit üstlenmişti. Birkaç ay sonra "Servet-i Fünûn", Hüseyin Cahit'in Fransız İhtilali üzerine bir çevirisi yüzünden kapatıldı ve grup tamamen dağıldı.
Aşiyan.
"Servet-i Fünûn"un kapanması, baskıcı yönetimden duyduğu karamsarlık, arkadaşları Hüseyin Siret ve İsmail Safa'nın sürgüne gönderilmesi, 1902'de kız kardeşi Sıdıka'yı kaybetmesi, babasının Irak'a sürülmesi ve 1905'te babasını da kaybetmesi, Tevfik Fikret'i çok yıpratmıştı. İstanbul’u ahlaksızlıkla suçlayıp lanetleyen ünlü "Sis" şiirini 1902 yılında İstanbul'un sisler altında olduğu bir günde yazdı.
Sıkıntılar içindeki şair, inziva düşüncesini gerçekleştirmek için Kadırga'daki konağın satışından elde ettiği parayla Robert Kolej'in yamacında, Rumelihisarı'nda planlarını kendi çizdiği bir ev yaptırmaya başladı. Üç katlı ahşap yapının inşaatı, 1905'te tamamlandı. Günümüzde müze olarak hizmet veren eve eşi ve oğlu ile birlikte yerleşti. Toplumla arasına bir mesafe koyabileceği, mesleğine devam edebileceği, ülkenin gidişatını uzaktan izleyip eser üretebileceği bu mekana Aşiyan (yuva) adını verdi. Evinin bahçesine gömülmeyi vasiyet etti.
Tevfik Fikret için artık millet, din, tarih, kahramanlık gibi kavramlar anlamsızlaşmaya başlamıştı. "Tarih-i Kadîm" şiirini din ve tarihe karşı, "Lahza-i Teahhur"u Ermenilerin 1905'te Sultan II. Abdülhamid'e düzenledikleri suikastın başarısızlığına duyduğu üzüntü üzerine yazdı ancak II. Meşrutiyet'in ilanına kadar bir daha hiç şiir yayımlamadı. Sürekli edebiyat üzerine düşünmekte ve Edebiyat-ı Cedide hareketinin içe dönük boyutunu aşacak bir edebiyat tavrına doğru ilerlemekteydi.
II. Meşrutiyet.
Meşrutiyet'in ilanı, Tevfik Fikret'in inzivadan çıkmasını sağladı. Selânik'teki İttihat ve Terakki yönetiminin isteği üzerine Meşrutiyet'in ilanından 13 gün önce "Millet Şarkısı" adlı marşı yazmıştı. Devrimin habercisi olan bu marş elden ele dolaştı. Meşrutiyet'in ilanından sonra "Rücu (Geri Alış)" adlı şiirini yazarak İstanbul'a savurduğu lanetleri geri aldı.
Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kazım ile "Tanin" adlı bir gazete çıkararak bütün gücüyle çalıştı. "Rücu" manzumesini "Sis" ile bir arada Tanin'in ilk sayfasında yayımlamıştı. Tanin, İttihat ve Terakki'nin yayın organı hâline getirilmek istenince gazeteden ayrıldı.
Mekteb-i Sultânîde Müdürlük.
Kendisine teklif edilen Maarif Vekilliğini reddeden Tevfik Fikret, bu göreve getirilen Abdurrahman Şeref'in çağrısı üzerine Mekteb-i Sultânî Müdürlüğünü kabul etti ve 1895'te istifa ettiği okula 1909 başında müdür olarak döndü. Okulun Beyoğlu'ndaki binası bir yangında yandığı için Beylerbeyi'ne taşınmıştı. Tevfik Fikret, eski binanın yeniden inşasını çok kısa sürede tamamlattı. Okula getirdiği yenilikler şikâyete yol açmıştı. Toplantı salonunu mescidin üzerine yaptırdığı gerekçesiyle basının büyük eleştirilerine uğradı. 31 Mart Olayı patlak verdiğinde Fikret, ayaklananların okulu yıkacakları haberini alınca "Sultaniyi yıkmak için önce beni yıkmak lazımdır."" diyerek okulun önünde ayakta dikilmiş, bir söylentiye göre kendisini okulun demir kapısına zincirlemişti. İsyan sırasında yardımcısının bir tedbir olarak okul balkonuna Fransız bayrağı astırma önerisini "Türk'ün müessesesinde onun bayrağından başka bir bayrak yaşayamaz!" diyerek reddetti. Ayaklanmadan sonra, meşru saymadığı bir hükûmet için çalışamayacağını söyleyerek eşiğine kadar geldiği istifadan onu öğrencileri döndürdü. Ne var ki bir süre sonra eski Maarif Nazırı'nın yerine atanan yeni Nazır Emrullah Bey'le anlaşmazlığa düştü ve 1910'da görevini kesin olarak bıraktı, bizzat Emrullah Bey'in ricası dahi onu kararından döndürmedi.
İnziva.
Tevfik Fikret, Mekteb-i Sultânî Müdürlüğü sırasında Darülfünun’da edebiyat dersleri de vermekteydi. 1910’da bu görevinden de ayrılıp yeniden Aşiyan’da inzivaya çekildi ve yalnızca Robert Kolej’deki derslere devam etti.
Fikret, Meşrutiyet yönetiminden hayal kırıklığına uğramış, artık İttihat ve Terakki yönetimine muhalif olmuştu. 1911’de yayımladığı ""Halûk’un Defteri"nde artık tek umudu olarak gördüğü gençliğe seslenen ve onlara çalışkanlığı, yurt sevgisini öğütleyen şiirlere yer verdi. Aynı yıl yayımladığı "Rübâb’ın Cevâbı" adlı bir diğer şiir kitabında halkın acılarını konu edinen şiirler vardı.
Fikret ve oğlu Haluk.
Oğlu Haluk’un doğumundan itibaren onun ileride milleti bilgisiyle aydınlatacak bir kahraman gibi yetişmesini arzulayan Tevfik Fikret, 1909 yılında on dört yaşındaki Halûk’u elektrik mühendisliği eğitimi alması için İskoçya’nın Glasgow kentine gönderdi. Oğlunun vatan ve millet için faydalı bir birey olması arzusunu “"Halûk’un Vedâı"” ve “"Promete"” adlı şiirlerinde dile getirdi. Ne var ki Haluk, yanına yerleştirildiği Hristiyan ailenin etkisi ile din değiştirip Hristiyanlığı seçti ve babasının düşlediğinden çok farklı bir yaşam sürdü. 1913 yılında Amerika’ya gidip ailesine izini kaybettirdi, 1916’da Michigan Üniversitesinde makine mühendisliğinden mezun oldu. Tekrar ülkesine dönmeyen Halûk Fikret, 1943 yılından sonra kendisini dine verip pastör oldu ve 1965 yılında Orlando'da, Park Lake Presbiteryen Kilisesi pastörü iken hayatını kaybetti.
Son yılları.
Şair, 1912’de, Trablusgarp Savaşı nedeniyle meclisin feshedilmesine karşı öfkesini "Doksan Beşe Doğru"" adlı şiirinde ifade etti. Bu şiiri, Nüzhet Sabit’in çıkardığı "Vazife" dergisinde yayımlandı. Şiirinde meclisin kapatılmasını, 36 yıl önce (hicri 1295 yılında) II. Abdülhamid’in meclisi kapatmasına benzetiyordu. Yalnızca padişahı değil, İttihat ve Terakki'yi de son derece sert biçimde eleştirmekteydi. Eleştirilerine, devrin yolsuzluklarını dile getiren “"Hân-ı Yağmâ"”, yanlış bir kararla I. Dünya Savaşı’na girilmesini yeren “"Sancak Şerîf Huzûrunda"” şiirleriyle devam etti.
Fikret’in şiirleri devrin yöneticilerini kızdırmış ve şairin muhafazakâr çevrelerden ağır eleştirilere uğramasına sebep olmuştu. Bu olumsuz tepkiler şairde büyük bir moral çöküntüsüne sebep oldu ve sağlığı bozuldu. Mehmet Akif’in kendisine "Süleymaniye Kürsüsünde" adlı şiirinde yönelttiği suçlamalara 1914'te kaleme aldığı “"Târih-i Kadîm’e Zeyl"” adlı ünlü şiiriyle yanıt verdi. Modern bir okul açmak, yeni bir edebiyat dergisi çıkarmak gibi projeleri vardı ama bozulan sağlığı nedeniyle bunları gerçekleştiremedi. Son yıllarında çocuk şiirleri yazmakla meşgul oldu. Yalın bir dille ve hece ölçüsüyle yazdığı bu şiirleri 1914’te yayımlanan "Şermin" adlı kitapta topladı. Kitaba, genç yaşta ölen kız kardeşi Sıdıka'nın kızı ve eğitimci Mustafa Satı Bey'in kurduğu Yuva adlı okulun öğrencileri ilham vermişti. Geçirdiği bir ameliyat sonrasında 19 Ağustos 1915'te Aşiyan'da 47 yaşında hayatını kaybetti.
Galatasaray Spor Kulübü ile ilişkisi.
1908-1909 yılları arasında Galatasaray Spor Kulübünün hami başkanı olarak kulübü koruyucu şekilde davranmış, dönemin şartlarından etkilenmemesi için elinden geleni yapmıştır.
Mezarı.
Tevfik Fikret, kayınpederi Mustafa Efendi'ye Aşiyan'daki evinin bahçesine gömülmeyi vasiyet etmiş olmasına rağmen Aşiyan'ın sonradan kimin eline geçeceği konusundaki şüphe ve endişeler nedeniyle Eyüp'teki aile mezarlığına gömüldü. Mezarı, 1945'te müze yapılan evine 24 Aralık 1961'de geçirildi.
Ölümünden sonra.
Şairin ömrünün son haftalarında sık sık Aşiyan'a gelen, şairle yakın dostluk kurup portrelerini yapan Mihri Müşfik Hanım, ölümünden hemen sonra Tevfik Fikret'in yüzünün ve sağ elinin kalıbını almıştır. Bu, Türkiye'de bilimsel olarak hazırlanan ilk maske çalışmasıdır.
Galatasaray Lisesinin bahçesinde, onun anısına 1920'lerde yaptırılmış bir anma mezarı bulunur. Şair, Rıza Tevfik'in başlattığı bir gelenekle ölümünün ilk yılından itibaren ölüm yıldönümlerinde evinde anılmıştır. 1918'deki törene Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal de katılmıştı.
Edebî kişiliği.
Tevfik Fikret manzum öykü biçiminde kaleme aldığı eserlerinde aruz ölçüsünü başarıyla kullanıp konuşma diline yaklaştırdı. Türk edebiyatındaki ilk çocuk şiir kitabı "Şermin"'i yazdı. Ömrünün sonuna kadar öğretmenlik mesleğini sürdüren Tevfik Fikret, Ocak 1909'dan itibaren bir buçuk yıl süreyle Mekteb-i Sultânî'nin müdürü olarak görev yaptı ve okulun efsanevi müdürü olarak ünlendi. Tevfik Fikret'in edebi hayatı 1880-1896 ve 1896 sonrası olarak ikiye ayrılır. İlk döneminde parnasizmin etkileriyle yazdığı şiirlerinde "Sanat için sanat" anlayışını, ikinci döneminde "toplum için sanat" anlayışını benimsedi; şiirlerinde uygarlık ve özgürlük gibi konuları işledi. Ağırlıklı olarak sone ve terza rima nazım şekillerini kullandı. İlk döneminde kullandığı yabancı sözcük ve kalıplar nedeniyle dili oldukça ağırdır. Çocuk şiirlerinden oluşan "Şermin" dışında tüm şiirlerini aruz ile yazdı. Nazım şekillerinde ve şiirin yapısında yaptığı değişikliklerle şiir dilini düzyazıya yaklaştırmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7758",
"len_data": 15515,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.51
}
|
Bilgisayar illüstrasyonu veya dijital illüstrasyon, tamamen dijital araçlar kullanarak yapılan ve tablet, mouse gibi çizer kontrolü altında olan ve kendi hünerini kullandığı bazı işaretleyici cihazlar kullanarak oluşturulan illüstrasyon türüdür.
Sanatçının sadece tamamen bir bilgisayar kullanarak yarattığı matematiksel modeller olan “Bilgisayarca oluşturulan Sanat”‘tan (CG art) ayrılır.
Dijital illüstrasyonlar için kullanılan iki ana araç vardır; Bitmap ve vektör. Bitmap programlarının en ünlüleri, Photoshop, Painter ve Paintshop Pro’dur. Vektör programların en ünlüleri ise Freehand ve Adobe Illustrator’dır. İlerleyen zaman ve dijital medyanın gelişmesiyle beraber daha birçok program ve araç geliştirilip sanatçıların kullanımına sunulmuştur.
Cihazlar.
Fareler çizim için yeterince hassas değildir, bu nedenle bir grafik tablet, bir dijital illüstratör için önemli bir araçtır, çünkü kullanıcının doğal veya "canlı" çizgiyi yansıtacak şekilde herhangi bir yönde kolayca işaretleme yapmasına olanak tanır. Hareket esnekliğine ek olarak, endüstri standardı bir dijital çizim tableti, basınca duyarlı bir yüzeye sahiptir ve illüstratörün inceden kalına ve inceden genişe değişen işaretler yapmasına olanak tanır. Bu varyasyonlar, geleneksel ıslak ve kuru ortamı taklit eder. Dijital çizim tabletinde çizim yapmak, yaklaşık bir haftalık uygulamadan sonra doğal hissettirmeye başlar. Karma bir grafik tableti/ekranı yardımcı olabilir, çünkü sanatçı görüntüde kontürleri nereye yerleştireceğini daha doğru görebilir, ancak donanım şu anda çok daha pahalıdır.
Dijital teknikler.
Photobashing, konsept sanatçıları tarafından yaygın olarak kullanılan bir tekniktir. Süreç, sanatçının son bir sanat eseri oluşturmak için resim yaparken fotoğrafları ve/veya 3 boyutlu varlıkları birleştirmesini ve harmanlamasını içerir. Bu teknik, video düzenlemede birleştirme işlemine çok benzer. Bu teknik, konsept sanatçısı tarafından üretkenliklerini daha yüksek doğrulukla artırmaya yardımcı olmak için yaygın olarak kullanılır.
Illüstrasyon yazılımları.
Dijital gösterim için kullanılan iki ana araç türü vardır: bitmap ("raster" olarak da bilinir) ve vektör uygulamaları. Bitmap uygulamalarına genellikle Adobe Photoshop gibi "boyama" programları denirken, Adobe Illustrator gibi vektör uygulamalarına "çizim" programları denir. Bu terimler, her bir program türünde oluşturulan görüntüler arasındaki görünüm ve his farkını yansıtır. Bir bitmap uygulamasıyla içerik, görüntünün farklı kısımlarını daha kolay izole etmek ve işlemek için ayrı katmanlarda oluşturulabilen sabit piksel satırları ve sütunlarında dijital olarak depolanır. Bir bitmap görüntüsü, her pikselin tonu (renk), parlaklık ve doygunluk (renk yoğunluğu) hakkında bilgi içerir. İşaret aygıtı görüntünün bir alanı üzerinde hareket ettiğinde, alttaki piksellere yeni renkler ve değerler uygulanır. Boyama araçları, parlamalar ve yumuşak gölgeler gibi efektler ve kürk, kadife, taş ve cilt gibi dokular dahil olmak üzere "bulanık" görüntülerin kolayca oluşturulmasına olanak tanır ve fotoğraf rötuşlarında yoğun olarak kullanılır.
Dokunmatik ekranlı mobil cihazların geliştirilmesinden bu yana, cep telefonlarında dijital illüstrasyon yazılımları mevcut ve dijital illüstrasyonu daha erişilebilir ve uygun fiyatlı hale getiriyor. Mobil illüstrasyon yazılımları, daha geniş bir sanatçı yelpazesinin dijital çizim ve boyama işine girmesine izin vermişti.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7761",
"len_data": 3405,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.54
}
|
Kurt Vonnegut Jr. (d.11 Kasım 1922; Indianapolis, Indiana - ö. 11 Nisan 2007; New York), Amerikalı hümanist yazardır.
Kurt Vonnegut, 1922 yılında ABD'nin Indianapolis şehrinde dünyaya geldi. Cornell Üniversitesi'nde biyokimya okuduktan sonra II. Dünya Savaşı'nda Avrupa'da asker olarak hizmet verdi. Almanya'da savaş esiri olarak ele geçirildi ve Dresden şehrinin Müttefik kuvvetler tarafından bombalanmasına şahit oldu. Bu olay Vonnegut'u derinden etkiledi ve sonucunda en başarılı romanı, Slaughterhouse-Five'ı (Mezbaha No 5) yazdı. Bu kitap sayesinde çağdaş Amerikan yazarlarının başta gelenlerinden biri oldu.
Savaş sonrası, yazarlığa zamanının çoğunu ayırmadan önce, Chicago Üniversitesi'nde antropoloji dalında uzmanlaştı. Başlangıçta bilimkurgu üzerinde yoğunlaştı ve ilk yayınlanan romanı, Player Piano (Otomatik Piyano), bu dalda Vonnegut'a büyük övgü kazandırdı. Sonraki zamanlarda her ne kadar bilimkurgu dalıdan uzaklaştığını belirtse de, yazdığı kitaplarda etkileri hâlen görülebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7766",
"len_data": 997,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.59
}
|
Saip, İzmir ilinin Karaburun ilçesine bağlı bir mahalledir.
Tarihçe.
Saip köyünün eski adı Sayib Yüzü'dür. Nitekim 1575 tarihli Osmanlı tahrir defterinde bu isimle geçer. Ancak "Sa'ib Yeri" (صائب یری) adı sehven "Sayib Yüzü" (صایب یزی) şeklinde yazılmış veya okunmuş olabilir.
Eskiden bir ticaret merkezi olan Saip köyünün Yalı adını taşıyan iskelesi, ticari amaçlarla kullanılıyordu. İskelenin karşısındaki iki ada da köyün adından dolayı Büyük Saip ve Küçük Saip olarak adlandırılmıştır. Eskiden Rumlar ile Müslümanların birlikte yaşadığı Saip köyünün nüfusu, 1891 yılında 385 kişiden oluşuyordu. 1923 yılında gerçekleşen Mübadele sonrasında köyde sadece Müslüman nüfus kalmıştır. Köyün üst tarafında bulunan Rum kilisesi bugün harap haldedir. 2022 yılında Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma kuruluna, korunacak eser olarak kaydedilmiştir. .
Saip köyü, 1928 tarihli Osmanlıca köy listesinde "Sa'ib" (صائب) şeklinde kaydedilmişti. Bu tarihte köy İzmir vilayetinin Karaburun kazasına bağlıydı. Karaburun kazasının merkezi, Ahorli (bugün Karaburun) kasabasıydı. Eskiden bölgenin merkezi Saip köyüydü. Köyde tarım ve hayvancılık başlıca geçim kaynağıydı. Bugünkü Karaburun kasabasının bulunduğu yerde köyün ahırları bulunuyordu ve bundan dolayı burası Ahorli veya Ahırlı olarak anılıyordu. Saip köyü, 1940 genel nüfus sayımında aynı idari konuma sahipti ve nüfusu 322 kişiden oluşuyordu. 1965 genel nüfus sayımında Saip köyünde 336 kişi yaşıyor ve bu nüfus içinde 218 kişi okuma yazma biliyordu.
1984 yılında Büyükşehir olan İzmir’de, 2012 yılında 6360 Sayılı Yasa ile, tüm köy ve beldelerin tüzel kişiliği kaldırılmıştır. Bu köy de Karaburun Belediyesi’nin bir mahallesi olmuştur.
Coğrafya.
Mahalle, İzmir il merkezine 103 km, Karaburun ilçe merkezine 3 km uzaklıktadır.
Mahalle Karaburun'un güneyinda olup, numaralı Urla-Karaburun devlet yolu kenarıdadır. "Saipaltı Limanı" ve "Olcabük Plajı", mahallenin İzmir Körfezi kıyısındaki birimleridir..
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7769",
"len_data": 1945,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.39
}
|
Biga Çayı (Diğer kullanımlarıyla; "Kocabaş Çayı, Granikos Çayı, Barenos Çayı") Çanakkale ilinin Biga ve Çan ilçelerinde bulunur. Büyük İskender'in kıyılarında savaştığı çay ilçeyi ikiye bölmüştür, iki yakayı birleştiren iki büyük köprü ile birçok küçük köprü bulunur. Uzunluğu yaklaşık 80 kilometredir. İç kesimlerde doğarak Çan ilçesinden geçer ve Biga Ovası'nı sulayarak Karabiga belde merkezine 3 kilometre uzaklıkta delta yapmadan Marmara Denizi'ne dökülür. Çayın yöreye ekonomik katkısı yok denecek kadar az olup aşırı kirlilik ve beslendiği kaynakların azalması nedeniyle birçok akarsu gibi tehlike içindedir. Son yıllarda çayın ve çevresinin islâhı için büyük çabalar sarf edilmektedir.
Geçmişteki taşkınlar nedeniyle sık sık yatak değiştiren çayın suları yazın çekilir kışın ise yağışlar nedeniyle büyük oranda artar. Bu nedenle maddî zararlara yol açan çayın ilçe merkezinde kalan yatağına 1966 yılında 600 metre uzunluğunda set çekilmiştir. Fakat buna rağmen çayın suları çok kez tehlike teşkil edecek seviyelerde yükselmeye devam etmiştir. 2007 Ocak ayı başlangıcı itibarıyla çayın çevresinde islâh çalışmaları başlatılmıştır. Yapılan çalışma ile şehir kanalizasyon suyunu çaya karışmadan gerekli yere ulaşması hedeflenmektedir. Şehirdeki büyük park yeri sıkıntısını çözmek için otopark olarak düzenlenen çayın kenarları, dönüşümlü olarak araç girişlerine kapatılmaktadır. Biga Çayı'nda ortalama su derinliği ilkbahar mevsiminde 1 metreye kadar çıkarken yaz aylarında 20–25 cm'ye kadar iner. Debisi en az 15 - 30 metreküp, en çok 1345 metreküptür.
Granikos Savaşı.
MÖ 334 yılının Mayıs ayında Makedon kralı Büyük İskender, Biga Çayı'nı geçip Pers İmparatorluğu ordularıyla karşı karşıya gelmiş ve savaşı kazanmıştır. Bu, İskender'in askerî kariyerinin ilk büyük savaşıdır ve Asya seferinin başlangıcıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7772",
"len_data": 1815,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.77
}
|
Galapagos, Amerikalı yazar Kurt Vonnegut'un 1985 yılında yayımlanan romanı.
Konusu.
Başı kesilmiş gemi işçisi Leon Trout'un ruhu, Galapagos adalarına doğru yolculuk yapan bir grup insanın gözlerinden insan oğlunun komik, alaylı ve kritik inişini anlatıyor. Vonnegut'un yarattığı Nuh'un gemisinde yolcu Âdemleri ve Havvaları arasında Mary Hepburn, eşini henüz kaybetmiş Amerikalı biyoloji öğretmeni; Zenji Hiroguchi, Japon bilgisayar dahisi (kendisi gemide yolcu olmasa da, farklı dillerde tercümeler ve güzel sözler sergileyen bilgisayarı Mandarax gemiye ulaşıyor); eşi, Hiroşima'ya düşürülen atom bombası sonucu radyasyonlu genler taşıyan Hisako; dul kadınlarla evlenip miraslar kazanan James Wait; ve Adolph von Kleist, Bahia de Darwin gemisinin kaptanı. Kana-bono yamyamlar kabilesinden altı yetim kız da yolcular arasında yer alıyor. Issız Gallapagos adaları hariç, dünyanın her yanını saran bakteri hastalık kadınları kısır yaptığı vakit, bu yamyam kızlar insan oğlunun neslinin tükenmemesini sağlar ve yeni balıkçı insanların anneleri olurlar.
Vonnegut hikâyesinde büyük beyinlere sahip olan, ama bu yüzden doğaya ve kendilerine bin türlü dert açan insanların, bir milyon sene içinde balık kolları geliştiren varlıklara değişimini anlatıyormuş.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7776",
"len_data": 1250,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.73
}
|
Kurt Vonnegut'un çeşitli kitaplarında yer alan Kilgore Trout karakterinin oğlu. Vietnam Savaşında askerliğini yapan Leon, savaşta yapılan (ve kendisinin de işlediği) katliamları komuoyuna anlattığı zaman İsveç'e sığınır. Bir geminin yapımında işçi olarak çalışırken kaza sonucu kafası kesilir ve Galapagos kitabında ruhu bir milyon yıl gözetlediği insan oğlunun hikâyesini anlatır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7778",
"len_data": 381,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.25
}
|
Galápagos Adaları (İspanyolca: "Islas Galápagos", resmi: "Archipiélago de Colón"), Colón Takımadaları olarak da bilinen, Büyük Okyanusun doğusunda Ekvador'a bağlı takımadalardır. Uzak ve izole bir konumda olan adalar, Güney Amerika kıtasının yaklaşık 1000 km batısında yer alır. Galapagos takımadaları toplam 50.000 km² yüzölçüme sahiptir.
Adalar grubu 14 büyük ada, (Isabela, Santa Cruz, San Salvador (Santiago, James), Fernandina, San Cristóbal, Floreana (Santa Maria), Marchena, Española, Pinta, Santa Fe, Genovesa, Pinzón, Darwin ve Wolf), 8 daha küçük ada ve 40 minik adacıktan oluşur. Adalarda, yaklaşık 25.000 kişi (2004) yaşar.
Charles Darwin, evrim kuramı çalışmasına esin kaynağı olan gözlemlerini bu adalardan bazılarında yapmıştır. Volkanik bir yapıya sahip olan ada, içerisinde kendine özgü birçok biyolojik tür barındırmaktadır.
Üst üste binmiş lav akıntılarından oluşan Galapagos Adalarındaki bir bölümü hâlâ etkinliğini sürdüren çok sayıda yanardağ vardır. Yüksek yanardağlar, kraterler ve yarlar, adanın sarp ve engelli yapısını daha da belirginleştirir.
Galapagos Adalarını 1535'te, Peru'ya gitmekte olan Panama piskoposu Tomas de Berlanga keşfetti. Ama İnka çanak çömlekleri üzerindeki resimlerin gösterdiğine göre, İspanyol egemenliği öncesinde Güney Amerika Yerlileri bu adalara uğramıştı. Uzun yıllar boyunca korsanların sığınak olarak kullandığı adalar, ancak 1832'de Ekvador tarafından ilhak edildikten sonra yerleşime açıldı. Charles Darwin'in 1835'te bölgeyi ziyaret etmesi adalara dünya çapında ün kazandırdı.
Ayrıca adanın bir kısmının (Isabela'nın kuzey uzantısı) deniz atına benzemesi de turistlerin ilgi kaynaklarından biri olmuştur.
Kara kaplumbağalarının adada bulunması birçok turiste ilgi odağı olmuş, avcıların akınlarıyla günümüzde türleri tehlike altındadır. Günümüzde adalarda yaşam gelişmeye açıktır.
Etimoloji.
Galápagos veya Galapagos Adaları, keşifleri sırasında daha bol olan dev kaplumbağalarıyla adlandırılmıştır. kelimesi, çoğu lehçede hala "kaplumbağa" anlamına gelen Roma öncesi bir İber kelimesinden türemiştir. Bununla birlikte, Ekvador İspanyolları içinde hala adaların büyük kaplumbağalarını tanımlamak için de kullanılmaktadır. Adaların adı, İspanyolcanın çoğu lehçesinde olarak telaffuz edilir, ancak yerliler [ˈihlah ɣaˈlapaɣoh] şeklinde telaffuz ederler. (İkinci A üzerindeki aksan, adın telaffuzunu etkilemez ancak vurguyu üçüncü heceden ikinciye taşır.) Genellikle şeklinde İngiliz İngilizcesiyle ve şekliyle Amerikan İngilizcesiyle okunur. İsim ilk olarak Abraham Ortelius'un Dünya Toprakları Tiyatrosu'ndaki ("Theatrum Orbis Terarum") Amerika Haritası'nda, İspanyol/Latin hibrit dilde Kaplumbağaların Adaları ("") olarak, 1570'te yayımlanmıştır.
Adalar daha önce denizcilerin etraflarındaki rüzgarlar ve akımlarla olan zorluklarından dolayı büyülü adalar () olarak da biliniyordu; 1832'de Ekvador tarafından yerleşimlerin ardından Ekvador takımadaları (); ve Kolomb'un ilk yolculuğunun dört yüzüncü yıldönümü üzerine 1892'de kolon veya Columbus takımadaları () olarak anıldılar.
Adalar 1684'te İngiliz Korsan William Ambrosia Cowley ve 1793'te İngiliz kaptanı James Colnett tarafından haritalandı ve daha küçük adacıkların birçoğu için hala bu harite kullanılır. Adaların İspanyol isimleri zamanla değişime uğradı, ancak mevcut resmi isimler, büyük adaların çoğu için İngilizce olanlara yavaş yavaş evrildiler.
İklim.
Adalar ekvatorda yer almasına rağmen, Humboldt Akıntısı sayesinde bu bölgelere soğuk su taşınır ve bu durum yıl boyunca sık sık çiselemelere yol açar. Hava koşulları, her 3 ila 7 yılda bir gerçekleşen El Niño olaylarından düzenli olarak etkilenmektedir. Bu olaylar, daha sıcak deniz yüzeyi sıcaklıklarına, deniz seviyesinin yükselmesine, artan dalga hareketliliğine ve denizdeki besin kaynaklarının azalmasına neden olur. Bu döngü, yıllık yağış miktarını önemli ölçüde değiştirebilir. Örneğin, Charles Darwin İstasyonu'nda Mart 1969'da toplam yağış miktarı olarak kaydedilmişken, ertesi yıl Mart 1970'te bu miktar sadece olarak ölçülmüştür.
Yağış miktarları, adaların konumuna ve iki ana mevsim arasında geniş bir yelpazeye yayılır. Takımadalar genellikle tropikal savan iklimi ile yarı kurak iklimin bir karışımını tecrube eder ve kuzeybatıya doğru tropikal yağmur ormanı iklimine dönüşür. Haziran'dan Kasım'a kadar süren ve "garúa" olarak adlandırılan yağışlı mevsimde, denize yakın sıcaklık yaklaşık civarındadır. Bu dönemde güneyden ve güneydoğudan sürekli serin bir rüzgar eser, gün boyunca sık sık çiseleyen yağmurlar () görülür ve yoğun sis adaları kaplar. Aralık'tan Mayıs'a kadar süren sıcak mevsimde ise deniz ve hava sıcaklıkları ortalama kadar yükselir, neredeyse hiç rüzgar esmez ve ancak ara sıra şiddetli sağanak yağışlar olurken güneş ışığı bolca görülür. Ayrıca, hava koşulları daha büyük adalarda yükseldikçe değişir.
Yükseklik arttıkça sıcaklık kademeli olarak düşerken, yamaçlardaki bulutlardan gelen nemin yoğunlaşması nedeniyle yağış miktarı artar. Genellikle daha ıslak yaylalar ve daha kuru ovalardan oluşan desen, büyük adalardaki bitki örtüsünü doğrudan etkiler. Yaylalarda bitki örtüsü genellikle yeşil, gür ya da yer yer tropikal ormanlıktır; ovalarda ise kurak ve yarı kurak bitki örtüsü hakimdir; burada birçok dikenli çalı, kaktüs ve volkanik kaya alanları bulunmaktadır. Bazı adalar belirli mevsimlerde diğerlerinin yağmur gölgesi altına girebilir. Örneğin Mart 1969'da Santa Cruz'un güney kıyısındaki Charles Darwin İstasyonu'nda yağış miktarı olarak ölçülmüşken, aynı ay yakındaki Baltra Adası'nda bu oran sadece idi. Bunun nedeni, Baltra'nın güneyden esen hakim rüzgarların etkisiyle Santa Cruz'un arkasında yer alması ve dolayısıyla Santa Cruz yaylalarında daha fazla nemin yoğunlaşmasıdır.
Jeolojisi.
Volkanik aktivite Galápagos Adaları'nda en az 20 milyon yıldır, belki daha uzun süredir devam etmektedir. Doğuya doğru hareket eden (51 km/myr) Nazca plakası altındaki manto yükselmesi, adalar zincirinin ve deniz dağlarının altında üç kilometrelik bir platform oluşmasına yol açmıştır. Galápagos takımadaları dışında, bölgenin önemli tektonik özellikleri arasında, takımadalar ile ("Nazca plakası ve Cocos plakasının sınırından kuzeyinde yer alan") Galápagos yayılma Merkezi (GSC) arasındaki kuzey Galápagos volkanik bölgesi yer alır. Bu yayılma merkezi, batıda Doğu Pasifik Yükselişi'ne, doğuda ise Cocos Ridge ve Carnegie Ridge tarafından sınırlanır. Ayrıca, Galápagos sıcak noktası, Doğu sıcak noktası güney, Pasifik Büyük Düşük Kesme Hızı (LLSVP) Bölgesi kuzey sınırında yer alır.
Galápagos takımadaları, bazıları manto yükselmesinden, bazıları ise astonesferden olmak üzere muhtemeldir ki ince okyanus kabuğundan kaynaklı çok sayıda volkan ile ayırt edilir. GSC, ince litosferdeki yapısal zayıflıkları tetikleyerek Galápagos platformunun oluşmasına neden olmuştur. Özellikle Fernandina ve Isabela adaları bu zayıflıklar üzerine hizalanmıştır. Yüksek deformasyon oranına sahip olan adalar, patlamalardan önce belirgin bir yarık bölgesi/rift zonları ile ayrılmazlar. Sierra Negra'nın 1992 ve 1998 yılları arasında 'lik bir yükselme yaşadığı, Fernandina'nın ise 2009'daki patlama öncesinde son olarak yükseldiği kaydedilmiştir. Galápagos adalarının diğer özellikleri arasında daha sık volkanik aralıklar, daha küçük volkan boyutları ve büyük kalderalar bulunur. Örneğin, Isabela Adası altı büyük volkan içerir: Ekvador, Wolf, Darwin, Alcedo, Sierra Negra ve Cerro Azul. Genel olarak, dokuz aktif yanardağ 1961 ile 2011 yılları arasında 24 kez patlama yaşamıştır. Bu volkanlar geniş ve düz olan şekilleriyle Hawaii Adaları'ndakilere benzer. Galápagos'un şekli, radyal ve çevresel çatlak örüntüsünden kaynaklanır; yanlarda radyal olup, kaldera zirvelerine yakın alanlarda çevreseldir. Çevresel çatlaklar kısa lav akışları yığınlarına yol açar.
Takımadaların batısındaki volkanlar daha uzun ve genç olup gelişmiş kalderalara sahiptir ve genellikle Tholeiitik bazalttan oluşurlar. Doğudakiler daha kısa, daha yaşlı, kalderasız ve daha çeşitli bileşimlere sahiptir. Adaların batıdan doğuya yaşları sırasıyla: Fernandina için 0.05 milyon yıl, Isabela için 0.65 milyon yıl, Santiago için 1.10 milyon yıl, Santa Cruz için 1.7 milyon yıl, Santa Fe için 2.90 milyon yıl ve San Cristobal için 3.2 milyon yıldır. Sierra Negra ve Alcedo'daki kalderalar aktif fay hatlarına sahiptir. Sierra Negra'nın fay hattı, iki kilometre derinliğinde bir jeolojik sill/eşik ile ilişkilidir. Fernandina'daki kaldera ise 1968'de meydana gelen freatomagmatik patlama ile tarihteki en büyük bazaltik yanardağ çöküşlerinden birini yaşamıştır. Fernandina yanardağı 1790'dan beri oldukça aktif olup 1991, 1995, 2005 ve 2009 yıllarında patlamalar yaşanmış ve yüzeyi pek çok lav akışıyla kaplanmıştır. Batıdaki yanardağlarda bol sayıda tüf konisi bulunur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7779",
"len_data": 8739,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.66
}
|
Gönen ( "Artemea", Grekçe: Ασεψούς "Asepsus"), Balıkesir'in bir ilçesidir. Gönen, Marmara Bölgesi'nin Güney Marmara Bölgesi içinde Balıkesir iline bağlı bir ilçedir. Kaplıcaları ile ünlüdür.
Şehrin doğusu Manyas ilçesi, kuzeydoğusu Bandırma ilçesi, batısı Çanakkale ilinin Biga ve Yenice ilçeleri, kuzeyi Marmara Denizi ve Erdek Körfezi, güneyi Balya ilçesi ile çevrilidir.
Tarihçe.
Kaplıcaların çevresinde yapılan hafriyatlar sırasında ortaya çıkan mozaikler, yazılı taşlar, sütun başlıkları ve madeni paralar gibi tarihî eserler Gönen'in, yerleşim yeri olarak kullanılmasının Millattan öncesine dayandığını göstermektedir. MS 2. yüzyıla ait bulunan kitabelerde şehrin adı "Sıcak Su Şehri", "Thermi"; hamamlar da "Granikaion Hamamları" olarak geçmektedir. Bu kitabelerde, sıcak suyun şehir için önemli olduğu ve şifa dağıtan suyun insanlara sunulması için yardım yapan yönetici ve kişilerin isimleri belirtilmektedir. Antik çağlardaki isimleri "Asepsus" ve "Artemea" olan ilçe; tarih boyunca çeşitli medeniyetlere de ev sahipliği yapmıştır. Bu nedenle Gönen, oldukça zengin bir kültürel ve tarihi mirasa sahiptir.
İlk yerleşimi hakkındaki en net bilgiler bölgede yapılan bilimsel çalışmalar ışığında elde edilen nümismatik bulgu ve arkeolojik verilerin analizleri ve aynı zamanda 2011 yılında Mysia antik bölge ve kentleri hakkında araştırma yapan belgesel yönetmeni Gültekin Gün'e ait "Direnen Tarih Mysia" adlı belgesel çalışma notlarından anlaşılmaktadır. Gönen adının antik çağda "Konan – Artemea" olarak geçmesi nedeniyle antik yerleşimin imar izlerinin bölge yakınında var olduğu sanılan Artemis tapınağının yanında kurulmuş olabileceği düşünülmektedir. İlçe sınırları içinde yapılan bilimsel kazı programında çıkan mezar stelleri, mozaikler, sütunlar incelendiğinde arkeolojik tespitlerin antik çağda (Sıcak Su Şehri, Thermi‟, Granikaion Hamamları) doğal kaynağın olmasından iskan hareketlerinin doğruluğunu içerdiği niteliğini taşımaktadır.
MÖ 14. yüzyılda bir köy olarak kurulduğu tahmin edilen ilçede; Osmanlı dönemine kadar, Truvalılar, İyonyalılar, Lidyalılar, Persler, Helenler, Bergama krallıkları ile Roma ve Bizans devletlerine ait halkların yaşamlarını sürdürdükleri tahmin edilmektedir. Uzun süre Bizans yönetiminde kalan bölge, 13. yüzyılda Anadolu Selçuklularının eline geçmiş, bu devletin dağılmasından sonra Karesi Beyliği yönetiminde kalmış ve nihayet 1334 yılında Osmanlı idaresine katılmıştır.
İlçe; Osmanlı hâkimiyetine girmesinden sonra, Bolu yöresinden gelen Akçaali, Rüstem ve Malkoç beylerine ait aşiretlerin yerleşimiyle, eski Artemea şehrinin kalıntıları üzerinde, 14 yüzyıl başlarında oluşmaya başlamıştır.
1859 (H. 1275) yılında Kırım ve Kafkasya'dan, 1877-1878 (H. 1293) yılında Rumeli ve Balkanlar ile Kafkaslardan gelen göçmenlerle nüfus artmış ve yeni mahalleler kurulmuştur (Plevne, Tırnova, Reşadiye). Göçle gelenlerin bir kısmı ilçe merkezine yerleşirken büyük bir bölümü köylere yerleşmiştir. Gönen, 1382 yılına kadar Erdek Kazasına bağlı iken, 1398 yılında da müstakil kaza hâline gelmiştir.
1881'de ilçe olup, 1885 yılında belediye teşkilatı kurulmuştur. Gönen 1920'de Yunan işgaline uğramış, 6 Eylül 1922'de düşman işgalinden kurtarılmıştır.
Truva Savaşı, Mysia ve Zeleia.
MÖ 1200 yıllarında Akhalar (Yunanlar) ile Troya arasında yaşanan ve yaklaşık on yıl süren Truva Savaşında Mysialılar başlarında Khoromis ve bilici Ennomas olduğu halde Truva'yı destekleyerek onların yanında savaşa katılmışlardır.
Boğazlarda güçlü bir hakimiyet sağlayan Yunanlar, Troya kentine saldırmış; bu saldırıya Troya tek başına değil Trakya ve Anadolu'da yaşayan uygarlıkların birleşmiş kuvvetleriyle karşı koymuştur. Troas ve Mysia gibi komşu bölgelerle; Trakya, Paphlagonia, Lykia, Phrygra gibi uzak bölgeler de Troya'ya yardımcı göndermişlerdir." Bu açıklamadan da Mysialılar'ın Troya egemenliğini benimsediği anlaşılabilir.
Tarihçi Strabon ise, "Şimdi Kyzikos dolaylarındaki halk, Aisepos Çayı'ndan Rhyndakos Çayı'na ve Daskylitis Gölü'ne kadar genellikle Dolienes olarak adlandırılır," sözleriyle Gönen, Erdek ve Manyas Gölü civarında Dolieneslerin varlığından söz eder.
Başlarında Lykaon'un oğlu Pandaros olduğu belirtilen, Troya savaşına katılan Zeleia halkının mücadele, kahramanlık ve cesareti İlyada'da şu şekilde anlatılır:
"Sonra Zeleia'da oturanlar gelir, İda'nın ta dibinde, Aisepos'un kara sularını içen zengin Troyalılar. Başlarında Lykaon'un ünlü oğlu Pandaros var, Apollon kendisi vermiştir Pandaros'a yayını."
""Aradı belki bulurum diye tanrıya benzer Pandaros'u. Kusursuz, güçlü Lykaon'un oğlunu buldu ayakta, Çevresinde kalkan taşıyan sıra sıra erler, Aisepos akıntılarından gelmişlerdi hepsi de. Durdu yanında, söyledi ona şu kanatlı sözleri. Lykaon'un yiğit oğlu dinler misin beni, tezgiden bir ok atar mısın Menelaos'a, nasıl," "Hadi git ünlü Menelaos'a bir ok at sonra yurduna kutsal Zeleia kentine dönüşünde değerli kurbanlar kesmeyi ada, ilk kuzulardan ün salmış okçu Lykialı Apollon'a.""
Destanın devamında Pandaros Menelaos'a bir ok atar ama öldüremez, sadece hafifçe yaralanmasına sebep olur. İkinci karşılaşmalarında Pandaros kargısıyla Menelaos'u öldürmeyi dener, ancak Tydeus'un oğlu Diomedes kalkanıyla hücumu savuşturur ve kargısını Pandaros'a fırlatır. Diomedes'in kargısı Pandaros'un yüzüne isabet eder ve ölür. Zeleialılar telaşla Pandaros'un cesedini alır ve merkez hükûmete götürerek defn ederler.
Mysialılar Truva hükûmetinin yıkılması üzerine Lidyalıların egemenliğine girmiştir.
Memnon köyü.
Akhalar ile Truvalılar arasında yapılan savaşta Zeleia halkı Pandaros önderliğinde Truva'ya yardıma gider. Bu savaşa Troya'ya yardıma gelenlerden biri de Troya soyundan olup, aynı zamanda Habeşistan Kralı olan Memnon'dur. Memnon savaşa katılmış ancak ölmüştür. Memnon, şu anki Güvercinli Köprü'nün batısına gömülmüş ve burada zamanla Memnon köyü kurulmuştur.
Memnon köyü günümüzde Ulukır köyünün sınırlarında olup, Güvercinli Köprü'nün batı yakasındadır. Çanakkale yolu üzerinde olan söz konusu bölgeye gelindiğinde höyük türünden yükseltiler fark edilmektedir.
Büyük İskender ve Güvercinli Köprü.
Zeleia kenti kısa bir süre sonra Pers hakimiyetine girmiştir.
MÖ 334 yılında Büyük İskender ile Persler arasında yapılan Granikos Savaşı'nda (Biga Çayı) Zeleia halkı Perslerin yanında yer almıştır fakat yenilgilerine engel olamamıştır. Zeleia şehri Kyzikos'a bağlı bir uç karakol vazifesi görmüştür.
Granikos Savaşı'nda Pers ordusunu bozguna uğratan İskender, bir rivayete göre savaş esnasında Aeisepos'un (Gönen Çayı) kenarında dinlenmek için mola vermiştir. Yıkanmak için dereye inen askerler orada dolaşırken, sazlıkların arasından duman yükseldiğini görmüşlerdir. Buradaki sıcak suyu ılıştırmak amacıyla Gönen Çayı'ndan bir kanal açtıktan sonra askerler burada uzunca bir süre kalıp banyo almışlardır. Yaptıkları banyonun kendilerini zindeleştirdiğini ve hastalıklarını iyi ettiğini gören İskender'in ordusu bu suyun tılsımlı olduğuna inanmıştır.
Güvercinli Köprü'nün ismi ile ilgili bir rivayete göre Habeşistan Kralı Memnon'un kuşları her sene Gönen Çayı'nın ağzına gelerek orada Habeş yiğidine ağlarlarmış. Memnon'un savaşta ölen arkadaşlarının ruhlarını taşıyan, yahut da kendisinin ölümsüzleşmiş küllerinden doğmuş olan bu kuşlar iki gruba ayrılır ve birbirleriyle dövüşürlermiş. Çarpışma, ancak bir grubun tamamen yok olmasıyla sona erermiş.
Coğrafi özellikler.
Gönen; Marmara Bölgesi'nin güneyinde, Balıkesir ilinin kuzey batısında yer alan, Balıkesir iline bağlı bir ilçedir.
İlçe merkezinin deniz seviyesinden yüksekliği 33 metre ve toplam alanı 1152 km² olup 40°06' kuzey enlemleri ile 27° 38' doğu boylamlarında yer almaktadır. Kaz dağlarından doğan Gönen Çayı şehrin içinden geçerek Marmara Denizi'ne dökülür.
İlçe topraklarının merkezi ve kuzeydoğu bölümü ovalarla, batı ve güneydoğu bölümü ise tepelik ve dalgalı alanlarla kaplıdır. Orta bölümünde Gönen ovası yer alır. Güneye doğru indikçe yükseklik artar ve 500 m üzerine çıkar. Batıdaki D"ede Tepesi" 963 m ile ilçenin en yüksek yeridir. Gönen ovası kuzeyindeki Sı"zıdede Tepesi" 332 metredir.
Gönen Çayı ve onun kollarını oluşturan derelerin meydana getirdiği vadi içinde yer alan Gönen'in tarihi Romalılara kadar dayanmaktadır. Gönen ilçesinin köylerinde, 1997 yılı nüfus sayımına göre 36.152 kişi yaşamaktadır. İlçede 89 köy ve 1 belde (Sarıköy) vardır. Genellikle ovalarda kurulan köyler, dağlara gidildikçe seyrekleşir.
Balıkesir'e 115 km uzaklıkta olan Gönen Çanakkale'ye 150 km, Bursa'ya ise 155 km mesafededir.
Gönen'in, Kurtuluş, Malkoç, Rüstem, Plevne, Altay, Gündoğdu, Yüzüncüyıl, Akçaali, Tırnova, Karşıyaka ve Reşadiye adında toplam 11 mahallesi bulunmaktadır.
İklim ve bitki örtüsü.
Gönen ve çevresi Akdeniz ile Karadeniz iklimlerinin etkisi altındadır. Kuzeyde doğal engel olmadığı için Marmara Denizi'nin etkisi görülür. Geçiş iklim özelliklerinin hakim olduğu sahada yazlar sıcak, kışları yağışlıdır. Çevredeki yüksek sahalarda iklim biraz daha karasal etkiler taşır.
Gönen'de yıllık sıcaklık ortalaması 14.9 °C'dir. Kaydededilen en yüksek sıcaklık 42.7 °C olup 22 Ağustos 1977 tarihinde görülmüştür. En düşük sıcaklık ise -15.1 °C ile 21 Şubat 1985 tarihinde kaydedilmiştir.
Yağış ortalaması 722 milimetredir.
Bitki örtüsü iklim şartlarına göre gelişmiş olup, batı ve güneyde ormanlık alanlar geniş yer kaplar. Orman altıda ve tahrip edilen sahalarda ise çalı ve maki toplulukları görülür.
Ormanı oluşturan ağaç türleri meşe, gürgen, kayın, akçaağaç, kızılağaç, ıhlamur, kestane ve kızılçamdır. En çok görülen çalı ve maki elemanları akçakesme, melengiç, kermez meşesi, katran ardıcı ve tespih çalısıdır.
Gönen'de 2021 yılından itibaren muz yetiştiriciliği yapılmaktadır ve 400 dekar Jeotermal muz serası kurulmuştur. ( 2021 yılında kuruldu )
Ölçülen uç değerler.
Nüfus.
1905 yılında Osmanlılar döneminde tutulmaya başlanan nüfus kayıtlarına göre bu tarihteki nüfusu 8.978'dir. Bu nüfusun; %8'i Rum, %0,49'u Ermeni, %91,51'i de Türk - Müslüman nüfus olarak kayıtlara geçmiştir. 2020 yılı verilerine göre toplam nüfus 74.894'tür.
Ekonomi.
Geçmişte ekonomisi yalnızca tarım ve kaplıca turizmine dayanan Gönen giderek bir sanayi kentine dönüşmektedir. Sanayileşmenin lokomotifi deri ve gıda sektörleridir.
Verimli topraklara sahip Gönen Ovası'nda tarım çağdaş tekniklerle yapılmakta, hemen her türlü sebze, hububat, bakliyat, endüstri ve yem bitkileri ile meyve yetiştirilir.
Gönen sahip olduğu şifalı sularıyla çok eskiden beri bilinen bir beldedir. Yurt içinden yılda çok sayıda insan başta romatizma ve kireçlenme rahatsızlıkları olmak üzere hastalıklarına şifa bulmak için Gönen'e gelir.
Dünyaca pirinç ile de ayrıca adından sıkça söz ettiren ilçe bölgesinde önemli bir ekonomik güce sahiptir.
Gönen yeraltı kaynakları açısından zengin bir ilçedir, ilçede Sarıköy Beldesi'ne bağlı Şaroluk köyünde ve Sebepli köyünde geniş rezervli linyit kömürü bulunmaktadır.
Turizm.
Gönen turizmi kaplıcalara dayalıdır. Gönen şifalı sularıyla çok eskiden beri bilinen bir beldedir.
Yurt içinden yılda 200.000'i aşkın insan başta romatizma ve kireçlenme rahatsızlıkları olmak üzere hastalıklarına şifa bulmak için Gönen'e gelir.
Gönen Kaplıcaları, 3 bin yıllık geçmişe sahip ve günümüzde Sağlık Bakanlığı'nca birçok hastalığa iyi geldiği kanıtlanmış şifa merkezlerinin biridir.
Pek çok hastalığa iyi gelen kaplıcaların etrafında oteller ve pansiyonlar vardır.
Gönen merkezine 10 km uzaklıktaki Ekşidere köyündeki Dağ Ilıcası özellikle yazın büyük ilgi görür. Dağ ılıcası'nın üstü açık ve etrafı ormanlarla kaplıdır. Kışın dondurucu soğuklarda bile açık havada bu ılıcaya girilebilir.
İlçe merkezine 27 km mesafede bulunan, Gönen'e bağlı Denizkent deniz turizmi için cazip bir merkezdir.
Gönen ünlü yazar Ömer Seyfettin'in doğum yeridir. Hikâyelerinde geçen çocukluk mekanları hâlen Gönen'de ziyaret edilebilecek özelliktedir.
Son yıllarda Oya Pazarı'na alışveriş için gelenler ilçe turizmine hareketlilik getirmektedir.
Alacaoluk Kalesi, Babayaka Kalesi ve Güvercinli Köprü Gönen'in çevresindeki başlıca tarihi kalıntılardır.
Termal turizm gelişiminin önemi.
Gönen kaplıcaları, bilhassa Roma, Bizans ve Osmanlı başta olmak üzere Büyük İskender’den günümüze kadar geçen sürede özellikle sağlık amaçlı kullanımlara sahne olmuştur. Günümüzde kullanılan kubbeli hamamların çekirdeğinin Bizans döneminde inşaa edilmiş olması tarihteki kullanımına kanıt niteliği taşımaktadır. 20. yüzyılın başlarında buna temizlik ve sanayi faaliyetlerindeki kullanımlar da eklenmiştir. Bu bağlamda halk arasında "kaynar" adı verilen 40 tekneli bir çamaşırhanenin varlığı ile 1917’de Gönen çayı kenarında tabakhanenin kurulması kullanım şeklindeki bu çeşitliliği gösteren somut delillerdir. Gönen’de termal kaynakların turizm amaçlı ilk kullanımı hiç şüphe yok ki, 156 yataklı Yeşil otelin 1936 yılında hizmete girmesiyle başlamıştır. Fakat bu diğer kullanım şekillerinin ortadan kalktığı anlamına gelmez. Zira Gönen’deki çamaşırhaneler 1951 yılına kadar varlığını korurken, tabakhane ise günümüzde dahi sürmektedir. Dolayısıyla Gönen’deki termal turizm aktivitelerinin modern anlamdaki başlangıcı 1936 yılı gibi algılansa da, bu konudaki asıl milat 1951’dir. Zira yapılan yatırımlara koşut olarak, termal suyun kullanım şeklinin önemli oranda değişmeye başladığı dönem 1950 sonrasıdır. Bu noktada termal kaynakların kullanımındaki değişikliklere ve tesislerin gelişim karakterine göre Gönen’deki sağlık turizm aktivitelerini dört farklı dönemde incelemek mümkündür.
Ulaşım.
İlçe merkezi Bandırma-Balya yolu güzergahında olup, Balıkesir'e 135, Çanakkale'ye 140, Bursa'ya 150 km uzaklıktadır.
Gönen; Bandırma, Erdek, Biga, Manyas ve Balya ilçelerine asfalt yol ile bağlıdır.
Karadan İstanbul, İzmir ve Ankara ile karşılıklı doğrudan otobüs seferleri vardır.
Bandırma'dan Gönen'e kara yolu uzunluğu 44 km olup yaklaşık 35 dakikada ulaşılır.
İlçenin bazı önemli şehirlere uzaklığı şöyledir:
Tren seferleri ile İzmir-Bandırma bağlantılıdır.
İstanbul ve İzmir'den uluslararası havaalanı, Balıkesir, Bandırma Askeri Havaalanı, Bursa'dan Bursa Havaalanı bağlantısı vardır.
İstanbul'dan Bandırma'ya düzenli olarak deniz otobüsü ve hızlı feribot seferleri yapılır. İstanbul-Bandırma arası deniz yolculuğu yaklaşık 2 saat sürer.
Kültür.
Gönen'in kültür yaşamında en önemli yer tutan kişi kuşkusuz Ömer Seyfettin'dir. Her yıl mart ayının ilk haftası "Ömer Seyfettin Kültür Sanat Haftası" olarak kutlanmakta ve çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir. Ömer Seyfettin 1884 yılında Gönen'de doğmuş ve çocukluğunun ilk dönemi Gönen'de geçmiştir. "Ant" ve "Kaşağı" isimli hikâyelerinde Gönen'den hatırında kalan anıları dile getirmiştir. Her yılın mart ayında Ömer Seyfettin Kültür ve Sanat Haftası adı altında sosyal etkinlikler gerçekleştirilmektedir. Tahir Musa Ceylan'ın Kestane Kıranında Kadınlar isimli romanının bir kısmı da Gönen'de geçmektedir.
Ayrıca yöreye özgü iğne oyası çok ilgi gördüğünden "Gönen Oya Çeyiz Fuarı" düzenlenmektedir. Bu etkinlik aynı zamanda Gönen'in düşman işgalinden kurtuluşunun yıldönümü olan 6 Eylül tarihini de içine alması nedeniyle dolu dolu bir kültür haftası yaşanmaktadır.
Gönen'de Kadın Girişimi Üretim ve İşletme Kooperatifi üyesi 20 kadın tarafından iğne oyasından yapılan "Şeftali Ağacı Heykeli" dünyanın en büyük iğne oyası heykeli olarak 2018 yılında Guinness rekorlar kitabına girmiştir.
1 milyondan fazla ilmekle 191 santimetre boyunda 140 santimetre eninde üç boyutlu olarak tasarlanan ve müracaatı yapılan iğne oyası heykel, Guinness Rekorları Türkiye Temsilcisi Prof. Dr. Orhan Kural tarafından tescillenmiştir. Kural, kuru şeftali ağacı dallarına el emeğiyle yapılan bu güzel çalışmadan dolayı Gönenli kadınları kutlamıştır.
Gönen ve çevresinde ekseriyetle Manav, Rumeli muhâciri, Çerkez vardır. Bazı yerleşimlerde Yörükler de oturur. Az sayıda Pomak köyleri de vardır. Etno-kültürel olarak şöyle bir liste çıkar:
Rumeli Muhâcirleri: 36 köy (9 köy karışık), Pomak: 8 köy,
Çerkesler: 13 köy, Gürcü: 7 köy, Kırım Tatarı: 1 köy,
Yörükler: 26 köy (7 tanesi karışık),
Manavlar: 8 köy (3 tanesi karışık)
Kentte spor ile ilgilenen biri eski olmak üzere üç kulüp vardır. 1973 yılında kurulan Gönenspor 2005 yılında feshedilmiştir. Faaliyette olup amatör liglerde mücadele eden Gönen Belediye Spor ve Tayfunspor vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7780",
"len_data": 16165,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.61
}
|
Hiroşima ( "Hiroshima-shi"), Japonya'nın Hiroşima prefektörlüğünün merkezi ve Chūgoku bölgesinin en büyük şehridir. Şehrin adı Japoncada "geniş ada" anlamına gelmektedir. Yüzölçümü 905.01 km² dir.
Hiroşima, Dünya tarihine nükleer saldırıya maruz kalan ilk şehir olarak geçmiştir.
Tarihçe.
Hiroşima, güçlü bir daimyo olan Mōri Terumoto tarafından 1589 yılında Seto İç Denizi nehir deltasının kıyı şeridi üzerinde kurulmuştur. 1 Nisan 1889 tarihinde ise şehir statüsü almıştır.
Hiroşima bombardımanı.
Japonya 8 Aralık 1941'den beri Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri ile savaştaydı. 26 Temmuz 1945 günü, ABD Başkanı Truman, Japonya'nın koşulsuz teslim olmasını isteyen Potsdam Deklarasyonu’nu yayınladı. Hiroşima’ya atom bombası atılmadan iki hafta önce, New Mexico Alamogordo’da ABD, atom bombasının ilk denemesini yapmıştı. Japonya ültimatomu reddedince, Truman nükleer saldırı emrini verdi. 6 Ağustos 1945'te yerel saatle 08.15'te Amerika Birleşik Devletleri "Enola Gay" adlı bir B-29 bombardıman uçağından bıraktığı little boy (küçük çocuk) isimli atom bombasıyla ilk anda 70 bin kişilik katliamı gerçekleştirdi. Sonrasında radyasyon hastalıkları sebebiyle ölenlerle birlikte bu sayı 90 bini geçti. Bazı bilimadamları ve çevrelere göre bu bombanın etkileri hâlen sürmektedir.
Bugün bile Hiroşima'da yaşanan bu yıkım ve katliam her yıl 6 Ağustos'ta tüm dünyada ve Hiroşima'da yer alan Hiroşima Barış Anıt Parkı'nda milyonlarca kişi tarafından anılmaktadır.
6 Ağustos 2005 yılında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Başkanı Muhammed El Baradey, Hiroşima ve Nagazaki kentlerine 60 yıl önce Amerika'nın attığı atom bombasının yaptığı yıkımın, insan hayatı için nükleer silahların ortadan kaldırılması gerektiğini gösterdiğini söyledi.
El Baradey, Avusturya'nın başkenti Viyana'da, Amerika'nın Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası atmasının 60. yıldönümü için düzenlenen anma töreninde yaptığı konuşmada, "zamanın, dünyanın nükleer silahların ne kadar yıkıcı olduğunu unutmasına izin vermemesi gerektiğini" ifade etti.
Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombasının, bu tür silahların yayılmasının ve kullanılmasının neden önüne geçilmesi gerektiğini daima hatırlatması gerektiğini belirten Baradey, nükleer silahsızlanmanın, dünya ve insan ömrü için çok önemli olduğunu kaydetti.
Savaş sonrasında Hiroşima.
Hiroşima, savaş sonrasında yeniden inşa edilmiştir ve 6 Ağustos 1949 tarihinde şehrin belediye başkanı Shinzo Hamai'nin girişimiyle Japon hükûmeti tarafından barış şehri ilan edilmiştir.
Hiroşima Barış Anıtı Parkı, 1 Nisan 1954 tarihinde açılmıştır. Hiroşima Barış Anıtı, 1996 yılında UNESCO Dünya Mirası listesi'ne dahil edilmiştir.
Hiroşima, 1 Nisan 1980 tarihinde belirlenmiş şehir statüsü almıştır.
Coğrafya.
Hiroşima, Ōta Nehri deltasında Seto İç Denizi'nde bulunan Hiroşima Körfezi kıyısında yer almaktadır. Ōta Nehri'ne ait altı kanal şehrin birkaç adacıklar halinde bölmektedir.
İklim.
Hiroşima, ılıman dönencealtı iklimine (Köppen iklim sınıflandırması Cfa) sahip olup kışlar ılık ve yazlar sıcak ve nemli geçmektedir. Japonya'nın geri kalanında olduğu gibi Hiroşima'da yaz aylarında mevsimsel sıcaklık gecikme yaşanmakta olup Ağustos ayı Temmuz ayından daha sıcaktır. Yağış yıl boyunca oluşmakla birlikte kış ayları en kurak mevsimdir. Haziran ve Temmuz ayları en çok yağışın olduğu aylar olup Ağustos daha güneşli ve kuraktır.
Ekonomi.
Hiroşima, Chūgoku bölgesinin sanayi merkezidir. Mazda'nın genel merkezi Fuchū kasabasında yer almakta olup şehirdeki en büyük işverendir. Ek olarak şehirde çelik, kauçuk, gemicilik, kimya ve makine sanayi bulunmaktadır.
Ulaşım.
Hiroşima İstasyonu Minami semtinde ve Hiroşima Havalimanı şehrin 50 km batısında Mihara şehrinde yer almaktadır. Kent, Sanyō Shinkansen hattı üzerinde yer alır.
Hiroşima tramvayı 1912 yılında açılmıştır. Tramvay hizmetleri atom bombası saldırısında kesilmiş olup daha sonra yeniden onarılmıştır. Şehir merkezini Hiroshima Big Arch Stadyumu'na bağlayan Astram Hattı ise 1994 Asya Oyunları için açılmıştır.
Kardeş şehirler.
Hiroşima'nın aşağıdaki şehirler ile kardeş şehir anlaşması bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7781",
"len_data": 4091,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.47
}
|
Hârizmî () ya da tam künyesiyle Ebû Ca'fer Muhammed bin Mûsâ el-Hârizmî (d. 780, Harezm - ö. 850, Bağdat); matematik, gök bilim, coğrafya ve algoritma alanlarında çalışmış Fars bilim insanı. Hârizmî 780 yılında Harezm bölgesinin Hive şehrinde dünyaya gelmiştir. 850 yılında Bağdat'ta ölmüştür.
Hint rakamları üzerine yaptığı çalışmaların Latince çevirileri ondalık konumsal sayı sistemini 12. yüzyılda Batı dünyasına tanıtmıştır. Hârizmî'nin Tamamlama ve Dengeleme ile Hesaplamaya Dair Özlü Kitabı doğrusal ve ikinci dereceden denklemlerin ilk sistematik çözümünü sunmuştur. Cebiri bağımsız bir disiplin olarak öğreten, "indirgeme" ve "dengeleme" (denklemin farklı taraflarındaki benzer terimlerin aynı tarafa alınarak sadeleştirilmesi) yöntemlerini tanıtan ilk kişi olduğu için, Hârizmî cebrin atası ya da kurucusu olarak tanımlanmıştır. Cebir alanındaki çalışmaları, 16. yüzyıla kadar Avrupa üniversitelerinde temel matematik ders kitabı olarak kullanılmıştır.
Batlamyus'un “Coğrafya” isimli yapıtını gözden geçirerek düzenlemiş, astronomi ve astroloji alanında çalışmalar yapmıştır.
Bazı kelimeler Harezmî'nin matematiğe olan katkılarının önemini yansıtır. “Cebir” kelimesi ikinci dereceden denklemleri çözmek için kullandığı iki işlemden biri olan el-cebirden türemiştir. Algoritma kelimesi ise isminin Latin biçimi olan Algoritmi'den gelmektedir. Ayrıca ismi her ikisi de basamak anlamına gelen, (İspanyolca) "guarismo" ve (Portekizce) "algarismo" kelimelerinin kökenini oluşturur.
Hayatı.
Hârizmî'nin hayatına dair kesin olarak bilinen ayrıntı az sayıdadır. İranlı bir ailede, Büyük Horasan'ın Harezm şehrinde (modern Hive, Harezm bölgesi, Özbekistan) doğmuştur. 780 yılında doğmuştur.
Öte yandan ismindeki Kurtubalı sıfatı, onun Bağdat'taki bir bağcılık bölgesi olan Kurtuba'dan (Qatrabbul) gelmiş olabileceğine işaret eder. Ancak Rashed başka bir görüş ileri sürmektedir:
Tabari'nin ikinci alıntısı olan “Muhammad ibn Mūsa al-Khwārizmī and al-Majūsi al-Qutrubbulli"yı okuyabilmek için bu dönem üzerine uzman bir filolog olmaya gerek yoktur. “al-Khwārizmī” ve “al-Majūsi al-Qutrubbulli” arasında ilk kopyalarda atlanmış olan, “ve” anlamına gelen “wa” harfi (Arapça 'و', birleşme için kullanılan) bize iki ayrı kişi olduklarını gösterir. Eğer Harezmi'nin kişiliğine ilişkin bir dizi hata yapılmamış olsaydı değinmeye değer olmazdı.
Toomer, Hârizmî'nin dinî görüşü ile ilgili şöyle yazmaktadır:
El-Tabari tarafından kendisine verilen bir başka sıfat olan "al-Majūsī", onun eski Zerdüşt dinine bağlı olduğuna işaret etmektedir. O zamanlarda İranlı bir insan için gerçek olması çok muhtemel olan bu görüşün aksine, Harezmi'nin Cebir adlı eserinde yazdığı dindar önsöz sebebiyle onun aslında Sünni bir Müslüman olduğunu göstermektedir. Bu sebeple yalnızca gençliğinde Zerdüşt olması muhtemeldir.
Ibn el-Nedīm'in Kitāb al-Fihrist adlı eseri Harezmi'nin kısa bir biyografisiyle birlikte yaptığı çalışmaların bir listesini içermektedir. Hârizmî çalışmalarının çoğunu 813 ile 833 yılları arasında gerçekleştirmiştir. Müslümanların İran'ı fethinden sonra, Bağdat bilimsel çalışmaların ve ticaretin merkezi oldu ve birçok tüccar ve bilim insanı Hârizmî gibi Bağdat'a seyahat ettiler. Harezmi, halife El-Memun tarafından Bağdat'ta inşa edilmiş Bilgelik Evi'nde bilim insanı olarak Yunanca ve Sanskritçe bilimsel el yazmalarının tercümesini de içeren bilim ve matematik alanlarında çalışmalar yapmıştır. Douglas Morton Dunlop, Harezmi'nin aslında üç Banū Mûsā'dan en büyüğü olan Muhammad ibn Mûsā ibn Shākir ile aynı kişi olabileceği görüşündedir.
Horasan bölgesinde bulunan Harezm'de temel eğitimini alan Harezmi, gençliğinin ilk yıllarında Bağdat'taki ileri bilim atmosferinin varlığını öğrenir. İlmî konulara meraklı olan Hârizmî bu konularda çalışma idealini gerçekleştirmek için Bağdat'a gelir ve yerleşir. Devrinde bilginleri himayesi ile meşhur olan Abbasi halifesi Mem'un, Harezmi'deki ilim kabiliyetinden haberdar olunca Harezmi; kendisi tarafından Antik Mısır, Mezopotamya, Yunan ve Hint medeniyetlerine ait eserlerle zenginleştirilmiş Bağdat Saray Kütüphanesinin idaresinde görevlendirilir.
Çalışmaları.
Hârizmî'nin matematik, coğrafya, astronomi ve haritacılığa katkısı; cebir logaritma ve trigonometride yeniliğin temelini oluşturdu. Doğrusal ve ikinci dereceden denklemleri çözmeye yönelik sistematik yaklaşımıyla cebrin ortaya çıkmasını sağlayan kitabının başlığı şöyledir: “Tamamlama ve Dengeleme ile Hesaplama Üzerine Özlü Kitap”
820 yılında Hârizmî tarafından yazılmış olan “Hint Rakamlarıyla Hesaplama Üzerine” isimli kitap Hint-Arap rakam sisteminin Orta Doğu ve Avrupa'ya yayılmasının ana sebebidir. Latinceye "Algoritmi de numero Indorum" olarak çevrilmiştir.
Çalışmalarından bazıları Fars ve Babillerin astronomisi, Hint sayıları ve Yunan matematiği üzerine kuruludur.
Harezmi, Batlamyus'un Afrika ve Orta Doğu'yla ilgili verilerini sistematize etti ve düzeltti.
Bir diğer önemli kitap olan "Kitab surat al-ard" (Dünya'nın görünüşü; Coğrafya olarak tercüme edildi), Batlamyus'un Coğrafyası'ndaki yerlerin koordinatlarını temel almakla birlikte, Akdeniz, Asya ve Afrika için var olan değerleri geliştirerek sunmuştur.
Halife el-Memun tarafından dünyanın çevresini belirlemek ve bir dünya haritası hazırlamak için görevlendirilen 70 kadar coğrafyacıya eşlik edip projeye yardım etmiştir.
12. yüzyılda eserlerinin Latince çevirileri vasıtasıyla Avrupa'ya yayılmasıyla birlikte Avrupa'da matematiğin gelişimi üzerinde derin bir etkisi olmuştur.
Cebir alanındaki çalışmaları.
Tamamlama ve Dengeleme ile Hesaplama Üzerine Özlü Kitap (Arapça: الكتاب المختصر في حساب الجبر والمقابلة al-Kitāb al-mukhtaṣar fī ḥisāb al-jabr wal-muqābala) 820 yılı dolaylarında yazılmış bir matematik kitabıdır. Bu kitap ticaret, ölçüm ve yasal miras alanlarında, çok geniş yelpazedeki problemlerin çözümü için örnekler ve uygulamalarla dolu popüler bir hesaplama çalışması olarak halife el-Memun'un teşviki ile yazılmıştır. “Cebir” terimi bu kitapta tanımlanan temel işlemlerden biri olan denklemlerden gelmektedir (al-jabr'ın manası "restorasyon"dur, terimlerin birleştirilmesi veya sadeleştirilmesi için denklemin her iki tarafına bir sayı eklenmesi anlamına gelir). Bu eser aynı zamanda Doğu ve Batı'nın ilk müstakil cebir kitabı olma özelliğini taşımaktadır. Bu kitap Robert of Chester (Segovia, 1145) ve daha sonra Gerardus Cremonensis tarafından Latinceye çevrilmiştir. Özgün bir Arapça kopyası Oxford'da bulunmaktadır ve F. Rosen tarafından 1831 yılında tercüme edilmiştir. Latince bir çevirisi Cambridge'de muhafaza edilmektedir.
Matematik alanındaki çalışmaları cebirin temelini oluşturmuştur. Bir dönem bulunduğu Hindistan’da sayıları ifade etmek için harfler ya da heceler yerine basamaklı sayı sisteminin kullanıldığını saptamıştır. Harezmî'nin bu konuda yazdığı kitabın "Algoritmi de numero Indorum" adıyla Latinceye tercüme edilmesi sonucu, sembollerden oluşan bu sistem ve sıfır, 12. yüzyılda Batı dünyasına sunulmuştur. "Hesab-ül Cebir vel-Mukabele" adlı kitabı, matematik tarihinde, birinci ve ikinci dereceden denklemlerin sistematik çözümlerinin yer aldığı ilk eserdir. Bu nedenle Hârizmî (Diophantus ile birlikte) "Cebir'in babası" olarak da bilinir. İngilizcedeki "algebra" ve bunun Türkçedeki karşılığı olan "cebir" sözcüğü, Harezmî'nin kitabındaki ikinci dereceden denklemleri çözme yöntemlerinden biri olan "el-cebr"den gelmektedir.
Hârizmî sıfır rakamını (0) ve x bilinmeyenini kullandığı bilinen ilk kişidir.
İkinci dereceye kadar polinom denklemlerinin çözülmesinin kapsamlı bir hesabını sağlamıştır ve terimleri bir denklemin diğer tarafına aktarmaya istinaden, diğer bir deyişle denklemin zıt taraflarındaki benzer terimleri iptal etmek olan, “indirgeme” ve “dengeleme” temel metotlarını ele almıştır.
El-Harezmī'nin doğrusal ve ikinci dereceden denklemleri çözme yöntemi, denklemi altı standart formdan birine indirgeyerek başlar.
Karenin katsayısını bölme ve al-jabr (Arapça: الجبر "düzenleme" veya "tamamlama") ve al-muqābala (“dengeleme”) işlemleri. Cebir, denklemin her bir yanına aynı değeri ekleyerek negatif birimleri, kökleri ve kareleri kaldırma işlemidir. Örneğin, "x"2 = 40"x" − 4"x"2 denklemi 5"x"2 = 40"x" 'e dönüştürülür. Al-Muqābala, aynı türden terimleri denklemin aynı tarafına getirme işlemidir. Örneğin, "x"2 + 14 = "x" + 5 denklemi "x"2 + 9 = "x" hâlini alır.
Yukarıdaki gösterimler, kitabın ele aldığı problem türleri için modern matematiksel gösterimi kullanır. Ancak Harezmi'nin zamanında bu matematiksel ifadelerin büyük çoğunluğu henüz bulunmamıştı, bu sebepten dolayı problemleri ve çözümlerini sunmak için basit metinler kullanmak zorunda kaldı. Örneğin bir problemle ilgili şöyle yazmıştır (1831'deki bir çeviriden)
Bu işlem “şey” (شيء shayʾ) yerine modern gösterim olan “x” ifadesi kullanılarak, şu adımlar izlenerek yapılır:
Denklemin kökleri 'p' ve 'q' olsun, sonra formula_4, formula_5 ve
Dolayısıyla köklerden biri şu şekildedir:
Ebu Hanife Dineverî, Ebu Kamil Şüca bin Aslam, Ebu Muḥammad el-Adli, Abū Yūsuf al-Miṣṣīṣī, Abdülhamid İbni Türk, Sind ibn Ali-Musa, Sahl ibn Bišr ve Şerafeddin al-Tusi'ninde aralarında bulunduğu birkaç yazar da Kitāb al-jabr wal-muqābala adıyla metinler yayınlamışlardır.
J. J. O'Conner ve E. F. Robertson, MacTutor History of Mathematics archive'e şöyle yazmışlardır:
R. Rashed ve Angela Armstrong şöyle yazar:
Aritmetik.
Harezmi'nin ikinci temel çalışması orijinal Arapçası kaybolmuş fakat Latin tercümesi günümüze ulaşmış olan aritmetik konusu üzerineydi. Bu tercüme büyük olasılıkla 12. yüzyılda, aynı zamanda 1126 yılında astronomik tabloların da çevirisini yapmış olan Adelard of Bath tarafından yapıldı.
Latince el yazmaları isimlendirilmemiştir ancak başladıkları ilk iki sözcükle ifade edilir: Dixit algorizmi ("yani Hârizmî ") veya Algoritmi de numero Indorum ("Hint Hesap Sanatı üzerine el-Harezmī"), Baldassarre Boncompagni'nin 1857'de çalışmasına verdiği isimdir. Orijinal Arapça başlığı muhtemelen “Kitāb al-Jam‘ wat-Tafrīq bi-Ḥisāb al-Hind" ("Hint Hesaplamasına Göre Ekleme ve Çıkarma Kitabı") idi.
Hârizmî'nin aritmetik çalışmaları, Hint matematiği ile geliştirilen Hint-Arap rakamlarına dayanan Arap rakamlarını Batı dünyasına tanıtmaktan sorumludur. "Algoritma" terimi, Hârizmî tarafından geliştirilen Hint-Arap rakamlarıyla aritmetik gerçekleştirme tekniğinden türetilmiştir. Hem "algoritma" hem de "algorizm", sırasıyla Harezmī'nin isminin Latince formlarından, “Algoritmi” ve “Algorismi”den türetilmiştir.
Astronomi.
Hârizmî’nin Zīj el-Sindhind (Arapça: زيج السند هند, "Siddhanta'nın astronomik tabloları") adlı eseri, takvimsel ve astronomik hesaplamalara dayanan, içerisinde bir sinüs değeri tablosu ile birlikte 116 adet takvimsel, astronomik ve astrolojik veriyi barındıran, yaklaşık 37 bölümden oluşan bir çalışmadır. Bu, Zijes olarak bilinen ve Hint astronomik yöntemlerine dayanan birçok Arapça Zijes'den ilkidir. Çalışma Güneş'in, Ay'ın ve o dönemde bilinen beş gezegenin hareketlerini gösteren tablolar içerir. Bu eser İslam astronomisinde dönüm noktasını oluşturmuştur. Şimdiye dek Müslüman gök bilimciler öncelikli olarak araştırma yaklaşımını benimsemişler, başkalarının eserlerini tercüme edip keşfedilmiş bilgileri öğrenmişlerdi. Orijinal Arapça versiyon (820) kayıptır ancak muhtemelen Adelard of Bath (Ocak 26, 1126) tarafından Latinceye çevrilen, Endülüslü gök bilimci Maslamah İbn Ahmed el-Mecriti'nin (1000) bir versiyonu, günümüze ulaşmıştır. Günümüze ulaşan bu el yazması Latince çevirilerden dört tanesi; Bibliothèque publique (Chartres), Bibliothèque Mazarine (Paris), Biblioteca Nacional (Madrid) ve Bodleian Kütüphanesi (Oxford)'nde muhafaza edilmiştir.
Trigonometri.
Hârizmî'nin Zīj al-Sindhind adlı eseri ayrıca sinüs ve kosinüs trigonometrik fonksiyonlarının tablolarını içerir. Küresel trigonometri ile ilgili bir tez de kendisine atfedilir.
Coğrafya.
Harizmî, coğrafya alanında da tanınmış biridir ve coğrafya alanında birçok araştırmalar yapmıştır. Dağlar ve kum yuvaları konusunda ölçüm ve hesapları bulunmaktadır.
Hârizmî'nin üçüncü önemli eseri, onun ‘Coğrafya’sı olarak da bilinen, 833 yılında bitirdiği Kitāb ūūrat el-Arḍ’dır (Arapça: كتاب صورة الأرض, "Dünyanın Tanımı Kitabı"). Bu çalışma Batlamyus'un 2. yüzyılda yazdığı Coğrafya'sının yeniden düzenlenmesi olup genel bir bilgilendirme ile birlikte şehirlere ait 2402 adet koordinatın listesini ve coğrafi özellikleri içermektedir.
Kitāb Ṣūrat al-Arḍ'ın Strasbourg University Library'de muhafaza edilen yalnızca bir adet kopyası günümüze ulaşmıştır. Latince bir tercümesi Madrid'deki Biblioteca Nacional de España'da bulunmaktadır. Bu kitap, “hava bölgeleri” sırasına göre düzenlenmiş olan enlem ve boylam listesiyle başlar. Paul Gallez'in (şüpheli tartışması) işaret ettiği gibi, bu mükemmel sistem, var olan belgelerin neredeyse hiç okunmaz hâle gelebilecek kadar kötü bir durumda bulunduğu birçok enlem ve boylamın çıkarımına olanak tanır. Bu eserin ne Arapça ne de Latince tercümesi dünyanın haritasını içerir ancak bununla birlikte Hubert Daunicht eksik olan haritayı koordinatların listesinden yararlanarak yapmayı başardı. Daunicht, el yazması içerisindeki kıyı noktalarının enlem ve boylamlarını okumakta veya onları okunaklı olmayan içerikten çıkarmaktadır. Noktaları grafik kağıdına aktardı ve düz çizgi ile birbirine bağladı, kıyı şeridi orijinal haritadaki gibi yaklaşık olarak elde edildi. Daha sonra aynı işlemleri nehirler ve şehirler için uyguladı. Hârizmî, Batlamyus'un Kanarya Adaları'ndan Akdeniz'in doğu kıyıları boyunca yaptığı Akdeniz'in uzunluğu ile ilgili aşırı büyük olan öngörüleri düzeltti. Batlamyus, bu uzunluğu 63 derece boylamdan fazla tahmin ederken, Hârizmî neredeyse tam doğru olacak şekilde 50 derecelik bir boylam olarak tahmin etmiştir. Hârizmî ayrıca, Atlantik ve Hint okyanuslarını, Batlamyus'un karalar tarafından kapatılmış denizler olarak tanımlamasının aksine, onları birer açık deniz kütlesi olarak tasvir etmiştir. Harezmi'nin baş meridyeni, Marinus ve Batlamyus'un kullandığı çizginin yaklaşık 10° doğusunda, Fortunate Isles'da idi. Çoğu Orta Çağ Müslüman atlası Hârizmî'nin baş meridyenini kullanmaya devam etmiştir.
Yahudi takvimi.
Hârizmî içlerinde Risāla fi istikhrāj ta'rīkh al-yahūd (Arapça: رسالة في إستخراج تأريخ اليهود, "Yahudi Devri'nin Çıkarılması") başlıklı bir Yahudi Takvimi Tezi'nin de bulunduğu birçok farklı eser yazmıştır. 19 yıllık ara geçiş döngüsü olan metonik döngüyü tanımlar; Tishrei'nin ayın ilk gününde haftanın hangi gününde düşeceğini belirleme kuralları; Anno Mundi veya Yahudi yılı ile Seleukos dönemi arasındaki süreyi hesaplar; İbrani takvimini kullanarak Güneş ve Ay'a ait ortalama boylamın belirlenmesine ilişkin kurallar verir. Benzer bulgular, el-Bîrûnî ve Maimonides'in eserlerinde bulunmuştur.
Diğer çalışmaları.
İbn-i Nadim, Arapça kitapların bir dizini olan "Kitab-ı Fihrist" adlı eserinde Hârizmî'nin "Kitab-ı Ta'rīkh" (Arapça: كتاب التأريخ) isimli bir tarih kitabından bahseder. Orijinal el yazması günümüze ulaşmamıştır ancak metropol piskoposu Mar Elyas bar Shinaya'nın 11. yüzyılda bulduğu bir kopyası Nusaybin'e ulaşmıştır.
Berlin, İstanbul, Taşkent, Kahire ve Paris'teki birçok Arapça el yazmasının içerdiği materyaller kesin olarak ya da belli olasılıkta Harezmi'den gelmiştir. İstanbul el yazması güneş saatleri hakkında bir yazı içerir; Fihrist, Harezmi'yi "Kitāb ar-Rukhāma" (Arabic: كتاب الرخامة) ile tanıtır. Mekke'nin yönünü belirleme gibi diğer yazmalar küresel astronomi üzerinedir.
Sabah genişliği (Ma‘rifat sa‘at al-mashriq fī kull balad) ve yükseklikten azimutun belirlenmesi (Ma‘rifat al-samt min qibal al-irtifā‘) üzerine yazılmış olan iki metin özel bir ilgiyi hak eder.
Hârizmî ayrıca usturlap yapımı kullanımı üzerine iki kitap yazmıştır.
Eserleri.
Matematik alanındaki çalışmaları cebrin temelini oluşturmuştur. Bir dönem bulunduğu Hindistan'da sayıları ifade etmek için harfler ya da heceler yerine basamaklı sayı sisteminin (onluk sistem) kullanıldığını saptamıştır. Harezmî'nin bu konuda yazdığı kitabın "Algoritmi de numero Indorum" adıyla Latinceye tercüme edilmesi sonucu, sembollerden oluşan bu sistem ve sıfır 12. yüzyılda Batı dünyasına sunulmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7784",
"len_data": 16061,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.93
}
|
Tepe sınıfı fırkateyn, Türk Deniz Kuvvetleri'ne ait eski fırkateyn sınıfı. ABD Deniz Kuvvetleri'nden devredilen Knox sınıfı fırkateynlerden oluşur. Bu fırkateyn sınıfı, sınıfta bulunan son geminin de emekliye ayrılmasından sonra 2012 yılının sonundan itibaren Türk Deniz Kuvvetleri'nden çıkarıldı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7789",
"len_data": 297,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.3
}
|
Kito (Resmî adı: San Fransisco de Quito), Güney Amerika'nın kuzeybatısındaki Ekvador'un başkentidir. Şehrin yüksekliği 2,850 metredir ve bu onu dünyadaki ikinci en yüksekte yer alan başkent yapar. Yine de bu durumda bir karışıklık vardır, çünkü daha yüksekte yer alan La Paz, Bolivya'nın devlet başkentidir fakat Sucre - ki daha alçaktadır- devletin yasal başkentidir. Kito, Ekvator'un 25 km güneyinde yer alır. Bu yüzden, yüksekliğe rağmen, Kito'da her yıl düzenli olarak ılıman iklim görülür. En yüksek sıcaklık öğle ortasında görülürken (26o C) en düşük sıcaklık geceleri görülür (7o C). Ortalama sıcaklık ise 15o C'tır. Şehirde sadece iki mevsim vardır: kuru ve nemli. Kuru mevsim (haziran ile eylül arası) yazdır, nemli mevsim (ekim ile mayıs arası) ise kış mevsimidir.
Tarih.
1534 yılında yerli halkın İspanya'ya karşı direnişi devam ederken, 15 Ağustos günü Francisco Pizarro San Francisco de Quito'yu kurdu. 6 Aralık 1534'te şehir, Rumiñahui'yı yakalayan ve organize bütün direnişleri sona erdiren Sebastián de Benalcázar önderliğindeki 204 yerleşimci tarafından resmen kuruldu. Rumiñahui daha sonra 10 Ocak 1535'te idam edildi. 14 Mart 1541'de şehir olduğu ilan edildi ve 14 Şubat 1556'da "Muy Noble y Muy Leal Ciudad de San Francisco de Quito" (Çok Asil ve Sadık San Francisco Kito Şehri) adı verildi.
İspanyollar acilen Kito'ya daha resmi olarak kurulmasından çok önce kilise yaparak Katoliklik'i yerleştirdiler. 1535 Ocağında San Francisco Manastırı inşa edildi ve ilk 20 kilise ve manastır sömürge döneminde inşa edildi. İspanyollar, etkin bir şekilde yerli halka İncil'i öğrettiler, fakat onları özellikle ilk sömürge dönemlerinde, inşaat işlerinde köle olarak kullandılar. 1545'te Kito Piskoposluk Bölgesi kuruldu ve 1849 yılında Kito Başpiskoposluk Bölgesi'ne yükseltildi.
1809 yılında, yaklaşık 300 yıllık İspanya sömürgesinden sonra, Kito yaklaşık 10,000 yerleşimcinin yaşadığı bir şehirdi. 10 Ağustos 1809'da İspanya'dan bağımsızlığı kazanmak için bir hareketlilik başladı. O gün, hükûmet için bir plan hazırlandı. Juan Pío Montúfar başkan olurken diğer önemli insanlar hükûmette değişik pozisyonlara geldi. 2 Ağustos 1810 yılında bu ilk hareket, İspanyol askerlerinin Lima, Peru'dan gelip ayaklanmanın öncü liderleriyle birlikte yaklaşık 200 yerleşimcinin öldürülmesiyle yenilgiye uğradı.
İlgi Çekici Yerler.
Kito'nun kuzeyi, ana ticaret merkezi aynı zamanda yüksek sınıf yerleşimcilerin ve önemli binaların bulunduğu bölgedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7798",
"len_data": 2447,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.52
}
|
Lima, bir Güney Amerika ülkesi olan Peru'nun başkentidir. Büyük Okyanus kıyısında bir liman olan Callao'dan 12 km içeride Rimac nehri üzerinde kurulmuştur.
Peru'nun siyaset, endüstri ve bilim merkezi olan Lima, "krallar'ın şehri" olarak tanımlanmıştır. Çünkü bu şehrin kurulacağı yer, Peru'da her yıl 6 Ocak'ta kutlanan "Krallar Şenliği" sırasında belirlenmiştir.
Yeraltı mezarlarıyla ünlü San Francisco Kilisesi günümüze kalan nadir eserlerden biridir.
Lima özellikle havacılıktaki telsiz iletişiminde kullanılan "NATO Alfabesi " kapsamında "L" harfininin kodudur.
Lima şehrinin tarihi alanları, 1991 yılında UNESCO tarafından bir Dünya Mirası olarak ilan edilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7799",
"len_data": 668,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.55
}
|
Mikalgabirtae, Kafkasya'da Oset mitolojisinde koruyucu bir ruh olup adına yapılmış iki tapınak bulunmuştur. Bu ruhun adına her yıl 6 Aralık günü her evde bir koç kurban edilerek şenlik yapılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7845",
"len_data": 193,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.66
}
|
Buenos Aires (İspanyolca telaffuzu: [ˈbwenos ˈajɾes]), resmî olarak Buenos Aires Özerk Şehri, Arjantin'in başkenti ve en büyük şehridir. Güney yarımkürenin Paris'i olarak da bilinen şehir, Güney Amerika kıtasının güneydoğu kıyısında, Río de la Plata'nın halicinin batı kıyısında yer almaktadır. "Buenos Aires", Türkçeye "güzel rüzgarlar" veya "güzel hava" olarak çevrilebilirse de, şehrin adı 16. yüzyıldaki kurucularının verdiği orijinal ad olan "Real de Nuestra Señora Santa Maria del Buen Ayre"ye dayanmaktadır. Bu adı Sardunya'daki Bonaria Madonna'dan almıştır. Aynı zamanda birkaç Buenos Aires eyaleti semtini de içeren Büyük Buenos Aires yerleşim bölgesi, yaklaşık 15,6 milyonluk nüfusuyla Amerika'nın en kalabalık beşinci metropol bölgesini oluşturmaktadır.
Buenos Aires şehri, ne Buenos Aires eyaletinin bir parçası ne de Buenos Aires eyaletinin başkentidir: Özerk bir bölgedir. 1880'de, onlarca yıllık siyasi çatışmadan sonra Buenos Aires federalize edildi ve Buenos Aires eyaletinden çıkarıldı. Aynı zamanda şehrin sınırları, Belgrano ve Flores kasabalarını da içerecek şekilde genişletildi. 1994 anayasa değişikliğiyle şehre özerklik tanıdı ve şehrin resmî adı "Buenos Aires Özerk Şehri" ("") oldu. Buenos Airesliler ilk olarak 1996'da bir belediye başkanı seçmeye başladı; daha önce belediye başkanı doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanıyordu.
2018 yılında Buenos Aires'in yaşam kalitesi, Latin Amerika'da 1. ve dünyada 91. sırada yer aldı. 2012'de Güney Amerika'da en çok ziyaret edilen şehir ve Meksiko'dan sonra Latin Amerika'nın en çok ziyaret edilen ikinci şehri oldu.
Korunmuş eklektik Avrupa mimarisi ve zengin kültürel yaşamı ile tanınır. Buenos Aires, 1951'de 1. Pan Amerikan Oyunlarını düzenledi ve 1978 FIFA Dünya Kupası'nda iki sahaya ev sahipliği yaptı. Son olarak, Buenos Aires 2018 Yaz Gençlik Olimpiyatları'na ve 2018 G20 zirvesine de ev sahipliği yaptı.
Tarih.
Kolonileşme dönemi.
Juan Díaz de Solís, Río de la Plata'yı 1516 yılında keşfetti, fakat seferi bugünkü Tigre yakınlarında Kızılderilileri tarafından uğradığı bir saldırı sonucunda kanlı bir şekilde bitti, öyle ki bu saldırı sırasında Solís de ölmüştür.
Buenos Aires 2 Şubat 1536 tarihinde Pedro de Mendoza tarafından "Puerto de Nuestra Señora Santa María del Buen Ayre" (Sevgili Anamız Güzel Hava Bakiresi Meryem'in Limanı) adıyla kurulmuştur. İsmi, Cagliari'nin Virgen de Bonaria'sına (Güzel Hava Bakiresi) tapan Papaz Mendoza seçmiştir. Başka bir rivayete göre ise isim, Río de la Plata'daki havanın güzel oluşundan dolayı seçildiği yönündedir. Mendoza'nın şehri kurduğu yer bugünkü San Telmo bölgesinin bulunduğu yerdir.
Mendoza'nın emrinde 16 gemiyle birlikte gelen 1600 adam vardı. Yaz sonunda geldikleri için tahıl ekmek için çok geç bir dönemdi. Yerli Querandí Kızılderilileri avcılık ve toplayıcılık yapıyorlardı ve İspanyollar tarafından Mendoza'nın birliklerine yiyecek sağlamaya zorlandılar. Bunun üzerine onlar da sürekli olarak İspanyollara saldırdılar. Mendoza'nın sömürgecileri 1541 yılında bölgeyi terk etmek zorunda kaldılar.
Şehir 1580 yılında Juan de Garay tarafından "Ciudad de la Santísima Trinidad y Puerto Santa María de los Buenos Aires" (Kutsal Teslis'in Şehri ve Kutsal Güzel Hava Bakiresi Meryem'in Limanı) adıyla tekrar kuruldu. Bu sırada bugünkü Arjantin sınırları içinde, hepsi kuzeybatıda bulunan birçok şehir daha kuruldu. Bunlardan en eskisi bugünkü Arjantin'in kuzeydoğusunda bulunan Santiago del Estero'dur.
Buenos Aires kurulduğu ilk zamanlardan beri şehrin etrafındaki Pampa bölgesinde beslenen hayvanlar ve İspanya ile yapılan ticaretle geçimini sağlamıştır. Ama 17. ve 18. yüzyılda İspanyol yönetimi Avrupa'ya gelecek bütün malların vergilendirilebilmesi için öncelikle Peru'daki Lima şehrine gönderilmesini zorunlu kıldı. Malların yollanmasını zorlaştıran bu olay Buenos Airesli tüccarların İspanya'ya karşı hoşnutsuzluklarını gitgide artırdı ve kaçakçılık günden güne arttı. İspanya Kralı III. Karl otoritesinin gitgide azaldığını fark etti ve tahtta olduğu dönemde (1759-1788) önce ticari yaptırımları hafifletti ve en sonunda da Buenos Aires'i serbest bir liman şehri olarak tanıdı.
Río de la Plata Eyaleti'nin Başkenti (1776-1810).
Buenos Aires, nihayet 1776 yılında Peru Eyaleti'nden ayrılıp Río de la Plata Eyaleti'nin başkenti oldu. Şehrin nüfusu Afrika'dan getirilen kölelerle birlikte büyük ölçüde arttı, 1778-1815 yılları arasında nüfusun hemen hemen üçte birini siyahlar oluşturuyordu.
İspanyolların Birleşik Krallık'a karşı Fransızların müttefiki olarak girdiği Río de la Plata'nın İngiliz işgali sırasında General William Beresford yönetimindeki İngiliz birlikleri iki gün süren bir savaş sonunda şehri işgal ettiler. Şehir halkı İngilizlere karşı direndi ve Santiago de Liniers emrindeki yerel güçler 4 Ağustos'ta şehri tekrar ele geçirdiler. Liniers, bir İngiliz kuşatmasını daha başarıyla savuşturdu, bu da 7 Haziran 1807 tarihinde General John Whitelock'un kapitülasyonu ile sonuçlandı.
Kuşatmaların İspanyol birliklerinin değil de, kızgın halkın direnmesi sonucu başarısızlığa uğraması milliyetçileri cesaretlendirdi. Kral Naili'ne Cabildos Abiertos adı verilen yerel birliklere gitgide artan tavizler verdirerek ülkenin bağımsızlığa giden yolunu da açmış oldular.
19. ve 20. Yüzyıl.
25 Mayıs 1810 tarihinde Buenos Airesli silahlı güçler, Kral Naili Baltasar Hidalgo de Cisteros y la Torre'yi şehirden attılar. 9 Haziran 1816'da Tucumán Kongresi resmî olarak 'Birleşik Río de la Plata Eyaletleri'nin bağımsızlığını ilan etti. Bağımsızlığın ilanından sonra Buenos Aires merkezli bir yönetimi savunan merkeziyetçiler ve eyaletlerin bağımsızlığından yana olan federalistler arasında tartışmalar yaşandı.
1829 yılında federalist Juan Manuel de Rosas vali olarak Buenos Aires'te yönetimin başına geçti. Mart 1835'te tekrar Vali ve Başkumandan seçildi. Rosas'ın gücü zamanla inanılmaz derecede arttı ve bu onu bir diktatöre çevirdi. Brezilya, Uruguay ve Don Justo José de Urquiza'nın birliklerine karşı savaşırken öldüğü 1852 yılına kadar ülkeye hükmetti. Rosas'ın ölümüyle şehir kapılarını Avrupalı göçmenlere açtı.
Buenos Aires eyaleti 1853 yılında eyalet kongresine katılmayı reddetti ve Arjantin'den ayrıldı. 1859 yılında ise 1853'te kurulan Arjantin Birliği'ne (Federación Argentina) katıldı.
Buenos Aires 1880 yılında Julio Argentino Roca yönetiminde aynı ismi taşıyan eyaletten ayrılıp başkent ilan edildi. Buenos Aires, 1890 yılında Latin Amerika'daki en büyük ve en önemli şehir konumundaydı. Yüzyıl başında nüfusu hemen hemen bir milyona yakındı.
1913 yılında Mayo Bulvarı yönetiminde ilk metro hattı açıldı. Buenos Aires Metrosu, 1969 yılında Meksiko'da açılan metroya kadar Latin Amerika'daki ilk ve tek metro olarak hizmet verdi.
1919 yılında Hipólito Yrigoyen yönetimi sırasında askerî güç kullanılarak bastırılan bir işçi ayaklanması yaşandı. Olaylar Trajik Hafta ismiyle tarihe geçti. 1930'lu yıllarda şehrin bugün can damarlarını oluşturan Santa Fe, Córdoba ve Corrientes bulvarları yapıldı. II. Dünya Savaşı'ndan itibaren şehir büyüyerek eski birçok varoşu da sınırlarına dahil etti. Bu tarihlerde Arjantin nüfusunun hemen hemen üçte biri Buenos Aires'te yaşıyordu.
1976 yılında Isabel Martínez de Perón'un baştan indirilmesiyle Arjantin'de askeri rejim başladı. Bu rejim sırasında askeri rejime karşı çıkan ya da askeri hükûmete karşı şüpheli yaklaşan on binlerce insan ortadan kayboldu.
1976 yılından 1983 yılına kadar süren askeri diktatörlüğün tutuklamaları ilk başladığında askeri diktatörlük rejimi sırasında kaybolan insanların anneleri Plaza de Mayo'daki (Mayıs Meydanı) Başkanlık Sarayı Casa Rosada'nın önünde toplanarak protesto gösterileri yapmaya başladılar.
Kaybedilen Falkland Savaşı'ndan sonra askeri rejimi sürdürmek imkânsızdı, böylece tekrar demokratik seçimler yapıldı. Bu yeni dönemin ilk başkanı olarak Raúl Alfonsín seçildi. Arjantin'de yeniden demokrasiye geçişle birlikte 1 Arjantin Pesosu, 1 Amerikan Dolarına eşdeğer olurken Carlos Menem'in Başkanlığı döneminde yapılan neoliberal reformlar sonucunda Arjantin ekonomisi büyük bir atılım gerçekleştirdi ve bu atılım sonucunda Buenos Aires şehrinde yapılanma büyük ölçüde arttı. Özellikle Retiro bölgesinde birçok yeni yüksek binalar inşa edildi.
17 Mart 1992 tarihinde Retiro bölgesinde İsrail Konsolosluğu'na bırakılan bir saatli bomba, 29 kişinin ölümüne ve 242 kişinin yaralanmasına yol açtı. Bu olayı 18 Temmuz 1994'te 86 (1'i saldırgan) kişinin ölümüne ve 300'den fazla kişinin de yaralanmasına yol açan bir Yahudi Kültür Merkezi'ne yönelik bir saldırı yaşandı. AMIA (Asociación Mutual Israelita Argentina "İsrail-Arjantin Birliği")'ne karşı düzenlenen bu saldırı hakkında yıllarca herhangi bir bilgi verilmedi. Bu durum her yıl saldırının yapıldığı gün, devlet kurumlarını konuya olan ilgisizliklerinden dolayı suçlayan protestolara yol açtı. 25 Ekim 2006 tarihinde savcılık tarafından yayınlanan raporda olayın Hizbullah tarafından gerçekleştirdiği iddia edildi; eski İran Hükûmeti'ndeki sekiz kişi için uluslararası tutuklama kararı istendi. İki olay da şehirde büyük yaralar açtı ve yönetim binalarından sonra şehirde en iyi korunan binalar Yahudi kurumları haline geldi. Buenos Aires, 180.000 kişilik Yahudi ile Latin Amerika'daki en büyük Yahudi nüfusuna sahip şehirdir.
21. Yüzyıl.
Buenos Aires, 1998 ve 2003 yılları arasında ekonomik bir kriz yaşayan Arjantin'de çatışmalara varan büyük gösterilerin merkezi oldu, 19 ve 20 Aralık 2001 tarihlerinde yapılan (ve Cacerolazo adı verilen) protesto gösterileri sonucunda Devlet Başkanı Fernando de la Rúa istifa etmiştir. Bunun dışında 1999 yılından itibaren, şehrin önemli yollarını bloke eden "Piqueteros" isimli direnişçiler ortaya çıkmıştır. Bu direnişçiler 2003 yılı ve sonrasında millî anlamda da büyük bir güç faktörü haline geldiler.
1996'da Arjantin Anayasası'ndaki 1994 reformunu takiben, şehrin ilk belediye başkanlığı seçimleri yeni tüzük uyarınca yapıldı. Seçimi kazanan, daha sonra 1999'dan 2001'e kadar Arjantin Cumhurbaşkanı olacak olan Fernando de la Rúa idi.
De la Rúa'nın varisi Aníbal Ibarra, de la Rúa'dan sonra iki popüler seçim kazandı, ancak República Cromagnon adlı gece kulübündeki yangın sonucu, 6 Mart 2006'da görevden alındı. Başkan vekili olan Jorge Telerman, Belediye Başkanlığı görevine geldi.
2007'den 2015'e kadar PRO partisinden Mauricio Macri, Buenos Aires Belediye Başkanlığı ve María Eugenia Vidal, Buenos Aires Belediye Başkan Yardımcılığı yaptı.
5 Temmuz 2015 tarihinde Macri Belediye Başkanı olarak istifa ettikten sonra yerine aynı partiden Horacio Rodríguez Larreta geldi.
Coğrafi Konum.
Buenos Aires şehri, Atlantik Okyanusu kıyısında, Río Paraná ve Río Uruguay nehirlerinin oluşturduğu huni biçimindeki Río de la Plata adı verilen ağızda, Güney Amerika kıtasının doğusunda bulunur.
Río de la Plata'nın Buenos Aires'te bulunan kısmı yoğun balçıkla kaplıdır. Su çok derin değildir ve derinlik genellikle 20 metreyi aşmaz.
Şehir 34° 36′ güney enlemleri ile 58° 23′ batı boylamları arasında bulunur. Buenos Aires'in batısında Arjantin'in en verimli topraklarının bulunduğu Pampa bölgesi uzanmaktadır.
İklim.
Buenos Aires'in iklimi, Atlantik Okyanusu'nun bitişiğindeki deniz etkilerinin bir sonucu olarak ılımandır. Köppen iklim sınıflandırmasına göre Buenos Aires ılıman dönencealtı iklimine (Cfa) sahiptir.
Buenos Aires'in yazları sıcak ve nemli; kışları serin, bulutlu ve bazen yağışlıdır. Nem yüzünden, hava sıcak olduğundan daha sıcak; soğuk olduğundan daha soğuk hissedilebilir. Kış aylarındaki ortalama sıcaklık 10 °C ile 15 °C civarındadır. Şehirde kar çok nadir görülür: son kar yağışı 9 Temmuz 2007'de görülmüştür. Yaz aylarındaki ortalama sıcaklık 24.9 °C civarındadır ve genelde yağmur görülür. En sıcak ay Ocak ayıdır ve ortalama sıcaklık 24,9 °C dir, en soğuk aylar da Haziran ve Temmuz aylarıdır ve ortalama sıcaklık 15 °C'dir. Buenos Aires'de yılın ortalama sıcaklığı 16,3 derecedir.
Toplam yıllık yağış 1.236,3 mm'dir ve tüm yıl boyunca görülür.
Şu ana kadar en yüksek hava sıcaklığı; 29 Ocak 1957'de 43.3 °C olarak kaydedilmiştir. En düşük hava sıcaklığı ise; 9 Temmuz 1918'de -5.4 °C olarak kaydedilmiştir.
Nüfus.
1833 yılında Buenos Aires'in nüfusu 60.000 kadardı, 1869'da ise 180.000'e yükseldi. 1890 yılına gelindiğinde Buenos Aires 661.000 kişilik nüfusuyla Latin Amerika'nın en büyük ve en önemli şehri konumuna gelmişti. Avrupa'dan sürekli göçmen alması sonucu 1914 yılında 1,6 milyona yükselen nüfus, 2001 yılına gelindiğinde neredeyse 2,8 milyona yükseldi.
Şehir merkezi ve varoşlarının toplam nüfusu 11,5 milyondur. "Gran Buenos Aires" bu nüfusuyla Arjantin'in en büyük metropolü ve São Paulo'nun ardından Güney Amerika'nın ikinci en büyük şehridir. Nüfusun çoğunluğunu İspanyol ve İtalyan kökenliler oluşturur, bunun yanında Avrupa'nın birçok ülkesinden ve Orta Doğu ülkelerinden gelip Turcos (Türkler) diye adlandırılan birçok göçmen de yaşamaktadır. Buenos Aires'te İspanyol kökenli olmayan göçmenlerin sayısı Arjantin'in diğer bölgelerine oranla çok daha fazladır.
Buenos Airesli nüfus (Buenos Aires doğumlulara Porteños/Porteñas adı verilir) neredeyse istisnasız bir şekilde İspanyolca konuşur ve nüfusun çok büyük bir kısmı Katolik'tir.
Aşağıdaki grafik Buenos Aires'in yıllara göre nüfusunu gösteriyor. 1943 yılına kadar nüfus tahmini olarak ifade edilirken, 1947 - 2001 yılları arasında nüfus sayımı sonuçları ve 2005'te de yine tahmini nüfus verilmiştir. Kilometrekare başına düşen insan sayısı Berlin'den üç - dört kat daha fazladır ve Tokyo'nun 23 bölgesinden bile daha yüksektir.
Kültür.
Buenos Aires'in ana opera salonu Teatro Colón'dur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7851",
"len_data": 13512,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.49
}
|
Marmaraereğlisi, Tekirdağ ilinin bir ilçesidir.
Silivri'ye 35, İstanbul'a 90, Tekirdağ'a 38 km uzaklıktadır. İstanbul iline 11 km olmak üzere toplam 32 km uzunluğunda sahil şeridi ve plaj niteliğindeki kumsal kıyı yapısı, kısmen de yar niteliğinde sahil yükseltileri mevcuttur.
Yüzölçümü 182 kilometrekare olan ilçenin arazisi genelde tarıma elverişli topraklardan oluşur. Şehir merkezinde ise 3 iskele ve liman tesisinde yük gemileri için yeterlidir. Yap-İşlet-Devret modeli ile yapılan liman tesislerinde orta ve daha büyük ölçekli çeşitli yük gemileri yanaşabilmekte ve yükleme-boşaltma yapabilmektedir.
Etimoloji.
Adı "Perinthos" iken "Heraklia" (Ἡράκλεια) olarak değiştirilmiştir. Osmanlı Türkleri Heraklia'ya Ereğli dediler. Diğerleriyle karışmaması için de Marmara Ereğlisi demeye başladılar.
Tarihçe.
Aslen bir Sami kolonisi olan kasaba, Perinthos (Yunanca:Πέρινθος) olarak kuruldu ve genellikle İngilizce Latin harfleriyle Perinthus olarak bilinir. MS 300 civarında Heraclea (Ἡράκλεια) adı verildi. Modern şehrin bulunduğu yere yakın, Marmara Denizi'ne uzanan bir burnun yamacında amfitiyatro şeklinde inşa edilmiştir. Limanı ve birçok deniz yolunun kesiştiği noktada olması onu ticari açıdan önemli bir şehir haline getirdi. MÖ 340'ta Makedon Kralı II. Filip'e karşı direnişiyle ünlendi. O zamanın madeni paralarının çoğu hâlâ vardır ve orada düzenlenen festivalleri belirtir.
Apostolik Çağ geleneğine göre, eskiden Heraklea Hristiyan piskoposluk idi. Roma eyaleti Europa'nın başkenti olarak 330'da Konstantinopolis olan Bizans da dahil olmak üzere eyaletteki tüm piskoposlukların büyükşehir başpiskoposluğu idi. Daha sonra Bizans İmparatoru I. Justinianus su kemerlerini ve sarayını restore ettirecekti. Konstantinopolis başpiskoposluğu kısa sürede Herakleia'ya karşı üstünlük elde etti. Bununla birlikte, Heraclea'nın Pseudo-Epiphanius'un "Notitiae Episcopatuum"unda beş süfragan (yardımcı piskopos) piskoposluğa sahip olduğu kabul edilmiştir: Panium, Callipolis, Avrupa'da Chersonesus, Coela ve Rhaedestus. VI. Leon'a atfedilen 10. yüzyılın başlarından kalma bir "Notitia Episcopatuum" süfraganları 15 olarak listeler ve 1022-1025'ten kalma bir diğeri onları 17 olarak verir. Osmanlı fetihlerinin ilerlemesiyle süfraganların sayısı çok azaldı. 20. yüzyılın başlarında, hâlâ iki süfragan vardı. Bugün sadece İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin unvanlı "İhtiyar Metropolü ve Trakya Eksarhlığı"dır. 13. yüzyılda, Heraklea'nın Latin piskoposluk piskoposları vardı. Bugün, Katolik Kilisesi onu "Avrupa'daki Heraclea" adı altında itibari piskoposluk olarak listeler.
Fatih, Ereğli'nin gelirini İstanbul'daki imaretine vakfetmiştir. Cedid Ali Paşa fırtınadan kurtularak geldiği Ereğli'ye bir cami yaptırmış ve çok beğendiği bu yere gelip yerleşecek olanlara kolaylıklar sağlanacağını duyurdu. Böylece ilk Ereğli halkı oluşmaya başladı.
Osmanlı döneminde 1876'ya kadar barış içinde geçirmiştir. Deniz taşıtlarının uğrağı ve önemli bir liman olmaya devam etmiştir.
Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre;
Edirne Vilayeti Tekfurdağı Sancağı'nın merkez kazasına bağlı olan bu nahiyede önemli bir liman ve deniz feneri vardır. 330 evdeki nüfusu Ermeni, Rum ve İslamlardan oluşur.
Yunanların 20 Ekim 1920'de İzmir tümenini Ereğli kıyılarına çıkarmalarının 30 Ekim 1922'ye kadar Yunan işgali altında kaldı. 1987'ye kadar bucak olarak bağlı olduğu Çorlu ilçesinden ayrılarak ilçe oldu ama Seymen köyü Çorlu'da kaldı.
Eski Ereğli.
Edward Daniel Clarke, 1815'te bölgeye yaptığı ziyareti anlatırken, "Eski Ereğli veya Heraclea" anlamına gelen adına rağmen, eski eserler bulmayı umduğu "Eski Ereğli" (bugünkü Gümüşyaka) köyünün, hemen hemen hiç antik kalıntıya sahip olmadığını ve kendisine antik Heraclea kentine karşılık gelen ve yerel olarak "Büyük Ereğli" (Büyük Ereğli veya Büyük Heraclea) olarak bilinen, yaklaşık iki saat (altı mil) uzaklıktaki sahil köyü olduğu bilgisi verildiğini söyledi.
Eski Ereğli, bunun yerine Daonium antik kenti ve piskoposluğuna karşılık gelir. Bu, yukarıda bahsedilen Bilge VI. Leo listesinde ilk kez 10. yüzyılın başlarında bir piskoposluk olarak görünür. Piskoposu Thomas 787'de İkinci İznik Konsili'ne ve Clemens Fotian 4. Konstantinopolis Konsili (879)'ne katıldı. Heraclea gibi, Konstantinopolis'in Latin İmparatorluğu zamanında (1204-1261) Latin bir piskoposu vardı. Artık yerleşim piskoposluğu olmayan Daonium, bugün Katolik Kilisesi tarafından itibari piskoposluk olarak listelenmiştir.
Coğrafya.
Üç tarafı denizle kaplı bir yarımada şeklindeki ilçe uzun bir kıyı şeridine (32 km) sahiptir. Kapsamlı bir ticaret, gelişmiş bir ekonomi için büyük önem taşıyan iki önemli doğal limanı ve 3 iskelesi vardır.
Deniz kenarında 3. yüzyıla ait kaya mezarları bulunmaktadır. İçerisinde bir açık hava müzesi bulunur.
Tatil yerleri.
Marmaraereğlisi kışın sakin, küçük bir ilçedir. Uzun bir sahil şeridi vardır ve deniz yüzmek için yeterince temizdir (Marmara'nın çoğu için geçerli değildir). Marmaraereğlisi'nin her iki tarafındaki sahil, İstanbul'dan yaz güneşinde dinlenmeye gelenlere hizmet veren oteller ve yazlıklarla çevrilidir.
Marmaraereğlisi, İstanbul'dan arabayla sadece bir saatlik mesafededir ve yazın pazar akşamı İstanbul'a geri dönüş yolu hafta sonu tatilcileriyle doludur.
Tatil yerleri denize inen, villalar veya yazlıklarla dolu küçük yolları vardır. Bazılarının deniz kıyısında kafeleri ve restoranları vardır, bazen de yazlıkların dışından gelen insanlara da açıktır. Yazın hafta sonları çok kalabalık olmasına rağmen, yer yer halk plajları ve çocukların bisikletle gezmesi için sokakları vardır. Bu aile yazlıkları aile yerleridir ve genelde sitelerde gece hayatı olmaz.
Kasaba ve köyler.
Marmaraereğlisi ilçesi ve çevre köyleri hafta sonları ve yazlıkçılar tarafından fast food, market alışverişi, internet kafe ve diğer olanaklar için kullanılır. Kasabanın kendisi, büyük modern blokların ve eski kır evlerinin karışımıdır ve her iki tip de çoğunlukla uygun planlama veya mimari tasarım olmadan inşa edilmiştir. Küçük bir limanı vardır. Marmaraereğlisi halkı nesillerdir Trakya'da yerleşik ailelerin ve yeni gelen göçmen işçilerin karışımıdır.
Depremler.
Bu sahili büyük bir fay izler ve Marmaraereğlisi'ndeki yazlıkların tamamı, kaçınılmaz depremlerden kaynaklanan hasarlara karşı savunmasızdır.
Eğitim.
İlçede 2 Anadolu lisesi 1 Teknik Mesleki Anadolu Lisesi ve 1 tane Anadolu İmam hatip Lisesi bulunmaktadır. Ayrıca ilçede Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi'ne ait Meslek Yüksek Okulu bulunmaktadır.
Ekonomi.
Turizm dışında Ereğli'de iki doğal liman ve üç küçük liman bulunmaktadır. Doğal gaz şirketi Botaş ve ayrıca Total Petroleum tanker limanlarına sahiptir. LNG depolama tesisi ve Sultanköy köyünde burun noktasında Unimar Marmara Ereğlisi Santrali (doğal gaz yakıtlı elektrik santrali) bulunmaktadır.
Önemli geçim kaynakları balıkçılık, sanayi, tarım (kavun, karpuz, buğday, arpa, ayçiçeği) ve hayvancılıktır. İlçenin sahilleri balık bakımından oldukça zengindir. Çıkan başlıca deniz ürünleri tekir, barbunya, kılıç balığı, kolyoz, uskumru, palamut, torik, istavrit, sardalya, sinarit, levrek, midye ve kalamardır.
Kültür.
İlçenin sahil şeridi boyunca restoranlar, oteller, kafeler, kamp yerleri, halk plajları bulunmaktadır ve yerli ve yabancı turistlere hizmet vermektedir. Her yıl ağustos ayında Karpuz Festivali düzenlenmektedir. İhtiyacı olan ailelerin çocuklarının sünnet ettirildiği bu festival birçok konsere ev sahipliği yapmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7852",
"len_data": 7450,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.6
}
|
Çorlu, Tekirdağ'a bağlı bir ilçedir. Çorlu, İstanbul'dan sonra Türkiye Trakyası'ndaki (Doğu Trakya) en büyük ikinci yerleşim yeridir. En yüksek nüfusa sahip Tekirdağ ilçesidir.
Tekirdağ merkezine 38 km uzaklıkta olan Çorlu; Ergene havzasında, Trakya'nın orta yerinde, yayla yüzeyinin üstünde bir düzlükte yer alır. Elverişli doğal yapısı, güçlü ulaşım bağlantıları, önemli sanayisi, iş olanakları ve stratejik önemi ile Tekirdağ'ın en büyük ilçesi olan Çorlu, Türkiye'nin de en gelişmiş ilçelerindendir. Kuzeyden Tekirdağ'ın Ergene ve Çerkezköy ilçeleri, doğudan İstanbul'un Silivri ilçesi, batıdan Süleymanpaşa ve Muratlı ilçeleri, güneyden Marmaraereğlisi ilçesi ve Marmara Denizi ile çevrilidir. İlçenin yüzölçümü 531 km²dir. Şehrin nüfusu 2024 yılına göre 300.296'dir.
Çorlu'nun denizden yüksekliği 193 m'dir. Yıldız Dağları'nın uzantısı olarak sokulan sırtlar Çorlu'nun yüksek yerlerini oluşturur. Çorlu, Yıldız Dağları'ndan aşınarak, akarsulardan sürüklenerek gelen tortuların depolandığı bir dolgu bölgesidir. Ayrıca burası, Ergene Havzası ile Marmara kıyı şeridi arasındaki su bölümünün ayrım sınırıdır. Yine "Çorlu", Karadeniz ile Akdeniz arasında yer aldığı için bu iklim bölgelerinin etkisindedir. Kuzeyden inen soğuk hava ile güneydeki Akdeniz ile Ege'den gelen nemli-ılık hava akımları bölgenin iklim yapısını etkiler.
Köken bilimi.
Çorlu adı ile ilgili çeşitli savlar ortaya atılmıştır. Eski atlaslarda kentin adı "Tzarylus", "Tzurulum", "Tzurulus", "Tzurule", "Tschurla", Tziraltum" olarak geçmektedir. Bizans döneminde peyniri meşhur olduğu için "peynir kasabası" anlamında "Tribiton" adı verilmiştir. Kimi yapıtlarda ise "Sirello" olarak geçtiği görülür. Halk arasında ise çorak, işe yaramaz anlamına gelen "çor" sözcüğünden geldiği, Türklerin Çorlu'yu alışında çok zorluk çekildiği için bu söze benzetme yapıldığı ileri sürülür.
Tarihçe.
Tarih öncesi döneme ait buluntuların elde edilmiş olması, bölge tarihini ilk Tunç çağı'na kadar götürmektedir. Bilinen en eski adı "Tzirallum/Tzirallun" veya "Tzirallon" olan Çorlu, MÖ. 1000 yıllarında Trako-Friglerin kurduğu koloni kentlerden biridir. Tarihin çeşitli dönemlerinde Frig, Yunan, İskit, Pers, Makedon, Roma ve Bizans egemenliğine girmiştir. Zaman zaman Hun, Avar ve Peçenek akınlarına da maruz kalmıştır. Ayrıca İstanbul üzerine çeşitli seferler düzenleyen Arap ordularının istilasına da uğramıştır. Kısaca; Trakya'nın yaşadığı her istiladan etkilenmiştir. Çorlu şehrinin kuruluşuyla ilgili kesin bir bilgi olmamakla birlikte Trak göçleriyle birlikte tarıma ve yerleşime açıldığı bilinmektedir.
Ortaçağ dönemi.
Roma Cumhuriyeti M.Ö. 168 yılında Trakya Krallığı'nı egemenliği altına almıştır. Bu dönemde Roma yönetimi sahillerdeki Yunan kolonilerini bağımsızlaştır hale getirilmiş ve kolonide yaşayan halklar iç bölgelere yerleşerek yeni köy ve kasabalar kurmuşlardır. Bu kolonilerin kurduğu yerleşim yerlerinden biri de Çorlu olmuştur. Roma İmparatorluğu'nun ikiye bölünmesinden sonra Çorlu, Bizans İmparatorluğu'nun idaresi altına girmiştir. M.S. 7. yüzyılda Bizans İmparatorluğu topraklarını "thema" adlı askeri yönetim birimlerine bölmüştür. Çorlu da Trakya Theması altında yer almış.
Orta Çağ'da burada, Bizans İmparatorluğu'nu korumak için kullanılan Tzirallum kale kentinin bulunması İstanbul yolu üzerinde yer alan Çorlu'ya askeri bir önem kazandırmıştır. Anadolu'dan Rumeli sınır boylarına uzanan anayol üzerinde konaklama yeri olmasından dolayı da önemli tarihi olaylara sahne olmuştur. Örneğin Aleksios Komnenos'un Bizans İmparatoru olmasına burada yapılan bir toplantıda karar verilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu dönemi.
Çorlu, Trakya'daki başka şehirlerle birlikte 1357 tarihinde Süleyman Paşa tarafından fethedilerek Osmanlı topraklarına katılmıştır. Süleyman Paşa ve Orhan Gazi'nin ölümleri üzenine tekrar Bizans egemenliğine geçen Çorlu, 1361 tarihinde Şehzade Murad tarafından fethedilerek kesin olarak Osmanlı hakimiyetine girmiştir. I. Murad'ın emriyle Trakya'daki öteki Bizans şehirlerine ibret olması maksadıyla burayı savunan Bizanslılar ağır şekilde cezalandırılarak kale duvarları yıkılmıştır. Böylece Tzirallum'un askeri önemi de ortadan kaldırılmıştır. Bu sert davranış hemen etkisini göstermiş ve Trakya'nın fethi kolayca tamamlanmıştır.
Çorlu'nun ilk camisi II. Mehmet döneminde yapılmıştır ve Fatih Camii adı verilen bu cami halen ayakta kalan bir yapıdır.
Yine "Çorlu", imparatorluk döneminde ilk defa II. Beyazıt ile oğlu Şehzade Selim (Yavuz) arasında geçen baba-oğul savaşında yer almıştır. Şehzade Selim ile II. Beyazıt Çorlu yakınlarındaki Uğraşdere'de karşılaşmış ve Şehzade Selim babasının kuvvetleri önünde yenilmiştir. 1512'de tahtını oğluna bırakan II. Beyazıt Dimetoka Sarayına giderken Çorlu konağında ölmüştür. Daha sonra Yavuz Sultan Selim de İstanbul'dan Edirne'ye giderken sırtında çıkan ur nedeniyle Çorlu'da 40 gün tedavi görmüş ve 21 Eylül 1520 tarihinde babasıyla aynı topraklarda ölmüştür. Bu suretle II. Beyazıt Dimetoka'ya, Yavuz da Edirne'ye varamamıştır. Eylül 1676'da son Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa, Çorlu ile Karıştıran arasındaki Karabiber çiftliğinde ölmüştür. Çorlu 18. yüzyılda Kırım'dan uzaklaştırılan Hanzadelerin ve Girayların sürgün yerlerinden biri olmuştur. 1830 yılında Rumeli Beylerbeyliği kaldırılıp Edirne vilayeti kurulunca, Çorlu bu vilayetin Tekirdağ sancağına bağlı bir kazası haline getirildi. 1870'te vilayetler örgütünün ıslahı sırasında durumunu olduğu gibi korudu. 1876'da geçici olarak Rusların eline düştü.
Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre; Edirne Vilayeti Tekfurdağı Sancağı'nın bir kazası olan Çorlu Kasabası içindeki 12 mahalle ile 38 köyde 3389 hane ve 11032 çeşitli milletten nüfus vardır.
Yakın dönem.
1912-1913 Balkan savaşları'nın birinci devresinde Osmanlı Doğu Ordusu Kumandanlığı karargahı Çorlu'da idi. 5-6 Aralık 1912 savaşlarından sonra Bulgarların eline geçti. Balkan Savaşları'nın ikinci devresinde Edirne'ye doğru ilerleyen Türk Ordusu tarafından 15 Temmuz 1913'te kurtarıldı. Türk Kurtuluş Savaşı yıllarında ise Çorlu, 25 Temmuz 1920'de Yunan işgaline uğradı. 1918 yılından beri faaliyet gösteren ve Trakya'nın kurtuluş mücadelesini yöneten Trakya ve Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin kurduğu çeteler burada da faaliyetlerine devam ettiler. Mudanya Mütarekesi kararları ile 15 Ekim 1922'de savaşılmadan Yunan yönetimi tarafından Türk yönetimine devredilmiştir. Çorlu hâlen, II. Dünya Savaşı'ndan beri savunma bakımından önemli bir garnizon olma özelliğini devam ettirmektedir.
Coğrafya.
Çorlu, Türkiye'nin kuzeybatı (Trakya) bölgesinde olup, 41 derece 07 dakika 30 saniye doğu boylamı ile 27 derece 45 dakika kuzey enlemi arasındadır. Çorlu'nun, denizden yüksekliği 150–180 m arasındadır. Çorlu, Ergene havzasında ve Trakya'nın merkezi bir yerinde bulunmaktadır. Doğudan; İstanbul'un Silivri ilçesi, Muratlı ilçesi ve Kırklareli'nin Lüleburgaz ilçeleri ile çevrilidir. Güneyde ise; Marmara Denizi ve Marmaraereğlisi ilçesine komşu olmaktadır. Çorlu, Tekirdağ ilinde kapladığı alan bakımından dördüncü sıradadır. Çorlu'nun yüzölçümü yaklaşık 409 km²dir. İlçe rakımı 193 m'dir. İlçe genellikle düzlük bir yapıya sahiptir. Yıldız Dağları'nın uzantısı halinde sokulan sırtlar, Çorlu'nun en yüksek kesimini oluşturur. Çorlu arazisinin büyük bölümü Ergene havzası içinde yer alır. Burası Yıldız Dağları'ndan taşınan ve akarsulardan sürüklenen tortuların depolandığı bir dolgu bölgesidir. Ayrıca bu bölge, Ergene Havzası ile Marmara kıyıları arasındaki su bölümünün ayrım sınırıdır.
İklim.
Çorlu, iç kesimde yer alması nedeniyle Trakya'da en az yağış alan bölgedir. Yıllık yağış miktarı 545 mm (kg/m²)'dir. Yağışların %20'si ilkbahar, %10'u yaz, %30'u sonbahar, %40'ı kış mevsiminde düşmektedir. Ortalama rüzgârın yönü kuzey-kuzeydoğudur ve rüzgârın hızı 3,6 m/sn. kadar yükselir. Bu rüzgârlar fazla yağış getirmezler. Nemli hava kütlelerini getiren ve yağışa neden olan rüzgârlar güney - güneybatı yönlü Lodos ve Kıble'dir. Kışın kendisini hissettiren Karayel ise soğuk hava dalgasını getirerek kar yağışına sebep olur. Yıllık sıcaklık ortalaması 12,6 °C en yüksek sıcaklık ortalaması 18,2 °C en düşük sıcaklık ortalaması 8,1 °C'dir. Çorlu, Karadeniz ile Akdeniz arasında yer aldığı için bu iklim bölgelerinin etkileri altında kalır. Kuzeyden gelen soğuk hava kütleleri ile güneyden, Akdeniz ve Ege'den gelen nemlilik hava akımları bölge iklim yapısını belirler.
Akarsular.
Yıldız Dağları'nın doğu yamaçlarından beslenerek Hallaçlı yakınlarından doğan Çorlu Çayı, birçok mevsimlik dereyi kendine bağlar. Geçtiği Çerkezköy ve Çorlu'daki sanayi yüzünden kullanılmaz hale gelmiştir. Çorlu Çayı, çevreye kötü kokular yayar. Ayrıca fabrika atıklarının da bu akarsuya boşaltılması kötü kokunun nedenlerindendir. Başta Çorlu, Çerkezköy, Kapaklı ilçelerinde bulunan Tekstil, Makine, Deri, Kimya, Kozmetik, Boya fabrikalarının atıkları bu çaya deşarj edilmektedir. Çayın kenarına deri sanayinin atıkları için bir arıtma tesisi kurulmuştur. Temizlenmesi için çalışmalar devam etmektedir. Buna rağmen halen bir sonuç alınamamıştır. Çorlu Çayı, Trakya bölgesinin büyük oranda insan ve tarım ihtiyacını karşılamakta olan Ergene Nehri'ne dökülmektedir. Trakya'nın en büyük akarsuyu olan Meriç Nehri'nin bir kolu olan Ergene Nehri, Çorlu'nun 12 km kuzeyinden geçmektedir.
Ekonomi.
Trakya'nın ikinci büyük yeraltı sularına sahip bir bölgededir. Bir çanak gibi üstü kum çakıl olan arazi, bir süzgeç gibi yağan kar ve yağmur sularını yer altına geçirmektedir. Bu durum kirlilik açısından da tehlike arz etmektedir. Çöp atıklarının, sanayi atıklarının sızıntıları da bu yeraltı sularına karışmaktadır. Bu kirlenmenin acil olarak önlenmesi için gerekli tedbirlerin ele alınması kaçınılmazdır. Yöredeki yeraltı suyu potansiyelinin 274 hm³/yıl'ı, Ergene Havzası'ndan kaynaklanmaktadır. Tekirdağ'ın kullandığı su miktarı toplam suyun %42'sini oluşturmaktadır. Bu miktarın %61'inin (51,72 hm³/yıl) Çorlu ilçesine ait olduğu dikkat çekicidir. Ayrıca Çorlu ilçesinin içme, kullanma ve sanayi amaçlı çektiği su miktarının, sulama suyundan daha fazla olduğu görülmektedir.
Endüstrilerin günlük toplam su ihtiyacı 90.000 m³/gün'ü bulmaktadır. Bu miktar kuyular yardımıyla ve yeraltı suyunun plansız bir şekilde kullanılmasıyla karşılanmaktadır. Kum-çakıl açısından da bölgenin zengin yerinde bulunan Çorlu, Karatepe taş ocakları bölgenin yegane beton, beton agregası ve asfalt mıcırı üreten sahasıdır. Bütün beton santralleri, belediyeler, karayolları, köy hizmetleri, liman işletmeleri, hava meydanları işletmeleri ihtiyaçlarını Karatepe Taş Ocakları'ndan karşılamaktadır. Hatta İstanbul Fatih Sultan Mehmet Köprüsü, Mecidiyeköy üst geçidi, Haliç Köprüsü aşınma tabakalarını da burası sağlamıştır. Ayrıca, Yulaflı köyü yöresinde TPOAŞ'ın yaptığı sondajlarda yörede doğalgaza da rastlanmıştır.
İlçede 1.131'i gayri sıhhi müessese olmak üzere 8.046 işyeri kaydı bulunmaktadır.
Sanayi.
Çorlu; kimya, deri ve tekstil sektörü başta olmak üzere sanayinin yoğunlaştığı bir şehirdir. 1998 yılında kurulan Çorlu Deri Organize Sanayi Bölgesi, 130 hektarlık bir alana sahiptir ve burada 45'i faal 106 deri fabrikası bulunmaktadır.
Nüfus.
1927'de 8.000 olan nüfus, 1965'te 25.000'i, 1970'te 45.000'i aşmış, 1990'da 75.000'e dayanmıştır. Bu tarihten sonra gelişen sanayiye paralel hızla göç almaya başlamış ve 1997'de 120.000'e ulaşan nüfus, 2007 yılında yapılan nüfus sayımında 190.712'yi aşmıştır. Böylece Edirne (138.793) ve Tekirdağ (141.439) il merkezlerini de geçerek İstanbul hariç Trakya'nın en büyük kenti olmuştur. Türkiye'nin en gelişmiş 10 ilçesi arasındadır. T.C. Başbakanlık Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) Veritabanı rakamları açıklandı. Buna göre (TÜİK) 2010 sayımına göre 252.974 nüfusu ile Çorlu şehir merkezinin 77 ilin merkezinden daha fazla nüfusa sahip olduğu ortaya çıktı.
2020 yılının verilerine göre, Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi verilerine göre Çorlu'nun yeni nüfusu 279 bin 251 oldu.
2020 yılında 270 bin 944 olan Çorlu nüfusu, Türkiye İstatistik Kurumu Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi verilerine göre 8 bin 307 kişi artarak 279 bin 251 oldu.
Verilere göre Çorlu nüfusunun 141 bin 994'ünün erkek, 137 bin 257'sinin ise kadın olduğu belirlendi.
Çorlu'nun nüfusu en yüksek mahallesi 40 bin 405 kişiyle bu yıl da Şeyhsinan Mahallesi oldu.
Mahalleleri.
2020 yılı verilerine göre Çorlu'daki mahallelerin nüfusları:
Gelişimi.
Çorlu'nun coğrafi konumu dolayısıyla (Avrupa ile Asya arasında bir köprü) özellikle sanayinin bu ilçeye akın etmesine yol açmıştır. İstanbul, Kocaeli, Bursa ile beraber Türkiye sanayisinde önemli yer almaktadır. Bundan 30 yıl öncesinde sakin bir ilçe olan Çorlu şu an tam anlamıyla bir sanayi kenti görünümünü almıştır. Bunun sonucu olarak göç artmış ve nüfus yoğunluğu hat safhaya çıkmıştır. Bu hızlı gelişimden ve hareketliliğinden dolayı Küçük İstanbul adını bile yakıştırmışlardır. Türk Hava Yolları iştiraki olan AnadoluJet'in Çorlu Havaalanı Ankara-Çorlu Seferlerine başlamıştır. Trakya'yı Anadolu'ya havayolu ile bağlayan ilk ve tek havaalanı pisti Çorlu'da bulunmaktadır.
Demografik yapı.
1927 sayımlarına göre ilçede 8.000 kişi yaşamaktaydı.
İlçenin nüfusu 2020 nüfus sayımına göre 279.251'dir.
İlçe 26 mahalleden oluşmaktadır. Nüfusu yerli halk oluşurken 1800'lü yıllardan itibaren Rumeli göçmenleri iskan edilmişlerdir. İlçede yaşayan Boşnaklar, Pomaklar, Romanlar, Çerkesler, Arnavutlar Osmanlı'nın son dönemlerinden itibaren şehre yerleşmişlerdir. İlçeye en son yaşanan toplu göçü ise 1990 yılında Bulgaristan'daki baskılardan kaçarak anavatanlarına sığınan ve halk dilinde "muhâcır/mâcır" diye söylenen Bulgaristan Türkleri gerçekleştirmiştir. Tekstil, deri, gıda, kimya sanayisinin gelişmesi ile özellikle 1978 yılından itibaren başta Sinop, Samsun, Muş, Yozgat, Kayseri, Erzurum, Malatya, Kars, Nevşehir, Niğde, Aksaray, Diyarbakır, Ordu, Tokat, Siirt, Sivas, Zonguldak, Çorum, Yozgat, Trabzon ve Van şehirlerinden yoğun göç almıştır. İlçeye en son yaşanan toplu göçü ise 1990 yılında Bulgaristan'daki baskılardan kaçarak anavatanlarına sığınan ve halk dilinde "muhâcır/mâcır" diye söylenen Bulgaristan Türkleri gerçekleştirmiştir.
Çorlu, daha çok Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Doğu Anadolu Bölgesi, Karadeniz Bölgesi, İç Anadolu Bölgesi ve Marmara Bölgesi'nden göç almaktadır. Çorlu tüm bu bölgelerden gelen yoğun göçün yanında Silivri, Çatalca, Edirne, Hayrabolu, Saray, Kırklareli, Pınarhisar, Meriç, Uzunköprü, İpsala gibi yakın il ve ilçelerden de sürekli olarak göç almaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7853",
"len_data": 14481,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.53
}
|
TCG "Adatepe" (D-353), ABD Deniz Kuvvetleri'ne ait Gearing sınıfı bir denizaltı savunma harbi muhribi olan gemisi II. Dünya Savaşı sonunda, New York eyaletindeki Staten Island'da kurulu Bethlehem Steel Company tarafından 8 Haziran 1945'te kızağa kondu. 17 Ocak 1946 tarihinde denize indirilen tekne 29 Haziran 1946'da ABD Deniz Kuvvetleri'ne katıldı. USS "Forrest Royal" Kore Savaşı sırasında 1950-51 yılları arası Kore kıyılarında görev aldı.
1962 yılında diğer birçok Gearing sınıfı muhrip gibi FRAM (Fleet Rehabilitation and Modernization) Mk 1 Grup B modernizasyon programına tabi olan geminin bir adet 127 mm Mk 38 top tareti yerini Mk 32 üçlü torpido tüplerine bıraktı. Modernizasyon sırasında tekne ASROC lançeri ve AN/SQS-23 sonarı ile donatıldı. Ayrıca, program dahilinde ABD Deniz Kuvvetleri hizmeti sırasında gemiye DASH uzaktan kumandalı denizaltı savunma harbi helikopter kabiliyeti kazandırıldı.
USS "Forrest Royal" muhribini 1971 yılı içinde Türk Deniz Kuvvetleri'ne geçici olarak transfer etti. Sancak çekme töreni 27 Mart 1971 tarihinde Amerika'da yapıldı. 17 Aralık 1971'de Türk Deniz Kuvvetleri'ne katılan tekneye TCG "Adatepe" ismi ve D-353 borda numarası verildi. 1 Şubat 1973'te ABD Deniz Kuvvetleri'nin hizmet dışı bıraktığı muhrip kalıcı olarak Türk Deniz Kuvvetleri'ne satıldı. 1974 Kıbrıs harekâtı sırasında görev yapan gemi, Türk Deniz Kuvvetleri'nde 6 Ağustos 1993 tarihine kadar hizmete devam etti. TCG "Adatepe" muhribi 1994 yılında sökülmeye başladı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7860",
"len_data": 1481,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.4
}
|
Amsterdam, Hollanda'nın başkenti ve ülkenin en yüksek nüfuslu şehridir. Ancak Hollanda, hükûmetin ve meclisin bulunduğu Lahey'den yönetilir. Şehir, ülkenin batısında, Kuzey Hollanda eyaletinde yer almaktadır. 12. yüzyılda Amstel ırmağının kıyısında bir balıkçı köyü olarak kurulan Amsterdam, Hollanda'nın kişi sayısı bakımından en büyük, kültürel ve parasal yönden de en önemli kentidir. Şehir merkezinde 2018 sayımına göre 872.680 kişi yaşasa da, şehir sınırları içinde bu sayı 1.558.755 ve metropoliten bölgede 2.480.394'tür.
Adı, ilk kurulduğu zamanlarda Amstel ırmağının üzerine kurulan su bendi ("dam") olan Amstelredamme'ın zamanla Amsterdam olmasından gelir.
Amsterdam, çoğunlukla 17. yüzyıldan kalma yapılarıyla, Avrupa'daki en köklü kent dokularından birini barındırır. Kentin eski bölümü iç içe geçmiş ay biçimindeki kanallardan oluşur. Bu kanalların iki yakasındaki tarihî evlerin bir bölümü bugün ev, geri kalanı ise, kamu ya da özel işyeri olarak kullanılır. Özellikle, Amsterdam'da bulunan Dam Meydanı çok ünlüdür ve dünyanın birçok yerinden ziyaretçi akınına uğramaktadır.
Hollanda'nın birçok yerinde olduğu gibi, Amsterdam'da da kanallar bataklık olan bölgede öncelikle suları denetim altına almak için kazılmıştır. Bunun yanı sıra savunma ile ulaşım için de kullanılmıştır. Bazı kanalların üzerinde tekne evler bulunur. Bunlar genellikle eski tekneler ya da baştan ev olarak tasarlanmış teknelerdir. İlk olarak 60'lı 70'li yıllardaki konut sıkıntısının sonucu olarak ortaya çıkan tekne evler, bugünlerde yalnızca zorunluluktan değil, daha çok bir yaşam tarzı yeğlemesi olarak öne çıkmaktadır.
Ünlü Amsterdam sakinleri arasında Anne Frank, ressam Rembrandt van Rijn ve Vincent van Gogh adlı sanatçılar ve filozof Baruch Spinoza yer almaktadır. Kraliyet Concertgebouw Orkestrası da Amsterdam'da bulunur.
Şehir manzarası ve mimari.
Amsterdam, istasyonun ana caddesi olan Amsterdam Centraal istasyonu ve Damrak'tan güneye doğru açılır. Kasabanın en eski bölgesi De Wallen (İngilizce:"The Quays") "Rıhtımlar" olarak bilinir. Damrak'ın doğusunda yer alır ve şehrin ünlü kırmızı fener mahallesini içerir. De Wallen'in güneyinde, Waterlooplein'in eski Yahudi mahallesi bulunur.
"Grachten" olarak bilinen Orta Çağ ve sömürge dönemi Amsterdam kanalları, evlerin ilginç duvarlara sahip olduğu şehrin kalbini kucaklar. Grachtengordel'in ötesinde, Jordaan ve Pijp'nin eski işçi sınıfı bölgeleri vardır. Şehrin başlıca müzelerinin bulunduğu Museumplein, adını Hollandalı yazar Joost van den Vondel'den alan 19. yüzyıldan kalma bir park olan Vondelpark ve Plantage hayvanat bahçesi ile mahalle de Grachtengordel'in dışındadır. Şehrin çeşitli bölümleri ve çevresindeki kentsel alan polder'lerdir. Bu, Aalsmeer, Bijlmermeer, Haarlemmermeer ve Watergraafsmeer'de olduğu gibi, "göl" anlamına gelen "-meer" son ekiyle tanınabilir.
Kanallar.
Amsterdam kanal sistemi bilinçli şehir planlaması sonucudur. 17. yüzyılın başlarında, göçün zirvede olduğu zamanlarda, uçları IJ körfezinde ortaya çıkan eşmerkezli dört yarım kanal kanalına dayanan kapsamlı bir plan geliştirildi. Grachtengordel olarak bilinen, kanalların üçü çoğunlukla konut inşaatı içindi: Herengracht ("Heren", Amsterdam'ın yönetici lordları olan "Heren Regeerders van de stad Amsterdam" anlamına gelirken, "gracht"" kanal anlamına gelir, bu nedenle isim kabaca "Lordların Kanalı" olarak çevrilebilir), Keizersgracht (İmparatorun Kanalı) ve Prinsengracht (Prens Kanalı). Dördüncü ve en dıştaki kanal, dış halkadaki tüm kanalların ortak adı olduğu için haritalarda genellikle bahsedilmeyen Singelgracht'dır. Singelgracht, en eski ve en içteki kanal olan Singel ile karıştırılmamalıdır.
Kanallar savunma, su yönetimi ve ulaşım için hizmet etti. Savunmalar, geçiş noktalarında kapıları olan bir hendek ve toprak setleri şeklini aldı, ancak bunun dışında duvarcılık üstyapı'sı yoktu. Orijinal planlar kayboldu, bu nedenle Ed Taverne gibi tarihçilerin orijinal niyetler hakkında spekülasyon yapması gerekir: Düzenin değerlendirmelerinin dekoratif olmaktan ziyade tamamen pratik ve savunma amaçlı olduğu düşünülür.
İnşaat 1613'te başladı ve yerleşimin genişliği boyunca batıdan doğuya, tarihçi Geert Mak dediği gibi- popüler bir efsanede olduğu gibi merkezden dışarıya doğru değil- devasa bir ön cam sileceği gibi ilerledi. Güney kesiminde kanal inşaatı 1656'da tamamlandı. Daha sonra konut binalarının inşaatı yavaş ilerledi. Amstel nehri ile IJ körfezi arasındaki alanı kapsayan eşmerkezli kanal planının doğu kısmı hiçbir zaman uygulanmadı. Sonraki yüzyıllarda arazi, fazla planlama yapılmadan parklar, yaşlıların evleri, tiyatrolar, diğer kamu tesisleri ve su yolları için kullanıldı. Yıllar geçtikçe, Nieuwezijds Voorburgwal ve Spui gibi birçok kanal doldurularak caddeler veya meydanlar haline geldi.
Genişleme.
17. yüzyılda Amsterdam kanallarının geliştirilmesinden sonra, şehir iki yüzyıl boyunca sınırlarının ötesine geçmedi. 19. yüzyıl boyunca Samuel Sarphati o zamanki Paris ve Londra'nın ihtişamına dayanan bir plan tasarladı. Plan, Grachtengordel'in hemen dışında yeni evlerin, kamu binalarının ve sokakların inşasını öngörüyordu. Ancak planın temel amacı halk sağlığını iyileştirmekti. Plan şehri genişletmese de, “Paleis voor Volksvlijt” gibi bugüne kadarki en büyük kamu binalarından bazılarını üretti. Sarphati'nin ardından, inşaat mühendisleri Jacobus van Niftrik ve Jan Kalff, şehrin merkezini çevreleyen 19. yüzyıldan kalma mahallelerden oluşan bir halka tasarladılar ve şehir, 17. yüzyıl sınırının dışındaki tüm arazilerin mülkiyetini koruyor ve böylece gelişmeyi sıkı bir şekilde kontrol ediyordu. Bu mahallelerin çoğu işçi sınıfına ev sahipliği yaptı.
Aşırı kalabalığa yanıt olarak, 20. yüzyılın başında Amsterdam'ın daha önce gördüğü her şeyden çok farklı olan iki plan tasarlandı: “Plan Zuid” (mimar Berlage tarafından tasarlandı) ve "Batı". Bu planlar, tüm sosyal sınıflar için konut bloklarından oluşan yeni mahallelerin geliştirilmesini içeriyordu.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra şehrin batı, güneydoğu ve kuzey kesimlerinde büyük yeni mahalleler inşa edildi. Bu yeni mahalleler, şehrin yaşam alanı eksikliğini gidermek ve insanlara modern olanaklara sahip uygun fiyatlı evler sunmak için inşa edildi. Mahalleler esas olarak yeşil alanlar arasında yer alan, geniş yollara bağlanan ve mahalleleri motorlu araba ile kolayca erişilebilir kılan büyük konut bloklarından oluşuyordu. O dönemde inşa edilen batı banliyölerine topluca Westelijke Tuinsteden denir. Aynı dönemde inşa edilen kentin güneydoğusundaki bölge Bijlmer olarak biliniyor.
Mimari.
Amsterdam'ın zengin bir mimarlık tarihi vardır. Amsterdam'daki en eski bina, 1306'da kutsanan Wallen'in kalbindeki Eski Kilise Oude Kerk (İngilizce: Old Church)'dir. En eski ahşap bina Begijnhof adresindeki "Het Houten Huys". 1425 civarında inşa edilmiştir ve mevcut iki ahşap binadan biridir. Aynı zamanda Amsterdam'daki Gotik mimari'nin birkaç örneğinden biridir. Hollanda'nın en eski taş binası olan Moriaan 's-Hertogenbosch'da inşa edilmiştir.
16. yüzyılda ahşap binalar yerle bir edildi ve yerine tuğla binalar yapıldı. Bu dönemde, Rönesans mimari stili'nde birçok bina inşa edildi. Bu dönemin binaları, yaygın Hollanda Rönesans tarzı olan basamaklı beşik cepheleriyle çok tanınır. Amsterdam hızla kendi Rönesans mimarisini geliştirdi. Bu binalar mimarın Hendrick de Keyser ilkelerine göre inşa edildi. Hendrick de Keyser tarafından tasarlanan en çarpıcı binalardan biri Westerkerk. 17. yüzyılda barok mimari Avrupa'nın başka yerlerinde olduğu gibi çok popüler oldu. Bu kabaca Amsterdam'ın Altın Age ile aynı zamana denk geldi. Amsterdam'da bu tarzın önde gelen mimarları Jacob van Campen, Philips Vingboons ve Daniel Stalpaert idi.
Philip Vingboons, şehrin her yerinde görkemli tüccar evleri tasarladı. Amsterdam'daki barok tarzı ünlü bir bina, Baraj Meydanı üzerindeki Kraliyet Sarayı'dır. 18. yüzyıl boyunca Amsterdam, Fransız kültürü tarafından büyük ölçüde etkilendi. Bu, o dönemin mimarisine de yansır. 1815 civarında, mimarlar barok stili kırdı ve farklı neo-tarzlarda inşaat yapmaya başladı. Gotik tarzdaki binaların çoğu o döneme aittir ve bu nedenle neo-gotik tarzda inşa edildiği söylenir. 19. yüzyılın sonunda, Jugendstil veya Art Nouveau stili popüler oldu ve bu mimari tarzda birçok yeni bina inşa edildi. Amsterdam bu dönemde hızla büyüdüğü için şehir merkezine bitişik yeni binalar da bu tarzda inşa edildi. Amsterdam Oud-Zuid'deki Museum Square civarındaki evler Jugendstil'in bir örneğidir. modern çağ öncesinde Amsterdam'da popüler olan son tarz Art Deco idi. Amsterdam, Amsterdamse Okulu olarak adlandırılan kendi tarzına sahipti. “Rivierenbuurt” gibi bütün semtler bu tarzda inşa edilmiştir. Amsterdamse School'da tasarlanan binaların cephelerinin dikkate değer bir özelliği, tuhaf biçimli pencere ve kapılarla oldukça süslü ve süslü olmalarıdır.
Eski şehir merkezi, 19. yüzyılın sonundan önceki tüm mimari üslupların odak noktasıdır. Jugendstil ve Gürcüce daha çok şehir merkezinin dışında erken dönemde inşa edilen mahallelerde bulunur.
20. yüzyıla ait olmasına rağmen şehir merkezinde de bu tarzların çarpıcı örnekleri bulunmaktadır. Şehir merkezindeki ve yakınlardaki tarihi yapıların çoğu, kanallar boyunca sıralanan ünlü tüccar evleri gibi evlerdir.
Su kanalları arasındaki sokaklarda kendine yer bulan geleneksel Hollanda mimarisine sahip, kırmızı tuğlalı apartmanlar aynı zamanda şehrin genel mimari görünümünü oluşturuyor. Geleneksel tarzda yapılmış apartman ve binaların ortak sorunu, gevşek olan toprak zeminine ahşap kütüklerden oluşan kazıkların çakılarak oluşturulduğu temel üzerinde inşa edilmiş olmalarıdır. Günümüz ileri inşaat teknolojisi ile inşa edilen modern yapılarda ise ahşap kazıkların yerini çelik kazıklar almıştır.
Kendine özgü birçok mimari özelliğe sahip olan Amsterdam evlerinin en baskın özelliği ise inşa edilen yapının fazla ağır olmaması için pencerelerinin büyük olarak tasarlanmış olmasıdır. Binanın ağır olması demek yumuşak olan zemine daha çok batması anlamına geldiğinden bu şekilde bir tasarım benimsenmiştir.
Dans Eden Evler.
Yakın zamana kadar Amsterdam'da yapılan binalar ahşap kazıklar üzerinde oluşturulan yapay temel üzerine inşa edilmekteydi. Su kanalları ve toprak zeminin gevşek olması nedeniyle temelde kaymaları tetikledi. Bu sebeple bu binalardan bazıları sağa-sola eğim kazanarak statiğini kaybetmeye başladı. Bu tip Amsterdam evleri gözle fark edilecek kadar eğim kazandığından ilginç bir görünüm oluşturmuş ve "'Dans eden evler'" olarak adlandırılmasına sebep olmuştur. Dans eden evlerden Dam Meydanı yakınlarında çok sayıda görebilirsiniz.
Yüzen Evler.
Amsterdam'ın bir diğer ilginç mimari özelliği de su kanalları üzerinde bulunan evleridir. Konut fiyatlarının 1960'lardan sonra kademeli olarak artışının bir sonucu olarak bazı insanlar, sahibi oldukları tekneleri yaşam alanı haline getirerek kullanmaya başlamışlardır. Daha da ileri giderek iki teknenin üzerine bir prefabrik ev veya konteyner koyanlara bile rastlanıyor. Su kanallarında yaşayan insanların tasarladığı bu evlere "Amsterdam'ın Yüzen Evleri" deniyor.
Ekonomi.
Amsterdam, Hollanda'nın finans ve ticari başkentidir. Küresel emlak danışmanı Cushman & Wakefield tarafından Avrupa'nın önde gelen şirketlerinin yer aldığı yıllık konum araştırması 2007 Avrupa Şehirler Monitörüne (ECM) göre Amsterdam, uluslararası bir işletmenin bulunabileceği en iyi Avrupa şehirlerinden biri olup ankette beşinci sıraydı ve bu ankette Londra, Paris, Frankfurt ve Barselona'nın bu açıdan Amsterdam'ı geride bırakan dört Avrupa şehri olduğu belirlenmişti.
AkzoNobel, Heineken International, ING Group, ABN AMRO, TomTom, Delta Lloyd Group, Booking.com ve Philips dahil olmak üzere önemli sayıda büyük şirket ve bankanın genel merkezi Amsterdam bölgesindedir. Her ne kadar tarihi kanallar boyunca birçok küçük ofis kalsa da, merkezi şirketler giderek Amsterdam şehir merkezi dışına taşındı. Sonuçta, Zuidas (Türkçe: Güney Ekseni), ülkenin en büyük beş hukuk firması, Boston Consulting Group ve Accenture gibi büyük danışmanlık firmalarının çeşitli yan kuruluşlarının yanı sıra Zuidas bölgesindeki Amsterdam Dünya Ticaret Merkezi, Amsterdam'ın yeni finans ve hukuk merkezi oldu.
Turizm.
Amsterdam, dünyada en çok ziyaret edilen 5. merkezdir. 2014 yılı verilerine göre Amsterdam yıllık 4,2 milyon turist ziyareti almaktadır. 17'si 5 yıldızlı olmak üzere 350 otel ile toplamda 45 bin yatak kapasitesi bulunmaktadır.
Şehirde birçok müze bulunmaktadır. Bunların en önemlileri Rjiksmuseum ve Van Gogh Müzesi'dir. Bunların dışında, Amsterdams Historisch Museum, Rembrandthuis, Anne Frank Huis, Hermitage, Tropenmuseum, Verzetmuseum ve Stedelijk Museum'u sayılabilir.
Genelevlerin olduğu "Kırmızı Işıklar" bölgesi ("Red Light District") ile daha çok tütünle karıştırılarak ya da karıştırılmadan içilen esrarın, Space Cake (esrarlı kurabiye) ve mantarların(magic mushroom) satıldığı "kahvehane"ler ("Coffeeshop") kente gelenlerin ilgisini çeken yerler arasındadır.
Ulaşım.
Toplu taşıma otobüs ve tramvaylar ile sağlanır. Şehirde dört metro hattı bulunmaktadır, beşinci hat ise yapım halindedir (ancak kentin doğal dokusuna zarar vermemek için yapımı yavaş sürmektedir). Ayrıca birçok cadde ve sokak araç trafiğine kapatılmıştır.
Amsterdam bisiklet dostu bir şehirdir. Şehirde bisiklet yolları ve bisiklet park alanlarıyla "bisiklet kültürü"nün geliştiği bir merkezdir. Şehirde 1 milyonu aşkın bisiklet bulunduğu tahmin edilmektedir. Ancak bisiklet hırsızlığı oldukça yaygındır. Bu yüzden bisiklet sahiplerinin büyük kilitlerle bisikletlerini hırsızlara karşı koruma eğilimi vardır. Şehir içinde araç kullanmak tercih edilmez. Çünkü park ücretleri oldukça yüksektir.
Kent kanalları artık çoğunlukla yük ya da yolcu ulaşımı için değil, tekne gezintileri için kullanılmaktadır. Amsterdam Ana Tren İstasyonu'ndan ve kentin öteki bir iki yerinden kalkan 40-50 kişilik gezinti tekneleri ile kentin kanalları gezilir. Bunun dışında özel tekneler ve pedallı 4 kişilik tekneler ("su bisikletleri") de kanal gezileri için kullanılır.
Amsterdam yakınlarında bulunan Badhoevedorp Kavşağı, 1932'den bu yana Hollanda'da otoyolların ana merkezidir. Amsterdam Havalimanı (Amsterdam Airport Schiphol), Amsterdam Ana Tren İstasyonu'ndan (NS Amsterdam Centraal Station) trenle yaklaşık 15-20 dakika kadar uzaktadır. Hollanda'nın bu en büyük havalimanı, Avrupa'da dördüncü, dünyada onuncu sıradadır. Yılda 44 milyon kişiyle dünyanın en kalabalık üçüncü havalimanıdır. İsmi her ne kadar Amsterdam Havalimanı diye geçse de aslında Amsterdam sınırları içinde olmayıp Haarlemermeer Belediyesi sınırlarındadır.
Üniversiteler.
Amsterdam'da Amsterdam Üniversitesi (Universiteit van Amsterdam) ile Vrije Universiteit Amsterdam (Amsterdam Özgür Üniversitesi) adında iki üniversite vardır. Bunlar dışında üniversite olmayan, ancak bazıları lisans (B.Sc.) diploması veren birkaç yüksek okul da bulunur.
Kentin en büyük üniversitesi olan Amsterdam Üniversitesi 1632 yılında kurulmuş olup, Avrupa'nın değerli araştırma üniversitelerinden biridir. Amsterdam Özgür Üniversitesi ise 1880 yılında, sonradan başbakan olacak Abraham Kuyper'ce, tutucu-Protestan (Kalvinci) yapıda kurulmuş olup, adını devlet ile kilise kurumlarından bağımsız olmasından alır.
Amsterdam'da üçüncü bir üniversite kurma çalışmaları başlamıştır. Kent ekonomisine daha da canlılık getirmesi, kenti uygulamalı bilimler konusunda yabancı kuruluşların yatırımları için daha da çekici yapması beklenen bu üniversitenin teknik bir üniversite olması düşünülmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nin önemli üniversiteleri (MIT, Duke,Kolombiya ile Stanford) bu yeni üniversitenin kurulumunda yer almak istediklerini belirtmişlerdir.
Görülmesi Gereken Yerler.
Özellikle Van Gogh ve Rijks müzeleri önünde oluşan uzun kuyruklardan dolayı biletlerin şehrin belirli bölgelerinde bulunan turist ofislerinden temin edilmesi zaman kaybının önüne geçmektedir.
Demografik yapısı.
1300 yılında Amsterdam nüfusu bin kişiydi. 1400 yılında 3 bindi. 1675'ten sonra nüfus hızla artarak 206 bine ulaştı. 1850'lere kadar nüfusta çok büyük bir artış yaşanmadı. Şehrin 1850'deki nüfusu 224 bindi. Şehrin günümüzdeki nüfusu 742 bindir. Şehre 20. yüzyılda ilk toplu göç Endonezya'dan geldi. Ardından Türkiye, Fas, İspanya, İtalya'dan işçiler 1960'larda göç etti. Surinam'ın 1975'te bağımsızlığını kazanmasıyla Surinam'dan bir göç dalgası yaşandı.
20. yüzyılın sonlarına doğru özellikle müslüman azınlıklara karşı değişen politikalar, okullarda azınlık dillerinde verilen derslerin kaldırılması gibi kültürel baskılar Amsterdam kentinde de kendisini gösterdi. En büyük azınlık dilleri olan Türkçe ile Arapça dillerindeki TV kanalları temel Kablo TV paketlerinden kaldırıldı. Seçimlerde adayların azınlık dillerinde kampanya yürütmeleri eleştirildi ve bazı durumlarda basılı yayınlar toplatıldı. Bu baskıları yapan ve sonradan Amsterdam belediye başkanı olan zamanın 'Uyum' Bakanı van der Laan kendi partisinin PvdA adayınca ikiyüzlülükle suçlandı.
Spor.
Hollanda 1. Ligi "Eredivisie"'de yer alan Ajax takımı Amsterdam kentinin en büyük futbol kulübüdür. Takımın stadyumu olan Johan Cruyff Arena şehrin güneydoğusu olan Bijlmer'da yer alır. Bunun yanında Amsterdam 1928 Yaz Olimpiyatları'na ev sahipliği yapmıştır. Olimpiyatlar için yapılmış olan Amsterdam Olimpiyat Stadyumu son yıllarda tamamen yenilenmiş olup spor müzesi olarak hizmet vermekte ve Amsterdam Maratonu gibi spor ve kültür etkinlikleri için kullanılmaktadır.
Kardeş şehirler.
Amsterdam Şehri'nin şu yabancı şehirlerle resmi kardeş şehir bağlantıları vardır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7864",
"len_data": 17477,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.5
}
|
Caracas ya da Karakas, Güney Amerika ülkesi Venezuela'nın başkentidir.
Şehir, ülkenin kuzeyinde, yakınındaki Karayip Denizi'nden yükseklikleri 2130 metreye dek çıkan dağlarla ayrılan ve iki yanındaki dağların arasında kıvrılarak ilerleyen dar bir ovada yer alır. Caracas'ın denizden yüksekliği 750 ile 900 metre arasında değişir.
Kent içinde ('Libertador Department' bölgesinde) 2004 sayımına göre 1,9 milyon kişi yaşasa da, bu sayı çevresindeki varoşlarla birlikte 5,1 milyonu bulur.
Caracas, 1567'de Santiago de León de Caracas adıyla İspanyol sömürgeci Diego de Losada tarafından kurulmuştur.
2015 yılında dünyanın şiddet oranı en yüksek şehirleri sıralamasında 100.000 kişi başına 120 cinayet ile ilk sırayı almıştır. Numbeo tarafından yapılan bir araştırmaya göre en güvenli şehirler listesinde sonuncu olup, Dünyanın en güvenilir olmayan şehri seçilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7871",
"len_data": 862,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.51
}
|
Varoş ya da banliyö; bir kentin, şehir merkezinden uzak, genellikle il veya ilçe sınırına yakın dış bölgelerine verilen ad. Genellikle nüfus yoğunluğunun daha düşük olduğu banliyölerde yaşayan halkın çoğu şehrin merkezi bölgelerine gitgel yaparlar. Varoşlar, genellikle anayollar veya demiryolları üzerinde kurulur ve şehir merkezine toplu taşımacılıkla ulaşım sağlarlar. Kenar mahalleler, tüm dünyada şehirlerin etrafında çoğalma eğilimindedir.
Köken bilimi ve adlandırma.
Varoş sözcüğü, Macarca "" sözcüğünden gelir. Türkçede 16. yüzyılın başından beri kullanımı tespit edilen sözcüğün orijinal anlamı "sur dışı mahalle" olmakla birlikte, 1994 dolaylarında dar gelirli kişilerin yaşadığı mahalle anlamı kazanmıştır.
Banliyö sözcüğü ise Fransızca "" sözcüğünden gelir ve kökü Orta Çağ avam Latincesindeki "banleuca" sözcüğüne dayanır. "Ban" (ferman) ve "leuca" (3 millik mesafe) sözcüklerinden oluşan bu kavram, şehir merkezinden uzak ancak yine de bir efendinin otoritesine bağlı anlamına gelir. Türkçe kaynaklarda ilk kullanımı 1930'da tespit edilmiştir.
Türkçede bu sözcüklere karşılık olarak yörekent ve dolaylık sözcükleri oluşturulmuştur.
Coğrafi dağılım.
Gelişmiş ülkelerde varoşlar çoğunlukla durumu orta hâlli olan, orta ve üst katmanlardan kişilerin yaşadığı yerlerdir. Şehrin gürültü ve kirliliğinden kaçan insanların büyük ve rahat bahçeli evlerde yaşadıkları nezih yerleşim birimleridir. 20 ve 21. yüzyılda ulaşım alanında meydana gelen gelişmeler, demiryolu ağlarının gelişmesi, daha fazla kişinin taşıt sahibi olması, şehirlerdeki arazi kısıtlılığı, yeşil alanların yetersizliği gibi nedenler varoşları cazip hâle getirmiştir.
Türkiye'de varoşların durumu ülkenin ekonomik durumuna bağlı olarak çoğunlukla, çoğu gelişmiş devletin tam tersi şekilde gerçekleşmiştir. Şehre oranla kiraların ve diğer giderlerin düşük olduğu, gecekonduların yaygın olduğu varoşlar, alt sosyo-ekonomik düzeyden insanların yaşadığı yerler hâline gelmiştir. Bu nedenle varoş ve banliyö sözcükleri zaman zaman hatalı olarak gecekondu mahallesi anlamında kullanılır.
Fransa'da da banliyöler genellik düşük sosyo-ekonomik düzeyden insanların yaşadığı yerlerdir ancak üst tabaka banliyölere de rastlanır.
ABD'de banliyöler tipik olarak II. Dünya Savaşı sonrası dönemde yapılmıştır ve genellikle:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7872",
"len_data": 2283,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.59
}
|
Gearing sınıfı muhrip, II. Dünya Savaşı sonrasında ve kısa bir sürede ABD Deniz Kuvvetleri için yapılan 98 gemilik muhrip grubudur. Gearing tasarımı, önceki Allen M. Sumner sınıfının küçük bir modifikasyonu ile olmuştur. Gövdede daha uzun menzile yer verilerek yakıt için daha fazla depolama alanı yaratıldı, böylece gemilerin gövdesi "Allen M. Sumners"lardan 14 ft (4.3 m) daha uzatılmış oldu.
İlk "Gearing"ler 1945 yılının ortalarına kadar hizmete hazır değildi, bu yüzden nispeten daha az savaş hizmeti gördü. Gemiler bir dizi yükseltmelerle 1970'lere kadar hizmete devam etti. O zamanda diğer birçok ülkeye satıldı ve daha uzun yıllar görev yaptı.
Tamamlanmayanlar.
İnşası gerçekleşen yukarıdaki 98 adet geminin yanı sıra kızağa konulan ve isim verilen, ancak inşası yarım kalan 7 adet "Gearing" sınıfı muhrip aşağıda belirtilmiştir:
İptal edilenler.
1945 yılında II. Dünya Savaşı'nın sona ermesi ile birlikte kâğıt üzerinde inşası planlanan 47 adet "Gearing" sınıfı muhrip daha kızağa konulmadan iptal edilmiştir. Bu gemilerin üç adedi hariç isimlendirilmedi. Sadece borda numaraları tahsis edilen gemiler aşağıdaki gibidir:
Tadil edilenler.
II. Dünya Savaşı'nın sonuna doğru 36 adet "Gearing" sınıfı muhrip, uçaklara karşı erken uyarı radarları ile donatılarak uzun menzilli radar-piket gemisi şeklinde tadil edildi. Tadilatların çoğu denize indirilmemiş inşa halindeki tekneler üzerinde gerçekleşti. Bu gemiler, Frank Knox sınıfı olarak da bilinir ve tanımlamaları DDR olarak değiştirilmiştir.
Yine II. Dünya Savaşı'nın ardından iki adet "Gearing" sınıfı muhrip, denizaltılara karşı avcı-katil (Hunter-Killer) muhribi şeklinde tadil edildi. Bu gemiler, Carpenter sınıfı olarak da bilinir ve tanımlamaları DDK olarak değiştirilmiştir. Aynı zamanda 13 adet "Gearing" sınıfı muhrip, denizaltı savunma harbi refakat muhribi şeklinde tadil edildi. Bu gemiler, Basilone sınıfı olarak da bilinir. Bu muhriplerin tanımlamaları DDE olarak değiştirilmiştir.
Yukarıda adı geçen tüm tekneler daha sonra standart denizaltı savunma harbi muhribi şekline geri döndü ve aşağıdaki başlıkta sözü edilen modernizasyon programlarına katıldılar.
Bu gemilerin dışında üç adet "Gearing" sınıfı muhrip çeşitli testlerde kullanmak amacı ile tadilata uğradı. DD-848 USS Witek ve DD-828 USS Timmerman tekneleri yeni tahrik sistemlerinin testlerinde, DD-712 USS Gyatt ise Terrier hava savunma füze sistemi denemelerinde kullanıldı. Bu üç tekne herhangi bir modernizasyon çalışması yapılmadan hizmet dışı kalmıştır.
Modernizasyon çalışmaları.
"Gearing" sınıfı muhripler 1960'lı yıllarda FRAM (Fleet Rehabilitation and Modernization) modernizasyon programına tabi tutuldu. Modernizasyon sırasında teknelerin çoğu ASROC lançeri ve AN/SQS-23 sonarı ile donatıldı. Ayrıca, program dahilinde gemilere DASH uzaktan kumandalı denizaltı savunma harbi helikopter kabiliyeti kazandırıldı. Bu gemiler aşağıda belirtilen dört grup halinde modernize edildi:
Askeri Yardım Programı.
1970'li yılların ortasında Amerikan Donanması'nda görev yapan modernize edilmiş "Gearing" sınıfı muhripler 30 yıllık ekonomik ömürlerini doldurdu. Bu muhriplerin çoğu Askeri Yardım Programı (MAP) çatısı altında müttefik ülkelere ödünç verildi. Bu muhriplerin bir kısmı transfer edildiği ülkeler tarafından daha sonra satın alındı. Bir kısmı ise Amerikan Donanması'na geri dönmeden hizmet dışı kaldı. Müttefik donanmalara transfer olmayan gemiler ise hedef gemisi olarak tatbikatlarda batırıldı veya sökülmek amacı ile satıldı. Tarihi sıralamaya göre Askeri Yardım Programı ile "Gearing" sınıfı muhrip alan 11 ülke aşağıda belirtilmiştir:
Yunanistan Deniz Kuvvetleri.
1971 ile 1980 yılları arasında altı adedi FRAM 1 ve bir adedi FRAM 2 modernizasyon seviyesinde olmak üzere toplam yedi adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiler Themistoklis sınıfı olarak da bilinir.
Çin Cumhuriyeti Deniz Kuvvetleri.
1971 ile 1980 yılları arasında 12 adedi FRAM 1 ve iki adedi FRAM 2 modernizasyon seviyesinde olmak üzere toplam 14 adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiler Fu Yang sınıfı olarak da bilinir.
Türk Deniz Kuvvetleri.
1971 ile 1983 yılları arasında 9 adedi FRAM 1 ve üç adedi FRAM 2 modernizasyon seviyesinde olmak üzere toplam 12 adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiler Tepe sınıfı olarak da bilinir.
Toplam 12 adet Amerikan Donanması fazlası Gearing sınıfı ve Carpenter sınıfı denizaltı savunma harbi muhribi 1971-83 yılları arasında Türkiye'ye transfer edildi. Bu gemiler 1995 yılına kadar hizmete devam ettiler.
İlk teslimatlar.
Mart 1971 ile Haziran 1980 ayları arasında sekiz adet Amerikan Gearing sınıfı muhrip Askeri Yardım Programı (MAP) dahilinde Türk Deniz Kuvvetleri'ne katıldı. 1974 Kıbrıs harekâtı sırasında dost ateşi sonucunda batan () muhribinin yerine aynı ad ve borda numarası ile (aslında yedek parça olarak kullanılmak üzere alınan bir tekneydi) gemisi geçti.
Carpenter sınıfı.
Şubat 1981 ve 1982 arasında iki adet Amerikan Carpenter sınıfı muhrip TCG Anıttepe (D-347) (eski USS Carpenter (DDK-820) ve TCG Alçıtepe (D-346) (eski USS Robert A. Owens (DDK-827)) Askeri Yardım Programı (MAP) dahilinde Türk Deniz Kuvvetleri'ne katıldı.
Son teslimatlar.
Ekim 1982 ve Mart 1983 ayları arasında iki adet Amerikan Gearing sınıfı muhrip Askeri Yardım Programı (MAP) dahilinde Türk Donanması'na katıldı.
Ayrıca, eski Amerikan USS McKean (DD-784) muhribi yedek parça olarak kullanılmak amacı ile "TCG Gayret" gemisinden önce, 2 Kasım 1982 tarihinde Türk Deniz Kuvvetleri'ne transfer edilmiştir.
Kore Cumhuriyeti Deniz Kuvvetleri.
1972 ile 1981 yılları arasında beş adedi FRAM 1 ve iki adedi FRAM 2 modernizasyon seviyesinde olmak üzere toplam yedi adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiler Chung Buk sınıfı olarak da bilinir.
İspanyol Deniz Kuvvetleri.
1972 ile 1978 yılları arasında FRAM 1 modernizasyon seviyesinde beş adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiler Churruca sınıfı olarak da bilinir.
Arjantin Deniz Kuvvetleri.
1973 yılında FRAM 2 modernizasyon seviyesinde bir adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiye D-27 ARA Comodoro Py adı verildi.
Brezilya Deniz Kuvvetleri.
1973 yılında FRAM 1 modernizasyon seviyesinde iki adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiler Marcilio Dias sınıfı olarak da bilinir.
Pakistan Deniz Kuvvetleri.
1977 yılından başlayarak FRAM 1 modernizasyon seviyesinde altı adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiler Tariq sınıfı (veya Tarık) olarak da bilinir.
Ekvator Deniz Kuvvetleri.
1978 yılında FRAM 1 modernizasyon seviyesinde bir adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiye BAE Presidente Eloy Alfaro adı verildi.
Meksika Deniz Kuvvetleri.
1982 yılından başlayarak FRAM 1 modernizasyon seviyesinde iki adet "Gearing" sınıfı eski Amerikan muhribi teslim aldı. Bu gemiler Netzahualcoyotl sınıfı olarak da bilinir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7877",
"len_data": 6931,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.41
}
|
Uydu kentler, ana kente bağlı olarak kurulan ve bağlı oldukları kentin nüfus yoğunluğunu azaltmak amacıyla çevresinde oluşturulan yerleşim alanlarıdır. Uydu kentlerinin gecekondu bölgelerinden en büyük farkı, bu yerleşimlerin rastgele değil, alt yapı ve üst yapılarına özen gösterilerek tasarlanmış olmalarıdır. Uydu kentlerde yaşayanlar, genellikle çalışmak için ana kente giderler.
Uydu kentler, ana kentle entegre bir yapıya sahip olan ve ana kentin nüfus yoğunluğunu azaltmak amacıyla onun çevresine konumlandırılan yerleşim alanlarıdır. Bu tür yerleşim bölgeleri, genellikle ana kentteki nüfus yoğunluğunun ve kentsel ihtiyaçların arttığı durumlarda, ana kente alternatif konut ve yaşam alanları sağlamayı hedefler.
Uydu kentlerinin gecekondu bölgelerinden ayırt edici bir özelliği, planlı bir şekilde tasarlanmış alt ve üst yapıya sahip olmalarıdır. Modern altyapı ve mimari standartlar dikkate alınarak yapılan planlamalar, konforlu yaşam koşulları ve güvenli bir çevre sunmayı amaçlar.
Uydu kentler, genellikle ana kent ile güçlü ulaşım bağlantılarına sahiptir. Bu bağlantılar, sakinlerin iş, eğitim ve sosyal faaliyetler gibi günlük ihtiyaçlarını karşılamak üzere ana kente kolaylıkla erişmelerini sağlar. Uydu kent sakinleri, çoğunlukla ana kentteki iş merkezleri veya ticari bölgelere yönelirler. Bu kentleşme yaklaşımının temel amacı, ana kentte oluşan trafik yoğunluğunu ve nüfus baskısını azaltmaktır.
Tarihçe.
Uydu kent kavramı, 20. yüzyılın başlarında şehir planlamacılığı içinde ortaya çıkmıştır. İngiliz şehir plancısı Ebenezer Howard, 1898 tarihli "Yarının Bahçe Kentleri" adlı eserinde "bahçe kent" modelini ortaya koyarak, kent merkezlerinin çevresinde yeşil alanlarla çevrili, kendi kendine yetebilen yeni yerleşim alanlarının kurulmasını önermiştir. Bu fikir, modern anlamda uydu kentlerin düşünsel temelini oluşturmuştur.
Uydu kentler, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası dönemde hızla gelişen şehirleşme, sanayileşme ve kent merkezlerine olan göç hareketleri nedeniyle birçok ülkede bir planlama aracı olarak uygulanmıştır. Kentlerin aşırı büyümesini ve merkezlerdeki sosyal, fiziksel ve ekonomik baskıları azaltmak amacıyla uydu kentler tercih edilmiştir.
Örnekler.
Birleşik Krallık'ta Milton Keynes (1967), Fransa’da Cergy-Pontoise ve Marne-la-Vallée, Japonya’da Tokyo çevresindeki Tama New Town, Güney Kore’de Bundang ve Ilsan, Almanya’da ise Frankfurt çevresindeki Offenbach gibi kentler, uydu kent anlayışıyla planlanmış ve uygulanmıştır.
Bu kentlerde genellikle konut alanları, yeşil alanlar, ticaret merkezleri, eğitim kurumları ve sosyal tesisler bir bütün olarak düşünülmüş; ulaşım bağlantıları ise merkez kentle sıkı biçimde entegre edilmiştir. Bu planlama yaklaşımı, uydu kentlerin yalnızca “yatakhane kentler” olmasının ötesine geçerek, kendi içinde de yaşam kalitesi yüksek alanlar oluşturmasını amaçlamıştır.
Türkiye’de uydu kent uygulamaları, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kentleşme politikaları çerçevesinde gelişmeye başlamıştır. Kavramın ilk örneklerinden biri olarak İstanbul’da 1950’li yıllarda Toplu Konut İdaresi (TOKİ) öncesinde özel sektör ve kamu iş birliğiyle kurulan Ataköy projesi gösterilir.
Daha sonraki dönemlerde, 1980’ler ve 1990’larla birlikte Ankara’da Batıkent, Eryaman, İstanbul’da ise Kayabaşı, Ataşehir, Beylikdüzü, Atakent (Ümraniye), Mimaroba ve Sinanoba gibi yerleşimler uydu kent olarak inşa edilmiştir. Bunlar arasında TOKİ’nin doğrudan ya da dolaylı müdahil olduğu projeler önemli bir yer tutar. İzmir’deki Mavişehir ve İstanbul Pendik’teki Yenişehir gibi bölgeler de uydu kent modelinin son dönem örnekleri arasındadır.
Bu projeler, hızla artan nüfus, çarpık kentleşme sorunları ve konut ihtiyacına yanıt olarak geliştirilmiş; özellikle büyük kentlerde merkez dışına yönlendirilmiş yapılaşma politikalarının bir uzantısı olarak şekillenmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7879",
"len_data": 3823,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.85
}
|
San Salvador (koordinatlar 13°41′N 89°11′W) El Salvador'un başkentidir. Kentte 2004 sayımına göre 1.3 milyon kişi yaşar.
Kent, Orta Amerika'daki ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki öteki kentleri birbirine bağlayan Pan American Karayolu'nun üzerindedir.Kentte; bira, tütün ürünleri, sabun üretiminin yanı sıra dokumacılık da gelişmiştir.
16. yüzyılda kurulan San Salvador'da izleyen yüzyıllarda önemli depremler olmuştur. Bunların en kötüsü 1854 yılında olanıdır. 2001 yılında olan en son deprem, kentin özellikle Las Colinas dolayında etkin olarak çok zarara yol açmıştır.
1980'lerde ülkedeki iç savaş, kentteki birçok kişinin kentten ayrılmasına yol açmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7886",
"len_data": 664,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.51
}
|
Alfred Bernhard Nobel (21 Ekim 1833; Stokholm, İsveç – 10 Aralık 1896; San Remo, İtalya), İsveçli kimyager ve mühendistir. Dinamitin mucididir. Vasiyetiyle Nobel Ödülleri'ni başlatmıştır.
Sentetik element nobelyuma onun adı verilmiştir.
Hayatı.
1833'te varlıklı bir aileden gelen anne Andriette Ahlsell ile mühendis baba Immanuel Nobel'in üçüncü oğlu olarak Stokholm'de dünyaya geldi. Alfred doğduğunda babası iflas etmişti, dolayısıyla ailesinin maddi durumu iyi değildi. Nobel ailesi 1837'de Finlandiya'ya, 1842 yılında ise Sankt-Peterburg'a taşınır. St. Petersburg'da babası Immanuel Nobel bir atölye açar, annesi ise bir bakkal dükkânı işletir. Baba Nobel, Sankt-Peterburg'da büyük başarı kazanır ve Rus ordusu için silah üretmeye başlar.
Alfred Nobel, özel öğretmenler tarafından eğitilir. Doğa bilimleri, dil ve edebiyat alanlarına yoğunlaşır. 17 yaşına geldiğinde İsveççe, Rusça, Fransızca, İngilizce ve Almancayı akıcı bir şekilde konuşabilmektedir. Fizik ve kimyanın yanı sıra, onun bir mühendis olmasını isteyen babasının pek hoşuna gitmese de Alfred İngiliz edebiyatına ve şiire de ilgi duymaktadır.
Babası onu kimya mühendisliği eğitimi görmesi için yurtdışına gönderir. İki yıllık süre içinde İsveç, Almanya, Fransa ve ABD'de bulunur. Paris'te bulunduğu süre zarfında dönemin ünlü kimyageri T. J. Pelouze'nin laboratuvarında çalışır. Burada ayrıca güçlü bir patlayıcı sıvı olan nitrogliserini keşfeden İtalyan kimyager Ascanio Sobrero ile tanışır. Alfred Nobel de nitrogliserin ile ilgilenmektedir. Nitrogliserin, baruttan daha güçlü olmasına karşın, basınç ve sıcaklığın etkisiyle kolayca patlamaktadır. Nobel'e göre bu durum nitrogliserinin pratik kullanımını sınırlandırmaktadır.
Alfred Nobel, 1852'de ailesi tarafından Sankt-Peterburg'a geri çağrılır. Nobel, nitrogliserin ile ilgili çalışmalarına burada devam etmeye çalışır. Ancak, babası Immanuel Nobel'in işleri bozulmaya başlar. Kırım Savaşı'nın sona ermesini takiben Rus ordusu baba Nobel'in işletmesinden silah sipariş etmeyi keser. Baba Nobel, bir kez daha iflas eder. Bunun üzerine baba Nobel iki oğlu Alfred ve Emil ile birlikte Stokholm'e geri döner (Diğer oğulları Robert ve Ludvig ise Sankt-Peterburg kalır).
Alfred Nobel, 1863 yılından itibaren nitrogliserin ile ilgili çalışmalarına Stokholm'de devam eder. 1864 yılında çalışmalarını yürütürken bir patlama olur. Kazada, küçük kardeşi Emil ile birlikte dört kişi hayatını kaybeder. Alfred Nobel'in Stokholm şehri sınırları dahilinde çalışma yapması yasaklanır. Bunun üzerine Alfred çalışmalarına Mälaren Gölü yakınlarındaki bir mavnada devam eder.
Nitrogliserin'i patlayıcı madde olarak kullanma yollarını araştırdı. 1863 yılında Stokholm'de az miktarda nitrogliserin yapmaya başladı. Birkaç ay süren araştırmaların sonunda bir patlama ile laboratuvar yıkıldı. Çalışmalarına devam eden Alfred Nobel 1865'te yeni bir fabrika kurdu, bir süre sonra ikinci fabrikasını da açtı. 1864 yılında araştırmalarının sonucunu aldı ve dinamit barutunu buldu. Araştırmalarına devam eden Nobel, 1877'de "Balistit" adını verdiği yeni bir çeşit barut tasarladı. 1879'da, Paris yakınlarındaki Servan'da bir laboratuvar kuran Nobel, buradaki çalışmaları sırasında "dumansız barut" adını verdiği ve eşit miktarlarda nitrogliserinle nitroselüloz karışımından oluşan, itici barutu buldu.
Birkaç yıl sonra "kordit" adlı patlayıcı madde konusunda İngiliz hükûmeti aleyhine dava açtı, ancak davayı kaybetti. Bu dönemde Fransa'ya karşı kurulan bir ittifakta İtalya ile işbirliği yapan Nobel, aleyhindeki kampanyalar sonucunda Paris'i terk ederek İtalya'nın San Remo şehrine yerleşti, laboratuvarını da oraya taşıdı.
Nobel, San Remo'da 1896 yılında beyin kanaması sonucu öldü. Buluşları insanoğlunun yıkım gücünü artırdı. Geri kalan yaşamında sürekli bunun pişmanlığını yaşadığı söylenmektedir.
Öldüğünde ise bir gazete manşette şu başlığı kullandı, "Ölüm taciri öldü! (Le marchand de la mort est mort.)"
Vasiyetinde, mirasının Nobel Ödüllerinin enstitüleştirilmesi yönünde kullanılmasını ve 33.200.000 kronunun her yıl insanlığa hizmette bulunanlara sunulmasını istemiştir.
Bu ödüller, fizik, kimya, tıp veya fizyoloji, edebiyat ve barışa hizmet olmak üzere toplam beş dalda verilecekti. Nobel'in bu vasiyeti önceleri büyük tartışma yarattı. Ancak 1900 yılında İsveç hükûmetinin Nobel Vakfı'nı kurmasıyla, Nobel Ödülleri düzenli olarak verilmeye başlandı. Daha sonra 1968'de İsveç Bankası Alfred Nobel'in anısına bir ekonomi ödülü vermeyi kararlaştırdı, ödül ilk kez 1969'da verildi.
Sentetik bir element olan Nobelyum onun anısına bu isim ile anılmıştır.
Nobel ödülleri her sene Alfred Bernard Nobel'ın ölüm tarihi olan 10 Aralık'ta verilmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7891",
"len_data": 4653,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.55
}
|
Grönlandca, Grönland'daki 57.000 Grönland İnuiti tarafından konuşulan Eskimo-Aleut dilidir. Kanada'da konuşulan Doğu Kanada İnuitçesi gibi İnuit dilleriyle benzerlik gösterir.
En çok konuşulan Eskimo - Aleut dilidir.
Haziran 2009'da, Grönland hükûmeti Naalakkersuisut, sömürge dili Danca'nın rekabeti karşısında onu güçlendirmek için Grönland dilini özerk bölgenin tek resmi dili yaptı. Ana çeşit Kalaallisut veya Batı Grönlandca'dır. İkinci çeşit Tunumiit oraasiat veya Doğu Grönlandca'dır. Grönland, İnuktun veya Polar Eskimo'nun İnughuit (Thule Inuit) dili, yeni gelen ve İnuitçe'nin bir lehçesidir .
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7893",
"len_data": 604,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.56
}
|
Nuuk (), Danimarka'ya bağlı özerk bir bölge olan Grönland'ın başkentidir.
Grönland'a özerkliğin tanındığı 1979 yılında adı Nuuk'a çevrilmesine karşın, 'Godthåb' bugün de Danca ile Norveççede kullanılır.
Kent, 1728 yılında Norveçli misyoner Hans Egede tarafından "iyi umut" anlamına gelen Godthåb adıyla kuruldu. Bununla birlikte, kentin kurulduğu alanda daha önceleri İnuit (Eskimo) yerleşimleri olduğu bilinmektedir.
Grönland dilinde; denize uzanan kara parçası, kıyıdili anlamını taşır. Grönland'ın başkenti olup 12 bin kişi yaşamaktadır.Bu da adanın toplam nüfusunun yüzde 20'sinin burada yaşadığını gözler önüne serer.
Kentte Grönland Üniversitesi (Ilisimatusarfik) bulunur.
İklim.
Nuuk bölgesinde yazlar soğuk; kışlar uzun, dondurucu, karlı, rüzgarlı ve hava yıl boyu kapalı. Yıl içerisinde sıcaklık normalde -11 °C ila 10 °C arasında değişir ve çok nadir -18 °C altında ve 13 °C üzerinde olur.Kutup iklimi görülmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7896",
"len_data": 926,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.69
}
|
David Eddings (d. 7 Temmuz 1931 - ö. 2 Haziran 2009), epik fantezi türünde yazan Amerikalı yazar.
Doğum yeri Spokane, Washington, ABD'dir. Eddings, Seattle'ın kuzeyinde, Puget Sound bölgesinde büyüdü. 1954 yılında Portland, Oregon'da Reed College'de edebiyat eğitimi gören Eddings, 1961 yılında Washington Üniversitesi'nde master'ını tamamladı. Orduya katıldı. Market tezgahtarlığı, İngilizce öğretmenliği gibi çeşitli işler yaparak Amerika Birleşik Devletleri'nin pek çok yerinde yaşadı. 1973 yılında ilk romanı High Hunt'ı yayınladı. Bu roman çağdaş bir macera romanı olarak öne çıktı. Fantasy alanı her zaman onun ilgisini çekmişti ve The Belgariad beşlemesiyle 'fantasy' edebiyata yöneldi. Ardından gelen The Malloreon beşlemesiyle adını iyice duyuran Eddings, artık güneybatı'da karısı Leigh ile yaşamaktadır.
Eddings'in ilk kitapları genel kurgu (roman) türündeydi, sonra çok başarılı olduğu epik fantezi türüne geçti. David Eddings'in eşi Leigh Eddings birçok kitabında adı geçmeden yardımcı yazar olarak katkıda bulunmuştur; son kitaplarında her iki yazarın da adı geçmektedir.
Kitapları.
"Belgariad" ve "Malloreon".
Belgariad Eddings'in ilk fantezi serisidir; Malloreon ise onun devamıdır. Seri Garion, Polgara, Belgarath ve arkadaşlarının maceralarını anlatır.
Elenium ve Tamuli.
Elenium (ve devamı olan Tamuli) Sparhawk ve arkadaşlarının maceralarını anlatır.
The Dreamers 1.
The Dreamers Eddings'lerin son fantezi serisidir.
Dış bağlantılar.
Hayran Siteleri
Dipnot.
The Dreamers serisinin henüz Türkçesi bulunmamaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7899",
"len_data": 1532,
"topic": "LITERATURE_POETRY",
"quality_score": 3.35
}
|
Interpol (; ; anlamları "Uluslararası Kriminal Polis Teşkilatı"), 1923 yılında uluslararası polis iş birliği sağlamak amacıyla kurulmuş kurum. Interpol, bir zamanlar sadece teşkilatın telgraf adresi olarak bilinirken, 1956 yılında resmî olarak teşkilatın yeni ismine dahil edilmiştir. Teşkilatın 1954 yılından önce tanınan adı "Uluslararası Polis Komisyonu'dur". Tüm dünyanın ortak birimidir.
Interpol, Birleşmiş Milletler'den sonra, dünyanın ikinci büyük uluslararası örgütüdür; şu anda 190 üye ülkeye sahiptir. Teşkilat üye ülkelerin senelik katkılarıyla finanse edilmektedir ve bu miktar senede toplam 30 milyon Euro'yu bulmaktadır ama Europol senede 50 milyon Euro almaktadır. Teşkilatın merkez bürosu Fransa'nın Lyon kentindedir. Teşkilatın şu andaki genel sekreteri ise eski Amerika Birleşik Devletleri hazinesinden Ronald K. Noble'dir ve bu mevkide bulunan ilk Avrupalı olmayan kişidir.
Interpol, politik anlamda tarafsız bir rol oynamak zorunda kaldığı için, anayasası teşkilatın birkaç üye ülkeyi kapsamayan, politik, askeri, dini ve ırki suçlarına karışmasını engeller. Çalışmalarının çoğu kamu güvenliği ve terörizm, organize suçlar, yasa dışı madde üretimi ve madde kaçakçılığı, insan kaçakçılığı, sahte para üretimi, çocuk pornografisi, finansal ve teknolojik suçlar ve yolsuzluk gibi alanlarda yoğunlaşır.
Ekim 2001 yılında, Interpol Genel Sekreterliği 54 ülkeyi temsil eden 384 personele iş vermiştir. Aynı ay INTERPOL 9 ve 5 arası olan çalışma saatlerini 24 saate çevirmiştir ve bu nedenle daha kolay ve verimli işler başarmaktadır.
2001 yılında, yaklaşık 1400 kişi Interpol bildirileri sonucuyla tespit edilmiş veya tutuklanmıştır.
Tarihçe.
Interpol, 1923'te Avusturya'da, Uluslararası Polis Komisyonu olarak kurulmuştur. Almanya Avusturya ile politik birleşme (Anschluss) deklare edince, teşkilat Nazi Almanyası'nın kontrolü altına girmiştir. Nazi rejiminin Müttefik kuvvetlere yenildiği tarihe kadar, INTERPOL personeli ve çalışma yerleri Gestapo'nun bilgi toplama birimi olarak kullanılmıştır. II. Dünya Savaşı sonrası Birleşik Krallık, Fransa, Belçika ve İskandinav ülkelerinden askerî görevliler teşkilatı eski biçimine döndürmüşlerdir. Amerika Birleşik Devletleri, belli bir izolasyon döneminden sonra 1961 yılında Interpol'e katılmıştır.
Yöntem bilimi.
Her üye ülkeye ait olan Ulusal Merkez Büro'ları ("ing." National Central Bureau - NCB) o ülkede bulunan emniyet güvenlik personeli tarafından hizmet vermektedir. Merkez büro INTERPOL Genel Sekreterliği, bölgesel bürolar ve yurt dışı araştırmaları ve kaçak tutuklamak amacıyla yardım isteyen üye ülkeler için düzenlenmiş irtibat yeridir. Bu birçok emniyet teşkilatına sahip olan ülkeler için önemlidir çünkü merkez büro diğer teşkilatları araya katmadan, herhangi bir üye ülkeyle irtibat etmenin en kolay yoludur.
Interpol henüz çözülmemiş suçlar ve suçu ispatlanmış ve ispatlanmamış suçluların bilgilerini içeren geniş kapsamlı veritabanıa sahiptir. Herhangi bir zamanda, bir üye ülke bu veritabanıın belirli bölümlerine giriş hakkına sahiptir ve büyük bir suç işlendiği takdirde ülkenin emniyet güçlerinin INTERPOL tarafından tutulan bilgilere göz atmalarına destek verilir. Bu düşüncenin altında yatan mantık ise genellikle uyuşturucu madde kaçıranlar ve benzeri suçlular arasında uluslararası bağlar mevcuttur ve bu tip suçların politik sınırları aşacağı muhtemel bir olasılıktır.
Üye ülkenin emniyet güçleri diğer üye ülkelere Interpol aracılığıyla mesaj göndererek irtibata geçebilirler.
Film ve diğer hayal ürünlerinde bulunan bilgilere rağmen, Interpol memurları soruşturmalarını doğrudan doğruya üye ülkelerde yürütmezler.
Başkanları.
1923 yılında kuruluşundan bu yana başkanları:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7900",
"len_data": 3665,
"topic": "NEWS",
"quality_score": 3.47
}
|
Banco Ambrosiano, 1982'de 700 milyon ile 1.5 milyar dolar arasında borçla batan İtalyan bankasıdır.
Paranın çoğunluğunun Vatikan bankası, Istituto per le Opere Religiose (Dinsel İşler Kurumu - IOR) aracılığıyla hortumlandığı ortaya çıktı.
Bankanın başkanı Roberto Calvi, İtalya'dan kaçtıktan sonra, Londra'da bir köprünün altında asılı bulundu.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7905",
"len_data": 344,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.44
}
|
Coanda etkisi, hızla ilerleyen hava akımının doğru bir yol izlemek yerine, yakınındaki bir düzeye yapışarak, düzeyin eğimlerini izleyerek ilerlemesi olayıdır.
Bu fiziksel olaya, olayı ilk saptayan Romanyalı buluşçu Henri Coandă'nın adından esinlenerek Coanda etkisi denir. Henri Coanda konuyla, 1910'da kendi tasarladığı uçak ilkörneğinin (prototipinin) bu olay yüzünden düşmesiyle ilgilenmiştir.
Bu etkinin en yaygın uygulaması havacılıktadır. Uçak kanatlarında inerken ve durmak için aşağıya, kalkışta da yukarıya bükülen kanatçıklar bu etki temel alınarak tasarlanmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7907",
"len_data": 574,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.86
}
|
Satürn Güneş Sistemindeki en etkileyici halka sistemine sahip gezegendir. Satürn'ün halkaları ilk kez 1610'da Galileo Galilei tarafından fark edilmiş; ancak 1655'te Christiaan Huygens tarafından tanımlanmışlardır. Gezegen halkalarının bilinen yapısına uygun olarak, birbirinden bağımsız hareket eden çok sayıda küçük 'toz', 'buz' ve 'kaya' parçacığının Satürn ve uydularının çekim etkileri ile sürekli denetim altında tutulması sayesinde şeklini koruyan dinamik bir sistem oluştururlar.
Genel yapı.
Satürn halkaları, gezegen atmosferinin bulut tabakalarının çok az üzerinden (yaklaşık 0,1 RS - Satürn yarıçapı) başlayıp, en az 16 uydunun yörüngesini de içine alarak Satürn'ün merkezinden 480.000 km uzaklığa (8 RS) kadar yayılırlar. Kalınlıkları ise büyük bir bölümünde birkaç yüz metreyi geçmez. Satürn'ün ekvator düzleminde yer aldıklarından, gezegenle birlikte yörünge düzlemine yaklaşık 27° açı yaparlar. Yeryüzünden fark edilebilen Cassini bölümü ve Encke bölümü adlı iki büyük kesintinin yanı sıra, uzay sondalarının elde ettiği görüntülerde izlenen binlerce dairesel boşluk ve halkacığın birbirini izlemesi sonucunda oluşan karmaşık bir yapıya sahip oldukları saptanmıştır. Halkaların parlaklığı gezegenin merkezinden uzaklığa göre çok büyük değişkenlik gösterir. Bunun halkaların içerdiği parçacık yoğunluğunun olduğu kadar, parçacık boyutlarının ve kimyasal bileşenlerin dağılımının da değişmesine bağlı olduğu sanılır. Yüksek yoğunlukta buz parçalarından oluşan B halkası 0,8 gibi çok yüksek bir beyazlık derecesindedir. Işık geçirgenliği de madde yoğunluğuna göre değişmekte ve değişen parlaklıklardaki yıldızlar, örtülme sırasında halkaların arkasından gözlenebilmektedir.
Bileşim.
Halkaların çok geniş bir renk yelpazesinde yansıttıkları güneş ışınları ve örtülme sırasında içlerinden geçmesine izin verdikleri yıldızlara ait ışımanın tayfölçümsel incelemesi, kimyasal bileşimleri hakkında bilgi vermektedir. En önemli yapı taşının donmuş haldeki su olduğu, karbon, silisyum gibi hafif elementlerin Güneş nebulası oranlarına göre daha zenginleşmiş olduğu saptanmıştır. Yakın dönemde varlığı saptanan yüksek oranda atomik oksijen, serbest halde rastlanması olağan görülmeyen ve kısa ömürlü kabul edilen bir bileşen olarak, yakın tarihli şiddetli bir çarpışmanın belirtisi olarak yorumlanmıştır. Bu veriler halkaların hareketli bir evrimsel gelişimi olduğunu düşündürmektedir. Ancak renk farklılıklarının yerleşmiş bir biçimde varlığı, halkalarının değişik bölümleri arasında madde alışverişinin çok hızlı olmadığını göstermektedir.
Yörünge özellikleri.
Halkaları oluşturan küçük parçacıkların her biri, Kepler yasalarına uygun olarak kendi yörüngesini izler. Böylece halkaların gezegene daha yakın iç bölümlerini oluşturan parçacıklar daha hızlı bir dolanma ile kısa devirli elipsler çizerken, dış yörüngedekiler daha yavaş hareket ederler. Bu olgu, halkaların tayfölçümsel incelemesinde elde edilen Doppler çizgilerinde farklı kırmızıya kayma oranları ile kanıtlanmıştır. Parçacık yörüngelerinin dışmerkezlik ve eğikliklerindeki küçük farklılıklar, yörüngelerin kesişmesine ve çarpışmalara yol açar. Bu çarpışmalar Roche limitinin içinde gerçekleştiği sürece parçacıkların birleşerek daha büyük yapılar ve yeni uydular oluşturma olasılığı pek fazla değildir. Ancak çapışmalar sonucunda 'standarda uymayan' yörüngelerin giderek törpülendiği ve bugün gözlediğimiz halka yapısının korunduğu düşünülmektedir. Halkaların şaşırtıcı derecede ince olması bu şekilde açıklanır. Ortalama halka düzleminden yalnızca 100 metre sapacak şekilde eğik bir yörüngeye sahip bir parçacığın her devirde halka düzlemini bir kez aşağıdan yukarıya, bir kez de yukarıdan aşağıya en az 1 metre/saniye hızla geçmesi gerektiği hesaplandığında, olası çarpışmaların böyle bir yörüngenin uzun ömürlü olmasına izin vermeyeceği ortaya çıkmaktadır.
Satürn'ün uydularının çekim etkileri halkaların şekli üzerinde önemli rol oynar. Cassini Bölümü'nün, büyük uydulardan Satürn'e en yakın olanı Mimas'ın etkisi ile ortaya çıktığı düşünülmektedir. Halkalardaki bu boşluk Mimas ile 2:1 rezonans içinde bulunan yörüngeye denk gelir. Bu alanda bulunan parçacıklar, dolanım periyodu Mimas'ınkinin tam yarısı kadar olması nedeniyle her devirde Satürn ve Mimas ile aynı çizgi üzerine gelirler ve bu iki gökcisminin birleşen çekim etkileri ile yörüngelerinden saptırılırlar. Prometheus ve Pandora'ın F halkası'nı birbirine çok yakın yörüngeleri arasında sıkıca tutarak 'çobanlık' ettikleri görülür. Pan'ın A halkası içinde kalan yörüngesi boyunca parçacıklardan temizlenmiş bir açıklık bulunmaktadır. Aynı mekanizma ile Keeler Aralığı'nın oluşumundan sorumlu bir "uyducuk" Cassini uzay sondası tarafından saptanmış ve S/2005 S1 geçici adı verilmiştir. Bu uydunun Keeler Aralığı'nın her iki yanında yer alan halkalarda çekim etkisine bağlı dalgalanmalara neden olduğu da gözlenmiştir. Satürn ve çok sayıda uydusunun etkilerinin bileşimi ile binlerce küçük halkadan oluşan karmaşık yapı ortaya çıktığı gibi, halkalarda dairesel yapıdan dalgalanma şeklinde sapmalar, madde yoğunluğunda sarmal değişiklikler ve hatta araba tekerleğinin çubuklarına benzer ışınsal yoğunlaşmalar gözlenmektedir.
Fiziksel özellikler ve halkaların oluşumu.
Fransız matematikçi ve gök bilimci Edouard A. Roche tarafından 1847 yılında geliştirilen Roche limiti kavramı, bir gökcisminin büyük bir gökcismine olan uzaklığı belli bir sınırın altına indiğinde, kütleçekimi güçlerinin doğurduğu gel-git etkisiyle fiziksel bütünlüğünü koruyamayarak parçalanacağını öngörür. Aynı düşünce şekliyle, bir gökcismi etrafında, yoğunluğuna göre değişmekle birlikte, yaklaşık yarıçapının 2,5 katı kadar bir uzaklığa denk gelen alan içinde bulunan maddenin bir araya gelerek büyük yapılar oluşturması olanaksızdır. Bu bilgileri de içine alacak şekilde, Satürn'ün halkalarının kökeni hakkında değişik öneriler ortaya atılmıştır.
Halkaların renk ölçümleri genellikle yaşlarının birkaç yüz milyon yılı geçmediği izlenimini vermektedir. Bu tahminler halkaların Satürn'le eşzamanlı oluşumu görüşünün geçerliliğini azaltmaktadır. Diğer gaz devlerinin yeni bulunan halkalarına ilişkin gözlemlerle birleştirildiğinde, halkaların oluşumunda her üç mekanizmanın da payının olabileceği, her gezegenin kendi özel koşullarında ve yaşam öyküsü içinde bu süreçlerin belirli bir bileşimi ile halkaların evrimleştiği düşüncesi ağır basmaktadır.
Halka sisteminin parlaklığı en fazla ve ışık geçirgenliği en az olan üyesi B halkasıdır. Daha dıştaki A halkası yoğunluk sıralamasında onu izler. B halkasının tek başına tüm halka kütlesinin en az dörtte üçünü, A ve B halkalarının bir arada toplam kütlenin onda dokuzundan fazlasını barındırdığı sanılmaktadır. Radyo dalgaları ile yapılan ölçümler bu iki halkanın milimetreden küçük boyutlardan başlayarak onlarca metreye kadar tüm boy aralığındaki parçacıkları içerdiğini ortaya koymuştur. A ve B halkalarını ayıran Cassini bölümü'nün ise mutlak bir boşluk değil, halka materyalinin çok düşük yoğunlukta bulunduğu bir alan olduğu içinden geçen güneş ışınları ile aydınlanmasından anlaşılmıştır. B halkası, Cassini bölümü ve A halkasının Cassini bölümüne komşu iç kesimlerinin 5 cm.den küçük boyutlu parçacıklardan görece yoksun oldukları sanılır. A halkasının dış kesimleri ve C halkası ise küçük boyutlu parçacıklardan zengindir. En içteki D halkası çok daha siliktir ve kütlesi küçüktür. A halkasına göre daha dışta bulunan F halkası çoğunlukla 'duman' olarak nitelendirilebilecek mikrometre boyutunda parçacıklardan meydana gelir. Onu izleyen G halkası çok daha az yoğunlukta ve yüzlerce kilometreyi aşan kalınlıkta, seyrek bir 'bulut' yapısındadır ve büyükçe parçacıklardan oluşur. En dıştaki E dalgasının uydu Enceladus ile yakın ilişkide olduğu ve olasılıkla Enceladus üzerindeki geyzerlerden kaynaklanan sudan oluştuğu düşünülür.
Halkaların sıcaklığı 70 - 90K (-200 °C -180 °C) arasında ölçülmektedir.
Satürn halkalarının tanınmasının kısa tarihçesi.
Voyager sondalarının gönderdiği resimlerde Feibelman ve Guerin'in daha önce gördüğü halka yapıları net olarak gözlendi ve D ve E halkaları olarak adlandırıldı. Voyager'lar ayrıca G halkası adı verilen yeni bir halkanın keşfedilmesini sağladılar.
Voyager resimlerinde B halkasında ışınsal şekilde dağılmış, 'araba tekerleğinin çubukları'nı andıran yoğunluk dalgaları gözlendi. Bu alanlarda halka düzleminden kuzey ve güneye doğru ayrılarak dağılan madde akışının varlığı Satürn sisteminin bilinen kütleçekim ilişkileri içinde açıklanamadı. Ancak bu dalgaların Satürn'ün kendi etrafındaki Sistem III dönüş biçimine uyması, gezegenin manyetik alanı etkisi altında olan dalgalanmalar yönünde yorumlanmalarına neden oldu.
Voyager sondaları, F halkasında dalgalanma ve bükülmeler olduğunu saptadı. Bunların çoban uyduların çekim etkileri ile ilişkisi gösterildi.
Satürn halkalarının gözlenmesi.
Yeryüzünden bakıldığında en uygun gözlem koşullarının gerçekleştiği karşı konumda Satürn‘ün görünür açısal çapı 20 saniye kadardır. Bu konumda A ve B halkaları ise 45 saniyeye ulaşan bir görünür çapa sahip olurlar. Bu insan gözünün ayırma gücü olan 1 dakikanın çok az altındadır. Bu nedenle en uygun koşullarda bile çıplak gözle ancak bir nokta şeklinde görülebilen Satürn ve halkalarını, çok küçük büyütmeli bir dürbünle, halkaların konumuna göre bir elips şeklinde izlemek olasıdır.
Satürn'ün ve halkalarının gezegenin yörünge düzlemine göre 26,7° ve tutulum düzlemine 24° -29° arasında açı yapması nedeniyle, yeryüzünden çoğunlukla halkaların belirli bir açıyla aydınlanmış yüzleri görülür. Halkaların en yüksek açıyla Güneş ışınlarını aldığı ve yansıttığı konumda, Satürn'ün parlaklığı -0,3 kadir derecesindedir. Gözlemcinin halkalar ile aynı düzleme geldiği ve Satürn'ün 30 yıl süren dolanımı içinde iki kez meydana gelen kesişme sırasında, halkalar görünmez olurlar. Bu dönemde yalnızca gezegenin yansıttığı ışık görülebildiğinden, karşı konumda dahi Satürn'ün parlaklığı +0,5'i geçmez. Buna bağlı olarak Satürn sisteminin çıplak gözle izlenmesinde, Yer'in güneş etrafında dolanmasıyla olan yıllık parlaklık değişimlerinin yanı sıra, Satürn'ün 30 yıllık dolanma devrine uyumlu parlaklık dalgalanmaları rol oynar.
Orta büyütmeli bir amatör teleskopla, Cassini bölümü ve A ve B halkaları arasındaki parlaklık farkı ayırdedilebilir. Satürn'ün Güneş Sistemi içinde Yer'e uzak konumu nedeniyle, gezegen ve halkaları yılın büyük bölümünde ışığı hemen hemen tümüyle karşıdan alır ve iç gezegenlerde olduğu gibi evrelerden söz edilemez. Ancak, Satürn'ün 90° uzanımda olduğu dönemlerde ışık kaynağı (Güneş) ve gözlem noktası (Yer) arasındaki açının nispeten yüksek olmasından yararlanılarak, halkaların gezegen üzerine düşen gölgesi ve biraz daha zorlukla gezenin halkalar üzerine düşen gölgesi gözlenebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7909",
"len_data": 10707,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.1
}
|
Genel parlama veya Anî parlama"(İng.: Flashover)"; bir kapalı alan yangınında yanıcı gazların, tutuşacak dereceye dek ısınıp, birden parlayarak tüm kapalı alanı yakmasıdır.
Genel parlamanın en yaygın örneği, bir evin odasındaki mobilyaların yanması sonucu gözlemlenir. Yanan mobilyaların çıkardığı sıcak duman odanın tavanı boyunca yayılır. Buradan yayılan ısı, odadaki öteki yüzeyleri de ısıtarak, onların yanıcı gazlar çıkarmalarına neden olur. Yüzeylerin ısısı belli bir yüksekliğe ulaştığında, bu yanıcı gazlar birden parlar ve genel parlamaya sebep olur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7912",
"len_data": 559,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.75
}
|
Montevideo, bir Güney Amerika ülkesi olan Uruguay'ın başkenti, en önemli limanı ve en büyük kentidir. Aynı zamanda en gelişmiş ve modern yönetim otoritelerinin var olduğu yerdir. Ülkenin parlamentosu bu kentte bulunmaktadır.
Köken bilimi.
"Montevideo" kelimesi Portekizcede "bir dağ görüyorum" anlamına gelir. Bu bölgeye gelen Portekiz gemicilerinden biri, körfezin ardındaki dağı gördüğünde bu kelimeyi kullandı. Şehrin adı buradan gelmektedir.
Geçmişi.
İspanya ile aralarındaki Tordesillas antlaşmasına karşın, 17. yüzyılda Portekizliler, Colonia del Sacramento'u kurunca, 1724'te İspanyollar gelip Portekizlileri bölgeden çıkarmışlar ve önlem olarak da 1725'te kenti kurmuşlardır.
Kent 1828'de Uruguay'ın başkenti olmuştur.
'Montevideo' adının anlamını açıklayan en az iki değişik sav vardır: Birincisi Portekizce "Monte vide eu" ("bir dağ görüyorum") dan geldiği, ikincisi de İspanyolca "Monte VI De Este a Oeste" ("doğudan batıya altıncı dağ")'dan geldiğidir. Kentin tam adı San Felipe y Santiago de Montevideo'dur.
19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyıl başlarında, Arjantin ve Brezilya'nın artan etkisinden kurtulma çabaları Birleşik Krallık'ın etkisinin artması sonucunu doğurmuştur. Kent 1838 ile 1851 yılları arasında art arda Arjantin diktatörü Juan Manuel de Rosas tarafından ele geçirilmiş; 1860 ile 1911 yılları arasında Birleşik Krallık, kenti çevresine bağlayan geniş demiryolu ağı kurmuştur.
Demografi.
Montevideo'nun 1,3 milyonluk nüfusunun yaklaşık yarısı İtalyan kökenlidir ve geri kalanın büyük çoğunluğu da Avrupa (özellikle İspanyol) köklerine sahiptir. Nüfusun sadece yüzde 12'si Avrupalı göçmenlerin soyundan gelmiyor.
Montevideo'nun büyükşehir bölgesi, esas olarak şehrin kendisi ve Montevideo'nun banliyöleri ve bitişik kırsal alanları ile çevresindeki Canelones eyaletinden oluşur, Uruguay'ın toplam nüfusunun yüzde kırkından fazlasını temsil eder.
Konumu, iklimi.
Montevideo; ülkenin güneyinde, Uruguay ırmağı ile Prana ırmağının birleşerek denize döküldüğü geniş "Rio de la Plata" ("gümüş ırmak") koyunun kuzeyinde yer alır. Aynı koyun güneyindeki Buenos Aires'ten yaklaşık olarak 193 kilometre uzaktadır.
İklimi ılıman, ortalama sıcaklığı yaklaşık 15 santigrat derecedir.
Ekonomi.
Küçük bir yerleşim olarak başlayan Montevideo'da yaşayan kişi sayısı 1860'ta ancak 37.787'ydi. Göçmenlerin de etkisiyle bu sayı 1884'te 104.472'ye yükseldi. Bu arada, kent tecimsel (ticari) açıdan Buenos Aires'e rakip olmuştu. 20. yüzyıl başlarında Avrupa'dan birçok göçmenin gelmesiyle, 1908'de yabancı bir ülkede doğmuş Montevideoluların oranı %30'lara dek çıktı.
20. yüzyıl ortalarında askeri diktatörlükler ve iktisadi bunalımlar kentte bugün de etkileri görülen gerileme dönemini başlattı. Köyden kente göçün sonuçları özellikle Ciudad Vieja'da (Eski Şehir) görülür. Son yıllarda ekonomide görülen iyileşme ve komşu ülkelerle daha sıkı tecimsel ilişkilerin tarımsal üretimde gelişmeyi sağlayarak, ilerisi için umut vermektedir. Ancak günümüzde Uruguay Pesosu'nun Arjantin Pesosu ve Amerikan Doları karşısında devamlı değer kaybetmesi ülke halkının gelir seviyesini ciddi şekilde etkilemiştir. Ortalama kişi başı yılık gelir hacmi 1500 Amerikan Doları civarında olan ülkede eğitim durumu da lise seviyesini çok fazla geçmemektedir.Ülkenin en büyük diğer özelliği futbola olan yoğun ilgidir. İlk Dünya Kupası'nın oynandığı stadyuma sahip olsa bile maddi zorluklar futbolun da çok gelişememesine sebep olmuştur.
Kültür.
Edebiyat.
Montevideo edebiyatının uzun ve zengin bir geleneği vardır. Uruguay edebi hayatı başkentle sınırlı olmamakla birlikte (ülkenin diğer bölgelerinden Salto'nun yerlisi olan Horacio Quiroga ve Paso de los Toros'ta doğup büyüyen Mario Benedetti gibi tanınmış Uruguaylı yazarlar vardır), onun eseridir. büyük nüfus, şehrin geleneksel olarak Uruguay'ın yaratıcı faaliyetlerinin ve yayıncılık endüstrisinin merkezi olmasını sağlar.
José Enrique Rodó, Carlos Vaz Ferreira, Julio Herrera y Reissig, Delmira Agustini ve Felisberto Hernández de dahil olmak üzere kayda değer bir yazarlar grubunun eserleri, 1900'lerde İspanyolca konuşulan dünyada da ilgi gördü ve Montevideo "Atenas del Plata" (« Atina'nın Atina'sı) Rio de la Plata).
Juan Carlos Onetti (1973 askeri darbesinden sonra Madrid'e yerleşen ve 1909-1994 yılları arasında asla anavatanına dönmeyen), Antonio Larreta, Eduardo Galeano (1940-2015), Marosa di Giorgio (1932-2004) ve Cristina Peri Rossi (ki 1972'den beri İspanya'da sürgünde yaşadı ve İspanyol vatandaşlığını kabul etti), 20. yüzyılın ikinci yarısında Uruguay başkentini üreten önde gelen yazarlardan biri olarak kabul edilir. 21. yüzyılda, denemeci ve şair Eduardo Espina, romancı Fernando Butazzoni, şair Rafael Courtoisie ve kalem öyküleri ve romanları olan Hugo Burel'in de aralarında bulunduğu yeni nesil yazarlar uluslararası başarı elde etti.
Spor.
Montevideo'nun 1929 ve 1930 yılları arasında inşa edilen ve Parque Batlle semtinde bulunan "Estadio Centenario", Uruguay millî futbol takımının ("Charruas") ana sahası olarak hizmet veriyor ve futbol tutkunları için bir cazibe merkezi. Stadyum Uruguay'ın ilk anayasasını anmak için inşa edildi ve 1930'daki ilk FIFA Futbol Dünya Kupası'nın on sekiz maçının onunun ev sahipliği yaptığı üç mekandan biriydi. FIFA, "Estadio Centenario'yu" sadece klasik futbol stadyumlarından biri olarak listelemekle kalmadı aynı zamanda 18 Temmuz 1983'te onu dünya futbolunun tek tarihi anıtı ilan etti. Güvenlik nedeniyle, stadyumun orijinal kapasitesi bu arada 100.000'den 60.235'e düşürüldü.
Uruguaylı sporcuların onuruna stadyumda bulunan "Torre de los Homenajes" gözlem kulesi, 1924 ve 1928 Yaz Olimpiyatları'na katıldı. Ayrıca stadyum "arazisinde" bulunan "Museo del Futból'dur" . Bu müze Uruguay futbolunun tarihini ve geleneklerini fotoğraflar, bayraklar ve tarihi program rehberleriyle belgelerken, tarihi belgeler de İngiliz göçmenler sayesinde Uruguay'da futbolun nasıl popüler hale geldiğini gösteriyor. Ayrıca Uruguaylı futbol takımının kazandığı 1930 ve 1950 Dünya Kupalarının taklitlerinin yanı sıra Pelé ve Diego Maradona gibi ünlü futbolcuların formaları da sergileniyor ..
Stadyumda spor müsabakalarının yanı sıra ulusal ve uluslararası üne sahip sanatçıların müzik konserleri de yer alıyor. Burada daha önce sahne almış dünya yıldızlarının listesi Aerosmith, Luciano Pavarotti ve Paul McCartney'i içeriyor.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7916",
"len_data": 6313,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.52
}
|
Pelin otu ("Artemisia absinthium"), papatyagiller (Asteraceae) familyasından bir yavşan türü. 120 cm'ye kadar uzayabilen bu bitki grimsi ya da beyazımsı yeşil renkli, parçalı yapraklıdır. Itırlı bir bitkidir. Hekimlikle kullanılır. Genellikle Akdeniz bölgesinde yetişir, kırmızı çiçekleri vardır.
Antik çağda ilaç olarak kullanılmış olan pelin otu, absinth, absinthe, absenta olarak da bilinen absent adlı alkollü içkinin ana maddesi olarak kullanılmaktadır. Bu içki rakı ya da brendi yapımına hazır mayşenin ya da daha önce damıtılmış tarımsal kökenli ispirtonun pelin otu ve başta anason olmak üzere başka baharatlarla beraber damıtılması sonucu elde edilir. Pelin otunun alkolle beraber damıtılmasından dolayı thujone ve anasondan dolayı da anethol içerir. Thujone uyuşturucu etkisi olan bir madde olduğu için absinthlerin içeriğindeki thujone miktarı kontrol edilir ve üzerlerinde alkol miktarının yazdığı yere not edilir. Bu içki askeri hekimlerce uzun yıllarca askerlerin savaş motivasyonunu yüksek tutmak amacıyla kullanılmıştır.
Pelin otu ayrıca beyaz şarabın brendi ile çeşnilendirilmesi sonucu yapılan vermut içkisinde de kullanılmaktadır.
Dağlarda yetişen tadı acı olan bir çiçektir ve ilaç-içki yapımında kullanılır. Oldukça acı bir ottur.
Mide ve bağırsak ülseri ile böbrek yetmezliği olanlar kullanmamalıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7920",
"len_data": 1322,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.48
}
|
Volkanoloji (ya da yanardağ bilimi), yanardağlar, lavlar, magma ve ilişkili jeolojik ve jeofizik olguların incelenmesi ile ilgili bir bilim dalıdır.
İnsanlık tarihinde kayıtlı belli başlı yanardağ püskürmeleri.
Pinatubo'nun saldığı ve yaklaşık 20 milyon tona ulaşan sülfürik asit bulutu stratosferde (kat yuvarı) 20 km'yi aşan bir yüksekliğe ulaşmıştır. Püskürmeyi izleyen haftalarda bu bulut ekvatoru çevrelemiş, kutuplara yayılmış ve tüm gezegeni kaplamıştır. Parçacıklar güneş ışığını geri yansıtmış ve yeryüzünde soğumaya yolaçmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7925",
"len_data": 538,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.87
}
|
La Paz (İspanyolca'da "barış"); Aymaraca Chuqiyapu bir Güney Amerika ülkesi olan Bolivya'nın yönetimsel başkentidir. Ülkede yasal başkent Sucre olmasına karşın, bakanlar kurulu La Paz'da yerleşiktir ve ülke buradan yönetilir. Kent ek olarak, La Paz bölgesinin de bölgesel başkentidir.
2001 Sayımına göre bir milyon kişinin yaşadığı La Paz kenti, deniz yüzeyinden 3600 metre yükseklikteki Chuquiago koyağında yer alır. Kentin havaalanı, 4082 metredeki El Alto uydu kentinde yer alır.
Kentte ortalama sıcaklıklar kışları 15 santigrat derece, yazları ise 22 derece dolaylarındadır. Yazlar genellikle yağmurlu, kışlar ise görece serin ama güneşli geçer.
Kent, 1548 yılında, Alonso de Mendoza'nun önderliğindeki İspanyollarca, Chuquiago adlı yerli yerleşim yerinde "Nuestra Señora de La Paz" ("Barışın kutsanmış Meryem Anası") adıyla kurulmuştur. Adındaki "barış" sözcüğü, önceki bir ayaklanmadan sonra barışın sağlanmış olmasındandır. 1825'te İspanya'dan bağımsızlık için savaşan cumhuriyetçilerin, Ayacucho'da İspanyol ordusunu yenmesinden sonra, kentin adı "La Paz de Ayacucho" ("Ayacucho Barışı") olarak değiştirilmiştir.
1898'de bakanlar kurulunun kente taşınmasıyla, kent ülkenin gerçek başkenti konumuna geçmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7926",
"len_data": 1217,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.68
}
|
İbn Sînâ () veya Ebu Ali Sînâ (Farsça: ) ya da Batılıların söyleyişiyle Avicenna ( 980 – Haziran 1037), İslam'ın Altın Çağı döneminin en önemli doktorlarından, astronomlarından, düşünürlerinden, yazarlarından ve bilginlerinden biri olarak kabul edilen Fars polimat ve "polimerik erken tıbbın babası" olarak bilinen tabiptir.
Buhara yakınlarındaki Efşene köyünde (Özbekistan) 980 civarında dünyaya gelmiş ve 1037 yılında Hemedan şehrinde (İran) ölmüştür. Tıp ve felsefe alanına ağırlık verdiği değişik alanlarda 200 kadar kitap yazmıştır. Batılılarca modern Orta Çağ biliminin kurucusu ve tabiplerin önderi olarak bilinen İbn-i Sina, "Büyük Üstat" ismiyle de tanınır. Tıp alanında yedi yüzyıl boyunca temel kaynak eser olarak süregelen "El-Kanun fi't-Tıb" (Tıbbın Kanunu) adlı kitabı ile ünlenmiş ve bu kitap, değişik Avrupa üniversitelerinde 17. yüzyıl ortalarına kadar tıp biliminde temel eser olarak okutulmuştur.
İbn Sînâ, Kuşyar isimli bir tabibin yanında tıp eğitimi almıştır. Değişik konular üzerine, 240'ı günümüze kadar gelen 450 kadar makale yazdı. Elimizdeki yazılarının 150 tanesi felsefe, 40 tanesi de tıp üzerinedir. Eserlerinin en ünlüleri, felsefe ve fen konularını içeren çok geniş bir çalışma olan "Kitabü'ş-Şifa" (İyileşme Kitabı) ile "El-Kanun fi't-Tıb"'dır (Tıbbın Kanunu). Bu iki eser, Orta Çağ üniversitelerinde okutulmasıyla birlikte, Montpellier ve Louvain'de 1650 yılına kadar ders kitabı olmuştur.
Sâmânî sarayı kâtiplerinden Abdullah bin Sina'nın oğlu olan İbn Sînâ; babasından, ardından ünlü bilgin Nâtilî'den ve Hanefi fakihi İsmâil ez-Zâhid'den dersler aldı. Geometri (özellikle Öklid geometrisi), mantık, fıkıh, sarf, nahiv, tıp ve doğabilim üstüne çalışmalar yaptı. Farabi'nin el-İbane'si aracılığıyla Aristoteles felsefesini ve metafiziğini öğrenip, hastalanan Buhara prensini iyileştirince (997), saray kütüphanesinden yararlanma olanağına kavuştu. Babası ölünce, Gürgan'da Şirazlı Ebu Muhammed'den destek gördü. "Tıp Kanunu" kitabını da Gürgan'da yazdı. Çağında tanınan bütün Antik Yunan filozoflarının ve Anadolu doğacılarının yapıtlarını incelemiştir.
Yaşadığı dönem.
İbn Sina, Bizans Greko-Romen, Fars ve Hint metinlerinin çevirilerinin yoğun bir şekilde incelendiği ve genellikle İslam Altın Çağı olarak bilinen dönemde geniş bir eser külliyatı oluşturmuştur. Kindi okulu tarafından tercüme edilen Greko-Romen (Orta ve Yeni Platoncu ve Aristotelesçi) metinler, Fars ve Hint matematik sistemleri, astronomi, cebir, trigonometri ve tıp üzerine de çalışan İslam entelektüelleri tarafından yorumlanmış, yeniden düzenlenmiş ve önemli ölçüde geliştirilmiştir.
İran, Büyük Horasan ve Orta Asya'nın doğu kesimindeki Samani hanedanlığı ile İran ve Irak'ın batı kesimindeki Büveyhîler, ilmi ve kültürel gelişim için gelişen bir atmosfer sağladı. Samaniler döneminde Buhara, İslam dünyasının kültürel başkenti olarak Bağdat'a rakip oldu. İbn-i Sina burada Belh, Harezm, Gorgan, Rey, İsfahan ve Hemedan'ın büyük kütüphanelerine erişebiliyordu.
Çeşitli metinler (Behmenyar ile Ahd gibi) İbn Sina'nın zamanın en büyük âlimleriyle felsefi konuları tartıştığını göstermektedir. Aruzi Samarqandi, İbn Sina'nın Harezm'den ayrılmadan önce Biruni (ünlü bir bilim adamı ve astronom), Ebu Nasr Iraki (ünlü bir matematikçi), Ebu Sehl Masihi (saygın bir filozof) ve Ebu el-Hayr Hammar (büyük bir hekim) ile nasıl tanıştığını anlatır. Kuran ve Hadis çalışmaları da gelişti ve İslam felsefesi, fıkıh ve teoloji (kelam) bu dönemde İbn Sina ve muhalifleri tarafından daha da geliştirildi.
Hayatı.
İlk yılları ve eğitimi.
İbn-i Sina, yaklaşık 980 yılında günümüz Özbekistan'ında yer alan Buhara yakınlarındaki Efşene kentinde doğdu (Öğrencisi el-Cuzcanî'nin yazdığı kitaba göre doğum tarihi 979 olabilir). Babası Abdullah, Samani İmparatorluğu'nun önemli şehri Belh'ten gelen saygın bir bilim insanıydı ve Şii İsmailî mezhebindendi. Babası, İsmailî dâîlerle sürekli iletişim halindeydi ve bu sebepten ötürü evi geometri, felsefe ve Hint matematiği gibi mevzuların konuşulduğu bir yere dönüşmüştü. Bu ortamda yetişmeye başlayan İbn-i Sînâ, ilk önce 10 yaşında Kur'an'ı ezberledi ve ardından edebiyat, dil, fıkıh ve akaid eğitimleri aldı. Mahmud el-Messâh'tan Hint aritmetiği, Hanefî fıkıh bilgini Ebû Muhammed İsmâil ez-Zâhid'den fıkıh, Ebu Abdullah en-Nâtilî'den Porfirios'un "İsagucî" kitabını, Öklid'in "Elementler" kitabını ve Batlamyus'un "Almagest" eserini okudu.
Yetişkinliği.
997 yılında İbn-i Sînâ, on yedi yaşındayken tehlikeli bir hastalıktan kurtardığı Emir II. Nuh'un hekimi yapıldı. Bu hizmetinin karşılığında aldığı en önemli ödül Samanilerin resmi kütüphanesinden dilediğince yararlanmak oldu. Kütüphanede kısa süre sonra meydana gelen yangında düşmanları onu bilerek kundaklama yapmakla suçladı.
İbn Sina 22 yaşında babasını kaybetti. Daha sonra kendisine idari bir görev verildi, muhtemelen babasının yerine Harmaytan valisi olarak atandı.
1004 yılının Aralık ayında Samani Hanedanı sona erdi. İbn-i Sînâ, Gazneli Mahmud'un teklifini geri çevirdi ve batıya, Ürgenç'e gitti. Buradaki vezir, bilim dostuydu ve ona küçük de olsa bir maaş bağladı. Yetenekleri için kullanma sahası arayan İbn-i Sînâ, Merv'den Nişabur'a ve Horasan sınırlarına kadar bölgeyi adım adım dolaştı. Harezm'in hükümdarı Harzemşah'a, Memuni hükümdarı Ebu'l-Hasan Ali'ye hizmet ettiğini bildirmektedir. İkincisi 997'den 1009'a kadar hüküm sürmüştür, bu da İbn Sina'nın o dönemde bir ara taşındığını göstermektedir.
Kara Hanlı Hanlığı'nın Buhara'yı ele geçirip Sâmânî emiri II. Abdülmelik'i hapsetmesinin ardından Samanid İmparatorluğu'nun düştüğü yıl olan 999'da taşınmış olabilir. Yüksek konumu ve Samanidlerle güçlü bağlantısı nedeniyle ibn Sina, hükümdarının düşüşünden sonra kendisini elverişsiz bir konumda bulmuş olabilir.
Kendisi de şair ve bilim insanı olan ve İbn-i Sînâ'ya sığınak sağlayan hükümdar Kâbus, bu sırada çıkan ayaklanmada öldü. İbn-i Sînâ'nın kendisi de şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı.
Sonunda Hazar Denizi kıyısındaki Gürgan'da eski bir arkadaşına rastladı. Onun yanına yerleşti ve bu kentte mantık ve astronomi dersleri vermeye başladı. "Kanun" kitabının başlangıcı da bu döneme rastlar. Yunan bilimlerinin hamisi olan Gürgan bakanı Ebu'l-Hüseyin es-Sahi aracılığıyla İbn-i Sina, Ebu'l-Hasan Ali'nin hizmetine girdi.
Memuniler döneminde Gürgan, İbn Sina ve eski hocası Ebu Sahl el-Mesihi, matematikçi Ebu Nasr Mansur, hekim İbn el-Hammar ve filolog el-Tha'alibi gibi birçok önemli şahsiyeti kendine çeken bir öğrenim merkezi oldu.
Daha sonra Rey ve Kazvin'de çalıştı. Yeni eserler yazmaya da devam etti. İsfahan valisinin yanına yerleşti. Bunu öğrenen Hamedan emîri İbn-i Sînâ'yı yakalattı ve hapsetti. Savaş sona erdikten sonra Hamedan emîrinin yanında çalıştı. Kısa süre sonra İbn-i Sînâ; kardeşi, iyi bir öğrencisi ve iki köleyle kılık değiştirip şehirden kaçtı ve korku dolu bir yolculuktan sonra çok iyi karşılandıkları İsfahan'a ulaştı.
Sonraki yılları ve ölümü.
İbn-i Sînâ'nın kalan 10-12 yılı Ebû Câfer'in hizmetinde geçti. Burada doktor, bilim danışmanı olarak çalıştı ve hatta savaşlara bile katıldı. Bu yıllarda edebiyat ve filoloji çalışmaya başladı. Bir Hamedan seferi sırasında şiddetli bir kolit atağına yakalandı. Hamedan'a vardığında önerilen tedavileri uygulamadı ve kendisini kadere teslim etti. Ölüm yatağında mallarını yoksullara bağışladı, kölelerini azat etti ve son gününe dek üç günde bir Kuran okudu. Haziran 1037'de 56-57 yaşında öldü. Kabri Hamedan'dadır.
Felsefe.
İbni Sina, erken İslam felsefesi üzerine, özellikle mantık, etik ve metafizik konularında geniş çapta eserler yazmıştır. Bu eserler arasında "Mantık" ve "Metafizik" adlı incelemeler bulunmaktadır. Eserlerinin çoğu, Orta Doğu'daki bilim dili olan Arapçada-ve bazıları Farsça olarak yazılmıştır. Özellikle Farsça yazdığı bazı kitapları (özellikle Danişname-yi 'Ala', Ala'ad-Devle için Felsefe")" bugüne kadar dil açısından önemini korumaktadır. İbni Sina'nın Aristoteles üzerine yaptığı yorumlar, sık sık bu filozofu eleştiren yorumlar içerir, ve bu da ictihad ruhu içinde canlı tartışmaları teşvik etmiştir.
İbni Sina'nın Neoplatonik fikirlerinden esinlenen "emanasyon" (varlıkların ilk nedeninden yayılıp çoğalması) düşüncesi, 12. yüzyılda İslam dünyasındaki Kelam okullarında (İslami ilahiyat ve felsefi teoloji ile uğraşan okullar) çok önemli bir yer edinmiştir. Bu düşünce, İslam dünyasında tanrı ve evrenin ilişkisini anlamaya çalışan teologlar tarafından yoğun bir şekilde tartışılmış ve ele alınmıştır.
İbni Sina'nın "Şifa Kitabı", yazılışından yaklaşık elli yıl sonra "Sufficientia" adı altında Latincenin kısmi çevirisiyle Avrupa'da erişilebilir hale geldi. Bu eser, bir dönem Avrupa'da büyük etki yaratan Latin Averroizmi'ne paralel bir şekilde, "Latin İbn Sina felsefesi" olarak adlandırılan ve bir süre boyunca gelişme gösteren bir felsefi akımın kaynağı olarak görüldü. Ancak bu akım, 1210 ve 1215 yıllarında Paris'te çıkarılan kararnamelerle bastırıldı ve etkisini yitirdi. Bu kararnameler, dönemin kilise otoriteleri tarafından bazı düşünce ve öğretilerin yasaklanmasıyla sonuçlanmıştır.
İbni Sina'nın psikoloji ve bilgi teorisi William of Auvergne, ve Albertus Magnus üzerinde etkili olmuş, aynı zamanda onun metafiziği Thomas Aquinas'ın düşüncelerini etkilemiştir.
Metafizik doktrin.
Erken dönem İslam felsefesi ve İslam metafiziğinin önde gelen isimlerinden İbn Sina'nın metafizik doktrini, mahiyet ve varlık kavramlarına yönelik farklı yaklaşımıyla karakterize edilir ve Aristotelesçilikten ayrılır. Aristoteles felsefesinin aksine, İslam kelamından etkilenen İslam metafiziği, mahiyet ve varlık arasında net bir ayrım yapar. Bu durumda 'varlık', hem olası hem de geçici şeylerle ilgili iken, 'mahiyet' ise geçici olanın ötesine geçip, bir varlığın sürekli ve değişmeyen özünü ifade eder.
İbn Sina'nın metafizik fikirleri, selefi Farabi'den büyük ölçüde etkilenmiştir. İbn Sina, özellikle mahiyet (Mahiat) ve varlık (Vücud) arasında ayrım yaparak varlığın doğasına dair kapsamlı bir araştırmaya girişmiştir. Var olan şeylerin salt özlerinin onların gerçek varlıklarını açıklayamayacağını ya da gösteremeyeceğini savunmuştur. Ayrıca, İbn Sina, form (şekil) ile madde (cevher) arasındaki ilişkinin, kendi başına evrenin dinamiklerini veya varlıkların gerçekleşmesini açıklamaya yetmediğini öne sürmüştür. Onun görüşüne göre, bir varlığın mevcut olması için, sadece varlığı zorunlu kılan değil, aynı zamanda ona özgü bir mahiyet (yani tanımlayıcı bir nitelik) veren bir ilk nedenin varlığı şarttır. Bu ilk neden, kendisi de var olmalı ve varlık kazandıran etkisiyle birlikte varlığını sürdürmelidir. Bu şekilde İbn Sina, varlıkların ve evrenin meydana gelmesinde bir ilk nedenin rolünü vurgulamıştır.
İbn Sina'nın mahiyet-sıfat sorusuna ilişkin sorgulaması, onun imkânsızlık, mümkünlük ve zorunluluk gibi farklı varlık modalitelerine ilişkin ontolojik analizini inceleyerek açıklığa kavuşturulabilir.İmkânsız varlık var olamaz, çünkü çelişkiler içerir. Mümkün varlık bazen var olur, bazen olmaz; varlığı başka bir şeyin etkisine bağlıdır. Gerçekten var olduğunda bir nedeni vardır ve varlığı zorunlu hale gelir. Zorunlu varlık ise her zaman var olur ve varlığı başka bir şeye bağlı değildir; kendi varlığını kendi içinden sürdürür.
İbn Sina'nın felsefesinde "Kendiliğinden Var Olan" (Zorunlu Varlık), var oluşunun hiçbir dışsal öze, mahiyete veya nedenlere bağlı olmadığı bir kavramdır. Bu varlık, herhangi bir şeyin var olmasını gerektiren en temel öğedir ve var oluşunun nedeni kendi içindedir; yani kendi varlığını başka bir şeye borçlu değildir. İbn Sina bu varlığı "Bir" (vâhid ahad) olarak tanımlar, çünkü eğer aynı türden başka "Kendiliğinden Var Olanlar" da olsaydı, onları birbirinden ayırt edebilmemiz için aralarında farklılaştırıcı özellikler bulunması gerekirdi. Ancak, bu tür ayrımlar mantıksal bir çelişki yaratır; çünkü kendiliğinden var olan bir varlık, tanımı gereği benzersiz ve tek olmalıdır. Eğer bu ayırt edici özellikler yoksa, o zaman bahsedilen var olanlar aslında aynı şey olacaktır.
İbn Sina ayrıca "Kendinde Zorunlu Varlığın" cinsi (jins), tanımı (hadd), karşıtı (nadd) ya da zıddı (did) olmadığını açıklar. Maddeden (madda), nitelikten (kayf), nicelikten (kam), yerden (ayn), durumdan (vaz) ve zamandan (vakt) bağımsızdır. Bu sayede, Zorunlu Varlık saf varlık halinde, herhangi bir sınırlama olmaksızın ve mutlak bir şekilde var olur. Bu kavram, Batı felsefesindeki "ilk hareket ettirici" veya "ilk neden" gibi fikirlerle karşılaştırılabilir, ancak İbn Sina'nın vurgusu, bu Varlığın kendiliğinden ve sınırsız olarak var olduğu yönündedir.
Bazı İslam âlimleri İbn Sînâ'nın metafizik çalışmalarının bir parçası olan Tanrı'nın doğası ve varlık hakkındaki fikirlerini eleştirmişlerdir. Bu eleştirmenler arasında Gazali, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim gibi önemli isimler yer almıştır. Özellikle Gazali, Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi antik Yunan düşünürlerinin felsefelerinin İslam ile bağdaşmayan inançlar içerdiğini savunduğu ""Al-Munqidh min ad-Dala"l" adlı eserinde bu görüşe katılmadığını ifade etmiştir. Bu eleştirisini, özellikle İbn Sina ve Farabi'nin isimlerini vererek, bu Yunan düşünürlerinden etkilenen Müslüman filozoflara kadar genişletir. Gazali'ye göre, bu Müslüman filozoflarla ilgili sorun, kendilerini Aristoteles'in öğretilerine çok fazla adamış olmalarıdır ve yorumları üç kategoriye ayrılabilir. İlk kategori, İslam'ın öğretilerine tamamen karşı olan ve bu nedenle küfür olarak kabul edilmesi gereken fikirleri içerir. İkinci kategorideki fikirler daha önce İslam geleneğinde yer almayan yeni kavramlar getirmektedir ki Gazali bunları sapkın yenilikler olarak nitelendirmektedir. Ancak üçüncü kategori, İslami öğretilerle çelişmediği için kabul edilebilecek ve reddedilmesi gerekmeyen fikirleri içerir.
Tanrı'nın Varlığına İlişkin Argüman.
İbn Sina, döneminin önde gelen düşünürlerinden biri olarak Tanrı'nın varlığına dair "Doğruların Kanıtı" (Arapça: "burhan al-siddiqin") olarak bilinen bir argüman formüle etmiştir. Bu argümanda, İbn Sina, var olmaması mümkün olmayan bir varlık olan "zorunlu bir varlık" (Arapça: "vacibü'l-vücud") gerektiğini iddia etmiştir. Bir dizi mantıksal akıl yürütme yoluyla, bu zorunlu varlığı İslam'ın Tanrı anlayışıyla ilişkilendirmiştir. Modern felsefe tarihçisi Peter Adamson'a göre, bu argüman, Tanrı'nın varlığına dair Orta Çağ'ın en etkili argümanlarından biri olarak kabul edilir ve İbn Sina'nın felsefe tarihine önemli bir katkı sağlamıştır.
El-Biruni Yazışmaları.
İbn Sina, El-Bîrûnî ile Aristotelesçi doğa felsefesi ve Meşşâî okulu üzerine tartıştıkları yazışmalar yapmıştır.
Teoloji.
Dindar bir Müslüman olan İbn Sina, rasyonel felsefeyi İslam teolojisi ile uyumlu hale getirmeyi amaçlamıştır. Öncelikli amacı, Tanrı'nın varlığını ve dünyayı yaratmadaki rolünü akıl ve mantık yoluyla bilimsel olarak ortaya koymaktı. İbn Sina'nın İslam teolojisi ve felsefesi hakkındaki düşünceleri derin bir etki yaratmış ve yüzyıllar boyunca İslam dini okullarının müfredatının ayrılmaz bir parçası olmuştur. İslam teolojisi üzerine peygamberler ve Kur'an kozmolojisi ile kendi felsefi sistemi arasındaki ilişki gibi konuları kapsayan birkaç kısa risale yazmıştır.
İbn Sina zaman zaman felsefenin gerçek peygamberliği yanılsamadan ayırt etmenin bir aracı olduğunu ima etse de, potansiyel siyasi sonuçları nedeniyle bunu açıkça ifade etmekten kaçınmıştır. Kısa eserlerindeki odak noktası, diğer filozoflar tarafından daha iyi keşfedilen epistemolojik meselelere girmeden felsefi ve teolojik fikirlerini açık bir şekilde açıklamak olmuştur.
İbn Sina'nın felsefesinin daha sonraki yorumları üç farklı ekole ayrılmıştır: (Tusi gibi) onun felsefesini daha sonraki siyasi olayları ve bilimsel gelişmeleri yorumlamak için bir sistem olarak uygulamaya devam edenler; (Razi gibi) İbn Sina'nın kelam eserlerini onun daha geniş felsefi kaygılarından ayrı olarak ele alanlar; ve (Gazali gibi) onun felsefesinin bazı kısımlarını çeşitli mistik yollarla daha büyük manevi içgörüler elde etme girişimlerini desteklemek için seçerek kullananlar. Razi gibi kişiler tarafından savunulan teolojik yorum, nihayetinde medreselerde baskın hale gelmiştir.
İbn-i Sina Kur'an hakkında derin bir bilgiye sahipti ve Kur'an ayetlerini yorumlayan ve İslam peygamberlerinin önemini vurgulayan beş risale yazdı. Peygamberlerin filozoflardan daha üstün görülmesi gerektiğini savunmuştur.
İbn Sina genellikle Sünni Hanefi düşünce ekolü ile ilişkilendirilir. Hanefi hukuku eğitimi almış, önemli Hanefi hukukçuları hocası olarak kabul etmiş ve Ali ibn Memun'un Hanefi mahkemesinde görev yapmıştır. İbn-i Sina erken yaşlarda, İsmaili misyonerlerin kendisini din değiştirmeye yönelik girişimlerine "ikna olmadığını" söylemiştir ve Orta Çağ tarihçisi Şehîrüddîn Beyhakî onun Saflık Kardeşleri'nin bir takipçisi olduğuna inanmıştır.
Düşünce Deneyleri.
Hamadhan yakınlarındaki Fardajan kalesinde hapsedildiği sırada İbn Sina "Yüzen Adam" olarak bilinen ünlü bir düşünce deneyi tasarladı. Bu deney insanın öz farkındalığını ve ruhun maddesizliğini göstermeyi amaçlıyordu. İbn Sina okuyuculardan anlık olarak yaratılmış, havada asılı duran, duyusal girdiden yoksun ve kendi bedeninden izole edilmiş bir insan hayal etmelerini istemiştir. Bu senaryoda bile kişinin yine de özbilince sahip olacağını ve bunun da ruhun bedenden ayrı bir cevher olduğunu gösterdiğini savunmuştur. Ayrıca, İbn Sina insan zekâsı ve onun işleyişi hakkında da düşüncelerini paylaşır. Faal akıl kavramını işler ve bunu, Tanrı'nın insan zihnine ve dünyaya gerçekliği ve düzeni aktardığı bir araç olarak tanımlar.
Diğer Katkıları.
Astronomi ve Astroloji.
İbn Sina, "Resāla fī ebṭāl aḥkām al-nojūm" adlı eserinde, astrolojinin geleceği öngörebilme gücünü sorgulayan Kuran ayetlerini aktararak astrolojiye saldırıda bulunmuştur. Her gezegenin Dünya üzerinde bazı etkileri olduğuna inanmasına rağmen, astrologların bu etkileri kesin olarak belirleyebileceklerine karşı çıkmıştır.
İbn Sina'nın astronomi üzerine yazdığı metinler daha sonra gelen yazarlar üzerinde bazı etkilerde bulunmuş olsa da, genel olarak onun çalışmaları Alhazen veya El-Biruni'ininkilerden daha az gelişmiş olarak kabul edilebilir. Onun yazılarının önemli bir özelliği, matematiksel astronomiyi astrolojiden ayrı bir disiplin olarak ele almasıdır. Aristoteles'in yıldızların ışığını Güneş'ten aldığı görüşünü eleştiren İbn Sina, yıldızların kendiliğinden ışık saçtığını ve gezegenlerin de kendiliğinden ışık saçtığına inanmıştır. Venüs'ün Güneş üzerinde bir leke olarak gözlemlediğini iddia etmiştir. Bu mümkündür, çünkü 24 Mayıs 1032'de bir Venüs geçişi olmuştur, ancak İbn Sina gözlem tarihini vermemiştir ve modern alimler, o zaman ve yerde geçişi gözlemleyip gözlemleyemediğini sorgulamıştır; Venüs yerine bir güneş lekesini gözlemiş olabilir. Geçiş gözlemi, Batlamyus kozmolojisinde Venüs'ün en azından bazen Güneş'in altında olduğunu, yani Dünya'dan uzaklaşırken Venüs küresinin Güneş küresinden önce geldiğini kanıtlamak için kullanmıştır.
Fizik.
İbn Sina fizikte, özellikle hareket mekaniğinde Aristoteles'in fikirlerine bir dizi önemli düzeltme yapmıştır. "El-İşarat ve't-Tenbihat" adlı eserinde yerçekiminin (kendi tabiriyle "çekme") hem maddi nesneler hem de ışık için geçerli olduğunu yazmıştır. Bu, yerçekiminin sadece Dünya ve ağır cisimler arasındaki bir ilişki olduğu Aristoteles'in görüşünün ötesine geçen bir düşüncedir. İbn Sina ayrıca, hareketli bir nesnenin hareketini sürdürmesi için sürekli bir kuvvetin gerekli olmadığına, yani hareketin devamlılığının bir dış kuvvete ihtiyaç duymadan devam edebileceğine inanmıştır, bu da onu ataletin (eylemsizlik) kavramına yaklaştırmıştır.
Kimya.
İbn Sina, deneysel yöntemin öncüsü olarak kabul edilir. Kimya alanındaki çalışmaları, deneysel bilim ve tıp alanlarına önemli katkılarda bulunmuştur. İbn Sina'nın kimyada başlıca ilgi alanı, ilaçların hazırlanması ve bitkilerin kimyasal analiziydi. Ancak, aynı zamanda, deneysel kimya biliminin temellerini de atmıştır.
Ruhbilim.
İbn-i Sina, ruhbilimin, metafizik ile fizik arasında bağlantı kuran ve bu iki bilimden de yararlanan bir bilgi alanı olduğunu savunmuş, ruhbilimini üç ana bölüme ayırmıştır: Akıl ruhbilimi; deneysel ruhbilim; tasavvuf ya da gizemci ruhbilim. İnsanların ruhlarının müzikle tedavi edilebileceğini öne sürmüş ve bu yöntemi geliştirmiştir.
Akıl.
Bu konudaki görüşleri Aristoteles ve Fârâbî'den farklı olan İbn-i Sînâ'ya göre, akıl 5 çeşittir; "bilmeleke" (ya da 'olası akıl' açık-seçik ve zorunlu olanları bilebilir); "he-yulâni" akıl (Bilmeyi ve anlamayı sağlar.); "kutsi akıl" (Aklın en yüksek aşamasıdır ve her insanda bulunmaz.); "mustefat akıl" (Kendisinde bulunanı, kendisine verilen "makul"lerin suretlerini algılar.); "bilfiil akıl" ("Makul"leri yani kazanılmış verileri kavrar.). İbn-i Sînâ, akıl konusunda, Eflatun'un idealizmi ile Aristoteles'in deneyciliğini uzlaştırmaya, birleştirici bir akıl görüşü ortaya koymaya çalışmıştır.
Bilimlerin sınıflandırılması.
İbn-i Sina'ya göre bilimler madde ve biçim ilişkisi bakımından üçe ayrılır: "El-ilm ül-esfel" (doğa bilimleri veya aşağı bilimler), maddesinden ayrılmamış biçimlerin bilimidir; "mabad-üt-tabia" (metafizik), "el-ilm'üll-âli" (mantık veya yüksek bilimler) maddesinden ayrılan biçimlerin bilimleridir; "el-ilm ül-evsat" (matematik veya orta bilimler) ancak insanın zihninde maddesinden ayrılabilen, bazen maddesiyle birlikte, bazen ayrı olan biçimlerin bilimidir.
Kendisinden sonraki Doğu ve Batı filozoflarının çoğunu etkileyen İbn-i Sina, müzikle de ilgilenmiştir. 250'yi aşkın yapıtının başlıcası olan "Şifâ" ve "Kanun", felsefenin temel yapıtı sayılarak uzun yıllar boyunca pek çok üniversitede okutulmuştur.
Mirası.
Klasik İslam Medeniyeti.
McGill Üniversitesi'nden İbn-i Sina uzmanı Robert Wisnovsky, "İbn-i Sina, özellikle metafizik, mantık ve tıp alanlarında İslam'da rasyonel bilimlerin uzun tarihinde merkezi bir figürdü" diyor. Ancak onun eserleri yalnızca bu "seküler" bilgi alanlarında etkili olmadı; "bu eserler veya onların bölümleri, post-Avicennian (İbn-i Sina sonrası) binlerce bilgin tarafından okundu, öğretildi, kopyalandı, üzerine yorum yapıldı, alıntılandı, yeniden ifade edildi ve alıntılandı. Bu bilginler yalnızca filozoflar, mantıkçılar, doktorlar ve matematik veya kesin bilimlerde uzmanlar değildi; aynı zamanda, ʿilm al-kalām (doğa felsefesi, bilgi teorisi ve zihin felsefesini de içeren rasyonel teoloji) ve usūl al-fiqh (hukuk felsefesini, diyalektiği ve dil felsefesini de içeren yasalar teorisine) alanlarında uzmanlaşmış olanlar da vardı."
Orta Çağ ve Rönesans.
14. yüzyılda Dante Alighieri, "İlahi Komedya" adlı eserinde Vergilius, İbn Rüşd, Homeros, Horatius, Ovidius, Lucan, Sokrates, Platon ve Saladin gibi erdemli Hristiyan olmayan düşünürler arasında ona Limbo'da yer verdiğinde bile İbn-i Sina, hem Doğu hem de Batı tarafından entelektüel tarihte büyük bir figür olarak tanındı. Johannes Kepler, "Astronomia Nova"nın 2. Bölümünde gezegen hareketlerinin sebeplerini tartışırken İbn-i Sina'nın görüşlerine atıfta bulunmuştur.
Bilim Tarihi'nin yazarı George Sarton, İbn-i Sina'yı "tarihin en büyük düşünürleri ve tıp alimleri arasında" olarak tanımladı ve onu "İslam biliminin en ünlü bilim insanı ve tüm ırkların, yerlerin ve zamanların en ünlülerinden biri" olarak nitelendirdi. O, Rhazes, Abulcasis, Ibn al-Nafis ve al-Ibadi ile birlikte, erken Müslüman tıbbına önemli katkılarda bulunan önemli bir derleyici olarak kabul edilir. Batı tıp tarihinde, tıp ve Avrupa Rönesans'ına önemli katkılarda bulunan büyük bir tarihi figür olarak anılmaktadır. Onun tıbbi metinleri olağandışıydı çünkü Galen ile Aristoteles'in tıbbi meseleler (anatomi gibi) üzerine görüş ayrılıkları olduğu yerlerde, gerekli görülen yerlerde Aristoteles'i tercih etti ve Aristoteles'in pozisyonunu, anatomi bilgisindeki Aristoteles sonrası gelişmeleri hesaba katarak güncelledi. Orta Çağ Avrupa alimleri arasında Aristoteles'in baskın entelektüel etkisi göz önüne alındığında, İbn-i Sina'nın "Tıp Kanunu"nda (bilginin kapsamlı ve mantıklı bir organizasyonu ile birlikte) Galen'in tıbbi yazılarını Aristoteles'in felsefi yazılarıyla bağdaştırması, Avrupa'da diğer İslami tıp yazarlarına kıyasla onun önemini artırdı. Bu nedenle İbn-i Sina'nın tıbbi yazıları, özellikle "El-Kanun fi't-Tıb", Avrupa'nın birçok üniversitesinde ders kitabı olarak kullanıldı.
Günümüzde İbn Sina.
İbn Sina'nın bilimsel başarılarının onuruna çeşitli ülkelerdeki İbn Sina Türbesi ve Müzesi, Bu-Ali Sina Üniversitesi, İbn Sina Araştırma Enstitüsü ve İbn Sina Ortaçağ Tıp ve Bilimler Akademisi gibi kurumlara onun adı verilmiştir. Ayrıca Ay üzerinde Avicenna adında bir krater bulunmaktadır.
2003'te kurulan Avicenna Prize, UNESCO tarafından her iki yılda bir verilmekte ve bilimde etik alanındaki başarılarından dolayı bireyleri ve grupları ödüllendirmektedir.
Avicenna Dizinleri (2008-15; şimdi Dünya Tıp Okulları Dizini) doktorların, halk sağlığı pratisyenlerinin, eczacıların ve diğerlerinin eğitim gördüğü üniversiteleri ve okulları listelemektedir. Orijinal proje ekibi şunları belirtmiştir:
Haziran 2009'da İran, Viyana'daki Birleşmiş Milletler Ofisi'ne bir "İranlı Âlimler Heykeli" bağışladı. Heykel şu anda Viyana Uluslararası Merkezi'nde yer almaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7929",
"len_data": 25061,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.74
}
|
Sucre, Bolivya'nın başkenti olan şehir. 2006 sayımına göre 247,300 kişinin yaşadığı Sucre, Bolivya'nın anayasal başkenti olmasına karşın, ülke Bakanlar Kurulunun bulunduğu La Paz'dan yönetilir.
Sucre, Bolivya'nın Yargıtay'ı olan "Corte Suprema de Justicia"'yı barındırdığı gibi, Chuquisaca bölgesinin de bölgesel başkentidir.
Denizden 2800 metre yüksekte kurulu kent, geçmişinde "Charcas", "La Plata" ve "Chuquisaca" adlarını taşımıştır.
1991 yılında şehrin tarihi alanları UNESCO tarafından bir Dünya Mirası olarak ilan edilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7930",
"len_data": 532,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.61
}
|
Bişkek (Kırgızca ve Rusça: Бишкек), Kırgızistan'ın başkentidir. 1878 yılında kurulan kentte, 2023 sayımına göre 1.104.742 kişi yaşar. Kent, Sovyetler Birliği döneminde (1926-1991 arasında), Bolşevik askeri önderlerinden Mihail Frunze'nin anısına Frunze adıyla anılmıştır.
Bişkek, geniş yolların, mermer devlet yapılarının ve Sovyetler Birliği biçiminde apartman bloklarının bir arada bulunduğu bir kenttir. Kent, bir satranç tahtası biçiminde tasarlanmış olup sokakların çoğunun iki yanında ağaçları sulama amaçlı dar parklar bulunur. Bu yolla sulanan ağaçlar yazları sıcakta gölgelik görevi gördükleri gibi kenti de güzelleştirirler.
Etimoloji.
Kentin adının nereden geldiği konusunda birçok sav vardır. Bunlardan birisi Kırk kız efsanesinden geldiği düşünülmektedir. Bu efsaneye göre Kırgız halkı kırk kızdan kırk boya ayrılan bir millettir.
Başka bir sava göre kırk kazıktan Kırgız ismi gelmektedir.
Bişkek isminden önceki ismi Pişpekti. Sonradan değişikliğe uğrayıp Bişkek adını almıştır.
Tarihi.
İpek Yolu üzerinde bulunan ve kervanların dinlenme yeri olan yörede, 1825'te Özbek hanı Kokhand bir kale yaptırdı. Ruslar 1862'de kaleyi yakıp yıkarak bölgeyi de ele geçirdiler. Önceleri kalenin yerini garnizon olarak kullanan Ruslar, zamanla kenti geliştirip Pişpek olarak adlandırdıktan sonra Rus köylülerine verimli topraklar verip onların bölgeye yerleşmelerini özendirdiler. 1926'da kent yeni kurulan Kırgız Sovyet Cumhuriyetinin başkenti oldu. Yine 1926'da kentin adı, Rus devrimlerinde önemli roller oynamış, Lenin'nin yakın arkadaşı ve Bişkek doğumlu Mikhail Frunze'nin anısına Frunze olarak değiştirildi.
Sovyetler Birliği'nin 1991'de dağılmasından sonra, Kırgızistan 1991'de bağımsızlığını kazanınca, kentin adı Bişkek'e çevrildi. Kent bugün hızla yenilenen canlı bir yerdir. Sovyet döneminde bulunan birçok sanayi kuruluşu bugün ya kapanmış ya da küçülmüş olarak üretimlerini sürdürmektedirler. Bir zamanlar Bişkek'in barındırdığı önemli bir Sovyet savaş pilotu eğitim okulunu bitirenler arasında Mısır'ın devrik başkanı Hüsnü Mübarek de vardır.
2002'de ABD Manas uluslararası havaalanını antlaşmayla Afganistan ve Irak'a karşı kullanılmak üzere "Gancı ABD üssü"ne çevirince, Rusya da benzeri bir antlaşmayla Kant'da kendi hava üssünü kurmuştur.
Coğrafya.
Bişkek genç bir şehir olsa da çevresindeki bölgede tarih öncesinden kalma kalıntılar bulunmaktadır. Aynı zamanda Greko-Budist dönemi,Nesturi etkisinin bulunduğu dönem, Orta Asya hanlıklarının dönemi ve Sovyet döneminden de eserler bulunmaktadır.
Şehrin orta kısmı dikdörtgensel bir ızgara planına sahiptir. Şehrin ana bulvarı doğudan batıya giden ve bölgenin ana nehrinden adını alan Çuy Bulvarıdır. Sovyet döneminde bu bulvarın adı Lenin Bulvarı olmuştur. Bu bulvarın üzerinde ve civarında Kırgızistan'ın önemli hükûmet binaları ve üniversiteleri bulunmaktadır. Bunların arasında Bilimler Akademisi kompleksi de bulunmaktadır. Bu bulvarın en batıdaki kısmına Deng Xiaoping Bulvarı adı verilmiştir.
Kuzey-güney doğrultusundaki ana sokak halen halk arasında eski adı olan Sovyetskaya Sokağı olarak bilinen Yusup Abdrahmanov sokağıdır. Kuzey ve güney bölümlerinin adları sırasıyla Yelebesov ve Baytık Batır sokaklarıdır. Sokak üzerinde birkaç alışveriş merkezi bulunur ve kuzey tarafından Dordoy Pazarına giriş yapılabilir.
Erkindik (Özgürlük) Bulvarı, Çuy Bulvarının güneyindeki ana demiryolu istasyonu olan Bişkek II'den Çuy Bulvarının kuzeyinde kalan müze mahallesi ve heykel parkına ve oradan kuzeye Dışişleri Bakanlığına kadar gider. Yani doğrultusu kuzey-güney dir. Eskiden adı bir komünist devrimci olan Feliks Dzerjinski'ye atfen Dzerjinski Bulvarı adını almıştır. Halen yolun kuzeyinden devam eden yola Dzerjinski Sokağı denir.
Önemli bir doğu-batı doğrultusunda yol da Cibek Colu (İpek Yolu) dur. Çuy Bulvarına paralel ve 2 km kuzeyindedir. Çüy bölgesinin ana doğu-batı yolunun bir parçasıdır. Hem doğu hem de batı otogarları Cibek Colu'nun üzerinde bulunmaktadır.
197 Vasilyeva Sokağı'nda bir Katolik kilisesi bulunmaktadır. Bu kilise Kırgızistan'daki tek Katolik katedrali olma özelliğini taşımaktadır.
Şehir Merkezi'nde bulunan yapılar.
Ala-Too Meydanında bulunan Devlet Tarih Müzesi
Geleneksel Kırgız el işlerini sergileyen Devlet Uygulamalı Sanat Müzesi.
Frunze'nin Evi Müzesi
Kırgız Beyaz Sarayı'nın yakınındaki parkta bulunan İvan Panfilov heykeli
Tren istasyonu karşısındaki büyük bir parkta bulunan Mihail Frunze'nin atlı heykeli.
1946'da Alman savaş esirleri tarafından inşa edilen ve günümüze renovasyon veya onarıma ihtiyaç duymadan gelen tren istasyonu (Çoğu inşa eden savaş esiri öldü ve cesetleri istasyonun yakınındaki çukurlara gömüldü)
Yedi katlı devasa bir mermer bina olan ana hükûmet binası Kırgız Beyaz Sarayı. Bu bina önceden Kırgız SSC Komünist Partisinin yönetim merkezi olmuştur.
Ala-Too Meydanında askerlerin nöbet değişiminin izlenebileceği bir bağımsızlık anıtı
Şehir merkezinin batısında büyük bir pazar olan Oş Pazarı
Kırgız Ulusal Filarmonisi Binası
Banliyöler.
Şehrin kuzeydoğusunda Dordoy Pazarı adı verilen büyük bir pazar vardır.
Şehrin dışı.
Şehre 40 km uzaklıkta Kırgız Ala dağları bulunmaktadır. Ala-Arça Milli Parkı'da 30-45 dakikalık bir uzaklıkta bulunmaktadır.
Mesafeler.
Bişkek'in ülkenin ikinci en büyük şehri Oş'a olan mesafesi 300 km'dir. Ona en yakın olan büyük şehir ise Kazakistan'ın 190 km uzaklıktaki Almatı şehridir. Taşkent'e 470 km,Duşanbe'ye 680 km ve Astana,Kabil,Urumçi ve İslamabad'a 1000 km uzaklıktadır.
İklim.
Bişkek'in iklimi Akdeniz etkisindeki nemli karasal iklimi (Dsa)'dir. Kışın ortalama sıcaklığı 0 santigrat derecenin altındadır. Ortalama yıllık yağış 440 mm civarıdır. Ortalama günlük en yüksek sıcaklık Ocak'ta 3 santigrat dereceden Temmuz'da 31 santigrat derece arasıdır. Yaz ayları ara sıra olan ve güçlü rüzgarlara sebep olan gök gürültülü fırtınalarla biten kuru dönemlerden oluşur.Nadiren kum fırtınaları da görülür. Güneydeki dağlar ve kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda giden dağlar tahrip edici hava koşullarından bir derece koruma sağlar. Kış aylarında ise seyrek kar fırtınaları ve sıkça olan yoğun sis en belirgin hava durumu özellikleridir. Ara sıra ani sıcaklık değişimlerinden dolayı sisler günlerce sürebilir.
Demografik yapı.
Bişkek, Kırgızistan'ın nüfus bakımından en yoğun şehridir. Nüfusu bir 2019 tahminine göre 1.012.500'dür. Şehrin kuruluşundan 1990'lara kadar Ruslar ve diğer Avrupa halkları şehrin nüfusunun çoğunluğunu oluşturmuşlardır. 1970 nüfus sayımına göre Kırgızlar nüfusun yüzde 12,3'ünü oluştururlarken Avrupalılar nüfusun yüzde 80'ini oluşturmuştur. Günümüzde Bişkek halkının çoğunluğu (%66) Kırgızdır. Avrupa halkları ise Bişkek nüfusunun %20'sinden azını oluşturur. Buna rağmen Kırgızca genç nüfus arasında kullanımdan düşmektedir ve Rusça ana dil olarak kullanılmaktadır.
Ekoloji ve çevre.
Hava kalitesi.
Bişkek'te hava kirleticilerinin emisyonu 2010'da 14400 tona ulaşmıştır. Kırgızistan'ın bütün şehirleri arasında en yüksek hava kirliliği olan şehir Bişkek'tir ve bazen Bişkek'teki kirletici yoğunluğu özellikle de şehir merkezinde maksimum izin verilen kirletici yoğunluklarını aşmaktadır. Örneğin formaldehit yoğunluğu bazen izin verilen miktarların 5 katı kadar olabilir.
Bişkek'te hava kalitesini izleme sorumluluğu Kırgız Devlet Hidrometeoroloji Ajansındadır. Bişkek'te kükürt dioksit,formaldehit,amonyak ve azot oksitlerin seviyesini ölçen yedi tane hava kalitesi izleme istasyonu bulunmaktadır.
Ekonomi.
Bişkek Kırgızistan'ın para birimi olan somu kullanmaktadır. Somun değeri değişse de 2015 Şubat'ı itibarıyla ortalama 1 dolar başına 61 som olmuştur. Bişkek ekonomisi genelde tarıma dayalı olup şehrin dış bölgelerinde tarımsal ürünler takas edilmektedir. Bişkek'in sokakları pazar ve benzeri yerler gibi tarımsal ürün satıcılarıyla çevrilidir. Şehir merkezinde bankalar, mağazalar, marketler ve alışveriş merkezleriyle biraz daha şehirimsi bir yapılanma bulunmaktadır. Talebin çok olduğu ürünler arasına heykel, oyma, tablo gibi el yapımı zanaat işleri ve doğaya dayalı heykeller bulunmaktadır.
Konut durumu.
Eski Sovyet ülkelerindeki birçok şehir gibi Bişkek'teki konutlandırma durumu Sovyetler Birliği'nin çöküşünden beri büyük bir değişime uğramıştır. Sovyet döneminde vatandaşlara konut dağıtılırken günümüzde Bişkek'in konutları özelleştirilmiştir.
Yavaş yavaş tek ailenin yaşadığı evler daha fazla yaygınlaşsa da Bişkek halkının çoğu Sovyet döneminden kalma apartmanlarda yaşamaktadır. Kırgız ekonomisi ne kadar büyüse de konut sayısındaki artış inşaat sayısının azlığıyla az olmuştur. Refahın artması ve yeni resmi evlerin yokluğundan dolayı önemli derecelerde fiyat artışı görülmektedir. Örnek olarak da 2001'den 2002'ye ev fiyatları 2'ye katlanmıştır.
Köyler ve küçük kentlerden göçmenler başta olmak üzere Bişkek'teki yüksek konut fiyatlarını karşılayamayanlar şehrin banliyölerindeki gecekondularda yaşamak zorunda kalmıştır. Bu gecekondular Bişkek nüfusunun yüzde 30'u olan 400000 kişinin evidir. Bu gecekonduların birçoğunda elektrik ve su gibi temel ihtiyaçlar yok iken yerel hükûmet tarafından bu sorunu çözmek için adımlar atılmaya başlamıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7932",
"len_data": 9057,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.55
}
|
Landseer, Kanada'nın Newfoundland bölgesi kökenli, arama ve kurtarma çalışmalarında da kullanılan bir köpek ırkı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7934",
"len_data": 113,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.39
}
|
Vincent Willem van Gogh (30 Mart 1853 - 29 Temmuz 1890), Hollandalı ard-izlenimci ressamdır. Batı dünyası sanat tarihinin en tanınmış ve en etkili şahsiyetlerinden biridir. On yıldan biraz fazla bir süre içinde aralarında 860 yağlı boya tablonun da olduğu 2.100 kadar resim ve çizim çalışması üretti ve bunların çoğu yaşamının son iki yılında yapıldı. Bunların arasında manzaralar, natürmortlar, portreler ve otoportreler bulunmaktadır ve modern sanatın temelleri sayılan cüretkâr renkler ile canlı, fevri ve ifade dolu belirgin fırça darbeleriyle ayırt edilir. 37 yaşında yıllardır süren psikolojik rahatsızlığı ve yoksulluğun ardından trajik bir biçimde kimilerine göre intihar, kimilerine göre bir cinayet sebebiyle silahla yaralandıktan otuz saat sonra hayata veda etti.
Üst orta sınıf bir aileye doğan Van Gogh çocukken ciddi, sessiz ve saygılıydı ayrıca resim de yapmaktaydı. Gençliğinde sanat simsarı olarak çalıştı ancak Londra'ya gönderildikten sonra bunalıma girdi. Döndükten sonra Belçika'nın güneyinde Protestan misyoneri olarak çalıştı. Sağlığı bozulup yalnızlık içinde yaşadıktan sonra ebeveynlerinin yanına döndü ve 1881 yılında resim yapmaya başladı. Küçük kardeşi Theo tarafından maddi olarak desteklendi ve ikisi yıllarca mektupla yazıştılar. Çoğunlukla natürmortlar ve çalışan köylülerin tasvirlerinden oluşan ilk çalışmalarında daha sonraki eserlerinin ayırt edici niteliği olan canlı renkler görülmez. 1886 yılında taşındığı Paris'te, izlenimci hassasiyete karşı tepki gösteren ve aralarında Émile Bernard ile Paul Gauguin'in de bulunduğu "aVangart" üyeleriyle tanıştı. Çalışmaları geliştikçe natürmortlara ve yerel manzaralara yeni bir yaklaşım getirdi. Resimlerinde daha parlak renkler kullanmaya başladı ve daha sonra 1888'de Fransa'nın güneyinde kaldığı Arles'da ustalaşacağı kendine özgü bir üslup geliştirdi. Bu dönemde zeytin ağaçları, selviler, buğday tarlaları ve ayçiçekleri de tuvallerine konu olmaya başladı.
Psikotik epizodlardan ve delüzyonlardan muzdarip olan Van Gogh, zihin sağlığından endişe duymasına rağmen fiziksel sağlığını ekseriyetle ihmal etmiş; düzgün beslenmemiş ve aşırı alkol almıştır. Gauguin ile arkadaşlığı bir ustura ile yolunu kesmesi ve öfke nöbeti sonucu sol kulağının bir kısmını keserek yaralaması sonucu sona ermiştir. Bir dönem Saint-Rémy'de olmak üzere akıl hastanelerinde kalmıştır. Hastaneden kendi isteğiyle ayrıldıktan sonra Paris yakınlarında Auvers-sur-Oise'da Auberge Ravoux'ya taşındı ve homeopati uygulayan doktor Paul Gachet tarafından tedavi altına alındı. Depresyonu devam etti ve 27 Temmuz 1890'da bir altıpatlarla yaralandı. İki gün sonra enfeksiyon kapan yaraları nedeniyle öldü. İntihar ettiği söylense de buna şahit olan kimsenin olmaması ve silahın hiç bulunamaması cinayete kurban gittiği şüphesini doğurmuştur.
Yaşamı boyunca başarısız olan ve sadece bir eserini satabilen Van Gogh'a deli gözüyle bakılıyordu. İntiharından sonra şöhret kazanan ressam, halkın imgeleminde tipik yanlış anlaşılmış dahi, "çılgınlık ve yaratıcılığın bir arada olduğu söylemlerini" gösteren bir ressam olarak yer almıştır. 20. yüzyılın başlarında, resim üslubunun ögeleri fovistler ve Alman dışavurumcuları tarafından kullanılmaya başladıktan sonra ressamın tanınırlığı artmıştır. İlerleyen yıllarda çok yaygın bir eleştirel, ticari ve popüler bir başarı yakalayan Van Gogh sorunlu kişiliğinin romantik, azap çeken sanatçı idealini simgelediği önemli ama hüzünlü bir ressam olarak hatırlanmaktadır.
Mektuplar.
Van Gogh hakkında en kapsamlı kaynak kardeşi Theo ile olan yazışmalarıdır. Onların yaşam boyu süren dostlukları ve Van Gogh'un sanat ile ilgili bilinen düşünce ve teorilerinin büyük çoğunluğu, iki kardeşin 1872-1890 yılları arasında birbirlerine gönderdikleri yüzlerce mektupta kaydolmuştur. Sanat simsarı olan Theo Van Gogh, kardeşine hem finansal hem de duygusal yönden destek sağlamasının yanı sıra kardeşinin dönemin sanat dünyasının nüfuzlu kişilerine erişimine de önayak olmuştur.
Theo, Vincent'ın kendisine yazdığı mektupların hepsini saklarken Vincent aldığı mektupların çok azını saklamıştır. İki kardeş de öldükten sonra, Theo'nun dul eşi Johanna Van Gogh-Bonger mektupların bazılarının yayımlanmasını sağlamıştır. Mektupların bir kısmı 1906'da ve 1913'te, kalanların çoğu ise 1914'te yayımlanmıştır. Vincent'ın mektupları çok güzel, etkileyici ve dokunaklıdır. "Günlük benzeri samimiyet" içerdiği belirtilmiş bu mektupların bazıları bir otobiyografi gibi okunabilmektedir. Çevirmen Arnold Pomerans "bu mektupların yayımlanması Van Gogh'un sanatsal başarılarını anlama konusuna taze bir boyut getirmiş ve bize hemen hemen başka hiçbir ressam tarafından sağlanmamış bir anlayış kazandırmıştır" diye yazmıştır.
Vincent'dan Theo'ya 600'den fazla, Theo'dan Vincent'a ise 40 civarında mektup vardır. Ayrıca kız kardeşi Wil'e 22, ressam Anthon Van Rappard'a 58, Émile Bernard'a 22 ve Paul Signac, Paul Gauguin ile eleştirmen Albert Aurier'e birer mektup vardır. Mektupların bazılarında krokiler ve taslaklar bulunur. Birçoğuna tarih atılmamış olmasına rağmen, sanat tarihçileri mektupları genel olarak kronolojik sıraya koymayı başarmışlardır. Özellikle Arles'ten postalanmış olanlar için olmak üzere transkripsiyon ve tarihleme konusunda belirsizlikler sürmektedir. Arles'te yaşadığı dönemde arkadaşlarına Felemenkçe, Fransızca ve İngilizce 200 mektup yazmıştır. Vincent'ın Paris’te kardeşi ile birlikte yaşadığı ve bu nedenle mektuplaşma ihtiyacı duymadıkları dönem ise tarihçilerin analiz etmekte en çok zorlandıkları dönemdir.
Hayatı.
İlk yıllar (1853-1869).
Vincent Willem Van Gogh 30 Mart 1853'te Hollanda'nın güneyinde çoğunluğu Katolik olan Kuzey Brabant'ta Groot-Zundert şehrinde doğmuştur. Hollanda Reform Kilisesi'nde rahip olan Theodorus Van Gogh ile Anna Cornelia Carbentus'un yaşayan ilk çocukları olarak Protestan bir ailede dünyaya gelmiştir. Van Gogh'a büyükbabası ile doğumundan bir yıl önce ölü doğan abisinin adı verilmiştir. Vincent, Van Gogh ailesinde yaygın kullanılan bir isimdi: Leiden Üniversitesi'nden 1811 yılında teoloji derecesi alan büyükbabası Vincent'ın (1789-1874) altı oğlundan üçü sanat simsarı olmuştur. Bu Vincent'ın adı da muhtemelen heykeltıraş olan büyük amcası Vincent'dan (1729-1802) gelmektedir.
Van Gogh'un annesi Lahey'de zengin bir aileden gelmekteydi; babası da bir rahibin en genç oğluydu. İkisi, Anna'nın küçük kız kardeşi Cornelia, Theodorus'un abisi Vincent (Cent) ile evlendiği zaman tanıştılar. Van Gogh'un ebeveyni 1851 Mayıs'ında evlendi ve Zundert'e taşındı. Erkek kardeşi Theo 1 Mayıs 1857'de doğdu. Theo'dan başka Cor adında bir erkek kardeşi ve Elisabeth, Anna ile Willemina ("Wil" olarak bilinir) adında üç kız kardeşi vardır. Yaşamının sonraki yıllarında Van Gogh yalnızca Willemina ve Theo ile temasta kaldı. Van Gogh'un annesi ailenin önemini çevresindekileri bunaltacak kadar vurgulayan katı ve dindar bir kadındı. Theodorus'un maaşı mütevazı ölçülerdeydi ama kilise aileye bir ev, bir hizmetçi, iki aşçı, bir bahçıvan, bir at ve at arabası sağlamıştı ve Anna çocuklarına ailelerinin yüksek sosyal konumunu koruma görevini aşılamıştı.
Van Gogh ciddi ve saygılı bir çocuktu. Evde annesi ve bir mürebbiye tarafından eğitildikten sonra 1860'ta köy okuluna başladı. 1864'te Zevenbergen'de bir yatılı okula gönderildi ama burada kendini terk edilmiş hissettiğinden eve geri dönmeye çalıştı. Bunun yerine ebeveyni 1866'da Van Gogh'u Tilburg'da bir ortaokula gönderdi ancak burada da çok mutsuzdu. Resme olan ilgisi küçük yaşlarda başladı, annesi çocukken resim yapmaya teşvik etti, ilk çizimleri anlamlıdır, ancak sonraki eserlerinin yoğunluğuna sahip değildir. Paris'te başarılı bir ressam olan Constantijn C. Huysmans Tilburg'da öğrencileri eğitiyordu. Huysman'ın felsefesi özellikle doğanın ve yaygın nesnelerin izlenimini yakalamak için teknikten vazgeçmekti. Van Gogh'un derin mutsuzluğu dersleri gölgede bırakmış olmalı ki derslerin çok az etkisi olmuştur; 1868 Mart ayında aniden eve döndü. Sonradan kardeşi Theo'ya yazacağı bir mektupta, çocukluk yıllarını "kasvetli, soğuk ve kısır" olarak betimleyecekti.
Sanat simsarı ve vaiz (1869-1881).
1869 Temmuz ayında, henüz on beş yaşındayken, amcası Cent aracılığıyla Lahey'deki Goupil & Cie adlı sanat simsarlığı firmasında iş buldu, Ocak 1873'te firmanın Brüksel ofisine geçti. Eğitimini tamamladıktan sonra 1873 Mayıs ayında firma Van Gogh'u İngiltere'ye Southampton Caddesi'ndeki şubesine yolladı. Londra'nın güneyinde Stockwell'de 87 Hackford Road adresindeki eve yerleşti. Bu dönem Van Gogh'un mutlu olduğu bir dönemdir; işinde başarılı olmuş ve 20 yaşında babasından çok para kazanmaya başlamıştır. Theo'nun eşi, daha sonra bu yılın Van Gogh'un yaşamının en iyi yılı olduğunu belirtecektir. Ev sahibinin kızı Eugénie Loyer'den hoşlanan Van Gogh ona açıldığında, gizlice başka bir kiracıyla nişanlandığını söyleyen kız tarafından reddedildi. Daha da içine kapanan Van Gogh dindarlığa yöneldi. Babası ve amcasının ayarlamasıyla 1875'te Paris'teki şubeye gönderildi. Burada şirketin sanatı metalaştırması gibi konulara içerlemeye başladı ve bir yıl sonra işten çıkarıldı.
1876 Nisan ayında İngiltere'ye döndü ve Londra'nın güneydoğusundaki Ramsgate kasabasında bir yatılı okulda gönüllü öğretmenlik yapmaya başladı. Okul Middlesex'te Isleworth'a taşınınca Van Gogh da buraya gitti. Daha sonra bu işi de bırakarak Metodist rahip yardımcısı olmaya karar verdi. Bu arada ebeveyni Etten'e taşınmıştı; 1876 Noel'inde eve döndü ve altı ay boyunca Dordrecht'te bir kitapçı dükkânında çalıştı. İşinden memnun değildi ve çalışırken zamanını karalama yaparak ve İncil'den bölümleri İngilizce, Fransızca ve Almancaya çevirerek geçirdi. Giderek daha da dindarlaşarak keşiş hayatı yaşamaya başladı. O zamanlar oda arkadaşı olan Paulus Van Görlitz'e göre Van Gogh etten kaçınıyor ve çok az yemek yiyordu.
Dinî inançlarını ve rahip olma isteğini desteklemek amacıyla ailesi 1877'de Van Gogh'u tanınmış bir din bilgini olan amcası Johannes Stricker'le yaşaması için Amsterdam'a gönderdi. Van Gogh Amsterdam Üniversitesi teoloji giriş sınavına hazırlandı; ancak sınavda başarılı olamadı ve 1878 Temmuz'unda amcasının evinden ayrıldı. Brüksel yakınlarında Laken'de bir Protestan misyoner okulunda üç aylık kursa katıldı ama burada da başarılı olamadı.
1879 Ocak ayında Belçika'nın Borinage madenci bölgesinde Petit-Wasmes'ta misyoner olarak görevlendirildi. Yoksul olan cemaatine destek olduğunu göstermek için bir fırıncının yanında kaldığı odasını evsiz birine verdi ve saman üzerinde yatıp uyuduğu küçük bir kulübeye taşındı. Bu kötü yaşam koşulları kilise yetkilileri tarafından değerlendirilerek "rahiplik mesleğinin saygınlığını zedelediği" gerekçesiyle işine son verildi. Daha sonra 75 km'lik yolu yürüyerek Brüksel'e geldi, kısa süreliğine Borinage'da Cuesmes'e geri döndü ancak ebeveyninin baskılarına dayanamayarak Etten'e döndü. Etten'de 1880 Mart ayına kadar kaldığı süre içince ebeveyni için hayâl kırıklığı konusu oldu. Özellikle emeklerinin boşa gitmiş olduğunu düşünen babası oğlunun Geel'deki tımarhaneye gitmesini önerdi.
Van Gogh 1880 Ağustos ayında Cuesmes'e dönerek Ekim ayına kadar burada bir madenciyle birlikte yaşadı. Burada çevresindeki insanlar ve manzaralarla ilgilenmeye başladı ve Theo'nun resim ile gerçekten ilgilenmeye başlaması önerisi üzerine insanları ve manzaraları çizmeye başladı. Aynı yıl içinde yine Theo'nun önerisi üzerinde Felemenk ressam Willem Roelofs ile çalışmak üzere Brüksel'e gitti. Van Gogh formel resim okullarını sevmemesine rağmen, Roelofs tarafından Académie Royale des Beaux-Arts'a girmeye ikna oldu. 1880 Kasım ayında akademiye kaydoldu ve burada anatomi ile birlikte gölgeleme ve perspektifin standart kurallarını çalıştı.
Etten, Drenthe ve Lahey (1881-1883).
Van Gogh 1881 Nisan ayında Etten'e dönerek ailesi ile birlikte yaşamaya başladı. Sıklıkla komşularını konu olarak kullanarak çizmeye devam etti. 1881 Ağustos'unda annesinin ablası Willemina ile Johannes Stricker'in kızı olan yeni dul olmuş kuzeni Cornelia "Kee" Vos-Stricker Etten'i ziyarete geldi. Bu ziyarette heyecanlanan Van Gogh kuzeni ile uzun yürüyüşlere çıktı. Kee kendinden yedi yaş büyüktü ve sekiz yaşında bir oğlu vardı. Van Gogh, kuzenine aşkını açıklayarak ve ona evlenme teklif ederek herkesi şaşırttı. Kee teklifi "hayır, asla, hiçbir zaman" ("niet, nooit, nimmer") sözleriyle reddetti. Kee Amsterdam'a döndükten sonra Van Gogh resimlerini satmak ve ikinci dereceden kuzeni Anton Mauve ile görüşmek üzere Lahey'e gitti. Mauve, Van Gogh'un olmak istediği gibi başarılı bir ressamdı. Mauve onu birkaç ay içerisinde geri gelmesi için davet etti ve bu süre zarfında karakalem ve pastel çalışmasını önerdi; Etten'e geri dönen Van Gogh bu tavsiyeye uydu.
1881 Kasım ayının sonlarına doğru Van Gogh Johannes Stricker'a Theo'ya saldırı olarak tanımladığı bir mektup yazdı. Birkaç gün içinde Amsterdam'a gitti. Kee, Van Gogh ile görüşmek istemedi ve ebeveynleri "inadının "can sıkıcı" olduğunu" yazdılar. Umutsuzluğa kapılan Van Gogh sol elini lamba alevine tutarak "Elimi alevin üstünde tutabileceğim süre boyunca onu görmeme izin verin" dedi. Bu olayı çok iyi hatırlayamamaktadır ancak daha sonradan eniştesinin lambayı söndürdüğünü varsaymaktadır. Kee'nin babası asıl olarak Van Gogh'un kendisine bakamaması nedeniyle ikisinin evlenemeyeceğini ve red cevabının dikkate alınması gerektiğini açıkça belirtmiştir.
Mauve, Van Gogh'u öğrenci olarak yanına aldı ve suluboyaya başlattı. Van Gogh, Noel için eve dönene kadar, bir ay boyunca suluboya çalıştı. Etten'de babası ile tartışıp kiliseye gitmeyi reddettikten sonra Lahey'e gitmek için evden ayrıldı. 1882 Ocak ayında Mauve Van Gogh'u yağlı boyaya başlattı ve verdiği ödünç parayla stüdyo kurmasına yardımcı oldu. Bir ay içinde muhtemelen alçı heykellerden resim çizilebilmesinin geçerliliği üzerine bir tartışma nedeniyle Van Gogh ile Mauve'un arası açıldı. Van Gogh model olarak yalnızca sokaktan toplayabildiği kişileri kullanabilecek kadar para ayırabiliyordu ve bu uygulamasını da Mauve onaylamıyordu. Haziran ayında Van Gogh belsoğukluğu krizi geçirdi ve üç hafta hastanede yattı. Hemen ardından Theo'dan ödünç aldığı parayla yağlı boya ile ilk resimlerini yaptı. Yağlıboyayı sevmişti; boyayı tuvale serbestçe yaydıktan sonra tuvalden kazıyarak ve fırçayla boyayı kaldırarak çalıştı. Sonuçların ne kadar iyi olduğuna şaşırdığını yazmıştır.
1882 Mart ayında Mauve'un Van Gogh'a karşı soğuk davranmaya başladığı ve mektuplarına cevap vermeyi kestiği görülür. Muhtemelen Van Gogh'un alkolik bir fahişe olan Clasina Maria "Sien" Hoornik (1850-1904) ve küçük kızı ile yaşamaya başladığını öğrenmiştir. Van Gogh, Sien ile beş yaşındaki kızı yanında ve hamile iken 1882 Ocak ayının sonuna doğru tanışmıştır. Sien'in daha önce iki çocuğu ölü doğmuştur ancak Van Gogh bunu bilmemektedir; 2 Temmuz'da bu sefer Willem adı verilen bir erkek çocuk doğurur. Van Gogh'un babası ilişkilerinin detaylarını öğrenince oğluna Sien'i ve iki çocuğunu terk etmesi için baskı uygular. Vincent başlangıçta babasına karşı çıkar, ve aileyi şehir dışına çıkarmayı düşünür ancak 1883'ün sonuna doğru Sien'i ve çocuklarını terk eder.
Yoksulluk Sien'i tekrar fahişelik yapmaya itmiş olabilir; ev yaşamı daha az mutluluk getirmeye başlamış ve Van Gogh aile yaşamının sanatsal gelişimi ile bağdaşamayacağını hissetmiş olabilir; Sien kızını annesine ve bebek Willem'i de erkek kardeşine verir. Willem 12 yaşında iken Rotterdam'ı ziyaret ettiğini; kendisini meşrulaştırmak için bir amcasının Sien'i evlenmeye ikna etmeye çalıştığını hatırlamaktadır. Babasının Van Gogh olduğuna inanmıştı ancak doğumunun zamanlaması bunu mümkün kılmamaktadır. Sien 1904 yılında Schelde Nehrine atlayarak intihar etti.
1883 Eylül ayında Van Gogh Hollanda'nın kuzeyinde Drenthe'ye taşındı. Aralık ayında yalnız kalmanın da etkisiyle Kuzey Brabant'ta Nuenen'e taşınmış olan ailesinin yanına yaşamak için gitti.
Nuenen ve Anvers (1883 - 1886).
Van Gogh Nuenen'de kendini resme ve çizime verdi. Dışarıda hızlıca çalışarak dokumacıların ve kulübelerinin resimleri ve çizimlerini tamamladı. 1884 Ağustos ayından itibaren kendisinden 10 yaş büyük komşu kızı Margot Begemann ile bir ilişki yaşamaya başladı. Evlenmek isteseler de ikisinin de ailesi bunu istemedi. Bu duruma üzülen Margot striknin içerek intihar etmeye teşebbüs etti ama Van Gogh'un onu en yakın hastaneye götürmesiyle kurtuldu. Van Gogh'un babası 26 Mart 1885'te kalp krizinden öldü.
Van Gogh 1885'te çeşitli natürmort resim serilerini tamamladı. Nuenen'de kaldığı iki yıl boyunca sayısız çizim ve suluboya ile yaklaşık 200 yağlı boya resmi tamamladı. Paleti asıl olarak kasvetli toprak tonlarından ve özellikle koyu kahverenginden oluşuyordu ve daha sonraki çalışmalarını ayırt edecek olan canlı renkler bulunmuyordu.
1885'in başlarında Paris'ten bir sanat simsarı Van Gogh'un resimleri ile ilgilendi. Theo Vincent'a sergilemeye hazır resmi olup olmadığını sordu. Mayıs ayında Van Gogh ilk önemli eseri "Patates Yiyenler" ve birkaç yıllık çalışmanın sonucu olan "köylü karakter çalışmaları" serisi ile karşılık verdi. Kardeşi Theo'ya yeteri kadar resim satamadığı için sitem ettiğinde, Theo Paris'te renkli izlenimci resimlerin çok sattığını, Van Gogh'un resimlerinin ise fazla karanlık bulunduğunu yazdı. Ağustosta çalışmaları ilk defa olmak üzere Lahey'de Leurs galerisinde sergilendi. Genç köylü modellerinden biri 1885 Eylül'ünde hamile kalınca Van Gogh kızı hamile bırakmakla suçlandı ve kasabanın rahibi kasabalıların Van Gogh'a modellik yapmasını yasakladı.
1885 Kasım'ında Anvers'e taşınarak rue des Images'da ("Lange Beeldekensstraat") bir boya satıcısının üst katında oda kiraladı. Yoksulluk içinde yaşadı ve çok kötü beslendi; Theo'dan gelen tüm parayı resim malzemelerine ve modellere harcadı. Öğünleri ekmek, kahve ve sigaradan ibaretti. 1886 Şubat'ında Theo'ya geçen mayıstan beri yalnızca altı sıcak yemek yediğini hatırladığını yazdı. Kötü beslenmeden gevşeyen dişleri ıstırap veriyordu. Anvers'de renk teorisi üzerine çalıştı ve özellikle Peter Paul Rubens'in eserleri olmak üzere müzelerde resimler üzerine inceleme yaptı ve paletine karmin, kobalt mavisi ile Paris yeşilini kattı. Van Gogh limandan Japon ukiyo-e tahta oymabaskıları satın aldı; sonradan bu stilin ögelerini bazı resimlerinin arka planında kullanmıştır. Akademik eğitime olan antipatisine rağmen Anvers'deki Güzel Sanatlar Akademisi'nin sınavlarına girdi ve 1886 Ocak ayında resim ve çizim bölümüne başladı. Yeniden çok fazla içmeye başlamıştı ve 1886 Şubat ve Mart ayları arasında hastaneye yatırıldı, bu sırada muhtemelen frengi için de tedavi edilmiştir.
Paris (1886 - 1888).
Van Gogh 1886 Mart ayında Paris'e taşınarak Theo'nun Montmartre'de Rue Laval'deki dairesine yerleşti ve Fernand Cormon'un atölyesinde çalışmaya başladı. Haziran ayında kardeşler rue Lepic 54 numarada daha büyük bir daireye taşındılar. Paris'te, Vincent arkadaşlarının ve tanıdıklarının portrelerini, natürmortlar, Le Moulin de la Galette manzaraları, Montmartre'dan sahneler, Asnières'den görünüşler Seine Nehri'nin kıyı manzaralarını resmetmiştir. 1885'te Anvers'de iken ilgilenmeye başladığı Japon ukiyo-e ağaç oymabaskıları atölyesinin duvarlarını dekore etmek için kullanmış ve Paris'te iken bu oymabaskılardan yüzlerce toplamıştır. Japonaiserie denemelerinde bulunmuş, "Paris Illustre" dergisinin kapağında bulunan Keisai Eisen röprodüksiyonunu kopyalamış ve büyüterek "The Courtesan" adlı resmi 1887'de yapmıştır.
Galerie Delareybarette'te Adolphe Monticelli'nin portresini gördükten sonra Van Gogh paletinde daha parlak renklere yer vermiş ve özellikle 1888'de yaptığı "Saintes-Maries'de deniz manzarası" resminde olmak üzere daha cesur fırça darbeleri kullanmaya başlamıştır. İki yıl sonra Vincent ve Theo, Monticelli resimleri üzerine bir kitabın basılması için para vermiş ve Vincent koleksiyonuna eklemek için Monticelli'nin bazı eserlerini satın almıştır.
Van Gogh Fernand Cormon'un atölyesini Theo'dan öğrenmiştir. Nisan ve Mayıs aylarında çalıştığı bu stüdyoda Avustralyalı ressam John Peter Russell'ın arkadaş çevresiyle birlikte olmuş, ve aynı atölyede Émile Bernard, Louis Anquetin ile pastel boya ile bir portresini yapan Henri de Toulouse-Lautrec'le tanışmıştır. O zamanlar Paul Cézanne'ın resimlerinin sergilendiği tek yer olan Julien "Père" Tanguy'in boya dükkânında tanışmışlardı. 1886'da burada ilk defa Noktacılık ve Yeni izlenimcilik ekollerinden resimlerin sergilendiği ve Georges Seurat ile Paul Signac'a gözleri çevirttiren iki büyük sergi yapılmıştır. Theo Montmartre bulvarındaki galerisinde İzlenimci tabloları sergiliyordu ancak Van Gogh resimdeki yeni gelişmeleri kabul etmekte biraz yavaş kalıyordu.
İki kardeşin arası biraz açılmıştı. 1886'nın sonlarına doğru Theo artık Vincent ile yaşamayı "hemen hemen dayanılmaz" bulmaya başlamıştı. 1887'nin başlarında ise araları düzelmiş ve Vincent Paris'in kuzeybatı banliyölerinden Asnières'e taşınmıştı. Van Gogh burada Signac ile tanıştı. Tuvale çok sayıda küçük renkli noktanın uygulanması ile uzaktan bakıldığında renklerin birbirine karıştığı optik bir etki bırakan Noktacılık tekniğinin ögelerini kullanmaya başladı. Bu ekolde mavi ve turuncu gibi tamamlayıcı renklerin çarpıcı kontrastlar yaratması özelliği vurgulanır.
Van Gogh Asnières'de iken parkları, lokantaları ve aralarında "Asnières'de Seine üzerinde köprüler" de olmak üzere Seine Nehrini resmetti. 1887 Kasım ayında Theo ve Vincent, Paris'e yeni gelen Paul Gauguin ile arkadaş oldular. Yılın sonuna doğru Van Gogh, Bernard, Anquetin ve muhtemelen Toulouse-Lautrec, Montmartre'da 43 avenue de Clichy adresindeki Grand-Bouillon Lokantasında bir sergi düzenlediler. Bernard, o zamanlar bu serginin Paris'teki diğer sergilerden çok önde olduğunu yazmıştır. Bu sergide Bernard ve Anquetin ilk resimlerini sattı ve Van Gogh Gauguin ile eserlerini değiş-tokuş yaptı. Sergi sırasında resim, ressamlar ve sosyal durumları hakkında tartışmalar başladı ve sergiyi izlemeye gelen Camille Pissarro ile oğlu Lucien, Signac ve Seurat da tartışmalara katıldı. 1888 Şubat'ında Paris'teki hayattan sıkıldığını hisseden Van Gogh burada kaldığı iki yıl süre içinde 200'den fazla resim yaptıktan sonra şehirden ayrıldı. Ayrılmasından saatler önce Theo'nun eşliğinde Seurat'ın atölyesine ilk ve tek ziyaretini gerçekleştirdi.
Arles (1888 - 1889).
İçkiden hastalanan ve sigara öksürüğünden muzdarip Van Gogh 1888 Şubat ayında Arles'e yerleşti. Arles'e bir sanat kolonisi kurma düşüncesiyle taşındığı görülmektedir; Danimarkalı ressam Christian Mourier-Petersen Van Gogh'a iki ay eşlik etti. Başlangıçta Arles egzotik göründü ve bir mektubunda Arles'i yabancı bir ülke gibi anlattı: "Zouavelar, genelevler, ilk komünyonuna giden tapılası güzellikte küçük Arlesli kız, beyaz keten cübbesi içinde tehlikeli bir gergedan gibi görünen papaz, absent içen insanlar, hepsi bana başka bir dünyadan yaratıklarmış gibi görünüyor."
Arles'de geçirdiği zaman Van Gogh'un en çok eser verdiği zamanlardan biri olmuştur: 200'den fazla resmin yanı sıra 100'den fazla karakalem ve suluboya da tamamlamıştır. Bölgenin manzarası ve ışığından büyülenmişti, bu dönem eserlerinde sarı, lacivert ve eflatun bolca görülür. Resimleri hasatları, buğday tarlalarını ve aralarında buğday tarlalarının kıyısındaki "Eski Değirmen" (1888) de olmak üzere bölgedeki yapıları konu almıştır. "Eski Değirmen", 4 Ekim 1888'de Paul Gauguin, Émile Bernard, Charles Laval ve diğer ressamlarla eser değiş-tokuşu için Pont-Aven'e gönderilen yedi tuvalden biridir.
Arles manzaralarının düz görünen ve perspektif içermeyen tarlalar ile caddelerinde Van Gogh'un Hollanda'da büyümesinin etkileri görülür. 1888 Mart ayında "ızgaralı perspektif çerçevesi" kullanarak manzara resimleri yaptı ve bunların üçü "Société des Artistes Indépendants"ın Paris sergisinde sergilendi. Nisan ayında, yakınlarda Fontvieille'de yaşayan Amerikalı ressam Dodge MacKnight tarafından ziyaret edildi. 1 Mayıs 1888'de aylık 15 franga, 2 place Lamartine adresindeki Sarı Ev'in doğu kanadını kiraladı. Odalarda eşya yoktu ve aylardır içinde kimse oturmamıştı.
7 Mayıs'ta Van Gogh Hôtel Carrel'den, arkadaşları Joseph ve Marie Ginoux'in sahibi olduğu Café de la Gare'a taşındı. Sarı Ev'in taşınmadan önce eşya alınması gerekiyordu ancak atölye olarak kullanabiliyordu. Eserlerini sergilemek için bir galeri istemişti ve bir dizi resim yapmaya başladı ki bunların arasında "Van Gogh'un Sandalyesi" (1888), "Arles'daki Yatak Odası" (1888), "Gece Kahvesi" (1888), "Kafe Terasta Gece" (Eylül 1888), "Rhone Üzerinde Yıldızlı Gece" (1888) ve "Natürmort: On İki Ayçiçekli Vazo" (1888) gibi resimler yer alacaktı. Bu resimlerin hepsi Sarı Ev'in dekorasyonu için yapılmıştır.
Van Gogh "Gece Kahvesi" ile "kafenin birinin kendini mahvedebileceği, çıldırabileceği ya da suç işleyebileceği bir mekân olduğu düşüncesini göstermek istediğini" yazmıştır. Haziran ayında Saintes-Maries-de-la-Mer'e gittiğinde Zouave asteğmeni Paul-Eugène Milliet'e ders verdi; denizde ve köyde kayıkları resmetti. MacKnight Van Gogh'u, bazen Fontvieille'da kalan Belçikalı ressam Eugène Boch ile tanıştırdı ve ikisi Temmuz ayında karşılıklı olarak birbirlerini ziyaret etti.
Gauguin'in ziyareti (1888).
Gauguin 1888'de Arles'ı ziyaret etmeyi kabul edince Van Gogh arkadaşlık ve sanat kolonisi kurma düşüncesinin gerçekleşeceğini ümit etmişti. Ziyareti beklerken Ağustos ayında "Ayçiçekleri"ni yaptı. Boch tekrar ziyarete gelince Van Gogh hem onun portresini yaptı hem de "Yıldızlı Geceye Karşı Şair" çalışmasını gerçekleştirdi.
Gauguin'in ziyaretine hazırlık için, portresini yaptığı istasyonun posta müdürü Joseph Roulin'in tavsiyesi üzerine iki yatak satın aldı. 17 Eylül'de içinde hâlâ çok az eşya olan Sarı Ev'de ilk gecesini geçirdi. Gauguin Arles'da onunla birlikte yaşayıp çalışmaya karar verince de muhtemelen en gayretli çaba gösterdiği çalışma olan "Sarı Ev İçin Dekorasyon"a başladı. İki sandalye resmini tamamladı: "Van Gogh'un Sandalyesi" ve "Gauguin'in Sandalyesi."
Van Gogh'un ısrarları sonucunda Gauguin 23 Ekim'de Arles'a geldi ve kasım ayında birlikte resim yaptılar. Gauguin "Ayçiçeklerinin Ressamı" tablosunda Van Gogh'u resmetti; Van Gogh Gauguin'in tavsiyesine uyarak hafızasından resimler yaptı. Bu "hayalî" resimler arasında "Etten'deki Bahçenin Anısı" tablosu da vardır. Dışarıda yaptıkları ilk ortak çalışma Alyscamps'da olmuştur, burada "Les Alyscamps" ortak tablolarını yapmışlardır. Gauguin'in Arles'da kaldığında tamamladığı tek tablo ise"Van Gogh Ayçiçeklerini Boyarken" olmuştur.
Van Gogh ve Gauguin 1888 Aralık ayında gittikleri Montpellier'de Musée Fabre'da Courbet ve Delacroix'nın resimlerini gördüler. İlişkileri kötüleşmeye başladı; Gauguin'e hayranlık duyan Van Gogh ona eşitmiş gibi davranılmasını istiyordu, ancak Gauguin'in küstahlığı ve baskın karakteri Van Gogh'u hayal kırıklığına itiyordu. Sıklıkla tartışıyorlardı; Van Gogh giderek Gauguin'in kendisini terk edeceğinden korkuyordu ve Van Gogh'un "aşırı gerilimli" olarak tarif ettiği durum hızla kriz noktasına doğru ilerledi.
Arles'daki Hastane (Aralık 1888).
Van Gogh'un kulağını keserek kendini yaralamasına giden olaylar silsilesi tam olarak bilinmemektedir. Olaydan on beş yıl sonra Gauguin o gecenin arka arkaya fiziksel olarak tehdit içeren davranışlara sahne olduğunu iddia etmiştir. Karmaşık bir ilişkileri vardı ve Theo'nun Gauguin'e borçlu olması da mümkündür; Gauguin kardeşlerin kendisinden ekonomik olarak yararlandıklarından şüphelenmekteydi. Van Gogh'un, Gauguin'in yanından ayrılacağını fark etmiş olması mümkündür. Yoğun yağmur yağışı nedeniyle iki ressam Sarı Ev'de kapalı kalmışlardı. Gauguin, yürümek için evden dışarı çıktığında Van Gogh'un kendisini takip ettiğini ve "elinde açık bir ustura ile" üzerine geldiğini söylemiştir. Bu söylemler kanıtlanmamıştır; Gauguin büyük bir kesinlikle o gece Sarı Ev'de değildi ve bir hotelde kalıyordu.
Gauguin ile şiddetli tartışmasından sonra odasına dönen Van Gogh, sesler duyar ve ustura ile sol kulağını keser ve aşırı kan kaybeder. Yarasını sardıktan sonra kulağını bir kağıda sararak, genelevde Gauguin ile birlikte gördükleri bir kadına götürür. Van Gogh ertesi sabah yatağında polis tarafından bilincini kaybetmiş olarak bulunmuş ve acilen hastaneye kaldırılmıştır. Hastanede hâlâ eğitim gören genç bir doktor olan Félix Rey tarafından tedavi edilmiştir. Kulak hastaneye getirilmiş ancak üzerinden çok zaman geçtiği için Rey kulağı yerine dikmeyi denememiştir.
Van Gogh'un olayı hiç hatırlamaması akut sinir rahatsızlığı yaşadığını düşündürmektedir. Hastanede konulan teşhis "genel deliriyum ile akut mani"dir, ve birkaç gün içinde yerel polis Van Gogh'un hastaneye kaldırılmasını istemiştir. Gauguin hemen Theo'ya haber verdi. Theo 24 Aralık'ta arkadaşı Andries Bonger'in kız kardeşi Johanna'ya evlilik teklif etmişti. Haberi alır almaz Theo Arles'a gece treni ile gelmek için harekete geçti ve Noel sabahı geldi. Bilinci yarı açık durumdaki Vincent'ı teskin etti. O akşam Paris'e geri döndü.
Tedavisinin ilk günlerinde Van Gogh tekrar tekrar Gauguin'i istedi. Gauguin ise olaya bakan polis memuruna "lütfen bu adamı uyandırırken nazik olun bayım ve eğer beni sorarsa Paris'e döndüğümü söyleyin; beni görmesi onun için ölümcül olabilir" demişti. Gauguin Arles'dan kaçarak gitti ve bir daha Van Gogh'u görmedi. Mektuplaşmaya devam ettiler ve 1890'da Gauguin Anvers'de birlikte bir atölye kurmayı önerdi. Hastaneye gelen diğer ziyaretçiler arasında Marie Ginoux ve Roulin de vardı.
Kötümser bir teşhise rağmen Van Gogh tedaviden sonra 7 Ocak 1889'da Sarı Ev'e geri döndü. Sonraki ayı, halüsinasyonlardan ve zehirlenme delüzyonlarından yakınarak hastane ile ev arasında geçirdi. Aralarında Günoux ailesinin de olduğu otuz kasabalının dilekçesiyle "le fou roux" ("kızıl saçlı deli") olarak tarif edilen Van Gogh'un evi Mart ayında polis tarafından kapatılarak hastaneye döndü. Paul Signac Mart ayında onu iki kere hastanede ziyaret etti; Nisan ayında Van Gogh, evinde yağmurlardan tablolarının zarar görmesi nedeniyle Dr. Rey'in sahibi olduğu odalara taşındı. İki ay sonra Arles'dan ayrıldı ve kendi rızasıyla Saint-Rémy-de-Provence'da bir akıl hastanesine yattı. Bu sıralarda "Bazen tarif edilemez ıstırap hâlleri, bazen zamanın perdesi ile olayların talihsizliğinin bir anlığına parçalandığı zamanlar" diye yazmıştır.
Van Gogh 1889'da yaptığı "Doktor Félix Rey'in Portresi" tablosunu Dr. Rey'e vermiştir. Resimden hoşlanmayan doktor önce tavuk kümesini onarmak için resmi kullanmış sonra da birisine tabloyu vermiştir. 2016'da portre Moskova'da Puşkin Müzesi'nde bulunmaktadır ve değerinin 50 milyon ABD$'nın üzerinde olduğu tahmin edilmektedir.
Saint-Rémy (Mayıs 1889 - Mayıs 1890).
Van Gogh Saint-Paul-de-Mausole akıl hastanesine 8 Mayıs 1889'da bakıcısı Protestan din adamı Frédéric Salles'ın eşliğinde girdi. Saint-Paul, Arles'a 30 km. uzaklıktaki Saint-Rémy'de bulunan eski bir manastırdı ve eski denizci doktor Théophile Peyron tarafından idare ediliyordu. Van Gogh'a biri atölye olarak kullanılmak üzere, pencereleri parmaklıklı iki hücre verildi. Klinik ve bahçesi resimlerinin ana konusu oldu. "Akıl Hastanesinin Holü" ve "Saint-Rémy" gibi hastanenin iç mekânları üzerine bazı çalışmalar yaptı. Bu dönem eserlerinin bazıları, "Yıldızlı Gece" tablosunda olduğu gibi girdapsı şekillerle tanınır. Bakıcı eşliğinde yapmasına izin verilen kısa yürüyüşler sonrasında "Alpilles Önünde Zeytin Ağaçları", "Selviler 1889", "Selvili Mısır Tarlası 1889", "Gece Provence'da Köy Yolu 1890" gibi resimlerde selvileri ve zeytin ağaçlarını resmetti. 1889 Eylül'ünde "Arles'da Yatak Odası" tablosunun iki versiyonunu daha yaptı.
Klinik dışındaki yaşama sınırlı erişimi nedeniyle resme aldığı konularda azalma oluşmuştu. Van Gogh, Millet'nin "Tohum Serpen Adam", "Öğle Dinlenmesi" gibi diğer ressamların tablolarının yorumlarıyla ve kendisinin eski tablolarının varyasyonlarıyla çalışıyordu. Van Gogh Jules Breton, Gustave Courbet ve Millet'nin gerçekçiliğini takdir ediyor ve yaptığı kopyaları bir müzisyenin Beethoven'ı yorumlamasına benzetiyordu.
"Tutuklular Çemberi" (1890) adlı tablosu Gustave Doré'nin (1832-1883) bir oymabaskısından yapılmıştır. Tralbaut resmin ortasında bulunan mahkûmun yüzünün Van Gogh'a benzediğini iddia ederken Jan Hulsker buna karşı çıkmaktadır.
1890 yılının Şubat ve Nisan ayları arasında rahatsızlığı tekrar nüksetti. Depresyonda olan ve yazı yazamayan Van Gogh yine de resim ve çizim yapmaya muktedirdi. Sonradan Theo'ya "hafızadan... Kuzey'in anıları"nı gösteren birkaç küçük tablo yaptığını yazar. Bunların arasında "Günbatımında Karla Kaplı Tarlayı Kazan İki Köylü Kadın" tablosu da vardır. Hulsker, bu küçük tablo grubunun Van Gogh'un o sırada çalıştığı birçok çizim ve eskizin çekirdeğini oluşturduğuna inanmaktadır. Bu kısa dönemin Van Gogh'un hastalığının çalışmaları üzerinde etkisini gösterdiği tek dönem olduğunu söyler. Van Gogh annesine ve kardeşine 1880'lerin başında çalıştığı çizim ve eskizlerini göndermelerini yazdı, böylece eski çizimlerinden yararlanarak yeni tablolar yapmak istiyordu. Bu döneme ait olan renkli "Kederli Yaşlı Adam ("Sonsuzluğun Eşiğinde")" çalışmasını Hulsker "geçmişin diğer bir anısı" olarak tanımlar. Son dönem tabloları sanat eleştirmeni Robert Hughes'a göre "az ile çok anlatmayı ve zarafeti arayan" yeteneklerinin doruğunda bir ressamı gösterir.
Albert Aurier 1890 Ocak ayında "Mercure de France" dergisinde Van Gogh'un eserlerini överek onu "bir dâhi" olarak tanımladı. Şubat ayında Van Gogh, Madame Ginoux'nun iki ressam için Kasım 1888'de modellik yaptığında Gauguin tarafında çizilmiş eskizini temel alarak beş ayrı "L'Arlésienne (Madame Ginoux)" tablosu yaptı. Yine Şubat ayında Van Gogh Brüksel'den aVangart ressamlar topluluğu olan "Les XX" tarafından yıllık sergilerine katılması için davet edilir. Açılış yemeğinde "Les XX" üyelerinden Henry de Groux Van Gogh'un eserlerini aşağıladı. Toulouse-Lautrec buna karşı duracağını söyledi ve Signac da eğer Lautrec geri çekilirse Van Gogh'un onurunu savunmak için mücadeleye devam edeceğini belirtti. De Groux kabalığı için özür diledikten sonra yemekten ayrıldı. Daha sonra Van Gogh'un eserleri Paris'te "Artistes Indépendants" ile sergideyken Claude Monet sergideki en iyi eserlerin Van Gogh'a ait olduğunu söylemiştir. Yeğeninin doğumunda sonra Van Gogh "Hemen onun için, yatak odasına asmak için, bir resim yapmaya başladım, mavi gökyüzüne karşı beyaz çiçek açmış badem dalları" diye yazmıştır.
Auvers-sur-Oise (Mayıs-Temmuz 1890).
1890 Mayıs ayında Saint-Rémy'deki klinikten ayrılarak hem Auvers-sur-Oise'da Dr. Paul Gachet'nin hem de Theo'nun yakınına taşındı. Gachet amatör bir ressamdı ve başka ressamları da tedavi etmişti. Van Gogh'a Gachet'yi Camille Pissarro önermişti. Van Gogh'un Gachet hakkındaki ilk izlenimi "benden daha hasta gibi geldi, ya da en az benim kadar hasta" olmuştur.
Ressam Charles Daubigny Auvers'e 1861 yılında taşındı ve Camille Corot ile Honoré Daumier gibi diğer ressamların da oraya gelmesine önayak oldu. 1890 Temmuz ayında, Van Gogh "Daubigny'nin Bahçesi" adlı iki resmi tamamladı ki bunlardan bir tanesi muhtemelen son tablosudur.
Saint-Rémy'de son haftalarında düşünceleri tekrar "Kuzey'in anıları"nda yoğunlaştı ve Auvers-sur-Oise'da kaldığı 70 günlük süre içinde yaptığı 70 yağlı boya tablonun bazıları kuzey sahnelerini anlatır. 1890 Haziran ayında aralarında "Dr. Gachet'nin Portresi" de olmak üzere doktorunun birkaç portresini yaptı. Portrelerin her birinde Gachet'nin melankolik tavrına vurgu yapılmıştır. "Tepedeki Saz Çatılı Kulübeler" gibi muhtemelen tamamlanmamış tabloları da vardır.
Temmuz ayında Van Gogh "tepelere uzanan uçsuz bucaksız, deniz gibi sınırsız ve hassas sarı düzlüklere" tamamen kendini verdiğini yazmıştır. Tarlalar ilk defa Mayıs ayında daha buğday taze ve yeşerirken ilgisini çekmiştir. Temmuz ayında Theo'ya tarlaları "karışık gökyüzü altında muazzam buğday tarlaları" olarak anlatmıştır.
Tarlaların kendi "üzüntüsünü ve aşırı yalnızlığını" yansıttığını söyleyerek "tuvaller kelimelere dökemediklerimi sana söyleyecek, yani kırsalı ne kadar sağlıklı ve canlandırıcı bulduğumu" diye yazmıştır. Hulsker, 1890 Temmuz ayında yapılan "Buğday Tarlası ve Kargalar" tablosunun "melankoli ve aşırı yalnızlık" ile bağlantılı olduğunu söyler. Hulsker Auvers'de "Buğday Tarlası ve Kargalar" tablosundan sonra yapılmış yedi tabloyu daha tanımlamıştır.
Ölümü.
27 Temmuz 1890'da 37 yaşında iken Van Gogh 7 mm.lik Lefaucheux "à broche" marka bir altıpatlar ile göğsünden yaralanmıştır. Kendini vurduğu öngörülse de bu olaya şahit olan kimsenin olmaması ve silahın hiçbir zaman bulunamaması bu ölümün cinayet olabileceği kuşkusu doğurmuştur. Bu olaya tanık olan kimse yoktur ve olaydan 30 saat sonra ölmüştür. Kendisi resim yaptığı bir buğday tarlasında ya da yöredeki bir ahırda yaralanmış olabilir. Kurşun kaburgasına çarparak göğsünden iç organlara görülen bir zarar vermeden geçmiş ve muhtemelen belkemiğinde durmuş. Yürüyerek, Auvers'de kaldığı Auberge Ravoux'ya dönmüş ve burada iki doktor kendisine bakmıştır ancak bir cerrahın olmaması nedeniyle kurşun çıkarılamamıştır. Doktorlar ellerinden geldiğince yarasını tedavi etmeye çalışmış daha sonra onu piposunu içerken odasında bırakmışlardır. Ertesi sabah Theo kardeşinin yanına geldiğinde onu iyi bir ruh hâli içinde bulmuştur. Ancak birkaç saat içinde yaradan kaynaklanan tedavi edilememiş enfeksiyon nedeniyle durumu kötüleşmeye başlamıştır. 29 Temmuz'un ilk saatlerinde ölmüştür. Theo'ya göre, Vincent'in son sözleri "La tristesse durera toujours" ("Keder sonsuza kadar sürecek") olmuştur.
Van Gogh 30 Temmuz'da Auvers-sur-Oise'da belediye mezarlığına gömüldü. Cenazeye Theo Van Gogh, Andries Bonger, Charles Laval, Lucien Pissarro, Émile Bernard, Julien Tanguy ve Paul Gachet ile birlikte yirmiye yakın aile üyesi, dost ve yerel halktan kişiler katıldı. Zaten hasta olan Theo'nun durumu abisinin ölümünden sonra daha da kötüleşti. Gücünü kaybeden ve Vincent'ın yokluğuyla başa çıkamayan Theo 25 Ocak 1891'de Den Dolder'de öldü ve Utrecht'e gömüldü. 1914'te, Johanna Van Gogh-Bonger Theo'nun cenazesini mezarından çıkartılarak Auvers-sur-Oise'a getirtti ve Vincent'ın yanına gömdürdü.
Van Gogh'un hastalığı ve eserleri üzerindeki etkisi üzerine çok sayıda tartışma olmuş ve yine çok sayıda retrospektif tanı önerilmiştir. Van Gogh'un düzensiz nöbetlerle seyreden ve normal işlevlerine devam edebildiği dönemleri olan bir durumu olduğu konusunda görüş birliğine varılmıştır. Bipolar bozukluk teşhisini 1947'de ilk olarak Perry önermiş ve bu teşhis psikiyatrlar Hemphill ve Blumer tarafından da desteklenmiştir. Biyokimyacı Wilfred Arnold ise semptomların akut intermitent porfiria ile daha çok örtüştüğünü belirtmiş ve bipolar bozukluk ile yaratıcılık arasında bağ olduğuna yönelik popüler görüşün asılsız olabileceğine dikkati çekmiştir. Depresyon nöbetleri ile görülen temporal lob epilepsisi de önerilen teşhisler arasındadır. Uluslararası Bipolar Bozukluklar Dergisi'nde yayımlanan bir araştırmaya göre, Van Gogh'un bipolar bozukluğun yanı sıra borderline (sınırda) kişilik bozukluğu özellikleri de taşıdığı belirtilmiştir. 2020 tarihli bir araştırmada ise Van Gogh'un kardeşine ve arkadaşlarına yazdığı yaklaşık 1000 mektup incelenmiştir. Ünlü ressam bu mektuplarından birinde duygu durumundaki değişimi “ruhsal ateş veya delilik, nasıl adlandıracağımı tam olarak bilmiyorum” ifadeleri ile kaleme dökmüştür. Bu mektuplardan anlaşıldığı kadarıyla Van Gogh en az 10 depresif dönem yaşamış ve bu dönemler oldukça ağır geçmiştir. Teşhisler ne olursa olsun durumunun kötü beslenme, aşırı çalışma, uykusuzluk ve alkol tüketimi ile kötüleştiği muhtemeldir.
Üslûbu ve eserleri.
Sanatsal gelişimi.
Van Gogh okuldayken karakalem çizim ile suluboya çalışmıştır ancak günümüze çok az örnek gelebilmiş ve bunların da Van Gogh'a ait olup olmadığı tartışmalıdır. Yetişkin iken tekrar resme giriş seviyesinden başladı. 1882'nin başında Amsterdam'da tanınmış bir sanat galerisi sahibi olan amcası Cornelis Marinus Van Gogh'tan Lahey konulu çizimler istemiştir. Van Gogh'un bu çalışmaları beklenileni karşılamamıştır. Marinus bu sefer konuyu detaylı olarak tanımlayıp ikinci bir istekte bulunmuş ancak bu da hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştır. Van Gogh yılmadan atölyesindeki kepenkleri değişik şekillerde kapatarak ışıklandırma ile ve değişik çizim malzemeleri kullanarak denemeler yaptı. Bir yıldan fazla süre tek figürler üzerine çalıştı ve bu çalışmaları oldukça ayrıntılı siyah-beyaz çizimlerdir ancak o sırada bu çalışmaları Van Gogh'a yalnızca eleştiri getirmiştir. Sonradan ise bu çizimler ilk dönem şaheserler olarak tanınmıştır.
1882 Ağustos ayında Theo, Vincent'ın açık havada çalışabilmesi için malzeme satın almasına yardım etti. Vincent "yeni bir gayretle resim yapmaya devam edeceğini" yazmıştır. 1883'ün başından itibaren çoklu figür kompozisyonları üzerine çalışmaya başladı. Bu çalışmaların bazılarının fotoğrafını da çektirdi ancak Theo bu resimlerin canlılık ve tazelik barındırmadığını söyleyince hepsini yok ederek yağlı boya resme yöneldi. Lahey Ekolünün Weissenbruch ve Blommers gibi tanınmış ressamlarına başvurdu ve Ekolün ikinci jenerasyonundan De Bock ve Van der Weele gibi ressamlardan teknik tavsiyeler aldı. Drenthe'den sonra Nuenen'e taşınınca birkaç büyük tabloya başladı ancak bunların çoğunu yok etti. "Patates Yiyenler" ve ona eşlik eden resimler o dönemden kalan tek eserlerdir. Amsterdam'da Rijksmuseum'a yaptığı ziyaret sonrasında, Van Gogh hatalarının çoğunun deneyim ve teknik bilgi eksikliğinden olduğunun farkına vardı. Dolayısıyla 1885 Kasım ayında önce Anvers sonra da Paris'e öğrenmek ve becerilerini geliştirmek için gitti.
Theo "Patates Yiyenleri" koyu renkleri yüzünden eleştirdi; bu renklerin modern üslûba uymadığını düşünüyordu. Van Gogh, Paris'te kaldığı 1886 ila 1887 yıllarında daha açık renkler içeren palet ile çalışmaya başladı. "Père Tanguy'in Portresi" (1887) daha parlak renklerle olan başarısını gösterdiği gibi gelişen kişisel üslûbunun da kanıtıdır. Charles Blanc'ın renk üzerine olan teziyle çok ilgilendi ve bu tez onu yardımcı renklerle çalışmaya itti. Van Gogh renk etkisinin betimleyici olmanın ötesine gittiğine inanmaya başladı; "renk kendi başına bir şeyler anlatır" diye yazmıştır. Hughes'a göre, Van Gogh rengi "psikolojik ve ahlaki bir ağırlığa" sahip olarak görüyordu; "insanlığın korkunç tutkularını ifade etmek" istediği "Gece Kahvesi"nin göz alıcı kırmızıları ve yeşilleri bu düşüncesinin bir örneğidir. Duygusal gerçekliği sembolize ettiğini düşündüğü sarı rengin onun için önemi çok büyüktü. Sarı rengi günışığı, yaşam ve Tanrı'yı sembolize etmek için kullandı.
Van Gogh kırsal yaşam ile doğanın ressamı olmaya çabaladı, ve Arles'daki ilk yazında manzaralar ile geleneksel kırsal yaşamı resmederken yeni paletini kullandı. Doğal olanın ardında bir gücün olduğuna dair inancı resimlerinde o gücün yarattığı hissi ya da doğanın özünü bazen semboller kullanarak yakalamaya itti. Başlangıçta Jean-François Millet'ten kopyaladığı "tohum serpen adam" figürleri Van Gogh'un dinsel inanışlarının yansımasıdır: tohum eken adam sıcak güneşin altında yaşam eken İsa'yı sembolize eder. Bu konu ve motifleri tekrar tekrar tablolarında kullanmıştır. Çiçek resimleri de sembolizm ile doludur ancak geleneksel Hristiyan ikonografisini kullanmak yerine yaşamın güneş altında sürdüğü ve çalışmanın yaşamın bir alegorisi olduğu kendi sembollerini yaratmıştır. Arles'da bahar tomurcuklarını boyadıktan ve parlak günışığını yakalamayı öğrendikten sonra güveni artmış ve "Tohum Serpen Adam" tablosunu yapmaya hazır hâle gelmiştir.
Van Gogh "gerçeklik kisvesi" diye adlandırdığı üslûbun içinde kalmış ve aşırı kalıplaşmış geleneksel resimlere eleştirel gözle bakmıştır. Sonradan "Yıldızlı Gece" tablosundaki soyutlamanın çok ileriye gittiğini ve gerçekliğin "arka planda çok geride kaldığını" yazmıştır. Hughes bu tabloyu olağanüstü düşsel bir coşkunluk anı olarak tanımlar: Yıldızlar Hokusai'nin "Kanagawa Oki Nami Ura" ("Kanagawa açıklarında dalga arkası") tahta baskısını andıran büyük bir girdabın içindedir, gökyüzündeki hareket yeryüzündeki selvilerin hareketinde yansımasını bulur ve ressamın imgelemi "yoğun, vurgulu bir boya plazmasına dönüşmüştür."
1885 ila 1890 yılları arasında Van Gogh kişisel imgelemini yansıtacak ve ticari olarak da başarılı olabilecek bir eser koleksiyonu üretiyor gibi görünmektedir. Blanc'ın gerçek bir resim için ressamın optimal renk, perspektif ve fırça darbeleri kullanması olan üslûp tanımından etkilenmiştir. Van Gogh hakkından geldiğini düşündüğü tabloları için "manidar" kelimesini kullanırken diğerlerini etüt olarak değerlendirmiştir. Çok sayıda etüd serisi yapmıştır; bunların çoğu natürmorttur ve renk denemeleri için kullanmış ya da arkadaşlarına hediye etmiştir. Arles'daki çalışmaları ulaşmak istediği eser koleksiyonuna çok yardımcı olmuştur: Van Gogh'un o dönem yaptığı resimler arasında en önemli olduklarını düşündükleri "Tohum Serpen Adam", "Gece Kahvesi", "Etten'deki Bahçenin Anısı" ve "Yıldızlı Gece" tablolarıdır. Geniş fırça darbeleri, yaratıcı perspektifleri, renkleri, konturları ve tasarımları ile bu tablolar aradığı üslûbu temsil etmektedir.
Önemli serileri.
Van Gogh'un üslûbunun gelişmesi sıklıkla Avrupa'nın değişik yerlerinde yaşadığı dönemlerde ilişkilendirilir. Bulunduğu yerdeki kültüre ve ışık koşullarına kendini vermeye meyilliydi ancak yine de oldukça belirgin kişisel bir imgeleme sahipti. Ressam olarak gelişimi yavaş olmuştu ve kendi sınırlarının farkındaydı. Çok sık yer değiştirmesi muhtemelen yeni görsel uyarıcılara maruz kalarak teknik becerilerini geliştirmek içindi. Sanat tarihçisi Melissa McQuillan bu yer değiştirmelerin aynı zamanda üslûp değişikliklerini da yansıttığına, Van Gogh'un yer değiştirerek uyuşmazlıklardan kaçındığına ve idealist olan ressamın içinde bulunduğu koşulların gerçekliğiyle yüz yüze kaldığında bununla başa çıkma mekanizması olarak kullandığına inanmaktadır.
Portreler.
Portreler Van Gogh'a tanınmak için en iyi fırsatı sağlamıştır. Van Gogh portrelerin resimde kendisini "derinden etkileyen ve sonsuzluk hissi uyandıran tek şey" olduğunu yazmıştır. Kız kardeşine yazdığı mektupta kalıcı olacak portreler yapmak istediğini ve fotoğrafik gerçekçilikten çok rengi kullanarak duyguları ve karakteri yakalamaya çalışmak istediğini yazmıştır. Van Gogh kendine en yakın olanların portrelerini çok sık yapmamıştır; nadiren Theo, Van Rappard ya da Bernard'ı tablolarında görebiliriz. Annesinin portrelerini ise fotoğraflardan yapmıştır.
1888 Aralık ayında, ayçiçekleri kadar iyi bir figür olduğunu düşündüğü "La Berceuse" tablosunu yaptı. Tablo sınırlı renklere, değişken fırça darbelerine ve basit konturlara sahipti. Bu tablo Kasım ile Aralık ayları arasında Arles'da tamamladığı Roulin ailesine ait portrelerin doruk noktası olarak görülmektedir. Portreler "Postacının Portresi" tablosundaki akıcı, sınırlı fırça darbeleri ve eşit yüzeylerden "Madam Rouline ve Bebeği" tablosundaki coşkulu tarza, kaba yüzeylere, geniş fırçalara ve palet bıçağının kullanımına kadar farklı üslûplar gösterir.
Otoportreler.
Van Gogh 1885 ila 1889 yılları arasında 43'ten fazla otoportre yapmıştır. Paris'te 1887 ortalarında yaptığı gibi otoportreleri genellikle seri hâlde yapmıştır ve ölümünden çok az bir süre önceye kadar devam etmiştir. Genellikle otoportreleri, başkaları ile görüşmek istemediği içine dönük dönemlerinde yaptığı ya da model bulamadığı için kendi resmini yaptığı etütlerdir.
Otoportreleri sıra dışı bir kendini gözlemleme düzeyini yansıtır. Sıklıkla yaşamındaki önemli dönemlere not düşmek için yapılmıştır. Örneğin Paris'te 1887'nin ortalarında yaptığı otoportre serisi Claude Monet, Paul Cezanne ve Signac'dan haberdar olduğu dönemde yapılmıştır. "Gri Fötr Şapkalı Otoportre"de, kalın fırça darbeleri tuvalin dışına doğru yayılır. O dönemin en tanınmış otoportrelerinden biri olan bu tablo "son derece organize ritmik fırça darbeleriyle ve yeni izlenimcilik repertuvarından türetilmiş alışılmadık hâle ile Van Gogh'un 'manidar' diye adlandırdığı tuvallerden biridir."
Otoportrelerde çok geniş fizyonomik tasvirler görülür. Van Gogh'un ruhsal ve fiziksel durumu ekseriyetle barizdir; saçları dağınık, tıraşsız ya da bakımsız sakallı olarak, gözleri çökmüş, zayıf çeneli ya da dişlerini kaybetmiş olarak görünebilir. Bazılarında dolgun dudaklı, uzun suratlı ve çıkık alınlı ya da keskin ve tetikte bakışlar görülür. Saçları alışılmış kızıllıkta ya da bazen kül rengindedir.
Van Gogh'un bakışları nadiren izleyiciye dönüktür. Otoportreler yoğunluk ve renk açısından farklılıklar gösterir ve özellikle 1888 Aralık ayından sonra yapılanların canlı tonları derisinin bitkin solgunluğunu öne çıkarır. Bazılarında sakallı bazılarında sakalsızdır. Kulağını yaralamasının ardından yapılanlarda sargılar görülür. Yalnızca çok azında kendini bir ressam olarak tasvir etmiştir. Saint-Rémy'de yapılanlar başını sağdan, kesik kulağının aksi istikametinden gösterir; kendisini aynadaki aksine bakarak resmetmiştir.
Çiçekler.
Van Gogh aralarında güller, leylaklar, irisler ve ayçiçekleri de dâhil olmak üzere çeşitli çiçekli manzara resimleri yapmıştır. Bazıları renk dili üzerine olan ilgisini, bazıları da Japon ukiyo-e tarzına olan ilgisini yansıtır. Kuruyan ayçiçeklerinin tasvir edildiği iki serisi vardır. İlk seri 1887'de Paris'te yapılmıştır ve yerde duran çiçekleri gösterir. İkinci seri bir yıl sonra Arles'da tamamlanmıştır ve sabahın erken saatlerindeki ışık altında vazoda tanzim edilmiş buketi gösterir. Her iki seri de kalın boya katmanları ile yapılmıştır ve Londra National Gallery'e göre bu teknik "ayçiçeklerinin tohumlarının dokusunu" andırır.
Bu seride Van Gogh alışıldığı gibi resimlerine öznellik ve duygu katmakla uğraşmamış daha çok gelmekte olan Gauguin'e teknik becerilerini ve çalışma yöntemlerini göstermek için bu iki seriyi yapmıştır. 1888 tarihli tablolar ressamın nadir iyimserlik döneminde yapılmıştır. Vincent Ağustos 1888'de Theo'ya "Bouillabaisse yiyen bir Marsilyalının hazzıyla resim yapıyorum, büyük ayçiçeklerini boyama konusunda bu şaşırtıcı olmaz... Eğer bu planı gerçekleştirirsem bir düzine kadar tuval olacak. Tamamı dolayısıyla mavi ve sarıdan ibaret bir senfoni olacak. Hepsini sabahları, gündoğumundan itibaren yapıyorum. Çiçekler çok çabuk solduğu için tamamını bir kerede yapmak gerekiyor."
Ayçiçekleri, Gauguin'in ziyaretine hazırlık olsun diye duvarları dekore etmek amacıyla yapılmıştır ve Van Gogh bu tabloları Arles'daki "Sarı Ev'in konuk odasının" duvarlarına asmıştır. Oldukça etkilenen Gauguin sonradan Paris versiyonlarının ikisini yanında götürmüştür. Gauguin'in ayrılmasından sonra Van Gogh ayçiçeklerinin iki önemli versiyonunu "Berceuse Triptiği"nin kanatları olarak düşünmüş ve Brüksel'deki "Les XX" sergisine dâhil etmiştir. Günümüzde serinin ana tabloları ressamın en çok tanınmış tabloları arasında yer alır. Ayçiçekleri tabloları sarı rengin hastalıklı çağrışımları, Sarı Ev ile bağlantıları, fırça darbelerinin abartılı dışavurumculuğu ve koyu arka planlarla yaptığı kontrast ile bilinirler.
Selviler.
On beş tuvalde, Arles'da cazibesine kapıldığı selvileri resmetmiştir. Geleneksel olarak ölüm ile ilişkilendirilen bu ağaçlara yaşam getirmiştir. Arles'da başladığı selvi serilerinde ağaçlarda uzakta rüzgâr kesici olarak resmedilmişken Saint-Rémy'de selvileri tablolarında ön plana almıştır. Vincent Mayıs 1889'da Theo'ya şöyle yazmıştır: "Selviler hâlâ zihnimi meşgul ediyor, ayçiçekleri tablolarım gibi onlarla da bir şeyler yapmak istiyorum. Çizgi ve oran olarak Mısır dikilitaşları gibi güzeller."
1889'un ortalarında kız kardeşi Wil'in isteğiyle Van Gogh "Selvili Buğday Tarlası" tablosunun birkaç küçük versiyonunu yapmıştır. Bu eserler girdapları ve yoğun impasto tekniği ile tanınırlar ve içlerinde ön planına selvilerin hakim olduğu "Yıldızlı Gece" tablosu da yer alır.
Bu dönemdeki diğer eserleri arasında "Alpilles Önünde Zeytin Ağaçları" (1889, bir mektubunda bu tablo hakkında Theo'ya şöyle yazmıştır: "Sonunda zeytin ağaçları ile bir manzaram var."), "Selviler" (1889), "İki Figürlü Selvi" (1889-90) ve "Selvili ve Yıldızlı Yol" (1890). Saint-Rémy'de iken Van Gogh zamanını dışarıda zeytin bahçelerinde ağaçları resmederek geçirmiştir. Bu eserlerde doğal yaşam, doğal dünyanın kişileştirilmesi gibi eğri büğrü ve çarpık çurpuk resmedilmiştir ve bu tablolar Hughes'a göre "doğanın bir tezahürü olduğu sürekli bir enerji alanı" ile doludurlar.
Meyve Bahçeleri.
"Çiçekli Meyve Bahçeleri" Van Gogh'un Şubat 1888'de Arles'a geldikten sonra tamamladığı ilk tablo gruplarından biridir. Bu grupta bulunan 14 tablo iyimser, neşeli ve tomurcuklanan baharın görsel dışavurumudur. Zarif bir hassaslığa sahiptirler ve insan figürü içermezler. Hızlıca boyadığı bu tabloları izlenimciliğin bir versiyonu ile yorumladıysa da bu dönemde belirmeye başlayan kişisel üslûbu güçlü bir şekilde hissedilmektedir. Tomurcuklanan ağaçların geçiciliği ile mevsimin geçip gitmesi kendi süreksizlik hissi ile Arles'da yeni bir başlangıca inanmasıyla uyum göstermiş gibidir. O bahar mevsiminde ağaçların tomurcuklanmasında "bundan daha Japon olamayacak bir motifler dünyası" bulmuştur. Vincent 21 Nisan 1888'de Theo'ya "10 meyve ağacı ile bozduğum büyük bir kiraz ağacım [resmim] var" diye yazmıştır.
Bu dönemde Van Gogh gölgelere hükmederek ışık kullanımında ustalaşmış ve hemen hemen kutsal bir tarzda ağaçları ışık kaynağı gibi resmetmiştir. Ertesi yılın başında aralarında "Arles'dan Manzara, Çiçekli Meyve Bahçeleri" de olan daha küçük bir grup resim yapmıştır. Fransa'nın güneyindeki manzara ve bitki örtüsünden büyülenen Van Gogh sıklıkla Arles yakınlarında çiftlik bahçelerini gezmiştir. Akdeniz ikliminin canlı ışığında paletinde kullandığı renkler de önemli ölçüde parlaklaşmıştır.
Buğday Tarlaları.
Van Gogh Arles çevresinde yaptığı gezilerde çeşitli tablolar yapmıştır. Hasatların, buğday tarlalarının ve aralarında buğday tarlalarının sınırında pitoresk bir yapı olan "Eski Değirmen" (1890) de dâhil olmak üzere bölgedeki önemli kırsal yapıları resmetmiştir. Bazen, Lahey'de, Anvers'de ve Paris'te manzaraları penceresinden bakarak tuvale geçirmiştir. Bu eserler Saint-Rémy'deki akıl hastanesinin hücresinden bakarak yaptığı Buğday Tarlası serisi ile taçlanmıştır.
Son tablolarının çoğu kasvetli ama özünde iyimserdir ve Van Gogh'un ölümüne kadar makul bir zihin sağlığına dönme arzusunu yansıtır. Yine de son eserlerinin bazıları derinleşen endişelerinin bir yansımasıdır. 1890'nın Temmuz ayında Van Gogh Auvers'den yazarak "tepelere uzanan uçsuz bucaksız, deniz gibi sınırsız ve hassas sarı düzlüklere" tamamen kendini verdiğini söylemiştir.
Tarlalar ilk defa Mayıs ayında daha buğday taze ve yeşerirken ilgisini çekmiştir. "Auvers'de Buğday Tarlaları ve Beyaz Ev" tablosunda pastoral bir harmoni hissi uyandıran daha itaatkâr sarılar ve maviler görülür.
10 Temmuz 1890'da Theo'ya yazdığı mektupta karışık gökyüzü altında muazzam buğday tarlalarından bahsetmiştir. "Buğday Tarlası ve Kargalar" tablosu ressamın son günlerindeki ruh hâlini gösterir; Hulsker tabloyu "tehditkâr gökyüzü ve kötü alâmet içeren kargalarla kötü kaderle dolu bir resim" olarak tanımlar. Koyu renkleri ve ağır fırça darbeleri bir tehdit hissi uyandırır.
Görsel sanat akımları ve Van Gogh.
Van Gogh resimlerinde çok sayıda tarzı denemiştir. Sonunda kendine özgü bir üslûp geliştirmiştir. Van Gogh ressamların duyguları ifade edebileceğine ve bunların gerçekliğin bir taklidi olmadığına inanmaktaydı.
Van Gogh izlenimcilik ile Paris'te tanışmıştır. Figürlerinden vazgeçmeden duru ve anlaşılır resim tarzını heyecanla kendine uyarladı. Bir ara izlenimcilikten etkilenmiş olan Van Gogh, Gauguin ve Cézanne art izlenimcilik akımının başlıca ressamlarıdır. Van Gogh özellikle Alman dışavurumculuğu ile fovizm gibi kendinden sonra gelen daha modern görsel sanat akımlarını da etkilemiştir. Ayrıca, Fransa'da dışavurumculuğu bildiren bir duyguyla resim yapmıştır. Aynı zamanda sanatı ile bir duyguyu anlatabilme amacı taşıdığı için sembolizmin hazırlanmasına da katkıda bulunmuştur.
İzlenimcilik.
İzlenimcilik, 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış olan bir Fransız görsel sanatlar akımıdır. O zamana kadar ressamların yeğlediği geçmişin büyük savaşları ya da İncil'den sahneler yerini artık kişisel bir bakış açısıyla resmedilmiş gündelik hayatın sahnelerine yerini bırakır. Aynı zamanda gerçekçi de olmak isteyen bu akımın ressamları canlı renklere ve ışık oyunlarına önem verirler. Açık hava ressamlığına önem veren bu ressamların resimlerinin vazgeçilmez ögesi ışıktır.
Monet, Manet, Renoir ve Degas gibi ressamlar tarafından öncülük edilen izlenimcilik, Seurat ve Signac gibi noktacılık ustası ressamların yeni izlenimciliği, Gauguin ve Pont-Aven Ekolü, Bernard ve cloisonnizm için, Toulouse-Lautrec, Van Gogh ve sayısız "art izlenimci" ressam için başlangıç noktası olmuştur. Örneğin Van Gogh'un "Çiçekli Meyve Bahçeleri" serisi doğa motifleri yoluyla ışık ve rengin arayışı ile izlenimciliğin tüm özelliklerinin değişik bir arayışını içeren versiyonlarıdır. Bu ressamlar açık havada çalışmayı tercih etmişlerdir. Mümkün olduğunca gri ve siyahı kullanmaktan kaçınmışlar ve önden bakış ile derinlik yanılsamasını kullanmamışlardır. Van Gogh'un "izlenimciliği" resmettiği anın ışık şiddetini ifade eden yansımaları, ışığın etkilerini kullanmasıyla gerçekleşmiştir. Tablolarında renkler tamamlayıcı renklerinin kontrastıyla birlikte algılanır, yani kırmızı ile yeşil "tam" bir imge oluşturur. Van Gogh'un bazı resimleri diğer izlenimci ressamların tablolarıyla birlikte bağımsız ressamların sergilerinde sergilenmiştir. Van Gogh aynı sergideki ressamların tablolarının Hollanda'da da tanınmasını istemiş ve değerlerinin zamanla tanınacağına inanmıştır.
Art izlenimcilik.
1880'lerin genç ressamları o döneme damgasını vurmuş olan izlenimcilik ile karşı karşıya kalmışlardır. Yüzyılın sonuna kadar çok sayıda yenilikçi akım bir arada bulunmuştur. Art izlenimcilik sanat akımı, yeni izlenimcilik, sembolizm, Nabiler ve bunun gibi çok sayıda sanat akımının tamamına verilen addır. Sanat tarihinde art izlenimcilik kısa bir dönemde var olmuştur. Bu akım içinde resim sanatında bir devrim yaratmak isteyen Paul Cézanne, Vincent Van Gogh, Paul Gauguin, Henri de Toulouse-Lautrec ya da Georges Seurat gibi ressamlar bulunmaktadır. Bu ressamların ortak noktası natüralizmi reddetmeleridir. Van Gogh gerçekliğin tasvirinin ötesine geçme isteğine hayrandır ve Theo'ya Cézanne hakkında "bir bölgenin tümlüğünü hissetmek gerekir" diye yazmıştır. Resimleriyle gerçekçilikten daha da fazlasını aktarmanın yolunu aramaktaydılar.
Van Gogh resimleri yoluyla bir imgeden daha fazlasını, duygularını ifade etmeyi ummaktadır. Auvers-sur-Oise'da kardeşine ve eşine "keder ve en uçtaki yalnızlığı ifade etmeyi aramaktan çekinmedim. […] Bu tuvallerin sözlerle ifade edemediklerimi size anlatacaklarına, taşrada neyin sağlık getirdiğini ve neyin güçlendirdiğini anlatacağına hemen hemen inanmaktayım." diye yazmıştır.
Dışavurumculuk.
Dışavurumculuğun ilk örneklerine 19. yüzyılının son yirmi yılından itibaren, 1887'nin sonundan itibaren Van Gogh'un eserleri ile birlikte Edvard Munch (özellikle "Çığlık") ve James Ensor'un tablolarında rastlanır. Bununla birlikte "dışavurumculuk" terimi ilk olarak 1911 yılının Ağustos ayında sanat eleştirmeni Wilhelm Worringer tarafından kullanılmıştır. Van Gogh 1888'de Arles'a geldikten sonra, Akdeniz ikliminin verdiği coşkuyla renkleri fethetmeyi aradığı resimlerde bu akımın özellikleri daha da vurgulanmıştır: "Yıldızlı Gece" ya da "Zeytin Ağaçları". Resimlerinde sahnelerin abartılması, basitleştirilmesi ve hatta karikatürize edilmesi, ressamların utanmadan fiziksel ve ruhsal sefaleti açığa çıkarmaya çalıştıkları dışavurumculuğun ilanıdır.
Ernst Ludwig Kirchner, Erich Heckel ve Oskar Kokoschka gibi dışavurumcu ressamlar Van Gogh'un kalın ve tanecikli izler bırakan kaba fırça darbelerinden esinlenmişlerdir. Van Gogh'un ilk hayranlarından biri olan Octave Mirbeau'ya göre "Bu şekiller gökyüzünün hayran olunası çılgınlığına […], çıldırmış kuşlara benzeyen bu fantastik çiçeklerin ortaya çıkışına kadar çoğalır, karışır, bükülür, Van Gogh her zaman hayran olunası ressam özelliklerini korur."
Aynı zamanda Van Gogh konuyu ifade edebilmek için doğal renkleri değiştirme serbestliğini kullanır: "Büyük hülyalar gören bir ressam dostumun portresini yapmak istiyorum […] Bitirmek için renkleri gelişigüzel kullanacağım. Saçların sarısını abartıyorum, turuncu, krom rengi, soluk limon sarısına ulaşıyorum. Kafasının arkasında evin adi duvarlarını boyamak yerine basit, en zengin maviden bir arka plan yapıyorum […] açık sarı saçlara sahip kafası bu zengin mavi fonun önünde, koyu lacivert içindeki yıldız gibi gizemli bir hava veriyor."
Fovizm.
Fovizm 1905 ile 1907 yılları arasında belirginleşmiş bir Fransız görsel sanat akımıdır. Bu akımda ressamlar nesne ile rengi ayırmayı ve önceliği renklerin ifadesine vermeyi arzulamışlardır. Van Gogh bu akımın öncüllerinden biridir. Özellikle Arles'da yaptığı tablolarda kullandığı göz alıcı renk paleti ile fovist ressamları etkilemiştir. Bu dönemde Van Gogh özellikle yardımcı renkler ile alışılmışın dışında renk tonlarını yan yana getirerek canlı renkler kullanmaktan çekinmemiştir. Van Gogh'un kullandığı bu parıltılı ve ışıltılı renkler Vlaminck ve Derain gibi fovist ressamların esin kaynağı olmuştur. Dolayısıyla fovist tablolarda Van Gogh'un kullandığı renk düzenlemelerinin aynılarına rastlanır. Örneğin, de Vlaminck'in "Partie de campagne" ya da "La Seine à Chatou" tablolarında kırmızı ve yeşilin yakınlığı Van Gogh'un "Gece Kahvesi" resmindeki gibi vurgulanmıştır.
Sembolizm.
Sembolizm ya da simgecilik, 1886 ila 1900 yılları arasında ortaya çıkmış, çeşitli alanlarda etkisini göstermiş bir sanat akımıdır. Gustave Moreau, Eugène Carrière, Edward Burne-Jones ve Martiros Sergeyeviç Saryan resim alanında bu akımı etkileyen ressamlardır. Sembolizm doğal gerçekçiliğe karşı bir tepkidir. Simgeciler, doğal gerçekçilerin aksine nesneyi olduğu gibi resmetmez aksine ideal bir dünyayı canlandıran bir izlenim, bir duyum arar ve ruh hâlinin ifadesine önem verirler. Simgeler duyarlılığın "üstün gerçekliğine" ulaşmaya yardımcı olurlar.
Mektuplarından birinde Van Gogh sembolizm hakkında görüşlerini şöyle belirtir: "... her bir gerçeklik aynı zamanda bir simgedir." Aynı mektupta Millet ve Lhermitte gibi ressamları da sembolizm ile ilişkilendirir. Bu düşünceleri sembolizme olumlu bakışını gösterir ve kendi niyetini ve esin kaynaklarını gösterir. Kendini gerçekliğe adamıştır ancak bu gerçeklik fotoğrafla yakalanan gerçeklik değil "sembolik" bir gerçekliktir.
Sembolizm eylemin gücünde "şiirin özünü, yani saf şiirin, evrenin ideal yapısını ortaya çıkararak düşüncenin ve dünyanın nasıl meydana geldiğini söyleyen şiirin" özünü arar, "sembolizm şiiri gizeme katılmaya davet eder." Benzer arayışlar içinde olan Van Gogh, kardeşi Theo'ya şöyle yazmıştır: "Ve bir resimde müzik gibi avunduran bir şeyler söylemek istiyorum. Bir zamanlar hâlenin sembolü olduğu ve ışıltılığın kendisiyle, renklendirmenin titreşimiyle ulaşmayı aradığım sonsuzluğun bilinmez tavrını taşıyan erkek ve kadınları resmetmek istiyorum." Van Gogh böylece, izlenimcilikten dışavurumculuğa modern resim sanatının gideceği yolu hazırlamaktadır.
Şöhreti.
Van Gogh'un 1880'lerin sonundaki ilk sergilerinden sonra ünü ressamlar, eleştirmenler, simsarlar ve koleksiyoncular arasında düzenli olarak büyüdü. 1887'de André Antoine Paris'te Théâtre Libre'de Van Gogh'un eserlerini Georges Seurat ve Paul Signac'ın tablolarının yanına astı; bunların bazıları Julien Tanguy tarafından edinilmiştir. 1889'da resimleri "Le Moderniste Illustré" dergisinde Albert Aurier tarafından "ateş, yoğunluk, günışığı" ile nitelenir diye tarif edilmiştir. On tablosu 1890 yılının Ocak ayında "Société des Artistes Indépendants" tarafından Brüksel'de sergilenmiştir.
Van Gogh'un ölümünden sonra anısına Brüksel, Paris, Lahey ve Anvers'de sergiler düzenlenmiştir. Aralarında 1891'de Brüksel'de retrospektif bir sergi olarak düzenlenen "Les XX" sergisindeki altı tablosu da dâhil olmak üzere eserleri çeşitli üst düzey sergilerde yer almıştır. 1892'de Octave Mirbeau Van Gogh'un intiharı üzerine "sanat için sonsuz derecede üzücü bir kayıp... her ne kadar insanlar muhteşem bir cenazeye gelmemiş olsa da ve bu dünyadan gidişi güzel bir deha alevinin sönüşü anlamına gelen zavallı Vincent Van Gogh ölümüne uğurlanırken de yaşadığı gibi gözlerden uzakta ve ihmâl edilmişti" diye yazmıştır.
Theo 1891 Ocak ayında ölünce de Vincent'ın sesi çıkan ve bağlantıları iyi olan tanıtıcısı da yok olmuş oldu. Theo'nun dul eşi yirmilerinde bir Hollandalı olan Johanna Van Gogh-Bonger ne eşini ne de kayınbiraderini çok uzun süredir tanımıyordu ve birdenbire kendini yüzlerce tablo, mektup ve çizimle buldu ve ayrıca küçük çocuğu Vincent Willem Van Gogh'a da bakmak zorundaydı. Gauguin Van Gogh'u tanıtmak için yardımcı olmaya yanaşmadığı gibi Johanna'nın abisi Andries Bonger'da tablolara pek sıcak bakmıyordu. Eleştirmenler arasında Van Gogh'u ilk destekleyenlerden biri olan Aurier'de 1892'de 27 yaşında tifodan öldü.
1892'de Émile Bernard Paris'te yalnızca Van Gogh'un resimlerinden oluşan küçük bir gösteri düzenledi ve Julien Tanguy bazıları Johanna Van Gogh-Bonger'den satılmak üzere alınmış Van Gogh tablolarını sergiledi. 1894 Nisan ayında Paris'te Durand-Ruel Galerisi 10 tabloyu satılmak üzere aldı. 1896'da, o zamanlar henüz tanınmamış bir güzel sanatlar öğrencisi olan Fovist ressam Henri Matisse, Bretanya açıklarında Belle Île'de John Peter Russell'ı ziyaret etti. Russell Van Gogh'un yakın arkadaşıydı ve Matisse'i Hollandalının eserleriyle tanıştırdı ve Van Gogh'un bir çizimini verdi. Van Gogh'dan etkilenen Matisse toprak renklerinden oluşan paletini bırakarak daha parlak renkler kullanmaya başladı.
Paris'te 1901'de Bernheim-Jeune Galerisi'nde büyük bir Van Gogh sergisi verildi ve bundan etkilenen André Derain ile Maurice de Vlaminck Fovizm'in çıkışına katkıda bulundu. Sonderbund ressamları ile Köln'de 1912'de, New York'ta Armory Show'da 1913'te ve Berlin'de 1914'te olmak üzere önemli grup sergileri yapıldı. Henk Bremmer Van Gogh hakkında konuşmak ve öğretmek konularında etkili olmuştur ve sonradan arzulu bir Van Gogh koleksiyoncusu olacak olan Helene Kröller-Müller'i ressamın eserleriyle tanıştırmıştır. Alman Dışavurumculuğunun ilklerinden Emil Nolde Van Gogh'un eserlerine borçlu olduğunu söylemiştir. Bremmer'in yardımıyla Jacob Baart de la Faille'in "catalogue raisonné"si "L'Oeuvre de Vincent Van Gogh" ("Vincent Van Gogh'un Eserleri") 1928'de yayımlanmıştır.
Van Gogh'un ünü ilk doruk noktasına, Avusturya ve Almanya'da I. Dünya Savaşı'ndan önce 1914'te üç cilt hâlinde mektuplarının yayımlanmasıyla ulaştı. Mektupları içten ve sarihti ve kendi alanında 19. yüzyılın en önde gelenleri arasında olduğu tanımlanmıştır. Bu mektuplar sanatı için cefa çekmiş ve genç yaşında ölmüş, büyük ve kendini adamış bir ressam olarak çok kuvvetli bir Van Gogh mitolojisinin başlamasına neden oldu. 1934'te romancı Irving Stone "Yaşama Tutkusu" adı ile Van Gogh hakkında Theo'ya yazdığı mektupları temel alan biyografik bir roman yayımladı. Bu kitap ve aynı adı taşıyan 1956 yapımı film Van Gogh'un ününü daha da artırdı.
1957'de Francis Bacon, Van Gogh'un II. Dünya Savaşı sırasında yok olmuş olan "Tarascon Yolunda Ressam" adlı tablosunun kopyalarını temel alan bir dizi resim yaptı. Bacon "zihnine musallat olmuş" olarak tanımladığı bir imgeden esinlenmişti ve kendisinde yankısını bulduğu Van Gogh'a toplumdan yabancılaşmış bir birey olarak bakıyordu. Bacon kendini Van Gogh'un resim teorileriyle özdeşleştirdi ve Theo'ya yazılan şu satırlara atıfta bulundu: "[G]erçek ressamlar nesneleri olduğu gibi resmetmezler... [O]nları "kendilerinin" nasıl olması gerektiğini hissettikleri gibi resmederler."
Van Gogh'un eserleri dünyanın en pahalı resimleri arasında yer alır. 100 milyon US$ (günümüzdeki eşdeğeri) üzerinde satılan tabloları arasında "Dr. Gachet'nin Portresi, Joseph" "Roulin'in Portresi" ve "İrisler" bulunmaktadır. New York'ta bulunan Metropolitan Museum of Art'ın "Selvili Buğday Tarlası" versiyonu 1993 yılında 57 milyon US$'na koleksiyona katılmıştır. 2015 yılında "L'Allée des Alyscamps" New York'ta Sotheby's müzayede salonunda 66,3 milyon US$'na satılmıştır.
Van Gogh Müzesi.
Van Gogh'un aynı adı taşıyan yeğeni Vincent Willem Van Gogh (1890-1978) annesinin 1925'te ölümünden sonra Van Gogh'un tüm eserlerini miras yoluyla devraldı. 1950'lerin başında Van Gogh'un mektuplarının tamamının dört cilt hâlinde ve farklı dillerde basılmasını ayarladı. Daha sonra Hollanda hükûmeti ile koleksiyonun tamamının satın alınması ve sergilenmesi için bir vakıf kurulması konusunda anlaştı. Theo'nun oğlu resimlerin mümkün olan en iyi şartlar altında sergilenebilmesi için projenin planlamasına katıldı. Proje 1963'te başladı ve binanın tasarımı mimar Gerrit Rietveld'e verildi ve onun 1964 yılında ölmesinin ardından Kisho Kurokawa görevi üstlendi. Açılışı için 1972 yılı hedeflenen proje 1960'lar boyunca devam etti.
Van Gogh Müzesi 1973'te Amsterdam'da Museumplein meydanında açıldı. Düzenli olarak yıllık 1,5 milyondan fazla ziyaretçisiyle Rijksmuseum'dan sonra Hollanda'nın en popüler ikinci müzesi olmuştur. 2015 yılında ulaştığı 1,9 milyon ziyaretçinin %85'i başka ülkelerden gelmiştir.
Popüler kültürde Van Gogh.
Sinema ve televizyon filmleri.
Van Gogh'un yaşamı, eserleri ve kişiliği çok sayıda filme esin kaynağı olmuştur:
Müzelerde Van Gogh.
Vincent Van Gogh'un eserleri aşağıdaki müzelerde sergilenmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7935",
"len_data": 69184,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.6
}
|
Turgut Özatay (30 Aralık 1926, Alaşehir - 26 Haziran 2002, İstanbul), Türk sinema ve tiyatro oyuncusu.
Hayatı.
1950'li ve 1960'li yıllardaki jön rollerinin ardından gerek Cüneyt Arkın gerekse Kemal Sunal filmlerinin önde gelen kötü adamlarından biri olmuştur. Türk sinemasında Erol Taş ve Hulusi Kentmen'in ardından en çok film çeviren 3. kişi olarak bilinir. 497 filmde rol almıştır.
Erken yılları ve oyunculuğu.
Kendisi Üsküp'ten Balkan Savaşları öncesinde İzmir'e göç eden Balkan Türklerinden Emin Özatay'ın oğludur. Özatay lisede atletizm ile tanıştı. 1952 Yaz Olimpiyatlarına da katıldı. 1953 yılında bir sinema salonunda yönetmen Refik Kemal Arduman kendisini görünce oyunculuk teklif eder. Böylece Özatay için sinema serüveni başlamış olur. Sinemaya girdiği ilk döneminde genellikle Jön rollerinde oynadı. 1968 yılında İstanbul'da İtalyan turist Cinzia Morigi ile tanışıp evlendi. Bir süre İtalya'da yaşadı. Ardından boşanıp Metin Özatay ile evlendi.
Sezercik Küçük Mücahit filminde EOKAcılar'ın başı, Kurban filminde Abbas, Umudumuz Şaban filminde müteahhit Muhteşem Halkakul, Ferdi Tayfur'un Yuvasız Kuşlar filminde giyim dükkânı sahibi ve ona eziyet eden Hilmi abiyi, Korkusuz Korkak filminde limona deli olan Ayı Abbas'ı, Üç Kağıtçı filminde minibüsçü Hasan, "Atla Gel Şaban" filminde "Şiki Şiki Baba" kasedini arayan Davut, "Keriz" filminde Zülfü'nün şehirde köylüsü Arif'i, "Talih Kuşu" filminde kumar masasında oyun oynayan adamlardan biri, "Zehir Hafiye" filminde "Manyak Mahmut" rollerini oynamıştır.
Ölümü.
26 Haziran 2002'de akciğer kanseri nedeniyle 75 yaşında ölmüştür. Teşvikiye Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Feriköy Mezarlığı'nda defnedildi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7938",
"len_data": 1677,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.47
}
|
Bebop veya bop, melodik bir yapıdan ziyade daha çok harmonik bir yapı üzerine kurulmuştur ve hızlı tempo ile doğaçlama (emprovizasyon) ile karakterize edilen caz türüdür. 1940'lı yılların başlarında ve ortalarında ortaya çıkmıştır. Hard Bop ise beboptan esinlenerek Blues ile Gospel müziğinin birleştirilmiş bir şeklini oluşturmaktadır. Kurucuları arasında Dizzy Gillespie, Charlie Parker ve Kenny Clarke vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7940",
"len_data": 412,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.77
}
|
Biyomedikal mühendisliği, geleneksel mühendisliğin analitik deneyimlerinden yararlanarak, biyoloji ve tıpta karşılaşılan problemlerin çözümü için çalışan ve teşhis, izleme ve tedavi dahil olmak üzere sağlık bakımı konusunda genel anlamda ilerlemeler sağlamayı hedefleyen, mühendisliğin tasarım ve problem çözme becerilerini tıbbi biyolojik bilimlerle birleştirerek mühendislik ve tıp arasındaki boşluğu kapatmayı hedefleyen bir mühendislik dalıdır. Öğrencilerin bu mühendislik dalını seçmelerindeki etkenler; insanlara hizmet etme hazzı, canlı sistemlerle yapılan çalışmalarda görev alma ve en ileri teknolojileri tıbbi bakımın kompleks alanlarında uygulayabilme heyecanı olarak özetlenebilir.
Biyomedikal mühendis, doktor, hemşire, terapist ve teknisyen gibi tıbbın diğer profesyonelleriyle bir arada çalışır. Biyomedikal mühendislerin çalışma konuları, cihazların ve yazılımların tasarımından, pek çok teknik kaynaklardan bilgileri derleyip yeni prosedürler geliştirmeye ve klinik problemleri çözme amacıyla araştırmalar yapmaya kadar geniş bir alana yay teşhis ve tedavi amacıyla kullanılan mekanik ve elektronik cihaz ve sistemlerin tasarım, üretim, geliştirme, teknik işletme ve bakım-onarım faaliyetleri de yer alır. Bilgisayarlı tomografi, manyetik rezonans, nükleer tıp ve ultrasonik görüntüleme sistemleri, pet görüntüleme, renkli ultrasonik fiber endeskoplar, çeşitli tipte lazer cihazları, bu alanda kullanılan örnek cihazlardandır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7952",
"len_data": 1443,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.58
}
|
Jürgen Habermas (d. 18 Haziran 1929, Düsseldorf), Alman felsefeci/felsefe profesörü, sosyolog ve siyaset bilimci. Müzakereci demokrasinin babası olarak bilinir.
Eleştirel kuram ve Amerikan pragmatizmi geleneğine mensuptur. Kuramında temellendirdiği kamusal alan (public sphere) kavramı ve iletişimsel eylemin pragmatizmi ile tanınır. Çalışmaları bazen Yeni-Marksist olarak adlandırılır. Özellikle, sosyal kuramın temelleri ve epistomoloji; gelişmiş kapitalist endüstri toplumu ve demokrasi analizi; eleştirel sosyal evrimci içerikte yasaların hükmü; ve çağdaş –özellikle Alman– siyaset üzerine odaklanır.
Modern liberal kurumlar içinde gömülü akılcı-eleştirel iletişim ve insanların iletişim, tartışma ve akılcı çıkarlar peşine düşme yeteneklerinde aklın olabilirliğine, özgürleştirilmesine yönelik kuramsal bir sistem geliştirmiştir.
Kasım 2005 ve Haziran 2008 tarihlerinde ABD'den Foreign Policy ve İngiltere'den "Prospect" dergilerinin internet üzerinden okuyucu anketleri ile oluşturduğu Dünyanın ilk 100 entelektüeli listelerinde, 2005 yılında 7., 2008 yılında 22. sırada yer almıştır.
Hayatı ve Düşüncesi.
1961 yılında Marburg'da doçent oldu. 1961-1964 yılları arasında Heidelberg Üniversitesi'nde felsefe dersleri verdi.
1964 yılında Frankfurt Üniversitesi'nde felsefe ve sosyoloji profesörü oldu. 1971-1981 yıllarında Starnberg'deki, bilim-teknik dünyasının yaşam koşullarını araştıran Max Planck Enstitüsü'nün müdürlüğünü yaptı. 1981'de Berkeley Üniversitesi'nde konuk profesör olarak bulundu. 1982 yılında Frankfurt Üniversitesi'ne profesör olarak geri döndü. 1994 yılında buradan emekli oldu ve Northwestern Üniversitesi'nde konuk profesör olarak seminerler verdi. Prospect dergisi tarafında 2015 yılının Nisan ayında açıklanan ve yaklaşık 3000 kişi ile yaptığı dünyanın önde gelen düşünürleri anketinde Habermas yedinci sırada yer almıştır.
Kuramı.
Habermas geniş çerçeveli bir sosyal kuram ve felsefeyle uğraşmıştır:
Jürgen Habermas, kendi en büyük başarısı olarak iletişimsel eylem ya da iletişimsel rasyonalizm kuramı ve kavramını görür. Bu akılcı gelenekten akılcılığı kişilerarası dilbilimsel iletişim yapıları içine yerleştirmesiyle ayrılır, kozmozun ya da bilme öznelinin yapılarına yerleştirmez. Bu sosyal kuram, kapsayıcı bir evrensel ahlaki çerçeve oluştururken, insan özgürleşmesi amaçlarına ilerler. Bu çerçeve evrensel pragmatiklik denilen –ki tüm konuşma eylemlerinin içsel bir telos'u (Yunanca amaç ya da hedef) vardır- karşılıklı anlayış hedefi ve insanoğlu böyle bir anlayış getirebilecek iletişimsel yeterliliğe sahiptir tartışmasına yaslanır. Habermas bu çerçeveyi, Ludwig Wittgenstein, J. L. Austin ve John Searle'nin konuşma-eylemi (speech-act) felsefesi, George Herbert Mead'in zihin ve kendi'nin interaktif oluşumu sosyolojik kuramı, Jean Piaget ve Lawrence Kohlberg'in ahlaki gelişim ve Heidelberg'in çalışma arkadaşı Karl-Otto Apel'ın ahlak tartımı (discourse ethics) kuramları üzerinden inşa etmiştir.
Habermas, Kant'ın, aydınlanma ve demokratik sosyalizmin geleneklerini ilerletir; vurguladığı dünyayı dönüştürme gizilgücüyle ve daha insanca, adil ve eşitlikçi topluma insanın "akli gizilgücünün" gerçekleştirilmesiyle, kısmen de ahlaki tartım yoluyla ulaşılmasıdır. Habermas aydınlanmanın bitmemiş bir süreç olduğunu teslim ederken, düzeltilmesi ve tamamlanması gerektiğini tartışır, atılmasını değil.
Sosyoloji için, Habermas'ın en büyük katkısı "toplumun evrimi" ve "modernizasyonu" hakkındaki kapsamlı kuramıdır. Bir yandan iletişimsel akılcılık ve rasyonalizasyon arasındaki ayrıma ve diğer yandan stratejik/araçsal akılcılığa ve rasyonalizme odaklanır. Bu, Talcott Parsons'un bir öğrencisi Niklas Luhmann'ın ayrım-bazlı sosyal sistemler kuramının, iletişimsel duruş açılı bir eleştirisini içerir.
Modernite ve sivil toplum savunusu pek çok başkaları için bir esin kaynağı olmuştur ve postyapısalcılık çeşitlemelerine karşı en önemli felsefi alternatif olarak adlandırılır. Ayrıca geç kapitalizm ile ilgili de etkili bir analiz sunmuştur.
Habermas'da toplumun akılcılaşması, insanlaşması ve demokratikleşmesi görüşü, salt insan türüne özgü iletişimsel yetkinliğinin doğasındaki akılcılık gizilgücünün kurumsallaştırılmasıdır. Habermas iletişim yetkinliğinin evrim sürecinde geliştiğine inanır. Fakat çağdaş toplumda çoğu zaman bastırılmış ya da zayıflatılmıştır; pazar, devlet ve örgütler gibi sosyal yaşam ana alanlarında, stratejik/araçsal akılsallık tarafından galebe çalınarak ve böylece yaşam dünyası yerine sistem mantığı geçirilerek.
Kamusal Alan (public sphere).
Jürgen Habermas, kamusal alan (public sphere) kavramı üstüne yoğun olarak yazmıştır. 18. yüzyılda Fransa'daki "café"lerde (coffee houses) geçen diyalogları kullanmıştır. Politik sorunların akılcı tartışıldığı yer kamusal alandı ki, burjuva kültürünün kahvehaneler, entelektüel ve edebiyat salonları ve yazılı basın gibi merkezler etrafında gelişmesiyle parlamenter demokrasi mümkün olabilmişti. Bu da Aydınlanmanın eşitlik, insan hakları ve adalet ideallerini ileri götürebilmişti. Halk alanında bir çeşit akılcı fikir alışverişi ve eleştirel tartışma normu kılavuzdu ve kişinin tartıştığı fikirlerin gücü kişinin kimliğinden daha önemliydi.
Habermas’a göre bu etkenlerin değişkenleri nihayetinde Aydınlanmanın burjuva halk alanının çürümesiyle sonuçlandı. En önemlisi, yapısal güçler, özellikle de ticari kitle medyası, öyle bir durumla sonlandı ki medya daha çok bir emtia (mal, tüketilecek bir şey) oldu, halk tartışma alışveriş alanı aracı yerine.
Habermas bu alanı hem onu destekleyen gerçek bir içselyapısal hem de eleştirel politik tartımın yeşermesine yardım eden normlar ve pratikler olarak tanımlar. Kamusal alana bir kavram olarak bakmak ile tarihsel bir oluşum olarak bakmak arasında ayrım yapar. Görüşüne göre, kamusal alan fikri şu tasarımı da içerir, özel varloluşlar bir halk varoluşu olarak beraber gidecek ve akılcı mutaalalarla, devleti etkileyecek karar alımlarıyla uğraşacaktır. Tarihi bir yapılanma olarak halk alanı, aile yaşamından, iş dünyasından ve devletten ayrı bir “uzam” içerir.
Baş eseri Theory of Communicative Action -"İletişimsel Eylem Kuramı"- (1984) kitabında ekonomik ve yönetimsel akılcılaşma güçlerinin yaptığı tek yanlı modernleşme sürecini eleştirmiştir. Habermas günlük yaşamımızda resmi sistemlerin artan müdahalelerini, refah devleti, tekelci büyük şirket kapitalizmi ve kitle tüketim kültürü gelişmeleri paralelinde işlemiştir. Bu zorlayıcı eğilimler halk yaşamının gitgide daha geniş sahalarını akılcılaştırmaktadır, bunları etkililik ve denetimin genelleştirici mantığına indirgemektedir. Rutin politik partiler ve çıkar grupları katılımcı demokrasinin yerini alırlar, toplum gitgide artarak yurttaşların girdilerinden uzak düzlemlerde yönetilmektedir. Sonuç olarak, halk (kamusal) ile özel, birey ile toplum, sistem ile yaşamdünyası arasındaki sınırlar bozuklaşmaktadır. Demokratik halk (kamu:public) yaşamı, yurttaşlara halkca önemli sorunları tartışabilmelerine kurumların izin verdiği yerlerde gönenebilir. “İdeal konuşma durumu”nun ("ideal speech situation") ideal bir tipini tanımlar; aktörler eşit tartışım yetenekleriyle donatılmıştır, birbirlerinin temel toplumsal eşitliğini tanırlar ve konuşma ideoloji ya da yanlış kabullerle çarpıtılmaz.
Habermas kamusal alanın yeniden canlandırılması konusunda iyimserdir. Ulus devleti etnik ve kültürel benzerlikler temelinde aşmakta olan politik toplumun, eşit haklar ve yükümlülüklü yurttaşların yasal koruma donatılı olması halinde, yeni dönemdeki geleceği için ümitlidir. Demokrasinin bu değişkenlikli kuramı (discursive theory of democracy) öyle bir toplum gerektirir ki birlikte politik istem belirleyebilsin ve bunu yasama sistemi düzeyinde uygulayabilsin. Bu politik sistem eylemci bir kamusal alan gerektirir, burada ortak çıkar sorunları ve siyasi konular tartışılabilir ve kamuoyunun gücü karar verme sürecini etkileyebilir.
Bazı önemli akademisyenler Habermas'ın kamusal alan görüşüyle ilgili çeşitli eleştiriler yapmışlardır. John Thompson, University of Cambridge sosyoloji profesörü, Habermas'ın kamusal alan görüşünün, kitlesel-medya iletişimlerindeki katlanarak büyümeden dolayı modasının geçtiğini savunur. San Diego University of California'dan Michael Schudson, daha genelde tartışır, kamusal alan saf akılcı bağımsız tartışmanın hiçbir zaman var olmadığı bir yerdir.
Avrupa kamusal alanında laiklik ve dinin yerine dair görüşlerini dile getirdiği, 2004'te yayımlanan Geçiş Zamanı adlı kitabında yer alan "Tanrı ve Dünya üzerine" başlıklı makalesinde geçen şu ifadesiyle takipçilerini şaşırtmıştır Habermas: "Batı uygarlığının dayandığı özgürlük, vicdan, insan hakları ve demokrasi kavramlarının temelinde Hıristiyanlık ve yalnızca Hıristiyanlık yatar." Ayrıca Habermas'a göre "Bugün hâlâ bu temelden faydalanıyoruz - başka bir seçeneğimiz yoktur; geri kalan her şey postmodern zırvalamalardan ibarettir."
Tarihçilerle Tartışması.
Habermas bir bilim insanı olduğu kadar kamusal aydın (public intellectual) olarak da ünlüdür. 1980'lerde popüler basında yazdığı yazılarda; Nazi yönetimini ve Yahudi Soykırımını genel Alman tarihinden ayrı tutmaya çalışan ve Nazizmi, Bolşevizme karşı verilmiş bir tepki olarak açıklayan Ernst Nolte, Michael Stürmer, Andreas Hillgruber gibi tarihçileri hedef almıştır.
Nato’nun Yugoslavya’ya müdahalesini savunan Habermas, Amerika'nın Irak işgaline ise karşı olduğunu açıklamıştır.
Habermas ve Derrida.
Habermas ve Jacques Derrida 1980'lerden başlayarak derin anlaşmazlıklara düştüler ve sonuçta birbirleriyle konuşmaz oldular. Habermas'ın “Kökenlerin Geçicileştirilmiş Felsefesi Ötesi: Derrida”yı (Modernitenin Felsefi Tartımı içinde) yayınlamasından sonra, Derrida, Habermas’ı örnek göstererek şöyle dedi: “Beni felsefeyi edebiyata, mantığa ya da söz sanatına indirgediğimi söyleyenler… açıkça ve dikkatle beni okumaktan kaçınmışlardır.” (Felsefi Bir Dil Var mı? s. 218, Points... içinde). Diğer üst düzey postmodern düşünce üyeleri, özelde Jean-François Lyotard, Habermas ile çok daha kapsamlı bir polemiğe girmiş, Philippe Lacoue-Labarthe ise bu polemikleri üretkenlik karşıtı diye nitelemiştir. Nihayetinde, bu rekabetçi fikir alışverişleri kıtasal felsefe içi ayrımlara denk düşmüş, ağırlıkla anlamlı bir modernlik postmodernlik tartışmasına odaklanmıştır – bu terimler 1980'lerde kozmolojik değilse totemci (totemic) yükseltilmiştir bazen; bunda da Lyotard ve Habermas'ın eserleri ve onların Amerikan üniversitelerince pek şevkle, bazen tedbirsiz kabulü çok rol oynamıştır. “Postyapısalcılık” gibi bu şematik terminolojinin Birleşik Devletlerde yoğun trafiği olduğu fakat Fransa'da pek bilinmediği ifadesini Habermas'ın Fransız çağdaşları anlayışında buldu, beraberinde “kültür savaşları” bagajını da getirmesiyle o zamanlar Amerikan akademik çevrelerde fırtına gibi esti. Kısacası: Habermas ve Derrida (genel yapısöküm değilse de) arasındaki ayrılıklar çok derin olmasına rağmen, ille de uzlaşamazlık gerek şart değildi; onları bu ayrılıkların yanlış değerlendirmelerine polemiksel tepkiler ateşliyordu, bu da anlamı olan tartışmaları keskinlikle bastırıyordu.
9/11 sonrasında Derrida ve Habermas sınırlı bir politik dayanışma kurdular ve daha önceki anlaşmazlıkları geride bırakıp “dostça ve açık-fikirli alışveriş” başlattılar, Habermas'ın deyişiyle. Giovanna Borradori'nin Terör Çağında Felsefe: Jürgen Habermas ve Jacques Derrida ile Diyaloglar'ında, 9/11 ile ilgili bireysel görüşlerini açıkladıktan sonra, Derrida bir önsöz yazarak Habermas deklarasyonuna (Şubat 15 ya da Eski Avrupa, Yeni Avrupa, Kor Avrupası (Verso, 2005) içinde) şartsız imza attığını belirtti. Habermas bir basın görüşmesinde bu deklarasyon için daha öte metin önerdi. Bundan çok farklı şekilde, Geoffrey Bennington, Derrida'nın yakın bir arkadaşı, uzlaşmaya yönelik daha öte bir jest olarak karşılıklı anlaşılabilirlik için bir yapısöküm (deconstruction) dökümü önerdi. Derrida her ikisinin yeni görüş alışverişleri başladığı o zaman zaten son derece hastaydı ve ikisi bunu geliştiremediler öyle ki önceki anlaşmazlıklara esaslı olarak tekrar dönemediler ya da Derrida ölmeden iyice tartışma fırsatı bulamadılar. Bununla birlikte, bu en son işbirliği bazı bilimcileri söz konusu durumları, yakın ya da eski olsun, birbirleriyle karşılıklı yeniden gözden geçirme cesareti verdi.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7953",
"len_data": 12226,
"topic": "EDUCATION_ACADEMIA",
"quality_score": 3.9
}
|
Mil bir mesafe ölçüm birimidir. İsim olarak ingilizce kökenlidir, tarihte değişik yöre ve ilgi alanlarında farklı uzunlukta kullanılmış ve hâlen kullanılmaktadır. Standart kısaltması; (mi)´dir.
Kara mil´i ("Statute mile") ve Deniz mil´i ("Nautical mile") olarak iki farklı uzunluklara ayrılırlar.
Bir Kara mil´inin uzunluğu metrik hesaba göre 1.609,344 metre ye eşittir.
Deniz mili.
Deniz mil ("Nautical mile")´inin uluslararası resmî bir kısaltması olmadığından, şu kısaltmalara rastlamak mümkündür.: M, NM, nm ve nmi.
Bir deniz mil´inin uzunluğu metrik hesaba göre tam: 1852,2 metredir.
Ayrıca, bir deniz mil´inin onda birine gomina denir ve 185,22 metredir.
Mille passus.
"Mille passus", Antik Roma'da kullanılan bir uzunluk ölçü birimidir. Latince kökenli bu ifade, "bin adım" anlamına gelir ve yaklaşık olarak 1.48 kilometrelik bir mesafeye denk gelir. Günümüzde kullandığımız "mil" biriminin kökeni de "mille passus"a dayanmaktadır.
Mille passus ( m.p.), özellikle uzun mesafelerin ölçülmesinde ve yolculukların planlanmasında kullanılırdı. Roma İmparatorluğu'nun geniş yolları ve askeri seferleri sırasında bu ölçü birimi sıklıkla kullanılmıştır. Roma lejyonerleri iyi beslenip iyi havalarda sıkı bir şekilde çalıştırıldığında, bu şekilde daha uzun miller oluşturdular. Mesafe, Agrippa'nın MÖ 29'da standart bir Roma ayağı (Agrippa'nın kendi ayağı) oluşturmasıyla dolaylı olarak standartlaştırıldı ve bir adımın 5 fit olarak tanımlanmasıyla. İmparatorluk Roma mili bu nedenle 5.000 Roma ayağını ifade ediyordu. Kadastrocular ve decempeda ve dioptra gibi özel ekipmanlar daha sonra kullanımını yaygınlaştırdı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7959",
"len_data": 1615,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.65
}
|
Knot (//), saatte 1 deniz miline (nm) eşit hız birimi. Tam olarak saatte 1,852 metreye, yaklaşık olarak saatte 1,151 kara miline ve saniyede 0,514 metreye eşittir. Yaygın olarak meteorolojide, denizcilikte ve havacılıkta kullanılır. ISO standardında göre sembolü kn'dir, ancak havacılıkta kt sembolü de kullanılır.
Knot sözcüğü İngilizcede "düğüm" anlamına gelir. Bu sözcüğün kullanılmasının nedeni eskiden gemi hızlarının, denize sarkıtılan halatların üzerlerine belli aralıklarla atılmış düğümlerin sayılması suretiyle parakete aracıyla ölçülmesiydi. Parakete savlası üzerindeki düğümlere de knot denir.
formula_1
Tanımlar.
1,852 km, uluslararası kabul edilen deniz milinin uzunluğudur. ABD uluslararası tanımı 1954'te kabul etmeden önce ABD deniz mili (1.853,248 m) idi. Birleşik Krallık ise uluslararası deniz mili tanımını 1970'te kabul etmeden önce Birleşik Krallık Amiral deniz mili (6.080 ft [1.853,184 m]) idi.
Gemilerin hızı akışkanlar ile ilgilidir. Onların seyahati (tekne hızları ve rüzgâr hızları) knot ile ölçülür. Uygunluk için, navigasyonel akışkanların hızları (gelgit akışları, nehir akışları ve rüzgâr hızları) da knot ile ölçülür. Bu yerdeki hız (havadaki cismin yere göre hızı) ve uzak bir noktaya doğru ilerleme oranı ("hız artışı") da knot olarak verilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7963",
"len_data": 1279,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.56
}
|
Son, 19. yüzyılın ikinci yarısında Küba'nın Oriente bölgesinde ortaya çıkmış bir müzik türüdür.
Afrika tartımları, Yoruba kökenli vurgulu çalgıları ile İspanyol şarkılarının özelliklerini, gitarını kaynaştıran Son, ayrıca salsa müzik türünün de en önemli bileşenlerinden biridir.
Afrika kökenli "changuí" müziğinden gelen Son, Afrika'dan getirilen kölelerle birlikte Küba'ya geldi ve kuşaktan kuşağa geçti. Afrikalıların Havana'ya taşınmalarıyla işçi sınıfı arasında yaygınlaştı. Zamanla rumba, santeria, decima, guajira gibi İspanyol müzik türleri ile kaynaşan son, 1920'lerde Küba toplumunun bütün katmanlarının en sevilen müziği oldu. Kendisi de Afrikalı ile İspanyol karışımı olan Küba toplumu için "ulusal müziğe" dönüştü. Özellikle Birinci Dünya Savaşından sonra Havana'ya gelen paralı gezginlerin etkisiyle Havana gece kulüplerinde yaygınlaşan son, buradan yeryüzünün birçok ülkesine yayıldı. En yaygın olduğu yerler Orta, Güney Amerika ile ABD (New York dolayları)'dır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7966",
"len_data": 977,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.68
}
|
Son şu anlamlara gelebilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7967",
"len_data": 27,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 1.36
}
|
Aram Haçaturyan (Ermenice: Արամ Խաչատրյան, Rusça: Аpaм Ильич Xaчaтypян) (d. 6 Haziran 1903 - ö. 1 Mayıs 1978), Ermeni Sovyet besteci. Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Marşı'nın bestecisidir.
Yaşamı.
Aram İlyiç Haçaturyan Çarlık Rusya'sına bağlı Gürcistan'ın başkenti Tiflis'te fakir bir Ermeni ailesinin çocuğu olarak doğdu. Gençliğinde çevresinde duyduğu müzikle büyülenmişti ama başlangıçta müzik eğitimi almadı. 1921'de tek kelime Rusça bilmeden Moskova’ya gitti. Daha önce bir müzik eğitimi almamasına rağmen yeteneği sayesinde Mihail Gnessin yönetimindeki Gnessin Enstitüsüne çello öğrencisi olarak kabul edildi. 1925'te kompozisyon sınıfına girdi ve 1929’da Nikolay Myaskovski yönetiminde çalışacağı Moskova Konservatuvarına geçti. 1930’larda sınıf arkadaşı Nina Makarova ile evlendi. 1951’de Moskova Gnessin Devlet Müzik ve Eğitim Enstitüsüsü’nde profesör olarak göreve başladı. Besteciler Birliğinde de önemli görevler aldı ancak, “şekilci” bulunarak Prokofyef ve Şostakoviç'le birlikte eserleri kınandı. Her şeye rağmen bu üçlü Sovyet müziğinin devleri olarak tanındı ve 20. yüzyılın önde gelen bestecileri olarak kabul edildi.
Haçaturyan ve komünizm.
Haçaturyan komünizme büyük heves besledi. 1920'lerde Ermenistan bir Sovyet Cumhuriyeti ilan edildiğinde Gürcü-Ermeni sanatçılarla bir propaganda turuna katıldı. 1943'te Komünist Parti'ye katıldı. Ermenistan sevgisi ile beraber komünist ideallere bağlılığını eserlerinde görmek mümkündür. Özellikle Gayane adlı balesi bir kolektif çiftlikte geçer. İkinci senfonisi komünizme övgü olarak sunulmuştur. Ancak ironik olarak bu eseri Parti'nin gazabını üstüne çekmiştir. Yapıtı hakkında “... insanların benim eserde yazılı olmayan programımı anonssuz hissetmelerini istedim. Bu eserin Sovyet insanının büyük ve güçlü ülkelerinden duydukları kıvanç ve gururu ifade etmesini istedim” demiştir. Ama eser programında açıkça ifade edilmeyen bu niyeti geri tepmiş ve Parti sekreteri Andrey Jdanov tarafından çıkarılan hükümle Şostakoviç, Prokofyev, Haçaturyan ve bir kısım diğer Sovyet besteci şekilci ve halk karşıtı olmakla suçlanmıştır. O günler hakkında “zor ve trajik günlerdi. Meslek değiştirmeyi ciddi olarak düşündüm” diyecektir.
1 Mayıs 1978'de ölen besteci Erivan'da toprağa verilmiş ve 1998'de 50 dram’lık kâğıt para üstüne resmi konulmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7972",
"len_data": 2309,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.59
}
|
Afife Jale (1902, İstanbul - 24 Temmuz 1941, İstanbul), Türk oyuncu.
Müslüman-Türk kadınlarının tiyatro sahnesinde yer almasına öncülük ederek Türk tiyatrosunda sembol bir isim olmuştur. İlk defa İstanbul'un Kadıköy ilçesindeki Apollon Tiyatrosu'nda sahnelenen Hüseyin Suat'ın "Yamalar" adlı oyununda "Emel" rolünü canlandırdı. Böylece Türk tiyatrosunda sahneye çıkan ilk Müslüman kadın oyuncu oldu. Asıl ismi Afife olan sanatçı, bu oyunda "Jale" takma ismini kullanmış ve daha sonraları "Afife Jale" adıyla anılmaya başlanmıştır.
Yaşamı.
İlk yılları ve gençliği.
1902 yılında İstanbul'un Kadıköy semtinde dünyaya geldi. Babası Hidayet Bey, annesi Methiye Hanım'dır. Behiye Hanım ve Salâh Bey adında iki üvey kardeşi vardır. İstanbul Kız Sanayi Mektebi'nde eğitim gördü.
Darülbedayi'nin açtığı tiyatro kursu sınavını kazandı ve 10 Kasım 1918'de kuruma kabul edildi. Osmanlı Devleti'nde o yıllarda Müslüman kadınlar, seyirci olarak bile tiyatroya, ya yalnızca kadınlara açık oyunları izlemek üzere gidebiliyor ya da kadınlar için ayrılmış bölümlerde oturuyorlardı. Ancak Türk tiyatrosunun var olması için Türkçeyi iyi konuşan kadın oyuncu bulunması gereği II. Meşrutiyet döneminden beri tartışılmaktaydı. I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından Milli Mücadele'nin başladığı dönem, Darülbedayi tarafından Türk kadınların sahneye çıkışını mümkün kılacak bir zemin olarak değerlendirilmiş ve kuruma Müslüman kız öğrencilerin kabulüne karar verilmişti. Bu öğrenciler dersleri takip edecek ve yalnızca kadın seyircilere açık oyunlarda sahneye çıkacaklardı.
Afife Hanım, kabul edilen beş Müslüman kadından biriydi. İçlerinden Refika Hanım suflör olarak Darülbedayi kadrosunda yer aldı; Afife Hanım ise Tahsin Nahit Bey'in Fransızcadan çevirdiği "Rakibe" piyesindeki "Leyla" rolünden sınava girerek "mülazim artistlik" (stajyer oyuncu) kadrosuna girdi. Afife Hanım, bir yıldan uzun süre provalara devam etti. Darülbedayi yönetim kurulu kendisinin halka açık gösterilerde sahneye çıkmasına izin vermeyince maaşını almayı reddederek 1919'da kurumu terk etti.
Sahne yaşamı.
Afife Hanım, seyirci karşısına ilk defa Darülbedayi tarafından sahnelenen Hüseyin Suat'ın "Yamalar" adlı oyunundaki "Emel" rolü ile çıktı. Aynı rolü önceki sezon oynayan Eliza Binemeciyan'ın yurt dışında olması nedeniyle 1920'de bu rol Afife Hanım'a teklif edilmişti. Teklifi kabul eden Afife Hanım, Kadıköy'deki kışlık Apollon Tiyatrosu'nda “"Jale"" takma adı ile sahneye çıktı. O günden sonra “"Afife Jale”" olarak anıldı. Sahneye çıktığı ilk gecenin tarihi olarak kaynaklarda farklı tarihler yer alır. Bu tarih kimi kaynaklara göre 1920 yılının 9 Eylül gecesi, kimine göre 13 Nisan 1920, kimine göre 23 Nisan 1920'dir.
Afife Jale, ertesi hafta Reşat Rıdvan Bey'in adapte etmiş olduğu "Tatlı Sır" oyununda "Neyir" rolü ile Kadıköy Tiyatrosu'nda sahneye çıktı ve o gece polis tarafından tutuklanmak istendi, Kınar Hanım'ın yardımıyla kaçtı. Vasfi Rıza Zobu'nun anılarında bildirdiğine göre, Kadıköy Polis Başkomiseri, bir Türk Müslüman kadının sahnede yer almasını İslam adabına aykırı kabul ederek Ceza Kanununda “"Adab-ı İslamiyyeye mugayir hareket etmek"” suç sayıldığı gerekçesi ile tutuklamak istemişti.
Afife Jale, üçüncü hafta Ahmet Nuri'nin "Odalık" piyesinde sahneye çıktı. Üçüncü sahne oynanırken tiyatro polis tarafından basıldı ve Afife Jale, tutuklanmamak için yine kaçmak zorunda kaldı. Oyunlar sırasında çevresindekilerin yardımıyla kaçan Afife, bir gün Kadıköy iskelesinde yakalanarak karakola götürüldü. Bazı Darülbedayi oyuncularının polis müdürü Tahsin Bey'le konuşmasından sonra serbest bırakıldı. Kimi kaynaklara göre Posta ve Telgraf Nazırı Refik Halid, Türk kadınının tiyatro alanında kendini gösterebilmesini önemsediğinden, Beyoğlu'nda bulunan bir tiyatroda sahneye çıkma iznini aldı. Bu olayın ardından sanatçı, ""Aşk Uyumaz"” adlı komedi oyununda sanatçı Fikret Şadi ile oynadı. Kadıköy emniyet amirinin değiştirilmesi üzerine Kadıköy'deki Apollon Tiyatrosu'nda bir süre daha sahneye çıkabildi. Ancak sahne ve karakol arasında gidip gelmeleri sürdü.
Afife Jale'nin Darülbedayi'de oyunculuğu birkaç ay sürdü. Müslüman kadınların sahneye çıkarılmamasına dair 1921'de İçişleri Bakanlığı'nın kararı ile Belediye 27 Şubat 1921 tarihli ve 204 sayılı bildiriyi yayınlayarak Darülbedayi yönetim kuruluna göndermiş ve Afife Hanım, Darülbedayi tarafından kadrodan çıkarılmıştır.
Babası Hidayet Bey, tiyatro oyuncusu olmasına karşı idi ve Afife Hanım, bu yüzen evden ayrılmak zorunda kalmıştı. Darülbedayi kadrosundan çıkarıldıktan sonra Burhaneddin Kumpanyası’nda sahneye çıktı. Burhaneddin Tiyatrosu'nda Seniye ve daha sonra Mebrure ve Leman adlı Türk kızlarını tiyatroya özendirerek sahneye çıkmalarını sağladı. Burhaneddin Bey'in Türkiye'den ayrılmasından sonra İbnürrefik Ahmed Nuri Bey'in Yeni Tiyatro heyetine katıldı. Kurtuluş Savaşı'nın ardından Fikret Şadi'nin Milli Sahne'siyle çeşitli kentlerde temsiller verdi. İzmit'te Huriye ve Hikmet, Trabzon'da ise Ruhat adlı Türk kızlarının da sahneye çıkmasını sağladı.
Polis baskısı ve tutuklanma korkusu yaşamaya devam etti. 4 Şubat 1924'te Bursa'da sahneye çıkmasına "bazı esbaba binaen” sözüyle, sebebi belirtilmeden izin verilmedi. 1 Haziran 1924'te Bursa'da Milli Sinemada sahneye çıkarak, “"Sekizinci"” piyesinde oynadı. Yaşadığı sıkıntılar nedeniyle şiddetli baş ağrıları çeken Afife Hanım, doktorunun morfinle tedavi yoluna gitmesi üzerine morfin bağımlısı oldu.
1928 yılında gittiği bir Hafız Burhan konserinde ona tamburuyla eşlik eden Selahattin Pınar ile tanıştı ve 1929 yılında evlendi. Selahattin Pınar'ın "Nereden Sevdim O Zalim Kadını", "Anladım Sevmeyeceksin Beni Sen Nazlı Çiçek" gibi birçok şarkıyı onun için bestelediği düşünülür. Evlilikleri süresince Afife Hanım sahneden uzak yaşadı.
Afife Hanım'ın sahneden uzaklaştığı dönemde Türkiye Cumhuriyeti'nde sahne yasağı kalktı ve kadınlar tiyatro sanatını serbestçe icra etmeye başladılar. Selahattin Pınar, eşinin sahneye dönmesini desteklese de Afife Hanım morfin bağımlılığı nedeniyle sahneye dönmedi ve eşinden ayrılmak istedi. Çift, 1935 yılında boşandı.
Afife Jale, Kastamonu valisinin eşi olan ablası Behiye Hanım'ın yanında bir süre yaşadıktan sonra evden kaçarak İstanbul'da çok kötü şartlar altında yalnız yaşadı.
Ölümü.
Uyuşturucu bağımlılığından kurtulamayan Afife Jale, 26 Temmuz - 17 Kasım 1934 tarihleri arasında "Afife Selahaddin" adıyla, 1939 - 5 Kasım 1940 tarihleri arasında da "Afife Utku" adıyla Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde yattı. Son olarak 1941 tarihinde hastaneye yatan sanatçı, hastanenin morfinmanlar koğuşunda 24 Temmuz 1941'de öldü. Mezarı Kazlıçeşme Kabristanı'ndadır.
Anısını yaşatan projeler.
1997 yılından beri sanatçının anısında Yapı Kredi tarafından Afife Tiyatro Ödülleri düzenlenmektedir. Hayatı Şahin Kaygun'un yönettiği 1987 yapımı "Afife Jale" ve Ceyda Aslı Kılıçkıran'ın yönettiği 2008 yapımı "Kilit" filmine konu olmuştur. Selahattin Pınar ile ilişkisi Can Dündar tarafından çekilen 2003 yapımı "Yüzyılın Aşkları: Afife ve Selahattin" adlı belgesele konu oldu.
Bestesi Turgay Erdener'e, koreografisi Beyhan Murphy'e ait "Afife Jale Bale Süiti" (1998) ve Selva Erdener'in "Afife" adlı müzik albümü sanatçının anısını yaşatan eserlerdendir.
Afife Jale'yi bir kez daha onurlandırmak adına 2016 yılında 20. Afife Tiyatro Ödülleri töreninde o güne kadar Muhsin Ertuğrul Özel Ödülü ve Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu ödüllerini almış yirmi oyuncunun Afife Jale olarak poz verdiği fotoğraflardan oluşan "Afife Jale'ye Saygı" adlı fotoğraf sergisi sergilenmiştir.
İstanbul Şehir Tiyatroları'nın 100. yaşını kutladığı 2014-2015 tiyatro sezonunda kurumun özel projesi olarak Afife Jale'nin hayatı ve iç dünyasını Bedia Muvahhit'inki ile birlikte anlatan Hayal-i Temsil adlı oyun sahnelenmiş ve Yiğit Sertdemir'in yönetiminde sergilenen oyun, birçok ödüle değer görülmüştür.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7976",
"len_data": 7823,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.55
}
|
Şimşek ya da çakın, elektrik yüklü bir bulut ile diğer bir bulut arasındaki elektrik boşalmasıdır. Önceden tahmin edilmesi oldukça zordur. Fakat belli hava koşullarında meydana gelir.
Yıldırım ise; bulut ile yeryüzü arasındaki elektrik boşalmaları olarak tanımlanır. Yıldırım, zikzaklı bir yol takip ederek kollar hâlinde aşağı doğru iner. Genellikle şiddetli bir yağmurla birlikte görülür. Yıldırım, gök gürültüsü ve şimşekten oluşan, gökyüzü ile yeryüzü arasındaki elektrik boşalmasıdır.
Şimşek, bir bulut kümesi aşırı miktarda + veya - elektrik yükü ile yüklendiğinde meydana gelen, gözle görülür elektrik boşalmasıdır. Elektrik yükünün hava direncini kıracak kadar çok olması gerekir. Şimşek ve yıldırım sadece kümülonimbüs bulutlarında görülür. Diğer bulutlarda sadece enerji akımı sayesinde görülebilir. Kar fırtınalarında, kum fırtınalarında ve hatta volkanlardan çıkan gaz ve toz bulutlarında da şimşeklere rastlanır. Bir oraj esnasında şimşekler; bulutlar arasında, bulutla hava arasında ve bulutla yer arasında gerçekleşebilir. Dünya genelinde saniyede 50 ila 100 şimşek çakar.
Şimşek için yerel toplum dilinde "balkır", "çakın", "çakım", "yalabık", "yıldırak" gibi sözcükler de kullanılır.
Elektriklenme.
Elektrik yüklenmesinin ayrıntıları bilim insanlarınca hâlâ incelenmektedir ancak fırtına elektriklenmesinin bazı temel kavramları üzerinde ortak bir kanı vardır. Elektriklenme, çarpışan cisimler arasındaki iyon transferinin sonucu olarak triboelektrik etki ile olabilir. Yüksüz, çarpışan su damlaları, gök gürültüsü bulutunda olduğu gibi, aralarındaki (sulu iyonlar olarak) yük aktarımı nedeniyle elektrik yüklenebilirler. Fırtınadaki ana elektrik yüklenme alanı, havanın hızla yukarı doğru hareket ettiği ve sıcaklık aralığının arasında değiştiği fırtınanın ortasında oluşur. Bkz. Şekil 1. Bu bölgede, sıcaklık ve yukarı doğru hızlı hava hareketinin birleşimi süper soğutulmuş bulut damlacıkları (donma noktasının altındaki küçük su damlacıkları), küçük buz kristalleri ve graupel (yumuşak dolu) karışımı üretir. Yukarı çekiş, süper soğutulmuş bulut damlacıklarını ve çok küçük buz kristallerini yukarı doğru taşır. Aynı zamanda, çok daha büyük ve daha yoğun olan yumuşak dolu, yükselen havada düşer veya asılı kalır.
Yağışların hareketindeki farklılıklar çarpışmalara neden olur. Yükselen buz kristalleri yumuşak dolu ile çarpıştığında, buz kristalleri pozitif ve yumuşak dolu negatif olarak yüklenir. Bkz. Şekil 2. Yukarı çekiş, pozitif yüklü buz kristallerini fırtına bulutunun tepesine doğru yukarıya doğru taşır. Daha büyük ve daha yoğun olan graupel, ya fırtına bulutunun ortasında asılı kalır ya da fırtınanın alt kısmına doğru düşer.
Sonuçta, fırtına bulutunun üst kısmı pozitif olarak yüklenirken, fırtına bulutunun orta ila alt kısmı negatif elektrikle yüklenir.
Fırtına içindeki yukarı doğru hareketler ve atmosferdeki daha yüksek seviyelerdeki rüzgarlar, fırtına bulutunun üst kısmındaki küçük buz kristallerinin (ve pozitif yükün) fırtına bulutu tabanından yatay olarak bir miktar uzağa yayılmasına neden olur. Fırtına bulutunun bu kısmına örs denir. Bu, fırtına bulutu için ana şarj süreci olsa da, bu elektrik yüklerinin bazıları fırtınadaki hava hareketlerince (yukarı çekişler ve aşağı çekişler) yeniden dağıtılabilir. Ayrıca, yağış ve daha yüksek sıcaklıklar nedeniyle fırtına bulutunun dibine yakın bir yerde küçük ama önemli bir pozitif yük birikimi vardır.
Saf sıvı sudaki yükün indüklenmiş ayrılması, tribo-elektrik etkisi ile saf sıvı suyun elektriklenmesi gibi 1840'lardan beri bilinmektedir.
William Thomson (Lord Kelvin), sudaki yük ayrımının dünya yüzeyindeki olağan elektrik alanlarında oluştuğunu ispatladı ve bu bilgiyi kullanarak sürekli elektrik alan ölçüm cihazını geliştirdi. Sıvı su kullanılarak yükün farklı bölgelere fiziksel olarak ayrılması, Kelvin tarafından Kelvin su damlalığı ile gösterilmiştir. En olası yük taşıyan türler, sulu hidrojen iyonu ve sulu hidroksit iyonu olarak kabul edildi.
Katı su buzunun elektriksel şarjı da düşünülmüştür. Yüklü türler yine hidrojen iyonu ve hidroksit iyonu olarak kabul edildi.
Elektron, gök gürültülü fırtınalardaki anlık zamanda hidroksit iyonu artı çözünmüş hidrojene göre sıvı suda kararlı değildir.
Yıldırımdaki yük taşıyıcısı esasen plazmadaki elektronlardır.
Sıvı su veya katı su ile ilişkili iyonlar (pozitif hidrojen iyonu ve negatif hidroksit iyonu) olarak yükten yıldırımla ilişkili elektronlar olarak yüklenme süreci, bir tür elektro-kimyayı, yani kimyasal türlerin oksitlenmesi ve/veya indirgenmesini içermelidir.
Hidroksit baz olarak işlev gördüğü ve karbon dioksit asidik gaz olduğu için, negatif yükün sulu hidroksit iyonu biçiminde olduğu yüklü su bulutlarının sulu karbonat iyonları ve sulu hidrojen karbonat iyonları oluşturmak üzere atmosferik karbon dioksit ile etkileşime girmesi mümkündür.
Yıldırım.
Yıldırım, bulut ile yer arasında oluşan, en tehlikeli şimşek türüdür. Çoğu çakma yeryüzüne negatif yük dağıtır ancak bir kısmı yeryüzüne pozitif yük taşır. Bu pozitif çakmalar sıklıkla bir orajın dağılma aşamasında oluşur. Pozitif çakmalar aynı zamanda kış ayları boyunca düşen toplam yıldırımların yüksek bir yüzdesini oluşturur.
Bulut ve yer arasındaki elektrik potansiyeli farkı 10 ila 100 milyon volttur ve yıldırımın dönüş darbesinin akımı yaklaşık 30.000 ampere, sıcaklığı 30.000 °C'ye ulaşır. Yıldırımın oluşması çok hızlı bir şekilde gerçekleşir. Öncül darbe buluttan yere yaklaşık 30 milisaniyede ulaşır ve yerden bulutun merkezine yaklaşık 100 milisaniyede döner.
Gök gürültüsü.
Gök gürültüsü, şimşek çakması esnasında oluşan, patlamaya benzer çok yüksek sestir. Ses, ışıktan çok daha yavaş hareket ettiği için (deniz seviyesinde yaklaşık ses hızı 340 m/s) gök gürültüsü -gözlemcinin uzaklığına bağlı olarak- şimşeğin gözlenmesinden kısa bir süre sonra duyulur.
Gök gürültüsü, şimşek hattı boyunca havanın aniden ısınması ve hava basıncının artması nedeniyle oluşur. Aşırı basınç şimşek hattının sesten hızlı şekilde genişlemesine ve gök gürültüsü olarak adlandırılan sesi oluşturmasına neden olur. Gök gürültüsünü karakterize eden şaklama, patlama, gümbürtü gibi çeşitli farklı sesler şimşek hattının karmaşık geometrisi, atmosferin özellikleri, yerel arazi şekilleri ve yansımalar nedeniyle oluşur.
Yıldırım çarpması.
Yıldırım çarpması, bulut ile yer arasında oluşan bir şimşeğin canlılara isabet etmesidir. Yıldırım çarpması, elektrik yükü nedeniyle ölümcül sonuçlar doğurabilecek, oldukça tehlikeli bir hadisedir. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri'nde her sene ortalama 62 kişi yıldırım çarpması nedeniyle hayatını kaybetmekte, yaklaşık 300 kişi yaralanmaktadır. Dünya genelinde ise yılda ortalama 24.000 kişi ölmekte, 240.000 kişi yaralanmaktadır.
İstatistiksel olarak yıldırım çarpmasına en çok şu altı durumda rastlanır:
Korunma ve müdahale.
Binalara monte edilen ve paratoner denen metal kondüktörler, yıldırımın mümkün olan en düşük hasarla yeryüzüne transfer edilmesine yardımcı olurlar.
Eğer açık alanda iken civarda bir yere yıldırım düştüyse ve saçlarınız dikilmeye başladıysa hemen en yakındaki binaya girmelisiniz. Eğer yakında bina yoksa civardaki en alçak bölgeye gidip ayaklarınız yere basacak şekilde yere çömelmeli ve mümkün olduğunca bir top gibi küçülmelisiniz. Yıldırım tehlikesi varken "kesinlikle" yere yatılmamalıdır.
Eğer birine yıldırım çarptıysa sırasıyla şu işlemler yapılmalıdır:
Yanlış bilinenler.
Halk arasında, lastik tabanlı ayakkabıların veya otomobil lastiklerinin yıldırımdan koruyacağına inanılır. Bunların hiçbir faydası yoktur ancak otomobilin metal çerçevesi (vücuda temas etmiyorsa) çarpmanın etkilerinden korumada yardımcı olur.
Yine halk arasında aynı noktaya iki kere yıldırım düşmeyeceğine inanılır oysaki bunun gerçekleştiği pek çok olay kaydı mevcuttur.
Notlar.
Şimşek veya gökgürültüsünden kaynaklanan korku "astrafobi" olarak adlandırılır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7977",
"len_data": 7822,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.9
}
|
Aristoteles (, yak. MÖ 384yak. MÖ 322) veya kısaca Aristo, Antik Yunanistan'da klasik dönem aralığında yaşamını sürdürmüş olan Yunan filozof, polimat ve bilgedir.
Platon ile birlikte düşünce tarihinin en önemli filozoflarından olan Aristo, mantık, fizik, biyoloji, zooloji, astronomi, metafizik, etik, estetik, ruh, psikoloji, dilbilim, ekonomi, siyaset ve retorik gibi pek çok disiplinde çoğu o disiplinin kurucusu olan eserler vermiş, eserleri 16. ve 17. yüzyılda modern bilim gelişene kadar Avrupa ve İslam coğrafyasındaki bilimsel faaliyetin temelini oluşturmuştur. Günümüzde kullanılan pek çok bilimsel terim ve araştırma metodu kendine dayanan Aristo, tarih boyunca özgün felsefi düşüncelerin ve tartışmaların, bilimsel görüşlerin ve araştırmaların kaynağı olmuş ve olmaya da devam etmektedir.
Hayatı hakkında çok az şey bilinmektedir. Kuzey Yunanistan'daki antik Stagira şehrinde doğmuş, Makedon kralı II. Filip‘in doktoru olan babası Nicomachus, Aristo çocukken ölmüş ve Makedonya sarayında hocalar tarafından büyütülmüştür. 17-18 yaşlarında Atina‘daki Platon'un Akademi'sine katılmış ve yirmi yıl kadar orada kalmıştır (c. MÖ 347). Platon öldükten kısa zaman sonra, MÖ 343‘te Makedon II. Filip‘in isteğiyle Makedonya sarayında Büyük İskender‘e hocalık yapmıştır. Daha sonra Atina'ya dönüp Lyceum'da Platon'unki gibi bir okul kuran Aristo, burada pek çok takipçi edinmiştir ve bugün kendine atfedilen düşüncelerin çoğunu bu dönemde ürettiği düşünülmektedir.
Aristoteles ismiyle günümüze kalan eserlerin nasıl üretildiği veya toplandığı tam olarak bilinmese de, günümüze kalan metinlerin basılmak için hazırlanmış yazılardan çok, ders anlatımı için oluşturulmuş taslaklar ya da ders notları olduğu düşünülmektedir. Buna rağmen bu metinler Geç Antik Çağ, Orta Çağ ve Rönesans boyunca bilim pratiğini belirlemiş, örneğin astronomi hakkındaki iddiaları Kopernik'in fizik hakkındaki düşünceleri Galileo ve Newton'un çalışmalarıyla aşılabilmiş, klasik mekanik, modern kimya ve biyoloji sistematik bilimler haline gelene kadar doğa ve hayvanlar hakkındaki görüşleri etkisini baskın biçimde sürdürmeye devam etmiştir. Mantıkla ilgili ilk biçimsel incelemeleri sunan Aristo, Frege'ye kadar mantıkla ilgili çalışmaların temelini oluşturmuştur. Bu eserlerinin en önemlileri arasında "Metafizik", "Kategoriler", "Fizik", "Nikomakhos'a Etik", "Politika", "Ruh Üzerine" ve "Poetika" sayılabilir.
Helenistik dönemde diğer düşünce okulları kadar popüler olmasa da öğretilerini takip edenlerce fikirleri aktarılmış, Epikürcülük ve Stoacılık üzerinde çeşitli etkileri olmuştur. Ancak asıl etkisini erken Hristiyanlığın neo-Platonizmi'nde, Orta Çağ'ın Hristiyanlık teolojisinde, İslam felsefesinde ve skolastik düşüncede gösteren Aristo, İslam düşünürleri tarafından "muallim-i evvel" yani "ilk öğretmen" olarak anılmış, Thomas Aquinas biricik örneğini teşkil ettiğini düşündüğü için ona sadece "filozof" demiş, Heidegger felsefede kavramın ancak Aristo ile kendini bulduğunu iddia etmiştir. Felsefe tarihi boyunca neredeyse hiç gündemden düşmeyen Aristo, günümüzde özellikle metafizik ve etik alanlarında güncel tartışmalara katkıda bulunmaya devam etmektedir.
Hayatı.
O dönemde gayet yaygın bir isim olan adının anlamı "en iyi amaç, gaye" olan Aristoteles'in hayatıyla ilgili bilgiler oldukça sınırlıdır. Antik Çağ'dan günümüze kalan belgelere dayanarak, Aristo'nun MÖ 384 veya 385'te, günümüzde Athos tepesi olarak adlandırılan tepenin yakınlarında ufak bir Makedonya kenti olan Stageira'da Makedonya kralı II. Amyntas'ın (Philippos'un babası) hekimi olan Nikomakhos'un oğlu olarak dünyaya geldiği düşünülmektedir. MÖ 367 veya 366'da 17-18 yaşında Platon'un Atina'daki Akademi'sine girmesiyle Platon'un en parlak öğrencilerinden biri olan Aristo, Platon'un okulundayken okuma tutkusuyla tanındığı ve "okuyucu" lakabını edindiği söylenir. Helenistik dönemden önce felsefe daha çok karşılıklı konuşma ve tartışma biçiminde yapıldığı için, Aristo'nun metinlere yönelmesi farklı bir etkinlik olarak görülmüş olabileceği gibi, bu lakap daha sonraki Aristo okurları tarafından Aristo'nun metinlerinin kendinden önceki filozoflara göndermelerle dolu olması nedeniyle verilmiş de olabilir. Bu dönemde hiçbiri günümüze bütünüyle kalmamış olan diyaloglarını yazmaya başladığı düşünülmektedir.
Platon MÖ 347'de öldüğünde, Akademi'nin başına yeğeni Speusippos geçmiştir, Aristo'nun Atina'dan ayrılmasına genellikle bu durum temel neden olarak gösterilse de o dönemde Makedonya'nın güçlenmesi ve diğer Yunan şehir devletlerini tehdit etmesi sonucu gelişen Makedon düşmanlığının da Atina'dan ayrılmasında etkili olduğu düşünülebilir. Ksenokratos'la beraber bulunduğu Assos kentinin tiranı Atarnevuslu Hermias'ın yanına danışman olarak gider, bu sırada en önemli öğrencilerinden biri olan Theophrastos'la beraber özellikle Midilli adasında hayvanlar, bitkiler ve coğrafya hakkında pek çok gözlem, inceleme ve deney yaptığı, bu konulardaki metinlerini dolduran örneklerin çoğunu bu dönemde topladığı düşünülmektedir. Midilli'deyken Hermias'ın yeğeni ya da evlatlık kızı Pythias'la evlenir ve yine Pythias adında bir kızı olur.
343'te Pella'daki (Bugün Ayii Apostili) Makedonya kralı II. Filip'in sarayına danışman olarak gider.
Burada Filip'in oğlu ve daha sonra ordusunda general İskender öldükten sonra sırasıyla biri Yunan yarımadasında diğeri Mısır'da kral olacak olan Kassandros ve I. Ptolemaios'a hocalık yapar. Antik Çağ filozoflarının hayatlarıyla ilgili çoğu rivayete dayanan bilgilerden oluşan bir biyografi kitabı yazmış olan Diogenes Laertios, 341 yılında Persler'in eline düşen Hermias'ın öldürülünce Aristo'nun Delfi'de ona bir anıt yaptırdığını ve bu anıta onun anısına bir şiir yazdığını aktarır ve şiire de yer verir. Aristo'nun Perslere karşı etnik ayrımcılık yaptığı, Yunanları Perslerden daha üstün gördüğü, öğrencilerine Yunanlara karşı iyi davranan fakat aynı düzeyde Perslere kötü davranan lider olmaları gerektiğini öğrettiği söylense de, ancak zaten Pers düşmanlığı ve "dostuna iyi, düşmanına kötü davran" normu Antik Yunan toplumunda Aristo'ya kadar en az iki yüzyıldır yaygın biçimde görülmektedir. Ayrıca, Aristo felsefesiyle öğrencilerinin liderlikleri arasında net bir örüntü görülmemekte, Aristo'nun bu dönemde seçkin öğrencilerine ne öğrettiği bilinmemektedir.
Filip'in ölümüyle MÖ 335 yılında İskender Makedonya kralı olduğunda Aristoteles Atina'ya dönüp daha öncesinde de felsefe amacıyla kullanılmış bir yer olan Atina kent merkezine yakın Lykeion'da kendine ait bir felsefe okulu kurar ve takipçilerine ya (rivayete göre) Aristo öğrencileriyle dolaşarak tartıştığı için ya da bir tür çevresi sütunlarla çevrili avlu ya da galeri olan mimarinin adından dolayısıyla "Peripatetikler" (περῐπᾰτητῐκοί, "perĭpătētĭkoí") denmiştir (bu isim hem "etrafında yürüyenler" hem de "bir alanı çevreleyen mimari yapı" anlamına gelebilir). Burada on iki sene ders veren Aristo eşi Pythias ölünce Herpyllis'le evlenir ve Nikomakhos adında bir oğlu olur. Günümüze kalan metinlerinin çok büyük ihtimalle bu dönemde Aristo ya da öğrencileri tarafından yaptıkları tartışmalara dair notlar olduğu ve okul dışında paylaşılmadığı düşünülmektedir.
MÖ 323'te Büyük İskender'in ölmesi sonrası Atina'da Makedon karşıtı bir tepki dalgası oluşunca Makedon olan Aristoteles'e karşı, dine saygısızlık davası açılması söz konusu olur. Bir ölümlüyü -Hermias'ı- anısına bir ilâhi yazarak ölümsüzleştirmekle itham edilir. Bunun üzerine Aristoteles, Sokrates'in yazgısını paylaşmak yerine Atina'yı terk etmeyi seçer: kendi deyişiyle, Atinalılar'a "felsefeye karşı ikinci bir suç işlemeleri" fırsatını tanımak istemez. Annesinin memleketi olan Eğriboz (Euboia) adasındaki Helke'ye sığınır. Ertesi yıl MÖ 322'de, altmış iki yaşında hayatını kaybeder. 2016 yılında Yunan arkeolog Kostas Sismanidis, Aristoteles'in mezarının, Stagira bölgesindeki 5. asra ait tarihi kalıntılar arasında bulduğunu açıkladı.
Yapıtları.
Aristoteles'in yazıları iki kümeye ayrılır:
Kaybolan yapıtları.
İlk kısım yazılar, "dışrak yapıtlar" olarak adlandırılırlar. Dışrak, yani ἐξοτερικά terimini Aristoteles kendi Lykeion'dan daha geniş bir okuyucu kitlesine yönelik eserleri için kullanmıştır. Bu yapıtlar, diğer birçok Antik Çağ metni gibi miladı izleyen ilk asırlarda kaybolmuş ve günümüze yalnızca başka yazarların alıntılarından kalan parçalar ulaşmıştır. Bu yapıtlar konu ve işleniş itibarıyla Platon'unkilere benzer biçimde diyalog olarak yazılmıştır. Cicero, Aristoteles'in stilinin "pürüzsüzlüğü"nü övüp yazısının akışını "altın bir ırmak"a benzetirken çok büyük ihtimalle bu yapıtlara göndermede bulunmaktadır çünkü bizim elimize ulaşan diğer türdeki metinler dil ve biçim açısından vasat, daha çok konuşma diline yakın metinlerdir. Bu metinler büyük ölçüde Platoncu temaları geliştirmekte, hatta bazen Platon'un çalışmalarıyla aynı doğrultuda daha öteye giden iddialar sunmaktadır (Bu çizgide, örneğin "Evdemos" diyalogunda, ruhla beden arasındaki bağları doğa karşıtı bir birliktelik olarak nitelendirip, Tyrrhen korsanlarının tutsaklarını bir cesede bağlayarak yaptıkları işkenceye benzetir). Fakat genel olarak bu yayımlanan metinlerin hiçbiri elimize ulaşan metinlerdeki kadar güçlü argümanlar vermemekte, daha çok genelgeçer toplumsal normları ve Platon'u doğrular görünmektedir.
Aristoteles'in yayıma yönelik olmayan eserlerinde ise (örneğin "Ruh Üzerine"'de) Platon'u ve ondan sonra gelen Platoncuları eleştirdiğini çok net görebiliriz. Dahası pek çok noktada Platon'la çok temel görüş ayrılıklarına sahip olan Aristo, pek çok başka açıdan da genelgeçer toplumsal kanılarla oldukça zıtlaşmaktadır. Bu durum felsefe tarihçilerini Aristo'nun nasıl anlaşılması gerektiğiyle ilgili çeşitli iddialara götürmüştür. Kimileri Aristo'nun yayımladığı diyaloglarını Platon'un okulundayken yazdığını, bu nedenle Platon'un iddialarını savunan metinler ürettiğini, ancak kendi özgün düşüncelerini daha sonra geliştirdiğini iddia etmektedir. Fakat öte yandan Aristo'nun toplumsal alanda görünürlükle filozoflar arası yapılan tartışmaların düzeyi arasında bir ayrım gördüğünü, dolayısıyla yayımladığı eserlerin felsefe bilmeyen insanlara yönelik olduğu için öyle yazıldığını, okulunda yakın öğrencileriyle beraber çok daha farklı bir tartışma pratiği benimsediğini iddia edenler de bulunmaktadır. Bu günümüze ulaşamayan yayımlanmış yapıtların başta gelenleri şunlardır: "Eudemos ya da Ruh Üstüne" (Platon'un "Phaidonunun izinde), "Felsefe Üzerine" ("Metafizikin kimi temalarının ayırdına varabildiğimiz bir tür "tutum ibrazı" yazısı), "Protreptik" (felsefî hayata teşvik), "Gryllos ya da Retorik Üzerine" (Isokrates'e karşı), "Adalet Üzerine" ("Politika"'nın bazı temaları burada görülebilir), "Asalet Üzerine" ve "Şölen".
Korunan yapıtları.
İkinci küme Aristoteles'in büyük olasılıkla Lykeion'daki derslerini vermek için kullandığı notlardan oluşsa da bu konuyla ilgili kesin bir bilgi yoktur. Bu yapıtlardan "ezoterik" (içrek) bazen de "akroamatik" (yani sözel öğretime yönelik) yapıtlar olarak bahsedenler bulunmaktadır. Antik Çağ'dan itibaren bu metinlerin nasıl korunduğu üzerine romansı bir anlatı yayılmıştır. Bu hikâyenin gerçekliğiyle ilgili hiçbir kanıt bulunmadığı, dahası tam tersi yönde pek çok kanıt olduğu halde, bu hikâye tarihteki en önemli Aristoculardan biri olan Afrodisyanlı İskender tarafından aktarıldığı için pek çok tarihçiyi düşündürmektedir. Afrodisyanlı İskender'in MS 2. yüzyılda aktardığı hikâyeye göre Aristoteles ve Theophrastos'un elyazmaları, Theophrastos tarafından eski okul arkadaşı Nelevs'e bırakılmış; Nelevs'in cahil vârisleri metinleri Bergama krallarının kitapsever açgözlülüğünden korumak amacıyla Skepsis'te bir mağaraya gömmüşler, uzun zaman sonra, MÖ 1. yüzyılda, bunların torunları yazmaları altın pahasına Peripatetisyen Teoslu Apellikon'a satmışlar, Apellikon bunları Atina'ya götürmüş, son olarak Mithridates'le savaştığı sırada Roma imparatoru Sulla Atina'daki kitaplığı ele geçirip Roma'ya taşımış. Orada da bu kitaplık Tyrannion tarafından satın alınmış: Lykeion'un son yöneticisi Rodoslu Andronikos MÖ 60 civarında Aristoteles'in ve Theophrastos'un akroamatik eserlerinin ilk redaksiyonunu yayımlamakta kullanacağı nüshaları ondan almış.
Bu anlatı pek tutarlı gözükmüyor. Zira Aristoteles'in ölümünden sonra kesintisiz olarak etkinliğine devam eden Lykeion’un nasıl olup kurucusunun elyazmalarını yitirmiş olabileceğini anlamak güç. Dahası, bu metinlerin kendilerinin Aristoteles öldükten sonra öğrencileri tarafından onun öğretilerini bir okul müfredatı formatına getirme çabası sonucu üretilmiş olması da mümkün. Her hâlükârda Aristoteles’in yapıtlarının ilk önemli yayımı Andronikos’unki. Belki de bu nedenle Aristoteles’in yapıtları bu dönemden yani filozofun ölümünden üç asır kadar sonra, daha etkili olmaya başlamış olabilir. Fakat bu döneme kadar Aristoteles'in takipçileri kaybolmamışlar, sadece Epikürcüler, Stoacılar ve şüpheciler kadar baskın olmamış, onlar kadar önemli görülmemişlerdir.
Buradan çıkan önemli bir sonuç "metafizik" gibi metinlerin isimlerinin daha sonradan Aristo'nun takipçileri tarafından üretilen isimler olmaları, dahası metinlerin sırasının, mantıksal akışının ve pek çok argümanın yerinin de yine Aristo'nun takipçileri tarafından düzenlenmiş olması. Metinlerin ne kadarının Aristo'nun özgün fikirleri olduğunu bilmediğimiz gibi bize Aristo'nun adı altında ulaşan metinlerdeki iddiaların ne kadarından Aristo'nun haberdar olduğunu da bilmiyoruz. Bu durum birbirinden oldukça farklı konularda pek çok felsefi teori ortaya atan Aristoteles metinlerinin bütünlüğünün yorumlanması ve tartışılması konusunda oldukça büyük problemler yaratmış, tarih boyunca Aristoteles'in metinlerine yazılan şerhler felsefe tarihi üretiminin önemli bir kısmını oluşturmaktadır.
Öte yandan, Andronikos'un metinleri hem mantıksal, hem de didaktik kaygılar güden bir düzene oturttuğunu görüyoruz (örneğin mantığın, bilimsel incelemelerden; fiziğin de metafizikten önce gelmesi gibi). Dahası konu bakımından da dilin doğru kullanımına dair normatif kurallarla başlayan Aristo külliyatı fizik, anatomi, hayvanlar, metafizik, etik ve retorik sırasıyla ilerlemektedir ki bu da eğitimin nasıl yapılması gerektiğiyle ilgili önemli fikirler vermektedir. Fakat Aristoteles metinlerine verilen bu sistematik biçimin Aristoteles tarafından ne kadar düşünüldüğü ya da savunulduğu tartışmaya açıktır. Dahası, Orta Çağ'da Aristoteles adıyla toplanan metinler temel bilim faaliyeti haline geldiğinde eklemeler, çıkarmalar ve formal değişiklikler artmış olmalıdır.
Bir yorum çalışması bu metinlerin yalnız içeriğini değil, aynı zamanda Aristotelesçi eğitimin, yani Platon'un metinlerinde gördüğümüz Sokrates'ten farklı olarak kendine özgü nitelikleri olan Aristoteles okulunun kendine özgü özelliklerini de göz önünde bulundurmalıdır. Aristotelesçi eğitimde karşımızdaki yazarın tutumu bir "hoca"nın söyleminin öğrencileriyle direk olmasa da retorik bir diyalog içinde kurulan, çoğu zaman geçmiş filozoflardan alıntılarla, hatta Homeros gibi şairlere göndermelerle ilerleyen, ortaya attığı tezlerin sonuçlarını tartışmaya açan ve açık kapılar bırakan biçimdedir. Böylelikle, Aristoteles’in yapıtlarında bir doktrinin dogmatik sunumuna değil, güçlükler ve çelişkiler arasından kendine yol açan, zaman zaman uzun ve zorlu argümanlardan geçen, zaman zamansa cevaplayamadığı soruları yarına bırakan bir hakikat söyleminin oluşumuna tanık oluyoruz. Aristoteles’in incelemelerinde oldukça az sayıda çok net bir biçimde formal olarak ifade edilmiş çıkarım bulunması, bu incelemelerin silojistik üslupta değil de Antik Yunanca'daki anlamıyla “diyalektik” yani ortaya atılan görüşlerin sonuçlarının diğer insanlarla beraber tartışılması ve karşılaştırılması sonucu hipotezlerden doğrulara ulaşma sürecine dayalı bir yapıda olması metinleri okurken unutulmamalıdır.
Corpus Aristotelicum.
Aristo'nun metinlerine referans vermek için, günümüzde 19. yüzyılda August Immanuel Bekker tarafından hazırlanmış olan toplu basımın paragraf sayıları kullanılmaktadır. Bu metinlerden Aristo'ya ait olmadığı kanıtlanmış olanların üstü çizilmiştir. Atinalıların Devleti, 1890'da arkeolojik kazılarda bulunan bir papirüs sayesinde ortaya çıktığı için bu basımda yer almamaktadır. Sorunlar, Magna Moralia ve Ekonomikler'in ise özgünlüğü sorgulanmaktadır.
Teorik Felsefe.
Aristoteles felsefe pratiğini üç bölüme ayırmıştır: teorik, pratik ve teolojik. Teorik felsefe dilin doğru kullanımları, mantık, doğa felsefesi, fizik, kozmoloji, biyoloji, gibi konuları ele alır. Pratik felsefe ise arzular, etik, devlet, erdemler, davranışlar, mutlu yaşam gibi konuları ele alır. Teoloji ise varlığın temellerinin, şeylerin özünün, gerçekliğin kendinin yani Tanrının araştırılmasıdır. Teorik felsefeyle ilgili metinlerini çok geniş anlamıyla mantık, doğa felsefesi ve metafizik olarak alt başlıklara ayırabiliriz.
Mantık.
Orta Çağ'da verildiği Latince adıyla "alet" yani "Organon" bölümü Aristoteles'in en önemli ve en etkili bölümlerinden biridir, örneğin Kant çok tartışmalı bir iddia olsa da Aristoteles'in bu eserinden kendi zamanına dek mantıkta hiçbir değişme ve gelişme olmadığını iddia etmiştir. Altı bölümden oluşan bu eser modern anlamda mantık olarak adlandırdığımız incelemeden çok daha fazlasını içerir. İlk bölüm "yüklemler" ya da daha popüler ismiyle "kategoriler" adlandırma üzerine dilin genel işleyiş biçimine dair iddialarla başlar. Kategoria (κᾰτηγορῐ́ᾱ) Antik Yunancada "iddia, yargılama, atfetme, "yüklemlendirme"" anlamlarına gelir ve Aristo bu kelimeyi şeylere hangi kelimelerin nasıl atfedildiğini açıklamak için kullanılır. Aristo felsefesinin genel yapısını anlamak için çok önemli olan bu bölümde bahsedilen töz kavramıyla Metafizik kitabında töz hakkında verilen inceleme arasındaki ilişki yoruma açıktır.
Günümüze kadar gelen kategori kelimesi bugünkü anlamını Aristo'nun meşhur listesinden alır. Bu liste Aristo'ya göre bir şeyin kaç farklı şekilde adlandırılabileceğine dair bir ayrım yapar, günümüzde bu başlıkların her birinin farklı bir "kategori" olduğunu söylüyoruz. Bu kategoriler töz, nicelik, nitelik, ilişki, yer, zaman, konum, durum, etki ve etkilenim olmak üzere on tanedir, fakat yapılan ayrımın ne hakkında olduğu tartışma konusudur. Kimisi bu ayrımın ontolojik temelleri olduğunu söylerken kimisi Aristo'nun bu noktada sadece bir dilbilgisi analizi yaptığını iddia etmektedir. Töz varlığın temelini oluşturur, kendi kendine var olan varlıktır, başka bir şeyde var olmaz, diğer bütün kategoriler tözlerde var olurlar. Hemen ardından birincil tözler ve ikincil tözler ayrımı yapan Aristo ikincil tözlerin tümeller olduğunu, tümellerin çok sayıda nesneye atfedilebilir olduğunu söyler. Örneğin "Sokrates" birincil bir tözdür, kendi kendine var olur ve başka bir şeyde var olmaz. Ancak "İnsan" ikincil bir tözdür, tekil tözler var olmadan ikincil tözler var olamazlar, eğer dünyada hiç insan yoksa insan tümelinin de varlığından bahsedemeyiz, ancak bir tane bile insan olması "insan" tümelinin var olmasına yeterlidir.
Yorum Üzerine kitabında kategorilerdeki incelemenin bir adım daha ötesine giderek önermeler, isimler ve filler, değilleme, tümel ve tikel önermeler ve gelecekle ilgili olasılık içeren önermelerle ilgili bir tartışmaya girer. Günümüzde tümel ve tikel yargıları inceleyen mantık alanının adını "niceleme mantığı" olmasının nedeni Aristo'nun tümel ve tikel olmanın önermelerin niceliği olduğunu iddia etmesinden gelir ve modern mantık büyük oranda Aristoteles'in iddiaları üzerine kuruludur, modern niceleme mantığı 1879 yılında Gottlob Frege'nin Aristotelesçi mantık yerine yeni bir mantık sistemi ortaya atmasıyla doğmuştur.
Felsefi açıdan bu kitabın en ünlü kısmı "gelecekteki rastlantılar problemiyle" ilgili "deniz savaşı" örneğinin verildiği kısımdır. Aristo eğer "yarın bir deniz savaşı olacak" dersem ve yarın bir deniz savaşı olursa bu cümlem doğrudur der. Fakat eğer bugün deniz savaşı olduğuna göre cümlem dün söylediğimde de doğruydu dersek o zaman 10.000 yıl ve bir gün önce söylense de doğru olurdu, o zaman da bu cümle bugünden önce ne zaman söylense doğru olur, bugün deniz savaşı olmaması imkansız olurdu. Dolayısıyla gelecekle ilgili iddiaların doğruluk değerini söyleyebilmemiz için olayın olması gerekir, öbür türlü her şey zorunlu olarak olmak zorunda kalır, o zaman da etik değerlerin ya da sorumlulukların hiçbir anlamı olmaz. Nedensellik açısından olmasa da bir çeşit mantıksal determinizmi reddeden Aristo'nun bu iddiaları determinizmin Tanrı'nın her şeyi belirlemesi bağlamında Hristiyanlıkta ve İslam'da ya da bütün olayların belirli bir nedenle olduğu üzerine kurulu modern determinizmde (Leibniz) tartışma konusu olmuştur.
Antik Yunanca "analysis" (ᾰ̓νᾰ́λῠσῐς) kelimesi "çözmek" (hem mesela bir ipi çözmek, hem de mesela suda çözmek) anlamına gelmektedir. Birincil Analitik (ya da birincil çözümlemeler) hemen ardından genel "İkincil Analitik"'le (ya da ikincil çözümlemeler) beraber düşünüldüğünde "geçerli çıkarımlar"la ilgili bir teori sunmaktadır. Bu en genel anlamıyla doğru cümlelerden doğru cümlelere ulaşabilmemizi sağlayan bir söylem oluşturma biçimidir. Birincil analitik yorum üzerine kitabında yapılan cümlelerin parçalarının ve niceliklerinin (tümel, tikel) incelemesi üstünden temel bir "çıkarım yapma biçimi" (tasım) olarak "silojism" incelemesini üretir, "silojism" (συλλογισμός, "syllogismos") Antik Yunanca "birlikte-söylem" demektir, yani kabaca beraber söylenen cümlelerin incelenmesidir. Basitçe bir silojism/tasım/çıkarım üç cümleden oluşur, her cümle iki parçadan oluşur, ilk iki cümlenin bir parçası ortaktır ve Aristo bu ortak elemana "orta terim" adını verir, üçüncü cümlede orta terim yer almaz, yalnızca birinci ve ikinci cümlenin diğer bölümleri yer alır. Örneğin: 1. Bütün yaşayan insanlar canlıdır, 2. Sokrates yaşayan bir insandır, 3. Sokrates canlıdır. Burada "yaşayan insanlar" orta terimken, "Sokrates" ve "canlı" üçüncü cümlededir, dolayısıyla ilk iki cümleden üçüncü cümleyi "çıkarmış" oluruz. Aristo'nun gelecekle ilgili önermelerle ilgili argümanı gelecekle ilgili iddialarımızda bu orta terim ile bir çıkarım yapamayacağımızdır.
Pek çok çıkarım biçimini inceleyen Aristo çıkarımların genel yapılarını da kategorize ederek doğru cümlelerden doğru cümleler çıkarılabilmesi için uyulması gereken kuralların soyut genel yapısını birincil analitikte verdikten sonra İkincil Analitik'te bilimsel bilginin üretilmesi sürecinde maddeden bahsederken nasıl bir yöntem izlenmesi gerektiğinin araştırmasına girişir. Birincil analitikte bahsedilen çıkarımlar geneldir, fakat maddelerin özelliklerine göre bu çıkarımların doğruluk değerleri değişebilir. Dolayısıyla Aristo'ya göre bilimsel faaliyette çıkarımlar "gösterimlerden" yani belirli ilkelerden formal mantık kurallarıyla sonuçlara ulaşılan ispat süreçlerinden oluşur. İspatın başladığı "ilkeler" daha önceden ispatlanmış ya da "birincil ilkeler" yani ispatlanamayan fakat kendi kendilerine doğru ilkelerden oluşmalıdır. İspat süreci dairesel olmamalıdır, yani sonuçlar çıkarıldıkları temel ilkeleri ispatlamamalıdır ki bu açıdan Aristo mantıksal olarak bilimsel bilginin "temelleri" olması gerektiğini savunur. Ayrıca bir ispattaki bütün adımların zorunlu, genel ve ebedi doğrular olması gerektiğini savunan Aristo bir iddianın sadece doğruluğunu değil neden doğru olduğunu da ispatlayan, negatif değil pozitif bir iddiayı ispatlayan ve "yanlışa indirgeme" metoduyla değil de öncüllerden direk yapılan çıkarımlarla gösterilen ispatların daha iyi olduğunu savunur. Diğer çıkarım biçimleri de doğrudur fakat Aristo'ya göre bilgimizi asıl geliştiren bu biçimde yapılan çıkarımlardır.
İkincil analitikte iddia edilen biçimle yapılan çıkarımların sonucuna "apodiktik" yani zorunlu ve kesin doğrular derken, eğer öncüler kesin değilse ulaşılan sonuçlara "diyalektik" yani tartışmalı diyen Aristo, Topikler (ya da yaygın düşünceler) kitabında bu tarz çıkarımların yapısını incelerken, yapı ve içerik itibarıyla doğru görünen fakat doğru olmayan çıkarımları ise "sofistçe" olarak adlandırır ve sofistlerin çürütülmesi kitabı bu tarz çıkarımları inceler. Sadece cümlelerin doğruluk ilişkilerinin soyut yapılarını değil kelimelerin içeriklerinin bu doğruluk yapılarıyla ilişkisini de inceleyen Aristo retorikle ilgili pek çok konuya da girdiği bu metinlerinde tümevarım ve tümdengelimin ilk bilimsel analizlerini vermiş, iddiaları günümüze kadar oldukça etkili olmuştur. Örneğin 19. yüzyılda yaşamış matematikçi ve mantıkçı George Boole'un Aristoteles'ten yola çıkarak geliştirdiği sembolik mantık sistemi (ki Boole'un geliştirdiği sistem Aristoteles'i çürütmemektedir), günümüzde bilgisayar donanımlarının temel kurulum yapısını oluşturmaktadır.
Doğa Felsefesi.
Fizik.
"Physis" (φῠ́σῐς) kelimesi Antik Yunanca "doğa" anlamına bir isimdir, "physike" (φῠσῐκή) ise bu kelimenin sıfatı olup "doğaya ilişkin, doğal" anlamındadır. Aristo'nun "Fizik" incelemesi aslında bir şeyin doğasının sahip olduğu temel özelliklerin incelemesidir, bu nedenle Aristo modern fizikteki gibi nesnelerin hareketlerinin genel yasalarını anlamaktan ziyade bir doğaya sahip olan şeylerin bu doğasının nasıl bir şey olması gerektiğine odaklanır. Bütün bu analiz en temelinde hareket halinde olan şeylerin bu hareketlerinin nasıl ortaya çıktığı ve geliştiği üzerine odaklanır.
Aristo'nun düşünce tarihine yaptığı en önemli katkılardan biri olan "madde" kavramı burada tanımlanır, madde Aristoteles'e göre bir süreçte kendine bir nitelendirme yapılmadan sürece girip aynı şekilde çıkan ve bu sayede değişimin ve sürecin olabilmesini sağlayan temel varlıktır. Aristo'nun anladığı haliyle madde değişimin ve hareketin var olabilmesini sağlayan şeydir, fakat Aristoteles'e göre maddeyi betimleyemeyiz çünkü yapacağımız her betimleme maddeyi değil o maddenin formunun betimlenmesidir.
"Fizik" yani doğa Aristo'ya göre bir şeyin kendinde yani özünde bulunan hareket etme ve sabit durabilme ilkesi veya nedenidir. (197b21) Yani bir şeyin doğası onun kendinde sahip olduğu haliyle o şeyi harekete geçiren ya da durduran neden ya da ilkedir. Aristo doğasından bahsedebileceğimiz şeylerin üç kategoride, madde, form ve bunların birleşiminden oluşan varlıklar olabileceğini söyler. Bir doğaya sahip olan varlıkları yapay (yani insan yapımı) şeylerle karşılaştıran Aristo şu örneği verir: örneğin ağaçtan yapılmış bir yatağı alıp toprağa ekersek yatağı oluşturan ağaç parçalarından dallar ve yapraklar çıkarak ağaca dönüşebilir ancak yatak hiçbir zaman başka bir dönüşüm geçirerek hareketini devam ettiremez, çünkü odunlar kendi içlerinde doğalarının özünde bulunan hareket ilkesine sahipken yatak kendini ortaya çıkaran hareketin nedenine veya ilkesine kendinde sahip değildir, yatağı ortaya çıkarak hareketin ilkesi o yatağı yapan insandadır.
Aristo hareketin oluşumunda bu hareketten "sorumlu" dört farklı neden olduğunu öne sürer. Aristo'nun neden için kullandığı kelime "aitia" Antik Yunanca "sorumlu olmak" anlamına gelir. Bu dört neden madde, form, etki ve sonuç (ya da amaç) olarak incelenirler. Örneğin bir heykel mermerden yapılmışsa mermer o heykelin maddesinden "sorumlu"dur, yani maddi nedenidir. Aynı şekilde heykel Athena heykeliyse Athena'nın biçimi heykelin formundan sorumludur. Heykeltıraş'ın heykeli yapmak için heykele uyguladığı etki heykelin ortaya çıkmasından sorumludur, fakat Aristo aynı şeyin birden farklı nedenden sorumlu olabileceğini söyler, örneğin Athena heykelinin biçimi hem onun formel nedenidir, hem de sonucu, yani heykelin Athena heykeli olmasını sağlayan amaçtır. Dahası iki şey birbirinden sorumlu da olabilirler, örneğin sağlıklı olabilmek için spor yapan bir insanın eyleminin sonucu yani eyleminden sorumlu olan amaç sağlıklı olmaktır, fakat bu insanın sağlıklı olmasından sorumlu olan da spor yapmaktır. Dolayısıyla Aristoteles'in nedensellik anlayışı aslında bir çeşit hareketten neyin sorumlu olduğunun analizidir ve Aristo'ya göre bir olayda dört nedene de açıklık getirilmelidir.
Aristo bir değişimin ancak sahip olunan bir potansiyelin fiilen gerçekleşmesiyle olabileceğini söyler, örneğin sonsuzluk ancak potansiyel olarak vardır fakat fiilen hiçbir şey sonsuz değildir. Bu şekilde Zenon paradokslarına da çözüm getirmiş olur, Zenon paradoksları kabaca ifade edersek hareket diye bir şeyin gerçekten var olmadığını çünkü bir şeyin hareket edebilmesi için sonsuz bir mesafe kat etmesi gerektiğini söyler: örneğin bir ok hedefe varabilmek için yolun yarısına varmalı, yolun yarısına varmak için yolun dörtte birine varmalıdır ve bu sonsuza kadar gider dolayısıyla hareket gerçekten var olamaz. Aristo'ya göre bir uzaklık ancak potansiyel olarak sonsuza bölünebilir ancak fiilen alınan yol hiçbir zaman sonsuz değildir, dolayısıyla da hareket çelişkili değildir.
Platon'un Timaeus'ta iddia ettiği üzere zamanın bir başlangıcı olduğu fikrine karşı çıkan Aristo eğer zamanın bir başlangıç anından bahsedebiliyorsak o başlangıç anının öncesinden de bahsedebiliriz dolayısıyla zaman ezeli ve ebedi olmalıdır, aynı şekilde hareket de zamanla beraber ezeli ve ebedi olmalıdır. Fiilen var olan hiçbir şeyin sonsuz bir faaliyete sahip olmadığı için evrendeki sonsuz zamanda gelişen bu sonsuz hareketi yaratan bir "birincil hareket ettirici" olması gerektiği sonucuna varan Aristo bu sonsuz hareket ettiricinin sonsuz faaliyeti gerçekleştirdiğine göre bütün potansiyellerinin gerçekleşmiş olması gerektiğini, dolayısıyla da maddeden bağımsız olarak ezeli ve ebedi bir faaliyet olarak var olması gerektiğini söyler ve Metafizik kitabında açıkça bu birincil hareket ettiricinin Tanrı olduğu sonucuna varır.
Can Üzerine (Ruh Üzerine).
Aristoteles'in genel olarak Latince adıyla "De Anima" olarak bilinen "Peri Psykhes" (Περὶ Ψυχῆς) adlı metni, canlıların temel özelliklerini incelediği felsefe tarihinin en önemli ve en popüler metinlerinden biridir. "Psykhe" (ψυχή) Antik Yunanca zaman içinde çok farklı anlamlarda kullanılmış bir kelimedir, günümüzde ruh ve can kelimelerinin ikisi de yer yer psykhe'yi karşılamak için kullanılabilir ve temel olarak bir canlıya canlılık özelliğini veren şeydir. Aristo ise psykhe'yi doğal (yani doğası olan) ve maddesinde potansiyel olarak canlılığı barından bir varlığın özü olan formu olarak tanımlar, dolayısıyla bütün canlılar hem madde hem formdan oluşan şeylerdir. Bu anlamda Aristo Platon'un ruh ve bedenin birbirinden bağımsız oldu iddiasına karşı çıkarak bedenin canlıların maddesi olduğunu, canınsa canlı varlıkların canlılıklarını gerçekleştirdikleri bedenin formu olduğunu iddia eder. Bu form Aristo'ya göre canlı varlıkların özüdür, yani bir canlının ne olduğunu bilmek onun özünü, yani canlılık faaliyetini nasıl gerçekleştirdiğinin formunu bilmektir.
Canın farklı farklı fiili varlığı olduğunu iddia eden Aristo hepsinin farklı özleri olduğunu söyler, bütün canlılar beslenmekte ve çoğalmaktadır, ancak sadece hayvanlar kendi kendilerini hareket ettirme potansiyeline sahiptir, dolayısıyla hayvanların canlarının özü daha başka özelliklere sahiptir. Aristoteles farklı canları beslenen can, hayvan canı ve aklın canı olarak ayırır. Hayvanlar algılama gücüne sahiptirler ve en temelde bu açıdan bitkilerden ayrılırlar çünkü bitkiler kendilerini hareket ettirememenin yanı sıra algılayamamaktadırlar. Örneğin Aristo deniz süngerleri belirli bir yere sabit yaşayıp bitkilere benziyor olsalar da dokunduğumuzda kendilerini çektikleri için dokunma algısına sahip olduklarını, bu nedenle de hayvan olmaları gerektiğini söyler. Bireysel ve türsel olarak kendi varlığını sürdürme süreci olarak canlılıkla hayvan olmanın bir süreç olarak farklı bir canlılık biçimi olduğunu öne süren Aristo bu açıdan canlılar arasındaki özellikleri canlılık özellikleri ve bedenlerin faaliyetlerinin farklılıkları üzerinden ayrıştırmak ve sınıflandırmak konusunda hem öncü olmuştur hem de tarihte pek çok düşünürü ve bilim insanını etkilemiştir. Ayrıca algının beş duyudan (dokunmak, tat almak, işitmek, görmek, koklamak) oluştuğu fikri de Aristo'ya dayanmaktadır. Algının düşünceden farklı bir kuvvet olması fikri de tarihte Aristoteles sayesinde yaygınlaşmıştır.
Algının ne olduğunu açıklamak için Aristo fiilen gerçekleşmede önemli bir ayrım yapar, bazı şeyler birincil anlamda fiilen gerçekleşirken bazıları ikincil faaliyettedirler, birincil faaliyet meydana gelme potansiyeli olan bir şeyin bu potansiyelinin gerçekleşerek ortaya çıkmasıdır, örneğin bir öğrencinin matematik öğrenmesi, ikincil faaliyet ise bir şey yapmaya yönelik sahip olunan bir kapasitenin faaliyete geçirilmesidir, örneğin matematik bilen bir öğrencinin problem çözerek cevabı bulmasıdır. Bir canlının doğması birincil faaliyettir, algılamak da aynı şekilde birincil bir faaliyettir. Her algı türüne denk gelen algı organlarımız (görme-göz, duyma-kulak, tat-dil, koku-burun, dokunma-ten) biz bir şey algılamıyorken algılama potansiyeline sahip halde dururlar. Algılamak bir formu algılamaktır ve bir aracı gerektirir, görmek için ışığa, duymak için havaya ya da suya, tat almak için dilimizin ıslaklığına ihtiyacımız vardır. Bu aracı, örneğin ışık, faaliyete geçtiğinde, yani gerçekleştiğinde, nesnenin formunun taşınmasına ve bizim organımızda gerçekleşmesine neden olur, form aracı olan ışık gerçekleştiğinde organımızdaki potansiyeli gerçekleştirerek nesnenin formunun algı organımızda gerçekleşmesini sağlar ve bu şekilde algılarız. İlginç olan Aristo'nun algı teorisinin oldukça radikal biçimde realist ve nesnel bir algı teorisi olmasıdır çünkü bir nesnenin algıladığımız formu nesnenin kendi formuyla aynı şeydir çünkü nesnenin formu algı organımızda gerçekleşmektedir. Bundan yola çıkarak "doğada hiçbir şey gizli değildir" diyerek algılanabilecek olan formların biçim algılama kapasitemizin dışında olmadığını, biz bir şeyi algıladığımızda o şeyi o şey yapan özün gerçek formunu algıladığımızı iddia etmektedir.
Algıyla ilgili incelemesini bitirdikten sonra aklı ya da düşünceyi incelemeye başlayan Aristo, akıl faaliyetine sahip olan tek canlıların insanlar olduğunu iddia eder, fakat hayal gücü ve hafıza gibi sahip olduğumuz pek çok potansiyele başka hayvanlar da sahiptir. Aristo aklın da algı gibi faaliyete geçtiğini söyler, yani biz bir şey düşünmüyorken, akıl bir düşüncenin gerçekleşmesi potansiyeline sahiptir, bu anlamda Aristo aklın potansiyel olarak her şeyin gerçekleşebileceği bir şey olduğunu söyler çünkü ona göre her şeyi bilebiliriz ve bir şeyi bilmemiz demek o şeyin aklımızda gerçekleşmesidir. Bu açıdan bir pasif akıl bir de aktif ya da faal akıldan bahseden Aristo pasif aklın tıpkı kapalı gözler gibi sahip olduğu potansiyeli gerçekleştirmemiş halde duran akıl olduğunu söyler, örneğin öğrendiğimiz şeyler biz onları düşünüp kullanmadıkça hafızamızda beklerken pasif aklı oluşturur. Aktif akıl ise zihnin faaliyete geçip algı, hayal gücü, hafıza gibi kuvvetleri dolayısıyla sahip olduğu imgeleri kullanarak fiilen gerçekleşerek düşünceler oluşturmasıdır.
Aristo'nun pasif akıl ve faal akıl arasındaki ilişkiyi açıkladığı Can Üzerine kitabının üçüncü kitabının beşinci bölümü tarihte üstüne en çok tartışılmış metinlerden birisidir ve nasıl yorumlanacağıyla ilgili İbn-i Rüşt'ten Thomas Aquinas'a, Afrodisyaslı İskender'den modern felsefeye hemen hemen bütün filozofların farklı bir fikri vardır çünkü bu bölümde nasıl ki görme duyusunun aracısı olan ışık gerçekleştiğinde nesnedeki formun algı organında gerçekleşmesini sağlıyorsa, aynı şekilde bütün bilgimizin zihnimizde gerçekleşmesini sağlayan bir faaliyet olduğunu ve pasif aklı faaliyete geçirdiğinde bilmemizi sağladığı için bu faaliyetin gerçeği deneyimlememizi sağlayan faaliyet olduğunu söyler. Bu faaliyet maddeden tamamıyla ayrılabilen, aklın gerçekleşmesini sağlarken kendi hiçbir şeyden etkilenmeyen, başka hiçbir şeyle karışmamış saf bir ikincil faaliyet yani bütün potansiyellerini tam anlamıyla gerçekleştirmiş olmalıdır çünkü bilgimiz bildiğimiz şeyin kendi yani gerçektir. Burada Aristo'nun gerçeği deneyimleyebilmemizi dolayısıyla da bilebilmemizi sağlayan, her şeyi gerçekleştiren akıl olarak tanımladığı saf ikincil faaliyetteki aktif akıl, Metafizik kitabında Tanrı'yla ilgili söylediklerine oldukça benzemektedir. Orada Tanrı bütün maddeden arınmış, maddenin bütün hareketini sağlayan, mükemmelliğin kendi olduğu için sadece saf ikincil faaliyette bütün potansiyellerini gerçekleştiren, dolayısıyla hiçbir şeyden etkilenmediği için sadece kendi kendini düşünen hareketsiz bir hareket ettirici olarak anlatılır. Bu anlamda felsefe tarihi boyunca temel teşkil eden tartışma Tanrı'yla insan arasında nasıl bir ilişki olduğu sorusudur. Öte yandan algıda olduğu gibi düşüncede de Aristo realist ve nesnelliği savunur, bir şeyi bilmek demek tam anlamıyla bilgilimizin bildiğimiz şey olması demektir. Çünkü bilmek bildiğimiz şeyin gerçekliğinin akılda faal olarak var olmasıdır.
Metafizik.
Aristoteles'in "Metafizik" adlı eserinin isminin kendinin sonra gelen takipçileri tarafından konulduğu ve büyük ihtimalle Aristoteles'in öğretilerinin öğretildiği müfredatta "Fizik" adlı metinden sonra geldiği için ""Fizik"'ten Sonra" anlamına gelen "τὰ μετὰ τὰ φυσικά" (ta meta ta "Physika") adının verildiği düşünülmektedir. Ancak Antik Yunanca "meta" kelimesi hem "sonra" hem de "ötesinde" anlamlarına geldiği için zaman içerisinde isim içerikle uyumlu olduğu yönünde yönünde yorumlanmıştır. Bu eserinde Aristo birincil ilkeleri, tözü, varlığı varlık olarak inceleyeceğini söyler, yani varlıkları başka nedenlerle rastlantısal olarak sahip oldukları özelliklerle değil, varlık olmalarıyla sahip oldukları özellikleri araştırmaktadır. Nedensellik, Tanrı, töz, faaliyet ve potansiyel, madde ve form gibi pek çok konuda detaylı argümanlar veren Aristo felsefe tarihinin en etkili metinlerinden birini oluşturmakla kalmamış, Kant'ın deyimiyle "bir zamanlar bilimlerin kraliçesi olan" metafizik adlı araştırma alanına bizzat ismini vermiştir.
Bir yandan kendi felsefesinin en temel noktalarını açıklarken, bir yandan da hemen hemen kitabın tamamı boyunca hocası Platon'a karşı pek çok yerde açık açık, pek çok yerde ise üstü örtük biçimde karşı çıkan ya da hemfikir olan Aristo'nun, bu eserinde Platon'un felsefesinden yola çıkarak Aristo'nun geldiği noktanın izlerini sürmek ve aralarındaki diyaloğun felsefi açıdan ne kadar üretken olduğunu görmek mümkündür. Aristoteles kitabına araştırmasının birincil ilkeler hakkında olduğunu söyledikten sonra felsefe tarihinin çok kabaca bir özetini verir ve tarih boyunca Aristo'nun bu felsefe tarihi anlatısı pek çokları için felsefenin gelişim sürecini anlamak için temel teşkil etmiştir, örneğin Thales'in ilk filozof olduğu ve her şeyin sudan geldiği söylediği yönündeki anlatı burada Aristoteles tarafından anlatılmaktadır. Aristo felsefenin temel araştırma alanının nedenleri araştırmak olduğunu söyler ve ilk filozofları sadece maddi nedenlerden bahsettikleri için "doğa filozofları" olarak anlatır, bir tek Platon'un iddialarına detaylı olarak yer verilmiş ve ciddi karşı argümanlar verilmiştir, çünkü Aristo Platon'un formal nedeni ortaya atmasının önemli bir gelişme olduğunu, fakat Platon'un formların ne olduğuyla ilgili düşüncelerinin yetersiz olduğunu iddia eder. Aristo'nun verdiği pek çok argümandan birisi "etkileşim problemi" olarak adlandırılabilir, Platon'a göre formlarla maddenin birbirinden bağımsız olduğunu söyleyen Aristo görünen nesnelerle düşünülen formlar arasındaki nedensellik ilişkisi Platon'un iddiaları üzerinden kurmanın imkansız olduğunu söyler. İlginç bir şekilde bu argümanın aynısı Platon'un Parmenides diyaloğunda Parmenides tarafından formlar teorisini savunmaya çalışan genç Sokrates'e söylenir. Fakat Aristo'nun en en ünlü karşı çıkışı "üçüncü insan" argümanı olarak bilinir: Platon'a göre bir insan varsa, bu insana insan olma özelliğini veren bir "İnsan" ideası olmalıdır, var olan insanla İnsan ideası birbirlerinden farklı şeylerdir, dolayısıyla aralarındaki ilişkiyi kuracak olan üçüncü bir insan ideasına ihtiyaç vardır. Eğer böyleyse bütün ilişkilerin kurulabilmesi için sonsuz tane ideaya ihtiyaç vardır, fakat bu olamaz çünkü o zaman bilgiye sahip olamayız.
Benzer şekilde Aristo nedensellik zincirlerinin de sonsuz olamayacağını söyler, çünkü o zaman hiçbir nedeni tam olarak bilemezdik, dolayısıyla Aristo temel bir neden olması gerektiğini ve bunun bizim bilebileceğimiz bir ilk neden olması gerektiğini söyler ve ünlü Lamba bölümü bu temel ilk nedenin Tanrı olduğunu iddia eder. Aristo'ya göre Platon'un formal nedeni ortaya atması felsefede önemli bir gelişme olsa da, formun kendiyle formun tikel varoluşu arasında nasıl bir ilişki kurulduğunu açıklayamaması bilginin nasıl mümkün olduğuyla ilgili önemli bir problem oluşturmaktadır. Aristo'ya göre bilgi nesnesiyle özdeş olmalıdır, yani biz biz şeyi bildiğimizde o şeye referans veren bir iddiayı ya da o şeyin zihnimizde canlanan bir temsilini değil, o şeyin kendini, o şeyin gerçekliğini bilmemiz gerekir, başka türlü bilgi ile nesnesi arasında kurulmaya çalışılan dolaylı ilişki her zaman şüpheli olacaktır. Bu nedenle Aristo bizim bilgimizin nesnesi olan formların tözlerin varoluş biçimleri, yani özü olduğunu iddia eder. Öz kavramı Aristo'nun Antik Yunanca kullandığı bir kalıp olan "to ti en einai" yani "bir şeyin ne olduğu" kalıbından gelmektedir, dolayısıyla bir bir şeyin "ne olduğunu" söylediğimizde onun özünü dile getirmekteyiz. Özün bu ifadesi tözün formuna "denk gelmektedir" ki bu dildeki bir ifadenin ifade ettiği şey arasındaki uyum üzerine kurulu doğruluk teorisi tarih boyunca en yaygın kabul gören doğruluk teorisidir ve hâlâ daha destekçileri bulunmaktadır.
Aristoteles'in Metafizik kitabının en ünlü cümlelerinden birisi, pek çok farklı şekilde yorumlanabilecek olan "varlığın farklı farklı söylendiği" iddiasıdır. Metafizik kitabının temel amacı varlığı varlık olarak incelemek olduğu için Aristo varlığın farklı anlamlarda kullanıldığı, dolayısıyla bu anlamların açıklaması gerektiğini söyler. Aristo'ya göre en temel anlamıyla varlık tözdür ve Aristoteles'in töz için kullandığı Antik Yunanca kelime "ousia" soyur anlamda "varlık" anlamına gelir, ancak Aristo'ya göre bütün varlıklar töz değildir, yalnızca canlı varlıklar tözdür çünkü ancak canlı varlıklardan bahsederken gerçekten var olan tözlerden bahsedebiliriz. Bunun nedeni tözlerin madde ve formdan oluşmalarıdır, form tözün özünü oluştururken, madde bu formun hareketini ve değişimini sağlar, madde ve formun bir bütünlük halinde var olduğu tek varlıklar canlılardır. Örneğin insan üretimi nesneler formlarını insanların onlara verdiği dışsal bir etki sonucu alırlar, oysa canlılar formlarını kendi özlerinde sahip oldukları özelliklerle kazanırlar. Doğa ise bir bütün olarak formunu Tanrı tarafından almaktadır, yani bütün doğa olayları Tanrı'nın etkisiyle harekete geçerek varoluşlarının biçimini kazanırlar, canlılar ise kendi hareketlerini kendileri belirlerler. Aristo'ya göre madde belirsizdir, var olan her form maddenin aldığı bir biçim olduğu için maddenin kendi biçimini bilemeyiz, ancak aldığı formu bilebiliriz. Dolayısıyla Aristo'nun form anlayışı var olan şeylerin hareketliliklerinde geçirdikleri evreler ve bu evrelerde kazandıkları işlevlerdir, Aristo canlıların formlarını yaşamsal işlevleri üzerinden inceler ve canlılıklarını oluşturan özleri canlılıklarını sağlayan işlevler üzerinden tanımlar.
Bir şeyi tanımlamak tözün özünü yani formunu ifade etmektir ve Aristoteles'in bilim anlayışı bir şeyin tanımlanması ve bu tanımdan mantıksal olarak çıkan sonuçların incelenmesidir. Fakat bir şeyin özünün bilinebilmesi için o şeyin formunun geçirdiği hareketin bütünlüğü içinde bilinmesi gerekir. Hareket Aristo'ya göre nedensellik sürecidir, dolayısıyla tözün anlaşılabilmesi için nedenselliğin araştırılması gerekir. Aristo'nun neden kavramı "aitia" bugünkü modern bilimde kullandığımız neden anlayışından oldukça farklı biçimde daha çok "sorumluluk" anlamına gelir. Dört farklı neden olduğunu iddia eden Aristo'nun bu anlamda bir şeyin hareketinden sorumlu olan dört farklı etmenden bahsettiği söylenebilir. Bunlar madde, form, etki ve sonuçtur. Maddi neden sadece bir şeyin maddesi olabilir, örneğin mermer bir heykelin maddi nedeni mermerdir, mermer heykelin maddesinden mermer "sorumludur". Fakat aynı zamanda Aristo maddenin kendinin özelliklerinden de bahseder, Aristo'ya göre madde ateş, su toprak ve havadan oluşmaktadır ve bütün bu elementlerin doğal konumları vardır, yani toprak doğal olarak en aşağıda, üstünde su, onun üstünde hava en üstte de ateş bulunmaya çalışır, bu nedenle içinde fazla toprak olan bir cisim daha ağırdır ve doğal bir konumu olan yere gitmek ister, bu nedenle de ağırdır, aynı şekilde içinde daha fazla hava veya ateş olan şeyler daha hafiftir. Aristoteles'in en ilginç argümanlarından birisi her temel elemente denk gelen hayvanlar olduğu iddiasıdır, su hayvanları balıklar, toprak hayvanları bizim gibi karada yaşayan canlılar, hava hayvanları ise kuşlardır. Ateş hayvanları ise, örneğin ejderhalar, ateş en yukarıda olduğu için bizim göremeyeceğimiz kadar yukarıda yaşıyor olmalılardır, dolayısıyla Aristo ateş hayvanlarının Ay'da yaşadıkları sonucuna varır. Ay'dan daha yukarıdaki gök cisimlerininse hareketleri mükemmel olduğu için maddelerinin farklı olması gerektiğini savunan Aristo, onların maddesinin tanrısal bir madde olan "eter" olduğunu iddia eder.
Kendisinden önce filozofların temel olarak maddi ve etkisel nedeni araştırdığını iddia eden Aristo Platon'un form ve sonuçla ilgili söylediklerinin yetersiz olduğunu iddia eder. Aristo'ya göre hareketin kendi formun hareketidir, dolayısıyla formları tam da şeylerin hareketliliğinde incelemek gerekir, fakat bu formların hareketinin bütünü görmeyi gerektirir, yani hareketin nereden başladığını (maddi neden), hangi etkilerle ilerlediğini (etkisel neden), hangi biçimlere büründüğünü (formal neden) ve hangi işlevleri, amaçları yerine getirdiğini (sonuç) incelemek gerekir. Aristo'ya göre bir form ancak bir sonuçla ilişkisi içerisinde nasıl bir işlevi gerçekleştirdiğiyle ilişkili olarak anlaşılabilir, yani bütün nedensellik ilişkileri hareketin sonunda geldikleri noktaya göre değerlendirilmelidir. Antik Yunanca sonuç anlamına gelen "telos" aynı zamanda amaç anlamına da gelmektedir, dolayısıyla Aristo nedensellik süreçlerinin sonunda vardıkları noktaların o nedenselliklerin en başından beri gelmeyi amaçladıkları hedefleri olduğunu ve bu süreç boyunca da maddenin büründüğü biçimlerin yani formların ve çeşitli etkilerin hepsinin en temelde bu amacı gerçekleştirmek olduğunu iddia eder. Aristo'nun bu "teleolojik" düşünme biçimi tarih boyunca pek çok tartışmaya yol açmıştır, özellikle cansız nesnelerin hareketini bir sonucu olduğu yönünde yorumlayarak anlamaya çalışmanın bilime zarar verdiği ve yanlış yönlendirdiği pek çok kere iddia edilmiştir, bugün modern bilimde Aristoteles'in nedensellik teorisi tamamen geçersizdir.
Fakat Aristo'nun potansiyel ve faaliyet üzerine olan düşünceleri hâlâ daha güncelliğini korumaktadır. Aristo'nun potansiyel için kullandığı kelime "dunamis" güç, kapasite demektir, faaliyet için ise iki kelimeyi çoğunlukla birbirinin yerine kullanır "enthelekheia" tamamlanmışlık ve "energeia" işler halde olma, faaliyet halinde olma. Dunamis kelimesi Aristo'dan önce çok kullanılan bir kelime olduğu için Aristo önce bu kelimenin diğer anlamlarını inceler ve bu anlamların hepsinin bir çeşit özne-nesne ikiliği üzerine kurulu olduğu sonucuna varır, örneğin bir yükü kaldırma gücü, rüzgara karşı durma gücü gibi. Fakat enthelekheia ve energeia kelimelerini Aristo üretmiştir ve günümüzde kullanılan "enerji" kelimesi energeia'dan gelir. Aristo potansiyel ve faaliyet arasındaki ilişkinin ancak birbirlerine göre, birbirleriyle ilişki halinde anlaşılabileceğini söyler, bir potansiyel gerçekleşmeden önce o şeyde vardır ancak gerçekleşmeden o şeyde nasıl bir potansiyel olduğunu bilemeyiz. Potansiyel ve faaliyete bir tanım veremeyeceğini söyleyen Aristo aralarındaki ilişkiyi "analoji" yoluyla örnekler vererek bu örnekler arasındaki ortaklığa bakarak anlayabileceğimizi söyler. Örneğin bina yapan ve bina yapılmaya uygun olan arasındaki ilişki, uyuyan ve uyanık, gözleri açık gören ve görebilen fakat gözleri kapalı olan, madde ve maddeden biçimlendirilmiş olan, çalışan ve çalışmayan. (1048b1-4) Bütün bu örneklerde önemli olan bir şeyin gerçekleşmesi sürecinin bir dönüşüm süreciyle açıklaşmış olmasıdır, uyuyan insan uyandığında yeni bir duruma geçer, bir bina yapıldığında bina olma kapasitesine sahip parçalar bir dönüşüm geçirir, gözleri kapalıyken gözlerini açan insan "bir potansiyelini gerçekleştirerek faaliyete geçirmiş" olur.
Aristoya göre iki çeşit faaliyet vardır, birincil faaliyet olmayan bir şeyin ortaya çıkması, meydana gelmesi anlamındadır, örneğin insanlar potansiyel olarak yeni bir çocuk yapma kapasitesi sahipken bir çocuk yaptıklarında çocuğun dünyaya gelmesi birincil anlamda potansiyelin faaliyete geçmesidir. Fakat çocuğun sahip olduğu görmek, duymak, anlamak gibi potansiyellerini faaliyete geçirmesi ve yaşamını sürdürmesi ikincil faaliyettir. Dahası, örneğin matematik öğrenmek birincil faaliyettir, fakat matematik kullanarak problem çözmek ikincil faaliyettir. Aristoteles'e göre maddeye formunu veren ve onu harekete geçiren maddeden arınmış temel bir neden olması gerekir ki madde sonsuz hareketine devam edebilsin, bu şeyin saf ikincil faaliyet halinde kendinin bütün potansiyellerini gerçekleştiren bir töz olması gerekir, bir tane olması gerekir ki doğanın uyumu ve güzelliği oluşa bilsin, bu şey mükemmel olmalıdır, dolayısıyla hiç değişim geçirmemelidir, değişim geçirmediğine göre dışardan etkilenemez dolayısıyla sadece kendi kendi düşünmelidir, aynı şekilde kendi hareket edemez, fakat bütün hareketin nedeni olmalıdır, elbette ki bu maddeden bağımsız bütün evrene uyumunu, güzellini ve düzenini veren mükemmel mutlak ikincil faaliyette yalnız kendi kendini hiç değişmeden düşünen bir ve tek hareket etmeyen hareket ettirici yalnızca Tanrı olabilir.
Aristo'ya göre Tanrı evrene dair bütün nedenleri kendi içinde barındırır, dolayısıyla evrenin hem formal, hem etkisel hem de amaçsal yani sonucundan sorumlu nedendir. Örneğin canlıların neden türler halinde yeni nesiller doğurduklarına verdiği cevap birey olarak ölümlü oldukları için yaşamsal türsel olarak devam ettirerek Tanrı'ya benzemeye çalışmalarıdır der. Benzer şekilde Can Üzerine kitabında akla bilme faaliyetini veren ikincil faaliyetin tam da tanrının özelliklerine sahip biçimde ezeli ve ebedi, maddeden bağımsız ve evrensel olması gerektiğini söyler. Fakat bu konuda Aristo'nun tam olarak nasıl bir iddiası olduğu, Tanrı ve insan aklı arasında nasıl bir ilişki kurduğu kısmı tartışmalıdır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7988",
"len_data": 50396,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.95
}
|
Andrew Jackson (15 Mart 1767 - 8 Haziran 1845), 1829'dan 1837'ye Amerika Birleşik Devletleri'nin 7. başkanı.
Başkanlığından önce Jackson, ABD Ordusu'nda general olarak şöhret sahibi oldu ve Kongre'nin iki kanadında da görev yaptı. Jackson'ın mirası tartışmalıdır. Çalışan Amerikalılar ve eyaletlerin birliğinin bir savunucusu olarak övülse de, özellikle Kızılderililer'e yönelik ırkçı politikaları yüzünden eleştirildi. Jackson'ın siyasi felsefesi, Demokrat Parti'nin temellerini attı.
Jackson, Bağımsızlık Savaşı'ndan önce Kuzey Karolina ve Güney Karolina kolonilerinin sınırında bulunan Waxhaws bölgesinde dünyaya geldi. Avukatlık yaptı ve Rachel Donelson Roberts ile evlendi. Temsilciler Meclisi ve Senato'da Tennessee'yi kısa bir süre boyunca temsil etti. İstifa ettikten sonra, 1798'den 1804'e Tennessee Yüksek Mahkemesi'nde yargıç olarak görev yaptı. Jackson ayrıca "The Hermitage" olarak bilinen bir plantasyon satın alarak zengin bir köle sahibi oldu. 1801'de, Tennessee milisine albay olarak atandı ve komutanı seçildi. 1813-1814 Krik Savaşı'nda Horseshoe Bend Muharebesi'ni kazandı ve yapılan anlaşmada yerli Krik halkını büyük miktarda toprak teslim etmeye mecbur kıldı. Jackson, 1812 Savaşı'nın sonlarına doğru 1815'te gerçekleşen New Orleans Muharebesi'nde İngilizler'e karşı elde ettiği ezici zaferle milli kahraman statüsüne geldi. Daha sonra, Florida'nın ilhakıyla sonuçlanan Birinci Seminol Savaşı'nda ABD kuvvetlerini komuta etti ve Senato'ya dönmeden önce kısa bir süreliğine Florida'nın bölgesel valisi olarak görev yaptı.
Jackson, halkın büyük desteği ve iknasıyla 1824'de başkan adayı oldu. Seçimde dört adaydan hiçbiri Seçiciler Kurulu'nda çoğunluk elde edemediğinden, başkanı Temsilciler Meclisi seçti ve John Quincy Adams seçildi. Jackson destekçileri, Temsilciler Meclisi başkanı Henry Clay'in Adams ile yolsuzca anlaşıp kazanmasını sağladığını iddia ettiler ve Adams'a olan muhalefeti Demokrat Parti'yi kurarak birleştirdiler.
Jackson 1828'de tekrar aday oldu ve Adams'ı büyük bir üstünlükle yendi. 1830'da Kızılderili Tehcir Yasası'nı imzaladı. Bu yasa, binlerce Kızılderili'yi Mississipi'nin doğusundaki ata topraklarından sürdü ve binlerce ölüme yol açtı. Jackson ayrıca Güney Karolina federal hükûmet tarafından koyulan yüksek bir koruyucu gümrük vergisini yok sayınca federal birlikteliğe bir tehdit ile karşı karşıya kaldı. Vergiyi uygulamak için orduyu göndermekle tehdit etti ama kriz gümrük vergisinde değişikliğe gidilmesiyle çözüldü. 1832'de Jackson, İkinci ABD Bankası'nı yeniden yürürlüğe sokacak bir yasa üzerinde vetö kullandı. Jackson bankanın yolsuz ve elitlerin yararına çalışan bir kurum olduğunu savundu. Uzun bir mücadeleden sonra, banka yürürlükten kaldırıldı. 1835'te, Jackson milli borcu ödeyen tek başkan oldu. Başkanlığından sonra, Martin van Buren ve James K. Polk'un başkanlıklarını ve Teksas'ın ilhakını destekledi.
Jackson üzerine olan çağdaş görüşler kutuplaşmıştır. Destekçileri onu demokrasiyi ve ABD Anayasası'nı başarıyla korumuş bir başkan olarak görürken, eleştirmenleri onun bir demagog olduğunu savundu.
ABD başkanlarının akademik sıralamaları tarihsel olarak Jackson'ın başkanlığını ortalamanın üstünde olarak derecelendirdi. 20. yüzyılın sonlarından itibaren itibarı azaldı ve 21. yüzyılda başkanlar sıralamasındaki yeri düştü.
Çocukluğu.
Sertliği ve agresif kişiliği yüzünden "Old Hickory" (Çetin Ceviz) lakabını almıştı. Kendisi aynı zamanda köle çiftliği sahibi zengin bir yerel eşraftı. Sık sık girdiği düellolardan bazıları rakiplerinin ölümüyle sonuçlanmıştır. Siyasette, sıradan vatandaşların oylarını çekmek için demokrat olmayan, aristokrat ve kapalı bir sınıf diye itham ettiği zümrelere karşı mücadele etmiştir. Siyasi tabanını güçlendirmek için başkanlığı süresince patronaj sistemini (Amerikan politikasında patronaj sistemi bir siyasi partinin seçimi kazandıktan sonra devlet memurluklarını kendisine oy verenlere ödül olarak dağıtması olarak tanımlanır. Liyakat sisteminin aksine, patronaj sistemiyle işe girenler memuriyetleri elde tutabilmek için partiye çalışmaya devam ederler) genişletmiştir.
Andrew Jackson mütevazı bir eğitim alabildi ve 18 yaşından sonra bir avukatın yanında çalıştı. 1788'de, sonraları Tennessee eyaletine dahil olan Kuzey Karolina'nın batısında savcı oldu. Yeni kurulan Tennessee eyaletinin anayasasını ilan eden meclisin üyeliğinden sonra sırasıyla Temsilciler Meclisine ve Senato'ya girmeyi başardı. 1798'den sonra Tennessee Yüksek Mahkemesi'nde hakim oldu. Görevdeki başkan Thomas Jefferson ile tartışmalar, siyasi yaşamdan geçici süre çekilmesine sebep oldu. 1805 ile 1812 arası çiftliğini yönetti. 1806 yılında silahlı düelloda ağır yaralandı. Bir kurşun iki kaburgasını deldi ve kalbini az payla ıskalayarak göğüs kafesine takıldı. İkili düellolara devam etti; Bir başka kurşun yarası sürekli devam eden mide ağrılarına sebep oldu. Esir düştüğü Britanyalıların elindeyken, bir Britanya subayı ondan çizmelerini parlatmasını istemiş, reddedince Britanyalı subay Jackson'un yüzünde kılıçla derin bir yara açmıştır.
Başkanlık dönemi.
Jackson, Adams'ın aksine, kökleri eski başkanlardan Jefferson, Madison ve Monroe günlerine kadar uzanan Cumhuriyetçi Parti'den çıkmış bulunan ve Demokrat Parti adı verilen kuruluştaki yandaşları başta olmak üzere halk tarafından çok seviliyordu. 1828 seçimlerinde ezici bir ikinci seçmen çoğunluğu elde ederek Adams'ı yenilgiye uğrattı. Batıdaki küçük çiftçilerin ve oylarını Endüstri Devrimi'nden sonra gelişmiş olan ticaret ve imalatla ilişkili çıkar çevrelerine direnmek amacıyla kullanmak isteyen Doğulu işçiler, zanaatkarlar ve küçük tüccarların desteğini sağlamıştı.
ABD devlet tarihinde hiç görülmemiş derecede bir kayırıcılık ekonomisi başlattı. Başkan seçilmesinden sonra başkentteki memurların birçoğunun yerine kendi taraftarları atandı, yeni kurumlar oluşturuldu. Söz konusu kayırıcılığı demokrasinin gelişmesi olarak görüyordu. Bu sayede siyasi kurumlar yeni halk tabakalarına da açılmıştı.
Görev sırasında, merkezi yönetimi güçlendirmek ve maliye faaliyetlerini yürütmek amacıyla 1816'da kurulan Birinci Birleşik Devletler Bankası'nın (First Bank of the United States) çöküşünden beş yıl sonra kurulan İkinci Birleşik Devletler Bankası'nı da (Second Bank of the United States) kaldırdı.
Jackson'ın bankayı kaldırma sebepleri:
Jefferson taraftarıydı ve cumhuriyetçi bir tarım ülkesi olmasının Amerika Birleşik Devletleri için en uygun yol olduğunu düşünüyordu. Bankanın çiftçilerin ve işçilerin aleyhinde vurguncuları ve sanayicileri kayırdığı fikrindeydi. Bankanın başkanıyla azgın kavgaların ardından, bankanın kurulmasını 1832'de yeniden engelledi. Bankaya karşı ancak kayıplı zafer elde edebildi, çünkü şimdi eyaletlerin küçük bankaları güçlenmeye başlamıştı.
Amerikanın Yerli Halklarına yapılan kıyımların ve zorlanmış göçlerin sorumlusudur.
Vetodaki radikal demokrat pasajlar.
Asıl etkiyi 1838 yılında bankanın imtiyazının uzatılmasıyla ilgili yasaya karşı koyduğu vetoda yer alan radikal demokratik pasajlar sayesinde uyandırdı. Zenginler ve güçlüler hükûmet uygulamalarını haddinden fazla kendi çıkarları için suistimal etmişlerdi. İnsanlar tarafından yaratılan kurumlar belki yeteneklerde, tahsilde ve refahta eşitlik sağlayamazlardı. "Ama yasalar bu doğal ve adil avantajlara unvan, imtiyaz ve özel ayrıcalık sağlayarak ve zenginleri daha zengin, güçlüleri daha güçlü ederek suni ayırmalar eklerse; O zaman toplumun sade üyelerinin hükûmetlerinin adaletsizliğini şikayet etmeleri hakkıdır."
O zamana dek hiçbir Amerikan başkanı, Amerikan ihtilalinin cumhuriyetçi ve radikal demokratik potansiyelinin hükûmetin ahlaki vazifesi olduğunu daha güçlü ifade etmemişti.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7991",
"len_data": 7632,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.61
}
|
Postmodernizm, modernizmin "sonrası" ve "ötesi" anlamında bir tanımlama olarak kullanılmaktadır ve modern düşünceye ve kültüre ait temel kavram ve perspektiflerin sorunsallaştırılmasıyla ve hatta bunların yadsınmasıyla birlikte yürütülmektedir. 20. yüzyılın ortalarında ortaya çıkan postmodernizm; mimari, felsefe, edebiyat, resim gibi alanlarda kendini göstermiştir.
Bu kavram 1960'lı yıllardan itibaren kullanılmaktadır. 1979 yılında Jean François Lyotard "Postmodern Durum" adlı kitabıyla bir tartışma başlatmıştır. Teori alanında modernist sanat biçimleri ve uygulamalarından koptuğu iddia edilen bir dizi kültürel yapıyı tanımlayan mimarlık, felsefe, edebiyat, güzel sanatlar gibi alanlarda yeni kültür biçimlerin işaretleri olarak başlamıştır. Bu tartışmalar zamanla diğer birçok alana ve disipline de yansımıştır ve sonuçta bir bütün olarak modernitenin sorgulanmasına ve aşılması arayışına dönüşmüştür. Bununla birlikte postmodernizmi yeni bir tarihsel evre olarak anlamaktansa modernizmi kendi içinde bir aşama ya da özgül bir dönem olarak anlama çabaları da söz konusudur. Postmodernizm, bu anlamda kendine yönelik itiraz ve eleştirileri de içine alacak şekilde süregiden bir modernizm/modernite/modernlik soruşturması ve tartışması olarak görülmektedir. Postmodernizm, tek bir doğruyu reddederek gerçekliğin söylemler tarafından inşa edildiğini savunur.
Postmodernizmin tarihsel ve düşünsel çerçevesi.
Çoklu yapısı ve karmaşık değerlendirilmeleriyle, "Postmodernizm tam olarak nedir?" sorusuna tek yanıt vermek mümkün değildir. "Postmodernizm" kimilerine göre, bir dönemin adıdır. Buna nazaran, söz konusu dönem "Postmodern durum" (Lyotard) olarak adlandırılır. Aynı zamanda yeni bir felsefi konseptin, yeni bir düşüncenin, üslubun, yeni bir usçuluğun (modern usçuluğu aşan farklı bir usçuluğun), yeni bir söylemin "de" adıdır postmodernizm. Bu, hem kültürel hem düşünsel hem de maddi nitelikler açısından bir dönemin sona ermesi ve "kendi içinden" ötesine geçilmesi anlamında ileri sürülen bir kavramlaştırmadır.
Bazı yazarlara göre 1943 yılı modernitenin bittiği varsayılan tarihtir. Nitekim temel olarak, "Postmodernizm" olarak anılan düşünce ve pratiklerin tamamının II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıktığı görülür. Kesin bir dönemleştirme yapmak ve tarihsel sınırları saptamak olanaklı görünmemekte; hatta öncüllerinin bizzat modernizm içinde yer almasıyla birlikte, Postmodernizm olarak ifade edilen süreci ve düşünceleri, tarihsel zaman dilimi açısından II. Dünya Savaşı sonrasından itibaren ele almak yerinde olacaktır.
Daha sonra, özellikle 1960'lı yıllardan itibaren, Fransa'da görülen teorik çalışmaların ve felsefi tartışmaların sonucunda, Postmodernizm, felsefi olarak da kendini ifade etmeye başlar. Postyapısalcı felsefe, Postmodernizmin düşünsel felsefi arka planını doldurmaktadır. Bu dönemde modernitenin ülküleri ihlal edilmiş ve bu ülkülere kaynaklık eden düşünce biçimleri ya da temel kuramsal kavram ve kategoriler açıktan sorgulanmaya başlanmıştır; bilim, teknoloji, sanat, siyasal özgürlükler adına yapılan her şeyin ortak amacı ilerleme ve insanın özgürleşmesidir oysa varılan sonuçların böyle olmadığı açıklık kazanmıştır.
Bu sürecin sonucunda varılan noktayı Lyotard, (ya da Büyük Anlatılar'ın) sonu olarak adlandırır. Bunları Aydınlanma, İdealizm ve Tarihselcilik olarak belirtebiliriz.
Modernitenin projelerinin (Rasyonellik, Özgürlük, Evrensellik gibi) başarısızlıklarını değerlendirmek değil, bu başarısızlığın "teorik temellerini anlamak ve aşmak" postmodern düşüncenin temel hedefidir. Dolayısıyla yalnızca modern projelerin eleştirisi ve yeniden kullanıma sunulmasını sağlamak değil, bizzat modernitenin kendisini tanımlamakta kullandığı temel "argümantasyon yapısının" yapıbozum'a (daha doğru bir deyişle yapısöküm'e) uğratılması gerçekleştirilmiştir.
Kökeni.
Postmodernizmdeki "post" eki "sonra" anlamına gelmekle birlikte modernizmden devam eden, ondan kaynaklanan ve onun sorunsallaştırılması ve aşılmaya çalışılması anlamlarına gelir. Postmodernizm, söylemlerinde görülen aşırılıklara rağmen bir çağın kapanıp başka bir çağın açılması anlamında bir kopuşu ifade etmez. Burada modernizmle paradoksal bir ilişki söz konusudur. Modernizmin kendi içinde varılan sınırların sonrası, o sınırlardan itibaren geriye dönük bir kökten sorunsallaştırma girişimi ve yeniden değerlendirme çabası olarak belirtilebilir.
Arnold Toynbee "Bir Tarih İncelemesi" adlı eserinde modern dönemin I. Dünya Savaşı'yla sona erdiğini, bundan sonraki dönemin postmodern dönem olduğunu ileri sürerek ilk kez "postmodern" terimini kullanmıştır. Yine 1934 yılında Amerika'da yayınlanan bir şiir antolojisinde postmodern sözcüğü yer almıştır. 1950'lerde modernizmdeki hemen tüm olgulara bir tepki olarak ortaya çıkıp mimarlık, sanat, politika, eğitim, toplum gibi çok farklı alanda kendinden iyice söz ettirmeye başlayan postmodernizm 1980'lerin başlarında yaygın olarak kullanılan bir kavram olmuştur.
Post-modernizm, belli bir anlamda belli bir ideolojiyi ya da öğretiyi hedeflemez. Bazı postmodern teorisyenlerin özellikle belli başlı ideolojilerle polemik hâlinde olması bunu yadsımaz. "Post" ön eki burada, bir "sonralık" anlamına geldiği kadar, "ötesi" anlamına da gelir ve bu bağlamda tartışmalar belli bir ideoloji hakkında değil de daha çok ve asıl olarak ideolojinin ideoloji olması hakkında yürütülür. Belli bir öğreti ya da felsefi fikir değil asıl olarak bütün öğretilerin ve felsefi sistemlerin üzerinde durduğu kuramsal zemin sorunsallaştırılır. Bu anlamda modernleşme projesinin ve hatta Batı felsefesi ya da Batı düşüncesi denilen düşünce yapısının başlangıcından itibaren "genel geçerliliğe" sahip olan Hümanizm, özgürlük, kurtuluş, evrensellik, bilim ve akıl gibi nosyonlar da sorunsallaştırılır ve yerlerinden edilir.
Postmodernizmin, ekonomik ve toplumsal koşullar anlamında başlangıcı ve kaynakları II. Dünya Savaşı sonrasında bulunabilir. Düşünsel temelleri ise karmaşık bir şekilde çok daha öncelere uzanmaktadır ama yine de bir belirleme yapmak gerekirse Nietzsche ve sonrasında postmodernizmin düşünsel kavram ve kategorilerinin ipuçlarını bulabiliriz.
Postmodernizm, Postmodern durum, Postmodern felsefe.
Postmodernizm, Postmodern durum, Postmodern felsefe, daha da özgül bir anlamda olan Postyapısalcı felsefe farklı anlamlarda ve içeriklerde ele alınıp değerlendirilmelidir.
Postmodernizm, belirli bir durum içinde ve olumlu ya da olumsuz anlamda modernizmden farklılaşan, tüm siyasal ve maddi/toplumsal değişimleri öte yandan düşünsel ve kuramsal ürünleri ve kültürel pratikleri kapsayan bir formülasyondur.
"Postmodern durum", II. Dünya Savaşı sonrasında belirginleşen, sosyal, ekonomik ve siyasal düzenlenişlerle bağlantılı olarak ortaya çıkan genel "durumu" işaret ederken, "postmodern felsefe" postmodernizmdeki tutum ve eğilimlerin felsefi/teorik arka planını göstermektedir.
Postmodern felsefe, genel olarak belirgin bir şekilde Platon'dan günümüze uzanan felsefe geleneğinin ("metafiziksel felsefe" olarak adlandırılan) yadsınması girişimidir. "Özcülük", "temelcilik", "gerçekçilik", "nesnellik", "özne" ya da "ben" gibi modern felsefeye içkin kavramların genel geçerlilikleri sorgulanmakta ve büyük ölçüde yadsınmaktadır. "Postyapısalcı felsefe" ise farklı düşünürlerce farklı şekillerde ortaya konulmuş "yapısalcılık-sonrası" belli bir felsefe eğiliminin genel adıdır ve postmodern düşüncenin en önemli kuramsal ayağını oluşturmaktadır.
Postmodernizmin siyasal yönelimleri.
Bu söylemde artık önemli olan "daha doğru bilginin" araştırılması değil, doğruluk kategorisinin işleyiş mekanizmalarının deşifre edilmesi ve bu bağlamda yeni doğruların oluşturulmasıdır. Genel ahlaksal anlayışlar ve ilkeler artık geçerliliğini yitirmiştir; ahlaksal normların kaynağı yaşanan koşullar, çağın gerekliliğidir. Postmodern Etik, modernizmin evrensel ve sabit ahlak ilkelerinin geçersizliğini göstererek, genel ahlak ilkelerini görelileştirir. Dinden sonra bilimin egemenliğinin de yıkılmasıyla, "her şey uyar" noktasına varılmıştır. Bu önerme, öncelikle bilimin statüsünü ve doğruluk iddialarını görelilleştirmek üzere, bir bilim felsefecisi olan Paul Feyerabend'ten gelir.
Postmodernizmin, siyasal yönelimleri bakımından, "hem" radikal "hem" muhafazakâr olduğu söylenebilir. Hem her iki yönelimin postmodern temsilcileri söz konusudur, hem de belirli bağlamlarda her iki yönelimin de aynı noktada birlikte olması söz konusudur. Postmodernizmin tutarlılık kaygısı gütmeyişi (Eklektizm) siyasal alandaki konumlarda da görülebilir.
Birey, kimlik, kültür alanında "radikal," sistemi değiştirme alanında "muhafazakârdır". Ancak, radikallik ve muhafazakârlık kavramları da postmodern okumada anlam değişimlerine uğrar ya da başka bir deyişle bilinen anlam yapıları yapıbozuma uğratılır pek çok kavram ve kategoride olduğu gibi. Dolayısıyla postmodernizmin "ne" radikal "ne de" muhafazakâr olmadığı söylenebilir. Makro siyaset modeli Mikro siyaset anlayışıyla, majör olan minör olan ile yer değiştirir. Bunu geleneksel siyasal alanın kategorileriyle tanımlamak doğru sonuçlar vermeyecektir. Postmodernizm, en genel anlamda, "Büyük anlatılara", "Büyük projelere", "Büyük ilkelere" itirazdır ve bunların olanaksızlığı iddiasıdır. Buradan itibaren teorik ve politik alanda postmodern konumlanışların şeceresi çıkarılabilir.
Postmodernizmin tarihçesi ve modernite eleştirisi.
Modernizm ve hedefleri.
Modernizm, aydınlanma ilkelerini temel alan toplumsal projenin adıdır. Aydınlanma ise, inanca karşı bilgiyi, teolojiye karşı bilimi ön plana alan bir düşünce sistemidir. Modernizm, aydınlanma düşüncesini temel alır. İlerlemeye inanır. Akıl ve bilimi ilerlemenin aracı olarak görür. Nesnel, evrensel ve yegâne bilginin akıl ve deney yoluyla edinilebilir olduğuna yönelik epistemolojik konum, bütün modernist öğretilerde sabit noktadır. Modernizm bu halde, her tür öğretiye dayanak olacak olan bir epistemolojik ve tarihsel bilinç zeminidir.
Kilisenin ve feodalizmin bin yıllık egemenliğine son veren burjuvazi 'eşitlik, özgürlük ve kardeşlik' ilkeleri ile tarih sahnesine çıkmıştı. Burjuvazi gerçekten bu ilkeleri gerçekleştireceğini düşünmüştü. Bilim, teknik ve sanat alanındaki ilerlemelerle insanlığın devamlı ileri gideceği ve özgür olacağı düşünülüyordu. Kendinin farkındalığı olarak öznenin bu ilerleme ve özgürleşmede tarihsel bilginin ve tarih yasalarının bilgisinin sahibi olarak yer alacağı da sabit bir veriydi. Modernizme ilk eleştirileri getiren Romantiklerden, yine aynı teorik zeminde modernizmin hedeflerine ulaşmaktaki başarısızlığının teorik eleştirisini oldukça derinlikli yapan Marksizme kadar her öğreti ya da felsefe dahil olmak üzere, sonradan postmodern felsefenin yoğun saldırılarına hedef olacak olan bu "konumlara" ve "hedeflere" sahiptir.
II. Dünya Savaşı'nın yarattığı yıkım, batı dünyasının ahlaki ve etik değerlerini altüst etmiştir. Buradan itibaren düşünürler bu tarihe sebep olan düşünsel temellerle de hesaplaşma arayışlarına yönelmişlerdir. Modern düşüncenin kendisini temellendirdiği ilke ve argümanlara yönelim bu şekilde kuramsal bir yönelim haline gelmiştir. Modernizm içerden eleştirisi postmodernizmden çok daha önce, bizzat modernizmin kuruluş ve gelişme evrelerinde bile görülür. Bu sorgulamalar postmodern konumlardaki gibi olmasa da önemli ölçüde modernizmi içerden zorlayan ve sınırlarına vardıran yönelimlerdir. Modernleşme hedeflerine ulaşılamadığı görüşünün yaygınlaşmasından sonra aydınlanma ilk olarak Marx, Nietzsche ve Freud gibi isimler tarafından eleştirilmeye ve sorunsallaştırılmaya başlanmıştır.
Marx, Nietzsche, Freud.
Marx, aydınlanmanın olumlu yanlarına (bilimin gelişmesi, inanç yerine bilgi, usa güven vb.) sahip çıkarken, aydınlanmanın sınırlarını ortaya koydu: 'Özel mülkiyet; eşitlik, özgürlük ve kardeşlik' ilkeleri ile zıtlık içindedir. Hümanizmi ve özgürlüğü getirecek sistem sosyalizmdir. Tarihin öznesi, işçi sınıfıdır ve gerçek anlamda Aydınlanma projesini gerçekleştirecek olan da bu öznedir. Çünkü, aydınlanma düşüncesinin kurucusu burjuva sınıfı ve dolayısıyla burjuva toplumu belli bir anda aydınlanmacı ideallerle çelişkiye düşmektedir. Marx bu çelişkinin maddi olarak toplumsal, ekonomik ve siyasal yapısını göstermeye çalışmıştır yapıtlarında. Ancak Marx tüm bu köktenci eleştirilerinde yine de aydınlanmacı ilkelere (akıl, nesnellik, ilerleme, özgürlük vb.) bağlı kalır. Ama eleştirel çalışmasının toplamı, bir anlamda onun kendi hedeflerinden ve niyetlerinden de bağımsız olarak aydınlanmanın sınırlarını göstermekten geri kalmaz.
Hem sol hem de sağda taraftar bulan Nietzsche ise, 'Der Fortschritt ist bloss eine moderne Idee, das heisst eine falsche Idee.' (İlerleme yalnızca modern bir düşüncedir, yani yanlış bir düşünce.) diyerek modernleşmenin temel ilkelerine karşı çıkmıştır. Nietzsche ilerleme, özgürlük ve hakikat kavramlari gibi temel aydınlanmacı kavramları sorunsallaştırmış ve çoğu yerde yadsımıştır. O zamana kadar entelektüel çevrelerde geniş kabul gören dünya görüşü ve anlayış ("modern düşünce") geçerliliğini kaybetmeye başlamıştır. Daha iyi ve daha güzel bir dünyaya dair özlem ve hayaller artık sona ermişti. Bu özlem ve hayallerin kendilerinin sona ermesinden daha ziyade asıl olarak bunlara kaynaklık eden fikirlerin ve onların teorik dayanaklarının geçerliliklerinin sorgulanması ve yadsınması söz konusu olmuştur.
Modern düşüncenin sınırlarına varılmasında bir başka kaynak da Sigmund Freud olarak belirtilebilir. Psikanaliz kuramı ve özellikle de bilinçdışının keşfi aydınlanmacı ilkelerin temelindeki kavramları başka bir yönde sorunlu hale getirmiştir. Özne, öznellik, gerçeklik, benlik, bilgi, biliş vb. türde kavramlar, aklın niteliğine ilişkin tartışmalar Freud'la birlikte ve Freud'dan sonra yeni bir yön kazanmıştır ve pek çok değişikliğin öncüsü olmuştur. Kültürün Huzursuzluğu'nda Freud, mevcut toplumsal sistemin ve onun dayandığı uygarlık modelinin, kültürün yapısına ilişkin açıklamalarda bulunur.
Postmodernizme yönelik itirazlar.
Oysa birçok başka düşünür (Habermas, Anthony Giddens gibi) bir dönemin kapanması olarak modernizmin sona ermesini kabul etmezler. Böyle bir dönemleştirme onlara göre hem olanaksız hem de faydasızdır. Bununla birlikte bu düşünürler de postmodern düşüncenin öne sürdüğü birçok olgu ve yeni durumları kabul etmektedirler. Fakat bu yeni gerçeklikler modernizmin içerisindeki olgular olarak degerlendirilir. Modernlik "tamamlanmamış bir proje" (Habermas) olarak ya da postmodernizm denilen yeni durum "modernliğin radiklalleşmesinin" (Giddens) bir sonucu olarak değerlendirilir bu eğilimlerde.
Bu karşıt konumları da göz önünde bulunduran Agnes Heller ve Ference Feher, postmodernizmi şu şekilde tanımlarlar;
Burada anlaşılacağı üzere, postmodernizmi kabul etmeyen düşünürler, genel bir yaklaşım olarak, postmodernizm olarak beliren "yeni" durumu modernitenin kendi içindeki özel bir evre ya da dönem olarak değerlendirmektedirler.Bunu formüle edişleri, çıkarsamaları ve postmodernizmi eleştirme yönelimlerindeki hedef ve gerekçeler değişmekle birlikte, genelde böyle bir yaklaşıma sahip oldukları söylenebilir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7994",
"len_data": 14993,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 4.06
}
|
Fobi, korku ya da yılgı, bir şeye karşı duyulan korkunun, bireyin gündelik yaşamını olumsuz yönde etkilemesi hali. Fobi kelimesi, Yunanca "Phobos" kelimesinden gelir. Phobos, Yunan mitolojisinde "korku tanrısı"dır.
Korkudan fobiye.
Her canlı, birey olarak varlığını tehdit eden ya da tehdit riski taşıyan varlık ve durumlardan içgüdüsel olarak kaçınır. İnsan bilincinde bu kaçınma, korku olarak algılanmaktadır. Korku bu haliyle, kişinin varlığını, yaşamını sürdürmesine hizmet eden savunma sistemlerinin bir ön-uyarı mekanizmasıdır ve yaşamın sürdürülebilmesi için gereklidir.
Örneğin, her insan şu ya da bu ölçüde köpekten korkar. Hafif ya da ağır, hatta ölüme neden olabilecek bir tehlike kaynağı olabilecek köpekten korkmak, olağandır ve gereklidir. Bir köpekten gelebilecek tehlike için gereken önlemleri alarak bu korkunun üstesinden gelebilmek, böylece bir köpekle fiziksel ya da duygusal temas kurabilmek düzeyinde tutulabilen köpek korkusu, hastalıklı bir durum olarak kabul edilemez. Çünkü bu haliyle, kişinin kontrolünden çıkmış, onun istencine hükmeden, sonuçta günlük yaşamını olumsuz yönde etkileyen bir duygu-durum değildir.
Korkunun, "kontrolden çıkması", yaşamın sürdürülmesi için gerekli olan bir ön-uyarı sistemiyle uyum sağlanamaması anlamındadır. Kişi, o korkunun, onu kaçınmaya zorladığı durumlardan kaçınmayı sağlayamaz ya da bu kaçınma, onu duygusal olarak rahatlatmaz. Yine endişe ve korku içindedir ve bu anksiyete onun günlük yaşamını istediği tarzda sürdürmesine olanak vermez. Onun, sanki kendi dışında işleyen bir mekanizma gibi, kendi istencine hükmeden bir dış güç gibi işlev görür. Bu haliyle, yaşama hizmet eden korku, yaşama karşı olan fobiye dönüşür.
Korku olmayandan fobiye.
Belirli bir varlığa ve duruma bağlanamayan fobiler de vardır. Her şeyden önce, bireyin varlığını tehdit eden pek çok dış unsur olduğuna göre, pek çok korku ve fobi de vardır. Ancak kişinin varlığını tehdit eden dış unsurlar bazen, belirli bir varlık ya da duruma bağlı olmazlar. Kişinin, genel anlamda kendi varlığını tehdit altında algılaması durumunda, onun bilinçaltına yansıyan, bu tanımlanmamış, bir nesne ya da durumla ilişkilendirilememiş, belirsiz anksiyete, kişinin bilinçaltında işleyen bir mekanizmayla tanımlanabilir bir korku haline dönüştürülür. Korku haline dönüştüğü anda da, genel bir anksiyete olması sonucu fobiye dönüşür.
Fobilerin genel özellikleri.
Fobi toplumda sık görülen bir anksiyete bozukluğudur. Fobisi olan insanlar “fobik” diye adlandırılırlar. Yapılan araştırmalar toplumda %10 oranında fobi tespit etse de tahminen bu değer %25 dolaylarındadır. Fobiler halk arasında hastalıktan ziyade huy ya da kişilik özelliği olarak düşünüldüğünden tedaviye başvuranların sayısı azdır. Araştırmalarda fobi sıklığının beklenenden düşük çıkmasının en önemli nedeni budur. Kadınlarda erkeklere oranla iki buçuk kat daha fazla görüldüğü saptanmıştır.
Fobinin nedenleri konusunda farklı ekollerin farklı açıklamaları vardır. Freud, fobiyi bilinçaltı çatışmaları olarak tanımlar. Watson'a göre ise fobi, şartlı reflekse dayanır.
Fobi belirtileri.
Korku yaratan obje, durum ya da aktivite ile karşılaşıldığında anksiyete belirtileri ortaya çıkar. Panik atakta görülen belirtilerin hemen hepsi fobik durumla karşılaşıldığında ortaya çıkabilir, hatta bazı vücut salgıları tutunmayabilir, kalbin durması ve ölüm görülebilir. Fobi belirtilerden bazıları şunlardır:
Tedavi.
Fobilerin tedavisinde ilaç ve psikoterapi birlikte uygulanır. İlaç tedavisi çoğu kez yeterli değildir ve antidepresan ilaçlar kullanılır.
Fobilerin tedavisinde en sık başvurulan yöntem, kişinin korkusuyla yüzleşmesinin sağlanmasıdır. Kişinin, anksiyete yaratan varlık ya da durumun üstüne giderek anksiyeteyi nasıl yaşadığını ve onunla nasıl başa çıkabileceğini öğrenmesi istenir.
Ayrıca bakınız.
Fobiler listesi
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=7997",
"len_data": 3806,
"topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT",
"quality_score": 3.78
}
|
Temel etkileşimler veya Temel kuvvetler, fiziksel sistemlerde daha temel etkileşimlere indirgenemeyen etkileşimlerdir. Bilinen dört temel etkileşim vardır. Bunlar uzun mesafelerde etkileri olabilen kütleçekimsel, elektromanyetik etkileşimler ve atomaltı mesafelerde etkili olan güçlü nükleer ve zayıf nükleer etkileşimlerdir. Her biri bir alan dinamiği olarak anlaşılmalıdır. Bu dört etkileşim de matematiksel açıdan bir alan olarak modellenebilir. Kütleçekim, Einstein'ın genel görelilik kuramı tarafından tanımlanan uzay-zamanın eğriliğe atfedilirken diğer üçü ayrı kuantum alanlar olarak nitelendirilir ve etkileşimlerine Parçacık fiziğinin Standart Modeli tarafından tanımlanan temel parçacıklar aracılık eder.
Standart Modelde, güçlü etkileşim, gluon adı verilen bir parçacık tarafından taşınır ve kuarkların proton ve nötron gibi hadronları oluşturmak üzere birbirine bağlanmasından sorumludur. Kalıntı etkisi olarak da atom çekirdeklerini oluşturmak için son parçacıkları bağlayan nükleer kuvveti yaratır. Zayıf etkileşim, W ve Z bozonları adı verilen parçacıklar tarafından taşınır ve ayrıca radyoaktif bozunuma aracılık ederek atomların çekirdeğine etki eder. Foton tarafından taşınan elektromanyetik kuvvet, yörünge elektronları ile atomları bir arada tutan atom çekirdekleri arasındaki çekimden sorumlu olan elektrik ve manyetik alanları, kimyasal bağları ve görünür ışık dahil elektromanyetik dalgaları ve elektrik teknolojisinin temellerini oluşturur. Elektromanyetik kuvvet Kütleçekiminden çok daha güçlü olmasına rağmen, diğer nesnelerle etkileştiğinde etkisi azalabilir. Bu nedenle astronomik mesafelerde kütleçekim baskın kuvvet olma eğilimindedir ve evrendeki gezegenler, yıldızlar ve gökadalar gibi büyük ölçekli yapıları bir arada tutmaktan sorumludur.
Birçok kuramsal fizikçi, bu temel kuvvetlerin ilişkili olduğuna ve çok yüksek enerjilerde çok küçük bir ölçekte, Planck ölçeğinde tek bir kuvvette birleştiğine inanır, ancak parçacık hızlandırıcıları bunu deneysel olarak araştırmak için gereken muazzam enerjileri üretemez. Kuvvetler arasındaki ilişkiyi tek bir kuramda açıklayacak ortak bir çerçeve oluşturmak, günümüz kuramsal fizikçilerinin belki de en büyük hedefidir. Zayıf ve elektromanyetik kuvvetler, 1979 Nobel Fizik Ödülü'nü aldıkları Sheldon Glashow, Abdus Salam ve Steven Weinberg tarafından sunulan Elektrozayıf kuramı ile zaten birleştirildi. Bazı fizikçiler, Büyük Birleşik Kuram (GUT) olarak adlandırılan şey içinde elektro-zayıf ve güçlü alanları birleştirme arayışındadır. Daha da büyük bir zorluk, Kütleçekimini diğer üç kuvvetle ortak bir kuramsal çerçevede birleştirecek bir kuantum kütleçekim (QG) kuramı ile sonuçlanan kütleçekim alanını nicelemenin bir yolunu bulmaktır. Bazı kuramlar, özellikle sicim kuramı, hem Kuantum kütleçekimini hem de Büyük Birleşik Kuramı tek bir çerçevede araştırır ve dört temel etkileşimin tümünü ve Her şeyin kuramı(ToE) içinde birleştirir.
Tarihçe.
Klasik Fizik.
"Ana madde: Klasik Fizik"
Isaac Newton, 1687 yılında yayınladığı kitabında, uzayı, tüm nesnelerin önünde, içinde ve çevresinde var olan, durumları ve ilişkileri her yerde sabit bir hızla, dolayısıyla mutlak uzay ve zaman olarak ortaya çıkan sonsuz ve değiştirilemez bir fiziksel yapı olarak kabul etti. Bu kabule göre her bir noktasal kütle diğer noktasal kütleyi, ikisini birleştiren bir çizgi doğrultusundaki bir kuvvet ile çeker. Bu kuvvet bu iki kütlenin çarpımıyla doğru orantılı, aralarındaki mesafenin karesi ile ters orantılıdır. Evrensel kütleçekim yasası, tüm nesneler arasında anında etkileşim olduğunu ima etti. Geleneksel olarak yorumlandığı gibi, Newton'un hareket kuramı, iletişim aracı olmayan bir merkezi kuvveti modelledi. Böylece Newton'un kuramı, Descartes'a geri dönerek, uzaktan hiçbir hareket olmaması gerektiği geleneğini ihlal etti. Michael Faraday, 1820'lerde manyetizmayı açıklarken, nihayetinde tüm kuvvetlerin tek bir güçte birleştiğini varsayarak alanı dolduran ve bu kuvveti ileten bir alan çıkardı.
1873'te James Clerk Maxwell, elektrik ve manyetizmayı, üçüncü sonucu ışık olan bir elektromanyetik alanın etkileri olarak birleştirdi ve vakumda sabit hızda hareket etti. Elektromanyetik alan kuramı tüm eylemsiz referans çerçevelerinde doğru olsaydı, bu Newton'un Galilean göreliliğine dayanan hareket kuramıyla çelişirdi. Bunun yerine, onun alan kuramı, yalnızca mekanik bir ışık saçan etere göre hareketsiz durumdaki referans çerçevelerine uygulansaydı - ister madde içinde ister boşlukta tüm uzayı doldurduğu ve elektromanyetik alanı tezahür ettirdiği varsayılırsa - o zaman Galilean göreliliği ve Newton'un göreliliği ile uzlaştırılabilirdi. yasalar. (Ancak, böyle bir "Maxwell eter" daha sonra çürütüldü; aslında Newton yasalarının değiştirilmesi gerekiyordu.)
Standart Model.
"Ana madde: Standart Model"
Parçacık fiziğinin Standart Modeli, 20. yüzyılın ikinci yarısında geliştirildi. Standart Modelde elektromanyetik etkileşimler, güçlü ve zayıf etkileşimler, davranışları kuantum mekaniğinde modellenen temel parçacıklarla ilişkilendirilirken. Kuantum mekaniğinin istatiksel sonuçlarıyla tahmine dayalı başarı için, parçacık fiziği geleneksel olarak kuantum mekaniği olaylarını özel göreliliğe, tamamen göreli kuantum alan kuramına göre ayarlanmış bir alanda modeller .Ayar bozonları olarak adlandırılan kuvvet parçacıkları (kuvvet taşıyıcıları veya altta yatan alanların haberci parçacıkları), fermiyon adı verilen madde parçacıklarıyla etkileşime girer. Gündelik madde, üç fermiyon türünden oluşan atomlardır: yukarı-kuarklar,aşağı-kuarklar ve çekirdek yörüngesindeki elektronlar. Atomlar etkileşime girer, moleküller oluşturur ve elektromanyetik alanın kuvvet taşıyıcısı olan fotonları emen ve yayan elektronları arasındaki elektromanyetik etkileşimler yoluyla başka özellikler gösterir; bu, engellenmediğinde potansiyel olarak sonsuz mesafeyi kat eder. Elektromanyetizmanın kuantum alan kuramı, kuantum elektrodinamiğidir.
Zayıf etkileşimin kuvvet taşıyıcıları, büyük W ve Z bozonlarıdır. Elektrozayıf kuram, hem elektromanyetizma hem de zayıf etkileşimi kapsar. Büyük Patlama'dan kısa bir süre sonra yüksek sıcaklıklarda, zayıf etkileşim, elektromanyetik etkileşim ve Higgs bozonu orijinal olarak farklı bir dizi eski simetri öncesi-kırma alanlarının karışık bileşenleriydi. Erken evren soğudukça, bu alanlar uzun menzilli elektromanyetik etkileşim, kısa menzilli zayıf etkileşim ve Higgs bozonu olarak ayrıldı. Higgs mekanizmasında, Higgs alanı, bazı kuantum parçacıkları ile bu parçacıklara kütle kazandıracak şekilde etkileşime giren Higgs bozonlarını gösterir. Kuvvet taşıyıcısı gluon olan ve kuarklar arasında çok küçük bir mesafeyi kateden güçlü etkileşim, kuantum renk dinamiğinde modellenmiştir. Elektrozayıf kuramı, Kuantum renk dinamiği ve Higgs mekanizması, parçacık fiziğinin Standart Modelini içerir. Tahminler genellikle hesaplamalı yaklaşım yöntemleri kullanılarak yapılır, ancak bu tür pertürbasyon kuramı bazı deneysel gözlemleri (örneğin bağlı durumlar ve solitonlar) modellemek için yetersizdir. Yine de fizikçiler, Standart Model'i bilimin deneysel olarak en doğrulanmış kuramı olarak kabul ederler.
Standart Model ötesi fizikte, bazı kuramcılar, bir Büyük Birleşik kuram içinde elektro-zayıf ve güçlü etkileşimleri birleştirmek için çalışırlar. Büyük birleşik kuramın "gölge" parçacıkları varsayımına yönelik bazı girişimler, öyle ki bilinen her madde parçacığı keşfedilmemiş bir kuvvet parçacığıyla birleşir ve bunun tersi de tamamen süpersimetridir. Diğer kuramcılar, varsayımsal kuvvet taşıyıcısı olan gravitonun modelleme davranışıyla Kütleçekimi alanını nicelemeye ve kuantum kütleçekimine ulaşmaya çalışırlar. Kuantum kütleçekimine bir yaklaşım, Kuantum çekim döngüsüdür. Yine diğer kuramcılar, dört temel etkileşimin tümünü bir Her Şeyin Kuram'ına indirgeyerek hem kuantum kütleçekimini hem de büyük birleşik kuramını tek bir çerçevede ararlar. Her şeyin kuramının en yaygın amacı sicim kuramıdır, ancak madde parçacıklarını modellemek için, parçacıkları zorlamak için süpersimetriyi eklemiştir ve bu nedenle, kesin konuşmak gerekirse, Süpersicim kuramı haline gelmiştir. Görünüşte farklı süpersicim kuramları, bir omurga, M-kuramı üzerinde birleştirildi. Standart Modelin ötesindeki kuramlar, büyük deneysel destekten yoksun olunmasından kaynaklı olarak oldukça spekülatif olmaya devam ediyor.
Temel etkileşimlere genel bakış.
Temel etkileşimlerin kavramsal modelinde, madde, yük ve spin ±1⁄2 (dönü ±ħ⁄2, burada ħ indirgenmiş Planck sabitidir) adı verilen özellikleri taşıyan fermiyonlardan oluşur. Bozonları değiştirerek birbirlerini çeker veya iterler.
Pertürbasyon kuramındeki herhangi bir fermiyon çiftinin etkileşimi daha sonra şu şekilde modellenebilir:
İki fermiyon giriyor → bozon değişimi ile etkileşim → İki değiştirilmiş fermiyon çıkıyor.
Bozonların değişimi her zaman fermiyonlar arasında enerji ve momentum taşır, böylece hızlarını ve yönlerini değiştirirler. Değişim, işlemdeki fermiyonların yüklerini değiştirerek (örneğin, onları bir tür fermiyondan diğerine çevirerek) fermiyonlar arasında bir yük taşıyabilir. Bozonlar bir birim açısal momentum taşıdığından, böyle bir değiş tokuş sırasında (indirgenmiş Planck sabitinin birimlerinde) fermiyonun dönüş yönü +1⁄2'den -1⁄2'ye (veya tam tersi) dönecektir. Bu tür etkileşimler momentumda bir değişiklikle sonuçlandığından, klasik Newton kuvvetlerine yol açabilirler. Kuantum mekaniğinde fizikçiler genellikle "kuvvet" ve "etkileşim" terimlerini birbirinin yerine kullanırlar; örneğin, zayıf etkileşim bazen "zayıf kuvvet" olarak adlandırılır.
Mevcut anlayışa göre, dört temel etkileşim veya kuvvet vardır: çekim kuvveti, elektromanyetizma, zayıf etkileşim ve güçlü etkileşim. Büyüklükleri ve davranışları, aşağıdaki tabloda açıklandığı gibi büyük ölçüde değişir. Modern fizik, gözlemlenen her fiziksel fenomeni bu temel etkileşimlerle açıklamaya çalışır. Ayrıca, farklı etkileşim türlerinin sayısının azaltılması arzu edilir olarak görülmektedir. Söz konusu iki durum aşağıdakilerin birleştirilmesidir:
"Tabloda verildiği gibi ilişkili potansiyelin hem büyüklüğü ("bağıl şiddet") hem de "menzili" yalnızca oldukça karmaşık bir kuramsal çerçeve içinde anlamlıdır. Aşağıdaki tablo, devam eden araştırmaların konusu olmaya devam eden kavramsal bir şemanın özelliklerini listeler."
Kütleçekim dışındaki temel kuvvetlerin modern kuantum mekanik görünümü, madde parçacıklarının birbirleriyle doğrudan etkileşime girmediği, bunun yerine bir yük taşıdığı ve etkileşim taşıyıcıları veya kuvvet aracıları olan sanal parçacıkları değiştirdiği yönündedir. Örneğin, fotonlar elektrik yüklerinin etkileşimine aracılık eder ve gluonlar renk yüklerinin etkileşimine aracılık eder. Tam kuram, bozonları değiş tokuş eden fermiyonların ötesinde bozulmaları içerir; bu ek bozulmalar, fermiyon alışverişi yapan bozonların yanı sıra parçacıkların yaratılmasını veya yok edilmesini içerebilir: örnekler için Feynman diyagramlarına bakınız.
Kütleçekim Kuvveti.
"Çekim Kuvveti", elektromanyetik etkileşimlerin hakim olduğu atom ölçeğindeki dört etkileşimin açık ara en zayıfıdır. Ancak Kütleçekiminin zayıflığının, basit bir mıknatıs (bir buzdolabı mıknatısı gibi) kullanılarak bir pimin askıya alınmasıyla kolayca gösterilebileceği fikri temelde kusurludur. Mıknatısın pimi tüm Dünya'nın kütleçekimine karşı tutabilmesinin tek nedeni, göreceli yakınlığından kaynaklanmaktadır. Mıknatıs ve pim arasında bir kırılma noktasına ulaşıldığı açık bir şekilde kısa bir mesafe vardır ve Dünya'nın büyük kütlesi nedeniyle bu mesafe oldukça küçüktür.
Kütleçekim, iki nedenden dolayı astronomik mesafelerde astronomik nesneler için dört temel kuvvetten en önemlisidir. Birincisi, Kütleçekimi, elektromanyetizma gibi, ancak güçlü ve zayıf etkileşimlerin aksine, sonsuz bir menzile sahiptir. İkincisi, çekim kuvveti her zaman çeker ve asla itmez; aksine, astronomik cisimler neredeyse nötr net elektrik yüküne yönelirler, öyle ki bir tür yükün çekimi ve karşı yükün itmesi çoğunlukla birbirini iptal eder.
Elektromanyetizma Kütleçekiminden çok daha güçlü olsa da, gezegenler, yıldızlar ve galaksiler gibi büyük gök cisimleri için elektrostatik çekim geçerli değildir, çünkü bu tür cisimler eşit sayıda proton ve elektron içerir ve dolayısıyla net elektrik yükü sıfırdır. Çekici veya itici olabilen elektrik kuvvetlerinin aksine, yalnızca çekici olduğu için hiçbir şey kütleçekimi "iptal etmez". Öte yandan, kütlesi olan tüm nesneler, yalnızca çekim kuvvetine tabidir. Bu nedenle, evrenin büyük ölçekli yapısında yalnızca kütleçekim önemlidir.
Uzun menzili, galaksilerin ve kara deliklerin yapısı gibi büyük ölçekli fenomenlerden sorumlu kütleçekimi kılar ve evrenin genişlemesini geciktirir. Kütleçekim ayrıca, gezegen yörüngeleri gibi daha mütevazı ölçeklerde astronomik fenomenleri ve ayrıca günlük olayları açıklar. deneyim: nesneler düşer; ağır nesnelerin sanki yere mıhlıymış gibi davranır ve hayvanlar belli bir yüksekliğe zıplayabilir.
Kütleçekim, matematiksel olarak tanımlanan ilk etkileşimdi. Antik çağda Aristoteles, farklı kütlelerdeki nesnelerin farklı oranlarda düştüğünü varsayıyordu. Bilimsel Devrim sırasında, Galileo Galilei deneysel olarak bu hipotezin belirli koşullar altında yanlış olduğunu belirledi - bir atmosfer varsa hava direnci ve kaldırma kuvvetleri nedeniyle oluşan sürtünmeyi ihmal etti (örneğin, havayla doldurulmuş bir balonun düşürülmesi ve su dolu bir balonun durumu)), tüm nesneler aynı oranda Dünya'ya doğru hızlanır. Isaac Newton'un Evrensel Çekim yasası (1687), Kütleçekimi davranışının iyi bir tahminiydi. Bugünkü kütleçekim anlayışımız, Einstein'ın 1915 tarihli Genel Görelilik kuramından kaynaklanmaktadır; bu, Kütleçekiminin uzay-zaman geometrisi açısından daha doğru bir tanımı (özellikle kozmolojik kütleler ve mesafeler için).
Genel görelilik ve kuantum mekaniğini (veya kuantum alan kuramını) daha genel bir kuantum kütleçekimi kuramıyla birleştirmek, aktif bir araştırma alanıdır. Kütleçekiminin graviton adı verilen kütlesiz bir spin-2 parçacığının aracılık ettiği varsayılmaktadır.
Genel görelilik deneysel olarak (en azından zayıf alanlar için, yani kara delikler için değil) en küçük ölçekler dışında tümünde doğrulanmış olsa da, genel göreliliğe alternatifler vardır. Bu kuramlar, belirli bir sınırda genel göreliliğe indirgenmelidir ve gözlemsel çalışmanın odak noktası, genel görelilikten hangi sapmaların mümkün olduğuna dair sınırlar oluşturmaktır.
Önerilen ekstra boyutlar, kütleçekimi kuvvetinin neden bu kadar zayıf olduğunu açıklayabilir.
Elektrozayıf Etkileşim.
"Ana Madde: Elektrozayıf Etkileşim"
Elektromanyetizma ve zayıf etkileşim, günlük düşük enerjilerde çok farklı görünmektedir. İki farklı kuramkullanılarak modellenebilirler. Bununla birlikte, 100 GeV mertebesinde, birleşme enerjisinin üzerinde, tek bir elektrozayıf kuvvette birleşeceklerdir. Elektrozayıf kuram, modern kozmoloji için, özellikle de evrenin nasıl evrimleştiği konusunda çok önemlidir. Bunun nedeni, Büyük Patlama'dan kısa bir süre sonra, sıcaklık hâlâ yaklaşık 1015 Kelvinin üzerindeyken, elektromanyetik kuvvet ve zayıf kuvvet hâlâ birleşik bir elektrozayıf kuvvet olarak birleşiyordu. Temel parçacıklar arasındaki zayıf ve elektromanyetik etkileşimin birleştirilmesine katkılarından dolayı Abdus Salam, Sheldon Glashow ve Steven Weinberg, 1979'da Nobel Fizik Ödülü'ne layık görüldü.
Elektromanyetik Etkileşim.
"Ana Madde: Elektromanyetik etkileşim"
Elektromanyetizma, elektrik yüklü parçacıklar arasında etki eden kuvvettir. Bu fenomen, durgun haldeki yüklü parçacıklar arasında etki eden elektrostatik kuvveti ve birbirine göre hareket eden yüklü parçacıklar arasında etki eden elektrik ve manyetik kuvvetlerin birleşik etkisini içerir.
Elektromanyetizma, kütleçekimi gibi sonsuz bir menzile sahiptir, ancak ondan çok daha güçlüdür ve bu nedenle sürtünme, gökkuşakları, şimşek ve televizyon, lazerler ve bilgisayarlar gibi elektrik akımı kullanan tüm insan yapımı cihazlar gibi günlük deneyimin birkaç makroskobik fenomenini tanımlar. . Elektromanyetizma, tüm kimyasal bağlar da dahil olmak üzere kimyasal elementlerin tüm makroskobik ve birçok atomik düzeydeki özelliklerini temel olarak belirler.
Bu kuvvet, Dünya gezegeninin ağırlığından birçok kez daha büyüktür. Bir sürahideki atom çekirdekleri, diğerindekileri de aynı kuvvetle iter. Bununla birlikte, bu itici kuvvetler, sürahi A'daki elektronların sürahi B'deki çekirdeklerle ve sürahi A'daki çekirdeklerin sürahi B'deki elektronlarla çekimi ile iptal edilir ve net kuvvet oluşmaz. Elektromanyetik kuvvetler kütleçekiminden çok daha güçlüdür, ancak büyük cisimler için kütleçekimi baskın olacak şekilde birbirini götürür. Elektrik ve manyetik fenomenler eski zamanlardan beri gözlemlenmiştir, ancak 19. yüzyılda James Clerk Maxwell, elektrik ve manyetizmanın aynı temel etkileşimin iki yönü olduğunu keşfetti. 1864'te Maxwell'in denklemleri bu birleşik etkileşimi titizlikle ölçmüştü. Maxwell'in vektör hesabı kullanılarak yeniden ifade edilen kuramı, çoğu teknolojik amaç için uygun olan klasik elektromanyetizma kuramıdır.
Işığın vakumdaki sabit hızı (genelde küçük harf "c" ile tanımlanır) Maxwell'in özel görelilik kuramıyla tutarlı denklemlerinden türetilebilir. Bununla birlikte, gözlemci ne kadar hızlı hareket ederse etsin ışık hızının sabit olduğu gözleminden yola çıkan Albert Einstein'ın özel görelilik kuramı, Maxwell denklemlerinin ima ettiği kuramsal sonucun, zaman ve uzayın doğası üzerinde elektromanyetizmanın çok ötesinde derin etkileri olduğunu gösterdi.
Zayıf Etkileşim.
Zayıf etkileşim veya zayıf nükleer kuvvet, beta bozunması gibi bazı nükleer olaylardan sorumludur. Elektromanyetizma ve zayıf kuvvet, artık birleşik bir elektrozayıf etkileşimin iki yönü olarak anlaşılmaktadır - bu keşif, Standart Model olarak bilinen birleşik kurama doğru ilk adımdı. Elektrozayıf etkileşim kuramında, zayıf kuvvetin taşıyıcıları, W ve Z bozonları adı verilen büyük ayar bozonlarıdır. Zayıf etkileşim, pariteyi korumayan bilinen tek etkileşimdir; sol-sağ asimetriktir. Zayıf etkileşim, CP simetrisini bile ihlal eder, ancak CPT'yi korur.
Güçlü Etkileşim.
"Ana madde: Güçlü etkileşim"
Güçlü etkileşim veya güçlü nükleer kuvvet, esas olarak mesafeye göre değişme şekli nedeniyle en karmaşık etkileşimdir. Nükleer kuvvet, yaklaşık 1 femtometre (fm veya 10−15 metre) mesafelerde nükleonlar arasında güçlü bir şekilde çekicidir, ancak yaklaşık 2.5 fm'nin ötesindeki mesafelerde hızla önemsiz hale gelir. 0,7 fm'den daha az mesafelerde nükleer kuvvet itici hale gelir. Bu itici bileşen, çekirdeklerin fiziksel boyutundan sorumludur, çünkü nükleonlar kuvvetin izin verdiğinden daha yakına gelemezler.
1908'de çekirdek keşfedildikten sonra, pozitif yüklü protonların elektromanyetizmanın bir tezahürü olan elektrostatik itmenin üstesinden gelmek için bugün nükleer kuvvet olarak bilinen yeni bir kuvvete ihtiyaç duyulduğu açıktı. Aksi takdirde, çekirdek var olamazdı. Ayrıca, kuvvetin, protonları çapı yaklaşık 10–15 m olan ve tüm atomunkinden çok daha küçük olan bir hacme sıkıştıracak kadar güçlü olması gerekiyordu. Bu kuvvetin kısa menzilinden Hideki Yukawa, kütlesi yaklaşık 100 MeV olan büyük bir kuvvet parçacığı ile ilişkili olduğunu tahmin etti.
Çekirdek 1908 yılında keşfedildi sonra, yeni bir güç pozitif yüklü protonlar elektrostatik itme, elektromanyetizma bir tezahürü, üstesinden gelmek için gerekli olduğunu açıktı. Ayrıca, kuvvetin, protonları çapı yaklaşık 10−15m olan ve tüm atomunkinden çok daha küçük olan bir hacme sıkıştıracak kadar güçlü olması gerekiyordu. Bu kuvvetin kısa mesafeden, Hideki Yukava kimin kitle yaklaşık 100 MeV olan büyük bir parçacık ile ilişkili olduğunu öngördü.
1947'de Pion'un keşfi, modern parçacık fiziği çağını başlattı. 1940'lardan 1960'lara kadar yüzlerce hadron keşfedildi ve kuvvetle etkileşen parçacıklar olarak son derece karmaşık bir hadron kuramı geliştirildi. En önemlisi:
Parçacık fiziğinin modern çağın başlattı pion 1947 keşif. Hadronların Yüzlerce 1960 1940'lardan keşfedildi ve hadronların son derece karmaşık bir kuram olarak güçlü etkileşim parçacıkların geliştirilmiştir. Özellikle:
Bu sezgisel yaklaşımların, hiçbiri doğrudan temel bir kurama yol açmadı.
Murray Gell-Mann, George Zweig ile birlikte ilk olarak 1961'de kesirli olarak yüklü kuarklar önerdi. 1960'lar boyunca, farklı yazarlar, modern temel kuantum renk dinamiği kuramına benzer kuramları, kuarkların etkileşimleri için basit modeller olarak gördüler. Kuantum renk dinamiğinin gluonlarını ilk hipotezleyenler, kuark renk yükünü ortaya çıkaran Moo-Young Han ve Yoichiro Nambu idi. Han ve Nambu, bunun kuvvet taşıyan bir alanla ilişkili olabileceğini varsaydılar. Ancak o zaman, böyle bir modelin kuarkları kalıcı olarak nasıl sınırlayabildiğini görmek zordu. Han ve Nambu ayrıca her kuark rengine bir tam sayı elektrik yükü atadı, böylece kuarklar yalnızca ortalama olarak kesirli yüklendi ve modellerindeki kuarkların kalıcı olarak sınırlandırılmasını beklemiyorlardı.
1971'de Murray Gell-Mann ve Harald Fritzsch, Han/Nambu renk ayar alanının kesirli yüklü kuarkların kısa mesafeli etkileşimlerinin doğru kuramı olduğunu öne sürdüler. Kısa bir süre sonra, David Gross, Frank Wilczek ve David Politzer, bu kuramın asimptotik özgürlük özelliğine sahip olduğunu ve deneysel kanıtlarla bağlantı kurmalarına izin verdiğini keşfettiler. Kuantum renk dinamiğinin, tüm mesafe ölçeklerinde doğru olan güçlü etkileşimlerin eksiksiz bir kuramı olduğu sonucuna vardılar. Asimptotik özgürlüğün keşfi, çoğu fizikçiyi kuantum renk dinamiklerini kabul etmeye yöneltti, çünkü kuarklar kalıcı olarak sınırlandırılmışsa, güçlü etkileşimlerin uzun mesafeli özelliklerinin bile deneyle tutarlı olabileceği netleşti: güçlü kuvvet mesafe ile süresiz olarak artar ve kuarkları hadronların içinde hapseder.
Kuarkların sınırlı olduğu varsayılırsa, Mikhail Shifman, Arkady Vainshtein ve Valentine Zakharov, vakumu tanımlamak için sadece birkaç ekstra parametreyle, birçok düşük seviyeli hadronların özelliklerini doğrudan kuantum renk dinamiklerinden hesaplayabildiler.
1980'de Kenneth G. Wilson, kuantum renk dinamiğinin kuarkları sınırlayacağını kesinliğe eşdeğer bir güven düzeyine koyarak, kuantum renk dinamiğinin ilk ilkelerine dayanan bilgisayar hesaplamalarını yayınladı. O zamandan beri, kuantum renk dinamiği, güçlü etkileşimlerin yerleşik kuramı olmuştur.
Kuantum renk dinamiği, gluon adı verilen 8 bozonik parçacık aracılığıyla etkileşen kesirli yüklü kuarkların bir kuramıdır. Gluonlar, sadece kuarklarla değil, birbirleriyle de etkileşirler ve uzun mesafelerde kuvvet çizgileri, lineer bir potansiyel, sabit bir çekici kuvvet tarafından gevşek bir şekilde modellenen sicimler halinde toplanır. Bu şekilde, kuantum renk dinamiğinin matematiksel kuramı, kuarkların yalnızca kısa mesafelerde nasıl etkileştiğini değil, aynı zamanda Chew ve Frautschi tarafından keşfedilen ve daha uzun mesafelerde gösterdikleri sicim benzeri davranışı da açıklar.
Standart Model Ötesi Fizik.
"Ana madde: Standart Model ötesi fizik"
Elektrozayıf birleştirme modelinde mevcut dört temel etkileşimi sistemleştirmek için çok sayıda kuramsal çaba sarf edilmiştir. Büyük Birleşik Kuramlar, Standart Model tarafından tanımlanan üç temel etkileşimin hepsinin, son derece yüksek bir enerji seviyesinin altında parçalanan ve ayrı etkileşimler yaratan simetrilerle tek bir etkileşimin farklı tezahürleri olduğunu gösteren önerilerdir. Büyük Birleşik Kuramların ayrıca, Standart Modelin ilgisiz olarak ele aldığı doğa sabitleri arasındaki bazı ilişkileri öngörmesi ve ayrıca elektromanyetik, zayıf ve güçlü kuvvetlerin göreli güçleri için ayar birleştirme birleşmesini öngörmesi beklenir (bu, örneğin, 1991'de Büyük Elektron-Pozitron Çarpıştırıcısında süpersimetrik kuramlar için doğrulandı)
Büyük birleşik kuramı bir kuantum kütleçekimi kuramıyla bütünleştiren Her şeyin kuramı daha büyük bir engelle karşı karşıyadır, çünkü sicim kuramı, döngü kuantum kütleçekimi ve büküm kuramını içeren hiçbir kuantum kütleçekimi kuramı geniş çapta kabul görmemiştir. Bazı kuramlar, kuvvet taşıyan parçacıkların Standart Model listesini tamamlamak için bir graviton ararken, diğerleri, döngü kuantum kütleçekimi gibi, zaman-uzayın kendisinin kuantum bir yönü olabileceği olasılığını vurgular. Standart Modelin ötesindeki bazı kuramlar, varsayımsal bir beşinci kuvvet içerir ve böyle bir kuvvet arayışı, devam eden bir deneysel fizik araştırmasıdır. Süpersimetrik kuramlarda, bazı parçacıklar kütlelerini ancak süpersimetri kırılma etkileri ile kazanırlar ve modül olarak bilinen bu parçacıklar yeni kuvvetlere aracılık edebilir. Yeni kuvvetler aramanın bir başka nedeni de, evrenin genişlemesinin hızlandığının (karanlık enerji olarak da bilinir), sıfırdan farklı bir kozmolojik sabiti açıklama ihtiyacına ve muhtemelen genel göreliliğin diğer değişikliklerine yol açtığının keşfedilmesidir. CP ihlalleri, karanlık madde ve karanlık akış gibi fenomenleri açıklamak için beşinci kuvvetler de önerilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8000",
"len_data": 24819,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.38
}
|
Fütürizm (Gelecekçilik), 20. yüzyılın başlarında (özellikle 1909 ile 1920 arasında) İtalya'da ortaya çıkmış, modern sanat akımının ve toplumsal hareketlerin adıdır.
Kelime olarak fütürizm, "gelecekçilik" anlamına gelir. 1909 yılına kadar bir teoloji (Tanrıbilim) kavramı olarak kullanılmıştır. İtalyan şair Marinetti’nin fütürist manifestoyu yayınlamasıyla birlikte bu kelime, bir kültür-sanat akımını ifade etmek üzere kullanılmaya başlanmış, zamanla halk arasında sanat ve tasarımda ilerici olduğu düşünülen her şey için kullanılır olmuştur.
Fütürizm ilk olarak İtalya'da ortaya çıktı fakat İtalyan fütürizmiyle paralel olarak Rusya'da da fütürizm akımı gelişti. Rus fütüristlerinin altında farklı gruplar oluştu ve ayrıca başka ülkelerde de fütürist sanatçılar veya fütürizmden esinlenen akımlar doğdu.
Fütürizm akımını takip edenler her türlü sanat alanında; özellikle resim, heykel, seramik, grafik tasarım, iç mimarlık, sanayi ürünleri tasarımı, edebiyat, müzik, tiyatro, film, tekstil, moda, mimarlık ve gastronomi alanında eserler vermişlerdir.
Arkaplan.
Fütürizm, bilim ve teknolojik gelişmelerin yaşandığı ve insanların hayatını kolaylaştıran icatların -örneğin evlerde musluk suyu, kalorifer, elektrik, asansör, telefon, sokaklarda tramvay, otobüs ve yeraltı trenleri, gramofon, radyo, telgraf, vb.- yapıldığı bir dönemde doğdu. Tüm bunlar fütürizmin ortaya çıkışında rol oynadı. Stefen Zweig, bu akımın neden ortaya çıktığını "Dünün Dünyası" (1943) adlı eserinde şu sözlerle anlatmıştır:
1909'da Bleirot XI isimli bir uçağın Calais kentinden Dover Limanına uçarak ilk kez Manş Denizi'ni geçmesi fütürizm manifestosuna ilham olmuştur ve 1889'da Torino'da İtalyan Otomobil Fabrikası FIAT'ın kurulması, fütürizm akımını İtalya'da başlamasında etkili olmuştur.
İtalyan fütürizmi.
Francesco Filippini, Umberto Boccioni’nin resim kariyerinin ilk dönemine yönelik belirleyici bir eğitsel referans olmuştur. Lombardiya’daki kırsal peyzaj tasviri — belirgin bir yatay yapı, kadın figürünün kırsal bağlamlarda yer alması ve atmosferik ışığın kullanımıyla karakterize edilir — Boccioni’ye sanatsal eğitimi süresince temel bir figüratif model ve şiirsel bir ilham kaynağı sunmuştur.
1903 ile 1908 yılları arasında, fütürizme katılmadan önce, Umberto Boccioni, naturalizmin post-scapigliatura yorumuna güçlü biçimde bağlı bir figüratif vizyon geliştirmiştir. Bu yönelimin başlıca temsilcilerinden biri de Filippini’dir.
Enrico Crispolti’nin belirttiği üzere, Francesco Filippini’nin kırsal peyzajı, Boccioni’nin ilk yaratıcı döneminin örtük modelidir.
19. yüzyıl sonu Lombardiya doğalcılığı ile Boccioni’nin ilk görsel araştırmaları arasındaki bu süreklilik, Francesco Filippini’nin fütürizmin öncüsü olarak sanat tarihindeki yerini ortaya koymaktadır.
İtalyan fütüristlerinin başında gelen sanatçılar, Filippo Tommaso Marinetti, Umberto Boccioni, Carlo Carrà, Gino Severini, Giacomo Balla, Antonio Sant'Elia, Bruno Munarı, Benedetta Cappa ve Luigi Russolo'dur; ancak o dönemde, başta Rusya'da Natalia Göncharova, Velimir Hlebnikov, İgor Severyanin, David Burliuk, Aleksei Kruenykh, Vladimir Mayakovski, Portekiz'de Almada Negreiro, İngiltere'de Vortisizm gibi daha birçok ülkede, fütürizme paralel yönde sanat hareketleri ortaya çıkmıştır.
Bu akımın temel amaçları; geçmişteki estetik değerleri ve gelenekleri bütünüyle reddetmek, dünyanın geleceğinin "Modernlik" olduğunu savunmak, ülkeleri (özellikle İtalya'yı) geçmişin ağırlığından ayırıp modernleştirmek ve özellikle "Şehirleşmiş Medeniyet", "Makineleşme" ve "Sürat" kavramlarını toplumsal hayatta bir temel hale getirmektir.
Marinetti ve Fütürizm Bildirisi.
Akımın kurucusu ve en önemli temsilcisi olan İtalyan şair, romancı, oyun yazarı ve yayıncı Filippo Tommaso Marinetti, 1909 yılında "Il Manifesto del Futurismo" (Fütürizm Bildirgesi)'ni kaleme almıştır. Bu bildiri, ilk olarak 5 Şubat 1909'da "La Gazzetta dell’Emilia" gazetesinde yayımlanmış, ardından Fransızcaya çevrilerek 20 Şubat 1909'da Paris'teki "Le Figaro" gazetesinde yayımlanmıştır.
Marinetti, bildiride fütüristlerin geçmişe ve geleneksel değerlere karşı tutumunu açık bir biçimde ortaya koymuştur. Fütüristler, “"Geçmişle hiç ilgimiz olmamasını istemekteyiz.”" diyerek tarihi, siyasi ve sanatsal mirası bütünüyle reddetmişlerdir. Sanatta geçmişi özleyen, taklit eden ya da tekrar eden yaklaşımlara karşı çıkarak, yeni ve özgün olana yönelmişlerdir. Bildirideki çarpıcı ifadelerden biri de şudur:
Bu söylem, akımın sadece estetik değil, aynı zamanda toplumsal ve ideolojik düzeyde de dönüştürücü bir iddia taşıdığını göstermektedir. Bildiride, fütüristler geleneksel sanat anlayışlarına, tarihsel mirasa ve geçmişe duyulan hayranlığa karşı açık bir reddiye ortaya koymuştur. Siyasi ve sanatsal gelenekler keskin bir dille eleştirilmiş; müzeler, kütüphaneler, ahlakçılık ve feminizm gibi kurum ve kavramlar hedef alınmıştır. Fütüristler, sanatın orijinalliğe dayanması gerektiğini vurgulayarak bireysel yargı ve estetik uyum gibi klasik sanat ölçütlerine karşı çıkmışlardır. Onlara göre sanat, geçmişin temalarını tekrar etmek yerine, bilim ve teknoloji gibi modern yaşamın unsurlarını yüceltmelidir.
Marinetti’ye göre, fütürist estetik hız, gençlik, şiddet ve teknolojiyle tanımlanmalıdır. Sanayileşme ve makineleşme çağının bir ürünü olarak otomobil ve uçak gibi modern araçlar, sanatın yeni temsilleri olarak değerlendirilmiştir. Marinetti, modernliğe duyduğu hayranlığı şu sözlerle ifade etmiştir:
Fütüristler, estetikten öte siyasi bir duruş da benimsemişlerdir. Bildiride geçen şu ifade onların savaş yanlısı ve milliyetçi eğilimlerini ortaya koymakta, dönemin faşist hareketleriyle olan paralellikleri açıkça göstermektedir:
Fütüristler, Marinetti’nin liderliğinde yalnızca sanata değil, mimarlık, edebiyat, din, moda ve gastronomi gibi birçok alana ilişkin bildiriler yayımlamışlardır. Bildiri yayınlamak, akımın temel yöntemlerinden biri hâline gelmiş ve fütürist ideolojinin farklı alanlara yayılmasında etkili olmuştur. Marinetti’ye sıklıkla danışılarak hazırlanan bu bildiriler, fütürizmin çok yönlü yapısını ortaya koymuştur.
İtalyan Güzel Sanatlarında Fütürizm.
Fütürizmin kuruluşunu ilan eden ilk bildiri, sanatçılara izleyebilecekleri somut ve yapılandırılmış bir sanat programı sunmamaktaydı. Bu eksikliği gidermek amacıyla, 1914 yılında "Fütürist Resim İçin Teknik Bildiri" başlıklı ikinci bir bildiri yayımlandı. Bu bildiride fütürist ressamlar, sanatlarını "Evrensel Dinamizm" ilkesine adamışlardır. Bildiri, bu temel ilkeyi şu şekilde tanımlamaktadır:
"Gerçekte bulunan nesneler birbirlerinden ve etrafındaki çevrelerden ayrılmış değildir ve resim, bu birliği yansıtmalıdır. Bir resmin konusu olarak, hareket halinde bir otobüs, bunun içinde resmin konusunun esas aktörü olan bir kişi ve bu esas aktör kişi ile birlikte otobüs içinde 16 kişi bulunduğunu düşünelim. Önce sadece otobüs içindeki kişilere dikkatimizi teksif edelim. Dikkatimiz teksif ettiğimiz kişiler için dinamik duruma bakarsak, her bir kişi tek sıra ile ve aynı zamanda birinci, ikinci ya da on altıncı olabilir; ama bu sıra statik değildir. Dinamik bir durumda her bir kişi hareket edip sıra numarası değiştirebilir ve resim bu dinamik değişme olasılığını ihtiva etmelidir. Bu dinamik ele alış da, dinamik süreci tasvir etmeye yeterli değildir. Otobüs hareket halinde olduğu için, yol kenarındaki evler arasındaki hareket dinamik değişme halindedir. Evlerin kenarından geçerken otobüsle birlikte harekete geçip sanki kendilerini fırlatıp otobüsle birleşir. Bu dinamizm de resimde tasvir edilmelidir.""
Fütürist ressamlar, başlangıçta kendilerine özgü tema, konu ve üslup geliştirme konusunda yavaş ilerlemişlerdir. 1910 ve 1911 yıllarında Giovanni Segantini ve takipçileri, "Bölücülük" (divisionism ya da kromoluminarizm) adı verilen bir teknik aracılığıyla ışık ve renkleri, yüzey üzerine yerleştirilen noktalar ve kısa çizgilerle ifade etmeye çalışmışlardır.
Bu teknik, Paris'te yaşayan ve kübist akımla yakın ilişkiler kurmuş olan Gino Severini tarafından eleştirilmiştir. Severini, bölücülüğün fütürizmin öngördüğü modern ve dinamik sanat anlayışına uygun bir ifade aracı olmadığını savunmuştur. Ona göre bu teknik, "gerçekteki enerji ve dinamizmi kapsayacak bir teknik ve teorik güçte" değildir; aksine, geçmişe dönük bir yaklaşımı temsil etmektedir. Severini, resimde enerji ve hareketin ancak kübizmin yapısal analiz yöntemleriyle ifade edilebileceğini ileri sürmüştür.
1911 yılında Paris’e giden İtalyan fütürist ressamlar, burada kübist sanat anlayışını yakından incelemiş ve bu akımın resimdeki dinamik enerjiyi analiz etmeye olanak sağladığını kabul etmişlerdir. Bu etkileşim sonucunda, kübizmin biçimsel yapısı ile fütürizmin hareket ve hız temaları birleşmiş ve "kübo-fütürizm" olarak adlandırılan yeni bir resim anlayışı doğmuştur
İtalyan fütürist ressamlar birçok kez modern şehir manzaralarını resimlerine geçirdiler. Carlo Carrà'nin yapığı "Anarşist Galli'nin Cenaze Töreni" (1910–11) adlı tablosu büyük bir tuval üzerine yapılmış olup, ressamın 1904 yılında bizzat şahit olduğu olayları temsil etmektedir. Polisin gösteri düzenleyen halka müdahale etmesi ve çıkan arbedeler, diyagonal doğrular ve kırık yüzeyler, enerjik bir şekilde ifade edilmiştir.
Carlo Carra'nın "Tiyatro'dan Dönüş" (1910-1911) adlı tablosunda ise bir "Bölücülük" tekniği kullanmaktadır. Geceleyin sönük sokak lambalarının ışığı altında tiyatrodan evlerine gidenler, birbirinden ayrı ve yüzlerinin detayları görünmeyen figürlerden oluşmaktadır.
I. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte, İtalyan fütürizm akımı sona yaklaştı. 1914'ün sonunda Floransa Grubu, fütürist akımdan formel olarak ayrıldıklarını ilan etmişti. Boccioni askere alındıktan sonra tek bir savaş tablosu hazırlayıp sergiledi. 1916 yılında ise, savaş sırasında öldü. Gino Severini'de askere gidip 1915 tarihinde önemli savaş tabloları (örneğin "Muharebe", "Zırhlı Tren" ve ""Kızıl Haç Treni)" hazırladı. Ancak Paris'e döndüğünde, buradaki Fütüristlerin çoğunun kübizm akımına katılmış olduğunu gördü ve onlara katıldı. Diğer taraftan, savaştan sonra İtalyan ressamların çoğu da avangart modern sanat eğilimlerini geride bırakıp ""Ritorno all'ordine" (Eski Düzene Dönüş)" adı verilen geleneksel resim sanatına dönüşü kabul eden akıma katıldı. Savaş biterken fütüristlerin dağılmasında, yücelttikleti savaş ve yıkımın hayal ettikleri gibi olumlu sonuçlar doğurmaması ve savaşa giden fütürist sanatçıların bir kısmının sağ olarak dönemesi etkili olmuştur.
İkinci Fütürizm.
Marinetti, savaş sonunda Fütürizm akımını yenileme gayretine geçti. Onun 1. Dünya Savaşı sonrası çabalarına, 1960'lı yılların sanat tarihçileri "Il 'Secondo Futurismo (İkinci Fütürizm)" adını vermişlerdir. Giovanni Lista adlı sanat tarihçisinin ortaya attığı bir teorik tarihsel analizde ise fütürizm akımı 10 yıllık bölümlere ayrılıp incelenmektedir. Birinci on yıllık bölüme "Palastik Fütürizm"; 1920'li yıllardaki ikinci on yıllık bölüme "Mekanik Sanat" ve 1930'lu yıllardaki üçüncü on yıllık bölümüne ise aeropittura akımı adı verilmiştir.
Edebiyatta Fütürizm.
Fütürizm'in kurucusu Marinetti, Avrupa'da birçok yazarı etkiledi.
Rusya'da Velemir Hlebinikov ve Mayakovski fütürizme yöneldi. Rus fütüristlerin her biri kendi bildirgelerini yayınladı; ancak Puşkin, Tolstoy ve Dostoyevski bunu reddetti. Şiirde sokak dilinin kullanılması istendi. 1917 Ekim Devriminden sonra da fütürizm akım güçlendi. Mayakovski'nin ölümüne kadar etkisini sürdürdü.
İtalya'daki fütürizm akımına uyan ilk şiir antolojisi 1912'de yayımlandı. Fütürizm, faşizm ile özdeşleşti ve 1920'lerin ortalarına doğru etkisini yitirdi. Eserlerinde mantıklı cümleler kurmayı reddeden fütüristlerin parolası, "Sözcüklere Özgürlük"tü. Ezra Pound, D. H. Lawrence ve Giovanni Papini de bu akımdan etkilenen yazarlardır.
Kübo-Fütürizm.
Kübo-Fütürizm, (Rusça:Budetlyanstvo) diğer adıyla Rus Fütürizmi, 1913 yılından itibaren Rusya'da Kübizm'e etki eden ve geliştiren, Rus fütürizminin temel okuludur.
Kübo-Fütürizm, Kübizmin formları ve Fütürizmin dinamikliğini esas almıştır. Kazimir Malevich, Kübo-Fütürizm tarzını geliştiren kişidir. Bu tarz, 1912 yılında imzalanan ve 1913 yılında yapıldığı bilinen "The Knife Grinder" (Bıçak Bileyici) adlı eserinde görülebilir. Ancak Kazimir Malevich, Süprematizm olarak adlandırılan ve objektif olmayan bir tarz benimseyerek bu tarzı reddetmiştir.
Fütürist Mimarlık.
İtalyan fütürist ve Mimar Antonio Sant'Elia, modernlik üzerine geliştirdiği mimarlık fikir ve projelerini "La Citta Nuova" (Yeni Şehir) adlı eserinde ortaya koymuş; fakat bu projelerin hiçbiri gerçekleşmeden I. Dünya Savaşı sırasında ölmüştür. Sant'Elia tarafından ortaya atılan fikirler ise, kendinden sonra yetişen mimar ve sanatkarları etkileyip, onlar için bir kılavuz olmuştur.
Sant'Elia'ya göre "Şehir", fütürist hayatın dinamizminin gerçekleşip yansıdığı bir arka ekrandır. Kırsal alanların yerini almış, heyecan verici, modern, dinamik hayatın oynandığı bir mizansendir. Sant'Elia'nin öngördüğü "Şehir" kavramı, süratle gelişen bir makine gibiydi. "Şehir" projesi için hazırladığı eskizlerde Sant'Elia, ışığın ve gerçek objelerin şekillerinin sanki birer heykel gibi olduğunu vurgulamaktadır. Barok stili kavisleri ve yapıları kalınca bir tabaka gibi süsleyen süs unsurlarını yapıların duvarlarından kaldırarak, yapıların esas formlarını oluşturan çizgisel şekillerin, o zamana kadar eşi benzeri görülmemiş şekilde, en basite indirilmiş bir halde açığa çıkarılmasını öngörmekteydi. Bu yeni şehirde, hayatın her açısı rasyonalize edilecek ve her yapı büyük bir enerji santrali gibi merkezsel bir öğe etrafında toplanacaktı. Şehir ve yapıları uzun zaman ortada kalmak için kalıcı olarak inşa edilmeyecek ve her yeni nesil, kendi görüşlerine uygun yeni şehir inşa edecekti. Böylelikle mimarlık, geçmişte kalmış yapı eserlerine bağlı olmayıp geleceğe bakacaktı.
Bu prensiplere uyan İtalya'daki fütürist mimarlar, kendilerine politik olarak yakın hissettikleri faşist mimar ve politikacılar ile zıtlığa düşmekteydi. İtalyan faşistler ve faşist mimarlar, kendilerine mimarlık kılavuzu almak üzere çok geriye bakmaktaydı ve Antik Roma İmparatorluğu'nun klasik estetiğini benimsediklerini açıkça ilan etmişlerdi. Buna rağmen faşistlerin İtalya'yi yönetimi sırasında (1920-1940 döneminde) demir yolu garları, yolcu limanı tesisleri ve postaneler gibi bazı kamusal yapıları fütürist mimarlık prensiplerine uyacak şekilde tasarlayıp inşa etmişlerdir. Bu fütürist mimarlık kalıpları uygulan yapılardan günümüze hâlâ kullanılanlar arasında Angiola Mazzoni tarafından tasarlanmiş Trento Tren Garı, Giovanni Michelucci ve Italo Gamberini'yi ihtiva eden ve de Angiolo Mazzoni'yi danışman olarak dahil olduğu "Gruppo Toscano (Toskana Grubu)" adlı mimarlar grubu tarafından tasarlanan Floransa'nın merkez istasyonu olan "Floransa Santa Maria Novella Tren İstasyonu" bulunmaktadır.
Türk fütüristler.
Türk edebiyatındaa fütürist akıma bağlı yazar ve şairler olmasa da, Nazım Hikmet'in "Makineleşmek istiyorum" ve "Makineleşmek" şiirlerinde fütürist öğeler bulunur. Ayrıca, Ercüment Behçet Lav'ın 1927'te Servet-i Fünun'da yayınlanan "Şüphe" adlı şiirinin alt başlığı Fütürizm'dir.
Güzel sanatlar alanında fütürist akımın Türk temsilcileri İbrahim Çallı, Avni Arbaş ve Zeki Faik İzer'dir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8046",
"len_data": 15184,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.42
}
|
Çayeli (Lazca: მაფავრი, Mapavri), Rize ilinin bir ilçesidir.
Tarihçe.
Çayeli'nin eski adı Mapavra veya Mapavri'dir. Nitekim 1854 tarihli Kiepert haritasında "Mapavra" olarak geçer. Özhan Öztürk'e göre "Mapavri" Lazca (მაფავრი) bir kelime olup "Efendiler, rahipler" anlamına gelmektedir. Yazar, Bizans döneminde Rumların, Lazlar ve diğer Kafkas halklarıyla etnik doğu sınırı olduğu ve Hristiyanlık Trabzon üzerinden Kafkasya'ya yayıldığı için böyle isimlendiriliğini iddia etmiştir. Ancak Lazca "pavri" (ფავრი) yaprak, Mapavri de "yapraklı yer" anlamına gelir. Bu yer adı bölgenin bitki örtüsüyle ilişkili olabilir.
Eski çağlarda Kolhis kültür alanında ve eski Lazlar'ın yerleşim bölgesinde bulunan Mapaura, MS 1. yüzyılda Roma İmparatorluğu egemenliğine girdi. 6. yüzyıldaki Laz Savaşları sonucunda, Roma/Bizans İmparatorluğunun Karadeniz sahilindeki en son yerleşim noktası olma özelliğini kazandı. 1204 yılında Bizans imparatorluğunun geçici süreyle dağılması üzerine kurulan Trabzon İmparatorluğu döneminde de Mapaura/Mapavri Rum egemenliğinin doğudaki son kalesi olarak kaldı. 1461'de II. Mehmed (Fatih)'in Trabzon devletini Osmanlı topraklarına katması üzerine Türk yönetimine girdi. Bunu izleyen yaklaşık 50 yıl boyunca Mapavri Osmanlı Devleti'nin Karadeniz kıyısındaki sınır noktası idi.
1622'de Abaza korsanlarının saldırısına uğrayarak yağmalandı. Şemsettin Sami, Kamasü'l-Alam'da, Mapavri'den "Trabzon vilayetinin Lazistan sancağının Rize kazasına bağlı bir nahiye" olarak söz eder.
I. Dünya Savaşı sırasında iki yıl süreyle Rus işgali altında kalan yöre 9 Mart 1918'de yeniden Türk idaresine girdi. İlçeyi Rize'ye bağlayan sahil yolu Rus işgali döneminde inşa edildi.
Mapavri 1878'de nahiye 1944'te Çaybaşı adıyla ilçe oldu. Sonradan adı Çayeli olarak değiştirildi. Köy adlarının büyük çoğunluğu Rumcadır; ancak az sayıda Lazca ve Hemşince yer adları da vardır. 20. yüzyıl başlarından önce Türkçe yer adı kaydedilmemiştir.
Mapavri 1935 genel nüfus sayımında Çoruh vilayetinin Rize kazasına bağlı bir nahiyeydi ve bu nahiyenin idari merkezi Yenipazar köyüydü. 1940 genel nüfus sayımında Mapavri aynı idari konuma sahipti ve Mapavri nahiyesi 23 köyden oluşuyordu. Ancak 1933 yılında kaldırılmış olan Rize vilayeti bu tarihte yeniden kurulmuştu. Mapavri nahiyenisin idari merkezi olan Yenipazar'ın nüfusu 6.138 kişiden, nahiyenin toplam nüfusu ise, 20.105 kişiden oluşuyordu.
Coğrafya.
Rize'nin 18 km doğusunda yer alır. Yüzölçümü 473 km2dir. Doğudan Pazar, güneyden Çamlıhemşin ve İkizdere, batıdan Rize merkez ve Güneysu, kuzeyden Karadeniz ile çevrilidir.
Dar kıyı şeridi ve hemen arkasında yükselen, denize paralel sıradağlarıyla tipik bir Doğu Karadeniz kıyı ilçesidir. Büyük bir bölümü, Doğu Karadeniz Dağları'nın en yüksek kesimini oluşturan Rize Dağları'yla kaplıdır. Güney ucunda yükselti 2.000 metreyi aşar.
İlçenin bazı dağlık köylerde ise bölgenin yerli halkı olan Hemşinliler yaşar. Çayeli'nin doğusunda olan ilçelerde (Pazar, Ardeşen, Fındıklı) Lazca da konuşulur.
Ekonomi.
İlçe ekonomisinin temeli çay üretimine dayanır. Yörede çay üretimi başlamadan önce ana ürün mısırdı.
Çayeli'nde hem yerleşime, hem de bitkisel üretime elverişli tek alan dar kıyı şerididir. Nüfusun büyük bir bölümü burada toplandığı gibi, çay ekimi de bu kesimde yoğunlaşmıştır. Türkiye'deki çay ekim alanlarının üçte ikisi Rize ilinde, bunun da %18'lik kısmı Çayeli ilçesinin sınırları içindedir.
Madenli kasabasında 1984'ten bu yana bakır madeni çıkarılmaktadır. (Çayeli Bakır İşletmeleri A.Ş./First Quantum Minerals LTD. tarafından) İşletme yöre ekonomisi ve sosyal sorumluluk kapsamında yaptığı çalışmalarla yöre halkı için büyük önem taşımaktadır.
Spor.
Çayeli ilçe erkek futbol takımlarından en önemli başarıyı, TFF 3. Lig'in 1991-1992 sezonunu yedincilikle tamamlayan Çayelispor elde etmiştir.
Çayeli'nin takımlarından Çayelispor 2023-24 Bölgesel Amatör Lig sezonunu birinci sırada tamamlayarak 30 yıl aradan sonra tekrar 3. Lige çıkmıştır. Takım 2024-2025 sezonu itibarıyla 3. Lig'de mücadele etmektedir.
Çayeli ilçe kadın voleybol takımı Çayelispor Voleybol 2024-2025 sezonu itibarıyla Türkiye Kadınlar İkinci Voleybol Ligi'nde mücadele etmektedir.
İklim.
Çayeli'de Ilıman dönencealtı iklimi (Köppen: "Cfa") görülmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8050",
"len_data": 4227,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.52
}
|
Yoruba ('Yorùbá'), bir Afrika ülkesi olan Nijerya'daki en büyük etnik topluluktur. Ülkede yaşayanların %26'sını oluşturmalarının yanı sıra, sayıları Batı Afrika bölgesindeki öteki ülkelerdekilerle birlikte 50 milyona yaklaşır.
Yoruba'ların çoğunluğu Nijerya'nın güneybatısında yaşasalar da, Benin, Togo, Sierra Leone, Küba gibi ülkelerde önemli Yoruba toplulukları yaşar.
Yoruba'ların gelenekleri Amerika devletlerininde Yoruba dini görüşlerine zemin olmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8054",
"len_data": 460,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.61
}
|
Orhun Yazıtları, Göktürk Yazıtları ya da Köktürk Yazıtları, Eski Türkçe (𐰆𐰺𐰴𐰣∶𐰖𐰔𐱃𐰞𐰺𐰃) olan, Türklerin bilinen ilk alfabesi olan Orhun alfabesi ile II. Köktürk Kağanlığı döneminde Göktürkler tarafından yazılmış yapıtlardır. Birçok kişi ilk Türkçe yapıt olarak bilse de ilk Türkçe yapıt Çoyr Yazıtıdır. Orhun Yazıtları Türkçenin tarihsel süreçteki gramer yapısı ve bu yapının değişimiyle ilgili bilgiler verdiği gibi Türklerin devlet anlayışı ile yönetimi, kültürel ögeleri, komşuları ile soydaşlarıyla olan ilişkileri ve sosyal yaşantısıyla ilgili önemli bilgiler içermektedir.
Bilge Kağan ve Kül Tigin yazıtlarını Yollıg Tigin yazmıştır. Yollıg Tigin aynı zamanda Bilge Kağan'ın oğludur. Yazıtlarda bu abidelerin sonsuzluğa kadar kalması temennisi ile "Bengü Taşlar" denmiştir.
Yazıtlar, 1889 yılında Moğolistan'da Orhun Vadisi'nde bulunmuşlardır. Bu yazıtlar II. Göktürk Kağanlığı'na aittir. Yazılış tarihleri MS. 8. yüzyılın başlarına dayanmaktadır. Yazıtlardan Kül Tigin Yazıtı 732 yılında, Bilge Kağan Yazıtı 735 yılında yazılmışlardır.
1893 yılında Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Thomsen tarafından, Rus Türkolog Vasili Radlof'un da yardımıyla çözülmüş ve aynı yılın 15 Aralık günü Danimarka Kraliyet Bilimler Akademisi'nde bilim dünyasına açıklanmıştır.
Bulunması ve üzerinde yapılan incelemeler.
Orhun harfleriyle yazılan yazıtlardan 13. yüzyıl Moğol tarihçisi Alaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i Cihan-güşa adlı yapıtında söz etmiştir. Çin kaynakları da yazıtların dikilişini bildirmekteydi. Yine de bu durum 18. ve 19. yüzyıllara kadar bilim dünyasının bilinmeyeni olarak kalmalarına engel olamadı. İlk olarak Rus çarı I. Petro'nun emriyle Sibirya'nın bitki örtüsünü incelemek için görevlendirilen bitki bilimci Daniel Gottlieb Messerschmidt ve kendisine rehber olarak verilen İsveçli tutsak subay Johan von Strahlenberg, 1721 yılında Güney Sibirya'da, Yenisey Nehri'nin yukarı mecrasında bu yazı ile yazılmış ve Kırgızlara ait oldukları düşünülen mezar taşlarını içeren Yenisey Yazıtları'ndan bir tanesini keşfetti. Bir yıl sonra tutsaklığı son bulan Strahlenberg, İsveç'e dönünce bu inceleme ile ilgili izlenimlerini kitap hâline getirip 1730 yılında Stockholm'de yayınladı. Böylece Orhun Yazıtları bilim dünyasının dikkatini çekmiş oldu.
Bu gelişmeye rağmen Sibirya'ya araştırma amacı ile ilk bilimsel heyetler ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru gönderilebilmiştir. Bu ilk heyetler 1887 ile 1888'de Finlandiya'dan Sibirya'ya gönderilen Fin araştırma heyetleri idi. Fin heyetlerinin bu bilimsel gezileri sonucu Yenisey mezar yazıtlarının kopyaları ilk kez olarak yayımlanmıştır. Aynı yıl Rus arkeologlarından Nikolay Mihailoviç Yadrintsev Moğolistan'da, Orhun Irmağı kıyılarında aynı yazı ile yazılmış çok daha büyük iki yazıt buldu. Yadrintsev'in Orhun Yazıtları adı verilen bu iki büyük yazıt ile ilgili eseri 1890 yılında yayımlandı. Moğolistan'daki bu yeni keşif üzerine Axel Olai Heikel başkanlığında bir Fin araştırma heyeti Orhun Irmağı kıyılarına gitti. Fin heyetinin yaptığı bu bilimsel gezi sonunda Orhun Yazıtları'nın mükemmel kopyaları yayımlandı.
Orhun Yazıtları aynı yıl Rusya'da da yayınlandı. Bu ikinci yayın Vasili Radlof'un başkanlığında yapılan Rus bilim heyetinin gezisi sonucu ortaya çıkmıştı.
Orhun Yazıtları'nın Finlandiya'da yayınlanan atlası bu taşlardan birinin üzerinde bulunan Çince yazıtın okunabilen kısımlarının bir çevirisini de içeriyordu. Bu kısa Çince metin hiç şüphesiz bilinmeyen bir yazı ve dille yazılmış olan asıl metnin çeviri olamazdı; fakat bu Çince metin bu iki yazıttan birinin 732 yılında ölen bir Türk prensinin anısına dikilmiş olduğunu haber veriyordu. Böylece, bu yazıtların kimlere ait olduğu ve hangi dilde yazıldığı sorusunu cevaplamış oluyordu. Bu iki yazıt Türklerin atalarından kalma idi; bunlarda kullanılan dil de eski bir Türk lehçesinden başka bir şey olamazdı.
Bu husus, ünlü Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Thomsen'in 15 Aralık 1893'te Kopenhag Bilimler Akademisi'nin bir toplantısında Orhun ve Yenisey yazıtlarında kullanılan "runik" yazıyı çözümlediğini bilim dünyasına duyurduğu zaman hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde aydınlanmıştı. Thomsen'in eski Türk "runik" yazısının çözümü ile ilgili raporu çok geçmeden Danimarka Bilim ve Edebiyat Akademisi bülteninde yayımlandı.
Thomsen'in eski Türk "runik" yazısını çözümü bilim dünyasında, özellikle Türkologlar arasında büyük bir heyecan yaratmıştı. Vasili Radlof, daha 1894 Mart'ında Orhun Yazıtları üzerine hazırlayacağı yapıtının ilk kısmı olan "Erste Lieferung"'u yayımladı. Bu yapıtın ikinci kısmı aynı yılın Mayıs ayında, üçüncü kısmı da 1895'te yayımlanmıştır. Orhun ve Yenisey yazıtlarının bu yayını acele ile hazırlanmış bir yapıt olduğundan okuma ve açıklama yanlışları ile doludur.
Radlof gibi aceleci davranmayan Thomsen ise iki büyük yapıtının yayınını 1896'da gerçekleştirmiştir. Birinci kısımda eski Türk "runik" yazısı ile yazının sistemi "runik" harfli örneklerle ayrıntılı şekilde incelenmektedir. Bu kısımda ayrıca eski Türk yazısının kökeni sorunu da ele alınmıştır. Eserin ikinci kısmı eski Türk tarihi ile ilgili bir inceleme yazısı ile başlamakta, bundan sonra da iki yazıtın yazı çevrimli metinleri ve Fransızca çevirileri verilmektedir. Metin ve çevirileri, açıklama ve yazıtlarda geçen kelimelerin alfabetik dizini izler. Thomsen'in yayını ayrıca Kül Tigin yazıtındaki Çince yazıtın Edward Harper Parker tarafından yapılmış İngilizce bir çevirisini de içermektedir. Thomsen'in bu başarılı yayını kendisinden sonra Orhun Yazıtları üzerine çalışan bilginler tarafından da örnek alınmıştır.
Radlof, 1897'de yazıtları incelediği eserinin ikinci basımını yayımlamıştır Kül Tigin yazıtının Rusça bir yayını da 1899'da Platon Mihayloviç Melioranski tarafından yapılmıştır. Aynı yıl, Radlof yazıtların yeni basımının ikinci cildini yayımlamıştır. Radlof'un bu eseri F. Klementz tarafından Bain-Tsokto mevkiinde bulunan Tonyukuk yazıtının "runik" harfli metni ile yazı çevrimi ve Almanca çevirisini içerir. Bunları açıklamalar ve sözlük bölümleri izler. Bu eserin devamına ayrıca çok önemli iki inceleme yazısı da eklenmiştir. Bunlar Friedrich Hirth'in ve Wilhelm Barthold'un deneyimlerinde oluşan incelemeleridir.
Türkiye'de Orhun Yazıtları ile ilgili ilk kitap 1924 yılında Türkolog Necib Asım tarafından Osmanlı Türkçesi ile yazılmış ve "Orhun Abideleri" adıyla yayımlanmıştır. Necib Asım bu kitabını Radlof ile Thomsen'in eserlerinden yararlanarak hazırlamıştır. Harf devriminden önce Osmanlı alfabesi ile yayımlanmış olan bu yapıtın bugün ise ancak tarihî değeri vardır.
Orhun Yazıtları ile ilgili bir kitap Türkiye'de ikinci kez Hüseyin Namık Orkun tarafından yayımlanmıştır. Dört cilt olarak yayımlanan bu eserin birinci cildi Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarına ayrılmıştır. Orkun, Thomsen'in yayınını örnek almış, onun daha sonradan yaptığı düzeltmeler ve Kâşgarlı Mahmud'un sözlüğünden yararlanmıştır. Orkun, Thomsen'in bazı okuyuşlarını düzeltmek istemiş ise de bu pek başarılı olamamış, Thomsen'in doğru okuduğu bazı kelimeleri de düzeltmek isterken yeni yanlışlar yapmıştır.
Orhun Yazıtları üzerinde Annemarie von Gabain de incelemelerde bulunmuş, 1941'de yayımlanan ünlü eski Türkçe dilbilgisi antolojisi kısmında Kül Tigin yazıtının metnini yayımlamıştır. Gabain, Kül Tigin yazıtının metnini hazırlarken Thomsen'in 1896'da yayımlanan ilk eserini esas almakla birlikte onun daha sonra yapmış olduğu düzeltmeleri de göz önünde bulundurmuştur.
Orhun Yazıtları Gabain'den sonra Rus Türkolog Sergey Yefimoviç Malov tarafından yayımlanmıştır. Malov, 1951'de yayımlanan eserinde Kül Tigin ve Tonyukuk yazıtlarının "runik" harfli orijinal metinleri ile Kiril harfli yazı çevrimlerini ve Rusça çevirileri vermiştir. Malov, 1959 yılında yayımlanan ikinci eserinde de Küli Çor ve Ongin yazıtları ile birlikte Bilge Kağan yazıtının Kül Tigin yazıtı ile ortak olmayan kısımlarının "runik" harfli metnini, yazı çevrimini ve Rusça çevirisini vermiştir. Malov, Orhun Yazıtları'nın yayınında Thomsen'in ve Radlof'un yayınlarından yararlanmış ve bazı düzeltmeler yapmıştır.
Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarının ilk yayınlarından sonra yazıtların türlü yerlerinde farklı okunan ve anlaşılan veya anlaşılmayıp bırakılan kelime ve ibareler üzerine türlü araştırmacılar tarafından incelemeler yayımlanmıştır. Orhun Yazıtları'nın dili üzerine bir gramer denemesi daha Radlof tarafından yapılmıştı. Thomsen'in yayını da gramerle ilgili notlarla gramer ve kelime dizinleri içermektedir. Ancak Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarının ilk grameri yine Radlof tarafından hazırlanmıştır.
Orhun Yazıtları'nın belirli bazı kısımları ile ilgili düzeltme denemeleri de Wilhelm Bang tarafından yapılmıştır.
20. yüzyıl başında Karl Foy, Orhun Türkçesinde kelimenin kök hecesindeki "ä,e" ve "ı" ünlüleri ve bunların ayırımı ile ilgili önemli bir araştırma yayımlamıştır. 1913'te Thomsen, Yenisey Yazıtları'nda geçen ve ses değeri daha önce bilinmeyen bir "runik" harf (kapali ė ünlüsünü gösteren işaret) üzerine olan makalesini yayımladı. Thomsen'in bu makalesini yazıtların türlü yerlerinde düzeltmeler yaptığı eseri izledi.
1932'de Martti Räsänen Türkçede ünlü uyumunun tarihsel gelişimi ile ilgili bir makale yayımlamıştır. Räsänen bu makalesinde Orhun Türçesi'nde 3. kişi iyelik ekinin sadece "-i/-si" olduğu görüşünü destekleyen kanıtlar göstermiştir. Ancak bu görüş yeni değildi ve otuz yıl önce Radlof tarafından ileri sürülmüştü. Radlof, 3. kişi iyelik ekinden sonra gelen belirli nesne ekinin yazıtlarda daima N2 (ince n) harfi ile yazılmış olduğuna bakarak bu görüşü savunmuştu.
1936'da Türk dilinin gramer yapısı üzerine son derece önemli bir araştırma, Kaare Grønbech'in doktora tezi yayımlandı. Bu eserde Orhun Türkçesi ile ilgili pek çok sorun tartışılmış ve açıklığa kavuşturulmuştur.
1939'da Macar Türkolog Julius Nèmeth, Türk dilinde kapalı "e" (ė) sorunu üzerine önemli bir araştırma yayımladı. İki yıl sonra Eski Türkçenin ilk grameri Annamarie von Gabain tarafından yayımlandı.
1941'de Hüseyin Namık Orkun, Orhun ve Yenisey yazıtlarının sözlüğünü yayımlamıştır. Aynı yıl Nèmeth, Orhun Yazıtları'nda geçen ve pek iyi anlaşılmayan iki cümleyi açıklayan bir makale yayımlamıştır.
1947'de Martti Räsänen, Bilge Kağan yazıtının batı yüzündeki son parçayı yeniden incelemiş ve yorumlamıştır. İki yıl sonra, Orhun Türkçesinin kısa fakat ilginç bir fonolojisini Ahmet Cevat Emre yayımlamıştır.
1950'de Gabain Eski Türkçedeki bazı yer zarfları ile ilgili bir araştırma yayımlamıştır. Bundan iki yıl sonra, Eski Türkçede ünlü uyumu sorununu ele alan iki araştırma daha Gabain ve Alessio Bombaci tarafından yayımlandı.
Gabain, 1955'te Eski Türkçede tarihlendirme sistemi üzerine bir araştırma yayımladı. Ertesi yıl Ahmet Temir'in Eski Türkçedeki bağlama edatları ile ilgili bir makalesi yayımlandı. 1957'de Osman Nedim Tuna, Orhun Yazıtları'nda uygulanan bazı yazım kuralları ile ilgili bir araştırma yayımladı. Aynı araştırmacının 1960'ta iki makalesi daha yayımlandı.
1959'da Gabain Eski Türkçenin bir gramer özetini yayımlamıştı. Ertesi yıl Vladimir Mihailoviç Nasilov'un Orhun ve Yenisey kitabelerinin grameri yayımlandı. Nasilov, SSCB dışında bu konuda yayımlanmış olan eserleri dikkate almamış, bu nedenler de daha sonra düzeltilmiş olan bazı eski okuma yanlışları bu gramere yanlış haliyle girmiştir.
1963'te Omeljan Pritsak, Orhun Türkçesi üzerine bir araştırma yayımlamıştır.
1968'de Pritsak'ın bir diğer araştırması olan "Orhun Türkçesi Grameri" yayımlanmıştır. Eser beş yazıtın yazı çevrimli metinleri ve İngilizce çevirileri ile yazıtlarda geçen kelimelerin analitik bir sözlüğünü içermekteydi.
1970'te Muharrem Ergin'in "Orhun Abideleri" isimli eseri yayımlanmıştır. Bu eser, Kül Tigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk yazıtlarının metinleri ve Türkçe çevirileri ile küçük bir sözlüğü içermekteydi.
Joseph Matuz, 1972'de Çek ve Moğol arkeologların 1958 yılında Kül Tigin yazıtında yaptıkları bilimsel araştırmalarda buldukları Kül Tigin yazıtından kopmuş parçalarla yazıta ait mermer kaplumbağa heykeli üzerindeki sekiz kelimelik yazıtı yayımladı. Matuz'un yayımladığı parçalardan birinin üstünde b(i)t(i)d(i)m(i)z "yazdık" kelimesi okunmaktadır. Bu kelime, Matuz'un tespit ettiği gibi, Kül Tigin yazıtının güneybatı kenarındaki "...t(a)ş bit(i)d(i)m yoll(u)g tig(i)n" ibaresinden sonra gelmelidir.
Bunun altındaki lg2n2:b2 harfleri ise aynı yazıtın güney yüzünün sonuna aittir: "Bu bit(i)g bit(i)gme (a)tısi yol(lu)g t2[ig(i)n b2]" ... Sonuncu harf "b2" ile başlayan kelimede, b[it(i)d(i)m] "yazdım" kelimesidir.
İkinci parçada üst satırda "r2I:b1Ul1çA" harfleri okunmaktadır. Bu harf dizisi yazıtın yine güneybatı kenarındaki "b(e)g(im) tig(i)n yüg(e)rü t(e)ñ..." ibaresinin devamı olacaktır: "t(e)ñ[ri bolça]"...
1974 yılında Norveçli Türkolog Even Hovdhausen, Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarının orta kısımlarındaki ufak fakat önemli farklarla yazım yanlışlarını inceleyen bir araştırma yayımladı. Aynı yıl Fransız Türkolog Louis Bazin'in 12 Hayvanlı Türk Takvimi üzerine 800 sayfalık ünlü araştırması yayımlandı. Bazin, profesörlük tezi olan bu derin araştırmasında Orhun Yazıtları'nın yazılış ve dikiliş tarihleri ile Kül Tigin'in ve Bilge Kağan'ın ölüm ve cenaze törenlerinin tarihlerini de tam olarak saptamayı başarmıştır.
1980 yılında Sovyet Türkolog Andrey Nikolayeviç Kononov'un Orhun Yazıtları ile "runik" harfli bütün eski Türk yazıtlarının grameri yayımlandı. Kononov, bu eserinde Orhun Yazıtları üzerine yalnız SSCB'de değil SSCB dışında yapılmış araştırmaları da dikkate almıştır.
1983'te Osman Fikri Sertkaya, Kül Tigin ve Küli Çor yazıtlarında sık sık geçen "oplayu teg-" deyimi üzerine küçük fakat ilginç bir makale yayımlamıştır.
Yazıtlar.
Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtları Moğolistan'daki Orhun Irmağı'nın eski yatağı yakınlarında, Koço Çaydam gölünün civarındadır. Yazıtlar arasındaki uzaklık 1 kilometre kadardır. Matematik koordinatları 47o kuzey enlemi ve 102o doğu boylamıdır. (47°33'51"N, 102°49'55"E)
Orhun Yazıtları bir hitap metni özelliğindedir. ""Hem maddi bakımdan, hem manevi bakımdan bu yazıtlar birer abidedirler.(…) Kül Tigin abidesi, kağan olmasında ve devletin kuvvetlenmesinde birinci derecede rol oynamış bulunan kahraman kardeşine karşı Bilge Kağan’ın duyduğu minnet duygularının ve kendisini sanatkârane bir vecd ve coşkunluğun içine atan müthiş teessürün edebî bir ifadesidir.""
Metinlerin dili olan Türkçe kısımların dışında, Çince çevirisi de vardır. Bilge Kağan yazıtı, Bilge Kağan'ın ölümünden bir yıl sonra oğlu Tenri Kağan tarafından yaptırılmıştır. Yazıtta Bilge Kağan ve yeğeni Yolluğ Tigin'in sözleri yer almaktadır. Bilge Kağan yazıtı hem devrilmiş, hem de parçalanmıştır. O yüzden tahribat ve silinti Bilge Kağan yazıtında çok fazladır. Bu yazıtın etrafında yine türbe enkazı ve heykeller bulunmaktadır.
Kül Tigin yazıtı.
Kül Tigin yazıtı düşük nitelikli kireç taşı ya da mermerden yapılmış dört yüzlü tek parça büyük bir taştır. Taşın yüksekliği 3.75 metredir. Taşın doğu ve batı yüzleri dipte 1.32 metre, üstte ise 1.22 metre genişliğindedir. Yazıtın kuzey ve güney yüzlerinin eni de 46 ile 44 santimetredir.
Kül Tigin yazıtının bütün yüzleri 2.75 metre boyunda yazıtlarla kaplıdır. Batı yüzünde uzun bir Çince yazıt vardır. Yazıtın diğer yüzleri baştan başa Türkçe yazıtlarla doludur. Yazıtın doğu yüzünde 40 satır, güney ve kuzey yüzlerinde de 13'er satır vardır. Ayrıca, yazıtın kuzey ve doğu, güney ve doğu yüzleri ile güney ve batı yüzleri arasındaki kenar kısımlarında da küçük yazıtlar bulunmaktadır. Türkçe küçük bir yazıt da yazıtın batı yüzüne kazınmıştır.
Altın kaplumbağa heykeli biçimindeki mermer kaidesi üzerine de 8 satırlık, fakat 7-8 kelimesi okunabilen küçük bir yazıt yontulmuştur.
Bu yazıt, "koṅ yılka yiti yigirmike" yani "koyun yılının onyedisine" denk gelen 27 Şubat 731 tarihinde ölen Kül Tigin'in anısına dikilmiştir. Kül Tigin'in cenaze töreni "tokuzunç ay yeti otuzka" yani "dokuzuncu ayın yirmiyedisine" denk gelen 1 Kasım 731'de yapılmıştır. Batı yüzündeki Çince yazıt 1 Ağustos 732 tarihinde, Türkçe yazıtlar ise bundan yirmi gün sonra yani 21 Ağustos 732 tarihinde tamamlanmıştır. Buna göre yazıtın dikiliş tarihi de 21 Ağustos 732'dir.
Bilge Kağan yazıtı.
Bilge Kağan yazıtı Kül Tigin yazıtından birkaç santimetre daha yüksektir. Ancak, bu yazıt Kül Tigin yazıtına göre daha kötü durumdadır. Yazıtın doğu yüzünde 41 satırlık, çok daha dar olan kuzey ve güney yüzlerinde ise on beşer satırlık Türkçe yazıt bulunmaktadır. Bilge Kağan yazıtının batı yüzünde de Kül Tigin yazıtında olduğu gibi, Çince bir yazıt vardır. Ancak bu yazıt büyük ölçüde tahribata uğradığından çok az kısmı okunabilmiştir.
Bilge Kağan yazıtının kuzey yüzündeki yazıt son 7 satırı dışında Kül Tigin yazıtının güney yüzündeki ile birebir aynıdır. Yazıtın doğu yüzündeki 2. ve 24. satırlar da ufak farklarla Kül Tigin yazıtının doğu yüzündeki 1. ve 30. satırlarla aynıdır.
Bu yazıt, "ıt yıl onunç ay altı otuzka" yani "köpek yılının onuncu ayının yirmialtısında" ölen hükümdar Bilge Kağan anısına dikilmiştir. Bilge Kağan'ın ölüm tarihi Bazin'in hesaplamalarına göre 25 Kasım 734'tür. Bilge Kağan'ın cenaze töreni yine yazıta göre "laģzin yıl bişinç ay yiti otuzka" yani "domuz yılının beşinci aynın yirmiyedisine" denk gelen 22 Haziran 735'te yapılmıştır. Bazin, yazıtın batı yüzündeki Çince yazıtın 19 Ağustos 735 tarihinde yazıldığından ve Türkçe yazıtların otuzdört günde tamamlandığından hareketle Bilge Kağan yazıtının 20 Eylül 735 tarihinde dikilmiş olduğunu tespit etmiştir.
Bilge Kağan yazıtı, Bilge Kağan'ın küçük oğlu Tenri Kağan tarafından diktirilmiştir.
Bilge Kağan yazıtında yer alan ve yazıtların en ünlü kısmı:
Tonyukuk yazıtı.
Tonyukuk yazıtı 720 - 725 yılında yazılıp dikilmiş olan Orhun Yazıtları'nın ilkidir. Bilge Kağan yazıtı ile Kül Tigin yazıtının yaklaşık olarak 350 kilometre doğusunda yer alır.
Dört yönlü iki taş üzerinde yazılmıştır. Birinci taş üzerinde batı ve doğu yüzlerinde yedişer, güney yüzünde 10, kuzey yüzünde ise 11 satır olmak üzere toplam 35 satır yer almaktadır. İkinci taşın ise batı yüzünde 9, doğu yüzünde 8, güney yüzünde 6 ve kuzey yüzünde 4 olmak üzere toplam 27 satır vardır. İki taşın toplam satır sayısı 62'yi bulmaktadır. Yazıtı, Bilge Kağan dönemine kadar başkomutanlık ve vezirlik yapmış olan Tonyukuk dikmiştir. Metnin yazarı da yine Tonyukuk'tur.
Yazıtların yazıcısı.
Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarının yazıcısı Kül Tigin'in yeğeni Yolluğ Tigin'dir. Eski Türkçede yeğenin karşılığı olan "atı" bugün yalnızca Sarı Uygurca'da ati, hati şekillerinde yaşamakta olup "çocuk, torun" anlamlarına gelmektedir.
Kül Tigin yazıtının güneydoğu ve güneybatı kenarlarındaki yazıtlarla Bilge Kağan yazıtının güneybatı kenarındaki kısa yazıt Yolluğ Tigin'in sözleridir. Kül Tigin yazıtının güney yüzündeki son cümle de yine Yolluğ Tigin'e aittir.
Kül Tigin yazıtının doğu, güney, kuzey yüzleri ile kuzeydoğu kenarındaki yazıtlar ve Çince yazıtının bulunduğu batı yüzündeki iki satırlık Türkçe yazıt Bilge Kağan'ın ağzından yazılmıştır. Bilge Kağan yazıtının büyük kısmı da onun ağzından olmakla birlikte, yazıtın güney yüzündeki 10. satırın altıncı kelimesinden sonra yazıtı diktiren Tenri Kağan konuşmaktadır. Yazıtın Çince yazıtının bulunduğu batı yüzünün üst kısmındaki lirik yazıt da yine Tenri Kağan'ın ağzındandır.
Yolluğ Tigin, Kül Tigin yazıtını yirmi günde, Bilge Kağan yazıtını da otuz günde yazmıştır.
Orhun Abideleri'nde Binicilik.
Moğollar ve Türkler, Hunlar zamanından beri gerçek anlamda binicilikte usta halklar olarak ün yapmışlardır. Önemli dil belgesi olarak kabul edilen Orhun Yazıtlarında, eğer yaya olarak gidilmek mecburiyetinde olunsaydı o zaman biz bunu büyük bir yoksulluğun işareti olarak kabul edecektik.
Orhun Abideleri'nde Sosyal Devlet Anlayışı.
Yazıtlara baktığımızda; Köktürklerde sosyal devlet anlayışının, devrine göre oldukça ileri düzeyde olduğunu görmekteyiz. Yazıtların birçok bölümünde, devletin; fakir, yoksul ve aç milleti, zengin hâle getirip, karnını doyurduğundan, hatta çıplak kişilerin giydirildiğinden bahsedilir. Bu mesajların verildiği yerlerde, Türk milletinin, önceki yoksul dönemleri ile şimdiki zengin ve kalkınmış milletin de, mukayesesi yapılır.
Eski Türk runik yazısı.
Orhun Yazıtları'nda kullanılan Türklerin millî alfabesi olan eski Türk "runik" yazısı 38 harf veya işaretten oluşur. Bu harflerin dört tanesi ünlü işaretlerdir. Her ünlü işareti Türkçenin 8 temel ünlüsünden ikisini yazmakta kullanılır. Başka bir deyişle, eski Türk runik yazısında "a/e" için bir harf, "o/u" için bir harf ve "ö/ü" için de bir harf vardır.
Geri kalan 34 işaretin 20 tanesi "b, d, g, k, l, n, r, s, t" ve "y" ünsüzleriyle çifte harflerdir. Diğer bir deyişle eski Türk runik yazısında bu ünsüzlerin her biri için biri kalın öbürü de ince olmak üzere ikişer harf vardır. Kalın ünsüz işaretleri kalın ünlülü kelimelerin, ince ünsüz işaretleri de ince ünlülü kelimelerin yazımında kullanılır.
Yazıtlarda uygulanan yazım kuralları.
Orhun Yazıtları'nda uygulanan yazı sistemi, hece yazısı ile alfabetik sistemin bir karışımı gibidir. Ünlü işaretlerinin kullanılışı sınırlı olup belirli yazım kurallarına bağlıdır. Ünsüz işaretleri de çoğu kez ünlü ile başlayıp ilgili ünsüzle sona eren heceleri veya ses gruplarını gösterir. Belirli bazı durumlarda ise ünsüz işaretleri yalnızca ünlü veya ünsüz çifti değerindedir.
Yazıtlardan örnekler.
Orhun Yazıtları'nın okunuşunda bilim insanları arasında bazı okuma farkları söz konusudur. Bunlar yazıtın metinlerinin bütününe dair değil, bazı sözlerin okunuşuna dairdir. Bu sebeple aşağıda iki farklı okuma tipinden örnekler verilmiştir.
Yazıtlarda sözler arasına "iki nokta" (:) konulmuştur. Aşağıdaki metinlerin asıllarında da bu noktalar belirtilmiştir.
Türklerin İslam dinini kabul etmesinden önce yazılan Orhun Yazıtları, muhteva olarak Türk tarihi ve kültürü bakımından önemlidir. Yazıtlarda; Türklerin yabancıların siyasetine alet olduğu zamanlarda bozulduğu, devlet kademelerinde bilgili ve ehil olmayan kadronun iş başına getirildiği zaman yönetim düzeneğinin iyi çalışmayıp, ahalide hoşnutsuzluk görüldüğü, yabancı kültürünün Türk birliğini zedeleyip, kişiliğini kaybettirdiği, konuşma sanatına uygun bir anlatımla verilmiştir. Türk milletinin en zor şartlarda bile içinden kuvvetli şahsiyetler çıkıp, ülkeyi kurtarıp, devleti yeniden kurup, güçlendirdiği anlatılan abidelerde; devlet deneyimi yanında Türklük, bağımsızlık fikrine yer verilmiştir. Ayrıca bu yazıtlar, kağanların ulusa hesap vermesidir.
Yankılar.
Orhun Yazıtları'nın bulunmasının ardından yazıtlar yorumlanmaya başlamış ve 1896'da Vilhelm Thomsen yazıtları ""Muhammed dünyasının soluğunun henüz ulaşmadığı Türk dili ve edebiyatının en eski anıtları"" olarak tanımlamıştır. Ardından kıyılarında tarih öncesi bir Türk halkının yaşadığı, eskiden var olmuş bir Orta Asya denizi varsayımını ortaya atmış olup, Mazarine Kitaplığı'nda başkan yardımcılığı yapan Fransız edebiyatçı Léon Cahun, Orhun Yazıtları'nı eski Türklerin yüceltilmesinde kullanılan formüllerin ilk defa ortaya çıktığı, Türk tarihçilerine Türk Tarih Tezi'ni hazırlamalarında ilham kaynağı olan, dahası bugünkü ortaöğretim ders kitaplarında rastlanılan söyleme son derece benzer Asya tarihine giriş adlı kitabını yayınlamıştır.
Azerbaycan'ın para birimi olan manatın arka yüzünde Orhun Yazıtları'ndan alıntı resmedilmiştir. Bu alıntı Bilge Kağan yazıtının doğu yüzünden alınmıştır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8062",
"len_data": 23242,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.86
}
|
TCG "Anıttepe" (D-347), ABD Deniz Kuvvetleri'ne ait Gearing sınıfı bir denizaltı savunma harbi muhribi olan gemisi II. Dünya Savaşı sonunda, Teksas eyaletindeki Orange kentinde kurulu Consolidated Steel tersanesi tarafından 30 Temmuz 1945'te kızağa kondu. 28 Aralık 1945 tarihinde denize indirilen tekne 15 Aralık 1949'da ABD Deniz Kuvvetleri'ne katıldı. "USS Carpenter" gemisinin tanımlaması 28 Ocak 1948 tarihinde inşa halinde iken hunter-killer muhrip (DDK-825) olarak değiştirildi. Böylece "USS Carpenter" kendi adı ile anılacak ve sadece iki tekneden oluşan Carpenter sınıfı’nın lider gemisi oldu. Kore Savaşı sırasında 1950-53 yılları arası Kore kıyılarında görev aldı.
4 Mart 1950’de bir refakat muhribi (DDE-825) olarak sınıflandırılan gemi daha sonra, 30 Haziran 1962’de kızağa konduğunda verilen tanımlama olan denizaltı savunma harbi muhribi (DD-825) şekline geri döndü.
1964 yılında diğer birçok Gearing sınıfı muhrip gibi FRAM 1C (Fleet Rehabilitation and Modernization) modernizasyon programına tabi olan geminin baş tarafındaki 76 mm Mk 33 top tareti yerini 127 mm Mk 38 topuna bıraktı. Modernizasyon sırasında tekne ASROC lançeri ve AN/SQS-23 sonarı ile donatıldı. Ayrıca, program dahilinde ABD Deniz Kuvvetleri hizmeti sırasında gemiye DASH uzaktan kumandalı denizaltı savunma harbi helikopter kabiliyeti kazandırıldı. Vietnam Savaşı’na da katılan gemi aynı sınıfa ait diğer bir gemi muhribi ile birlikte Türk Deniz Kuvvetleri’ne verildi.
ABD Deniz Kuvvetleri USS "Carpenter" muhribini 1981 yılı içinde Türk Deniz Kuvvetleri’ne geçici olarak transfer etti. Sancak çekme töreni 20 Şubat 1981 tarihinde Amerika'da yapıldı. 15 Haziran 1981'de Türk Deniz Kuvvetleri'ne katılan tekneye "TCG Anıttepe" ismi ve D-347 borda numarası verildi. 6 Ağustos 1987'de ABD Deniz Kuvvetleri'nin hizmet dışı bıraktığı muhrip kalıcı olarak Türk Deniz Kuvvetleri'ne satıldı. Türk Deniz Kuvvetleri'nde 20 Ekim 1997 tarihine kadar hizmete devam eden "TCG Anıttepe" muhribi 1998 yılında sökülmeye başladı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8066",
"len_data": 1998,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.51
}
|
Demokratik Sol Parti, 14 Kasım 1985 tarihinde Bülent Ecevit liderliğinde kurulan ve Türkiye'de faaliyet gösteren siyasi partidir. Parti tüzüğüne göre resmî kısaltması "DSP" şeklindedir. Simgesi ak güvercindir. TBMM'de 1 milletvekili ile temsil edilmektedir. Genel başkanı Önder Aksakal'dır.
Rahşan Ecevit'in kurucu genel başkanlığını yaptığı parti özellikle Bülent Ecevit ile 1990'lı yılların ikinci yarısıyla 2000'li yılların başında Türk siyasetinde etkili olmuştur fakat bu etkili konumunu 2002 genel seçimleri ile kaybetmiş ve akabinde kurucuları olan Ecevit çiftinin parti yönetimini bırakmalarıyla birlikte çöküş sürecine girmiştir. 2010'lu yılların başlarına kadar yerel siyasette etkili olmaya devam eden parti sonrasında bu etkisini de kaybetmiş ve tabela partisine dönüşmüştür. 2023 genel seçimlerinde parti, Adalet ve Kalkınma Partisi listelerinden seçime girip 1 milletvekili çıkarmıştır.
Tarihçe.
Kuruluşundan önce.
Türkiye'de demokratik solun temelleri, ortanın solu adıyla 1960'ların başında atıldı. 1963'te demokratik işçi hakları için verilen ve kazanılan mücadeleden doğan bu hareket, İsmet İnönü'nün başkanlığını yaptığı Cumhuriyet Halk Partisinde parti içi muhalefete dönüştü.
Ortanın solu hareketindeki "sol" sözcüğü parti içinde ve dışında yoğun tepkilerle karşılaştı; fakat hareketi başlatanların direnci Türkiye'deki solculuk anlayışına siyasal meşruluk kazandırdı. Ortanın Solu Hareketi bunu, Marksizm'den farklılığını vurgulayarak yaptı. Hareketi toplumsal ve ulusal özelliklere dayandırarak, inançlara saygılı laikliği benimsediler. Bu sayede halkın güvenini kazandılar.
Bülent Ecevit'in öncülüğündeki Ortanın Solu hareketi, 1960'ların sonlarında Demokratik Sol adını benimsedi. Bu hareket 12 Mart Muhtırası'nın ardından adeta bir demokrasi mücadelesine girişerek, askerin siyasete müdahalesine karşı çıktı. Bu konuda İnönü ile ters düşen Ecevit, genel sekreterlik görevinden istifa ederek, parti içinde çalışmalarını daha etkin bir biçimde sürdürdü. Millî Şef İsmet İnönü parti meclisi seçiminde Ecevit'e yenilerek, bunun üzerine 34 yıllık genel başkanlığını bıraktı.
Ecevit, 14 Mayıs 1972'de Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü'nün ardından CHP'nin üçüncü genel başkanı oldu. Parti, Ecevit'in genel başkanlığı ve demokratik sol akımıyla büyük bir ivme kazanarak yükselişe geçti. Bunun en somut göstergesi dönemin CHP'sinin oy oranlarındaki değişimdir. 1969 seçimlerinde CHP'nin oyları % 27,37'e kadar gerilemişken, 1973'te % 33.30'a, 1977'de % 41.38'e yükselmiştir. "Umudumuz Karaoğlan!" sloganları da 1973 Seçimleri'nde atılmaya başlanmıştır.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yaptığı 12 Eylül 1980 Darbesi'nin ardından diğer parti başkanlarıyla beraber Bülent Ecevit de siyasetten uzaklaştırıldı ve bir süre gözaltında tutuldu. Daha sonra bütün partilerin ileri gelenleriyle birlikte 10 yıl süreyle siyasete girmesi yasaklandı. Ecevit gazeteciliğe döndü ve Şubat 1981'de Arayış dergisi'ni çıkarmaya başladı. Arayış'a ya da başka kanallara verdiği demeçlerden dolayı yargılandı ve cezaevine girdi. MGK, 16 Ekim 1981'de tüm siyasi partilerle birlikte CHP'de kapattı.
Kuruluşu.
12 Eylül Darbesinden sonra siyaset yasağı getirilen Ecevit, çevresindeki destekçilerini tek tek kaybetti. Bülent Ecevit, bu dönemle ilgili olarak "Mücadelenin güçlüklerini göze alamayanlarla yollarımız ayrıldı." demiştir. Bülent Ecevit, demokratik sol söylemi bir partiyle yeniden hayata döndürmek istiyordu. Bunun sonucunda, yasaklı olan Bülent Ecevit'in yerine eşi Rahşan Ecevit 14 Kasım 1985'te bu projeyi hayata geçirdi ve Demokratik Sol Parti'yi kurdu. Rahşan Ecevit'in örgütlenme konusunda, kurduğu köylü derneklerinden gelen bir deneyimi vardı. İki odalı bir bodrum katında kurulan partinin gelişiminde rol oynayan etmenlerden biri de budur.
29 Aralık 1986 tarihinde, SODEP-HP birleşmesinden sonra partiden kopan milletvekillerinin kurduğu 'hülle partisi' Halk Partisi kendini feshederek DSP'ye katıldı. Böylece DSP, 25 milletvekiliyle TBMM'ye girmiş oldu.
14 Haziran 1987 tarihinde Rahşan Ecevit'e muhalif olan grubun gerçekleştirdiği 2. Kurucular Kurulu toplantısında muhalif harekete önderlik eden Celal Kürkoğlu, partiden ihraç edildiği belirtilen kurucu üyelerin katıldığı toplantıda, “Genel Başkan” ilan edildi. Bu süreçte muhalifler ve parti yönetimi karşılıklı suç duyurularında bulunuldu, parti içi tartışmalar, açılan davalarla mahkemelere taşındı. Yaklaşık üç ay süreyle “Genel Başkanlık” iddiasında bulunan Celal Kürkoğlu 14 Eylül 1987'de 15 arkadaşıyla birlikte SHP'ye katıldı.
6 Eylül 1987'de siyasi yasakların kalkması yönünde yapılan halkoylaması sonucunda eski siyasetçilerin önündeki siyaset yasağı kalktı. Bunun üzerine DSP'nin başına Bülent Ecevit geçti. Bülent Ecevit'in liderliğinde girilen 29 Kasım 1987 seçimlerinde parti 2.044.576 kişinin oyuyla %8.53'lük bir sonuç aldı ve TBMM dışında kaldı. Partisi barajı aşıp Meclis'e giremeyince Bülent Ecevit, 30 Kasım 1987'de aktif politikadan çekildiğini açıkladı. Eşi Rahşan Ecevit ile birlikte 2 Aralık 1987'de istifalarını verdiler, ancak baskılar üzerine kurultaya kadar kararı askıya aldılar.
Boşalan genel başkanlığa 7 Mart 1988'de Necdet Karababa getirildi. Genel başkanlık görevini bir yıldan az sürdüren Karababa'nın görevi bırakmasından sonra, 15 Ocak 1989'da Bülent Ecevit partililer tarafından liderliğe yeniden getirildi. Bu dönemin ardından 26 Mart 1989 yerel seçimlerinde % 9,09 oy alan DSP, 20 Ekim 1991 genel seçimlerinde %10.75 oy alarak TBMM'ye 7 milletvekiliyle girdi. Ecevit de 11 yıl sonra Zonguldak milletvekili olarak yeniden Meclis'e girdi.
Eylül 1992'de Cumhuriyet Halk Partisi'nin tekrar kurulmasından sonra bu sayı çeşitli istifalarla 4'e düştü. DSP'nin 3. Olağan Kurultayı 2 Ekim 1994 tarihinde toplandı. Ecevit bu kurultay sonucunda da genel başkanlığını sürdürdü.
DSP'nin oyları 24 Aralık 1995 erken genel seçimlerinde % 14.64'e, milletvekili sayısı 76'ya yükseldi ve Demokratik Sol Parti solun en büyük partisi konumuna geldi. 6 Mart 1996'da Anavatan Partisi ve Doğru Yol Partisi, Demokratik Sol Parti'nin dışarıdan desteğiyle ANAYOL Hükümeti kuruldu. Bu hükûmet Refah Partisi'nin verdiği gensoru önergesiyle 28 Haziran 1996'da düştü; yerine DYP ile RP'nin kurduğu REFAHYOL Hükümeti başa geldi. REFAHYOL Hükûmeti 28 Şubat süreci içerisinde askerin yoğun baskısı sonucu istifa etti.
Eylül 1996'da kendilerine “Çile Çiçekleri” adını veren Erdal Kesebir ve 3 arkadaşı, partiden ihraç edildiler.
İktidarda olduğu dönem (1997-2002).
28 Şubat süreci ile birlikte; Demokratik Sol Parti, Anavatan Partisi ve Demokrat Türkiye Partisi ile 30 Haziran 1997'de Mesut Yılmaz'ın başbakanlığında kurulan ANASOL-D Hükümeti'nde yer aldı. Bülent Ecevit de 18 yıllık aradan sonra başbakan yardımcısı olarak yeniden hükûmete girdi. 25 Kasım 1998'de Mesut Yılmaz için verilen gensoru önergesi TBMM'de kabul edildi ve Yılmaz başbakanlıktan istifa etti.
11 Ocak 1999'da ülkeyi seçime götürmek için, diğer partilerin de üzerinde anlaşması üzerine Demokratik Sol Parti tarafından bir azınlık hükûmeti kuruldu. FP dışındaki bütün partilerin ve çeşitli demokratik kitle ve sivil toplum örgütlerinin ortak desteğiyle kurulan DSP azınlık hükûmeti ile Bülent Ecevit yaklaşık 20 yıl aradan sonra, dördüncü kez başbakanlık koltuğuna oturdu.
Yolsuzlukların ve siyasal yozlaşmanın arttığı bir dönemde Ecevit'in dürüst kişiliği ve DSP'nin yolsuzluğa bulaşmamış yapısı toplumda heyecan, umut ve güven yarattı. Böyle bir ortamda PKK'nın başının Kenya'da CIA ve MİT'nin ortak operasyonu ile yakalanması da olumlu atmosferi pekiştirdi. 18 Nisan 1999 Seçimleri'nde DSP oylarını yüzde 14.65'ten yüzde 22,19'a çıkardı ve birinci parti oldu. DSP, ANAP ve MHP ile birlikte 57. Türkiye Hükûmeti kurdu. DSP, üçüncü kez hükûmette yer alırken, Bülent Ecevit de siyasi yaşamında beşinci kez Başbakanlık görevini üstlenmiş oldu.
Rahşan Ecevit'in önerisiyle gündeme gelen ve çıkarılması konuşulan af yasası, uzun tartışmalar sonunda 22 Aralık 2000'de DSP öncülüğünde çıkarıldı. Bu af, kamuoyunda Rahşan Affı olarak bilinir. 2001 yılında tepkilerin artması üzerine Rahşan Ecevit, "Benim düşündüğüm af katillerin affı değil, garibanların affıydı." dedi.
Süleyman Demirel'in ardından cumhurbaşkanı olan Ahmet Necdet Sezer ile Hükûmet arasında zaman zaman bazı yasaların iade edilmesiyle yaşanan gerginlik, 19 Şubat 2001 tarihinde yapılan Millî Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında doruğa ulaştı. Cumhurbaşkanı Sezer ile yaşadığı tartışma nedeniyle Başbakan Ecevit, MGK toplantısını terk etti. Yaşanan bu kriz ekonomide zor günlerin başlangıcı oldu. Ecevit'in Türkiye'ye çağırdığı Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş, 13 Mart 2001'de devlet bakanlığına atanarak ekonominin başına geçti.
29 Nisan 2001'de yapılan DSP 5. Olağan Büyük Kurultayında Bülent Ecevit 963 oyla yeniden genel başkan seçilirken, rakibi Aydın milletvekili Sema Pişkinsüt 68 oy aldı. 35 oy geçersiz sayıldı. Sema Pişkinsüt'ün Kurultay öncesi gerginlik yaratıcı bir üslup kullanarak Ecevit'e yüklenmesi sonucu kurultay gergin geçti. Kurultayın ardından İzmir Milletvekili Mehmet Özcan ile İstanbul Milletvekili Nazire Karakuş, DSP'den istifa ettiler.
Ecevit, 4 Mayıs 2002 tarihinde aniden rahatsızlanarak Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi'ne kaldırıldı ve 26 saat süren gözetimin ardından taburcu edildi. Bir süre evinde dinlenen Bülent Ecevit, 17 Mayıs'ta yeniden hastanede tedavi altına alındı ve 11 gün burada kaldı. Bu süreçte, Ecevit'in ilerleyen yaşı ve rahatsızlığı nedeniyle genel başkanlığı ve başbakanlığı devam ettirmesine karşı çıkanlar parti içinde bir bölünmeye neden oldu. Kendilerini “Dokuzlar” olarak adlandıran 9 milletvekili, 25 Haziran'da bir bildiri yayınlayarak, “Ecevitler öncülüğünde Ecevitsiz yaşama geçilmesini” istediler. 8 Temmuz'da Ecevit'in sağ kolu olarak nitelendirilen, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan Ecevit ile yaptığı görüşmeden sonra hükûmetteki görevinden ve partiden istifa ettiğini açıkladı. Daha sonra aralarında Muş Milletvekili Zeki Eker ve Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in de olduğu bir grup DSP'li bakan ve milletvekili istifa etti.
Yaşanan süreçte, 8 Temmuz 2002'de 128 milletvekili bulunan DSP'nin sandalye sayısı iki hafta içinde yarı yarıya düşerek 64'e indi. Böylece, DSP Meclis'teki en çok milletvekili bulunan parti konumundan dördüncü parti durumuna geldi. DSP'den ayrılan milletvekilleri 22 Temmuz 2002'de Yeni Türkiye Partisi'ni kurdu. DSP'de yaşanan istifalardan sonra 57. Hükümet TBMM'deki güvenoyu için gereken koltuk sayısının altına indi. Koalisyon hükûmetinin geleceğinin tehlikeye girmesi üzerine, koalisyonun en büyük ortağı haline gelen MHP'nin lideri Devlet Bahçeli'nin erken seçim çağrısı ile TBMM, 31 Temmuz'da, seçime 1 buçuk yıl olmasına rağmen erken genel seçimin 3 Kasım 2002 tarihinde yapılmasını kararlaştırdı. Üçlü koalisyon hükûmeti sırasında yaşanan ekonomik krizin etkileri yeni yeni sarılmışken ve yapılan reformların olumlu sonuçları henüz hissedilmemişken gidilen erken seçim sonucunda DSP ve diğer koalisyon ortakları yüzde 10'luk seçim barajını geçemedi.
2002 sonrası.
Ecevit, genel başkanlıktan ayrılma kararını 3 Kasım seçimlerinden önce olduğu gibi, seçimlerden sonra da zaman zaman dile getirdi. Ancak uzunca bir süre DSP'nin kurultay tarihi ile ilgili net bir açıklama yapılmadı. Ecevit, beklenen açıklamayı 22 Mayıs 2004'te yaptı ve Genel Başkan Yardımcısı Zeki Sezer'e görevi devretmek isteğini belirtti. 24 Temmuz 2004'te toplanan DSP 6. Olağan Kurultay'da, genel başkanlıktan ayrılan Bülent Ecevit'in yerine Zeki Sezer DSP genel başkanlığına seçildi.
2004 Türkiye yerel seçimleri'nde Bartın, Eskişehir ve Ordu illerinin belediyeleriyle beraber toplam 30 belediye kazandı.
Bülent Ecevit'in 2006'daki vefatından sonra eşi Rahşan Ecevit'in parti içindeki etkisi azalmasına rağmen devam etti. Demokratik Sol Parti, 22 Temmuz 2007 genel seçimlerine katılmadı. Bu seçimlerde, CHP listesinden aday olan 13 DSP'li, milletvekili seçilerek, parlamentoya girdi. Demokratik Sol Parti, 2009 yerel seçimleri'nde oy oranını ve belediye başkanlığı sayısını artırmasına rağmen, seçim sonuçlarının beklenenin altında olması gerekçesiyle DSP içinde tartışmalar başladı. Ordu ve Eskişehir büyükşehir belediyeleriyle beraber toplam 60 belediye kazandı. Daha sonra Bu iki ilin belediye başkanları görev sırasında partilerinden istifa ederek CHP'ye katıldı. Ahmet Tan, Mücahit Pehlivan, Tayfun İçli ve Recai Birgün DSP'nin seçim çalışmalarına katılmayıp CHP İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu'nun seçim çalışmalarına katıldıkları gerekçesiyle Merkez Disiplin Kuruluna sevk edildiler. 14 Nisan 2009'da Ahmet Tan DSP'den ihraç edilirken diğer milletvekillerine uyarı cezası verildi. Zeki Sezer de 11 Nisan 2009 günü yaptığı basın toplantısıyla genel başkanlıktan istifasını açıkladı.
17 Mayıs 2009'da yapılan olağanüstü kurultayın 3. turunda kullanılan 834 geçerli oydan 431'ini alan Masum Türker genel başkanlığa seçildi. Kurultayın hemen ardından 2009 Mayıs'ından 2010 başlarına kadar devam eden süre içerisinde kurucu genel başkan Rahşan Ecevit ile Eskişehir milletvekili Tayfun İçli, Ankara milletvekilleri Emrehan Halıcı ve Mücahit Pehlivan, İzmir milletvekili Recai Birgün Demokratik Sol Parti'den istifalarıyla DSP'nin TBMM'deki sandalye sayısı 6'ya düştü.
Haziran 2009'da, DSP'den ayrılan Rahşan Ecevit ve arkadaşları Demokratik Sol Halk Partisi'ni (DSHP) kurdular.
6 Haziran 2010'da Ankara'da yapılan 8. Olağan Kurultay'da Masum Türker tekrar genel başkanlığa seçildi. 12 Haziran 2011 Genel Seçimleri'nde toplam oyların yüzde 0.25'ini aldı. Seçimlerden hemen sonra, seçim sonuçlarındaki başarısızlık nedeniyle parti için muhalefetin yaptığı olağanüstü kurultay talepleri olumlu karşılandı; 10 Temmuz 2011'de, Ankara'da yapılan DSP Olağanüstü Kurultayı'nda, genel başkanlığa yeniden Masum Türker seçildi.
DSP 9. Olağan Kurultayı, 30 Haziran 2013 tarihinde, Ankara Selim Sırrı Tarcan Spor Salonu'nda düzenlendi. Kurultayda Genel Başkanı Masum Türker, eski DSP Gençlik Kolları Başkanı Emrah Konuralp'e karşı, kullanılan 635 oydan 448'ini alarak yeniden Genel Başkan seçildi.
2014 cumhurbaşkanlığı seçiminde Ekmeleddin İhsanoğlu'nu destekledi. DSP, Masum Türker liderliğinde girdiği 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde yüzde 0,19, 1 Kasım 2015 genel seçimlerinde yüzde 0,07 oy aldı. Kasım 2015 seçimlerinin ardından, Türker'in genel başkanlıktan ayrılması nedeniyle 13 Aralık 2015'te Ankara'da yapılan olağanüstü kurultayda Genel Başkan Yardımcısı ve Örgüt Kurulu Başkanı Önder Aksakal genel başkanlığa seçildi.
YSK'nın kriterleri karşılamadığı için katılmasına izin vermediği 2018 genel seçimlerinde Millet İttifakı'nı destekledi. Seçimlere girmesinin YSK tarafından “tam kanunsuzluk haliyle” engellendiğini savunarak, bu durum karşısında yürütülen iç hukuk yolları tükendiğinden, yaratılan hak ihlalinin tespiti için Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurdu.
2019 yerel seçimlerinde 3 ilçe ve 3 belde belediye başkanlığı kazandı. 15 Aralık 2019'da Ankara'da toplanan 11. Olağan Kurultay'da Önder Aksakal yeniden genel başkanlığa seçildi.
2023 seçimleri ve parti içi karışıklıklar.
AK Parti Genel Başkanvekili Binali Yıldırım’ın Demokratik Sol Partiyi ziyaret etmesi üzerine eski DSP’li 74 bakan ve milletvekili, CHP Genel Başkanı ve Millet İttifakı cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu desteklediklerini açıkladı. 21. Dönem DSP Samsun Milletvekili Tarık Cengiz, "Bugün görüyoruz ki; DSP’nin şu anki yönetimi birkaç sandalye uğruna pazarlıklar yapmaktadır" açıklamalarında bulundu.
7 Nisan 2023 tarihinde DSP Genel Başkanı Önder Aksakal, il başkanlarına ve Parti Meclisi'ne sormadan 14 Mayıs'taki seçimlerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı destekleme ve genel seçimlere AK Parti listelerinden katılma kararı aldıklarını açıkladı. Bu gelişmenin ardından DSP genel başkan yardımcıları Onur İste, Selçuk Karakülçe ve Dilara Tambova görevlerinden istifa ettiler. Parti Meclisi üyesi Murat Sarıçoğlu da görevinden ve parti üyeliğinden istifa etti. Ayrıca Konya'da DSP Yunak İlçe Başkanı Hüseyin Atıcı, önceki dönem DSP Konya Tuzlukçu İlçe Başkanı Nevzat Şahin ve Bilecik ili Bozüyük İlçe Başkanı Ethem Yavuz Öncel, partilerinin Cumhur İttifakı'na katılmasının ardından istifa ederek, CHP'ye geçtiler. AK Parti listelerinde üç DSP'li aday gösterildi. Sadece Önder Aksakal milletvekili olabildi. Aksakal'ın milletvekili olmasıyla DSP, 12 yıl aradan sonra yeniden TBMM'de temsil edilmeye başlandı.
2024 yerel seçimleri.
2019 yerel seçimlerinde Demokratik Sol Parti'nin belediye meclislerinde aldığı oylar yurt çapında yaklaşık olarak %1 bandında iken 5 yıl sonra yapılan bu seçimlerde yurt geneli belediye meclis oyları %0,11 seviyesine gerilemiştir. Seçimlerde 1 ilçe ve 2 adet belde belediyesi DSP tarafından kazanılmıştır fakat DSP'nin kazandığı beldelerden bir tanesi olan Büyükkarıştıran'da Cumhuriyet Halk Partisi tarafından seçimde usulsüzlükler yapıldığı iddia edilerek iptali istenilmiş ve CHP'nin seçim kurullarına yapmış olduğu bu itiraz kabul edilerek Büyükkarıştıran'da seçim 2 Haziran 2024 tarihinde yenilenmiştir. Yenilenen seçimde Büyükkarıştıran belde belediyesini CHP'nin adayı kazanmıştır. Bunun sonucunda DSP'nin belediye sayısı 1 ilçe ve 1 belde olmak üzere ikiye düşmüştür.
Siyasi ideoloji.
DSP siyasi yelpazede merkez solda yer alan, parlamenter düzene ve anayasaya bağlı olan Ecevitçi demokratik sol bir partidir.
Parti programı.
Demokratik Sol Parti Meclisinin 3 Ekim 2003 tarihli toplantısında günün koşullarına göre yenilenmek için ele alınan programın tam metni, 6 Ekim 2003 Pazartesi günü açıklanmıştır. Program; küreselleşme, kayıt dışı ekonomi, emek-sermaye ilişkisi, üretim, girişimcilik, işsizlik, kültür, bilgi toplumu, uzay teknolojisi, kamu yönetimi ve "yerel yönetim anlayışı", sendikalaşma ve "üniversitelere bakış açısı" gibi çok sayıda konuyu içermektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8074",
"len_data": 17800,
"topic": "POLITICS",
"quality_score": 3.54
}
|
Gölbaşı ile şunlar kastedilmiş olabilir:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8080",
"len_data": 40,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 2.1
}
|
Konak, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesidir. Kuzeyinde İzmir Körfezi, kuzeydoğusunda Bayraklı, doğusunda Bornova, güneyinde Buca ve Karabağlar, batısında Balçova ilçeleri bulunmaktadır.
Antik çağdan günümüze taşınmış eserlerle, Osmanlı döneminden kalan eserlerle, ama en çok Cumhuriyet döneminin eserleriyle karakterize olur. Konak, İzmir'in kültür, sanat ve eğlence merkezi olması nedeniyle yerli ve yabancı tüm turistlerin uğrak yeri durumundadır. Özellikle Kemeraltı Çarşısı ilçe ekonomisine ve İzmir'in tanıtımına önemli katkılar yapar. Yine Konak ilçesinde bulunan antik Smyrna kentinin Romalılardan kalma Agora ören yeri turistlerin ziyaretine açıktır. Konak ayrıca başta Karşıyaka gelmek üzere, İzmir'in diğer iskeleleri ile denizden bağlantıyı sağlayan Konak Vapur İskelesi ve Konak Meydanı ile de ünlüdür. Konak sahil yolu, yürüyüş parkurları özellikle hafta sonları bütün İzmirlilerle dolup taşar.
Konak, İzmir'in yönetsel, sanatsal, kültürel ve ticari merkezidir. Aynı zamanda köklü bir turistik gezi bölgesidir.
Tarihçe.
6 Mart 2008 tarihinde kabul edilen 5747 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla Konak ilçesinden 55 mahalle ve 2 köy Karabağlar ilçesine bağlanmıştır.
Coğrafya.
İlçenin yüzölçümü 24 km²dir. Kuzeyinde İzmir Körfezi, kuzeydoğusunda Bayraklı, doğusunda Bornova, güneyinde Buca ve Karabağlar, batısında Balçova ilçeleri bulunmaktadır. Konak ilçesinde 2008 yılı itibarıyla 113 mahalle bulunmaktadır. Toplam sokak adedi 2.905, cadde adedi 90, bulvar adedi 19, meydan adedi 14'tür.
Kültür.
Konak'ta yer alan tarihî ve kültürel mekânlara Agora, İzmir Saat Kulesi, Kadifekale, Kemeraltı, Kültürpark, Tarihî Asansör, Tarihî Havagazı Fabrikası ve Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi örnek verilebilir.
Eğitim.
İlçede 73 ilköğretim okulu, 78 ortaöğretim kurumu bulunmakta; 78.458 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda, 4.271 öğretmen görev yapmaktadır.
İzmir Atatürk Lisesi, İzmir Kız Lisesi, Özel İzmir Amerikan Koleji, İzmir Özel Türk Koleji ve İzmir Saint Joseph Lisesi ilçedeki köklü eğitim kurumlarındandır.
Altyapı.
Ulaşım.
İlçede ulaşım metro, banliyö, otobüs, vapur ve tramvay ile sağlanmaktadır. İlçede yirmi Bisim istasyonu bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8104",
"len_data": 2162,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.42
}
|
Teknokrasi veya uygulayımcıerki, bütün karar verme süreçlerinin teknik uzmanların ellerinde olduğu bir yönetim şeklidir. Yönetim kademelerinde sadece bilgi, deneyim ve yetenek sahibi bilim insanları, mühendisler ve teknolojistler yer alır.
Teknokrasinin başlıca özellikleri:
Teknokrasi taslağını ilk önce 1912 yılında Thorstein Veblen öne sürdü. Veblene göre, sibernetik sistemlere hakim oldukları için, mühendislerin devleti yönetmeleri gerekir. Daha çok Büyük Bunalım'ın egemen olduğu 1929 sonrasında zemin bulmuştur; günümüzde ise Tunus'ta Arap Baharı ile devrilen hükûmetin yerine kurulmuş yönetimde görülmektedir.
Türkiye.
Türkiye'de 12 Mart Muhtırası sonrası 1971-1972 yılları arasında Nihat Erim önderliğinde 2 kez partilerüstü teknokrat hükûmet kurulmuştur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8106",
"len_data": 765,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.54
}
|
Tango, Buenos Aires, Arjantin ve Montevideo, Uruguay kökenli bir dans ve müzik türüdür. Dansla beraber gelişen müzik tarzı da aynı adla anılmaktadır.
İlk yılların tangosu "tango criollo" veya "basit tango" olarak bilinmekle beraber, günümüzde Amerikan ve uluslararası tango stilleri, Fin tangosu, Çin tangosu gibi çeşitli türler gelişmiştir. Ancak orijinal tango, doğduğu toprakların adıyla, "Arjantin tangosu" olarak anılmaktadır. Tangonun dramatik duygusu, dans sırasında çok zengin doğaçlama fırsatları yaratması, dansın özünde aşk ve melankoli tutkusunun yatmasından ileri gelmektedir.
Tango müziğinin temel çalgısı Alman icadı olan fakat ismini Arjantin tangosu ile duyuran akordeonun akrabası bandoneondur.
Tarihçe.
Tango sözcüğünün dilbilimde kesin bir kökeni yoktur. “Tango” adının, Afrika tamtamlarının çıkardığı "tan-go" seslerinden ya da Latince dokunmak anlamına gelen "tangere" fiilinden türediği sanılmaktadır. Tango kelimesi aynı zamanda Latin Amerika'da çok geniş bir siyahi topluluk tarafından kullanılmaya başlandı.
1800'lü yıllarda işçi sınıfından birçok kişi, büyük umutlarla Fransa'dan, İtalya'dan, Macaristan'dan, İspanya'dan ve Portekiz'den; Güney Amerika'ya göç etmiştir. Yabancı oldukları bir kıtada yaşanan, başta ekonomik ve sosyal sıkıntılar, beraberinde hayal kırıklıklarını getirmiştir. Bu hayal kırıklıkları, geleceğe ait büyük umutlar ve geçmişten getirilen kültürle, harmanlanarak Tango müziğini oluşturmaya başlamıştır.
Tango, Buenos Aires'te, o dönem alt sınıf olarak adlandırılan, fakir ve en temel sosyal haklardan bile yararlanamayan, bu insanlar tarafından yaratılmıştır. Böylece belirgin bir şekilde 1865 ile 1880 arası ortaya çıkan tango müziği, içerisinde hırçınlık, asilik, küstahlık gibi bazı duygular ile kalp kırıklıkları ve paramparça olan hayaller neticesinde melankoliyi taşır. Eşlerini, çocuklarını, yani ailelerini geçmişte bırakarak tek başlarına bu yabancı topraklara gelen göçmenler, doğal olarak erkek nüfusunun artmasına ve cinsiyetler arası büyük bir sayı farkı oluşmasına neden olmuştur. Boenos Aires'teki kadın nüfusunun bu azlığı, beraberinde fahişeliği gelişen bir endüstri haline getirmiştir. Böylelikle genelevler artarak kısa sürede işçi sınıfının eğlence mekanları halini almıştır. Bu mekanlarda da kadın sayısının az olması kapılarda uzun kuyruklar oluşmasına neden olurken, sırada bekleyen erkekleri eğlendirmek için küçük tango müzik grupları çalıştırılmaya başlanmıştır. Genelev mekanları fakir kesimin yanı sıra orta ve daha üst kesimin de uğrak yeri olmuş, her iki kültür burada birbirlerini tanımıştır. Böylelikle alt kesimin sokakta yarattığı tango üst kesim tarafından bu mekanlarda tanınmıştır.
Tangonun müziksel kökeninde; İspanyol dans figürleriyle şekillenen ve Küba müziği ile harmanlanan "Habanera", dönemin Arjantinli zencilerine ait "Milonga" ve yine İspanyol asıllı "Tango andaluz" vardır.
Tango, alt kesime ait olması ve genelevlerde yayılması sebebiyle uzun süre ahlaka aykırı bulunmuştur.
Bu dönemde kadınlar için dövüşen ve yine onlarla iyi dans edebilmek için birbirleriyle dans pratiği yapan erkekler vardır. “Compadre” veya “Compadrito” adı verilen bu kabadayı tipilemelerinin eğlence anlayışı “şarap” ile “cana" (bir tür şeker kamışı rakısı) içip, şarkı söylemek ve dans etmektir.
Arjantin tangosunun müziği 2/4'lük, 3/4'lük veya 4/4'lük ölçülerde olup, sert hatlıdır ve ritimleri belirgindir.
Arjantin tango, Avrupa'ya 20. yüzyılın başlarında, gemilerle Fransa'ya gelen Arjantinli tangocular tarafından taşınmıştır. Öncelikle yine alt kesimlerce sevilip yayılan tango zamanla üst kesimlerce de beğenilmeye başlar. Ancak Arjantin'deki stil ile Avrupa'da yapılması hoş karşılanmamış ve modernleştirme adı altında sadeleştirilmiştir. Böylelikle Avrupa tangosu ortaya çıkmış, kısa sürede diğer Avrupa ülkelerine de yayılmıştır.
Bu dönemden sonra, özellikle Parislilerin bu dansa olan ilgisi sayesinde tango, Arjantin sosyetesinde de değer kazanmıştır.
İlk kez 1917 yılında Carlos Gardel'in smokin giyerek, her türlü argo ve erotizmden uzak sözlerle tango söylemesi, müziğin üst kesimlerce değer kazanmasını hızlandırmıştır. Avrupa'nın ilk tango çılgınlığı Paris'ten sonra Londra, Berlin ve diğer başkentlere sıçradı. 1913'lerin sonlarına doğru, bu dans New York'u ve Finlandiya'yı da etkisi altına aldı.
Buenos Aires'te tangonun üst kesimlerce de benimsenmesi ve dünyayı etkileyecek bir akım halini alması 1920 ile 1940 arasıdır. Bu dönem tangonun altın çağı olarak nitelendirilir. Artık tango kendi içinde biraz daha yumuşayarak, salon tangosu halini almıştır.
İkinci Dünya Savaşı'na kadar zirvede olan tango, bu dönemden sonra, politik nedenlerle gerilemeye başlar. Özellikle de
1955 yılında Juan Domingo Peron'un askerî darbeyle devrilmesi ve ardından birbirini izleyen askerî darbeler neticesinde dans salonları kapatılmış, dans etmek yasaklanmıştır.
1983'te, Arjantin'de askeri cunta ortadan kalkmış ve böylece tango, Buenos Aires'e eski görkemiyle geri dönmüştür.
Astor Piazzolla'nın müzikte başlattığı ve kısa sürede dansa da yansıyan yenilikçi akım, tangoya büyük bir zenginlik kazandırmıştır.
Türkiye'de de Cumhuriyetin ilanı ile oluşan çok sesli müzik gelişimi ile, tango sevilmiş ve yayılmıştır. Necip Celal, Fehmi Ege ve Necdet Koyutürk pek çok tango besteleyerek tangonun Türkiye'de sevilmesi ve yayılmasını sağlamışlardır. Tangonun bu ithal versiyonları daha az vücut teması esasına dayalıydı ("Ballroom Tango") ama bununla beraber pek çokları için hâlâ şok edici idi.
Profesyonel dansçılardan oluşan Tango dans grupları da, çeşitli ülkelerde yaptıkları koreografik şovlarla tango müziğini ve dansını daha fazla tanıtmış ve dünyaya yeniden sevdirmişlerdir.
Bir zamanların ayıplanan ve hor görülen dansı, artık günümüzde ışıltılı dans salonlarında uygulanan, nezih bir eğlence halini almıştır.
Tango stilleri.
Tango gerek Arjantin'in çeşitli bölgelerinde gerekse dünyanın çeşitli ülkelerinde farklı olarak biçimlenmiş ve ortaya az çok farklı stiller ortaya çıkmıştır. Tangonun günümüzdeki belli başlı stilleri şu adlarla tanınır:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8112",
"len_data": 6030,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.55
}
|
Kaan Altan, (d. Almanya) Türk müzisyen ve gitaristtir.
Tarsus Amerikan Koleji'nde orta öğrenimini tamamlayan Altan, Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Bölümü'nü kazanıp bir sene devam ettikten sonra özel yetenek sınavına girip yine aynı üniversitenin Endüstriyel Tasarım bölümüne ikincilikle girmiştir. Girdiği bir başka yetenek sınavını da geçerek Berlin Güzel Sanatlar Akademisi Design bölümüne kabul edilip burayı da başarıyla bitirmiştir.
Müzik hayatına, arkadaşlarıyla birlikte lise yıllarında kurduğu ve onu Wembley'de konser vermesini sağlayacak Mavisakal adlı rock grubuyla başlamıştır. "Kadıköy Sound" adlı girişimde yer alan Altan, grupta elektro gitar çalmasının yanı sıra besteleriyle ve sözleriyle de dikkati çekmektedir. Kaan Altan'a ait şarkılardan bazıları şöyledir: "Balta", "Ne Kadar", "İki Yol", "İstanbul", "Ben Kimleyim", "Gönlümde", "Başladım Yürümeye", "Aşk Öldü", "Kan Kokusu", "Al Beni", "Yapay", "Sen Gelmeliydin", "Günler", "Yalnızım", "Müdür", "Rock'n Rollcuyuz", "Nalan".
Müzik kariyerine kurduğu Karapaks adlı grupla devam eden Kaan Altan, Kesmeşeker grubunda da gitar çalmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8118",
"len_data": 1110,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.22
}
|
Köyceğiz, Muğla'nın 13 ilçesinden birisidir.
Çalışmalar sonucunda 16 Mart 2019 tarihinde İtalya'nın Greve in Chianti şehrinde gerçekleştirilen Uluslararası Cittaslow İcra Kurulu Toplantısı'nda, Köyceğiz'in “sakin şehir” üyeliği kabul edilmiştir. Köyceğiz Türkiyenin 16. Cittaslowudur ve bu ünvanı yaşamı ve doğal güzellikleri sayesinde almıştır.
Tarihçe.
Köyceğiz'in tarihi MÖ 3400 yıllarına kadar uzanır. Bu yörede varlık gösteren ilk uygarlık Karyalılardır. Sonra sırasıyla İskitler, Asurlular, İyonyalılar, Dorlar, Akalar, Persler, Hellenler, Seleykoslar, Romalılar, Selçuklu Hanedanı, Menteşeoğulları ve Osmanlılar yöreye hakim olmuştur.
Köyceğiz'in tarihi ile ilgili ilk bilgileri tarihçi Herodot, coğrafyacı Strabon ve İngiliz arkeolog Hoskin vermektedir.
MÖ 2000 yıllarında Yunanlar ve Akalar'ın deniz yolu ile Ege kıyılarına çıkmaları ile sahilde yeni koloniler kurulmuş, iç kısımlarda ise Karyalıların kolonileri ile gelişim sağlanmıştır. Böylece ilçe MÖ 1000 yıllarında oldukça iyi bir konuma gelmiştir. Köyceğiz Gölünün sahille birleştiği bölgede kurulan Kaunos şehri Karia'nın önemli limanlarından ve ticaret merkezlerinden birini oluşturmuştur. Kaunos daha sonra İskender'in hakimiyetine girmiştir. Akropol, ünlü mabetler ile Harab ve Susan kaleleri önemli tarihî eserlerdir.
Osmanlılar döneminde ilçe Hurşit Paşa'nın Muğla Mutasarrıflığına getirildiği dönemde bugün bulunduğu yer olan Yüksekkum'a taşınmıştır (1884). İstiklal Savaşı'nda düşman saldırısına uğramış, 1919 yılı sonunda Tahirağa, Mehmet Zeki Osman Ağa ve Tevfik Bey'lerin öncülüğünde Kuva-i Milliye Teşkilatı kurularak yurt savunmasına dahil edilmiştir. Buranın Kuva-i Milliye komutanı Dr. Hikmet Kıvılcımlı'dır. Köyceğiz adının nereden geldiğine gelince: Efsanelere göre Köyceğiz, gölün alanı üzerinde bulunan bir ovada kurulmuş. Bilinmeyen bir zamanda ovayı sular basmış. Felaketin seyrine gelenler gölün doğu kısmında kalan birkaç evi ve insanı görünce: "Bütün şehir batmış, sadece kıyıda bir Köyceğiz kalmış." demişler. Bugün hâlâ gölün altında bir batık şehir olduğuna inanılır.
Köyceğiz Gölü.
Kendi ismiyle bilinen, ilçenin hudutları içerisinde yer alan kükürtlü bir göl olan Köyceğiz gölüne sahip bir ilçedir. Göl, yüzölçümü 54 km² olup denizden yüksekliği 8m, derinliği ise 15-150m arasında değişmektedir. Ayrıca Namnam, Kargıcak ve Yuvarlak Çaylarından beslenmektedir.
Sultaniye Kaplıcaları.
Köyceğiz Gölü'nün güney batısında Ölemez Dağı'nın eteklerinde yer alan, insanların romatizma, böbrek ve idrar yolları rahatsızlıkları, metabolizma bozuklukları, ruhsal yorgunluk, cilt ve kadın hastalıkları gibi birçok hastalığa direk tedavi olmak amacıyla gittiği, bilinen tarihiyle binlerce yıla dayanıp, M.Ö. 100 M.Ö. 100 yıllarında Kaunoslular tarafından kullanıldığı bilinen şifalı bir yerdir. Ayrıca Roma döneminde kapsamlı bir hastane haline getirilip kaynaklara göre, hastanenin girişine "Tanrılar adına buraya ölüm giremez" diye yazılmıştır. Eteğinde bulunan bu köyün dağının ismi Ölemez Dağı olarak adını buradan almıştır.
Günümüz.
Günümüzde birçok turizm faaliyetlerine ev sahipliği yapan bu ilçe içinde birçok güzellikleri barındırmakla insanları kendine çekmektedir. Kaunos Antik Kenti-Kaya Mezarları, Yuvarlak Çay, Ekincik Koyu, Toparlar Şelalesi ve nice doğa güzelliğiyle beraber içinde bulunan çamur banyosu yapabileceğiniz şifalı yerleri, rafting ve tekne turları gibi faaliyetleri bünyesinde bulundurmaktadır.
Coğrafi konum.
Köyceğiz ilçesi, Akdeniz ve Ege Bölgeleri'nin birleştiği yerde, Muğla-Fethiye karayolunun 60. km'sinde, zengin doğal güzellikler ve narenciye bahçeleri içinde, sakin bir turistik ilçedir. İlçe, adını aldığı Köyceğiz Gölü'nün kuzeyinde kurulu olup, 1.758 km² yüzölçümündedir.
İklim.
Köyceğiz'in kıyı kesiminde Akdeniz iklimi, dağlık bölgelerde ise Karasal iklim görülür. Türkiye'nin Rize'den sonra en çok yağış alan Köyceğiz'de kış yağmurlarının 2-3 ay sürdüğü görülmüştür.
Nüfus.
İlçenin 25 mahallesi bulunmaktadır.
Ekonomi.
İlçe nüfusunun %85'i mahallede yaşamakta olup geçimini tarım, hayvancılık, ormancılık, turizm ile sağlamaktadır. İlçenin en büyük gelir kaynağı tarımdır. İlçede polikültür tarım yapılmakta olup, iklim ve coğrafi yapı birçok ürünün yetiştirilmesine elverişlidir.
İlçenin diğer bir geçim kaynağı, gezginci arıcılıktır. Köyceğiz Gölü ve gölü Akdeniz'e bağlayan Dalyan Boğazı'nda kefal balığı üretimi yapılmaktadır. Beyobası beldesinde alabalık tesisleri kurulu olup, üretimini sürdürmektedir.
İlçede 3 adet narenciye yıkama, mumlama, standardizasyon ve paketleme fabrikası kurulu olup, ihracatlar buradan yapılmaktadır. Ayrıca ilçenin adını taşıyan Köyceğiz Köyü'nde tarım alet ve makineleri üreten bir fabrika bulunmaktadır.
Turizm.
Köyceğiz Gölü ve gölün sahille birleştiği bölgede kurulan Karia'nın önemli limanlarından ve ticaret merkezlerinden Kaunos şehri ilçenin turizmdeki önemini artırmaktadır. Dalyan'dan kalkan teknelerle antik kente ulaşmak mümkündür.
Ayrıca ilçenin Sultaniye Köyü'nde mevcut olan Sıcak-Soğuk Termal Kaplıcaları, sağlık turizmi bakımından önemli bir merkezdir. Diğer taraftan Yayla Köyü ve kuzeyindeki Gökçeova, safari turizmiyle ilgi görmektedir. Çandır Köyü Horozlar mevkiinde çamur banyoları ve tesisleri bulunmaktadır.
Köyceğiz'in Akdeniz kıyısında bulunan mahallesi Ekincik Koyu, uzun plajı, nefis koyu ve yat limanıyla, su sörfü, su kayağı ve yüzme için elverişli yerlerden biridir. Her gelenin eşsiz bir yer keşfettim dediği ekincik, tatilde sessizliği, huzuru, güzel deniz ve ormanı arayanlar için ideal bir koydur.
Köyceğiz Gölü, Dalyan Kanalı, kaplıca ve çamur banyoları, 10 km uzaklıktaki 800 m rakımlı Ağla Yaylası, Şelale, Yuvarlakçay görülmeye değer yerlerdir. Dalaman Çayı, rafting ve trekking için önemlidir. Ağla Yaylası için yayla turizmi çalışmaları sürdürülmekte olup ayrıca göl çevresinde, Köyceğiz-Dalyan arasında bisiklet parkuru için alt yapı çalışmaları yapılmaktadır.
Köyceğiz Gölü Akdeniz Bölgesinin batı ucunda, ilçe hudutları içerisinde yer alıp suyu kükürtlü bir göldür. Denizden yüksekliği 8 Metre, Derinliği ise 15-150 Metre arasında değişir. Köyceğiz Gölü'nün batısında Ölemez Dağı, doğusunda Sultaniye Köyü sınırları içinde, kıyı boyunca çok sayıda termal kaynaklar vardır. Turizm ve Sağlık Bakanlığı'nca yaptırılan araştırma ve incelemeler sonucunda çok sayıda ılıca-kaplıca ve içme kaynakları tespit edilmiştir. Bu termal kaynakların en önemlileri ve sağlık amaçlı olarak işletilenleri, Hasan Çavuş Ilıcası ve Kokar Girme denilen kaplıcalarıdır.
Kaunos Antik Kenti, M.Ö. 4. yüzyılda Karya egemenliği altında var olan bir bağımsız şehir devletiydi. Kendine özgü bir kültüre sahip olan bu antik şehir, çeşitli dönemlerde inşa edilen duvarlarla çevrilmiştir. Merkezinde ise Helen-Roma tarzında tiyatro, hamam, agora, dükkanlar, liman ve çeşmeler gibi önemli yapılar bulunmaktadır. Ayrıca Kayalara yapılmış Kral mezarları bulunmaktadır. Bu yapılar, Kaunos'un sosyal, kültürel ve ticari hayatının merkezini oluşturmuştur.
Sultaniye Kaplıcaları'nın tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Milattan önceki yüzyıllardan itibaren bir şifa yurdu olarak işletilmiştir. Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı döneminde halkın hizmetine sunulmuştur. Roma döneminde 400 hastaya aynı anda hizmet verecek kadar gelişmiş bir hastane durumundaydı. Kaynaklara göre, hastanenin girişinde “Tanrılar adına buraya ölüm giremez” diye yazılmıştır. Ölemez Dağı da adını kaplıcalardan almıştır.
2015 yılının Temmuz ayında Şamanizm ve Tangrizim inancına sahip olan insanların katılımıyla Ayata Festivali düzenlenmiştir.
Ulaşım.
Muğla-Fethiye-Antalya karayolu üzerinde yer alan Köyceğiz'in konumu nedeniyle karayolu ulaşımı gerek şehirlerarası otobüslerle gerekse Muğla'dan ve Fethiye'den hareket eden otobüs ve minibüslerle oldukça kolaydır. Uluslararası Dalaman Havalimanı'na 32 km uzaklıkta bulunan ilçe bölgedeki bir diğer uluslararası havalimanı olan Milas-Bodrum Havalimanı'na ise yaklaşık 137 kilometredir.
Eğitim.
İlçede, Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı 2 anaokulu, 21 ilkokul, 16 ortaokul, 8 lise, 1 halk eğitim merkezi, 1 bilim ve sanat merkezi ve 1 öğretmenevi ve sanat okulu,
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Köyceğiz Meslek Yüksekokulu ve Sağlık Meslek Yüksekokulu bulunmaktadır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8120",
"len_data": 8160,
"topic": "TOURISM_TRAVEL_NATURE",
"quality_score": 3.33
}
|
Dobruca ( trl: "Dobruca", Rumence: "Dobrogea"), Karadeniz ile Tuna Nehri arasında kalan, Romanya'nın Köstence ve Tulça illeri ile Bulgaristan'ın Dobriç ve Silistre illerini kapsayan yoğun Türkmen nüfusun yaşadığı tarihî bir bölgedir.
Coğrafya.
Dobruca sınırlarının Romanya'da Tuna Nehri'nin denize döküldüğü nokta olan Sulina ("eski adıyla Sünne") kasabasından başlayarak Tuna hattı boyunca uzanan bir şekilde Bulgaristan'daki Tutrakan ("eski adıyla Turtukaya") şehrine kadar devam ettiği, buradan Karadeniz'e uzanan bir çizgi ile de Dobriç ilinde Balçık şehrinin aşağısındaki Ekrene (Kranevo) sahil kasabasının güney sınırını oluşturduğu kabul edilir. Sünne-Ekrene sahil şeridi 320 km uzunluğundadır.
Yüzölçümü 23,262 kilometrekare olup, bunun 15,402 kilometrekaresi "Eski Dobruca" denilen ve 1877-1878 yıllarında yapılan 93 Harbi sonucunda Romanya'ya koşulan Köstence ve Tulça sancaklarını, 7,780 kilometresi güneydeki "Yeni Dobruca" denilen bölgeyi içerir. Karadeniz kıyısı 320 kilometre uzunluğundadır. Dobruca'dan geçen Romanya-Bulgaristan kara sınırının uzunluğu 205 kilometredir.
Tarih.
Bölge, Osmanlı Devleti döneminde Silistre Eyâletine tâbi iken bu eyâlet ile Niş ve Vidin Eyâletlerinin birlestirilmesi ile, 1864'te kurulan yeni Tuna Vilayetine dâhil edilmiş, 93 Harbi sonrasında Berlin Antlaşması ile Kuzey Dobruca Romanya'ya, Güney Dobruca Bulgaristan'a koşulmuş, Balkan Savaşları sonrasında 1913 Bükreş Antlaşması ile Romanya Dobruca'nın hemen hemen tamamı üzerinde hakimiyet kurmuş, bu sınır I. Dünya Savaşı sonrasında Neuilly Anlaşması ile teyid edilmiş, II. Dünya Savaşı sürerken Mihver Devletleri tarafından 1940'ta dayatılan Krayova Anlaşması le Bulgaristan Güney Dobruca'yı geri almış, bu sınır Paris Antlaşması (1947) ile onaylanmıştır. Günümüzde Romanya-Bulgaristan arasından kara sınırının yer aldığı tek bölge olan Dobruca'da iki ülke arasındaki sınırın uzunluğu 240 km'dir.
Bölge bereketli topraklarıyla bilinir ve tarih boyunca pek çok farklı kavmin yerleşimine konu olmuştur. Yerleşimler silsilesi içinde Milattan Sonra erken yüzyılllardan başlamak üzere birden fazla Türk halkı da yer almış, son olarak Osmanlı Devleti döneminde kült ve kültür tarihi açısından Güney Dobruca uzantısındaki Deliorman bölgesi Şeyh Bedreddin ile Kuzey Dobruca ise Sarı Saltuk ile özdeşleşmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8125",
"len_data": 2303,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.6
}
|
Mecidiye, (Rumence, "Medgidia") Romanya'nın Dobruca bölgesi, Köstence ilinde bulunan, 43.800 kişilik nüfuslu (2003) olan bir şehir.
Osmanlı döneminde Dobruca'da çok sayıda yerleşim yeri kuruldu. Bunların başında Mecidiye gelmektedir. Kırım Savaşı'ndan sonra Dobruca'ya Kırım'dan gelen göçmenler için büyük bir yerleşim merkezi yapma fikri ortaya çıktı. Köstence'ye 45 km. uzaklıktaki Karasu yerleşiminin yeri uygun görülerek burada yeni ve büyük bir kasaba kuruldu. Kasabanın adı değiştirilerek Osmanlı Sultanı Abdülmecid'e izâfeten Mecidiye kondu. İdare binaları, cami inşa edildi. Kasaba bugün adını muhafaza etmektedir. 2 Eylül 1856'da Sultan Abdülmecit Karasu üzerinde Mecidiye'nin kuruluşu ile ilgili fermânını yayımlattı. 150. kuruluş yılı kutlamalarında Mecidiye Belediyesi'nin fahri hemşehri ilan ettiği Sultan Abdülmecit, geleneksel olarak şehrin kurucusu kabûl edilmektedir.
Köstence - Boğazköy (Cernavoda) - Bükreş demiryolu ve Tuna - Karadeniz kanalı Mecidiye'den geçiyor. Bolgede üzüm bağları olup önemli bir şarap üretim merkezidir. Şehirde yaşayan Türk - Kırım Tatar nüfusu varlığını devam ettirmektedir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8127",
"len_data": 1119,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.61
}
|
Köstence (Rumence: "Constanța", ), Romanya'nın Dobruca bölgesinde, Karadeniz kıyısındaki en büyük liman şehri.
Şehirde önemli bir Türk-Tatar azınlık varlığını devam ettirmektedir. Şehirde yaşayan Çingeneler de Türkçe konuşmaktadırlar.
Tarih.
Köstence, içinde yer aldığı bölgedeki diğer yerleşimlerinde olduğu gibi Paleolitik Çağ'dan kalma bir şehirdir. Arkeolojik kazılarda Neolitik, Tunç ve Demir çağlarına ait kalıntılar bulunmuştur. Köstence bu özellikleriyle bölgenin en eski yerleşim birimidir.
Antik Tomis-Constanta Kalesinin kuruluşuna kadar uzanan zamanda önemli tarihi sahnelere tanık olmuştur M.Ö 6. yüzyılda Miletos kolonisi olarak kuruldu. M.Ö 1. yüzyılda Roma idaresine geçti. Romalı ünlü şair Ovidius buraya sürgüne gönderilmiştir. M.S 1 ve 3. yüzyıllar arasında gelişerek liman kenti konumuna ulaştı.yüzyıllar arasında büyük bir gelişme gösterdi. 3. yüzyılda birkaç defa Gotlar’ın istilasına uğradı. Sonrasında Roma'nın Küçük İskitya bölgesinin merkezi oldu. 4. yüzyılda yaşayanların büyük çoğunluğunun Hristiyanlığı benimsediği şehirde piskoposluk kuruldu. Bu yüzyılda İmparator II. Konstantius tarafından yeniden inşa ettirilmesi nedeniyle şehir ona izâfeten Constantiana olarak adlandırıldı. 7. yüzyılda Bulgar saldırılarında tahrip olan şehir, Bulgar egemenliğinde küçük bir kasaba konumundaydı. 971 yılında yeniden Bizans egemenliğine girdi. 14. yüzyılda Dobruca Prensliği hakimiyetinde olan yerleşim, 1402 yılında I. Mircea tarafından Eflak Prensliği topraklarında katıldı. 1419'da Dobruca bölgesindeki diğer yerleşimlerle birlikte Osmanlı idaresine geçti. Osmanlı döneminde "Kötence" adını alan yerleşim başlarda küçük bir liman şehri konumundaydı. 16. yüzyıl kaynaklarında küçük bir yerleşim olan yerleşim, 17. yüzyıl başlarında Kazak saldırılarında tahrip olsa da konumu nedeniyle önemi artan bir liman şehri oldu.
1768-1774, 1787-1792 ve 1828-1829 Osmanlı-Rus savaşlarında Ruslar tarafından ele geçirilen yerleşim antlaşmalar uyarınca Osmanlı'ya bırakıldı. Kırım Savaşı sırasında yeniden Rus egemenliğine geçen yerleşim 1854'te yeniden Osmanlı kontrolüne geçti. Bu dönemde stratejik önemi artan yerleşim, 1860'ta tamamlanan demiryolu hattı, limanın genişletilmesi ve yeni binaların inşa edilmesiyle kaza merkezi konumuna ulaştı. 93 Harbi'nde Ruslar tarafından ele geçirildikten sonra Ayastefanos ve Berlin antlaşmaları neticesinde 1878 yılında Romanya topraklarına katıldı.
1890-1895 yılları arasında ünlü Rumen mühendis Anghel Saligny Avrupa'nın en uzun, dünyanın ise 3. uzun köprüsünü inşa etti. 1895-1909 yılları arasında Köstence limanı büyük bir yeniden yapılandırma projesiyle modernleştirildi. Birçok ülkeden yüzlerce geminin uğrak yeri haline gelen liman böylelikle güçlenmeye başladı. Ayrıca yine bu dönemlerde şehrin altyapısı kurularak karayolları ve demiryolları yapıldı. Güzel dizaynlara sahip binalar inşa edildi.
I. Dünya Savaşı (1914-1918) boyunca Köstence, Almanlar ve çoğunlukla Bulgarlar tarafından harap edilerek görkemli dönemine son noktayı koydu. Mayıs 1918'deki Bükreş antlaşması madde 10.b. (Antlaşma hiçbir zaman Romanya tarafından onaylanmadı) Köstence merkez güçlerin (Alman, Türk, Bulgar) kontrolü altında kalıyordu.
Şehir birleşik orduların Yunanistan'daki başarılı saldırıları sonucu Bulgaristan'ın savaş dışı kalmasıyla özgürlüğüne kavuştu.
2 savaşın arasındaki dönemde (1918-1940 yılları arasında) Köstence liman kenti olmasına dayanarak ekonomik ve ticari ilişkilerini yeniden güçlendirdi. Köstence ülkedeki tüm denizcilik faaliyetlerinde %70 pay aldı. Bu dönemde Köstence'deki tersane en güçlü dönemini yaşayarak bölgenin en girişimci unvanını ve en çok istihdam yaratma olgusunu kazandı.
Ne yazık ki II. Dünya Savaşı'yla birlikte Köstence yeniden sahip olduğu güçleri kaybetti. Sovyet işgalciler tarafından Rumen donanmaları yok edildi ve liman işgalciler tarafından yönetilmeye başlandı. Köstence limanının öneminden dolayı bölgede komünist rejim uygulanmaya başlandı. Şehir, Sovyet endüstrileşmesiyle özellikle 1960-1975 yılları arasında gelişti. Tersane geliştirildi (150.000 gemi), ticari filolar arttırıldı (1985'te 250.000 civarı gemi), birçok fabrika açıldı ve özellikle deniz kenarları turistik amaçlı geliştirildi. Aralık 1989'dan sonra Köstence Bükreş’ten sonra Romanya’nın en önemli 2. şehri olarak yerini korudu ve şehir gelişim arayışları içerisindedir.
Coğrafya.
Yörede maden suyu kaynakları vardır. Ayrıca deniz banyosu yazın pek çok turisti çeker. Ana yerel endüstri tanen asidi ve petrol tamburası üretimidir. Özellikle "Mamaia" kuzeyde sahil dinlenme yeridir.
Politika.
Köstence belediye meclisi 2004 yılı yerel hükûmet seçimlerinde seçildi. 27 üyeden meydana gelen meclisin kompozisyonu aşağıdaki gibidir.
Nüfus.
2002 nüfus sayımına göre, Köstence şehrinin nüfusu 310.471 idi. Köstence çevresindeki alanlarda Navodari 32.400, Ovidiu 13.134 ve Basarabi 19.857 kişilik nüfuslarıyla ve komünleri Cumpana 12.532, Lumina 7.858 (2004 yılı), Valu lui Traian 8.824 ve Agigea 5.482 kişilik nüfuslarıyla Köstence şehrinin nüfusunu artırarak 401.613'e ulaştırır.
Ulaşım.
1895'te Bükreş demiryolunun açılmasıyla, (Tuna'yı Cernavoda'daki bir köprüyle geçen) Köstence'ye hububat ve petrolde hatırı sayılır bir büyüklükte transit ticareti getiriyordu. Kömür ve kok kömürü geniş bir şekilde ithal listesi başındaydı. Bunları makineler, demir malzemeler, pamuk ve yün iplikleri takip ediyordu. Köstence'yi Bükreş'e bağlayan A2 transit yolu hemen hemen tamamlanmakta olup, hâlen Bükreş'ten Cernavoda'ya çalışmaktadır, 2008 yılına kadar Köstence'ye açılacaktır.
Köstence limanı girişinde bir feneri olup, dalgakıran tarafından korunmaktadır.
Kuzey rüzgârlarından iyi korunur. Fakat güney, güney doğu ve güney batı rüzgârları bazen hayli tehlikeli olur. Romanya donanmasının Karadeniz filosu için burası bir üstür. Geniş kanal (Tuna-Karadeniz kanalı) Tuna nehrini Karadeniz'de Köstence'ye bağlar.
Kötence'de toplu taşıma sistemi "Regia Autonoma de Transport in Comun Constanta" (RATC) dir. 17 otobüs hattı, 2 tramvay hattı ve 2 troleybüs hattı vardır. Şehir 2002 başında, yaşlanan DAC otobüsleri yerine 130 yeni MAZ otobüsü satın aldı. Şimdi otobüs filosunun %90'ı yenidir. Otobüsler parlak renklerde pembe, sarı ve yeşil boyalıdır.
İklim.
Köstence tipik olarak Akdeniz iklimi benzeri olup farklı dört mevsim içerir.
Yazlar sıcak kurak ve güneşli Temmuz sıcaklık ortalaması 23 °C'dir. Karadeniz'in ılıman etkisinden dolayı Köstence, iç bölgelerde sıkca bulunan sıcak günleri nadiren yaşar. Yaz 15 Haziran'da başlar ve Eylül'ün sonuna kadar devam eder.
Oldukça ılıktır. Geceler Eylül ayının on günlük ortalamasında tropikaldir (sıcaklık 20 °C'nin üzerindedir). Karadeniz'in ısıyı yığmasından dolayı Eylül, Haziran ayından daha ılıktır. İlk don olayı Kasım ayının 19'unda vuku bulur. Romanya'nın güneyindeki şehirlerle kıyaslandığında ış daha ılıktır. Çok az kar olur fakat hava çok rüzgârlıdır. Kış iç bölgelerden çok daha sonra gelir. Aralık'ta hava sık sık yumuşaktır. Sıcaklık 12 °C'ye ulaşır. Ocak ayı ortalama sıcaklığı +4 °C dir. İlkbahar erken gelir fakat çok serindir. Nisan ve Mayıs ayları Karadeniz sahilleri en serin yerdir Romanya'da.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8128",
"len_data": 7107,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.45
}
|
Yeşil çay, "Camellia sinensis" yapraklarından elde edilen çay. Aynı bitkiden elde edilen siyah çay için yapraklar yavaş yavaş kurutulur, yeşil çay ise yaprakların toplanır toplanmaz kavrulup hızla kurutulması ile elde edilir. Siyah çay ve oolong kurutulurken oksijenle tepkimeye girer, yeşil çayın ise tepkimeye girmesine izin verilmez.
Besin değeri ve kimyasal yapısı.
Demlenmiş yeşil çay %99,9 sudan oluşur ve 100 mL başına 1 kaloriye sahiptir. İçecek, yağ, karbonhidrat ve protein gibi maddeler ile vitamin ve mineralleri kayda değer oranda içermez ve polifenoller gibi çeşitli fitokimyasallar ihtiva eder. İçerisinde yer alan polifenoller arasında epigallokateşin gallat (EGCG), epikateşin gallat, epikateşinler ve flavanoller yer alır. Yeşil çay, siyah çay da olduğu üzere kafein ihtiva eder, ancak yeşil çaydaki kafein oranı daha düşüktür.
Tıbbi etkiler.
Yeşil çayın (ve içerdiği kateşin ve flavonoid gibi moleküllerin) kanser, obezite, tansiyon ve kalp/damar hastalıkları gibi durumlara yönelik koruyucu etki gösterdiği ve sağlığa yararlı olduğuna yönelik pek çok iddia ortaya konmuş olmakla birlikte, insanlar üzerinde yapılmış klinik araştırmalar maddenin sağlık üzerindeki etkileri üzerine kanıt bulmamıştır. Yeşil çay özütlerinin tüketimi ise hepatotoksisite ve karaciğer yetmezliği ile ilişkilendirilmiştir.
Siyah, yeşil ve beyaz çay arasındaki fark nedir?
Siyah, yeşil ve beyaz çay aynı bitkiden elde edilse de, işlenme şekillerine göre birbirinden ayrılır.
Beyaz çay, en az işlem gören çay türüdür. Genç çay tomurcukları toplanır ve doğrudan kurutulur. Bu nedenle tadı hafif ve çiçeksi, rengi ise açık sarıdır. Kafein oranı en düşük olan çay türüdür.
Yeşil çay, toplandıktan sonra oksidasyonu durdurmak için hızla ısıtılır. Bu işlem çayın yeşil rengini ve taze, bitkisel aromasını korur. Kafein oranı beyaz çaya göre daha yüksektir.
Siyah çay ise tamamen okside edilir. Bu işlem sayesinde çay yaprakları kararır ve güçlü, belirgin bir aroma kazanır. Demlendiğinde koyu kırmızıya yakın bir renk alır. Kafein oranı en yüksek olan çay türüdür.
Özetle; beyaz çay en hafif, siyah çay en yoğun ve kafeinli, yeşil çay ise bu ikisinin arasında bir seçenektir.
Üretim ve pazar.
2013 yılında küresel yeşil çay üretimi 1,7 milyon ton olmuş, 2023 yılında bu sayının iki katına çıkacağı tahmin edilmiştir. 2015'te Çin dünyadaki yeşil çay pazarının %80'ine sahip olmuş, aynı zamanda 325.000 ton yeşil çay ihraç etmiştir. Amerika Birleşik Devletleri Çin'den ihraç edilen yeşil çayın en büyük ithalatçısı konumundadır ve Birleşik Krallık tarafından takip edilmektedir.
Çeşitleri.
Ülke ve işlenme stillerine göre pek çok farklı yeşil çay çeşidi gelişmiştir.
Japonya.
Japon yeşil çayları arasında, "Gyokuro", "Matcha", "Sencha", "Kamairicha" ve "Bancha" gösterilebilir. "Matcha", pudra gibi toz halinde bulunan ve Japon seremonilerinde kullanılan bir çay türüdür. "Kamairicha" ve "Sencha" benzerdir, ancak üretim aşamasında yapraklar "Sencha" çayında sıcak su buharı ile, "Kamairicha"'da ise fırında şok soldurmaya tabi tutulur. "Bancha", düşük kaliteli çaylardan yapılıp, niteliksiz olmasına karşın günlük kullanımda özellikle kırsal ve dağsal bölgelerde yaygın olarak içilen bir kaba çay türüdür. Halk tarafından evde basit düzeneklerle el yapımı olarak da üretilmektedir. Bu çeşit dünya yeşil çay üretiminde pek bilinmemektedir.
Diğer.
Çin yeşil çayları arasında Gunpowder (GP), Imperial, Young Hyson (YH), Hyson, Twankay, Hyson Skin, Chunmee (CH) ve Sowmee (SW) yer alır. Kore'de de "Ujeon", "Sejak" ve "Ipcha" gibi farklı çeşitler vardır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8133",
"len_data": 3539,
"topic": "HEALTH",
"quality_score": 3.88
}
|
Buğday ("Triticum aestivum"), "Triticum" cinsine bağlı bütün dünyada ıslahı yapılmış tek yıllık otsu bitki türüdür.
Besleyici tahılı, dünyanın birçok yerinde günlük kalorik alımın önemli bir kısmına katkıda bulunur, örneğin Mısır ve Türkiye'de %40-50 ve İngiltere'de %20dir.
Değişik araştırmacıların yaptıkları araştırmaların ışığında buğdayın gen merkezi olarak Güney Türkmenistan, Anadolu, Batı İran ve Kafkasya kabul edilir. Buğday ilk olarak 16. yüzyılda İspanyol misyonları aracılığıyla Kuzey Amerika'ya ulaştı.
Karasal iklimi tercih eder. Buğday; un, yem üretilmesinde kullanılan temel bir besin maddesidir. Kabuğu ayrılabileceği gibi kabuğu ile de öğütülebilir. Buğday aynı zamanda çiftlik hayvanları için bir yem maddesi olarak da yetiştirilmektedir. Hasattan sonra atık ürün olarak saman balyası çıkar. Enerji miktarı 1.18'dir.
Sınıflandırma.
Sınıflandırmada ilk ele alınan bitki buğdaydır. Sınıflandırmada önce başak özellikleri dikkate alınmıştır. Kılçıklılık, kılçıksızlık, kavuz rengi, dane rengi ele alınan ilk kriterler olmuştur. Daha sonraları başak sıklığı buğdayların sınıflandırılmasında rol oynamıştır. Rusya taksonomistleri buğdayları sınıflandırmak için ekotipler ve biyotipler üzerinde durmuşlardır. Ekotip ve biyotiplerin sınıflandırılması morfolojik karakterlere göre olmuştur. Stoloji alanındaki ilerlemeler sonucu, buğdayların sınıflandırılması kromozom sayılarına göre yapılmaya başlamıştır. Kromozom sayıları sonucu buğdayların genom sayıları ve genom formülleri üzerinde durulmuştur. Kromozom sayıları ve genom formüllerine göre yapılan sınıflandırmalarda buğdaylar üç gruba ayrılır:
Her grubun da yabani formları, kavuzlu ve çıplak kültür formları vardır.
Tür ve alttür üzerindeki çalışmalar sonucunda tetraploid ve hekzaploid gruptaki bütün buğdaylar tek tür altında toplanmıştır. Daha önce tür kabul edilen buğdaylar ise çeşit grupları haline sokulmuştur. Son olarak kromozom sayılarına göre buğdaylar, diploid ve alloploid olarak iki grupta toplanmıştır. Diploid buğdayların en önemlisi "Triticum monococcum"’dur. Alloploid buğdaylardan 2n= kromozomlu "Triticum aestivum" en önemli türleridir.
Taksonomi.
"Triticum aestivum" türünde 2 tanımlı alt tür ve birçok varyete bulunur:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8137",
"len_data": 2211,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.62
}
|
Belirsizlik ilkesi, Heisenberg belirsizlik ilkesi ya da belirlenemezlik ilkesi; bir cismin belirli bir andaki konumu ile momentumunun (Kütlesiyle hızının çarpımının) aynı anda ve kesin değerlerle kuramsal olarak bile ölçülemeyeceğini öne süren ilkedir. 1927'de Werner Heisenberg tarafından ortaya atılmıştır. Belirsizlik ilkesi, kuantum mekaniğini klasik fizikten ayıran temel özelliklerin başında gelir ve klasik fiziğin tanımladığı günlük olaylar bu ilkeye ilişkin hiçbir ipucu vermez. Örneğin bir otomobilin belli bir anda bulunduğu yeri ölçmek kolaydır ve bu ölçümlere kesin gözüyle bakılabilir; çünkü bu ilkede söz konusu edilen belirsizlikler, elle tutulup gözle görülebilen her nesne için olduğu gibi otomobil için de ölçülemeyecek kadar küçüktür. Bu kurala göre, bir cismin ve momentumundaki belirsizliklerin çarpımı, olağan değerlerden çok daha küçük olan bir fiziksel niceliğe ya da sabite (formula_1 joule-saniye; yani h, Planck sabiti olmak üzere, h/2 π niceliğinin değeri) eşit ya da bu nicelikten daha büyük olmalıdır. Bu nedenle, bu belirsizliklerin çarpımı yalnızca kütleleri ve boyutları olağanüstü küçük olan atomlar ve temel parçacıklar için büyük önem taşır.
Elektron gibi bir temel parçacığın hızını, daha doğrusu momentumunun kesin değeriyle ölçmeye kalkışmak, bu parçacığın yerini, önceden kestirilemeyecek biçimde değiştirir; bu nedenle, parçacığın hızını (momentumunu) ölçerken aynı anda yerini de belirlemeye çalışmanın hiçbir anlamı kalmaz. Ölçü aletlerinin, ölçme tekniklerinin ya da gözlemcinin yetersizliğiyle hiçbir ilgisi olmayan bu sonuç, doğada, atomaltı boyutlardaki parçacıklar ve dalgalar arasında var olan yakın bağlantıdan doğar.
Louis de Broglie'nin göstermiş olduğu gibi, her parçacığa bir dalga eşlik eder; başka bir deyişle her parçacık bir dalga davranışı ve özelliği gösterir. Parçacığın, kendisine eşlik eden dalga içinde bulunma olasılığının en yüksek olduğu yerler, dalga genliğinin en büyük olduğu noktalardır. Ne var ki, eşlik eden dalganın genliği ne kadar büyük olursa, ilgili parçacığın momentumuyla hemen hemen özdeş olan ve momentumunu belirleyen dalga boyunu tanımlamak da o kadar güçleşir; çünkü bölge daraldıkça daha çok sayıda dalga boyu bileşeni gerekir. Bu nedenler çok dar bir alana sıkıştırılmış olan bir dalganın eşlik ettiği parçacığın yeri bellidir, ama momentumu için sonsuz sayıda değer bulunabilir. Oysa, tek bir dalga boyuna sahip bir dalga aynı genlikle bütün uzayı kaplayacağından, bu dalganın eşlik ettiği parçacığın hızı (momentumu) hemen hemen kesin olarak belirlenebilir, ama yeri hiçbir zaman bilinemez; daha doğrusu böyle bir parçacık herhangi bir yerde bulunabilir. Yer ile momentumun, yalnız klasik fizikte değil kuantum mekaniğinde de eşlenik olduğu göz önüne alınarak bu ilke genişletilirse, gözlenebilir bir büyüklüğün oldukça önemli bir belirsizliğe yol açar. Bu durum ve genel tanımıyla belirsizlik ilkesi, örneğin enerji ve zaman gibi tüm eşlenik değişken çiftleri için geçerlidir: Enerji ölçümünde söz konusu olan belirsizlik ile ölçümün yapıldığı zaman aralığındaki belirsizliğin çarpımı gene h/2π'ye en azından eşittir. Kararsız bir atom ya da atom çekirdeğinin, daha kararlı bir duruma geçmek için atması gereken enerji miktarının belirsizliği ile kararsız durumda geçirdiği ortalama sürenin belirsizliği arasında da aynı bağıntı söz konusudur.
Matematiksel Detay.
Heisenberg bağıntısını ortaya koyduğunda, argümanı yalnızca nitel örneklere dayanıyordu. Bağıntılarının genel ve kesin bir türevini vermemiştir. Aslında, δq belirsizliklerinin bir tanımını bile vermemiştir. vb. bu ilişkilerde ortaya çıkmaktadır.
Elbette bu, o makalenin ilan edilen hedefiyle, yani basit deneyler için kuantum mekaniğinin niteliksel olarak anlaşılmasını sağlamakla tutarlıydı. Belirsizlik ilişkilerinin matematiksel olarak ilk kesin formülasyonu Kennard'a aittir. Kennard, 1927 yılında, tüm normalleştirilmiş durum vektörleri için |ψ⟩ aşağıdaki eşitsizlik geçerlidir:
formula_2
Burada, ΔψP ve ΔψQ durum vektöründeki konum ve momentumun standart sapmalarıdır |ψ⟩
yani,
formula_3
formula_4
burada ⟨⋅⟩ψ=⟨ψ∣⋅∣ψ⟩ durumundaki beklenti değerini ifade eder |ψ⟩. Eşdeğer olarak ψ(q) dalga fonksiyonunu kullanabiliriz. ve Fourier dönüşümü:
formula_5
formula_6
yazmak için
formula_7
formula_8
Bu eşitsizlik Robertson (1929) tarafından genelleştirilmiş ve tüm gözlemlenebilirler (öz-eşlenik operatörler) için A ve B:
formula_9
burada [A, B]:= AB-BA komütatörü gösterir.
Heisenberg'in orijinal yarı niceliksel formülasyonunun aksine, yukarıdaki eşitsizlikler kesin olma erdemine sahip olduğundan, bunları Heisenberg'in bağıntılarının tam karşılığı olarak görmek caziptir. Aslında, Heisenberg'in kendi görüşü de böyleydi. Chicago Dersleri'nde Kennard'ın bağıntı türetimini sunmuş ve "bu ispatın matematiksel içerik olarak yarı niceliksel argümanından hiç farklı olmadığını", tek farkın şimdi "ispatın tam olarak gerçekleştirilmesi" olduğunu iddia etmiştir.
Ancak Kennard'ın eşitsizliği ile Heisenberg'in önceki formülasyonu arasında hem statü hem de amaçlanan rol açısından bir fark olduğunu belirtmek faydalı olabilir. Burada tartışılan eşitsizlikler ampirik olgu ifadeleri değil, kuantum mekaniksel formalizmin teoremleridir. Bu nedenle, sezgisel içeriğini açıklamaktan veya bu formalizmin geçerliliği için "alan" veya "özgürlük" yaratmaktan ziyade, bu formalizmin ve özellikle de komütasyon ilişkisinin geçerliliğini varsayarlar. En iyi ihtimalle, yukarıdaki eşitsizlikleri, formalizmin Heisenberg'in ampirik ilkesiyle tutarlı olduğunu göstermek olarak görmek gerekir.
ile arasında kayda değer ikinci bir fark daha vardır. Heisenberg "belirsizlikler" δp için genel bir tanım vermemiştir. Bununla beraber δq. Bunlar hakkında yaptığı en kesin açıklama, bunların "ortalama hata gibi bir şey" olarak alınabileceğiydi. Düşünce deneyleri tartışmalarında, o ve Bohr belirsizlikleri her zaman eldeki deneyle ilgili olan bazı parametreleri seçerek duruma göre ölçerdi. Buna karşılık, eşitsizlikler ve "belirsizlik" ölçüsü olarak tek bir spesifik ifade kullanırlar: standart sapma. O zamanlar, bu ifadenin hata teorisinde ve istatistiksel dalgalanmaların tanımlanmasında iyi bilindiği ve yaygın olarak kullanıldığı göz önüne alındığında, bu seçim doğal değildi. Ancak, bu seçimin belirsizlik ilişkilerinin genel bir formülasyonu için uygun olup olmadığı konusunda çok az tartışma vardı ya da hiç yoktu. Standart sapma, belirli bir durumdaki bir gözlemlenebilirin bir dizi ölçümündeki yayılmayı veya beklenen dalgalanmaları yansıtır. Bu fikri, bir mikroskobun çözümleme gücü gibi bir ölçümün "yanlışlığı" kavramıyla ilişkilendirmek hiç de kolay değildir. Aslında, Heisenberg Kennard'ın eşitsizliğini belirsizlik ilişkisinin kesin formülasyonu olarak almış olsa da, o ve Bohr düşünce deneylerine ilişkin birçok tartışmalarında hiçbir zaman standart sapmalara dayanmamışlardır ve aslında bu tartışmaların standart sapmalar açısından çerçevelenemeyeceği gösterilmiştir (Uffink ve Hilgevoord 1985; Hilgevoord ve Uffink 1988).
Titreşim sayısı ve enerji niceliği az formula_10 Dalga boyu uzun formula_10 Bekleme süresi uzun formula_10 Belirsizlik büyük
Titreşim sayısı ve enerji niceliği çok formula_10 Dalga boyu kısa formula_10 Bekleme süresi kısa formula_10 Belirsizlik küçük
Enerji niceliği ne denli azsa, aynı oranda dalga boyuyla bağlantılı olarak bekleme süresi uzar ve ölçülen zaman belirsizleşir.
Tersine; Enerji niceliği ne denli çoksa, aynı oranda dalga boyuyla bağlantılı olarak bekleme süresi azalır ve ölçülen zamanın belirsizliği azalır.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8148",
"len_data": 7496,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.43
}
|
Aşağıdaki tabloda yer alan Uluslararası buğday üretim miktarları, FAOSTAT verileri kullanılarak oluşturulmuştur. Tablo'daki üretim miktarları milyon tondur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8150",
"len_data": 156,
"topic": "FINANCE_ECONOMY",
"quality_score": 3.38
}
|
Brian Harold May (d. 19 Temmuz 1947) İngiliz müzisyen, şarkıcı, şarkı yazarı, kayıt prodüktörü ve astrofizikçi. Rock grubu Queen'in baş gitaristi.
Brian May, grubun solisti Freddie Mercury ve bateristi Roger Taylor ile grubun kurucuları arasındadır. Üniversite yıllarında Roger Taylor ve Tim Staffell ile birlikte Smile grubunda yer alan May Staffell'in gruptan ayrılması ve Freddie Mercury'nin gruba dahil olmasıyla birlikte Queen grubunu kurmuştur. Müzik hayatına başladığı günden itibaren babasıyla birlikte yaptığı "Red Special" isimli gitarı kullanmaktadır. Gitarı çalarken pena yerine kullandığı 5 peni ile kendine has bir ses elde etmektedir. Imperial College London'da Matematik ve Fizik eğitimi alan May 1968 yılında fizik alanında fen fakültesini dereceyle bitirmiştir. Gelmiş geçmiş en iyi rock gitaristlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Grubun "We Will Rock You", "I Want It All", "Fat Bottomed Girls", "Flash", "Hammer to Fall", "Save Me", "Who Wants to Live Forever" ve "The Show Must Go On" gibi pek çok hit şarkısını yazmıştır.
Solo albümleri.
Solo Single'ları
Brian May Videografisi
Solo Video Klipleri
Queen ile birlikte yayınladığı albümler
Queen albümlerinde bulunan şarkıları
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8155",
"len_data": 1202,
"topic": "CULTURE_ART",
"quality_score": 3.33
}
|
Doğu Azerbaycan, (, ), İran'ın 31 eyaletinden birisidir ve ülkenin Güney Azerbaycan bölgesinde yer alır. Aynı zamanda İran Azerbaycanlıları'nın en yoğun olarak bulundukları eyalettir.
Konum.
Ülkenin kuzeybatısında yer alan Doğu Azerbaycan'ın kuzeyinde; Ermenistan ile Kuzey Azerbaycan, doğusunda Erdebil, güneyinde Zencan ve batısında Batı Azerbaycan eyaletleri bulunur. Nüfusu 3.603.456 ve yüzölçümü 47.830 km2 olan eyaletin merkezi Tebriz'dir. Halkın çoğunluğu İran Azerisi'dir. ve İran Azericesi konuşmaktadır.
Coğrafya.
Eyalet yaklaşık 47.830 km 2 lik bir alanı kaplamaktadır ve dört milyon kişilik bir nüfusa sahiptir. İdari merkez Tebriz, ülkenin en eski ve önemli şehirlerinden birisi ve bu eyaletin en önemli kültürel, siyasi ve ticari merkezidir. Eyaletin, Ermenistan ve Nahçıvan ile ortak sınırları vardır. Karayolları ve demiryolları ile İran'ın diğer bölgelerine ve komşu ülkelere bağlantıları vardır.
Doğu Azerbaycan'ın en yüksek zirvesi, Tebriz'in güney kısmında Garmadüz (Ahar) civarındaki 3.722 m.'lik Şahand Dağı'dır. Eyaletteki diğer önemli yükseltiler Karadağ, Bozkuş dağları ve Kaflan Dağları'dır.
Genel olarak Doğu Azerbaycan, dağlık bir bölgede olması nedeniyle serin ve kuru bir iklime sahiptir. Ancak Hazar Denizi nedeniyle güneyden gelen hafif rüzgarlar havayı yumuşatır. Ortalama sıcaklıklar 8,9 °C Tebriz, 20 °C Marage. Kış aylarında ise ortalama sıcaklıklar -10, -15 °C arasındadır. Doğu Azerbaycan'ı ziyaret etmek için en ideal zaman bahar ve yaz aylarıdır.
Yönetim yapısı.
Doğu Azerbaycan eyaleti, 20 şehristan ve 44 bahşa ayrılmıştır. Eyaletin yönetim haritası ve yönetim yapısı aşağıda gösterilmiştir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8157",
"len_data": 1633,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.43
}
|
İslam cumhuriyeti, İslam dinine dayalı cumhuriyet şeklidir.
Bu yönetim şekli İran, Moritanya, Pakistan gibi ülkelerde mevcuttur. İslami yasaların anayasaya yön verdiği, halkı temsilen görev yapan idarecinin yine halkın seçimi doğrultusunda işbaşına geldiği bir hükûmet amaçlanır.
İslam'ın devlet dini olduğu ve (en azından kısmen) İslami yasalara göre yönetilen ancak resmi adlarında "İslam cumhuriyeti" yerine sadece "cumhuriyet" ifadesini kullanan birçok devlet bulunmaktadır. Örnekler arasında Irak, Yemen ve Maldivler bulunur. Taliban gibi katı şeriat yasalarını destekleyen diğer gruplar ise "İslami emirlik" terimini tercih eder, çünkü emirlikler İslam tarihinde yaygındır ve "cumhuriyet" terimi Batı kökenlidir. "Cumhuriyet", "yüce gücün halk ve seçilmiş temsilcileri tarafından elde edildiğini" gösteren Roma kökeninden gelir ve Tanrıya veya şeriat yasalarına itaat etme konusunda herhangi bir ifade içermez.
Günümüzdeki İslam Cumhuriyetleri.
İran.
İran İslam devriminden bu yana, en büyük Şii ülkesi olan İran'da On İki İmamcı Şii siyasi düşüncesi, devrimin kurucusu ve lideri Ayetullah Ruhullah Humeyni'nin düşünceleri tarafından domine edilmektedir. Humeyni, gizlenmiş İmam ve diğer ilahi atanan figürlerin (nihai siyasi otoritenin yattığı kişiler) olmaması durumunda, Müslümanların sadece hak değil, aynı zamanda "İslam devleti" kurma yükümlülüğüne sahip olduklarını savunmuştur. Bu amaçla, Kur'an'ı ve imamların yazılarını yorumlamak için yetkin olan İslam hukuku (fıkıh) alimlerine başvurmaları gerekmektedir.
İktidara geldikten sonra ve daha fazla esnekliğe ihtiyaç olduğunu fark eden Humeyni, bazı görüşlerini değiştirdi. Hüküm süren alimin en bilgili olanlardan biri olması gerekliliğini vurgulamadı ve Şeriat hükümlerinin İslam çıkarlarına (Maslaha - "fayda" veya "kamu yararı") tabi olduğunu belirtti. Ayrıca, yöneten alimler tarafından yorumlanan "ilahi yönetim"de, gerekirse bu çıkarlara hizmet etmek için Şeriat'ı geçersiz kılma yetkisinin olduğunu ifade etti. İslami "hükümet, Tanrı'nın Elçisinin mutlak yönetiminin bir kolu olup, tüm 'ikincil' hükümlerin önünde gelir."
Aralık 1987'de son 'rütuş' yapıldı, Humeyni, İslami hükûmetin Şeriat'a uygun olmayan bir işçi koruma kanunu çıkarmaya yönelik girişimini desteklemek için bir fetva yayınladı. İslam devletinde devlet emirlerinin birincil emirler olduğunu ve İslam devletinin "namaz, oruç ve hac gibi tüm ikincil emirlerden önceliğe sahip olarak devlet emirlerini yürürlüğe koyma" konusunda mutlak hakka sahip olduğunu hükmetti.Eğer devletin yetkileri yalnızca ikincil ilahi hükümler çerçevesinde olsaydı, İslam Peygamberine (aleyhisselam ve ailesinin üzerine olsun) tanınan ilahi yönetim ve mutlak vekâletin (wilayat-i mutlaqa-yi mufawwada) anlamı ve içeriği tamamen anlamsız olurdu. ... Belirtmek gerekir ki, Allah'ın Peygamberinin mutlak yönetiminin bir parçası olan devlet, İslam'ın birincil emirleri arasındadır ve namaz (salat), oruç (sawm) ve hac (hac) gibi tüm ikincil emirlerden önceliğe sahiptir.
İslami demokrasi fikri ve kavramı birçok İranlı alime, bilim insanına ve entelektüel tarafından kabul edilmiştir. İslami demokrasinin teorisini kabul edenler arasında en dikkate değer isimlerden biri, İran'ın lideri Ayetullah Ali Hamaney'dir. Hamaney, konuşmalarında İslami demokrasiyi "Zorunlu dini" olarak adlandırmaktadır. Bununla birlikte, Hamaney, liberal demokrasiye karşı açıkça muhalefetini ifade etmektedir ve "İslam doğal olarak liberal demokrasiye karşı durur" demiştir.
İslami demokrasi kavramına karşı çıkan veya en azından eleştiren diğer İranlı bilim insanları da bulunmaktadır. Bunlar arasında en popüler olanlardan biri Ayetullah Naser Makarem Şirazi'dir ve şöyle yazmıştır: "Eğer halk oylarına başvurulmaması tiranlıkla suçlanmaya yol açacaksa, halk oylarını ikincil bir hüküm olarak kabul etmek mümkündür." Aynı görüşe sahip olanlardan biri de Muhammed Takı Meşbah-Yezdi'dir.
Anayasaya göre, İran İslam Cumhuriyeti aşağıdaki inançlara dayanan bir sistemdir:
Moritanya.
Moritanya, Kuzey Afrika'nın Magrip bölgesinde bulunan bir ülkedir. Moritanya, 28 Kasım 1960 tarihinde İslam Cumhuriyeti olarak bağımsız bir devlet olarak ilan edildi. Moritanya'nın hukuk sistemi "Fransız medeni hukuku ve Şeriat Hukuku'nun bir karışımıdır" ve Ceza Kanunu, din ve "iyi ahlak" aleyhine işlenen suçları "sert cezalarla" cezalandırır. "İrtidad veya dinden çıkma (yazılı olarak da olsa) ölüm cezasıyla cezalandırılabilir."
Pakistan.
Pakistan, Britanya Hindistanı'nın Müslümanları için bir vatan olarak yaratıldı ve Britanya Hindistanı bağımsızlık kazandığında İslam bu ülkenin varoluş nedeni haline geldi. 1956'da dünyevi anayasasını değiştiren ilk ülke olarak, laik bir anayasa altında cumhuriyet statüsünü değiştirerek "İslami" sıfatını benimsedi. Bununla birlikte, ülkenin bir devlet dini olmadığı 1973'e kadar beklenildi. Daha demokratik ve daha az laik bir anayasa benimsendiğinde Pakistan, sadece pasaportlarında, vizelerinde ve paralarında İslami adı kullanmaya başladı. 1973 anayasasında İslam Cumhuriyeti özellikle belirtilmesine rağmen, tüm hükûmet belgeleri Pakistan Hükûmeti adı altında hazırlanmaktadır. Pakistan Anayasası, Bölüm IX, Madde 227'de şöyle der: "Var olan tüm yasalar, Kur'an ve Sünnet'te belirtilen İslam Emirleri olarak adlandırılan bu bölümde belirtilen İslam Emirlerine uygun hale getirilecektir ve bu Emirlerle çelişen yasa çıkarılmayacaktır."
Eski İslam cumhuriyetleri.
Çeçenistan.
İçkerya Çeçen Cumhuriyeti, 1996-2000 yılları arasında İslami bir cumhuriyet yönetim sistemi kullanmıştır.
Komorlar.
1978 ile 2001 yılları arasında Komorlar, Komorlar Federal ve İslam Cumhuriyeti olarak adlandırıldı.
Doğu Türkistan.
1933 yılında Sabit Damulla Abdulbaki ve Muhammad Amin Bughra tarafından bağımsız bir İslam cumhuriyeti olarak ilan edilen Türk İslam Cumhuriyeti Doğu Türkistan, Uygur ve Kırgızların kontrolü altında bulunuyordu. Ancak Çinli Müslüman Milli Devrim Ordusu'nun 36. Tümeni, Kashgar, Yangi Hisar ve Yarkand Muharebeleri sırasında onların ordularını mağlup ederek cumhuriyeti yıkmıştır. Çinli Müslüman General Ma Fuyuan ve Ma Zhancang, isyancı güçlerin yok edildiğini ve bölgenin Çin Cumhuriyeti'nin kontrolüne geri döndüğünü 1934 yılında ilan etmiş, bunu Abdullah Bughra ve Nur Ahmad Jan Bughra gibi Türk Müslüman emirlerin idamı takip etmiştir. Çinli Müslüman General Ma Zhongying daha sonra Kashgar'daki İd Kah Camii'ne girerek Türk Müslümanlara Milliyetçi Hükûmete sadık olmaları konusunda ders vermiştir.
Afganistan.
Afganistan, 1990-1996 yılları arasında ve 2001-2021 yılları arasında bir İslam cumhuriyeti olarak var oldu. 1990 anayasası, Mohammad Necibullah hükûmeti tarafından dayatıldı ve komünizmi ortadan kaldırdı.
2004 yılında oluşturulan anayasa, Afganistan'ın bir anayasal İslami monarşi olduğu dönemde oluşturulan 1964 Afganistan Anayasası'na çok benziyordu. Üç koldan oluşuyordu: yürütme, yasama ve yargı. Ulusal Meclis yasama organıydı ve iki meclisten oluşan iki kanatlı bir organ olarak görev yapıyordu: Halk Meclisi ve Eyaletler Meclisi. Cumhuriyet'e İslami ön ek, sembolik olarak kabul ediliyordu çünkü anayasa oluşturma toplantısında Mujahideen yanlısı delege tarafından desteklenen bir isimdi.
1996-2001 yılları arasında, Afganistan Taliban tarafından yönetildi. Kandahar merkezli militan bir grup olan Taliban, resmi olarak Afganistan'ı İslam teokrasisi olarak yöneten İslami Emirlik olarak bilinen bir İslami devlet kurdu. 2021 yılında, Taliban, İslam cumhuriyetini sona erdirmek ve nihayetinde Ağustos 2021'de İslami Emirlik'i yeniden kurmak amacıyla bir aylık bir isyan başlattı. İslam Cumhuriyeti, hem 1996-2001 yılları arasında hem de 2021'den itibaren Birleşmiş Milletler tarafından Afganistan'ın meşru hükûmeti olarak tanındı.
Gambiya.
Aralık 2015'te dönemin cumhurbaşkanı Yahya Jammeh, Gambiya'yı bir İslam cumhuriyeti ilan etti. Jammeh, bu adımın Batı Afrika devletini sömürgeci geçmişinden uzaklaştırmak için yapıldığını, hiçbir kıyafet kodu uygulanmayacağını ve diğer inançlara mensup vatandaşların özgürce ibadet etmelerine izin verileceğini söyledi. Ancak daha sonra tüm kadın devlet çalışanlarının başörtüsü takmasını emretti, ancak kararı kısa bir süre sonra geri aldı. Bir muhalefet grubu tarafından anayasaya aykırı olarak eleştirildi. Jammeh'in 2017'de görevden alınmasının ardından, onun halefi Adama Barrow, Gambiya'nın artık bir İslam cumhuriyeti olmayacağını açıkladı.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8158",
"len_data": 8334,
"topic": "RELIGION",
"quality_score": 3.99
}
|
Tahran (), İran'ın başkenti, Tahran Eyaleti'nin merkezi ve 18 milyonu aşan metropol nüfusuyla İran'ın en büyük kentidir. Hazar Denizine yaklaşık 100 km uzaklıkta, Elburz Dağlarının güney yamaçlarında bulunur.
Tarihçe.
Eskiden başkent Rey'in yakınlarında küçük bir köydü. Rey'in İS 1220'de Moğollar tarafından yıkılmasından sonra kent halkının büyük bölümü Tahran'a yerleşti ve Tahran bir kent olarak gelişmeye başladı; Rey'in kalıntıları günümüzde Tahran'ın güneyindedir.
Kaçar Hanedanı'nı (1779-1925) kuran Ağa Muhammed Han, 1785'te ele geçirdiği Tahran'ı 1788'de başkent ilan etti. Bu tarihten sonra hızla gelişen kent günümüze değin İran'ın başkenti olarak kaldı. Kaçar Hanedanı'nın 1925'te devrilmesinden sonra tahta çıkan Şah Rıza Pehlevi'nin (hükümdarlığı 1924-41) hükümdarlığı sırasında büyük ölçüde genişledi. II. Dünya Savaşı sırasında, kentte Tahran Konferansı olarak bilinen bir toplantı düzenlendi (1943). Muhammed Rıza Pehlevi'nin hükümdarlığı sırasında (1941-79), petrol sanayisindeki gelişmenin de etkisiyle kent hızla modernleşti. 1979'da Şah'ın devrilerek İran'nin kurulmasından sonra, ekonomik ve siyasal sorunlar nedeniyle kent bir duraklama dönemine girdi.
Tahran başkent olarak, İran'ın ekonomik ve sosyal yaşamına yön veren en çağdaş kentlerinden birisidir.
Nüfus.
1979 İran İslam Devrimi'nden sonra ülke nüfusuna paralel olarak kentin nüfusu 2,5 kat artmış ve 13 milyona yaklaşmıştır.
Yapılar.
Kentin kuzey kesimindeki gösterişli modern semtlerle güneydeki eski kent ve çarşı tam bir karşıtlık içindedir. Kentteki başlıca yapılar Sipahsalar Camisi, meclisin bulunduğu Baharistan Sarayı, Şemsü'l-İmare ve Niavaran Sarayı'dır. Ünlü tavuskuşu tahtının ve değerli taşlarla süslü Nadiri tahtının bulunduğu Gülistan Sarayı, Sadabad Sarayı ve Mermer Saray günümüzde müze olarak kullanılmaktadır. Kentte ayrıca bir arkeoloji müzesi ve etnografya müzesi vardır. Tahran Üniversitesi, İran Ulusal Üniversitesi ve Şerif Vagefi Teknik Üniversitesi kentteki başlıca yükseköğretim kurumlarıdır.
Coğrafya.
Kent, Elburz Dağları eteklerindeki bir yaylaya kurulmuş olduğundan ve çevresinde nehir, göl, deniz gibi bir su kaynağı bulunmadığından (başta hava kirliliği olmak üzere) ciddi çevre sorunlarıyla boğuşmaktadır. Kenti tehlikeli bir biçimde etkileyen hava kirliliğinin bir nedeni de Tahran'ın dünyaca ünlü trafik sorunudur. Çevre yollarının göreceli olarak geç yapılması ve yetersiz oluşu; kentteki toplu taşımacılığın tekerlekli taşıtlarla yapılması; kullanılan araçların eskiliği buna neden olmaktadır. Ama trafik sorunununa çözüm olarak Ortadoğu'daki en büyük metro ağlarından biri olan Tahran metrosu yapılmıştır ve hatları uzatılmaya devam edilmektedir.
İklim.
Tipik bir bozkır ikliminin hüküm sürdüğü Tahran'da kışlar soğuk ve kar yağışlı, yazlar ise sıcak ve kuraktır. Yağışlar en çok kış mevsimindedir ve ilkbahar ve sonbahar mevsimlerinde de görülür. Kışın kar yağışı ve don çok şiddetli olabiliyor. Gece ile gündüz, yaz ile kış mevsimi arasında önemli sıcaklık farkları bulunur.
Yönetim yapısı.
Tahran şehri 22 alt ilçeye ayrılmıştır. Bu ilçeler ve büyük semtler aşağıdaki haritada gösterilmiştir.
Tahran'ın büyük semtleri şunlardır: Abbas Abad, Afsarıya, Amanya, Emir Abad, Aryaşehir, Bağ Feyz, Baharistan, Dereke, Derbent, Dardasht, Dar Abad, Darrous, Dehkadeh Olampik, Ekhtiyariyeh, Ekbatan, İlahya, Evin, Fermanya, Fereşte, Kıytarya, Golhek, Gişa, Gümrük, Hasan Abad, Jamaran, Cennet Abad, Javadiyeh, Jomhuri, Jordan, Lavizan, Mehran, Narmak, Navab, Nazi Abad, Niavaran, Park-e Shahr, Pasdaran, Piroozi, Punak, Ray, Sa'adat Abad, Sadeghiyeh, Seyed Khandan, Sohrevardi, Shahrara, Shahr-e ziba, Shahrak-e Gharb, Shemiran, Tajrish, Tehranno, Tehranpars, Tehransar, Vanak, Velenjak, Yaft Abad, Yusef Abad, Zafaraniye.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8159",
"len_data": 3737,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.51
}
|
Pirinç, Buğdaygiller familyasından "Oryza sativa" (Asya pirinci) veya daha az yaygın olarak "Oryza glaberrima" (Afrika pirinci) türüne ait bitki ve bu bitkinin tohumlarıdır. Yabani pirinç adı genellikle terim her ne kadar yabani ve evcilleştirilmiş olsa da "Zizania" ve "Porteresia" cinslerinin türleri için kullanılır ayrıca ilkel veya ekilmemiş "Oryza" çeşitleri için de kullanılabilir.
Bir tahıl olarak ıslah edilmiş pirinç, dünyadaki insan nüfusunun yarısından fazlası için, özellikle Asya ve Afrika'da en yaygın tüketilen temel gıdadır. Şeker kamışı ve mısırdan sonra dünya çapında en yüksek üçüncü üretime sahip tarım ürünüdür. Şeker kamışı ve mısır mahsullerinin büyük bölümleri insan tüketimi dışındaki amaçlar için kullanıldığından, pirinç dünya çapında insanlar tarafından tüketilen kalorinin beşte birinden fazlasını sağlayan, insan beslenmesi ve kalori alımı açısından en önemli gıda ürünüdür. Birçok pirinç çeşidi vardır ve mutfak tercihleri bölgesel olarak değişir.
Pirinç yetiştirmek için geleneksel yöntem, genç fideleri yerleştirirken veya sonrasında tarlaları sular altında bırakmaktır. Bu basit yöntem iyi bir sulama planlaması gerektirir ancak su altında büyüme durumu olmayan daha az dayanıklı yabani ot ve haşere bitkilerinin büyümesini azaltır ve haşereyi caydırır. Pirinç ekimi için su basması zorunlu olmasa da, diğer tüm sulama yöntemleri büyüme dönemlerinde yabani ot ve zararlı kontrol için daha fazla çaba ve toprağı gübrelemek için farklı yaklaşım gerektirir.
Tek çenekli olan pirinç normalde yıllık bitki olarak yetiştirilir, ancak tropikal alanlarda çok yıllık olarak da yaşayabilir ve 30 yıla kadar budanmış bitki kökünden süren filizler vasıtasıyla mahsul üretebilir. Pirinç ekimi, düşük işgücü maliyetleri ve yüksek yağmur düşüşü olan ülke ve bölgeler için çok uygundur. Ancak pirinç, su kontrollü teras sistemlerinin kullanılmasıyla dik bir tepede veya dağ alanda bile neredeyse her yerde yetiştirilebilir. Ana türü Asya'ya ve Afrika'nın belirli bölgelerine özgü olsa da, yüzyıllarca süren ticaret ve ihracat, onu dünya çapında birçok kültürde yaygınlaştırdı. Pirinç üretimi ve tüketiminin 2010 yılında küresel sera gazı emisyonlarının %4'ünden sorumlu olduğu tahmin edilir.
Özellikler.
Pirinç bitkisi uzunluğa kadar büyüyebilir, bu bazen çeşitliliğe ve toprak verimliliğine bağlı olarak daha çok olabilir. Uzun, ince yaprakları uzunluğunda ve genişliğindedir. Küçük rüzgarla tozlaşan çiçekler sarkık çiçeklenme uzunluğa kadar dallı bir yay şeklinde üretilir. Yenilebilir tohum tanesi (caryopsis) uzunluğunda ve kalınlığındadır.
Dünya pirinç üretimi.
Çeltik daha ziyade tropikal ve suptropikal iklim şartlarında, güney ve güneydoğu Asya ile Afrika'da yaygın olarak yetiştirilir. En çok Muson Asyası'nda yetişir.
Türkiye pirinç üretimi.
Çeltik (Kabuğu çıkarılmamış pirinç) Türkiye'nin bütün bölgelerinde yetiştirilmektedir, fakat en fazla ekiliş alanı ve üretim miktarına sırasıyla Marmara ve Karadeniz Bölgeleri sahiptir. Buna karşılık Ege ve Doğu Anadolu Bölgelerinde ekiliş çok azdır.
En fazla çeltik %70,2 oranıyla Marmara Bölgesinde üretilir. Edirne %41,2 oranıyla Türkiye'de en çok pirinç üretimi yapan ildir.
Yerel ürünlerde ayrıcalık oluşturulmasında ve bu ürünlerin kırsal ekonomiye katkısının yükselmesinde önemli yer tutan 'coğrafi işaretler' pirinçte de ürünün değerini artırıyor.
Türk Patent ve Marka Kurumundan İpsala pirinci, Karacadağ pirinci, Tosya Pirinci, Bolu Kıbrıscık pirinci ve Konuralp pirinci için coğrafi işaret tescili alındı. Ayrıca İpsala pirinci için AB coğrafi işaret başvurusu yapıldı. Terme pirinci, Gönen pirinci, Biga inci pirinci ve Yusufeli pirinci için coğrafi işaret tescili başvurusu bulunuyor.
Mineraller ve vitaminler.
100 g pişirilmemiş haşlanmış pirinçte mineral ve vitaminler:
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8167",
"len_data": 3756,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 3.69
}
|
Klasik mekanikte momentum ya da devinirlik (çoğul momenta; SI birimi kg·m/s ya da eşdeğer olarak, N·s), bir nesnenin kütlesi ve hızının çarpımıdır; (p = "m"v). Hız gibi, momentum da vektörel bir niceliktir, yani büyüklüğünün yanı sıra bir yöne de sahiptir. Momentum korunumlu bir niceliktir (çizgisel momentumun korunumu); yani bu, eğer kapalı bir sistem herhangi bir dış kuvvetin etkisi altında değilse, o kapalı sistemin toplam momentumunun değişemeyeceği anlamına gelir. Momentum benzer bir konu olan açısal momentum ile karışmasın diye, bazen çizgisel momentum olarak da anılır.
Her ne kadar Newton'un ikinci yasası şeklinde ifade edilse de, momentumun korunumu Özel görelilik teorisi çerçevesi içinde de geçerlidir ve bazı uygun tanımlarla birlikte, (genelleştirilmiş) bir momentum korunum yasası Elektrodinamik, kuantum mekaniği, kuantum alan teorisi ve genel görelilik teorileri içinde de geçerliliğini korur. Göreli mekanikteki momentum, göreli-olmayan momentumun, fazladan Lorentz faktörü ile çarpılmasıyla elde edilir.
Bir parçacığın çizgisel momentumu.
Bir nesne herhangi bir gözlem çerçevesinde hareket halinde ise, o çerçeve içinde bir momentuma sahiptir. Momentumun çerçeveye bağımlı olduğunu belirtmek önemlidir. Yani aynı nesne, bir gözlem çerçevesinde belli bir momentum değerine sahip olabilirken, başka bir gözlem çerçevesinde ise başka bir momentum değerine sahip olabilir. Örneğin, hareketli bir nesne, yere göre sabit bir noktaya göre seçilen bir gözlem çerçevesinde momentumu olmasına rağmen, kütle merkezine iliştirilen bir gözlem çerçevesinde ise sıfır momentumu vardır.
Bir nesnenin sahip olduğu momentumun miktarı, iki fiziksel büyüklüğe bağlıdır: Kütlesi ve o gözlem çerçevesindeki hızı. Fizikte, momentum için kullanılan sembol genellikle kalın p harfidir (kalın yazılmasının nedeni vektör olmasındandır.); böylece şöyle ifade edilebilir;
burada p momentum, "m" kütle ve v hızdır.
Örnek: kuzeye doğru yere paralel düz bir rotada 1 m/s hızına ve 1 kg kütleye sahip model bir uçağın momentumu yere göre ölçüldüğünde, kuzey yönünde 1 kg•m/s 'dir. Kokpitin içindeki bir pilot, kokpit gözlem çerçevesine göre uçağın hızını sıfır ölçeceğinden, momentumunu da sıfır ölçer.
Newton'un ikinci yasasına göre, bir parçacığın momentumunun değişim hızı, parçacık üzerine etki eden net kuvvetle doğru orantılıdır ve yönü ise bu net kuvvetin yönündedir. Net kuvvetin, momentumdan türetilmesi aşağıdaki gibidir.
Eğer kütle zaman içinde sabitse, türevin ikinci terimi (thrust terimi denir) (formula_3). Böylece şunu yazabiliriz:
Ya da daha basit olarak,
burada F'nin net kuvvet olduğu anlaşılmalıdır.
Örnek: yine bir model uçak, 1 kg kütleli, 1 s içinde kuzeye doğru sıfır hızdan 1 m/s hızına ivmelensin. Bu ivmelenme için gerekli kuvvet 1 newtondur. Momentumdaki değişim 1 kg•m/s'dir. Kokpitteki pilot için ise momentumda bir değişim yoktur. İvmelenme sırasında pilotun sırtının koltuğa yapışması, bu itme'ye tepki kuvvetine karşı dengelenmedir.
Birçok-parçacık sisteminin çizgisel momentumu.
Kütle ve hız bağıntıları.
Çok-parçacık sisteminin çizgisel momentumu, sistem içindeki ayrı ayrı tüm nesnelerin momentumlarının vektörel toplamlarına eşittir.
burada p parçacık sisteminin toplam momentumu, "m""i" vev"i" "i"'inci nesnenin sırasıyla kütlesi ve hızı ve "n" ise sistemdeki nesnelerin sayısıdır..
Gösterilebilir ki, kütle merkezi çerçevesinde herhangi bir sistemin momentumu sıfırdır. Dahası, bu kütle merkezi çerçevesine göre hızı vkm olan başka bir çerçevedeki momentum basitçe aşağıdaki gibidir:
burada:
Bu Euler'in ilk yasası olarak bilinir.
Kuvvet bağıntısı – Genel hareket denklemleri.
Birçok-parçacıklı sistemin çizgisel momentumu, toplam kütle "m" ile kütle merkezi hızı vkm'nin çarpımı olarak da tanımlanabilir.
Bu Newton'un ikinci yasasının özel bir halidir (eğer kütle sabitse).
Tensörler kullanılarak yapılacak daha genel bir türetim için, bir "t" anında, "V" hacmini kaplayan, bir "S" yüzey alanına sahip, stres vektörü formula_10 ile temsil edilen birim yüzey alanı başına yüzey kuvvetinin ettiği, "V" hacmi içinde her noktadaki birim hacim başına olan "Fi" gövde kuvvetinin etkidiği, cismin gövdesi boyunca belirlenmiş "vi" hız alanı ile belirlenmiş, sürekli bir ortam olduğu varsayılan, hareket halindeki bir cismi düşünelim(şekle bakın).
Tanım gereği stres vektörü formula_12'dir, o halde
Gauss'un diverjans teoremini kullanarak, yüzey integrali hacim integraline çevrilirse, (burada formula_14 ile diferansiyel işlemci belirtilmektedir), bu bize şunu verir:
Artık sadece bu eşitliğin sağ tarafıyla ilgilenebiliriz. Bu noktada dikkat etmemiz gereken, diferansiyel işlemciyi sadece integranda uygulamamaktır. Çünkü bu sürekli ortama sahip gövdenin hareketi esnasında, gövde katı bir cisim olmak zorunda olmadığından, integre ettiğimiz hacim de zaman içinde değişebilir. O halde yukarıdaki integral şu hali alır:
Birinci kısımda türev alınır ve ikinci kısma diverjans teoremi uygulanırsa:
Artık integralin içindeki ikinci terim şudur: formula_18 Bunu önceki denklemde yerine koyup, terimleri düzenledikten sonra, şunu elde ederiz:
Yukarıdaki denklemlerdeki iki integral terimini kolayca tanıyabiliriz. İlk integral hız alanının konvektif türevini ve ikinci integral ise kütlenin zaman içindeki akışını ve değişimini ihtiva eder. Şimdi ise sistemde ne bir kaynak (source) ne de bir gider (sink) olduğunu varsayalım, yani kütle korunuyor olsun, o halde bu ikinci terim sıfırdır. Böylece şunu elde ederiz:
Bunu orijinal denkleme geri koyarsak:
Herhangi bir hacim için integrand sıfır olması gerektiğinden, Cauchy hareket denklemlerini elde ederiz
Görüldüğü gibi bunu elde etmek için sadece hiçbir kütle kaynağı veya kütle giderinin olmadığını, yani kütlenin korunduğu varsayımını yaptık. O halde bu denklem herhangi bir sürekli sistem için, akışkan sistemlerde dahi geçerlidir. Eğer yalnızca elastic sürekliliği inceliyorsak, konvektif türevin ikinci terimi ihmal edilebilir ve bu durumda bize hız alanının sıradan zaman türevi kalır.
Bir sistem dengede ise, ivmesi olmayacağından, momentumunun zamana göre değişimi sıfırdır.
Ya da tensör gösterimiyle,
Bunlar, çizgisel elastisite problemlerini çözmek için katılar mekaniğinde kullanılan denge denklemleridir. Mühendislik gösteriminde, denge denklemleri kartezyen koordinatlarda şöyle ifade edilirler:
Çizgisel momentumun korunumu.
Çizgisel momentumun korunumu doğanın temel bir yasası olup, eğer kapalı bir sisteme etkiyen hiçbir dış kuvvet mevcut değilse, o kapalı sistemin momentumunun sabit kalacağını söyler. Bu yasanın sonuçlarından bir tanesi ise; herhangi bir nesneler sisteminin kütle merkezi, sistem dışı bir kuvvete maruz kalmadığı sürece, her zaman aynı bir hız ile hareketini sürdürecektir.
Momentumun korunumu, matematiksel bir özellik olan uzayın homojen olmasının bir sonucudur (bir nesnenin uzay içindeki konumu, momentumuna kanonik olarak eşleniktir). O halde momentumun korunduğu bir sistemin içinde fiziksel olarak ne olup bittiği, o sistemin uzaydaki konumunun nerede olduğu ile bir ilgisi bulunmamaktadır.
Analitik mekanikte momentumun korunumu, Lagranjiyenin, ötelemeler altında değişmez kalmasının bir sonucudur. Toplam momentumun hareket sabiti olduğu, Lagranjiyene sonsuz küçük bir öteleme yapılıp, bunu ötelenmemiş Lagranjiyenle eşitlenerek ispatlanabilir. Bu Noether teoreminin özel bir halidir.
Kapalı bir sistem için (eğer dış kuvvetler yoksa) toplam momentumun korunumu aslında, Newton'un birinci hareket yasasıdır. Newton'un üçüncü yasası olan, alt sistemler arasında etkiyen kuvvetlerin büyüklükleri aynı ve yönleri zıttır şeklinde ifade edilen, etkiye tepki yasası ise momentum korunumunun bir sonucudur.
Uzaydaki konum, vektörel bir nicelik olduğundan, konuma kanonik eşlenik olan momentum da vektörel bir niceliktir-bir yöne sahiptir. O halde, bir silah ateşlendiğinde, sistemin (silah ve merminin) toplam momentumu, bu iki cismin momentumlarının vektörel toplamlarıdır. Ateşlemeden hemen öncesinde silah ve merminin duruyor oldukları farzedilirse (ki bu sistemin başlangıç momentumunun sıfır olmasıdır), sistemin son toplam momentumu da sıfır olmalıdır. Sadece iki nesneye sahip kapalı bir sistemde, nesnelerden birindeki momentum değişimi, diğerinkine büyüklük olarak eşit ve yön olarak ters olmalıdır. Matematiksel olarak,
Momentum, yine kapalı bir sistemde, çarpışmalarda ve iç patlamaların sebep verdiği ayrılmalarda dahi korunur. Kinetik enerji, öte yandan, çarpışmalar esnek değilse, korunmaz. Momentum korunduğundan dolayı, bu bir çarpışma ya da ayrılmayı takip eden durumda bilinmeyen bir hızı, eğer diğer kütle ve hızların bilinmesi durumunda, hesap edilebilir.
Bu gerçeğin gerekli olduğu, fizikte sık rastlanan bir problem, iki parçacığın çarpışmalarıdır. Momentum her zaman korunuyor olacağından, çarpışma öncesi momenta toplamı, çarpışma sonrası momenta toplamına eşit olmalıdır:
Burada;
"formula_30" ve "formula_31": Çarpışma öncesi hızlar, formula_32 biriminde.
"formula_33" ve "formula_34": Çarpışma sonrası hızlar, formula_32 biriminde.
"formula_36": Kütle, formula_37 biriminde.
İlk hızlardan, son hızların belirlenmesi (ya da tam tersi), çarpışmanın çeşidine bağlıdır. İki çeşit momentum koruyan çarpışma vardır: Kinetik enerjiyi de koruyan esnek çarpışmalar ve kinetik enerjiyi korumayan esnek olmayan çarpışmalar.
Esnek çarpışmalar.
İki bilardo topunun çarpışması, sertliklerinin yüksek olmasından dolayı, “neredeyse” tamamen esnek bir çarpışmaya örnek olarak verilebilir. Tamamen esnek olan çarpışmalar sadece teoride, sertlikleri matematiksel olarak sonsuz olan iki cisim arasında var olabilir. İki topun çarpışması esnasında momentumun korunmasının yanı sıra, çarpışma öncesi kinetik enerjilerin toplamı, çarpışma sonraki toplama eşit olmalıdır:
Bir boyutta.
Başlangıç hızları bilindiğinde, kafa-kafaya olan çarpışmalardaki son hızlar şöyle verilir:
Birinci cismin kütlesinin diğerinkinden çok daha fazla olduğu durumda (yani, ), son hızlar yaklaşık olarak şöyledir:
O halde daha fazla kütleli cisim hızını değiştirmez ve daha az kütleli cisim, diğerinin hızının iki katı kadar daha hızlı ve kendi orijinal hızı kadar daha yavaş hareket eder.
Eşit kütleli iki cismin kafa-kafaya çarpışmasında (yani, ), son hızlar şöyle verilir
Yani hızlar basitçe değiş tokuş edilirler. Eğer birinci cisim sıfır olmayan u1 ilk hızına sahip olup ikincisi ise duruyorsa, çarpışmadan sonra birinci cisim duruyor olup, ikincisi u1 son hızı ile hareketine devam edecektir. Bu fenomenin temsili Newton beşiği ile gösterilebilir.
Merkezi esnek çarpışmalarda hareket doğrultusunda bir değişme olmaz. Bu çarpışmalarda kinetik enerji ve momentum korunur. Aşağıdaki iki formül merkezi esnek çarpışma problemlerinde kullanılır:
Çoklu boyutlarda.
Birden daha üst boyutlardaki, kafa-kafaya olmayan çarpışmalardaki gibi çarpışmalarda, hız vektörü, çarpışma düzlemine dik ve çarpışma düzlemine paralel olmak üzere, iki ortogonal bileşenine ayrılır. Çarpışma düzlemine dik hız bileşenleri değişmeden kalırken, çarpışma düzlemindeki hız, bir boyutlu durumdaki gibi hesaplanabilir. Örneğin, iki-boyutlu bir çarpışmada, momenta "x" ve "y" bileşenlerine ayrıştırılabilir. Bundan sonra her bileşeni ayrı ayrı hesaplayıp, sonuçları vektörel olarak birleştirip hesaplayabiliriz. Bu vektörün büyüklüğü, kapalı sistemin son momentumudur.
Mükemmel, esnek-olmayan çarpışma.
Mükemmel esnek-olmayan çarpışmaya verilen ortak bir örnek, iki kartopunun çarpışıp, akabinde birbirlerine yapışmalarıdır. Bu durumda momentumun korunumu denklemi şöyledir:
Mükemmel, esnek-olmayan çarpışmalar, gösterilebilir ki, kinetik enerjinin maksimum oranda diğer enerji biçimlerine dönüştüğü çarpışmalardır. Örneğin, eğer çarpışmadan sonra iki cisim yapışıp, ortak bir son hız ile hareket ediyorlarsa, daima, nesnelerin hızlarının sıfır olduğu ve böylece kinetik enerjilerinin %1,0'inin dönüştürüldüğü bir gözlem çerçevesi bulunabilir. Bu göreli durumda dahi doğru olup, parçacık hızlandırıcılarında, kinetik enerjiyi etkin bir biçimde, kütle-enerjinin değişik formlarına çevirmek için, (yani kütleli parçacıklar elde etmek için), kullanılır.
Tazmin katsayısı.
Tazmin(restitution) katsayısı, göreli uzaklaşma hızının, göreli yaklaşma hızına oranı olarak tanımlanır. Bir oran olduğundan, boyutsuz bir niceliktir. Tazmin katsayısı, iki çarpışan nesne için, şöyle verilir:
burada
Mükemmel bir esnek çarpışma, CR 'nin 1 olduğunu ima eder. Böylece mükemmel esnek çarpışmada, çarpışan cisimlerin göreli yaklaşma ve göreli uzaklaşma hızları eşittir.
Esnek-olmayan çarpışmalar, (CR < 1) eşitsizliğine sahiptirler. Mükemmel bir esnek-olmayan çarpışma durumunda, çarpışan cisimlerin kütle merkezlerine göre hızları sıfırdır. Böylece cisimler, çarpışmadan sonra birbirlerine yapışırlar.
Patlamalar.
Patlamalar, bir zincirleme reaksiyon sonucunda, potansiyel enerjinin kinetik enerjiye dönüşmesiyle çevrede bulunan materyallerin yer değiştirmesi şeklinde oluşurlar. Patlamalar potansiyel enerjiyi korumaz. Bunun yerine kimyasal, mekanik ya da nükleer biçimlerinde bulunan potansiyel enerjiyi, kinetik enerji, akustik enerji ve elektromagnetik ışınım biçimlerine çevirir.
Momentumun çağdaş tanımları.
Göreli mekanikte momentum.
Göreli mekanikte, korunabilmesi için, momentum şöyle tanımlanmalıdır
burada "m"0 cismin değişmez kütle si ve " ϒ "
İle verilen Lorentz çarpanıdır.
burada "v" cismin hızı ve "c" ışık hızıdır. Tersine bağıntı şöyle verilir:
Burada formula_51 momentumun büyüklüğüdür..
Göreli momentum, değişmez kütle ile cismin has hızının çarpımı olarak da verilir. Cismin has hızı, cismin, gözlemcinin kendi gözlem çerçevesinde ölçtüğü konumunun, cismin kendi üzerinden geçen zamana göre(yani cismin has zamanına göre) olan değişim hızıdır. Klasik mekaniğin geçerli olduğu bölgede, göreli momentum, Newtonsal momentuma yakınsar: düşük hızlarda, "γm"0v, yaklaşık olarak "m"0v Newtonsal momentum ifadesine eşittir.
Bir cismin toplam "E" enerjisi, göreli momentumu ile şöyle ilintilidir
burada "p", p'nin büyüklüğüdür. Bu göreli enerji-momentum bağıntısı, foton gibi kütlesiz parçacıklar için bile geçerlidir; seçilirse
olur.
Hem kütleli hem de kütlesiz parçacıklar için de, göreli momentum, de Broglie dalgaboyu "λ"'ya şöyle bağlıdır.
burada "h", Planck sabitidir.
Dörtlü vektör formülasyonu.
Göreli dörtlü momentum, dörtlü vektörlerin Lorentz ötelemeleri altında değişmez kalmalarından dolayı, Albert Einstein tarafından önerilmiş tir. Dörtlü-momentum P şöyle tanımlanır:
burada "E" = "γm"0"c"2,sistemin toplam göreli enerjisi ve "px", "py" ve "pz" sırasıyla göreli momentumun "x"-, "y"- ve "z" bileşenlerini temsil eder.
Momentum dörtlü vektörünün büyüklüğü || P ||, "m"0"c"'ye eşittir, çünkü
dir ve her gözlem çerçevesi için değişmezdir. Kapalı bir sistemde, toplam dörtlü momentum korunur ki bu en nihayetinde hem enerjinin hem de momentumun korunumunu birleştirip, bir tek denkleme indirgemiş olur. Örneğin, in the radiationless collision of two particles with rest masses formula_57 ve formula_58 kütleli, formula_59 veformula_60 ilk hızlarına sahip göreli iki parçacığın ışımasız çarpışmalarındaki, formula_61 ve formula_62 son hızları, dörtlü momentumun korunumundan aşağıdaki gibi bulunabilir
burada
Esnek çarpışmalarda, durgun kütle değişmez iken (formula_65 and formula_66), esnek olmayan çarpışmalarda durgun kütlelerde değişiklik olur. Dörtlü momentumun korunumunun, uzay-zamanın homojen olmasının bir sonucu olduğu ispatlanabilir.
Genelleştirilmiş momentum.
Momentum, öteleme invaryansının Noether yüküdür. Öyle ki, sadece parçacıklar değil, alanlar ve diğer her şey momentuma sahip olabilir. Ancak uzay-zamanın eğri olduğu yerlerde, öteleme invaryansı için hiçbir Noether yükü yoktur.
Kuantum mekaniğinde momentum.
Kuantum mekaniğinde, momentum, dalga fonksiyonu üzerine etkiyen bir işlemci olarak tanımlanır. Heisenberg belirsizlik ilkesi, bir sistemin aynı anda hem konumunu hem de momentumunu ne kadar hassas olarak belirleyebileceğimizin sınırların tanımlar. Kuantum mekaniğinde, konum ve momentum, eşlenik değişkenlerdir.
Konum tabanında tasvir edilen bir parçacığın momentum işlemcisi şöyledir;
burada ∇ gradyen işlemcisi, "ħ" indirgenmiş Planck sabiti ve i sanal birimdir. Bu momentum işlemcisinin çokça kullanılan şeklidir, ancak değişik başka tabanlarda değişik biçimler alabilir. Örneğin momentum tabanında, momentum işlemcisi şöyle temsil edilir
burada ψ(p) dalga fonksiyonuna etkiyen işlemci p, dalga fonksiyonu kere p değeri sonucunu verir. Bu aynı konum işlemcisinin dalga fonksiyonuna etkidikten sonra, konum değeri x çarpı dalga fonksiyonunu vermesi gibidir.
Elektromagnetizmada momentum.
Elektrik ve magnetik alanlar, durağan ya da zaman içinde değişip değişmediklerine bakılmaksızın, momentum taşırlar. Bir metal küre, silindirsel kapasitör veya mıknatıs bir çubuğun üzerindeki elektrostatik(magnetostatik) alanın "P" basıncı aşağıdaki gibidir.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8168",
"len_data": 16749,
"topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY",
"quality_score": 4.3
}
|
Ara Güler (; d. Mıgırdiç Ara Derderyan, 16 Ağustos 1928; Beyoğlu, İstanbul - 17 Ekim 2018; Şişli, İstanbul), Türkiye Ermenisi gazeteci, foto muhabiri ve yazardır.
İlk yılları.
Ara Güler, 1928'de İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde, "Mıgırdiç Ara Derderyan" adı ile, Ermeni bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. İsmini “yakışıklı Ara” olarak bilinen Ararat Kralı Ara Geghetsik'ten, göbek adınıysa dedesi Mıgırdiç'ten alır. 1935 soyadı kanununun ardından babası Dacat Bey Güler soyadını almış ve Mıgırdiç Ara Derderyan, Mıgırdiç Ara Güler olmuştur. Annesinin adı Verjin olan Güler'in eczacı olan babası Dacat Güler, Giresun'un Şebinkarahisar ilçesinin Yaycı köyünden altı yaşındayken öğrenim görmek için İstanbul'a gönderildi. Çocukken sinemadan çok etkilenen Ara Güler'e babası lise döneminde 35 mm'lik bir film makinesi ve bir fotoğraf makinesi alarak "Yeni İstanbul" gazetesinde foto muhabiri olmasını teşvik etti. 1951 yılında Getronagan Ermeni Lisesi'nden mezun oldu.
Kariyeri.
Lisedeyken film stüdyolarında sinemacılığın farklı dallarında çalıştı. Muhsin Ertuğrul'un yanında tiyatro ve oyunculuk eğitimi almaya başladı. Amacı rejisör veya oyun yazarı olmaktı. 1950'de "Yeni İstanbul" gazetesinde gazeteciliğe başladı. Bu yıllarda Ermenice gazete ve edebiyat dergilerinde öyküleri yayınlandı. Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ne devam ediyordu. Ancak gazeteci olmaya karar verdi.
1962 yılına kadar "Hayat" dergisinde fotoğraf bölümü şefi olarak çalıştı. 1961'de Birleşik Krallık'ta yayınlanan "Photography Annual", onu dünyanın en iyi yedi fotoğrafçısından biri olarak tanımladı. Aynı yıl Amerikan Dergi Fotoğrafçıları Derneğine kabul edildi ve bu kuruluşun Türkiye'den tek üyesi oldu. Fotoğraf dünyasının çok önemli yayınlarında fotoğrafları kullanıldı, kendisinden bahsedildi. ABD'de, Almanya'da, Paris'te çeşitli sergiler açtı. Bu arada, Bertrand Russell, Winston Churchill, Arnold Toynbee, Picasso, Salvador Dali gibi birçok ünlünün fotoğrafını çekip, röportajlar yaptı.
1979'da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin foto muhabirliği dalındaki birincilik ödülünü aldı. 1980'de fotoğraflarının bir kısmı Karacan Yayıncılık tarafından kitap haline getirildi. 1986'da Hürriyet Vakfı'nca basılan, Prof. Abdullah Kuran'ın yazdığı "Mimar Sinan" kitabını fotoğrafladı. Bu kitap 1987'de Institute of Turkish Studies tarafından İngilizce olarak yayınlandı.
1989'da Hil Yayınları "Ara Güler'in Sinemacıları" kitabını yayınladı. Yıllarca üstünde çalıştığı Mimar Sinan yapıtlarının fotoğrafları, 1992'de Fransa'da Edition Arthaud, ABD ve Birleşik Krallık'ta Thomas and Hudson, Singapur'da Archipelago Press tarafından "Turkish Style" başlığıyla, Fransa'da ise Albin Michel yayınevi tarafından "Demeures Ottomanes de Turquie" adıyla yayınlandı. Dünya Şirketler Grubu 1994'te "Eski İstanbul Anıları", 1995'te "Yitirilmiş Renkler" kitabını yayımladı. Ana Yayıncılık ise 1994'te "Bir Devir Böyle Geçti, Kalanlara Selam Olsun ve 1995'te Yüzlerinde Yeryüzü" adlı kitapları yayımladı.
Ara Güler'in fotoğraflarının büyük bir bölümü Fransa, ABD ve Almanya'da çeşitli müzelerde sergilenmekledir. Fotoğraflarında Leica makinasını kullanmıştır. Fotoğrafın sanat dalı olmadığını düşünmektedir. Ara Güler kendisini: "Ben de gazeteciyim. Fotoğrafçı değilim. Fotoğrafçı ile gazeteci arasındaki fark budur. Fotoğrafçı bomba patlar kaçar. Ama gazeteci peşinden gider olayı yakalamaya çalışır. Ben de bu yaşa kadar ona göre çalıştım" şeklinde tanımlıyor.
Gazeteci Nezih Tavlaş'ın, fotoğrafın efsane ismi Ara Güler'in hayatını anlattığı "Foto Muhabiri" adlı 343 sayfalık kitapta Ara Güler'in doğduğu günden bugüne kadar tanık olduğu olaylar kronolojik bir sırayla anlatılırken bir yandan da Türkiye'nin 80 yıllık tarihi yer alıyor. Kitabın sonunda Ara Güler ile yapılan bir nehir söyleşi ve aile albümünden fotoğraflar yer alıyor.
14 Mart 2024 tarihinde PTT, Ara Güler'in fotoğraflarından oluşan 2 anma pulu ve "Hayalimdeki İstanbul" adlı bir portföy yayınlanmıştır.
Fotoğrafçılık kariyeri.
Bu arada bütün dünyayı gezerek foto röportajlar yaptı ve bunları Magnum ajansı ile dünyaya duyurdu. İsmet İnönü, Winston Churchill, Indira Gandi, John Berger, Bertrand Russell, Bill Brandt, Alfred Hitchcock, Ansel Adams, Imogen Cunningham, Salvador Dali, Maria Callas, Fikret Mualla, Picasso gibi birçok ünlü kişi ile röportajlar yapmış ve fotoğraflarını çekmiştir.
En ünlüsü fotoğrafçılara poz vermeyen Picasso'dur. Yıllarca üstünde çalıştığı Mimar Sinan yapıtlarının fotoğrafları 1992'de Fransa'da, ABD ve Britanya'da Sinan, Architect of Souleiman the Magnificent adlı kitabı yayımlandı. Aynı yıl Living in Turkey adlı kitabı Britanya, ABD ve Singapur'da Turkish Style başlığıyla, Fransa'da Demeures Ottomanes de Turquie adıyla yayımlandı. 1994'te Eski İstanbul Anıları, 1995'te Bir Devir Böyle Geçti, Yitirilmiş Renkler ve Yüzlerinde Yeryüzü, fotograf kitapları yayımlandı.
Ara Güler "fotoğraf sanatçısı" tanımını kabul etmemiş ve her zaman kendisinin "foto muhabiri" olduğunu söylemiştir.
Ölümü ve cenaze töreni.
İstanbul'un Şişli ilçesinde özel bir hastanede konjestif kalp yetmezliği, kronik böbrek yetmezliği ve periferik arter hastalığı nedeniyle tedavi gören Ara Güler'in kalbi 17 Ekim 2018'de iki kez durdu ve doktorların müdahalesi sonrası yeniden çalıştırıldı. Yoğun bakım ünitesinde tedavisi devam ederken saat 23.05'te kalp atımı ve solunumu tekrar duran Güler, yapılan tüm müdahalelere rağmen 23.20'de öldü. Güler'in ölümü üzerine aralarında Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Ermenistan Cumhurbaşkanı Armen Sarkisyan'ın da bulunduğu çok sayıda siyasetçi, akademisyen, gazeteci ve iş insanı taziye mesajı yayımladı. Ara Güler için 20 Ekim 2018'de ilk olarak Galatasaray Meydanı'nda anma töreni düzenlendi. Daha sonra cenazesi Beyoğlu Üç Horan Ermeni Kilisesi'ne getirildi ve burada Türkiye Ermenileri Patrikliği Patrik Vekili Aram Ateşyan'ın yönettiği dini tören düzenlendi. Buradaki tören sonrasında Şişli Ermeni Mezarlığı'nda toprağa verildi.
Özel hayatı.
Ara Güler, yaşamı süresince iki evlilik yaptı. İlk evliliğini 1975 yılında Perihan Sarıöz ile yapan Güler dört yıl evli kaldı. Ara Güler 1980 yılında tanıştığı Suna Taşkıran ile 1984 yılında evlendi. Dünyayı dolaşan çiftin mutluluğu Suna Taşkıran Hanım'ın 2010 yılındaki ölümü ile son buldu. Ara Güler'in çocuğu yoktur.
|
{
"url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=8172",
"len_data": 6279,
"topic": "HISTORY",
"quality_score": 3.46
}
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.